Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

TİCANİ HAREKETİ

 

T.C. DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ ENSTİTÜSÜ DEMOKRAT PARTİ’NİN İRTİCAYA BAKIŞI; TİCANİ HAREKETİ YÜKSEK LİSANS TEZİ HAZIRLAYAN Hüsamettin Yılmaz Yüksek Lisans DANIŞMAN Yrd.Doç.Dr. Türkan Başyiğit İZMİR/2004 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ I

GİRİŞ 1

  1. İRTİCA KAVRAMI VE CUMHURİYETİN KURULUŞUNDAN DEMOKRAT PARTİ ( DP ) İKTİDARINA KADAR OLAN SÜREÇTE İRTİCA HAREKETLERİNE GENEL BAKIŞ 5

A- DİN- LAİKLİK- İRTİCA KAVRAMLARI 5

  1. Din- Laiklik İlişkisi 5

  2. rtica Nedir 7

  3. rticanın Hedefi 9

  4. rticanın Stratejisi 10

  5. Din ile İlticanın Farklılığı 11

B- ATATÜRK DÖNEMİNDE İRTİCANIN GELİŞİMİ 15

  1. Şeyh Sait Ayaklanması 16

  2. Şapka Reformuna Karşı Tepkiler 19

  3. İzmir Suikastı 21

  4. Serbest Fırka Olayı 22

  5. Menemen Olayı 23

  6. Bursa” da Arapça Ezan Olayı 25

  7. Siirt” de Şeyh Halit ve Oğlunun Tertipleri 25

  8. İskilip Olayı 26

C- TEK PARTİ VE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DÖNEMİNDE İRTÎCANIN GELİŞİMİ 27

  1. Tek Parti Döneminde CHP nin İrticaya Bakışı... 27

  2. Demokrat Parti”nin Ortaya Çıkışı 29

a- Dörtlü Takrir ve DP’nin Kurulması 29

b- DP’nin Teşkilatı ve Parti Programı 33

  1. Çok Partili Dönemde ÇHP”nin İrticaya Bakışı... 35

  2. 1945-1950 Arası Kurulan Muhafazakar partiler..44

  1. DEMOKRAT PARTİ İKTİDARI DÖNEMİNDE İRTİCA

HAREKETLERİNE GENEL BAKIŞ 48

A- DP”NİN İKTİDARI DEVRALMASI VE YENİ KABİNE... 48

B- DP İKTİDARININ TEMEL İLKELERİ 50

C- İRTİCAİ FAALİYETLERİN YÜKSELİŞ SEBEPLERİ VE VERİLEN TAVİZLER 55

  1. 1950 -1954 Arası Dönem 55

  2. 1954 -1957 Arası Dönem 78

  3. 1957 -1960 Arası Dönem 92

D- BU DÖNEMDE YILDIZI PARLAYAN TARİKAT VE İSLAMİ GRUPLAR 105

  1. Nurcular 106

  2. Süleymancılar 111

E- DP İKTİDARININ SONUNU HAZIRLAYAN GELİŞMELER

  1. Uşak ve Topkapı Olayları ve Basına Sansür... 114

  2. Kayseri Olayları 115

  3. Tahkikat Komisyonu’nun Kurulması 117

  4. İstanbul ve Ankara Olayları 122

F- 27 MAYIS 1960 İHTİLALİ, AÇILAN DAVALAR, MAHKUMİYETLER VE İDAMLAR 123

  1. 27 Mayıs Sabaha Karşı 123

  2. Yassıada Davaları ve Mahkumiyetler 125

  1. İRTİCAİ FAALİYETLER İÇERİSİNDE TİCANİLİK HAREKETLERİ 129

A- TİCANİYE TARİKATI 129

  1. Tarikatın Kurucusunun Hayatı 129

  2. Tarikatın İnançları ve Özellikleri 130

  3. Tarikatın Yayılışı 130

  4. Tarikata Ait Eserler 132

B- TÜRKİYE”DE TİCANİLİĞİN OLUŞUMU 132

C-TARİKATIN EYLEMLERİ 136

  1. Heykel ve Büstlere Yapılan Saldırılar 136

  2. Diğer Ticani Eylemleri 144

D-TARİKATIN EYLEMLERİNİN TBMM”DEKİ YANKILARI VE KAMUOYUNDAKİ TEPKİLER 147

  1. Tarikatın Eylemlerinin TBMM”deki Yankıları...147

  2. Tarikatın Eylemlerine Karşı Kamuoyundaki

Tepkiler 149

E- KIRŞEHİR OLAYI VE OLAYA KARŞI TEPKİLER 152

  1. Kırşehir Olayı 152

  2. Kırşehir Olayına Karşı Tepkiler 154

F- ATATÜRK”ÜN MANEVİ ŞAHSİYETİNİ KORUMA KANUNU 159

G-TİCANİLERÎN YARGILANMALARI VE MAHKUM EDİLMELERİ 163

H- TİCANİLERİN SÜRGÜN HAYATI VE TARİKATIN SONU 168

SONUÇ 171

EKLER 176

EK-A : MECLİS TAHKİKAT KOMİSYONU KURULMASI İÇİN VERİLEN ÖNERGE 176

FOTOĞRAFLAR 181 -182

FOTO-1 : TİCANİ TARİKATI ŞEYHİ KEMAL PİLAVOĞLU
FOTO-2 : TİCANİ TARİKATI ÜYELERİ YARGILANIRKEN

KAYNAKÇA 183

ÖNSÖZ

Günümüzde, Türkiye’nin önünde en önemli tehdit unsuru olarak “irtica” görülmektedir. Cumhuriyetin ilanından bu yana, rejimi ve yapılan devrimleri bir türlü içine sindirememiş, laikliği hep dinsizlikmiş gibi algılamış olan gerici kesimin, ülkemizde çok küçük bir azınlığa sahip olmalarına rağmen nasıl olup da çoğunluğa karşı bir tehdit oluşturabildiği, gerçekten araştırılması gereken bir konudur.

Biz bu tez çalışmamızda, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde, demokrasinin getirdiği serbestliklerden faydalanarak, demokrasiyi ortadan kaldırmak isteyen bu gerici kesime, o dönemdeki siyasilerin ve özellikle de on yıllık bir iktidar dönemi yaşayan Demokrat Parti’nin bakış açısını ortaya koymaya çalıştık. Bu çalışmamız esnasında ilk paragrafta belirttiğimiz soru, kendiliğinden cevap bulmaya başladı. Dinin, siyaset ile içiçe bulunduğu, laiklik ve Atatürkçülük kavramlarının sadece söylemlerde bırakıldığı sürece, bu azınlık hep tehdit olmaya devam edecektir.

Çalışmamızda ayrıca, şu ana kadar hakkında hiçbir araştırma ortaya sunulmamış olan bir tarikatı, Ticani Tarikatı’m mercek altma yatırmaya çalıştık. İncelememizin üçüncü bölümünü sadece bu tarikate ve faaliyetlerine ayırdık. Pek çok eserde sadece bir-iki sayfa ile geçiştirilen Ticaniler hakkında, elde edebildiğimiz ve ilgi uyandıracak tüm bilgileri yaklaşık kırk sayfalık bir bölüm halinde sunmaya çalıştık.

Çalışmalarım süresince, danışmanım olarak devamlı beni yönlendiren, kaynak ve bilgi sağlayan, her aşamada değerli vakitlerini ve yardımlarını benden esirgemeyen, kıymetli hocam Yrd.Doç.Dr. Türkan Başyiğit’e öncelikle teşekkürlerimi sunmayı borç bilirim.

Araştırmalarımda bana güzel imkanlar sağlayan Milli Kütüphane ve Yeni Asır gazetesi çalışanları ile enstitümüzün kütüphane sorumlusu Meryem Hanım’a da çok şey borçlu olduğumu belirtmek isterim.

Özellikle Ticani tarikatı ile ilgili konuda sahip olduğu anılarını, bilgilerini ve ayrıca değerli vakitlerini benimle paylaşma nezaketini gösteren Sayın Kutlu Aktaş’a teşekkür ve saygılarımı sunarım.

Yazdıklarımı bıkmadan usanmadan defalarca okuyarak değerli eleştirileri ile beni yönlendiren mesai arkadaşım Metin Bey ile çok değerli eşim Nigar’a sonsuz saygı ve teşekkürlerimi buradan sunmayı, yerine getirilmesi gereken zevkli bir görev olarak görüyorum.

Hüsamettin Yılmaz

İzmir, 2004

GİRİŞ

Toplumsal, ekonomik ve politik kurumlan ile yıkılmış bir imparatorluğun yerine, Kuvayı Milliye ruhunu, Müdafa-i Hukuk ruhunu, Misak-ı Milli ruhunu ve ülkenin bölünmez bütünlüğü ruhunu harekete geçirerek, yepyeni bir devlet kuran ve ona çağdaş özellikler veren Atatürk, kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde üç tehlike ve tehdit görmüştür. Bunlar komünizim, bölücülük ve gericiliktir (irticadır).

Biz bu çalışmamızda, gericilik (irtica) tehlike ve tehdidinin Cumhuriyet döneminden 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar olan dönemdeki gelişimini ve özellikle de Demokrat Parti’nin, iktidara hakim olduğu 1950-1960 yıllan arasında bu irtica tehlikesine karşı nasıl bir yaklaşım içerisinde olduğunu inceledik. İnceleme altına aldığımız diğer bir konu da, DP’nin iktidara gelmesiyle, kısa bir dönemde ön plana çıkarak faaliyet gösteren Ticani Tarikatı ve bu tarikatın faaliyetleridir.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde tekkelerin kapatılmasıyla örgütsel yapılan bozulan ve dağılma eğilimi gösteren irtica, çok partili siyasi rejime geçilmesiyle bir oy potansiyeli olarak görülmeye başlanmıştır. Siyasi çıkarları için her şeye göz yuman ve her türlü tavizi vermekten çekinmeyen bir kısım politikacıların bu zaaflarından istifade eden irticai unsurlar özellikle 1990 yılından itibaren yeniden yapılanma ve gelişme sürecine girmiştir.

İslamcıların Türkiye’de demokratik yolla sistemi ele geçirme savaşı 27 Ağustos 1951’de İslam Demokrasi Partisi’nin (İDP) kurulmasıyla başlamış, Milli Nizam Partisi (MNP), Milli Selamet Partisi (MSP), ve Refah Partisi (RP) ile devam etmiş ve bugünlere kadar gelmiştir. İDP’nin ömrü altı ay sürmüş, daha çok dogma slogancı söylemi ön plana çıkaran İDP, aynı zamanda biraz evvel bahsettiğimiz partilerin çizgilerinin de başlangıcı olmuştur. İslamcı kesim 1950’den 27 Mayıs İhtilaline kadar sağdaki en büyük partiyi yani iktidarı destekleyerek devlete karşı bir koruma önlemi almışlardır. Tabi bunu başarabilmelerinin tek sebebi de iktidar partisinin programı ve uygulamalarının, bu kesime cesaret verecek yönde olmasıydı.

Atatürk döneminde, başım her kaldırdığında büyük darbe yiyen ve tamamen sindirilen irtica canavarı, O öldükten on yıl sonra yani ülkenin demokratikleşmeye adım attığı dönemde yeniden canlanmaya başladı. Bu seferki siyasal güçler canavarın kalkan başım hafif darbelerle sindirmeye çalışınca ve hatta kimi dönemlerde bu başm kalkmasına müsamaha bile gösterince bu art niyetli mahlukat güçlenmeye başladı.

Canavar güçlendikçe de daha evvel geçmişte yediği sert darbelerin intikamım almak için harekete geçti. İntikam için de hedef, Atatürk ve O’nun devrimleri oldu. Kimi zaman devrimlerine karşı çıktı, kimi zaman da O’nun manevi şahsına, heykellerine ve milletin gönlünde kurduğu tahta karşı saldırıya geçti. Tüm bunları yaparken hep değişik kılık ve değişik isimlerle ortaya çıktı.

Bu çalışmamızda Demokrat Parti’nin irtica canavarına karşı nasıl bir tutum sergilediğini ve canavarın bir ara büründüğü “ Ticani” kimliğini gözler önüne sermeye çalışacağız.

Bu incelememizi yaparken daima göz önünde bulundurmaya çalıştığımız bazı hususların burada belirtilmesinin uygun olacağım değerlendiriyoruz.

Öncelikle göz önünde bulundurduğumuz husus, Türkiye’nin o dönemde içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve sosyal durumudur. İncelememiz içerisinde yeri geldikçe bu konulara mümkün olduğu kadar değindik. Burada kısaca özetlememiz gerekirse; siyasi açıdan henüz, demokratik ve çok partili hayat tecrübesi olmayan, bu konuda olgunlaşmamış, bilakis bundan ürken, yıllarca tek parti ve hatta “Milli Şef’ tarafından yönetilmeye alışmış Türkiye, ekonomik açıdan da gerek Dünya Savaşı gerekse yeni yapılanma süreci içerisinde olması sebebiyle hala gelişmemiş ülke konumundadır. Sosyal açıdan ise, mazisi daha yirmi küsür yıllık olan ve rejimin temellerinin halen oturmadığı, nüfusun çoğunluğunun bulunduğu bölgelerdeki feodal yapının henüz kınlamadığı, eğitimsiz bir Türkiye vardır karşımızda.

Diğer göz ününde bulundurulması gereken husus da, savaştan yeni çıkmış ve kutuplara ayalmiş olan dünyadaki gelişmelerdir. O dönemlerde, dünyanın kabul ettiği en önemli tehdit hızla yayılan “Komünizm” idi. Komünizm tehdidinin en öndeki hedeflerinden birisi de Türkiye idi. Dolayısıyla dünyanın güç merkezlerinden birisi olan ABD’nin “Yeşil Kuşak” teorisi öncelikle Türkiye’yi içine alıyordu. Aynı dönemlerde Rusya’nın ülkemize karşı olan siyasi emelleri ve toprak talepleri, Türkiye’nin öncelikli hedefini “Komünizm tehlikesine karşı tedbirler almak” olarak belirlemesini gerekli kılmıştı. İlk tedbir, batıya yakınlaşmak ve Birleşmiş Milletlere katılmak oldu. Bunu yaparken de Türkiye’den istenen süratle “demokratik hayata geçiş”in gerçekleştirilmesi idi. Alman diğer bir tedbir de, gerek dış gerekse iç hayatm zorlamasıyla, “komünizm tehdidine karşı islami duygulan ön plana çıkarmak” olacaktı.

Alman tedbirlerin uygulanmasında biraz acemice davranınca ve biraz da aşınlığa kaçılınca, maalesef Komünizm kadar tehlikeli başka bir tehdidin ortaya çıkmasına sebep olunacaktır: İRTİCA!

Biz bu incelememize, işte bu irticanın ne olduğunu, hedefinin , stratejisinin neler olduğunu ortaya koyarak başlamayı uygun gördük. Buna ilaveten, incelememizin birinci bölümünde, Cumhuriyet’in ilanının ve Atatürk tarafından yapılan devrimlerin hangi zor şartlara ve nelere rağmen yapıldığım ortaya koyabilmek maksadıyla, bu devrimlere karşı yapılan eylemleri kısaca özetlemeye çalıştık. Yine aynı bölümde Atatürk’ün ölümünden sonra, İnönü devri iktidarının, cok partili hayata geçiş dönemine kadar devrimlerin korunması hususundaki katı tutumunu, Demokrat Parti’nin ve diğer partilerin ortaya çıkışıyla birlikte, yani demokratik hayata geçilmesiyle birlikte bu tutumunda beliren değişiklikleri ortaya koymaya çalıştık.

Birinci bölümde son olarak da, demokratik hayata geçişle birlikte uzun bir süredir devrim karşıtı söylem ve tutumlarım gizlemiş olan kesimin, bu ortamdan faydalanarak nasıl su yüzüne çıkmaya başladığının göstergesi olan ve bu dönemde ortaya çıkan Muhafazakar Partilerden bahsetmeyi uygun gördük.

İnceleme konumuzun ana hatlarını oluşturan ve 14 Eylül 1950 seçimleriyle Mecliste çoğunluğu elde ederek iktidara gelen Demokrat Parti’nin, on yıllık iktidar döneminde gerici hareketlere karşı bakış açışım, ikinci bölümümüzde ayrıntılarıyla ortaya koymaya çalıştık. Bunu yaparken, mümkün olduğunca tarafsız ve objektif olmaya çalıştık. Çünkü, bu dönem ile ilgili sadece DP’nin uygulamalarım ve bu kesime gösterdiği müsamahaları bu bölümümüze aktarmış olsaydık, incelememiz sonucunda, “ Demokrat Parti’nin İslamcı bir parti ve yöneticileri ile üyelerinin Atatürk ilke ve inkılaplarına karşı olduğu” yargısına varmamız kaçınılmaz olacaktı.

Amacımız DP’yi ne yermek ne de aklamak. Sadece o dönemde gelişen olayları mümkün olduğunca tam ve doğru olarak sunabilmektir. Bunun için de irticanın yükselişinin sebeplerini yalnızca DP’nin uygulamalarında değil o dönemdeki siyasal, ekonomik ve sosyal gelişmelerde de aradık. Bu gelişmelerle birlikte sunmaya çalıştığımız bölümü seçim dönemlerini baz alarak üç ayn devrede, yani, 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini ve sonraki dönemlerini kapsayan devreler halinde aktardık.

Sonu büyük bir trajediyle biten Demokrat Parti döneminin son zamanlarındaki siyasal gelişmeler üzerinde durmayı da gerekli gördük. Bu bize iktidar uygulamalarının, kendi açılarından, sebeplerini göstermesi bakımından önemlidir.

Ve, ikinci bölümümüzü, 27 Mayıs 1960 ihtilali ve sonrasında yapılan yargılamaları sunarak tamamladık. Bu konuda bugün bile halk arasında yeterli bilgiye sahip insan sayısı çok azdır. Bu sebeple konuya kısa da olsa burada yer vermeyi uygun gördük.

Üçüncü bölümümüzde,1950-1952 yıllan arasında ülke gündemini meşgul eden ve eylemleri neticesinde “Atatürk’ü Koruma Kanunu” mm çıkanhnasına sebep olan ama bugün dahi hakkında bir kaç satırdan başka bilgi aktarılmamış olan Ticani Tarikatına yer verdik. Araştırmalarımız esnasında gördük ki, DP dönemini anlatan her eserde bu tarikatın bahsi geçmekte ancak bir iki sayfadan fazla bilgi o eserlerde bulunmamaktadır. Biz bu incelememizde ulaşabildiğimiz tüm bilgileri burada sunmaya çalıştık. Ticaniler ile ilgili aktardığımız bilgilerin büyük bir bölümünü o günlerin basınından elde etmekle birlikte, bu konuda dört yılı aşkın bir süredir araştırma yapan ve ticani tarikat liderinin zorunlu ikamete tabi tutulduğu dönemlerde Bozcaada’da kaymakamlık görevinde bulunmuş olan Sayın Kutlu Aktaş’m bu konuda bazı anılarım aktardığı kitabından ve kendisiyle taptığımız görüşmelerden de bazı önemli bilgiler elde ettik.

  1. İRTİCA KAVRAMI VE CUMHURİYETİN KURULUŞUNDAN DEMOKRAT PARTİ ( DP ) İKTİDARINA KADAR OLAN SÜREÇTE İRTİCA HAREKETLERİNE GENEL BAKIŞ

A- DİN-LAİKLİK-İRTİCA KAVRAMLARI

  1. Din-Laiklik İlişkisi

Din, fert için tutulacak yol, yasalar ve yasaklar ihtiva eden bir hayat yolu ve bir ilahi kanundur. Yani din, ferdi, dünya ve ahiret saadetine ulaştıran ilahi yoldur. Din sadece bir inançtan ibaret değildir, aynı zamanda, ameli bir hayat yolu; emirler, yasaklar ihtiva eden ilahi bir kanundur. Dindar olan bir kimsenin bu yolda yürümesi ve bu kanunun emirlerini yerine getirmesi, yasak ettiği fiil ve hareketlerden kaçınması, bir vicdan borcu olarak, zorunludur. Dinin kanununa uymayan ve emirlerini yerine getirmeyen kimse, din nazarında makbul değildir.

Fakat şu da unutulmamalıdır ki, bu kimse, bulunduğu toplum içerisinde sadece dindar değildir, aynı zamanda o toplumun vatandaşıdır da, ve bu sıfatla, belli bir devlete tabidir. Ferdin vatandaşı olduğu devletin koyduğu kanunlara uyması ve bu kanunlara bağh olması da vatandaşlık görevi olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu halde dindar olan bir kimse iki türlü vazife ve mecburiyet karşısında kalmaktadır. Vazifelerden biri dinidir ve bundan doğan mecburiyet manevidir. Diğeri de ‘sivil’ yani medenidir. Bundan doğan mecburiyet ise hukuki yani maddidir.

Şu bir gerçektir ki, toplum içinde yaşayan bir insan için, toplum içerisindeki münasebetleri açısından sınırsız bir hak ve hürriyet düşünülemez. Din hürriyetinin ve bundan doğan hakların kanunlar ve geleneklerle tayin ve tespit edilmiş bir hududu olması gerekir.

Kişiler herhangi bir dine, fikir veya doktrine inanmaya veya inanmamaya mecbur edilemezler. Kanunlar bu inanma hakkına bir sınır koyamaz. Çünkü iman ve inanç ferdin iç aleminde yaşar. Ancak, onun ferdi vicdanından taşıp haricileşen ve bir teşkilat, usul ve adap şeklini alan bir mahiyeti daha var ki, bu itibar ile din içtimai bir müessesedir. Ve, her içtimai müessese gibi, hayat ve münasebetlerin zorunluluklarına uyularak düzenlenmesi gerekir.

Sınırsız ve kayıtsız bir din hürriyetinin doğuracağı anarşiden en fazla zarar göreceklerin başında dindarlar gelir. Geçmiş tecrübeler göstermiştir ki, din işleri şahsi menfaat ve istismar konusu olmaya çok müsaittir.

Sınırsız bir hürriyet rejiminde, gerçekte din ile hiç alakası olmayan bazı menfaat düşkünü kişilerin, yüzlerine dindar maskesi geçirerek bir takım saf insanları aldatıp kandırmaları; daha da kötüsü, bazı politikacıların dini siyasi emellerine ulaşmak için bir araç olarak kullanmak istemelerinin tarihte ve özellikle ülkemiz tarihinde çok sayıda örnekleri görülmektedir.

Bu tehlikelerin meydana gelmesini önlemek, toplumun menfaat ve geleceğinin koruyucusu sıfatı ile Devlete düşen bir görevdir. Devletin kanun yoluyla, din hürriyeti fikrinden doğan haklardan her birinin sınırını belirtmesi gereklidir.

Ali Fuad Başgil ‘Din ve Laiklik’ adlı kitabında, din hürriyetinin tek bir düşmanının bulunduğunu; onun da ‘ taassup’ olduğunu belirtmektedir. Taassup kısaca ‘ kendisinden farklı düşünen kimselere karşı düşmanlık besleyecek kadar ileri seviyedeki fanatiklikdir’. Taassup, dini olabileceği gibi siyasi ve felsefi de olabilir.

Başgil aynı eserinde, din hürriyetini, hem dini hem de siyasi taassuba karşı koruyacak tek tedbirin de ‘'laiklik'' olduğunu önemle vurgulamıştır.

Laiklik sözlük manası ile ‘ruhani olmayan kimse, dini olmayan şey, fikir, müessese, sistem, prensip ’ demektir.

Devletler hukukunda ise laiklik; din ile devletin ayrılması ve devletin din, dinin de devlet işlerine karışmaması; memlekette mevcut din ve mezheplere karşı devletin tarafsız bir vaziyet alması, bunlardan hiçbirini, diğerinin aleyhine olarak, hususi surette imtiyazlandırmaması; buna karşılık dinin de devlete karşı, nısbi de olsa bir özerklik içerisinde ahlaki ve manevi hayatm düzenleyicisi olarak hüküm sürmesidir.

Laik bir devlette hükümet ve idare işleri ve bunları düzenleyen kanun ve kurallar, prensiplerini dini mülahazalardan değil, yalnızca ihtiyaçlardan ve hayatm gerçeklerinden alır. Halbuki laik olmayan devlette kural ve kanunlar dini esaslara dayanır.

Bu tanımlamalara uyarak söyleyebiliriz ki, laiklik asla bir din düşmanlığı değildir; sadece devlet hayatında ve toplum münasebetlerinde, dini kural ve esasları dindar kesimine ve ferdi vicdanlara bırakarak yalnızca hayatm akışına ve ilişkilerin mantığına uymaktır. Laiklik sadece devlet hayatma ait bir hareket ve faaliyet prensibidir. Laikliği dinsizlikmiş gibi göstermek, onu yanlış anlamaktır. İnsan iş ve toplum ilişkileri hayatmda laik olur, yani işinde ve toplum ilişkilerinde devletçe öngörülen kanunlara göre hareket eder, diğer taraftan ferdi ve özel yaşantısında dindar olarak yaşar.

  1. İrtica Nedir

İrtica, gericilik sözcüğünün tercümesidir. Arapça rûcu ve ric’at köklerinden gelmektedir. Yani “dönüş”, ‘‘geriye dönüş” demektir.

Peki geriye dönüş ne demektir? Sürekli değişen bir dünyada yaşıyoruz. Her gün, bir günden öbür güne bir şeyler değişiyor. Tabi burada bir de şuna bakmak lazım; her değişim kabul edilmeli mi? Yani her değişim hep olumlu yönde mi olur? Veya her değişim aynı zamanda gelişime neden olabiliyor mu? İleriye doğru, olumlu yönde olan değişimleri diğer olumsuz değişimlerden nasıl ayırabileceğiz, bundaki kıstas nedir?

Bir değişimin olumlu bir gelişime neden olabileceğinin değerlendirilebilmesi için iki kıstas vardır: Bunlardan biri, o değişimin sonrasında toplumdaki ekonomik yararlanmanın geniş kitleler lehine değişimidir.

Bir toplumda eğer bir değişim sonrasında ekonomik alanda daha geniş bir ekonomik firsat eşitliği ortaya çıkıyorsa ya da daha adil, daha dengeli bir gelir paylaşımı ortaya çıkıyorsa, bu değişim olumlu bir değişimdir. Siyasal alanda da, eğer siyasal katılım bir değişimin sonrasında daha geniş bir tabana yayılıyorsa, insanların kendi kaderleriyle ilgili karar verme hak ve yetkileri daha geniş bir tabana yayılıyorsa, bu değişimi de olumlu karşılamak gerekir.

Meseleyi bu çerçevede ele aldığımızda, Atatürk devrimlerinin toplumumuzda hem siyasal katılım açısından, hem ekonomik yararlanma ve firsat eşitliği açısından büyük bir aşama olduğunu görürüz. Bu sebepledir ki Atatürk’ün devrimlerine sahip çıkar ve bu devrimleri savunuruz.

Osmanlı İmparatorluğundan beri öyle bir azınlık vardı ki, bunlar babadan, Şeyhten devraldıkları veya seyyidlik unvanından olduğu gibi para ile satın aldıkları bir takım lakap ve ünvanlan kullanır, bu ünvanlardan bazılarım kullananlara mahsus özel giysiler giyer, bu yüzden halk katmda nüfuz ve iktidar sahibi olurlardı. Bu unvanlar “şeyhlik, dervişlik, müridlik, dedelik, seyidlik, çelebilik, büyücülük,

• • . *2

üfürükçülük, nushacılık, hocalık, mollalık' gibi ünvanlar idi .

Bu unvan ve lakapları ve bunların bazılarının özel elbiselerini giyen, baş giysilerini kullanan yüzbinlerce insan vardı. Hatta bu unvan ve lakaplardan bazıları, sahiplerine özel bir imtiyaz da veriyordu. Onlar bu hak ve imtiyazlara dayanarak halkın emeğini, hürriyetini, malım, canını istismar ediyorlardı.

Cumhuriyet rejimi, bütün vatandaşları eşit kıldığından bu imtiyazlı zümrelerin çıkarlarım ayn birer kanunla kaldırdı. İşte bu kanunlarla ünvanlan ellerinden alman, özel imtiyazlı elbiseleri giyemeyen yüzbinlerce insan, halk katmda nüfiızlan kınlmış, onlarla aynı seviyeye indirilmiş olduklanndan Laik ve Demokratik devrimlere düşman olmuş, müritlerini ve kandırabildikleri halkı devrimler aleyhine ayaklandırmaya çalışmışlardır .

İşte irtica (gericilik), toplumdaki olumlu gelişmelerin karşısında olan, toplumun azınlığında olup da yönetme tekelini gasp etmiş ve bu hakkım kaybetmekten korkan imtiyazlı kesimin savunduğu düşüncedir. İrtica, devrimlerimizin önünü kesmek isteyen, toplumdaki demokratikleşmeyi kırmak isteyen bir harekettir.

Atatürk ilticayı şöyle tanımlar: “1453 ’te İstanbul’u fethedip, bir çağı kapatıp, yeni bir çağ açan kuvvet, aynı yıllarda icat edilmiş olan matbaayı kendi bünyesine getirememiştir. Bunu engelleyen güce irtica denir”.

Yani akla, bilime, yaratıcılığa, olumluya yönelik olan her türlü gelişmeye karşı çıkan kuvvete Atatürk irtica diyor.

Yakın tarihimizdeki irtica örneklerini hatırlarsak; 18.yüzyılda Patrona Halil İsyanı, 19. yüzyılın başmda Kabakçı İsyanı, 20. yüzyılın başmda 31 Mart Olayı, 1925’te Şeyh Sait İsyanı, Menemen Olayı ve 1950’lerde de Ticani’lerin eylemleri belli başlı örneklerdir.

  1. İrticanın Hedefi

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Yönetiminin İslami kurallara göre düzenlenmesini esas alan siyasal İslam; bütün irticai ve radikal unsurlarla birlikte;

  • Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Atatürk’ün öngördüğü milliyetçilik anlayışına bağh demokratik, Laik ve sosyal hukuk düzenini yıkmayı,

  • Türk halkım birbirine kenetleyen ortak hasletlerden dil birliği, yurt birliği ve ülkü birliği gibi temel değerleri ‘din birliği’ bazmda ele alıp işleyerek, ulus bilincinde yaşayan halkı bu hasletlerden kopartıp ümmetçilik temelinde yapılandırmayı ve dini esaslara dayah teokratik bir idare sistemini kurmayı hedeflemektedir.

Faik Bulut da, Ordu ve Din isimli kitabında İrticai Unsurların Amacım şu şekilde açıklamıştır:

“Devletin ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki temel nizamlarını, dini esas ve inançlara dayandırmaktır. Bu amaçlara ulaşmak için; - Türkiye ’de hilafetin tekrar geri getirilmesi, - Bütün İslam ülkelerinin bir bayrak altında toplanması, - Şeriat nizamının hakim kılınması, şeklinde üç yol benimsenmektedir”.

  1. İrticanın stratejisi

Devletin temel düzenini dini esas ve inançlara dayandırmayı amaçlayan irticai kesim, bu amacına ulaşabilmek için, önce Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içinde teokratik bir devlet kurmak, daha sonra da tüm İslam ülkelerini bir bayrak altmda toplamak amacım benimsemiştir.

İrticai unsurlar nihai amaçlarına ulaşmak için dört aşamalı bir strateji belirleyerek;

  • İlk aşamada, kurduklan veya ele geçirdikleri çeşitli yasal veya yasal olmayan kuruluşlar kanalı ile laikliği dinsizlik olarak algılayan bir taban oluşturulmasını,

  • İkinci aşamada, bu tabanla politik bir güç meydana getirilmesi ve bu gücü koruyacak tabam harekete geçirerek silahlı bir gücün organize edilmesini,

  • Üçüncü aşamada, siyasi iktidan demokratik usullerle ele geçirmek ve/veya yandaş topluluğu harekete geçirerek dini esaslara dayalı yönetimin gerçekleştirilmesini ve karşı güçlerin tasfiyesini,

  • Dördüncü aşamada, Türkiye’de teokratik bir devlet kurulmasını ve müteakiben tüm İslam ülkelerinin bir bayrak altmda toplanmasını öngörmektedir.

İrticai örgütler bu stratejiye uygun olarak;

  • İlk safhada, fikir oluşturmayı kurumlaşma ve kadrolaşma çalışmalarım da kapsayan hazırlıkların tamamlanmasını,

  • İkinci safhada, politik gücün oluşumuna yönelik olarak ‘partileşme’ ve ‘silahlı propaganda’ faaliyetlerinin uygulanmasını,

  • Üçüncü safhada, siyasi parti ve bu partinin yan kuruluşları ile yasal yollardan ve /veya silahlı güç ile iktidarın ele geçirilmesini,

  • Son safhada ise şeriat esaslarına dayalı bir islami düzenin yapılanmasını, oluşturulan düzenin bekası ve sözde Büyük İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasını esas almışlardır.

  1. Din ile İrticanın Farklılığı

Din ile irtica hakkında yukarıda ayrıntıları ile bahsedilmiştir. Burada da dinin değişik alanlarda nasıl tanımlandığım ve irtica ile arasındaki farkı vurgulayacağız.

Latince’de din, bağlamak ve cemaat manalarına gelmektedir. Arapça’da, yol, hüküm, mükafat, itaat, mülk, adet, saltanat gibi manaları ifade eder.

Felsefe, dini, kendi sistemine göre ele alır. Felsefecilere göre din; zekanın dağınıklığı ve çaresizliği karşısında tabiatın koruyucu tepkisidir.

Psikolojiye göre din, bir üst benlik olayıdır.

Sosyoloji, dini toplumla izah etme gayretindedir. Sübjektif unsur olan ferdin şuurunun kutsallık karşısında duyduklarıyla, objektif unsur olan dinin toplumla daima birarada bulunuşunu birleştirmeye çalışan sosyoloji, dine, kutsalın toplum hayatındaki tecrübesi olarak bakar. Din, tartışmaların ve değiştirilmesi uygun olmayan inançlara bağh hareketlerin oluşturduğu manevi bir birliktir.

îslamiyete göre din anlayışı, temelden farklıdır. îslamiyete göre, dini insan inşa etmemiş, insana insan vasfinı din kazandırmıştır. Din, inancı kapsar, fakat her inanç din demek değildir. Din ilahi bir kurumdur ve inşam terbiye eder. Sonuç olarak İslama göre din: Allah tarafından kurulup, inananlarım dünya ve ahirette mutluluk ve selamete götüren, iman ve uygulamalardan oluşmuş bir yol ve kurumdur.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de din, insanların sosyal hayatım şekillendiren ve düzene sokan en büyük faktörlerden birisi olarak kabul edilmektedir.

Diğer yandan; toplum hayatında barışın ve sevginin gelişmesi, sağlıklı bir toplum yapılanması bakımından dini inançların büyük etkisi olduğu kesindir. Günümüzde, özellikle batı toplumlannda tekrar bir dine dönüş olgusunun yaşandığı, bu amaçla insanların bir arayış içerisinde olduğu gözlenmektedir.

Din kavramına bu görüşleri de ilave ettikten sonra şimdi dinin irtica ile olan farklılıklarına ve irticai düşüncenin dini nasıl bir sömürü aracı yaptığına değinelim.

îslarn dininin kaynağı Kur’an olup, îslarn bilginleri Kur’an’daki emirleri, inanca ait, ibadete ait ve muamelata ( dünya işlerine) ait emirler olarak üç bölümde toplamışlardır.

Halk için yalnızca inanç ve ibadete ait emirlerin farz olduğu, dünya işlerine ait emirlerin ise, kişisel değil, hukuksal ve toplumsal içerikli olduğu İslam otoritelerince belirtilmektedir. İnanç ve ibadete ait emirler dogma olup, olduğu gibi kabul edilen marnlan hususlardır. İnanca ait emir, Allahın varlığına, birliğine ve Hz. Muhammed’in onun elçisi olduğunu inanarak kabul etmektir. İbadete ait emirleri yapıp yapmamakta kişi özgür bırakılmıştır. Bu Allah ile kul arasındaki bir olay olup, kulun ibadetine karışmaya kimsenin hakkı yoktur. İşte buna inanç ve vicdan özgürlüğü denilmektedir. İnanç ve ibadet alanının ilericilik-gericilik kavramıyla bir bağlantısı bulunmamaktadır. Ne inançlı olan gerici ne de inançsız olan ilericidir. İlericilik ve gericilik kavramları inanç alanıyla değil, düşünce alanıyla ilgilidir. Ancak düşüncede ilericilik-gericilik söz konusu olabilir. İnançlarda böyle birşey düşünülemez.

Kur’an’da inanca ve ibadete ilişkin emirlerin dogma olmalarına karşın, dünya işlerine ait emirler dogma değildir. Bütün emirler dogma olmuş olsa, toplumsal yaşam dondurulmuş olur. Zaten Kur’an ve sünnet bütün sorunları da kapsamamaktadır. Bu nedenle dünya işlerine ait olan hususlar için İslam hukukçuları, “zamanın değişmesiyle hükümler değişir” prensibini benimsemişlerdir. Dünya işlerine ilişkin emirler, inanç ve ibadete ait emirler gibi tamamlanmış değildir. Bu tamamlanmamış emirler için yalnızca amaç belirtilmiştir. Örnek olarak Adalet kavramım aldığımızda, bunun donmuş bir kavram değil “devletin görevi, haklıyla haksızı ayırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak” olarak algılanması gerekir.

Doğal olarak bu, toplumun sosyo-ekonomik ve kültürel yapılarına göre değişecektir. O halde gerek İslam hukukunda, gerekse toplumsal yaşam felsefesinde tutucu ve gelişmeye karşı bir yan söz konusu değildir. Ayrıca İslam hukukunun dayandığı kıyas ve icma kurallarında tutucu ya da dinsel bir görünüş hemen hemen yoktur. Ancak dini politikaya ve kendi çıkarlarına alet eden yan düzmece müslümanlann ülke için nasıl bir irticai tehlike olduğu, yeniliklere karşı çıkarak ülkenin kalkınması ve çağdaşlaşmasına nasıl engel olmak istedikleri tarihimizin her döneminde görülmüştür ve de görülmeye devam edecektir.

İrtica Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkmış bir olay değildir. İrticai hareketler; hurafeleri din olarak gösteren çıkar çevrelerinin kışkırtmasıyla meydana gelmiştir.

İrticanm kaynağında ‘ Köktendincilik’ bulunduğu unutulmamalıdır. İslamiyetin tartışma konusu yapılmasında ve köktendinciliğin yaygınlaşmasında, Peygamberin sünneti ile ilgili yorumların da payı küçümsenemeyecek kadar çoktur. Peygamberin, Kur’an’ı açıklamak ve yorumlamak konusunda yaptığı açıklamaları ve bu açıklamalardan günümüze gelen doğru veya yanlış aktarımları Kur’ana alternatif bir ölçü olarak takdim edenler, köktendinciliğin gelişmesinde önemli pay sahibi olmuşlardır. Söz konusu yaklaşım, dinde ciddi görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasına yol açarken, Peygamberi de ‘îlahlaştırarak' Kur’an’daki anlatımlara ters düşen bir düşünce ekolü geliştirilmesine neden olmuştur. Zira Kur’an, Peygamberin de bir insan olduğunu ve hata yapabileceğini açıkça insanlara aktarmaktadır.

Peygamberin, Allah’ın elçisi ve insan olduğunu ve hata yapabileceğini, ancak hatalarının Allah tarafından düzeltildiğini ortaya koyan Tevbe Suresinin 43 ncü ayeti ve Azhab Suresinin 37 nci ayeti gibi ayetler, Peygamberin ilahlaştınlmasım önlemeye yönelik hususlar olarak kabul edilebilir. Ancak, yine de Peygamberin sünneti olan hususlar, köktendinciler tarafından Kur’an ayetlerine neredeyse eş değer bir önemle uygulanmaya çalışılmaktadır. Çağın değişen koşullan, Peygamberin yaşadığı döneme göre karşılaştınlamaz farklılıklara sahiptir. Bu koşullarda, “Peygamber olsaydı acaba ne yapardı” tarzındaki sorulara verilecek cevapların hiçbir şekilde bağlayıcı ve doğru olması düşünülemez. Zira bu sorulara verilecek cevaplar, bugünün insanının akıl yürütmesi ile oluşacak cevaplardır. Ayrıca, hiç kimse, Allah’ın kendine elçi olarak seçtiği bir kişinin şimdi yaşasaydı, ne karar vereceğini bilmek gücüne sahip olamaz. Bunu yapmaya yeltenenlerin, köktendinci bir anlayışla dini kendi tekellerine alarak, insanlara hükmetme arzularım tatminden başka bir amaçlan olmadığı görülmektedir.

Köktendinci akımlar, insanlığın gelişimi ile ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap verecek her türlü yenileşme hareketine, dini kaynaklardan kanıt aramayı esas aldıklan için, çağdaşlaşma ile daima çatışmak zorunda kalmışlardır.

Köktendinci anlayışa iyi bir örnek oluşturan olay, kapatılan bir siyasi partinin bir milletvekili tarafından “Sarıkla namaza gitmenin seksen kere daha fazla sevap teşkil ettiği” konusundaki beyanıdır.

Diğer bir ikilem de irtica ile din adamlarının özdeşleştirihnesidir. Uzun yıllardan beri din adamları hakkında birçok şey söylenmiş, ama onlarm toplum içindeki yeri kesin olarak belirtilmemiştir. Bu nedenle çoğu zaman, bazı aydınlar din adamlarıyla gerici düşünceyi, irticayı yanyana getirmişlerdir.

Din adamı, inançla ilgili konulan öğreten, inançla ilgili ibadeti yerine getiren, halkın inançla ilgili sorunlarım çözen ve bu alanda yol gösterme görevi üstlenmiş insandır.

Bu anlamda din adamı için softa, yobaz veya gerici demeye kimsenin hakkı yoktur. Ancak, din adamı yukanda belirtilen toplumsal işlevinin dışında düşünce sistemi olarak İslamlık çerçevesinde kurulan anlayış ve kültürü benimser veya benimsetmeye kalkışırsa işte o zaman görevinin dışma çıkmış olur. Dini düşüncenin temsilciliğini yalnızca din adamları değil her insan yapabilir. İşte o zaman irticayı her yerde arayacağız, yalnız camide değil.

Din adamının toplumsal bir işlevi olmasına karşın, yobaz ve softa dediğimiz gericilerin böyle bir işlevi yoktur. Onlar sömürücüdür ve sömürücülerle her zaman işbirliği yapabilen bir kesimdir. Bunların inançla, ibadetle bir ilgisi yoktur. Din adına çoğu zaman dini düşünceyi savunurlar.

İşte, din adamlığıyla hiçbir ilgisi bulunmayan ama dinsel kültüre, dinsel düşünceye bağlı olan softa ve yobazlar, din adamlarım istismar ederek kendi yanlarında gibi göstermişlerdir. Günümüzde, irticanm liderliğini yapanlara dikkat edecek olursak, aralarında gerçek din adamlarının bulunmadığı görülmektedir.

B- ATATÜRK DÖNEMİ İRTİCANIN GELİŞİMİ

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmişti. Ancak saltanat ve halifelik düzeniyle bütünleşmiş olanların, kişisel çıkarlarım orada görenlerin ya da egemenliğin tanrısal olduğu inancım taşıyanların TBMM’nin aldığı karan olumlu karşılamalan beklenemezdi. Bu gibiler yeni rejime ancak zamanla ısınabilirler, yanıldıklarını anlayınca uyum sağlayabilirlerdi. Bu kesimin kaygılan tabi ki dinsel kaygılardı. Cumhuriyet’in ilam ve Devlete bir başkan seçilmesiyle, Halife’nin başkan olması olasılığı da ortadan kalkmış oluyordu.

Halifelik müessesesi, Cumhuriyetin ilanından sonra bir süre daha devam etti. Bu nedenle dini hisler sömürücüleri işin ve devrimlerin ciddiyetini pek kavrayamadı. 4 Mart 1924’te halifelik bir kanunla kaldınldı. Bu, her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin “Dini Demokrasilik ve Laiklik' gibi garip bir özelliğine son verdi; ama bir buhranın patlak vermesine de sebep oldu. Dini hisler sömürücüleri memlekette yer yer olaylar çıkartmaya başladılar. Öte yandan Türkiye dışındaki İslam alemi de hilafet müessesesinin kaldırılmasından sonra durumun ne olacağım çözememişti. Esasen Arap aleminin büyük bir kısmı Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için İmparatorluğun düşmanlan ile işbirliği etmişlerdi. Hilafet kaldınlmca, dini lider konusunu çözümlemek amacı ile 1926’da Kahire’de ve Mekke’de, 1931’de Kudüs’te, 1932’de Madras’ta, 1945’te Cenevre’de yapılan toplantılar hiçbir sonuca varamadı.

Hilafetin kaldırılmasına muhalif kesimin, İsmet Paşa hükümetini devirmek için verdikleri gensoru önergesinin, Mustafa Kemal’in yerinde ve zamanında müdahalesi ile reddedilmesi üzerine 17 Kasım 1924’te Mecliste bir muhalefet partisi, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” kuruldu. Bu partinin 6. maddesinde “fırka efkar ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardır.” ilkesi yer almıştı. Bu madde, Mustafa Kemal’e karşı “Din elden gidiyor” tepkisi içinde olan gerici yığınlara sevimli görünmek için programa konmuştu. Basm ve gerici kitleler, programdaki bu madde ile partiyle bütünleştirilmek istenmiştir. Bu partinin kurulmasından dört gün sonra ismet Paşa, başbakanlıktan çekildi ve yerine Fethi Okyar atandı.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nm kurulmasının yarattığı atmosfer içerisinde ilk olaylar baş gösterdi. Kurtuluş Savaşı sırasında görülen hilafetçi ayaklanma Şeyh Said İsyanı ile tekrar ortaya çıktı.

  1. Şeyh Sait Ayaklanması

Kendisini “Emir-ül Mücahiddin” ilan eden Şeyh Sait, 13 Şubat 1925 günü “Şeriat ve halifeliği diriltmek, sultan Abdülmecit’in oğullarından birini halife yapmak ve hükümetin politikalarına karşı çıkmak' için Bingöl ilinin Piran köyünde ayaklandı. Ayaklanmaya Kürtçülük motifi de karışmış olmakla beraber aslmda ayaklanma dini içerikli olup, Şeriat’ı uygulama alanına sokmak ve halifeliği tekrar kurmak amacıyla başlanmıştır.

Nakşibendi şeyhi olan Palu’lu Sait, Nakşibendiliğin son derece güçlü olduğu bölgede, Nakşibendilik adma Allah rızası için bayrak açmca güç kazanmıştı. Şeyh Sait daha önce de kimi olaylara karışmış ve 1914’te aynı bölgede baş gösteren ayaklanma girişimlerinde yer almıştı. Büyük koyun sürülerine sahip, varlıklı bir kürt ağasıydı.

Bölgede etnik ayrıcalık amacını güden örgütlerin bu olaydan 20-25 yıl kadar önce kurulmuş olması olayın Kürtçü boyutu için zemin hazırlamıştır. Şeyh Sait Ayaklanmasının organizatörünün 1923 yılında kurulmuş olan gizli Azadi örgütü olduğu da söylenebilir.

Bugüne kadar oldukça karanlıkta kalan Azadi Örgütü 1923 yılında merkezi Erzurum olmak üzere 8’inci Kolordu bölgesinde kurulmuştur. Bu örgüt, eski Hamidiye Alayı subayları ve eşraftan bazı kişiler ile Türk Ordusunda görevli bazı doğu kökenli subayların girişimiyle kurulmuştur. İçlerinde milletvekilleri ve üst düzey yöneticiler de bulunmaktadır.

Ayaklanma başlangıçta, Başbakan Fethi Okyar’ı fazla tedirgin etmemişti. Okyar olaya Doğuda sık sık rastlanan bir eşkıya hareketi olarak bakıyordu. Cumhuriyet Halk Partisi grubu ise endişeliydi. Ayaklanma iki hafta gibi kısa bir sürede on dört il’e yayılmıştı. Mustafa Kemal, ülke çapmda hilafetçi ve padişahçı bir ayaklanmadan kuşkulanıyordu. Başbakanlıktan çekildikten sonra rahatsızlığım ileri sürerek Heybeli Ada’ya giden ve ayaklanma günlerinde Ankara’ya dönen İsmet İnönü de Mustafa Kemal gibi düşünüyordu.

Bu durum karşısında bölgede bir ay süreyle sıkıyönetim ilan edilmiş ve Meclis’te Hıyanet-i Vatanıyye Kanunu’nda değişiklik yapılmıştır. Ancak, hükümetin aldığı önlemlerin yeterli olmadığı görüşü parti içinde ağırlık kazanmıştı. İnönü, ayaklanmanın jandarmayla değil, ancak ordu gücüyle bastınlabileceğini düşünüyordu.

2 Mart 1925’te toplanan CHP grubunda sert tartışmalar oldu. Eski İçişleri Bakam Recep Peker ve arkadaşları, Fethi Okyar hükümetinin gerekli önlemleri almadığım ileri sürüyorlardı. Uzun tartışmalardan sonra, “aldığımız önlemler yeterlidir. Ben elimi kana bulayamam ” diyen Fethi Okyar başbakanlıktan çekildi ve İsmet Paşa yeniden hükümetin başma getirildi.

İsmet Paşa’nm ilk işi Takrir-i Sükun yasa tasarısını Meclis’e getirmek oldu. Tasarının metni iki maddeden oluşuyordu:

l’inci Madde- îrtica ve isyana ve ülkenin toplum düzenini, huzur ve sükununu, güvenlik ve asayişini bozmaya neden olan tüm örgütleri ve kışkırtıcı girişimleri ve yayınlan, hükümet, Cumhurbaşkanı ’nın onayı ile kendi başına yasaklamaya yetkilidir. Bu eylemlere katılanları İstiklal Mahkemesi ’ne verebilir.

2’nci Madde- Bu yasanın yürütülmesine Bakanlar Kurulu yükümlüdür.

Takrir-i Sükun yasa tasarısı Meclis’te muhalefetin büyük tepkisine yol açtı. Terakkiperver Partili milletvekilleriyle birlikte kimi CHP Ti milletvekilleri de tasarıya muhalifti. Muhalefet edenlere göre bu yasa, Abdülhamit döneminde bile örneği görülmemiş bir istibdata yol açabilecekti.

Tüm bu direnmelere karşın tasan 4 Mart 1925 günü yasalaştı.

Ayaklanma 15 Nisan 1925’te tamamen bastınlmış, Sait ve taraftarlan İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak idama mahkum olmuşlardır. Bu arada hareketle ilişkili olduğu saptanan Kürt Teali Cemiyeti Başkam ve eski Hürriyet ve İtilafçı Seyyit Abdülkadir ile oniki arkadaşı İstanbul’da yakalanarak Diyarbakır’a getirildiler. Yargılamalar sonucunda, Abdülkadir ve beş arkadaşı 27 Mayıs’ta, Şeyh Sait ve adanılan da 29 Haziran 1925’te asılarak idam edildiler.

Şeyh Sait İsyanı, ilk bakışta dinsel nitelik arkasında, Kürt Milliyetçiliğinin ve bir ölçüde de İngiltere kışkırtmasının izlerini taşır. İngiliz silah fabrikalarından doğuya silah yollandığı, isyanla ilgili İstanbul’daki Şeyh Abdülkadir’in, İngilizlerle müttefik bir Kürt krallığı kurma peşinde olduğu belirtilmektedir.

İngiliz desteğinin varlığı, Şeyh Sait ayaklanmasını izleyen günlerde Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği’nden Paris’e gönderilen raporda açıkça görülmektedir. Raporun konusu Ortadoğu’daki çelişen İngiliz-Fransız çıkarları ve özellikle Kürt-İngiliz ilişkileridir.

Bir dinci tepki olarak ortaya çıkmış olan bu isyan, 17 Kasım 1924’te kurulmuş bulunan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” tarafından da desteklenmiştir. Bu sebeple firka, Takrir-i Sükun kanununa dayanılarak 3 Haziran 1925’te kapatıldı.

Şeyh Sait ayaklanması çok önemli bir reformun gerçekleşmesine ortam hazırlamıştır. Ayaklanmada din adamlarının ve çeşitli tarikatların oynadıktan rol, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına yol açmıştır.

  1. Şapka Reformuna Karşı Tepkiler

Şapka reformu Mustafa Kemal’in cesur bir atılımıdır. Fesin yeniçeriliğin kaldınlmasmda Rumlar’dan alınarak benimsendiği bilinmektedir. Ancak, zamanla fese öyle alışıldı ki, şapka Hıristiyanlığın, fes Müslümanlığın simgesi olarak görülmeye başlandı. Bu bakımdan o dönemde Müslüman Türk toplumuna şapka giydirmek, “toplumu HıristiyanlaştırmaK’ gibi bir yoruma ve kışkırtmalara yol açabilmekteydi.

Nitekim öyle de oldu ve şapkamn resmi baş giysisi olma konusu yobaz çevrelerin yeniden ayaklanmalanna yol açtı.

O zamana kadar Türkiye’de fes, sarıklı fes, takke, kalpak, keçekülah gibi türlü şeyler başa giyiliyordu. Bu acayip kıyafet biçimi, yalnız büyük şehirlerde değil, küçük kasabalardaki aydınlan bile rahatsız ediyordu. Mesela Gerede Kasabası Belediyesi, kasabada din adamlarından başka kimsenin, sank ve yazma sarmalarım, eski püskü baş giysisi giymemelerini, kararlaştırmış ve buna aykın davranıştan yasaklamıştı. Daha sonra da, Vekiller Heyeti 2 Eylül 1925 tarihli ve 2413 numaralı bir kararname ile memurların şapka giymesini istemiştir. Mesele Meclis’te tartışma konusu olmuştur . Mustafa Kemal tarafından Şapka Yasası konusunda Meclis içinde ve dışmda din adamlarının desteğini almaya özen gösterilmiştir. Mustafa Kemal şapkayı halka benimsetmek ve biraz da nabız yoklamak amacıyla Kastamonu’ya yaptığı gezide ilk defa şapka giyiyordu.

Şapka yasası 25 Kasım 1925’te kabul edildi. Meclis’te bu kanunun Anayasaya aykırılığı ileri sürüldü. Bursa mebusu Nureddin Paşa’mn bu iddiasını Adliye Vekili Mahmut Esat Bey şu şekilde cevaplandırmıştır:

“ Hürriyetin nasibi irticanın elinde oyuncak olmak değildir... Memleketin menfaatini iltizam eden şeyler, hiçbir vakit Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na muhalif olamaz, olmamakla mukayyettir”2^.

