Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

İslâm EKONOMİSİNİN TEMELLERİ

 


Sabahattin ZAİM

Hazırlayanlar

Adem ESEN

Turan KOÇ

Mustafa Yavuz ÇAKIR

Adem ESEN

Prof. Dr. Adem Esen, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektörü

Turan KOÇ

Prof. Dr. Turan Koç, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim üyesi

Mustafa Yavuz ÇAKIR

Dr. Mustafa Yavuz Çakır, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim görevlisi

Prof. Dr. Sabahattin Zaim

Hocaların Hocası Prof. Dr. Sabahattin Zaim, eskiden Osmanlı Devleti topraklarında bulunan Makedonya’nın İştip Kasabasında, 1926 yılında dünyaya geldi. Ailesi ile birlikte 1934 yılında İstan­bul’a yerleşti. Makedonya’da 5 yaşında başladığı eğitimine İstanbul Fatih’te yer alan Fethiye İlkokulu’nda devam etti. Ardından İstanbul Vefa Lisesi’ne devam eden Sabahattin Zaim, 1943 yılında bu okuldan üstün başarı ile mezun oldu. Ülkesine ve milletine daha iyi hizmet edebilme düşüncesi ile Mülkiye’ye (Siyasal Bilimler Fakültesi) de­vam etti. 1947 yılında bu fakülteden mezun olan Prof. Dr. Sabahattin Zaim, yurdumuzun çeşitli yerlerinde Kaymakam olarak görev yaptı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1953 yı­lında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistan olarak akade­mik hayata adım attı. 1993 yılına kadar İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı yaptı.

Prof. Dr. Sabahattin Zaim, İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinin yanında, 1955 - 1957 yılları arasında ABD Cornell Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. ABD’deki görevinden sonra Al­manya Münih Üniversitesi’nde ekonomi üzerine bir süre ders verdi. 1977 - 1979 yılları arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliği görevini yürüttü. 1980 - 1982 yılları arasında Suudi Arabistan Cidde Melik Abdülaziz Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Sosyo-Teknik Etütler Bölümü’nde ders verdi. 1993 - 1998 yılları ara­sında Sakarya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı olarak görev yaptı. 1998 - 2000 yılları arasında YÖK (Yükseköğretim Kurulu) üyeliğinde bulundu. 2003 - 2004 yılları arasında Milletlera­rası Saraybosna Üniversitesi (International University of Sarajevo) Kurucu Rektörü olarak çalıştı. 2006 yılından sonra Makedonya Üs- küp’teki Uluslararası Balkan Üniversitesi’nde Mütevelli Heyeti üyesi olarak görevini sürdürdü.

İstanbul’da kurulan Türkiye’nin ilk özel motor fabrikası olan Gümüş Motor (Pancar Motor) kurucu ortağı ve yönetim kurulu üye­liği ile devlet tarafından Konya’da kurulan TÜMOSAN Motor Fabri­kasının ilk yönetim kurulunda üye olarak görev yaptı. Ayrıca İlim Yayma Vakfı ve Cemiyeti kurucu üyeliklerinde bulundu.

Prof. Dr. Sabahattin Zaim, 10 Eylül 1959’da, Ulya Hanım’la ev­lenmiş ve 5 çocuk sahibi olmuştur. Prof. Dr. Sabahattin Zaim, 81 ya­şında, 10 Aralık 2007 tarihinde, bir Pazar sabahı saat 04.15’de vefat etmiş ve cenazesi Edirnekapı Mezarlığı’ndaki aile kabristanında top­rağa verilmiştir.

Ülkemizin yetiştirdiği değerli bir bilim adamı olan Sabahattin Zaim’in ismini kendisinin de kurucu mütevelli heyeti üyeliği yaptığı İlim Yayma Vakfı kurduğu üniversitesine bir vefakârlık örneği olarak vermiştir.

Hocamızı, rahmetle anıyoruz.

Takdim

İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi hem kurucu vakfı olan İlim Yayma Vakfı ve merhum hocamız İslam ekonomisi konusuna Türkiye’de öncü bir adım atarak Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Uygulama ve Araştırma Merkezi kurmuştur. Üniversitemiz, kuruluşunun ikinci yılında, hocamızın büyük emekleri olan özel fi- nans kurumları yani katılım bankacılığı alanında yüksek lisans prog­ramı açmıştır. “Uluslararası Finans ve Katılım Bankacılığı” adını ta­şıyan bu program ülkemizde faizsiz bankacılık ve finans konusunda da bir ilktir.

Rahmetli Sabahattin Zaim Hocanın İslam Ekonomisi ve Finansı ile ilgili ilk çalışmaları 1960 yılların başına gitmektedir. Vefat ettiği 10 Aralık 2007 gününden 1,5 yıl kadar önce (Nisan 2006) bu alanda yazdığı makaleleri bir araya getirmiş daha önce yayınlanan ve “İslam Ekonomisinin Temelleri ve Faizsiz Finans Sistemindeki Yeni Geliş­meler” adı altında yayına hazır hâle gelecek şekilde bir kaç nüsha ha­linde ciltletmişti. Bunlardan bir nüshayı da kendi imzasıyla M. Fevzi Esen’e vermiştir. Bu nüsha tarafımızdan gözden geçirilerek okurlara sunulması ve hocamıza rahmete vesile olması maksadıyla Uluslara­rası İslam Ekonomisi ve Finansı Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde yayımlanmasına karar verilmiştir.

Kitaptaki konular Hocamızın yaptığı düzenlemeye göre sıralan­mıştır. Dolayısıyla, bu alanda yapılan son çalışmalar kitapta yer al­mamaktadır. Ayrıca, istatistikler ve diğer rakamlar hocanın yazdığı şekliyle olduğu gibi bırakılmış, güncelleme yapılmamıştır. Ancak, in­celendiğinde ele alınan konuların analizinin hala tazeliğini ve geçer­liliğini koruduğu görülecektir. Kitapta yer alan makalelerin bir kısmı Türkçe, bir kısmı da İngilizcedir.

Emeğimizin boşa gitmemesi ve hocamıza rahmet vesilesi olması dileğiyle...

Prof. Dr. Adem Esen

Rektör

Preface

The founding trust (waqf) of our university, Science Dissemina- tion Foundation, as well as an eminent lecturer Prof. Dr. Sabahattin Zaim gave special interest and priority in Islamic Economics. Hence, Istanbul Sabahattin Zaim University has established International Research and Study Center of Islamic Economics and Finance by ta- king a pioneering step in Turkey. Again, the university opened a mas- ter programme in the field of private financial institutions; in other words, in participating banking in which there is great efforts of our teacher. This programme called “International Finance and Banking Participation” is a first of its kind in our country in the interest-free banking and finance system.

The late Sabahattin Zaim’s researches in Islamic Economics and Finance go back to the beginning of 1960s. He has combined his ar- ticles written in this field on April 2006 and made few bound copies under the name of “The Foundations of the Islamic Economics and the New Developments in Interest-Free Financial System” to make it ready for the publication. That was just one and a half year before his date of the death of 10 December 2007. He has presented a copy to M. Fevzi Esen with his own signature. This has been revised by Adem Esen, Turan Koç and Mustafa Yavuz Çakır and decided to be published in the International Research and Study Center of Islamic Economics and Finance in order to be useful to readers and to con- duce Allah’s mercy upon on him.

The subject matters of the book has been classified according to our lecture’s design. For this reason, recent studies in this field are not included in the book. In addition, statistics and other figures are have been preserved in their original forms, that means there has not been updated. Nevertheless, when we pay close attention, we see that the analyses of the subjects are still valid and reliable. Some of the articles in the book are in Turkish while others are in English.

Wishing this study would be useful and an occasion of Allah’s mercy.

Prof. Dr. Adem Esen

Rector

Seküler İktisat ile İslam İktisadının Mukayesesi 1

Seküler iktisat ile İslam iktisadının Farkları 19

Kaynaklar 44

Bediüzzaman Said Nursi’nin İktisat Risalesi Şerhi 45

Ticaretli Bir İhtiramın Unsurları 52

1.     İktisad bir şükrü-i manevidir 52

2.     İktisad, nimetteki Rahmeti İlahiyeye karşı hürmet ifade eder 52

3.     İktisat bir sebebi-i berekettir 52

4.     Gıda ihtiyacının karşılanmasında 53

5.     Beşinci fazilet 54

6.     İktisada riayet nimetteki lezzeti hissettiren bir sebeptir 56

7.     İktisat ile Hıssetin Farkı 57

8.     İsrafın Sonucu: Hırsın Tahriki 58

İslam Açısından İktisadi ve

Sosyal Faaliyetlerle İlgili Normatif Kaideler 61

1.     Üretimde Emek ve Teşebbüs Faktörleri ile İlgili Kaideler 64

2.     İşverenlere Ait Kaideler 68

3.     Üretimden Sağlanan Gelirle İlgili Kaideler 70

4.     İslâm’ın Tüketim Harcamaları ile İlgili Normatif Kaideleri 72

5.     Tasarrufla İlgili Kaideler 74

6.     İkrazda Bulunmak (Kredi) ile İlgili Kaideler 75

7.     Yatırım Yapmakla İlgili Kaideler 74

8.     Sosyal Yardım 77

9.     Karz-ı Hasen 82

10.     Fakirin Zengin Üzerindeki Hakkı 83

Özet 84

Kaynaklar 85

Zekâtın İktisadi Önemi 87

1.          Türkiye’nin zekât potansiyeli nedir? 90

1.1.    Zekâtın İktisadî faydaları nelerdir? 91

2.          Zekât Nisabının ve Fitre Miktarının Bugünkü Nakdî Değeri 91

2.1.     Zekât Nisabının Hesaplanması: Doğrudan hesaplama metodu 91

2.2.     Fitre Miktarı 96

Recent Interpretations of the Economic Aspects of Zakah 99

1.          Introduction 100

2.          Basis of Zakah and Zakah Liability 100

2.1.     Productivity 101

2.2.     Possession and full ownership 102

2.3.     The nisab 102

3.     Conditioins for Zakah 102

3.1.     Reason and maturity 102

3.2.     The state of being a Muslim 102

3.3.     “Dimar” property 103

3.4.     Property which lacks productivity 103

3.5.     The property of minors and mentally handicapped 103

3.6.     Condition of completion of one year 104

4.     Rates of Zakah 104

5.     The Expenditure of Zakah Income 108

6.     Financial Aspects of Zakah 110

6.1.     The difference between Zakah and tax 111

6.2.     Negative tax and Zakah 112

7.     Economic Characteristics of Zakah 113

7.1.     Income elasticity of Zakah 113

7.2.     Stability and countercyclical use of Zakah 114

7.3.     Zakah and inflation 115

7.4.     The impact of Zakah upon consumption,
saving and investment 117

7.5.     Multiplier effect of Zakah 120

7.6.     Welfare function of Zakah 120

Biographies 123

Industrial Relations System of İslam 125

1.     General Principles 125

2.     Economic and Social Aspect of Industrial Relations in Islam 131

3.     Concept of Labor Force in Islamic Model 133

4.     The Answer of the Third Question 142

5.     Legal Aspects of Industrial Relations in Islamic Model 145

6.     Political Aspect of Islamic Model of Industrial Relations 150

İslam Ekonomisi ve İslam Ülkeleri İşbirliği Sahasında

Son 50 Yıldaki Gelişmeler 155

1.     Hükümetler Arası Faaliyetler 170

2.     Bölgesel Faaliyetler 174

3.     D-8 175

Türkiye’nin Sosyal ve İktisadî Siyaseti (İşçi Meseleleri) 179

Ortadoğu Ülkeleri Arasında İktisadî İşbirliği İmkânları I 195

Ortadoğu Ülkeleri Arasında İktisadî İşbirliği İmkânları II 213

Türkiye ile İslâm Ülkelerinde Sanayileşme Çabaları ve Ticarette İşbirliği İmkânları 221

Report of the Experts Committee on the Promotion, 235

1.     Promotion of Islamic Banks 237

2.     Control and Supervision 238

A.     Constitution (legal status) 238

B.     Licencing 238

C.     Capital 238

D.     Reserves and Liquidity Ratios 239

E.      Deposits 239

F Advances and Investments 239

G.     Membership of the Board of Directors 239

H.      Inspection 239

î. Acknowledgement 239

Banking System and Economic Development:

The Case of Turkey 243

1.     Introduction: The function of banking system in economic 243

2. Influence of Islamic Banking institutions on economic development 246

3. The effects of the Islamic banking on economic development of Turkey 248

The Important Points about the Islamic Banking Activities, 253

1.     Recommendation of the Third Meeting of the Governors 253

2.     Report of the committee of Governors of

Central banks on the Promotion, 254

İslam Ekonomisin Gelişme Seyri 261

Seküler İktisat ile İslam İktisadının Mukayesesi[35]

Gelişen bir dünyada yaşıyoruz. Bütün dünya, Batı ve İslam dünyası ile birlikte değişiyor. Batı dünyası madde ve teknolojik sahadaki üstünlüğünü devam ettiriyor. Ama mana sahasında da kendini bitirme emareleri taşıyor. İslam dünyası ise birkaç asırlık uykusundan uyanma çırpmışları gösteriyor. İslam dünyasındaki uyanışı 1920’li yıllarla, yani 20. asrın başıyla mukayese edersek şu tabloyu görürüz: İslam Dünyası 20. asrın başında Osmanlı devletinden sonra sömürge haline düşmüş, bağımsız 3,5 devlet kalmıştı. İkinci dünya harbinden sonra batı dünyasının kapita­list ve sosyalist diye kendi içinde ikiye bölünmesi, şerden bazen hayır doğar, fehvasınca; İslâm dünyasına yaramıştır. Sosyalizmin doğuşu ve kapitalizm ile rekabete girmesi İslam ülkelerinin ne­fes almasını sağlamıştır. İslam ülkeleri teker teker siyasi istik­lallerine kavuşup, iktisadi istiklal peşine düşünce, batı dünyası hemen kendini toparlamış ve İslam ülkelerini teoride gelişen ve az gelişmiş ülkeler halinde ayrı bir kategoriye koyarak onlara kar­şı müşterek bir politika takibine girmiştir. Daha sonra ABD ile SSCB birlikte dünyayı paylaşmak (coexistence) hususunda anlaş­mışlardır. “İkimiz de var olalım dünyayı birlikte bölüşelim, fakat aramızdaki rekabet neticesinde bunların gelişmesine yol verme­yelim” fikrinde birleşmişlerdir. ABD Dış İşleri Bakanı H. Kissin- ger’in takip ettiği politika budur: Çin’i de aralarına alarak dünya düzenini yönetmeye çalışmışlardır. İslam dünyası bu durum kar­şısında ne yapmıştır? Esasında İslâm dünyası İslam’dan o kadar uzaklaşmış ki, bunun farkında bile değildi. İslam dinini, iman (itikat), ibadet ve amel (ahlak, hukuk, iktisat ve siyaset) cephesi olarak üçe ayırırsak, üçüncü kısmı olan insanlar arası münase­betleri düzenleyen kaideler bütününün uygulanması hususunda İslam dünyası bu sistemden uzaklaşmıştır. Bugün kabaca İslam dünyasının % 95’i imanına sahiptir, ibadette durum yarı yarıya inerken, uygulama cephesinde İslam ahlakı, hukuku, iktisadı ve siyaseti ile ilgili ahkâmının uygulanmasında İslam’ın tam uygu­landığı bir devlet ve toplum göstermek zordur. 1960’lardan sonra İslam dünyası aydınları bu durumu fark etmişlerdir. Çünkü İslam dünyası iktisadi sahada kalkınmak için model ararken karşısında Batı ve Doğu olmak üzere iki blok ve iki sistem bulmuştur. İslam ülkeleri bu sistemlerden birini esas olarak kalkınmaya çalışmış­larsa da başarılı olamamışlardır. Çünkü iktisadi sistemler cemiye­tin bir veçhesidir. Toplumların sosyal, siyasi, ahlaki, iktisadi vb. bütün yönleri bir bütünlük arz eder. Bir toplumun sadece iktisadi yönünü ele alırsak, bu husus toplumun dışına akseden ve rakam­larla ifade edilebilen maddi yönüdür. Tıpkı bir buzdağının su üs­tündeki kısmı gibi batı dünyası iktisadi yapısını suyun altında kalan büyük kısmına benzeyen sosyal ve kültürel yapısı üzerine bina etmiştir. İslam dünyası Batı dünyasının bu sosyal ve kültü­rel yapısın almamıştır. Çünkü bu yapı o toplumun dini ve tarihi gelişimiyle ilgilidir. İslam dünyası batının sosyo-kültürel yapısını almayınca onun üstüne konmuş olan Batı modeli iktisadi yapı da İslam toplumunun sosyo-kültürel yapısı ile uyum sağlayamamış­tır. Çünkü eklenen dokular birbirine yabancı kalınca hayatiyet bulamamıştır. İslam dünyası, üç asırdır hep batılılaşmaya çalış­mıştır, fakat Batıdan alınan birçok hususlara toplum uyum sağla­yamamıştır. “Osmanlı’ devletinin son iki asırlık tecrübesi bunu göstermiştir. İslam dünyası aydınları 1960’lardan sonra bir araya gelince bu durumu sorgulamışlardır. Biz müslüman olduğumuza göre İslam’ın bir sosyo-ekonomik düzeni yok mudur? sorusunu sormuşlar ve o zaman İslam dünyasında uygulanan sistemlerin İslam’la ilgisi kalmadığını fark etmişlerdir. 1957 yıllarında İktisat Fakültesinde iken rahmetli Prof. Dr. Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri beye Pakistan’dan gelen bir mektupta İslam iktisadi yapısı ile il­gili konularda bizim ne yaptığımız soruluyordu. O zamanlar biz­de Üniversitelerde bu kavramlar dahi mevcut değildi. Maalesef bütün İslam dünyasında da durum böyleydi. Bu mektuba hiç bir müspet cevap verilememiştir 1970’li yıllarda Suudi Arabistan’dan gelen hocalarla bir müslüman iktisatçılar derneği kurulması fikri­ni görüşmüştük. 1970’li yıllarda Libya’da Kaddafi’nin tertiplediği İslam Gençlik Kongresinde bu konular ele alınmış ve aydınılar birbiriyle tanışmıştı. 1976’da ilk defa Dünya İslam Kongresi top­lanmıştı. Kral Faysal’ın tertiplediği bu kongre 1975’te yapılacak­ken Kralın öldürülmesi üzerine 1976’da toplanabilmişti. Rivayet edilir ki, Kral Faysal, hayatının sonlarında İslam dünyasının bir­liğini sağlamak hususunda büyük gayret gösterdiği için onu ziya­rete gelen Kissinger’in verdiği Faysal’ın «ya maddeten ya hukuken ifna edilmesi (ortadan kaldırılması) gerekir” raporu üzerine tıpkı merhum Muhammed Ziya-ül Hak gibi muhtemelen batılı gizli teşkilatlar tarafından öldürtülmüştür. Bu ilk İslam iktisat kong­resi Mekke’yi Münevvereye 11 km mesafedeki Intercontinental otelinde toplanmıştı. Bu otel de esas itibariyle Faysal tarafından Rabtat’ül Âlem’il-İslami için yapılmışken Faysalın ölümü üzeri­ne bu fikrin müellifleri tarafından otel haline getirilmiş ve otel bu konferans ile açılmıştı. İslam iktisadı konferansını takiben 1976’da İlim ve Teknolojide 1. Dünya Kongresi yapılmıştı; her iki kongreye de Türkiye’den 7’şer üye katılmıştı. Üyeler ismen çağrılmıştı. Gösterilen adaylardan seçilen bu üyeler arasında ikinci kongrede Sayın Turgut Özal’da vardı. 3. Kongre 1977’de Mekke’de 1. İslam Eğitim Kongresi olarak yapılmıştır. Müslüman- lar bu kongrelerde İslam’ın toplum hayatında nasıl davranması gerektiğini tespite çalışıyordu. Önce bu işin teorik sahada tahlili yapılıyor ve uygulamaya konulma imkânları aranıyordu. Ortada hazır bir model olmadığı için adeta karanlıkta el yordamıyla yol alınıyordu. Bugün de durum hâlâ bu merkezdedir. Kurulan mües- seselerde başlarındaki insanlar da henüz bu konuları hem öğren­mekte ve hem de uygulama safhasında bulunmaktadır. Nesiller devam ediyor. İnşallah gelecek nesiller bu sahada daha hazırlıklı bir durumda bulunacaklardır.

Batı dünyasına gelince, onlar da coexistence şeklinde, Do- ğu-Batı uyumunu sağlamaya çalışırken, süratli bir gelişme ile Marksizm yıkılıvermiştir. 70 yıllık bir tecrübe 70 günde bitmiş­tir. Tarihi olarak, bir çağ değişimi döneminde yaşıyoruz. Doğu ve batının bu birleşmeden doğan, birtakım problemleri vardır. Zira Doğu-Batı niye ayrılmıştı? Niye birleşti? Bunun cevabını aramak gerekir. Kapitalist sistem de sosyalist sistem de batının ürünüdür. Esasında sosyalist sistem kapitalist sisteme karşı bir aksülameldi. Yani ahlaki bir reaksiyondu. Sosyalizmin doğuşu ta orta çağlar­dan başlamış ve uygulanan iktisadi sistemlerin gayri ahlaki ve gayri adil oluşuna karşı bir reaksiyon olarak gelişmiştir. Sosya­lizm böyle çıkmıştır; tüketimdeki, iktisadi hasılanın bölüşümün- deki dengesizliği, adaletsizliği gidermeğe çalışmıştır. Rekabete dayalı sistemde tam rekabet olmadığı, birçok tekeller bulunduğu için adalet sağlanamamıştır. Şimdi sosyalizm kalkınca, kapita­lizm ne olacaktır? Bugünlerde bir sosyal-piyasa ekonomisinden bahsedilmektedir. Batıda sosyal kavramı ahlaki bir motifi ifade etmektedir.

İşte sosyal piyasa ekonomisinde aranan esasında adil bir ik­tisadi sistemdir. Bu düzen İslam ekonomisinde mevcuttur. Çünkü İslam iktisadı esasında serbest piyasa ekonomisinin ahlak ile dü­zenlenmiş halidir. Bunu onlar bilemiyor, biz de bilemiyoruz. Eğer biz İslam ekonomisini öğrensek, bilsek ve dünyaya anlatabilsek bunun sadece kendimize değil, bütün dünyaya yardımı olur. Esa­sen İslam bütün insanlık için gelmiştir, biz onu sadece kendimize hasredemeyiz. İşte bu sebeplerle 20. asrın sonunda İslam iktisadı sistemi sosyalizmin yıkılmasını müteakip sarsılan kapitalizme bir alternatif olarak dünya kamuoyunda ele alınmaktadır.

İslam iktisadının özellikleri nedir? diye sorulunca konuyu şöyle ele almak gerekir. İktisat, ilmini iktisatçılar 6 bölümde mü­talaa ederler.

1)     İktisat felsefesi: İslam’ın da bir iktisat felsefesi olması ge­rekir.

2)     İktisat metodolojisi: İktisat nasıl araştırılır, öğretilir? Tü­mevarım, tümdengelim metotları vs. gibi, İslam iktisadında hangi metodoloji kullanılabilir? Bunun, tespiti gerekir.

3)    İktisadi analiz: Tahliller, tüketim, üretim, ücret, fiyat tah­lilleri vs. gibi her iktisadi kavramın İslami açıdan tahlillerinin ya­pılması icap eder.

4)    Tatbiki iktisat: Sınai, ticari, ekonomi, para, banka ekono­misi gibi uygulamalı iktisadı (applied economics) sahalar bu ko­nunun içine girer.

5)    İktisadi sistemler, bahsinde milliyetçi, devletçi vs. iktisa­di sistemlerin incelenmesi gerekir. Sistemleri, doktrinden ayırıyo­ruz. Sistemde bir tatbikat söz konusudur. Her ülke, içinde bulun­duğu sosyo-politik ve hukuki yapıya göre, iktisadi doktrinlerden ilham alarak bir sentez meydana getirir. Eczacılıktaki müstahzar ilaçların havanda dövülerek ihtiyaca göre (reçete) yapılması gibi iktisadi sistemler de doktrinlerden esinlenilerek ülkenin o andaki şartlarına göre en uygun terkibi bulmağa çalışır. Bu sebeple za­manla hem sistemlerin kendisi hem de her ülkede uygulanan sis­temler değişir. Mesela bugün liberal sistemin uygulandığı Alman­ya’da vaktiyle milliyetçi iktisat sistemi uygulanmıştı. Sistemler daima değişkendir. İslam ülkelerinde iktisadi sistem nasıl olması gerekir sorusunun cevabını aramak icap eder.

6)    İktisat Tarihi: İslam’ın iktisat tarihini bilmek gerekir. Gö­rüldüğü gibi burada 6 kulvar vardır. Bu sahalar boştur. İslam dün­yasında bu kulvarlarda koşacak koşucuların yetişmesi lazımdır.

Seküler İktisat ile İslam İktisadının Farkları

Şimdi dünyada mevcut seküler iktisat ile İslam iktisadının farklarını inceleyebiliriz.

1.    Fark: Birinci fark insan modelidir. İktisat ilminin esası ik­tisat teorisidir. Teoride iktisadi davranışlardaki illiyet rabıtalarına dayanılarak iktisadi kanunlar bulunur. Sebep-netice münasebet­leri araştırılır. Gerek kapitalizmin, gerek marksizmin temeli olan Batı ekonomi teorisinde düşünülen insan modeli “iktisadi adam”- dır. Bu adam tipi batının rönesansla başlayan, rasyonalist, akılcı, seküler ortamı içinde ortaya çıkan, robot gibi işleyen attığı her adımda, menfaatini maksimize etmek isteyen insan modelidir.

(Homo economicus) İslam iktisadındaki model ise “müslüman insan” modelidir. Müslüman insan, İslami modele sahip olan bir toplumun insanıdır. Bu toplum düzeninin insanı, temelini İs­lam’ın prensiplerine dayandıran ve muhtevasını eşitlik, hürriyet, kardeşlik, adalet ve ittihad ilkelerinin teşkil ettiği İslam’ın sosyal dünya görüşü içinde yetişen insandır. Bu Peygamberimiz (sav) gibi Cenab-ı Hakkın, uğruna Kâinatı yarattığı, eşref-i mahlukât ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insandır. Bu insanın yaratı­cısının kendisine bu dünyada nasıl davranmak gerektiği hakkın- daki kaideler düzenine göre yaşaması lazımdır. Buna her dinde şeriat denir ve şeriat o dinin vaz ettiği kaideler manzumesidir. Mesela Hz. Musa’nın (as) şeriatı, Hz. İsa’nın (as) ve Hz. Muham- med’in (sav) şeriatı gibi. Kavramlar çok önemlidir. Bugün İslam dünyasındaki en önemli karmaşa mefhumlar hususundaki karga­şadır; bu da bilerek yapılmıştır. Meselâ, bugün ülkemizde yapılan İslam aleyhtarı kampanyanın ortaya çıkarttığı, en başarılı sonuç, “İslam”, mefhumu ile “şeriat” mefhumunu birbirinden ayırmak olmuştur. Adama sorarsınız, “Şeriata karşıyım; ama elhamdülil­lah, Müslümanım” der. İslam ile şeriatın iç içe olduğunun far­kında değildir. Çünkü kendisine, bu iki kavramı farklı şeyler gibi göstermişlerdir.

Cenab-ı Hak Kur’an’ında şöyle diyor: “İşte bu kitap ki doğ­ruluğunda şüphe yoktur, inanları kötülüklerden korumak için yol göstericidir” (Bakara, 2/2). Esasında “din” dediğimiz nedir? Din Cenab-ı Hakkın insanlara sadece ahiret için değil bu dünya için gönderdiği kaideler manzumesidir. Allah bizi yaratıp bu dünyaya salmıştır; burası bir imtihan dünyasıdır, bize ”Şöyle davranırsa­nız; size verdiğim nefsin kötülüklerine karşı kendinizi koruyabi­lirsiniz; korumak için size gönderdiğim kaidelere sıkı sıkıya sarı­lırsanız ahiretiniz de, dünyanız da mamur olur. Dünyada refaha, Ahirette felaha (kurtuluşa) ulaşırsınız.” demektedir. Yani kur­tuluşa eren insan refaha ulaşacaktır. Kurtuluşa eremeyen insan dünyada refahı da bulamayacaktır. Bu müminler için gösterilen yoldur. Fakat Cenab-ı Hak; sadece dünyayı isteyenlere dünyayı veririz, artık onların Ahirette başka talepleri yoktur. Artık başka talep hakları olmasın diye, onlara istedikleri dünya verilmiştir. Ama müminlere, hem dünyayı hem ahireti isteyin diyor. “Yarab- bim bize hem dünyada hem de ahirette hayırlısını ver.” diyen mümin kuluna Allah her ikisini de verir. Şu halde müslüman insanın seküler “iktisadi adamdan” birinci farkı, müminin hem dünyayı, hem de ahireti birlikte istemesi, yani dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışırken ahiret için her an ölüme hazır bu­lundurması, yani muhasebeci diliyle defter-i amalini (amel def­terini) her an ajür (hesap verebilir) halde tutması; yani defterini kontrole hazır hale getirmesidir. “Böyle bir Müslüman Allah’ın emirlerine göre nasıl davranmalıdır?” Sorusuna verilecek cevap önce Allah’ın emirlerini bilmesi gerektiğidir. Elhamdülillah müs- lümanım diyen insan, müslümanlığın ne olduğunu bilmiyorsa onun müslüman gibi davranmasını bekliyemeyiz. İslamın şart­ları bellidir. Onlar, Savmun-salat, Haccı, zekât ve kelime-i şaha­dettir. Kelime-i şahadetle imanın şartlarına göre inanmak gerekir. O da amentüde yazılı olanlardır. Orada birçok şey arasında “Al­lah’ın kitaplarına da inandık” diyoruz. Kur’an-ı Kerim Allah’ın kitabı olduğu, halde Kur’an’ın getirdiği hükümlere bu şeriattır de­yip inanmazsak imanımız eksik kalmış olur. Şu halde, önce insa­nın imanın ve İslam’ın şartlarını yerine getirmesi lazımdır. Onun da yerine gelmesi için onları bilmesi gerekir. Onun için Kur’an’ı Kerim “ikra” (oku) kelimesiyle başlamıştır. Allah kullarına oku diyor. “(İkra) Oku ki beni anlıyasın” diyor. Yunus’un dediği gibi, marifet kişinin kendini bilmesidir. Hem kendini, hem yaradanım bilmesi için okuması lazımdır. Şu halde imanın arkasından bilgi gelecektir. Bu sebeple müslüman çocuğunu eğitmeye mecburdur. Seküler eğitim sosyolojisinde çocuğu rüşt çağına kadar serbest, bırakalım yolunu, dinini kendi seçsin deniyor. Bu İslam’a göre yanlıştır. Ebeveynin görevi, çocuğa Allah’ın emirlerini ve yaşama metot ve kaidelerini öğretmektir. Çocuk bunu öğrenecek ki, Müs­lüman gibi davranmasını bilsin. İşte Müslümanların Müslüman gibi davranmayı unutması, Müslümanlığı öğrenemeyişlerinden- dir. Şu halde önce iman edeceğiz, sonra da İşlemi öğreneceğiz. İslam’ın bütünü içinde iktisadî saha ile ilgili kaidelerini de öğre­neceğiz.

Üçüncü kademe de ise inandığımız ve öğrendiğimiz şeyleri uygulayacağız. Bu en zor safhadır, çünkü bu safhada nefsimizle mücadele söz konusudur. Buna cihad-ı ekber denir. Bu, doğuştan mezara kadar süren nefsi emmare ile mücadele safhasıdır. Nefsi tam halim olmanın sonu yoktur; bu insanı veli mertebesine götü­ren yoldur. Bu yoldaki gelişme insanın takva derecesini gösterir. Allah diyor ki: “Bugün dininizi bütünledim, üzerinize olan nimeti­mi tamamladım. Size din olarak İslam’ı seçtim” (Maide, 5/3). Böy- lece Allah Kâinatın yaratılışından bu yana muhtelif peygamber­leriyle insanlara yol gösterici olarak gönderdiği kaideler düzenini Kur’an ile tamamladığını ve insanlara ona göre hareket etmelerini bildirmektedir. Şu halde bu müslüman insanı yetiştirebildiğimiz ölçüde İslam iktisadı uygulanabilecektir. İslam iktisadı sistemi hâkim olabildiği ölçüde de serbest pazar ekonomisinde dengeler sağlanabilecektir. Müslüman gibi davranmayan insanların elinde, müslüman gibi yaşamayan toplumların yapısında İslam iktisadı­nın uygulanması güçtür. Müesseseler kurulsa bile bunların dişli­leri, çarkları birbiriyle sürtüşür, pürüzsüz işlemez. Serbest pazar ekonomisinde de dengeler sağlanamaz. Şu anda Suudi Arabistan dâhil bütün İslâm ülkeleri bankaları, sistemleri, faizleri ile birlik­te gayri İslami bir iktisadi model içinde yaşamaktadır. Zekât ve faizsiz banka gibi müesseseleri bu ortama, yerleştirmeye kalksak uyum tam olmuyor. Çünkü hem müslüman insan modeli tam ola­rak yok, hem de toplum İslami şekilde düzenlenmemiş, insan­lar müslüman gibi motive olamıyor, müesseseler İslami esaslar içinde çalışamıyor. İslami bir eğitime tabi tutulmazsa, müslüman insan, yaratılışında mevcut olan nefsine bağlılık ve mala düşkün­lük ile cimrilik, egoistlik gibi özellikleri sebebiyle iktisadi adam gibi davranmaya mütemayildir. Meşhur atasözümüze göre, “Mal, canın yongasıdır.” Yani iktisadi adam tipinin doğru tarafı vardır, insan, insiyaklarıyla harekette serbest bırakılırsa, iktisadi adam gibi davranır ve “birbirinin kurdu olur.” Fakat insanı hayvandan ayıran tarafı, insanın din, ahlak, iman dediğimiz yönleridir. İn­sanın fıtratında hem şeytan, hem melek sıfatı vardır. İnsan dav­ranışlarıyla «bazen o hale düşer ki, Şeytan, “Yarabbi beni iyi ki bir insan yaratmadın”, diye şükreder; bazen de insan o derece yükselir ki, melekler, “insan yaratılmadıklarına hayıflanırmış.” İnsan melekten üstün ve şeytandan beter olabilecek vasıflarıyla iki uç arasında gidip gelen bir mahlûktur. Problem de, İslami ya­şamanın zorluğu da buradadır. “İnnema’l-a’malü binniyat” den­diği üzere ameller niyetlere bağlıdır. Kalbi temiz tutmak, bunun içinde devamlı eksersiz yapmak lazımdır. İmanımız olmasına rağmen devamlı bir meddü cezir içinde yaşıyoruz. Çünkü tabii insiyaklarımız ve nefsimiz bizi daima kötülüğe doğru teşvik ede­bilir. Onu biz eğitim, terbiye, ahlak ve iman ile zikir ve ibadet ve iyi amellerle etrafımızda iyi bir çevre oluşturarak kendimizi bu tehlikeden koruyabiliriz. İyi bir çevre insan için bir kale oluştu­rur ve kötülükler o kaleye giremez olur. Zira insan telkine tabi mahlûktur.

2.    Fark: İkinci fark, seküler piyasa modeli lâ-ahlakidir. İslam iktisadı ahlakidir. Seküler iktisat teorisi gayri ahlaki olduğundan, ahlaki kaygılar dikkate alınmadan teoriler, muhakemeler yürütü­lür. Çünkü ele, alınan insan modeli ahlaki kaygılardan arındırıl­mış, iktisadi adam modelidir. İslam iktisadı ise Cenab-ı Hakkın gösterdiği ahlaki prensiplere dayanır. Bunların başlıcaları şunlar­dır;

a)    İnsanlar Allah’a kulluk için yaratılmıştır.

b)    Bütün müminler kardeştir.

c)    Maddi imkân ve vasıtalar, insanı Allah’tan ve onun yo­lundan uzaklaştırmamalı, bilakis kulluk hedefine ulaşmak için birer vasıta olmalıdır.

d)    Fani olan, bu imtihan dünyası sonunda, ahiret denen ebedi hayatta insanlar bu dünyadaki bütün amelleriyle birlikte iktisadi faaliyetlerinden hesaba çekileceklerdir. Bu sebeple insan- lararası münasebetlerde akde ve ahde vefa, emanete riayet, diğer- gamlık gibi ahlaki prensipler esas alınmalıdır. Kul hakkı yenme- melidir, çünkü Allah kul hakkını affetmez.

3.    Fark: Üçüncü fark, seküler modelin objektif olup, değer hükümlerine dayalı olmadığı iddiasıdır. Seküler iktisat ön değer hükümleri olmadığını, pozitif olduğunu beyan eder. Hâlbuki in­sanın çevresinden soyutlanması mümkün değildir. İlim adamı da bu tesirden kendini kurtaramaz. İslam iktisadı ise değer hüküm­lerine bağlı olduğunu açıkça ifade eder. İslam iktisadı, Yaradan’ı- mızın bize tavsiye ettiği değer hükümlerine bağlılığını samimi­yetle kabul eder. İslam iktisadının hem pozitif, hem de normatif kaideleri vardır. Yani İslam iktisadı hem pozitif yönüyle insanın iktisadi davranışlarını ve iktisadi olayları inceler, hem de Allah’ın gösterdiği kıymet hükümlerini, yani NAS’ları bildirerek, olması gerekeni belirtir. Bu hususlarda normatif kaideler vaaz eder. Özet olarak, İslam iktisadı ahlakidir, kıymet hükümlerine dayanır. Hem pozitif, hem de normatif yönü vardır.

4.    Fark: Dördüncü fark, Batı modeli insan yapısıdır, akılla geliştirilmiştir. Bu sebeple değişkendir. Tenkitle gelişmesi, geliş­me süreci bakımından faydalı, fakat daima yeniden tenkide açık olması itibariyle mahzurludur. İslam iktisadının temel kaideleri ise Allah yapısıdır. İlahi prensiplere dayalıdır. Motivasyonları­mızı, içgüdülerimizi, davranışlarımızı, fonksiyonlarımızı o ilahi emirlerle irtibat halinde tutmanın yollarını aramak mecburiye­tindeyiz. Batı modeli, bir yanda mutlak bırakınız yapsınlar (lais- sez-faire) esasına dayalı liberal ekonomi ile, diğer yanda mutlak bir kolektivist güdümlü, ekonomi modeli ile iki ekstrem (uç) ara­sında çeşitli ara modeller sergilemektedir.

İslam iktisadı ise mutlak bir laissez-faire modelini kabul et­mediği gibi, mutlak bir güdümlü otoriter veya kolektivist modeli de reddeder. İslam ekonomik modeli müslüman insanların oluş­turduğu toplumda, Müslüman bir yönetim içinde, sosyal ve ah­laki normlara dayalı toplumun refahını hedef alan bir Pazar eko­nomisidir. İslam iktisadı modeli her türlü aşırılıktan uzak dengeli bir toplum idealini hedef alan gerçekçi bir modeldir.

5.    Fark: Beşinci fark, seküler modelde, iktisadî adamın mutlak üstünlüğü vardır. Yani fert kendi menfaatini sağlamak için davranışlarını düzenleyeceğine göre, bunu sağlamada mutlak serbestliğe sahiptir. Her ne pahasına olursa olsun, her ne şekilde olursa olsun helal, haram, meşru, gayri meşru her yoldan iktisadi menfaatini maksimize etmeğe çalışacaktır. Tıpkı siyasetteki Mak­yavelizm gibi, çünkü davranışları meta-ekonomik prensiplerle sınırlı ve mukayyet değildir. Hâlbuki İslam İktisadında ferdi men­faatler sosyal denge ile sınırlanmıştır. Mesela Kapitalist sistem dünya görüşüdür, burada devamlı büyümeye çalışan büyümenin sonu olmayan bir müteşebbis tipi bir insan modeli söz konusu­dur. Kapitalist sistemin hem başarısı hem de kusuru burada yatar. Bu sonu olmayan bir koşu gibidir. Devamlı bir iktisadi büyüme ile ekonomik sosyal denge bozulması ortaya çıkar.

6.    Fark: Altıncı fark, Batı modelinde, teoride ferdi menfa­atle toplumun menfaati arasında bir ayniyet olduğu farz edilmiş­tir. Kapitalizm daha ziyade Protestanlık ile birlikte gelişmiştir. Bu görüşte puritan Protestan ahlakının tesiri vardır. Kapitalizmin do­ğuşunda, rasyonel adam tipi kadar kuzey yarım küresinde gelişen Protestan ahlakının tesiri olduğu hem Alman Max Weber hem de İngiliz Tawery tarafından belirtilmiştir. ABD’de kapitalizmin ön­cüsü olan bu puritan protestanlar dindardır. Bugünlerde Batılılar tarafından müslümanlara “fundamentalist” (kökten dinci) denişi gibi puritan protestanlar da Hristiyan fundamentalistlerdir. Yani dindar ve ahlaklı insanlardır. 18. asırda Amerikan hayatı ile ilgili bir kitapta, halkın dini ölçülere uyduğu ve “dinimize göre yaşa­mak için buraya geldik” dedikleri görülür.[36] Anglosaksonların ge­lişmesinde puritan ahlak düzeni öncülük yapmıştır. Kapitalizmin ilk müteşebbis tipleri dindardır. “Hz. İsa’nın, şeriatında iktisadi kaideler yoktur. Ama ahlaki kaideler vardır. Puritanlar bu, ahlaki prensiplere uymuşlar ve Protestanlık onların elinde gelişmiştir. Bilahare bu durum değişip, seküler ahlak sistemine dönüşünce kapitalizm yozlaşmıştır. Puritan ahlak sisteminde zengin insan akıllı insandır. Akıllı insan kendi zengin olduğu gibi topluma da faydalı olur. Ferdi menfaatle toplum menfaati arasında bir ayniyet ve denge olduğu kabul edilir. Zamanla müteşebbisler bu puritan ahlak çizgisinden uzaklaşınca zenginin menfaati ile toplum men­faati arasında çatışmalar başlamıştır. Bu sistemde ferdi menfaati ön plana alıp toplumun menfaati geri plana alınınca dengeler bo­zulmaktadır. Thomas Carlyle’in tabiriyle “19. asır Avrupası dev gibi bir iktisadi ve teknolojik gelişmenin beraberinde dev gibi sefaleti birlikte sürüklediği bir çağdır. Carlyle insanlık tarihinde her branştan bir kahraman seçer, Peygamberler içinde de Hz. Mu- hammed’i (sav) seçer ve onun şahsında İslam’ı öyle güzel anla­tır ki (Allahu alem) müslüman gibi görünür.”[37] Bu puritan ahlak çizgisinden uzaklaşınca, çocukların maden ocaklarında çalıştırıl­ması, 18 saatlik mesai vs. gibi gayri insanî çalışma, şartları so­nunda sosyalist sistemi hazırlayan ortam oluşmuştur. Bu dönem tek yönlü ve tek yanlı bir kalkınma dönemidir. İktisadi ve teknik gelişme yanında manevi ve ahlaki gelişme ihmal edilmiştir. İn­giltere’de üç şeyin girmediği semtlerin ortaya çıkması bu devirde olmuştur. Bu üç şeyi, güneşin, kanunun ve Allah korkusunun girmediği “slum” denilen gecekondu semtleridir. Batı toplumun- da bu sebeple fakirlik ile dinsizlik beraber gelişmiştir. Allah’a karşı isyan, Allah’tan uzaklaşma ve fakirlik sefaletle birlikte art­mıştır. Zenginler ve entelektüeller ise mevcut maddi ve manevi değerleri muhafaza etmeğe çalıştıklarından “muhafazakâr” diye adlandırılmışlardır. Sosyalizm fakir semtlerde gelişirken fakirler ve okumamışlar ise Proleterya olarak mevcut değerlere karşı çıkıp reaksiyoner olmuşlardır. Kilise, ordu, sermaye üçlüsü ise muhafa­zakâr grubu oluşturmuştur.

Burada şunu belirtmek gerekir ki İslam dünyasında bu şab­lonun tam tersi görülür. Okumuşlar ve zenginler, yani sermaye, aydın ve ordu üçü bir arada dine karşı veya bigâne kalmışlardır. Çünkü zihnen Batı eğitimiyle yetişmişler ve fakat batıyı batılı ya­pan ana değerlerini temel ve esasını yakalayamadıkları için batılı olmak yerine batıcı olmuşlardır. Batının sosyo-kültürel temelle­rini anlayamamış, geri döndüklerinde orada satıhta gördüklerini ülkelerine taşımışlar, dini ve milli inançları zayıflamıştır. Yani Ja­ponların yaptığını yapamamışlar, Batının rasyonel davranış me- todlarını benimseyerek kültürel kimliklerini muhafaza etme ba­şarısını gösterememişlerdir. Bizde kullanılan “sağ-sol” kavramları Batı kavramları olup bizim yapımıza uymaz. Mesela İstanbul’da en zengin lüks semtler olan Moda ve Şişli’de seçimlerde sosya­list partiler kazanır, buna mukabil Gaziosmanpaşa vs. gibi fakir semtlerde ise muhafazakâr partiler başarılı olur. Sebep şudur? Zengin semtlerdeki insanlar, dini ve kültürel bakımdan toplumda mevcut değerlere karşıdır. Bu sebeple manevi ve kültürel değer­leri yıkmak isteyen devrimci partileri desteklerler. Buna muka­bil maddi sahada, servetlerini muhafaza sadedinde muhafazakâr olurlar. Yani bu zengin gruplar maddi sahada muhafazakâr, mane­vi sahada devrimci olmaktadır. Fakir insanlar ise dini reaksiyon ve kültürel bakımdan muhafazakâr oluyor, madde sahasında ise devrimci olmaları gerekirken, manevi saha ağır bastığı için muha­fazakâr partilere meyletmektedir. Dolayısıyla sağ-sol kavramlarını İslam dünyasında Batıdaki muhtevasıyla kullanmamak lazımdır. Başka tabirler bulmak gerekir. Özetlersek Batı toplumunda ferdi menfaatle, toplum menfaati beraber olduğu düşünüldüğü halde İslam iktisadında ferdi menfaatle toplum menfaatinin ilahi pren­siplere bağlı olarak dengelenmesi asası getirilmiştir. Yani, ferdi menfaatleri ilahi prensiplere uygun olarak toplum menfaati lehi­ne dengelemek söz konusudur. İslam iktisadında ne devletin, ne de ferdin mutlak hâkimiyeti söz konusudur. Her ikisinin de ilahi prensiplere göre, fonksiyonlarını yerine getirmesi mevzubahistir. İkisi de bağımsız ve müstakil değildir, fert nefsinin istikametinde, devlet otoritesi dünyevi kudreti istikametinde elindeki gücü so­nuna kadar karşı tarafın zararına olacak şekilde, kullanmağa yet­kili değildir. İki taraf mevcut imkânlarını, ilahi prensiplere göre sınırlamak durumundadır. Bu sebeple Osmanlı döneminde fetva sistemi ortaya çıkmıştır. Dünyevi gücü elinde tutan, ilahi pren­siple kendini sınırlar. Burada bir nokta daha ortaya çıkar, o da İslam’da demokrasinin var olup olmaması meselesidir. Bu sualin cevabı demokrasinin tarifine bağlıdır.

Dünyadaki düzenleri üçe bölebiliriz.

a)        İktisadi ve siyasi kudretin bir elde birikmesi hali,

b)       İktisadi ve siyasi kudretin tecezzi etmesi, bölünmesi hali,

c)        İktisadi ve siyasi kudretin muhtelif gruplar arasında dağılması hali.

Eğer bir toplumda iktisadi, siyasi ve hukuki kudret bir elde birikirse buna otoriter rejim denir. Bu güç tek parti, tek şahıs, tek grup, asker veya sivil iktidarı olabilir. Eğer bu kudreti elinde bu­lunduran grup veya şahıslar, ilahi prensiplere göre düzenlenmiş bir toplumda hükmetmiyorlarsa, insan eliyle düzenlenmiş sekü- ler bir dünyevi kudreti temsil ediyorlarsa, ellerindeki bu gücü so­nuna kadar kullanmak isteyeceklerdir. Bugünkü düzende çeşitli gelir gruplarının menfaatleri birbiriyle çatışır. Belli bir grubu tem­sil eden parti veya şahıslar tek başına işbaşında ise onlar kendi menfaati istikametinde davranırlar ve ilahi prensipler de mukay­yet olmadıkları için ellerindeki gücü sonuna kadar kullanmak is­terler; bu, zulüm olur ve böylece hâkim guruplar diğer gruplara zulmetmiş olurlar. Otoriter rejimlerin kötülüğü buradadır.

Eğer otoriter rejimi beğenmez ve bunun zıddını düşünürsek otoriter rejimin tam karşıtı, iktisadi ve siyasi kudretin toplumun bölünebilen en küçük parçasına dağılmasıdır. Toplumun bölü- nebilen en küçük parçası da insan olduğuna göre, her insanın kendi başına buyruk olması hali otoriter rejimin karşıtı sayılır ve doktrinde bu duruma anarşizm denir. Anarşizm, toplumda devlet dâhil hiç bir kudreti kabul etmeyen, herkesin kendi başına buy­ruk olduğu bir halin adıdır; bu görüş düşüncede kalmıştır. Çünkü Cenab-ı Hakkın yarattığı insan fıtraten toplum halinde yaşamak üzere yaratılmıştır. Kimse Robinson misali kendi başına yaşaya­maz.

Şu halde insanlar birinci halden memnun kalmamış, ikinci halde mümkün olmayan bir hal tarzı aramışlar ve kudreti gruplar arasında dengeli olarak dağıtma halini bulmuşlardır. Batı demok­rasisi bu görüşe dayanır. Buna göre sosyal, siyasi ve iktisadi kud­ret, gelir grupları arasında bölüştürülmüştür. Bu suretle hiç bir grup diğerlerine tahakküm edemeyecektir. Bu bölüşümün, meka­nizması da şöyle kurulmuştur: Siyasi kudret siyasi partilere bölü­nür, her parti belirli grupları temsil ederek birbirini kontrol eder. Amaç hiçbirinin diğerlerine zulmetmesine imkân vermemektir. İktisadi sahada ise toplu pazarlık sistemi iktisadi kudreti dağıtan mekanizrna olarak ortaya çıkmıştır. İktisadi sahada özel teşebbüs karşısında sendikalar ortaya çıkarılmıştır. Galbraith’in (1952)4 (Countervailing power) dediği “mukabil kudretler nazariyesi” bu fikri ifade eder.

Buna göre, kapitalizmde Marksın belirttiği üzere rekabet ye­rine temerküz meydana gelip tekeller ortaya çıkmaktadır. Fakat bir tekeli bir başka tekel dengelemek suretiyle tekeller arası re­kabet ortaya çıkmış, bu durum, dengelerin sağlanmasını temin ederek kapitalizmin Marksın tahmini veçhile çökmesini engelle­miştir. Mesela demiryollarında hakim olan bir tekele karşı hava yollarında veya karayollarındaki başka tekellerin ortaya çıkması ulaşımdaki rekabet dengesini sağlamaktadır. Yine, mesela ABD de otobüsçülük sahasında Greyhound şirketi ABD çapında bir tekeldir. Fakat bu tekel havayolu ve demiryolu tekelleriyle reka­bet halindedir. Üretimde hâsıl olan sanayi tekellerini, ticaret sa­hasında ortaya çıkan (chain-store) denen zincirleme departman mağazaları tekelleri (Woolworth Kaufhof) gibi dengelemektedir. Bu ticaret zincirinin her vilayette mağazaları vardır. Buna karşı sendikalar bu ticari ve sınai tekelleri dengelemektedir. Bu durum batıda hâkim olan, maddi güce dayalı kudretler dengesini sağ­lamış olur. İslam iktisadında ise durum şöyledir. Dünyevi kud­ret imamda (lider) toplanır. Çok parti sistemi yoktur, çünkü tek doktrin ve ideoloji vardır, o da İslam’dır. Dünya görüşü tektir, o da Allah’ın görüşüdür. Herkesin görevi Allah’ın nizamını uygula­maktır. Seçim ancak şahıs veya grup, aile, kabile vs. için yapılır. Dünyevi gücü elinde bulunduran kim olursa olsun, bu gücü nef­sinin arzusu istikametinde kullanamaz. O gücü ilahi prensiplere

4.    Galbraith, John Kenneth (1952), American Capitalism: The Concept of Counter­vailing Power, Boston: Houghton Mifflin.

uygun kullanmak zorundadır. Fetva makamının fonksiyonu bu- dur. Böylece İslam’da dünyevi kudret ilahi kudretle kontrol edil­mektedir. Demokrasi eğer bir kontrol mekanizması ise bu manada bir demokrasi İslam’da vardır. Yani dünyevi güç kontrolsüz değil­dir. Kontrol vardır.

Şu farkla ki, bir dünyevi gücü bir başka dünyevi gücün kont­rolü yerine, dünyevi gücün tamamı ilahi kudret tarafından kont­rol edilmektedir ve edilebildiği ölçüde İslami demokratik devlet sistemi var demektir. Bu, hakiki demokrasidir. Böyle bir toplum­da fert ve devlet İslam’ın prensiplerini birlikte uygulamakla mü­kelleftir. Hiçbiri, kendi nefsi ve dünyevi istikametinde ilanihaye bağımsız ve serbest değildir. Altıncı farkın, yani fert-toplum ara­sındaki kudret dengesinin özelliği işte budur.

7.    Fark: Yedinci fark, Batı modelinde akıl esas alınmıştır. Rasyonalizasyon dediğimiz şey budur. Bütün ölçüler akla ve ilme dayandırılmıştır. İlim aklın eseridir. İslam iktisadında akla tabii ki önem verilir. Zira insanın eşrefü’l mahlûkat oluşu akıl sayesindedir. Mahlûkat içinde sadece insan yaptıklarından dola­yı Allah’a karşı sorumludur. Çünkü sorumluluğu doğuran, onun akıl sahibi oluşudur. Bu sebeple akli dengesi bozuk olan insanın sorumluluğu da yoktur. Fakat İslam’da akıl putlaştırılmaz, çünkü bize aklı veren de Allah’tır. Bu sebeple aklın üzerinde Allah’ın varlığı, birliği, tevhid akidesi, vahdaniyet prensibi gelir. Zira bize aklı veren Allah’ın, aklımıza hitaben bize ilettiği bazı temel pren­sipler, ilahi göstergeler, vardır. İslam’da bu göstergelerin ışığında aklın üstünlüğü ve serbestliği söz konusudur. Bu sebeple, İslam dini itikatta akli değil, naklidir, fakat akla muğayir değildir. İslam dininin prensipleri bir insan veya insanlar tarafından akılla bu­lunmuş değildir. İslam kaideleri Peygamberimizin karihasından5 çıkmış değildir.

Bu sebeple İslam’a “Muhammedenism” demek yanlıştır. İs­lam, Allah’ın dinidir. İman eden, Allah dediği için iman eder, yoksa akılla doğruluğunu ölçtüğü için iman etmez. Ama iman

5.    (düşünme gücünden, kastından) ettikten sonra incelemelidir. Allah insana “Akıl verdim, düşün ve araştır” diye buyurmaktadır. İnsan, Allah’ın her emri üzerinde düşünüp araştırırsa akli delillerini bulur. İslam iktisadında temel ölçü akıl değil, imandır. O da Tevhid akidesidir. Allah’ın birliğine ve vahdaniyetine inanmaktır.

İslam iktisadında bütün nizam, hayatın iktisadi, sosyal-siya- si, hukuki her safhası, insanın her davranışı tek bir fikri müdire (idareye) dayanır. O da Allah’ın birliği ve Allah’ın her şeye kadir ve her yerde nazır olduğu ve onun iradesi olmadan hiçbir hareke­tin meydana gelemeyeceği hususudur. Bu fikre Tevhid akidesi di­yoruz. Seküler Batı modelinde ise insan aklı tek kaynak olarak ele alınınca, herkes kendi aklını beğendiğinden, aralarında devamlı mücadele olacaktır. “Ehli küfür, aralarında daima nifak halinde olur; sadece ehli İslam’a karşı birleşirler.’’ hükmü Kur’an’da be­lirtilmiştir. Batı, İslam ortadan kalkınca birbiriyle ihtilafa düşer, İslam ortaya çıkarsa ona karşı birleşir. Şu anda da kapitalist-sos- yalist gruplar birleşince, istikametlerini İslam’a karşı yöneltmeğe, başlamışlardır.

8.    Fark: Sekizinci fark, İslam iktisadı bu özellikleriyle diğer bütün modellerden farklıdır. Fakat İslam iktisadı kendisi İslami çerçevesi içinde bağımsız değildir. İslam’ın bütünü içinde yer alır, bütünden bağımsız değildir. Batıda ilimler birbirinden bağımsız olduğu halde İslam’da bütün ilimleri Tevhid akidesi içinde, dinin bütünü içinde yer alırlar.

9.    Fark: Dokuzuncu fark, Batı modelinde üretim, tüketim ve bölüşümde insan unsuru mekanik bir unsur olarak telakki edil­miştir. Üretim faktörleri ayrı ayrı ele alınmış, bunlar matematik bir fonksiyon içinde düşünülmüş, üretim faktörlerinin her biri bir mekanik zincirin birer halkası olarak kabul edilmiştir. Emek, sermaye, teşebbüs ve tabi kaynaklar olarak belirtilen bu dört fak­törün ikisi insanla ilgilidir. Emek ve teşebbüs faktörleri sanki bi­rer mekanik faktör gibi düşünülmüş, emeğin insanı temsil ettiği unutulmuştur. Emek-sermaye münasebetleri incelenirken emek ruhu, gönlü, iç dünyası olan bir insan gibi değil, üretime katılan bir vida gibi düşünülmüştür. İktisadi analizler bu düşünceye göre yapılmıştır.

Hâlbuki İslam’da, insan, eşrefü’l-mahlûkat olarak ele alın­mıştır. İnsan yeryüzünde Allah’ın Halifesi olarak mütalaa edil­miş, emek erbabı ile müteşebbisin fonksiyonları İslam’ın pren­sipleriyle sınırlandırılmıştır. Batı modelinde olduğu gibi işveren, İslam ekonomisinde işçiye karşı davranışlarında layüs’el (so­rumsuz) değildir. Bu sebeple endüstriyel ilişkiler sistemi İslam iktisadında Batı modelinden farklıdır. Batı modelinde işverenin işçiye karşı layüs’el davranışına mukabil, işçi grev hakkı ve toplu pazarlık mekanizmaları yoluyla maddi güç açısından dengelen­miştir. Bunun da başka yolu yoktur. Batıda maddi kudretler ara­sında dengeleme sistemi hâkimdir. İslam modelinde maddi kud­retleri manevi kudretle dengeleme sistemi esas alınmıştır. Fakat bu hususlar, yani İslam’da endüstri ilişkileri modeli işçi-işveren münasebetleri nasıl olacaktır? gibi konular henüz detayıyla işlen­miş değildir. Bunların incelenmesine ihtiyaç vardır6. Teoride bazı fikirler geliştirilmiş olsa da henüz, uygulamaya konmuş değildir.

10.     Fark: Batı modelinde İktisadi faaliyetlerde ferdi planda menfaati maksimize etme hedefi vardır. İktisadi insan menfaatini geliştirmek için iktisadi hayatta serbest bırakılmıştır. “Bırakınız yapsınlar” prensibi ve iktisadi liberalizm bu esasa dayanır. Hâl­buki İslam iktisadında menfaati adalete dayandırma ve toplum çerçevesinde sosyal planda hasılayı maksimize etme prensibi uy­gulanır. Yeni Batı modelinde üretim faktörlerinden her biri faktör gelirini maksimize etmeğe çalıştığı ve ahlaki prensiplere de bağlı olmadığı için aralarında, devamlı bir çatışma vardır. Kapitalist sistem üretimde başarılı olmuş, fakat bölüşümü halledememiş- tir. Sosyalist sistem ise bölüşümde dengeyi sağlamaya çalışmış, fakat üretimde başarılı olamamıştır. Marksizm’in çöküşünün se­bebi üretimde meseleyi çözememesidir. Bunu bizzat kendim mü­şahede ettim. Marksizm’in çöküşünden iki sene kadar önce idi.

6.      Sabahattin Zaim hocamızın nezaretinde hazırladığımız doktora tezi için bakınız: Sosyal Siyaset Açısından İslam’da Ücret. Türkiye Diyanet Vakfı Yayını. 3. Baskı, Ankara-2012.

Paris’te Uluslararası Ticaret Odasının Doğu-Batı komitesi toplan­tısına Türk delegesi olarak katılmıştım. Toplantıda bütün doğu ülkelerinin temsilcileri de hazır bulunuyordu. Dünya Bankası delegeleri de oradaydı. Şunu hayretle müşahede ettim. Dünya Bankası temsilcisi konuşurken Doğu Blokunda üretim teknolo­jisinin geri olduğunu, Batının bu ülkelere kredi veremediğini ve yatırım yapamadığını, çünkü paralarının başta ruble olmak üzere konvertibil olmadığını beyan etti ve şöyle dedi: “Mesela biz Bul­garistan’a yatırım yapsak, bu yatırımı niçin yaparız? Mamulleri­mizi Doğu bloku ülkelerine satmak için. Hâlbuki para konvertibil olmayınca biz o malı satamıyoruz; mal orda kalıyor. Bu sebeple yatırım yapamıyoruz. Batının doğu blokuna yatırım yapması ve teknoloji transferi için ilk şart, asgari, Sovyet parası olan rublenin konvertibil hale getirilmesidir. Sonra diğer doğu bloku ülkeleri de bu politikayı takip ederse, Batı bu ülkelere yatırım yapabilir.” Hayretle gördüm ki, Rusya başta, bütün doğu delegeleri bu tenkit­leri başları öne eğik kabul ettiler. Doğu bloku ülkelerinin başarı­sızlıklarını resmen kabul edişlerini ilk defa ve hayretle müşahede ediyordum. Bu hadise ilk defa gerçekleşen Began Gorbaçov gö­rüşmesinden sonra oluyordu. Aradan bir iki yıl geçince o andan itibaren beklenen çöküş süratle geldi.

İslam modelinde ise üretim-tüketim dengesi esas alındığı için, ne “consumer sovereignty” denen tüketici hâkimiyeti kabul edilir, ne de üretici hâkimiyeti. Her grubun Allah’ın hâkimiyeti altında adalete dayalı olarak dengeleri sağlaması gerekir. Esasen menfaati peşinde koşan insanın iktisadi davranışlarına getirilen ilahi sınırlamaların fonksiyonu dengeleri sağlayıcı olmasıdır. İs­lam iktisadında tahlillerin bu çerçeve içinde yapılması icap eder.

11.     Fark: İslam iktisadında adalet tecezzi etmez (bölünmez). Batı modelinde kategorik adalet kavramları geliştirilmiştir. Mese­la iktisadi sahada sosyal adaletten bahsedilir. İslam’da böyle tef­rikler yapılmaz. Adalet, bir bütün olarak kabul edilir ve hayatın her safhasına uygulanır. Hukuki iktisadi, milletlerarası, vs. her sa­hada adalet üzere hareket gerekir. “Adalet mülkün temelidir” lafı oradan gelir. Mülk kâinat anlamına gelir. Kâinatın sahibi Allah’tır. Adalet kâinatın varlığının temelidir. Bir söz daha vardır. “Bir dev­let küfr ile değil, zulm ile yıkılır” denir. Yani, gayri müslimler de adil hareket ederse devleti yönetirler, fakat zulum başlarsa, ora­da idare çöker. İslam iktisadının temelinde toplumun bütününe şamil bir adaletin uygulanması yatar. Esas olan Batı modelinde olduğu gibi diğer katmanlardan tecrit edilmiş bir sosyal adaletin sağlanması değildir. İslam’da hedef, tecezzi etmeyen bir adalet kavramının vahdet fikrine dayalı olarak mülkün tamamını içine alan bir uygulamaya ulaşmasıdır.

11. Fark: Batı modelinde, evvelce belirttiğim gibi; hudutsuz kazanç prensibi hâkimdir, üretimde kârın sınırı yoktur. Üretici rekabet içinde de olsa kârı maksimize etmeğe çalışır. Gerekirse tekelliğe başvurur. Rakibini yok etmeğe çalışır. Spekülasyon, ih­tikar, iddihar ve iktinaz, baht oyunu, kumar vb. her türlü vasıta­larla gelirini arttırmak peşindedir. Hâlbuki İslam’da hedef, mak­simum kazanç yerine helâl kazançtır. İktisadi hayata helal-haram kavramları getirilir ve kazancın hedefi haramdan kaçınıp helal olacak şekilde ve o sınır içinde kazancı sağlamaktır. Yani İslam’da kâr, meta ekonomik bir sınırla takyit edilmiştir. Sınırsız değildir. Kazancın meşru sahalarda ve helal ölçüler içinde kazanılması ge­rekir. Bu sebeple İslam her çeşit piyasada tekelleşmeye karşıdır. İslam’da tekel ile birlikte ihtikâr (malı biriktirip saklamak), ik- tinaz (parayı biriktirip saklamak) men edilmiştir. Spekülasyon, kumar, baht oyunları yasaklanmıştır. İddihar’a zekât yoluyla ne­gatif faiz konmuştur. Böylece, önce faiz gelirinin yasaklanması, ardından ihtikar ve iktinazın men’i yoluyla, paranın üretime şev­ki teşvik edilmiştir. Hukuki sahada ise bu yönde iki önemli fark görülür. Birincisi akitlerde tarafların dilediği gibi harekette ser­best olmamasıdır. İkincisi, hükmi şahsiyetin onu kuran şahısların sorumluluğu dışında tutulmamasıdır. Batı modelinde açıkça men edilmeyen her şey mübah iken, İslam’da açıkça müsaade edilme­yen her şey men edilmiş veya şüphe ile bakılmıştır.

Batı modelinde, kazanç için şart olarak ileri sürülen meta-e- konomik bir meşruiyet prensibi yoktur. Alkol de, sigara da, hatta kanun izin verirse uyuşturucu da üretilir ve satılarak kâr edilir. Çünkü seküler iktisatta fayda kavramı lâ-ahlakidir. İnsanın her türlü ihtiyacını karşılayan her türlü mal, insana bir haz verir bir tatmin duygusu sağlar. Buna “fayda kavramı” denir. Burada gide­rilen ihtiyacın, kullanılan malın meşruiyeti, ahlaki niteliği dikka­te alınmaz. Çünkü seküler iktisat la-ahlakidir. Makyavelizm gibi menfaat sağlayacak her türlü vasıta meşrudur. Neticeler, vasıtayı mübah kılar.

İslam’da ise üretimi meşru sahalarda yapmak ve helal ölçü­lerle kâr etmek gerekir. İktisadi fayda, ahlaki ölçülerle sınırlandı­rılır. Meşru hedeflere meşru yollardan varılır. Ahlaki sınırlamalar­la, insanlara konan deruni frenler, kanunun ve polisin giremediği yerlerde fonksiyonlarını icra eder.

12.    Fark: Tüketimde, Batı modelinde her türlü insan ihtiya­cını tatmin hedefi görülür. Tüketim gelirin fonksiyonudur. Geliri olanın tüketimini sınırlayıcı bir kaide yoktur. Hâlbuki İslam ikti­sadında tüketim, sadece gelirin fonksiyonu olmayıp, aynı zaman­da meta ekonomik sınırlarla takyit edilmiştir. Kişi geliri olsa da, gayri meşru sahada tüketim yapamaz. Meşru sahalarda da zaruri ihtiyaçtan başlayarak hayatı kolaylaştırıcı ve en sonunda hayatı güzelleştirici ihtiyaçların tatminine yönelir. Bu suretle kaynaklar üretimde talep olan sahalara yöneltileceği için, zaruri ihtiyaçlar karşılanmadan üretim kaynakları daha az mahrem olan sahalara yöneltilmeyecektir. Kanaatimce bugün hâkim olan batı modelin­de en önemli yanlışlık kaynakların dağılımında bu sıranın gö- zetilmemesidir. Bu sebeple büyük ve kalabalık halk yığınlarının zaruri ihtiyacını karşılayacak malların arzı yeterli ölçüde arttı­rılmadan esasen bozuk olan gelir dağılımı yapısı içinde yüksek gelirli grupların talebine cevap verecek ikinci ve üçüncü derece­de önemli hatta haram olan sahalara kaynaklar yatırılmaktadır. Neticede sefaletle sefahat atbaşı yürümektedir. İslam iktisadında önemli olan üretim kaynaklarının ihtiyaç kademelerine göre da­ğılımını meta-ekonomik prensipleri benimseme suretiyle sağla­maktır.

İslam’da sefahat önlendiği için sefalet de önlenmektedir. Ta­biatıyla burada teorik modelden söz ediyoruz. Müslüman insan tipi toplumlarda hâkim olduğu ölçüde İslam İktisadı uygulama safhası bulur.

Özetlersek İslam’da tüketimde ölçülere uygun davranış, meş­ruiyet, helal-haram ölçüsü zaruret derecesine gere ihtiyaçların sıralanması ve her kademede meşruiyet içinde israftan kaçınmak suretiyle miktar sınırlaması gerekir. Bu sebeple bizim kültürü­müzde, meselâ yere düşmüş bir lokma ekmeği, yerden alıp öpüp kenara koyma âdeti, ekmeğin nimet olarak kabul edilip, israf edil­memesi ve horlanmaması esasına dayanır. Bugün ise bu İslami kültür kaybolduğu için lokantalarda, evlerde tonlarca ekmek ve yemek israf edilip heder olmaktadır.

