Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

ÂDÎ BİN MUSÂFİR EL-HAKKARİ’NİN İTİKÂDİ GÖRÜŞLERİ

 T.C.

HAKKARİ ÜNİVERSİTESİ

LİSANSÜSTÜ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

ÂDÎ BİN MUSÂFİR EL-HAKKARİ’NİN İTİKÂDİ GÖRÜŞLERİ

Davut DANİŞ

Danışman

Dr. Öğr. Üyesi. Zekerya SARIBULAK

ÖZET

ÂDÎ BİN MUSÂFİR EL-HAKKARİ’NİN İTİKÂDİ GÖRÜŞLERİ

Hakkarî ilimize nispetle anılan Âdî bin Musâfir el-Hakkarî, günümüzde Ezidî/Yezidî topluluğunun önderi olarak bilinmektedir. Bu topluluğun inançları ve İslam inancı arasında bazı benzerlikler vardır, ancak Ezidiler kendilerini İslam dışında ayrı bir topluluk olarak görmektedirler. Âdî b. Musafir ise bir taraftan İslam âlimi olarak bilinmekte diğer taraftan adı geçen çevre sakinlerinin önderi şeklinde gösterilmektedir. Bu sebeple dini kişiliği son dönemde birçok polemiğe konu olmuştur. Bir kesim onu Sünnî ve sûfî bir âlim, diğer bir kesim onu Ezidî fırkasının başı, mistik bir şahsiyet şeklinde tanımlarken, ayriyeten kendisinin dinlere saygılı bir şahsiyet olduğunu, dolayısıyla İslam’a da saygılı biri şeklinde görmüşlerdir. İşte bu çalışma, adı geçen zatla ilgili polemiklere değinmeden ona nispet edilen I’tikadu Ehl-i’s-Sünne ve’l-Cemaa adlı eserin içeriğindeki itikadî görüşleri, tahsil hayatını, yetiştirdiği talebeleri ve eserleri gibi konuları kapsamaktadır. Çalışmada dönemin sosyo-kültürel durumu ve eserinin dışında onun itikadî görüşlerini nakleden bazı klasik eserlere de başvurulmuştur. Ezidîlikle ilgili yazılan kitaplar ve akademik çalışmalara da başvurulmuştur. Son bölümde ona intisap eden Ezidi fırkasının itikadî görüşleri de ele alınmıştır. Bununla Âdî b. Musafir ve mezkur fırka müntesiplerinin inançta ayrıştıkları ve birleştikleri noktalar görülmeye çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Kelam, Ehl-i Sünnet, Hakkari, Adeviyye, Âdî b. Musâfir.

ABSTRACT

FAİTH OPİNİONS OF ADİ BİN MUSAFİR AL-HAKKARİ

Davut Daniş

Master Thesis, Main İslamic Sciences

Supervisor: Asst. Prof. Dr. Zekerya SARIBULAK

2022, 84p

Âdî bin Musafir al-Hakkari, who is mentioned in relation to our city of Hakkari, is known today as the leader of the Ezidi/Yezidi community. There are some similarities between the beliefs of this community and the Islamic belief, but they see themselves as a separate community outside of Islam. Âdî b. Musafir, on the one hand, is known as an Islamic scholar, on the other hand, he is shown as the leader of the aforementioned inhabitants. For this reason, his religious personality has been the subject of many polemics recently. Some people see him as a Sunni and sufi scholar, while another section sees him as the head of the Ezidi sect, as a mystical figure, and as a person who respects religions and therefore also respects Islam. Here, this study covers the religious views, education life, students and works that he trained in the content of the work called I'tikadu Ehl-i's-Sünne ve'l-Cemaa, which is attributed to him without mentioning the polemics about the aforementioned person. In the study, besides the socio- cultural situation of the period and his work, some classical works that convey his theological views were also used. Books and academic studies on Ezidism were also used. In the last chapter, the creed views of the Ezidi sect that joined him are also discussed. With this, It has been tried to see the points where the followers of Âdî b. Musafir and the aforementioned sect diverged and united in faith.

Key Words: Theology, Ahl Al-Sunna, Hakkâri, Adeviyyah, Adi bin Musafir.

ÖNSÖZ

İslam tarihçileri, Âdî b. Musafir el-Hakkarî’yi İslam ümmetinin ilimde ve irfanda adından söz ettirmiş önemli şahsiyetlerinden birisi olarak aktarmışlardır. Abdulkadir Geylanî gibi İslam mutasavvıflarıyla dostlukları övülerek kaydedilmiştir. Onun yaşadığı dönemde çevre toplumlardan farklı bir grup olan Ezidîlerin bir kısmının İslamı benimsemelerine ve ıslahına sebep olduğu da kaynaklarda dile getirilmiştir. Nitekim Musul’un Şengal(Sincar) ve Duhok’un Şeyhan merkezlerinde ve civar köylerinde hâlâ varlığını sürdüren Ezidî fırkasının ruhanî önderi olarak bilinmektedir.

XII. yüzyılın önemli simalarından biri olan Âdî b. Musâfir’den söz eden klasik kaynaklara göre o bir İslam âlimi ve Abdulkadir Geylanî dengi bir tasavvuf şeyhidir. Ama Ezidi fırkası mensupları Âdi b. Musâfir’in Müslüman olmadığını açıkça ifade etmişlerdir ve günümüzde de aynı şekilde iddialarına devam etmektedirler. Ezidîlerin önderleri olarak gördükleri Şeyh Âdî el-Hakkâri ile İslam tarihçilerinin överek menkıbelerini yazdıkları Âdî b. Musâfir el-Hakkâri aynı kişi mi? Yoksa Ezidî Şeyhi ayrı kişi, İslam tarihçilerinin övdükleri ayrı kişi mi? Bu sorulara cevap verebilmek için sosyoloji, din bilimleri ve tarih alanında inter disipliner bir çalışma gerekmektedir. Elimizde, kapsamı sınırlı olan bu çalışmada bahsettiğimiz alanlara girmenin geniş teferruatı da göz önüne alınarak sadece Âdî b. Musafir el-Hakkârî ismiyle anılan zatın te’lif ettiği aktarılan eserlerden yola çıkarak onun itikadî görüşleri ele alınmış ve böylece günümüz Ezidî inancı ile bu zatın yakınlık derecesi görülmeye çalışılmıştır. Ne onun ne de Ezidî fırkasının dini aidiyetiyle ilgili polemiklere girilmemiştir. İşte bu çalışmada Âdî b. Musafir el- Hakkârî’nin şahsi ve ilmi kişiliği ve kendisine nispet edilen eserler doğrultusunda itikadî görüşlerinin bilinmesi hedeflenmiştir.

Çalışma sürecinde bana yol gösteren danışmanım Sayın Dr. Öğretim Üyesi Zekerya SARIBULAK hocama teşekkürlerimi sunarım. Aynı şekilde bu çalışmayı hazırlarken desteklerini esirgemeyip daima yanımda olan aileme ve arkadaşlarıma teşekkür ederim.

Davut DANİŞ

İÇİNDEKİLER

TEZ BİLDİRİMİ ii

ÖZET iii

ABSTRACT iv

ÖNSÖZ v

İÇİNDEKİLER vi

KISALTMALAR DİZİNİ viii

  1. GİRİŞ 1

    1. Araştırmanın Konusu 1

    2. Literatür T araması 2

  2. ÂDÎ B. MUSÂFİR EL-HAKKARİ 4

    1. Hayatı ve İlmî Kişiliği 4

  3. DÖNEMİN SOSYO-KÜLTÜREL DURUMU 12

  4. ADEVİYYE TARİKATI 15

    1. Oluşumu ve Etki Alanı 15

    2. Halefleri 16

  5. ÂDİ B. MUSAFİR’İN İTİKÂDİ GÖRÜŞLERİ 20

    1. İlahiyyât 20

      1. İman 20

      2. Halku’l-Kur’an 22

      3. Sıfatlar 25

      4. İstivâ 27

      5. Nüzûl 28

      6. Kazâ ve Kader 29

      7. Ru’yetullah 32

    2. Nübüvvet 35

      1. Peygamberlik 35

      2. İmamet 36

    3. Semiyyat 38

      1. Berzah ve Ahiret 38

      2. Şefaat 39

      3. Cennet ve Cehennem 40

  6. YEZİDÎ DİN ADAMLARININ İTİKADİ GÖRÜŞLERİ 41

    1. Dr. Ca’fer SIMO 41

    2. Dr.Erşed Hemed MUHO 52

    3. Şemo Qasım GALLO 61

SONUÇ 71

KAYNAKLAR 73

EKLER 76

ÖZGEÇMİŞ 84

KISALTMALAR DİZİNİ

Bkz.

Bakınız

Byy.

Basım yeri yok.

Çev.

Çeviren.

Der.

Derleyen.

DEU

Dokuz Eylül Üniversitesi

DİA

Diyanet İslam Ansiklopedisi

ed.

Editör

h.

Hicri

Haz.

Hazırlayan

Hz.

Hazreti

Krş.

Karşılaştırınız.

m.ö.

Milattan önce

nr.

Numara

ö.

Ölümü

r.

Radiyallâhu anhu/anha/anhum

s.a.s.

Sallallahu Aleyhi Vessellem

thk.

Tahkik

trc.

Tercüme

ts.

Tarihsiz

v.

Vefatı

vb.

Ve benzeri

yy.

Yüzyıl

  1. GİRİŞ

    1. Araştırmanın Konusu

Âdî b. Musâfir b. İsmail b. Musa b. Mervan b. Hasan b. Mervan eş-Şamî el-Hakkari (d. 467/1075), miladi XI. yüzyılın ikinci yarısı ile XII. yüzyılın başlarında yaşamış ve kendisinden sonra büyük etkiler bırakmış bir âlim ve mutasavvıftır. Hakkarî nisbesiyle anılmış olmakla birlikte Lübnan’ın Beyrut şehrinde Beytifar köyünde doğmuştur. Kendisinden sonra te’lif edilmiş İslam tarihi eserlerinin çoğunda biyografisi yapılmıştır. Hakkari dağlarında münzevi bir hayat sürmüştür. İtikatta Hanbelî mezhebine tabi olmakla birlikte tasavvufta bir tarikatın kurucusu olarak aktarılmıştır. Kendisine Itikadu Ehli ’s-Sünnet ve ’l- Cemaa adında bir eser nispet edilmektedir. Dönemin önemli âlim ve mutasavvıfları onu övgüyle zikretmişlerdir. Ancak kendilerini İslam ümmeti dışında gören Ezidî topluluğu da onu mistik, menkibevî bir şahsiyet ve bazı insanüstü güçlere sahip bir zat şeklinde görürler, ona bazı menkıbeler nispet ederler ve onun görüşlerine tabi olduklarını dile getirmektedirler. Âdî b. Musâfir, bir taraftan İslam âlimi; diğer taraftan İslam dışı bir topluluğun dini lideri konumunda gösterilmiştir. Kendisi gerçekten İslam âlimlerinden birisi mi? Kendisine nispet edilen eser ona mı ait? Ya da mezkur topluluğun önderi ve İslam dışında başka bir öğretinin âlimi midir? Bu türden soruların cevapları etrafında tarihten günümüze kadar devam eden ve hala güncelliğini koruyan polemikler mevcuttur.

Arapça ve Türkçe olarak yapılmış bazı akademik çalışmalarda bunlara değinilmiş ve geniş açıklamalar da yapılmıştır. Bu sebeple bu tür tartışmalara girmeden Ehl-i sünnet kaynaklarında Sünnî ekole bağlı bir âlim olarak aktarılan Âdî b. Musafir el-Hakkârî’ye nispetle anılan İtikadu Ehli 's-Sünne ve ’l-Cemaa adlı eserin içeriğine göre itikadî görüşleri ele alınmıştır.

Âdî b. Musafir, tasavvuf alanında tarikatların kuruluş döneminde faaliyet göstermiştir. Günümüzde dahi büyük ölçüde etkileri devam eden bazı tarikatların kurucuları ile bir araya gelmiştir. Eş‘arî ekolün mutasavvıf kelamcısı olan Gazâli ile mektuplaştığı kaynaklarda mevcuttur. Tarih ve buldân türü eserlerde Hakkârî bölgesinin bir mıntıkası içinde geçen Duhok’un Şeyhan ilçesi Laleş yerleşim alanında bulunan bir zaviyede hem tasavvufî öğretilerini hem de itikadî görüşlerini yaymıştır. Elimizde mevcut olan esere göre Ehl-i Sünnet itikadını müdâfaa etmiştir. Âdevîyye tarikatı Âdî b. Musâfir’den sonra kardeşinin çocukları yoluyla devam etmiştir ve uzun bir müddet Ehl-i Sünnet yolu üzerinde devam etmiştir. Ancak daha sonra keyfiyeti tam olarak bilinmeyen bir şekilde tarih sahnesinden kaybolmuştur.

Ezidî fırkası müntesipleri, Âdî b. Musâfir’e nispet edilen yukarıdaki eserin aidiyetini sahih bulmazlar. Ancak Ezidiler, İslam tarihçilerinin Âdî b. Musâfir’in doğumu ve hayatının büyük bir kısmı hakkında verdikleri, dini düşünceleri dışındaki biyografik malumatları doğru kabul ederler. Böylece İslam âlimleri ve mezkur fırka mensuplarının aynı kişiden söz ettikleri anlaşılmaktadır. İşte bu noktadan hareketle Müslüman âlimlerinin ve adı geçen fırka mensuplarının söz ettikleri Âdî b. Musafir’in aynı şahıs olması hasebiyle îtikadu Ehli's-Sünnet ve'l-Cemaa adlı eseri doğrultusunda itikadî görüşleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Bununla Ezidî fırkasının inanç alanındaki görüşleriyle ayrıştıkları ve birleştikleri noktaların anlaşılabilmesi amaç edinilmiştir. Böylece bu çalışmada esasen Âdî b. Musafir’in itikadî görüşleri ele alınırken bir bakıma günümüz Ezidî fırkasıyla itikadî açıdan yakınlık derecesi de görülmeye çalışılmıştır.

  1. Literatür Taraması

Âdî b. Musafir’in şahsiyeti, hocaları, halefleri, öğrencilerinin ilmi ve şahsi kimlikleri gibi konuları ele alan ve kendisinin itikadi görüşlerini tasnif eden eserler tarandığında, kendisinden sonra te’lif edilmiş tarih ve tabakat türü eserlerin çoğunda bu mevzuların ele alındığı görülmektedir. Çağdaş çalışmaların bir kısmına bakıldığında ise: Metin Bozan “Adi b. Musafir Hayatı, Menkıbevî Kişiliğive Yezidi inancındaki Yeri”, Ahmet Turan “Yezidiler, Tarihçeleri, Coğrafi Dağılımları, Örf ve Âdetleri”, Enes Muhammed Şerif ed-Doski “Etbâu’ş-Şeyh Adi bin Musâfir el-Hakkâri, Minel Adeviyye ile ’l-Yezidiyyye ”, Abbas el- Azzâvi’nin “Tarihu’l-Yezidiyye ve Aslu Akîdetihim”, Frank Rudolfun yazmış olduğu “Scheich ÂdîDer Grosse Heilige Der Jezidis”, Mehmet Aydın’ın “Yezidi İnanç Esaslar”, İbn Teymiyye’nin “el-Vesâya’l-Kubrâ” gibi eserlerde genişçe ele alınmıştır. Bunların dışında Türkiyede, bazı akademik makalelerde de konuya yakın başlıklar ele alınmıştır.

Klasik kaynakların bazıları ise: İbn Mustavfa “Târihu’l-Erbil”, Muhammed Gazzâli “Risâle ila Ebi’l-Feth el-Hakkâri”, İbn Hallikan “Vefâyatu’l-A ’yan ve EnbauEbnai’z-Zaman”, İbn Esir “El-Kâmilfi’t-Târih”, İbn Teymiyye “el-Vesiyyetu’l-Kubra” ve “Mecmuu’lFetâva”, el-Hamevî “Mu’cemul Buldan” ve Şerefuddin Erbili “Târihu’lErbil” gibi eserlerdir.

