Çeviren: Muhammed Bedirhan
TASAVVUF
İLMİNE GİRİŞ
(Risale fi
Ilmi’t- Tasavvuf ve Şerhu Tevilatı Besmele)
İstanbul,
Şubat 2013
Nefes Yayınları
Kısaltmalar 8
Önsöz 9
Tasavvuf İlmi Hakkında Risale 15
Giriş 17
MUKADDİME 39
Birinci Fasıl[Tasawuf İlminin Tanımı, Konusu, İlkeleri ve
Problemleri] 41
İkinci Fasıl [Sûfilerin Bazı
Istılâhları] 45
BİRİNCİ MAKSAT 75
Birinci Fasıl [Hakk’ın Varlığı, Onun
İsimleri ve Sıfatları] 77
İkinci Fasıl [Varlığın Tenezzüllerinin Mertebeleri ve
Beş İlâhî Mertebe Hakkında] 83
Üçüncü Fasıl [Misâl Âlemi] 87
İKİNCİ MAKSAT[ASILLARIN ASLINA ULAŞMA YOLU]...133
Birinci Fasıl [Peygamberlik] 135
İkinci Fasıl [Velilik] 143
Üçüncü Fasıl [Veliliği Kazanma Yolu] 147
ÜÇÜNCÜ MAKSAT [CEM VE TEVHİD VE BUNLARIN
MERTEBELERİ] 157
Birinci Fasıl [Cem ve Sonuçları] 159
İkinci Fasıl [Tevhid ve Mertebeleri] 163
Üçüncü Fasıl [Hilâfet] 167
SONUÇ 173
Halifeliğin Sonu 173
BESMELE ŞERHİ 177
Giriş 179
Birinci Mukaddime [İlmî Sûretler] 181
İkinci Mukaddime [Eşyanın Hakikatleri]
182
Üçüncü Mukaddime [İlâhî Zat] 183
Dördüncü Mukaddime [İlâhî İsimler] 184
Beşinci Mukaddime [Türsel Sûretler] 185
Maksat 185
Genel Dizin 191
Rehberân-ı Tarîk-ı Şehinşâh-ı Evliyâ-yı Kirâm Kutbu l-Aktâb-ı
Cihân Kâşif-i Esrâr-ı Bâ Arif-i Ahkâm-ı Lâ ve illâ Hâdiyul- Küll ve
Mürşidü’s-Sübül Heykel-i Nûrânî ve Rehber-i Rabbânî Hazreti Pır Şâbân-ı
Velî’den Muktedâ-yı Sâlikân Reh-nümâ-yı Âşıkân Melce-i Fukarâ vü Dervîşân Olan
Gerçek Er Kâtım Baba (Yağcıoğlu) Efendi Hazretlerinin Kadem-i İzzetlerinin Hâkine
Acz île Arz Olunur, Kabul Buyrulmaklığı Temennisi ile...
Kısaltmalar
a.s. : aleyhisselâm
b. : bin, ibn
bkz. ; bakınız
c.
DİA : cilt
: Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
H. : Hicrî
Haz. : Hazırlayan
Hz. : Hazreti
k.s. s Kuddise sırruhû
ö. : ölümü
r.a. : radıyallahu anh
s. s sayfa
s.a.a. : sallallahu aleyhi ve
âlihî
trc. : tercüme
Tasavvuf İlmine Giriş adıyla yayınladığımız bu eser
XIII. asrın son yarısı ile XIV. asrın ilk yarısında yaşamış
önemli sûfî yazarlardan ve İbnü’l-Arabî yorumcularından biri olan Dâvûd
el-Kayserî’nin (ö. 1350) Risâle fi 11- mi’t-Tasavvufve Şerhu Te’vîlâtı
Besmele isimli iki risalesinin tercümesinden oluşmaktadır. Müellif bu
risalelerden ilkini İbnü’l-Fârız’ın (ö. 1234) Tâiyye ve Nazmus-Sülûk
adıyla meşhur olan kasidesinin şerhine giriş amacıyla kaleme almıştır. Diğer
risâle ise aynı zamanda Dâvûd el-Kayserî’nin şeyhi olan Abdürrezzak Kâşânî’nin
(ö. 1329) vahdet-i vücûd anlayışı çerçevesinde telif ettiği Kuran tefsirinin
ilk cümlesinin şerhidir. Her iki risâlede de özellikle İbnü’l-Arabî sonrası
tasavvufunun en önemli konusu olan vahdet-i vücûd ve ona bağlı meseleler ele
alınır.
Her iki risâle hacim itibariyle küçük olmasına rağmen dönemin kelâm ve
felsefe geleneklerinin Tanrı-âlem-insan ilişkileri hakkındaki yorumlarının
eleştirisine dayalıdır. Bu nedenle müellif risâlelerde tasavvuf! meseleleri,
teorik ve felsefî bir üslupla ele alır. Bu şekilde filozof ve kelâmcılara kendi
terminolojileri ve yöntemlerini kullanarak kendi teorilerinin geçersizliğini
göstermek ister. Böylece bilgide şüpheden arınmışlık ve kesinlik peşinde koşan
veya iddia eden bu gruplara tasavvufî yöntemin yani keşf ve müşâhede yönteminin
geçerlilik ve kesinliğini kanıtlamaya çalışır. Bu bakımdan her iki risâle de
Dâvûd el-Kayserî’nin vahdet-i vücûd doktirini çerçevesinde gelişen varlık ve
bilgi anlayışına ışık tutmaktadır.
Tasavvuf amele dayalı bir dindarlık biçimi olmakla birlikte aynı zamanda
sûfîler bir bilgi topluluğu olduklarından kendilerine özgü bir varlık ve bilgi
teorisine sahiptirler. Dâvûd el-Kayserî bu iki risâlede özellikle İbnü’l-Arabî
sonrası tasavvufunun bu konudaki görüşlerini ele almaktadır. Buna göre
müellif, İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî tarafından sistemleştirilen varlık ve
bilgi anlayışının temel esaslarını açıklayarak işe başlar. Bu esasların başında
vücûdun birliği ve vücûdun Hakk yani Tanrı olması problemi gelmektedir.
Sûfîlerin varlık teorilerindeki en temel önerme varlığın varlık olarak ele
alındığında bunun Tanrının zâtına İşaret eden bir durum olmasıdır. Bu durum Sadreddin
Konevî tarafından “Var olmak bakımından varhk/vücûd min haysu huve huve
Hakk’tır” cümlesiyle formüle edilir. Dâvûd el-Kay- serî de hem tercümesini
sunduğumuz bu iki eserinde hem de başka eserlerinde bu önermeyi kanıtlamaya
çalışmaktadır. Ancak bu hususta dikkat edilmesi gereken nokta sûfîlerin
“Varlık Hakk’tır” önermelerinin mevcut ya da var olan Hakk’tır anlamında
kullanılmamasıdır. Çünkü sûfîler varlığın birliğini kabul etmekle birlikte
mevcûdun çokluğunu sürekli vurgulayarak vücûd ile mevcut arasındaki ayrıma
dikkat çekmişlerdir.
Sûfîler tarafından var olmak bakımından varlık kavramının Tanrının
zâtıyla ilişkilendirilmesi aslında Meşşâî geleneğe yapılmış bir eleştiriydi.
Meşşâî gelenek metafiziğin konusunun salt varlık olduğunu, dolayısıyla da
metafizik ilminde varlığın varlık olmak bakımından araştırıldığını kabul
etmekteydi. Varlık metafizik ilminden önce diğer bilim dallarında hep bir yönü
itibariyle incelenmiş ve kendisi olması itibariyle incelenmemişti. Bu nedenle
metafizik ilmi, varlığı kendisi olması bakımından incelemekteydi. Ancak Meşşâî
filozoflar tarafından metafizik ilminin konusu olarak belirtilen “var olmak
bakımından varlık” ifade kalıbı muhtemelen filozoflar tarafından gözden
kaçırılan önemli bir duruma işaret etmekteydi. Sûfîlerin var olmak bakımından
varlık ifadesiyle filozofların kastettikleri anlama itirazları işte buradan
yükselmektedir. Bu durum bu ifade kalıbı incelendiğinde açıkça kendini
gösterir. Sûfilere göre varlığı kendisi olması bakımından ele aldığımızda bu
lafzın yokluğun asla kendisine erişmediği bir şeye delâlet ettiği görülür.
Çünkü biz zihnimizdeki kavramlar skalasını varlık ve yokluk uçlarına göre
tanzim ettiğimizde varlığı yokluğun en uzağındaki bir kavram olarak buluruz.
Hatta varlık kavramı kendisinde asla yokluk kavramının ilişiğinin dahi olmadığı
bir kavram olarak karşımıza çıkar. Zira eğer varlık kavramında yokluğun bir
yer tuttuğu söylenecek olsa, böylesi bir durum birbirinin çelişiği olan iki
şeyin birbiriyle vasıflanması gibi aklen saçma olan bir sonuca yol açacaktır.
Öyleyse varlık kavramı kendisine asla yokluk ilişmeyen hatta yokluk tarafından
öncelenmeyen bir kavramdır. Sûfilere göre filozofların hatâsı işte burada
karşımıza çıkar. Onlar varlık kavramı hakkında bu şekilde sonuçlara ulaştıktan
sonra bu kavramın dış dünyada bir karşılığının bulunmadığı sonucuna giderler.
Halbuki bu ifadede yer alan durumlar incelense bunun, varlığın zorunluluğu,
kadim- liği ve müşahhas olarak realitede bulunuşunu gerektirdiği görülür. Bu
nedenle sûfîler var olmak bakımından varlık ifadesinin Tanrı demek olduğunu
söylerler.
Sûfilerin, filozoflar tarafından metafizik ilminin konusu olarak kabul
edilen var olmak bakımından varlık kavramının Tanrıya işaret ettiğini
söylemeleriyle, Tanrı, metafiziğin problemi olmaktan çıkarılarak metafizik
ilminin konusu durumuna sokulmuş oldu. Böylece artık metafizik ilminde yapılan
araştırma Tanrı hakkında yapılan araştırma şekline dönüştü.
Sûfilerin var olmak bakımından varlığın Tanrı ya işaret eden bir ifade
olduğunu söylemeleri sûfîler ile nazarî gelenekler arasında birtakım
anlaşmazlıkların yaşanmasına kapı araladı. Müellifimiz Dâvûd el-Kayserî’nin de
içinde bulunduğu bir grup sûfi bu konuda aklen de kabul edilebilir birtakım
kanıtlar getirerek meseleyi filozoflar ve kelâmcılar katında savunma gayreti
içinde oldular. Bu nedenle vahdet-i vücûdu benimseyen yazarların bu konudaki
eserlerinde çoğu kere varlığın Tanrı olmasını kanıtlamaya çalıştıkları görülür.
Bu nedenle onlar kelâm ve felsefe geleneklerinin metafiziklerinde görüldüğü
gibi isbât-ı vâcib problemini ele alarak işe başlamazlar. Nitekim
müellifimizin, varlığın Tanrı olması hakkındaki kanıtlara gerek elinizdeki
kitapta yer alan birinci eser olan Risâleft İlmi’t-Tasavvufta gerekse de
Fusûs şerhinin mukaddimesinde yer verdiği görülür.
Varlığın Tanrı olduğunun kanıtlanmasıyla ortaya önemli bir sorun
çıkacaktır: Özü gereği bir olan Tanrı’dan veya vücûddan özü gereği çok olan
âlemin ya da mevcutların çıkması. Vahdet-i vücûdu benimseyen sûfîler bunu
varlık mertebeleri fikriyle aştılar. Elinizde yer alan risâlelerin her ikisinde
de bu konuyla ilgili temel problemler muhtasar biçimde ele alınmaktadır.
Özellikle vahdet-i vücûd anlayışına göre Tann-âlem ilişkisinin en önemli
dayanak noktası olan İlâhî isimler, eşyanın hakîkatleri, eşyanın Tanrının ilmindeki
sûretleri ve a‘yân-ı sâbite gibi kavramlara dair her iki risâlede de önemli
açıklamalar yer almaktadır.
Varlık mertebeleri çerçevesinde bir olan varlıktan çok olan mevcutların
meydana gelişi açıklanırken Dâvûd el-Kay- serî’nin fazlasıyla dikkat çekici
bulduğu bölüm misâl âlemidir. Müellif bu konuyu özelikle ayrı bir başlık
altında inceler. Müellifin benzer tavrını Fusûs şerhinin mukaddimesinde
de sürdürdüğü görülür. Bunun nedeni tasavvufun bilgi teorisinde misâl âleminin
önemli bir yer tutuyor olmasıdır. Nitekim müellif bu konuyu ele aldıktan hemen
sonra sûfî- lerin metafizik bilgiye ulaşma metodunu ele alır. Bu problem iki
bakımdan ele alınmaktadır: Peygamberlik ve velilik. Müellif bu iki durumdan
hareketle metafizik bilginin elde edilme metodunu inceler. Seyr u sülük diye de
adlandırılan bu metodun ana ilkelerine değinir. Diğer taraftan Ekberî tasavvuf
geleneğinin önemli tartışmalı kavramlarından olan veliliğin mührü kavramını da
ele alarak konuyu açığa çıkarmaya çalışır.
Eserlerin tercümesinde 1997 yılında Kayseri’de neşredilen ve Dâvûd
el-Kayserî nin rislâlelerini ihtivâ eden er-Resâil isimli kitap esas
alınmıştır. Her iki eser de Dâvûd el-Kayserî nin felsefi bir üslupla inşa
etmeye çalıştığı nazarî tasavvuf anlayışının belirgin örnekleri olmakla
beraber kısa ve özet eserlerdir. Ayrıca eserlerde işaret edilmekle yetinilen
ve detayları okurun bilgisine bırakılan birçok husus mevcuttur. Bu nedenle
tercümemizde bu gibi noktaları açıklama amaçlı dipnotlara yer vermeye çalıştık.
Bazı dipnotların haddinden fazla uzun bulunacağının farkındayız. Ancak bu
türden eserlerin anlaşılması uğruna yaptığımız bu küçük katkıların
hoşgörülmesini umuyoruz. Muhterem okurlarımızdan her tercümenin aslında
mütercimin anlayışı ile sınırlı bir ürün olduğunu ve asla kusurlardan hâlî
olmadığını unutmamalarını bekler, kusurlarımızın affını istirham ederiz.
Son olarak eserlerin tercümesi esnasında bazı noktalarda kendisinden
fikir aldığım kıymetli dostumuz ve mesai arkadaşımız Mehmet Ozturana
müteşekkiriz. Yayına hazırlık aşamasında büyük emekleri olan Nefes Yayınevinin
kıymetli çalışanlarına ise gösterdikleri ilgi ve sabır dolayısıyla
mahcûbiyetimizi arzederiz.
Muhammed Bedirhan
TASAVVUF İLMİ HAKKINDA RİSALE
Hamd1 Allah a aittir. O ki, zâtıyla zâtı için
tecellî2 kıldı.3 İsimleri ve sıfatlarının hakikatlerini4
zuhur5 ettirdi.6
İsim ve sıfatlarının gaybî mazharlarını7 zâtının aynında cömertlik
ve kerem hâzinelerinin anahtarlarıyla sanatkârâne bir biçimde var etti.
Onlardan her birine feyz-i akdesi8 ile ilmî bir sûret9
verdi ve böylece onları sâbit aynlar10 ve aynî hakikatler kıldı.11
Sonra onlara feyz-i mukaddes ile kendi varlığının kaynağından varlık akıttı,
onları fazlından ve cömertliğinden hikmet ve zâtî dilemesi ile kemâle erdirdi.
Noksan sıfatlardan münezzehtir O Allah ki, Rahmânî nefes12
ile varlığın hakikatini eşyanın hakikatleri13 üzerine yaydı. Böylece
onları yokluğun karanlığından varlığın ve görünür olmanın aydınlığına çıkardı.
Akabinde önce er-Rahmân isminin istivâ14 ettiği makamı15 kudretiyle
yarattı ve onu imkân âleminin16 ruhu kıldı.17 Onunla
kendisinde cem olan göklerin ve yerlerin hakikatlerinin bileşikliğini yardı,
âlemin hakikatlerinin sürerlerinden kendisinde toplu ve özet olarak bulunan
şeyi onunla tafsil etti.
Gayb âleminde cevher olarak “be” harfine ait mânâlar için İlk Akıl ı var
ettiği gibi yine onun için şahâdet âleminde mazhar olarak “elif’ harfine ait
insânî bir sûret var kıldı.18
Onu “âlem üzerine halîfe olma” kaftanını giydirerek şereflen- dirmiştir.
Kendisine ait sıfatların tamamını ona izâfe etmesi, hatta zâhirliğini izhar
ettiğinde onda hüviyetini gizlemesi ve bâtınlığının ibrâzı esnasında onunla
hakikatini gizlemesi süreriyle onu mükerrem kılmıştır. Bu yüzden o, isimleri
ve sıfatlarının kemâllerinin hepsini cem eden Allah’ın zâtı için ism-i âzam
olmuştur. Bununla Muhammedi ruhu kastetmekteyim. Ki, eğer O olmasaydı âlemler
yaratıhnazdı. Zorunluluk ve mümkünlük ortaya çıkmazdı. Hakk celâl ve cemâlle
vasıflanmaz ve O müteâl (aşkın) büyüğün tekliği zâhir olmazdı.
Allah Onun ve en hayırlı âl olan âlinin üzerine ezellerin ezelinden
ebedlerin ebedine dek kopmayan ve zevâl bulmayan sürekli devam edecek bir
salât ile salât eylesin! Onun ardından yaratılmışların arasından seçilmiş
ashâb-ı kirâmı- nın üzerine de günler ve geceler sürdükçe ve aylar ve yıllar
tekerrür ettikçe salât eylesin!
İmdi, lütuf sahibi Rabbinin rahmetini uman zayıf kul Dâvûd b. Mahmûd
er-Rûmî el-Kayserî -Allah onu, ebeveynini ve bütün müminleri bağışlasın!- der
ki: Peygamberlerden sonra ilim sahiplerinin hulâsası olarak velîlerin
büyüklerini gördüm.19 Onlar, kalplerinde İlâhî nurların zâhir
olduğu kimselerdir. Böylece bu nurlar onları kendilerine çekmiş ve İlâhî zâtın
muhabbet ateşi onların ruhlarına taalluk etmiştir. Böylece onları katında
eritmiş, onlara vuslat20 lezzetini tattırmış ve berrak soğuk suyunu
içirmiştir. Fakat bu, kendilerine geldiklerinde onların kalbindeki şevk ateşini
harlandırmıştır. Bu yüzden mârifetler ve mânâların kaynağına ulaşmak adına fâni
varlığın zevklerini aramaktan vazgeçmişlerdir.
Nefslerini mücâhede21 ateşinde eritmişler mücâhede kaynağında
müşâhede lezzetleriyle zevk-yâb olmuşlardır. Muhabbet bahrine dalmışlar ve
onda yitip gitmişlerdir. Tevhid sırları ile zâhir olmuş ve zamanın zuhûrunun
iktizâsı ve günlerin örttükleri şeyi mahlûkâtın gözlerinden kaldırmak için görünmüşlerdir.
Bu nedenle, gözleri kin ve nefret olan perdeliler çatlasa da hem nazım hem de
nesir biçiminde onlar hakkında konuştular. Uygun istidatta olanları onların
nurlarıyla tenvir ettiler. Onların gözlerinden gözlerini örten perdeleri
kaldırdılar. Özellikle vâsıl muhakkik22 şeyh, kemâle erdiren kâmil
müdakkik, âriflerin övüncü ve tevhid ehlinin gözünün aydınlığı, muhakkiklerin
gözbebeği, din ve milletin23 şerefi, İbnü’l-Fârız el-Mısrî24
diye tanınan Ebû Hafs Ömer es-Sa‘dî (k.s) Nazmu’d-Dürr el-Keşfan Ebkâri
‘Arâisi’l-MeânîZâti’l-Ve- chi’l-Gurr isimli kasidesini nazmetmesi sebebiyle
önemli bir yerde durmaktadır. Bu kaside öyle bir kasidedir ki, her beytinde
lafzî cevherler, cinas ve bezeme ve türetme sanatı vb. gibi bedî‘ ilminin
zikrettiği şeylerden şiirsel harikalar geldiği için çağlar boyunca kimse onun
bir benzerini getirememiş ve hiçbir tabiat gece ve gündüzlerin tekrar ettiği
süre içinde o kasidenin sözlerinden herhangi bir şey işitmiştir. Bu nedenle bu
kasidenin ibâre diliyle vasfedilmesi imkânsızdır ve işaret beyânıyla
nitelenmesine güç yetmez. Bu onun lafız yönünden olan özelliklerinden bir
kısmıdır.
Mânâ cihetinden olan özelliklerine gelince, İbnü’l-Fârız Hazretleri
söylenebileceklerin en güzeli üzere şiir söyleme yoluna gitmiştir. Bu şiirde
ermişlerin, kâmillerin ve kemâle erdirenlerin yetkinliklerine işaret ederek,
mertebelerin ve yetkinliklerin sonuna ulaşmış ve öncekilerin ve sonrakilerin
hiçbirinin getirmediği bir yolla makamların ve derecelerin en yücesine erişmiş
olan muhakkiklerin hakikatlerini açığa çıkararak sâliklerin tarikatını, doğru
yolu bulmuş olanların yolunu, ariflerin25 makamlarına ve tevhid
ehlinin26 mertebelerine değin Allah Teâlâ ya doğru seyredenlerin derece
derece menzillerini açıklamıştır.
Allah, bizden en hayırlı karşılıkla onun karşılığını versin ve bizi
kurtuluş gününde karşılaşma ile onunla nîmetlendirsin!
Aşıkların gönlüne doğmasından onun Cennet ola mekânı bu
kasideyi yazanın
Tutulması gibi muhabbette Azrâ’ya Vâmıkin27
Tutulur zihinler Azrâ ’sına güzelliğinin
Kuşatır Tanrı sırlarını kendinden nutk eden her biri Ve izhar
eden tatlı sözlerle
Nazm-ı Dürr'ün dürleri nazm-ı dürtünden gelir Mânâların
keşfinde leâlîsi fâiktir
Her muharrer lafzında var dakâyık Her beyti kuşatır pek çok
hakâyık
Alemler doldu lafzının hoş-bûsundan O kokuyu koklayan oldu
handân
Bu lafızlar vahdetin inceliklerinin tahkikini kuşatırlar Bu
lafızlar inceliklere sahip tefrîd hakikatleridirler
Bunlar, feyzi Allah’tan gelen nurların parıltısı ve Kendisi
vâsıtasıyla her şeyin konuştuğu doğuşlardır
Bizi haberdâr ederek getirdiği bu şey dolayısıyla ki, -O şey
doğrudur- Allah Ebû Hafi Saîd’den râzı okun!
Tevhidin sırlarını ve tefrîd makamındaki nurlarını araştıran, her türlü
kalıptan soyutlanma (tecrîd), Allah’ın dışındaki her şeyi terk ve riyâzat28
ile onun yoluna sülük29 eden gayretli bir topluluk vardı. Bu
kasideyi bana okuyorlar ve benim gözetimimde onu tashih ediyorlardı. Her ne
kadar âlimlerden biri30 onu gayret sarfederek şerh etmiş ve de onun
mânâsının ve terkibinin çözümlenmesinde bu şerhi yetersiz kalmamış olsa da,
onlar bana bu kasideyi okuduklarında yanımda bana yardım edecek bir şerhim
yoktu. Allah onları rızâsıyla muhafaza buyursun ve cennetlerinin orta yerinde
iskân etsin! Ancak kalbime bu kasideyi şerh edenlerin göstermemiş oldukları
birtakım mânâlar ve onların düşüncelerinin yönelmediği birtakım incelikler
düştü. Onlara katılmak ve onların mülkünden bende olan şeyle nasiplenmek
istedim. Bundan dolayı, çok meşgul olmama ve hiç boş vaktim olmamasına rağmen
Allah’tan ve kudretinden yardım dilenerek, Onun güç ve kuvvetinden destek talep
ederek bu şerhi yazdım. Allah’ın bu gayretimi benden kabul buyurmasını, onu
meşkûr ve incelikler ve hakikatler ehli arasında sözlerimi makbûl kılmasını
umuyorum.
Bu şerhe başlamazdan önce bir mukaddime ve üç maksad yazdım. Bu
maksadların ilki, bu muhakkikler zümresinin ilimlerinin usûlü hakkındadır.
İkincisi asılların aslına ulaşma yolu hakkındadır. Üçüncü maksad ise cem ve
tevhid ve bu ikisinin mertebeleri hakkındadır. Bunlardan her birinin fasılları
vardır. Bu fasıllar onların mânâlarına ait mukaddimelerden, bunların
asıllarının tahkiklerinden ve beyanlarının açıklamalarından meydana gelmiştir.
Kendisine hizmet edilen bilge efendi, yüce sahip, ümmetlerin
boyunduruğunun mâliki, Arap ve Acem sultanlarının seçilmişi, vezirlik göğünün
güneşi, sadâret feleğinin ayı,
zayıfların ve düşkünlerin sığınağı, âlemdeki fukaranın hâmisi,
meleklerin ahlâkının mecmaı, İlâhî lütufların maz- harı, adâlet sancağını
dalgalandıran, ilim ve fazilet sahiplerinin üstüne rahmet saçan lakaplarıyla
şereflenmiş İslâm’ın ve müslümanların yardımcısı Gıyâseddîn’e takdim ettim.31
Allah, Muhammed ve Onun bütün âl ve ashâbı hakkı için, celâlinin
gölgesini âlemlerin üzerinde devamlı kılsın, ihsanlarını câhiller ve âlimler
üzerine akıtsın!
Bölüm Dipnotları
1
Hamd, ihtiyarî bir ihsana veya onun mebdei olan bir
hüsne karşı inşirah ile sahibine tazim ifade eden bir ifadedir. Kısmen medih,
kısmen şükür ile birleşen bir övgü türü olup övmek, övülmek, iyi bir övüş,
övülüş, güzel bir övücü veya övülücü olma, ciddi bir övücülük veya övülücülük
gibi anlamları içeren bir kelimedir. Hamd kelimesi bütün bu anlamları ifade
için kullanılmakla birlikte Türk- çede yalnız mastar anlamıyla kullanılır.
Diğer kiplerdeki kullanımı ise hamd etmek veya edilmek, hamd ediş veya ediliş,
hamd eden veya hamd edilen, hâmidiyyet yani hamd etme niteliği veya mah-
mûdiyyet yani hamd edilme niteliğidir. Türkçede karşılığı yoktur. Türkçede
övgü diye ifade ettiğimiz kelimenin Arapça karşılığı sena ve medihtir. Hamd
sena ile medih arasında yer alan özel bir tür övgüyü ifade eder. Zîra medih hem
hayat ve irade sahibi olan şeyler hakkında kullanılır hem de olmayanlar
hakkında kullanılır. Diğer taraftan hamd yalnızca hayat ve irade sahibi olan
şeyler hakkında kullanılır. Yani mesela güzel bir inci veya güzel bir at
memdûh/medholunmuş olur ancak mahmûd/hamd edilmiş olmaz. Hamd atı veya inciyi
ihsan edene yani Allah’a, onun cömertliğine, bilgisine ve Onun endamının
güzelliğine yapılır. Burada atın veya incinin, hamd edene ulaşan bir
nîmetlendirme olmasına gerek yoktur. Şükürde ise nîmet şarttır. Şükür gelen
bir nîmete karşı o nîmeti verene fiilî, kavlî veya kalbî olarak tâzim ile
karşılık vermektir. Yalnızca fiil veya kalp ile yapılan şükür ne medih olur ne
de hamd olur. Ancak dil ile sözlü olarak yapıldığı vakit hem medih hem de hamd
olur. Bu tarz bir hamd şükrün başıdır. Bu kavramlar arasında genellik ve
özellik ilişkisi vardır. Buna göre hamd mutlak olarak medihten daha özel bir
anlam ifade eder. Şükre göre ise bir yönden genel bir yönden de özeldir.
Dolayısıyla şöyle denebilir: Her hamd medhtir, her medih hamd değildir. Bazı
hamd şükürdür ve bazı şükür de hamddır. Bununla beraber hamd olmayan şükür ve
şükür olmayan hamd da vardır. Medih her zaman dış dünyada karşılığı olan bir
şeye yapılmaz. Ancak şükür ve hamd dış dünyada gerçekleşmiş bir şey karşılığında
yapılır. Bu yüzden medih karşılığı olmayan boş bir ümitle yapılabilirken hamd
böyle değildir. Hamd daha önce verilen bir nîmet gibi daha sonra da nimet
verileceğine olan kesin inançla yapılır, şükür ise verilmiş olana karşılıktır,
(bkz. M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kuran Dili, s. 56)
2
Tecellî kavramı, vahdet-i vücûd doktrininin
anlaşılmasında anahtar nitelikte kavramlardandır. Bu kavram tasavvuf
doktrininin hem varlık, hem de bilgi teorisinin anlaşılmasında büyük bir önem
taşır. Hatta tecellî kavramı nazarî tasavvuf yani vahdet-i vücûd anlayışının
üzerine inşa edildiği temeldir diyebiliriz. Öyle ki, bu kavram doğru
anlaşılmadan muhakkik sûfilerin sistemlerini çözmek neredeyse imkânsızdır.
Çünkü vahdet-i vücûd doktrinine göre çok olan mevcutlar tek olan vücûddan
ortaya çıkmışlardır. Yani âlemdeki çokluk mutlak bir birlikten meydana
gelmektedir. Tecellî kavramı ise bu birlikten çokluğun nasıl meydana geldiğini
anlatan anahtar kavramdır.
Tecellî sözlükte bir şeyin açılması ve ortaya çıkması
anlamına gelen c-l-y kökünden türemiştir. Araplar bir şey ortaya çıktığında
“tecelle’ş-şey’u” derler. Şöhreti nedeniyle tanınan meşhur kimseye ise “İbn
Celâ” derler. Tecellî kelimesi Kuran kelimelerin- dendir. Kur’an’da iki yerde
doğrudan tecellî kelimesi geçer (bkz.: A’râf, 142; Leyi, 2).
Tecellî kavramı tasavvufun hem varlık hem de bilgi
teorisiyle irtibatlıdır. Tecellî varlık bilim açısından kullanıldığında feyiz,
zuhur, sudûr, tenezzül, taayyün, tekessüf, teşahhus, mertebe gibi kavramlarla
ilişkilidir. Bilgi teorisi açısından ise tecellînin, fetih, sünuh, lâyiha,
tahkik, şühud ve keşf terimleri ile anlam benzerliği vardır. Varlık açısından
tecellî, gayb mertebesinde olanın zuhur mertebesine çıkması demektir. Bu
kavram Hakk için kullanıldığında Hakk’ın zâtının bütün isim ve sıfatları ile
kendisini izhar ettirmesi demek olur. Tecellî kavramı muhakkik sûfîler
tarafından âlemin var oluşunu izah etmek için kullanılır. Bilindiği üzere
İslâm kelâmı yoktan yaratma görüşünü benimsemiştir. Bu görüş yara-
tan-yaratılan ikiliğine dayanır. Vahdet-i vücûd mektebine mensup sûfilere göre
ise varlık birdir ve onda ikilik bulunması imkânsızdır. Bu nedenle varlıkta
yaratan-yaratılan ikiliğini geçersiz kılmak maksadıyla sûfîler tecellî
kavramını kullanmışlardır. Bu anlayışa
göre bir tek hakikat vardır ve bu tek hakikat tecelli
etmekte yani zuhur etmektedir. Alem ise bu hakikatin tecelliler mertebesi veya
zuhur mertebelerinden ibarettir.
Tanrı-âlem ilişkisinin temeli olan tecellînin çeşitli mertebeleri ve
dereceleri vardır. Aslında tek olan tecellî taalluk ettiği mertebe ve durumlara
göre farklı adlar alabilir. Söz gelimi vahdet-i vücûd doktrininin önemli
yorumcularından olan Molla Abdurrahman Cami tecelliyi varlık tecellîsi ve
müşâhede tecellîsi olmak üzere ikiye ayırır. Bu taksimde dikkat etmemiz gereken
nokta tecellînin var etmeyle mi, yoksa bilgiyle mi ilgili bir mertebeye
taalluk ettiğidir. Eğer tecellî âlemin dış varlık kazanmasıyla ilgili mertebelere
taalluk etmekteyse bu durumda tecellî varlık tecellîsi diye isimlenir. Eğer
sâlikin kalbinde mârifete dair bilgilerin ortaya çıkışına müteallik bir
durumdaysa bu durumda tecellî müşâhede tecellîsi diye adlandırılır. Her iki tür
tecellînin aslında bir olması bilme ile varlığın bir olması nedeniyledir. Çünkü
bilme ve varlık ikiliğin olmadığı bir mertebede birbirinin aynıdır. Söz gelimi
İlâhî zat kendi varlığını bildiğinde bu bilgi kendi varlığıyla aynıdır.
Dolayısıyla bilme ve var olma bir hakikatin iki yönünü teşkil etmektedir.
Burada yeri gelmişken şunu da belirtmeliyiz ki, bazı sûfîler müşâhede tecellîsi
için tecellî kavramını kullanırken varlık tecellîsini tenezzül, taayyün ve
feyz gibi kavramlarla da adlandırmaktadırlar.
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Varlık tecellîsi âlemin doğrudan ve dolaylı olarak
Hakk’tan varlık almasıyla ilgilidir. Buna göre Tanrı ile âlemin doğrudan ve
dolaylı irtibat olmak üzere iki türlü irtibatı vardır. Birinci irtibat Tanrının
her bir varlıkla özel irtibatıdır, ikinci irtibat ise, bir nedensellik
silsilesiyle şeylerin meydana gelmesidir. Birinci irtibat, âlemde bulunan tek
tek şeylerin Tanrı ile arada başka sebepler ve varlıklar bulunmaksızın doğrudan
“varlık” almasını sağlar. Yani doğrudan doğruya her bir tikel varlıkta Tanrı
tecellî eder ve bu varlık tecellîsi o tikeli var eder. Vahdet-i vücûdu
benimseyen sûfîler bu özel irtibat tarzını “vech-i hâs” terimi ile
nitelendirmişlerdir. Tanrının, âlemde bulunan her tikel varlıkla özel bir
irtibatının olması Tanrının tikellerle ilişkisi sorunu ile de ilgilidir.
Meşşâî filozoflar sudur
da denilen ve yukarıda bahsi geçen ikinci irtibattan 25 hareketle âlemin bir
nedensellik zinciri ile Tanrı’dan varlık aldığını ileri süreler. Buna göre
Tanrının âlemdeki tikellerle doğrudan bir irtibatı yoktur. Bu nedenle Tanrının
bilgisi tikellere taalluk etmez.
Vahdet-i vücûd görüşünü benimseyen sûfîler ise Meşşâî felsefedeki bu
problemi özel irtibat (vech-i hâs) kavramıyla aşmışlardır. Bu aynı zamanda
“mutlak birlik” olan Tanrı’dan kesretin yani çokluğun nasıl çıktığına dair de
bir izahtır. Şöyle ki, “mutlak bir olandan yalnız bir çıkar” ilkesi
çerçevesinde Hakk’tan yalnızca bir şey zuhur eder. Bu da varlık tecellîsidir.
Zîra Hakk, mutlak varlıktır. Alemdeki çokluk Hakk’tan çıkan bu varlık
tecellîsinin Hakk’ın isim ve sıfatlarının gölgesi konumunda olan a‘yân-ı sâbite
mazhar- larında ortaya çıkan görüntüsünden kaynaklanır.
Tecellî kavramını detaylı bir biçimde açıklayan sûfilerden biri olan
Abdülkerîm Cîlî varlık tecellîsini ikiye ayırır. Ancak öncelikle belirtmekte
fayda vardır ki Îbnü’l-Arabî’nin ıstılâhından âşinâ olduğumuz feyz kavramı
Cîlî’nin dilinde tecellî şeklinde dile getirilmektedir. Buna göre ilk tecellî
tecellî-yi akdes diye adlandırılan Hakk’ın kendi zâtında zâtı için zâtıyla
tecellî etmesidir. Bu tecellî insan bilgisinin konusu olmaz. Çünkü bu tecellî
sadece zâta ait bir tecellîdir. İkinci tür tecellî ise zâtın mümkün varlıklarda
gerçekleşen tecellî-yi mukaddes diye adlandırılan tecellîsidir. Bu tecellîyi
İlâhî isimler ve sıfatlar gerektirmiştir. Bundan dolayı âlemle zâtın ilişkisini
sağlayan etkenler İlâhî isimler ve sıfatlardır. Cîlî, Îbnü’l-Arabî’nin Hakk’ın
tecellîlerinin sonsuz olduğu kanaatini paylaşır. İbnü’l-Arabî sürekli tecellî
fikrinden hareketle sürekli yeniden yaratılma görüşünü geliştirmiştir yani
bilinen adıyla halk-ı cedîd veya teceddüd-i emsâl. Cîlî de buna sürerlerdeki
değişim yani “et-tahavvul fi’s-suver” der. Zâten her iki sûfîye göre yaratmak,
yoktan yaratma değildir. Bu iki sûfi yaratmayı zuhur yani görünmez veya bâtın
olan bir şeyin ortaya çıkması olarak kabul eder.
Cîlî, Hakk’ın bir tecellîdeki zuhûrundan diğer tecellîdeki zuhû- runa
dönmesi ve sonsuza değin bu şekilde devam etmesini O’nun et-Tevvâb (dönen)
olmasıyla ilişkilendirir. Bu şekilde Hakk’ın sürekli tecellî etmesi
tecellîlerde sürekli bir terakkiyi getirir. Tecellîde
tekrar yoktur, her tecellî bir öncekini kapsar ve genişleyerek devam
eder. Buna bağlı olarak âlem de sürekli genişler ve mükemmelleşir. Bu anlayış,
statik âlem modellerine karşı sürekli yenilenen ve değişen bir evren modelini
ortaya koyar.
ikinci tür tecellî olan müşâhede tecellîsi ise mârifetullah ile ilgilidir.
Bu anlamda tecellî keşfin bir türü olması bakımından mâri- fetle birleşir.
Müşâhede tecellîsinin özelliği tecellîgâhın varlığını silmek ve ona bilgi
kazandırmaktır. Bu bakımdan varlık tecellîsinden farklılık arzeder. Sûfilere
göre Allah hakkındaki bilgi ancak müşâhede tecellîsi ile elde edilir. Bu
tecellî de tıpkı varlık tecellîsi gibi birdir ve tecellîgâhın istîdâdına göre
değişir.
Tecellînin üç temel işlevi vardır. Tecellînin birinci işlevi Hakk m
zâtında gizil halde bulunan isimler ve sıfatların buna bağlı olarak da âlemin
ortaya çıkmasıdır, ikinci işlevi ortaya çıkan bu isimler ve sıfatlar
vâsıtasıyla İlâhî zat hakkında bilginin elde edilmesidir. Çünkü Hakk bilinmeyi
istediğinden dolayı tecellî etmektedir. Eğer tecellî olmasaydı Hakk da gizli
kalmaya ve bilinmemeye devam ederdi. Bu iki işlev açısında tecellî türleri
İlâhî fiillerin tecellîleri, İlâhî isimlerin tecellîleri, İlâhî sıfatların
tecellîleri ve İlâhî zâta ait tecellî şeklinde mülâhaza edilmiştir.
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Üçüncü işlev ise âlemin var olmaya
devamını sağlamaktır. Yukarıda da belirtildiği üzere Hakk âleme sürekli
tecellî etmektedir. Bu nedenle âlem var olmaya devam etmektedir. Eğer Hakk’ın
âlemdeki tecellîsi kesilse âlem derhal aslı olan yokluğa geri döner. Bu
nedenle Hakk’ın tecellîsi âlemin kıyâmının sebebidir. Hakk’ın tecellisi hangi
âlemde gerçekleşirse gerçekleşsin ve Hakk hangi şeye tecellî ederse etsin bu
tecellî ez-Zâhir isminden kaynaklanır, el- Bâtın isminden ne dünyada ne de
âhirette tecellî vukû bulmaz. Çünkü bu isim zuhur edenin bâtın olmasını
gerektiren bir isimdir. Bu nedenle kendisinden zuhur vâkî olmaz. (Abdülkerim
Cîlî, însân-ı Kâmil, trc. Abdülazîz Mecdî Tolun, s. 105-133; Suad el-
Hakîm, tbnü’l-Arabî Sözlüğü, trc. Ekrem Demirli, s. 607-610; Ekrem
Demirli, Sadreddin Konevî'de Bilgi ve Varlık, s. 294-295; Abdullah
Kartal, Abdülkerim Cîlî: Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Fel
sefesi, s. 54-61.) 2/
3
Bu cümle ile müellif, Allah’ın kendi zâtını zâtına
zâid bir bilgi ile değil yine kendi zâtıyla bildiğine işaret buyurur. Zâta ait
bu bilgi küllî-cümelî bir bilgidir. Bu bilgi ile ilk taayyün/taayyün-i evvel
kastedilmektedir.
4
İlâhî isim ve sıfatların hakikatleri ile bunların
Allah’ın ilmindeki İlmî sûretleri kastedilmektedir.
5
Zuhur etmek bir şeyin ortaya çıkması ve âşikâr olması
demektir. Hakk’m zuhur etmesi ise kendisine ait isimlerde ve sıfatlarda tecellî
etmesi demektir. Zîra eşya bu isimlerin ve sıfatların mazhar- larıdır. Hakk
bunlarda kendisini âşikâr kılmaktadır. Zuhûrun pek çok mertebesi vardır.
Bununla birlikte ârifler Hakk’m zuhûrunun beş ana mertebesinin olduğunu kabul
ederler:
6
Yani Allah zâtıyla zâtını bildiğinde bu bilgisinden
kendisinde bulunan ve bir kudsî hadiste gizli hazîne diye nitelediği yetkinlikler
zâtın gaybındaki gizliliklerinden İlâhî ilimdeki belirlenimlerine çıktılar.
İşte bu yetkinlikler İlâhî sıfatlar ve isimlerdir. Bunlar âlem ile Tanrı
arasındaki ilişkiyi temin eden nispet ve izâfetlerdir.
7
Mazhar terimi tasavvuf ıstılâhında İlâhî zuhûrun
ortaya çıktığı yer, sûret, varlık mertebesi ve tecellîgâh demektir. Aynı
zamanda mahlûk anlamına da gelir. Mesela sultan âlemin kalbi hükmünde
olduğundan ism-i âzamin zâhirine mazhardır. Eğer sultan peygamberin yaşantı ve
ahlâkı üzere olursa bu durumda ism-i âzamin hem zâhirine hem de bâtınına
mazhar olur. Yani ism-i âzam onun varlığıyla bu âlemde görünür, (bkz.: Seyyid
Mustafa Râsim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü=Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, haz.
İhsan Kara, İstanbul 2008, s. 1052) İsim ve sıfatlarının gaybî mazharları bunların
İlâhî ilimdeki sürerleridir. Bunlar da a‘yân-ı sâbitedir.
8
Feyz terimi vahdet-i vücûdu benimseyen sûfilerin
Tanrı-âlem ilişkisi anlatırken başvurdukları kavramlardan biridir. Feyz
kavramı da tıpkı tecellî kavramında olduğu gibi hem ontolojik hem de
epistemolojik bir önem taşır. Vahdet-i vücûd sisteminde yaratma, yoktan var
etme değil Tanrının zâtı olan mutlak varlığın farklı mertebe ve tecellîgâhlarda
zuhûru demektir. İşte bu zuhur feyz ve tecellî yoluyla gerçekleşir. Tanrı
âlemdeki şeylerin sûretlerinde tecellî ederek onları yaratır. Bu tecellî iki
basamakta incelenir: a) feyz-i akdes b) feyz-i mukaddes.
Feyz-i akdeste Tanrı eşyanın
hakikatlerinin akledilir sûretlerinde kendisi için tecellî kılar. Eşyanın
hakîkatleri Tanrının isimleri ve sıfatlarının gölgeleridirler. Bu gölgeler
İlâhî ilimde feyz-i akdes vasıtasıyla İlmî bir sûret kazanırlar. Daha sonra
varlık feyz-i mukaddes vâsıtasıyla bu İlmî sürerlere göre hâricî varlık
alanında zuhur eder. Dolayısıyla Tanrı âlemdeki şeylerin sürerleriyle tecellî
ederek onları yaratmış olur. Feyz-i akdes bu anlamda mutlak varlık için ilk
taayyün, feyz-i mukaddes ise ikinci taayyündür. Bununla beraber âlemdeki
şeylerin kıyâmı sürekli değildir. Feyz-i akdes ile İlâhî ilimde hakîkatleri
belirlenen ve feyz-i mukaddes ile bu İlâhî ilimdeki hakikatlerine göre Tanrının
tecellî ettiği şeyler ancak Tanrının kendilerinde sürekli tecellî kılması
vâsıtasıyla ayakta kalabilirler. Bu durum İbnü’l-Arabî ve vahdet-i vücûd
mektebinde teceddüd-i emsâl ve halk-ı cedîd diye adlandırılan ve âlemin sürekli
yokluğa gitmesi ve Tanrının da onu sürekli varlığa çıkarmak • için kendisinde
tecellî etmesini ifade eden terimlerin ortaya atılmasına neden olmuştur.
9
İlmî sûret eşyanın hakikatlerinin Tanrı tarafından
zamansız ve mekânsız bir şekilde ezelde bilinişi sonucunda İlâhî ilimdeki belirlenimleri
ifade eder. Bu İlmî sûretler a‘yân-ı sâbite diye de adlandırılır.
10
A‘yân-ı sâbite terimi hakikat, zat ve mâhiyet
anlamlarına gelen ‘ayn (çoğulu a’yân) terimi ile insan veya üçgenin zihindeki
varlığı gibi zihnî veya aklî varlığı ifade eden sâbitlik teriminden oluşan bir
tasavvufî terimdir. Bu terim eşyanın hakîkatleri konumunda olan İlâhî isimlerin
Allah’ın ilminde bulunan akledilir sürerlerini anlatmak maksadıyla
geliştirilmiştir. Felsefe dilinde bu hakikatler mâhiyetler diye adlandırılır.
Mutezile kelâmcıları ise bunu “mâ- lum-ma’dûm” ve “sâbit şey” diye
adlandırmışlardır. Kimileri de ayân-ı sâbite teriminde platonik ideleri görmek
istemektedirler. Bununla beraber a‘yân-ı sâbite terimi her ne kadar yukarıda
zikri geçen filozofların mâhiyetleri ve Platonun ideleri ile benzerlik ar-
zetse de tasavvufun bu sâbit hakikatleri, mâhiyetler ve ideler gibi tümel
şeyler değil âlemde tek tek mevcut olan her şeyin hüviyeti olan tikel şeylerdir.
Dolayısıyla aynlar tür veya cins değildirler. Ayrıca Platonun ideaları asla
yoklukla yani ma’dûm olmakla va- sıflandırılmamışlardır. Bilakis Platon onları
gerçek cevher, mutlak var olan, gerçekten var olan ve ezelî olarak var olan
diye nitelemiştir. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’nin varlığın kokusunu dahi almamış
olan a‘yân-ı sâbitesi Platonik idelerden oldukça farklıdır. Çünkü
Îbnü’l-Arabî’nin a‘yân-ı sâbitesinde Platonun idelerinden fazlası vardır.
İbnü’l-Arabî sâbit aynlar görüşünü ifade ederken Platonun yanı sıra Aristo,
Mutezile mezhebine mensup âlimler ve İşrâkîliğin pîri Sühreverdî’nin
fikirlerinden birçok unsuru kullanmıştır. Ancak bu eklektik yapı bütünüyle bu
düşünürlerden alınan parçalardan farklı ve çok daha derin bir anlam
kazanmıştır. Sâbit aynların İlâhî ilimde bulunduklarını söylemiştik. Îlâhî ilimdeki
bu bulunuşun ne tür bir bulunuş olduğunun üzerinde durmak gerekmektedir. Gerek
İbnü’l-Arabî olsun gerekse takipçileri ve hatta Bursevî olsun sâbit aynlardan
bahsederken sürekli bir biçimde bunların hiçbir şekilde varlık kokusu almamış
yokluk olduklarını söyleyerek sübût ile vücûd arasında bir ayrıma giderler.
Bunun anlamı bu aynların İlâhî zâtın varlığı dışında bir varlığa sahip
olmadıkları demektir. Yoksa bu yokluk ile bunların hiçbir biçimde var
değillerken varlığa geldikleri anlamı kastedilmemekte- dir. Zîra Tanrının
ilminde bulunmayan bir şeyin varlığa gelmesine imkân yoktur, ilimdeki bu
bulunuş zattan ayrı bir varlığı çağrıştırması endişesi dolayısıyla sübût diye
adlandırılmıştır. Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi bu sâbit aynlar ve
hakikatler Hakka dönük yönleri bakımından İlâhî isimler olarak, mahlûkâta dönük
yönleri bakımından ise a‘yân-ı sâbite olarak isimlendirilirler. Eşyanın
hakikatlerinin yani sâbit aynların İlâhî isimler ve sıfatlar olmaları
açıklanırken onların İlâhî ilimde bulunmalarından hareket edilir.
Yukarıda da belirtildiği üzere
muhakkik sûfîler nezdinde bir şeyin hakikati demek o şeyin ilâhı ilimdeki
belirlenme nisbeti demektir. Bu belirleniş o şeyin Allah tarafından biliniş
keyfiyetini gösterir. Bu durumda şunu belirtmek gerekir ki, bilme Allah a ait
sıfatlardandır. Allah’ın bir şeyi bilmesinin keyfiyeti ise bu bilme sıfatına
ait bir keyfiyettir. Allah’ın bir sıfatına ait keyfiyet ise yine Ona ait bir
sıfattır. Bu durumda eşyanın hakikatleri olan ve asla hârici varlık kokusu
koklamamış bulunan sâbit aynlar İlâhî sıfatlar olmak durumundadır. Aksi
takdirde Allah’ın ilminde sonradan var olan şeylerin bulunması gerekir ki bu
aklen imkânsızdır. Çünkü bu durum Allah’ın kadimliği ile çelişir.
11
Ayn denmesinin nedeni bir tür belirlenime sahip
olmaları nedeniyledir. Nitekim varlık mertebelerinden bahsedilirken geçen ifadelerden
zâta isim ve sıfatların silinerek kaybolduğu belirsizlik durumu lâ-taayyün yani
aynlaşmama durumu ve belirlenme ise taayyün yani aynlaşma diye adlandırılır.
12
Nefes-i Rahmânî [Rahmanın nefesi], âlemdeki şeylerin
sürerlerinin kendisinde açıldığı bir cevherdir. Söz konusu bu cevhere nefes
denmesinin nedeni, insanın nefesinin potansiyel olarak bütün harf ve kelimeleri
içerdiği gibi, bu cevherin de âlemdeki şeylerin sürerlerini içermesidir. Nefes,
insanda gizli olan şeyleri dışarı taşır. Bu gizli şeyler insanın içindeki
mânâlardır. Nefes bu mânâların söze dökülmesinin alt zeminidir. Harfler
nefesin açığa çıkması ve farklı şekillerde zuhur etmesiyle meydana gelirler.