Aynı gün Rize’de, “Hükümetin zorla şapka giydireceği, kadınların çarşaflarını açacağı, Kur’an’ı kaldıracağı” yolundaki propagandalar halkı galeyana getirdi. Hareket Trabzon’un Of ilçesine de yayıldı, kandırılan köylüler silahlı bir isyan hareketine giriştiler. Nakşibendi tarikatı mensuplarının her zamanki gibi bu olayda da tesiri görüldü.

Ocak 1926 ayı içinde bir Pazar günü Erzurum’da okunan mevlitten sonra hocalar yürüyüş yapmışlar ve halk da kendilerine katılmıştır. Bu işi tezgahlayanların mahkemeleri sırasında, halkı kışkırtmada “Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti” ile “İslam Taali Cemiyeti” kurucularının rolleri olduğu meydana çıkmıştır .

Maraş’ta da bu kanuna tepki olarak, Camii Kebir’den çıkan bir kısım tahrikçi, Süleyman oğlu Mahmut önde ve elinde bayrak, “Şapka giymeyeceğiz” bağırışlarıyla yürüyüş yapmışlardır.

Çerkeş’te cami kapışma şapka aleyhtarı beyannameler yapıştırılmıştır. Yurdun çeşitli yerlerinde de bu tip direnme ve ayaklanmalar görüldü. Ancak bu direnme hareketleri bastırıldı. Ankara’da İstiklal Mahkemesi kuruldu ve asiler cezalandırıldı.

İrtica olayları ile ilgili olarak, İstanbul’da da tevkifler yapılmıştır. “Frenk Mukallitliği ve Şapka”, “Tesettü-i Şer’i” kitaplarının yazan İskilipli Atıf Hoca, Tahirülmevlevi (Tahir Olgun), yazarlardan Ömer Rıza (Doğrul) ve bazı kitapçılar bunlar arasındadır. Yukarıda da bahsedildiği gibi mahkeme İskilipli Atıf Hoca’nm da aralarında bulunduğu birçok kişiyi idam cezası ile cezalandırmıştır.

Son idam hükümlerinin infazından bir iki gün sonra 30 Ocak 1926 da Ankara Hukuk Mektebi’nde, Adliye vekili Mahmut Esat Bozkurt tarafından İhtilaller Tarihi dersi verilmeye başlanmış ve İhtilal gençlere şöyle tarif edilmiştir :

“İhtilaller mazlum beşeriyeti efendiliğe, hakkına, benliğine ulaştıran fikir alanlarıdır. ”

  1. İzmir Suikastı

Tekke ve zaviyeler kapatıldıktan sonra reformlar yolunda önemli adımlar atıldığı görülmektedir. Bu bağlamda, uluslararası saat ve takvim ile “Medeni Kanun ” kabul edildi. Medeni Kanun, laikliğe atılan çok büyük bir adımdı. Kanunun gerekçesine göre, Türkiye Cumhuriyetinde artık dinsel esaslar değil, çağdaş kurallar egemen oluyordu. Medeni Kanun laikliğe yönelişin yanı sıra aile hukukunda da büyük değişiklikler yapıyor, miras hukukunda ve malların yönetimi konusunda kadm-erkek eşitliğini getiriyor ve birden çok kadınla evlenmeyi yasaklıyordu.

Tüm bu atıhmlar karşısında gelenekçi cephenin Ankara’ya düşmanlığı artıyordu. Bu hava içinde İzmir Suikastı ortaya çıktı.

Terakkiperverler içinde vatanı samimiyetle seven kimseler yanında eşkıya ruhlu olanlar da vardı. Bunlar siyasette elde edemedikleri maksatlarım silahla elde etmek istediler. Onlara göre yeni rejim Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in şahsı ile yaşardı. Onu öldürmekle rejime istedikleri şekli vereceklerdi. Para ile çalışmalarına iştirak ettirdikleri birkaç kişi ile Mustafa Kemal’i İzmir’de öldürmeye karar verdiler. Fakat planlarından haberdar ederek maksatları için kullanmak istedikleri bir vatandaşın, bu haince girişimi haber vermesi üzerine hainler yakalandılar ve 13 • • • •

Haziran 1926’da istiklal Mahkemesi tarafından layık oldukları cezaya çarptırıldılar .

İzmir Suikastı kuşkusuz, salt gericilikten kaynaklanan bir hareket değildi. Olayın tabanında İttihatçılarla Mustafa Kemal anlaşmazlığı, kişisel ve siyasal hırslar, Terakkiperver Parti’nin kapatılmasından doğan intikamcı duygular gibi nedenler vardı; ancak, gelenekçi ve gerici tepkilerden cesaret aldığı da su götürmez bir gerçektir.

  1. Serbest Fırka Olayı

Yine, Cumhuriyetin atılmalarına tepki olarak doğan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan farklı olarak, Atatürk’ün desteği ve güdümü ile 12 Ağustos 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası, daha sonraları tutucu ve gerici kitlelerin desteklediği bir parti konumuna gelmiştir. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın önderleri kuşkusuz gerici değildiler. Cumhuriyet ilkelerine ve laikliğe bağlıydılar. Ancak tabandaki gelişmelere engel olmaya güçleri yetmedi. Parti çevresinin tıpkı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasında olduğu gibi çok kısa bir süre içinde gericiler tarafından sarılması büyük bir şanssızlık olmuş ve partinin samimi kurucuları tehlikeyi sezdikleri için partinin kendi kendisini dağıtmasını temin etmişlerdir.

Serbest Fırka’nm kurulduğu 1930 yılında ülkenin genel tablosunda, “CHP'ne ve hükümete karşı duyulan bir hoşnutsuzluk havası” egemendi. Bunun da çeşitli nedenleri vardı . Bu nedenler, Parti’nin halktan kopmuş olması, dünya ekonomik bunalımının etkileri ile tarımda uğraşanların ilkel koşullarda ve kredi açısından ağır bir yük altında bulunması olarak görülebilir.

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu Yalova’da Atatürk ile Fethi Okyar arasında planlandı. Atatürk, böyle bir partinin kurulması ile, Mecliste serbest tartışma ortamının yaratılacağı ve uygulamada görülen birçok yanlışlığın da önünün alınacağını düşünüyordu.

Serbest Fırka ile Terakkiperver Fırka’nm ortaya çıkışları arasında bir benzerlik bulabilmek olanaksızdır. Terakkiperver Fırka, Atatürk’ün atılımlarma karşı bir tepki olarak doğmuş, Serbest Fırka ise Atatürk’ün desteği ve güdümüyle kurulmuştur. Serbest Fırka’mn programının ilk maddesinde “Cumhuriyetçiliğe, milliyetçiliğe ve laikliğe bağlılık ilkesi” yer almaktaydı. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi parti tabanındaki gelişmeler partinin sonunu hazırlamıştır.

Atatürk’ün Serbest Fırka’dan desteğini çekmesi ve genel seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi’ni destekleyeceğini açıklaması da Partinin sonunu hazırlayan etkenlerdendir. Parti önderleri toplanarak partinin kendisini dağıtmasına karar verdiler. Serbest Cumhuriyet Fırkası 17 Kasım 1930’da tarihe karıştı.

  1. Menemen Olayı

Bu olay, 22 Aralık 1930’da meydana geldi. İşi, daha önce aralarında tertipleyen altı kişiden Nakşibendi tarikatı mensubu Derviş Mehmet ve beş arkadaşı, Menemen yakınında Kese köyüne uğradılar. Burada halka, kendi taraflarının İstanbul’u sardığım, 770 bin kişi olduklarım söylediler. Buradan Menemen’e varıp camide sabah namazında Derviş Mehmet, Ankara hükümetini atıp, İkinci Abdülhamit’in oğlu Selim’i halife ilan edeceğini söyledi. Camiden, üzerinde “înnafetahnaleke fethan mübin” yazılı bayrağı ahp hükümet konağı önüne geldiler. Burada Derviş Mehmet kendini Mehdi (kurtarıcı, doğru yola getirici) ilan edip şapkalarım çıkararak kendisi ile birlikte zikre başlamalarım emretti.

Bu sırada ilgililer işi yahn bir olay sanıp küçük bir askeri birlik yollamışlardı. Bu gelen askerlerin başında, asıl mesleği öğretmenlik olan bir yedek subay bulunuyordu. Adı Kubilay olan bu subay Derviş Mehmet’e, teslim olmasını ihtar etmiş, Derviş, arkadaşı Şamdan Mehmet’e verdiği bir emirle Kubilay’m öldürülmesini istemişti. Birden fazla insanın tekbir sesleri arasında öldürülen genç subayın testere ile kesilen başı, bir bayrağın ucuna takılarak halka gösterildi. Derviş Mehmet halka dönerek: “Ey müslümanlar! Halife Abdülmecit sınırda bekliyor, kalkın Müslümanlığı kurtaralım ” diye bağırdı. Yirmi dakika süren öldürme olayından sonra gelen jandarma birlikleri isyancılar üzerine ateş açtılar. Cahil yobazlar kendilerine kurşun işlemeyeceğini iddia etmişler ve hükümet kuvvetlerine ateş etmeye başlamışlar bunun sonunda Derviş Mehmet ve yardakçıları çarpışma sırasında öldürülmüşlerdir. Sonradan yapılan tahkikat, bu olayın, Şeyh Sait İsyanında olduğu gibi, Nakşibendi olaylarının bir zinciri olduğunu, tarikat şeyhlerinden Esat Efendi, Şeyh Halit ve Hoca Saffet’in yönetiminde geliştiğini ortaya çıkarmıştır. Ayrıca bunların memleket dışında da desteklendiği ve yardım gördüğü tespit edilmiştir.

Menemen Olayı yurt genelinde büyük tepkiler yarattı. 30 Aralık’ta olağanüstü toplantı yapan Bakanlar Kurulu, olayı bütün yurda duyurmuştur. Başbakan İsmet İnönü 31 Aralık 1930’da CHP grubunda yaptığı açıklamada olayın özelliklerini şöyle anlatmıştır: “Hilafeti geri getirmek, teokrasiyi tesis etmek, Türk devriminin getirdiği siyasal ve sosyal düzeni yıkmaktır. ”

Aynı gün Menemen, Manisa, Balıkesir ve Antalya’da yapılan tutuklamalarda ele geçenlerin sayısı 2200’ü bulmuştu. Menemen ve dolaylarında sıkı yönetim ilan edildi. Bu sırada yurdun her tarafında gericiliği, yobazlığı lanetleyen toplantılar yapıldı.

TBMM’nin 1 Ocak’ta başlayıp devam eden bileşimleri çok heyecanlı oldu. Başbakan İsmet Paşa, olayla ilgili demecinde, Menemen hareketini, tarihi gericilik gelişmelerine bağlayarak şöyle demiştir.: “Bu, yüzlerce yıldan beri dini siyasete alet eden bütün olayların bir tekrarıdır. Bu zavallılar laikliğe karşı gelerek şeriat istemektedirler. Gerçekte ise çıkarlarını kaybetmişlerdir onu tekrar ele geçirmek istemektedirler, zira din işleri dünya işlerinden ayrılalı yıllar geçmiştir”.

3 Ocak günü Muğlalı Mustafa Paşa başkanlığında Divan-ı Harp Mahkemesi kuruldu. Duruşmalar başladığında bunları halk büyük bir ilgi ile izlemiş, Şeyh Esad’m Nakşibendi halifesi sayılması olaya ilgiyi büsbütün artırmıştı. Mahkeme sonunda 28 kişiye ölüm cezası verildi ve asıldılar; bir çoğu da ağır hapis cezalan ile cezalandınldı.

Menemen Olayı, İslamcı cereyanın soysuzlaştınlmasına dayanan çıkarcıların, dini hisler sömürücülerinin tertiplediği bir gericilik hareketidir, Nakşibendi hareketlerinin tipik özelliklerini taşır. Bu hareket önceki olaylara bağlandığı gibi sonraki olayları da kendisine bağlar. Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri cereyan etmiş olan en önemli ve geniş örgütlenmiş gericilik olayıdır.

  1. Bursa’da Arapça Ezan Olayı

Bilindiği gibi ezan, namaz vaktini bildirmek ve bu ödevini camide yapmak isteyenleri çağırmak için tertiplenmiş bir sünnettir. Peygamberin kabul ettiği bir namaz vakti bildirme şeklidir. Aslında her İslam cemaatinin ezam kendi dilinde okuması daha doğru kabul edilmiştir. Nitekim X. yüzyılda Kuzey Afrika’da Berberi Müslümanlar ezam uzun yıllar Berberce okumuşlar, bu durum İslam aleminin hiçbir yerinde en ufak bir tepki görmemiştir.

1 Şubat 1933 günü, tarikat mensubu Konyah İbrahim ve arkadaşları öğle namazından sonra Bursa’nm Ulu Camii’nden çıkan halka “dinini seven bizimle gelsin” diye bağırmışlar, yanlarına biriken kalabalıkla ayetler okuyarak gürültülü bir yürüyüşle Evkaf Müdürlüğüne gitmişler, Müdür’e: “Başka yerlerde Arapça ezan okunduğu halde niçin Bursa’da Türkçe okunuyor” diye sormuşlar, müdür, valiliğin emri olduğu cevabım verince kalabalık Vilayet Konağı önüne gitmiş ve kolluk kuvvetleri derhal olay yerine gelerek kalabalığı dağıtmış elebaşılarım yakalayıp adalete teslim etmiş, suçlu görülenler cezalandırılmıştır.

  1. Siirt’te Şeyh Halit ve Oğlu Abdülkuddüs’ün Tertipleri

Beşiri ilçesinin Kayıntar köyünde oturan Halit, kendisini Nakşibendi şeyhi ilan etmiş etrafina küçük bir topluluk da biriktirmişti. Halit, 1935 yıh Aralık ayında

müritlerini Eruh ilçesinin bazı köylerine propaganda yapmaya gönderdi. Müritler gittikleri yerlerin halkım Şeyh Halit’e tabi olmaya ve onu mehdi olarak tanımaya zorlamışlardı. Halk kendilerine inanmayınca bu sefer adam öldürmeye ve yaralamaya başladılar. Hükümet kuvvetleri bu cahil adamları derhal yakalayıp mahkemeye vermiş ve yapılan mahkeme sonunda suçlu görülenler cezalandırılmışlardı. Maceranın devamım, Şeyh Halit’in oğlu Şeyh Kuddüs üzerine almış, hükümete kızarak dağa çıkmış, şeyhlik ve tarikatçılık hareketlerine orada devam etmiştir. Bu kişi, kolluk kuvvetleri kendisini sıkıştırınca ülkeden kaçıp Suriye’ye sığınmıştır.

  1. İskilip Olayı

Bu olay 1936 yılı Ocak ayında meydana geldi. Kayserili Ahmet Kalaycı adındaki bir kişi, mensubu olduğu Nakşibendi tarikatım yaymak amacı ile ortaya atıldı. Bunlar îslam’ın Sünni kurallarına da saygılı değildiler. Elebaşlarma göre namaz ve oruç farz değildir. Kendileri 40, 70 ve 90 günlük yeni oruç usulleri icat etmişlerdi. Onlara göre Nakşibendi şeyhi Allah gibidir ve kendisine tapmak gerekir. Bu hareket de güvenlik güçleriyle kısa sürede fazla büyümeden bastırıldı.

Bu olaydan sonra Atatürk’ün ölümüne kadar olan devrede başka bir dini olay görülmedi. İrtica Demokrat Parti iktidara gelinceye kadar pusuda kalmış, şeriatçılar yuvalarından çıkmamışlardır37 .

C- TEK PARTİ VE ÇOK PARTİLİ DÖNEME GEÇİŞTE İRTİCANIN GELİŞİMİ

  1. Tek Parti Döneminde CHP’nin İrticaya Bakışı

Cumhuriyet rejimi içinde 1945 yılma kadar, CHP’nin hakimiyeti, fiili bir tek parti rejimi olarak devam etmiştir.

Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü, onbeş yıllık Atatürk idaresinin toplumu istikrar ve huzura kavuşturduğunu, yapılan devrimlerin köklerinin artık bu toplumun derinliklerine kadar indirildiğini düşünüyor ve demokratik rejime geçmenin zamanının geldiğini her fırsatta belirtiyordu. 1939 yılının 6 mart günü Beyazıd’daki İstanbul Üniversitesinde öğrencilere yaptığı konuşmada bu düşüncelerini ilk defa olarak kesin ifadelerle beyan etmişti.

Ancak aynı yılın Eylül ayında patlak veren İkinci Dünya Savaşı, İnönü’nün önceliğini memleketi savaşm dışmda tutma çabalarına kaydırmasına sebep oldu. Bunun yolu da maalesef demokratik bir idare tarzından geçmiyordu.

İnönü 1945’lere yani savaşm sonlarına kadar Milli Şef olarak ülkenin politikasını doğrudan doğruya bizzat kendisi idare etmiştir. Savaşm sonuna gelindiğinde, ülke hala savaşm dışındaydı, bu büyük savaş başarılı yürütülen siyaset sonucu bize bulaşmamıştı ama madalyonun diğer yüzünden bakıldığında, gündelik yaşam açısından halkın durumu pek de iç açıcı görünmüyordu.

Savaşm da etkisiyle Türkiye’de ekonomik durum hatırı sayılır biçimde kötüye gitmişti. Karaborsa ile akborsa arasında bir fark kalmamıştı. Kasım 1942 de çıkarılan Varlık Vergisi de halkın belini bükmüştü. Yiyecek ve giyecek mallarındaki sıkıntı, karne sisteminin her sahaya yayılması, temel ihtiyaç maddelerinin dahi temininde halkın güçlüklerle karşılaşması, toplumda Milli Şefe karşı tepkilerin de oluşmasma yol açmıştı.

Cumhuriyetin ilanından Atatürk’ün ölümüne kadar olan dönemde gelişen gericilik hareketlerini ve bu hareketlerin şiddetle bastırıldığım yukarıda ayrıntıları ile belirtmiştik. O zamandan 1945 yılma kadar olan tek parti döneminde de, her ne kadar ön plana çıkan bir gerici faaliyet olmasa da, gerici hareketlere karşı sert ve kararlı tutum devam ettirilmiştir.

İnönü ve Hükümeti bir yandan demokrasiye geçiş çalışmalarım sürdürüp bunun hayaliyle yanıp tutuşurken, bir yandan da, daha evvelki iki denemede de bu hayali baltalayan gerici hareketlerin tekrar su üstüne çıkıp hayallerini söndürmesine fırsat vermemesi konusunda kararlıydılar.

Nitekim, 1944 bütçe görüşmelerinin sonunda söz alan dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu, konuşmasında diyecektir ki:

“Yurdumuzu hür insanların hür vatanı olarak yaşatmakta devam ettireceğiz. Yalnız bu hürriyet hiçbir vakit memleketi 31 Marta götürecek hürriyet olmayacaktır ”.

Bu sözlerden anlaşılmaktadır ki; CHP iktidarının niyeti, demokratik hürriyetleri yavaş yavaş yürürlüğe sokarak halka sunmaktı, ancak bunu yaparken de bir süredir uykuya yatmış ama hep pusuda bekleyen irticanm tekrar uyanıp ortaya çıkmaması için azami dikkat gösterilecekti.

Nitekim, hemen bir yıl sonra ve henüz çok partili rejime geçilmeden önce, ağırlıklı olarak da iç politikada değişen şartların zorlamasıyla, toplumda ilk defa bir dinde reform fikri ortaya atılmıştır. Bu fikir iktidar partisinin içinden gelmektedir. Parti içindeki bir grubun reform konusundaki teklifleri özetle şöyleydi:

  1. Dünya işlerini din işlerinden tamamıyle ayırmış olan bir rejimde Diyanet İşleri Reisliği gibi bir teşkilatın yer almaması,

  2. Kur ’an ve din tatbikatının öztürkçe olarak tanzim ve tertibi,

  3. İbadet yerleri Türk’ün geleneğine uygun bir tarza konularak Halkevlerinin ibadet yeri, ibadet yerlerinin de Halkevine benzer bir şekle dönüştürülmesi,

  4. Ruhbanlığın icabı olan her şeyin silinmesi ve ezcümle sarık, cübbe gibi din tatbikatında kullanılan her nevi kıyafetin ilgası,

  5. İbadet usul ve zamanlarının tanzimi,

  6. Diyanet İşleri Reisliği yarine, Dil Kurumu ’na benzer bir teşkilat ikame edilerek din teşkilatının devlet bünyesinden çıkarılıp millete mel edilmesi.

Reformcuların bu teklifleri parti içinde karşıt görüştekileri de ön plana çıkarmış, parti içinde yapılan tartışmalarda bu reform teklifine karşı çıkanlar ağır basmıştır. Karşıt görüştekiler, dini reformun gerekliliğini kabul etmekle beraber, bu reformun devletçe yapılmasının laiklik esasma uygun olmayacağım savunmuşlardır. Ayrıca bu reformların bir din ıslahatı olarak değil de bir kültür işi olarak yapılmasının, dine devletin müdahale etmemesi esası itibarı ile daha doğru olacağı fikrini ileri sürmüşlerdir.

Ancak, iktidarda bulunan bir parti içindeki bu karşıt iki görüş zamanla partinin laiklik politikası üzerinde de tesirli olacaktı.

Nitekim, çok partili hayata geçişten itibaren, ileriki bölümlerde de değineceğimiz gibi CHP’nin bu politikasında önemli değişiklikler olacaktır.

Şimdi, bu tutumun değişmesinde ve Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde baş rolü oynayan Demokrat Parti’nin ortaya çıkışma bir göz atalım.

  1. Demokrat Parti’nin Ortaya Çıkışı

a- Dörtlü Takrir ve DP’nin Kurulması

1940 h yıllarda İsmet İnönü mutlak bir kudreti elinde tutuyordu ve onun söyledikleri ve tutumu çok partili hayata geçişte çok önemli rol oynamıştır. Bu söylemlerinden en önemli iki tanesi 1 Kasım 1944 ve 1 Kasım 1945’de meclisin açılışı vesilesiyle mecliste verdiği nutuklardır.

1 Kasım 1944 nutkundan sonra, henüz teşkilatlanmamış muhalefet cesaret bulmuş, derlenip toparlanmaya başlamış, muhalifler meclis içinde bir araya gelmişler, meclisin dışında da ilişkiler aramışlardır.

1 Kasım 1945 nutkunu takiben ise birkaç ay içinde Demokrat Parti kurulmuştur. Bu nutkunda İnönü “Bizim tek eksiğimiz hükümet partisi karşısında bir parti bulunmamasıdır... ” demiştir.

Aslında, demokrasiye geçiş döneminin ilk atılımmı, fabrikatör Nuri Demirağ “Milli Kalkınma Partisi”ni kurarak gerçekleştirmiştir. Bu parti 1945 yılında, İstanbul’da kurulmuş bir muhalefet partisiydi; ama toplum bu partiyi yeterince yetenekli bulmamış, ciddiye almamış, hatta Genel Başkam’mn sık sık verdiği kuzu ziyafetlerinden ötürü partinin adım Partisi” takmıştı.

7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, CHP içerisinde muhalif olarak ön plana çıkan ve partide reform isteği sebebiyle verilen önergenin altmda imzası olan dört kişi tarafından kurulmuştur: Celal Bayar- Refik Koraltan- Adnan Menderes- Fuat Köprülü.

Bu dört CHP’li milletvekili, demokratik müesseselerin serbestçe doğup yaşamasına engel olan ve anayasanın halkçı ruhunu tam olarak yansıtmayan bazı kanunların tadilini ve yine parti tüzüğünde de aynı şekilde tadiller yapılmasını istedikleri bir önergeyi parti idaresine 12 Haziran 1945’de sunmuşlardı. Bu önerge ‘Dörtlü Takrir’ diye adlandırılmıştır. Zaten bir süre önce yapılan bütçe görüşmelerinde ve 14 Mayıs’ta başlayan Toprak Kanunu görüşmelerinde de kendini gösteren parti içi muhaliflerin arasında bu dört isim yine birlikte görünüyordu.

Yeri gelmişken, aslmda parti içi muhalefetin ilk defa güçlü bir şekilde su yüzüne çıktığı Toprak Kanunu görüşmelerine biraz değinelim.

Cumhuriyetin kuruluşundan 1940’h yıllara değin köylüyü topraklandırmak sorunu zaman zaman ele alınmakla birlikte çözüm getirecek bir uygulamaya geçilebilmiş değildi. Bu dönemde konuyla ilgili tasan birkaç kez gündeme geldiyse de bir sonuca ulaşamadı. Sonunda Tarım Bakam Şevket Raşit Hatipoğlu döneminde, “Çiftçiye toprak dağıtılması ve çiftçi ocaklarının kurulmasına ilişkin” yasa tasansı 14 Mayıs 1945’de geçici komisyonda görüşülmeye başlandı. Ancak daha komisyona dahi gelmeden, kimi milletvekillerinin tepkileriyle karşılaşıldı. Tasan komisyondan geçip Meclis’e geldiğinde de, toprak ağası milletvekillerinin başım çektiği bir direniş grubu çoktan oluşmuştu.

Bu direniş cephesinin öncülüğünü; Eskişehir’in büyük toprak ağalarından ve aynı ilin milletvekili Emin Sazak, Ege’nin toprak ağası ve Aydm milletvekili Adnan Menderes, İçel Milletvekili Refik Koraltan ve yine toprak ağası ve Adana milletvekili Cavit Oral yapıyorlardı.

Gerçi bu tasanyı görüşen komisyonun sözcüsü, tasarıya başmuhalif olan Adnan Menderes’di ve tasan daha meclise gelmeden komisyonda önemli ölçüde değişikliğe uğratılmıştı. Bu değişikliklerle çiftçiye toprak dağıtılması önlenecek hale getirilmişti. Tabii komisyonda yapılan bu değişiklikler İnönü ve Başbakan Saraçoğlu’nu harekete geçirdi ve tasanya kendilerinin hazırladığı ve daha sonra yasada da yerini alacak olan 17’nci maddeyi eklediler. Maddenin metni şuydu:

“Topraksız ya da az topraklı olan ortakçılar, kiracılar ya da tarım işçileri tarafından işlenmekte bulunan arazi, o bölgede 39. madde gereğince esas tutulan miktarın kendi seçtiği yerde üç katı sahibine bırakılmak koşuluyla yukarıda yazılı çiftçi ve işçilere dağıtılmak yoluyla kamulaştırıhr.

Sahibine bırakılacak toprak elli dönümden aşağı olamaz.

Geçici mevsim işçileri hakkında bu hüküm uygulanmaz” .

Bu madde tasanya eklenince komisyon sözcüsü Adnan Menderes görevinden istifa etti. Meclis’teki görüşmeler esnasmda yaptığı muhalif konuşmalar da Menderes’in artık herkesçe tanınmasına ve siyaset arenasına görkemli bir şekilde girmesine yol açmıştır. Konuşmasmda Menderes tasarının hazırlayıcılarım faşistlikle suçluyor ve şöyle diyordu:

“Tasandaki ve gerekçedeki çiftçi ocaklan kurmak ve çiftçiliği meslek haline getirmek ekseni çevresindeki düşünce ve hükümlere gelince...Sabnnızı fazla tüketmemek için bu konuyu uzun boylu incelemeksizin diyebilirim ki, ocak kurumu ileriye değil geriye bakan bir zihniyete dayanmaktadır. Çiftçiliği meslak haline getirmek düşüncesi de modem ekonomik yaşantının gerektirdiği işbölümü kavramıyla açıklanamaz.Bunlar, nasyonal sosyalist rejimin ‘iskan toprak yasası ’ olan Erhof Yasası ’ndan hemen hemen aynen kopya edilmiş düşünce ve hükümlerdir” .

Toprak Yasası güçlü muhalefete rağmen Büyük Millet Meclisi’nde 11 Haziran 1945’te kabul edildi. Ne var ki, 17’nci madde hiçbir zaman uygulanamadı. Yasanın birçok maddesi de kağıt üzerinde kaldı. Üstüne üstlük, yasarım kabulünden iki yıl geçmişti ki, yasanın başmuhaliflerinden Cavit Oral CHP hükümetinin tarım bakanlığına getirildi.

Bu toprak reformuna direniş hareketi, CHP içerisinde güçlü bir muhalefetin su yüzüne çıkışma, Adnan Menderes’in parti içinde sivrilişine sebep olmakla birlikte, Demokrat Parti’nin kuruluşunu hazırlayan nedenlerden de biri olmuştur.

Bu konuya da bilgi mahiyetinde bir saplama yaptıktan sonra, biz yine Dörtlü Takrir safhasına dönelim.

Dörtlü Takrir’in parti genel kurulunca reddedilmesi üzerine ‘Dörtler’den ikisi Adnan Menderes ve Fuat Köprülü, Vatan gazetesinde açık muhalefete başladılar. Bunun üzerine parti divam 21 Eylül’de aldığı kararla bu iki milletvekilinin ihracına karar verdi. Refik Koraltan bu ihraçlara tepki gösterince, kendisi de aynı akibete uğradı. ‘Dörtler’ in lideri olan Celal Bayar 28 Eylül’de Milletvekilliği görevinden, Aralık 1945’te de parti üyeliğinden istifa etti. Zaten Bayar, 1 Arahk’ta basma verdiği demeçte, yeni bir parti kuracaklarını açıklamıştı.

İnönü daha önce de belirttiğimiz gibi, çeşitli söylemlerinde karşılarında bir muhalefet partisinin bulunmasını arzu ettiğini ve bunun da parti içinden çıkmasının o anki durum için daha uygun olacağım ifade etmişti.

1 Kasım 1945 nutkunda, Bayar ve arkadaşlarını kastederek şunları söylemiştir:

"... bir karşı partinin kendiliğinden kurulabilip kurulamayacağını ve kurulursa bunun Meclis içinde mi, dışında mı ilk şeklini götereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bir siyasi kurul içinde prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların, kanaatleri ve programları ile açıktan durum almaları, siyasi hayatımızın gelişmesi için daha doğru yol, milletin menfaati ve siyasi olgunluğu için daha yapıcı bir tutumdur” .

Tüm bu gelişmeler sonucunda kurulan Demokrat Parti’nin simgesi DP ve halk dilindeki adı "Demirkırat’idi. Merkezi; Ankara’da Sümer sokakta, Antalya Milletvekili Cemal Tunca’nın sekiz numaralı binasıydı. Dr. Cemal Tunca, DP kurulur kurulmaz CHP’den ayrılmış, evini DP kurucularının emrine vermiş, kuruculardan sonraki ilk DP’li olmuştur.

b- DP’nin Teşkilatı ve Parti Programı

Demokrat Partinin kurulduğu gün, yeni partinin merkez idaresi, tüzüğü ve programı ilan edildi. Hazırlanan tüzüğün 43. maddesine göre, büyük kongreye kadar, kurucular, Genel İdare Kurulu’nu teşkil edeceklerdi.

Demokrat Parti’nin mahalli teşkilatı, köy ve nahiyelerdeki ocaklarla, ilçe ve illerdeki merkezlerden kurulu idi. Partinin merkez teşkilatı ise, Parti Kongresi, Merkez İdare Kurulu, Meclis Grubu ve Yüksek Disiplin kurullarından ibaretti. Parti kongresi en yüksek organ olup, mahalli teşkilata gönderdiği delegelerle merkez organlarına mensup üyelerden kurulurdu. Kongre zaman zaman toplanarak ana davaları karara bağlar, Parti başkanını seçer. Parti başkam Cumhurbaşkanı seçilirse yerine kendiliğinden Parti ikinci Başkam geçer (Celal Bayar’m Cumhurbaşkanı olması üzerine, ikinci başkan olan ve başbakanlığa getirilen Menderes’in, partinin fiilen Başkam olması gibi).

Partinin günlük işlerini Merkez İdare Kurulu yürütür, disiplin kurulu parti nizamlarının ihlali halinde gereken müeyyideleri uygular. Mahalli teşkilatla merkez organları arasındaki münasebetlet başlangıçta demokratik bir temele dayanmaktayken, sonraki zamanlarda bu durum değişikliğe uğradı. Milletvekili adaylarının %35 ini seçmek hakkı ve teşkilatın gösterdiği adayları veto edebilme yetkisi Merkez İdare Kurulu’na verildi. Disiplin kuruluna tesir ederek parti üyelerini partiden çıkarmak yetkisine sahip olan Merkez İdare Kurulu, teşkilata nazaran çok daha fazla yetkiler yüklenmişti.

DP’nin parti programma gelince, seksensekiz maddelik program, iki ana bölümden oluşuyordu; genel hükümler ve hükümet işleri. Birinci bölümde, partinin genel ilkeleri belirtilmişti. Bunlar da, demokrasi ve liberalizm başlıkları altında toplanmıştı.

Parti programının ilk maddeleri demokrasiye aittir. Aile ve özel mülkiyet toplumun temelleri sayılmaktadır. Cumhuriyetçilik, çok parti sistemi, toplanma ve demek kurma hürriyeti, sosyal adalet ve hür seçimler bu temelleri sağlamlaştıracak ve teminat altına alacak tedbir olarak görülmektedir.

Programın özünü, gerek Anayasa’da gerekse Halk Partisi programında da yer alan altı ana ilke teşkil etmekteydi, ancak DP bunları daha liberal bir şekilde yorumlamaktaydı.

Demokratlar din hürriyetini temel insan haklarından biri saymakta, ancak dinin siyasi amaçlar uğruna kullanılmasına da tamamıyla karşı olduklarım belirtmekteydiler. Programa göre, Halkçılık, her türlü sınıf imtiyazının reddi şeklinde anlaşılıyordu.

Programın ikinci yani hükümet işleri bölümünde ise; üniversitelerin bilimsel ve idari özerkliğe sahip olmaları, eğitim kurumlannm ve adalet mekanizmasının düzeltilmesi, vergi sisteminin sosyal adaletin gereklerine uygun biçimde değiştirilmesi, çalışan kesime sosyal güvenlik politikasının takibi ve iktisadi alanda özel teşebbüsün devletçe teşvik ve desteklenmesi konularından bahsedilmekteydi.

Partinin programma bakıldığında, iktisadi alanda ana ilkesinin ve ülkeyi kalkındırmada ana düşüncesinin tarıma dayanacağı özellikle vurgulanmıştır, ve iktidarları döneminde de bunu zaten uygulamışlardır.

Demokrat Parti programma bakıldığında, aslında CHP’nin programından pek de farklı bir şey göremeyiz. Kemal Karpat bahsi geçen eserinde, iki parti programının temelde hangi konularda farklılıklar gösterdiğini şöyle açıklamaktadır:

“...iki parti arasında özel, tarihi ve siyasi sebeplerden ötürü olduğu gibi doğuş şartları sebebi ile bazı farklar ortaya çıkmıştır. Bunun gibi, partilerin faaliyette bulundukları ortam ve liderlerin şahsiyetleri dolayısıyla da bazı farklar belirmiştir...Bir kere Halk Partisi devlet ve kudret otoritesine dayanarak kuruldu, sonraları, olayların zorlamasıyla , yavaş yavaş halka indi. Birkaç Büyük Millet Meclisi üyesi tarafından kurulan Demokrat Parti ise, kısa zamanda kütlelerin desteğini kazandı ve halk yığınlarının sözcüsü durumuna geçti... ”

Gerçekten de, DP, Türk tarihinde, yürüttüğü iktisadi politika ile kütle halinde köyleri etkileyebilmiş, köylerdeki yoksulluk ve cehalet çemberini kırmayı başarmış ilk siyasi teşekkül olma özelliğini elde etmiştir. Bunu, özellikle iktidarının ilk döneminde aldığı oy ve destekle gözler önüne sermiştir. Ama bu desteği yeterince olumlu yönde kullanabilmiş ve değerlendirebilmiş midir? Bunu da incelememizin sonunda biz gözler önüne sermeye çalışacağız.

  1. Çok Partili Dönemde CHP’nin İrticaya Bakışı(1946-1950)

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, tek parti döneminde gerici ve irticai faaliyetlere göz açtırmama politikası güden CHP, bu konuda, gerek kendi içindeki görüş ayrılıkları, gerekse 1946’dan sonra dini esasları benimseyen gelenekçi partilerin kurulmasıyla daha yumuşak ve taviz verici bir politika izleme yoluna gitmiştir.

Nadir Nadi’ye göre, İnönü, Kazım Karabekir’i Büyük Millet Meclisi Başkanlığına aday göstermekle, gericilik önünde ilk geri adımım 1946’da atıyordu. Karabekir’in komutanlığına, hizmetlerine kimsenin söyleyecek bir sözü olamazdı ama daha başlangıçta kendisi devrimlere karşı açıkça cephe almamış mıydı? CHP Meclis Grubu içinde de Karabekir’in adaylığına sadece 3 kişi kırmızı oy vermişti. Bunun üzerine Nadi, Cumhuriyet gazetesinde “Üç Kahraman” başlığı altmda birkaç satırlık şu yazıyı yazıyordu:

“Halk Partisinin Meclis Reisliğine namzet gösterdiği General Kazım Karabekir’e, Halk Partisi üyelerinden yalnız üç kişi kırmızı rey vermiş.

Atatürk inkılaplarına ve Halk Partisine yıllarca muhalefet eden, Büyük Türk kahramanının ölümünden hemen sonra kızıl bir gazeteye onun aleyhinde söz söylemekten çekinmeyen bu sayın adama karşı samimi bir partinin ‘hayır’ demesinden daha tabii ne olabilir, dağil mi?

Fakat ne yaparsınız ki, kırmızı pusulaların sayısı üç yüz yerine üç olunca hadise de tabiilikten çıkıyor, adeta bir kahramanlık haline geliyor” .

1945 yılında parti içinde bir grubun ortaya attığından bahsettiğimiz dinde reform düşüncesi, etkisini 1947 yılında yapılan yedinci kurultayda ağırlıklı olarak göstermiştir.

Laiklik meselesi bu kurultayda en çok tartışılan konu olmuştur. Tartişma tarafları, gelenekçi cephe ile devrimci cephe olarak adlandırılmışlar, sert geçen tartışmalar sonucunda CHP kurultayı, gelenekçi cephenin tekliflerini reddetmek suretiyle devrimci niteliğini bir kez daha ortaya koymuştur.

Gelenekçi cephe açık olarak laikliği reddetmemiş, ancak, uygulanışını sert ve gerçek laikliğe aykın bulduklarım belirterek aşağıda açıklayacağımız görüşleri savunmuşlardır.

Gelenekçilerden Şükrü Nayman konuşmasında, dinin manevi bir gıda olduğu, bunun için toplum hayatında dine önem verilmesi gerektiği, ülkede büyük çoğunluğun müslüman olmasma rağmen İslam dininin diğer dinlere nazaran aşağı durumda olduğu görüşlerim dile getirmiştir .

Hamdullah Suphi Tannöver , Laikliğin memleketimizde yanlış anlaşılıp uygulandığım, bu sebeple gençliğin dinden habersiz ve maneviyatsız yetiştiğini söylemiş, Emin Karpuzoğlu da, batıdaki laik ülkelerin hepsinde dinin başköşeyi işgal ettiğini ve önemli bir unsur olduğunu, bizde de bu doğrultudaki bir fikri savunmanın asla irtica anlamına gelmeyeceğini ve ayrıca memlekette irticanm olmadığım konuşmasında belirtmiştir. Tannöver konuşması sırasında, Türkiye’ye hizmet etmiş büyük adamların türbelerinin açılması dileğini de ileri sürmüştü.

Kurultayda gelenekçiler adma Sinan Tekellioğlu, devletin resmi teşkilatı içinde bulunan Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf İdaresinin devlet kontrolünden arındırılarak müstakil hale getirilmesi teklifini sunmuştur.

Tüm gelenekçi cephenin kurultay boyunca ısrarla tekrarladığı konu ise, gençliğin dinen güçlü yetiştirilmesi ve bu maksatla da okullara din derslerinin konulması, üniversitelerde ilmi bakımdan din eğitiminin yapılmasıdır.

Gelenekçi cephenin ortaya attığı tüm bu fikirler karşısında, devrimci cephe de karşıt görüşlerini sunmuş; laikliğin, dine karşı değil, onu kötü amaçlarına alet etmeye çalışanlara karşı bir tedbir olduğu, laiklik ilkesinin esas alınması ile yapılmaya başlanan mücadelenin hurafeye, örümcek kafaya, Kubilay’m kafasını mızrağa geçirenlere karşı yapılan bir mücadele olduğu vurgulanmıştır.

Tahsin Banguoğlu da konuşmasında, gelenekçi cephenin fikirlerinin laiklik sınırlarım aştığım, bütün sosyal hayatı dinle izaha kalkıştıklarım söyleyerek bu fikirlere karşılık vermiştir.

Kurultayın sonunda, gelenekçi cephenin ortaya attığı fikirlerden sadece din öğretimini savunan, imam hatip okulları ile ilahiyat fakültesi açılmasını isteyen görüşler destek bulabilmiş ve CHP Kurultayı, din öğretimine geçilmesi ve bu amaçla imam hatip okulları ile İlahiyat Fakültesi’nin açılmaları yolunda ilke karan almıştır.

Kurultaydan sonra CHP meclis grubu, meseleyi yeniden ele almış, üyeler gerçekte dini eğitim adı altında verilen tavizlere oy kazanmak uğruna muhalefet partileri ile yapılan rekabetin neden olduğuna işaret etmişlerdir. Bunun yanı sıra, dinde liberalleşmeyi de kabul etmişlerdir.

Gerçekten de CHP üyelerinin tespitinde bir doğruluk payı vardı. Demokrasiye geçiş döneminde CHP’nin bu konudaki katı tutumundan vazgeçmesinin asıl sebebi, bu dönemde kurulan Millet Partisi ve Demokrat Parti gibi partilerin din hürriyetini savunarak halkın sempatisini toplamaları, dolayısıyla da onların oylarım kazanmaları korkusuydu.

Nitekim, Taner Timur’a göre de, CHP’nin laiklik konusunda yumuşamasının nedeni çok partili yaşamın getireceği siyasal sonuçlardı. Bunu daha önceden sezen bir kısım parti yöneticileri, tek partili dönemin katı laiklik uygulamasının çok partili hayatta doğuracağı olumsuz sonuçlarla karşılaşmamak için daha toleranslı bir yol izlenmesini 1945 den beri öneriyorlardı. Bu düşünce iledir ki, CHP meclisi 1947 başmda hükümete, Milli Eğitim Bakanlığı’nm denetimi altoda okullara din dersi konması ve din adamı yetiştiren okullar açılması konularında yetki vermiştir.

Niyazi Berkes de, “îkiyüz Yıldır Neden Bocalıyoruz” adh eserinde, Atatürk’ün ölümünden sonra Kemlizm’in öksüz kaldığım ve Kemalizm’den sapmaların CHP idaresi sırasmda başladığım belirterek CHP nin değişen tutumunu vurgulamıştır.

1947 yılında yapılan bu kurultay, CHP deki değişimin başladığının göstergesiydi ve bu tarihten itibaren parti artık ülkedeki demokrasi rüzgarına iyice kapılacak, devrimlerden tavizler artarak devam edecektir.

Halk Partisi meclis grubu Şubat 1948’de, vaiz, müfti ve yüksek din adamları yetiştirmek üzere Ankara’da bir İslam İlahiyat Fakültesi açılmasını, 20 Mayıs 1948’de de, Milli Eğitim Bakanı’na, ortaokulu bitirenlerin askerlik ödevini yaptıktan sonra girebilecekleri İmam Hatip Kursları açmasını teklife karar verdi. 15 Ocak 1949’da da beşlangıçta 10 aylık olmak üzere ilk İmam Hatip Kursları Ankara ve İstanbul’da açıldı, çok geçmeden öteki şehirlerde de 8 adet kurs açıldı. Aynı yılın sonuna doğru bu kurslardan mezun olanlara verilebilen diploma sayısı 50 kadardı. Yeni açılacak kursların süresi iki yıla çıkarıldı ve meslek okulları mezunlarının da bu kurslara girebilmesi kabul edildi.

7 Ocak 1949 tarihinde, Ankara Üniversitesi Senatosu İlahiyat Fakültesi açılması konusunda karar vermiş ve bu karar hükümet programma girmiştir. Meşrutiyet İslamcılarının tanınmış simalarından Şemsettin Günaltay’m başkanlığında 16 Ocak 1949’da kurulan yeni hükümetin programının açıklanması sırasında yeni Başvekil şu açıklamayı yapacaktır:

“ Bundan sonra da, Türk devriminin ana prensiplerini titiz bir itina ile müdafaa edeceğiz. Vicdan hürriyeti bizce mukaddestir. Çocukların dini terbiyelerine hürriyet esasına dayanarak imkan vereceğiz. Ama bizim, laiklik prensibinden ayrılabileceğimiz sanılmamalıdır. Özellikle din perdesi altında bu milleti yüzyıllarca uyutan hurafelerin yeniden canlanmasına ve dinin siyasi ve şahsi maksatlar için kötüye kullanılmasına müsade etmeyiz” .

Bu açıklamanın arkasından 1 Şubat 1949’da ilkokullara isteğe bağlı din dersleri konuldu. Buna göre, ilkokulların 4 ve 5’inci sınıflarında haftada ikişer saat olacak şakilde, Diyanet İşleri Başkanı’nın başkanlığında toplana özel komisyonca hazırlanmış olan müfredat uygulanacaktı. Din dersine katılım mecburi değildi. Öğrenci velileri çocuklarının din derslerine devamını arzu ettiklerini yazılı olarak okul idaresine bildirecekler ve ancak o durumda bu öğrancilere din dersi verilecekti.

Bundan 15 gün sonra Günaltay, CHP meclis grubunda yine bir açıklama yapacaktır:

“ Vicdan hürriyeti maskesi altındaki her irtica hemen ezilecektir. Bu memlekette tekke ve türbeler yeniden hortlayamaz. Hükümet dini efsanelerin ve memleketi tahrip edici zihniyetin inkişafına asla müsade etmeyecektir” .

Bu sözler söylendikten bir yıl sonrası, 1 Mart 1950 tarihinde, Günaltay kabinesi Meclis’ten 5566 sayılı kanunu çıkarttı. Kanun, 1925 yılında çıkarılan ve tekke, zaviye, türbelerin kapatılmasını öngören 677 sayılı devrim kanununun l’inci maddesine ek ve onu değiştiren bir kanundu. Kanun şöyleydi:

“Türk büyüklerine ait olan veya yüksek bir sanat değerini haiz bulunan türbeler, Milli Eğitim Bakanlığının müsadesiyle halkın ziyaretine açılabilir. Bunlara nezaret için gerekli memur ve müstahdemler tayin olunur. Açılacak olan türbelerin listesi Milli Eğitim Bakanlığınca tanzim ve Bakanlar Kurulunca tasdik olunur ” .

Bu kanunun akabinde de 30 Mart tarihli Bakanlar Kurulu karariyle ilk etapta 19 adet türbe yeniden ziyarete açılmıştır.

Tabii ki CHP hükümeti bu kanunu çıkarırken Atatürk Devrimlerini hiçe saymak gibi bir düşünceyi taşımıyordu. Bunu, gerek kendi içindeki gelenekçilerin baskısından gerekse kamuoyunun beklentilerinden kaynaklanan baskılarla yapmıştı. Ve, açılacak türbeler ve işlevleri konusunda da çok hassas davranmaya çalışmışlardı. Açılacak olan türbelerin, yeniden iplik bağlanan ve mum dikilen, adaklar adanan hurafe kaynaklan olmamalarına dikkat edilecekti. Eğer beklenilenin dışında, böyle bir türbe, bir şeriatçilik ve hilafetçilik hareketine merkez olursa, hükümet orasını tekrar kapatabilecekti.

Bu dönemde irticanm gelişiminden korkulduğundan daha çok ülkede bir komünizm korkusu yaygındı. Gerçekten de demokrasiye geçiş dönemi başlayınca, Türkiye’nin her zayıf sanılan anında tekrarlanan Rus istekleri de tekrar ortaya atılmış, iki ülke arasında siyasi kriz yeniden baş göstermiştir. Yine bu dönemde memleket içindeki sol akım da son derece hızlanmıştı. Bu sebeple partiler arası mücadelede en güçlü silah, tarafların birbirini komünistlikle suçlaması idi.

CHP, seçimlerde DP üstesinde İstanbul milletvekiü adayı olan Salamon Adato’nun Rus Bankası avukatı olmasını bir propaganda vesilesi yapıyor ve DP Tiyim diyene hemen komünistlik suçlaması yakıştırılıyordu. Ancak, DP İstanbul il başkam Kenan Öner ile CHP eski Milli Eğitim Bakam Haşan Ali Yücel arasındaki dava sonucu, H. AH Yücel’in komünistleri koruduğu ve komünizmin yayılmasına yardım ettiği mahkeme karan ile saptanınca bu koz, DP’nin eline geçmiş ve CHP komünistlik suçlamalan ile karşı karşıya kalmıştır.

Bir yanda sol akımlann ülkede kendim geliştirmesi, diğer yanda‘ülkede yok? denilen gericilik hareketlerinin başlaması için zemin hazırlama çalışmalan CHP hükümetini iki kanun teküfi hazırlamak zorunda bırakmıştır. TCK’nın 141, 142 ve 163. maddelerinde değişiklik yapılması hükümet tarafından meclise getirilmiştir. Hükümet, 141 ve 142. maddelerdeki değişiklikle sol akımlann, 163. maddede yapacağı değişiklikle de aşın sağ akımlann yani irticanm önünü kesmeyi planlıyordu. Bu kanun taşanlarım savunurken de şu açıklamayı yapıyordu:

Dünyanın iki hastalığı vardır: Biri eski hastalık yani dinsel skolastik zihniyet( Aristo ’nun kilise anlayışına uyarlanmış felsefesidir. Ötekisi yeni hastalık yani komünizmdir. İkisi de demokratik özgürlükten yararlanırlar, iktidara gelince de demokratik özgürlüğü yok ederler, kendileri gibi düşünmeyenleri öldürürler. Laiklik nedir? Dini, dünya işlerine karıştırmamaktır. Dünya işi demek, devlet düzeni

demektir. Hukuki, siyasi ve ekonomik yönleri ile devlet düzenidir. Skolastik zihniyet yani gericilik, devlet düzenini din esaslarına bağlamak ister. İşte bunun propagandası yasaklanmıştır. Yani laikliğe aykırı tüm propagandalar

Q 5 yasaklanmıştır” .

Müzakereler sonucunda Meclis, 10 Haziran 1949 tarih ve 5435 sayılı ek Ceza Kanununu çıkardı.

Bu kanunun 141’inci maddesi siyasi, hukuki, iktisadi ya da sosyal düzeni yıkmak isteyen, cumhuriyetçiliğe aykırı amaçlar güden veya milli duygulan yok etmek ya da zayıflatmak isteyen demeklerin kurulmasını yasaklamaktadır.

142’nci madde bu amaçlara yönelmiş her türlü propagandayı yasak etmektedir.

Madde 163: Laikliğe aykın olarak, devletin içtimai veya iktisadi veya siyasi veya hukuki temel nizamlarım, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimseler ile dini ve dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimselere verilecek cezalan düzenlemektedir.

Bu kanun tasarıları mecliste ‘ ülkede gericilik vardır-yoktur, komünizm ve din aynı kefeye konmuştur-konmamıştır' gibi tartışmalara yol açmıştır. Uzun süren bu tartışmalar sonunda Başbakan Günaltay söz alarak şöyle diyecektir:

“ Ben; müslümanlara dinin esaslarını öğretmek için ilkokullarda din dersi koyan, namaz usullerini ve ölü yıkamayı öğretmek için imam ve hatip kursları açan, İslamlığın yüksek esaslarını öğretmek için İlahiyat Fakültesi kuran bir hükümetin başkanıyım. Ben bilerek inanan bir müslümanım ” 82 .

Tüm bu beyanatlarla toplumun ruhu okşanmaya kalkışılınca da bu sefer muhalefetin irtica eleştirileriyle karşılaşıyordu CHP. Ne yaparsa yapsm, artık tek partili hayatın baskılı yönetiminden bıkmış ve değişik alternatifler arayan topluma yaranmak, onlara şirin görünmek, onlardan oy almak, dolayısıyla da iktidarı uzun süre daha sürdürebilmek artık CHP için çok zor görünüyordu. Artık karşısında halk tarafından çabucak benimsenen ve halkın da desteğiyle sıkı bir muhalefet yapan DP gibi bir parti bulunuyordu. Gerçi bunu kendileri istememiş miydi? Demokrasiye geçiş Milli Şefin büyük arzusu ve yönlendirmeleri ile olmamış mıydı? İşte demokrasi buydu; Yapılan her şeyde, atılan her adımda artık eleştirilerle karşılaşılabiliyordu iktidar partisi.

Nitekim, bazen komünistlikle suçlanan CHP, bazen de irticaya taviz vermekle suçlanıyordu. 1947 sonlarında DP’li milletvekili Ahmet Remzi Yüreğir; Halk Parti iktidarının yurt dışına çıkarılmış olan Padişah ailesine, kanunlara aykırı olarak yurda girme izni verdiği, devrimler ile rejime aykın yayınlara engel olmadığı, tarikat çalışmalarına ve dini siyasete alet etme çabalarına karşı gevşek davrandığı suçlamalarım ortaya atıyor ve şunları söylüyordu:

“Devrimleri baltalayıcı ve ona karşı küfürler savurucu yayınları asla kabul etmeyiz... Kutsal dini alet ve maske ederek özel amaçlarla Padişahlığı övenler var... Kınlasıca kalemi ile Sevr Antlaşması ’nı imza eden yurt dışındaki bir adam ( Rıza Tevfik), Sultan Hamit’in Ruhaniyetinden îstimdat(ölü Padişah Abdülhamit’in tinsel gücünden yardım isteme)başlıklı bir şiir yazıyor, Türkiye 'deki bir dergi de bunu yayımlıyor. Bunlara göz yumamayız...Din ile politikayı beraber yürütenler, Cihad-ı Ekber( Büyük Kutsal Savaş )diye bir parola kullanıyorlar. Büyük Doğu Gazetesinin 70 'inci sayısı ile Doğru Yol Dergisinin ilk sayısında apaçık koyu gerici yazılar var” 85

DP’liler iktidarı yıpratmak için bunları söylüyorlardı ama daha ileriki bölümlerde bahsedeceğimiz gibi onların iktidarları döneminde de bu yayınlar aynı doğrultudaki görüşlerini hiç aksatmadan sürdüreceklerdir.

