Sabahattin
ZAİM
Hazırlayanlar
Adem
ESEN
Turan
KOÇ
Mustafa
Yavuz ÇAKIR
Adem
ESEN
Prof.
Dr. Adem Esen, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektörü
Turan KOÇ
Prof.
Dr. Turan Koç, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim üyesi
Mustafa Yavuz ÇAKIR
Dr.
Mustafa Yavuz Çakır, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim görevlisi
Hocaların Hocası Prof. Dr. Sabahattin
Zaim, eskiden Osmanlı Devleti topraklarında bulunan Makedonya’nın İştip
Kasabasında, 1926 yılında dünyaya geldi. Ailesi ile birlikte 1934 yılında İstanbul’a
yerleşti. Makedonya’da 5 yaşında başladığı eğitimine İstanbul Fatih’te yer alan
Fethiye İlkokulu’nda devam etti. Ardından İstanbul Vefa Lisesi’ne devam eden
Sabahattin Zaim, 1943 yılında bu okuldan üstün başarı ile mezun oldu. Ülkesine
ve milletine daha iyi hizmet edebilme düşüncesi ile Mülkiye’ye (Siyasal
Bilimler Fakültesi) devam etti. 1947 yılında bu fakülteden mezun olan Prof.
Dr. Sabahattin Zaim, yurdumuzun çeşitli yerlerinde Kaymakam olarak görev yaptı.
Daha sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1953 yılında
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistan olarak akademik hayata
adım attı. 1993 yılına kadar İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde
öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı yaptı.
Prof. Dr. Sabahattin Zaim, İstanbul
Üniversitesi’ndeki görevinin yanında, 1955 - 1957 yılları arasında ABD Cornell
Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. ABD’deki görevinden
sonra Almanya Münih Üniversitesi’nde ekonomi üzerine bir süre ders verdi. 1977
- 1979 yılları arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliği
görevini yürüttü. 1980 - 1982 yılları arasında Suudi Arabistan Cidde Melik
Abdülaziz Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Sosyo-Teknik Etütler Bölümü’nde
ders verdi. 1993 - 1998 yılları arasında Sakarya Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi Dekanı olarak görev yaptı. 1998 - 2000 yılları
arasında YÖK (Yükseköğretim Kurulu) üyeliğinde bulundu. 2003 - 2004 yılları
arasında Milletlerarası Saraybosna Üniversitesi (International University of
Sarajevo) Kurucu Rektörü olarak çalıştı. 2006 yılından sonra Makedonya Üs-
küp’teki Uluslararası Balkan Üniversitesi’nde Mütevelli Heyeti üyesi olarak
görevini sürdürdü.
İstanbul’da kurulan Türkiye’nin ilk özel
motor fabrikası olan Gümüş Motor (Pancar Motor) kurucu ortağı ve yönetim kurulu
üyeliği ile devlet tarafından Konya’da kurulan TÜMOSAN Motor Fabrikasının ilk
yönetim kurulunda üye olarak görev yaptı. Ayrıca İlim Yayma Vakfı ve Cemiyeti
kurucu üyeliklerinde bulundu.
Prof. Dr. Sabahattin Zaim, 10 Eylül
1959’da, Ulya Hanım’la evlenmiş ve 5 çocuk sahibi olmuştur. Prof. Dr.
Sabahattin Zaim, 81 yaşında, 10 Aralık 2007 tarihinde, bir Pazar sabahı saat
04.15’de vefat etmiş ve cenazesi Edirnekapı Mezarlığı’ndaki aile kabristanında
toprağa verilmiştir.
Ülkemizin yetiştirdiği değerli bir bilim
adamı olan Sabahattin Zaim’in ismini kendisinin de kurucu mütevelli heyeti
üyeliği yaptığı İlim Yayma Vakfı kurduğu üniversitesine bir vefakârlık örneği
olarak vermiştir.
Hocamızı, rahmetle anıyoruz.
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi hem
kurucu vakfı olan İlim Yayma Vakfı ve merhum hocamız İslam ekonomisi konusuna
Türkiye’de öncü bir adım atarak Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı
Uygulama ve Araştırma Merkezi kurmuştur. Üniversitemiz, kuruluşunun ikinci
yılında, hocamızın büyük emekleri olan özel fi- nans kurumları yani katılım
bankacılığı alanında yüksek lisans programı açmıştır. “Uluslararası Finans
ve Katılım Bankacılığı” adını taşıyan bu program ülkemizde faizsiz
bankacılık ve finans konusunda da bir ilktir.
Rahmetli Sabahattin Zaim Hocanın İslam
Ekonomisi ve Finansı ile ilgili ilk çalışmaları 1960 yılların başına
gitmektedir. Vefat ettiği 10 Aralık 2007 gününden 1,5 yıl kadar önce (Nisan
2006) bu alanda yazdığı makaleleri bir araya getirmiş daha önce yayınlanan ve
“İslam Ekonomisinin Temelleri ve Faizsiz Finans Sistemindeki Yeni Gelişmeler”
adı altında yayına hazır hâle gelecek şekilde bir kaç nüsha halinde
ciltletmişti. Bunlardan bir nüshayı da kendi imzasıyla M. Fevzi Esen’e
vermiştir. Bu nüsha tarafımızdan gözden geçirilerek okurlara sunulması ve
hocamıza rahmete vesile olması maksadıyla Uluslararası İslam Ekonomisi ve
Finansı Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde yayımlanmasına karar verilmiştir.
Kitaptaki konular Hocamızın yaptığı
düzenlemeye göre sıralanmıştır. Dolayısıyla, bu alanda yapılan son çalışmalar
kitapta yer almamaktadır. Ayrıca, istatistikler ve diğer rakamlar hocanın
yazdığı şekliyle olduğu gibi bırakılmış, güncelleme yapılmamıştır. Ancak, incelendiğinde
ele alınan konuların analizinin hala tazeliğini ve geçerliliğini koruduğu
görülecektir. Kitapta yer alan makalelerin bir kısmı Türkçe, bir kısmı da
İngilizcedir.
Emeğimizin boşa gitmemesi ve hocamıza
rahmet vesilesi olması dileğiyle...
Prof. Dr. Adem Esen
Rektör
The founding trust (waqf)
of our university, Science Dissemina- tion Foundation, as well as an eminent
lecturer Prof. Dr. Sabahattin Zaim gave special interest and priority in
Islamic Economics. Hence, Istanbul Sabahattin Zaim University has established
International Research and Study Center of Islamic Economics and Finance by ta-
king a pioneering step in Turkey. Again, the university opened a mas- ter
programme in the field of private financial institutions; in other words, in
participating banking in which there is great efforts of our teacher. This
programme called “International Finance and Banking Participation” is a first
of its kind in our country in the interest-free banking and finance system.
The late Sabahattin
Zaim’s researches in Islamic Economics and Finance go back to the beginning of
1960s. He has combined his ar- ticles written in this field on April 2006 and
made few bound copies under the name of “The Foundations of the Islamic
Economics and the New Developments in Interest-Free Financial System” to make
it ready for the publication. That was just one and a half year before his date
of the death of 10 December 2007. He has presented a copy to M. Fevzi Esen with
his own signature. This has been revised by Adem Esen, Turan Koç and Mustafa
Yavuz Çakır and decided to be published in the International Research and Study
Center of Islamic Economics and Finance in order to be useful to readers and to
con- duce Allah’s mercy upon on him.
The subject matters of
the book has been classified according to our lecture’s design. For this
reason, recent studies in this field are not included in the book. In addition,
statistics and other figures are have been preserved in their original forms,
that means there has not been updated. Nevertheless, when we pay close attention,
we see that the analyses of the subjects are still valid and reliable. Some of
the articles in the book are in Turkish while others are in English.
Wishing this study would
be useful and an occasion of Allah’s mercy.
Prof. Dr. Adem Esen
Rector
Seküler İktisat ile İslam
İktisadının Mukayesesi 1
Seküler iktisat ile İslam iktisadının Farkları 19
Kaynaklar 44
Bediüzzaman Said
Nursi’nin İktisat Risalesi Şerhi 45
Ticaretli Bir İhtiramın Unsurları 52
1.
İktisad bir şükrü-i manevidir 52
2.
İktisad, nimetteki Rahmeti İlahiyeye karşı
hürmet ifade eder 52
3.
İktisat bir sebebi-i berekettir 52
4.
Gıda ihtiyacının karşılanmasında 53
6.
İktisada riayet nimetteki lezzeti
hissettiren bir sebeptir 56
7.
İktisat ile Hıssetin Farkı 57
8.
İsrafın Sonucu: Hırsın Tahriki 58
Sosyal Faaliyetlerle
İlgili Normatif Kaideler 61
1.
Üretimde Emek ve Teşebbüs Faktörleri ile
İlgili Kaideler 64
2.
İşverenlere Ait Kaideler 68
3.
Üretimden Sağlanan Gelirle İlgili Kaideler
70
4.
İslâm’ın Tüketim Harcamaları ile İlgili
Normatif Kaideleri 72
5.
Tasarrufla İlgili Kaideler 74
6.
İkrazda Bulunmak (Kredi) ile İlgili
Kaideler 75
7.
Yatırım Yapmakla İlgili Kaideler 74
10.
Fakirin Zengin Üzerindeki Hakkı 83
Özet 84
Kaynaklar 85
1.
Türkiye’nin zekât potansiyeli nedir? 90
1.1.
Zekâtın İktisadî faydaları nelerdir? 91
2.
Zekât Nisabının ve Fitre Miktarının
Bugünkü Nakdî Değeri 91
2.1.
Zekât Nisabının Hesaplanması: Doğrudan
hesaplama metodu 91
Recent Interpretations of
the Economic Aspects of Zakah 99
2.
Basis of Zakah and Zakah Liability 100
2.2.
Possession and full ownership 102
3.2.
The state of being a Muslim 102
3.4.
Property which lacks productivity 103
3.5.
The property of minors and mentally
handicapped 103
3.6.
Condition of completion of one year 104
5.
The Expenditure of Zakah Income 108
6.
Financial Aspects of Zakah 110
6.1.
The difference between Zakah and tax 111
6.2.
Negative tax and Zakah 112
7.
Economic Characteristics of Zakah 113
7.1.
Income elasticity of Zakah 113
7.2.
Stability and countercyclical use of Zakah
114
7.4.
The impact of Zakah upon consumption,
saving and investment 117
7.5.
Multiplier effect of Zakah 120
7.6.
Welfare function of Zakah 120
Biographies 123
Industrial Relations System of İslam 125
2.
Economic and Social Aspect of Industrial
Relations in Islam 131
3.
Concept of Labor Force in Islamic Model 133
4.
The Answer of the Third Question 142
5.
Legal Aspects of Industrial Relations in
Islamic Model 145
6.
Political Aspect of Islamic Model of
Industrial Relations 150
İslam Ekonomisi ve İslam Ülkeleri İşbirliği Sahasında
1.
Hükümetler Arası Faaliyetler 170
Türkiye’nin Sosyal ve İktisadî Siyaseti
(İşçi Meseleleri) 179
Ortadoğu Ülkeleri Arasında İktisadî
İşbirliği İmkânları I 195
Ortadoğu Ülkeleri Arasında İktisadî
İşbirliği İmkânları II 213
Türkiye ile İslâm Ülkelerinde Sanayileşme
Çabaları ve Ticarette İşbirliği İmkânları 221
Report of the Experts Committee on the
Promotion, 235
1.
Promotion of Islamic Banks 237
2.
Control and Supervision 238
A.
Constitution (legal status) 238
D.
Reserves and Liquidity Ratios 239
F Advances and Investments 239
G.
Membership of the Board of Directors 239
î. Acknowledgement 239
Banking
System and Economic Development:
1. Introduction:
The function of banking system in economic 243
2. Influence
of Islamic Banking institutions on economic development 246
3. The
effects of the Islamic banking on economic development of Turkey 248
The Important Points about the Islamic Banking Activities, 253
1.
Recommendation of the Third Meeting of the
Governors 253
2.
Report of the committee of Governors of
Central banks on the Promotion, 254
İslam Ekonomisin Gelişme Seyri 261
Seküler İktisat ile
İslam İktisadının Mukayesesi[35]
Gelişen bir dünyada
yaşıyoruz. Bütün dünya, Batı ve İslam dünyası ile birlikte değişiyor. Batı
dünyası madde ve teknolojik sahadaki üstünlüğünü devam ettiriyor. Ama mana
sahasında da kendini bitirme emareleri taşıyor. İslam dünyası ise birkaç
asırlık uykusundan uyanma çırpmışları gösteriyor. İslam dünyasındaki uyanışı
1920’li yıllarla, yani 20. asrın başıyla mukayese edersek şu tabloyu görürüz:
İslam Dünyası 20. asrın başında Osmanlı devletinden sonra sömürge haline düşmüş,
bağımsız 3,5 devlet kalmıştı. İkinci dünya harbinden sonra batı dünyasının
kapitalist ve sosyalist diye kendi içinde ikiye bölünmesi, şerden bazen hayır
doğar, fehvasınca; İslâm dünyasına yaramıştır. Sosyalizmin doğuşu ve kapitalizm
ile rekabete girmesi İslam ülkelerinin nefes almasını sağlamıştır. İslam
ülkeleri teker teker siyasi istiklallerine kavuşup, iktisadi istiklal peşine
düşünce, batı dünyası hemen kendini toparlamış ve İslam ülkelerini teoride
gelişen ve az gelişmiş ülkeler halinde ayrı bir kategoriye koyarak onlara karşı
müşterek bir politika takibine girmiştir. Daha sonra ABD ile SSCB birlikte
dünyayı paylaşmak (coexistence) hususunda anlaşmışlardır. “İkimiz de var
olalım dünyayı birlikte bölüşelim, fakat aramızdaki rekabet neticesinde bunların
gelişmesine yol vermeyelim” fikrinde birleşmişlerdir. ABD Dış İşleri Bakanı H.
Kissin- ger’in takip ettiği politika budur: Çin’i de aralarına alarak dünya
düzenini yönetmeye çalışmışlardır. İslam dünyası bu durum karşısında ne
yapmıştır? Esasında İslâm dünyası İslam’dan o kadar uzaklaşmış ki, bunun
farkında bile değildi. İslam dinini, iman (itikat), ibadet ve amel (ahlak,
hukuk, iktisat ve siyaset) cephesi olarak üçe ayırırsak, üçüncü kısmı olan
insanlar arası münasebetleri düzenleyen kaideler bütününün uygulanması
hususunda İslam dünyası bu sistemden uzaklaşmıştır. Bugün kabaca İslam
dünyasının % 95’i imanına sahiptir, ibadette durum yarı yarıya inerken,
uygulama cephesinde İslam ahlakı, hukuku, iktisadı ve siyaseti ile ilgili
ahkâmının uygulanmasında İslam’ın tam uygulandığı bir devlet ve toplum
göstermek zordur. 1960’lardan sonra İslam dünyası aydınları bu durumu fark
etmişlerdir. Çünkü İslam dünyası iktisadi sahada kalkınmak için model ararken
karşısında Batı ve Doğu olmak üzere iki blok ve iki sistem bulmuştur. İslam
ülkeleri bu sistemlerden birini esas olarak kalkınmaya çalışmışlarsa da
başarılı olamamışlardır. Çünkü iktisadi sistemler cemiyetin bir veçhesidir.
Toplumların sosyal, siyasi, ahlaki, iktisadi vb. bütün yönleri bir bütünlük arz
eder. Bir toplumun sadece iktisadi yönünü ele alırsak, bu husus toplumun dışına
akseden ve rakamlarla ifade edilebilen maddi yönüdür. Tıpkı bir buzdağının su
üstündeki kısmı gibi batı dünyası iktisadi yapısını suyun altında kalan büyük
kısmına benzeyen sosyal ve kültürel yapısı üzerine bina etmiştir. İslam dünyası
Batı dünyasının bu sosyal ve kültürel yapısın almamıştır. Çünkü bu yapı o
toplumun dini ve tarihi gelişimiyle ilgilidir. İslam dünyası batının
sosyo-kültürel yapısını almayınca onun üstüne konmuş olan Batı modeli iktisadi
yapı da İslam toplumunun sosyo-kültürel yapısı ile uyum sağlayamamıştır. Çünkü
eklenen dokular birbirine yabancı kalınca hayatiyet bulamamıştır. İslam
dünyası, üç asırdır hep batılılaşmaya çalışmıştır, fakat Batıdan alınan birçok
hususlara toplum uyum sağlayamamıştır. “Osmanlı’ devletinin son iki asırlık
tecrübesi bunu göstermiştir. İslam dünyası aydınları 1960’lardan sonra bir
araya gelince bu durumu sorgulamışlardır. Biz müslüman olduğumuza göre İslam’ın
bir sosyo-ekonomik düzeni yok mudur? sorusunu sormuşlar ve o zaman İslam
dünyasında uygulanan sistemlerin İslam’la ilgisi kalmadığını fark etmişlerdir.
1957 yıllarında İktisat Fakültesinde iken rahmetli Prof. Dr. Fındıkoğlu
Ziyaeddin Fahri beye Pakistan’dan gelen bir mektupta İslam iktisadi yapısı ile
ilgili konularda bizim ne yaptığımız soruluyordu. O zamanlar bizde
Üniversitelerde bu kavramlar dahi mevcut değildi. Maalesef bütün İslam
dünyasında da durum böyleydi. Bu mektuba hiç bir müspet cevap
verilememiştir 1970’li yıllarda Suudi Arabistan’dan gelen hocalarla bir
müslüman iktisatçılar derneği kurulması fikrini görüşmüştük. 1970’li yıllarda
Libya’da Kaddafi’nin tertiplediği İslam Gençlik Kongresinde bu konular ele
alınmış ve aydınılar birbiriyle tanışmıştı. 1976’da ilk defa Dünya İslam
Kongresi toplanmıştı. Kral Faysal’ın tertiplediği bu kongre 1975’te yapılacakken
Kralın öldürülmesi üzerine 1976’da toplanabilmişti. Rivayet edilir ki, Kral
Faysal, hayatının sonlarında İslam dünyasının birliğini sağlamak hususunda
büyük gayret gösterdiği için onu ziyarete gelen Kissinger’in verdiği Faysal’ın
«ya maddeten ya hukuken ifna edilmesi (ortadan kaldırılması) gerekir” raporu
üzerine tıpkı merhum Muhammed Ziya-ül Hak gibi muhtemelen batılı gizli
teşkilatlar tarafından öldürtülmüştür. Bu ilk İslam iktisat kongresi Mekke’yi
Münevvereye 11 km mesafedeki Intercontinental otelinde toplanmıştı. Bu otel de
esas itibariyle Faysal tarafından Rabtat’ül Âlem’il-İslami için yapılmışken
Faysalın ölümü üzerine bu fikrin müellifleri tarafından otel haline getirilmiş
ve otel bu konferans ile açılmıştı. İslam iktisadı konferansını takiben 1976’da
İlim ve Teknolojide 1. Dünya Kongresi yapılmıştı; her iki kongreye de
Türkiye’den 7’şer üye katılmıştı. Üyeler ismen çağrılmıştı. Gösterilen
adaylardan seçilen bu üyeler arasında ikinci kongrede Sayın Turgut Özal’da
vardı. 3. Kongre 1977’de Mekke’de 1. İslam Eğitim Kongresi olarak yapılmıştır.
Müslüman- lar bu kongrelerde İslam’ın toplum hayatında nasıl davranması
gerektiğini tespite çalışıyordu. Önce bu işin teorik sahada tahlili yapılıyor
ve uygulamaya konulma imkânları aranıyordu. Ortada hazır bir model olmadığı
için adeta karanlıkta el yordamıyla yol alınıyordu. Bugün de durum hâlâ bu
merkezdedir. Kurulan mües- seselerde başlarındaki insanlar da henüz bu konuları
hem öğrenmekte ve hem de uygulama safhasında bulunmaktadır. Nesiller devam
ediyor. İnşallah gelecek nesiller bu sahada daha hazırlıklı bir durumda
bulunacaklardır.
Batı dünyasına gelince, onlar da
coexistence şeklinde, Do- ğu-Batı uyumunu sağlamaya çalışırken, süratli bir
gelişme ile Marksizm yıkılıvermiştir. 70 yıllık bir tecrübe 70 günde bitmiştir.
Tarihi olarak, bir çağ değişimi döneminde yaşıyoruz. Doğu ve batının bu
birleşmeden doğan, birtakım problemleri vardır. Zira Doğu-Batı niye ayrılmıştı?
Niye birleşti? Bunun cevabını aramak gerekir. Kapitalist sistem de sosyalist
sistem de batının ürünüdür. Esasında sosyalist sistem kapitalist sisteme karşı
bir aksülameldi. Yani ahlaki bir reaksiyondu. Sosyalizmin doğuşu ta orta çağlardan
başlamış ve uygulanan iktisadi sistemlerin gayri ahlaki ve gayri adil oluşuna
karşı bir reaksiyon olarak gelişmiştir. Sosyalizm böyle çıkmıştır;
tüketimdeki, iktisadi hasılanın bölüşümün- deki dengesizliği, adaletsizliği
gidermeğe çalışmıştır. Rekabete dayalı sistemde tam rekabet olmadığı, birçok
tekeller bulunduğu için adalet sağlanamamıştır. Şimdi sosyalizm kalkınca,
kapitalizm ne olacaktır? Bugünlerde bir sosyal-piyasa ekonomisinden
bahsedilmektedir. Batıda sosyal kavramı ahlaki bir motifi ifade etmektedir.
İşte sosyal piyasa ekonomisinde aranan
esasında adil bir iktisadi sistemdir. Bu düzen İslam ekonomisinde mevcuttur.
Çünkü İslam iktisadı esasında serbest piyasa ekonomisinin ahlak ile düzenlenmiş
halidir. Bunu onlar bilemiyor, biz de bilemiyoruz. Eğer biz İslam ekonomisini
öğrensek, bilsek ve dünyaya anlatabilsek bunun sadece kendimize değil, bütün
dünyaya yardımı olur. Esasen İslam bütün insanlık için gelmiştir, biz onu
sadece kendimize hasredemeyiz. İşte bu sebeplerle 20. asrın sonunda İslam
iktisadı sistemi sosyalizmin yıkılmasını müteakip sarsılan kapitalizme bir
alternatif olarak dünya kamuoyunda ele alınmaktadır.
İslam iktisadının özellikleri nedir? diye
sorulunca konuyu şöyle ele almak gerekir. İktisat, ilmini iktisatçılar 6
bölümde mütalaa ederler.
1)
İktisat felsefesi: İslam’ın da bir iktisat
felsefesi olması gerekir.
2)
İktisat metodolojisi: İktisat nasıl
araştırılır, öğretilir? Tümevarım, tümdengelim metotları vs. gibi, İslam
iktisadında hangi metodoloji kullanılabilir? Bunun, tespiti gerekir.
3)
İktisadi analiz: Tahliller, tüketim,
üretim, ücret, fiyat tahlilleri vs. gibi her iktisadi kavramın İslami açıdan
tahlillerinin yapılması icap eder.
4)
Tatbiki iktisat: Sınai, ticari, ekonomi,
para, banka ekonomisi gibi uygulamalı iktisadı (applied economics) sahalar
bu konunun içine girer.
5)
İktisadi sistemler, bahsinde milliyetçi,
devletçi vs. iktisadi sistemlerin incelenmesi gerekir. Sistemleri, doktrinden
ayırıyoruz. Sistemde bir tatbikat söz konusudur. Her ülke, içinde bulunduğu
sosyo-politik ve hukuki yapıya göre, iktisadi doktrinlerden ilham alarak bir
sentez meydana getirir. Eczacılıktaki müstahzar ilaçların havanda dövülerek
ihtiyaca göre (reçete) yapılması gibi iktisadi sistemler de doktrinlerden
esinlenilerek ülkenin o andaki şartlarına göre en uygun terkibi bulmağa
çalışır. Bu sebeple zamanla hem sistemlerin kendisi hem de her ülkede
uygulanan sistemler değişir. Mesela bugün liberal sistemin uygulandığı Almanya’da
vaktiyle milliyetçi iktisat sistemi uygulanmıştı. Sistemler daima değişkendir.
İslam ülkelerinde iktisadi sistem nasıl olması gerekir sorusunun cevabını
aramak icap eder.
6)
İktisat Tarihi: İslam’ın iktisat tarihini
bilmek gerekir. Görüldüğü gibi burada 6 kulvar vardır. Bu sahalar boştur.
İslam dünyasında bu kulvarlarda koşacak koşucuların yetişmesi lazımdır.
Seküler
İktisat ile İslam İktisadının Farkları
Şimdi dünyada mevcut seküler iktisat ile
İslam iktisadının farklarını inceleyebiliriz.
1.
Fark: Birinci fark insan
modelidir. İktisat ilminin esası iktisat teorisidir. Teoride iktisadi davranışlardaki
illiyet rabıtalarına dayanılarak iktisadi kanunlar bulunur. Sebep-netice
münasebetleri araştırılır. Gerek kapitalizmin, gerek marksizmin temeli olan
Batı ekonomi teorisinde düşünülen insan modeli “iktisadi adam”- dır. Bu
adam tipi batının rönesansla başlayan, rasyonalist, akılcı, seküler ortamı
içinde ortaya çıkan, robot gibi işleyen attığı her adımda, menfaatini maksimize
etmek isteyen insan modelidir.
(Homo economicus) İslam iktisadındaki
model ise “müslüman insan” modelidir. Müslüman insan, İslami modele
sahip olan bir toplumun insanıdır. Bu toplum düzeninin insanı, temelini İslam’ın
prensiplerine dayandıran ve muhtevasını eşitlik, hürriyet, kardeşlik, adalet ve
ittihad ilkelerinin teşkil ettiği İslam’ın sosyal dünya görüşü içinde yetişen insandır.
Bu Peygamberimiz (sav) gibi Cenab-ı Hakkın, uğruna Kâinatı yarattığı, eşref-i
mahlukât ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insandır. Bu insanın yaratıcısının
kendisine bu dünyada nasıl davranmak gerektiği hakkın- daki kaideler düzenine
göre yaşaması lazımdır. Buna her dinde şeriat denir ve şeriat o dinin vaz
ettiği kaideler manzumesidir. Mesela Hz. Musa’nın (as) şeriatı, Hz. İsa’nın
(as) ve Hz. Muham- med’in (sav) şeriatı gibi. Kavramlar çok önemlidir. Bugün
İslam dünyasındaki en önemli karmaşa mefhumlar hususundaki kargaşadır; bu da
bilerek yapılmıştır. Meselâ, bugün ülkemizde yapılan İslam aleyhtarı
kampanyanın ortaya çıkarttığı, en başarılı sonuç, “İslam”, mefhumu ile “şeriat”
mefhumunu birbirinden ayırmak olmuştur. Adama sorarsınız, “Şeriata karşıyım;
ama elhamdülillah, Müslümanım” der. İslam ile şeriatın iç içe olduğunun farkında
değildir. Çünkü kendisine, bu iki kavramı farklı şeyler gibi göstermişlerdir.
Cenab-ı Hak Kur’an’ında şöyle diyor: “İşte
bu kitap ki doğruluğunda şüphe yoktur, inanları kötülüklerden korumak için
yol göstericidir” (Bakara, 2/2). Esasında “din” dediğimiz nedir? Din
Cenab-ı Hakkın insanlara sadece ahiret için değil bu dünya için gönderdiği
kaideler manzumesidir. Allah bizi yaratıp bu dünyaya salmıştır; burası bir imtihan
dünyasıdır, bize ”Şöyle davranırsanız; size verdiğim nefsin kötülüklerine
karşı kendinizi koruyabilirsiniz; korumak için size gönderdiğim kaidelere sıkı
sıkıya sarılırsanız ahiretiniz de, dünyanız da mamur olur. Dünyada refaha,
Ahirette felaha (kurtuluşa) ulaşırsınız.” demektedir. Yani kurtuluşa
eren insan refaha ulaşacaktır. Kurtuluşa eremeyen insan dünyada refahı da
bulamayacaktır. Bu müminler için gösterilen yoldur. Fakat Cenab-ı Hak; sadece
dünyayı isteyenlere dünyayı veririz, artık onların Ahirette başka talepleri
yoktur. Artık başka talep hakları olmasın diye, onlara istedikleri dünya
verilmiştir. Ama müminlere, hem dünyayı hem ahireti isteyin diyor. “Yarab- bim
bize hem dünyada hem de ahirette hayırlısını ver.” diyen mümin kuluna Allah her
ikisini de verir. Şu halde müslüman insanın seküler “iktisadi adamdan” birinci
farkı, müminin hem dünyayı, hem de ahireti birlikte istemesi, yani dünya için
hiç ölmeyecekmiş gibi çalışırken ahiret için her an ölüme hazır bulundurması,
yani muhasebeci diliyle defter-i amalini (amel defterini) her an ajür (hesap
verebilir) halde tutması; yani defterini kontrole hazır hale getirmesidir.
“Böyle bir Müslüman Allah’ın emirlerine göre nasıl davranmalıdır?” Sorusuna
verilecek cevap önce Allah’ın emirlerini bilmesi gerektiğidir. Elhamdülillah
müs- lümanım diyen insan, müslümanlığın ne olduğunu bilmiyorsa onun müslüman
gibi davranmasını bekliyemeyiz. İslamın şartları bellidir. Onlar,
Savmun-salat, Haccı, zekât ve kelime-i şahadettir. Kelime-i şahadetle imanın
şartlarına göre inanmak gerekir. O da amentüde yazılı olanlardır. Orada birçok
şey arasında “Allah’ın kitaplarına da inandık” diyoruz. Kur’an-ı Kerim
Allah’ın kitabı olduğu, halde Kur’an’ın getirdiği hükümlere bu şeriattır deyip
inanmazsak imanımız eksik kalmış olur. Şu halde, önce insanın imanın ve
İslam’ın şartlarını yerine getirmesi lazımdır. Onun da yerine gelmesi için
onları bilmesi gerekir. Onun için Kur’an’ı Kerim “ikra” (oku) kelimesiyle
başlamıştır. Allah kullarına oku diyor. “(İkra) Oku ki beni anlıyasın” diyor.
Yunus’un dediği gibi, marifet kişinin kendini bilmesidir. Hem kendini, hem
yaradanım bilmesi için okuması lazımdır. Şu halde imanın arkasından
bilgi gelecektir. Bu sebeple müslüman çocuğunu eğitmeye mecburdur. Seküler
eğitim sosyolojisinde çocuğu rüşt çağına kadar serbest, bırakalım yolunu,
dinini kendi seçsin deniyor. Bu İslam’a göre yanlıştır. Ebeveynin görevi,
çocuğa Allah’ın emirlerini ve yaşama metot ve kaidelerini öğretmektir. Çocuk
bunu öğrenecek ki, Müslüman gibi davranmasını bilsin. İşte Müslümanların
Müslüman gibi davranmayı unutması, Müslümanlığı öğrenemeyişlerinden- dir. Şu
halde önce iman edeceğiz, sonra da İşlemi öğreneceğiz. İslam’ın bütünü içinde
iktisadî saha ile ilgili kaidelerini de öğreneceğiz.
Üçüncü kademe de ise inandığımız ve
öğrendiğimiz şeyleri uygulayacağız. Bu en zor safhadır, çünkü bu safhada
nefsimizle mücadele söz konusudur. Buna cihad-ı ekber denir. Bu, doğuştan
mezara kadar süren nefsi emmare ile mücadele safhasıdır. Nefsi tam halim
olmanın sonu yoktur; bu insanı veli mertebesine götüren yoldur. Bu yoldaki
gelişme insanın takva derecesini gösterir. Allah diyor ki: “Bugün dininizi
bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslam’ı
seçtim” (Maide, 5/3). Böy- lece Allah Kâinatın yaratılışından bu yana muhtelif
peygamberleriyle insanlara yol gösterici olarak gönderdiği kaideler düzenini
Kur’an ile tamamladığını ve insanlara ona göre hareket etmelerini
bildirmektedir. Şu halde bu müslüman insanı yetiştirebildiğimiz ölçüde İslam
iktisadı uygulanabilecektir. İslam iktisadı sistemi hâkim olabildiği ölçüde de
serbest pazar ekonomisinde dengeler sağlanabilecektir. Müslüman gibi
davranmayan insanların elinde, müslüman gibi yaşamayan toplumların yapısında
İslam iktisadının uygulanması güçtür. Müesseseler kurulsa bile bunların dişlileri,
çarkları birbiriyle sürtüşür, pürüzsüz işlemez. Serbest pazar ekonomisinde de
dengeler sağlanamaz. Şu anda Suudi Arabistan dâhil bütün İslâm ülkeleri
bankaları, sistemleri, faizleri ile birlikte gayri İslami bir iktisadi model
içinde yaşamaktadır. Zekât ve faizsiz banka gibi müesseseleri bu ortama,
yerleştirmeye kalksak uyum tam olmuyor. Çünkü hem müslüman insan modeli tam olarak
yok, hem de toplum İslami şekilde düzenlenmemiş, insanlar müslüman gibi motive
olamıyor, müesseseler İslami esaslar içinde çalışamıyor. İslami bir eğitime
tabi tutulmazsa, müslüman insan, yaratılışında mevcut olan nefsine bağlılık ve
mala düşkünlük ile cimrilik, egoistlik gibi özellikleri sebebiyle iktisadi
adam gibi davranmaya mütemayildir. Meşhur atasözümüze göre, “Mal, canın
yongasıdır.” Yani iktisadi adam tipinin doğru tarafı vardır, insan,
insiyaklarıyla harekette serbest bırakılırsa, iktisadi adam gibi davranır ve
“birbirinin kurdu olur.” Fakat insanı hayvandan ayıran tarafı, insanın din,
ahlak, iman dediğimiz yönleridir. İnsanın fıtratında hem şeytan, hem melek
sıfatı vardır. İnsan davranışlarıyla «bazen o hale düşer ki, Şeytan, “Yarabbi
beni iyi ki bir insan yaratmadın”, diye şükreder; bazen de insan o derece
yükselir ki, melekler, “insan yaratılmadıklarına hayıflanırmış.” İnsan melekten
üstün ve şeytandan beter olabilecek vasıflarıyla iki uç arasında gidip gelen
bir mahlûktur. Problem de, İslami yaşamanın zorluğu da buradadır.
“İnnema’l-a’malü binniyat” dendiği üzere ameller niyetlere bağlıdır. Kalbi
temiz tutmak, bunun içinde devamlı eksersiz yapmak lazımdır. İmanımız olmasına
rağmen devamlı bir meddü cezir içinde yaşıyoruz. Çünkü tabii insiyaklarımız ve
nefsimiz bizi daima kötülüğe doğru teşvik edebilir. Onu biz eğitim, terbiye,
ahlak ve iman ile zikir ve ibadet ve iyi amellerle etrafımızda iyi bir çevre
oluşturarak kendimizi bu tehlikeden koruyabiliriz. İyi bir çevre insan için bir
kale oluşturur ve kötülükler o kaleye giremez olur. Zira insan telkine tabi
mahlûktur.
2.
Fark: İkinci fark, seküler
piyasa modeli lâ-ahlakidir. İslam iktisadı ahlakidir. Seküler iktisat teorisi
gayri ahlaki olduğundan, ahlaki kaygılar dikkate alınmadan teoriler,
muhakemeler yürütülür. Çünkü ele, alınan insan modeli ahlaki kaygılardan
arındırılmış, iktisadi adam modelidir. İslam iktisadı ise Cenab-ı Hakkın
gösterdiği ahlaki prensiplere dayanır. Bunların başlıcaları şunlardır;
a)
İnsanlar Allah’a kulluk için
yaratılmıştır.
c)
Maddi imkân ve vasıtalar, insanı Allah’tan
ve onun yolundan uzaklaştırmamalı, bilakis kulluk hedefine ulaşmak için birer
vasıta olmalıdır.
d)
Fani olan, bu imtihan dünyası sonunda,
ahiret denen ebedi hayatta insanlar bu dünyadaki bütün amelleriyle birlikte
iktisadi faaliyetlerinden hesaba çekileceklerdir. Bu sebeple insan- lararası
münasebetlerde akde ve ahde vefa, emanete riayet, diğer- gamlık gibi ahlaki
prensipler esas alınmalıdır. Kul hakkı yenme- melidir, çünkü Allah kul hakkını
affetmez.
3.
Fark: Üçüncü fark, seküler
modelin objektif olup, değer hükümlerine dayalı olmadığı iddiasıdır. Seküler
iktisat ön değer hükümleri olmadığını, pozitif olduğunu beyan eder. Hâlbuki insanın
çevresinden soyutlanması mümkün değildir. İlim adamı da bu tesirden kendini
kurtaramaz. İslam iktisadı ise değer hükümlerine bağlı olduğunu açıkça ifade
eder. İslam iktisadı, Yaradan’ı- mızın bize tavsiye ettiği değer hükümlerine
bağlılığını samimiyetle kabul eder. İslam iktisadının hem pozitif, hem de
normatif kaideleri vardır. Yani İslam iktisadı hem pozitif yönüyle insanın
iktisadi davranışlarını ve iktisadi olayları inceler, hem de Allah’ın
gösterdiği kıymet hükümlerini, yani NAS’ları bildirerek, olması gerekeni
belirtir. Bu hususlarda normatif kaideler vaaz eder. Özet olarak, İslam
iktisadı ahlakidir, kıymet hükümlerine dayanır. Hem pozitif, hem de normatif
yönü vardır.
4.
Fark: Dördüncü fark, Batı
modeli insan yapısıdır, akılla geliştirilmiştir. Bu sebeple değişkendir.
Tenkitle gelişmesi, gelişme süreci bakımından faydalı, fakat daima yeniden
tenkide açık olması itibariyle mahzurludur. İslam iktisadının temel kaideleri
ise Allah yapısıdır. İlahi prensiplere dayalıdır. Motivasyonlarımızı,
içgüdülerimizi, davranışlarımızı, fonksiyonlarımızı o ilahi emirlerle irtibat
halinde tutmanın yollarını aramak mecburiyetindeyiz. Batı modeli, bir yanda
mutlak bırakınız yapsınlar (lais- sez-faire) esasına dayalı liberal ekonomi
ile, diğer yanda mutlak bir kolektivist güdümlü, ekonomi modeli ile iki ekstrem
(uç) arasında çeşitli ara modeller sergilemektedir.
İslam iktisadı ise mutlak bir laissez-faire
modelini kabul etmediği gibi, mutlak bir güdümlü otoriter veya kolektivist
modeli de reddeder. İslam ekonomik modeli müslüman insanların oluşturduğu
toplumda, Müslüman bir yönetim içinde, sosyal ve ahlaki normlara dayalı
toplumun refahını hedef alan bir Pazar ekonomisidir. İslam iktisadı modeli her
türlü aşırılıktan uzak dengeli bir toplum idealini hedef alan gerçekçi bir
modeldir.
5.
Fark: Beşinci fark, seküler
modelde, iktisadî adamın mutlak üstünlüğü vardır. Yani fert kendi menfaatini
sağlamak için davranışlarını düzenleyeceğine göre, bunu sağlamada mutlak
serbestliğe sahiptir. Her ne pahasına olursa olsun, her ne şekilde olursa olsun
helal, haram, meşru, gayri meşru her yoldan iktisadi menfaatini maksimize
etmeğe çalışacaktır. Tıpkı siyasetteki Makyavelizm gibi, çünkü davranışları
meta-ekonomik prensiplerle sınırlı ve mukayyet değildir. Hâlbuki İslam
İktisadında ferdi menfaatler sosyal denge ile sınırlanmıştır. Mesela
Kapitalist sistem dünya görüşüdür, burada devamlı büyümeye çalışan büyümenin
sonu olmayan bir müteşebbis tipi bir insan modeli söz konusudur. Kapitalist
sistemin hem başarısı hem de kusuru burada yatar. Bu sonu olmayan bir koşu
gibidir. Devamlı bir iktisadi büyüme ile ekonomik sosyal denge bozulması ortaya
çıkar.
6.
Fark: Altıncı fark, Batı
modelinde, teoride ferdi menfaatle toplumun menfaati arasında bir ayniyet
olduğu farz edilmiştir. Kapitalizm daha ziyade Protestanlık ile birlikte
gelişmiştir. Bu görüşte puritan Protestan ahlakının tesiri vardır. Kapitalizmin
doğuşunda, rasyonel adam tipi kadar kuzey yarım küresinde gelişen Protestan
ahlakının tesiri olduğu hem Alman Max Weber hem de İngiliz Tawery tarafından
belirtilmiştir. ABD’de kapitalizmin öncüsü olan bu puritan protestanlar
dindardır. Bugünlerde Batılılar tarafından müslümanlara “fundamentalist”
(kökten dinci) denişi gibi puritan protestanlar da Hristiyan
fundamentalistlerdir. Yani dindar ve ahlaklı insanlardır. 18. asırda Amerikan
hayatı ile ilgili bir kitapta, halkın dini ölçülere uyduğu ve “dinimize göre
yaşamak için buraya geldik” dedikleri görülür.[36]
Anglosaksonların gelişmesinde puritan ahlak düzeni öncülük yapmıştır.
Kapitalizmin ilk müteşebbis tipleri dindardır. “Hz. İsa’nın, şeriatında
iktisadi kaideler yoktur. Ama ahlaki kaideler vardır. Puritanlar bu, ahlaki
prensiplere uymuşlar ve Protestanlık onların elinde gelişmiştir. Bilahare bu
durum değişip, seküler ahlak sistemine dönüşünce kapitalizm yozlaşmıştır.
Puritan ahlak sisteminde zengin insan akıllı insandır. Akıllı insan kendi
zengin olduğu gibi topluma da faydalı olur. Ferdi menfaatle toplum menfaati
arasında bir ayniyet ve denge olduğu kabul edilir. Zamanla müteşebbisler bu
puritan ahlak çizgisinden uzaklaşınca zenginin menfaati ile toplum menfaati
arasında çatışmalar başlamıştır. Bu sistemde ferdi menfaati ön plana alıp
toplumun menfaati geri plana alınınca dengeler bozulmaktadır. Thomas
Carlyle’in tabiriyle “19. asır Avrupası dev gibi bir iktisadi ve teknolojik
gelişmenin beraberinde dev gibi sefaleti birlikte sürüklediği bir çağdır.
Carlyle insanlık tarihinde her branştan bir kahraman seçer, Peygamberler içinde
de Hz. Mu- hammed’i (sav) seçer ve onun şahsında İslam’ı öyle güzel anlatır ki
(Allahu alem) müslüman gibi görünür.”[37]
Bu puritan ahlak çizgisinden uzaklaşınca, çocukların maden ocaklarında
çalıştırılması, 18 saatlik mesai vs. gibi gayri insanî çalışma, şartları sonunda
sosyalist sistemi hazırlayan ortam oluşmuştur. Bu dönem tek yönlü ve tek yanlı
bir kalkınma dönemidir. İktisadi ve teknik gelişme yanında manevi ve ahlaki
gelişme ihmal edilmiştir. İngiltere’de üç şeyin girmediği semtlerin ortaya
çıkması bu devirde olmuştur. Bu üç şeyi, güneşin, kanunun ve Allah korkusunun
girmediği “slum” denilen gecekondu semtleridir. Batı toplumun- da bu sebeple
fakirlik ile dinsizlik beraber gelişmiştir. Allah’a karşı isyan, Allah’tan
uzaklaşma ve fakirlik sefaletle birlikte artmıştır. Zenginler ve
entelektüeller ise mevcut maddi ve manevi değerleri muhafaza etmeğe
çalıştıklarından “muhafazakâr” diye adlandırılmışlardır. Sosyalizm fakir
semtlerde gelişirken fakirler ve okumamışlar ise Proleterya olarak mevcut
değerlere karşı çıkıp reaksiyoner olmuşlardır. Kilise, ordu, sermaye üçlüsü ise
muhafazakâr grubu oluşturmuştur.
Burada şunu belirtmek gerekir ki İslam
dünyasında bu şablonun tam tersi görülür. Okumuşlar ve zenginler, yani
sermaye, aydın ve ordu üçü bir arada dine karşı veya bigâne kalmışlardır. Çünkü
zihnen Batı eğitimiyle yetişmişler ve fakat batıyı batılı yapan ana
değerlerini temel ve esasını yakalayamadıkları için batılı olmak yerine batıcı
olmuşlardır. Batının sosyo-kültürel temellerini anlayamamış, geri
döndüklerinde orada satıhta gördüklerini ülkelerine taşımışlar, dini ve milli
inançları zayıflamıştır. Yani Japonların yaptığını yapamamışlar, Batının
rasyonel davranış me- todlarını benimseyerek kültürel kimliklerini muhafaza
etme başarısını gösterememişlerdir. Bizde kullanılan “sağ-sol” kavramları Batı
kavramları olup bizim yapımıza uymaz. Mesela İstanbul’da en zengin lüks semtler
olan Moda ve Şişli’de seçimlerde sosyalist partiler kazanır, buna mukabil
Gaziosmanpaşa vs. gibi fakir semtlerde ise muhafazakâr partiler başarılı olur.
Sebep şudur? Zengin semtlerdeki insanlar, dini ve kültürel bakımdan toplumda
mevcut değerlere karşıdır. Bu sebeple manevi ve kültürel değerleri yıkmak
isteyen devrimci partileri desteklerler. Buna mukabil maddi sahada,
servetlerini muhafaza sadedinde muhafazakâr olurlar. Yani bu zengin gruplar
maddi sahada muhafazakâr, manevi sahada devrimci olmaktadır. Fakir insanlar
ise dini reaksiyon ve kültürel bakımdan muhafazakâr oluyor, madde sahasında ise
devrimci olmaları gerekirken, manevi saha ağır bastığı için muhafazakâr
partilere meyletmektedir. Dolayısıyla sağ-sol kavramlarını İslam dünyasında
Batıdaki muhtevasıyla kullanmamak lazımdır. Başka tabirler bulmak gerekir.
Özetlersek Batı toplumunda ferdi menfaatle, toplum menfaati beraber olduğu
düşünüldüğü halde İslam iktisadında ferdi menfaatle toplum menfaatinin ilahi
prensiplere bağlı olarak dengelenmesi asası getirilmiştir. Yani, ferdi
menfaatleri ilahi prensiplere uygun olarak toplum menfaati lehine dengelemek
söz konusudur. İslam iktisadında ne devletin, ne de ferdin mutlak hâkimiyeti
söz konusudur. Her ikisinin de ilahi prensiplere göre, fonksiyonlarını yerine
getirmesi mevzubahistir. İkisi de bağımsız ve müstakil değildir, fert nefsinin
istikametinde, devlet otoritesi dünyevi kudreti istikametinde elindeki gücü sonuna
kadar karşı tarafın zararına olacak şekilde, kullanmağa yetkili değildir. İki
taraf mevcut imkânlarını, ilahi prensiplere göre sınırlamak durumundadır. Bu
sebeple Osmanlı döneminde fetva sistemi ortaya çıkmıştır. Dünyevi gücü elinde
tutan, ilahi prensiple kendini sınırlar. Burada bir nokta daha ortaya çıkar, o
da İslam’da demokrasinin var olup olmaması meselesidir. Bu sualin cevabı
demokrasinin tarifine bağlıdır.
Dünyadaki düzenleri üçe
bölebiliriz.
a)
İktisadi ve siyasi kudretin bir elde
birikmesi hali,
b)
İktisadi ve siyasi kudretin tecezzi
etmesi, bölünmesi hali,
c)
İktisadi ve siyasi kudretin muhtelif
gruplar arasında dağılması hali.
Eğer bir toplumda iktisadi, siyasi ve
hukuki kudret bir elde birikirse buna otoriter rejim denir. Bu güç tek parti,
tek şahıs, tek grup, asker veya sivil iktidarı olabilir. Eğer bu kudreti elinde
bulunduran grup veya şahıslar, ilahi prensiplere göre düzenlenmiş bir toplumda
hükmetmiyorlarsa, insan eliyle düzenlenmiş sekü- ler bir dünyevi kudreti temsil
ediyorlarsa, ellerindeki bu gücü sonuna kadar kullanmak isteyeceklerdir.
Bugünkü düzende çeşitli gelir gruplarının menfaatleri birbiriyle çatışır. Belli
bir grubu temsil eden parti veya şahıslar tek başına işbaşında ise onlar kendi
menfaati istikametinde davranırlar ve ilahi prensipler de mukayyet olmadıkları
için ellerindeki gücü sonuna kadar kullanmak isterler; bu, zulüm olur ve
böylece hâkim guruplar diğer gruplara zulmetmiş olurlar. Otoriter rejimlerin
kötülüğü buradadır.
Eğer otoriter rejimi beğenmez ve bunun
zıddını düşünürsek otoriter rejimin tam karşıtı, iktisadi ve siyasi kudretin
toplumun bölünebilen en küçük parçasına dağılmasıdır. Toplumun bölü- nebilen en
küçük parçası da insan olduğuna göre, her insanın kendi başına buyruk olması
hali otoriter rejimin karşıtı sayılır ve doktrinde bu duruma anarşizm denir.
Anarşizm, toplumda devlet dâhil hiç bir kudreti kabul etmeyen, herkesin kendi
başına buyruk olduğu bir halin adıdır; bu görüş düşüncede kalmıştır. Çünkü
Cenab-ı Hakkın yarattığı insan fıtraten toplum halinde yaşamak üzere
yaratılmıştır. Kimse Robinson misali kendi başına yaşayamaz.
Şu halde insanlar birinci halden memnun
kalmamış, ikinci halde mümkün olmayan bir hal tarzı aramışlar ve kudreti
gruplar arasında dengeli olarak dağıtma halini bulmuşlardır. Batı demokrasisi
bu görüşe dayanır. Buna göre sosyal, siyasi ve iktisadi kudret, gelir grupları
arasında bölüştürülmüştür. Bu suretle hiç bir grup diğerlerine tahakküm
edemeyecektir. Bu bölüşümün, mekanizması da şöyle kurulmuştur: Siyasi kudret
siyasi partilere bölünür, her parti belirli grupları temsil ederek birbirini
kontrol eder. Amaç hiçbirinin diğerlerine zulmetmesine imkân vermemektir.
İktisadi sahada ise toplu pazarlık sistemi iktisadi kudreti dağıtan mekanizrna
olarak ortaya çıkmıştır. İktisadi sahada özel teşebbüs karşısında sendikalar
ortaya çıkarılmıştır. Galbraith’in (1952)4 (Countervailing power) dediği
“mukabil kudretler nazariyesi” bu fikri ifade eder.
Buna göre, kapitalizmde Marksın belirttiği
üzere rekabet yerine temerküz meydana gelip tekeller ortaya çıkmaktadır. Fakat
bir tekeli bir başka tekel dengelemek suretiyle tekeller arası rekabet ortaya
çıkmış, bu durum, dengelerin sağlanmasını temin ederek kapitalizmin Marksın
tahmini veçhile çökmesini engellemiştir. Mesela demiryollarında hakim olan bir
tekele karşı hava yollarında veya karayollarındaki başka tekellerin ortaya
çıkması ulaşımdaki rekabet dengesini sağlamaktadır. Yine, mesela ABD de
otobüsçülük sahasında Greyhound şirketi ABD çapında bir tekeldir. Fakat bu
tekel havayolu ve demiryolu tekelleriyle rekabet halindedir. Üretimde hâsıl
olan sanayi tekellerini, ticaret sahasında ortaya çıkan (chain-store)
denen zincirleme departman mağazaları tekelleri (Woolworth Kaufhof) gibi
dengelemektedir. Bu ticaret zincirinin her vilayette mağazaları vardır. Buna
karşı sendikalar bu ticari ve sınai tekelleri dengelemektedir. Bu durum batıda
hâkim olan, maddi güce dayalı kudretler dengesini sağlamış olur. İslam
iktisadında ise durum şöyledir. Dünyevi kudret imamda (lider) toplanır. Çok
parti sistemi yoktur, çünkü tek doktrin ve ideoloji vardır, o da İslam’dır.
Dünya görüşü tektir, o da Allah’ın görüşüdür. Herkesin görevi Allah’ın nizamını
uygulamaktır. Seçim ancak şahıs veya grup, aile, kabile vs. için yapılır.
Dünyevi gücü elinde bulunduran kim olursa olsun, bu gücü nefsinin arzusu
istikametinde kullanamaz. O gücü ilahi prensiplere
4.
Galbraith, John Kenneth (1952), American
Capitalism: The Concept of Countervailing Power, Boston: Houghton Mifflin.
uygun kullanmak
zorundadır. Fetva makamının fonksiyonu bu- dur. Böylece İslam’da dünyevi kudret
ilahi kudretle kontrol edilmektedir. Demokrasi eğer bir kontrol mekanizması
ise bu manada bir demokrasi İslam’da vardır. Yani dünyevi güç kontrolsüz değildir.
Kontrol vardır.
Şu farkla ki, bir dünyevi gücü bir başka
dünyevi gücün kontrolü yerine, dünyevi gücün tamamı ilahi kudret tarafından
kontrol edilmektedir ve edilebildiği ölçüde İslami demokratik devlet sistemi
var demektir. Bu, hakiki demokrasidir. Böyle bir toplumda fert ve devlet
İslam’ın prensiplerini birlikte uygulamakla mükelleftir. Hiçbiri, kendi nefsi
ve dünyevi istikametinde ilanihaye bağımsız ve serbest değildir. Altıncı
farkın, yani fert-toplum arasındaki kudret dengesinin özelliği işte budur.
7.
Fark: Yedinci fark, Batı
modelinde akıl esas alınmıştır. Rasyonalizasyon dediğimiz şey budur. Bütün
ölçüler akla ve ilme dayandırılmıştır. İlim aklın eseridir. İslam iktisadında
akla tabii ki önem verilir. Zira insanın eşrefü’l mahlûkat oluşu akıl
sayesindedir. Mahlûkat içinde sadece insan yaptıklarından dolayı Allah’a karşı
sorumludur. Çünkü sorumluluğu doğuran, onun akıl sahibi oluşudur. Bu sebeple
akli dengesi bozuk olan insanın sorumluluğu da yoktur. Fakat İslam’da akıl
putlaştırılmaz, çünkü bize aklı veren de Allah’tır. Bu sebeple aklın üzerinde
Allah’ın varlığı, birliği, tevhid akidesi, vahdaniyet prensibi gelir. Zira bize
aklı veren Allah’ın, aklımıza hitaben bize ilettiği bazı temel prensipler,
ilahi göstergeler, vardır. İslam’da bu göstergelerin ışığında aklın üstünlüğü
ve serbestliği söz konusudur. Bu sebeple, İslam dini itikatta akli değil,
naklidir, fakat akla muğayir değildir. İslam dininin prensipleri bir insan veya
insanlar tarafından akılla bulunmuş değildir. İslam kaideleri Peygamberimizin
karihasından5 çıkmış değildir.
Bu sebeple İslam’a “Muhammedenism” demek
yanlıştır. İslam, Allah’ın dinidir. İman eden, Allah dediği için iman eder,
yoksa akılla doğruluğunu ölçtüğü için iman etmez. Ama iman
5.
(düşünme gücünden, kastından) ettikten sonra
incelemelidir. Allah insana “Akıl verdim, düşün ve araştır” diye buyurmaktadır.
İnsan, Allah’ın her emri üzerinde düşünüp araştırırsa akli delillerini bulur.
İslam iktisadında temel ölçü akıl değil, imandır. O da Tevhid akidesidir.
Allah’ın birliğine ve vahdaniyetine inanmaktır.
İslam iktisadında bütün nizam, hayatın
iktisadi, sosyal-siya- si, hukuki her safhası, insanın her davranışı tek bir
fikri müdire (idareye) dayanır. O da Allah’ın birliği ve Allah’ın her şeye
kadir ve her yerde nazır olduğu ve onun iradesi olmadan hiçbir hareketin
meydana gelemeyeceği hususudur. Bu fikre Tevhid akidesi diyoruz. Seküler Batı
modelinde ise insan aklı tek kaynak olarak ele alınınca, herkes kendi aklını
beğendiğinden, aralarında devamlı mücadele olacaktır. “Ehli küfür,
aralarında daima nifak halinde olur; sadece ehli İslam’a karşı
birleşirler.’’ hükmü Kur’an’da belirtilmiştir. Batı, İslam ortadan
kalkınca birbiriyle ihtilafa düşer, İslam ortaya çıkarsa ona karşı birleşir. Şu
anda da kapitalist-sos- yalist gruplar birleşince, istikametlerini İslam’a
karşı yöneltmeğe, başlamışlardır.
8.
Fark: Sekizinci fark, İslam
iktisadı bu özellikleriyle diğer bütün modellerden farklıdır. Fakat İslam
iktisadı kendisi İslami çerçevesi içinde bağımsız değildir. İslam’ın bütünü
içinde yer alır, bütünden bağımsız değildir. Batıda ilimler birbirinden
bağımsız olduğu halde İslam’da bütün ilimleri Tevhid akidesi içinde, dinin
bütünü içinde yer alırlar.
9.
Fark: Dokuzuncu fark, Batı
modelinde üretim, tüketim ve bölüşümde insan unsuru mekanik bir unsur olarak
telakki edilmiştir. Üretim faktörleri ayrı ayrı ele alınmış, bunlar matematik
bir fonksiyon içinde düşünülmüş, üretim faktörlerinin her biri bir mekanik
zincirin birer halkası olarak kabul edilmiştir. Emek, sermaye, teşebbüs ve tabi
kaynaklar olarak belirtilen bu dört faktörün ikisi insanla ilgilidir. Emek ve
teşebbüs faktörleri sanki birer mekanik faktör gibi düşünülmüş, emeğin insanı
temsil ettiği unutulmuştur. Emek-sermaye münasebetleri incelenirken emek ruhu,
gönlü, iç dünyası olan bir insan gibi değil, üretime katılan bir vida gibi
düşünülmüştür. İktisadi analizler bu düşünceye göre yapılmıştır.
Hâlbuki İslam’da, insan, eşrefü’l-mahlûkat
olarak ele alınmıştır. İnsan yeryüzünde Allah’ın Halifesi olarak mütalaa edilmiş,
emek erbabı ile müteşebbisin fonksiyonları İslam’ın prensipleriyle
sınırlandırılmıştır. Batı modelinde olduğu gibi işveren, İslam ekonomisinde
işçiye karşı davranışlarında layüs’el (sorumsuz) değildir. Bu sebeple endüstriyel
ilişkiler sistemi İslam iktisadında Batı modelinden farklıdır. Batı modelinde
işverenin işçiye karşı layüs’el davranışına mukabil, işçi grev hakkı ve toplu
pazarlık mekanizmaları yoluyla maddi güç açısından dengelenmiştir. Bunun da
başka yolu yoktur. Batıda maddi kudretler arasında dengeleme sistemi hâkimdir.
İslam modelinde maddi kudretleri manevi kudretle dengeleme sistemi esas
alınmıştır. Fakat bu hususlar, yani İslam’da endüstri ilişkileri modeli
işçi-işveren münasebetleri nasıl olacaktır? gibi konular henüz detayıyla işlenmiş
değildir. Bunların incelenmesine ihtiyaç vardır6. Teoride bazı
fikirler geliştirilmiş olsa da henüz, uygulamaya konmuş değildir.
10.
Fark: Batı modelinde İktisadi
faaliyetlerde ferdi planda menfaati maksimize etme hedefi vardır. İktisadi
insan menfaatini geliştirmek için iktisadi hayatta serbest bırakılmıştır.
“Bırakınız yapsınlar” prensibi ve iktisadi liberalizm bu esasa dayanır. Hâlbuki
İslam iktisadında menfaati adalete dayandırma ve toplum çerçevesinde sosyal
planda hasılayı maksimize etme prensibi uygulanır. Yeni Batı modelinde üretim
faktörlerinden her biri faktör gelirini maksimize etmeğe çalıştığı ve ahlaki
prensiplere de bağlı olmadığı için aralarında, devamlı bir çatışma vardır.
Kapitalist sistem üretimde başarılı olmuş, fakat bölüşümü halledememiş- tir.
Sosyalist sistem ise bölüşümde dengeyi sağlamaya çalışmış, fakat üretimde
başarılı olamamıştır. Marksizm’in çöküşünün sebebi üretimde meseleyi
çözememesidir. Bunu bizzat kendim müşahede ettim. Marksizm’in çöküşünden iki
sene kadar önce idi.
6.
Sabahattin Zaim hocamızın nezaretinde
hazırladığımız doktora tezi için bakınız: Sosyal Siyaset Açısından İslam’da
Ücret. Türkiye Diyanet Vakfı Yayını. 3. Baskı, Ankara-2012.
Paris’te Uluslararası Ticaret Odasının
Doğu-Batı komitesi toplantısına Türk delegesi olarak katılmıştım. Toplantıda
bütün doğu ülkelerinin temsilcileri de hazır bulunuyordu. Dünya Bankası
delegeleri de oradaydı. Şunu hayretle müşahede ettim. Dünya Bankası temsilcisi
konuşurken Doğu Blokunda üretim teknolojisinin geri olduğunu, Batının bu
ülkelere kredi veremediğini ve yatırım yapamadığını, çünkü paralarının başta
ruble olmak üzere konvertibil olmadığını beyan etti ve şöyle dedi: “Mesela biz
Bulgaristan’a yatırım yapsak, bu yatırımı niçin yaparız? Mamullerimizi Doğu
bloku ülkelerine satmak için. Hâlbuki para konvertibil olmayınca biz o malı
satamıyoruz; mal orda kalıyor. Bu sebeple yatırım yapamıyoruz. Batının doğu
blokuna yatırım yapması ve teknoloji transferi için ilk şart, asgari, Sovyet
parası olan rublenin konvertibil hale getirilmesidir. Sonra diğer doğu bloku
ülkeleri de bu politikayı takip ederse, Batı bu ülkelere yatırım yapabilir.”
Hayretle gördüm ki, Rusya başta, bütün doğu delegeleri bu tenkitleri başları
öne eğik kabul ettiler. Doğu bloku ülkelerinin başarısızlıklarını resmen kabul
edişlerini ilk defa ve hayretle müşahede ediyordum. Bu hadise ilk defa
gerçekleşen Began Gorbaçov görüşmesinden sonra oluyordu. Aradan bir iki yıl
geçince o andan itibaren beklenen çöküş süratle geldi.
İslam modelinde ise üretim-tüketim dengesi
esas alındığı için, ne “consumer sovereignty” denen tüketici hâkimiyeti kabul
edilir, ne de üretici hâkimiyeti. Her grubun Allah’ın hâkimiyeti altında
adalete dayalı olarak dengeleri sağlaması gerekir. Esasen menfaati peşinde
koşan insanın iktisadi davranışlarına getirilen ilahi sınırlamaların fonksiyonu
dengeleri sağlayıcı olmasıdır. İslam iktisadında tahlillerin bu çerçeve içinde
yapılması icap eder.
11.
Fark: İslam iktisadında adalet
tecezzi etmez (bölünmez). Batı modelinde kategorik adalet kavramları
geliştirilmiştir. Mesela iktisadi sahada sosyal adaletten bahsedilir. İslam’da
böyle tefrikler yapılmaz. Adalet, bir bütün olarak kabul edilir ve hayatın her
safhasına uygulanır. Hukuki iktisadi, milletlerarası, vs. her sahada adalet
üzere hareket gerekir. “Adalet mülkün temelidir” lafı oradan gelir. Mülk kâinat
anlamına gelir. Kâinatın sahibi Allah’tır. Adalet kâinatın varlığının
temelidir. Bir söz daha vardır. “Bir devlet küfr ile değil, zulm ile
yıkılır” denir. Yani, gayri müslimler de adil hareket ederse devleti
yönetirler, fakat zulum başlarsa, orada idare çöker. İslam iktisadının
temelinde toplumun bütününe şamil bir adaletin uygulanması yatar. Esas olan
Batı modelinde olduğu gibi diğer katmanlardan tecrit edilmiş bir sosyal
adaletin sağlanması değildir. İslam’da hedef, tecezzi etmeyen bir adalet
kavramının vahdet fikrine dayalı olarak mülkün tamamını içine alan bir
uygulamaya ulaşmasıdır.
11. Fark: Batı modelinde, evvelce
belirttiğim gibi; hudutsuz kazanç prensibi hâkimdir, üretimde kârın sınırı
yoktur. Üretici rekabet içinde de olsa kârı maksimize etmeğe çalışır. Gerekirse
tekelliğe başvurur. Rakibini yok etmeğe çalışır. Spekülasyon, ihtikar, iddihar
ve iktinaz, baht oyunu, kumar vb. her türlü vasıtalarla gelirini arttırmak
peşindedir. Hâlbuki İslam’da hedef, maksimum kazanç yerine helâl kazançtır.
İktisadi hayata helal-haram kavramları getirilir ve kazancın hedefi haramdan
kaçınıp helal olacak şekilde ve o sınır içinde kazancı sağlamaktır. Yani
İslam’da kâr, meta ekonomik bir sınırla takyit edilmiştir. Sınırsız değildir.
Kazancın meşru sahalarda ve helal ölçüler içinde kazanılması gerekir. Bu
sebeple İslam her çeşit piyasada tekelleşmeye karşıdır. İslam’da tekel ile
birlikte ihtikâr (malı biriktirip saklamak), ik- tinaz (parayı biriktirip
saklamak) men edilmiştir. Spekülasyon, kumar, baht oyunları yasaklanmıştır.
İddihar’a zekât yoluyla negatif faiz konmuştur. Böylece, önce faiz gelirinin
yasaklanması, ardından ihtikar ve iktinazın men’i yoluyla, paranın üretime şevki
teşvik edilmiştir. Hukuki sahada ise bu yönde iki önemli fark görülür.
Birincisi akitlerde tarafların dilediği gibi harekette serbest olmamasıdır.
İkincisi, hükmi şahsiyetin onu kuran şahısların sorumluluğu dışında
tutulmamasıdır. Batı modelinde açıkça men edilmeyen her şey mübah iken,
İslam’da açıkça müsaade edilmeyen her şey men edilmiş veya şüphe ile
bakılmıştır.
Batı modelinde, kazanç için şart olarak
ileri sürülen meta-e- konomik bir meşruiyet prensibi yoktur. Alkol de, sigara
da, hatta kanun izin verirse uyuşturucu da üretilir ve satılarak kâr edilir.
Çünkü seküler iktisatta fayda kavramı lâ-ahlakidir. İnsanın her türlü
ihtiyacını karşılayan her türlü mal, insana bir haz verir bir tatmin duygusu
sağlar. Buna “fayda kavramı” denir. Burada giderilen ihtiyacın, kullanılan
malın meşruiyeti, ahlaki niteliği dikkate alınmaz. Çünkü seküler iktisat
la-ahlakidir. Makyavelizm gibi menfaat sağlayacak her türlü vasıta meşrudur.
Neticeler, vasıtayı mübah kılar.
İslam’da ise üretimi meşru sahalarda
yapmak ve helal ölçülerle kâr etmek gerekir. İktisadi fayda, ahlaki ölçülerle
sınırlandırılır. Meşru hedeflere meşru yollardan varılır. Ahlaki sınırlamalarla,
insanlara konan deruni frenler, kanunun ve polisin giremediği yerlerde
fonksiyonlarını icra eder.
12.
Fark: Tüketimde, Batı modelinde
her türlü insan ihtiyacını tatmin hedefi görülür. Tüketim gelirin
fonksiyonudur. Geliri olanın tüketimini sınırlayıcı bir kaide yoktur. Hâlbuki
İslam iktisadında tüketim, sadece gelirin fonksiyonu olmayıp, aynı zamanda
meta ekonomik sınırlarla takyit edilmiştir. Kişi geliri olsa da, gayri meşru
sahada tüketim yapamaz. Meşru sahalarda da zaruri ihtiyaçtan başlayarak hayatı
kolaylaştırıcı ve en sonunda hayatı güzelleştirici ihtiyaçların tatminine
yönelir. Bu suretle kaynaklar üretimde talep olan sahalara yöneltileceği için,
zaruri ihtiyaçlar karşılanmadan üretim kaynakları daha az mahrem olan sahalara
yöneltilmeyecektir. Kanaatimce bugün hâkim olan batı modelinde en önemli
yanlışlık kaynakların dağılımında bu sıranın gö- zetilmemesidir. Bu sebeple
büyük ve kalabalık halk yığınlarının zaruri ihtiyacını karşılayacak malların
arzı yeterli ölçüde arttırılmadan esasen bozuk olan gelir dağılımı yapısı
içinde yüksek gelirli grupların talebine cevap verecek ikinci ve üçüncü derecede
önemli hatta haram olan sahalara kaynaklar yatırılmaktadır. Neticede sefaletle
sefahat atbaşı yürümektedir. İslam iktisadında önemli olan üretim kaynaklarının
ihtiyaç kademelerine göre dağılımını meta-ekonomik prensipleri benimseme
suretiyle sağlamaktır.
İslam’da sefahat önlendiği için sefalet de
önlenmektedir. Tabiatıyla burada teorik modelden söz ediyoruz. Müslüman insan
tipi toplumlarda hâkim olduğu ölçüde İslam İktisadı uygulama safhası bulur.
Özetlersek İslam’da tüketimde ölçülere
uygun davranış, meşruiyet, helal-haram ölçüsü zaruret derecesine gere
ihtiyaçların sıralanması ve her kademede meşruiyet içinde israftan kaçınmak
suretiyle miktar sınırlaması gerekir. Bu sebeple bizim kültürümüzde, meselâ
yere düşmüş bir lokma ekmeği, yerden alıp öpüp kenara koyma âdeti, ekmeğin
nimet olarak kabul edilip, israf edilmemesi ve horlanmaması esasına dayanır.
Bugün ise bu İslami kültür kaybolduğu için lokantalarda, evlerde tonlarca ekmek
ve yemek israf edilip heder olmaktadır.
Eskiden İslam iktisat modeli, kültürümüzün,
örf ve adetlerimizin içine sindiği için, halk o kaideleri İslami kaynaklı
olduğunu bile fark etmeden töre, adet, örf ve kültür olarak benimsemiş
bulunuyordu. İslami şuurun kaybolduğu dönemlerde dahi davranışlarımıza akseden
İslami görüntüler bu hareketlerin kültür içinde erimelerinden ileri gelmiştir.
Annelerimiz bize daha çocukken birtakım öğütlerde bulunurdu. Bu kaidelere de ilm-i
hal denirdi. İlmi-hal, davranış kaideleri demektir. Bütün hareketlerimizi,
fıkhi kaidelerden süzülmüş ilmi-hal esaslarına dayandırırdık. Bu kaidelerin
birçoğu da iktisadi ve sosyal hayata taalluk eden İslam iktisadı ile ilgili
hükümlerdir. Meselâ çocukluğumda hatırlarım, mahallemizde emekli bir mal müdürü
vardı. Belli saatlerde camiye gidip gelirdi. Yolda bir taş görse eğilip alır,
yolun kenarına koyardı. Buradaki amaç, birisinin ayağı takılıp düşmesin diye
toplumun menfaatini gözetmektir. Çevre meselesini de bu çerçevede ele almak
gerekir. İnsan, önce Allah’a ve sonra onun emirleriyle bütün çevresine karşı
sorumluluk taşır. İnsan, çevresini, sırf kendi menfaati için toplum veya
gelecek nesiller zararına istismar etmeye mezun değildir.