Hepsi aslında nefestir. Aralarındaki fark karın boşluğu, boğaz, hançere, dil,
dişler, dudak gibi nefesin uğradığı yerler olan harflerin çıkış yerleri
(mahreçler) denilen mertebelerden kaynaklanır. Böylelikle bir olan nefes, harf
ve kelimelerin sürerlerinde farklılaşır ve ayrışır. Bir olan nefes sanki
çokmuş gibi görünür duruma gelir. Gerçekte ise harfler yalnızca nefesin
giydiği elbiseler ve içine girdiği kalıplardır ve bu kalıpların ve elbiselerin
ise nefes dışında bir varlıkları bulunmaz. Varlıkları itibârîdir.
İnsanın içinden çıkan hava hiçbir
harf olmamak bakımından değerlendirildiğinde nefes diye adlandırıldığı gibi
Tanrı’dan çıkan bu tecellî de harflerin çıkış yerlerinin benzeri konumda olan
varlık mertebleri dikkate alınmaksızın değerlendirildiğinde nefes diye adlandırılır.
Daha sonra nefesin harf ve harflerin bileşkesinden kelime ve cümlelerin
oluşması gibi Rahmânî nefes vâsıtasıyla âlemdeki şeyler ortaya çıkar. Rahmânî
nefes âlemdeki şeylerin hem a‘yân-ı sâbite durumundaki hem de dış dünyadaki
zuhur hâlleri üzerine tecellî etmektedir. Yani o hem sübût hem de vücûd âlemlerinin
her ikisini birden kapsar. Müellif Dâvûd Kayserî de yukarıdaki ifadesinde buna
dikkat çekerek, Rahmân’ın nefesinin eşyanın hakikatleri üzerine yayılmasından
bahsetmektedir. Sûfilerin, âlemdeki şeyleri Tanrının harfleri ve kelimeleri
şeklinde değerlendirmeleri kuşkusuz onlar tarafından ortaya atılmış romantik
bir tasavvur değildir. Alemin kelâm ile yaratılması düşüncesinin kaynağı
Kuran’dır. Kuran’da çeşitli âyetlerde Allah’ın bir şeyi dilediğinde o şeye
“Ol!” dediği ve onun da hemen olduğu haber verilir. İbnü’l-Arabî bu duruma
dikkat çekerek kelimelerin harflerden, harflerin havadan, havanın da Nefes-i
Rahmânî’den meydana geldiğini söyler. Dolayısıyla ona göre Tanrının kelâm
sıfatı ile Rahmân’ın nefesi arasında bir ilişki söz konusudur. İbnü’l-Arabî
Tanrının kelâm sıfatı ile âlem arasındaki ilişkiyi açıklamak için kelâm
kelimesinin semantik incelemesini yapar. Kelâm yaralamak anlamına gelen kelm
kökünden türemiştir. Kelâm âlemin var oluşunda etkindir. Çünkü yara, yaralı
cisim üzerinde etkindir. Mümkünler yani âlemdeki şeylerin zuhur etmeleri kelâm
ile gerçekleşmiştir. Dolayısıyla onlar mevcûdiyetlerini kelâmla temin
etmişlerdir.
Nefesin başka bir İlâhî isme değil de
Rahmân’a nispet olunması da bir diğer önemli durumdur. Burada hem nefes
kelimesinin hem de Rahmân kelimesinin anlamı üzerinde durmak gerekir. Nefes
kelimesi bir zorluk ve sıkıntıdan ferahlamayı ifade eder. Rahmân ise merhamet
ile ilişkilidir. Bu durumda nefesin Rahmân’a nis- betinin anlamı İlâhî
isimlerin kendi etkinliklerini göstermek için mazharlarını talep etmeleri
neticesinde İlâhî isimlerin bu talep sıkıntısı Rahmân’ın onların taleplerine
merhamet etmesiyle gerçekleştiği için nefes Rahmân’a nispet olunmuştur.
13
Eşyanın hakikati bir şeyi o şey kılan şeydir. Bunlara
Allah’ın ilmindeki sâbit aynlar da denir. Bununla beraber vahdet-i vücûdu
benimseyen sûfîlere göre bir şeyin
hakikati kelâmcıların kabul ettikleri gibi onun dış dünyadaki bulunuşu
değildir. Bilakis hakikat yani bir şeyi o şey yapan öz, değişmez bir şekilde
ve hiçbir şekilde dış dünyada mevcut olma durumu ile nitelenemez biçimde İlâhî
ilimde bulunur. Buna a'yân-ı sâbite ismi de verilir.
14
İstivâ, Allah-âlem ilişkisini ifade etmek için
kullanılan sıfatlardan ve Kur an’da ve hadislerde yer alan anlamı kapalı
ifadelerden biridir. İstivâ, Allah’ın zâtının âlemle münasebetini konu edinir.
İstivâ kelimesi sözlükte “doğru ve düzgün olmak” anlamındaki s-v-y (u-'-’uS)
kökünden türetilmiştir ve “mutedil, düzgün ve eşit olmak; karar kılmak, oturup
yerleşmek; yönelmek, yukarı çıkmak; hâkim olmak, tahta oturmak” gibi anlamlara
gelir. İstivâ Kuranda yedi âyette Arşa, iki yerde göğe yönelik bir fiil olarak
Allah a nispet edilmiştir. Bu âyetlerde belirtildiğine göre Allah yeri
yarattıktan sonra gökleri yaratmaya yönelip onları yedi gök olarak düzenlemiş,
sonra da Arşa istivâ etmiştir. Kelâm âlimleri istivâyı Allah’ın keyfiyeti bizce
bilinmeyen bir sıfatı olarak kabul ederler. Bu sıfat, Allah’ın zâtıyla
yaratıkları arasında mevcut olmadığı ve mahiyeti insanlarca bilinmeyen bir
şekilde göklerin ötesinde ve Arş’ın üzerinde bulunduğunu ve ilâh! kudret ve
iradenin bütün kâinat üzerinde sürekli olarak geçerli olduğunu ve bütün
varlıkları hâkimiyeti altına alıp yönettiğini anlatan bir sıfattır. (Ayrıntı
için bkz.: Y. Şevki Yavuz, “İstivâ”, DİA, c. XXIII.)
15
Rahmânî Arş kastedilmektedir. Bu Arş Rahmân isminin
sıfatlarının istivâ ettiği mahaldir. Feleklerin ilki ve en kuşatıcısı olan bu
Arş, küllî tabiat, hebâ, küllî cisim ve küllî şekli cem eder. Cisimler âlemi
de bu Arş tarafından kuşatılmıştır. Dolayısıyla bu Arş maddî âlem ile maddeden
soyut olan âlem arasında bir berzahtır.
16
Müellifin burada imkân âlemini ayrı mülâhaza etmesi
dikkat çekicidir. Çünkü âlem Tanrının dışındaki şeylerin tamamıdır. Tanrı
dışında zorunlu varlık olmadığına göre âlem zâten mümkündür. Bununla birlikte
zâta ait isimler ve sıfatlar âlemi, zorunlu varlığa ait olmaları ve zâtın
hâricinde olmamaları nedeniyle vücûb yani zorunluluk âlemi diye nitelendirilir.
Bununla beraber zat kendi başına ele alındığında bu sıfatlar ve isimlerin de
gayrı olması hasebiyle onlar için âlem denilmesi doğru olur. Müellif âlemin bu
ikili durumundan dolayı Rahmân’ın istivâ Arş’ı olan bu şeyin imkân âlemine
ait olduğunu belirtti. Böylece vücûb âleminden onu ayırdı.
17
Tasavvufa göre bütün âlem bir ceset gibidir ve bu
âlemin ayakta kalması bir ruh sayesinde gerçekleşir. Alemin ruhu diye de adlandırılan
bu ruh Hakîkat-i Muhammediyye, Nûr-i Muhammedi, Rûh-i Muhammedi gibi adlarla
adlandırılan şeydir.
18
Yukarıda Rahmân’ın nefesi hakkındaki dipnotta da
belirtildiği üzere vahdet-i vücûd teorisine göre âlem ile harfler arasında bir
irtibat vardır. Buna göre âlemdeki şeylerden basit-yalın olanlar İlâhî
harflerin bileşik olanlar ise İlâhî kelime ve cümlelerin karşılığı olarak
görülürler.
19
Tasavvuf ehline göre Hz. Peygamber’in ve diğer
peygamberlerin gerçek vârisleri velîlerdir. Bu nedenle de onların sahip
oldukları le- dünnî bilgi en üstün bilgidir. Müellifin bu cümlesi velîlerin
sûfîler nazarındaki durumuna işaret eder.
20
Allahîn katına vâsıl olmak bir cismin başka bir cisme,
bir arazın bir diğer araza, bilginin bilinene ve fiilin özneye vâsıl olması
gibi değildir. Vuslat iki kısımdır. Bunların ilki Hakk’m süslerinin kula
açılması ve kulun onunla sarhoş olmasıdır ki bu sülû- kun başlangıcındaki
vuslattır. Bu durumda eğer kul mârifetine bakarsa orada Allah’tan başkasını
bilemez. Himmetine baksa Allah’tan başkasını bulamaz. Böylece kulun bütün
varlığı tamamen Allah’ın varlığı ile meşgul olur. Kul bu durumdayken dışını ibâdetle,
içini de ahlâkını güzelleştirmekle imar etmek için nefsiyle ilgilenmez.
Vuslatın ikinci kısmı ise sülûkun sonundaki vuslattır. Bu kulun nefsinden çıkması
ve tamamen ondan soyutlanması durumudur. Öyle ki bu durumda kul sanki O olur.
Vuslat kul tarafından değil aksine Allah’ın inâyeti ve ulûhiyyet cezbelerin
etkisi ile meydana gelir. Kulun kazanından bunun elde edilmesinin sebebidir.
Vuslata ermek ya mutlak meczup, ya meczup olan sâlik veya mutlak sâlik olmakla
mümkündür. Mutlak meczup, riyâzat ve halvet yapmaksızın zahmetsiz bir şekilde
Allah’ın inâyetiyle cezbettiği, yoluna erdirdiği, kendi yakınlığına
ulaştırdığı, şerefli makamlar verdiği kimsedir. Meczup olan sâlik ise mücâhede
yapar, halvette oturur, Allah’ın dışındakilerden alâkayı keser, nihayet Allah
Teâlâ ona rahmet nazarı ile bakar, lütuf ve nimetle onu destekler ve onu kısa
sürede ve kolay bir mücâhede ile yüce makamlara erdirir. Mutlak sâlik de son
derece ciddi bir mücâhede ve riyâzat ile sülük eder. Bütün haller ve vâkıaları
yaşar. Şiddetli mücâhedeleri ve erbainleri yüce makamlarda son bulur.
21
Mücâhede, sâlikin nefsini bedensel güçlüklerle terbiye
etmesi ve onun bütün isteklerine karşı koymasıdır.
22
Muhakkik terimi eşyayı hakikati üzere yani gerçekte
bulunduğu hâle göre bilen kimse için kullanılan bir terimdir. Eşyanın hakikati
yukarıda da beyan edildiği üzere bir şeyi o şey kılan şeydir. Bunlara Allah’ın
ilmindeki sâbit aynlar da denir. Bir şeyin hakikati onun zâhirdeki durumu
değildir. Dolayısıyla bir şeyin hakikatini bilmek onu dış dünyadaki görünüşü
itibariyle bilmek demek değildir. Bilakis o şeyi bütün yönleriyle yani hem dış
görünüşü ve hem de o şeyi o şey kılan özü bakımından bütün yönleriyle bilmek
demektir. Bu da eşyanın Allah’ın ilminde olduğu hâl üzere bilinmesi demektir.
Eşyanın hakikatin bilinmesi yani Allah’ın ilmindeki hâli üzere bir şeyi bilmek
de ancak o şeyin mâhiyetinde o şey ile birleşmekle mümkündür. Bir şeyin mâhiyeti
ise ise bütün mâhiyetlerle birlikte İlâhî bilgide tek ve bölünmez bir hâlde
bulunur. Yani her bir mâhiyet İlâhî bilginin mâlûmu olmak bakımından tek bir
şeydir. O halde eşyanın hakikatlerini bilmek bu İlâhî bilgiye dönmeyi
gerektirir. Sâlik İlâhî bilgiye kendi hakikatine dönerek ulaşır. Buradan da
eşyaya ait diğer hakikatlere dönerek onlarla bir olur. Muhakkik işte bu
şekilde eşyanın hakikatlerine vâkıf olan kişidir.
23
Din şeriatın tamamına, millet ise şeriat mensuplarının
her birinin sahip oldukları şeye denir. Millet ile Allah’ı kabul eden şeriatlar
kastedilir. Din ise bünyesinde bir şeriat barındırmasa bile insanların
kendilerini Allah’a yakınlaştırdığına inandığı her şeydir. Bu anlmada din
milletten daha kuşatıcıdır. Dolayısıyla her millet bir dindir ancak her din bir
millet değildir. Yahudilik ve Hıristiyanlık birer millettir. Çünkü bünyelerinde
vahye dayalı bir şeriat vardır. Buna karşın paganizm yani şirk bir millet
değildir. Çünkü bünyesinde tek tanrı tarafından gönderilmiş vahye dayalı bir
şeriatı yoktur. Ancak bununla beraber paganizm bir dindir. Millet kelimesi
sürekli tekrar edilen şey için de kullanılır. İşlek yol için Arap- lar tarîkun
melîl derler. Yine millet felaketler karşısında birbirini koruyup kollayan
topluluğun davranış şekli olarak da tanımlanmaktadır. (Ebû Hilâl el-Askerî, Arap
Dilinde Farklar Sözlüğü: el- Furûq fi’l-Luğa, trc. Veysel Akdoğan, s.
322-323)
24
Şerefüddîn Ömer b. Ali b. Mürşid es-Sa’dî el-Hamevî
el-Mısrî. İbnü’l-Arabî ve vahdet-i vücûd doktrini üzerinde etkili olmuş önemli
sârilerden biridir. H. 577’de Kahire’de doğdu. Babası Ali b. Mürşid zâhid
karakterli biriydi. İbnü’l-Fârız ilköğrenimini babasından almıştır. Bunun
yanında ayrıca devrin tanınmış âlimlerinden olan Ebû Muhammed İbn Asâkir’den
hadis okumuş; Sâfıî fıkhı, dil ve edebiyat dersleri görmüştür. Genç yaşlarda
tasavvufa yönelmiştir. Sülûkuna Mısır’da başlamış bir müddet burada riyâzat ve
mücâ- hede ile vakit geçirmiş ancak mânevi fetihleri elde edemediğini görünce
Şeyh Bakkâl isimli bir zâtın teşvikiyle Mekke’ye gitmiştir. On beş yıl
Mekke’de mücâvir olarak kalan İbnü’l-Fârız Mekke dağlarında ve çölde riyâzat ve
mücâhede ile günlerini geçirmiştir. Buradan tekrar memleketi Mısır’a dönmüş
irşad faaliyetlerini burada sürdürmüş H. 632’de Kahire’de vefat etmiştir.
Kahire’de Karâfe’de Arız diye bilinen bir mescidin hazîresine defnolunmuş- tur,
kabri bugün de ziyâretgâhtır. Tasavvuf şiirleri ve halîfeleri ile tasavvuf
düşüncesi üzerinde oldukça etkin olmuştur. Dîvânı ve Kasîde-i Tâiyye diye de
bilinen Nazmu’s-Sülûk kasidesi ile Kasî- de-i Mîmiyye diye bilinen Hamriyye
Kasidesi yalnız Arapça konuşan sûfi mahfillerin ilgisini çekmemiş tüm tasavvuf
dünyasının rağbet ettiği eserler olmuştur. Müellifimiz Dâvûd el-Kayserî Ib-
nü’l-Fârız’ın Tâiyye ve Mîmiyye kasidelerine şerh yazmış önemli sûfi âlimlerden
biridir.
25
Tasavvuf ıstılâhında Allah erlerinin çeşitli
mertebeleri vardır. Bunlar mârifetullah konusunda en alt seviyeden en üste
doğru derecelenirler. Buna göre Allah’ın zâtının, sıfatlarının, isimlerinin ve
fiillerinin sırlarını bilen kimse ârif diye adlandırılır. Arif Allah’ın
dışındaki her şeyden bağını koparmıştır. Arifin mertebesi muhakkikin
mertebesinin altındadır.
26
Allah’ın birliği konusunda gerçek bilgiye sahip
olanlar kastedilmektedir.
27
Azrâ ile Vâmık, Leylâ ile Mecnun gibi hakkında mesnevi
tarzında eserler yazılmış iki efsânevî âşıktır.
28
Riyâzat sözlükte hayvan terbiyesi anlamına gelen bir
kelimedir. Hayvanın yapılması istenen davranışları yapmasını sağlamak ve
yapılması istenmeyen davranışlarına da mâni olmak için yapılan çalışma riyâzat
diye adlandırılmıştır. Sonunda hayvanın bu istenen davranışı yapması ve
istenmeyen davranışı yapmaması durumu bir meleke hâlini alır. Tasavvuf
ıstılâhında ise riyâzat nefsi şehvet, gazap (saldırganlık) ve vehim güçlerinin
egemenliğine girmekten alıkoymak ve nefsin bu güçlerini akıl gücüne boyun
eğdirmek demektir. Ancak bu durumda insan gerçekten insan olabilir. Dînin
amacı insanı insanlık tanımına uygun çizgiye çekmektir. Bu nedenle dinler
çeşitli emirler ve yasaklar içerirler. İslâm şeriatının emirleri ve yasakları
ortalama bir insanın güç yetirebileceği riyâ- zattır. Namaz, oruç, zekât,
zikir, güzel ahlâk gibi hususlar zâten dînin genel hükümleri çerçevesi
içerisinde mevcuttur. Bunları uygulayan kişi en azından hayvandan daha aşağı
olma durumundan kurtularak insanlık mertebesine erer. Ancak mânevî ilerleyiş bu
noktada durmaz. Bunun ötesinde de mertebeler bulunduğu için sûfiler şeriatın
her mükellefi sorumlu tuttuğu bu emir ve yasaklardan fazla nâfile birtakım
pratikler daha uygularlar. Bu pratikler neticesinde insanlık mertebesinin
üstündeki mertebeler elde edilir.
29
Sülük kelimesi sözlükte bir şeyin başka bir şeyin
içine girmesi, ona nüfuz etmesi ve yola girmek, yol almak gibi anlamlara gelir.
Tasavvuf terimi olarak sülük aşağı âlemden yukarı âleme yükseliş ve kişinin iç
dünyasında yolculuk ederek kendinde dürülü halde olan âlemleri ve menzilleri
geçmesi, kötü ahlâkı giderip iyi huylarla kendini bezemek şeklinde tarif
edilir.
30
Burada müellif muhtemelen Saîdüddin Fergânî’nin veya
kendi şeyhi Abdürrezzâk Kâşânî’nin şerhini kastetmektedir.
31
Hâce Gıyâseddîn Muhammed b. Reşîduddîn Fazlullah-i
Heme- dânî. 727/1327 yılından itibaren İlhanlı hükümdarı Ebû Sa’îd Bahadur
Han’ın vezirliğini yapmıştır. İlhanlıların büyük ve ünlü vezirlerinden biridir.
Babası Reşîdüddin yahudi asıllıdır, müslü- man olmuştur. Saray doktorluğunun
yanında kendisinden önce vezirlik yapmıştır ve aynı zamanda Câmi’tıt-Tevârîh
isimli eserin yazarıdır. Hâce Gıyâseddîn âlimleri ve edebiyatçıların hâmisi bir
devlet adamıydı. Zamanının birçok önde gelen âlimi onun himayesinde eserler
vermiştir. Hamdullah Mustavfî, Târîh-i Güzideyi 730/1330 senesinde onun
adına kaleme almıştır. Kelâm âlimi Kadı Adududdîn Icî, Mevâkıf, Fevâyid-i
Giyâsiyye ve Muhtasar-ı İbn Hâcıb isimli eserlerini onun adına
yazmıştır. Gıyâseddîn, 11- hanlı sarayındaki iktidar mücadelelerinin sonucunda
bir suikasta kurban gitmiştir.
(İki Fasıl içerir)
[Tasavvuf ilminin Tanımt, Konusu,
İlkeleri ve Problemleri]32
A
llah bizi ve
seni te’yid etsin, bil ki, Allah Teâlâ ya vâsıl olmak ilmi [teorik] ve amelî
[pratik] olmak üzere iki kısımdır.33
Bunlardan amelî vuslat, amel edenin yaptığı amelde basîret üzere olması
için ilmî olan vuslata bağlıdır.34
İmdi, ilimler mevzûları35 ile birbirlerinden ayrışırlar.36
Her bir ilmin mevzûu, kendisinde o ilmin zâtî arazlarının37
araştırıldığı şeydir.38 O halde ma‘rûz (arazların kendisine
iliştiği şey, cevher39), mevzûdur (konu). Arazlar ise ilmin
meseleleridir.40
Kuşkusuz bir ilmin meselelerinin tamamı ya bedihîdir, ya kesbîdir veya
bir kısmı bedihî bir kısmı kesbîdir.41
Eğer meselelerinin tamamı bedihî ise ki, bu durum sadece bazı zihinler
için mümkündür, bu durumda bunlar sair ilimlerin ilkeleridirler.
Eğer kesbî iseler bu durumda bu kesbî meseleler kendisiyle bilindikleri
bedihî durumlara bağlı olurlar.
Eğer ilmin meselelerinden bir kısmı kesbî, bir kısmı bedihî ise bu
durumda bedihî olan meseleler kesbî olanların ilkelerini teşkil ederler.
Şüphe yok ki, bu taife yani sûfîler ancak mazharları ve te-
cellîgâhlarınm İlâhî zâta vâsıl olması bakımından Allah’ın zâtı, isimleri ve
sıfatları hakkında araştırma ve açıklama yaparlar. O halde bu ilmin konusu
Allah’ın zâtı, Onun ezelî nitelikleri ve ebedî sıfatlarıdır.42
Bu ilmin problemleri ise kesretin Allah’ın bir olan zâtından çıkması ve
tekrar ona dönüşünün keyfiyeti43, İlâhî isimler ve rabbânî
vasıfların mazharlarının açıklanması, Allah erlerinin Allah’a dönmelerinin
keyfiyetinin ve onların sülûklarının, mücâhedelerinin ve riyâzatlarının
keyfiyetinin açıklanması ve dünyada ve âhiretteki bütün ameller, fiiller ve
zikirlerin sonuçlarının hakikatteki sâbit bir vecih üzere açıklanmasıdır.
Bu ilmin mebâdîsi yani ilkeleri ise bu ilmin tanımının ve faydasının
bilgisi, sûfilerin bu ilimle ilgili kurdukları terminolojinin bilgisi ve bu
ilimde araştırılacak olan problemlerin kendisi üzerine kurulması için hakikati
bedihî olarak bilinen şeyin bilgisidir.
imdi, konusunun şerefi ve problemlerinin yüceliğinden dolayı bu ilim
bütün ilimlerin en şereflisi ve onların en yücesidir.44 Her ne
kadar kelâm ve felsefe ilimlerinin konuları bu ilmin konusuyla aynı olsa da,
kulun rabbine nasıl vâsıl olacağını açıklamaz. İbâdet ve tâatte45
bulunmanın ve ilim tahsil etmenin en yüksek matlabı [araştırdığı şey] ve en
yüce hedefi olan Allah’a yakınlığın kazanılmasının keyfiyeti bu iki ilimde
araştırılmaz. Bu iki ilme müntesip âlimlerin vehimleriyle ve lehimleriyle elde
edilen bilgilerinden. anlaşılan, ancak fikrî nazarlarının yarattığı bir şey
olup ezelî Hakk değildir.46
Bu ilmin tanımına gelince: Bu ilim, sıfatları, isimleri ve maz- harları
bakımından Allah’ı, mebde’ ve meâd ahvâlini47, âlemin hakikatlerini
ve bu hakikatlerin tek hakikate ki, bu tek hakikat Allah’ın zâtıdır,
dönüşlerini bilmek; cüz’î kayıtların sıkıntılarından nefsi kurtarmak adına
yapılan sülük ve mü- câhedenin yolunu ve aynı şekilde nefsin mebde’ini ve mutlaklık
ve küllilik niteliğini tanımaktır. Böylece bu tanımdan bu ilmin faydası da
bilinmiş oldu.
Bu ilim keşfidir, zevke dayalıdır ve vecd ve vücûd sahipleri ve
müşâhede ehlinden48 başkasının bu ilimden nasibi yoktur.49
Her ne kadar durum böyle olsa da, ilm-i zâhir ehlinin bu ilmin üzerine
kurulduğu bir aslının bulunmadığını, bu ilimden hiçbir şey elde
edilemeyeceğini, bilakis bu ilmin şairâne tahayyüllerden ibaret bulunduğunu ve
bir düşünce felâketi olduğunu, bu ilmin ehlinin, ilimleri hakkında burhanlarının50
bulunmadığım, sadece keşfi bilgi iddiası olduğunu ve bu yüzden bu ilme
yönelmeye gerek olmadığını zannettiklerini gördüğümde bu ilmin mevzûunu,
ilkelerini ve problemlerini açıkladım.
Hem bu eserde, hem Mukaddemâtü Şerhi’l-Fusûs isimli eserimde ve
hem de tasavvuf İlmi hakkında yazmış olduğum diğer risâlelerde zikrettiğim
deliller ve burhanları ancak zâhir ulemâsını kendi yollarıyla delillerini
çürütmek ve kendi yöntemleri üzere onları ikna edip susturmak üzere getirdim.51
Zîra müşâhede ehlinin keşifleri onlar aleyhine bir delil değildir. Keşf
ehlinin söylediklerine delil olan âyet ve hadislerin zâhiri, zâhir ulemâsı
katında tevil edilmiştir. Bundan
dolayı onlarla birlikteyken onların lisanıyla konuşmamız gerekir.
Nitekim Allah Teâlâ “Ve biz her gönderdiğimiz resûlü ancak içinde bulunduğu
kavminin diliyle gönderdik” (İbrâ- him, 4) buyurmuştur. Allah bizim
söylediklerimize vekildir. Ondan yardım dilenir. Ve Odur doğru yola ileten.
Sûfîlerin Bazt Isttlâhlart
B
il ki, İlâhî zat kendi kendisi olmaklığı bakımından [min haysu hiye hiye]52
ele alındığında, herhangi bir sıfatla vasıflanmış veya vasıflanmamış olmasından
daha genel bir anlam ifade eder.53 Bu nedenle sûfîler nezdinde İlâhî
zat “hü- viyyet”54 ve “hakîkatü’l-hakâyık”55 diye
isimlendirilmiştir.56
Yine İlâhî zat, yalnızca kendisi üzerine zâid olan sıfatlardan mücerret
olması bakımından57 “ahadiyyet”58 ve “amâ”59 diye
adlandırılmıştır.
Kemâl sıfatlarının tamamıyla vasıflanması itibariyle İlâhî zat
“vâhidiyyet”60 diye adlandırılır ve tanrılık vasfı [ulûhiy- yet]61
da bunun kapsamındadır.62
Sıfatlar eğer lütuf ve rahmete ilişkinseler cemâlî sıfatlar63 olarak
adlandırılırlar. Kahır ve heybete ilişkin sıfatlar iseler bu durumda celâli
sıfatlar64 olarak nitelendirilirler. Her biri için cemâl ve celâl
vardır. Yani cemâlî sıfatların celâli ve celâli sıfatların ise cemâli vardır.
Halkî mazharların65 zat nurlarında yok olmaları ve fenâ66
bulmaları dikkate alındığında bu durum cem1 makamı olarak
isimlendirilir.67
Halkî mazharların zatta fenâ bulmamaları dikkate alındığında, zat ve
halkî mazharların durumu fark makamı68 olarak adlandırılır.
Fark makamı birinci fark ve ikinci fark olmak üzere iki kısma ayrılır.
Birinci fark ile Hakk a vuslat öncesi farkı, İkincisi ile de Hakka vuslattan
sonrası farkı kastediyoruz.
Birinci fark Hakk’tan perdelenmiş olanların, ikinci fark ise kemâle
erdiren kâmillerin fark hâlidir.
Bazen bu makama cem'den sonraki fark (el-fark ba‘de’1- cern), benliğin
silinmesinden sonraki ayıklık (es-sahv ba‘de’1- mahv), fenâdan sonraki beka
hâli (el-bekâ ba‘de’l-fenâ), ikinci ayıklık (sahv-ı sânî) vb. isimler de
verilir. Bu makam kulun baygınlığından sonra ayılmasıdır. Yani Hakk ın kula
tecellî etmesi ve böylece kulun eniyyetinden/varlığından ifnâ kılması, böylece
kulun taayyün dağının paramparça olması ve enâniyyet/benlik Tûr’unun
kaybolmasının ardından Hakk Teâlâ’mn kula ikinci bir varlık vermesi ve kula
aklını bahşetmesi, böylece kulun tekrardan kendisine hâkim olması durumudur.
Bu ikinci varlık vuslattan sonra kazanılmış olduğundan dolayı hakkânî varlık
olarak adlandırılır. Böylece Hakk, kulun varlığının Hakk’la kâim olduğunu
kendisinden kaynaklanmadığını kula öğretir ki, kul bundan önce varlığının
kendi nefsiyle kâim olduğunu zannetmekteydi.
Hazret-i ilâhiyyeye vâsıl olmak kulu rabbine çeken ezelî inâ- yete
bağlıdır. Bundan dolayı, kulun hidâyetteki hâli sahv (ayıklık) ile mahv
(dağılma ve yok olma) hâli arasında sürekli devreder. Mahv hâli ile sekr
(mânevi sarhoşluk) hâlini kastetmekteyiz. Sekr, insanın aklının kendisinden
gitmesiyle insana gelen bir hâldir. Tıpkı şarap sarhoşluğunda olduğu
gibi bu hâlden dolayı da birtakım fiiller ve sözler ortaya çıkar ki,
bunlara aklın müdahalesi yoktur. Lâkin bu iki sarhoşluğun arasında yerden göğe
kadar fark vardır.
Bu sarhoşluk muhabbetin, cezbenin,69 tevfık ve inâyetin sonucudur,
bunda çalışıp gayret göstermenin hiçbir katkısı yoktur. Bu hâl mahbubların
hâli olup muhiblerin70 hâli değildir. Çünkü muhiblerin
cezbedilmeleri ancak mücâhede ve sülûktan uzaklaşmak anlamına gelir. Bu durumu
yeri geldiğinde zikredeceğiz.
Sûfîlerin vicdân,71 vecd,72 vücûd,73
şuhûd,74 ‘ıyân,75 mükâşefe,76 müşâhede,77
telvîn ve temkin78 vb. gibi bilinir olduklarından dolayı kitaplarda
yazılmış ve yaygınlık kazanmış olan diğer ıstılâhlarına gelince bunlar en ufak
bir mülâhaza ile öğrenilir şeylerdir. Sözü uzatmış olma korkusundan dolayı
bunları açıklamayı bıraktık. Hamd, celîl ve cemîl olan Allah’a aittir.
Bölüm Dipnottan
32
Bir bilginin kendisine ilim denilmesi için onun
belirli bir konusunun, bu konuya bağlı olarak kendisi için kanıt aradığı
problemle- rinin/mesâil, bu problemlerin araştırılırken araştırma için dayanak
noktası olacak olan ilkelerinin/mebâdî olması gerekir. Müellif tasavvufun bir
ilim olduğunu göstermek amacıyla bu bölümde öncelikle bir ilmin gerekleri
hakkında bilgi vermekte, böylece tasavvufun ilim oluşunu göstermeyi
hedeflemektedir.
33
Müellifin de işaret buyurduğu üzere Allah’a vâsıl
olmak yani mâ- rifetullahı elde etmek iki kısma ayrılır. Bunlardan ilki nazarî
irfan diye de bilinen İlmî vuslattır. Nazarî irfan vücûdun/varlığın tecellîleri,
mertebeleri ve düzenini yetkin bir biçimde açıklayan bir ilimdir. Dolayısıyla
bu ilim Allah, âlem ve insan hakkındaki gerçek görüşü yansıtır. Bu ilmin
sahibine ârif veya muhakkik denir. Arif bu bilgisinde tümevarımsal
çıkarımlardan hareket etmez. Yani bu bilgi rasyonel bir bilgi değildir. Ârif,
vücûdun ve eşyanın hakikatlerinin gerçekte bulundukları hâl üzere olan
bilgisini mükâşefe ve müşâhede yöntemi ile elde eder. Bununla birlikte mükâşefe
ve müşâhedenin de tıpkı rasyonel bilgide olduğu gibi birtakım ölçüleri [mi
yâr] vardır. Arifin bilgisi, Allah’ın şeriatta vazettiği mânevî temrinler
vâsıtasıyla gerçekleşen kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesi ile yani pratiğe
dayalı yaşama ve seyr u sülük vâsıtasıyla elde edilir. Bu süreç ise amelî
vuslata veya amelî irfâna karşılık gelir. Nefsin yalnızca amelî veya yalnızca
nazarî bakımdan yetkinleştirilmesi istenilen hedefe insanı ulaştırmaz. Söz
gelimi insan kendisini nazarî olarak yetkinleştirdiğinde ve ameli ihmal
ettiğinde belki Allah’ı bilmek konusunda bir miktar yol katedebilir. Ancak bu
yol onu muhabbete yani Allah sevgisine ulaştırmayacağından dolayı eksiktir.
Muhabbet bilgiyi bilgi de daha fazla muhabbeti doğurur. Dolayısıyla tasavvuf
amelle desteklenmeyen bir yetkinliği kabul etmez. Bu konuda tasavvufun
görüşünün özeti “Sz'z bildiklerinizle amel edin, Allah size
bilmediklerinizi öğretir" hadîsidir. Sadece amel yoluyla yürümek de
bilgi olmaksızın gerçekleşmez. Çünkü yukarıda da zikrolunduğu üzere sülük,
şeriatta vazolunan mânevî temrinler üzerinden yapıldığında ancak insanı
yetkinliğe ulaştırır. Bu da asgari olarak şeriatın ilm-i hâl dediğimiz kısmını
bilmeyi gerektirir. Bunu bilmeden amel etmek mümkün değildir. Dolayısıyla bilgi
ve amel birbirinin olmazsa olmazı ve birbirini gerektiren unsurudur.
34
Bir şeyh elinde seyr u sülük eden kimsenin sülûkunda
geçtiği mertebeler, bu mertebelerde karşılaşacağı durumlar ve sülûkun sonuna
dair teorik bilgiye sahip olması onu sülûkun pratiklerini yerine getirirken
dikkatli davranmaya yöneltir.
35
Bir ilmin konusu/mevzûu, kendisinde o ilmin
hakikatinden, o ilme mensup hâllerden ve o ilme zâtı dolayısıyla ârız olan
durumlardan bahsedilen şeydir. Mesela metafiziğin konusu varlık, fiziğin konusu
hareket, matematiğin sayı, tıbbın konusu insan bedeni, biyolojinin
canlılıktır. Bilimler birbirlerinden konuları bakımından ayrışırlar. Ayrıca
bazı bilimlerin konusu diğer bazı bilimlere göre daha genel veya daha özel
olabilir. Daha genel olan bilimler daha özel olanları kuşatırlar. Bunun nedeni
konusu/mevzûu diğer bilime göre daha genel olanın daha özel olanı içermesidir.
36
Kayserinin işaret ettiği gibi ilimler birbirlerinden
konularının farklılığı dolayısıyla ayrışırlar. Bununla birlikte aynı konuyu
paylaşan ilimler de vardır. Söz gelimi tefsir, tefsir usûlü, kıraat, tecvid,
hat gibi ilimlerin tamamının konusu Kuran yani Allah’ın kelâmıdır. Bu gibi
durumlarda ayrışma bu ilimlerin gaye (maksat) ve faide- leri bakımından
gerçekleşir. Buna göre tefsir Kur’ân’ın yorumlanmasını gaye edinir. Usûl
Kur’ân’ı yorumlamayı değil yorumun nasıl yapılması gerektiğini açıklamayı gaye
edinir. Kıraat ve tecvid ilimlerinin de konusu Kurandır. Bu iki ilim ise
Kur’ân’ın okunuşu ile ilgilenir. Biri yani kıraat ilmi Kur’ân’ın birbirinden
farklı rivâyetler yoluyla gelen okunuş biçimleriyle ilgilenir. Diğeri yani
tecvid ise harflerin çıkış noktaları ve sıfatlarına uygun biçimde Kur’ân’ın
okunmasını hedefleyen bir ilimdir. Hat ise Kur’ân’ın güzel yazılmasını gaye
eden bir ilimdir. Dolayısıyla ilimlerin birbirinden ayrışması sadece mevzû
yani konu itibariyle değil aynı zamanda gaye ve faide itibariyle gerçekleşir.
Müellif ilerleyen satırlarda kelâm ve felsefe ilimlerinin de konularını
tasavvuf ilminde olduğu gibi varlık/vücûd olarak tespit ettiklerini belirtecek
ve bu ilimler arasındaki ayrışmaya dikkat çekecektir.
37
Zâtî araz konuya (mevzû) vasıtasız biçimde ilişen veya
konunun tanımında bulunan şeydir.
38
Meselâ metafizik ilmi için varlık, geometri için ölçme
bu ilimlerin konularını oluşturur.
39
Cevher, mantık, felsefe ve kelâmda kendi başına
bulunan, değişmeyen, daima bir yüklemin konusu olup kendisi yüklem olmayan öz
mevcut anlamına gelen bir terimdir. Bir başka tarifle cevher mekânda bizzat yer
kaplayan yani mütehayyiz olan ve bu mekânda yer kaplaması ve kendi başına
mevcut olması başka bir varlıktan kaynaklanmayan şey demektir. Aristo
felsefesinin temel kavramlarından olan ousia (Ovma) (İngilizce: substance)
kavramının karşılığı olarak kullanılmıştır. Aristo cevheri “ne bir konunun
yüklemi olan, ne de bir konuda bulunan şey” diye tanımlamıştır. Mesela bir
insan veya at ferdî bir cevherdir. Aristo’ya göre cevherler bu şekilde müşahhas
ve ferdî varlıklar için kullanıldığında onlara “ilk cevherler” denir. Ayrıca
Aristo’ya göre bu ilk cevherleri içine alan türler ve türleri içine alan
cinsler de cevher olarak adlandırılabilir. Mesela fert olarak insan insan
türüne, insan türü canlı cinsine aittir ve bu sıralamada tek tek insanlar ilk
cevherler, tür ve cinsler ise ikinci cevherlerdir. Aristo ilk cevherlerin
ikinci cevherlerden daha gerçek olduğunu söyler, ikinci cevherler ilk
cevherlere yakınlıkları nisbetinde gerçek cevherler olurlar. Aristo böylece
hocası Platonun ideler görüşünden farklı bir görüşü benimser. Cevher terimi
İslâm düşüncesinde “ayn” diye de adlandırılmıştır. Bazı kelâm âlimleri
cevherlerin basit ve mürekkep cevherler olmak üzere ikiye ayırırlar.
Bölünemeyen cevherler varlığın en küçük birimi olarak kabul edilir. Buna
cevher-i ferd, cüz-i lâ yetecezzâ ve cevher-i basît denir. Bu Antikçağ’da
Elealı Zenon’un sonsuz küçüğe doğru bölünebilirlik fikrine karşı geliştirilmiş
bir anlayıştır. Bu anlayışa göre akıl ve nefs basit yani bölünemeyen cevherler
kategorisine girer. Mürekkep cevherlere ise cisim denir. Yine cevherler
maddeden ayrı olan cevherler ve maddî cevherler olarak da tasnif edilmiştir.
Buna göre madde ve sûretten müteşekkil olan cisim ile cismi oluşturan madde ve
sûret maddeden ayrık olmayan cevherler sınıfına girerler. Maddeden ayrık olan
cevherler ise akıl ve nefistir. Sûfîler cevherin tanımı konusunda
filozoflardan ve kelâmcılardan farklı bir yol izlemişlerdir. Onlara göre
kendisiyle kâim olan ve varlığı konusunda başka bir şeye dayanmayan varlık
sadece zât-ı Hakk’tır. Kelâm âlimlerinin kendi başına kâim şey tarifine uygun
zât-ı Hakk dışında bir varlık gerçekte yoktur. Bu sadece bir vehimden
ibarettir. Bundan hareketle sûfîler âlemin tamamının araz olduğunu savunurlar.
Bu arazlar her an benzerlerinin yenilenmesi sûretiyle yeniden var olduklarından
sanki sürekliymiş gibi algılanırlar.
40
Bir ilmin meseleleri yani problemleri o ilimde
kendisine kanıt aranan durumlar demektir. Bu durumlar muhatap için
kanıtlanması gereken araştırma konularıdır. Söz gelimi Meşşâî filozoflara göre
konusu varlık olan metafizikte Tanrının varlığının kanıtlanması metafizik
ilminin meselelerinden biridir.
41
Yani meselelerin bir kısmı herhangi bir zihinsel
faaliyette bulunmaksızın derhal idrak edilen şeylerdir veya zihinsel bir
faaliyet gerektiren şeylerdir.
42
İlk dönem kelâm ilmi de kendi konusunu bu şekilde
tespit etmiştir.
43
İslâm tevhidin veya diğer bir ifadeyle âlemdeki
yaratıcı iradenin tekliğinin en güçlü şekilde ifade edildiği dindir. Bu durum
pek çok açıdan teolojik kolaylığa sahip ise de önemli bir problemin de gündeme
gelmesine neden olmaktadır. Bu problem, bu tek olan ilâhtan birbirine zıt ve
farklı olan şeylerin nasıl zuhur ettiği meselesidir. Çünkü Islâm ilâhiyâtına
göre ilâh diye tanımlanan varlık mutlak anlamda kendisinde hiçbir şekilde
terkip şaibesi bulunmayan bir varlıktır. Çünkü terkip ihtiyacı gerektirir,
ihtiyaç ise Tanrı hakkında kullanılması imkânsız olan bir durumdur. Dolayısıyla
bizim, Onun hakkında ulaşabileceğimiz nihâî hüküm Onun her bakımdan “bir” olan
bir varlık olmasıdır, işte problemimiz de buradan çıkmaktadır. Bu her bakımdan
mutlak basit ve bir olan yaratıcı ilke nasıl olup da bu derece çeşitli bir
çokluk meydana getirmiştir? Çünkü mutlak basit ve bir olan bir şeyden yine ancak
bir çıkması gerekir, işte Islâm ilim geleneğinin kelâm, felsefe ve tasavvuf
ekolleri veya dînî fırkalar bu durumu açıklamak için pek çok teori
geliştirmişlerdir. Tasavvufun bu konudaki açıklaması kitabın ilerleyen
sayfalarında gelecektir.
44
Sûfîler ile maddeden soyut varlığı inceleyen kelâm ve
felsefe gibi diğer ilimlerin mensupları arasında sürekli bir üstünlük yarışı
göze çarpmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği üzere klasik dönemde ilimlerin
birbirlerine göre konumları bir ast-üst ilişkisi çerçevesinde gelişmiştir. Buna
göre yine yukarıda açıklandığı üzere konusu en genel olan ilim diğer ilimleri
kuşatan ve onlara ilkelerini veren ilim olarak kabul edilmiştir. Bu ilim
maddeden soyut varlığı incelediği, daha doğru bir ifadeyle söyleyecek olursak,
kendinde varlığı incelediği için ona fiziğin ötesindekinin bilimi anlamında
metafizik denilmiştir. Sûfîlerin veya bu isimle anılmazdan önceki dönemlerde
sûfîlere önderlik ettikleri söylenen kişilerin tavırları incelendiğinde
onların kendilerini sürekli bir biçimde diğer ilim mensuplarından
ayrıştırdıklarını ve kendi bilgilerinin farklı bir bilgi türü ve yöntemlerinin
de farklı bir yöntem olduğunu ifade ettikleri görülmektedir. Bu durum daha
asr-ı saâdette ortaya çıkmış gibi gözükmektedir. Çünkü hadis kaynakları Hz.
Peygamber’den bazı sahâbîlerin zâhirî bilginin dışında yalnızca kendilerine
özel birtakım bilgiler öğrendikleri ve kimi zaman da bu bilgiler çerçevesinde
nasları yorumladıklarını rivâyet etmektedirler. Bir sonraki nesil olan tâbiîn
neslinden gelen birtakım isimler ise kendi bilgilerinin üstünlüğünü dile
getirmekte hiçbir sakınca görmemişlerdir. Bu meyânda yavaş yavaş belirginleşen
tasavvuf ilmi ile ilk olarak karşı karşıya gelen ilim zümresi muhaddisler
olmuştur. Sûfîler ile muhaddislerin ilişkisi bazen gerilimli bazen de birbirini
destekler mâhiyettedir. Zühd ve ahlâkî meselelerde birbirini besleyen bu iki
zümre özellikle ehl-i hadisin imamı kabul edilen isimlerin zühde dair eser
vermeleri ve sûfî-zâhidlerle iyi münasebetler tesis etmeleri nedeniyle ılımlı
bir tavır üzere devam etmişse de Gulam Halîl vakıasında da görüleceği üzere
yer yer şiddet içeren karşıtlıklara da yol açabilmişti. Sûfîler ile diğer dînî
ilimler arasındaki asıl rekabet, fıkıh cephesinde ortaya çıktı. Fakihlerin,
yargı erkini ellerinde
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
bulundurmaları yüzünden devletin temsil ettiği resmi
din anlayışının mümessilleri olmaları bir tarafa, sûfilerin velâyet, keramet
ve ledünnî bilgi gibi iddialarla üstünlüklerini ifade etmeleri böylece onlar
karşısında üstünlük iddiasında bulunmaları ve dînin gerçek yorumunun tasavvuf!
yorum olduğunu söylemeleri gerilime neden olacaktı. Bu gerilimin zirve noktası
Hallacın idamı ile gerçekleşti. Hallacın idamı sûfilerin zâhir-bâtın ilmi
arasındaki gerilimi düşürme çabasına kapı araladı. Buna rağmen sûfîler kendi
ilimlerinin fıkıh, hadis vb. gibi bir dînî ilim olduğu savı üzerinde dutsalar
da, kendi ilimlerinin en üst ilim olduğu, dolayısıyla da dîni ve Kur’ân’ı
yorumlama konusunda hak sahibi olduklarını iddia etmeye devam ettiler. Nitekim
tasavvufî bilginin fıkh-ı bâtın olduğunu söyleyerek tasavvufa meşrûiyet zemini
bulma çabası içerisinde olan Serrâcîn çağdaşı sayılabilecek olan Sülemî
tasavvufî remizlerle yüklü bir tefsir yazmıştı. Ulemâ ile sûfîler arşındaki gerilimi
düşüren en önemli isim ise Gazâlî idi. Gazâlî tasavvufu şer’î bir ilim olarak
kabul ettiği gibi gerçeğe ulaşma konusunda en etkin yöntemin sûfilerin
uyguladıkları yöntem olduğunu da ifade etti. Bu durumun neticesinde tasavvuf
marjinal bir dînî anlayış gibi görülmekten büyük ölçüde çıkarak kitlesel bir
kabul gördü. Özellikle de ulemâ nezdinde tasavvufa karşı sempatinin artmasına
Gazâlî’nin vesîle olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. el-Mun- ktz,
Mişkâtul-Envârve. Ledünnî İlim Risâlesi gibi eserlerinde açıkça görüleceği
üzere Gazâlî tasavvufun en üst ilim olduğu ve hakikate ulaştıran yegâne
yöntemin tasavvufî yöntem olduğunu kabul ettiğini söylemek gerekir. Bütün
bunlara ilave olarak Gazâlî ile birlikte tasavvufun artık yalnızca dînî
ilimlere karşı bir meydan okuma ve dîni yorumlama yetkisi için onlarla
mücâdele etme anlayışında olmadığını gözlemleriz. Zîra tasavvufun hedefi daha
da büyüktür. O bütün ilimlerin efendisi olmayı istemektedir. Bu hedefi
Îbnü’l-Arabî’nin şahsında gerçekleşir. İbnü’l-Arabî büyük bir sûfi yazar olduğu
kadar dînî ve müspet ilimleri kritik eden önemli bir düşünürdür de. Bu yeni
dönemde sûfilerin teorik muarızları fakihlerden çok kelâm âlimleri ve
filozoflardır. Tasavvuf Gazâlî tarafından kritik edilip tutarsızlığı gösterilen
felsefî metafiziği eleştirerek yeniden ele aldı ve bu geleneği yeniden kendi
yöntemine uygun bir biçimde yorumladı. Başta İbnü’l-Arabî ve onun müridi olan
Sadreddin Konevî olmak üzere bu iki ismin sonraki nesillerdeki takipçileri
felsefe ve kelâm ilmi ile olan teorik rekabeti sürdüren ve bu yeni metafiziği
üreten kişilerdi.
Bu girizgâhtan sonra müellifin
yukarıda işaret buyurduğu ifadeye tekrar dönecek olursak, tasavvuf müdevven bir
ilim olma süreci sonucunda konusunu maddeden bağımsız varlık olarak tayin etmekle
başta felsefe ve daha sonra da felsefi geleneği izleyerek kendi konusunu
maddeden bağımsız varlık olarak belirleyen kelâm ilmi ile rekâbete girmiştir.
Maddeden bağımsız varlığı inceleyen ilme metafizik adı verilmekteydi. Bununla
beraber bu ilim ilm-i İlâhî, mâ âba‘de’t-tabî‘a, felsefe-i ûlâ, ilm-i küll,
ilm-i hakâyık, ilm-i tahkik, ilm-i rabbânî, ilm-i a‘lâ, ilm-i tevhîd, ilm-i
usûl ve ilâhiyat gibi birçok farklı isimle de isimlendirilir. Az önce de işaret
olunduğu gibi Islâm ilim geleneğinde kendi konusunu maddeden bağımsız varlık
olarak belirleyen üç ilim vardır. Bunlar felsefe, kelâm ve tasavvuftur.
Bununla birlikte bu ilim geleneklerinden herhangi biri metafizik olduğunu
söylerken acaba birbirlerinin aynı anlamı mı kastetmektedirler? Eğer böyle ise
felsefenin metafiziği dururken neden kelâm ve tasavvufun kendilerini bu
şekilde konumlandırdıklarını açıklamak iktizâ edecektir. Özetle söylenecek
olursa tasavvuf kendisinin en üstün ilim olduğunu söylerken bunu konusu üzeri-
nen temellendirir. Buna göre kelâm ve felsefenin konusu olan varlık ile
tasavvufun konusu olan varlık aynı değildir. Bilakis tasavvufun konusu olan
varlık kendisi olması bakımından varlık yani mutlak varlık olmakla birlikte bu,
felsefe ve kelâmın konusu olarak tespit olunan, ikinci mâkul kabul edilen ve
yalnızca zihinde mevcudiyeti bulunan kavram olarak varlık değil bizzat kâim
olan ve bu zihnî varlığın da hakikati olan gerçek varlıktır. Bu varlık her
bakımdan mutlak olduğu ve hatta mutlaklık kaydından dahi mutlak olduğu için hem
hârici hem de zihnî varlığı kapsar. Bu yüzden tasavvufun metafiziği kavram olan
varlığı konu edinme- yip varlığın hakikatini konu edindiği için ve bu hakikat
de zihnî ve hârici varlıktan daha geniş kapsamlı olduğu için en genel ilim
olmuş olur. Bu yüzden de en üstün ilim de tasavvuf olmuş olur.