CHP’nin, bu yayınlara tam da gevşek davrandığı söylenemez. Nitekim Büyük Doğu, gericilik niteliğinde yaydığı düşüncelerle güvenlik bakımından zararlı görülerek 1946 yılı sonunda dört ay süreyle kapatılmıştı. Hatta aynı kararla pekçok sol parti ve sendikalar ile dargi ve basımevleri de kapatılmıştı.

CHP’nin çok partili dönemde irticaya bakışı ile ilgili bu bölümde şu ana kadar belirttiğimiz hususlara göre sonuç olarak diyebiliriz ki, CHP bu dönemde, çeşitli sınıf ve zümreleri kazanmak için Kemalist ideolojiden tavizler vermiştir.

Bu görüşü ‘ İslamcılık Akımı ’ eserinde vurgulayan Tunaya’ya göre “İslamcı akım, 1945yılından sonra CHP’nin devrimci saydığı davranışlarını dinsizlik olarak isimlendirmiş, dinin toplum üzerindeki baskısından faydalanarak, siyasal bir sonuca varmak istemiştir ” .

Yine aynı eserde “1945-1950 arasında beliren ve alanını hızla genişleten İslamcı görüşlerin, özellikle iktidarı eline geçiren siyasi grup üzerinde etkili olduğu, bu siyasi grupların iktidarı korumak bakımından İslamcıların yoğun baskısını hissettiği ve dini duyguları istismar etmenin oy toplamak açısından etkili olabileceğinin bir siyaset gerçeği sayıldığı” vurgulanmıştır .

  1. 1945 -1950 Arası Kurulan Muhafazakar Partiler

1945 yılının temmuz ayından itibaren Demokrat Parti’nin iş başma geçmesi safhasına kadar, Türkiye’de 24 siyasal parti ve teşekkül kurulmuştur. Beş yıllık kısa bir dönem içinde kurulmuş olan bu parti ve teşekküllerin büyük bir kısmı din ve laiklik konulan hakkındaki tutum ve görüşlerini kendi parti programlarında belirtmişlerdir.

Bu partilerin bir kısmı siyasal hayatta etkili olmuş , bir kısmı da hiç bir etki yaralamadan kapanıp gitmişlerdir. 1945 senesinde kurulmuş olan “ Milli Kalkınma Partisi” dış politika sahasında ‘İslam Birliği - Şark Federasyonu’ projesinin gerçekleşmesini istemiştir . Parti tüzüğünün 19. maddesine göre, maarifte her şey ahlak ve milli anane esasma göre ayarlanacaktır . Parti idarecilerine göre Cumhuriyet Halk Partisi komünizme yakın esaslan benimsemiş bulunmaktadır. 1946’da kurulan Sosyal Adalet Partisi’nin gayesi “Dünya Müslümanları Birliğini desteklemeli idi. Yine 1946’da kurulmuş bulunan Çiftçi ve Köylü Partisi de ananelere bağlılığını belirtmiştir. Aynı yıl içerisinde kurulmuş diğer bir parti olan Arıtma Koruma Partisi-ARK’da dinci siyasal bir parti olduğunu tüzüğünün birinci maddesinde açıklamıştır. 1946 yılında kurulan bir başka muhafazakar parti de ‘İslam Koruma Partisi’ dir. Bu partinin adı parti olmakla beraber, kuruluş dilekçesinde her türlü siyasal faaliyetten uzak olunduğu belirtilmiş ve gayenin sadece İslamın yükselmesi, kuvvet kazanması, dayanışması olduğu açıkça yazılmıştır. 1947 yılında kurulan Türk Muhafazakar Partisi’nin programında ve gayelerinde islami esaslar hakimdir. 1949 yılında kurulan Toprak,Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi de münevver dindarlığı destekleyeceğini, dini cemiyetlerin serbestliğini ve teşkilatlanmasını arzuladığım açıkça programında belirtmiştir.

Bu dönemde kurulan muhafazakar partiler içerisinde siyasal hayata en çok ve belkide tek etki eden parti 6 Temmuz 1948 yılında kurulan Millet Partisi’dir. Ve bu partinin Türk siyasal yaşantısında kendine özgü bir yeri vardır. Bu parti, İslamcı ve tutucu akımın bir siyasal örgüt biçiminde ortaya çıkışının önemli bir örneğidir.

Demokrat Parti’nin içinde erken gelişen huzursuzluklar ve iç çekişmeler bu partinin doğumunu hazırlamıştır.

Demokrat Parti içerisinde dini reform isteyen bir grubun bu partiden ayrılarak kurduğu Millet Partisi, sosyal hayatta geleneklere ve örf ve adete geniş önem verilmesine taraftardır.

Partinin kurucuları arasında Mareşal Fevzi Çakmak, Hikmet Bayur, Kenan Öner, Sadık Aldoğan, Yusuf Kemal Tengirşenk, Osman Nuri Koni, Osman Bölükbaşı ve Suphi Batur gibi isimler yer almaktaydı.

6 Temmuz 1948’de Fevzi Çakmak imzah dilekçe ile Millet Partisi’nin kurulduğu hükümete resmen bildirildi. Fevzi Çakmak partinin Onursal Başkanlığına, Hikmet Bayur Genel Başkanlığına ve O. Nuri Koni de ikinci başkanlığına getirildi.

Onursal Başkan yayımladığı bildiride, DP’nin güçlü bir muhalefet yapamadığım, sadece halkı oyaladığım ve bu muhalefet eksikliğini tamamlamak için MP’nin kurulduğunu anlatıyordu.

Genel Başkenı ise Parti’nin en belirgin yanının devletçiliğe karşı ekonomik liberalizmi kabul etmek olduğunu kamuoyuna duyuruyordu. Ancak MP’nin sosyo ekonomik sorunlara çözüm getirmeyi amaçlayan doğru dürüst bir programı yoktu. Toplumda ahlakı egemen kılmak, aile kurumunu yüceltmek, halka ve gençliğe ulusal duygulan aşılamak partinin başlıca ilkeleriydi.

Partinin ana programının 7. maddesine göre, parti ‘‘içtimai nizamın teşekkülünde itikatların,ahlakın, geleneklerin, örf ve adetin büyük hisselerini tanır. Bunlar sık sık değişmezler ve devletin nüfuzu dışında kalır. ’ Ana programın 8. maddesine göre de, ‘parti din müesseselerine ve milli ananelere hürmetkardır.’ Gene partinin ana programının 12. maddesine göre parti laikliği esas itibariyle kabul etmekle beraber din işlerinin ayn bir teşkilat elinden idaresini, bu teşkilatın muhtar bir teşkilat olmasını istemektedir. Parti ayaca ilk ve orta tedrisata din dersleri konuhnasmı da uygun görmektedir.

Kadro başlangıçta halkta etkinlik yaratacak bir güçte olduğu izlenimini yaratıyordu. Özellikle kurucular arasında Mareşal Çakmak’m yer alması Demokrat Parti önderlerinde ciddi endişeler yaratmıştı. Ne var ki, Demokratlar kısa bir süre sonra bu endişelerinde yanıldıklarını göreceklerdi. Nitekim 17 Ekim 1948’de yapılan milletvekili ara seçimlerinde DP’nin seçime katılmamasına rağmen bir başarı elde edemediler ve tüm seçimleri CHP’liler kazandı. Bu başansızhğm sebepleri olarak MP’nin her yönüyle iktidara değil DP’ye yüklenmesi ve bunun da kamuoyunda yarattığı tepki ile MP’nin basının da desteğinden yoksun olması gösterilebilir.

Sonuçta bu parti, 27 Ocak 1954’de Ankara 3. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından, ‘'partinin dini esasa dayanan ve amacını saklayan bir kuruluş’ olduğu kararma varılarak kapatıldı.

Millet Partisi’nin kapatılmasına kadar varacak olan uygulamaları ve irticai faaliyetler açısında değerlendirilmesi ileriki bölümlerde yeri geldikçe açıklamalı olarak belirtilecektir.

Çok partili hayata geçiş döneminde kurulmuş olan dinci partilerin çokluğu, din istismarında ve yeni bir İslamcı cereyanın ortaya çıkışında önemli rol oynamıştır.

H- DEMOKRAT PARTİ İKTİDARI DÖNEMİNDE İRTİCA HAREKETLERİNE GENEL BAKIŞ

A- DP’NİN İKTİDARI DEVRALMASI VE YENİ KABİNE

14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra, yirmiyedi yıllık otoriter bir rejim tarihe karışmıştı. Bu, Türkiye için çok değişik bir olguydu. Milli Şef iktidardan düşmüş, yıllardır milleti yöneten CHP milletvekillerinin birçoğu parlementoya dahi girememişti. Kimilerine göre bir ‘ Beyaz İhtilal’ yapılmıştı. Kamuoyunda iyimserlik yaygındı.

Önceki bölümde de belirtildiği gibi, DP bu seçimde %53.5 oy oram ile 408 milletvekilliği kazanmıştı. Şimdi bu milletvekilleri ile ülkeyi yöneteceklerdi ve bu konuda yeterince hazırlıklı mıydılar acaba! Parlamentoya giren bu vekiller yeterince tecrübeli ve bu sorumluluğu layıkıyla taşıyabilecek nitelikte kişiler miydi?

Metin Toker, DP’nin altın yıllarım, yani 1950-54 arasım anlattığı kitabında, parlamentoya giren DP milletvekillerinin durumlarım ayrıntılı olarak şöyle belirtmektedir:

“DP ’nin seçilen milletvekillerinden çoğu teşri-i hayat tecrübesi bulunmayan kimselerdi. Aralarında taşra avukatları çoktu. Bu DP grubu başlıca dört çeşit milletvekilinden oluşuyordu:

Birinci grup, bir önceki meclisten gelenler ( dört kurucu ile Haşan Polatkan, Kemal Zeytinoğlu, Kemal Özçoban gibiler).

İkinci grup, 1946-50 arasında bölgelerinde çok çetin demokrasi mücadelesi vermiş, kendilerine çok baskı yapılan, zaferi dişleri tırnaklan ile kazanan yerel yöneticiler (Balıkesir ’in Esat Budakoğlu, Sıtkı Yırcalı gibi)

Üçüncü grup, o yörenin iyi okumuş, iyi yetişmiş, dil ve dünya bilen gençleri...Amerikan siyaset sözlüğündeki ‘ favorite son’ yani mahallin parlak çocuktan. Bunlar, memur veya üniversite görevlisi olduklanndan o günün şartlannda partiye kayıtlarını yaptıramamışlar fakat onunla ilişki kurmuşlardır. Çoğunun işi ilin dışındadır. Adaylık için hemen akla gelmişlerdir. Bunlardan tipik biri, Giresun ’dan Hayrettin Erkmen, Burdur’dan Fethi Çelikbaş’tır.

Dördüncü grup da, Genel Merkez’den kendilerine adaylıklarını koymaları için ricada bulunulan şahsiyetlerdi. Bunlar Halil Özyörük veya Kazım Taşkent gibi kişilerdi.

Bazıları ise listelere rastlantıyla, nasıl olduğu bilinmeksizin girmişlerdi: Tokat’dan bir arzuhalci, Ahmet Gürkan gibi boşalan yerlere sokaktan derlenenler de vardı.

Bütün bu özellikler 1950-54 arası dönemde DP Meclis Grubu’nun davranışlarında çok önemli rol oynamıştır".

Yeni milletvekillerinden oluşan meclis 22 Mayıs 1950’de toplandı ve aynı gün Celal Bayar,Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Meclis Başkanlığına da Refik Koraltan seçildi.

Bayar, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Parti Genel Başkanlığından aynldı ve muhalefetteyken ısrarla savunduğu ‘cumhurbaşkanı, aynı zamanda parti başkam olamaz’ görüşüne uygun hareket etmiş oldu.

22 Mayıs’ta Bayar, Adnan Menderes’i hükümeti kurmakla görevlendirdi. Böylece Menderes hem başbakanlığı hem de Bayar’dan boşalan DP genel başkanlığı görevlerini üstlenmiş oluyordu ve on yıl süreyle bu görevleri aralıksız yürütecekti.

Aynı gün Başbakan Menderes, DP iktidarının ilk kabinesini açıkladı. Kabine Başbakan ve 14 bakandan oluşuyordu:

- Başbakan: Adnan Menderes

  • Adalet Bakanı: Halil Özyöriik

  • Milli Savunma Bakam : Refik Şevket İnce

  • İçişleri Bakam : Rüknettin Nasuhioğlu

  • Dışişleri Bakam : Fuat Köprülü

  • Maliye Bakam : Halil Ayan

  • Milli Eğitim Bakam : Avni Başman

  • Bayındırlık Bakam : General Fahri Belen

  • Ekonomi ve Ticaret Bakam : Zühtü Velibeşe

  • Sağlık ve Sosyal Yardım Bakam : Dr. N. Reşat Belger Gümrük ve Tekel Bakam : Nuri Özsan

  • Tanın Bakam : Nihat Eğriboz

  • Ulaştırma Bakam : Tevfik İleri

  • Çalışma Bakam : Haşan Polatkan

  • İşletmeler Bakam : Prof. Muhlis Ete

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ve hükümetin kurulmasının ertesi günü İsmet İnönü yayınladığı bildiri ile Cumhurbaşkanlığı görevinin bitmesi ile birlikte CHP Genel Başkanlığım fiilen üstlendiğini memlekete ilan ediyordu.

Böylece, kimi zaman acımasızca ve şiddete varan, kimi zaman da -ki bu çok az bir zamanı kapsamaktadır- ılımlı siyaset ölçüleri içerisinde sürdürülen bir CHP - DP çekişmesi başlamış bulunuyordu. Bu çekişme malesef elim bir olayla ve DP’nin aleyhine sonuçlanacaktı.

B - DP İKTİDARININ TEMEL NİTELİKLERİ

1950 - 60 Dönemini yani DP’nin iktidar yıllarım ve bu iktidarın kötü sonla sonuçlanmasını iyi anlayabilmek için, ‘Menderes iktidarının’ temel niteliklerine bir göz atmak yerinde olacaktır.

Emre Kongar, ‘21. Yüzyılda Türkiye’ adlı eserinde bu nitelikleri beş başlık altmda toplamış ve açıklamıştır. Şimdi bu temel nitelikleri biraz inceleyelim.

Eserde, DP yönetiminin ilk niteliği olarak, sivil ve asker bürokrasi ile aydınlara karşı olumsuz bir tutum sahibi olması belirtilmektedir . Bunun nedenleri olarak; bu grupların ‘Atatürk devrimlerinin bekçisi’ olarak CHP’ni desteklemeleri, DP’nin, Cumhuriyet Halk Partisi’nin demokrasiye olan inancına güven duymaması, dolayısıyla ona destek veren bu grupların da demokrasi düşmanı olarak varsayılması ve nihayet DP’nin halktan başka egemenlik kaynağı kabul etmemesi gösterilmektedir.

DP yönetiminin ikinci niteliği olarak, gerçek demokratik ilkelere uygun davranışlar yerine, tek parti dönemine benzer uygulamalara yönelmesi gösterilmiştir . Bunun sebebi aslmda parti yöneticilerinin siyasal yetişme tarzmdaydı. Bilindiği gibi DP kurucuları, eski CHP kökenli ve tek parti döneminde siyasi deneylerle yetişmiş kimselerdi. Bu yüzden, DP’nin tek parti düzenine karşı kurulmuş olmasına karşın, yöneticiler kendilerini tek parti döneminin baskıcı tutumundan kurtaramamışlardı.

Üçüncü nitelik olarak, DP’nin Batı dünyası ile ekonomik ve siyasal bütünleşmeye kesin bir inanç beslemesi belirtilmişti. Gerçekten de ABD ile bütünleşmek ve İngiltere’ye ödünler vermek, Demokrat Parti iktidarının on yıl süreyle izlediği politikanın ana çizgilerini oluşturdu. Her ne kadar Batı dünyası ile yakın ilişkiler 1946’dan itibaren başlamışsa da, 1950’den itibaren Amerika’ya tam bağımlı, uydu bir politika izlenmeye başlanmıştır. Demokrat Parti hükümeti, ‘ekonomik kalkınmayı dış yardım ve dış borçlarla sağlamak’ isteğinde ve ‘Batı ’nın siyasal v easkeri denetimini ne kadar çok kabullenirse dış ekonomik yardımın da o kadar fazla olacağı ’ düşüncesindeydi.

Dördüncü nitelik olarak, kimi Atatürk ilkelerine karşı olumsuz bir tutum sahibi olması belirtilmişti. Bunun sebebi de, bu partiye en çok desteğin, ‘gelenekçi- liberal’ cepheden gelmesiydi. Bu niteliğini gözler önüne seren tutum ve uygulamalarını ileriki bölümlerde ayrıntıları ile açıklayacağız, ancak burada da birkaç örnekle konuyu vurgulayalım. Örneğin, 1945’te türkçeleştirilen 1924 Anayasası, DP iktidarının daha ilk yılında yeniden Osmanlıcaya çevrildi. Bu dil devrimine karşı açık bir karşı çıkış idi. Yine, iktidarı süresince gerici akımlara hoşgörülü davranması ve siyasette dini motifleri çok sık kullanması, birçok kesime ve özellikle de aydm ve bürokrat kesime göre, laiklik ilkesinin yaralanmasıydı.

Demokrat Parti yönetiminin beşinci ve en önemli niteliklerinden biri ise, halkla olan bütünleşmesiydi. Cumhuriyet döneminin siyasal tarihinde ilk kez halk ve özellikle köylü, iktidar üzerinde bir güce sahip olduğunun bilincine vardı ve kendisini hükümetle özdeşleştirebildi. CHP döneminde hükümet, halk için ya vergi toplayan ya da askere adam çağıran bir güçtü. Oysa DP, halkın duygu ve isteklerini daha iyi tespit etmiş ve bunu kullanarak onlara daha yakın olmuştu. Tüm propaganda dönemi süresince, hatta kuruluşundan itibaren hep halk gibi konuşmaya, onların hislerine tercüman olmaya özen göstermişti.

Menderes iktidarının bütün bu saydığımız nitelikleri ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal olarak ciddi bir hareketliliğe yol açtı.

Halkla bütünleşmenin en önemli yolu öncelikle onlara yönelmek ve hizmet etmekti, en azından onların böyle hissetmelerini sağlamaktı. Nitekim, DP hükümetinin ülkenin kalkınmasında öncelik tanıdığı alan tarım kesimi oldu. Bu konuda menderes şöyle diyordu:

“Ülkemizde tarım en el değmemiş konuyu oluşturuyordu. Hızla üretimi artırmak olanağı en kolay olan alan tarım alanıydı. Tarım, nüfusumuzun yüzde sekseninin ve en yoksul bölümünün geçim aracıydı. Türkiye ’de sosyal adalet, başka ülkelerdeki gibi işçi davası olmaktan çok, daha fazla çiftçi ve köy davasıydı ”.

Bu görüşe dayalı olarak, DP hemen girişimlere başladı ve Ziraat Bankası’mn çiftçiye verdiği krediler artırıldı, ürün fiyatları yükseltildi. Marshall yardımından sağlanan traktörler çiftçilere krediyle dağıtılmaya başlandı. 1948 yılında 1750 olan traktör sayısı 1952 yılında 31 415’e yükselmişti. Buğday, pamuk ve pancar fiyatları önemli ölçüde artırıldı. Bu arada karayolları yapımına büyük ağırlık veriliyor, kamyonla taşımacılık gelişiyor, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin depolama kapasitesi genişletiliyor ve tüm bunların sonucu olarak tanm ürünlerinde büyük bir artış görülüyordu.

14 Mayıs seçimlerini yeni bir inkılap olarak niteleyen dönemin Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, 9 Ocak 1952 tarihli gazetelere yansıyan bu konu ile ilgili beyanatında; ülkenin yeniden yapılanmakta olduğunu, ülkeye 1950 yılma kadar 3000 traktör girmişken, birbuçuk yılda 20 000 adet girmiş olduğunu, yine 1 yılda 5000 km. Köy yolunun yapıldığım, 5 ayda 22 000 ev inşa edilip vatandaşın ocak sahibi yapıldığım ve 1 yılda köylüye dağıtılan toprak miktarının 2 000 000 dekara ulaştığım gururla belirtiyordu.

Ne var ki, köylüyü, çiftçiyi kalkındırmak amacıyla verilen uğraşlar, onların yerine toprak ağalarının daha da güçlenmesine sebebiyet vermişti. Traktörlerin, ekim makinelerinin ve biçerdöverlerin köylere gelişigüzel bir şekilde girmesiyle, bu topraklarda köylüye artık iş kalmıyordu. Bunun sonucu olarak da, zaten toprağı olmayan ve o güne değin bey, ağa toprağında çalışan köylü bu kez de köyde işsiz kalınca kentlere akmaya başladı. Örneğin, 1950’de 288 000 nüfusu olan Ankara’mn 1960’da nüfusu 650 000’e çıkmıştı.

Emre Kongar’a göre; kente gelen bu nüfusun, ‘kentlileşememesi’, yani kentsel değerleri benimseyememesi, bu insanların, içinde yaşadıkları toplumla bütünleşmek için, bir yandan hemşehrilik bağlarım, bir yandan siyasal partilerin il ve ilçe teşkilatlan gibi yerel örgütlenmelerini, öte yandan da 1 tarikatlar ve cemaatler’ olarak, ‘Siyasal islamı ’ kullanmalarını gündeme getirdi.

Gerçekten de bu dönem, tarikatların ve cemaatlerin hızla gelişip güçlendiği bir dönem olacaktır.

Ne yazıktır ki, demokrasiyle birlikte artık partilerin en büyük kaygısı ‘oy’ olmuştu. Nasıl olmasın ki; artık iktidan, yani gücü elde bulundurmalım yolu, alınacak oylardan geçiyordu. DP’nin temel ilkelerini sayarken belirtmiştik; iktidar iç politikada, sivil ve asker bürokrasi ile aydın kesime karşı (bunların CHP’yi desteklediği düşüncesiyle) olumsuz bir tutum alıp, asıl çoğunluğu teşkil eden ve çok daha az bir çabayla kazanılabilecek kesimle ( çiftçi, esnaf, kırsal kesim, köylü) bütünleşmeyi hedeflemişti.

Bu kesimi hem ekonomik alanda hem de düşünsel yani inançları yönünden desteklemek DP’nin iç politikasının temelini oluşturuyordu. Bu konuda Bemard Caporal şöyle söylüyordu:

“ Oylarını almak için köylü, zanaatkar ve taşra kentlerinin küçük esnafının memnun edilmesi DP iç politikasının bir temel ilkesiydi... ”

“...gerçi iktidar hiçbir zaman açıktan Atatürk devrimlerine karşı olduğunu söylemeye cesaret edemiyordu ancak el altından da yerel makamların eski yaşam biçimlerine dönüşleri görmezlikten geleceğini sezdirmekten geri kalmıyordu”.

Şimdi,bu ortam ve şartlarda irtica nasıl bir gelişme göstermiş? Bunda iktidarın sorumluluğu var mı ? Bu konuda tavizler verilmiş mi? Bunları inceleyeceğiz.

C - İRTİCAİ FAALİYETLERİN YÜKSELİŞ SEBEPLERİ VE VERİLEN TAVİZLER

  1. 1950 -1954 Arası Dönem

Çok partili hayata geçiş ile birlikte, tek parti döneminde sinmiş ve tekrar kendini göstermek için fırsat bekleyen ‘gericiler’, demokratik ortamın bu firsatı yarattığını görmüş ve tekrar seslerini duyurmaya başlamışlardır. Bunun da altmda yatan ana sebep, partilerin oy hesabıyla yaptıkları propagandalar ve vaadedilen ‘daha fazla din hürriyeti ’ sözleriydi.

Millet Partisi ve Demokrat Parti ‘din hürriyeti’nin savunuculuğunu üstlenmişlerdi ve bu konuda halkın çok büyük desteğini alıyorlardı. Bu söylemler halkın manevi yönünü iyi okşuyordu.

Gitgide din taraftan olan Millet Partisi, tarihi ve sosyal bir ihtiyaç ve toplumun ahlaki değerlerini koruma vasıtası olarak din hürriyetini savunuyor, hatta parti başkanı Mareşal Çakmak verdiği beyanatta açıkça “..çocuklarımıza din eğitimi gördürmek istiyoruz ” diyordu .

Demokrat Parti de , din hürriyetini temel hürriyetlerden biri sayarak tarihi ve hukuki görüşü kabul ediyordu. Parti sözcüleri, Türk toplumu bir İslam toplumu olduğuna göre, vatandaşların, dini günlük politikaya kanştırmadan, dini ihtiyaçlarım istedikleri şekilde ve istedikleri dilde yerine getirebilmeleri gerektiğine işaret ediyorlardı . Demokratlara göre, laikliğin, düşünce hürriyetine hürmet ederek, fakat dinin siyasi amaçlar uğruna kullanılmasına izin vermeyerek, mutedil bir şekilde uygulanması gerekiyordu .

İlticanın ve gericilerin tekrar uyanışa geçmesine sebep olan, bu ve bunun gibi daha bir çok söylem, iki muhalefet partisi tarafından köylerde, kasabalarda bir din sömürüsü olarak sıkça dile getirilir oldu.

Nadir Nadi’nin o günlere ilişkin bir anısının bu konuya iyi bir örnek teşkil edeceğini sanıyoruz. Nadi, ‘Perde Aralığından’ adlı eserinde bu anısını şöyle anlatıyor:

“Bayar ’ın ziyareti nedeniyle düzenlenen bir toplantıda söz alan kimi Demokratlar, daha çok din konusuna değindiler: İmamlar geçim sıkıntısı çekiyordu hademe-i hayrat’a (camilerde iş görenler ) devlet üvey evlat gözüyle bakıyordu. Oysa, perişan bir halde yaşayan, daha doğrusu sürünerek yaşamaya çalışan bu adamlar en temiz niyetlerle müslüman Türk halkının hizmetindeydiler. Reva mıydı onları bir köşeye atıp unutmak?...

Toplantıdaki konuşmaları yadırgamıştım... Yurdumuzda yapılması gereken onca iş, düzeltilmesi beklenen onca aksaklık varken, laik Türkiye Cumhuriyeti kasaba demokratlarının, herşeyimiz yoluna konmuş da bir imamlar sorunu savsatılmış gibi hep onlardan söz açmaları tuhafıma gidiyordu. Politika yaşantımızda bir ödün yarışı alır, yürür de, din işleri dünya işlerine karıştırılırsa bunun sonu nereye varırdı? Atatürk’e bağlı bir devlet adamı olarak Bayar’ın, kasabalı Demokratlar’ı uyarmasını bekliyordum. Toplantı dağıldığı zaman Bayar’a kısaca düşüncelerimi açtım. Adamları böyle konuşturmamak, demokrasinin demagoji halinde soysuzlaşmasına meydan vermemeliydi... Bayar kaygısız bir tavırla,

— Engel olmamak gerek. Bırak konuşsunlar, içlerini döksünler, dedi”.

İşte bu hava içerisinde Demokrat Parti’nin iktidar bayrağım devralıp on yıl boyunca da aralıksız taşıyacağı süreci başlatacak olan 1950 seçimlerine yaklaşıldı. Seçimlerden çok kısa bir süre önce umulmadık bir gelişme yaşandı ve Mareşal Fevzi Çakmak 10 Nisan 1950 de vefat etti.

Mareşal öldüğünde toplum büyük bir üzüntüye kapıldı. Gazeteler siyah başlıklarla çıktı, dünya basım Fevzi Çakmak’tan bahsetti, frak ve Suriye radyoları matem marşları çaldı. Millet Partisi ve Demokrat Parti ile Türk Talebe Birliği birer bildiri yayımladılar. Yalnız CHP ve hükümet olaya ilgi göstermedi, radyo eğlenceli müzik yayınlarım sürdürdü.

Bunun üzerine halk toplanarak bu uygulamaya tepki gösterdi ama bir değişiklik elde edemedi.

Ertesi gün çok büyük bir kalabalık halindeki halk ve gençlik tarafından evden alman cenaze eller üzerinde Beyazıt Camiine doğru yola çıkarıldı. Topluluk arasındaki, uzun zamandır gösteremediği gerçek yüzünü göstermek için fırsat bulduğunu düşünen yobazlar, töreni kendi amaçlan doğrultusunda yönlendirmeye başladılar. Bu yobazların provakeleri ve yönlendirmeleriyle Mareşal’in cenazesinde, yıllardan beri ilk defa irticanın tehlikeli yüzü ortaya çıktı. Cenaze, tam bir irtica gösterisine dönüştü. Ezan Kanuna aykın olarak Arapça okundu.

14 Mayıs 1950’ye gelindiğinde durum böyle gergindi. Seçimler bu hava içerisinde yapılmıştı. Daha evvelki bölümlerde değindiğimiz gibi seçimi Demokrat Parti kazanmış ve meclisteki milletvekilliklerinin çoğunu elde etmişti. DP, kendi deyimiyle Cumhuriyet Tarihi’nin en önemli ve en büyük devrimini gerçekleştirmişti. Artık iktidardaydı ve iktidara gelmesinin diyetini halka ödemeliydi. Tabii ki seçim öncesi pekçok sözler, vaatler verilmişti. Halk şimdi bunların gerçekleştirilmesini bekliyordu. Özellikle, hani şu hep sindiğinden ve firsat beklediğinden bahsettiğimiz kesim!

Bu kesim fazla beklemedi. Zannettiklerinden çok daha kısa bir sürede Menderes Hükümeti’nden kendileri açısından olumlu bir adım gördüler. Henüz hükümetin birinci ayı dolmadan 16 Haziran 1950’de, arapça ezan okunmasını yasaklayan Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesi değiştirildi ve Arapça ezana dönüldü.

Aslında bunun işareti daha da erken, çiçeği burnunda Başbakan’m mecliste programım okuduğu sırada gelmişti. 29 Mayıs 1950’de Başbakan, mecliste hükümet programım okurken şöyle diyordu:

“Millete malolmuş inkılaplarımızı mahfuz tutacağız”.

Yani Menderes demek istiyordu ki, Atatürk inkılaplarının hepsi halk tarafından benimsenmemiştir. Bazı devrimler vardı ki halk bunları baskı yoluyla uygulamak zorunda kalmıştı. Halk benimsemediği devrimlere karşı duramıyor, tek partili otoriter yönetime karşı ses çıkaramıyordu. Tabii ki Başbakan bu inkılapların hangileri olduğunu belirtmiyor, açıklayamıyordu.

Ancak çok geçmeden, bahsettiği bu benimsenmemişi) devrimler birer birer ortaya çıkmaya başladı.

Hükümet programının okunmasından sadece 18 gün sonra, 16 Haziran 1950’de arapça ezan okunmasını yasaklayan Türk Ceza Yasası’nm 526. maddesi değiştirildi ve arapça ezana dönüldü.

Arapça ezan yasağının kaldırılması DP milletvekillerinden Ahmet Gürkan ve İsmail Berkok tarafından önerildi. Bu milletvekilleri, yasağın gerçek anlamda laiklikle bağdaşmadığım, Demokrat Parti’nin müslüman Türk halkının oyuyla iş basma geldiğini ve arapça ezam kabul etmesi gerektiğini söylüyorlardı.

Olay, derin yankılar yarattı. Köyde, kentte o güne değin sinmiş olan mollalar bu karan takbir sesleriyle karşılıyor ve Menderes’e hayır dualan okuyorlardı.

İsmet Bozdağ ,‘Demirkırat Aldatmacası’ adlı eserinde Türkçe ezan olayım DP açısından şöyle savunmaktadır.

“...Ezanın Türkçe ya da Arapça okunması, laik devletin konusu değildir. Atatürk’ün tasarladığı inkılaplar arasında, îslamiyetin akılcı bir din olduğu ve bir akıl süzgecinden geçirilmesi gerektiği konusu da vardı. Nitekim bazı öneriler getirmiş, ezanın Türkçe okunmasını İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya’nın imzası ile Valilerden istemişti. Ancak bu istek kanunlaşmamıştır.

Bu yolda bir kanun olmadığından, zaman zaman ezanı arapça okuyanlar, Emniyet kanalı ile savcılığa veriliyorlar, açılan davalarda, arapça okumayı yasaklayıcı ya da Türkçe okunmasını zorunlu hale koyan yasa olmadığı için serbest bırakılıyorlardı...İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, O’nun muvafakati ile, bir maddelik bir kanun yapılmış ve Türkçeden başka dille ezan okuma yasaklar arasına alınmıştı.

Bu yasadan sonra yeni bir güçlük ortaya çıktı. Minarede Türkçe okunan ezan, camide arapça okunuyordu... Ezanın camide serbest, minarede zorunlu olması hukuka sığmıyordu. DP ’nin birçok toplantısında halk, bu konuyu gündeme getirmiş ve Atatürk sonrası çıkarılan kanun maddesinin vuzuha kavuşturulması istenmiştir” 130

Bozdağ ayrıca, CHP’nin de bu konuda hükümete destek verdiğini ve kanunun ittifakla kabul edildiğini vurgulamaktadır. Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi, burada asıl savunulan şey; (DP’nin bu uygulamasının Atatürk devrimlerine aykırı olduğu söylemine karşı) bu kaldırılan kanunun Atatürk’ün değil, İsmet İnönü’nün kanunu olduğu , dolayısıyla inkılap karşıtı bir hareket olmadığıdır.

Şevket Süreyya da konu ile ilgili görüşlerini şöyle belirtir:

“...Mesela Türkçe ezan ne demek? Menderes’e göre camilerin içinde ezan ve dualar Arapça yapılırken, minarelerden de ezan pekala arapça okunabilir. Ama bu muhakeme tarzı başka türlü de pekala yürütülebilirdi: Minarelerde ezan Türkçe okunuyor da, caminin içinde dualar ve ezanlar neden Türkçe okunmasın?...Ama ne var ki, inkılaplar değil, kalabalıkların içgüdüleri konuşacaktı ”...

Bu değişiklikten çok kısa bir süre sonra da 5 Temmuz 1950’de radyoda dini program yayınlama yasağı kaldırıldı. Hemen akabinde, haftada bir Cuma günleri, Devlet radyosunda Kur’an okunmaya başlandı

Bazı kesimlerce, Arapça ezan ile radyoda Kur’an okunmasının popüler olmak gayreti şeklinde yorumlanması üzerine Adnan Menderes kendisini şöyle savunmuştur:

“Bizim popüler görülmeye hiçbir suretle ihtiyacımız olmaz. Çünkü biz halkın içinden ve onların reyiyle iktidara gelmiş bir halk hükümetiyiz. Binaenaleyh alınan kararlar sadece halkın arzularının yerine getirilmesi olmaktan ibarettir. Nitekim bütün medeni memleketlerde de ekseriyetin mensup olduğu dini ayinleri radyo ile yayınlanmaktadır’’.

İktidarlannm daha ilk ayında DP’nin bu uygulamaları, aydınlar arasında hoşnutsuzluk yarattı, fakat köy ve kasaba halkı memnundu, çünkü onlara göre duaların bilhassa ezanın Türkçesi, Arapçasmda mevcut olan mistik cazibeden bir hayli kaybediyordu. Aslında, Arapça bilen sayısı bu kesim içerisinde çok azdı, fakat pek çok kişinin nazarında Arapça “Peygamberin ve Kuran ’ın dili, ” idi.

1950’den sonra dini yayınların satışında büyük bir artış olmuştu. Mısır’dan ithal edilen Arap harfli Kur’an lardan bir yıl içinde 250 000 satılmıştı. Türkiye’de pek az kitap senede birkaç binin üzerinde satılmıştır. Hatta dini yayınlara fazla talep olduğu anlaşılınca, bazı basımevleri, “yabancı memleketlere akan dövizi tasarruf etmek için” Osmanlı İmparatorluğu’ndan arta kalan baskı makinelerini kullanmak bile istemişlerdi.

Din konusunun, bu dönemde bu kadar ön plana çıkmasına sebep olarak gözüken Demokratların bu tutumlarıydı. Bundan cesaret alan bazı kesimler, sanki, sessiz kalmak zorunda kaldıkları önceki dönemden bunun acısını çıkarmak peşindeydiler. Mesela; Başbakan’ın hükümet programım okuduğu 29 Mayıs’ın ertesi günü, Ankara Tacettin Camisi imamı verdiği vaazda, CHP’ye amansızca saldırıyor ve şunları söylüyordu:

Halk Partisi hükümeti, kanımızı emiyordu. Milyonları çalıp, dinsizliği yaydılar. Allh bizi onlardan kurtardığı için hep birlikte Allah ’a ve Demokrat Parti hükümetine dua edelim ”.

Ankara Hacıbayram Camisi imamı da, ezanın Arapça okunması kararından sonra diyordu ki:

“ CHP’liler Fransa’dan bile çok kafirdirler. Çeyrek yüzyıllık Cumhuriyet ve inkılap hareketi, onların bu küfür yoluna sapmalarına neden olmuştur. Uluslar, layık oldukları yönetime sahip olurlar. Bugün iyi yönetime sahip olduğumuza göre, Allah indinde inşallah mevkiimiz düzelmiştir”.

Bunların, hiç bir önemi olmayan basit ve münferit olaylar olduğu, birkaç kendim bilmezin söylemlerinin iktidarla bağdaştınlmasınm haksızlık olacağı gibi düşüncelere sahip olunabilir. Ancak burada vurgulamak istediğimiz husus; din konusunda yeni hükümetçe yapılan uygulamalar, bazı kesimlere cesaret vermiş ve bundan faydalanan cami imamları da bu kesimin ağzıyla halka hitap etmeye, camilerde siyasi içerikli vaazlar vermeye başlamışlardır. Hükümetin, CHP aleyhine yapılan bu propagandalar da hoşuna gitmiyor değildi. Dolayısıyla camilerdeki propagandalara müdahele etmediler. Böylece de, Cumhuriyet kurulalı beri ilk kez politika camiye girmiş oluyordu. Bu konuda, incelediğimiz dönem içerisinde yaşanan daha birçok örnek vardır ve bunlara ileriki bölümlerde yeri geldikçe değineceğiz.

Hükümetin, işbaşma geldikten sonra seçmenlerine verdiği vaatleri bir bir yerine getirmesi son hızla devam ediyordu. 21 Ekim 1950’de Milli Eğitim Bakanlığı, okullarda din derslerinin zorunlu olmasına karar verdi. Buna göre, çocuklarının din dersine girmesini istemeyen velilerden beyanname alınacaktı. (Değişiklikten önceki uygulama bunun tam tersiydi. Daha önce bahsetmiştik, CHP’nin 1949’dan itibaren başlattığı uygulamaya göre, din dersi zorunlu değildi ve çocuklarının din dersine girmesini isteyen velilerden beyanname isteniyordu.) Nadir Nadi, 31 Ekim tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki yazısında, bu hükmün Anayasa’nın 2’nci ve Medeni Kanun’un 103’üncü maddelerine aykırı olduğunu ileri sürüyor ve şunları yazıyordu:

“Halkın yüzdedoksandokuzunun müslüman olduğu bir ülkede ailelerin çocuklarına din dersi verilmesini isteyebileceklerini, ancak, demokratik bir yönetimde nüfusun yüzdebirini oluşturan halkın haklarının da göz önünde tutulması gerekmektedir

Daha sonra sıra “dil devrimi”ne müdahale etmeye geldi. Menderes’in ‘millete mal olmamış’ diye tabir ettiği devrimlerden birinin de bu olduğu hemen anlaşılıyordu. Atatürk’ün üzerinde en çok durduğu konulardan biri, Türk dilinin sadeleştirilmesi ve öztürkçeye dönülmesiydi. 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Osmanlıca Anayasa), 10 Ocakl945 tarih ve 4695 sayılı kanımla Türkçeleştirilmişti. Dilde devrimcilik o zamana kadar Türkiye hükümetinin değişmez politikasıydı . Bu uğurda birçok zorlamalar ve acayiplikler yapıldığı da doğrudur. Ancak tutmayan kelimeleri zaten toplum tasfiye ediyor, buna karşılık devlet bu konuda halkı daima ileri itiyordu.

Hükümet iktidara geldiğinden itibaren bu konuya da el atmıştı. Bazı DP milletvekilleri an Türkçe’ye şiddetle karşıydılar . Örneğin, eski Kuva-yı Milliyeci olan DP milletvekili Sinan Tekelioğhı birgün şöyle haykınyordu:

“...Anayasanın dilini kimse anlamıyor. Ulus ne demek? Egemenlik ne demek? ” .

Konu, 16 Kasım 1950’de Millet Meclisinde tartışıldı. Çok sert konuşmalar yapıldı. DP milletvekili Gazi Yiğitbaş, CHP Tilere şu sözlerle çatıyordu:

“...Türk dilini ifsat ettiler (bozdular). İnsanın bu adamların kanından, milliyetinden şüphe edeceği geliyor” .

Bu sözler üzerine CHP’liler meclis salonunu terkedecekler ve bu konuda bir sonuca vanlamayacaktır.

Konu ile ilgili ikinci girişim 1952 yılının Mart ayının ilk günlerinde geldi. Fuat Köprülü ve 222 DP Ti arkadaşının anayasanın dilini “yaşayan dile” çevrilmesi hususunda bir teklif hazırladıkları öğrenildi. Aynı senenin Aralık ayında ise mesele DP Grubu’nda görüşüldü ve 1945 yılında Türkçeleştirilen metinden vazgeçilerek eski metne dönülmesi kararlaştırıldı. “Anayasa”yı, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” haline getiren kanun 24 Aralık 1952’de kabul edildi.

16 Haziran 1952’de, hükümet, Osmanlı hanedanından olan kadınların Türkiye’ye gelmelerine izin veren bir yasa değişikliği yaptı. 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldıran yasa aynı zamanda Osmanlı hanedanlığım mensup kimselerin de yurt dışına çıkarılmalarını öngörüyordu. Hanedan üyeleri o tarihten itibaren yurt dışında yaşamlarını sürdürdüler. Ancak hanedan üyesi kadınlar yukarıda belirttiğimiz yasa değişikliği ile tekrar yurda dönebildiler. Peki neden bu değişiklik ve neden sadece kadınlar?

Bu hususu, Recep Şükrü Apuhan’ın, eski DP milletvekili Gıyaseddin Emre’nin hatıralarım naklettiği “Öteki Menderes” adlı kitabından ve bizzat Menderes’in anlattığı belirtilen detaylardan dile getirelim.

Gıyaseddin Emre’nin hatıralarına göre, Menderes 1952’de NATO’ya giriş meselesi için Paris’e gittiğinde, Paris Büyükelçisinden orada yaşayan Osmanlı hanedanlığına mensup kişiler hakkında bilgi alıyor ve bu bilgilerden öğreniyor ki, bu kişilerden bazıları Fransız askerlerinin bulaşıklarını yıkayarak geçimlerini temin ediyorlar. Fransız Kralı Fransuva’nm “beni kurtar”, diye mektup yazdığı Kanuni Sultan Süleyman'ın ailesinin kimi mensuplarının bu şekilde geçindiklerini öğrenen Menderes çok hüzünleniyor ve çok üzülüyor. Paris’ten döner dönmez de, ne evine ne de başbakanlığa dahi uğramadan, doğruca Çankaya’ya, Cumhurbaşkanı’nm yanma çıkıyor. Bayar’a diyor ki:

“Osmanoğullan’nın erkekleri de dönse birşey olmaz. Seçime girseler bile birşey olmaz. Hiç olmazsa kadınları getirelim. Bu topraklan ve şanlı tarihi bize bırakanlann kadınları Fransız erkeklerin bulaşıklarını yıkıyor. Öyle olacağına gelsinler kendi milletlerinin erkeklerinin bulaşıklarını yıkasınlar”.

Yine kitaba göre, Celal Bayar bu teklife karşı çıkmaya çahşsa da, Başbakan’ın;

“...Ya bu kanunu çıkaracağız, ya da istifa edeceğim.”

Sözlerinden sonra ikna oluyor ve yasa, belirttiğimiz tarihte çıkarılıyor. Bu yasa ile, Abdülhamit’in hanımı Müşfika Hanım ile Kızı Ayşe Sultan Türkiye’ye getiriliyor, yerleştiriliyor ve her türlü ihtiyaçları karşılanıyordu. Hatta, Menderes bile onlan bizzat ziyaret ediyordu.

Mesele bu kadar basit ve insancıldı. Ama gerçekten bu tutumun arkasında yatan, sadece insancıl bir niyetmi yoksa Çağlar Kırçak’ın belirttiği gibi, gerici çevrelere verilen bir ödün müydü!..

Demokrat Parti’nin “din hürriyeti” adı altmda yürürlüğe koyacağı uygulamalar bu şekilde devam edip gidecektir. Sırası geldikçe bunlara değineceğiz. Şimdi biz, hükümetin ilk uygulamaları olan; Arapça ezan, Radyoda kur’an ve okullarda din dersi mecburiyeti, hususlarının hemen sonrasına dönelim.

Bu dönemde, hükümet uygulamalarından cesaret alan, bahsettiğimiz kesimin, özellikle Parti Kongrelerinde işin dozunu kaçırdıklarım görüyoruz. Şöyle ki; 11 Mart 1951’de toplanan Demokrat Parti Konya İl Kongresinde, kimi delegeler Arapça yazıya dönülmesini ve yeniden fes, çarşaf giyilmesini istediler.

Ertesi gün, Ahmet Emin Yalman, Vatan gazetesindeki “Kızıl Ruhlu Kara Kuvvet” başlıklı yazısmda konuyla ilgili olarak; DP’nin Konya İl Kongresinde bazı delegelerin, şapka yerine fes giyilmesini, kadının çarşafa sokulup evine kapatılmasını, Arap harflerinin iadesini, medeni kanunun yerine mecellenin getirilmesini istediklerini, iki milletvekilinin de Konya’daki dostlarına, bu isteklerin yerine getirilmesinin gün meselesi olduğunu, bunun halka duyurulmasını istediklerini belirtiyordu. Bu yayın, bütün duyarlı kişi ve kurumlarda gerginlik yaratmış, ülkenin gündemim belirlemişti.

Olayın ülkede tepki yaratması üzerine, Başbakan 17 Mart’ta konuyla ilgili beyanat vermek durumunda kaldı. Menderes, ülkede gericiliğin var olduğuna dair iddiaları reddediyor ve CHP’tilerin “Atatürk inkılaplarının bekçiler?’ olduklarım ilan ederek bu gericilik konusunu suistimal ettiklerini iddia ediyordu:

“...Onlar demek istiyorlar ki, bu memleketin her tarafında irtica körüklenerek büyük bir tehlike yaratılmak ihtimal ve imkanı vardır. Yani birkaç mutaassıp adam Türk milletini peşine takarak dini siyasete alet etmeğe ve tehlikeler yaratmaya muktedir olabilir... ”.

Menderes, Atatürk devrimlerinin tek bekçisinin Türk Milleti olduğunu söyleyerek beyanatına son vermişti.

Başbakan, “ülkede irtica yoktur’’’ diyordu, ama akabinde gelişen olaylar kendisinin görmek istemediği, belki de gerçekten göremediği ilticanın boyutlarım ortaya koyuyordu.

22 Mart’ta Öğrenci kuruluşları, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Büyük Doğu’ dergisi ve diğer gerici propaganda yazılan yazan yayınlar aleyhinde bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Bunun üzerine, ertesi gün İçişleri Bakanlığı bir bildiri yayınlayarak, tıpkı Başbakan gibi “yurtta irticai mahiyette bir hareket bulunmadığım” iddia etti. Aynı gün, İstanbul’da öğrencilere hitap eden Sarnet Ağaoğlu da “İrtica başkaldırırsa başı ezilecektir” diyordu.

DP Grubu’nun 3 Mayıs 1951 tarihli toplantısında, eğitim konusunda yapılan tartışmalarda, Arapça'nın okullarda öğretilmesi, ortaokullarda din derslerinin başlatılması ve yeni imamhatip okullarının açılması konularında istekler ortaya sürüldü. Bu istekler, 17 Mayıs’taki Manisa il kongresinde de delegeler tarafından dile getirildi.

Bu arada Millet Partisi de boş durmuyor, “ daha fazla din özgürlüğü” diyerek DP’yi bile eleştiriyordu. Dini, propagandalarında ve siyasi hedeflerinde sınır tanımadan kullanmaya devam ediyordu.

Nitekim, 14 Nisan 1951’de toplanan Millet Partisi İstanbul il kongresi, bir fatiha okunarak açıldı ve Laik devlet düzeni açıkça eleştirilip tartışıldı. Hatta öyle ileri gidiliyordu ki, bundan parti içindeki bazı kişiler bile rahatsızlık duymuştu. Kongrede ikinci gün konuşma yapan, MP’li Hikmet Haznedar konuşmasını şu soruyla bitiriyordu:

“...Dini niçin siyasete alet ediyoruz?... Bir siyasi partinin hitabet kürsüsü cami kürsüsüne benzetilemez. Burada açık memleket meseleleri konuşulur.

Anlamıyorum, bu parti İslam dini partisi midir yoksa sadece Millet Partisi midir... ”.

5 Mayıs’ta ise İzmir’de toplanan il kongresinde Sadık Aldoğan “Millet Partisi iktidara gelirse, Meclisten çıkmış ve dini kısıtlayan tüm yasaları kaldıracağım” söylüyordu .

Millet Partililer, 15-18 Mayıs 1952’de Ankara’da yapılan Parti Kongresi’nde, bu sefer de Atatürk’ün kabrine çelenk koyulması konusuyla gündeme geldiler. Atatürk’ün kabrine çelenk koyulmasını istemeyen bazı delegeler, bu düşüncelerinin altında yatan sebepleri açıkça kongrede dile getirince ortam biranda karışmıştı.

Kongrede, Başkan Arif Hikmet Pamukoğlu’nun, bütün delegelerin toplu olarak Atatürk’ün kabrini ziyaret etmelerim isteyen önergeyi okuması üzerine söz alan Bolu delegesi Haydar Seçkin’in, “Çelenk koymanın, heykel yapmanın ananelerimize aykırı olduğunu, muhakkak lazımsa meçhul asker abidesine gidilmesini, Atatürk, Babatürk gibi ayrılıklara lüzum bulunmadığını” söylemesiyle ortalık karışmıştı. Hikmet Bayur ve birkaç delege, bu ortam üzerine salonu

« ..154

terketmıştı .

Partiler, kendilerinin daha çok dinci olduğunu ispat etmeye çalışırken, bu ortamdan yararlanmaya çalışan ve bunu da iyi bir şekilde başaran bir grup, tüm dikkatleri üzerine topluyor ve ülkenin gündemine sansasyonel bir biçimde oturuyordu. TÎCANİLER...

Ticanilerin mensubu olduğu grup, bir tarikattı. Kurucusunun isminden dolayı “Ticani Tarikatı” olarak tanınmaktadır. Tarikat, Tanrı emirlerini yerine getirip, peygamberlerin ahlakım temsil etmek savmdadır. Yine bu tarikata göre, Türk inkılabı ve eserleri dinsizlikten başka birşey değildir ve İnkılap, Türk Milletini putperest yapmıştır. Bu inançları doğrultusunda da hedef olarak Atatürk’ün manevi şahsiyetini, devrimlerini, heykel ve büstlerini seçmişlerdir.

Ticaniler, Atatürk büstlerine karşı ilk saldın eylemlerini 27 Şubat 1951’de Kırşehir’de gerçekleştirdiler ve bu eylemle de ülke gündeminde yer almaya başladılar. Bu tarihten itibaren de, bu şekil tecavüz ve saldınlar artarak devam etti. Sonunda, tarikat lideri ve üyeleri yakalanarak cezalandınldılar. Temmuz 1952’den itibaren de bu tarikatın artık etkisini yitirdiği hatta ortadan kaybolduğu görülmektedir.

Ticani tarikatı ve eylemleri, bu incelememizde, önemli bir yer tutmaktadır. Yaptığımız araştırmalarda gördük ki, bu tarikatla ilgili bilgiler kitaplarda sadece birkaç sayfalık yer almaktadır. Biz, bu tarikata doğuşunu, Türkiyedeki yayılışını, eylemlerini, ülkede yarattığı etkileri ve tarikata yok olup gidişini de kapsayan, elde edebildiğimiz tüm detaylı bilgileri bir bölümde toplayarak, üçüncü bölümde sizlere sunacağız.

Bu sebeple, bu bölümde, tarikata eylemlerinden sadece bir kısınma ve yarattıktan etkilere, yeri geldikçe kısaca değinip geçeceğiz.

Ticanilerin Atatürk büstlerine saldınlan, Kırşehir Olayından sonra birdenbire ertarak devam etti. Hükümet, bu eylemlere karşı ülkede yoğun tepkiler olması üzerine, 29 Mart 1951 tarihinde 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nu çıkardı. Bu kanunun çıkması sırasında da yoğun tartışmalar yaşandı. Ancak, Menderes’in ısrarlı tutumu karşısında kanun yasalaştı ve DP Hükümeti, Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün yalnızca CHP’nin tekelinde olmadığı mesajım topluma vermiş oldu.

Bu kanunun ortaya çıkışı ile içerdiği hususları yine üçüncü bölümümüzdeki incelememizde ayrıntıları ile sunmaya çalıştık.

Bu dönemde partiler, esen rüzgara göre hareket ediyorlardı. Gün geliyor din özgürlüğü konusunda, gün geliyor Atatürkçülük konusunda birbirleriyle kıyasıya yanşıyorlardı. Toplumdaki her iki kesimi de elde etmek, kimseyle ters düşmemek ana felsefeleriydi. Ama bu konuda DP, iktidarda olmanın avantajlarını kullandığı için CHP’ye göre daha şanslıydı. Kamuoyunu istediği gibi yönlendirme imkanına sahipti.

İcraatlarını tüm kesimlere daha kolay ve hızlı bir şekilde duyurabiliyordu. Tabi, tüm bu çekişmeler sırasında ‘Din’ hep siyasetin içinde yerini alıyordu.

2 Eylül 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Necdet Evliyagil, bu konuyla ilgili bir yazı yazmış ve 1951 ara seçim propagandaları sırasmda her iki partinin de dini nasıl politikaya alet ettiklerini örneklerle göstermişti. Bilecik’te:

“CHP, türbeleri biz açtık deken DP’liler de Arapça ezanın, din derslerinin ve radyoda kuranın okutulmasının DP eseri olduğunu ileri sürüyorlar. ”

Bu yazıda daha başka ilginç örnekler de verilmişti. Böylece Halk Partililer dini siyasal çıkarlar için kullanmanın aleyhinde değillerdi, fakat Demokratlar yukarıda da belirttiğimiz gibi, iktidar partisi olduklarından bu yarışmada CHP’yi daima yeniyorlardı. Bunun sonucu olarak CHP bu taktikten vazgeçti ve Atatürkçülüğe döndü.