İslam ekonomisinde iktisadi kaynaklar
Allah’ın insanlara bir lütfu olarak kabul edilir ve insan eşrefü’l-mahlukat
olarak, bu kaynakları, toplum için maksimum hâsıla sağlayabilecek şekilde en
verimli kullanmak suretiyle, dünyada refaha ve ahirette felaha ulaşır. Cenab-ı
Hakkın kulundan beklediği de budur. İktisadi faaliyeti motive eden faktör,
nefsin tatmini değil, Allah’ın rızasını tahsildir.
14.
Fark: Bölüşümde dengeyi
sağlamada, Batı modelinde otomatik denge prensibi kabul edilmiştir. Hem
üretimde, hem bölüşümde rekabet içinde arz talep çerçevesinde denge
sağlanacağı farz edilmiştir. Hâlbuki iktisadi adamın hâkim olduğu bir piyasa
modelinde tam rekabet sağlanamamış ve bu denge de hâsıl olamamıştır. Seküler
iktisatta, sosyal adalet ilkesi bozulan dengeleri düzeltme amacını güder. Zira
milli gelirin üretim faktör gelirleri arasında dağılımı adil değildir ve sosyal
adaletin de bir ölçüsü yoktur. İslam iktisadında ise, adaletin bütünlüğü
prensibi hâkim olduğu için dengeleri otomatik olarak sağlayamayacağımızı biliyoruz.
Her faktör, fert ve devletin bütün unsurları bu dengeyi sağlamakla görevlidir.
İslam’da serbest piyasa modeli vardır; fakat piyasada müslüman adam modeli
olursa, toplum İslami kaidelere uyarsa, devlet ve onun reisi Allah’ın
emirlerine uygun bir yönetim sergilerse, serbest piyasa modeli İslam’a uygun
şekilde işler. Bu sebeple, İslam devletleri ilahi prensiplere aykırı davranışları,
demokratik bir sistem içinde yönlendirirdi.
Meslek teşekkülleri, ahi, lonca teşkilatı
içinde bu uygulamalar yapılırdı. Mesela dilimizdeki “pabucu dama atıldı”
tabiri loncalardan gelir. Bursa Kadı Sicillerine göre Bursa’da, halk ayakkabısına
mukavva karıştıran bir kunduracıyı loncaya şikâyet etmiş, kendisine ikaz
edilmesine rağmen aynı suçu işleyince lonca bu adama meslekten men kararı
vermiş ve bunun işareti olarak da o adamın yaptığı pabucu loncanın damına
atmıştır. Böylece pabuç dama atılınca o adamın pabuç üretme hakkı bitmiş
oluyor. Bu kararı veren devlet değildir; pabuççuların meslek teşkilatı olan
loncadır.
Mühim olan, adalet prensibi içinde
sistemde ölçülerin gerektiğinde demokratik bir şekilde müeyyidelendirilerek
uygulanmasıdır.
15.
Fark: Batı modelinde ferdi
sorumluluk ve ferdi ahlak sistemi vardır. Fert yalnız kendine ve vicdanına
karşı sorumludur. İslam’da ise toplum ahlakı vardır ve insanlar sadece kendi
vicdanına karşı değil, önce Allah’a karşı ilahi sorumluluk taşır.
Akif’in tabiriyle;
“Ne irfandır veren ahlaka
yükseklik ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda
Allah korkusuzdandır.’’
Bu Allah korkusu, sevgiyle karışıktır.
Batı modelinde sorumluluk ferdi olunca, ferdin vicdanı sorumluluğu ile
toplumun menfaati arasında zaman zaman çatışmalar kaçınılmaz olur.
16.
Fark: Batı modelinde ferdi
sorumluluk seküler sorumluluk haline gelmiş, dini mahiyetini kaybetmiştir. Bu
sebeple ABD’de 1990 yılında katıldığım bir kongrede Batıda dine karşı
cereyanlar olarak iki tehlikenin varlığından söz edilmiştir. Bunların birisi
Marksizm, diğeri de sekülarizmdir. Her ikisi de dine karşıdır, diye ifade
edilmişti.
Seküler sorumluluğun temeli menfaat
sorumluluğudur. Kişi kendi menfaatini kontrol hususunda vicdani bir muhasebe
yapar ve buna göre hareket eder. Sonuçta yine menfaatini maksimize etme hedefi
ortaya çıkar. Hâlbuki İslam iktisadında ilahi sorumluluk vardır ve bunun
ölçüsü ve vasıtası TEZKİYE sistemidir.
Tezkiye ferdi ve içtimai manada temizlenme
anlamına gelir. Hedef dünyada refah ve ahirette felah hedefine varmaktır.
Bölüşümde zekât, fitre mecburiyeti ve
üretimde faiz yasağı bir tezkiye aracı olarak karşımıza çıkar.
Faiz yasağı haramın kazanca karışmasını
önlüyor. Zekât ise, her ne şekilde olursa olsun kazanca karışmış mekruh ve
haramları temizlemiş oluyor. Zekâtın fonksiyonu malın temizlenmesi, tezkiye
edilmesidir. Her ikisi de bir tezkiye; kötülükten temizleme ve arındırma
vasıtasıdır.
17.
Fark: Batı modelinde hedef
geliri ve serveti arttırmak, biriktirmek ve büyütmektir. İslam iktisadında ise
hedef insandır, insan ve bütün toplumun dünyada refahını, ahirette felahını
sağlamaktır. Bunun yolu, ferdi zenginlik yerine, toplum refahını sağlamaktan
geçer. Çalışıp kazanacağız, fakat hedef serveti yığıp biriktirmek değil, sosyal
refah sağlayacak şekilde dağıtmaktır. Miras taksiminde hedef “servetin aynı
gruplar arasında dağılımını önlemek”tir. Şu halde İslam’da esas, servetin
dağılmasıdır. Zengin elde ettiği zenginliği toplum yararına dağıtacaktır. Zekât
mecburi kılınmış, sadaka tavsiye edilmiştir. Allah sadaka olarak bir verene bin
vereceğini vaat buyurmaktadır. Allah infak edenin kazancını hareketlendirir.
Bir hadisi kutside şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğlu! (Allah için) infak et ki, sana
da infak olunsun!”[38].
Batı modelinde rasyonel davranışla zengin
olmak hedeftir ve insan bu sonuca aklıyla eriştiğine inanır. Halbuki İslam’da
Ce- nab-ı Hak, kimine rızkını bollaştırır, kimine daraltır. Rızkı Allah verir.
Cenabı Hak kimini kimine üstün kılar, kimine hikmet verir, akıllı hareket
etmesini sağlar, o insan zengin olur. Zenginlik Allah’ın bir takdiridir.
Çalışan herkes kazanır, rızkını sağlar, fakat servet edinip zengin olmak
çalışmak ve azm-ü gayretle birlikte Allah’ın bir takdiridir. İslamiyette devlet
eliyle zengin olunmaz. Hz. Ali fakir geldi, fakir gitti. Halife idi, ama zengin
olmadı. Hz. Osman zengindi, halife olmadan da zengindi, sonra da. Halife olduğu
için zengin olmadı; Allah öyle takdir ettiği için oldu. Şu halde herkesin
zengin olması şart ta değildir. Esasında zenginlik, kullar için dünyada bir
imtihan şeklidir. Allah, herkesi bir şekilde imtihan eder. Kimini servetle,
kimini fakirlikle, kimini şöhret veya ilim vererek imtihan eder. Zenginlikle
azacak mı, şöhretle şımaracak mı, fakirliğe isyan edecek mi diye kullar
imtihana tabi tutulur. Bu sebeple İslamiyet’te insanın “ağpiyai-şakirin
(şükreden zenginler) veya fukara-i sabirin (sabreden fakirler)”den olması,
makbuldür. Böylece şükreden zengin ile sabreden fakir, imtihanını iyi veriyor,
demektir. Yani şükreden ve şükrünün karşılığını eda eden zengin ile sabreden
fakir Allah katında makbul insanlardır.
Sonuç şudur: Bir insan zengin olmuşsa,
bilecek ki, bu sadece onun sa’yının (çalışmasının) sonucu değil, Allah’ın bir
lütfudur. Bu sebeple, ona bu zenginliği veren
Allah’a karşı servetini Allah’ın emrettiği biçimde ve onun yolunda kullanmakla
mükelleftir. Sosyal mesuliyetler maddi ve sosyal çevremize karşı sorumluluklar
bu safhada başlar, İslam modelinde zengin insan nefsinin dilediği kadar
tüketemez. Gösteriş için tüketim yapamaz. Hedef, ferdi zenginliği arttırmak
olmayıp, refahı arttırmak olunca zengin müteşebbisin fonksiyonu, toplumu bu
hedefe ulaştırmaktır.
18.
Fark: İslam’da, emek karşılığı
olmadan, teşebbüsün kar-zarar riskine katlanmadan gelir sağlanamaz. Bu iki ölçü
olmadan elde edilen gelir meşru değildir, faiz yasağı buradan çıkar.
Münhasıran para karşılığında para kazanılmaz. Para ancak mübadele aracıdır,
bizzat emek sarf etmek en hayırlısıdır. Peygamberimiz (sav) “İnsan emeğinin
mahsulünden daha hayırlı bir şey yememiştir.” diyerek emeği teşvik eder[39].
Bu sebeple bütün peygamberler bir meslek sahibi ve o mesleğin piridir. Sebebi
rızkını emeğiyle sağlayacak insanlara örnek olmalarıdır. Mesela Sultan
Abdülhamit de şahsi nafakasını emeğiyle yapıp sattığı dülgerlik, marangozluk ve
möblelerden aldığı para ile sağlamıştır. Yıldız camiindeki tahta
dekorasyonlarının hepsi Sultan Abdülhamit’in mamulatıdır.
İslam’da kredi, ikraz, yatırım karakteri
olmadıkça, gelir (faiz) sağlama amacıyla yapılmaz; ancak sosyal amaçla yapılır.
Adı da karz’ı-hasen, güzel borçtur. Bu da Allah’ın rızası için yapılır. Gelir
için yapılmaz.
Halbuki kapitalist sistemin temeli faiz
esasına dayanır. Batı modelinde faiz protestanlık tarafından meşru kılınmıştır.
Katolik dininde mevcut olan faiz yasağı Protestanlık tarafından serbest
bırakılıp meşruiyete kavuşunca, o ana kadar yahudi sarraflarca yapılan,
faizcilik yerini bankacılığa bırakmıştır. Faizli bankacılığın doğup gelişmesi,
sermaye birikimine yol açmıştır. Bilahare bu sistem kapitalizm diye
adlandırılmıştı. Şu halde kapitalizmin Kuzey protestan dünyasında gelişmesi ve
adeta kapitalizm ile Protestanlığın özdeşleştirilmesi, bu dinin faize ve faizli
bankacılığa meşruiyet, zemin ve imkân tanımasından kaynaklanmıştır. Bu durum,
iktisat teorisine de tesir etmiştir. Evvelce üretim faktörleri içinde teşebbüs
ve sermaye, faktör gelirleri içinde de bunların karşılığı olan kâr ve faiz
birlikte ele alınırken, faizin meşruiyet kazanmasıyla faktörler ve gelirler
dörde çıkarılmıştır. İslam iktisadında ise faiz, yasağı sebebiyle üretim faktörleri
emek, teşebbüs ve sermaye, tabii kaynaklar olarak üçe ayrılır. Bunların
gelirleri de üç olup, sırasıyla ücret kar ve kiradır.
19.
Fark: Batı modelinde
tasarrufları yatırımlara kanalize etmek üzere faizli bankacılık modeli yer
almıştır. İslam iktisadında ise, tasarrufları yatırımlara kanalize edecek
finans kurumlarının, zenginlerin kurduğu ve sadece zenginlerin mevduat ve ikraz
yoluyla alış veriş yaptığı bir kuruluş olmak yerine tabana dayalı, büyük-küçük
tasarruf sahiplerinin iştirakiyle kurulan ve faizsiz çalışan bir finans
kuruluşu olması gerekir. Bu kuruluşlar kar ve zararı paylaşma esasına göre
çalışır.
Bugün biraz da galat olarak bu kabil
kuruluşlara İslam bankası denmektedir. İslam bankacılığında faizin men’i iki
sonuç doğurur. Birincisi işletmelerin finansmanında, yatırım meşrudur, fakat
miktarı önceden tespit edilen bir faiz ile ikraz ve istikraz yasaktır.
İkincisi, işletme finansmanında reel sermaye koymak meşrudur, fakat bu
yatırılan sermaye önceden tespit edilen bir faiz sağlamak yasaktır. Faizli
bankacılıkta, bankanın aldığı faizin içinde üç tali unsur bulunur. Bunlar, a)
temel faiz miktarı, b) risk primi, c) idari masraflardır.
İslam bankacılığında, bu üç unsurdan
sadece sonuncusu unsur olan idari masrafların alınması meşru olup, ilk ikisi
mem- nu’dur. İslam bankacılığın iki temel fonksiyonu vardır. Bunların birincisi
müşareke, diğeri de mudaraba’dır. Bu iki sistem içinde yedi türlü akit yaparak,
projelerin ve yatırımların finansmanını sağlarlar. Bu iki temel fonksiyonun
içinde İslam bankaları bugün en fazla ticaret (murabaha) ve biraz da
kiralama (leasing) akitleri yapmaktadır. Esasında, İslam bankacılığında
4 türlü işlem yapılır. Bunlar, Mudaraba, Müşareke, ticaret ve kiralama
şeklindeki işlemlerdir. Mudaraba kar ortaklığı (profit sharing)dır,
Müşareke, şirket kurmak veya kurulmuşa ortak olmaktır (equity), ticaret
mal alım-satımıdır (trade), kiralamak da menkul veya gayrimenkul bir
malı tedarik ederek kirasını almaktır (leasing).
20.
Fark: Batı modelinde istihdam
sadece gelir açısından ve ferdi planda ele alınmıştır. Çalışma arzu ve
iktidarında olup da iş arayanlar işgücüne dâhil edilmiş, çalışma gücünde veya
arzusunda olmayanlar işgücü dışında tutulmuştur. İşgücüne dâhil olanlardan
ücret ve istihdam şartları içinde uygun iş bulamayanlar işsiz sayılmış ve
toplum ve devlet ancak bunlara karşı sorumluluk üstlenmiştir. Tam istihdam
hedefi, ancak işgücüne dâhil olanlara iş imkânı sağlamaktır. Geliri olan bir
kimsenin işsiz dolaşması normal karşılanmakta ve bunlara rantiye denmektedir.
Bu modelde bugün parasını bankaya yatırıp, faiziyle geçinen, atıl duran ve hiç
bir iş yapmayan bir zümre oluşmuştur. Diğer yandan evlerinde ailenin yükünü
çeken, çocuklarını yetiştiren anneler ev hanımı olarak işgücü dışında
sayılmaktadır. Ücretsiz hayır işlerinde çalışanlar da iktisaden faal nüfusun
dışında tutulmaktadır.
Hâlbuki İslam iktisadı modelinde, iş
piyasası, işgücü, istihdam ve işsizlik kavramları batı modelinden farklı bir
muhteva arz etmektedir. İslam da çalışmak ibadet sayılır. Kur’an-ı Kerime göre
“İnsan için çalışmasından daha iyi bir şey yoktur”[40].
Hz. Ali’ye göre "Çalışanlar fenalık düşünmeye vakit bulamaz; çalışmayanlar
ise kendilerini fenalıktan kurtaramaz.” Bu sebeple İslam’da en basit işten, en
büyük, makam olan devlet başkanlığına kadar, her türlü çalışma iş olarak kabul
edilmiştir. İslam’da hastalık ve mutlak acz dışında boş oturma anlamında bir
emeklilik kavramına da rastlanmamaktadır. Bu durumda tahsil dışında olan, rüşt
çağından itibaren herkes işgücüne dâhil kabul edilir. İşgücüne dâhil olan
herkesin de çalışması gerekir. Bunun içine ücret ve gelir mukabili
çalışanlarla birlikte hayır hizmetlerinde gelir ve ücret mukabili olmadan
çalışanlarla ev hanımları da dâhildir. Devlet ve toplumun görevi sadece çalışma
arzusunda ve gücünde olanlara değil, herkese uygun ve münasip iş sahaları
açmaktır. Bunların çoğu gelir sağlayan iktisadi faaliyetler olabileceği gibi
bir kısmı da hasbi, hayri ve ilmi faaliyetler olabilir.
Üçüncü sektör sayılan vakıflar vasıtasıyla
çeşitli hizmet ku- rumlarında istihdam imkânları sağlamak mümkündür. Ayrıca,
gelire ihtiyacı olmayan insanların da hayır işlerinde, çevre düzenlenmesinde,
sosyal yardım faaliyetlerinde, eğitim hizmetlerinde, sanat faaliyetlerinde
bulunmaları gerekir. Toplumun vakıflar ve devlet aracılığıyla fonksiyonu bu
organizasyonları sağlamasıdır. Peygamberimizin Medine’de esirlere bir kişiye
okuma öğretmesi karşılığında hürriyetlerini vadetmesi bu kabil istihdam imkânlarına
bir örnek teşkil eder. Bugün ülkemizde ve dünyada, fikren en verimli çağında
atıl duran nice emekli ordusu vardır. Bunların tecrübe, fikir ve bilgilerinden
istifade etmek şarttır. Bu hizmetler bölgede verilemiyorsa, başka bölgelere
gidilebilir. Mesela bugün Sovyetler’deki Türk Cumhuriyetlerinde bizdeki emekli
yöneticilerden istifade edilmesi imkânı olduğu gibi.
İslam iktisadında, geliri olduğu için
çalışmayanlar zararlı kabul edilir. Konuya ferdi refah açısından değil, toplum
refahı açısından bakmak gerekir. Geliri olsun veya olmasın, toplumun refahı
yolunda herkesin yapabileceği bir iş bulunur. Bu işler, geliri olmayanlar için
gelir mukabilinde yapılacağı gibi, geliri olanlar için hayri ve fahri olarak
Allah rızası için yapılabilir. Bilhassa, dini, hayri, ahlaki, ilmi konularda bu
hususun gerçekleşmesi mümkündür. Şu halde bir İslam toplumunda baştaki
tarifimize uygun olarak işgücünün tamamının gelirli veya gelirsiz bir işi olması,
geliri olanın da gelirli veya gelirsiz bir işi olması gerekir. Çalışmayı ve
çalışarak kazanmayı yukarda belirtildiği gibi bütün peygamberler teşvik etmiştir.
Peygamberimiz (sav) eli nasırlı yaşlı bir çiftçi sahabenin elini okşayarak
“Allah’ın ve Resulünün sevdiği el budur.” diye buyurmuştur.
İslam toplumlarında, tarihte, birçok
hayırlı hizmetler ve eserler ücret ve gelir maksadı güdülmeden yapılmıştır. Bu
hizmetler ve eserler daha ziyade geliri olan hayırsever zenginlerin desteği ile
yapılmış ve yaşamıştır.
İslam toplamlarında ne çeşitten olursa
olsun, işsizlik mahzurlu telakki edilmiştir ve giderilmesi gerekir. İslam
toplumunda hedef, gelirsiz ve işsiz insan bırakmamaktır. Geliri olduğu için işsiz,
mesleği olduğu halde gelirsiz insanların var olduğu cemiyetlerde sosyal refah
maksimize edilemez. Herkesin bir işi, herkesin de geçinecek kadar bir geliri
olması İslam toplumunun idealidir. Hz. Ömene göre, “Kişiler bazen çalışması
nispetinde, bazen da ihtiyacı nispetinde beytülmaldan (hazineden) pay alırlar.”
İslam iktisadının sosyal hedefi, herkesin iş bulması, gücü olan herkesin
vermesi veya ödemesi, ihtiyacı olan herkese verilmesi veya ödenmesi bunun toplum
tarafından sağlanması, toplum sağlayamazsa devletin yardımcı olmasıdır. Çünkü
İslam iktisadında nihai hedef, yalnız ferdi menfaat yerine fertle birlikte
toplumun menfaatini maksimize etmektir.
Galbraith, John Kenneth
(1952), American Capitalism: The Concept of Countervailing Power,
Boston: Houghton Mifflin.
Thomas Cariyle (1841), On
Heroes, Hero-Worship and the Heroic in History, Çeviren: Behzat Tanç, Kahramanlar,
Beyaz Balina, 2000.
William E Woodward ve
Adolph Myers (1959), The way America lived: (original title: The way our
people lived), New York: Pocket Books.
Bediüzzaman
Said Nursi’nin
İktisat
Risalesi Şerhi10
Bediüzzaman Said Nursi
Hazretleri’nin hayatı boyunca imanı kurtarıcı ve İslam’i yayıcı çalışmalar yapmış,
bütün baskılara göğüs gererek mümin bir insanın vasıf ve davranışlarını
belirtmeye, toplumun İslami esaslara göre şekillenmesi için gerekli temel
unsurları geliştirmeye çalışmıştır. Bunun için etrafında toplanan muhlis bir
insan halkasını eğiterek bir fide gibi topluma yaymıştır. Dikilen bu fidanlar,
bilâhare büyüyüp çoğalarak bütün yurt ve cihan sathına yayılmıştır. Eserleri,
çeşitli dillerde konuşan insanların istifadesine sunulmuştur. Bediüzzaman Hz.
nin bütün çalışmalarında ileri sürdüğü fikirler Kur’an ve Sünnete dayanır. Bir
diğer ifade ile Kur’an ve Sünneti asrın idrak edeceği biçimde takdim ve tefsir
etmeye gayret etmiştir.
Bu tebliğin mevzuu
Bediüzzaman Hz. nin İktisat Risalesi’nin izahıdır. Bu risalenin tahlil
ve izahına geçmeden önce şu hususun belirtilmesinde fayda vardır. Bediazzaman
Hz. bütün izahatını Kur’an ve Sünnete, iktisadi mevzuları da aynı kaynaklara
istinad ederek incelemiş ve fikirlerini bu esaslara dayandırmıştır. İktisadi
mevzuların Kur’an ve Sünnete dayalı olarak izah, tahlil ve ifade edilmesi
günümüzde “İslam İktisadı” adı altında yapılmaktadır. Şu halde Bediüzzaman Hz.
nin iktisadi mevzularda beyan ettiği fikirler, İslam iktisadının
tetkik ve tahlili çerçevesi içinde bulun-
10.
Bediüzzaman Said Nursi sempozyumuna
sunulan tebliğ metnidir. 3. Uluslararası Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu:
İslâm Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî,
24-26 Eylül, 1995, İstanbul; Sabahattin Zaim, Türkiye’nin Yirminci
Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset, İşaret Yayınları, İstanbul
2005, Cilt: 1, sh. 66-78.
maktadır. Mevzuu, bu
manada ele alırsak, İktisat Risalesi İslam iktisadının bir bölümünü ele
alıp incelemektedir. O da İslam’da tüketici davranışları modelidir. Bediüzzaman
Hz. diğer eserlerinde İslam iktisadı ile ilgili muhtelif mevzulara da temas
etmiş ve ayet ve hadislere dayalı tefsir ve izahatta bulunmuştur. İktisat
risalesinin esası ve özü tüketici davranışlarında israfın haram oluşunun
hikmetini ve müsbet ve menfi tesirlerini izah etmekte toplanmaktadır (Araf,
7/31).[41]
Bu mevzu esasında bugünkü dünyamızda insanlığın temel meselelerinden birini
teşkil etmektedir. Tüketici davranışında israf, hem mikro iktisat açısından,
ferdin tüketim ve tasarruf dengelerini bozar, hem de makro iktisat açısından
kaynakların dağılımını ve ekonomideki tasarruf ve tüketim oranlarını etkiler.
Milletlerarası sahada da gelir dengelerinin bozulmasına yol açar.
Bugünkü dünyada bir israf ekonomisi hüküm
sürmektedir. İnsanlar devamlı tüketime teşvik edilmektedir. İhtiyacının üstünde
tüketime yöneltilmektedir. Lüks tüketim artmakta, reklâm yoluyla sun’i
ihtiyaçlar ortaya çıkartılmaktadır. Kullanılan eşyaların tamir edilebilir ve
dayanıklı olması yerine, hemen kullanılıp atılması yolu
yaygınlaştırılmaktadır. Plastik malzemelerin kullanımı ile “kullan at” formülü
neticesinde hem çevre ve tabiat kirlenmekte, hem de kaynaklar tüketilmektedir.
Bugünkü çevre meselesinin temelinde tüketimdeki israf yatmaktadır.
Faiz gelirinin çoğalması, zekâtın azalması
ile bozulan gelir dengeleri neticesinde, aşırı zengin rantiye sınıfların lüks
ve israf temayülü artmakta, üretim kaynakları onların talebini karşılayacak
yöne sevk edilmekte, üretim arzı bu yönde gelişmektedir. Buna mukabil, geliri
düşük büyük insan kütlelerinin zaruri ihtiyacını karşılayacak zaruri ihtiyaç
mallarının üretimine yeterli kaynak ayrılmamakta, bu mallarda arz ve talep
dengesi bozulmakta, üretim yeterli olmadığından fazla talep karşısında
fiyatlar artmaktadır. Çünkü zaruri ihtiyaç mallarında talep elastikiyeti
düşüktür. Buna rağmen ilk zaruri ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Hâlbuki
devamlı reklâm, kredi, banka kartı vs. imkânların geliştirilmesiyle tüketim
devamlı teşvik edildiğinden, reklâmlarla insanlar daima, daha çok, daha
gelişmiş ve daha yeni malları tüketime teşvik edildiğinden büyük halk
kütlesinin aile bütçesinde gelir-gider dengeleri bozulmaktadır. Bunun
sonucunda fertler ve devletler borca girmekte, binnetice iktisadi
hürriyetlerini de kısmen kaybetmektedir. Tüketim meylinin nefsani baskısına boyun
eğenler, izzetinden, gereğinde namusundan ve hattâ dini ve mânevi duygularından
fedakârlık yapmak zorunda kalmaktadır. Rüşvet, iltimas, irtikâp, zina bu yüzden
çoğalmakta, aile yapısı bozulmaktadır. Bütün dünyaya musallat olan enflasyon ve
dış ticaret açıklarının temelinde bu davranış bozukluklarının tesirini aramak
lâzımdır.
Bu dengesizlikler ideolojilere tesir
ederek, sosyalist, Marksist fikirlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Dünya
kapitalist ve sosyalist şeklinde iki gruba ayrılmış, kıyasıya mücadele edilmiştir.
Fakat tüketici davranışlarındaki temel hatt-ı hareket kaidesi, iktisadi-adam (homo-economics)
değişmediğinden her iki sistemde de israf önlenememiştir. Sosyalist sistemde
zoraki tedbirlerle lüksü ve israfı yaygınlaştırıp dengelemeye çalışmışlardır. Bu
sefer de üretimde başarısız olduklarından toplumun bütünündeki makro dengeler
cari planlamaya rağmen sağlanamamıştır. Hülâsa bu bozuklukların temelinde israf
alışkanlığı, şükür ve kanaat yoksunluğu yatmaktadır.
İşte İslam’ın getirdiği prensipler tüketici
davranışını Kur’an ve Sünnete dayalı kaidelerle düzenlemeye çalışan bir
müslüman insan modelini geliştirmektedir. Bediüzzaman Hz. İktisad risale-
si’nde bunları veciz ifadelerle dile getirmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri İktisad
Risalesi’nde meseleyi şöyle vazetmektedir: İnsan, Halıkının verdiği nimetlerden
istifade ederken ve onları kullanıp istihlak ederken şükretmekle muvazzaftır.
Şükreden insan Allah’ın kendisine verdiği nimeti, onun kadrini bilerek ve diğer
hem cinslerini de düşünerek, ihtiyacı ölçüsünde ve ihtiyacı nispetinde
kullanmalıdır.
Üretim faaliyetleri İmam Gazali’nin
tasnifiyle üç gruba ayrılır:
1)
Zaruri ihtiyaç maddelerinin üretimi: Bunlar insanın beş temel
özelliğinin muhafazasına yarayan bütün mal ve hizmetlerin üretimini kapsar.
İnsanın beş temel özelliği; iman, hayat, akıl, üretme ve servet sahibi
olmaktır.
2)
Hayatı kolaylaştırıcı ve rahatlatıcı
üretim faaliyetleri: Bunların üretimi yukarıda belirtilen beş temel özelliğin
muhafazası ve devamı için şart olmamakla beraber hayattaki meşakkat ve
güçlükleri giderici ve konforu arttırıcı üretim faaliyetleridir.
3)
Zerafeti arttırıcı üretim faaliyetleri: Bunlar rahatlık sağlamanın
da ötesinde estetik, güzellik, zerafet ve sanat duygularını tatmine yarayan mal
ve hizmetlerin üretimiyle ilgilidir.
İhtiyaçları bir başka
tasnife göre:
6)
Güvenlik (Sosyal İktisadi ve İdari),
7)
Ulaşım ihtiyacı olmak, üzere yedi grupta
toplayabiliriz.
Bunlardan ilk üçünü
fertler, kendi sa’y ve gayretiyle sağlamaya çalışır. Son dördünü de toplum
düzeninden mesul olan organlar temin etmekle mükelleftir. Bu mesul organlar,
hükûmet ve mahalli idareler ve diğer çeşitli kamu kurumları olabileceği gibi
varlıklarını Allah yolunda toplumun hizmetine sunmuş vâkıfların kurduğu
vakıflar da olabilir. Bunlara özel ve kamu sektörü yanında üçüncü sektör adı da
verilmektedir. Bu görevler, zekât ve sadakalar yoluyla ferden veya vergi ve
zekât yoluyla kamu organlarınca karşılanabilir.
Şu halde bir toplumda
mümin ve muvahhit varlıklı fertler, ihtiyaçlarını karşılarken, kendi
ihtiyaçlarını makul ölçülerde karşılamak, artan imkânlarını, bu imkânlara
sahip olamayan hemcinslerinin istifadesine sunmakla mükelleftir. Zira Peygamberimiz
(sav) Allah’ın affetmeyeceği insan tiplerinden birisi, “diğer insanlara karşı
yükümlü bulunduğu mesuliyetlerden bihaber olandır.’’ diye buyurmaktadır. Bu
hususta birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerif mevcuttur. Bunlardan birkaçını
burada hemen zikredelim.
Ayet-i kerimeler:
1)
“Ey inanç sahipleri, size verdiğimiz
zenginliklerden bir kısmını yoksullara harcayın. Alışverişin, dostluğun ve
şefaatin olmadığı (kıyamet) günü gelmeden hayır işleyin.’’ (Bakara, 2/254).
2)
“Mallarını hayır yolunda harcayanların
durumu, her başağında yüz dane olmak üzere yedi başak veren bir danenin durumu
gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfu boldur. Herşeyi
bilendir.”
(Bakara, 2/261).
3)
“Allah’ın rızasını kazanmak ve
gönüllerindeki imanı kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarfedenlerin durumu
bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağınca iki
kat üzüm verir. Bol yağmur yağmasa bile en azından bir çisinti düşer ve yine
bolca üzüm verir.” (Bakara, 2/265).
4)
“Hayır olarak harcadıklarınızın hepsi
kendiniz içindir. Yapacağınız harcamayı, ancak Allah’ın rızasını kazanmak için
harcayın. Hayır kasdıyla verdiğiniz ne varsa, size tam olarak noksansız
verilir ve siz asla haksızlığa uğramazsınız.” (Bakara, 2/272).
5)
“Yapacağınız hayırlar kendilerini Allah
yoluna adamış, Allah’tan başka hiçbir düşüncesi olmayan, o sebeple yeryüzünde
dolaşıp kazanmaya imkân (istiğna) bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı
gösterdikleri tokluktan dolayı zengin sayılan fakirlere verilmelidir. Çünkü
onlar ortalıkta görünmezler, yüzsuyu dökerek birşey isteyemezler. Yaptığınız ve
yapacağınız hayırlarınızı Allah eksiksiz bilir ve karşılığını verir.”
(Bakara, 2/273).
6)
“Mallarını gece ve gündüz, açık ve
gizli hayra sarfeden- lerin mükâfatlarını Rableri verecektir. Onlar için ne
korku, ne de üzüntü vardır.” (Bakara, 2/274).
7)
“Allah faiz gelirini eksiltir,
hayırsevenlerinkini arttırır.” (Bakara, 2/276).
Hadis-i şerifler:
1)
“Kul kardeşine yardım ettiği sürece Allah
da ona yardım eder.’’ (Müslim, “Zikir ve Duâ”, 38).
2)
“Allah katında insanların en sevimlileri,
diğer insanlara en çok faydası dokunanlardır.’’ (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr
(thk. Hamdî Abdülmecîd es-Silefî), Beyrut 1404/1984, c. XIII, s. 347).
3)
“İyilik ve (Allah’ın yasaklarından)
sakınma konusunda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” [42]
4)
“Bir ülkede bir kimse açlıktan ölürse,
bütün ülke halkı ondan sorumlu olur.”[43]
Bir toplumda kaynakları üretime
yönlendirirken insanların zaruri ihtiyaçları tamamen karşılanmadıkça ikinci ve
üçüncü kademedeki ihtiyaçların tatmininden tevakki edilmelidir. Bugün
dünyamızda zaruri ihtiyaçlarını karşılayamadığı için hergün yüz- binlerce insan
ölmektedir. Çünkü komşuları aç iken, tok insanlar onlara bigâne kalmaktadır.
Hâlbuki Peygamberimiz (sav), “Bir kimse, komşusu sefalet içinde aç iken ve
kendi elinde imkânları varken buna bigâne kalırsa, bizden değildir.” diye
buyurmaktadır. Bu hususun izahında Bediüzzaman Hz. şöyle seslenmektedir: “Fakru
zaruret zamanında aç ve muhtaç olanların elemlerinde ehl-i vicdana rikkat-ı
cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile
aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırır. Böyle acip bir zamanda, şüpheli
mallarda zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Yüz aç adamın huzurunda
kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.”
Bu sebeple eskiden mümin ve muvahhit
insanlar etrafındaki- leri imrendirmemek için sokakta aleni olarak birşey
yemez, hatta taşıdığı gıda maddelerini açıkta götürmeyip üstünü örterdi. Bu
düşüncelerle, ihtiyaçlarını tatmin edecek imkânlara sahip olan bahtiyar kullar,
bunun kadrini bilmeli, Halikına dâima şükretme- lidir. Gündelik hayatımızda bu
ihtiyaçlarımızı karşılarken, Halikımıza karşı yapacağımız şükrün edası,
Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “Nimete karşı ticaretli bir ihtiramda
bulunmaktır.” Bunun adına iktisat denir. İktisada riayet etmeyen
insan israfta bulunmuş olur. İsraf şükrün zıddı olup, nimete karşı hasaretli
bir istihfaftır.
Şu halde, para verip, satın alarak
soframıza getirdiğimiz ekmeği yerken, bu nimetin, toprağa tohumun ekilmesi
safhasından başlayarak biçilip buğday haline gelmesi, öğütülüp un yapılması,
fırında pişirilip ekmek olduktan sonra evlere nakline kadar birçok insanın
işbirliği ve işbölümü ile gerçekleştiğini düşünmeli, bu şuur içinde onu
yiyerek Allah’ın lütfettiği bu nimete karşı Bediüzzaman Hazretlerinin
tabiriyle “ticaretli bir ihtiramda” bulunmalıyız. Yani onu hasara
uğratıp horlayarak, yarısını tabağımızda bırakarak, çöpe dökerek “hasaretli
bir istihfafa” maruz bırakmamalıyız. Hâlbuki günümüzde, arzettiğim gibi
yüzbinlerce insan açlıktan ölürken, bırakınız çok zengin ülkeleri, bizim gibi
orta zenginlikteki toplumlarda bile hergün binlerce ekmeğin yen- meyip,
tabaklarda bırakılan yemeklerin çöplere atıldığını görüp, duyup okumaktayız.
İşte bunun adı israftır ve “nimete karşı ha- saretli bir istihfaftır. ”
Hâlbuki yapmamız gereken şey bu nimetleri istihlak ederken, onlara karşı ticaretli
bir ihtiramda bulunmaktır. Bunu bilen mümin ve muvahhit ecdadımız, yere düşen
ekmeği öpüp başına koyar, sofradaki ekmek kırıntılarından bir tekinin yere
düşmemesine dikkat ederdi.
İşte Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle
bu davranışın adına İKTİSAD denir. Görüldüğü gibi, bugünkü popüler hale gelmiş
iktisat ilminin manası bu temele dayanmaktadır. Bu sebeple, iktisat ilminin,
iktisat kitaplarında, sınırlı kaynakların, insanların sınırsız ihtiyaçlarını
en iyi şekilde karşılamasının yollarını arayan bir ilim olarak tarif edildiğini
hatırlarsak, Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadı tarifindeki isabet ve derinlik
daha iyi anlaşılmış olur.
Ticaretli
Bir İhtiram’ın Unsurları
İktisad Risalesi’nde yer
alan Allah’ın lütfettiği nimetlere karşı ticaretli bir ihtiram ifade
eden iktisadı, unsurlarına ayırırsak altı önemli vasfı ihtiva ettiğini görürüz.
1.
İktisad bir şükrü-i manevidir
İnsan cesetten ibaret
olmadığına göre Halıkına karşı, gündelik zaruri ihtiyaçlarını karşılanmasında,
ki bunların başında gıda ihtiyacı gelir, lütfedilen nimetlere karşı ruhunun
derinliklerinden gelen bir şükrü ifa etmenin manevi hazzı ile israftan kaçınıp
iktisada riayet etmelidir.
2.
İktisad, nimetteki Rahmeti İlahiyeye karşı hürmet ifade eder
İnsan, kâinatın kendisi
için yaratılıp kâinattaki bütün varlıkların, Halık tarafından insanın emrine
tahsis edildiği şuuru ve idraki içinde kendisine sunulan nimeti Rahmeti İlahiye
olarak değerlendirmelidir. Çünkü kulunun rızkını Cenab-ı Hak tekeffül etmiştir
ve kiminin rızkını bol, kimininkini dar eylemiştir. Bunun şuurunda olan bir
insan, nail olduğu nimeti bir rahmet-i İlahiye olarak değerlendirmelidir.
3.
İktisat bir sebebi-i berekettir
İktisada riayet eden
insanın elindeki nimeti, Allah o kişinin Rahmeti İlahiyeye karşı gösterdiği
hizmet ve ihsan ettiği nimetine karşı edâ ettiği şükürden dolayı
bereketlendirir; iktisada riayet etmeyip israf edenden de bereketi kaldırır.”
Bediüzzaman Hz. bu
mevzudaki bir hatırasında şöyle diyor: “Yıllarca evvel bir şehre geldim.
Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini (zenginlik kaynakları)
göremedim.Allah rahmet etsin; o zamanın müftüsü birkaç defa bana dedi,
“Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya
kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre
geldim. Bağlarına baktım. Şehrin müftüsünün sözü hatırıma geldi. “Fesübhanallah!”
dedim. Bu bağların mahsulatı, şehrin hacetinin pek fevkindedir. Bu şehir
ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan ve
hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım.
İktisat- sızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menabi-i servetle
beraber, o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir.” diyordu. Evet, zekât vermek ve
iktisat etmek malda tecrübe sebebi bereket olduğu gibi, israf etmek ile zekât
vermemek, sebebi ref-i bereket olduğuna hadsiz vukuat vardır.”
Bugünkü İslâm dünyasının durumu da
genellikle böyledir. Zenginlik içinde fakirlik çekilmektedir. İslâm dünyası
bugün önemli kaynaklara sahip olduğu halde fakirlerinde şükür ve kanaat
yoksunluğu, zenginlerinde israf ve hısset sebebiyle iş bölümü içinde
işbirliğini sağlayamamakta, namerde muhtaç hale düşerek borçlanmaktadır. Bugün
en zengin ve fakir ülkeler İslam dünyasında olup, zengini ve fakiri de borca
batmış bulunmaktadır. Çünkü kardeş olması gereken Müslümanlar karşılıklı
adavet duyguları içinde birbirine karşı silahlanmakta, silahları kendileri
üretemedikleri için borçla satın almakta ve satanların elinde izzetlerini
kaybederek istiskale uğrayacak derekeye düşmektedirler.
4.
Gıda ihtiyacının
karşılanmasında iktisada riayet etmek, mânevi ve ticari faydaları yanında tıbbi
ve tedavi bakımından da sağlığa kavuşturucu bir tesir yapar.
Çünkü makul ve lüzumlu ölçüde gıda
alınması vücudu taşımaya yardımcı olur. Fazlasının alınması halinde ise vücut
onu taşır. Fazla gıda, bedene hamallık yaptırır, onu yorar. İktisada riayet, “bedene
perhiz gibi bir medar-ı sıhhattir.”
Bediüzzaman Hz.nin ifadesiyle; “İslâm
ulemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dahi-i meşhur
Ebu Ali İbni Sina, yalnız tıp noktasında, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz”
ayetini şöyle tefsir etmiş. “İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün
güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat
yeme. Şifa hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye
ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir. Yani vücuda en muzır, dört beş
saat fasıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri
birbiri üstüne mideye doldurmaktır.”
Bazılarımızın veya birçoğumuzun bugün
uyguladığı gıda sistemini dikkate alırsak, vücudu taşımaktan ziyade, vücudun
taşımak zorunda kalacağı miktarda gıda aldığımızı ve vücudun onları
hazmedemeden biriktirerek taşımak zorunda kaldığını görürüz. Bu gıdaların
fazlalığı yanı gıdalanmada israfa gidilmesi ile şeker, kolesterol, total, lipid
gibi fazla besinle oluşan yağ ve benzeri birikintilerin çeşitli hastalıklara
sebebiyet verdiğini hatırlarsak, te- gaddi tarzında iktisada riayetin ve
israftan kaçınmanın dördüncü fazileti anlaşılmış olur.
Bediüzzaman Hz.’nin ifadesiyle “İktisada
riayet, insanı manevi dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i
izzettir.” “İktisat eden maişetçe aile belâsını çekmez.” hadis-i
şerifinin sırrıyla iktisat eden maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çekmez.
Evet, iktisat kat’i bir sebeb-i bereket ve medar-i hüsn-ü maişet olduğuna o
kadar kat’i deliller var ki had ve hesaba gelmez.” Bediüzzaman Hz. diyor
ki: “Ezcümle ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden
zatların şehadetiyle diyorum ki: İktisat vasıtasıyla bazen bire on bereket
gördüm. Ve arkadaşlarım gördüler.” Burdur’da nefyedilmişken, bazı zengin
arkadaşlarım parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için zekâtlarını
bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim. “Gerçi param
pek azdır, fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha
zenginim.” Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim. Ca-yı dikkattir ki iki
sene sonra bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden
borçlandılar. Lillahil- hamd onlardan yedi sene sonra o az para iktisat
bereketiyle bana kâfi geldi. Hayatımın bir düsturu olan “nâs’tan istiğna”
mesleğimi bozmadı.
“Evet, iktisat etmeyen, zillete ve manen
dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda israfata medar olacak
para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen, haysiyet, namus, rüşvet alınıyor. Bazen
mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek,
manevi yüz lira zarar ile maddi yüz paralık bir mal alınır.” Dikkat edilirse
bugün fakir olan veya kendini fakir hisseden milletler, büyük dış borç yükleri
altına girdiğinden milli hükümranlık hakları ile milli izzetlerinden çok şey
kaybetmekte ve devamlı borç almak mecburiyetinde kalarak manevi dilencilik
zilletine duçar olmaktadır. Bunun sebebi o millet efradının ve tahsisen toplumu
yönetici kadrolarda bulunanların, kanaat yoksunluğu ve iktisada riayet etmeyip
israfa kapılmalarıdır. Hâlbuki Peygamberimiz (sav) Allah’a dua edip münacatta
bulunurken; “.Allah’ım, günah işlemekten ve borç altına girmekten sana
sığınırım.’’ demişlerdir. Burada görülen günah işlemekle borca girmenin
(tabiyatıyla zaruret olmaksızın) eş değer tutulmasıdır. Bu sebeple mümin ve
muvahhit insanların tüketim için Kur’an ve Sünnete uygun davranışlarında şu
esaslara riayet etmeleri gerekir:
a)
Tüketim harcamalarında, gelirini gayr-i
meşru sahalara harcamayacak harcama sahaları İslâmi meşruiyet çerçevesiyle
şuurlanacaktır. Ayeti kerimede Allah şöyle emretmektedir: “Ey inananlar,
size verdiğimiz rızıkların iyilerinden, helal ve temiz olanlarından yiyin,
.Allah’a şükredin...’’ (Bakara, 2/172; Bakara, 2/168; Maide, 5/87-88; Enam,
6/142; Nahl, 16/144).
b)
Tüketim harcamalarında lüks ve gösteriş
istihlakinden kaçınacaktır. Ayeti kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Mallarını
insanlara gösteriş için sarf edip, Allah’a ve ahiret gününe inanmayanları
Allah da sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu bu kimse için, bu arkadaş ne fenadır.”
(Nisa, 4/38, Bakara, 2/264, 270).
c)
Müslüman insan, bulunduğu cemiyetteki
hayat seviyesine göre yaşayacak, fakiri imrendirecek, onun hasedini tahrik edecek
şekilde gösteriş için tüketim yapmayacaktır.
d)
İstihlakin meşru olduğu sahalarda da
istihlak miktarını zaruri ihtiyacına göre sınırlayacak, nimeti tek tanesine
kadar korumaya gayret ederek israf etmeyecektir. Çünkü Allah israf edenleri
sevmez.
e)
Tüketimde israfa kaçmayacağı gibi, zaruret
olmadıkça da borç altına girmeyecektir.
6.
İktisada riayet nimetteki lezzeti hissettiren bir sebeptir
Bediüzzaman Hz. bir
teşbihte bulunarak ağızdaki lezzet alma duygusunu; kuvve-i zaikayı bir
kapıcıya, mideyi efendiye benzetmektedir. “O saraya gelen ve sarayın
efendisine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nevinden
ancak beş derecesi muvafık olur.“demektedir.
Bediüzzaman Hz. burada,
iktisat ilminin meşhur azalan fayda kanununa işaret buyurmaktadır. Tüketimde
iktisada riayet edersek, marjinal tüketim biriminin faydası yüksek olur. İsrafa
giderek tüketimi çoğaltırsak azalan fayda kanunu gereğince marjinal birimin
faydası azalır, israf çoğaldıkça sıfıra doğru iner, hatta negatif olur.
Bediüzzaman Hz. şöyle
devam eder. “Eğer insan iktisat edip hacatı zaruriyeye iktisar ve ihtisas ve
hasretse “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan
Allah’tır.” (Zariyat, 51/58.) sırrıyla, “Yeryüzünde hareket eden hiçbir
canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” (Hûd, 11/6)
sarahatıyla, ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkı bulunacaktır.
Bediüzzaman Hz.nin
ifadesiyle, “Cenab-ı Hak kemali kereminden, en fakir adama en zengin
adammış gibi ve gedaya (yani fakire) padişah gibi lezzet-i nimetini ihsas
ettiriyor. Evet, bir fakirin kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat
vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç
ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade
lezzetlidir.” Bu sebeple, İslami kaidelere uygun yaşamayan insanlarda
gelir ile rızık makusen mütenasiptir. Gelir arttıkça rızık azalır. Cenab-ı Hak
Kur’an-ı Keriminde, yarattığı bütün mahlukatın rızkını taahhüt etmektedir.
Bediüzzaman Hz. burada mukadder bir suali cevaplayarak ayet-i kerimeyi tefsir
etmektedir. Yani Allah, insanların rızkını taahhüt ediyorsa niçin yüzbinlerce
insan açlıktan ölmektedir? Bediüzzaman Hz. bunu şöyle cevaplıyor: Rı- zık ikiye
ayrılır:
1)
Birincisi hakiki rızıktır Onunla insan
yaşayacaktır. Bu rı- zık, ayetin hükmüyle Taahhüdü Rabbani altındadır. Beşerin
su-i ihtiyarı karışmazsa, o zaruri rızkını herhalde bulabilir. Ne dinini, ne
namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olur.
2)
Rızk-ı mecazidir. Su-i istimalat ile
hacatı gayr-ı zaruriye, hacatı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla
tiryaki olup terk edemiyor. İşte bu rızık Taahhüd-ü Rabbani altında olmadığı
için, bu rızkı tahsil etmek hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini
feda edip zilleti kabul etmek, bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar
manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazen hayat-ı ebediyenin nuru olan
mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle, o bereketsiz, menhus malı alır.”
Bugün dünyamızda fakir insanların maruz
kaldığı musibetler, zaruri ihtiyaçlarını rızk-ı mecazi durumuna
düşürmelerinden veya rızk-ı mecaziyi, zaruri ihtiyaç sanmalarındandır. Bugün
Türkiye dahil birçok geri kalmış ülkede, dışarıdan ithal edilen ve borçlanmaya
sebep olan mallar, rızk-ı hakiki kategorisine giren mallardan
ziyade, rızk-ı mecazi grubuna girenlerdir. Reklâm, görenek,
kanaatsizlik sebebiyle esasında hayatı kolaylaştırıcı ve güzelleştirici olan bu
malları ithal etmeye kalkıyoruz. Hâlbuki gerçek üretim gücümüz, yani gelirimiz,
bunları almaya yeterli değil. Kanaatsizlik ettiğimiz için borçlanarak o malları
alıyoruz. Borçlandıkça faiz batağına batıp daha çok fakirleşiyoruz. Birçok geri
kalmış fakir ülkede, yöneticiler, rızk-ı kâzip noktasına, müs- temlekeciler
tarafından kısmen de olsa zorla sevkedilmişlerdir. Mesela, bazı Afrika
ülkelerinde ülke toprakları buğday, mısır gibi zaruri gıdasını üretmeye tahsis
edileceğine kakao, vs. üretimine yöneltilmiş ve halk rızk-ı hakikisini temin
için müstemlekeciye muhtaç hale düşürülmüştür.
İktisat bahsinde, önemli bir fark üzerinde
durmak gerekir. O da iktisat ve tasarruf ile cimriliğin farkıdır.
Allah israfı ve cimriliği sevmez.
Bediüzzaman Hz.nin ifadesiyle, “Ca’yı hayrettir ki müsrif ve mübezzir
insanlar, iktisat edenleri ‘hisset’ (cimrilik) ve tamahkârlıkla itham
ediyorlar. Hâşâ! İktisat izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf
ve tebzirin zahiri merdâne keyfiyetlerinin iç yüzüdür. ” İsraftan kaçınmak
tasarrufa yol açar. Tasarruf, ihtiyaç anında zarurete düşmemizi önler. Ak akçe
kara gün içindir.
Allah, ayet-i kerimesinde şöyle emreder.
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise
bolluk vericidir. Allah’ın ihsanı boldur.” (Bakara, 2/268).
Sahabeden Abdullah İbni Ömer’in misali,
“Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemal-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu
olan emniyeten, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset değildir.
Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir.
Ne o hıssettir, ne de bu israftır.” İmam-ı Azam bu sırra işaret olarak, “La
israfe fil hayri, kema la hayra fil israfi” demiştir. Yani “hayırda ve
ihsanda (fakat müstahak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır
yoktur.”
8.
İsrafın Sonucu: Hırsın Tahriki
İsraf hırsı intaç eder?
Hırs da üç netice verir:
2)
Haybet ve hasaret ve başarısızlık,
3)
İhlası kırması, ameli uhreviyeyi
zedelemesidir.
1) Kanaatsizlik; sa’ye,
çalışmaya şevki kırar. Bediüzzaman Hz’nin. İfadesiyle; “Şükür yerine şekva ettirir,
tembelliğe atar. Ve meşru, helal, az malı terk edip, gayr-ı meşrû, külfetsiz
bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder. İktisatsızlık
yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet
kapısına diker. O vakit hayatı içtimaiyenin medarı olan “sanat, ticaret,
ziraat tenakus eder. O millet ise tedenni edip sukut eder. Fakir düşer.” Bu
yüzden İslam’da baht oyunları, kumar vs. zahmetsiz kolay kazanç yolları,
köşeyi dönmecilik gibi davranışlar yasaklanmıştır (Maide, 5/90-91).
Kanaatsizliğin artışı, şükür yerine
şekvanın çoğalması, say’dan kaçış sosyalizmi doğurmuştur. Meşru, helal, az malı
terk edip gayr-ı meşru külfetsiz bir mal arama duygusu da kapitalizmi
doğurmuştur.
2) Hırsın ikinci neticesi
haybet ve hasarettir Rızkı helal, arz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyaç ile
değil. Belki o rızk-ı helal iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasiptir. Çünkü
çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir.
Kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise mader’i
hasaret ve sefalettir. Hırs ve kanaatin tesiratı, zihayat âleminde gayet geniş
bir düstur ile cereyan etmektedir.”
3.
Hırs ihlâsı kırar, ameli
uhreviyeyi zedeler. Çünkü bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccüh-ü nası ister.
Teveccüh-i nası murat eden ihlâs-ı tammı bulamaz. Bu netice çok önemli, dikkat
çekicidir.
Sonuç olarak Bediüzzaman Hz.nin
ifadesiyle, israf kanaatsizliğe yol açar. Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini
kırar. Tembelliğe atar, hayatından şekva kapısını açar; mütemadiyen şekva
ettirir; Hem ihlası kırar, riya kapısını açar, hem izzetini kırar, dilencilik
yolunu gösterir.
“İktisat ise kanaati intaç eder: Kanaat
izzeti intaç eder. Ha- dis-i Şerif “Kanaat eden aziz olur; tamah eden
zillete düşer.” hem sa’ye ve çalışmaya teşci eder, şevkini ziyadeleştirir,
çalıştırır, iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır.
Hayatında daima şakir olur; hem de kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğna
etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riya kapısı
kapanır.
Sosyal Faaliyetlerle
İlgili Normatif Kaideler14
İslam’ın İktisadi hayatla ilgili normatif
kaideleri son zamanlarda üzerinde çok durulan bir mevzu olmuştur. Bu makalede
Kur’an-ı Kerim’den ve Peygamberimizin (sav) Hadislerinden örnekler alınarak
bir insanın iktisadi hayattaki davranışlarını düzenleme amacına yönelik normatif
kaidelerin özetlenmesine çalışılmıştır.
İslam’a göre, insan, iktisadi hayatta bir (homo-economicus)
iktisadi adam gibi davranmamalıdır. Bunun yerine “.Allah’ın ipine
sımsıkı sarılıp ayrılmayan”15 bir müslüman insan (homo-Is-
lamicus) modeli esas alınmalıdır. Bu müslüman insan, iktisadi hayattaki
davranışlarında, kendisinde yaratılıştan mevcut olan nefsini tatmin ve
menfaatlerini maksimize etme, duygularını, Allah’ın emir ve yasaklarıyla makul
ölçülerde düzenlemeye çalışan insandır. Bunu yapabilmesi için insanın
eğitilmesi, Allah’ın emir
14.
İstanbbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Mecmuası, 50. Yıl Armaganı, İstanbul, 1988, sh.17-37. Türkiye’nin Yirminci
Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset, a.g.e., Cilt: 1, sh.112-134.
15.
Al-i İmran, 3 (103).” Hep birlikte
Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın
size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o,
kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler
olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi oradan
kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola
eresiniz.”
ve yasaklarını öğrenmesi,
sonra da bu bilgilerini davranışlarında uygulaması gerekir. Allah, mukaddes
kitabı Kur’an-ı Kerimde insanlara şöyle seslenir: “İşte bu kitab ki;
doğruluğunda şüphe yoktur. İnananlara kötülüklerden korunmak için yol
göstericidir.” (Bakara, 2/2).[44]
Mâide saresinin 3. ayetinde ise “Bu
gün, dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Size din olarak
Müslümanlığı verdim” demek suretiyle, kainatın yaratılışından bu yana
muhtelif peygamberleriyle insanlara yol gösterici olarak gönderdiği kaideler
düzenini Kur’an ile tamamladığını ve insanların buna göre hareket etmelerini
bildirmektedir. Böyle bir eğitime tabi tutulmazsa, insan, yaratılışında mevcut
olan mala düşkünlük, nefsine bağlılık, cimrilik, egoistlik gibi özellikleri
sebebiyle, iktisadi hayatta başarılı olmak için iktisadi adam gibi davranmaya
mütemayildir.
Allah, insanın bu özelliğini Kur’an-ı
Kerim’de Peygamberi vasıtasıyla şöyle ifade etmektedir: “Kadınlara,
oğullara, evlatlara yığın yığın altın ve gümüşe, güzel cins atlar ile sağmal
hayvanlara ve ekinlere karşı insanların aşırı sevgisi vardır. Bunlar dünya
hayatının metaıdır. Oysa, asıl güzellikler Allah katındadır.” (Al-i İmran,
3/14).
“De ki: Rabbimin
hazinelerine siz malik olsaydınız, tükenir korkusuyla kıstıkça kısar, cimrilik
ederdiniz. İnsanoğlunun eli pek sıkıdır.” (İsra, 17/100).
“Zaten, insan düşüncesinde ve insanın
nefsinde kıskançlık hazırdır.” (Nisa, 4/128).
“Gerçekten insan, Rabbine
karşı pek nankördür. Nankörlüğüne, insanın kendisi de şahittir, insan, mala da
çok düşkündür.” (Adiyat, 100/6-8).
Bu ifadelerde görüldüğü gibi insanın
nefsine düşkünlüğü, vs. gibi eksildikleri fıtrat ve yaratılışı icabıdır. İnsan
melek değildir. Öyleyse, insanoğlunun bu arzulara meyli onun aslını teşkil
eden özelliklerin bir parçasıdır. Bu hususiyet ne kendi kendini inkâr edebilir,
ne de başkası tarafından inkâr olunabilir. Esasında bunlar, makul görülen tatlı
birtakım arzu ve temayüllerdir. Birtakım ihtiyaçların karşılanması ve gelişme
duygusunun teşviki için, insan hayatında bu duyguların bulunması da gerekir.
Fakat insanın fıtratında bu temayüllerin dengesini sağlayan başka bir fıtri taraf
daha mevcuttur. Bu da, insanı Allah’a inanca ve ahiretle ilgili yüceliklere
sevk eden manevi duygularıdır. İslâm dini, insanın maddi sahadaki fıtri
temayüllerini, manevi sahadaki yükselme gayretleriyle dengeleyici, hatta
birbirini tamamlayıcı kaideler getirmiştir. Karşılıklı denge sistemi içinde
hareketlerini düzen- leyebilen insan, iktisadi adam yerine Müslüman İnsan
modelini oluşturur. Müslüman insan, davranışlarını bu denge içinde tutma
sorumluluğunu taşır. Peygamberimiz (sav), bir hadisinde bu hususu şöyle ifade
etmektedir: Kıyamet gününde insan dört konuda hesap vermek zorunda olacaktır:
1.
İlmiyle ne gibi ameller
yaptığından,
2.
Ömrünü nerede ve nasıl
tükettiğinden,
3.
Malını nerede kazanıp,
nereye sarf ettiğinden,
4.
Vücudunu ve sıhhatini
nasıl değerlendirdiğinden.”[45]
İslâm dininde, insanın iktisadi
davranışları yoğun bir meta- ekonomik kaideler bütünü içinde belli mecralara
doğru kanali- ze edilmiştir. Bu sebeple Müslüman İnsan modelinin gelişmesi
için, insanın, herşeyden evvel bu kaideler bütünü hakkında bilgi sahibi olması,
sonra da bunları davranışları içinde uygulamaya koyma gayreti içinde bulunması
istenmiştir. Bu husus ancak eğitimle, talim ve terbiye ile gerçekleşebilir.
Şimdi, İslâm dininde iktisadi hayatın üretim, tüketim, bölüşüm gibi çeşitli
fonksiyonel safhalarında, insan davranışlarıyla ilgili başlıca normatif
kaideler Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere ve Peygamberimizin (sav) Hadislerine
dayanılarak özetlenecektir.
l.
Üretimde Emek ve Teşebbüs Faktörleri ile İlgili Kaideler
1.1
a) İnsan davranışında dengeli olacaktır.
O, sadece bir homo-economicus değil, aynı zamanda Allah’ın yeryüzündeki
halifesi, eşref’ül-mahlûkattır. Hayatının düsturu: Doğru yaşama, ahlâklı olma,
yeteneklerini iyi kullanmaktır. Allah, iyi insanlara şöyle hitap eder: “İnananlar
ve iyi işler yapanlara gelince; onlara gücünün üstünde yük yüklenemez,
cennetliktir onlar, orada sonsuz kalacaklardır.” (Araf, 7/42). Burada,
Allah’ın emir ve yasaklarının insan gücü üstünde ve yapılamayacak şeyler
olmadığı ifade edilmektedir.
b)
“Bu dünyanın varlığı kâfirler için
süslü görünür, alay ederler inançlı kişilerle. Oysa korunanlar, kıyamet
gününde onlardan üstündürler. Dilediğine Allah hesapsız rızık verir.”
(Bakara, 2/212).
İnsanlardan kimi, “Rabbimiz,
bize vereceğini bu dünyada ver” der. Ahirette onun bir payı yoktur artık”
(Bakara, 2/200). Onlardan kimileri de, “Ey Rabbimiz, bize dünyada da,
ahirette de en hayırlısını, en güzelini ver ve bizi cehennem azabından koru.”
der (Bakara, 2/201). İşte Müslüman insan, ahiret için hemen ölecekmiş
gibi, dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışan ve Allah’ın, “Namaz
bittiğinde yeryüzüne dağılın ve rızkınızı arayın.” (Cuma, 62/10) emrine
uyarak yaşayan insandır. Bu insan, “Bu günün işini yarına bırakma, aksi
halde işleri ve hakları zayi etmiş olursun. Ecel, emelin önündedir. Ecele iş ve
amel ile koş. Çünkü ecel geldikten sonra artık iş ve amel yoktur.”18
kaidesine göre davranışlarını düzenler.
1.2
Müslüman, beşikten mezara kadar ilim
tahsil eden, ilmin kaybolmuş bir malı olduğuna inanan, Çin’de de olsa ilim ve
bilgi edinmeye çalışan, böylece bilgisini arttırarak, dünyevi sahada maişetini
temin için fıtri ve mükteseb kabiliyetine en uygun mesleği seçmeye çalışan
insandır. Çünkü, Allah’ın şu emrini bilir: “Ey insanlar, biz sizi dişi ve
erkek olarak yarattık, uluslara ve kabilelere ayırdık, birbirinizi tanıyıp
bilesiniz diye. Allah’ın katında en
şerefliniz işinde en iyi elanınızdır.
Allah herşeyin bilicisidir.” (Hu- curat, 49/13). “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt kabul eder, ibre!
alırlar.” (Zümer, 39/9).
1.3
“Bütün kâinat insanın emrine verilmiştir.
Oradaki imkânları en iyi kullanmak insanın görevidir. (Yeryüzünü size boyun eğdiren
O’dur. Şu halde yerin üstünde dolaşın ve Allahım rızkından. Sonunda dönüş
O’nadır)”
(Mülk, 67/15). Bu Ayet-i Kerime’de yeryüzünün insanların faydalanmalarına
hazır ve uygun bir durumda yaratıldığı ifade edilmektedir. Yeryüzü, üstünde
dolaşılacak bir halde emre amade kılındığına göre, artık dünyada insanlara
boyun eğmeyecek hiçbir maddi varlık yok demektir. Bu ayeti kerime, insanlığı
daima yükselmeye doğru teşvik etmektedir.
İslâmiyet insanı çok çalışmaya,
araştırmaya, keşif ve icatlarda bulunmaya ve ihtiyaçlarının tatmini için tabii
kaynakları değerlendirmeye yöneltir. İmam Gazali’ye göre üretim faaliyetleri 3
guruba ayrılır:
a) Zaruri
ihtiyaç maddelerinin üretimi: Bunlar, müslüman insanın beş temel özelliğini
muhafazasına yarayan bütün mal ve hizmetlerin üretimini kapsar, insanın beş
temel özelliği: İman, Hayat, Akıl, Üretme ve Servet sahibi olabilmektir.
b) Hayatı
kolaylaştırıcı ve rahatlatıcı üretim faaliyetleri: Bunların üretimi yukarıda
belirtilen beş temel özelliğin muhafazası ve devamı için şart olmamakla
birlikte hayattaki meşakkat ve güçlükleri giderici ve konforu arttırıcı üretim
faaliyetleridir.
c) Zarafeti
arttırıcı üretim faaliyetleri: Bunlar, rahatlığı sağlamanın da ötesinde
estetik, güzellik, zarafet ve sanat duygularını tatmine yarayan mal ve
hizmetlerin üretimiyle ilgilidir. Medeniyetler geliştikçe birçok maddeler bu
kategoriler arasında yer değiştirebilir. Dün lüks sayılan bir mal ve hizmet,
bugün zaruret haline gelmiş olabilir. O bakımdan, bu guruplara giren malların
durumu sabit olmayıp seyyaldir. Bu malların üretim sıraları zaruri ihtiyaç
maddelerinden başlayıp, sırasıyla hayatı kolaylaştırıcı ve zarafeti artırıcı
mallara doğru gider. Basit ve temel kaide, arada bir çatışma olup tercih
gerektiğinde, daha üst kademedeki mal ve hizmetlerin üretimi için meselâ, daha
alt kademedeki zerafet kategorisine giren bir mal veya hizmetten vazgeçmektir.
Böylece, üretimde zaruri ihtiyaç maddelerine öncelik tanınacaktır.
1.4
Müslüman İnsanın Üretimde Ücretli Olarak
Çalışırken Tâbi Olacağı Kaideler
İnsan, üretim
faaliyetinde işçi olarak veya kendi başına çalışıyorsa, Allah, şu prensiplere
uygun biçimde hareket etmesini ister. Böyle bir insan:
a)
Maişetini temin için, fikri ve bedeni
mesai sarf etmiş olmasından dolayı iftihar eder. Çünkü Allah’ın şu emrini ve
vaadini hatırlar: “Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey
yoktur. Ve çalışması da ilerde gösterilecektir. Sonra ona, karşılığı tastamam
verilecektir.” (Necm, 53/39, 40, 41).
b)
Allah’ın ve Peygamberimizin (sav) şu
sözlerini bilerek çalışır: “Yaptıklarınızdan elbet mes’ul olacaksınız”
(Nahl, 16/93); “İşçinin işi yaptığı vakit, güzel yapmasını Allah muhakkak
sever!”; “En iyi kazanç işine özen gösteren ve işverene saygı ile bakan
işçinin elde ettiği kazançtır.”
c)
Gelmiş, geçmiş peygamberlerin maişetlerini
bir meslek ifa ederek, bedeni fikri mesai sarfederek kazandıklarını, Hazreti
Da- vut’un gömlek dokuduğunu, Peygamberimizin çobanlık yaptığını hatırlar.
d)
Peygamberimizin çalışanlar için verdiği
şu müjdeli haberleri de bilir: “Çoluk-çocuğunun geçimini temin için
çalışan Allah yolundadır. İhtiyar ana ve babasının geçimi için çalışan, yine Allah
yolundadır”, “Kim helâl aramaktan yorgun gecelerse, affedilmiş olarak
geceler.”
e) Müslüman
insan, işinde şu prensiplerle çalışır:
a- temizdir,
b- görünüşü (kılık-kıyafeti) iyidir,
c- geçimlidir,
d- emir ve talimatları dinler,
e-
tez
canlıdır,
f-
işini sever,
g-
işini sonuna
kadar yapar,
h-
işini
kontrol eder ve düzeltir,
i-
işini tam
yapar,
j-
sür’atli
çalışır,
k-
temiz iş
çıkarır,
l-
işbirliği
yapar,
m-
tenkide
açıktır,
n-
iş başında
uygun şekilde hareket eder,
o-
düzenli bir
iş sırası takip eder,
p-
alet-teçhizat,
q-
hammadde ve
malzemelere gerektiği gibi ihtimam gösterir,
r-
alet ve
motorlu teçhizatı uygun şekilde kullanır,
s-
hammadde ve
malzemeleri ekonomik şekilde kullanır,
t-
verimli
çalışma metotlarını uygular,
u-
sağlık ve
emniyet tedbirlerine riayet eder.
f)
Bütün bu çalışması sonucunda aldığı
(ücret) gelirden dolayı Allah’a şükretmesini bilir; başkalarının kazancına göz
dikip haset etmez, işverene kinle bakmaz, “mihnete sabır ve nimete şükürde
Rabbimizin bize büyük imtihanı” olduğunu bilir (Bakara, 2/155). “Sizi
korku, açlık, mal, can ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder,
deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.” (Bakara,
2/155). “Eğer şükrederseniz, mutlaka size nimetlerimi çoğaltırım. Eğer
nankörlük ederseniz, şüphesiz azabım, çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7).
g)
Çalışmadığı zaman veya iktisadi hayatın
çeşitli risklerine maruz kaldığı zaman, devletçe kendisinin ve çoluk çocuğunun
sosyal güvenliğinin sağlanmasını talep etme hakkına sahip olduğunu bilir.
a) Müslüman
işveren, özel teşebbüs erbabı olup ziraat, ticaret, hizmet veya sanayi
kesiminde çalışıyorsa, mülkiyet hakkının, devletçe güvenlik altına
alındığından, çalışması sonucunda elde ettiği meşru malların çocuklarına miras
olarak kalacağından emin olarak, devletin iktisadi faaliyetlerine müdahale
etmeyeceği güvenci içinde istikbale emniyetle bakmak ister, geçimini helâl
yollarla sağlamanın şart olduğunu bilir.
b) Elde
ettiği servet ve gelirin sırf çalışmasının sonucu olmayıp, Allah’ın takdiri
ile tahakkuk ettiğine inanır. Zira bilir ki: “Allah, dilediğine önce hikmet
ve bilgi ve bu yolla zenginlik ve bolluk verir.” (Bakara, 2/269). “Dünya
nimetlerini dileyen bilsin ki, dünya nimeti de Allah’tandır. Ahiret mükâfatı
da...” (Nisa, 4/134). “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’a aittir. Mülk
mutlak manada sadece O’nundur.” (Al-i İmran, 3/109). “Göklerin, yerin ve
aralarındaki herşeyin sahibi Allah’tır ve hükümranlığı da Allah’ındır.”
(Maide, 5/17, 18). İnsan, Allah’ın izni ve bağışıyla eşyaya sahip olur. Bilir
ki, “Allah, dilediği kimsenin rızkını genişletir veya daraltır. ” (Ra’d,
13/26). Müslüman işveren, malında, eşyanın, öbür insanların ve toplumun hakkı
olduğunu; Allah’ın verdiği mala karşı, kendisine birtakım vecibeler
yüklendiğini de bilir. Çünkü Allah, Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle buyurmuştur: “Onların
mallarında muhtaçlar ve yoksullar için bir hak vardı, onu verirlerdi.”