45
İbâdet, itaatin zirvesidir. İbâdet ile nimet verme
arasında bir ilişki bulunduğu için ibâdet yalnızca yaratıcıya yapılır. İbâdet
ancak mâbûdu tanıyarak gerçekleşir. Mâbûdu bilmeksizin ibâdet gerçekleşmez.
Tâat ise âmir konumunda olan birine karşı daha alt konumda olan kimsenin boyun
eğmesidir. Bundan dolayı tâat hem yaratıcı hem de yaratılmışa karşı
yapılabilir. Ancak ibâdet yalnızca yaratıcı için yapılan bir eylemdir.
46
Sûfîlere göre bir şeyin gerçekte olduğu hâl üzere
bilinmesi aklın ötesinde bir tavrı gerektirir. Bu nedenle aklın nazar yöntemine
bağlı olarak teoloji yapmak imkânsızdır. Nitekim Gazâli Tehâfüt\e bu
konuya işaret etmektedir. Diğer taraftan tbn Sînâ da insan aklının eşyayı alâ
mâ hiye aleyh yani hakikati üzere bilmenin insanı aşan bir durum olduğunu kabul
eder. Müellif bu durumdan hareket ederek kelâmcıların ve filozofların hem âlem
hem de Tanrı hakkındaki tasavvurlarının gerçeği yansıtmadığına işaret etmektedir.
Buna göre onlar yalnızca akıllarının yettiği ölçüde gerçeği kavradıkları halde
bunun mutlak hakikat olduğu zannı içindedirler.
47
Mebde’ sözlükte “başlamak, meydana gelmek, bir işi
başlatmak, icat etmek” anlamına gelen bed’ kelimesinden meâd ise “geri dönmek,
yeniden yapmak, bir işe ikinci defa başlamak” anlamlarına gelen avd (avdet)
kökünden türemiş iki kelimedir. Istılâhta ise mebde’ ve meâd âlemin nasıl
başladığı ve nasıl son bulacağıyla ilgili bir terimdir. Aynı zamanda bu konuya
ilişkin yazılan eserler de bu adla adlandırılırlar. İslâm düşünce geleneği
içinde mebde’ ve meâd konusu daha ilk dönemden itibaren merak konusu olmuştur.
Âlemin var oluşuyla ilgili bilgiler hem Kur’an’da hem de hadis kaynaklarında
mevcuttur. Bu nedenle Buhârî gibi bazı hadis âlimleri eserlerinde kozmolojik
ve fizik konuları ele alan bölümlere yer vermişlerdir (bkz. Sâhîh-i Buhârî,
“Bed’ü’l-Halk”). Âlemin başlangıcının nasıl olduğu konusunda İslâm felsefesinin
teorisi zorunlu varlıktan bir sıradüzeni içinde varlıkların zuhûru şeklinde
tanımlanan sudûr teorisi çerçevesinde oluşturulmuştur. Kelâm ise Allah’ın fiilî
sıfatlarından hareketle bir yaratılış teorisi geliştirmiştir. Buna göre âlem
atomlardan meydana gelen ve sürekli değişmekte ve yeniden yaratılmakta olan
bir arazlar bütünüdür. Tasavvuf ise âlemin mutlak varlık olan Tanrı’dan feyz
yoluyla meydana geldiği ve bu feyzin ilahi isimler ve sıfatların gereği olarak
zuhûra geldiği düşüncesi üzerine geliştirilmiştir. Tasavvufun âlemin mebde’i
konusundaki teorisi bir yandan kelâmın kozmolojisinin eleştirisi diğer yandan
da felsefenin kozmolojisinin eleştirisine dayalıdır. Dolayısıyla da her iki
gelenekten birtakım unsurlar tasavvufun kozmolojisinde göze çarpar. Meâd
konusuna gelince, kelâm geleneği âlemin yok olduktan sonra tekrar yeni baştan
inşa olunacağı ve haşrın cismânî bir şekilde gerçekleşeceğini kabul eder.
Bununla birlikte cismânî haşr konusu bazı filozoflar ile kelâmcılar arasında
tartışmalıdır. Meâd konusu felsefede metafiziğin bir alt bölümü olarak ele
alınır ve burada ruhların ölümsüzlüğü ve âhi- ret âleminde nefslerin mutluluk
ve elem duymalarının aklen ispatını konu edinir. Sûfîler meâd konusunda büyük
ölçüde kelâm âlimleriyle benzer görüşlere sahiptirler. Bununla beraber
Îbnü’l-A- rabî’nin cehennem azâbı konusundaki kimi fikirleri ve Şeyh Bed- reddin’in
cennet ve cehennemin bu dünyada sıradan halkın anladığı gibi bir yer olmadığı
konusundaki görüşleri zaman zaman tartışma konusu olmuştur.
48
Burada tahkike ermiş sûfîler kastedilmektedir.
49
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi sûfîlere göre
âlem-Tanrı-insan hakkında gerçek bilgi akıl tavrının ötesindedir. Bu yüzden bu
tavır içerisinde hareket edenler eşyayı hakikatte nasıl iseler öyle bilemezler.
Bu ancak keşf diye bilinen yöntem ile bilinen bir durumdur. Burada dikkat
edilmesi gereken en önemli husus sûfînin keşf ile kastettiği şeyin aslında
vahiy olmasıdır. Sûfîler kendi keşif ve müşâhedelerini peygamberlerin vahyi ile
eş görmemekle birlikte eşyanın hakikatinin bilinmesi konusunda söyledikleri
keşf, vahiy demektir. Burada keşfeden kişi de herhangi bir sûfî değil bizzat
peygamberin kendisidir. Nitekim Îbnü’l-Arabî ve bazı sûfîler buna işaret
ederler ve özellikle kelime-i şahâdetin yorumlanmasında şâhit olanın biz
olmamamıza rağmen görene yani peygambere tâbî olarak şâhitlik edildiğini
söylerler.
50
Burhan doğruluğunda şüphe bulunmayan ve zarûrî bilgi
gerektiren kesin delil demektir. Mantık ilmindeki beş sanattan biri olan
burhan bir kıyas türünü belirtir. Bu yolla elde edilen kıyaslar asla zanna
mahal bırakmayacak kesinlikte bilgi verirler.
51
Müellifin işaret ettiği tarzda tasavvuf! bilgiyi ifade
etmek her ne kadar aklî bir yöntemle keşfi bilgiyi tasnif etmek gibi gözükse de
Molla Câmî’nin de işaret ettiği üzere bazı muhakkiklerin böyle yapmalarının
nedeni bu keşfi bilgiye burhan aramak değildir. Bilakis bunun burhânı yine
kendisidir. Çünkü keşfi bilgi tatmaya dayalı bir bilgidir. Bu nedenle keşfi
bilgiyi nazarî olarak düzenleyerek felsefi bir görünüm kazandıran sûfilerin
amacı aslında tasavvuf! bilginin aklen imkânsız olmadığını göstermektir. Yani
aklın bu türden bir bilgiye kendi nazar yöntemiyle ulaşmasa bile böyle bir
bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu kabule meyli vardır. Sûfîler bu yüzden kendi
keşiflerini felsefi bir dille ifade ederek, aklen böyle bir bilginin
varlığının mümkün olduğunu göstermeyi hedeflemişlerdir.
52
Sûfîler kendisi olmaklığı bakımından İlâhî zâta, yani
Tanrının zâtına vücûd-i mutlak/mutlak varlık veya el-vücûdu’l-hakk/ger- çek
varlık derler. Hakk’ın zâtının min haysu huve huve ele alınması "Allah
vardı ve Onunla birlikte hiçbir şey yoktu' hadîsinde işaret edilen durumla
ilişkilendirilir. Buna göre Hakk’ın zâtı kendisi olması bakımından ele
alındığında kendisiyle birlikte hiçbir şey bulunmaz.
53
Bu ifadeyi anlamamız için bazı ön bilgilere
ihtiyacımız vardır. Buna göre sûfîler varlık veya vücûd dediklerinde bununla üç
farklı itibar düzeyine işaret ederler. Bu düzeylerden ilki yukarıda müellifin
de işaret buyurduğu herhangi bir sıfatla vasıflanmış olması bakımındandır. Bu
bakımdan vücûd/varlık bir şeyle kayıtlanır. Din dilinde bu teşbih denen
şeydir. Yani bu itibariyle varlık bir şey olur. Bu varlığın mukayyedlik
itibarıdır ve ıstılâhta buna bi şartı şey’ yani bir şey olma şartı ile varlık
denir. Varlık bu itibariyle kevnî yani âlemdeki şeylerin varlığı olur.
ikinci itibar ise kevnî yani âlemdeki
şeylerin varlıklarının menşei konumunda olan donuk/câmid varlıktır. Bu varlık
hiçbir sûrede kâim olmama itibarına sahiptir. Sıfatlar âleminin varlığı bu tür
bir varlıktır. Yani hiçbir sûrtele kâim olmayan bir varlık tarzıdır. Bunun
ıstılahtaki karşılığı ise bi şartı lâ şey’ yani hiçbir şey olmama şartı ile
varlık demektir. Bu kayıtla varlık câmid varlık olur. Müellifin hiçbir vasıfla
vasıflanmamış olmak diye işaret ettiği şey bu durumdur. Bu itibarla varlık
genel ve müşterek varlık/ vücûd-i âmm ve’l-müşterek diye de tabir olunan
varlıktır. Dolayısıyla âlemdeki her şey bu varlıktan pay alır. Bu yüzden kendisine
genel ve müşterek varlık denilir.
Varlığın üçüncü itibarı sıfatlar
âlemindeki sıfatların sahibidir. Bu itibariyle varlık son derece suptil olması
nedeniyle ne mânâ bakımından ne de maddeten künhü idrak olunamaz. Sûfiler bu
varlığı mutlak varlık veya vücûd-i mutlak diye adlandırırlar. Ancak bu
adlandırma bir belirlenme hissi verse de böyle değildir. Bilakis bu adlandırma
yalnızca onu ifadeyi temine yarayan ve hiçbir şekilde belirlenme ifade etmeyen
teknik tâbiriyle selbî bir isimlendirmedir. Istılâhta varlığın bu durumu lâ bi
şartı şey’ yani hiçbir şey ile kayıtlı olmama şartı üzere varlık demektir.
Varlık bu itibariyle bir şey olmak veya olmamak itibarlarından daha genel bir
anlam ifade eder. Müellifin işaret ettiği durum bu durumdur. Varlığın bu
itibarı Tanrının zâtının künhüdür ve kendisiyle aynı olan varlığıdır. Bu
itibariyle varlık diğer iki itibarın kaynağıdır. Bu iki itibar onun izâfetleri
durumundadır. Tanrıya mutlak varlık denilmesi de bu itibarladır. Ancak mutlak
varlık tanımını varlığın ikinci itibarı üzerinden yapan kelâmcılar sûfileri bu
konuda eleştirmişlerdir.
Yukarıdaki açıklamadan hareketle
Kayserinin anlatmak istediğine tekrar dönecek olursak, Tanrının zâtı kendisi
olmaklığı itibariyle sıfatlar ile muttasıf olmak veya olmamak durumundan farklı
bir anlam ifade eder. Buna göre Tanrı hem münezzehtir yani vasıflardan ârîdir.
Hem de müşebbehtir yani birtakım sıfatları vardır. Dolayısıyla O, kendisi
olması bakımından her iki durumu yani münezzehliği ve müşebbehliği
kuşattığından dolayı onların ikisinden daha genel bir anlam ifade eder ve iki
durumla da yani mü- enezzehlik ve müşebbehlikle de kayıtlanmadığından dolayı
kendisi mutlaktır.
54
Hüviyyet [*‘o”luk], gayb olması bakımından İlâhî zâta
işaret eden mertebedir. Tasavvuf ıstılâhında Tanrıya işaret eden Hû zamiri,
müşâhede edilmesi mümkün olmayan gayb olması bakımından Tanrı için kullanılır.
Hû ne zuhur eden ne de mazhar olandır. Hüviyyet tohumun ağacı içermesi gibi
mutlak gaybda bütün hakikatleri içeren mutlak hakikattir.
55
Hiçbir kayıtla kayıtlı olmamak itibariyle İlâhî zat
varlığa ait bütün itibarları, isimleri, sıfatları, nispetleri ve izâfetleri
ortadan kaldıran gerçek birlik olduğundan dolayı bütün hakikatler kendisinde
silinir. Bu bakımdan o bütün hakikatlerin hakikatidir. Ayrıca Hakî- kat-i
Muhammediyye de âleme ait bütün hakikatleri içerdiğinden dolayı hakikatlerin
hakikati diye isimlendirilir. Ancak müellifin burada işaret buyurdukları İlâhî
zâtın hakikatlerin hakikati olması durumudur.
56
Yani mutlaklığı bakımından Tanrının zâtına hüviyyet ve
hakî- katü’l-hakâyık diye işaret olunur. Ayrıca mutlaklığı bakımından Tanrının
zâtı şâir nisbet ve tecellîlerden uzak olması dolayısıyla bazı yönlerden
gayb-ı mutlak (mutlak gayb) ve gaybu’l-gayb (gaybın gaybı) diye de
adlandırılır. Bu yüzden sûfîler bu mertebeyi ez-zâtu’l-ilâhiyyetu’s-sâzic
[sırf İlâhî zat mertebesi] şeklinde tâbir etmişlerdir. Çünkü mahlûkların
akılları zâta ulaşmadan önce onun altında yer alan ifadeler yetersiz kalır,
zâta yönelen işâretler kesilir. Munkatıu’l-işârât [işaret edilemeyen] ve
mechûlu’l-gayb [gaybın bilinmezliği] diye adlandırılması bundan dolayıdır. Ayrıca
İbnü’l-Arabî Tanrının zâtının bu itibarını el-’ademu’l-mukad- dem ale’l-vücûd
[varlığı önceleyen yokluk] diye isimlendirmiştir. Bu isimlendirmeyle, nisbet ve
diğer durumlar ile mâlul olmayan “sırf zât”ın mutlaklığı nedeniyle varlığa ait
nisbetlerin zâta ulaşmaması kastedilir. Aksi takdirde zorunlunun yokluk
tarafından öncelenmesi gibi aklî bir tenâkuz söz konusu olacaktır.
57
Yani kendisiyle beraber hiçbir şey bulunmama (bi şartı
en lâ yekûne ma’ahû şey’) itibariyle İlâhî zat ahadiyyet ve amâ diye adlandırılır.
Konuyla ilgili açıklama yukarıda zikredildi.
58
Allah’ın zâtının isim ve sıfatlardan soyut olarak ele
alındığındaki birlik durumunu ifade eden bir terimdir. Allah’ın zâtı olan vücûdun
hakikati, kendisiyle birlikte hiçbir şey bulunmama şartıyla ele alındığında bu
duruma ahadiyyet denir. Sûfîler, hiçbir isim, sıfat, nisbet ve taayyün söz
konusu olmaksızın, yalnızca kendisi olması bakımından İlâhî zâtın birliğini
ahad (tek ve yegâne) diye adlandırırlar. Dolayısıyla ahadiyyet, Allah’ın
eşsizliğini ve tekliğini ifade eden İlâhî sıfatlardandır. Ancak bu adlandırma
gerçek anlamda bir isim veya sıfat değildir. Zîra yukarıda da işaret edildiği
gibi İlâhî zat bu şekilde dikkate alındığında kendisinin hiçbir isim ve sıfatı
yoktur. Dolayısıyla ahad ifadesi selbî bir ifadedir. Ahadiyyet, daha mükemmeli
tasavvur edilemeyen birlik, ezelî ve ebedî tekliktir. Bu mânadaki “bir”i (ahad)
bilen de yoktur. Zîra duyularla idrak edilmeyen ve hiçbir sıfatla
nitelendirilmeyen bir varlığın bilinmesi mümkün değildir. “Bilme” bir süje ve
obje ilişkisidir; bu ilişkide “bilen”, “bilinen” ve “bilme” fiilinin varlığı
söz konusudur. Bu ise çokluk (kesret) demektir ve sözü edilen birlik fikrine
aykırıdır. Ahadiyyet mertebesinde “bilen”, “bilinen” ve “bilme” aynı şey olup
bu da zât-ı ulûhiyyetten ibarettir. Yani Allah kendi zâtını, yine kendi
zâtının aynı olan bir bilme ile bilmiştir. Bu nedenle bilen Allah’ın zâtıdır,
bilinen de Allah’ın zâtıdır, bilgi de Allah’ın zâtıdır. Bundan hareketle
sûfîler bu duruma işaret ederek “Bir’i yalnız Bir bilebilir” ilkesini
vazetmişlerdir.
Ahadiyyet, sûfi tevhid doktrinin
anahtar kavramlarından biridir. Ahadiyyetle beraber birlikle ilgili kullanılan
diğer terimler tevhidin sûfi yorumunun daha iyi anlaşılmasını sağlar. Sûfîler
Allah’ın birliğini vahdet terimiyle ifade ederler. Vahdet ile ifade edilen bu
birliğin bir yönüne ahad, öbür yönüne vâhid denir. Diğer bir ifadeyle vahdet
ile işaret edilen Allah’ın birliğinin, birine ahadiyyet diğerine de vâhidiyyet
diye işaret edilen iki itibarı vardır. Vahdet her iki itibarın da kendisinden
doğduğu durum olması hasebiyle her iki durumun da işaret ettikleri hakikatleri
kendisinde cem eder. Bu nedenle vahdete hakikatlerin hakikati de denir.
Birliğin ifadeleri olan vahdet, ahadiyyet ve vâhidiyyet arasında zaman- sal
değil ancak itibarî bir öncelik sonralık durumu vardır. Kâşânî bu duruma dikkat
çekerek vahdeti, ahadiyyet ve vâhidiyyetin kendisinden doğduğu ilk taayyün diye
adlandırır. Ona göre vahdet Zât’ın ilk mertebe ve itibarıdır; bâtınlık ve
zuhûrun kendisine nispetinin eşit olması nedeniyle o, ilk kâbiliyettir. Bu
yüzden de ilk taayyün diye adlandırılmıştır. Ancak buradaki taayyüne dikkat
etmek gerekmektedir. Zira buradaki taayyün aslında bir ta- ayyünsüzlük
taayyünüdür. Yani İlâhî zâtın kendisiyle kâimliği ve hâriçteki kendi
taayyünüdür. Fazlullah Hindi gibi bazı yazarlar bunu ilk taayyün olarak
adlandırmayıp lâ-taayyün diye nitelerler. Bu değerlendirmeye göre ahadiyyete
lâ-taayyün (belirsizlik), vahdete taayyün-i evvel, vâhidiyyete de taayyün-i
sânî denilir. Ahadiyyet Allah’ın zâtını zâtıyla bilme mertebesidir: Burada diğer
şeylerin bilgisine yer yoktur. Vahdet Allah’ın zâtını, sıfatlarını ve bütün
varlıkları -ayırım söz konusu olmaksızın- kül halinde, vâhidiyyet ise vahdette
külli olarak bildiği şeyleri cüzî yani ayrıntılı olarak bilme mertebesidir.
Ahadiyyet Tanrının bilinmesindeki iki
yön ile de irtibatlı bir kavramdır. Buna göre ahadiyyetin ifade ettiği anlam
Tanrının tenzihi bilgisine işaret eder. Çünkü ahadiyyet âlemle irtibatı bulunmama
durumuna işaret etmektedir. Ahadiyyetin ifade ettiği Tanrı mutlak mânâda
bilinmez olan bir Tanrı’dır. Dolayısıyla kendisine hiçbir biçimde işaret
edilemez ve sırrına ulaşılamaz. Mutlak bir meçhullük perdesi arkasındadır.
Vâhidiyyet ise teşbihi bilgiyi ifade
eden bir terimdir. Dolayısıyla bu bilgi türünde Tanrı sıfatlarıyla tanınır. Bu
bakımdan âlem ile ilişkisinden söz edilebilir. Zâten âlem zâtın değil zâtın
taşıdığı sıfatların gereğidir.
59
Amâ terimi sözlükte örtmek ve perdelemek anlamına
gelen ‘a-m-y kökünden türemiştir. Sıkıştırılmış yoğun bulut anlamındaki ‘amâ
kelimesi bu köktendir. Arapçada bulutun bir parçasına ‘amae denir. Dil
âlimlerinden Kisâî’ye göre “O âmâdadır” demek “karanlıktadır” demektir. Diğer
bir görüşe göre ise ‘ama, toz demektir. Amâ kelimesi Kuran kelimelerinden
değildir. Bu kelime bir tasavvuf terimi haline gelmezden önce, kâinatın
yaratılışını izah eden bazı hadislerde kullanılmıştır. Bu yüzden bu terimin
sünnet kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Rivâyete göre Ebû Rezîn isimli sahabî
Hz. Peygambere “Âlemi yaratmazdan önce Rabbimiz neredeydi?” diye sorduğunda
Hz. Peygamber ona "Altında ve üstünde hava bulunmayan bir 'amâda idi”
cevabını vermiştir (bkz. Tir- mizî, Tefsir, 12; Müsned, c. IV, 11). Bu hadîsi
rivayet eden Yezîd b. Hârûn, hadîsi değerlendirirken bu ifadeyle “O vardı ve Onunla
birlikte hiçbir şey yoktu” mânâsının kastedildiğini belirtir.
‘Amâ terimini tasavvuf literatürüne
kazandıran kişi Îbnü’l-Ara- bî’dir. İbnü’l-Arabî’ye göre Amâ, Hakk’ın bulunduğu
ilk yer ve mekan, zuhur etmiş ilk İlâhî mazhardır; Allah’ın dışındaki her şey,
ondan zuhur etmiştir. Bu kabulün nedeni yukarda zikredilen “Âlemi yaratmazdan
önce Rabbimiz neredeydi?” sorusuna Hz. Peygamber’in "Altında ve üstünde
hava bulunmayan bir 'amâda idi” cevabını vermesidir. Zîra Hz. Peygamber,
âleme ait varlık mertebeleri henüz belirginleşmezden önce Allah’ın ‘amâda
bulunduğunu söyleyerek Onun ilk mekânını tespit etmiştir. Mekânlara ait
zarflar da ‘amâdan ortaya çıkmıştır. Nasıl ki, bulut gök ile yer arasında bir
perde olup ikisini birbirinden ayırmakta ise amâ da ahadiyyet göğü ile çokluk
ve yaratılmışlık yeri arasında bir perde olur.
‘Amâ konusunda İbnü’l-Arabî’nin
dikkat çektiği bir diğer husus ise onun Rahmân’ın nefesi diye bilinmesidir.
Bilindiği üzere âlem Rahmân’ın nefes vermesi ile meydana gelmiştir. Allah bilinmeyen
gizli bir hazine iken, bilinmek istemiş ve bu istekle teneffüs etmiştir.
Rahmân’ın nefesi işte bu teneffüsten ortaya çıkmıştır. ‘Amâ bu nefesin
süreridir. Çünkü bulut anlamındaki ‘amâ, buhardan meydana gelir ve Rahmânî
nefes de Rahmani bir buhardır. O halde Nefes’in aldığı ilk sûret Amâ’dır, hatta
‘Amâ Nefes-i Rah- mânî’nin ta kendisidir.
Bu Rahmânî nefes ile harfler arasında
bağıntı kuran İbnü’l-Arabî, her şeyin Allah’ın kelimeleri olduğu kabulünden
hareketle kelimenin konuşanın nefesinde ortaya çıkması gibi, Allah’ın
dışındaki her şeyin de ‘amâdan ve ‘amâda zuhur ettiği ve etmekte olduğu
görüşünü ortaya koymuştur. Buna göre yaratılmışlar, konuşanın nefesinde ortaya
çıkan farklı mahreçlerdeki harflere benzerler.
‘Amâ, el-Hakk el-mahlûk bihî (yaratmada
vasıta olan Hakk) diye de isimlendirilir. Zîra mahlûkât kendisiyle
yaratılmıştır. Bu
nedenle ‘amâ, âlemin cevheri olmuştur
ve âlemin suretlerini, ruhlarını ve bütün tabiatlarını kabul etmiştir ve
sonsuza kadar da bütün suretleri kabul edicidir. Bu nedenle ‘amâ, mümkün
varlıkların hakikatlerinin sâbit olduğu ve yerleştiği mânâdır.
tbnü’l-Arabî âmânın var olmasının Hakk’ın teneffüsünden kaynaklandığını
kabul etmektedir. Âlem diye ifade edilen sûretler ise ona göre Hakk’ın kün (ol)
kelimesinden meydana gelmiştir. ‘Âmânın Hakk’ın teneffüsünden var olması
nedeniyle Hakka bir niteliğidir dolayısıyla ‘amâ kadîmdir. Aynı zamanda o
âlemin de bir niteliğidir. Bundan dolayı da o sonradan var olmuştur.
‘Amâ’nın mutlak hayal mertebesi kabul edilmiştir. Bunun nedeni ‘âmânın
varlığın bütün sürerlerini içermesidir. Âlemin sûretleri onda açılırlar. Var
olmayan şeyler de ‘amâ tarafından tasvir edilebilir. Bunun nedeni, hayalin
genişliğidir.
İbnü’l-Arabî yukarda zikredilen hadiste belirtilen Rabbin ‘amâda
bulunması durumundan hareketle ‘âmânın er-Rab isminin isti- vâgâhı olduğu
sonucuna varır. Buna göre Allah’ın bilinen Arş’ı- nın yanında Amâ da bir Arş
kabul edilir.
‘Amâ teriminin yerine tasavvuf ıstılâhında pek çok terim kullanılmıştır.
Bu terimleri Nefes-i Rahmân, el-Hak el-mahlûk bihi [yaratma’da vâsıta olan
Hak], hayal-i mutlak [mutlak hayal], Ay- nu’l-berzah [berzah’ın kendisi],
insân-ı kâmil mertebesi, hakîka- tü’l-hakâyık [hakikatlerin hakikati] şeklinde
sıralayabiliriz. Ayrıca zâtı ululuk perdesiyle örttüğü için amâya celâl hicâbı
da denilmiştir. (Geniş bilgi için bkz.: Suad el-Hakîm, İbnul-Arabî Sözlüğü,
s. 66.)
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Abdülkerîm Cîlî ise İbnü’l-Arabî’den
farklı bir yol izleyerek zâtın mutlak sûrette “gayb” oluşunu ve
hakîkatü’l-hakâyık mertebesini ‘amâ diye adlandırır. Buna göre zât-ı İlâhînin
bilinmez, tanınmaz hüviyeti ‘âmâdır ve onda Hakk-halk ikiliği ve ayırımı
yoktur. Bunu yaparken İbnü’l-Arabî’den farklı bir yol izlese de aslında
ikisinin de “saf varlık” görüşlerinin aynı olduğunu belirtmekten kaçınmaz. Cîlî
varlık mertebeleri hakkında bilgi verirken, birinci mertebe olan mutlak gayb
mertebesini ‘amâ diye nitelendirir. Bu mertebe
aynı zamanda ahadiyet mertebesinin mukabilidir. Ancak hüviyete 63
karşılık gelen ‘amâ körlük ve karanlık anlamına daha yakınken, ahadiyyet
mertebesine işaret edilen amâ güneş ile yeryüzü arasındaki ince bulut yani
perde anlamına daha yakındır, Cîlî, zâtın zâta olan aşkın tecellîsini
ahadiyyet, zâtın mutlak bâtın oluşunu *amâ diye adlandırır. İlkinde zâtî-ahadî
zuhur (açıklık), İkincisinde ise zâtî-amâî butun (gizlilik) durumu vardır.
Ahadiyyet mertebesinde olduğu gibi, ‘amâ’da da isim ve sıfatlar zuhur etmez.
Fakat yine de Cîlî âmâyı ahadiyyetin mukâbili olarak görür. Çünkü her iki
durumdan biri saf tecellî, diğeri sırf istitar yani gizlenme ve perdelenmedir.
Biri zâtın kendisine olan aşkın tecellisini ifade ederken, diğeri zâtın mutlak
gayb oluşunu anlatır. İşte bu sebeple ahadiyyetle ‘amâ birbirinin karşıtıdır.
Cîlî de bu terimi kullanırken tıpkı
İbnü’l-Arabî gibi hareket noktası olarak bahsi geçen ‘amâ hadîsinden
faydalanır. Fakat İbnü’l-A- rabîhin bulut olarak yorumladığı ‘amâ kelimesi Cîlî
tarafından içinde aydınlık nâmına hiçbir şey bulunmayan mutlak karanlık
şeklinde ifade edilir. Böylelikle ‘amâ onun elinde, zâtın sırâfetine ve mutlak
gayblığına işaret eden bir terim halini alır. Hadîsi de “Allah’ın zâtının ne
altında ne de üstünde sıfat ve nisbet vardır” şeklinde yorumlayan Cîlî, ‘âmânın
bu durumundan dolayı ona kendisi hakkında susulan mertebe dendiğini söyler.
Ayrıca Cîlî îb- nü’l-Arabî’nin ‘amâ’yı ikincil mertebeler arasında zikretmesini
de hadiste geçen “Rabbimiz neredeydi?” sorusuna bağlar. Ona göre hadisin
lafzında “Rabbimiz neredeydi?” diye sorulduğundan dolayı İbnü’l-Arabî bu ‘amâ
mertebesini rubûbiyyet mertebesinden bir mertebe olarak kabul etmiştir. Böylece
‘amâ’yı rubûbiyyet mertebesinden sonra saymıştır, (bkz.: Cîlî, Varlık
Mertebeleri, s. 35- 37.)
60
Vâhidiyyet İlâhî isimlerin kendisinden doğup,
kendisinde birleşmeleri yönünden zâta işaret eden mertebedir, (bkz. Kâşânî, Tasavvuf
Sözlüğü, s. 575; Cîlî, Varlık Mertebeleri, 38-39.)
61
Ulûhiyyet vasfı sayıları sonsuz olan İlâhî isimlerin
zuhur ettiği mertebeye işaret eder. Bu sırf zuhurdan ibarettir. Abdülkerim Cîlî
bu mertebeyi varlık mertebelerinin dördüncüsü kabul eder. Çokluk bu mertebeden
taayyün eder. Bu mertebede mazharlardan her
biri vâhidiyyet mertebesinde olduğu
gibi bir diğerinin aynısı değildir. Aksine bu mertebedeki her şey diğerinden
tam bir ayrışma ile ayrışmıştır. Bu nedenle vücûdî çokluğun kaynağı, ilâhı taayyünler
mertebesi, cem’u’l-cem’ mertebesi, ilâhı isim ve sıfatların meclâsı, en
yetkinlik mertebesi ve mertebeler mertebesi diye adlandırılmıştır. Bu
mertebenin “mertebeler mertebesi” diye adlandırılmasının nedeni varlık
mertebelerinin tamamının bu mertebede ayrışma nedeniyle taayyün ve tezâhür
etmesinden dolayıdır. Bu mertebe her ilâhı isim, sıfat, şe’n, ilişki ve
izâfetlere tam ve yetkinlik üzere haklarını verir, (bkz.: Cîlî, Varlık
Mertebeleri, s. 39- 40.)
62
İlâhî zat, yukarıda müellifin de açıkladığı gibi
kendisi olması bakımından bir sıfat olan tanrılık ile vasıflanması veya
vasıflanmamasından daha genel bir anlam ifade eder. Bununla birlikte tanrılık
vasfı da bir sıfat ve belirlenmedir ve bu sıfat ve belirlenme sıfatları dikkate
alındığında Tanrının vasıflandığı bir durumdur. Çünkü ilâhı zat kendisiyle
beraber hiçbir şey dikkate alınmadığından zat mertebesi bakımından tanrılığı
gerektirecek bir durum meydana gelmez. Halbuki tanrılık vasfının ortaya
çıkması için kulun olması lâzımdır. İşte İlâhî zat kemâl sıfatlarıyla vasıflandığı
vakit bunların iktizâsı olan şeyler de İlâhî ilimde sûret kazandıklarından
dolayı kulluk ortaya çıkmış olur ve böylece İlâhî zat kemâl vasıflarıyla
vasıflanışı itibariyle tanrılık ile nitelenir. Burada dikkate değer bir diğer
husus ise İlâhî zâtın ahadiyyet ile vâ- hidiyyetin üzerinde olmasıdır. Çünkü
yukarıda müellifin de zikrettiği üzere kendisi olması bakımından İlâhî zat
yani ilâhî zâtın hakikati bir vasıfla vasıflanmış olmak veya olmamak durumundan
daha genel bir anlam ifade etmektedir. Bunun anlamı İlâhî zat hem vâhidiyyetten
yani İlâhî isimler ile muttasıf olmaktan hem de bunlardan soyut halde olmaktan
yani ahadiyyetten daha genel bir anlamı hâizdir.
63
Rahmet, selâmet, emânet ve lütuf cemâl sıfatlarıdır.
64
Celâl sıfatları Hakk’ın kibriyâ, izzet, azamet, celâl,
kahr, mecd, cebr, tekebbür, vüsat, kuvvet, metânet, ihâta, şiddet gibi
sıfatlarıdır.
65
Yani ister maddî, isterse gayr-i maddî olsun, ister
melek, ister ruh, ister cin, ister şeytan, ister insan, ister hayvan, ister
bitki, ister katı maddeler olsun, âlemdeki bulunan her bir şey ve her zerre
kendi üzerlerinde İlâhî zâtın takdirleri yani çekip çevirmesi gerçekleştiği
için mahlûktur yani yaratılmıştır. Bunlar yaratılışa ait şeyler oldukları için
de Hakk a ait durumlardan ayrıştırılırlar. Bu yüzden de kendilerine yaratılışa
ait/halkî mazharlar denir. Çünkü Hakka ait durumlar için sonradan var olma ve
başlangıcı bulunma gibi durumlar söz konusu olmaz.
66
Sözlükte geçici olmak, yok olmak, ölmek gibi anlamlara
gelen fenâ kelimesi tasavvuf literatüründe bir şeyin kendi benliğini İlâhî
zatta yok etmesi anlamında kullanılır. Bu durum sâliklerin yaşadıkları
tecrübelerden olmakla beraber aslında ontolojik bir duruma da işaret
etmektedir. Zîra sûfîlere göre âlem sürekli fenâ bulmakta ve sürekli yeniden
yaratılmaktadır. Bu durum teceddüd-i emsâl ve halk-i cedîd görüşünün
şekillenmesine kaynaklık edecektir. Sülük esnasında sâliklerin yaşadıkları fenâ
tecrübesinin gerçekleşmesi ise yoğun ve zorlu bir eğitim sürecinden geçmeye
bağlıdır. Bu süreçte sâlik, tarikat şeyhinin rehberliğinde çeşitli yöntemler
uygulayarak kendi varlığının bir yanılsama olduğunu ve gerçekte yalnızca Allah’ın
varlığının bulunduğunu keşfeder. Bu da onu Allah’ta fânî olmaya yani fenâfillâha
ulaştırır.
67
Cem dağınık şeylerin bir araya toplanması anlamına
gelir. Istılâhta ise mahlûkâtı ve kâinâtı dikkate almaksızın yalnız Hakk’ı müşâhede
etmektir. Sâlik cem makamında yalnızca Hakk’ı müşâhede eder. Çünkü mahlûklar ve
kâinat kendi başına varlığı olan şeyler değillerdir. Varlıkları Hakk’ın
varlığı iledir. Bir başlangıçları ve bir de sonları vardır. Cem durumunun
gerçekleşmesi sâlikten akıl perdesinin kalkmasıyla alâkalandırılmıştır. Çünkü
eşyanın birbirinden farklılaşması ancak itibârî durumlar olan mâhiyetler
nedeniyledir. Gerçekte ise varlıkları bakımından onlar tek bir hakikatin
tezâhürleridirler. Cem durumunda hâdis kadîme yaklaştığı için kendisinden
hiçbir şey kalmaz. Cem hâline eren sâlik tevhidin hakikatini kavrar. Cem hâli
yaratılmışları görmeksizin Hakk’ı görmek olarak nitelendirildiği için bir
yönüyle ahadiyyet mertebesi ile ilişkilendirilir. Cemin en üst mertebesi
cem'u’l-cem- dir. Bu mertebede sâlik bütün âlemi Hakk ile görür. Hakk’ın birliği
ve âlemin çokluğunun birbirini nefyetmemesinin sırrını anlar. Böylece kesret
ile vahdet arasındaki ilişki açıklığa kavuşmuş olur. Yani sâlik kesrette
vahdeti ve vahdette de kesreti müşâhede eder.
68
Fark, Allah ile kul arasına madde perdesinin girmesi
veya sâlikin halkın Hak’la var olduğunu bilmesi anlamına gelir.
69
Allah’ın bir kulu kendisine yöneltmesi ve bu kulun da
bu yönlendirme neticesinde Ona karşı coşkulu bir sevgi duyması, bu sevgiden
dolayı yanma ve ıstırap çekme durumudur. Cezbe çalışmakla elde edilmeyen
Allah’ın zâtî muhabbetidir. Cezbe hâli kendisine egemen olan şey kendisindeki
sonradan var olma durumuna ait özelliklerden silinir ve bu özelliklerin de
kaynağı konumunda olan ve kendisinde bâtın hâlde bulunan kadîm İlâhî özellikler
ile vasıflanır. Cezbede kulun çabası yoktur. Cezbede Allah kulunu kendisine
doğru çeker. Kul bunun için herhangi bir çaba içerisine girerek riyâzat veya
mücâhede yapmaz. Kulun Allah’a doğru bu şekilde çekilmesinin nedeni kulun ezelî
istîdâdından kaynaklanır. Kulun İlâhî ilimde yer alan hakikati onun Allah’a çekilmesine
neden olur. Bu tür çekilme yani cezbe durumu peygamberlerin ve büyük velîlerin
durumudur. Onlar bulundukları mertebeleri çalışarak değil ezelî istidatları
neticesinde kendilerine ulaşan İlâhî inâyet neticesinde elde etmişlerdir.
Allah kendisine cezbedeceği kulun gönlüne tecellî kılar ve bu tecellî kulu bir
anda Allah’a yöneltir. Böylece kul uzun süre çalışarak elde edeceği şeyleri
kısa sürede çalışmadan elde eder. Cezbenin üç türü vardır: îlki Allah’ın,
kulunu çalışmasını vesile ederek kendisine çekmesidir. Bu durum sâliklerin
genelinin durumudur. Bu tür cezbeye sahip olanlar kendi cüz’î irâdeleri ile
marifet tahsiline çalışırlar. Bu uğurda önce ilme’l-yakîn, sonra ayne’l-yakîn
sonra da hakka’l-yakîne ereler. Böylece Allah’a vâsıl olurlar. Böyle olan
sâlikler Allah kendilerini sevene değin nâfıle- lerle Ona yaklaşmayı sürdürür
veya Ona yakınlaşma için vesileler araştırırlar. Sonuçta Allah onları sever ve
onları kendisiyle duyar, görür, tutar hâle getirir. Aslında bu durum da çalışma
sonucunda kazanılmamıştır. Bunun birlikte Allah, kulların istidatlarında bulunan
şeyi onlara çalışarak kazanılmış gibi vermiştir, ikinci tür cezbe ise hiçbir
gayret ve çaba vesilesiyle değil, kulun İlâhî inâyet vesilesi ile mârifetullaha
kavuşmasıdır. Bu durum yalnızca peygamberler ve büyük velîlerin durumudur.
Cezbenin üçüncü şekli ise avamın cezbesidir. Bunlar aklını yitirmiş olmakla
beraber gayba ait bazı sırları söyleyen kimselerdir. Halk arasında bu türden
kimselere meczup denir. Bu türden meczuplar her millet içerisinde bulunabilir.
Bu durumda ilk cezbe bi’l-vesîle, diğer ikisi ise bilâ vesiledir. Yani cezbenin
ilk türü amel vesilesiyle kazanılmış gibi durur, diğer ikisi ise amelsiz ve
vesîlesiz doğrudan kula erişmiştir. Bu nedenle cezbenin ilk türü ile sülük eden
sâliklere sülûkları cezbelerini öncelediğinden dolayı sâlik-i meczûb denir.
İkinci tür cezbe ehli ise meczûb-i sâlik diye adlandırılır. Bunların cezbeleri
sülûklarını öncelemiştir. Üçüncü tür cezbe sahipleri ise sırf meczuptur,
insanları irşâda ehliyet ancak ikinci tür cezbeye sahip olan kimselere aittir.
Bazen ilk türden cezbeye sahip olanlar da bu konuda ehliyetli olurlar. Üçüncü
tür cezbe sahipleri ise akıl yetileri bulunmadığından şer’î sorumlulukları
olmadığı için hiçbir biçimde irşâda mezun değildirler. Kulun Allah’a yönelmesine
meyil Allah’ın kula yönelmesi ise cezbe diye adlandırılır.
70
Mahbuplar Allah’ın kendilerini sevdiği kimselerdir.
Muhipler ise Allah’ı sevenlerdir, ikisi arasındaki fark meczup sâlik ile sâlik
meczup arasındaki farktır.
71
Bulmak anlamında mastardır. Tasavvuf ıstılâhında
sâlikin kendisinde içsel bir hâl bulması vicdan diye adlandırılır. Vicdânî
durumların zâhirde bir varlığı bulunmaz. Söz gelimi herkeste bulunduğu için
açlık vicdânî bir durumdur. Ama insan onu beş duyusuyla değil içsel bir durumla
algılar. Hakk’ın bulunuşu da bu şekilde vicdânî bir bulmadır. Yani beş duyu
dışında içsel bir buluşla sâlik Hakk’ı tecrübe eder.
72
Hakk’tan gelip sâlikin kalbini kendi sıfatıyla
dolduran vâride vecd denir. Vecdin hüzün, sevinç vb. sıfatları vardır. Hucvîrî
gibi bazı sûfîler ise onun sevgiliden uzak kalma elemini ifade ettiği görüşündedirler.
Vecd herhangi bir çaba göstermeksizin birden bire kalbe gelir. Sülûkunda orta
mertebede olanların hâllerindendir. Vecd hâli ile semâ ve raks arasında ilişki
vardır. Nitekim vecd durumunu anlatan kaynaklara göre sâlike vecd hâli
geldiğinde onda derin soluk alıp verme, hırıltılı sesler çıkarma, titreme ve
çığlık atma gibi bazı durumların ortaya çıkmasına neden olur. Ancak bunlar
tekellüf ile ortaya çıkarlar. Bu hâllerin ortaya çıkışında ise bazen gayr-i
ihtiyârî semâ ve raks etme davranışı görülür. Bu durum vecd sahiplerinin
ruhlarının nefs hastalığından kurtulmuş olması, beşeriyetlerinden çıkmaları ve
iradelerinin de İlâhî iradeye râm olmasıyla açıklanır. Vecd hâli sâlikin
yaptığı virdlerin yani kendisine şeyhi tarafından verilip günlük yapmakla
sorumlu olduğu zikir, teşbih ve evrâdın bir sonucudur. Dolayısıyla virdi olmayanın
vâridi olmayacağından dolayı vecd hâli ancak virdi olanlara ait bir hâl olarak
kabul edilir.
73
Önceki iki dipnotta yer alan terimlerle birlikte bu
terim de sülûk- taki bir hâli ifade eder. Dolayısıyla her üç terim de
birbiriyle ilişki içindedir. Bunlar bir yönüyle epistemolojik diğer yönüyle ise
onto- lojik derinliğe sahiptirler. Birbirini tamamlar ve birbiri için zemin
teşkil eder, tmdi, vücûd bir şeyin kendisini veya başkasını kendisinde ya da
başkasında bulması olarak açıklanmıştır. Kâşânî ye göre bu ifadede yer alan
“başka” bir mahal veya mertebe olabilir. Dolayısıyla ilk devirlerde semâ
esnasında ortaya çıkan psikolojik bir durumu açıklamak için kullanılan vücûd
terimi ontolojik plana taşınır. Nitekim bundan hareketle vücûd fi
taayyüni’l-evvel, vücûd fi taayyüni’s-sânî gibi vücûdun mertebelerinde
kendisini bulmasını karşılayan terimler üretilmiştir. Epistemolojik düzlemde
ise vücûd Hakk’ı vecd hâlinde iken bulmayı ifade eder. Diğer taraftan yukarıda
da işaret edildiği üzere vecd hâlinde bulunan ile Hakk’ın vücûdu aynı şeydir.
Dolayısıyla buradan bilgi ile varlık arasında aslında gerçek bir ayrımın
olmadığı sonucu çıkar. Nitekim tbnü’l-Arabî de buna işaret ederek “Hakkın
vücûdu vecdi- min vücûdunun aynıdır/Çünkü ben vücûd ile Hakk’tan fânî ol-
dum/Vecdin hükmü benden her şeyi fânî etti/Vecdin vücûdunun mâhiyeti yoktur/Hâl
ile veya hâl olmaksızın her bakımdan vücûdun vicdânı Hakk’tandır” demektedir.
74
Şuhûdun sözlük anlamı görmektir. Müşahededen farklı
bir anlamı vardır. Müşâhede ikilik içerir. Yani müşahededeki görüş karşılıklı
bir fiildir ve ikilik vardır. Şuhudda ise teklik söz konusudur. Bu nedenle
tasavvuf ıstılahında şuhûdun anlamı Hakk’ı Hak ile görmek demektir. Şuhûdu
ortaya çıkaran şey sâlikin yaptığı riyâzat ve mücâhededir. Şuhûdun iki türü
vardır. Bunlardan ilkinde sâlik Hakk’ı halkla, İkincisinde ise halkı Hakk’la
görür. Şuhudda baş gözü değil kalbin gözü devrededir. Bu nedenle görüş bu göz
vâsıtasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla buradaki görme aynı zamanda bilme anlamına
gelir.
75
‘lyân bir şeyi ayna gibi bir vâsıta ile görmek
demektir. Hakk’ı maz- harlardan görmeye denir.
76
Mükâşefe, Arapçada, ortaya çıkarmak, gizli şeyleri
birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak, meydana çıkarmak gibi anlamlara
gelir. Tasavvuf ıstılâhında ise velîlerin kalplerindeki gaybî işlerin ortaya
çıkması, bir hususun keşif yoluyla bilinmesi demektir. Keşf perdelerden
çıkmaktır. Keşf sahibi olan kişi daha önceleri bilmediği bir şeyi idrak eder.
Perdeler kulun, Allah’ın katına ulaşmamasına sebep olan engellerdir. Bu
engeller sâlikin dünya ve âhi- rete ait muhtelif âlemlerden giydiği bir
giysidir. Nitekim Hz. Peygamber bu konuda “Allah Teâlâ’nın nur ve zulmetten
oluşan yetmiş bin perdesi vardır' buyurmuştur. İbnü’l-Arabî mektebine
mensup bir sûfî olan Kâşânî bu kavramı “Nefsin, duyular tarafından idrak
edilemeyen gizli şeyleri -adeta görülür şeyler gibi- hiçbir kuşkuya mahal
vermeyecek şekilde açığa çıkartması” diye tarif etmektedir. Ona göre bu açığa
çıkma, düşünce gücüyle olabileceği gibi, sezgi ile veya genel feyizden
gerçekleşen somut bir kanaat sayesinde de olabilir. Buna göre mükâşefe, sâlikin
‘sırrına şeffaf bir örtü veya ince bir perdenin ardından İlâhî isim ve sıfat
veya kevnî hakikatlerden açılan ilk şeydir; söz konusu şey, belirli bir hüküm
ve özel bir ve nitelikle sınırlanmış kevnî veya İlâhî hakikattir. Bu açılma,
‘mükâşefe’ diye isimlendirilmiştir, çünkü sıfat ve hakikatler ortaya
çıkmaktadır. Kâşânî keşfin konusunun hakikatler olabileceği gibi, geçmişte
olmuş veya gelecekte olacak bir şeyin bilinmezliğini açığa çıkartan tikel
konular da olabileceğini söylemektedir. Buna göre
77
mükâşefe, çeşitli mertebelere ayrılır. Bunların en
üstünü, gizliliklere muttali olmaktır. Mükâşefe, hakikatin on menzilden
biridir; onun ardından müşâhede ve muâyene menzilleri gelir.
Keşf beş kısma ayrılır: Aklî, kalbı, sırrı, rûhî ve
hafi.
1.
Aklî keşfi Sâlik mücâhedelerle ve riyâzatlarla meşgul olduğunda
yükselir ve akledilir mânâlar keşfeder. Mümkün varlıkların sırları açığa
çıkar. Bu keşf nazarî keşf olarak adlandırılır.
2.
Kalbı keşfi Bu keşfte müşâhede bölümünde açıklandığı gibi çeşitli nurlar
keşfedilir ve bu keşf şuhûdî keşf olarak adlandırılır.
3.
Sırrı keşf: Bunda mahlûkların sırları ve onların yaratılışlarındaki
hikmetler keşfolur. Bu keşf ilhâmî keşf diye adlandırılır.
4.
Rûhî keşfi Bu keşfte cennetler, cehennem, mîrac, melekleri görme gibi
şeyler keşfolur. Sâlik tamamen saflaştığında ve nefsin bulanıklığından
temizlendiğinde sınırsız âlemler görünür, zaman ve mekân perdeleri kalkar,
geçmişe ve şimdiki zamana ait haberler bilinir, âhirete ait zaman ve mekân
perdeleri ve yönlere ait perdeler kalkar, havâtır üzerine doğan kerametler
zuhur eder, gizli şeyler bilinir, ateşten ve sudan geçme, tayy-i mekân vb.
durumlar ortaya çıkar. Bu tür keşfe rûhânî keşf adı verilir.
6.
Hafi keşf: Hâller ve makamlarına göre celâl ve cemâl sıfatları
üzerinden Allah Teâlâ’nın keşfidir. Hafi rûhânî, soyut bir nurdur ve özeldir,
Allah onu kullarından dilediğine bağışlar. Bu durum sûfîler tarafından “Allah
onların kalbine îmânı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir”
âyetiyle ilişkilendi- rilir. Âyette bahsi geçen bu ruh Hakk’ın kendisine ait
bir ruhtur. “Kullarından dilediğine ruh indiriyor” âyeti de bahsi geçen
ruha bir işaret sayılmaktadır. Bu keşf tarzı da sıfâtî keşf olarak
adlandırılır. Şayet keşfolunan sıfatlar İlmî sıfatlarsa dînî ilimler zâhir
olur. Eğer keşfolunan duymaya ait sıfatlarsa İlâhî kelâmı ve hitâbı duyma
ortaya çıkar. Eğer keşfolunan görmeye ait sıfatlarsa ru’yet ve müşâhede
meydana gelir. Şayet keşfolunan sıfatlar celâle ait sıfatlarsa fenâ halinin
fenâsı meydana gelir.
Şayet keşfolunan sıfatlar cemâl sıfatlarıysa cemâl
müşâhedesi- nin şevki ortaya çıkar. Şayet keşfolunan sıfat kayyûmiyet sıfatıysa
bekâ halinin bekası zuhur eder. Şayet keşfolunan sıfat vâhidiyyet sıfatıysa
ilim olmaksızın vahdet sıfatı zuhur eder.