Eskiden İslam iktisat modeli, kültürümüzün, örf ve adetleri­mizin içine sindiği için, halk o kaideleri İslami kaynaklı olduğu­nu bile fark etmeden töre, adet, örf ve kültür olarak benimsemiş bulunuyordu. İslami şuurun kaybolduğu dönemlerde dahi davra­nışlarımıza akseden İslami görüntüler bu hareketlerin kültür için­de erimelerinden ileri gelmiştir. Annelerimiz bize daha çocukken birtakım öğütlerde bulunurdu. Bu kaidelere de ilm-i hal denir­di. İlmi-hal, davranış kaideleri demektir. Bütün hareketlerimizi, fıkhi kaidelerden süzülmüş ilmi-hal esaslarına dayandırırdık. Bu kaidelerin birçoğu da iktisadi ve sosyal hayata taalluk eden İslam iktisadı ile ilgili hükümlerdir. Meselâ çocukluğumda hatırlarım, mahallemizde emekli bir mal müdürü vardı. Belli saatlerde cami­ye gidip gelirdi. Yolda bir taş görse eğilip alır, yolun kenarına ko­yardı. Buradaki amaç, birisinin ayağı takılıp düşmesin diye top­lumun menfaatini gözetmektir. Çevre meselesini de bu çerçevede ele almak gerekir. İnsan, önce Allah’a ve sonra onun emirleriyle bütün çevresine karşı sorumluluk taşır. İnsan, çevresini, sırf ken­di menfaati için toplum veya gelecek nesiller zararına istismar etmeye mezun değildir.

İslam ekonomisinde iktisadi kaynaklar Allah’ın insanlara bir lütfu olarak kabul edilir ve insan eşrefü’l-mahlukat olarak, bu kaynakları, toplum için maksimum hâsıla sağlayabilecek şekilde en verimli kullanmak suretiyle, dünyada refaha ve ahirette felaha ulaşır. Cenab-ı Hakkın kulundan beklediği de budur. İktisadi fa­aliyeti motive eden faktör, nefsin tatmini değil, Allah’ın rızasını tahsildir.

14.    Fark: Bölüşümde dengeyi sağlamada, Batı modelinde oto­matik denge prensibi kabul edilmiştir. Hem üretimde, hem bölü­şümde rekabet içinde arz talep çerçevesinde denge sağlanacağı farz edilmiştir. Hâlbuki iktisadi adamın hâkim olduğu bir piyasa modelinde tam rekabet sağlanamamış ve bu denge de hâsıl ola­mamıştır. Seküler iktisatta, sosyal adalet ilkesi bozulan dengeleri düzeltme amacını güder. Zira milli gelirin üretim faktör gelirleri arasında dağılımı adil değildir ve sosyal adaletin de bir ölçüsü yoktur. İslam iktisadında ise, adaletin bütünlüğü prensibi hâkim olduğu için dengeleri otomatik olarak sağlayamayacağımızı bi­liyoruz. Her faktör, fert ve devletin bütün unsurları bu dengeyi sağlamakla görevlidir. İslam’da serbest piyasa modeli vardır; fakat piyasada müslüman adam modeli olursa, toplum İslami kaidelere uyarsa, devlet ve onun reisi Allah’ın emirlerine uygun bir yöne­tim sergilerse, serbest piyasa modeli İslam’a uygun şekilde işler. Bu sebeple, İslam devletleri ilahi prensiplere aykırı davranışları, demokratik bir sistem içinde yönlendirirdi.

Meslek teşekkülleri, ahi, lonca teşkilatı içinde bu uygulama­lar yapılırdı. Mesela dilimizdeki “pabucu dama atıldı” tabiri lon­calardan gelir. Bursa Kadı Sicillerine göre Bursa’da, halk ayakka­bısına mukavva karıştıran bir kunduracıyı loncaya şikâyet etmiş, kendisine ikaz edilmesine rağmen aynı suçu işleyince lonca bu adama meslekten men kararı vermiş ve bunun işareti olarak da o adamın yaptığı pabucu loncanın damına atmıştır. Böylece pabuç dama atılınca o adamın pabuç üretme hakkı bitmiş oluyor. Bu kararı veren devlet değildir; pabuççuların meslek teşkilatı olan loncadır.

Mühim olan, adalet prensibi içinde sistemde ölçülerin gerek­tiğinde demokratik bir şekilde müeyyidelendirilerek uygulanma­sıdır.

15.     Fark: Batı modelinde ferdi sorumluluk ve ferdi ahlak sis­temi vardır. Fert yalnız kendine ve vicdanına karşı sorumludur. İslam’da ise toplum ahlakı vardır ve insanlar sadece kendi vicda­nına karşı değil, önce Allah’a karşı ilahi sorumluluk taşır.

Akif’in tabiriyle;

“Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusuzdandır.’’

Bu Allah korkusu, sevgiyle karışıktır. Batı modelinde so­rumluluk ferdi olunca, ferdin vicdanı sorumluluğu ile toplumun menfaati arasında zaman zaman çatışmalar kaçınılmaz olur.

16.     Fark: Batı modelinde ferdi sorumluluk seküler sorum­luluk haline gelmiş, dini mahiyetini kaybetmiştir. Bu sebeple ABD’de 1990 yılında katıldığım bir kongrede Batıda dine karşı cereyanlar olarak iki tehlikenin varlığından söz edilmiştir. Bun­ların birisi Marksizm, diğeri de sekülarizmdir. Her ikisi de dine karşıdır, diye ifade edilmişti.

Seküler sorumluluğun temeli menfaat sorumluluğudur. Kişi kendi menfaatini kontrol hususunda vicdani bir muhasebe yapar ve buna göre hareket eder. Sonuçta yine menfaatini maksimize etme hedefi ortaya çıkar. Hâlbuki İslam iktisadında ilahi sorumlu­luk vardır ve bunun ölçüsü ve vasıtası TEZKİYE sistemidir.

Tezkiye ferdi ve içtimai manada temizlenme anlamına gelir. Hedef dünyada refah ve ahirette felah hedefine varmaktır.

Bölüşümde zekât, fitre mecburiyeti ve üretimde faiz yasağı bir tezkiye aracı olarak karşımıza çıkar.

Faiz yasağı haramın kazanca karışmasını önlüyor. Zekât ise, her ne şekilde olursa olsun kazanca karışmış mekruh ve haram­ları temizlemiş oluyor. Zekâtın fonksiyonu malın temizlenmesi, tezkiye edilmesidir. Her ikisi de bir tezkiye; kötülükten temizle­me ve arındırma vasıtasıdır.

17.     Fark: Batı modelinde hedef geliri ve serveti arttırmak, biriktirmek ve büyütmektir. İslam iktisadında ise hedef insan­dır, insan ve bütün toplumun dünyada refahını, ahirette felahını sağlamaktır. Bunun yolu, ferdi zenginlik yerine, toplum refahını sağlamaktan geçer. Çalışıp kazanacağız, fakat hedef serveti yığıp biriktirmek değil, sosyal refah sağlayacak şekilde dağıtmaktır. Miras taksiminde hedef “servetin aynı gruplar arasında dağılı­mını önlemek”tir. Şu halde İslam’da esas, servetin dağılmasıdır. Zengin elde ettiği zenginliği toplum yararına dağıtacaktır. Zekât mecburi kılınmış, sadaka tavsiye edilmiştir. Allah sadaka olarak bir verene bin vereceğini vaat buyurmaktadır. Allah infak edenin kazancını hareketlendirir. Bir hadisi kutside şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğlu! (Allah için) infak et ki, sana da infak olunsun!”[38].

Batı modelinde rasyonel davranışla zengin olmak hedeftir ve insan bu sonuca aklıyla eriştiğine inanır. Halbuki İslam’da Ce- nab-ı Hak, kimine rızkını bollaştırır, kimine daraltır. Rızkı Allah verir. Cenabı Hak kimini kimine üstün kılar, kimine hikmet verir, akıllı hareket etmesini sağlar, o insan zengin olur. Zenginlik Al­lah’ın bir takdiridir. Çalışan herkes kazanır, rızkını sağlar, fakat servet edinip zengin olmak çalışmak ve azm-ü gayretle birlikte Allah’ın bir takdiridir. İslamiyette devlet eliyle zengin olunmaz. Hz. Ali fakir geldi, fakir gitti. Halife idi, ama zengin olmadı. Hz. Osman zengindi, halife olmadan da zengindi, sonra da. Halife ol­duğu için zengin olmadı; Allah öyle takdir ettiği için oldu. Şu halde herkesin zengin olması şart ta değildir. Esasında zenginlik, kullar için dünyada bir imtihan şeklidir. Allah, herkesi bir şekil­de imtihan eder. Kimini servetle, kimini fakirlikle, kimini şöhret veya ilim vererek imtihan eder. Zenginlikle azacak mı, şöhretle şımaracak mı, fakirliğe isyan edecek mi diye kullar imtihana tabi tutulur. Bu sebeple İslamiyet’te insanın “ağpiyai-şakirin (şükre­den zenginler) veya fukara-i sabirin (sabreden fakirler)”den ol­ması, makbuldür. Böylece şükreden zengin ile sabreden fakir, imtihanını iyi veriyor, demektir. Yani şükreden ve şükrünün kar­şılığını eda eden zengin ile sabreden fakir Allah katında makbul insanlardır.

Sonuç şudur: Bir insan zengin olmuşsa, bilecek ki, bu sadece onun sa’yının (çalışmasının) sonucu değil, Allah’ın bir lütfudur. Bu sebeple, ona bu zenginliği veren Allah’a karşı servetini Al­lah’ın emrettiği biçimde ve onun yolunda kullanmakla mükellef­tir. Sosyal mesuliyetler maddi ve sosyal çevremize karşı sorumlu­luklar bu safhada başlar, İslam modelinde zengin insan nefsinin dilediği kadar tüketemez. Gösteriş için tüketim yapamaz. Hedef, ferdi zenginliği arttırmak olmayıp, refahı arttırmak olunca zengin müteşebbisin fonksiyonu, toplumu bu hedefe ulaştırmaktır.

18.     Fark: İslam’da, emek karşılığı olmadan, teşebbüsün kar-zarar riskine katlanmadan gelir sağlanamaz. Bu iki ölçü ol­madan elde edilen gelir meşru değildir, faiz yasağı buradan çıkar. Münhasıran para karşılığında para kazanılmaz. Para ancak mü­badele aracıdır, bizzat emek sarf etmek en hayırlısıdır. Peygam­berimiz (sav) “İnsan emeğinin mahsulünden daha hayırlı bir şey yememiştir.” diyerek emeği teşvik eder[39]. Bu sebeple bütün pey­gamberler bir meslek sahibi ve o mesleğin piridir. Sebebi rızkını emeğiyle sağlayacak insanlara örnek olmalarıdır. Mesela Sultan Abdülhamit de şahsi nafakasını emeğiyle yapıp sattığı dülgerlik, marangozluk ve möblelerden aldığı para ile sağlamıştır. Yıldız camiindeki tahta dekorasyonlarının hepsi Sultan Abdülhamit’in mamulatıdır.

İslam’da kredi, ikraz, yatırım karakteri olmadıkça, gelir (faiz) sağlama amacıyla yapılmaz; ancak sosyal amaçla yapılır. Adı da karz’ı-hasen, güzel borçtur. Bu da Allah’ın rızası için yapılır. Gelir için yapılmaz.

Halbuki kapitalist sistemin temeli faiz esasına dayanır. Batı modelinde faiz protestanlık tarafından meşru kılınmıştır. Katolik dininde mevcut olan faiz yasağı Protestanlık tarafından serbest bırakılıp meşruiyete kavuşunca, o ana kadar yahudi sarraflarca yapılan, faizcilik yerini bankacılığa bırakmıştır. Faizli bankacı­lığın doğup gelişmesi, sermaye birikimine yol açmıştır. Bilahare bu sistem kapitalizm diye adlandırılmıştı. Şu halde kapitalizmin Kuzey protestan dünyasında gelişmesi ve adeta kapitalizm ile Protestanlığın özdeşleştirilmesi, bu dinin faize ve faizli bankacılı­ğa meşruiyet, zemin ve imkân tanımasından kaynaklanmıştır. Bu durum, iktisat teorisine de tesir etmiştir. Evvelce üretim faktörle­ri içinde teşebbüs ve sermaye, faktör gelirleri içinde de bunların karşılığı olan kâr ve faiz birlikte ele alınırken, faizin meşruiyet kazanmasıyla faktörler ve gelirler dörde çıkarılmıştır. İslam ikti­sadında ise faiz, yasağı sebebiyle üretim faktörleri emek, teşebbüs ve sermaye, tabii kaynaklar olarak üçe ayrılır. Bunların gelirleri de üç olup, sırasıyla ücret kar ve kiradır.

19.    Fark: Batı modelinde tasarrufları yatırımlara kanalize et­mek üzere faizli bankacılık modeli yer almıştır. İslam iktisadında ise, tasarrufları yatırımlara kanalize edecek finans kurumlarının, zenginlerin kurduğu ve sadece zenginlerin mevduat ve ikraz yo­luyla alış veriş yaptığı bir kuruluş olmak yerine tabana dayalı, büyük-küçük tasarruf sahiplerinin iştirakiyle kurulan ve faizsiz çalışan bir finans kuruluşu olması gerekir. Bu kuruluşlar kar ve zararı paylaşma esasına göre çalışır.

Bugün biraz da galat olarak bu kabil kuruluşlara İslam ban­kası denmektedir. İslam bankacılığında faizin men’i iki sonuç doğurur. Birincisi işletmelerin finansmanında, yatırım meşrudur, fakat miktarı önceden tespit edilen bir faiz ile ikraz ve istikraz yasaktır. İkincisi, işletme finansmanında reel sermaye koymak meşrudur, fakat bu yatırılan sermaye önceden tespit edilen bir faiz sağlamak yasaktır. Faizli bankacılıkta, bankanın aldığı faizin içinde üç tali unsur bulunur. Bunlar, a) temel faiz miktarı, b) risk primi, c) idari masraflardır.

İslam bankacılığında, bu üç unsurdan sadece sonuncusu unsur olan idari masrafların alınması meşru olup, ilk ikisi mem- nu’dur. İslam bankacılığın iki temel fonksiyonu vardır. Bunların birincisi müşareke, diğeri de mudaraba’dır. Bu iki sistem içinde yedi türlü akit yaparak, projelerin ve yatırımların finansmanını sağlarlar. Bu iki temel fonksiyonun içinde İslam bankaları bugün en fazla ticaret (murabaha) ve biraz da kiralama (leasing) akitleri yapmaktadır. Esasında, İslam bankacılığında 4 türlü işlem yapı­lır. Bunlar, Mudaraba, Müşareke, ticaret ve kiralama şeklindeki işlemlerdir. Mudaraba kar ortaklığı (profit sharing)dır, Müşareke, şirket kurmak veya kurulmuşa ortak olmaktır (equity), ticaret mal alım-satımıdır (trade), kiralamak da menkul veya gayrimenkul bir malı tedarik ederek kirasını almaktır (leasing).

20.     Fark: Batı modelinde istihdam sadece gelir açısından ve ferdi planda ele alınmıştır. Çalışma arzu ve iktidarında olup da iş arayanlar işgücüne dâhil edilmiş, çalışma gücünde veya arzusun­da olmayanlar işgücü dışında tutulmuştur. İşgücüne dâhil olan­lardan ücret ve istihdam şartları içinde uygun iş bulamayanlar iş­siz sayılmış ve toplum ve devlet ancak bunlara karşı sorumluluk üstlenmiştir. Tam istihdam hedefi, ancak işgücüne dâhil olanlara iş imkânı sağlamaktır. Geliri olan bir kimsenin işsiz dolaşması normal karşılanmakta ve bunlara rantiye denmektedir. Bu model­de bugün parasını bankaya yatırıp, faiziyle geçinen, atıl duran ve hiç bir iş yapmayan bir zümre oluşmuştur. Diğer yandan evlerin­de ailenin yükünü çeken, çocuklarını yetiştiren anneler ev hanı­mı olarak işgücü dışında sayılmaktadır. Ücretsiz hayır işlerinde çalışanlar da iktisaden faal nüfusun dışında tutulmaktadır.

Hâlbuki İslam iktisadı modelinde, iş piyasası, işgücü, istih­dam ve işsizlik kavramları batı modelinden farklı bir muhteva arz etmektedir. İslam da çalışmak ibadet sayılır. Kur’an-ı Kerime göre “İnsan için çalışmasından daha iyi bir şey yoktur”[40]. Hz. Ali’ye göre "Çalışanlar fenalık düşünmeye vakit bulamaz; çalışmayan­lar ise kendilerini fenalıktan kurtaramaz.” Bu sebeple İslam’da en basit işten, en büyük, makam olan devlet başkanlığına kadar, her türlü çalışma iş olarak kabul edilmiştir. İslam’da hastalık ve mutlak acz dışında boş oturma anlamında bir emeklilik kavramı­na da rastlanmamaktadır. Bu durumda tahsil dışında olan, rüşt çağından itibaren herkes işgücüne dâhil kabul edilir. İşgücüne dâhil olan herkesin de çalışması gerekir. Bunun içine ücret ve ge­lir mukabili çalışanlarla birlikte hayır hizmetlerinde gelir ve ücret mukabili olmadan çalışanlarla ev hanımları da dâhildir. Devlet ve toplumun görevi sadece çalışma arzusunda ve gücünde olanlara değil, herkese uygun ve münasip iş sahaları açmaktır. Bunların çoğu gelir sağlayan iktisadi faaliyetler olabileceği gibi bir kısmı da hasbi, hayri ve ilmi faaliyetler olabilir.

Üçüncü sektör sayılan vakıflar vasıtasıyla çeşitli hizmet ku- rumlarında istihdam imkânları sağlamak mümkündür. Ayrıca, gelire ihtiyacı olmayan insanların da hayır işlerinde, çevre düzen­lenmesinde, sosyal yardım faaliyetlerinde, eğitim hizmetlerinde, sanat faaliyetlerinde bulunmaları gerekir. Toplumun vakıflar ve devlet aracılığıyla fonksiyonu bu organizasyonları sağlamasıdır. Peygamberimizin Medine’de esirlere bir kişiye okuma öğretmesi karşılığında hürriyetlerini vadetmesi bu kabil istihdam imkânla­rına bir örnek teşkil eder. Bugün ülkemizde ve dünyada, fikren en verimli çağında atıl duran nice emekli ordusu vardır. Bunların tecrübe, fikir ve bilgilerinden istifade etmek şarttır. Bu hizmetler bölgede verilemiyorsa, başka bölgelere gidilebilir. Mesela bugün Sovyetler’deki Türk Cumhuriyetlerinde bizdeki emekli yönetici­lerden istifade edilmesi imkânı olduğu gibi.

İslam iktisadında, geliri olduğu için çalışmayanlar zararlı kabul edilir. Konuya ferdi refah açısından değil, toplum refahı açısından bakmak gerekir. Geliri olsun veya olmasın, toplumun refahı yolunda herkesin yapabileceği bir iş bulunur. Bu işler, geli­ri olmayanlar için gelir mukabilinde yapılacağı gibi, geliri olanlar için hayri ve fahri olarak Allah rızası için yapılabilir. Bilhassa, dini, hayri, ahlaki, ilmi konularda bu hususun gerçekleşmesi mümkündür. Şu halde bir İslam toplumunda baştaki tarifimize uygun olarak işgücünün tamamının gelirli veya gelirsiz bir işi ol­ması, geliri olanın da gelirli veya gelirsiz bir işi olması gerekir. Çalışmayı ve çalışarak kazanmayı yukarda belirtildiği gibi bütün peygamberler teşvik etmiştir. Peygamberimiz (sav) eli nasırlı yaşlı bir çiftçi sahabenin elini okşayarak “Allah’ın ve Resulünün sevdi­ği el budur.” diye buyurmuştur.

İslam toplumlarında, tarihte, birçok hayırlı hizmetler ve eser­ler ücret ve gelir maksadı güdülmeden yapılmıştır. Bu hizmetler ve eserler daha ziyade geliri olan hayırsever zenginlerin desteği ile yapılmış ve yaşamıştır.

İslam toplamlarında ne çeşitten olursa olsun, işsizlik mah­zurlu telakki edilmiştir ve giderilmesi gerekir. İslam toplumunda hedef, gelirsiz ve işsiz insan bırakmamaktır. Geliri olduğu için iş­siz, mesleği olduğu halde gelirsiz insanların var olduğu cemiyet­lerde sosyal refah maksimize edilemez. Herkesin bir işi, herkesin de geçinecek kadar bir geliri olması İslam toplumunun idealidir. Hz. Ömene göre, “Kişiler bazen çalışması nispetinde, bazen da ihtiyacı nispetinde beytülmaldan (hazineden) pay alırlar.” İslam iktisadının sosyal hedefi, herkesin iş bulması, gücü olan herkesin vermesi veya ödemesi, ihtiyacı olan herkese verilmesi veya öden­mesi bunun toplum tarafından sağlanması, toplum sağlayamazsa devletin yardımcı olmasıdır. Çünkü İslam iktisadında nihai he­def, yalnız ferdi menfaat yerine fertle birlikte toplumun menfaa­tini maksimize etmektir.

Kaynaklar

Galbraith, John Kenneth (1952), American Capitalism: The Concept of Countervailing Power, Boston: Houghton Mifflin.

Thomas Cariyle (1841), On Heroes, Hero-Worship and the Heroic in History, Çeviren: Behzat Tanç, Kahramanlar, Beyaz Balina, 2000.

William E Woodward ve Adolph Myers (1959), The way America lived: (original title: The way our people lived), New York: Pocket Books.

Bediüzzaman Said Nursi’nin

İktisat Risalesi Şerhi10

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin hayatı boyunca ima­nı kurtarıcı ve İslam’i yayıcı çalışmalar yapmış, bütün baskılara göğüs gererek mümin bir insanın vasıf ve davranışlarını belirtme­ye, toplumun İslami esaslara göre şekillenmesi için gerekli temel unsurları geliştirmeye çalışmıştır. Bunun için etrafında toplanan muhlis bir insan halkasını eğiterek bir fide gibi topluma yaymış­tır. Dikilen bu fidanlar, bilâhare büyüyüp çoğalarak bütün yurt ve cihan sathına yayılmıştır. Eserleri, çeşitli dillerde konuşan in­sanların istifadesine sunulmuştur. Bediüzzaman Hz. nin bütün çalışmalarında ileri sürdüğü fikirler Kur’an ve Sünnete dayanır. Bir diğer ifade ile Kur’an ve Sünneti asrın idrak edeceği biçimde takdim ve tefsir etmeye gayret etmiştir.

Bu tebliğin mevzuu Bediüzzaman Hz. nin İktisat Risalesi’nin izahıdır. Bu risalenin tahlil ve izahına geçmeden önce şu hususun belirtilmesinde fayda vardır. Bediazzaman Hz. bütün izahatını Kur’an ve Sünnete, iktisadi mevzuları da aynı kaynaklara istinad ederek incelemiş ve fikirlerini bu esaslara dayandırmıştır. İktisadi mevzuların Kur’an ve Sünnete dayalı olarak izah, tahlil ve ifade edilmesi günümüzde “İslam İktisadı” adı altında yapılmaktadır. Şu halde Bediüzzaman Hz. nin iktisadi mevzularda beyan ettiği fikirler, İslam iktisadının tetkik ve tahlili çerçevesi içinde bulun-

10.    Bediüzzaman Said Nursi sempozyumuna sunulan tebliğ metnidir. 3. Uluslar­arası Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu: İslâm Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî, 24-26 Eylül, 1995, İstanbul; Sabahattin Zaim, Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset, İşaret Yayınları, İstanbul 2005, Cilt: 1, sh. 66-78.

maktadır. Mevzuu, bu manada ele alırsak, İktisat Risalesi İslam iktisadının bir bölümünü ele alıp incelemektedir. O da İslam’da tüketici davranışları modelidir. Bediüzzaman Hz. diğer eserle­rinde İslam iktisadı ile ilgili muhtelif mevzulara da temas etmiş ve ayet ve hadislere dayalı tefsir ve izahatta bulunmuştur. İkti­sat risalesinin esası ve özü tüketici davranışlarında israfın haram oluşunun hikmetini ve müsbet ve menfi tesirlerini izah etmekte toplanmaktadır (Araf, 7/31).[41] Bu mevzu esasında bugünkü dün­yamızda insanlığın temel meselelerinden birini teşkil etmektedir. Tüketici davranışında israf, hem mikro iktisat açısından, ferdin tüketim ve tasarruf dengelerini bozar, hem de makro iktisat açı­sından kaynakların dağılımını ve ekonomideki tasarruf ve tüke­tim oranlarını etkiler. Milletlerarası sahada da gelir dengelerinin bozulmasına yol açar.

Bugünkü dünyada bir israf ekonomisi hüküm sürmektedir. İnsanlar devamlı tüketime teşvik edilmektedir. İhtiyacının üstün­de tüketime yöneltilmektedir. Lüks tüketim artmakta, reklâm yo­luyla sun’i ihtiyaçlar ortaya çıkartılmaktadır. Kullanılan eşyaların tamir edilebilir ve dayanıklı olması yerine, hemen kullanılıp atıl­ması yolu yaygınlaştırılmaktadır. Plastik malzemelerin kullanımı ile “kullan at” formülü neticesinde hem çevre ve tabiat kirlen­mekte, hem de kaynaklar tüketilmektedir. Bugünkü çevre mesele­sinin temelinde tüketimdeki israf yatmaktadır.

Faiz gelirinin çoğalması, zekâtın azalması ile bozulan gelir dengeleri neticesinde, aşırı zengin rantiye sınıfların lüks ve israf temayülü artmakta, üretim kaynakları onların talebini karşıla­yacak yöne sevk edilmekte, üretim arzı bu yönde gelişmektedir. Buna mukabil, geliri düşük büyük insan kütlelerinin zaruri ih­tiyacını karşılayacak zaruri ihtiyaç mallarının üretimine yeterli kaynak ayrılmamakta, bu mallarda arz ve talep dengesi bozul­makta, üretim yeterli olmadığından fazla talep karşısında fiyatlar artmaktadır. Çünkü zaruri ihtiyaç mallarında talep elastikiyeti düşüktür. Buna rağmen ilk zaruri ihtiyaçlarını karşılayamamak­tadır. Hâlbuki devamlı reklâm, kredi, banka kartı vs. imkânların geliştirilmesiyle tüketim devamlı teşvik edildiğinden, reklâmlarla insanlar daima, daha çok, daha gelişmiş ve daha yeni malları tü­ketime teşvik edildiğinden büyük halk kütlesinin aile bütçesin­de gelir-gider dengeleri bozulmaktadır. Bunun sonucunda fertler ve devletler borca girmekte, binnetice iktisadi hürriyetlerini de kısmen kaybetmektedir. Tüketim meylinin nefsani baskısına bo­yun eğenler, izzetinden, gereğinde namusundan ve hattâ dini ve mânevi duygularından fedakârlık yapmak zorunda kalmaktadır. Rüşvet, iltimas, irtikâp, zina bu yüzden çoğalmakta, aile yapısı bozulmaktadır. Bütün dünyaya musallat olan enflasyon ve dış ti­caret açıklarının temelinde bu davranış bozukluklarının tesirini aramak lâzımdır.

Bu dengesizlikler ideolojilere tesir ederek, sosyalist, Marksist fikirlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Dünya kapitalist ve sosyalist şeklinde iki gruba ayrılmış, kıyasıya mücadele edilmiş­tir. Fakat tüketici davranışlarındaki temel hatt-ı hareket kaidesi, iktisadi-adam (homo-economics) değişmediğinden her iki sistem­de de israf önlenememiştir. Sosyalist sistemde zoraki tedbirlerle lüksü ve israfı yaygınlaştırıp dengelemeye çalışmışlardır. Bu se­fer de üretimde başarısız olduklarından toplumun bütünündeki makro dengeler cari planlamaya rağmen sağlanamamıştır. Hülâsa bu bozuklukların temelinde israf alışkanlığı, şükür ve kanaat yok­sunluğu yatmaktadır.

İşte İslam’ın getirdiği prensipler tüketici davranışını Kur’an ve Sünnete dayalı kaidelerle düzenlemeye çalışan bir müslüman insan modelini geliştirmektedir. Bediüzzaman Hz. İktisad risale- si’nde bunları veciz ifadelerle dile getirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri İktisad Risalesi’nde meseleyi şöyle vazetmektedir: İnsan, Halıkının verdiği nimetlerden istifade eder­ken ve onları kullanıp istihlak ederken şükretmekle muvazzaftır. Şükreden insan Allah’ın kendisine verdiği nimeti, onun kadrini bilerek ve diğer hem cinslerini de düşünerek, ihtiyacı ölçüsünde ve ihtiyacı nispetinde kullanmalıdır.

Üretim faaliyetleri İmam Gazali’nin tasnifiyle üç gruba ayrı­lır:

1)     Zaruri ihtiyaç maddelerinin üretimi: Bunlar insanın beş temel özelliğinin muhafazasına yarayan bütün mal ve hizmetle­rin üretimini kapsar. İnsanın beş temel özelliği; iman, hayat, akıl, üretme ve servet sahibi olmaktır.

2)     Hayatı kolaylaştırıcı ve rahatlatıcı üretim faaliyetleri: Bun­ların üretimi yukarıda belirtilen beş temel özelliğin muhafaza­sı ve devamı için şart olmamakla beraber hayattaki meşakkat ve güçlükleri giderici ve konforu arttırıcı üretim faaliyetleridir.

3)     Zerafeti arttırıcı üretim faaliyetleri: Bunlar rahatlık sağla­manın da ötesinde estetik, güzellik, zerafet ve sanat duygularını tatmine yarayan mal ve hizmetlerin üretimiyle ilgilidir.

İhtiyaçları bir başka tasnife göre:

1)        Gıda,

2)        Giyim,

3)        Harcama,

4)        Sağlık,

5)        Eğitim,

6)        Güvenlik (Sosyal İktisadi ve İdari),

7)        Ulaşım ihtiyacı olmak, üzere yedi grupta toplayabiliriz.

Bunlardan ilk üçünü fertler, kendi sa’y ve gayretiyle sağla­maya çalışır. Son dördünü de toplum düzeninden mesul olan or­ganlar temin etmekle mükelleftir. Bu mesul organlar, hükûmet ve mahalli idareler ve diğer çeşitli kamu kurumları olabileceği gibi varlıklarını Allah yolunda toplumun hizmetine sunmuş vâkıfla­rın kurduğu vakıflar da olabilir. Bunlara özel ve kamu sektörü yanında üçüncü sektör adı da verilmektedir. Bu görevler, zekât ve sadakalar yoluyla ferden veya vergi ve zekât yoluyla kamu organ­larınca karşılanabilir.

Şu halde bir toplumda mümin ve muvahhit varlıklı fert­ler, ihtiyaçlarını karşılarken, kendi ihtiyaçlarını makul ölçüler­de karşılamak, artan imkânlarını, bu imkânlara sahip olamayan hemcinslerinin istifadesine sunmakla mükelleftir. Zira Peygam­berimiz (sav) Allah’ın affetmeyeceği insan tiplerinden birisi, “di­ğer insanlara karşı yükümlü bulunduğu mesuliyetlerden bihaber olandır.’’ diye buyurmaktadır. Bu hususta birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerif mevcuttur. Bunlardan birkaçını burada hemen zik­redelim.

Ayet-i kerimeler:

1)    “Ey inanç sahipleri, size verdiğimiz zenginliklerden bir kısmını yoksullara harcayın. Alışverişin, dostluğun ve şefaatin ol­madığı (kıyamet) günü gelmeden hayır işleyin.’’ (Bakara, 2/254).

2)    “Mallarını hayır yolunda harcayanların durumu, her ba­şağında yüz dane olmak üzere yedi başak veren bir danenin du­rumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfu boldur. Herşeyi bilendir.” (Bakara, 2/261).

3)    “Allah’ın rızasını kazanmak ve gönüllerindeki imanı kuv­vetlendirmek için mallarını hayra sarfedenlerin durumu bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağınca iki kat üzüm verir. Bol yağmur yağmasa bile en azından bir çisinti düşer ve yine bolca üzüm verir.” (Bakara, 2/265).

4)    Hayır olarak harcadıklarınızın hepsi kendiniz içindir. Yapacağınız harcamayı, ancak Allah’ın rızasını kazanmak için harcayın. Hayır kasdıyla verdiğiniz ne varsa, size tam olarak nok­sansız verilir ve siz asla haksızlığa uğramazsınız.” (Bakara, 2/272).

5)    Yapacağınız hayırlar kendilerini Allah yoluna adamış, Allah’tan başka hiçbir düşüncesi olmayan, o sebeple yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkân (istiğna) bulamayan, durumunu bilme­yen kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı zengin sayılan fakirlere verilmelidir. Çünkü onlar ortalıkta görünmezler, yüzsuyu dökerek birşey isteyemezler. Yaptığınız ve yapacağınız hayırlarını­zı Allah eksiksiz bilir ve karşılığını verir.” (Bakara, 2/273).

6)    Mallarını gece ve gündüz, açık ve gizli hayra sarfeden- lerin mükâfatlarını Rableri verecektir. Onlar için ne korku, ne de üzüntü vardır.” (Bakara, 2/274).

7)    “Allah faiz gelirini eksiltir, hayırsevenlerinkini arttırır.” (Bakara, 2/276).

Hadis-i şerifler:

1)    “Kul kardeşine yardım ettiği sürece Allah da ona yardım eder.’’ (Müslim, “Zikir ve Duâ”, 38).

2)    “Allah katında insanların en sevimlileri, diğer insanlara en çok faydası dokunanlardır.’’ (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr (thk. Hamdî Abdülmecîd es-Silefî), Beyrut 1404/1984, c. XIII, s. 347).

3)    “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma konusunda yar­dımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” [42]

4)    Bir ülkede bir kimse açlıktan ölürse, bütün ülke halkı on­dan sorumlu olur.”[43]

Bir toplumda kaynakları üretime yönlendirirken insanların zaruri ihtiyaçları tamamen karşılanmadıkça ikinci ve üçüncü kademedeki ihtiyaçların tatmininden tevakki edilmelidir. Bugün dünyamızda zaruri ihtiyaçlarını karşılayamadığı için hergün yüz- binlerce insan ölmektedir. Çünkü komşuları aç iken, tok insan­lar onlara bigâne kalmaktadır. Hâlbuki Peygamberimiz (sav), “Bir kimse, komşusu sefalet içinde aç iken ve kendi elinde imkânları varken buna bigâne kalırsa, bizden değildir.” diye buyurmakta­dır. Bu hususun izahında Bediüzzaman Hz. şöyle seslenmekte­dir: “Fakru zaruret zamanında aç ve muhtaç olanların elemlerin­de ehl-i vicdana rikkat-ı cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırır. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda zaruret dere­cesinde iktifa etmek lâzımdır. Yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.”

Bu sebeple eskiden mümin ve muvahhit insanlar etrafındaki- leri imrendirmemek için sokakta aleni olarak birşey yemez, hatta taşıdığı gıda maddelerini açıkta götürmeyip üstünü örterdi. Bu düşüncelerle, ihtiyaçlarını tatmin edecek imkânlara sahip olan bahtiyar kullar, bunun kadrini bilmeli, Halikına dâima şükretme- lidir. Gündelik hayatımızda bu ihtiyaçlarımızı karşılarken, Hali­kımıza karşı yapacağımız şükrün edası, Bediüzzaman Hazretle­rinin tabiriyle “Nimete karşı ticaretli bir ihtiramda bulunmaktır.” Bunun adına iktisat denir. İktisada riayet etmeyen insan israfta bulunmuş olur. İsraf şükrün zıddı olup, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır.

Şu halde, para verip, satın alarak soframıza getirdiğimiz ek­meği yerken, bu nimetin, toprağa tohumun ekilmesi safhasından başlayarak biçilip buğday haline gelmesi, öğütülüp un yapılma­sı, fırında pişirilip ekmek olduktan sonra evlere nakline kadar birçok insanın işbirliği ve işbölümü ile gerçekleştiğini düşünme­li, bu şuur içinde onu yiyerek Allah’ın lütfettiği bu nimete kar­şı Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “ticaretli bir ihtiramda” bulunmalıyız. Yani onu hasara uğratıp horlayarak, yarısını taba­ğımızda bırakarak, çöpe dökerek “hasaretli bir istihfafa” maruz bırakmamalıyız. Hâlbuki günümüzde, arzettiğim gibi yüzbinlerce insan açlıktan ölürken, bırakınız çok zengin ülkeleri, bizim gibi orta zenginlikteki toplumlarda bile hergün binlerce ekmeğin yen- meyip, tabaklarda bırakılan yemeklerin çöplere atıldığını görüp, duyup okumaktayız. İşte bunun adı israftır ve “nimete karşı ha- saretli bir istihfaftır. ” Hâlbuki yapmamız gereken şey bu nimetleri istihlak ederken, onlara karşı ticaretli bir ihtiramda bulunmaktır. Bunu bilen mümin ve muvahhit ecdadımız, yere düşen ekmeği öpüp başına koyar, sofradaki ekmek kırıntılarından bir tekinin yere düşmemesine dikkat ederdi.

İşte Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle bu davranışın adı­na İKTİSAD denir. Görüldüğü gibi, bugünkü popüler hale gelmiş iktisat ilminin manası bu temele dayanmaktadır. Bu sebeple, ikti­sat ilminin, iktisat kitaplarında, sınırlı kaynakların, insanların sı­nırsız ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamasının yollarını arayan bir ilim olarak tarif edildiğini hatırlarsak, Bediüzzaman Hazret­lerinin iktisadı tarifindeki isabet ve derinlik daha iyi anlaşılmış olur.

Ticaretli Bir İhtiram’ın Unsurları

İktisad Risalesi’nde yer alan Allah’ın lütfettiği nimetlere kar­şı ticaretli bir ihtiram ifade eden iktisadı, unsurlarına ayırırsak altı önemli vasfı ihtiva ettiğini görürüz.

1.    İktisad bir şükrü-i manevidir

İnsan cesetten ibaret olmadığına göre Halıkına karşı, günde­lik zaruri ihtiyaçlarını karşılanmasında, ki bunların başında gıda ihtiyacı gelir, lütfedilen nimetlere karşı ruhunun derinliklerinden gelen bir şükrü ifa etmenin manevi hazzı ile israftan kaçınıp ikti­sada riayet etmelidir.

2.    İktisad, nimetteki Rahmeti İlahiyeye karşı hürmet ifade eder

İnsan, kâinatın kendisi için yaratılıp kâinattaki bütün var­lıkların, Halık tarafından insanın emrine tahsis edildiği şuuru ve idraki içinde kendisine sunulan nimeti Rahmeti İlahiye olarak değerlendirmelidir. Çünkü kulunun rızkını Cenab-ı Hak tekeffül etmiştir ve kiminin rızkını bol, kimininkini dar eylemiştir. Bunun şuurunda olan bir insan, nail olduğu nimeti bir rahmet-i İlahiye olarak değerlendirmelidir.

3.    İktisat bir sebebi-i berekettir

İktisada riayet eden insanın elindeki nimeti, Allah o kişinin Rahmeti İlahiyeye karşı gösterdiği hizmet ve ihsan ettiği nimetine karşı edâ ettiği şükürden dolayı bereketlendirir; iktisada riayet etmeyip israf edenden de bereketi kaldırır.”

Bediüzzaman Hz. bu mevzudaki bir hatırasında şöyle di­yor: “Yıllarca evvel bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini (zenginlik kaynakları) göremedim.Allah rah­met etsin; o zamanın müftüsü birkaç defa bana dedi, “Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Şehrin müftüsünün sözü hatırıma geldi. “Fesübhanallah!” dedim. Bu bağların mahsulatı, şehrin hacetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım. İktisat- sızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menabi-i ser­vetle beraber, o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir.” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek malda tecrübe sebebi bereket olduğu gibi, israf etmek ile zekât vermemek, sebebi ref-i bereket olduğuna hadsiz vukuat vardır.”

Bugünkü İslâm dünyasının durumu da genellikle böyledir. Zenginlik içinde fakirlik çekilmektedir. İslâm dünyası bugün önemli kaynaklara sahip olduğu halde fakirlerinde şükür ve ka­naat yoksunluğu, zenginlerinde israf ve hısset sebebiyle iş bölü­mü içinde işbirliğini sağlayamamakta, namerde muhtaç hale dü­şerek borçlanmaktadır. Bugün en zengin ve fakir ülkeler İslam dünyasında olup, zengini ve fakiri de borca batmış bulunmakta­dır. Çünkü kardeş olması gereken Müslümanlar karşılıklı adavet duyguları içinde birbirine karşı silahlanmakta, silahları kendileri üretemedikleri için borçla satın almakta ve satanların elinde iz­zetlerini kaybederek istiskale uğrayacak derekeye düşmektedir­ler.

4.    Gıda ihtiyacının karşılanmasında iktisada riayet etmek, mânevi ve ticari faydaları yanında tıbbi ve tedavi bakımından da sağlığa kavuşturucu bir tesir yapar.

Çünkü makul ve lüzumlu ölçüde gıda alınması vücudu ta­şımaya yardımcı olur. Fazlasının alınması halinde ise vücut onu taşır. Fazla gıda, bedene hamallık yaptırır, onu yorar. İktisada ri­ayet, “bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhattir.”

Bediüzzaman Hz.nin ifadesiyle; “İslâm ulemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dahi-i meşhur Ebu Ali İbni Sina, yalnız tıp noktasında, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” ayetini şöyle tefsir etmiş. “İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sö­zün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat yeme. Şifa hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye ağır ve yorucu hal, taam taam üstü­ne yemektir. Yani vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.”

Bazılarımızın veya birçoğumuzun bugün uyguladığı gıda sis­temini dikkate alırsak, vücudu taşımaktan ziyade, vücudun taşı­mak zorunda kalacağı miktarda gıda aldığımızı ve vücudun onla­rı hazmedemeden biriktirerek taşımak zorunda kaldığını görürüz. Bu gıdaların fazlalığı yanı gıdalanmada israfa gidilmesi ile şeker, kolesterol, total, lipid gibi fazla besinle oluşan yağ ve benzeri bi­rikintilerin çeşitli hastalıklara sebebiyet verdiğini hatırlarsak, te- gaddi tarzında iktisada riayetin ve israftan kaçınmanın dördüncü fazileti anlaşılmış olur.

5.    Beşinci fazilet

Bediüzzaman Hz.’nin ifadesiyle “İktisada riayet, insanı ma­nevi dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzettir.” “İktisat eden maişetçe aile belâsını çekmez.” hadis-i şerifinin sırrıyla ik­tisat eden maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çekmez. Evet, ik­tisat kat’i bir sebeb-i bereket ve medar-i hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’i deliller var ki had ve hesaba gelmez.” Bediüzzaman Hz. diyor ki: “Ezcümle ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetiyle diyorum ki: İkti­sat vasıtasıyla bazen bire on bereket gördüm. Ve arkadaşlarım gördüler.” Burdur’da nefyedilmişken, bazı zengin arkadaşlarım parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için zekâtları­nı bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim. “Gerçi param pek azdır, fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim. Ca-yı dikkattir ki iki sene sonra bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillahil- hamd onlardan yedi sene sonra o az para iktisat bereketiyle bana kâfi geldi. Hayatımın bir düsturu olan “nâs’tan istiğna” mesleğimi bozmadı.

“Evet, iktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda israfata medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen, haysiyet, namus, rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zarar ile maddi yüz paralık bir mal alınır.” Dikkat edilirse bugün fakir olan veya kendini fakir hisseden milletler, büyük dış borç yükleri altına girdiğinden milli hükümranlık hakları ile milli izzetlerinden çok şey kaybetmekte ve devamlı borç almak mecburiyetinde kalarak manevi dilenci­lik zilletine duçar olmaktadır. Bunun sebebi o millet efradının ve tahsisen toplumu yönetici kadrolarda bulunanların, kanaat yoksunluğu ve iktisada riayet etmeyip israfa kapılmalarıdır. Hâl­buki Peygamberimiz (sav) Allah’a dua edip münacatta bulunur­ken; “.Allah’ım, günah işlemekten ve borç altına girmekten sana sığınırım.’’ demişlerdir. Burada görülen günah işlemekle borca girmenin (tabiyatıyla zaruret olmaksızın) eş değer tutulmasıdır. Bu sebeple mümin ve muvahhit insanların tüketim için Kur’an ve Sünnete uygun davranışlarında şu esaslara riayet etmeleri ge­rekir:

a)     Tüketim harcamalarında, gelirini gayr-i meşru sahalara harcamayacak harcama sahaları İslâmi meşruiyet çerçevesiyle şuurlanacaktır. Ayeti kerimede Allah şöyle emretmektedir: “Ey inananlar, size verdiğimiz rızıkların iyilerinden, helal ve temiz olanlarından yiyin, .Allah’a şükredin...’’ (Bakara, 2/172; Bakara, 2/168; Maide, 5/87-88; Enam, 6/142; Nahl, 16/144).

b)    Tüketim harcamalarında lüks ve gösteriş istihlakinden kaçınacaktır. Ayeti kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Mallarını insanlara gösteriş için sarf edip, Allah’a ve ahiret gününe inanma­yanları Allah da sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu bu kimse için, bu arkadaş ne fenadır.” (Nisa, 4/38, Bakara, 2/264, 270).

c)     Müslüman insan, bulunduğu cemiyetteki hayat seviyesi­ne göre yaşayacak, fakiri imrendirecek, onun hasedini tahrik ede­cek şekilde gösteriş için tüketim yapmayacaktır.

d)    İstihlakin meşru olduğu sahalarda da istihlak miktarını zaruri ihtiyacına göre sınırlayacak, nimeti tek tanesine kadar ko­rumaya gayret ederek israf etmeyecektir. Çünkü Allah israf eden­leri sevmez.

e)     Tüketimde israfa kaçmayacağı gibi, zaruret olmadıkça da borç altına girmeyecektir.

6.    İktisada riayet nimetteki lezzeti hissettiren bir sebeptir

Bediüzzaman Hz. bir teşbihte bulunarak ağızdaki lezzet alma duygusunu; kuvve-i zaikayı bir kapıcıya, mideyi efendiye benzet­mektedir. “O saraya gelen ve sarayın efendisine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nevinden ancak beş de­recesi muvafık olur.“demektedir.

Bediüzzaman Hz. burada, iktisat ilminin meşhur azalan fay­da kanununa işaret buyurmaktadır. Tüketimde iktisada riayet edersek, marjinal tüketim biriminin faydası yüksek olur. İsrafa giderek tüketimi çoğaltırsak azalan fayda kanunu gereğince mar­jinal birimin faydası azalır, israf çoğaldıkça sıfıra doğru iner, hatta negatif olur.

Bediüzzaman Hz. şöyle devam eder. “Eğer insan iktisat edip hacatı zaruriyeye iktisar ve ihtisas ve hasretse “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır.” (Zariyat, 51/58.) sırrıyla, “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” (Hûd, 11/6) sarahatıyla, ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkı bulunacaktır.

Bediüzzaman Hz.nin ifadesiyle, “Cenab-ı Hak kemali kere­minden, en fakir adama en zengin adammış gibi ve gedaya (yani fakire) padişah gibi lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir faki­rin kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla al­dığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.” Bu sebeple, İslami kaidelere uygun yaşamayan insan­larda gelir ile rızık makusen mütenasiptir. Gelir arttıkça rızık aza­lır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Keriminde, yarattığı bütün mahlukatın rızkını taahhüt etmektedir. Bediüzzaman Hz. burada mukadder bir suali cevaplayarak ayet-i kerimeyi tefsir etmektedir. Yani Al­lah, insanların rızkını taahhüt ediyorsa niçin yüzbinlerce insan açlıktan ölmektedir? Bediüzzaman Hz. bunu şöyle cevaplıyor: Rı- zık ikiye ayrılır:

1)    Birincisi hakiki rızıktır Onunla insan yaşayacaktır. Bu rı- zık, ayetin hükmüyle Taahhüdü Rabbani altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa, o zaruri rızkını herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olur.

2)   Rızk-ı mecazidir. Su-i istimalat ile hacatı gayr-ı zaruriye, hacatı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup terk edemiyor. İşte bu rızık Taahhüd-ü Rabbani altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazen alçak insanla­rın ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düş­mek, bazen hayat-ı ebediyenin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle, o bereketsiz, menhus malı alır.”

Bugün dünyamızda fakir insanların maruz kaldığı musibet­ler, zaruri ihtiyaçlarını rızk-ı mecazi durumuna düşürmelerinden veya rızk-ı mecaziyi, zaruri ihtiyaç sanmalarındandır. Bugün Türkiye dahil birçok geri kalmış ülkede, dışarıdan ithal edilen ve borçlanmaya sebep olan mallar, rızk-ı hakiki kategorisine gi­ren mallardan ziyade, rızk-ı mecazi grubuna girenlerdir. Reklâm, görenek, kanaatsizlik sebebiyle esasında hayatı kolaylaştırıcı ve güzelleştirici olan bu malları ithal etmeye kalkıyoruz. Hâlbuki gerçek üretim gücümüz, yani gelirimiz, bunları almaya yeterli değil. Kanaatsizlik ettiğimiz için borçlanarak o malları alıyoruz. Borçlandıkça faiz batağına batıp daha çok fakirleşiyoruz. Birçok geri kalmış fakir ülkede, yöneticiler, rızk-ı kâzip noktasına, müs- temlekeciler tarafından kısmen de olsa zorla sevkedilmişlerdir. Mesela, bazı Afrika ülkelerinde ülke toprakları buğday, mısır gibi zaruri gıdasını üretmeye tahsis edileceğine kakao, vs. üretimine yöneltilmiş ve halk rızk-ı hakikisini temin için müstemlekeciye muhtaç hale düşürülmüştür.

İktisat bahsinde, önemli bir fark üzerinde durmak gerekir. O da iktisat ve tasarruf ile cimriliğin farkıdır.

7.    İktisat ile Hissetin Farkı

Allah israfı ve cimriliği sevmez. Bediüzzaman Hz.nin ifade­siyle, “Ca’yı hayrettir ki müsrif ve mübezzir insanlar, iktisat eden­leri ‘hisset’ (cimrilik) ve tamahkârlıkla itham ediyorlar. Hâşâ! İkti­sat izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzirin zahiri merdâne keyfiyetlerinin iç yüzüdür. ” İsraftan kaçınmak tasarrufa yol açar. Tasarruf, ihtiyaç anında zarurete düşmemizi önler. Ak akçe kara gün içindir.

Allah, ayet-i kerimesinde şöyle emreder. “Şeytan sizi fakirlik­le korkutur ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise bolluk veri­cidir. Allah’ın ihsanı boldur.” (Bakara, 2/268).

Sahabeden Abdullah İbni Ömer’in misali, “Çarşıdaki vazi­yet iktisattan ve kemal-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyeten, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kema­linden gelmiş bir halettir. Ne o hıssettir, ne de bu israftır.” İmam-ı Azam bu sırra işaret olarak, “La israfe fil hayri, kema la hayra fil israfi” demiştir. Yani “hayırda ve ihsanda (fakat müstahak olanla­ra) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”

8.    İsrafın Sonucu: Hırsın Tahriki

İsraf hırsı intaç eder? Hırs da üç netice verir:

1)    Kanaatsizlik,

2)    Haybet ve hasaret ve başarısızlık,

3)    İhlası kırması, ameli uhreviyeyi zedelemesidir.

1) Kanaatsizlik; sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Bediüzzaman Hz’nin. İfadesiyle; “Şükür yerine şekva ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helal, az malı terk edip, gayr-ı meşrû, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder. İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözü­nü hükûmet kapısına diker. O vakit hayatı içtimaiyenin medarı olan “sanat, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet ise tedenni edip sukut eder. Fakir düşer.” Bu yüzden İslam’da baht oyunları, ku­mar vs. zahmetsiz kolay kazanç yolları, köşeyi dönmecilik gibi davranışlar yasaklanmıştır (Maide, 5/90-91).

Kanaatsizliğin artışı, şükür yerine şekvanın çoğalması, say’dan kaçış sosyalizmi doğurmuştur. Meşru, helal, az malı terk edip gayr-ı meşru külfetsiz bir mal arama duygusu da kapitalizmi doğurmuştur.

2) Hırsın ikinci neticesi haybet ve hasarettir Rızkı helal, arz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyaç ile değil. Belki o rızk-ı he­lal iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasiptir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir. Kana­at bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise mader’i hasaret ve sefalettir. Hırs ve kanaatin tesiratı, zihayat âleminde gayet geniş bir düstur ile cereyan etmektedir.”

3.   Hırs ihlâsı kırar, ameli uhreviyeyi zedeler. Çünkü bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccüh-ü nası ister. Teveccüh-i nası murat eden ihlâs-ı tammı bulamaz. Bu netice çok önemli, dikkat çeki­cidir.

Sonuç olarak Bediüzzaman Hz.nin ifadesiyle, israf kanaatsiz­liğe yol açar. Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini kırar. Tembelliğe atar, hayatından şekva kapısını açar; mütemadiyen şekva ettirir; Hem ihlası kırar, riya kapısını açar, hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.

“İktisat ise kanaati intaç eder: Kanaat izzeti intaç eder. Ha- dis-i Şerif “Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer.” hem sa’ye ve çalışmaya teşci eder, şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır, ik­tisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında daima şakir olur; hem de kanaat vasıtasıyla insanlar­dan istiğna etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riya kapısı kapanır.

İslam Açısından İktisadi ve

Sosyal Faaliyetlerle İlgili Normatif Kaideler14

İslam’ın İktisadi hayatla ilgili normatif kaideleri son zaman­larda üzerinde çok durulan bir mevzu olmuştur. Bu makalede Kur’an-ı Kerim’den ve Peygamberimizin (sav) Hadislerinden ör­nekler alınarak bir insanın iktisadi hayattaki davranışlarını dü­zenleme amacına yönelik normatif kaidelerin özetlenmesine ça­lışılmıştır.

İslam’a göre, insan, iktisadi hayatta bir (homo-economicus) iktisadi adam gibi davranmamalıdır. Bunun yerine “.Allah’ın ipi­ne sımsıkı sarılıp ayrılmayan”15 bir müslüman insan (homo-Is- lamicus) modeli esas alınmalıdır. Bu müslüman insan, iktisadi hayattaki davranışlarında, kendisinde yaratılıştan mevcut olan nefsini tatmin ve menfaatlerini maksimize etme, duygularını, Al­lah’ın emir ve yasaklarıyla makul ölçülerde düzenlemeye çalışan insandır. Bunu yapabilmesi için insanın eğitilmesi, Allah’ın emir

14.    İstanbbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 50. Yıl Armaganı, İstanbul, 1988, sh.17-37. Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset, a.g.e., Cilt: 1, sh.112-134.

15.    Al-i İmran, 3 (103).” Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Par­çalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”

ve yasaklarını öğrenmesi, sonra da bu bilgilerini davranışların­da uygulaması gerekir. Allah, mukaddes kitabı Kur’an-ı Kerim­de insanlara şöyle seslenir: “İşte bu kitab ki; doğruluğunda şüphe yoktur. İnananlara kötülüklerden korunmak için yol göstericidir.” (Bakara, 2/2).[44]

Mâide saresinin 3. ayetinde ise “Bu gün, dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Size din olarak Müslü­manlığı verdim” demek suretiyle, kainatın yaratılışından bu yana muhtelif peygamberleriyle insanlara yol gösterici olarak gönder­diği kaideler düzenini Kur’an ile tamamladığını ve insanların buna göre hareket etmelerini bildirmektedir. Böyle bir eğitime tabi tutulmazsa, insan, yaratılışında mevcut olan mala düşkün­lük, nefsine bağlılık, cimrilik, egoistlik gibi özellikleri sebebiyle, iktisadi hayatta başarılı olmak için iktisadi adam gibi davranma­ya mütemayildir.

Allah, insanın bu özelliğini Kur’an-ı Kerim’de Peygamberi vasıtasıyla şöyle ifade etmektedir: “Kadınlara, oğullara, evlatlara yığın yığın altın ve gümüşe, güzel cins atlar ile sağmal hayvanla­ra ve ekinlere karşı insanların aşırı sevgisi vardır. Bunlar dünya hayatının metaıdır. Oysa, asıl güzellikler Allah katındadır.” (Al-i İmran, 3/14).

“De ki: Rabbimin hazinelerine siz malik olsaydınız, tükenir korkusuyla kıstıkça kısar, cimrilik ederdiniz. İnsanoğlunun eli pek sıkıdır.” (İsra, 17/100).

Zaten, insan düşüncesinde ve insanın nefsinde kıskançlık hazırdır.” (Nisa, 4/128).

“Gerçekten insan, Rabbine karşı pek nankördür. Nankörlüğü­ne, insanın kendisi de şahittir, insan, mala da çok düşkündür.” (Adiyat, 100/6-8).

Bu ifadelerde görüldüğü gibi insanın nefsine düşkünlüğü, vs. gibi eksildikleri fıtrat ve yaratılışı icabıdır. İnsan melek değil­dir. Öyleyse, insanoğlunun bu arzulara meyli onun aslını teşkil eden özelliklerin bir parçasıdır. Bu hususiyet ne kendi kendini inkâr edebilir, ne de başkası tarafından inkâr olunabilir. Esasında bunlar, makul görülen tatlı birtakım arzu ve temayüllerdir. Bir­takım ihtiyaçların karşılanması ve gelişme duygusunun teşviki için, insan hayatında bu duyguların bulunması da gerekir. Fakat insanın fıtratında bu temayüllerin dengesini sağlayan başka bir fıtri taraf daha mevcuttur. Bu da, insanı Allah’a inanca ve ahiretle ilgili yüceliklere sevk eden manevi duygularıdır. İslâm dini, insa­nın maddi sahadaki fıtri temayüllerini, manevi sahadaki yüksel­me gayretleriyle dengeleyici, hatta birbirini tamamlayıcı kaideler getirmiştir. Karşılıklı denge sistemi içinde hareketlerini düzen- leyebilen insan, iktisadi adam yerine Müslüman İnsan modelini oluşturur. Müslüman insan, davranışlarını bu denge içinde tutma sorumluluğunu taşır. Peygamberimiz (sav), bir hadisinde bu hu­susu şöyle ifade etmektedir: Kıyamet gününde insan dört konuda hesap vermek zorunda olacaktır:

1.    İlmiyle ne gibi ameller yaptığından,

2.    Ömrünü nerede ve nasıl tükettiğinden,

3.    Malını nerede kazanıp, nereye sarf ettiğinden,

4.    Vücudunu ve sıhhatini nasıl değerlendirdiğinden.”[45]

İslâm dininde, insanın iktisadi davranışları yoğun bir meta- ekonomik kaideler bütünü içinde belli mecralara doğru kanali- ze edilmiştir. Bu sebeple Müslüman İnsan modelinin gelişmesi için, insanın, herşeyden evvel bu kaideler bütünü hakkında bilgi sahibi olması, sonra da bunları davranışları içinde uygulamaya koyma gayreti içinde bulunması istenmiştir. Bu husus ancak eği­timle, talim ve terbiye ile gerçekleşebilir. Şimdi, İslâm dininde iktisadi hayatın üretim, tüketim, bölüşüm gibi çeşitli fonksiyonel safhalarında, insan davranışlarıyla ilgili başlıca normatif kaideler Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere ve Peygamberimizin (sav) Hadisleri­ne dayanılarak özetlenecektir.

l.      Üretimde Emek ve Teşebbüs Faktörleri ile İlgili Kaideler

1.1    a) İnsan davranışında dengeli olacaktır. O, sadece bir homo-economicus değil, aynı zamanda Allah’ın yeryüzündeki halifesi, eşref’ül-mahlûkattır. Hayatının düsturu: Doğru yaşama, ahlâklı olma, yeteneklerini iyi kullanmaktır. Allah, iyi insanlara şöyle hitap eder: “İnananlar ve iyi işler yapanlara gelince; onlara gücünün üstünde yük yüklenemez, cennetliktir onlar, orada son­suz kalacaklardır.” (Araf, 7/42). Burada, Allah’ın emir ve yasakla­rının insan gücü üstünde ve yapılamayacak şeyler olmadığı ifade edilmektedir.

b)   Bu dünyanın varlığı kâfirler için süslü görünür, alay eder­ler inançlı kişilerle. Oysa korunanlar, kıyamet gününde onlardan üstündürler. Dilediğine Allah hesapsız rızık verir.” (Bakara, 2/212).

İnsanlardan kimi, “Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver” der. Ahirette onun bir payı yoktur artık” (Bakara, 2/200). On­lardan kimileri de, “Ey Rabbimiz, bize dünyada da, ahirette de en hayırlısını, en güzelini ver ve bizi cehennem azabından koru.” der (Bakara, 2/201). İşte Müslüman insan, ahiret için hemen ölecek­miş gibi, dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışan ve Allah’ın, “Namaz bittiğinde yeryüzüne dağılın ve rızkınızı arayın.” (Cuma, 62/10) emrine uyarak yaşayan insandır. Bu insan, “Bu günün işini yarına bırakma, aksi halde işleri ve hakları zayi etmiş olursun. Ecel, emelin önündedir. Ecele iş ve amel ile koş. Çünkü ecel geldik­ten sonra artık iş ve amel yoktur.”18 kaidesine göre davranışlarını düzenler.

1.2    Müslüman, beşikten mezara kadar ilim tahsil eden, ilmin kaybolmuş bir malı olduğuna inanan, Çin’de de olsa ilim ve bil­gi edinmeye çalışan, böylece bilgisini arttırarak, dünyevi sahada maişetini temin için fıtri ve mükteseb kabiliyetine en uygun mes­leği seçmeye çalışan insandır. Çünkü, Allah’ın şu emrini bilir: “Ey insanlar, biz sizi dişi ve erkek olarak yarattık, uluslara ve kabile­lere ayırdık, birbirinizi tanıyıp bilesiniz diye. Allah’ın katında en

18.    Ebu Yusuf, a.g.e, sh. 28

şerefliniz işinde en iyi elanınızdır. Allah herşeyin bilicisidir.” (Hu- curat, 49/13). “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt kabul eder, ibre! alırlar.” (Zümer, 39/9).

1.3    “Bütün kâinat insanın emrine verilmiştir. Oradaki imkân­ları en iyi kullanmak insanın görevidir. (Yeryüzünü size boyun eğ­diren O’dur. Şu halde yerin üstünde dolaşın ve Allahım rızkından. Sonunda dönüş O’nadır)” (Mülk, 67/15). Bu Ayet-i Kerime’de yer­yüzünün insanların faydalanmalarına hazır ve uygun bir durum­da yaratıldığı ifade edilmektedir. Yeryüzü, üstünde dolaşılacak bir halde emre amade kılındığına göre, artık dünyada insanlara boyun eğmeyecek hiçbir maddi varlık yok demektir. Bu ayeti ke­rime, insanlığı daima yükselmeye doğru teşvik etmektedir.

İslâmiyet insanı çok çalışmaya, araştırmaya, keşif ve icatlar­da bulunmaya ve ihtiyaçlarının tatmini için tabii kaynakları de­ğerlendirmeye yöneltir. İmam Gazali’ye göre üretim faaliyetleri 3 guruba ayrılır:

a)    Zaruri ihtiyaç maddelerinin üretimi: Bunlar, müslüman insanın beş temel özelliğini muhafazasına yarayan bütün mal ve hizmetlerin üretimini kapsar, insanın beş temel özelliği: İman, Hayat, Akıl, Üretme ve Servet sahibi olabilmektir.

b)    Hayatı kolaylaştırıcı ve rahatlatıcı üretim faaliyetleri: Bunların üretimi yukarıda belirtilen beş temel özelliğin muhafa­zası ve devamı için şart olmamakla birlikte hayattaki meşakkat ve güçlükleri giderici ve konforu arttırıcı üretim faaliyetleridir.

c)    Zarafeti arttırıcı üretim faaliyetleri: Bunlar, rahatlığı sağ­lamanın da ötesinde estetik, güzellik, zarafet ve sanat duygularını tatmine yarayan mal ve hizmetlerin üretimiyle ilgilidir. Medeni­yetler geliştikçe birçok maddeler bu kategoriler arasında yer de­ğiştirebilir. Dün lüks sayılan bir mal ve hizmet, bugün zaruret haline gelmiş olabilir. O bakımdan, bu guruplara giren malların durumu sabit olmayıp seyyaldir. Bu malların üretim sıraları zaru­ri ihtiyaç maddelerinden başlayıp, sırasıyla hayatı kolaylaştırıcı ve zarafeti artırıcı mallara doğru gider. Basit ve temel kaide, arada bir çatışma olup tercih gerektiğinde, daha üst kademedeki mal ve hizmetlerin üretimi için meselâ, daha alt kademedeki zerafet kategorisine giren bir mal veya hizmetten vazgeçmektir. Böylece, üretimde zaruri ihtiyaç maddelerine öncelik tanınacaktır.

1.4     Müslüman İnsanın Üretimde Ücretli Olarak Çalışırken Tâbi Olacağı Kaideler

İnsan, üretim faaliyetinde işçi olarak veya kendi başına ça­lışıyorsa, Allah, şu prensiplere uygun biçimde hareket etmesini ister. Böyle bir insan:

a)   Maişetini temin için, fikri ve bedeni mesai sarf etmiş olma­sından dolayı iftihar eder. Çünkü Allah’ın şu emrini ve vaadini hatırlar: “Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ilerde gösterilecektir. Sonra ona, karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 53/39, 40, 41).

b)   Allah’ın ve Peygamberimizin (sav) şu sözlerini bilerek çalı­şır: “Yaptıklarınızdan elbet mes’ul olacaksınız” (Nahl, 16/93); “İş­çinin işi yaptığı vakit, güzel yapmasını Allah muhakkak sever!”; En iyi kazanç işine özen gösteren ve işverene saygı ile bakan işçi­nin elde ettiği kazançtır.

c)    Gelmiş, geçmiş peygamberlerin maişetlerini bir meslek ifa ederek, bedeni fikri mesai sarfederek kazandıklarını, Hazreti Da- vut’un gömlek dokuduğunu, Peygamberimizin çobanlık yaptığını hatırlar.

d)   Peygamberimizin çalışanlar için verdiği şu müjdeli haber­leri de bilir: “Çoluk-çocuğunun geçimini temin için çalışan Allah yolundadır. İhtiyar ana ve babasının geçimi için çalışan, yine Al­lah yolundadır”, “Kim helâl aramaktan yorgun gecelerse, affedil­miş olarak geceler.”

e)    Müslüman insan, işinde şu prensiplerle çalışır:

a- temizdir,

b- görünüşü (kılık-kıyafeti) iyidir,

c- geçimlidir,

d- emir ve talimatları dinler,

e- tez canlıdır,

f- işini sever,

g- işini sonuna kadar yapar,

h- işini kontrol eder ve düzeltir,

i- işini tam yapar,

j- sür’atli çalışır,

k- temiz iş çıkarır,

l- işbirliği yapar,

m- tenkide açıktır,

n- iş başında uygun şekilde hareket eder,

o- düzenli bir iş sırası takip eder,

p- alet-teçhizat,

q- hammadde ve malzemelere gerektiği gibi ihtimam gösterir,

r- alet ve motorlu teçhizatı uygun şekilde kullanır,

s- hammadde ve malzemeleri ekonomik şekilde kullanır,

t- verimli çalışma metotlarını uygular,

u- sağlık ve emniyet tedbirlerine riayet eder.

f)    Bütün bu çalışması sonucunda aldığı (ücret) gelirden dolayı Allah’a şükretmesini bilir; başkalarının kazancına göz dikip haset etmez, işverene kinle bakmaz, “mihnete sabır ve nimete şükürde Rabbimizin bize büyük imtihanı” olduğunu bilir (Bakara, 2/155). “Sizi korku, açlık, mal, can ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananla­rı müjdele.” (Bakara, 2/155). “Eğer şükrederseniz, mutlaka size ni­metlerimi çoğaltırım. Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz azabım, çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7).

g)   Çalışmadığı zaman veya iktisadi hayatın çeşitli risklerine maruz kaldığı zaman, devletçe kendisinin ve çoluk çocuğunun sosyal güvenliğinin sağlanmasını talep etme hakkına sahip oldu­ğunu bilir.

2.     İşverenlere Ait Kaideler

a)   Müslüman işveren, özel teşebbüs erbabı olup ziraat, ti­caret, hizmet veya sanayi kesiminde çalışıyorsa, mülkiyet hakkı­nın, devletçe güvenlik altına alındığından, çalışması sonucunda elde ettiği meşru malların çocuklarına miras olarak kalacağından emin olarak, devletin iktisadi faaliyetlerine müdahale etmeyeceği güvenci içinde istikbale emniyetle bakmak ister, geçimini helâl yollarla sağlamanın şart olduğunu bilir.

b)   Elde ettiği servet ve gelirin sırf çalışmasının sonucu olma­yıp, Allah’ın takdiri ile tahakkuk ettiğine inanır. Zira bilir ki: “Al­lah, dilediğine önce hikmet ve bilgi ve bu yolla zenginlik ve bolluk verir.” (Bakara, 2/269). “Dünya nimetlerini dileyen bilsin ki, dünya nimeti de Allah’tandır. Ahiret mükâfatı da...” (Nisa, 4/134). “Gök­lerde ve yerde ne varsa Allah’a aittir. Mülk mutlak manada sadece O’nundur.” (Al-i İmran, 3/109). “Göklerin, yerin ve aralarındaki herşeyin sahibi Allah’tır ve hükümranlığı da Allah’ındır.” (Maide, 5/17, 18). İnsan, Allah’ın izni ve bağışıyla eşyaya sahip olur. Bilir ki, “Allah, dilediği kimsenin rızkını genişletir veya daraltır. ” (Ra’d, 13/26). Müslüman işveren, malında, eşyanın, öbür insanların ve toplumun hakkı olduğunu; Allah’ın verdiği mala karşı, kendisine birtakım vecibeler yüklendiğini de bilir. Çünkü Allah, Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle buyurmuştur: “Onların mallarında muhtaçlar ve yoksullar için bir hak vardı, onu verirlerdi.” (Zariyat, 51/19). İşveren, yönetimde âdil davranır, işleri ehline verir, yani işe, en uygun insanları seçer ve adam kayırmaz.Allah, size, işleri eh­line teslim etmenizi ve insanlara hükmettiğiniz zaman adaletten ayrılmamanızı buyurur. Şüphe yok ki, Allah herşeyi görür, bilir. ” (Nisa, 4/58).

c)    İşçisini gözetir, kalbini hoşnut eder, ücretini, hakkı ölçü­sünde ve vaktinde öder. Peygamberimizin şu sözünü hatırlar: Üç kimse vardır ki, kıyamet gününde onların hasmıyım. Bunlardan biri, işçiyi çalıştırdıktan sonra, ücretini tam olarak vermeyen kim­sedir.”

d)   İşçinin iş yükünü mâkul ölçüde düzenler ve Peygamberi­mizin “onları, güçlerinin yetmediği şeylerle mükellef kılmayınız” sözünü hatırlar.

e)   İş yaparken, hileden, spekülasyondan, vurgunculuktan, tekelci davranışlardan ve rüşvetten kaçınır. “Mallarınızı, aranız­da haksız sebeplerle yemeyin. Bile bile başkalarının mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şahadet ile yemeniz için o mallan ha­kimlere (reislere, yetkili yöneticilere veya mahkeme hakimlerine) rüşvet olarak vermeyin.” (Bakara, 2/188).