(Zariyat, 51/19). İşveren, yönetimde âdil davranır, işleri ehline verir,
yani işe, en uygun insanları seçer ve adam kayırmaz. “Allah, size,
işleri ehline teslim etmenizi ve insanlara hükmettiğiniz zaman adaletten
ayrılmamanızı buyurur. Şüphe yok ki, Allah herşeyi görür, bilir. ” (Nisa,
4/58).
c) İşçisini
gözetir, kalbini hoşnut eder, ücretini, hakkı ölçüsünde ve vaktinde öder.
Peygamberimizin şu sözünü hatırlar: “Üç kimse vardır ki, kıyamet
gününde onların hasmıyım. Bunlardan biri, işçiyi çalıştırdıktan sonra, ücretini
tam olarak vermeyen kimsedir.”
d) İşçinin iş yükünü mâkul ölçüde
düzenler ve Peygamberimizin “onları, güçlerinin yetmediği şeylerle mükellef
kılmayınız” sözünü hatırlar.
e) İş
yaparken, hileden, spekülasyondan, vurgunculuktan, tekelci davranışlardan ve
rüşvetten kaçınır. “Mallarınızı, aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Bile
bile başkalarının mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şahadet ile yemeniz
için o mallan hakimlere (reislere, yetkili yöneticilere veya mahkeme
hakimlerine) rüşvet olarak vermeyin.” (Bakara, 2/188).
“Bu ayeti tefsir edenlere göre, anlatılmak
istenen husus daha ziyade rüşvet ve çıkarcılığın önlenmesidir. Bu sebeple
aldatma ve dalavere ile elde edilen bütün kazançlar haramdır.”[46]
f) “Faiz
almaktan kaçınır.” (Bakara, 2/275, 278).
g) Ayrıca
“Allah yolunda harcamada bulunur.” (Bakara, 2/254, 261, 267, 272, 274;
Enfal, 8/3; Ra’d, 13/22; İbrahim, 14/31; Hac, 22/35; Kasas, 28/77; Secde,
32/16; Fatır, 35/29, 30).
h) Doğru
sözlü, dürüst tüccarın Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehitlerle birlikte
olduğunu da bilir (Tirmizi’den Hadis). “Allah yolunda harcayın, kendi
ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareket ve davranışınızda
dürüst olun. Çünkü Allah dürüstleri sever” (Bakara, 2/195). Allah,
Kur’an-ı Kerim’inde şöyle demektedir: “Onlar, (o müminler) ki, eğer
kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler,
iyiliği emreder, kötülüğü yasak ederler. Bütün işlerin sonu Allah’a varır”
(Hac, 22/41).
Müfessirlere göre, bu ayet özellikle
iktidarı elde bulunduran müslümanlarm hayatında intizam ve istikrarın
gerekliliğini ifade etmektedir. Ayrıca namaz ve zekât görevlerinin hemen
ardından iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek hususuna yer verilmesi,
sosyal ahlâk ve nizamı koruyup geliştiren yöneticilerin üstün değerini ifade
etmektedir.[47]
3.
Üretimden Sağlanan Gelirle İlgili Kaideler
Bir müslüman insan için üç türlü gelir
vardır: Ücret, kâr ve kira. Faiz almaması gerekir. Bu üç türlü gelirin
sağlanmasında:
a)
Haram ve helâl ölçülerine riayet eder,
meşru kazanç peşinde koşar, gayri meşru kazancın yasaklandığını bilir (Nisa,
4/29, 30).
b)
Kazancını, muhakkak emek veya risk
unsurlarına dayandırır.
c)
Emek sarfetmeden veya riske katlanmadan
sırf parasını kullanarak para kazanmasının (haram) mümkün olmadığını bilir
(Faiz yasağı).
d)
İnsanlar arasında kazanç ve gelirde mutlak
eşitlik olamayacağını kabul eder.
e)
Baht oyunları, kumar vs. gibi zahmetsiz
kolay kazanç yollarına gitmez, bunların haram olduğunu bilir (Maide, 5/90,
91).
f)
Ticaretin helâl olduğunu (Bakara, 2/275),
fakat spekülasyon ve karaborsacılığın haram olduğunu ve kim ihtikar yapacak
olursa onun büyük bir günah işlemiş olduğunu bilir. Allah, bu hususlarla ilgili
olarak Kur’an-ı Kerim’inde insanlara şöyle diyor: “Ey inananlar!
Mallarınızı, aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaret
yoluyla yeyin. Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Şüphesiz ki, Allah çok
merhametlidir” (Nisa, 4/29); “Kim zulüm ve tecavüz yoluyla bu yasaklan
işlerse, haddini aşarak haksızlığa saparsa onu ateşe sokacağız...” (Nisa,
4/30); “Yasak edilenlerden kaçınırsanız, suçlarınızı örteriz ve sizi
şerefli yere ulaştırırız.” (Nisa, 4/31); “Allah’ın, bazılarınızı bir
diğerlerinize üstün kılmasını kıskançlıkla karşılamayın...” (Nisa, 4/32).
Bu ayetlerle ilgili tefsirlere göre, “Karşılıklı
rızaya dayanan, mal-para, emek-ücret vb. mübadele çeşitleri, hem fertler, hem
de onların teşkil ettiği toplum için faydalıdır; bu sebeple de meşru- dur.
Rızasız ve haksız kazançlar ise, geçici refah ve menfaatler sağlamakla beraber,
arkasından isyanlar, ihtilâller ve felâketler getirir”. Ayet: “Başkasının
malını” diyecek yerde “mallarınızı” demek suretiyle “milli servet”
mefhumuna ışık tutmaktadır. Mali haksızlıkların getirdiği felâketlerden birisi
ve belki en önemlisi katildir; haksızlıkla ve haram yollardan servet yapmak,
fert ve cemiyet olarak adım adım ölüme gitmek şeklinde vasıflandırılmıştır.
Böylece bu ayetlerle, malların bâtıl yolla
yenmesi yasaklanmıştır. Malların haksızlıkla yenmesi, kısaca; Allah’ın izin
vermediği ve yasakladığı yollardan yenmesi şeklinde özetlenebilir. Hile,
rüşvet, kumar, zaruri ihtiyaç maddelerinin pahalanmasını düşünerek stok yapmak
(ihtikâr) ve diğer haram alış-verişler, malın haksızlıkla yenmesine birer
örnektir. Bu yasakla birlikte ahiret azabından kaçınılmasına dair ikaz ve ilahi
affın vaad edilmesiyle bir kolaylık görüyoruz. Allah kulunun bazı kusurlarını
affederek, yardımını esirgemediğini ifade ediyor. Yine bu fıkrada insanların
başkalarına verilen nimetlere göz koymamaları, nimeti asıl sahibinden
istemeleri gerektiğine dair ilahi emre şahit oluyoruz.[48]
g)
İsraftan (Nisa, 4/141; A’raf, 7/31; İsra,
17/27) ve cimrilikten (Al-i İmran, 3/180; Muhammed, 47/38) ve serveti
yığmaktan (üretimden uzaklaştırmak), iddihardan (Tevbe, 9/34, 35) kaçınır.
h)
Servetini toplumun zararına kullanmaz.
Muhtaç ve yoksullara ve yetimlere yardım eder. Zira, böyle davranmayan zenginler
için Kur’an’da Allah şöyle buyurur: “Onu yakalayıp bağlayın; sonra alevli
ateşe atın...” Çünkü o, Ulu Allahıa inanmazdı, “Yoksulun yiyeceği ile
ilgilenmez, onları doyurmaya (kendi yanaşmadığı gibi başkalarını da) teşvik
etmezdi.” (Hakka, 69/30, 34). Müfessirlere göre, “Bu ayet ile yoksulun
gözetilmemesi ve onun haline hiç aldırış edilmemesi, Allah’a iman etmemenin
hemen akabinde en büyük günah olarak zikredilmektedir. Gerçekten İslam ahkâmı
içinde yer alan mükellefiyetler iyi incelendiğinde bunların iki noktada
merkezileştiği görülür:
i. Allah’ın emrini büyük tanımak,
ii. Allah’ın yarattıklarına şefkat göstermek.[49]
Şimdi, İslam’ın bu normatif kaidelerine
göre hareket eden bir insanın en doğru şekilde davranması için, gelirini kullanırken
önünde şu alternatifler bulunur: Önce ihtiyaçlarını tatmin içini tüketime
yönelir, yani tüketim harcamaları yapar,
a)
Geliri ihtiyacından fazla ise tasarruf
eder,
b)
Altın, gümüş gibi kıymetli madenler alıp
saklayabilir. (id- dihar, kenz),
d)
Veya yeni bir teşebbüse girişerek, bir
şirket kurarak, tasarrufunu yeniden üretime tahsis eder, yatırım yapar.
Acaba, müslüman insanın gelirini
sarfederken ilk alternatif olan tüketim ile ilgili faaliyetlerini düzenleyecek
normatif İslami kaideler nelerdir?
4.
İslâmıın Tüketim Harcamaları ile İlgili Normatif Kaideleri
Bir müslüman insan, önce, tüketim
harcamalarının münhasıran gelirin bir fonksiyonu olmadığı görüşünden hareket
eder. Şöyle ki, insan gelirlerin eşit olmadığını, gelirin tüketimi sınırlayıcı
veya teşvik edici rolü olduğunu bilir, fakat tüketim harcamalarını tayin eden
tek faktörün, iktisadi bir unsur olan gelirden ibaret olmadığını, istihlâk
alanının, ayrıca Allah’ın emir ve yasaklarıyla düzenlendiğini bilir. Müslüman
insanın tüketimini etkileyen (meta-ekonomik) normatif kaideler şunlardır:
a)
Müslüman insan, tüketim harcamalarında
bulunurken gelirini, içkiye, kumara, gayri-meşru kadın ilişkilerine vs. harca-
mamalıdır. Harcama sahaları, İslami meşruiyet çerçevesi ile sınırlandırılmıştır.
“Ey inananlar, size verdiğimiz rızikların iyilerinden, helâl ve temiz
olanlarından yiyin, Allah’a şükredin; eğer ona bağlıysanız.” (Bakara,
2/168, 172; Maide,5/87, 88; En’am, 6/142; Nahl, 16/114).
b)
Tüketim harcamalarında lüks ve gösteriş
istihlâkinden kaçınmalıdır. Çünkü bu tip bir tüketimin yasaklandığını bilmelidir.
“Mallarını insanlara gösteriş için sarf edip, Allah’a ve
ahiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaşı olduğu,
kimse için bu arkadaş ne fenadır.” (Bakara, 2/264, 270; Nisa, 4/38). “Bunlar,
Allah’a, âhiret gününe inanmış ve Allah’ın verdiği nzıklardan riyasızca sarf
etmiş olsalardı ne olurdu? Allah onların söz ve işlerini çok iyi bilendir.”
(Nisa, 4/39).
Ebû Zer, (r.a.)’den nakle göre,
Peygamberimizin; “Allah üç sınıf insanla ne konuşacak, ne onların yüzüne
bakacak, ne de onların günahlarını bağışlayacaktır. Onlar çok azap
çekeceklerdir. Bunlardan birincisi, servetini gösteriş uğruna harcayanlardır.” diye
buyurmaktadır. Bu sebeple, müslüman insan, ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde,
fakat bulunduğu cemiyetteki hayat seviyesine göre yaşayacaktır. Fakiri
imrendirecek, onun hasedini tahrik edecek şekilde gösteriş istihlâkine
gitmemesi gerekecektir. Yani, müslüman insanın tüketiminde “conspicious
consumption ve de- monstration effect”[50],
gösteriş istihlâki olmayacaktır.
c)
İstihlâkin meşru olduğu sahalarda da
istihlâk miktarım ihtiyacına göre sınırlayacak, nimeti tek tanesine kadar
korumaya gayret edecek, israfın memnu olduğunu harcamalarında daima göz
önünde bulunduracaktır. Bu sınırın çevre standartlarını çok fazla aşmamasına
dikkat edecektir. Çünkü Allah, Kur’an-ı Kerim’inde “Allah’ın kulları için
verdiği süslenecek şeylerle, rızık olarak verdiklerinin temiz olanlarını kim
yasak edebilir? (Araf, 7/32), “Yeyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü
Allah israf edenleri sevmez.” (Araf, 7/31) diye müslüman insana doğru yolu
göstermiştir.
d)
Tüketimde israfa kaçmayacağı gibi, zaruret
olmadıkça da borç altına girmeyecektir. Tüketimini gelirine göre ayarlamaya
çalışacaktır. İktisada riayet edecektir. Zira Peygamberimizin, “Allah’ım,
günah işlemekten ve borç içine girmekten sana sığınırm.” (Hz. Aişe’den
rivayet) dediğini, bilir. Zaruret olmadıkça borçlanmaz, borcunu sözleşmeye
bağlar ve ödeme niyetiyle borçlanır ve borcunu vaktinde öder. Çünkü
Peygamberimizin, “Kim ki ödemek niyetiyle borç yaparsa Allah ona borcunu
ödetecektir, kim ki israf etmek niyetiyle borç yaparsa Allah onu yok edecektir”
(Buhari 43, 2) ve “Borcun ödenmesini geciktirmek haksızlıktır.” (Buhari
43, 12). “Ödeme gücü olduğu halde ödemeyi erteleme, o kimsenin
cezalandırılmasını haklı kılar.” dediklerini hatırlayacaktır.
Böylece varlıklı, yani
geliri ihtiyacını aşan müslüman insanın tüketim harcamaları, Allah’ın koyduğu
kaidelerle sınırlanmaktadır.
İktisat kanunlarına göre,
bir ülkenin iktisaden gelişebilmesi için yatırımların arttırılması, tüketim
harcamalarının bu imkânı verecek seviyede ayarlanması gerekir. Müslüman insanın
tüketim harcamalarındaki davranışı, hem iktisadi kalkınma hızını artırıcı
yönde tesir edecektir, hem de sosyal dengeyi, fakir-zengin arasında husumet,
kıskançlık ve hasedi tahrik etmeyecek şekilde sağlamaya yardım edecektir.
İslam’ın prensipleri milli sınırı aşar, âlemşümuldur. Milletlerarası ahengin
sağlanması yönünden de önemlidir.
Müslüman insanın geliri
ihtiyacını aşınca tasarruf cihetine gidecek, malını ve parasını biriktirmeyi
düşünecektir. Tasarruf edilen meblâğı, nakit veya kıymetli maden (altın, gümüş
vs.) halinde muhafaza etmek isterse, yani gelirini iddihar etmek isterse,
İslam’ın iki prensibi önüne dikilecektir. Birincisi Allah’ın iddihar önleyici
prensibidir. Çünkü Allah Peygamberine “Altın ve gümüşü biriktirerek
saklayıp, onları Allah yolunda harcamayan kimselere acıklı bir azap olduğunu
haber ver.” (Tevbe, 9/34) diye emretmektedir; Allah, bu emri ile altın ve
gümüşü veya nakit parayı veya malı biriktirip de zekâtını vermeyenlerin
ahirette şiddetli azap ile ceza göreceklerini haber vermektedir.
Böylece, müslüman insan,
ilerde yatırımda bulunmak üzere, belli bir süre altın, gümüş, nakit, kıymetli
evrak, mal vs. biriktirerek tasarruf ederse, İslam’ın diğer bir prensibi olan
zekât vecibesi ile karşılaşacaktır. Çünkü servetin (bir yılı geçtikten sonra)
her yıl, asgari % 2,5 oranında bir kısmının zekât olarak ödenmesi gerekeceğinden,
atıl duran nakdi servet, durduğu yerde eriyecektir. Bu davranış tarzı, İslam
cemiyetinde tasarrufların atıl durmasını önleyecek, gelirin yeniden iktisadi
hayata dönmesine yardım edecektir. Paranın tedavül süratinin artışı, para
miktarındaki artış gibi, iktisadi hayatı canlandıracak ve üretimi
arttıracaktır.
6.
İkrazda Bulunmak (Kredi) ile İlgili Kaideler
Müslüman insan, servetini atıl tutmayı
tercih etmeyince geriye iki ihtimal kalmaktadır. Ya gelirini iş yapan
kimselere ödünç verebilir veya kendisi iş yapıp yatırıma yönelebilir. Şayet
nakdi servetini, başka birine ikraz etmeyi düşünür ve bunu bir sosyal yardım
şeklinde değil de, İktisadi bir faaliyet olarak ifa etmek isterse, karşısına
bir başka engel çıkacaktır. O da emek sarfetmeden ve riske katlanmadan sırf
para karşılığında para kazanma yasağıdır. Çünkü Allah riba’yı (faizi)
yasaklamıştır. Faiz yasağı ile ilgili olan ayetlerden başlıcaları şunlardır:
a)
“Ey iman edenler,
Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız, almadığınız faizleri hemen
bırakın, almayın.’’ (Bakara, 2/278).
b)
“Şayet (faiz hakkında söylenenleri)
yapmazsanız, bilin ki Allah ve Peygamberi ile savaşa giriştiniz, demektir. Eğer
tövbe eder, faizcilikten vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Haksızlık etmeyiniz
ki, haksızlık bulmayasınız.’’ (Bakara, 2/279)
c)
“Faiz yiyen kimseler
(tefeciler) mahşerde tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak
kalkarlar. Onların bu hali, alış-veriş (ticaret) de faiz almak gibidir,
demelerindendir Oysa Allah, ticareti (alış-verişi) helâl, faizi haram
kılmıştır. Bundan sonra kim rabbinin öğüdünü dinler, faizcilikten vazgeçerse,
geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. (Allah dilerse onu affeder).
Kim faizciliğe dönerse onun yeri cehennemdir, orada sonsuz kalır.” (Bakara, 2/275).
d)
“.Allah, faizcinin malını
eksiltir, hayırseverlerinkini arttırır. Allah, haramla günah işleyeni
sevmez.’’
(Bakara, 2/276).
e)
"İnananların, iyilik
yapanların, namaz kılıp, zekât verenlerin Allah katında mükâfatları vardır.
Onlar için korku ve üzüntü yoktur.” (Bakara, 2/277).
f)
"Ey inananlar;
Allah’tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı
almayın.”
(Bakara, 2/278).
Müfessirlere göre, “İslam
dini, faizi kesinlikle yasaklamış ve faizle iştigal etmenin hem dünyada, hem de
ahirette zararlı olduğu açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu gün bazı
kimseler, bu mevzuda tereddüde düşüyorlar. İslam’da faizin haram edilmesi,
evvel emirde diğer haramlarda olduğu gibi bir imtihandır. Gerçek manada müslümanın
kendi aleyhinde de gözükse Allah’ın emirlerini kabul edip uygulaması
gerekir. Bir müslüman, faiz yasağını inkâr etmeksizin faiz alır veya verirse
günahkâr olur, ama İslam’dan çıkmaz. İnkâr eden ise Allahıa karşı gelmiş
olur.”[51]
Bu durumda müslüman
insanın çalışmadan ve işin riskine katlanmadan, oturduğu yerde para kazanma
yoluna gitmemesi gerekecektir.
7.
Yatırım Yapmakla İlgili Kaideler
Bu durumda müslüman
insanın yapacağı rasyonal davranış, nakdi servetini üretime tahsis etmek, yani
yatırım yapmaktır; böylece yeni yatırımlar sonucunda muhtemelen kârı
artacaktır. Başarılı olduğu takdirde yeniden şirketler kuracak, fabrikalar inşa
edecek, hisse senetleri satın alacak ve mütemadiyen faaliyetini
genişletecektir. Geliri ve serveti artan müslüman insanın buna rağmen, tüketimi
sınırlı olduğu için hayat şartları çevre şartlarının çok üstünde olmayacaktır.
Bu durumda müslüman insanın üretim geliri ile tüketim harcamaları arasındaki
fonksiyonel bağlantı zayıflamış olur.
Müslüman insanın yatırımlara yönelme
zarureti, yatırımlar, iktisadi kalkınmanın müşevvik unsuru olduğundan, iktisadi
kalkınmayı hızlandıracak ve milli gelir artacaktır. Bu sayede yeni yeni iş
sahaları açılacak, istihdam imkânları artacaktır. Yatırım şekli olarak şu
ihtimaller mevcuttur:
2)
Ortaklık kurmak, (equity). Bu da
adi ortaklık veya şirketlere ortak olmak (kollektif, komandit, limited, anonim
vs.) şeklinde gerçekleşebilir.
Bu yolla, küçük tasarruf sahipleri için
pay almak mümkündür. Kâr ortaklığına katılmak: Buna İngilizce (Profit
Sharing), Arapça Mudarebe sistemi adı verilir. Mudarebe sisteminde,
emekle sermaye bir işe ortak olarak girer ve karı aralarında anlaştıkları
oranda bölüşürler. Böylece teşebbüsün riski (kâr ve zarar), mukriz ile
müteşebbis arasında bölüşülmüş olur. İkraz edenin, teşebbüsün hem kârına, hem
de zararına ortak olması sağlanır. Anlaşma belirli bir süre için yapılmışsa,
süre sonunda mukriz, kârı ile birlikte sermayesini alır ve kâr ortaklığı sona
erer. Bu gün ülkemizde 16/12/1983 tarih ve 83/7506 sayılı kanun hükmünde
kararname ile kurulan (resmi gazete, 19 Aralık 1983, no:18256) Özel Finansman
Kuramlarına[52],
halkın belli süreler için kâr ortaklığı anlaşması yaparak katılmaları,
mudarebe sisteminin uygulanması imkânı verilmiştir. Ayrıca, hükümet tarafından
çıkarılan, İstanbul Köprüsü, Keban Barajı, Keban-Oymapınar ortaklık gelir
senetlerinden almak suretiyle halkın belirli sürelerle, bu işletmelerle kâr
ortaklığına girmesi, mudarebe sisteminin bir uygulama biçimi olarak
gösterilebilir.[53]
Bu yatırımlar sonunda geliri artan ve
iktisadi başarının doruğuna doğru yükselen müslüman insan, karşısında İslam’ın
çok çeşitli sosyal prensiplerini bulacaktır. Çünkü Peygamberimiz (sav),
Allah’ın sevmediği ve günahlarını affetmeyeceği ikinci insan tipi, “Diğer
insanlara karşı yükümlü bulunduğu mesuliyetlerden bihaber olandık’,
demektedir. Allah, Kur’an-ı Kerim’inde “Namaz kılın zekât verin, Allah için
(diğer) hayır yollarına halisane harcayın.» diye buyurmaktadır.
Peygamberimiz (sav), “Bir kimse, kardeşine yardım etmeye uğraşırsa, Allah da
ona yardım eder.” müjdesini vermekte ve “Doğrulukta ve iyilikte
yardımlaşın, fakat kötülükte ve günahta yardımlaşmaktan kaçının,’, ikazında
bulunmaktadır. Yine Peygamberimizin, “Bir kimse, komşusu sefalet içinde aç
iken ve kendi elinde imkânları var iken, buna bigane kalırsa, bizden değildir”
ve “Bir ülkede, bir kimse açlıktan ölürse, Allah’ın zimmeti, himayesi
onlardan uzak olur.” sözleriyle varlıklı müslümanların sosyal
mes’uliyetlerini çok ağır bir şekilde hatırlatmaktadır.
Bakara süresinin 265,
272, 273, 274. ayetlerinde hayırla ilgili olarak Allah kullarına şöyle
demektedir: “Allah’ın rızasını kazanmak ve gönüllerindeki imanı
kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarfedenlerin durumu, bir tepede kurulmuş
güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağınca iki kat ürün verir: Bol
yağmur yağmasa bile en azından bir çisinti düşer (deyine bolca ürün verir).
Allah bütün yaptıklarınızı görür” (Bakara, 2/265). “Hayır olarak
harcadıklarınızın hepsi, kendiniz içindir. Yapacağınız harcamayı, ancak
Allah’ın rızasını kazanmak için harcayın. Hayır kastıyla verdiğiniz ne varsa,
size tam olarak noksansız verilir ve siz asla haksızlığa uğramazsınız.”
(Bakara, 2/272). “Yapacağınız hayırlar, kendilerini Allah yoluna adamış,
Allah’tan başka hiçbir düşüncesi olmayan, o sebeple yeryüzünde dolaşıp
kazanmaya imkân bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri
tokluktan dolayı zengin sayılan fakirlere verilmelidir. Çünkü onlar ortalıkta
görünmezler, yüzsuyu dökerek kimseden birşey isteyemezler. Yaptığınız ve
yapacağınız hayırlarınızı Allah eksiksiz bilir ve karşılığını verir.”
(Bakara, 2/273). Müfessirlere göre, bu ayetle anılan fakirler, birinci derecede
Allah yolunda çalışanlar, ikinci derecede ise samimi gayelerle ilim öğrenen ve
aynı şekilde öğreten fakirlerdir. Bakara süresinin 274. ayetinde ise Allah’ın
şu beyanı görülür; “Mallarını gece ve gündüz, açık ve gizli hayra sarfe-
denlerin mükâfatlarını Rab’leri verecektir. Onlar için ne korku, ne de üzüntü
vardır.’’ (Bakara, 2/274). Müfessirlere göre bu ayetlerde teşvik edilen
hayırlardan birinci derecede murad edilen zekâttır. Zira İslam’ın emrettiği
şekilde zekât noksansız verilirse, fakirlik yok denecek kadar azalır. Ancak,
zekâtın sarf yerleri belli ve sayılı olduğundan, zekât verilmeyen yerlere de
zekâtın dışında hayır yapılması gerekir.
İslam’ın bu prensipleri müslüman insanı
hayır sahasına yöneltir ve Allah’ın verdiği serveti Allah yolunda harcama
eğilimini arttırır. Çünkü iyi bir müslüman, kazancının belli bir nispetini
zekât olarak devlete veya fakirlere verdikten sonra da her müslü- manın diğer
müslümanlardan sorumlu olduğu bilincine varır ve Kur’an’ın “Allah faiz
gelirini eksiltir, hayırseverlerinkini arttırır.” (Bakara, 2/276)
mealindeki müjdesini hatırlar. Esasen zengin insan, maddi ihtiyaçlarını
tatminde doygunluk noktasına da gelmiştir. Bundan böyle ilâve tüketim
harcamalarının azalan fayda kanunu gereğince marjinal faydası süratle azalacak,
sıfıra inecek, hatta negatife dönüşebilecektir. Bu durum, insanları bunalıma götürür,
hayattan zevk alamaz hale düşürür ve behimi arzularının tatmini cihetinde gayri
ahlaki yollara saptırır, azdırır.
İyi bir müslüman bu noktaya inmez. Çünkü
istihlâkini, doygunluk noktası olan sıfıra inmeden ahlaki mülâhazalarla
(israftan kaçınma) esasen frenlemiştir. Lükse ve gösteriş istihlâkine gitmediği
için gayrimeşru yollara esasen yönelmemiştir. Buna rağmen, şahsi tüketiminin
marjinal faydası azalmaya başlayınca, sosyal harcamalara (sosyal yardım)
yönelirse, bu sahada azalan fayda kanunu işlemez. Sosyal harcamalar çoğaldıkça
sağladığı manevi tatmin duygusu artar. Zira o kimse Allah’ın rızasını sağlama
inancı içindedir.
İyi bir müslüman, bilgisini arttırarak,
hayırlı bilgilerle ahlâkını yükselterek kemal mertebesine erişmeye çalışmakla
mükelleftir. Allah’ın takdir ettiği nispette maddî ve manevî seviyesini
yükseltir. Allah Kur’an-ı Kerim’de bu hususla ilgili olarak şöyle demektedir: “Allah,
dilediğine faydalı bilgi (hikmet), zenginlik ve bolluk verir. Kime hikmet
verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Aklı erenler, bundan
ibret alırlar.” (Bakara, 2/269). Müfessirlere göre, bu ayette geçen hikmet
kavramının maddî ve manevî muhtevası vardır; Allah, bol ihsanda bulunduğu zaman
yalnız malı veya yalnız mağfireti vermez. Her ikisini birleştiren hikmeti
verir. Hikmet verilen kişiye nuranî basiret verilmiştir ki onunla, hareket ve
davranışlarında isabetli ve doğru kararlar verir. Hikmet sahipleri, derin ve
yararlı bilgiler edinir. Allah’ın kendisine hikmet verdiği kimseler
evvelemirde Peygamberler ve ilmi ile amel eden âlimlerdir. Bilgili olmanın en çok
değer verilen tarafı, insanlığa yararlı olmaktır. Peygamberimiz hadislerinde
şöyle buyurmuştur; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır.
” “Allah’tan yararlı bilgi isteyin, yararsız bilgiden Allah’a sığının.”
“Doğruluk, adalet, ihlâs, sevgi, saygı, ağırbaşlılık, başkalarına faydalı
olmak, cömertlik, alicenaplık gibi yüksek vasıfları taşıyan kimseler de hikmet
ehlinden sayılır. İslam’a tam olarak inanan, Kur’an’ın emirlerini öğrenip,
noksansız uygulamak için çaba sar- feden, tüm kötülüklerden uzak duran kimse
hikmet sahibidir ve onlara büyük hayır verilmiştir.” (Bakara, 2/269).
Böylece müslüman insan,
İslâmî prensiplere göre hareket ettiğinde rasyonel bir davranış olarak sosyal
yardım cihetine yönelir. Kur’an-ı Kerim’de bu husustaki hükümlerden birkaçı
şöyle der: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça (en) iyiye
eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir. ” (Al-i İmran,
3/92). Bu ayeti kerimede “en iyi” şeklinde tercüme edilen “birr” kelimesi,
hayrın, iyiliğin kemâl noktası, Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti manalarında
anlaşılmıştır. “Birr”; imanda, ibadette ve ahlâkta en doğru ve en güzel hayatı
yaşamaktır. Böyle bir hayata ve Allah’ın lütuf ve inayetine ulaşmanın
şartlarından biri, kişinin sahip olduğu ve sevip bağlandığı şeyleri Allah yolunda
kullanmasıdır. Müfessirlere göre bu şeyler, servet, mevki ilim ve beden kuvveti
gibi maddi ve manevi imkânlardır. Yine bu konuyla ilgili olarak Kur’an-ı
Kerim’in Bakara süresinde Allah kullarına hitaben şöyle demektedir: “Gerçek
iyilik, yüzünüzü doğa veya batı tarafına çevirmeniz değildir; asıl iyilik,
Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere, inanmak; Allah
rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere
ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcamak, namaz
kılmak ve zekât vermektir” (Bakara, 2/269).[54]
“Antlaşma yaptığı zaman verdikleri sözü yerine getirenler, sıkıntı,
hastalık, savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar, bu vasıfları
taşıyanlardır. Azaptan korunacak olanlarda ancak onlardır.’” (Bakara,
2/177). “Ey inanç sahipleri, size verdiğimiz zenginliklerden bir kısmını
yoksullara harcayın. Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı (kıyamet) günü
gelmeden hayır işleyin.’” (Bakara, 2/254). “Mallarını Allah yolunda
harcayanların durumu, her başağında yüz dâne olmak üzere yedi başak veren bir
dânenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfu
boldur, her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/261). “Mallarını Allah yolunda
hayra verip de sonra başa kakmayan, alanların gönlünü kırmayan (onlara iyi
davranan) kimselerin Allah katında kendilerine has mükâfatlar vardır. Onlara
korku ve acı yoktur. Çünkü güzel söz ve hoş görü (suç bağışlama), peşinden
başa kakılan, gönül inciten sadakadan daha iyidir.” (Bakara, 2/262-263).
“Ey inananlar, gösteriş için malını
harcayan, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi başa kakmak
ve eziyet etmek suretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Çünkü onun bu hali,
üzerinde biraz toprak bulunan kayanın haline benzer ki, şiddetli yağmurdan
sonra üzerindeki toprak silinip çıplak kaya haline gelir. Böyleleri (gösteriş
için amel edenler) kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah
inanmayan toplumlara doğra yolu göstermez.’” (Bakara, 2/264). “Ey iman
edenler, hayrınız için kazandıklarınızın, yetişen ürünlerinizin temizlerinden
harcayın. (Zekât ve sadaka verin). Kendinizin ancak göz yumarak alabileceği değersiz
ve kötü şeyler vererek sakın hayır yapmaya kalkışmayın. Biliniz ki Allah
vereceğiniz sadakalardan müstağnidir, övülmeye lâyıktır, her şeyi bilicidir.”
(Bakara, 2/267).
Müteakip ayet-i kerimede
Cenab-ı Allah kullarına şöyle hitap ediyor: “Şeytan, sizi fakirlikle tehdit
eder (korkutur, fakir olursunuz diyerek sadaka vermenize mani olur) ve
sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise bolluk vericidir. Allah’ın ihsanı
boldur, her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/268).
Müfessirlere göre bu ayetlerde hayır yapmak teşvik edilmiş, ancak hayır
yaparken kalp kırılmaması, fakirin küçümsenmemesi, eziyet edilmemesi, yapılan
iyiliğin başa kakılmaması, gösterişten kaçınılması, şiddetle tavsiye
edilmiştir. Aksi halde, yapılan hayırdan fayda ve sevap yerine günah ve azap
gelir (Bakara, 2/264).[55]
Müslüman insan gelirini
hayra sarf edince, fakirin nezdinde itibarı artmış olur. Sınıf mücadelesi ve
nefreti, yerini insanlarara- sı ahenk ve sevgiye bırakır. Bu arada bu zengin
müslüman, yardıma muhtaç insanlar arasında dara düşmüş tüccarlarla ve borç
isteyen müslümanlarla da karşılaşır.
Karz-ı hasen, menfaat
düşünmeden, hayır için borç vermek demektir. İmkânı olan insanın, darda kalmış
olanlara karşılık beklemeden ödünç vermesi tavsiye edilmiştir. Bu hususla
ilgili olarak, Allah, Kur’an-ı Kerim’de insanlara şöyle hitap etmektedir: “Eğer
borçlunuz darlık içinde ise, eli bollanıncaya kadar ona zaman tanıyın. Eğer
gerçekleri çok iyi anlayan kimselerden iseniz, (ödeyemeyecek derecede güçsüz
olan borçlunun borcunu) sadaka yerine bağışlarsanız sizin için daha hayırlı
olur” (Bakara, 2/280). “Ey inananlar, muayyen bir vade ile borçlandığınız vakit
onu yazın. Aranızda bir kâtip de doğrulukla yazsın. Yazan, Allah’ın kendisine
öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, (herşeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın.
Borç, büyük veya küçük olsun, onu müddeti ile beraber yazmaya üşenmeyin. Bu
şekilde yapılan muamelelerde şahit gösterin (hiç bir kâtibe ve hiçbir şahide
zarar verilmesin.)” (Bakara, 2/282).
Müfessirlere göre, bugün
uygulanmakta olan noter sistemini ortaya koyan ve uygulanmasını isteyen İslâm
dinidir. Şahitlik ve kâtiplik müessesesi, herkesçe korunması gereken bir
müessesedir. İnsanlar arasında yapılan her türlü muamelenin şahitler huzurunda
yazılması hak ve adalete daha uygundur.[56]
Karzı hasen, menfaat düşünmeden, hayır
için borç vermek olduğundan, insan kime borç verecektir? Tabiatıyla ihtiyacı
olan iyi bir insana. Varlıklı müslüman insan ihtiyacı olan iyi insana ödünç
verince cemiyetin iktisadi yapısı ile sosyal bünyesi arasında irtibat
kurulmuş, insanlar, iktisadi hayatta dürüst harekete teşvik edilmiş olacaktır.
Müslüman insan, şahıslara bizzat borç verebileceği gibi, bu yardımı müesseseler
kanalıyla da yapabilir. Meselâ vakıflar bunlardan biridir.
10.
Fakirin Zengin Üzerindeki Hakkı
Zekât mecburiyeti kaidesi; İslamiyet’te
zekât mecburidir. Bu yolla cemiyetin nisbi olarak zengin sınıflarından fakir ve
muhtaçlara bir gelir transferi yapılmış olur. Zekât iktisadi bir ibâdet olup,
Kur’an-ı Kerim’de Allah bir çok ayetlerde namaz ile birlikte zekât vermelerini
kullarına emretmiştir. Meselâ Zariyat Sûresinde, “inananlar, mallarında
yoksul ve muhtaçlar için bir hak olduğunu kabul eder...” (Zariyat, 51/19); “Mallarında,
isteyene ve -istemediği için- mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar, cennetlerde
ikramlara mazhar kılınırlar” (Mearic, 70/24, 25). “Namazı kılın, zekât
verin, kendiniz için işlediğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız. Allah
yaptıklarınızı görür” (Bakara, 2/110).
Zekât, mecburi bir ödeme olduğu için,
zenginlerin malı ve serveti üzerinde cemiyetin bir hakkı olarak tezahür eder.
Zekât, bu özelliğiyle ihtiyari mahiyetteki sadakalardan ayrılır. Esasında
sadaka, zekâtı da kapsayan daha geniş bir kavramdır. Bu manasıyla her zekât,
aynı zamanda bir sadakadır. Fakat mecburi olan yegâne sadaka şekli zekâttır.
İnsanlar, belli bir nisabın üzerinde üretken mala sahip olduğunda zekât ödemek
mecburiyetindedir. Zahiri (dışarıdan görülebilen) ve batıni (dışarıdan görülüp
bilinemeyen) üretken mal ve kıymetlerin toplam değeri, bu belirli nisabı
aşarsa ve bir yıl süreyle elde bulunmuş olursa, onun sahibine zekât ödeme
mecburiyeti doğar. Nisabın, zaruri ihtiyaçları tatmin sınırının üstünde olması
gerekir. Aynı zamanda nisab sınırını aşan insan, borçsuz olmalıdır veya borcu
düşüldüğünde kalan değer, nisab sınırını aşmış olmalıdır.
Üretken olmayan mallarla, zaruri
ihtiyaçları karşılayan mallar, zekât nisabının hesaplanmasında dikkate
alınmaz. Zekâtın nisbeti, varlığı oluşturan malların cinsine göre asgari %2,5
ile %20 arasında (1/40 ile 1/5 arasında) değişir. Tevbe Suresinde zekâtın sarf
yerleri sekiz gurupta belirtilmiştir:
4.
Müellefetül kulûb,
gönülleri
İslam’a ısındırılmakistenen- ler,
5.
Esirlik ve kölelikten
kurtulmak isteyen esir ve köleler,
6.
Borcuna karşılık malı
olmayan borçlular,
7.
Allah yolunda çalışıp
cihad edenler,
8.
Yol oğlu, yolcu olup,
yolda dara düşenler (Tevbe, 9/60).
Bu ayet, zekâtın farz olduğunu gösterir ve
alınan zekâtların harcanacağı yerleri belirler. Bu tasnife göre, zekât
verilecekler arasında önce fakir ve muhtaçlar gelir. Zekâtın sarf yerleri,
Kur’an-ı Kerim’de Allah tarafından açıkça belirtilmiştir. Nelerden ve ne miktar
zekât alınacağı da hadislerle açıklanmıştır.
Toplumun iktisadi bünye itibariyle dengeli
bir yapı arz etmesi her şeyden evvel bu müslüman insan tipinin
yetiştirilmesine bağlıdır. Çünkü ister işçi, ister işveren, ister kendi başına
çalışan olsun, ister özel kesimde, ister kamu kesiminde çalışan durumunda
bulunsun, toplumun yapısını insan unsuru oluşturacaktır.
Eğer iktisadi hayatta özellikleri
belirtilen müslüman insan tipi çoğalır, fertler İslam’ın bu normatif
kaidelerine göre davranışlarını ayarlayabilirse, insanın eline geçen imkânları
iş hayatında iyi değerlendirmesi, talebi ve arzı meşru ve faydalı sahalara yöneltmesi,
üretimi arttırması, işte verimi çoğaltması, artan tasarrufu faydalı
yatırımlara yatırması veya başka müteşebbislere karzı hasen olarak ikrazda
bulunması, devletin vergisini ve zekâtını tam ödeyerek, servetini Allah yolunda
sosyal yardımlara harcaması mümkün olur. Ve sonuçta, böyle insanlardan oluşan
bir toplumda sosyal adalet içinde iktisadi gelişme sağlanmış olur.
Ahmad, Khurshid (1966), Principies of
Islamic Education, Islamic Publication LTD, Lahor, Karachı.
Ahmad, Khurshid, (1980, Editör), Studies
in Islamic Economics, The Islamic Foundation, U.K.
Ahmad, Shaikh Mahmud (1964), Economics
of İslam: A Comperati- ve Study, Muhammed Ashraf, Kashmiri Bazar Lahore.
Ahmad, Z. Iqbal, M. ve Khan, M.F (1983,
Editör), Money and Banking in İslam, KAA.U. Jeddah, Icrie Institute of
Policy Studies, Islamabad.
Akram, Muhammad (1983), Islamic Economics,
Annotated Sources in English and Urdu, The Islamic Foundation, U.K.
Ansari, Muhammed Fazlur Rahman (1954), İslam
Versus Marxism, Islamic Public Bureau series no: 5 Athlone, Cape Tora,
South Africa.
Özek A., Karaman H., Aydın A. ve Erkal M.
(1984), Zekât, İslâmi İlimler Araştırma Vakfı Yay. 5.
Brohi, A.K (tarihsiz), Iqbal and the
concept of Islamic Socialism, Al Karimi Press. Karachi.
IDB, IRTI, Jeddah, Islamic Economics, A
bibliography, 1984.
Mahmud, Ahmed (1975), İslâm İktisadı,
Tercüme: Y. Ziya Kavakçı,
Cağaloğlu S Yayınevi. İstanbul.
Mannan, M.A. (1980), İslâm Ekonomisi,
Tercüme: Bahri Zengin, T.
Omeroğlu, Fikir Yayınları, 4. baskı, İstanbul.
Mohammad Ajrıff (1982, Editör), Monetary
and FiscalEconomics of Islam, KAAU, ICRIE Jeddah.
Muazzam Ali (1982, Editör), Islamic Banks and Strategies of Economic Coopeation, Int. Assocition of
Islamic Banks, New Century Publishers, London.
Muslehuddin, Mohammed
(1969), Insurance and Islamic Law, Isla- mic Public Ltd. Lahore, Dacca.
Nienhous, Volker (1982), Literatüre
on Islamic Economics, in English and German, AlKitab Verlag, Köln.
Sıddıqı, M. Nejatullah
(1976), İslâm Ekonomisinin Temelleri, Tercüme: Bahar Gürsan, Kaynak
Yayınları, İzmir.
Waqar, Masood Khan
(1985), Towards an Interest Free Islamic Economic System, The Islamic
Foundation, U.K and The International Asso- ciation for Islamic Economics,
Islamabad, Islamic Economic Series, 11, U.K.
Zaim, Sabahaddin (1980),
Comtemporary Turkish Literature on Islamic Economics, in: Studies in
Islamic Economics, s. 317, Edited by K. Ahmad, The IslamicFoundation,
U.K.
Zaim, Sabahaddin (1982), Islamic
Economics as a System, Based on Human Values, in: Islamic Banks and
Strategies on Economics, Edited by Muazzam Ali, A.I.B, London, p.
1525.
Zaim, Sabahaddin (1979), İslâm
ve İktisadi Nizam, Teknik Elemanlar Birliği, Karabük Şubesi Yay. 1,
Karabük.
Zaim, Sabahaddin (1978),
İktisadi Faaliyetlerde İslami Davranış Tarzı, İslâm Tetkikleri Enstitüsü
Dergisi, Cilt 7, Sayı 12.
Zaim, Sabahaddin (1969), Modem
İktisat ve İslâm, M.T.T.B. İstanbul.
Ziyauddin Ahmad, Munewar
Iqbal, M. Fahim Khan (1983, Editör), Financial Policy and Resource
Allocation in Islam, Institute of Policy Stu- dies, Islamabad, Pakistan.
Manası: Zekât İslam’ın beş
şartından biridir ve mali bir ibadettir. Zekât, zenginden fakire bir gelir
transferidir. Bu yönüyle zekât (ihtiyari) bir sosyal yardım değildir. Fakirin
zengindeki hakkıdır, zengin için mecburi bir sadakadır. Manası büyüme, temizlenme
ve arınmadır.
Mükellefiyet: Zekât kime farzdır?
Müslüman, akıllı, reşit (erginlik çağına basmış), hür ve nisab’a (yeterli
zenginliğe) malik kimseye zekât vermek şarttır.
Nisab: Nisabın (yeterli
zenginliğin) ölçüsü, bir kimsenin sahibi olduğu ve kullanabildiği üretken
malların değeri 20 mis- kal (85 ila 96,2 gram) altın veya (1 miskal 100 hububat
tanesinin ağırlığıdır), 200 dirhem (595 gram) gümüşün Türk Lirası karşılığını
buluyorsa, o şahıs zekât verecek kadar zengin sayılır. Nisabın hesaplanmasında,
kişinin, üretken olmayan zaruri geçim malları, meselâ, oturduğu evi, ev
eşyası, giyim eşyası, özel arabası, mesleki aletleri hesaba katılmaz (gelir
vergisindeki zaruri masraflar veya asgari geçim indirimi kavramı gibi). Nisab
miktarı malın kişinin elinde bir yıl süre ile durmuş olması gerekir. Meselâ,
1997 yılı içinde elinde bulundurduğu nisab miktarı mali varlığın zekâtını 1998
yılında ödeyecektir.
Zekât Nisbeti: Zekâta tabi mali varlığın
muhtevasına (çeşidine) göre 1/5 ile 1/40 arasında değişir. Bir başka ifade ile
zekât
nisbeti %2,5 ile %20
oranı arasında değişir. Nisbet, mali varlığın doğuşuna esas olan mal ve üretim
tipine göre değişir, (esası farklı olmakla beraber katma değer vergisindeki
kavrama benzer). Zahmetsiz kazançlarda oran yüksektir (% 20)! Ticari mallarda
ve altın ile gümüşte, nakit parada (% 2,5)’tur. Toprak mahsullerinde 1/10 ila
1/20 arasında değişir. Yatırım gerektiren sulu tarımda 1/20, yağmura bağlı
tabii tarımda 1/10 oranı uygulanır. Gayrimenkul ve hayvanlar dışında, hacim ve
ağırlıkla ölçülemeyen bütün mali değerler, ticari mal sayılır. 1/40 (% 2,5)
oranında zekâta tabidir. Hisse senetlerinden, ticari eşya gibi 1/40 oranında
zekât verilir.
Zekâtın Hesaplanması: Kişinin muhtelif gelirleri,
kendi oranlarına göre hesaplanıp toplanır. Bu miktara alacaklar ilave edilip,
borçlar düşülür. Kalan miktar TL olarak zekâtın matrahını teşkil eder.
Zekâtın nisabı ve oranı konusunda, teknik
ayrıntılar açısından 4 mezhebe göre bazı farklı ölçümler yapılır. Bu
hususlarda gerekli bilgi için il veya ilçe müftülüklerine başvurularak bilgi
alınmalıdır.
Zekât ödemesi 8 yere
yapılabilir:
3.
Toplayanlara (kamu tarafından toplanan
varsa),
6.
Borçluları borcundan kurtarmak için,
8.
Yolculara (darda kalmış ise).
Fakir, malı ve geliri olmayan kişidir.
Muhtaç, ihtiyacını karşılayacak geliri olmayan kişidir.
1.
Kim zekât verir? Geliri ve mali varlığı,
nisabın üstünde olanlar zekât verir.
2.
Kim zekât alamaz ve vermez? Geliri
ihtiyacına yeten, fakat geliri ve mali varlığı nisabın altında kalanlar zekât
alamaz; zekât vermesi de gerekmez.
3.
Kim zekât alır? Geliri ihtiyacına
yetmeyenler zekât alır.
Zekâtın amacı nedir? Zekâtın amacı 1.
gruptan geliri 3. gruba transfer etmek ve 3. grubu 2. gruba doğru
yükseltmektir. Tabir caizse, piramidin ortasını büyütecek, kutuplaşmayı
önleyecek, orta direğe girenleri çoğaltacak şekilde, toplumda gelirin yeniden
dağılımını ve sosyal adaleti sağlamaktır.
Vergi zekâta sayılır mı? Kesinlikle hayır.
Vergiden sonra kalan net gelir üzerinden zekat ödenir. Zekâtı vergiden ayıran
13 türlü faktör vardır. Şunlardır:
1.
Zekât dini bir vecibe, mali bir ibadettir.
Vergi, devlet gelirlerine iktisadî ve mali vatandaşlık katkısıdır;
2.
Zekât yalnız Müslümanlar içindir. Vergi
her vatandaş içindir;
3.
Vergi affedilebilir, zekât affedilemez;
4.
Zekâtın sarf yeri, (belirtilen 8 yer
olarak) kesindir; verginin değildir;
5.
Zekât zenginden fakire gider; vergide şart
değildir;
6.
Zekât ödeyen, bundan faydalanamaz; vergide
bu mümkündür;
7.
Zekât üretken servetten alınır; vergi ise
tüketimden de alınır;
8.
Vergide kayıp önemlidir; zekât ibadet
olarak ödenir;
9.
Amaç farklıdır; zekâtta amaç gelir
dağılımı için gelir transferidir; vergide devletin ihtiyacını karşılamaktır;
10.
Zekâtta asgari sorumluluk kesindir;
vasıtalı vergide değildir;
11.
Vergi yükü, vergiyi ödeyen tarafından
tüketici veya üreticiye yansıtılabilir; zekâtta olmaz;
12.
Zekât yalnız geliri değil, atıl duran mali
varlıkları da kapsar, müterakkilik karakteri daha kuvvetlidir.
1.
Zekâtta menfi vergi karakteri vardır.
1. Türkiye’nin zekât
potansiyeli nedir?
|
1986 |
1988 |
Gayri Safi Milli Hâsıla |
40 trilyon TL |
100 trilyon TL |
Zekât Potansiyeli (Nakit olarak, altın vs. dâhil): |
1 trilyon TL |
2,5 trilyon TL |
Sanayi’de |
550 milyar TL |
1,5 trilyon TL |
Tarım’ da |
350 milyar TL |
700 milyar TL |
Ticaret, Hizmet |
250 milyar TL |
800 milyar TL |
Zekât Potansiyeli |
2,150 milyar TL |
5,5 trilyon TL |
1986 yılında 40 trilyon TL GSMH’da 2,15 trilyon
TL zekât potansiyeli ve 1988 yılında 100 trilyon TL GSMH’da 5,5 trilyon TL
zekât potansiyeli, Türkiye dışında bankalarda 30 milyar DM varsa 30 trilyon
eder. Zekât potansiyeli 750 milyar eder.
Gelirin % 80’i % 20’nin elindedir, 80
trilyonun l/40’ı 2 trilyon eder. Düşülecek meblağlar: Vergiler, gayrı
Müslimler, yabancı sermaye ve nisabın altında olup asgari geçimin üstünde
olanlardır.
Türkiye’de, 1986’da 40 trilyon GSMH’da 2,2
trilyon TL civarında zekât potansiyeli tahmin edilmiştir.
1988’de 100 trilyon TL’lık GSMH’da 5,5
trilyon TL’lık zekât potansiyeli tahmin edilmiştir. Yani, 1988 yılında tahminen
ödenmesi gereken zekât Türkiye’de 5,5 trilyon TL civarında olmuştur.
Fiili zekât ödemesi ise bu miktarın
altında olabilir. Bu durumda eğer bütün Müslüman vatandaşlardan nisabın
üstünde geliri olanlar zekâtlarını tam ödeseler, resmi rakamlardaki gelir
dağılım tablosuna göre 5,5 trilyona yakın bir gelir transferinin zenginden
fakire yapılması gerekirdi.
Uygulamada ise, bu miktarın 1/4’ünün
yapıldığını iyimserlikle tahmin ediyoruz. Bu durumda 4 trilyonluk bir zekât
kaybı olmuş demektir.
1.1 Zekâtın İktisadî faydaları nelerdir?
Zekâtın İktisadî faydaları:
1.
Verimi ve fleksibiliteyi artırır;
2.
Milli geliri yeniden sosyal adalet yönünde
dağıtır;
3.
Gösteriş tüketimini zaruri ihtiyaç
mallarına aktarır, kaynak dağılımını düzeltir;
4.
Atıl geliri azaltır, yatırımı artırır;
Tartışmalı konular
1.
Zekâta tabi mallar genişler mi?
2.
Nisab hesabında gelirler ayrı mı
toplansın?
3.
Gümüş üzerinden mi, altın üzerinden mi
hesaplansın?
4.
Bir yıl elde tutma şartı nerelerde
geçerlidir?
5.
Borçların düşülmesi nasıl olur?
6.
Şirketlerde hesap tarzı nasıl olur?
7.
Allah yolunda, fakire faydalı alt yapı
yatırımlarına zekât geliri sarf edilebilir mi?
8.
Çeşitli mallarda oranlar nasıldır?
Bu ve benzeri konularda tereddütleri
olanlar, ilgili il ve ilçe müftülüklerine müracaat ederek gerekli bilgileri
almalıdır.
2.
Zekât Nisabının ve Fitre Miktarının Bugünkü Nakdî Değeri[58]
2.1 Zekât Nisabının Hesaplanması: Doğrudan
hesaplama metodu
İslami literatürde insanlar zekât nisabı
yönünden üç gruba ayrılabilir.
Birinci Grup Fakirlerdir. Bunlar, gelirleri asgarî
geçim haddi- nin altında kalan insanlardır. Dolayısıyla mevzuumuz açısından
zekât alabilirler, fitre alabilirler, kurban kesmeleri vacip değildir.
Tabiatıyla zekât mükellefi değillerdir. Acaba nakdî ölçekler itibariyle bu
fakirlik sınırı nedir?
Bugün (2004) ülkemizde fakirlik sınırını belirten çeşitli göstergeler
vardır:
1. Asgarî Bağ-Kur emeklisi aylığı |
285 d |
lilyon TL |
Aylık |
2. Asgarî Ücret |
318 |
“ |
“ |
3. Asgarî işçi emeklisi aylığı |
400 |
“ |
“ |
4. Asgarî memur maaşı |
481 |
“ |
“ |
5. TÜRK-İŞ’in Asgarî Geçim Haddi (Açlık sınırı) |
480 |
“ |
“ |
6. Asgarî memur emekli maaşı |
513 |
“ |
“ |
7. T. KAMU-SEN’in Asgarî Geçim Haddi (Açlık sınırı) |
612 |
“ |
“ |
Konuyu nüfus başına millî gelir açısından ele alırsak, karşımıza
şu göstergeler çıkar:
1986 sabit fiyatlarıyla nüfus başına millî gelir (TL)
2000 yılında |
1,767 milyon TL. |
(1.8 milyar TL.) |
2002 “ |
1,670 “ |
(1.7 milyar TL.) |
2003 “ |
1,741 “ |
(1.8 milyar TL.) |
Yani 2000 ile 2003 yıllarında gelirler
yaklaşık aynı kalmıştır. Fakat döviz değerleri değişmiştir. ABD doları ile
nüfus basma millî gelir (cari döviz kuruyla) şöyledir:
1993 |
3,065 |
dolar |
2000 |
2,987 |
“ |
2002 |
2,598 |
“ |
2003 |
3,383 |
“ |
2002 yılında Hanehalkı fertlerinin yıllık
kullanılabilir geliri nedir? Hanehalklarının toplamı gelirlerine göre en alttan
yukarıya doğru, %20’lik gruplar hâlinde beş gruba ayrılmıştır. Bu grupların
toplam gelirdeki payları şöyledir:
2002’de kullanılabilir gelir: 143,8
katrilyon TL’dir. Gelir getiren: 31 milyon kişi, nüfus: 70 milyon, ilk ve son
%10’lar: 7 milyon nüfus, %20’lik gruplar: 14 milyon nüfusu kapsar.
Gruplar |
Gelir veya harcamanın
(% payı) |
Toplam Gelir
(katrilyon TL.) |
Aylık Gelir |
Günlük Gelir (milyon
TL.) |
|
İlk %10 |
1.90 |
2.7 |
390 milyon TL. |
13 |
|
1. %20 |
5.29 |
7.6 |
543 milyon TL. |
18.1 |
|
2. %20 |
9.81 |
14.1 |
1.0 milyar TL. |
33.3 |
|
3. %20 |
14.02 |
20.2 |
1.4 milyar TL. |
46.7 |
|
4. %20 |
20.83 |
30.0 |
2.1 milyar TL. |
70 |
|
5. %20 |
50.05 |
72.0 |
5.1 milyar TL. |
170 |
|
Son %10 |
34.60 |
49.8 |
7.1 milyar TL. |
236.7 |
Bu göstergelere göre,
genel bir yaklaşımla nüfusun %20’sinin, yani 14 milyon insanın geliri aylık 543
milyon TL, gündelik 18,1 milyon TL’dir. İlk %10’a giren %10’nun, yani 7
milyonun ortalama aylığı 390 milyon TL, gündeliği 13 milyon TL’dir.
Fakirlik sınırı için verdiğimiz
göstergeler ayda 550 milyon TL, hatta 600 milyon, TL’yi asgarî geçim haddi
olarak göstermektedir.
Şu hâlde Türkiye’de fakirlik sınırı 550
milyon TL civarındadır diyebiliriz. Gelir ve harcamalar itibariyle ilk %20’ye
giren 14 milyon civarında nüfus mutlak manada fakirdir, yardıma muhtaçtır,
zekât, fitre ve her türlü yardıma müstahaktır.
II- Zekât nisabı bakımından ikinci grubu
İslami literatürdeki Nisab-ı İstiğna teşkil eder. Bu gruptaki insanların
geliri asgarî geçim haddinin üstündedir. Fakat Nisab-ı Gına olan zenginlik
sınırının da altındadır. Bu gruptakiler zekât mükellefi değildir. Zekât, fitre
vs. yardım da alamazlar. Buna mukabil fitre verir ve kurbanlarını keserler.
Hanehalkı harcamalarına göre Türkiye’de
ikinci %20’ye giren 14 milyon nüfusun aylık geliri 1 milyar TL, gündelik
geliri ise 33,3 milyon TL civarındadır.
Asgarî geçim hesaplarında T. Kamu-Sen’e
göre (yoksulluk sınırı), bence zenginlik sınırı demek daha doğrudur; 2004 için
1,668 milyon TL, Türk-İş’e göre ise 1,457 milyon TL’dir. İslâmî literatürde
zenginlik (yoksulluk) sınırına Zekât Nisabı veya Nisab-ı Gına denmektedir.
Klâsik Nisab ölçüsü olarak verilen
miktarlar şöyledir: 200 dirhem (595 ar.) gümüş zekât nisabı olup, bugünkü
raiciyle 166 milyon TL.dir. Zira 900 ayar gümüşün bir gramı 279 bin TL’dir. Bir
dirhem 425 gr. altına tekabül eder. Bir gram altın ise 62,5 gr. gümüşe
muadildir. Şu hâlde bugün için 200 dirhem gümüş’ ün nisab ölçüsü olma vasfı
kalmamıştır. 22 ayar 85 gr. altının değeri 1.523 milyon TL’dir.
Şu hâlde hem altına, hem de nakdî ölçülere
göre zekât nisabı için 1,5 ilâ 1,6 milyar TL diyebiliriz. Her iki ölçüye göre
de ikinci ve üçüncü %20’leri teşkil eden 14+14 = 28 milyon nüfusun geliri bu
zenginlik sınırının, yani NİSAB’ın altında kalmaktadır. Çünkü bu grupların
aylık ortalama gelirleri 1 milyar TL ile 1,4 milyar TL arasında kalmaktadır.
Tarım kesimlerinde aynî varlığa sahip
olanlar için, arzu ederlerse, nakdî ölçülere gitmeden AYNÎ nisab ölçüleri
geçerli olur. Bunlar da: beş deve (40 koyuna denk), 40 davar (koyun-keçi), 30
sığır, 5 VESK (652,8 kg tahıl), 81 şinik buğdayı klâsik ölçekler olarak kırsal
kesimde evleviyetle kullanılabilir.
Bu duruma göre tekrarlarsak, gerek altın,
gerek nakdî ölçülere göre zekât nisabı (nisab-ı gına) aylık gelir olarak 1,5
milyar TL’nin, yıllık gelir olarak 18 milyar TL’nin üstüdür. 2. ve 3. gruba
giren, nüfusun %40’ının gelir seviyesi fakirlik sınırının üstünde olmakla
beraber zekât nisabı olan zenginlik sınırının altındadır.
Türkiye’de dördüncü ve beşinci %20
gruplarına giren en üstteki %40 nüfus (28 milyon) zekâta ehildir. Çünkü aylık
ortalama gelirleri 2,1 milyar TL: ile7.1 milyar TL arasında, yıllık gelirleri
ise 25 milyar TL ile 85 milyar TL arasında bulunmaktadır. Bunlara zekât
vaciptir; zekât verir, fitre verir, kurban keserler.
Bugünkü şartlara göre gelir dağılım
politikası açısından hedef, birinci gruptaki gelir sahiplerinin bir kısmını
ikinci gruba aktararak hayat seviyelerini yükseltmektir. Yani fakirlerden bir
kısmını nisab-ı istiğna grubuna aktarmaktır. Zekâtın da uygulan- masındakil
amaç bu gayenin tahakkukuna imkân nispetinde yardımcı olmaktır.
Özetlersek: Zekât nisabında:
1.
Fakirlik sınırı: 550 milyon TL,
2.
Nisab-ı istiğna: 550 milyon TL ile 1,5
milyar TL arası,
3.
Zekât nisabı (nisab-ı gına): 1,5 milyar
TL’nin üstüdür.
Bu duruma göre bir şahsın yıl içindeki
aylık ortalama geliri
2 milyar TL ise, 2x12 = 24 milyar TL’lik
yıllık gelirinin kırkta biri olan 600 milyon TL zekâtını öder. Eğer nisaba
dâhil bütün gelirlerinin toplamı, borçlar çıktıktan sonra sene başında ve
sonunda 24 milyar TL’yi aşıyorsa, zekâtını çıkan meblağ üzerinden öder. Zekât
nispeti, tabiatıyla bu meblağın içine giren para, hisse senedi, gayrı menkul
geliri vs, gibi zekâta tâbi varlıkların nevine göre gerekli oranlarda
hesaplanır. Bu husus konumuz dışındadır.
Daha detaylı ölçüler elde etmek istersek
hanehalkı gelirleri kır ve kent diye iki gruba ayrılmaktadır. Kentlerde
ortalama 5.2 milyar TL hanehalkı gelirine karşılık, kırda bu miktar 2.6 milyar
TL’ye düşmektedir.
Kent ve kır bölgeleri için ayrı ayrı hesaplar yapılabilir.
Ayrıca Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE)
tarafından gayrisafi yurt içi hâsılanın iller itibariyle de dağılımı
yapılmıştır. İllerin nüfusu da bellidir, kişi başına yurt içi hâsıla illere
göre de düzenlenmiştir.
Bu sebeple hükümet, 1,500 doları esas
alarak, geliri bu miktarın altında kalan illeri, FAKİR, gelişmeye muhtaç kabul
etmiş ve bu illere yatırımları teşvik edici bir program uygulamaya başlamıştır
(Yatırımcılara bedava arsa, vergiden muafiyet vs, gibi teşvikler sağlanmıştır).
Bölgelere, göre de bir hesaplama
yapılabilir: Türkiye genellikle yedi bölgeye ayrılmaktadır. Bunlar: Marmara,
Karadeniz, Ege, Akdeniz, Orta Anadolu, Doğu Anadolu ve Güney-Doğu Anadolu
bölgeleridir. Ayrıca Marmara bölgesi kendi içinde Doğu ve Batı Marmara,
Karadeniz bölgesi de Doğu ve Batı Karadeniz Bölgeleri diye ikiye
ayrılmaktadır. Bu bölgelere göre de hesaplamalar yapılabilir. Teklifimiz
sudur: Diyanet İşleri Başkanlığı’nda İlmî araştırmalarla ilgili bir bölüm
vardır. Bunun içinde bir ZEKÂT VE FİTRE BİRİMİ kurulabilir. Yapacakları iş,
yukarıda belirtilen hesapları yapmak için bir yandan DİE. Gelir ve Tüketim
İstatistikleri Şubesi ile irtibata geçmek; diğer yandan SSK, İs İstatistikleri
Birimi ve Devlet Plânlama Teşkilâtı (DPT) ile işbirliğine gitmektir; Lüzumlu
bilgileri alır ve illere, bölgelere, kır ve kentlere göre zekât ve fitre nisab
ve miktarlarını tespit eder. Sonra her yıl, enflasyona göre sabit fiyatlarla
gelir nispetindeki tahavvüllere göre zekât nisabla- rını gözden geçirip yeniler.
Bu çalışmalarında İstanbul’daki T. Diyanet
Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) ile işbirliği yapabilir. Herhâlde
böyle bir işlem il müftülüklerine bırakılamaz.
Zekat zengininde servetin üzerinden sene
geçmesi gerekirken, fitre zengininde sene geçmesine gerek olmaz. Servete bayram
günü sahip olsa bile fitre verilmesi gerekir.
Fitre Ramazanda Bayram günü ikindiye kadar
verilir. Bayram gecesi doğana da şükür fitresi verilir. İslami literatüre göre
fitre miktarının bir ailenin günlük iaşesini karşılayacak miktarda olması
gerekir. Arkadaşlarımız tebliğlerinde İslâmî kaynak ve dayanakları etraflıca
izah etmişlerdir. Buna göre fitre miktarını da fitre verecek ailenin gelir
seviyesi ile hayat standardı tayin eder. Aslolan fitre verenin, kendisinin bir
günlük iaşe miktarını fakir bir aileye vermesi ve onu hiç olmazsa bir günlüğüne
kendi seviyesine çıkarmasıdır.
Elimizdeki verilere göre fitre verebilecek
aileler şöyle sıralanabilir: Hanehalkı anketlerine göre nisab-ı istiğna grubu
zekât mükellefi olmadan fitre verebilecek, ikinci ve üçüncü %20’lere giren alt
gruplardır. Bunların gündelik ortalama gelirleri 83 milyon TL ile 120 milyon
TL arasındadır. Dördüncü ve beşinci %20 ’lik gruplarda ise gündelik gelir
ortalaması 178 milyon TL ile 428 milyon TL arasındadır. Hatta son %10 grubunda
günlük gelir 592 milyon TL’ye çıkmaktadır. Tüketim içinde gıda masrafı oranı
2002 hanehalkı anketine
göre, Türkiye ortalaması olarak %26.67 oranındadır. Bu oran, kentlerde %23.87,
kır’da %35.52 oranındadır (DİE, İstatistik Yıllığı 2003, sh. 353). Bunu,
ortalama %25 ilâ %30 arası olarak kabul edersek şu değerleri buluruz:
Tablo 1: Fitre Verecek
Gelir Grupları (milyon TL)
Gelir Grupları |
Günlük Gelir |
%25 Gıda Payı |
%30 Gıda Payı |
Verilecek Fitre |
2. %20 |
33 |
8 |
10 |
8 |
3. %20 |
47 |
12 |
14 |
12 |
4. %20 |
70 |
18 |
20 |
18 |
5. %20 |
170-236 |
43-60 |
51-71 |
45-70 |
Birinci en alt gelir
grubu fitre vermez, bilâkis fitre alır.
Klâsik İslâmî literatürdeki ölçeklere göre
bir tasnife tâbi tutarsak, alttan yukarıya doğru:
4.
Kuru hurma tasnifini örnek alabilir ve
fitreleri nakdî ölçülerle de dört gruba ayırabiliriz.
Birinci kademedekiler, nisab-ı istiğna
grubunun fitresi olup, zekât vermeden fitre veren an alt gruptur. Bu sebeple
bunların gıda oranını %25 olarak kabul edebiliriz. Bu durumda birinci grubun
fitre miktarı 8 milyon TL olur ve ARPA’ya tekabül eder.
İkinci kademede yer alan yine nisab-ı
istiğna grubunda oranı %25 olarak muhafaza edersek, fitre miktarı 12 milyon TL
olur ve BUĞDAY’ya tekabül eder. Üçüncü kademede 4. %20’lik grubun gündelik
geliri 70 milyon TL civarında olduğundan, bunun da %26 üzerinden ortalama fitre
miktarı 20 milyon TL olur ve KURU ÜZÜM’e tekabül eder.
Dördüncü kademede son %20’lik ve %10’luk
grupların karma ortalamasına göre fitre miktarı 46 milyon TL olur ve KURU
HURMA’ya tekabül eder.
Şu hâlde 2004 yılı için klâsik modeli esas
alırsak fitre miktarı şöyle olur:
FİTRELER
1 |
Arpa |
üzerinden |
8 milyon TL |
2 |
Buğday |
“ |
12 “ |
3 |
Kuru üzüm |
“ |
18 “ |
4 |
Kuru hurma |
“ |
46 “ |
Not: Kırsal bölgelerde miktarlar düşer.
In this paper the author has made a survey
of literatüre perta- ining to assessment, collection and disbursement of Zakah
toget- her with the issues that emerge from them. The paper discusses the bases
of Zakah assessment including nisab, productivity and ownership of Zakatable
assets. It also deals with conditions of eli- gibility to pay Zakah, and the
different rates of Zakah on various kinds of wealth varying from articles of
trade to windfall profıts. In this context, some controversial points such as
the changing values of gold and silver, Zakah on industrial assets, income
front stocks and bonds etc. are raised from the fiscal point of view; Zakah is
contrasted with secular taxes using a number of crite- ria. The macroeconomic
impact of Zakah is also examined. The paper refuses the argument of some
scholars who favor that Zakah rates should be made flexible and responsive to
the state of economic condition. It is argued, however, that the proper mana-
gement to Zakah proceeds can conceivably serve as an economic tool for
stability as well as a measure to counter cyclical changes in economic growth.
It is maintained that Zakah proceeds have a multiplier effect on the national
economy if they are productively invested. Zakah is seen to have a positive
role not only in the fair reallocation of scare economic resources, but also in
the redist- ribution of income in favor of the poor and the disadvantaged
(Editors).
32. Prof. Sabahattin Zaim was a professor
the İstanbul University, Turkey et the time of the Seminar. (This paper was
published by IDB-IRTI in the proceedings of Management of Zakah in Modern
Muslim Society. 1989, Jeddah, Saudi Arabia, pp. 101-109.
Zakah is one of the five pillars of İslam.
Its importance can be judged by the fact that at different places in the
Qur’an, the injunction to perform prayers is followed by the commandments
regarding Zakah.
İn İslam, Zakah payment is compulsory,
levied on the mem- bers of the Muslim community, so as to take the surplus
money from the comparatively well-to-do members of the society and to give it
to the destitute and the needy. Zakah literally means “growth” and “increase”
as well as “purity”.
Sadaqah is a synonym for Zakah. The
general usage howe- ver, is to consider sadaqah as a more generic term applying
to alms, whose payment is a fard (compulsory), as well as to alms the giving of
which is entirely voluntary. In other words, while all Zakah is sadaqah, only
the sadaqah which is fard, is Zakah.
Zakah, being a compulsory payment becomes
the right of the entire community or society in the wealth of individuals, as
pra- yer is the right of Allah from Muslims.