78
Sözlükte gözle görmek, seyrederek anlamak, seyretmek
anlamlarına gelen müşâhede, tasavvuf ıstılâhında Hakk’ı töhmetsiz görmek diye
tarif edilmiştir. Kâşânî Letâiful-İşârât isimli sözlüğünde müşâhede
kavramıyla ilgili şu yorumları yapmaktadır: “Müşâhede, birlik delilleriyle
eşyayı görmek anlamında da kullanılır; bazen tev- hidle eş anlamlı veya Hakk’ı
eşyada görmek anlamında veya hiçbir kuşkunun bulunmadığı “yakîn” anlamında da
kullanılır. Sûfîle- rin bazı ifadelerinden “yakîn’e müşâhede dedikleri anlaşılır.
Bazı ifadelerine göre “yakîn”, bazen kuşkuya açık bazen açık olmayan şey
demektir: “Yakîn”den kuşku kalkarsa, “müşâhede” adını alır. Bu, onların
“yakîn’in anlamıyla ilgili görüşlerinden uzaktır. Onlara göre yakîn, bir şeyin
falan tarzda olduğuna inanmaktır; bununla birlikte inanca konu olan şeyin
kendiliğinde değişmesi ve inanılandan başka türlü olması mümkün değildir ve
inanılan şeyin gerçekteki durumla örtüşmesi zorunludur. Hatta onların yakîn
hakkındaki açıklamaları dikkate aldığımızda, sûfîlere göre müşâhede, yakînin
ta kendisidir. Başka bir ifâdeyle müşâhede, bizzat yakîndir. Veya müşâhede,
kuşku olmadığı için, itirazın da bulunmayışı demektir. Böylelikle onlar,
müşâhede ile yakîni ayırt etmişlerdir. Müşâhede, itiraz olmaksızın idrak
demektir; bu yorumla müşâhede, yakînden daha meşhur ve daha güçlüdür. Buna, geceleyin
karanlık evde bir ölüyle yalnız kalan kişide gerçekleşen “yakîn” durumunu örnek
vermişlerdir: Bu kişi akıl gücüyle ölünün kendisine zarar veya fayda
veremeyeceğini bilir; bununla birlikte başka bir kuvvetten meydana gelen -ki
söz konusu kuvvet vehim gücüdür- bir iç rahatsızlığı da taşır. Bu iç
rahatsızlığının ortadan kalkmasıyla meydana gelen hâl, gözle görülen şeye
benzetilerek, müşâhede diye isimlendirilir. Çünkü göz duyusunun dışındaki diğer
duyular, idraklerinde kuşkudan kurtulamaz ve bütün duyular bir kuşkuya mâruz
kalır. Müşâhede, sen yitirmişken, Hakk’ın bulunması anlamında da kullandır.
Müşâhede, nihayettir; çünkü onun ardında bir hedef kalmaz. Muhadara,
başlangıçtır, çünkü o, burhana muhtaçtır. Mükâşefe ise, ikisinin arasında orta
noktadır”. (Bkz. Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü (Letâifu'l-İşârâi), trc. Ekrem
Demirli, İstanbul 2002, s. 515)
Sâlik kalp aynasını lâ ilâhe
illallah sözü ile saflaştırıldığında ve parlaklık elde edildiğinde
kalbindeki kirler kaybolur. Gayb nurları parlaklığı ölçüsünde ona görünür.
Bunlar, hâlinin başlangıcında şimşek ve pırıltı gibi olur, daha sonra bu
nurlar artar. Öyle ki nihayet gezegenler, hilâl, dolunay ve güneş şeklinde
görünür. Sonunda da hayalin tasavvur gücünün dışında bir şekilde görünür.
Görünen bu nurların bazısı mavi, bazısı ise yeşildir. Kalp tamamıyla
saflaştığında nur güneş ışığı gibi olur. Hakk’m nuru ruhun nuruyla
aksettiğinde ise görme zevkiyle müşâhede birbiriyle karışır. Hakk’m nuru bazen
ruh ve kalp aracı olmadan da görünebilir. Bu durumda nitelik, benzerlik ve
zıtlık durumları ortadan kalkar ve temkin hâli onun gerekliliği durumuna gelir.
Bu mertebede doğma ve batma, sağ ve sol, üst ve alt, mekân ve zaman, yakınlık
ve uzaklık, gece ve gündüz yoktur. Allah katında sabah ve akşam olmaz. Bu
mertebede perdeler kalkar ve Allah’ın “Rab- binin vechi dışında her şey yok
olucudur" sözünün mânâsı görünür. Bu lütuf âlemindeki cemâl
sıfatlarının nurlarıdır. Müşâhede makamında ortaya çıkan celâl sıfatlarının
nurlarına gelince, onlar fenâ halinin de fenâ bulmasını gerektirir. îlkin
Allah’ın “Ne geride bir şey bırakır ve ne de olduğu gibi terkeder"
sözü gereği yakıcı bir zuhur eder. Eğer fenânın fenâ bulması durumu zuhur
ederse o zaman sâlikin varlığının ortadan kalkması ve merâsimlerin kırılması
gerekir. Celâl sıfatlarının nurları yakıcı, cemâl sıfatlarının nurları ise
aydınlatıcıdır. Bazen celâl sıfatlarının nurları karanlık olur. Bu durumda akıl
onun niteliğini idrak edemez.
79
Telvin renklenme, bir hâlden diğer bir hâle sürekli
değişme anlamına gelir. Sülûkunun başında ve ortasında bulunan sâlik sürekli
bir hâlden diğerine geçer durur. Onun bu durumu telvin diye nitelenir. Temkin
ise bir mertebede karar kılmayı ifade eder. Sâlik sülûkunun nihayetinde hâlden
hâle geçmeyi bırakıp temkine erer. Bununla birlikte sülûkunu nihayete
erdirdikten sonra telvîne devam eden ârifler de vardır. Bundan dolayı telvînin
mi yoksa temkinin mi üstün olduğu sûfîler arasında tartışmalıdır.
BİRİNCİ MAKSAT
(iki Fasit içerir)
Hakk’ın Varlığı, O’nun İsimleri ve Sıfatları
B
il ki, âlemdeki her bir şeyin mevcut
olduğunda kuşku yoktur.79 Bununla beraber âlemdeki her bir şeyin
var- lığı/vücûdu kendisinin gayrındandır. Aksi takdirde o şey, zâtı gereği zorunlu
olurdu.
Varlığın, zâtı gereği varlığı zorunlu olan
bir mevcutta son bulması gerekir. Aksi halde varlık devreder veya teselsül
olur.80
İşte bu zorunlu olan, varlığın hakikatinin
aynıdır. Yani tabiî küllisidir81 ve buna “Mutlak
Vadık/el-Vücûdu’l-Mutlak”82 denir. Zira şayet bu zorunlu varlık,
varlığın hakikatinin gayrı olsaydı varlığın hakikati dışında diğer bir
hakikatten de yoksun olamayacaktı ve varlık bu hakikate araz olacaktı.83
Bu durumda zorunlu varlık (vâcibu’l-vücûd) kelâmcıların dediği gibi84
mevcut/vücûdu olan olur.85 Veya filozofların dediği gibi86
zorunlu varlık, varlığın fertlerinden bir fert olur ve varlık, kendisi
dışındakilere ondan taşar.87 Bunların her ikisi de imkânsızdır.88
Bu durumlardan ilki kelâmcıların
görüşüdür.89 Bu görüşteki sorun varlığın hakikatinin tahakkukunda
[realitede gerçekleşmesinde] varlığa olan ihtiyaç lüzûmudur.90
Varlık ister varlığın hakikatinin mâlullerinden biri olarak kabul edilsin ister
edilmesin bu ihtiyaç değişmez. Zira varlığın dışındaki şeylerin her birinin
tahakkukunun ancak varlıkla gerçekleştiğinde şüphe yoktur. Şayet bu şeyden
varlığın zâil olduğu veya olabileceği farz edilirse, bu durumda o şey nefsi ile
tahakkuk etmiş olmaz. Bu durumda zorunlu varlık, zorunlu varlık olamaz. Zira
lüzum yani zorunluluk var olmak için [kendisi dışındaki bir kaynaktan]
kazanılmış bir varlığa sahip olmamak demektir. Aklın bedihî bilgisi bu durumun
butlanım gerektirir. Bu hususta tartışan kimse aklı yüzünden kibirlenen
kimsedir.
ikinci durumu yani filozofların görüşünü91
ele alalım: İmdi, [herhangi bir Mutlak] hakikatin fertlerinden herhangi bir
fert, her ne kadar bu hakikat üzerine zâid bir tayin olsa da yine bu hakikatten
ibarettir. Zira eğer bu fert bu mutlak hakikatin aynı ise, bu durumda
-iddiacının sübûtunu mû- cip olmakla birlikte- yalnızca taayyünü bu hakikatin
aynı olan ferdi ile bu hakikat arasındaki ayrışma ortaya çıkmazdı. Eğer bu
hakikate ait fertlerin hepsinin taayyünü böyle ise yani hepsi bu hakikatin aynı
iseler bu durumda bu hakikat ile diğer fertleri arasında da ayrışma
olmayacaktır. Çünkü hakikat her bir ferdinde bulunmaktadır. Bu durumda [filozoflar
tarafından mutlak varlığın varlık-mâhiyet ayniyeti özelliğine sahip bir ferdi
olarak görülen] zorunlu varlık ya bu hakikatin ve taayyünün toplamı ya da
yalnızca ârız veya yalnızca mâruz olmak durumunda kalır.92
İlk durum [hakikat ve taayyünden
müteşekkil olma durumu] terkibi gerektirir. Parçalardan mürekkep olan her
şeyde mümkündür ve hâdistir. İkinci durum [yalnızca ârız veya yalnızca marûz
olma durumu] ise varlığı başkasından olmayı gerektirir. Varlığı başkası ile
kâim olan ise zâtıyla zorunlu olamaz. Geriye üçüncü bir şık daha kalır ki, o da
kendisi olmaklığı bakımından [mutlak olarak] hakikatin zorunlu olmasıdır.
Zâten araştırılan da bu sonuçtur.
Aynı şekilde varlık için fertler, varlık
“kendisinde çokluk bulunmayan gerçek bir” olduktan sonra, ancak ya mevcutların
hakikatlerinin sûretleri ve muhtelif tecellîler hasebiyle çoğalan cevheri
mâhiyetlerin hakikatinde bulunuşu bakımından hâsıl olur. Veya cevherlerin ve
arazların aynların- dan her birine ârız olan arazî hakikat olması itibariyle
hâsıl olur. Zira bir cevhere ârız olan diğer bir cevhere ârız değildir.
Bu durum ancak ehlullahın “Allah çok
sayıdaki sıfatları hasebiyle tecellî eder. Cevheri ve arazî aynların aynıdır.93
Kendi özünde ise gerçek birliği üzeredir. Ezelî ve ebedî olarak
bulunduğu hâlden değişmez. Tıpkı (1) sayısı gibi; çünkü (1) sayısı tekrarı ve
sayı mertebelerindeki zuhûru ile her birinde diğerinde bulunmayan ayrı
özellikleri olan sonsuz sayıları meydana getirir. Tıpkı bunun gibi Allah’ın
sıfatlarının her birinin de diğerinden farklı olan bir hakikati vardır.
Bununla birlikte zât-ı İlâhî ezelî ve ebedî olarak birdir.” sözü ile anlaşılır.
[Hakk’ın zâtının hakikati olan varlık] hakîkî
birliği üzere bâkî kalması itibariyle cevheri ve arazî sürerlerde zâhir değildir.
Ayrıca onun fertleri de yoktur.94 Bilakis ondaki [varlıktaki]
çokluk aynlar ve mâhiyetlere izâfetledir.95 Bu yüzden “Tevhid,
izâfetlerin düşürülmesidir”96 denilmiştir. İzâfetler ise onun çok
sayıda fertlerinin olmasını gerektirmez.
îmdi, “Varlık, tek bir hakikattir” sözü
kelâmcıların ve filozofların “Zorunlu varlık [vâcibu’l-vücûd], özel varlıktır
[vu- cûd-u hâs]”97 sözlerini geçersiz kılar.
Bununla beraber kelâm âlimlerinden “Varlık
lafzı, mümkün ve zorunlunun varlığını adlandırmak için kullanılmış sesteş
(lafz-ı müşterek) bir kategoridir” diyenlerin görüşü varlığın tek bir hakikat
olması görüşünden istisna tutulur. Çünkü varlığın sesteş olması, varlık için
hakikatlerin muhtelif adlandırılması demek olur ve bunun geçersizliği açıktır.
98 Zira varlık kavramından anlaşılan ancak tek bir şeydir.
Tartışmacı varlığın sesteş/müşterek lafız olması konusunda haksız yere iddiada
bulunur.
Varlık zorunlunun kendisi olduğunda, varlıkla
tahakkuk ettikleri ve onunla var kılındıkları için varlık, aslında cevher ve
araz olamaz, ikisinin de varlıkla tahakkuk etmeleri nedeniyle eğer varlık
olmasaydı cevher ve araz da olmazdı.
İmdi, görülmektedir ki, varlık bütün
âlemleri gerçekleştiren- dir. Çünkü âlemler arazlar ve cevherlerden başka bir
şey değildirler. Hakikati kâim kılan (var eden) o hakikatin fertlerini de
kâim kılmış olur. Böylece Allah’ın kayyûmluğu" ve kendisi dışındakileri
zâtıyla ihâta ermişliği ortaya çıkmış olur.
Onun evvelliği ve âhirliği de bu
şekildedir. Çünkü O her şeyin başlangıcı ve sonudur. Nitekim Allah Teâlâ
kendisinden başladığını, kendisine iade edildiğini ve emrin tamamının
kendisine döndürüldüğünü buyurmuştur.
Onun zâhirliği de açığa çıkmıştır. Çünkü
kendisi dışındakileri zâhir kılan bir şeyin, kendisiyle zâhir olması, kendisi
dışındakileri var kılmak için kendi varlığıyla tahakkuk etmesi gerekir.
Aynı şekilde hakikatinin âlemlerin
gözlerinden ve akıllarından gizli kalmış olması nedeniyle Onun bâtınlığı da
gerçekleşmiştir. Basiretler ve gözler Onu idrak edemez; akıl ve fikirler Onu
kuşatamaz.
O, kendisinden başka tanrı olmayandır,
eksikliklerden münezzehtir. O Aziz [izzet, yücelik, üstünlük sahibi] ve Gaf-
fâr’dır [kusurları örtüp açığa çıkmasına engel olan]. Her şeyi hikmetiyle izhar
etmiştir. Kudretiyle her şeye hakkını vermiştir. Alemlerin hakikatlerini
rahmetiyle var kılmıştır. Bu var kılma ancak kendisini izhar etmeyi murad
ettiği sûrede tecellî etmekten ve gönderilmesi ve gizlenmesi sırasında âlemlerin
mertebelerine tenezzül etmesinden başka bir şey de değildir. Dolayısıyla Onun
yüzü/vechi için ancak nurdan bir perde vardır. Zâtı için, zuhurdan başka perde
yoktur. Zâhirliğinin gayblarında perdelilerin gözlerinden gizlenmiş;
bâtınlığının gayblarında ise âriflerin kalpleri için zâhir olmuştur.
O [Allah’ın zâtı olan Varlık], kendisine
sivâ ve gayr [Allah tan başka ve gayrı olan şeyler] adı verilen şeylerin hâli
de değildir. Ancak bunlar kabarmış denizin dalgalarının hâli gibidir. Çünkü
akıl katında dalganın su ile kâim olan araz olmak bakımından suyun gayrı
olduğunda şüphe yoktur. Dalganın varlığı açısından bakıldığında ise ortada sudan
başka bir şey yoktur. Tıpkı suya nisbetle buhar, kar, dolu ve buzun hâli gibi.
Sonradan var olanların varlıkları ve suretlerinden ibaret olan dalgalara
takılan ve dalgalanı- şıyla bu dalgaları bâtınından zâhirine, gaybından şahâde-
tine çıkaran kabaran denizden habersiz olan kişi, bu denizle dalgalarının
arasında farklılık bulunduğunu söyler ve gayrı ve sivâyı ispat eder. Denize
bakan kişi ise onların o denizin dalgaları olduğunu; dalgaların da
kendiliklerinden meydana gelmediğini bilir. Bu kişi de o dalgaların varlıkla
ortaya çıkan yokluklar olduğunu söyler. Ona göre Hakk ın dışında hiçbir şey
yoktur. Hakk ’ın dışındaki varlıklar ise tahakkuk etmiş mevcut gibi görünen
yokluktur. Dolayısıyla Hakk’tan gayrı şeylerin varlığı sırf hayaldir. Tahakkuk
eden ise başkası değil ancak Hakk’tır.
Bundan dolayı Cüneyd,100 Hz.
Peygamberin “Allah vardı ve kendisiyle birlikte hiçbir şey yoktu
hadîsini duyduğunda “Şimdi de öyledir” demiştir. Şöyle denilmesi de bundandır:
Eski hâlindeki denizdir deniz
Dalgalar ve nehirlerdir hâdisat
Onlar ki, perdedir; benzerliklerinin
müşküllüğü Perdelemesin seni onlarda şekillenenden
İlâhî zat, “Ben gizli bir hazine idim.
Bilinmeyi sevdim' cümlesiyle işaret ettiği zatî sevgisi hasebiyle
öncelikle a‘yân-ı sabite ve onların istidatlarıyla kendi bâtını ve zâtî ilminde
ilk tecellî ve feyz-i akdesi ile zuhur etti. Sonra feyz-i mukaddesle
kendisinin zâtî mertebelerine göre onları hariçte zuhur ettirdi. Onları ezelî
istidatlarının gerektirdiği üzere hikmetiyle tedbir etti. Nitekim Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “Emri gökten yere tedbir eder. Sonra o, sizin saydığınız
yıllardan bin yıllık bir sürede kendisine yükselir” (Secde, 5). Allah hakkı
söyler ve doğru yola ileten de O’dur.
Varlığın Tenezzüllerinin Mertebeleri ve Beş İlâhi
Mertebe101 Hakkında
B
il ki, Hakk’ın kendi nefsinde tecellî
ettiği ve varlığında zuhur ettirdiği şeylerin ilki küllî heyûlâdır102
ki, o Rah- mân’ın nefesi diye de adlandırılır. Küllî heyûlâ aklî bir sûret olup
kendisinden küllî nefs103 türemiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a)
"Allah’ınyarattığı şeylerin ilki akıldır" buyurmuştur. Sonra
ondan da akılların ve maddeden soyut nefs- lerin104 sûretleri ve
aslî tabiat,105 sonra muntabi* nefslere106 ve nûrî-misâlî
sürerlere107 ait küllî heyûlâ, sonra Arş108 ve Kürsî’nin109
sûretleri, sonra unsûrî olan ve olmayan gök cisimlerinin sûretleri, sonra
varlığın hareketi insanda son bulana değin madenler, bitkiler ve hayvanların
mürekkep sûretleri türemiştir. İnsan, varlık mertebelerinin tenezzülünün son
mertebesidir. Sonra varlık mertebelerinde inen şey110 insandan
tekrar yükselmeye başlar. Bu yükselişte insan, daha önce ilk olarak yolculuğuna
kendisinden başladığı ilk ilkeye ve sebepler sebebine [Allah] erene ve
yükselene dek varlık mertebeleri üzere derece derece ilerleyen bir yolcudur.111
Hâricî varlıktaki âlemlerin ilki ceberût
âlemi112 diye adlandırılan maddeden soyut113 akıllar ve
nefsler âlemidir. Daha sonra mutlak misâl âlemi114 gelir. Maddeden
soyut olan ve olmayan her şeyin misâli sürerleri bu âlemdedir, bu sûretler iç
duyular115 vâsıtasıyla idrak edilirler. Bu âlem melekût âlemi diye
adlandırılır. Bu âlemden sonra mülk âlemi gelir. Mülk âlemi Arş, Kürsî,
gökler, unsurlar116 ve bu unsurlardan terkip olunan şeylerden
müteşekkildir.
Bu üç âlem İlâhî ilimde mahiyet,
hakikatler ve benzeri isimlerle anılan ayân-ı sâbitenin sürerleridirler. Bu
âlem [ayân-ı sâbite âlemi], âlemde yer alan her şeyin gaybını kuşattığından
dolayı mutlak gayb âlemidir, insana gelince, her ne kadar o, zâhiri sûreti
itibariyle mülk ve bâtınî sûreti itibariyle de melekût âlemlerinden olsa da
hârici âlemde yer alan her şeyi kuşatıcı olması ve cem etmesi bakımından kendi
başına bir âlemdir.
O halde küllî âlemler ve aslî
hazret/mertebeler beş olmuş olur:
1. A‘yân-ı sâbite âlemi. Bu âlem mutlak gayb âlemidir.
însân-ı kâmil kendisine daha önce işaret
olunan ilk akıldır ve Rûh-i Muhammedi’dir (s.a.a). Nitekim Efendimiz Muhammed
Mustafâ (s.a.a) buna “Allah’ın yarattığı şeylerin ilki Benim nûrumdur” bir
diğer rivâyette de “ruhum- dur” buyurarak işaret etmiştir. Bu durum Onun
ruhunun küllilikle vasıflanması ve cüz’îlik kaydını gerektiren kayıtlanmanın
kaldırılması bakımındandır, ikisinin arasına ikilikle hâkimdir. Onun beşerî
sûretler ve nâsûtî şekille taalluku itibariyle olan durumuna gelince, bu
ikisinin arasındaki mugâyeret külli ile cüz’î arasındaki mugâyeret gibidir.
Yoksa aşkın hikmetten bihaber olan perdeli kimselerin zannettiği üzere iki
yaratılmış hakikat arasındaki mugâyeret gibi değildir. Çünkü onlar muhakkikler
nezdinde soyut ruhlar diye adlandırılan akılların tamamının kendisi
dışındakilerden tamamen farklı olan nev’î bir hakikat olduğunu ve nev’î- nin de
kendi şahsıyla münhasır olduğunu zannettiler. Bu sözün her ne kadar bir külli
hakikatin küllilik vasfını yüklendiğinde türlerden bir tür haline dönüşmesi
yönüyle doğruluk tarafı olsa da, bu durumun külli hakikati kendisine ait
fertler olan kendisinin gayrından bütünüyle farklı kılmadığı da ortadadır.
Çünkü külli ruh, diğer herhangi bir külli sıfatta zuhuruyla nev’ ve herhangi
bir cüz’î sıfattaki zuhû- ruyla ise şahıs durumuna gelendir. O halde kendisinin
gözünden örtüler açılan ve basiretinden perdeler kalkan kişi nezdinde ilk akıl
diye isimlendirilen külli ruhun geri kalan felekî, hayvani ve insani ruhlara
nisbeti cinsin nev’ ve şahıslarına nisbeti gibidir. Dolayısıyla aralarında
öyle bütünüyle bir farklılık yoktur.
Şayet dersen ki: “Bedenle ilişiği olan
nâtık nefsler119 bedenlerinin müdebbirleri olan insan ruhlarıdır.
Bunlar da hakîkaten maddeden soyut akıllardan farklıdırlar. Sizin görüşünüzün
sonucu ise maddeden soyut akılların ilk aklın kendileri için cins gibi olması
nedeniyle bütünüyle onlardan farkının bulunmadığı yönündedir...”
Bu itirazına cevaben: “Külli nefs, bu
nâtık nefslerdir. Onların cüz’î olmaları külli ruh diye adlandırılan külli
akıl için gerçekte farklılık arzedecek bir durum değildir. Aksine onlar
arasındaki fark ilişiklik veya ilişik olmama durumu bakımındandır. Şeyin
hakikatinin dışında bulunan bu iki sıfat gerçekte mugâyeret ve farklılık
gerektirmez. Nitekim insanda ve sair canlılarda bulunan erkeklik ve dişiliğin
bu sıfatlarla vasıflananların bütünüyle diğerinden ayrı olmasını gerektirmediği
gibi” deriz.
İşin aslında ilk akıl gerçek Adem ve küllî
nefs de gerçek Havva’dır. Bu ikisinden türeyen akıllar ve nefsler bunların
çocuklarıdır, başka bir şey değillerdir. İnsanlığın atası Hz. Adem ve Havvâ
Anamız ceberût âlemi diye adlandırılan maddeden soyut akıllar ve nefisler
âleminde ve mutlak şahâdet ve mülk âleminde bulunan bir sûrettir. Nitekim bu
iki âlemde yer alan her şeyin inşaallah daha sonra açıklayacağımız üzere misâl
âleminde bir sûreti vardır.
Buradan ruh, kalp ve insan bedenini idare
eden nefsin sıfatlarının farklı olmasından dolayı ismi farklı olmakla birlikte
tek bir şey olduğu anlaşılmış oldu. Bu işittiğin kadarım öğrendinse sana büyük
bir hikmet verilmiş demektir. Nitekim "Kime de hikmet verilmişse ona
pek çok hayır verilmiştir” (Bakara, 269). Allah doğru yola iletendir.
B
il ki, cisimler âlemi ile maddeden soyut
ruhlar âlemi arasında misâli âlem diye isimlendirilen bir diğer âlem daha
vardır. Yine bu âlem berzah diye de adlandırılır. Allah Teâlâ’nın “Salmış
iki denizi demâdem çatışırlar. Lâkin aralarında bir berzah geçemezler bir ân”
(Rahmân, 19-20) buyruğunda buna işaret edilir. Âyette bahsi geçen iki deniz
cisimler âlemi denizi ile ruhlar âlemi120 denizidir. Berzah birinin
diğerine geçmesine engel teşkil etmektedir. Berzahın her iki âlemden de
nasibinin olması gerekir. Bundan dolayı berzah âlemi gayr-i maddî olması
bakımından ruhlar âlemine ve sûret, şekil ve miktar sahibi olması bakımından
ise cisimler âlemine benzer. İlâhî hazretten inen mânâlar öncelikle bu
mertebede bizdeki hayalî sûretlerin benzeri bir cisimsel sûret kazanır. Daha
sonra da mülk âlemine iner. Bundan dolayı kendisine ayrık hayal âlemi de
denilir.
İşte, maddeden soyut olan ve olmayan
akıllar ve nefislerden küllî ve cüz’î ruhların her birinin yetkinliği ve mertebesine
göre bu âlemde bir sûreti vardır. Ayrıca insan ruhları bedenlerde ortaya
çıkmazdan önce bu sûretlerle görünürler. Bu ruhlar müşâhede erbâbı ve bütün
mükâşefe sahipleri tarafından bu sürerler içerisinde görülürler. Gayba ait durumlardan
keşfolunan şeylerin çoğu bu âlemde bulunur.
İnsanların güzel ve çirkin amelleri ve
davranışları da bu âlemde bedene bürünür. Her biri kendisine uygun suretler
giyerler. Her insanda bu âlemden bir pay vardır. Bu pay hayal gücüdür ki,
rüyalar bu güçte görülürler. Bu güç, ayrıca mukayyed hayal diye de
adlandırılır. Bu kayıtlı olan hayal âleminin mutlak hayale olan nisbeti evlerin
dışarılarına nisbeti gibidir.
Cisimler âleminden çıktığında, insana ilk
açılan âlem bu misâl âlemidir. Kulların hâlleri istidat gücü ve bâtın saflığı
hasebiyle bu âlemde bazı şeyler müşâhede edilir. İmdi, bir sene sonra olacak
şeyi müşâhede eden kimse bu müddetten daha az bir sürede olacak olanı
keşfedenden istidat bakımından daha güçlüdür.
Mukayyed hayalde gözüken şeylerin
tamamının bazen tabire ihtiyaç duymadığı olur. Ancak bu durum çok nadirdir.
Çoğunlukla burada görünenler tabire muhtaç şeylerdir. Bunun nedeni mânâlar
sûretlerle zuhur ettiklerinde bu mânâlar ile zuhur ettikleri sûretlerin
aralarında bulunan bir münasebet hükmünce zuhur etmiş olmalarıdır. Bu yüzden
bu rüyayı görenin veya kendisine rüya tabir ettirilen kimsenin rüyada görünen
bu sûretten hareketle o sûrette zuhur eden mânâya geçmesi gerekir. Bazen de
karmaşık rüyalar diye adlandırılan durum olur. Dimağın mizacının kötü olmasından
dolayı bu tür rüyalara itibar edilmez. Bazı rüyaların isabetli, bazılarının
hatâlı olması da bundan dolayıdır. Rüyaların isabetli veya hatâlı olmalarının
çok sebebi vardır, lâkin bu makam onların açıklanmasını kaldırmaz.121
İnsanın dsimsel bedeninden ayrıldıktan
sonra gireceği berzah da yine bu âlemdendir. Ancak insanın öldükten sonra
gireceği berzah dünyada iken girdiği berzah âleminden farklıdır. Ancak burası
bu konuyu tahkik etme yeri değildir.122
Yine cennet, cehennem, sevap, cezâ
buradadır. Nitekim sahih hadisler buna delâlet eder. Kabir nimeti ve azâbı,
mün- ker ve nekirin sorgusu ile peygamberlerin haber verdikleri üzere diriliş
ve mahşer de buradadır. Mîrâcın keyfiyeti ve Hz. Peygamberin ve diğer
peygamberlerin görülmesi hususu bu âlemden açıklanır. Cennet ve cehennem ve
kalbe ait beş duyu ile ilgili çeşitli müşâhedeler de ancak bu âlemdedir.
Sadece müminlere has olmayışı dolayısıyla
riyâzat ile kendilerini terbiye eden kimselerin insanların hâllerini ve gelecekte
olacak şeyleri kendisinden elde ettikleri sûrî keşif de ancak bu misâl âleminde
hâsıl olur. Ancak ehlullahın havâtı- rının123 zamanla İlgili
hâdiselere iltifatı yoktur. Kâmiller de buna iltifat göstermezler.
Kendisine dikkat çektiğimiz hususların
tamamı ve bunlara bağlı olan yüce bahisleri Fusûsu l-Hikem şerhimizin mukaddimelerinde
anlattık. Bu bilgileri öğrenmek isteyen kişi oradan araştırabilir.
Bölüm Dipnotları
80
Sofistler varlık hakkında nihilist bir görüşü
benimserler. Buna göre âlemde bulunan ne akledilen şeyler ne de duyular
tarafından algılanan şeylerin bir gerçekliği vardır. Onlara göre âlem gölge
gibi aslı olmayan bir şeydir. Müellifin konuya giriş yaparken âlemdeki mevcut
şeylerin gerçekliklerinin olduğunu söylemesi iki bakımdan önem arzeder.
Birincisi tasavvufun bir tür nihilizm olmadığının gösterilmesidir. Dolayısıyla
sûfilerin varlık teorisinin sofist söylemden hareket ettiği yolundaki iddia
geçersiz kalmaktadır. İkincisi ise vücûd ile mevcut arasındaki ilişkinin
açıklanmasıdır. Yukarıda da açıklanmaya çalışıldığı üzere sûfilerin vahdet-i
vücûd diye ifade ettikleri metafiziğin odak noktası vücûddur. Kayserinin de
açıkladığı üzere vücûd kendi hakikati bakımından düşünüldüğünde zorunlu olmak
zorunda olan bir tabiattır. Diğer taraftan hem sûfîler hem de kelâm ve felsefe
geleneğinin mensupları dış dünyada tahakkukun vücûd sayesinde gerçekleştiğini
kabul ederler. Öyleyse vücûd mevcûdun meydana gelmesinde etkin olan unsurdur.
Mevcut varlığında vücûda bağlıdır. Vücûd kendi kendisi ile tahakkuku etmesi
bakımından aynı zamanda mevcuttur. Ancak onun mevcutluğu diğer şeylerin
mevcutluğu gibi olmayıp kendi nefsi ile tahakkuku nedeniyle onu zorunlu kılar.
Diğer şeyler ise mevcutluklarında vücûda muhtaç olmaları bakımından
mümkündürler.
81
Mevcut olan şeyleri tek tek incelediğimizi
düşündüğümüzde her bir şeyin mevcutluk kazanmak için bir başka şeyle ilişki
içerisinde olduğu görülür. Bu, özellikle madde âlemi için apaçık bir hükümdür.
Çünkü maddenin mevcutluğunun bir başlangıcı ve bir de sonu olduğu beş duyu
çerçevesinde gözlemlenebilen bir şeydir. Öyleyse bir başlangıç noktasına sahip
olması bakımından maddenin yokluk tarafından öncelendiği kesindir. Maddeyi ön-
celeyen yokluğun en azından maddeyi meydana getiren bir ilke olabilmek için
yokluk olması bakımından yokluk olmaması gerekir. Çünkü sırf ve mutlak bir
yokluktan varlık çıkması imkânsızdır. Öyleyse maddenin öncesinde ve maddeye
kaynaklık eden her türlü mânevi cevherin de öncesinde kendi kendisiyle kâim ve
hiçbir şekilde yoklukla öncelenmeyen bir mevcut bulunmalıdır. Yoksa geriye
doğru sonsuza dek her şeyin birbirinden kaynaklanması diye aklın hükümleri ile
çelişen teselsül durumuna veya âlemin kendi kendisini yok iken var etmesi gibi
kısır döngü durumuna düşülür. Müellif mevcutluk için bir zorunlu mevcut kabul
edilmezse böyle bir tenakuza düşüleceğini beyan etmektedir.
82
Tabii küllî bir ma’kûlün kendisi olması bakımından ele
alındığındaki küllilik durumudur. Yani bir ma’kûl hiçbir şart ve kayıt dikkate
alınmaksızın yalnızca kendiliği dikkate alındığında tabiî küllî diye
adlandırılır. Tanrının, varlığın tabiî küllisi olmasını anlamak için önce
küllî ve cüz’î şeyler hakkında bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Böylece
sûfîlerin varlık için küllî tabiî dediklerinde kastettikleri anlam daha iyi
anlaşılır. Çünkü çoğu kez küllî hakkında yeterli bilgi sahibi olunmadığından
vücûdun mantıki küllî ve aklî küllî ile karıştırıldığı görülür. Yine sık
görülen yanlışlıklardan biri de bir şeyin küllî olduğunda cüz’îleri hakkında
doğru olan şeyin kendisi hakkında da doğru olması hükmünün zorunlu tabiat için
de doğru olacağının vehmedilmesidir. Halbuki zorunlu tabiat ile mümkün tabiat
birbirinden farklıdır. Öyleyse kül, cüz, küllî, cüz’î, tabiî küllî gibi
kavramların ne anlama geldiklerini ve tabiî küllinin hariçteki mevcûdiyetinin
nasıl olduğunu inceleyebiliriz.
Ibn Sînâ küllileri aklî küllî,
mantıkî küllî ve tabiî küllî olmak üzere üçe ayırır. Bir örnek üzerinden İbn
Sînâ’nın küllî türlerine yakından bakalım. Söz gelimi “At küllidir” diyelim. Bu
önermemizde üç unsur vardır: Birinci unsur küllilik yüklemi olmaksızın at;
ikinci unsur at olma durumu olmaksızın kendisi olmaklığı itibariyle küllilik
durumu; üçüncü unsur ise bu ikisinin bileşiminden meydana gelen anlam. Bunu
yalnızca mevsûfun zâtı, yalnızca vasıf ve vasıf ile mevsûfun birlikteliği
şeklinde de ifade edebiliriz, îmdi biz bu önermede yer alan mevsufu, vasfını
dikkate almaksızın düşündüğümüzde yani atı küllî olmak veya olmamak özelliğini
dikkate almaksızın ele aldığımızda onun için “kişneyen canlı” hükmünü veririz.
İşte biz bu hükmü verdiğimizde biz mevsufun tabiatını kastederiz. Yani
mevsufumuz at olmaklığı bakımından nasıl at olmuşsa onu at yapan şeyi kastederek
onun tabiatı hakkında bir hüküm veririz. İşte bu şekliyle verdiğimiz hükümde
dikkate aldığımız küllilik tabiî küllîliktir. Külli tabii dediğimiz bu küllinin
dış dünyadaki varlığı ise fertlerinin varlığıyla tahakkuk eder. Önermemizde yer
alan ikinci unsur olan külliliği yani vasfı ele aldığımızda ise onun insan, at,
taş gibi dış dünyada fertleri olan külliler gibi bir külli olmadığını görürüz.
Yani o bütünüyle maddeden bağımsız bir anlamdır. Bu durumda olan külliler ise
mantıkî külli diye adlandırılırlar. Bu türden küllilerin yalnızca akılda bir
varlığı bulunup dış dünyada onun paralelinde bir varlığı yoktur. Önermemizi
bütün olarak ele aldığımızda ise atın külliliğinden bahsetmiş oluruz. Bu
durumdaki küllilik ise aklî küllilik diye adlandırılır. Çünkü atın külliliği
anlamı ancak akılda gerçekleşen bir anlamdır. Akıl dışında atın külliliği diye
hariçte bir varlık bulunmaz.
Sûfîler îbn Sina’nın külliler hakkında yapmış olduğu
tasnifi benimser görünmektedirler. Yani onlara göre de bazı küllilerin dış dünyada
bir karşılıkları bulunurken, bazı külliler salt zihnî anlamlardan
ibarettirler. Bununla birlikte sûfîler ile kelâmcılar ve filozoflar arasındaki
tartışma varlığın tabiatı üzerinde gerçekleşir. Sûfîlere göre varlık, küllisi
kelâmcıların ileri sürdüğü üzere dış dünyada bir gerçekliği bulunmayan yalnızca
akılda bulunan dolayısıyla ma’kûl-i sânî diye adlandırılan bir kavram
değildir. Veya filozofların kabul ettikleri üzere varlık denilen anlam dış
dünyada birçok ferdi bulunan ve fertlerinden biri zorunluluk kaydıyla kayıtlı
diğerleri ise mümkünlük kaydıyla kayıtlı olan bir anlam da değildir. Diğer
taraftan sûfîler küllileri incelerken Ibn Sina’nın tasnifine ek olarak vâcib ve
mümtenî kategorilerini de ekerler. Nitekim Fusûsz. yazdığı şerhte Amulî
küllileri bu şekilde tasnif eder. Buna göre külli mesela yaratıcının ortağı
gibi bazen hariçte varlığı imkânsız olan bir külli olur. Bazen de Anka gibi
mümkün varlık olmakla birlikte dış dünyada bir gerçekliği bulunmaz. Bazen de
külliden dış dünyada yalnızca bir tane bulunur. Bu türden külli iki kısımdır.
îlk kısımda dış dünyada tek ferdi olan küllinin diğer fertlerinin olması mümkün
olmakla beraber dış dünyada tek olarak vardır. Bunun örneği güneştir. Güneş
âlemde tektir. Bununla birlikte iki tane olması için hiçbir engel yoktur.
İkinci kısımda ise
bu tür küllinin tek ferdi olmakla birlikte hariçte
diğer fertlerinin bulunması imkânsızdır. Bunun örneği ise Tanrı’dır. Tanrı kavramı
zorunlu varlık olduğu için dış dünyada tek olmak zorundadır.
Küllî bazen çok sayıda ferde sahip olur. Bu durumdaki küllî de iki kısma
ayrılır. İlk kısımda bu küllinin fertlerinin sayıları sınırlıdır. Güneş
sistemindeki gezegen gibi. İkinci kısımda ise küllinin fertleri sayısız olur.
Bunun örneği nâtık nefslerdir.
Sûfîlere göre tabiî küllî dış dünyada mevcuttur ve vücûd küllî tabiîdir.
Bu nedenle de vücûd dış dünyada mevcuttur. Dolayısıyla bazı kelâmcılar ile
filozofların hiçbir küllînin dış dünyada mevcut olmadığını söylemesi
geçersizdir. Çünkü böyle söyleyenler diğer taraftan ilk aklı küllî diye de
isimlendirirler. Ayrıca nefs-i küllinin, cism-i küllînin, külli tabiatın dış
dünyada varlığını da kabul ederler. Sonra da buna rağmen hiçbir küllî dış
dünyada mevcut değildir derler.
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Âmulî, filozoflar ile kelâmcıların böyle düşünmelerinin sebepleri
üzerinde durur. Buna göre onları küllînin dış dünyada mevcut- luğu konusunda
şüpheye düşüren şey onların dış dünyada olan bir şeyin müşahhas ve mukayyet
olması gerektiği tasavvurudur. Onlara göre küllî dış dünyada var olacak olsa o
da müşahhas ve mukayyed bir şey olacaktır. Bu da onu küllîlikten çıkarır. Âmulî
bu şüphenin yersizliğine dikkat çeker. Ona göre küllînin küllî ile müşahhas
olması küllînin aynı zamanda müşahhaslığı konusunda yeterli delildir. Söz
gelimi zorunlu varlığı yani Tanrıyı ele alalım. Tanrı küllidir. Ancak Tanrı
kendi hakîkatine dışardan başka bir şey ârız olmaksızın kendi için kendisiyle
taayyün eder. Vücûd diye işaret ettiğimiz küllî de böyledir. Vücûd da kendi
hakikati dikkate alındığında yani başka hiçbir şart olmaksızın incelendiğinde
zorunlu olarak var olmakta olduğu için kendi ile kendisi için taayyün
etmektedir. İşte sûfîler varlıkta sebebi olmadan var olan Vâ- cib Teâlâ nın
zâtının aynı olan varlığın hiçbir şart olmaksızın ele alınan varlığın hakikati
olduğunu söylemelerinin nedeni budur.
Varlığın küllî tabiî olması ve dış dünyada müşahhas
olarak bulunmasına karşı çıkanların bir diğer karşı çıkış gerekçesi ise şudur: Varlık veya Hakk Teâlâ küllî
olduğunda bundan her cüz’înin 93 küllinin aynı olan cüz’î olması sonucu çıkar.
Gerçekte durum böyle değildir. Çünkü küllilerin cüz’îleri kendilerinin aynı
değildir. Veya küllün cüzü küllün aynı değildir. Öyleyse Hakkı külli kabul edip
bundan dolayı bunun şahısları olan şeylerin hepsine Hakk’m aynı olan şahıs
demek doğru değildir. Ya da varlığın mazharlarından herhangi birinin varlığın
hiçbir şart olmaksızın aynı olduğu söylenemez.
Amulî bu karşı çıkışın bertaraf edilmesini sûfîlerin “Varlıkta yalnızca
O vardır” sözlerinin anlaşılmasına bağlar. Özetle Amulî’ye göre bu karşı
çıkışın nedeni karşı çıkan kişinin varlığın teşkik yoluyla dağılımını
kabulünden ileri gelmektedir. Oysaki varlığın fertlerinin oluşması teşkik ile
değil tevâtu ile gerçekleşmektedir. Çünkü varlığın fertleri izafet yoluyla
meydana gelirler. Dolayısıyla teşkik varlığın hakikatinde değil bilakis
varlığın şiddet ve kuvvet özelliğinde meydana gelir. Söz gelimi beyazlığı ele
alalım. Beyazlık beyaz olan her şeyde ortak olmakla birlikte beyazlık şiddeti
birbirinden farklıdır. Bundan dolayı beyaz şeyler birbirlerine göre beyaz, daha
beyaz diye söylenir.
Bu konuda sûfîlere muhalefet edenler varlığın tabiî külli olduğu kabul
edilse bile onun dış dünyada kendi başına kâim olmayıp ancak fertleri ile kâim
olması gerektiği, böyle bir durumda da onun dış dünyadaki mevcutluğunun gerçek
bir mevcutluk olmadığını ileri sürerler. Bundan hareketle varlığın vâcib
olmadığı sonucuna ulaşırlar.
Kayseri ve Amulî bu durumun mümkün tabiatlar için geçerliliğini kabul
ederler. Mümkün külli tabiatlar dış dünyada fertleriyle kâimdirler. Ancak bu
hüküm tabiat vâcib olduğunda değişir. Çünkü vâcib tabiatın birden fazla
ferdinin olması imkânsızdır. Ayrıca burada dikkat edilmesi gereken şey varlık
tabiatının vâcib- liğinin daha önce ispatlanmış olmasıdır. Zira varlığın vâcib
değil de mümkün olduğunu kabul etmenin birçok sorun çıkaracağı ve vâcibe varlık
atfetmenin doğru olmayacağı açıktır. Mümkün tabiat var ve yok olur. Vâcib
tabiat ise yokluğu kabul etmez. Varlığın hakikati ele alındığında onun yokluğu
kabul etmediğini görürüz. Yukarıda da söylendiği üzere bu yüzden varlığın
vâcib olduğu söylenmiştir. Diğer taraftan külli tabiînin dış dünyada
fertleriyle
kâim olması sözü ile mümkün tabiatlar ve mümkünlerden daha genel bir
anlam kastolunursa, bu durumda vâcib tabiat da bu çerçeveye dahil olacağından
bu önerme imkânsız olur.
Âmulî bir küllî tabiînin ister mümkün ister zorunlu olsun kendi
tahakkukunda kendisine ârız olan bir şeye bağlı olduğu düşüncesini reddeder.
Ona göre böyle bir durum küllî tabiîye ârız olan şey ister türsel bir şey olsun
isterse müşahhas bir şey olsun yani ister hâricî isterse zihnî olsun
farketmeksizin kısır döngü içine düşülecektir. Çünkü ârız olan şey ancak ârız
olduğu şey ile tahakkuk edebilir.
Her tabiî küllî, şahâdet âleminde müşahhas olarak zuhûrunda kendisine
varlık verenden erişen kendine ait müşahhas taayyünlere ihtiyaç duyar. Mânâlar
âleminde ise tür olarak zuhûrunda tür- leşen küllî tabiata ihtiyaç duyar. Ancak
diğer taraftan kendi nefsinin tahakkukunda bunlara ihtiyacı yoktur. Yine
belirtilmelidir ki, tü deşen ya da şahıslaşan herhangi bir şey türsel veya
cinssel tabiattan bizzat sonra gelir. Bu yüzden sonra gelen şey önce gelen
şeyin sebebi olamaz. Bilakis durum bunun tersidir.
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Tabiat için var kılıcı olan şey, tabiatı türleşen ve şahıslaşan şeyden
kendisine ârız olan şeyin eklenmesiyle tür ve şahıs kılmak için öncelikli
tabiattır. İmdi, bütün varlıksal taayyünleri incelediğimizde bunların tamamının
varlığa döndüğünü görürüz. Bu yüzden vücûdun dış dünyada bulunuşu hususunda
kendi dışında bir şeye ihtiyacı yoktur. Aslında varlığın dışında hiçbir şey var
olmadığından, mevcut olan şeyler de ona ait taayyünler olduğu için gerçekte
varlık taayyününde hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu varlığa ister mutlak varlık
(vücûd-i mutlak), ister tabiî küllî, ister vâcib, isterse de kadim denilsin hiç
farketmez.
Küllilerin dış dünyada var olması konusu küllî nefs, küllî akıl, küllî
cisim ve küllî tabiatın dış dünyada var olduğunu kabul ediyor olmaları
nedeniyle Gazâlî’de ve thvân-ı Safâ’da da görülen bir husustur. Diğer taraftan
önemli bir İbn Sînâ yorumcusu olan Ekmeleddin Nahcuvânî de küllilerin dış
dünyadaki varlığını kabul konusunda son derece ısrarcıdır.
83
Sûfilerin mutlak varlık veya vücûd-i mutlak terimi
hiçbir şarta bağlı olmayan varlık demektir. Bunun daha net anlatımı şart çeşitlerinin
bilinmesine bağlıdır. Mantık bilimine göre üç çeşit şart vardır:
1.
Lâ bi şartı şey’: Hiçbir şarta bağlı kalmama şartı. Bu
şart gerçek anlamda bir kayıt değildir. Sadece anlatılmak isteneni daha
belirgin kılmak adına böyle bir kategori konulmuştur. Bu durum hiçbir kayıtla
kayıtlı olmama durumunu ifade eder.
2.
Bi şartı lâ şey’: Bir şey olmamak şartı.
3.
Bi şartı şey’: Bir şey olmak şartı.
Zorunlu varlığın yani Tanrının mutlak varlık olmasına
dönecek olursak, zorunlu varlığın iki itibarı vardır. Bunlardan ilki bi şartı
lâ şey’ kaydına karşılık gelen her türlü isim, resim, vasıf ve sıfat ile
nitelenmekten uzak ve münezzeh olmak itibarıdır. Bu itibarla zorunlu varlık
kendisine izafe olunacak her şeyden ve her türlü taayyün ve zuhurdan
münezzehtir. Bu itibar zorunlu varlığın tenzih kaydıdır. Diğer itibar ise bi
şartı şey’ şartına karşılık gelen ve zorunlu varlığın isimleri ve sıfatlarıyla
birlikte değerlendirildiği itibardır. Bu bakımdan zorunlu varlık isimlerle
isimlenir, sıfatlarla nitelenir. Kendisi birtakım şeylere benzetilerek
anlatılır. Bu benzetme yani teşbih kaydıdır. Bu itibarların ilkine tasavvuf
terminolojisinde ahadiyyet, İkincisine de vâhidiyyet adı verilir. Ahadiyyet
sırf tenzih, vâhidiyyet ise sırf teşbihtir. Mutlaklık ise ne tenzihi bir kayıt
ne de teşbihi bir kayıt ile mukayyet olmaksızın mutlak olarak kendisi olması
bakımından zorunlu varlıktır.
84
Yani Tanrı var olma konusunda varlığın hakikati olan
zâtının dışında başka bir şeye muhtaç durumda olacaktı.
85
Bazı kelâm âlimleri Tanrının da mümkün varlıklar gibi
zat ve varlığının olduğunu kabul ederler. Böyle düşünmelerinin nedeni Tanrının
zâtının Onun varlığının aynı olduğunu söylediğimiz takdirde Tanrının varlığının
bilenin Onun zâtını da bileceği bunun ise imkânsız olduğu fikridir.
Filozoflar, sûfîler ve muhakkik kelâmcılardan bazıları bu görüşe karşı
çıkmışlardır. Ayrıca bu görüşe göre varlık Tanrının zâtına dışardan zâid
olduğu için Tanrı
da diğer mümkünler gibi mevcut yani
vücûd ile varlık bulan şey olmuş olur. Bu ise Tanrı hakkında muhaldir.
85
Kayserinin bu sözü Tanrı’da zat-varlık ilişkisiyle
ilgili uzunca bir tartışmaya sûfîlerin bakış açısını göstermektedir. Kayseri bu
ifadeler zımnında Tanrı’da zât-varlık ayrımına giden kelâmcıları eleştirmektedir.
Fahreddin Râzî gibi bazı kelâm âlimleri Tanrının varlığının bilindiğini,
bununla beraber Tanrının varlığının bilinmesinin bizi Tanrının hakikatini
bilmeye götürmediğini söylerler. Buna göre eğer Tanrının mâhiyeti ile varlığı
aynı şey olsaydı Tanrının varlığını bilen Onun mâhiyetini de bilmiş olacaktı.