“Bu ayeti tefsir edenlere göre, anlatılmak istenen husus daha ziyade rüşvet ve çıkarcılığın önlenmesidir. Bu sebeple aldatma ve dalavere ile elde edilen bütün kazançlar haramdır.”[46]

f)     “Faiz almaktan kaçınır.” (Bakara, 2/275, 278).

g)   Ayrıca “Allah yolunda harcamada bulunur.” (Bakara, 2/254, 261, 267, 272, 274; Enfal, 8/3; Ra’d, 13/22; İbrahim, 14/31; Hac, 22/35; Kasas, 28/77; Secde, 32/16; Fatır, 35/29, 30).

h)   Doğru sözlü, dürüst tüccarın Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehitlerle birlikte olduğunu da bilir (Tirmizi’den Hadis). “Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareket ve davranışınızda dürüst olun. Çünkü Allah dü­rüstleri sever” (Bakara, 2/195). Allah, Kur’an-ı Kerim’inde şöyle demektedir: “Onlar, (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzün­de iktidar verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, kötülüğü yasak ederler. Bütün işlerin sonu Allah’a varır” (Hac, 22/41).

Müfessirlere göre, bu ayet özellikle iktidarı elde bulunduran müslümanlarm hayatında intizam ve istikrarın gerekliliğini ifade etmektedir. Ayrıca namaz ve zekât görevlerinin hemen ardından iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek hususuna yer verilme­si, sosyal ahlâk ve nizamı koruyup geliştiren yöneticilerin üstün değerini ifade etmektedir.[47]

3.     Üretimden Sağlanan Gelirle İlgili Kaideler

Bir müslüman insan için üç türlü gelir vardır: Ücret, kâr ve kira. Faiz almaması gerekir. Bu üç türlü gelirin sağlanmasında:

a)    Haram ve helâl ölçülerine riayet eder, meşru kazanç pe­şinde koşar, gayri meşru kazancın yasaklandığını bilir (Nisa, 4/29, 30).

b)    Kazancını, muhakkak emek veya risk unsurlarına dayan­dırır.

c)     Emek sarfetmeden veya riske katlanmadan sırf parasını kullanarak para kazanmasının (haram) mümkün olmadığını bilir (Faiz yasağı).

d)    İnsanlar arasında kazanç ve gelirde mutlak eşitlik olama­yacağını kabul eder.

e)    Baht oyunları, kumar vs. gibi zahmetsiz kolay kazanç yol­larına gitmez, bunların haram olduğunu bilir (Maide, 5/90, 91).

f)     Ticaretin helâl olduğunu (Bakara, 2/275), fakat spekülas­yon ve karaborsacılığın haram olduğunu ve kim ihtikar yapacak olursa onun büyük bir günah işlemiş olduğunu bilir. Allah, bu hususlarla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’inde insanlara şöyle diyor: “Ey inananlar! Mallarınızı, aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaret yoluyla yeyin. Haram ile nefsinizi mahvet­meyin. Şüphesiz ki, Allah çok merhametlidir” (Nisa, 4/29); “Kim zulüm ve tecavüz yoluyla bu yasaklan işlerse, haddini aşarak hak­sızlığa saparsa onu ateşe sokacağız...” (Nisa, 4/30); “Yasak edi­lenlerden kaçınırsanız, suçlarınızı örteriz ve sizi şerefli yere ulaş­tırırız.” (Nisa, 4/31); “Allah’ın, bazılarınızı bir diğerlerinize üstün kılmasını kıskançlıkla karşılamayın...” (Nisa, 4/32).

Bu ayetlerle ilgili tefsirlere göre, Karşılıklı rızaya dayanan, mal-para, emek-ücret vb. mübadele çeşitleri, hem fertler, hem de onların teşkil ettiği toplum için faydalıdır; bu sebeple de meşru- dur. Rızasız ve haksız kazançlar ise, geçici refah ve menfaatler sağlamakla beraber, arkasından isyanlar, ihtilâller ve felâketler getirir”. Ayet: “Başkasının malını” diyecek yerde “mallarınızı” demek suretiyle “milli servet” mefhumuna ışık tutmaktadır. Mali haksızlıkların getirdiği felâketlerden birisi ve belki en önemlisi katildir; haksızlıkla ve haram yollardan servet yapmak, fert ve cemiyet olarak adım adım ölüme gitmek şeklinde vasıflandırıl­mıştır.

Böylece bu ayetlerle, malların bâtıl yolla yenmesi yasaklan­mıştır. Malların haksızlıkla yenmesi, kısaca; Allah’ın izin verme­diği ve yasakladığı yollardan yenmesi şeklinde özetlenebilir. Hile, rüşvet, kumar, zaruri ihtiyaç maddelerinin pahalanmasını düşü­nerek stok yapmak (ihtikâr) ve diğer haram alış-verişler, malın haksızlıkla yenmesine birer örnektir. Bu yasakla birlikte ahiret azabından kaçınılmasına dair ikaz ve ilahi affın vaad edilmesiyle bir kolaylık görüyoruz. Allah kulunun bazı kusurlarını affederek, yardımını esirgemediğini ifade ediyor. Yine bu fıkrada insanların başkalarına verilen nimetlere göz koymamaları, nimeti asıl sahi­binden istemeleri gerektiğine dair ilahi emre şahit oluyoruz.[48]

g)    İsraftan (Nisa, 4/141; A’raf, 7/31; İsra, 17/27) ve cimrilik­ten (Al-i İmran, 3/180; Muhammed, 47/38) ve serveti yığmaktan (üretimden uzaklaştırmak), iddihardan (Tevbe, 9/34, 35) kaçınır.

h)    Servetini toplumun zararına kullanmaz. Muhtaç ve yok­sullara ve yetimlere yardım eder. Zira, böyle davranmayan zen­ginler için Kur’an’da Allah şöyle buyurur: “Onu yakalayıp bağ­layın; sonra alevli ateşe atın...” Çünkü o, Ulu Allahıa inanmazdı, “Yoksulun yiyeceği ile ilgilenmez, onları doyurmaya (kendi yanaş­madığı gibi başkalarını da) teşvik etmezdi.” (Hakka, 69/30, 34). Müfessirlere göre, “Bu ayet ile yoksulun gözetilmemesi ve onun haline hiç aldırış edilmemesi, Allah’a iman etmemenin hemen akabinde en büyük günah olarak zikredilmektedir. Gerçekten İslam ahkâmı içinde yer alan mükellefiyetler iyi incelendiğinde bunların iki noktada merkezileştiği görülür:

i. Allah’ın emrini büyük tanımak,

ii. Allah’ın yarattıklarına şefkat göstermek.[49]

Şimdi, İslam’ın bu normatif kaidelerine göre hareket eden bir insanın en doğru şekilde davranması için, gelirini kullanırken önünde şu alternatifler bulunur: Önce ihtiyaçlarını tatmin içini tüketime yönelir, yani tüketim harcamaları yapar,

a)    Geliri ihtiyacından fazla ise tasarruf eder,

b)    Altın, gümüş gibi kıymetli madenler alıp saklayabilir. (id- dihar, kenz),

c)     Başkasına ödünç verebilir,

d)    Veya yeni bir teşebbüse girişerek, bir şirket kurarak, tasar­rufunu yeniden üretime tahsis eder, yatırım yapar.

Acaba, müslüman insanın gelirini sarfederken ilk alternatif olan tüketim ile ilgili faaliyetlerini düzenleyecek normatif İslami kaideler nelerdir?

4.     İslâmıın Tüketim Harcamaları ile İlgili Normatif Kaide­leri

Bir müslüman insan, önce, tüketim harcamalarının münha­sıran gelirin bir fonksiyonu olmadığı görüşünden hareket eder. Şöyle ki, insan gelirlerin eşit olmadığını, gelirin tüketimi sınır­layıcı veya teşvik edici rolü olduğunu bilir, fakat tüketim harca­malarını tayin eden tek faktörün, iktisadi bir unsur olan gelir­den ibaret olmadığını, istihlâk alanının, ayrıca Allah’ın emir ve yasaklarıyla düzenlendiğini bilir. Müslüman insanın tüketimini etkileyen (meta-ekonomik) normatif kaideler şunlardır:

a)    Müslüman insan, tüketim harcamalarında bulunurken gelirini, içkiye, kumara, gayri-meşru kadın ilişkilerine vs. harca- mamalıdır. Harcama sahaları, İslami meşruiyet çerçevesi ile sı­nırlandırılmıştır. “Ey inananlar, size verdiğimiz rızikların iyilerin­den, helâl ve temiz olanlarından yiyin, Allah’a şükredin; eğer ona bağlıysanız.” (Bakara, 2/168, 172; Maide,5/87, 88; En’am, 6/142; Nahl, 16/114).

b)    Tüketim harcamalarında lüks ve gösteriş istihlâkinden kaçınmalıdır. Çünkü bu tip bir tüketimin yasaklandığını bilme­lidir. Mallarını insanlara gösteriş için sarf edip, Allah’a ve ahiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaşı oldu­ğu, kimse için bu arkadaş ne fenadır.” (Bakara, 2/264, 270; Nisa, 4/38). “Bunlar, Allah’a, âhiret gününe inanmış ve Allah’ın verdiği nzıklardan riyasızca sarf etmiş olsalardı ne olurdu? Allah onların söz ve işlerini çok iyi bilendir.” (Nisa, 4/39).

Ebû Zer, (r.a.)’den nakle göre, Peygamberimizin; “Allah üç sınıf insanla ne konuşacak, ne onların yüzüne bakacak, ne de on­ların günahlarını bağışlayacaktır. Onlar çok azap çekeceklerdir. Bunlardan birincisi, servetini gösteriş uğruna harcayanlardır.” diye buyurmaktadır. Bu sebeple, müslüman insan, ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde, fakat bulunduğu cemiyetteki hayat seviye­sine göre yaşayacaktır. Fakiri imrendirecek, onun hasedini tahrik edecek şekilde gösteriş istihlâkine gitmemesi gerekecektir. Yani, müslüman insanın tüketiminde “conspicious consumption ve de- monstration effect”[50], gösteriş istihlâki olmayacaktır.

c)     İstihlâkin meşru olduğu sahalarda da istihlâk miktarım ihtiyacına göre sınırlayacak, nimeti tek tanesine kadar koruma­ya gayret edecek, israfın memnu olduğunu harcamalarında dai­ma göz önünde bulunduracaktır. Bu sınırın çevre standartlarını çok fazla aşmamasına dikkat edecektir. Çünkü Allah, Kur’an-ı Kerim’inde “Allah’ın kulları için verdiği süslenecek şeylerle, rızık olarak verdiklerinin temiz olanlarını kim yasak edebilir? (Araf, 7/32), “Yeyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Araf, 7/31) diye müslüman insana doğru yolu göster­miştir.

d)    Tüketimde israfa kaçmayacağı gibi, zaruret olmadıkça da borç altına girmeyecektir. Tüketimini gelirine göre ayarlamaya çalışacaktır. İktisada riayet edecektir. Zira Peygamberimizin, “Al­lah’ım, günah işlemekten ve borç içine girmekten sana sığınırm.” (Hz. Aişe’den rivayet) dediğini, bilir. Zaruret olmadıkça borçlan­maz, borcunu sözleşmeye bağlar ve ödeme niyetiyle borçlanır ve borcunu vaktinde öder. Çünkü Peygamberimizin, “Kim ki ödemek niyetiyle borç yaparsa Allah ona borcunu ödetecektir, kim ki israf etmek niyetiyle borç yaparsa Allah onu yok edecektir” (Buhari 43, 2) ve “Borcun ödenmesini geciktirmek haksızlıktır.” (Buhari 43, 12). “Ödeme gücü olduğu halde ödemeyi erteleme, o kimsenin cezalandırılmasını haklı kılar.” dediklerini hatırlayacaktır.

Böylece varlıklı, yani geliri ihtiyacını aşan müslüman insa­nın tüketim harcamaları, Allah’ın koyduğu kaidelerle sınırlan­maktadır.

İktisat kanunlarına göre, bir ülkenin iktisaden gelişebilmesi için yatırımların arttırılması, tüketim harcamalarının bu imkânı verecek seviyede ayarlanması gerekir. Müslüman insanın tüke­tim harcamalarındaki davranışı, hem iktisadi kalkınma hızını ar­tırıcı yönde tesir edecektir, hem de sosyal dengeyi, fakir-zengin arasında husumet, kıskançlık ve hasedi tahrik etmeyecek şekilde sağlamaya yardım edecektir. İslam’ın prensipleri milli sınırı aşar, âlemşümuldur. Milletlerarası ahengin sağlanması yönünden de önemlidir.

5.    Tasarrufla İlgili Kaideler

Müslüman insanın geliri ihtiyacını aşınca tasarruf cihetine gidecek, malını ve parasını biriktirmeyi düşünecektir. Tasarruf edilen meblâğı, nakit veya kıymetli maden (altın, gümüş vs.) ha­linde muhafaza etmek isterse, yani gelirini iddihar etmek isterse, İslam’ın iki prensibi önüne dikilecektir. Birincisi Allah’ın iddihar önleyici prensibidir. Çünkü Allah Peygamberine “Altın ve gümüşü biriktirerek saklayıp, onları Allah yolunda harcamayan kimselere acıklı bir azap olduğunu haber ver.” (Tevbe, 9/34) diye emretmek­tedir; Allah, bu emri ile altın ve gümüşü veya nakit parayı veya malı biriktirip de zekâtını vermeyenlerin ahirette şiddetli azap ile ceza göreceklerini haber vermektedir.

Böylece, müslüman insan, ilerde yatırımda bulunmak üzere, belli bir süre altın, gümüş, nakit, kıymetli evrak, mal vs. biriktire­rek tasarruf ederse, İslam’ın diğer bir prensibi olan zekât vecibesi ile karşılaşacaktır. Çünkü servetin (bir yılı geçtikten sonra) her yıl, asgari % 2,5 oranında bir kısmının zekât olarak ödenmesi ge­rekeceğinden, atıl duran nakdi servet, durduğu yerde eriyecektir. Bu davranış tarzı, İslam cemiyetinde tasarrufların atıl durması­nı önleyecek, gelirin yeniden iktisadi hayata dönmesine yardım edecektir. Paranın tedavül süratinin artışı, para miktarındaki artış gibi, iktisadi hayatı canlandıracak ve üretimi arttıracaktır.

6.    İkrazda Bulunmak (Kredi) ile İlgili Kaideler

Müslüman insan, servetini atıl tutmayı tercih etmeyince ge­riye iki ihtimal kalmaktadır. Ya gelirini iş yapan kimselere ödünç verebilir veya kendisi iş yapıp yatırıma yönelebilir. Şayet nakdi servetini, başka birine ikraz etmeyi düşünür ve bunu bir sosyal yardım şeklinde değil de, İktisadi bir faaliyet olarak ifa etmek is­terse, karşısına bir başka engel çıkacaktır. O da emek sarfetmeden ve riske katlanmadan sırf para karşılığında para kazanma yasağı­dır. Çünkü Allah riba’yı (faizi) yasaklamıştır. Faiz yasağı ile ilgili olan ayetlerden başlıcaları şunlardır:

a)    “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanı­yorsanız, almadığınız faizleri hemen bırakın, almayın.’’ (Bakara, 2/278).

b)   “Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, bilin ki Allah ve Peygamberi ile savaşa giriştiniz, demektir. Eğer tövbe eder, faizcilikten vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Haksızlık et­meyiniz ki, haksızlık bulmayasınız.’’ (Bakara, 2/279)

c)    “Faiz yiyen kimseler (tefeciler) mahşerde tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, alış-veriş (ticaret) de faiz almak gibidir, demelerindendir Oysa Al­lah, ticareti (alış-verişi) helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan son­ra kim rabbinin öğüdünü dinler, faizcilikten vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. (Allah dilerse onu affe­der). Kim faizciliğe dönerse onun yeri cehennemdir, orada sonsuz kalır.” (Bakara, 2/275).

d)    “.Allah, faizcinin malını eksiltir, hayırseverlerinkini arttı­rır. Allah, haramla günah işleyeni sevmez.’’ (Bakara, 2/276).

e)     "İnananların, iyilik yapanların, namaz kılıp, zekât veren­lerin Allah katında mükâfatları vardır. Onlar için korku ve üzüntü yoktur.” (Bakara, 2/277).

f)     "Ey inananlar; Allah’tan korkun. Eğer gerçekten inanıyor­sanız faiz olarak artan miktarı almayın.” (Bakara, 2/278).

Müfessirlere göre, “İslam dini, faizi kesinlikle yasaklamış ve faizle iştigal etmenin hem dünyada, hem de ahirette zararlı oldu­ğu açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu gün bazı kimseler, bu mevzuda tereddüde düşüyorlar. İslam’da faizin haram edilmesi, evvel emir­de diğer haramlarda olduğu gibi bir imtihandır. Gerçek manada müslümanın kendi aleyhinde de gözükse Allah’ın emirlerini kabul edip uygulaması gerekir. Bir müslüman, faiz yasağını inkâr etmek­sizin faiz alır veya verirse günahkâr olur, ama İslam’dan çıkmaz. İnkâr eden ise Allahıa karşı gelmiş olur.”[51]

Bu durumda müslüman insanın çalışmadan ve işin riskine katlanmadan, oturduğu yerde para kazanma yoluna gitmemesi gerekecektir.

7.     Yatırım Yapmakla İlgili Kaideler

Bu durumda müslüman insanın yapacağı rasyonal davranış, nakdi servetini üretime tahsis etmek, yani yatırım yapmaktır; böylece yeni yatırımlar sonucunda muhtemelen kârı artacaktır. Başarılı olduğu takdirde yeniden şirketler kuracak, fabrikalar inşa edecek, hisse senetleri satın alacak ve mütemadiyen faaliyetini genişletecektir. Geliri ve serveti artan müslüman insanın buna rağmen, tüketimi sınırlı olduğu için hayat şartları çevre şartları­nın çok üstünde olmayacaktır. Bu durumda müslüman insanın üretim geliri ile tüketim harcamaları arasındaki fonksiyonel bağ­lantı zayıflamış olur.

Müslüman insanın yatırımlara yönelme zarureti, yatırımlar, iktisadi kalkınmanın müşevvik unsuru olduğundan, iktisadi kal­kınmayı hızlandıracak ve milli gelir artacaktır. Bu sayede yeni yeni iş sahaları açılacak, istihdam imkânları artacaktır. Yatırım şekli olarak şu ihtimaller mevcuttur:

1)    Ferdi teşebbüste bulunmak,

2)    Ortaklık kurmak, (equity). Bu da adi ortaklık veya şirket­lere ortak olmak (kollektif, komandit, limited, anonim vs.) şeklin­de gerçekleşebilir.

Bu yolla, küçük tasarruf sahipleri için pay almak mümkün­dür. Kâr ortaklığına katılmak: Buna İngilizce (Profit Sharing), Arapça Mudarebe sistemi adı verilir. Mudarebe sisteminde, emek­le sermaye bir işe ortak olarak girer ve karı aralarında anlaştık­ları oranda bölüşürler. Böylece teşebbüsün riski (kâr ve zarar), mukriz ile müteşebbis arasında bölüşülmüş olur. İkraz edenin, teşebbüsün hem kârına, hem de zararına ortak olması sağlanır. Anlaşma belirli bir süre için yapılmışsa, süre sonunda mukriz, kârı ile birlikte sermayesini alır ve kâr ortaklığı sona erer. Bu gün ülkemizde 16/12/1983 tarih ve 83/7506 sayılı kanun hükmünde kararname ile kurulan (resmi gazete, 19 Aralık 1983, no:18256) Özel Finansman Kuramlarına[52], halkın belli süreler için kâr or­taklığı anlaşması yaparak katılmaları, mudarebe sisteminin uygu­lanması imkânı verilmiştir. Ayrıca, hükümet tarafından çıkarılan, İstanbul Köprüsü, Keban Barajı, Keban-Oymapınar ortaklık gelir senetlerinden almak suretiyle halkın belirli sürelerle, bu işletme­lerle kâr ortaklığına girmesi, mudarebe sisteminin bir uygulama biçimi olarak gösterilebilir.[53]

8.    Sosyal Yardım

Bu yatırımlar sonunda geliri artan ve iktisadi başarının do­ruğuna doğru yükselen müslüman insan, karşısında İslam’ın çok çeşitli sosyal prensiplerini bulacaktır. Çünkü Peygamberimiz (sav), Allah’ın sevmediği ve günahlarını affetmeyeceği ikinci in­san tipi, “Diğer insanlara karşı yükümlü bulunduğu mesuliyet­lerden bihaber olandık’, demektedir. Allah, Kur’an-ı Kerim’inde “Namaz kılın zekât verin, Allah için (diğer) hayır yollarına hali­sane harcayın.» diye buyurmaktadır. Peygamberimiz (sav), “Bir kimse, kardeşine yardım etmeye uğraşırsa, Allah da ona yardım eder.” müjdesini vermekte ve “Doğrulukta ve iyilikte yardımlaşın, fakat kötülükte ve günahta yardımlaşmaktan kaçının,’, ikazında bulunmaktadır. Yine Peygamberimizin, “Bir kimse, komşusu sefa­let içinde aç iken ve kendi elinde imkânları var iken, buna bigane kalırsa, bizden değildir” ve “Bir ülkede, bir kimse açlıktan ölürse, Allah’ın zimmeti, himayesi onlardan uzak olur.” sözleriyle var­lıklı müslümanların sosyal mes’uliyetlerini çok ağır bir şekilde hatırlatmaktadır.

Bakara süresinin 265, 272, 273, 274. ayetlerinde hayırla ilgili olarak Allah kullarına şöyle demektedir: “Allah’ın rızasını kazan­mak ve gönüllerindeki imanı kuvvetlendirmek için mallarını hay­ra sarfedenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağınca iki kat ürün verir: Bol yağ­mur yağmasa bile en azından bir çisinti düşer (deyine bolca ürün verir). Allah bütün yaptıklarınızı görür” (Bakara, 2/265). “Hayır olarak harcadıklarınızın hepsi, kendiniz içindir. Yapacağınız har­camayı, ancak Allah’ın rızasını kazanmak için harcayın. Hayır kastıyla verdiğiniz ne varsa, size tam olarak noksansız verilir ve siz asla haksızlığa uğramazsınız.” (Bakara, 2/272). “Yapacağınız hayırlar, kendilerini Allah yoluna adamış, Allah’tan başka hiçbir düşüncesi olmayan, o sebeple yeryüzünde dolaşıp kazanmaya im­kân bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı zengin sayılan fakirlere verilmelidir. Çünkü onlar ortalıkta görünmezler, yüzsuyu dökerek kimseden birşey isteye­mezler. Yaptığınız ve yapacağınız hayırlarınızı Allah eksiksiz bilir ve karşılığını verir.” (Bakara, 2/273). Müfessirlere göre, bu ayetle anılan fakirler, birinci derecede Allah yolunda çalışanlar, ikinci derecede ise samimi gayelerle ilim öğrenen ve aynı şekilde öğre­ten fakirlerdir. Bakara süresinin 274. ayetinde ise Allah’ın şu be­yanı görülür; “Mallarını gece ve gündüz, açık ve gizli hayra sarfe- denlerin mükâfatlarını Rab’leri verecektir. Onlar için ne korku, ne de üzüntü vardır.’’ (Bakara, 2/274). Müfessirlere göre bu ayetlerde teşvik edilen hayırlardan birinci derecede murad edilen zekâttır. Zira İslam’ın emrettiği şekilde zekât noksansız verilirse, fakirlik yok denecek kadar azalır. Ancak, zekâtın sarf yerleri belli ve sayılı olduğundan, zekât verilmeyen yerlere de zekâtın dışında hayır yapılması gerekir.

İslam’ın bu prensipleri müslüman insanı hayır sahasına yö­neltir ve Allah’ın verdiği serveti Allah yolunda harcama eğilimini arttırır. Çünkü iyi bir müslüman, kazancının belli bir nispetini zekât olarak devlete veya fakirlere verdikten sonra da her müslü- manın diğer müslümanlardan sorumlu olduğu bilincine varır ve Kur’an’ın “Allah faiz gelirini eksiltir, hayırseverlerinkini arttırır.” (Bakara, 2/276) mealindeki müjdesini hatırlar. Esasen zengin in­san, maddi ihtiyaçlarını tatminde doygunluk noktasına da gel­miştir. Bundan böyle ilâve tüketim harcamalarının azalan fayda kanunu gereğince marjinal faydası süratle azalacak, sıfıra inecek, hatta negatife dönüşebilecektir. Bu durum, insanları bunalıma gö­türür, hayattan zevk alamaz hale düşürür ve behimi arzularının tatmini cihetinde gayri ahlaki yollara saptırır, azdırır.

İyi bir müslüman bu noktaya inmez. Çünkü istihlâkini, doy­gunluk noktası olan sıfıra inmeden ahlaki mülâhazalarla (israftan kaçınma) esasen frenlemiştir. Lükse ve gösteriş istihlâkine gitme­diği için gayrimeşru yollara esasen yönelmemiştir. Buna rağmen, şahsi tüketiminin marjinal faydası azalmaya başlayınca, sosyal harcamalara (sosyal yardım) yönelirse, bu sahada azalan fayda kanunu işlemez. Sosyal harcamalar çoğaldıkça sağladığı manevi tatmin duygusu artar. Zira o kimse Allah’ın rızasını sağlama inan­cı içindedir.

İyi bir müslüman, bilgisini arttırarak, hayırlı bilgilerle ahlâ­kını yükselterek kemal mertebesine erişmeye çalışmakla mükel­leftir. Allah’ın takdir ettiği nispette maddî ve manevî seviyesini yükseltir. Allah Kur’an-ı Kerim’de bu hususla ilgili olarak şöyle demektedir: “Allah, dilediğine faydalı bilgi (hikmet), zenginlik ve bolluk verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstün­lük verilmiştir. Aklı erenler, bundan ibret alırlar.” (Bakara, 2/269). Müfessirlere göre, bu ayette geçen hikmet kavramının maddî ve manevî muhtevası vardır; Allah, bol ihsanda bulunduğu zaman yalnız malı veya yalnız mağfireti vermez. Her ikisini birleştiren hikmeti verir. Hikmet verilen kişiye nuranî basiret verilmiştir ki onunla, hareket ve davranışlarında isabetli ve doğru kararlar ve­rir. Hikmet sahipleri, derin ve yararlı bilgiler edinir. Allah’ın ken­disine hikmet verdiği kimseler evvelemirde Peygamberler ve ilmi ile amel eden âlimlerdir. Bilgili olmanın en çok değer verilen ta­rafı, insanlığa yararlı olmaktır. Peygamberimiz hadislerinde şöyle buyurmuştur; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır. ” “Allah’tan yararlı bilgi isteyin, yararsız bilgiden Allah’a sığının.” “Doğruluk, adalet, ihlâs, sevgi, saygı, ağırbaşlılık, başkalarına faydalı olmak, cömertlik, alicenaplık gibi yüksek vasıfları taşıyan kimseler de hikmet ehlinden sayılır. İslam’a tam olarak inanan, Kur’an’ın emirlerini öğrenip, noksansız uygulamak için çaba sar- feden, tüm kötülüklerden uzak duran kimse hikmet sahibidir ve onlara büyük hayır verilmiştir.” (Bakara, 2/269).

Böylece müslüman insan, İslâmî prensiplere göre hareket ettiğinde rasyonel bir davranış olarak sosyal yardım cihetine yö­nelir. Kur’an-ı Kerim’de bu husustaki hükümlerden birkaçı şöyle der: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça (en) iyiye eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir. ” (Al-i İmran, 3/92). Bu ayeti kerimede “en iyi” şeklinde tercüme edilen “birr” kelimesi, hayrın, iyiliğin kemâl noktası, Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti manalarında anlaşılmıştır. “Birr”; imanda, iba­dette ve ahlâkta en doğru ve en güzel hayatı yaşamaktır. Böyle bir hayata ve Allah’ın lütuf ve inayetine ulaşmanın şartlarından biri, kişinin sahip olduğu ve sevip bağlandığı şeyleri Allah yo­lunda kullanmasıdır. Müfessirlere göre bu şeyler, servet, mevki ilim ve beden kuvveti gibi maddi ve manevi imkânlardır. Yine bu konuyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’in Bakara süresinde Al­lah kullarına hitaben şöyle demektedir: “Gerçek iyilik, yüzünü­zü doğa veya batı tarafına çevirmeniz değildir; asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere, inanmak; Al­lah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcamak, namaz kılmak ve zekât vermektir” (Bakara, 2/269).[54] “Antlaşma yaptığı zaman verdikleri sözü yerine getiren­ler, sıkıntı, hastalık, savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Azaptan korunacak olanlarda ancak onlardır.’” (Bakara, 2/177). “Ey inanç sahipleri, size verdi­ğimiz zenginliklerden bir kısmını yoksullara harcayın. Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı (kıyamet) günü gelmeden hayır iş­leyin.’” (Bakara, 2/254). “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz dâne olmak üzere yedi başak veren bir dânenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfu boldur, her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/261). “Mallarını Allah yolunda hayra verip de sonra başa kakmayan, alanların gönlünü kırmayan (onlara iyi davranan) kimselerin Allah katında kendile­rine has mükâfatlar vardır. Onlara korku ve acı yoktur. Çünkü gü­zel söz ve hoş görü (suç bağışlama), peşinden başa kakılan, gönül inciten sadakadan daha iyidir.” (Bakara, 2/262-263).

Ey inananlar, gösteriş için malını harcayan, Allah’a ve ahi­ret gününe inanmayan kimseler gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Çünkü onun bu hali, üzerinde biraz toprak bulunan kayanın haline benzer ki, şiddetli yağmurdan sonra üzerindeki toprak silinip çıplak kaya haline ge­lir. Böyleleri (gösteriş için amel edenler) kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inanmayan toplumlara doğra yolu gös­termez.’” (Bakara, 2/264). “Ey iman edenler, hayrınız için kazan­dıklarınızın, yetişen ürünlerinizin temizlerinden harcayın. (Zekât ve sadaka verin). Kendinizin ancak göz yumarak alabileceği de­ğersiz ve kötü şeyler vererek sakın hayır yapmaya kalkışmayın. Biliniz ki Allah vereceğiniz sadakalardan müstağnidir, övülmeye lâyıktır, her şeyi bilicidir.” (Bakara, 2/267).

Müteakip ayet-i kerimede Cenab-ı Allah kullarına şöyle hitap ediyor: “Şeytan, sizi fakirlikle tehdit eder (korkutur, fakir olursu­nuz diyerek sadaka vermenize mani olur) ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise bolluk vericidir. Allah’ın ihsanı boldur, her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/268). Müfessirlere göre bu ayetlerde hayır yapmak teşvik edilmiş, ancak hayır yaparken kalp kırılmaması, fakirin küçümsenmemesi, eziyet edilmemesi, yapılan iyiliğin başa kakılmaması, gösterişten kaçınılması, şid­detle tavsiye edilmiştir. Aksi halde, yapılan hayırdan fayda ve se­vap yerine günah ve azap gelir (Bakara, 2/264).[55]

Müslüman insan gelirini hayra sarf edince, fakirin nezdinde itibarı artmış olur. Sınıf mücadelesi ve nefreti, yerini insanlarara- sı ahenk ve sevgiye bırakır. Bu arada bu zengin müslüman, yar­dıma muhtaç insanlar arasında dara düşmüş tüccarlarla ve borç isteyen müslümanlarla da karşılaşır.

9.    Karz-ı Hasen

Karz-ı hasen, menfaat düşünmeden, hayır için borç vermek demektir. İmkânı olan insanın, darda kalmış olanlara karşılık beklemeden ödünç vermesi tavsiye edilmiştir. Bu hususla ilgili olarak, Allah, Kur’an-ı Kerim’de insanlara şöyle hitap etmektedir: “Eğer borçlunuz darlık içinde ise, eli bollanıncaya kadar ona za­man tanıyın. Eğer gerçekleri çok iyi anlayan kimselerden iseniz, (ödeyemeyecek derecede güçsüz olan borçlunun borcunu) sadaka yerine bağışlarsanız sizin için daha hayırlı olur” (Bakara, 2/280). “Ey inananlar, muayyen bir vade ile borçlandığınız vakit onu ya­zın. Aranızda bir kâtip de doğrulukla yazsın. Yazan, Allah’ın ken­disine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, (herşeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın. Borç, büyük veya küçük olsun, onu müddeti ile beraber yazmaya üşenmeyin. Bu şekilde yapılan muamelelerde şahit gösterin (hiç bir kâtibe ve hiçbir şahide zarar verilmesin.)” (Bakara, 2/282).

Müfessirlere göre, bugün uygulanmakta olan noter sistemini ortaya koyan ve uygulanmasını isteyen İslâm dinidir. Şahitlik ve kâtiplik müessesesi, herkesçe korunması gereken bir müessese­dir. İnsanlar arasında yapılan her türlü muamelenin şahitler hu­zurunda yazılması hak ve adalete daha uygundur.[56]

Karzı hasen, menfaat düşünmeden, hayır için borç vermek olduğundan, insan kime borç verecektir? Tabiatıyla ihtiyacı olan iyi bir insana. Varlıklı müslüman insan ihtiyacı olan iyi insana ödünç verince cemiyetin iktisadi yapısı ile sosyal bünyesi ara­sında irtibat kurulmuş, insanlar, iktisadi hayatta dürüst harekete teşvik edilmiş olacaktır. Müslüman insan, şahıslara bizzat borç verebileceği gibi, bu yardımı müesseseler kanalıyla da yapabilir. Meselâ vakıflar bunlardan biridir.

10.    Fakirin Zengin Üzerindeki Hakkı

Zekât mecburiyeti kaidesi; İslamiyet’te zekât mecburidir. Bu yolla cemiyetin nisbi olarak zengin sınıflarından fakir ve muh­taçlara bir gelir transferi yapılmış olur. Zekât iktisadi bir ibâdet olup, Kur’an-ı Kerim’de Allah bir çok ayetlerde namaz ile birlik­te zekât vermelerini kullarına emretmiştir. Meselâ Zariyat Sûre­sinde, “inananlar, mallarında yoksul ve muhtaçlar için bir hak olduğunu kabul eder...” (Zariyat, 51/19); “Mallarında, isteyene ve -istemediği için- mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar, cennet­lerde ikramlara mazhar kılınırlar” (Mearic, 70/24, 25). “Namazı kılın, zekât verin, kendiniz için işlediğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı görür” (Bakara, 2/110).

Zekât, mecburi bir ödeme olduğu için, zenginlerin malı ve serveti üzerinde cemiyetin bir hakkı olarak tezahür eder. Zekât, bu özelliğiyle ihtiyari mahiyetteki sadakalardan ayrılır. Esasında sadaka, zekâtı da kapsayan daha geniş bir kavramdır. Bu mana­sıyla her zekât, aynı zamanda bir sadakadır. Fakat mecburi olan yegâne sadaka şekli zekâttır. İnsanlar, belli bir nisabın üzerinde üretken mala sahip olduğunda zekât ödemek mecburiyetindedir. Zahiri (dışarıdan görülebilen) ve batıni (dışarıdan görülüp bili­nemeyen) üretken mal ve kıymetlerin toplam değeri, bu belirli nisabı aşarsa ve bir yıl süreyle elde bulunmuş olursa, onun sa­hibine zekât ödeme mecburiyeti doğar. Nisabın, zaruri ihtiyaçla­rı tatmin sınırının üstünde olması gerekir. Aynı zamanda nisab sınırını aşan insan, borçsuz olmalıdır veya borcu düşüldüğünde kalan değer, nisab sınırını aşmış olmalıdır.

Üretken olmayan mallarla, zaruri ihtiyaçları karşılayan mal­lar, zekât nisabının hesaplanmasında dikkate alınmaz. Zekâtın nisbeti, varlığı oluşturan malların cinsine göre asgari %2,5 ile %20 arasında (1/40 ile 1/5 arasında) değişir. Tevbe Suresinde zekâtın sarf yerleri sekiz gurupta belirtilmiştir:

1.         Fakirler,

2.         Miskinler (muhtaçlar),

3.         Zekât toplayan memurlar,

4.         Müellefetül kulûb, gönülleri İslam’a ısındırılmakistenen- ler,

5.         Esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen esir ve köleler,

6.         Borcuna karşılık malı olmayan borçlular,

7.         Allah yolunda çalışıp cihad edenler,

8.         Yol oğlu, yolcu olup, yolda dara düşenler (Tevbe, 9/60).

Bu ayet, zekâtın farz olduğunu gösterir ve alınan zekâtların harcanacağı yerleri belirler. Bu tasnife göre, zekât verilecekler ara­sında önce fakir ve muhtaçlar gelir. Zekâtın sarf yerleri, Kur’an-ı Kerim’de Allah tarafından açıkça belirtilmiştir. Nelerden ve ne miktar zekât alınacağı da hadislerle açıklanmıştır.

Özet

Toplumun iktisadi bünye itibariyle dengeli bir yapı arz etme­si her şeyden evvel bu müslüman insan tipinin yetiştirilmesine bağlıdır. Çünkü ister işçi, ister işveren, ister kendi başına çalışan olsun, ister özel kesimde, ister kamu kesiminde çalışan durumun­da bulunsun, toplumun yapısını insan unsuru oluşturacaktır.

Eğer iktisadi hayatta özellikleri belirtilen müslüman insan tipi çoğalır, fertler İslam’ın bu normatif kaidelerine göre davranış­larını ayarlayabilirse, insanın eline geçen imkânları iş hayatında iyi değerlendirmesi, talebi ve arzı meşru ve faydalı sahalara yö­neltmesi, üretimi arttırması, işte verimi çoğaltması, artan tasarru­fu faydalı yatırımlara yatırması veya başka müteşebbislere karzı hasen olarak ikrazda bulunması, devletin vergisini ve zekâtını tam ödeyerek, servetini Allah yolunda sosyal yardımlara harca­ması mümkün olur. Ve sonuçta, böyle insanlardan oluşan bir top­lumda sosyal adalet içinde iktisadi gelişme sağlanmış olur.

Kaynaklar

Ahmad, Khurshid (1966), Principies of Islamic Education, Islamic Publication LTD, Lahor, Karachı.

Ahmad, Khurshid, (1980, Editör), Studies in Islamic Economics, The Islamic Foundation, U.K.

Ahmad, Shaikh Mahmud (1964), Economics of İslam: A Comperati- ve Study, Muhammed Ashraf, Kashmiri Bazar Lahore.

Ahmad, Z. Iqbal, M. ve Khan, M.F (1983, Editör), Money and Ban­king in İslam, KAA.U. Jeddah, Icrie Institute of Policy Studies, Islamabad.

Akram, Muhammad (1983), Islamic Economics, Annotated Sources in English and Urdu, The Islamic Foundation, U.K.

Ansari, Muhammed Fazlur Rahman (1954), İslam Versus Marxism, Islamic Public Bureau series no: 5 Athlone, Cape Tora, South Africa.

Özek A., Karaman H., Aydın A. ve Erkal M. (1984), Zekât, İslâmi İlimler Araştırma Vakfı Yay. 5.

Brohi, A.K (tarihsiz), Iqbal and the concept of Islamic Socialism, Al Karimi Press. Karachi.

IDB, IRTI, Jeddah, Islamic Economics, A bibliography, 1984.

Mahmud, Ahmed (1975), İslâm İktisadı, Tercüme: Y. Ziya Kavakçı,

Cağaloğlu S Yayınevi. İstanbul.

Mannan, M.A. (1980), İslâm Ekonomisi, Tercüme: Bahri Zengin, T.

Omeroğlu, Fikir Yayınları, 4. baskı, İstanbul.

Mohammad Ajrıff (1982, Editör), Monetary and FiscalEconomics of Islam, KAAU, ICRIE Jeddah.

Muazzam Ali (1982, Editör), Islamic Banks and Strategies of Economic Coopeation, Int. Assocition of Islamic Banks, New Century Publishers, London.

Muslehuddin, Mohammed (1969), Insurance and Islamic Law, Isla- mic Public Ltd. Lahore, Dacca.

Nienhous, Volker (1982), Literatüre on Islamic Economics, in English and German, AlKitab Verlag, Köln.

Sıddıqı, M. Nejatullah (1976), İslâm Ekonomisinin Temelleri, Tercü­me: Bahar Gürsan, Kaynak Yayınları, İzmir.

Waqar, Masood Khan (1985), Towards an Interest Free Islamic Eco­nomic System, The Islamic Foundation, U.K and The International Asso- ciation for Islamic Economics, Islamabad, Islamic Economic Series, 11, U.K.

Zaim, Sabahaddin (1980), Comtemporary Turkish Literature on Is­lamic Economics, in: Studies in Islamic Economics, s. 317, Edited by K. Ahmad, The IslamicFoundation, U.K.

Zaim, Sabahaddin (1982), Islamic Economics as a System, Based on Human Values, in: Islamic Banks and Strategies on Economics, Edited by Muazzam Ali, A.I.B, London, p. 1525.

Zaim, Sabahaddin (1979), İslâm ve İktisadi Nizam, Teknik Eleman­lar Birliği, Karabük Şubesi Yay. 1, Karabük.

Zaim, Sabahaddin (1978), İktisadi Faaliyetlerde İslami Davranış Tarzı, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt 7, Sayı 12.

Zaim, Sabahaddin (1969), Modem İktisat ve İslâm, M.T.T.B. İstanbul.

Ziyauddin Ahmad, Munewar Iqbal, M. Fahim Khan (1983, Editör), Financial Policy and Resource Allocation in Islam, Institute of Policy Stu- dies, Islamabad, Pakistan.

Zekâtın İktisadi Önemi[57]

Manası: Zekât İslam’ın beş şartından biridir ve mali bir iba­dettir. Zekât, zenginden fakire bir gelir transferidir. Bu yönüyle zekât (ihtiyari) bir sosyal yardım değildir. Fakirin zengindeki hak­kıdır, zengin için mecburi bir sadakadır. Manası büyüme, temiz­lenme ve arınmadır.

Mükellefiyet: Zekât kime farzdır? Müslüman, akıllı, reşit (erginlik çağına basmış), hür ve nisab’a (yeterli zenginliğe) malik kimseye zekât vermek şarttır.

Nisab: Nisabın (yeterli zenginliğin) ölçüsü, bir kimsenin sahibi olduğu ve kullanabildiği üretken malların değeri 20 mis- kal (85 ila 96,2 gram) altın veya (1 miskal 100 hububat tanesinin ağırlığıdır), 200 dirhem (595 gram) gümüşün Türk Lirası karşılı­ğını buluyorsa, o şahıs zekât verecek kadar zengin sayılır. Nisabın hesaplanmasında, kişinin, üretken olmayan zaruri geçim mal­ları, meselâ, oturduğu evi, ev eşyası, giyim eşyası, özel arabası, mesleki aletleri hesaba katılmaz (gelir vergisindeki zaruri masraf­lar veya asgari geçim indirimi kavramı gibi). Nisab miktarı ma­lın kişinin elinde bir yıl süre ile durmuş olması gerekir. Meselâ, 1997 yılı içinde elinde bulundurduğu nisab miktarı mali varlığın zekâtını 1998 yılında ödeyecektir.

Zekât Nisbeti: Zekâta tabi mali varlığın muhtevasına (çeşi­dine) göre 1/5 ile 1/40 arasında değişir. Bir başka ifade ile zekât

nisbeti %2,5 ile %20 oranı arasında değişir. Nisbet, mali varlığın doğuşuna esas olan mal ve üretim tipine göre değişir, (esası farklı olmakla beraber katma değer vergisindeki kavrama benzer). Zah­metsiz kazançlarda oran yüksektir (% 20)! Ticari mallarda ve altın ile gümüşte, nakit parada (% 2,5)’tur. Toprak mahsullerinde 1/10 ila 1/20 arasında değişir. Yatırım gerektiren sulu tarımda 1/20, yağmura bağlı tabii tarımda 1/10 oranı uygulanır. Gayrimenkul ve hayvanlar dışında, hacim ve ağırlıkla ölçülemeyen bütün mali değerler, ticari mal sayılır. 1/40 (% 2,5) oranında zekâta tabidir. Hisse senetlerinden, ticari eşya gibi 1/40 oranında zekât verilir.

Zekâtın Hesaplanması: Kişinin muhtelif gelirleri, kendi oranlarına göre hesaplanıp toplanır. Bu miktara alacaklar ilave edilip, borçlar düşülür. Kalan miktar TL olarak zekâtın matrahını teşkil eder.

Zekâtın nisabı ve oranı konusunda, teknik ayrıntılar açısın­dan 4 mezhebe göre bazı farklı ölçümler yapılır. Bu hususlarda gerekli bilgi için il veya ilçe müftülüklerine başvurularak bilgi alınmalıdır.

Zekâtın sarf yerleri:

Zekât ödemesi 8 yere yapılabilir:

1.     Fakirlere ve muhtaçlara,

2.     Miskinlere,

3.     Toplayanlara (kamu tarafından toplanan varsa),

4.     Kalpleri kazanılacaklara,

5.     Köleleri azad için,

6.     Borçluları borcundan kurtarmak için,

7.     Allah yolunda çalışanlara,

8.     Yolculara (darda kalmış ise).

Fakir, malı ve geliri olmayan kişidir. Muhtaç, ihtiyacını karşı­layacak geliri olmayan kişidir.

1.     Kim zekât verir? Geliri ve mali varlığı, nisabın üstünde olanlar zekât verir.

2.     Kim zekât alamaz ve vermez? Geliri ihtiyacına yeten, fakat geliri ve mali varlığı nisabın altında kalanlar zekât alamaz; zekât vermesi de gerekmez.

3.     Kim zekât alır? Geliri ihtiyacına yetmeyenler zekât alır.

Zekâtın amacı nedir? Zekâtın amacı 1. gruptan geliri 3. gru­ba transfer etmek ve 3. grubu 2. gruba doğru yükseltmektir. Tabir caizse, piramidin ortasını büyütecek, kutuplaşmayı önleyecek, orta direğe girenleri çoğaltacak şekilde, toplumda gelirin yeniden dağılımını ve sosyal adaleti sağlamaktır.

Vergi zekâta sayılır mı? Kesinlikle hayır. Vergiden sonra ka­lan net gelir üzerinden zekat ödenir. Zekâtı vergiden ayıran 13 türlü faktör vardır. Şunlardır:

1.     Zekât dini bir vecibe, mali bir ibadettir. Vergi, devlet gelir­lerine iktisadî ve mali vatandaşlık katkısıdır;

2.     Zekât yalnız Müslümanlar içindir. Vergi her vatandaş için­dir;

3.     Vergi affedilebilir, zekât affedilemez;

4.     Zekâtın sarf yeri, (belirtilen 8 yer olarak) kesindir; vergi­nin değildir;

5.     Zekât zenginden fakire gider; vergide şart değildir;

6.     Zekât ödeyen, bundan faydalanamaz; vergide bu müm­kündür;

7.     Zekât üretken servetten alınır; vergi ise tüketimden de alı­nır;

8.     Vergide kayıp önemlidir; zekât ibadet olarak ödenir;

9.     Amaç farklıdır; zekâtta amaç gelir dağılımı için gelir trans­feridir; vergide devletin ihtiyacını karşılamaktır;

10.     Zekâtta asgari sorumluluk kesindir; vasıtalı vergide de­ğildir;

11.     Vergi yükü, vergiyi ödeyen tarafından tüketici veya üre­ticiye yansıtılabilir; zekâtta olmaz;

12.     Zekât yalnız geliri değil, atıl duran mali varlıkları da kap­sar, müterakkilik karakteri daha kuvvetlidir.

1.     Zekâtta menfi vergi karakteri vardır.

1. Türkiye’nin zekât potansiyeli nedir?

 

1986

1988

Gayri Safi Milli Hâsıla

40 trilyon TL

100 trilyon TL

Zekât Potansiyeli (Nakit olarak, altın vs. dâhil):

1 trilyon TL

2,5 trilyon TL

Sanayi’de

550 milyar TL

1,5 trilyon TL

Tarım’ da

350 milyar TL

700 milyar TL

Ticaret, Hizmet

250 milyar TL

800 milyar TL

Zekât Potansiyeli

2,150 milyar TL

5,5 trilyon TL

 

1986 yılında 40 trilyon TL GSMH’da 2,15 trilyon TL zekât potansiyeli ve 1988 yılında 100 trilyon TL GSMH’da 5,5 trilyon TL zekât potansiyeli, Türkiye dışında bankalarda 30 milyar DM varsa 30 trilyon eder. Zekât potansiyeli 750 milyar eder.

Gelirin % 80’i % 20’nin elindedir, 80 trilyonun l/40’ı 2 trilyon eder. Düşülecek meblağlar: Vergiler, gayrı Müslimler, yabancı ser­maye ve nisabın altında olup asgari geçimin üstünde olanlardır.

Türkiye’de, 1986’da 40 trilyon GSMH’da 2,2 trilyon TL civa­rında zekât potansiyeli tahmin edilmiştir.

1988’de 100 trilyon TL’lık GSMH’da 5,5 trilyon TL’lık zekât potansiyeli tahmin edilmiştir. Yani, 1988 yılında tahminen öden­mesi gereken zekât Türkiye’de 5,5 trilyon TL civarında olmuştur.

Fiili zekât ödemesi ise bu miktarın altında olabilir. Bu du­rumda eğer bütün Müslüman vatandaşlardan nisabın üstünde geliri olanlar zekâtlarını tam ödeseler, resmi rakamlardaki gelir dağılım tablosuna göre 5,5 trilyona yakın bir gelir transferinin zenginden fakire yapılması gerekirdi.

Uygulamada ise, bu miktarın 1/4’ünün yapıldığını iyimser­likle tahmin ediyoruz. Bu durumda 4 trilyonluk bir zekât kaybı olmuş demektir.

1.1 Zekâtın İktisadî faydaları nelerdir?

Zekâtın İktisadî faydaları:

1.         Verimi ve fleksibiliteyi artırır;

2.         Milli geliri yeniden sosyal adalet yönünde dağıtır;

3.        Gösteriş tüketimini zaruri ihtiyaç mallarına aktarır, kay­nak dağılımını düzeltir;

4.        Atıl geliri azaltır, yatırımı artırır;

5.        Toplam talebi artırır.

Tartışmalı konular

1.      Zekâta tabi mallar genişler mi?

2.      Nisab hesabında gelirler ayrı mı toplansın?

3.      Gümüş üzerinden mi, altın üzerinden mi hesaplansın?

4.      Bir yıl elde tutma şartı nerelerde geçerlidir?

5.      Borçların düşülmesi nasıl olur?

6.      Şirketlerde hesap tarzı nasıl olur?

7.     Allah yolunda, fakire faydalı alt yapı yatırımlarına zekât geliri sarf edilebilir mi?

8.      Çeşitli mallarda oranlar nasıldır?

Bu ve benzeri konularda tereddütleri olanlar, ilgili il ve ilçe müftülüklerine müracaat ederek gerekli bilgileri almalıdır.

2.     Zekât Nisabının ve Fitre Miktarının Bugünkü Nakdî De­ğeri[58]

2.1 Zekât Nisabının Hesaplanması: Doğrudan hesaplama metodu

İslami literatürde insanlar zekât nisabı yönünden üç gruba ayrılabilir.

Birinci Grup Fakirlerdir. Bunlar, gelirleri asgarî geçim haddi- nin altında kalan insanlardır. Dolayısıyla mevzuumuz açısından zekât alabilirler, fitre alabilirler, kurban kesmeleri vacip değildir. Tabiatıyla zekât mükellefi değillerdir. Acaba nakdî ölçekler itiba­riyle bu fakirlik sınırı nedir?

Bugün (2004) ülkemizde fakirlik sınırını belirten çeşitli gös­tergeler vardır:

1. Asgarî Bağ-Kur emeklisi aylığı

285 d

lilyon TL

Aylık

2. Asgarî Ücret

318

3. Asgarî işçi emeklisi aylığı

400

4. Asgarî memur maaşı

481

5. TÜRK-İŞ’in Asgarî Geçim Haddi (Açlık sınırı)

480

6. Asgarî memur emekli maaşı

513

7. T. KAMU-SEN’in Asgarî Geçim Haddi (Açlık sınırı)

612

 

Konuyu nüfus başına millî gelir açısından ele alırsak, karşı­mıza şu göstergeler çıkar:

1986 sabit fiyatlarıyla nüfus başına millî gelir (TL)

2000 yılında

1,767 milyon TL.

(1.8 milyar TL.)

2002  

1,670 “

(1.7 milyar TL.)

2003  

1,741 “

(1.8 milyar TL.)

 

Yani 2000 ile 2003 yıllarında gelirler yaklaşık aynı kalmış­tır. Fakat döviz değerleri değişmiştir. ABD doları ile nüfus basma millî gelir (cari döviz kuruyla) şöyledir:

1993

3,065

dolar

2000

2,987

2002

2,598

2003

3,383

 

2002 yılında Hanehalkı fertlerinin yıllık kullanılabilir geliri nedir? Hanehalklarının toplamı gelirlerine göre en alttan yukarı­ya doğru, %20’lik gruplar hâlinde beş gruba ayrılmıştır. Bu grup­ların toplam gelirdeki payları şöyledir:

2002’de kullanılabilir gelir: 143,8 katrilyon TL’dir. Gelir geti­ren: 31 milyon kişi, nüfus: 70 milyon, ilk ve son %10’lar: 7 milyon nüfus, %20’lik gruplar: 14 milyon nüfusu kapsar.

Gruplar

Gelir veya harcamanın (% payı)

Toplam Gelir (katrilyon TL.)

Aylık Gelir

Günlük Gelir (milyon TL.)

 

İlk %10

1.90

2.7

390 milyon TL.

13

1. %20

5.29

7.6

543 milyon TL.

18.1

2. %20

9.81

14.1

1.0 milyar TL.

33.3

3. %20

14.02

20.2

1.4 milyar TL.

46.7

4. %20

20.83

30.0

2.1 milyar TL.

70

5. %20

50.05

72.0

5.1 milyar TL.

170

Son %10

34.60

49.8

7.1 milyar TL.

236.7

 

Bu göstergelere göre, genel bir yaklaşımla nüfusun %20’sinin, yani 14 milyon insanın geliri aylık 543 milyon TL, gündelik 18,1 milyon TL’dir. İlk %10’a giren %10’nun, yani 7 milyonun ortala­ma aylığı 390 milyon TL, gündeliği 13 milyon TL’dir.

Fakirlik sınırı için verdiğimiz göstergeler ayda 550 milyon TL, hatta 600 milyon, TL’yi asgarî geçim haddi olarak göstermek­tedir.

Şu hâlde Türkiye’de fakirlik sınırı 550 milyon TL civarında­dır diyebiliriz. Gelir ve harcamalar itibariyle ilk %20’ye giren 14 milyon civarında nüfus mutlak manada fakirdir, yardıma muh­taçtır, zekât, fitre ve her türlü yardıma müstahaktır.

II- Zekât nisabı bakımından ikinci grubu İslami literatürde­ki Nisab-ı İstiğna teşkil eder. Bu gruptaki insanların geliri asgarî geçim haddinin üstündedir. Fakat Nisab-ı Gına olan zenginlik sınırının da altındadır. Bu gruptakiler zekât mükellefi değildir. Zekât, fitre vs. yardım da alamazlar. Buna mukabil fitre verir ve kurbanlarını keserler.

Hanehalkı harcamalarına göre Türkiye’de ikinci %20’ye gi­ren 14 milyon nüfusun aylık geliri 1 milyar TL, gündelik geliri ise 33,3 milyon TL civarındadır.

Asgarî geçim hesaplarında T. Kamu-Sen’e göre (yoksulluk sınırı), bence zenginlik sınırı demek daha doğrudur; 2004 için 1,668 milyon TL, Türk-İş’e göre ise 1,457 milyon TL’dir. İslâmî li­teratürde zenginlik (yoksulluk) sınırına Zekât Nisabı veya Nisab-ı Gına denmektedir.

Klâsik Nisab ölçüsü olarak verilen miktarlar şöyledir: 200 dirhem (595 ar.) gümüş zekât nisabı olup, bugünkü raiciyle 166 milyon TL.dir. Zira 900 ayar gümüşün bir gramı 279 bin TL’dir. Bir dirhem 425 gr. altına tekabül eder. Bir gram altın ise 62,5 gr. gümüşe muadildir. Şu hâlde bugün için 200 dirhem gümüş’ ün nisab ölçüsü olma vasfı kalmamıştır. 22 ayar 85 gr. altının değeri 1.523 milyon TL’dir.

Şu hâlde hem altına, hem de nakdî ölçülere göre zekât nisabı için 1,5 ilâ 1,6 milyar TL diyebiliriz. Her iki ölçüye göre de ikinci ve üçüncü %20’leri teşkil eden 14+14 = 28 milyon nüfusun geliri bu zenginlik sınırının, yani NİSAB’ın altında kalmaktadır. Çünkü bu grupların aylık ortalama gelirleri 1 milyar TL ile 1,4 milyar TL arasında kalmaktadır.

Tarım kesimlerinde aynî varlığa sahip olanlar için, arzu eder­lerse, nakdî ölçülere gitmeden AYNÎ nisab ölçüleri geçerli olur. Bunlar da: beş deve (40 koyuna denk), 40 davar (koyun-keçi), 30 sığır, 5 VESK (652,8 kg tahıl), 81 şinik buğdayı klâsik ölçekler olarak kırsal kesimde evleviyetle kullanılabilir.

Bu duruma göre tekrarlarsak, gerek altın, gerek nakdî ölçü­lere göre zekât nisabı (nisab-ı gına) aylık gelir olarak 1,5 milyar TL’nin, yıllık gelir olarak 18 milyar TL’nin üstüdür. 2. ve 3. gruba giren, nüfusun %40’ının gelir seviyesi fakirlik sınırının üstünde olmakla beraber zekât nisabı olan zenginlik sınırının altındadır.

Türkiye’de dördüncü ve beşinci %20 gruplarına giren en üst­teki %40 nüfus (28 milyon) zekâta ehildir. Çünkü aylık ortalama gelirleri 2,1 milyar TL: ile7.1 milyar TL arasında, yıllık gelirleri ise 25 milyar TL ile 85 milyar TL arasında bulunmaktadır. Bunla­ra zekât vaciptir; zekât verir, fitre verir, kurban keserler.

Bugünkü şartlara göre gelir dağılım politikası açısından he­def, birinci gruptaki gelir sahiplerinin bir kısmını ikinci gruba aktararak hayat seviyelerini yükseltmektir. Yani fakirlerden bir kısmını nisab-ı istiğna grubuna aktarmaktır. Zekâtın da uygulan- masındakil amaç bu gayenin tahakkukuna imkân nispetinde yar­dımcı olmaktır.

Özetlersek: Zekât nisabında:

1.         Fakirlik sınırı: 550 milyon TL,

2.         Nisab-ı istiğna: 550 milyon TL ile 1,5 milyar TL arası,

3.         Zekât nisabı (nisab-ı gına): 1,5 milyar TL’nin üstüdür.

Bu duruma göre bir şahsın yıl içindeki aylık ortalama geliri

2 milyar TL ise, 2x12 = 24 milyar TL’lik yıllık gelirinin kırkta biri olan 600 milyon TL zekâtını öder. Eğer nisaba dâhil bütün gelir­lerinin toplamı, borçlar çıktıktan sonra sene başında ve sonunda 24 milyar TL’yi aşıyorsa, zekâtını çıkan meblağ üzerinden öder. Zekât nispeti, tabiatıyla bu meblağın içine giren para, hisse sene­di, gayrı menkul geliri vs, gibi zekâta tâbi varlıkların nevine göre gerekli oranlarda hesaplanır. Bu husus konumuz dışındadır.

Daha detaylı ölçüler elde etmek istersek hanehalkı gelirleri kır ve kent diye iki gruba ayrılmaktadır. Kentlerde ortalama 5.2 milyar TL hanehalkı gelirine karşılık, kırda bu miktar 2.6 milyar TL’ye düşmektedir.

Kent ve kır bölgeleri için ayrı ayrı hesaplar yapılabilir.

Ayrıca Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) tarafından gayrisafi yurt içi hâsılanın iller itibariyle de dağılımı yapılmıştır. İllerin nüfusu da bellidir, kişi başına yurt içi hâsıla illere göre de düzen­lenmiştir.

Bu sebeple hükümet, 1,500 doları esas alarak, geliri bu mik­tarın altında kalan illeri, FAKİR, gelişmeye muhtaç kabul etmiş ve bu illere yatırımları teşvik edici bir program uygulamaya baş­lamıştır (Yatırımcılara bedava arsa, vergiden muafiyet vs, gibi teş­vikler sağlanmıştır).

Bölgelere, göre de bir hesaplama yapılabilir: Türkiye genel­likle yedi bölgeye ayrılmaktadır. Bunlar: Marmara, Karadeniz, Ege, Akdeniz, Orta Anadolu, Doğu Anadolu ve Güney-Doğu Ana­dolu bölgeleridir. Ayrıca Marmara bölgesi kendi içinde Doğu ve Batı Marmara, Karadeniz bölgesi de Doğu ve Batı Karadeniz Böl­geleri diye ikiye ayrılmaktadır. Bu bölgelere göre de hesaplama­lar yapılabilir. Teklifimiz sudur: Diyanet İşleri Başkanlığı’nda İlmî araştırmalarla ilgili bir bölüm vardır. Bunun içinde bir ZEKÂT VE FİTRE BİRİMİ kurulabilir. Yapacakları iş, yukarıda belirtilen he­sapları yapmak için bir yandan DİE. Gelir ve Tüketim İstatistikleri Şubesi ile irtibata geçmek; diğer yandan SSK, İs İstatistikleri Birimi ve Devlet Plânlama Teşkilâtı (DPT) ile işbirliğine gitmektir; Lüzumlu bilgileri alır ve illere, bölgelere, kır ve kentlere göre zekât ve fitre nisab ve miktarlarını tespit eder. Sonra her yıl, enflasyona göre sabit fiyatlarla gelir nispetindeki tahavvüllere göre zekât nisabla- rını gözden geçirip yeniler.

Bu çalışmalarında İstanbul’daki T. Diyanet Vakfı İslâm Araş­tırmaları Merkezi (İSAM) ile işbirliği yapabilir. Herhâlde böyle bir işlem il müftülüklerine bırakılamaz.

2.1    Fitre Miktarı

Zekat zengininde servetin üzerinden sene geçmesi gerekir­ken, fitre zengininde sene geçmesine gerek olmaz. Servete bay­ram günü sahip olsa bile fitre verilmesi gerekir.

Fitre Ramazanda Bayram günü ikindiye kadar verilir. Bay­ram gecesi doğana da şükür fitresi verilir. İslami literatüre göre fitre miktarının bir ailenin günlük iaşesini karşılayacak miktarda olması gerekir. Arkadaşlarımız tebliğlerinde İslâmî kaynak ve da­yanakları etraflıca izah etmişlerdir. Buna göre fitre miktarını da fitre verecek ailenin gelir seviyesi ile hayat standardı tayin eder. Aslolan fitre verenin, kendisinin bir günlük iaşe miktarını fakir bir aileye vermesi ve onu hiç olmazsa bir günlüğüne kendi sevi­yesine çıkarmasıdır.

Elimizdeki verilere göre fitre verebilecek aileler şöyle sıra­lanabilir: Hanehalkı anketlerine göre nisab-ı istiğna grubu zekât mükellefi olmadan fitre verebilecek, ikinci ve üçüncü %20’lere giren alt gruplardır. Bunların gündelik ortalama gelirleri 83 mil­yon TL ile 120 milyon TL arasındadır. Dördüncü ve beşinci %20 ’lik gruplarda ise gündelik gelir ortalaması 178 milyon TL ile 428 milyon TL arasındadır. Hatta son %10 grubunda günlük gelir 592 milyon TL’ye çıkmaktadır. Tüketim içinde gıda masrafı oranı

2002 hanehalkı anketine göre, Türkiye ortalaması olarak %26.67 oranındadır. Bu oran, kentlerde %23.87, kır’da %35.52 oranında­dır (DİE, İstatistik Yıllığı 2003, sh. 353). Bunu, ortalama %25 ilâ %30 arası olarak kabul edersek şu değerleri buluruz:

Tablo 1: Fitre Verecek Gelir Grupları (milyon TL)

Gelir Grupları

Günlük Gelir

%25 Gıda

Payı

%30 Gıda

Payı

Verilecek

Fitre

2. %20

33

8

10

8

3. %20

47

12

14

12

4. %20

70

18

20

18

5. %20

170-236

43-60

51-71

45-70

Birinci en alt gelir grubu fitre vermez, bilâkis fitre alır.

Klâsik İslâmî literatürdeki ölçeklere göre bir tasnife tâbi tu­tarsak, alttan yukarıya doğru:

1.     Arpa

2.     Buğday

3.     Kuru üzüm

4.     Kuru hurma tasnifini örnek alabilir ve fitreleri nakdî öl­çülerle de dört gruba ayırabiliriz.

Birinci kademedekiler, nisab-ı istiğna grubunun fitresi olup, zekât vermeden fitre veren an alt gruptur. Bu sebeple bunların gıda oranını %25 olarak kabul edebiliriz. Bu durumda birinci gru­bun fitre miktarı 8 milyon TL olur ve ARPA’ya tekabül eder.

İkinci kademede yer alan yine nisab-ı istiğna grubunda oranı %25 olarak muhafaza edersek, fitre miktarı 12 milyon TL olur ve BUĞDAY’ya tekabül eder. Üçüncü kademede 4. %20’lik grubun gündelik geliri 70 milyon TL civarında olduğundan, bunun da %26 üzerinden ortalama fitre miktarı 20 milyon TL olur ve KURU ÜZÜM’e tekabül eder.

Dördüncü kademede son %20’lik ve %10’luk grupların kar­ma ortalamasına göre fitre miktarı 46 milyon TL olur ve KURU HURMA’ya tekabül eder.

Şu hâlde 2004 yılı için klâsik modeli esas alırsak fitre miktarı şöyle olur:

FİTRELER

1

Arpa

üzerinden

8 milyon TL

2

Buğday

12  

3

Kuru üzüm

18  

4

Kuru hurma

46  

Not: Kırsal bölgelerde miktarlar düşer.

Recent Interpretations of the

Economic Aspects of Zakah32

In this paper the author has made a survey of literatüre perta- ining to assessment, collection and disbursement of Zakah toget- her with the issues that emerge from them. The paper discusses the bases of Zakah assessment including nisab, productivity and ownership of Zakatable assets. It also deals with conditions of eli- gibility to pay Zakah, and the different rates of Zakah on various kinds of wealth varying from articles of trade to windfall profıts. In this context, some controversial points such as the changing values of gold and silver, Zakah on industrial assets, income front stocks and bonds etc. are raised from the fiscal point of view; Zakah is contrasted with secular taxes using a number of crite- ria. The macroeconomic impact of Zakah is also examined. The paper refuses the argument of some scholars who favor that Za­kah rates should be made flexible and responsive to the state of economic condition. It is argued, however, that the proper mana- gement to Zakah proceeds can conceivably serve as an economic tool for stability as well as a measure to counter cyclical changes in economic growth. It is maintained that Zakah proceeds have a multiplier effect on the national economy if they are productively invested. Zakah is seen to have a positive role not only in the fair reallocation of scare economic resources, but also in the redist- ribution of income in favor of the poor and the disadvantaged (Editors).

32. Prof. Sabahattin Zaim was a professor the İstanbul University, Turkey et the time of the Seminar. (This paper was published by IDB-IRTI in the proceedings of Management of Zakah in Modern Muslim Society. 1989, Jeddah, Saudi Arabia, pp. 101-109.

1.    Introduction

Zakah is one of the five pillars of İslam. Its importance can be judged by the fact that at different places in the Qur’an, the injunction to perform prayers is followed by the commandments regarding Zakah.

İn İslam, Zakah payment is compulsory, levied on the mem- bers of the Muslim community, so as to take the surplus money from the comparatively well-to-do members of the society and to give it to the destitute and the needy. Zakah literally means “growth” and “increase” as well as “purity”.

Sadaqah is a synonym for Zakah. The general usage howe- ver, is to consider sadaqah as a more generic term applying to alms, whose payment is a fard (compulsory), as well as to alms the giving of which is entirely voluntary. In other words, while all Zakah is sadaqah, only the sadaqah which is fard, is Zakah.

Zakah, being a compulsory payment becomes the right of the entire community or society in the wealth of individuals, as pra- yer is the right of Allah from Muslims.

Zakah is regarded by some as mere alms giving. But this is a wrong interpretation of the tenets of Zakah as enunciated in the Qur’an. Although private charity and payment by individuals is permissible, Zakah does not fall in this general category.