  1. ÂDÎ B. MUSÂFİR EL-HAKKARİ

    1. Hayatı ve İlmî Kişiliği

Âdî b. Musafir el-Hakkârî’nin nesep bilgisi hususunda tarihçiler ittifak etmemişlerdir. İbn Mustavfa, Tarihu’l-Erbil adlı eserinde, Âdî b. Musafir b. İsmail b. Musa b. Mervan b. Hasan b. Mervan eş-Şamî el-Hakkâri (ö. 557/1162), Zehebî ise Ebu Muhammed Âdî b. Sahr eş-Şamî ya da b. Musafir şeklinde olduğunu dile getirmiştir. Kaynakların çoğunda ismi, Âdî b. Musafir şeklinde gelmiş, Zehebî’nin silsilede vermiş olduğu ‘b. Sahr’; kardeşinin oğlu Ebu’l- Berekat Sahr b. Sahr b. Musafir için verilmiştir. Bu durumda Zehebî’nin şüpheyle verdiği b. Sarh ismi, kardeşinin oğlu Sahr b. Sahr için doğru bir bilgi olduğu, Âdî için sehven verildiği kuvvetle muhtemeldir. İbn Teymîyye ise, bazı Âdevî tarikatı mensuplarından aldığını söylediği silsile bilgisini şu şekilde vermiştir; Âdî b. Musafir b. İsmail b. Mervan b. Ahmed b. Mervan. Bu silsile bilgisinde Hasan b. Mervan yerine Ahmed b. Mervan verilmiştir. Ancak bu silsile bilgisinin, onun bölgesinden ve ona yakın bir tarihte yaşamış olan İbn Hallikan’ın (ö. 681/1282), Âdî b. Musafir b. İsmail b. Musa b. Mervan b. Hasan b. Mervan şeklinde vermesiyle sahih olmadığı anlaşılmaktadır. Zira İbn Hallikan hem bölge halkından bir tarihçidir hem de bu bilgileri onun yakın akarabalarından aldığını söylemiştir. Bu durumda İbn Teymîyye’nin Hasan b. Mervan yerine Ahmed b. Mervan şeklinde kaydettiği bilginin dışındaki silsile bilgisinde verilen isimler aynıdır. Dolayısıyla kendisinin nesebiyle beraber tam olarak isminin; Âdî b. Musafir b. İsmail b. Musa b. Mervan b. Hasan b. Mervan eş-Şamî (Şam’da da bir müddet ikamet ettiği için) el-Hakkâri şeklinde olduğu söylenebilir.

Bazı müelliflere göre Âdî b. Musâfir, Emevî ailesinden olduğu için o nisbeyle anılmıştır. Bu müellifler onu Mervan b. Hekem’in nesebinden sayarlar. Bu nisbenin sahih olmadığı Âdî b. Musâfir’in vefat tarihi ve dayandırılan silsile göz önüne alındığında anlaşılmaktadır. Zira onun ecdat silsilesinde, Mervan ismiyle anılan iki şahıs vardır. Birincisi ondan sonra dördüncü baş, ikincisi ise altıncı baştır. Bu durumda h. 65 tarihinde ölmüş olan Emevî Hükümdarı Mervan ile Âdî b. Musâfir’in arasında yaklaşık 400 küsür yıl vardır. Şayet, Mervan b. Hakem ve kendinden sonra gelen oğlu ve torunları sırayla her birisinin de yirmi yaşlarında çocuğu olmuşsa ve çocuğu da aynı şekilde yirmi yaşında çocuk sahibi olmuşsa bile her biri ortalama 65 yaş kadar yaşamış olsalar da 557/1162 yılı vefat tarihli Âdî b. Musâfir ve 65/685 yılında vefat eden Mervan arasında sadece adı geçenlerden ibaret olmadığı anlaşılmaktadır. Âdî b. Musâfir’in Emevî nisbesi doğru ise silsilede başka isimler de olmalıydı. Ya da kayıt altına alınırken sehven yazılmamıştır denilmeliydi. Ancak onun Emevî ailesine nispet edenlerden hiç birisi bu zaman dilimini göz önüne almamıştır. Sadece daha önce verilmiş silsile bilgisini olduğu gibi nakletmişlerdir. Zira ikisi arasında görülen 497 yıl kadar bir zaman dilimi göz önüne alındığında Âdî b. Musafir’in Mervan’ın soyundan olması imkansızdır. Dolayısıyla onun Emevî nisbesi kesin değildir denilebilir. Ayrıca yukarıda atıfta bulunulan tarihçilerden bir kısmı onun Emevîlerle hiçbir şekilde akrabalık bağının olduğuna dair bir imada bile bulunmamışlardır. Adı geçen tarihçiler onu bazen memleketi Hakkârî’ye nispetle, bazen doğum yeri Beytifar ile bazen de bir müddet yaşamını sürdürdüğü Şam’a da nispetle anmışlardır.

Âdî b. Musâfir’in; Sahr, Ebû Bekir, Abdulkadir, İsmâil ve Abdulazîz isimleriyle anılan beş kardeşi daha vardır. Bazı çağdaş Ezidî araştırmacılara göre annesinin adı Stiyâ Es’tir, Arapça kaynaklarda ise annesi Asîye ismiyle anılmış, diğer bazılarına göre ise annesinin ismi Ezdâ’dır. Âdî b. Musâfir’in evlenmediğine dair kayıtlar mevcuttur. El-İmamu’s-Salih, el-Kudvetu’z-zahid ve Zâhidu vaktihi, Şerefuddin ve Ebu’l-Fazail künyeleriyle de anılmıştır. Şeyh Abdulkadir Geylanî onu, ‘Sultani’l-Evliya’, ‘Şeyhu’l-Ekrad ve İmamuhum’ lakaplarıyla anmıştır. Ayrıca Kutbu’l-Meşayih, Bereketu’l-Vakt, Sahibu’l- Ehvali ve’l-Keramat lakaplarıyla da anılmıştır.

Âdî b. Musâfir, Lübnan’ın Baalbek şehrinin Beytifar köyünde, 465/1072 yılında dünyaya gelmiş, ilk eğitimini burada almış ve 30’lu yaşlarına geldiğinde Şam bölgesinde, sonrasında dönemin ilim ve tasavvuf merkezlerinden biri olan Bağdat şehrine gidip bir süre buradaki medreselerde tahsilini sürdürmüştür. Ayrıca sûfi meclislerindeki halkalara da katılmıştır. Burada birçok tarikat şeyhiyle yakınlık kurmuştur. Bunların başında Kâdiri tarikatının kurucusu Şeyh Abdulkadir el-Geylânî (ö. 561/1165) gelmektedir. Geylanî Âdî b. Musâfir’i konu edindiği “Şeyh Adî” adlı kitabında, Âdî b. Musâfir hakkında; “Şayet Peygamberlik makamına çalışarak erişmek mümkün olsaydı, şüphe yok ki bu makama Şeyh Âdî b. Musâfir ulaşırdı.” ifadelerini sarf etmiştir.

Âdî b. Musafir, Bağdat’ta Geylanî dışında Abdulkadîr Cîli, Abdülkadîr Şehrizûri Ebu’l Vefa Hulvâni, Abdulkadîr Sühreverdi (ö. 563/1168) gibi birçok tarikat ehli kişiler ile tanışmış; zikir halkalarında bir araya gelmiştir. Ancak Ebû Hamîd el-Gazâli (Ö.505/1111) ile yüz yüze görüştüğü kayıtlarda bulunmasa da, tarihi kaynaklarda Âdî b. Musafir’in kendisiyle bazı konuları mülahaza ettiği mektuplaşmalarının mevcut olduğunu aktarmıştık. Bağdat’tan göç eden Âdî b. Musâfir, akrabası olan sûfi Ebu’l-Hasan Ali’nin (ö. 486/1093) yanına; Musul kentinin 36 mil (55 km) kuzeydoğusunda yer alan ve buldan eserlerine göre Hakkâri sınırları içerisinde yer alan Lâleş (Leyluş-Lâliş-Lalesh) bölgesine gitmiştir. Lâleş bölgesini dağlık alanlar kaplamakta ve demografik yapısı Kürtlerden oluşmaktaydı. Âdî b. Musafir de Lâleş’e geldiğinde uzun bir zaman tek başına bu dağlarda inzivâ hayatına çekilip, çile ile nefsini ıslah etmeye çalışır. Âdî b. Musâfir inzivada devam ettiği bu mânevi süreç sonunda tekrar Lâleş’e döner. Dağlarda geçirdiği bu dönemle ilgili daha sonraları Osmanlı döneminde Musul valiliği görevi yapmış olan Mustafa Nûri, Yezîdîleri İslâma ısındırmak amacıyla kaleme almış olduğu “Tâife-i Bağiye-i Yezidiyye” adlı eserinde; Âdî b. Musafir’in dağlarda geçirdiği bu inziva hayatı ile ilgili bazı ayrıntıları da aktarmıştır.

Erbil Atabeyliği görevini icra ettiği sırada Muzaffereddin Gökböri (ö. 630/1233), Âdî b. Musâfir’i Musul kentinde görmüş ve onun hakkında iyi gözlemlerini aktardıktan sonra onun hakkında: “Esmer Tenli, orta boylu ve çok iyi şeyler söyleyen bir kimseydi” ifadelerini kullanmıştır.

Âdî b. Musafir, Hakkâri dağlarından tekrar Lâleş’e döndükten sonra bir zâviye kurar ve Adeviyye olarak anılacak olan Ehl-i Sünnet itikadına bağlı bu tarikatın temellerini atar. Burada belli bir şeyhlik derecesine ulaşınca bölgede şöhret kazanıp ve bu mertebeye uygun olarak hırka giyinmiştir. Artık zühdü ve sülûkundan dolayı talebeleri giderek artmıştır. İrşâda başlayan Âdî b. Musâfir, bu mertebeye eriştikten sonra İslam âleminin birçok beldesinden kendisini ziyaret etmek amacıyla ulemadan ve halktan insanlar hem ziyaret maksadıyla hem de ilim talep etmek için yanına gelmişlerdir. Âdî b. Musâfir’in tarikat silsilesi; fenâ ve bekâ nazariyesinin sahibi olarak tanınan mutasavvıf Ebû Saîd Ahmed b. Îsâ el- Harrâz’a (ö. 277/890) dayanmakta ve ondan da II. Ömer olarak anılan Emevî Halîfesi Ömer b. Abdülazîz’e (ö. 101/720) kadar dayandığı aktarılmaktadır.

Âdî b. Musafir’in zaviyesinin bulunduğu bu bölgedeki talebelerinin büyük çoğunluğunun yine Kürtlerden oluşmasından dolayı; Yakut b ‘Abdullah el- Hamevi’nin (ö. 626/1228) Mu’cemu’l-Buldân adlı eserinde geçtiği üzere el- Hakkâri nisbesinin yanında ayrıca kendisi için “Şeyhu’l-Ekrâd” yani Kürtlerin Şeyhi anlamına gelen nisbesi de kendi döneminde ve daha sonrasında kullanılagelmiştir.

İlim ve irşad üzerine bir yaşam sürdüğü aktarılan Âdî b. Musafir, ömrünün bundan sonraki kısmının çoğunu Lâleş’te bulunan kendi zâviyesinde geçirmiştir. Bazı vakitlerde de hem vaaz vermek hem de önde gelen şahsiyetlerle bir araya gelmek için Musul kentine de inerdi. Bağdat şehrine ise bazen sultânın özel dâvetiyle gelip Abdulkadir Geylânî ve Ahmet Rıfâî gibi dönemin ileri gelen tasavvufi önderleriyle bir araya gelip davetlere katıldıkları da rivâyet olunmuş ve bu iki önderle de Ahmet b. Hanbel’in mezarını da ziyaret etmiştir. Ancak Lâleş’ten en uzun ayrılışı ise döneminin ileri gelen din adamlarıyla birlikte çıkmış olduğu Hac ibadetini îfâ etmek için yola koyulduğu seyahattir.

Önce Şam, daha sonra Bağdat ve onun sonrasında ise Lâleş olmak üzere hayatının büyük çoğunluğunu geçirip kendisi üzerinde büyük etkileri olan bu 3 yerden sonuncusu olan Lâleş’te bulunan zâviyesinde 1162 (h.555 ya da 557) senesinde arkasında Adeviyye tarikatını ve çok sayıdaki talebelerini geride bırakarak vefat etmiş, orada bulunan zaviyesinde defin edilmiştir.

Âdî b. Musafir, Şam bölgesinde ilim tahsiline başlamıştır. Daha sonra Bağdat’a giderek Şeyh Akil b. el-Munbicî ve Şeyh Ebu Ni’met Mesleme b. Ni’met es-Surucî’den dersler almıştır. Ayrıca Hamid el-Endülüsî’den de ders almış Ebû Hamid Gazâli ile (ö. 505/1111) mektuplaşma şeklinde ilmi ist ifade de bulunmuştur. Tasavvufta Ebu’l-Ferec Abdulvahid el-Ensarî ve Şeyhu’l-İslam Yusuf el-Hakkârî’den etkilenmiştir.

Fıkıh ve hadis ilimlerinde ilim sahibiydi. Selefi görüşlü ve Şafiî mezhebine bağlı bir âlimdi. İbn Teymiyye de onun Şam’da eğitim aldığı dönemde Hanbeli mezhebine bağlı Ebû Câfer el-Maksidî’den (ö.486/1093)ders aldığını aktarmıştır.

Şeyh Âdî‘nin yetiştirdiği öğrencileri hususunda geniş bir malumat yoktur. Ancak kaynaklar onun Laleş’teki zaviyesinde ders verdiği ve irşatta bulunduğunu dile getirirken sayısız kişiyi etkilediği ve (bazı tasavvuf eserlerinde) birçok velinin ona öğrencilik ettiği yazılmıştır.

Âdî b. Musâfir’in en bilinen öğrencileri arasında; el-Emîr İbrâhim Mihrani, Ebû İsma’il Ya’kub bin Abdu’l-Muktedir es-Sâihu’l-İrbili,Şeyh Ömer el- Kubeysi, Şeyh Ömer el-Kaydî, Şeyh Ömer b. Melâi (İbn Mustevfî), Şeyh Reca el- Barstekî, Şeyh İsmâil et-Tunûsî, Şeyh Alî el-Mütevekkil, Şeyh Alî el-Vâsıtî, Hadr Abdullah el-Kalanisî, Muhammed b. Reşâ (Reşân), Hüseyin el-Hadarî el-Botanî, Muhammed b. Ahmedb. Ebû Bekir el-Kureşî, Kâid el-Bûzî, Şeyh Abdullah el- Betâihî, Şeyh Dâvûd b. el-Mihber, Harun b. Halid, Ömer b. Hânî, İbn Haris el- Halebî, Şeyh İbrahim en-Necâşî, Hüseyin el-Hatîb el-Bûzî (Âdî b. Musafir’in sözcüsüydü), İshak es-Serduli el-Kûrdî, Abdullah el-Kustantînî, Şeyh el-Hasrî el- Bıritâni, Şeyh Kâid en-Nûrî, Şeyh Ebû Bekr el-Hamsî, Şeyh İsa Beyan, Şeyh Abdu’l-Azîz el-Kurkûri, Şeyh Said el-Ba’nisî, Şeyh Ebu Bekr el-Kurkûrî, Şeyh Dâvûd el-Huzûrî ve Ammar el-Mezre’i gibi isimler yer almaktadır. Şeyh Âdî’ye nispet edilen bazı eserler bulunmaktadır ve bunları şöyle sıralayabiliriz:

  1. I’tikâdu Ehl-i Sünnet ve ’l Cemaat: Talebesi Muhammed b. Ahmed b. Ebû

Bekir el-Kureşî’ye ondan Ebû Bekir b. Muhammed b. Halîl’e onda n da Yusuf b. Muhammed b. Yusuf el-Hakkâri’ye aktarılmıştır ve bu silsile rivayeti de kitapta geçmektedir. Bedri Abdullah tarafından da 1509 yılında ilk defa ele alınmış; Hamdi Abdu’l-Mecîd ve Tahsin İbrâhim ed-Doskî tarafından da 1998 tarihinde Medine’de bu eser tahkik edilmiştir. Berlin’de Wittgenstein Müzesinde “1743 We” numarasıyla yer almaktadır. Bu kitapta genel itibariyle, iman konularından ve itikadi meselelerden söz edilmiştir.

  1. Kitâbu’l Vesâya: Âdî b. Musâfir’in cemaatine ve talebelerine olan vasiyetlerinin bir kısmını içermektedir. Eserin yazılı nüshası mevcuttur; bir nüshası Berlin’de resmi bir kütüphanede bir diğer nüshası da şahsi bir kütüphanede bulunmaktadır.