Bu sefer de, Atatürkçülüğe sahiplenme yarışı ön plana çıktı. Bahsettiğimiz, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun çıkarılması, Gerici faaliyetler yürüttüğü gerekçesiyle İslam Demokrat Partisi’nin kapatılması, Atatürk’ün kabrinin süratle bitirilip 15’inci ölüm yıldönümüne yetiştirilerek 10 Kasım 1953’de naaşımn buraya taşınması, Demokratların Atatürk’e ve onun mirasına nasıl hassasiyetle sahip çıktıklarının göstergeleriydi ve bu uygulamalar, DP’yi toplum nazarında, Atatürkçülükte CHP’nin bile önüne geçiriyordu.

Yukarıda bahsettiğimiz İslam Demokrat Partisi, 1951 yılında Rıfat Cevat Atılhan tarafmdan kurulmuştur. Parti, dini öne çıkarıp siyasi hayatta kullanmak isteyen laiklik karşıtı bir parti niteliğindeydi. İslamcılık faaliyetleri laikliğe aykırıolduğundan, parti hakkında mahkemece kapatma karan verilmiş, kurucularının ve İzmir ilindeki teşkilat yöneticilerinin de ifadeleri alınmaya başlanmıştı. Savcılığın talebi üzerine 2. Sulh Ceza Mahkemesi 13 Mart 1952 tarihinde İDP genel merkez ve şubelerini kapatmıştı. Partinin vekili Av. Abdurrahman Şeref Laç, kapatma kararma itiraz etmiş, Asliye 2. Ceza Mahkemesi kapatma kararım kaldırmıştı.

Savcılık ise yeniden bir kapatma davası açmış, adalet bakanlığına da müracaatta bulunmuştu. Partinin faaliyete devam etmesi kararma savcılıkla yapılan itiraz Yargıtayca yerinde görülmüş İDP’nin faaliyetini durdurması kararlaştırılmıştı.

Atılhan, çeşitli laiklik karşıtı yayın organlarında yazılar yazıyordu. “Büyük Cihat”taki bir yazısından dolayı soruşturma başlatılmıştı. İslam Demokrat Partisi mensuplarının, milliyetçiler demeğinde gizli bir çahşma içinde oldukları belirlenmişti. Büyük Doğu Cemiyeti kapandığında Malatya’daki üyeleri İDP’ye geçmişti. Kasım 1952’de Vatan Gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’a, Malatya’da yapılan suikastin sorumlusu olarak da bu grup gösteriliyordu. Büyük Cihat, bu partinin yayın organı işlevini görüyor, Atılhan da başyazarlığım yapıyordu.

1952 yılının 22 Kasmamda, ülke çapmda derin yankılar uyandıracak bir olay oldu. Vatan Gazetesinin sahibi ve başyazarı olan Ahmet Emin Yalman Malatya’da suikaste uğramış ve yaralanmıştı. Suikasti gerçekleştiren, lise son sınıf öğrencisi Hüseyin Üzmez idi.

çalışmakta ve Akit gazetesinde günlük yazılar yazmaktadır.

68 Çağlar Kırçak, a.g.e., s.34.

Yalman’ın, Selanik’li olması ve musevilikten döndüğüne ilişkin söylentiler, hareketin bir Yahudi düşmanlığından kaynaklandığı biçiminde yorumlanıyordu. Bazıları, eylemi, bizzat Yalman’m fikirlerine karşı duyulan kızgınlık olarak yorumlamış, bazı yabancı yazarlar da, bu harekette İsrail’deki yahudi hakimiyetini protesto mahiyeti görmüşlerdir.

Hükümet, 4 Aralık’ta, suikast girişiminden, kapatılan İslam Demokrat Partisi ile Büyük Doğu Cemiyeti’nin sorumlu olduklarım açıkladı. Bu arada başta ‘Serdengeçti’ dergisi olmak üzere gerici basın, suikastçıyı devamlı savunmaktaydı. Zaten bir süre sonra da ‘Büyük Doğu’nun sahibi Necip Fazıl Kısakürek ile Serdengeçti’ nin sahibi Osman Yüksel Serdengeçti, suikast olayına karıştıkları gerekçesiyle Malatya’ya getirilerek tutuklandılar ve yargılandılar. Malatya’da, mahkumiyetlerinin birbuçuk yılım, suikasti gerçekleştiren Üzmez ile aynı hapishanede geçirdiler.

Malatya suikastının takip ve soruşturması basmda geniş yer tutuyor, kanıtlar ve çıkan diğer haberler etraflıca değerlendiriliyordu. Basmda bu olay büyük bir irtica olayı olarak nitelendiriliyordu. Hükümet de bundan büyük rahatsızlık duyuyor; ülkede irticanın olmadığım, bu olayların ferdi olaylar olduğunu, üç-beş kişiyi göstererek irticanın varlığından söz etmenin anlamsızlığını ve milletimizin ilticaya karşı donanımlı olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Bu konuda Menderes:

“...bir kısım gazeteler, Malatya hadisesine büyük bir irtica hareketinin patlaması mahiyetini vermeğe çalıştılar ve hala da çalışıyorlar” diyerek bir şikayetini, hatta rahatsızlığını ifade ediyordu.

DP yöneticileri gerçektende irtica baskılarından bunalmışlardı. Baskıdan biraz olsun kurtulabilmek ve gericiliğe taviz vermediklerim gösterebilmek için, kendi içlerinden birini, Samsun milletvekili Haşan Fehmi Ustaoğlu’nu gerici tutum ve davranışlarından dolayı partiden ihraç etmişlerdi. İhraç sebebi olarak, Ustaoğlu’nun “Büyük Cihat” dergisinde yazdığı, laik devlet düzenini eleştiren yazısı gösterilmişti. Ustaoğlu, bu yazısında, laik devlet düzenine karşı hıncını belirtmiş ve şu hükme varmıştı:

“...Türk milleti Atatürk devrimlerine borçlu sayılamazdı... ” .

Bu yazı 3 Ekim günü, yani Yalman suikastinden hemen hemen iki ay evvel yazılmıştı, ancak Parti yetkili kurullarının Ustaoğlu hakkında işlem yapması tarihi 9 Aralık, yani Malatya olayından sonraya denk gelmektedir.

Malatya Olayı gerçekten bir gerici hareketi miydi? Ferdi mi yoksa planlanmış organize bir hareket miydi? Olayın arkasında herhangi bir grup veya akım var mıydı? Bu sorular hakkında o dönemde, yukarıda da belirttiğimiz gibi pek çok varsayımlar, açıklamalar yapıldı. Sonuçta, gerici yayınların ve örgütlerin desteğinde bir olay olduğuna karar verildi ve suçlu görülenler cezalarını aldı.

Olayın faili Hüseyin Üzmez, 1998 yılında yayımlanan konu ile ilgili kitabında, kendi ağzından olayın gerekçelerini, cereyan tarzım, amaçlarım ayrıntıları ile anlatmaya çalışmış, olayları kendi inançları doğrultusunda okuyucusuna sunmuştur.

Üzmez kitabında, yakalandığı an emniyette yapılan ilk sorgulamasında, Yalman’a suikast sebebini şu şekilde açıklamaktadır:

“Yalman yahudi dönmesidir. İstiklal Harbi ’nde Amerikan mandası istemiştir. Doğu isyanını körüklemiştir. 1925 yılında Elazığ istiklal mahkemesinde yargılanmış, ‘Ben Yahudiyim, bütün bunları ırki cibilliyetim icabı olarak yaptım. Atam beni affetsin’ diye yalvardığı ve Atatürk’ün çizmelerini yaladığı için kurtulmuştur.

1951 yılında bir güzellik kraliçesini Amerika’ya göndermiş, Amerikalı bahriye subaylarına öptürmüştür. Bu resmi Ruslar çoğaltmış, Kore’de çarpışan birliklerimizin üzerine havadan atmıştır. Yalman, uğruna yüzlerce şehit verilen mukaddes bayrağımızı, bu güzellik kraliçesinin bacaklarına dolamıştır”173 .

Üzmez bu söylemleri, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunda okuya okuya ezberlediğini de belirtmektedir.

Hüseyin Üzmez, ‘Üstad’ diye hitap ettiği Necip Fazıl’ın hem büyük bir hayranı, hem de müridiydi. Belirttiğine göre, Necip Fazıl, Nakşi Şeyhi Abdulhakim Işık vasıtasıyla tarikata girmişti . Faik Bulut’da “Ordu ve Din” adh kitabının 406. sayfasında, Necip Fazıl’ın Nakşi şeyhi Abdülhakim Arvasi’nin müridi olduğunu belirtmektedir. Kısakürek, Rabıta-ı Şerife ve Sahte Kahramanlar isimli eserlerinde Nakşibendi tarikatım ve yöntemleri ile Şeyhini tanımlamaktadır. Necip Fazıl’ın pekçok müridi vardı ve müridlerine diyordu ki:

“Doğudan gelecek bir şahsiyetin memleketi kurtaracağı şeyhime malum olmuştur. Bu şahsiyet benim... ” .

Necip Fazıl 1943’te CHP’den mebus olmaya çalışmış ancak listeye dahi alınmamış, bunun üzerine İnönü’ye karşı bir cephe almıştır. Eylül 1943’te Büyük Doğu mecmuasını çıkarmış, 26 Haziran 1946’da da Büyük Doğu Cemiyetini kurmuştur.

Yalman suikastinden önce, Necip Fazıl’ın kumar olayı patlak verdi. Kendisi kumar oynarken yakalanmıştı, bu büyük bir sansasyondu o günler için. Tabii, müridlerine göre bu bir tertipti. Kendisine bir tuzak kurulmuştu ve bu tertibin düzenleyicisi de, “Üstad”m ifadesiyle Ahmet Emin Yalman dı.

Hedef gösterilmişti. Büyük Doğu, Serdengeçti gibi yayınlarla beyni yıkanmış tarikat üyeleri için bu yeterliydi. Bunlardan biri olan Üzmez de diyordu ki:

“...Üstadımıza yapılan bu iftira bile bizim bin adam öldürmemize yeterdi... ” .

Üzmez kitabında, suikast ile ilgili manevi durumu ve duygularını şöyle dile getiriyor:

“İnançlısın, korkusuzsun, fakirsin, sisteme karşı kinle dolusun, istikbalden ümidin yok..Üstelik de bir gizli teşkilat mensubusun. Büyük Doğu’ların Yalman aleyhine yazdıklarının hepsini okuyorsun. Gün geçtikçe için daha fazla kin ve nefretle doluyor. O’nu sistemin mümessili gibi görmeye başlıyorsun...Daha nasıl tahammül edebilirsin? Haydi sen ol da vurma!”.

îşte, demokratik ortamın oluşmasıyla, tekrar hayata dönme imkanı bulan ve varlığını sürdüren kesimin demokrasiye, yani fikir özgürlüğüne bakış açısı; “Kendi fikrine aykırı düşünenlere yaşam hakkı tanımama!”

Malesef, dönemin hükümeti de bu zihniyete, bilerek veye bilmeyerek destek oluyordu. Mesela, gerici faaliyetlerin öncülerinden biri olan, Necip Fazıl’m bizzat Menderes tarafından korunduğu bile iddia edilmektedir. Üzmez kitabında bu konuyu şöyle açıklar:

“Üstad’ın Malatya Hadisesi’nden önce kesinleşmiş bir cezası varmış. Rahmetli Adnan Menderes kendisini koruyormuş. Onun için göz yumup tevkif etmiyorlarmış. Uyduruktan bir de rapor almışlar...

Bizim olay patlak verince...Ve hele de Üstad ‘Yalman’ın vurulmasına üzülmediğini’ söyleyince... Uyuyan yılanlar uyandı, yer yerinden oynadı. Başvekil de 17Q kendisini koruyamadı. Aynı gün yakalayıp cezaevine kapattılar... ”

Başbakan’m Necip Fazıl’a verdiği, en azından maddi destek, yıllar sonra Yassıada’daki duruşmalarda resmen belgelendi. Adnan Menderes’in yargılandığı davalardan biri olan ve 2 Şubat 1961 de sonuçlanan Örtülü Ödenek Davası sonucunda, on yıllık gizli örtülü ödenek cetvelleri tek tek mahkeme zabıtlarında yer aldı.

Bu cetvellere göre Menderes, Necip Fazıl’a örtülü ödenekten; 1951 yılında 5 000 TL, 1952 yılında 50 000TL, 1954 yılında 18 500TL, 1955 yılında 10 000TL, 1957’de 5 000TL ve ayaca eşi Neslihan Kısakürek’e 5 000TL, 1958 yılında da 10 000TL olmak üzere toplam 100 000 TL’nin üzerinde bir para vermişti. Zabıtlarda, bu paranın neden verildiğinin ayrmtılan yoktu .

Konu laiklik ve Atatürk Devrimleri olunca, tüm gerici kesim, hangi görüş veya tarikattan olursa olsun bu konu karşısında güç birliğine gitmektedirler. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur, halen de böyle olmaktadır.

Malatya’da laikliğe ve demokrasiye kurşun sıkılınca da aynı şey oldu. Olayın faili ile hapishanede sık sık temas kuran bir kesim de, o dönemin yükselen yıldızı olan “Nurcular”dı. Hatta ilişkileri öyle ilerledi ki, bir süre sonra Ahmet Emin Yalman, suikastın faik Üzmez’i hapishanede ziyaret etmek istediğinde, Üzmez konu

1 R1

ile ilgili icazeti Nurcuların lideri Said-i Nursi’den alacaktı . Said-i Nursi de Üzmez’e ve ailesine her ay maddi yardım yapacaktı .

Yukarıda ‘dönemin yükselen yıldızı’olarak “Nurcular”dan bahsettik. Gerçekten, 1950’den sonra Tarikatların sosyal ve siyasal hayatta yükselişe geçtikleri dönem başlamıştı.

Ticaniler, Nakşibendiler ve Nurcular bu döneme damgasını vuran tarikatlardı. Ticaniler, ülkede 1951-52 yıllarında adlarından bahsettirmiş, ancak liderleriyle birlikte tarikat mensuplarının da yakalanıp mahkum edilmeleriyle etkinliğini yitirmiş, kaybolup gitmişlerdir.

Nakşibendi ve Nur Tarikatları ise bu yıllarda etkinliklerini her geçen gün artırarak, hayatlarını sürdürme imkanlarım bulmuşlardır. Hatta, Nurcular öyle gelişmişlerdir ki, siyasal hayata neredeyse köklerini salmış ve etkilerini bugünlere kadar sürdüregelmişlerdir.

Ticanileri üçüncü bölümümüzde ayrıntılarıyla inceleyeceğimizi daha önce belirtmiştik. Diğer iki tarikatı da, bu bölümümüzün sonunda ayrı bir başlık altmda her yönüyle incelemeye çalışacağız.

Malatya Olayı’ndan sonra, Hükümet’in gerici kesime karşı olan tutumunda bir değişiklik olmaya başladı. Muhalefetin ve basının yoğun baskısı Hükümeti, gerici kesime karşı biraz daha sertleşmeye zorladı. 1953’e girildiğinde Menderes’in de bu kesime hoşgörüsü azalmıştı. Nitekim, 19 Ocak 1953 tarihli Gaziantep konuşmasmda Menderes şöyle seslenecektir:

“Siyasi mürteci, dini mürteci, komünist ve diğer sapıklar, hürriyetin düşmanıdırlar! Bunlarla mücadele edeceğiz! Bunlar bir avuç gericilerdir! Artçı muharebeleri yapıyorlar!..Kafalarını bin parça etmeye muktediriz! Hürriyetlerin korunması için CHP’ye işbirliği teklif ediyorum!... ”.

Bu çıkış, basmda ve muhalefet tarafında iyimserlikle karşılandı, fakat gerici basm ve hoşgörüye alışmış gerici kesimde soğuk bir duş etkisi yapmıştı. Necip Fazıl Kısakürek, Menderes’in bu konuşmasından sonra “Elveda Menderes” başlıklı bir yazı dahi yazmıştı. Malatya Olayı faili Üzmez kitabında, bu konuşma sonrasında şu yorumu yapmıştı:

“Hayretler içinde kalmıştık. Sanki daha birkaç hafta önce ‘Türk Milleti müslümandır; Müslüman kalacaktır!..Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir’ diyen o değildi.

Bu dönüş, Rahmetli Menderes için sonun başlangıcıydı. Öyle eğri ve uçurumlu bir yola girdi ki, tutunacak hiçbir dal bulamadan, İmralı ’da asılıncaya kadar yuvarlanmaya devam etti” .

Hükümet gericilik aleyhinde açtığı kampanyanın ilk hareti olarak Milliyetçiler Demeği’ni kapattı. Milliyetçiler Demeğinin başkanı bir DP milletvekili, Sait Bilgiç idi. Milliyetçiler Demeği işin içine girince, Milli Eğitim Bakam Tevfik îleri’nin adı da gündeme geldi. Talebe Federasyonu İleri ve Bilgiç hakkında iddialar ileri sürdü. Bunlara göre Milli Eğitim Bakam, bakanlığında bu demek mensuplarına “imtiyazlı ve tercihli muamele” yapıyordu. Onları kilit mevkilere getiriyordu. Hatta demeğin faaliyetlerine açık kapalı bizzat katılıyordu.

Araştırmalar derinleştikçe ele öyle belgeler geçirildi ki, Milliyetçiler Demeğinin savunulacak hiçbir tarafi kalmadı ve bunun üzerine Demek kapatıldı. Demekle öteden beri ilgisi olduğu bilmen Milli Eğitim Bakanlığı Özel Kalem Müdürü Cahit Okurer’e işten el çektirildi. Demeğin Türkiye’deki bütün şubeleri mühürlendi.

Milliyetçiler Demeği’nin Genel Başkam Sait Bilgiç ile gene DP İsparta Milletvekili olan yöneticilerden Tahsin Tola partinin haysiyet divanına verildiler. Bilgiç ve Tola DP’den ihraç edildiler.

Konu ile ilgili olarak, 7 Şubat 1953’te toplanan DP İstişari Kongresi’nde Menderes şunları söylüyordu:

“DP bir otel, bir kiralık konak değildir. Fikirleriyle, inanç ve örgütleriyle bizim dışımızda olanların kayden içimizde bulunmak suretiyle bizi istismar etmelerine artık müsaade etmeyeceğiz ”

Aynı konuşmasında Menderes, dinin dünya işlerine ve siyasete karıştırılmasını önleyici bir yasanın gerektiğini de belirtiyordu . Kısa süre soma da bu yönde bir tasan hazırlandı ve “Vicdan ve Toplanma Hürriyetini Koruma Kanunu” adıyla, 6187 sayılı kanun 23 Temmuz 1953’te TBMM’de kabul edildi .

Bu kanunun, siyasi veya şahsi nüfuz veya menfaat temin etmek maksadıyla dini veya dini hisleri, yahut dince mukaddes tanınan şeyleri veya dini kitapları alet ederek, her ne olursa olsun, propaganda yapan veya telkinde bulunan kimsenin, bir seneden beş seneye kadar ağır hapsini, eğer fiil, neşren işlenirse bu cezanın yan nisbette artınlmasım öngörüyordu.

Şubat ayında, İstanbul Gazeteciler Demeği gericilikle savaşmak için bir Milli Tesanüt Birliği kurmaya karar verdi . Bu birlik daha soma diğer kuruluşlarca da benimsendi. Hüseyin Cahit Yalçın, A. Emin Yalman, M. Faik Fenik, F.Rıfkı Atay ve Ali Naci Karacan kuruluşun hemen ardından Birliğin İdare Heyetine Seçildiler.

  1. yılının ortalarına gelindiğinde, Millet Partisi’nin kapatılması istemiyle açılan dava ülke gündemine oturmuştu. Haziran ayı sonunda, Ankara’da yapılan Millet Partisi beşinci kongresinde geçen olaylar üzerine Hükümet, Millet Partisi’nin faaliyetleri hakkında bir soruşturma açılması sebebiyle partiyi kapatma karan aldı.

MP başkam ve yöneticileri hakkında; ‘partiyi tarikatçılık ve gayri kanuni yollara sevk ve idare etmek ve bu esaslar dairesinde, partinin muhtelif kademelerinde yapılagelmekte olan faaliyetlere göz yummak, bu faaliyetleri söz ve yayınlarıyla teşvik etmek suretiyle, cemiyetler kanununa aykırı hareket etmek’ iddiası ile dava açıldı.

Soruşturmalar sırasında, bu iddiaları kanıtlar mahiyette birçok ifade ve kanıtlara ulaşıldı. Bir örnek teşkil etmesi bakmamdan bu ifadelerden birini buraya aktarmayı uygun gördük.

Sanıklardan, Nail Altunoğlu ifadesinde şunları söylüyordu:

‘‘Ben 1948 de partiye girdim. Son kongrede, usulsüz hareketler yüzünden istifa ettim. Partida müfrit sağcılar ve inkılapçılar olmak üzere iki hizip vardı. Partide bulunan bazı istismarcılar da oy avcılığı için Atatürk’ün aleyhinde bulunuyorlardı. Bunlar eski harfleri, mecelleyi istiyorlardı...KüçükMustafa Paşa’da konuşma yapan Yusuf Türel, babasının sarığına hasret çektiğini söylüyor...Bunlar inkılabı inkar ediyor. İnkılapları; dinsiz, imansız, mason diye niteleyen mürtecilerin sistematik faaliyetleri karşısında biz de birleştik Bunlar saltanatı, hilafeti ihya etmek isteyenlerdir...Enis Akaygen partiye ‘Demokrat Müslüman Partisi’ isminin verilmesini ve böylece içteki ve diştaki müslümanlann partiye daha bağlı olacakları söylemiştir...Bunlar Beni ve Hikmet Bayur’u tehdit etmişlerdir... ” .

Mahkemenin konu ile ilgili Hikmet Bayur’un bilgisine başvurması üzerine, Bayur da şunları söylemiştir:

“...kendini veya soyunu sopunu Cumhuriyet devrinin mağduru bilen birçok kimse, Demokrat Parti ’den çok nispetle Millet Partisi ’nde toplanmaya başlamış ve 107

bunlar irticayı körüklemişlerdir... ”

Sürdürülen soruşturmalar sonucunda mahkeme, 27 Ocak 1954’te, Millet Partisi’nin dini esasa dayanan ve gayesini saklayan bir cemiyet olduğu kararına vararak, kapatılmasına karar verdi. Ayrıca sanıklar hakkında verilen cezalan da açıkladı.

Verilen cezalar biraz düşündürücüydü. Bu kadar ağır ithamlar sonucunda kapatılan partinin yöneticilerine sadece l’er gün hapis cezası verilmiş, cezalar da tecil edilmişti.

Bemard Caporal, MP’nin kapatılması ve verilen cezaların gericilere cesaret verici nitelikte olduğunu belirtiyor ve şöyle yorumluyordu:

“Üstü kapalı biçimde de olsa Türkiye’de bir İslam Devleti’nin kurulmasına çalışan Millet Partisi ’nin kapatılması sonucu yöneticilerine 1 gün hapis ve sembolik bir tazminat cezası verilmesi, eski düzene dönüş lehinde ceza korkusu olmaksızın çalışılabileceğini gösteriyordu.

CHP de, DP’nin Millet Partisini, laik Cumhuriyet üzerinde dolaşan tehlikelerden çok kendi çoğunluklarını tehlikede gördükleri için kapattığını ileri sürüyordu. Verilen hafif cezalar da bunu destekler nitelikteydi”.

Şunu da gözardı etmemek gerekir ki, birkaç ay sonra genel seçimler yapılacaktı. Millet Partisi her ne kadar seçimlerde etkili olamasa da,yine de bir kesimi etkilemişti ve halkın gözünde CHP’ye karşı bir alternatifti, DP’nin oylarım bölebilirdi. Aşın dincileri, izlediği din politikalanyla DP’den daha çok memnun ediyordu. Ama, bu parti kapatılınca, bu kesimin oylan da tabii ki CHP’ye değil, DP’ye geçebilirdi. 2 Mayıs 1954 genel seçimlerinin sonuçlanna baktığımızda, bu ihtimalin gerçekleşmiş olduğu kanısına varabiliriz.

  1. -1954-1957 Arası Dönem

  1. Seçimlerinde Demokrat Parti, dört yıl önceki seçime göre, oylarım %5 oranında artırmışlardı. Bunun sebebi olarak; bu dört yıllık iktidar dönemindeki ekonomik kalkınma ve hükümet uygulamalan da gösterilebilir, geçen seçimde %3 oy alan MP’nin kapanması sebebiyle bu seçimlere girememiş olması da. Kanaatimizce, her ikisinin de etkisi olmuştur.

Belirttiğimiz gibi, 1954 seçimlerini DP büyük bir çoğunlukla kazandı. Oyların %58.42’sini almakla birlikte, Meclisteki sandalye sayısının %92.98’im kazandı. Mecliste, DP’nin 504, CHP’nin 31 milletvekili bulunacaktı. Geri kalan milletvekilliklerini Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ve Bağımsızlar paylaştı. Malatya, Kars, Sinop’ta CHP, Kırşehir’de CMP, diğer bütün illerde DP seçimleri kazanmıştı.

Bu seçim sonuçlan DP’yi Meclis’in tek hakimi haline getirmişti. Yöneticiler, artık hiçbir gücün kendilerini durduramayacağı sanısına kapılmışlardı . Bu rehavet ve özgüvenle baskı yolunu seçtiler. 26 Mayıs’ta güven oyu alarak yeniden göreve başlamalarının hemen akabinde, nedense bir intikam yolu seçtiler ve seçimlerde kendilerine oy vermeyen illerle işe başladılar. Haziran ortalarında, CHP’nin seçimi kazandığı Malatya ilinin ikiye bölünmesini (Malatya ve Adıyaman olarak) öngören yasa kanunlaştı ve bundan onbeş gün sonra da CMP’nin kazandığı Kırşehir ili, ilçe haline getirildi.

Kırşehir’in ilçe yapılmasının sebebi, ısrarla Millet Partisi’ne ve sonrasında da O’nun yenm alan CMP’ye oy vermesiydi . Kırşehir halkı, demokratik tercihlerinin karşılığında, o ana kadar görülmedik bir cezaya çarptırılmışlardı. Hükümetin baskı tedbirleri ve cezalandırmaları bunlarla kalmayacaktı. Hakimiyeti tam anlamıyla elde etmişken, rakiplerini saf dışı bırakma tedbirleri birbiri ardına alınacaktı.

30 Haziran 1954’te, Kırşehir’in ilçe yapılmasıyla birlikte, başka bir kanun daha kabul edildi. Mevcut seçim kanununu değiştiren bu yeni kanun, muhalefetin haklarım önemli ölçüde kısıtlıyordu. Bu yasaya göre, bundan sonraki seçimlerde siyasal partiler artık karma liste yapamayacaklardı. Bu suretle Demokratlar, egemenliklerini tehlikeye sokabilecek muhaliflerarası seçim anlaşmalarım önlemiş oluyorlardı . Yine aynı yasayla, radyo siyasal partilere kapatılıyordu. Bu hüküm radyonun, sadece muhalefete kapatıldığı anlamına gelmekteydi. Zira, iktidardaki parti, hükümet adına konuşmak gerekçesiyle, radyodan istediği gibi yararlanacaktı .

5 Temmuz’da Meclis, profesörleri ve meslekte 25 yılım geçirmiş ya da 60 yaşını geçmiş yargıçları da kapsayan devlet görevlilerini geçici olarak görevden alma ve bir dönem sonunda emekliye ayırma yetkisini hükümete veren bir yasayı kabul om ons

etti . Bu yasa yargının yürütmeden bağımsızlığına son vermiş oluyordu . Bu yasanın uygulamasına örnek olarak, Menderes’in 3 Mayıs 1956’da üç, 12 Haziran’da da oniki yargıcı emekliye ayırmasını gösterebiliriz.

  1. yılı, DP’nin seçimlerde zafer kazandığı, ama ülke ekonomisinin de gitgide kötüye gitmeye başladığı bir yıl oldu. DP, plansız yatırımlar sonucu ekonominin dizginlerini elinden kaçırmaya başlamıştı. Aynı yılın ortalarına gelindiğinde, hükümetin ekonomik siyaseti, başta İngiliz dergisi “77ze Ekonomistte olmak üzere geniş bir biçimde eleştirilmeye başlanmıştı .

Ekonomik başarısızlıklar gün geçtikçe artınca ve parti içindeki muhalefet sesini daha çok çıkarmaya başladıkça DP, İslam’ı daha açık kullanmaya ve yeni ödünler vermeye başlayacaktı .

  1. yılının yazında Kıbrıs sorunu, Türk siyasetinin ana konusu haline gelmişti. CHP de bu konuda hükümete tam destek veriyordu. Hatta, Kıbrıs konusundaki Londra Konferansı’ndan üç gün önce, 26 Ağustosta, CHP’liler, hükümetle dayanışmanın bir işareti olarak iç politika tartışmalarını tek yanlı olarak bir tarafa bıraktıklarım ilan ettiler.

Bu dönemde, hükümeti çok sarsacak ve önemli bir bunalım devresine sokacak olan 6/7 Eylül olayları patlak verdi.

6 Eylül günü, “İstanbul Ekspres" gazetesinde, Atatürk’ün Selanik’teki evinin bomba atılarak Yunanlılar tarafından tahrip edildiği haberi çıktı. Kamuoyu bu haber ile iyice elektriklendi. Zaten aynı günlerde, Londra konferansının sürmesi sebebiyle, konferansı etkilemek için Kıbns lehine gösteriler yapılması düşünülüyor ve hazırlıkları yapılıyordu. Bu haber üzerine, o gün öğleden sonra yüksek öğrenim gençliği bir gösteri düzenledi. Akşam olduğunda da gösteri kitlesi önemli çoğunluğa ulaşmış ve gösterinin de mahiyeti değişmişti. Tepki olarak başlayan protesto gösterisi, birden bire tam bir yağma, tahrip ve kundakçılığa dönüştü.

İstanbul’da pekçok yerde, Rumların dükkanlarına, evlerine ve hatta kiliseleriyle mezarlıklarına saldırılar oldu. İzmir’de Yunan Konsolosluğu ve Fuardaki yunan pavyonu ateşe verildi. Olaylar gece yansı ancak ordu birliklerinin müdahalesiyle bastınlabildi. Fakat bu kısa sürede bilanço ağırdı: binlerce dükkan tahrip edilmiş, evlere saldınlmış, kikseler yakılmış ve en kötüsü dışanda Türkiye’nin saygınlığı sıfira inmişti .

6/7 Eylül olaylanyla ilgili her kesimden değişik açıklamalar geldi. Kimi olayı kommünistlerin tezgahladığım, kimi olayın bir taassup ve gericiliğin ta kendisi olduğunu iddia ediyor, bazılan da olayın CHP veya DP tarafından düzenlendiğini ortaya atıyordu .

Bizim bu konuyla olan ilgimiz, olayın kimler tarafından ve nasıl gerçekleştirildiğiyle değil de DP içerisinde yarattığı etkiyle olduğundan, konunun nedenlerine değinmeden direkt olarak sonuçlarına geçeceğiz.

Olayların olduğu gece, Hükümet İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetim ilan etti. Olayların üzerinden zaman geçmesine rağmen sıkıyönetim de bir türlü kaldırılmadı ve zaman zaman hükümet sıkıyönetimi muhalif basma karşı baskı aracı olarak da kullandı.

DP içerisinde muhalefet bu günlerde sesini iyice yükseltmişti. 6/7 Eylül olayları kaynayan kazam taşıran son damla oldu. Parti ileri gelenlerinden Feridun Ergin, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Fuat Köprülü, Mükerrem Sarol gibi isimler Menderes’i açıkça eleştirmeye ve aleyhinde bulunmaya başladılar. Bu arada 19 milletvekili bir önerge imzalayarak, basma ispat hakkının tanınmasını istemişlerdi. Bu önerge DP milletvekillerinin çoğunluğunca geri çevrildi. Bunun üzerine ispatçılann bir bölümü DP’den istifa etti, bir bölümü de Partiden hemen ihraç edildiler.

Bu gelişmeler DP içinde olumsuz tepkilerin artmasına neden oluyordu. Parti Meclis Grubu’nda “Yaylacılar” adı verilen ve başım Balıkesir Milletvekili Sıtkı Yırcah’mn çektiği güçlü bir muhalif grup belirmişti.

Bu havayla, 1955 yılında Menderes’i zor durumda bırakacak olan ikinci olayın olduğu, 29 Kasım tarihli DP Meclis Grubu toplantısına gelindi. Bu toplantıda Meclis Grubu adeta isyan etti ve bakanların tek tek istifası istendi. îstenen de oldu, kürsüye çıkan her bakan, baskılar karşısında istifasını vermek zorunda kalıyordu. Hükümet düşüyordu, Menderes’in de istifadan başka çaresi kalmamıştı. Ama o sırada, Mükerrem Sarol’un bir tavsiyesi başbakanın çaresizliğine çare oldu. Menderes kürsüye çıktı ve sadece kendisi için güvenoyu istedi. Bunu isterken de gruba şöyle sesleniyordu:

“Arkadaşlarım beni diktatörlükle suçladılar. Benim sizin karşınızda diktatör olmama olanak var mıdır?...Siz öylesine güçlüsünüz ki, şu anda isterseniz Anayasa ’yı değiştirebilir, hilafeti bile geri getirebilirsiniz... ”

Bu konuşmadan sonra grup, sadece Menderes için güvenoyu vermiş ve onu kurtarmıştı ama bunu sağlamak için yaptığı konuşmada kullandığı “siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” cümlesi ölümünden sonra bile aleyhinde kullanılacaktır.

Bu badireden de güven tazeleyerek çıkan Menderes, Bayar tarafından yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi ve yeni kabine 13 Aralık’ta güven oyunu aldı. Bu dördüncü Menderes kabinesiydi.

DP’den ayrılan muhalifler, bu sırada yeni bir parti kurma hazırlıklarım tamamlamak üzereydiler. Yeni hükümetin kurulması aşamasında bile DP de sular daha durulmamış, istifalar arka arkaya gelmişti. Aynlanlar ispatçı muhaliflere katılıyorlardı. 25 Arahkl956’ya gelindiğinde yeni bir parti için herşey hazırdı ve aynı gün DP’den aynlanlarm kuruculuğunu üstlendiği Hürriyet Partisi ( HP ) kurulduğunu resmen ilan etti.

Hürriyet Partisi, kurulmasıyla birlikte, Meclis’te ana muhalefet partisi statüsü kazandı. Bu durum CHP’nin gölgede kalmasına sebep olmuştu. Ancak bu geçici bir durumdu, çünkü HP, bir seçimde başarılı olabilecek derecede örgütlenme düzeyinden ve taraftardan yoksundu. Ana muhalefet görüntüsünün sebebi, DP’den aynlanlarm neden olduğu yüzeysel bir görüntüydü.

Bu arada, 1954 seçimlerinde ağır yenilgiye uğramış ve millet vekili sayısı yan yanya azalarak, mecliste sadece 31 vekili bulunan CHP’de durum neydi, kısaca değinelim.

1954 seçim sonuçlan, CHP’de tam bir panik havası yaratmıştı. Kimi partililer, partinin laiklik ve devletçilik ilkelerinden vazgeçmesi gerektiği ve seçmen önünde Demokratlarla ancak böyle yanşılabileceği görüşündeydiler. Seçimlerden hemen sonra partide önemli etkinlikleri olan Hıfzı Oğuz Bekata, Şevket Raşit Hatipoğlu, Raif Karadeniz gibi milletvekilleri, Genel Başkan İnönü’ye bir mektup göndererek, “partinin ilkelerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini, CHP’nin laiklik ilkesinin halk yığınlarınca yanlış anlaşıldığının bu seçimlerde görüldüğünü, genel başkana çok geniş yetkiler verilmesinin halkın gözünde, tek parti, tek şeften kalma bir uygulama izlenimini yarattığını” vurgulamışlardı . Milletvekilleri ayrıca, okullara din dersi konulması konusunda halka söz verilmesini de istiyorlardı .

CHP’nin içerisinde bu görüşleri destekleyen pekçok kişi vardı. Bunlar, Demokratların seçim zaferini CHP’nin laiklik ve devletçilik konusundaki fazla sert, katı tutumuna bağlıyorlardı.

İnönü’nün bu görüşlere ve istemlere karşı yanıtı şu oldu:

“Ödün alanında Demokrat Parti ile yarış edebilir misiniz? O halde?...Eğer biz devletçilikten ve özellikle laiklikten en ufak ödün verirsek bunların ucunu bir daha yakalayamayız. Sizin tanımınız doğru değildir. Türkiye’de CHP’nin Atatürk devrimlerinin bekçisi olduğu için saygınlığı vardır ve gerçek bir güce sahiptir” .

CHP’de seçim mağlubiyetinin şoku parti üzerinden atılınca, geçmiş dört yıllık etkisiz muhalefetten dersler çıkarılmaya başlandı ve yine İnönü önderliğinde daha aktif olarak siyaseti sürdürme karan ahndı. Yürüttükleri etkili muhalefet sayesinde de 1955 yılıyla birlikte yaniden yükselişe geçmeye başladı. Feroz Ahmad’ın belirttiği gibi 1955 yılı hem DP hem de CHP için dönüm yıh olacak, CHP dipten yükselmeye, DP ise zirveden düşmeye başlayacaktı .

29 Kasım grup toplantısında, sadece kendisi için yeniden güven oyu alabilen ve 13 Aralıkta yeni kabinesini kuran Menderes, siyasetine kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Parti içindeki etkinliğini kaybetmeye başlaması, ekonomik şartların kötüye doğru gitmesi ve geniş kitleler üzerindeki etkinliğini yitirme kaygısı Menderes’i İslâmî daha açık kullanmaya ve yeni ödünler vermeye zorluyordu. Bu sebeple de, Din sömürüsü giderek artacaktı. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Menderes’in Bayar’la birlikte 1956 yılı başlarında Konya’ya yaptığı gezi oldu. Bu gezide Menderes, halka “ortaokullara din derslerinin konulacağım” açıkladı.

Kırçak’a göre, Menderes, bu açıklamayı yapmak için Konya’yı özellikle seçmişti . Konya, halkının dindarlığıyla tanınan bir kentti. O günlerin Akis Dergisi, 14 Ocak 1956 tarihli 88. sayısında, konuyu şöyle yorumluyordu:

“Menderes ’in halka verdiği bu söz, bir ödünden başka bir anlam taşımıyordu...Bu davranış, ister istemez Atatürk’ün - büyüklüğü hergün biraz daha iyi anlaşılan Atatürk’ün- böyle durumlardaki tutumunu akla getiriyordu. Atatürk, tüm devrimleri içinde belki de en çok reaksiyon uyandıracak olan şapka devrimini haber vermek için en dindar bilinen Kastamonu ’yu seçmişti. Yani bir devrimi en zor kabul edeceği sanılan bir yerde gerçekleştiriyordu. Menderes ise tamamıyle ters biçimde hareket ediyor ve ödünlerini, uygun sandığı hava içinde veriyordu. Bunun son derece tehlikeli bir yol olduğu gözden kaçmamalıydı ”.

Menderes’in Konya konuşmasından önce zaten, bu konunun ilk işareti verilmiş ve zemini hazırlanmıştı. 7 Ocak 1956’da Milli Eğitim Bakam Ahmet Özel, konuyla ilgili bir açıklama yapmış ve “Müslüman çocuğu, kendi dinini öğrenmek tabii hakkından mahrum edilemez. Bu sebeple, din derslerinin orta okullara da konması uygun olacaktır '” demişti.

Bu açıklama, yoğun tartışmalara sebep oldu. Anayasa profesörlerinden Bülent Nuri Esen, “Vergiler ile kurulan ve yaşatılan devlet okulları, belli bir dinin inanışını yaymakta kullanılamaz. Aksi halde laik devlet bu dini diğerlerinin aleyhine kayırmış ve korumuş olur...Bu Anayasanın ruh ve maksadına aykırıdır” diye açıklama yaptı.

Millet Partisi eski genel başkanlarmdan bağımsız milletvekili Hikmet Bayında, 17 Ocak’ta bir soru önergesi vererek, îslamın beş temelini öğrenmek için ilkokullardaki din öğretiminin yeteceğini ileri sürdü. Bayur’a göre, şeriat kurallarım okulda öğretmeye çalışmak, çocuğun ruhunda karışıklıklar yaratacağı gibi Atatürk’ün gösterdiği ilerleme yolunda da sapmalara neden olacaktı.

İlahiyat Fakültesi Dekanı Sabri Şakir Ansay da, kendisinin şahsen orta okullara din dersleri konmasının aleyhinde olduğunu, çünkü bunun irticaya yol açabileceğini söylemişti .

Sonunda Milli Eğitim Bakam, Din Bilgisi Dersi’nin orta okullarda okutulmasının hükümetçe kararlaştırıldığını bildirdi ve şu açıklamayı yaptı:

“Bu dersler, hiçbir şekilde inkılaplar aleyhinde bir mana ifade etmeyecektir” 233

13 Eylül 1956’da Resmi Gazete, orta okullarda din derslerinin programa konmasını bildiren bir karan yayınladı. Talim ve Terbiye Dairesi’nin 19 Eylül tarih, 32321-1968, 11/4286 sayılı genelgesine göre, resmi orta okullarla, bunlara denk diğer okullarda Türk Öğrencilere verilecek Din Bilgisi Dersleri’nde, İslam’ın iman, ibadet ve ahlak ile ilgili kuralları öğretilecekti. Program ve müfredat Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanacak, kitaplar yazdınlacak, uzman öğretmenler yetiştirmek üzere de gerekli önlemler alınacaktır. Çocuklarına bu dersin verilmesini istemeyen veliler, isteklerini ders yılı başında yazı ile bildirirlerse, bu öğrenciler Din Bilgisi Dersi’nden muaf tutulacaklardı

Hükümet, yaklaşmakta olan seçimleri düşünerek bir yandan seçmen kitlesini hoş tutmaya çalışırken bir yandan da muhalefeti mümkün olduğunca baskı altına almaya ve etkisizleştirmeye çabalıyordu. Nitekim 27 Haziran 1956’da, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri haklarım düzenleyen bir kanun çıkarıldı. Yeni çıkarılan bu kanunla, siyasal partilerin, seçim propaganda devresi dışında açık hava toplantıları yapmaları izine bağlanıyordu. Kanuna aykırı hareket edenlere karşı hedef gözetmeksizin ateş açılabileceği hususu da kanunda yer alıyordu.

Bu baskı kanunlarının çıkarılması üzerine, muhalefet partileri meclis toplantılarına katılmamakla hükümeti boykot dahi ettiler, ama bir sonuç elde edemeden bir süre sonra meclise geri döndüler.

Baskı kanunu hızla uygulamaya sokulmuştu; CHP genel sekreteri Kasım Gülek’in karadeniz gezisinde, Halk Partililerin toplantıları durmadan engellendi, hatta 2 Ağustosta Gülek, Rize’de bazı dükkan sahiplerinin sıra ile ellerim sıkmak suretiyle bir gösteri yürüyüşü yaratmakla suçlanarak mahkemeye verildi. Daha da garibi, Gülek bu suçtan altı ay hapise mahkum edildi. 3 Ağustosta, Halk Partililerin Bakırköy’de İnönü şerefine verecekleri bir ziyafet yasaklandı. 7 Ağustosta CMP’nin Giresun kongresinde Bölükbaşı’yı alkışladılar diye onbeş delege karakola götürüldü. Aynı gün Hürriyet Partisi il başkanlanmn Ankara’da yapacakları toplantı da yasaklandı ve İl başkanlannın Anıtkabire çelenk koymaları bile Ankara vahşince engellendi. Olaylar artık traji komik bir hale dönmeye başlamıştı.

Siyasi hava bu derece gerginleşmişken 1957 yılma gelindi. Bu yıl, Demokrat Parti’nin artık popüleritesinin ve ülke hakimiyetinin yavaş yavaş zayıfladığının, kanıtlandığı bir yıl olacaktır. 27 Ekim’de yapılan seçimlerin sonuçlan, DP’ye verilen desteğin erimeye başladığının göstergesi olarak siyasi hayata yansımıştı.

Aslında, biraz evvel bahsi geçen siyasi baskı ve yıldırma politikalan bizlere şunu gösteriyor ki, DP, 1954 seçimlerinin sonundan beri, bu duraklama ve gerilemeye başlama devirlerinin farkındaydı. Yoksa bu baskı rejimini niye ısrarla ve artırarak uygulamaya koyulsun ki?

1957 yılma girildiğinde Demokratlar, dinsel sömürünün doruğuna ulaşmışlardı . O yıl yapılacak olan seçimler alabildiğince sert geçeceğe benziyordu. Muhalefet yeterince etkisizleştirilmişken, simdi atağa geçip seçmenlerle bütünleşilebilirdi. Bunun en kestirme yolu da onlara hoş gözükecek şeyler yapmaktı.

14 Şubat 1957’de basmda şu haber vardı:

“Cami Yaptırma Demeği Başkanlığı, Ankara ’da Kocatepe Camii ’nin yapımı için Menderes ’in 100 000 TL yardım yaptığını bildirdi ”

Eski DP Milletvekili Gıyaseddin Emre’nin bizzat şahit olduğunu belirttiği anısına göre, bu yardım parasım Menderes kendi şahsi parasından karşılamıştı.

Emre’nin aktardığına göre Menderes bu parayı ( hatırada bu miktar 110 000TL olarak belirtilmektedir) sahibi olduğu saf kan İngiliz atlarından bir kısmım satarak karşılamıştır. Peki Menderes neden bu camii inşaasının üzerinde durmuştur? Bunun cevabım da Emre şöyle açıklıyor:

“Temel atıldıktan iki gün sonra Menderes ’i, Diyanet İşleri Başkanı ile tebrik için gittik. Ahmet Emin Yalman ’ın 1931 ’de yazdığı bir makaleyi saklamış. Çıkarıp bize okudu. Yalman Diyordu ki ‘ Bütün başkentler büyük bir mabedin etrafında kurulmuştur. Bu hurafeden kendini kurtaran tek başkent Ankara’dır’ Menderes, ‘İşte ’ dedi, ‘Kocatepe Camiini vücuda getirebilirsek Ahmet E. Yalman ’ı fiilen tekzip etmiş oluruz” .

DP’lilerin, Halkın dinsel duygularım okşama icraatlarından birisi de, 1954 seçimlerinden önce cemide siyasi nitelikli vaaz verdiği gerekçesiyle 10 ay hapis cezasma çarptırılan ve aradan 3 yıl geçmesine rağmen hala cezasını çekmemiş olan, Ödemişli bir vaizin bağışlanması için meclise bir öneri sunmalarıydı.

Fevzi Boyar adındaki bu vaiz, seçimler öncesi camide vaaz verirken; “Demokrat Parti’nin yarın yapacağı mitinge katılmayacak olanlar ve muhalif partilerin üyeleri münafıktırlar, kafirdirler”. demişti

Konuya ilişkin adalet komisyonu raporu 7 Haziran 1957’de mecliste görüşülmeye başlandı. Sert tartışmalar içinde geçen oturumda İnönü söz alarak şu sert ve önemli konuşmayı yaptı:

“Muhterem Arkadaşlar,

...Bizim yasalarımıza dini siyasete alet etmeyi yasaklayan hüküm nereden ve niçin gelmiştir? Bunun kaynağı Milli Mücadeleye gider. Milli Mücadele’de galip devletler, Türkiye Devleti’nin yeryüzünden kalkmasına karar verdi; ve bunun için halifeyi, padişahı ve ulemasını araç olarak kullandılar. Anadoluda yalnız başına kalan Türk ulusu, eline ne geçerse sopa, balta, yumruk bununla yaşamını ve bağımsızlığını kurtarmaya çalışıyordu. Buna halife, en etkili karşılık ve engel olarak şu önlemi buldu: Ulema toplandı. Şeyhülislam, bunların başına geçti. Anadolu’da savaşanlar kafirdir fetvasını verdi. Huzurunuza konuşmak şerefine nail olan bu arkadaşınız, onların içinden seçilen beş altı idam mahkumundan biridir. Halifenin, Şeyhülislam Dürri Efendi’nin fetvası ile..

Anadolu büyük bir savaştan çıkmış, yorgun, araçsız. Türk ulusu, savaşın sonucunun ne olacağını zaten endişeyle düşünürken, tüm çabasını yurtseverliğinde toplamış iken, Yunan uçakları hergün avuç avuç Şeyhülislam Dürri efendinin fetvasını bizim saflarımıza atardı. Ne derlerdi bunlar? ‘Anadolu ’da ülkeyi kurtaracağız diye savaşanlar münafıktırlar. Bu adamlar kafirdirler ’, derlerdi. Tıpkı Fevzi Boyar’ın dediği gibi. Tıpkı Fevzi Boyar’ı savunanların dediği gibi..

...Arkadaşlar, insaf ile düşünün...Osmanlı tarihinde, Türk tarihinde, böyle bir adalet cihazı ve Büyük Millet Meclisi karşısında sorumluluktan bu denli uzak bir Adalet Bakanı görülmemiştir.

Arkadaşlar, emin olunuz Boncuklu İbrahim ’in kadısı, bu adamdan, bu Fevzi Boyar’dan, O’nu savunanlardan daha değerliydi” .

înönü, üç gün sonra Meclis Kürsüsünde bu konuyla ilgili olarak Demokratlan daha da ağır biçimde suçluyor ve şöyle diyordu:

“Siyaset adamları Ankara barlarında çıplak kadınları seyrinden zevk alarak eğlendikten sonra, Konya ’ya gider, müslümanlık iddiasında bulunurlarsa, buna çok esef etmek gerekir” .

Fevzi Boyar olayı, meclisteki bu tepkilerin yanında özellikle aydın çevrelerde de tepkilere yol açtı. Ülkenin tüm sorunlan çözülmüştü de, sıra Mecliste bir gericinin affının görüşülmesine mi gelmişti?

Yine 1957 yılında, DP’li Münip Hayri Ürgüplü, Ceza Kanunu’nun 175. maddesinin değiştirilmesi ve bu değişiklikle, dinin ve peygamberin, cezanın koruyucu hükümleri altına alınmalarını teklif etti. Teklifin Meclis’te kabul edilmemesine rağmen, teklif lehinde bazı DP milletvekillerinin söyledikleri dikkate değerdir; Gazi Yiğitbaşı’na göre, “Türkler bütün harpleri din sayesinde

kazanmışlardır, Allah’ın ve Kuran’ın idaresini bütün olarak kabul etmek gereklidir”. Mustafa Runyun’a göre ise, “Laiklik bir züppelikten başka birşey değildir...Bu kanunun kabulü ile bütün îslam alemi peşimizden gelecektir” .

Mecliste bu tartışmalar yaşanırken, ülke içerisinde de bu ortamı firsat bilip cesaret alan gericiler, gerek ferdi gerekse toplu olarak eylemlere girişiyor ve seslerini duyurma imkanını buluyorlardı.

1957 Temmuzunda Bursa’da meydana gelen bir olay, şehirde panik yaratmış, aydın çevrelerde yurt çapmda tepkiye neden olmuştu. Nakşibendilerin Kadiri koluna mensup Mehmet Ali Bingül isimli şahıs, yanma eşi de dahil olmak üzere 7 kişiyi de alıp, 12 Temmuz Cuma günü Ulu Cami’ye gelmiş ve Cuma Namazı sırasında vaaz vermekte olan imamı hutbeden kılıç zoruyla indirerek, kendisini “mehdi” ilan etmeye kalkışmıştır. Bu sırada yanında gelen grup da tekbir sesleriyle camiye girince ortalık karışmış, Cuma namazı için orada toplanan binlerce kişi olaya tepki göstermiş, orada bulunan bir polis memuru olaya müdahele etmek isteyince tarikatçiler tarafından saldırıya uğramış bunun üzerine tarikatçiler linç edilmeye kalkışılmıştır. Polis olaya derhal müdahele ederek bu girişimi önlemiş ve olayı kontrol altına almıştır.

Olay her kesimde nefretle kınanmış, bazı kesimlerce bu hareket, siyasal iktidarın 1950 yılından beri gerici çevrelere verdiği tavizlerin feci bir sonucu olarak değerlendirilmişti!.

Adnan Menderes, ekonomik gidişattan dolayı da muhalefetin sert eleştirilerine maruz kahyordu. Bu da, tam seçim üzeri iktidarı yıpratıyordu tabii ki. Menderes, muhalefet aleyhine elinden gelen tedbirleri almasına karşın yine de bu eleştirileri engelleyemiyordu. Bu durum Menderes’i öfkeye sevkediyor, muhaliflerine ağır ithamlarda bulunuyordu. Örneğin, 7 Ağustos’ta Bartın’da yaptığı bir konuşmada, ülkenin ekonomik bakımdan çökmeye başladığı yolunda muhalefetçe yapılan suçlamaları reddediyor ve muhalefeti kınıyordu. Hükümetin durmadan fabrikalar açtığım, muhalefetin ise dedikodu yapmaktan başka verecek cevabı olmadığını söylüyor ve sözlerini Ödemişli vaiz’i anımsatacak şu cümlelerle ve “amin” sesleri arasında bitiriyordu:

“...Allah münafıkların şerrinden hepinizi korusun. Allah münafıkların şerrinden hepinizi masun eylesin. Bunlara hiç ehemmiyet vermeyiniz... ”

Bu arada, seçim çalışmaları ve partiler arası çekişmeler tüm hızıyla sürüyordu. DP, seçim öncesinde, yıldızının bir türlü barışmadığı ve desteğini alamadığı, bu sebeple de 54 seçimleri sonrası cezalandırıp ilçe haline dönüştürdüğü Kırşehir’in gönlünü almak istedi. 12 Haziran 1957’de kabul ettiği bir kanunla Kırşehir’i yeniden il haline getirdi. Bu şekilde, Kırşehir seçmenlerinin DP’ye minnet duymaları ve böylece CMP’den ayrılmaları gayesi güdülüyordu . Seçim sonuçlan gösterdi ki, DP’liler bu gayelerine ulaşamadılar. Herşeye rağmen CMP yine buradan 4 milletvekilliği kazandı .

DP’nin Kırşehir’de kazanamamasmm ve hatta ülke genelinde oy kaybının önemli bir sebebi de, seçimler zmanmda CMP Genel Başkam Osman Bölükbaşı’mn •9S1 cezaevmde bulunması idi .