The definition of Zakah is precise; the amount collected by way of Zakah is also distributed in a precise manner. Its chief beneficiaries are specified in the Qur’an.

2.    Basis of Zakah and Zakah Liability

Zakah becomes obligatory when an individual freely owns and possesses a productive nisab (minimum) of property. The possession and ownership of productive assets or property, appa­rent or non-apparent, constitute the extent and degree of wealth of an individual, creating the obligation to pay Zakah.

2.1    Productivity

Productivity is either real, as in procreation and trade or hy- pothetical as in the case where productivity is possible, though not actual, in that the property has been in the possession of the owner or his agent. Productivity, real or hypothetical, is consi- dered to be present when one of the following three conditions exists: 1) when property is gold or silver, 2) when animals are pastured, 3) when property is intended for trade.

2.2    Possession and full ownership

In addition to being productive, the nisab must also be owned in full ownership, that is, ownership combined with possession. Consequently, mere possession of property does not subject it to Zakah. According to Abu-Hanifah ownership without possession is not subject to Zakah since the calculating of nisab in that case may not be possible.

2.3    The nisab

For Zakah obligation the property must be above nisab. The nisab must be over and above what is necessary for the satisfa- ction of the primary necessities of life. The nisab must also be free of-debt??. However, according to Al-Shafi, indebtedness does not affect the obligation of Zakah. According to one Shafite view, indebtedness suspends Zakah as is the case of non- apparent pro- perty.

There is disagreement as to whether a debt of Zakah should continue a cause of exception. Al-Balkhi establishes a distincti- on between the Zakah due on “apparent” property consisting of sawaim animals and tithes on the one hand and “non-apparent” property consisting of the rest of the property such as gold, silver and articles of trade on the other. He thinks that only the debt due on apparent property exempts from Zakah, because, according to him, only the latter kind of Zakah is subject to demand for pay- ment on the part of the tax collector. Al-Sarakhsi takes exception and claims that Zakah is “due” on both apparent and non-appa- rent property.

According to the accepted Hanafite view, debt is applied against the property which is subject to Zakah and not against property which is destined for the satisfaction of necessities and consequently exempt from Zakah.

3.     Conditioins for Zakah

The following conditions must be fulfilled before Zakah be- comes fard (compulsory) on an individual:

3.1     Reason and maturity

There can be no responsibility without reason and maturity. Children and the insane are not responsible for Zakah-obligation. But there are some differences of opinion:

-     According to Abu Ubeyd, children and the insane are not responsible, even if they are rich. According to Abu Gafer and El Sha’bi, the property of orphans is not Zakatable. According to Abu Hanifa, only agricultural products of orphans are Zakatable.

-     Niyyah, (intention) is necessary for Zakah as for salat. The intention of the child and the insane are not acceptable.

-     According to a Hadith, a child is not responsible.

-     Purification of property is not required for children and in­sane.

-     Their property will gradually get decreased, if their pro- perty becomes Zakatable. However, according to Malik Hanbalis and Al-Shafi’is, properties of minors and the insane are subject to Zakah.

3.2     The state of being a Muslim

Because the payment of Zakah is a divinely ordained act, it can be performed by a Muslim. Non-Muslims are not liable to pay Zakah.,

3.3     “Dimar” property

“Dimar” is a property which has slipped out of one’s posses- sion with little chance of recovery. Examples of dimar property is property fallen into sea. Dimar property is exempted from Za- kah according to Abu Hanifah, Abu Yusuf and Mohammedd Ibn Al-Hasan, because the condition of productivity is absent. Accor­ding to Zufar and Al-Shaffi, however, dimar property is subjcct to Zakah for past years, when recovered, because upon its recovery, the cause of Zakah, namely a complete nisab has come into exis- tence. But, if the property is deliberately hidden or buried, it does not qualify for such exemption.

3.4    Property which lacks productivity, and basic essentials of life are exempt from Zakah

This includes dwelling houses, wearing apparel, household utensils, slaves, employed tenants, riding animals, arms kept for use, food used for oneself and family, articles of adornment, if not made of gold and silver; gems, pearls, emeralds and the like; coins other than those of gold and silver, if intended for personal expenditure, books and tools. The principle behind the exempti- on is to avoid hardship on the part of the Muslim to pay Zakah on items which he needs to meet the daily necessities of life, (e.g. items required in trade but not included for trade). Taxable limits or exemptions as developed in modern theory of taxation are ba- sed on this principle.

3.5    The property of minors and mentally handicapped

The property belonging to minors and the insane is exempt from Zakah, since they lack respectively maturity, reason and the conditions of being Muslim. According to Shafites and the Mali- kites, minors are subject to Zakah on the grounds that Zakah is an obligation connected with property, irrespective of ownership. However, the Hanafites, on the other hand, hold that Zakah is an act of worship and therefore it is obligatory only on those who can exercise intention (niyyah) in its discharge.

3.6     Condition of completion of one year

Once the conditions enumerated above are met, the property becomes subject to Zakah, but only if a year has elapsed over the nisab of productive property. There is an explicit Hadith to the ef- fect that “no Zakah is due on property before a year has elapsed”. The elapse of a year is essential, because time is indispensable for productivity to materialize. According to the Hanafite view, Zakah payment may elapse after it becomes due if the deceased owner has not left any will making settlement of the Zakah from his estate.

Shafites and Hanbalis differ on this. They believe that Zakah debt of the deceased person may be collected from the entire es- tate, whether or not he left any will.

4.    Rates of Zakah

The rates of Zakah depend upon the type and capital that has gone into the creation of the property. The concept is similar to the value added tax, although it differs in substance. The rates vary anywhere between 1/5 to 1/40, depending upon the source of income or the extent of property accumulation. For example, if a person has unearned income or windfall income of some kind, the rates are higher as in the case of a discovered treasure, a war-booty, etc which are subject to Zakah at the rate of 20% whereas the rate of Zakah on gold, silver and articles of trade is 1/40. Similarly, the rates of Zakah on agricultural land inducing horticultural plots vary between 1/10 to 1/20 depending upon the type of irrigation facilities. It is appropriate to mention that the economy or an Islamic State during those days was basically agri- cultural and to some extent commercial, but certainly lacked the complexity of modern business. If the land has been irrigated and the irrigation facilities have been developed through investment of capital and labor, the rate of Zakah on such land would be lower say to 1/20 of the total produce, but if the irrigation facili- ties were developed either by the State or are wholly dependent on rain, the rates would be higher upto 1/10 of the entire produce.

Rate of Zakah on articles of trade is the same as on gold or silver. The same applies to transactions relating to sale and purc- hase of horses etc., carried out on business.

The nisab of gold is 20 mithqals (85 grams) and nisab of sil- ver is 200 dirhams (595 grams). There is no Zakah for less than 20 mithqals of gold and 200 dirhams or silver. In determining whether or not the nisab is complete and Zakah is due, it is the weight and not the value or number that is taken into account. There is, however a difference of opinion as to the basis of payment. Ac- cording to Abu Hanifa and Abu Yusuf, it is the weight that serves as the basis. Zufar claims that the value is relevant, whereas Mu- hammed Ibn-Hasan contends that the one that is more favorable to the poor should serve as the basis.

Here, we do not want to go into the details of how to measure the nisab for each item, only some of the areas will be discussed.

Some areas requiring further attention

a)     According to Malikis and Shafi’is, nisab in respect of ar- ticles of trade, is necessary only at the end of the year. Decrease of nisab at the beginning of the year is not important. But, according to Hanbalis, nisab is necessary for the whole year.

b)     In our time, relative value of silver and gold is subject to wide fluctuations. There are some debates about the selection of gold or silver for the measurement of nisab. Muslim scholars like Muhammad Abu Zahra are of the opinion that gold should be the criterion to establish the nisab both for money as well as for ar- ticles of trade. But, some other scholars on the other hand, do not defend the measurement of nisab through monetary circulations, due to the cyclical variations in gold value.

c)     As for agricultural lands on which ushr or kharaj taxes are to be levied, Shafiis, Malikis and Hanbalis, held the view that since the legal status of land does not affect the Zakah obligation whether the land tax is ushr or kharaj, all agricultural produce is Zakatable. For example, if a Muslim produces in kharaj land, he would pay both kharaj and Zakah (ushr). But according to Hana- fis, only ushr land is Zakatable. Muslims’ produce from kharaj land has no Zakah obligation.

d)     Assessment of Zakah: Income from different sources are added to each other and a unified assessment is made. If a trader, for example, has a profit from trade and animal wealth, then both are added. This is known in modern language as unified assess- ment.

e)      Controversy over whether Zakah should be paid on paper money or not should not exist any longer, since paper money is now an easy instrument that can be used as a means of payment and all our holdings are valued in terms of this type of money. For example, Mymoon Ibn Mahran, one of the early Muslim scholars is reported to have said that when Zakah was due, a trader should calculate all his monetary holdings as well as other assets which will be evaluated in monetary values and whatever loans he gave to credit worthy individuals should be added. Out of this sum, a trader should subtract all that he owes to others, the remainder is Zakatable. Not all trader’s capital is subject to Zakah, only cir- culating capital is subject to Zakah, but assets like buildings and furniture, for example, are exempted.

f)      Whether Zakah should be imposed on a narrow base or broad-base: Muslim jurists are divided on whether Zakah should be imposed on a narrow base or broad-base. Those who call for a narrow base rely on what is being narrated from the Prophet (PBUH) that he imposed Zakah on a few types of agricultural pro- ducts. Imam Malik and Al-Shafei argued that Zakah should be paid on all edible crops that can be stored. On the other side, Imam Ahmad argued that Zakah be paid on all crops that could be dried or can be stored and weighed. As such no Zakah was imposed on fruits like apricots, peaches, apples and vegetables according to those criteria. But, Abu Hanifah extended the app- lication of Zakah on all products. Al-Qaradawi views that what, Abu Hanifah held was the nearest to the spirit of the Shari’ah and conforms to what was said by Khalifah Omar Ibn Abudl Aziz, Mujahid, Haınad and Dawud Al-Nakhie that all produce is subje- ct to Zakah. But some jurists have argued that Zakah on vegetab- les and fruits which could not be stored should be paid out of the value of the crops and not in kind.

g)     Nisab for minerals: According to imam Shafei, Malik and Ibn Hanbal, nisab condition is required for mineral wealth to pay Zakah obligation. And this nisab is calculated as in the case of gold and silver, that is, if the value of minerals is above 200 dir- hams or 20 mithqals, they are Zakatable. But according to Hane- fites, nisab conditions are not required for minerals for whether their value is over or under nisab, they are Zakatable.

h)    Zakah on industrial wealth: There is a difference of opi- nion about the rate of Zakah on industrial wealth. According to Abu-Zahra, Khallaf and Abdurrahman Hasan, the income of in- dustry is Zakatable, not the industrial machines, plants etc. The rate of Zakah should be five percent on net income or ten per- cent for total aggregate income. In their evaluation, they did make comparison with agricultural land. According to Yusuf Al-Qara- dawi, comparison with agricultural land is acceptable provided we reduce net income by deducting expenditure for the basic ne- eds and yearly depreciation, the rest of net income is then subject to ten percent Zakah. If income net of expenses cannot be cal- culated exactly, the rate of Zakah should be five percent of gross income always after deducting depreciation. On the other hand, some Muslim economists argue that two and a half percent Za- kah rate should be imposed on the value or machines, and other industrial assets.

i)     Zakah from real estate, buildings and vehicles: The inco­me from this kind of property has recently increased very much. There is no difference of opinion on the necessity to pay Zakah in respect of such incomes. As regards the difference related to the rate of Zakah there are two views:

a.     to pay Zakah out of income at 2,5 percent if that income is retained, in money form, for one year;

b.    to pay Zakah at 10 percent of net income.

j)     Income from shares and bonds: This kind of income is very popular nowadays. If shares are used as a trade article, 1/40 Zakah has to be paid annually on their current market value. But if they are saved and kept to get dividends out of them, then 10 percent Zakah should be paid on the dividends. Some of the Mus- lim economists argue that after a period of one year, out of current value of shares, 2,5 percent Zakah should be paid. Of course, bon- ds are not permissible in Islam, as they carry interest. But, if there is interest income still Zakah should be paid. According to Yusuf Qaradawi 10 percent Zakah should be paid out of the net income shares of all companies, whether trading or industrial. According to some other jurists, the nominal value of shares in respect of trading companies, plus their dividends, should be levied 2.5 per- cent Zakah. But in respect of shares of industrial companies, only out of total dividend, 10 percent Zakah should be levied.

5.     The Expenditure of Zakah Income

The Qur’an has laid down that Zakah is to be paid for the benefit of:

a)     The poor

b)    The needy (miskin)

c)     Those, who are appointed to collect Zakah

d)    Islamic propagation (Al Muallafatu Qulubuhum)

e)     Freeing slaves

f)     The indebted

g)    In the way of Allah

h)    The wayfarer

According to this classification, the first to come are the poor and the needy. Abu Yusuf, Zufar and some Malikites define the poor as the person whose income is not enough to satisfy his ba- sic needs, or whose income is below the level of nisab. On the other hand, needy (miskin) means the person who has no income and property at all. But, Shafies and Hanafis argue just the rever­se and say that poor has no income and property and needy has not enough income to satisfy his needs. Some scholars like Hami- duNah claim that the concept of miskin includes non-Muslim ne- edy as well. However, in either way, it is definite that people who have no income or not enough income are eligible to get Zakah. So there are three categories of people; one group, whose income does not satisfy their basic needs; they are entitled to Zakah. The second group, who can satisfy their basic needs but having inco­me below nisab, they do not pay Zakah, neither do they receive Zakah. The third group, whose income is above nisab, they pay Zakah.

In an Islamic state, Zakah collectors are paid out of Zakah in­come. This happens where the state collects Zakah compulsorily. According to majority of jurists, this category of people is limited to those who are dealing with the collection of Zakah. It does not include other civil servants.

Islamic propagation is very important today especially in Africa and Asia. To spread and defend Islam, it is necessary to spend some portion of Zakah income in this area also.

Some parts of Zakah should be paid to provide freedom to slaves and to relieve the debtor from his debt. According to some other jurists, the Muslim who wants to free slaves also can benefit out of Zakah income. Some scholars like Rashid Riza and Mah- moud Shaltout argue that, to provide freedom and independence to the colonized nations can also be included into this category. But Qaradawi holds the view that this kind of expenditure should be in the category of way of Allah (fi sabeelillah). Some of the jurists argue that as we use the Zakah income to pay the debt of a Muslim, we can also lend to the Muslims out of the Zakah fund.

For the wayfarer, some jurists have broader interpretation. Shafeis, for example, are inclined to such a view. Some scholars like Rashid Riza argue that even orphans can be included in this category. According to Shafeis, Zakah income should be equally distributed among the above mentioned eight groups.

6.    Financial Aspects of Zakah

Zakah provides the base of the fiscal system and defines its scope of operation within the general institutional framework of an Islamic economy. It has been argued by some that a fiscal sys- tem beyond what is defined by Zakah is un-Islamic. The argu- ment relies on the sanctity of private property recognized by the

Islamic Shari’ah and contends that any compulsory government charge on it is patently unjust, since taxes constitute the core of modern fiscal policies; an Islamic fiscal policy is a contradiction in terms. According to some other Muslim economists like Fari- di and Metwally this is not acceptable. According to them, other taxes on income and property may be levied for several purposes, based on Islamic principles; e.g. (a) double or multiple assess- ment of the same base is not permissible in one stipulated period of Zakah; (b) in the calculation of assessable income “expense” items shall have to be deducted as is done under the Zakah law; (c) no additional levies on personal or collective income can be imposed on those whose incomes fall below the nisab stipulated in Zakah.

According to Faridi, the socioeconomic policy goals of an Is- lamic state are as follows:

i.             Justice and equity;

ii.              Provision of the socioeconomic needs or socioeconomic welfare of the community;

iii.            Enhancement of the community’s economic resources and economic growth;

iv.            Improvement in the cultural milieu of the community.

These policy goals have been derived from the Qur’an and Sunnah and implemented in the simple socioeconomic system prevalent during the Prophet’s life (PBUH) and that of Khalifa- te-el-Rashidah. Later, as the Islamic society becomes more comp­lex, Islamic thinkers such as Al-Ghazzali, Abu Ubaid, Imam Yu­suf, Ibn Taymiah, Al-Shatibe suggested appropriate devices for their attainment. Recent additions to this literature provide extre- mely valuable view of their contemporary relevance and modern exposition. We can take them as given and envisage the path along with the fiscal mechanism in an Islamic state which is likely to operate. Faridi, correctly argued that Zakah is the most important fiscal and distributive mechanism of an Islamic economy. But, both as a fiscal necessity and a means to alleviate poverty, in cer- tain situations it may be necessary to impose certain subsidiary welfare levies. Moreover, Zakah collections may sometimes fail short of resource requirements. For welfare expenditure has been recognized by the Qur’an itself in as much as it has exhorted the Muslims to expend voluntarily a part of their resources. Althou- gh such satiations may not ordinarily arise, they are nevertheless important in the context of many Islamic countries today, where the phenomenon of mass poverty coexists alongside a relatively small number of wealthy people, which calls for additional mo- bilization of resources. Moreover, equitable distribution of inco­me in a situation where exogenous developments have led to an unprecedented rapid accumulation of personal income may not be wholly attainable through Zakah levies alone. In such a situ- ation Zakah may be interpreted as the minimum rather than the maximum effort to alter the situation. But, it seems probable on the basis of evidence recorded in the early Islamic literature that a compulsory additional charge on such extraordinary income is permissible under the Islamic law.

6.1    The Difference between Zakah and Tax

There are generally many differences between Zakah and tax.

a)     Zakah is a religious duty and worship in terms of finance. Tax is an economic and financial responsibility.

b)    Zakah is only for Muslims: tax is for all citizens.

c)     Tax can be forgiven, Zakah can never be waived.

d)    The rate, the way of payment of Zakah which are clear and definite, cannot be altered; but tax is relatively changeable.

e)     The methods of distribution and spending of Zakah are definite, while tax is not.

f)     Zakah is taken from the rich and paid lo the poor, while in respect of tax, it is not necessary to be always so.

g)    Zakah payer cannot get direct benefit out of it, whereas with tax payer it is a possibility.

h)    Zakah is taken only out of productive wealth, but tax can be taken out of consumption expenditure.

i)      Exemptions in respect of Zakah are organic, elastic and realistic, but in case of a tax the exemptions are not flexible but accountable.

j)      The limit of minimum responsibility is definite in Zakah, but does not exist in the case of tax, as is the case with indirect taxes.

k)     Evasion is a real possibility in tax, but Zakah is paid by the believer as form of worship

l)      Zakah is divinely granted the right of the poor on the we- alth of the rich: a tax is the non-divine right of the state to collect money to meet state needs.

m)    Tax burden can be transferred by the tax payer to the consumer or producer; but in Zakah, there is no such transfer of Zakah burden.

n)     From the practical point of view, the collection of Zakah appears to be cheaper than tax collection.

o)      Comparing Zakah with progressive taxes, Metwally cla- ims that Zakah has a wider base than progressive taxation; it is imposed not only on income, but also on idle assets. The proceeds of Zakah go mainly and directly to the poor and the needy and hence act immediately to raise the propensity to consume. Zakah falls heavily on assets which are capable of growing, and would therefore have a stimulating rather than discouraging effect (as with taxation) on investment.

6.2    Negative Tax and Zakah

The transfer of funds through Zakah or other taxes may re- distribute real income among the members of the society via the redistribution of purchasing power. Faridi claims that Zakah pay- ment may be conceived in terms of what is described as a “ne­gative tax”. Under this concept an individual is considered to be capable of making a positive tax contributıon to the government if his personal income exceeds poverty level. But he is considered eligible to receive the negative transfer of funds from the govern- ment if his personal income is below the designated poverty level of income. Under Zakah transfer payment, the government may similarly designate a poverty-line based on current living stan- dards and make payment to those individuals whose income falls below the poverty so designated. But Zarqa claims that we should be careful in applying the concept of negative income tax since it has been found to be disincentive to work. This will not be so in the case of Zakah. There is a moral nuance in the case of Zakah. According to some other Muslim economists, any poverty line de- signated with reference to current standards of living will have to be adjusted in the light of nisab. According to them, nisab allows a dynamic interpretation in terms of cost of living index, and rea- sonably defines current standards of living. But sometimes, there is a loose limit between current incomes which fall short of needs and one’s saving in terms of gold jewelry, which exceeds nisab. Hence, the disbursement of transfer payments is required to take into account both of these factors. But most of the Muslim econo- mists do not accept such an adjustment system according to the cost of living indices.

7.    Economic Characteristics of Zakah

Muslim economists argue that Zakah increases productivity, redistributes and reallocates the national income in favor of the poor, decreases particularly the conspicuous consumption of the rich, increases investment and utilizes ideal Zakatable income and stimulates aggregate demand.

7.1 Income Elasticity of Zakah

As was mentioned before, Zakah is not a tax only; it is wor- ship as well. No change in it is permissible. In the second place, Zakah is not an inflexible fiscal measure. Its base is net savings or net wealth of the assessee. These bases are variable in size and likely to grow or decline in response to variation in income. In addition, the reductions allowed on account of trade or consump- tion does not vary in a magnitude proportionate to the fluctuati- ons in the scale of economic activity or incomes. The marginal propensity to consume bears a stable relationship to income in the short period and may decline, other things being equal, after a certain level of individual income. Thus, deduction allowed on account of consumption expenditure has little likelihood of subs- tantial growth to the detriment of Zakah collections. The case of trade expenses is not so clear, but certain items of cost are subject to economies of scale. Hence, every change in the scale of econo- mic activity may not cause a proportional rise or fail in such a cost. These considerations have led to “built-in flexibility” to the statutory rate of Zakah although its degree of sensitivity of yield in response to changes in income may not be so high as that of some other taxes.

7.2    Stability and countercyclical use of Zakah

The statutory rate of Zakah and fixed nisab for exemption limit, accords to a fiscal policy a much needed stability. While a fiscal system based on Zakah involves an automatic fluctua- tion in state revenues in response to changes in the size of its base depending on changes in income together with appropriate combinations and permutations of other taxes, it may work for an automatic stabilization of total income and employment. In addition, it may also lead to a stable budget. The latter point may be understood more accurately in terms of specific items of Za­kah disbursement. Quite a few of these are intended as transfer payments to the poor or the unemployed. As economic prosperity increases, the required volume of Zakah transfer payments may decline, thereby causing an accumulation of budget surpluses. This accumulated budgetary surplus on account of Zakah may be held over during these years and used when recession or dep- ression sets in and causes hardship to the people. Of course, un­der Zakah not all unemployed people will benefit, for those who would be entitled to benefit will be only those who do not have nisab. Nevertheless, the budgetary surpluses or deficits arising out of Zakah collections may be disbursed in a countercyclical manner or more appropriately as an element of compensatory fis- cal policy. According to Metwally, there are two curves for infla- tion in Islamic economies. The first is through an increase in the rates of dues on personal incomes. This will result in a decline in consumption which will cause a shift in aggregate demand towar- ds the equilibrium (full employment) price level. This would re- sult in a high degree of economic stability. According to Faridi, in deflationary conditions, the total Zakah collection would decline in spite of its fixed rate. While during the period of rising inco­mes, Zakah levies may be paid out of the current flows of income during the downward swing of the economy. They may constitu­te a charge on hoarded wealth and/or net savings. This is likely to reduce the assessable wealth and hence Zakah collections.

Together with this development, greater deductions on expense account may be allowed in view of the failing individual income. Thus, the number of people assessable and the total Zakatable wealth would tend to decline. The stable tax rate combined with a variable amount or disbursement of Zakah funds in response to rise or decline in total employment in an advanced economy serves as an automatic regulator of government expenditure. This characteristic of Zakah tax, if judiciously combined with similar fiscal devices is likely to work for stability without major disloca- tions in the economy.

7.3    Zakah and Inflation

Some of the Muslim economists, like Akram Khan, argue that Zakah may have some inflationary tendencies. According to this view, out of the eight heads of Zakah expenditure, at least three (that is, the fukarah, the miskin and gharimin) pertain to the poorer sections of the society. Even the rest of the five could be poor. Anyhow, Zakah is a transfer of wealth from the rich to the poor. The poor have a higher propensity to consume than the rich. Therefore, the institution of Zakah is a potential source of increasing aggregate demand in the economy which could be inflationary. According to the same opinion, the concept of just wages contains seeds of inflation as well. The just wage besides being related to productivity has been mainly construed to pro­vide the basic necessities of life to everyone. Moreover, the profit participation, bonus, subsidies on the produce of the employee and social security from Zakah are all inflationary in character as they will directly boost demand for consumer goods industries. It is further argued that Zakah benefits are inflationary in charac­ter. And during the period of rising prices, a careless distribution of these benefits will not only push prices further, but will also damage the interests of the poorer sections of the society who are in receipt of these benefits. In order to save these benefits from erosion, one proposal could be to prepare a surplus Zakah bud- get. According to these economists, time lags can be introduced between collection and distribution of Zakah. Expenditure on defense ( fi sabilillah), communication (webnes-sabil) and (mual- lafatu-qulubuhum) may be reduced and share of fuqara, masakin and gharimin may be kept intact. The surplus Zakah budget will have the effect of reducing aggregate demand in the economy and consequently may dampen the price level. But, some Maliks and Hanafies do not accept time lag between collection and spending of Zakah without any valid reason. According to these jurists a time lag of a few days is permissible. The Muslim economists who defend the surplus budget also propose the application of Zakah Certificates. The fund so mobilised may be invested in in- dustries to provide employment to the poor people. The profits of these industries may be distributed among the fukara, masakin and gharimin in the form of annual dividends. In its initial peri- ods, such a policy will be inflationary as there will be time lags between investment and production and the aggregate demand may outstrip the aggregate supply. But subsequently the dividen- ds of these industries may be used as a fiscal device. It can be argued that during periods of rising price level, the dividends are not distributed in cash. Instead, Zakah certificates may be issued at par value, cashable at the option of the holder after a period of three to six months. In this way, demand can be dampened for a short period. These Muslim economists, in order to curb inflatio- nary influence of Zakah, propose the application of Zakah benefit ratio system as well. According to ties proposal, the Qur’an has ordained eight heads for Zakah expenditure, but the precise ratio of these disbursements has not been laid down. It is the discre- tion of the state to decide the share of each head of expenditure. This provides wide operational freedom to the state. Therefore, in an Islamic economy, comparative effects on aggregate demand of expenditure under these heads should be studied and in the light of the findings, a suitable Zakah mix should be prepared. On the face of it, it can be said that expenditure on fuqura and masakin is more inflationary than, for example, expenditure on mualla- fatu-qulubuhum or gharimin. The “muallafatu-qulubuhum” may have a smaller propensity to consume than fuqura and masakin. Similarly Zakah to gharimin will be passed on to the creditors who can normally be expected to have a better economic position and thus a lower propensity to consume than the fuqara and ma- sakin. But all this needs to be worked out in the light or empirical evidence. Once these indicators are available, a suitable mix can be devised for Zakah expenditure to control inflation. According to the Muslim jurists, this is possible. Although, Imam Shafei favors equal division among the eight groups, according to the majority, the state may arrange the share of each group bearing in mind the need of the hour. Some jurists are of the opinion that surplus Zakah fund can be utilized for the establishment of facto- ries or companies, land reclamation, construction projects or any others which can be owned at least in part by the poor themselves and provide them with a steady flow of modest income. As can be seen, this is a broader explanation of the spending of the Zakah funds which is similar to the idea of Zakah Certificates.

7.4    The Impact of Zakah upon Consumption, Saving and İn- vestment

Some Muslim economists like Metwally argue that Zakah will have two effects on total consumer expenditure in an Isla- mic economy. Firstly both the average and the marginal propen- sities to consume would be higher in an Islamic economy than in a non-lslamic economy which does not have a similar fiscal measure. Secondly, the investment gap at each level of income would be smaller in an Islamic economy. But according to some other Muslim economists, the consumption pattern of a society is determined by a host of factors other than transfer of purchasing power to poorer sections of society through Zakah which tend to reduce the inequality of income and wealth. It is also argued that the overall propensity to consume would not necessarily be higher in an Islamic economy.

Abu Ali refers to the work of Dusenberry who shows, with the use of Veblen’s demonstration effect, that consumption at a level of income could be higher in a society characterized by larger inequalities of income and wealth. He claims that in an Islamic economy, consumption would be less compared to other economies with the same level of income. Most of the Muslim economists believe that Islam’s emphasis on simple living and avoidance of ostentatious consumption would serve to keep the overall propensity to consume lower in an Islamic economy. It ap- pears that in this field the actual situation can differ from country to country depending on the state of country’s development, its historical background and the attachment of its people to moral values of İslam

According to Faridi, Zakah levies may have two opposite ef- fects on private saving and investment. An annual Zakah Ievy on net savings (or net wealth) above the nisab limit is likely to strengthen the propensity to consume. An individual saver may derive greater satisfaction from extravagant expenditure to avoid the yearly Zakah levy which threatens to eat away his net savings. Thus, the consumption function has an upward shift. But it may produce an entirely different reaction in him. In order to protect his wealth from gradual erosion, he may turn his idle wealth into active real or financial resources. His willingness to invest may be intensified. Both these tendencies would in the ultimate analy- sis, cause an upward shift in the demand for goods and services produced in the economy. Increased demand for consumer and capital goods would contribute to greater production. Considered from another angle, the power of Zakah to erode idle wealth, and its punitive imposition on hoarded precious metal would tend to increase the supply of savings (in an economic sense) in compa- rison to its demand. This effect of Zakah would be beneficial in as much as it would reduce the expected rate of return, from the investment on socially productive sector. Of course, there would be a minimum profitability limit of such investments. Its rate of return must not be below the Zakah rate but must be above it me- asured by the cost of inconvenience involved in such investment.

Looked from another angle, the punitive nature of Zakah would exercise a healthy and positive impact on people’s willing- ness to work harder in an effort to protect one’s net savings. In this way, idleness would be discouraged and productivity would increase.

The most important aspect of the matter is the mode of dis- bursement of Zakah funds. If Zakah funds flow into investment channels, it would reduce its negative effects on savings and add to gross national product. On the other hand, investment orien- ted disbursement of these funds would have cumulative effect on reducing poverty.

In conclusion, it can be said that abolition of interest and functioning of Zakah system can be expected to provide powerful stimulus to growth. The interaction between the incentive and disincentive effects arising from these two basic features of an Islamic economy serves to promote growth. By penalizing idle resources, the Zakah system discourages hoarding and stimulates investment. The demand for investment at a given expected rate of profit will be higher in an Islamic economy compared to other economics. Since investment is one of the most important deter- minants of the rate of growth, an Islamic economy would have a pronounced growth orientation. But one has to bear in mind that a full-fledged Islamic economy does not exist anywhere in the world at present. Many of the propositıons advanced by Muslim economists are therefore in the nature of hypotheses rather than definitive conclusions from observed behavior of an Islamic eco- nomy.

7.5    Multiplier effect of Zakah

Some Muslim economists believe that a certain amount of Zakah funds invested according to the overall production priori- ties of an economy would benefit the poor in particular and the economy, in general, through its multiplier effect on employment and incomes. In this way it would gradually eliminate poverty instead of providing recurring financial support to the same set of people. It would increase employment and income in the eco- nomy thereby raising the standard of living of the people and eventually it would enhance the aggregate volume of the Zakah collection.

7.6    Welfare Function of Zakah

Zakah ensures redistribution of income. Actually Islam aims at achieving an equitable distribution of resources between pre- sent and future generations. Islam also emphasizes the need to give the poor their rights in such a way that their pride and dig- nity are well preserved. It is clear that the state is entrusted with the task of alleviating poverty. Zakah is used for this purpose and designed to promote the welfare function of the public expen- diture. According to some Muslim economists, Iike Almad Saqr, Islamic government can embark on a range of productive projects in industry and agriculture which will provide permanent emp- loyment for the poor and as such will create continuous flow of income. By this way, for example, M. A. Mannan believes that Zakah funds may be allocated to those avenues of public expen- diture which can improve the working conditions and the effi- ciency of the eligible recipients. Improved housing facilities, he- alth services, training programmes, educational institutions and a number of similar services may be initiated for this propose. In this way, the welfare function of the public expenditure can be promoted. A survey of the poor economies of today reveals the alarmingly low ratio of such expenditure to GNP in many of them. If, even one percent of the national wealth, not current nati- onal income, is earmarked yearly for such services, it will account for a reasonably high level of welfare expenditure in the state bu- dget. It would be useful if an attempt is made to improve the ratio of Zakah revenues to total public revenues in an Islamic economy. According to some Muslim economists, this can be done by kee- ping in view the following features of Zakah levy:

a)     It is tax (say, at a constant rate of 2,5%) on net national wealth (that is, investible goods).

b)     Most of this amount is specifically earmarked for expen­diture on the welfare of the poor. Assuming that GNP is equiva- lent to net national wealth (minus those owned by authorities) and that public revenues constitute about 25% of GNP, about 10% of the total public revenue could be spent on the welfare of the poorer sections of an economy.

Zakah also can be used as an effective instrument in the ful- fillment of the allocative as well as distributive functions of fiscal policy. Although the ratio of disbursement of Zakah fund is not fixed, it is said that the Qur’anic numeration of eight heads of expenditures serves as an indicator that as a starting point 12,5 percent of the total may be earmarked for each head of disburse- ment. However, the disbursement authority shall be competent to authorize the transfer of funds from one alternative use to the other in the interest of the eligible recipients themselves and to serve its objective better. But, to use Zakah as in instrument for eradicating poverty and income redistribution depends on some other factors despite the fact that Zakah is one of the most impor­tant components of the social security system of Islam. However, ability of Zakah alone to eradicate poverty depends on the num- ber of people who need Zakah assistance in a particular country. If the teachings of Islam are faithfully followed in a system, the glaring income inequalities would not exist nor would there be many people to receive Zakah. In such a situation, proceeds from Zakah should suffice to eradicate poverty. However, if for historical reasons and neglect of Islamic teachings, the number of poor people in a country is very large, it is the duty of Isla- mic state to supplement the resources obtained through Zakah by other means to meet the minimum basic needs of the poor. If glaring inequalities of income and wealth exist in society, Zakah alone may not be sufficient to achieve the desired reduction in such inequalities, especially because the Zakah rates are fixed and cannot be changed. It follows from this that an Islamic sta­te would have to use other fiscal policy instruments, including progressive taxation for redistributive purposes. Social justice is the hallmark of the Islamic economic system and abolition of interest and establishment of the Zakah system are seen as two major institutional devices to establish a just social order. Islam seeks to promote virtues of Adl and Ihsan among its followers and any society which is permeated with these qualities would need a minimum state intervention to establish a just social and econo- mic order. It is the responsibility of the state, however, to ensure social justice. But in the context of prevailing conditions, it is empowered to take all necessary actions within the framework of the Islamic Shari’ah to achieve this objective. Payment of Zakah is of course obligatory on Muslim, but they are exhorted to spend as much as possible, beyond this compulsory levy, on the general welfare of the community for their own spiritual uplift and to attain beneficent reward in the hereafter. Therefore some Muslim economists attach so much importance to such welfare oriented resource transfers in a Muslim community that their view of an Islamic economy should be composed of three sectors, namely, public sector, private sector and voluntary sector. The private se­ctor is characterized by the forces of demand and supply and is activated by the profit motive. In the public sector, profit motive is substituted by considerations of social welfare. “The third” or “voluntary sector” encompasses all such individual and social ac- tivities (alms and Zakah) as are not motivated by material consi- derations but are undertaken for securing reward in the hereafter. The concept of the third sector reduces the role of the market for- ces in the allocation of resources, and since the activities of this sector are intended directly to raise the general economic and so- cial welfare of the community, it leads to a more socially optimum allocation of resources. The composition of the national output is more need-oriented and less luxury-dominated. The government is relived of a lot of social welfare expenditure which means that resort to taxation can be kept low in an Islamic economy. Alt- hough Muslim economists agree with this voluntary sector idea, there are some questions about its quantitative significance in the context of the present state of Muslim societies. Therefore, the volume of resources flowing through a voluntary sector will be a function of the state of taqwa of an Islamic society. A fiscal policy mainly based on Zakah will have to play a major role in present day Muslim societies in alleviating mass poverty and modifying the pattern of income distribution in line with the egalitarian ob- jectives of an Islamic society.

Biographies

Studies in Islamic Economics, edited by Khurshid Ahmed, A Selec- tion of Papers presented to the First International Conference on Islamic Economics held at Makkah under the auspices of King Abdul Aziz Uni- versity, Jeddah, February 21-26-, 1976. Published by International Center for Research in Islamic Economics, King Abdul Aziz University, Jeddah and the Islamic Foundation, United Kingdom, Prınted in UK, 1980.

Monetary and Fiscal Economics of İslam : Selected papers presented to the First International Seminar on the Monetary and Fiscal Economics held at Makkah in 1978, edited by Muhammad Ariff, published by In­ternational Center for Research in Islamic Economics, King Abdul Aziz University, Jeddah, 1982.

Fiscal Policy and Resource Allocation in İslam: Edited by Ziauddin Ahmad, Munawar lqbal, M. Fahim Khan. Selected papers presented to the first Seminar held in Islamabad 1981, International Center for Re­search in Islamic Economics, King Abdul Aziz University, Jeddah, and Institute of Policy Studies, Islamabad, printed in Rawalpindi, in 1983.

Unpublishcd papers: which are presented to the above mentioned conference, on two seminars related to Zakah and Fiscal Policy.

The Muslim World and The Future Economic Order: Published by Islamic Council of Europe, printed in UK, 1979.

Proceedings of the Third National Seminar: Held in Gray Indiana, 1974, published by the Association of Muslim Social Scientists, in USA 1974.

Islamic Social Framework by Prof. M. Raihan Sharif, published by Sh. Muhammad Ashraf, Lahore, Pakistan, 4963.

Muslim Economic Thinking: Survey of Cotemporary Literature, by M. Nejatullah Siddiqi, published by Islamic Foundation, UK, 1980.

Islamic Economics: Annotated sources in English and Urdu, by Mu- hammad Akram Khan, The Islamic Foundation, Leicester UK, 1983.

The Making of Islamic Economic Society: Islamic dimensions in Economic Analysis by M. A. Mannan, published by International As- sociation or Islamic Banks, Cairo, Egypt and International Institute for Islamic Banking and Economics, Turkish Federated State of Kıbrıs, 1984.

Hundred Questions and Hundred Answers: Concerning Islamic Banks by International Association of Islamic Banks, Cairo, Egypt, 1980.

Literature on Islamic Economics in English and German: by Volker Nienhaus, Al-Kitab Verlag-koln, 1982.

Publications in Turkish Language related to Zakah.

Fikhu-s-Zakah, Y. Qaradawi, Turkish Translation.

Some Aspects of the Economics of Zakah, Zaman, M. R. American Trust Publication, Indiana, USA, 1980.

Industrial Relations System of İslam

1.    General Principies

In this article, I am not going to deal with the general prin­cipies of Islamic Economics, the differences with Secular Econo- mics and superiority of Islamic Economics.33 It is partly because currently large numbers of text books, researches and translations are on this subject.

There are several bibliographical books about Islamic Econo­mics published in English, Arabic, Urdu, Turkish, German, French, Italian and other languages, which deals with Islamic Economics.

Here, Iwilltrytoexplain the system oflaborissuesin Islam,and highlightthebasicoutlinesofIslamicmodelofIndustrialRelations[59]

33.    Muhammad Akram Khan, Islamic Economics, Annotated Sources in English and Urdu. The Islamic Foundation, 1983/1403 Leicester, U.K. and The Institute of Policy Studies, Islamabad, Pakistan, 221pp.

Nienhous, Volker, Literature on Islamic Economics, In English and German, Al-Ki- tab Verlag, Koln, 1982.

M. Nejatullah Siddiqi,

IDB-IRTI, Islamic Economics: A Bibliography, Jeddah, 1084.

Sabahaddin Zaim, “Contemporary Turkish Literature on Islamic Economics,” in ‘Studies in Islamic Economics, pp.317-350,ed. Khursid Ahmad, The Islamic Foun­dation, U.K. and ICRIE, KAU, Jeddah, 1976.

“Selected Bibliography on Islamic Economics and Banking”, in: John R. Presiey (ed.), Directory of Islamic Financial Institutions, London: Croom Haim, 19 88, pp.78-96.

through a comparative analysis between secular and Islamic con- cepts and terminologies.

I would also like to remind you that Islamic Economics is divided into two stages as transitional period and the ide­al stage. Definitely there will be different strategies for two stages. For the ideal Islamic stage at least theoretically there should be unique policies, although the fuqaha are not united in all of the points related to the particular subjects. In spite of this, we have clear cut rules in the relations of Fikhi Islami.35 But, in the interpretation of these rules for the current problems there are some differences, among the views of Ulema’s. The ulema of today are trying to improve some ideas and theories as much as possible. There are differences among them. Therefore in such areas I will try to explain the problems according to my understanding. However it should not be considered as final and fixed ideas. These kinds of interpretations are always open for discussions, which will lead us for improvement.

In the transitional period there may be different strategies in different countries according to their structures. I may have such a resemblance. In Haremi Sherif Holly Kaaba is in the center. Du- ring the praying time there, everybody turn his face in different directions to see the Kaaba. Today in the Islamic world, more than fifty states have different socio-economic and political structure. Some of them were in the Socialist or Neutral blocks, in Marxist and even atheist environment. Some of them have been in the

“Labor and Capital Concepts”, in Islamic Economics and Distribution in Macro- economic Framework: An Islamic Perspective, ed. by Fahim Khan, pp.77-91.

Hakim M. Said, “The IN employer and the employee Islamic Concept (Pakistan: Dar-al Fikr-al Islami, 1972), pp.26-74.

35.    Fiqhi Rules For industrial Relations: Mustafa Ahmed Ez Zerka, Çagdas Yak­laşımlı İslam Hukuku (Islamic Law) 3 vol. trans. Servet Armağan, Timaş Yay. no.126, İstanbul, 1993, pp.1020. Açıklamalı Mecelle (Mecelle-i Ahkami Adliye) Metin ve açıklamaları kontrol eden: Ali Himmet Berki, Hikmet yay. İstanbul, pp.430

Western block. The people of these countries are Muslims, but some of the governments and their officials may have different attitudes. So, when we come to Islamize the socio-economic stru­cture of a country in the transitional period, if a country is in a socialist and autocratic structure, there, the Muslims should pay attention more to the freedom of enterprise and free-market side of Islam, while in a country of democratic pattern and free-market system, the Muslims may pay more attention to the social justice side of Islam. If we are coming from an Autocratic system we may incline more toward Shura principle of Islam. By this way in the transitional period, different Muslim countries following different strategies may try to achieve to the same Islamic target. So, we should also keep these points in our mind.36

After this, I should point out another important problem re- lated to the industrial relations policy. That is true for my country at least. But I think it may be generalized. In many Islamic count- ries bulk of the people are not well educated and wealthy but de- dicated Muslims. They are faithful without knowing much about Islam. They have no worldly power either. On this point we have problems with our elite groups. Our intellectuals and wealthy pe- ople, not all of them of course, but mostly effective and organized groups among them are remote to the Islamic goals and traditi- ons, because of the influence of western educational system. This is just reverse of the structure of the western society, as far as I know. There, the elite groups are more conservative and try to conserve their traditional values, including religious, economic, political etc. Therefore they are called conservative. But bulks of the people at the bottom are more reactionary and weak in their religious feelings and they become socialist etc. In my country in

36.    Muslim Countries may follow different strategies for industrial relations: Hetherington, Norris S. “Interrelationship between Industrialization and Human values in Iran”. (Views) MAAS Journal of Islamic Science, 3, 2 (July-Dec.1987), pp. 99-106.

Social Justice: From the Islamic World System to the European Economy, A Study of power Legitimation, Kusha, Ramid R., Ph.D. Univ. of Kentycky, 1989, pp. 454, Order no. DA 9001434.

the big cities like İstanbul, on the areas where top of the elite and wealthy people are located, conservative parties are losing, while in the poor parts of the city, conservative parties get stronger. Be- cause, religious, but poor people support the conservative parties. So, such terminologies, like conservative, liberal, rightist, leftist, etc. have somewhere different meanings, in our Islamic countries. İn our discussions we should keep this point in our mind as well. Therefore in our countries[60] during the transitional period politically democratic structure is better for the Islamization of the society. İn democratic system Muslim people will have the opportunity to defend their rights.[61]

Usually in Islamic countries an elite bureaucracy is trying to rule, in spite of desire of the people. İf unions are defending the rights of the poor people, we intellectual Muslim people should be on their side. The Muslim people should get involved with the unions. İn Turkey for a long time Muslims have been away from the unions. They have organically been with the traders and busi- ness people rather than having friendly relations with the unions. We started in Turkey to go to this direction after 1970. When we turn our strategy toward poor people, we should defend their righ­ts. This can only be done in a democratic structure. Unionism can be reshaped in an Islamic way, as we had examples in the past. Professional organizations can be harmonized with the religious inner attitudes as we had in AHI system. Ahi Evran during Devlet-i Osmani, immigrated from Mawarannahr in Turkistan to Anatolia and established this organization throughout the whole state.[62] They were very powerful in industrial relations. We should have this structure as well in our mind during the process of the tran- sitional period in the future. After this point I will try to explain the basic outlines of industrial relations system of Islam.

There have been a lot of serious research activities re- lated to the economic aspects of İslam, during the last half century, particularly in recent two decades. Different aspe­cts of Islamic Economics have been studied in the conferen- ces and seminars and research institutions. But industrial relations aspect of Islamic Economics is rather neglected.[63] Perhaps one of the reason of this neglect is the multi-dimensional character of industrial relations. Perhaps due to the same reason these subjects are not much emphasized in the activities and con- ferences of COMCEC of OIC.[64]

Industrial relations have four aspects. They are related to economic, social, legal and political concepts and problems. But whatever is the reason, this is a controversial subject. Therefore I will try to explain my view carefully. In my presentation I will try at first to explain secular terminologies and then find their counterparts in the Islamic model.

In western literature such terminologies as industrial relati- ons, social policy, labor-employer and labor-management relati­ons are used to indicate this subject. As it is used in this confe- rence industrial relations cover the above mentioned four areas.

Economic aspect of industrial Relations which is called labor economics includes such areas as labor market, labor supply, la­bor force, employment and unemployment, labor mobility, wages and productivity. These are the main areas of labor economics.[65]

The social aspect of industrial relations cover the areas rela- ted to labor sociology, labor psychology, labor education, social security, social insurance subjects which are studied according to the view point of social policy.43

Legal aspect includes labor law, labor contracts, trade unions, collective bargaining, and collective agreements, “nation-wide and internationally”, and social insurance law.[66] [67]

Political aspect covers the relations between state and la- bor-employer, in different regimes and ideologies. In such rela- tions, state is on one side and labor and employer on the other side. The attitude and influence of state upon industrial relations varies according to the political and ideological structure of the society in socialist, capitalist, democratic, autocratic or combined systems. Therefore ideological and political structure of state and society (and consequently political aspect of industrial relations)[68] has much influence upon its economic, social and legal aspects. But all of these systems have common characteristics of the se- cular system.

When we analyze the industrial relations system in Islam we will note that Islam has a peculiar and completely indepen- dent ideology, a different order of world. Consequently economic, social, legal and political aspects of industrial relations in İslam would be different.

2.      Economic and Social Aspect of Industrial Relations in

İslam

The following subjects are the main problematic areas in la­bor economics:

a)     How to keep a balance between labor force and employ-

ment? How can we avoid unemployment?[69]

b)      Who will decide for the distribution of net income betwe­

en the wage earners and profit makers? In what way?[70]

c)      Which factors determine the wage level?[71]

d)     Will there be a minimum wage? Will the wage level be based on social wage or economic wage concepts?[72]

e)      Will the state, intervene into the labor market, employ-

ment level, employment conditions and wages? If so how?[73]

f)       Are the trade unions legitimate and acceptable organizati-

ons? If yes, what sorts of functions should they perform?[74]

g)    Has the state, responsibility in solving labor disputes?[75]

My analysis on this topic will be based on a comparative approach with the secular economics which may be divided into two broad lines:

a)    Democratic systems and market economies,

b)    Autocratic systems and socialist economies.

c)     Is collective bargaining legitimate and acceptable process? If so up to what level?[76]

In secular literature there is an inclination to separate the collective bargaining system from the unionism, although colle­ctive bargaining is an economic function of union. Because, be- ing a professional organization, union can and may exist in every country, in every system. There is no doubt that unions play very important roles in the social, economic and political lives of the societies. Depending on the political system, in some countries they can utilize only some of their functions.

First Question: How to keep the balance between labor force and employment and avoid unemployment?[77]

In market economies and democratic systems, the policy is to have full employment through institutional labor market stru­cture, in which freedom of work and freedom of enterprise exist in a voluntary planning system. They try to avoid unemployment in such a mechanism.[78]

Whereas in socialist economies and autocratic systems the policy which was used, based on full employment through gu- ided labor market structure, having no freedom of work and no freedom of enterprise, in compulsory employment with compul- sory Planning policy. In non-Marxist autocratic system guided la­bor market and compulsory planning system will exist, but other factors may differ.

In Islamic model the policy is to have, principally freedom of work and freedom of enterprise and Institutional labor market.

There may be voluntary state planning. Institutional la­bor market is organized not by the state, but by the voluntary institutions and the third sector of awqafs institutions. In Is- lam, as in the past, I believe in the future as well, the institu- tional factors may play a very important role. This kind of vo- luntary organizations like awqafs institutions and others which are called as third sector may be carried on by the people who have Islamic deed, self-discipline and idealism in a good Mus- lim personality. This is the essence of this system of faith.[79] According to my understanding, in Islamic system some concep- ts of industrial relations have some basic differences.

3.    Concept of Labor Force in Islamic Model

In secular economics, labor force is the part of population who are able and want to work.[80] In Islamic economics, I believe that labor force is composed of the people who are able to work only. So “who want” is taken out from the definition. In secular economy, the people who have income and don’t want to work are excluded from the labor force. Because in the definition of the labor force and consequently of the full employment, the target is taken according to economic gains. So the person who has gain, but does not want to work, may stay idle. There are lots of such people who deposit their income in the bank, get interest and just, live without doing any work. In Islamic model, this point is very important. We should keep in our mind that, state doesn’t in- terfere to the labor market; but İslam does it, as a religion, through individuals. How? As we know Islam, as part of its religious pra- ctice emphasize on producing goods and services for the needs and benefits of the society, (Al fard-i kifayah) through individual actions.

That is why Islam has encouraged the human being to carry out an utmost action to earn the livelihood not to be relied on others. Consequently the duty of a good Muslim is to work and receive an income through Halal activities. However should some individuals one way or another are not able to reach this objec- tive, state must look after them in finding jobs according to their activities. If necessary state help can be provided according to the degree and type of needs. Consequently beginning and exploiting the feelings of others are forbidden in Islam.

Should one analyze the meaning of “Ayah” 10 of Sura 62 about looking for the livelihood as soon as the praying is ended one can understand that İslam is based on action and halal acti- vities which leads the way to receive income for the individuals, their families and societies. Prophet Muhammad (Peace be upon him) stated that the agony and the struggle on the way to earning livelihood will help the forgiveness as some of the sins. Further- more our Prophet repeatedly emphasized that those who are wor- king for the livelihood of their children or looking after their el- derly father and mother are on the way to Allah. On the contrary those who spend their income for conspicuous consumptions can be considered as the followers of Satan. As one can appreciate the two statements indicate the importance of working conditions and earnings of the livelihood from Islamic perspectives. In this connection one of the basic difference between İslam and the Ch- ristianity (especially the Protestant school) stems from the aims and objectives of the earnings and spending. 58Islam emphasize not only on the satisfaction of individuals but also on the needs

58.    Kadir Canatan, Kapitalizm, Protestanlik ve İslam, (Capitalism, Protestantism and Islam), Publisher: Bilgi ve Hikmet, IZ Yayinci1ik,İstanbul,1993/2 and wellbeing of the society as a whole. Earnings should be based on good intensions and Islamic dimensions. The level of income which may be based on to harm or destroy others is not conside- red as an acceptable manner. We have to remember the saying of our Prophet (Distribution of jobs and duties are based on the in­tensions. Whatever the objectives you are seeking you may finally harvest it). Therefore the wage or the income based on good in- tension is valuable for the individuals and the society as a whole. There are lots of Hadith and Ayah related to this point.

The idleness, to stay idle, is not accepted and not considered as sympathetically by Islam. It is mentioned in Kitab’ul Haraj that every person will be asked in the doomsday about four activities of his life:[81]

a)    How he spent his time and life?

b)    How he evaluated his health?

c)     How and where he evaluated his knowledge?

d)    Where from did he get his income and where he spent?

How we spent our time is one of the questions. Therefore nobody should be idle. Everybody should have a function in the society. Even IF A PERSON HAS ENOUGH İNCOME HE should also work for the society, in charity organizations. In our history most of the artistic activities were done voluntarily. Today in nor­mal ages, in spite of our limited talented intellectual capacity, we throw them away out of their jobs, by retirement, and they stay idle. Retirement is a very crucial point in Islamic Economics. Du- ring Hulefa’u Rashidun period, we don’t observe the system of re- tirement. Everybody was working up to the last minute only with two exceptions: Incapability and illness. How can we shape such society in a transitional period? This is an open question. In order to reach full employment we have to utilize all the labor force.

Housewife is also included in the labor force. Because they carry the work-load of family and they do very hard jobs. Why we should consider them out of the labor force? There is an example in secular economics. If a man employs three women in his home to work for laundry, kitchen and cleaning the house, three of them will be in the labor force. But if he marries with them they will go out of the labor force, although they do the same job. In Islamic labor economics, as housewife is included in the labor force, the­re will be repercussion of this definition upon the social structure as well. But in Islamic labor economics we should differentiate the function of state from the function of society, including vo- luntary third sector. State as a designer of social policy, provides a minimum guarantee of welfare for the people, through Beytulmal (Treasury), or his welfare policy. 60But state does not use labor market or unions for such a policy. In other words social respon- sibilities of the state, which exist, are carried on by Beytulmal, where he has zakat and other income sources. So, state, in Islamic economics has responsibility to provide minimum guarantee of welfare for the poor people and unemployed, but not through the labor market. Because state, principality don’t interfere to the la­bor market, where there is a free contract system. I may say that in Islamic labor economics on macro level there is a freedom, and in micro level there is an organized structure, indirectly done, through third sector. State does not impose his responsibility through employer in the labor market. Institutional structure of Islamic society tries to provide full employment through third sector (awqaf) and other voluntary institutions. In this field we have historical examples like AKİLE system, FUTUWWAT, AHI, and LONCA systems.61

Now in our time, unions may replace them. During the 19th century, union was called as AMELEPERVER CEMİYETİ in Dev- let-i Osmani. Ahi system, like lonca, has played an important role both in labor and employer side. In Ahi system dervish convents like Tekke, Zaviye and Hankah played an important role in the labor market. Under Ahi system, during Devlet-i Osmani, accor- ding to the rules of Ahi system before the occupation of new are-

60.    M.N. Siddiqi, Guarantee of a Minimum Level of Living, Ibid.

61.    Proceedings of the Conferences: Employer-Employee Relations According to Comparative Law. and Practice, Islamic Research Foundation İstanbul, (ed. by Sa- bri Orman, İsmail Kurt and Tevfik Özek), No. 10, İstanbul,1990, pp.395. as, they used to send at first dervishes who prepared the spiritual climate there. In Islamic society there was no class difference as on the western concept. In every aspect of the society there was an Islamic consciousness which dominated working conditions. Religious establishments played an amalgamating role among the different institutions.

Because they were not separated from daily life. If we sum- marize, in an Islamic society, whole members of the labor force should have a contribution to the social and economic activities of the society, in a sense that the person who needs income should try to find a job, while the person who already has income, should have a non-income activities.

Second Question: Who will distribute the income of produ- ction and how?

In a secular economy, there are four sectors of production, and the total value of them in one year is GDP. Labor force can also be divided in four categories according to the professional status, as employer, wage and salary earner, self-employed and non-income family member. Production factors are also four, as 1abor, capital, entrepreneurship and natural resources. Each of production factors has an income as, wage, interest, rent, and pro- fit. Total of them provide GDP Employer as entrepreneur gets pro­fit, capital owner gets interest, natural resource supplier gets rent and worker and civil servant gets wage and salary. In the income of self-employed, all these four category of income may exist. If he receives capital from outside, he pay interest, if he hires buil- ding he pay rent, and the rest of income becomes benefit for en- terprise and labor which are provided by him. For such a person there is no distribution problem. Because in such an enterprise, factors of labor and employer are gathered in the same person. On the other side when employer employs some other people with a labor contract by wage, employer and worker or the factors of la­bor and enterprise are separated. Employer gets profit and worker gets wage. The distribution of wage and profit among these two factor groups has been the main problem of secular economies. In guided labor market economies, distribution is done by the state. Income derived out of production is divided between consumpti- on and saving, and consequently between profit and wage, accor- ding to the percentage of economic growth through compulsory planning model. In market economies, on the plant level, income of production is distributed by employer. Such distribution, if state doesn’t interfere, is realized in natural market model which functions according to demand and supply rule. In such a mo­del, where human factor is a homo-economicus, balance between production and consumption on one side, employment and labor force on the other side can be easily broken, cyclical changes oc- cur often and in a large scale. This is called natural labor market.

If social policy is adopted in a market economy, which is con- sidered as a social state, or social market economy than to achieve social justice, state may interfere indirectly, providing possibility for unions to distribute income through collective bargaining. In such economic models of democratic market economies during the process of collective bargaining, unions and employers can use the right of strike and lockout which may cause huge losses of production.62

In Islam there is a basic difference, especially in Hanafi fiqh (jurisprudence). In Mecellei Osmani Adliye we find the following principles:63

In production sector, there is no difference. There are in the same way four sectors as agriculture, industry, trade and service sectors.

a)             In professional status of the labor force there is a dif- ference:

Employer becomes entrepreneur-employer. Capital is not se- parated from the entrepreneurship, because interest is prohibited. Capital and enterprise are together, and get the profit.

Labor: In the concept of labor two extra groups are included. They are the “self-employed” and the “non-income family mem-

62.    Reynolds, LIoyd L, Labor Economics and Labor Relations, Prentice Hail Inc. New York, 1974.

63.    Mecelle-i Ahkam-i Adliye, Ibid

bers”. They are included in labor, according to Hanafi fiqh. So the labor concept is enlarged. The middle class group, like small farmers, artisans, doctors and accountants are all included in the labor concept.

Amel, which literally means deed in English, work, achie- vement; Amel’i salih: good action; Amel’i su: Vicious action or work. Amel reflects all types of activity in agricu1ture, industry or service.

According to Islamic jurisprudence, those who work accor­ding to wage system are described as (Ecir) which originate from (to rent), where the civil servants who receive income according to salary conditions may be called as “Amel”. It must also be emp- hasized that Islam does not classify the human beings in different categories or classes. Since the duty of everyone is to work and produce something according to the needs of society they are all classified as part of the working groups. Therefore to divide the society as employer- employee etc. will be an artificial argument.

This is a very essential difference. It avoids the concept of class society as well. There are some other points. In the income side there are two kinds of income instead of four. They are profit and rent. Interest is prohibited and the wage is included in the concept of rent. How it functions? In secular economics, out of four groups in the labor force, employer gets profit, self-emplo- yed may get all kind of incomes. Self-employed gets profit as an entrepreneur. On the other side he uses his mental and physical capacity. Therefore he is liable to wage. If he uses his own capital, interest is included in his earning. If he uses his buildings, rent is included. Therefore theoretically in his income, self-employed may have all these kind of incomes.

In Islamic Economics, employer gets the pro- fit. Labor gets the rent. Wage is included in rent.[82]

In Islam there is a rent contract which is called AKD-UL- ICARE.[83] There are two kinds of rent contract:

a)          ICARE-I ADEMI-This is the rent contract for human be- ing

b)          ICARE-I MAL-This is the contract for commodity

Icare-i ademi is concluded between labor and employer, whi- ch specify the wage and employment conditions. Here there is an important point: In Islamic labor economics wage is not paid for the labor himself. Wage is not the payment to buy the labor. Labor is not sold as a commodity. Wage is paid for the benefit “menfaat”, derived out of labor. So the payment is for the benefit, not for la­bor himself. Worker or labor, does not sell himself. Employer does not buy labor. In Hanafi fiqh, they try to differentiate the concept of benefit “menfaat” from commodity “mal” and differentiate the benefit from service “labor”.

Now I come to the distribution point. In market economies there is a natural labor market. State does not intervene at all. Here distribution is carried out by the employer. In the democ- ratic system, in institutional labor market, distribution is done through collective bargaining system, including the right of strike and lockout. In socialist autocratic model, both in plant level, and in industry or nationwide model, type of distribution is decided and carried out by the state in a guided labor market.66 In Islam, free market model, freedom of work and enterprise, free contract system, voluntary institutional labor market by third sector, vo- luntary planning model exist.67 Here now according to fiqh, labor is divided into two groups

a)           Ecir-i has,” worker,1abor”,

b)          Ecir-i mushterek self-employed, small farmers, arti- san, doctors etc.

They do also akd-ul icare, eg. labor contract. It means that both groups are included in the labor concept, and in the contract of rent. This different structure has large repercussions. By the

66.    Kerr, Clark, “Labor Markets, Their Character and Consequences”, IRRA, Sec- ond Annual Meeting Proceedings, Dec. 29- 30,1949,Champaign,1950, pp, 52-68.

67.    Proceedings of a Conference on “Employer-Employee Relations in Islam “, Publisher: ENSAR Nesriyat, No.2, İstanbul,1986. distribution, income is divided into two groups as rent and profit. Non-wage family members are included in the concept of labor, but not in labor contract.

So there are ecir-i has and ecir-i mushterek as contract labor. Non income family members are third group, who are non-cont- ract labor.

In Islam there are six kind of contract related to labor “akd-ul icare”:[84]

a)            Icare-i ademi. It is used for the people who are wor- king in industry, trade and service sector.

b)            Musakat. It is used for the people who are working in forestry, as partnership in profit sharing.

c)            Muzaraa. It is used for the people who are working in agriculture.

d)           Mudaraba. A contract of profit sharing in industry, tra­de and service sector. (I have read recently that in Pakistan there has been an amendment to enlarge and reshape the implication of mudaraba act.).

e)            Cul.

f)             Mugares.

In fiqh there are different terminologies which are used for wage concept as well. They are: Imale or amale, Maash, Rızk, Ra- tib, Ata, Nafaka, Caize, Ulufe, and Cul.

In Islamic Economics, labor concept is enlarged, which co- ver the whole middle class of the society. They are the kind of people who are providing stability in society. Through muda- rabe (profit sharing) contract of labor, there has been labor-ca- pital cooperation in all of the economic sectors of production. In such a contract of labor, they do cooperate with each other and at the end of production; income is divided among them, as profit. By the contract of mudaraba, labor, on one side, as ecir-i müşterek may become like an employer and get some part of income of profit, on the other side as ecir-i has, he may get income of wage by the contract of labor (akd- ul icare).[85] By this way, class concept is removed, and in income distribu- tion, the definite line between profit and wage income becomes f1exible.This is one of the peculiarity of the structure of Islamic industrial relations and Islamic economics. As our mind, bra- in-washed with secular terminologies, it sounds strange to us. But we should remember that these principles are derived out of di­vine rules. Therefore there should be some Hikmet in them. Our position is to try to find the solution that how we can implicate them in our economic structure.

Third Question: What are the criterions in wage determina- tion in Islamic Economics?

Fourth Question: Will there be a minimum wage? Will Wa- ges be considered as a Social Wage or Economic Wage?

Here I will try to answer third and fourth questions and then the fifth question. Questions of Six, Seven, and Eight will be anal- yzed under the chapter of Legal Aspect of industrial Relations.

4.    The Answer of the Third Question

In Islamic Economics wage is considered in two categories:[86]

a)            Ecr-i musemma,

b)           Ecr-i misl.

Ecr-i musemma is the wage which is fixed by the contract before the job is done. In Ecr-i misl, if the wage is not fixed by the contract at the beginning, it is fixed during the process, or if there is a dispute, wage is fixed after the work is done, either by both sides, or by the mediator or by the court. The decision should be taken according to the prevailing wage level in market related to that job.

In this connection one of the related questions is the type of factors which affect the determination of ecr-i musemma. One may cite two important determinants:

a)             Economic factors,

b)            Social factors

Economic factors are productivity, efficiency, work-load, pro- fessional 1evel, capabi1ity etc. There, the principle of “equal pay- ment for equal job” is applied.

Social factors are considered according to the needs of per- sons. But it may include family al1owances. Minimum wage is also considered as social wage.[87]

In secular market economy, in the natural Market model, eco­nomic wage is essential. Wage is paid according to the work done. Social aspect is completely omitted.

In the secular institutional labor market two factors affect to the wage determination. Economic factors on one side are essen- tial. On the other side minimum wage and family allowances are considered as social factors. In. such an institutional labor mar­ket there are institutional factors as well. The pressure of unions through collective bargaining system and the influence of legis- lation and judicial powers are considered as institutional factors. These institutional factors influence upon both economic and social factors in wage determination.[88]

In secular socialist system, theoretically wage is a social wage. Wage is determined according to the needs. But in practice economic factors play an important role.

In Islamic labor market, principally economic criterion are used in private sector, e.g. in market, including, if there is any, state economic enterprises. Economic criterions are essential in the labor markets. But social aspects of the wage determination are not neglected. “The permissibi1ity of a minimum wage rate (an equity consideration in an Islamic economy) is one thing, but its feasibility is another. If the value of the last hired worker’s contribution to the marginal product is lower than the statutory minimum wage rate, the extra payment would represent a net loss to an employer, a development which runs counter to the efficiency criterion.” 73In such a case either employer should use Islamic function of İhsan and paying sadaqah (transfer payment) if he is able. Or if he is not able the difference should be paid by the State from Bait-ul Mal. It means this particular portion is ta- ken into consideration, but paid by state, not by employer. Family allowances and extra payments are paid by Beit-ul Mal. State do- esn’t intervene into the market. But state has the responsibi1ity of providing social aids and determining the social justice without interference.

If we come to the civil servants, salaries principally are paid according to the needs, not according to the work. Especially in high level bureaucrats SUFFICIENCY is the main and essential criterion for salary level. Hulefa-i Rashidun, although did the same job, were paid differently by Beit-ul Mal. Because their ne- eds were different. For the low rank of civil servants, that point is not very clear. But for the high rank administrative level, suf- ficiency is the main factor. 74I think Devlet-i Osmaniyye applied this system. As far as I know in Anglo Saxon system, judges are paid as open cheque. I think they got their system from Devlet-i Osmaniye. In 16 th century they sent delegation to Devlet-i Os­maniye to study the judicial system. Their legal system has been influenced by Islamic system of Devlet-i Osmani. There is no co- dified legal system in the Anglo Saxon countries. There Judge is free in his decisions according to the main principles. It is influ- enced by Islamic system. In short, economic criteria’s are essen- tial for the Islamic wage determination in private sector whereas social needs and extra payments must be satisfied by the state. Zakat is integrated part of the Islamic system. If zakat is not suf­ficient, state can try to find other incomes to improve its budget.

73.    M. Ramzan Akhtar, Ibid, pp. 215-216

74.    Adem Esen, Wages in Islam, Ibid. For the lower level of the civil servants the concept of ecr-i misi may be applied. But this area needs extra studies. Ecr-i misi is determined in disputes and courts according to the current level of wages.

Fourth Question: Will and can the state intervene into the labor market, employment conditions and wages in Islamic labor economics?

Ideally state doesn’t intervene into the labor market. But in some cases the conditions may force the state to solve the prob- lems through direct or indirect arrangements, for example by deciding the minimum wages or with its adjustments, economic conditions of large number of people can be improved.75

Here I would like to mention an important point. In Islamic history usually we observe two schools of scholars, some of them are inclined more toward to the free market model (like Hanafi groups and most scholars in Devlet-i Osmani). The proverb of “Al kasib-u Habibullah” is an emblem of this mentality which is famous in Istanbul area. The other group (like Ibni Teymiye) is more socially oriented. Because they lived in the area and time of disturbance. According to them, state has the right to intervene into labor and commodity market.

If we summarize, in Islamic Economics interference to the labor market is legitimate only in necessary conditions.

In case of disputes, state has the responsibi1ity of keeping order through labor court where the concerned parties can apply at any time. According to my humble opinion special labor courts should be established. Judges have to be educated and trained according to the Fiqh rules.

5.    Legal Aspects of Industrial Relations in Islamic Model

Question Six: Is Trade Union Legitimate and Acceptable in Islamic Model Of industrial Relations?

There is a crucial point in this area. THE LEGALITY OF UNIONS AND COLLECTİVE BARGAINING SYSTEM. There is

75.    Abdul Azim Islahi, Economic Thought of Ibni Taymiye.

no negative rule in İslam, prohibiting the establishment of trade unions. [89] Therefore unions can be established. İn the past we had, and still we may have, and according to me we should have this kind of institutions. Because voluntary organizations are essential in the labor market of İslamic model. Therefore both sides should organize themselves to improve their conditions based on İslamic principles. They should not have class conflict. Trade unions are a necessity, but they should play their functions according to the İslamic principles handled by good Muslim man.

Unions should perform economic and social functions .İf we come to the political activities, some fuqaha do not accept it. İt is stated that in an ideal system there is no need for political func- tion of the unions, if there is no multi political party system. We don’t know exactly what is the structure of an İslamic state is. This point is not very clear. Whether we may have political party system or not? İt is an open question. İn my understanding in ide­al system there should not be multi-political party system in that sense that ideology is one and that is İslam. Parties may be exist as a group of team. So that they can compete among each other to achieve to the same ideology of İslam in a better way. İn that case there might be rooms for unions to deal with politics.