  2. Risâle fi’l Akâid: El yazma nüshası Musul’da Al-Hajiyat okulunun kütüphanesinde 117 numaralı kitap olarak bulunmaktadır. Doktor Davud el-Celbî de “Tîb’atu’l-Bağdat” adlı eserinde bu nüshadan bahsetmiştir.

  3. Vesâya eş-Şeyh Âdî b. Musâfir el-Hakkâri ile ’l Halîfe el-Kâidî: Halife el- Kâidî ondan ders aldığı müddette Âdî b. Musâfir’in halifeye verdiği tavsiyelerini içeren eserdir. Berlin’de Wittgenstein kütüphanesinde 1743 numaralı el yazması kitap bulunmakta ve bu kitabın basılmış nüshaları da bulunmaktadır.

  4. Sitte Kasâidü’l Şi’iriyye: Kitâbu’l Vesâya ile aynı resmi kütüphanede el yazması olarak bulunmakta ve 1769 numarası ile yer almaktadır.

  5. Dîvânu’l Âdî b. Musâfir: Bu eserin de el yazması bulunmakta ve Iraklı araştırmacı-yazar Said ed-Deyyûcî’nin Musuldaki kütüphanesinde yer almaktadır.

  6. Risâle fi Adâbu’n-Nefs: Bu eserde Âdî b. Musâfir’in dostlarına ithafen yaptığı on tavsiyeden bahsedilmektedir. Bu nasihatlar başlıksal olarak; Kur’an-ı Kerim’i tilavet etmeleri, ma’siyetten uzak durmaları ve mücahitliğe rağbet etmeleri üzerinedir. Bu kitabın el yazması Berlin’de 2. Wittgenstein kütüphanesinde bulunmaktadır.

Bu eserlerin dışında Ezidîlerin Âdî b. Musâfir’e nispet ettikleri “Mushâf-ı Reş”(Kara Kitap) ve “Kitâbu’l Cilve” adında iki eser daha bulunmaktadır. Ezidiler tarafından Âdî b. Musâfir’e ithaf edilen ilahi vasıftan dolayı, ona nispet ettikleri bu iki kitabı da kutsal kabul etmektedirler. Ancak bu eserlerin kendisine dayandığına dair kaynak bulunmamaktadır.

  1. DÖNEMİN SOSYO-KÜLTÜREL DURUMU

Yukarıda geçtiği gibi Âdî b. Musâfir el-Hakkâri miladî XI. asrın sonu ve XII. asrın ilk yarısında yaşamıştır. Gençlik dönemini Şam bölgesinde geçiren Âdî b. Musâfir, otuzlu yaşlarına geldiğinde ise Bağdat ve Musul’un Kuzeyinde bulunan Lâleş’te yaşamını sürdürmüştür. Bu dönemde İslâm dünyasına bütün olarak hâkimiyet kurabilen bir otorite veya hanedan bulunmamaktaydı. Abbasi halifesi sahip olduğu gücü yitirmiş, halifelik makamı bu süre zarfında sembolik olarak kalmıştı. Çünkü Irak’ta Şiiliği hâkim kılmak isteyen Arslan Besâsirî (ö. 451/1060), Mısır Fatimî halifesi Mustansır el-Alevî’nin (ö. 490/1097) de desteğini alarak 1058 yılında Bağdat’ı ele geçirmiş ve Abbâsi halifesi Kâim Bi-Emrillâh’ı (ö. 467/1975) tutuklayarak hapsetmiştir.

Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey (ö. 455/1063), Arslan Besasirî’yi öldürerek Bağdat’ı ele geçirince Abbasî halifesi Kaim Bi-Emrillah’ı hapisten çıkarmıştır. Bu olaydan sonra halife, Tuğrul Bey’e Abbasi egemenliğindeki toprakların yönetimini devrettiğini ilan etmiştir. Bu şekilde hâkim güç olan Abbâsi halifeliği artık tamamen sembolik bir hale gelmiştir. Böylece Arslan Besâiri ile Irak bölgesinde yayılmaya çalışan Şii-Bâtınilik hareketi, Melikşâh (ö. 485/1092) döneminde Nizâmülmülk’ün Bâtınîler tarafından öldürülmesi ile ipler kopmuş ve bu olaydan sonra bölgede Şii-Bâtıni grupların etkisi durdurulmuştur. Selçuklular bu dönemde; Suriye, Cezire, Hicaz bölgesi, Yemen ve Aden’i de bu şekilde egemenliklerine dâhil etmişlerdir. Melikşah’ın kızı ile Halife Muktedî’nin evliliklerinde geçimsizlik çıkmasından dolayı Melikşah, kızını Isfahan’a aldırmış ve Halife Muktedî’den de Bağdat’ı terk etmesini istemiştir. Halife de Basra’ya gitmek zorunda kalmıştır. Bağdat’tan çıkan halife aynı sene Melikşâh’ın ölüm haberini alır almaz tekrar Bağdat’a dönüp yönetimi eline almıştır.

Bu dönemde önemli merkezlerden biri olan Mısır ve İfrîkıye’de hâkim güç olarak Fâtımî halifeliği bulunmaktaydı. Miladi 909 yılında orta çıkıp Âdî b. Musâfir’in vefatından dokuz sene öncesine (566/1171) kadar bölgede hakimiyetleri devam etmiştir. Fatimî halifeliğinde yer alan en önemli isimlerden birisi 58 yıl (1094-1036 arası) hüküm süren Mustansır Billah el-Fâtımî’dir (ö. 487/1094).

Bu dönemde İslam toplumlarının demografik yapısı genel itibariyle; Araplar, İranlılar, Mısırlılar, Kürtler, Türkler, Ârâmîler, Berberîler ve Zencilerden oluşmaktaydı. Zımmî denilen İslam bölgelerinde de yaşayan Müslüman olmayan dini gruplar ise, Hristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştîler (Mecûsî), Hindular, Budistler, Sâbiîler şeklinde bulunmaktaydı.

İlmî açıdan bakıldığında bu dönem, Nizâmülmülk (ö.485/1092) tarafından kurulan ve Sünnî düşünce etrafında eğitim veren Nizâmiye Medreselerinin kurulduğu bir zaman dilimine rastlamaktadır. Bu medreseler; müfredatları, teşkilatları ve yetiştirdikleri âlimlerle İslam tarihinde dönüm noktası olan eğitim merkezleridir. Bağdat, İsfahan, Nişabur, Belh, Musul (Bu medresenin, Cizre’deki Cezîre-i İbn Ömer Medresesi olduğu da aktarılmaktadır.), Herat, Basra, Âmul, Merv, Rey, Hargird, Bûsenc, Zâhir, Harezm, Halep ve Dımaşk Nizâmiye medreseleri bu medreselerden bazılarıdır. Bu medreselerde özellikle Eş‘arî ekolünün yıldız ulema topluluğu yetişmiştir. Âdî b. Musâfir’in yaşadığı dönem göz önünde bulundurulduğunda, İmâmu’l-Haremeyn el-Cüveynî (ö. 478/1085), Ahmed b. Hüseyin el-Beyhâkî (ö. 458/1066), Kudûri(ö. 428/1037), Debbûsî (ö. 430/1039), Abdulaziz b. Ahmed Halvanî (ö. 452/1060), Ebu’l-Yusr Pezdevî (ö. 493/1100), Şemsuleimme Serahsî (ö. 483/1090), Yusuf Has Hacib (ö. 470/1077), Zerkâlî-İbnu’z-Zerkâle (ö. 493/1100), Ebû Ubeyd el- Bekrî (ö. 487/1094), İbn Hazm (ö. 456/1064), Muhammed Zerrindest (ö. 488/1098 ?), Gazzâlî (ö.

505/1111), İbnRüşd (ö. 595/1198), Necmeddin Ömer en-Nesefî (ö. 537/1142), İsbicâbî (ö. 480/1087) ve Ebu’l-Muîn en-Nesefî (ö. 508/1115) gibi önemli âlimler de bu dönemde yaşamışlardır.

İbn Arabî (ö. 638/1240), Muhammed Gazzâli, İbn Seb’în (ö. 669/1270) ve İbn Fârıd (ö. 632/1235) gibi tasavvufun büyük temsilcileri, Tasavvûf tarihinin tarikatlar döneminde yetişmişlerdir. Muhammed Gazzâli’nin kardeşi Ahmed Gazzâlî (ö. 520/1126) de bu dönemin farklı simalarından birisidir. Tarikatlar dönemi, en değerli tasavvûfî şiir ve edebiyat eser lerinin ortaya konulduğu, bazen de tekke ve medreseler arasında görüş tartışmalarının meydana geldiği, günümüze kadar devam eden bir dönemdir. Ayrıca Âdî b. Musâfir ile dostlukları bilinen Şeyh Abdülkadir Geylânî (ö. 562/1166) bu dönemin en önemli isimlerinden birisidir ve kendisine nispetle anılan Kadiriyye tarikatı; Uzakdoğu’dan Afrika’ya, Endonezya’dan Sibirya’ya ve Kuzey Afrika, Endülüs gibi bölgelere kadar yayılmıştır. Ayrıca Rıfâiyye tarikatı da bu dönemde Ahmed Rıfâi (Ö.578/1182) tarafından kurulmuştur. Ahmed Rıfâi, Hikem-i Rıfâiyye, el-Mecâlisu’s-Seniyye, el- Burhânu’l-Müeyyed ve Hâletu Ehli ’l-Hakîka Ma ’a-Allah isimli eserlere sahiptir. Şâzeliyye tarikatı da Ebu’l-Hasen Şâzelî (ö. 593/1196) tarafından bu dönemde Kuzey Afrika’da kurulmuştur.

  1. ADEVİYYE TARİKATI

    1. Oluşumu ve Etki Alanı

Meşhur mutasavvıfların tarikatlarını kurdukları dönemde Âdeviyye tarikatı da Âdî b. Musâfir el-Hakkâri tarafından bu dönemde kurulmuştur. Kurucusu Âdî b. Musâfir’den dolayı bu cemaate Adeviyye denilmiş, bazı kaynaklarda Sohbetiyye adıyla da anılmıştır. Tarikatın merkezi Musul kentinin kuzeyinde bulunan Lâleş’teki Âdî b. Musâfir el-Hakkârî’nin zaviyesidir. Ehl-i Sünnet çizgisi üzerinde uzun yıllar büyük hizmetler veren bu tarikat, Âdî b. Musafir el- Hakkâri’den sonra gelen iki halefi döneminde de böyle devam etmiştir.

Âdî b. Musafir’in tasavvuf yoluna girişi, Mesleme b. Ni’me es-Surûci ve Akil el-Menbîcî’den aldığı eğitim sayesinde olmuştur. Bu şeyhlerin ikisi de talebeleri arasında Âdî b. Musâfir’e ayrı bir önem göstermekteydiler. Akil el- Menbîcî’den sonra tarikat postuna Âdî b. Musâfir oturmuştur. Şemseddin Sahavî’nin (ö. 902/1497) de aktardığı üzere Âdî b. Musâfir’in dayandığı tasavvûfî silsile şu şekildedir; Hulefâ-i râşidinin II.’si olan Ömer b. Hattâb (r.a), Şeyh Yûsuf el-Fânî, Şeyh Ammâr es-Sa’dî, Şeyh ‘Alyânî er-Remlî, Şeyh Muhammed el- Kalânisî, Şeyh Ebû Saîd el-Harâzî, Şeyh Mesleme es-Surûci, Şeyh Akil el- Menbîcî (İbnu’l Verdî de Âdî b. Musafir’in şeyhinin bu mutasavvıf olduğunu aktarmaktadır) ve Şeyh Âdî b. Musâfir. Bu silsileye şüpheyle yaklaşan İbn Teymiye isnadlarının hepsini zorlama bir durum olarak görmekte ve bunların yanlış olduğunu, Âdî b. Musâfir’in buna ihtiyacı olmadığını ifade eemektedir. Âdî b. Musâfir ile Ömer b. Hattab arasında sekiz kişi ile olamayacağını söylemekte ve bunun nedeninin de; Ömer b. Hattab’ın Hicri 23 yılında vefat etmesi, Âdî b. Musâfir’in ise Hicri 467 yılında doğması olarak göstermektedir.

Adeviyye tarikatı, riyazet ve ibadet esaslarına önem vermekteydi. Tarikata girmek isteyenlerin, bu yola göre yaşamlarını sürdürmek zorunda olmaları, bu tarikata girip kâidelerine tam anlamıyla yerine getirmenin birçok insana zor geldiği aktarılmaktadır. Bu dönem içerisinde etkisi genişleyen Âdî b. Musâfir el- Hakkâri’nin, zamanla dönemin en önemli şeyhleri içinde yer almasının nedenleri arasında, irşad faaliyetlerini Lâleş ve Musul ile sınırlandırmayıp diğer bölgelere de bu etkinin çeşitli şekillerde yayılması da yer almaktadır.

İbn Teymiyye tasavvuf hakkında genelde sert bir tavır izlemesine rağmen Âdî b. Musâfir el-Hakkâri hakkında çoğu zaman methiye ve övgülerde bulunmuştur. “El-Vesiyyetü’l-Kubrâ” adlı eserinde İbn Teymiyye, Âdî b. Musâfir ve etbâ-ı hakkında şu sözleri kaleme dökmüştür:

“Allah teâla, Âdî b. Musâfir’e yaşadığı dönemde insanlar arasında büyük bir kabul görülme nimeti vermişti. insanlar onun davetinden etkileniyor, hatta onun ashabına tabii oluyorlardı. Âdî b. Musâfir ’in itibarı o kadar yayılmıştı ki, hangi bölgeye giderse gitsin; onun sözlerini duyan insanlar etkisinde kalıyor, erkek ve kadınlardan Allah’ın diledikleri onun ehli oluveriyordu. Bu duruma en çok örnek verilen ve insanların tanıklık ettiği olay; vefatından kısa bir süre önce -vefat ettiği sene- kendisi Musul’a gelmiş ve şehrin çıkışındaki meydana geldiğinde, onu karşılamaya gelenler arasında; sultan, vilayet halkı, şeyhler, âvâm bulunmaktaydı ki bunca insanın toplanması (karşılamaya gelip yorulmaları) kendisini incitmişti. Elini öpmeye geldiler -ama o böyle yapmamaları için- kendisi ile insanlar arasında az bir mesafe olacak bir yere yerleşti ki insanlar onu yalnızca görebilsinler. insanlar ona sırayla selam veriyor ve geçiyorlardı. Sonrasında ise Âdî b. Musâfir de kendi zaviyesine döndü.

Ona tabii olanlar da en baştan beri kendisinin emri ile doğru yol üzereydiler. Şeyhlerinden etkileniyorlar, ibadetlerinde onu örnek alıp sülûkta onun yolundan gidiyorlardı. Bu cemaatin hepsi de aynı şekilde ehl-i sünnet ve ’l-cemaat itikadındaydılar.”

  1. Halefleri

Ebu’l-Berekât Sahr b. Sahr b. Musâfir: Âdî b. Musâfir’in vefatından sonra yerine, kardeşinin oğlu olan bu zat geçmiştir. Tam adı, Ebu’l-Berekât Sahr b. Sahr b. Musâfir b. İsmail el-Emevi el-Hakkâri’dir. İlmi tahsilinden sonra Lâleş’e gitmiş ve amcası onu büyük bir sevinçle karşılayıp ona çokça itina etmiştir. Bu evlilikten iki evladı olur bunlardan biri Âdî (II. Âdî) diğeri ise Ahmed’tir. Âdî b. Musâfir henüz hayatta iken, bu şahsı kendisinden sonra tarikatın başına geçecek kişi olarak halef tayin etmiştir. 1162 yılında amcasının vefatından sonra yerine geçince onun yolunu devam ettirdi ve talebelerinin eğitimlerini, terbiyelerini yine bu yol ve metod üzerine gözettiği aktarılmaktadır.