Kırşehir’in yeniden il yapılması ile ilgili kanuna göre, yeni il, eski ilçelerinin tamamım sınırlan içinde tutmuyor, Kozaklı ile Hacı Bektaş ilçeleri Nevşehir’in sınırlan içinde bırakılıyordu. Bölükbaşı, mecliste bu tasan görüşülürken bu duruma şiddetle karşı çıkmış, ama tasan yine de aynen kabul edilmişti. Bunun üzerine Bölükbaşı kürsüde ağır konuşmalar yapmaya başladı. Asabiyetle yaptığı konuşmalar Meclise hakaret içeriği taşıdığı gerekçesiyle üç toplantı Meclisten çıkarma cezasma çarptınldı. Bununla da yetinilmedi ve 24 Haziranda yasama dokunulmazlığı da kaldırılarak tutuklandı.

Seçim öncesi DP içerisindeki çalkantılar iyice arttı. Muhalefete ve basma yönelen baskılar, parti içinde “tek adam” zihniyetine yöneliş, partiden önemli kopmalara sebep oldu. Temmuz ortalarında, DP İstanbul İl Başkam ve aynı zamanda parti kurucularından Fuat Köprülü’nün oğlu olan, Orhan Köprülü istifa etti. Bu istifanın üzerinden henüz iki ay geçmeden, bu sefer de Fuat Köprülü DP’den istifasını açıkladı, hem de zehir zemberek bir basm açıklamasıyla! Köprülü basma verdiği beyanatta şöyle diyordu:

“...Programından ayrılmış, eski hüviyetini tamamen değiştirmiş olan bugünkü DP’den çekiliyorum...Demokrasi nizamına iman etmiş bütün Türk vatandaşlarının, aralarındaki her türlü ihtilafları bir tarafa atarak bu gaye (Menderesi devirmek) uğrunda işbirliği yapmaları bir vatan borcudur” .

Köprülü’nün hemen arkasından, partinin etkili isimlerinden General Fahri Belen’de istifasını verdi ve kendi seçim bölgesi olan Bolu’da CHP’yi destekleyeceğini söyledi .

DP her geçen gün kan kaybediyordu. Bunun telaşmda olan Başbakan ise propaganda meydanlarında son kozlarını oynuyordu.

Seçimlerden bir hafta evvel Adana’da verdiği beyanatta halka şöyle sesleniyordu Başbakan :

“İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan ’ı ikinci bir kabe yapacağız”.

19 Ekimde ki Kayseri konuşmasmda da konu yine dinleyicilerin dini yönlerini okşayan hususlardı; kendi iktidarları dönemi olan 7 yıl içerisinde ülkede 15 000 caminin yapılmış olduğunu, ilki Süleymaniye olmak üzere 86 caminin onarıldığını, 8 ay sonra Süleymaniye’nin beşyüzüncü yılım kutlamak için Dünya müslümanlannm İstanbul’a çağırılacağını özellikle vurguladı.

  1. - 1957 -1960 Arası Dönem

Sonunda 27 Ekim 1957 seçimleri geldi çattı. Çok gergin bir havada girilen seçim, doğal olarak çok gergin geçti ve başta Gaziantep olmak üzere bazı yerlerde olaylar çıktı. Seçim sonuçlarına itirazlar oldu. Gerçi her seçimde bu gibi olaylar oluyordu ama, daha önce de belirttiğimiz gibi 57 seçimleri, sonuçlan itibanyla ülke gidişatına yön veren öneme haiz bir seçim idi.

Seçimler sonucunda DP %48.10 oy oram ile 428, CHP %41.03 oy oram ile 178, CMP %7.03 oy oram ile 4 ve HP de %3.78 oy oram ile yine 4 milletvekili çıkardılar.

Bu seçim sunuçlan, Menderes’i Meclis’te daha da zayıflattı; zira 1954’te yaklaşık 30 sandalyesi olan ana muhalefet partisi şimdi 178 milletvekiline sahipti. Fakat Menderes’in partideki konumu güçlendi. Kendisine karşı olan milletvekillerinden çoğu seçimden önce istifa etmişti ve güvenmediklerinin de seçime girmesine izin verilmemişti. Bu nedenle 1957 seçimlerinden soma Menderesin konumu öncekinden çok daha güvenliydi. En azından kağıt üzerinde böyle görünüyordu.

Seçim sonuçlan gösteriyordu ki, seçmenler DP’ye artık eskisi gibi destek vermiyordu. Bu olgu, Menderes’in inişe geçmiş olduğunun bir göstergesiydi. Bu seçmen desteğinin azalması ve inişe geçilmesinin sebepleri ayn birer araştırma konusudur. Ancak konunun önemine binaen, bu sebeplerin başlıcalanm kısaca, bizzat o zamanın DP genel kurulu üyesi Rıfkı Salim Burçak’ın tespitlerinden aktarmamız gerektiğine inanıyoruz. Burçak’ın kitabında uzun uzun açıklamaya çalıştığı bu sebeplerin özeti ve başhcalan şunlardı:

Seçim zamanının, ekonomik yönden DP için elverişsiz bir döneme denk gelmiş olması,

Aydm kesimin, bu dönemde iktidar aleyhinde bir tutum ve davranışın içinde bulunması,

İspat hakkı kanun teklifinin iktidar tarafından reddedilmiş olması, (iktidar mensuplarının bu konuda zaaf ve korkulanımı olduğu anti- propagandası muhaliflerce çok kullanıldı)

Yine benzer bir konuda, HP’nin “milletvekillerinin mal beyanında bulunmalan” hakkında Meclise verdikleri kanun tasansmm da iktidar oylanyla reddedilmesi, *

Osman Bölükbaşı’nm seçimler zamanında cezaevinde bulundurulması, Kendi partilerinin aday listelerinin tanziminde hatalar yapmış olması( bazı yerlerde mahalli yoklamalar yapmadan, adayların tamamının Genel İdare Kurulu tarafından tespit edilmesi).

Tabi bunlar seçimin hemen arkasından tespit edilip, bunlardan ders alınmaya çalışılmamıştı. Bu gerçeklere karşın ne Menderes ne de DP ileri gelenleri, izledikleri yanlış politikaları değiştirme gayreti içerisine girmediler. Tersine, baskı rejimi giderek daha da sertleşecek, din sömürüsü daha da yoğunlaşacaktı .

1958’e gelindiğinde, ülkenin yaşadığı ekonomik kriz, islanıi gelişmenin doruk noktasına gelmesi ve CHP’nin şiddetli muhalefeti karşısında DP, geniş kitleleri din duygularım kullanarak sakinleştirmeye çalışacaktı. 1958 yılı, Türkiye’de İslami tezahürün doruğa ulaştığı yıl olacak ve hükümetin lirayı %400 devalüe etmek zorunda kaldığı Ülkenin ekonomik olarak en kötü yılıyla da çakışacaktı . Ekonomik durum bu dönemde öyle kötü bir hal almıştı ki, 9 Eylül’de basma yansıyan Birleşmiş Milletler İstatistik Bülteni’ne göre Türkiye, hayat pahalılığında Brezilya’dan sonra ikinci gelmekteydi.

Bu yılın diğer yıllardan niçin farklı olduğunu Metin Toker, “İsmet Paşa” kitabının 2. cildinin 56ncı sayfasında şöyle açıklıyor:

“Ülkedeki mevcut şartlarla ilgiliydi. Yokluk, sıkıntı, mal kıtlığı herşey kötüleşiyordu. Halk hayatından memnun değildi ve zamanla solculuk başgöstermeye başladı. Her yerde ve her çağda halkını sıkıntıya sokan hükümetlerin, dini istismar ederek bunu hafifletmeye çalıştıkları tarihi bir gerçektir. 1958 ’de DP, denize düşmüş ve yılana sarılıyordu”.

Bu konudaki rahatsızlığını bildirmek ve hükümeti ikaz etmek için CHP, 4 Mayıs 1958’de basm aracılığı ile bir bildiri yayınladı. Bu bildiride, ekonomik durum ve gittikçe artan gericilik konulan üzerinde özellikle duruluyordu.

9 Mayıs’ta da Vatan gazetesindeki bir haber durumun vehametini ve ciddiliğini gözler önüne sermeye yetiyordu. Bu habere göre, Fuad Köprülü, vatandaşlar arasında kin ve husumete neden olacak ve ülkeyi karanlıklara sürükleyecek gerici hareketler karşısında hükümet ile muhalefetin birlikte mücadele etmelerinin gerektiğini belirtiyordu.

Ortamın müsaitliğinden ve kendilerine ses çıkarılmamasından faydalanmaya çalışan gerici kesim de bu arada hızla çalışmalarına devam ediyordu. 1958 yılı içerisinde de, daha evvelki yıllar gibi yine ferdi irtica eylemleri sık sık görülmüştür. Daha önceki kısımlarda da bahsettiğimiz “siyasetin cami içlerine kadar girmiş olduğu ” konusunda, bu yıla ait bir iki örneği daha yeri gelmişken sizlere sunalım.

İstanbul’un Çatalca ilçesine bağlı Istranca köyü imamı, gerek köy camiinde, gerekse kahvesinde laik düzen ve devrimlerin aleyhinde konuşmalar yapıyor, vaazlarında şeriat yasalarına uymanın bir zorunluluk olduğunu söylüyordu. Aynı imam ayrıca dini siyasete alet ederek, her yerde Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla dinin kurtulduğunu iddia ediyordu.

Bir kısım cahil köylü bu vaazlardan etkilenerek, çocuklarım okula göndermek yerine cami imamına göndermeye başlamışlardı. Bunlar, “hocaya hizmet peygambere hizmettir” anlayışıyla hareket ediyorlardı.

Biz bu incelememizde zaten bu yüzden özellikle imamlardan, din adamlarından örnekler sunmaya çalışıyoruz. Çünkü, her ne kadar ilk bakışta kişisel ve üzerinde bu denli durulmasını gerektirmeyecek ferdi olaylar olarak algılanma ihtimali varsa da, cami imamlarının ve din adamlarının, nüfusun çoğunluğunun bulunduğu köy ve kırsal kesimlerde, oradaki halk kitlesi üzerinde tartışılmaz bir etkisi olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Bu gibi şahıslar bir söylemleriyle yöre halkım etkileri altma alabilmektedirler. Yukarıda belirttiğimiz örnekteki gibi!

Bir başka örnek de, İstanbul’un Çemberlitaş Cami İmamı Fahri Kığılızade’nin söyledikleridir. İmam Kığıhzade hakkında, 28 Mart 1958 tarihinde Cuma hutbesinde laik düzene aykırı konuşmalar yaptığı, Cumhuriyet devrimlerini kötülediği iddiasıyla ağır ceza mahkemesinde dava açılmıştı .

İddiaya göre imam, bu hutbe sırasında cemaate hitab ederken; cemiyetlere para verilmemesi gerektiğini, çünkü bunun hayra geçmeyeceğini söylemiş, ayrıca, kadınların saçlarım kısa kestirmelerinin dinen doğru olmadığım ve saçlarını erkeklere gösteren kadınların suç işlemiş olacaklarım ifade etmiş, bu duruma seyirci kalarak firsat veren erkeklere hakaret eder şekilde konuşmuştur. İmam, çarşaf konusuna da değinerek; çarşafın kadınlar için bir zorunluluk olduğunu ve eşlerine çarşaf giydirmeyen erkeklerin “kafir” sayılacağım söylemiş ve sözlerini şu şekilde bitirmiştir:

“Sizin içinizden bazı münafıklar, gidip beni böyle konuştum diye şikayet edebilir. Onlar, Allah ’ın kanununa inanmayıp, şeytanın kanununa inanan insanlardır”.

Ferdi olayların yanında, tarikatlar da artık ülke içindeki etkinliklerini iyice geliştirmişler, hatta Nurcular, bizzat hükümetle de ilişkilere girmişlerdi.

Nurcular, 1954 ve özellikle de 1957 seçimlerinde Demokratlan tüm güçleriyle desteklemişlerdi . Bu vesile ile de Nurcuların anti-laik propagandalarına hükümetçe göz yumuluyordu. Hatta ve hatta, hükümet yetkilileri Nurcuların “üstad”ı ile bizzat Emirdağ’da bir araya gelebiliyorlardı. Afyon’un Emirdağ ilçesi Nurcuların merkezi, Üstadlan Said-i Nursi’nin yaşadığı yerdi.

19 Ekim 1958’de Menderes burayı ziyaret ettiği zaman, Nurcular kendisini, minaresinde Hilafet ve Saltanatı temsil eden iki tuğrah yeşil bayrağı açarak karşılamışlardı. İlişkiler öyle iyiydi ki, DP’nin hızla düşüşe geçtiği, o ihtilal yılında Said-i Nursi yurt çapında, DP lehine politik amaçlı bir geziye bile çıkacaktı. Bu yurt gezisi de Nursi için son gezi olacak ve Urfa’ya uğradığında, yaşlılıktan, bir otel odasmda ölecekti.

Uygun ortamdan sadece tarikatlar ve ferdi eylemciler değil, bunların seslerinin duyurucusu ve baş destekçisi, “gerici basın” da açıkça faydalanıyordu.

Gerici basın, çeşitli dergi ve gazetelerde laikliğe amansızca saldırıyor, “devletin dinsizliğe varabilmek için laikliği perde olarak kullandığını” söylüyor, laik düzeni ülkeye gerçekten getirebilmek için dinin bağımsız ve serbest kişiliğini kabul etmenin gereğini ileri sürüyorlardı. Bu kesimin devamlı vurguladığı görüş, “laikliğin dinsizlik olduğu” görüşüydü. Örneğin Osman Yüksel admda bir gerici şunları yazıyordu:

“Laiklik perdesi altında camiler kapatılmış, depo yapılmış, genç kuşaklar babalarının cenaze namazlarını kılamaz hale getirilmiştir. Ülkede bir ahlak bunalımı yaratılmıştır” .

İşte bu kesimle bütünleşmişti Demokratlar, veya bu kesim Demokratlarla kendilerini bütünleştiriyordu demek daha doğru olur. Çünkü bu söylemlerini serbestçe dile getirme ve yazıya dökme ortamım DP iktidara gelmeden önce bulamıyorlardı. Oysa DP döneminde kendileri için uygun ortam yaratılmıştı. Bunu da iyi kullanıyorlardı, “oy desteği” sözleriyle üstü kapalı olarak hükümete tehditvari söylemlerde bile bulunabiliyorlardı. Mesela, bunların kara sesi olan “Fetih” dergisinin 20 Ekim 1958 tarihli sayısındaki “Nur” imzalı yazıda, “Demokrat Parti ’nin dini tuttuğu sürece halkın desteğine sahip olacağı, aksi halde saygınlığını yitireceğe’ öne sürülüyordu .

Öte yandan diğer bir kara ses olan “Sebilürreşad dergisi”ne göre, “din düşmanlığı terörüne DP son vermişti. DP iman ve itikat cephesinin partisiydi. Ülkenin semalarını Arapça ezanla donatan iktidardı ve elli yıldır baskı altında tutulan müslümanlık DP sayesinde kurtulmuştu ”

Tüm bu yayınlar, DP’nin lehineydi ve belki Demokratların bu propagandaya fazla ihtiyaçları yoktu, kendi dönemleri içerisinde yaptıktan işler ve yatırımlar onlar için en etkili propagandaydı, ama DP için asıl önemli olan bu yayınların CHP’nin aleyhine olmasıydı. Bu kesim her fırsatta CHP düşmanlıklarını kaleme alıyorlar,ülkede görülen her kötülükten CHP döneminden biliyorlardı. Tabi bu da DP’nin işine çok geliyordu.

İnönü bunun farkındaydı ve zaman zaman hükümeti bu konuda uyarıyordu. 29 Kasım 1958 tarihli Cumhuriyet gazetesinde de İnönü’nün böyle bir uyan beyanatı vardı. İnönü bu beyanatında, Menderes’e dini, siyasi amaçlar için alet etmemesini ve bunun irticayı getirdiğini söylüyor ve şu uyanyı yapıyordu:

“DP Genel Başkanı bizi kafir olarak, ehli salib olarak ilan ediyor. Düpedüz kanlı bir irtica teşebbüsüdür. Bunun neticelerinden ve akıbetinden kendisini sakınmaya davet ediyorum ”.

1958 Ramazan ayı da diğer yıllardaki Ramazanlardan farklı geçti. Ramazan boyunca radyoda Kur’anlı, ezanlı ve neyli program uygulandı. Bununla da yetinilmedi, sık sık canlı yayında camilerden mevlid yayım yapıldı. Bu mevlidlerin bir kısmı DP ocaklan tarafından düzenlenen mevlidlerdi ve hafızlar bu mevlidlerde iktidara, hükümete, hükümet büyüklerine dualar yağdırıyorlardı .

Bu uygulamalardan cesaret alan gericiler de saldırgan tavırlar takınmak cesaretini yine ilk kez bu Ramazanda buluyorlardı. Yer yer lokantalar öğlen vakti zorla kapattırılıyor, sokakta birşey çiğnemek ya da sigara içmek tehlike haline geliyordu. Böylelikle, 1958 Ramazanı bir laik Türkiye Ramazanı olmaktan çıkıyor ve teokratik bir ülkede geçirilen Ramazan havasma bürünüyordu .

1958 yılı içerisinde irticai faaliyetler bu şekilde artarak gelişirken, diğer yandan siyasal hayatımızda da önemli gelişmeler kaydediliyordu. Dokuz Subay olayı, muhalefetin “Güç Birliği” oluşturma çabalan ve buna karşılık iktidarın “Vatan Cephesi”ni gündeme getirmesi gibi konular, bu yılın öne çıkan siyasi gelişmeleriydi.

268

269

270

271

Dokuz Subay olayı 17 Ocak 1958’de basma yansıdı. Yapılan açıklamada, dokuz subayın hükümeti devirmek amacıyla komplo hazırlamak suçundan tutuklandığı bildiriliyordu . Tutuklanan subaylar; biri emekli üç kurmay albay, bir kurmay yarbay, üç binbaşı ve iki yüzbaşı idi. Rütbelere bakıldığında olayın tüm silahlı kuvvetleri kapsamadığı ve küçük çaplı bir hareket olduğu anlaşılıyordu. Ama yine de hükümetin bu olaydan ders çıkarması gerekirdi. Demekki ordu içinde dışarıya yansıyan, az da olsa huzursuzluk vardı. Hükümet bundan ders çıkarmayınca ve olayı pek ciddiye almayınca bu huzursuzluk iki yıl içinde bir çığ gibi büyüyecek ve sonuçta bu hükümeti devirecekti.

Tutuklu subayların yargılamaları 1. Ordu Müfettişliği Askeri Mahkemesinde yapıldı. Mahkeme, aynı yıl 25 Kasımda sonuçlandı. Yargılananlardan, Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu haricinde diğer subaylar beraat etti. Kuşçu ise, yanlış ihbar ve iftiradan iki yıl hapis cezasma çarptırıldı.

Gerçekten de olayın ortaya çıkışı, Binbaşı Samet Kuşçu’nun, hükümetin bu komplodan haberdar olduğu korku ve şüphesine kapılarak, teşebbüsü bazı milletvekillerine ve İstanbul Merkez Komutanına haber vermesiyle olmuştu.

Yargılama sonuçlan üzerine Başbakan Menderes, 18 Ocak 1959’da Genel Kurul toplantısında yaptığı konuşmada şunları söylemişti:

“İsmimin Adnan olduğuna inandığım kadar Cemal Yıldırım ’ın da( tutuklanan subaylardan, emekli kurmay albay) suçluluğuna öyle inanıyorum; fakat askeri mahkeme Türk ordusunda böyle bir hadisenin mevcut olduğunun duyulmasını zararlı görerek işi bu suretle kapattı. Halbuki en azından bu albayın siyasetle meşgul olduğu inkar edilebilir miydi? ” .

1958’in sonlarına doğru, muhalefet partileri işbirliğine gidebilmek için çalışmalara başladı. 10-13 Ekim tarihleri arasında toplanan CHP İstanbul İl Kongresinde İnönü, bu işbirliğini savunan konuşmalar yaptı. Aynı günlerde, Menderes de “Vatan Cephesi” nutuklarını atıyordu. Nitekim, 12 Ekimdeki Manisa İl Kongresinde Menderes, “...politika ve ihtirastan vareste vatandaşların kin ve husumet cephesine karşı bir vatan cephesi kurmalarını ” istedi .

Bu tarihten itibaren de, hükümet radyoda vatan cephesine katılanlann isimlerini saatlerce yayınlamaya başladı. Bu haberlere göre bir yıl içinde DP’nin vatan cephesine katılanlann sayısı bir milyonu bulmuştu.

Ülke bu girişimler sonucu tam anlamıyla iki ayn kampa bölünmüştü. Bu iki kamp gün geçtikçe birbirine düşman oluyordu. Oysa ne iktidarın ne de muhalefetin amacı bu değildi. Ama iş amaçlarının doğrultusunda gelişmiyor, ülke her geçen gün biraz daha karanlıklara gömülüyordu.

Bu arada muhalefette de birleşmeler hızla devam etti ve 16 Ekim’de Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Köylü Partisi birleşerek, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne dönüştü. Yine aynca, Hürriyet Partisi 24 Kasımda yaptığı olağan üstü kongrede, kendi kendisini dağıtarak CHP’ye katılma karan aldı.

Bu çeşit siyasi çekişmelerle ihtilalden önceki son yıla gelindi. Yani 1959’a. Bu yılm daha ilk aylarında DP ve Menderes için dönüm noktası olabilecek bir olay yaşandı. Kıbns konusunda Türk, İngiliz ve Yunan devlet adanılan arasında yapılacak olan görüşmelere katılmak üzere Londraya giden Türk Heyetini taşıyan uçak Gatwich havaalanı yakınlarında düşüp parçalandı.

Kazada, pilotlar ve hostesler de dahil olmak üzere, aralarında Basın-Yaym ve Turizm Bakam Server Somuncuoğlu ile Eskişehir Milletvekili Kemal Zeytinoğlu’nun da bulunduğu 16 kişi hayatım kaybetti. Başbakan Menderes ve diğerleri bu kazadan kurtulmayı başardılar. Menderes kazayı hafif sıyrıklarla atlatmıştı.

Menderes’in bu kazadan sonra, daha da Halkın Adamı olduğu görülmeye başlandı. Diğer bir kısım arkadaşlarının ölümü arasında onu koruyan kudret, halkın dilinde, camilerdeki dualarda, tertiplenen mevlidlerde, Menderes’i saran kutsal bir hava yarattı. Menderes de bundan en iyi şekilde faydalanmasını bildi. Nitekim yurda döndüğünde, Ankara’ya geçmeden önce, İstanbul’da ilk işi Eyüp Sultan’ı ziyaret etmek ve orada kurbanlar kestirtmek oldu.

Menderes’in bu uçak kazasından kurtulması üzerine kendisine öyle methiyeler yazıldı, öyle yakıştırmalar yapıldı ki, bizzat Menderes bile bu kurtuluşunun sebebinin bir ilahi koruma olduğuna inanmıştı.

DP’liler ve gericiler işi daha da ileri götürdüler. DP yanlısı basm, kazadan Menders’i Allah’ın kurtardığım yazıyor ve böylelikle O’nun, ilahi bir dokunulmazlığa kavuştuğunu ileri sürüyordu. Gerici Hür Adam dergisi, “İlahi Kurtuluşun Lütfuna Hürmeten” başlıklı yazısmda, Menderes’in kurtuluşunu Tanrısal nedenlere bağhyor ve bu ilahi kurtuluşa saygı duyarak, Anayasa’ya “Türk Ulusu ’nun dini, din-i islamdır” maddesinin konmasını istiyordu.

Kazanın hemen akabinde başlayan Ramazan Ayı’nda bu söylemler iyice ayyuka çıkmıştı. Adana’da teravih namazından önce verilen vaazda bir imam, “...daha önce Cumhurbaşkanı tarafından seçilen Menderes’in, uçak kazasıyla Tanrı tarafından başbakanlığa atandığını” söylüyordu .

Bazı milletvekilleri de bu imamdan aşağı kalmıyor, akıl almaz söylemlerde bulunuyorlardı. Kocaeli milletvekili Ömer Cebeci, “Menderes’in melekleşen adam olduğunu” ilan ediyor, Konya milletvekili Himmet Ölçmen, Adana İl Kongresinde yaptığı konuşmada “bu ulusun başında Peygamberin, Allah ’ın tayin ettiği bir lider var, O da Menderes ’tir” diyordu257.

Bir başka çarpıcı örnek de, Başbakanlık müsteşarı Ahmet Salih Korur’un 12 Mart 1959’da Eyüp Sultan’m avlusunda vereceği geniş çaplı iftar yemeği için davetlilere gönderdiği çağrı pusulalarıydı. Bu davetiyeler 12 Mart 1959 tarihi yerine 2 Ramazan 1375 tarihini taşıyordu.

CHP Tiler bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı çeşitli vesilelerle kamuoyuna ve hükümete aktarmaya çalışıyordu. Bazı yayınların din konusunda DP’yi yüceltip, CHP’yi dinsizmiş gibi göstermeye çalışmalarının ve buna da hükümetin ses çıkarmayışının bir seçim yatırımı olduğunu savunuyorlar, iktidarı suçluyorlardı.

İnönü de 19 Mart’ta basma verdiği bir demeçte, gericiliğe karşı Atatürk Kanunu’nun tamamen etkisiz kaldığım ileri sürerek, ülkedeki durumu şu sözlerle açıklıyordu:

“...bugünkü vaziyet, iktidar çevresinin muhalefeti ve tarafsız basını dinsizlikle itham ederek, siyasi bir taaruza geçmesi hareketidir. ”

İnönü yine bu beyanatında belirtiyordu ki, DP seçimlere yatırım yapıyor ve geçmiş seçimlerde vaad ettiği maddi ödülleri bu günkü şartlar içerisinde vadedemeyeceğinden, bu sefer manevi ödülleri vaad ediyordu.

Tüm bu çekişmelerin ve din sömürücülüğünün yaşandığı ortamda, içleri Atatürk ve inkılaplara karşı kinle dolu olan bir kısım gazete ve dergiler de bu kinlerini rahatlıkla akıtmaktan geri kalmıyorlardı.

13 Mart 1959 tarihli Büyük Doğu dergisinde Atatürk’ü ve devrimlerini küçük düşürücü ve inkar edici bir makale yayınlanmıştı. Bu makalede; Türk Milleti’nin, Osmanlı İmparatorluğu devrinden başlayıp 1949 yılma kadar olan dönemin çöküş grafiği ele alınmaktaydı. Buradaki ifadeye göre; Türk Milleti, Viyana yenilgisiyle çöküş sürecine girmiş, daha sonra batı taklitçiliğiyle açılan “öz kök alakasızlığı” çukuruna gömülerek Tanzimatla birlikte bu çöküş süreci devam etmiş, 1923-1949 yıllan arasındaki Cumhuriyet dönemi ise, bu sürecin son halkasını oluşturmuştur. Yine bu dergiye göre, bu “sahte inkılaplar” ve “türettiği sahte kahramanlar”, ancak Büyük Doğu güneşinin altında nikaplannı (örtülerini) düşüreceklerdir.

Aynı tarihli derginin 1. sayfasında yayınlanan “Dua” başlıklı bir makalede de Necip Fazıl Kısakürek, Cumhuriyet dönemindeki devlet büyüklerini şu cümleleriyle suçlamaktadır:

“Bir asır evvelinden başlayarak 1923 yılına dek ‘Allah ’ ismini sadece görenek diye ağzına alan, 1923’ten 1950’ye kadar da bu ismi anmayı cinayet sayan ve bunun göreneğini temelleştiren devlet büyüklerine... ”

Büyük Doğu dergisinin bu yayınlarına karşı yurt genelinde, özellikle öğrenci birlikleri tarafından protesto gösterileri düzenlendi Devrim ocakları, üniversite öğrenci gençliği demekleri birbiri ardına bildiri yayınlayarak konuyu protesto ettiler. Hükümet de bu yayınlar üzerine zaten aynı gün olaya el koymuş ve gerekli soruşturmalar başlatılmıştı. Sonuçta, dergi bir ay süreyle kapatıldı ve Kısakürek

»9R7

hapse mahkum edildi .

Bu gelişmelerin olduğu günlerde bile iktidar yöneticileri, ülkede bir irtica durumunun bulunduğunu görmezden geliyorlardı. 21 Mart’ta İçişleri Bakam Namık Gedik, “ülkede gericiliğin olmadığını, muhalefetin pireyi deve yapıp, bir sorun haline getirdiğini ve bağırıp çağırdığını” söylüyordu .

Tabi, hükümetten gelen bu şekilde ki beyanlar sebebiyle gerici basının CHP’ye karşı uyguladığı anti-propagandanın önü kesilemiyor, din konusu siyasi çekişmeler içinde devamlı surette kullanılmaya devam ediyordu. Her geçen gün bunun dozajı da bilinçli olarak artınhyordu. Görülüyordu ki, İslamcı basm geçmişteki sindirilmelerinin intikamım CHP’den almaya kararlıydı ve bunun için de hep DP’den medet ummuşlardı ve hala da umuyorlardı.

Büyük Doğu dergisinin, 12 Haziran 1959 tarihli 19. sayısının birinci sayfasında belirttiğine göre:

“Allah Demokrat Parti iktidarına, 27 senelik zulüm idaresine karşı bir ‘azami ’ hareket vazifesi yüklemiş... ”

Yine aynı derginin 10 Temmuz 1959 tarihli 19. sayısında da:

“Demokrat Parti iktidara geçer geçmez bilemedi ki, biricik dava, her şeyden evvel bu ağacın kökünü kurutmak, bu kökten Türk’ün, ruh tarlasına giren felaket liflerini tek tek temizlemek, son kıvılcımına kadar Halk Partisi yangınını bastırmak ve ancak ondan sonra işe girişmektir” diyerek, DP’den beklediklerini, açıkça dile getirmişlerdir.

Bazı yayın organları da, bu intikamın alınması için DP’nin mutlaka iktidarda olması ve bu iktidarım koruması gerektiği bilinciyle, hükümete, iktidarda kalmamn yollarını gösterme lütfunda bile bulunuyorlardı! Yayınlarında hükümetin dikkatini bu konuda şöyle çekiyorlardı:

“Kendinizi kanunla koruyacak hale getirmeyiniz. Çünkü kanun son çaredir. Çaresizliğin çaresizliğidir...kendinizi minarelerden günün beş vaktinde göklere yükselen Ezan-ı Muhammed-i ile koruyunuz! ”

İşte, ihtilal yılma yaklaşılan bu günlerde, din artık günlük yaşamın ve siyasetin vazgeçilemeyen bir unsuru haline gelmişti. Bunun bir türlü önüne geçilemedi. CHP muhalefeti yıpratmak için bu konuyu kullanıyor, DP bu konunun CHP’yi yıprattığını düşünüyor ve gerici kesimden CHP aleyhinde medet umuyor, gerici kesim de bu fırsattan istifade ile kendini gösterme ve ülkeye kollarım yayma imkanını buluyordu. O dönemden bu güne kadar geçen zamana bir göz attığımızda görüyoruz ki, bu üçünden en karlı çıkan ve hedeflerine ulaşmış olan sadece 'gerici kesim’dir.

1959 yılında bu gelişmelerden başka, artık “yaklaşan sonun başlangıcını” oluşturacak diğer siyasi gelişmeler yaşanmaya başlandı ve yaşanan bu toplumsal ve siyasi olaylar, bir derece irtica konusunu geri planda bırakarak ülkenin gündeminde ön plana çıktı.Öne çıkan bu olaylar, malesef, ihtilalin gelmesini hızlandırmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır.

Bu toplumsal ve siyasi gelişmelere kısaca göz atmadan önce, bu bölümün başından beri zaman zaman değindiğimiz ve bu incelediğimiz dönemde hızla geliştiğinden bahsettiğimiz tarikatlar ile îslami oluşumlardan ve bu döneme etkilerinden bir nebze de olsa bahsetmemizin uygun olacağını düşünüyoruz.

  1. Doğan Duman, a.g.e., s.48.

D - BU DÖNEMDE YILDIZI PARLAYAN TARİKATLER VE İSLÂMÎ GRUPLAR

Tarik, Arapça yol anlamına gelen bir sözcüktür. Tarikat da, bu sözcükten türemiş ve “tutulan yol” anlamına gelen bir kelimedir. Tasavvufta “Tann’ya giden yol” olarak kabul edilmiştir.

Üç büyük gruba ayrılırlar;

  • Tarik-i Ahyar (Hayırlılar yolu): Sürekli ibadet ederek, çile çekerek Tann’ya ulaşan insanlarm yolu,

  • Tarik-i Ebrar (Özü, sözü doğru olanların yolu): Dünya zevklerinden kaçınarak, zikrle(Tann adım artlarda anmak) Tann’ya ulaşmaya çalışanlann yolu,

  • Tarik-i Şuttar (Şakraklar yolu): Sevgi, sevi, vecd (zevkle, hayranlıkla kendinden geçme) ile Tann’ya varma yolu.

Tarikatlar da, mezhepler gibi Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkmışlardır. Tarihsel akış içinde Kadiri, Rifai, Bedevi, Desükiy, Sa’di, Şazili, Halveti, Celveti, Mevlevi, Bektaşi ve Nakşibendi gibi tarikatlar ön plana çıkmışlardır.

Çok partili hayata geçişle birlikte, artık iktidara gelebilmek ve elde edilen iktidan sürdürebilmek için tek yol, halkın oylarına sahip olabilmekti. Demokrasi zaten bu demekti; halkın, kendisine en çok güven veren, kendisini en iyi yöneteceğine inandığı kimseleri ve partiyi seçerek, ülkenin ve dolayısıyla da kendisinin yönetimini bunlara emanet etmesi.

Temelleri henüz yeni atılmış ve halihazırda bu temeli sağlamlaşmamış olan Türkiye Cumhuriyeti, daha evvel de denediği ama başarısız olduğu “demokratikleşme” sürecine 1945’ten itibaren yeniden atıldı. Bu sefer daha hazırhkhydı, geçmişte yaşananlar tekrarlanmayacaktı, en azından yaşanmaması için azami dikkat gösterilecekti.

Ama, olmadı. Oldu gibi gözükse de, olmadı. Gerek oy kaygısı gerekse kişisel çekişmeler sebebiyle, tam anlamıyla bu amaç gerçekleştirilemedi. Bu süreçte Atatürk inkılaplarına yeterince sahip çıkılamadı. Hatta, tam tersine oy avcılığı için inkılaplardan taviz yoluna sapıldı. CHP iktidarının son döneminde başlayan sapmalar, DP iktidarının döneminde artarak devam etti.

Oy peşinde olan partilerin, halkın en hassas olduğu din konusundaki özgürlük vaadleri, halkın da buna ilgi göstermesi, bu konuda bir taviz döneminin başlangıcım oluşturdu. Dolayısıyla, Laik Cumhuriyet Rejimini halen içlerine sindirememiş, ama bunu da açıkça dile getiremeyip sinsice uygun ortamın oluşmasını beklemiş olan gerici kesim için istenen ortam gayri ihtiyari yaratılmış oluyordu.

Bu ortam, ülkede bir çok tarikatın ve dinci grupların ortaya çıkıp gelişmelerine zemin hazırladı.

Bu taviz döneminde, Nakşibendilik, Kadirilik, Rufailik gibi tarikatların tekrar kendilerini ortaya çıkarmalarının yanısıra, “ticanilik”, “nurculuk”, “süleymancılık” gibi dinci gruplar da ülke gündeminde kendilerine yer bulmuşlardır. Bu üç İslamcı gruptan, ticanilik, bir süre sonra ortadan kaybolmuş fakat diğer ikisi güçlenerek devam etmiştir.

Ticaniliği üçüncü bölümümüzde ayrıntılarıyla ele alacağımızdan, şimdi bu diğer iki grubu kısaca tanıyalım.

1- Nurculuk:

Nurculuk ne bir mezhep ne de bir tarikattır. Said-i Nursi tarafından ortaya atılmış dinsel bir akımdır.

Bu dinsel grup, Bitlis’in Hizan kasabasına bağlı Nurs köyünde 1783’te doğan Said-i Nursi tarafından oluşturulmuştur. Asıl adı Said-i Kürdi olan bu şahıs, sonraları doğduğu köyün adına binaen Said-i Nursi adıyla anılmaya başlanmıştır. Bu isimin seçilmesinin nedeni, sadece köyünün ismi olması değil aynı zamanda bu akıma yayacağı dinsel düşüncelerin inandırıcılığını artıracak olmasıdır. Çünkü, Kur’an da pek çok kez geçen “nur” kelimesinin Kur’an’m bazı bölümlerinde kendisine hitaben yazıldığı iddialarını kendi talebelerine devamlı surette dikte etmekte ve böylece inandırıcılığını daha da artırmaktadır.

Gençliğinde medrese eğitimi de almış olan Said-i Nursi, İstanbul ‘da “Ittihad- ı Muhammediye Cemiyeti”nin kurucuları arasında yer almıştır.Aynca o sıralarda “Volkan” gazetesinde de yazarlık yapmaktadır. Bu dönemde gerçekleşen 31 Mart Olayr’na karıştığı gerekçesiyle yargılanmışsa da suçsuz bulunarak serbest bırakılmıştır. Kendisi, Şeyh Said isyanı esnasmda asayişin temini amacıyla değişik yerlerde zorunlu ikamete tabi tutulmuştur.

Nurculuk denilince ilk akla gelen ve genelde bütün faaliyetlerin etrafında odaklandığı “Risale-i Nur Külliyatı”, ilk olarak ikamete tabi tutulduğu İsparta’nın Barla nahiyesinde 1926’da yazılmaya başlanmıştır. Bir yandan bu risaleleri yazarken, bir yandan da etrafına müridlerini toplamaya çalışmıştır. Said, çevresinde toplanan müridlerini “Nur Talebeleri” olarak adlandırmıştır.

Bu nur talebelerine göre Risale-i Nur; Hazreti Muhammet’in vaad ettiği kitaptır, Kur’an’ın bir yayılmış biçimidir, Kur’an’ın tasarrufunda bulunduğundan ona uzanan ve ilişmek isteyen her el kırılır ve her el kurur. Kısacası Risale-i Nur, bunlara göre; bir şeriat kitabı, bir dua kitabı, bir hikmet kitabı, bir kulluk kitabı, bir emir ve çağrı kitabı, bir gizli ilimler kitabı,vs.’dir .

Bu anlamda denilebilir ki, nurculara göre Risale-i Nur, insanoğluna yetecek bir hazinedir. Herşey onda yazılmıştır. Nitekim, bu talebelerin gizli gizli bir yere toplanıp zikr ile okudukları yine bu risalelerdir.

Zaten, Said-i Nursi’ye göre de herşey risalelerde yazılmış olup, insanın alim olabilmesi için başka birşey okumasına gerek yoktur .

Bunlar bir anlamda, açıkça ifade edilmese de, risalelerin Kur’an’dan daha üstün bir kitap olduğunu kabul etmek gibi birşeydir. Risalelerin, Kur’an’da işaret edilmiş olduğunun, yine Kur’an’da bazı ayetlerde bahsedilen “nur”un bu Risale-i Nur’lan kastettiğini savunan da bizzat Said-i Nursi’nin kendisidir. Kendiyazdıklarına göre, Hicr Suresi’nin 87. ayetinde, Risale-i Nur işaret edilmiştir ve bu ayetin gerçek anlamı da şöyledir:

“Ey Said-i Nursi, sana Kur’an ’ın ünlü 7 temelini parlak bir şekilde ispatlayan ve Fatihanınnuruna mazhar bir aynası olan Risale-i Nur ’u verdik”

Bunun gibi daha bir çok örnek, Nursi’nin yazdığı eserlerde bulunmaktadır. Tüm bunlar göstermektedir ki, aslmda nurcular, Said-i Nursi’yi bir peygamber, risaleleri de yeni bir kitap olarak görmektedirler. Boşuna mıdır ki, kendisi bu çevrelerce, “Bediüzzaman ” (zamanımızda örneği ve benzeri olmayan) diye anılmaktadır!

Nurculara göre Türkiye Cumhuriyeti, bir askeri istibdat ve sapıklıktır . Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin nasıl kurulduğu sorusuna da verdikleri cevap şu şekildedir:

“Kur’anla müslümanlığı hiçe sayar bir şekilde savaşarak bize saldırmak için girişilmiş bir zındık hilesidir. Mutlak istibdada ‘Cumhuriyet’, mutlak din sapıklığına ‘rejim’, mutlak sefahata ‘medeniyet’, keyfi cebre ‘kanun’ adı verilerek kurulmuştur”.

293

294

295

296

Bu durumda Nurculara göre Türkiye Devleti, yalnız îslam dinine değil, aynı zamanda ahlaka da aykırı bir yapıdır. Öyle bir yapıdır ki, “camileri mihrapsız, köyleri imamsız, şeyhleri hırkasız, müritleri başsız” bırakmıştır. Oysa bu Devlet bir teokrasi olmalıydı ve olmalıdır. Nurcuların vazifesi böyle bir teokratik rejimi gerçekleştirmek olacaktır. Bu rejimin bazı şartlan hiç olmazsa bugün sağlanmalıdır. Mesela: Devletin resmi dini olmalı, Hükümet şeriatın koruyuculuğunu yapmalıdır. Anayasası Kur’an olmalıdır. Nurculara göre, milli hakimiyet prensibinin Anayasaya temel olması bir şartla değer kazanabilir; Dinin resmen korunmasını teminat altına alırsa...Devletin idaresi de bilginler (ulema) heyetine verilmeli, çok kadınla evlenmeye izin verilmelidir.

Tüm bu görüşler, bizzat Said-i Nursi’nin, Risale-i Nur, Münazarat, Hanımlar Rehberi, Lem’alar, Şualar gibi eserlerinde bizzat kendisinin kaleme aldığı görüşlerdir. Bu görüşler bize gösteriyor ki Nurcular, toplumun bütün hayatım kendi inanışları doğrultusunda yeniden düzenlemek gayreti içerisindedirler.

Bu amaçlarım gerçekleştirmek için de çok partili hayata geçiş dönemini bir firsat olarak görmüş ve bundan faydalanmaya kalkmışlardır. Özellikle 1950’den sonra faaliyetlerini yoğunlaştırmışlar ve DP döneminde Said-i Nursi ve talebeleri Kırçak’m deyimiyle “altın dönemlerini” yaşamışlardır. 1950’lere kadar el yazısıyla çoğaltılan Risale-i Nur broşürleri, bu dönemde artık rahatlıkla basılıp yayınlanabilir hale gelmişti. Hatta ve hatta bu dönemde, “üniversitelerde nur medreselerinin açılması” için Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes’e mektup yazmaktan çekinmemişlerdi.

Gerçi Said-i Nursi bu konuda Bayar ve Menderes’ten olumlu bir yanıt veya destek alamamıştı, hatta, dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle hükümet tarafından Aralık 1959’da hakkında kovuşturma bile açılmıştı. Ama 1960 yılı başmda politik amaçlı çıktığı yurt gezisinde, iktidar lehinde propaganda yaptığı gerekçesiyle, muhalefet tarafından suçlanmıştı. Bu suçlamaya karşı şiddetli tepki gösteren Menderes de, İnönü’den bu suçlamasını geri almaşım istemişti.

Bu konuyu, Apuhan, “Öteki Menderes” adlı kitabının 39. sayfasında, Gıyaseddin Emre’nin anılarından naklettiği yazısında, Said Nursi’nin Doğu gezisinden Menderes’in haberi olduğunu, CHP’nin bu geziyi gündeme getirip “DP ’nin Nursi ’yi köy köy dolaştırarak şeriatı hortlattığı” suçlamasında bulunması üzerine, Gıyaseddin Emre aracılığıyla kendisine bu geziye çıkmaması hususunda telkinde bulunduğunu, Nursi’nin de bunun üzerine, “Ne olursa olsun gitmeye kararlıydım. Fakat madem o din kahramanı böyle istedi, gitmeyeceğim” dediğini belirterek, açıklamaktadır.

Nurcuların, gayeleri uğrunda hapishanelere düşmeleri bir şerefti. Hapishaneler onlar için “Medrese-i Yusufiye” idi (Yusuf peygamberin hapise atılmış olması nedeniyle). Nurcular, hapishanelerde mahkumlan da kandınp kendi gruplarına sokmak istediklerinden böyle söylemektedirler, çünkü onlar, belirttiğimiz gibi toplum hayatının bütün alanlarına karışarak oralan düzenlemek iddia ve amacındadırlar.

Said-i Nursi’nin çıktığı yurt gezisinde uğradığı Urfa, kendisinin son durağı oldu ve konakladığı bir otel odasmda 23 Mart 1960’da öldü. Milli Birlik Komitesi tarafından, Urfa’da bulunan mezan, ikinci bir kabe olması ihtimali düşünülerek gizlice bilinmeyen bir yere nakledilmiştir. Halen de mezarın bulunduğu yer bilinmemektedir.

Said-i Nursi ölünce, risalelerin satışlarından gelen çok para yüzünden şeyhin yerine geçme hususunda Nurcu elebaşlan arasında epey mücadele ve bölünmeler oldu. Bu bölünmelerin sebebi sadece risalelerin geliri değil, risalelerin basm dili ve politikada aktif olarak görev ahp almama konularında ortaya çıkan görüş ayrılıklarıydı.

Nurculuk akımı bugün dahi etkisini sürdürmektedir. Hatta günümüzün en etkin grubudur denilebilir. Değişik kollara ayrılmış olmasına rağmen bu kolların herbiri faaliyetlerini sürdürmektedirler.

Politik yapılanmalara destek veren grup rejimle barışıp, devletçi olmuştur. Demokrasinin vazgeçilmez olduğunu vurgulayıp, cumhuriyetin ilkelerini kabul edip, devletin dinle barışmasını istemektedirler. Risale-i Nurları, bazı çıkarmalar yaparak yeniden yazmaktadırlar.

Öteki grup (Yazıcılar) ise, Nursi’nin siyasi yapılanmalara destek vermediğini, her şeyin ölçüsü olarak islamı kabul ettiğini açıklar. Nursi’nin hayatı boyunca rejimle mücadele ettiğini ve uzlaşamadığmı ileri sürer. Nur risalelerini Arap harfleriyle ve aslına sağdık kalarak çoğaltmaktadırlar.

Halihazırda ülkemizde ve yurt dışında faaliyetlerini sürdüren ve 30’a yakın grup oluşturan Nurcuları şu şekilde kategorize etmek olanaklıdır:

  • Risale-i Nurların Arap harfleriyle yazılmasını ve çoğaltılmasını isteyenler,

  • Merkez sağ partileri destekleyenler,

  • Yayın yoluyla Nurculuğu anlatanlar,

  • Devlete dindar kadro yetiştirenler,

  • Nurculuğun tarikat olduğunu, Nursi’nin düzenle hiçbir zaman barışmadığını, şeriat için savaştığım ve tarikat esaslarına göre yaşadığım savunanlar,

  • Nurculuğun Türk-îslam Sentezi olmadığım, bilakis Kürt-İslam Sentezi olduğunu savunanlar,

  • Nursi’nin milliyetçiliğe karşı ümmetçi bir çizgiye sahip olduğunu dile getiren gruplar.

Nurcuların liderinin ölümünden sonra zaman içinde oluşan gruplardan bazıları şunlardır: Yazıcılar grubu, Okuyucular grubu, Yeni Asyacılar, Yeni Nesilciler, Gülen grubu, Kırkıncı grubu, Hizmet Vakfi, Aczmendiler, Işıkçılar, vs.

Bu araştırmamızda, İslamcı gruplar içerisindeki asıl konumuz Ticaniler olması sebebi ile, Nurcular hakkında ana batlarıyla verdiğimiz bilgilerin yeterli olduğu kanısındayız. Yoksa, başlı başma bir araştırma konusu olduğuna inandığım bu gruplar hakkında yazılacak çok şeyler eminiz ki vardır.

  1. Süleymancılar

Bu grup da, kendisini bir tarikat olarak kabul etmemektedir. Nurcular gibi islamı bir grupturlar. Kendilerini Nakşibendilerin son merhalesi olarak da kabul ederler.

Bulgaristan Silistre’de 1885 yılında doğmuş olan Süleyman Hilmi Tunahan tarafından oluşturulmuştur. Zaten bu grubun ismi de kurucusundan gelmektedir. Bunların amaçlan da, kendi görüşleri ile şekillenmiş İslam Devletinin kurulmasıdır.

Tunahan, 1930-1934 yıllan arasında Diyanet İşleri Başkanhğı’na bağlı olarak vaizlik yapmış, bu yetkisi elinden alındıktan sonra da, İstanbul’da gizlice öğrenci yetiştirmeye başlamıştır. İstanbul’da rahat çalışma ortamı bulamayınca, Çatalca’da bir çiftlik satın alarak faaliyetlerini burada sürdürmeye başlamıştır.

Kur’an Kursu açmak ve Kur’atı öğretmek başlıca faaliyetleridir. 1940’lann sonundan itibaren bizzat Tunahan tarafından başlatılan Kur’an Kursu faaliyetleri, DP iktidarı döneminde daha da hızlanmıştır. Tunahan’m bu çabalan, laik sisteme karşı bir tepki ve protesto eyleminden başka bir anlam ifade etmemektedir. Çok partili hayata geçişle birlikte Kur’an Kurslarının artması Süleymancıların güçlenmesine yol açmıştı.

Süleymancılar, DP dönemindeki faaliyetlerinin genellikle fazla engelleme görmediğini, bazen sıkıntılarla karşılaştıklarında ise, İslama yakın milletvekillerinin devreye girmesiyle, ve hatta bezen de Başbakan’m bizzat devreye girmesiyle bu sıkıntılarını aştıklarım balirtirler.

Süleymancılar, bu ortamdan faydalanarak yetiştirdikleri öğrenciler vasıtasıyla, resmi kuran kurslarının çoğunu etkileri altma almaya, böylelikle de Diyanet İşleri Başkanlığı’na önemli sayıda kadro yetiştirmeye başlamışlardı. Kısa sürede de Diyanet kadroları Kur’an kurslarım bitirenlerce dolduruldu.

Süleymancıların DP dönemindeki etkinlikleri Antalya Cumhuriyet Savcılığı’nca 17 Haziran 1983 tarihinde açılan davada şöyle belirtilmektedir:

“Süleyman Hilmi Tunahan, 1950-60 döneminde kendisinden yararlanmak isteyen zihniyetin aşırı müsamahası nedeniyle hem vaizlik vesikasını geri almış hem de İstanbul’da Kısıklı’da satın aldığı arsa üzerinde inşa ettirdiği binada kurs faaliyetlerine başlamış, 3 ayda müftü ve vaiz yetiştireceğini iddia etmiş; Kısıklı Kur’an kursundan sonra Kasımpaşa ve Büyükpiyale, Beyoğlu Emin Camii, Bakırköy Kartaltepe ve Zeytinbumu Kur’an kursları ile Eyüp Topçular’da Kur’an kursları açmış, bazı gerekli ve kabiliyetli öğrencileri bu kursların başına getirerek geniş bir eğitim ve öğretim faaliyetine geçmiştir. Mezun edilen talebe her türlü imkan değerlendirilerek müftülük ve vaizliklere tain ettirilmiş; böylece yurt çapında teşkilatlanma hazırlıklarına başlamıştır" .

Süleymancılara göre, müslüman, bulunduğu ortamı İslam’a uygun hale getirmek için cihad etmekle mükelleftir. Buradaki cihadın anlamım da “islarnı anlatmak” olarak yorumlarlar. Tunahan’m, “Her kardeş gittiği yerde bir Kur’an kursu açmalı ve beş kursun da açılmasını sağlamalıdır” ilkesi, Süleymancıların önem verdiği ve uygulamaya çalıştığı bir ilkedir.

Süleymancılar, Laiklik perdesi altmda din düşmanlığı yapıldığı düşüncesindedirler.

Kadm-erkek eşitliğinin savunulmasını manasız ve saçma olarak görürler. Flört konusunda da katı düşünceler taşırlar. Nikahsız kız-erkek arkadaşlığı onlara göre günahla iştigaldir.

“îslamda vücuda zararlı olan herşey haramdır” mantığından hareketle sigara dahi içmezler. Kadının örtünmesi şarttır ve vücut hatlarını belli eden giysiler giymesi caiz değildir. Partileşme yolunda bir çabalan olmamıştır ve bunu da reddederler.

Haziran 1957’de meydana gelen ve daha önce değindiğimiz, Bursa Ulucami’deki “mehdilik” olayının ardından Süleyman Hilmi Tunahan olayla ilgisi olduğu gerekçesiyle tutuklanarak, Kütahya’da hapsedilmiştir.

Tunahan’m 1959 yılında ölümünden sonra faaliyetleri bir süre daha devam etmiş, ancak bugünlere gelindiğinde artık etkilerini neredeyse tamamen yitirmişlerdir.

Etkilerini yitirmelerinin sebeplerinden biri, Anadolu’da çocuklarım okutamadığı gerekçesiyle onları, Tunahan’m Kur’an Kurslarına gönderen ailelerin, İmam Hatip Liselerinin çoğalması ve maddi açıdan da destek almaları sonucu artık çocuklarım bu Kur’an Kurslarına göndermemeye başlamalarıdır.

Diğer bir sebebi de, bir zamanlar Avrupa’da ilk ve en geniş örgüt konumunda olan ve bu ülkelerde 50’nin üzerinde camii, 100’ün üzerinde Kur’an Kursu bulunmasına rağmen, zaman içerisinde bu etkisini, Avrupa’da kendilerinden daha hızla güçlenen ve gelişen Nurculuğa ve Milli Görüş akımına kaptırmış olmasıdır.

1990’lardan itibaren de bu grup dağılma sürecine girmiştir.

E - DP İKTİDARININ SONUNU HAZIRLAYAN GELİŞMELER

1- Uşak ve Topkapı Olayları ve Basına Sansür

29 Nisan 1959’da, CHP’lilerin “büyük taaruz” diye nitelendirdikleri Ege gezisi, İnönü başkanlığında 46 milletvekili ve gazetecilerden oluşan bir heyetle başladı. Gezinin ilk uğrak yeri, İnönü’nün Trikopis’i esir ettiği Uşak idi. Ama bu Ege gezisi daha başlamadan olaylara sahne olmuştu. Ankara garında kafileyi uğurlamak için toplanan grup ile polis arasında hoş olmayan olaylar yaşandı. Aynı şekilde Eskişehir’de treni bekleyenler de polisçe dağıtıldı. Anlaşılan DP hükümeti, İnönü’yü halk ile biraraya getirmemeye kararlıydı.