There is no doubt that beyond these crucial points, for the general principles and the implication of these principles related to industrial relations in İslamic economics the general rules of İslamic Law and İslamic fiqh and Usul’u fiqh are essential.

İf we summarize, among the three functions of the unions, the political aspect might be avoided in an ideal İslamic society if there is no multi political party system.

Now we come to the main point. Why union should exist? Today in secular economics unions are included in the labor market due to some necessities. Nowadays multinational compa- nies are powerful in the entire world. They don’t have national boundaries. For example GM, Mitsubishi etc. have factories and relations in different countries. So they may have an economic capacity more than the Standard level of an individual nation. As a countervai1ing power, unions have to organize themselves both in national and international level. During the transitional period in Islamic countries, as we cannot separate ourselves from the rest of the world, and as we have multinational companies in our countries as well, as an Islamic society we should have unions, professional organizations, and they should cooperate among each other as a countervai1ing power toward these multinational giants.

Beyond this point there is also a technical necessity. Today optimal capacity of plants is developing through technical im- provements. Usually production is done in bigger plants inste- ad of small ones. Therefore financial capacity of companies is being improved. Development and enlargement of business side forced the unions to improve their countervai1ing power in or- der to keep balance in labor market. Therefore during transitional period there is a need to establish unions in Islamic countries at national and international level.

Question Seven and Eight: Is collective bargaining legitima- te and acceptable? Has state responsibility in solving labor dispu­tes?

The main question here is whether the collective bargaining system is legitimate and acceptable? If the answer is yes, in whıch level collective bargaining system should be exercised? In plant level or regional, industry wide or in national level? According to fuqaha collective bargaining process, collective agreement and negotiations are not against the Islamic principles. The important point is that union should have the right of representation of each worker as vekalet (Representation), and become vekil (represen- tative) of them. If they have the right of representation of the wor- kers they can do collective agreement on behalf of the workers[90] Then comes the second part of the question. In which level the collective bargaining should be carried out? I may state that, at plant level it is easier to get the representation of the workers and democratically it might be better as well. Disputes can be solved easily in the plant level either. Because the workers know each other better. They may have more harmonious relations among each other.

I think this is one of the reasons of the success of Japane- se system of industrial relations among the secular systems.78 As far as I know, in Japan main union activities are concentrated at plant level. As we know, labor disputes should be solved at once, in the related local area, before it disperse to the other areas and become complicated like in medical disease. For democratic reason as well, plant level unionism is better, to have the voice of bottom. Anglo Saxon and especially American system has been concentrated in plant level and they criticized the central Euro- pean, and especially German system which is more industry wide unionism, as related to German authoritarian character. Japanese system is also a good example in secular world.

In secular world, unions in the past were reactionary insti- tutions. But today in western countries they became rather con­servative and participating institutions. In the past unions were not interested with the increase of production. Their target was mainly to increase their income share. But now they changed this strategy. They want to raise productivity at the first stage, and then, try to get their share, out of increased gain. Therefore they put the “productivity clause” in the collective agreement, and they became participatory partner in the increasing of producti- on and productivity. Developing countries have to increase their production capacity and productivity to follow and to match the more industrialized countries. Therefore unions in those count- ries, cannot stay indifferent toward the increase of ‘production, and demand only share from’ the already produced gains.79

78.    Numan Kurtulmus, The Japanese Management System: Could it be exported to Foreign Lands? Cornell Univ. ILR School Publ. 1993.

79.    Toker Dereli, Intellectuals, Trade Union Movement and industrial Relations System, Publ. of İstanbul Univ ,1975, İstanbu1.

They have to be participant. Therefore today in the whole world, unions have more positive and participative attitudes in production. After the collapse of Marxism, unions, (at least some of them) have lost their hope to find a better system to solve the workers’ problems. Therefore there is no other choice, but to be a participant in the production process.

In Islamic Economics, as the unions should have inner religi- ous feelings, they should show more cooperative attitudes toward the employers around the unity of Islam.

Now I come to the point of strike. This is the most crucial part. If we limit ourselves with a narrow explanation of Fuqaha, there is no legitimacy for the right of strike in Fiqh. [91] That is true. One should not forget that this statement is true for the ideal Islamic society.in which no room for the class conflict, strike or lockout. However during the transitional period (If the motivation of human being has not been changed in commodity and labor markets) they behave according to the rules of homo-economi- cus life style and try to maximize their economic interest without having any moral restrictions. And if they are not good Muslims and not practicing Islam in their life, in that case as one Fuqaha says, the strike and lockout are not good instruments; they are wrong, but in a wrong society, they try to amend the wrongness.[92] We can say that, our final target is not to use such tools in an Is­lamic society. Therefore my inclination is that in the transitional period, this function of union should be tolerated, according to the conditions of the society. It depends to the circumstances. For example, if in a country interest rate and inflation are about 80 %,and the Islamic conditions are not exist in economic life yet, how you can try to adopt only one portion of Islamic Economics.

Therefore we should try to be comprehensive and being ob- jective in our explanation and to find a solution for the society. We should at least be tolerant toward the right of strike during the transitional period.

6.    Political Aspect of Islamic Model of Industrial Relations

It is argued that, because of lacking of democracy in İslam. Different types of authoritarian system exist in Islamic countries. According to my understanding and explanation, using the Wes­tern terminologies, I can say that there is a democratic concept in İslam. Why and how? At first I should explain what I understand from democracy in a secular sense. According to socio economic aspects of society, political systems may be divided in three ca- tegories:

a)        Authoritarian systems. If political, economic and social powers in a country are concentrated in one center, which maybe one person, one party, one group etc. such a system whatever is called it is an authoritarian system. It may have different varieties as monarchy, kingdom, tribal, military etc.

b)        Opposite of this system is to divide the socio- economic and political powers in a country as much as possible. The ext­reme of such a system in theory is called Anarchism. It refuses any kind of power in society. Everybody is free by himself. Such a system has not been applicable at all. Because Allah has created human being to live in a society. It is not feasible either economi- cally to live in the example of Robinson.

c)        Democracy. Between these two extremes the third solu- tion is to divide socio-economic and political powers among so- cial and income groups. Through the organization of each group they may provide countervailing power to each other, so that ne- ither of them can dominate the others. Such a system in different varieties is called democracy in a secular system. To achieve this goal in political area, political parties are established and they are one of the essential elements of democratic system. In this system political power is divided among the parties, and each of them controls the others to avoid abusement of power. [93] To divide the economic power, collective bargaining system and unions are established.

They are countervailing power of private enterprise system which dominates the market. If economic private enterprise exists without union like in 19th century, economic power will be con- centrated in the hand of private employer. This is considered as economic authoritarian system of employers. On the other hand, if there is no private enterprise and economic power is concent- rated in the hand of state, and political power is also at the hand of the same state, in such case categorically democracy, division of power, is not possible; because all powers are concentrated in one center. If democracy means to divide the power among the groups, to provide circumstances to control each other, concent- ration of all power in one center makes it impossible. It becomes an authoritarian system.

Now what is the position in Islam? In Islam, principally there is a unity in worldly power. He is called mostly imam. Worldly power is concentrated at the top. But this worldly power cannot be utilized, like in secular system, according to the self-desire of the person, or the group who use them. That leader has to obey to divine principles in all his activities as a state ruler, and as an individual as well. In that case in Islam there is a control mecha- nism of worldly power, controlled by the Divine Power. As this controlling power is not man-made, and there are eternal rules created by the Creator, there is a stable system. If these people who have the authority of ruling power in their hands, claim that they are Muslims, they have to obey to the Islamic principles. They cannot be omnipotent in using their worldly powers, as it is the case in secular systems. In secular authoritarian system, rules are determined by the person or group who’ has the power.

M. Mazharuddin Siddiqi, Islam and Democracy, Da’wah Academy, International Islamic University, Islamabad, Pakistan, 1991, 20pp.

Legal Authority of the Sunnah: Practice of Rightly -Guided Caliph’s and Views of the Early Fuqaha, Muhammed Yusuf Faruqi, Islamic Studies, Islamic Research Institute, IIU, Islamabad, Pakistan, vol.31, winter, 1992, no. 4 pp. 393-411.

Legal Authority of the Sunnah. 1, Ibid.

Therefore they can change the rules according to their desire, and there is no other group or person to control them. But in Islamic system, leader who has the worldly power has to obey to the di­vine power. That is why there is a Fetwa function, which is used by Sheyh-ul Islam, under the leadership of imam or Khalifa. In that case there is a democratic concept in the sense of division of powers. And in this system, unions or collective bargaining may exist, but not organized by the 1egislation, or by the state, but by the voluntary organizations. There are no Islamic rules that state should interfere or prohibit them. According to my un- derstanding in İslam, there is a democratic concept in. the sense explained above. So in Islamic labor Economics there is an Is- lamic market system to promote entrepreneur, motivate human beings as Ashraf-ul Mahlukat and Halifetullah in this world. So in Islamic labor market we have to promote private business, to motivate them for working hard and improve their technic. But on the other side all of the people are considered as Ashraf-ul Mahlukat, who are created by Allah. We cannot differentiate the- se human beings in a manner of distinct class concept as emplo- yer and labor, by that angle. In that sense we have a free market, but as a society we have responsibilities. Because we know that wealth and richness, and economic power is given by the grace of Allah. We cannot reach that target only by our work. We should express our irade-i cuz’iye up to the last stage, but final point has to be determined by Allah. Therefore if a person got it and beca- me rich and powerful in economic life he has to use this power according to the commandments of Allah. If Allah says, do this, do that, he has to do it. This is the essence of social responsibi1ity of the people in Islam. That responsibi1ity is not due to the order and force of state. It is accepted by the people to achieve Riza-i Lillah and to succeed by the grace of Allah. These are the main parameters of Islam. Therefore through these principles we may have a social justice. In Islam justice is comprehensively cover all of the aspects of life. The essence of universe is Justice (Adalet). The owner of universe is Allah. The responsibi1ity is toward him.

Justice should be everywhere, in labor market as well. So accor- ding to these principles, I think, we should try to improve these ideas categorically. We can try to shape the model of industrial relations according to the Islamic principles. We need to mobilize hundreds of Ph.D. thesis on these subjects. We have to work hard and Insha’Allah new generations are coming. I have very positi­ve observations in my life, during the last half century. In Tur- key 50 years ago there was no effective Islamic climate. Neither individual Muslims, nor their companies had sufficient power. Furthermore teaching of Islam in schools and publishing books were restricted, even some time prohibited. Alhamdulillah, today we have politicians, intellectuals, companies, associations, waqf, publishing houses, etc. For example, in every Ramadan we have Fair of Islamic Publications in Istanbul Sultan Ahmed mosque and in Ankara. There are more than hundred publishers, who publish only Islamic publications and sell large number of books.

Despite being at the initial stage, I think in the whole Mus- lim countries there is a huge improvement in Islamic field. We should remember that the terminology of Islamic Economics star- ted in old India and Pakistan. In Turkey it was started by Profes­sor Hamidullah. In this field Muslims have to cooperate among each other. I am optimistic. We have to do our best. If we improve our Islamic concept, and apply in our life, put the principles into implication, we can save not only us, but all of the human kind Insha’Allah.

Professor Dr Sabahaddin Zaim

Chairman of Department of Labor Economics and Industrial Relations,

Faculty of Economics, Istanbul University

İslam Ekonomisi ve İslam Ülkeleri

İşbirliği Sahasında Son 50 Yıldaki Gelişmeler83

Son 50 yılda dünyamız iktisadi ve teknolojik sahada ilerler­ken İslam Dünyasında da manevi yönde hızlı gelişmeler meydana gelmiştir. Bu dönemde Müslüman toplumlar kendi kimliklerini sorgulamaya başlamışlar ve İslâmî şahsiyetlerini yeniden arama kaygısına düşmüşlerdir. Bazıları buna “köklere dönüş siyaseti” adını vermektedir. Yalnız bu hareketin tecellisi İslam ülkelerin­de üst yönetimi temsil eden devlet kademeleri ile milleti tem­sil eden toplum katmanlarında farklı mahiyette ve istikamette olmuştur. İslam ülkelerinde, genel trend itibari ile devletin üst yönetim kademeleri ile toplumun katmanları arasında bir uyuş­mazlık görülmektedir. Bu sebeple millet içinde görülen köklere dönüş politikası her yerde ve her zaman devlet kademelerine in­tikal etmemiş ve resmi politikalarda akış bulamamıştır. Fakat alt­tan gelen bir baskı ile üst kademelerdeki bazı grupların mukave­metine rağmen devlet millet kaynaşması istikametinde, ülkelere göre değişmekle beraber, önemli mesafeler kaydedilmiştir. İslam ülkelerinde demokrasiye yer verilen toplumlarda bu süreç daha başarılı olarak gelişmekte veya başka bir ifadeyle demokrasiye, yani tabanın sözüne yer verilmesi nispetinde bu süreç başarılı olmaktadır. Her hareketin temelinde görüldüğü gibi köklere dö­nüş hareketi önce tahayyül safhasında başlamış, şair ve ediplerin yazı ve şiirlerinde dile getirilmiştir. Şair İkbal ve Mehmet Akif

83.    MÜSİAD, Çerçeve Mecmuası, Kasım 1997, Yıl: 5, Sayı: 21, sh. 7-28; Türki­ye’nin Yirminci Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset, Cilt:1, sh. 195-217. hatıra gelen ilk örneklerdir. Bilâhare bu duygular fikir sahasına intikal etmiş ve akademik mahfilde mâkes bulmuş; sonra da si­yaset erbabının elinde aksiyona dönüşmüştür. İslâm dünyasında Pakistan 20. asrın ikinci çeyreğinde İslâm adına kurulan bir yeni devlettir. Varlığı ve hikmet-i vücudu İslâm’a dayanmaktadır. Bu sebeple Hint Yarımadası İslam’a dönüş hareketinde, hem ede­bî ve fikrî yönde, hem de siyaset ve aksiyon sahasında öncülük yapmıştır. İslâm ekonomisi tabiri ilk defa Hindistan’daki âlimler tarafından telâffuz edilmiştir. Çünkü onlar hem İngilizce’ye vu- kufiyyetleri ile Batı kültürüne, hem de medrese tahsili yoluyla Arapça’ya aşina bulunmakla doğu kültürüne vâkıf bulunuyorlar­dı. 20. asırda maddi ve iktisadi meselelerle ilgili iktisadi dokt­rin ve ideolojiler toplumlara yön verdiği için, Hintli âlimler de okutulan iktisat ilminin mefhumlarını, uygulanan politikalarını ve kurulan müesseselerini İslam’ın değer hükümleri ile tahlil edebilmenin yollarını aramışlar, İslam’ın iktisadî sahadaki görüş­lerini bu yönden ifade etmeye çalışmışlardır. Bu sebeple klâsik fıkıh ilmi yanında “İslam iktisadı” mefhumunu ortaya atmışlar­dır. Ülkemizde bu mefhum ilk defa Hindistanlı âlim Muhammed Hamidullah Hoca’nın Paris’ten gelerek İstanbul Üniversitesi Ede­biyat Fakülte si’ndeki İslâmî Araştırmalar Enstitü sü’nde verdiği derslerle başlamış ve çalışmaları “Modern İktisat ve İslam” adıyla basılmıştır. Bilahare Sabahaddin Zaim, Hamidullah Hoca’dan el alarak aynı konuyu işlemeye devam etmiş ve 1968’de Kadıköy Halk Evi’nde verdiği konferans önce İhsan Babalı’nın Cağaloğlu Yaymevi’nde yayınlanan İslâm Düşüncesi mecmuasının 5. sayı­sında, yine “Modern İktisat ve İslam” adıyla bir makale olarak neşredilmiştir. Bilahare bu makale küçük hacimli bir eser halinde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) tarafından müteaddid defalar basılmıştır. [94] Bu ilgi yıllarca kökleri ile ilgilenebilmekten adeta mahrum kalmış olan toplumun yeni gelişen münevver tabaka­larında İslam’a karşı duyulan hasretin bir tezahürü olarak izah edilebilir. Esasen bu dönemde İslâmî yayınlarda ve yayın mer­kezlerinde patlama denilebilecek çok belirgin bir artış olmuştur.

20. asrın ikinci yarısında Türkiye gibi diğer İslâm ülkelerinde de İslâm iktisadı sahasında başlayan ilgi ve onun sonucu olan ilmi ve ekonomik çalışmalar köklere dönüş hareketi ile birlikte hız ka­zanmıştır. Bu dönemler aynı zamanda Allah’ın lütfu sonucu Bas­ra Körfezi ülkeleri başta olmak üzere muhtelif İslâm ülkelerinin petrol üretimine başlaması dolayısıyla iktisaden zenginleştikleri bir zaman dilimidir. Dünyadaki siyasi konjonktürün yardımı ile bağımsızlığına kavuşan İslam ülkelerinin sayısı da bu dönemde 40 dolaylarına ulaşmıştır. Hâlbuki bu adet 1930’lu yıllarda son büyük İslam devleti olan Osmanlı Devleti’nin (Devlet-i Aliye-i

Osmaniye) inhilalinden sonra 3 ila 4’e inmişti. İşte bu atmosfer içinde İslâm dünyasında birbirinden kopuk olarak siyasi arenada boy gösteren Müslüman ülkeler, aralarında işbirliği yaparak ken­di İslâmî kimliklerini kazanma gayretini mücerretten müşahhasa (soyuttan somuta) çevirebilme imkânını elde etmişlerdir.

Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın İsrailliler tarafından yakılması, kıvamına gelmiş olan İslami şuur korlarını bir anda alevlendir­miş, Fas Kralı II. Hasan’ın daveti ile Dar’ul Beyza (Kazablanka)’da toplanan İslam devletleri ilk İslam konferansının temellerini at­mışlardır.

Siyasi sahada başlayan bu entegrasyon hareketi iktisadi, fikri ve akademik sahaya da sıçrama yapmıştır. Bu sırada, petrol üreti­mi sayesinde iktisaden güçlenmiş olan Suudi Arabistan devleti­nin başında bulunan Kral Faysal İslami entegrasyon hareketlerini motive eden lider şahsiyetlerden birisi olmuş ve İslâm dünyasın­daki akademisyenleri bir araya getirecek muhtelif projeler hazır- latmıştır.[95]

Bunlardan ilki “İslâm İktisadı Birinci Dünya Kongresi” olmuş­tur. 1976’da Mekke-i Mükerreme’de tertip edilen bu kongreye,[96] 200 Müslüman iktisatçı ve fakih katılmış ve İslâm iktisadı ile il­gili yüzlerce tebliğ sunulmuştur. Bu tebliğlerden seçilen muhtelif makaleler biri İngilizce, diğeri Arapça olmak üzere iki cilt halinde yayımlanmıştır.

İşte bu konferans bir dönüm noktası olmuş ve İslam iktisat uleması ilk defa dünya çapındaki böyle büyük bir toplantıda bir araya gelmişlerdir. Bu kongre Cidde’de bulunan Melik Abdülaziz Üniversitesi (KAAU) İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi tarafın­dan düzenlenmiş, tertip heyetinde Dr. Ahmet Tütüncü, Dr. Mu- hammed Sakr, Dr. Ahmed el- Neccar gibi isimler bulunmuştur. Kongre başkanlığına KAAU Rektörü Dr. Muhammed Ömer Zü- beyr, başkan vekilliklerine KAAU’den Prof. Haşan Ebu Rukba, Pa­kistan’dan Prof. Hurşid Ahmed ile Türkiye’den Prof. Dr. Sabahad- din Zaim, raportörlüğe Dr. Monzer Kahf getirilmişlerdir.

İslâm iktisatçıları ile hukuk uleması müştereken aşağıda yer alan konular üzerinde takdim edilen tebliğleri tartışmışlardır.

1.     İslâm İktisadı Mefhumu ve Metodolojisi

2.     İslâm İktisat Modelinde Tüketim ve Üretim

3.     İslâm İktisat Modelinde Devletin Rolü

4.     İslâm İktisat Modelinde Sigorta

5.     İslâm İktisat Modelinde Faizsiz Bankacılık

6.     İslâm İktisat Modelinde Zekât Uygulaması ve Mali Siya­set

7.     İslâm İktisat Modelinde İktisadî Gelişme

8.     İslâm Ülkeleri Arasında İktisadî İşbirliği

9.     İslâm İktisadı Sahasındaki Yayınların Tetkik ve Tahlili.

Bu kongrenin sonucunda tartışılan mevzularla ilgili olarak kurulmuş olan komitelerin özel tavsiye kararları ile genel kurul adına hazırlanan bir genel tavsiye metni (General Recommenda- tions) hazırlanmış ve bu tavsiyelere uygun olarak KAAU’nde bir “Milletlerarası İslâm İktisadî Araştırma Enstitüsü” (International Centre for Research in Islamic Economics-ICRIE) kurulmuştur.[97]

ICRIE, kongrede alman kararlar ve Yüksek Müşavere Kuru- lu’nun tavsiyeleri istikametinde olmak üzere İslâm iktisadı ile il­gili muhtelif konferanslar, seminerler ve izleme toplantıları tertip etmiştir. Böylece; İkinci Milletlerarası İslâm İktisadı Konferansı (Second International Conference on Islamic Economics) 19-23 Mart 1983’te İslamabad’taki Milletlerarası İslâm Üniversitesinde yapılmıştır. Konferansın başlığı: “Fiscal Policy and Development in an Islamic State” (İslâm Devletinde Mali Siyaset ve Kalkınma) olmuştur. Bu konferansta “İslam’da Gelir Dağılımı ve Adalet” ko­nusu işlenmiştir. Konferansın sonuçları kitap halinde basılmıştır.

Üçüncü Milletlerarası İslâm İktisadı Konferansı 28-30 Ocak 1992’de Malezya’da Kuala Lumpur’daki Milletlerarası İslâm Üniversitesinde Kuala Lumpur’daki Milletlerarası İslâm Üniver­sitesinde toplanmıştır. Organizasyona IDB, IRTI ve IAIE (Inter- national Association for Islamic Economics) de katılmıştır. Bu konferansların yanında seminerler de tertip edilmiştir.

“International Seminar on Islamic Economics”, 1985 Şuba­tında Nijerya’da University of Sokoto’da “Development and Fi- nance in Islam” adlı seminer 7-9 Ocak 1987’de Kuala Lumpur’da- ki International Islamic University’de tertip edilmiştir.

Bunların dışında dünyanın muhtelif yerlerinde çeşitli ku­rumlar tarafından İslam iktisadı ile ilgili olarak birçok konferans ve seminerler akdedilmiştir. Mesela:

   First Conference of the Academy of Islamic Research, Al-Azhar University, Cairo, 1964; Second Conference: 1965.

   International Seminar on Islamic Social Justice, A.B.U., Za- ria, Nigeria (3-8 January 1978).

   Thoughts on Islamic Economics, Dhaka, Bangladesh, 1980, by Islamic Economic Research Bureau.

   International Seminar on Islamic Banking, Al-Azhar Univ. Cairo, August 29 Sept. 17, 1981, organized by International Insti­tute of Islamic Banking and Economics first advanced Course on Islamic Banks).

Bu arada İslam dünyasındaki fikri kaynaşmayı temin etmek üzere rahmetli Kral Faysal tarafından planlanmış olan iki büyük konferans daha yapılmıştır. Bunlardan ilki “İslâm Ülkeleri Ara­sında İlim ve Teknolojide İşbirliği Birinci Dünya Kongresi” (The First Conference on Solidarity in Science and Technology Among Müslim Countries) 1976’da Riyad Üniversitesi Rektörü Prof. Fad- da tarafından Riyad’da toplanmış ve Dr. Ahmet Tütüncü tarafın­dan organize edilmiştir.[98]

Kongrenin sonunda yayımlanan tavsiyeler metninde, bilhas­sa sanayileşme, teknolojik araştırmalar ve insan kaynaklarının geliştirilmesi hususunda İslam ülkeleri arasında işbirliğini sağ­layacak organizasyonların teşkili cihetine gidilmesi hususları be­nimsenmiştir.

İkincisi Birinci Dünya İslam Eğitim Kongresi” olmuş ve 1977’de Mekke’de Birinci İslâm İktisadî Kongresinin toplandı­ğı Intercontinental Oteli’nde yapılmıştır. Organizasyonu yapan tertip komitesi başkanlığını Dr. Sait Ali Eşref üstlenmiştir. Tür­kiye’den kongreye bir heyet katılarak tebliğlerini takdim etmiş- lerdir.89 Bu kongreye 313 ilim adamı katılmış, İslâm eğitimi ile ilgili 14 komite teşkil edilerek muhtelif konular işlenmiştir. Bu konferansta “İslâm’da Eğitimin Hedefi ve Nasıl Bir Gençlik, Na­sıl Bir İnsan Tipi ve Modeli Yetiştirilmelidir?” konusu üzerinde durulmuştur. Kongreyi tertip eden Dr. Sait Ali Eşref ikinci Dün­ya İslâm Eğitim Kongresi’ni 1980’de Pakistan’da İslamabad’da, Üçüncü Dünya İslâm Eğitim Kongresi ile Birinci Dünya İslâm Kültür Kongresi’ni Bangladeş’in başkenti Dakka’da 1981 yılında tertip etmiştir.

Bu konferanslarda şu hususlar üzerinde mutabık kalınmıştır:

1.    İslâm ülkelerinde okutulan kitaplarda birçok gayri İslami mefhum vardır. Bütün eğitim kademelerinin müfredat programla­rında okutulan kitaplardaki bu gayrı İslâmî kavramlar tesbit edi­lip, çıkarılmalıdır.

2.    Mümkün olan ahvalde bunların yerine İslami kavramlar konulmalıdır.

3.    Bu ilimler, İslâmî kavramlara göre yeniden tasnif edilme­lidir.

4.    Yeniden tasnif edilecek bu ilimlerde, yeni müfredat prog­ramları hazırlanmalıdır.

5.    Yeni müfredat programlarına göre yeni kitaplar hazırlan- malıdır.

6.    Yeni kitapları kullanacak yeni öğretmenler yetiştirmelidir.

Dr. Ali Sait Eşref, Birinci Dünya İslâm Eğitim Kongresi’nin

89.    Dr. Ahmed Tütüncü Kerkük Türklerinden olup petrol mühendisidir. Konferans sırasın­da Riyad Üniversitesi’nde profesörlük yapıyordu. Evvelce IIFSO’nun başkanlığının yapmıştır. 1973’te Libya’da toplanan “Dünya İslam Gençlik Kongresi”nin ve Mekke’deki “İslâm İktisadı Birinci Dünya Kongresi”nin hazırlayıcılarındandır. Bu Kongreye Türkiye’den Turgut Özal, Sabahattin Zaim, Mehmet Bilge, Mehmet Aykurt, Sümer Sahin ve Talip Alp tebliğleriyle katılmışlardır.

tavsiyesi gereğince İngiltere’de Cambridge’de kurduğu “Islamic Academy”de “Muslim Education Quarterly” adlı bir mecmuayı 1983 yılından beri 3 ayda bir olmak üzere muntazaman yayım­lamaktadır. Bunların dışında fıkıh, ilahiyat, hukuk, tıp, coğrafya gibi çeşitli konularda konferanslar tertip edilmiş ve bu akademik faaliyetlerde İslâm toplulukları içinde İslâmî şuurun canlandırıl­ması, ilim adamlarının uyarılması, birbirlerini tanımaları ve ferdi ve kurumlar arası işbirliği yapma imkânlarının sağlanması amacı güdülmüştür. Bu dönemler milletlerarası İslâmî faaliyetlerin hız­la geliştiği bir dönem olmuştur.

1976’da Cidde’de faaliyete geçmiş olan “İslâm Kalkınma Ban­kası” içinde 1981’de (1401 h.) “İslami Araştırma ve Eğitim Merke­zi” “Islamic Research and Training Institute” (IRTI) kurulmuştur. Bu enstitü araştırma, eğitim, bilgi toplama şubelerinden oluşarak faaliyete geçmiştir.[99] Araştırma ve eğitim bölümleri, İslâm iktisa­dı ile ilgili muhtelif konularda araştırmalar yaptığı gibi muhtelif İslâm Üniversiteleri veya kurumları ile işbirliği halinde, bu yön­deki faaliyetleri finansmanını sağlayarak teşvik etmiştir. Bunların içinde başlıcaları şunlardır:

1.   Workshop faaliyetlerini düzenlemek ve misafir konuşma­cılar davet etmek,

2.   İslam iktisadı ve bankacılığı ile ilgili dergi ve bültenler çı­karıp yayımlamak,

3.   Belli başlı konularda tebliğler ve monografi serileri yayım­lamak,

4.   Merkezde ve diğer ülkelerde konferans ve seminerler dü­zenlemek,

5.    İlim adamlarının mübadelesini temin etmek,

6.   Hizmete dönük talim ve eğitim faaliyetlerini organize et­mek,

7.     Doktora ve doktora sonrası için genç Müslüman iktisatçı­lara ve ilim adamlarına burslar vermek,

8.     Ekalliyet halinde yaşayan Müslümanların çocuklarına Müslüman ülkelerde eğitim bursları vermek,

9.     Dünyada İslâm İktisadı ve bankacılığı sahasında eserleri veya hizmetleriyle ün yapmış tanınmış kişilerden veya kuram­lardan her yıl jürilerce seçilecek kişiye veya kuruma bir dünya ödülü vermek ve onların eserlerini yayımlamak.[100]

IRTI’nin faaliyetleri arasında birinin burada zikredilmesinde fayda vardır. IRTI, Pakistan’da İslamabad şehrinde bulunan Mil­letlerarası İslam Üniversitesi (IIU) ile işbirliği yaparak 22 Ağustos 3 Eylül 1987’de Üniversite hocaları için bir İslâm İktisadı Semi­neri düzenlenmiştir. 14 ülkeden hocaların katıldığı bu seminerde 6 konu işlenmiştir.

a ) İslam İktisadına Giriş

b ) İslam Hukukuna Giriş

c ) İslam İktisadi Sistemi

d ) Mikro İktisat

e ) Makro İktisat

f ) Para ve Maliye Politikaları

Yine bu cümleden olmak üzere IRTI tarafından, Ka- raçi’de “Zekat Uygulaması” (Zekat Management) adı altın­da bir toplantı yapılmış, muhtelif ülkelerden gelen tatbi­katçılara konuyla ilgili konferanslar verdirilmiş ve muhtelif İslam ülkelerindeki zekat uygulamaları tartışılmıştır. Sonuçlar IDB tarafından bir kitap halinde yayımlanmıştır.92

Yine bu cümleden olmak üzere IRTI, Ürdün’ün Amman şehrin­de bulunan El-Beyti Vakfı ile işbirliği halinde İslâm iktisadının gelişmesi ve araştırma faaliyetleri konusunda 1988’de milletlera­rası bir seminer düzenlemiştir. İslâm iktisadı ve bankacılığı saha­sındaki fikri ve akademik faaliyetlerin hızla gelişmesi, dünyanın çeşitli yerlerinde birçok kurum ve müessesenin tesisine ve geliş­mesine yol açmıştır. Bunlardan başlıcaları şunlardır:

1.   Pakistan’da İslamabad’da “Pakistan Milletlerarası İslâm Üniversitesi” (International Islamic University-IIUP) kurulmuş­tur. Buraya bağlı olarak bir İktisat Fakültesi ve “Milletlerarası İslâm İktisadı Enstitüsü” teşkil edilmiştir. Ayrıca İslamabad’da Kurulu “The Institute of Policy Studies” de bu sahada çalışmalar yapmıştır.

2.   Malezya’da Kuala Lumpur’da ikinci bir “Milletlerarası İs­lâm Üniversitesi” kurulmuştur. Bu Üniversite Malezya Hüküme- ti’nin yakın ilgisi sayesinde (Bakan Enver İbrahim Bey’in başkan­lığında) hızlı bir gelişme kaydetmiştir.

3.   Suudi Arabistan’da, Mekke’de Ümm’ül-Kur’a Üniversi­tesinde, Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde ve Riyad’da İmam Muhammed Üniversitesi’nde İslâm İktisadı bölümleri açıl­mıştır. KAAU’nde bulunan ICRIE çalışmalarını devam ettirmiştir.

92. 1996 yılına kadar dünya IDB ödülünü kazanan şahsiyetler şunlardır:

1) Pakistan

Prof. Dr. Khurshid Ahmed,

Islamic Economics

1408H (1988)

2) Hindistan

Dr. Umar Chapra

Islamic Economics

1409H (1989)

3) Ürdün

Prof. Dr. Sami H. Hamoud

Islamic Banking

1409H (1989)

4) S. Arabistan

Prof. Dr. Anas Zerqa

Islamic Economics

1410H (1990)

5) Malezya

Tabung Haji

Islamic Banking

1410H (1990)

6) Katar

Dr. Yousuf Al-Qaradawi

Islamic Economics

1411H (1991)

7) Pakistan

Dr. Ziauddin Ahined

Islamic Banking

1411H (1991)

8) Türkiye

Prof. Dr. Sabahaddin Zaim

Islamic Economics

1412H (1992)

9) S. Arabistan

Centre for Research in Islamic Economics, KAU, Jeddah,

1413H (1993)

10) S. Arabistan

Dr. Ahmad Mohammed Ali

Islamic Banking

1414H (1994)

11) S. Arabistan

Dr. Muhammad Umar Zubair

Islamic Economics

1415H (1995)

12) S. Arabistan

Mr. Saleh Abdullah Kamel

Islamic Banking

1416H (1996)

13)

Dr. Rafic Younus Al-Masri

(jointly)

1417H (1997)

 

Dr. Abdur Rahman Yousri

Islamic Economics

 

4.    Londra’da 1973’de kurulmuş olan “Islamic Council of Europe” tarafından 1977’de bir “International Economic Confe- rence” tertip edilmiş ve İslâm ülkeleri arasında İktisadî işbirliği imkânları tartışılmış, sonuçlar yayımlanmıştır.93

5.    İngiltere’de Leicester’de kurulmuş olan ‘The Islamic Foun- dation”, İslâm iktisadı üzerine zengin yayınlar yapmak suretiyle temayüz etmiş olup, son yıllarda, İslâm iktisadı ile ilgili seminer­ler ve kurslar tertip etmeye başlamıştır. Seyit Âla Mevdudî Vak­fı tarafından kurulmuş olup halen Prof. Dr. Khurshid Ahmed’in başkanlığında yönetilmektedir.94

6.    ABD’de kurulan ve başlangıçta Abdülhamid Ebu Süley­man’ın yönettiği ‘The Association of Müslim Social Scientists”, İslâm iktisadı üzerinde kuruluşundan bu yana her yıl konferans ve seminerler tertip etmiş, 1984 yılından bu yana aşağıda belir­tilen “The International Institute of Islamic Thought” ile birlikte “The American Journal of Islamic Social Sciences” adlı bir mec­mua neşretmiştir.95

İslam’ın çeşitli yönleri ve İslam iktisadı ile ilgili olarak her yıl “National Seminar” (milli seminerler) tertip etmişlerdir.

Ayrıca ABD’de “International Institute of Islamic Thought and Islamic Research” adlı kuruluş da bu konularla ilgilenmek­tedir. Rahmetli İsmail Raci el-Farukî’nin kurduğu bu müessese 1996 yılında ABD’de bir de Üniversite (Yüksekokul) kurmuştur. “The Graduate School of Islamic Social Sciences” adı verilen okulda İslâmî konular üzerine yüksek lisans ve doktora program­ları uygulanacaktır. 2000 yılında da lisans eğitimine başlanması programlanmaktadır.96

93.    (IRTI, IDB), Islamic Research and Training Institute, Islamic Development Bank, Man­agement of Zakah in Modem Muslim Society, Jaddah, Saudi Arabia, 1989.

94.    Islamic Council, 1973 Mayıs’ında Cidde’de bulunan İslâm Konferansı Dış İşleri Bakan­ları toplantısında alınan karar gereğince Avrupa’da İslâmî faaliyetlerin geliştirilmesi ve teşvik edilmesi amacıyla kurulmuştur. Salem Azzam, başlangıcından bu yana genel sekreteridir. Bkz.: “The Müslim World and The Future Economic Order; Islamic Council of Europe”, 1979.

95.    Bu kuruluş, İslâmî yayınların genel bir bibliyografyasını yayınlamaktadır. Bkz.: “The Müslim World Book Review”, The Islamic Foundation, 223 London Road, Leichester LE2 IZE, U. K.

96.    Abdulhamit Ebu Süleyman Malezyadaki Milletlerarası İslâm Üniversitesi’nin Rek­törlüğünde bulunmuştur.

7.    1980’de Bangladeş’te bir “Islamic Economic Research Bu- reau” kurulmuş ve Dakka Üniversitesi ile birlikte İslâm iktisadı sahasında akademik çalışmalar yapmıştır. “Thoughts on Econo- mics” adlı üç ayda bir yayınlanan mecmuası vardır. Mecmuanın 1986 yılı 7. cilt, 4 nolu özel sayısı İslâm’da Sigorta ve Reasürans (Reinsurance) üzerinde yoğunlaşmıştır.

8.    Kuzey” Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Prens Muhammed Faysal’in teşebbüsü ile 1981 ’de bir “İslam Bankacılığı ve İslam İktisadı Enstitüsü” kurulmuş, ayrıca Lefkoşe’de de Faysal İslâm Bankası açılmıştır. Bu Enstitü Girne’de faaliyete geçmiş, bir üni­versite olma yolunda çalışmalara başlamış, muhtelif İslâm ülkele­rinden buraya öğrenciler gelmiş, güzel bir kütüphane teşkil edil­miştir. Bilahare, TC Merkez Bankası’nın desteklemesine rağmen mali sıkıntı nedeniyle kapanmıştır.

9.    Pakistan’da rahmetli Ziya’ül-Hak tarafından bir “İslâm Devleti” yapısı oluşturulurken kurulan “Council of Islamic Ideo- logy” (İslâm İdeolojisi Mefkuresi Meclisi), 1983’de faizsiz sistem üzerinde 2 ciltlik bir eser ve “Consolidated Recommendations on the Islamic Economic System” adlı bir kitap yayınlamıştır.

10.    İslam Kalkınma Bankası tarafından finanse edilmek sure­tiyle Afrika’da 1984’de Nijer ve 1988’de Uganda’da olmak üzere 2 İslam Üniversitesi kurulmuştur.

11.    Türkiye’de İslâm iktisadı sahasında başlayan çalışmalar kurumlaşarak devam etmiştir. Bunları şöyle ifade edebiliriz.

1.    İSAV (İslami Araştırmalar Vakfı), İslâm iktisadı ile ilgili olarak muhtelif konferanslar tertip etmiş sonuçlarını kitap halin­de yayımlamıştır. Bunların başlıcaları şunlardır:

a)    İslâm Hukukuna Göre Alışverişte VadeTarkı ve Kâr Haddi

İktisadî Kalkınma ve İslâm

b)    Para, Faiz ve İslâm

c)     Bilgi, Bilim ve İslâm

d)   Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli (Faizsiz Kredileşme Sistemi)

b) Türkiye’de Zekat Potansiyeli, 1984; İbadet ve Mües­sese Olarak Zekat, 1984

e)    Mukayeseli Hukuk ve Uygulama Açısından İşçi-İş- veren Münasebetleri, 1990

f)    Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumlan ve Para Va­kıfları, 1993

2.    Ensar Vakfı, 1979’da kurulmuş, İslâm iktisadı ile ilgili ko­nularda konferans ve seminerler düzenlemiştir.

a)    Bunlardan ilki, “İslâm Açısından Enflasyon ve Çö­züm Yolları” adlı seminer,

b)    İkincisi “İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebet­leri” konulu seminer olup, her ikisinin de tebliğleri yayımlanmış­tır.

3.    Fey Vakfı, Faysal Özel Finans Kurumu tarafından kurulan “Faysal Eğitim ve Yardımlaşma Vakfı” İslâm bankacılığı ve iktisa­dı ile ilgili ilmi çalışmalar ve yayınlar yapmıştır. Ayrıca “Faysal Finans Kurumu Kültür Yayınları” olarak çeşitli yayınları vardır. Bu yayınlar içinde bir İslâm bankacılık ansiklopedisi yayımlan­mış, 1993’te “İslâm Ekonomisi ve Bankacılığı” konusunda akade­misyenler arasında bir yarışma düzenlemiş ve kazanan ilk üç eser basılmıştır.[101]

4.    MÜSIAD (Müstakil Sanayici ye İşadamları Derneği), tatbi­katı ilgilendiren konular yanında İslam iktisadı ile ilgili çalışma­lar da yapmaktadır. “Çerçeve” adlı bir mecmua yayımlamaktadır. 1994 yılında “İş Hayatında İslâm İnsanı” (Homo Islamicus), “İsla- mi Duyarlılıkla Yönetilen Firmalarda Örgütsel Davranış Biçimleri’ yayımlanmıştır.[102]

5.    Marmara Üniversitesi’nde kurulmuş olan “Ortadoğu ve İslâm Ülkeleri Araştırma Enstitüsü”, bir yandan İslam iktisa­dı, diğer yandan İslam ülkeleri arasında işbirliği imkânları üze­rinde olmak üzere yüksek lisans ve doktora seviyesinde eğitim ve araştırma faaliyetinde bulunmaktadır. İslam iktisadı ile ilgili faaliyetler devam ederken yayın çalışmaları da hızlanmıştır. Bil­hassa İslam bankacılığının gelişmesi, bunların bir kısmının batı ülkelerinde kurulması, finans çevrelerinin ilgisini çekmiştir. Bu sebeple İngilizce, Arapça, Türkçe, Urduca, Almanca, Fransızca ve İtalyanca olmak üzere belli başlı dillerde İslâm iktisadı ile ilgili bibliyografyalar neşredilmiştir. Bunların başlıcaları şunlardır;

1.    İslam Kalkınma Bankasının yayımladığı 840 sayfalık İngi­lizce bibliyografya,[103]

2.    Muhammed Nejatullah Sıddıki’nin çalışması,[104]

3.    IRTI’nın yayını,[105]

4.    Pakistanlı M. Akram Khan’nın İngilizce ve Urduca bibli- yografyası,[106]

5.    Volker Nienhouse’un İngilizce ve Almanca bibliyografya­sı,[107]

6.    Sabahaddin Zaim’in İslam iktisadı ile ilgili Türkçe yayın bibliyografyası.[108]

Bu bibliyografyalarda belirtilen yayınların çoğu evvelce belir­tilen İslâm iktisadı ile ilgili kurumlar tarafından yayımlanmıştır. Bu kurumlardan Suudi Arabistan’da olanlar: ICRIE, IRTI, IDB ve OIC; Pakistan’da bulunanlar: HU, International Institute of Isla- mic Economics, International Association of Müslim Economists; Malezya’da International Islamic University; İngiltere’de The Is- lamic Foundation; Mısır’da International Association of Islamic Bank; ABD’de AMSS, IIIT; Kuveyt’te IIFSO’dur. Türkiye’de de belirtildiği üzere Türkiye Diyanet Vakfı, ISAV Ensar, MÜSIAD, Diyanet İşleri Başkanlığı, Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İs­lâm Ülkeleri Araştırma Enstitüsü ve İlahiyat Fakültesi Vakfı gibi kuruluşların yayınları zikre değerdir. Bunların dışında mütefer­rik olarak çok mütenevvi kurum ve eşhas tarafından neşredilen yayınlar vardır. Türkiye’de son çeyrek asırda İslâmî yayınevleri ve İslâmî yayınlar sahasında çok büyük bir gelişme olmuştur.[109]

1.    Hükümetler Arası Faaliyetler

Bunları 3 grupta toplamak mümkündür:

1.     Bütün İslam ülkelerini kapsayan global çalışmalar. Bu faaliyetler İslam Konferansı (OIC) tarafından yürütülmektedir. OIC’nin idare teşkilatı olarak bir genel sekreteri ve 3 yardımcısı vardır. Bunlardan birisi İktisadî işlere, diğer ikisi siyasi ve kültü­rel işlere bakarlar. Yine aynı konularla ilgili 3 daimi komite mev- cuttur.[110]

2.     İktisadî ve Ticari İşler Daimi Komitesi’nin (İngilizcesi COMCEC, Türkçesi İSEDAK.) başkanlığına, 1984 Kazanblanka Zirve Konferansı’nda Türkiye Cumhurbaşkanı seçilmiştir. İSE- DAK 1984’ten beri her yıl İstanbul’da tertiplediği konferans, izle­me toplantıları, uzman toplantıları ile İslâm dünyasında İktisadî işbirliğini temin edici kararları almaya çalışmaktadır. Bu kararlar 1981’de Mekke’de toplanan Üçüncü Zirve Konferansı’nda tespit edilen Mekke Deklarasyonu diye anılan ve öncelik arzeden ko­nuların uygulanmasını ele almaktadır. Bu öncelikli sahalar; zirai gelişme ve gıda güvenliği, sanayi, ilim ve teknoloji, ticaret, ula­şım, haberleşme ve enerji sahalarını kapsamaktadır. İSEDAK’ın 1984-1996 arasındaki toplantılarında bu öncelikli sahalarla ilgili toplantılar yapılmakla beraber başlıca şu somut 6 proje üzerinde durulmuştur.

1.    Orta Vadeli Ticaret Finansmanı Mekanizmasının Ku­rulması (Longer Term Trade Financing Scheme),

2.    İhracat Kredi Sigortası ve Yatırımların Garantisi,

3.    Tercihli Ticaret Sisteminin (TPSOIC) Kurulması,

4.    Ticaret Enformasyon Ağı’nın (Information Network TI- NIC) Kurulması,

5.    Çok Taraflı Kliring Birliği’nin Tesisi,

6.    Standartların Harmonizasyonu.

Bu altı proje üzerinde mutabık kalınmasına rağmen hemen hiçbirisi tam olarak işlerlik kazanamamıştır. 1996 yılı toplantısın­da Türkiye Başbakanı bu mevzuların hayata geçirilmesi üzerinde ısrarla durmuştur.

İslâm Konferansı, İslâm Dünyasında global işbirliğini arttırıcı hedefleritesbit ve tanzim için birincisi devlet reislerinin katıldığı zirve konferanslarında, ikinci olarak Dışişleri Bakanlarının katıl­dığı yıllık toplantılarda meselelerini gözden geçirerek lüzumlu kararlan almaktadır.

İslâm Konferansı’nın ayrıca uzmanlık sahaları içinde çalışan bağlı ve yardımcı kuruluşları vardır. Bunların sayısı 20’yi aşmakta olup içlerinden 3 yan kuruluşun merkezi Türkiye’de bulunmakta­dır.

Bunlardan, (IRCICA) “İslam Konferansı Kültür, Sanat ve Ta­rih Araştırmaları Merkezi”107 ile “İslam Kültür Mirasım Koruma Merkezi” İstanbul’da; ‘İslâm Ülkeleri İstatistik, Ekonomik, Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezi” (SESRTCIC) de Ankara’da bulun­maktadır.108

İslâm Konferansı’na bağlı diğer yan kuruluşlar arasında Cid­de’de bulunan “İlim, Teknoloji ve Gelişme Vakfi”nı, Karaçi’deki “İslâm Odalar Birliği”ni, Kazanblanka’daki Ticareti Geliştirme Merkezi”ni, Dakka’daki “Teknik ve Mesleki Eğitim ve Araştırma Merkezi”ni zikredebiliriz. Fakat bunların içinde en önemlisi mu­hakkak ki Cidde’de bulunan İslam Kalkınma Bankası’dır (IDB). İslâm Devletleri arasında İslâmî esaslara göre faizsiz olarak ça­lışmak üzere kurulan bu müessese 1975’de kurulmuş ve 1976’da faaliyete geçmiştir. IRTI, IDB’ye bağlı bir kültür araştırma merkezi olup, İslâm iktisadının gelişmesine yardımcı olmaktadır. OIC’ye üye olan 55 ülkeden 52’si IDB’nin üyesidir.

İslâm Kalkınma Bankası dünyada ilk defa İslâmî esaslara göre faizsiz çalışmak üzere kurulmuş bir bankadır. Amacı; İslâm ülkelerindeki prodüktif yatırımları, sermayeye iştirak veya ikraz yoluyla teşvik etmek, iktisadi ve sosyal sahalarda teknik yardım, eğitim ve araştırma yoluyla yardımda bulunmak ve üye ülkele­rarası dış ticareti teşvik etmektir. OIC mensubu üye ülkelerin ortaklığı ile kurulmuş olup, İslâm fukahasının verdiği fetvalarla mudaraba (profit and loss sharing-kar ve zarar ortaklığı), muraba­ha (ticaret-trade); şerike (ortaklık-equity); icare (kiralama-leasing) esasına göre çalışır. Bilâhare kurulan bütün İslâm Bankaları veya özel finans kuruluşları IDB prototipini esas alarak kurulmuşlar­dır. 1981 yılında OIC Dışişleri Bakanları toplantısında İslâm ülke-

107.    Bunların içinde, TİMAŞ, Hilal, İz, İşaret, Nil, Sönmez, İrfan, Kayhan, Fikir, Nida, Yeni Asya Yayınlan, Şamil, Balkan Araştırmaları, Sinan, Ötüken, Bedir, Yağmur, Cağaloğlu, Marifet, Risale, Dergah, Erkam, Osmanlı, Bir, Sebil, Beyan, İnsan, Endülüs, İnkılap, Yöneliş, Seha, Alternatif Üniversite, Tuğra, İhya, Rehber, Hedef, Birleşik Yayıncılık, Uysal, Kubbealtı, Nur, Yöneliş, Kültür-Basın-Yayın Birliği ve Diyanet Vakfı gibi yayınevlerini zikredebiliriz.

108.    İslâm Konferansı’nın organizasyon yapısı ve yan kuruluşları için, Bkz.: Zaim, Saba- haddin, Türk ve İslam Dünyasının Yeniden Yapılanması, 2. baskı, Nil Yayınevi, İzmir, 1997; Başar, Haşmet, “İslâm Ülkeleri Arasında İktisadî İşbirliği”, MÜSİAD, Araştırma Raporu, 8, İstanbul, 1994.

lerinde İslâm bankalarının teşvik edilmesi, merkez bankalarının düzenleme, teşvik ve kontrol işlemini üstlenmesi tavsiye edilmiş­tir.

Dünyadaki İslâm Bankaları iki gruba ayrılır. Birinci grupta Devlet tarafından, kanunla bütün bankaların İslamileşmesi şek­lindeki model yer alır. Pakistan, İran ve Sudan’daki (1983-1985 dönemi) İslam Bankaları böyle kurulmuştur. İkinci model, faizli bankalarla faizsiz bankaların birlikte bulunduğu modeldir. Tür­kiye, Malezya, Körfez ülkeleri ve diğer bütün ülkelerdeki İslâmî Bankalar böyledir. Ama hepsi IDB modeline göre çalışır, Türki­ye’de 1983’de 83/7506 sayılı ve 16 Aralık 1983 tarihli kanun hük­münde kararname ile “Özel Finans Kurumları” adıyla İslâm Ban­kalarının kurulmasına izin verilmiştir. Bilahare 1984’te tadilat yapılmış ve 25 Şubat 1985’te Özel Finans Kurumları’nın hukuki statüsü tamamlanmıştır.

Bunun üzerine sırasıyla; 1985’te Faysal ve Al Baraka, 1989’da Kuveyt Türk Evkaf, 1991’de Anadolu Finans Kurumu, 1995’te İhlas Finans (2001 iktisadi krizi sırasında kapanmıştır.) ve Asya Özel Finans olmak üzere 6 İslâm Bankası kurulmuştur. Faysal Fi­nans bilâhare Family Finans haline dönüşmüştür. ÖFK’ların 2003 sonunda şube sayıları 184’ü bulmuş, katılım fonları 2,6 Milyar Doları aşmıştır. Bu beş ÖFK’nın müşterek meselelerini çözümle­yebilmek ve aralarında bir uyum sağlayabilmek için “Özel Finans Kurumları Birliği ” adıyla Kanunî bir teşkilatlanmaya gitmişler­dir.

Dünyadaki özel finans kuruluşlarını temsil etmek üzere rah­metli Prof. Dr. Ahmed Neccar’ın gayretleri ile İslâm Bankaları Bir­liği kurulmuştur. Bu birlik Cidde’de kurulacak iken şartlar uygun düşmeyince 1977’de Kahire’de kurulmuştur.[111]

2.    Bölgesel Faaliyetler

OIC içinde bulunan ülkeler muhtelif bölgesel faaliyetler yap­mak üzere teşkilatlar kurmuşlardır. Bunlar arasında kayda değer olarak, Mağrib Ülkeleri Birliği’nden (Moritanya, Fas, Cezayir, Tu­nus, Libya), Basra Körfezi Ülkeleri Birliği’nden (ĞCC) ve Uzak­doğu’daki Malezya Endonezya, Bangladeş arasındaki birlikten bahsedilebilir. Bunların dışında Türkiye’yi ilgilendiren iki önem­li bölgesel birlik vardır. Bunların birincisi ECO (Economic Coo- peration Organization), İkincisi KEİB (Karadeniz Ekonomik İşbir­liği Teşkilatı)’tir. ECO 1964’te eski Sadabat Paktı’nın yerine kaim olmak üzere Türkiye, Iran ve Pakistan arasında kurulmuştur.[112] İlk ismi “Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği” (KİBİ, İngilizcesi RCD-Regional Cooperation for Development)’dir. Özelliği, yaban­cı devletler olmadan İslâm Ülkelerinin kendi inisiyatifi ile kurul­muş olmasıdır. Bu Pakt Kıbrıs Buhranı üzerine yapılmıştı. 1979 İran inkılâbı üzerine askıda kalan kurum, 1985’te İzmir Anlaşma­sı ile sadece İktisadî işbirliği haline dönüştürülerek yeniden ihya edilmiş ve ECO adını almıştır. Rahmetli Özal’ın vefatından önce Pakistan’da yapılan toplantıda ECO üyelikleri Afganistan ve Türk Cumhuriyeti’nin (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekis­tan, Türkmenistan ve Azerbaycan) iltihakı ile 10’a yükselmiş ve ECO coğrafyadaki konumu itibariyle bir hilâl halinden dolunay durumuna ulaşmıştır. ECO üç bakımdan önemlidir:

Birincisi, Türkiye’nin fiziki bağlantısı yönünden Türk Cum­huriyetleri ile coğrafi irtibatını sağlayan İran’la münasebetlerinin ECO düzeyinde çok yönlü ve programlı olarak değerlendirilmesi, problemlerin 2’li düzeye inmeden hallini mümkün kılmasıdır.

İkincisi, Batı ve Rusya, Türk Cumhuriyetlerinde kışkırtmada bulunarak Türkiye ile İran ve Pakistan’ı birbirleriyle rakip duru­muna düşürerek aralarında soğukluk çıkarmaya çalışmaktadır. Bunun önlenmesinin çaresi 10 ülke arasındaki münasebetleri ECO içinde kısa, orta ve uzun vadeli plânlar dahilinde düzenle­mek ve çok taraflı işbirliğini geliştirmektir.

Üçüncüsü, ECO’yu bir İPEKYOLU Projesi haline dönüştüre­rek Orta Asya’nın zengin ve bakir kaynaklarını müştereken ge­liştirmek ve bu bölgeyi refah ve huzur ortamına kavuşturmaktır.

ECO içinde işbirliğinin gelişmesi, Kuzey İslâm Dünyası’nı ve dolayısıyla Güney İslâm Dünyası’nı da harekete geçirebilecek bir motivasyon kaynağı olabilir. ECO sayesinde Kuzey İslâm Dünya- sı’nın bakir kaynakları, teknik ve teşebbüs gücü, Güney’in serma­ye gücü ile birleşerek yeni atılım imkânları sağlayabilir. ECO’nun öncülüğünde IDB ve OIC de harekete geçirilebilir. Burada da iş­birliğine ulaşım, haberleşme, finans ve kültürel işbirliği olmak üzere dört koldan devam edilmesi gerekir.

Diğer bir bölgevi teşkilât 1992’de kurulan KEİB’dir. 11 devletten oluşan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nda her ne kadar Türkiye, Azerbaycan ve Arnavutluk olmak üzere 3 Müslüman ülke görünüyorsa da, Rusya Federasyonu içinde bulunan Türk Cumhuriyetlerini dikkate aldığımızda KEİB içindeki İktisadî iş­birliğinin, bu geniş bölgede refah ve huzuru sağlama yönünden önemi anlaşılır.[113]

3.    D-8

İslam Dünyası’nda işbirliğini geliştirmek için Türkiye, OIC içinde stratejik önemi haiz ve üretim gücüne sahip, gelişen 8 ülkenin işbirliği hareketini D-8 (Developing Eight) başlatmıştır. Bunlar, İslam Dünyası’nın nüfusça kalabalık ülkeleri olan En­donezya, Malezya, Bangladeş, Pakistan, İran, Türkiye, Mısır ve Nijerya’dır. Bu ülkeler arasında Ankara’da Dışişleri Bakanları se­viyesinde toplantılar yapılmış olup Şubat 1997’de Ankara top­lantısından sonra içinde bir sekreterya kurularak müesseseleşme merhalesine gelinmiştir.

İslam Dünyası büyük potansiyel kaynaklara sahiptir. Müs­lüman toplumların kaynaşması için devletlere ve milletlerara­sı organlara düşen görev aradaki engelleri kaldırmaktır. Bunlar kalkmadıkça özel sektörler arasında kaynaşma olamamaktadır. Bugün İslam Dünyası’nın kendi arasındaki dış ticaret oranı halen 15 sene evvelki % 10-12 seviyelerinde dolaşmaktadır. Başlıca en­geller maddi ve manevidir. Maddi engeller; ulaşım, haberleşme, finans, pazarlama sahasındaki yetersizliklerdir. Manevi engeller ise; insanlardaki ve bilhassa yönetim kademelerindeki İslâmî şuur eksildiği ve karşılıklı sevgi bağlarının zayıflığıdır.

Bütün bu resmi organizasyonların hedefi bizzat müteşeb­bislerin ve halkın, yani işçinin, çiftçinin, öğrenci ve öğretmenin, gazeteci ve sendikaların kaynaşmasıdır. Türkiye’de Ali Coşkun Bey’in T.C. Odalar Birliği Başkanı olduğu dönemde, İSEDAK çer­çevesinde yapılan çalışmalar sırasında, işadamlarının tanışması­nı sağlamak üzere İstanbul’da Odakule’de ilk toplantı yapılmıştır. Sektörlere göre bölünen 10 bölümde İslam Ülkeleri işadamları biraraya gelerek yatırım araştırmaları yapmışlardır.

IDB, İslâm Ülkeleri arasında müşterek yatırım projelerinin gelişmesi için gayret etmiştir. Fuar ve sergilerin açılmasını, daimi ticaret merkezlerinin kurulmasını teşvik etmiştir. İSEDAK çerçe­vesinde ilk İslâm Sanayi Fuarı İstanbul’da, İkincisi Kazablanka’da yapılmıştır. Bu çerçevedeki fuarlar sırasıyla muhtelif İslâm Ülke­lerinde yapılmak üzere devam etmektedir.

Bugün artık özel sektörlerin ve halkın kaynaşması noktası­na gelmiş bulunuyoruz. Türkiye’de ESAM’ın öncülüğünde 1991 yılında İstanbul’da başlayan “Müslüman Toplulukları İşbirliği ve Dayanışma Toplulukları” bir süre devam etmiştir. 1996’da beşin­cisi yine İstanbul’da yapılmıştır. 1994’te Yıldız Sarayı’nda yapı­lan toplantıda özel sektör sahasındaki organizasyonu Pakistan üstlenmiştir. O yıl Pakistan’da “Pakistan Business Forum” adında bir teşkilât kurulmuştur. 1994’te Prof. Hurşid Ahmed Türkiye’de Prof. Sabahaddin Zaim’e bir mektup yazarak kurulan teşebbüsün isim, adres, telefon, faks gibi haberleşme imkânlarını belirtmiş ve Türkiye’deki muadili organlara duyurmasını istemiştir. Saba- haddin Zaim tarafından durum, başta MÜSİAD olmak üzere İş Dünyası Vakfı ve İŞHAD gibi kuruluşlara bildirilmiştir. MÜSİAD ve İŞHAD Pakistan’daki PBF ile irtibata geçerek PBF’nin 1994’de tertib ettiği toplantıya katılacaklarını bildirmişlerdir. Fakat yeterli katılımcı olmadığı için toplantı o yıl ertelenmiş ve 1995 yılında gerçekleştirilmiştir.

Lahor şehrinde 1995 Eylül’ünde tertib edilen 1. Uluslara­rası İşadamları Toplantısına 23 İslâm Ülkesinden 800 civarın­da sanayici ve işadamı katılmıştır. Böylece bizzat müteşebbisler birbirleri ile tanışarak karşılıklı işbirliği imkânlarını aramış­lardır. Bunun üzerine Türkiye’den katılan MÜSİAD yönetici­leri müteakip toplantının İstanbul’da yapılmasını teklif ederek organizasyonu üstlenmişlerdir. 1996 yılının Kasım ayında İs­tanbul’da hem “2. Uluslararası İş Forumu” toplantısı yapılmış, hem de “4. Uluslararası MÜSİAD Fuarı” düzenlenmiştir.[114] Böylece bir yandan İslâm Dünyası’ndan katılan akademisyenler önceden basılıp dağıtılan ilmi tebliğlerini takdim ederek tartış­mak imkânı bulmuşlar, diğer yandan toplantıya ve fuara katılan işadamları hem mamullerini teşhir, hem de birbirleri ile tanışıp anlaşma yapma imkânını elde etmişlerdir. Zaten aslolan hedef de budur: Özel sektörün, yani toplumların kaynaşması. Zira resmi heyet temsilcileri değişkendir. Hâlbuki işadamlarının kaynaşma­sı devamlılık arzeder ve toplumların kaynaşmasını temin eder. Halen sekreterliğini ve yönetimini MÜSİAD’ın üstlenmiş olduğu “Uluslararası İş Forumu” “International Business Forum”un bu görevi liyakatle yerine getirmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyo­rum.

Türkiye’nin Sosyal ve

İktisadî Siyaseti (İşçi Meseleleri)113

Bu yazıda işçi meseleleri üzerinde bazı ana noktalara temas edeceğim. Bu noktalarda fikirlerimi arzedeceğim.

Mevzuu şu hatlar içinde izah etmek istiyorum.

Evvelâ “işçi” mefhumu: “işçi meseleleri” diyoruz, neden işçi meselesinden bahsediyoruz? İşçi kavramı, “işçi” mefhumundan neyi kastediyoruz? Kimdir işçiler? İkincisi, böyle bir işçi mese­lesinin ele alınması gerektiğine göre bunların hususiyeti nedir? Üçüncüsü, işçilerin meseleleri nelerdir? Dördüncüsü, işçi mese­lelerinin hal yolları nelerdir? Beşincisi, demokrasi ile işçi mese­lelerinin hal yolları arasındaki münasebet nedir? Altıncısı, işçi meseleleri hususunda benimsenmesi uygun olan prensipler ve alınması gereken tedbirler nelerdir?

Yazımın programı budur. Şimdi meseleyi arz ediyorum.

“İşçi meselesi” diye bir dâva esasında bugün içinde yaşadığı­mız sanayi cemiyetinin bir meselesidir. Yirminci Asrın ana vasfı bir sanayi dünyası oluşudur. Ve iki asırdır bu dünya ortaya çıkmış vaziyettedir. Sanayi cemiyeti, bundan önceki küçük sanatlar ce­miyetinden farklı bir düzene sahiptir. Teknik bakımıdan, içtimâi yapı, ahlaki düzen, fikir ortamı bakımından, vesaire. O itibarla bu sanayi cemiyetinde birtakım problemler ortaya çıkmakta; fabrika sanayii cemiyeti sadece o cemiyetin teknik yapısını değil, fakat kültürel yapısını, ahlâki yapısını, zihni yapısını, içtimâi yapısını

113.    Aydınlar Ocağı’nın Ankara’da tertip ettiği bir konferansta verilen tebliğ. tesir altında bırakmakta ve sarsmaktadır. O itibarla, bütün sanayi­leşen cemiyetler, bu sanayileşme hareketinin ortaya çıkarttığı iç­timaî meseleler üzerine eğilmek ve onlara mukabil çözüm tarzları bulmak mecburiyetini hissediyorlar. Türkiye’de aşağı yukarı iki asırdan beridir çeşitli siyâsi, hukuki, kültürel problemlerle birlik­te olmak üzere, dünyadaki bu sanayi hareketine ayak uydurmağa çalışılmaktadır. Fakat bunu hâlen de gerçekleştirmiş durumda de­ğildir. Bütün bu siyâsî hareketlere paralel olarak cemiyetimizde bu sanayileşme hareketi günden güne gelişiyor. Bu sanayileşme hareketinde cemiyetin içtimai ve sosyal yapısı da beraber değiş­mektedir. Dolayısıyla, iktisadî hayatta ve iktisadî sahada çalışan insanların yapıları ve iş tarzları değişmektedir.

Bir cemiyette nüfusun (Türkiye’nin 74 milyon nüfusu var) iktisadî faaliyetlere katılan kısmına faal nüfus veya kısaca işgücü diyoruz. Bu iş gücü denilen müstahsil üretici unsurlar dört grupta toplanıyorlar: sanayi, ziraat, ticaret ve hizmetler. Bu dört sahada çalışan insanlar yaptıkları iş bakımından da üç veya dört kademe­de toplanabiliyorlar. Bu insanlar ya işveren oluyor, ya kendi baş­larına çalışan insanlar durumunda bulunuyor, veyahut da işçi du­rumunda bulunuyor. İşveren durumunda bulunan insanlar da iki halde oluyor: ya ücret veya maaş mukabilinde çalışıyor veyahut da ücretsiz, yardımcı aile efradı durumunda bulunuyor. Şimdi Türkiye’mizde işveren dediğimiz (bunlar şahıs olabiliyor, tüccar, sanayici, devlet, belediye, âmme idareleri, kurumlar, gibi) teknik bakımından sermaye sahibi olan ve başkalarını belirli bir gelir karşılığında ve bir hizmet akdi ile çalıştıran kimsedir. Geliri de belirli değildir; kârdır. Kendi başına çalışanlar üç gruba ayrılıyor: küçük esnaf dediğimiz grup, küçük çiftçiler ve bir de serbest mes­lek erbabı dediğimiz, avukat, doktor, muhasip vs. Üçüncü grup işgören veya ücretli dediğimiz kimseler de üçe ayrılıyor: memur, müstahdem ve işçi. Bunlar da fikrî veya bedenî emeğini muayyen bir işverenin emrine arzeden ve karşılığında belirli bir gelir elde eden kimseler oluyor.

Eğer bunlar ücretli çalışıyorsa (ücret veya maaş mukabilin­de), “işçi”, “memur” ve “müstahdem” adını alıyor. Ücretsiz çalışı­yorsa yardımcı aile efradı durumunda bulunuyor. Bugün (19 yılı) Türkiye’de 74 milyon nüfusun aşağı yukarı yüzde 43’ü İktisadî faaliyete katılma durumundadır. Ve bunların da, yani iktisadi ve sosyal hayata katılan her yüz kişiden 26’sı kendi başına çalışan durumundadır. Küçük çiftçiler bunun içine dâhildir. Yüzde 2 iş­veren durumdadır. Yüzde 39’u da, her yüz kişiden 39’u da ücret ve maaşla çalışan işçi, memur ve müstahdemlerdir. Bunun dı­şında kalan yüzde 30 da ücretsiz çalışan yardımcı aile efradıdır. Bunlar daha çok köylerde, tarım sahasındadır.

Şimdi bir ülkede, iktisadî kalkınmayı sağlamak için çalışılır­ken, bu iktisadî kalkınmanın hızlı olması istenirken, ülkede gelir dağılımında sosyal adaletten bahsedilirken, cemiyetin iktisadî ve içtimaî yapısının ahenkli ve düzenli olması istenirken, bütün bu faaliyetler bu gruplar arasında cereyan edecektir. İşte “işçi” deni­len grup da bu arzettiğim işçi kademesine girenlerdir ki, Türki­ye’de bunlar ücretli veya ücretsiz çalışanlar dikkate alınırsa ça­lışan insanların yüzde 70’ini teşkil eder. Fakat sadece ücretliler dikkate alınırsa yüzde 39’u olur. Yani Türkiye’de içtimaî siyaset bakımından esasında üzerinde en çok durulması gereken insan­lar ücretsiz çalışan yardımcı aile efradı grubudur. Ve bunlar tarım sahasında çalışırlar. Fakat bu sahanın çok engin oluşu, dağınıkk oluşu yüzünden bu tarafa el atılamamaktadır, bundan sonra ge­len işçi grubu ele alınmaktadır. İşçi grubunun ele alınmasındaki en büyük hususiyet şudur: bu kardeşlerimiz umumiyetle şehir ve kasabalarda yaşamaktadır. Düşük gelirli gruplardır. İşyerlerinde toplu ve bir arada bulunmaktadır, bu sayede de iktisadî ve siyâsî bakımdan bir baskı grubu meydana getirme imkânına sahiptir. Bu insanların meseleleri nelerdir? Umumiyetle işçilerin meseleleri kategorik olarak çalışma şartlarının ıslâhı ve geliştirilmesinden ibarettir.. Bunun içinde iş piyasalarının, işyeri şartlarının ve iş müddetlerinin düzenlenmesi dâhildir.

İkincisi, ücret gelirlerinin arttırılmasıdır. Bunun içinde nakdî ve hakikî ücretlerin arttırılması, asgarî ücretlerin tanzimi, veri­min, yani prodüktivitenin arttırılması ve verim artışından ücrete pay verilmesi dâhildir.

Üçüncü sü, sosyal güvenliklerinin teminidir. Bunun içinde çeşitli sosyal sigortaların temini, hastalık, ihtiyarlık, kaza, analık sigortalarının ve işsizlik sigortalarının temini ve sağlık imkânları­nın temini sözkonusudur.

Dördüncüsü, mesken ihtiyacının karşılanmasıdır. Burada mesken kooperatiflerinin geliştirilmesi sözkonusudur.