İtikad, zühd, vera ve tarikat konularında amcası Âdî b. Musâfir’i takip eden Ebu’l-Berekât Sahr, bu zaviyede oğlu Şeyh Âdî b. Sahr (II. Âdî) başta olmak üzere birçok önemli talebe yetiştirmiştir. Bunlardan biri olan Ebû Fadl et-Temîmi el-Musûli, şeyhi olan Ebu’l-Berekât Sahr hakkında dile getirdiği bazı sözlerini ed- Deyvecî, “el-Yezidiyye ” adlı eserinde şu şekilde aktarmaktadır:

“Yedi yıl kaldım seyyidim Şeyh Ebu’l-Berekat’ın yanında. Kendisinden daha celâletli daha heybetli başka birini tanımadım. Vakitlere riayet etme konusunda da ondan daha dikkatli başka birini görmedim. Bütün işlerinde kendisi ciddiyet sahibiydi. ” Bu zat Râfızî’lerle ve diğer ehl-i bid’at ile birçok fikri tartışmaya girmiştir.

Âdî b. Ebi’l-Berekât Sahr el-Kürdî: Ebu’l-Berekât Sahr b. Sahr b. Musâfir’in oğludur. Babasından sonra tarikatın başına geçmiştir. Bu zatın tam adı; Ebû Mefâhir Âdî b. Sahr b. Sahr b. Musâfir b. İsmâil el-Emevi el-Hakkâri’dir. Tarikatın başına geçmiş ve amcası Âdî ve babası Ebu’l-Berekât Sahr b. Sahr gibi Ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisi üzerinde yetiştirmeye devam etmiştir.

Âdî b. Ebi’l-Berekât, 611/1214 senesinde gitmiş olduğu Hac ziyareti dönüşünde Şam’da bulunan Sultan Zâhir’i ziyaret etmiştir ve bu bölgede bulunan Halepli bir cemaat tarafından da kendisinin ziyaret edildiği aktarılmaktadır. Erbil kentine sık sık gittiğini de Şerefuddin Erbîlî (ö. 637/1239) ”Târihu’l- Erbîl” adlı eserinde belirtmektedir. Hac yolunda vefat etmiştir. Başka bir rivayete göre Süryanilere ait olan bir kiliseye Âdî b. Ebi’l-Berekât el koyar ve bu durumu Süryaniler Moğollara haber verir. Bu şikayetler üzerine kendisi Moğollar tarafından 1222 tarihinde öldürülmüştür.

Hasan b. Âdî: 591/1194 senesinde dünyaya gelmiştir. Kendisinin aklı ve feraseti ile çokça ön plana çıktığı aktarılmaktadır. Şair olduğu ve tasavvuf alanında da birçok eser yazdığı rivayet edilse de bu eserlerin çoğu günümüze ulaşmamıştır. “Kitâbu’l-Cilve li Erbâbi’l-Halve ” eseri kendisine nispet edilmekle beraber bu kitabın günümüzde Yezidilerin elinde bulunan “Kitâbu’l-Cilve” adındaki eser olduğu hakkında tartışmalar da bulunmaktadır.

İbn Teymîyye,

“Şeyh Hasan b. Âdî’nin huzurlarına bir vakit bir vâiz gelir. Vâiz kendisi ile sohbet etmeye başlayınca Şeyh Hasan b. Âdî sohbetin etkisinde kalarak ağlamaya başlar ve kendisinden geçerek baygınlık geçirir. Şeyh Hasan b. Âdî’nin etrafında bulunan cemaati bu durumdan çok rahatsız olup sebep olan vaizi boğazından keserek öldürürler. Bir vakit sonra kendisine gelen Şeyh Hasan b. Âdî az önce kendisiyle sohbet eden vâizi kanlar içerisinde yerde ölü bir vaziyette görünce etraftakilere bu halin ne olduğunu sorar. Huzurunda bulunan cemaat de cevaben derler ki; bu köpek kendini nasıl biri sanıyor ki, şeyhimizi ağlatıp bayıltabilecek bir şekilde konuşabiliyor, diye söylerler. Şeyh Hasan b. Âdî de (belki de cemaati üzerinde bulunan etkisini kaybetmek istemediğinden olsa gerek) bu duruma ses çıkarmaz”11 şeklindeki bir nakilde bulunur. Bu durumda Adeviyye tarikatının Şeyh Hasan’ın imamlığı döneminde, önceki Ehl-i Sünnet düşüncesinden ayrıldığını ve sonraki önderleri döneminde de Şeyh Hasan’ın düşünceleri üzerine devam ettiklerini söyleyebiliriz.

Şeyh Hasan b. Âdî döneminde tarikatta nesir ve nazım şeklinde bâtıl ifadelerin yazılması çoğalmış ve Âdî b. Musâfir el-Hakkâri ile Yezid b. Muaviye hakkında çok aşırı görüşler ileri sürülmüştür.

Hasan b. Âdî’nin ölümü hakkında çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda Musul valisi Bedreddin Lu’lu’(ö. 657/1259) tarikat mensubu Kürtlerin akınlarını durdurmak gayesiyle, Musul kalesinde 644/1246 senesinde Hasan b. Âdî’yi idam etmiştir. Buradaki Kürt birliklerinin bu akınları düzenlemesinin altında yatan sebep ise Bedreddin Lu’lu’un bu tarikat mensupları üzerinde baskılar uygulaması ve özellikle bunlara ağır vergiler bindirerek onları isyana sürüklemesi olarak aktarılmaktadır.

Bazı rivayetlerde aktarıldığı üzere, Adeviler ile Bedreddin Lu’lu’ arasında fikri ayrılıklar bulunmaktadır. Adeviler Şiiler ile fikri bağlamda karşı karşıya gelmekte ve bunlar ile ilmi ve diğer bazı konularda sert tartışmalara girmişlerdir. Şiî Bedreddin Lu’lu’ Âdevileri bir tehdit olarak görmüş ve Muaviye b. Ebû Sufyan’ı yermiştir. İşte bu söylemleri Adevileri bu kişileri savunmaya sürüklemişti. Böylece tarikat Şia’ya tepki doğrultusunda özellikle Yezid b. Muavîye, babası Muaviye b. Ebû Sufyan ve diğer Emevîleri savunur bir duruma girdikleri düşüncesine sevk etmektedir. Çalışmamız bu konuyu kapsamadığı için bu tartışmalara girilmeyecektir.

  1. ÂDİ B. MUSAFİR’İN İTİKÂDİ GÖRÜŞLERİ

    1. İlahiyyât

      1. İman

Âdî b. Musâfir el-Hakkâri’ye göre iman, Allah’ın insana bahşettiği ilk nimettir.77 Bunun delili aşağıda verilen ayetlerdir:

“Siz iyice bilin ki, sizin aranızda Allah’ın elçisi bulunmaktadır. Eğer ki o, çoğu işte sizlere uyacak olsaydı sizler sıkıntıya düşecektiniz. Lakin Allah, sizlere imanı sevdirdi ve onu gönüllerinize güzel bir şekilde yerleştirdi. Sizlere küfrü, fıskı ve itaatsizliği çirkin gösterdi. işte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir .”78

Diğer başka bir ayette; Allah ve ahiret gününe inanan bir kavmin - babaları, oğulları, kardeşleri ya da akrabaları bile olsa- Allah'a ve O’nun elçisine düşman olanlar ile dostluk etmekte olduğunu göremezsin. İşte onların kalbine(gönlüne) Allah, imanı yazmış ve yanından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içinden nehirler akan cennetlere koyacak, ebedî olarak orada kalacaklardır. Onlardan Allah razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bunlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyice biliniz ki, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca Allah'ın tarafında olanlardır’”

Ona göre, akıl ile elde edilemeyecek olan iman, yalnızca vahyin rehberliğinde insanın ulaşabileceği bir mertebedir. Çünkü “Her kim doğru yola girerse bunu ancak kendisi için yapmıştır; her kim de sapıtmışsa bunu kendi aleyhine yapmıştır. Hiçbir günah sahibi başkasının günahını yüklenmez. Biz kimseye bir elçi göndermedikçe azab edecek değiliz”80 ayetinde geçen resul ifadesi ile Allah’ın insanlara vahiy yoluyla doğruyu göstereceği ve dolayısıyla iman esaslarını ancak vahiy ile kavrayabileceğini savunur. Bunun dışında insanların akılları ile iman yolunu bulup hidayete ulaşamayacaklarını ifade eder.

Âdî b. Musafir’in yolunda olduklarını iddia eden Ezidiler de aynı şekilde düşünmektedirler. Ancak bir istisna olarak Hz. İbrahim’in(a.s), akıl yolu ile belli aşamalar sonucunda Allah’ın varlığı bilincine ulaştığını, O’na iman ettiğini ve daha sonra kendisine vahiy geldiğini kabul ederler. Ancak onlar da bu durumun istisna olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu yüzden de Hz. İbrahim’e(a.s) çok büyük saygı gösteren Ezidiler, bu yolda Hz. İbrahim’e(a.s) gerçek ilahı bulmasında yardımcı oldukları için yıldızlara, aya ve güneşe ayrı bir değer vermektedirler.

Âdî b. Musâfir’e göre, eğer bu iman bilgisi akıl ile elde edilebilen bir şey olsaydı, her akleden kişi ârif olurdu. Bu şekilde de olsa akıl sahibi olan inkarcı bir kişiyi kâfir olarak göremezdik, demekte ve gerçek ilmin akıl ile elde edilemeyeceğini dile getirmektedir. Ehl-i Sünnet ulemâsının genel görüşüne göre; “İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrâr ve âzâlar ile amel etmektir.” İmam Eş’ari’ye göre iman, tasdiktir. Mutezileye göre ise söz, niyet ve ameldir. Âdî b. Musâfir’e göre ise imanın hakikati; dil, amel ve niyet ile olur, o itaat ile artıp ve isyan ile de azalmaktadır ve bunu da aşağıda belirteceğimiz çeşitli ayet ve hadislere dayandırırken ayrıca insan aklının da buna işaret ettiğini söylemektedir.

Âdî b. Musâfir; eğer ki iman, amel (itaat ve ibadet) olmadan yalnızca bir söz olsaydı, bu şekilde itaat eden ile âsinin durumu birbirinin aynısı olurdu, demektedir. Böyle bir eşitliğin olmadığına dair de kendisi, Allah-u Teâla’nın şu sözünü dile getirerek bu kişilerin asla aynı düzeyde olamayacaklarını ifade etmektedir: “Mü’min ilefâsıkhiç eşit olur mu?”

Âdî b. Musâfir’in bu konuda bir başka delili ise Ali b. Ebû Tâlib’ten (kerrema’llahu veche radiya’llâhü anh) rivayet olunan Resulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu hadisidir: “Resulullah; ‘iman, dil ile söylenen söz, uzuvlar ile yerine getirilen ibadet ve kalp ile niyettir. Taat ile artmakta, isyan ile azalmaktadır’ dedi”. Bu hadise dayanan Âdî b. Musâfir’e göre iman, taat ve ibadetler ile artmakta, isyan ve günahlar ile de azalmaktadır. Bu konuda değindiği ve delil olarak gösterdiği bir başka hadis-i şerif ise şöyledir: “Resulullah’a iman konusu sorulduğunda kendisi şöyle cevap verdi; “iman; Allah’a, Meleklerine, Resullerine ve Kitaplarına iman etmen, namaz kılıp, zekât vermen, Ramazan ayı geldiğinde oruç tutman ve eğer gitmek için güç yetirebiliyorsan Hac ibadetini yerine getirmendir. ’ ”

İmanın artıp eksilmesi konusunda Ehl-i Sünnet’te genel olarak iki görüş bulunmaktadır. Eş’ariler, imanın artıp azalacağını ifade ederken, imanın hem artmadığı hem de azalmadığı yönünde görüş belirtenlerin başında ise Ebû Hanife (ö. 150/767) gelmektedir. Âdî b. Musâfir’in de içinde bulunduğu ve İmanın taat ile artıp, isyan ile azalacağını söyleyenlerin dayandığı ayetlerden bir tanesi şöyledir: “Surelerden herhangi biri indirildiğinde onların içinde; ‘bu hanginizin imanını arttırdı?’ diyenler oldu. İman edenlere gelince, nüzul olan sureler onların imanını arttırmıştır ve onlar birbirlerini müjdelemektedirler.”

  1. Halku’l-Kur’an

Halku’l-Kur’ân, miladi 833’lü yıllar olan tâbiin döneminin sonuna doğru, Kur’ân-ı Kerim’in mahlûk mu yoksa gayrı mahlûk mu olduğu tartışması temelinde ortaya çıkan ve birçok farklı meselelerde İslam toplumunda fitneye sebep olan mihne olaylarının baş göstermesi ile başlayan itikadi bir konudur. Abbâsi halifesi Me’mun döneminde ortaya çıkan bu konu, kısa süre içerisinde devletin resmi görüşünün ‘Kur’ân’ın mahlûk olduğu’ kanaati üzerine sabitlenmesiyle gelişmiştir.

Kur’an’ın yaratılmamış ve Allah’ın ezeli kelamı olduğunu söyleyenlere artık resmi görev verilmemeye ve şahitlikleri kabul edilmemeye başlanmıştı. Kur’ân’ın mahlûk olduğunu ortaya koyanların başında Cebriyye’nin ilk temsilcilerinden olan Ca’d b. Dirhem (ö. 124/742) gelmekteydi. Me’mun’un

kararı ile âlimler sorgulanmış ve Ahmet b. Hanbel dâhil olmak üzere Kur’ân’ın gayrı mahlûk olduğunu dile getirenler tutuklanıp eziyet edilerek, Ehl-i Hadis’in genel görüşü değiştirilmeye çalışılmıştı.

Mu’tezili olmayan âlimler üzerinde bu mesele bahane gösterilerek her alanda baskı kurulmaya çalışılmış ve bu durum devleti iç savaşın eşiğine dâhi getirmişti. Birçok isyan teşebbüsü ortaya çıkmış ancak kısa sürede bastırılarak Ahmed b. Nasr gibi öncü âlimler idam edilmişti. Ahmed b. Hanbel’in tutuklu olduğu uzun süre zarfında görüşünü değiştirmesi için çeşitli eziyetlere tabi tutulması büyük tepkilere yol açmış, en sonunda gördüğü eziyetlerden dolayı eğer ölürse büyük bir isyana sebep olacağından yitik bir halde serbest bırakılmıştı. Mihne olaylarının başlamasından yaklaşık 15 sene sonra Halife Mütevekkil (ö. 247/861) döneminde Kur’ân’ın mahlûk olduğu dayatması ve Mu’tezile’nin devlet üzerindeki baskısı kademeli olarak kaldırılmıştır.

Ehl-i Hadis gibi düşünen Âdî b. Musâfir’e göre Allah ezelde de harf ve seslerle konuşmuştur. Kur’ân, Allah’tan gelip yine ona döndürülecek olan bir şeydir. Kur’ân da; yazılan harflerden, duyulan seslerden, anlaşılan manalardan oluşan Allah’ın kelamından meydana geldiği için gayrı mahluk, yani yaratılmamıştır. “Resulullah dedi ki; Kullar Allah ’a O’nun kelâmından daha hoş gelecek bir kelam ile konuşamaz. Allah’ın katına da O’nun kelâmından daha güzel bir söz yükselmemiştir. ” “Resulullah dedi ki; Kur ’ân, Allah ’ın nüzul olmuş kelâmıdır. O yaratılmamıştır. Ondan başlayıp gelmiş ve O ’na dönecektir ”, “Her kim Kur ’ân’ı okur ve onu güzel bir şekilde ifade ederse o kişi için okuduğu her harf yerine elli sevap vardır. Ve her kim Kur ’ân okursa, okurken onda hata yaparsa ona da her okuduğu harf için on sevap vardır. Dikkat edin, ben demiyorum ki “^1” (elif lam mim) bir harftir, ben diyorum ki,^!”(elif) bir harftir, “fi” (lâm) bir harftir, “^”(mîm) de bir harftir. ” “Allah bütün mahlûkatı bir yerde toplar, onlara uzak yakın herkesin işitebileceği bir sesle şöyle hitap eder

ve; ‘Ben Melikim, Ben Deyyân’ım/Yargılayıcıyım. ’ der. ”hadislerini delil olarak getirir.

Âdî b. Musâfir’e göre hiç şüphesiz ki Hz. Musa (a.s), Hz. Cebrail (a.s), Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve Allah’ın konuşmasına muhatap olan diğer kişiler, bir söz veya hikaye olarak değil, bizâtihi Allah’ın kelamını duymuşlar ve işitmişlerdir. Burada tilavet, ‘metlû’ yani tilavet edilendir, kıraat denilen aynı şekilde okumadır, ve kitabetten kasıt da yazılandır.