Uşak’ta İnönü’yü muazzam bir kalabalık karşıladı. Ancak bu kalabalık DP il binası önünden geçerken, İl Başkam Eşref Öğün’ün elindeki çay bardağım kafileye doğru fırlatması, Uşak olaylarının başlamasına neden oldu. CHP’liler DP binasına saldırdılar, büyük karışıklıklar çıktı. Polis halkı dağıtmak için gözyaşı bombası kullanmak zorunda kaldı. Ertesi gün kafile, Manisa’ya hareket etmek üzere Uşak istasyonuna geldiğinde daha büyük olaylar yaşandı. Çıkan arbedede atılan bir taşla İnönü başından yaralandı.

Kırçak’a göre bu olay, DP’nin sonunu hazırlayan en önemli olaylardan biriydi. Bu olay CIIP-DP ilişkilerinde ve Türkiye’nin iç siyasasında önemli rol oynadı. Cumhuriyet gazetesinin 52 şehirde ve 6120 kişi arasında hazırladığı bir ankette, “Uşak Olayları” 1959’un en önemli iç olayı olarak nitelendirilmişti.

Gerçekten de bu olay yurt genelinde herkesin tepkisine yol açmış, örneğin, Yusuf Ziya Ortaç 14 Mayıs 1959 tarihli Akbaba dergisinde şunları yazmıştı:

“İnönü ’nün her teli vatan uğrunda ağarmış ak saçlı başı, savaş meydanlarında almadığı yarayı politika meydanlarında aldı. O ’na atılan taş, iktidar partisinin mezar taşı olabilir!" .

Manisa’da sert bir konuşma yapan İnönü, buradan İzmir’e geçti. Bu arada hükümet hemen İnönü’nün Manisa konuşmasma yayın yasağı koymuştu. İzmir’de yoğun sevgi gösterileriyle karşılaşan İnönü’nün buradaki konuşmalarına ve hatta bu karşılamayla ilgili tüm haber ve fotoğraflara da hükümetçe yayın yasağı koyuldu. Basıma hazırlanan gazeteler bu tebliği alınca sayfalarından bunları çıkarmak zorunda kaldılar ve 3 Mayıs 1959 günü Cumhuriyet tarihinde ilk kez gazeteler boş sütunlarla çıkarılmak zorunda kaldı. Basm yasaklarım bildiren gazeteler dahi toplanıyordu.

  1. Mayı günü İnönü uçakla İzmir’den İstanbul’a gitti. Burası Ege gezisinin son halkası idi. Burada da tarihe “Topkapı Olayı” olarak geçecek bir saldın olayı yaşandı. İnönü, havaalanından şehre doğru arabasıyla giderken Topkapı civarında toplanan bir grup tarafından saldınya uğradı. Arabayı taşa tutan ve kapılarım açıp İnönü’ye saldırmaya çalışan topluluk, eğer bir binbaşının askerleriyle müdahelesi olmasaydı, İnönü’yü belki de linç edeceklerdi.

7 Mayıs’ta İnünü Ankara’ya döndü. Burada da kendisini karşılamaya gelen kalabalık bir halk kitlesi vardı. Polisle bu kalabalık arasında da çatışmalar oldu. İnönü evine döndüğünde burada toplanan halk “özgürlük, özgürlük” diye haykırıyordu.

  1. Kayseri ve Yeşilhisar Olayları

Kayseri-Niğde arasındaki Yeşilhisar’da 1960’m Şubat ayında, DP ve CHP’nin mahalli başkanlan arasında bir silah çekme hadisesi olmuştu. 23 Martta Kayseri’de bu olayın davası görülürken, bazı sokak kavgaları başgöstermişti. Valinin bir tebliğine göre, Kayseri’de CHP’liler olaylar çıkarmışlardı. Ancak CHP merkezine gelen bilgiler bunun tam aksi yöndeydi. Bunun üzerine İnönü durumu ve gelişmeleri bizzat yerinde görmek için Kayseri’ye gitmeye karar verdi. Zaten 3 Nisan’da da CHP’nin Kayseri İl Kongresi yapılacaktı.

Programa göre Kayseri’ye 2 nisanda trenle hareket edilecekti. 3 Nisandaki kongreden sonra da tekrar Ankara’ya dönülecekti. Ancak yola çıkılacağı günün sabahında İnönü’ye Kayseri Valisinden bir telgraf geldi. Vali kendisine Kayseri’ye gelmemesini bildiriyordu. İnönü bunun valinin insiyatifinde bir iş olmadığım ve hükümetin bu geziye karşı olduğunu düşünüyordu. Bu telgrafa hiddetlenmişti ve ağzından şu sözler dökülmüştü:

“Maskara! Beni Said-i Kürdi zannediyor galiba... ”31 \

Vali aynı telgrafta ayrıca, İl Kongresini de iptal ettiğini bildiriyordu. İnönü en azından durumu yerinde görmek için Kayseri programım iptal etmedi ve Ankara’dan hareket eden tren Himmetdede İstasyonuna kadar arızasız gitti. Ancak burada duran tren uzun süre hareket etmedi. Trenin Kayseri’ye gidişine izin verilmiyordu ve bu İnönü’ye Vali’nin emri olarak, vali yardımcısı Şükrü Kenanoğlu ve İl Jandarma Komutam tarafından bildirilmişti.

Himmetdede ile Kayseri ve Ankara arasındaki uzun görüşmelerden sonra Vali Ahmet Kınık, trenin Kayseri’ye hareketine izin vermek zorunda kaldı. Tren Himmetdede’de beklediği sırada, İsmet Paşa’nm vagonu ile halk arasında bir emniyet perdesi askerlerce oluşturulmuştu. Sonuçta Kayseri’ye varıldı ve burada da büyük bir topluluk İnönü’yü karşıladı. Durumun çok gergin ve karışık olduğu söylenen Kayseri’de, İnönü’nün orada bulunduğu süre içerisinde başka hiç bir olay çıkmadı.

İnönü buradan Ankara’ya, Niğde üzerinden otomobille dönecekti. Bu yolculuk esnasında da vahim olaylar yaşandı. Otomobil, Yeşilhisar yakınındaki İncesu köprüsünde askeri araçlardan oluşan barikatla durdurulmuştu. Yeşilhisar’da karışıklıkların olduğu söylenerek, oraya gidişin sakıncalı olduğu belirtilmişti.

Bu arada milletvekilleri ile vali yardımcısı arasında tartışmalar sürerken, olay yerine Vali Kınık, Emniyet Müdürü Cemal Göktan ve Yurtiçi 5. Bölge Komutam Tuğgeneral Kemal Çakın da geldiler. İnönü otomobilinde oturuyordu. Kendisine, İncesu’dan öteye geçişlerine izin verilmediği bildirilince, arabasından inerek barikata doğru hareket etmişti.

Askeri araçlardan oluşan barikatın önüne üç sıra halinde askerler de koyulmuştu. İnönü, askerlerin önüne geldiğinde barikat bir anda açıldı.Hatta askerler selam durarak İnönü’ye yol verdiler. Askerlerin başında bulunan Binbaşı Selahattin Çetiner’e yönelen İnönü, kendisine “ateş emri verecek misin?” diye sorduğunda Binbaşının cevabı şuydu:

“Ne münasebet Paşam; size ateş ettirmektense, kendime ateş edip intihan tercih ederim! ”.

İnönü bu olayların yaşandığı Kayseri gezisini de tamamladı ve Ankara’ya döndü. Artık ülkede siyasi hava değişiyor, muhalefetin karşılaştığı bu uygulamalar, onu sevmeyenlerin bile hükümete karşı tepkilerine neden oluyordu.

Hükümet ise önce Kayseri Valisi’nin kendilerinden emir almadan kendi insiyatifî ile hareket ettiğini açıklıyor, ardından da CHP’nin halkı ve askeri ayaklandırmak için kışkırttığı açıklamasını yapıyordu. Yani bir yandan suçu üzerine almıyor diğer yandan da Vali’nin hareketinin haklı olduğunu onaylar bir CHP suçlaması yapıyordu.

  1. Tahkikat Komisyonu’nun Kurulması

Kayseri olaylarının birkaç gün sonrasında, 7 Nisan’da toplanan DP Meclis Grubu toplantı sonrasında şu önemli açıklamayı yapıyordu:

“...CHP idarecilerinin faaliyetlerini memlekette silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlıyarak veya bu gibi teşebbüsleri manen ve maddeten teşvik ve tergip ederek hücre usulü ile çalışan ve gizli faaliyette bulunan kollar kurarak, devletin emniyet ve selametini, en tehlikeli taaruzlara hedef tutabilecek bir vehamete götürdüklerini tesbit etmiş bulunuyor...Bazı basının bilhassa devlet memurlarını, asayişi muhafazaya memur inzibat kuvvetlerini, kanun hükümlerini tatbike memur adalet cihazını yıkıcı maksatlarla baskı altında tutmak yolunu da açıkça ihtiyar etmiş ve bu istikametteki faaliyetini son haddine getirmiş olduğu kanaatine varılmıştır... ”314 .

Meclis Tahkikat Komisyonu’nun kurulması temelinin atıldığı bu tarihi Grup Toplantısı sonrasında yapılan açıklama şöyle devam ediyordu:

“...Muhalefetin takip etmekte olduğu yolun memleket için zararlı ve tehlikeli olduğu tesbit edilerek memlekette çok şiddetli bir tahrik politikasının yaygın bir halde tatbik edilmekte olduğu, ayaklanma hadiselerine kadar götürecek tertiplerin fiilen yapıldığı...Bundan sonra, tecelli eden neticelere göre, gerekli tedbirlerin ne olabileceğini mütalaa ve müzakere eden Demokrat Parti Meclis Grubu, muhalefet faaliyetlerinin mahiyet ve istikameti ile bu faaliyete muvazi bütün hareketlerin hakikatlerini ortaya çıkarmak maksadı ile Meclis tahkikatı açılmasına ve bu arada her türlü kanuni ve idari tedbirlerin alınmasına ittifakla karar vermiştir” .

Oysa karar, açıklamada belirtildiği gibi oy birliği ile alınmamıştı. Aralarmds Sıtkı Yırcah, Şevki Erker, Salim Burçak’m da olduğu bir grup bu kararın aleyhinde oy vermişti, ama Menderes kamuoyuna Parti Meclis Grubunda birlik ve beraberlik olduğunu izlenimini özellikle vermek istiyordu .

DP, bu karar için bir rapor hazırlanmasını, Mükerrem Sarol başkanlığında teşkil ettiği bir komisyondan istemişti. Bu komisyon raporunu 12 Nisan’da Meclis Grubu’na sundu. Komisyon üyesi Bahadır Dülger’in açıkladığı raporun özeti şöyleydi:

“Muhalefet gayri meşru teşebbüsler içindedir...Cumhuriyet Halk Partisi meşruiyet sınırlarını aşmıştır. Huzur ve asayiş tehlikededir; demokrasimizin yerleştirilmesi için, bütün kuvvetlere sahip olan Büyük Millet Meclisi’nin işe el koyması lazımdır. Meclis, Anayasa ile sahip bulunduğu bütün haklan eline alıp işe el koymalıdır...kurulacak 15 kişilik bir tahkikat heyetine tüm yetkiler verilmeli ve bu heyet 3 ay içerisinde görevini bitirmelidir. Heyet bu süre içinde bütün siyasi faaliyetleri durdurma yetkilerine de sahip olmalıdır”.

Raporu okuduktan sonra Dülger’in ayrıca verdiği izahata göre; Meclis tahkikatından sonra da Takrir’i Sükun kanunu gibi, gazetelerin hükümet tarafından kapatılması gibi, CHP’ni kapatma gibi meselelerin grupta görüşülmesi gerekecekti.

Tahkikat Komisyonu ile ilgili önerge, DP Meclis Grup başkam Bursa milletvekili Mazlum Kayalar ile grup başkan vekili, Denizli milletvekili Dr. Baha Akşit tarafından 15 Nisan 1960’da Büyük Millet Meclisi’ne verildi. İhtilale giden yolda bu konunun çok önemli bir yer tutması sebebiyle, Tahkikat Komisyonu ile ilgili verilen önergenin tam metnini bu araştırmamızın sonuna (EK-A) koymayı uygun gördük.

Önergenin Mecliste tartışılması sırasında çok gergin anlar yaşandı. Muhalefet bu komisyona şiddetle karşı çıkıyordu. İsmet Paşa konuşmasmda “önerge kabul edilirse siyasi hayatımız tamir kabul etmez bir uçuruma gidecektir ” diyordu .

Tahkikat Komisyonu kurulması önergesinin Mecliste kabul edildiği 18 Nisan 1960 günü İnönü şu tarihi konuşmasını da yapacaktır:

“...Biz böyle bir ihtilal içinde bulunmayız. Bulunamayız. Böyle bir ihtilal, dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır. Biz, demokratik rejim dedik. Demokratik rejim istedik. Demokratik rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim, istikametinden ayrılıp, onu baskı rejimi haline götürmek, tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam! ” .

Çağlar Kırçak’a göre, DP’nin bu komisyonu kurmasındaki amaç; yalnız, muhalefet ve basma ilişkin soruşturma yapmak değildi. Adalet mekanizmasını ve orduyu denetim altına almak, istedikleri kimseleri tutuklamak, muhalif gazetelerin yayınma engel olmak ve sonunda da muhalefet partilerini kapatmak istemeleriydi .

Ancak komisyonun bu haliyle bu istekleri yapacak kanuni yetkileri bulunmamaktaydı. Menderes hükümeti, bunun için de gerekli düzenlemeyi yaptı ve alelacele bir kanun tasarısı daha hazırlayarak Meclis’e sundu. Bu tasan Meclis Tahkikat Komisyonu’nun yetkilerini belirliyordu. Bu tasan da 27 Nisan’da Mecliste görüşüldü ve tabii ki kabul edildi. Cem Eroğul, bahsi geçen kitabında bu yasayı, “DP diktatoryasına hukuki zemin oluşturmak amacıyla çıkarılan tam bir istibdat fermanı ” olarak nitelendiriyordu .

Tahkikat komisyonunun kurulması kadar önemli olan bu yasanın bazı önemli maddeleri şunlardı: (Bazı maddeler daha iyi anlaşılabilmesi açısından bu günkü türkçeye çevrilerek aktarılmıştır)

Madde-1: Tüekiye Büyük Millet Meclisi encümenleri ve naip olarak görevlendirecekleri Tali Encümenler; Ceza Muhakemeleri Kanunu, Askeri Mahkeme Usulü Kanunu, Basm Kanunu ile diğer Cumhuriyet müddeiumumisine, sorgu hakimine, sulh hakimine ve askeri adli amirlere tanınmış olan tüm hak ve selahiyetleri haizdir.

Madde-2: TBMM Tahkikat Encümenleri;

  1. Tahkikatın selametle cereyanım temin maksadıyla her türlü neşriyatın yasak edilmesine,

  2. Neşir yasağına riayet edilmemesi halinde bu neşriyatın dağıtımının engellenmesine,

  3. Bu yayınların gerekirse toplatılmasına ve yasağa uymayan yayınevlerinin kapatılmasına,

  4. Tahkikat için lüzum görülen her türlü evrak, vesika ve eşyaya el konulmasına,

  5. Siyasi mahiyet arzeden toplantı, hareket, gösteri ve benzeri faaliyetler hakkında tedbir ve karar almaya,

  6. Tahkikatın selametle yürütülmesi açısından lüzumlu göreceği her türlü karan ve tedbiri almaya ve hükümetin bütün yetkilerini dahi kullanmaya yetkilidir.

Madde-3‘. TBMM Encümenlerince alman tedbir ve kararlara her ne suretle olursa olsun muhalefet edenler bir seneden üç seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar.

Madde-5: TBMM Encümenlerinin yaptıkları tahkikat gizlidir.

Madde-9\ TBMM Encümenlerince verilen kararlar kati olup aleyhine itiraz olunamaz.

Bu maddeler samnz ki, Eroğlu’nun nitelemesinin pek de abartılı olmadığım ortaya koymaktadır.

Bu kanun tasarısının Mecliste görüşüldüğü gün de, iktidar ile muhalefet arasında, her zamankinden daha şiddetli geçen tartışmalar yaşanmıştır. İki parti milletvekillerinin yumruk yumruğa kavga ettiği bu görüşmeler sonucunda İsmet İnönü yaptığı konuşma nedeniyle aynı gün, 12 oturum Meclise girmeme cezası aldı.

İnönü’nün bu cezayı almasına sebep olan, ayrıca yayın yasağı sebebiyle kamuoyuna da yansımamış olan bu konuşmasında, muhalefet lideri iktidar partisi üyelerini çileden çıkaran şu sözleri sarfetmişti:

“Biz aldığımız tedbiri aldık, yürüteceğiz diyorsunuz. Gayrimeşru baskı rejimine girmiş olan idarelerin hepsi böyle söylemişlerdir. Siz de öyle diyorsunuz. Fakat muvaffak olamayacaksınız. Kore başkanı Syngman Rhee kurtuldu mu? Üstelik O’nun ordusu, polisi, memuru elinde idi. Halbuki sizin elinizde ne ordu var, ne memur, ne üniversite, hatta ne de polis var...Baskı tertipçileri bilsinler ki, Türk Milleti Kore Milletinden daha az haysiyetli değildir ” .

Tahkikat Komisyonu, Başbakan’m Eskişehir’e geldiği gün Anadolu Ajansına verdiği son beyanatına göre, 25 Mayıs 1960’da yani ihtilalden hemen önce çalışmalarım bitirmiş ve raporunu hazırlamaya başlamıştı. Üç ay süreyle faaliyetlerini sürdürecek olan komisyon, bir ay gibi kısa bir sürede faaliyetlerini

  1. A.g.e., s.157.

tamamlamıştı. Menderes’e göre, bu da gösteriyordu ki, bu komisyon kurulduğu zaman koparılan gürültüler ve asılsız aleyhte propagandalar hep boşunaymış !

Komisyonun Yetkilerini içeren kanunun kabulü, belirttiğimiz gibi 27 Nisan gününe denk geliyordu. Ertesi gün bu kararın etkileri ülke çapmda görüldü. Öne çıkan olaylar da, İstanbul ve Ankara’daki öğrenci olaylarıydı.

  1. İstanbul ve Ankara Olayları

Tahkikat Komisyonu’nun yetkilerini belirten kanunun Meclis’te kabulünün ertesi günü İstanbul Üniversitesi’nde kalabalık bir öğrenci topluluğu, bu karan protesto etmek için hükümet aleyhtan gösteri yaptı. Polis olaya müdahale etti ve çatışmalar çıktı. Arbede arasında Üniversite Rektörü Sıddık Sami Onar da başından yaralanmıştı. Bunu gören öğrenci topluluğu daha da hırçınlaştı.

Beyazıt meydanından yürüyüşe geçen gruba polis müdahale etmiş ve bu olaylar sonucu İç İşleri Bakam Namık Gedik’in beyanına göre, polisten biri ağır olmak üzere 16 kişi, öğrencilerden de 15-20 kişi yarlanmıştı, aynca bir öğrenci de ölmüştü. Köprüler açıldığı için öğrenciler Beyoğlu tarafına geçememiş ve olaylar aynı gün saat 17:00 de kontrol altma alınmıştı.

Ertesi gün olaylar Ankara’ya sıçradı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde de öğrenciler hem kanunu hem de bir gün önceki İstanbul olaylarını protesto etmek için toplanmışlardı. Burada da polis öğrencilere müdahale etti ve 400 öğrenci tutuklandı.

İstanbul olaylarının olduğu gün hükümet Hem İstanbul hem de Ankara’da sıkıyönetim ilan etmişti. Olayların baş sorumlusu olarak CHP gençlik kollarım ve CHP yönetimini gösteriyorlardı. 28 Nisan’da toplanan Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı DP Genel Kurul toplantısında bu husus görüşülmüş, Bayar, “İsmet Paşa ’nın hıyanet yolunda olduğunu ” belirterek gerekli önlemlerin alınmasını istemiş, Sarnet

  1. R. Salim Burçak, a.g.e., s.754. Ağaoğlu da tedbir olarak “ömrü tabiisini tamamlamış olan CHP’nin derhal kapatılmasını ” öne sürmüştür.

Öğrenci olayları bu tarihten itibaren hemen hemen her gün olmaya başlamış, hatta Harb Okulu öğrencileri bile 21 Mayıs’ta Ankaraîda sessiz yürüyüş yapmışlardır.

Tüm bu gelişmelerden kendine pay çıkaramayan DP hükümeti, aldığı sert tedbirlerle bu olayların önüne geçebileceğini düşünecek, ama, bunun gerçekleşmeyeceğini ancak ve ancak 27 Mayıs sabahı anlayabilecektir. Ve o gün de hızla yaklaşmaktadır.

F- 27 MAYIS 1960 İHTİLALİ, AÇILAN DAVALAR MAHKUMİYETLER VE İDAMLAR

1- 27 Mayıs Sabaha Karşı

Başbakan Menderes, 25 Mayıs günü Eskişehir’e geziye çıktı. Amacı, bu gergin ortamda halkla bütünleşmek ve halka, sorunları iktidar açısından değerlendirmekti. Eskişehir’de kalabalık bir halk topluluğu tarafından karşılanmış ve halk topluluğuna karşı son konuşmasını burada yapmıştır.

Ertesi gün şehrin çeşitli yerlerinde birkaç ilk okulun, yem fabrikasının, Devlet Demir Yollan işçilerinin kooperatif evlerinin temelini atmış, akşamleyin de kendisi şerefine şeker fabrikasında verilen yemeğe katılmıştır. Tarih 26 Mayıs 1960 yani ihtilalin arefesidir. Başbakan o akşam saat 22:30 da misafir kaldığı yere çekilmiştir.

Sabaha karşı saat 05:15’te radyodan Albay Alparslan Türkeş’in ağzından Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koyduğunu bildiren tebliğ yayınlanmıştır. O saatlerde Eskişehir’de yaşananlar farklı şakillerde anlatılagelmiştir.

Eroğul, Menderes’in haberi ahralmaz belki Konya’ya ulaşırım diye kaçarken Kütahya’da yakalandığım yazar . Ş.Süreyya Aydemir, Eskişehir’de ihtilal haberini ilk öğrenenin Menderes olduğunu ve bunu öğrenir öğrenmez diğer arkadaşlarım bırakıp Polatkan’la birlikte Kütahya’ya hareket ettiğini, burada valilikte bazı girişimlerde bulunduğunu ama sonuç alamayınca çaresizlikle direnmeden tevkif edildiğini belirtir .

Menderes’in Eskişehir gezisine beraber çıktığı partili milletvekillerinden biri olan ve İhtilal sabahından Ankara’da Harp Okulu binasına getirilene kadar Başbakan’m yanından ayrılmamış olan İstanbul Milletvekili ve Kore Savaşı Komutam Tahsin Yazıcı ise o anlan şöyle anlatmaktadır:

“Zihni Üner’le ben Yurtiçi Bölge karargahına vardığımız zaman (geziye katılan milletvekilleri sabaha karşı 05:00’te kaldırılmışlar ve kendilerine, Başbakan ’ın kendilerini hükümet konağında beklediği tebliğ edilmiştir) başbakanla Maliye Bakanı Polatkan ’ın Bölge komutanı ve kurmay başkanı ile birlikte komutanlık arabasına binmek üzere olduklarını gördük. Biz de arkada bulunan başka bir arabaya bindik...Kütahya’ya doğru yola çıktık. Yol serbest ve tenha idi. Fakat Kütahya ’ya yaklaştığımız sırada jet uçaklarının üzerimizde dolaştıklarını gördük.

Saat 06:30 sıralarında Kütahya hükümet konağına vardık.Burada birkaç vilayetle telefon görüşmeleri yaptık ama bir sonuç elde edip durumu öğrenemedik. Derken hükümet konağı civarında yer yer halk toplulukları gözükmeye başladı. Halk partililerin uygunsuz bir hareketine maruz kalmak ihtimaliyle, komutanın da uygun görmesiyle Hava Garnizonuna geçtik.

Buradan İzmit’teki Kolordu Komutanı ile görüşerek durumu sordum. Kendisinin de durumdan pek haberdar olmadığını, ama edineceği bilgileri bana ileteceğini söyledi. Bu konuşmadan 15 dakika sonra bulunduğumuz yere uçakla gelen 4-5 havacı subay, Başbakan ile benim yalnız olduğumuz odaya geldiler. Başbakanı askerce selamladılar ve başlarındaki albay, Silahlı Kuvvetlerin hükümet idaresini ele aldığını ve kendisini salimen Eskişehir’e götürmeye memur edildiklerini söyledi. Başbakan ’da ‘Buyurun gidelim ’ dedi.

Uçak Eskişehir havaalanına iner inmez, etrafını silahlı erler sardı. Meydanda bir general ve 10-15 kadar da subay vardı. Tekrar hareket eden uçağımız saat 11:00 sularında Ankara Etimesgut hava alanına indi ” .

O gün, Cumhurbaşkanı Celal Bayar da Çankaya’da tutuklanarak tüm tutuklananlar gibi Ankara’da Harb Okulu’nda muhafaza altma alındılar.

2- Yassıada Davaları ve Mahkumiyetler

İhtilalin ardından, tutuklananlanndavalannın görüleceği yer olarak Yassıada seçilmişti. Salim Başol başkanlığındaki Yüksek Adalet Divam 14 Ekim 1960’da fiilen duruşmalara başladı. Aralarında DP yöneticilerinin de bulunduğu 586 kişi çeşitli suçlardan yargılanıyordu. Yüksek Adalet Divam yaklaşık bir yıl süren yargılamaların kararlarım 15 Eylül 1961 günü açıkladı.

Duruşmaların ilk oturumu “Köpek Davası” ile açılmıştı. Sanık Celal Bayar idi. Bir yabancı devlet başkanınm kendisine hediye ettiği bir köpeği, bir iktisadi devlet teşekkülüne para ile devrederek, bu parayla Ege bölgesinde bir köye çeşme 1

yaptırmış olmaktan suçlu görülüyordu . Ardından, 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili yargılamaya geçildi.

Burada konumuzla ilgili olması açısından yalnızca Adnan Menderes’in yargılandığı davaları ele alacağız.

Menderes’in yargılandığı davaları332, yargılamaların başlangıç tarihlerine göre sırasıyla ele almayı uygun görüyoruz.

Menderes ile ilgili 20 Ekim’de başlayan ilk dava 6-7 Eylül olayları ile ilgili olan davaydı (dava no:960/3). Bu davada Menderes, “halkı İstanbul’da yaşayan Rumlara karşı ayaklandırmaya azmettirmek, can ve mal kaybına sebep olmak’ iddiasıyla yargılandı. Dava 20 oturum sürdü. Bu dava sonucunda Menderes suçlu görüldü ve 6 yıl hapis, 375 TL ağır para cezasına çarptırıldı.

31 Ekim’de başlayan “bebek” davasında ise Menderes, “gayri meşru çocuğunu öldürmeye azmettirmek?’ ten yargılandı (dava no:960/8).Bu dava 7 oturum sürdü. Bu davadan Menderes suçsuz bulunarak beraat etti.

  1. Kasım’da başlayan “îpar Transport Şirketinin döviz yolsuzluğu” davasında, Bahsi geçen şirketin sahibi “Ali îpar ile birlikte döviz yasasını ihlal etmek” iddiasıyla yargılandı (dava no:960/13). Menderes bu davada da suçlu görülerek 1 yıl hapis, 400TL ağır para ve 6 ay memuriyetten mahrumiyet cezasma çarptırıldı.

25 Kasım’da “Başbakanlık örtülü ödeneğini yasalara aykırı kullanmak’ iddiasıyla açılan örtülü ödenek davası başladı (dava no:960/21). Bu dava 13 oturum sürdü. Menderes suçlü görüldü ve 11 yıl 8 ay hapis, ayrıca zimmete geçirilen 4.877.780 TL 19 Krş.’un ödettirilmesine mahkum edildi.

29 Kasım’da “Devlet radyosunu siyasi çıkarları için kullanmak, muhalefete radyo kullanım hakkını vermeyerek Anayasa ’yı ihlal etmek’ suçundan açılan davanın görüşülmesine başlandı (dava no:960/20). Dava 6 oturum sürdü. Menderes suçlu bulundu.

2 Aralık’ta, “4 Mayıs 1959 tarihinde Topkapı’da îsmet İnönü’ye suikast düzenlemek amacıyla halkı kışkırtmak’ iddiasıyla açılan Topkapı Olayları davası başladı (dava no:960/7). Dava 24 oturum sürdü. Yargılama sonucunda suçlu bulundu.

27 Aralık’ta “İki muhalif milletvekilinin seyahat özgürlüğünü kısıtlamak’ suçlamasıyla açılan Çanakkale Olayı davası başladı (dava no:960/30). Dava 13 oturum sürdü. Bu olaydan da suçlu bulundu.

  1. Ş. Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı(1899-1960), 7. basım, Remzi ktbv., 2000, s.480.; Recep Şükrü Apuhan, Öteki Menderes, 2.baskı, Tirnaş yay., İstanbul, 1997, s.127.; Soner Yalçın, Efendi, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2004, s.548(çizelge).

9 Ocak 1961’de başlayan Kayseri Olayları davasında Başbakan, “İsmet İnönü’nün seyahat özgürlüğünü kısıtlamaksan. yargılandı (dava no:960/31). Mahkeme sonucunda suçu sabit görüldü.

12 Ocak’ta “Demokrat İzmir Gazetesi” davası görülmeye başlandı (dava no:960/32). Bu davada Menderes, “halkı Demokrat İzmir gazetesinin matbaasını tahrip etmeye teşvik etmek’ suçlamasıyla karşı karşıyaydı. Dava 16 oturum sürdü. Bu davadan da suçlu bulundu.

17 Nisan’da İstimlak Davası başladı. Bu davada Menderes, “İstanbul’da birçok vatandaşın mülkünü bedelini tam olarak ödemeden istimlak etmek’ suçundan yargılandı (dava no: 961/8). Dava 13 oturum sürdü. Bu davadan da suçlu bulundu.

27 Nisan’da başlayan Vatan Cephesi davasmda Başbakan, “Kurulan örgütü bir başka sınıf üzerinde baskı aracı olarak kullanmak” iddiasıyla yargılandı (dava no:961/7) ve 14 oturum süren bu yargılama sonucunda da suçlu bulundu.

Bu arada 2 Şubat’ta başlayan Üniversite Olaylarıyla ilgili dava da devam ediyordu. Bu davada Menderes, “İstanbul ve Ankara’da kanuna aykırı olarak üniversite basmak, halka ateş açmak ve kanuna aykırı sıkıyönetim ilan etmek” ile suçlanıyordu (dava no:960/4). 54 oturum süren dava sonucunda suçlu bulundu.

11 Mayıs’ta başlayan ve Yassıada davalarının en önemlisi olan “Anayasa’yı ihlal” davasmda ise Menderes, “CHP’nin mallarına el konması, Kırşehir’in ilçe yapılması, yargı bağımsızlığının ihlali, 1954-1957 seçim kanunlarının demokrasiye aykırı olarak değiştirilmesi, Tahkikat Komisyonu ’nun kurulup olağanüstü yetkilerle donatılması, yetkilerle Anayasa ’nın kaldırılmasına yeltenilmesi ve gösteri-toplantı hakkını kısıtlayan kanunların çıkarılması ” suçlamalarıyla yargılandı.

Yüksek Adalet Divam, Menderes’in yargılandığı; “Demokrat İzmir”, “Topkapı Olayları”, “Çanakkale Olayları”, “Kayseri Olayları”, “Radyo”, “Vatan Cephesi”, “İstimlak Yolsuzluğu” davalarının sonucunda, bu olayların Anayasa’yı ihlal suçunun maddi vakıalarım teşkil ettiği kanaatine ve kararma vararak, kendisini “Anayasa’yı İhla?’ suçundan, Türk Ceza Kanunu’nun 146/1 inci maddesi hükmünce ölüm cezasma çarptırılmasına oy birliği ile karar verdi.

Yassıada Yargılamaları sonucunda, 15 Ölüm, 31 Müebbet hapis, 418 çeşitli sürelerle değişen hapis cezası olmak üzere toplam 464 kişi hüküm giydi. Yargılananlardan 123 kişi ise beraat etti.

  1. Ölüm cezasından, Celal Bayar’ın cezası yaş haddinden dolayı olmak üzere, Adnan Menderes, Dışişleri Bakam Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakam Haşan Polatkan dışındaki mahkumların cezalan Milli Birlik Komitesi tarafından müebbet hapis cezasma çevrildi.

  2. Eylül 1961 günü sabaha karşı Polatkan ve Zorlu’nun idamlan gerçekleştirildi. Menderes’in idamı sağlık durumundan dolayı aynı gün infaz edilemedi. Menderes kararm açıklanmasından bir gece evvel intihara kalkışmıştı.

  3. Eylül’de sağlık durumu doktorlara kontrol ettirilen Menderes’in idam cezası aynı gün öğle vakti uygulandı.

III- İRTİCAİ FAALİYETLER İÇERİSİNDE TİCANİLİK HAREKETLERİ

A- TİCANİYE TARİKATI

Ebu’l-Abbas Ahmed Bin Muhammed Bin El Muhtar Bin Salim El-Ticani (1737-1815) tarafından kurulan bir tarikattır. Türkiye’de 1950’li yıllarda Kemal Pilavoğlu tarafından kurularak faaliyete geçmiştir. Halveti kökenli olan tarikatın asıl gelişme gösterdiği dönem, Türkiye’nin, demokratik hayata geçiş sürecinin başladığı dönem olmuştur. Ancak oligarşi ve emperyalizm daha çok Nakşiler, Süleymancılar ve Nurcuları güçlendirmeye çalışınca, Ticanilerin de diğer tarikatlar gibi çok fazla büyüme şansı olmayacaktır .

1- Tarikatın Kurucusunun Hayatı

Abu’l-Abbas 1737 yılında Fas’m Ayn Mazi kasabasmda doğmuştur. Ailesi Avlad-ı Sidi Şeyh Muhammed’den olup, anne ve babası da 1753 yılında veba hastalığından ölmüşlerdir. AbuT-Abbas, doğduğu yerdeki çalışmalarından sonra, 1758’de bu faaliyetlerine devam etmek için Fas’a sonra oradan beş yıl kaldığı Abyaz’a, 1768’de Tlemsen’e, 1773’te Mekke ve Medine’ye, oradan da Kahire’ye gitti. Bütün bu yerlerdeki şeyhleri dinledi ve nihayet bunlardan Mahmud el- Kürdi’nin tavsiyesi üzerine yeni bir tarikat kurdu; bu tarikat evvelce girmiş bulunduğu Kadiriye, Taybiye ve Halvetiye tarikatlarından sonuncusunun bir kolu olarak kabul edilir. Ticcani, müteakiben Magrib’e döndü. Eas ve Tlemsen’i ziyaret ettikten sonra 1782’de Büyük Sahra’da S.Geryville’nin bir vahası olan Bu Semgun’a

  1. Bazı Kaynaklarda “Ticaniya”, “Ticini”, “Ticcani” şekillerinde de rastlanır.

gitti. Kendisi, orada tarikatını yayma vazifesini Peygamber’den aldığına inanır. Müridlerinden Ali el-Harazim admda biri kendisine Fas’a dönmeyi teklif etti. 1798’de oraya giden Abu’l-Abbas’a Havş el-Marayat sarayının mülkiyeti verildi. Hayatının geri kalan mühim bir kısmı, her ne kadar seyahat ile geçti ise de, tarikatın işlerini tanzim etmek üzere Fas, ölümüne kadar karargahı olarak kaldı ve Ticani, buradaki zaviyesine gömüldü.

  1. Tarikatın İnançları ve Özellikleri

Ticani’ye göre öbür tarikatlarca benimsenen tüm ilke ve kurallar terk edilmeli, veliler ziyaret edilmemelidir, hatta adlan bile anılmamalıdır. Çünkü Ticaniyenin kurallan, zikir ve virdleri doğrudan Hz.Muhammed’den alınmıştır; tarikat üyelerinin eğitimlerini ve işlerinin yürütülmesini Peygamber üstlenmiştir. Bir veliyi ziyaret, Tann’nın öbür tarikatlardan üstün kılarak şereflendirdiği Ticaniye ile bağların kesilmesine ve Hz.Muhammed’in korumasının kalkmasına yol açar.

Ticani hiçbir ayrım yapmadan isteyen herkesi tarikata kabul eder. Muridleri içni öngördüğü başlıca görev Hz.Muhammed’in öğrettiğim söylediği 100 istiğfar (estağfurullah), 100 salavat ve 100 Kelime-i Tevhiddir (La ilahe İllallah). Bu görev her gün sabah namazı ile kuşluk arasında ya da ikindi ile yatsı arasında yerine getirilmelidir. Ama herhangi bir nedenle görevini bu zamanlar içinde yapamayanlar gece ya da gündüz, başka bir zaman da yerine getirebilir. Tarikat, akşam namazlarım cemaat halinde kılar.

  1. Tarikatın Yayılışı

Ticaniye Arabistan’da ve öbür İslam ülkelerinde yandaşlar edinmişse de, özellikle Afrika’da yayılmıştır. Tarikatın ağır basan özelliği egemen siyasal yönetimlerle uyuşmaya yatkın olmasıdır. Fransız istilasına karşı yürütülen savaş sırasında Ticaniler önce Devkavi’nin, arkasından Emir Abdulkadir’in yardım talebini geri çevirerek cihada katılmamışlar, sömürgecilerle iyi ilişkiler içerisinde bulunmayı yeğlemişlerdir .

1780 yılında Fas’ta Ticani’yi ziyaret eden Muhammed el Hafız Bin Muhtar Bin Habib İsimli şahıs, Fas’ın en güneyinde bulunan Sahra’dakiler arasında tarikatın fikirlerini yaymak hususunda talimat almıştır. Bu şahıs, memleketine dönerken yol boyunca Ticaniye Tarikatı lehine hummalı bir propaganda faaliyeti yürütmüş, ölümünün yaklaştığı 1830 senesinde ise, İda Ou’Ali adlı kabilenin tamamının bu tarikata katılmasını sağlamıştır. 1807’de vefat eden halefi devrinde ise, müritlerin sayısı ciddi miktarda artmıştı. Bu cemaat tarafından sadakatle yerine getirilen Mekke’ye hac görevine, bir de Fas’a, tarikat kurucusunun türbesine ziyaret için yapılan diğer bir hac vazifesi de ilave edildi ki, bu mutad olarak Mekke’ye yapılan ziyaretten önce ifa edilirdi. Tarikat, Hacc-ı Umar adlı bir zatın Mekke’den Dinguiray’a dönüşünü müteakip Fransız Ginesi’nde yayılmış ve netice itibariyle de şehir bu havalinin en mühim dini merkezlerinden biri haline gelmiştir. Ticaniye tarikatı hemen her yerde Kadiriye tarikatının yerini almıştır .

1930 yılında Kemal Pilavoğlu, Abdulkadir Medeni adlı Ticani şeyhinden ruhsat alarak Türkiye’ye gelmiş ve tarikatı geliştirmiştir. Tarikat başkam “Efendi”, “Hazret” gibi deyimlerle anılır. Hazreti, “Müritler”, “Halifeler”, “Muhipler” izler. Tarikatın eylemlerini “Fedai”, “Kahraman” olarak adlandırılan müritler gerçekleştirir, tarikat, kesin itaat temeline dayanır .

Bu tarikatın Nakşibendilik ve Kadirilik Tarikatı ile karışık bir yapısı vardır33*.

  1. Tarikata Ait Eserler

Tarikatın ilke ve görüşlerini belirten en önemli yayım, aynı zamanda “Al- Kunnaş” (Kahire, 1345) olarak da bilinen ""Cevahir al-Mani va-buluğ al-amani fi fayz al şayh al Ticani” adlı eserdir. Tarikatın kurucusu tarafından Harazim’e yazdınldığı rivayet edilen bu eser, kurucusunun hal tercümesi için belli başlı kaynaktır. Diğer kaynaklar Depont ve Coppolani ile Levi Provençal (Les Historiens des Charga, Paris, 1922.) tarafından zikredilmiştir. Abu’l-Abbas Ahmed Bin Ahmed al-Ayyaşi Sukayric (Fas, 1325 ve 1332) tarafından da tarikatın mümtaz müridlerinin hal tercümelerini ihtiva eden, ""Kafial-hicap anman talaka ma’al-Ticcani min al- aşhab ” adlı bir lügat tertib edilmiştir.

B- TÜRKİYE’DE TİCANİLİĞİN OLUŞUMU

Ticani tarikatının Türkiye’deki şeyhi Kemal Pilavoğlu ( foto 1) idi.Pilavoğlu 1906 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini de burada tamamladı. Hukuk fakültesi son sınıftan ayrıldı. Kendi beyanına göre, tarikata girmesinin sebebi, rüyasında gördüğü peygamberin Ticani tarikatına girmesini tavsiye etmesiydi.

Pilavoğlu Ankara’da yaşayan, kamyonları, tarlaları, kereste fabrikası bulunan biriydi. İşyerlerinde müritlerini boğaz tokluğuna çalıştırıyor, hiçbir dini kıymeti olmayan kitaplarım sattırarak çok miktarda para kazanıyordu. “Din Rehberi” adlı kitabından 60 bin lira kazandığı söyleniyordu. Vaktiyle Halkalı Ziraat Mektebinde okuyan Cemal adında Beyrut’tu biriyle tanışmış, kimin hesabına çalıştığı bilinmeyen Cemal aracılığı ile Medine’de kütüphane müdürü Abdulkadir Medeni adındaki birisinden ticani tarikatını öğrenmişti. Memlekete gelince kendini Şeyh ilan etmiş, senelerce el altodan birtakım meczup ve saf inançlı dindarlan tarikata sokmaya çalışmıştı. Deli raporu vardı ve tımarhaneye girip çıkmıştı.

1930 yılından beri teşkilatlanan ve mürit sayısını artıran tarikat eyleme geçmek için yirmi yıl beklemiş ve gereken şartlar oluşunca eylemler için düğmeye basmıştı.

Demokratik Parti döneminde din adeta, çözümlenemeyen ekonomik sorunlan unutturmanın aracıymış gibi gündemin birinci maddesi haline getirilince, ilk belirtilerine CHP hükümetinin hoşgörüyle baktığı tarikat ve tekke oluşumları DP’den cesaret aldı ve yobaz kesimi başta ticaniler olmak üzere eylemlerini doğrudan doğruya Atatürk heykellerine yöneltti .

Atatürk’ün ölümünden 14 Mayıs 1950’ye kadar, yani oniki yıl içerisinde Atatürk’ün heykel ve büstlerine sadece 4 saldın olmuş iken 14 Mayıs 1950’den 1 Nisan 195l’e kadar, yani sadece onbuçuk ay içerisinde 9 saldırının meydana 1/1 7

gelmesi , dönemin hükümetinin irticaya verdiği taviz ve cesaretin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ticani Tarikatına göre, “Türk inkılabı ve eserleri dinsizlikten başka bir şey değildir... İnkılap bizi putperest yapmıştır3^.” Bu inançlan doğrultusunda hedef olarak Atatürk’ün manevi şahsiyetini, devrimlerini ve heykel ve büstlerini seçmişlerdir.

Tarikat müritlerinin “Efendi” diye hitap ettikleri tarikat şeyhi Pilavoğlu’nun Ankara Akköprü caddesi Bezen sokağındaki komşuları Pilavoğlu’nun işlerini yürüttüğü yazıhanesini “yobaz karargahı” olarak nitelendiriyorlardı. Buradan üç işi birden idare ediliyordu. Birincisi tarikat işleri, İkincisi kereste ticareti, üçüncüsü ise kitapçılıktı. Aynı sokakta, bu tarikata mensup üç kardeşin de kereste deposu vardı. Şeyhin kapısı yeşil boyalı ve üzerinde “Kemal Pilavoğlu Kitabeyi^5 levhası bulunmaktaydı. Bahçedeki yazıhanenin içinde büyük bir masa ve içinde her çeşit kitabın bulunduğu raflar vardı. Yazıhane lüks bir müdür odasma benzer şekilde döşenmişti. Bahçe ise kereste ticaretine ayrılmıştı. Pilavoğlu burayı 35 bin liraya satm almıştı . Ayrıca, Kelkit ve Pilavoğlu hanlarının da sahibiydi. Bir çiftliği bir de evi vardı.

Komşularının anlattığına göre; Pilavoğlu hergün otomobille yazıhanesine gelmekte ve biraz sonra da koyun sürüsü gibi kendisini bekleyen yüzlerce müridim sırayla kabul etmekteydi. Müritler fakir görünümlü kimseler olmalarına rağmen “Efendi” tüccar Kemal Pilavoğlu’na, koyun, hindi gibi hediyeler getirmekteydiler. Fakir olduklarından bir şey getiremeyen müritler de şeyhin kapıcısının ikazı ile karşıdaki bakkaldan kesme şeker alarak ‘‘‘‘Efendiye” hediye etmekteydiler. Şeyhin işyerine gelip giderken komşularına yüzünü göstermemeye dikkat ediyordu.

Şeyh’in Cebeci çayın ile cezaevi arasındaki Kestane sokağında iki kath yeşil boyalı en az on odalı bir evi vardı. Üç çocuğu ve kansıyla bu evde yaşamaktaydı. Evin içi modaya uygun lüks mobilyalarla döşenmişti.

Pilavoğlu’nun kayınpederi İsmail Şener, Yargıtay 4. Ceza Dairesinde çalışıyordu . Sokaklarda gecelik takkesiyle dolaşan 60 yaşlarındaki Şener’in anlatımına göre; Pilavoğlu tahsilini bitirinceye kadar kendisinde tarikatçılığa karşı bir meyil görülmemişti. Evlendikten bir süre sonra Solfasol köyünde oturan, etrafına topladığı yobazlarla Atatürk’ün büst ve heykellerine ve devrimlerine tecavüzlere yol açan tarikatçı Kemal Pilavoğlu, hukuk tahsilini yanda bırakmış, 1948 yılında, Ankara’da buğday filosunun arkasında bir yazıhane kiralayarak ticarete atılmış, Cumhuriyet Un Fabrikası sahiplerinden Muammer Gaputçuoğlu ile birlikte nakliyet işleri yapmıştı.

Pilavoğlu müritlerine ve piyasaya borçluydu. Yıllık geliri 4000 lirayı buluyordu. Kamil Tmal’dan 4.500 lira, Naim isminde birinden 500 lira ve Meryem ismindeki terzi bir kadının oğlundan da 4500 lira borç almıştı. Bunlar alacaklarım istemiyorlar başkalarım aracı yapıyorlardı. Bu alacaklılar aynı zamanda Pilavoğlu’nun müritleriydi. Pilavoğlu mahkemece vesayet altına alındığından verdiği senetler geçerli sayılmıyor, borçlarından da kurtuluyordu. Deli raporunu doktorlara yalvararak almıştı. Bu rapor onu her çeşit hukuki takipten koruyordu. Yakalanan tarikat müritlerinin bir kısmının akıl hastası olduğunu gösteren raporlar bulunmuş bunların nasıl temin edildiği araştırılıyordu. Müritlerine iş ortaklarını tehdit ettiriyor hatta dövdürüyordu. Bir firsatmı bulup nasıl yapıyorsa deli raporunu sürekli temdit ettiriyordu. Müritleri Pilavoğlu’nun kerametine inanmışlardı. Ürünlerini onun şansına ekiyor, mahsulün yansım ona veriyorlardı. Bilim yoksulu kitaplarım da müritlerini kullanarak köy köy dolaştırarak sattınyor ellerinde ne var ne yok alıyordu. Pilavoğlu kazancının önemli bir kısmım propagandaya harcıyordu. Öğle namazından sonra uçakla İstanbul’a gidiyor, akşam namazım orada kılıyor, müritleri de onu uçarak gidip geliyor sanıyordu. Mekke’ye hiç gitmediği halde, bir gün “Efendiyi burada gördük' diye Mekke’den bir telgraf gelmişti. Tertipli olan bu telgraf, şeyhe mükemmel bir propaganda ve istismar firsatı vermişti.

Tarikat müritlerinden Abdullah isminde bir şahıs, Pilavoğlu’nun her türlü hastalığa deva olduğu, yüzünü görenlerin hastalıktan kurtulduğu şekilnde propaganda yapmış, bunun üzerine ticaniler (müritler) akın akın şeyhi ziyarete gelmeye başlamışlardı. Pilavoğlu’nun kayınpederi İsmail Şener’e göre; “Kemal tarikatçılık yapacak bir kimse değildir. Çünkü kendisinin değil din işlerine, ufak bir alışverişe dahi aklı ermemektedir. Bu sebepten de elinde akıl hastası olduğuna dair raporu mevcut idi ve bir çocuk gibi annesinin vesayeti altında idi. Vesayet altına alınmasına mahkeme karar vermişti. ” Pilavoğlu’nun annesinde bulunan parasının 150-200 bin lira civarında olduğu tahmin ediliyordu.

Tarikatın halifesi ise Abdurrahman Balcı admda birisiydi . Abdurrahman oğlunu kurban etmek için bıçağım bilerken yakalanmıştı . Bu tarikatın müritlerinin en büyük vasfi, verilen emirleri yerine getirirken korkmamaktı. Tarikatın unsurları muhib ve müritlerden müteşekkil idi. Muhibler tarikata yeni giren acemilerdi. Asıl unsurlar müritlerdi. Pilavoğlu’na göre, müridi cevheri, kemali hazmeden yani şeyhin emrine körü körüne riayet eden, onun cinayet teşviklerini bile yerine getiren insandır. Pilavoğlu müritlerini tımarhanelik delilerden seçmekteydi. Bu delilere, meczupluk derecelerine göre, Kurban, Derya, Kaygulu gibi isimler vermişti. Tarikatın bazı merasimleri de vardı. Bunlardan biri inabeydi. Bu şeyhin karşısmda diz çökmek, ona biat etmek ve körü körüne itaat edeceğini belirtmekti. İkincisi tahlifti, yani müritlerin şeyhlerine itaat edeceğine ve onun emirlerini korkmadan yerine getireceklerine dair yemin etmekti. Üçüncüsü bazetti, tarikatın icrası için şeyhin izin vermesiydi.

C- TARİKATIN EYLEMLERİ

1- Heykel ve Büstlere Yapılan Saldırılar

Ticani Tarikatının eylemleri 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra sanki düğmeye basılmış gibi birden bire ortaya çıkmış ve bir süre artarak devam etmiştir. Kırşehir’de meydana gelen ve tüm ülkede büyük tepki doğuran Atatürk büstüne saldın olayı sanki bir işaretti. Bu işaretten sonra çeşitli yerlerde Atatürk’ün büst, heykel ve resimlerine saldınlar başlamış, bu saldınlarm arkasında Ticani Tarikatı mensuplarının olduğu ortaya çıkmıştı. Kırşehir olayına ileriki bölümde ayrıntısıyla değineceğimiz için bu bölümde diğer eylemlerden basma yansıdığı kadanyla bahsedeceğiz.

Ankara DDY’de Kamil Tmal isimli bir şahıs, çalıştığı dairede bulunan Atatürk büstünü kırmıştı. Mensubu bulunduğu ticani tarikatının fikirlerini yaymak için harekete geçmiş, Atatürk aleyhine çirkin cümleler içeren bildiriler bastırarak dağıtmaya başlamış, bazılarım da, Kurtuluş ve Yenişehir tren istasyonlarına yapıştırmıştı.

Bildiriler “Heykellere nefretle tükürün” başlığım taşıyor ve “Ey Müslümanlar.. Mukaddes dinimize heykeller vasıtasıyla uzanan elleri kırın” diye devam ediyor ve Atatürk hakkında çirkin ifadeler bulunan bildiri, imza yerindeki “Nur Saçan” cümlesiyle bitiyordu .

Kamil Tınal, saat 08.30’da Ulaştırma Bakanlığı, Hasılat Dairesi Başkam Cemal Devrimel’in odasma girmiş, kendisine okuması için bir kağıt vermiş, Başkan kağıdı okurken, Kamil, odanın sol köşesinde bir mermer kaide üzerinde duran Atatürk büstünü almış ve odanın ortasına atarak kırmış, kırıklardan büyük parçayı tekrar alarak koridora fırlatmış diğer parçalan da yere vurmuştu . Tınal, Zat işleri Müdürü Sadi Seçmen’in odasının önüne gelmiş, odacının koridor temizliği ile uğraşması, müdürün de gelmemiş olmasından istifade ederek müdür odasma girmiş, masanın sol kenarında duran alçıdan yapılmış Atatürk büstünü yere atarak kırmış ve kaçmaya başlamış, çok geçmeden aynı dairenin memurlan tarafından yakalanarak istasyon karakoluna teslim edilmişti. 43 yaşındaki bu meczup akli muvazenesi bozuk görülerek Bakırköy Akıl Hastanesi’ne sevk olmuşsa da herhangi bir hastalığı görülmediğinden bir ay istirahat verilerek taburcu edilmişti.

Kamil Tmal’m eşi, kocası ticani tarikatına nasıl girdiğini anlatmış, “350 lira maaşla mis gibi geçindiklerini” söyleyen Zehra Tınal, Koca Hacı isminde bir şahsın Kamil’i iğfal ederek tarikata soktuğunu, bundan soma evlerine bir sürü adam geldiğini, ayinler yapıldığım, kalabalık artınca Pilavoğlu’nun bir taksiye atlayarak uzaklaştığım, akıl hastanesine de gitmiş olan kocasının, bir arsa sattığım, bedeli olan 4 bin lirayı da Pilavoğlu’nun “Yıldızlarla konuştum. Bu akşam behemahal parayı getir.” Diyerek parasım elinden aldığım açıklamıştı.

Olaya savcılık el koymuş, dağıtılan bildiriler toplattırılmış, tahkikata başlanmıştı. Öte yandan, gece yansı bildiri dağıtan tarikat mensuplan yakalanmış, emniyet I. Şubeye götürülerek ifadeleri alınmıştı. Yakalaanlar 12 kişiydi. Daha soma 22’ye çıkmışlardı. Kamil Tınal’ı tanımadıklarım ve istasyondaki olaydan, ve bildiri asılmasından haberleri olmadığım söylemişlerdi .