Beşincisi, ücret politikasıyla, vergi siyasetiyle, sosyal güven­lik ve kooperatifler yoluyla millî gelirdeki işçi paylarının arttırıl­ması meselesi mevcuttur.

Altıncısı, bunlara çalışma imkânı sağlanması ve işsizliğin giderilmesi sözkonusudur. Şu halde işçi meseleleri dediğimiz zaman karşımıza bu altı kategorideki meseleler çıkmaktadır. Bu meseleleri nasıl halledeceğiz ve yeryüzünde hangi yollardan hal­ledilmektedir? Bu meselelerin halledilmesi, doğrudan doğruya bir cemiyetin iktisadi ve siyasî rejimiyle ilgilidir.

Bunun için üç genel hal tarzı mevcuttur. Birincisi, bütün bu tedbirler devlet ve hükümet yoluyla ve kanunlarla tanzim edilir, iş piyasalarının ve istihdam şartlarının kanunlarla tanzim yolu devlet tarafından düzenlenir. Bu da ya teşriî organlar tarafından mevzuat isdariyle veyahut kazaî yollarla mecburî tahkim siste­miyle yapılır.

İkinci sistem, işverenler yoluyla yapılır. İş piyasası ve istih­dam şartları iktisadî şartlara ve piyasa şartlarına göre tanzim olu­nur.

Üçüncü sistem kendi kendine yardım yoluyla yapılır. Yani toplu sözleşmelerle, işçi ve işveren arasında pazarlık ve anlaşma yoluyla bu işler tanzim edilir, bir de kooperatifler yoluyla düzen­lenir.

Bu üç tarz sistem hangi siyasî rejimlerde mevcuttur? Birin­ci sistem, yani bütün bu işçi meselelerinin, çalışma hayatının tanzim hususunun devlet tarafından kanunlarla tepeden tanzim edilmesi otoriter rejimlerde görülür. İkinci sistem, yani tamamen piyasa şartlarına bırakılması, işverenlerin takdirine bırakılması sistemi 19. asırdaki liberalist sistemin prensibidir.

Üçüncü sistem, yani taraflar arasında anlaşma yoluyla me­selelerin halledilmesi demokratik sistemlerde uygulanır ve böyle bir düzen birden fazla siyasi partilerin mevcut bulunduğu siyâsî demokrasilerde tahakkuk eder.

Bugünkü şartlar içinde Türkiye’de kanaatimce en uygun şekil üçüncü şekildir. Yani çalışma şartlarının taraflar arasında anlaş­ma yoluyla halledilmesi. Esasen, Türkiye’de bugün benimsenmiş olan iktisadî ve siyasî istikamet bunu gerektiriyor. Çünkü Türki­ye’de birden fazla siyasî partilerin bulunduğu demokrasi vardır. Türkiye’de devletin ve özel teşebbüsün birlikte iktisadî hayata iş­tirak ettiği bir ekonomi düzeni mevcuttur ve bu ekonomi düzeni ve siyâsî demokrasi, arzettiğim gibi, tarafların aralarında işbirliği yapmalarıyla gerçekleşen toplu sözleşme sistemi gibi kendi ken­dine yardım organlarıyla gerçekleşebilir.

Bu arada şunu belirtmek gereklidir. Birinci sistem, arzetti- ğim, otoriter rejimlerde tahakkuk eder. Ve bu devletçiliğin kuv­vetli olduğu bir rejimde gerçekleşir. Bu ara da hemen devletçiliği ikiye ayırmak gerekir. Devletçiliğin iki veçhesi ve mânâsı vardır. Birincisi, devletin iktisadî faaliyetlere bizzat katılıp, cebrî tasar­ruf ve yatırımlarla işletmeler kurması ve bunları idare etmesidir. Buna devlet kapitalizmi de denir. İkincisi, devletin içtimâi ve iktisadî dengeyi cemiyette sağlamak gayesiyle, iktisadî ve sosyal hayatta tanzim edici tedbirler almasıdır. Bu mânâda devletçilik umumiyetle piyasa ekonomisini benimseyen bütün demokrasi­lerde uygulanmaktadır.

Türkiye’de de kanaatimce Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana demokratik bir rejimin gelişme safhaları kademe kademe inkişaf etmiştir. 1923’de evvelâ Cumhuriyetin ana kalıbı kurul­muştur. 1945’de çok partili siyasi rejimle Cumhuriyetin siyasî demokrasi safhası tamamlanmıştır. 1963’de toplu sözleşme ve hür sendikacılık prensipleri ile cumhuriyetin iktisadi demokrasi safhası tamamlanmıştır. Şimdi yapılacak şey bu kurulmuş ortam­ların iyi işlemesini sağlamaktır. Yine kanaatimce, toplu sözleş­me sistemine dayanan çalışma şartlarını tanzim şekli bizim millî prensiplerimize uygundur. Çünkü eğer işçinin düşük gelirleri ve halkın taban kitlesini koruyucu bir durum ortaya çıkartırsa, yani toplu sözleşme sisteminin kabulü işçiyi koruyorsa işçiler, düşük gelirliler ve umumiyetle halkın taban kitlesini meydana getiriyorsa, ziraat işçileri dahil, bu kitle, yine bir kaziye arzediyo- rum, dinî ve millî şuuru bozulmamış olan Anadolu çocuklarıdır; bunu kabul edersek ve Türkiye’de servet ve tahsil sahibi olanların bunlara sahip olmayanlara nazaran dinî ve millî duygular ve ma­nevî değerler bakımından daha zayıf olduğu fikri kabul edilirse, o takdirde iktisadî ve siyasî kudreti manevî yapısı daha kuvvetli olan alt halk tabakası lehinde dengeye getiren düzenler millî açı­dan faydalı sayılır. Binaenaleyh bu açıdan düşündüğümüz zaman halk kitlesinin refahını sağlayıcı sistemlerin daha uygun olması gerekir.

Şimdi bir başka noktaya geliyoruz. Peki, bu toplu sözleşme sistemi içinde meselelerin hal şeklinin demokrasi ile alâkası ne­dir? Demokrasinin siyasî tarifi var. Bendeniz iktisadî ve içtimaî tarifi ile ilgileniyorum. İktisadî ve içtimaî bakımdan demokrasi demek, bir ülkede iktisadî ve siyasî kudretin bir merkezde, bir şa­hısta, bir grupta birikmeyip muhtelif gruplar arasında ahenkli ve dengeli dağılması hali demektir. Binaenaleyh, demokrasi hiçbir iktisadî, siyasî ve içtimaî grubun diğer gruplara mutlak şekilde tahakküm edememesi demektir. Demokratik rejimin de başarısı, gruplar arasında iktisadî ve siyasî kudret dağılımının dengeli ve ahenkli olmasına bağlıdır. Siyasî kudret dağılımını siyasî parti­ler sağlar, İktisadî kudret dağılımını da toplu sözleşme sistemi sağlar. İkisi beraber tahakkuk ederse demokrasi gerçekleşir. Bu hal tarzı, hemen ilâve edeyim, materyalizme ve maddî kudrete dayanan bugünkü dünyamızda maddî kudretler arası dengeye da­yanan bir demokrasi şeklidir. Gaye, murakabenin sağlanmasıdır. Bu arada, Türk-İslâm cemiyeti için bu sistem ideal şekil midir, sorusu sorulabilir. Cevabım: olmayabilir. Fakat bugün için mev­cutların en iyisi ve uygunudur, kabili tahakkuk olanıdır. Sebep de şudur: bugün, bildiğiniz gibi, dünya İslâm kongrelerinde İslâmî cemiyetin iktisadî ve sosyal şartları tartışılmaktadır. Henüz kesin sonuçlar mevcut değil. Fakat bilinen husus şudur: İslâmî cemiyet düzeninde, gerek dört halife devri, gerek Osmanlı İmparatorluğu sistemini dikkate alırsak, maddî ve dünyevî kudrete sahip olanlar cemiyetin hayatını, iktisadî, içtimâi, her türlü ilişiyiİlâhî iradeye göre düzenlemeyi kabul ettiğinden, maddî kudretin, İlâhî kudret tarafından murakabesi söz konusudur. Şeyhülislamlık makamı ile FETVA sisteminin amacı budur. Binaenaleyh bu mânada bir kudret dağılımı vardır. Halbuki bugünkü dünyamızda böyle bir İlâhî kudrete tebaiyet söz konusu olmadığı için, cemiyette denge­yi sağlamak bakımından maddî kudretler arasında dengeyi temin etmek ve murakabeyi sağlamak yoluna gidilmektedir. O bakım­dan, birinci sistem mevcut olmadığına göre ikinci sisteme gitmek gereklidir.

Toplu sözleşme sistemi, bu manâsıyla demokrasiyi gerçek­leştiriyor. Bu yüzdendir ki, yeryüzünde, tarihte ve hâlde, sanayi cemiyeti içinde hiçbir otoriter rejimde toplu sözleşme sistemine yer verilmemektedir. Bugünkü dünyada sendikalar, sendika adı altında işçi teşekkülleri her ülkede vardır. Çin’de, Rusya’da, Ame­rika’da, Arjantin’de, Bolivya’da, Türkiye’de... her ülkede vardır. Fakat sendikaların görevleri bakımından bir taksim yaptığımız zaman cemiyetlerin ideolojik farkı ortaya çıkar. Bugün bütün ko­münist dünyasında ve otoriter rejimlerde, Franko İspanyasında sendikaların toplu sözleşme hürriyeti ve fiilî grev hakkı yoktur. Her türlü otoriter rejimde bu hak kaldırılır, çünkü otoriter rejim demek iktisadî ve siyasî kudretin devlette biriktiği hal demek­tir. Bu sistem ise kudreti dağıttığı için otoriter rejime gidilmek istendiği anda bu sisteme iltifat edilmez. Bu yüzden intikal devri olan Atatürk devresinde, 1938’e kadar Türkiye’de toplu sözleş­me sistemi yoktur. İktisadî bakımdan güdümlü bir sistem hâkim­dir. Dolayısıyla denebilir ki, gerek Hitler Almanya’sında, gerek Mussolini İtalya’sında bu sistem kaldırılmıştır. Şu halde, toplu sözleşme sistemleri demokratik bir rejimin kaçınılmaz bir unsuru haline geliyor. Buradan dönelim, eğer biraz teknik izahata gider­sek bunun sebeplerini görmek kolaylaşır. Başta da arzettiğim gibi, işgücü her cemiyette dört grupta toplanır: ziraat, sanayi, hizmet ve ticaret. Ve bunlar da meslek bakımından, işveren, kendi başına çalışan, işgören ve ücretsiz yardımcı aile efradı olarak dörde bö­lünüyor. İktisadî teori bakımından iktisadi faaliyete katılan dört unsur vardır: teşebbüs, sermaye, arazi ve emek. Teşebbüs sahi­binin geliri kârdır. Sermaye sahibinin geliri, bugünkü kapitalist düzen içinde faizdir. Arazi sahibinin geliri ranttır, yani Türkçesi kiradır. Emek sahibinin geliri de maaş dâhil ücrettir. Bu dört ge­lirin toplamı, yani kâr, faiz, rant ile ücretin toplamı millî geliri meydana getirir. Kârı elde edenler umumiyetle işveren, kendi ba­şına çalışanlardır. Faizi elde edenler, gene aşağı yukarı aynı grup olabilir, yani bir şahsın bankada parası varsa, faiz alıyorsa faiz geliridir, işçinin de olabilir belki ama az olur. Rant geliri yine aşa­ğı yukarı iki grubundur. Ücret geliri de iş görenin. Şu halde, bir ülkede millî gelirin âdil dağılımından söz ettiğimiz zaman, bunun mânası bu dört unsur arasında teşebbüs, sermaye, emek ve arazi arasında bu dört tip gelirin dağılım şeklinden ibaret demektir. Bu gelir dağılımının adil olması istendiği zaman, şu sorulur: bu gelir nasıl dağılmaktadır, kim dağıtıyor? Otoriter rejimlerde bu geliri devlet dağıtır. Tepeden emreder ücretleri, fiyatları, kârları tanzim eder, cebrî çalışma sistemini uygular, geliri dağıtır; eski Sovyet sistemi. 19. asır liberalizmindeki, tamamen materyalist, bütün iç­timaî ve manevî değerleri bir tarafa iten sistemde ise sermayedara bırakılır, işverene bırakılır, o tanzim eder. Yine esasında iktisadi mânâsında otoriter bir rejim hâkim demektir. Demokraside ise, bu gelir dağılımı mutlak olarak, ne devlete ne işverene, ne işçi­ye bırakılır, aralarında anlaşma yoluyla tanzim edilmesi cihetine gidilir. Binaenaleyh demokrasiyi eğer, arzettiğim gibi, iktisadî ve siyasî kudretin muhtelif gelir grupları arasında ahenkli ve dengeli dağılabildiği düzen diye kabul edersek şayet, bunun tahakkuku bu sistemle kabildir.

Şimdi, bu maruzatımın ışığında, Türkiye’de işçi meseleleri hususunda bizlerce benimsenmesi uygun olan prensip ve ted­birler neler olabilir? Birincisi, iktisadî kalkınmanın hızlı olma­sına taraftarım. İktisadî kalkınmanın hızlanması için müstahsil (üretici) faaliyetlerin gelişmesi lâzımdır. Bu da bilhassa sanayi ve ziraattır, diğer iki grup, hizmet ve ticaret müştak kollardır, ilk iki grubun gelişmesine bağlıdır. Ve bunun artması için bu sektörle­rin gelişmesi lâzımdır, içtimâi düzen bakımından lâzımdır. Zira eğer kalkınmayı ve sınaî yatırımları hızlandırmazsak, her yıl bir milyon civarında artan nüfusumuza ve her yıl 300 bin civarında iş piyasalarına katılmağa amade bulunan iş gücümüze kâfi iş sa­hası bulamayız, işsizlik artar, cemiyetin içtimâi yapısı sarsılır. Şu halde kalkınma hızını arttırmak, hem iktisadî geliri arttırmak ba­kımından, yani bugün hâlen iş hayatında gelir sahibi insanların refahı bakımından lâzımdır, hem de içtimaî bakımdan cemiyetin sosyal düzeninin sarsılmasını önlemek için lâzımdır.

İkincisi, iktisadî kalkınmada devletin düzenleyici ve denet­leyici tedbirlerine, prensip olarak karşı değiliz. Fakat bu hareketi gaye olarak değil, ancak vasıta olarak kullanabiliriz. Gaye, ferdin teşebbüs hürriyeti ve kudretini geliştirmektir. Fakat gelişen ülke­lerde fertlerin, şirketlerin uzun vadeli yatırımlarda sermaye im­kânları kâfi gelmediği için kalkınmayı hızlandırmak bakımından devletin yardımcı harekette bulunması lâzımdır. Bunun nisbetini tayin mühimdir, işte bu tayin keyfiyeti de plânlamanın lüzumu­nu ortaya çıkarır. Ve demokrasilerde ihtiyarî plânlama, otoriter rejimlerde cebrî plânlama hâkimdir. Sovyet sisteminde cebrî plânlama, cebrî çalıştırma söz konusudur. Demokrasilerde ihti­yarî plânlama, yol gösterici ışık tutucu plânlama söz konusudur. Bu planlamanın da gayesi, bu nisbetleri arzettiğim gibi, kalkın­ma hızının nisbetini tayin etmek, bu kalkılmanın yükünü hangi gruplara dağıtacağımızı, nisbetini tayin etmek, yeraltı ve yerüstü maddî kaynaklarımızı ve insan enerjisini nasıl değerlendirece­ğimizi tayin etmek ve bu iktisadî kalkınmayı hazırlamak üzere cemiyetin alt yapısını, içtimâî yapısını, ahlâkî, kültürel, dinî, hukuki ve siyasî yapısını tanzim etmektir. Çünkü bunlar tanzim edilmedikçe iktisadî kalkınma sırf maddî yapıyla gerçekleştirile­mez. Prensip olarak piyasa ekonomi düzenini benimsemeliyiz. Çünkü piyasa ekonomisi düzeni demokrasinin bugünkü tatbika­tıdır. Bu bir ideoloji değildir, bir doktrin değildir, bir tatbikattır. Çünkü iktisadî siyaset doktrinlerle geliştirilemez. Her doktrin nazarîdir, biraz karikatüre benzer, iktisadî ve içtimaî hayat ise zıtların birleşmesinden meydana gelmiştir. Daima karmadır ve komplekstir. Her cemiyet bulunduğu şartlara göre çeşitli doktrin­lerden muayyen dozlar alabilir. Hazır reçete söz konusu değildir. Muayyen dogmatik prensiplere bağlanmak yanlıştır. Hiçbir rejim­de, dünyada hiçbir zaman muayyen bir doktrin tam olarak tatbik edilememiştir, edilemez de. O itibarla Türkiye’de piyasa ekono­mi düzenini, dozunu ayarlamak, iktisadî, içtimâî plânlama ile ve fikir elemanlarımızın tartışması ile, cemiyetin içtimâî, ahlâkî, iktisadî, kültürel köküne inmek şartıyla düzenleyebiliriz. Sosyal adaletin geliştirilmesine taraftarız, şarttır; zaten dinimizin temeli buna dayanmaktadır. İslâm, sosyal adalete dayanan bir cemiyet düzeni ortaya atar. O bahse girmiyorum, çünkü İslâmiyet esasın­da kapitalizmden ve sosyalizmden ayrı bir iktisadî siyaset ortaya atmaktadır. Bunun teferruatı ayrı bir bahistir. Fakat sosyal adalete taraftarım. Bu sosyal adaletin gerçekleştirilmesini sosyalizm yo­luyla değil, içtimâî siyaset tedbirleriyle gerçekleştirmeye tarafta­rım. Bu içtimâî siyaset tedbirleri de demokrasinin icaplarıdır ki, bunun teorik adı refah ekonomisi tedbirleridir. Ve bu tedbirlerin ortaya çıkarttığı devlet sistemi de refah devletidir.

Sosyal siyasetin bu mânada bir tarifini yapmak da belki icap edebilir. Sosyal siyaset, sosyalizme Marksizme karşıdır, fakat kapitalizmin, 19. asırdaki materyalist, maddî kapitalizm yönü­nü ıslah edici düzenleyici tedbirler manzumesidir. Ve şöyle tarif edebiliriz bunu: Sosyal siyaset, mevcut düzeni, hukuk düzenini yıkmadan bu düzeni ahlâkî ve mânevî açıdan ıslah etmek gaye­siyle aksayan bütün noktalarını düzenleyici tedbirler manzumesi ve cemiyette sefaleti ve sefaheti önleyici tedbirlerin toplamıdır.

Binaenaleyh, sosyal adaleti sağlayıcı sosyal siyaset tedbirleri olarak, sendikaları geliştirmeliyiz. Sendika müessesesi esasında lüzumlu, faydalı bir organdır; çalışan bütün gruplar aralarında teşkilâtlanmalıdır, buna çalışmalıyız. Çünkü demokrasi teşkilat­lanmış bir cemiyet düzeni demektir. Fakat sendikalara imanlı, milliyetçi elemanları sokmaya çalışmalıyız. Çünkü komünizmin, bir ülkede esas ele geçirmeğe çalıştığı dinamik kuvvetlerin ba­şında sendikalar gelir. Eğer sendikalara biz vatanperver, imanlı, dindar elemanları sokarsak sendikalar yapıcı unsur haline gelir, aksi halde yıkıcı unsur olarak fonksiyon ifa edebilir. Bu bakım­dan da bu sistemin mânâsı hususunda işçileri ve işverenle tenvir etmek, bilgi bakımından ve ahlâk bakımından geliştirmek lâzım­dır. Çünkü kanaatimce demokrasinin gelişmesi için Türkiye’de sistem kurulmuştur, fakat bu kâfi değildir. Sistemin başarısı neye bağlıdır? Demokraside otoriter rejimden farklı olarak şu durum vardır: otoriter rejimde hâkim olan insan emreder, tebaa riayet eder. Demokraside bu otorite kalkmıştır. Kudret dağılmıştır: Bu kudretin dağılması cemiyeti anarşiye götürebilir. Cemiyeti anar­şiye götürmeden kudret dağılımını ahenkli kılmak için tek çare vardır, bu da grupların arasında işbirliği yapmasıdır. Kim yapa­caktır işbirliğini? Bütün bu grupları yöneten insanlar. Önderlerin arasında işbirliği yapılacaktır. Hangi gruplar söz konusudur? Tüc­car vardır, ziraatçı vardır, çiftçi, işçi vardır, memur vardır, esnaf vardır ve bunların çeşitli kurumlan vardır. Ticaret odaları, zira­at odaları, esnaf demekleri, sendikalar, kooperatifler, sigortalar, talebe cemiyetleri, matbuat, parlâmento, siyasî organlar, vesaire. Bütün bu teşekkülleri yöneten insanlar ekseriya seçimle işbaşına gelir. Demokrasinin bir özelliği şudur ki, bir siyasî parti iktidarı ele geçirse dahi bütün devletin mekanizmasını ele geçirmiş değil­dir. Binaenaleyh devletin yapısında bağımsız kudretler yollarına devam etmektedir. Bunlar arasında işbirliği sağlanmadıkça, de­mokrasideki kalkınmayı sadece siyasî iktidardaki parti ve hükü­met sağlayamaz. Bunun bütün gruplarca desteklenmesi lâzımdır. Bunun için de işbirliğine ihtiyaç vardır. İşbirliği demek ise, ica­bında menfaatleri çatışan grupların kendi fert ve grup menfaatin­den vazgeçerek millî menfaader hususunda birleşmesi demektir. Bu ise bir diğergâmlık duygusudur. Bu da bir ahlâkî meziyettir. Şu halde bir cemiyette önderler, liderler, sevk edici kadrolar ah­lâk ve fazilet bakımından gelişmemişse, yaptığı vazifenin muh­tevasını bilgi bakımından müdrik değilse o cemiyette demokrasi muvaffak olamaz. Bugün yeryüzünde demokratik sistemi kurmuş birçok ülke vardır, fakat kanaatimce başarı nisbetlerindeki fark, o cemiyetleri sevk eden bu önder kadrosunun bilgi, ahlâk ve fazilet bakımından farklarına bağlıdır.

Türkiye’de demokrasinin muvaffak olması için, arzettiğim gibi, sistem kurulmuştur. Artık yeni bir sistem aramaya lüzum yoktur kanaatindeyim, sistem bellidir, siyasî partilere dayanan bir demokrasi düzeni, piyasa ekonomi düzeni, devletle özel te­şebbüsün beraber çalıştığı bir düzen. Bu düzenin muvaffak ol­ması ise bu kadroların yetiştirilmesine bağlıdır. Bunun için de, arzettiğim gibi, ahlâk ve faziletin ve bilginin gelişmesi lâzımdır ve her ülkede de ahlâkın temel kaynağı dindir. Binaenaleyh dinî eğitimin, ahlâkî eğitimin, bilginin beraber gelişmesi lâzımdır. Ka­naatimce bilgi bir arabanın motoru gibidir, ahlâk, fazilet ve iman ise direksiyona benzer. Eğer direksiyon bozuksa motorun hız­lı gitmesi tehlikeyi arttırır. Şayet direksiyon iyi, motor bozuksa araba gitmez. Yani bilgili fakat ahlâksız ve imansız bir münevver kadrosu cemiyeti hızlı götürür, ters istikamete saptırır, uçurum­dan aşağı yuvarlar.

Şu halde, hülâsa edersek, Türkiye’de demokrasinin gerçekleş­mesi için bilhassa sevk edici kadronun, buna “münevver” diyebi­liriz ve demeyebiliriz, çünkü seçimle işbaşına geçen elemanların hepsinin yüksek tahsilli olması şart değildir ama cemiyette vazife almıştır; sendikacılar gibi. Sendikacı, işveren, matbuat mensubu, üniversite ve parti, hepsi. Bütün bu kadroların iyi yetiştirilmesine bağlıdır iyi yetiştirilmesinden kasdım da, arzettiğim gibi, müsbet bilgi ile ahlâk, fazilet, iman ve dinî bakımdan birlikte gelişme­si lâzımdır. Bunun dışında, asgarî ücretlerin tanzimi lâzımdır, bunu benimsemeliyiz. Çünkü taban kitleyi kalkındırır. Sosyal sigortaları benimsemeliyiz. Çünkü fakirlerin, muhtaçların, kaza­ya uğramışların, hastaların yardımına koşmaktadır. Îslâmî-millî prensiplere uyan bir düzendir. Maddî bakımdan tanzim edilme­lidir. Kooperatifçiliği benimsemeliyiz. Çünkü bu sistem de fakir kitlenin gelir miktarı artmadan satın alma gücünü arttırır. Yani kooperatiflerin fonksiyonu şudur: Nakdî geliri arttırmaz, fakat o nakdî gelirin, yani aynı paranın satın alma gücünü arttırmak yo­luyla refah sağlar. O bakımdan faydalıdır.

Din adamlarını bu sahada bilgili kılmağa çalışmalıyız. Çün­kü din adamlarının cemiyet düzeninde muazzam bir tesiri ve rolü mevcuttur ve halk kitlelerini bu yoldan irşad etmekle mükellef bulunmaktayız. Eğer onlar bu sahada halkı irşad edebilirse, ön­derleri de ikaz edebilirse, önderlerin de ahlâkî yapıları gelişebilir.

Verimi, yani prodüktiviteyi arttırmağa çalışmalıyız. Kalkın­ma bu demektir. Çünkü eğer cemiyette her çalışan insan, tüccarı, bakkalı, memuru, hocası, talebesi, bankacısı, hepsi beher iş saa­ti başına yaptığı işin miktar ve kalitesini arttırabilirse bu verim artışı demektir ve bundan millî gelir artmış olur, refah sağlanır. Bunun sağlanması için kendi başına çalışanlar kendi gelirine sa­hiptir, müstakildir. Fakat bütün büyük sanayi ve ticaret hayatında iktisadî verimin gelişmesi iki grubun işbirliğine bağlıdır: işçi ve işveren. Çünkü bu iki grup, beraber çalışmak mecburiyetindedir. İkisinin işbirliği olmadan iktisadî ve sosyal gelişme olmaz. Şu halde verimin artması için işçi-işveren işbirliğine şiddetle muhta­cız. Bu sağlanmadan fikrî bakımdan ve maddî bakımdan gelişme olmaz. Plânlı kalkınmanın başarısı için ise bir üçüncüsünü kat­mak lâzımdır: işçi-işveren ve hükümet arasında işbirliği olmadık­ça iktisadî plânlama başarıya ulaşamaz. Çünkü kalkınma demek, kalkınma hızının tanzimi demektir. Kalkınma hızının % 5 olması demek, millî gelirin tasarruf ve tüketim nisbetini tayin etmek de­mektir. Tasarruf ve istihlâk nisbetini tayin ettiğimiz zaman derhal muhtelif grupların istihlâk geliri ile diğer tasarruf geliri arasında bir nisbet tanzim etmiş oluruz ki, bu nisbetlerin tanzimi, yani ücret ve kârın paylaşımı işçi-işveren arasında toplu sözleşme ile işletmede, iş sahasında belirlenir. Tatbikatta cereyan ettiğine göre hükümet bunu tanzim edemiyor. Hâlbuki hükümetin bütün plân­ları, bunların aralarındaki dağılım tarzına dayanıyor. Binaena­leyh işveren ve işçiler hükümetle bu prensiplerde anlaşamazlarsa demokratik rejimin gelişmesi sekteye uğrayabilir. Şunu da bil­hassa işveren ve işçi kardeşlerimize anlatmak lâzımdır ki, toplu sözleşme sistemi, hür sendikacılık, grev hakkı ancak demokratik rejimlerde mevcuttur, işletme hürriyeti, teşebbüs hürriyeti, çalış­ma hürriyeti, çalıştırma hürriyeti ancak demokratik rejimlerde mevcuttur. Demokratik rejim içinde kalkınma başarıya ulaşamaz ise cemiyette tökezlenmeler başlar, şikâyetler artar ve otoriter re­jimlere temayül çoğalır. Otoriter rejime gidildiği zaman da, hangi sahaya girileceğini peşinen kestirmek kabil olmaz ve her otoriter rejim içinde de hem işletme hürriyeti, hem de işçi hürriyeti or­tadan kalkar. Yani esasında kısa vâde içinde menfaatleri çatışır gibi görünen işçi ve işverenlerin uzun vâde içinde menfaatleri müşterektir, çünkü aynı sistem onlara bu hürriyetleri bahşetmek­tedir. Binaenaleyh bu sistem içinde gelişmeyi sağlayamazsak Tür­kiye bakımından demokrasinin daima tehlikeye düşmesi ihtimali mevcuttur.

İşsizlik bakımından, dışarıya işçi gönderilmesi aktüel bir konu, kanaatimce meselemizi halledecek bir tarz değildir, faydalı ve zararlı tarafları vardır. Bu konuda dikkatli olmak gerekir.

Nüfus artışında, yine kanaatimce, nüfus artışının durdurul­masına, bendeniz taraftar değilim. Çünkü nüfus, bizatihi iktisadî kalkınma bakımından nötr bir unsurdur. Nüfus tek başına kalkın­mayı ne hızlandırır, ne de geriletir. Çünkü nüfusun insan olarak iki fonksiyonu vardır. Bir insan hem müstahsildir, hem müsteh­liktir. Üreticidir ve tüketicidir. Şayet bir cemiyette nüfusun müs­tahsil fonksiyonu müstehlik fonksiyonundan daha fazla geliştiri­lirse, o cemiyette nüfus artışı kalkınmayı hızlandıran muharrik unsur olur. Şayet bir ülkede nüfusun müstahsil fonksiyonu müs­tehlik fonksiyonu kadar geliştirilemezse nüfus kalkınmayı gerile­tir. Ama bunun miktarla alâkası yoktur. Tek bir şahıs da olsa bir cemiyette, o şahsın eğer istihsali istihlâkine yetmiyorsa o şahıs açlığa mahkûmdur. Nüfus kontrolü İslâm prensiplerine uygun ol­mak şartıyla ancak imsak yoluyla mümkündür. Fakat ana rahmi­ne düşen insan, cenin artık ruh sahibidir ve insandır, ister bir ay­lık olsun, ister on yaşında olsun. Yani onun öldürülmesi katildir. Fakat imsak yoluyla doğum kontrolünü önlemek mümkündür. Bu esasında dünyanın jeopolitik yapısı ile ilgili ayrı bir konudur. Ge­rek Batı, gerek Doğu dünyasının müşterek bazı politikaları mev­cuttur ve umumiyetle üçüncü dünya ülkelerinin nüfusunun artı­şına mani olmak istemektedirler. Bu ayrı birtakım problemlerle ilgili bulunmaktadır. Yani sadece basit bir dahilî, iktisadî, politika değildir; milletlerarası statüko ve dengenin sağlanmasıyla ilgili geniş bir problemdir.

Bugün Türkiye’de sendikacılık hareketi bakımından Türk-İş, Hak-İş ve DİSK adıyla ifade edilen teşekküller vardır. İşçi Sen­dikaları Federasyonları bir tarafta, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu bir tarafta. İki organ mevcuttur, bunlar en yük­sek organlardır. Bunun dışında bir de Türkiye Ticaret, Sanayi ve Borsalar Birliği, yani Odalar Birliği mevcuttur. Fakat esas olarak ilk ikisi hâkimdir. Her ikisi de Türkiye’de bugün mevcut şartlar içinde demokratik sendikacılığa inanmış insanların elindedir.

Ve bugün Hak-İş ve Türk-İş dediğimiz teşkilâtlar Türkiye’de TİP’e karşı en müessir mücadeleyi yapan organlardır.

Efendim, benim maruzatım burada bitiyor. Şimdi bu arzetti- ğim hususları münakaşanıza arzediyorum. Hürmetlerimle efen­dim.

Ortadoğu Ülkeleri Arasında

İktisadî İşbirliği İmkânları I[115]

Bugün Asya’daki Ortadoğu ülkeleri içinde bulunan İslâm ül­keleri şunlardır: Türkiye, Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bruneı, Bangladeş, Endonezya, Iran, Irak, Ürdün, Kaza­kistan, Kırgızistan, Kuveyt, Lübnan, Maldiv Adaları, Mozambik, Malezya, Pakistan, Umman, Filistin, Suudi Arabistan, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri, Tacikistan, Türkmenistan, Yemen Cum­huriyeti. Bu yirmi devletten ondördü Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde bulunuyordu: Afrika’da yirmi beş devlet İslâm dünyasına dâhildir. Bunlar: Benin, Burkina Faso, Cezayir, Cibuti, Komor, Fildişi Sahili, Kamerun, Çad, Mısır, Gabon, Gambia, Gine Bissau, Libya, Mali, Moritanya, Fas, Nijer, Senegal, Sierra Leone, Togo, Uganda, Yukarı Volta, Somali, Sudan, Tunus devletleridir. Bunların yedisi Osmanlı İmparatorluğuna dâhildi. Yâni bu dev­letler, elli yahut yüz sene evvelki Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarıydı.

İşte bunlar Ortadoğu veya İslâm dünyasıdır. Her gün bu dev­letlere bir iki tane daha ilâve ediliyor. İslâm dünyası zengindir. Ham petrolde dünya rezervinin %80’ine, tabii kauçukta %70’ine, dünya jüt rezervinin %80’ine, dünya hurma yağı potansiyelinin %75’ine sahiptir. Baharatın %67’si, hububatın %30’u, pamuğun % 30’u, şeker kamışının %10’u gene İslâm dünyasındadır. İslâm dünyasında üretilen pamuğun büyük kısmı Rusya’da ve Rus pa­muğunun tamamı Türkistan’da, petrolün büyük bir kısmı yine Rusya’da onun da tamamı yine Müslüman kesimi olan Türkis­tan ve Kafkasya’dadır. Bu ülkelerin ihracatları arasında şu önemli maddeler vardır. Aden: kahve, tütün, balık, tuz, petrol; Afganis­tan: yün, meyve; Cezayir: petrol; Bahreyn: petrol; Endonezya: ka­uçuk, çapra, teneke, baharat, tütün vs. ihraç etmektedir. Bütün bunları niçin tespit ediyorum. Çünkü Türkiye’nin dış ticaretini düzenlerken bunlarla ilgilenmesi lâzım gelecektir. Bu da bir poli­tika meselesidir.

Bu ülkelerle ticaret anlaşması yapmak gerekir. Meselâ ga­zetelerde görüyorsunuz, Türkiye’nin buğdayı elinde kaldı, ihale yaptık da gelmediler deniyor. Bugün İslâm ülkelerinde buğday gibi bir meta yok. Ülkeler aç, ihtiyaç sonsuz. Ama Ankara’da iha­le açılırsa, ancak büyük Batı şirketleri girebilir. Bunlar ihale ile olmaz. Ticaret Bakanı gidecek, dolaşacak, ülkelerle anlaşacak. Bu imkânlar araştırıldığında; buğday mukabilinde petrol, su muka­bilinde petrol de alabiliriz. Bunlar anlaşma ile olur ve ülkelerin üst kademesinde düzenlenmesi lâzımdır. Biz alışmışız, ticarî ha­yatta Batı dünyası talip olsun, yol göstersin; şunu alıyorum, şunu almıyorum desin, şunu sat desin. Bu tip, tâbi bir ticarî bünyedir. Biz umumiyetle Avrupa’ya, mal satmazdık, Avrupa bizden belli malları alırdı. Bizim artık satıcı hüviyetine girmemiz ve dünya­ya açılmamız lâzımdır. İslâm ülkelerinde birçok kaynaklar var. Bunları toplantılarda söylüyoruz. Hepsi tertemiz pırıl pırıl genç Müslümanlar, ama çoğu da bilgisiz. Türkiye’yi tanımıyorlar. Ge­çen sene İslâm kongresine katılanların %70’i İstanbul’a ilk defa geldiklerini söylüyorlardı.

Çünkü yıllarca Türkiye ile İslâm dünyası arasında bir kopuk­luk vardı. Batı’nın muazzam propagandası bizde onlar aleyhine, onlarda bizim aleyhimize işlemiştir. Yeniden köprüleri kurmak, irtibatı temin etmek, enformasyon ve bilgi akışını sağlamak lâ­zımdır. İslâm dünyasında en büyük eksiklik budur. Ortadoğu ül­kelerinin hepsi aynı yapıda değildir. Çok farklı bir oluşum içinde­dir. Zenginlik, resmî, iktisadî yapı bakımından farklılıklar çoktur.

Meselâ bunların içinde hızlı sanayileşme arzusu bol, ser­mayesi yetersiz insan gücü olan İslâm ülkeleri var: Libya, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Cumhuriyeti, Abu-Dabi, Bah­reyn, Umman, Katar gibi. Burada insan yok, yetişmiş insan çok kıt. Para çok, sermaye bol, yatırımlar hızlı; her gün gazetelerde devamlı ihale ilânları görülür, hepsi milyarlık ihaleler. Batı dün­yası buralara koşuyor. Diğer yanda, nüfusu yeterli, kapitali az, nispeten gelişmiş ülkeler var: Türkiye, Mısır gibi. Sermayesi bol, nüfusu ve sanayileşme arzusu olan ülkeler var: İran, Irak gibi. Sermayesi az, nüfusu ve sanayileşme arzusu olanlar var; Suriye, Ürdün gibi. Böylece İslâm ülkelerini çeşitli gruplara bölmek ka­bil. Siyasi rejim yönünden sosyalizmi benimseyenler var, kapita­lizmi benimseyenler var, İslamiyet’i şuurlaştırmak isteyenler var. Bütün bunlar arasında bir insicam ve işbirliği yapılırsa büyük im­kânlar doğabilir.

Size İslâm ülkelerinin imkânlarını rakamlarla verebilirim, İslâm ülkelerini AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu, Ortak Pazar) ile mukayese edersek GSMH (gayri safî millî hâsıla) bakımından fakirdir, aşağı yukarı %20’si kadar; nüfus aşağı yukarı aynı, GS- MH’yı ele alırsak, AET’nin %60-70’ini buluyor. Japonya ile muka­yese edersek; Japonya’nın GSMH’sinin %60’ına ulaşıyor. Nüfus da 2,4 misli. GSMH+Nüfus da Japonya’nın 1,5 misli oluyor. ABD ile karşılaştırırsak; GSMH, ABD’nin %20’si, nüfus da 1,2 katı olup daha fazladır, LAFTA (Güney Amerika Birliği) yı ele alırsak, GSMH ondan fazladır. Nüfusta ve toplamda gene fazladır. Yâni dünya ölçüsünde oldukça potansiyelli, hacimli bir grup mevzu-i bahistir. Bu ülkelerin iktisadî potansiyelleri çok kuvvetlidir. Za­ten Afrika’ya XXI. asır kıt’ası deniyor. Fakat bu ülkelerin kendi aralarındaki münasebetleri ve ticaretleri zayıf; dış ticaretlerinin ancak %12’sini aralarında yapıyorlar. Ticaretin hemen hepsi gayr-i muslim dünya ile yapılıyor. Tek tek hepsi dışarıya bağlan­mış vaziyettedir. Bunu aralarındaki trafiğe çevirmek lâzım. Acaba bunun için evvelâ ne yapmak gerekecek?

Bendenizce önce zihniyet önemlidir. Türkiye’nin Ortado­ğu’ya girmeyi istemesi gereklidir. “Türkiye Ortadoğu’ya girer mi, girmez mi?” den önce, girmeyi istemesi lâzımdır; yâni, Türki­ye’nin İslâm dünyasında yer almayı arzu etmesi lâzımdır. İstersek gireriz. Buna hiç şüphem yok. Bütün potansiyel hazırdır. Bütün müşahedeler onu gösteriyor. Durum son derece kıvamında, ortam hazırdır. Evvelâ bizim kendi zihniyetimiz olarak, yönetici kadro, münevverler, partiler, hükümet adamları olarak bunu istememiz lâzımdır. Bunu katiyetle söylüyorum. Çünkü bugün Türkiye’de bazı gruplar bunu istememektedir. Samimiyetle istediğimiz za­man Türkiye Ortadoğu’ya girer. İşte bu yönde yeni yeni kıpırda­nıyoruz; ama gene de tam olarak istemiyoruz. Tekrar ediyorum, Türkiye Ortadoğu’da yer almak isterse, girer ve iyi yer alır; ama önce Türkiye’nin zihniyet olarak Ortadoğu’ya açılma siyasetini benimsemesi lâzımdır. Birinci nokta budur. Ondan sonra Ortado­ğu’ya hulul etmek için yetişen neslin ve yeni kadroların dil bilgisi itibariyle kendisini takviye etmesi lâzımdır. Şimdi Ortadoğu ül­keleri ve İslam dünyası ile işbirliğini kurmak istersek, bunu kim kuracaktır? Ancak bu dâvaya inanmış insanlar, yâni sizler. Bu fik­riyatı sizler temsil ediyorsunuz. Genç nesillerin bu işlere girmesi lâzım.

Bu ülkelerle olan münasebetlerde, ticarette, akademik faa­liyette, fikriyatta politikada komşu ülke insanlarıyla görüşe gö­rüşe asırların bıraktığı boşlukları kapatacağız. Fakat birbirinizle görüşecek müşterek diliniz olmazsa güç olur. Ne ticaret yapma­nız mümkündür, ne politika, ne seminer, itiraf etmek gerekir ki dilbilgisi hususunda büyük eksikliğimiz var. Türkiye lisan bakı­mından çok kapalı bir ülke durumundadır. Çok içimize kapanık kaldık. Müşterek dilimiz yok. Bendenizin âcizane müşahedem şu ki; iki dili bilemezsek, ne Asya’ya, ne Afrika’ya girmemiz kabil olur. Arapça ve İngilizce iki geçerli dil halindedir. Bu gelişmeden insan kadrosu olarak da en çok istifade eden iki ülke var: Mısır ve Pakistan. Mısır Arapçasıyla, Pakistan İngilizcesiyle giriyor. Çün­kü arz ettiğim gibi, sermayesi bol, yatırım hızı fazla, nüfusu az ülkeler var. İnsan kıtlığı var; mühendis yok, hekim yok, avukat yok, muallim yok vs. İslâm ülkelerinden gelenler tercih ediliyor.

Fakat daima bu ülkelerin çoğunun da Batı dünyası ile irti­batları çok kuvvetli. Meselâ Suudi Arabistan ve Körfez ülkele­rinde Amerikan ekonomisi hâkim. Arkasından İngiltere geliyor. Emirliklerde muazzam yatırımlar var. Buralarda İngilizler hâkim. Abu-Dabi, Dubai’ye giderseniz İngiliz genel valisi hâlâ duruyor gibi. Fakat eski İngiliz hâkimiyeti yıkılmış. Statüko bozulmuş. Her ülke giriyor; şimdi bu furya arasında Türkiye de girebilir. Çünkü evvelce bu ülkeler Batı ülkeleri arasında parsellenmişti. Meselâ Fransa Suriye’de, İngiltere Irak’ta ekonomiyi bağladıklarından hâ­riçten öyle kolay kolay girilemezdi. Şimdi bu monopol kırılmış vaziyettedir. Japonya, Amerika, Rusya ve diğer gelişmiş ülkeler bu pazarlara girmektedir. Böylelikle o ülkelerdeki iktisadî statü­ko bozulmuş olduğundan, yeni bir oluşum var; bu oluşumda ki­min bileği kuvvetli ise o girebiliyor. Bu sebeple Türkiye için çok müsait bir zamandayız. İslâm dünyasında, Batı’nın monopolcü tutumunun kırıldığı bir zamanı yaşıyoruz. Fakat dediğim gibi, bu­ralarda bu iki dil lâzım. İngilizce ve Arapça.

Batı dünyası hep takip ediyor, adamlarını gönderiyor. Meselâ Dubai’de iken İslâmî bir eğitim teşkilâtına çağırdılar; gittik, görüş­tük, konuştuk. Çoğu Türkiye’ye gelmiş ilgili insanlar. Konuşurken solda bir adam dikkatimi çekti. Öyle oturuyor, tuhaf bakışlı, Arap kıyafetli. Tipi dikkatimi çekti. Tamamen-İslâmî mes’elelerden bahsedilen bu toplantıdan sonra, sordum: Kim bu adam? Müs­lüman mı? “Hayır” dediler. “Bir Fransız”. Peki ne işi var burada? diye sorduğumda, “Vallahi geliyor, biz de git diyemiyoruz, ama kim olduğunu da bilmiyoruz.” dediler. Tabii adam Arapça bili­yor, İngilizce biliyor ve topluma kolayca hulul ediyor. Adamlar casus şebekeleriyle, potansiyelleriyle giriyorlar. Kim gidiyor, ne yapıyor, ne ediyor diye merak ediyorlar. Tabii bu ülkeler yeni yeni geliştiğinden devletlik vasfını yeni kazanıyorlar. İyi bir gelişme ile on sene içinde bir hayli terakki ettikleri meydanda, çoğu da şeyhlik vs. durumunda. Akıllı insanları var. Fakat buraları bütün dünyanın, üzerinde konsantre olduğu yerler.

Bu sözlerimle şuraya varmak istiyorum. Ortadoğu politika­mızda, ikinci nokta lisan mes’elesidir. Üniversitede, yüksekokul­daki bütün derslerime başlarken, daima bundan bahsederim. Va­kit kaybolmuş değildir. Üniversiteyi bitirinceye kadar, asgarî bir yabancı dil bitirmeye azmedin. Azmin elinden bir şey kurtulmaz. Ne için yüksek tahsil yapıyorsunuz? Çünkü bu size cemiyette bir statü ve gelir imkânı ve gayelerinizin tahakkukuna imkân vere­cektir. Yüksek tahsil, eşittir yabancı dil. Yüksek tahsili bitirince, yabancı dil bilmiyorsanız, standart bir vatandaşsınız, iş bulmak­ta güçlük çekersiniz. Yabancı dil bildiniz mi derhâl maaşınız da mevkiiniz de iki misli artar. Bir işletmeye girseniz, yabancı dil bilmeyen ikinci sınıf mühendis durumunda kalırsınız. Çünkü muameleler gelişiyor, yabancı şirketlerle irtibat artıyor ve bu şir­ketlerle ticarî alış veriş, pazarlama işlerinde yabancı dil bilen ön plâna geçiyor. Aksi hâlde, cevher olsanız başarı nispetiniz yarım kalır. O vakit kolejden, yabancı okullardan gelenler Türkiye’nin dış politikasına, diş ticaretine hâkim olmakta ve ona göre yön ver­mektedir. Dil bilmek, bu bakımdan büyük hâdisedir.

Kubbealtı içinde bunu ele almak imkânları var mı, yok mu bilemiyorum. Bu lisan işine bütün gücümüzle önem vermek lâ­zımdır. Yabancı okullar değil, ama kendi mektebimizde kendi mefkûremiz içinde yabancı dili öğrenmek lâzımdır. Tekrarlıyo­rum: Türkiye’nin Ortadoğu’daki yerini alabilmesi için lisan bilen gençlere sahip olması lâzım ve bizim de en zayıf tarafımız budur. Bugün İstanbul’da paralı, parasız çeşitli imkânlar var. Bunu hal­letmek lâzımdır. İçinde bulunduğunuz çağ, sizin cihazlanma dev- rinizdir. Şu beş on yılda ne edinebilirseniz edinmeye çalışacaksı­nız: Bilgi, hüner, lisan, marifet. Çünkü sonra hayatınız boyunca hep bunları sarf edeceksiniz. Onun için lisan hem bu bakımdan hem de Türkiye’nin politikası bakımından çok önemlidir.

Üçüncü mühim nokta enformasyon, bilgi alış verişidir. Tür­kiye’nin İslâm dünyasında yerini alması, İslâm dünyasının kal­kınması için, bu ülkeler arasında bilgi alış verişinin sağlanması lâzımdır. Bugün bu husus tamamen kopuktur. Şu saydığım 57 ülke birbiriyle irtibat bakımından çok zayıf bir durumdadır. İrti­batları zayıftır ve birbirinden habersizdirler. Aralarında fikrî alış veriş yoktur. Mecmua gitmez, kitap gitmez, gazete gitmez, telefon işlemez. Posta zayıf, ulaşım yok ve tabiî ki bu durumda da işbir­liği yapma imkânları çok zayıftır. O bakımdan şahsî dostluklar, müesseseler arası alış verişler ve münasebetlerle birlikte alt yapı yatırımlarının gelişmesi lâzımdır. İslâm dünyasının içinde geniş sermaye ve potansiyel kaynaklar var, fakat imkânlarını kullana­mamakta ve parasını nereye harcayacağını bilememektedir.

İslâm ülkelerine güzel projeler götürmek lâzım. Bu zengin ülkeler öyle durumdadır ki bütün dünyadan proje yağıyor. Bu yabancı rekabet ise, kafalarını karmakarışık ediyor. İşte bunlara Türkiye’nin güzel projelerle çıkması lâzım. Türkiye’de buna alış­kın değil. Batı’ya karşı hep tâbi ülke olmaya alışmışız; onlardan bize teklif ve projeler gelir, şunu yapalım derler biz de onlara ka­tılırız. Para isteriz verirler. Fakat burada ters bir metoda girmek lâ­zımdır. Türkiye projeleri ortaya atacak, organizasyonları yapacak, parayı isteyecek, onlar da verecekler. Bu durum onların menfaati icabıdır.

Burada iki önemli nokta var. Birisi ulaşım, diğeri haberleş­medir. Bu saha tamamen bakirdir. Batı dünyası, Rusya ve Avrupa İslâm dünyasını öyle tanzim etmiş ki bu İslâm ülkeleri tek tek Batı’ya ve Rusya’ya bağlanmışlar, fakat birbirleri arasında irtibat kuramamışlardır. Her zaman misal veriyorum, Türkiye’deki yet­kililere de söylemeye çalışıyorum, fakat bu, bir zaman ve zihniyet meselesidir. Meselâ İstanbul’dan Cidde’ye telgraf, Roma üzerin­den gidiyor; İstanbul’dan teleks çekmek isterseniz, bu bugün mu­azzam bir kolaylık olmuş olur. Cidde’ye teleks Viyana üzerinden gider. Veya Bağdat’a teleks çekmek isterseniz Moskova üzerinden gider. Şaka söylemiyorum, bunlar ciddî vakıalardır. Şu andaki rea­lite bu. Cidde’den New York’a telefon etmek isterseniz, üç dakika­da konuşursunuz. Ama İstanbul’dan, yirmi dört saat beklersiniz, yine çıkmaz. Sâdece İstanbul değil, Bağdat da aynı vaziyettedir. Cidde’den Sudan’a telefon etmek için bir gün bekliyorsunuz. Bü­tün bağlar birbirinden tek tek kopuk. Ama Roma, Paris, Londra derhâl bağlı vaziyettedir. Şimdi bu durumda siz iktisadî rekabet yapabilir misiniz? Bu günkü iktisadî hayat an meselesidir. Ra­kibin üç dakikada telefonla malûmat alıp mal sevk ediyor. Sen yirmi dört saatte malûmat alabilmek için bekle dur. Tabii bunlar hep zihniyet meselesidir. Para mı yok? Hayır para çok. Ama bu projeleri ortaya koymak lâzım. Riyad’daki teknoloji kongresinde bilhassa bunun üzerinde duruldu. İslâm dünyasında bu alt yapı­ya önem vermek lâzım. Bugün için haberleşme tamamen kesik vaziyette, telefon yok, telgraf yok, posta mürâselâtı zayıf, ulaşım derseniz, geçin!

Afrika ülkelerini alın, Türkiye ile aralarında hangi ulaşım imkânı vardır? Kara yolunuz yok, İsrail irtibatı kesiyor. Deniz yo­lunuz yok, hiç birine bizim gemilerimiz gitmez. Hava yolumuz yok. Şu anda THY’nin, yeryüzündeki hiç bir İslâm Ülkesine hattı yoktur. (1970’li yıllarda durum böyle idi). Meselâ bu sene Avru­pa’nın hemen her bir şehrine hat açıldı, Kopenhag’a, Londra’ya vs. Fakat kırk üç İslâm ülkesinden (O zamanki OIC üye sayısı) müteşekkil koca İslâm dünyasına THY işlemez. Tel Aviv’e vardır da Kahire’ye yoktur. Bir sürü işçilerimiz olduğu hâlde Cidde’ye de yoktur. Keza Libya’ya yoktur, Pakistan’a yoktur, Asya’ya yoktur. Tek kelime ile Türkiye, hava ulaşımı bakımından İslâm dünyası­na kapalıdır.

Deniz yollarına gelince, bu haftaki gazete haberlerine göre, Deniz yolları İskenderiye-Beyrut hattını da kapatmayı düşün­mektedir. Vapurlarımız bir tek oraya işliyordu, onu da kapatı­yorlar. Bu durumda deniz yolları bakımından da Türkiye İslâm dünyasına kapalıdır. Bir tek kara yolumuz var, o da hafif gidiyor.

Demiryolu zaten kesilmiş vaziyette. Türk mühendisinin yap­tığı ilk Hicaz demiryolumuz ve Medine’ye gidenlerin gördüğü Ayyıldızlı istasyon binası metruk olarak durmaktadır. İngilizler I. Dünya Harbi’nde tahrip etmişlerdi. Sonuç olarak dördüncü nok­ta, ulaşım ve haberleşmedir. Bunları halletmedikçe, İslâm dün­yasının iktisadî bakımdan iş birliğine gitmesi mümkün değildir.

Libya ile bir sürü projelerimiz var, iş birliği yapalım diyoruz, fakat nasıl yapacağız? Sorarım sizlere. Uçağımız gitmez, gemimiz gitmez, demiryolu irtibatı yok; peki Libya’ya kim, nasıl mal gö­türüp getirecektir? Başka ülkelerin vâsıtaları ile olmuyor. Çünkü onlar zaten bizim ticaretimizi baltalamaya çalışıyorlar. Konserve­lerin bozulması hikâyesi bu sebeptendir. Geciktiriyor, vaktinde götürmüyor, çürütüyorlar. İmkânlar yok mu, var tabii. Meselâ be­nim dikkatimi çeken ve aklı zorlayan mantıksızlıklar var. İstan­bul-Londra direkt uçak hattı açtık, İstanbul’dan Londra’ya, başka hiçbir yere uğramadan gidiyor. Pakistan’ın ayrı bir Londra hattı var. O da Karaçi’den kalkıyor İstanbul’a geliyor, ama Londra’ya gitmeden evvel arada Trablusgarp’a uğruyor, sonra Londra’ya gi­diyor. THY da Trablusgarp’tan Londra’ya gitse, olmaz mı? Zira orada on binlerce işçimiz var, Türkiye’ye gelmek için sıra bekli­yor ve yer bulamıyorlar.

Bugün Türkiye’den Afrika’ya gitmek kabil değil. Kahire, Af­rika’nın kapısı durumundadır. Fakat Türkiye ile irtibatı yoktur. Ancak Yunanistan ve Roma üzerinden gidiliyor. Tel Aviv’e hat açılmış vaziyette, sanki çok lazımmış gibi, Tel Aviv ve Atina hat­tı var. Nihayet bu hat Olimpik Hava Yolları’nın işine gelir. Ati- na-Tel Aviv hattı yerine, İstanbul-Kıbrıs-Kahire-Cidde hattı açılsa, Türkiye bütün Asya ve Afrika’ya bağlanacaktır. Dubai’ye gidiyor­sunuz, Kore uçakları, Japon uçakları, bütün dünya uçakları ge­liyor, fakat Türkiye’nin esamisi okunmuyor. Bugün Riyad’da on bine yakın Türk işçisi var, hepsi yana yakıla vâsıta bekliyor. Cid­de’ye giderken Türkistanlı bir mühendise rastladım. Dert yandı: “Hocam, dedi, Türkiye’ye, İstanbul’a gelmek için bir aylık izin aldım; bir ayın yirmi gününü Cidde’de uçak bileti beklemekle ge­çirdim.” dedi. Suudi Arabistan, İstanbul seferini haftada birden ikiye çıkardı, yine de yer yok. Bütün yerler tıklım tıklım dolu. Türkiye’den Şam’a uçak yok, Bağdat’a uçak yok, Halep’e uçak yok. Suudi Hava Yolları Cidde-Şam üzerinden İstanbul’a geliyor. Cidde-Şam yolcusu dolunca İstanbul yolcusuna yer kalmıyor ve irtibat kesiliyor. Hâlbuki Şam’a uçak olsa, oradan aktarma yapılıp yine gelinebilir. Bütün bu sebeplerle Türkiye Şark’a, Asya’ya ve Afrika’ya kapalı kalmaktadır.

O bakımdan, evvelce arz ettiğim gibi, evvelâ zihniyeti de­ğiştirmek gerektir. Bendeniz hâriçten bunu görüyorum da işin içindeki insanlar bunun farkında değiller mi? Soruyorum, nedir bunun psikolojik tarafı? Ne için böyle oluyor? Demek ki alt yapı yatırımları, ulaşım ve haberleşme imkânları İslâm dünyasının en büyük eksikliğidir. Bu olmadıkça kalkınmayı sağlamak mümkün değildir. Türkiye’nin burada önderlik yapması lâzım ve müm­kündür. Mühendisimiz var, elemanımız var, proje yapabiliriz ve onlar da buna hazırlar. Zira Ortadoğu ülkeleri, bütün dünyaya Türkiye üzerinden ulaşıyorlar. Karayolları ve TIR durumlarını bi­liyorsunuz. Bizim bütün kamyon teşkilâtımız Avrupa’ya bağlan­mış durumunda. Ortadoğu’dan mal alıp vermek için, Türkiye’den vâsıta bulamıyorlar. Buradan mal alıyorlar, Türkiye ise kamyon gönderin, verelim diyor. Onlar kamyonu nereden bulsunlar? İşte oralarda büyük kamyon filoları kurup işletmek mümkün. İran, Bulgaristan ile bu işi yapıyor. Ayrıca deniz yolları sahasında da işbirliği yapmak mümkün. Şimdi yeni bir buluş var. Buna Roll On Roll Off gemileri diyorlar. Araba vapurları gibi. Şu ana kadar liman yetersizliği vardı. Liman yetmiyor, yüzlerce gemi mal bo­şaltmak için bekliyordu. Bu yeni şekilde gemi yanaşıyor, açıyor kapaklarını limana, kamyonlar gemiye giriyor. Vinçlerle karaya nakil meselesi yok. Yirmi dört saatte o malları boşaltıyorlar. Bu tip filolar kurulabilir. Birçok iş imkânları var; fakat ilgilenmek lâ­zım. Bir ton çimentoyu Türkiye’den getirmek için 28 dolar nak­liyat parası ödüyorlar. Bunların kolaylaştırılması lâzım. Bizden biraz açıkgöz Müslüman tüccarlar bu işe başladılar. Benim bildi­ğim bazı firmalar Irak’la, Suriye ile güzel iş yapıyorlar. Ne de olsa Müslüman ülke. Bir iki köprü başı kuruldu mu ihaleler rahatça bizimkilere geliyor. Bizdeki büyük şirketler, bu konularla ilgilen­meye başladılar. Bir ay kadar evvel bendenizden Transtürk şirketi (Transtürk Holding’in kırka yakın Şirketi var) Doğu’ya Teknoloji Transferi konulu bir konferans istemişlerdi. Sheraton’da iki saat bu konularda bilgi verdim, Batı dünyasına girmiş olanlar yavaş yavaş burası ile ilgileniyorlar. Büyük şirketlere de yol göstermek lâzım. Orada tavsiye ettiğim şey şu: Bu gibi ülkelere bilhassa Suu­di Arabistan, Libya gibi ülkelere küçük firmalarla girmek çok güç. Zira buralar açık pazar, bütün dünya firmaları giriyor. Japonlar, ABD, İngilizler, hepsi oradadır. Tahdidat yok, serbest piyasa. Al parayı, ver malını, şeklinde iş yapıldığı için malları teşhir etmek, göstermek lâzım, malı beğendirmek lâzım. İşte bize gelen Japon gemisini gördünüz değil mi? Onu sergi diye gezdirdiler. Bir de böyle mal satan gemiler var. Gemi yanaşıyor, tüccar giriyor, “Şun­dan, şundan ver.” diyor; ânında satış tamamlanıyor. Dolayısıyla bu tip müesseselerle rekabet etmek lâzım.

Onun için de benim âcizane tavsiyem, özel sektörün ve kamu kesiminin birleşip bir pazarlama şirketi konsorsiyumu kurması lâzım. Libya’da inşaatçıların yaptığı gibi. Bu şirkette her mües­sese ortak olur, hisse sahibi olur. Dış ülkelerde geniş bir teşhir yeri kurulabilir. Bunu Kore yapmıştır. Orada bütün sanayi malları teşhir edilebilir. Orada birkaç yabancı dil bilen şahıslar ihaleleri takip ederler ve buradaki ilgili firmalara sipariş sağlamaya çalışır­lar. Sipariş sağladığı an buradan komisyonunu alır. Yöneticiler iş adamı gibi çalışmalı, memur gibi çalışmamalıdır. Şirket komisyo­nunu verir, ihaleyi alır ve ayrıca da şirketin kârından hissesini al­mış olabilir. Böyle bir yapıya girilirse, muvaffak olunabilir. Onun dışında tek tek firmalarla rekabet etmek son derece güç olacaktır. Fakat bu imkânlar da hiç yok değildir. Tek tek giren firmalar da vardır. Meselâ Ülker Bisküvileri Ortadoğu piyasasına girmiştir, bakkallarda satılıyor. Yalnız kuvvetli tüccarlarla bağlantı kurmak lâzım.

Suudi Arabistan, Libya gibi ülkelerin iktisadî potansiyelini, nüfusları ile ölçmemek lâzımdır. Suudi Arabistan’ın altı milyon nüfusu var. Ne hacmi var? Buraya girmeğe değer mi? dememek lâzım. Bu ülkeler organik swiç merkezleridir. Yâni buraya gelen mal yeniden başka ülkelere gider. Orada kalmaz. Libya, bütün Af­rika’nın kapısıdır. Trablusgarp’a gidenleriniz bilirler. Trablusgarp şehrinin çarşısı çok geniştir, İzmir’den büyüktür. Bütün Libya’nın nüfusu zaten üç milyon. Dükkânlar lebalep malla doludur. Merak ettim sordum, bunları kim alıyor, diye. Dediler ki: “Bu mallar bu­rada bir iki gün kalır, satılan satılır, satılmayan derhâl içeriye Çad, Kamerun, Gana, vs. Afrika ülkelerine gider”. Bu durumda Libya pazarına girdiğiniz zaman otomatikman malınızı Libyalı tüccar bütün Afrika’ya satıyor, ihracatçı hazır, ihracat yapıyor, yeniden ihracat yapıyor. Bedava reklâmını yapıyor. Burada otuz-kırk ülke­ye dünyanın reklamını yapman gerekirken, o orada otomatikman malları satmış oluyor. Cidde, Mekke, Medine de öyledir.

Bugün bütün bu eksikliklere rağmen İslâm dünyası arasında ilişkiler genişliyor. Yılın dört ayı Hac mevsimi ile geçiyor, geri ka­lan zaman da umre mevsimidir. Her gün yüz binlerce insan oraya gidip geliyor. Kâbe-i Muazzama’nın etrafında yirmi dört saatin her ânında binlerce insan var. Her gelen de oradan hediye alıyor. Böylece Mekke’ye giden bütün mallar oradan dünyâya yayılmış oluyor. Onun için bu ülkelerin ticarî potansiyellerini kendi iç tü­ketim hacimleri ile ölçmemek lâzımdır. Ayrıca Ortadoğu ülkele­rinde geniş yatırımlar var. Doksan milyon dolara otel yapılıyor; iki yüz milyon dolara hastahane yapılıyor. Su konusu başlı başına bir imkândır. İçme suyu olarak kuyu suları var, ama güzel su bu ülkelerde çok kıt. S. Arabistan’da, Dubai’de, Katar’da şurada bu­rada vs. bir buçuk litre iyi su 5 riyal (25 TL). Chevrolet arabayı ful benzin doldurursanız, tam deposu 10 riyal (50 TL). Yâni 70 litre süper benzin 10 riyal, üç litre su fiyatınadır. Bir şişe coca-co- la 1 riyal, bir teneke portakal suyu 1 riyal, bir şişe su 5 riyal. Merak etmiştim bu su nereden geliyor diye. Fransız Vişi suyu, Eviyan suyu etiketi ile bunlar Lübnan’da şişeleniyordu. Lübnan yıkılınca, oradan su gelmez oldu. Bu sefer de Safa suyu, Merve suyu gibi kendi suları gelmeye başladı. Ve şimdi Yeni Zelanda, Japonya su piyasasına giriyor. Daha geçenlerde gazeteler, gemiler­le Yeni Zelanda’dan Suudi Arabistan’a içme suyu nakledildiğini yazdılar. Şimdi Japonya, Malezya’dan içme suyu alıp, Suudi Ara­bistan’a taşımaya başlamış. Hâlbuki Türkiye’nin suları fevkalâde güzeldir. Evvelce Taşdelen suyu Mısır’a giderdi. Bir imkân bu­lunabilse, su verip yerine rahatlıkla petrol alınabilir. Çünkü su daha pahalı. Yâni su ile petrolü trampa etmek mesele değil ama; zihniyet lâzım, evvelâ piyasalara girmeyi arzu etmek lâzım. Yoksa “Pis Arap” deyip sırtımızı çevirirsek biz kendi pisliğimizle kalı­rız. Bu ülkeler için çok geniş finansman imkânları da var, yatırım imkânları da çok geniş. Meselâ bunlardan Kuveyt fonu, Abudabi yardım fonu, Suudi Arabistan yardım fonu, Irak yardım fonu zik­re şayandır. Bunlar evvelâ Araplar için kurulmuştu. Şimdi bütün dünyaya açıldılar. Hepsinin de sermayeleri milyarları buluyor. Ayrıca Arap fonu var, Arap ülkeleri arasında Arap yatırım şirketi var, kuruluyor. Ayrıca üç tane de Afrika fonu var. Onun dışında Dünya İslâm Bankası kurulmuştur. Böylece sermaye bakımından geniş imkânların mevcut olduğu görülüyor. Teknik teferruata gir­miyorum. Eğer Türkiye isterse, bütün bunlara girişmesi mümkün. 1974’te Arap-Afrika petrol yardım fonu kuruldu. Yine 74’te teknik yardımlaşma için Afrika devletleri arasında yardım fonu kuruldu. Yine 74’te Arapların iktisadî gelişmesi için Arap Bankası kurul­du. Fakat Irak, Abudabi ve Kuveyt fonları en eskileridir. Kuveyt 1962’de kuruldu. Abudabi 71, S. Arabistan 74’te kuruldu. Irak 74’te kuruldu. Dünya İslâm Bankası geçen sene kuruldu, şimdi organizasyonunu yapıyorlar. Geçen sene bendenizi çağırmışlardı. Bankanın reisi Ahmed Ali isminde eski Cidde üniversitesi rektö­rü, çok kıymetli, hakikî Müslüman bir zattır. Dünya İslâm Banka­sı Cidde’de kuruldu. Merkezi Cidde’dedir. 2 milyar İslâm dinarı sermayesi var. 1 milyar İslâm Dinarı 1,3 Dolar Milyar civarında. Demek ki 3 milyar dolarlık bir sermayesi var.

Şimdilik Türkiye de bunun ortağı durumundadır. Bunun mâliye bakanlarından meydana gelen bir genel kurulu ve yöne­tim kurulu vardır. Burada dört büyük ortağın daimî delegasyo­nu mevcuttur. Suudi Arabistan, Libya, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri olarak 26 ortak var. (Bir tek İran girmedi. O da ayrı bir meseledir. Batı dünyası İran’ı İslâm dünyası içinde problem ola­rak tutmaya çalışıyor. Şah da bu oyuna geliyor). 22 üye de seçimle geri kalan 6 üyeliği paylaşıyorlar. Seçilen her idare heyeti üyesi, belli ülkeleri temsil ediyor. Seçimde biz Pakistan’a rey vermişiz, bizi Pakistan delegesi temsil ediyor (o zamanki durum böyleydi). İşte şimdi dâhili organizasyonu teşkil için eleman temini husu­sunda ilânlar verdiler. Merkez teşkilâtı eleman olmak için Avru­pa’ya da ilan vermişler. Times’e, Le Monde’a vs. Ve İslâm dünya­sından 17.000 kişi Dünya İslâm Bankası’nda görev almak üzere müracaat etmiş. Tabii Türkiye’den kimse yok. Kimse farkında değil ki. Gerçi Dış İşleri Bakanlığı, Mâliye Bakanlığı’na ilanı gön­deriyor, ama Pakistan’da Mâliye Bakanlığı ayrıca kendisi mahallî gazetelere ilan vermiş. Bizde bir tarafa atılmıştır. Banka müdürü şaşıp kalmış, 17.000 kişiden nasıl eleman seçsinler diye. Cidde Üniversitesi’ne bunu vermişler ve bilgisayarlarla bir tasnife tabi tutmuşlar. Her kademe için en yukarı puan alan 20 kişi seçmişler ve bunları umum müdürlüğe takdim etmişler. Reis de İslâm Ülke- leri’nin coğrafî dağılımına göre ayrıca bir taksim yapmış.

Gene tarafsız olsun diye bir ilim heyeti teşkil edilmiş. İslâm Bankası’nın manevî kurucularından Mısırlı bir profesör, Prof. Dr. Ahmed Neccar ile adam kıtlığında bendenizi de davet etmişlerdi. Adayların büyük kısmı Pakistan’dan, Bangladeş’ten katılmış. Ka­zananlarla mülakat yapıldı. Maalesef hiç Türk yoktu. Müracaat da olmadığı için, bu kademeye de çıkan olmamış. Adaylar umu­miyetle doktora yapmış, mastır yapmış, bir kaç dil bilen kimseler.