Zakah is regarded by some as mere alms
giving. But this is a wrong interpretation of the tenets of Zakah as enunciated
in the Qur’an. Although private charity and payment by individuals is
permissible, Zakah does not fall in this general category.
The definition of Zakah is precise; the
amount collected by way of Zakah is also distributed in a precise manner. Its
chief beneficiaries are specified in the Qur’an.
2.
Basis of Zakah and Zakah Liability
Zakah becomes obligatory when
an individual freely owns and possesses a productive nisab (minimum) of property.
The possession and ownership of productive assets or property, apparent or
non-apparent, constitute the extent and degree of wealth of an individual,
creating the obligation to pay Zakah.
Productivity is either
real, as in procreation and trade or hy- pothetical as in the case where
productivity is possible, though not actual, in that the property has been in
the possession of the owner or his agent. Productivity, real or hypothetical,
is consi- dered to be present when one of the following three conditions
exists: 1) when property is gold or silver, 2) when animals are pastured, 3)
when property is intended for trade.
2.2
Possession and full ownership
In addition to being productive, the nisab
must also be owned in full ownership, that is, ownership combined with
possession. Consequently, mere possession of property does not subject it to
Zakah. According to Abu-Hanifah ownership without possession is not subject to
Zakah since the calculating of nisab in that case may not be possible.
For Zakah obligation the property
must be above nisab. The nisab must be over and above what is necessary
for the satisfa- ction of the primary necessities of life. The nisab must also
be free of-debt??. However, according to Al-Shafi, indebtedness does not affect
the obligation of Zakah. According to one Shafite view, indebtedness
suspends Zakah as is the case of non- apparent pro- perty.
There is disagreement as to whether a debt
of Zakah should continue a cause of exception. Al-Balkhi establishes a distincti-
on between the Zakah due on “apparent” property consisting of sawaim
animals and tithes on the one hand and “non-apparent” property consisting of
the rest of the property such as gold, silver and articles of trade on the
other. He thinks that only the debt due on apparent property exempts from Zakah,
because, according to him, only the latter kind of Zakah is subject to
demand for pay- ment on the part of the tax collector. Al-Sarakhsi takes
exception and claims that Zakah is “due” on both apparent and non-appa-
rent property.
According to the accepted Hanafite view,
debt is applied against the property which is subject to Zakah and not
against property which is destined for the satisfaction of necessities and
consequently exempt from Zakah.
The following conditions must be fulfilled
before Zakah be- comes fard (compulsory) on an individual:
There can be no responsibility without
reason and maturity. Children and the insane are not responsible for
Zakah-obligation. But there are some differences of opinion:
-
According to Abu Ubeyd, children and the
insane are not responsible, even if they are rich. According to Abu Gafer and
El Sha’bi, the property of orphans is not Zakatable. According to Abu
Hanifa, only agricultural products of orphans are Zakatable.
-
Niyyah, (intention) is necessary for Zakah
as for salat. The intention of the child and the insane are not
acceptable.
-
According to a Hadith, a child is
not responsible.
-
Purification of property is not required
for children and insane.
-
Their property will gradually get
decreased, if their pro- perty becomes Zakatable. However, according to
Malik Hanbalis and Al-Shafi’is, properties of minors and the insane are subject
to Zakah.
3.2
The state of being a Muslim
Because the payment of Zakah is a
divinely ordained act, it can be performed by a Muslim. Non-Muslims are not
liable to pay Zakah.,
“Dimar” is a property which has
slipped out of one’s posses- sion with little chance of recovery. Examples of dimar
property is property fallen into sea. Dimar property is exempted from Za-
kah according to Abu Hanifah, Abu Yusuf and Mohammedd Ibn Al-Hasan, because
the condition of productivity is absent. According to Zufar and Al-Shaffi,
however, dimar property is subjcct to Zakah for past years, when
recovered, because upon its recovery, the cause of Zakah, namely a
complete nisab has come into exis- tence. But, if the property is
deliberately hidden or buried, it does not qualify for such exemption.
3.4
Property which lacks productivity, and
basic essentials of life are exempt from Zakah
This includes dwelling houses, wearing
apparel, household utensils, slaves, employed tenants, riding animals, arms
kept for use, food used for oneself and family, articles of adornment, if not
made of gold and silver; gems, pearls, emeralds and the like; coins other than
those of gold and silver, if intended for personal expenditure, books and
tools. The principle behind the exempti- on is to avoid hardship on the part of
the Muslim to pay Zakah on items which he needs to meet the daily
necessities of life, (e.g. items required in trade but not included for trade).
Taxable limits or exemptions as developed in modern theory of taxation are ba-
sed on this principle.
3.5
The property of minors and mentally
handicapped
The property belonging to minors and the
insane is exempt from Zakah, since they lack respectively maturity,
reason and the conditions of being Muslim. According to Shafites and the Mali-
kites, minors are subject to Zakah on the grounds that Zakah is
an obligation connected with property, irrespective of ownership. However, the
Hanafites, on the other hand, hold that Zakah is an act of worship and
therefore it is obligatory only on those who can exercise intention (niyyah)
in its discharge.
3.6
Condition of completion of one year
Once the conditions enumerated above are
met, the property becomes subject to Zakah, but only if a year has
elapsed over the nisab of productive property. There is an explicit Hadith
to the ef- fect that “no Zakah is due on property before a year has
elapsed”. The elapse of a year is essential, because time is indispensable for
productivity to materialize. According to the Hanafite view, Zakah
payment may elapse after it becomes due if the deceased owner has not left any
will making settlement of the Zakah from his estate.
Shafites and Hanbalis differ on this. They
believe that Zakah debt of the deceased person may be collected from the
entire es- tate, whether or not he left any will.
The rates of Zakah depend upon the
type and capital that has gone into the creation of the property. The concept
is similar to the value added tax, although it differs in substance. The rates
vary anywhere between 1/5 to 1/40, depending upon the source of income or the
extent of property accumulation. For example, if a person has unearned income
or windfall income of some kind, the rates are higher as in the case of a
discovered treasure, a war-booty, etc which are subject to Zakah at the
rate of 20% whereas the rate of Zakah on gold, silver and articles of
trade is 1/40. Similarly, the rates of Zakah on agricultural land
inducing horticultural plots vary between 1/10 to 1/20 depending upon the type
of irrigation facilities. It is appropriate to mention that the economy or an
Islamic State during those days was basically agri- cultural and to some extent
commercial, but certainly lacked the complexity of modern business. If the land
has been irrigated and the irrigation facilities have been developed through
investment of capital and labor, the rate of Zakah on such land would be
lower say to 1/20 of the total produce, but if the irrigation facili- ties were
developed either by the State or are wholly dependent on rain, the rates would
be higher upto 1/10 of the entire produce.
Rate of Zakah on articles of trade
is the same as on gold or silver. The same applies to transactions relating to
sale and purc- hase of horses etc., carried out on business.
The nisab of gold is 20 mithqals
(85 grams) and nisab of sil- ver is 200 dirhams (595 grams).
There is no Zakah for less than 20 mithqals of gold and 200 dirhams
or silver. In determining whether or not the nisab is complete and Zakah
is due, it is the weight and not the value or number that is taken into
account. There is, however a difference of opinion as to the basis of payment.
Ac- cording to Abu Hanifa and Abu Yusuf, it is the weight that serves as the
basis. Zufar claims that the value is relevant, whereas Mu- hammed Ibn-Hasan
contends that the one that is more favorable to the poor should serve as the
basis.
Here, we do not want to go into the
details of how to measure the nisab for each item, only some of
the areas will be discussed.
Some areas requiring
further attention
a)
According to Malikis and Shafi’is, nisab
in respect of ar- ticles of trade, is necessary only at the end of the year.
Decrease of nisab at the beginning of the year is not important. But,
according to Hanbalis, nisab is necessary for the whole year.
b)
In our time, relative value of silver and
gold is subject to wide fluctuations. There are some debates about the
selection of gold or silver for the measurement of nisab. Muslim
scholars like Muhammad Abu Zahra are of the opinion that gold should be the
criterion to establish the nisab both for money as well as for ar-
ticles of trade. But, some other scholars on the other hand, do not defend the
measurement of nisab through monetary circulations, due to the cyclical
variations in gold value.
c)
As for agricultural lands on which ushr
or kharaj taxes are to be levied, Shafiis, Malikis and Hanbalis, held the
view that since the legal status of land does not affect the Zakah
obligation whether the land tax is ushr or kharaj, all
agricultural produce is Zakatable. For example, if a Muslim produces in kharaj
land, he would pay both kharaj and Zakah (ushr). But according to
Hana- fis, only ushr land is Zakatable. Muslims’ produce from kharaj
land has no Zakah obligation.
d)
Assessment of Zakah: Income from different
sources are added to each other and a unified assessment is made. If a trader,
for example, has a profit from trade and animal wealth, then both are added.
This is known in modern language as unified assess- ment.
e)
Controversy over whether Zakah
should be paid on paper money or not should not exist any longer, since paper
money is now an easy instrument that can be used as a means of payment and all
our holdings are valued in terms of this type of money. For example, Mymoon Ibn
Mahran, one of the early Muslim scholars is reported to have said that when Zakah
was due, a trader should calculate all his monetary holdings as well as other
assets which will be evaluated in monetary values and whatever loans he gave to
credit worthy individuals should be added. Out of this sum, a trader should
subtract all that he owes to others, the remainder is Zakatable. Not all
trader’s capital is subject to Zakah, only cir- culating capital is
subject to Zakah, but assets like buildings and furniture, for example,
are exempted.
f)
Whether Zakah should be imposed on
a narrow base or broad-base: Muslim jurists are divided on whether Zakah
should be imposed on a narrow base or broad-base. Those who call for a narrow
base rely on what is being narrated from the Prophet (PBUH) that he imposed Zakah
on a few types of agricultural pro- ducts. Imam Malik and Al-Shafei argued that
Zakah should be paid on all edible crops that can be stored. On the
other side, Imam Ahmad argued that Zakah be paid on all crops that could
be dried or can be stored and weighed. As such no Zakah was imposed on
fruits like apricots, peaches, apples and vegetables according to those
criteria. But, Abu Hanifah extended the app- lication of Zakah on all
products. Al-Qaradawi views that what, Abu Hanifah held was the nearest to the
spirit of the Shari’ah and conforms to what was said by Khalifah Omar
Ibn Abudl Aziz, Mujahid, Haınad and Dawud Al-Nakhie that all produce is subje-
ct to Zakah. But some jurists have argued that Zakah on vegetab-
les and fruits which could not be stored should be paid out of the value of the
crops and not in kind.
g)
Nisab for minerals: According to imam
Shafei, Malik and Ibn Hanbal, nisab condition is required for mineral
wealth to pay Zakah obligation. And this nisab is calculated as
in the case of gold and silver, that is, if the value of minerals is above 200 dir-
hams or 20 mithqals, they are Zakatable. But according to
Hane- fites, nisab conditions are not required for minerals for whether
their value is over or under nisab, they are Zakatable.
h)
Zakah on industrial wealth:
There is a difference of opi- nion about the rate of Zakah on industrial
wealth. According to Abu-Zahra, Khallaf and Abdurrahman Hasan, the income of
in- dustry is Zakatable, not the industrial machines, plants etc. The
rate of Zakah should be five percent on net income or ten per- cent for
total aggregate income. In their evaluation, they did make comparison with
agricultural land. According to Yusuf Al-Qara- dawi, comparison with
agricultural land is acceptable provided we reduce net income by deducting
expenditure for the basic ne- eds and yearly depreciation, the rest of net
income is then subject to ten percent Zakah. If income net of expenses
cannot be cal- culated exactly, the rate of Zakah should be five percent
of gross income always after deducting depreciation. On the other hand, some
Muslim economists argue that two and a half percent Za- kah rate should
be imposed on the value or machines, and other industrial assets.
i)
Zakah from real estate,
buildings and vehicles: The income from this kind of property has recently
increased very much. There is no difference of opinion on the necessity to pay Zakah
in respect of such incomes. As regards the difference related to the rate of Zakah
there are two views:
a.
to pay Zakah out of income at 2,5
percent if that income is retained, in money form, for one year;
b.
to pay Zakah at 10 percent of net
income.
j)
Income from shares and
bonds:
This kind of income is very popular nowadays. If shares are used as a trade
article, 1/40 Zakah has to be paid annually on their current market
value. But if they are saved and kept to get dividends out of them, then 10
percent Zakah should be paid on the dividends. Some of the Mus- lim
economists argue that after a period of one year, out of current value of
shares, 2,5 percent Zakah should be paid. Of course, bon- ds are not
permissible in Islam, as they carry interest. But, if there is interest income
still Zakah should be paid. According to Yusuf Qaradawi 10 percent Zakah
should be paid out of the net income shares of all companies, whether
trading or industrial. According to some other jurists, the nominal value of
shares in respect of trading companies, plus their dividends, should be levied
2.5 per- cent Zakah. But in respect of shares of industrial companies,
only out of total dividend, 10 percent Zakah should be levied.
5.
The Expenditure of Zakah Income
The Qur’an has laid down that Zakah
is to be paid for the benefit of:
c)
Those, who are appointed to collect Zakah
d)
Islamic propagation (Al Muallafatu
Qulubuhum)
According to this classification, the
first to come are the poor and the needy. Abu Yusuf, Zufar and some Malikites
define the poor as the person whose income is not enough to satisfy his ba- sic
needs, or whose income is below the level of nisab. On the other hand,
needy (miskin) means the person who has no income and property at all.
But, Shafies and Hanafis argue just the reverse and say that poor has no
income and property and needy has not enough income to satisfy his needs. Some
scholars like Hami- duNah claim that the concept of miskin includes
non-Muslim ne- edy as well. However, in either way, it is definite that people
who have no income or not enough income are eligible to get Zakah. So
there are three categories of people; one group, whose income does not satisfy
their basic needs; they are entitled to Zakah. The second group, who can
satisfy their basic needs but having income below nisab, they do not
pay Zakah, neither do they receive Zakah. The third group, whose
income is above nisab, they pay Zakah.
In an Islamic state, Zakah
collectors are paid out of Zakah income. This happens where the state
collects Zakah compulsorily. According to majority of jurists, this
category of people is limited to those who are dealing with the collection of Zakah.
It does not include other civil servants.
Islamic propagation is very important
today especially in Africa and Asia. To spread and defend Islam, it is
necessary to spend some portion of Zakah income in this area also.
Some parts of Zakah should be paid to
provide freedom to slaves and to relieve the debtor from his debt. According to
some other jurists, the Muslim who wants to free slaves also can benefit out of
Zakah income. Some scholars like Rashid Riza and Mah- moud Shaltout argue that,
to provide freedom and independence to the colonized nations can also be
included into this category. But Qaradawi holds the view that this kind of
expenditure should be in the category of way of Allah (fi sabeelillah). Some of
the jurists argue that as we use the Zakah income to pay the debt of a Muslim,
we can also lend to the Muslims out of the Zakah fund.
For the wayfarer, some jurists have
broader interpretation. Shafeis, for example, are inclined to such a view. Some
scholars like Rashid Riza argue that even orphans can be included in this
category. According to Shafeis, Zakah income should be equally
distributed among the above mentioned eight groups.
Zakah provides the base of the fiscal
system and defines its scope of operation within the general institutional
framework of an Islamic economy. It has been argued by some that a fiscal sys-
tem beyond what is defined by Zakah is un-Islamic. The argu- ment relies
on the sanctity of private property recognized by the
Islamic Shari’ah
and contends that any compulsory government charge on it is patently unjust,
since taxes constitute the core of modern fiscal policies; an Islamic fiscal
policy is a contradiction in terms. According to some other Muslim economists
like Fari- di and Metwally this is not acceptable. According to them, other
taxes on income and property may be levied for several purposes, based on
Islamic principles; e.g. (a) double or multiple assess- ment of the same base
is not permissible in one stipulated period of Zakah; (b) in the
calculation of assessable income “expense” items shall have to be deducted as
is done under the Zakah law; (c) no additional levies on personal or
collective income can be imposed on those whose incomes fall below the nisab
stipulated in Zakah.
According to Faridi, the socioeconomic
policy goals of an Is- lamic state are as follows:
ii.
Provision of the socioeconomic needs or
socioeconomic welfare of the community;
iii.
Enhancement of the community’s economic
resources and economic growth;
iv.
Improvement in the cultural milieu of the
community.
These policy goals have been derived from
the Qur’an and Sunnah and implemented in the simple socioeconomic system
prevalent during the Prophet’s life (PBUH) and that of Khalifa- te-el-Rashidah.
Later, as the Islamic society becomes more complex, Islamic thinkers such as
Al-Ghazzali, Abu Ubaid, Imam Yusuf, Ibn Taymiah, Al-Shatibe suggested appropriate
devices for their attainment. Recent additions to this literature provide
extre- mely valuable view of their contemporary relevance and modern
exposition. We can take them as given and envisage the path along with the
fiscal mechanism in an Islamic state which is likely to operate. Faridi,
correctly argued that Zakah is the most important fiscal and
distributive mechanism of an Islamic economy. But, both as a fiscal necessity
and a means to alleviate poverty, in cer- tain situations it may be necessary
to impose certain subsidiary welfare levies. Moreover, Zakah collections
may sometimes fail short of resource requirements. For welfare expenditure has
been recognized by the Qur’an itself in as much as it has exhorted the Muslims
to expend voluntarily a part of their resources. Althou- gh such satiations may
not ordinarily arise, they are nevertheless important in the context of many
Islamic countries today, where the phenomenon of mass poverty coexists
alongside a relatively small number of wealthy people, which calls for
additional mo- bilization of resources. Moreover, equitable distribution of
income in a situation where exogenous developments have led to an
unprecedented rapid accumulation of personal income may not be wholly
attainable through Zakah levies alone. In such a situ- ation Zakah
may be interpreted as the minimum rather than the maximum effort to alter the
situation. But, it seems probable on the basis of evidence recorded in the
early Islamic literature that a compulsory additional charge on such
extraordinary income is permissible under the Islamic law.
6.1
The Difference between Zakah and Tax
There are generally many differences
between Zakah and tax.
a)
Zakah is a religious duty and worship in terms
of finance. Tax is an economic and financial responsibility.
b)
Zakah is only for Muslims: tax is for all
citizens.
c)
Tax can be forgiven, Zakah can never be
waived.
d)
The rate, the way of payment of Zakah
which are clear and definite, cannot be altered; but tax is relatively
changeable.
e)
The methods of distribution and spending
of Zakah are definite, while tax is not.
f)
Zakah is taken from the rich and paid lo
the poor, while in respect of tax, it is not necessary to be always so.
g)
Zakah payer cannot get direct benefit out
of it, whereas with tax payer it is a possibility.
h)
Zakah is taken only out of productive
wealth, but tax can be taken out of consumption expenditure.
i)
Exemptions in respect of Zakah are
organic, elastic and realistic, but in case of a tax the exemptions are not
flexible but accountable.
j)
The limit of minimum responsibility is
definite in Zakah, but does not exist in the case of tax, as is the case with
indirect taxes.
k)
Evasion is a real possibility in tax, but
Zakah is paid by the believer as form of worship
l)
Zakah is divinely granted the right of the
poor on the we- alth of the rich: a tax is the non-divine right of the state to
collect money to meet state needs.
m)
Tax burden can be transferred by the tax
payer to the consumer or producer; but in Zakah, there is no such transfer of
Zakah burden.
n)
From the practical point of view, the
collection of Zakah appears to be cheaper than tax collection.
o)
Comparing Zakah with progressive taxes,
Metwally cla- ims that Zakah has a wider base than progressive taxation; it is
imposed not only on income, but also on idle assets. The proceeds of Zakah go
mainly and directly to the poor and the needy and hence act immediately to
raise the propensity to consume. Zakah falls heavily on assets which are
capable of growing, and would therefore have a stimulating rather than
discouraging effect (as with taxation) on investment.
The transfer of funds through Zakah
or other taxes may re- distribute real income among the members of the society
via the redistribution of purchasing power. Faridi claims that Zakah
pay- ment may be conceived in terms of what is described as a “negative tax”.
Under this concept an individual is considered to be capable of making a
positive tax contributıon to the government if his personal income exceeds
poverty level. But he is considered eligible to receive the negative transfer
of funds from the govern- ment if his personal income is below the designated
poverty level of income. Under Zakah transfer payment, the government
may similarly designate a poverty-line based on current living stan- dards and
make payment to those individuals whose income falls below the poverty so
designated. But Zarqa claims that we should be careful in applying the concept
of negative income tax since it has been found to be disincentive to work. This
will not be so in the case of Zakah. There is a moral nuance in the case
of Zakah. According to some other Muslim economists, any poverty line
de- signated with reference to current standards of living will have to be
adjusted in the light of nisab. According to them, nisab allows a
dynamic interpretation in terms of cost of living index, and rea- sonably
defines current standards of living. But sometimes, there is a loose
limit between current incomes which fall short of needs and one’s saving in
terms of gold jewelry, which exceeds nisab. Hence, the disbursement of transfer
payments is required to take into account both of these factors. But most
of the Muslim econo- mists do not accept such an adjustment system according to
the cost of living indices.
7.
Economic Characteristics of Zakah
Muslim economists argue that Zakah
increases productivity, redistributes and reallocates the national income in
favor of the poor, decreases particularly the conspicuous consumption of the
rich, increases investment and utilizes ideal Zakatable income and
stimulates aggregate demand.
7.1 Income Elasticity of Zakah
As was mentioned before, Zakah is
not a tax only; it is wor- ship as well. No change in it is permissible. In the
second place, Zakah is not an inflexible fiscal measure. Its base is net
savings or net wealth of the assessee. These bases are variable in size and
likely to grow or decline in response to variation in income. In addition, the
reductions allowed on account of trade or consump- tion does not vary in a
magnitude proportionate to the fluctuati- ons in the scale of economic activity
or incomes. The marginal propensity to consume bears a stable relationship to
income in the short period and may decline, other things being equal, after a
certain level of individual income. Thus, deduction allowed on account of
consumption expenditure has little likelihood of subs- tantial growth to the
detriment of Zakah collections. The case of trade expenses is not so
clear, but certain items of cost are subject to economies of scale. Hence,
every change in the scale of econo- mic activity may not cause a proportional
rise or fail in such a cost. These considerations have led to “built-in
flexibility” to the statutory rate of Zakah although its degree of
sensitivity of yield in response to changes in income may not be so high as
that of some other taxes.
7.2
Stability and countercyclical use of Zakah
The statutory rate of Zakah and
fixed nisab for exemption limit, accords to a fiscal policy a much
needed stability. While a fiscal system based on Zakah involves an
automatic fluctua- tion in state revenues in response to changes in the size of
its base depending on changes in income together with appropriate combinations
and permutations of other taxes, it may work for an automatic stabilization of
total income and employment. In addition, it may also lead to a stable budget.
The latter point may be understood more accurately in terms of specific items
of Zakah disbursement. Quite a few of these are intended as transfer
payments to the poor or the unemployed. As economic prosperity increases, the
required volume of Zakah transfer payments may decline, thereby causing
an accumulation of budget surpluses. This accumulated budgetary surplus on
account of Zakah may be held over during these years and used when
recession or dep- ression sets in and causes hardship to the people. Of course,
under Zakah not all unemployed people will benefit, for those who would
be entitled to benefit will be only those who do not have nisab.
Nevertheless, the budgetary surpluses or deficits arising out of Zakah
collections may be disbursed in a countercyclical manner or more appropriately
as an element of compensatory fis- cal policy. According to Metwally, there are
two curves for infla- tion in Islamic economies. The first is through an
increase in the rates of dues on personal incomes. This will result in a
decline in consumption which will cause a shift in aggregate demand towar- ds
the equilibrium (full employment) price level. This would re- sult in a high
degree of economic stability. According to Faridi, in deflationary conditions, the
total Zakah collection would decline in spite of its fixed rate.
While during the period of rising incomes, Zakah levies may be paid out
of the current flows of income during the downward swing of the economy. They
may constitute a charge on hoarded wealth and/or net savings. This is likely
to reduce the assessable wealth and hence Zakah collections.
Together with this development, greater
deductions on expense account may be allowed in view of the failing individual
income. Thus, the number of people assessable and the total Zakatable wealth
would tend to decline. The stable tax rate combined with a variable amount or
disbursement of Zakah funds in response to rise or decline in total
employment in an advanced economy serves as an automatic regulator of
government expenditure. This characteristic of Zakah tax, if judiciously
combined with similar fiscal devices is likely to work for stability without
major disloca- tions in the economy.
Some of the Muslim economists, like Akram
Khan, argue that Zakah may have some inflationary tendencies. According
to this view, out of the eight heads of Zakah expenditure, at least
three (that is, the fukarah, the miskin and gharimin)
pertain to the poorer sections of the society. Even the rest of the five could
be poor. Anyhow, Zakah is a transfer of wealth from the rich to the
poor. The poor have a higher propensity to consume than the rich. Therefore,
the institution of Zakah is a potential source of increasing aggregate
demand in the economy which could be inflationary. According to the same
opinion, the concept of just wages contains seeds of inflation as well. The
just wage besides being related to productivity has been mainly construed to
provide the basic necessities of life to everyone. Moreover, the profit
participation, bonus, subsidies on the produce of the employee and social
security from Zakah are all inflationary in character as they will
directly boost demand for consumer goods industries. It is further argued that Zakah
benefits are inflationary in character. And during the period of rising
prices, a careless distribution of these benefits will not only push prices
further, but will also damage the interests of the poorer sections of the
society who are in receipt of these benefits. In order to save these benefits
from erosion, one proposal could be to prepare a surplus Zakah bud- get.
According to these economists, time lags can be introduced between collection
and distribution of Zakah. Expenditure on defense ( fi sabilillah),
communication (webnes-sabil) and (mual- lafatu-qulubuhum) may be
reduced and share of fuqara, masakin and gharimin may be kept
intact. The surplus Zakah budget will have the effect of reducing
aggregate demand in the economy and consequently may dampen the price level.
But, some Maliks and Hanafies do not accept time lag between collection and
spending of Zakah without any valid reason. According to these jurists a
time lag of a few days is permissible. The Muslim economists who defend the
surplus budget also propose the application of Zakah Certificates. The
fund so mobilised may be invested in in- dustries to provide employment to the
poor people. The profits of these industries may be distributed among the fukara,
masakin and gharimin in the form of annual dividends. In its initial
peri- ods, such a policy will be inflationary as there will be time lags
between investment and production and the aggregate demand may outstrip the
aggregate supply. But subsequently the dividen- ds of these industries may be
used as a fiscal device. It can be argued that during periods of rising price
level, the dividends are not distributed in cash. Instead, Zakah
certificates may be issued at par value, cashable at the option of the holder
after a period of three to six months. In this way, demand can be dampened for
a short period. These Muslim economists, in order to curb inflatio- nary
influence of Zakah, propose the application of Zakah benefit ratio
system as well. According to ties proposal, the Qur’an has ordained eight heads
for Zakah expenditure, but the precise ratio of these disbursements has
not been laid down. It is the discre- tion of the state to decide the share of
each head of expenditure. This provides wide operational freedom to the state.
Therefore, in an Islamic economy, comparative effects on aggregate demand of
expenditure under these heads should be studied and in the light of the
findings, a suitable Zakah mix should be prepared. On the face of it, it
can be said that expenditure on fuqura and masakin is more
inflationary than, for example, expenditure on mualla- fatu-qulubuhum or
gharimin. The “muallafatu-qulubuhum” may have a smaller
propensity to consume than fuqura and masakin. Similarly Zakah
to gharimin will be passed on to the creditors who can normally be
expected to have a better economic position and thus a lower propensity to
consume than the fuqara and ma- sakin. But all this needs to be
worked out in the light or empirical evidence. Once these indicators are
available, a suitable mix can be devised for Zakah expenditure to
control inflation. According to the Muslim jurists, this is possible. Although,
Imam Shafei favors equal division among the eight groups, according to the
majority, the state may arrange the share of each group bearing in mind the
need of the hour. Some jurists are of the opinion that surplus Zakah
fund can be utilized for the establishment of facto- ries or companies, land
reclamation, construction projects or any others which can be owned at least in
part by the poor themselves and provide them with a steady flow of modest
income. As can be seen, this is a broader explanation of the spending of the Zakah
funds which is similar to the idea of Zakah Certificates.
7.4
The Impact of Zakah upon Consumption,
Saving and İn- vestment
Some Muslim economists like Metwally argue
that Zakah will have two effects on total consumer expenditure in an Isla- mic
economy. Firstly both the average and the marginal propen- sities to consume
would be higher in an Islamic economy than in a non-lslamic economy which does
not have a similar fiscal measure. Secondly, the investment gap at each level
of income would be smaller in an Islamic economy. But according to some other
Muslim economists, the consumption pattern of a society is determined by a host
of factors other than transfer of purchasing power to poorer sections of
society through Zakah which tend to reduce the inequality of income and
wealth. It is also argued that the overall propensity to consume would not
necessarily be higher in an Islamic economy.
Abu Ali refers to the work of Dusenberry
who shows, with the use of Veblen’s demonstration effect, that consumption at a
level of income could be higher in a society characterized by larger
inequalities of income and wealth. He claims that in an Islamic economy,
consumption would be less compared to other economies with the same level of
income. Most of the Muslim economists believe that Islam’s emphasis on simple
living and avoidance of ostentatious consumption would serve to keep the
overall propensity to consume lower in an Islamic economy. It ap- pears that in
this field the actual situation can differ from country to country depending on
the state of country’s development, its historical background and the
attachment of its people to moral values of İslam
According to Faridi, Zakah levies may have
two opposite ef- fects on private saving and investment. An annual Zakah Ievy
on net savings (or net wealth) above the nisab limit is likely to strengthen
the propensity to consume. An individual saver may derive greater satisfaction
from extravagant expenditure to avoid the yearly Zakah levy which threatens to
eat away his net savings. Thus, the consumption function has an upward shift.
But it may produce an entirely different reaction in him. In order to protect
his wealth from gradual erosion, he may turn his idle wealth into active real
or financial resources. His willingness to invest may be intensified. Both
these tendencies would in the ultimate analy- sis, cause an upward shift in the
demand for goods and services produced in the economy. Increased demand for
consumer and capital goods would contribute to greater production. Considered
from another angle, the power of Zakah to erode idle wealth, and its
punitive imposition on hoarded precious metal would tend to increase the supply
of savings (in an economic sense) in compa- rison to its demand. This effect of
Zakah would be beneficial in as much as it would reduce the expected
rate of return, from the investment on socially productive sector. Of course,
there would be a minimum profitability limit of such investments. Its rate of
return must not be below the Zakah rate but must be above it me- asured
by the cost of inconvenience involved in such investment.
Looked from another angle, the punitive
nature of Zakah would exercise a healthy and positive impact on people’s
willing- ness to work harder in an effort to protect one’s net savings. In this
way, idleness would be discouraged and productivity would increase.
The most important aspect of the matter is
the mode of dis- bursement of Zakah funds. If Zakah funds flow into investment
channels, it would reduce its negative effects on savings and add to gross
national product. On the other hand, investment orien- ted disbursement of
these funds would have cumulative effect on reducing poverty.
In conclusion, it can be said that
abolition of interest and functioning of Zakah system can be expected to
provide powerful stimulus to growth. The interaction between the incentive and
disincentive effects arising from these two basic features of an Islamic
economy serves to promote growth. By penalizing idle resources, the Zakah
system discourages hoarding and stimulates investment. The demand for
investment at a given expected rate of profit will be higher in an Islamic
economy compared to other economics. Since investment is one of the most
important deter- minants of the rate of growth, an Islamic economy would have a
pronounced growth orientation. But one has to bear in mind that a full-fledged
Islamic economy does not exist anywhere in the world at present. Many of the
propositıons advanced by Muslim economists are therefore in the nature of
hypotheses rather than definitive conclusions from observed behavior of an
Islamic eco- nomy.
7.5
Multiplier effect of Zakah
Some Muslim economists believe that a certain
amount of Zakah funds invested according to the overall production priori- ties
of an economy would benefit the poor in particular and the economy, in general,
through its multiplier effect on employment and incomes. In this way it would
gradually eliminate poverty instead of providing recurring financial support to
the same set of people. It would increase employment and income in the eco-
nomy thereby raising the standard of living of the people and eventually it
would enhance the aggregate volume of the Zakah collection.
Zakah ensures redistribution
of income. Actually Islam aims at achieving an equitable distribution of
resources between pre- sent and future generations. Islam also emphasizes the
need to give the poor their rights in such a way that their pride and dig- nity
are well preserved. It is clear that the state is entrusted with the task of
alleviating poverty. Zakah is used for this purpose and designed to
promote the welfare function of the public expen- diture. According to some
Muslim economists, Iike Almad Saqr, Islamic government can embark on a range of
productive projects in industry and agriculture which will provide permanent
emp- loyment for the poor and as such will create continuous flow of income. By
this way, for example, M. A. Mannan believes that Zakah funds may be
allocated to those avenues of public expen- diture which can improve the
working conditions and the effi- ciency of the eligible recipients. Improved
housing facilities, he- alth services, training programmes, educational
institutions and a number of similar services may be initiated for this
propose. In this way, the welfare function of the public expenditure can be
promoted. A survey of the poor economies of today reveals the alarmingly low
ratio of such expenditure to GNP in many of them. If, even one percent of the
national wealth, not current nati- onal income, is earmarked yearly for such
services, it will account for a reasonably high level of welfare expenditure in
the state bu- dget. It would be useful if an attempt is made to improve the
ratio of Zakah revenues to total public revenues in an Islamic economy.
According to some Muslim economists, this can be done by kee- ping in view the
following features of Zakah levy:
a) It
is tax (say, at a constant rate of 2,5%) on net national wealth (that is,
investible goods).
b) Most
of this amount is specifically earmarked for expenditure on the welfare of the
poor. Assuming that GNP is equiva- lent to net national wealth (minus those
owned by authorities) and that public revenues constitute about 25% of GNP,
about 10% of the total public revenue could be spent on the welfare of the
poorer sections of an economy.
Zakah also can be used as an
effective instrument in the ful- fillment of the allocative as well as
distributive functions of fiscal policy. Although the ratio of disbursement of Zakah
fund is not fixed, it is said that the Qur’anic numeration of eight heads of
expenditures serves as an indicator that as a starting point 12,5 percent of
the total may be earmarked for each head of disburse- ment. However, the
disbursement authority shall be competent to authorize the transfer of funds
from one alternative use to the other in the interest of the eligible
recipients themselves and to serve its objective better. But, to use Zakah
as in instrument for eradicating poverty and income redistribution depends on
some other factors despite the fact that Zakah is one of the most important
components of the social security system of Islam. However, ability of Zakah
alone to eradicate poverty depends on the num- ber of people who need Zakah
assistance in a particular country. If the teachings of Islam are faithfully
followed in a system, the glaring income inequalities would not exist nor would
there be many people to receive Zakah. In such a situation, proceeds
from Zakah should suffice to eradicate poverty. However, if for
historical reasons and neglect of Islamic teachings, the number of poor people
in a country is very large, it is the duty of Isla- mic state to supplement the
resources obtained through Zakah by other means to meet the minimum
basic needs of the poor. If glaring inequalities of income and wealth exist in
society, Zakah alone may not be sufficient to achieve the desired
reduction in such inequalities, especially because the Zakah rates are
fixed and cannot be changed. It follows from this that an Islamic state would
have to use other fiscal policy instruments, including progressive taxation for
redistributive purposes. Social justice is the hallmark of the Islamic economic
system and abolition of interest and establishment of the Zakah system
are seen as two major institutional devices to establish a just social order.
Islam seeks to promote virtues of Adl and Ihsan among its
followers and any society which is permeated with these qualities would need a
minimum state intervention to establish a just social and econo- mic order. It
is the responsibility of the state, however, to ensure social justice. But in
the context of prevailing conditions, it is empowered to take all necessary
actions within the framework of the Islamic Shari’ah to achieve this
objective. Payment of Zakah is of course obligatory on Muslim, but they
are exhorted to spend as much as possible, beyond this compulsory levy, on the
general welfare of the community for their own spiritual uplift and to attain
beneficent reward in the hereafter. Therefore some Muslim economists attach so
much importance to such welfare oriented resource transfers in a Muslim
community that their view of an Islamic economy should be composed of three
sectors, namely, public sector, private sector and voluntary sector. The
private sector is characterized by the forces of demand and supply and is
activated by the profit motive. In the public sector, profit motive is
substituted by considerations of social welfare. “The third” or “voluntary
sector” encompasses all such individual and social ac- tivities (alms and
Zakah) as are not motivated by material consi- derations but are undertaken
for securing reward in the hereafter. The concept of the third sector reduces
the role of the market for- ces in the allocation of resources, and since the
activities of this sector are intended directly to raise the general economic
and so- cial welfare of the community, it leads to a more socially optimum
allocation of resources. The composition of the national output is more
need-oriented and less luxury-dominated. The government is relived of a lot of
social welfare expenditure which means that resort to taxation can be kept low
in an Islamic economy. Alt- hough Muslim economists agree with this voluntary
sector idea, there are some questions about its quantitative significance in
the context of the present state of Muslim societies. Therefore, the volume of
resources flowing through a voluntary sector will be a function of the state of
taqwa of an Islamic society. A fiscal policy mainly based on Zakah
will have to play a major role in present day Muslim societies in alleviating
mass poverty and modifying the pattern of income distribution in line with the
egalitarian ob- jectives of an Islamic society.
Studies in Islamic
Economics,
edited by Khurshid Ahmed, A Selec- tion of Papers presented to the First
International Conference on Islamic Economics held at Makkah under the auspices
of King Abdul Aziz Uni- versity, Jeddah, February 21-26-, 1976. Published by
International Center for Research in Islamic Economics, King Abdul Aziz
University, Jeddah and the Islamic Foundation, United Kingdom, Prınted in UK,
1980.
Monetary and Fiscal
Economics of İslam : Selected papers presented to the First International Seminar on
the Monetary and Fiscal Economics held at Makkah in 1978, edited by Muhammad
Ariff, published by International Center for Research in Islamic Economics,
King Abdul Aziz University, Jeddah, 1982.
Fiscal Policy and
Resource Allocation in İslam: Edited by Ziauddin Ahmad, Munawar lqbal, M.
Fahim Khan. Selected papers presented to the first Seminar held in Islamabad
1981, International Center for Research in Islamic Economics, King Abdul Aziz
University, Jeddah, and Institute of Policy Studies, Islamabad, printed in
Rawalpindi, in 1983.
Unpublishcd papers: which are presented to
the above mentioned conference, on two seminars related to Zakah and
Fiscal Policy.
The Muslim World and The
Future Economic Order: Published by Islamic Council of Europe, printed in UK, 1979.
Proceedings of the Third
National Seminar: Held in Gray Indiana, 1974, published by the Association of
Muslim Social Scientists, in USA 1974.
Islamic Social Framework by Prof. M. Raihan
Sharif, published by Sh. Muhammad Ashraf, Lahore, Pakistan, 4963.
Muslim Economic Thinking: Survey of Cotemporary
Literature, by M. Nejatullah Siddiqi, published by Islamic Foundation, UK,
1980.
Islamic Economics: Annotated sources in English
and Urdu, by Mu- hammad Akram Khan, The Islamic Foundation, Leicester UK, 1983.
The Making of Islamic
Economic Society: Islamic dimensions in Economic Analysis by M. A. Mannan,
published by International As- sociation or Islamic Banks, Cairo, Egypt and
International Institute for Islamic Banking and Economics, Turkish Federated
State of Kıbrıs, 1984.
Hundred Questions and
Hundred Answers: Concerning Islamic Banks by International Association of Islamic
Banks, Cairo, Egypt, 1980.
Literature on Islamic
Economics in English and German: by Volker Nienhaus, Al-Kitab Verlag-koln, 1982.
Publications in Turkish
Language related to Zakah.
Fikhu-s-Zakah, Y. Qaradawi, Turkish
Translation.
Some Aspects of the
Economics of Zakah, Zaman, M. R. American Trust Publication, Indiana, USA, 1980.
Industrial Relations
System of İslam
In this article, I am not going to deal
with the general principies of Islamic Economics, the differences with Secular
Econo- mics and superiority of Islamic Economics.33 It is partly
because currently large numbers of text books, researches and
translations are on this subject.
There are several bibliographical books
about Islamic Economics published in English, Arabic, Urdu, Turkish, German,
French, Italian and other languages, which deals with Islamic Economics.
Here, Iwilltrytoexplain the system
oflaborissuesin Islam,and
highlightthebasicoutlinesofIslamicmodelofIndustrialRelations[59]
33.
Muhammad Akram Khan, Islamic Economics,
Annotated Sources in English and Urdu. The Islamic Foundation, 1983/1403
Leicester, U.K. and The Institute of Policy Studies, Islamabad, Pakistan,
221pp.
Nienhous, Volker, Literature on Islamic
Economics, In English and German, Al-Ki- tab Verlag, Koln, 1982.
M. Nejatullah Siddiqi,
IDB-IRTI, Islamic Economics: A
Bibliography, Jeddah, 1084.
Sabahaddin Zaim, “Contemporary Turkish
Literature on Islamic Economics,” in ‘Studies in Islamic Economics,
pp.317-350,ed. Khursid Ahmad, The Islamic Foundation, U.K. and ICRIE, KAU,
Jeddah, 1976.
“Selected Bibliography on Islamic
Economics and Banking”, in: John R. Presiey (ed.), Directory of Islamic
Financial Institutions, London: Croom Haim, 19 88, pp.78-96.
through a comparative
analysis between secular and Islamic con- cepts and terminologies.
I would also like to remind you that
Islamic Economics is divided into two stages as transitional period and the ideal
stage. Definitely there will be different strategies for two stages. For the
ideal Islamic stage at least theoretically there should be unique policies,
although the fuqaha are not united in all of the points related to the
particular subjects. In spite of this, we have clear cut rules in the relations
of Fikhi Islami.35 But, in the interpretation of these rules for the current
problems there are some differences, among the views of Ulema’s. The ulema of
today are trying to improve some ideas and theories as much as possible. There
are differences among them. Therefore in such areas I will try to explain the
problems according to my understanding. However it should not be considered as
final and fixed ideas. These kinds of interpretations are always open for
discussions, which will lead us for improvement.
In the transitional period there may be different
strategies in different countries according to their structures. I may have
such a resemblance. In Haremi Sherif Holly Kaaba is in the center. Du- ring the
praying time there, everybody turn his face in different directions to see the
Kaaba. Today in the Islamic world, more than fifty states have different socio-economic
and political structure. Some of them were in the Socialist or Neutral blocks,
in Marxist and even atheist environment. Some of them have been in the
“Labor and Capital Concepts”, in Islamic
Economics and Distribution in Macro- economic Framework: An Islamic
Perspective, ed. by Fahim Khan, pp.77-91.
Hakim M. Said, “The IN employer and the
employee Islamic Concept (Pakistan: Dar-al Fikr-al Islami, 1972), pp.26-74.
35.
Fiqhi Rules For industrial Relations:
Mustafa Ahmed Ez Zerka, Çagdas Yaklaşımlı İslam Hukuku (Islamic Law) 3 vol.
trans. Servet Armağan, Timaş Yay. no.126, İstanbul, 1993, pp.1020. Açıklamalı
Mecelle (Mecelle-i Ahkami Adliye) Metin ve açıklamaları kontrol eden: Ali
Himmet Berki, Hikmet yay. İstanbul, pp.430
Western block. The people of these
countries are Muslims, but some of the governments and their officials may have
different attitudes. So, when we come to Islamize the socio-economic structure
of a country in the transitional period, if a country is in a socialist and
autocratic structure, there, the Muslims should pay attention more to the
freedom of enterprise and free-market side of Islam, while in a country of
democratic pattern and free-market system, the Muslims may pay more attention
to the social justice side of Islam. If we are coming from an Autocratic system
we may incline more toward Shura principle of Islam. By this way in the
transitional period, different Muslim countries following different strategies
may try to achieve to the same Islamic target. So, we should also keep these
points in our mind.36
After this, I should point out another
important problem re- lated to the industrial relations policy. That is true
for my country at least. But I think it may be generalized. In many Islamic
count- ries bulk of the people are not well educated and wealthy but de-
dicated Muslims. They are faithful without knowing much about Islam. They have
no worldly power either. On this point we have problems with our elite groups.
Our intellectuals and wealthy pe- ople, not all of them of course, but mostly
effective and organized groups among them are remote to the Islamic goals and
traditi- ons, because of the influence of western educational system. This is
just reverse of the structure of the western society, as far as I know. There,
the elite groups are more conservative and try to conserve their traditional
values, including religious, economic, political etc. Therefore they are called
conservative. But bulks of the people at the bottom are more reactionary and
weak in their religious feelings and they become socialist etc. In my country
in
36.
Muslim Countries may follow different
strategies for industrial relations: Hetherington, Norris S. “Interrelationship
between Industrialization and Human values in Iran”. (Views) MAAS Journal of
Islamic Science, 3, 2 (July-Dec.1987), pp. 99-106.
Social Justice: From the Islamic World System to the European
Economy, A Study of power Legitimation, Kusha, Ramid R., Ph.D. Univ. of
Kentycky, 1989, pp. 454, Order no. DA 9001434.
the big cities like
İstanbul, on the areas where top of the elite and wealthy people are located,
conservative parties are losing, while in the poor parts of the city,
conservative parties get stronger. Be- cause, religious, but poor people
support the conservative parties. So, such terminologies, like conservative,
liberal, rightist, leftist, etc. have somewhere different meanings, in our
Islamic countries. İn our discussions we should keep this point in our mind as
well. Therefore in our countries[60]
during the transitional period politically democratic structure is better for
the Islamization of the society. İn democratic system Muslim people will have
the opportunity to defend their rights.[61]
Usually in Islamic countries an elite
bureaucracy is trying to rule, in spite of desire of the people. İf unions are
defending the rights of the poor people, we intellectual Muslim people should
be on their side. The Muslim people should get involved with the unions. İn
Turkey for a long time Muslims have been away from the unions. They have organically
been with the traders and busi- ness people rather than having friendly
relations with the unions. We started in Turkey to go to this direction after
1970. When we turn our strategy toward poor people, we should defend their rights.
This can only be done in a democratic structure. Unionism can be reshaped in an
Islamic way, as we had examples in the past. Professional organizations can be
harmonized with the religious inner attitudes as we had in AHI system. Ahi
Evran during Devlet-i Osmani, immigrated from Mawarannahr in Turkistan to
Anatolia and established this organization throughout the whole state.[62]
They were very powerful in industrial relations. We should have this
structure as well in our mind during the process of the tran- sitional period
in the future. After this point I will try to explain the basic outlines of
industrial relations system of Islam.
There have been a lot of serious research
activities re- lated to the economic aspects of İslam, during the last half
century, particularly in recent two decades. Different aspects of Islamic
Economics have been studied in the conferen- ces and seminars and research
institutions. But industrial relations aspect of Islamic Economics is rather
neglected.[63]
Perhaps one of the reason of this neglect is the multi-dimensional
character of industrial relations. Perhaps due to the same reason these
subjects are not much emphasized in the activities and con- ferences of COMCEC
of OIC.[64]
Industrial relations have four aspects.
They are related to economic, social, legal and political concepts and
problems. But whatever is the reason, this is a controversial subject.
Therefore I will try to explain my view carefully. In my presentation I will
try at first to explain secular terminologies and then find their counterparts
in the Islamic model.
In western literature such terminologies
as industrial relati- ons, social policy, labor-employer and labor-management
relations are used to indicate this subject. As it is used in this confe-
rence industrial relations cover the above mentioned four areas.
Economic aspect of industrial Relations
which is called labor economics includes such areas as labor market, labor
supply, labor force, employment and unemployment, labor mobility, wages and
productivity. These are the main areas of labor economics.[65]
The social aspect of industrial relations
cover the areas rela- ted to labor sociology, labor psychology, labor
education, social security, social insurance subjects which are studied
according to the view point of social policy.43
Legal aspect includes labor law, labor
contracts, trade unions, collective bargaining, and collective agreements,
“nation-wide and internationally”, and social insurance law.[66]
[67]
Political aspect covers the relations
between state and la- bor-employer, in different regimes and ideologies. In
such rela- tions, state is on one side and labor and employer on the other
side. The attitude and influence of state upon industrial relations varies
according to the political and ideological structure of the society in
socialist, capitalist, democratic, autocratic or combined systems. Therefore
ideological and political structure of state and society (and consequently
political aspect of industrial relations)[68]
has much influence upon its economic, social and legal aspects. But all
of these systems have common characteristics of the se- cular system.
When we analyze the industrial relations system
in Islam we will note that Islam has a peculiar and completely indepen- dent
ideology, a different order of world. Consequently economic, social, legal and
political aspects of industrial relations in İslam would be different.
2.
Economic and Social Aspect of Industrial Relations in
The following subjects are the main
problematic areas in labor economics:
a)
How to keep a balance between labor force
and employ-
ment? How can we avoid unemployment?[69]
b)
Who will decide for the distribution of
net income betwe
en the wage earners and profit makers? In what way?[70]
c)
Which factors determine the wage level?[71]
d)
Will there be a minimum wage? Will the
wage level be based on social wage or economic wage concepts?[72]
e)
Will the state, intervene into the labor
market, employ-
ment level, employment conditions and wages? If so how?[73]
f)
Are the trade unions legitimate and acceptable
organizati-
ons? If yes, what sorts of functions should they perform?[74]
g)
Has the state, responsibility in solving
labor disputes?[75]
My analysis on this topic will be based on
a comparative approach with the secular economics which may be divided into two
broad lines:
a)
Democratic systems and market economies,
b)
Autocratic systems and socialist
economies.
c)
Is collective bargaining legitimate and
acceptable process? If so up to what level?[76]
In secular literature there is an
inclination to separate the collective bargaining system from the unionism,
although collective bargaining is an economic function of union. Because, be-
ing a professional organization, union can and may exist in every country, in
every system. There is no doubt that unions play very important roles in the
social, economic and political lives of the societies. Depending on the
political system, in some countries they can utilize only some of their
functions.
First Question: How to keep the balance
between labor force and employment and avoid unemployment?[77]
In market economies and democratic
systems, the policy is to have full employment through institutional labor
market structure, in which freedom of work and freedom of enterprise exist in
a voluntary planning system. They try to avoid unemployment in such a
mechanism.[78]
Whereas in socialist economies and
autocratic systems the policy which was used, based on full employment through
gu- ided labor market structure, having no freedom of work and no freedom of
enterprise, in compulsory employment with compul- sory Planning policy. In
non-Marxist autocratic system guided labor market and compulsory planning
system will exist, but other factors may differ.
In Islamic model the policy is to have,
principally freedom of work and freedom of enterprise and Institutional labor
market.
There may be voluntary state planning.
Institutional labor market is organized not by the state, but by the voluntary
institutions and the third sector of awqafs institutions. In Is- lam, as in the
past, I believe in the future as well, the institu- tional factors may play a
very important role. This kind of vo- luntary organizations like awqafs
institutions and others which are called as third sector may be carried on by
the people who have Islamic deed, self-discipline and idealism in a good Mus-
lim personality. This is the essence of this system of faith.[79]
According to my understanding, in Islamic system some concep- ts of
industrial relations have some basic differences.
3.
Concept of Labor Force in Islamic Model
In secular economics, labor force is the
part of population who are able and want to work.[80]
In Islamic economics, I believe that labor force is composed of the people who
are able to work only. So “who want” is taken out from the definition. In
secular economy, the people who have income and don’t want to work are excluded
from the labor force. Because in the definition of the labor force and
consequently of the full employment, the target is taken according to economic
gains. So the person who has gain, but does not want to work, may stay idle.
There are lots of such people who deposit their income in the bank, get
interest and just, live without doing any work. In Islamic model, this
point is very important. We should keep in our mind that, state doesn’t in-
terfere to the labor market; but İslam does it, as a religion, through
individuals. How? As we know Islam, as part of its religious pra- ctice
emphasize on producing goods and services for the needs and benefits of the
society, (Al fard-i kifayah) through individual actions.
That is why Islam has
encouraged the human being to carry out an utmost action to earn the livelihood
not to be relied on others. Consequently the duty of a good Muslim is to work
and receive an income through Halal activities. However should some individuals
one way or another are not able to reach this objec- tive, state must look
after them in finding jobs according to their activities. If necessary state
help can be provided according to the degree and type of needs. Consequently beginning
and exploiting the feelings of others are forbidden in Islam.
Should one analyze the
meaning of “Ayah” 10 of Sura 62 about looking for the livelihood as soon as the
praying is ended one can understand that İslam is based on action and halal
acti- vities which leads the way to receive income for the individuals, their
families and societies. Prophet Muhammad (Peace be upon him) stated that the
agony and the struggle on the way to earning livelihood will help the
forgiveness as some of the sins. Further- more our Prophet repeatedly
emphasized that those who are wor- king for the livelihood of their children or
looking after their el- derly father and mother are on the way to Allah. On the
contrary those who spend their income for conspicuous consumptions can be
considered as the followers of Satan. As one can appreciate the two statements
indicate the importance of working conditions and earnings of the livelihood
from Islamic perspectives. In this connection one of the basic difference
between İslam and the Ch- ristianity (especially the Protestant school) stems
from the aims and objectives of the earnings and spending. 58Islam emphasize
not only on the satisfaction of individuals but also on the needs
58.
Kadir Canatan, Kapitalizm, Protestanlik ve
İslam, (Capitalism, Protestantism and Islam), Publisher: Bilgi ve Hikmet, IZ
Yayinci1ik,İstanbul,1993/2 and wellbeing of the society as a whole. Earnings
should be based on good intensions and Islamic dimensions. The level of income
which may be based on to harm or destroy others is not conside- red as an
acceptable manner. We have to remember the saying of our Prophet (Distribution
of jobs and duties are based on the intensions. Whatever the objectives you
are seeking you may finally harvest it). Therefore the wage or the income based
on good in- tension is valuable for the individuals and the society as a whole.
There are lots of Hadith and Ayah related to this point.
The idleness, to stay idle, is not
accepted and not considered as sympathetically by Islam. It is mentioned in
Kitab’ul Haraj that every person will be asked in the doomsday about four
activities of his life:[81]
a)
How he spent his time and life?
b)
How he evaluated his health?
c)
How and where he evaluated his knowledge?
d)
Where from did he get his income and where
he spent?
How we spent our time is one of the
questions. Therefore nobody should be idle. Everybody should have a function in
the society. Even IF A PERSON HAS ENOUGH İNCOME HE should also work for the
society, in charity organizations. In our history most of the artistic
activities were done voluntarily. Today in normal ages, in spite of our
limited talented intellectual capacity, we throw them away out of their jobs,
by retirement, and they stay idle. Retirement is a very crucial point in
Islamic Economics. Du- ring Hulefa’u Rashidun period, we don’t observe the
system of re- tirement. Everybody was working up to the last minute only with
two exceptions: Incapability and illness. How can we shape such society in a
transitional period? This is an open question. In order to reach full
employment we have to utilize all the labor force.
Housewife is also included in the labor
force. Because they carry the work-load of family and they do very hard jobs.
Why we should consider them out of the labor force? There is an example in
secular economics. If a man employs three women in his home to work for
laundry, kitchen and cleaning the house, three of them will be in the labor
force. But if he marries with them they will go out of the labor force,
although they do the same job. In Islamic labor economics, as housewife is
included in the labor force, there will be repercussion of this definition
upon the social structure as well. But in Islamic labor economics we should
differentiate the function of state from the function of society, including vo-
luntary third sector. State as a designer of social policy, provides a minimum
guarantee of welfare for the people, through Beytulmal (Treasury), or his
welfare policy. 60But state does not use labor market or unions for such a
policy. In other words social respon- sibilities of the state, which exist, are
carried on by Beytulmal, where he has zakat and other income sources. So,
state, in Islamic economics has responsibility to provide minimum guarantee of
welfare for the poor people and unemployed, but not through the labor market.
Because state, principality don’t interfere to the labor market, where there
is a free contract system. I may say that in Islamic labor economics on macro
level there is a freedom, and in micro level there is an organized structure,
indirectly done, through third sector. State does not impose his responsibility
through employer in the labor market. Institutional structure of Islamic
society tries to provide full employment through third sector (awqaf) and other
voluntary institutions. In this field we have historical examples like AKİLE
system, FUTUWWAT, AHI, and LONCA systems.61
Now in our time, unions may replace them.
During the 19th century, union was called as AMELEPERVER CEMİYETİ in
Dev- let-i Osmani. Ahi system, like lonca, has played an important role both in
labor and employer side. In Ahi system dervish convents like Tekke, Zaviye and
Hankah played an important role in the labor market. Under Ahi system, during
Devlet-i Osmani, accor- ding to the rules of Ahi system before the occupation
of new are-
60.
M.N. Siddiqi, Guarantee of a Minimum Level
of Living, Ibid.
61.
Proceedings of the Conferences:
Employer-Employee Relations According to Comparative Law. and Practice, Islamic
Research Foundation İstanbul, (ed. by Sa- bri Orman, İsmail Kurt and Tevfik
Özek), No. 10, İstanbul,1990, pp.395. as, they used to send at first
dervishes who prepared the spiritual climate there. In Islamic society there was
no class difference as on the western concept. In every aspect of the society
there was an Islamic consciousness which dominated working conditions.
Religious establishments played an amalgamating role among the different
institutions.
Because they were not separated from daily
life. If we sum- marize, in an Islamic society, whole members of the labor
force should have a contribution to the social and economic activities of the
society, in a sense that the person who needs income should try to find a job,
while the person who already has income, should have a non-income activities.
“Second Question: Who will
distribute the income of produ- ction and how?
In a secular economy, there are four
sectors of production, and the total value of them in one year is GDP. Labor
force can also be divided in four categories according to the professional
status, as employer, wage and salary earner, self-employed and non-income
family member. Production factors are also four, as 1abor, capital,
entrepreneurship and natural resources. Each of production factors has an
income as, wage, interest, rent, and pro- fit. Total of them provide GDP
Employer as entrepreneur gets profit, capital owner gets interest, natural
resource supplier gets rent and worker and civil servant gets wage and salary.
In the income of self-employed, all these four category of income may exist. If
he receives capital from outside, he pay interest, if he hires buil- ding he
pay rent, and the rest of income becomes benefit for en- terprise and labor which
are provided by him. For such a person there is no distribution problem.
Because in such an enterprise, factors of labor and employer are gathered in
the same person. On the other side when employer employs some other people with
a labor contract by wage, employer and worker or the factors of labor and
enterprise are separated. Employer gets profit and worker gets wage. The
distribution of wage and profit among these two factor groups has been the main
problem of secular economies. In guided labor market economies, distribution is
done by the state. Income derived out of production is divided between
consumpti- on and saving, and consequently between profit and wage, accor- ding
to the percentage of economic growth through compulsory planning model. In market
economies, on the plant level, income of production is distributed by employer.
Such distribution, if state doesn’t interfere, is realized in natural market
model which functions according to demand and supply rule. In such a model,
where human factor is a homo-economicus, balance between production and
consumption on one side, employment and labor force on the other side can be
easily broken, cyclical changes oc- cur often and in a large scale. This is
called natural labor market.
If social policy is adopted in a market
economy, which is con- sidered as a social state, or social market economy than
to achieve social justice, state may interfere indirectly, providing
possibility for unions to distribute income through collective bargaining. In
such economic models of democratic market economies during the process of
collective bargaining, unions and employers can use the right of strike and
lockout which may cause huge losses of production.62
In Islam there is a basic difference, especially
in Hanafi fiqh (jurisprudence). In Mecellei Osmani Adliye we find the
following principles:63
In production sector, there is no
difference. There are in the same way four sectors as agriculture, industry,
trade and service sectors.
a)
In professional status of the labor force
there is a dif- ference:
Employer becomes
entrepreneur-employer. Capital is not se- parated from the entrepreneurship,
because interest is prohibited. Capital and enterprise are together, and get
the profit.
Labor: In the concept of labor
two extra groups are included. They are the “self-employed”
and the “non-income family mem-
62.
Reynolds, LIoyd L, Labor Economics and
Labor Relations, Prentice Hail Inc. New York, 1974.
63.
Mecelle-i Ahkam-i Adliye, Ibid
bers”. They are included in labor,
according to Hanafi fiqh. So the labor concept is enlarged. The middle class
group, like small farmers, artisans, doctors and accountants are all included
in the labor concept.
Amel, which literally means deed in
English, work, achie- vement; Amel’i salih: good action; Amel’i su: Vicious
action or work. Amel reflects all types of activity in agricu1ture, industry or
service.
According to Islamic jurisprudence, those
who work according to wage system are described as (Ecir) which originate from
(to rent), where the civil servants who receive income according to salary
conditions may be called as “Amel”. It must also be emp- hasized that Islam
does not classify the human beings in different categories or classes. Since
the duty of everyone is to work and produce something according to the needs of
society they are all classified as part of the working groups. Therefore to
divide the society as employer- employee etc. will be an artificial argument.
This is a very essential difference. It
avoids the concept of class society as well. There are some other points. In
the income side there are two kinds of income instead of four. They are profit
and rent. Interest is prohibited and the wage is included in the concept of
rent. How it functions? In secular economics, out of four groups in the labor
force, employer gets profit, self-emplo- yed may get all kind of incomes.
Self-employed gets profit as an entrepreneur. On the other side he uses his
mental and physical capacity. Therefore he is liable to wage. If he uses his
own capital, interest is included in his earning. If he uses his buildings,
rent is included. Therefore theoretically in his income, self-employed may have
all these kind of incomes.
In Islamic Economics, employer gets the
pro- fit. Labor gets the rent. Wage is included in rent.[82]
In Islam there is a rent contract which is
called AKD-UL- ICARE.[83]
There are two kinds of rent contract:
a)
ICARE-I ADEMI-This is the rent contract
for human be- ing
b)
ICARE-I MAL-This is the contract for
commodity
Icare-i ademi is
concluded between labor and employer, whi- ch specify the wage and employment
conditions. Here there is an important point: In Islamic labor economics wage
is not paid for the labor himself. Wage is not the payment to buy the labor.
Labor is not sold as a commodity. Wage is paid for the benefit “menfaat”,
derived out of labor. So the payment is for the benefit, not for labor
himself. Worker or labor, does not sell himself. Employer does not buy labor.
In Hanafi fiqh, they try to differentiate the concept of benefit “menfaat” from
commodity “mal” and differentiate the benefit from service “labor”.
Now I come to the
distribution point. In market economies there is a natural labor market. State
does not intervene at all. Here distribution is carried out by the employer. In
the democ- ratic system, in institutional labor market, distribution is done
through collective bargaining system, including the right of strike and
lockout. In socialist autocratic model, both in plant level, and in industry or
nationwide model, type of distribution is decided and carried out by the state
in a guided labor market.66 In Islam, free market model, freedom of
work and enterprise, free contract system, voluntary institutional labor market
by third sector, vo- luntary planning model exist.67 Here now
according to fiqh, labor is divided into two groups
a)
Ecir-i has,” worker,1abor”,
b)
Ecir-i mushterek self-employed, small
farmers, arti- san, doctors etc.
They do also akd-ul
icare, eg. labor contract. It means that both groups are included in the labor
concept, and in the contract of rent. This different structure has large
repercussions. By the
66.
Kerr, Clark, “Labor Markets, Their
Character and Consequences”, IRRA, Sec- ond Annual Meeting Proceedings, Dec.
29- 30,1949,Champaign,1950, pp, 52-68.
67.
Proceedings of a Conference on
“Employer-Employee Relations in Islam “, Publisher: ENSAR Nesriyat, No.2,
İstanbul,1986. distribution, income is divided into two groups as rent and
profit. Non-wage family members are included in the concept of labor, but not
in labor contract.
So there are ecir-i has and ecir-i
mushterek as contract labor. Non income family members are third group, who are
non-cont- ract labor.
In Islam there are six kind of contract
related to labor “akd-ul icare”:[84]
a)
Icare-i ademi. It is used for the people
who are wor- king in industry, trade and service sector.
b)
Musakat. It is used for the people who are
working in forestry, as partnership in profit sharing.
c)
Muzaraa. It is used for the people who are
working in agriculture.
d)
Mudaraba. A contract of profit sharing in
industry, trade and service sector. (I have read recently that in Pakistan
there has been an amendment to enlarge and reshape the implication of mudaraba
act.).
In fiqh there are different terminologies
which are used for wage concept as well. They are: Imale or amale, Maash, Rızk,
Ra- tib, Ata, Nafaka, Caize, Ulufe, and Cul.
In Islamic Economics, labor concept is
enlarged, which co- ver the whole middle class of the society. They are the
kind of people who are providing stability in society. Through muda- rabe
(profit sharing) contract of labor, there has been labor-ca- pital cooperation
in all of the economic sectors of production. In such a contract of labor, they
do cooperate with each other and at the end of production; income is divided
among them, as profit. By the contract of mudaraba, labor, on one side, as
ecir-i müşterek may become like an employer and get some part of income of
profit, on the other side as ecir-i has, he may get income of wage by the
contract of labor (akd- ul icare).[85]
By this way, class concept is removed, and in income distribu- tion, the
definite line between profit and wage income becomes f1exible.This is one of
the peculiarity of the structure of Islamic industrial relations and Islamic
economics. As our mind, bra- in-washed with secular terminologies, it sounds
strange to us. But we should remember that these principles are derived out of
divine rules. Therefore there should be some Hikmet in them. Our position is
to try to find the solution that how we can implicate them in our economic
structure.
Third Question: What are the criterions
in wage determina- tion in Islamic Economics?
Fourth Question: Will there be a minimum
wage? Will Wa- ges be considered as a Social Wage or Economic Wage?
Here I will try to answer
third and fourth questions and then the fifth question. Questions of Six,
Seven, and Eight will be anal- yzed under the chapter of Legal Aspect of
industrial Relations.
4.
The Answer of the Third Question
In Islamic Economics wage
is considered in two categories:[86]
Ecr-i musemma is the wage
which is fixed by the contract before the job is done. In Ecr-i misl, if the
wage is not fixed by the contract at the beginning, it is fixed during the
process, or if there is a dispute, wage is fixed after the work is done, either
by both sides, or by the mediator or by the court. The decision should be taken
according to the prevailing wage level in market related to that job.
In this connection one of the related
questions is the type of factors which affect the determination of ecr-i
musemma. One may cite two important determinants:
Economic factors are productivity,
efficiency, work-load, pro- fessional 1evel, capabi1ity etc. There, the
principle of “equal pay- ment for equal job” is applied.
Social factors are considered according to
the needs of per- sons. But it may include family al1owances. Minimum wage is
also considered as social wage.[87]
In secular market economy, in the natural
Market model, economic wage is essential. Wage is paid according to the work
done. Social aspect is completely omitted.
In the secular institutional labor market
two factors affect to the wage determination. Economic factors on one side are
essen- tial. On the other side minimum wage and family allowances are
considered as social factors. In. such an institutional labor market there are
institutional factors as well. The pressure of unions through collective
bargaining system and the influence of legis- lation and judicial powers are
considered as institutional factors. These institutional factors influence upon
both economic and social factors in wage determination.[88]
In secular socialist system, theoretically
wage is a social wage. Wage is determined according to the needs. But in
practice economic factors play an important role.
In Islamic labor market, principally
economic criterion are used in private sector, e.g. in market, including, if
there is any, state economic enterprises. Economic criterions are essential in
the labor markets. But social aspects of the wage determination are not
neglected. “The permissibi1ity of a minimum wage rate (an equity consideration
in an Islamic economy) is one thing, but its feasibility is another. If the
value of the last hired worker’s contribution to the marginal product is lower
than the statutory minimum wage rate, the extra payment would represent a net
loss to an employer, a development which runs counter to the efficiency
criterion.” 73In such a case either employer should use Islamic function of
İhsan and paying sadaqah (transfer payment) if he is able. Or if he is not able
the difference should be paid by the State from Bait-ul Mal. It means this
particular portion is ta- ken into consideration, but paid by state, not by
employer. Family allowances and extra payments are paid by Beit-ul Mal. State
do- esn’t intervene into the market. But state has the responsibi1ity of
providing social aids and determining the social justice without interference.
If we come to the civil servants, salaries
principally are paid according to the needs, not according to the work.
Especially in high level bureaucrats SUFFICIENCY is the main and essential
criterion for salary level. Hulefa-i Rashidun, although did the same job, were
paid differently by Beit-ul Mal. Because their ne- eds were different. For the
low rank of civil servants, that point is not very clear. But for the high rank
administrative level, suf- ficiency is the main factor. 74I think Devlet-i
Osmaniyye applied this system. As far as I know in Anglo Saxon system, judges
are paid as open cheque. I think they got their system from Devlet-i Osmaniye.
In 16 th century they sent delegation to Devlet-i Osmaniye to study the
judicial system. Their legal system has been influenced by Islamic system of
Devlet-i Osmani. There is no co- dified legal system in the Anglo Saxon
countries. There Judge is free in his decisions according to the main
principles. It is influ- enced by Islamic system. In short, economic criteria’s
are essen- tial for the Islamic wage determination in private sector whereas
social needs and extra payments must be satisfied by the state. Zakat is
integrated part of the Islamic system. If zakat is not sufficient, state can
try to find other incomes to improve its budget.
73.
M. Ramzan Akhtar, Ibid, pp. 215-216
74.
Adem Esen, Wages in Islam, Ibid. For the lower level
of the civil servants the concept of ecr-i misi may be applied. But this area
needs extra studies. Ecr-i misi is determined in disputes and courts according
to the current level of wages.
Fourth Question: Will and can the state
intervene into the labor market, employment conditions and wages in Islamic
labor economics?
Ideally state doesn’t intervene into the
labor market. But in some cases the conditions may force the state to solve the
prob- lems through direct or indirect arrangements, for example by deciding the
minimum wages or with its adjustments, economic conditions of large number of
people can be improved.75
Here I would like to mention an important
point. In Islamic history usually we observe two schools of scholars, some of
them are inclined more toward to the free market model (like Hanafi groups and
most scholars in Devlet-i Osmani). The proverb of “Al kasib-u Habibullah” is an
emblem of this mentality which is famous in Istanbul area. The other group
(like Ibni Teymiye) is more socially oriented. Because they lived in the area
and time of disturbance. According to them, state has the right to intervene
into labor and commodity market.
If we summarize, in Islamic Economics
interference to the labor market is legitimate only in necessary conditions.
In case of disputes, state has the
responsibi1ity of keeping order through labor court where the concerned parties
can apply at any time. According to my humble opinion special labor courts
should be established. Judges have to be educated and trained according to the
Fiqh rules.
5.
Legal Aspects of Industrial Relations in Islamic Model
Question Six: Is Trade Union Legitimate
and Acceptable in Islamic Model Of industrial Relations?
There is a crucial point in this area. THE
LEGALITY OF UNIONS AND COLLECTİVE BARGAINING SYSTEM. There is
75.