Mushafta olan, yetişkinlerin kalplerinde(ezberinde) bulunan, çocukların Kur’ân’ı öğrendikleri elif-ba’larında bulunan şey, Âdî’nin itikadına göre ne herhangi bir ibaredir ne de normal bir rivayettir. O Allah’ın bizzat kelamıdır. Âdî b. Musâfir, bu söylemlerini dayandırmakta olduğu Allah tealanın şu ayetlerini dile getirir: “Kur’ân gerçekte, kendilerine ilim bahşedilmiş olanların sinelerine işlemiş apaçık ayetlerden meydana gelir. Bizim ayetlerimizi zalimlerden başka kimse inkar edemez. ” “De ki: Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bu ikisinden daha doğru yol gösteren bir kitabı Allah katından getirin ki ben de ona uyayım/” “Tûr ’a ve ince deri sayfalara yayılarak yazılmış kitaba and olsun.“ “Gerçekten o, muhafaza edilmiş bir levhada bulunan yüce/şerefli bir Kur’ân’dırl”

Âdî b. Musâfir bu ayetler ışığında; peygamberlere inmiş olan tüm kitapların, sahifelerin veya ilimlerden herhangi bir ilmin kesinlikle sonradan yaratılmış olmayıp ezelden beri Allah’ın ilminde bulunmakta olduğunu ve Allah’ın ilminin de mahlûk olamayacağı için Kur’ân-ı Kerim’in mahlûk olmadığını ifade etmiştir. Böylece ona göre, Allah’ın göğüslerimize indirip muhafaza ettiği, bizim dillerimiz ile okuyup mushaflarımıza yazdığımız ‘Allah kelamının’ lafzen dahi mahlûk olduğunu söyleyen kişinin cahil ve delalette bulunan bir kâfir olduğunu söylemiştir.

  1. Sıfatlar

Doğru ve tam bir Allah inancına sahip olabilmek, Allah’ın var olduğunu ve tek olduğunu bilmenin yanı sıra O’nun zatına vâcib olan kemal sıfatlarını idrak edebilmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmekle ancak mümkün olabilir. Sıfat, bir zat ile beraber bir anlamı ve o zatın durumlarını/hallerini işaret eden bir isim olarak lügatte açıklanmaktadır.

Âdî b. Musâfir, sıfatlar konusuna gelindiğinde şu ayeti dile getirir: “Ey Meryem oğlu Isa! Sen mi insanlara; Beni ve annemi Allah’ın dışında ilah kabul edin, dedin? Diye buyurduğunda şöyle cevap verir; Haşa, seni tenzih ederim ve hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Ben şayet söyleseydim sen onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, ancak ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlileri tam olarak bilen yalnızca sensin. ” Bu ayette geçen ve Hz. İsa’nın(a.s) Allah’a; “Sen benim nefsimde/içimde olanı bilirsin ancak ben senin nefsinde olanı bilmem” sözü ile Âdî b. Musâfir el-Hakkâri, Allah’ın zatı hakkında peygamberler dahil kimsenin, O’nun bilgi vermesi dışında bilgi sahibi olunamayacağını bildirerek sıfatlar konusuna giriş yapar ve devamla Allah’a hamd olsun, O, bir ve tektir, Ferd ve Samed’tir, O sonsuzdur, O’nun babası da çocuğu da yoktur, O’nun mahiyetinin ne olduğu tam olarak hiçbir yerde geçmez, O’nun keyfiyyeti de tam olarak anlaşılamaz, O’nun dengi, eşi veya benzeri yoktur. Sıfatları da böyledir, sıfatlarında cismi hakkında bir şey yoktur, yarattıklarına ve başlangıçları kendi tarafından olanlara benzemez ve bundan münezzehtir. Ayette geçtiği üzere;“O’nun benzeri bir şey yoktur ve O her şeyi işiten her şeyi görendir. ” Allah, neyin bilinmesini isterse onu bildirir, O herkesi topluca korumak isterse kimse muhalefet edemez ve O toplu olarak herkesin itaat etmesini dilerse herkes O’na itaat eder. Dilerse mahlûkatı yaratır ve onları ileriye erteler, mahlûkatın rızkını ve fiillerini takdir eder, yerde ve göklerde O’na eşit kimse yoktur, O’nun hükmünde ve iradesinde dengi de yoktur. Allah, Kur’an-ı Kerim’de: “Rahman, arşa istivâ etti. ” demekte ve tüm mülkünü ihtiva etmekte, O’nun ilmi tüm eşyâyı da ihtiva etmektedir. Akılların O’nu kapsayabilmesi de imkansızdır. O zanlar ile de kısıtlanamaz, zamirlerle derinleştirilip O’nun nefsi hakkında tefekkür edilemez. Düşünce ile O idrak edilemez(kuşatılamaz), Akıllar da O’nu tasavvur edemez. Ancak O’nun kendisini kendi kitabında vasıflandırdığı veya O’nun Nebisinin diliyle aktardığı şeyler bunun dışındadır. Sizin bunlar dışında O’nun hakkında söylediğiniz veya benzettiğiniz her şey bir kuruntu ve hayalden ibaret olup bunlar O’na kesinlikle bir başkaldırıdan bir muhalefetten başka bir şey değildir.”

Görüldüğü gibi esmâ ve sıfat konularında Selef yolunu takip etmiş ve bu konularda yanlışa düşülmesinden korktuğu için yukarıda geçen mevzuları dile getirmiştir. “O birdir, tektir ve O Ferddir, Sameddir” ifadeleri Selefin akidesine göre de kitap ve sünnette geçen bütün esmâ ve sıfatlara toplu olarak imanın ispatına göstergedir. “O’nun mahiyetinin ne olduğu tam olarak hiçbir yerde geçmez, O’nun keyfiyyeti de tam olarak anlaşılamaz” ifadeleri ile esmâları yorumlamada daha da ayrıntıya girmiş ve Allah’ın mahiyet ve keyfiyetinin bizim sınırlı bilgilerimiz ile tam olarak asla elde edilemeyeceğini belirtmiştir. Ancak bizim bilmemizi istediği kadarını Kur’ân ve Sünnette belirttiği kadarını bilebiliriz. Bunun dışında insanın, Allah hakkında bilgi edinmek için herhangi başka bir yola başvurmasını kabul edilebilir görmez. Ki bu yüzden Âdi b. Musâfir, “Allah, akıllar ile idrak ve tasavvur edilemez, Allah’ın kendi kitabında aktardığı ve Nebisinin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dili ile söylettiği başka” demektedir.

Tenzih konusunda Âdî b. Musâfir; Allah’ın; zatında, esmâ ve sıfatlarında, fiillerinde hiçbir şey O’na teşbih edilemez, demektedir. Allah’ın kendi kitabında ve Resulünün (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dili ile aktardığını da teşbihten ve temsilden uzak görmesini; ‘O’nun keyfiyyeti de tam olarak anlaşılamaz, O’nun dengi, eşi veya benzeri yoktud sözlerinden anlayabiliyoruz.

Âdî b. Musâfir’e göre Allah’ın sıfatlarının keyfiyyeti de aynı şekilde kavranamaz. Ayet-i kerimede; “Onların önlerinde olanı da arkalarında olanı da hepsini bilir, onlar ise O’nun istediği/dilediği ilimden gayrı hiçbir şeyi idrak edip kavrayamazlar. ” Bu ayeti delil olarak gösteren Âdî b. Musâfir, bir insanın zâti sıfatları idrak edebilmesinin mustahil olduğunu savunur. Aynı şekilde Selef, Ehl-i Hadis, ve ulema da bu konuda; sıfatların bilindiği ancak nasıl oldukları konusunun meçhul olduğunu söylemektedirler. Bunlara göre bu sıfatlara öncekilerden bize nasıl geldiyse o şekilde iman edilmeli ve kişi, bu konularda derine inmekten kaçınmalıdır. Çünkü insan aklı, bu hacimli konuyu içinde barındırabilecek kapasiteye sahip değildir, bu yüzden insanın bu konunun derinliğinden ve büyüklüğünden kendisini uzak tutması gerektiğini ifade etmektedirler. Ayrıca kitap ve sünnette geçen şeylere iman ederiz. Biz Allah azze ve cellenin mahlûkattan hiçbir şeye benzemediğini öğrendikten sonra da bu konuda te’vile başvuracak değiliz ve bunlardan hiçbir şey de O’na benzemez.” Esmâü’l Hüsnâ ise Âdî b. Musâfir’e göre Yüce Allah’ın kendisini Kur’ân-ı Kerim’de ve Resulullah’ın diliyle nasıl vasıflandırılıp anlatıldıysa öyledir ve O, mülkünde dilediğince hükmeder, dilediğine de dilediği sıfatı ile asla zulmet mez.

  1. İstivâ

İstivâ sözlükte oturup yerleşmek, tahta oturmak gibi anlamlara gelir. Kur’ân- Kerim’de birçok yerde iki farklı anlamda kullanılmıştır. Bu ayetlerin iki tanesinde semâya yönelik Allah’a nispet edilen bir fiil olarak kullanılmış, yedi ayette ise arşa yönelik yine Allah’a nispet edilen fiil anlamında kullanılmıştır. Ufkun doruğunda Cebrail’in(a.s) durması, olgunluk çağına erdiğinde Hz. Musâ(a.s) hakkında, gemiye yerleşen Hz. Nuh(a.s) ve Cûdi Dağına oturan gemisi hakkında ve insanların binek hayvanlara ve gemilere binmeleri hakkında kullanılmıştır.

Tartışma konusu olan konu ise, Allah’a nispet edilen İstivâ’nın taşıdığı anlam dışında, bu ifadenin zâti ya da fiili bir sıfat oluşu ile ilgili olmakla beraber bu konudaki ilk tartışmalar miladi VIII. yüzyılda ortaya çıkmaya başlamıştır. Mukatil b. Süleyman (ö. 150/767) gibi tenzih karşıtı âlimler in bu istivâ kavramını, tecsim ve teşbihi andıran ve duyusal âleme ait anlamlar ile ifade etmeleri, daha farklı görüşlerin de ortaya çıkmasına ortam hazırlamıştır. Bunlara göre Allah, kendi zâtı ile arşın üzerinde oturmakta ve O; arşı kaplamış, zâtı da arştan daha büyük bir vaziyettedir. Dilediği zaman istivâ ettiği bu arşı terkedebileceği şeklinde olan bir zâti sıfat olduğunu aktarmaktadırlar. Bu görüşte Mukâtil b. Süleyman’dan başka: Mücessime, Müşebbihe, Kerrâmiye ve bazı Selef âlimlerinin uyduğu iddia edilmektedir.

Ahmet b. Hanbel de, Allah’ın arşa istiva edişine inanılması gerektiği kanaatindedir. Ona göre ilahi bir sıfat olan arşa istivâ etmek fiili, mahlûkatın sıfatlarına benzemez ve insanlar tarafınca keyfiyyeti idrak edilemez. Tabiinin önde gelenleri dâhil dört mezhep imamının yanında çoğu Selefi, Mâturidi ve Eş’ari âliminin de görüşü bu yöndedir.

Âdî b. Musâfir’in istivâ meselesi hakkında görüşü ise Allah’ın arşında bulunduğu esas söylemi üzerinedir. Bu konum yaratılmışların cinsinde bir niteliğin dışında, keyfiyeti bilgimiz dahilinde olmayan çok daha farklı bir bulunmadır. Farklı olmasının yanı sıra; Âdî b. Musâfir’e göre bu bulunmanın, nasıl bir şekilde olduğu da bilinmemektedir. O, her şeyi ilmi ve bilgisi ile çepeçevre kuşatmış ve hükmü altına almıştır. Aynı zamanda O, her şey hakkındaki bilgiye sahiptir. “Rahman, arşa istivâ etti. ” ayetinde geçen Rahman’ın arşa istivâ etmesini böyle yorumlamakta ve bunu arşta, keyfiyyetini bilmediğimiz bir şekilde, burada bulunup her şeyi ihtiva eden, ilmi ile her şeye hüküm süren olarak ifade etmektedir. Âdî b. Musâfir’e göre bu istivâ, kısaca; Allah’ın, arşı; izzeti ve galebesi ile istila edip kuşatması mânasındadır.

  1. Nüzûl

Allah’ın dünya semâsına nüzûlu hakkında ise Âdî b. Musâfir, Allah’ ın bizzat kendisinin değil, O’nun sevabının nüzûl ettiğini belirtmektedir. Çünkü O, “O’na benzeyen bir şey yoktur, O hakkıyla işiten hakkıyla görendir.” buyurmaktadır. Bu yüzden O’nun inmesi bizim bilgimiz dâhilinde olan bizatihi inmek değil, kudretinde olan sevapların inmesidir. Buna “Allah teâla, tüm gecelerde, geceden üçte biri kaldığı vakit dünya semâsına nüzûl eder ve: “Kim bana dua eder? Ki onun duasına cevap vereyim? Kim benden bir şey ister? Ki ona istediğini vereyim? Kim benden tevbe/bağışlanma ister? Ki onun tevbesini kabul edeyim/ onu bağışlayayım? diye emreder ” hadisini delil olarak verir. Böylece Âdi b. Musâfir’in, Allah’ın nüzulünü; ancak insanlar üzerine sevaplarını indirmek olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır.

  1. Kazâ ve Kader

Kazâ ve Kader konusu, Kelam ilminin üzerinde durduğu en önemli konulardan birisidir. Kazâ ve Kader iki parçadan oluşmakta ancak ikisi de beraber bir bütünü oluşturmaktadır. Eş’ariler bu ifadeleri her ne kadar Kazâ ve Kader diye kullansa da Mâturidi âlimleri Kur’ân ve Hadislere dayandıklarını ifade ederek Kader ve Kazâ olarak kullanmayı tercih etmişlerdir. İbnu’l-Esir’in (ö. 630/1233) aktardığı üzere, “Kader” takdir etmek veya irade etmek anlamlarını ifade etmekte, “Kazâ” ise yaratmak anlamında kullanılmaktadır. Bu şekilde Kaderin daha önce geldiğini anlamıyla ortaya koymaktadırlar . Çünkü Kazâ eğer binanın kendisini oluşturuyorsa Kader o binanın temelini meydana getirmektedir.

Âdî b. Musafir’e göre, Allah’tan başka herhangi bir şeyi yaratabilecek, yani yokluk âleminden varlık âlemine getirebilecek herhangi başka bir yaratıcı yoktur. Allah, yaratıcı sıfatıyla hem kullarını yaratmış hem de onların amellerini meydana getirmiştir. Kullarının rızıklarını da nihayetlerini de mukadder eylemiştir. Mevcut âlemde ne bir hayır ne de bir şer O’nun izni dışında gerçekleşemez. O’nun izni olmadan kimseye bir fayda veya zarar ulaşamaz. Hiçbir güzellik O’nsuz bilinemez, keşfedilemez. Bir kimsenin küfre girmesi veya iman nimetini tatması da O’nun takdirinde O’nun kazâsı ve izni ile meydana gelebilir.

Bunların tümü Âdî b. Musâfir’e göre, Allah azze ve cellenin iradesi ile O’nun hükmü altında, O’nun yaratması, kazâsı ve takdiri ile gerçekleşebilirler. İyiliğin güzelliğin meydana gelmesi nasıl O’nun izni dâhilinde ise aynı şekilde kötülüğün veya ma’siyetin meydana gelmesi de O’nun izni dâhilinde gerçekleşmektedir. Ancak Âdî b. Musâfir’e göre Allah, bunlara insanın özgür iradesi dolayısıyla izin vermiştir. Ancak O, kötülükten kesinlikle uzak durulmasını emretmiş ve daima ma’siyeti çirkin görmüş ve cezasının sonunda muhakkak olacağını Kur’ân-ı Kerim’de dile getirmiştir. Âdî b. Musâfir, bunu “Allah tüm bunları yaratır ve takdir eder, ancak asla ma’siyeti emretmez; onu yasaklar ve ma’siyeti kerih görür. İnsanın işlediği böyle kötü fiillerin sonuçlarıyla onların gözünü korkutur”, şeklinde ifade eder. Yani Âdî b. Musâfir, Allah’ın insanları kötülükten, isyandan ve çirkin işlerden uzak durmalarını emrettiği, bu işlerden insanları nehyettiğini söyler, ancak teammuden bunu insana yaptırmak istemez. Çünkü bu, insanın cüz-i iradesine ters düşmektedir. Allah, nasıl insana imanı, taati emrediyor ve bunlara zorlamıyor ve seçenek olarak bırakıyor ise isyan konusunda da aynı şekilde insanı zorlamaz. Zaten eğer zorlasaydı Âdî b. Musâfir’in dediği gibi kevniyyatta(varlık âleminde) asla kendisine karşı herhangi bir isyan ortaya çıkamazdı. Buna O izin vermiştir ancak bunlar O’nun rızası dâhilinde olmayan şeylerdir.“Yaratıcı (hiç) bilmez mi? O Latif (tüm kalplerdeki incelikleri bilen), Habîr ’dir (onlardan daima haberdar). ”

Âdî b. Musâfir, bu ayet-i kerimeyi göstererek O’nun mülkünde O’nun dilemediği veya O’nun bilmediği bir şeyin var olamayacağını dile getirir. Çünkü O, kat’i akli deliller ile tüm cüz’i ve külli âlemlerin hepsinden ayrıntılı şekilde haberdardır. O’nun şüphesiz kudreti de varlığın her alanına kusursuz bir şekilde yetişir ve eğer böyle olmasa O, kudretten âciz olurdu, bu da söz konusu olan bir şey değildir.