Böylece şunu demek istiyorum: Bundan böyle milletlerarası sahaya girmeniz gerekecektir. Kendi imkânlarınızı, Türkiye piya­sası ile sınırlandırmamalıyız. Önünüzde koca bir İslâm Dünya­sı var, bütün dünya yetişmiş eleman bekliyor. Fakat yetişmeniz lâzım. Yâni yüksek tahsili bitirmek artık bir şey ifade etmiyor. Onun için gençler, size sesleniyorum: Cihazlanın, mastır yapın, doktora yapın, birkaç fakülte bitirin, icabında standart yüksek tahsilden kendinizi ayıracak bir takım ilâvelerle bezenin ki reka­bet sahasında yükselebilesiniz! Aksi hâlde şanslar azalabiliyor. Türkiye’nin sesini duyurabilmek için milletlerarası sahalarda da kuvvetlenmek icap ediyor. Yâni şöyle böyle bilgiler bir şey ifade etmiyor. Çünkü mülakatlarda neyiniz var, ne özelliğiniz var, han­gi eserleriniz var, diye soruluyor.

Muhterem dinleyicilerim, zaman bir hayli ilerlemiş, sözümü şöyle bağlamak istiyorum: Türkiye’de ağır sanayi hamlesi başla­dı. Memleket, sanayileşme, iktisadî kalkınma sahasında belli bir noktaya gelmiş vaziyettedir. Bir buçuk asırlık çırpınma devresi, artık, bir seviyeyi bulmuştur. Türkiye’de Cumhuriyet, devreler hâlinde tezahür etmiştir. Cemiyetin İslâmî yapısı bir an için bo­zulmuş, tekrar kaynaklara dönülmüş, yeniden reislamizasyon başlamıştır. Bugün demokratik düzen içerisinde Türkiye’de kıya­sıya bir mücadele vardır. Sosyalizmi, komünizmi benimseyenler teşkilatlanmışlardır, milletlerarası organlarla irtibat halindedir­ler. Onlar Türkiye’yi bu noktaya götürmek isterler. Buna muka­bil Türkiye’de İslâmî şuurla bezenmiş bir kadro yetişmektedir, yetişmiştir. Onlar da Türkiye’yi kendi kaynaklarına döndürerek Türk-İslâm kimliğine bağlanmasını isterler. Böylece ülkemizin kalkınacağına inanmışlardır. Onlar da mücadele veriyorlar. Bü­tün bu mücadeleler medenî ölçüler içinde, demokratik çerçevede devam ediyor. Buradaki en önemli unsur, kadro meselesi ve insan meselesidir. Kendinizi iyi yetiştirir, bilgili kuvvetli olursanız, ide­al istikâmet ve bilgi ile birlikte istediğiniz sahaya yönelirseniz, Türkiye’nin sizin istediğiniz yöne meyli artar.

Onun için bu sahada Türkiye’nin rolünün büyük olacağına bendeniz inanıyorum. Dışarıya çıkınca, insan bunu daha iyi görü­yor. İslâm dünyası Türkiye’den çok şey bekliyor. Bizim bu hercü- merç, karışık durumlarımıza rağmen, Türkiye İslâm dünyasında en büyük potansiyele sahip ülkedir. Pakistan ve Mısır’ın yetişmiş elemanı fazla ama, bunlar dağınık vaziyettedir. Kendi elemanını ülkesi içinde kullanan ve yetişmiş elemanı en fazla ülke bugün Türkiye’dir. Pakistan’ın bölünmesi onları çok dağıttı, bütün dün­yaya serpildiler. Mısır’da da Nasır rejimi Mısır’ı bir hayli dağıttı. Bu bakımdan o ülkeler, İslâm dünyasında potansiyel olarak çok kuvvetlidirler. Fakat kendi ülkelerinde temerküz etmiş güç ola­rak, Türkiye en kuvvetli vaziyettedir. Sanayi bakımından da, as­kerî bakımdan da en kuvvetli durumdadır. Onun için Türkiye’nin Ortadoğu’da yer alması, hem de üst seviyede yer alması imkânları vardır. Bunu bizim istememiz lâzım. Bunu istemek demek, diğer dünya ile irtibatı koparmak manasına gelmez. Zaten istesek de koparamayız. Bugün ekonomimiz Avrupa ile öyle iç içe girmiş­tir ki yıllar boyu daha bunu devam ettirmek mecburiyetindeyiz. Ama oraya karşı kuvvetli olmak için Türkiye’nin çevresiyle mü­nasebetlerini kuvvetlendirmesi lâzımdır. Türkiye’nin bugünkü yapısı gayrı mantıkî bir durum arz ediyor. Bir ülke çevresiyle ik­tisadî, içtimaî münasebetlere girişmeden yaşayamaz, kıtalar arası münasebetlerle ekonomi dönmez. Türkiye bu vaziyettedir. Çevre ülkelerle irtibatımız kopuk vaziyettedir. Bunu organik hâle ge­tirmek lâzımdır. Türkiye bugün hakikaten garip bir durumdadır. Güneyde Suriye ile münasebetlerimiz kopuk, Irak’la doğru dürüst gelişmiş değil, İran ile şeker renk, SSCB ile ve Bulgaristan ile ide­olojik kopukluk var. Yunanistan’la kavgadayız ve hiç bir komşu­su ile organik iktisadî münasebeti olmayan ülke durumundayız. Bunu mümkünse tabiî hâle getirmek lâzım. Onun için maruza­tımı o şekilde toparlıyorum. Türkiye’nin kalkınması için geniş imkânları vardır. Bu kalkınma sade Türkiye’yi değil bütün İslam dünyasını ilgilendirmektedir. Cidde’deki bir gündelik gazetenin muhabiri şöyle demişti: “Siz İslam dünyasına dirsek çevirdiğiniz müddetçe İslâm dünyası kalkınmaz, ama siz de kalkınamazsınız. Şayet siz el uzatırsanız İslâm dünyasında yerinizi bulursunuz, biz de kalkınırız. Çünkü bu dünyanın size ihtiyacı var.” Türkiye’nin bunu kabul etmesi lâzımdır. Türkiye’de maalesef Şark düşman­lığı, İslâm düşmanlığı fanatizmi ve taassubu ortaya çıktı. Gayr-i şuûrî bir taassupla Şark’ı küçük görme ve aşırı Batı hayranlığı bizi Şark’a küstürdü, onlara küçük bakmaya alıştırdı. Bugünün iş adamı, münevveri hâlâ Doğu’ya, sakat XIX. asır düşüncesiyle ba­kıyor. Hâlbuki şartlar süratle değişiyor. Çevremizde nehirler akı­yor, biz başımızı döndürüp bir kova su almasını beceremiyoruz. Türkiye etrafına bakmadığı için bundan istifade edemiyor.

Türkiye’nin dünyadaki yerini daha iyi bulabilmesi için çe­şitli bakımlardan da bu çevre ile bütünleşmesi lâzımdır. Bugün Avrupa, Amerika, Asya birleşiyor. Büyük üniteler içinde Türkiye de bir çevre içinde kendini kuvvetlendirmeye mecburdur. Bütün bunları insanlar ve yeni kadrolar yapacaktır. O kadroların da bil­gili ve İslâm ahlakıyla bezenmiş olarak yetişmesi lâzımdır, İslâm şuuruna varmak ve çok çalışmak gerekmektedir. Yüzlerce, binler­ce doktora tezi yapmak lâzımdır. Arşivlerimizde 80 milyon vesika bekliyor. Tam tasnif edilmiş değildir. O bakımdan Türk gencini, münevverini bekleyen çok büyük işler vardır. İçte biraz kendi­mize dönebilsek, husumeti, didişmeyi, kavgayı bırakıp da belli bir mefkûre etrafında toparlanabilsek, Türkiye’nin çok büyük me­safeler kat edeceğine dışardakiler inanıyorlar. Bir Malezyalı sen­dikacı (Şimdi Asyalı Sendikalar başkanıdır) bana 15 sene evvel görüştüğümüzde: “Türkiye, bir gün gelecek dünyada muazzam bir hamle yapacak, bomba gibi patlayacak” diyordu. Yâni dışar­dan bize böyle bakıyorlar. Kendi iç didişmemizden kurtulup da kendimizi söyle bir tartma imkânı bulamıyoruz. Düşmanlarımız da bize, bunun için nefes aldırmamaya çalışıyorlar. Fakat inşal­lah bu olacaktır. Bu merhale er veya geç kat edilecektir. Aklımızı başımıza alırsak, bunu kısa zamanda gerçekleştiririz. Belki biraz iyimser bir sonuca vardım. Fakat bu iyimserliğe de ihtiyacımız çoktur. Muhterem dinleyenlerim! Sohbetime burada son veriyo­rum. Teşekkür eder, saygılarımı sunarım efendim.

Ortadoğu Ülkeleri Arasında

İktisadî İşbirliği İmkânları II

Muhterem Dinleyenler! Sizlere hitap etmeyeli, aşağı yukarı bir yılı geçmiş bulunuyor. Karşımda yine aynı kadroyu görüyo­rum. Bir kısmı talebelerimiz, bir kısmı arkadaşlarımız veya hoca­larımız. Kubbealtı hakikaten tebrike şayan bir halk üniversitesi hâline gelmiş bulunuyor. İtiraf etmek gerekir ki, bizim üniversite­den daha iyi çalışıyor. Bizimki yine kapandı; burada ise ne boykot var, ne de kapanış. Konferans salonu olarak mekânımız biraz dar olsa da gönlümüz geniş.

Mevcut mekândan da azamî istifade ediliyor, çeşitli faaliyet­ler yapılıyor. Bir yandan lügatler hazırlanırken, bir yandan Yah­ya Kemâl Enstitüsü çalışmalarını sürdürüyor. Fetih Derneği ile birlikte Türk Kadınları Kültür Derneği, Kubbealtı seminerlerinin yanı sıra faaliyetlerine şevk ve azimle devam ediyorlar. Bu arada mimarlık tarihi ile ilgili Rumeli’nin mimari Türk eserleri yönün­den incelenmesi gibi çalışmalar da yürütülüyor. Bütün bu ilmî fa­aliyetlerin başında bulunan muhterem idarecilere, bendenize bu akşam sohbet imkânı verdikleri için, huzurlarınızda şükranlarımı ve tebriklerimi arz etmek isterim.

Bu akşamki sohbetimizin mevzuunun ne olması gerektiğini uzun uzun düşündüm. Hatırıma çeşitli iktisadî mevzular geldi. Meselâ Türkiye’nin iktisadî yapısından, sanayileşme durumun­dan, yâni yatırım projelerinden mi bahsetsem diye düşündüm. Yoksa maddî kalkınma üzerinde durarak iktisadî kalkınma ham­lelerimizi tahlil ederken, Türkiye’nin demokratik yapısı içindeki problemleri mi incelesem dedim. Diğer taraftan, her işin başı in­sana dayandığına göre, cemiyette mevcut olan bütün bunalımlar­da insanın ruh yapısındaki buhran dile gelmektedir. Bugünün in­sanı İslâm’ın kaybedilmesinin acılarını çekmektedir. Bu hususun incelenmesi de ilgi çekici olurdu.

Başka mevzular da hatırıma geldi. Bugün karışık ve girift bir dünya içinde yaşıyoruz. Milletlerarası münasebetler çok geliş­miştir. Bütün milletler gibi Türkiye’nin de tek başına kalkınma­sı mümkün değildir. Sanayileşelim, kalkınalım diyoruz; bu du­rumda çeşitli ülkelerle işbirliği imkânlarını geliştirmek gerekir. Batı dünyasıyla asırlar süren iktisadî ve sosyal münasebetlerimiz mevcuttur. Buna mukabil dünyanın diğer yerlerindeki gruplaş­maları da yakından takip etmemiz ve bilhassa kendi çevremizde ve İslâm dünyasındaki gelişmeler ve organizasyonlarla yakından ilgilenmemiz lâzımdır. Acaba bu konuları mı ele alsam diye te­emmül ettim.

Bazı mevzuların bir kısmından evvelce de söz etmiştim. Bu sebeple bu günkü konuşmamda müsaade ederseniz bütün bu hususlara kuşbakışı bir nazar atfederek, hepsine kısa kısa temas etmek suretiyle hakiki bir sohbet toplantısı yapmayı tercih edi­yorum.

Bu yaz İngiltere’deki İslâm Talebe Birliği’nin (Fosis) yıl­lık kongresine katılmıştım. İngiltere’de 70’e yakın yüksek tahsil Müslüman talebe cemiyeti mevcut. Bunların da bir federasyonu var. Bu yılki kongrelerine bendenizi de bir konuşma yapmak üze­re davet etmek lütfunda bulunmuşlardı. Oradaki tebliğimde İslâm ülkeleri arasındaki iktisadî işbirliği konuları üzerinde durdum. Ayrıca bir Müslümanın iktisadî hayattaki davranışlarını tahlil eden bir teorik modeli inceledim. O konuşmamda konuya şöyle girmiştim.

Bugün dünyamız son iki asırlık sanayileşme inkılabından sonra gelişmenin doruğuna varmış vaziyettedir. Artık insanlar dünyaya sığamaz oldu, fezaya uçuyorlar, fezanın fethi ile meşgul­ler. 1780’de başlayan bu teknolojik gelişme, insanların tahayyül­lerini dahi aşan bir inkişaf kaydetmiş bulunuyor. Fakat bütün bu teknolojik gelişmeğe rağmen içtimai sahada da, insan ruhunda da muazzam fırtınalar kopuyor ve insanlar huzurlu değil. Cemiyet­ler maddî sahada çok gelişiyor ama bu maddî gelişmeye rağmen manevî sahada müreffeh, mes’ud cemiyet tipi kalmadı. Hani ev­velce madde sahasında Doğu dünyası geri kaldığı için Batı’daki maddî inkişafı, büyük binaları, fabrikaları görerek hayran olurdu, dış yüzüne bakarak: “Aman ne mes’ud cemiyet.” derdik. Şimdi münasebetler giriftleşti. O büyük binalar Doğu’da da yapılıyor. Batı’ya daha çok gidip geliniyor ve görülüyor ki bu maddî ihti­şamın arkasında bahtsız ve bedbin insanların meydana getirdiği gruplaşmalar, küsmeler, cemiyetten kopmalar, mevcut yapıya sırt çevirmeler, hippilik gibi bütün medeniyetten kopma arzularını dile getiren bunalımlar görülüyor. Batı dünyası, maddî sahadaki gelişmesinin doruğuna vardığı, maddenin dünyaya hâkim oldu­ğu çağımızda, bu teknolojiyi, bu medeniyet tipini bütün dünyaya saçmış ve yaymış olduğu hâlde, kendisi çöküntüye maruz kalıyor. Esasen Batı dünyası çöküntüyü bu asrın başında idrak etti. Çün­kü kendi yetiştirdiği sanayi devi tarafından evvelâ kendi içinde ikiye bölündü; kapitalizm, sosyalizm bölünmesi. Batı medeniye­tinin materyalist dünyası içindeki sanayi devrinin ortaya çıkardı­ğı içtimaî meselelerin sonucudur. Bu iki kopuk ucun çatışması iki grubun birbirini yemesi devam ederken, iki sistem bütün dünya­ya hâkim olduğu için, bu mücadele ve onun doğurduğu meseleler bütün dünyaya sirayet etti. İşte böyle bir bunalım hâlinde iken İs­lâm ülkeleri içinde bir kıpırdanma başladı. Hatırlarsak, XX. asrın ilk çeyreği sonunda İslâm dünyası tamamen müstemleke hâline düşmüştü. 1930’larda, her zaman tekrarladığım gibi, zahirî ba­kımdan istiklâle sahip Türkiye, Afganistan, İran belki kısmen Fas gibi üç-dört ülke vardı. Aradan bir yirmi sene geçti, Batı birbiriyle çatışmağa devam etti ve şerden hayır doğar hükmünce İslâm dün­yası bir toparlandı. II. Dünya Harbi’nden sonra bilhassa Afrika ve Asya uyanmaya başladı ve geçen seneki İslâm konferansına siyasi bakımdan istiklâl sahibi kırk üç İslâm ülkesi iştirak etti;

böylece üç âdeti, otuz kırk sene içinde kırk üçe baliğ oldu. Bugün aşağı yukarı Rusya ve Çin’deki Türk Müslümanlar hâriç, müstem­leke hâlinde İslâm topluluğu pek kalmadı. Azınlıkta olanlar da birtakım statüko hakları sağlıyorlar. Binâenaleyh Rusya ve Çin yıkılırsa İslâm dünyası iyice ferahlayacaktır. Onun için Ruslar Türklere düşman oluyor. Çünkü Rusya’nın bekası Türklükle il­gilidir. (Nitekim Sovyetler Birliği yıkılınca Orta Asya’da altı Türk Cumhuriyeti doğdu.)

İşte dünyanın siyasi ve iktisadî bünyesinde, İslâm dünyası yönünden böyle bir kalkınma olurken, Allah’ın lütfuyla bu İslâm ülkelerinde tabii kaynaklar içinde olan petrolü değerlendirme im­kânları sağlandı. Gerçi bu ülkelerde tabii petrol hep vardı. Fakat bu petrolü değerlendirecek münevverler yetişti, gerekli organi­zasyonlara girişebildiler, meselelerini düşünecek hâle geldiler ve bildiğiniz gibi petrol birlikleri, OPEC, vesaire kurularak bu ülke­lerdeki gelir seviyesi süratle arttı, bu artışı maddî gücün artması takip etti. Tam bu arada, bununla birlikte İslâmî mefkûreye bağlı bir şuurlanma, İslâm ülkeleri ve İslâm gençliği arasında bir işbir­liği ve kaynaşma hareketi başladı.

Böylece İslâm alemindeki bu uyanış neticesinde dünyada manevî bunalımın ortaya çıktığı, Batı dünyasının bir kaos hâli­ne geldiği bu esnada, İslâmiyet yeniden insanlığa bir çözüm tarzı olarak ortaya çıkma imkânlarını aramaya başladı ve bu minval üzere son beş-on yıl içinde bu sahada bir hayli inkişaf kaydedil­di. Bir taraftan nazarî sahada İslâmî mefkûreyi iktisadî, içtimaî ve siyasi muhtevasıyla bir dünya görüşü ve bir ideoloji olarak, yeniden izah etmek hususunda çalışmalar arttı. Akif merhumun: “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”, şeklinde ifade ettiği üzere, İslamiyet’i bugünkü meseleler ile bugünkü neslin anlayacağı bi­çimde tefsir ve izah etmek cihetine gidildi. Tabii bu kolay bir iş değildi. Bu sahada akademik seviyede, üniversiteler seviyesinde çalışmalar başladı; çeşitli seminerler ve dünya kongreleri tertip edildi. Yeryüzündeki kırk üç (bugün 57’dir) İslâm devletinden ve çeşitli ülkelerde azınlık olarak yaşayan milletlerden her sahada ilim adamları bu kongrelere katıldılar. Bunların bazısı devam edi­yor. Bilhassa 1976 yılı çok kesif bir ilmî faaliyete sahne oldu. İk­tisadî Kongre, Teknoloji Kongresi toplandı, Eğitim Kongresi top­lanıyor. Üçüncü Dünya İslâm Gençlik Kongresi toplandı, bunlar devam ediyor. Umumiyetle Suudi Arabistan’da, Libya’da, Pakis­tan’da, Türkiye’de bu hareketler tevali ediyor.

Diğer taraftan madde sahasında bu ülkelerde maddi bir geliş­me, büyük yatırımlar, büyük gelir imkânları ve iktisâdi kalkınma ile birlikte İslâmî müesseseleri geliştirme, mefkûreyi geliştirme, mefkûreyi eğitim sahasına intikal ettirmek gibi çok hacimli bü­yük çapta işlere girişiliyor.

Fakat tabiî, arada madde sahasında, mânâ sahasında cemi­yet olarak ve devlet olarak asırların meydana getirdiği kayıplar, kopukluklar mevcut, İslâm cemiyetinde Müslüman olarak nasıl yaşamak ve davranmak durumunda olduğumuzu unuttuk. He­pimiz Müslümanız diyoruz ama oturuşundan giyinişine kadar, ticaretinden politikasına kadar bütün bir hayat düzeni olarak Müslümanın bir davranışı var. Bunu kaybettiğimizi yeni yeni fark ettik. Bunları yeniden ihya etmek ve düzenlemek mücadelesine girişildi. Bu, kolay olmuyor tabiî. Bu güzel safhanın yanında ma­nialar var. Mücadele başlamıştır, mücadele hızlanıyor, mücadele bütünüyle devam ediyor. Siyasetiyle, maddesiyle, manasıyla ve insanıyla. İslâm dünyası diğer cemiyetlerden tecerrüd etmiş ola­rak tek başına yaşamadığı için, onun kalkınmasının bütün dünya­yı etkileyen tesirleri de mevcut. Dolayısıyla diğer cemiyetler de, bilhassa Batı, bu hâdiseyle çok yakından ilgilenmektedir. Batı ve Doğu dediğimizde şu hususu hatırlamalıyız: Bugün Batı dünyası Batı ve Doğu diye ikiye ayrılmıştır. Esasında hepsi Batı dünya­sıdır. Her ne kadar Çin Maoizm diye ayrı bir özelliğe sahipse de umumiyetle ideoloji Batı kültüründen doğmuştur. Dünyada onlar hâkim olduğu için İslâm dünyasının kalkınmasını çok teyakkuzla ve dikkatle takip ediyorlar. Teknik imkânlar da çok fazla olduğu için bizlerin içinde olduğumuz; halde göremediğimiz meseleleri onlar dışarıdan çok daha net tahlil edebilme imkânına sahipler. Bunun sonucunda da gerekli tedbirleri almaya çalışıyorlar. Hani: “O mâhîler ki derya içredir, deryayı bilmezler” sözündeki gibi biz gelişmemizin farkında olmuyoruz ama bu gidişi onlar çok iyi ta­kip ediyorlar. Daha 1955 yıllarında Amerika’da bir kitap neşre­dilmişti: “İslam on the March” “İslâm Yürüyüş Hâlinde” diye. Bu kitapların yazılışındaki gaye cemiyeti ve efkâr-ı umûmiyeyi ikaz etmekti: Dikkat edin bunlar uyanmaya başladı, deniyordu.

Nijerya’da Müslüman liderler devrildi, Hristiyanlar geldi. Mücadele bitmeyecektir. Bütün bunlar bir uyanışın ortaya çıkar­dığı mes’elelerdir. Bugün umumiyetle İslâm dünyasından iktisadî sahada söz edilirken “Ortadoğu Ülkeleri” diye bahsedilir. İslâm dünyası tabiri kullanılmaz. Bu tabir İslâm dünyasının gizlenmiş bir ismidir. Ortadoğu şümulüne hangi ülkeler girer? Sâdece, Tür­kiye, Irak ve Suriye mi? Suudi Arabistan ve Mısır dâhil mi? Mısır girince Libya da katılıyor mu? Fas, İran, Pakistan da var mı? Tat­bikatta “Ortadoğu” mefhumu dar ve geniş anlamda kullanılmak­tadır. Fakat Batı dünyasının “Ortadoğu” diye literatürde işlediği ülkeler İslâm dünyasıdır. Bunu coğrafî terimlerle akıllıca incele­yerek, gizlemeye çalışırlar. Şu hâlde Türkiye’nin içinde bulundu­ğu dünya parçası Ortadoğu oluyor. Türkiye’nin iktisadî, sosyal kalkınması Ortadoğu içinde cereyan edecektir, tıpkı şehirlerin bölgeler içinde kalkınması gibi. İstanbul şehrinin kalkınmasını plânlamak isteyince, Marmara Bölge plânlamasını yaptık. Çünkü bir şehir tek başına değil çevresiyle birlikte kalkmıyor. Ülkeler de böyledir. Türkiye’nin kalkınmasını, başarılı bir kalkınma sağla­mak için, tesir sahalarına giren çevresiyle birlikte ele alıp ince­lemek gerekir. Çevresi de Ortadoğu ülkeleridir. Ortadoğu İslâm dünyasıdır. O zaman Türkiye’nin kalkınmasını bu çerçeve içinde düşünmek gerekmektedir. Bugün Türkiye’de hakikaten süratli bir gelişme var. Ağır sanayii, otomotiv sanayii hızla gelişiyor. Gazete­lerde tenkit ediliyor, şu oluyor bu oluyor amma, bugün otomotiv sanayiinde Türkiye de muazzam şekilde gelişmeye başlıyor. Şu Türkiye haritasında gördüğünüz kutular kurulma hâlindeki fab­rikalardır ve bunların büyük çoğunluğu ağır sanayii ile ilgilidir. Tabii bunlar üç yılda mı biter? Beş yılda mı biter? sorusu hatıra gelir. Fakat bir atasözü vardır : “Bir milyon kilometrelik yola dahi, bir adımla başlanır”. İlk adımlar atılıyor. İktisadî kalkınma, ülke­ler için tabiatıyla uzun zaman içinde ölçülür. Mühim olan projek­siyon, hedef ve niyetlerdir. Yâni iktisadî unsurları belli bir hedefe sürükleme azmi ve arzusudur.

Gazetelerde tartışması yapılan bu tesisler için 1977 bütçe­sinde on beş milyarlık bir yatırım söz konusudur. Bunlar içinde, meselâ: SEKA tarafından yeni kâğıt fabrikaları, Afyon, Balıkesir, Mersin, Silifke, Artvin, Kastamonu ve Samsun’da kurulacaktır. Çimento grubunda yirmi üç fabrika kurulması söz konusudur. Gübre sanayiinde beş yeni ünite, şeker sanayiinde on sekiz, maki- ne-kimyada on altı, Sümerbank’ta otuz sekiz ünite, demir-çelikte üç ünite kurulacaktır. Bu bir şey ifade ediyor: Demek ki Türkiye sanayileşme hamlesinde neticeye varmak üzeredir.

Her zaman söylüyorum yakın tarihi çok iyi bilmemiz lâzım­dır. XIX. asır Türkiye için çok mühim bir çağdır. O çağdaki bütün problemler bugün aşağı yukarı tekerrür ediyor. Sanayileşme me­selesi de oradan geliyor.

Türkiye evvelce fabrika sanayiinden önceki küçük sanayi devrinde, bir sanayii cemiyeti idi. Fabrika sanayii başlarken bazı problemler çıktı İslâmî sahada dejenerasyon başladı, çöküntü devriydi. Bütün İslâm dünyası ile birlikte sanayileşmekte muvaf­fak olamadık ama, hep hamleler yaptık. Türkiye ile Almanya ben­zer şekilde harekete geçtiler. Onlar Hıristiyan dünyasında idiler. Kapılarını Hıristiyan dünyaya açtılar. Türkiye açamadı, çelme ta­kıldı. Japonya bize yetişti; geçti. Ama Türkiye hep uğraştı. Tanzi­mat devrinde sanayileşme hamleleri oldu. 1866’da Islah-ı Sanayii komisyonu faaliyetleri oldu; 1870-1900 arasında oldu; 1911’de oldu. Cumhuriyetle başladı 1923’de 1930’da tek parti devri, özel sektör kalkınması ve beşer yıllık plânlı kalkınma devri. Bütün bunları topladığımız zaman bir yerden bir yere gelmiş oluyoruz.

Bugünkü durum sanayileşme devresinin aşağı yukarı sonucu oluyor. Fabrikaları kurmak için gerekli bir çok hazırlıklar yapmak lâzımdı. Onlar bütün didinmelere, tökezlenmelere rağmen, birik­ti, birikti, şimdi sonuçları ortaya çıkmaktadır. Evvelâ gıda sana­yiini, sonra giyim ve mensucat sanayiini geliştirdik. Arkasından madeni eşya ve kimya sanayiine girildi. Şimdi ağır sanayie giri­liyor. Esas sanayii geliştiren, dışa bağlı olmaksızın sanayileşmeyi kendi hızı ile yürütebilen sanayileşme devresine, Türkiye büyük iddialarla ve azimle girmek arefesindedir. Böyle bir Türkiye’nin, artık sâdece Türkiye sınırları içinde bu kalkınmasını mütalaa et­mesine imkân yoktur. Çünkü artık bu noktada sanayii mütearrız hâle yâni, dışa dönük hâle gelmiştir. Artık bu noktada sanayii üre­timini ülke içindeki iç tüketimle massetmek hem mümkün değil­dir, hem de döviz temini yönünden faydalı değildir. Gerçi kurulan sanayii ürünleri yönünden iç tüketim de çok önemlidir. Bilhassa yeni gelişen sanayii kollarının mamulleri dâhilde tüketilecektir.

Nüfus artışı bu imkânı geliştirecektir. Türkiye’nin en büyük kaynağı nüfustur. İşte bu sebepten dolayıdır ki, nüfus patlaması, nüfus plânlaması gibi sloganlarla bu en mühim varlığımızı da en­gellemeye çalışmaktadırlar. Zira nüfus artışı iktisadî hayatı kam­çılamakta, dinamize etmektedir. Türkiye’nin gelişen sanayileşme hamlesi bilhassa gıda ve dokuma sanayii gibi çeşitli kollarda ih­racata yönelmiştir ve dış sınırları zorlamaktadır. Bu durum diğer ülkeler ve bilhassa komşularla münasebetlerimizi arttırmayı za­rurî kılmaktadır. Artık Türkiye’nin çevresindeki yâni Ortadoğu veya İslâm dünyası içindeki yerini kuvvetlendirmesi zaruret hâli­ne gelmiş olmaktadır. Hamdolsun, hem iktisadî gelişme hareketi, hem de İslâmî şuurlaşmanın ulaştığı seviye Türkiye’yi, Ortadoğu ülkeleri içindeki yerini araştırma noktasına getirmiş bulunuyor.

Türkiye ile İslâm Ülkelerinde Sanayileşme Çabaları ve Ticarette İşbirliği İmkânları[116]

Son yıl içinde İslâm ülkeleri arasında İktisadî işbirliği hızlan­mıştır. Türkiye yönünden bu işbirliği RCD ile başlamış ve OIC’ye ve İslâm Kalkınma Bankası’na üye olmasıyla gelişmiştir. 57 İs­lâm ülkesinden 10’u OPEC üyesi petrol üreten ülkeler olup geniş bir yatırım ve tüketim potansiyeline sahiptir ve çoğu Türkiye’nin komşularıdır. İmalat ve inşaat sanayiinde ve gıda maddeleri üreti­minde ihracat potansiyeli olan Türkiye’nin, bu yatırım ve tüketim pazarlarına girme imkânı vardır ve son beş yılda inşaat sektörü, son altı ay içinde ise sanayi ve gıda mamulleri ihracatçıları tara­fından bu imkânlar zorlanmaya başlamıştır.

Bu on OPEC ülkesinden Suudi Arabistan, Kuveyt ve Lib­ya’nın tüketim maddeleri talebi, bir nevi reeksport kabiliyetleri sebebiyle kendi nüfusunun talep kapasitesini aşan bir özellik ar- zetmektedir. Suudi Arabistan’da Cidde, Mekke ve Medine’nin hac ve umre merasimleri dolayısıyla, Libya’da Trablusgarp’ın Orta Afrika’nın limanı olması sebebiyle, buralara sevkedilen mallar diğer İslâm ülkelerine akmaktadır. Kuveyt’in ticari alandaki bece­rikliliği ile reeksport kabiliyeti yüksektir.

Bu bildiride 3 konu üzerinde durulacaktır: Türkiye’nin kısa ve uzun vadede ihracatını artırıcı tedbirler, Uzun vadeli tedbirler içinde sanayi, ticaret ve finansman alanında işbirliğini artırmak için gerekli çalışma sahaları ve İslâm ülkeleri arasında işbirliğini engelleyen faktörler.

1980-1981 yılında Cidde, Melik Abdüllaziz Üniversite’sinde misafir profesör olarak bulunmam sebebiyle görüşlerim bir kısım şahsi müşahedelerime dayanmaktadır:

Ticari ilişkilerin en üst siyasi düzeyden başlatılması lâzımdır. Suudi Arabistan Kralı’nın İngiltere, Fransa ve İspanya’ya dave­tinde misafir heyeti 1981 Haziran’ında görülmemiş merasimlerle karşılama hususunda Batılı ülkelerin birbiriyle yarışması bunun bir örneğidir. Bu ziyaret sırasında bir televizyon mülakatında İn­giliz Ticaret Bakanının cevabı örnektir. Soru: “Bu ziyaretin ticari ilişkilerimiz üzerinde olumlu etkileri olacak mıdır?” Cevap: İki ülke arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesi, en üst düzeydeki si­yasi ilişkilerin gelişmesinin tabii bir sonucu olarak ortaya çıkar.”

Buradan bizim için çıkacak ders şudur: OPEC ülkeleriyle ve en başta Körfez ülkeleriyle siyasi ilişkileri hızla geliştirmek için üst düzeyde karşılıklı ziyaretlerle uygun bir ortam hazırlamak ge­rekir. Son yıllarda Pakistan bu yönde çaba göstermiş ve başarılı olmuştur.

11 Eylül 1981’de Kuveyt Emiri’nin Türkiye’yi ziyareti, Tür­kiye yönünden güzel bir başlangıçtır. Bu gibi ziyaretlerin çok sıklaştırılması gerekir ve genel ortam bizim için buna uygundur. Suudi Arabistan, bugün dünyanın önemli bir finans merkezidir. Bu ülkeye her gün Japon Kralından İngiltere Kraliçesine, Fransız Cumhurbaşkanından Alman Başbakanına kadar üst düzeyde si­yasi misafirler gelir, gider. Türkiye, komşu İslâm ülkeleri liderleri­ni davet ve ziyaret hususunda ağır davranmış, ihmal göstermiştir. Sayın Başbakan Ulusu’nun İran-Irak sorununa iyi niyet heyetinde aktif görev alması olumlu bir davranış olmuştur. Ancak devlet reisleri düzeyinde başlayan direkt ilişkilere ihtiyaç vardır.

Körfez ülkelerinde piyasa ekonomisi hâkimdir. Rekabet şid­detli olduğundan ülkelerin müteşebbisleri toplu, koordineli ve or­ganize halde piyasaya girmektedir. 1981’in şu son aylarında Türk müteşebbislerinden Cidde piyasasına gelenler çoğalmıştır. Ancak müteşebbisler münferit, birbirinden habersiz gelmektedir. Her biri ayrı temsilcilik kurmaya çalıştığından masrafları çoğalmakta, bazen da farkında olmadan birbiriyle rakip duruma düşmekte­dirler. Hâlbuki piyasa hacmi geniştir. Bizim müteşebbislerimizin hepsi birleşse, talebin ancak bir kısmını karşılayabilir. Cidde’de, Çin, Kore, İspanya gibi ülkeler ticaret merkezleri kurmuşlardır. Türkiye’nin çok çeşitli bölgelerde (Cidde, Kuveyt, Trablusgarp, Bağdat gibi) birer ticaret merkezi kurması gerekir. Model olarak, özel ve kamu sektörünün hissedar olduğu bir pazarlama şirketi düşünülebilir. Merkezin başında Arapça ve İngilizce bilen, ma­halli piyasayı tanıyan tecrübeli yöneticiye maaş-prim verilir. Bu şirkette müteahhitler, tüccarlar ve sanayiciler gruplar olarak yer alır. Mesela, Koç ve Sabancı Holding gibi Türkiye iç piyasasında­ki rakiplerin bu pazarlama şirketinde birlikte mücadele vermesi gerekir. Batı bunun örneklerini vermiştir. Almanya’da rekabet ha­lindeki ilaç sanayii İstanbul’a birleşik ilaç sanayii olarak gelmiş­tir. Pazarlama şirketi Suudi Arabistan piyasasını devamlı tarar, ihaleleri takip eder, ilgili firmaları vaktinde haberdar ederek dev­reye sokar, onlara temsilcilikler bulur, vs. Yönetim tarzı itibariyle bu ülkelerde şahsi dostlukların büyük ve müspet rolü vardır. Da­imi temsilcilik bu imkânları sağlayabilir.

Sektörler olarak su, meyve suları, gıda maddeleri, et, taze meyve piyasaları bazı şartların yerine getirilmesi halinde uygun­dur. Suudi Arabistan’da su pazarına girmekte henüz vakit geçmiş değildir. Genellikle tatlılaştırılmış deniz suyu, kullanma suyu olarak, tavsiye edilmiş kuyu suları da içme suyu olarak kullanıl­maktadır. Fakat şişe sularına talep yine de yüksektir. Ciddi ve bü­yük bir teşebbüsün bu işe el atması başarılı sonuç verebilir. Mey­ve suları, taze meyve ve gıda pazarı da müsaittir. Ticaret merkezi uygun kanalları bulup, referansla iyi temsilciliklerin seçilmesin­de yardımcı olabilir. Çünkü Suudi Arabistan’da ticaret kesiminde yabancı sermayeye izin verilmez. Bir Suudi Arabistanlı firma ile iş yapmak gerekir. Bu seçimin çok dikkatli ve isabetli yapılması lâzımdır. Ticaret merkezi bu fonksiyonu yapabilirse başarı sağla­nır. Sanayi ve inşaat kesiminde yabancı ortaklık söz konusudur.

Müteahhitlik sahasında İslam ülkelerinde ikisi kamu kuru­luşu olan 65 firma tarafından yaklaşık 9 milyar dolara varan iş alınmıştır. Firmalardan 34’ü Libya’da, 14’ü Suudi Arabistan’da, diğerleri Irak, Kuveyt, Abudabi ve Ürdün’de çalışmaktadır.116 Bu alanda;

a)     Müteahhit firmalar arasında koordinasyonun artırılması,

b)     Teminat mektubu vs. gibi finansman kolaylıkları sağlan­ması, firmalarımızın iş alabilmesi için gereklidir. Başlangıçta pro­je ve kontrol firmaları olarak girmek uzmanlarca tavsiye edilmek­tedir. Fakat taahhüt işinden sağlanacak işveren döviz geliri, vergi çıktıktan sonra %3,5 civarında olup çok cüzidir, inşaat sektörü­nün esas faydası dolaylıdır: 1) Türk işçisine iş sağlamak, 2) İnşa­at malzemesini ihraç etmek, 3) Karşılıklı teknoloji transferinde aracı olmak. İnşaat sektörü işgücüne iş sağlama alanında başarılı olmuştur. Bölgedeki işgücünün %60’ı Türk firmalarınca istihdam edilmektedir. Ancak, malzeme ihracında henüz başarılı değildir. Hâlbuki döviz geliri yönünden, aslan payı malzemededir. Bunun için;

a)     Devletin fiyat rekabetini sağlamak yönünden gerekirse sübvansiyona başvurması,

b)     Türkiye’den malzeme tedarikinin koordine edilmesi. Bil­hassa kamu kesiminden demir-çimento ihracında bürokratik en­gellerin ve zaman kaybının önlenmesi için müteahhit karşısında tek bir muhatap bulundurup, onun aracılığıyla ihtiyaçların sürat­le sağlanması ya da büyük dış pazar merkezlerinde (Trablusgarp, Cidde gibi) demir-çimento vb. depolama merkezi kurarak Türk müteahhidine mahallinde ve anında mal arzının sağlanması.

Fiyat rekabeti ve tedarik kolaylığı sağlanamazsa ve malzeme talebi dış pazardan sağlanırsa, müteahhitlik faaliyetinin sadece işçiliği ve hamallığı bizde kalmış olur.

Bugün sanayi mamullerimiz için en büyük ihraç pazarı dı- şarda iş almış olan kendi müteahhitlerimizdir. Bunların sağlaya­cağı ihraç potansiyeli, bütün dış ticaret hacmimize eşdeğer olur ve dış ticareti 2 misline çıkarabilir. Üstelik alıcı da yabancı firma

116.    Ayrıca son bir yıl içinde 300 Türk firması Ortadagu pazarına girmek için Maliye Bakan­lığından izin almış bulunmaktadır.

yerine kendi firmamız olur. Bu sebeple son aylarda, Türk müte­ahhitlerinin büyük işler aldığını gören batılı sanayicilerin malze­me pazarını elinde tutabilmek için, Türkiye’de inşaat malzemesi yatırımlarına, işbirliğine veya ortaklığına girme teşebbüslerinde bulundukları görülmektedir.

Sınai ihracat potansiyelimizin artırılmasında en büyük müş­terinin dışarda iş alan müteahhitlerimiz olduğunun bilincine var­malı ve belirtilen tedbirlerin ve benzerlerinin alınmasında acele etmeliyiz. Zira Ortadoğu’da iş alan yabancı firmalar, projelerini detayıyla, prefabrik modele göre kendi ülkesinde planlamakta, mermer kaplamadan pencere pervazına, camdan kapısına kadar bütün malzemeleri vagonlarla ülkesinden gemilere yükleyip trey­lerle inşaat mahalline getirmekte ve numarasına göre yerine yer­leştirmektedir.

Türkiye’nin Ortadoğu İslâm ülkelerine ihracatı 1980’de 560 milyon dolardır. 130 milyon dolar Irak’a, 103 milyon dolar Suri­ye’ye, 85 milyon 2 dolar İran’a, 60 milyon dolar Libya’ya, 50 mil­yon dolar Kuveyt’e, 48 milyon dolar Ürdün’e, 43,5 milyon dolar Suudi Arabistan’a, 20 milyon dolar Mısır’a ve 13 milyon dolar Tunus’a ihracat yapılmıştır.

Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerindeki ithalat payı 1980’de %11 civarındadır. 1982’de % 25’e çıkması beklenmektedir, ihracatta 1980’de tarım ürünlerinin payı % 57.4’ten 1981’de % 49,5’e dü­şerken, sanayi ürünlerinin payı % 34,7’den % 45,8’e yükselmiştir.

Bankacılık hizmetlerinin ve finansman imkânlarının geliş­tirilmesi için uzun vadeliler yanında kısa vadeli tedbirlere ihti­yaç vardır. Mesela, Suudi Arabistan Merkez Bankasının (Saudi Monetary Agency) (SAMA) İş Bankasını, teminat mektubu kabul edilecek bankalar listesine katması bu yönde atılmış başarılı bir adımdır. Türkiye’ye para transfer işlemleri konusunda belirli ban­kalarla anlaşmalar yapılmak zorunludur. Mesela İş, Yapı ve Kredi, Vakıflar, Anadolu Bankası, Bank El Cezire ile anlaşma yapmıştır. 10 günde direkt para transferi sağlamaktadırlar. Bu yapılmadığı takdirde para transferi Amerikan, İngiliz veya Fransız bankaları aracılığıyla o ülke üzerinden yapılmakta ve süre 2 ayı bulmak­tadır. Hisarbank’ın Kuveyt’te şube açması teşebbüsü bu alanda olumlu bir adımdır.

İslâm ülkelerindeki işçilerin tasarruf gücü Batı Avrupa’daki- lere kıyasen 4 kat daha yüksektir. Çünkü buradaki işçiler bekâr­dır, yanlarında aileleri yoktur. Kendilerine genellikle lojman ve yemek verilmektedir ve tüketim imkânları çok sınırlıdır. Elde et­tikleri gelirin bazen % 90-95’ini tasarruf etmek imkânına sahip­tir. Bu tasarruf gücünü değerlendirici anlaşmaların gecikmeden arttırılması gerekir. İslâm ülkelerinde çalışan işgücünün Sosyal Sigorta kapsamına alınması yolundaki teşebbüs de olumlu bir gi­rişimdir. Suudi Arabistan, Libya, Irak, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi OPEC ülkelerine İş Bulma Kurumu aracılığıyla gi­den işçi sayısı 110 bini bulmaktadır. Bu sayının iki yılda 300 bine çıkması umulmaktadır. Libya hariç hiçbirisiyle sosyal güvenlik sözleşmesi yoktur. Hazırlanan tasarıya göre 506 sayılı Kanunda yapılacak değişiklikle, sigorta primleri işveren tarafından bizzat SSK’ya yatırılacak ve işçi ve buradaki ailesi bütün risklere kar­şı SSK haklarının hepsinden faydalanacaktır (hastalık, iş kazası, analık vs.). Ankara merkezi, işçi mübadelesi ve sosyal güvenlik konusunda çalışarak bir sosyal güvenlik modeli geliştirmektedir. İslâm ülkelerinde çalışan işgücünün çeşitli konularına eğilerek, ilgili ülkelerin mevzuatına uygun tedbirler üzerinde düşünmek gerekir. Kore firmalarının askerlik hizmetine sayılmak üzere düşük ücretle işçi çalıştırmaları inşaat sektöründe durumlarını kuvvetlendirmiştir. Bizim de Kore örneği ve bedelli askerlik ilkesi dikkate alınarak belirli şartlarda askerlik hizmetine sayılacak şe­kilde işgücüne hizmet arzı imkânları üzerinde düşünülmesi akla gelen bir husustur. Bu konunun fizibilitesinin incelenmesi bir teklif olarak ileri sürülebilir.

Uzun vadede en önemli husus işbirliğini engelleyici konula­rın giderilmesidir. Bunların önemlileri şunlardır:

1)    Alt yapıya ilişkin faktörler

a.    Ulaşım güçlükleri, liman, depolama, güçlükleri,

b.     Haberleşme güçlükleri,

2)      Kurumsal faktörler

a.      Finans,

b.     Pazarlama,

c.      Teşvik, araştırma, servis hizmetleri,

3)      Yapısal faktörler

a.     Milletlerarası ekonomiye sanayici ülkelerin ege­menliği

b.     Üretimde benzerlik,

c.     Tarihi sömürgecilik gelenekleri, bunların toplumda­ki kalıntıları,

4)      Siyasi faktörler

a.      Siyasi uyuşmazlıklar,

b.     Sınırlayıcı ve çelişkili uygulamalar, (iktisadi, mali, nakdi, ticari, dış ticaret, yatırım siyasetlerinde) ortak çabaları bal­talıyor.

5)      a) Kültürel alanda işbirliği yapılamayışı, kültür emper­yalizminin ayırıcı etkileri,

b)      İslami bilinçlenmede zaaf,

c)      Lisan-dil-anlaşma güçlüğü.

Bu engelleri gidermek için İslâm ülkeleri dezorganize, dağı­nık durumdan kurtularak işbirliğini sağlayıcı organlar kurmaya başlamışlardır. Bunların başlıcaları;

1)                OIC (İslâm Ülkeleri Konferansı)

2)                IDB (İslâm Kalkınma Bankası)

3)                İslâm Ticaret Odaları, Sanayi ve Borsalar Birliği (Ka- raçi),

4)                Teknik ve Mesleki Eğitim Merkezi (Dakka),

5)                İslâm Ticaret Merkezi (Fas-Tanca),

6)                İstatistik İktisadi ve Sosyal Araştırma ve Eğitim Mer­kezi (Ankara),

7)            İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Merkezi (İstanbul),

8)            İslâm İlim, Teknoloji ve Gelişme Vakfı (Cidde).

Bu kuruluşlar aracılığıyla çeşitli alanlarda işbirliği faaliyet­leri hızlanmıştır:

1)            Zirve konferansları

2)            Dışişleri Bakanları toplantıları

3)            Merkez Bankası guvernörleri toplantıları

4)            Para otoritelerinin toplantıları

5)            İstatistik merkezlerinin toplantıları

6)            Gıda-tarım komitesi toplantıları

7)            Müşterek yatırımlar komitesi toplantıları

8)            İktisadî-teknik konularda bakanların toplantıları,

9)            Yıllık ticaret fuarları.

Bunların dışında özel organlar arasında;

1)            İslâm Bankaları Birliği (Kahire-Cidde),

2)            Rabıtatü’l-Alemi İslâm (Mekke)

3)            Mutemerü’l-Alemi İslâm (Karaçi) sayılabilir.

İslâm Bankalar Birliği ve üniversiteler tarafından 1981’de Kıbrıs Türk kesiminde Lefkoşe’de Milletlerarası İslâm Banka ve Ekonomisi Enstitüsü kurulmuştur. IDB içinde de 1981’de bir ikti­sadi araştırma enstitüsü kurulmuştur. Her iki kuruluş aralarında işbölümü ve işbirliği yapacaklardır.

Ayrıca kültürel alanda hicretin 15. yüzyılını kutlama prog­ramları yapılmaktadır.

Ayrıca İslâm Birliğine takaddüm eden devrelerde petrol üre­ten çeşitli İslâm ülkelerinde, İslâm ülkelerini finanse etmek için çeşitli yardım fonları kurulmuştur. Suudi Arabistan Yardım Fonu, Kuveyt Yardım Fonu, Abudabi Yardım Fonu, Irak Yardım Fonu vb. gibi.

Uzun vadeli tedbirler içinde tarım, sanayi, ticaret ve finans­man alanında işbirliğini arttırıcı tedbirler üzerinde halen çalışıl­maktadır. İslâm ülkeleri ve tahsisen OPEC ülkeleri ile ortak yatı­rım projeleri geliştirip uygulamak, Türkiye’nin sanayi potansiyeli ile OPEC ülkelerinin finans ve pazar potansiyelini birleştirmek suretiyle yararlı sonuçlar sağlayabilir. Türkiye-İran ve Pakistan’ın RCD çerçevesi içinde başlattığı bu model OPEC ülkeleri ile çok daha iyi gelişebilir. Bu konuda sınai potansiyeli olan Mısır, Pakis­tan, İran, Cezayir gibi ülkelerle yatırım gücü olan ülkeler arasında makro seviyede bir çalışmaya ihtiyaç vardır ve OIC çerçevesinde beş konuda üç organ tarafından çalışmalara başlanmıştır:

1)     İslâm ülkelerinin sınai potansiyelini ve yapısını incele­mek, aralarında işbirliğini sağlamak için ulusal seviyede ve bölge seviyesinde gelişme imkânlarını araştırmak,

2)     Müşterek yatırım projeleri geliştirip uygulamak,

3)     Yatırım garantisi sağlamak,

4)     Anlaşmazlıkların halli için bir organ kurmak.

Bu konularda OIC tarafından Ankara İktisat ve Karaçi Ticaret Odaları merkezleri ile IDB görevlendirilmiştir.

1)     Birinci konu ile ilgili olarak Ankara merkezinin 5 yıllık çalışma programında şu konular vardır:

a.     İslâm ülkelerinin sınai yapısını ve gelişme imkânlarını incelemek;

b.     Sanayileşme plân, program ve politikalarını incelemek;

c.     Yatırım faaliyetleri, politikaları, mülkiyet durumu, ulus­lararası uzmanlık ve danışmanlık hizmetleri ve teknoloji transferi konularında inceleme yapmak;

d.    Finansman ihtiyaçlarını, potansiyelini ve teşvik imkânla­rını, sermaye birikimi potansiyelini incelemek;

Bu konularda Ankara merkezi IDB ve UNIDO ile işbirliği ya­pacaktır. Bu hususlarda IDB içinde yeni kurulan İktisadî Araştır­ma Enstitüsü görev alabilir.

2)     Müşterek Yatırımlar Komitesi

Dışişleri Bakanlar Konferansı tarafından tavsiye edilerek ku­rulan müşterek Yatırımlar İstişare Komitesi ilk toplantısını Eylül 1980’de Cidde’de yapmıştır. Bütün iktisadi kesimlerde ortak pro­jeler ve yatırımlara girişilmesi tavsiye edilmiştir.

a)      Tarım ve gıda üretimi alanında (gıda maddeleri üretimi, canlı hayvan, tavukçuluk, balıkçılık, süt mamulleri, yem, tohum ıslahı, araştırma ve zirai eğitim).

b)     Sanayi (gemi inşa, ulaşım vasıtaları, yedek parça, mühen­dislik malzemeleri, inşaat malzemeleri, kimyevi maddeler, gübre, petrokimya, elektronik, tekstil, ilaç üretimi ve tıbbi cihazlar).

c)      Ticaret, programlama, araştırma

d)     Hizmetler (turizm, bankacılık, sigorta, yönetim ve istişare hizmetleri)

e)      Altyapı (elektrifikasyon, sulama) realizasyonu için gerek­li organın kurulması

f)      Bu konuların takibi için Dışişleri Konferansı IDB’yi ve İs­lâm Ülkeleri Odalar Birliğini görevlendirmiştir.

g)     OIC genel sekreterliği işbirliği yapılacak bütün sektör isimlerini üye ülkelere sirküle etmiş ve katılma niyet ve arzuları­nı bir raporla bildirmelerini istemiştir.

Ülkeler, hangi şekilde ortak yatırımlara katılacaklarını;

    Fiziki girdiler (hammadde, ara ve nihai mamuller, fabri­ka, makine ve yedek parça),

   Teknik ekspertiz,

   Potansiyel teşebbüs mahallen,

Özel tercihler ve finansman konularındaki durumlarını ve ka­tılma şeklini (ortaklık, üretime iştirak, ihracat konusunda mua­fiyet ve imtiyazlar, ihracat kolaylıkları ve benzeri) hususlardaki durumlarını bildireceklerdir. Gelen cevapların değerlendirilmesi alt sektörlere göre incelenmesi hususunda İstişare Komitesi, IDB, Ankara Merkezi ve Karaçi Odalar Birliği Merkezini birer rapor yazmakla görevlendirmiştir. Bu raporlar istişare komitesinin gele­cek toplantılarında incelenecektir. Gelecek taleplere göre, mevcut finansman imkânlarının dağılım şeklinin etüdü gerekmektedir.

3)      Yatırım Garantisi

Üçüncü Zirve Konferansında, yatırımların teşvik, himaye ve garantisi için OIC’ye bağlı bir İslami organ kurulması kararlaştı­rılmış. Dışişleri Konferansında bu karar onaylanmıştır. Bu organ yatırımların, terasların ülkelerinde sigorta edilmesini deruhte edecektir. Bu husus anlaşma metnine ve İslâmi esaslara uygun olacaktır.

4)    Uyuşmazlık Komitesi

Zirve Konferansında, uyuşmazlıkların çözümü için bir komi­te kurulması da kararlaştırılmıştır,

5)    Zirve Konferansında, bunlardan başka bir de, İslâm ülke­leri gemi sahipleri birliği kurulması da karara bağlanmıştır.

1) Uzun vadeli sanayileşme çalışmaları alanında şu husus­ların inceleme konusu olarak ele alınması yararlı ve hatta zorun­ludur.

a.     Sanayileşme modeli olarak her ülke için kabulü zorunlu bir tek model üzerinde birleşmek şu aşamada şart değildir. Çünkü İslâm ülkelerinin iktisadi ve siyasi rejimleri farklıdır. Ortak proje­lerde Japon modelinde olduğu, gibi ileriye dönük karşılaştırmalı avantajlar teorisi esas alınabilir. Fakat uzun vadeli bir inceleme konusu olarak İslâm ekonomik modeli çerçevesinde, İslam’ın sa­nayileşme modeli üzerinde çalışılırsa, projelerin seçiminde ortak ölçüler geliştirilebilir.

b.    İslâm ülkeleri ulaşım kolaylığı yönünden bölgelere ayrı­larak bölgeler itibariyle sektörler arası denge prensibi benimsene- bilirse sektör tercihleri buna göre yapılır ve plânlama teknikleri buna göre düzenlenebilir.

c.     Ortak bir otomotiv sanayii ve harp sanayii projesi üze­rinde çalışılması ve fizibilite incelemeleri yapılması son derece gereklidir. Halen otomotiv projesiyle ilgili bir teklif IDB’de ince­lenmektedir.

d.    Finansman kaynakları yönünden: IDB’nin kullandığı İs- lami finansman modelleri içinde en çok ortaklık (equity) siste­mi kullanılmıştır. Kara iştirak sistemini (profit-sharing) geliştirici tedbirler alınmalıdır. IDB dışında özel sektör olarak kurulan ve İslam bankaları birliği içinde teşkilâtlanan îslâm bankaları mode­li geliştirilerek kara iştirak esasına dayalı finansman imkânlarıy­la yatırımların teşvik edilmesi esası üzerinde durulmalıdır. 1981 Mayıs’ında Almanya’da Baden-Baden toplantısında İslam Banka­ları Birliğiyle Batı bankaları arasında yapılan sempozyumda bu konu tartışılmış, kara iştirak sisteminin Batı ülkeleri için dahi uy­gunluğu savunulmuştur.

e.     İslâm ülkeleri arasındaki ortak tedbirlerde altyapı yatı­rımlarına öncelik verilmelidir. Ulaşım (kara-deniz-hava) ve te­lekomünikasyon (telefon-telgraf-teleks sistemi-posta) ilişkileri, İslam ülkeleri arasında hızla geliştirilmelidir.

f.      Plânlama modelleri, bölge ve şehir plânlamasıyla güçlen­dirilmeli, organize sanayi bölgeleri geliştirilmelidir. Bu sahada çalışmalara ihtiyaç vardır.

g.     Endüstriyel ilişkilerde sosyal adaleti sağlamak için İslam ekonomik modeli içinde uygun bir sistemin geliştirilmesine çalı­şılmalıdır. Batı sendikacılık modelinin uygulandığı İslâm ülkele­rinde de bu model pek başarılı olmamıştır.

h.     Vasıflı işgücü, bilhassa az nüfuslu petrol üretici ülkelerde en önemli meseledir. Batı ülkelerine beyin göçü meselesinin tar­tışıldığı 1976 Riyad Teknoloji Konferansında İslam ülkeleri ara­sı bir İslam Bankası kurulması fikri benimsenmiştir. Halen OIC, Dakka merkezi ve Ankara Merkezi bu konu üzerinde çalışmakta­dır

i.      Standardizasyon: Ortak yatırımların gelişmesi için, ilgili İslâm ülkeleri arasında standartlarda işbirliğine gidilmesi, sana­yide işbirliği yönünden önemli bir husustur. TSE bu konuda ön­cülük yapmalıdır. Esasen TSE böyle bir kongreyi toplamak için teşebbüs halindedir.

j.       Verimliliği artırıcı tedbirler yönünden İslâm ülkeleri ara­sında teknoloji transferine, “know-how” alış-verişine gidilmesi ve prodüktivite merkezleri arasında işbirliği yapılması gerekmekte­dir.

k.     Teknolojik araştırmalarda işbirliğine gidilmesi de önemli bir konudur. TÜBİTAK’I diğer araştırma merkezleri ile işbirliği imkânları araştırılmalıdır. Suudi Arabistan Araştırma Merkezi halen araştırma modellerini ABD’den yönetilen bilgisayar siste­mine bağlamıştır. İslâm ülkeleri arasında işbirliğini çoğaltmak ge­rekir. Cidde’de bulunan ilim ve Teknoloji Araştırma Merkezi bu amaçla kurulmuştur.

l.      Pazarlama konusu: Ortak yatırımlar pazarlama alanında işbirliği ile birlikte geliştirilmelidir. Bu alanda Ankara, Karaçi ve Tanca araştırma merkezlerinin işbirliği içinde çalışmalarını geliş­tirmelerine şiddetle ihtiyaç vardır.

Sonuç

İslâm ülkeleri arasında çeşitli kademelerde, çeşitli alanlarda teşkilatlanma ve işbirliği çabaları başlamıştır. Yakın bir gelecekte bu alanda büyük gelişmeler olacağı ve Türkiye’nin de aktif bir rol oynayacağı kuvvetle ümit edilmektedir.

Report of the Experts Committee on the Promotion, Regulation and Supervision of Islamic Banks

In the Name of Allah the Beneficent the Merciful

In conformity with the Resolution issued by the Third Mee- ting of the Governors of Central Banks and Monetary Authorities of the Member States of the Organization of the Islamic Confe- rence held in Riyadh, Kingdom of Saudi Arabia, between 21-22 Shawal, 1400 H, corresponding to 1-2 September, (a copy of the resolution is attached in Annex I).

And in response to the invitation extended by His Excellen- cy Sheikh Abdul Aziz Al Quraishi, Governor of the Saudi Arabi- an Monetary Agency, the members of the Committee of Central Banks comprising of Pakistan, Jordan, Sudan, United Arab Emi- rates, Malaysia and Saudi Arabia, and representatives of the Inter- national Association of Islamic Banks, the General Secretariat of the OIC and the Islamic Development Bank, met at the Headquar- ters of the Saudi Arabian Monetary Agency in Riyadh on Tuesday and Wednesday (30-31) December 1980 (A list of participants is attached as Annex II).

The members discussed the working paper prepared by SAMA entitled “Regulation and Supervision of Islamic Banks”. They agreed that Islamic banking, as new idea, needs special care and full awareness and understanding of its main concept.

It goes without saying that establishment of such instituti- ons, the work of which is characterized by being on non-inte- rest basis, would reflect the sincere desire of the peoples of the Islamic World to apply Islamic Shari’a in the different fields in life. The existence of such institutions in a number of Islamic countries already signify the pioneering steps towards presenting a practical solution in modern banking operations in full confor- mity with Shari’a.

In addition, the existence of Islamic banks would meet one of the major needs that would help achieve the socio-economic objectives. They would help to attract deposits and savings for directing them towards investment and employment beneficial to capital and human effort.

Islamic description will apply to any banking or financial institution, the activities and dealings, with other parties, of whi- ch is conducted in full compliance with the provisions of Islamic Shari’a.

The functions of the Islamic bank may be determined in light of this general frame: To cover economic and social requirements in the domain of banking services, financing and investment works which are affected on non-interest (non-riba) basis. These objectives include the following in particular:

a)    Expanding the range of dealing with the banking sector through the extension of riba-free banking services.

b)    Improving the means that would ensure the attraction of funds and savings and directing them towards Halal (Profit) par- ticipation in the domains of investments available in accordance with Shari’a provisions.

c)     Providing necessary funds to meet the requirements of the various sectors.

The success of these pioneering Islamic Banks requires due care, proper supervision and organization, not only to ensure the success of this experiment on a continuous basis, but also to pro­vide welfare and social security for Islamic peoples, and to enrich the heritage of the human civilization.

Eventually, prompted by their beliefs in these facts, and in light of the lengthy discussion of the working paper prepared by SAMA, the Committee agreed as follows:

1.    Promotion of Islamic Banks

The Committee felt that since Islamic Banks are established to meet the requirements and aspirations enshrined in the Isla- mic religion, they are in need of enlightened support and promo- tion to ensure the success of this experiment.

Towards this end, the committee recommends the following:

a)   Reconsideration of banking laws with the aim of expan- ding the coverage of such laws or percent applicable for conven- tional banks for cover also the operations of Islamic banks based on Shari’a. The adoption of this proposal might free monetary authorities from having to issue special laws and regulations to regulate the operations of Islamic banks.

b)   Creation of specialized control departments in Central Banks guide and supervise the operations of the Islamic banks, and particularly the different new functions that are practiced by these banks.

c)    Providıng suitable methods governing the relation betwe- en Islamic banks and Central Banks and monetary authorities in the following aspects.

   Explore appropriate methods for equal support as enjoyed by conventional banks concerning redesccunt facilities enable the Central Bank of work as a last resort to the Islamic banks on non interest basis.

   Investment returns, distributed by Islamic banks to deposi- tors, should enjoy privileges identical to those enjoyed by depo- sitors with conventional banks. For instance, exempting invest- ment returns from taxes as in the case of interests, and should be treated in accordance with the provisions laws on investment incentives and income tax.

   Promotion of independent supervisory Shari’a Committee, or Shari’a advisors to ensure that the operations of Islamic banks conform to the Islamic Shari’a.

2.     Control and Supervision

The Committee notes that the Islamic banks, as in the case of all other conventional financial and banking institutions, should be subject to control and supervision so as to generate public con- fidence in such institutions, on one hand and to maintain econo- mic and stability.

To achieve these objectives the Committee has taken into consideration the application of the following measures:

A.    Constitution (legal status)

It is preferred that the Islamic Bank takes the form of public shareholding company or a specialized institution operating ac- cording to a special law. The aim is to restrict licencing to legal and not to natural persons.

It is up to the Government of the member state concerned (according to its own situation) to decide whether the Islamic Bank will be completely or partly owned by the Government, or this may be left entirely to private participation on the condition that the Bank shall operate in accordance with domestic public shareholding companies law.

B.    Licencing

Licencing of Islamic Banks should be subject to and in accor- dance with the prevailing banking law in the country concerned.

Given the special nature of the Islamic Bank, the monetary authorities should ensure that sponsors applying for licence are fully committed to apply Sharia principles with the help or Sha- ria consultants or a committee well-versed in Sharia.

C.    Capital

The Capital required for establishing the Islamic Bank should be subject to the prevailing applicable local laws. Although the committee felt that it is better for an Islamic Bank to commence its operations with a strong capital base, it also recognizes that the Bank should not be over burdened with having to start with a large capital from the beginning which would take it difficult for the bank to operate profitably and be able to distribute adequate profits to the shareholders.

D.    Re serves and Liquidity Ratios

Reserve requirements and liquidity ratios should be in line with what is imposed on commercial banks.

E.     Deposits

Acceptance of deposits of different kinds (current and invest- ment deposits) should be subjected to the same principles appli- cable to commercial banks. A special attention should be given to the specified ratio between capital and the amount of deposits that can be accepted from the public.

F.     Advances and Investments

In utilizing its investments, the Islamic Bank should not fi- nance any project that contradicts the Sharia in the context of Halal and Haram framework.

G.    Membership of the Board of Directors

Members of the Islamic Bank’s Board of Directors shall con- form to the conditions specified in domestic companies’ laws. Preference should be given to members with adequate knowled- ge of Islamic Shari’a, persons well-versed in banking and Shari’a may be invited to work as advisers to the Board of Directors.

H.    Inspection

The Islamic Bank should be subjected to domestic banking control laws including direct inspection from the monetary aut- horities and submitting to them the periodical and other neces- sary information.

İ.      Acknowledgement

The committee unanimously felt that it is timely that mem- ber states set up an adequate framework to organize and supervi- se the operations of the Islamic banks in accordance with suitable regulations taking into consideration the application of the Sha- ri’a principles.

The committee expresses its deep gratitude and thanks to Governors of Islamic Central Banks and Monetary Authorities for their concern and encouragement of Islamic banks. The commit- tee in particular, is grateful to His Excellency Shaikh Abdul Aziz AI Quraishi, Governor of SAMA for hosting the meeting and for the team who participated and helped to make the meeting suc- cessful.

List of the experts participating in the Islamic Banking Com- mittee (Riyadh: 30 Dec. 1980)

Central Bank of Jordan

1.      Mr. Sami Al-Homoud

2.      Mr. Jamal Salah

State Bank of Pakistan

3.      Dr. Ziauddin Ahmed

Bank of Sudan

4.      Dr. Burai Yousif

Bank Negara Malaysia

5.      Mr. Raly Ahmed

Inte’l Association of Islamic Banks

6.      Mr. Abdul Rahim Hamdi

7.      Dr. Ahmed Al-Naggar

Islamic Development Bank

8.      Mr. Jalal Osman

Central Bank of U.A.E.

9.      Mr. Auni Al-Hajib

General Secretary of the Islamic Conference

10.      Dr. Ashraf Uzaman

11.      Dr. Sabah El-Din Zaim

Saudi Arabian Monetary Agency

12.      Dr. M.A. Jamjoom

13.      Dr. M. Umar Chapra

14.      Mr. Misbahuddin Farooqi

15.      Mr. Mehmood Nashar

16.      Mr. Hasan Mustufa

Banking System and Economic Development:

The Case of Turkey

1.    Introduction: The function of banking system in econo­mic development and the emergence of Islamic Economics and Islamic Banking.

Banking system, channeling the savings to investment one side, and functioning as an intermediator in economic and com- mercial transactions on the other side, and dealing with the mone- tary policy has an important function in economic development. Banking sector is the backbone of the internal and international economic relations. For this reason, if banking sector fulfills its duties they become the main guiding instrument of economic de- velopment. But as we may observe in many developing countries they may even become as hindrance for development, and causes the disturbance of the division of national income, if they don’t fulfill their functions as it should be.

In analysis of the functions of the banking sector; they may be classified as public and private banks. Central bank has an important place in the banking sector. Because, as the bank of banks, Central bank may regulate both the banking and monetary policy of the country. Up to the third quarter of the 20th century, the concept of interest was the main instrument of the banking sector. Islamic world, after having political independence, fol- lowing the Second World War, has found two ways to follow for their economic development. Some of them followed either the root of capitalism, or socialism, or made a mixture out of them, for their economic policy-pattern. But neither of them succeeded. After 1970s, due to the petroleum production some of the Muslim countries became rich. At the end of 1969, by the establishment of OIC, reawakening of the Islamic World, which has started with the foundation of Pakistan, gained a momentum.

Islamic banking has started officially in 1976 with Islamic Development Bank (IDB) in Jeddah and accepted internationally which was the conclusion of previously quarter century evoluti- on of Islamic economies and Islamic finance institutions in the world.

IDB, which was established by the member countries of OIC, has started to function according to Islamic principles based on interest-free system. Later, according to this model different member country, adopted Islamic banking system in two different models:

a)    To establish the whole banking and financial system ac- cording to the model of Islamic economics, in context of an Isla- mic society and Islamic state, leaving aside the previous secular system, based on capitalist or socialist ideologies. Iran, Pakistan and partly Sudan adopted this model.

b)    Preserving the current secular system, based on capitalist or socialist ideologies, adopting a gradual evolutionary strategy through establishment of Islamic institutions, and particularly Is- lamic finance institutions, individually. The rest of the member countries of OIC, have adopted this second model.

We should confess that in both models the Islamic banking has not been improved successfully as it is intended and desired.

The main problem of the Islamic banking, in the first model is that, Islamic banking and financial institutions is a part of the model of Islamic economics. The behavior of the people and so- ciety, composed of Muslim men, the composition and function of the Islamic state, the total components and the general structure of the economic life, which should be oriented according to the spirit of Islam are the main concomitance of the Islamic banking, which should be operated in such an environment.

In Islamic countries, which adopted the first model, the Is­lamic banking and financial institutions, which have been estab- lished, couldn’t be surrounded with and integrated in such an environment.

The harmonization and synchronization of the particular units, like Islamic banking, with the totality of Islamic society, e.g. the social, political and economic order, organization of state, legal structure, behavior of the people etc. couldn’t be achieved.

In the second model, the Islamic banking and financial ins- titutions, which were surrounded with an alien environment, could only survived, operating with their marginal functions.

There are some difficulties and deficiencies in the evolution

process of Islamic banking, attributable to both models:

1.    The imperfection of a unified explanation of theoretical model of Islamic society and Islamic economics by current scho- lars, particularly among fuqaha and economists.