Abdul Azim Islahi, Economic Thought of
Ibni Taymiye.
no negative rule in
İslam, prohibiting the establishment of trade unions. [89]
Therefore unions can be established. İn the past we had, and still we may have,
and according to me we should have this kind of institutions. Because voluntary
organizations are essential in the labor market of İslamic model. Therefore
both sides should organize themselves to improve their conditions based on
İslamic principles. They should not have class conflict. Trade unions are a
necessity, but they should play their functions according to the İslamic
principles handled by good Muslim man.
Unions should perform
economic and social functions .İf we come to the political activities, some
fuqaha do not accept it. İt is stated that in an ideal system there is no need
for political func- tion of the unions, if there is no multi political party
system. We don’t know exactly what is the structure of an İslamic state is.
This point is not very clear. Whether we may have political party system or
not? İt is an open question. İn my understanding in ideal system there should
not be multi-political party system in that sense that ideology is one and that
is İslam. Parties may be exist as a group of team. So that they can compete
among each other to achieve to the same ideology of İslam in a better way. İn
that case there might be rooms for unions to deal with politics.
There is no doubt that
beyond these crucial points, for the general principles and the implication of
these principles related to industrial relations in İslamic economics the
general rules of İslamic Law and İslamic fiqh and Usul’u fiqh are essential.
İf we summarize, among
the three functions of the unions, the political aspect might be avoided in an
ideal İslamic society if there is no multi political party system.
Now we come to the main
point. Why union should exist? Today in secular economics unions are included
in the labor market due to some necessities. Nowadays multinational compa- nies
are powerful in the entire world. They don’t have national boundaries. For
example GM, Mitsubishi etc. have factories and relations in different
countries. So they may have an economic capacity more than the Standard level
of an individual nation. As a countervai1ing power, unions have to organize
themselves both in national and international level. During the transitional
period in Islamic countries, as we cannot separate ourselves from the rest of
the world, and as we have multinational companies in our countries as well, as
an Islamic society we should have unions, professional organizations, and they
should cooperate among each other as a countervai1ing power toward these
multinational giants.
Beyond this point there is also a
technical necessity. Today optimal capacity of plants is developing through
technical im- provements. Usually production is done in bigger plants inste- ad
of small ones. Therefore financial capacity of companies is being improved.
Development and enlargement of business side forced the unions to improve their
countervai1ing power in or- der to keep balance in labor market. Therefore
during transitional period there is a need to establish unions in Islamic countries
at national and international level.
Question Seven and Eight:
Is
collective bargaining legitima- te and acceptable? Has state responsibility in
solving labor disputes?
The main question here is whether the
collective bargaining system is legitimate and acceptable? If the answer is
yes, in whıch level collective bargaining system should be exercised? In plant
level or regional, industry wide or in national level? According to fuqaha
collective bargaining process, collective agreement and negotiations are not
against the Islamic principles. The important point is that union should have
the right of representation of each worker as vekalet (Representation), and
become vekil (represen- tative) of them. If they have the right of
representation of the wor- kers they can do collective agreement on behalf of
the workers[90]
Then comes the second part of the question. In which level the collective
bargaining should be carried out? I may state that, at plant level it is easier
to get the representation of the workers and democratically it might be better
as well. Disputes can be solved easily in the plant level either. Because the
workers know each other better. They may have more harmonious relations among
each other.
I think this is one of
the reasons of the success of Japane- se system of industrial relations among
the secular systems.78 As far as I know, in Japan main union activities are
concentrated at plant level. As we know, labor disputes should be solved at
once, in the related local area, before it disperse to the other areas and
become complicated like in medical disease. For democratic reason as well,
plant level unionism is better, to have the voice of bottom. Anglo Saxon and
especially American system has been concentrated in plant level and they criticized
the central Euro- pean, and especially German system which is more industry
wide unionism, as related to German authoritarian character. Japanese system is
also a good example in secular world.
In secular world, unions
in the past were reactionary insti- tutions. But today in western countries
they became rather conservative and participating institutions. In the past
unions were not interested with the increase of production. Their target was
mainly to increase their income share. But now they changed this strategy. They
want to raise productivity at the first stage, and then, try to get their
share, out of increased gain. Therefore they put the “productivity clause” in
the collective agreement, and they became participatory partner in the
increasing of producti- on and productivity. Developing countries have to
increase their production capacity and productivity to follow and to match the
more industrialized countries. Therefore unions in those count- ries, cannot
stay indifferent toward the increase of ‘production, and demand only share
from’ the already produced gains.79
78.
Numan Kurtulmus, The Japanese Management
System: Could it be exported to Foreign Lands? Cornell Univ. ILR School Publ.
1993.
79.
Toker Dereli, Intellectuals, Trade Union
Movement and industrial Relations System, Publ. of İstanbul Univ ,1975,
İstanbu1.
They have to be participant. Therefore
today in the whole world, unions have more positive and participative attitudes
in production. After the collapse of Marxism, unions, (at least some of them)
have lost their hope to find a better system to solve the workers’ problems.
Therefore there is no other choice, but to be a participant in the production
process.
In Islamic Economics, as the unions should
have inner religi- ous feelings, they should show more cooperative attitudes
toward the employers around the unity of Islam.
Now I come to the point of strike. This is
the most crucial part. If we limit ourselves with a narrow explanation of
Fuqaha, there is no legitimacy for the right of strike in Fiqh. [91]
That is true. One should not forget that this statement is true for the ideal
Islamic society.in which no room for the class conflict, strike or lockout.
However during the transitional period (If the motivation of human being has
not been changed in commodity and labor markets) they behave according to the
rules of homo-economi- cus life style and try to maximize their economic interest
without having any moral restrictions. And if they are not good Muslims and not
practicing Islam in their life, in that case as one Fuqaha says, the strike and
lockout are not good instruments; they are wrong, but in a wrong society, they
try to amend the wrongness.[92]
We can say that, our final target is not to use such tools in an Islamic
society. Therefore my inclination is that in the transitional period, this
function of union should be tolerated, according to the conditions of the
society. It depends to the circumstances. For example, if in a country interest
rate and inflation are about 80 %,and the Islamic conditions are not exist in
economic life yet, how you can try to adopt only one portion of Islamic
Economics.
Therefore we should try to be comprehensive
and being ob- jective in our explanation and to find a solution for the
society. We should at least be tolerant toward the right of strike during the
transitional period.
6.
Political Aspect of Islamic Model of Industrial Relations
It is argued that,
because of lacking of democracy in İslam. Different types of authoritarian
system exist in Islamic countries. According to my understanding and
explanation, using the Western terminologies, I can say that there is a
democratic concept in İslam. Why and how? At first I should explain what I
understand from democracy in a secular sense. According to socio economic
aspects of society, political systems may be divided in three ca- tegories:
a)
Authoritarian systems. If political,
economic and social powers in a country are concentrated in one center, which
maybe one person, one party, one group etc. such a system whatever is called it
is an authoritarian system. It may have different varieties as monarchy,
kingdom, tribal, military etc.
b)
Opposite of this system is to divide the
socio- economic and political powers in a country as much as possible. The extreme
of such a system in theory is called Anarchism. It refuses any kind of power in
society. Everybody is free by himself. Such a system has not been applicable at
all. Because Allah has created human being to live in a society. It is not
feasible either economi- cally to live in the example of Robinson.
c)
Democracy. Between these two extremes the
third solu- tion is to divide socio-economic and political powers among so-
cial and income groups. Through the organization of each group they may provide
countervailing power to each other, so that ne- ither of them can dominate the
others. Such a system in different varieties is called democracy in a secular
system. To achieve this goal in political area, political parties are
established and they are one of the essential elements of democratic system. In
this system political power is divided among the parties, and each of them
controls the others to avoid abusement of power. [93]
To divide the economic power, collective bargaining system and unions are
established.
They are countervailing power of private
enterprise system which dominates the market. If economic private enterprise
exists without union like in 19th century, economic power will be
con- centrated in the hand of private employer. This is considered as economic
authoritarian system of employers. On the other hand, if there is no private
enterprise and economic power is concent- rated in the hand of state, and political
power is also at the hand of the same state, in such case categorically
democracy, division of power, is not possible; because all powers are
concentrated in one center. If democracy means to divide the power among the
groups, to provide circumstances to control each other, concent- ration of all
power in one center makes it impossible. It becomes an authoritarian system.
Now what is the position
in Islam? In Islam, principally there is a unity in worldly power. He is called
mostly imam. Worldly power is concentrated at the top. But this worldly power
cannot be utilized, like in secular system, according to the self-desire of the
person, or the group who use them. That leader has to obey to divine principles
in all his activities as a state ruler, and as an individual as well. In that
case in Islam there is a control mecha- nism of worldly power, controlled by
the Divine Power. As this controlling power is not man-made, and there are
eternal rules created by the Creator, there is a stable system. If these people
who have the authority of ruling power in their hands, claim that they are
Muslims, they have to obey to the Islamic principles. They cannot be omnipotent
in using their worldly powers, as it is the case in secular systems. In secular
authoritarian system, rules are determined by the person or group who’ has the
power.
M. Mazharuddin Siddiqi, Islam and Democracy, Da’wah Academy,
International Islamic University, Islamabad, Pakistan, 1991, 20pp.
Legal Authority of the Sunnah: Practice of Rightly -Guided
Caliph’s and Views of the Early Fuqaha, Muhammed Yusuf Faruqi, Islamic Studies,
Islamic Research Institute, IIU, Islamabad, Pakistan, vol.31, winter, 1992, no.
4 pp. 393-411.
Legal Authority of the Sunnah. 1, Ibid.
Therefore they can change
the rules according to their desire, and there is no other group or person to
control them. But in Islamic system, leader who has the worldly power has to
obey to the divine power. That is why there is a Fetwa function, which is used
by Sheyh-ul Islam, under the leadership of imam or Khalifa. In that case there
is a democratic concept in the sense of division of powers. And in this system,
unions or collective bargaining may exist, but not organized by the 1egislation,
or by the state, but by the voluntary organizations. There are no Islamic rules
that state should interfere or prohibit them. According to my un- derstanding
in İslam, there is a democratic concept in. the sense explained above. So in
Islamic labor Economics there is an Is- lamic market system to promote
entrepreneur, motivate human beings as Ashraf-ul Mahlukat and Halifetullah in
this world. So in Islamic labor market we have to promote private business, to
motivate them for working hard and improve their technic. But on the other side
all of the people are considered as Ashraf-ul Mahlukat, who are created by
Allah. We cannot differentiate the- se human beings in a manner of distinct
class concept as emplo- yer and labor, by that angle. In that sense we have a
free market, but as a society we have responsibilities. Because we know that
wealth and richness, and economic power is given by the grace of Allah. We
cannot reach that target only by our work. We should express our irade-i
cuz’iye up to the last stage, but final point has to be determined by Allah.
Therefore if a person got it and beca- me rich and powerful in economic life he
has to use this power according to the commandments of Allah. If Allah says, do
this, do that, he has to do it. This is the essence of social responsibi1ity of
the people in Islam. That responsibi1ity is not due to the order and force of
state. It is accepted by the people to achieve Riza-i Lillah and to succeed by
the grace of Allah. These are the main parameters of Islam. Therefore through
these principles we may have a social justice. In Islam justice is
comprehensively cover all of the aspects of life. The essence of universe is
Justice (Adalet). The owner of universe is Allah. The responsibi1ity is toward
him.
Justice should be everywhere, in labor
market as well. So accor- ding to these principles, I think, we should try to
improve these ideas categorically. We can try to shape the model of industrial
relations according to the Islamic principles. We need to mobilize hundreds of
Ph.D. thesis on these subjects. We have to work hard and Insha’Allah new
generations are coming. I have very positive observations in my life, during
the last half century. In Tur- key 50 years ago there was no effective Islamic
climate. Neither individual Muslims, nor their companies had sufficient power.
Furthermore teaching of Islam in schools and publishing books were restricted,
even some time prohibited. Alhamdulillah, today we have politicians,
intellectuals, companies, associations, waqf, publishing houses, etc. For
example, in every Ramadan we have Fair of Islamic Publications in Istanbul
Sultan Ahmed mosque and in Ankara. There are more than hundred publishers, who
publish only Islamic publications and sell large number of books.
Despite being at the initial stage, I
think in the whole Mus- lim countries there is a huge improvement in Islamic
field. We should remember that the terminology of Islamic Economics star- ted
in old India and Pakistan. In Turkey it was started by Professor Hamidullah.
In this field Muslims have to cooperate among each other. I am optimistic. We
have to do our best. If we improve our Islamic concept, and apply in our life,
put the principles into implication, we can save not only us, but all of the
human kind Insha’Allah.
Professor Dr Sabahaddin Zaim
Chairman of Department of Labor Economics
and Industrial Relations,
Faculty of Economics, Istanbul University
İslam Ekonomisi ve İslam Ülkeleri
İşbirliği Sahasında
Son 50 Yıldaki Gelişmeler83
Son 50 yılda dünyamız iktisadi ve
teknolojik sahada ilerlerken İslam Dünyasında da manevi yönde hızlı gelişmeler
meydana gelmiştir. Bu dönemde Müslüman toplumlar kendi kimliklerini sorgulamaya
başlamışlar ve İslâmî şahsiyetlerini yeniden arama kaygısına düşmüşlerdir.
Bazıları buna “köklere dönüş siyaseti” adını vermektedir. Yalnız bu hareketin
tecellisi İslam ülkelerinde üst yönetimi temsil eden devlet kademeleri ile
milleti temsil eden toplum katmanlarında farklı mahiyette ve istikamette
olmuştur. İslam ülkelerinde, genel trend itibari ile devletin üst yönetim
kademeleri ile toplumun katmanları arasında bir uyuşmazlık görülmektedir. Bu
sebeple millet içinde görülen köklere dönüş politikası her yerde ve her zaman
devlet kademelerine intikal etmemiş ve resmi politikalarda akış bulamamıştır.
Fakat alttan gelen bir baskı ile üst kademelerdeki bazı grupların mukavemetine
rağmen devlet millet kaynaşması istikametinde, ülkelere göre değişmekle
beraber, önemli mesafeler kaydedilmiştir. İslam ülkelerinde demokrasiye yer
verilen toplumlarda bu süreç daha başarılı olarak gelişmekte veya başka bir
ifadeyle demokrasiye, yani tabanın sözüne yer verilmesi nispetinde bu süreç
başarılı olmaktadır. Her hareketin temelinde görüldüğü gibi köklere dönüş
hareketi önce tahayyül safhasında başlamış, şair ve ediplerin yazı ve
şiirlerinde dile getirilmiştir. Şair İkbal ve Mehmet Akif
83.
MÜSİAD, Çerçeve Mecmuası, Kasım 1997, Yıl:
5, Sayı: 21, sh. 7-28; Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı / Toplum / İktisat /
Siyaset, Cilt:1, sh. 195-217. hatıra gelen ilk örneklerdir.
Bilâhare bu duygular fikir sahasına intikal etmiş ve akademik mahfilde mâkes
bulmuş; sonra da siyaset erbabının elinde aksiyona dönüşmüştür. İslâm dünyasında
Pakistan 20. asrın ikinci çeyreğinde İslâm adına kurulan bir yeni devlettir.
Varlığı ve hikmet-i vücudu İslâm’a dayanmaktadır. Bu sebeple Hint Yarımadası
İslam’a dönüş hareketinde, hem edebî ve fikrî yönde, hem de siyaset ve aksiyon
sahasında öncülük yapmıştır. İslâm ekonomisi tabiri ilk defa Hindistan’daki
âlimler tarafından telâffuz edilmiştir. Çünkü onlar hem İngilizce’ye vu-
kufiyyetleri ile Batı kültürüne, hem de medrese tahsili yoluyla Arapça’ya aşina
bulunmakla doğu kültürüne vâkıf bulunuyorlardı. 20. asırda maddi ve iktisadi
meselelerle ilgili iktisadi doktrin ve ideolojiler toplumlara yön verdiği
için, Hintli âlimler de okutulan iktisat ilminin mefhumlarını, uygulanan
politikalarını ve kurulan müesseselerini İslam’ın değer hükümleri ile tahlil
edebilmenin yollarını aramışlar, İslam’ın iktisadî sahadaki görüşlerini bu
yönden ifade etmeye çalışmışlardır. Bu sebeple klâsik fıkıh ilmi yanında “İslam
iktisadı” mefhumunu ortaya atmışlardır. Ülkemizde bu mefhum ilk defa
Hindistanlı âlim Muhammed Hamidullah Hoca’nın Paris’ten gelerek İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakülte si’ndeki İslâmî Araştırmalar Enstitü sü’nde
verdiği derslerle başlamış ve çalışmaları “Modern İktisat ve İslam”
adıyla basılmıştır. Bilahare Sabahaddin Zaim, Hamidullah Hoca’dan el alarak
aynı konuyu işlemeye devam etmiş ve 1968’de Kadıköy Halk Evi’nde verdiği
konferans önce İhsan Babalı’nın Cağaloğlu Yaymevi’nde yayınlanan İslâm
Düşüncesi mecmuasının 5. sayısında, yine “Modern İktisat ve İslam”
adıyla bir makale olarak neşredilmiştir. Bilahare bu makale küçük hacimli bir
eser halinde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) tarafından müteaddid defalar
basılmıştır. [94]
Bu ilgi yıllarca kökleri ile ilgilenebilmekten adeta mahrum kalmış olan
toplumun yeni gelişen münevver tabakalarında İslam’a karşı duyulan hasretin
bir tezahürü olarak izah edilebilir. Esasen bu dönemde İslâmî yayınlarda ve
yayın merkezlerinde patlama denilebilecek çok belirgin bir artış olmuştur.
20. asrın ikinci
yarısında Türkiye gibi diğer İslâm ülkelerinde de İslâm iktisadı sahasında
başlayan ilgi ve onun sonucu olan ilmi ve ekonomik çalışmalar köklere dönüş
hareketi ile birlikte hız kazanmıştır. Bu dönemler aynı zamanda Allah’ın lütfu
sonucu Basra Körfezi ülkeleri başta olmak üzere muhtelif İslâm ülkelerinin
petrol üretimine başlaması dolayısıyla iktisaden zenginleştikleri bir zaman
dilimidir. Dünyadaki siyasi konjonktürün yardımı ile bağımsızlığına kavuşan
İslam ülkelerinin sayısı da bu dönemde 40 dolaylarına ulaşmıştır. Hâlbuki bu
adet 1930’lu yıllarda son büyük İslam devleti olan Osmanlı Devleti’nin
(Devlet-i Aliye-i
Osmaniye) inhilalinden
sonra 3 ila 4’e inmişti. İşte bu atmosfer içinde İslâm dünyasında birbirinden
kopuk olarak siyasi arenada boy gösteren Müslüman ülkeler, aralarında işbirliği
yaparak kendi İslâmî kimliklerini kazanma gayretini mücerretten müşahhasa
(soyuttan somuta) çevirebilme imkânını elde etmişlerdir.
Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın İsrailliler
tarafından yakılması, kıvamına gelmiş olan İslami şuur korlarını bir anda
alevlendirmiş, Fas Kralı II. Hasan’ın daveti ile Dar’ul Beyza (Kazablanka)’da
toplanan İslam devletleri ilk İslam konferansının temellerini atmışlardır.
Siyasi sahada başlayan bu entegrasyon
hareketi iktisadi, fikri ve akademik sahaya da sıçrama yapmıştır. Bu sırada,
petrol üretimi sayesinde iktisaden güçlenmiş olan Suudi Arabistan devletinin
başında bulunan Kral Faysal İslami entegrasyon hareketlerini motive eden lider
şahsiyetlerden birisi olmuş ve İslâm dünyasındaki akademisyenleri bir araya
getirecek muhtelif projeler hazır- latmıştır.[95]
Bunlardan ilki “İslâm İktisadı Birinci
Dünya Kongresi” olmuştur. 1976’da Mekke-i Mükerreme’de tertip edilen bu
kongreye,[96]
200 Müslüman iktisatçı ve fakih katılmış ve İslâm iktisadı ile ilgili
yüzlerce tebliğ sunulmuştur. Bu tebliğlerden seçilen muhtelif makaleler biri
İngilizce, diğeri Arapça olmak üzere iki cilt halinde yayımlanmıştır.
İşte bu konferans bir dönüm noktası olmuş
ve İslam iktisat uleması ilk defa dünya çapındaki böyle büyük bir toplantıda
bir araya gelmişlerdir. Bu kongre Cidde’de bulunan Melik Abdülaziz Üniversitesi
(KAAU) İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi tarafından düzenlenmiş, tertip
heyetinde Dr. Ahmet Tütüncü, Dr. Mu- hammed Sakr, Dr. Ahmed el- Neccar gibi
isimler bulunmuştur. Kongre başkanlığına KAAU Rektörü Dr. Muhammed Ömer Zü-
beyr, başkan vekilliklerine KAAU’den Prof. Haşan Ebu Rukba, Pakistan’dan Prof.
Hurşid Ahmed ile Türkiye’den Prof. Dr. Sabahad- din Zaim, raportörlüğe Dr.
Monzer Kahf getirilmişlerdir.
İslâm iktisatçıları ile hukuk uleması
müştereken aşağıda yer alan konular üzerinde takdim edilen tebliğleri
tartışmışlardır.
1.
İslâm İktisadı Mefhumu ve Metodolojisi
2.
İslâm İktisat Modelinde Tüketim ve Üretim
3.
İslâm İktisat Modelinde Devletin Rolü
4.
İslâm İktisat Modelinde Sigorta
5.
İslâm İktisat Modelinde Faizsiz Bankacılık
6.
İslâm İktisat Modelinde Zekât Uygulaması
ve Mali Siyaset
7.
İslâm İktisat Modelinde İktisadî Gelişme
8.
İslâm Ülkeleri Arasında İktisadî İşbirliği
9.
İslâm İktisadı Sahasındaki Yayınların
Tetkik ve Tahlili.
Bu kongrenin sonucunda tartışılan
mevzularla ilgili olarak kurulmuş olan komitelerin özel tavsiye kararları ile
genel kurul adına hazırlanan bir genel tavsiye metni (General Recommenda-
tions) hazırlanmış ve bu tavsiyelere uygun olarak KAAU’nde bir “Milletlerarası
İslâm İktisadî Araştırma Enstitüsü” (International Centre for Research in
Islamic Economics-ICRIE) kurulmuştur.[97]
ICRIE, kongrede alman kararlar ve Yüksek
Müşavere Kuru- lu’nun tavsiyeleri istikametinde olmak üzere İslâm iktisadı ile
ilgili muhtelif konferanslar, seminerler ve izleme toplantıları tertip
etmiştir. Böylece; İkinci Milletlerarası İslâm İktisadı Konferansı (Second
International Conference on Islamic Economics) 19-23 Mart 1983’te
İslamabad’taki Milletlerarası İslâm Üniversitesinde yapılmıştır. Konferansın
başlığı: “Fiscal Policy and Development in an Islamic State” (İslâm Devletinde
Mali Siyaset ve Kalkınma) olmuştur. Bu konferansta “İslam’da Gelir Dağılımı ve
Adalet” konusu işlenmiştir. Konferansın sonuçları kitap halinde basılmıştır.
Üçüncü Milletlerarası İslâm İktisadı
Konferansı 28-30 Ocak 1992’de Malezya’da Kuala Lumpur’daki Milletlerarası İslâm
Üniversitesinde Kuala Lumpur’daki Milletlerarası İslâm Üniversitesinde
toplanmıştır. Organizasyona IDB, IRTI ve IAIE (Inter- national Association for
Islamic Economics) de katılmıştır. Bu konferansların yanında seminerler de
tertip edilmiştir.
“International Seminar on Islamic Economics”,
1985 Şubatında Nijerya’da University of Sokoto’da “Development and Fi- nance
in Islam” adlı seminer 7-9 Ocak 1987’de Kuala Lumpur’da- ki International
Islamic University’de tertip edilmiştir.
Bunların dışında dünyanın muhtelif
yerlerinde çeşitli kurumlar tarafından İslam iktisadı ile ilgili olarak birçok
konferans ve seminerler akdedilmiştir. Mesela:
• First
Conference of the Academy of Islamic Research, Al-Azhar University, Cairo,
1964; Second Conference: 1965.
• International
Seminar on Islamic Social Justice, A.B.U., Za- ria, Nigeria (3-8 January 1978).
• Thoughts
on Islamic Economics, Dhaka, Bangladesh, 1980, by Islamic Economic Research
Bureau.
• International
Seminar on Islamic Banking, Al-Azhar Univ. Cairo, August 29 Sept. 17, 1981,
organized by International Institute of Islamic Banking and Economics first
advanced Course on Islamic Banks).
Bu arada İslam dünyasındaki fikri
kaynaşmayı temin etmek üzere rahmetli Kral Faysal tarafından planlanmış olan
iki büyük konferans daha yapılmıştır. Bunlardan ilki “İslâm Ülkeleri Arasında
İlim ve Teknolojide İşbirliği Birinci Dünya Kongresi” (The First Conference on
Solidarity in Science and Technology Among Müslim Countries) 1976’da Riyad
Üniversitesi Rektörü Prof. Fad- da tarafından Riyad’da toplanmış ve Dr. Ahmet
Tütüncü tarafından organize edilmiştir.[98]
Kongrenin sonunda yayımlanan tavsiyeler
metninde, bilhassa sanayileşme, teknolojik araştırmalar ve insan kaynaklarının
geliştirilmesi hususunda İslam ülkeleri arasında işbirliğini sağlayacak
organizasyonların teşkili cihetine gidilmesi hususları benimsenmiştir.
İkincisi Birinci Dünya İslam Eğitim
Kongresi” olmuş ve 1977’de Mekke’de Birinci İslâm İktisadî Kongresinin toplandığı
Intercontinental Oteli’nde yapılmıştır. Organizasyonu yapan tertip komitesi
başkanlığını Dr. Sait Ali Eşref üstlenmiştir. Türkiye’den kongreye bir heyet
katılarak tebliğlerini takdim etmiş- lerdir.89 Bu kongreye 313 ilim
adamı katılmış, İslâm eğitimi ile ilgili 14 komite teşkil edilerek muhtelif
konular işlenmiştir. Bu konferansta “İslâm’da Eğitimin Hedefi ve Nasıl Bir
Gençlik, Nasıl Bir İnsan Tipi ve Modeli Yetiştirilmelidir?” konusu üzerinde
durulmuştur. Kongreyi tertip eden Dr. Sait Ali Eşref ikinci Dünya İslâm Eğitim
Kongresi’ni 1980’de Pakistan’da İslamabad’da, Üçüncü Dünya İslâm Eğitim
Kongresi ile Birinci Dünya İslâm Kültür Kongresi’ni Bangladeş’in başkenti
Dakka’da 1981 yılında tertip etmiştir.
Bu konferanslarda şu
hususlar üzerinde mutabık kalınmıştır:
1.
İslâm ülkelerinde okutulan kitaplarda
birçok gayri İslami mefhum vardır. Bütün eğitim kademelerinin müfredat
programlarında okutulan kitaplardaki bu gayrı İslâmî kavramlar tesbit edilip,
çıkarılmalıdır.
2.
Mümkün olan ahvalde bunların yerine İslami
kavramlar konulmalıdır.
3.
Bu ilimler, İslâmî kavramlara göre yeniden
tasnif edilmelidir.
4.
Yeniden tasnif edilecek bu ilimlerde, yeni
müfredat programları hazırlanmalıdır.
5.
Yeni müfredat programlarına göre yeni
kitaplar hazırlan- malıdır.
6.
Yeni kitapları kullanacak yeni öğretmenler
yetiştirmelidir.
Dr. Ali Sait Eşref,
Birinci Dünya İslâm Eğitim Kongresi’nin
89.
Dr. Ahmed Tütüncü Kerkük Türklerinden olup
petrol mühendisidir. Konferans sırasında Riyad Üniversitesi’nde profesörlük
yapıyordu. Evvelce IIFSO’nun başkanlığının yapmıştır. 1973’te Libya’da toplanan
“Dünya İslam Gençlik Kongresi”nin ve Mekke’deki “İslâm İktisadı Birinci Dünya
Kongresi”nin hazırlayıcılarındandır. Bu Kongreye Türkiye’den Turgut Özal,
Sabahattin Zaim, Mehmet Bilge, Mehmet Aykurt, Sümer Sahin ve Talip Alp
tebliğleriyle katılmışlardır.
tavsiyesi gereğince İngiltere’de
Cambridge’de kurduğu “Islamic Academy”de “Muslim Education Quarterly”
adlı bir mecmuayı 1983 yılından beri 3 ayda bir olmak üzere muntazaman yayımlamaktadır.
Bunların dışında fıkıh, ilahiyat, hukuk, tıp, coğrafya gibi çeşitli konularda
konferanslar tertip edilmiş ve bu akademik faaliyetlerde İslâm toplulukları
içinde İslâmî şuurun canlandırılması, ilim adamlarının uyarılması,
birbirlerini tanımaları ve ferdi ve kurumlar arası işbirliği yapma imkânlarının
sağlanması amacı güdülmüştür. Bu dönemler milletlerarası İslâmî faaliyetlerin
hızla geliştiği bir dönem olmuştur.
1976’da Cidde’de faaliyete geçmiş olan
“İslâm Kalkınma Bankası” içinde 1981’de (1401 h.) “İslami Araştırma ve Eğitim
Merkezi” “Islamic Research and Training Institute” (IRTI) kurulmuştur. Bu
enstitü araştırma, eğitim, bilgi toplama şubelerinden oluşarak faaliyete
geçmiştir.[99]
Araştırma ve eğitim bölümleri, İslâm iktisadı ile ilgili muhtelif konularda
araştırmalar yaptığı gibi muhtelif İslâm Üniversiteleri veya kurumları ile
işbirliği halinde, bu yöndeki faaliyetleri finansmanını sağlayarak teşvik
etmiştir. Bunların içinde başlıcaları şunlardır:
1.
Workshop faaliyetlerini düzenlemek ve
misafir konuşmacılar davet etmek,
2.
İslam iktisadı ve bankacılığı ile ilgili
dergi ve bültenler çıkarıp yayımlamak,
3.
Belli başlı konularda tebliğler ve
monografi serileri yayımlamak,
4.
Merkezde ve diğer ülkelerde konferans ve
seminerler düzenlemek,
5.
İlim adamlarının mübadelesini temin etmek,
6.
Hizmete dönük talim ve eğitim
faaliyetlerini organize etmek,
7.
Doktora ve doktora sonrası için genç
Müslüman iktisatçılara ve ilim adamlarına burslar vermek,
8.
Ekalliyet halinde yaşayan Müslümanların
çocuklarına Müslüman ülkelerde eğitim bursları vermek,
9.
Dünyada İslâm İktisadı ve bankacılığı
sahasında eserleri veya hizmetleriyle ün yapmış tanınmış kişilerden veya kuramlardan
her yıl jürilerce seçilecek kişiye veya kuruma bir dünya ödülü vermek ve
onların eserlerini yayımlamak.[100]
IRTI’nin faaliyetleri arasında birinin
burada zikredilmesinde fayda vardır. IRTI, Pakistan’da İslamabad şehrinde
bulunan Milletlerarası İslam Üniversitesi (IIU) ile işbirliği yaparak 22
Ağustos 3 Eylül 1987’de Üniversite hocaları için bir İslâm İktisadı Semineri
düzenlenmiştir. 14 ülkeden hocaların katıldığı bu seminerde 6 konu işlenmiştir.
a ) İslam İktisadına
Giriş
b ) İslam Hukukuna Giriş
c ) İslam İktisadi
Sistemi
d ) Mikro İktisat
e ) Makro İktisat
f ) Para ve Maliye
Politikaları
Yine bu cümleden olmak üzere IRTI
tarafından, Ka- raçi’de “Zekat Uygulaması” (Zekat Management) adı altında bir
toplantı yapılmış, muhtelif ülkelerden gelen tatbikatçılara konuyla ilgili
konferanslar verdirilmiş ve muhtelif İslam ülkelerindeki zekat uygulamaları
tartışılmıştır. Sonuçlar IDB tarafından bir kitap halinde yayımlanmıştır.92
Yine bu cümleden olmak
üzere IRTI, Ürdün’ün Amman şehrinde bulunan El-Beyti Vakfı ile işbirliği
halinde İslâm iktisadının gelişmesi ve araştırma faaliyetleri konusunda 1988’de
milletlerarası bir seminer düzenlemiştir. İslâm iktisadı ve bankacılığı sahasındaki
fikri ve akademik faaliyetlerin hızla gelişmesi, dünyanın çeşitli yerlerinde
birçok kurum ve müessesenin tesisine ve gelişmesine yol açmıştır. Bunlardan
başlıcaları şunlardır:
1.
Pakistan’da İslamabad’da “Pakistan
Milletlerarası İslâm Üniversitesi” (International Islamic University-IIUP)
kurulmuştur. Buraya bağlı olarak bir İktisat Fakültesi ve “Milletlerarası
İslâm İktisadı Enstitüsü” teşkil edilmiştir. Ayrıca İslamabad’da Kurulu “The
Institute of Policy Studies” de bu sahada çalışmalar yapmıştır.
2.
Malezya’da Kuala Lumpur’da ikinci bir
“Milletlerarası İslâm Üniversitesi” kurulmuştur. Bu Üniversite Malezya Hüküme-
ti’nin yakın ilgisi sayesinde (Bakan Enver İbrahim Bey’in başkanlığında) hızlı
bir gelişme kaydetmiştir.
3.
Suudi Arabistan’da, Mekke’de Ümm’ül-Kur’a
Üniversitesinde, Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde ve Riyad’da İmam
Muhammed Üniversitesi’nde İslâm İktisadı bölümleri açılmıştır. KAAU’nde
bulunan ICRIE çalışmalarını devam ettirmiştir.
92. 1996 yılına kadar dünya IDB ödülünü kazanan
şahsiyetler şunlardır:
1) Pakistan |
Prof. Dr. Khurshid Ahmed, |
Islamic Economics |
1408H (1988) |
2) Hindistan |
Dr. Umar Chapra |
Islamic Economics |
1409H (1989) |
3) Ürdün |
Prof. Dr. Sami H. Hamoud |
Islamic Banking |
1409H (1989) |
4) S. Arabistan |
Prof. Dr. Anas Zerqa |
Islamic Economics |
1410H (1990) |
5) Malezya |
Tabung Haji |
Islamic Banking |
1410H (1990) |
6) Katar |
Dr. Yousuf Al-Qaradawi |
Islamic Economics |
1411H (1991) |
7) Pakistan |
Dr. Ziauddin Ahined |
Islamic Banking |
1411H (1991) |
8) Türkiye |
Prof. Dr. Sabahaddin Zaim |
Islamic Economics |
1412H (1992) |
9) S. Arabistan |
Centre for Research in
Islamic Economics, KAU, Jeddah, |
1413H (1993) |
|
10) S. Arabistan |
Dr. Ahmad Mohammed Ali |
Islamic Banking |
1414H (1994) |
11) S. Arabistan |
Dr. Muhammad Umar Zubair |
Islamic Economics |
1415H (1995) |
12) S. Arabistan |
Mr. Saleh Abdullah Kamel |
Islamic Banking |
1416H (1996) |
13) |
Dr. Rafic Younus Al-Masri |
(jointly) |
1417H (1997) |
|
Dr. Abdur Rahman Yousri |
Islamic Economics |
|
4.
Londra’da 1973’de kurulmuş olan “Islamic
Council of Europe” tarafından 1977’de bir “International Economic Confe- rence”
tertip edilmiş ve İslâm ülkeleri arasında İktisadî işbirliği imkânları
tartışılmış, sonuçlar yayımlanmıştır.93
5.
İngiltere’de Leicester’de kurulmuş olan
‘The Islamic Foun- dation”, İslâm iktisadı üzerine zengin yayınlar yapmak
suretiyle temayüz etmiş olup, son yıllarda, İslâm iktisadı ile ilgili seminerler
ve kurslar tertip etmeye başlamıştır. Seyit Âla Mevdudî Vakfı tarafından
kurulmuş olup halen Prof. Dr. Khurshid Ahmed’in başkanlığında yönetilmektedir.94
6.
ABD’de kurulan ve başlangıçta Abdülhamid
Ebu Süleyman’ın yönettiği ‘The Association of Müslim Social Scientists”, İslâm
iktisadı üzerinde kuruluşundan bu yana her yıl konferans ve seminerler tertip
etmiş, 1984 yılından bu yana aşağıda belirtilen “The International Institute
of Islamic Thought” ile birlikte “The American Journal of Islamic Social
Sciences” adlı bir mecmua neşretmiştir.95
İslam’ın çeşitli yönleri ve İslam iktisadı
ile ilgili olarak her yıl “National Seminar” (milli seminerler) tertip
etmişlerdir.
Ayrıca ABD’de “International Institute of
Islamic Thought and Islamic Research” adlı kuruluş da bu konularla ilgilenmektedir.
Rahmetli İsmail Raci el-Farukî’nin kurduğu bu müessese 1996 yılında ABD’de bir
de Üniversite (Yüksekokul) kurmuştur. “The Graduate School of Islamic Social
Sciences” adı verilen okulda İslâmî konular üzerine yüksek lisans ve doktora
programları uygulanacaktır. 2000 yılında da lisans eğitimine başlanması
programlanmaktadır.96
93.
(IRTI, IDB), Islamic Research and Training
Institute, Islamic Development Bank, Management of Zakah in Modem Muslim
Society, Jaddah, Saudi Arabia, 1989.
94.
Islamic Council, 1973 Mayıs’ında Cidde’de
bulunan İslâm Konferansı Dış İşleri Bakanları toplantısında alınan karar
gereğince Avrupa’da İslâmî faaliyetlerin geliştirilmesi ve teşvik edilmesi
amacıyla kurulmuştur. Salem Azzam, başlangıcından bu yana genel sekreteridir.
Bkz.: “The Müslim World and The Future Economic Order; Islamic Council of
Europe”, 1979.
95.
Bu kuruluş, İslâmî yayınların genel bir
bibliyografyasını yayınlamaktadır. Bkz.: “The Müslim World Book Review”, The
Islamic Foundation, 223 London Road, Leichester LE2 IZE, U. K.
96.
Abdulhamit Ebu Süleyman Malezyadaki
Milletlerarası İslâm Üniversitesi’nin Rektörlüğünde bulunmuştur.
7.
1980’de Bangladeş’te bir “Islamic Economic
Research Bu- reau” kurulmuş ve Dakka Üniversitesi ile birlikte İslâm iktisadı
sahasında akademik çalışmalar yapmıştır. “Thoughts on Econo- mics” adlı
üç ayda bir yayınlanan mecmuası vardır. Mecmuanın 1986 yılı 7. cilt, 4
nolu özel sayısı İslâm’da Sigorta ve Reasürans (Reinsurance) üzerinde
yoğunlaşmıştır.
8.
Kuzey” Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Prens
Muhammed Faysal’in teşebbüsü ile 1981 ’de bir “İslam Bankacılığı ve İslam
İktisadı Enstitüsü” kurulmuş, ayrıca Lefkoşe’de de Faysal İslâm Bankası
açılmıştır. Bu Enstitü Girne’de faaliyete geçmiş, bir üniversite olma yolunda
çalışmalara başlamış, muhtelif İslâm ülkelerinden buraya öğrenciler gelmiş,
güzel bir kütüphane teşkil edilmiştir. Bilahare, TC Merkez Bankası’nın
desteklemesine rağmen mali sıkıntı nedeniyle kapanmıştır.
9.
Pakistan’da rahmetli Ziya’ül-Hak
tarafından bir “İslâm Devleti” yapısı oluşturulurken kurulan “Council of
Islamic Ideo- logy” (İslâm İdeolojisi Mefkuresi Meclisi), 1983’de faizsiz
sistem üzerinde 2 ciltlik bir eser ve “Consolidated Recommendations on the
Islamic Economic System” adlı bir kitap yayınlamıştır.
10.
İslam Kalkınma Bankası tarafından finanse
edilmek suretiyle Afrika’da 1984’de Nijer ve 1988’de Uganda’da olmak üzere 2
İslam Üniversitesi kurulmuştur.
11.
Türkiye’de İslâm iktisadı sahasında
başlayan çalışmalar kurumlaşarak devam etmiştir. Bunları şöyle ifade
edebiliriz.
1.
İSAV (İslami Araştırmalar Vakfı), İslâm
iktisadı ile ilgili olarak muhtelif konferanslar tertip etmiş sonuçlarını kitap
halinde yayımlamıştır. Bunların başlıcaları şunlardır:
a)
İslâm Hukukuna Göre Alışverişte VadeTarkı
ve Kâr Haddi
İktisadî Kalkınma ve İslâm
d)
Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli (Faizsiz
Kredileşme Sistemi)
b) Türkiye’de Zekat
Potansiyeli, 1984; İbadet ve Müessese Olarak Zekat, 1984
e)
Mukayeseli Hukuk ve Uygulama Açısından
İşçi-İş- veren Münasebetleri, 1990
f)
Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumlan ve
Para Vakıfları, 1993
2.
Ensar Vakfı, 1979’da kurulmuş, İslâm
iktisadı ile ilgili konularda konferans ve seminerler düzenlemiştir.
a)
Bunlardan ilki, “İslâm Açısından Enflasyon
ve Çözüm Yolları” adlı seminer,
b)
İkincisi “İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren
Münasebetleri” konulu seminer olup, her ikisinin de tebliğleri yayımlanmıştır.
3.
Fey Vakfı, Faysal Özel Finans Kurumu
tarafından kurulan “Faysal Eğitim ve Yardımlaşma Vakfı” İslâm bankacılığı ve
iktisadı ile ilgili ilmi çalışmalar ve yayınlar yapmıştır. Ayrıca “Faysal
Finans Kurumu Kültür Yayınları” olarak çeşitli yayınları vardır. Bu
yayınlar içinde bir İslâm bankacılık ansiklopedisi yayımlanmış, 1993’te “İslâm
Ekonomisi ve Bankacılığı” konusunda akademisyenler arasında bir yarışma
düzenlemiş ve kazanan ilk üç eser basılmıştır.[101]
4.
MÜSIAD (Müstakil Sanayici ye İşadamları
Derneği), tatbikatı ilgilendiren konular yanında İslam iktisadı ile ilgili
çalışmalar da yapmaktadır. “Çerçeve” adlı bir mecmua yayımlamaktadır.
1994 yılında “İş Hayatında İslâm İnsanı” (Homo Islamicus), “İsla- mi
Duyarlılıkla Yönetilen Firmalarda Örgütsel Davranış Biçimleri’ yayımlanmıştır.[102]
5.
Marmara Üniversitesi’nde kurulmuş olan
“Ortadoğu ve İslâm Ülkeleri Araştırma Enstitüsü”, bir yandan İslam iktisadı,
diğer yandan İslam ülkeleri arasında işbirliği imkânları üzerinde olmak üzere
yüksek lisans ve doktora seviyesinde eğitim ve araştırma faaliyetinde
bulunmaktadır. İslam iktisadı ile ilgili faaliyetler devam ederken yayın
çalışmaları da hızlanmıştır. Bilhassa İslam bankacılığının gelişmesi, bunların
bir kısmının batı ülkelerinde kurulması, finans çevrelerinin ilgisini
çekmiştir. Bu sebeple İngilizce, Arapça, Türkçe, Urduca, Almanca, Fransızca ve
İtalyanca olmak üzere belli başlı dillerde İslâm iktisadı ile ilgili
bibliyografyalar neşredilmiştir. Bunların başlıcaları şunlardır;
1.
İslam Kalkınma Bankasının yayımladığı 840
sayfalık İngilizce bibliyografya,[103]
2.
Muhammed Nejatullah Sıddıki’nin çalışması,[104]
3.
IRTI’nın yayını,[105]
4.
Pakistanlı M. Akram Khan’nın İngilizce ve
Urduca bibli- yografyası,[106]
5.
Volker Nienhouse’un İngilizce ve Almanca
bibliyografyası,[107]
6.
Sabahaddin Zaim’in İslam iktisadı ile
ilgili Türkçe yayın bibliyografyası.[108]
Bu bibliyografyalarda belirtilen
yayınların çoğu evvelce belirtilen İslâm iktisadı ile ilgili kurumlar
tarafından yayımlanmıştır. Bu kurumlardan Suudi Arabistan’da olanlar: ICRIE,
IRTI, IDB ve OIC; Pakistan’da bulunanlar: HU, International Institute of Isla-
mic Economics, International Association of Müslim Economists; Malezya’da
International Islamic University; İngiltere’de The Is- lamic Foundation;
Mısır’da International Association of Islamic Bank; ABD’de AMSS, IIIT;
Kuveyt’te IIFSO’dur. Türkiye’de de belirtildiği üzere Türkiye Diyanet Vakfı,
ISAV Ensar, MÜSIAD, Diyanet İşleri Başkanlığı, Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve
İslâm Ülkeleri Araştırma Enstitüsü ve İlahiyat Fakültesi Vakfı gibi
kuruluşların yayınları zikre değerdir. Bunların dışında müteferrik olarak çok
mütenevvi kurum ve eşhas tarafından neşredilen yayınlar vardır. Türkiye’de
son çeyrek asırda İslâmî yayınevleri ve İslâmî yayınlar sahasında çok büyük bir
gelişme olmuştur.[109]
1.
Hükümetler Arası Faaliyetler
Bunları 3 grupta toplamak
mümkündür:
1. Bütün
İslam ülkelerini kapsayan global çalışmalar. Bu faaliyetler İslam Konferansı
(OIC) tarafından yürütülmektedir. OIC’nin idare teşkilatı olarak bir genel
sekreteri ve 3 yardımcısı vardır. Bunlardan birisi İktisadî işlere, diğer ikisi
siyasi ve kültürel işlere bakarlar. Yine aynı konularla ilgili 3 daimi komite
mev- cuttur.[110]
2. İktisadî ve Ticari İşler Daimi
Komitesi’nin (İngilizcesi COMCEC, Türkçesi İSEDAK.) başkanlığına, 1984
Kazanblanka Zirve Konferansı’nda Türkiye Cumhurbaşkanı seçilmiştir. İSE- DAK
1984’ten beri her yıl İstanbul’da tertiplediği konferans, izleme toplantıları,
uzman toplantıları ile İslâm dünyasında İktisadî işbirliğini temin edici
kararları almaya çalışmaktadır. Bu kararlar 1981’de Mekke’de toplanan Üçüncü
Zirve Konferansı’nda tespit edilen Mekke Deklarasyonu diye anılan ve öncelik
arzeden konuların uygulanmasını ele almaktadır. Bu öncelikli sahalar; zirai
gelişme ve gıda güvenliği, sanayi, ilim ve teknoloji, ticaret, ulaşım,
haberleşme ve enerji sahalarını kapsamaktadır. İSEDAK’ın 1984-1996 arasındaki
toplantılarında bu öncelikli sahalarla ilgili toplantılar yapılmakla beraber
başlıca şu somut 6 proje üzerinde durulmuştur.
1.
Orta Vadeli Ticaret Finansmanı
Mekanizmasının Kurulması (Longer Term Trade Financing Scheme),
2.
İhracat Kredi Sigortası ve Yatırımların
Garantisi,
3.
Tercihli Ticaret Sisteminin (TPSOIC)
Kurulması,
4.
Ticaret Enformasyon Ağı’nın (Information
Network TI- NIC) Kurulması,
5.
Çok Taraflı Kliring Birliği’nin Tesisi,
6.
Standartların Harmonizasyonu.
Bu altı proje üzerinde mutabık kalınmasına
rağmen hemen hiçbirisi tam olarak işlerlik kazanamamıştır. 1996 yılı
toplantısında Türkiye Başbakanı bu mevzuların hayata geçirilmesi üzerinde
ısrarla durmuştur.
İslâm Konferansı, İslâm Dünyasında global
işbirliğini arttırıcı hedefleritesbit ve tanzim için birincisi devlet
reislerinin katıldığı zirve konferanslarında, ikinci olarak Dışişleri
Bakanlarının katıldığı yıllık toplantılarda meselelerini gözden geçirerek
lüzumlu kararlan almaktadır.
İslâm Konferansı’nın
ayrıca uzmanlık sahaları içinde çalışan bağlı ve yardımcı kuruluşları vardır.
Bunların sayısı 20’yi aşmakta olup içlerinden 3 yan kuruluşun merkezi
Türkiye’de bulunmaktadır.
Bunlardan, (IRCICA) “İslam Konferansı
Kültür, Sanat ve Tarih Araştırmaları Merkezi”107 ile “İslam Kültür
Mirasım Koruma Merkezi” İstanbul’da; ‘İslâm Ülkeleri İstatistik, Ekonomik,
Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezi” (SESRTCIC) de Ankara’da bulunmaktadır.108
İslâm Konferansı’na bağlı diğer yan
kuruluşlar arasında Cidde’de bulunan “İlim, Teknoloji ve Gelişme Vakfi”nı,
Karaçi’deki “İslâm Odalar Birliği”ni, Kazanblanka’daki Ticareti Geliştirme
Merkezi”ni, Dakka’daki “Teknik ve Mesleki Eğitim ve Araştırma Merkezi”ni
zikredebiliriz. Fakat bunların içinde en önemlisi muhakkak ki Cidde’de bulunan
İslam Kalkınma Bankası’dır (IDB). İslâm Devletleri arasında İslâmî esaslara
göre faizsiz olarak çalışmak üzere kurulan bu müessese 1975’de kurulmuş ve
1976’da faaliyete geçmiştir. IRTI, IDB’ye bağlı bir kültür araştırma merkezi
olup, İslâm iktisadının gelişmesine yardımcı olmaktadır. OIC’ye üye olan 55
ülkeden 52’si IDB’nin üyesidir.
İslâm Kalkınma Bankası dünyada ilk defa
İslâmî esaslara göre faizsiz çalışmak üzere kurulmuş bir bankadır. Amacı; İslâm
ülkelerindeki prodüktif yatırımları, sermayeye iştirak veya ikraz yoluyla
teşvik etmek, iktisadi ve sosyal sahalarda teknik yardım, eğitim ve araştırma
yoluyla yardımda bulunmak ve üye ülkelerarası dış ticareti teşvik etmektir.
OIC mensubu üye ülkelerin ortaklığı ile kurulmuş olup, İslâm fukahasının
verdiği fetvalarla mudaraba (profit and loss sharing-kar ve zarar
ortaklığı), murabaha (ticaret-trade); şerike (ortaklık-equity);
icare (kiralama-leasing) esasına göre çalışır. Bilâhare kurulan bütün
İslâm Bankaları veya özel finans kuruluşları IDB prototipini esas alarak
kurulmuşlardır. 1981 yılında OIC Dışişleri Bakanları toplantısında İslâm ülke-
107.
Bunların içinde, TİMAŞ, Hilal, İz, İşaret,
Nil, Sönmez, İrfan, Kayhan, Fikir, Nida, Yeni Asya Yayınlan, Şamil, Balkan
Araştırmaları, Sinan, Ötüken, Bedir, Yağmur, Cağaloğlu, Marifet, Risale,
Dergah, Erkam, Osmanlı, Bir, Sebil, Beyan, İnsan, Endülüs, İnkılap, Yöneliş,
Seha, Alternatif Üniversite, Tuğra, İhya, Rehber, Hedef, Birleşik Yayıncılık,
Uysal, Kubbealtı, Nur, Yöneliş, Kültür-Basın-Yayın Birliği ve Diyanet Vakfı
gibi yayınevlerini zikredebiliriz.
108.
İslâm Konferansı’nın organizasyon yapısı
ve yan kuruluşları için, Bkz.: Zaim, Saba- haddin, Türk ve İslam Dünyasının
Yeniden Yapılanması, 2. baskı, Nil Yayınevi, İzmir, 1997; Başar, Haşmet, “İslâm
Ülkeleri Arasında İktisadî İşbirliği”, MÜSİAD, Araştırma Raporu, 8, İstanbul,
1994.
lerinde İslâm bankalarının teşvik
edilmesi, merkez bankalarının düzenleme, teşvik ve kontrol işlemini üstlenmesi
tavsiye edilmiştir.
Dünyadaki İslâm Bankaları iki gruba
ayrılır. Birinci grupta Devlet tarafından, kanunla bütün bankaların
İslamileşmesi şeklindeki model yer alır. Pakistan, İran ve Sudan’daki
(1983-1985 dönemi) İslam Bankaları böyle kurulmuştur. İkinci model, faizli
bankalarla faizsiz bankaların birlikte bulunduğu modeldir. Türkiye, Malezya,
Körfez ülkeleri ve diğer bütün ülkelerdeki İslâmî Bankalar böyledir. Ama hepsi
IDB modeline göre çalışır, Türkiye’de 1983’de 83/7506 sayılı ve 16 Aralık 1983
tarihli kanun hükmünde kararname ile “Özel Finans Kurumları” adıyla İslâm Bankalarının
kurulmasına izin verilmiştir. Bilahare 1984’te tadilat yapılmış ve 25 Şubat
1985’te Özel Finans Kurumları’nın hukuki statüsü tamamlanmıştır.
Bunun üzerine sırasıyla; 1985’te Faysal ve
Al Baraka, 1989’da Kuveyt Türk Evkaf, 1991’de Anadolu Finans Kurumu, 1995’te
İhlas Finans (2001 iktisadi krizi sırasında kapanmıştır.) ve Asya Özel Finans
olmak üzere 6 İslâm Bankası kurulmuştur. Faysal Finans bilâhare Family Finans
haline dönüşmüştür. ÖFK’ların 2003 sonunda şube sayıları 184’ü bulmuş, katılım
fonları 2,6 Milyar Doları aşmıştır. Bu beş ÖFK’nın müşterek meselelerini
çözümleyebilmek ve aralarında bir uyum sağlayabilmek için “Özel Finans
Kurumları Birliği ” adıyla Kanunî bir teşkilatlanmaya gitmişlerdir.
Dünyadaki özel finans kuruluşlarını temsil
etmek üzere rahmetli Prof. Dr. Ahmed Neccar’ın gayretleri ile İslâm Bankaları
Birliği kurulmuştur. Bu birlik Cidde’de kurulacak iken şartlar uygun
düşmeyince 1977’de Kahire’de kurulmuştur.[111]
OIC içinde bulunan ülkeler muhtelif
bölgesel faaliyetler yapmak üzere teşkilatlar kurmuşlardır. Bunlar arasında
kayda değer olarak, Mağrib Ülkeleri Birliği’nden (Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus,
Libya), Basra Körfezi Ülkeleri Birliği’nden (ĞCC) ve Uzakdoğu’daki Malezya
Endonezya, Bangladeş arasındaki birlikten bahsedilebilir. Bunların dışında
Türkiye’yi ilgilendiren iki önemli bölgesel birlik vardır. Bunların birincisi
ECO (Economic Coo- peration Organization), İkincisi KEİB (Karadeniz Ekonomik
İşbirliği Teşkilatı)’tir. ECO 1964’te eski Sadabat Paktı’nın yerine kaim olmak
üzere Türkiye, Iran ve Pakistan arasında kurulmuştur.[112]
İlk ismi “Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği” (KİBİ, İngilizcesi
RCD-Regional Cooperation for Development)’dir. Özelliği, yabancı devletler
olmadan İslâm Ülkelerinin kendi inisiyatifi ile kurulmuş olmasıdır. Bu Pakt
Kıbrıs Buhranı üzerine yapılmıştı. 1979 İran inkılâbı üzerine askıda kalan
kurum, 1985’te İzmir Anlaşması ile sadece İktisadî işbirliği haline
dönüştürülerek yeniden ihya edilmiş ve ECO adını almıştır. Rahmetli Özal’ın
vefatından önce Pakistan’da yapılan toplantıda ECO üyelikleri Afganistan ve
Türk Cumhuriyeti’nin (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan,
Türkmenistan ve Azerbaycan) iltihakı ile 10’a yükselmiş ve ECO coğrafyadaki
konumu itibariyle bir hilâl halinden dolunay durumuna ulaşmıştır. ECO üç
bakımdan önemlidir:
Birincisi, Türkiye’nin fiziki bağlantısı
yönünden Türk Cumhuriyetleri ile coğrafi irtibatını sağlayan İran’la münasebetlerinin
ECO düzeyinde çok yönlü ve programlı olarak değerlendirilmesi, problemlerin
2’li düzeye inmeden hallini mümkün kılmasıdır.
İkincisi, Batı ve Rusya, Türk
Cumhuriyetlerinde kışkırtmada bulunarak Türkiye ile İran ve Pakistan’ı
birbirleriyle rakip durumuna düşürerek aralarında soğukluk çıkarmaya
çalışmaktadır. Bunun önlenmesinin çaresi 10 ülke arasındaki münasebetleri ECO
içinde kısa, orta ve uzun vadeli plânlar dahilinde düzenlemek ve çok taraflı
işbirliğini geliştirmektir.
Üçüncüsü, ECO’yu bir İPEKYOLU Projesi
haline dönüştürerek Orta Asya’nın zengin ve bakir kaynaklarını müştereken geliştirmek
ve bu bölgeyi refah ve huzur ortamına kavuşturmaktır.
ECO içinde işbirliğinin gelişmesi, Kuzey
İslâm Dünyası’nı ve dolayısıyla Güney İslâm Dünyası’nı da harekete
geçirebilecek bir motivasyon kaynağı olabilir. ECO sayesinde Kuzey İslâm Dünya-
sı’nın bakir kaynakları, teknik ve teşebbüs gücü, Güney’in sermaye gücü ile
birleşerek yeni atılım imkânları sağlayabilir. ECO’nun öncülüğünde IDB ve OIC
de harekete geçirilebilir. Burada da işbirliğine ulaşım, haberleşme, finans ve
kültürel işbirliği olmak üzere dört koldan devam edilmesi gerekir.
Diğer bir bölgevi teşkilât 1992’de kurulan
KEİB’dir. 11 devletten oluşan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nda her ne
kadar Türkiye, Azerbaycan ve Arnavutluk olmak üzere 3 Müslüman ülke görünüyorsa
da, Rusya Federasyonu içinde bulunan Türk Cumhuriyetlerini dikkate aldığımızda
KEİB içindeki İktisadî işbirliğinin, bu geniş bölgede refah ve huzuru sağlama
yönünden önemi anlaşılır.[113]
İslam Dünyası’nda işbirliğini geliştirmek
için Türkiye, OIC içinde stratejik önemi haiz ve üretim gücüne sahip, gelişen 8
ülkenin işbirliği hareketini D-8 (Developing Eight) başlatmıştır. Bunlar, İslam
Dünyası’nın nüfusça kalabalık ülkeleri olan Endonezya, Malezya, Bangladeş,
Pakistan, İran, Türkiye, Mısır ve Nijerya’dır. Bu ülkeler arasında Ankara’da
Dışişleri Bakanları seviyesinde toplantılar yapılmış olup Şubat 1997’de Ankara
toplantısından sonra içinde bir sekreterya kurularak müesseseleşme merhalesine
gelinmiştir.
İslam Dünyası büyük potansiyel kaynaklara
sahiptir. Müslüman toplumların kaynaşması için devletlere ve milletlerarası
organlara düşen görev aradaki engelleri kaldırmaktır. Bunlar kalkmadıkça özel
sektörler arasında kaynaşma olamamaktadır. Bugün İslam Dünyası’nın kendi
arasındaki dış ticaret oranı halen 15 sene evvelki % 10-12 seviyelerinde
dolaşmaktadır. Başlıca engeller maddi ve manevidir. Maddi engeller; ulaşım,
haberleşme, finans, pazarlama sahasındaki yetersizliklerdir. Manevi engeller
ise; insanlardaki ve bilhassa yönetim kademelerindeki İslâmî şuur eksildiği ve
karşılıklı sevgi bağlarının zayıflığıdır.
Bütün bu resmi organizasyonların hedefi
bizzat müteşebbislerin ve halkın, yani işçinin, çiftçinin, öğrenci ve öğretmenin,
gazeteci ve sendikaların kaynaşmasıdır. Türkiye’de Ali Coşkun Bey’in T.C.
Odalar Birliği Başkanı olduğu dönemde, İSEDAK çerçevesinde yapılan çalışmalar
sırasında, işadamlarının tanışmasını sağlamak üzere İstanbul’da Odakule’de ilk
toplantı yapılmıştır. Sektörlere göre bölünen 10 bölümde İslam Ülkeleri
işadamları biraraya gelerek yatırım araştırmaları yapmışlardır.
IDB, İslâm Ülkeleri arasında müşterek
yatırım projelerinin gelişmesi için gayret etmiştir. Fuar ve sergilerin
açılmasını, daimi ticaret merkezlerinin kurulmasını teşvik etmiştir. İSEDAK
çerçevesinde ilk İslâm Sanayi Fuarı İstanbul’da, İkincisi Kazablanka’da
yapılmıştır. Bu çerçevedeki fuarlar sırasıyla muhtelif İslâm Ülkelerinde
yapılmak üzere devam etmektedir.
Bugün artık özel sektörlerin ve halkın
kaynaşması noktasına gelmiş bulunuyoruz. Türkiye’de ESAM’ın öncülüğünde 1991
yılında İstanbul’da başlayan “Müslüman Toplulukları İşbirliği ve Dayanışma
Toplulukları” bir süre devam etmiştir. 1996’da beşincisi yine İstanbul’da
yapılmıştır. 1994’te Yıldız Sarayı’nda yapılan toplantıda özel sektör
sahasındaki organizasyonu Pakistan üstlenmiştir. O yıl Pakistan’da “Pakistan
Business Forum” adında bir teşkilât kurulmuştur. 1994’te Prof. Hurşid Ahmed
Türkiye’de Prof. Sabahaddin Zaim’e bir mektup yazarak kurulan teşebbüsün isim,
adres, telefon, faks gibi haberleşme imkânlarını belirtmiş ve Türkiye’deki
muadili organlara duyurmasını istemiştir. Saba- haddin Zaim tarafından durum,
başta MÜSİAD olmak üzere İş Dünyası Vakfı ve İŞHAD gibi kuruluşlara
bildirilmiştir. MÜSİAD ve İŞHAD Pakistan’daki PBF ile irtibata geçerek PBF’nin
1994’de tertib ettiği toplantıya katılacaklarını bildirmişlerdir. Fakat yeterli
katılımcı olmadığı için toplantı o yıl ertelenmiş ve 1995 yılında
gerçekleştirilmiştir.
Lahor şehrinde 1995 Eylül’ünde tertib
edilen 1. Uluslararası İşadamları Toplantısına 23 İslâm Ülkesinden 800 civarında
sanayici ve işadamı katılmıştır. Böylece bizzat müteşebbisler birbirleri ile
tanışarak karşılıklı işbirliği imkânlarını aramışlardır. Bunun üzerine
Türkiye’den katılan MÜSİAD yöneticileri müteakip toplantının İstanbul’da
yapılmasını teklif ederek organizasyonu üstlenmişlerdir. 1996 yılının Kasım
ayında İstanbul’da hem “2. Uluslararası İş Forumu” toplantısı yapılmış, hem de
“4. Uluslararası MÜSİAD Fuarı” düzenlenmiştir.[114]
Böylece bir yandan İslâm Dünyası’ndan katılan akademisyenler önceden
basılıp dağıtılan ilmi tebliğlerini takdim ederek tartışmak imkânı bulmuşlar,
diğer yandan toplantıya ve fuara katılan işadamları hem mamullerini teşhir, hem
de birbirleri ile tanışıp anlaşma yapma imkânını elde etmişlerdir. Zaten
aslolan hedef de budur: Özel sektörün, yani toplumların kaynaşması. Zira resmi
heyet temsilcileri değişkendir. Hâlbuki işadamlarının kaynaşması devamlılık
arzeder ve toplumların kaynaşmasını temin eder. Halen sekreterliğini ve
yönetimini MÜSİAD’ın üstlenmiş olduğu “Uluslararası İş Forumu” “International
Business Forum”un bu görevi liyakatle yerine getirmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz
ediyorum.
İktisadî Siyaseti
(İşçi Meseleleri)113
Bu yazıda işçi meseleleri
üzerinde bazı ana noktalara temas edeceğim. Bu noktalarda fikirlerimi
arzedeceğim.
Mevzuu şu hatlar içinde
izah etmek istiyorum.
Evvelâ “işçi” mefhumu:
“işçi meseleleri” diyoruz, neden işçi meselesinden bahsediyoruz? İşçi kavramı,
“işçi” mefhumundan neyi kastediyoruz? Kimdir işçiler? İkincisi, böyle bir işçi
meselesinin ele alınması gerektiğine göre bunların hususiyeti nedir? Üçüncüsü,
işçilerin meseleleri nelerdir? Dördüncüsü, işçi meselelerinin hal yolları
nelerdir? Beşincisi, demokrasi ile işçi meselelerinin hal yolları arasındaki
münasebet nedir? Altıncısı, işçi meseleleri hususunda benimsenmesi uygun olan
prensipler ve alınması gereken tedbirler nelerdir?
Yazımın programı budur.
Şimdi meseleyi arz ediyorum.
“İşçi meselesi” diye bir
dâva esasında bugün içinde yaşadığımız sanayi cemiyetinin bir meselesidir.
Yirminci Asrın ana vasfı bir sanayi dünyası oluşudur. Ve iki asırdır bu dünya
ortaya çıkmış vaziyettedir. Sanayi cemiyeti, bundan önceki küçük sanatlar cemiyetinden
farklı bir düzene sahiptir. Teknik bakımıdan, içtimâi yapı, ahlaki düzen, fikir
ortamı bakımından, vesaire. O itibarla bu sanayi cemiyetinde birtakım
problemler ortaya çıkmakta; fabrika sanayii cemiyeti sadece o cemiyetin teknik
yapısını değil, fakat kültürel yapısını, ahlâki yapısını, zihni yapısını,
içtimâi yapısını
113.
Aydınlar Ocağı’nın Ankara’da tertip ettiği
bir konferansta verilen tebliğ. tesir altında bırakmakta ve
sarsmaktadır. O itibarla, bütün sanayileşen cemiyetler, bu sanayileşme
hareketinin ortaya çıkarttığı içtimaî meseleler üzerine eğilmek ve onlara
mukabil çözüm tarzları bulmak mecburiyetini hissediyorlar. Türkiye’de aşağı
yukarı iki asırdan beridir çeşitli siyâsi, hukuki, kültürel problemlerle birlikte
olmak üzere, dünyadaki bu sanayi hareketine ayak uydurmağa çalışılmaktadır.
Fakat bunu hâlen de gerçekleştirmiş durumda değildir. Bütün bu siyâsî
hareketlere paralel olarak cemiyetimizde bu sanayileşme hareketi günden güne
gelişiyor. Bu sanayileşme hareketinde cemiyetin içtimai ve sosyal yapısı da
beraber değişmektedir. Dolayısıyla, iktisadî hayatta ve iktisadî sahada
çalışan insanların yapıları ve iş tarzları değişmektedir.
Bir cemiyette nüfusun (Türkiye’nin 74
milyon nüfusu var) iktisadî faaliyetlere katılan kısmına faal nüfus veya kısaca
işgücü diyoruz. Bu iş gücü denilen müstahsil üretici unsurlar dört grupta
toplanıyorlar: sanayi, ziraat, ticaret ve hizmetler. Bu dört sahada çalışan
insanlar yaptıkları iş bakımından da üç veya dört kademede toplanabiliyorlar.
Bu insanlar ya işveren oluyor, ya kendi başlarına çalışan insanlar durumunda
bulunuyor, veyahut da işçi durumunda bulunuyor. İşveren durumunda bulunan
insanlar da iki halde oluyor: ya ücret veya maaş mukabilinde çalışıyor veyahut
da ücretsiz, yardımcı aile efradı durumunda bulunuyor. Şimdi Türkiye’mizde
işveren dediğimiz (bunlar şahıs olabiliyor, tüccar, sanayici, devlet, belediye,
âmme idareleri, kurumlar, gibi) teknik bakımından sermaye sahibi olan ve
başkalarını belirli bir gelir karşılığında ve bir hizmet akdi ile çalıştıran
kimsedir. Geliri de belirli değildir; kârdır. Kendi başına çalışanlar üç gruba
ayrılıyor: küçük esnaf dediğimiz grup, küçük çiftçiler ve bir de serbest meslek
erbabı dediğimiz, avukat, doktor, muhasip vs. Üçüncü grup işgören veya ücretli
dediğimiz kimseler de üçe ayrılıyor: memur, müstahdem ve işçi. Bunlar da fikrî
veya bedenî emeğini muayyen bir işverenin emrine arzeden ve karşılığında
belirli bir gelir elde eden kimseler oluyor.
Eğer bunlar ücretli çalışıyorsa (ücret
veya maaş mukabilinde), “işçi”, “memur” ve “müstahdem” adını alıyor. Ücretsiz
çalışıyorsa yardımcı aile efradı durumunda bulunuyor. Bugün (19 yılı)
Türkiye’de 74 milyon nüfusun aşağı yukarı yüzde 43’ü İktisadî faaliyete katılma
durumundadır. Ve bunların da, yani iktisadi ve sosyal hayata katılan her yüz
kişiden 26’sı kendi başına çalışan durumundadır. Küçük çiftçiler bunun içine
dâhildir. Yüzde 2 işveren durumdadır. Yüzde 39’u da, her yüz kişiden 39’u da
ücret ve maaşla çalışan işçi, memur ve müstahdemlerdir. Bunun dışında kalan
yüzde 30 da ücretsiz çalışan yardımcı aile efradıdır. Bunlar daha çok köylerde,
tarım sahasındadır.
Şimdi bir ülkede, iktisadî kalkınmayı
sağlamak için çalışılırken, bu iktisadî kalkınmanın hızlı olması istenirken, ülkede
gelir dağılımında sosyal adaletten bahsedilirken, cemiyetin iktisadî ve içtimaî
yapısının ahenkli ve düzenli olması istenirken, bütün bu faaliyetler bu gruplar
arasında cereyan edecektir. İşte “işçi” denilen grup da bu arzettiğim işçi
kademesine girenlerdir ki, Türkiye’de bunlar ücretli veya ücretsiz çalışanlar
dikkate alınırsa çalışan insanların yüzde 70’ini teşkil eder. Fakat sadece
ücretliler dikkate alınırsa yüzde 39’u olur. Yani Türkiye’de içtimaî siyaset
bakımından esasında üzerinde en çok durulması gereken insanlar ücretsiz
çalışan yardımcı aile efradı grubudur. Ve bunlar tarım sahasında çalışırlar.
Fakat bu sahanın çok engin oluşu, dağınıkk oluşu yüzünden bu tarafa el
atılamamaktadır, bundan sonra gelen işçi grubu ele alınmaktadır. İşçi grubunun
ele alınmasındaki en büyük hususiyet şudur: bu kardeşlerimiz umumiyetle şehir
ve kasabalarda yaşamaktadır. Düşük gelirli gruplardır. İşyerlerinde toplu ve
bir arada bulunmaktadır, bu sayede de iktisadî ve siyâsî bakımdan bir baskı
grubu meydana getirme imkânına sahiptir. Bu insanların meseleleri nelerdir?