Günahkâr kimse kötülük yapabildiği için kadir değildir. O sadece Allah, kendisine cüzi irade ile seçenek ve fiil işleyebilme kuvveti verdiği için kendisi ma’siyet niteliğindeki şeyleri işleyebilmektedir. Tabii verilen seçeneğin sonucunda insan eğer emre itaat eder ise mükâfatını bulacak yok eğer verilen emir ve uyarılara rağmen o yasaklanmış fiiliyatı işlemeye devam eder ve bunda ısrarcı olursa da, vadedilmiş akıbete uğrayacak ve Allah’ın vereceği cezadan kendisini kurtaramayacaktır.

Âdî b. Musâfir el-Hakkâri, daha sonra; Allah’ın kazâsına rıza göstermek, Allah’ın emrine teslim olmak, Allah’ın buyurduğu hükme sabretmek, Allah’ın emrettiğini yerine getirmek, Allah’ın nehyettiğinden uzak durmak, Allah rızası için bütün işlerimizde samimi olmak; acısıyla, tatlısıyla, hayrıyla, şerriyle, güzeliyle, çirkiniyle, çoğuyla, azıyla kaderin Allah’a ait ve O’ndan olduğuna inanmak gelir, demektedir. Allahü teâlanın bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de buyurduğu üzere; “Allah, her kimi hidâyete erdirmek ister ise o kişinin sadrını/göğsünü/gönlünü İslam’a açar ve her kimi de doğru yoldan saptırmak ister ise o kişinin göğsünü/gönlünü de gökyüzüne yükseliyormuşçasına daraltarak sıkar. İşte Allah, inanmayanlara azabı (sıkıntıyı) işte böyle vermektedir.” sözleri gereğince, (yaydan çıkan bir ok gibi) sana isabet eden/başına gelen, seni ıskalayıp kaçıracak değildi. Aynı şekilde seni ıskalayan da sana isabet edecek değildi.

Buna bir başka delil olarak, “Resulullah buyurdu ve dedi ki: Benim ümmetimden farkında olmadan Allah teâlayı inkar eden bir kavim olacak. Denildi ki, Ey Resulullah bunlar ne diyorlar? Resulullah dedi ki; Onlar derler ki hayır Allah’tandır, şer ise İblis’ten ve bizim nefislerimizdendir. Sonra bunun üzerine Ku’ân da okurlar ancak Allah ’ı da Kur ’ân’ı da inkar ederler” hadisini veririr.

Âdî b. Musâfir, bu hadisi delil olarak göstererek bu bahsedilen kavmin İblis’in ve kendi nefslerinin iradesini Allah’ın iradesinden üstün görmelerinden dolayı şuursuzca/farketmeksizin küfür çukuruna düştüklerini söyler. İblis onlardan isyan etmelerini istemiş ve isteğine de ulaşmış ancak Allah da onlardan isyan etmemelerini istemiş lakin farkında olmadan isyan etmişlerdir. Böylece bu inkârcılar İblis’in iradesini Allah’ın iradesinde üstün tutarak küfre girmişlerdir.

Hayır ve Şer, Âdî b. Musâfir’in itikadına göre ikisi de Allah’tan gelmektedir. Nasıl ki hayır O’nun iradesi ile gerçekleşmekte ise kötülük de her ne kadar istemese ve insanları nehyetse de O’nun iradesi dışında asla gerçekleşemez aksi takdirde Allah -haşa- âciz olurdu ki hiç şüphesiz O, acziyetten münezzehtir. Çünkü O’nun mülkünde O’nun bilgisi ve iradesi dışında herhangi bir şeyin gerçekleşmesi caiz olamaz, buna kötülük de dâhildir. Yani hayır ve şerrin yaratıcısı Allah’tan başkası değildir. Bu konuda delil olarak da Âdî, Resulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu hadisini aktarmaktadır: “Resulullah dedi ki: Şayet Allah kendisine isyan edilmemesini isteseydi İblis’i yaratmazdı. ”

Günümüz Irak Ezidileri arasında yaptığımız araştırmalar sonucu bölgedeki itikadi görüşe göre de hayır ve şerrin yegâne yaratıcısı Allah teâlâdır. Kendilerine göre Allah kâinattaki yegâne yaratıcı ve hüküm sahibi olduğu için kendisinin izni olmadan varlık âleminde herhangi bir hareket olamaz. Dr. Erşed Hemed Muho’ya göre Yüce Allah, kâinatı yaratırken hayır ve şerri de yaratmış ve insana da akıl bahşetmiştir. İnsan verilen bu akıl ile iyilik ve kötülük yolunda kendi iradesi ile seçim yapacak bunun sonucunda da ya iyiliklerinin karşılığında cennete gidecek ya da kötülük işlediği için çeşitli cezalara maruz kalacaktır. Ancak insanın kötülük işlemesi, kötülüğün galip geleceği anlamına gelmez ve daima iyilik kötülükten yukarı derecede olacaktır. Çünkü hayır ve şer Yüce Allah’ın elindedir ve Yüce Allah hiçbir zaman şerre galibiyet vermez.

  1. Ru’yetullah

Dünyada ve ahirette Allah’ın görülüp görülmeyeceği ile ilgili olan bu konu Kelâm ve Hadis ilmindeki âlimler çokça derin tartışmalar yapmışlardır. Kur’ân’da bizzat insanların dünyada veya ahirette insanların Allah’ı göreceklerine dair kesin bir ifade bulunmamakla beraber çoğu yerde insanların Allah’ı görme veya bazı peygamberlerin Allah’a kendisini gösterme talepleri yer almaktadır.

‘Ru’yetü Rab’ tabiri ile hadislerde geçen Ru’yetullah meselesi Hicri II. yüzyılda ortaya çıkan itikadî konulardan birisidir. Ahmet b. Hanbel’e göre Ru’yetullah hakkındaki tartışmaların ilk çıkış nedeni Cehm b. Safvan’ın, Allah’ın duyular ile algılanamayan bir varlık olduğunu akıl yürüterek ispat etmeye çalışmasıyla başlamaktadır. İbn Rüşd’e göre ise bu Ru’yetullah tartışmaları Mu’tezilenin Ulûhiyyet anlayışına bağlı olarak ortaya çıkmıştır.

‘Dünyada Ru’yetullah’ ve ‘Ahirette Ru’yetullah’ olarak bu konu iki şekilde incelenmektedir. Dünyada Ru’yetullah konusunda da; görüleceğini söyleyenler ve görülemeyeceğini söyleyenler olarak iki görüş bulunmaktadır. Dünyada görülebileceğini söyleyenler; bazı Sûfiyye grupları ve Müşebbihe’dir, ki onlara göre Allah’ı çokça zikretme, O’na çok ibadet etme, çokça sevme ile gerçekleşebilen bir ruh hali ile Allah görülebilir. Diğer ikinci anlayışa göre de peygamberler dâhil (Hz. Musa örneği) hiç kimsenin Allah’ı dünyada görmesi mümkün değildir. Delilleri ise En’am Suresi 103. ayette geçen, gözlerin Allah’ı göremeyeceğini ifade eden ayettir. İslam ulemâsının çoğunluğu da bu görüş üzerine bulunmaktadır.

Ahirette, Ru’yetullahın olup olmayacağı konusu da yine ; görülebileceğinin mümkün olduğunu söyleyenler ile mümkün olmadığını söyleyenler, olarak âlimler iki kısımdan müteşekkildir. İlk görüşe göre Allah, ahirette mü’minler tarafından görülecek ve kâfirler bu nimetten mahrum kalacaklardır demektedirler. Delil olarak gösterdikleri ayet-i kerime ise şudur: “O gün Rablerine bakan aydınlık yüzler/simalar vardır.”

Burada geçen ‘Rablerine bakan yüzler vardır’ ifadesi bu iki ifadeye delil olarak gösterilmektedir(hem aydınlık olan yüzlerin O’nu göreceği hem de aydınlık olmayan yüzlerin O’nu görmekten mahrum olacağına). Diğer, Hz. Musa(a.s) ile ilgili olan Âraf Surasi 143. ayette geçen ‘bakmak’ ifadesi, dünya gözüyle görmek anlamına gelmekte ve dünyadaki çıplak gözün Allah’ı görmekten münezzeh olduğu anlamına geldiğini, bu görüşte olan âlimler ifade etmektedirler. Aklen bu işin mümkün olduğunu; çünkü görme kavramının var olma şartına bağlı olduğunu da söylemektedirler. Bu, -keyfiyetini bilmediğimiz- farklı şekillerde oluşabileceği için tecsim ve teşbih olmadığını ifade etmişlerdir. İnsan bedeni ahirette yeniden yaratılırken Allah’ı görme yetisine de sahip olacağı; çünkü dünyadaki tüm boyutlardaki varlıkları insan göremezken, ahirette bunları görebileceği için, ru’yetullahın da mümkün olduğu kanaatindedirler.

Bunları dile getiren Selefiyye âlimleri ayrıca, Allah’ı görmenin insanı veya maddeyi görmekten farklı olacağını; bu görmenin yer, karşılaşma ve yön olmadan keyfiyeti bilinmeksizin gerçekleşecek olan, aklen değil de naklen kanıtlanmış bir şey olduğu kanaatindedirler. Birçok âlime göre de kâfirler dâhil herkes ahirette Allah’ı görecek ancak inkârcılar hesaplarından sonra ayrıca Allah’ı görememekle de cezalandırılacaklardır.

Allah’ın ahirette görülemeyeceğini söyleyenlerin en büyük delili ise En’am Suresi 103. ayetinde gözlerin O’nu idrak edemediğini söyleyen ayettir. Hz. Musa(a.s) kavminin, Allah’ı görme talepleri sonucunda cezalandırılmaları da bunu göstermektedir. Yukarıda geçen Kıyamet Suresindeki “O gün Rablerine bakan aydınlık yüzler/simalar vardır.” ayetlerini de “O gün Rablerinin mükafatını bekleyen aydınlık yüzler vardır” olarak meallendirmektedirler. İbn Rüşd de bu görüştedir ancak halkın Allah’ı ahirette görebileceklerine inanmalarında bir sakınca olmadığı kaatindedir.

Âdî b. Musâfir’e göre ise Allah’ın ahirette görülebilmesi muhal bir durum değildir. Ona göre kıyamet gününde mü’minler ahirette Allah’ı görecek, kâfirler ise bu nimetten mahrum kalacaklardır. Ayrıca “Nebi aleyhisselam: ‘Önünde bulut olmayan bir Ay ’ın sizlere görülmesinden hiç şüpheye düşer misiniz?’ diye sorunca, ‘Hayır Ey Resulullah’ cevabını verirler. Resulallah aleyhisselam; ‘Önünde bulut olmayan Güneş’in görülmesinden hiç şüphe eder misiniz?’ diye sorunca tekrar, ‘Hayır Ey Resulullah’ diye cevap verilince Resulullah; ‘Aynen bunun gibi Rabbinizin ru’yeti/görünmesi konusunda da şüpheye düşmeyiniz ’ diye buyurdular. ” hadisini de delil olarak getirir.

Âdî b. Musâfir, ahirette mü’minlerin cennete girdikten sonra gözleri ile Allah’ı görebileceklerine inanır. Bu ona göre aklen câiz sem’en vaciptir. Bu görme bir mekana, bir yöne, sabit bir mesafe durumuna veya sınırlı kurallara bağlı bir şekilde olmaksızın gerçekleşecektir.

5.2. Nübüvvet

  1. Peygamberlik

Peygamberlik konusu itikadi açıdan genel itibariyle; nebi/resul kavramlarını, peygamberlere imanı, peygamberlerin gerekliliği konusunu, peygamberlerin sıfatlarını, mucizelerini ve faziletlerini kapsamaktadır. Âdî b. Musâfir’e göre peygamberlik makamı insanlar için gerekli bir kurumdur ve Allah insanlık tarihinin her devrinde peygamber yollamıştır.

Allah’ı bilmenin yolu Âdî b. Musâfir’e göre iki şekilde mümkündür. Bunlardan biri kişinin doğrudan Allah’tan bir ilham duyması ile gerçekleşmektedir. Bir diğer yol ise Allah’ın kendisi ile yarattıkları arasında görevlendirdiği peygamberler ve yolladığı kitaplar ile bu bilgiyi insanlara bildirmesi yoluyla meydana gelmektedir.

Âdî b. Musâfir’e göre insanların nasıl Allah’a iman etmeleri gerekli ise aynı şekilde Allah’ın kendinden olan haberleri yolladığı peygamberlere iman etmeleri ve onları tasdik etmeleri de gereklidir. Bu, imanın şartlarından bir tanesidir. Peygamberlere iman ederken aralarında bir fark gözetilmemesi gerektiğini söylemektedir; çünkü bu peygamberlerin hepsi Allah’ın kendilerine verdiği görevleri hakkıyla yerine getirmeye çalışmış ve tümü tevhid yolunda çabalamıştır. Ancak peygamberlerin bazısı bazısından daha faziletlidir. Bu konuda şu ayeti delil göstermektedir:

Senin Rabbin, göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. And olsun ki biz peygamberlerin kimini bir diğerine üstün kıldık; Dâvûd’a da Zebur’u vermişizdir .”

Peygamberlerin mucizeleri konusunda Âdî b. Musâfir, kendi kitabında da dile getirdiği üzere Allah’ın nebilerini ve resullerini doğrulamak ve onları davalarında güçlendirmek amacıyla bazı mucizeler verdiğini belirtmiştir. Bu mucizeler de çoğu zaman risalete iman etmeyenlere karşı bir delil olarak inmiştir. Allah‘ın, peygamberlerine verdiği bu deliller, insanların benzerini getirmekten aciz oldukları bir takım şeylerdir. Buna örnek olarak da Hz. Salih(a.s), Hz. Musa(a.s) ve Hz. İsa(a.s) gibi peygamberleri gösterirken Hz. Muhammed’in (s.a.s) ‘Şakkı Kamer’ ve mübarek parmaklarının arasından su akıtması gibi mucizelerin, peygamberlerin risaletlerini tasdik eden şeyler olduğunu dile getirmiştir. Elimizde mevcut klasik ve güncel kaynaklara bakıldığında Âdî b. Musâfir’in, nebi ile resul terimleri arasındaki farka dair herhangi bir görüş belirttiğine rastlanılmamıştır.

  1. İmamet

İmamet konusuna gelince, lügat ifadesi ile imam yani kendisine uyulan kişi anlamına gelen, bir topluluğun başında bulunup o toplumun fertlerine yön verme görevinde olan kişiye verilen ad olmakla birlikte; imamın yönlendirdiği toplum için ise‘ümmet’ ifadesi kullanılmaktadır. ‘İmamet’ terimi ise ümmeti idare eden imamın üstlendiği göreve verilen isimdir.

Resulullah’tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sonra İslam toplumunda hukuki ve siyasi idarenin temsilcisi konumunda olan kişinin makamına denmektedir. Bu ifade bazen ‘Hilafet’ olarak ifade edilmiştir. Bu kişi hem İslam’ın önderi hem mevcut devletin lideri hem de Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) temsilcisi olarak görev yapandır. İmametin hukuki ve dini bakımdan içeriği ve önemi, bu makamın gerekliliği, imam olarak seçilecek kişide olması gereken nitelikler, göreve/makama gelme usulü ve ayrılış yöntemleri, emirlerine karşı gelinip gelinemeyeceği gibi çeşitli konularda tartışmalar olmuş ve bu konular hususi olarak Ehl-i Sünnet ve Şia âlimlerince ele alınıp çoğu ilmi alanda tartışılagelmiştir.