2.    As the most important factor, imperfection of the model of

Muslim man in practice, both qualitatively and quantitatively.[117]

3.    Deficiencies, attributable both to managers, and lay-man in practice of the principles of Islamic economics in the field of Islamic banking and financial institutions.

4.    The lack of political will of the governors of the member countries (states), which reduce the speed of the Islamic evolu- tion.

5.    The change of the political structure of the world, emer- gence of the so called new world order, and acceptance of Islam as a target under the slogan of fundamentalism by the West, and the disintegration of the Islamic World.

6.    Under those conditions Islamic banking institutions, af- ter a particular improvement in national and international level, slowed down. But it seems to me that, in spite of all these discou- raging factors, the Islamic reawakening, and return to the sources of Muslim societies, shortly reemergence of Islam in the whole world is in formidable.

At the beginning of this year, the problem of Islamic banking and economies were discussed in an international conference, which was organized by private foundations in Ankara, Turkey.118 This time with the initiation of the Central Bank of the Islamic Republic of Iran, the discussion of the problems of Islamic ban- king in the context of economic development, is an action of ap- preciation on the one hand, and the evidence of the continuing dynamism of the Islamic movement generally and Islamic ban- king particularly, which is mentioned above, on the other hand.

2.    Influence of Islamic Banking institutions on economic development

The key factors may be summarized as follows:

1.    The main peculiarity of the Islamic banking and finance institution is mudaraba. By this function, an Islamic bank joi- ning to the risk of business and decreases the financial risk of the enterprise compared to the riba-banking. Especially, during the increase of interest-rate and financial risk, mudaraba system encourages the investment-inclination of entrepreneur, and effe- cts positively on economic development. It is argued that: a) The uncertainty of profit in mudaraba and b) the increase of project-e- valuation expenses may discourages the investor.119 But there is

118.    “The Islamic Economy, Financial institutions and Future Developments” January 15­16, 1994, Symposium Grand Hotel of Ankara Organizer: Hakyol Eğitim, Yardımlaşma ve Eğitim Vakfı: Strasburg Cad. no.28/9 Sıhhiye, Ankara, Türkiye.

119.    “Some Misgivings about İslamic interest free banking”, Dr. Ziauddin Ahmad Annual Lecture series of Faisal Islamic Bank of Sudan, Khartoum Nov. 21, 1985. no enough evidence in practice, to justify such misgivings. The increase of expenses in project-evaluation as a negative factor in micro-level may be compensated by the increase of the producti- vity and profitability, as a positive factor in macro-level.

2.    The behavior of the manager of Islamic bank, and entrep- reneur, and depositor in economic life should be different in an Islamically-oriented society, compared to the secular ones.[118]

3.    The target of an Islamic bank should be to encourage the development-from below, by stimulating the saving capacity of small-savers, and guiding them through the institutions organi- zed in community development, toward to Islamic banks. The de- velopment process should be spread in the bottom of the society, instead of being satisfied with the relations of a limited number of rich people with Islamic banks.[119]

4.    Islamic banking, as a method of project evaluation, may shift from traditional investment-project-planning to more succes- sful program-planning. Since strategic-investment-program-plan- ning is strongly oriented towards the bank’s (companies’) external environment. There will be need not just investment research, but particularly for more sophisticated investment-program-research. It needs multi-disciplinary approach to the investment process.[120]

5.    We need to improve the interrelations and cooperation among the Islamic banks in national and international levels. IDB and International Association of Islamic Banks should assure more responsibility on this field.

6.    IDB should also have responsibility, in bringing together the private and public capital resources in member countries and acting as an intermediator organization, channeling them to the investment in the developing countries. Different local Islamic banks can be channeled through IDB for infrastructural and insti- tutional development or for technical assistance.123

7.    One of the roles of the Islamic banks in the Islamic capital markets, is to direct the funds, generated by Islamic financial ins- truments to the productive investments.124

3.    The effects of the Islamic banking on economic develop­ment of Turkey

If we take Turkey, as an example of the second model of the Islamic banking, we may observe that the effect of the Islamic banks on economic development, is net very influential. The re- asons are as follows:

1. Islamic banking has been improving in Turkey in the line of the second mode1. According to the Decree, No 83/7506, dated 16-12-1983, regarding the Foundation of Private Financial Corpo- rations, opportunity has been given to establish riba-free bank. Later with the amendments made in 1984 and in 25-2-1985, the legal structure had been finalized.

According to their legislation, “they collect funds, in addition to their capital, for allocation of funds to economy by means of private current accounts and those accounts giving the right of participation to loss and profit from foreign countries and nati­ve country, and, may according to the methods to be designed in notifications, make these funds available for the financing of all agricultural and commercial operations and services; for jo- int ventures for the issue of letter of guarantees to abroad for the financing of export and import, as well as supply of equipment related to investments, and offer the same for sale or lease to firms by installments”.

Any real or legal persons, other than those authorized pur- suant to this decision or its private codes, may not accept funds or make them available by essentially or secondarily acquiring it

123.   “Mixed financing of projects in member countries of IDB”, Dr. A. O. Abudu, July 16, 1983.

124.    “An Address,” Prof. Dr. Ahmed El Naggar, First General Conference of Islamic Banks, İstanbul, 18-21 Oct. 1986.

a profession. These institutions do not function according to the Turkish Banking Law. Because, all financial institutions in Tur- key, which are called bank are riba-banks. These new institutions which are called Private Finance House have been authorized to collect funds, based on riba-free model and operates through par- ticipation to profit and loss system.

Up to now, four private finance house (PFH) have been es- tablished; three of them have native and international mixed ca­pital (Faisal-Finance, Al-Baraka-Finance and Kuveyt-Türk Evkaf Finance) and one has only native capital (Anadolu-Finance). PFH has authority to operate like other Islamic banks in the world. Ge- nerally all the collected funds are classified under two categories as current accounts and participating accounts, like in other Is- lamic banks. PFH may utilize these funds under the contracts of:

a)   Murabaha (providing riba-free fund for production or con- sumption),

b)    Participation to profit and loss,

c)     Leasing,

d)    Providing fund for commodity based on documents.

The most important function of FFH is to attract the fund of the faithful Muslims to the economy, which were idle, becau­se of interest. Later the other people have deposited their funds to the PFH, because of higher return expectation. PFH, although improved rapidly, and starting from zero, acquired a very high percentage of growth; still they have a very modest share in the total deposits of banking in Turkey (in 1993 % 2.96). Only about 8% of deposits are in current accounts and the rest in participa- ting account.

In utilization of funds, almost more than of the funds are directed through contract of murabaha to the commercial and in- dustrial sector (mostly in textile). During the last two year some funds are invested in industrial sector through leasing contract. Mudaraba contract, which should be the essential part of the acti- vities of PFH, almost not exist. The main reason can be explained as follows:

1.    There is a high chronic inflation in Turkey since 15 ye- ars. Before Islamic banks, the people had two alternatives of in- vestments to keep the real value of their assets: a) real estate, b) bank-interest, c) foreign exchange. (During Özal time, selling and buying of foreign exchange and deposit of it in and out of Turkey became free. Interest rate also is left to the market).

After joining of PFH into the financial market, two more alter natives were provided to the savers: a) to deposit their saving into PFH on riba-free model, or

b) to buy participating shares based on profit and loss for a particular period of public investments like tall-bridges, tall- ways, dams etc., sold by the treasury. There is competition among the return of real estate, bank interest, and foreign exchange in financial market. When the riba-free financial instruments joined to the market, they had to compete with the previous ones. It means that PFH had to provide higher return to attract the fun- ds. Therefore instead of channeling the deposited funds into the industrial investment, providing long run returns, they preferred to utilize the funds in the commercial immediately to get market higher returns, through murabaha contracts.

Another reason is that, the majority of the participating ac- counts are deposited in foreign exchange (Because of high infla- tion, saver prefer to keep their assets in foreign exchange). The percentage of foreign exchange rose from 72.6 % in 1992 to 77.4 % in 1993. PFH has to provide returns to the depositors in the same currency what they had deposited. Therefore, PFH has to utilize such funds in foreign trade through export and import.

Finally, we can say that PFH has a positive contribution to the economy by attracting the idle funds and utilize them mainly in commercial sector and particularly in foreign trade. But as the total fund, attracted by the PFH, is only 3% of the total deposits of the banking sector; they have no capacity to guide the direction of the economy. And the funds which are collected by the PFH are not utilized in industrial investment.

Although the PFH in Turkey is gradually improving, they have a marginal effect on the economic development, which is the current subject of our conference. In the other member count- ries of OIC, whish follow the second model, the case, seems so far similar.

The evaluation of mudaraba function of Islamic banking sys- tem may only possible in an Islamic state, where the total banking system operate in riba-free system, which is mentioned as the first model. Therefore we have to evaluate the banking system of the follower of the first model, e.g. Iran and Pakistan for being now. Up to now, the current data as far as we know, have not been enough for a sound evaluation on this subject. We hope that Ins- ha’Allah, the papers, which will be submitted in this conference will enlighten us.

Finally I would like to express my gratitude and congratu- lations to the Central Bank of The Islamic Republic of Iran, for organizing such an interesting and fruitful conference for Muslim Ummah, and also wish and pray to Almighty God (ALLAH) that, Islamic Republic of Iran may contribute successfully in the field of Islamic Banking.

 

Banking Sector(x)

Private Finance Houses

 

1992

1993

1992

1993

Capital

33746

70 204

298

595

Total deposits

291 334

480 793

6 278

14

238

Foreign exchange deposits

117 062

225 985

4 561

11 024

Profit

14 263

28 381

99

197

Profit/Capital %

42

41

33

33

Foreign exchange deposit

40

47

72

77

Note: (x) including PFH.

Dr. Ashrafuz Zaman

Director of the Department of

Economic Affairs of the Islamic Secretariat of OIC

Dear Dr. Ashrafuz Zaman

As you have requested, the highlights of the SAMA report, for Circulation to the member countries, is prepared, and attac- hed to this letter. May Allah succeed you in your efforts serving for Islam.

With my best regards,

Dr. Sabahaddin Zaim

The Important Points about the Islamic Banking Activities, Which Should be taken into Consideration by The Governments of Member Countries

In The Name of Allah, the Most Beneficent, the Most Merci- ful

1.    Recommendation of the Third Meeting of the Gover- nors of Central Banks and Monetary Authorities of the Member Countries of the Organization of the Islamic Conference

Riyadh, 21-22 Shawwal, 1400 (1-2 Sept. 1980).

The Governors appreciated the desire to apply Islamic Sha- riah in the field of banking and noted with interest the establish- ment of Islamic banks in a number of Member States. They also took note of the desire to support the International Association of Islamic Banks. Recognizing the need to ensure that these banks conform to Islamic economic theories and apply sound banking principles for the protection of depositors, and the need to crea­te public confidence in these banks, so as to ensure their future success, the Governors considered it imperative based on Islamic in conformity with regulators ments of a sound banking system. In this connection the resolution adopted at the Eleventh Islamic Conference of Foreign Ministers held in Islamabad in Rajab 1400 (May 1980).

The Governors expressed their willingness to carry out this task but recognized in the light of their deliberations, that in order to do so effectively they need to study all the relevant aspects and to draw up a uniform set of guidelines.

Accordingly, they decided to entrust this task to committee composed of the Governors of the Central banks of Pakistan Jor- dan, Sudan United Arab Emirates, Malaysia and the Kingdom of Saudi Arabia, in consultation and co-ordination with the Interna- tional Association of Islamic Banks, the General Secretariat of the Organization of the Islamic Conference and the Islamic Develop- ment Bank. This Committee could request assistance from any agency that it found necessary in connection with its work.

2.    Report of the committee of Governors of Central banks on the Promotion, Regulation and Supervision of Islamic Banks

In conformity with the Resolution passed by the Third Mee- ting of the Governors of Central Banks and Monetary Authorities of member states of the Organization of Islamic Conference held in Riyadh, Kingdom of Saudi Arabia, on 21-22 Shawwal; 1400H, corresponding to 1-2 September, 1980, (a copy of the resolution is attached as Appendix 1) the members of the committee of the Governors of Central Banks of Pakistan, Jordan, Sudan, United Arab Emirates, Malaysia and Saudi Arabia met at the Headquar- ters of the Saudi Arabian Monetary Agency in Riyadh on Sunday the 25th of Rabi al-Thani 1401, corresponding to 1st March, 1981, in response to the invitation of its Governor, Shaikh Abdul Aziz al-Quraishi.

The Governors discussed the Report prepared earlier by the Experts from their respective countries and the representatives of the International Association of Islamic Banks, the General Sec- retariat of the Organization of Islamic Conference and the Islamic Development Bank, and prepared this final Report for submission to the Plenary Session of the member states of the Organization of Islamic Conference, to be held in Khartoum on 1st Jumad al-Awaal 1401, corresponding to 7th March, 1981.

According to the report the following points are suggested:

1.     The existence of Islamic banks would meet one of the major needs that would help achieve the Socio-economic objec- tives. They would help attract deposits and savings for directing them towards investment and employment beneficial to capital and human effort.

2.     Islamic description will apply to any banking or financial institution, the activities and dealings of which with other par­ties, are conducted in full compliance with the provisions of the Islamic Shari’ah.

3.     Simultaneously with control and regulation the Central Banks will also have to provide support and assistance to the Islamic banks so as to nurture their growth and development. There would be nothing unusual in this because Central Bank in a number of developing countries have taken a number of me- asures to promote the growth of Indigenous banks and to refuse the predominance of foreign banks in their banking structure, It must be appreciated that Islamic Banks will be at a considerable disadvantage in facing the competition with conventional banks because they will not have access to the money market and may even face hostility from the conventional banks. The conventio- nal banks can always resort to the other banks and to the Central Bank when they face a difficulty liquidity situation. It will be ne- cessary to ensure that Islamic banks also get the needed financial assistance in such a situation. For this purpose it will be neces- sary to make provision for Central Bank assistance to the Islamic banks on a basis compatible with the Sharia’ah.

4.     The Central Banks of Islamic countries should also foster the development of financial instruments which are interest-free so as to enable the Islamic Banks to meet statutory liquidity requ- irements as also to place excess liquidity avenues. Development in efficient market for such instrument would facilitate the reali- zation of the above objective.

5.     The different Muslim countries may wish to adopt dif­ferent ways of promoting such institutions. Some may prefer to establish individual Islamic banks to operate alongside the con- ventional banks with- the idea of gradually replacing them. Other may prefer to undertake a phased transformation of the existing institutions into Islamic banks within a given time frame. More- over, the Islamic countries are in different stages of development with different historical, social and economic background. Hence it would be unreal to assume that all Islamic countries can adopt a uniform supervisory law. In determining the method of transfor- ming the present system into the Islamic system and the course and development of the Islamic banks each country will have to take into account its special circumstances and its existing fra- mework of laws and institutions. The effort has, therefore, to be directed to achieving1on only the broad outlines.

6.    It may not be appropriate at this stage to attempt a pre- cise definition of Islamic banking. This is because, firstly even the conventional banking or “banking business” has been found difficult to define, and secondly, banking in conformity with the teachings and Socio-economic objectives of the Sharia is still in its initial phase of development and has to undergo a process of evolution before its concepts, operations and mechanics become clearly formulated and established.

7.    The functions of an Islamic bank may be determined in the light of the following general frame. To cover economic and social requirements in the domain of banking services and finan- cing and investment operations which are undertaken on non-in- terest (non-riba) basis. This objective includes the following in particular:

a)    Expanding the range of dealings in the banking sector th- rough the extension of riba-free loans and banking services;

b)    Improving the means to attract funds and savings and di- recting them towards-halal (profit) participation in the domain of investments available in accordance with the provisions of the Shari’ah;

c)     Providing necessary funds to meet the requirements of the various sectors.

8.    Reconsideration of banking laws with the aims of exten- ding the coverage of such laws or provisions applicable to conven- tional banks to cover also the operations of Islamic banks based on the Shari’ah. The adoption of this proposal might relieve the monetary authorities from having to make special laws to regulate the operations of the Islamic banks.

a)   Creation of specialized control departments in Central Banks to guide and supervise the operations of Islamic banks, and particularly the different new functions that are undertaken by these banks.

b)   Adoption of suitable methods to govern the relation betwe- en the Islamic banks and the Central Banks and Monetary and Fiscal Authorities in the following ways:

i.   Explore appropriate methods for extending the same support enjoyed by conventional banks concerning financing and refinan- cing facilities to enable the Central Bank to extend the same to the Islamic banks on a non-interest basis.

ii.     Explore appropriate methods for facilitating short-term in- vestment of excess liquidity in Islamic banks on a profit-sharing basis.

iii.   Extend to investment returns distributed by the Islamic banks to their depositors privileges identical to those enjoyed by depositors of conventional banks, i.e. extending such investment returns, the same tax exemption and incentives which are avai- lable to returns on deposits; with conventional banks.

iv.    Promote independent supervisory Shari’ah Committee, or Shari’ah advisors, to ensure that the operations of Islamic banks conform to the Islamic Shari’ah.

9.    To ensure that Islamic banks function in the general public interest and not in the interest of certain individuals and groups, the broadest possible measure of public participation in their equity is desirable if they are to be established in the private sector. They may, therefore, take the form of a public limited com- pany either wholly owned by the private sector or partly owned by the Government and partly by the private sector. If they are to be wholly or partly owned by the public it would be desirable to place a ceiling on individual holding of shares. Accordingly, no shareholder be allowed to acquire and hold in its own name or in a the name of its dependents (in the case of natural person and subsidiary (in the case of juristic persons) more than certa- in maximum per cent total subscribed share bank. This may be supplemented by a further provision that voting rights of any one shareholder shall not exceed a certain per cent of the total voting rights. It would be desirable to have both the above percentages as low as possible. Government and governmental agencies and ins- trumentalities subscribing to the share capital of an Islamic bank may be exempted from such ceilings. In the light of the emphasis in Islam on equitable distribution of economic opportunities the- se provisions will help in broad-basing the equity ownership of Islamic banks and preventing interested persons from cornering their shares with a view to acquiring controlling rights.

10.     Deposit: Deposit in an Islamic bank may be in the form of either demand or time deposits. Demand deposits may not share in the risk or in the profit and loss and should hence be fully guaranteed. Time deposits will be for investment purposes and will be in the nature of an equity participation involving sharing of profit and loss. This represents a basic conceptual difference in the role and function between the Islamic bank and the con- ventional bank. The regulations pertaining to Islamic banks have, therefore, to be conditioned by the purpose and function of those deposits.

11.     As in the case of conventional banks the Central Banks will have the powers to control and regulate the financing and investment operations of Islamic banks. These will include the powers to issue directives regarding the purposes for which fi- nancing may or may not be made, the maximum limits of such financing, the cash margin to be maintained and ratio of collateral to be obtained in respect of specified categories of such financing. Also with a view to broad-basing its financing facilities and pre- venting undue concentration of investment risk, the Islamic bank should be required to diversify adequately its equity holdings in- vestments and financing operations so that its total exposure to any one individual, industry or business does not exceed an ap- propriate proportion of its paid-up capital and reserves as presc- ribed by the Central Bank. The Islamic bank will only finance the business of others on the basis sharing of profit or loss or other modes permitted by the Shari’ah and not undertake independent- ly any trade or business on its own account.

12.    Central Banks should also have general powers as they are already vested with such powers in many countries with res- pect to other banks, to issue such directions to any Islamic bank as they deem fit in the public interest or to prevent the bank’s af- faire from being conducted in a manner prejudicial to its interests or to the interests of its depositors

İslam Ekonomisin Gelişme Seyri

İktisat ilmi kabaca dört bölümden oluşur: İktisat Teorisi, İkti­sadî Doktrinler, İktisat Siyaseti ve İktisat Tarihi.

On sene öncesine kadar dünyamız iktisat siyaseti açısın­dan Kapitalist ve Sosyalist diye ikiye ayrılıyordu. Bir de Üçüncü Dünya’dan ve Tarafsızlardan söz edilirdi. Marksizm Sovyetlerde uygulamadan kaldırılınca küreselleşen dünya kapitalizme kaldı. Fakat kapitalizmin, Marksizm’in doğmasına yol açan kusurlar da tam giderilemedi. Gerek Kapitalist, gerek Sosyalist, gerek Tarafsız Blok’ta başarılı bir performans sergileyemeyen İslâm toplumları bir kimlik arayışına girdiler.

Her hareketin temelinde görüldüğü gibi bu süreç de önce ta­hayyül safhasında başlamış, şair ve ediplerin yazı ve şiirlerinde dile getirilmiştir. Şair İkbal hatıra gelen ilk örnektir. Bilâhare bu duygular fikir sahasına intikal etmiş ve akademik çevrelerde yer bulmuş, sonra da siyaset erbabının elinde aksiyona dönüşmüştür.

Yirminci Asrın ikinci yarısına doğru, Hindistanlı Müslüman- lar Pakistan adıyla İslâmî kimlikli bir devlet kurdular. Bu sebeple Hint Yarımadası bu süreçte hem edebî ve fikrî yönde, hem de si­yaset ve aksiyon sahasında öncülük yapmıştır. İslâm Ekonomisi kavramı ilk defa Hindistanlı âlimler tarafından “Islamic Econo- mics” adıyla İngilizce olarak takdim edildi. Bu âlimler yirminci asırda toplumlara yön veren iktisadî doktrin ve ideolojiler tartı­şılırken iktisadî kavramları, uygulanan politikaları ve kurulan müesseseleri İslâm’ın değer hükümleri ile tahlil edebilmenin yollarını aramışlardır. Bu sebeple klâsik Fıkıh ilmi yanında “İs­lâm Ekonomisi” kavramını ortaya atmışlardır. Bu kavram Arapça’ ya ve diğer dillere yayılırken, bu arada Türkçe’ ye de Hindistanlı âlim Muhammed Hamidullah tarafından takdim edildi.

Fransız hükümeti, bildiğim kadarıyla, Hamidullah Hoca’yı resmen İslâmî konularda araştırmacı olarak görevlendirdi. Hoca, hayatının sonuna kadar Fransa’da İslâm üzerinde çalıştı. Bu arada Hoca, yaz aylarında Türkiye’ye gelip İstanbul Üniversitesi, İslâm Araştırmaları Enstitüsü’nde dersler verdi. Bunlar arasında “Mo­dern İktisat ve İslâm” adlı küçük bir kitabı da basıldı. Bilâhare Türkiye’de birçok ilim adamı bu mevzuda çalıştı ve yayın yaptı.

Yirminci asrın ikinci yarısında Türkiye gibi diğer İslâm ülke­lerinde de İslâm İktisadı sahasında başlayan ilgi ve onun sonucu olan ilmî ve ekonomik çalışmalar hız kazandı. Bu dönemler aynı zamanda muhtelif İslâm ülkelerinin petrol üretimine başlaması dolayısıyla iktisaden zenginleştikleri bir zaman dilimidir. Dünya­daki siyasi konjonktürün yardımıyla bağımsızlığına kavuşan İs­lâm ülkelerinin sayısı da o dönemde 40’a, bugün 57’ye ulaşmıştır. 1969’da Fas Kralı II. Hasan’ın daveti ile toplanan İslâm devletleri İslam Konferans’ı Teşkilatı’nı (OlC) kurmuşlardır. Siyasî sahada başlayan bu entegrasyon hareketi iktisadî, fikrî ve akademik saha­yı da etkilemiştir. Akademik sahadaki ilk hareket “İslâm İktisadı Birinci Kongresi” olmuştur. 1976’da ilk defa Mekke’de toplanan bu kongrede iki yüzü aşkın iktisat ve fıkıh âlimi İslâm İktisadı ile ilgili tebliğler verdi. Bunlardan bir kısmı İngilizce ve Arapça olarak iki cilt hâlinde KAAU ve Islamic Foundation tarafından yayınlandı. Konular şöyle gruplanmıştır: İslâm Ekonomisi Kav­ramı ve Metodolojisi, İslâm Ekonomisi’nde Tüketim ve Üretim, Devletin Rolü, Sigorta, Faizsiz Bankacılık, Zekât Uygulaması ve Malî Siyaset, İktisadî Gelişme ve İşbirliği, İslâm Ekonomisi ile İl­gili Yayınların Tetkiki ve Tahlili.

Bu kongrenin sonucunda KAAU’nde bir Milletlerarası İslâm İktisadı Araştırma Merkezi -International Center for Research in Islamic Economics- (ICRIE) kuruldu.

ICRIE, kongrede alınan kararlar ve Yüksek Müşavere Kuru- lu’nun tavsiyeleri istikametinde İslâm İktisadı ile ilgili muhtelif konferans, seminer ve izleme toplantıları tertip etmiştir.

Böylece: İkinci Milletlerarası İslâm İktisadı Konferansı 19-23 Mart 1983’te İslamabat’taki Milletlerarası İslâm Üniversitesi’nde yapılmıştır. Konferansın başlığı: “İslâm Ekonomisi’nde Malî Si­yaset ve Kalkınma” olmuştur. Bu konferansta Gelir Dağılımı ve Adalet konusu işlenmiştir. Konferans sonuçları kitap hâlinde ba­sılmıştır.

Üçüncü Milletlerarası İslâm İktisadı Konferansı 28-30 Ocak 1992’de Malezya’da Kuala Lumpur’daki Milletlerarası İslâm Üniversitesi’nde toplanmıştır. Organizasyona IDB, IRTI ve IAIE (International Association for Islamic Economics) de katılmıştır Konferansların dördüncüsü İngiltere’de Laughborough Üniversi­tesi’nde yapıldı. Konusu: Islamic Finance: Challenges and Oppor- tunities in the Twenty-First Century idi. Organize eden kuruluş­lar, IAIE, IRTI, The Islamic Foundation-Lester UK, Laughborough Üniversitesi idi.

Beşinci konferans, Sustainable Development and Islamic Fi­nance in Muslim Countries konusu üzerine Bahreyn’de 7-9 Ekim 2003’te yapıldı.

Bu konferansların yanında seminerler de yapılmıştır. Bun­ların ilk üçü, sırasıyla 1978’de Mekke’de, 1981’de İslamabad’da, 1985’te Nijerya’da University of Sokoto’da, dördüncüsü; Kuala Lumpur’da yapılmış ve konular genellikle para ve finans konulan üzerine odaklanmıştır. Bunların dışında dünyanın muhtelif yer­lerinde çeşitli kurumlar tarafından İslâm İktisadı ile ilgili olarak birçok konferans ve seminerler yapılmıştır. Meselâ: International Seminar on Social Justice, ABU, Zaria, Nigeria, 3-8 Jan. 1978 ve International Seminar on Islamic Banking, Al-Azhar Univ. Cairo, August 29-Sept. 17, 1981 IAIE tarafından, First Advanced Course on Islamic Banks olarak tertiplenmiştir.

Bu arada iktisat dışında iki büyük konferans daha yapıl­mıştır. Bunların ilki, İlim ve Teknolojide İşbirliği Birinci Dünya

Kongresi’dir. 1976’da Riyad’ta yapılmıştır. İkincisi, Birinci Dün­ya İslâm Eğitimi Kongresi olarak Mekke’de Birinci İslâm İktisadı Kongresi’nin yapıldığı Intercontinental Oteli’nde yapılmıştı.

1976’da Cidde’de faaliyete geçmiş olan İslâm Kalkınma Ban­kası içinde -İslâmî Araştırma ve Eğitim Merkezi- Islamic Research and Training Institute- (IRTI) kurulmuştur. Bu enstitü Araştırma, Eğitim ve Bilgi Toplama şubelerinden oluşarak faaliyete geçmiş­tir. Araştırma ve Eğitim bölümleri İslâm İktisadı ile ilgili muhtelif konularda araştırmalar yaptığı gibi muhtelif İslâm üniversiteleri ve kurumları ile işbirliği hâlinde, bu yöndeki faaliyetlerin finans­manını sağlayarak teşvik etmiştir. Bunlar içinde başlıcaları şun­lardır:

   Workshop faaliyetlerini düzenlemek ve misafir konuşma­cılar davet etmek,

   İslâm İktisadı ve Bankacılığı ile ilgili dergi ve bültenler çı­karıp yayımlamak (Islamic Economic Studies bunlardan biridir),

   Belli başlı konularda tebliğler ve monografi serileri yayım­lamak,

   Merkezde ve diğer ülkelerde konferanslar ve seminerler düzenlemek, ilim adamlarının mübadelesini temin etmek,

   Hizmete dönük talim ve eğitim faaliyetlerini organize et­mek,

   Doktora için ve doktora sonrası olmak üzere genç iktisatçı­lara ve ilim adamlarına burslar, vermek,

   Dünyada İslâm İktisadı ve Bankacılığı sahasında eserleri veya hizmetleriyle ün yapmış tanınmış kişilerden veya kuram­lardan her yıl jürilerce seçilecek kişi ve kuruma bir dünya ödülü vermek ve onların eserlerini yayımlamak.

Bu cümleden olmak üzere Karaçi’de tertip edilen Zekât Uy­gulaması Semineri’nde muhtelif ülkelerdeki zekât uygulamaları tartışılmıştır. Sonuçlar yayınlanmıştır.

1988’de Amman’da El-Beyti Vakfı ile İslâm İktisadının Ge­lişmesi ve Araştırma Faaliyetleri konusunda bir seminer düzen­lenmiştir. İslâm İktisadı ve Bankacılığı sahasındaki bu faaliyetler çeşitli kuramların kurulmasına yol açmıştır. Meselâ: Pakistan’da

İslamabat’ta International Islamic University (ITUP) kurulmuş­tur. Buraya bağlı olarak bir iktisat fakültesi ve Milletlerarası İslâm İktisadı Enstitüsü kurulmuştur.

Malezya’da Kuala Lumpur’da ikinci bir Milletlerarası İslâm Üniversitesi kurulmuştur.

Suudi Arabistan’da Mekke’de Ümmül Kura Üniversitesi’nde ve Riyad’da İmam Muhammed Üniversitesi’nde İslâm İktisadı bö­lümleri açılmıştır.

İngiltere’de Leicester’de kurulmuş olan The Islamic Founda­tion, İslâm İktisadı üzerinde çalışmalar ve yayınlar yapmaktadır.

ABD’de kurulan “The Association of Muslim Social Scien- tists” İslâm İktisadı üzerinde her yıl konferans ve seminerler yap­maktadır.

Ayrıca ABD’de “International Institute of Islamic Thought and Islamic Research” adlı kuruluş da bu sahada çalışmaktadır.

1980’de Dakka Üniversite’sinde kurulan “Islamic Economic Research Bureau” ile birlikte İslam İktisadı üzerine çalışmalar ya­pılmaktadır.

IDB tarafından finanse edilmek suretiyle Afrika’da 1984’te Nijer ve 1988’de Uganda’da birer İslâm Üniversitesi kurulmuştur.

İslâm İktisadı ile ilgili çalışmalar devam ederken yayın çalış­maları da hızlanmıştır. Bilhassa İslâm Bankacılığının gelişmesi, bunların bir kısmının Batı ülkelerinde kurulması, finans çevre­lerinin ilgisini çekmiştir. Bu sebeple İngilizce, Arapça, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Urduca ve Türkçe olarak İslâm İktisadı ile ilgili bibliyografyalar yayımlanmıştır. Bunların başlıcaları şunlar­dır:

İslâm Kalınma Bankası’nın yayınladığı 840 sayfalık İngilizce bibliyografya, IRTI’nin ve çeşitli ilim adamların bibliyografyaları.

Almanya’da Prof. Volker Nienhouse Bochum Üniversitesi’nde bir İslâm İktisadı Araştırma Merkezi ve kütüphane kurdu. Almanca, İngilizce bir İslâm İktisadı bibliyografyası yayınladı.

Tarihte ilk defa faizsiz finans sisteminin M.Ö. 2123-2081 yıl­ları arasında Babil Kralı Hammurabi tarafından denendiği belir­tiliyor. Çağımızda ise ilk defa 1975’te Cidde’de İslâm Kalkınma Bankası’nın kurulmasıyla, İslâm Bankacılığı yaygınlaştı. IDB İs­lâmî esaslara göre faizsiz çalışmak üzere kurulmuş bir bankadır. OIC mensubu üye ülkelerin ortaklığı ile kurulmuş olup Mudaraba (kâr zarar ortaklığı-pro/lt and loss sharing), Murabaha (ticaret-tra- de), Şerike (ortaklik-equity), İcare (kiralama-leasing) esasına göre çalışır. Bilâhare kurulan bütün finans kuruluşları -ÖFK’lar- IDB prototipini esas alarak kurulmuşlardır. Dünyadaki İslâm Banka­ları iki gruba ayrılır. Birinci modelde devlet tarafından kanunla, bütün bankaların İslâmî Banka Modeli’ne geçmesi söz konusu­dur. Pakistan, Sudan ve İran modeli böyledir. İkinci grup faizli bankalarla faizsiz bankaların birlikte bulunduğu modeldir. Tür­kiye, Malezya, Körfez ülkeleri vb. bu gruba girer. Ama hepsi IDB modeline göre çalışır. Türkiye’de 1983’te Özel Finans Kurumları adıyla İslâm Bankaları’nın kurulmasına izin verilmiştir. Türki­ye’de 5 ÖFK vardır. Dünyada ise İslâm Bankalarının sayısı bugün 75 ülkede 237’ye yükselmiştir. Körfez ülkelerinde hâlen 500 ilâ 600 milyar dolar civarında bir fon oluşmuş bulunuyor. Bundan pay almak için Batı ülkelerindeki büyük bankalar kendi içlerinde İslâm Bankaları Bölümleri açtılar. Bunlar arasında Citibank, Man- hatten-Chase Bank ve HSBC başta olmak üzere Goldman Sachs, Morgan Stanley, Merril Lynch, Solomon Smith, Standard Charte- red, Banque Natonal de Paris, ABN Amro Bank, Bank of America, Key Global, Societe Generale ve Alman Commerzbank’ı zikrede­biliriz. En son Deusche-Bank da İslâm Bankacılığı sahasında bir fon oluşturarak bu sahaya girmiştir. İtalyan Bankalar Birliği de 2002 sonunda -19-12-2002’de- Roma’da bir seminer tertipleyerek bu sahada hazırlık çalışmalarına başlamıştır. Danimarka ve Lük- semburg bankaları da bünyelerinde faizsiz bankacılık birimlerini kurmuşlardır. Böylece bütün dünyada İslâm İktisadı ve Banka­cılığı ile ilgili teorik ve akademik çalışmalar yapılırken bir yan­dan da ÖFK modelleri yaygınlaşmıştır. IRRA’ya göre İslâm finans kurumlarında yönetilen fonlar 250 milyar dolar civarında bulun­maktadır. Bunun 70 milyar dolarının İran’da, 15 milyar dolarının da Pakistan’da olduğu tahmin edilmektedir.

Özel finans kurumlarının iktisadî açıdan önem arz eden hu­susları şöyle belirtilmektedir: Özel finans kurumlarının esas özel­liği mudaraba fonksiyonudur. Bu fonksiyonu yerine getiren bir kurum teşebbüsün riskine ortak olduğu için, müteşebbisin finan- sal riskini faizli bankacılığa nazaran azaltmaktadır. Bu tutumun, faizlerin yükseldiği, finansal riskin arttığı ortamlarda, müteşeb­bisin yatırım meylini artırma açısından kalkınmaya pozitif etki yaptığı ileri sürülür. Aynı görüşe göre, ÖFK, teşebbüsün riskine katıldığı için tercihini yaparken, iktisaden güçlü ve malî karşılığı olan müesseseyi değil, projesi verimli, rantabl ve feasibl olan iş­letmeyi tercih eder. Bir finansçıdan ziyade bir yatırımcı gibi dav­ranır. Bu da yatırımlarda verimi artırıcı tesir yapar.

“Teorik olarak, ÖFK’da hedef, mahdut zenginlerin bankay­la münasebetlerini geliştirmek yerine, tabandaki büyük kütlenin küçük tasarruflarını kuruma çekerek, kalkınmanın tabandan baş­lamasını ve tabana yayılmasını sağlamak olmalıdır. Bunun için halkın psikolojisini değiştirerek moralini yükseltmek, iktisadî imkân ve kaynakları artırmak, bu kaynakları kalkınmaya yönel­tecek müesseseleri kurmak, bütün bu işlemleri “toplum kalkın­ması’’ modeli çerçevesinde küçük mahallî yerleşim birimlerinde gönüllü kuruluşlarca gerçekleştirmenin yolunu aramak lâzımdır. Hedef, tüketim toplumu yerine üretim toplumu zihniyetini yer­leştirmektir. Bunlar sağlandığı ölçüde ÖFK modeli iktisadî kal­kınmada önemli pozitif rol oynar.”

“Metot olarak ÖFK tarafından meselenin daha makro plânda ele alınması için proje değerlendirmelerinde klâsik ve geleneksel “yatırım-proje planlaması” yerine, belirli sektörler ve belirli böl­gelerde “başarılı program planlamasına” yönelinmesi uygundur. Bu takdirde sadece belli bir yatırım için, araştırmalarla yetinilme- yip bir programın gerçekleştirilmesi için dış çevrenin disiplinler arası bir metotla incelenmesi uygun olur.”

“Sermaye piyasasına katılmak ve ÖFK’lar vasıtasıyla burada­ki kaynakları üretken yatırımlara yöneltmek de ÖFK’ların kalkın­madaki tesirini artırır.” Netice olarak benimsenen hedefler şun­lardır:

a)     Mudaraba’yı geliştirme imkânlarını aramak (şu anda ÖFK’larda çoğunlukla Murabaha sistemi uygulanmakta olup, Mudaraba’nın payı çok azdır.) ABD’de mudaraba (venture capital) yatırım şirketleri olarak çok gelişmiştir.

b)     ÖFK’ları tabana yaymaya çalışmak,

c)     Özel sektörde KOBİ’leri daha fazla muhatap almak,

d)    ÖFK’lar ve diğer finans kuruluşlar ile işbirliği içinde ül­kelerarası işbirliğine ve müşterek kalkınma projelerine ağırlık vermek,

e)     Menkul Sermaye Endeksleri hazırlama konusu üzerinde çalışmak.

Sermaye piyasaları ile ilgili olarak ABD’de Dow Jones En­deksi Kurumu, 1999’da bir Islamic Dow Jones Endeksi kurdu. Bu endekste dünyadaki şirketler İslâmî kriterlere uygunluğuna göre puanlandırılıp İslâmî hassasiyeti olan yatırımcılara tavsiye edil­mektedir. Dow Jones, Bahreyn’de bir merkez kurmuştur. Aynı ku­rum, 2003’te İstanbul’da Kuveyt-Türk ÖFK ile İslâm Ekonomisi ve İslâm Bankacılığı adıyla milletlerarası bir seminer düzenlemiştir.

Financial Times da 1999’da FTSE adıyla bir Global İslâmî Endeks hazırlayarak bu sahaya girmiştir.

Kamu mâliyesi sahasında, İslâm ülkelerinde zekât uygulan­maktadır. Bu da gelir dağılımındaki bozukluğu giderici ve sosyal adaleti sağlayıcı bir tesir yapıyor. Zekât, sadaka, fıtır gibi malî enstrümanlar sayesinde İslâm toplumlarında resmî verilere göre çok fazla olan gelir dağılımı bozukluğu, tatbikatta resmiyete inti­kal etmeyen bu bireysel İslâm Ekonomisi uygulamalarıyla, gelirin müspet yönde yeniden dağılımını (redistribution of income) sağ­lamaktadır.

İslâm Ekonomisi, Marksizm’in yıkılışından sonra tek kutup­lu dünyada hâkim olan Küresel Kapitalizm’ in gelir dağılımındaki dengeyi ve sosyal adaleti sağlayamayan düzenine karşı, yeni bir model arayışında olan insanlığa bir alternatif sunmaktadır. Küre­selleşme Çağı’nda bu sistem iyi tanıtılır ve geliştirilirse yayılma şansı olabilir. Meselâ ABD’de Silikon Vadisi’ndeki Bilgisayar En­düstrisi, faizin yerine konan mudaraba, kâr-zarar ortaklığı olan venture-capital, risk-capital, sistemiyle kurulmuştur.

İslâm Ekonomisi ile ilgili yayınlar ve literatür genellikle İn­gilizce olarak yapılmaktadır. Teorik sahada İslâm Ekonomisi ile ilgili çalışmalar devam etmekle beraber başlangıç safhasında sa­yılır.

İslâm Ekonomisinin özelikleri İktisat Teorisi bakımından şöyle özetlenebilir:

   İnsan modeli olarak iktisadî adam -homo economicus- yeri­ne sosyal insan modelinin oluşturulması,

   İktisat siyasetinin la-ahlâki olmayıp, normatif kaideleri de ihtiva etmesi ferdi menfaatle toplum menfaati çatıştığında top­lum menfaatinin tercih edilmesi, yani sistemin wealth-centered yerine man-centered (insan odaklı) olması,

  Hudutsuz kazanç yerine, helâl kazanç prensibinin benim­senmesi,

   Tekelleşme, ihtikâr, spekülâsyon, kumar, şans oyunlarının kabul edilmemesi,

   Kazancın, emeğe veya teşebbüsün riskine dayandırılması,

   Tüketimin, tüketim kalıplarının gelirin fonksiyonu olması yanında, meta-ekonomik değerlere tâbi olması; tüketimde sıra­nın, zarurî ihtiyaçlardan başlayıp, hayatı kolaylaştırıcı ve hayatı güzelleştirici ihtiyaçlara doğru sıralanması,

  İktisadî kaynakların dağılımında da aynı sıranın gözetilme­si, israftan kaçınılması,

   Faiz (riba) yasağı: Risksiz sermaye yerine risk sermayesi -venture-capital’in- benimsenmesi,

   Zekât Mecburiyeti: Zekâtın zenginin borcu, fakirin hakkı olarak kabul edilmesi,

   Topluma dayalı demokratik sistemin benimsenmesidir.

Kısacası, bütün insanlık için, FAİZSİZ ve ZEKÂT’lı bir top­lum oluşturulması hedefi benimsenmiştir.

Gerçekleştirilmesi ihtimali, bu prensipleri bireylerin ve top- lumların ve özellikle dünyayı yöneten güçlerin benimsemesi nis­petinde artabilir. Konu insanlık açısından gerek teorik, gerek uy­gulamada henüz başlangıç safhasında sayılır.

NOT:

1.     Zekât uygulanmayan zengin Amerikan toplumundan çeliş­kili bir belge.

2.     Plain Truth’un itirafı: Güney Amerika’ya yapılan her 100 dolarlık yardımın 60 doları geri dönüyor, ancak 40’ı o toplumda kalıyordu (100 dolar borçlanarak).



[35] 1991 yılında Almanya Köln’de yapılan konuşma.

[36] William E Woodward ve Adolph Myers (1959), The wayAmerica lived: (original title: The way our people lived), New York: Pocket Books.

[37]  Thomas Carlyle (1841), On Heroes, Hero-Worship and the Heroic in History, Çeviren: Behzat Tanç, Kahramanlar, Beyaz Balina, 2000.

[38] Buhari, Tefsir 11/2, Nafakat 1; Müslim, Zekât 36, 37.

[39] Buhâri, Büyu’, 15.

[40] Necm, 53/39.

[41]   “Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez” (Araf, 7/31).

[42]   el-Mâide, 5/2.

[43]    Bu hadis İbn Hanbel, Müsned, Bulak baskısı cilt 2, s.3’te, “Bir mahallede bir kişi aç kalırsa o mahalle Allah’ın korumasından uzak olur.” Şeklinde geçiyor. (Adem Esen).

[44]   Bu rakamlar sure ve ayet numaralarını gösterir. Mesela 2/2, 2. sure’nin 2. ayeti demektir.

[45]    Ebu Yusuf, Kitab’ül Haraç, s. 29, İst. Univ. Yay, No:1518, İstanbul, 1970;

Keşfül-Hafa, H. No: 3163

[46]    Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, İst. Y. İslâm Enstitüsü, İstanbul, 1982, sh. 28; 2/188, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğra, Tefsir Meal, Ahmet Tekin, Kelam Yayınlan, İstanbul, 2002, sh. 30.

[47]   Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, a.g.e., sh. 336.

[48]    Fizilâlil-Kur’an, Prof. Seyyid Kutup, Hikmet Yayınevi, İstanbul, 1973, Cilt:3, sh. 186-87.

[49]   Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, a.g.e., sh. 566.

[50]    Bu kavramların izahı için bkz.: The Theory of the Leisure Class; Thorstein Veblen’s, (1899); A Mentor Book, 1953, US, s. 60. James S. Duesenberry: Income, Saving and Theory of Consumer Behaviour, Harvard Univ. Press, 1952. Prof. Dr. Sabri F. Ülgener, Milli Gelir, İstihdam ve İktisadi Büyüme, İst. Üniv. Yay., No. 1951, İst. 1974, s. 175-76.

[51]   Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, a.e.g., Hazırlayanlar: Dr. Ali Özek Başkan­lığında; Hayreddin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, Dr. İbrahim Kafir Dön­mez, Sadrettin Gümüş, İstanbul, 1982, s. 46; ayetlerle ilgili tefsirler bu mealden alınmıştır.

[52]   2005 yılında çıkarılan 5411 sayılı kanunla özel finans kurumları Katılım Bankaları olarak değerlendirilmiştir. (Adem Esen)

[53]   Turgut Özal döneminde kâr ortaklığına dayalı kamu hisse senetleri çıkarılmıştı. Son yıllarda da bu alanda farklı finansal araçlar çıkarılmıştır. Sukuk gibi.

[54]   Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, a.e.g., s. 44, 2/269.

[55]   Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, a.e.g., s. 43, 2/264.

[56]   A.g.e, sh. 47

[57]  Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset, a.g.e., Cilt:1, sh.135- 149.

[58]   KURAV (Kur’an Araştırmaları Vakfı) tarafından 02.03.2004’te Hotel Montan- ia, Mudanya/Bursa’da düzenlenen tartışmalı ilmi toplantıda takdim edilen metin.

[59]   Islamic Model of Industrial Relations: M. Ramzan Akhtar, “An Islamic Frame- work for Employer-Employee Relationship”, The American Journal of Islamic So- cial Sciences, Vol.9, Summer 1992, No.2 pp.202-219.

[60]    Sabahaddin Zaim: Left, Right, Conservative Have Different Meanings in Is­lamic Countries.

[61]   Mümtaz Turhan, Where are we in Westernization.

[62]    Ahilik ve Meslek Eğitimi (Ahi System and Occupationai Education), MEB, Arastirma, İnceleme Dizisi (Publication of Ministry of Education), Yusuf Ek- inci,1990,No.862,2.editi on,pp.111.

[63]    Problems of Research in Islamic Economics (Reseach Papers and Proceed- ings), Amman: Royal Academy for Islamic Civilization Research (Al-Albait Foun­dation), 1987, pp.75-105.

[64]   The Transformation of Labor-Management Relations in post-Industrial Soci- eties. Numan Kurtulmuş, Publ. of ILR S School, Cornell Univ. USA, 1993.

Abdullah Omar Naseef (ed.), “Today’s Problems, Tomorrow’s Solutions, London: Mansell, 1988, pp.118-142.

Rodney Wi1son, Islamic Business: Theory and Practice, The Economist Intelli- gence Unit Report No.221

Ali Ausaf, “An Approach to the Islamization of Social and Behavioral Sciences”, 6: 1/37 AJISS.

[65]   Wilensky Harold L. Syllabus of Industrial Relations A Guide to Reading and Research, Syllabus Division, The Univ. of Chicago Press, 1954

Myers, Charles A. “Vital Problems in Labor Economics” Approaches and Areas for Research, Approaches and Problem in Wage Research”, The American Economic review, Proceedings, May, 1947, vol.37, No.2, pp.367-374.

[66]   Gi1ani, Shaukat J., “The Quran on Charitable Giving and Contemporary Social Values”, (Notes), Journal of Research in Islamic Economics, 3.1 (1985), (Rec.1988), pp.63-74.

M. A. Mannan, The Making of Islamic Society, IIAB, Cairo, Egypt and Internation- al Institute for Islamic Banking and Economics, Turkish Federated State of Kıbrıs (Turkish Cyprus),19 84,pp.533.

[67]   Toward the Shariah Paradigm of Islamic Economics: The Beginning

of a Scientific Revolution: Muhammad Arif, AJI5S, Vol.2, No.1, July 1985, pp.79- 101. Mian, Q. Javid, and Lerrick, Alison, Saudi Business and Labor Law: Its In- terpretation and Application (2nd ed.), London, Graham and Trotman, 1986, pp.589.

[68]   DunlopJohn T.,”Review of Unions and Capitalism of Lindblom”, The Ameri­can Economic Review,vol.40,No.3,june 1950,pp.463-468

[69]   Forsey,Eugene,”Trade Union Policy Under Full Employment”, Canadian Jour­nal of Economic and Political Science,August,1946,pp.345

[70]    Levinson, Harold M, “Collective Bargaining and income Distribution”, The American Economic Reviev? May , 1954, vol. 44, No. 2, pp. 308-316

M.A.Mannan,”Economic Development and Social Peace in İslam”, A-HA Publish- ers Ltd. and Bangladesh Social Peace Foundation,1989,126pp

[71]   Akhtar,Employer-Employee Relationship, İbid, pp.215

[72]   M.N.Siddiqi,”Guarantee of a Minimum Level of Living in an İslamic State”,in “Distributive Justice and Need Fulfilment in an İslamic Economy, (Pakistan:İİE and İİU,İs 1amabad,n.d.),pp.249-290.

[73]   Kabbara,A.”The İslamic State and Economic İntervention”, Arap Banker,6,6 (1986),pp.26-31

Akhtar, Employer-Employee Relationships, İbid,pp.215

51 . Mouraux, Rene and De Wenden, Catherine Withol, “French Trade Unionism and İslam”, Research Papers: Mus1ims in Europe, No. 36 (December 1987), 35pp. Wenden, Catherine Withol, “Trade Unions, İslam and İmmigration”, Economic and industrial Democracy: An İnternational Journal, 9,1 (February 1988,pp.65-82

[75]   Oxnam,D.W. “İndustrial Arbitration in Australia, Its Effects on Wages and Unions”, Industrial and Labor Relations Review, July 1956, vol.9, No.4, pp.610- 628 ZiyaKazıcı Institution of Ihtisab in Ottomans: Economic, religious and social life, Publisher: Kültür yayın ve Basın Birliği, No.21, İstanbul, 1987, 260pp.

[76]   Hayrettin Karaman, Employer-Employee Relations in Islam (İslamda isçi-işv- eren münasebetleri), Publisher: Marifet Yay.no.26, İstanbul, 19 81; 128pp.

54 . Lindblom, Charles E. ‘‘Collective Bargaining and the Competitive System”, Canadian Journal of Economics and Political Science,Nov.,1945,vol.11, pp.566- 577

[78]    Meidner, Rudolph, “The Dilemma of Wage Policy under Full Employment “,Wages Policy Under Full Employment, Ed. R.Turvey,pp.16-29

[79]   Sabahaddin Zaim, Evaluation of Avkaf by economic and social point of view (Vakıflarımızın ekonomik ve sosyal açıdan Değerlendirilmesi, Publisher: Vakıflar Genel Mudurlugu, 5. ve Vakıf Haftaları, 1987 ve 1988, İstanbul.

[80]    Sabahaddin Zaim: Çalışma Ekonomisi, 9th edition: Publisher Filiz Kitabevi, İstanbul, 1992 pp.543 (Labor Economics).

[81]  Ebu Yusuf, Kitab-ul Haraj, Publication of İstanbul University, No.l518, İstan­bul, 1970, pp.29.

[82]   Mecelle-i Ahkam-i Adliye, Ibid.

[83]   Adem Esen, İslamda Ücret.

[84]   Adem Esen, Wages in Islam ibid.

[85]    Servet Armağan, A Profile of Partnership in Islamic Jurisprudence with a particular Reference to Hanafite School of Thoughts, Univ. of Istanbuf, Facufty of Law.

[86]   Ahmet Erdoğan, Wages according to the theory and Practice of Islamic Law, ISAV Publication Ibid,pp.125-153,

[87]   Mecelle-i Ahkam-i Adliye, Ibid.

[88]   Ross, Arthur M. The Influence of Unionism Upon Earnings, Quarterly Journal of Economics, February, 1948

[89]    Servet Armağan, İslamic Economics, in general Outline, Publisher: Timaş Yayınları no.6, İstanbul, 1991, pp.196

[90]   Hayrettin Karaman, Employer-Employee Relations, Ibid.

[91]   Proceedings of ISAV, Ibid.

[92]   Proceedings of ISAV, Ibid.

[93]   Kerr, Clark, Industrial Relations and the Liberal Pluralist, IRRA Proceedings of the Seventh Annual Meeting, Detroit, Michigan,28-30,1954rprinted in 1955,pp.2- 16 .

[94]    “Modern İktisat ve İslam, İslam Düşüncesi, Yıl: 2, Sayı: 5, 1968, İstanbul, Burhanettin Kayhan ve Basın Yayın Müdürü Muzaffer Deligöz zamanında. Birinci baskısı, Mayıs 1969’da 5 bin, ikinci baskısı, Ekim 1969’da 10 bin, üçüncü baskısı, Aralık 1969’da 10 bin olmak üzere 8 ayda 25 bin baskı yapılmıştır. Ayrıca çeşit­li gazete ve mecmualarda defalarca iktibas edilerek yayımlanmıştır. Dördüncü baskısı MTTB, Kütahya teşkilatı tarafından 1978’de; beşinci baskısı, MTTB, Balıkesir Teşkilatı tarafından 1979’da yapılmıştır.

“The Attitude of Muslim Man in Economic Life”, The Muslim, No: 5-6, London, 1976.

İslâm’ın Prensipleri ve Sosyalist-Kapitalist Sistemlerle Mukayesesi, Dr. Ali Arslan Aydın’ın İslam-Hristiyan Diyalogu ve İslam’ın Zaferi adlı eserin içinde sh: 103­114, Ankara, 1977.

a)  “İktisadî Faaliyetlerde Davranış Tarzı”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt VII.

b) “The Attitude of Muslim Man in Economic Life”, Müslim Man Instead of Homo Economicus, Aynı mecmua, İngilizce tercümesi, sh: 243-258.

“İslam ve İktisadı Nizam”, TEKBÎR, Karabük Şb. Gama-Zafer Matbaası, 63 sh., 1979.

“Contemporary Turkish Literature on Islamic Economics, Studies in, Islamic Economics”, Edited by Khurshid Ahmad, The Islamic Foundation, sh: 317-350, Leicester, UK, 1980.

İslâm ve İktisadî Görüşü, Yeni Asya Yayınlan, No: 202-330/5, İstanbul, 72 sh, 1981.

“Recent Interpretation on Economic Aspect of Zekat” Seminar on Management of Zekat in Modern Muslim Society, IDB, IRTI, Jeddah, Saudi Arabia and Pakistan Development Banking Institute, Karaçi Pakistan, 30 sh, 22 April - May 1985.

“İslâm Açısından İktisadî ve Sosyal Faaliyetlerle İlgili Normatif Kaideler”, İ. Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, Özel Sayı, Cilt: 44, sh: 139, İ. Ü. İktisat Fakültesi, 50. yıl armağanı için takdim edilen yazı, 1986, İstanbul.

“Peygamberimizin İktisadî Hayat ile İlgili Tebliğlerinden Örnekler”, Diyanet İşleri Başkanhğı Dergisi, Veladet-i Nebeviyye özel sayısı, C: 25, sh: 4, Ekim, Kasım, Aralık 1989.

“İslâm-İnsan ve Ekonomi”, Yeni Asya Yayınlan IBMN 975-,408-184-0 İstanbul, ikinci baskı 1995.

[95]    Bkz. Zaim Sabahaddin, “Contemporary Turkish Literature on Islamic Eco- nomics” in Studies in Islamic Economics, Ed. by K. Ahmad, a.g.e., sh: 317-350.

[96]   Rahmetli Kral Faysal’ın başıboş kalmış olan İslâm ülkeleri arasında İslam birliğini sağla­mak için projeler geliştirdiği ve çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Aleyhinde tertip edilen suikasta yol açan sebep de belki bu ideali olmuştur.

Mesmuatımıza göre, zamanın batılı bir üst düzey yetkilisi bu emellerinden vazgeçmesi için merhum Faysal’a baskı yapmak üzere Suudi Arabistan’da kendisini ziyaret ettiği zaman, Fay­sal misafirine masada bir sofra, kendisine de mütevazı bir yer sofrası hazırlatmış ve şunu ifade etmiştir. “Bağımsızlığımızı ve birliğimizi engellemek için bize baskı yaparsanız biz pet­rol kuyularımızı imha edip, tekrar bu gördüğünüz eski basit hayatımıza dönebiliriz. Ama siz bu modem sofrayı donatan petrol kaynaklarından mahrum kalırsınız”. Üst düzey yetkilinin dönüşte verdiği raporda, merhum Faysal için “Bu zatı manen veya maddeten ifna etmek” gerekir dediği ve bunun sonucunda amcazadesi tarafından katledilmesi senaryosunun hazır­landığı söylenir.

[97]   İslam İktisadı Birinci Dünya Kongresi 1975 yılında toplanmak üzere programlanmış ve Türkiye’den katılmak üzere tebliğleri tertip heyetince kabul edilen beş kişi davet edilmişti. Türk heyeti; Sabahaddin Zaim, Salih Tuğ, Nevzat Yalçıntaş, Yusuf Ziya Kavakçı, Mustafa Bilgi’den ve T.C. Dış İşleri Bakanlığı temsilcisi olarak katılan Aydın Yalçın’dan oluşmuştu.

Fakat tam o sırada merhum Faysal’ın suikaste uğraması üzerine kongre gelecek yıla ertele­nerek 1976’da toplanabilmişti. Bu kongre İslam iktisadının gelişme merhalesinde tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Kongre Cidde’den Mekke’ye giden eski yol üzerinde Mekke’ye 10 km. mesafede bulunan Inter Continental Oteli’nde toplanmıştır. Bu otel geniş bir sahra üze­rinde çadır şeklinde yapılmış olup, Alman olan mimarın bilâhare Müslüman olduğu söylenir. Bu otel binası, rivayete göre, esasında Dünya İslam Birliği’nin (Rabitatü’l-Alemî İslam) merkez binası olarak plânlanmış. Çünkü Rabıta eski bir kale olan tarihî binada bulunuyordu. Fakat bu güzel binayı Rabita’ya layık görmeyenler, onun bir otel olmasını sağlamışlar. Otel Harem-i Şerife manen yakın olduğu için, yani Hristiyanların girmesi yasak olan Cidde-Me- kke yolu üzerindeki Taif yol ayrımından ileride Mekke’ye doğru olduğu için Otel Intercon- tinental adlı uluslararası Amerikan şirketine verilmesi bazılarına göre, yöneticileri zahiren Müslüman da olsa, yasağın manen delinmiş olması manasına geliyordu. Bilahare Hilton ve Sheraton otelleri de Mekke ve Medine’de kurulmuştur

Kongrenin sonunda yayımlanan genel tavsiyeler içinde şu hususlara yer verilmiştir:

  İslam ülkelerindeki üniversiteler, İslam ekonomisine, eğitim, araştırma ve yayın alanında özel bir önem ve yer vermelidir.

  KAAU içinde bir milletlerarası İslam İktisadı Araştırma Enstitüsü (ICRIE- International Center for Research on Islamic Economics) kurulmalıdır.

   İslam’a uygun bir sigorta sistemi kurmak için iktisatçılardan ve fukahadan oluşan bir komite kurulmalıdır.

[98]   ICRIE’nin ilk Yüksek Müşavere Kurulu şu zevattan oluşmuştur:

1.  Dr. Muhammedi Ömer Zubeir, KAAU Rektörü,

2.  Dr. Ahmed Muhammed Ali, IDB Başkam

3.   Dr. Ishak Ferhan, Ürdün eski Milli Eğitim Bakam

4.   Dr. Knurshid Ahmad, Pakistan’h İktisat Profesörü

5.   Dr. Sabahaddin Zaim, İstanbul Üniversitesi İktisat Profesörü

6.   Dr. M.A.Mannan, ICRIE Uyesi

7.   Dr. Gazi Medeni, ICRffi Müdürü

ICRIE’nin yayınları: “Financial Policy and Resource Allocation in Islam”, ICRIE, 1983, Mon- ey and Banking in Islam, ICRIE, 1983 olmak üzere ceşitli yayınları vardır ve “Islamic Eco- nomic Studies” adlı yılda iki defa neşredilen bir mecmuası mevcuttur.

[99]   Kongreye Türkiye’den Sabahaddin Zaim, Salih Tuğ, Nahit Dinçer, Nevzat Yalçıntaş, Os­man Öztürk, Ali Şafak katılmışlardır. Sabahaddin Zaim, Salih Tuğ ve Nahit Dinçer’in tebliği, Cambridge Islamic Academy tarafından bastırılmıştır. (Bkz.: Zaim, Sabahaddin; Dinçer, Na- hid; Tuğ, Salih, Survey of Muslim Education; TURKEY, The Islamic Academy, Cambridge, U. K., 1985.)

[100] IRTI, dünyanın muhtelif yerlerinde üniversite ve eğitim kuramlarıyla işbirliği yaparak birçok seminerler tertip etmiştir. Bunlardan bir tanesi de “Seminar on 203 Orientation in Islamic Economics” adıyla 20- 28 Ekim 1994’te Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırma Enstitüsü ile birlikte İstanbul’da yapılmıştır.

IRTI’nın ilk resmi müdürlüğünü KAAU, Rektör Yrd. Dr. Hybshi yapmış, Prof. Dr. M. O. Zubeir ve Prof. Dr. S. Zaim de müşavirlik görevini ifa etmişlerdir. Bilâhare, müdürlük görevini Korkut Özal üstlenmiş, ona tekaddüm eden dönemde Nevzat Yalçıntaş vekâletin müdürlüğü ve araştırma bölüm başkanlığını yürütmüştür. IRTI’de Türkiye’den katılan uz­manlar arasında Abdullah Gül, Haşmet Başar, Emin Çarıkçı, Servet Armağan da bulun­muşlardır. IDB’nin araştırma merkezinde de Türkiye’de Suat Öksüz, Kadir Şatıroğlu, Selim Cafer Karataş çalışmışlardır. Halen görevleri devam etmektedir.

[101]  Bu mecmua bir süre Doç. Dr. Yusuf Balcı’nın başkanlığındaki bir heyet tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek İstanbul’da yayınlanmıştır. Maalesef finansman sıkıntısı nedeni­yle 1996’da Türkçe yayınına ara verilmiştir.

[102] Okulun Adresi şudur: School of Islamic and Social Scienses, P.O. Box 670 Hemdon, VA 20170 HERNDON, VIRGINIA, USA Tel: (703) 471 55 46 Fax: (703) 471 39 22, E-mail: school@sis.edu.

İsmail Raci El Farukî aslen Filistinli olup, ABD’de yerleşmiş, Temple Üniversitesi’nde pro­fesörlük yapan bir İslâm mücahidi idi. Dünya İslâm kongrelerinin mümtaz hatiplerindendi. ABD’deki İslâmî faaliyetlerin önderlerindendi. 1986’da Dünya İslâm Atlası’nı hazırlamıştı. Filistin’in köklü ailelerinden olup, Sultan Abdülhamid’in ailelerine verdiği arazileri belirten “Ferman” iftiharla gösterirdi. Türkiye’ye müteaddid defalar gelmiş bir dosttu. Rivayete göre Siyonistler tarafından evinde Müslüman olan Amerikalı hanımı ve kızı ile birlikle hunhar­ca katledilerek şehit olmuştur. İslam Kültür Atlası Türkiye’de INKILÂB Yayınları arasında (İNKILÂB Yayın Organizasyon ve Tic. Ltd. Şti., Fatih, İstanbul) tarafından 1991, 1997 ve 1999’da 3 defa basılmıştır. 3. Baskısı Yeni Şafak gazetesi tarafından okurlarına dağıtılmıştır.

[103] İslam Bankaları Ansiklopedisi, 6 cilt, “Milletlerarası İslâm Bankaları” adına Faysal Fi- nans Kurumu tarafından bastırılmıştır. Hazırlayan: Dr. Seyyid El-Huvari, Tercüme: Nihat Yapar. Mehmet Faysal Gökalp, Güngör Turan, İslam Toplumunun Ekonomik Yapısı, Fey Vakfı, İstanbul, 1993.

[104]   Bu eserde, I. bölümde “İş hayatında İslam insanı psikolojisi” ele alınmış ve bu konuda, Seyyid Hüseyin Nasr, Abdüllatif S. El-Hayat, Ibni Sina, Mutezid Veliur-Rahman, M. F. Hüse­yin, Malik Bin Bedri, A. Schleifer, Claudia Reid Upper, Seyid Vahid Uddin’in görüşlerine yer verilmiştir. II. Bölümde de iş hayatında İslam insanı yönelimli firma davranışı incelenmiş ve bu konuda, Sabahaddin Zaim, Yusuf Balcı, Mahmut Paksoy, M. Metwally, P. Wright, Munzir Kehf ve H. A. Badr, E. R. Gray ve B. L. Kedia’nın görüşlerine yer verilmiştir.

[105]   A Bibliography of Islamic Economics, Islamic Development Bank, September (Rabı Thani 1414 H), Jeddah, Saudi Arabia.

[106]     M. Nejatullah Sıddıqi, Contemporary Literature on Islamic Economics, ICRIE, K.A.A.U. Jeddah and The Islamic Foundation, UK. 1978.

[107]  Islamic Research and Training Institute (IRTI), IDB, 1984. Jeddah Saudi Arabia.

[108]   M. Akram Khan, Islamic Economics, Annotated Sources, in English and Urdu. The Islamic Foundation UK. 1983.

[109]   Nienhaus Volker, “Literature on Islamic Economics”, English and German, Köln, Ger- many, 1982.

[110]   Zaim, Sabahaddin (Sabah El-Din) “Contemporary Turkish Literature on Islamic Eco­nomics in Studies in Islamic Economics”, The Islamic Foundation, 1980, UK.

[111]    Prof. Dr. Ahmad el Neccar İslam bankacılığının manevi kurucularındandır. Annesi Türk olan Ahmed Neccar İngilizce, Fransızca, Almanca ve Arapça bilirdi. OIC’nin ilk ku­ruluşunda İktisadî işlerden sorumlu Başkan yardımcılığını yapmıştır. Birinci İslâm İktisadı Kongresi’nde KAAU’de hocalık yapıyordu ve Kongrenin hazırlık komitesinde görev almıştı. İslam Kalkınma Bankası kurulduktan sonra, 1977’de başkan Ahmed Muhammad Ali, Ahmed Neccar ile Sabahaddin Zaim’i Banka’nın ilk üst düzey yöneticilerini seçmek üzere İslam ülkelerini ziyaret edip mülakat yapmak üzere görevlendirmişti.

[112]  Atatürk döneminde 1930’lu yıllarda Türkiye, iki tarafını güven altına almak için Batıda Balkan Paktı’nı kurmuştu. Doğu kanadında da o zaman bağımsızlığını muhafaza eden İran ve Afganistan’la Sadabat Paktı’m tesis etmişti. Bu pakt Atatürk, Şah Pehlevi (İran) ve Eman- ullah Han (Afganistan) arasında imzalanmıştı. 1964’deki KİBİ Anlaşması’nda Afganistan’ın yerini Pakistan almıştır.

[113]    KEİB üyesi ülkeler: Türkiye, Rusya Federasyonu, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Moldavya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Arnavutluk’tur.

[114]  Polat Oteli’nde tartışılmış ve nihai bildiri imzalanmıştır. 4. Uluslararası MÜSİAD Fuarı ise 21 Kasım 1996 Perşembe günü Yeşilköy’de Dünya Ticaret Merkezi’nde açılmış ve 24 Kasım 1996 Perşembe günü Yeşilköy’de Dünya Ticaret Merkezi’nde açılmış ve 24 Kasım 1996 Pazar akşamı kapanmıştır. 2. Uluslararası İş Forumu’na yaklaşık 35 İslâm ülkesinden 1000 işadamı katılmış, Fuar’ı Pazar akşamı kapanmıştır. 2. Uluslararası İş Forumu’na yak­laşık 35 İslâm ülkesinden 1000 işadamı katılmış, Fuar’ı 40.000’den fazla insan ziyaret etmiş, 17 tebliğin tartışıldığı Forum’da akademisyenler arasındaki görüşmeler seviyeli bir ortam içinde cereyan etmiştir.

[115] 10-28 Aralık 1976, 8 Mart 1977 tarihlerinde Kubbealtı Cemiyetinde verilmiş olan seri konferanslardır. Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset, Cilt: 1, sh. 368-390.

[116]   1981 yılı sonunda Ankarada SESTRIC ile MPM’nin müştereken tertip ettiği “İSLAM ÜLKELERİ ARASINDA EKONOMİK İŞBİRLİĞİ VE TÜRKİYE” seminerine sunulan te­bliğ. Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı / Toplum / İktisat / Siyaset, a.g.e., sh. 427-438.

[117]  “The Attitude of Muslim-man in economic life: Muslim-man instead of homo-econom- ics.” Review of the Institute of Islamic Studies: Volume; VII, Parts: 1-2, 1978, Publication of the Faculty of Letters, Istanbul University.

[118]   “İslam, İnsan, Ekonomi”, Prof. Dr. Sabahaddin Zaim, Publication of YENİ ASYA, İs­tanbul, 1992.

[119]  “New Strategy for Development From Below”, 23-27 Sept. 1987. MAGOSA, North Cy­prus Turkish Republic, Publication of TOBB, no.87 (Union of chamber of commerce and industry of Turkey), Ankara.

[120]   “The Report about the seminar of Islamic banking”, Prof. Dr. Sabahaddin Zaim, and Prof. Dr. M.O. Zubeir KAAU, Jeddah, 1981. A seminar organized by Dr. A. Haggar, Int, Assoc. of Islamic Banking.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to