Umumiyetle işçilerin meseleleri kategorik olarak çalışma şartlarının ıslâhı ve
geliştirilmesinden ibarettir.. Bunun içinde iş piyasalarının, işyeri
şartlarının ve iş müddetlerinin düzenlenmesi dâhildir.
İkincisi, ücret gelirlerinin
arttırılmasıdır. Bunun içinde nakdî ve hakikî ücretlerin arttırılması, asgarî
ücretlerin tanzimi, verimin, yani prodüktivitenin arttırılması ve verim
artışından ücrete pay verilmesi dâhildir.
Üçüncü sü, sosyal güvenliklerinin
teminidir. Bunun içinde çeşitli sosyal sigortaların temini, hastalık,
ihtiyarlık, kaza, analık sigortalarının ve işsizlik sigortalarının temini ve
sağlık imkânlarının temini sözkonusudur.
Dördüncüsü, mesken ihtiyacının
karşılanmasıdır. Burada mesken kooperatiflerinin geliştirilmesi sözkonusudur.
Beşincisi, ücret politikasıyla, vergi
siyasetiyle, sosyal güvenlik ve kooperatifler yoluyla millî gelirdeki işçi
paylarının arttırılması meselesi mevcuttur.
Altıncısı, bunlara çalışma imkânı
sağlanması ve işsizliğin giderilmesi sözkonusudur. Şu halde işçi meseleleri
dediğimiz zaman karşımıza bu altı kategorideki meseleler çıkmaktadır. Bu
meseleleri nasıl halledeceğiz ve yeryüzünde hangi yollardan halledilmektedir?
Bu meselelerin halledilmesi, doğrudan doğruya bir cemiyetin iktisadi ve siyasî
rejimiyle ilgilidir.
Bunun için üç genel hal tarzı mevcuttur.
Birincisi, bütün bu tedbirler devlet ve hükümet yoluyla ve kanunlarla tanzim
edilir, iş piyasalarının ve istihdam şartlarının kanunlarla tanzim yolu devlet
tarafından düzenlenir. Bu da ya teşriî organlar tarafından mevzuat isdariyle
veyahut kazaî yollarla mecburî tahkim sistemiyle yapılır.
İkinci sistem, işverenler yoluyla yapılır.
İş piyasası ve istihdam şartları iktisadî şartlara ve piyasa şartlarına göre tanzim
olunur.
Üçüncü sistem kendi kendine yardım yoluyla
yapılır. Yani toplu sözleşmelerle, işçi ve işveren arasında pazarlık ve anlaşma
yoluyla bu işler tanzim edilir, bir de kooperatifler yoluyla düzenlenir.
Bu üç tarz sistem hangi siyasî rejimlerde
mevcuttur? Birinci sistem, yani bütün bu işçi meselelerinin, çalışma hayatının
tanzim hususunun devlet tarafından kanunlarla tepeden tanzim edilmesi otoriter
rejimlerde görülür. İkinci sistem, yani tamamen piyasa şartlarına bırakılması,
işverenlerin takdirine bırakılması sistemi 19. asırdaki liberalist sistemin
prensibidir.
Üçüncü sistem, yani taraflar arasında
anlaşma yoluyla meselelerin halledilmesi demokratik sistemlerde uygulanır ve
böyle bir düzen birden fazla siyasi partilerin mevcut bulunduğu siyâsî
demokrasilerde tahakkuk eder.
Bugünkü şartlar içinde Türkiye’de
kanaatimce en uygun şekil üçüncü şekildir. Yani çalışma şartlarının taraflar
arasında anlaşma yoluyla halledilmesi. Esasen, Türkiye’de bugün benimsenmiş
olan iktisadî ve siyasî istikamet bunu gerektiriyor. Çünkü Türkiye’de birden
fazla siyasî partilerin bulunduğu demokrasi vardır. Türkiye’de devletin ve özel
teşebbüsün birlikte iktisadî hayata iştirak ettiği bir ekonomi düzeni
mevcuttur ve bu ekonomi düzeni ve siyâsî demokrasi, arzettiğim gibi, tarafların
aralarında işbirliği yapmalarıyla gerçekleşen toplu sözleşme sistemi gibi kendi
kendine yardım organlarıyla gerçekleşebilir.
Bu arada şunu belirtmek gereklidir.
Birinci sistem, arzetti- ğim, otoriter rejimlerde tahakkuk eder. Ve bu devletçiliğin
kuvvetli olduğu bir rejimde gerçekleşir. Bu ara da hemen devletçiliği ikiye
ayırmak gerekir. Devletçiliğin iki veçhesi ve mânâsı vardır. Birincisi,
devletin iktisadî faaliyetlere bizzat katılıp, cebrî tasarruf ve yatırımlarla
işletmeler kurması ve bunları idare etmesidir. Buna devlet kapitalizmi de
denir. İkincisi, devletin içtimâi ve iktisadî dengeyi cemiyette sağlamak
gayesiyle, iktisadî ve sosyal hayatta tanzim edici tedbirler almasıdır. Bu
mânâda devletçilik umumiyetle piyasa ekonomisini benimseyen bütün demokrasilerde
uygulanmaktadır.
Türkiye’de de kanaatimce Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana demokratik bir rejimin gelişme safhaları kademe kademe
inkişaf etmiştir. 1923’de evvelâ Cumhuriyetin ana kalıbı kurulmuştur. 1945’de
çok partili siyasi rejimle Cumhuriyetin siyasî demokrasi safhası
tamamlanmıştır. 1963’de toplu sözleşme ve hür sendikacılık prensipleri ile
cumhuriyetin iktisadi demokrasi safhası tamamlanmıştır. Şimdi yapılacak şey bu
kurulmuş ortamların iyi işlemesini sağlamaktır. Yine kanaatimce, toplu sözleşme
sistemine dayanan çalışma şartlarını tanzim şekli bizim millî prensiplerimize
uygundur. Çünkü eğer işçinin düşük gelirleri ve halkın taban kitlesini koruyucu
bir durum ortaya çıkartırsa, yani toplu sözleşme sisteminin kabulü işçiyi
koruyorsa işçiler, düşük gelirliler ve umumiyetle halkın taban kitlesini
meydana getiriyorsa, ziraat işçileri dahil, bu kitle, yine bir kaziye arzediyo-
rum, dinî ve millî şuuru bozulmamış olan Anadolu çocuklarıdır; bunu kabul
edersek ve Türkiye’de servet ve tahsil sahibi olanların bunlara sahip
olmayanlara nazaran dinî ve millî duygular ve manevî değerler bakımından daha
zayıf olduğu fikri kabul edilirse, o takdirde iktisadî ve siyasî kudreti manevî
yapısı daha kuvvetli olan alt halk tabakası lehinde dengeye getiren düzenler
millî açıdan faydalı sayılır. Binaenaleyh bu açıdan düşündüğümüz zaman halk
kitlesinin refahını sağlayıcı sistemlerin daha uygun olması gerekir.
Şimdi bir başka noktaya geliyoruz. Peki,
bu toplu sözleşme sistemi içinde meselelerin hal şeklinin demokrasi ile alâkası
nedir? Demokrasinin siyasî tarifi var. Bendeniz iktisadî ve içtimaî tarifi ile
ilgileniyorum. İktisadî ve içtimaî bakımdan demokrasi demek, bir ülkede
iktisadî ve siyasî kudretin bir merkezde, bir şahısta, bir grupta birikmeyip
muhtelif gruplar arasında ahenkli ve dengeli dağılması hali demektir.
Binaenaleyh, demokrasi hiçbir iktisadî, siyasî ve içtimaî grubun diğer gruplara
mutlak şekilde tahakküm edememesi demektir. Demokratik rejimin de başarısı,
gruplar arasında iktisadî ve siyasî kudret dağılımının dengeli ve ahenkli
olmasına bağlıdır. Siyasî kudret dağılımını siyasî partiler sağlar, İktisadî
kudret dağılımını da toplu sözleşme sistemi sağlar. İkisi beraber tahakkuk
ederse demokrasi gerçekleşir. Bu hal tarzı, hemen ilâve edeyim, materyalizme ve
maddî kudrete dayanan bugünkü dünyamızda maddî kudretler arası dengeye dayanan
bir demokrasi şeklidir. Gaye, murakabenin sağlanmasıdır. Bu arada, Türk-İslâm
cemiyeti için bu sistem ideal şekil midir, sorusu sorulabilir. Cevabım:
olmayabilir. Fakat bugün için mevcutların en iyisi ve uygunudur, kabili
tahakkuk olanıdır. Sebep de şudur: bugün, bildiğiniz gibi, dünya İslâm
kongrelerinde İslâmî cemiyetin iktisadî ve sosyal şartları tartışılmaktadır.
Henüz kesin sonuçlar mevcut değil. Fakat bilinen husus şudur: İslâmî cemiyet
düzeninde, gerek dört halife devri, gerek Osmanlı İmparatorluğu sistemini
dikkate alırsak, maddî ve dünyevî kudrete sahip olanlar cemiyetin hayatını,
iktisadî, içtimâi, her türlü ilişiyiİlâhî iradeye göre düzenlemeyi kabul
ettiğinden, maddî kudretin, İlâhî kudret tarafından murakabesi söz konusudur.
Şeyhülislamlık makamı ile FETVA sisteminin amacı budur. Binaenaleyh bu mânada
bir kudret dağılımı vardır. Halbuki bugünkü dünyamızda böyle bir İlâhî kudrete
tebaiyet söz konusu olmadığı için, cemiyette dengeyi sağlamak bakımından maddî
kudretler arasında dengeyi temin etmek ve murakabeyi sağlamak yoluna
gidilmektedir. O bakımdan, birinci sistem mevcut olmadığına göre ikinci
sisteme gitmek gereklidir.
Toplu sözleşme sistemi, bu manâsıyla
demokrasiyi gerçekleştiriyor. Bu yüzdendir ki, yeryüzünde, tarihte ve hâlde,
sanayi cemiyeti içinde hiçbir otoriter rejimde toplu sözleşme sistemine yer
verilmemektedir. Bugünkü dünyada sendikalar, sendika adı altında işçi
teşekkülleri her ülkede vardır. Çin’de, Rusya’da, Amerika’da, Arjantin’de,
Bolivya’da, Türkiye’de... her ülkede vardır. Fakat sendikaların görevleri
bakımından bir taksim yaptığımız zaman cemiyetlerin ideolojik farkı ortaya
çıkar. Bugün bütün komünist dünyasında ve otoriter rejimlerde, Franko
İspanyasında sendikaların toplu sözleşme hürriyeti ve fiilî grev hakkı yoktur.
Her türlü otoriter rejimde bu hak kaldırılır, çünkü otoriter rejim demek
iktisadî ve siyasî kudretin devlette biriktiği hal demektir. Bu sistem ise
kudreti dağıttığı için otoriter rejime gidilmek istendiği anda bu sisteme
iltifat edilmez. Bu yüzden intikal devri olan Atatürk devresinde, 1938’e kadar
Türkiye’de toplu sözleşme sistemi yoktur. İktisadî bakımdan güdümlü bir sistem
hâkimdir. Dolayısıyla denebilir ki, gerek Hitler Almanya’sında, gerek
Mussolini İtalya’sında bu sistem kaldırılmıştır. Şu halde, toplu sözleşme
sistemleri demokratik bir rejimin kaçınılmaz bir unsuru haline geliyor. Buradan
dönelim, eğer biraz teknik izahata gidersek bunun sebeplerini görmek
kolaylaşır. Başta da arzettiğim gibi, işgücü her cemiyette dört grupta
toplanır: ziraat, sanayi, hizmet ve ticaret. Ve bunlar da meslek bakımından,
işveren, kendi başına çalışan, işgören ve ücretsiz yardımcı aile efradı olarak
dörde bölünüyor. İktisadî teori bakımından iktisadi faaliyete katılan dört
unsur vardır: teşebbüs, sermaye, arazi ve emek. Teşebbüs sahibinin geliri
kârdır. Sermaye sahibinin geliri, bugünkü kapitalist düzen içinde faizdir.
Arazi sahibinin geliri ranttır, yani Türkçesi kiradır. Emek sahibinin geliri de
maaş dâhil ücrettir. Bu dört gelirin toplamı, yani kâr, faiz, rant ile ücretin
toplamı millî geliri meydana getirir. Kârı elde edenler umumiyetle işveren,
kendi başına çalışanlardır. Faizi elde edenler, gene aşağı yukarı aynı grup
olabilir, yani bir şahsın bankada parası varsa, faiz alıyorsa faiz geliridir,
işçinin de olabilir belki ama az olur. Rant geliri yine aşağı yukarı iki
grubundur. Ücret geliri de iş görenin. Şu halde, bir ülkede millî gelirin âdil
dağılımından söz ettiğimiz zaman, bunun mânası bu dört unsur arasında teşebbüs,
sermaye, emek ve arazi arasında bu dört tip gelirin dağılım şeklinden ibaret
demektir. Bu gelir dağılımının adil olması istendiği zaman, şu sorulur: bu
gelir nasıl dağılmaktadır, kim dağıtıyor? Otoriter rejimlerde bu geliri devlet
dağıtır. Tepeden emreder ücretleri, fiyatları, kârları tanzim eder, cebrî
çalışma sistemini uygular, geliri dağıtır; eski Sovyet sistemi. 19. asır
liberalizmindeki, tamamen materyalist, bütün içtimaî ve manevî değerleri bir
tarafa iten sistemde ise sermayedara bırakılır, işverene bırakılır, o tanzim
eder. Yine esasında iktisadi mânâsında otoriter bir rejim hâkim demektir.
Demokraside ise, bu gelir dağılımı mutlak olarak, ne devlete ne işverene, ne
işçiye bırakılır, aralarında anlaşma yoluyla tanzim edilmesi cihetine gidilir.
Binaenaleyh demokrasiyi eğer, arzettiğim gibi, iktisadî ve siyasî kudretin
muhtelif gelir grupları arasında ahenkli ve dengeli dağılabildiği düzen diye
kabul edersek şayet, bunun tahakkuku bu sistemle kabildir.
Şimdi, bu maruzatımın ışığında, Türkiye’de
işçi meseleleri hususunda bizlerce benimsenmesi uygun olan prensip ve tedbirler
neler olabilir? Birincisi, iktisadî kalkınmanın hızlı olmasına taraftarım.
İktisadî kalkınmanın hızlanması için müstahsil (üretici) faaliyetlerin
gelişmesi lâzımdır. Bu da bilhassa sanayi ve ziraattır, diğer iki grup, hizmet
ve ticaret müştak kollardır, ilk iki grubun gelişmesine bağlıdır. Ve bunun
artması için bu sektörlerin gelişmesi lâzımdır, içtimâi düzen bakımından
lâzımdır. Zira eğer kalkınmayı ve sınaî yatırımları hızlandırmazsak, her yıl
bir milyon civarında artan nüfusumuza ve her yıl 300 bin civarında iş
piyasalarına katılmağa amade bulunan iş gücümüze kâfi iş sahası bulamayız,
işsizlik artar, cemiyetin içtimâi yapısı sarsılır. Şu halde kalkınma hızını
arttırmak, hem iktisadî geliri arttırmak bakımından, yani bugün hâlen iş
hayatında gelir sahibi insanların refahı bakımından lâzımdır, hem de içtimaî
bakımdan cemiyetin sosyal düzeninin sarsılmasını önlemek için lâzımdır.
İkincisi, iktisadî kalkınmada devletin
düzenleyici ve denetleyici tedbirlerine, prensip olarak karşı değiliz. Fakat
bu hareketi gaye olarak değil, ancak vasıta olarak kullanabiliriz. Gaye, ferdin
teşebbüs hürriyeti ve kudretini geliştirmektir. Fakat gelişen ülkelerde
fertlerin, şirketlerin uzun vadeli yatırımlarda sermaye imkânları kâfi
gelmediği için kalkınmayı hızlandırmak bakımından devletin yardımcı harekette
bulunması lâzımdır. Bunun nisbetini tayin mühimdir, işte bu tayin keyfiyeti de
plânlamanın lüzumunu ortaya çıkarır. Ve demokrasilerde ihtiyarî plânlama,
otoriter rejimlerde cebrî plânlama hâkimdir. Sovyet sisteminde cebrî plânlama,
cebrî çalıştırma söz konusudur. Demokrasilerde ihtiyarî plânlama, yol
gösterici ışık tutucu plânlama söz konusudur. Bu planlamanın da gayesi, bu
nisbetleri arzettiğim gibi, kalkınma hızının nisbetini tayin etmek, bu
kalkılmanın yükünü hangi gruplara dağıtacağımızı, nisbetini tayin etmek,
yeraltı ve yerüstü maddî kaynaklarımızı ve insan enerjisini nasıl
değerlendireceğimizi tayin etmek ve bu iktisadî kalkınmayı hazırlamak üzere
cemiyetin alt yapısını, içtimâî yapısını, ahlâkî, kültürel, dinî, hukuki ve
siyasî yapısını tanzim etmektir. Çünkü bunlar tanzim edilmedikçe iktisadî
kalkınma sırf maddî yapıyla gerçekleştirilemez. Prensip olarak piyasa ekonomi
düzenini benimsemeliyiz. Çünkü piyasa ekonomisi düzeni demokrasinin bugünkü
tatbikatıdır. Bu bir ideoloji değildir, bir doktrin değildir, bir tatbikattır.
Çünkü iktisadî siyaset doktrinlerle geliştirilemez. Her doktrin nazarîdir,
biraz karikatüre benzer, iktisadî ve içtimaî hayat ise zıtların birleşmesinden
meydana gelmiştir. Daima karmadır ve komplekstir. Her cemiyet bulunduğu
şartlara göre çeşitli doktrinlerden muayyen dozlar alabilir. Hazır reçete söz
konusu değildir. Muayyen dogmatik prensiplere bağlanmak yanlıştır. Hiçbir rejimde,
dünyada hiçbir zaman muayyen bir doktrin tam olarak tatbik edilememiştir,
edilemez de. O itibarla Türkiye’de piyasa ekonomi düzenini, dozunu ayarlamak,
iktisadî, içtimâî plânlama ile ve fikir elemanlarımızın tartışması ile,
cemiyetin içtimâî, ahlâkî, iktisadî, kültürel köküne inmek şartıyla
düzenleyebiliriz. Sosyal adaletin geliştirilmesine taraftarız, şarttır; zaten
dinimizin temeli buna dayanmaktadır. İslâm, sosyal adalete dayanan bir cemiyet
düzeni ortaya atar. O bahse girmiyorum, çünkü İslâmiyet esasında kapitalizmden
ve sosyalizmden ayrı bir iktisadî siyaset ortaya atmaktadır. Bunun teferruatı
ayrı bir bahistir. Fakat sosyal adalete taraftarım. Bu sosyal adaletin gerçekleştirilmesini
sosyalizm yoluyla değil, içtimâî siyaset tedbirleriyle gerçekleştirmeye
taraftarım. Bu içtimâî siyaset tedbirleri de demokrasinin icaplarıdır ki,
bunun teorik adı refah ekonomisi tedbirleridir. Ve bu tedbirlerin ortaya
çıkarttığı devlet sistemi de refah devletidir.
Sosyal siyasetin bu mânada bir tarifini
yapmak da belki icap edebilir. Sosyal siyaset, sosyalizme Marksizme karşıdır,
fakat kapitalizmin, 19. asırdaki materyalist, maddî kapitalizm yönünü ıslah
edici düzenleyici tedbirler manzumesidir. Ve şöyle tarif edebiliriz bunu:
Sosyal siyaset, mevcut düzeni, hukuk düzenini yıkmadan bu düzeni ahlâkî ve
mânevî açıdan ıslah etmek gayesiyle aksayan bütün noktalarını düzenleyici
tedbirler manzumesi ve cemiyette sefaleti ve sefaheti önleyici tedbirlerin
toplamıdır.
Binaenaleyh, sosyal adaleti sağlayıcı
sosyal siyaset tedbirleri olarak, sendikaları geliştirmeliyiz. Sendika
müessesesi esasında lüzumlu, faydalı bir organdır; çalışan bütün gruplar
aralarında teşkilâtlanmalıdır, buna çalışmalıyız. Çünkü demokrasi teşkilatlanmış
bir cemiyet düzeni demektir. Fakat sendikalara imanlı, milliyetçi elemanları
sokmaya çalışmalıyız. Çünkü komünizmin, bir ülkede esas ele geçirmeğe çalıştığı
dinamik kuvvetlerin başında sendikalar gelir. Eğer sendikalara biz
vatanperver, imanlı, dindar elemanları sokarsak sendikalar yapıcı unsur haline
gelir, aksi halde yıkıcı unsur olarak fonksiyon ifa edebilir. Bu bakımdan da
bu sistemin mânâsı hususunda işçileri ve işverenle tenvir etmek, bilgi
bakımından ve ahlâk bakımından geliştirmek lâzımdır. Çünkü kanaatimce
demokrasinin gelişmesi için Türkiye’de sistem kurulmuştur, fakat bu kâfi
değildir. Sistemin başarısı neye bağlıdır? Demokraside otoriter rejimden farklı
olarak şu durum vardır: otoriter rejimde hâkim olan insan emreder, tebaa riayet
eder. Demokraside bu otorite kalkmıştır. Kudret dağılmıştır: Bu kudretin
dağılması cemiyeti anarşiye götürebilir. Cemiyeti anarşiye götürmeden kudret
dağılımını ahenkli kılmak için tek çare vardır, bu da grupların arasında
işbirliği yapmasıdır. Kim yapacaktır işbirliğini? Bütün bu grupları yöneten
insanlar. Önderlerin arasında işbirliği yapılacaktır. Hangi gruplar söz
konusudur? Tüccar vardır, ziraatçı vardır, çiftçi, işçi vardır, memur vardır,
esnaf vardır ve bunların çeşitli kurumlan vardır. Ticaret odaları, ziraat
odaları, esnaf demekleri, sendikalar, kooperatifler, sigortalar, talebe
cemiyetleri, matbuat, parlâmento, siyasî organlar, vesaire. Bütün bu
teşekkülleri yöneten insanlar ekseriya seçimle işbaşına gelir. Demokrasinin bir
özelliği şudur ki, bir siyasî parti iktidarı ele geçirse dahi bütün devletin
mekanizmasını ele geçirmiş değildir. Binaenaleyh devletin yapısında bağımsız
kudretler yollarına devam etmektedir. Bunlar arasında işbirliği sağlanmadıkça,
demokrasideki kalkınmayı sadece siyasî iktidardaki parti ve hükümet
sağlayamaz. Bunun bütün gruplarca desteklenmesi lâzımdır. Bunun için de
işbirliğine ihtiyaç vardır. İşbirliği demek ise, icabında menfaatleri çatışan
grupların kendi fert ve grup menfaatinden vazgeçerek millî menfaader hususunda
birleşmesi demektir. Bu ise bir diğergâmlık duygusudur. Bu da bir ahlâkî
meziyettir. Şu halde bir cemiyette önderler, liderler, sevk edici kadrolar ahlâk
ve fazilet bakımından gelişmemişse, yaptığı vazifenin muhtevasını bilgi bakımından
müdrik değilse o cemiyette demokrasi muvaffak olamaz. Bugün yeryüzünde
demokratik sistemi kurmuş birçok ülke vardır, fakat kanaatimce başarı
nisbetlerindeki fark, o cemiyetleri sevk eden bu önder kadrosunun bilgi, ahlâk
ve fazilet bakımından farklarına bağlıdır.
Türkiye’de demokrasinin muvaffak olması
için, arzettiğim gibi, sistem kurulmuştur. Artık yeni bir sistem aramaya lüzum
yoktur kanaatindeyim, sistem bellidir, siyasî partilere dayanan bir demokrasi
düzeni, piyasa ekonomi düzeni, devletle özel teşebbüsün beraber çalıştığı bir
düzen. Bu düzenin muvaffak olması ise bu kadroların yetiştirilmesine bağlıdır.
Bunun için de, arzettiğim gibi, ahlâk ve faziletin ve bilginin gelişmesi
lâzımdır ve her ülkede de ahlâkın temel kaynağı dindir. Binaenaleyh dinî
eğitimin, ahlâkî eğitimin, bilginin beraber gelişmesi lâzımdır. Kanaatimce
bilgi bir arabanın motoru gibidir, ahlâk, fazilet ve iman ise direksiyona
benzer. Eğer direksiyon bozuksa motorun hızlı gitmesi tehlikeyi arttırır.
Şayet direksiyon iyi, motor bozuksa araba gitmez. Yani bilgili fakat ahlâksız
ve imansız bir münevver kadrosu cemiyeti hızlı götürür, ters istikamete
saptırır, uçurumdan aşağı yuvarlar.
Şu halde, hülâsa edersek, Türkiye’de
demokrasinin gerçekleşmesi için bilhassa sevk edici kadronun, buna “münevver”
diyebiliriz ve demeyebiliriz, çünkü seçimle işbaşına geçen elemanların
hepsinin yüksek tahsilli olması şart değildir ama cemiyette vazife almıştır;
sendikacılar gibi. Sendikacı, işveren, matbuat mensubu, üniversite ve parti,
hepsi. Bütün bu kadroların iyi yetiştirilmesine bağlıdır iyi yetiştirilmesinden
kasdım da, arzettiğim gibi, müsbet bilgi ile ahlâk, fazilet, iman ve dinî
bakımdan birlikte gelişmesi lâzımdır. Bunun dışında, asgarî ücretlerin tanzimi
lâzımdır, bunu benimsemeliyiz. Çünkü taban kitleyi kalkındırır. Sosyal
sigortaları benimsemeliyiz. Çünkü fakirlerin, muhtaçların, kazaya
uğramışların, hastaların yardımına koşmaktadır. Îslâmî-millî prensiplere uyan
bir düzendir. Maddî bakımdan tanzim edilmelidir. Kooperatifçiliği benimsemeliyiz.
Çünkü bu sistem de fakir kitlenin gelir miktarı artmadan satın alma gücünü
arttırır. Yani kooperatiflerin fonksiyonu şudur: Nakdî geliri arttırmaz, fakat
o nakdî gelirin, yani aynı paranın satın alma gücünü arttırmak yoluyla refah
sağlar. O bakımdan faydalıdır.
Din adamlarını bu sahada bilgili kılmağa
çalışmalıyız. Çünkü din adamlarının cemiyet düzeninde muazzam bir tesiri ve
rolü mevcuttur ve halk kitlelerini bu yoldan irşad etmekle mükellef
bulunmaktayız. Eğer onlar bu sahada halkı irşad edebilirse, önderleri de ikaz
edebilirse, önderlerin de ahlâkî yapıları gelişebilir.
Verimi, yani prodüktiviteyi arttırmağa
çalışmalıyız. Kalkınma bu demektir. Çünkü eğer cemiyette her çalışan insan,
tüccarı, bakkalı, memuru, hocası, talebesi, bankacısı, hepsi beher iş saati
başına yaptığı işin miktar ve kalitesini arttırabilirse bu verim artışı
demektir ve bundan millî gelir artmış olur, refah sağlanır. Bunun sağlanması
için kendi başına çalışanlar kendi gelirine sahiptir, müstakildir. Fakat bütün
büyük sanayi ve ticaret hayatında iktisadî verimin gelişmesi iki grubun
işbirliğine bağlıdır: işçi ve işveren. Çünkü bu iki grup, beraber çalışmak
mecburiyetindedir. İkisinin işbirliği olmadan iktisadî ve sosyal gelişme olmaz.
Şu halde verimin artması için işçi-işveren işbirliğine şiddetle muhtacız. Bu
sağlanmadan fikrî bakımdan ve maddî bakımdan gelişme olmaz. Plânlı kalkınmanın
başarısı için ise bir üçüncüsünü katmak lâzımdır: işçi-işveren ve hükümet
arasında işbirliği olmadıkça iktisadî plânlama başarıya ulaşamaz. Çünkü
kalkınma demek, kalkınma hızının tanzimi demektir. Kalkınma hızının % 5 olması
demek, millî gelirin tasarruf ve tüketim nisbetini tayin etmek demektir.
Tasarruf ve istihlâk nisbetini tayin ettiğimiz zaman derhal muhtelif grupların
istihlâk geliri ile diğer tasarruf geliri arasında bir nisbet tanzim etmiş
oluruz ki, bu nisbetlerin tanzimi, yani ücret ve kârın paylaşımı işçi-işveren
arasında toplu sözleşme ile işletmede, iş sahasında belirlenir. Tatbikatta
cereyan ettiğine göre hükümet bunu tanzim edemiyor. Hâlbuki hükümetin bütün
plânları, bunların aralarındaki dağılım tarzına dayanıyor. Binaenaleyh
işveren ve işçiler hükümetle bu prensiplerde anlaşamazlarsa demokratik rejimin
gelişmesi sekteye uğrayabilir. Şunu da bilhassa işveren ve işçi kardeşlerimize
anlatmak lâzımdır ki, toplu sözleşme sistemi, hür sendikacılık, grev hakkı
ancak demokratik rejimlerde mevcuttur, işletme hürriyeti, teşebbüs hürriyeti,
çalışma hürriyeti, çalıştırma hürriyeti ancak demokratik rejimlerde mevcuttur.
Demokratik rejim içinde kalkınma başarıya ulaşamaz ise cemiyette tökezlenmeler
başlar, şikâyetler artar ve otoriter rejimlere temayül çoğalır. Otoriter
rejime gidildiği zaman da, hangi sahaya girileceğini peşinen kestirmek kabil
olmaz ve her otoriter rejim içinde de hem işletme hürriyeti, hem de işçi
hürriyeti ortadan kalkar. Yani esasında kısa vâde içinde menfaatleri çatışır
gibi görünen işçi ve işverenlerin uzun vâde içinde menfaatleri müşterektir,
çünkü aynı sistem onlara bu hürriyetleri bahşetmektedir. Binaenaleyh bu sistem
içinde gelişmeyi sağlayamazsak Türkiye bakımından demokrasinin daima tehlikeye
düşmesi ihtimali mevcuttur.
İşsizlik bakımından, dışarıya işçi
gönderilmesi aktüel bir konu, kanaatimce meselemizi halledecek bir tarz
değildir, faydalı ve zararlı tarafları vardır. Bu konuda dikkatli olmak
gerekir.
Nüfus artışında, yine kanaatimce, nüfus
artışının durdurulmasına, bendeniz taraftar değilim. Çünkü nüfus, bizatihi
iktisadî kalkınma bakımından nötr bir unsurdur. Nüfus tek başına kalkınmayı ne
hızlandırır, ne de geriletir. Çünkü nüfusun insan olarak iki fonksiyonu vardır.
Bir insan hem müstahsildir, hem müstehliktir. Üreticidir ve tüketicidir. Şayet
bir cemiyette nüfusun müstahsil fonksiyonu müstehlik fonksiyonundan daha fazla
geliştirilirse, o cemiyette nüfus artışı kalkınmayı hızlandıran muharrik unsur
olur. Şayet bir ülkede nüfusun müstahsil fonksiyonu müstehlik fonksiyonu kadar
geliştirilemezse nüfus kalkınmayı geriletir. Ama bunun miktarla alâkası
yoktur. Tek bir şahıs da olsa bir cemiyette, o şahsın eğer istihsali
istihlâkine yetmiyorsa o şahıs açlığa mahkûmdur. Nüfus kontrolü İslâm
prensiplerine uygun olmak şartıyla ancak imsak yoluyla mümkündür. Fakat ana
rahmine düşen insan, cenin artık ruh sahibidir ve insandır, ister bir aylık olsun,
ister on yaşında olsun. Yani onun öldürülmesi katildir. Fakat imsak yoluyla
doğum kontrolünü önlemek mümkündür. Bu esasında dünyanın jeopolitik yapısı ile
ilgili ayrı bir konudur. Gerek Batı, gerek Doğu dünyasının müşterek bazı
politikaları mevcuttur ve umumiyetle üçüncü dünya ülkelerinin nüfusunun artışına
mani olmak istemektedirler. Bu ayrı birtakım problemlerle ilgili bulunmaktadır.
Yani sadece basit bir dahilî, iktisadî, politika değildir; milletlerarası
statüko ve dengenin sağlanmasıyla ilgili geniş bir problemdir.
Bugün Türkiye’de sendikacılık hareketi
bakımından Türk-İş, Hak-İş ve DİSK adıyla ifade edilen teşekküller vardır. İşçi
Sendikaları Federasyonları bir tarafta, Türkiye İşveren Sendikaları
Konfederasyonu bir tarafta. İki organ mevcuttur, bunlar en yüksek organlardır.
Bunun dışında bir de Türkiye Ticaret, Sanayi ve Borsalar Birliği, yani Odalar
Birliği mevcuttur. Fakat esas olarak ilk ikisi hâkimdir. Her ikisi de
Türkiye’de bugün mevcut şartlar içinde demokratik sendikacılığa inanmış insanların
elindedir.
Ve bugün Hak-İş ve Türk-İş dediğimiz
teşkilâtlar Türkiye’de TİP’e karşı en müessir mücadeleyi yapan organlardır.
Efendim, benim maruzatım burada bitiyor.
Şimdi bu arzetti- ğim hususları münakaşanıza arzediyorum. Hürmetlerimle efendim.
İktisadî İşbirliği
İmkânları I[115]
Bugün Asya’daki Ortadoğu
ülkeleri içinde bulunan İslâm ülkeleri şunlardır: Türkiye, Afganistan,
Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bruneı, Bangladeş, Endonezya, Iran, Irak,
Ürdün, Kazakistan, Kırgızistan, Kuveyt, Lübnan, Maldiv Adaları, Mozambik,
Malezya, Pakistan, Umman, Filistin, Suudi Arabistan, Suriye, Birleşik Arap
Emirlikleri, Tacikistan, Türkmenistan, Yemen Cumhuriyeti. Bu yirmi devletten
ondördü Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde bulunuyordu: Afrika’da yirmi
beş devlet İslâm dünyasına dâhildir. Bunlar: Benin, Burkina Faso, Cezayir,
Cibuti, Komor, Fildişi Sahili, Kamerun, Çad, Mısır, Gabon, Gambia, Gine Bissau,
Libya, Mali, Moritanya, Fas, Nijer, Senegal, Sierra Leone, Togo, Uganda, Yukarı
Volta, Somali, Sudan, Tunus devletleridir. Bunların yedisi Osmanlı
İmparatorluğuna dâhildi. Yâni bu devletler, elli yahut yüz sene evvelki
Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarıydı.
İşte bunlar Ortadoğu veya
İslâm dünyasıdır. Her gün bu devletlere bir iki tane daha ilâve ediliyor.
İslâm dünyası zengindir. Ham petrolde dünya rezervinin %80’ine, tabii kauçukta
%70’ine, dünya jüt rezervinin %80’ine, dünya hurma yağı potansiyelinin %75’ine
sahiptir. Baharatın %67’si, hububatın %30’u, pamuğun % 30’u, şeker kamışının
%10’u gene İslâm dünyasındadır. İslâm dünyasında üretilen pamuğun büyük kısmı
Rusya’da ve Rus pamuğunun tamamı Türkistan’da, petrolün büyük bir kısmı yine
Rusya’da onun da tamamı yine Müslüman kesimi olan Türkistan ve Kafkasya’dadır.
Bu ülkelerin ihracatları arasında şu önemli maddeler vardır. Aden: kahve,
tütün, balık, tuz, petrol; Afganistan: yün, meyve; Cezayir: petrol; Bahreyn:
petrol; Endonezya: kauçuk, çapra, teneke, baharat, tütün vs. ihraç etmektedir.
Bütün bunları niçin tespit ediyorum. Çünkü Türkiye’nin dış ticaretini
düzenlerken bunlarla ilgilenmesi lâzım gelecektir. Bu da bir politika
meselesidir.
Bu ülkelerle ticaret anlaşması yapmak
gerekir. Meselâ gazetelerde görüyorsunuz, Türkiye’nin buğdayı elinde kaldı,
ihale yaptık da gelmediler deniyor. Bugün İslâm ülkelerinde buğday gibi bir
meta yok. Ülkeler aç, ihtiyaç sonsuz. Ama Ankara’da ihale açılırsa, ancak
büyük Batı şirketleri girebilir. Bunlar ihale ile olmaz. Ticaret Bakanı
gidecek, dolaşacak, ülkelerle anlaşacak. Bu imkânlar araştırıldığında; buğday
mukabilinde petrol, su mukabilinde petrol de alabiliriz. Bunlar anlaşma ile
olur ve ülkelerin üst kademesinde düzenlenmesi lâzımdır. Biz alışmışız, ticarî
hayatta Batı dünyası talip olsun, yol göstersin; şunu alıyorum, şunu almıyorum
desin, şunu sat desin. Bu tip, tâbi bir ticarî bünyedir. Biz umumiyetle
Avrupa’ya, mal satmazdık, Avrupa bizden belli malları alırdı. Bizim artık
satıcı hüviyetine girmemiz ve dünyaya açılmamız lâzımdır. İslâm ülkelerinde birçok
kaynaklar var. Bunları toplantılarda söylüyoruz. Hepsi tertemiz pırıl pırıl
genç Müslümanlar, ama çoğu da bilgisiz. Türkiye’yi tanımıyorlar. Geçen sene
İslâm kongresine katılanların %70’i İstanbul’a ilk defa geldiklerini
söylüyorlardı.
Çünkü yıllarca Türkiye ile İslâm dünyası
arasında bir kopukluk vardı. Batı’nın muazzam propagandası bizde onlar
aleyhine, onlarda bizim aleyhimize işlemiştir. Yeniden köprüleri kurmak,
irtibatı temin etmek, enformasyon ve bilgi akışını sağlamak lâzımdır. İslâm
dünyasında en büyük eksiklik budur. Ortadoğu ülkelerinin hepsi aynı yapıda
değildir. Çok farklı bir oluşum içindedir. Zenginlik, resmî, iktisadî yapı
bakımından farklılıklar çoktur.
Meselâ bunların içinde hızlı sanayileşme
arzusu bol, sermayesi yetersiz insan gücü olan İslâm ülkeleri var: Libya,
Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Cumhuriyeti, Abu-Dabi, Bahreyn, Umman,
Katar gibi. Burada insan yok, yetişmiş insan çok kıt. Para çok, sermaye bol,
yatırımlar hızlı; her gün gazetelerde devamlı ihale ilânları görülür, hepsi
milyarlık ihaleler. Batı dünyası buralara koşuyor. Diğer yanda, nüfusu
yeterli, kapitali az, nispeten gelişmiş ülkeler var: Türkiye, Mısır gibi.
Sermayesi bol, nüfusu ve sanayileşme arzusu olan ülkeler var: İran, Irak gibi.
Sermayesi az, nüfusu ve sanayileşme arzusu olanlar var; Suriye, Ürdün gibi.
Böylece İslâm ülkelerini çeşitli gruplara bölmek kabil. Siyasi rejim yönünden
sosyalizmi benimseyenler var, kapitalizmi benimseyenler var, İslamiyet’i
şuurlaştırmak isteyenler var. Bütün bunlar arasında bir insicam ve işbirliği
yapılırsa büyük imkânlar doğabilir.
Size İslâm ülkelerinin imkânlarını
rakamlarla verebilirim, İslâm ülkelerini AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu, Ortak
Pazar) ile mukayese edersek GSMH (gayri safî millî hâsıla) bakımından fakirdir,
aşağı yukarı %20’si kadar; nüfus aşağı yukarı aynı, GS- MH’yı ele alırsak,
AET’nin %60-70’ini buluyor. Japonya ile mukayese edersek; Japonya’nın
GSMH’sinin %60’ına ulaşıyor. Nüfus da 2,4 misli. GSMH+Nüfus da Japonya’nın 1,5
misli oluyor. ABD ile karşılaştırırsak; GSMH, ABD’nin %20’si, nüfus da 1,2 katı
olup daha fazladır, LAFTA (Güney Amerika Birliği) yı ele alırsak, GSMH ondan
fazladır. Nüfusta ve toplamda gene fazladır. Yâni dünya ölçüsünde oldukça
potansiyelli, hacimli bir grup mevzu-i bahistir. Bu ülkelerin iktisadî
potansiyelleri çok kuvvetlidir. Zaten Afrika’ya XXI. asır kıt’ası deniyor.
Fakat bu ülkelerin kendi aralarındaki münasebetleri ve ticaretleri zayıf; dış
ticaretlerinin ancak %12’sini aralarında yapıyorlar. Ticaretin hemen hepsi gayr-i
muslim dünya ile yapılıyor. Tek tek hepsi dışarıya bağlanmış vaziyettedir.
Bunu aralarındaki trafiğe çevirmek lâzım. Acaba bunun için evvelâ ne yapmak
gerekecek?
Bendenizce önce zihniyet önemlidir.
Türkiye’nin Ortadoğu’ya girmeyi istemesi gereklidir. “Türkiye Ortadoğu’ya
girer mi, girmez mi?” den önce, girmeyi istemesi lâzımdır; yâni, Türkiye’nin
İslâm dünyasında yer almayı arzu etmesi lâzımdır. İstersek gireriz. Buna hiç
şüphem yok. Bütün potansiyel hazırdır. Bütün müşahedeler onu gösteriyor. Durum
son derece kıvamında, ortam hazırdır. Evvelâ bizim kendi zihniyetimiz olarak,
yönetici kadro, münevverler, partiler, hükümet adamları olarak bunu istememiz
lâzımdır. Bunu katiyetle söylüyorum. Çünkü bugün Türkiye’de bazı gruplar bunu
istememektedir. Samimiyetle istediğimiz zaman Türkiye Ortadoğu’ya girer. İşte
bu yönde yeni yeni kıpırdanıyoruz; ama gene de tam olarak istemiyoruz. Tekrar
ediyorum, Türkiye Ortadoğu’da yer almak isterse, girer ve iyi yer alır; ama
önce Türkiye’nin zihniyet olarak Ortadoğu’ya açılma siyasetini benimsemesi
lâzımdır. Birinci nokta budur. Ondan sonra Ortadoğu’ya hulul etmek için
yetişen neslin ve yeni kadroların dil bilgisi itibariyle kendisini takviye
etmesi lâzımdır. Şimdi Ortadoğu ülkeleri ve İslam dünyası ile işbirliğini kurmak
istersek, bunu kim kuracaktır? Ancak bu dâvaya inanmış insanlar, yâni sizler.
Bu fikriyatı sizler temsil ediyorsunuz. Genç nesillerin bu işlere girmesi
lâzım.
Bu ülkelerle olan münasebetlerde,
ticarette, akademik faaliyette, fikriyatta politikada komşu ülke insanlarıyla
görüşe görüşe asırların bıraktığı boşlukları kapatacağız. Fakat birbirinizle
görüşecek müşterek diliniz olmazsa güç olur. Ne ticaret yapmanız mümkündür, ne
politika, ne seminer, itiraf etmek gerekir ki dilbilgisi hususunda büyük eksikliğimiz
var. Türkiye lisan bakımından çok kapalı bir ülke durumundadır. Çok içimize
kapanık kaldık. Müşterek dilimiz yok. Bendenizin âcizane müşahedem şu ki; iki
dili bilemezsek, ne Asya’ya, ne Afrika’ya girmemiz kabil olur. Arapça ve
İngilizce iki geçerli dil halindedir. Bu gelişmeden insan kadrosu olarak da en
çok istifade eden iki ülke var: Mısır ve Pakistan. Mısır Arapçasıyla, Pakistan
İngilizcesiyle giriyor. Çünkü arz ettiğim gibi, sermayesi bol, yatırım hızı
fazla, nüfusu az ülkeler var. İnsan kıtlığı var; mühendis yok, hekim yok,
avukat yok, muallim yok vs. İslâm ülkelerinden gelenler tercih ediliyor.
Fakat daima bu ülkelerin çoğunun da Batı
dünyası ile irtibatları çok kuvvetli. Meselâ Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde
Amerikan ekonomisi hâkim. Arkasından İngiltere geliyor. Emirliklerde muazzam
yatırımlar var. Buralarda İngilizler hâkim. Abu-Dabi, Dubai’ye giderseniz
İngiliz genel valisi hâlâ duruyor gibi. Fakat eski İngiliz hâkimiyeti yıkılmış.
Statüko bozulmuş. Her ülke giriyor; şimdi bu furya arasında Türkiye de
girebilir. Çünkü evvelce bu ülkeler Batı ülkeleri arasında parsellenmişti.
Meselâ Fransa Suriye’de, İngiltere Irak’ta ekonomiyi bağladıklarından hâriçten
öyle kolay kolay girilemezdi. Şimdi bu monopol kırılmış vaziyettedir. Japonya,
Amerika, Rusya ve diğer gelişmiş ülkeler bu pazarlara girmektedir. Böylelikle o
ülkelerdeki iktisadî statüko bozulmuş olduğundan, yeni bir oluşum var; bu
oluşumda kimin bileği kuvvetli ise o girebiliyor. Bu sebeple Türkiye için çok
müsait bir zamandayız. İslâm dünyasında, Batı’nın monopolcü tutumunun kırıldığı
bir zamanı yaşıyoruz. Fakat dediğim gibi, buralarda bu iki dil lâzım.
İngilizce ve Arapça.
Batı dünyası hep takip ediyor, adamlarını
gönderiyor. Meselâ Dubai’de iken İslâmî bir eğitim teşkilâtına çağırdılar;
gittik, görüştük, konuştuk. Çoğu Türkiye’ye gelmiş ilgili insanlar. Konuşurken
solda bir adam dikkatimi çekti. Öyle oturuyor, tuhaf bakışlı, Arap kıyafetli.
Tipi dikkatimi çekti. Tamamen-İslâmî mes’elelerden bahsedilen bu toplantıdan
sonra, sordum: Kim bu adam? Müslüman mı? “Hayır” dediler. “Bir Fransız”. Peki
ne işi var burada? diye sorduğumda, “Vallahi geliyor, biz de git diyemiyoruz,
ama kim olduğunu da bilmiyoruz.” dediler. Tabii adam Arapça biliyor, İngilizce
biliyor ve topluma kolayca hulul ediyor. Adamlar casus şebekeleriyle,
potansiyelleriyle giriyorlar. Kim gidiyor, ne yapıyor, ne ediyor diye merak
ediyorlar. Tabii bu ülkeler yeni yeni geliştiğinden devletlik vasfını yeni
kazanıyorlar. İyi bir gelişme ile on sene içinde bir hayli terakki ettikleri
meydanda, çoğu da şeyhlik vs. durumunda. Akıllı insanları var. Fakat buraları
bütün dünyanın, üzerinde konsantre olduğu yerler.
Bu sözlerimle şuraya varmak istiyorum.
Ortadoğu politikamızda, ikinci nokta lisan mes’elesidir. Üniversitede,
yüksekokuldaki bütün derslerime başlarken, daima bundan bahsederim. Vakit
kaybolmuş değildir. Üniversiteyi bitirinceye kadar, asgarî bir yabancı dil
bitirmeye azmedin. Azmin elinden bir şey kurtulmaz. Ne için yüksek tahsil yapıyorsunuz?
Çünkü bu size cemiyette bir statü ve gelir imkânı ve gayelerinizin tahakkukuna
imkân verecektir. Yüksek tahsil, eşittir yabancı dil. Yüksek tahsili
bitirince, yabancı dil bilmiyorsanız, standart bir vatandaşsınız, iş bulmakta
güçlük çekersiniz. Yabancı dil bildiniz mi derhâl maaşınız da mevkiiniz de iki
misli artar. Bir işletmeye girseniz, yabancı dil bilmeyen ikinci sınıf mühendis
durumunda kalırsınız. Çünkü muameleler gelişiyor, yabancı şirketlerle irtibat
artıyor ve bu şirketlerle ticarî alış veriş, pazarlama işlerinde yabancı dil
bilen ön plâna geçiyor. Aksi hâlde, cevher olsanız başarı nispetiniz yarım
kalır. O vakit kolejden, yabancı okullardan gelenler Türkiye’nin dış
politikasına, diş ticaretine hâkim olmakta ve ona göre yön vermektedir. Dil
bilmek, bu bakımdan büyük hâdisedir.
Kubbealtı içinde bunu ele almak imkânları
var mı, yok mu bilemiyorum. Bu lisan işine bütün gücümüzle önem vermek lâzımdır.
Yabancı okullar değil, ama kendi mektebimizde kendi mefkûremiz içinde yabancı
dili öğrenmek lâzımdır. Tekrarlıyorum: Türkiye’nin Ortadoğu’daki yerini
alabilmesi için lisan bilen gençlere sahip olması lâzım ve bizim de en zayıf
tarafımız budur. Bugün İstanbul’da paralı, parasız çeşitli imkânlar var. Bunu
halletmek lâzımdır. İçinde bulunduğunuz çağ, sizin cihazlanma dev- rinizdir.
Şu beş on yılda ne edinebilirseniz edinmeye çalışacaksınız: Bilgi, hüner,
lisan, marifet. Çünkü sonra hayatınız boyunca hep bunları sarf edeceksiniz.
Onun için lisan hem bu bakımdan hem de Türkiye’nin politikası bakımından çok
önemlidir.
Üçüncü mühim nokta enformasyon, bilgi alış
verişidir. Türkiye’nin İslâm dünyasında yerini alması, İslâm dünyasının kalkınması
için, bu ülkeler arasında bilgi alış verişinin sağlanması lâzımdır. Bugün bu
husus tamamen kopuktur. Şu saydığım 57 ülke birbiriyle irtibat bakımından çok
zayıf bir durumdadır. İrtibatları zayıftır ve birbirinden habersizdirler.
Aralarında fikrî alış veriş yoktur. Mecmua gitmez, kitap gitmez, gazete gitmez,
telefon işlemez. Posta zayıf, ulaşım yok ve tabiî ki bu durumda da işbirliği
yapma imkânları çok zayıftır. O bakımdan şahsî dostluklar, müesseseler arası
alış verişler ve münasebetlerle birlikte alt yapı yatırımlarının gelişmesi
lâzımdır. İslâm dünyasının içinde geniş sermaye ve potansiyel kaynaklar var, fakat
imkânlarını kullanamamakta ve parasını nereye harcayacağını bilememektedir.
İslâm ülkelerine güzel projeler götürmek
lâzım. Bu zengin ülkeler öyle durumdadır ki bütün dünyadan proje yağıyor. Bu
yabancı rekabet ise, kafalarını karmakarışık ediyor. İşte bunlara Türkiye’nin
güzel projelerle çıkması lâzım. Türkiye’de buna alışkın değil. Batı’ya karşı
hep tâbi ülke olmaya alışmışız; onlardan bize teklif ve projeler gelir, şunu
yapalım derler biz de onlara katılırız. Para isteriz verirler. Fakat burada
ters bir metoda girmek lâzımdır. Türkiye projeleri ortaya atacak,
organizasyonları yapacak, parayı isteyecek, onlar da verecekler. Bu durum
onların menfaati icabıdır.
Burada iki önemli nokta var. Birisi
ulaşım, diğeri haberleşmedir. Bu saha tamamen bakirdir. Batı dünyası, Rusya ve
Avrupa İslâm dünyasını öyle tanzim etmiş ki bu İslâm ülkeleri tek tek Batı’ya
ve Rusya’ya bağlanmışlar, fakat birbirleri arasında irtibat kuramamışlardır.
Her zaman misal veriyorum, Türkiye’deki yetkililere de söylemeye çalışıyorum,
fakat bu, bir zaman ve zihniyet meselesidir. Meselâ İstanbul’dan Cidde’ye
telgraf, Roma üzerinden gidiyor; İstanbul’dan teleks çekmek isterseniz, bu
bugün muazzam bir kolaylık olmuş olur. Cidde’ye teleks Viyana üzerinden gider.
Veya Bağdat’a teleks çekmek isterseniz Moskova üzerinden gider. Şaka
söylemiyorum, bunlar ciddî vakıalardır. Şu andaki realite bu. Cidde’den New
York’a telefon etmek isterseniz, üç dakikada konuşursunuz. Ama İstanbul’dan,
yirmi dört saat beklersiniz, yine çıkmaz. Sâdece İstanbul değil, Bağdat da aynı
vaziyettedir. Cidde’den Sudan’a telefon etmek için bir gün bekliyorsunuz. Bütün
bağlar birbirinden tek tek kopuk. Ama Roma, Paris, Londra derhâl bağlı
vaziyettedir. Şimdi bu durumda siz iktisadî rekabet yapabilir misiniz? Bu günkü
iktisadî hayat an meselesidir. Rakibin üç dakikada telefonla malûmat alıp mal
sevk ediyor. Sen yirmi dört saatte malûmat alabilmek için bekle dur. Tabii
bunlar hep zihniyet meselesidir. Para mı yok? Hayır para çok. Ama bu projeleri
ortaya koymak lâzım. Riyad’daki teknoloji kongresinde bilhassa bunun üzerinde
duruldu. İslâm dünyasında bu alt yapıya önem vermek lâzım. Bugün için
haberleşme tamamen kesik vaziyette, telefon yok, telgraf yok, posta mürâselâtı
zayıf, ulaşım derseniz, geçin!
Afrika ülkelerini alın, Türkiye ile
aralarında hangi ulaşım imkânı vardır? Kara yolunuz yok, İsrail irtibatı
kesiyor. Deniz yolunuz yok, hiç birine bizim gemilerimiz gitmez. Hava yolumuz
yok. Şu anda THY’nin, yeryüzündeki hiç bir İslâm Ülkesine hattı yoktur.
(1970’li yıllarda durum böyle idi). Meselâ bu sene Avrupa’nın hemen her bir
şehrine hat açıldı, Kopenhag’a, Londra’ya vs. Fakat kırk üç İslâm ülkesinden (O
zamanki OIC üye sayısı) müteşekkil koca İslâm dünyasına THY işlemez. Tel Aviv’e
vardır da Kahire’ye yoktur. Bir sürü işçilerimiz olduğu hâlde Cidde’ye de
yoktur. Keza Libya’ya yoktur, Pakistan’a yoktur, Asya’ya yoktur. Tek kelime ile
Türkiye, hava ulaşımı bakımından İslâm dünyasına kapalıdır.
Deniz yollarına gelince, bu haftaki gazete
haberlerine göre, Deniz yolları İskenderiye-Beyrut hattını da kapatmayı düşünmektedir.
Vapurlarımız bir tek oraya işliyordu, onu da kapatıyorlar. Bu durumda deniz
yolları bakımından da Türkiye İslâm dünyasına kapalıdır. Bir tek kara yolumuz
var, o da hafif gidiyor.
Demiryolu zaten kesilmiş vaziyette. Türk
mühendisinin yaptığı ilk Hicaz demiryolumuz ve Medine’ye gidenlerin gördüğü
Ayyıldızlı istasyon binası metruk olarak durmaktadır. İngilizler I. Dünya
Harbi’nde tahrip etmişlerdi. Sonuç olarak dördüncü nokta, ulaşım ve
haberleşmedir. Bunları halletmedikçe, İslâm dünyasının iktisadî bakımdan iş
birliğine gitmesi mümkün değildir.
Libya ile bir sürü projelerimiz var, iş
birliği yapalım diyoruz, fakat nasıl yapacağız? Sorarım sizlere. Uçağımız
gitmez, gemimiz gitmez, demiryolu irtibatı yok; peki Libya’ya kim, nasıl mal götürüp
getirecektir? Başka ülkelerin vâsıtaları ile olmuyor. Çünkü onlar zaten bizim
ticaretimizi baltalamaya çalışıyorlar. Konservelerin bozulması hikâyesi bu
sebeptendir. Geciktiriyor, vaktinde götürmüyor, çürütüyorlar. İmkânlar yok mu,
var tabii. Meselâ benim dikkatimi çeken ve aklı zorlayan mantıksızlıklar var.
İstanbul-Londra direkt uçak hattı açtık, İstanbul’dan Londra’ya, başka hiçbir
yere uğramadan gidiyor. Pakistan’ın ayrı bir Londra hattı var. O da Karaçi’den
kalkıyor İstanbul’a geliyor, ama Londra’ya gitmeden evvel arada Trablusgarp’a
uğruyor, sonra Londra’ya gidiyor. THY da Trablusgarp’tan Londra’ya gitse,
olmaz mı? Zira orada on binlerce işçimiz var, Türkiye’ye gelmek için sıra bekliyor
ve yer bulamıyorlar.
Bugün Türkiye’den Afrika’ya gitmek kabil
değil. Kahire, Afrika’nın kapısı durumundadır. Fakat Türkiye ile irtibatı
yoktur. Ancak Yunanistan ve Roma üzerinden gidiliyor. Tel Aviv’e hat açılmış
vaziyette, sanki çok lazımmış gibi, Tel Aviv ve Atina hattı var. Nihayet bu
hat Olimpik Hava Yolları’nın işine gelir. Ati- na-Tel Aviv hattı yerine,
İstanbul-Kıbrıs-Kahire-Cidde hattı açılsa, Türkiye bütün Asya ve Afrika’ya
bağlanacaktır. Dubai’ye gidiyorsunuz, Kore uçakları, Japon uçakları, bütün
dünya uçakları geliyor, fakat Türkiye’nin esamisi okunmuyor. Bugün Riyad’da on
bine yakın Türk işçisi var, hepsi yana yakıla vâsıta bekliyor. Cidde’ye
giderken Türkistanlı bir mühendise rastladım. Dert yandı: “Hocam, dedi,
Türkiye’ye, İstanbul’a gelmek için bir aylık izin aldım; bir ayın yirmi gününü
Cidde’de uçak bileti beklemekle geçirdim.” dedi. Suudi Arabistan, İstanbul
seferini haftada birden ikiye çıkardı, yine de yer yok. Bütün yerler tıklım
tıklım dolu. Türkiye’den Şam’a uçak yok, Bağdat’a uçak yok, Halep’e uçak yok.
Suudi Hava Yolları Cidde-Şam üzerinden İstanbul’a geliyor. Cidde-Şam yolcusu
dolunca İstanbul yolcusuna yer kalmıyor ve irtibat kesiliyor. Hâlbuki Şam’a
uçak olsa, oradan aktarma yapılıp yine gelinebilir. Bütün bu sebeplerle Türkiye
Şark’a, Asya’ya ve Afrika’ya kapalı kalmaktadır.
O bakımdan, evvelce arz ettiğim gibi,
evvelâ zihniyeti değiştirmek gerektir. Bendeniz hâriçten bunu görüyorum da
işin içindeki insanlar bunun farkında değiller mi? Soruyorum, nedir bunun
psikolojik tarafı? Ne için böyle oluyor? Demek ki alt yapı yatırımları, ulaşım
ve haberleşme imkânları İslâm dünyasının en büyük eksikliğidir. Bu olmadıkça
kalkınmayı sağlamak mümkün değildir. Türkiye’nin burada önderlik yapması lâzım
ve mümkündür. Mühendisimiz var, elemanımız var, proje yapabiliriz ve onlar da
buna hazırlar. Zira Ortadoğu ülkeleri, bütün dünyaya Türkiye üzerinden
ulaşıyorlar. Karayolları ve TIR durumlarını biliyorsunuz. Bizim bütün kamyon
teşkilâtımız Avrupa’ya bağlanmış durumunda. Ortadoğu’dan mal alıp vermek için,
Türkiye’den vâsıta bulamıyorlar. Buradan mal alıyorlar, Türkiye ise kamyon
gönderin, verelim diyor. Onlar kamyonu nereden bulsunlar? İşte oralarda büyük
kamyon filoları kurup işletmek mümkün. İran, Bulgaristan ile bu işi yapıyor.
Ayrıca deniz yolları sahasında da işbirliği yapmak mümkün. Şimdi yeni bir buluş
var. Buna Roll On Roll Off gemileri diyorlar. Araba vapurları gibi. Şu
ana kadar liman yetersizliği vardı. Liman yetmiyor, yüzlerce gemi mal boşaltmak
için bekliyordu. Bu yeni şekilde gemi yanaşıyor, açıyor kapaklarını limana,
kamyonlar gemiye giriyor. Vinçlerle karaya nakil meselesi yok. Yirmi dört
saatte o malları boşaltıyorlar. Bu tip filolar kurulabilir. Birçok iş imkânları
var; fakat ilgilenmek lâzım. Bir ton çimentoyu Türkiye’den getirmek için 28
dolar nakliyat parası ödüyorlar. Bunların kolaylaştırılması lâzım. Bizden
biraz açıkgöz Müslüman tüccarlar bu işe başladılar. Benim bildiğim bazı
firmalar Irak’la, Suriye ile güzel iş yapıyorlar. Ne de olsa Müslüman ülke. Bir
iki köprü başı kuruldu mu ihaleler rahatça bizimkilere geliyor. Bizdeki büyük
şirketler, bu konularla ilgilenmeye başladılar. Bir ay kadar evvel bendenizden
Transtürk şirketi (Transtürk Holding’in kırka yakın Şirketi var) Doğu’ya
Teknoloji Transferi konulu bir konferans istemişlerdi. Sheraton’da iki saat bu
konularda bilgi verdim, Batı dünyasına girmiş olanlar yavaş yavaş burası ile
ilgileniyorlar. Büyük şirketlere de yol göstermek lâzım. Orada tavsiye ettiğim
şey şu: Bu gibi ülkelere bilhassa Suudi Arabistan, Libya gibi ülkelere küçük firmalarla
girmek çok güç. Zira buralar açık pazar, bütün dünya firmaları giriyor.
Japonlar, ABD, İngilizler, hepsi oradadır. Tahdidat yok, serbest piyasa. Al
parayı, ver malını, şeklinde iş yapıldığı için malları teşhir etmek, göstermek
lâzım, malı beğendirmek lâzım. İşte bize gelen Japon gemisini gördünüz değil
mi? Onu sergi diye gezdirdiler. Bir de böyle mal satan gemiler var. Gemi
yanaşıyor, tüccar giriyor, “Şundan, şundan ver.” diyor; ânında satış
tamamlanıyor. Dolayısıyla bu tip müesseselerle rekabet etmek lâzım.
Onun için de benim âcizane tavsiyem, özel
sektörün ve kamu kesiminin birleşip bir pazarlama şirketi konsorsiyumu kurması
lâzım. Libya’da inşaatçıların yaptığı gibi. Bu şirkette her müessese ortak
olur, hisse sahibi olur. Dış ülkelerde geniş bir teşhir yeri kurulabilir. Bunu
Kore yapmıştır. Orada bütün sanayi malları teşhir edilebilir. Orada birkaç
yabancı dil bilen şahıslar ihaleleri takip ederler ve buradaki ilgili firmalara
sipariş sağlamaya çalışırlar. Sipariş sağladığı an buradan komisyonunu alır.
Yöneticiler iş adamı gibi çalışmalı, memur gibi çalışmamalıdır. Şirket komisyonunu
verir, ihaleyi alır ve ayrıca da şirketin kârından hissesini almış olabilir.
Böyle bir yapıya girilirse, muvaffak olunabilir. Onun dışında tek tek
firmalarla rekabet etmek son derece güç olacaktır. Fakat bu imkânlar da hiç yok
değildir. Tek tek giren firmalar da vardır. Meselâ Ülker Bisküvileri Ortadoğu
piyasasına girmiştir, bakkallarda satılıyor. Yalnız kuvvetli tüccarlarla
bağlantı kurmak lâzım.
Suudi Arabistan, Libya gibi ülkelerin
iktisadî potansiyelini, nüfusları ile ölçmemek lâzımdır. Suudi Arabistan’ın
altı milyon nüfusu var. Ne hacmi var? Buraya girmeğe değer mi? dememek lâzım.
Bu ülkeler organik swiç merkezleridir. Yâni buraya gelen mal yeniden başka ülkelere
gider. Orada kalmaz. Libya, bütün Afrika’nın kapısıdır. Trablusgarp’a
gidenleriniz bilirler. Trablusgarp şehrinin çarşısı çok geniştir, İzmir’den
büyüktür. Bütün Libya’nın nüfusu zaten üç milyon. Dükkânlar lebalep malla
doludur. Merak ettim sordum, bunları kim alıyor, diye. Dediler ki: “Bu mallar
burada bir iki gün kalır, satılan satılır, satılmayan derhâl içeriye Çad,
Kamerun, Gana, vs. Afrika ülkelerine gider”. Bu durumda Libya pazarına
girdiğiniz zaman otomatikman malınızı Libyalı tüccar bütün Afrika’ya satıyor,
ihracatçı hazır, ihracat yapıyor, yeniden ihracat yapıyor. Bedava reklâmını
yapıyor. Burada otuz-kırk ülkeye dünyanın reklamını yapman gerekirken, o orada
otomatikman malları satmış oluyor. Cidde, Mekke, Medine de öyledir.
Bugün bütün bu eksikliklere rağmen İslâm
dünyası arasında ilişkiler genişliyor. Yılın dört ayı Hac mevsimi ile geçiyor,
geri kalan zaman da umre mevsimidir. Her gün yüz binlerce insan oraya gidip
geliyor. Kâbe-i Muazzama’nın etrafında yirmi dört saatin her ânında binlerce
insan var. Her gelen de oradan hediye alıyor. Böylece Mekke’ye giden bütün
mallar oradan dünyâya yayılmış oluyor. Onun için bu ülkelerin ticarî
potansiyellerini kendi iç tüketim hacimleri ile ölçmemek lâzımdır. Ayrıca
Ortadoğu ülkelerinde geniş yatırımlar var. Doksan milyon dolara otel
yapılıyor; iki yüz milyon dolara hastahane yapılıyor. Su konusu başlı başına
bir imkândır. İçme suyu olarak kuyu suları var, ama güzel su bu ülkelerde çok
kıt. S. Arabistan’da, Dubai’de, Katar’da şurada burada vs. bir buçuk litre iyi
su 5 riyal (25 TL). Chevrolet arabayı ful benzin doldurursanız, tam deposu 10
riyal (50 TL). Yâni 70 litre süper benzin 10 riyal, üç litre su fiyatınadır.
Bir şişe coca-co- la 1 riyal, bir teneke portakal suyu 1 riyal, bir şişe su 5
riyal. Merak etmiştim bu su nereden geliyor diye. Fransız Vişi suyu, Eviyan
suyu etiketi ile bunlar Lübnan’da şişeleniyordu. Lübnan yıkılınca, oradan su
gelmez oldu. Bu sefer de Safa suyu, Merve suyu gibi kendi suları gelmeye
başladı. Ve şimdi Yeni Zelanda, Japonya su piyasasına giriyor. Daha geçenlerde
gazeteler, gemilerle Yeni Zelanda’dan Suudi Arabistan’a içme suyu
nakledildiğini yazdılar. Şimdi Japonya, Malezya’dan içme suyu alıp, Suudi Arabistan’a
taşımaya başlamış. Hâlbuki Türkiye’nin suları fevkalâde güzeldir. Evvelce
Taşdelen suyu Mısır’a giderdi. Bir imkân bulunabilse, su verip yerine
rahatlıkla petrol alınabilir. Çünkü su daha pahalı. Yâni su ile petrolü trampa
etmek mesele değil ama; zihniyet lâzım, evvelâ piyasalara girmeyi arzu etmek
lâzım. Yoksa “Pis Arap” deyip sırtımızı çevirirsek biz kendi pisliğimizle kalırız.
Bu ülkeler için çok geniş finansman imkânları da var, yatırım imkânları da çok
geniş. Meselâ bunlardan Kuveyt fonu, Abudabi yardım fonu, Suudi Arabistan
yardım fonu, Irak yardım fonu zikre şayandır. Bunlar evvelâ Araplar için
kurulmuştu. Şimdi bütün dünyaya açıldılar. Hepsinin de sermayeleri milyarları
buluyor. Ayrıca Arap fonu var, Arap ülkeleri arasında Arap yatırım şirketi var,
kuruluyor. Ayrıca üç tane de Afrika fonu var. Onun dışında Dünya İslâm Bankası
kurulmuştur. Böylece sermaye bakımından geniş imkânların mevcut olduğu
görülüyor. Teknik teferruata girmiyorum. Eğer Türkiye isterse, bütün bunlara
girişmesi mümkün. 1974’te Arap-Afrika petrol yardım fonu kuruldu. Yine 74’te
teknik yardımlaşma için Afrika devletleri arasında yardım fonu kuruldu. Yine
74’te Arapların iktisadî gelişmesi için Arap Bankası kuruldu. Fakat Irak,
Abudabi ve Kuveyt fonları en eskileridir. Kuveyt 1962’de kuruldu. Abudabi 71,
S. Arabistan 74’te kuruldu. Irak 74’te kuruldu. Dünya İslâm Bankası geçen sene
kuruldu, şimdi organizasyonunu yapıyorlar. Geçen sene bendenizi çağırmışlardı.
Bankanın reisi Ahmed Ali isminde eski Cidde üniversitesi rektörü, çok
kıymetli, hakikî Müslüman bir zattır. Dünya İslâm Bankası Cidde’de kuruldu.
Merkezi Cidde’dedir. 2 milyar İslâm dinarı sermayesi var. 1 milyar İslâm Dinarı
1,3 Dolar Milyar civarında. Demek ki 3 milyar dolarlık bir sermayesi var.
Şimdilik Türkiye de bunun ortağı
durumundadır. Bunun mâliye bakanlarından meydana gelen bir genel kurulu ve yönetim
kurulu vardır. Burada dört büyük ortağın daimî delegasyonu mevcuttur. Suudi
Arabistan, Libya, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri olarak 26 ortak var. (Bir
tek İran girmedi. O da ayrı bir meseledir. Batı dünyası İran’ı İslâm dünyası
içinde problem olarak tutmaya çalışıyor. Şah da bu oyuna geliyor). 22 üye de
seçimle geri kalan 6 üyeliği paylaşıyorlar. Seçilen her idare heyeti üyesi,
belli ülkeleri temsil ediyor. Seçimde biz Pakistan’a rey vermişiz, bizi
Pakistan delegesi temsil ediyor (o zamanki durum böyleydi). İşte şimdi dâhili
organizasyonu teşkil için eleman temini hususunda ilânlar verdiler. Merkez
teşkilâtı eleman olmak için Avrupa’ya da ilan vermişler. Times’e, Le
Monde’a vs. Ve İslâm dünyasından 17.000 kişi Dünya İslâm Bankası’nda görev
almak üzere müracaat etmiş. Tabii Türkiye’den kimse yok. Kimse farkında değil
ki. Gerçi Dış İşleri Bakanlığı, Mâliye Bakanlığı’na ilanı gönderiyor, ama
Pakistan’da Mâliye Bakanlığı ayrıca kendisi mahallî gazetelere ilan vermiş.
Bizde bir tarafa atılmıştır. Banka müdürü şaşıp kalmış, 17.000 kişiden nasıl
eleman seçsinler diye. Cidde Üniversitesi’ne bunu vermişler ve bilgisayarlarla
bir tasnife tabi tutmuşlar. Her kademe için en yukarı puan alan 20 kişi
seçmişler ve bunları umum müdürlüğe takdim etmişler. Reis de İslâm Ülke-
leri’nin coğrafî dağılımına göre ayrıca bir taksim yapmış.
Gene tarafsız olsun diye bir ilim heyeti
teşkil edilmiş. İslâm Bankası’nın manevî kurucularından Mısırlı bir profesör,
Prof. Dr. Ahmed Neccar ile adam kıtlığında bendenizi de davet etmişlerdi.