Âdî b. Musâfir’e göre İmâmet makamı, olması mecburi bir müessesedir ve bunlara itaat edilmesi kesinlikle şarttır. Bu makamda olan kişi kimlerde n olursa olsun fark gözetilmemelidir. Çünkü İslam ümmeti imamet olmazsa korumasız ve hakimiyetsiz kalır. İmamete gelen her kim ise o kişiye ihtiram edilmeli, hak üzere olan hükümlerine kesinlikle razı gelinmelidir. Ona göre Allah, üzerimize veli/yönetici olarak uygun gördüğü kişileri dinlememiz ve onlara itaat etme mizi emretmiştir. Çünkü Peygamber(s.a.s), “Onları dinleyip itaat etmeye dikkat edin, ki onlar habeşi(siyahi) olsalar bile.’ Biz de; Ey Resulullah ya günahkar iseler? Diye sorunca Resulullah dedi ki: Onların günahları onlaradır, size itaat etmek düşer” şeklinde buyurmaktadır. Ayrıca Ehl-i Sünnet âlimleri Müslümanların imamlarını dinleyip onlara itaat etme konusunda icma et mişlerdir.

Ulemânın genel olarak ittifak ettiği konu şudur ki, eğer imam adil, güçlü ve mü’min olursa ona itaat edilmeli ve uyulmalıdır. Böyle olan imama karşı gelmek, isyan etmek veya onu azletmek asla caiz değildir. Ancak eğer imam doğru yoldan çıkar, insanlara eziyet edip haksızlıklar yapmaya başlar ise durum nasıl olacaktır? İşte asıl tartışma konularından birisi budur.

Âdî b. Musâfir’e göre günahkâr olan, insanlara haksızlık edip, bid’atlerin içine düşmüş, kibri ile delâlet çukurunda olan veya küfre girmiş herhangi bir imama uyulmamalıdır. Buna da, “Resulullah dedi ki: Eğer birisi sizi Allah’ın kitabına veya Resulünün sünnetine ihtilaf etmeye davet eder ise onu dinlemeyin, ona itaat etmeyin. Yaratıcıya isyanda olan bir kula itaat olunmaz. ” hadisini delil getirmektedir.

Küfre girmiş İmama tabii olunmaz demekte ancak Âdî b. Musâfir’e göre bidatlerden eğer uzak durur ise; ister iyi olsun ister günahkar olsun tüm halifeler ile Cuma namazı ve her iki bayram namazı kılınıp kendisiyle cihada dahi gidilebilir.

Âdî b. Musâfir’e göre, Hz. Muhammed’ten (s.a.s) sonra bu ümmetin en hayırlıları; Ebu Bekir (a.s), Ömer b. Hattab (a.s) ve sonrasında ise Osman b.

Affan(a.s)’dır. Üstünlüğün de Hz. Peygamber’e (s.a.s) yakınlıkla olmayacağını da söylemiştir.

5.3. Semiyyat

  1. Berzah ve Ahiret

Berzah, iki farklı şeyin arasında kalan engel anlamına gelen, ölüm ile başlayıp tekrardan dirilme olan ba’s’a kadar devam edecek olan ara dönem veya dünya ile ahiret arasındaki kabir hayatına verilen addır. Ehl-i sünnet ulemasına göre bir insanın ölümü her nasıl gerçekleşmişse gerçekleşsin, muhakkak bir Berzah âleminden geçeceği kabul edilmektedir. Lakin ölen mü’minin, kafirin öldükten sonra kabirde karşılaşacağı durumlar hadislerde geçmiş ancak bu bilgilerin Kur’ân-ı Kerim’de bulunmaması Berzah âleminin nasıl olacağı (mâhiyeti) ile ilgili çeşitli tartışmalara da konu olmuştur.

Âdî b. Musâfir el-Hakkâri’ye göre ölüm, şüphesiz haktır ve öldükten sonra yeniden dirilme de haktır. Sorgu melekleri olan Münker ve Nekir’in kabirde sorgulamaları da haktır. Ölünce bedenden ayrılan ruh, tekrar bedene dönecek ve bedenle beraber kabirde sorguya çekilecektir. Çünkü Allah Kur’an-ı Kerim’de; “Allah, iman edenleri dünyada da ahirette de sabit bir söz ile sağlamlaştırmış ancak zalimleri de saptırmıştır. O dilediği yapar.” diye buyurmaktadır. Kabrin sıkıştırması haktır. Kabir azabı ve kabir nimeti haktır.” Bu ifadeleri ile Âdî b. Musâfir el-Hakkâri genel Ehl-i Sünnet yolundan gitmiştir diyebiliriz. Ona göre cisim bedende hapsedilmiş değildir ondan ayrılabilir ve ölüm anında ayrılacaktır da. Ancak kabirde de sorgu olduğunu kabul eden Âdî b. Musâfir el- Hakkâri ruhun bedene Münker ve Nekir meleklerinin sorgusu için geri döneceğini ifade etmektedir. Allah Teâlâ mükellef olan kula can verip ona tekrar akıl verir ki yaşadığı hayat ile ilgili sorulacak suallere hakkıyla cevap verebilsin

Âdî b. Musâfir el-Hakkâri bu sözlerini hadislere ek olarak şu ayet-i kerimeye dayandırmaktadır; “Onlar derler ki; Ey Rabbimiz sen bizi iki defa öldürdün, bize iki defa da hayat verdin. Biz günahlarımızı kabul ediyoruz. Şimdi bizlere (ateşten) bir çıkış var mı?”

Berzah âleminden ahirete intikal ettikten sonrası için Âdî b. Musâfir el- Hakkâri; tekrardan insanlar diriltildiğinde asıl hesabın burada olacağını ve bu hesabın hak olduğunu söyler. Burada mizan terazisi kurulacak ve bu iki kefesi olan terazide hesaba çekilecek insanların iyi ve kötü amelleri tartılacaktır. Hesaptan sonra iyi amelleri ağır gelenler cehennem azabından kurtulacak, kötü amelleri ağır gelenler ise cehennemden kurtulamayacaktır.

Âdî b. Musâfir el-Hakkâri, Sırat Köprüsü için şu ifadeleri kullanır:

“Sırat Köprüsü, şeriatte tarif edildiği gibi haktır. O köprünün inceliği aynı bir saç teli gibi ve sıcaklığı da ateş közünün harareti gibidir ve keskin bir kılıç gibi de sivridir. Dünya yılı ile hesaplandığında uzunluğu otuz altı bin dünya yılı kadardır. Salih insanlar o köprüden geçecek, günahkarlar da o köprüden düşmekten kurtulamayacaklardır.”

  1. Şefaat

Ahirette, Kevser havuzunda Peygamberimizin(s.a.s), ümmetine bu havuzda ikramda bulunacağını ve bunun hak olduğunu söyleyen Âdî b. Musâfir el-Hakkâri ayrıca Peygamberimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinden büyük günah işleyenlere şefaat edebileceğine; “Ben şefaatimi benim ümmetimden büyük günah sahipleri için sakladım. Bunlardan bazısı kül/lav ve kömür olmalarından sonra cehennem ateşinden çıkarılacak ve el-Heyevân adındaki nehre atılacaklardır. Onlar orada aynı selin taşıdıkları arasında bir tohumun yetişmesine benzer bir vaziyette filizlenecekler. Onların alnında ‘bu cehennemlikler Rahman’ın azad ettikleridir’ şeklinde yazacaktır. Allah’tan istekte bulunacaklar (yazının silinmesi için) ve Allah da alınlarındaki bu yazıyı silecektir. ” hadisini delil olarak getirir.

  1. Cennet ve Cehennem

Cennet ve Cehennemin biz daha bu dünyada iken yarat ılıp yaratılmadığı ile ilgili bazı tartışmalar mevcuttur. Âdî’ye göre Cennet ve Cehennem var olduğumuz zaman diliminde yaratılmış vaziyettedirler. Bunlar zamanla yok olmayacaklardır ve Allah’ın va’di gereğince bâki kalacakları şekilde yaratılmışlardır. Allah dostlarına bir kerem ve lütuf olan Cennettir, ancak merhamete mazhar olanlar dışında Cehennem fâcirler için ceza mekanıdır.

Âdî b. Musâfir’in itikadi görüşüne göre de; besili bir koç şeklinde getirilen ölüm, Cennet ve Cehennemin arasında kesildikten sonra Allah tarafından görevlendirilen melekler şöyle seslenecektir; “Ey Cennet halkı, siz orada ölmeksizin ebedi şekilde kalın ve ey Cehennem halkı siz de orada ölmeksizin ebediyen kalın. ” Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde Cennet ve Cehennem ehlinden bahsederken şöyle buyurmuştur: “Cennetlik/Sâid kişi annesinin karnından Cennetlik/Sâid olandır. Cehennemlik/Şakî ise annesinin karnından Cehennemlik/Şakî olandır. ” Böylece ona göre iyi amel işleyenlerin Cennete gideceği konusunda ümitlenilebileceği, günahkâr olup kötülük yapan kişilerin de Cehenneme gidebileceğinden korkulabileceğini ifade eder. Çünkü annesinden Muhsin doğan bir kişi ölene kadar da Muhsin olabilir ve aynı durum fâcir/günahkâr için de geçerli olacaktır.

  1. YEZİDÎ DİN ADAMLARININ İTİKADİ GÖRÜŞLERİ

Âdî b. Musâfir her ne kadar İslamiyetin anlatılmasına büyük katkıları olan Adeviyye tarikatını kurmuş olsa da, Adeviyye tarikatı, kuruluşundan yaklaşık iki asır sonra yapısında temel değişiklikler geçirerek, yerini Yezidiyye adındaki fırkaya bırakmıştır. İslam toplumu ve tarihinde Âdî b. Musâfir el-Hakkâri’yi önceki başlıklarda incelemeye çalıştık, ancak kendisinin Ezidilerde de önemli bir yeri olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Çünkü Ezidi inancına göre de Âdî b. Musâfir kendi inançlarını sistematikleştiren en önemli kişi ve hatta dinsel bir olgu halinde olan birisidir.

Âdî b. Musâfir’in Ezidi inancındaki yansımasını, kendisinin itikadının onlardaki tanımını, Ezidilerin Âdî b. Musafir ile olan itikadî benzerlikleri veya ayrıştıkları noktaları görmek için danışmanım Dr. Öğretim Üyesi Zekerya Sarıbulak ile beraber Hakkari Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projesi kapsamında saha araştırması için, Irak’ta bulunan Ezidi din önderleri ve bilginleriyle görüşmeler gerçekleştirdik. Bu araştırmamızın sağlam temellere oturabilmesi için yapılan ön araştırmalar sonucu bulunan Ezidi fırkası hakkında bilgi sahibi ve alanlarında yetkin kişiler ile iletişime geçilip kendileri ile söyleşilerde bulunulmuştur. Bu söyleşilerde konu ile ilgi çeşitli kişiler ile görüşmeler yapılmıştır, ancak konunun özünün anlaşılması için; akademisyen ve dini otoritelerden birkaç kişi ile yapılan konuşmalar aşağıda aktarılacaktır.

  1. Dr. Ca’fer SIMO

Tarih: 29 Mayıs 2022

Saat: 11.50-12.30 arası

Yer: Duhok, Revebera Kârubâren Ezidiyan (Evkaf)

Soran: Dr. Öğretim Üyesi Zekerya SARIBULAK

Kayıt: Davut DANİŞ

Soru 1. Bazı makalat yazarları sizleri ‘Ezidi’, diğer bazıları ‘Yezidi’ şeklinde isimlendirmektedirler. Doğrusu nedir ve bu ismin kökeni nedir?

“Bu işin doğrusu şöyledir ki, Yezidi ismini söyleyenler Ezidileri küçültmek amacıyla bu ismi ortaya atmaya yelteniyorlar. Çünkü Ezidi dilsel ve tarihsel olarak bakıldığı zaman Kürtçe bir kelimedir. Ezidi ismi Yüce Allah’ın isimlerinden gelmiş bir isimdir ki şimdi de biz Ezidiler Yüce Allah’a ‘Ezda’ demekteyiz. Ezidi kelimesi de bu şekilde Ezda’nın yani Hüda’nın yolundan gidenler anlamına gelmektedir. Bazı kimseler Ezidileri hem kafir göstermek hem de ömürlerinin küçük olduğu kanısını oluşturmak için onları Yezid b. Muaviye’nin oğulları olarak göstermeye çalışıyorlar. Bunlar Ezidilik inancına ve tarihine yönelik dile getirilen büyük bir iftira ve suçtur ve bunun hakikati ‘Ezidi’dir.”

Soru 2. Tarih yazarları ve diğer bazı yazarlardan kimisi ‘Adi, kimisi Âdî b. Musafir, kimisi de Kürtlerin Arapçadaki ayn (£) harfini telaffuzda pek kullanmayıp bu harf yerine he (°) harfini söylemelerinden dolayı ismin aslının ‘Adî (^-^) değil Hâdi (A--*)b. Musafir olduğunu aktarmaktadırlar. Gerçekte bu şeyhin, bu mutasavvıfın ismi nedir?

“Biz Kürtçede ‘ayn’(^) harfini çoğu zaman kullanmayız bu yüzden kendisine Şeyh ‘Adî değil de, Şeyh Âdî veya Şeyh Hâdi demekteyiz”

Soru 3. Şeyh Âdî’nin Emevi sülalesi ile alakası nedir?

“Böyle bir hakikat asla yoktur. Eğer öyle bir bağlantı kurulmaya çalışılıyorsa asıl amaç insanları bizden uzaklaştırmaktır.

Soru 4. Şeyh Âdî’nin Lâleş’e gelmesi hakkında ne söylersiniz?

“Bugün Ezidilikteki sistematikleşme ve dini ibadetlerde yürüttüğümüz şeyler Şeyh Hâdi’nin kurduğu düzen üzerindedir ve o bu işleri düzenlemiştir. Yani Şeyh Hâdi Ezidi toplumunun sistemleşmesinde çok büyük rol oynamıştır.”

Soru 5. Şeyh Âdî gelmeden önce Ezidilik var mıydı yoksa o mu kurdu bu yolu?

“Şeyh Hâdi yalnızca gelip var olan Ezidiliği sistematikleştirmiştir. Biz insanlığın yaratılışından bugüne kadar vardık. Ezidi mitolojisinde başlangıçtan bu yana yeryüzünde hep var olmuşuzdur. Mitrailer, Mitaniler, Medler biz Ezidilerin tarihidir ancak tüm bunlara rağmen bizlere tarih boyunca çıkarılan fermanlarla çok zulüm ve soykırım yapılmıştır. Dini edebiyatımıza da baktığınızda beyit ve sözlerimizin hepsi Kürtçe’dir, dualarımızda ‘Yüce Allah’ın adı ile’ diye başlarız bu da bizim Şeyh Hâdi’den önce de var olduğumuzu gösterir.”

Soru 6. İnancınızda Tanrı’nın yeri nedir?

“Bizim dini sözlerimizde bir beyit vardır ki orda şöyle söylenir;

“Her dört tarafın padişahı

Lâleş ’te süvari olurdu

En son yine Lâleş ’te durur

Ve derlerdi ki burda

Hakikaten burası gerçek vatandır. ”

Yani bu sözden kasıt şudur ki, varlığın başlangıç noktası Lâleş’tir. Başka bir sözümüz de vardır ki Tanrı’nın tek olduğunu ispata yönelik olup o da şöyledir; “Ezda sultan kendisi padişahtı, kendisine 1001 ad vermiştir, en büyük ismi hep Yüce Allah ’tır. ”

Konuşmalarımızın devamında Ca’fer Sımo, Tanrı’nın tek olduğu, yaratıp can verenin yine O olduğu üzerinde özellikle durdu ve itikatlarında konunun böyle olduğunu aktarmıştır

Soru 7. Şeyh Âdî’nin itikadı hakkında yapılan çalışmalarda şöyle bir sözü olduğu aktarılmaktadır; “ Yüce Allah bütün mahlûkatı yaratmıştır, ecellerini de O belirlemiş/yaratmıştır, yeryüzünde ve gökyüzünde O’nun gibi kimse yoktur, iradesi vardır, hakimiyetinde de tektir.” Bu söz size göre de Şeyh Âdî’ye mi aittir veya sizin itikadınızda da bu iş böyle midir?