Aramalarda ele geçen belgelerde, Kamil Tmal tarafından yazılmış bulunan manzumenin mısralannın birinci harfleri yanyana getirildiğinde “Kemal Pilavoğlu” ismi meydana çıkmakta ve Pilavoğlu’na methiyeden ibaret olan manzume üzerinde durulmaktaydı. Bu gelişmelere bakılarak başka bazı ticani tarikatı müritlerinin tevkif edileceği tahmin ediliyordu .

Ankara’da, öğle vakti Yenişehir’in tenha olduğu bir sırada Zafer Meydanındaki Atatürk heykeli parçalanmak istenmişti. Çubuk kazasma bağlı Karadana Köyü’nde olup ticani tarikatına mensup Satılmış Oğlu Sadık Çakırtepe isimli şahıs, elinde iki kilo ağırlığında ve son derece sivri uçlu balyoz bulunduğu halde, yalm ayak Atatürk heykeline tırmanmış, heykele vurmaya başlamış, bunu gören, kömür tevzi müessesesi muamelat müdürü Asım, etraftan yetişenlerin yardımıyla bu yobazı ayaklarından çekerek indirmişti . Ancak, balyozun tesiriyle heykelin kılıç ve kemer kısınılan tahrip olmuştu. Olayı gören halk galeyana gelmiş, saldırganı hırpalayarak linç etmek istemişti. Kargaşaya polis yetişmiş, yobazı linç edilmekten kurtarmıştı . Yakalanan şahıs baygınlık numarası yaparak halkın elinden kurtulmaya çalışmıştı.

Bu olayda dikkat çeken nokta, saldırının, gündüz ve aleni olarak yapılması ve nümayişkar bir özellik taşımasıydı.

Saldırganın cebinde bir şişe tendürdiyot, nüfus cüzdanı ve bir miktar para çıkmıştı. Hastaneye kaldınlan yobaz tedavisinden sonra, Emniyet I. Şube Müdürlüğüne sevk edilmiş, emniyette sorulara cevap vermemiş, adliyeye götürülmesini istemişti. Sorgusu yapılan Sadık Çakırtepe, içindeki ikinci bir kuvvetin kendisini teşvik ettiğini söylemiş ve “beni asın” diye bağırmıştı.

Ticani Tarikatı mensubu bu saldırgan, daha önce de propaganda yaparken yakalanmış, memleketin emniyetini sarsacak ve dini siyasete alet edecek şekilde konuşmaya başlamış, kendisini takip eden emniyet memurlan tarafından yakalanarak savcılığa verilmiş ve tutuklanmıştı. O zaman cezaevi arabasına bindirilirken, adliye önünde birikmiş olan halka kitaben “Abdes t alın, namaz kılın” diye bağırmıştı .

Yine aynı gün, Çubuk ilçesinde ticani tarikatına mensup 25 kişilik bir grup, saat 13:00 civarında Çubuk parkındaki Atatürk heykeline tecavüzde bulunmuşlardır364 . Bu olaylarda dikkat çeken nokta, saldırıların, gündüz ve aleni olarak yapılması ve nümayişkar bir özellik taşımalarıydı.

Ankara, İstanbul karayolunun 23’üncü kilometresindeki Eryamanlar köyünde 23 Mart Cuma’yı 24 Mart Cumartesi’ye bağlayan gece köy meydanında çimentodan yapılmış Atatürk heykeli parçalanmıştı. Bu heykel 1939 senesinde bir halk sanatkarına yaptırılmıştı. Yapılan incelemede, ayak izleri bulunan iki saldırgan tarlalardan geçerek asfalta çıkmış, arada kendilerini bekleyen otomobile binerek kaçmışlardı. Bu iki meczup heykelin kafasını boynundan ayınyp, kafayı yerde parçalamışlardı. Olay camide sabah namazından çıkanlarca görülüp bucak müdürüne bildirilmiş, müdür de urumu Ankara valisi Necati İlter’e iletmişti.

Vali, İl Jandarma Alay Komutam Rıfat Ulkenalp ile beraber olay yerine gelerek tahkikat başlatmıştı. Olayı gören bir köylü bu kişileri hırsız sanarak bağırarak üzerlerine yürümüş, fakat arabalarına binip, Ankara istikametine hareket eden saldırganlar bu köylüye de çarpmışlardı. Köylüler, kınk büstü köy öğretmenine tamir ettirmişler yeni bir büst yaptırmak için aralarında para toplamaya başlamışlardı.

Çubuk’ta beyanname dağıtmaktan yakalanan Cavit Yaz, ifadesi alınması için kaymakamlığa davet edildiğinde, ifade sırasında, yerinden fırlayarak, odanın bir köşesinde duran Atatürk büstünü kucaklamış ve yere atarak kırmıştı. Hareket, beklenmeyen ve ani olduğundan müdahale yapılamamış, ifadesinde ise, huşua geldiğini ve kendisini kaybederek büstü kırdığım söylemişti.

Ankara’nın Elmadağ bucağına bağlı Lalahan mevkiinde, Türkiye Tiftik Cemiyetine ait numune çiftliğinde bulunan Atatürk büstü kırılmıştı. Olay üzerine, Emniyet Genel Müdürü, Çankaya İlçe Jandarma Komutam, Ankara Savcısı ve yardımcısı tahkikat başlatmıştı. Bu işin çocuklar tarafından yapıldığı bildirilmişse de buna inanılmamış, fakat soruşturmanın selameti bakımından çocukların suçsuzluğu açıklanmamıştı. Tahkikata göre güya Lalahan istasyon memuru Muhittin Güntürk’ün 10 yaşındaki oğlu Feyyaz Güntürk ile istasyon makasçısının oğlu 9 yaşındaki Reşat Gürkan havuzun önündeki Atatürk büstünü kırmaya karar vermişler, kimsenin olmadığı bir saatte bunu gerçekleştirmişlerdi . İki çocuğun büstü kırdığım 7 yaşlarında Hacer İkiz isminde bir kız ve yine 7 yaşlarında Selahattin Karayağız isminde diğer bir çocuk görmüş ve babalarına haber vermişlerdi. Senaryoya göre, Vişne çalmak üzere bahçeye girdiklerinde bu işi yaptıkları anlaşılmış , kimsenin teşviki olmadan “her yerde yeni büstler dikiliyor, kıralım da buraya da yenisini yapsınlar” düşüncesiyle hareket etmişlerdi . Bu bilgi soruşturmayı yürütenler tarafından bilinçli olarak verilmişti. Çocuklar ise, suçu tamamen inkar ediyorlardı . Yapılan araştırmada, hadiseyi takip eden günlerde Osman Özer adında Etimesgut Radar birliğinde askerliğini yapmakta olan bir onbaşının hafta tatilini geçirmek üzere Lalahan’a ailesinin yanma geldiği, fakat bayram tatilini kıtasında geçirip Lalahan’a gelmediği tespit edilmişti. Tahkikat sırasında Osman Özer’in üzerinde Atatürk’ün bir fotoğrafı bulunmuş, fotoğrafın arkasında, Atatürk’ün gençliğe hitabesinin bir parçası ile 19.10.1946 tarihine rastlanmıştı. Osman bu tarihin ticani tarikatına girdiği tarih olduğunu söylediğinden kendisinden şüphe duyulmuştu. Soruşturmada Osman, Kemal Pilavoğlu’ndan emir alarak, büstü, Ali Özdemir ile beraber kırdıklarım itiraf etmişti. Sanıklar, Osman Özer, Ali, İbrahim, Ahmet ve Mustafa’nın duruşmalarında tanıklar, sanıkların suç işlediklerinden bilgi sahibi olmadıklarım, bunları derviş olarak tanıdıklarını söylemişlerdi . Tanıklardan Hatice Özdemir, kocası Ali’nin, Pilavoğlu’nun kitaplarım ticaretle sattığım, fakat heykel kırmadığım söylemişti. Ayrıca, İbrahim Tümer isminde bir hat bekçisinin de tarikatın propagandacısı olduğu tespit edilerek sorgusundan sonra tevkif edilmişti .

TBMM bahçesinde Ulus kapısı yarımdaki otoparkta, Atatürk’ün bir büstü çamurlar içinde, parçalanmış halde Yüksek Mühendis Hüseyin Türkmen tarafından görülerek savcılığa haber verilmiş, Ankara Vah Vekili Fethi Tannk, Cumhuriyet Savcısı Nazif Yamanoğlu ile olay yerinde 20 kişiyi tanık olarak dinlemiş, tahminler yine ticaniler üzerinde yoğunlaşmıştı. Araştırmalar sonucu, Ticani Tarikatı mensuplarmdan olduğu anlaşılan İbrahim Balcı sorgusundan sonra tevkif edilmişti.

İzmir Kemalpaşa yolu üzerinde, Belkahve tepesinin üzerine dikilmiş olan Atatürk abidesi kurşun sıkılarak zedelenmiş, heykel ve kaidenin üzerine çok çirkin yazılar yazılmıştı. Belkahve tepesi, Atatürk’ün, Yunan ordusunun denize dökülüşünü takip ettiği yerdir. Durum vatandaşlar tarafından jandarma ve vilayete bildirilmiş saldırganlar aranmaya başlanmıştı.

Ayrıca, Kültür Parkta bulunan İsmet İnönü büstünün sağ kolu kırılmış, bazı yerleri tahrip edilmiş failler yakalanamamıştı.

Kastamonu’da yayınlanmakta olan Mücadele Gazetesindeki bir habere göre, Taşköprünün Alama köyünde Atatürk’e ait büstün gözü oyularak tecavüz edilmiş, jandarma, Şükrü isimli suçluyu yakalayarak adalete teslim etmişti. Kastamonu vahşi olayın önemli olmadığım ileri sürmüş, yaptığı açıklamaya göre tecavüz büste yapılmayıp köy okulundaki bir sınıfta Atatürk’ün fotoğrafına yapılmıştı. Sanıklar akşam kimsenin bulunmamasından istifade ederek içeriye girmişler, kağıt oynamaya başlamışlar. Bunlardan 23 yaşındaki Şükrü bıçağım çıkararak, duvardaki Atatürk’ün fotoğrafı üzerinde bıçakla nişan talimi yapmış; resmin yüzü ve muhtelif yerleri parçalanmıştı. Şükrü, aynı talimi saba tahtası üzerinde de yapmış ve arkadaşlarıyla birlikte çıkıp gitmişlerdi. Yapılan araştırmada Şükrü’nün köyde serseri ve kabadayılıkla geçinen biri olduğu öğrenilmişti. Valiye göre; olayın irtica ile katiyen ilgisi yoktu . Kastamonu’da Kudret Gazetesinin bir haberine göre ise, lisenin müdür odasındaki Atatürk fotoğrafı indirilerek parçalanmıştı .

Kütahya’da Atatürk büstünü boğazından iple bağlayarak ağaca asan kişi veya kişiler boynuna bir bildiri asarak ortadan kaybolmuşlardı. Bu bildiride, “Din hamisi Menderes ve Tevfik ileri yaşasın Yazılıydı. Bildiririm üslup ve yazılışından, Prof.

Ali Fuat Başgil’den esinlendiği anlaşılıyordu. Vali Haluk Pepayi bu iğrenç olayın tahkikatıyla uğraşıyordu.

Manisa Turgutlu’da 18 Haziran 1951 günü Atatürk heykeline yapılan saldırının faili olduğu gerekçesiyle CHP’li Ahmet Koç isimli birisi savcılıkta '10'1 ,

tutuklanmıştı . içişleri Bakanlığının yaptığı açıklamada, Turgutlu İlçesinin Cumhuriyet Parkında mermerden yapılmış Atatürk büstünün, gövdeye portatif olarak geçirilmiş olan baş kısmının, 17 Haziran 1951 gecesi yerinden düşürüldüğü, düşme sonucu üst kısmında hafif surette zedelenme meydana geldiği ancak bir değişiklik göstermediğinden tekrar yerine konduğu ve eski halini muhafaza ettiği belirtilmişti.

Aydın’ın Dalama Köyü’nde Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece DP binasında bulunan Atatürk büstü, birkaç kişi tarafından tecavüze uğramış ve parçalanmıştı. Saldırının dikkat çeken yanı büstün gözlerinin oyulmuş olmasıydı. Olaya savcılık el koyarak tahkikat başlatmıştı .

Eskişehir’de bir ticani Atatürk büstünü kırmak istemiş, fakat amacına ulaşamadan yakalanmıştı. Bu yobaz, Kafkas muhaciri olup, Eskişehir’in Akçayır köyüne yerleşmiş, derviş gibi giyinip saf vatandaşları kandırarak geçmen Şuayip Bozkurt adındaki bir kişiydi. Muttalip köyünde gittiği bakkal dükkanının bir köşesinde Atatürk büstünü gören yobaz, bastonla büste doğru yürümüş, amacına ulaşamadan yakalanmıştı. 379

Ordu’da da Atatürk büstünün kaidesinin bir kenarı kırılmış olarak yerde bulunmuş, savcılık ve zabıta tahkikata girişmiş, teşkil edilen 3 kişilik bilirkişi heyetinden ikisi kaidenin kuvvetli darbelerle kırıldığını beyan etmiş, kaidenin kasten kırıldığı anlaşılmıştı. Gençler bu olay üzerine miting hazırlığına başlamışlardı385 .

Atatürk’ün büst, heykel ve resimlerine çok sayıda saldın olayı meydana gelmiş, bunlann bir kısmı basma yansımıştı. Bu durum karşısında emniyet müdürlüğünde, Cumhuriyet Savcısı Rüştü Kayıkçıoğlu’nun başkanlığında bir toplantı yapılmış, toplantıda Emniyet Müdürü Selahattin Aslankorkut ve Cumhuriyet Başsavcı Yardımcısı Zeki Kumrulu da bulunmuş, yapılacak tahkikat için müzakere yapılmış, tarikat şeyhi Kemal Pilavoğlu’nun celbedilerek ifadesinin alınması kararlaştınlmıştı.

Ticaniler hakkında alman karar yürürlüğe konmuş, tarikat şeyhi Kemal Pilavoğlu ile birlikte Çubuk, Sabanözü ve Çankın’da 100’e yakın mürit nezaret altına alınmıştı. Bunlar, emniyet müdürlüğünde yüzleştirilmişler, Pilavoğlu sakalım da tıraş ettirmişti. Tevkif edilenlerin 90 kişi olduğu bunlann içinde büstleri kıranların da bulunduğu öğrenilmişti. Tevkif müzekkeresinde, bunlann cemiyet nizamım bozucu şekilde dini bahane ederek tarikatçılık yaptıkları ileri sürülüyordu. Tevkif edilenler adliye koridorlarında namaz kılmış, simitle oruç açmışlar, adliyeden kamyona doldurularak cezaevine gönderilmişlerdi. Ülkemizde ticani sayısının 300 bin kadar olduğu ileri sürülmüş, fakat, bu iddia emniyet müdürlüğünve

TQ1

yalanlanmıştır .

2- Diğer Ticani Eylemleri

Ankara, Saime Kadın 12 numarada oturan Bekir Körpeli adında yaşlıca bir ticani, hapishane kapısında ziyaret için bekleyenleri “Ey ümmeti Muhammet beni dinleyiniz'''’ diyerek etrafına toplamış, hapishane binasını gösterip, Pilavoğlu’nu kastederek “İçeride Allah’ın bir Peygamberi var. Kur-an’ı Kerim’in şanını gün doğusundan gün batısına kadar yaymak isteyen bu Peygamber ile adamlarını kelepçeye vurmuşlar. Ne duruyorsunuz? Hep beraber içeriye girip onu kurtaralım.” Diye bağırıp çağırmaya başlamış ve kendisini seyredenlere “Beni yakalamak isteyenler, evvela mezarlarını hazırlasınlar, sonra yanımıza yaklaşsınlar.” diye tehditler savurmuştu . Yakalanıp mahkemeye götürülen Bekir Körpeli ifadesinde “O Peygamberdir. Ben de Peygamberim” demiş, savcılıkça müşahedeye sevk edilmiş, ellerini önüne gelene göstererek, “Peygamberi kelepçelediler” diye bağırıp -jno

çağırmıştır . Yapılan tıbbı muayenesmde akli durumunun yerinde olmadığı tespit edilerek Bakırköy Akıl Hastanesine gönderilmişti .

Çubuk Asliye Ceza Mahkemesinde, ticanilikten tutuklu olarak yargılanan Ak Köyünden Nevruz Küçük ile Mustafa Poyraz, arkadaşları salona alınırken “Allah Allah la İlahe illallah” diye bağırarak zabıt katibinin daktilo makinasını kapmışlar, katip İsmail Hakkı’nm başma atmak istemişler ama makine mübaşirin müdahalesiyle yere düşmüştü. Ticaniler makinayı göstererek, bunun, deccalm işi olduğunu kullanılamayacağını bağırarak makinayı çiğnemeye başlamışlar ve ancak jandarmanın müdahalesi ile kelepçe vurularak mahkemenin huzurunu ihlal suçundan meşhud mahkemesine verilmişlerdi.

Cavit Yaz denilen yobaz daha evvel Ankara adliyesinde “Dinsizlere din, donsuzlara don” diye bağırmak, aynı zamanda Arapça ezan okumak suçundan ağır ceza mahkemesine sevk edilmiş, akli dengesinin bozuk olduğu kanaati ile beraatine karar verilmişti. Aynı kişi, Çubuk’ta başma sarık sararak dolaşmak, halkı buna sevk etmek suçundan yargılanmış ve mahkum olmuştu.

Aydın Vilayet Konağında direkte dalgalanmakta olan bayrak, Ticani tarikatına mensup Ahmet Turan Dolaşık tarafından indirilerek parçalanmış yere serilerek üzerinde namaz kılmaya başlamış ve zabıta tarafından yakalanan meczup tevkif edilmişti. Daha önce kınlan Atatürk büstünün faili olmasından şüpheleniliyordu. Bu şahsın Arapça ezan yasak olduğu dönemde, Arapça ezan okuduğu için Ankara’da ve Bursa’da mahkum olduğu ve cezalarım çektiği tespit edilmişti.

Ankara Hacıbayram Camimde Cuma namazından sonra kürsüye çıkan 30 yaşlarındaki Hüseyin Yarbaş, önceden hazırladığı bir yazıyı okumaya başlamıştı. 30 yaşındaki yarbaş, konuşmasında; Atatürk, hükümet, inkılaplar ve rejim aleyhinde kelimeler kullanarak hakaretler etmeye başlamıştı. Hazır bulunan cemaat Hüseyin’i kürsüden indirmiş ve dövmeye başlamıştı. Etraftan yetişen polisler tarafından gözaltına alman Hüseyin ifadesinde “... iki gecedir rüyasında Peygamberi gördüğünü, kendisine bunları söylemesini emrettiğini ve bu emri yerine getirdiğin?’ bildirmişti. Tahkikat sonucu, Hüseyin’in ticani tarikatına mensup olduğu anlaşılmıştı.

Kızılcahamam’da ticani tarikatı mensubu Sefer Lale, Polath’da istasyon memuru İbrahim Çakır, Şabanözü’nde 12 ticani beyanname dağıtmaktan tutuklanmıştı. İsparta’dan Antalya’ya gelen Avni Adalı isimli şahıs matbaadan iki nüsha birer adetlik “Düşün Ahretin Yolculuğunu” ve “Yol Hazreti Ali ’nin Yolu” adlı risaleleri adedi 10 kuruştan satarken yakalanmıştı. Aramada “Allahülül Celalden salah dileyin” başlıklı bir broşür daha yakalanmış ve bunun da aynı kişi tarafından Ankara’da Bayur Matbaasmda basıldığı anlaşılmıştı.

Elebaşıları hapiste bulunan ticaniler Tokat’ta bir beyanname hazırlamışlar, bir duvara yapıştırılmış olarak bulunan beyanname bir çocuğun ihbarı üzerine ortaya çıkmıştı. İçeriği bakımından 1951 yılındaki ticani beyannamelerine benzemekte ve “Mehdi?den, “zevke gelmekken, “mehdinin büyüklüğümden söz etmekteydi. Yapılan tahkikatta, beyannamenin “Vecde gelmiş” bir tarikatın müridi tarafından hazırlandığı anlaşılmıştı.

Ticaniler İstanbul’da da bazı eylemlerde bulunmuşlardı. Yenicami ile Nuruosmaniye camilerinin duvarlarına beyanname yapıştırırken suçüstü yakalanan ticani tarikatı çömezlerinden Faiz Boztepe ve Kasım isimli şahısların, bu beyannamelerden daha bir çok yere yapıştırdıkları tespit edilmişti.Yapılan araştırmaya göre bu şahıslar, Ankara’nın Çubuk kazasının Göktepe köyündendi. Beyannamede “Gördüğünüz büstleri kırınız, yok ediniz.” deniliyordu. Bu beyannameler Kemal Pilavoğlu tarafından ikişer kişilik ekipler ile muhtelif vilayetlere gönderilmişti.

İstanbul Ortaköy, Türk Petrol Şirketinde amelelik yapan Recep Talay, DP lokalinde, Atatürk’ün büstünü işaret ederek “Kaldırın şunu kırıp parçalayın” diyerek hakaret etmiş ve bu şahıs orada bulunanlar tarafından yakalanmış, halkın linç girişiminden kurtarılarak emniyete teslim edilmişti.

Sistemli bir şekilde Atatürk’ün büst ve heykellerine yapılan saldırıların ticani tarikatınca gerçekleştirildiği tereddüde yer olmayacak şekilde anlaşılmıştı. Bunların, yalnız Ankara’da taraftarlarının 25-30 bin kadar olduğu ve bütün Anadolu’da örgütlendikleri söyleniyordu.

Bu tip saldırılar yoğunlaşarak süreklilik kazanmaya başlayınca, devlet bu gibi saldırılara karşı topyekün bir mücadeleye girişmek için operasyon karan almıştı. Gelişmeler bunu gösteriyordu. Bu durum Cumhuriyet Gazetesi’nde “Ticani meczuplarına karşı geç kalınmış tedbirler” olarak değerlendirilmişti.

D- TARİKATIN EYLEMLERİNİN TBMM’DEKİ YANKILARI VE KAMUOYUNDAKİ TEPKİLER

1- Tarikatın Eylemlerinin TBMM’deki Yankıları

Atatürk’ün manevi varlığına karşı saldırıların artarak devam etmesi üzerine, Mardin milletvekili Kamil Boran’m sorusuna cevaben, İçişleri Bakam Halil Özyörük mecliste açıklamalarda bulunmuştu.

Bakan, Atatürk’ün ölümünden 14 Mayıs 1949 tarihine kadar manevi varlığına 51, fotoğrafına 12, heykel ve büstlerine 4 olmak üzere toplam 67 saldın meydana geldiğim 20’si hakkında, veresesi tarafından şahsi dava açılmadığından tahkikat yapılmadığım 16’smda delil bulunamadığım, 9’u hakkında mahkumiyet karan verildiğini, 2’sinin affa uğradığım, 28’i hakkında adli takibat neticesinin bilinmediğini, faili bilinmeyen 3 olayın da adalete intikal etmediğini, bunların 19’unun sarhoşlukla meydana geldiğim 4’ünün failinin ise, akli dengesizliğe müptela olduklarım anlatmıştı.

14 Mayıs 1950’den bu yana ise, büst ve heykellere 9, manevi şahsiyete ve fotoğrafına 6 olmak üzere 15 saldın görülmüş, hepsi adalete intikal etmişti. Bakan’a göre, bunun sebepleri arasında otoriteyi zedeleyici teşebbüslerin ve memlekette huzursuzluk yaratmaya matuf hareketlerin ve birtakım muzır cereyanların etkisi vardı.

Amasya milletvekili Cevdet Topçuoğlu ve Rize milletvekili Osman Ravrakoğlu, ticani eylemleriyle ilgili olarak meclis başkanlığına, Başbakan Adnan Menderes’in cevaplaması dileğiyle birer soru önergesi vermişlerdi. Kavrakoğlu’nun önergesinde, “güpegündüz Atatürk bulvarına kadar yapılan ticani taarruzu hakkında hükümetin neler düşündüğünü, bu tarikatın siyasi bir hüviyeti olup olmadığını ve Atatürk heykellerine yapılan tecavüzlerde herhangi bir tahrikin bulunup bulunmadığını... soruluyordu. Rize milletvekili Osman Kavrakoğlu ile Amasya milletvekili Cevdet Topçuoğlu’nun, ticani tarikatına mensubiyetleri söylenen bazı kimselerin çıkarmakta oldukları hadiseler dolayısıyla hükümetçe ne gibi tedbirler düşünüldüğüne dair başkanlığına sözlü sorusu İçişleri Bakam tarafından cevaplandırılmıştı.

Özetle; Bakan, heykel ve büst kırma eylemlerinin tahkikat safhasında ve gizli olduğunu bu sebeple açıklama yapmanın doğru olmayacağım belirtmişti. Ancak bu eylemlerin ne anlama geldiğini konuşmak gerektiğini söylemiş, dağıtılan bir beyanname ile bu tecavüzlerin ilişkisine dikkat çekmiş ve özelliklerini açıklamıştı. Buna göre;

  1. Heykel ve büstlere tecavüz rastgele olmayıp, hedef Türk inkılabının ve Türk Cumhuriyetinin sembolü olan, Atatürk’ün heykel ve büstleridir.

  2. Dağıtılan Beyanname Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimi aleyhine müteveccihtir.

  3. Beyannamenin gerek dağıtımı, gerek saldırılan bir merkezden planlı olarak idare edildiği intihamı uyandıracak şekilde yurdun birbirinden uzak bölgelerinde birbirine yakın zamanlarda vaki olmuştur.

  4. Önceleri eylemlerini saklama gayreti gösteren saldırganlar gitgide cüretlerini arttırarak, kahramanlık ve fedailik şeklinde işi aleniyet ve gösteriye dönüştürmüşlerdir.

  5. Bu olaylara kanşmış olup yakalananlar ticani denilen teşkilatlı bir topluluğa mensupturlar. Bu tarikat memleketimizde olmayıp, tarikatlar kapatıldıktan sonra bir Mısırlı vasıtasıyla sirayet ettirilmiştir. Abdülkadir Medeni adındaki bu Mısırlı ile İstanbulda bir otelde tesadüfen tanışan Kemal Pilavoğlu ondan aldığı ilhamla 1936 yılında Ankara’da bu tarikatı kurmuştur. Tarikata yeni girenler bir tecrübe devresi geçirdikten sonra, şeyhin itimadım kazanırlarsa müritlik mertebelerine erişirler. Büritler de fedai ve kahraman tavanlarıyla mertebelere ayrılır.

Tarikatın şeyhi Kemal Pilavoğludur. Tarikat mensuplan şeyhe kayıtsız şartsız itaatle mükelleftirler. Şeyhin izni olmaksızın tarikata ait herhangi bir hususun yabancılara bildirilmesi katiyetle yasaktır. Ticaniler reisleriyle halife namı altındaki kolbaşlanyla mensuplan arasındaki hiyerarşik münasebetlerle ve nihayet bunlan tarikata bağlayan sıkı kaidelerle tam bir teşkilatlı topluluk mahiyeti arz ediyorlardı. Ticanilerin herhangi bir siyasi parti ile örgütsel ve organik bağlarına rastlanmamıştı.

Kavrakoğlu’nun soru önergesinde, ticanilerin siyasi maksatlarla tahrik edilmekte ohnalan ihtimali olup olmadığı da soruluyordu. Bakan, kanıtlanmamış olsa bile bunun kuvvetli bir ihtimal olduğunu, inkılap ve rejim düşmanı olan bu teşkilatlı topluluğun dağıtılması gerektiğini söylüyordu. Bakan, “1936 ‘da başlayıp 1943 yılından beri mevcudiyetini belli ettiği ve müteaddit defalar zabıta ve adalete intikal eden zararlı faaliyetleri görüldüğü halde şimdiye kadar yaşayan ve hatta gelişen Ticaniliği tamamen ortadan kaldırmak kararındayız. Bunu temin edecek tedbirleri almış bulunuyoruz.” demişti. Soru sahibi Kavrakoğlu da "... inkılapların korunmasında bütün memleketin hassasiyetle harekete geçmesini, bu inkılapların payidar olacağını ve güzel bir misal teşkil eylediği söylenmiştir’'’ ve “aralarında rütbe farkları hazırlayan kahramanlık rütbesi hazırlayanların fırsat bulurlarsa yarın Fedaiyan-ı İslam Cemiyeti kuracaklarından şüphe etmemek lazımdır ve kan pahasına kurulan bir inkılabı kan pahasına yaşatacağımızdan tereddüt etmemek lazımdır.” demişti.

2- Tarikatın Eylemlerine Karşı Kamuoyundaki Tepkiler

Olayların büyümesi üzerine İzmirliler bütün ilçeleriyle anlaşarak, Atatürk ve inkılaplarının ve eserlerinin edebiyyen muhafazası bu hususta en küçük tecavüzün vesaygısızlığın müsamaha ile karşılanmaması hususunda İzmirlilerin duygularım efkar önünde teyit etmek üzere ilçelerde mitingler yapmayı kararlaştırmışlardı.

1943’te Çankaya Köşkü’nün giriş kapışma nazır 25 metre yükseklikteki tepede dikilmek üzere heykeltraş Saadet Bengütaş’a yaptırılan sonra dikilmesinden vazgeçilen, köşk garaj inin bir köşesinde metruk bir halde bulunan, Atatürk’ün askeri üniformalı mermer boy heykeli Çankaya’da yapılan bir törenle açılmıştı. Heykelin kaidesine;

‘‘Hürriyet ve İstiklal benim karakterimdir. ”

“Ben aşk-ı istiklal ile meftun bir adamım. ”

Kemal Atatürk 1921

"Kemal Atatürk seni sevmek milli ibadettir”

Celal Bayar 1923 cümleleri yazılmıştı.

10 Kasım 1951 günü Atatürk’ü anma töreninde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) bir beyanname yayınlayarak üniversiteye Atatürk’ün bir heykelini dikme karan aldıklarım açıklamış ve halkı yardıma çağırmıştı.

Rektör, Kazım İsmail Gürkan da gençleri desteklediğini bildirmiş. İş Bankası üniversite bahçesine heykel dikilmesi için MTTB emrine 20 bin TL. tahsis etmişti. Halkın desteği için de İş Bankası Beyazıt şubesinde 500 numaralı “MTTB Atatürk Heykel Hesabı”, şube müdürü Celal Morah ve istihbarat şefi Mehmet Arasan’m katılımıyla resmen açılmıştı. Milli Eğitim Bakam Tevfik İleri bir açıklama yaparak, İstanbul Üniversitesi bahçesine dikilecek heykel için bakanlığın yardımda bulunacağım duyurmuştu.

410

411

412

413

414

415

Yine aynı tarihlerde, DP Eşrefpaşa ilçesine bağlı, 14 Mayıs Zafer Ocağı, Sıhhiye binası arkasındaki Damlacık meydanında, Atatürk heykellerine saldıranları protesto etmek amacıyla büyük bir miting düzenlemiş ve bu mitinge vatandaşların da iştirakiyle, binlerce kişi katılmıştı

Milli Türk Talebe Federasyonu, 30 Haziran’da Ankara’da Atatürk heykel ve büstlerine yapılan menfur tecavüzleri protesto etmek maksadıyla bir miting düzenlemiş ve bu mitinge bütün vatandaşları, yayınladıkları bir beyanname ile davet etmişlerdi. Bu mitinge Ankara’daki öğrencilerden başka, spor, işçi ve esnaf kuruluşlarıyla, İstanbul’dan seçilen öğrenci kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan bin kişilik bir gençlik grubu da katılmıştır.

DP Göztepe Bucak kongresi delegeleri aralarında 108 lira toplayarak Atatürk heykeli hesabma yatırmışlar, CHP kadınlar kolu çay toplantısında 3300 lira tutan geliri MTTB’ne vereceklerini açıklamışlardı. DP İzmit merkez ilçe kongresinde Hüseyin Sankaya isimli delege kongre başkanlığına bir önerge vererek, İstanbul Üniversitesi bahçesine dikilecek olan Atatürk heykelinin yapılabilmesi için bahçedeki DP Tilerin, anıtın harcına katılmak üzere birer damla kan vermeyi teklif eden önergeyi okumuş kongre başkam önce kendi kanmı, hazırlanmış olan çanağa akıtmış ve arkadan yüzlerce delege heyecanla kanlarım vermişlerdi. Kan MTTB başkanlığına bir mektupla kongre başkam tarafından bizzat gönderilmişti. Mektupta;

“Büyük Atatürk’ümüzün Cumhuriyeti emanet ettiği gençliğin bu emanete olan sadakatlerinin bir nişanesi olarak dikeceğiniz anıtın harcını karmak için kongremiz üyeleri ve yüzlerce dinleyici damarlarından çıkardıkları kanlarını bu çanakta yollarken, vatanımız, cumhuriyetimiz ve istiklalimiz uğrunda damarlarımızda kalan kanlarımızın akmaya her zaman hazır olduğunu en gür sesimizle haykırıyoruz. ” demişti.

Ticani saldırılarında büst ve heykellerin kırılmaması için Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsü öğrencileri okulun dökümhanesinde, atölye şefi Sadi Olcay başkanlığında yaptıkları çalışmada kırılmaz büstler yapmışlardı. Büstlerin ağırlığı yüzyirmi kilo kadar geliyordu.

MTTB’nin üniversite bahçesine diktireceği Atatürk heykeli için 15 sanatçı 28 eserle başvurmuş, bunların dışmda örnek eserlerde toplanmıştı. Bu eserler profesörler evinde 15 gün sergilenecekti. Sergiye Cumhurbaşkanının gelmesi bekleniyor, sergide bağış toplanması da düşünülüyordu. Uzun zaman yapılan hazırlıktan soma, İstanbul Üniversitesi bahçesine dikilen Atatürk heykeli 19 Mayıs 1955 günü büyük bir törenle açılmıştı. Törende konuşan Üniversite Rektörü Fahir Yeniçay gençliğin ataya bağlılığım ifade etmiş, Vali ve Belediye Başkam Fahrettin Kerim Gökay da Cumhurbaşkanı adma bir konuşma yapmıştı.

Ankara Üniversitesi talebe birliği, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi bahçesine bir Atatürk heykeli dikilmesi için teşebbüse geçmiş, Rektör Ekrem Rüştü İzmen İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü ve Teknik Üniversite Rektörü ile görüşmüştü. Gençler bu amaçla bir komisyon kurmuşlar profesörler ile öğrenci cemiyetleri de yardıma başlamıştı. Bu yardım hesabı da İş Bankasında açılmıştı.

İstanbul Üniversitesi talebe birliği, Atatürk’ün altından bir büstünü anıtkabir veya TBMM’ye diktirmek için faaliyete geçmişti. Kapalıçarşıda kuyumcular aralarında altm toplayıp vermeyi kabul etmişlerdi. Büste bağış yapanların isimleri liste yapılacak özel olarak saklanacaktı.

E- KIRŞEHİR OLAYI VE OLAYA KARŞI TEPKİLER

1- Kırşehir Olayı

Kırşehir Çarşı Meydanında küçük bir kaide üzerindeki Atatürk büstü 27 Şubat 1951 Cuma gününü Cumartesiye bağlayan gece bilinmeyen biri tarafından burnu ve çenesi kırılarak koparılmış* , Vali Edip Yıldız suçlunun mutlaka bulunacağım söylemişti. İddiaya göre, Cumartesi sabahı erken saatlerde Sabahattin Gökçınar adlı bir kişi avaz avaz bağırarak Atatürk heykelinin kırılmış olduğunu söylemiş, “Ben valinin yerinde olsam çarşı bekçisinin cezasını verirdim*' demişti. Sabahattin polisçe bilinen biri olup, daha önce Celal Bayar’a küfür etmekten 300 lira para cezasma çarptırılmıştı. Çarşı bekçisi ile kavgalıydı. Bu nedenle şüpheler Sabahattin üzerinde toplanmıştı. 1338 doğumlu ve 4 çocuk sahibi olan Sabahattin ise “Acısı hala milletin içinde duran Ata ’nın çocuklarının böyle bir şey yapacağını aklım almaz*21 demişti.

Polis, Sabahattin’in evine gitmiş, annesi ile Sabahatin’in ifadesi arasında çelişki görülmüştü. Sebahattin olayı inkar ediyor bekçi de gece kaçarak geçen bir kişiyi Sabahattin’e benzettiğini söylüyordu. Savcı İbrahim Köylüoğlu, Sabahattin’i delil yetersizliğinden serbest bırakmıştı.

Soruşturma sırasında bu işi bir delinin yapmış olacağı düşünülmüş, o gece bir delinin handa yattığı tespit edilmişti. Bu delinin Koçhisar’a gittiği öğrenilmiş, araştırma bu yönden de yapılmıştı. Fakat heykelin kınlan parçalarının toplanarak kaidenin yanma konulması “deli sanıkf ihtimalini de azaltmıştı. Olayın, sıradan bir davranış olmayıp taammüden yapıldığı anlaşılıyordu.

Araştırma bir sonuca ulaşamayınca Sabahattin’in suçsuzluğuna karar kılınmıştı. Tartıştığı bekçi ile baba tarafından akraba olduğu, onunla tartıştığı 28 gün önce içki içmeyi bıraktığı, olay gecesi yeni yazı ile yazılmış, yeni aldığı mevlit kitabım ailesi ile birlikte okuduğu, sokağa çıkmadığı, giydiği ayakkabıların lastik değil iskarpin olduğu ileri sürülmüştü. Olayda tespit edilen izlerin ise lastik ayakkabı izleri olduğu belirtilmişti. Tahkikat sonucu, Sabahattin’in bu işi sarhoşlukla yaptığı kanaatine varılmış ve Sabahattin, iki yıl iki ay hapse mahkum edilmişti.

Bu tecavüz olayında, herkes derinden etkilenmiş, devrimlerimiz ile bağımsızlığımızın sembolü olan Atatürk’e karşı yapılan bu saldırıyı yapan ve yaptıranların bir an evvel meydana çıkarılması beklenmişti. Emniyet müdürü, Kırşehirlilerin devrimlere çok bağh olduğunu ve olayda irticai bir koku olmadığım söylemişti. Oysa, bu olay ülke çapmda Atatürk’ün büst ve heykellerine karşı saldırıların başlangıcı olmuştu.

Kırşehir’de, DP, CHP ve MP il başkanlan bu işin bir parti işi olmadığım, komünist fikirli kimseler tarafından olay çıkarmak için bir tertip olduğunu ileri sürmüşlerdi. Türkiye’nin tercih ettiği uluslar arası kamp nedeniyle tüm olaylar Rusya’ya ve Komünizme saldırmak için bir gerekçe ve fırsat sayılıyordu. Bu üç parti müşterek yapılacak bir miting hazırlığına başlamışlar, Kırşehirliler ise kınlan büstün yerine bir büst ısmarlamışlardı. Kırşehir Belediyesi Millet Partili idi. Olayın hiçbir parti tarafından istismar edilmediği söyleniyordu. Kırşehir’de daha iktidan 14 Mayıs 1950’de el değiştirdiğini bilmeyen köylüler vardı. Hacı Bektaş ilçesinde DP açık farkla önde, diğer ilçelerde ise, üç parti birbirine denk görünüyordu

2- Kırşehir Olayına Karşı Tepkiler

Kırşehir’de Atatürk büstüne yapılan saldırının basında yer alması üzerine TMTF bir bildiri yayınlamış "... ilk bakışta, bu meczubhane hareketin şuuri ve iradi bir cehlin neticesi olabileceğine ihtimal veremiyoruz... son zamanlarda bazı kimselerce yapılmakta olan Atatürk aleyhtarlığı ile fikri bir bağ ve muvazilik gösteren bu hareketi, sahibinin şahsi durumunu tetkike bile lüzum görmeden protesto ettiğimizi bildirmek isteriz. ” demişti. İstanbul Gençliği, Atatürk’e bağlılığının bir belirtisi olmak üzere 100 kişilik bir üniversiteli gurubunu Kırşehir’e gönderme karan almış, bu gençlerden bir heyet de İstanbul Vali ve Belediye Başkam, Prof. Fahrettin Kerim Gökay’ı, ziyaret etmişti. Gökay da gençlerden Kırşehir Belediye’sine İstanbullu hemşehrilerinin samimi ve sıcak selamlarım birlikte götürmelerini, Atatürk’e bağlılık duygularım ulaştırmalarım gençlerden istemişti. Kırşehir hadisesini tel’in etmek için İzmit’te, Lise, Akşam Sanat Okulları öğrencileri ve kalabalık bir gençlik kitlesinin katılımıyla bir miting yapılmıştı.

İstanbul ve Ankara Üniversitesi gençliği, Kırşehir’de bir miting yapma karan almışlardı. Mitingi düzenleme işini Kırşehirli gençler üstlenmişti. Mitinge katılmak için Kırşehir’e gidecek öğrenciler İstanbul’da 03.03.1951 günü öğle treniyle hareket etmişlerdi. Ertesi gün, Ankara Yüksek Tahsil Talebe birliğinden de 50 kişilik bir grup hareket edecekti. Birlik adma Orhan Çaplı’mn konuşmasına karar verlimş. Aynca, Ankara’da Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinde de bir toplantı yapılmış ve durum değerlendirilmişti.

Mitinge katılmak için Kayseri’den de 30 kişilik bir kafile hareket etmişti. Gençler Atatürk abidesine konmak üzere yanlarına bir de çelenk almışlardı. Çelengin üzerinde “Kayseri Gençleri daima izindedir" cümlesi yazılıydı. Yozgat’ta da, öğretmen, parti mensubu ve öğrencilerden meydana gelen bir kafilenin mitinge katılmak için Kırşehir’e hareket edeceği öğrenilmişti.

03.03.1951 günü akşam saat 18.00’de İstanbul’dan 104, Ankara’dan 57 üniversite öğrencisi Kırşehir’e gelmiş ve halkın coşkun tezahüratı ile karşılanmıştı. Kırşehirliler öğrencileri evlerinde misafir etme karan almışlar. Mitinge civardaki köyler halkı da katılacaktı. Kırşehir’e gelen gençler doğruca halk evine gidiyorlardı. Halk evinde bir toplantı yapacak ve irtica ile saldırının genel boyutlarım tartışacaklardı. Toplantı, saat 15.30’da başlayacak, MTTB, ikinci Başkam Hikmet Savaş’m açış konuşmasından sonra, Muharrir Bedii Faik, MTTB Genel Sekreteri Kamuran Evliyaoğhı, îcra Komitesi Üyesi Selçuk Aybar, Felsefe Öğretmeni Ziya Somar konuşacaklardı. İstanbul Teknik Üniversitesi Talebe Birliği, Kırşehir Belediye Başkanına bir telgraf çekerek mitinge katılamamaktan dolayı üzüntü duyduklarım bütün kalpleriyle hadiseyi tel’in ettiklerini bildirmişlerdi. Mitinge ülkenin her yanından heyetler gelmişti. Büstün çevresi çelenk ve çiçeklerle kapanmıştı. Çok sayıda bayrak ve döviz taşmıyordu. Bunların içinde “Heykelini kırdın, inkılaplarını yıkamazsın. ” “Hortlamak isteyen yıkıcı kuvvet, seni daima ezeceğiz.” cümleleri dikkat çekiyordu. Bu arada “İnkılap ve Gençlik Dergisi” ile gençliğin Kırşehir halkına mesajı dağıtılıyordu. İstiklal Marşı okunarak miting başlatılmıştı. Belediye Başkam Şevki Akdağ saygı duruşu yaptırmış ve özlü bir konuşma yapmıştı. Mitinge, her taraftan mesajlar gönderilmiş, Atatürk’ün kızkardeşi Makbule Hanım da Kırşehir’e gelmişti. Rahatsız olduğu için mitinge geç katılmış, büst önünde yaptığı konuşma kalabalık tarafından dikkatle dinlenmişti.

Kınlan heykelin yerine bronz bir heykelin dikilmesinden beri başmda nöbet bekleyen izciler, bu nöbeti İstanbul ve Ankara’dan gelen üniversitelilere devretmiş ve miting saatine kadar sürecek olan nöbeti üniversiteliler devralmışlardı.

Mitinge, Kayserideki 5000 işçiyi temsilen işçi temsilcileri de katılmıştı. Aynca, işçi sendikalan, memleketimizde yer yer kıpırdanma ve teşkilatlanma cüretini gösteren komünizm ve irticaya karşı Türk gençliğinin açtığı savaşa bütün Türk milleti gibi Türk işçilerinin de katıldığı böyle zararlı teşkilat ve kötü niyetli zihniyetlerin amansız düşmanı olduklarım belirtmişlerdi.

Gelişmeler karşısında Ankara, İzmir, Zonguldak ve İstanbul’daki yüksek tahsil gençliği temsilcilerinin katılımı ile genel idare kurulu toplantısı yapacak olan TMTP gençliğin irticaya ve komünizme açtığı mücadeleye ait esasları belirleyecekti. Bazı dergiler irticayı körüklemek için Atatürk’e ve inkılaplara “ağızlarına ve kalemlerine geleni” yazmaya başlamışlardı. Sebilürreşat Dergisi hakkında dava açılmış, fakat, şahsi dava açılması da düşünülüyordu. Bu gibi davalar için Makbule Ata’dan Ankara Milletvekili Hamit Şevket İnce’ye umumi vekalet vermişti. Avukat bu vekaleti tevkil edebilecekti.

Kırşehir’de yapılan mitingi İstanbul ve Ankara Üniversitesi talebe birlikleri, ortaokul talebeleri gelmişler, komşu il ve ilçelerden yüzlerce talebe Kırşehir’i doldurmuşlardı. Kırşehirliler, içimizden böyle bir soysuz çıkmaz demişlerdi.

Gençler, saat 8.30’da marş söyleyerek Ata’mn küçük parktaki heykeline yürümüşler, miting, İstiklal Marşı ile başlamıştı. İlk konuşmayı yapan Belediye Başkam, hadiseden duymuş oldukları teessürü belirterek misafirleri selamlamış. Ata’mn huzurunda 5 dakikalık saygı duruşuna davet etmişti. Onu takiben İstanbul Üniversitesinden Tamer Önderoğlu, Atatürk’e sadakat ve bağlılığın ifadesi olarak yapılmış olan toplantıda, Türk gençliğinin andı tekrarlamasını teklif etmiş. Mitinge katılanlar hep bir ağızdan and içmişlerdi. Konuşanlardan Tamer Önderoğlu, Ata’ya uzanan dil koparılacak, ona uzanan sar’ah eller kırılacak demiş, gençliğin, Ata’mn emanetini koruyacağım söylemişti. Ankara Yüksek Tahsil Talebe Birliği Başkam Orhan Çaph, bütün Ankara Yüksek tahsil gençliğinin Kırşehir’e gelmek için can attığım söyledikten soma, "Keşke şu kulaklarım sağır, şu gözlerim kör olsaydı da bu iğrenç hadiseyi duymaş ve görmez olsaydım. Atatürk, Türk milletinin güneşidir. ” demişti. Yine Ankara Üniversitesinden Mustafa Baştura da "Bir softa, sefil ruhlu bir komünist memleketin her tarafından çıkabilir. Fakat, o bütün memleketi temsil edemez. ” demişti. İstanbul Üniversitesi Talebe Birliğinden İlhan Engin Gören, Atatürk’ü övmüş, "Vatanın bağrında sen güneşsin Kırşehir - Ata ’ya uzanan o menhus eli Kır Şehir. Mısralarını Kırşehirlilere ithaf etmişti. Kırşehirliler adma konuşan Kemal Coşkuntuna, “...bu suikastın, Kırşehirliler tarafından yapılamayacaını ... bir vatansızın, bir satılmışın işi olacağını belitreke... bu vatanda, kızıl baykuşlar, satılmışlar, vatansızlar üremeyecektir... Atatürk, Türk milletinin benliğindedir." Demişti. Ankara Yüksek Tahsil Talebe Birliği adma konuşan Fahrettin Demir, “Atatürk’e el ve dil uzatanlara lanet olsun” demiş. İstanbul Üniversitesinden Rasim Küçükel, "Kırşehirliler müsterih olsun, inkılap dersi vermek içni ön saflarda yer almış bulunuyoruz. ” demişti. Faika Erkut, Atatürk için yazdığı bir şiiri okumuştu. Naci Akanay, saldırganın bulunarak elinin kırılmasını istemiş, Tıp Fakültesinden Adnan Varol, Kırşehir adına Muzaffer Kızıldağ, Ali Altan Ahmet Ayeta, şiir okumuşlardı. Daha sonra, Ordu gençliği, İzmir ve civarındaki Kırşehirliler, Akhisar gençliği, Bergama Demokrat Parti, Teknik üniversite, Erzurum Lisesinden Yetişenler, İstanbul Hukuk, Dişçi Okulu, İzmir Ekonomi ve Ticaret Okulu ve civanndak Kırşehirliler adma çekilen telgraflar okunmuştu.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar Kırşehir’e Bronz bir Atatürk büstü hediye etmiş, büstün açıhşı için İçişleri Bakam Rüknettin Nasuhioğlu, Ankara milletvekilleri, Amiral Rıfat Özdeş, Osman Şevki Çiçekdağ, Mümtaz Faik Fenik Kırşehir’e gelmişler, büst, büyük bir törenle açılmıştı. Açılış konuşmasım İçişleri Bakam Nasuhioğlu yapmış. Törende konuşan vali, saldırıyı kınayarak failin yakın zamanda yakalanarak cezalandırılacağını söylemişti. Aynca, Osman Şevki Çiçekdağ ile Orta Okul Müdürü Sabri Ergül de konuşmuşlar ve onlar da saldırıyı kınamışlardı.” Kırşehir’de miting yapıldığı gün İstanbul’da da kapalı salon toplantısı yapılacağı açıklanmıştı. Toplantı, Eminönü Halkevinde yapılmış, Hikmet Savaş adlı öğrenci, Kırşehir olayının, kızıl ve kara ellerin bir örneği olabileceğini belirtmiş ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini okumuştu.

Heykel açılışında, Demokrat Parti ortamın gerginliğine bakarak kendilerine karşı güvensizlik yaratılmak ve kamuoyunda küçük düşürülmek amacıyla yapılmış olacağı endişesini taşıyor, olayın ileriki nesillere ibret olacağım söylüyordu.

Kırşehir Emniyet Müdürü, Atatürk’ün üçbuçuk sene muhafızlığım yapan Fuad Ulusoy idi. Ulusoy, Von Papen’e suikast olayım ortaya çıkaran kişiydi. Kırşehir olayına çok üzülmüş, “Hayatını korudum, heykelini koruyamadım.” demişti.

Olaydan beş ay sonra, heykeltraş Mehmet İnci, Cumhurbaşkanına müracaat ederek tensip buyurulacak bir yere dikilmek üzere Atatürk’ün bir heykelini hediye etmek istemişti.

F- ATATÜRK’ÜN MANEVİ ŞAHSİYETİNİ KORUMA KANUNU

Laiklik karşıtlan 14 Mayıs 1950’de DP’nin seçimi kazanarak iktidara elmesini Akdevrim saymış, siyasilerden aldıkları tavizlerle Atatürk’ün, resim, büst ve heykellerine saldırarak açık eylemlere başlamışlardı. Menderes’in de ifade ettiği gibi bu saldınlar, heykellerin taşma tuncuna değil Atatürk’ün şahsında doğrudan doğruya inkılaplara idi. DP iktidarı laiklik karşıtlarına göz yumduğu iddiası ile itham ediliyordu. Bu sebeple, saldınlara karşı yasaların yetersizliğini öne sürerek basmda “Atatürk Kanunu” diye adlandırılan bir kanun tasarısı hazırlatmıştı. Tasan komisyonda görüşülürken, Harnit Şevket İnce, tasanyı ısrarla savunmuş. Cumhuriyet Gazetesi Başyazan ve Muğla Milletvekili Nadir Nadi ile diğer üyeler karşı çıkmıştı. Nadi, karşı çıkış gerekçesinde "... Atatürk prensipleri korunduğu takdirde böyle bir hususi kanuna hacet kalmayacağını, tecavüz hadiselerinin kendiliğinden ortadan kalkacağnı. ” belirtmiş. Atatürk prensiplerine sahip çıkılmadığım iddia etmişti. Meclisteki bu tartışma, görüş ve telkinler saldırganlan durduramıyordu. Bir hafta içinde meydana gelen tecavüz sayısı 12’yi bulmuştu. Adalet Bakanına göre, bu kanun tasansı tartışması bile mütecavizlerin cesaretlerini kırmış bulunuyordu.

Adalet Bakanlığında, Bakan Rüknettin Nasuhioğlu’nun başkanlığında, kanunlarda günün şartlarına aykırılık bulunup bulunmadığı, revizyon gerekip gerekmediği de görüşülmüştü. Bakanlıktaki toplantıya, milletvekillerinden Celal Fuat Türkgeldi, Rıfat Atalay, Yargıtay Daire Başkanlan, Bakanlık Hukuk İşleri, Ceza İşleri Genel Müdürleri ve Hukuk Fakültesi Dekanı da katılmıştı. Tasarının komisyonda görüşülmesi sırasında sözlü sataşmalar saldırıya dönüşmüştü. Çorum Milletvekili Hüseyin Ortakçı şahıslara imtiyaz hukuku tanımanın yanlış olacağını ileri sürmüş, Celal Yardımcı ise, ‘‘‘'..kanun hislerin üstünde tutulmalı, tecavüzü önleme ve inkılapları korumanın teminatı TBMM’dir. Kanunlarda müeyyideler var, zaten halk saldırıları nefret ve lanetle karşılıyor. Bu kanun hukuk prensiplerine aykırı olufr51diyordu. Tasarıya iki ayn düşünceyle karşı çıkılıyordu.

Birincisi, laiklik karşıtlan esasen devrimin tümünü reddediyorlar ve Atatürk’ün şahsında tepkilerini gösteriyorlardı. Hedefleri siyasal rejimin karşıtlığıydı. İkinci görüş ise, yalmzca Atatürk’ün korunması sistemin korunması anlamına gelmeyeceği, hükümetin, Atatürk’ün manevi şahsiyetini olduğu kadar diğer ilkelerini ve sistemin bütününü de koruyacak tutum alması gerektiğiydi.