Adayların büyük kısmı Pakistan’dan, Bangladeş’ten katılmış. Kazananlarla
mülakat yapıldı. Maalesef hiç Türk yoktu. Müracaat da olmadığı için, bu
kademeye de çıkan olmamış. Adaylar umumiyetle doktora yapmış, mastır yapmış,
bir kaç dil bilen kimseler.
Böylece şunu demek istiyorum: Bundan böyle
milletlerarası sahaya girmeniz gerekecektir. Kendi imkânlarınızı, Türkiye piyasası
ile sınırlandırmamalıyız. Önünüzde koca bir İslâm Dünyası var, bütün dünya
yetişmiş eleman bekliyor. Fakat yetişmeniz lâzım. Yâni yüksek tahsili bitirmek
artık bir şey ifade etmiyor. Onun için gençler, size sesleniyorum: Cihazlanın,
mastır yapın, doktora yapın, birkaç fakülte bitirin, icabında standart yüksek
tahsilden kendinizi ayıracak bir takım ilâvelerle bezenin ki rekabet sahasında
yükselebilesiniz! Aksi hâlde şanslar azalabiliyor. Türkiye’nin sesini
duyurabilmek için milletlerarası sahalarda da kuvvetlenmek icap ediyor. Yâni
şöyle böyle bilgiler bir şey ifade etmiyor. Çünkü mülakatlarda neyiniz var, ne
özelliğiniz var, hangi eserleriniz var, diye soruluyor.
Muhterem dinleyicilerim, zaman bir hayli
ilerlemiş, sözümü şöyle bağlamak istiyorum: Türkiye’de ağır sanayi hamlesi
başladı. Memleket, sanayileşme, iktisadî kalkınma sahasında belli bir noktaya
gelmiş vaziyettedir. Bir buçuk asırlık çırpınma devresi, artık, bir seviyeyi
bulmuştur. Türkiye’de Cumhuriyet, devreler hâlinde tezahür etmiştir. Cemiyetin
İslâmî yapısı bir an için bozulmuş, tekrar kaynaklara dönülmüş, yeniden
reislamizasyon başlamıştır. Bugün demokratik düzen içerisinde Türkiye’de kıyasıya
bir mücadele vardır. Sosyalizmi, komünizmi benimseyenler teşkilatlanmışlardır,
milletlerarası organlarla irtibat halindedirler. Onlar Türkiye’yi bu noktaya
götürmek isterler. Buna mukabil Türkiye’de İslâmî şuurla bezenmiş bir kadro
yetişmektedir, yetişmiştir. Onlar da Türkiye’yi kendi kaynaklarına döndürerek
Türk-İslâm kimliğine bağlanmasını isterler. Böylece ülkemizin kalkınacağına
inanmışlardır. Onlar da mücadele veriyorlar. Bütün bu mücadeleler medenî
ölçüler içinde, demokratik çerçevede devam ediyor. Buradaki en önemli unsur,
kadro meselesi ve insan meselesidir. Kendinizi iyi yetiştirir, bilgili kuvvetli
olursanız, ideal istikâmet ve bilgi ile birlikte istediğiniz sahaya
yönelirseniz, Türkiye’nin sizin istediğiniz yöne meyli artar.
Onun için bu sahada Türkiye’nin rolünün
büyük olacağına bendeniz inanıyorum. Dışarıya çıkınca, insan bunu daha iyi görüyor.
İslâm dünyası Türkiye’den çok şey bekliyor. Bizim bu hercü- merç, karışık durumlarımıza
rağmen, Türkiye İslâm dünyasında en büyük potansiyele sahip ülkedir. Pakistan
ve Mısır’ın yetişmiş elemanı fazla ama, bunlar dağınık vaziyettedir. Kendi
elemanını ülkesi içinde kullanan ve yetişmiş elemanı en fazla ülke bugün
Türkiye’dir. Pakistan’ın bölünmesi onları çok dağıttı, bütün dünyaya
serpildiler. Mısır’da da Nasır rejimi Mısır’ı bir hayli dağıttı. Bu bakımdan o
ülkeler, İslâm dünyasında potansiyel olarak çok kuvvetlidirler. Fakat kendi
ülkelerinde temerküz etmiş güç olarak, Türkiye en kuvvetli vaziyettedir.
Sanayi bakımından da, askerî bakımdan da en kuvvetli durumdadır. Onun için
Türkiye’nin Ortadoğu’da yer alması, hem de üst seviyede yer alması imkânları
vardır. Bunu bizim istememiz lâzım. Bunu istemek demek, diğer dünya ile irtibatı
koparmak manasına gelmez. Zaten istesek de koparamayız. Bugün ekonomimiz Avrupa
ile öyle iç içe girmiştir ki yıllar boyu daha bunu devam ettirmek
mecburiyetindeyiz. Ama oraya karşı kuvvetli olmak için Türkiye’nin çevresiyle
münasebetlerini kuvvetlendirmesi lâzımdır. Türkiye’nin bugünkü yapısı gayrı
mantıkî bir durum arz ediyor. Bir ülke çevresiyle iktisadî, içtimaî
münasebetlere girişmeden yaşayamaz, kıtalar arası münasebetlerle ekonomi
dönmez. Türkiye bu vaziyettedir. Çevre ülkelerle irtibatımız kopuk
vaziyettedir. Bunu organik hâle getirmek lâzımdır. Türkiye bugün hakikaten
garip bir durumdadır. Güneyde Suriye ile münasebetlerimiz kopuk, Irak’la doğru
dürüst gelişmiş değil, İran ile şeker renk, SSCB ile ve Bulgaristan ile ideolojik
kopukluk var. Yunanistan’la kavgadayız ve hiç bir komşusu ile organik iktisadî
münasebeti olmayan ülke durumundayız. Bunu mümkünse tabiî hâle getirmek lâzım.
Onun için maruzatımı o şekilde toparlıyorum. Türkiye’nin kalkınması için geniş
imkânları vardır. Bu kalkınma sade Türkiye’yi değil bütün İslam dünyasını
ilgilendirmektedir. Cidde’deki bir gündelik gazetenin muhabiri şöyle demişti: “Siz
İslam dünyasına dirsek çevirdiğiniz müddetçe İslâm dünyası kalkınmaz, ama siz
de kalkınamazsınız. Şayet siz el uzatırsanız İslâm dünyasında yerinizi
bulursunuz, biz de kalkınırız. Çünkü bu dünyanın size ihtiyacı var.”
Türkiye’nin bunu kabul etmesi lâzımdır. Türkiye’de maalesef Şark düşmanlığı,
İslâm düşmanlığı fanatizmi ve taassubu ortaya çıktı. Gayr-i şuûrî bir taassupla
Şark’ı küçük görme ve aşırı Batı hayranlığı bizi Şark’a küstürdü, onlara küçük
bakmaya alıştırdı. Bugünün iş adamı, münevveri hâlâ Doğu’ya, sakat XIX. asır
düşüncesiyle bakıyor. Hâlbuki şartlar süratle değişiyor. Çevremizde nehirler
akıyor, biz başımızı döndürüp bir kova su almasını beceremiyoruz. Türkiye
etrafına bakmadığı için bundan istifade edemiyor.
Türkiye’nin dünyadaki yerini daha iyi
bulabilmesi için çeşitli bakımlardan da bu çevre ile bütünleşmesi lâzımdır.
Bugün Avrupa, Amerika, Asya birleşiyor. Büyük üniteler içinde Türkiye de bir
çevre içinde kendini kuvvetlendirmeye mecburdur. Bütün bunları insanlar ve yeni
kadrolar yapacaktır. O kadroların da bilgili ve İslâm ahlakıyla bezenmiş
olarak yetişmesi lâzımdır, İslâm şuuruna varmak ve çok çalışmak gerekmektedir.
Yüzlerce, binlerce doktora tezi yapmak lâzımdır. Arşivlerimizde 80 milyon
vesika bekliyor. Tam tasnif edilmiş değildir. O bakımdan Türk gencini,
münevverini bekleyen çok büyük işler vardır. İçte biraz kendimize dönebilsek,
husumeti, didişmeyi, kavgayı bırakıp da belli bir mefkûre etrafında
toparlanabilsek, Türkiye’nin çok büyük mesafeler kat edeceğine dışardakiler
inanıyorlar. Bir Malezyalı sendikacı (Şimdi Asyalı Sendikalar başkanıdır) bana
15 sene evvel görüştüğümüzde: “Türkiye, bir gün gelecek dünyada muazzam bir
hamle yapacak, bomba gibi patlayacak” diyordu. Yâni dışardan bize böyle
bakıyorlar. Kendi iç didişmemizden kurtulup da kendimizi söyle bir tartma
imkânı bulamıyoruz. Düşmanlarımız da bize, bunun için nefes aldırmamaya
çalışıyorlar. Fakat inşallah bu olacaktır. Bu merhale er veya geç kat
edilecektir. Aklımızı başımıza alırsak, bunu kısa zamanda gerçekleştiririz.
Belki biraz iyimser bir sonuca vardım. Fakat bu iyimserliğe de ihtiyacımız
çoktur. Muhterem dinleyenlerim! Sohbetime burada son veriyorum. Teşekkür eder,
saygılarımı sunarım efendim.
İktisadî İşbirliği
İmkânları II
Muhterem Dinleyenler!
Sizlere hitap etmeyeli, aşağı yukarı bir yılı geçmiş bulunuyor. Karşımda yine
aynı kadroyu görüyorum. Bir kısmı talebelerimiz, bir kısmı arkadaşlarımız veya
hocalarımız. Kubbealtı hakikaten tebrike şayan bir halk üniversitesi hâline
gelmiş bulunuyor. İtiraf etmek gerekir ki, bizim üniversiteden daha iyi
çalışıyor. Bizimki yine kapandı; burada ise ne boykot var, ne de kapanış.
Konferans salonu olarak mekânımız biraz dar olsa da gönlümüz geniş.
Mevcut mekândan da azamî
istifade ediliyor, çeşitli faaliyetler yapılıyor. Bir yandan lügatler
hazırlanırken, bir yandan Yahya Kemâl Enstitüsü çalışmalarını sürdürüyor.
Fetih Derneği ile birlikte Türk Kadınları Kültür Derneği, Kubbealtı
seminerlerinin yanı sıra faaliyetlerine şevk ve azimle devam ediyorlar. Bu
arada mimarlık tarihi ile ilgili Rumeli’nin mimari Türk eserleri yönünden
incelenmesi gibi çalışmalar da yürütülüyor. Bütün bu ilmî faaliyetlerin
başında bulunan muhterem idarecilere, bendenize bu akşam sohbet imkânı
verdikleri için, huzurlarınızda şükranlarımı ve tebriklerimi arz etmek isterim.
Bu akşamki sohbetimizin
mevzuunun ne olması gerektiğini uzun uzun düşündüm. Hatırıma çeşitli iktisadî
mevzular geldi. Meselâ Türkiye’nin iktisadî yapısından, sanayileşme durumundan,
yâni yatırım projelerinden mi bahsetsem diye düşündüm. Yoksa maddî kalkınma
üzerinde durarak iktisadî kalkınma hamlelerimizi tahlil ederken, Türkiye’nin
demokratik yapısı içindeki problemleri mi incelesem dedim. Diğer taraftan, her
işin başı insana dayandığına göre, cemiyette mevcut olan bütün bunalımlarda
insanın ruh yapısındaki buhran dile gelmektedir. Bugünün insanı İslâm’ın
kaybedilmesinin acılarını çekmektedir. Bu hususun incelenmesi de ilgi çekici
olurdu.
Başka mevzular da hatırıma geldi. Bugün
karışık ve girift bir dünya içinde yaşıyoruz. Milletlerarası münasebetler çok
gelişmiştir. Bütün milletler gibi Türkiye’nin de tek başına kalkınması mümkün
değildir. Sanayileşelim, kalkınalım diyoruz; bu durumda çeşitli ülkelerle
işbirliği imkânlarını geliştirmek gerekir. Batı dünyasıyla asırlar süren
iktisadî ve sosyal münasebetlerimiz mevcuttur. Buna mukabil dünyanın diğer yerlerindeki
gruplaşmaları da yakından takip etmemiz ve bilhassa kendi çevremizde ve İslâm
dünyasındaki gelişmeler ve organizasyonlarla yakından ilgilenmemiz lâzımdır.
Acaba bu konuları mı ele alsam diye teemmül ettim.
Bazı mevzuların bir kısmından evvelce de
söz etmiştim. Bu sebeple bu günkü konuşmamda müsaade ederseniz bütün bu
hususlara kuşbakışı bir nazar atfederek, hepsine kısa kısa temas etmek
suretiyle hakiki bir sohbet toplantısı yapmayı tercih ediyorum.
Bu yaz İngiltere’deki İslâm Talebe
Birliği’nin (Fosis) yıllık kongresine katılmıştım. İngiltere’de 70’e yakın
yüksek tahsil Müslüman talebe cemiyeti mevcut. Bunların da bir federasyonu var.
Bu yılki kongrelerine bendenizi de bir konuşma yapmak üzere davet etmek
lütfunda bulunmuşlardı. Oradaki tebliğimde İslâm ülkeleri arasındaki iktisadî
işbirliği konuları üzerinde durdum. Ayrıca bir Müslümanın iktisadî hayattaki
davranışlarını tahlil eden bir teorik modeli inceledim. O konuşmamda konuya
şöyle girmiştim.
Bugün dünyamız son iki asırlık sanayileşme
inkılabından sonra gelişmenin doruğuna varmış vaziyettedir. Artık insanlar
dünyaya sığamaz oldu, fezaya uçuyorlar, fezanın fethi ile meşguller. 1780’de
başlayan bu teknolojik gelişme, insanların tahayyüllerini dahi aşan bir
inkişaf kaydetmiş bulunuyor. Fakat bütün bu teknolojik gelişmeğe rağmen içtimai
sahada da, insan ruhunda da muazzam fırtınalar kopuyor ve insanlar huzurlu
değil. Cemiyetler maddî sahada çok gelişiyor ama bu maddî gelişmeye rağmen
manevî sahada müreffeh, mes’ud cemiyet tipi kalmadı. Hani evvelce madde
sahasında Doğu dünyası geri kaldığı için Batı’daki maddî inkişafı, büyük
binaları, fabrikaları görerek hayran olurdu, dış yüzüne bakarak: “Aman ne
mes’ud cemiyet.” derdik. Şimdi münasebetler giriftleşti. O büyük binalar
Doğu’da da yapılıyor. Batı’ya daha çok gidip geliniyor ve görülüyor ki bu maddî
ihtişamın arkasında bahtsız ve bedbin insanların meydana getirdiği
gruplaşmalar, küsmeler, cemiyetten kopmalar, mevcut yapıya sırt çevirmeler,
hippilik gibi bütün medeniyetten kopma arzularını dile getiren bunalımlar
görülüyor. Batı dünyası, maddî sahadaki gelişmesinin doruğuna vardığı, maddenin
dünyaya hâkim olduğu çağımızda, bu teknolojiyi, bu medeniyet tipini bütün
dünyaya saçmış ve yaymış olduğu hâlde, kendisi çöküntüye maruz kalıyor. Esasen
Batı dünyası çöküntüyü bu asrın başında idrak etti. Çünkü kendi yetiştirdiği
sanayi devi tarafından evvelâ kendi içinde ikiye bölündü; kapitalizm, sosyalizm
bölünmesi. Batı medeniyetinin materyalist dünyası içindeki sanayi devrinin
ortaya çıkardığı içtimaî meselelerin sonucudur. Bu iki kopuk ucun çatışması
iki grubun birbirini yemesi devam ederken, iki sistem bütün dünyaya hâkim
olduğu için, bu mücadele ve onun doğurduğu meseleler bütün dünyaya sirayet
etti. İşte böyle bir bunalım hâlinde iken İslâm ülkeleri içinde bir kıpırdanma
başladı. Hatırlarsak, XX. asrın ilk çeyreği sonunda İslâm dünyası tamamen
müstemleke hâline düşmüştü. 1930’larda, her zaman tekrarladığım gibi, zahirî bakımdan
istiklâle sahip Türkiye, Afganistan, İran belki kısmen Fas gibi üç-dört ülke
vardı. Aradan bir yirmi sene geçti, Batı birbiriyle çatışmağa devam etti ve
şerden hayır doğar hükmünce İslâm dünyası bir toparlandı. II. Dünya Harbi’nden
sonra bilhassa Afrika ve Asya uyanmaya başladı ve geçen seneki İslâm
konferansına siyasi bakımdan istiklâl sahibi kırk üç İslâm ülkesi iştirak etti;
böylece üç âdeti, otuz
kırk sene içinde kırk üçe baliğ oldu. Bugün aşağı yukarı Rusya ve Çin’deki Türk
Müslümanlar hâriç, müstemleke hâlinde İslâm topluluğu pek kalmadı. Azınlıkta
olanlar da birtakım statüko hakları sağlıyorlar. Binâenaleyh Rusya ve Çin
yıkılırsa İslâm dünyası iyice ferahlayacaktır. Onun için Ruslar Türklere düşman
oluyor. Çünkü Rusya’nın bekası Türklükle ilgilidir. (Nitekim Sovyetler Birliği
yıkılınca Orta Asya’da altı Türk Cumhuriyeti doğdu.)
İşte dünyanın siyasi ve iktisadî
bünyesinde, İslâm dünyası yönünden böyle bir kalkınma olurken, Allah’ın
lütfuyla bu İslâm ülkelerinde tabii kaynaklar içinde olan petrolü değerlendirme
imkânları sağlandı. Gerçi bu ülkelerde tabii petrol hep vardı. Fakat bu
petrolü değerlendirecek münevverler yetişti, gerekli organizasyonlara
girişebildiler, meselelerini düşünecek hâle geldiler ve bildiğiniz gibi petrol
birlikleri, OPEC, vesaire kurularak bu ülkelerdeki gelir seviyesi süratle
arttı, bu artışı maddî gücün artması takip etti. Tam bu arada, bununla birlikte
İslâmî mefkûreye bağlı bir şuurlanma, İslâm ülkeleri ve İslâm gençliği arasında
bir işbirliği ve kaynaşma hareketi başladı.
Böylece İslâm alemindeki bu uyanış
neticesinde dünyada manevî bunalımın ortaya çıktığı, Batı dünyasının bir kaos
hâline geldiği bu esnada, İslâmiyet yeniden insanlığa bir çözüm tarzı olarak
ortaya çıkma imkânlarını aramaya başladı ve bu minval üzere son beş-on yıl
içinde bu sahada bir hayli inkişaf kaydedildi. Bir taraftan nazarî sahada
İslâmî mefkûreyi iktisadî, içtimaî ve siyasi muhtevasıyla bir dünya görüşü ve
bir ideoloji olarak, yeniden izah etmek hususunda çalışmalar arttı. Akif
merhumun: “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”, şeklinde ifade ettiği üzere,
İslamiyet’i bugünkü meseleler ile bugünkü neslin anlayacağı biçimde tefsir ve
izah etmek cihetine gidildi. Tabii bu kolay bir iş değildi. Bu sahada akademik
seviyede, üniversiteler seviyesinde çalışmalar başladı; çeşitli seminerler ve
dünya kongreleri tertip edildi. Yeryüzündeki kırk üç (bugün 57’dir) İslâm
devletinden ve çeşitli ülkelerde azınlık olarak yaşayan milletlerden her sahada
ilim adamları bu kongrelere katıldılar. Bunların bazısı devam ediyor. Bilhassa
1976 yılı çok kesif bir ilmî faaliyete sahne oldu. İktisadî Kongre, Teknoloji
Kongresi toplandı, Eğitim Kongresi toplanıyor. Üçüncü Dünya İslâm Gençlik
Kongresi toplandı, bunlar devam ediyor. Umumiyetle Suudi Arabistan’da,
Libya’da, Pakistan’da, Türkiye’de bu hareketler tevali ediyor.
Diğer taraftan madde sahasında bu
ülkelerde maddi bir gelişme, büyük yatırımlar, büyük gelir imkânları ve
iktisâdi kalkınma ile birlikte İslâmî müesseseleri geliştirme, mefkûreyi
geliştirme, mefkûreyi eğitim sahasına intikal ettirmek gibi çok hacimli büyük
çapta işlere girişiliyor.
Fakat tabiî, arada madde sahasında, mânâ
sahasında cemiyet olarak ve devlet olarak asırların meydana getirdiği
kayıplar, kopukluklar mevcut, İslâm cemiyetinde Müslüman olarak nasıl yaşamak
ve davranmak durumunda olduğumuzu unuttuk. Hepimiz Müslümanız diyoruz ama
oturuşundan giyinişine kadar, ticaretinden politikasına kadar bütün bir hayat
düzeni olarak Müslümanın bir davranışı var. Bunu kaybettiğimizi yeni yeni fark
ettik. Bunları yeniden ihya etmek ve düzenlemek mücadelesine girişildi. Bu,
kolay olmuyor tabiî. Bu güzel safhanın yanında manialar var. Mücadele
başlamıştır, mücadele hızlanıyor, mücadele bütünüyle devam ediyor. Siyasetiyle,
maddesiyle, manasıyla ve insanıyla. İslâm dünyası diğer cemiyetlerden tecerrüd
etmiş olarak tek başına yaşamadığı için, onun kalkınmasının bütün dünyayı
etkileyen tesirleri de mevcut. Dolayısıyla diğer cemiyetler de, bilhassa Batı,
bu hâdiseyle çok yakından ilgilenmektedir. Batı ve Doğu dediğimizde şu hususu
hatırlamalıyız: Bugün Batı dünyası Batı ve Doğu diye ikiye ayrılmıştır.
Esasında hepsi Batı dünyasıdır. Her ne kadar Çin Maoizm diye ayrı bir özelliğe
sahipse de umumiyetle ideoloji Batı kültüründen doğmuştur. Dünyada onlar hâkim
olduğu için İslâm dünyasının kalkınmasını çok teyakkuzla ve dikkatle takip
ediyorlar. Teknik imkânlar da çok fazla olduğu için bizlerin içinde olduğumuz;
halde göremediğimiz meseleleri onlar dışarıdan çok daha net tahlil edebilme
imkânına sahipler. Bunun sonucunda da gerekli tedbirleri almaya çalışıyorlar.
Hani: “O mâhîler ki derya içredir, deryayı bilmezler” sözündeki gibi biz
gelişmemizin farkında olmuyoruz ama bu gidişi onlar çok iyi takip ediyorlar.
Daha 1955 yıllarında Amerika’da bir kitap neşredilmişti: “İslam on the March”
“İslâm Yürüyüş Hâlinde” diye. Bu kitapların yazılışındaki gaye cemiyeti ve
efkâr-ı umûmiyeyi ikaz etmekti: Dikkat edin bunlar uyanmaya başladı, deniyordu.
Nijerya’da Müslüman liderler devrildi,
Hristiyanlar geldi. Mücadele bitmeyecektir. Bütün bunlar bir uyanışın ortaya
çıkardığı mes’elelerdir. Bugün umumiyetle İslâm dünyasından iktisadî sahada
söz edilirken “Ortadoğu Ülkeleri” diye bahsedilir. İslâm dünyası tabiri
kullanılmaz. Bu tabir İslâm dünyasının gizlenmiş bir ismidir. Ortadoğu şümulüne
hangi ülkeler girer? Sâdece, Türkiye, Irak ve Suriye mi? Suudi Arabistan ve
Mısır dâhil mi? Mısır girince Libya da katılıyor mu? Fas, İran, Pakistan da var
mı? Tatbikatta “Ortadoğu” mefhumu dar ve geniş anlamda kullanılmaktadır.
Fakat Batı dünyasının “Ortadoğu” diye literatürde işlediği ülkeler İslâm dünyasıdır.
Bunu coğrafî terimlerle akıllıca inceleyerek, gizlemeye çalışırlar. Şu hâlde
Türkiye’nin içinde bulunduğu dünya parçası Ortadoğu oluyor. Türkiye’nin
iktisadî, sosyal kalkınması Ortadoğu içinde cereyan edecektir, tıpkı şehirlerin
bölgeler içinde kalkınması gibi. İstanbul şehrinin kalkınmasını plânlamak
isteyince, Marmara Bölge plânlamasını yaptık. Çünkü bir şehir tek başına değil
çevresiyle birlikte kalkmıyor. Ülkeler de böyledir. Türkiye’nin kalkınmasını,
başarılı bir kalkınma sağlamak için, tesir sahalarına giren çevresiyle
birlikte ele alıp incelemek gerekir. Çevresi de Ortadoğu ülkeleridir. Ortadoğu
İslâm dünyasıdır. O zaman Türkiye’nin kalkınmasını bu çerçeve içinde düşünmek
gerekmektedir. Bugün Türkiye’de hakikaten süratli bir gelişme var. Ağır
sanayii, otomotiv sanayii hızla gelişiyor. Gazetelerde tenkit ediliyor, şu
oluyor bu oluyor amma, bugün otomotiv sanayiinde Türkiye de muazzam şekilde
gelişmeye başlıyor. Şu Türkiye haritasında gördüğünüz kutular kurulma hâlindeki
fabrikalardır ve bunların büyük çoğunluğu ağır sanayii ile ilgilidir. Tabii
bunlar üç yılda mı biter? Beş yılda mı biter? sorusu hatıra gelir. Fakat bir
atasözü vardır : “Bir milyon kilometrelik yola dahi, bir adımla başlanır”. İlk
adımlar atılıyor. İktisadî kalkınma, ülkeler için tabiatıyla uzun zaman içinde
ölçülür. Mühim olan projeksiyon, hedef ve niyetlerdir. Yâni iktisadî unsurları
belli bir hedefe sürükleme azmi ve arzusudur.
Gazetelerde tartışması yapılan bu tesisler
için 1977 bütçesinde on beş milyarlık bir yatırım söz konusudur. Bunlar
içinde, meselâ: SEKA tarafından yeni kâğıt fabrikaları, Afyon, Balıkesir,
Mersin, Silifke, Artvin, Kastamonu ve Samsun’da kurulacaktır. Çimento grubunda
yirmi üç fabrika kurulması söz konusudur. Gübre sanayiinde beş yeni ünite, şeker
sanayiinde on sekiz, maki- ne-kimyada on altı, Sümerbank’ta otuz sekiz ünite,
demir-çelikte üç ünite kurulacaktır. Bu bir şey ifade ediyor: Demek ki Türkiye
sanayileşme hamlesinde neticeye varmak üzeredir.
Her zaman söylüyorum yakın tarihi çok iyi
bilmemiz lâzımdır. XIX. asır Türkiye için çok mühim bir çağdır. O çağdaki
bütün problemler bugün aşağı yukarı tekerrür ediyor. Sanayileşme meselesi de
oradan geliyor.
Türkiye evvelce fabrika sanayiinden önceki
küçük sanayi devrinde, bir sanayii cemiyeti idi. Fabrika sanayii başlarken bazı
problemler çıktı İslâmî sahada dejenerasyon başladı, çöküntü devriydi. Bütün
İslâm dünyası ile birlikte sanayileşmekte muvaffak olamadık ama, hep hamleler
yaptık. Türkiye ile Almanya benzer şekilde harekete geçtiler. Onlar Hıristiyan
dünyasında idiler. Kapılarını Hıristiyan dünyaya açtılar. Türkiye açamadı,
çelme takıldı. Japonya bize yetişti; geçti. Ama Türkiye hep uğraştı. Tanzimat
devrinde sanayileşme hamleleri oldu. 1866’da Islah-ı Sanayii komisyonu
faaliyetleri oldu; 1870-1900 arasında oldu; 1911’de oldu. Cumhuriyetle başladı
1923’de 1930’da tek parti devri, özel sektör kalkınması ve beşer yıllık plânlı
kalkınma devri. Bütün bunları topladığımız zaman bir yerden bir yere gelmiş
oluyoruz.
Bugünkü durum sanayileşme devresinin aşağı
yukarı sonucu oluyor. Fabrikaları kurmak için gerekli bir çok hazırlıklar
yapmak lâzımdı. Onlar bütün didinmelere, tökezlenmelere rağmen, birikti,
birikti, şimdi sonuçları ortaya çıkmaktadır. Evvelâ gıda sanayiini, sonra
giyim ve mensucat sanayiini geliştirdik. Arkasından madeni eşya ve kimya
sanayiine girildi. Şimdi ağır sanayie giriliyor. Esas sanayii geliştiren, dışa
bağlı olmaksızın sanayileşmeyi kendi hızı ile yürütebilen sanayileşme
devresine, Türkiye büyük iddialarla ve azimle girmek arefesindedir. Böyle bir
Türkiye’nin, artık sâdece Türkiye sınırları içinde bu kalkınmasını mütalaa etmesine
imkân yoktur. Çünkü artık bu noktada sanayii mütearrız hâle yâni, dışa dönük
hâle gelmiştir. Artık bu noktada sanayii üretimini ülke içindeki iç tüketimle
massetmek hem mümkün değildir, hem de döviz temini yönünden faydalı değildir.
Gerçi kurulan sanayii ürünleri yönünden iç tüketim de çok önemlidir. Bilhassa
yeni gelişen sanayii kollarının mamulleri dâhilde tüketilecektir.
Nüfus artışı bu imkânı geliştirecektir.
Türkiye’nin en büyük kaynağı nüfustur. İşte bu sebepten dolayıdır ki, nüfus
patlaması, nüfus plânlaması gibi sloganlarla bu en mühim varlığımızı da engellemeye
çalışmaktadırlar. Zira nüfus artışı iktisadî hayatı kamçılamakta, dinamize
etmektedir. Türkiye’nin gelişen sanayileşme hamlesi bilhassa gıda ve dokuma
sanayii gibi çeşitli kollarda ihracata yönelmiştir ve dış sınırları
zorlamaktadır. Bu durum diğer ülkeler ve bilhassa komşularla münasebetlerimizi
arttırmayı zarurî kılmaktadır. Artık Türkiye’nin çevresindeki yâni Ortadoğu
veya İslâm dünyası içindeki yerini kuvvetlendirmesi zaruret hâline gelmiş
olmaktadır. Hamdolsun, hem iktisadî gelişme hareketi, hem de İslâmî
şuurlaşmanın ulaştığı seviye Türkiye’yi, Ortadoğu ülkeleri içindeki yerini
araştırma noktasına getirmiş bulunuyor.
Türkiye ile İslâm Ülkelerinde
Sanayileşme Çabaları ve Ticarette İşbirliği İmkânları[116]
Son yıl içinde İslâm ülkeleri arasında
İktisadî işbirliği hızlanmıştır. Türkiye yönünden bu işbirliği RCD ile
başlamış ve OIC’ye ve İslâm Kalkınma Bankası’na üye olmasıyla gelişmiştir. 57
İslâm ülkesinden 10’u OPEC üyesi petrol üreten ülkeler olup geniş bir yatırım
ve tüketim potansiyeline sahiptir ve çoğu Türkiye’nin komşularıdır. İmalat ve
inşaat sanayiinde ve gıda maddeleri üretiminde ihracat potansiyeli olan
Türkiye’nin, bu yatırım ve tüketim pazarlarına girme imkânı vardır ve son beş
yılda inşaat sektörü, son altı ay içinde ise sanayi ve gıda mamulleri
ihracatçıları tarafından bu imkânlar zorlanmaya başlamıştır.
Bu on OPEC ülkesinden Suudi Arabistan,
Kuveyt ve Libya’nın tüketim maddeleri talebi, bir nevi reeksport kabiliyetleri
sebebiyle kendi nüfusunun talep kapasitesini aşan bir özellik ar- zetmektedir.
Suudi Arabistan’da Cidde, Mekke ve Medine’nin hac ve umre merasimleri
dolayısıyla, Libya’da Trablusgarp’ın Orta Afrika’nın limanı olması sebebiyle,
buralara sevkedilen mallar diğer İslâm ülkelerine akmaktadır. Kuveyt’in ticari
alandaki becerikliliği ile reeksport kabiliyeti yüksektir.
Bu bildiride 3 konu üzerinde durulacaktır:
Türkiye’nin kısa ve uzun vadede ihracatını artırıcı tedbirler, Uzun vadeli
tedbirler içinde sanayi, ticaret ve finansman alanında işbirliğini artırmak
için gerekli çalışma sahaları ve İslâm ülkeleri arasında işbirliğini engelleyen
faktörler.
1980-1981 yılında Cidde, Melik Abdüllaziz
Üniversite’sinde misafir profesör olarak bulunmam sebebiyle görüşlerim bir
kısım şahsi müşahedelerime dayanmaktadır:
Ticari ilişkilerin en üst siyasi düzeyden
başlatılması lâzımdır. Suudi Arabistan Kralı’nın İngiltere, Fransa ve
İspanya’ya davetinde misafir heyeti 1981 Haziran’ında görülmemiş merasimlerle
karşılama hususunda Batılı ülkelerin birbiriyle yarışması bunun bir örneğidir.
Bu ziyaret sırasında bir televizyon mülakatında İngiliz Ticaret Bakanının
cevabı örnektir. Soru: “Bu ziyaretin ticari ilişkilerimiz üzerinde olumlu
etkileri olacak mıdır?” Cevap: İki ülke arasındaki ticari ilişkilerin
gelişmesi, en üst düzeydeki siyasi ilişkilerin gelişmesinin tabii bir sonucu
olarak ortaya çıkar.”
Buradan bizim için çıkacak ders şudur:
OPEC ülkeleriyle ve en başta Körfez ülkeleriyle siyasi ilişkileri hızla
geliştirmek için üst düzeyde karşılıklı ziyaretlerle uygun bir ortam hazırlamak
gerekir. Son yıllarda Pakistan bu yönde çaba göstermiş ve başarılı olmuştur.
11 Eylül 1981’de Kuveyt Emiri’nin
Türkiye’yi ziyareti, Türkiye yönünden güzel bir başlangıçtır. Bu gibi
ziyaretlerin çok sıklaştırılması gerekir ve genel ortam bizim için buna
uygundur. Suudi Arabistan, bugün dünyanın önemli bir finans merkezidir. Bu
ülkeye her gün Japon Kralından İngiltere Kraliçesine, Fransız Cumhurbaşkanından
Alman Başbakanına kadar üst düzeyde siyasi misafirler gelir, gider. Türkiye,
komşu İslâm ülkeleri liderlerini davet ve ziyaret hususunda ağır davranmış,
ihmal göstermiştir. Sayın Başbakan Ulusu’nun İran-Irak sorununa iyi niyet
heyetinde aktif görev alması olumlu bir davranış olmuştur. Ancak devlet
reisleri düzeyinde başlayan direkt ilişkilere ihtiyaç vardır.
Körfez ülkelerinde piyasa ekonomisi hâkimdir.
Rekabet şiddetli olduğundan ülkelerin müteşebbisleri toplu, koordineli ve organize
halde piyasaya girmektedir. 1981’in şu son aylarında Türk müteşebbislerinden
Cidde piyasasına gelenler çoğalmıştır. Ancak müteşebbisler münferit,
birbirinden habersiz gelmektedir. Her biri ayrı temsilcilik kurmaya
çalıştığından masrafları çoğalmakta, bazen da farkında olmadan birbiriyle rakip
duruma düşmektedirler. Hâlbuki piyasa hacmi geniştir. Bizim
müteşebbislerimizin hepsi birleşse, talebin ancak bir kısmını karşılayabilir.
Cidde’de, Çin, Kore, İspanya gibi ülkeler ticaret merkezleri kurmuşlardır.
Türkiye’nin çok çeşitli bölgelerde (Cidde, Kuveyt, Trablusgarp, Bağdat gibi)
birer ticaret merkezi kurması gerekir. Model olarak, özel ve kamu sektörünün
hissedar olduğu bir pazarlama şirketi düşünülebilir. Merkezin başında Arapça ve
İngilizce bilen, mahalli piyasayı tanıyan tecrübeli yöneticiye maaş-prim
verilir. Bu şirkette müteahhitler, tüccarlar ve sanayiciler gruplar olarak yer
alır. Mesela, Koç ve Sabancı Holding gibi Türkiye iç piyasasındaki rakiplerin
bu pazarlama şirketinde birlikte mücadele vermesi gerekir. Batı bunun
örneklerini vermiştir. Almanya’da rekabet halindeki ilaç sanayii İstanbul’a
birleşik ilaç sanayii olarak gelmiştir. Pazarlama şirketi Suudi Arabistan
piyasasını devamlı tarar, ihaleleri takip eder, ilgili firmaları vaktinde
haberdar ederek devreye sokar, onlara temsilcilikler bulur, vs. Yönetim tarzı
itibariyle bu ülkelerde şahsi dostlukların büyük ve müspet rolü vardır. Daimi
temsilcilik bu imkânları sağlayabilir.
Sektörler olarak su, meyve suları, gıda
maddeleri, et, taze meyve piyasaları bazı şartların yerine getirilmesi halinde
uygundur. Suudi Arabistan’da su pazarına girmekte henüz vakit geçmiş değildir.
Genellikle tatlılaştırılmış deniz suyu, kullanma suyu olarak, tavsiye edilmiş
kuyu suları da içme suyu olarak kullanılmaktadır. Fakat şişe sularına talep
yine de yüksektir. Ciddi ve büyük bir teşebbüsün bu işe el atması başarılı
sonuç verebilir. Meyve suları, taze meyve ve gıda pazarı da müsaittir. Ticaret
merkezi uygun kanalları bulup, referansla iyi temsilciliklerin seçilmesinde
yardımcı olabilir. Çünkü Suudi Arabistan’da ticaret kesiminde yabancı sermayeye
izin verilmez. Bir Suudi Arabistanlı firma ile iş yapmak gerekir. Bu seçimin
çok dikkatli ve isabetli yapılması lâzımdır. Ticaret merkezi bu fonksiyonu
yapabilirse başarı sağlanır. Sanayi ve inşaat kesiminde yabancı ortaklık söz
konusudur.
Müteahhitlik sahasında İslam ülkelerinde
ikisi kamu kuruluşu olan 65 firma tarafından yaklaşık 9 milyar dolara varan iş
alınmıştır. Firmalardan 34’ü Libya’da, 14’ü Suudi Arabistan’da, diğerleri Irak,
Kuveyt, Abudabi ve Ürdün’de çalışmaktadır.116 Bu alanda;
a)
Müteahhit firmalar arasında koordinasyonun
artırılması,
b)
Teminat mektubu vs. gibi finansman
kolaylıkları sağlanması, firmalarımızın iş alabilmesi için gereklidir.
Başlangıçta proje ve kontrol firmaları olarak girmek uzmanlarca tavsiye
edilmektedir. Fakat taahhüt işinden sağlanacak işveren döviz geliri, vergi
çıktıktan sonra %3,5 civarında olup çok cüzidir, inşaat sektörünün esas
faydası dolaylıdır: 1) Türk işçisine iş sağlamak, 2) İnşaat malzemesini ihraç
etmek, 3) Karşılıklı teknoloji transferinde aracı olmak. İnşaat sektörü
işgücüne iş sağlama alanında başarılı olmuştur. Bölgedeki işgücünün %60’ı Türk
firmalarınca istihdam edilmektedir. Ancak, malzeme ihracında henüz başarılı
değildir. Hâlbuki döviz geliri yönünden, aslan payı malzemededir. Bunun için;
a)
Devletin fiyat rekabetini sağlamak
yönünden gerekirse sübvansiyona başvurması,
b)
Türkiye’den malzeme tedarikinin koordine
edilmesi. Bilhassa kamu kesiminden demir-çimento ihracında bürokratik engellerin
ve zaman kaybının önlenmesi için müteahhit karşısında tek bir muhatap
bulundurup, onun aracılığıyla ihtiyaçların süratle sağlanması ya da büyük dış
pazar merkezlerinde (Trablusgarp, Cidde gibi) demir-çimento vb. depolama
merkezi kurarak Türk müteahhidine mahallinde ve anında mal arzının sağlanması.
Fiyat rekabeti ve tedarik kolaylığı
sağlanamazsa ve malzeme talebi dış pazardan sağlanırsa, müteahhitlik
faaliyetinin sadece işçiliği ve hamallığı bizde kalmış olur.
Bugün sanayi mamullerimiz
için en büyük ihraç pazarı dı- şarda iş almış olan kendi müteahhitlerimizdir.
Bunların sağlayacağı ihraç potansiyeli, bütün dış ticaret hacmimize eşdeğer
olur ve dış ticareti 2 misline çıkarabilir. Üstelik alıcı da yabancı firma
116.
Ayrıca son bir yıl içinde 300 Türk firması
Ortadagu pazarına girmek için Maliye Bakanlığından izin almış bulunmaktadır.
yerine kendi firmamız olur. Bu sebeple son
aylarda, Türk müteahhitlerinin büyük işler aldığını gören batılı sanayicilerin
malzeme pazarını elinde tutabilmek için, Türkiye’de inşaat malzemesi
yatırımlarına, işbirliğine veya ortaklığına girme teşebbüslerinde bulundukları
görülmektedir.
Sınai ihracat potansiyelimizin
artırılmasında en büyük müşterinin dışarda iş alan müteahhitlerimiz olduğunun
bilincine varmalı ve belirtilen tedbirlerin ve benzerlerinin alınmasında acele
etmeliyiz. Zira Ortadoğu’da iş alan yabancı firmalar, projelerini detayıyla,
prefabrik modele göre kendi ülkesinde planlamakta, mermer kaplamadan pencere
pervazına, camdan kapısına kadar bütün malzemeleri vagonlarla ülkesinden
gemilere yükleyip treylerle inşaat mahalline getirmekte ve numarasına göre
yerine yerleştirmektedir.
Türkiye’nin Ortadoğu İslâm ülkelerine
ihracatı 1980’de 560 milyon dolardır. 130 milyon dolar Irak’a, 103 milyon dolar
Suriye’ye, 85 milyon 2 dolar İran’a, 60 milyon dolar Libya’ya, 50 milyon
dolar Kuveyt’e, 48 milyon dolar Ürdün’e, 43,5 milyon dolar Suudi Arabistan’a,
20 milyon dolar Mısır’a ve 13 milyon dolar Tunus’a ihracat yapılmıştır.
Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerindeki ithalat
payı 1980’de %11 civarındadır. 1982’de % 25’e çıkması beklenmektedir, ihracatta
1980’de tarım ürünlerinin payı % 57.4’ten 1981’de % 49,5’e düşerken, sanayi
ürünlerinin payı % 34,7’den % 45,8’e yükselmiştir.
Bankacılık hizmetlerinin ve finansman
imkânlarının geliştirilmesi için uzun vadeliler yanında kısa vadeli tedbirlere
ihtiyaç vardır. Mesela, Suudi Arabistan Merkez Bankasının (Saudi Monetary
Agency) (SAMA) İş Bankasını, teminat mektubu kabul edilecek bankalar listesine
katması bu yönde atılmış başarılı bir adımdır. Türkiye’ye para transfer
işlemleri konusunda belirli bankalarla anlaşmalar yapılmak zorunludur. Mesela
İş, Yapı ve Kredi, Vakıflar, Anadolu Bankası, Bank El Cezire ile anlaşma
yapmıştır. 10 günde direkt para transferi sağlamaktadırlar. Bu yapılmadığı
takdirde para transferi Amerikan, İngiliz veya Fransız bankaları aracılığıyla o
ülke üzerinden yapılmakta ve süre 2 ayı bulmaktadır. Hisarbank’ın Kuveyt’te
şube açması teşebbüsü bu alanda olumlu bir adımdır.
İslâm ülkelerindeki işçilerin tasarruf
gücü Batı Avrupa’daki- lere kıyasen 4 kat daha yüksektir. Çünkü buradaki
işçiler bekârdır, yanlarında aileleri yoktur. Kendilerine genellikle lojman ve
yemek verilmektedir ve tüketim imkânları çok sınırlıdır. Elde ettikleri
gelirin bazen % 90-95’ini tasarruf etmek imkânına sahiptir. Bu tasarruf gücünü
değerlendirici anlaşmaların gecikmeden arttırılması gerekir. İslâm ülkelerinde
çalışan işgücünün Sosyal Sigorta kapsamına alınması yolundaki teşebbüs de
olumlu bir girişimdir. Suudi Arabistan, Libya, Irak, Kuveyt ve Birleşik Arap
Emirlikleri gibi OPEC ülkelerine İş Bulma Kurumu aracılığıyla giden işçi
sayısı 110 bini bulmaktadır. Bu sayının iki yılda 300 bine çıkması
umulmaktadır. Libya hariç hiçbirisiyle sosyal güvenlik sözleşmesi yoktur.
Hazırlanan tasarıya göre 506 sayılı Kanunda yapılacak değişiklikle, sigorta
primleri işveren tarafından bizzat SSK’ya yatırılacak ve işçi ve buradaki ailesi
bütün risklere karşı SSK haklarının hepsinden faydalanacaktır (hastalık, iş
kazası, analık vs.). Ankara merkezi, işçi mübadelesi ve sosyal güvenlik
konusunda çalışarak bir sosyal güvenlik modeli geliştirmektedir. İslâm
ülkelerinde çalışan işgücünün çeşitli konularına eğilerek, ilgili ülkelerin
mevzuatına uygun tedbirler üzerinde düşünmek gerekir. Kore firmalarının
askerlik hizmetine sayılmak üzere düşük ücretle işçi çalıştırmaları inşaat
sektöründe durumlarını kuvvetlendirmiştir. Bizim de Kore örneği ve bedelli
askerlik ilkesi dikkate alınarak belirli şartlarda askerlik hizmetine sayılacak
şekilde işgücüne hizmet arzı imkânları üzerinde düşünülmesi akla gelen bir
husustur. Bu konunun fizibilitesinin incelenmesi bir teklif olarak ileri
sürülebilir.
Uzun vadede en önemli husus işbirliğini
engelleyici konuların giderilmesidir. Bunların önemlileri şunlardır:
1)
Alt yapıya ilişkin faktörler
a.
Ulaşım güçlükleri, liman, depolama,
güçlükleri,
c.
Teşvik, araştırma, servis hizmetleri,
a.
Milletlerarası ekonomiye sanayici
ülkelerin egemenliği
c.
Tarihi sömürgecilik gelenekleri, bunların
toplumdaki kalıntıları,
b.
Sınırlayıcı ve çelişkili uygulamalar,
(iktisadi, mali, nakdi, ticari, dış ticaret, yatırım siyasetlerinde) ortak
çabaları baltalıyor.
5)
a) Kültürel alanda işbirliği yapılamayışı,
kültür emperyalizminin ayırıcı etkileri,
Bu engelleri gidermek için İslâm ülkeleri
dezorganize, dağınık durumdan kurtularak işbirliğini sağlayıcı organlar
kurmaya başlamışlardır. Bunların başlıcaları;
1)
OIC (İslâm Ülkeleri Konferansı)
2)
IDB (İslâm Kalkınma Bankası)
3)
İslâm Ticaret Odaları, Sanayi ve Borsalar
Birliği (Ka- raçi),
4)
Teknik ve Mesleki Eğitim Merkezi (Dakka),
5)
İslâm Ticaret Merkezi (Fas-Tanca),
6)
İstatistik İktisadi ve Sosyal Araştırma ve
Eğitim Merkezi (Ankara),
7)
İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Merkezi
(İstanbul),
8)
İslâm İlim, Teknoloji ve Gelişme Vakfı (Cidde).
Bu kuruluşlar aracılığıyla çeşitli
alanlarda işbirliği faaliyetleri hızlanmıştır:
2)
Dışişleri Bakanları toplantıları
3)
Merkez Bankası guvernörleri toplantıları
4)
Para otoritelerinin toplantıları
5)
İstatistik merkezlerinin toplantıları
6)
Gıda-tarım komitesi toplantıları
7)
Müşterek yatırımlar komitesi toplantıları
8)
İktisadî-teknik konularda bakanların toplantıları,
Bunların dışında özel
organlar arasında;
1)
İslâm Bankaları Birliği (Kahire-Cidde),
2)
Rabıtatü’l-Alemi İslâm (Mekke)
3)
Mutemerü’l-Alemi İslâm (Karaçi)
sayılabilir.
İslâm Bankalar Birliği ve üniversiteler
tarafından 1981’de Kıbrıs Türk kesiminde Lefkoşe’de Milletlerarası İslâm Banka
ve Ekonomisi Enstitüsü kurulmuştur. IDB içinde de 1981’de bir iktisadi
araştırma enstitüsü kurulmuştur. Her iki kuruluş aralarında işbölümü ve
işbirliği yapacaklardır.
Ayrıca kültürel alanda hicretin 15.
yüzyılını kutlama programları yapılmaktadır.
Ayrıca İslâm Birliğine takaddüm eden
devrelerde petrol üreten çeşitli İslâm ülkelerinde, İslâm ülkelerini finanse
etmek için çeşitli yardım fonları kurulmuştur. Suudi Arabistan Yardım Fonu,
Kuveyt Yardım Fonu, Abudabi Yardım Fonu, Irak Yardım Fonu vb. gibi.
Uzun vadeli tedbirler içinde tarım,
sanayi, ticaret ve finansman alanında işbirliğini arttırıcı tedbirler üzerinde
halen çalışılmaktadır. İslâm ülkeleri ve tahsisen OPEC ülkeleri ile ortak yatırım
projeleri geliştirip uygulamak, Türkiye’nin sanayi potansiyeli ile OPEC
ülkelerinin finans ve pazar potansiyelini birleştirmek suretiyle yararlı
sonuçlar sağlayabilir. Türkiye-İran ve Pakistan’ın RCD çerçevesi içinde
başlattığı bu model OPEC ülkeleri ile çok daha iyi gelişebilir. Bu konuda sınai
potansiyeli olan Mısır, Pakistan, İran, Cezayir gibi ülkelerle yatırım gücü
olan ülkeler arasında makro seviyede bir çalışmaya ihtiyaç vardır ve OIC
çerçevesinde beş konuda üç organ tarafından çalışmalara başlanmıştır:
1)
İslâm ülkelerinin sınai potansiyelini ve
yapısını incelemek, aralarında işbirliğini sağlamak için ulusal seviyede ve
bölge seviyesinde gelişme imkânlarını araştırmak,
2)
Müşterek yatırım projeleri geliştirip
uygulamak,
3)
Yatırım garantisi sağlamak,
4)
Anlaşmazlıkların halli için bir organ
kurmak.
Bu konularda OIC tarafından Ankara İktisat
ve Karaçi Ticaret Odaları merkezleri ile IDB görevlendirilmiştir.
1)
Birinci konu ile ilgili olarak Ankara
merkezinin 5 yıllık çalışma programında şu konular vardır:
a.
İslâm ülkelerinin sınai yapısını ve
gelişme imkânlarını incelemek;
b.
Sanayileşme plân, program ve
politikalarını incelemek;
c.
Yatırım faaliyetleri, politikaları,
mülkiyet durumu, uluslararası uzmanlık ve danışmanlık hizmetleri ve teknoloji
transferi konularında inceleme yapmak;
d.
Finansman ihtiyaçlarını, potansiyelini ve
teşvik imkânlarını, sermaye birikimi potansiyelini incelemek;
Bu konularda Ankara merkezi IDB ve UNIDO
ile işbirliği yapacaktır. Bu hususlarda IDB içinde yeni kurulan İktisadî
Araştırma Enstitüsü görev alabilir.
2)
Müşterek Yatırımlar Komitesi
Dışişleri Bakanlar Konferansı tarafından
tavsiye edilerek kurulan müşterek Yatırımlar İstişare Komitesi ilk
toplantısını Eylül 1980’de Cidde’de yapmıştır. Bütün iktisadi kesimlerde ortak
projeler ve yatırımlara girişilmesi tavsiye edilmiştir.
a)
Tarım ve gıda üretimi alanında (gıda
maddeleri üretimi, canlı hayvan, tavukçuluk, balıkçılık, süt mamulleri, yem,
tohum ıslahı, araştırma ve zirai eğitim).
b)
Sanayi (gemi inşa, ulaşım vasıtaları,
yedek parça, mühendislik malzemeleri, inşaat malzemeleri, kimyevi maddeler,
gübre, petrokimya, elektronik, tekstil, ilaç üretimi ve tıbbi cihazlar).
c)
Ticaret, programlama, araştırma
d)
Hizmetler (turizm, bankacılık, sigorta,
yönetim ve istişare hizmetleri)
e)
Altyapı (elektrifikasyon, sulama)
realizasyonu için gerekli organın kurulması
f)
Bu konuların takibi için Dışişleri
Konferansı IDB’yi ve İslâm Ülkeleri Odalar Birliğini görevlendirmiştir.
g)
OIC genel sekreterliği işbirliği yapılacak
bütün sektör isimlerini üye ülkelere sirküle etmiş ve katılma niyet ve arzularını
bir raporla bildirmelerini istemiştir.
Ülkeler, hangi şekilde
ortak yatırımlara katılacaklarını;
•
Fiziki girdiler (hammadde, ara ve nihai
mamuller, fabrika, makine ve yedek parça),
•
Potansiyel teşebbüs mahallen,
Özel tercihler ve
finansman konularındaki durumlarını ve katılma şeklini (ortaklık, üretime
iştirak, ihracat konusunda muafiyet ve imtiyazlar, ihracat kolaylıkları ve
benzeri) hususlardaki durumlarını bildireceklerdir. Gelen cevapların
değerlendirilmesi alt sektörlere göre incelenmesi hususunda İstişare Komitesi,
IDB, Ankara Merkezi ve Karaçi Odalar Birliği Merkezini birer rapor yazmakla
görevlendirmiştir. Bu raporlar istişare komitesinin gelecek toplantılarında
incelenecektir. Gelecek taleplere göre, mevcut finansman imkânlarının dağılım
şeklinin etüdü gerekmektedir.
Üçüncü Zirve Konferansında, yatırımların
teşvik, himaye ve garantisi için OIC’ye bağlı bir İslami organ kurulması
kararlaştırılmış. Dışişleri Konferansında bu karar onaylanmıştır. Bu organ
yatırımların, terasların ülkelerinde sigorta edilmesini deruhte edecektir. Bu
husus anlaşma metnine ve İslâmi esaslara uygun olacaktır.
Zirve Konferansında, uyuşmazlıkların
çözümü için bir komite kurulması da kararlaştırılmıştır,
5)
Zirve Konferansında, bunlardan başka bir
de, İslâm ülkeleri gemi sahipleri birliği kurulması da karara bağlanmıştır.
1) Uzun vadeli sanayileşme çalışmaları
alanında şu hususların inceleme konusu olarak ele alınması yararlı ve hatta
zorunludur.
a.
Sanayileşme modeli olarak her ülke için
kabulü zorunlu bir tek model üzerinde birleşmek şu aşamada şart değildir. Çünkü
İslâm ülkelerinin iktisadi ve siyasi rejimleri farklıdır. Ortak projelerde
Japon modelinde olduğu, gibi ileriye dönük karşılaştırmalı avantajlar teorisi
esas alınabilir. Fakat uzun vadeli bir inceleme konusu olarak İslâm ekonomik
modeli çerçevesinde, İslam’ın sanayileşme modeli üzerinde çalışılırsa,
projelerin seçiminde ortak ölçüler geliştirilebilir.
b.
İslâm ülkeleri ulaşım kolaylığı yönünden
bölgelere ayrılarak bölgeler itibariyle sektörler arası denge prensibi
benimsene- bilirse sektör tercihleri buna göre yapılır ve plânlama teknikleri
buna göre düzenlenebilir.
c.
Ortak bir otomotiv sanayii ve harp sanayii
projesi üzerinde çalışılması ve fizibilite incelemeleri yapılması son derece
gereklidir. Halen otomotiv projesiyle ilgili bir teklif IDB’de incelenmektedir.
d.
Finansman kaynakları yönünden: IDB’nin
kullandığı İs- lami finansman modelleri içinde en çok ortaklık (equity)
sistemi kullanılmıştır. Kara iştirak sistemini (profit-sharing)
geliştirici tedbirler alınmalıdır. IDB dışında özel sektör olarak kurulan ve
İslam bankaları birliği içinde teşkilâtlanan îslâm bankaları modeli
geliştirilerek kara iştirak esasına dayalı finansman imkânlarıyla yatırımların
teşvik edilmesi esası üzerinde durulmalıdır. 1981 Mayıs’ında Almanya’da
Baden-Baden toplantısında İslam Bankaları Birliğiyle Batı bankaları arasında
yapılan sempozyumda bu konu tartışılmış, kara iştirak sisteminin Batı ülkeleri
için dahi uygunluğu savunulmuştur.
e.
İslâm ülkeleri arasındaki ortak
tedbirlerde altyapı yatırımlarına öncelik verilmelidir. Ulaşım
(kara-deniz-hava) ve telekomünikasyon (telefon-telgraf-teleks sistemi-posta)
ilişkileri, İslam ülkeleri arasında hızla geliştirilmelidir.
f.
Plânlama modelleri, bölge ve şehir plânlamasıyla
güçlendirilmeli, organize sanayi bölgeleri geliştirilmelidir. Bu sahada
çalışmalara ihtiyaç vardır.
g.
Endüstriyel ilişkilerde sosyal adaleti
sağlamak için İslam ekonomik modeli içinde uygun bir sistemin geliştirilmesine
çalışılmalıdır. Batı sendikacılık modelinin uygulandığı İslâm ülkelerinde de
bu model pek başarılı olmamıştır.
h.
Vasıflı işgücü, bilhassa az nüfuslu petrol
üretici ülkelerde en önemli meseledir. Batı ülkelerine beyin göçü meselesinin
tartışıldığı 1976 Riyad Teknoloji Konferansında İslam ülkeleri arası bir
İslam Bankası kurulması fikri benimsenmiştir. Halen OIC, Dakka merkezi ve
Ankara Merkezi bu konu üzerinde çalışmaktadır
i.
Standardizasyon: Ortak yatırımların
gelişmesi için, ilgili İslâm ülkeleri arasında standartlarda işbirliğine
gidilmesi, sanayide işbirliği yönünden önemli bir husustur. TSE bu konuda öncülük
yapmalıdır. Esasen TSE böyle bir kongreyi toplamak için teşebbüs halindedir.
j.
Verimliliği artırıcı tedbirler yönünden
İslâm ülkeleri arasında teknoloji transferine, “know-how” alış-verişine
gidilmesi ve prodüktivite merkezleri arasında işbirliği yapılması gerekmektedir.
k.
Teknolojik araştırmalarda işbirliğine
gidilmesi de önemli bir konudur. TÜBİTAK’I diğer araştırma merkezleri ile
işbirliği imkânları araştırılmalıdır. Suudi Arabistan Araştırma Merkezi halen
araştırma modellerini ABD’den yönetilen bilgisayar sistemine bağlamıştır.
İslâm ülkeleri arasında işbirliğini çoğaltmak gerekir. Cidde’de bulunan ilim
ve Teknoloji Araştırma Merkezi bu amaçla kurulmuştur.
l.
Pazarlama konusu: Ortak yatırımlar
pazarlama alanında işbirliği ile birlikte geliştirilmelidir. Bu alanda Ankara,
Karaçi ve Tanca araştırma merkezlerinin işbirliği içinde çalışmalarını geliştirmelerine
şiddetle ihtiyaç vardır.
İslâm ülkeleri arasında çeşitli
kademelerde, çeşitli alanlarda teşkilatlanma ve işbirliği çabaları başlamıştır.
Yakın bir gelecekte bu alanda büyük gelişmeler olacağı ve Türkiye’nin de aktif
bir rol oynayacağı kuvvetle ümit edilmektedir.
Report of the Experts Committee on the
Promotion, Regulation and Supervision of Islamic Banks
In the Name of Allah the Beneficent the
Merciful
In conformity with the Resolution issued
by the Third Mee- ting of the Governors of Central Banks and Monetary
Authorities of the Member States of the Organization of the Islamic Confe-
rence held in Riyadh, Kingdom of Saudi Arabia, between 21-22 Shawal, 1400 H,
corresponding to 1-2 September, (a copy of the resolution is attached in Annex
I).
And in response to the invitation extended
by His Excellen- cy Sheikh Abdul Aziz Al Quraishi, Governor of the Saudi Arabi-
an Monetary Agency, the members of the Committee of Central Banks comprising of
Pakistan, Jordan, Sudan, United Arab Emi- rates, Malaysia and Saudi Arabia, and
representatives of the Inter- national Association of Islamic Banks, the
General Secretariat of the OIC and the Islamic Development Bank, met at the
Headquar- ters of the Saudi Arabian Monetary Agency in Riyadh on Tuesday and
Wednesday (30-31) December 1980 (A list of participants is attached as Annex
II).
The members discussed the working paper
prepared by SAMA entitled “Regulation and Supervision of Islamic Banks”. They
agreed that Islamic banking, as new idea, needs special care and full awareness
and understanding of its main concept.
It goes without saying that establishment
of such instituti- ons, the work of which is characterized by being on
non-inte- rest basis, would reflect the sincere desire of the peoples of the
Islamic World to apply Islamic Shari’a in the different fields in life. The
existence of such institutions in a number of Islamic countries already signify
the pioneering steps towards presenting a practical solution in modern banking
operations in full confor- mity with Shari’a.
In addition, the existence of Islamic
banks would meet one of the major needs that would help achieve the
socio-economic objectives. They would help to attract deposits and savings for
directing them towards investment and employment beneficial to capital and
human effort.
Islamic description will apply to any
banking or financial institution, the activities and dealings, with other
parties, of whi- ch is conducted in full compliance with the provisions of
Islamic Shari’a.
The functions of the Islamic bank may be
determined in light of this general frame: To cover economic and social
requirements in the domain of banking services, financing and investment works
which are affected on non-interest (non-riba) basis. These objectives include
the following in particular:
a)
Expanding the range of dealing with the
banking sector through the extension of riba-free banking services.
b)
Improving the means that would ensure the
attraction of funds and savings and directing them towards Halal (Profit) par-
ticipation in the domains of investments available in accordance with Shari’a
provisions.
c)
Providing necessary funds to meet the
requirements of the various sectors.
The success of these pioneering Islamic
Banks requires due care, proper supervision and organization, not only to
ensure the success of this experiment on a continuous basis, but also to provide
welfare and social security for Islamic peoples, and to enrich the heritage of
the human civilization.
Eventually, prompted by their beliefs in
these facts, and in light of the lengthy discussion of the working paper
prepared by SAMA, the Committee agreed as follows:
The Committee felt that since Islamic
Banks are established to meet the requirements and aspirations enshrined in the
Isla- mic religion, they are in need of enlightened support and promo- tion to
ensure the success of this experiment.
Towards this end, the committee recommends
the following:
a)
Reconsideration of banking laws with the
aim of expan- ding the coverage of such laws or percent applicable for conven-
tional banks for cover also the operations of Islamic banks based on Shari’a.
The adoption of this proposal might free monetary authorities from having to
issue special laws and regulations to regulate the operations of Islamic banks.
b)
Creation of specialized control
departments in Central Banks guide and supervise the operations of the Islamic
banks, and particularly the different new functions that are practiced by these
banks.
c)
Providıng suitable methods governing the
relation betwe- en Islamic banks and Central Banks and monetary authorities in
the following aspects.
•
Explore appropriate methods for equal
support as enjoyed by conventional banks concerning redesccunt facilities
enable the Central Bank of work as a last resort to the Islamic banks on non interest
basis.
•
Investment returns, distributed by Islamic
banks to deposi- tors, should enjoy privileges identical to those enjoyed by
depo- sitors with conventional banks. For instance, exempting invest- ment
returns from taxes as in the case of interests, and should be treated in
accordance with the provisions laws on investment incentives and income tax.
•
Promotion of independent supervisory
Shari’a Committee, or Shari’a advisors to ensure that the operations of Islamic
banks conform to the Islamic Shari’a.
The Committee notes that the Islamic
banks, as in the case of all other conventional financial and banking
institutions, should be subject to control and supervision so as to generate
public con- fidence in such institutions, on one hand and to maintain econo-
mic and stability.
To achieve these objectives the Committee
has taken into consideration the application of the following measures:
A.
Constitution (legal status)
It is preferred that the Islamic Bank
takes the form of public shareholding company or a specialized institution
operating ac- cording to a special law. The aim is to restrict licencing to
legal and not to natural persons.
It is up to the Government of the member
state concerned (according to its own situation) to decide whether the Islamic
Bank will be completely or partly owned by the Government, or this may be left
entirely to private participation on the condition that the Bank shall operate
in accordance with domestic public shareholding companies law.
Licencing of Islamic Banks should be
subject to and in accor- dance with the prevailing banking law in the country
concerned.
Given the special nature of the Islamic
Bank, the monetary authorities should ensure that sponsors applying for licence
are fully committed to apply Sharia principles with the help or Sha- ria
consultants or a committee well-versed in Sharia.
The Capital required for establishing the
Islamic Bank should be subject to the prevailing applicable local laws.
Although the committee felt that it is better for an Islamic Bank to commence
its operations with a strong capital base, it also recognizes that the Bank
should not be over burdened with having to start with a large capital from the
beginning which would take it difficult for the bank to operate profitably and
be able to distribute adequate profits to the shareholders.
D.
Re serves and Liquidity Ratios
Reserve requirements and liquidity ratios
should be in line with what is imposed on commercial banks.
Acceptance of deposits of different kinds
(current and invest- ment deposits) should be subjected to the same principles
appli- cable to commercial banks. A special attention should be given to the
specified ratio between capital and the amount of deposits that can be accepted
from the public.
In utilizing its investments, the Islamic
Bank should not fi- nance any project that contradicts the Sharia in the
context of Halal and Haram framework.
G.
Membership of the Board of Directors
Members of the Islamic Bank’s Board of
Directors shall con- form to the conditions specified in domestic companies’
laws. Preference should be given to members with adequate knowled- ge of
Islamic Shari’a, persons well-versed in banking and Shari’a may be invited to work
as advisers to the Board of Directors.
The Islamic Bank should be subjected to
domestic banking control laws including direct inspection from the monetary
aut- horities and submitting to them the periodical and other neces- sary
information.
The committee unanimously felt that it is
timely that mem- ber states set up an adequate framework to organize and
supervi- se the operations of the Islamic banks in accordance with suitable
regulations taking into consideration the application of the Sha- ri’a
principles.
The committee expresses its deep gratitude
and thanks to Governors of Islamic Central Banks and Monetary Authorities for
their concern and encouragement of Islamic banks. The commit- tee in
particular, is grateful to His Excellency Shaikh Abdul Aziz AI Quraishi,
Governor of SAMA for hosting the meeting and for the team who participated and
helped to make the meeting suc- cessful.
List of the experts participating in the Islamic Banking Com-
mittee (Riyadh: 30 Dec. 1980)
Central Bank of Jordan
State Bank of Pakistan
Bank of Sudan
Bank Negara Malaysia
Inte’l Association of
Islamic Banks
Islamic Development Bank
Central Bank of U.A.E.
General Secretary of the Islamic
Conference
Saudi Arabian Monetary
Agency
Banking System and Economic Development:
1.
Introduction: The
function of banking system in economic development and the emergence of
Islamic Economics and Islamic Banking.
Banking system, channeling the savings to
investment one side, and functioning as an intermediator in economic and com-
mercial transactions on the other side, and dealing with the mone- tary policy
has an important function in economic development. Banking sector is the
backbone of the internal and international economic relations. For this reason,
if banking sector fulfills its duties they become the main guiding instrument
of economic de- velopment. But as we may observe in many developing countries
they may even become as hindrance for development, and causes the disturbance
of the division of national income, if they don’t fulfill their functions as it
should be.
In analysis of the functions of the
banking sector; they may be classified as public and private banks. Central
bank has an important place in the banking sector. Because, as the bank of
banks, Central bank may regulate both the banking and monetary policy of the
country. Up to the third quarter of the 20th century, the concept of interest
was the main instrument of the banking sector. Islamic world, after having
political independence, fol- lowing the Second World War, has found two ways to
follow for their economic development. Some of them followed either the root of
capitalism, or socialism, or made a mixture out of them, for their economic
policy-pattern. But neither of them succeeded. After 1970s, due to the
petroleum production some of the Muslim countries became rich. At the end of
1969, by the establishment of OIC, reawakening of the Islamic World, which has
started with the foundation of Pakistan, gained a momentum.
Islamic banking has started officially in
1976 with Islamic Development Bank (IDB) in Jeddah and accepted internationally
which was the conclusion of previously quarter century evoluti- on of Islamic
economies and Islamic finance institutions in the world.
IDB, which was established by the member
countries of OIC, has started to function according to Islamic principles based
on interest-free system. Later, according to this model different member
country, adopted Islamic banking system in two different models:
a)
To establish the whole banking and
financial system ac- cording to the model of Islamic economics, in context of
an Isla- mic society and Islamic state, leaving aside the previous secular
system, based on capitalist or socialist ideologies. Iran, Pakistan and partly
Sudan adopted this model.
b)
Preserving the current secular system,
based on capitalist or socialist ideologies, adopting a gradual evolutionary
strategy through establishment of Islamic institutions, and particularly Is-
lamic finance institutions, individually. The rest of the member countries of
OIC, have adopted this second model.
We should confess that in both models the
Islamic banking has not been improved successfully as it is intended and
desired.
The main problem of the Islamic banking,
in the first model is that, Islamic banking and financial institutions is a
part of the model of Islamic economics. The behavior of the people and so-
ciety, composed of Muslim men, the composition and function of the Islamic
state, the total components and the general structure of the economic life,
which should be oriented according to the spirit of Islam are the main
concomitance of the Islamic banking, which should be operated in such an
environment.
In Islamic countries, which adopted the
first model, the Islamic banking and financial institutions, which have been
estab- lished, couldn’t be surrounded with and integrated in such an
environment.
The harmonization and synchronization of
the particular units, like Islamic banking, with the totality of Islamic
society, e.g. the social, political and economic order, organization of state,
legal structure, behavior of the people etc. couldn’t be achieved.
In the second model, the Islamic banking
and financial ins- titutions, which were surrounded with an alien environment,
could only survived, operating with their marginal functions.
There are some difficulties and
deficiencies in the evolution
process of Islamic banking, attributable to both models:
1.
The imperfection of a unified explanation
of theoretical model of Islamic society and Islamic economics by current scho-
lars, particularly among fuqaha and economists.
2.
As the most important factor, imperfection
of the model of
Muslim man in practice, both qualitatively and
quantitatively.[117]
3.
Deficiencies, attributable both to
managers, and lay-man in practice of the principles of Islamic economics in the
field of Islamic banking and financial institutions.
4.
The lack of political will of the
governors of the member countries (states), which reduce the speed of the
Islamic evolu- tion.
5.
The change of the political structure of
the world, emer- gence of the so called new world order, and acceptance of
Islam as a target under the slogan of fundamentalism by the West, and the
disintegration of the Islamic World.
6.
Under those conditions Islamic banking
institutions, af- ter a particular improvement in national and international
level, slowed down. But it seems to me that, in spite of all these discou-
raging factors, the Islamic reawakening, and return to the sources of Muslim
societies, shortly reemergence of Islam in the whole world is in formidable.