Halbuki durum böyle değildir. Tanrının varlığını biliyor olmamıza rağmen Onun
mâhiyetinin ne olduğu konusunda ister peygamber isterse sıradan bir insan
olalım hiçbir bilgiye sahip değiliz. Bu durum Râzî ve bir kısım kelâm âlimin
Tanrının varlığı ile mâhiyetinin birbirinden ayrı şeyler olduğunu söylemeye
götürmüştür. Böyle söylendiğinde ise ne olur? Böyle bir önerme Tanrının diğer
mümkünler gibi bir mâhiyet ve bu mâhiyete dışardan ârız olan varlık vasfından
mürekkep olduğu dolayısıyla kendi hakikati dışında bir varlık/vücûd ile varlık
kazandığı yani mevcut olduğunu kabul anlamına gelir. Burada dikkat etmemiz
gereken nokta mevcut ve vücûd kelimelerinin anlamıdır. Sûfîler vücûdu kendisi
vâsıtasıyla her şeyin varlık kazandığı şey diye tanımlarlar. Mevcut ise vücûdu
yani varlığı olan demektir. Yani her şeyi var durumuna getiren vücûd ile
irtibatı olan şey demektir. Vücûdun her şeyi kâim kılması nedeniyle her şey ona
muhtaçtır. Vücûd ise kendi başına varlığında hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. O
bizâtihi vardır. Vücûd hakkında bu hükme ulaşıldığında bu hüküm vücûdun zorunluluğunu
yani varlığında kendisinden başka hiçbir şeye muhtaç olmadığını
gösterdiğinden, sûfîler vücûdun Tanrı’nın zâtı demek olduğunu iddia
etmişlerdir. Bu yüzden sûfîler Tanrının mevcut yani vücûdu olan şey değil
bizâtihi vücûdun yani varlığın kendisi olduğu görüşündedirler. Bu hükmün daha
net anlaşılması kelâmın ve felsefenin akıl yoluyla Tanrı hakkında ulaştıkları
hükümlerle ilişkilidir. Buna göre Tanrı vücûdun yani her şeyi kâim kılan
hakikatin kendisi ise, Tanrı her bakımdan bir ve basit olmak durumunda ise,
diğer taraftan da Tanrı kendisi dışındaki şeyler daha doğru ifade ile vücûdu
olan şeyler yani mevcutlardan da farklıysa, bu durumda Tanrı’da zat ve vücûd
ayrımına gitmek aklın Tanrı hakkında ulaştığı hükümler ile çelişki
arzedecektir. Zira Tanrının zâtı ve vücûdunun birbirinden farklı şeyler olması
Tanrının zat ve vücûdun bileşiminden oluşan bir varlık olması demektir. Bu da
Tanrıyı kendisi dışındaki bir şeye ihtiyaç duyar konuma sokacaktır. Bütün bu
sorunlar nedeniyle Tanrı’da zat veya mâhiyet ile vücûd arasında bir ayrıma
gidilmesi sûfîler ve filozoflar tarafından sakıncalı kabul edilmiştir.
86
Bu ifadenin daha iyi anlaşılması için filozofların
varlık hakkın- daki görüşlerinin kısa bir özetini vermekte fayda vardır.
Filozoflara göre her bir mevcûdun iki vücûdu/varlığı vardır:
a.
Vücûd-i Hâs: Her mevcûdun kendisiyle özelleştiği
vücûd.
b.
Vücûd-i Mutlak: Bütün mevcutlar arasında ortak, bedihî
olarak bilinen genel vücûd.
Vücûd-i hâs yani özel varlık dış dünyada husûlü olan
bir hakikate sahiptir. Filozoflara genel ve müşterek olan mutlak vücûdun realitede
böyle bir karşılığı bulunmadığını savunurlar. O yalnızca zihinde bulunan bir
anlamdan ibaret kabul edilmiştir ve dış dünyada tahakkuku bulunan özel
vücûdlardan çıkarılan bir anlamdır. Filozoflara göre dış dünyada tahakkuku olan
vücûd-i hâs diye de adlandırılan varlık fertleri birbirinden ayrı, birbirine
zıt ve kendilerinde çoğalmış hakikatlerdir. Bu fertlerin birbirlerinden farklı
olması realitede birbirlerine benzemelerini sağlayacak veya nef- sü’l-emrde
hakikatlerinin birbirlerine uygun olmasını ihsas ettirecek şekilde bir
farklılaşma değildir. Yine filozoflara göre bu farklılaşma fasıllar
vâsıtasıyla da gerçekleşen bir farklılık da değildir. Çünkü eğer mevcutların
birbirinden farklılaşmaları fasıllar vâsıtasıyla olmuş olsa bu durumda vücûd-i
mutlağın/mutlak varlık onların cinsi olmak durumunda kalacaktır. Halbuki
mutlak varlık onların araz-ı lâzımıdır. Lambanın ışığı ve güneşin ışığı nasıl
ki, güneşin ve lambanın araz-ı lâzımı ise mutlak varlık da mevcutların o
şekilde lâzım arazıdır. Şu durumda lamba ve güneş hakikat bakımından birbirlerinden
ayrı iken lâzım arazları vâsıtasıyla birleşirler. Yani her ikisi de ışık
arazını paylaşmaktadır. Karın ve
fildişinin beyazlıktaki müşterekliği, kemiyet ve
keyfiyetin arazlık- taki müşterekliği, cevher ile arazın mümkünlükteki
müşterekliği gibi bütün mevcutlar hakikatleri birbirinden farklı ve ayrı şeyler
olmalarına rağmen varlık ortak arazını paylaşırlar. Onların müşterekliği de
yukarda zikrolunanların müşterekliğinin benzeridir. Yani bütün mevcutlar
hakikatleri birbirinden farklı ve birbirine aykırı olmakla birlikte “varlık”
diye adlandırılan ortak bir arazı paylaşırlar. Dolayısıyla mevcutlardan
herhangi biri kendine özel olarak işaret edilmeyip de genel anlamda dikkat
çekileceği vakit varlık diye adlandırılabilir. Yani bir tür genel isim konumundadır.
Kelâmcıların varlığı cinslerin cinsi kabul ederek varlıktaki çoğalmayı
izafetle açıklamaları yani şu lambanın ışığı, öteki lambanın ışığı gibi veya şu
karın beyazı öteki karın beyazı gibi düşünmeleri filozoflar tarafından
eleştirilir. Onlara göre mutlak varlığın fertlerinin çoğalması bu şekilde
değildir. Onlara göre genel bir kavramın çoğalmasını ve izâfetle pay pay
olmasını düşündüğümüzde üç durum ortaya çıkar:
2.
Mâhiyetlere izafe olunan paylar
3.
Özel vücûdların hakikatleri
Bunlardan ilk ikisi üçüncünün
hakikatinin dışında kalır. İlk şık ise İkincinin zâtisidir ve ona katışıktır.
S TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Filozoflar mutlak varlığın fertleri
olan özel varlıklardan birinin kâim bizzat olduğunu tespit ederler. Bu ferdin
varlığı zâtının aynıdır. Bu fert vâcib vücûd yani zorunlu varlıktır. Onun
dışındakilerin varlıkları ise zatlarına dışardan eklenir. Dolayısıyla onlar
kendi başlarına kâim değildirler. Bunlar da mümkün vücûdlar- dır.
Filozoflar Kayseri ve muhakkik
sûfilerin kabul ettikleri gibi zorunlu varlığı mutlak varlık olarak görmezler.
Yukarıda söylenildiği üzere onlara göre mutlak varlık aklî ve itibârî, gerçek
dünyada karşılığı bulunmayan bir mefhumdur. Zorunlu varlık da bu aklî-itibârî
mutlak varlığın dış dünyada tahakkuku bulunan bir ferdidir. Kayseri ve diğer
vahdet-i vücûdu benimseyen sûfî yazarlar filozofların bu anlayışının
tutarsızlığına dikkat çekerler ve zorunlu varlığın neden mutlak varlık olduğunu
göstermek için aklî kanıtlar getirirler. Bununla beraber Kayserinin yukarıda
kendisinin de dikkat çektiği üzere bu kanıtlar yalnızca varlık hakkında sârilerin
müşahedelerinin akıl tarafından da kabule müsait olduğunu göstermek olup bir
felsefi nazariye oluşturma gayesinden uzaktır.
87
Filozoflara göre vücûd/varlık iki kısma ayrılır. Birinci
kısım kadim, tek, zâtı gereği zorunlu olan varlık, ikinci kısım ise sonradan
meydana gelmiş olan (hadis), çok, zâtı gereği varlığı zorunlu olmayan (mümkün)
varlıktır. Buna göre vücûd denilen mefhum hem zorunlu hem de mümkün arasında
ortak olan bir durumu belirtir. Bu ortak olan durum mevcutluk durumudur.
Mümkün şeyler kendi özlerinde varlık ve yoklukları eşit olan şeylerdirler.
Yani yoklukları düşünüldüğünde aklen bir çelişki hâsıl olmaz. Diğer taraftan
zorunlu varlık böyle değildir. Zorunlu varlık yokluğu farz edildiğinde
çelişkiye düşülendir. Zorunludan mümkünlere varlığın taşması da filozoflara
göre bir illet-mâlül ilişkisini gerektirir. Onlara göre Tanrı âlemin ilk akıl
söz konusu edildiğinde doğrudan diğer şeyler dikkate alındığında ise dolaylı
illetidir. Dolayısıyla dolaylı da olsa âlemdeki her bir şeyin varlık
silesilesinin başı nihayetinde Tanrıya ulaşır. Bütün mümkün varlıklar varlık
için bu zorunluya ihtiyaç duyarlar. Ancak zorunlu varlık her bakımdan bir ve
basit olması nedeniyle kendisinden ancak bir çıkar. Bu çıkan bir ilk aklın
varlığıdır. Dolayısıyla zorunlu varlık ilk aklın tam illeti olur. Tanrı’dan bu
çıkma ve taşma sudûr diye adlandırılır ve gayr-i irâdî bir şekilde
gerçekleştiği düşünülür. Sâriler bu teoride Tanrının herhangi bir şey için tam
illet olması ve bundan dolayı da gayr-ı irâdî olarak bir şeye varlık vermesini
Tanrının irade sıfatıyla örtüşmez buldukları için reddederler. Bu nedenle
Tanrı’dan diğer şeylere varlık gayr-ı irâdî şekilde taşması ve diğer şeylerinde
böyle var olmaları imkânsızdır. Bununla birlikte sâriler Tanrının zâtının
istiğnası nedeniyle illet olması imkânsızlığına da vurgu yaparlar. Buna göre
âlemin varlık sebebi her şeyden müstağni olan İlâhî zat değil İlâhî zâtın
sahip olduğu niteliklerdir. Alem bu niteliklerin gereği olarak meydana
gelmiştir.
88
Kayseri bu ifadesi ile sûfîlerin zorunlu varlık
(vâcibu’l-vücûd) konusunda kelâmcılar ve filozoflardan farklı bir görüşe sahip
olduklarını göstermektedir.
89
Kelâmcılar mâhiyetin bütün varlıklarda varlığın aynı
olduğu ve varlık kelimesinin lafz-ı müşterek yani sesteş bir kelime olup her
şey için farklı anlam kazandığı görüşünü kabul eden Mutezile’den Ebu’l-Hüseyn
el-Basrî ile Ehl-i Sünnetken Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’yi dışarıda bırakacak
olursak bütün kelâm âlimleri zorunlu varlık olan Tanrı’da ve mümkün varlık olan
âlemdeki her bir şeyde varlık ile mâhiyetin birbirinden ayrı olduğu ve
varlığın mâhiyete ârız olduğu görüşündedirler. Dâvûd el-Kayserî kelâmcıların bu
görüşünü açıklayıp bunu eleştirmektedir.
90
Kayserinin dikkat çektiği husus varlığın yani eğer
Tanrının, varlık ve bu varlığın kendisine iliştiği Tanrılık mâhiyetinin
bileşkesinden oluştuğunu kabul ettiğimizde Tanrı için şunu demiş oluruz:
Tanrı kendine özgü olan bir mâhiyet ile hem Tanrı hem de diğer şeyler arasında
müşterek olan mutlak varlıktan terkip olunmuştur. Bu durumda Tanrı bir genel
ve bir de özel şeyin bileşkesi olacaktır. Özel ve genel şeylerin bileşkesi olan
bir şey ise sonradan var olmuş bir şey olur. Tanrının sonradan var olduğunu
söylemek ise Tanrıyı Tanrı olmaktan çıkaracaktır. Çünkü Tanrı olan şeyin
başlangıcı olmaması dolayısıyla kadim olması gerekir. Diğer taraftan Tanrı’da
varlık mâhiyet ayrımına gidildiği takdirde, Tanrının mâhiyetinin dış dünyada
realite kazanması için kendisi dışındaki bir şeye yani kendisine ilişecek olan
mutlak varlığa muhtaç olması gerekir. Kendisi dışındaki şeylere muhtaç olmak
ise Tanrının değil sonradan var olan şeylerin özelliklerindendir. Dolayısıyla
bu kabul Tanrıyı ihtiyaç sahibi yapacağı için doğru olmaz. Yine böyle bir
durumun kabul edeceği bir diğer sorun ise Tanrının sonradan var olan şeylere
benzemesi durumudur. Tanrının varlık ve bu varlığın kendisine iliştiği mâhiyet
olduğunu kabul ettiğimizde, onu diğer mümkün şeyler gibi değerlendirmiş olacağımız
için Tanrının onlara benzediğini söylemiş oluruz. Bu da Tanrı olan bir varlık
için imkânsızdır. Özetle söylenecek olursa Tanrının zâtı veya mâhiyetinin sırf
varlık olduğunu ve Tanrı’da zat/mâhiyet-varlık ayrımı bulunmadığını kabul
etmemek Tanrının kadimliğine, müstağniliğine ve benzersizliğine halel
getireceği için sakıncalıdır.
91
Filozoflar kelâmcılardan farklı olarak
varlık/vücûd-mâhiyet ilişkisini Tanrı’da ayniyet, Tanrı dışındaki şeylerde ise
gayriyet esasına dayandırırlar. Yani Tanrı’da vücûd ile mâhiyet bir ve aynı
şeydir. Tanrı dışındaki şeylerde ise varlık mâhiyete arız olur.
92
Kayseri, filozofların yukarıda zikredilen görüşündeki
tutarsızlığı göstermeyi hedefler. Buna göre yukarıda müellifin de dikkat
çektiği üzere herhangi bir hakikate ait bir fert ele aldığımızda, bu hakikat
ile ferdi arasında bir şekilde bir ayrışma olduğu su götürmez. Söz gelimi
insanlık hakikatini ele alalım. İnsanlık hakikatin fertleri Ahmet, Mehmet,
Ali, Ayşe vs. gibi dış dünyadaki tekil kişilerdir. Bunların her biri insanlık
hakikatine zâid anlamlardır. Bununla beraber bu anlamlar insanlık hakikatine
muhâlif şeyler olmadıkları için aynı zamanda insanlık hakikatinin de
aynıdırlar. Şimdi filozofların yaptığı gibi yapıp bu insanlık hakikatinin bir
ferdini alıp ona evleviyet verip onu bu hakikatin aynı kabul ettiğimizi farz
edelim. Mesela Ahmet isimli şahıs insanlık hakikatinin aynısı olsun. İnsanlık
hakikati Ahmet’in zâtıyla bir ve aynı olsun. Diğer fertlerinde ise insanlık
hakikati zâtlarına zâid bir durum olsun. Bu durumda Ahmet ile insanlık
hakikatinin birbirinden ayrışmasını temin etmemiz mümkün olmayacaktır. Diğer
taraftan diğer fertler de kendilerinde bu hakikatin bulunuşu nedeniyle eğer
onları da bu şekilde kabul edecek olsak bu durumda bu hakikat ile fertlerini ayrıştırmamız
yine mümkün olmayacaktır. Bütün bu durumlar vücûd/varlık denen hakikate
uygulandığında filozofların kabul ettiği üzere zorunlu varlık olan Tanrı’da
mâhiyet ve zâtın Onun varlığının aynı olduğu söylendiğinde de ortaya
çıkacaktır. Bu durum ayrıca zorunlu varlık olan Tanrının mutlak varlık denen
bir hakikat ile bu hakikatin bir ferdi olmak suretiyle dış dünyada bulunan
taayyünden bileşik olması veya ya mutlak varlık denen hakikatin ârız olduğu bir
mâhiyet veya bu mutlak hakikate ârız olan bir araz durumunda kalacaktır. Bu iki
durumdan ilki yani zorunlu varlığın mutlak hakikat olan varlıktan ve
taayyünden meydana gelmesi terkibe yola açacağı terkibin de sonradan meydana
gelmek demek olacağından dolayı Tanrının kıdem sıfatıyla çelişeceği ortadadır,
ikinci durumda ise zorunlu varlığın arız veya ma’rûz olması söz konusudur. Bu
durumda zorunlu varlığın kendisiyle kâim olma sıfatıyla çelişen varlığının başkasına
bağlı olma durumuyla karşı karşıya kalması anlamına gelecektir. Çünkü zorunlu
varlığın ârız olduğunu kabul ettiğimizde zorunlu varlığın mutlak varlığa arız
olduğunu söylememiz gerekir. Bu durumda zorunlu varlık mutlak varlık ile
mukarrer olan bir sıfat konumunda kalacağından tahakkuk ve varoluşunda başkasına
bağımlı olacaktır. Aynı şekilde mutlak varlığı zorunlu varlığa ârız olan bir
araz olarak kabul ettiğimizde yani zorunlu varlık olan Tanrı mutlak varlığın
kendisine iliştiği cevher/ma’rûz olduğunda bu defa da zorunlu varlığın ya
mutlak varlık kendisine ilişmez- den önce var olduğunu söylemek zorunda
kalırız. Veya zorunlu varlığın hakikatinin yokluk olduğunu ve mutlak varlığın
kendisine iliştiğinde varlık kazandığını söylemek zorunda kalırız. Her iki
durumda da zorunlu varlığın kendi hakikati dışından varlık kazandığı söylenmiş
olacağından, Tanrı hakkında mahzurludur. Geriye Tanrının mutlak varlığın
kendisi olduğunu ve varlığın bir ferdi olmadığını söylemek kalır.
93
Yani Allah âlemdeki her bir şeyin hakikatinin
hakikatidir.
94
Vücûdun/varlığın fertlerinin olması onun küllî bir
kavram olduğu anlamına gelir. Sûfîler ise vücûdun tek tek cüz’î şeylerden
zihnin soyutlaması vâsıtasıyla ulaşılan ve yalnızca zihinde varlığı bulunup
dış dünyada ancak fertlerinde tahakkuk eden bir kavram olmadığını
savunmaktadırlar. Kayseri varlığın fertlerinin olmaması ifadesiyle bu duruma
dikkat çekmektedir.
95
Varlık, her bir mevcûdu belirleyen kalıplar olan ve
zihnî kategorilerden ibâret bulunan aynlar ve mâhiyetler ile tecellî ederek onları
hariçte var kılar. Böylece her bir mevcut vücûdun birbirinden ayrı belirlenimleri
olduğundan bir çokluk ortaya çıkar. Bu çokluk bu mâhiyetler ile zuhur eden
hakikatte değil kendileri ile zuhur edilen şeylerdedir. Dolayısıyla bunların
çokluğu birçok sıfatı olan bir insanın zâtının tek olmasında olduğu gibi
varlığın zâtının birliği ile çelişmez.
96
Bu söz ile işaret edilen anlam mutlak vücûdun diğer
bir yönden mukayyed vücûdun aynı olması ve mukayyed vücûdun da izafet kaydı ile
birlikteki mutlak vücûd olmasıdır. Bu durumda hariçte ancak mutlak vücûdun
vücûdu olabilir. Dolayısıyla mevcutlardan izafetleri ve nisbetleri
düşürdüğümüzde biz vücûdu aslî sırâ- feti yani saflığı ve mutlaklığının
mahzâlığı üzere görürüz. Bu da mukayyed vücûdun ancak mutlak vücûd ile
mevcûdiyet kazandığı ve mutlak vücûdun yokluğunda ise ma‘dûm olduğu anlamına
gelir.
97
Kelâmcılar mutlak varlığı yalnızca akılda bir
karşılığı olan ve dış dünyada bir gerçekliği bulunmayan itibârı kavramlardan ve
ikinci akledilirlerden kabul ettikleri için zorunlu varlık olan Tanrıyı da
itibarî bir kavram olan bu vücûdun bir ferdi olarak görürler. Dolayısıyla
mutlak vücûd genel, onun fertleri olan şeyler de özel olmuş olur. Tanrı da
mevcut olan diğer şeyler gibi bu mutlak genel varlığın altında yer alır ve
diğer mevcut şeylerle bu varlığı paylaşır. Dolayısıyla Tanrının, zâtının aynı
olan varlığı -çünkü Tanrı sırf varlıktır, Onun varlığı mâhiyetinin aynıdır- da
diğer şeylerin varlıkları gibi bu mutlak varlığın ferdi olması hasebiyle özel
varlık olmuş olur. Sûfîler vücûdu tek bir hakikat kabul ettikleri için
kelâmcıların bu anlayışıyla çelişirler. Çünkü onlara göre mevcut olan her şeyin
vücûdu bir tek vücûddur. Bu vücûd da kelâmcıla- rın aklî mutlak varlığın bir
ferdi saydıkları için özel varlık kabul ettikleri Tanrının vücûdudur.
98
Müşterek lafız/Lafz-ı müşterek, mantık ilminde
birbirinden farklı anlamlara gelen fakat aynı kelime ile ifade olunan lafızlar
için kullanılır. Arapçada ayn (göz, pınar, hakikat vb.), Farsçada şîr (süt,
aslan), Türkçede ben (birinci tekil şahıs ve deride bulunan bazı siyah
noktalar) kelimeleri bu tür kelimelerdendir. Türkçede bu tür kelimeler sesteş
kelimeler diye adlandırılırlar. Diğer taraftan birbirinden farkh ancak tek
anlama sahip lafızlara ise mânevi müşterek denilmiştir. Bunlar birkaç farklı
lafızla ifade olunsa da aynı anlama gelen kelimelerdir. Bunlara da Türkçede
eşanlamlı kelimeler denir. Buna göre Eş’arî ve Ebu’l-Hüseyn el-Basrî gibi tenzihi
benimseyen kelâm âlimleri vücûd lafzını mahlûkâta nisbet
ettiğimiz anlamıyla yaratıcı hakkında kullanmamızın doğru olmayacağını
iddia etmişlerdir. Bundan dolayı vücûd lafzının her bir mevcutta başka anlama
geldiğini dolayısıyla da bunun her mevcut için kullanımının sadece ses
benzerliğinden ibaret olduğunu savunurlar. Bu görüşü geliştirmelerinin nedeni
vücûd-mâhiyet ayrımını kabul etmemelerinden ve vücûdun mâhiyetin aynı olduğunu
savunmalarından ileri gelir. Eğer her mevcudun varlığı ile mâhiyeti birbirinin
aynı ise bu durumda her mevcut diğerinden farklı olduğuna göre söz gelimi kalem
mevcuttur dediğimizdeki anlam ile Tanrı mevcuttur dediğimizdeki anlam birbirinden
farklılık arzedecektir.
Diğer taraftan bazıları da vücûd kelimesi için iki anlam öngörmüşler ve
bu anlamlardan birinin Tanrı hakkında kullanılacağını diğerinin ise bütün
yaratılmışlar arasında müşterek olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda Tanrı hakkında
kullanılan vücûd ile Tanrı dışındaki mevcutlar hakkında kullanılan vücûd lafzı
birbirinden ayrı olur. Diğer taraftan Tanrı dışındaki mevcutlar hakkında
kullanılan vücûd lafzı bunlar arasında müşterek anlamlı bir lafızdır. Yani
hepsinde aynı anlama gelir. Buna göre varlık, varlığı zorunlu olan yani Tanrı
hakkında kullanıldığında bunun anlamı ma’dûm olmayan demek olur. Mümkün
varlıklar arasında anlam olarak bir olduğu için ise bütün mümkünler hakkında
varhk/vü- cûd kelimesi kullanıldığında bunun anlamı tahakkuk ve sübût- tur.
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Vücûd lafzının müşterek lafız yani sesteş bir kelime olduğunu savunanlar
yukarıda da işaret edildiği üzere tenzihçi bir yaklaşımdan hareket ettiler.
Bunlar Allah ile âlem arasında kesin ayrıma gitmediğimiz takdirde ikisi
arasında bir müşâbehet fikrinin doğacağından endişe duymaktaydılar. Bu yüzden
vücûd-mâhiyet ilişkisi konusunda her mevcutta vücûd ile mâhiyetin aynı olduğu
fikrini benimsediler.
Bu görüşü kabul edenlere göre vücûd lafzının anlamları
bir değil birçoktur. Söz gelimi “insan mevcuttur” dediğimizde bununla “at
mevcuttur” dediğimizde kastettiğimiz anlam kastedilmemek- tedir. Bu iki var
olma durumu birbirinden farklı anlamlara gelen durumlardır. Bu görüşü benimseyenlere “at ve insan
bilinen 10! şeylerdir. Ancak mevcut sözünüzün anlamı birden fazladır. Bu
anlamları nasıl sınırlandıracaksınız?” denilebilir. Onlar bu problemi vücûdun
mâhiyete eşitlenmesi ile aşarlar. Buna göre “insan mevcuttur” veya “at
mevcuttur” denildiğinde buradaki yüklem olan mevcutluk aslında öznenin
kendisine dönüşür. Yani bu durumda cümle aslında şöyledir: “İnsan insandır” ve
“At attır”. Bu durumda vücûd kelimesinin anlamı bütün mevcutları kuşatacak
derecede genişler.
Vücûd lafzının lafzen müşterek olduğunu söyleyenler arasında da iki
farklı görüş ortaya çıkmıştır:
a) Vücûd lafzı
zorunlu ve mümkün her şey için müşterek bir lafızdır. Ehl-i Sünnetken
Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Mu’tezile’den Ebu’l-Hüseyn el-Basri bunlardandır.
b) Vücûd lafzı
zorunlu ile mümkün arasında lafzen, mümkünlerin kendi aralarında ise manen
müşterektir. Keşşî ile Şia’dan Kadı Saîd el-Kummî bu görüşü savunmaktadır.
Bunlar vücûdun mümkünler hakkında tahakkuk anlamıyla manen müşterek olduğunu
kabul ederler. Zorunlu hakkında vücûd lafzı ise nâkızın selbi anlamıyla
kullanılır. Bu durumda vücûd ile zorunlunun ma’dûm olmadığı kastedilir.
Her iki grup da yukarıda da zikrettiğimiz sebepten yani zorunlu ile
mümkünün bir vasfı paylaşmasının benzeşmeye yol açacağı endişesinden dolayı bu
görüşü benimsemişlerdir. Bununla birlikte bu görüşleri çeşitli gerekçeler ileri
sürülerek eleştirilmiştir.
Bu eleştiriler arasında illet ile ma’lül arasında bir ilişkinin kurulması
için ancak ortak bir nisbetin olması gerektiğine işaret edilir. Aksi takdirde
illetin ma’lül üzerinde hiçbir etkisi olamayacaktır. Bu durum illetin ma’lülün
benzeri olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla da Tanrının yaratılmışlara
benzeyeceği endişesi ortadan kalkmış olur. Durum böyle olduğunda halikın
mahlûkuna benzeyeceği endişesi de ortadan kalkacaktır.
Yine vücûdun zorunlu ve mümkün arasında sesteş bir kelime olduğunu iddia
etmek Allah’ı bilme konusunda aklı iptal etmek demek olacağı ileri sürülerek
vücûd lafzının müşterek bir lafız olarak kabul edilmesine karşı çıkılmıştır.
Buna göre biz “Allah vardır” dediğimizden, örneğin “Gökyüzü vardır”
dediğimizdeki varlık anlamından başka bir anlamı anlayacak olursak, bu anlam
yokluktan başka bir şey olmayacaktır. Bu durumda kelâm âlimlerinin “Allah
mevcuttur” cümlesi, “Allah ma’dûmdur” şeklinde bir mânâ ifade edecektir. Çünkü
bir şey hakkında bir hüküm vermiyorsak mutlaka o hükmün zıddı bir hükme sahip
olacağı açıktır. Biz Tanrı hakkında mevcutluk hükmünü vermediğimiz takdirde
Onun ma’dûm olduğu hükmü zımnî olarak belirecektir. Bu durumda vücûdun zorunlu
ile mümkün arasında ortak bir anlama geldiğini kabul etmekten başka çıkış yolu
yoktur.
Yukarıdaki ifade daha ayrıntılı
olarak ele alındığında şöyle bir sonuca ulaşılacaktır: Allah mevcuttur
denildiğinde veya Bir, Âlim, Kâdir gibi Allah’a ait herhangi bir sıfat veya
isimden bahsedildiğinde bunlar ya herhangi bir mahlûka mesela Zeyd’e ıtlak olunan
anlamdadır veya bu anlamın mütenâkızı olmak durumundadır. “Zeyd mevcuttur”
denildiğinde de bununla kastedilen anlam da ya Allah hakkında kullanılan
mevcutluk anlamıyla aynı anlam kastedilmektedir veya edilmemektedir. Eğer aynı
anlam kas- tediliyorsa, bu mânevi müştereklik demek olur. Bununla birlikte her
iki mevcutluk durumu arasında fark da sabittir. Çünkü Allah varlığın kaynağı ve
aslıdır. Allah’ın dışındakiler ise Onun gölgeleridir. Eğer mevcutluk Allah
için başka Zeyd için başka anlamlara geliyor ise yani müşterek lafız ise bu
durumda Zeyd için varlığı gösteren vücûd Allah için bu anlamın nâkızını yani
yokluğu göstermek durumunda olur. Bu durumda “Zeyd mevcuttur” denildiğinde
kastedilen anlam “Zeyd vardır” olurken, Allah için bu anlam “Allah ma’dûmdur”
yani “Allah yoktur” olur. Bu da akılların Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını
bilmek konusunda fonksiyonlarını yitirmesi demektir. Bu durum dîni de anlamsız
kılacaktır.
99
Kayyumluk, kalkmak; ayağa kalkmak; dikilmek; yeniden
dirilmek; yukarı doğru gitmek, çıkmak; başlamak ayakta durmak; olmak, var
olmak; yer almak, bulunmak içine almak, kapsamak temel almak, kabul etmek;
sorumlu, mesul olmak; korumak gözetmek, kollamak; birinin ihtiyaçlarını
karşılamak, ihtiyaç duyduğunda desteklemek gibi anlamları olan k-v-m kökünden
türemiş bir sıfattır. Her şeyin varlığının Hakk’ın varlığına bağlı olduğu ve
kâinatı çekip çeviren ve idare edenin O olduğunu ifade eder. Sûfî- lerin ıstılâhında
kayyûmiyyet kendisi sürekli kâim olmak ve varlığı kendisinden başkasına bağlı
olmayıp bilakis her şeyin varlığı kendisine bağlı olmak demektir. Esmâ-i
hüsnâ’da yer alan el-Kay- yûm ismi bu sıfatın ismidir. İlâhî isimleri açıklayan
Abdülkerim Cîlî el-Kayyûm ismini “Kendi kendisi ile kâim olan” diye anlar.
el-Kayyûm’un dışındakiler ise O’nunla kâim olurlar. Yine Cîlî ye göre bu isim
İlâhî sıfatların isimlerindendir ve sıfatı kayyûmiyyet- tir. Kayyûmiyyet ise
zâtî şenlerin iktizâları icabı varlık mertebelerinin tamamlanması için, mutlak
ve mukayyed varlığın bulunduğu durumda lâyık olduğu şeyle, Hakk’m zâtı ile
sıfatlarında, sıfatlarıyla da yarattığı şeylerde zuhur etmesinden ibarettir,
(bkz. Abdülkerim Cîlî, Hakîkat-i Muhammediyye, trc. Muhammed Be- dirhan,
İstanbul 2010, s. 151)
100
Ebu’l-Kâsım Cüneyd b. Muhammed el-Kazzâz el-Kavârîrî
(ö. 297/909) ilk devir sûfîliğinin en güçlü temsilcilerinden biridir. Bağdat’ta
doğdu ve orada yaşadı. Doğum tarihi belli değildir. Ailesi aslen Nihâvendli
olup cam ticaretiyle uğraştıklarından Kavârirî nisbesiyle tanınmaktaydı. Bizzat
Cüneyd de ipek ticaretiyle meşgul olduğundan Kazzâz lakabıyla tanınmıştır.
Ailesinin Nihâvend’den Bağdat’a ne zaman geldiği kesin olarak bilinmemektedir.
Cüneyd küçük yaşta tahsile başladı. Ebû Sevr el-Kelbî’den fıkıh okudu. Ebû Ali
el-Hasan b. Arefe el-Abdî başta olmak üzere bazı âlimlerden hadis dinledi.
Tasavvuf yolundaki üstadı ise dayısı Serî es-Sakatî ve Ebû Hamza el-Bağdâdî
gibi sûfîlerin sohbetinde bulundu. Zâ- hirî ilimlere büyük önem veren Serî,
onun önce şer’î ilimleri öğrenmesini teşvik etmiş ve onu hadis ilmine
yönlendirmiştir. Bunun neticesinde Cüneyd daha 20 yaşında iken fetva verecek
seviyeye ulaşmıştır. Zâhirî ilimlerin yanında tasavvuf ilmiyle de meşgul olan
Cüneyd dayısı Serî vâsıtasıyla bu konuda da kısa sürede yetkinlik elde etti.
Kendisine sûfîlerin efendisi anlamına gelen Sey- yidü’t-tâife lakabı
verilmiştir. Cüneyd bir yandan ilim ve irfan ile- meşgul olurken diğer taraftan
ise geçimini ipek ticaretiyle sağlamıştır. Birçok ünlü sûfi Cüneyd’in
sohbetinde bulunmuş, onun müridi ve halîfesi olmuştur. Ebû Muhammed el-Cerîrî,
Ebü’l-Ab- bas İbnü’l-Arabî, İsmail b. Nüceyd. Ali b. Bündâr es-Sayrafî, Ebû
Bekir Şiblî, Mimşâd ed-Dîneverî, Abdullah eş-Şarâ-nî, Muham- med b. Ali el-Kettânî,
Ebû Bekir el-Vâsıtî, Ebû Amr ez-Zeccâcî Cüneyd’in sohbetinde bulunan tanınmış
sofilerdendir. Tasavvufun hem teorik hem de pratik yönleri açısından bu denli
önemli bir yerde duran Cüneyd-i Bağdadî Nakşbendîlik dışındaki hemen bütün
tarikatların silsilesinde yer alır. Cüneyd-i Bağdâdî 297/909 yılında Bağdat’ta
vefat etmiş olup kabri Bağdat’ın Şünûziye Mezarlığında dayısı ve şeyhi Serînin
yanındadır. Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere Cüneyd’in tasavvuf ilminin
gelişimi konusundaki hizmeti çok büyüktür. Cüneyd tasavvufun esaslarını
belirli bir düzene sokarak tasavvufun diğer İslâmî ilimler gibi bir disiplin
olma sürecinde önemli adımlar atmıştır. Özellikle tevhid konusundaki görüşleri
bizim için oldukça önem arzeder. Bu görüşlerin daha sonra İbnü’l-Arabî ve
takipçilerinin sistematik bir hale soktukları tasavvuf metafiziğine kaynaklık
ettiği âşikârdır.
101Buna hazarât-ı
hamse denir. Müellif bu mertebeler hakkında bilgi verecektir.
102Heyûlâ,
kendisinden âlemin var olduğu hammadde demektir. Eski Yunanca bir kelimedir.
Aristo felsefesi üzerinden İslâm düşüncesi literatürüne geçmiştir. Aristo
felsefesinde önemli bir yer tutan madde-sûret teorisi sayesinde felsefe
terminolojisinde geniş bir yer bulmuştur. Aristo felsefesine göre her tabiî
cisim iki temel ilkeden meydana gelir. Bunlar madde ve sûret ilkeleridir.
Burada madde dediğimiz ilke ile heyûlâ kastedilmektedir. Aristo bu her tabiî
cismi meydana getiren iki ilkeden biri olan heyûlâyı “tamamen belirsiz, cisme
arız olan değişmeyi kabul edici kuvve halinde bir cevher” şeklinde tarif eder.
Heyûlâ tek başına bir varlığa sahip değildir. Çünkü fiilî var ola durumu sûret
tarafından gerçekleştirilir. Buna göre tabiî varlık aslında maddede ortaya
çıkan sû- rettir. Madde ise fiilî olarak var olma durumuna sahip olmayan
potansiyelliği ifade eder. Bu yüzden heyûlâ veya madde sûret ile birleşmeden
varlık kazanamaz.
Heyûlâ teriminin İslâm felsefesi
içerisindeki anlamı da Aristo ve Yeni Eflâtuncu etkiler çerçevesinde
gelişmiştir. İlk İslâm filozofu Kindî’nin eserlerinde heyûlâ terimine
rastlanır. Kindî heyûlâyı “sürerleri taşıyan, edilgin, cevheri güç” şeklinde
tanımlar. Kin- dî’ye göre sadece duyularla algılanabilen âlemin heyûlâsı olabilir.
Duyuların algısının ötesinde yer alan akledilirler âleminin ise heyûlâsı bulunmaz.
Dolayısıyla heyûlâ ile cisim arasında doğrudan bir irtibat kurulmuş
olmaktadır. Bu nedenle heyûlâ teriminin doğa felsefesi açısından anahtar
kavramlar arasında yer aldığı söylenebilir.
Heyûlânın doğa felsefesindeki önemi
ve durduğu yeri tespit etmek için Fârâbî’nin heyûlâ hakkındaki düşüncelerine
bakabiliriz. Fârâbî’ye göre heyûlâ sürerleri kabul edebilirlik durumudur.
Heyûlânın var olabilmesi sûretle irtibatına bağlıdır. Dolayısıyla bilfiil var
durumuna gelebilmesi için sûrete ihtiyacı vardır. Kin- dî’nin daha önce dikkat
çektiği gibi tabiî sûretlerin heyûlâ ile ilişkisi Fârâbî’nin sisteminde de
sürdürülür. Buna göre akledilir âleme ait şeyler değil ama cismânî âleme ait
tabiî sûretler heyûlâ olmaksızın var olamazlar. Bununla beraber bu ikisi birbirinden
ayrı şeyler olmaları nedeniyle birbirlerinin varlığının sebebi değildirler.
Heyûlânın sûreti kabul etmesiyle cismânî cevher ortaya çıkar. Bu durum da onun
dört keyfiyeti yani sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk durumlarım kabul eder
ve dört elementin kendisinde ortaya çıkmasını sağlar. Daha sonra bu dört
elementten maden, bitki ve hayvan ortaya çıkar.
İslâm felsefesinde heyûlânın dört türü olduğu kabul
edilir:
1.
Yapı malzemesi anlamına gelen sınâî heyûlâ
2.
Dört unsuru ifade eden tabiat heyûlâsı
3.
Alemin hammaddesi olarak kabul edilen mutlak cisim
anlamındaki küllî heyûlâ
4.
Duyularla algılanmayan ancak akılla kavranılabilen
basit cevher olan ilk heyûlâ. îlk heyûlâ ancak sûret alınca cisimleşir ve
duyular tarafından algılanmaya konu olur.
Varlık mertebelerinden bir önceki
mertebe bir sonraki için heyûlâ konumundadır. Bu nedenle bir şey hem madde yani
heyûlâ hem de sûret olabilir. Ancak ilk madde olan ilk heyûlâ bunun dışındadır.
O yalnızca heyûlâ olup sûret olamaz, tik madde veya ilk heyûlâ belirli bir düzen
içerisinde bütün sûretleri kabul eder.
Heyûlânın mâhiyetinin ne olduğu hakkındaki fikirler üç ana grupta
incelenebilir:
1.
Gruptakiler heyûlânın farklı niteliklerdeki atomlardan
oluştuğunu ileri sürerler. Onlara göre bu atomlar birleşip çeşitli mürekkep
cisimleri meydana getirir. Eflâtuncular bu görüşü benimserler.
2.
Gruptakiler heyûlânın aynı yapıdaki atomlardan
oluştuğunu kabul ederler. Varlıktaki farklılaşmayı bu atomların farklı şekillerde
birleşmeleriyle açıklarlar. Buna göre atomlar farklı şekillerde
birleştiklerinde arazlar ortaya çıkar. Bu, çeşitlenme ve farklılaşmayı ortaya
çıkarır. Bu gruptakiler Demokrit’in atom teorisini benimseyenlerdir.
3.
Gruptakilere göre heyûlâ basit, rûhânî bir cevherdir
ve bütün niteliklerden bağımsızdır. Bu gruptakiler ise Aristo’nun ilk madde
fikrini benimserler.
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Heyûlânın ezelî mi yoksa sonradan mı yaratıldığı problemi de İslâm
düşüncesi içerisinde ele alınmıştır. Buna göre kimi düşünürler heyûlâyı ezelî
olarak kabul ederler. Tanrının yaratması bu ezelî heyûlâya şekil vermesinden
ibarettir. Bununla birlikte büyük çoğunluk heyûlânın yaratılmışlığım kabul
eder. Heyûlâyı ezelî kabul edenler, onu Yaratıcı ile eş kabul etmezler. Onlar
heyûlâyı ezelî imkân ile aynı kabul ederler. Yani buna göre heyûlâ fiilî duruma
geçmezden önceki potansiyelliğin benzeri bir durumdur. Bu durumda Yaratıcı’nın
yaratma fiilinden önce âlem ezelî imkânda potansiyel olarak bulunmaktadır.
Ancak imkânın ezelîliği ezelînin mümkün olmasına neden olmaz. Burada
filozofların hareket ettikleri nokta yokluktan varlığın çıkmasının imkânsız
olmasıdır. Bu nedenle onlar kelâmcılardan farklı bir şekilde durumu yorumlarlar.
Kelâmcılara göre âlem, yaratılmasından önce yoktur. Filozoflara göre ise ezelî
bir imkândadır. Filozoflara göre imkânın varlığını kabul, âlemi mutlak bir
yokluktan çıkarmaktan daha akla yatkın görülür. Bu nokta heyûlâ üzerinde
filozoflar ile kelâmcı- lar arasındaki tartışmanın kaynağıdır.
Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin kozmolojisinde de heyûlânın
önemli bir yeri vardır.
Bununla birlikte Ibnü’l-Arabî heyûlâ yerine bazen 11 başka terimler de
kullanarak heyûlâyı anlatır. Nitekim onun kozmolojisinde heyûlânın yerine
‘taayyün’ etmiş yani belirli bir mevcudiyet kazanmış cisim yanında taayyün
etmemiş, ilk madde yahut sûretlerin mahalli olan karanlık cevher anlamında
“heba” terimi kullanılmaktadır. Yine İbnü’l-Arabî’nin “tabiat ve âlemin
cevheri” anlamında kullandığı “en-Nefesü’r-Rahmânî” tabiriyle “heyûlânî cevher”
arasında benzerlikler vardır.
Kayseri de yukarıdaki ifadesinde
Rahmân’ın nefesi terimini küllî heyûlâ ile aynı anlamda kabul etmektedir. Yani
buna göre sûfîle- rin Rahmanın nefesi diye adlandırdıkları şey filozofların
âlemin hammaddesi olarak kabul ettikleri şey ile aynıdır. Bununla birlikte
Kayseri bu hammaddenin aklî bir sûret olduğunu söyler. Bu ifade ile ne
kastettiği kapalıdır. Muhtemelen bununla küllî heyûlânın akılsal bir cevher
oluşunu, dolayısıyla şuur sahibi olduğunu kastetmektedir. Çünkü diğer taraftan
onu ilk akıl diye de adlandırmaktadır. Aksi takdirde onun heyûlânın yalnızca
akılda bulunan bir sûret olduğu ve dış dünyada bir karşılığının olmadığını
söylediğini düşünmek gerekir.
103
Ezoterik filozoflar ve muhakkik sûfîler âlem ile insan
arasında benzerlik bulunduğunu kabul ederler. Buna göre âlem büyük insan,
insan ise küçük âlemdir. Dolayısıyla birinde bulunan şeyin diğerinde de
bulunması gerekir. Bu anlayışa göre bütün âlem insanın tek bir beden olması
gibi tek bir bedendir ve bütünüyle canlıdır. Bu tek bedendeki her bir birim
kendi başına canlı gibi görünse de canlılığı tıpkı bedendeki ruha bağlı olan
hücrelerin canlılıklarına benzer. Bütün âlemi canlı kılan ruh, âlemin her bir
üyesinde kendisini tecellî ettirerek o şeyi canlı kılar. O şey de bu tahakkuk
ve tecellî ile canlılık kazanınca müstakil olarak canlı gibi görünür. Aslında
müstakil olarak canlı değildir. Canlılığı tıpkı beden hücrelerinin ruh ile
kâim olması gibi bir canlılıktır. İşte bütün âlemi dirilten bu cana küllî nefs
adı verilir. Bu küllî nefs Hakî- kat-i Muhammediyye’nin özelliklerinden
biridir, tik akıl ile küllî nefs arasında icmâl-tafsil ayrışması vardır. Yani
ilk akılda bulunan şeyler mücmel yani özet ve gizil bir formdadır. Küllî
nefste ilk akılda gizil şekilde yer alan bütün şeyler mufassal yani ayrıntılı
bir biçimde bulunur. Buna göre ilk akıl din dilindeki kalem-i a‘lâya ve küllî
nefs ise levh-i mahfûza karşılık gelir. Dolayısıyla ilk akla göre küllî nefs
edilgendir. îlk akıl ise ona göre etken bir gücü temsil eder. Onun varlığı biri
gerçek diğeri ise sûrî olmak üzere iki sebebe dayanır. İlk sebep yani gerçek
sebep Tanrı’dır. İkinci sebep ise ilk akıldır.
104Soyut akıllar,
mukarreb melekler yani madde ile ve maddenin tedbiri ile ilişkisi bulunmayan,
ayrıca insana secde etmekle emredilmemiş olan meleklerdir. Felsefe dilinde
bunlara feleklerin akılları denir. İşrâkîler de bunları yüce kahır nurlar diye
adlandırırlar. Meşşâîler bunların sayısının on olduğunu söylerler. İşrâkîlere
göre böyle bir sınıflandırma yapmamızı sağlayacak yeterli veri elimizde
yoktur. Bundan dolayı feleklerin akıllarının adedini bilmemiz mümkün değildir.
Bunlar aynı zamanda müheyyemûn diye de adlandırılırlar. Yani Allah’ın zâtına
duydukları aşk nedeniyle kendilerinden geçmiş ve heymân üzere kalmış melekler
demektir. Yine bu meleklere kerrûbîler de denir. Kerrûbî adı Ibraniceden gelir
ama asıl köklerini Asur, Akad ve Bâbil’de bulabiliriz, Ibra- nicedeki anlamı
hakkında yapılan bazı değerlendirmelerde “ke- rub” yani “Rab gibi olan”
anlamına geldiği söylenmektedir. Asur ve Akad metinlerindeki anlamı ise yüce ve
güçlü olan ve mübarek ve aziz olandır. Her hâlükârda bunlar madde ile ilişkisi
olmayan meleklerdir. Yahudi ve Hıristiyan geleneğinde bunlara dair ikonografi
zengindir. Bununla beraber bu ikonografilerdeki benzerliklerden hareketle
cennet ehlinin de bineği olacağı söylenen Burak’ın bu ikonografi motiflerinden
alındığı şeklindeki değerlendirmeler çok zayıftır. Çünkü Burak’ın bir melek,
hele de müheyyemûn meleklerinden biri olmadığı, cennet varlıklarından bir
varlık olduğu Islâm kaynaklarında açık bir şekilde söylenir. Kaldı ki, müheyyem
meleklerin insandan ve maddî dünyadan habersiz, hatta kendi varlıklarının bile
farkında olmadan İlâhî zâtın güzelliğini temâşâda istiğrak hâlinde oldukları
rivâyet edilmektedir. Hal böyle iken onların insanın hizmetine tahsis
olunduklarını söylemek çok isabetli değildir.
Soyut nefisler ise maddî âlemde madde
ile ilişkisi bulunan ruhlar ve meleklerdir. Bunlara rûhânî melekler de denir.
Bunlar âlemin işlerini çekip çevirmekle sorumludurlar. Meşşâîler, soyut
nefisleri, feleklerin nefsileri olarak kabul ederler. Îşrâkîler ise bunları müdebbir
nurlar yani yönetici nurlar diye adlandırırlar. Bunlar herhangi bir işle
ilgili görevlendirilmiş meleklerdir. Sözgelimi Allah’ın Arş’ını taşıyan
melekler, Kürsî melekleri, yedi göğün melekleri bunlardandır. Bunlardan sonra
ise unsurlar âlemini idare eden esir küresinin melekleri, hava ve zemherir
kürelerinin melekleri, denizlerden sorumlu melekler, dağlardan sorumlu
melekler vb. gibi melekler gelir. Bunların yanı sıra bitkilerde ve hayvanlarda
ortak olan süfli ruh da soyut nefs olarak kabul edilir. Bu türden yersel
nefsler eğer hayırlı iseler bunlara sâlih cinler denir. Eğer şerli ve zararlı
iseler bunlara şeytanlar ve ifritler denilir. Yalnız bazı âlimlere göre
şeytanlar ve ifritler soyut varlıklar olmayıp hava ve ateş unsurundan bedenlere
sahip varlıklar kabul edilirler. Sonuç olarak denilebilir ki, soyut akıllar ve
nefislerin varlıkları maddî değildir. Bunlar zaman ve mekânla da ilişkili
değildir. Bundan dolayı soyutların eni, boyu, derinliği bulunmaz ve mekânda
yer kaplamazlar. Bunlar ister maddî, isterse hayalî olsun eğer bir surete bürünerek
görünmezler ise mekânda yer kaplamazlar. Çünkü bunlar İlâhî sıfatlardır.
Dolayısıyla soyutlar âleminde ne latif ne de kesif hiçbir şekilde cisim yoktur.
105
Filozoflara göre tabiat cisimlerde bulunan hâricî bir
güçtür. Cisim bu hâricî güç vâsıtasıyla tabiî kemâline ulaşır. Muhakkik sûfi-
ler ise tabiatı cismin melekûtu olarak kabul ederler. Bu tanımda “cisim” denen
şeyin unsûrî, felekî, basit ya da mürekkep olması önemli değildir. Cisim olma
özelliğini hâiz olması yeterlidir. Bu durumda muhakkiklere göre tabiat bütün
yayıhcı güçlerin ortak adıdır. Buna göre aslî tabiat bütün kevnî mevcutların
hareket ilkesidir. Yani kevnî varoluş tarzında meydana gelen her şeyin hareketi
küllî tabiat diye adlandırılan ve her şeye yayılma özelliğine sahip olan bu
güçten ileri gelir. Bu güç var olma mertebelerinde küllî cisim demek olan Arş’ı
önceler. Küllî tabiat bütün âlemi idare eden küllî nefsin fiilidir.
106
Tabiî şeylerin müdebbiri olan nefsler.
107
Ruhlar âlemine âit mânâların misâl âleminde
belirdiklerinde ortaya çıkan sûretleri.
108
Tavan, gölgelik, çardak gibi anlamlara gelen Arş
kelimesi mecazî olarak hükümranlık ve taht anlamlarına da kullanılmıştır.