Ülkenin, ikiyüz yıllık mücadele geçmişi bir birikim sağlamış, sonuçta buraya gelinmişti. Halkın çoğunluğu, gençlik ve ordu, Atatürk’ün şahsında devrimleri koruma yolunda oldukça dinamikti ve ‘'Devrimi yapan ve mahiyetim anlayan onu korumaya muktedir”di. Öte yandan bunun bir inkılap kanunu olduğunu öne sürenler de vardı. Tasarının komisyonda reddedilmesi ihtimali belirdiğinde İçişleri Bakanı Rüknettin Nasuhioğlu Menderes’in komisyonda konuşmasını istemişti. Menderes konuşmasında demokrasi dcvriminin yaşandığını bu kanunla kimseye imtiyaz verilmediğini, zaruretin ifadesi olduğunu, Atatürk’ün bir deha olduğunu söylemiş ”kanunun muhakemesi amme vicdanında yapılır.” demişti. Menderes’in buraya kadar olan konuşmaları siyasal manevra olarak değerlendirilebilirdi. Fakat, ‘‘‘Memleketimizde Kemalizm iç ve dış tahriklere sebep olmaktadır.” demekle neyi kastediyordu? îç tahrik biliniyordu. Bunlar tasarıya sebep olan laiklik karşıtı düşünce ve eylemlerdi. Ama dış tahrik neydi? Bunu açıklamamıştı. Bu ifadenin çok önemli gerekçeleri olmalıydı.

Mecliste, Hamit Şevket İnce, Rüknettin Nasuhioğlu, Halil Özyörük kanunu desteklemiş, Osman Şevki Çiçekdağ ve Sadri Maksudi Arsal karşı çıkmışlardı. CHP adma konuşan Abbas Metin, DP’nin hükümet programındaki tutan-tutmayan inkılaplar ayrımını eleştirmiş, hükümetin “İnkılapları koruma kanunu” adlı yeni bir kanun tasarısı getirmesini bu tasarının reddini istemişti. O’na göre CHP, güya muhalefet yapıyordu.

En ilginç ve en çirkin karşı çıkış ise DP Ankara Milletvekili emeldi General Selahattin Adil’den gelmişti. Maksadı, kanuna değil, Atatürk’e karşı çıkmak ve hakaret etmekti. “Huzurunuza getirilen bu mevzu bariz bir heykel muhafazası değildir .” demiş. Konuşmasında, Atatürk’ü diktatör olarak değerlendirmiş, kanunun, komünist zihniyetini belli edeceğini bunu doğru bulmadığım ifade etmişti. Memleketin Müslüman memleketi olduğunu Hz. Muhammed hakkında kötü bir söz söylenecek olursa onun için de kanun çıkarmak icab edebileceğini yeni iktidarın da böyle bir kanun çıkarabileceğini söylemişti. Bu tartışmadan 50 yıl sonra Turgut Özal’m Başbakanlığı döneminde böyle bir kanunun aynı meclisten çıkacağım tasavvur bile edememişti. General’in en büyük yanılgısı ise, “Atatürk İnkılapları artık mazi olmuştur... Artık Atatürk İnkılaplarından bahsedilemez™.” diye bir ham hayale kapılmış olmasıydı.

Mecliste, Başbakan ile Adalet Bakanının bulunmaması sebebiyle görüşmeler tamamlanmamış ve ertelenmiş. M.Kamil Boran’m tecavüzler hakkındaki sözlü sorusuna, İçişleri Bakam Halil Özyörük cevap vermişti, buna göre, Atatürk’ün, büst, resim ve heykellerine saldırılar artarak sürüyordu. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Mecliste görüşmeleri baştan sona izlemişti.

“Atatürk Kanunu”nu desteklemek için 29 Mayısl951 günü Bayındır'da büyük bir miting düzenlenmiş, miting sonrası DP ilçe kurulu ve Belediye Başkam Yahya Kerim Onar Cumhurbaşkanlığına, DP Genel Kurul Başkanlığına, TBMM Başkanlığına telgraf çekerek kanunun bir an önce çıkarılmasını istemişti.

DP Alsancak idare kurulu da İzmir Milletvekillerine telgraf çekerek kanunu desteklemiş ve çıkarılmasını istemişti.

Menemen, Bergama ve Tire ile Kemalpaşada mitingler yapılmış, Kemalpaşalılar TBMM Başkanlığına destek telgrafları çekmişlerdi.

Tasarının komisyondan bir oy farkla geçmesi de karşı olanlar tarafından istismar konusu yapılmıştı. Bunlar özetle, anayasaya göre, zümre, sımf, aile, fert imtiyazlarının lağvedildiğini ileri sürüyorlardı. Atatürk de bir Türk ferdiydi. Ferde göre, imtiyaz ve kanun olamayacağım savunuyorlardı. Kanun tasarısının aleyhinde konuşanlar, Selahattin Adil, Arif Hikmet Pamukoğlu, Osman Şevki Çiçekdağ, Bedii Enüstün, Mustafa Ekinci, Fahri Ağaoğlu, Kamil Boran, Avni Doğan, Sinan Tekelioğlu, Abdurrahman Boyacıgiller, Yusuf Azizoğlu, Süreyya Endik idi. Tasan, oylamaya katılan 288 milletvekilinden 232’sinin lehte 50’sinin aleyhte 6’sının çekimser oy kullanmasıyla kabul edilmiş, kanunu kabulü şiddetli alkışlara yol açmıştı.

Nadir Nadi, Menderes’in Eskişehir’deki konuşmasını hatırlatıyor, saldırının, “Abidelerin taşını tuncunu değil, onların temsil ettiği inkılabın” kastedildiğini, suçluların ağır cezalara çarptırılmasının, inkılap karşıtlığım önleyemeyeceğini, inkılabın sadece Atatürk heykelleriyle temsil edilmediğini, dini siyasete alet eden teşebbüslere karşı mevzuatın yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç olduğunu yazıyordu.

Mümtaz Faik Fenik de, TBMM’nin kanunun esasım kabul etmekle bu memlekette irticaya asla meydan verilmeyeceğini ve inkılaplarımıza yöneltilecek her harekete milli bilince tercüman olarak şiddetle karşı konacağım bir defa daha teyid etmiş bulunduğunu yazmıştı.

29 Mart 1951 tarih ve 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu şu şekildeydi:

Madde 1: Atatürk’ün manevi varlığını tahkim veya tezyif, yahut her ne suretle olursa olsun bu varlığa tecavüz edenler bir seneden beş seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar.

Resim, heykel, büst gibi Atatürk’ü temsil eden eşyayı veya Atatürk hakkmdaki sair eserleri tahkir veya tezyif maksadı ile bozan, kıran, kirleten veya her ne suretle olursa olsun bunlara tecavüzde bulunanlar hakkında da aynı ceza verilir.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı suçlan işlemeye başkalarım teşvik veya tahrik edenler asıl fail gibi cezalandırılır.

Madde 2: Birinci maddede yazılı suçlar iki veya daha fazla kişi tarafından toplu olarak veya umumi umuma açık mahallerde alenen yahut basım vasıtasıyla işlenirse hükmolunacak ceza yan nispetinde arttınlır.

Birinci maddenin birinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli arttınlır.

Madde 3: Bu konuda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet Savcılıklannda reisen takibat yapılır.

G- TİCANİLERİN YARGILANMALARI VE MAHKUM EDİLMELERİ

Tutuklu ticani sayısı 285 kişiye ulaştığından yargılamanın, sanıkların işledikleri suçlara göre gruplandırılarak üç gurup halinde yapılmasına karar verilmiş, Kemal Pilavoğlu her üç guruba da dahil edilmişti . Bu güne kadar hiçbir olayda bu sayıda tevkifat yapılmamıştı (foto 3). Birinci grupta olan yobazlar, tarikatın propagandasını yapanlar, ikinci gurup, Atatürk aleyhine beyanname dağıtmakla ilgisi olanlar, üçüncü gurup ise heykellere saldınyı gerçekleştirenlerdi.

Duruşmalar sırasında şeyhin müritlerini nasıl aldattığı da ortaya çıkıyordu. Pilavoğlu Hac’dan dönerken yanında getirdiği bir kâbe planım Hacca giden müritlerine gösterip imtihan etmiş ve kendisinin Allah tarafından gönderildiğini söylemişti. Sanıklar itirafta bulunuyorlardı. 12 sanıklı ikinci kafile yargılanırken dinlenen, Yataç Köyü İlkokulu öğretmeni, sanıklardan Seyit Ali’nin, kendisine Pilavoğlu’nun kerametlerinden bahsettiğini anlatmıştı. Şahit kır bekçisi, köylerine gelen kadınlı erkekli gurupların Seyit Ali’nin evinde misafir kaldıklarım zikirli ayin yaptıklarım söylemişti. Şahitlerden, Hacı Kocakuşak, “Sanıklar arasında bizim köyden olanların hepsi de ticanidir. Her sabah ve ikindi namazlarından sonra köy camiinde halka olarak zikrederler. Salavat çekerler. Köy hocası, Mehmet Aksoy ’un da bunlara başkanlık ettiğini gördüm. Fakat hocanın Kadiri Tarikatına mensup olduğu söylenmektedir. ” demiş. Pilavoğlu’nun köye geldiğini, beraberinde getirdiği kitapların dağıtıldığım anlatmıştı.

Yargılanmaları süren ticani tarikatı müritlerinden Mehmet Ali, İsmail Şevket, Ali Satılmış, Yakup, Cemalettin, Ali Sabahattin, Rıza ve diğer Satılmış’m duruşmalarında, durumlarında bir değişiklik olmaması sebebiyle tahliye talepleri reddedilmişti. Sanıklar, duruşma salonundan çıktıklarında, içlerinden biri öfkelenerek, tarikatın şeyhi Kemal Pilavoğlu’na ve ticani tarikatına ağır küfür savurmuştu. Evinde ayin ve tarikat propagandası yapmaktan sanık Kemal Pilavoğlu’nun, 5 müridiyle birlikte Ankara, 4. Asliye Ceza Mahkemesinde duruşması yapılıyordu. Pilavoğlu, evinin dar olduğunu ve ayin yapmaya uygun olmadığım ileri sürdüğünden keşif karan alınmıştı.

Pilavoğlu, Mehmet Baksı’nın evine giderek, Ömer Yıldız, İbrahim kalecik ve Halil alan’la beraber ticani ayini ve zikir yapmaktan da sanıktı. Pilavoğlu, kitapçı olduğunu hukuk fakültesinin 4. sınıfına kadar okuduğunu 1943’te tarikatçılıktan hapse düştüğünü o eve, hacca gitmek isteyen ev sahibine bilgi vermeye gittiğini, odanın dar ve ayine uygun olmadığım ileri sürerek keşif talep etmişti.

Orduevi önündeki Atatürk heykelini çekiçle kırmaya çalışan tarikatçı Sadık Çakırtepe ifadesinde, Yenişehirde birçok kadınların donsuz gezdiğini söyleyerek “dinsizlere din, donsuzlara don” bulmak için çalıştığım ve Mehdi Resul Kamil Tmal’m beyannamesini okuduktan sonra üç liraya bir çekiç alarak Allah’ın ilhamıyla bu işe giriştiğini söylemişti . Kamil Tmal ile Kemal Pilavoğlu, salona alındıkları sırada mahkeme heyetine “Dinsizler” diye bağırıp çağırmışlardı. Daha sonraki duruşmada sanıklar salona alınırken içlerinden Şakir Yıldızdüştü yüksek sesle “Aleykümselam ” diye bağırarak cesaret gösterisi yapmaya çalışmıştı .

Kemal Pilavoğlu, Balkehriz bağlarında Mehmet Baş’m evinde yaptıkları ayinden dolayı ikinci Asliye Ceza Mahkemesinde yargılanmaya başlanmış, duruşmada, sorgu yargıçlığmca ifadesinin alınmadığım söylemişti.

5. Asliye Mahkemesinde, Solfasol köyünden 5 ticarimin ayin ve propaganda yapmak ve beyanname dağıtmak suçundan yargılanmalarında, sanıklardan, Halil Maysal 7 aydan beri bu işle uğraşmadığım, Osman Karapınar Ticani olduğunu fakat ayin yapmadığım, Ahmet Ertürk tarikatçılığı bıraktığım, Müslim Bircan da Kemal Pilavoğlu’nun mehdiliğine inanarak tarikata girmediğini, onu alim bir adam bildiği için inabe aldığım, İsmail Harput da 1943’te tarikattan çıktığım belirtmişti.

Savcılık, Pilavoğlu ve diğer sanıkların deli raporlarını nasıl aldıklarım soruşturmaya başlamıştı. Pilavoğlu, 1943 yılında tarikatçılıktan yargılandığı sırada akli dengesinin bozuk olduğunu ileri sürdüğünden İstanbul Adli Tıp Müessesesinden muayenesini talep etmiş, yapılan incelemede, mistik telakkileri ileri derecede olduğundan hakkında muamele yapılması lazım anlamında rapor almış, fakat şifa bulmuş olduğu da rapora ilave edilmişti. Savcılık raporların hile ile alındığı sonucuna varmış. Pilavoğlu, cezaevinde delilik alametleri gösterdiğinden yapılan tahkikat sonunda deh raporunun sahte olduğu anlaşılmıştı .

Pilavoğlu ıfadesmde , tarikatı nasıl kurduğunu, 1934’te mahkum olduğunu, ticaniliği bıraktığım, ileri gelen müritlerine verdiği inabeleri, izinnameleri geri aldığım, tarikat işini bıraktığını söylemişti. Savcı Pilavoğlu’na müritlerle olan parasal işleri sorduğunda bunları inkar etmiş ve kimseden para almadığım, zenginlik şöyle dursun borçlu olduğunu iddia etmişti.

Kamil Tınal483 ise, gaipten gelen bir ilhamla büstleri kırdığını ve vicdan huzuru duyduğunu anlatmıştı. Bu ilham “Kamil bunlar puttur. Kır." diye haykırmış, o da bunları yapmış, ayaca akıl hastanesine gönderilmesini haksız bulmuştu. Beyannameleri kendisinin kaleme aldığım ve dağıttığım, niyetinin kendisini, mehdi ilan etmek olduğunu, Pilavoğlu’nun bunlarla ilişkisinin olmadığım, şimdi ise mehdilikten vazgeçtiğini söylemişti. Sanıklar, beyanname dağıtmak suçunu kabul, tarikatçılığı ise reddetmişlerdi.

Ticaniler, cezaevinin 6 numaralı koğuşunda gizlice toplanıp ayin yapmaya başlamışlar, bu sebeple haklarında ikinci dava açılmış ilk 10 kişi ile gurubun duruşmasına 2. Asliye Ceza Mahkemesinde başlanmıştı. Sanık İlyas, Cavit ve 9 arkadaşlarının duruşmalarında tanık olarak dinlenen gardiyan, Mahmut ve Sami ile mahkumlardan İzzet, ticanilikten tutuklu Ömer Yıldız, samklann koğuşta toplanarak seslerinin çıktığı kadar kelimeyi tevhid getirdiklerini söylemişlerdi. Sanıklardan, orduevindeki Atatürk heykelini çekiçle parçalamak isterken yakalanan Sadık, gardiyanların şahitliklerine mani olmak istemiş, bağırmaya başlamış, jandarma ve polis engel olmaya çalışmasına rağmen oturduğu yerden bağırmaya devam etmişti .

Ankara ilinde yakalanan ticani sayısı 285 kişiyi bulduğundan, işin büyüklüğü ve önemi bakımından, özel olarak değerlendirilmesi, araştınlması ve soruşturulması için bir “Ticani Tahkikat Bürosu” kurulmuş büronun başma bu tarikata tahkikatım idare eden, Osman Hacı Baloğlu getirilmişti. Cezaevindeki Pilavoğlu’na memleketin çeşitli yerlerinden haftada 500’den fazla mektup geliyordu. Bazı mektuplarda, /10’7 Pilavoğlu’na, “ne vakit bir nur’u ilahi halinde havaya uçacağı soruluyordu Duruşmalarına başlanan 12 kişilik ticani gurubunun evlerinde yapılan aramada 7 adet beyaz çizgili bayrak ele geçmişti. Bunlar, irtica iktidan ele geçirdiğinde kullanılmak üzere hazırlanmıştı . Sanıklar, heykelleri kırmak için Pılavoğlu’ndan emir aldıklarını açıklamışlardı ve yargılamaları sonunda hepsi 4’er ay hapis ve 333.30 kuruş ağır para cezasma mahkum olmuşlardı. Ali Karamış, T ahir Seçilmiş, Yakup Ata, İsmail An ve Şevket Hatır’dan oluşan 5 kişilik diğer bir gurup ise duruşmalan sonunda 3’er ay hapis 25’er lira ağır para cezasma çarptınlmışlardı. Ticani tarikatı propagandası yapmak ve ayinlere katılmaktan sanık 8 ticani de 3’er ay hapis ve 250’şer lira para cezası ile cezalandınlmışlardı.

Pilavoğlu ve 74 müridinin yargılandıkları duruşmalara 4 Mart 1952 tarihinde başlanmıştı. Yaklaşık dürt ay süren yargılamalar sonunda, Kemal Pilavoğlu ve 74 müridi yargılandıklan mahkeme tarafından, 1 ile 10 yıl arasında ağır hapis ve çeşitli miktarlarda para ve sürgün cezalarına çarptınlmışlardı.

Ticanilere verilen cezalar hakkındaki karar, temyiz edilmiş ve 22’si hakkındaki hüküm usûl yönünden bozulmuş, yeniden yapılan yargılama sonunda tekrar cezalandınlmışlardı. Karan dinleyen ticaniler, hakim “temyiz yolu açıktır” dedikçe “temyiz istemeyiz, biz yatarız®* demişlerdi.

Ticani tarikatı şeyhi Pilavoğlu, mhkeme tarafından; Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesinin son fıkrasına göre, sosyal nizamı bozacak mahiyette cemiyetler kurarak bugünkü nizamın yerine kaim olmak gibi fiil ve hareketlerde bulunmak, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına dair 607 sayılı kanuna muhalefet etmek ve 173. maddeye aykın şekilde hareket etmek suçlamalarına istinaden, 9 sene 12 ay ağır hapse, 5000 Tl. Para cezasma, beş sene Bozcaada’ya sürülüp beş sene de İmroz’da zorunlu ikamete mahkum edilmişti.

Devlet demir yollarında Atatürk’ün büstünü kıran, beyanname dağıtan Kamil Tmal aynı suçtan, 9 sene 16 ay ağır hapse, 1000 Tl para cezasma ve Kulp’ta beş sene zorunlu ikamet cezasma çarptırılmıştı. Bu sırada Tmal, jandarmalar arasında çıkarken, “Hak ve hakikati görmeyen insanlara ne denir?” diye bağırıyordu.

Hacı Ömer Yıldız’da aynı suçlan işlediğinden, 5 sene 6 ay ağır hapis, 500 Tl para ve iki sene Reşadiye’de zorunlu ikamet cezalarına çarptınlmıştı.

Diğer mahkumlar da hemen hemen aynı miktarda cezalara çarptınlmışlardır. Bizim burada özellikle üzerinde duracağımız kişi, tarikat lideri Pilavoğlu olduğundan, diğer cezaların ayrıntılı dökümlerine pek girmeyeceğiz.

H - TÎCANİLERİN SÜRGÜN HAYATI VE TARİKATIN SONU

Ticani tarikatı şeyhi Kemal Pilavoğlu, hakkında verilen hapis cezasını çekmek üzere 1952-1958 yıllan arasında çeşitli cezaevlerinde yattı. Hatta bu hapis süresinde bir ara Malatya suikasti faili Hüseyin Üzmez ile aynı hapishanede bulundular. Hüseyin Üzmez sonradan yazdığı “Şu Bizimkiler” adlı kitabında ticaniler ve Pilavoğlu’ndan şöyle bahseder:

“...Bir de Kemal Pilavoğlu vardı, hapishanede...Kimine göre sahtekar, yalancı ve ahlaksız, kimine göre de büyük veli... Ticani şeyhi Pilavoğlu...

Ticanileri gıyaben bilirdik. Onlarla ilk defa Ankara hapishanesinde karşılaştık. Şalvarlı, poturlu, sakallı, sakalsız tipler...Başlarında takke ile kalpak arası başlıklar, ayaklarında çarıklar lastikler...Paçaları dizlerine kadar uzanan yün çorapların içine sokulu acayip kılıklı insanlar...Her yerden... orta anadolu insanları...Çoğunun adının başında bir de deli eki var; Deli Sadık, Deli Yusuf, Deli Mevlut...filan. Delilik onlarda bir ünvan gibi, onlara göre deli olunmazsa veli olunmaz... ”.

îşta böyle anlatıyordu Üzmez, Ticanileri.

Pilavoğlu hapis cezasını tamamladıktan sonra bu sefer zorunlu ikamet cezasının ilk beş yılım çekmek üzere hnroz(Gökçeada)’a gönderildi. O zamanın kanunlarına göre Pilavoğlu orayı terkedemeyecek ve her gün yoklamasını bizzat yaptıracaktı. 1963 yılında cezasının ikinci beş yıllık bölümünü tamamlamak üzere Bozcaada’ya giden Pilavoğlu, Bozcaada’yı çok sevecek ve cezasından sonra da burada ikamet etmeye karar verecekti.

Pilavoğlu yerleştiği Bozcaada’ya Orta Anadolu’dan (Çubuk, Şabanözü gibi tarikatının yaygın olduğu yerlerden) 130-140 kadar müridini getirterek, zamanla ada ekonomisinde söz sahibi olmaya başlamıştı. Ada’nın pastahanesi, kasabı, manavı, fırını ona aitti. Ada’dan ayrılan Rum’ların bağlarım satın alıyor servetini her geçen gün daha da artırıyordu. Ada’nın geçim kaynağı Türkiye’nin şarap üretiminin %10 luk kesimini karşılayan üzüm bağlarıydı. Pilavoğlu aldığı bağlarda yetişen üzümleri pekmez yapımında kullanmaya başlamıştı.

Kemal Pilavoğlu, etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir evde oturuyor, dışarıdan hiç kimseyle temas kurmuyordu. Yanında karın tokluğuna çalışan müridleri arasında tam bir disiplin vardı ve dışarıya kendisi hakkında hiçbir bilgi sızmıyordu.

Kutlu Aktaş’ın anılarında belirttiğine göre, bazen İstanbul’dan gelen gazeteciler, bilgi toplayabilmek için “veteriner” ya da “doktor” kimliğine bürünür, bu yolla kendisine ulaşmaya çalışırlarmış. Ada’da tek arabası olan kişi Pilavoğlu idi. Kaymakam’m dahi arabası yok iken O, chavrolette marka arabaya biniyordu.

1974 yılında bir gün Pilavoğlu bu çok sevdiği ve neredeyse sahibi olduğu adayı gizlice terketmişti. O sırada ada kaymakamı olan Kutlu Aktaş ve diğerleri buna bir anlam verememişlerdi. Ama olayın içinde bir işin olduğunu herkes anlamıştı. Çok geçmeden işin aslı ortaya çıktı.

Olayı Kutlu Aktaş’ın 20 Kasım 2000 tarihli Yeni Asır gazetesinde yayınlanan açıklamalarından olduğu gibi aktaralım:

“...Bir gün ilçenin ileri gelenleri ile beraberken Pilavoğlu’nun şoförü Kazım efendi bana yaklaşarak önemli bir konuda bilgi vereceğini söyledi. Oturduğumuz yerden ayrı bir köşeye geçtik. Bana; Kemal Pilavoğlu’dan, karısının uzun süre şüphelendiğini, birkaç gün önce fırının üst katındaki kütüphanenin kapısının kilitli olduğunu görerek beraberce kırıp açtıklarında, gördükleri manzaranın korkunç olduğunu, Efendi Hazretlerinin üç erkek çocuğunu çırılçıplak yatırarak üstlerine abandığını gördüklerini, rezaletin duyulmasından korktuğu için de adayı terk ettiğini ’ ihbar etti. Pilavoğlu bu olay üzerine Ankara Aydınlıkevler semtindeki evine gitmişti. Olayı...ilgililerce soruşturmaya başladık. Anlatılanlar doğruydu...Doktor raporunda tecavüzün elle yapıldığı kesinleşmişti... ”

Tarikat şeyhi hakkında bu olaydan dolayı “fiili livata” suçundan dava açılmıştı. Davası Bursa’da görülüyordu. Dava henüz sonuçlanmadan 2 Ocak 1977 tarihinde Pilavoğlu öldü. Dava da böylelikle tamamlanamadan kapandı.

Pilavoğlu’nun bu vukuatından sonra tarikatı zaten dağılmıştı. Kendisi ölünce de Ticani Tarikatı tarihe karıştı ve kayboldu.

SONUÇ

İncelememiz sonucunda diyebiliriz ki; Demokrat Parti, iktidarı döneminde gerici kesime karşı tavizler vermiştir ve bu dönemde gericiler kendilerim rahatça ifade edebilme ortamım kolaylıkla bulabilmişlerdir. Hatta, Ticani Tarikatı gibi gerici gruplar Atatürk’e, devrimlerine ve manevi şahsiyetine dahi saldırabilecek cesareti bu dönemde bulmuşlardır. Ancak şu bir gerçektir ki, gerici kesime taviz verilmeye asıl CHP’nin son iktidar yıllarında başlandı ve Ticanilerin gündeme yansıyan ilk eylemi de yine bu dönemde gerçekleşti.

Örneğin, okullara din dersinin konulması, türbelerin açılması gibi kararlan ahp uygulamaya sokan CHP iktidarıdır. Yine, 1949 yılında Ticanilerin gerçekleştirdiği Meclis’te Arapça ezan okuma eylemi bu iktidar dönemine denk gelmektedir.

Dolayısıyla, aslında gerici kesimin yeniden ortaya çıkması ve yükselişe geçmesi süreci, Demokrat Parti ’nin iktidara gelmesiyle değil, Türkiye ’nin çok partili demokratik hayata geçiş kararı ile doğru orantılı olarak başlamıştır.

ikinci Dünya Savaşı’mn bitimiyle birlikte, Türk siyasal yaşamında çoğulcu parlamenter rejime olan yöneliş İslamcı anlayış için bir dönüm noktası oldu. Tek parti yönetiminin baskıcı ve zora dayanan politikası, har alanda olduğu gibi laiklik alanında da, sadece devlet-parti güdümlü anlayışlara izin vermekteydi. Fakat çok partih hayata geçildikten sonra rejimin “militan laiklik” politikası daha ılımlı bir politikaya dönüştü. Bu değişim İslamcı kesimde etkisini hemen gösterdi. Uzun bir suskunluk döneminden sonra İslamcı muhalefet kendini yeniden ifade etmeye ve rejimin laiklik politikasını eleştirmeye başladı. Bu yeni dönemdeki İslamcı hareketin en belirgin niteliği, tek parti döneminde yapılan devrimleri ağır bir şekilde eleştirmesi ve reddetmesidir. Bu nedenle de CHP’nin en güçlü rakibi olan DP’ye destek vermiştir.

Demokrat Parti’nin kurucuları, laik sistemde yetişmiş, Atatürk’e yakın çalışmış, devrimleri ve rejimi benimsemiş ve bunlara sahip çıkma düşüncesinde olan kişilerdi. Celal Bayar, Atatürk’ün son döneminde O’nun başbakanı idi. Menderes, CHP içinde Atatürk’ün takdirini kazanmış bir kişiydi. Koraltan ve Köprülü’de Cumhuriyet rejimine ve devrimlere gönülden bağlı kimselerdi. Peki nasıl oluyordu da Atatürkçü ve Cumhuriyete bağh kişilerce yönetilen DP, bazı tarihçiler tarafından “gericiliğin simgesi” olarak gösterilebilecek hale geliyordu?

Bu soruya, gerici kesimin yeniden ortaya çıkış ve yükseliş sebeplerini kısaca açıklayarak cevap vermek gerekir.

İlk sebep, bu kesimin, Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere katılması ve bu nedenle ülkede demokratik ortamı oluşturma çalışmalarına başlamasıyla birlikte sesini yıllar sonra tekrar duyurabilecek ortamı bulmuş olmasıdır. Bu hususu incelememiz içerisinde sık sık örnekleriyle vurgulamıştık.

ikinci sebep, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada ortaya çıkan iki kutbun birbiriyle olan mücadelesinde Türkiye’nin, bu mücadelenin tam merkezinde kalmış olmasıdır. Şöyle ki, başta ABD ve batı ülkeleri olmak üzere komünizmin yayılmasına karşı bir mücadele başlatmışlardı ve bu mücadelenin ana hattını “Yeşil Kuşak' teorisi oluşturuyordu. Bu teorinin en ön safhmda yine Türkiye vardı. Komünizm yayılmasına karşı İslamiyet! kullanmak bir tedbir olarak düşünülmüştü. 1940’h yılların ikinci yansında bu tedbir uygulanmaya başlamıştı ve bunun doğal sonucu olarak İslami duygulara ve görüşlere müsamaha gösterilmeye başlandı. 1950’den sonra İslami eserlerin yayım ve basınımda meydana gelen çok önemli sayıdaki artışın sebebi de budur.

Üçüncü sebep de, partilerin, çok partili siyaset konusunda tecrübesizliği, iktidar hırsı ve iktidar-muhalefet çekişmesidir. 1946’dan sonra CHP’nin karşısında muhalefet partileri oluşup çeşitli vaadlerle toplumun bazı kesimlerini etkileyince ve iktidarın icraatlarını eleştirmeye başlayınca, iktidar- muhalefet çekişmeleri başlamış oldu, iktidara gelecek partiyi artık halkın oyu belirleyecekti. Muhalefet bunu iyi kullanmaya ve halka yönelik söylemlerle oy potansiyelini artırmaya başlamıştı. En etkili söylemi “daha fazla özgürlük, daha fazla din hürriyeti vaadleri idi. 1950 seçimleri yaklaştıkça muhalefetin kamuoyundaki etkisini artırdığım anlayan CHP, tek parti yönetimi zamanındaki katı tutumunu yumuşatarak, kendisi de bir ölçüde muhalefetin bu söylemlerine ayak uydurmak zorunda kaldı ve 1949 yılında, belirttiğimiz ilk tavizler bu sebeple verildi.

1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti, zafer sarhoşluğu içerisinde bu başarısını ve elde ettiği iktidar gücünü, CHP’yi daha da yıpratmak için kullanma yolunu seçti. Bu yanlış yolun seçilmesindeki sebepler, çok partili demokrasi alanındaki tecrübesizlik ve iktidar hırsıdır. Seçtiği bu yanlış yol DP’yi zaman içerisinde uçuruma sürükleyen en önemli sebep olacaktır. Özellikle 1957 seçimlerinden sonra daha da güçlenen muhalefeti, baskı yoluyla sindirme politikası izlenince, 1960’da yaşanan son kaçınılmaz olmuştu.

Yukarıda belirttiğimiz sebeplerle gerici kesime yeniden kendini gösterebilme imkanı tanınmıştır. DP, iktidara geçer geçmez uygulamaya başladığı, gericilere karşı hoşgörülü ama muhalefete karşı sert davranma politikasımn ne kadar yanlış bir politika olduğunu bir türlü göremedi. Ekonominin dış yardımlarla da olsa çok iyiye gitmesi, kalkınma hızının artması ve halkın da bundan memnun olması, herşeyin yolunda gittiğinin bir göstergesiydi onlar için. Madem ki herşey yolundaydı, o zaman aynı politikaya devam edilmeliydi. Hem bu politika sayesinde 1954 seçimleri sonucunda daha da güçlenmemişler miydi?

Bu politikayla, rejime ve devrimlere zarar gelebileceğini düşünemediler. Onlara göre rejimin temelleri sağlamdı, halk bu konuda gereken olgunluğa erişmişti ve iktidar, gerektiğinde bunlarla başa çıkmasını bilirdi. Muhalefette iken taraftar kazanmak için bazı vaadlerde bulunulmuş, siyasetin gereği bazı kesimlerin hassas noktalarına dokunuhnuştu. iktidara gelince de bunlara yönelik birkaç uygulama ile gönülleri alınır ve bunlar kontrol altında tutularak iktidar devam ettirilebilirdi. Ama bu hesaplar tutmadı, bu kesimin istekleri bitmek bilmedi, öyle ya, bunun için ne kadar çok beklemişlerdi, sadece bu kadarla yetinilir miydi?

îşte, çoğulcu demokrasideki acemilik ve tecrübesizlik diye belirttiğimiz husus budur. Oysa daha DP iktidarının hemen ilk yılında, çok partili siyasal yaşam ve demokrasi konusunda tecrübesi olanlar bu yanlış politikayı tesbit etmişlerdi. 1950 yılı Kasım’ında Fransız büyükelçisinin kendi hükümetine Türkiye hakkında sunduğu rapor bu açıdan dikkate değerdir:

‘'“‘‘'Muhalefet ve hatta bazı önemli demokratlar Atatürkçü hareketin temelini oluşturan laiklik ilkesinin yozlaştırılmasından endişe duyuyorlar...Kendilerini halka beğendirmek amacını güden ve laik eğitim görmüş olan yöneticiler, Atatürkçülüğün sıkı düzeninden bıkmış olan halka başka ödünler vermek zorunda kaldılar. Çıkarılan geniş kapsamlı genel af sonucunda, cinayet ve suçların artmış olması bunun en belirgin örneğidir. Seçim kazanan bir partinin seçmenlerinin, demokrasinin gelişmesini istemekten çok, yönetim başında bulunanların bilinçli olarak hoşgörüyle karşıladıkları, karmaşık ama rahat bir düzeni arzuladıklarını gözlemekteyiz. Demokratların kırsal kesimde sağladıkları başarıdan doğan parlak umutların yerini, ufukta belirlenen bazı karanlık bulutların aldığını fark ediyoruz”^.

Fransız elçisinin daha iktidarın ilk yıllarında belirttiği kara bulutlar, özellikle 1957 yılından sonra iyice hükümetin üzerine çökmeye başlamıştı. Eğer bu kara bulutlan Fransız elçinin görebildiği gibi DP yöneticileri de görebilmiş olsaydı ve ya bu konudaki ikazlan dikkate almış olsalardı 1960’daki son ile belki de karşılaşmayacaklardı.

İncelememizin üçüncü bölümünde bahsettiğimiz Ticani tarikatı, aslmda tarikatlar gerçeğini gözler önüne sermesi bakımından iyi bir örnek teşkil etmektedir. Cumhuriyetin ilanı ve yapılan devrimler, din faktörünü kullanarak toplum üzerinde nüfuz kuran belirli bir kesimin bu nüfuzlarım etkisiz hale getirmişti. 1930’lu yıllarda Türkiye’ye giren bu tarikat da kendisini ancak demokratikleşme sürecinde gösterme firsatı bulabilmiştir. Baş düşman olarak da Cumhuriyet ve devrimleri, dolayısıyla da Atatürk’ü seçmişti. Gerçekleştirdiği eylemler ülkede büyük tepkiler doğurmuş, gericilere müsamaha gösterdiğini belirttiğimiz DP iktidarı dahi bu tarikata ve eylemlerine karşı gereken en sert tedbirleri alma gereği duymuştu. Tarikatın dağılma ve yok olma süreciyle ilgili bölümümüzde, tarikatın lideri ile ilgili bahsedilen hususlar ve tarikatın sonu, bize, tarikat ve din adı altında insanların nasıl sömürüldüğünü ve kullanıldığını açıkça göstermektedir.

  1. Menter Şahinler, Atatürkçülüğün Kökeni, Etkisi ve Güncelliği, Çağdaş yay., İstanbul, 1996, s. 259.

Bu incelememizde ortaya koymaya çalıştığımız hususlar laik düzenin bir ülke için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu bizlere ispat etmektedir. Eğer 1950- 1960 döneminde rejime ve devrimlere tüm partiler aynı derecede, elele vererek sahip çıkmış olsalardı o dönemin bugüne yansımaları çok daha farklı olurdu. O dönemde din siyasete alet edilip, partiler arası çekişmelerde koz olarak kullamlmasaydı, Türkiye bugün bile hala bu sorunlarla boğuşmak zorunda kalmayacaktı. En azından o dönemde yaşananlardan dersler almabilseydi, sonraki dönemlerde aynı şeyler yaşanmayabilirdi.

Toplumlar yaşadıkları olaylardan ders çıkarabildikleri sürece daima ileriye sağlam adımlarla gidebilirler, yoksa, toplumlarm kaderi, hayatlarının her safhasında hep aynı şeyleri yaşamak olur. Ve geriye dönüp baktıklarında ilerledikleri yolun sadece bir arpa boyu olduğunu gördüklerinde, oturup hayıflanmaktan başka bir çareleri olmaz. Mehmet Akif Ersoy ne güzel söylemiş:

“Geçmişten adam hisse kaparmış...Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

Tarihi, tekerrür diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”

EK-A : MECLİS TAHKİKAT KOMİSYONU KURULMASI İÇİN VERİLEN ÖNERGE

Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine;

Türkiye’de iktidarın, Milli Hakimiyet Esasına göre, vatandaşın hür iradesiyle tayin edilmesi prensibi, Demokrat partinin kuruluşuna temel teşkil etmiş olan ana fikirdir. Demokrat Parti bütün siyasi mücadelesinde bu fikrin tahakkuk etmesini ve bu yolla kurulacak meşru bir iktidarın Türkiye’nin kaderine hakim olmasını müdafaa etmiş ve 1950 de bu yolla iktidara gelmek suretiyle takip etmiş olduğu gayeyi bizzat tahakkuk ettirmiştir.

Türk Milleti 1950 den sonra, birbirini takip eden iki büyük seçimle Demokrat Partiyi iktidarda bırakmak kararında ısrar ettiğini ve milletin kaderini, zihniyetlerini ve fikirlerini ne kadar tedbil etmiş görünürlerse görünsünler, tek parti nizamının mümessillerine teslim etmek düşüncesinde olmadığını tezahür ettirmiştir.

Bu tezahür karşısında, tarihien tasfiye edildiklerini bir türlü idrak edemeyen devri sabık adamları, başmda ve içinde bulundukları siyasi teşekkülü, Türk milletinin meşru iktidarını gayri meşru ve gayri kanuni yollarla düşürmek fikrine dayanan bir mücadeleye sevk etmeğe çalışmışlardır.

1957 seçimlerinin akabinde ve ondan daha sonra bu gayri meşru teşebbüslerin ileri tezahürlerini tesbit eden Demokrat Parti Meclis Grubu, Cumhuriyet Halk Partisinin sevk ve idaresini deruhte etmiş bulunanlara 11 Ağustos 1958 tarihli tebliği ile, gayri meşru mücadele usullerini terketmeleri hususunda kat’i ihtarım vermiş bulunuyordu.

Buna rağmen kaybettikleri iktidarın kamçıladığı ihtiraslarla gözleri kararmış ve meşru bir seçimle iktidara gelmek ümidini tamamiyle kaybetmiş olan C.H.P. idarecileri, bu son ihtarın Türk milleti adma ifade ettiği azim ve kararın mahiyetini bir türlü idrak edememişler ve 7 Nisan 1960 tarihli grup tebliğinde de tebellür ettirildiği gibi, 11 Ağustos 1958 tarihli tebliğin neşrini icap ettiren noktadan çok ilerilere geçmişlerdir.

Hiç bir kanuni selahiyete sahip olmamalarına rağmen, umumi seçimlerin bu ilkbahar ortalarında yapılacağım bizzat ifade ederek ortaya atılan bu idareciler, emirlerinde bulundukları teşkilata bu seçimleri hertürlü baskı usullerini, gayri meşru tedbirleri, kardeş kavgalarım dahi mubah görerek, milletin istinatgahım teşkil eden devletin bütün müesseselerini ya tahrik veya tahrip etmek bahasına da olsa muhakkak kazanmak hedefine göre harekete geçirmiş bulunuyorlar.

Bir kısım basın bu gayri meşru gayenin tahakkuku uğrunda C.H.P. ile işbirliği halinde bulunuyor. Bu basm umumi efkan aldatıyor. Hadiseleri tahrif ediyor. Her türlü yıkıcı faaliyetleri teşvik eden yazılara sinesinde yer veriyor. Mücrimlerin müdafasmı uhdesine alarak cemiyetin temellerini kökünden sarsıyor.

Gaziantep, Zile, Uşak, İstanbul, Yeşilhisar hadiseleri gibi devletin emniyet ve asayişini birinci derecede tehdit eden, Türk milletinin itibar ve şerefine karşı da birer tecavüz mahiyetinde olan hadiseler, umumi efkara hürriyet ve demokrasi mücadelesinin şerefli bir sayfası, ve bunların tertipçileri, birer kahraman gibi takdim olunuyor. Memleketin emniyet ve asayişini korumakla vazifeli olan memurlar, kanunların tatbikatı ile vazifeli mahkemeler ve hakimler baskı ve tehdit altmda veya türlü iğvalarla kanunların amir hükümlerini yerine getirmekten alıkonmak isteniyor. Orduyu siyasete karıştırmak, ordu kuvvetlerini emir ve kanun dinlemez bir hale getirmek için gayretler sarfolunuyor. Türkiye tarafından olduğu gibi NATO’ya dahil bütün memleketler tarafından kabul edilmiş olan “kuvvetler statüsüne dair sözleşme”nin tatbikatı ele alınarak veya memleketimizde vazifeli bulunan Amerikan kuvvetleri mensuplarının ırzlara ve namuslara tasaddi etmekte oldukları iftirası yaygın bir surette işlenerek, Türk - Amerikan dostluğunun sarsılmasına, dolayısı ile, NATO camiasında mevcut vahdetin bozulmasına çalışılıyor. Seçimlerde namuslu vatandaşların iradesini tam bir hürriyet içinde izhar etmelerine mani olmak üzere şerirler ve sabıkalılardan müteşekkil silahlı siyaset çeteleri hazırlanıyor. Hücre usulüyle çalışan kollar kuruluyor ve bu kolların kurulması meşru bir hareket olarak açıkça müdafa olunuyor.

Yukarıda sayılan hususlar C.H.P.’nin siyasi mücadelede meşruiyet hududlarmı fazlasıyla aşmış olduğunu tespit etmektedir.

Türkiye’de devamlı bir müstakar bir demokratik idare kurulması ve bu idarenin sağlam temeller üzerine oturtulması, herşeyden evvel, meşru bir iktidara karşı gayri meşru mücadele usul ve imkanlarının tamamıyla bertaraf edilmesine bağlıdır. Bugüne kadar cereyan eden hadiseler, Türkiyede mer’i kanunların, suçlan takip ve teçziye etmekle mükellef müessese ve kurullann, bu fenalıklan önleyemediği kanaatini veriyor. Bu sebeple, hadiselere derinden ve bütün teferruatıyla nüfus ederek, Türkiye’de siyasi huzur, sükun ve istikrann sağlanması için gerekli tedbirleri almak üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin işe el koyması zaruri ve lüzumlu görülüyor.

Memleketin emniyet ve selametinin, huzur ve asayişinin, yukanda tafsilen izah edildiği şekilde tehlikelere maruz bırakıldığı bir devrede T.B.M.M’nin, Teşkilatı Esasiye Kanunu ile kendisine tanınan bütün haklarım bir anda eline alarak, yukarıdan beri tadat olunan son derecede ehemniyetli meselelere vaz’iyet etmesi artık kaçınılmaz bir zaruret haline gelmiş bulunuyor.

Memlekette hakiki bir hürriyet nizamın kurulması, huzur ve sukunun tesisi, seçimlerin hiç kimsesin şüphesine, tereddütüne, endişesine, korkusuna, itimatsızlığına en küçük bir imkan bırakmayacak salim, temiz ve dürüst şartlar içinde yapılması, nihayet gittikçe büyüyen hadiseler halinde kendisini gösteren kanlı kardeş kavgalarım önleyecek kesin çağrelerin bulunması buna mütevakkıf görülmektedir.

Bu itibarla, C.H.P.’nin:

  1. Meşru iktidarımızı, alelumun devlet vazifelerini, Türk kadınlarım, dost ve müttefiklerimizi en iğrenç isnatlarla kötüleme usulleri de dahil olmak üzere, çeşitli gayri-meşru ve kanun-dışı yollarla halkı kanunları ihlale, kanuni tedbirlere karşı mukavemete, hükümete, idare ve adli mercilere karşı galeyane ve fiili tecavüzlere teşvik ve tahrik etmek,

  2. Müsaait telakki ettikleri mahallerde kendi partilere mensup bazı şahıslan silahlandırmak suretiyle iktidar partisinin mensup ve taraflan alehine münferit veya toplu şekilde baskı yapmağa ve suç işletmeğe teşvik suretiyle memlekette kanlı kardeş kavgalarına müncer olan tertiplere baş vurmak,

  3. Orduyu siyasete karıştırmak teşebbüsleride dahil olmak üzere, memleketin emniyet ve asayişini korumakla vazifeli olanları çeşitli propaganda, baskı ve vahatler yolu ile vazifelerini ifada ah koymağa cürret ve teşebbüs etmek,

  4. “Bizim radyo” namındaki komünist radyosunu halk partisine ait bir radyo olarak göstermek suretiyle halkı bu yayınlan dinlemeğe sevk etmek ve umumi efkan bu vahim neşriyatın zararlı tesirlerine maruz bırakmak,

  5. Bütün bu kanun-dışı valiyetlerini umumi efkara karşı haklı gösterebilmek için T.B.M.M.’nin, onun itimadına mashar hükümetin meşruiyetinden halkı şüpheye düşürecek ve bundanda ileri olarak, gelecek seçimlerinde meşruiyetini şimdiden muallel imiş gibi göstererek kurulmuş ve kurulacak iktidarlar alehine, vatandaşlan gayri meşru yollarla tahrik etmek suretiyle itimatsızlığa ve huzursuzluğa sevk etmek,

Q Hücre teşkilatı ile işleyen gizli kollar kurmağa çalışarak, yakanda maruz faaliyetleri daha müessir bir hale getirmek suretiyle giriştiği yıkıcı, kanun-dışı ve gayri-meşru faaliyetleriyle,

g) Aynı maksat ve gayelerle ve neşir yoluyla faaliyette bulunarak, cumhuriyetimizi ve genç demokrasimizin fikri ve manevi temellerini tahrip eden, devletin ve cemiyetin ana müesseselerini şantaj, baskı ve tehtid suretiyle işlemez bir hale getirmek, hakikatleri tahrif etmek, yalan neşriyatta bulunmak suretiyle memleketin siyasi, iktisadi, mali, içtimai hayatım tehlikeye maruz bırakarak bir kısım basının, bünyesini, çalışma tarz ve metodlarmı ve kanunlar muvacehesindeki tutumunu ve bu kanunları işlemez hale getirmek hususundaki gayri meşru faaliyetlerinin ve yukarıdan beri tafsilatı ile arz edilen ahvalin önlenmesini gayri mümkün kılmakta olan sebeplerin mahiyetini tettik ederek elde edeceği neticeleri T.B.M.M.’ne bildirmek üzere, dahili nizamnamenin 170 nci maddesi hükümlerine göre 15 kişilik bir tahkik encümeni kurulmasını, bu encümeni T.B.M.M.’den veya adli mercilerden aynca karar istihsaline lüzum olmaksızın, dahili nizamnamenin 16 ncı babmda yer almış bütün selahiyetlerle teçhiz olunmasını, tahkikatın selametle cereyanım temin bakımında ve tahkikatın devamı müddetine maksur ve münhasırolmak üzere Türkiye’deki her türlü siyasi hareket ve faaliyetleri durdurma karan da dahil olmak üzere lüzümlu göreceği bilcümle tedbir ve kararlan da ittihaz etmeğe ve icabmda Meclis dışında da faaliyette bulunmağa yetkili kılınmasını ve aynca mesaisini 3 ayda ikmal etmesini arz ve teklif ederiz.

Denizli Mebusu

Baha Akşit

Bursa Mebusu

Mazlum Kayalar

FOTO-1 : KEMAL PILAVOGLU (Yeni Asır 7 Mart 1952)































FOTO-2 : TİCANİ TARİKATI ÜYELERİ YARGILANIRKEN^ Yeni Asır 11 Temmuz 1952)




























KAYNAKÇA

  1. SÜRELİ YAYINLAR

  1. Gazeteler:

Adalet Cumhuriyet

Dünya Hürriyet

Vatan Yeni Asır

Zafer

  1. Dergiler Akis

Büyük Doğu

Büyük Cihad

Hayat

Sebilürreşad

Serdengeçti

  1. İNCELEME YAPITLAR

-Ahmad, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, Hil yay., İstanbul, 1994.

-Ahmad, Feroz ve Bedia Turgay, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı: :: Kronolojisi 1945-1971, Bilgi yay., İstanbul, 1976.

: Ana Britannica Ansiklopedisi cilt 20, Ana yay., İstanbul, 1990.

: Atatürkçülük Eğitimi Yardımcı Yayını, K.K.K.’hğı Basımı, Ankara.

-Apuhan, Recep Şükrü, Öteki Menderes, Timaş yay., İstanbul, 1997.

-Arar, İsmail, Hükümet Programlan (1920-1965), İstanbul, 1968.

-Arcayürek, Cüneyt, Demokrasinin İlk Yıllan (1945- 1951), Bilgi yay., 1965.

-— : Yeni İktidar Yeni Dönem (1951-1954), Ankara, 1985

-— : Bir İktidar Bir İhtilal (1955-1960), Ankara, 1985.

-Anburun Kemal, Milli Mücadele ve İnkılaplarla İlgili Kanunlar-1, 1967.

-Avcıoğlu, Doğan, Türkiye’nin Düzeni (Dün-Bugün-Yann), Bilgi yay., Ankara,

1969.

-Aydemir, Şevket Süreyya, İkinci Adam 1950-1964, Cilt 3, Remzi kitabevi, ö.Bsm., 2000.

-Aydamir, Şevket Süreyya, Menderes’in Dramı 1899-1960, Remzi Kitabevi, 1999

-Başgil, Ali Fuat, Din ve Laiklik, 6. baskı, İstanbul, 1985.

-Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi yay., Ankara, 1973.

-Berkes, Niyazi, 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz,

-Bilgin, Beyza, Türkiye’de Din Eğitimi ve Liselerde Din Dersleri, Ankara, 1980.

-Bozdağ, İsmet, Demirkırat Aldatmacası, Emre yay., İstanbul, 1991.

-Bulut, Faik, Ordu ve Din, Tümzamanlar yay., İstanbul, 1995.

-Bulut, Faik, Resmi Belgeler Işığında Ordu ve Din, Doruk yay., Ankara, 1997

-Burçak, Rıfkı Salim, On Yılın Anıları 1950-1960, Nurol Matbaacılık, Ankara, 1998.

■Caporal, Bemard, Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını 1919-

  1. Kültür yay., Ankara, 1982.

■Cem, İsmail, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, 4.Basım, Cem yay., İstanbul, 1974.

-Çağatay, Neşet, Türkiye’de Gerici Eylemler, Ankara Ünv. İlahiyat Fak.yay., Ankara, 1972.

■Çay, Haluk, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Turan Kültür Vakfı yay., Ankara, 1996.

■Duman, Doğan, Demokrasi Sürecinde Türkiye’de İslamcılık, Dokuz Eylül yay.,

İzmir, 1999.

■Dursun, Turan, Müslümanlık ve Nurculuk, Kaynak yay., İstanbul, 1996.

•Erdemir, Sabahat, Muhalefette İsmet İnönü, Cilt2, Ekicigil Matbaası, İstanbul, 1959.

•Eroğlu, Hamza, Türk İnkılap Tarihi, Ankara, 1990.

Eroğul, Cem, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İmge yay., Ankara, 1970.

: İslam Ansiklopedisi, cilt XII, İstanbul, 1979.

-Goloğlu, Mahmut, Demokrasiye Geçiş 1946-1950, Kaynak yay., İstanbul, 1982.

-Jaschke, Gotthard, Yeni Türkiye’de İslamlık, Bilgi yay., Ankara, 1972.

-Kalafat, Yaşar, Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait Olayı, Boğaziçi yay., Ankara, 1992.

-Karal, Enver Ziya, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi(1918-1965), 1981.

-Karpat, Kemal H., Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1967.

-Kırçak, Çağlar, Türkiye’de Gericilik (1950-1990), İmge yay., Ankara, 1993.

-Kırçak, Çağlar, Meşrutiyetten Günümüze Gericilik ( 1876-1950 ), Bilar yay., İstanbul, 1989.

-Koloğlu, Orhan, Kim Bu Mustafa Kemal, Boyut yay., İstanbul, 1998.

-Kongar, Emre, 21. Yüzyılda Türkiye, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000.

-Mumcu, Uğur, Kürt-İslam Ayaklanması, Tekin yay., Ankara, 1981.

-Mumcu, Uğur, Rabıta, 13. Baskı, İstanbul, 1994.

-Özek, Çetin, 100 Soruda Türkiye’de Gerici Akımlar, Gerçek yay., İstanbul, 1968.

-Özek, Çetin, Devlet ve Din, Ada yay., İstanbul, tarihsiz.

-Öztürk, Kazım, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri ve Programları, Ak yay., İstanbul, 1968.

-Serter, Nur, Dinde Siyasal İslam Tekeli, Sarmal yay., İstanbul, 1997.

-Sezen, Yümni, Sosyolojide ve Din Sosyolojisinde Temel Bilgiler ve Tartışmalar, Marmara Ünv. İlahiyat Fak. Vakfı yay., İstanbul, 1990.

-Şahinler, Menter, Atatürkçülüğün Kökeni, Etkisi ve Güncelliği, Çağdaş yay., İstanbul, 1996.

-Tanyol, Cahit, Laiklik ve İrtica, Altm Kitaplar yay., İstanbul, 1994.

-Timur, Taner, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İletişim yay., İstanbul, 1991.

-Toker, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşa’h Yıllan (1944-1950), Bilgi yay.,

1990.

-Toker, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşa’h Yılları (1950-1954), Bilgi yay.,

1991.

-Tunaya, Tank Zafer, İslamcılık Akımı, Simavi yay., İstanbul, 1991.

-Tunçkanat, Haydar, 27 Mayıs 1960 Devrimi, İstanbul, 1996.

-Turan, Şerafettin, Çağdaşlık Yolunda Yeni Türkiye 1938-1950, Türk Devrim Tarihi 4.Kitap, Bilgi yay., İstanbul, 1999.

-Türk, Yemliha, 1951-1955 Dönemi Laiklik Karşıtı Hareketler, İ.Ü. A.Î.İ.T.E., (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2001.

-Üzmez, Hüseyin, Malatya Suikastı, Timaş yay., İstanbul, 1998.

-Yalçın, Soner, Efendi (Beyaz Türklerin Büyük Sırrı), Doğan Kitap, İstanbul, 2004.

-Yalman, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 2. Cilt, Pera Turizm ve Tic. A.Ş. yay., İstanbul, 1997.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to