At the beginning of this year, the problem
of Islamic banking and economies were discussed in an international conference,
which was organized by private foundations in Ankara, Turkey.118 This
time with the initiation of the Central Bank of the Islamic Republic of Iran,
the discussion of the problems of Islamic ban- king in the context of economic
development, is an action of ap- preciation on the one hand, and the evidence
of the continuing dynamism of the Islamic movement generally and Islamic ban-
king particularly, which is mentioned above, on the other hand.
2.
Influence of Islamic Banking institutions on economic
development
The key factors may be
summarized as follows:
1.
The main peculiarity of the Islamic
banking and finance institution is mudaraba. By this function, an Islamic bank
joi- ning to the risk of business and decreases the financial risk of the
enterprise compared to the riba-banking. Especially, during the increase of
interest-rate and financial risk, mudaraba system encourages the
investment-inclination of entrepreneur, and effe- cts positively on economic
development. It is argued that: a) The uncertainty of profit in mudaraba and b)
the increase of project-e- valuation expenses may discourages the investor.119
But there is
118.
“The Islamic Economy, Financial
institutions and Future Developments” January 1516, 1994, Symposium Grand
Hotel of Ankara Organizer: Hakyol Eğitim, Yardımlaşma ve Eğitim Vakfı:
Strasburg Cad. no.28/9 Sıhhiye, Ankara, Türkiye.
119.
“Some Misgivings about İslamic interest
free banking”, Dr. Ziauddin Ahmad Annual Lecture series of Faisal Islamic Bank
of Sudan, Khartoum Nov. 21, 1985. no enough evidence in practice, to
justify such misgivings. The increase of expenses in project-evaluation as a
negative factor in micro-level may be compensated by the increase of the
producti- vity and profitability, as a positive factor in macro-level.
2.
The behavior of the manager of Islamic
bank, and entrep- reneur, and depositor in economic life should be different in
an Islamically-oriented society, compared to the secular ones.[118]
3.
The target of an Islamic bank should be to
encourage the development-from below, by stimulating the saving capacity of
small-savers, and guiding them through the institutions organi- zed in
community development, toward to Islamic banks. The de- velopment process
should be spread in the bottom of the society, instead of being satisfied with
the relations of a limited number of rich people with Islamic banks.[119]
4.
Islamic banking, as a method of project
evaluation, may shift from traditional investment-project-planning to more
succes- sful program-planning. Since strategic-investment-program-plan- ning is
strongly oriented towards the bank’s (companies’) external environment. There
will be need not just investment research, but particularly for more
sophisticated investment-program-research. It needs multi-disciplinary approach
to the investment process.[120]
5.
We need to improve the interrelations and
cooperation among the Islamic banks in national and international levels. IDB
and International Association of Islamic Banks should assure more responsibility
on this field.
6.
IDB should also have responsibility, in
bringing together the private and public capital resources in member countries
and acting as an intermediator organization, channeling them to the
investment in the developing countries. Different local Islamic banks can be
channeled through IDB for infrastructural and insti- tutional development or
for technical assistance.123
7.
One of the roles of the Islamic banks in
the Islamic capital markets, is to direct the funds, generated by Islamic
financial ins- truments to the productive investments.124
3.
The effects of the Islamic banking on economic development
of Turkey
If we take Turkey, as an example of the
second model of the Islamic banking, we may observe that the effect of the
Islamic banks on economic development, is net very influential. The re- asons
are as follows:
1. Islamic banking has been improving in
Turkey in the line of the second mode1. According to the Decree, No 83/7506,
dated 16-12-1983, regarding the Foundation of Private Financial Corpo- rations,
opportunity has been given to establish riba-free bank. Later with the
amendments made in 1984 and in 25-2-1985, the legal structure had been
finalized.
According to their legislation, “they
collect funds, in addition to their capital, for allocation of funds to economy
by means of private current accounts and those accounts giving the right of
participation to loss and profit from foreign countries and native country,
and, may according to the methods to be designed in notifications, make these
funds available for the financing of all agricultural and commercial operations
and services; for jo- int ventures for the issue of letter of guarantees to
abroad for the financing of export and import, as well as supply of equipment
related to investments, and offer the same for sale or lease to firms by
installments”.
Any real or legal persons, other than
those authorized pur- suant to this decision or its private codes, may not
accept funds or make them available by essentially or secondarily acquiring it
123. “Mixed
financing of projects in member countries of IDB”, Dr. A. O. Abudu, July 16,
1983.
124.
“An Address,” Prof. Dr. Ahmed El Naggar,
First General Conference of Islamic Banks, İstanbul, 18-21 Oct. 1986.
a profession. These institutions do not
function according to the Turkish Banking Law. Because, all financial
institutions in Tur- key, which are called bank are riba-banks. These new
institutions which are called Private Finance House have been authorized to
collect funds, based on riba-free model and operates through par- ticipation to
profit and loss system.
Up to now, four private finance house
(PFH) have been es- tablished; three of them have native and international
mixed capital (Faisal-Finance, Al-Baraka-Finance and Kuveyt-Türk Evkaf Finance)
and one has only native capital (Anadolu-Finance). PFH has authority to operate
like other Islamic banks in the world. Ge- nerally all the collected funds are
classified under two categories as current accounts and participating accounts,
like in other Is- lamic banks. PFH may utilize these funds under the contracts
of:
a)
Murabaha (providing riba-free fund for
production or con- sumption),
b)
Participation to profit and loss,
d)
Providing fund for commodity based on
documents.
The most important function of FFH is to
attract the fund of the faithful Muslims to the economy, which were idle, because
of interest. Later the other people have deposited their funds to the PFH,
because of higher return expectation. PFH, although improved rapidly, and
starting from zero, acquired a very high percentage of growth; still they have
a very modest share in the total deposits of banking in Turkey (in 1993 %
2.96). Only about 8% of deposits are in current accounts and the rest in
participa- ting account.
In utilization of funds, almost more than
of the funds are directed through contract of murabaha to the commercial and
in- dustrial sector (mostly in textile). During the last two year some funds
are invested in industrial sector through leasing contract. Mudaraba contract,
which should be the essential part of the acti- vities of PFH, almost not
exist. The main reason can be explained as follows:
1.
There is a high chronic inflation in
Turkey since 15 ye- ars. Before Islamic banks, the people had two alternatives
of in- vestments to keep the real value of their assets: a) real estate, b)
bank-interest, c) foreign exchange. (During Özal time, selling and buying of
foreign exchange and deposit of it in and out of Turkey became free. Interest
rate also is left to the market).
After joining of PFH into
the financial market, two more alter natives were provided to the savers: a) to
deposit their saving into PFH on riba-free model, or
b) to buy participating
shares based on profit and loss for a particular period of public investments
like tall-bridges, tall- ways, dams etc., sold by the treasury. There is
competition among the return of real estate, bank interest, and foreign
exchange in financial market. When the riba-free financial instruments joined to
the market, they had to compete with the previous ones. It means that PFH had
to provide higher return to attract the fun- ds. Therefore instead of
channeling the deposited funds into the industrial investment, providing long
run returns, they preferred to utilize the funds in the commercial immediately
to get market higher returns, through murabaha contracts.
Another reason is that,
the majority of the participating ac- counts are deposited in foreign exchange
(Because of high infla- tion, saver prefer to keep their assets in foreign
exchange). The percentage of foreign exchange rose from 72.6 % in 1992 to 77.4
% in 1993. PFH has to provide returns to the depositors in the same currency
what they had deposited. Therefore, PFH has to utilize such funds in foreign
trade through export and import.
Finally, we can say that
PFH has a positive contribution to the economy by attracting the idle funds and
utilize them mainly in commercial sector and particularly in foreign trade. But
as the total fund, attracted by the PFH, is only 3% of the total deposits of
the banking sector; they have no capacity to guide the direction of the
economy. And the funds which are collected by the PFH are not utilized in
industrial investment.
Although the PFH in Turkey is gradually improving,
they have a marginal effect on the economic development, which is the current
subject of our conference. In the other member count- ries of OIC, whish follow
the second model, the case, seems so far similar.
The evaluation of mudaraba function of
Islamic banking sys- tem may only possible in an Islamic state, where the total
banking system operate in riba-free system, which is mentioned as the first
model. Therefore we have to evaluate the banking system of the follower of the
first model, e.g. Iran and Pakistan for being now. Up to now, the current data
as far as we know, have not been enough for a sound evaluation on this subject.
We hope that Ins- ha’Allah, the papers, which will be submitted in this
conference will enlighten us.
Finally I would like to express my
gratitude and congratu- lations to the Central Bank of The Islamic Republic of
Iran, for organizing such an interesting and fruitful conference for Muslim
Ummah, and also wish and pray to Almighty God (ALLAH) that, Islamic Republic of
Iran may contribute successfully in the field of Islamic Banking.
|
Banking Sector(x) |
Private Finance Houses |
||
|
1992 |
1993 |
1992 |
1993 |
Capital |
33746 |
70 204 |
298 |
595 |
Total deposits |
291 334 |
480 793 |
6 278 |
14 238 |
Foreign exchange deposits |
117 062 |
225 985 |
4 561 |
11 024 |
Profit |
14 263 |
28 381 |
99 |
197 |
Profit/Capital % |
42 |
41 |
33 |
33 |
Foreign exchange deposit |
40 |
47 |
72 |
77 |
Note: (x) including PFH.
Dr. Ashrafuz Zaman
Director of the
Department of
Economic Affairs of the
Islamic Secretariat of OIC
Dear Dr. Ashrafuz Zaman
As you have requested, the highlights of
the SAMA report, for Circulation to the member countries, is prepared, and
attac- hed to this letter. May Allah succeed you in your efforts serving for
Islam.
With my best regards,
Dr. Sabahaddin Zaim
The Important Points about the Islamic
Banking Activities, Which Should be taken into Consideration by The Governments
of Member Countries
In The Name of Allah, the Most Beneficent,
the Most Merci- ful
1.
Recommendation of the
Third Meeting of the Gover- nors of Central Banks and Monetary Authorities of
the Member Countries of the Organization of the Islamic Conference
Riyadh, 21-22 Shawwal, 1400 (1-2 Sept.
1980).
The Governors appreciated the desire to
apply Islamic Sha- riah in the field of banking and noted with interest the
establish- ment of Islamic banks in a number of Member States. They also took
note of the desire to support the International Association of Islamic Banks.
Recognizing the need to ensure that these banks conform to Islamic economic
theories and apply sound banking principles for the protection of depositors,
and the need to create public confidence in these banks, so as to ensure their
future success, the Governors considered it imperative based on Islamic in
conformity with regulators ments of a sound banking system. In this connection
the resolution adopted at the Eleventh Islamic Conference of Foreign Ministers
held in Islamabad in Rajab 1400 (May 1980).
The Governors expressed their willingness
to carry out this task but recognized in the light of their deliberations, that
in order to do so effectively they need to study all the relevant aspects and
to draw up a uniform set of guidelines.
Accordingly, they decided to entrust this
task to committee composed of the Governors of the Central banks of Pakistan
Jor- dan, Sudan United Arab Emirates, Malaysia and the Kingdom of Saudi Arabia,
in consultation and co-ordination with the Interna- tional Association of
Islamic Banks, the General Secretariat of the Organization of the Islamic
Conference and the Islamic Develop- ment Bank. This Committee could request
assistance from any agency that it found necessary in connection with its work.
2.
Report of the committee of Governors of Central banks on the
Promotion, Regulation and Supervision of Islamic Banks
In conformity with the Resolution passed
by the Third Mee- ting of the Governors of Central Banks and Monetary
Authorities of member states of the Organization of Islamic Conference held in
Riyadh, Kingdom of Saudi Arabia, on 21-22 Shawwal; 1400H, corresponding to 1-2
September, 1980, (a copy of the resolution is attached as Appendix 1) the
members of the committee of the Governors of Central Banks of Pakistan, Jordan,
Sudan, United Arab Emirates, Malaysia and Saudi Arabia met at the Headquar-
ters of the Saudi Arabian Monetary Agency in Riyadh on Sunday the 25th of Rabi
al-Thani 1401, corresponding to 1st March, 1981, in response to the
invitation of its Governor, Shaikh Abdul Aziz al-Quraishi.
The Governors discussed the Report prepared
earlier by the Experts from their respective countries and the representatives
of the International Association of Islamic Banks, the General Sec- retariat of
the Organization of Islamic Conference and the Islamic Development Bank, and
prepared this final Report for submission to the Plenary Session of the member
states of the Organization of Islamic Conference, to be held in Khartoum on 1st
Jumad al-Awaal 1401, corresponding to 7th March, 1981.
According to the report the following
points are suggested:
1.
The existence of Islamic banks would meet
one of the major needs that would help achieve the Socio-economic objec- tives.
They would help attract deposits and savings for directing them towards
investment and employment beneficial to capital and human effort.
2.
Islamic description will apply to any
banking or financial institution, the activities and dealings of which with
other parties, are conducted in full compliance with the provisions of the
Islamic Shari’ah.
3.
Simultaneously with control and regulation
the Central Banks will also have to provide support and assistance to the
Islamic banks so as to nurture their growth and development. There would be
nothing unusual in this because Central Bank in a number of developing
countries have taken a number of me- asures to promote the growth of Indigenous
banks and to refuse the predominance of foreign banks in their banking
structure, It must be appreciated that Islamic Banks will be at a considerable
disadvantage in facing the competition with conventional banks because they
will not have access to the money market and may even face hostility from the
conventional banks. The conventio- nal banks can always resort to the other
banks and to the Central Bank when they face a difficulty liquidity situation.
It will be ne- cessary to ensure that Islamic banks also get the needed
financial assistance in such a situation. For this purpose it will be neces-
sary to make provision for Central Bank assistance to the Islamic banks on a
basis compatible with the Sharia’ah.
4.
The Central Banks of Islamic countries
should also foster the development of financial instruments which are
interest-free so as to enable the Islamic Banks to meet statutory liquidity
requ- irements as also to place excess liquidity avenues. Development in efficient
market for such instrument would facilitate the reali- zation of the above
objective.
5.
The different Muslim countries may wish to
adopt different ways of promoting such institutions. Some may prefer to
establish individual Islamic banks to operate alongside the con- ventional
banks with- the idea of gradually replacing them. Other may prefer to undertake
a phased transformation of the existing institutions into Islamic banks within
a given time frame. More- over, the Islamic countries are in different stages
of development with different historical, social and economic background. Hence
it would be unreal to assume that all Islamic countries can adopt a uniform
supervisory law. In determining the method of transfor- ming the present system
into the Islamic system and the course and development of the Islamic banks
each country will have to take into account its special circumstances and its
existing fra- mework of laws and institutions. The effort has, therefore, to be
directed to achieving1on only the broad outlines.
6.
It may not be appropriate at this stage to
attempt a pre- cise definition of Islamic banking. This is because, firstly
even the conventional banking or “banking business” has been found difficult to
define, and secondly, banking in conformity with the teachings and
Socio-economic objectives of the Sharia is still in its initial phase of
development and has to undergo a process of evolution before its concepts,
operations and mechanics become clearly formulated and established.
7.
The functions of an Islamic bank may be
determined in the light of the following general frame. To cover economic and
social requirements in the domain of banking services and finan- cing and
investment operations which are undertaken on non-in- terest (non-riba) basis.
This objective includes the following in particular:
a)
Expanding the range of dealings in the
banking sector th- rough the extension of riba-free loans and banking services;
b)
Improving the means to attract funds and
savings and di- recting them towards-halal (profit) participation in the domain
of investments available in accordance with the provisions of the Shari’ah;
c)
Providing necessary funds to meet the
requirements of the various sectors.
8.
Reconsideration of banking laws with the
aims of exten- ding the coverage of such laws or provisions applicable to
conven- tional banks to cover also the operations of Islamic banks based on the
Shari’ah. The adoption of this proposal might relieve the monetary authorities
from having to make special laws to regulate the operations of the Islamic
banks.
a)
Creation of specialized control
departments in Central Banks to guide and supervise the operations of Islamic
banks, and particularly the different new functions that are undertaken by
these banks.
b)
Adoption of suitable methods to govern the
relation betwe- en the Islamic banks and the Central Banks and Monetary and
Fiscal Authorities in the following ways:
i.
Explore appropriate methods for extending
the same support enjoyed by conventional banks concerning financing and
refinan- cing facilities to enable the Central Bank to extend the same to the
Islamic banks on a non-interest basis.
ii.
Explore appropriate methods for
facilitating short-term in- vestment of excess liquidity in Islamic banks on a
profit-sharing basis.
iii.
Extend to investment returns distributed
by the Islamic banks to their depositors privileges identical to those enjoyed
by depositors of conventional banks, i.e. extending such investment returns,
the same tax exemption and incentives which are avai- lable to returns on
deposits; with conventional banks.
iv.
Promote independent supervisory Shari’ah
Committee, or Shari’ah advisors, to ensure that the operations of Islamic banks
conform to the Islamic Shari’ah.
9.
To ensure that Islamic banks function in
the general public interest and not in the interest of certain individuals and
groups, the broadest possible measure of public participation in their equity
is desirable if they are to be established in the private sector. They may,
therefore, take the form of a public limited com- pany either wholly owned by
the private sector or partly owned by the Government and partly by the private
sector. If they are to be wholly or partly owned by the public it would be
desirable to place a ceiling on individual holding of shares. Accordingly, no
shareholder be allowed to acquire and hold in its own name or in a the name of
its dependents (in the case of natural person and subsidiary (in the case of
juristic persons) more than certa- in maximum per cent total subscribed share
bank. This may be supplemented by a further provision that voting rights of any
one shareholder shall not exceed a certain per cent of the total voting rights.
It would be desirable to have both the above percentages as low as possible.
Government and governmental agencies and ins- trumentalities subscribing to the
share capital of an Islamic bank may be exempted from such ceilings. In the
light of the emphasis in Islam on equitable distribution of economic
opportunities the- se provisions will help in broad-basing the equity ownership
of Islamic banks and preventing interested persons from cornering their shares
with a view to acquiring controlling rights.
10.
Deposit: Deposit in an Islamic bank may be
in the form of either demand or time deposits. Demand deposits may not share in
the risk or in the profit and loss and should hence be fully guaranteed. Time
deposits will be for investment purposes and will be in the nature of an equity
participation involving sharing of profit and loss. This represents a basic conceptual
difference in the role and function between the Islamic bank and the con-
ventional bank. The regulations pertaining to Islamic banks have, therefore, to
be conditioned by the purpose and function of those deposits.
11.
As in the case of conventional banks the
Central Banks will have the powers to control and regulate the financing and
investment operations of Islamic banks. These will include the powers to issue
directives regarding the purposes for which fi- nancing may or may not be made,
the maximum limits of such financing, the cash margin to be maintained and
ratio of collateral to be obtained in respect of specified categories of such
financing. Also with a view to broad-basing its financing facilities and pre-
venting undue concentration of investment risk, the Islamic bank should be
required to diversify adequately its equity holdings in- vestments and
financing operations so that its total exposure to any one individual, industry
or business does not exceed an ap- propriate proportion of its paid-up capital
and reserves as presc- ribed by the Central Bank. The Islamic bank will only
finance the business of others on the basis sharing of profit or loss or other
modes permitted by the Shari’ah and not undertake independent- ly any trade or
business on its own account.
12.
Central Banks should also have general
powers as they are already vested with such powers in many countries with res-
pect to other banks, to issue such directions to any Islamic bank as they deem
fit in the public interest or to prevent the bank’s af- faire from being
conducted in a manner prejudicial to its interests or to the interests of its
depositors
İslam Ekonomisin
Gelişme Seyri
İktisat ilmi kabaca dört
bölümden oluşur: İktisat Teorisi, İktisadî Doktrinler, İktisat Siyaseti ve
İktisat Tarihi.
On sene öncesine kadar
dünyamız iktisat siyaseti açısından Kapitalist ve Sosyalist diye ikiye
ayrılıyordu. Bir de Üçüncü Dünya’dan ve Tarafsızlardan söz edilirdi. Marksizm
Sovyetlerde uygulamadan kaldırılınca küreselleşen dünya kapitalizme kaldı.
Fakat kapitalizmin, Marksizm’in doğmasına yol açan kusurlar da tam
giderilemedi. Gerek Kapitalist, gerek Sosyalist, gerek Tarafsız Blok’ta
başarılı bir performans sergileyemeyen İslâm toplumları bir kimlik arayışına girdiler.
Her hareketin temelinde
görüldüğü gibi bu süreç de önce tahayyül safhasında başlamış, şair ve
ediplerin yazı ve şiirlerinde dile getirilmiştir. Şair İkbal hatıra gelen ilk
örnektir. Bilâhare bu duygular fikir sahasına intikal etmiş ve akademik çevrelerde
yer bulmuş, sonra da siyaset erbabının elinde aksiyona dönüşmüştür.
Yirminci Asrın ikinci
yarısına doğru, Hindistanlı Müslüman- lar Pakistan adıyla İslâmî kimlikli bir
devlet kurdular. Bu sebeple Hint Yarımadası bu süreçte hem edebî ve fikrî
yönde, hem de siyaset ve aksiyon sahasında öncülük yapmıştır. İslâm Ekonomisi
kavramı ilk defa Hindistanlı âlimler tarafından “Islamic Econo- mics” adıyla
İngilizce olarak takdim edildi. Bu âlimler yirminci asırda toplumlara yön veren
iktisadî doktrin ve ideolojiler tartışılırken iktisadî kavramları, uygulanan
politikaları ve kurulan müesseseleri İslâm’ın değer hükümleri ile tahlil
edebilmenin yollarını aramışlardır. Bu sebeple klâsik Fıkıh ilmi yanında “İslâm
Ekonomisi” kavramını ortaya atmışlardır. Bu kavram Arapça’ ya ve diğer dillere
yayılırken, bu arada Türkçe’ ye de Hindistanlı âlim Muhammed Hamidullah
tarafından takdim edildi.
Fransız hükümeti,
bildiğim kadarıyla, Hamidullah Hoca’yı resmen İslâmî konularda araştırmacı
olarak görevlendirdi. Hoca, hayatının sonuna kadar Fransa’da İslâm üzerinde
çalıştı. Bu arada Hoca, yaz aylarında Türkiye’ye gelip İstanbul Üniversitesi,
İslâm Araştırmaları Enstitüsü’nde dersler verdi. Bunlar arasında “Modern
İktisat ve İslâm” adlı küçük bir kitabı da basıldı. Bilâhare Türkiye’de birçok
ilim adamı bu mevzuda çalıştı ve yayın yaptı.
Yirminci asrın ikinci
yarısında Türkiye gibi diğer İslâm ülkelerinde de İslâm İktisadı sahasında
başlayan ilgi ve onun sonucu olan ilmî ve ekonomik çalışmalar hız kazandı. Bu
dönemler aynı zamanda muhtelif İslâm ülkelerinin petrol üretimine başlaması
dolayısıyla iktisaden zenginleştikleri bir zaman dilimidir. Dünyadaki siyasi
konjonktürün yardımıyla bağımsızlığına kavuşan İslâm ülkelerinin sayısı da o
dönemde 40’a, bugün 57’ye ulaşmıştır. 1969’da Fas Kralı II. Hasan’ın daveti ile
toplanan İslâm devletleri İslam Konferans’ı Teşkilatı’nı (OlC) kurmuşlardır.
Siyasî sahada başlayan bu entegrasyon hareketi iktisadî, fikrî ve akademik sahayı
da etkilemiştir. Akademik sahadaki ilk hareket “İslâm İktisadı Birinci
Kongresi” olmuştur. 1976’da ilk defa Mekke’de toplanan bu kongrede iki yüzü
aşkın iktisat ve fıkıh âlimi İslâm İktisadı ile ilgili tebliğler verdi.
Bunlardan bir kısmı İngilizce ve Arapça olarak iki cilt hâlinde KAAU ve Islamic
Foundation tarafından yayınlandı. Konular şöyle gruplanmıştır: İslâm Ekonomisi
Kavramı ve Metodolojisi, İslâm Ekonomisi’nde Tüketim ve Üretim, Devletin Rolü,
Sigorta, Faizsiz Bankacılık, Zekât Uygulaması ve Malî Siyaset, İktisadî Gelişme
ve İşbirliği, İslâm Ekonomisi ile İlgili Yayınların Tetkiki ve Tahlili.
Bu kongrenin sonucunda
KAAU’nde bir Milletlerarası İslâm İktisadı Araştırma Merkezi -International
Center for Research in Islamic Economics- (ICRIE) kuruldu.
ICRIE, kongrede alınan kararlar ve Yüksek
Müşavere Kuru- lu’nun tavsiyeleri istikametinde İslâm İktisadı ile ilgili
muhtelif konferans, seminer ve izleme toplantıları tertip etmiştir.
Böylece: İkinci Milletlerarası İslâm
İktisadı Konferansı 19-23 Mart 1983’te İslamabat’taki Milletlerarası İslâm
Üniversitesi’nde yapılmıştır. Konferansın başlığı: “İslâm Ekonomisi’nde Malî Siyaset
ve Kalkınma” olmuştur. Bu konferansta Gelir Dağılımı ve Adalet konusu
işlenmiştir. Konferans sonuçları kitap hâlinde basılmıştır.
Üçüncü Milletlerarası İslâm İktisadı
Konferansı 28-30 Ocak 1992’de Malezya’da Kuala Lumpur’daki Milletlerarası İslâm
Üniversitesi’nde toplanmıştır. Organizasyona IDB, IRTI ve IAIE (International
Association for Islamic Economics) de katılmıştır Konferansların dördüncüsü
İngiltere’de Laughborough Üniversitesi’nde yapıldı. Konusu: Islamic Finance:
Challenges and Oppor- tunities in the Twenty-First Century idi. Organize eden
kuruluşlar, IAIE, IRTI, The Islamic Foundation-Lester UK, Laughborough
Üniversitesi idi.
Beşinci konferans, Sustainable Development
and Islamic Finance in Muslim Countries konusu üzerine Bahreyn’de 7-9 Ekim
2003’te yapıldı.
Bu konferansların yanında seminerler de
yapılmıştır. Bunların ilk üçü, sırasıyla 1978’de Mekke’de, 1981’de
İslamabad’da, 1985’te Nijerya’da University of Sokoto’da, dördüncüsü; Kuala
Lumpur’da yapılmış ve konular genellikle para ve finans konulan üzerine
odaklanmıştır. Bunların dışında dünyanın muhtelif yerlerinde çeşitli kurumlar
tarafından İslâm İktisadı ile ilgili olarak birçok konferans ve seminerler
yapılmıştır. Meselâ: International Seminar on Social Justice, ABU, Zaria,
Nigeria, 3-8 Jan. 1978 ve International Seminar on Islamic Banking, Al-Azhar
Univ. Cairo, August 29-Sept. 17, 1981 IAIE tarafından, First Advanced Course on
Islamic Banks olarak tertiplenmiştir.
Bu arada iktisat dışında iki büyük
konferans daha yapılmıştır. Bunların ilki, İlim ve Teknolojide İşbirliği
Birinci Dünya
Kongresi’dir. 1976’da
Riyad’ta yapılmıştır. İkincisi, Birinci Dünya İslâm Eğitimi Kongresi olarak
Mekke’de Birinci İslâm İktisadı Kongresi’nin yapıldığı Intercontinental
Oteli’nde yapılmıştı.
1976’da Cidde’de faaliyete geçmiş olan
İslâm Kalkınma Bankası içinde -İslâmî Araştırma ve Eğitim Merkezi- Islamic
Research and Training Institute- (IRTI) kurulmuştur. Bu enstitü Araştırma,
Eğitim ve Bilgi Toplama şubelerinden oluşarak faaliyete geçmiştir. Araştırma
ve Eğitim bölümleri İslâm İktisadı ile ilgili muhtelif konularda araştırmalar
yaptığı gibi muhtelif İslâm üniversiteleri ve kurumları ile işbirliği hâlinde,
bu yöndeki faaliyetlerin finansmanını sağlayarak teşvik etmiştir. Bunlar
içinde başlıcaları şunlardır:
•
Workshop faaliyetlerini düzenlemek ve
misafir konuşmacılar davet etmek,
•
İslâm İktisadı ve Bankacılığı ile ilgili
dergi ve bültenler çıkarıp yayımlamak (Islamic Economic Studies bunlardan
biridir),
•
Belli başlı konularda tebliğler ve
monografi serileri yayımlamak,
•
Merkezde ve diğer ülkelerde konferanslar
ve seminerler düzenlemek, ilim adamlarının mübadelesini temin etmek,
•
Hizmete dönük talim ve eğitim
faaliyetlerini organize etmek,
•
Doktora için ve doktora sonrası olmak
üzere genç iktisatçılara ve ilim adamlarına burslar, vermek,
•
Dünyada İslâm İktisadı ve Bankacılığı
sahasında eserleri veya hizmetleriyle ün yapmış tanınmış kişilerden veya kuramlardan
her yıl jürilerce seçilecek kişi ve kuruma bir dünya ödülü vermek ve onların
eserlerini yayımlamak.
Bu cümleden olmak üzere Karaçi’de tertip
edilen Zekât Uygulaması Semineri’nde muhtelif ülkelerdeki zekât uygulamaları
tartışılmıştır. Sonuçlar yayınlanmıştır.
1988’de Amman’da El-Beyti Vakfı ile İslâm
İktisadının Gelişmesi ve Araştırma Faaliyetleri konusunda bir seminer düzenlenmiştir.
İslâm İktisadı ve Bankacılığı sahasındaki bu faaliyetler çeşitli kuramların
kurulmasına yol açmıştır. Meselâ: Pakistan’da
İslamabat’ta International Islamic
University (ITUP) kurulmuştur. Buraya bağlı olarak bir iktisat fakültesi ve
Milletlerarası İslâm İktisadı Enstitüsü kurulmuştur.
Malezya’da Kuala Lumpur’da ikinci bir
Milletlerarası İslâm Üniversitesi kurulmuştur.
Suudi Arabistan’da Mekke’de Ümmül Kura
Üniversitesi’nde ve Riyad’da İmam Muhammed Üniversitesi’nde İslâm İktisadı bölümleri
açılmıştır.
İngiltere’de Leicester’de kurulmuş olan
The Islamic Foundation, İslâm İktisadı üzerinde çalışmalar ve yayınlar
yapmaktadır.
ABD’de kurulan “The Association of Muslim
Social Scien- tists” İslâm İktisadı üzerinde her yıl konferans ve seminerler
yapmaktadır.
Ayrıca ABD’de “International Institute of
Islamic Thought and Islamic Research” adlı kuruluş da bu sahada çalışmaktadır.
1980’de Dakka Üniversite’sinde kurulan
“Islamic Economic Research Bureau” ile birlikte İslam İktisadı üzerine
çalışmalar yapılmaktadır.
IDB tarafından finanse edilmek suretiyle
Afrika’da 1984’te Nijer ve 1988’de Uganda’da birer İslâm Üniversitesi
kurulmuştur.
İslâm İktisadı ile ilgili çalışmalar devam
ederken yayın çalışmaları da hızlanmıştır. Bilhassa İslâm Bankacılığının
gelişmesi, bunların bir kısmının Batı ülkelerinde kurulması, finans çevrelerinin
ilgisini çekmiştir. Bu sebeple İngilizce, Arapça, Almanca, Fransızca,
İtalyanca, Urduca ve Türkçe olarak İslâm İktisadı ile ilgili bibliyografyalar
yayımlanmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır:
İslâm Kalınma Bankası’nın yayınladığı 840
sayfalık İngilizce bibliyografya, IRTI’nin ve çeşitli ilim adamların
bibliyografyaları.
Almanya’da Prof. Volker Nienhouse Bochum
Üniversitesi’nde bir İslâm İktisadı Araştırma Merkezi ve kütüphane kurdu.
Almanca, İngilizce bir İslâm İktisadı bibliyografyası yayınladı.
Tarihte ilk defa faizsiz
finans sisteminin M.Ö. 2123-2081 yılları arasında Babil Kralı Hammurabi
tarafından denendiği belirtiliyor. Çağımızda ise ilk defa 1975’te Cidde’de
İslâm Kalkınma Bankası’nın kurulmasıyla, İslâm Bankacılığı yaygınlaştı. IDB İslâmî
esaslara göre faizsiz çalışmak üzere kurulmuş bir bankadır. OIC mensubu üye
ülkelerin ortaklığı ile kurulmuş olup Mudaraba (kâr zarar ortaklığı-pro/lt
and loss sharing), Murabaha (ticaret-tra- de), Şerike (ortaklik-equity),
İcare (kiralama-leasing) esasına göre çalışır. Bilâhare kurulan bütün finans
kuruluşları -ÖFK’lar- IDB prototipini esas alarak kurulmuşlardır. Dünyadaki
İslâm Bankaları iki gruba ayrılır. Birinci modelde devlet tarafından kanunla,
bütün bankaların İslâmî Banka Modeli’ne geçmesi söz konusudur. Pakistan, Sudan
ve İran modeli böyledir. İkinci grup faizli bankalarla faizsiz bankaların
birlikte bulunduğu modeldir. Türkiye, Malezya, Körfez ülkeleri vb. bu gruba
girer. Ama hepsi IDB modeline göre çalışır. Türkiye’de 1983’te Özel Finans
Kurumları adıyla İslâm Bankaları’nın kurulmasına izin verilmiştir. Türkiye’de
5 ÖFK vardır. Dünyada ise İslâm Bankalarının sayısı bugün 75 ülkede 237’ye
yükselmiştir. Körfez ülkelerinde hâlen 500 ilâ 600 milyar dolar civarında bir
fon oluşmuş bulunuyor. Bundan pay almak için Batı ülkelerindeki büyük bankalar
kendi içlerinde İslâm Bankaları Bölümleri açtılar. Bunlar arasında Citibank,
Man- hatten-Chase Bank ve HSBC başta olmak üzere Goldman Sachs, Morgan Stanley,
Merril Lynch, Solomon Smith, Standard Charte- red, Banque Natonal de Paris, ABN
Amro Bank, Bank of America, Key Global, Societe Generale ve Alman Commerzbank’ı
zikredebiliriz. En son Deusche-Bank da İslâm Bankacılığı sahasında bir fon
oluşturarak bu sahaya girmiştir. İtalyan Bankalar Birliği de 2002 sonunda
-19-12-2002’de- Roma’da bir seminer tertipleyerek bu sahada hazırlık
çalışmalarına başlamıştır. Danimarka ve Lük- semburg bankaları da bünyelerinde
faizsiz bankacılık birimlerini kurmuşlardır. Böylece bütün dünyada İslâm
İktisadı ve Bankacılığı ile ilgili teorik ve akademik çalışmalar yapılırken
bir yandan da ÖFK modelleri yaygınlaşmıştır. IRRA’ya göre İslâm finans
kurumlarında yönetilen fonlar 250 milyar dolar civarında bulunmaktadır. Bunun
70 milyar dolarının İran’da, 15 milyar dolarının da Pakistan’da olduğu tahmin
edilmektedir.
Özel finans kurumlarının iktisadî açıdan
önem arz eden hususları şöyle belirtilmektedir: Özel finans kurumlarının esas
özelliği mudaraba fonksiyonudur. Bu fonksiyonu yerine getiren bir kurum
teşebbüsün riskine ortak olduğu için, müteşebbisin finan- sal riskini faizli
bankacılığa nazaran azaltmaktadır. Bu tutumun, faizlerin yükseldiği, finansal
riskin arttığı ortamlarda, müteşebbisin yatırım meylini artırma açısından
kalkınmaya pozitif etki yaptığı ileri sürülür. Aynı görüşe göre, ÖFK,
teşebbüsün riskine katıldığı için tercihini yaparken, iktisaden güçlü ve malî
karşılığı olan müesseseyi değil, projesi verimli, rantabl ve feasibl olan işletmeyi
tercih eder. Bir finansçıdan ziyade bir yatırımcı gibi davranır. Bu da
yatırımlarda verimi artırıcı tesir yapar.
“Teorik olarak, ÖFK’da hedef, mahdut
zenginlerin bankayla münasebetlerini geliştirmek yerine, tabandaki büyük
kütlenin küçük tasarruflarını kuruma çekerek, kalkınmanın tabandan başlamasını
ve tabana yayılmasını sağlamak olmalıdır. Bunun için halkın psikolojisini
değiştirerek moralini yükseltmek, iktisadî imkân ve kaynakları artırmak, bu
kaynakları kalkınmaya yöneltecek müesseseleri kurmak, bütün bu işlemleri
“toplum kalkınması’’ modeli çerçevesinde küçük mahallî yerleşim birimlerinde
gönüllü kuruluşlarca gerçekleştirmenin yolunu aramak lâzımdır. Hedef, tüketim
toplumu yerine üretim toplumu zihniyetini yerleştirmektir. Bunlar sağlandığı
ölçüde ÖFK modeli iktisadî kalkınmada önemli pozitif rol oynar.”
“Metot olarak ÖFK tarafından meselenin
daha makro plânda ele alınması için proje değerlendirmelerinde klâsik ve
geleneksel “yatırım-proje planlaması” yerine, belirli sektörler ve belirli bölgelerde
“başarılı program planlamasına” yönelinmesi uygundur. Bu takdirde sadece belli
bir yatırım için, araştırmalarla yetinilme- yip bir programın
gerçekleştirilmesi için dış çevrenin disiplinler arası bir metotla incelenmesi
uygun olur.”
“Sermaye piyasasına katılmak ve ÖFK’lar
vasıtasıyla buradaki kaynakları üretken yatırımlara yöneltmek de ÖFK’ların
kalkınmadaki tesirini artırır.” Netice olarak benimsenen hedefler şunlardır:
a)
Mudaraba’yı geliştirme imkânlarını aramak
(şu anda ÖFK’larda çoğunlukla Murabaha sistemi uygulanmakta olup, Mudaraba’nın
payı çok azdır.) ABD’de mudaraba (venture capital) yatırım şirketleri
olarak çok gelişmiştir.
b)
ÖFK’ları tabana yaymaya çalışmak,
c)
Özel sektörde KOBİ’leri daha fazla muhatap
almak,
d)
ÖFK’lar ve diğer finans kuruluşlar ile
işbirliği içinde ülkelerarası işbirliğine ve müşterek kalkınma projelerine
ağırlık vermek,
e)
Menkul Sermaye Endeksleri hazırlama konusu
üzerinde çalışmak.
Sermaye piyasaları ile ilgili olarak
ABD’de Dow Jones Endeksi Kurumu, 1999’da bir Islamic Dow Jones Endeksi kurdu.
Bu endekste dünyadaki şirketler İslâmî kriterlere uygunluğuna göre
puanlandırılıp İslâmî hassasiyeti olan yatırımcılara tavsiye edilmektedir. Dow
Jones, Bahreyn’de bir merkez kurmuştur. Aynı kurum, 2003’te İstanbul’da
Kuveyt-Türk ÖFK ile İslâm Ekonomisi ve İslâm Bankacılığı adıyla milletlerarası
bir seminer düzenlemiştir.
Financial Times da 1999’da FTSE adıyla bir
Global İslâmî Endeks hazırlayarak bu sahaya girmiştir.
Kamu mâliyesi sahasında, İslâm ülkelerinde
zekât uygulanmaktadır. Bu da gelir dağılımındaki bozukluğu giderici ve sosyal
adaleti sağlayıcı bir tesir yapıyor. Zekât, sadaka, fıtır gibi malî
enstrümanlar sayesinde İslâm toplumlarında resmî verilere göre çok fazla olan
gelir dağılımı bozukluğu, tatbikatta resmiyete intikal etmeyen bu bireysel
İslâm Ekonomisi uygulamalarıyla, gelirin müspet yönde yeniden dağılımını (redistribution
of income) sağlamaktadır.
İslâm Ekonomisi, Marksizm’in yıkılışından
sonra tek kutuplu dünyada hâkim olan Küresel Kapitalizm’ in gelir
dağılımındaki dengeyi ve sosyal adaleti sağlayamayan düzenine karşı, yeni bir
model arayışında olan insanlığa bir alternatif sunmaktadır. Küreselleşme
Çağı’nda bu sistem iyi tanıtılır ve geliştirilirse yayılma şansı olabilir.
Meselâ ABD’de Silikon Vadisi’ndeki Bilgisayar Endüstrisi, faizin yerine konan
mudaraba, kâr-zarar ortaklığı olan venture-capital, risk-capital, sistemiyle
kurulmuştur.
İslâm Ekonomisi ile ilgili yayınlar ve
literatür genellikle İngilizce olarak yapılmaktadır. Teorik sahada İslâm
Ekonomisi ile ilgili çalışmalar devam etmekle beraber başlangıç safhasında sayılır.
İslâm Ekonomisinin özelikleri İktisat
Teorisi bakımından şöyle özetlenebilir:
•
İnsan modeli olarak iktisadî adam -homo
economicus- yerine sosyal insan modelinin oluşturulması,
•
İktisat siyasetinin la-ahlâki olmayıp,
normatif kaideleri de ihtiva etmesi ferdi menfaatle toplum menfaati
çatıştığında toplum menfaatinin tercih edilmesi, yani sistemin wealth-centered
yerine man-centered (insan odaklı) olması,
•
Hudutsuz kazanç yerine, helâl kazanç
prensibinin benimsenmesi,
•
Tekelleşme, ihtikâr, spekülâsyon, kumar,
şans oyunlarının kabul edilmemesi,
•
Kazancın, emeğe veya teşebbüsün riskine
dayandırılması,
•
Tüketimin, tüketim kalıplarının gelirin
fonksiyonu olması yanında, meta-ekonomik değerlere tâbi olması; tüketimde sıranın,
zarurî ihtiyaçlardan başlayıp, hayatı kolaylaştırıcı ve hayatı güzelleştirici
ihtiyaçlara doğru sıralanması,
•
İktisadî kaynakların dağılımında da aynı
sıranın gözetilmesi, israftan kaçınılması,
•
Faiz (riba) yasağı: Risksiz sermaye yerine
risk sermayesi -venture-capital’in- benimsenmesi,
•
Zekât Mecburiyeti: Zekâtın zenginin borcu,
fakirin hakkı olarak kabul edilmesi,
•
Topluma dayalı demokratik sistemin
benimsenmesidir.
Kısacası, bütün insanlık için, FAİZSİZ ve
ZEKÂT’lı bir toplum oluşturulması hedefi benimsenmiştir.
Gerçekleştirilmesi ihtimali, bu
prensipleri bireylerin ve top- lumların ve özellikle dünyayı yöneten güçlerin
benimsemesi nispetinde artabilir. Konu insanlık açısından gerek teorik, gerek
uygulamada henüz başlangıç safhasında sayılır.
NOT:
1. Zekât
uygulanmayan zengin Amerikan toplumundan çelişkili bir belge.
2. Plain
Truth’un
itirafı: Güney Amerika’ya yapılan her 100 dolarlık yardımın 60 doları geri
dönüyor, ancak 40’ı o toplumda kalıyordu (100 dolar borçlanarak).
[35] 1991 yılında Almanya Köln’de yapılan konuşma.
[36] William E Woodward ve
Adolph Myers (1959), The wayAmerica lived: (original title: The way our
people lived), New York: Pocket Books.
[37] Thomas Carlyle
(1841), On Heroes, Hero-Worship and the Heroic in History, Çeviren:
Behzat Tanç, Kahramanlar, Beyaz Balina, 2000.
[38] Buhari, Tefsir 11/2,
Nafakat 1; Müslim, Zekât 36, 37.
[39] Buhâri, Büyu’, 15.
[40] Necm, 53/39.
[41] “Yiyin için
fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez” (Araf, 7/31).
[42] el-Mâide, 5/2.
[43] Bu hadis İbn
Hanbel, Müsned, Bulak baskısı cilt 2, s.3’te, “Bir mahallede bir kişi aç
kalırsa o mahalle Allah’ın korumasından uzak olur.” Şeklinde geçiyor. (Adem
Esen).
[44] Bu rakamlar sure ve
ayet numaralarını gösterir. Mesela 2/2, 2. sure’nin 2. ayeti demektir.
[45] Ebu Yusuf, Kitab’ül
Haraç, s. 29, İst. Univ. Yay, No:1518, İstanbul, 1970;
Keşfül-Hafa, H. No: 3163
[46] Kur’an-ı Kerim ve
Açıklamalı Meali, İst. Y. İslâm Enstitüsü,
İstanbul, 1982, sh. 28; 2/188, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğra, Tefsir
Meal, Ahmet Tekin, Kelam Yayınlan, İstanbul, 2002, sh. 30.
[47] Kur’an-ı Kerim ve
Açıklamalı Meali, a.g.e., sh. 336.
[48] Fizilâlil-Kur’an, Prof. Seyyid Kutup, Hikmet Yayınevi, İstanbul, 1973,
Cilt:3, sh. 186-87.
[49] Kur’an-ı Kerim ve
Açıklamalı Meali, a.g.e., sh. 566.
[50] Bu kavramların
izahı için bkz.: The Theory of the Leisure Class; Thorstein Veblen’s,
(1899); A Mentor Book, 1953, US, s. 60. James S. Duesenberry: Income,
Saving and Theory of Consumer Behaviour, Harvard Univ. Press,
1952. Prof. Dr. Sabri F. Ülgener, Milli Gelir, İstihdam ve İktisadi Büyüme,
İst. Üniv. Yay., No. 1951, İst. 1974, s. 175-76.
[51] Kur’an-ı Kerim ve
Açıklamalı Meali, a.e.g., Hazırlayanlar:
Dr. Ali Özek Başkanlığında; Hayreddin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı,
Dr. İbrahim Kafir Dönmez, Sadrettin Gümüş, İstanbul, 1982, s. 46; ayetlerle
ilgili tefsirler bu mealden alınmıştır.
[52] 2005 yılında
çıkarılan 5411 sayılı kanunla özel finans kurumları Katılım Bankaları olarak
değerlendirilmiştir. (Adem Esen)
[53] Turgut Özal
döneminde kâr ortaklığına dayalı kamu hisse senetleri çıkarılmıştı. Son
yıllarda da bu alanda farklı finansal araçlar çıkarılmıştır. Sukuk gibi.
[54] Kur’an-ı Kerim ve
Açıklamalı Meali, a.e.g., s. 44, 2/269.
[55] Kur’an-ı Kerim ve
Açıklamalı Meali, a.e.g., s. 43, 2/264.
[56] A.g.e, sh. 47
[57] Türkiye’nin Yirminci
Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset,
a.g.e., Cilt:1, sh.135- 149.
[58] KURAV (Kur’an
Araştırmaları Vakfı) tarafından 02.03.2004’te Hotel Montan- ia,
Mudanya/Bursa’da düzenlenen tartışmalı ilmi toplantıda takdim edilen metin.
[59] Islamic Model of
Industrial Relations: M. Ramzan Akhtar, “An Islamic Frame- work for
Employer-Employee Relationship”, The American Journal of Islamic So- cial
Sciences, Vol.9, Summer 1992, No.2 pp.202-219.
[60] Sabahaddin Zaim:
Left, Right, Conservative Have Different Meanings in Islamic Countries.
[61] Mümtaz Turhan,
Where are we in Westernization.
[62] Ahilik ve Meslek
Eğitimi (Ahi System and Occupationai Education), MEB, Arastirma, İnceleme
Dizisi (Publication of Ministry of Education), Yusuf Ek-
inci,1990,No.862,2.editi on,pp.111.
[63] Problems of
Research in Islamic Economics (Reseach Papers and Proceed- ings), Amman: Royal
Academy for Islamic Civilization Research (Al-Albait Foundation), 1987,
pp.75-105.
[64] The Transformation
of Labor-Management Relations in post-Industrial Soci- eties. Numan Kurtulmuş,
Publ. of ILR S School, Cornell Univ. USA, 1993.
Abdullah
Omar Naseef (ed.), “Today’s Problems, Tomorrow’s Solutions, London: Mansell,
1988, pp.118-142.
Rodney
Wi1son, Islamic Business: Theory and Practice, The Economist Intelli- gence
Unit Report No.221
Ali
Ausaf, “An Approach to the Islamization of Social and Behavioral Sciences”, 6:
1/37 AJISS.
[65] Wilensky Harold L.
Syllabus of Industrial Relations A Guide to Reading and Research, Syllabus
Division, The Univ. of Chicago Press, 1954
Myers, Charles A. “Vital Problems in Labor Economics”
Approaches and Areas for Research, Approaches and Problem in Wage Research”,
The American Economic review, Proceedings, May, 1947, vol.37, No.2, pp.367-374.
[66] Gi1ani, Shaukat J.,
“The Quran on Charitable Giving and Contemporary Social Values”, (Notes),
Journal of Research in Islamic Economics, 3.1 (1985), (Rec.1988), pp.63-74.
M. A. Mannan, The Making of Islamic Society, IIAB, Cairo,
Egypt and Internation- al Institute for Islamic Banking and Economics, Turkish
Federated State of Kıbrıs (Turkish Cyprus),19 84,pp.533.
[67] Toward the Shariah
Paradigm of Islamic Economics: The Beginning
of a Scientific Revolution: Muhammad Arif, AJI5S, Vol.2,
No.1, July 1985, pp.79- 101. Mian, Q. Javid, and Lerrick, Alison, Saudi
Business and Labor Law: Its In- terpretation and Application (2nd ed.), London,
Graham and Trotman, 1986, pp.589.
[68] DunlopJohn
T.,”Review of Unions and Capitalism of Lindblom”, The American Economic
Review,vol.40,No.3,june 1950,pp.463-468
[69] Forsey,Eugene,”Trade
Union Policy Under Full Employment”, Canadian Journal of Economic and
Political Science,August,1946,pp.345
[70] Levinson, Harold
M, “Collective Bargaining and income Distribution”, The American Economic
Reviev? May , 1954, vol. 44, No. 2, pp. 308-316
M.A.Mannan,”Economic Development and Social Peace in
İslam”, A-HA Publish- ers Ltd. and Bangladesh Social Peace
Foundation,1989,126pp
[71] Akhtar,Employer-Employee
Relationship, İbid, pp.215
[72] M.N.Siddiqi,”Guarantee
of a Minimum Level of Living in an İslamic State”,in “Distributive Justice and
Need Fulfilment in an İslamic Economy, (Pakistan:İİE and İİU,İs
1amabad,n.d.),pp.249-290.
[73] Kabbara,A.”The
İslamic State and Economic İntervention”, Arap Banker,6,6 (1986),pp.26-31
Akhtar, Employer-Employee Relationships,
İbid,pp.215
51 . Mouraux, Rene and De Wenden, Catherine Withol, “French
Trade Unionism and İslam”, Research Papers: Mus1ims in Europe, No. 36 (December
1987), 35pp. Wenden, Catherine Withol, “Trade Unions, İslam and İmmigration”,
Economic and industrial Democracy: An İnternational Journal, 9,1 (February
1988,pp.65-82
[75] Oxnam,D.W.
“İndustrial Arbitration in Australia, Its Effects on Wages and Unions”,
Industrial and Labor Relations Review, July 1956, vol.9, No.4, pp.610- 628
ZiyaKazıcı Institution of Ihtisab in Ottomans: Economic, religious and social
life, Publisher: Kültür yayın ve Basın Birliği, No.21, İstanbul, 1987, 260pp.
[76] Hayrettin Karaman,
Employer-Employee Relations in Islam (İslamda isçi-işv- eren münasebetleri),
Publisher: Marifet Yay.no.26, İstanbul, 19 81; 128pp.
54 . Lindblom, Charles E. ‘‘Collective Bargaining and the
Competitive System”, Canadian Journal of Economics and Political
Science,Nov.,1945,vol.11, pp.566- 577
[78] Meidner, Rudolph,
“The Dilemma of Wage Policy under Full Employment “,Wages Policy Under Full
Employment, Ed. R.Turvey,pp.16-29
[79] Sabahaddin Zaim,
Evaluation of Avkaf by economic and social point of view (Vakıflarımızın
ekonomik ve sosyal açıdan Değerlendirilmesi, Publisher: Vakıflar Genel
Mudurlugu, 5. ve Vakıf Haftaları, 1987 ve 1988, İstanbul.
[80] Sabahaddin Zaim:
Çalışma Ekonomisi, 9th edition: Publisher Filiz Kitabevi, İstanbul, 1992 pp.543
(Labor Economics).
[81] Ebu Yusuf, Kitab-ul
Haraj, Publication of İstanbul University, No.l518, İstanbul, 1970, pp.29.
[82] Mecelle-i Ahkam-i
Adliye, Ibid.
[83] Adem Esen, İslamda
Ücret.
[84] Adem Esen, Wages in
Islam ibid.
[85] Servet Armağan, A
Profile of Partnership in Islamic Jurisprudence with a particular Reference to
Hanafite School of Thoughts, Univ. of Istanbuf, Facufty of Law.
[86] Ahmet Erdoğan,
Wages according to the theory and Practice of Islamic Law, ISAV Publication
Ibid,pp.125-153,
[87] Mecelle-i Ahkam-i
Adliye, Ibid.
[88] Ross, Arthur M. The
Influence of Unionism Upon Earnings, Quarterly Journal of Economics, February,
1948
[89] Servet Armağan,
İslamic Economics, in general Outline, Publisher: Timaş Yayınları no.6,
İstanbul, 1991, pp.196
[90] Hayrettin Karaman,
Employer-Employee Relations, Ibid.
[91] Proceedings of
ISAV, Ibid.
[92] Proceedings of
ISAV, Ibid.
[93] Kerr, Clark,
Industrial Relations and the Liberal Pluralist, IRRA Proceedings of the Seventh
Annual Meeting, Detroit, Michigan,28-30,1954rprinted in 1955,pp.2- 16 .
[94] “Modern İktisat ve
İslam, İslam Düşüncesi, Yıl: 2, Sayı: 5, 1968, İstanbul, Burhanettin Kayhan ve
Basın Yayın Müdürü Muzaffer Deligöz zamanında. Birinci baskısı, Mayıs 1969’da 5
bin, ikinci baskısı, Ekim 1969’da 10 bin, üçüncü baskısı, Aralık 1969’da 10 bin
olmak üzere 8 ayda 25 bin baskı yapılmıştır. Ayrıca çeşitli gazete ve
mecmualarda defalarca iktibas edilerek yayımlanmıştır. Dördüncü baskısı MTTB,
Kütahya teşkilatı tarafından 1978’de; beşinci baskısı, MTTB, Balıkesir
Teşkilatı tarafından 1979’da yapılmıştır.
“The Attitude of Muslim Man in Economic Life”, The Muslim,
No: 5-6, London, 1976.
İslâm’ın Prensipleri ve Sosyalist-Kapitalist Sistemlerle
Mukayesesi, Dr. Ali Arslan Aydın’ın İslam-Hristiyan Diyalogu ve İslam’ın Zaferi
adlı eserin içinde sh: 103114, Ankara, 1977.
a)
“İktisadî
Faaliyetlerde Davranış Tarzı”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt VII.
b)
“The
Attitude of Muslim Man in Economic Life”, Müslim Man Instead of Homo
Economicus, Aynı mecmua, İngilizce tercümesi, sh: 243-258.
“İslam ve İktisadı Nizam”, TEKBÎR, Karabük Şb. Gama-Zafer
Matbaası, 63 sh., 1979.
“Contemporary Turkish Literature on Islamic Economics,
Studies in, Islamic Economics”, Edited by Khurshid Ahmad, The Islamic
Foundation, sh: 317-350, Leicester, UK, 1980.
İslâm ve İktisadî Görüşü, Yeni Asya Yayınlan, No:
202-330/5, İstanbul, 72 sh, 1981.
“Recent Interpretation on Economic Aspect of Zekat” Seminar
on Management of Zekat in Modern Muslim Society, IDB, IRTI, Jeddah, Saudi
Arabia and Pakistan Development Banking Institute, Karaçi Pakistan, 30 sh, 22
April - May 1985.
“İslâm Açısından İktisadî ve Sosyal Faaliyetlerle İlgili
Normatif Kaideler”, İ. Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, Özel Sayı, Cilt: 44, sh:
139, İ. Ü. İktisat Fakültesi, 50. yıl armağanı için takdim edilen yazı, 1986,
İstanbul.
“Peygamberimizin İktisadî Hayat ile İlgili Tebliğlerinden
Örnekler”, Diyanet İşleri Başkanhğı Dergisi, Veladet-i Nebeviyye özel sayısı,
C: 25, sh: 4, Ekim, Kasım, Aralık 1989.
“İslâm-İnsan ve Ekonomi”, Yeni Asya Yayınlan IBMN
975-,408-184-0 İstanbul, ikinci baskı 1995.
[95] Bkz. Zaim
Sabahaddin, “Contemporary Turkish Literature on Islamic Eco- nomics” in Studies
in Islamic Economics, Ed. by K. Ahmad, a.g.e., sh: 317-350.
[96] Rahmetli Kral Faysal’ın başıboş kalmış olan İslâm ülkeleri
arasında İslam birliğini sağlamak için projeler geliştirdiği ve çalışmalar
yaptığı bilinmektedir. Aleyhinde tertip edilen suikasta yol açan sebep de belki
bu ideali olmuştur.
Mesmuatımıza göre, zamanın
batılı bir üst düzey yetkilisi bu emellerinden vazgeçmesi için merhum Faysal’a
baskı yapmak üzere Suudi Arabistan’da kendisini ziyaret ettiği zaman, Faysal
misafirine masada bir sofra, kendisine de mütevazı bir yer sofrası hazırlatmış
ve şunu ifade etmiştir. “Bağımsızlığımızı ve birliğimizi engellemek için bize
baskı yaparsanız biz petrol kuyularımızı imha edip, tekrar bu gördüğünüz eski
basit hayatımıza dönebiliriz. Ama siz bu modem sofrayı donatan petrol
kaynaklarından mahrum kalırsınız”. Üst düzey yetkilinin dönüşte verdiği
raporda, merhum Faysal için “Bu zatı manen veya maddeten ifna etmek” gerekir
dediği ve bunun sonucunda amcazadesi tarafından katledilmesi senaryosunun hazırlandığı
söylenir.
[97] İslam İktisadı Birinci Dünya Kongresi 1975 yılında toplanmak üzere
programlanmış ve Türkiye’den katılmak üzere tebliğleri tertip heyetince kabul
edilen beş kişi davet edilmişti. Türk heyeti; Sabahaddin Zaim, Salih Tuğ,
Nevzat Yalçıntaş, Yusuf Ziya Kavakçı, Mustafa Bilgi’den ve T.C. Dış İşleri
Bakanlığı temsilcisi olarak katılan Aydın Yalçın’dan oluşmuştu.
Fakat tam o
sırada merhum Faysal’ın suikaste uğraması üzerine kongre gelecek yıla ertelenerek
1976’da toplanabilmişti. Bu kongre İslam iktisadının gelişme merhalesinde
tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Kongre Cidde’den Mekke’ye giden eski yol
üzerinde Mekke’ye 10 km. mesafede bulunan Inter Continental Oteli’nde
toplanmıştır. Bu otel geniş bir sahra üzerinde çadır şeklinde yapılmış olup,
Alman olan mimarın bilâhare Müslüman olduğu söylenir. Bu otel binası, rivayete
göre, esasında Dünya İslam Birliği’nin (Rabitatü’l-Alemî İslam) merkez binası
olarak plânlanmış. Çünkü Rabıta eski bir kale olan tarihî binada bulunuyordu.
Fakat bu güzel binayı Rabita’ya layık görmeyenler, onun bir otel olmasını
sağlamışlar. Otel Harem-i Şerife manen yakın olduğu için, yani Hristiyanların
girmesi yasak olan Cidde-Me- kke yolu üzerindeki Taif yol ayrımından ileride
Mekke’ye doğru olduğu için Otel Intercon- tinental adlı uluslararası Amerikan
şirketine verilmesi bazılarına göre, yöneticileri zahiren Müslüman da olsa,
yasağın manen delinmiş olması manasına geliyordu. Bilahare Hilton ve Sheraton
otelleri de Mekke ve Medine’de kurulmuştur
Kongrenin sonunda
yayımlanan genel tavsiyeler içinde şu hususlara yer verilmiştir:
• İslam
ülkelerindeki üniversiteler, İslam ekonomisine, eğitim, araştırma ve yayın
alanında özel bir önem ve yer vermelidir.
• KAAU
içinde bir milletlerarası İslam İktisadı Araştırma Enstitüsü (ICRIE-
International Center for Research on Islamic Economics) kurulmalıdır.
• İslam’a
uygun bir sigorta sistemi kurmak için iktisatçılardan ve fukahadan oluşan bir
komite kurulmalıdır.
[98] ICRIE’nin ilk Yüksek Müşavere Kurulu şu zevattan oluşmuştur:
1. Dr.
Muhammedi Ömer Zubeir, KAAU Rektörü,
2. Dr.
Ahmed Muhammed Ali, IDB Başkam
3. Dr.
Ishak Ferhan, Ürdün eski Milli Eğitim Bakam
4. Dr.
Knurshid Ahmad, Pakistan’h İktisat Profesörü
5. Dr.
Sabahaddin Zaim, İstanbul Üniversitesi İktisat Profesörü
6. Dr.
M.A.Mannan, ICRIE Uyesi
7. Dr.
Gazi Medeni, ICRffi Müdürü
ICRIE’nin yayınları: “Financial
Policy and Resource Allocation in Islam”, ICRIE, 1983, Mon- ey and Banking in
Islam, ICRIE, 1983 olmak üzere ceşitli yayınları vardır ve “Islamic Eco- nomic
Studies” adlı yılda iki defa neşredilen bir mecmuası mevcuttur.
[99] Kongreye Türkiye’den Sabahaddin Zaim, Salih Tuğ, Nahit Dinçer,
Nevzat Yalçıntaş, Osman Öztürk, Ali Şafak katılmışlardır. Sabahaddin Zaim,
Salih Tuğ ve Nahit Dinçer’in tebliği, Cambridge Islamic Academy tarafından
bastırılmıştır. (Bkz.: Zaim, Sabahaddin; Dinçer, Na- hid; Tuğ, Salih, Survey of
Muslim Education; TURKEY, The Islamic Academy, Cambridge, U. K., 1985.)
[100] IRTI, dünyanın muhtelif yerlerinde üniversite ve eğitim kuramlarıyla
işbirliği yaparak birçok seminerler tertip etmiştir. Bunlardan bir tanesi de
“Seminar on 203 Orientation in Islamic Economics” adıyla 20- 28 Ekim 1994’te
Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırma Enstitüsü ile
birlikte İstanbul’da yapılmıştır.
IRTI’nın ilk resmi
müdürlüğünü KAAU, Rektör Yrd. Dr. Hybshi yapmış, Prof. Dr. M. O. Zubeir ve Prof.
Dr. S. Zaim de müşavirlik görevini ifa etmişlerdir. Bilâhare, müdürlük görevini
Korkut Özal üstlenmiş, ona tekaddüm eden dönemde Nevzat Yalçıntaş vekâletin
müdürlüğü ve araştırma bölüm başkanlığını yürütmüştür. IRTI’de Türkiye’den
katılan uzmanlar arasında Abdullah Gül, Haşmet Başar, Emin Çarıkçı, Servet
Armağan da bulunmuşlardır. IDB’nin araştırma merkezinde de Türkiye’de Suat
Öksüz, Kadir Şatıroğlu, Selim Cafer Karataş çalışmışlardır. Halen görevleri
devam etmektedir.
[101] Bu mecmua bir süre Doç. Dr. Yusuf Balcı’nın başkanlığındaki bir
heyet tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek İstanbul’da yayınlanmıştır.
Maalesef finansman sıkıntısı nedeniyle 1996’da Türkçe yayınına ara
verilmiştir.
[102] Okulun Adresi şudur: School of Islamic and Social Scienses, P.O. Box
670 Hemdon, VA 20170 HERNDON, VIRGINIA, USA Tel: (703) 471 55 46 Fax: (703) 471
39 22, E-mail: school@sis.edu.
İsmail Raci El Farukî
aslen Filistinli olup, ABD’de yerleşmiş, Temple Üniversitesi’nde profesörlük
yapan bir İslâm mücahidi idi. Dünya İslâm kongrelerinin mümtaz hatiplerindendi.
ABD’deki İslâmî faaliyetlerin önderlerindendi. 1986’da Dünya İslâm Atlası’nı
hazırlamıştı. Filistin’in köklü ailelerinden olup, Sultan Abdülhamid’in
ailelerine verdiği arazileri belirten “Ferman” iftiharla gösterirdi. Türkiye’ye
müteaddid defalar gelmiş bir dosttu. Rivayete göre Siyonistler tarafından
evinde Müslüman olan Amerikalı hanımı ve kızı ile birlikle hunharca
katledilerek şehit olmuştur. İslam Kültür Atlası Türkiye’de INKILÂB Yayınları
arasında (İNKILÂB Yayın Organizasyon ve Tic. Ltd. Şti., Fatih, İstanbul)
tarafından 1991, 1997 ve 1999’da 3 defa basılmıştır. 3. Baskısı Yeni Şafak
gazetesi tarafından okurlarına dağıtılmıştır.
[103] İslam Bankaları Ansiklopedisi, 6 cilt, “Milletlerarası İslâm
Bankaları” adına Faysal Fi- nans Kurumu tarafından bastırılmıştır. Hazırlayan:
Dr. Seyyid El-Huvari, Tercüme: Nihat Yapar. Mehmet Faysal Gökalp, Güngör Turan,
İslam Toplumunun Ekonomik Yapısı, Fey Vakfı, İstanbul, 1993.
[104] Bu eserde, I. bölümde “İş hayatında İslam insanı psikolojisi” ele
alınmış ve bu konuda, Seyyid Hüseyin Nasr, Abdüllatif S. El-Hayat, Ibni Sina,
Mutezid Veliur-Rahman, M. F. Hüseyin, Malik Bin Bedri, A. Schleifer, Claudia
Reid Upper, Seyid Vahid Uddin’in görüşlerine yer verilmiştir. II. Bölümde de iş
hayatında İslam insanı yönelimli firma davranışı incelenmiş ve bu konuda,
Sabahaddin Zaim, Yusuf Balcı, Mahmut Paksoy, M. Metwally, P. Wright, Munzir
Kehf ve H. A. Badr, E. R. Gray ve B. L. Kedia’nın görüşlerine yer verilmiştir.
[105] A Bibliography of Islamic Economics, Islamic Development Bank,
September (Rabı Thani 1414 H), Jeddah, Saudi Arabia.
[106] M. Nejatullah Sıddıqi, Contemporary Literature on Islamic
Economics, ICRIE, K.A.A.U. Jeddah and The Islamic Foundation, UK. 1978.
[107] Islamic Research and Training Institute (IRTI), IDB, 1984. Jeddah
Saudi Arabia.
[108] M. Akram Khan, Islamic Economics, Annotated Sources, in English
and Urdu. The Islamic Foundation UK. 1983.
[109] Nienhaus Volker, “Literature on Islamic Economics”, English and German,
Köln, Ger- many, 1982.
[110] Zaim, Sabahaddin (Sabah El-Din) “Contemporary Turkish Literature
on Islamic Economics in Studies in Islamic Economics”, The Islamic Foundation,
1980, UK.
[111] Prof. Dr. Ahmad el Neccar İslam bankacılığının manevi kurucularındandır.
Annesi Türk olan Ahmed Neccar İngilizce, Fransızca, Almanca ve Arapça bilirdi.
OIC’nin ilk kuruluşunda İktisadî işlerden sorumlu Başkan yardımcılığını
yapmıştır. Birinci İslâm İktisadı Kongresi’nde KAAU’de hocalık yapıyordu ve
Kongrenin hazırlık komitesinde görev almıştı. İslam Kalkınma Bankası
kurulduktan sonra, 1977’de başkan Ahmed Muhammad Ali, Ahmed Neccar ile
Sabahaddin Zaim’i Banka’nın ilk üst düzey yöneticilerini seçmek üzere İslam
ülkelerini ziyaret edip mülakat yapmak üzere görevlendirmişti.
[112] Atatürk döneminde 1930’lu yıllarda Türkiye, iki tarafını güven
altına almak için Batıda Balkan Paktı’nı kurmuştu. Doğu kanadında da o zaman
bağımsızlığını muhafaza eden İran ve Afganistan’la Sadabat Paktı’m tesis
etmişti. Bu pakt Atatürk, Şah Pehlevi (İran) ve Eman- ullah Han (Afganistan)
arasında imzalanmıştı. 1964’deki KİBİ Anlaşması’nda Afganistan’ın yerini
Pakistan almıştır.
[113] KEİB üyesi ülkeler: Türkiye, Rusya Federasyonu, Azerbaycan,
Ermenistan, Gürcistan, Moldavya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Romanya, Bulgaristan,
Yunanistan ve Arnavutluk’tur.
[114] Polat Oteli’nde tartışılmış ve nihai bildiri imzalanmıştır. 4.
Uluslararası MÜSİAD Fuarı ise 21 Kasım 1996 Perşembe günü Yeşilköy’de Dünya
Ticaret Merkezi’nde açılmış ve 24 Kasım 1996 Perşembe günü Yeşilköy’de Dünya
Ticaret Merkezi’nde açılmış ve 24 Kasım 1996 Pazar akşamı kapanmıştır. 2.
Uluslararası İş Forumu’na yaklaşık 35 İslâm ülkesinden 1000 işadamı katılmış,
Fuar’ı Pazar akşamı kapanmıştır. 2. Uluslararası İş Forumu’na yaklaşık 35
İslâm ülkesinden 1000 işadamı katılmış, Fuar’ı 40.000’den fazla insan ziyaret
etmiş, 17 tebliğin tartışıldığı Forum’da akademisyenler arasındaki görüşmeler
seviyeli bir ortam içinde cereyan etmiştir.
[115] 10-28 Aralık 1976, 8 Mart
1977 tarihlerinde Kubbealtı Cemiyetinde verilmiş olan seri konferanslardır.
Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset, Cilt: 1, sh.
368-390.
[116] 1981 yılı sonunda Ankarada SESTRIC ile MPM’nin müştereken tertip
ettiği “İSLAM ÜLKELERİ ARASINDA EKONOMİK İŞBİRLİĞİ VE TÜRKİYE” seminerine
sunulan tebliğ. Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset,
a.g.e., sh. 427-438.
[117] “The Attitude of Muslim-man in economic life: Muslim-man instead of
homo-econom- ics.” Review of the Institute of Islamic Studies: Volume; VII,
Parts: 1-2, 1978, Publication of the Faculty of Letters, Istanbul University.
[118] “İslam, İnsan, Ekonomi”, Prof. Dr. Sabahaddin Zaim, Publication of
YENİ ASYA, İstanbul, 1992.
[119] “New Strategy for Development From Below”, 23-27 Sept. 1987.
MAGOSA, North Cyprus Turkish Republic, Publication of TOBB, no.87 (Union of
chamber of commerce and industry of Turkey), Ankara.
[120] “The Report about the seminar of Islamic banking”, Prof. Dr.
Sabahaddin Zaim, and Prof. Dr. M.O. Zubeir KAAU, Jeddah, 1981. A seminar
organized by Dr. A. Haggar, Int, Assoc. of Islamic Banking.