Çeşitli Kuran âyetlerinde ve hadislerde Allah’ın Arş’ından bahsedilir ve
Rabbü’l-Arş (Arş’ın Rabbi) ve Zü’l-Arş (Arş sahibi) diye nitelenir. Kuranda
Arş’la ilgili âyetlere bakıldığında onun su üzerinde olduğu ve dört melek
tarafından taşındığı, bu meleklerin sayısının kıyâmet gününde sekize
çıkarılacağı, meleklerin Arş’ın etrafında döndükleri ve çepeçevre kuşattıkları
ve Allah’ı teşbih ettikleri belirtilmiştir. Ayrıca âyetlerde Arş mecîd, azîm,
kerîm gibi sıfatlarla vasıflandırılır. Diğer taraftan Arş’la ilgili durumlar
kimi zaman Allah ismine, kimi zaman da Rahmân ismine nisbet edilmiştir. Bu
durum, istivâ diye adlandırılan ve ilâhî hükümranlığın âlemi çepeçevre
kuşattığını belirten durumdur. Selef âlimleri ve hadis- çiler Arş’ın nesnel bir
varlık olduğunu kabul ederlerken, kelâm âlimleri Arş’ın zihin dışında bir
varlığı olmadığını, bununla İlâhî hükümranlık, güç ve yüceliğin kastedildiğini
savunmuşlardır. Onlar, eğer durum hadisçiler ve selef âlimlerinin dediği gibi
olsa bu durumda Allah’ın Arşa istivâ etmesi nedeniyle kendisine yön ve mekân
tayin edilir olacağını, bunun ise Tanrı hakkında imkânsız olduğunu söylerler.
Sûfîlerin görüşü ise Arş’ın hariçte bir varlığının bulunduğu yönündedir.
Nitekim yukarıdaki ifade bunu apaçık bir şekilde ortaya koyar. Bursevî Arş’ın
tabiî sûret sahibi bir varlık olduğunu belirtir. Bu da onun zihinde değil dış
dünyada mevcut olduğunun bir göstergesidir. Sûfîlere göre Arş cisim ve mekân
mertebesidir. Ancak bu cisim ve mekân mertebesi denilince akla gelen altı
yönden de münezzeh bir mekân olarak kabul edilir. Arş, cismânî, ruhanî, aklî
ve hayalî bütün âlemleri kuşatır ve içine alır. Bundan dolayı Atlas feleği,
felekler feleği ve diğer bütün felekleri kuşatan en yüce felek olarak kabul
edilir. Bununla beraber Arş terimi tasavvuf dilinde pek çok yöne işaret
edebilen bir terimdir. Ibnü’l-Arabî’nin dilinde hiçbir nisbet ve vasıf
olmaksızın belgisiz olarak Arş denildiğinde mukayyet isimlerin istivâ mahalli
anlaşılır. Mukayyet isimler zuhurları bu âleme bağlı olan isimlerdir. Arş bu isimlerin
zuhur yeridir. Bu anlamda Arş, Arş-ı a’lâ diye adlandırılmıştır. Arş yüce bir
şeye nisbet edildiğinde o şey için bir tenezzül mevkii, zuhur ve tecellî yeri
olur. Daha aşağı bir şeye nisbet edildiğinde ise ihtişam, ihâta, istila ve
sahiplik anlamlarına gelen bir sıfat olur. Kısacası Hakk’ın hükümranlığının
tecellî yerlerinin tamamı Arş’tır. Bundan dolayı kimi sûfîler Arş için âlemin
tamamıdır demişlerdir. Kimilerine göre ise Arş âlemi kuşatır. Belirli olarak
Arş denildiğinde yaratılış âleminin ilk mertebesine karşılık gelen mertebe
kastedilmiş olur. Bu anlamda Arş, küllî cisim olarak da nitelenir. Ayrıca Arşîn
insân-ı kâmilin hakikatiyle de ilişkisine dikkat çekilmiştir. Buna göre âlemde
halîfe olan küllî ruh, bazı ârifler tarafından Arş diye adlandırılmıştır. Yine
insanın kalbi de Arş ile irtibatlı görülmüş ve onun da Allah’ın Arş’ı olduğu
belirtilmiştir. Sûfîler Arş’ın nis- bet edildiği isimlere göre farklı farklı
türleri olduğunu düşünmüşlerdir. Buna göre en genel anlamıyla beş adet Arş’tan
bahsedilir. Bunlar Hayat Arşı, Rahmânî Arş, Arş-ı Azîm, Arş-ı Kerîm ve Arş-ı
Mecîd’dir. Hayat Arşı, İlâhî hüviyetin istivâ ettiği arştır. Dolayısıyla
ahadiyyet mertebesi olarak da anılır. Zatla aynı seviyede kabul edilir.
Rahmânî Arş ise feleklerin ilki ve en kuşatıcısı kabul edilmiştir. Bu Arş
Rahmân isminin sıfatlarının istivâ ettiği mahaldir. Yine bu Arş, küllî tabiat,
hebâ, küllî cisim ve küllî şekli cem eder. Cisimler âlemi de bu Arş tarafından
kuşatılmıştır. Dolayısıyla bu Arş maddî âlem ile maddeden soyut olan âlem
arasında bir berzahtır. Arş-ı Azîm, Levh-i Mahfuzun diğer adıdır. Aynı zamanda
küllî nefstir. Arş-ı Kerîm, Kürsî ile özdeşleşti- rilmiştir. Hakk’ın celâl ve
cemâli demek olan iki ayağın üzerine sarkıtıldığı yer kabul edildiği için buna
Kürsî denmektedir. Kürsî Arşa göre çok küçüktür. Öyle ki, onun Rahmânî Arş
karşısındaki durumu uçsuz bucaksız bir çöle atılmış bir yüzüğe benzetilmiştir.
Arş-ı Kerîm diye adlandırılan Kürsî ile Arş’ın arasında hebâ, yani filozoflar
tarafından heyûlâ diye adlandırılan ilk madde vardır. Allah, âlemin
cisimlerinin sûretlerini hebâda açmıştır. Yine bu Arş, âlemi idare eden
meleklerin mertebesidir. Baş meleklerden olan Mikâil’in makamı da burada
bulunur. Arş-ı Mecîd ise küllî akıldır. Arş’ın, türetildiği kökün tavan ve
çatı anlamlan ile irtibatlı bir yapısı vardır. Buna göre Arş ister mânevî
felekler olsun isterse sûretlerin felekleri olsun bütün felekleri kuşatır. Arş
feleğinin yüzeyi Rahmân isminin mertebesi kabul edilmiştir. Bu feleğin hüviyeti
ise ister maddî isterse hükmî olsun mutlak anlamda varlıktır. Arş’ın zâhiri ve
bâtını vardır. Buna göre Arş’ın bâtını Allah’ın isim ve sıfatlarının âlemidir.
Zâhiri ise benzeşme, cisimleşme ve sûret kazanma mahalli olan üns âlemidir. Bu
feleğin zâhiri cennetin tavanı kabul edilir. Bâtını ise cennetliklerin
Allah’ın cemâlini seyretmek için çıkacakları kum tepesi olan kesîbdir.
Abdülkerîm Cîlî, yukarıda zikredildiği gibi Arş’ın farklı isimlere nisbetle
anılması neticesinde ortaya çıkan karışıklığa dikkat çekerek bunu şu şekilde
çözüme bağlar: Mutlak olarak Arş’tan bahsedildiğinde yukarıda bahsi geçen
kuşatıcı felek kastedilir. Arş herhangi bir İlâhî isim veya sıfatla birlikte
anıldığında ise bu Arş’ın bir yönüne işaret eder. Mikrokozmos ve makrokozmos
arasındaki paralelliklere dikkat çeken sûfîler insan kalıbının bedenini Arşa
benzetmişlerdir. İnsana dair maddî ve mânevî her türlü özelliği bu insan kalıbının
cismi nasıl kuşatmışsa, âlemin maddî ve mânevî her türlü özelliğini de Arş
öylece kuşatmıştır. Bu yüzden kendisine küllî cisim denmesi doğrudur.
109
Kürsî, bir şeyin aslı; üst üste konulup hacim
oluşturularak meydana getirilmiş kütlesi; üzerine oturulan koltuk, taht gibi
anlamlara gelir. Din dilinde ise dîni metinlerde Allah’a nisbet edilen ve
Allah’ın hükümranlığını ifade eden maddi veya mânevî bir varlıktır. Kuranda
Bakara Sûresinde Kürsî âyeti (âyete’l-kürsî) diye bilinen âyette
zikredilmiştir. Ayrıca hadislerde de Kürsî adı verilen bir varlık Allah’a
nisbet edilmektedir. Kelâm âlimlerine göre Kürsî haberi sıfatlardan kabul
edilir. Selef âlimleri ile Haşviyye onun dış dünyada var olduğunu kabul
ederler. Bununla beraber selef âlimleri Kürsî’nin mâhiyetini bilemeyeceğimizi
savunurlar. Sünnî kelâm âlimleri ise bu haberi sıfatı tevil etmişler ve onu
İlâhî hükümranlığın yüceliğinin bir sembolü olarak anlamışlardır. Sûfîler ise
Kürsî’yi melekût âlemi olarak yorumlarlar. Kürsî İlâhî emrin ve yasakların
kaynağı ve icra yeridir. Hakka ait bütün fiilî sıfatların mazharıdır. Hakk’ın
mânevî iki ayağı bu Kürsî’nin üzerine sarkıtılmıştır. Böylece Hakk, âlemde
yaratma ve yok etme, verme ve tutma, yükseltme ve alçaltma gibi fiillerini bu
makam üzerinden icra etmiştir. Ayrıca Kürsî’nin sidretü’l-müntehâ ve burçlar
feleği olduğu da söylenir.
110
Bu inen şey İlâhî emr diye adlandırılan şeydir.
111
Buna seyr u sülük yahut tahlil yani çözümleme miracı
denir.
112Zorlama anlamına
gelen cebr kelimesinden türetilen bu terim, Hakk’m ululuk, azamet ve kudretini
ifade eder. Bu âlem duyularla hissedilir şeylerin âlemi olan şahâdet âlemi ile
insanın bilgisinin erişmesine imkân bulunmayan mutlak gayb âlemi arasında yer
alan ve maddî âlemde yer alıp da gayb âleminin bilgisini elde etmek için ona
yönelen nefislerin o âleme erişmesine engel olan, onları zorlayan, onlar
üzerinde kahredici bir güç uygulayan âlem ve varlık mertebesi olmasından dolayı
ceberût diye adlandırılır.
Bu mertebe mutlak varlıktan sudur
eden ilk zuhur mertebesi olması hasebiyle taayyün-i evvel (ilk taayyün) ve
tecellî-yi evvel (ilk tecellî) olarak vasıflandırılır. Hakk’tan sudur edip O’nu
akleden güçlü ruhların ilki olması nedeniyle akl-ı evvel (ilk akıl) diye adlandırılır.
Maddî ve mânevi bütün âlemde yer alan tek tek şeyler bu mertebedeki hakikatin
birer arazı konumunda olduğundan dolayı kendisi cevher-i evvel (ilk cevher)
diye adlandırılmıştır.
Arifler “Allah’ın yarattığı ilk şey
senin peygamberinin hakikatidir, ruhudur, nurudur” anlamlarına gelen
hadislerden hareketle bu mertebeyi Hakîkat-i Muhammediyye (Hz. Muhammed’in hakikati)
diye nitelendirmişlerdir. Kendisi hayat sahibi olduğu ve âlemdeki her şey
kendisiyle hayat bulduğu için bu hakikat rûh-i külli (tümel/küllî ruh) olarak
ve hayatını doğrudan doğruya Hakk’m zâtından aldığı için rûh-i izâfi (izâfi
ruh) diye adlandırılır. Hakka değil de mahlûkâta nisbetle gayb mertebesinde bulunması
hasebiyle ise gayb-ı muzâf denilir. Yine bu mertebe âlemdeki varlıkların
zuhûrunun tafsilatlı bilgisini içermesinden dolayı kitâb-ı mübîn (apaçık kitap)
ve levh-i mahfûz (korunmuş levha) diye isimlendirilir. Mutlak gayb
mertebesinde kendisine hiçbir şekilde işaret edilemeyen, hiçbir biçimde
isimlendirilemeyen, vasıflandırılmayan İlâhî zâtın bu mertebede âlemin
hakikati olan isimleri ve sıfatları zuhur eder. Bundan dolayı bu mertebeye
âlem-i esmâ (İlâhî isimler âlemi) denilmiştir. Îlâhî isimlerin bâtınları Hakk’m
zâtına baktığı için o cihetten İlâhî isimler şeklinde nitelenirlerken, yaratılmıştık
âlemine bakan tarafları ile mümkün varlıkların hakikatleri olmaları bakımından
a‘yân-ı sâbite (sâbit yani değişmez aynlar) ve âlem-i mâhiyyât (mâhiyetler
âlemi) diye nitelendirilirler. Ayn terimi hakikat anlamına gelir. Yine bu âlem
kendisi uzayda yer kaplamayan ve uzayda yer kaplayan herhangi bir şeyin içine
de girmeyen varlıkların oluşturduğu âlemdir. Bu nedenle âlem-i mü- cerredât
(maddeden soyut varlıklar âlemi) denir. Bunlar maddî ve mânevi âlemde yer alan
şeylerin hakikatleri olup bunlara mâhiyetler, aynlar, hakikatler gibi isimler
verilir. Bunların bir kısmı maddî âlemde tedbir sahibi olmaktan münezzehtir.
Bunlara şeriat dilinde mukarrebûn melekler, felsefe dilinde göksel akıllar,
işrâki dilde ise yüce kâhır nurlar denir. Bunların hiçbir biçimde madde ile
ilişkisi bulunmaz. Bununla birlikte madde âleminde tedbir sahibidirler. Bunlara
Islâm filozofları semâvî nefsler, İşrâkîler ise tedbir eden nurlar derler.
Arş’ı taşıyan melekler, dört büyük melek, dağlarla, denizlerle, yıldızlarla,
dört unsurla ilgili olan bütün melekler bu kategoriye dâhildirler. Ayrıca
bitkisel ve hayvansal cisimlerde ortak olan süfli ruhlar da bunun içinde
mülâhaza edilir. Bu süfli yersel ruhlar eğer hayırlı ruhlar iseler bunlar sâlih
cinlerdir. Eğer şerli ve zararlılarsa bunlar ifritler ve şeytanlar olarak
isimlendirilirler. Bu maddeden soyut şeyler en, boy, derinlik gibi cisme ait
özelliklere sahip değildir. Bunlar bir sûretle sûretlenmedikçe uzayda yer
kaplamazlar. Zira bunlar Hakk’ın sıfatlarıdırlar. Hakk’ın sıfatları ise mahlûk
değildir. Bu mertebe varlıkların mutlak gayb mertebesine ulaşmalarına engel
olduğu ve onlarla mutlak gayb mertebesi arasında perde vazifesi icrâ
ettiğinden dolayı berzah-ı kübrâ (en büyük berzah) diye adlandırılır.
113
Soyutluk uzayda yer kaplamamak ve uzayda yer kaplayan
yani cisim olan şeye de hulûl etmemek demektir.
114
Basit ve uzayda yer tutmayan cevherler âlemi olan
ruhlar âlemi ile bileşikler ve uzayda yer tutan maddeler âlemi olan cisimler
âlemi arasında birinin gayr-i mütehayyiz yani uzayda yer kaplamayan ve mutlak
basit diğerinin ise mutlak bileşik ve uzayda yer tutan olmasından dolayı
nisbetsizlik nedeniyle aralarında ifâzâ ve istifâza gerçekleşmez. Bu nedenle
Allah her iki âlemle ilişkisi olan ara bir âlem yaratmıştır. Bu âlem nûrâni
olması bakımından ruhlar âlemine ve duyularla algılanıyor olması bakımından
ise şahâdet âlemine benzer. İnsanın misâl âlemini algılaması dış duyuları ile
değil kuvve-i hayâliyyesi ile gerçekleşir. Ruhlar âlemindeki şeylerden
herhangi biri maddî âlemde gözükmek üzere hareket ettiğinde, ilk olarak bu
misâl âleminde bedene bürünür. Bu bedenler şahâdet âlemindekiler tarafından
hayal gücü ile idrak edilirler. Bundan dolayı bu âlemin bir adı da mutlak hayal
mertebesidir. Buna karşılık olarak insanda da kayıtlı hayal mertebesi vardır
ki, insanın gördüğü rüyaların bir kısmı bu kayıtlı hayal âleminde gerçekleşir.
115
Eski psikoloji ilmine göre insan beş dış duyuya ek
olarak iç duyulara sahiptir. Bunlar dış duyulardan gelen verilerin iç duyulara
aktarılmasını sağlayan hiss-i müşterek, dış duyulardan gelen verilerin
sûretlerini zihinde oluşturan güç olan hayal ve vehim, bunların saklandığı yer
olan hâfıza ve bunlar arasındaki ilişkileri tespit etme görevini yapan fikir
ve yorumlama gücü olan akıldır.
116
Unsur, felsefe dilinde basit cevher, evrenin ilk
maddesi ve temel ilkesi gibi anlamlarda kullanılır. Filozoflar ve bilim
adamları ilk çağlardan bu yana evrenin arkhe'si hakkında çeşitli
spekülatif açıklamalarda bulunmuşlardır. Gerçi kadim geleneklerin çoğunda âlemin
kökeni hakkında çeşitli bilgiler mitolojik anlatımlar içerisinde
nakledilmektedir. Bunlar çoğunlukla maddî âlemin dört ana unsurdan meydana
geldiğini ifade ederler. Kökleri antik Yunan’dan gerilere gitse de, ilk olarak
âlemin ilk maddesi hakkında felsefî açıklamalara giden kişi Thales’tir. Ona
göre her şeyin ilk maddesi yani arkhesı sudur. Thales’in bu açıklaması
öğrencisi olan Anaxi- mandros tarafından yetersiz görülmüştür. Anaximandros
âlemin ilk maddesinin su olduğunu kabul ettiğimizde bunun niteliksel ve
niceliksel birtakım sıkıntılarının olacağını söyler. Su, nitelik olarak
belirlidir ve nicelik olarak da sınırlıdır. Nitelik olarak belirli olan sudan,
suyun zıddı bir şeyin çıkması mümkün olmayacaktır. Bu durumda söz gelimi suyun
zıddı olan ateşin sudan çıkmasını izah etmek mümkün olmayacaktır. Diğer
taraftan Anaximandros sonsuz sayıda evrenin varlığından söz etmektedir. Su
sınırlı ve belirli bir kütledir. Böyle sınırsız ve sonsuz kabul edilen evrenlerin
sınırlı ve sonlu olan kütleden meydana gelmesinin de imkânı yoktur.
Anaximandros bu nedenlerden hareket ederek âlemin ilk maddesini ifade etmek
için taayyünsüzlük ve sonsuzluk gibi anlamlara gelen apeiron kavramını
üretmiştir. Anaksimenes ise evrenin ilk maddesinin hava olduğunu ileri sürerek
tartışmaya katkıda bulunur. Tartışmanın en önemli taraflarından biri ise
sürekli var oluş fikrinin babası olan Herakleitos’tur. Bilindiği üzere “bir
nehirde iki kere yıkanılmaz” sözünün sahibi olan bu ünlü filozof, evrenin
ilkesini sürekli devingenliğin sembolü olan ateşte görmüştür. Empedocles ise
bu elementlerden her birinin eşit düzeyde arkhe olduğu görüşünü
savunarak dört elementin evrenin ilk maddesi olduğunu savunmuştur. Empedocles,
dört elementin her birinin mizaçları olduğu fikrini ileri sürmüş ve dört
element fikrine ayrıca bir de dört tabiat kavramını eklemiştir. Buna göre ateş
sıcak ve kuru; hava, sıcak ve yaş; su, soğuk ve yaş; toprak, soğuk ve kurudur.
Aristo kendi doğa felsefesini üretirken bu dört element ve tabiat fikrini
kullanmış ve Ay-akı âlemdeki her mevcudun bunlardan türediği görüşünü ileri
sürmüştür. Ona göre Ay-üstü âlem oluş ve bozuluşa konu olmadığı için bu dört
elementten türemez. Bunlardan daha latif bir element olan ve oluş ve bozuluş
görmeyen esir elementi feleklerin hammaddesidir. İslâm düşünce geleneği, bu
sonuçlandırılmış tartışmayı ilk örneklerini dikkate almaksızın sonuçlan
üzerinden takip etmiş ve doğrudan dört element ve dört tabiat tezini kabul
etmiştir. Bununla birlikte sûfiler ve özellikle İbnü’l-Arabî’nin dört unsuru,
cismi oluşturan dört temel cevher ve element olarak görmediğini, aksine dört
unsurun aslında tek bir cevherin farklı sürerleri olduğunu ileri sürdüğünü
görürüz. O bu görüşüyle Empedodes’in dört element hakkındaki birbirlerine
dönüşemez ve indirgenemezlik görüşüne karşı çıkmaktadır. Nitekim ona göre bu
unsurlar birbirlerine dönüşebilir ve birbirlerine indirgenebilirler. Her bir
unsur diğer üç unsuru da içerir. Bu nedenle bir zaman ateş olarak görünürken
bir zaman toprak veya su veya hava olabilir. (Konunun detaylı bir anlatımı için
bkz. Ib- nü’l-Arabî, Seferler, el-tsfâran Netâici’l-Efâr, trc. Muhammed
Be- dirhan, İstanbul 2009, s. 41-45)
117
Melekût; mülkiyet, kudret, hükümdarlık, büyüklük
anlamlarına gelen ve ilâhı yönetme ve tasarruf gücünü ifade eden, mübalağa kipinden
bir kelimedir. Ceberut âlemindeki hakikatler bu mertebede insanın muhayyile
gücü ile idrak edebileceği misâli ve hayalî sûretler kazandığından buraya
âlem-i misâl ve âlem-i hayal denir. Hakk’ın bütün isim ve sıfatları bu
mertebede Allah isminin şemsiyesi akında toplanmışlardır. Bu bakımdan bu
mertebe vâhidiyyet mertebesi diye adlandırılır. Vâhidiyyet İlâhî isimlerin
kendisinden doğup, kendisinde birleşmeleri yönünden zâta işaret eden mertebedir.
Bu mertebe mutlak varlığın ilk taayyün âleminden geçerek daha da kesâfet
kazanıp zuhur ettiği ikinci bir varlık mertebesi olması hasebiyle taayyün-i
sânî (ikinci taayyün ve zuhur) ve tecellî-yi sânî (ikinci tecellî) diye
adlandırılır. Bu mertebe mahlûkâtın bilgisinin sınırını temsil etmesi
bakımından sidretü’l-müntehâ diye isimlendirilir. Sidretü’l-müntehâ yedinci kat
gökte bulunan ve ağaç sürerindeki bir makamın adıdır. Mahlûkâtın bilgisinin
sınırını temsil eder. Burası ulûhiyet âlemi yani Hakk’ın zâtı, isimleri ve
sıfatlarının oluşturduğu âlem ile diğer mahlûkâtın oluşturduğu âlemin
birbirinden ayrıştığı yerdir. Yine bu âlem Hakk’ın doğrudan doğruya var ettiği
varlıklardan oluştuğu için âlem-i emr diye adlandırılır. Yine bu âlem maddî
âlemle mânevî âlem arasında bir perde olması nedeniyle berzah-i suğrâ (en küçük
berzah) diye nitelendirilir. Bir önceki mertebede sadece ilmî sûretler
şeklinde bulunan mümkünlerin hakikatleri burada müşahhas varlık kazandıkları
için de bu mertebe âlem-i tafsil diye adlandırılmıştır.
118
Bu mertebe önceki varlık mertebelerinin kendisi
üzerindeki etkisi, yönetimi ve sahipliği nedeniyle âlem-i mülk diye
nitelendirilmiştir. Diğer taraftan bu âlem insanla ilgili olduğu ve insanın
bilgisi dâhilinde bulunduğundan âlem-i nâsût, duyularla algılanır olması
bakımından ise âlem-i hiss diye adlandırılır. Bu âlemde yer alan varlıklar bir
ana maddeden var edildikleri için bu âlem âlem-i halk diye nitelenmiştir. Yine
maddî âlemin temel esasları olan dört unsurdan dolayı bu âlem, âlem-i anâsır
(unsurlar âlemi); felekler ve yıldızların oluşturduğu kozmolojik bir sistem
olması bakımından ise âlem-i eflâk u encüm (felekler ve yıldızlar âlemi) olarak
nitelendirilir. Bu felekler ve yıldızların dönüşleri ve etkilerinin dört unsurla
birleşmesinden yeryüzü âleminde üç türeyen yani müvelle- dât-ı selâse ortaya
çıkar. Bundan dolayı bu âleme âlem-i mevâlîd (müvelledler/türeyenler âlemi) de
denir.
119
Nefs-i nâtıka insanı insan yapan cevhere verilen
addır. Aynı zamanda bu cevher latîfe-i insani, hakîkat-i insani, zihin, ruh,
kalp ve akıl diye de isimlendirilmiştir. Nefse nâtıka denmesinin nedeni idrak
sahibi olması nedeniyledir. Nefs-i nâtıkayı diğer nefs türlerinden ayıran şey
nefs-i nâtıka sahibinin akledİyor olması ve ak- letmenin yanında iradeyle fiil
işleyip dilediğini yapıp dilemediği şeyi de yapmamasıdır. Nefs-i nâtıka
insandaki fiillerin ilkesidir. Aslında nefs bütün can taşıyan varlıklarda
fiillerin ilkesidir, insan ruhunun özellikle bazı metinlerinde bu şekilde nefs
diye adlandırılması nedeniyle bir anlam karmaşası ortaya çıkar. Çünkü
tasavvufta insanda kötülüğün kaynağı nefs, iyiliğin kaynağı ise ruh ile temsil
edilir. Bu karmaşanın bir parça açıklığa kavuşması için imam Gazâlî’ye
atfedilen Meâricu’l-Kuds isimli esere müracaat edebilir. Bu esere göre
nefs iki mânâya hamledilir. Bunlardan birincisinde nefsle bütün yerilmiş
sıfatların toplayıcısı olan mânâ kastedilir ve nefs kelimesi bu mânâya ad
olarak verilir. Bu mânâ, aklî güçlerin zıddı olan hayvânî güçlerdir. Ayrıca
sûfile- rin kastından anlaşılan da budur. Denilir ki: “Nefsinle olan cihadın
en faziletli cihaddır”. Peygamberimizin "En azılı düşmanın iki yanın
arasındaki nefsindir" sözü ile buna işarettir. İkincisinde ise nefs
insanın hakikati ve zâtına verilen addır ve nefsle bu kastedilir. Çünkü bir
şeyin nefsi o şeyin hakikati demektir. O, mâkullerin mahalli olan cevherdir.
Bu bahsi geçen hakikat melekût ve emr âlemindendir. Buna göre kendisine ârız
olan hâllerin farklılaşmasıyla nefsin isimleri farklılaşır. Eğer nefs
doğruluğun doğruluğuna yönelir, kendisine İlâhî kalp sükûneti iner, İlâhî
cömertlik feyzinin nefhaları kendisine sürekli yinelenir, Allah’ın zikri ile
tatmin olur, İlâhî mârifetle sükûn bulur ve melekî ufkun en yükseğine uçarsa
kendisine nefs-i mutmainne denir. Nitekim Allah Teâlâ "Ey nefi-i
mutmainne, sen O‘ndan, O da senden râzı olmuş bir hâlde rabbine dön!”
(Fecr, 27-28) buyurmaktadır. Eğer nefs güçleri ve ordularıyla beraber bir
muharebe, bir savaş, bir sürtüşme ve çekişme içinde olursa; bu savaş tarafların
bir lehine bir aleyhine dönmekteyse; bazen güç nefsin eline geçiyor, bazen
güçlerin eline geçiyorsa; nefsin hali düz bir çizgide seyretmiyorsa; nefs bazen
akıllar tarafına gidiyor, böylelikle mâkulleri alıyor ve itaatte sebât
ediyorsa; bazen de kendisine güçler egemen oluyor ve böylece 1 dört ayaklı
hayvanların menzillerinin çukuruna düşüyorsa bu nefs, nefs-i levvâmedir. Bu
nefs halkın çoğunun hâlidir. Meleklerin ufkuna yükselen ve böylelikle güzel
ameller, nefsî faziletler ve ilimler ile süslenen kimse, insanlık
mertebesinden yükselişi ve beşerle ancak kabataslak sûret müşterekliğinden
başka bir ortak yönü kal- mayışından dolayı cismânî bir melektir. Bu nedenle
Allah Yûsuf hakkında’ö beşer değil ancak asil bir melektir” (Yûsuf, 31)
buyurmuştur. Dört ayaklılar seviyesine ininceye kadar düşen kimseye gelince,
eğer iki ayağı üzerine dikelmiş konuşan bir köpek veya eşek tasavvur olunsaydı
İnsanî faziletlerden çıkmış olması ve insanlıkla ancak kabataslak sûret müşterekliği
dışında bir ortaklığının kalmaması dolayısıyla bu kişi o tasavvur olunan eşek
ya da köpek olurdu. Bu, nefs-i emmâre bi’s-sû’dur (kötülükle emreden nefs).
Onlar hakkında düşünürsen onların büyük bir kısmının eşekler, köpekler ve
kurtlar olduğunu anlarsın. Bu insanlar Allah Teâlâ’nın “İnsan ve cin
şeytanları aldatmak için yaldızlı sözleri birbirlerine fısıldarlar”
(En’âm, 112) sözünde zikredilen insanlardır. Emîru’l-mü’minin Ali (r.a) ise “Ey
insan kalıplı insan olmayanlar!” buyurur. Bu nefsin benzerini sürekli taşa
veya çamura, hayvana veya kadına tapar görürsün. Bu, Allah Teâlâ’nın "Şüpheyok
ki nefs kesinlikle kötülüğü emreder” (Yûsuf, 53) diyerek kendisinden haber
verdiği nefstir.
Meâricul-Kuds'tt nefs-i nâtıkanın kalp diye
adlandırılması hakkında da açıklama yapılır. Buna göre kalpte de iki mânâya
hamledilir. Bunlardan biri insanın sol tarafındaki boşlukta yer alan kozalak
biçimli ettir. Bu durum ameliyatla bilinir. Bu kalp siyah kanın taşıyıcısı ve
hayvânî-tabiî ruhun taşıyıcısı olan buharın kaynağıdır. Bu kalp insana özgü
olmayıp bütün hayvanlar bu kalbe sahiptir. Bu kalp kendisinden dolayı ölümle
bütün duyuların kaybolduğu şeydir. İkincisi ise insanın hakikati olan şeydir.
Bu kalp Allah’ın emanetini yüklenmiş olan insânî ruhtur. Kendisinde fıtrat
bilgisi yerleştirilmiş olan mârifetle süslüdür. Allah’ın “Ben sizin rabbiniz
değil miyim?” sorusuna “Evet öylesin” sözüyle tevhidi ikrar eden
odur. O insanoğlunun aslı ve kâinâtın âhiret âlemindeki nihayetidir. Allah
Teâlâ buna işaret olarak “De ki, ‘Ruh rabbimin emrindendir’” (Isrâ, 85)
ve “Dikkat ediniz, kalpler ancak Allah 'm
zikriyle tatmin olur!" (Ra’d, 28) buyurmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.a) “Ademoğullarımn tamamının kalpleri Rahmân’mparmaklarından
iki parmağın arasındadır.." buyurur. Kalp lafzı şeriatta her nerede
kullanılırsa kullanılsın, bu kullanımla bu açıklanan ikinci mânâ
kastedilmektedir. Kozalak biçimli etin yerine kullanıldığında bile durum
böyledir. Çünkü bu et özellikle ona bağlıdır ve onun ilk bağlantısıdır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) “Ade- moğlunun boşluğunda bir et parçası
vardır. O düzgün olduğunda bedenin diğer kısmı da onunla düzgün olur. O bozuk
olduğunda bedenin diğer kısmı da onunla bozulur. Dikkat ediniz o
kalptir!" buyurmaktadır.
insanın hakikatinin ruh diye adlandırılması hakkında ise Meâri-
cu’l-Kuds’ta şu bilgilere yer verilir: Ruh, yürek kaynağından yükselen ve
damarlar aracılığıyla beyne çıkan, yine damarlar aracılığıyla beyinden bütün
bedene yayılan ve böylece her yerde mizaç ve istîdâdına göre iş işleyen, gözle
görülmeyecek derecede ince olan buhardır. O hayatın taşıyıcısıdır. Bu buhar
lamba gibidir. Bununla kâim olan hayat ise ışık gibidir. Ruhun bedendeki etkisi
lambanın evin bölümlerini ışıtması gibidir. Yine ruhla ilmin ve İlâhî vahyin
mahalli olan Allah’ın emrinden sâdır olmuş yaratık kastedilir. Bu yaratık
melek cinsindendir ve cismânî âlemden ayrık olup kendi zâtıyla kâimdir. Yine
ruhla bütün meleklerin mukâbili kastedilir. O ilk yaratılandır. O
Rûhu’l-Kuds’tür. Aynı şekilde ruh ile Kuran kastedilir ve Kur’ân’a ad olarak
verilir. Kısaca ruh her şeyin kendisiyle hayat bulduğu şeydir.
TASAVVUF İLMİNE GİR.İS
insanın hakikatinin akıl diye adlandırılması hakkında
ise şu bilgiler verilir: Akla gelince, onunla akl-ı evvel kastedilir ve ona
Akıl denir. O, Hz. Peygamber’in “Allah’ın yarattığı ilk şey akıldır. Allah ona
‘Beri gel...’ dedi o da geldi. Sonra ona ‘Geri dön...’ dedi o da geri döndü”
sözünde akıl olarak adlandırılan şeydir. Bu sözün anlamı “Allah akla ‘beri gel
ki Benimle kemâl bulasın ve geri dön ki senin dışındaki âlem seninle kemâle
ersin’ dedi” demektir. Yine o, kendisi hakkında Allah’ın “İzzet ve celâlime
yemin olsun ki, Bana senden daha kıymetli ve faziletli bir şey yaratmadım.
Seninle alır seninle veririm” dediği varlıktır. O kalem diye de adlandırılır. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.a) “Allah’ın yarattığı 12 ilk varlık kalemdir. Allah ona
‘Yaz...’ diye emretti. O da ‘Ne yazayım?’ dedi Allah ‘Kıyamete kadar olacak
ameli, eseri, rızkı ve eceli...’ buyurdu” demiştir. Akılla insan nefsinin kastedildiği
ve adlandırıldığı adlandırma ise ikinci adlandırmadır. Üçüncü adlandırma ise
akılla nefsin sıfatının kastedilip adlandırılmasıdır. Bu durumda aklın nefse
nisbeti görmenin göze nisbeti gibidir. Şöyle ki, nefsin mâkulleri idrak etme
istîdâdı bu sıfat aracılığıyla- dır. Nitekim gözün duyumsanır varlıkları idrak
etme istidadının görme vâsıtasıyla olması gibi. Bu, kendisi hakkında Hz.
Peygam- ber’in rabbinden rivâyetle “izzet ve celâlim hakkı için, seni sevdiğim
kimselerin içinde saklayacağım” buyurduğu şeydir.
Yani insan ruhu da cisim olmaması ve
mekânda yer kaplamamsı nedeniyle bedene hulûl etmez ancak onunla
arasındaki irtibat nedeniyle onu idare eder. Bu cümle ile müellif daha çok
kelâmcılar tarafından kabul edilen nefs-i nâtıka veya diğer ifadeyle ruhun latif
bir cisim olduğu yolundaki görüşü eleştirmektedir.
120
Ruhlar âlemi veya mertebesi gerçek varlığın, Taayyün-i
evvel ve Taayyün-i sânî mertebelerinden sonra İlmî sürerler demek olan a‘yân-ı
sâbite sebebiyle, ruhlar mertebesine inişini ifade eden mertebedir. Bu
mertebede İlmî sürerlerden yani sâbit aynlardan her biri birer basit rûhânî
cevher olarak zâhir olur. Bu basit cevherlerden her birinin şekli, rengi
olmadığı gibi, zaman ve mekânla da vasfedilemez. Zîra zaman ve mekan cisimde
meydana gelir. Bunlar ise cisim değildir. Dolayısıyla cisim tanımına giren
uzayda yer kaplama özelliği taşımazlar. Bu âlemi duyu organlarımızla idrakimiz
ve işaretimiz imkânsızdır. Bu mertebede her bir ruh kendisini, kendi mislini
ve kendi başlangıcı olan Hakkı idrak eder. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen elest
bezminde buna işaret vardır. Mesneviyi şerh eden Mevlânâ Abdülaliyy Risâle
isimli eserinde ruhlarla ilgili şu bilgileri verir: “Ruhlar iki kısımdır: Bir
kısmının bedenimizdeki nefs-i nâtıkanın bedeni idare etmesi gibi idare bakımından
bedenlerle ilişkisi yoktur. Bunlara ‘kerrûbîler’ denir. Bunlar da iki kısma
ayrılırlar. Bir kısmının cisimler âleminde haberi yoktur. Çünkü bunlar
mecnunlardır yani akılları örtülmüştür. Vahdet tecellîlerinin kahrı onların
akıllarını yakmıştır. Hz. Adem’e secde ve boyun eğmekle emredilmemelerinin
sebebi budur. Onlar
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Allah’ın azametinde kendinden geçmiş, divane
olmuşlardır. Bunlar Allah’ın cemâlini mütalaa etmekte biricik bir
konumdadırlar. Bunlara müheyyem melekler denir. Kerrûbîlerin diğer bir kısmının
ise her ne kadar cisimler âlemiyle ilişkileri yok ise de, onların her bir
ferdi cisimlerden herhangi biri üzerinde idarecidir. Zeyd’in bedenini Zeyd’in
ruhunun idare etmesi gibi... Bunlar Allah Teâlâ’nın Kayyûmiyyet sıfatının
müşâhedesinde kendilerinden geçmiştirler ve şaşkın bir haldedirler. Fakat
onlar ulûhi- yet mertebesinin perdedarları ve rubûbiyet feyzinin vâsıtalarıdırlar.
Hakk’ın zâtından varlıklara gelen feyz iki kısımdır: Biri vech-i hâs şeklinde gelen
feyzdir. Diğeri ise belli bir düzen silsilesi üzere varlıklara gelen feyzdir.
Vech-i hâs şeklindeki feyz, Allah’ın, kulun kalbine bir başkasının aracılığı
olmaksızın yayılan feyzidir. Belli bir düzen içerisinde gerçekleşen feyz ise
yukarıda bahsi geçen per- dedarlar vâsıtasıyla gerçekleşir. Bunlara ceberûtî
melekler denir. Bu meleklerin başkanına ise ‘Rûh-i Azam’ (en yüce ruh) denir.
Bir diğer itibarla ise kendisine ‘Kalem-i A’lâ’ (en yüksek kalem) denir.
Nitekim Allah’ın yarattığı şeylerin ilki kalemdir.’ buyrulmuş- tur. Rûh-i A’zam
bu grubun ilk safmdandır. Kendisine Cebrâil de denilen Rûhu’l-Kuds ise onların
en arka safındadır. Ruhların bir diğer kısmı ise her biri bir cismi idare etmek
bakımından cisimler âlemi ile ilişkilidirler. Bunlara rûhâniyan denir. Bunlar
da iki kısımdır: Bir kısmı gökle ilgili şeyleri idare ederler. Bunlara me-
lekût-i a’lâ denir. Diğer bir kısmı ise yeryüzüyle alâkalı işleri idare
ederler. Bunlara da melekût-i ednâ denir. Her bir şey üzerine bir melek vekil
tayin edilmiştir. Nitekim hadislerde dağlar meleği, rüzgâr meleği, gök
gürültüsü meleği, şimşek meleği, bulut meleği gibi melekler rivâyet edilmiştir.
Öyle ki, ‘Her şeyin melekûtu/hü- kümranlığı elinde olan O, eksikliklerden
uzaktır!’ (Yâ-Sîn, 83) âyetinin hakikati perdesini kaldırmasın. Bu mânâyı
hakikatiyle bilmek mümkün değildir. Cin ve şeytanlar diye adlandırılan ateşsel
ruhlar melekût-i esfel cinsindendir. Bunlardan bazıları insan türü üzerine
musallat kılınmıştır. İblis bunların başkamdir. Bunlardan bazıları dînî yükümlülüğü
kabul etmek ve vahiy ile muhataptırlar. Tasavvuf büyükleri ve önde gelen
muhakkikler katında bunlar hakkında çok fazla ihtilaf vardır. Bunların her
biri kendi içinde
bulunduğu makama göre bu konulardan haber vermişlerdir.” 12
121
Kayseri burada yalnızca işaret etmekle yetindiği bu
konuyu Fusûs Şerhi'nin mukaddimesinde daha geniş bir şekilde ele
almaktadır: Sâlik seyri esnasında mukayyet hayalden kurtularak mutlak misâle
geçişiyle tüm müşâhede ettiklerinde isabet eder ve durumu, Levh-i mahfuzdaki aklî
suretlere mutabık olmasından ötürü, nasılsa öylece görür. Sâlik, mukayyet
hayalinde herhangi bir durumu müşâhede edince bazan isabet, bazan da hatâ
eder. Bu, müşâhede edilen şeylerin gerçek bir durum olup olmamasından ileri
gelir. Eğer gerçek bir durum varsa bu durumda o kimse müşâhede edilen konuda
isabet etmiş olur. Aksi takdirde, tahayyüllerden kaynaklanan bir düzmece olur.
Tıpkı vehimle bulandırılmış aklın varlık için bir varlık ve bu varlık için de
başka bir varlık ve Allah için de bir ortak ve aslı astarı olmayan birtakım
sözde varlıklar icat etmesi gibi. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onlar
kendi kendinize uydurduğunuz isimlerden başka bir şey değildir; Allah onlara
(putlara) hiçbir yetki vermemiştir” (Necm, 23). İsabet etmenin bazısı
nefse, bazısı bedene, bazısı da her ikisine bağlı birtakım nedenleri vardır.
Hakka tam bir yönelme, doğruluğu alışkanlık edinme ve
nefsin aklî rûhânî âleme dönmesi, eksikliklerden arınması, bedensel engellerden
yüz çevirmesi ve mücâhede içinde olması gibi sebepler nefse bağlı sebeplerdir.
Çünkü bu mânâlar nefsin aydınlanmasını ve güçlenmesini gerektirir. İnsan nefsi
güçlenip aydınlandığı ölçüde duyusal dünyanın üstüne çıkabilir ve şühûdun
yokluğuna neden olan karanlığı kaldırabilir. Aynı şekilde onların sıfatlarıyla
sıfatlanmasından dolayı, kendisiyle mücerred ruhlar arasındaki münasebet
güçlenir ve böylece o ruhlardan, onlara doğru çekilmesine neden olan mânâlar
nefse akar. Sonunda tam bir şühud meydana gelir. Derken bu akışın hükmü
(etkisi) son bulunca, nefs ilimle muttasıf, hayaldeki intibaları sebebiyle o
sûretler zihnine nakşedilmiş olarak görülür âleme geri döner. Bedene bağlı
sebepler ise, bedenin sağlığı, kişisel mizacı ve beyin yapısının
dengeliliğinden ibarettir.
Bu ikisine bağlı sebeplere gelince, bunlar itaate
sarılmak, bedenî ibâdetleri yerine getirmek, iyilikleri işlemek; yetilerini ve
bunlara ait organları İlâhî emirler doğrultusunda kullanmak; ifrat ve tefrit
arasındaki dengeyi korumak, abdestli olmaya devam etmek, özellikle ilk
akşamdan yatıncaya kadar sürekli zikir ve benzeri şeylerle meşgul olmak
süreriyle Hakk olmayan şeylerle uğraşmayı terk etmektir. Hatânın sebepleri ise
bu sayılanlara aykırı olan, şu tür şeylerdir: Zihin yapısının kötü ve nefsin
dünya bazlarıyla meşgul olması ve mütehayyile gücünün fasid hayallerde
kullanılması, nefsin şehvete kapılması ve aykırılıklara tutkun olmasıdır. Tüm
bu sayılanlar karanlığa ve perdelerin artmasına neden olan şeylerdir.
Nefis, dışarıdan yüz çevirip dünyaya uyuyarak bâtına dönünce ona bu
mânâlar somutlaşır. Böylece bunlar onu, ait oldukları gerçek âlemleri ile
uğraşmaktan alıkor; sonunda rüyasında aklına hayaline gelmeyen karmakarışık
şeyler görür ve nefs, kişinin mizacı bozulduğundan ve buna bağlı olarak beden
yapısı fazlasıyla değişime uğradığından dolayı kendisine acı veren birçok
durumu his- sedemez. Müşâhede edilen tüm bu durumlar sâlikin zâhirî durumunun
sonuçlandır; zâhirî halleri iyi ise iyi, kötü ise kötüdür (Dervişin işi neyse
düşü de o olur).
Suretin müşâhedesi bazen uyanıkken bazen de uykuda olur. Tıpkı rüyanın
karmaşık ve başka türlere bölündüğü gibi, aynı şekilde uyanıkken görülenlerde
bizâtihi salt olgusal gerçek şeyler ve sırf hayali, gerçekliği olmayan şeytanî
durumlar diye ikiye ayrılır. Bazen şeytan, hakiki durumların pek azını göreni
sapıtmak için bu hayalî şeytanî şeyleri karıştırır. Bu yüzden sâlik, kendisine
yol gösterecek ve kendisini tehlikelerden koruyacak bir mürşide ihtiyaç duyar.
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Birincisi, dış olgu ve olaylarla ilgili olur veya olmaz.
Eğer bu, olgu ve olaylarla ilgili ise; müşâhede ettiği gibi vuku bulduğu sırada
veya vuku bulmamaları durumunda tabir yoluyla salt gerçek durumlarla sırf
hayalî olan şeyler arasında bir ayırt etme gerçekleşir. Hakikatin, aslî
sürerinden sıyrılması, içinde bulunduğu zâhirî suretlerle hakîkat arasındaki
ilişkiye ait bir husustur. Hakikatlerin sürerlerde zuhûru için görenin
hallerine dayanan birtakım sebepler vardır. Bunların ayrıntılı bir biçimde
açıklanması sözü uzatır. Durum böyle olmadığında, salt hakikatlerle sırf hayalî
durumlar arasında ayrım yapmanın ölçüleri vardır; bunları mükâşefelerine göre sadece zevk ve şûhud erbâbı
bilir. Tıpkı hâkimlerin, doğru ile 12 yanlışı birbirinden ayırmak için mantık
denen bir ölçüsü olduğu gibi. Bu ölçülerden bir kısmı genel ölçüdür. Bu genel
ölçü Kuran ve Hadis’tir, bunlardan her biri selâm üzerine olsun Muhammedi tam
keşiften kaynaklanır; bu ölçülerden bir kısmı ise özel olan ölçülerdir; bu
özel ölçü hakim ismi ve sâlike egemen olan (İlâhî) sıfattan ona akan her bir
halle ilgilidir. (Dâvûd el-Kayserî, Mukad- demât: Fusûsu’l-Hikem’e Giriş,
İstanbul 2011 s. 81-82)
122
Kayseri Fusûs Şerhinin mukaddimesinde bu konuda
şu bilgileri verir:
Bilinmelidir ki, dünyevî varoluştan ayrıldıktan sonra
içinde ruhların bulunacağı berzah, mücerret ruhlar ve cisimler arasındaki berzahtan
başkadır. Zira vücûdun iniş ve yükselişi devridir. Dünyevî varoluştan önceki
mertebeler iniş (tenezzül) mertebeleridir; bu öncedir ve dünyevî oluştan
sonrakiler ise çıkış (uruc) mertebeleridir ve bu sonradır. Sonuncu berzahta
ruhlara ilişen sürerler, ilk ber- zahtakilerden farklı olarak, işlerin ve
dünyevî neşette daha önce geçen fiillerin sonuçlarının suretlerinden ibarettir.
Bunlardan hiçbiri diğerinin aynısı olmaz. Ancak bu ikisi, âlemin sürerlerinin
misâlini aldıklarından maddesiz, rûhânî ve cevheri bir âlem olmaları konusunda
müşterektirler. Şeyh bu hususu Fütûhât'ın 321. bâbında şu şekilde
açıklamıştır:
“Bu berzah ilkinden başkadır. Birincisine imkânı gayb,
İkincisine de muhâli gayb denir. Çünkü birincisinde olanın görülür âlemde
ortaya çıkma imkânına karşın, İkincisinde olanların öte dünya dışında bu
dünyada zuhuru imkânsızdır. Birincisinin aksine muhâli gaybda bulunanları
mükâşefe eden çok az insan var. Bundan dolayı bizim yolumuzda olanlardan çok
sayıda müşâhid vardır ki, bunlar ilk berzahı müşâhede ederler ve dünyevî âlemde
gerçekleşecek olan olayları bilirler; ancak ölülerin ahvâlini keşfedemezler.
En iyisini Allah bilir ve her şeyden yalnız o haberdardır.” (Dâvûd el-Kayserî, Mukaddemât,
s. 85-86)
123
Havâtır, Arapça “aklına gelmek, hatırlamak, içine
doğmak” gibi anlamlara gelen hutûr kökünden türeyen hâtır kelimesinin çoğulu
olup insanın iradesi dışında zihnine ve kalbine gelen iyi veya kötü duygu ve
düşünceleri ifade eder. Kuran ve hadis kaynaklarında doğrudan havâtır kelimesi
geçmemekle beraber bu mânâyı ifade
124
eden ilhâm, vesvese, nefh gibi kelimeler
kullanılmıştır. Havâtır kelimesine kelâm ve Islâm felsefesi kaynaklarında da
rastlanır. Ancak kalp âleminin sırlarıyla ilgilenen sûfîler bu kavramı
kelâmcı- lardan ve filozoflardan daha çok işlemişlerdir. Havâtır kelimesi
tasavvuf literatüründe kalbe doğan şeylerin sebep olduğu gelip geçici duygu ve
düşünceler için kullanılır. Bu duygu ve düşünceler iyi de kötü de olabilirler.
Bunların iyi ve kötü olmalarına bakılarak bir tasnife tâbi tutulmuşlardır.
Buna göre en genel anlamda dört tür havâtır vardır:
1.
Rabbânî veya İlâhî havâtır: Bu tür havâtır kalpte
varlığını kuvvetli bir şekilde hissettirir. Bunlar insanı tamamen Allah’a
yönelmeye ve dünyevî tatlardan uzaklaşmaya çağırır.
2.
Melekî havâtır: Melekler tarafından insanın kalbine
telkin edilen düşüncelerdir. Bunlar genellikle Allah a itaat etmeye ve
başkalarına iyilik yapmaya çağırır. Bu İki havâtır çeşidi Rah- mânî havâtır
diye de adlandırılır.
3.
Şeytânî havâtır: Bu havâtır insanı her ne şekilde
olursa olsun kötülüğe yöneltmeye ve gerçeğe aykırı davranmaya yönelten
düşüncedir. Kaynağı şeytan ve onun işbirlikçileri olan varlıklardır. Şeriatın
lisanında buna vesvese adı verilmiştir. Kur’ân’ın bildirdiğine göre insanlardan
ve cinlerden müteşekkil olan şeytanlar insanların sadrına vesvese verirler.
4.
Nefsânî havâtır: insanı beşerî duygulara ve isteklere
uymaya çağıran düşüncelerdir. Bunlara “Havâcis” (tekili hâcis) adı da verilir.
TASAVVUF İLMİNE GİRİŞ
Sûfîler bu havâtır çeşitlerinden başka aklî, rûhî,
yakînî, kalbî havâtır türlerinden bahsetmişlerse de bunlar yaygınlık
kazanmamıştır. Havâtırın iradesiz olarak sâlikin kalbine doğması ve gelip
geçici olması onun en önemli özelliğidir. Sûfîlere göre havâtır kişinin iç
âleminde işittiği bir ses şeklinde ortaya çıkar. Bu sesin hangi tür havâtır
olduğunu bilmek çok önemlidir. Bu nedenle sûfîler haram ve helâle dikkat
etmeyen bir kimsenin, kendisine gelen hâtı- rın şeytanî mi, Rahmânî mi olduğunu
ayırt edemeyeceğini söylerler. Havâtır konusunda dikkat edilmesi gereken bir
diğer husus da kalbe
gelen ilk düşünceye uyulması konusudur. Sûfîler bu konuda 13
farklı görüşler ve fikirler öne sürmüşlerdir. Kimi kalbe gelen ilk
düşünceye uyulması gerektiği görüşünü savunurken kimi de ilk düşünceye değil
ikinci düşünceye uyulması gerektiğini savunmuştur. Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî
kalbe gelen ilk düşüncenin dışındaki ikinci, üçüncü ve daha sonraki
düşüncelere güvenilmeyeceğim kabul etmektedir. Dolayısıyla şeyhimiz ilk düşünceyle
amel etmeyi savunanlardandır diyebiliriz. Ona göre hatır Allah’tan gelen;
teker teker bütün varlık mertebelerine uğradıktan ve buralarda çeşitli renkler
aldıktan sonra yeryüzüne inen ve insanların kalplerinde tecellî eden bir ilâhı
emirdir. Her kalp bu emri kendi kapasitesine göre kabul eder. İnsanın günah,
sevap veya mubah gibi fillerinin kaynağı havâtırdır. Şer’î hükümler ile havâtır
arasında sıkı bir irtibat vardır. Kişiye gelen hatır ona bir farzın yapılmasını
emrediyorsa o emri yerine getirmek farz, yapılması yasak olan bir şeyi yapmayı
emrediyorsa o emre uymak haramdır. Mubahlarla ilgili hâvatırda ise nefse en
ağır gelenler tercih edilmelidir.
İKİNCİ MAKSAT
ASILLARIN ASLINA
ULAŞMA YOLU
Peygamberlik
B
il ki,
mahlûkâtın Allah Teâlâ’ya ulaşması ancak peygamberlere ve velîlere tâbî
olmakla mümkündür. Çünkü akıl Allah’a tam anlamıyla götürmez.124
Kalp akılla tatmin olmaz ve akıl, sahibinden şüpheyi gidermez.
Mümkün varlıklara bakıp onlardan onları var edene -ki, O Hakk’tır- akıl
yürütme dışında Hakk’ı tanımaya akıl için bir yol yoktur.125
Ayrıca akıl, Hakk’ın tekliğini, zorunluluğunu, bilgisini ve kudretini
kavrayabilir. Bununla beraber Hakkın teşbîhî sıfatlarından ancak bu kadarını
ve tenzihi olanlardan da cisim olmama, zamana ve mekâna bağlı bulunmama ve benzerleri
gibi sıfatlarını bilebilir. Bu tür bir istidlal ancak perde arkasından yapılmış
istidlâldir. Bu tür istidlal yöntemiyle çıkarım yapan kişi ise kendisi evde
olduğu ve şahsı görmediği halde güneşte ayakta duran şahsın gölgesini gören
kişi gibidir. Bu kişi kesin olarak bilir ki, dışarıda ayakta duran biri var.
Ancak bu dışarıdaki adamın kim olduğunu bilemez. Kendisini göremediği için
dışarıda duran o adamın şekli nedir, görünüşü nasıldır ve evsafı nelerdir
bunları bilemez. Bu adam, bir şeye dokunan bir kör gibidir. Bu kör, dokunma
organıyla dokunulan şeyin bazı özelliklerini idrak eder. Ne var ki, dokunduğu
o şeyi göremez, o şeyin gerçekte ne olduğunu ve bütün sıfatlarını bilemez.
Akılcılar o kimseler gibidirler ki, Allah Teâlâ onlar hakkında “Onlara
uzaktan seslenilir" (Fussilet, 44) buyurdu. Çünkü onlar Hakkı
kendilerinden uzak kıldılar ve Onu bütün mümkünlerin dışında mâsivânın
tamamından farklılaşmış müşahhas tek bir fert kabul ettiler. Mümkün varlıklar
Ondan çıkmışlardır. Bununla beraber Hakk, kendisi hakkında kendisinin yakın
olduğunu bildirmektedir: “Kullarım Senden Beni sorduklarında bilinmiş olsun
ki, Ben yakınım” (Bakara, 186), “Biz ona şah damarından daha yakınız”
(Kâf, 16) ve “Biz ona sizden daha yakınız ancak siz görmezsiniz”
(Vâkı’a, 85) âyetleri buna işarettir. Yine ayrıca “O evvel, âhir, zâhir ve
bâtındır” (Hadîd, 3) buyurmaktadır.
Allah bu haberlerde kendisini zâhir ve bâtın olan her şeyin aynı
kılmıştır. O da kendi zâtını başkasından daha iyi bilir. Hakk’ın sözü doğrudur
ve ona inanmak zorunludur. Buradaki yakınlık iki cisim arasındaki yakınlıktan
farklı olsa da onun bir anlamı vardır. Ancak bu anlam bir hakikatle ondan
taayyün eden fertlerin arasındaki yakınlık gibidir. Bu mânânın sırrı Allah’ın “Nerede
olursanız olun Allah sizinle birliktedir” (Hadîd, 4) ve “Nereyeyönelirseniz
Allah’ın vechi oradadır” (Bakara, 115) âyetlerinin sırrı kendisine keşfolan
kimseye zâhir olur.
Allah a yöneliş ya Allah’ın kendi zâtından, isimlerinden ve sıfatlarından
haber vermesiyle veya kulları için tecellî etmesi ve kendisini onlara
göstermesi iledir. Hakk her vârid olan şey için şerîat olmaktan veya ancak
birden sonra birin kendisini bilmesinden yücedir. Onlar peygamberler ve
velîlerdir. Salât ve selâm onların üzerine olsun! Onlar ki, vücûd ve şuhûd
ehlinin özünün özüdürler. Bu nedenle Hakk’ın talebi için onlara uyulması ve
onlarla yol bulunması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ “De ki, 'Şayet Allah’ı
seviyorsanız Bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın”
(Âl-i Im- rân, 31) buyurmaktadır. Peygamberlere ve velîlere (a.s) itaat ettiği
kadar kendisine İlâhî nurlar ve rabbânî sırlar açılır.
Nübüvvet kelimesi sözlükte haber anlamına gelen nebe’ kelimesinden
alınmıştır. Istılâhta ise kullara yol göstermek ve onları uygun yola sevk etmek
amacıyla Allah’tan haber vermek demektir. Nübüvvetin genel ve özel olmak üzere
iki türü vardır. Genel nübüvvet ile risâlet ve şeriatla ilgisi olmayan bir
şeyi kastediyoruz. Nübüvvetin genelliği dolayısıyla peygamberler genel diye
adlandırılmışlardır. Özel nübüvvet ile kastımız ise böyle değildir. İlki Hz.
Mûsâ’nın şeriatına tâbî peygamberlerin (a.s) durumudur. Çünkü Hz. Mûsâ (a.s)
risâlet ve şeriatla gönderilmişti. Hz. Hârûn ve Hz. Yûşâ126 (a.s)
gibi kendi zamanının diğer peygamberleri ise Hakk’tan ve Onun sırlarından haber
verdikleri, Onun gaybının nurlarını bildirdikleri ve istidatlarına ve zamanlarının
iktizâsına göre Onun kullarına mürşidlik yaptıkları halde, Mûsâ’nın emri
altındaydılar ve şeriatının hükmüne boyun eğmekteydiler.
İkincisi risâlet, şeriat ve İlâhî kitaplarla ortaya çıkan ulu’l- azm
resûller127 (a.s) gibidir. Nübüvvet çevresinde yer alan bütün
noktaları şâmil bir dairedir. Onda yer alan her nokta da ayrıca başlı başına
bir dairenin merkezini teşkil eder. Nebi resûllerin hâtemi olan Muhammed
(s.a.a), Adem su ve balçık arasındayken peygamber olmasından dolayı bu
dairenin tamamının sahibidir. Onun dışındaki diğer peygamberler (a.s) dairenin
çevresindeki noktalar gibidirler.
Nübüvvet ilâhı bir bağıştır ve çalışarak elde etme durumunun onda hiçbir
dahli yoktur. Bu durumda nebî halkın ir- şâdı ve hidâyeti için Allah tarafından
gönderilen ve Onun zâtından, sıfatlarından, fiillerinden ve mahşer günü, sevap
ve cezâ gibi âhiret hükümlerinden haber veren kimsedir.
Nübüvvetin bâtını da vardır ve bu velâyettir. Nebî, velâyet ve
nübüvvetteki mertebesinin kemâli kendisiyle olan mânâları Allah’tan veya
melekten velâyeti ile alır. Aracıyla veya doğrudan Allah’tan aldığı şeyleri de
nübüvvetle kullara tebliğ eder ve onlara onu söyler. Bu ise ancak şeriatla
mümkündür. Bu da peygamberin kitap ve sünnetten getirdiği şeylerin tamamından
ibarettir. İçtihat yoluyla kitap ve sünnetten çıkarılan fıkhî hükümler veya
âlimlerin icmaının üzerinde ittifak ettiği şeyler bu ikisinden dallanmışım
Hz. Peygamberin “Kur’ânın bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi ve bir de
matlaı vardır”, “Kur’ân’ın bir bâtını vardır. O bâtının da yedi bâtına dek
bâtınları vardır” veya “Yetmiş bâtına dek bâtınları vardır” sözlerinde işaret
ettiği gibi kitabın (Kuran) zâhiri, bâtını, haddi ve matlaı vardır. Onun
zâhiri zihnin kendisine ulaşmasıyla lafızdan anlaşılan şeydir. Bâtını,
lafızdan anlaşılan şeyin zorunlu mefhumlarıdır. Haddi, akılların ve
anlayışların sonunun kendisinde nihayet bulduğu şeydir. Matlaı ise kitaptan
İlâhî sırlar ve rab- bânî işaretlerden keşf ve müşâhede yolu üzere idrak olunan
şeylerdir.
Kur’ân’ın zâhiri olan ilk anlam avam ve seçkinlerin ikisine de aittir.
Zorunlu olarak bundan anlaşılan mânâ seçkinlere aittir ve bunda avamın hiçbir
payı yoktur. Had bu seçkinlerin kâmillerine aittir. Matla ise evliyâullahın
büyükleri gibi seçkinlerin seçkini olanların da seçkinlerine aittir.
Kudsî hadislerde ve nebevi kelimelerdeki taksim bu şekildedir. Çünkü
avam, seçkinler ve seçkinlerin seçkinlerinin hepsi için bunlarda Rahmânî
haberler ve İlâhî işaretler vardır. Şeriatın da zâhir ve bâtını vardır.
Şeriatın zâhir ve bâtınında âlimlerin mertebeleri çok ve farklıdır. Bu
âlimlerin içinde faziletli olan ve daha faziletli olan ve âlim olan ve daha âlim
olan vardır. Peygamberine olan nisbeti daha tam ve onun ruhuna yakınlığı daha
güçlü olanın peygamberinin şeriatının zahirine ve bâtınına dair bilgisi daha
yetkindir. Bu âlimler içerisinde zâhir ve bâtını âlim olan kimse peygamberine
olan yakınlığını son haddinde olması, Rabbi ve Onun hükümleri hakkındaki
bilgisinin gücü, eşyanın hakikatlerini keşfi ve onları müşâhede etmesi
nedeniyle tâbi olunmaya daha lâyıktırlar. Ondan sonra mertebe olarak kendisinden
daha aşağı olan kimse, ondan da sonra yalnızca zâhir âlimi olana değin olan
kimseler tâbi olunmaya lâyıktırlar.
Zâhir âlimlerinin de kendi içlerinde mertebeleri vardır. Çünkü usûl ve
fürû‘ âlimi olan kimse tâbi olunmaya bunlardan yalnızca birinin âlimi olandan
daha lâyıktır. Usûl ilmi ile kastımız kitap ve sünnet ile bu ikisinin Allah,
kitapları, sahifeleri ve âhiret günü hakkında delâlet ettiği şey ve İlâhî
hakîkatlerin hükümlerinden Rahmânî tecellî ve İlâhî nur ile aydınlanmış aklın
gerektirdiği şeydir. Usûl ilminden kelâm ilminin kendisinde ihtilaf bulunan
meselelerini kastetmiyoruz. Dînin sübûtu ve usûlündeki ihtilaflar neredeyse
kıyâmete dek kalkmaz. Bu görüşü dillendirenler ise akıllarıyla beraber yokluğun
gizliliğindedirler.
Fürû‘ ile kastımız ise kelâmî meselelerin, fıkıh usûlünün ve kitap ve sünnetten
çıkarılan fıkhî hükümlerin kendisinden çıkarıldığı şeylerdir.
Zahir ve bâtından her biri için halîfeler vardır. Bunların tamamı hem
zahiri ve hem de bâtını bilen ve bunların hepsinin en yetkini olan halîfenin
hükmü altındadırlar.
O halde irşad olmayı isteyen kimsenin ibâdet ve tâatler konusunda zâhir
ulemâsına tâbî olması ve şeriatın zâhirinin bilgisine bağlı kalması zorunludur.
Çünkü bu bilgi hakikat ilminin sürerinden başka bir şey değildir. Ayrıca
kendisine gayb ve melekût kapılarının açılması için seyr u sülûkta ev- liyâya
tâbî olması da gerekir.
Kendisine bâtının ve işâret lisanının zâhirden ilk anlaşılan şeye ait
zorunlu mefhumları keşfolunduğunda ve açıldığında eğer ikisini cem etmesi
mümkünse zâhir ve bâtın bilgisinin her ikisinin muktezâsıyla da amel etmek
zorundadır. Eğer bu ikisini cem etmesi mümkün değilse, kendisi hâl ve vâridin
etkisi altında kalmaya da devam etmiyorsa bu durumda ilme tâbî olması gerekir.
Eğer şer’î mükelleflik durumundan çıkmış bir şekilde etki altındaysa meczup
hükmünde olması dolayısıyla bu durumda onun bilgisi hâlinin gerektirdiği
şeydir. Kemâle erdiren kâmillerin durumu bu şekildedir. Çünkü onlar zâhirde Hz.
Peygam- ber’in (s.a.a) zâhirinin halîfelerine tâbîdirler. Bu halîfeler ise
müçtehit âlimlerdir.
Bâtına gelince, bu müçtehitler Kuran ve hadisten ilk anlaşılanın
zâhiriyle hükmettikleri için kâmillerin bâtında onlara tâbî olmaları gerekmez.
Çünkü onlar bunu diğer mefhumlarla birlikte bilmektedirler. Şu bir gerçektir
ki, daha bilgili olan kişi kendisinden aşağı olan bir kimseye uymaz. Bilakis
daha çok bilenin işi hakikati üzere görmesinden dolayı durum bunun aksidir. Bu
nedenle Hz. Mehdinin ehl-i zâhir arasındaki görüş ayrılıklarını kaldırması ve
bir meseledeki farklı hükümleri tek bir hüküm yapması gerekir. Bu tek hüküm
Allah’ın ilmindeki şeydir. O zaman, Hz. Pey- gamber’in döneminde olduğu gibi
işi Allah’ın ilminde bulunduğu hâl üzere müşahede etmesinden ve bedeni ve kalbindeki
iki gözünden de perdelerin kalkmasından dolayı mezhepleri tek bir mezhep durumuna
getirir.
Dolayısıyla zâhir ulemâsı, Hz. Muhammed Mustafâ’ya ait fetih ve nebevi
açık keşfe uygun olan sahih keşfin gerektirdiği şeylere muhâlif bir hususta
ittifak etseler bu ittifakları kâmiller için bir delil değildir. Şayet keşf ve
müşâhede sahibi biri durumu bu şekilde olmayanların icmasına muhalefet
ettiğinde, bunu Hz. Peygamberin (s.a.a) bâtınından almış olması nedeniyle bu
muhalefetinde ayıplanmaz ve şeriatın dışına çıkmış da sayılmaz.
İmdi, Hakk yoluna sülük etmeyi isteyen kimsenin Allah’a, kitaplarına,
peygamberlerine, âhiret gününe, cennet ve cehenneme, hesap vermeye, sevap ve
cezâya ve bu âriflerin haber verdikleri şeylerin hepsine inanması gerekir.
Çünkü bunlar gerçek doğrudur. Asla kendilerinde şek ve şüphe yoktur. Ayrıca
işin aslı kendisine açılması ve emirler ve yasaklardan her birindeki saklı sır
kendisine görünmesi için taklit yoluyla, onların emrettiği şeylerin gereğiyle
amel etmeli, yasakladıkları şeyi de terk etmelidir. Böyle olduğunda ise
emirleri yerine getirmesi ve yasakları terk etmesi körü körüne taklit
ve îmandan dolayı değil bilgi ve gerekçelendirilmiş kesin inançtan hatta
müşâhede ve gözle görmekten dolayı olur.
Böylelikle bunlardan daha yüksek durumları anlar, Hz. Peygamberin ibâdet
ettiği gibi ibâdeti çoğalır. Nitekim Hz. Peygamber ayakları şişene dek geceleri
kıyâmda dururdu. Kendisine “Allah Senin geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlamıştır”
denildiğinde ise “Şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap verirdi. Allah
bizleri şükredenlerden kılsın ve bizi zikredenlerin arasında haşretsin!
B
il ki, velilik [velayet] velî kelimesinden alınmıştır. O da yakınlık
demektir. Bundan dolayı sevgili, kendisini sevene yakın olduğu için velî diye
adlandırılır. Veliliğin tasavvuf ıstılahındaki anlamı ise Hakk a yakınlık
demektir.
Bu da genel ve özel velîlik olmak üzere iki kısımdır. Genel velilik,
Allah a inanıp sâlih amel işleyen herkese hâsıl olur. Nitekim Allah Teâlâ “Allah,
inananların velîsidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır” (Bakara,
257) buyurmaktadır. Özel velîlik ise zat, sıfatlar ve fiiller bakımından
Allah’ta fâni olmaktır. Şu durumda velî, Allah’ta fânî, Onunla kâim, Onun
isimleri ve sıfatlarıyla zâhir olan kimsedir.
Velîlik hem İlâhî bağış yoluyla hem de çalışarak elde edilebilir. İlâhî
bağış yoluyla elde edilen velîlik mücâhededen önce Hazret-i Rahmâniyye’ye
cezbolunma ile hâsıl olan veliliktir. Çalışarak elde edilen velîlik ise
mücâhededen sonra Hazret-i Rahmâniyye’ye cezbolunmakla elde edilen veliliktir.
Cezbesi mücâhedesini önceleyen kimse meczup diye adlandırılır. Çünkü
Hakk Teâlâ onu kendine çekmiştir. Mücâ- hedesi cezbesini önceleyen kimse ise
evvelâ Hakk Teâlâ’ya yakınlaşmaya çabaladığı ve daha sonra da kendisine cezbe
hâsıl olduğu için muhib diye adlandırılır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a)
Allah’ın şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Kul Ben onu sevene dek nafilelerle
Bana yakınlaşmak için çabalar. .Bu durumda olan kimsenin cezbesi
yakınlaşma çabasından doğan muhabbetine bağlıdır. Her ne kadar aynı şekilde bu
yakınlaşma çabası da Hakk ın, kulu bâtın yolundan kendisine cezbetmesinden ve
kulun ezelî istîdâdı ile kendi hazretine davet etmesinden kaynaklansa da,
çalışarak elde edilen velilik (kesbî) diye adlandırılmıştır. Çünkü şayet
Hakk’ın cezbesi ve daveti olmasaydı kimseye nefsinin bazlarından taşra çıkmak
mümkün olmazdı.
Mahbub olanlar yetkinlik bakımından muhib olanlardan daha tamdırlar.
Kutupluk mertebesine128 ancak ilk gruptakiler ulaşabilir. Onların
mertebeleri vardır:
Birinci mertebe kutupluk mertebesidir. Bu ise ancak ve ancak birinden
sonra diğeri gelmek sûretiyle gerçekleşir. Aynı zamanda kutup, hâllerinde
mahlûkâtın yardımcısı olması nedeniyle gavs diye de adlandırılır.
Kutupluk mertebesinden sonra iki imamın mertebesi gelir. Bunlar sultanın
iki veziri gibidirler. Bunlardan biri olan sağ taraftaki imam, kutbun izni ile
melekût ve gayb âleminde tasarruflarda bulunur. Sol taraftaki imam ise mülk ve
şahâ- det âleminde tasarrufta bulunur.
Kutup âhirete irtihâl ettiğinde makamına, ancak seyri sağ taraftaki
imamdan daha tam olması nedeniyle sol taraftaki imam geçebilir. Çünkü seyrde
melekût âleminden mülk âlemine inişi daha sonradır. Sol taraftaki imam ise
mülk âlemine inmiş ve böylece seyr ve varlık dairesi tamamlanmıştır.
Daha sonra sahabenin büyüklerinden (r.a) dördü gibi olan dördüncü mertebe
gelir. Daha sonra yedi iklimin koruyucusu olan yedi bedelin mertebesi gelir.
Bunların her biri kendilerine tahsis edilen iklimin kutbudurlar. Daha sonra
müjdelenmiş on velînin mertebesi gelir. Daha sonra on ikiler mertebesi gelir.
Bunlar on iki burcun ve bu burçlara bağlı olan ve bu burçların gerektirdiği
âlemdeki hâdiselerin efendileridirler. Daha sonra yirmiler mertebesi gelir.
Onun peşinden kırklar mertebesi gelir. Ondan sonra ise üç yüz altmışa dek
esmâ-i hüsnânın mazharları olan doksan dokuzlar gelir.
Bunlar her zamanda bedellik yolu üzere âlemde kâimdirler. Kıyâmete dek
sayıları artmaz ve de eksilmez. Bunların dışındaki velîlerin sayısı İlâhî
tecellînin zuhûru ve gizlenmesi hasebiyle artar ve eksilir.
Bunlardan sonra ise kıyâmete dek her zamandaki zâhidler, âbidler ve kâmil
müminlerin sâlihlerinin mertebeleri gelir.
Bu zikredilenlerin hepsi kutbun hükmü altındadırlar. Mertebeleri
halîfelik hariç, kutbun mertebesine denk olan kâmil velîlerin efrad diye
adlandırılanları ise onun hükmünün dışındadırlar. Çünkü onlar kutbun hükmü
altında olanların hilafına mânâlar ve İlâhî sırlardan onların alamadıklarını
Allah’tan alırlar. Kutbun hükmü altındakiler ise her şeyi kutuptan alırlar.
Allah bizleri şeytanın üzerlerinde hiçbir gücünün olmadığı kullardan ve irfan
makamının zirvesine ulaşanlardan eylesin! Allah, efendimiz Muhammed ve Onun
âline salât eylesin!
Veliliği Kazanma Yolu
A
llah Teâlâ şöyle buyurur: “Bizim uğrumuzda çaba sar- fedenleri
kesinlikle yollarımıza ileteceğiz” (Ankebût, 69).
Bunun anlamı “Kesinlikle onlara bize ulaşma yolunu açıklayacağız”
demektir.
Bil ki, insanın üç külli makamı vardır. Bunlardan her biri pek çok
zulmânî ve nûrânî perdeyi şâmildir. İnsanın ezelî ve ebedî olarak beraber
bulunduğu ve asla kendisinden kopmadığı, ancak onun dışındakilerle meşgul
olması nedeniyle kendisinden uzaklaştığı ve perdelendiği hakikate ulaşması için
bu perdelerin kaldırılması gerekir. İnsanın külli makamları nefs, kalp ve ruh
makamlarından başka bir şey değildir.
Denildiğine göre kul ile Rab arasında bin makam vardır. Sâlikin129
bu makamları katetmesi gerekir. Bunların tamamı, bu üç makamın dallarıdır.
Doğanların ilki nefs makamında doğandır. Çünkü o, sair canlılar gibi bir
canlıdır. Başka bir şey değil ancak yeme ve içmeyi bilir. Daha sonra yetkinlik
sıfatlarından uzak kalmak ve perdelenmenin sonucu olan sıfatlardan hırs,
haset, cimrilik gibi nefsin geri kalan sıfatları öfke ve arzu güçlerinden
tedricî olarak insan için zuhur eder.
Böyle bir durumda insan, çeşitli iradeler hasebiyle kendisinden muhtelif
fiiller ortaya çıkan iki ayağı üzerinde duran bir hayvandır. Bundan dolayı
insan Hakk Teâlâ’yı ve kendi hakikatini örten karanlık perdeler içindedir. Daha
sonra gaflet uykusundan uyandığı ve bu hayvânî lezzetlerin ötesinde başka
lezzetlerin de olduğu, bu mertebelerin üzerinde başka yetkin mertebelerin
bulunduğu konusunda mütenebbih olduğunda şer’î yasaklarla uğraşmasından dolayı
tevbe eder ve kendisine teveccüh ederek Allah a yönelir.
Böylece âhirete ait yetkinliklerin tâlibi olarak fuzûlî dünya işlerini
terk etmeye koyulur. Tam bir azimle azmeder. Nefsinin makamından Allah Teâlâ
ya sülûka yönelir. Bulunduğu yerden hicret ederek gurbete düşer.
Yolcuya kendisiyle yoldaşlık yapacak bir yoldaş, onu yoluna kılavuzlayacak
bir delil gerektir. Bu yüzden bu yönelişin ve yolun bilgisine sahip olan kişi
ile dostluk kurar. O da şeyhtir. Sonra bu konuda şeyhe bağlanmadığı sürece
kendisine hiçbir şey açılmaz, şeyhin dostluğundan [sohbet] da faydalanamaz. Bu
yüzden müridin hayırla şeyhe bağlanması zorunludur. Zira şeyhin dostluğu helâl
edici şeylerden kurtuluştur. Çünkü şeyh, müridin kendisine doğru seyrettiği
yolların âlimidir. Bu durum “irâde”130 diye adlandırılır. Mürîd
İrâde ile tahakkuk ettiğinde, maksudunu elde etmesinin mümkün olması için
şeyhin söyledikleriyle amel etmesi gerekir. Öyle ki, bu konuda “Şeyh elinde
müridin, yıkayıcı elindeki ölü gibi olması gerekir” denilmiştir. Mürid yola
girdiğinde, dünya malı ve dünyadaki maişet hâllerinden kendisini maksudundan
alıkoyan her şeyi gözünde değersiz kılmalıdır. Kalbine düşen ve kendisini
Hakk’ın dışındakilere meylettiren her düşünceden de sakınmalıdır. Böylece
mürid vera131, takvâ132 ve zühd133 ile
vasıflanır.
Sonra mürid, söz ve davranışlarında sürekli olarak nefsini hesaba çeker
ve emrettiği şeylerde velev ki, emrettiği şey ibâdet bile olsa nefsini suçlar.
Çünkü nefs, kendi şehvet ve zevkleri üzere yaratılmıştır. Bundan dolayı onun
müdahalelerine güvenmemek gerekir. Çünkü bunlar şeytanlığın mazharlarıdırlar.
Bundan kurtulduğu, vaktini saflaştırdığı ve sevgilinin yolunda bulduğu şeyle
zevklenmekle yaşantısını güzelleştirdiğinde bâtını nurlanır. Bundan dolayı
gayb nurlarının pırıltıları kendisine görünür. Melekûtun kapıları kendisine
açılır. Melekût kapısından peş peşe lâyihalar parlar. Böylelikle misâli
sürerler içerisinde gaybî durumları müşâhede eder.
Bunlardan bir şeyler tattığında uzlete, halvete, zikre, abdest ve tam bir
temizlik üzere tertibe, ibâdete, murakabe ve muhasebeye yönelir; duyusal
meşguliyetlerden yüz çevirip kalbini onların sevgisinden boşaltır. Bâtınını
tamamıyle Hakk a yöneltir. Böylelikle kendisine vecd, sekr, vicdan, şevk, zevk,
heymân ve aşk hâlleri zâhir olur. Aşk müridi tekrar tekrar mahv hâline sokar.
Böylece onu nefsinden fâni kılar. Sonuçta mürid kalbi mânâları, sırrî
hakikatleri ve rûhî nurları müşâhede eder.
Böylelikle müşâhede, muayene ve mükâşefede tahakkuk eder. İlâhî sırlar ve
ledünnî bilgiler üzerine akar. Hakikatin nurları kendisine bir görünür bir
gizlenir. Sonunda yerleşir ve telvinden kurtulur; üzerine rûhî sekînet iner.
Bu hâllerin kendisine vârid olması meleke durumuna gelir. Böylece ceberût
âlemine girer ve maddeden soyut akılları, kâhır nurları ve İlâhî işlerin külli
idarecileri olan mukarreb melekleri, Allah’ın cemâlinde heymân üzere kalmış
olan ker- rûbîleri müşâhede eder; onların nurları ile tahakkuk eder.
Nihayet kendisine ahadiyyet sultanının nurları ve İlâhî azamet ve
kibriyânın parıltıları zâhir olur. Böylelikle müridi paramparça eder ve onun
katında yalnızca kendi eniyyetinin dağlarını bırakır. Mürid de Ona secde kılar.
Müridin taayyünü zâti taayyünde silinir gider. Sonra mürid kendi hakikatini
İlâhî varlığın hakikatinde bulur. Bu makam cem ve tefrid, ittihad ve tevhid
mertebesidir. Bu makamda ağyar müridin nazarında silinir. Hakk’ın nuruyla
perdeler ve örtüler yanar. Akabinde Hakk Teâlâ, müride “Bugün mülk kimin”
(Mü min, 16) diye seslenir. Daha sonra kendi kendine “Bir ve Kahhâr olan
Allah indir” (Mü min, 16) cevabını verir.
İşte bu kâmil sâliklerin dört seferinin ilkidir. Allah bizi ve sizi
kurtuluşa eren ve kendisine vâsıl olanlardan eylesin!
Bölüm Dipnottan
125
Aklın Tanrı hakkında ulaştığı bilgi yalnızca tenzih
içerdiği ve Onu yalnız selbî sıfatlarla tanıttığından akıl üzerinden teoloji
kurmak deizme kapı aralayacaktır. Çünkü aklın ulaştığı Tanrı âlemle hiçbir
bakımdan irtibatı bulunmayan, sıfatları olmayan âtıl bir tanrıdır. Vahiy ise
îlâh ile âlem arasında sürekli bir ilişkiyi bize haber vermektedir. Onun
sıfatlarını bize tanıtmaktadır. Bu yüzden vahiy akıl ile hayal arasındaki
tenzih-teşbih gerilimini ikisini birleştirerek çözmektedir. Buna göre İlâh hem
münezzeh hem de mü- şebbehtir. Yani hem âlemlerden müstağni dolayısıyla aşkın,
hem de sıfatları nedeniyle sürekli âlemle irtibat halinde olması yüzünden
içkindir.
126
Sûfiler aklın metafizik bilgi konusunda sınırları
olduğu görüşündedirler. Bu nedenle insan Tanrının varlığına eserden müessire
doğru kurulmuş akıl yürütmelerle ulaşsa bile bu ulaştığı şeyin vasıfları
konusunda bilgi sahibi olamayacak ve Onu tanıyamaya- caktır. Bu nedenle Tanrı
kendisinin bilinmesi ve tanınması için vahiy ve peygamberler göndermiştir.
127
Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve ona peygamberlik görevi
sırasında Hz. Hârûn ile beraber yardımcı olmuş olan kişidir. Hz. Mûsâ’nm
Hızır’ı bulmak için çıktığı yolculukta yanında giden delikanlının Hz. Yûşâ
olduğu rivâyet edilir. Hz. Yûşâ Hz. Mûsâ’nın vefatının ardından onun halefi
olmuştur, tsrâil oğlulları onun döneminde ve onun önderliğinde Filistin’i
fethederek buraya yerleştiler. Onunla ilgili İslâmî kaynaklarda çok fazla
rivâyet yer almaz. Bu konudaki bilgilerin çoğu ona izafe olunan ve Kitâb-ı
Mukaddes koleksiyonu içerisinde yer alan kitaplardan birine dayanır. Bu kitap
Yûşâ’nın kitabı olarak bilinir ve Kitâb-ı Mukaddes koleksiyonunda Hz. Mûsâ’nın
beş kitabından sonra gelir. Tarih kaynakları Hz. Yûşâ’nın Filistin’de vefat
edip yine buraya defnedildiğini söylese de İslâm dünyasının başta İstanbul
olmak üzere çeşitli yerlerinde ona izafe edilen makam-kabirler mevcuttur.
128
Arapçada sahiplik anlamına gelen “zû” kelimesinin
çoğulu olan “ulû” kelimesi ile gayret ve azim anlamlarına gelen azm
kelimelerinden oluşan bu ifade peygamberler arasında bazılarının durumunu ifade
etmek için kullanılan bir Kuran terimidir. Allah bazı peygamberlerini diğerlerine
göre daha üstün kılmıştır. Bu üstünlük derecelendirmelerinden biri de
ulu’l-azm bir peygamber olmaktır. Bu peygamberler elçilik görevini ve tebliğ
faaliyetini yerine getirirlerken diğerlerinin katlandıkları sıkıntıdan daha
fazla sıkıntıya katlanmışlar ve buna rağmen görevlerini yerine getirme
konusundaki azimlerinden geri adım atmamışlardır. Islâm âlimleri bu peygamberlerin
Nûh, Ibrâhim, Mûsâ, Isâ ve Muhammed Mustafâ olduğunu Ahkâf Sûresinin 35.
âyetine dayandırırlar. Buna göre ulu’l- azm sıfatının sadece bu peygamberlere
verilmesine sebep, bunların müstakil şeriat sahibi olmaları ve bu şeriatlarını
yayabilmek için her türlü zorluk ve düşmanlıklara göğüs gerip sabretmeleridir.
129
Kutup, sözlükte “değirmenin mili, eksen demiri, eksen,
gökyüzünün kuzey yarım küresinde bulunan yıldız; bir topluluğun yöneticisi”
gibi anlamlara gelir. Tasavvuf ıstılâhında ise “velîler zümresinin başkanı,
dünyanın ve âlemin manevî yöneticisi olduğuna inanılan en büyük velî” demektir.
Kutup kelimesinin çoğulu ak- tâbdır. Kutbun bulunduğu makam da kutbiyyet diye
adlandırılır. Sûftlere göre âlem bir devlet gibidir. Bu devletin de görünür devlette
olduğu gibi idarecileri vardır. Sûftlere göre âlem devletinin hükümdarı
kutuptur. Kutup her devirde bir tek kişi olur. Bu kişi ilm-i İlâhînin
belirlediği sınırlar çerçevesi içerisinde âlemde yetki ve icra sahibidir.
Kutbun bütün mahlûkâtm kalbine uzanan bağları vardır. O, bu bağlar vâsıtasıyla
âlemin ve içindekilerin ihtiyaçlarını giderir, hepsine kabiliyetlerinin
istihkâkını verir. Efrad diye adlandırılan bazı velîler hariç âlemdeki ulvî ve
süfli bütün sorumlular kutbun idaresi altındadır ve bütün âlem fiilen ona boyun
eğmiştir. (bkz.: Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, trc. Ekrem
Demirli, s. 430; Abdürrezzâk Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, trc. Ekrem
Demirli, s. 456; Seyyid Mustafa Râsim Efendi, Istılâhât-ı Insân-ı Kâmil,
s. 897.)
130
Tasavvuf literatüründe sık rastlanan terimlerden olan
sâlik kelimesi Arapça s-l-k kökünden türemiştir. Bu kök, sözlükte bir şeyin
başka bir şeyin içine girmesi, ona nüfuz etmesi ve yola girmek, yol almak gibi
anlamlara gelir. Tasavvuf ıstılâhında ise davranış ve hâl olarak Rabbe yakınlık
mertebelerine yükseliş yolunda yolculuk eden kişi anlamına gelir. Kişi bir
şeyhe bağlandığında belirlenmiş bir metodu izleyerek Allah’a doğru bir yolculuk
yapar. Bu yolculuk o kişinin iç ve dış âlemine yönelik birtakım edimlerde
bulunmasıyla gerçekleşir. Bu yolculuğa seyr u sülük, bu yolculuğu yapana da
sâlik denir. (Ayrıntı için bkz. Abdürrezzâk Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü,
trc. Ekrem Demirli, İstanbul, 2004; Suad el-Hakîm, tb- nul-Arabî Sözlüğü,
trc. Ekrem Demirli, İstanbul, 2005; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Sözlüğü,
İstanbul, 2002; Ethem Cebeci- oğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
İstanbul, 2004.) Sâlik Allah’a doğru giden yolda mertebe ve makamları bilgisi
ile değil hâli ile geçer. Sâlikin bilgisi müşâhede şeklinde gerçekleşir.
Sâlikler dört
gruba ayrılırlar:
1.
Yalnızca sâlik olanlar: Bunlar hiçbir şekilde
cezbeleri olmayan kimselerdir. Sadece bir yola girmişlerdir ve bu yol için gerekli
olan yükümlülükleri cezbesiz bir biçimde yerine getirirler. Bunların daha
sonra cezbe kazanmaları umulur.
2.
Yalnızca meczup olanlar: Bunlar Hakk’tan gelen bir
cezbe ile
bir anda
sülük etmeksizin vuslata ererler. Ancak sülük yollarını bilmediklerinden
dolayı diğer insanlara yol göstermek ve irşad etmek konusunda yetersiz
kalırlar. Ayrıca bunların pek çoğu zât-ı ilâhiyyede fâni oldukları ve o
mertebeden beka mertebesine inemediklerinden dolayı akıl nurları yanmış olur.
Bu nedenle şeriatın gereklerini yerine getiremezler. Bu yüzden de eksik kabul
edilmişlerdir. Bu hâl deliliğe benzer bir durum olmakla beraber bu benzerlik
sadece görüntü benzer- -5
liğidir. Meczupların bir zihin hastalığı olan
delilikle alâkası ü
UJ yoktur. Z
3.
Meczup sâlikler: Bunlar Hakk’tan gelen bir cezbe ile
sülûka
girerler ve bir şeyh eliyle
sülûklarını ikmâl ederler. Bunlar sâ- z> likler içindeki en değerli gruptur.
Çünkü bunlar tâlip değil matlupturlar. Hakk onlara tâlip olmuş ve onları
kendisine cezbetmiştir. 15:
4.
Sâlik meczuplar: Bu gruptaki sâlikler yola cezbesiz
başlarlar. Ancak geçen süre içerisinde cezbe kendilerine hâkim olur ve
sülûklarını cezbe ile yapmaya devam ederler. Mürşidler bu son iki gruptan
çıkar.
Yine siliklerden bir grup âşık meşreplidir; bir kısmı ise muhiptir ve bir
kısmı da taklitçidir. Aşık sâlikler Hakk’ı talep ettikleri sırada Hakk
kendilerine her türlü ezâ ve cefâyı revâ görse ve türlü musibetlerle onları
sınasa da Ondan yüz çevirmezler. Bunlara dünya ve âhiret haramdır. Cennet arzulamazlar
ve cehennemden de korkmazlar. Yaptıkları her şeyi yalnızca zât-ı İlâhî için
yaparlar.
Muhip sâlikler ise zühd, takvâ, ibâdetler gibi şeylerle meşgul olurlar.
Bunları yapmanın gaye olduğunu düşünürler ve bunları yapmaktan bir karşılık
beklerler. Bu durum onlar için Hakk’la aralarında nurdan bir perde olur. Bu
durumu terk etmedikleri sürece perdeli olarak kalırlar. Eğer Hakk bunlara
âşıklara yaptığı gibi yaparsa bunlar derhal Hakk a muhabbeti terk ederler.
Taklitçi siliklere gelince, bunlar Hakk âşıklarını zevk, şevk ve safâ
içinde gördüklerinde bu yolu kolay sanıp heveslenirler. Sonra bu heveslerinden
dolayı dünya nimetlerinden geri kaldıklarını gördükleri vakit gayr-i ihtiyârî
bu hevesi bırakırlar. Bir müddet sonra yine bir âşık görseler eski heveslerine
geri dönerler. Onların durumu iki aradadır. Bunların bu hevesleri kendilerine
karanlık perdeler olur. Bunların dışında kalan ne aşk ne de muhabbetten haberdar
olan kimseler ise hem kendileri yoldan çıkmıştır hem de başkalarını yoldan
çıkarırlar.
Âşıklar da muhipler ve zâhidler gibi zühd ve takvâ sahibi olurlar,
ibâdetlerle ve Hakk’ın emrettiği amellerle amel ederler. Ancak muhipler ve
zâhidler âşık değildirler. Aşıklar Hakka vâsıl olduktan sonra ellerine dünya
malı girdiğinde de zühd üzere olmaya devam ederler. Dışardan bakıldığında çok
zengin görünebilirler. Ancak gönüllerinde dünyaya yer yoktur. Çünkü âşığın
kalbi yalnızca Hakka ait olup Onun dışındaki her şey oradan sürülmüş ve
çıkarılmıştır.
Sâlik Allah yolunda mücâhede yaparak uykuyu ve dinlenmeyi terk ettiğinde
kendisindeki toprak, su, hava ve ateş unsurlarına ait olan cüzler erir ve
sâlikin kalbi perdelerden arınır. Böyle olduğunda ise sâlik gönül gözü ile
melekût âlemine bakar. Bundan dolayı Hakk a vâsıl olmaya özlem duyar.
Sâlikin üç
menzili vardır:
1.
Fenâ âlemindeki menzil: Bu menzilde sâlik kelime-i
tevhid zikrine devam eder. Bu mertebede sâlike egemen olan vücûd-i adâlet
âlemidir. Bundan dolayı zikri kelime-i tevhid olur. Ke- lime-i tevhid zikri
sâlikteki kötü huyları yok eder.
2.
Cezbe âlemindeki menzil: Bu menzilde sâlik Allah
ismini zikreder. Bu mertebede sâlike vücûd-i fazlî âlemi egemen olur. Sâlikin
güzel ahlâkı bu mertebede ortaya çıkar. Çünkü sâlik bir önceki mertebede
kelime-i tevhidle kendisindeki kötü sıfatları olumsuzlamış ve yok etmiştir.
Allah isminin özelliği ise takvâ ve tenzihtir. Sâlik bu mertebede melekler
tarafından Hakk a cezbedilmiştir.
4.
Kabz âlemindeki menzil: Bu menzilde sâlikin zikri Hû
ismidir. Sâlik bu mertebede adâlet sıfatlarının bulanıklığından kurtulur ve
fazilet sıfatları kendisinde parlamaya başlar. Bundan dolayı Hakk’ın doğrudan
yönetimi sâlike egemen olur. Bu mertebede sâlikten benlik kaybolur. Yani sâlik
kendisine nisbetle yok olur ve Hakka nisbetle varlık kazanır. Sâlikin bu mertebede
Hû zikrine devam etmesinin nedeni mevcû- dun Hû ve Bâkî olanın da Hû olmasından
dolayıdır. Sâlik bu mertebede Hakk ın kabzasındadır, Hakk aracısız bir şekilde
onu yönetir.
Sâlikleri
yoldan alıkoyan şey üç yerden kaynaklanır:
1.
Sâlikin tabiatındaki bozukluk. Bunun nedeni haram
yemektir. Sâlik şeriat mertebesinde şeriatın emir ve yasaklarına uyarak
tabiatındaki bozukluk ve hastalığı giderir.
2.
Alışkanlıklara devam etmek. Bu harama bakmak, haramı
dinlemek ve gıybettir. Sâlik tarikat mertebesinde nefsini terbiye ederek kötü
alışkanlıklarını terk eder.
3.
Sohbetin bozukluğu. Bu ise nefiste harekete geçen
şehvete tâbi olmaktır.
Sâlikin her gün mânevi yolda
ilerlemesi beklenir. Tek bir İlâhî ismin tecellîsine takılıp diğer isimleri
görmemek sâlik için eksiklik kabul edilmiştir. Bu nedenle sâlik bütün isimleri
kuşatan isme erene dek sülûkuna son yoktur. O isme ulaştığında ise o isimle
yine o isimde seyrine devam eder. Çünkü ulaştığı ismin sonu yoktur. Bu nedenle
sâliklerin büyük bir çoğunluğu mertebeleri geçip Hakka ulaşamamışlardır.
Bunlardan bir kısmı maden, bitki ve hayvan mertebelerinin oluşturduğu mülk
âleminde; kimi dört unsurda; kimi tabiatlar mertebesinde; kimi ruhlar âleminde
kalmışlar ve yolu tamamlayamamışlardır. Bunların hepsi yollarındaki bir mânîden
dolayı yolu tamamlayamamışlardır. Bunun çaresi ise kâmil bir şeyhin irşâdıdır.
Ancak kâmil bir şeyhin irşâdı vâsıtasıyla kişi bahsi geçen âlemlerde takılmadan
sülûkunu tamamlar.
131
Müridin irâdesi yani sülük etmeyi istemesi şeyhe
teslimiyet anlamına gelir.
132
Ahirette zararı çıkacak olan şeyleri dünyada terk
etmek.
133
Allah’ın emirlerini yerine getirme ve yasakladığı
şeylerden kaçınma konusunda titizlik göstermek.
134
Ahirette bir fayda sağlamayacak olan şeyleri dünyada
iken terk etmek.
ÜÇÜNCÜ MAKSAT
CEM VE TEVHİD VE BUNLARIN
MERTEBELERİ
Cem ve Sonuçları
B
il ki, cem sonradan var olmanın kıdem nuruyla yok olması ve yokluktan
yani zât-ı ahadiyye ve İlâhî kemâlâtın hakikatinde İlmî varlıktan aynî varlığa
varlığı zuhur eden ve hâdîslikle vasıflanan ve imkân ile nitelenen her şeyin
helâk olmasıdır. Cem ile mevcûdâtın mutlak olarak yok olmasını ve helâk
kendisini kapladığı için hiçbir mülk [melek] olmadan Bir ve Cebbâr olan Allah
ın bakî kalmasını kastetmiyoruz. Çünkü bu durum perdelilerin vehimlerin-
dendir. Nitekim onlar mutlak olarak, Rabbu’l-erbâbın varlığının kendisine ilim
ve hitap taalluk edenin yokluğuyla birlikte bulunduğu ve Onun bütün mevcûdattan
ayrı müşahhas bir mevcut olduğu, mümkünlerin hakikatlerini de mutlak yokluktan
yarattığını vehmetmişlerdir.
Bilakis bununla kastedilen şey Hakk’ın şu an da önceden nasılsa öyle
olduğu ve kendisiyle birlikte başka birinin yani Onunla beraberliğe yakın olmak
için gerçekte başka birinin bulunmadığıdır.
Cem makamına ulaşan sâlik işte şöyle müşâhede kılar ki, Hakk yalnızca
varlıktır. Burada ne sâlik, ne sülük edilen ve ne de sülük vardır. Aksine
sâlik, sülük edilen ve sülük hatta Hakk ın dışındakiler diye adlandırılan
âlemdeki her şey varlıktır. Çünkü varlık, muhtelif sürerlerle farklı mertebelerde
görünen İlâhî hüviyetin hakikatidir.
Nitekim şöyle
denilmiştir:
Perde
açılmazdan önce dehr idim Sana kardeş, sana zâkir u şâkir Gece aydınlandığında
şâhit oldum ki, Şensin mezkûr, zikr u zâkir
O zaman sâlikin nazarında Hakk ın dışında bir şey kalmaz. Baktığında,
bakan ve bakılan sürerlerde Hakk kendisine nazar eder. Sâlik bir şey
işittiğinde, Hakk, söyleyenin sürerindeki kendi temiz lisanından kendi
kelâmını işitir. Nitekim Resûlullah (s.a.a) “Allah, kulunun diliyle ‘Allah,
kendisine hamdeden kimseyi duyar der" buyurmaktadır. Resûlullah’ın “Ben
onu sevdiğimde onun işitmesi, görmesi, eli, dili olurum, öyle ki, Benimle
konuşur, Benimle görür, Benimle duyar ve Benimle kavrayıp tutar"
sözüyle kurb-i nevâfılin sonucunda gerçekleşen bu duruma işaret edilmiştir. Allah
Teâlâ ise “Sen atmadın attığında, fakat Allah attı” (Enfâl, 17) buyurmuştur.
Her ne kadar kula ait varlık gerçekte tahakkuk etmişse de bu metinlerde bu
duruma işaret vardır. Ancak bu bakan şahıs Hakk’ın nurunun kendisine egemen
olmasından dolayı ancak Hakka ait varlığı müşâhede eder. Onun nez- dinde kul ve
Rab kalmaz. Bilakis yalnızca Rab kalır. Akıl ve vehimleri kahreden İlâhî nurlar
ile cezbolunduğunda şayet cezbesi devam ederse sürekli olarak Allah’ın
cemâlinde müheyyem olanlara ilhak olur. Eğer sürmezse bir müddet müheyyemlerin
hükmü altında kalır. Bu müddet içinde namaz, oruç gibi şer’î yükümlülükler
kendisinden kalkar. Eğer cezbolunmazsa ve aklı eşyayı ayırt edecek şekilde
yerinde
olursa ve kendisine İlâhî lütuf erişir ve zındıklığa ve ibâhî- liğe
düşmekten ve tabiatın hükmü ile zuhurdan korursa; her şeyi Hakk olarak görmekle
birlikte şer’î yükümlülüklerden dışarı çıkmaz. Makamında yerleşir ve cem
makamından sonra fark makamına dâhil olur. Böylece çokluğun hakikatindeki
birliği ve birliğin hakikatindeki çokluğu müşâhede- sinden dolayı biri ile
diğerini perdelemeden Hakkı halkla beraber müşâhede eder.
Artık hepsi Hakk dese de doğrudur. Hepsi halk dese de doğrudur. Veya halk
ve Hakk birliktedir dese de doğrudur. Bazen de çokluğu bir hükümde bir araya
toplarken bazen de başka bir hükümle aralarını ayırır. Nitekim Allah da bir
makamda “Resullerden hiçbirinin arasım ayırmayız” (Bakara, 285) diğer
bir makamda ise “Onların bir kısmını diğer bir kısmı üzerine üstün kıldık”
(Ista, 55) ve “Onlardan bir kısmı ile Allah söyleşmiş ve bir kısmını
diğer bir kısmı üzerine derece bakımından üstün kılmıştır” (En’âm, 165)
buyurur.
Bu cemden sonraki fark hâli, mahvdan sonraki sahv diye adlandırılır.
Ayrıca bu makam bütün mükemmellerin makamıdır. Bunlar da peygamberler ve
velîlerdir, Allah’ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun! Hakk’la halktan ve
halkla da Hakk’tan perdelenmediğinden dolayı bu makamın sahibinin nezdinde
halvetle celvet, halktan uzaklaşmak ve halka karışmak birdir. Halka herhangi
bir şeyle emrettiğinde onlarla birliktelik edebini korur. Onlara ancak
mertebelerinin gereği ile ve bu mertebelerde Hakk’ın ondan talep ettiği şeyle
emreder, onu geçmez. O zaman kulluk makamına yapışır. Cem makamında olanın
hilâfına kendisine ancak acz, kusur, meskenet ve ihtiyaç izafe eder. Çünkü cem
makamında kendisine İlâhî isimleri, Rahmânî sıfatları ve rab- bânî fiilleri
izafe eder.
Ahadiyyetin kendisine egemen olmasından dolayı kendisinden başkasından
çıkan hayır veya şer herhangi bir şeyi kendisinden sâdır oluyor görür. Cemden
sonraki fark makamında yerleşmesi, kulluk makamında devamı, hazret-i ilâ-
hiyye ile edebi muhafazası nedeniyle cemden sonraki fark makamı cem makamından
üstün duruma gelmiştir. Bundan dolayı Muhammedi velayetin hâremi olan muhakkik
şeyhimiz “Beni yalnızca ‘Ey Onun kulu!’ diye çağırınız. Çünkü bu en şerefli
adımdır” buyurmuştur. Allah bizi ve sizi kulluğun kemâli ile muhakkiklerden ve
rubûbiyet âdâbı ile edeplenenlerden eylesin!
B
İİ ki,
tevhidin mertebeleri vardır ve en aşağı mertebesi “Allah’tan başka tanrı
yoktur” [lâ ilahe illallah] sözüdür. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.a) “Lâ
ilahe illallah diyen cennete girer” buyurmuştur. Bu avamın tevhididir.
Seçkinlerin
tevhidi ise üç kısma ayrılır:
Bundan dolayı Hakk Teâlâ’nın dışında gerçek bir fâilin var olduğunu kabul
eden kimse Hak Teâlâ ya fiilde başkasını ortak koşmuştur. Kim de Hakk Teâlâ’nın
zâtının hakikatine mugayir olarak ilâhı sıfatların benzeri kemâl sıfatlarına
sahip başka birinin varlığını kabul ederse o da Hakkın sıfatlarında ve zâtında
ona ortak koşmuştur.
Tevhid-i ef'âlden murad fiillerin tek bir ilkeye ircaıdır. O tek ilke ise
Hakk Teâlâ’dır. Bu ise başka bir şey değil ancak insânî mazhardan sâdır olan
fiiller gibidir. Çünkü insanın fiillerinin kaynağının nâtık nefs ve onun
sıfatları olduğunda şüphe yoktur. Organların ve âletlerin farklı farklı oluşu
failin tekliğini zedelemez. Aynı şekilde ehl-i âlemin fiillerinden sâdır olan
her şey, kendisine isnad edildiği yakın sebepler farklı da olsa gerçekte ancak
ve ancak Allah Teâlâ’dandır ve Onun iradesiyle gerçekleşir.
Tevhid-i sıfât ile kastedilen ise insânî yetkinlik sıfatlarının İlâhî
sıfatlara irca olunması ve bu sıfatlarda yok edilmesidir. Söz gelimi insandaki
ilim/bilgi sıfatı ilâhı ilmin hakikatinin damlalarından bir damladır. Aynı
şekilde irade ve kudret sıfatları da Allah’ın irade ve kudret denizinin damlalarından
bir damladır.
Tevhid-i zât ile kastedilen ise kevnî zatların tamamının zât-ı ahadiyyeye
dönüşü ve onda tamamının yok olmasıdır.
Bu tevhid mertebelerini bilmek ya perde arkasından istid- lâl yoluyla;
veya rablerin rabbini, Onun mazharlardaki sıfatlarını ve fiillerini müşâhede
ve muayene ile; ya da resûl- leri ve onların nebiler ve âlimlerden olan
halîfelerini taklit yoluyla gerçekleşir.
Istidlâlî tevhid, sahibini şek ve şüpheden çok az kurtarır. Zevâl
şeklindeki taklîdî tevhid de böyledir. Bununla beraber o da sahibini bâtıl
vehimlerden kurtaramaz. Çünkü bu şekilde bir tevhid inanıcına sahip olan kimse
Hakk ın bir olduğunu duyduğunda kendi nefsinin birliğine kıyaslayarak Onun
birliğinin de şahsî bir birlik olduğunu zanneder. Hakk’ın diğer sıfatları için
de durumu böyledir. Çünkü Hakk’tan ancak kendisine hâsıl olan şeyi bilir. Hakk
ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini de ancak kendi zâtı, sıfatları ve
fiillerine kıyas eder.
Istidlâlî tevhid sahibi de böyledir. Onlar da bu vehimlerden çok az
kurtulurlar. Özellikle de fıkıh âlimleri bunlardandır.
Çünkü fıkıh âlimleri Allah ın hükümlerini bilirler. Ancak Allah’ın zâtı,
sıfatları ve fiillerini bilmek konusunda şuhûdî tevhid ehlinin hilâfına sair
mukallit mü’minler gibidirler. Şuhûdî tevhid sahipleri ise İlâhî nur ile
Hakk’ı, Onun sıfatlarını, fiillerini, isimleri ve sıfatları ile varlıktaki
tasarrufunun keyfiyetini, bu ikisinin mazharlarını gerçekte bulundukları hâl
üzere müşâhede etmelerinden dolayı kendilerine şüphe gelmez, kalplerine kuşku
düşmez, vehim onlara hâkim olmaz, kalp aynalarına karanlık ve tutku yansımaz.
Onlar gerçek tevhid ehlidir. Rablerini yakînen ve gerçekten bilirler. Bu
tevhidin kemâli Hakkın kendi nefsi için olan tevhididir. Daha sonra kevne ve
Hakk a ait varlık mertebelerinin hepsini müşâhede eden kemâle erdirilmiş
insân-ı kâmilin tevhidi gelir. Sonra insân-ı kâmile nisbeti daha tam ve ona
yakınlığı daha çok olandan başka değil yalnızca misâlî müşâhede sahibi olan
kimsenin tevhidinde son bulana dek olan kısım gelir. Bunların peşinden de aklî
ve naklî istid- lâl tevhidi mertebesi gelir. Bunun da ardı sıra taklîdî tevhid
mertebesi gelir. Bundan dolayı şöyle denilmiştir134:
Biri birden gayri kimse birleyemedi
Kim birlemişse zira Onu, gerçekte inkâr eyledi
Onun birliğini vasfedenin birlemesi
Birin iptal ettiği bir âriyettir
Onun kendisini birlemesi, Onun birlemesidir
Onu vasfedenin vasfı ise ilhaddıd33
H
akk Teâlâ, İlâhî isimlerin gerektirdiği âlemlerden zâtı bakımından
müstağnidir.137 Bununla birlikte İlâhî isimler kendisinden ve
kendisiyle etkilerini gösterecekleri maz- harlara ihtiyaç duyarlar. Söz gelimi
Rahmân isminin zuhûru rahmet eden ve rahmet edilen olmadan tam olmaz. Zîra eğer
dış dünyada rahmet eden ve rahmet edilen olmasaydı Hakk’ın Rahmânlığı
bilinemeyecekti. Aynı şekilde Kah- hâr da kahreden ve kahredilene ihtiyaç
duyar. Şu durumda rahîm (merhamet eden) ve kahir (kahreden), Rahmân ve Kahhâr
isimlerinin mazharıdır. Aynı şekilde bütün isimler ve sıfatlar eserlerini ancak
bir mazhar ile gösterirler. Bundan dolayı bütün diğer isimleri ve sıfatları
cem eden Allah İsminin de bir mazharının olması gerekmiştir. Bu mazhar, Allah
isminden bir halîfedir ve âlemdekilerin tamamını lâyık oldukları yetkinliğe
ulaştırmakla âlem için bir mürebbi konumundadır. Bu da Hz. Muhammed’in (s.a.a)
ruhundan başka bir şey değildir.
Bu yüzden Allah Teâlâ “Şüphesiz ki, seninle beyatleşenler ancak
Allah’la beyatleşmişlerdir. Allahın eli onların ellerinin üzerindedir”
(Fetih, 10) buyurmuştur. Hz. Peygamber de ağaç altında yaptığı Rıdvan
Beyati’nde sağ elini gösterip “Bu Allah’ın eli” sol elini gösterip “Bu da Osman’ın
elidir” buyurarak Hz. Osman’ın gıyabında kendisinin beya- tini almıştır.138
Hz. Peygamberin diğer İlâhî isimleri cem eden Allah isminin mazharı
olduğunun işareti Kuran’da ve sünnette Allah isminden başka isimler dışında
Allah ismi için zikrolun- muştur.139 Bu yüzden O (s.a.a), ezelen ve
ebeden Allah’ın âlem üzerindeki halîfesidir. Bundan dolayı O Âdem su ve balçık
arasındayken peygamberimizdi. Yine bunun içindir ki, “Âdem ve diğer
peygamberler kıyâmet gününde Benim bayrağım altında toplanırlar” buyurur. O
(s.a.a), kıyâmet günüde âdemoğullarının efendisidir. Şefaat kapısı Onunla
açılacaktır. Kutuplar ve kemâl sahiplerinden diğerleri ise Ondan halîfedirler.
Halîfenin, isimlerin bütün mazharlarının talep ettikleri şeylerin
verilmesi ve onlardan her birinin kendi yetkinliğine eriştirilmesi için, zâtî
zorunluluk hariç diğer bütün İlâhî sıfatların tamamı ile vasıflanmış ve
Allah’ın bütün isimleri ile tahakkuk etmiş olması gerekir. Aksi halde
halifeliğe güç yetiremez. Zâtî zorunluluk kaydımız ise ancak zorunlunun bu
kayıtla halîfeden ayrışması ve mümkünlüğü ile de halîfenin zorunludan ayırt
edilmesi içindir. Zâtında ve hakikatinde İlâhî hakikatleri cem etmesi ve aynı
şekilde âlemin hakikatlerini cem eden Allah isminin mazharı olması nedeniyle
cem edicilik ve kuşatma konusunda zâhir ile maz- har arasında paralellik olur.
Bu yüzden Onun hakikati hakikatlerin tamamının hakikatidir. Âlemin
hakikatlerinden her biri bu halîfe vâsıtasıyla terbiye olunur, lâyık olduğu
yetkinliğe Onunla ulaştırılır ve kendi hakikatinde bulunan ve bu halîfeden
olan şey ile kendisine imdad olunur.
İmdi, Allah’ın kulu olan halîfe, Allah’ın kendisini terbiye etmesi ile
âlemlerin mürebbîsi olmuştur. Alemde bulunanların tamamı ister ceberût, ister
melekût ve isterse mülk âleminde bulunsunlar fark etmez, aldığı şeyi ancak bu
halîfeden alır. Bu yüzden yetkinlikleri ancak bu halîfe vâsıtasıyladır.
Halîfenin de halifeliği onlar vâsıtasıyla olur. Çünkü eğer âlem olmasaydı
halîfe de halîfe olmazdı. Halîfenin, âcizlik ve eksiklik sıfatlarıyla
vasıflanmış beşerilik hükmü altında olması Melik ve Rahmân olan Allah’ın
sıfatları ile vasıflanması durumunu zedelemez.
Bu halîfe ehl-i âlemde ancak İlâhî inâyetin ve ezelî ve zâti dilemenin
[meşîet] gerektirdiği şey ile tasarrufta bulunur. A‘yân-ı sâbite kendi
istidatlarını ezelde bu halîfeye vermişlerdir. Bu nedenle şöyle denilemez:
“Eğer bunlar bu halîfenin tasarrufu ve himmeti ile olsaydı, halîfenin onun
îman etmesine karşı hırsı nedeniyle Ebû Tâlib îman ederdi. Nitekim Kureyş
kabilesinin ileri gelenlerinin îmânına duyduğu hırs nedeniyle onlar için
Allah’tan bağışlanma talebinde bulunmuştu. Bunun üzerine ‘İster bağışlanma
dile, ister dileme... Şayet yetmiş kez onlar için bağışlanma dilesen bile Allah
onları affetmeyecektir’ (Tevbe, 80) âyeti inmişti. Bunun üzerine O, Allah’a
yemin ederim ki, bağışlanma talebini yetmişin üstünde yapacağım!’ dedi.” Çünkü
bu cüz’î irade beşerî kayıtlardan ortaya çıkar. Bu cüz’î iradenin Allah’ın
ilminde olan şeye mutabık düşmemesi nedeniyle bu perdelenmiş yaratılışta onun
etkileri hâsıl olmaz. Rûhânî varoluşa gelince, onun için Allah’ın ilmindeki
varlığın hakikatleri üzere cereyan eden İlâhî hükümlerden perdelenme yoktur.
Dolayısıyla halîfe varlıkta Allah’ın ezelde takdir ve hükmettiği şeyle
tasarrufta bulunur.
Bölüm Dipnotlart
134
İşaret olunan şahıs Hâce Abdullah Ensârî Herevî’dir.
135
Şiirin aslı için bkz.: Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn,
trc. Abdürrezzâk Tek, Bursa 2008, s. 149.
136
Burada halifelik ile kastedilen şey kutuplar kutbu
olma durumudur. Kutuplar kutbu olan kişi her zamanda tektir ve âlemin idaresi
onun üzerindedir. Allah âleme onun vâsıtasıyla inâyet eder. Bu anlamda kutup
Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.
137
Âlem Allah’ın zâtının gereği olarak değil İlâhî
isimlerin hükümlerini ortaya çıkarma istekleri nedeniyle İlâhî isimlerin
gereği olarak meydana gelmiştir. Bu yüzden âlem İlâhî isimlerin iktizâsı olup
zâtı bakımından Allah âlemlerden müstağnidir.
138
Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber rüyasında ashâbıyla
birlikte Kâbe’yi tavaf ettiğini görmesi üzerine sayıları bin dörtyüz kadar olan
müslümanlar ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Umre ziyaretini yapmak kastıyla yola
çıktıklarını göstermek amacıyla silahsızdılar ve yanlarına kurbanlık develerini
almışlardı ve bu develer kurbanlıklara özgü işaretler ile işaretlenmişti.
Böylece amaçlarının yalnızca umre ziyareti olduğu ve savaş için gelmediklerini
gösterilmek istiyorlardı. Müslümanlar Mekke yakınlarında bulunan Hudey- biye
bölgesine dek geldiler. Burada Hz. Peygamberin devesi kendiliğinden çöktü ve
kaldırmak için çalışıldıysa da deve bir türlü yerinden kalkmadı ve Mekke
tarafına gitmedi. Bu sırada Kureyş durumu haber almıştı. Bu nedenle onların
Mekke’ye girmelerine engel olmak için harekete geçtiler. Müslümanların silahsız
olmaları ve yalnızca umre yapmak için gelmiş olmaları nedeniyle onlarla
savaşmayı onursuz bir davranış olarak kabul ediyorlardı. Diğer taraftan da
onların Mekke’ye girmelerini istemiyorlardı. Bu nedenle Hâlid b. Velîd
komutasında ikiyüz kişilik bir süvari birliğini onlar üzerine gönderdiler.
Amaçları müslümanlarla savaşmak değil geri dönmelerini sağlamaktı. Hz.
Peygamber onlara amacının umre yapmak olduğunu anlatmak üzere Hz. Osman’ı
gönderdi. Hz. Osman Mekke’ye girince akrabalarından bazıları onu bir yere
hapsedip geri dönmesine engel oldular. Ancak olay
müslümanların tarafına Hz. Osman’ın öldürüldüğü
şeklinde yansıdı. Durumu haber alan Hz. Peygamber müslümanlardan ölümüne
savaşmaları konusunda bey’at etmeleri için semûre ağacının altında
toplanmalarını istedi. Bütün müslümanlar yarışırcasına, kendisine ölümüne
savaşmak üzere söz vererek bey’at ettiler. Hz. Peygamber bütün müslümanlardan
bey’at aldıktan sonra iki elini kaldırdı ve sağ elini göstererek “Bu Allah’ın
elidir” dedi. Sonra da sol elini kaldırıp “Bu da Osman’ın elidir” dedi ve
ikisini birleştirerek gıyabında Hz. Osman’ın bey atini aldı. Müellif bu olaya
atıfta bulunmaktadır.
139
Konunun detaylı anlatımı için Abdülkerîm Cîlî el-Kemâlâtul-llâ-
hiyyefi Sıfâti'l-Muhammediyye isimli bir eser yazmıştır. Eserin ana fikri
Hz. Peygamberin İlâhî isimlerin tamamının mazharı olmasının tesbitidir. Bu
konuda daha fazla malûmat sahibi olmak isteyenler bu eserden
faydalanabilirler.
Halifeliğin Sonu
B
il ki, halifeliğin dünyada nihayete ermesi gerekir. Çünkü dünya sonludur
ve onda olanlar da sonludur. Halifelik de bu cümledendir. Bu yüzden halifeliğin
de son bulması gerekir. Şeriat koyuculuk demek olan özel nübüvvet mertebesinden
sonra halifelik makamı, velîlerin kâmilleri ve kutuplara ait olduğu için son
bulması da veliliğin hâteminde/ hâtemü’l-velâye gerçekleşir. Velilik de mutlak
ve mukayyet olmak üzere iki kısımdır. Biz mutlak velilik ile bütün diğer cüz’î
veliliklerin kendisinin fertleri olduğu veliliği; mukayyet ile de bu veliliğin
fertlerini kastediyoruz. Bu ikisi yani mutlak ve mukayyet olan veliliğin her
ikisi de zuhurlarını talep ederler. Peygamberler (a.s), ez-Zâhir isminin
kendilerine bağışladığı şey üzere velilikle değil de nübüvvetle zuhur
etmişlerdir.
Bunların veliliklerinin hepsi, bu Muhammed ümmeti içinde onlardan miras
yoluyla zuhur etmiştir. Kâmil velîlerin sözlerinde geçen “Falan kişi Hz. Mûsâ
nın kalbi üzeredir, filan da Hz. Isâ’nın kalbi üzeredir” ifadeleri buna işaret
eder. Yani bunun anlamı, o kimse miras yoluyla o peygamberin veliliği ile
zuhur etmiştir demektir. Peygamberimiz (s.a.a) külli nübüvvet dairesinin sahibi
olmaklığı bakımından külli veliliğin de sahibidir. Zira bu nübüvvetin bâtını
mutlak veliliktir.140 Peygamberimiz de bu mutlak veliliğin
sahibidir.
Peygamberlerin hepsinin veliliğinin bu ümmet içinde kendisiyle kâim olduğu
bir mazharı olduğuna göre141 aynı şekilde bizim peygamberimizin de
veliliğinin böyle bir maz- harının olması gerekir. Peygamberimizin veliliği iki
kısma ayrılmıştır; bu velâyet İlk Akıl/Akl-ı Evvel diye adlandırılan ruhunun
küllîliği bakımından külli ve bedenini idare eden cüz’î ruhu bakımından da
cüz’îdir.
İmdi, Peygamberimizin cüz’î veliliği ile zâhir olan kişi şeyhimiz,
kemâle erdiren kâmil, muhakkiklerin sultanı din ve milleti ihya eden
İbnü’l-Arabî Hazretleri’dir. Külli veliliği ile zâhir olan ise Hz. Isâ’dır
(a.s).
Şeyhimiz Fütûhât isimli eserinin on üçüncü faslında îmam Muhammed
b. Alî et-Tirmizî ye142 (k.s) cevap sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Hatm [veliliğin mührü] ikidir:
a) Allah’ın
kendisiyle mutlak veliliği mühürlediği hatm.
b) Kendisiyle Muhammedi
veliliği mühürlediği hatm.
Veliliğin mutlak hatmi Hz. Isâ’dır. O, bu ümmet döneminde mutlak
nübüvvetle nebi velîdir. Kendisiyle şeriat koyuculuk ve resûllük arasında
engel vardır. Bu nedenle âhir zamanda vâris ve hâtem olarak iner, kendisinden
sonra velî yoktur. İmdi bu işin başı kıyâmette bir peygamberdir ve o da Hz.
Adem’dir. Sonuncusu da bir peygamberdir ve o da Hz. Isâ’dır. Yani bununla özel
nübüvveti kastediyoruz. Bundan dolayı Hz. Isâ iki kez haşredilir. Bunların biri
bizimle birlikte olan haşri diğeri ise nebiler ve resûllerle birlikte olan
haşridir. Muhammedi veliliğin mührüne gelince o Araplardan bir adama aittir. Bu
adam soy bakımından Arapların en asillerinden ve en cömertlerindendir. O, bizim
şu zamanımızda mevcuttur. H. 595 yılında onunla tanıştım. Hakk ın, kullarının
gözünden sakladığı ondaki alâmeti gördüm. Allah onu Fas şehrinde bana
keşfettirdi. Öyle ki, onun veliliğin hâtemi olduğunu gördüm. Bu adam mutlak
nübüvvetin hâtemidir fakat insanların pek çoğu bunu bilmez. Nitekim Allah
şeriat koyucu peygamberliği de Mu- hammed Mustafâ (s.a.a) ile mühürlemiştir.
Yine aynı şekilde Allah Muhammedi mühürle Muhammedi vârislikten elde edilen
veliliği mühürlemiştir. Diğer peygamberlerden elde edilen veliliği ise
mühürlememiş ve sona erdirmem iştir. Çünkü velîlerden bazıları Hz. İbrâhim,
bazıları Hz. Mûsâ ve Hz. îsâ ya vâris olmuşlardır. Bunlar, bu Muhammedi mühürden
sonra bulunurlar. Ancak bu mühürden sonra Mu- hammed’in (s.a.a) kalbi üzere
hiçbir velî bulunmaz. İşte bu Muhammedi veliliğin mührünün anlamıdır.
Kendisinden sonra hiçbir velî gelmeyecek olan genel veliliğin mührüne gelince,
o Hz. Isâ’dır (a.s).” İşte bu sözler, İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin bu konudaki
sözleridir.
Veliliğin Hz. îsâ ile mühürlenmesi ve sonlandırılmasıyla kıyâmetin alâmetlerinden
biri vukû bulmuş olur. Çünkü o ve döneminin mü minleri vefat ettiklerinde iş
âhirete intikâl eder ve kıyâmet kopar. Nitekim bu durumu İbnü’l-Arabî
Hazretleri /wzhunda açıklamıştır.143 Bu bahisler tahkikler ve
sırlardır, bunların açığa çıkarılması mümkün değildir. Bunları isteyen kimse
bizim Fusûs üzerine yazdığımız şerhte bunları araştırsın. Orada doyurucu
bir biçimde bunları açıkladık.
Doğrusunu Allah bilir. Nihâî gidiş de O nadir.
Bölüm Dipnotları
140
Çünkü bütün peygamberler aynı zamanda velîdirler.
Bununla beraber bütün velîler peygamber değildir. Peygamber olmak için velî
olmak şarttır. Ancak velî olmak için peygamber olmak gerekmez. Bu yüzden
peygamberin peygamberliğinin bâtını onun veliliğidir. Bir peygamber eğer velî
olmasa peygamber olamazdı.
141
Yani İslâm ümmetinin velîleri arasında geçmiş
peygamberlerden her bir peygamberin ilmine ve hâline vâris olan birileri
mevcuttur. Bunlara hangi peygamberin ilmine vâris olmuşlarsa, o peygamberin
kademi üzeredir veya o peygamberin vârisidir denir. Mesela ilmi veya hâli Hz.
İbrâhim’in ilmi veya hâline uygun olan velî için îbrâhim’in (a.s) kademi üzere;
İbrâhim’in vârisi denir. Bazen de bu durum müellif hazretlerinin de işaret
buyurdukları üzere kadem yerine kalp ifadesi kullanılarak da söylenir. Kastedilen
anlam aynı anlamdır.
142
Muhammed b. Ali b. Haşan b. Bişr. Hicrî III. ve IV.
asırda Tir- miz’de yaşamış önemli sûfî müelliflerdendir, Hakîm Tirmizî ismiyle
meşhur olmuştur. Hadis ilmiyle meşgul olan bir aileye mensuptur. Kendisi de
aile geleneğine bağlı kalarak hadis ilmiyle meşgul olmuştur. Bununla beraber
fıkıh, kelâm ve tasavvuf ilimleriyle de meşgul olmuş, özgün eserler vermiştir.
İbnü’l-Arabî nin velâyet anlayışına kaynaklık eden velâyet mührü
(hatmu’l-velâye) kavramını ilk defa yazılı olarak ifade eden kişidir. 320/932
yılında vefat etmiştir.
143
Fusûsul-Hikemm Şît Fassı’nda konu işlenmektedir.
BESMELE ŞERHİ
H
amd Allah a mahsustur. O, insanı kendi sûreti üzere yaratmış, onu şeref
bakımından asil kılmış, meleklerin tamamının ona secde etmesini istemiş, onu
yücelik bakımından üstün kılmış, ona zâtı ve bütün isim ve sıfatları ile
tecellî etmiştir. Bu tecellî, kendisi ile insanın ilim sahibi olması içindir.
Ve Allah insana isimlerin ve sıfatların hakikatlerini ve bunların levazımını
öğretmiş, onu âlemi tamamlamak için âlemin ruhu kılmış, onu kendisine ait olan
dünyada vekil tayin etmiş ve onu öne çıkarmıştır.
Allah’ın salâtı müminlere karşı pek yumuşak ve merhametli olan, rabbinin
yoluna bilgili ve hikmet sahibi olarak hikmetle çağıran kimse ile âhiret
nimetleri ile nîmetlenen ve Allah’ın kendilerini şerefli bir makama
yerleştirdiği O’nun ev halkı ve ashâbı üzerine olsun!
Bundan sonra... Lütuf sahibi rabbinin rahmetini uman zayıf kul Dâvûd b.
Mahmûd b. Muhammed er-Rûmî el-Kay- serî -Allah iki cihanda da onu amacına
ulaştırsın ve onu iki güzelliği de kazanan kimselerden kılsın!- der ki: Ben,
yüce efendimiz, dünyadaki âlimlerin sultanı, verâset yoluyla elde edilen ve
çalışılarak kazanılan ilimlerin sahibi, hakikatlerin yollarını açıklayan, halkın
nefislerini yetkinleştiren, muvah- hidlerin padişahı, muhakkiklerin burhanı,
âriflerin kutbu, dînin ve hakkın yetkinliği, Abdürrezzâk b. Cemâleddîn b.
Ebi’l-Ganâim el-Kâşânî144 -Allah onun celâlinin gölgesini tâlibler
üzerinde dâim kılsın ve cemâlinin nurları ile idrak sahiplerinin kalplerini
aydınlatsın!- hazretlerine hizmet etme devletine erdiğimde onun telif ettiği Te’vîlâtul-Kur’â-
ni’l-Kerîm isimli eserini kendisine okudum ve onun aziz ve hakim olan
Allah’ın sırlarından işâret ettiği şeyleri bildim. Bu kitaptaki ilk söz “Genel
ve özel rahmeti kendinde toplayan kâmil insan türünün sûreti üzere bismillâhirrahmâ-
nirrahîm’di. Bu sözün anlamını kavramak hakikatler hakkında bilgisi az
olan ve mahlûkâtın sürerlerinin örtüsü ile örtünmüş olan Hakk’ı idrak etmekten
perdelenen kimse için çok çok zordur. Bu nedenle hakikatten perdeli olanların
yılları bu sözü eleştirmekle uzayıp gitti ve sevenlerin kalpleri ise bu sözün
gizlerini idrak etme arzusuyla yanıp tutuştu.
Âlim, fazilet sahibi ve yetkin imam, iki topluluğun müftüsü, iki
mezhebin imamı başkadı Fülânüddîn -Allah faziletlerini dâim kılsın- bana bu
sözün sırlarını araştıranlar ve onun nurları ile yol bulmak isteyenlere bu
konunun açık seçik olması, muvaffak olan kimseye Hakk’ın yol göstermesi ve
böylece o sözün altında yatan hakikatleri öğrenmesi için bu konuyu izah etmemi
ve bu sözün anlamlarını açıklamamı emretti.
Ben, onun emrine mahkûm ve hükmüne bağlıydım. Bu yüzden her ne kadar
hakikat ilmi konusunda sermayem az ve bu araştırma için meşguliyet ve
engellerim çok olsa da onun emrine itaat ettim ve bu söz hakkında Allah’ın bana
ilham ettiği ve müyesser kıldığı şeyi açıkladım. Asıl konuyu açıklamaya
başlamazdan önce asıl konudaki ukdeleri çözen birtakım mukaddimeler tertip
ettim. Böylece sâlik pek çok gayeyi ve onun faydasını kavrar.
Allah’tan nimetini tamamlamasını ve bu çalışmayı âlimler nazarında makbul
kılmasını niyaz ederim. Allah’tan yardım dilerim ve kıyamete kadar O’nadır
tevekkülüm.
Bil ki, her şeyin İlâhî ilimde değişmeyen bir hakikati vardır. Çünkü
zât-ı ilâhı kendisinden dolayı kendisini, zâtına gereken isim ve sıfatları ve
ilmi ve hârici hakikatleri bilir. Ne gökte ne de yerde zerre kadar bir şey
Ondan gizli kalmaz, O işiten ve bilendir.
Allah’ın ilminde her şeyin bir sûreti vardır. Bunlar Onun sıfatlarından
bir sıfatın ve Onun tecellîlerinden bir tecellînin mazharlarıdır. Taayyün eden
bu ilmi sürerlerin ne başı ne de sonu vardır. Aksi takdirde yokluğun yokluğu
gerekirdi. Bu ilmi sûrete ve bu sürerin her hangi bir zamanda büründüğü sıfat
sürerine dair bilgi kesindir veya diğer bir deyişle mukadderdir. Bu yüzden bu
sürerlere dair ilim ezelî ve ebedîdir. Bu ilmin ceberût, melekût ve mülk
âlemlerinde mazharları vardır. Aynı şekilde bu âlemlerden bazısı bazısına
mazhar olur. Nitekim insanın maddî bedeni, misâl âleminde meydana gelen misâlî
bedeninin mazharıdır. Bu misâli beden, bedenle ilişki içinde olan nefsî sürerin
maz- harıdır. Bu nefsî sûret de maddeden soyut olan rûhî sürerin mazharıdır.
Rûhî sûret ise Hakk’ın ilminde sâbit olan gaybî sûretin mazharıdır.
Madem ki bu ilmî-gaybî sûretlerin hepsi özel tecellîlerdir, o halde
bunların tamamı varlık tecellîlerinin bir türüdürler. Bu ise Allah’ın varlık
tecellîsi ile zuhur eden, Onun ilmindeki hakîkî değişmez tür sürerlerdir. Bu
ceberût, melekût ve mülk ki buna mutlak şahâdet âlemi de denir, âlemlerindeki
hâricî varlık olan Allah’ın en-Nûr ismidir. Böylece bu âlemlerdeki sürerler
ilmî sürerlerden ibaret olan asıllarının çeşitliliğinden dolayı çeşitlenir.
Türe ait sûretler mertebesinin sonu varlıkların duyular tarafından
algılanabilen sürerlerdir. Nitekim bu mertebelerin ilki, bu hissedilir sûretlerin
hakikatleri olan İlmî sürerlerdir. Bu mertebelerin ilki türe özgü eserlerin
başlangıcından yani ilişkili olduğu bedeni idare eden nefsten ibarettir
denilemez. Zîra o da ilmî sûretlerin mazharlarındandır. İlmî sûretler aynî
sûretlerin tamamının aslıdırlar. Şu halde sen artık kâmil şeyh Abdür- rezzâk
Kâşânî’nin 7eW/’indeki tür süreri sözü ile neyi kastettiğini öğrendin. Hakikatleri
en iyi bilen Allah’tır.
Kesinlikle bilinmelidir ki, İlâhî ilim mertebesindeki ayân-ı sâbite özel
varlıklardan (vücûdât-ı hâssa) başka bir şey değildir. Bu, varlığın
hakikatinden dolayıdır. Bu hakikat varlığın ayn-ı sâbite mertebelerinden bir
mertebede ve sıfatlarından bir sıfatta tecellî eder. Bu hakikat ilmî
sürerlerle zuhur eder ve ayn-ı sâbite diye adlandırılır. Görmez misin, bir şeyi
bildiğinde bu şey senin zihnindeki zihnî bir süratten başka bir şey değildir?
Bu, taayyün eden zihnî varlığın aynıdır. Bununla birlikte hakikat bakımından
karşılığına uygun bir sürat ile dış âlemde zuhur eden bu şeyin aynı, sürat
bakımından kendisinin gayrı olabilir. Bu durumda o aynada görülen sûret
gibidir. Yani aynadaki sürer, bir bakıma aynaya bakanın aynı ve bir bakıma da
gayrıdır. Aynada sürere mugayir bir zat ve onun gayrı bir varlık yoktur.
Aksine aynada görünen varlığının aynıdır. Aynadaki bu sûret aynanın karşısında
duranın varlığıyla var olmaya devam eder, aralarındaki karşılıklılığın son
bulmasıyla ise yok olur. İş tahkik edildiğinde ve iyice araştırıldığında aynı
şekilde dış dünyadaki varlıkların, varlığın hakikatinin aynı olduğu bulunur.
Bunlar taayyün etmiş ve zatlardan bir zat durumuna gelmişlerdir. Böylece ona
hariçte zuhur etme ve dış varlık olma durumları arız olmuştur. Bu durum onun
kayyum- luk sıfatı ile taayyün etmesinden dolayıdır. Böylece o cevher olur ve
muhtelif arazlarla çoğalır. Akıllar, nefisler ve cisimler şeklinde muhtelif
cevherler halini alır. Eşyanın hakikatlerinin tamamının bir tek hakikate râcî
olduğu artık senin için netlik kazanmıştır. Bu tek hakikat eşyanın hakikatlerinin
mukavvimi ve yoktan var edenidir. Eşyanın hakikatlerinin çokluğu onun
hakikatinin tekliğinde yok olur. Nihayet bu hakikatler en yüce mutluluk ve
bağışla zuhur ederler ve iki cihanda mutluluk üzere olup iki âlemde de hamd
ederler. Allah bizi ve sizi rızıklandırsın!
Kendisi olması bakımından yani mutlak olarak varlık gay- bu’l-gayb ve
hakikatlerin hakikati olan Hakk’tır. Zira ilimde ve aynda her şeyi tahakkuk
ettiren O’dur. Eşyanın hayat, ilim, irade vb. gibi yetkinlikleri O’nunladır. O
her şeyi kuşatandır. O her canlının kendisiyle hayat bulduğu diridir. O her
şeyin kendisiyle var olduğu ve var olmaya devam ettiği Samed’dir. Asıl ve ferin
dayanağı O’dur. O gerçek nurdur.
Göklerin ve yerin aydınlatıcısıdır. Hakikatleri ve ayânı zahir kılandır.
Alemler ve varlıklara varlık verendir. İşte O, Rahim ve Rahmân olan Allah’tır.
En güzel isimler ve en yüce sıfatlar O’nundur. Allah Teâlâ “Rabbinin her şey
üzerine bir şâhit oluşu yetmez mi?” (Fussilet, 53) buyurmuştur. Bu
meseleyi Fusûsu l-Hikem şerhinin mukaddimelerinde açıkladık. Burada
bundan fazla bilgi vermek mümkün olmadığı için bu konu oradan araştırılsın!
Allah Teâlâ “En güzel isimler Allah’ındır, o halde bu isimlerle Ona
dua edin!” (Arâf, 180) ve “De ki: İster Allah diye çağırın, ister
Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırsanız en güzel isimler O’nundur”
(İsrâ, 110) buyurur. İsim sıfatla birlikte olan zattır. Söz gelimi alîm ilmi
olan, hakim hikmet sahibi olan zat demektir. Diğer isimler de bu şekildedir.
Varlığın dört mertebesi vardır. Bu, ibârede, yazıda, ayânda ve zihinlerde
tecellî eden vücûdî hüviyetten dolayıdır. Lâfızlardan meydana gelen ibâreler ayân-ı
sâbite mertebesinin mazharıdırlar. Ayân-ı sâbite ise gaybî sûretler demek olan
İlâhî ilim mertebesinin mazharıdırlar. Nitekim yazıdaki nakışlar sözdeki
ibârelerin mazharıdır. Aynı şekilde kullanılan isimlerden meydana gelen ibâre,
gaybî ilmi isimlerin maz- harları olan aynî varlık isimlerinin mazharıdırlar.
İsim ancak ayâna verilir. Çünkü isim nişandan gelir. Nişan ise bir şeyin
kendisiyle bilindiği alâmettir. Hakkın varlığı, isimleri ve sıfatlar ise ayân
ile bilinir. Zira ayânın varlığı kendisini yoktan var edenin varlığına ve
yetkinliği de onu yaratanın yetkinliğine delâlet eder. Ayânın hepsinin bir
olması da onların rabbinin bir olduğuna işarettir. Nitekim şair şöyle
demiştir:
Her şeyde vardır Onun bir âyeti Bir olduğudur âyetin
delâleti^
Gaybî zâtın İlâhî hüviyeti zâta lâzım olan bütün sıfatlarla birlikte
Allah Teâlâ’nın isimlerinden bir isimdir.
Türlerden meydana gelen bütün fertler sâbit hakikatlerin mazharlarıdır.
Türe ait sürerler ve tabiî küllîler müşahhas olma durumundan soyutturlar ve dış
dünyada bulunmaları mümkün değildir.146 Bu yüzden bu fertler
hakikatlerin maz- harları oldular. Hakikatler de Allah’ın isimlerinin mazhar-
larıdır. Bunlar da kendilerinde Allah’ın yüzünün zuhur ettiği Allah’ın
isimlerinin mazharlarıdır. Bu, Arş-ı Azîm’dir. Allah’ın ez-Zâhir ismi bununla
tahakkuk eder. Aynı şekilde gaybî mânâlar ve Hakkın taayyünün nisbetleri olan
âyân-ı sâbite ile de tahakkuk eder. Allah’ın el-Bâtın ismi ehl-i nazar
nezdinde mâhiyet, mâlum ma'dûm ve şey-i sâbit diye adlandırılan mutlak varlıkla
tahakkuk eder. O el-Hâdî’dir. Bu mukaddimeleri öğrendiğine göre şimdi asıl
maksadımıza dönelim!
Deriz ki, Allah ismi zât-ı ahadiyyenin adıdır. Nitekim Allah “De ki,
O Allah Ahad’dır” (thlâs, 1) buyurmuştur. Bir diğer bakımdan ise bütün
diğer sıfatlarıyla beraber durumdaki zâtın adıdır. Nitekim Allah “O,
Vâhid ve Kahhâr’dır” (Ra‘d, 16) buyurmaktadır. Vâhid ile Ahad arasındaki
farka gelince, Vâhid ancak nisbetler bakımındandır. Bu durum Vâhid’in ikinin
yarısı, üçün üçte biri, dördün dörtte biri olmasından dolayıdır. Vâhid e
sonsuz sayıda nisbet eklenebilir. Ahad ise sadece zâta nisbet edilir. O diğer
bütün isimleri kapsayan ism-i âzamdır. Bu yüzden diğer bütün isimleri
önceleyen mertebe durumuna geldi ve kendisini diğer isimler bu mertebede takip
etmediler.
Aynı şekilde er-Rahmân ismi de her ne kadar Allah isrni- nin kapsamı
altında bulunsa da diğer isimleri kuşatan bir mertebeye sahiptir. Bu nedenle
Hz. İbrâhim “Babacığım, ben sana Rahmân dan bir azâbm dokunmasından korkuyorum”
(Meryem, 45) demiştir. er-Rahmân ismi her ne kadar zâhirî anlamı merhamet
sahibi zat olsa da eğer el-Mu- azzib, el-Muntakım ve el-Kahhâr isimlerini
kapsamasaydı bu söz doğru olmazdı. Rahmânî rahmet, dünya ve âhiret ehli üzerine
olan genel rahmettir. Bu rahmet vücûd, rızık vb. durumlar gibi mü’min ve
kâfiri, itaatkâr ve âsîyi kuşatır.
er-Rahîm ismi de her şeyi kuşatır. er-Rahîm isminin rahmeti bütün
varlıklar için özel rahmettir. er-Rahîm isminin işinin nihayeti bu varlıklarda
son bulur. Bu da varlıkların her birinin kendi istidatlarına uygun
yetkinliktir. Allah isminin mazharı insânî hakikattir. Zîra bütün isimler
yetkinliklerinin ve sıfatlarının kendisiyle zuhur edebileceği bir mazhar talep
ederler. Varlıkta, bütün isim ve sıfatların kendisinde zuhur ettiği insan
dışında başka bir varlık yoktur. İnsan, bu kendisiyle zuhur ettiği isme mazhar
olmak için taayyün etmiştir ve kendisi o ismin arşıdır. Bu yüzden Hz. Peygamber
(s.a.a) “Müminin kalbi Allah’ın arşıdır” buyurmuştur. Eğer insanın cem
edicilik vasfı olmasaydı ulvî mertebeleri ve o mertebelerin derecelerini
kuşatamaz ve süflî menzillerde ve onların derekeleri içinde bulunamazdı. Bu
konuda Allah Teâlâ “Hiç kuşku yok ki Biz insanı en güzel biçimde yarattık.
Sonra da onu aşağıların en aşağısına attık. ” (Tin, 4-5) Bu yüzden insan
bazen Rahmanı ve melekî sıfatlarla bazen de şeytanî ve hayvani sıfatlarla zuhur
eder.
er-Rahmân isminin mazharı her şeyi kuşatan İlk Akıl’dır. Allah Teâlâ “Rahmân
Arşa istivâ etti” (Tâ-Hâ, 5) buyurmuştur. Rûhânî arş İlk Akıl’dır. Cismânî
arş ise rûhânî arşın şahâdet âlemindeki mazharıdır. İlk Akıl Allah’ın ilmidir.
İcmâlî olarak her şeyin bilgisi ondadır.
er-Rahîm isminin mazharı âlem-i kebîrin kalbi olan Küllî Nefs’tir. Küllî
Nefs, Levh-i Mahfuz ve kendisinde her şeyin sûreti bulunan Kitâb-ı Mübîn’dir.
Bu, gökte ve yerde zerre miktarı bir şey tafsîlî olarak kendisinden gizli
kalmayan147 Allah’ın ilmidir. Bir bakıma Allah’ın zâtının aynı olan
ilmi için iki mazhar olsa da durum böyledir.
Kerîm olan insan icmâlî ve tafsîlî olarak âlem-i kebîrin bütün
hakikatlerini cem eden varlık olmasından dolayı İlk Akılı da kuşatmıştır.
Nitekim şöyle denilmiştir:
Cemâlin tamamı mücmelen senin vechine eklenir
Lâkin o iki âlemde tafsil olunmuştur
Yine Hz. Peygamber (s.a.a) ‘Allah’ın yarattığı ilk şey benim nurumdur
(yani ruhum)” sözü buna örnektir. O’nun kalbi Küllî Nefs’in aynıdır. Bu yüzden
O, îlk Akılın ve Küllî Nefs’in kuşattığı her şeyi kuşatır. Bu yüzden, âlemin
hakikatleri ve maddî âlemdeki soyutların mertebeleri ve bunların tâbîlerini
ve cisimler âleminde zuhur eden İlâhî isimlerin mazharı olan maddeyi kendi
hakikatinin cem etmesinden dolayı O, er-Rahîm ismin mazharıdır.
Mazhar, Hakk’ın ve mutlak varlığın zâhirliği bakımından zahirin aynıdır.
Bu yüzden zahir ile mazharın bir olmasından dolayı sûret-i nev‘iyye-i insaniye
diye adlandırılan insanın hakikati Rahmân ve Rahim olan Allah’tır sözü doğrudur.
Zahir ile mazharın birbirinden farklı ve aklî olarak birbirlerinden ayrı olması
bakımından ise bu üç külli isim diğer İlâhî isimleri içerirler. Hz.
Peygamber’in “Nefsini bilen gerçekte rabbini bilmiştir” sözü buna
işaret eder. O, bütün mazharların kendi tafsiline mazhar oldukları İşm-i
Âzam’dır. Bütün ilahi isimlerin kaynağı O’dur. Bizim bu anlattıklarımızı
öğrenen kimse Allah Teâlâ’nın “Sana bey at edenler gerçekte Allah’a bey at
etmişlerdir. Allah’ın eli onların elinin üzerindedir” (Fetih, 10) sözünün
madamı ve “Attığın vakit sen atmadın fakat Allah attı” (Enfâl, 17) sözü
vb. tev- hid hakkındaki âyetlerin sırrını bilir.
Allah hakikati söyler ve O’dur doğru yola ileten. Bu açıklamak
istediğimiz şeyin sonudur. Evvel ve Ahir olan Allah’a hamd olsun! Kâmil ve
mükemmel biçimdeki salât ve selâm Muhammed’in ve tayyib ve tâhir olan ehl-i
beytinin üzerine olsun!
Bölüm Dipnotları
144
îlhanlılar döneminde İran’ın Kâşân bölgesinde yaşamış,
Ekberî geleneğin önemli temsilcilerinden ve vahdet-i vücûdu nazarî olarak
açıklayan yazarlardan biri olmuştur. Abdüssamed Netenzî’nin müridlerindendir.
Vahdet-i vücûd hakkında çok sayıda eser vermiştir. Bu bakış açısıyla telif
ettiği Te’vilat isimli tefsiri ise alanındaki kaynak eserlerden
biridir. Dâvûd el-Kayserî’nin de şeyhi olan Kâşânî 730/1329’da vefat etmiştir.
145
Şiir Abbasî döneminde yaşamış ünlü zühd şâiri
Ebu’l-Atâhiyye’ye (ö. 210/825) aittir.
146
Mümkün mevcutlara ait türler kastediliyor. Vâcib
tabiata ait küllî için durum böyle değildir. Onun dış dünyada müşahhas olarak
bulunması gerekir.
A
Âdem 86,126,
137, 168, 174 ahadiyyet 45, 59,60,61,62,64, 65, 66, 96, 116, 150 akıllar ve
nefsler âlemi 83 amâ 45, 59, 61, 62, 63, 64 araz 50,51,77,80,81, 102 Arş 33,
34, 63, 83, 84, 114, 115, 119, 187
Arş-ıAzîm
116,185
B
bedihî
41,42,78,98 berzah 63, 87, 89, 119, 122, 130
C
ceberût âlemi
83,86,149 celâl 18,45,63,65,71,73,116 Cem 66, 159, 161 cemâl 45, 65, 71, 73
Cevher 50
cezbe 67,
144, 153, 154
Cüneyd 82,108
D
Dâvûd el-Kayseri 9, 10, 12,13, 36,
101, 130, 189
E
el-bekâ
ba‘de’l-fenâ 46 el-fark ba‘de’l-cem‘ 46 es-sahv ba'de’l-mahv 46
F
Fas 175
felsefe 9,
12,42,49,50,52,54,
90, 109, 119, 120 fenâ 45,46,66,71,73 feyz-i akdesi 17,82 Fusûs
12,13,92,130,175
G
Gıyâseddîn
22, 38
H
halîfe 18,
116, 168, 169
Hârûn 62,
137, 151
Hatm 174
Havvâ 86
hüviyyet 45,
59
I
İlk Akıl 18,
174, 187
İnsân-ı kâmil
84
îsâ 152, 173,
174, 175
İsim 17, 28,
184
istivâ 17,33,34,115,187
K
kelâm 9,12,
32, 42, 49, 50, 51,
52, 54, 56, 80, 90, 96, 97,
101, 104, 107,115, 117, 131, 139, 176
kesbî 41, 42,
144
Külli heyûlâ
83
külli nefs 83,86,95, 112, 114, 116
Kürsî 83,84,
114, 116,117
Kutup 144,152
L
lafz-ı
müşterek 80, 101
M
mahv 46,149
meczup 34, 68, 140, 143,153 Mehdi 141
Melekût
84,121, 149 misâl âlemi 13,84,86,88,89, 114,119,181
muhakkik 19,24,31,48,96,99, 112, 162
Muhammed b. Alî et-Tirmizî 174
Muhammedi ruh
18
Muhammedi
vârislik 175 muhib 144
mükâşefe
47,48, 70, 87,130
Mukayyed hayal
88
Mûsâ
137,151,152,173,175 müşâhede 10, 19, 25, 27, 43, 47, 48, 59, 66, 71, 72, 73,
87, 88, 128, 129, 130, 138, 139, 141, 142, 149, 153, 159, 160,164, 165
N
Nebi 137, 138
Nübüvvet 137,
138
R
Rahmânî nefes
17,32,62 riyâzat 21, 34, 36, 37, 67, 70, 89 rüya 88
S
sahv 46, 161
sahv-ı sânî 46 şuhûd 47, 137
sülük 13,21,35,37,43,48,49, 68,
118,141,153,156, 159
T
taayyün 24, 25, 28, 29, 31, 46,
60,61,64, 93,96, 112, 118, 122,136,182,186
takvâ
148,154, 155 tecrîd 21 telvîn 47 temkin 47 teselsül 77, 91
tevhid 19,20, 21, 60,109,150,
155,164, 165, 188
tevhid-i ef
al 163 tevhid-i sıfât 163 tevhid-i zât 163
U ulûhiyet 122,127
V
vahdet-i vücûd 9,10, 12, 13, 24, 25,
29, 32, 34, 36, 90, 99, 189
Vecd 68
velâyet
53,138, 143,174, 176 veliliğin mührü 13,174 Velilik 143, 173 vera‘ 148 vicdân
47
vücûd 9,10, 24, 26, 29, 30, 32,
43,47, 50, 57, 69, 90, 93, 97, 98, 99, 100, 102, 104, 105, 106, 107, 137, 186,
189
Y
Yûşâ 137,151
Z
zorunlu
varlık 33, 55, 77, 78, 93, 96, 99, 100, 101, 102, 104 zühd 148, 154, 189
XI11. asrın son yarısı ile XIV. asrın ilk
yarısında yaşamış olan Dâvûd el-Kayserî, İbnü’l-Arabîsonrası tasavvufunun en
önemli konusu olan vahdet-i vücûd anlayışını felsefi bir dil kullanarak
anlatmıştır. Bu yönüyle, teorik bilgi ile keşfi ilmi birleştiren tefekkür
tarzına sahip İslâm âlimlerinin başında gelmektedir. Osmanlı Devleti ’nde
kurulan ilk medresenin başmüderrisi olan Davııd el-Kayserı’nin varlığa ilişkin
tasavvuf!yorumu İran. Arap, Türk ve Hint kültürleri üzerinde derin etkiye
sahiptir.
“Tasavvuf İlmine Giriş’’ ismi ile
yayınlanan elinizdeki eser Dâvûd el-Kayserî’niıı iki risalesinin tercümesinden
oluşmaktadır. İlk risâlede tasavvuf ilminin tanımı, Allah'ın isim ve sıfatları,
varlığın mertebeleri, peygamberlik, velilik, cem, tevhid ve kâmil insanın
âlemdeki konumu gibi konular vahdet-i vücııd anlayışı ile açıklanmaktadır.
Diğer risale ise aynı zamanda Dâvûd el-Kayserî’nin şeyhi olan Abdürrezzak
Kâşânî’nin vahdet-i vücûd anlayışı çerçevesinde telif ettiği Kur'an tefsirinin
ilk cümlesinin şerhidir.