“Bizim görüşümüz şu şekildedir ki, Ezidilikte hayır ve şer ikisi de Yüce Allah katındandır ve Zerdüştler ile bir problemimiz, sıkıntımız budur.

Diğer birçok dinde de söylenmektedir ki, hayır Yüce Allah’tandır, şer ise O’ndan değildir. Ancak biz diyoruz ki bu böyle değildir, her şey Yüce Allah’tandır. Bölgedeki dinlerle olan bir sıkıntımız da budur, biz diyoruz ki eğer biri ölürse bu Yüce Allah’ın isteği doğrultusunda ölmüştür ve bu şerdir. Eğer biri annesinden dünyaya gelirse de bu hayırdır ve bu da Yüce Allah’tandır.”

Soru 8. İnancınızda Kâinatın yaratılışında Azazil’in rolü nedir?

“Bu soru her zaman bize çok problem yaratmıştır. Bu, dünyanın yaratılması ile ilgili aktarılan rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Biz ne diyoruz bu konuda? Mitolojimizde de geçtiği üzere biz diyoruz ki, Adem(a.s)’ın kalıbı, bedeni neyden yaratılmıştı, ‘anasırı erbaa’ (dört temel madde) olarak adlandırılan toprak, rüzgar su ve ateş olan dört dünya maddesinden Yüce Allah, Adem (a.s)’ın kalıbını yarattı. Ancak yaklaşık 700 sene onu ruhsuz bıraktı sonra Yüce Allah, melâikelerini topladı ve onlara dedi ki benden başkasına hiçbir zaman secde etmeyin. Bu 700 sene dolunca Yüce Allah, 7 büyük melâikeye dedi ki, gidin Adem(a.s)’ın kalıbına ruhu bırakın. Denilir ki bu melâikelerden 6’sı emre uyarak gittiler ancak Azazil adlı melek gitmedi. İşte tam olarak burada Müslüman kardeşlerimiz ve diğer dinler ile olan ayrışmamız başlamaktadır. Bizim dışımızdaki dinler diyor ki Azazil bu hareketi ile Yüce Allah’ın sözüne karşı çıktı kendini üstün gördü, ancak bizim mitolojimizde bu böyle değildir. Bize göre Azazil bu durumdayken Yüce Allah’a demiştir ki; “Azizim, sen 700 senedir bana diyorsun ki benden başkasına secde etme, bende şuan senin sözünü dinleyerek senden başkasına secde etmiyorum.” İşte bu söze karşılık Yüce Allah, Azazil’in boynuna bir ödül asar ve ona der ki; “artık sen meleklerin başısın”. Günümüzde de biz Ezidilerde bir çocuk dünyaya geldiğinde boynuna bir ödül asılır. Astıktan sonra diyoruz ki Yüce Allah’ın Azazil’e verdiği gibi bir ödül bir hediyedir. Tabii biz Azazil’e ‘Tavus Melek’ demekteyiz.”

Soru 9. Şeyh Âdî’nin itikadi görüşüne nispet edilerek onun şöyle dediği aktarılır; “Allah’ın insana verdiği ilk ve en büyük nimet imandır.” Bu iman mevzusu konusunda sizler nasıl bir görüş ortaya koymaktasınız?

“İman tabii ki bizde büyük bir nimettir ve tabii olarak da biri Ezidilikte mümin değilse biz ona diyoruz ki, bu Ezidi değildir. En evvelden kural olarak Yüce Allah’a iman etmiyorsa zaten o kafirdir.”

Soru 10. Işid gibi bazı yeni müteşeddid fırkalar kitaplarında diyorlar ki, iman kalp ile tasdik, dil ile itiraf ve amel ile gösterilir. Bunların genel felsefesi buna dayanmaktadır ve her kim ki bunlar gibi kalbiyle iman etmezse, diliyle bunlar gibi söylemezse, amelinde bir kusur işlerse onların nazarında bu insan mürteddir. Bunlardan ilk olarak Hariciye bu hareketi yaptı ve Hz. Ali (r.a) için mürted dediler, dinden çıktığına göre kâfir olduğunu söyleyip onun bu dayanakla öldürülmesine kanaat getirdiler ve en sonunda öldürdüler de. Işid gibi fırkalar da bu gibi sözler üzerine kuruldu ve insanları böyle fikirler yüzünden katlettiler. Ancak Ehl-i Sünnetten örneğin Eş’arilere baktığımız zaman demekteler ki, iman kalbin tasdik etmesidir, eğer kalbinde iman yok ise amel olsa da olmasa da fark etmez, gerisi Allah’a aittir ister affeder istemezse affetmez demektedirler. İman konusunda sizin itikadınızda nasıl bir kabul bulunmaktadır?

“Biz Ezidiler de bu saydıklarınızdan Eş’ariler’e yakın olarak demekteyiz ki, iman kişi ile Yüce Allah arasındadır. Eğer bir kişi ben iman sahibiyim diyorsa Ezidi olarak önce Yüce Allah’a inanmalı, Ezidilik kaidelerine inanmalı, kimseyi öldürmemeli ki Ezidilik hiçbir şekilde öldürmeyi kabul etmemektedir. İman hakkında genel prensibimiz bu şekildedir.”

Soru 11. Elimizde Şeyh Âdî’ye nispet edilen kitapta, bilginin elde edilmesi hakkında kendisinin görüşü şöyle aktarılmaktadır; “Bilgi, akıl ile elde edilemez, Bilgi, Nas (Kuran/Hadis) ile elde edilir. Eğer bilgi akıl ile elde edilse her akıllı kişi bilgin (ârif) olurdu ve bir tane akıllı kişi bile kâfir olmazdı.” Bu durumda Şeyh Âdî bilginin akıl ile elde edilemeyeceğini söylemektedir. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?

“Müslümanların dini akidesinde aklın bilgideki rolü hakkında çok derin bir bilgiye sahip değilim ancak biz daima ilim yani akıl ve bilgiye öncelik vermekteyiz. Hiçbir şey ilim ve bilginin önüne geçemez diyerek ilme çok büyük önem vermekteyiz.”

Soru 12. İtikadınızda Kaza ve Kader’in yeri nedir?

“Ezidiler’in Kaza ve Kader’e çok güçlü bir inancı vardır. Bu konuda inancımızda tamamiyle Yüce Allah’a bir teslimiyet vardır.”

Soru 13. Dini itikadınıza göre hayır ve şerrin yaratıcısı kimdir?

“Hayır ve şer daima hepsi az önce de bahsettiğimiz gibi yalnızca Yüce Allah’tandır.”

Soru 14. Yüce Allah kendisine isyan edilmesini irade eder mi? Şeyh Âdî’ye nispet edilen bir görüşe göre “şayet Allah isyanı irade etmeseydi İblis’i yaratmazdı” denilmektedir. Sizin itikadınıza göre bu durum nasıldır?

“Hayır, Şer Azazil’e (İblis) bağlanamaz. İtikadımıza göre madem her şey Yüce Allah’ın elindedir, varlık yokluk hepsi ondan ise, kötülüğü de istemese yaratmazdı, yarattığına göre O’nun isteği doğrultusunda şer de hayır da gerçekleşir.”

Soru 15. İtikadınıza göre iman artıp azalabilir mi?

“İman ruhi bir şeydir. Kişi ile Yüce Allah arasındadır. Bu iman bir Ezidi, dininden, diyanetinden, yolundan, ibadetinden, adetlerinden uzaklaştığında gevşer. Ancak bir Ezidi diyelim Yüce Allah’a inanmıyorsa bu tamamıyla imandan ayrılmıştır, imanı elinden gitmiştir. İlk ve en büyük kural budur; çünkü Ezidiliğin en büyük kuralı zaten Yüce Allah’ın her şeyden üstün tutulmasıdır. Ayrıca her Ezidi doğrudan Yüce Allah’a bağlıdır, kişi ile Yüce Allah arasında herhangi biri veya peygamber bulunmaz ve bu da Ezidiliğin varlığa saygısını da göstermektedir.”

Soru 16. Allah, arşı istiva etmiş midir? O’nun mekanı var mıdır?

“Kesinlikle vardır çünkü Ezidilikte biz çoğu kez “Erşe Xwuda” (Yüce Allah’ın Arşı) demekteyiz. Eğer ki arş var ise yüzde yüz tüm cihanı idare ettiği bir yeri vardır. Her şeyi idare de eder; çünkü hepimiz de diyoruz, tek bir yaprak dahi Yüce Allah’tan gayrı yere inmez.”

Soru 17. Allah’ın sıfatları var mıdır?

“Evet vardır ve bu konuda bizde şöyle bir söz de vardır;

Hep O’dur Hep O’dur

Ne yemek vardır, Ne uyumak

Dinimin şehadeti, Yüce Allah ’ın ismi ve TavusMelek’epaktır

Ey Yüce Allah, sen ekersin sen yuvasın Sensin büyük denizleri bize getiren Sensin bu semâvâtı sütunsuz sabit tutan Sensin bize mezhep ve din”.

Soru 18. Peygamberlik konusunda görüşünüz nedir ve Hz. İbrahim’in sizdeki yeri ve derecesi nedir?

“İbrahim Halil itikadımıza göre Nebilerin efendisidir. Çünkü Ezidilikte denilmektedir ki İbrahim Halil, Yüce Allah’ı tanımada büyük bir öncülüğe sahiptir. Yüce Allah’ı tanımadan önce Ezidiler mitolojilerinde demektedir ki, Ezidiler bir gün ilk orucu tuttu, ne zaman tuttular bu orucu? Güneş doğduğunda tuttular, çünkü Ezidiler güneşe büyük hürmet gösterirler. İlk başta güneş için, ‘bu ilahımızdır’ dediler. Akşam oldu güneş battı yıldızlar bu sefer göğü kapladı ve Ezidiler dedi ki, ‘hayır yanılıyoruz, bu ilahımızdır. ’ Belli bir süre geçtikten sonra gecenin dokuzu onu olduğunda ay görünüp onun ışığından yıldızlar kaybolunca dediler ki, ‘hayır yine yanıldık, ilahımız budur.’ Daha sonra İbrahim Halil geldi ve dedi ki ‘hayır, güneşi, yıldızları ve ayı verendir asıl ilah.’ Bu yüzden Ezidiler şimdi Yüce Allah için üç oruç tutarlar.”

Soru 19. İtikadınıza göre Yahudiler İsa(a.s)’ı öldürdüler mi?

“Bu konuda tam bir malumata sahip değilim ancak biz Ezidiler edebiyatımızda dahi Nebilere büyük bir hürmet gösteririz. Hatta İsa Nebi ile ilgisi şöyle bir beytimiz vardır ki orda şöyle der;

“Sırtımı Samed olan Rabbe dayamaktayım

O Rab, Isa, Musa ve Muhammed’in Rabbidir. ”

Soru 20. Meleklerin yaratıldıkları madde nedir?

“Yüce Allah’ın nurundan yaratılmışlardır, büyükleri/önderleri de Azazil’dir.”

Soru 21. Namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetleri nasıl görmektesiniz? Bunlara benzer ibadetleriniz nelerdir?

“Bizde namaza yakın olarak dualarımız vardır, namaza benzerdir ama biz buna dua demekteyiz. Sabah erken yapılır, gün doğumu ile yapılır, gün batımında tekrar yapılır, yani örneğin gün doğduğunda güneş tarafına bakılarak dua edilir, gün battığında yine güneş yönüne dönülerek tekrar Yüce Allah’a dua edilir. Biz Ezidilerde hac ibadeti de bulunmaktadır, o da Lâleş-i nurânî’dedir. Oruç ibadeti de bildiğiniz gibi bizde de vardır. Zekat ibadeti gibi bizde de yardımlaşma çok fazla yaygındır ki biz Ezidiler de en çok da bu hayır hasenatlarımızla tanınırız.”

Soru 22. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) vefat ettikten sonra halifeliğine sırasıyla Ebu Bekir(r.a), Ömer(r.a), Osman(r.a) ve Ali(r.a) geldi. Sizler bu şahsiyetler hakkında nasıl bir görüşe sahipsiniz?

“Sizlere şöyle anlatabilirim ki, din ve diyanete bağlı ne var ise biz Ezidiler ona hürmet gösteririz. Neden? Çünkü bir sözümüz vardır ki şöyle der;

“Ne kadar güzel bir dünyadır

Doludur, kollarla, mezheplerle, millet ve dinlerle

Ama herkes çocuğuyla, diliyle Yüce Allah ’ını barındırır. ”

Yani burada bu sözü tahlil edersek demek istiyoruz ki, biz hepimiz insanız, birbirimize hürmet göstereceğiz çünkü hepimizin Allah’ı Bir’dir ama hepimiz başka bir şekilde Allah’ına tapar.”

Soru 23. Ashaptan kimleri tafdil edersiniz?

“Hususi olarak kimseyi söylemeyiz, çünkü Ezidilik İslamın böyle derin konularına girmez ancak onların saygı duydukları kişilere büyük hürmet göstermekteyiz.”

Soru 24. Muaviye b. Ebû Süfyan hakkındaki görüşünüz nedir?

“Ezidilik herkesten çok daha eski bir diyanete sahiptir ve tabii bir varlığı da hep olmuştur. Kavl ve beyitlerimizde bize şöyle aktarılır; insanlar kime saygı duyuyorsa ona, sende hürmet göster. Şuanda Müslümanların hepsi Ali b. Ebu Talib’e saygı gösteriyorlar, bir Ezidi olarak sen de ona hürmet göstermelisin. Neden, çünkü insanlara saygı gösteriyoruz.”

Soru 25. Yezid b. Muaviye hakkındaki görüşünüz nedir? Onu takdis ediyor musunuz? Sünni ve Şii fırkalara göre Peygamber torunu Hz. Hüseyin’in(r.a) katlini emredendir. Bu konudaki görüşünüz nedir?

“Ezidiler’in kusurlarından en büyüğü kendi tarihlerini başkalarının/düşmanlarının yazmış olmasıdır. Hatta bu çoğu zaman, koruması altında olduğumuz devletlerin bile bizim için ölüm fermanı çıkarmasına yol açtı. Kürt milletinin düşmanları, Ezidi tarihini kendi gönülleri nasıl arzu ediyorsa öyle yazdılar. Ezidilerin kendi tarihlerini yazması da çok geç oldu. 1991 tarihinden sonra tarihlerini kaleme almaya başladılar, o da Kürt Bölgesel Yönetimi’nin ayrılmasından sonra oluşan özgür ortam vesilesiyleydi. Dürüst yazarlar ortaya çıktı, tarafsız ve doğru bir tarih yazıldı, birçok Arap yazarımız vardı hatta Arap olan Ezidilere “Kırkım”17''denilmekteydi. Bu tarih yazma olayının önceden başkalarının eliyle yazılmış olması, Şia ve Ezidilik arasında uzaklaşma olmasına neden oldu. Bu yanlış tarihte deniliyordu ki Hz. Ali’nin(r.a) torununu katlettiren Yezid b. Muaviye’yi Ezidiler onların deyimi ile Yezidiler yüceltti. Ancak bizim bu konu ile ilgili bir bilgimiz ve dahlimiz de bulunmamaktaydı. Bu yanlış anlaşılmaların ve büyük zulümlerin başımıza gelmesinin tek sebebi, bizim tarihimizi yazacak yazarlarımızın olmamasıydı. Yezid b.

  1. Çiçek açan

Muaviye’ye de ayrıca bir takdisimiz bulunmamakla birlikte ona da diğer şahsiyetler gibi saygı gösteririz.”

Soru 27. Şeyh Âdî’ye nispet edilen eserde, ruh, ölünün bedenine meleklerin sualleri için kabirde geri döner, diye aktarılmaktadır bu konuda ne söylersiniz? İtikadınıza göre öldükten sonra yeniden diriliş nasıl olacak? Bir kişi öldükten sonra ruhu yeniden başka bir bedende can bulacak mı?

“İtikadımızda tenâsuhu’l-ervâh’a inancımız bulunmaktadır. İnsan öldüğü zaman Yüce Allah’ın huzuruna çıkarılıp mahkemede amelleri sorguya çekilir. İyilikleri ne kadardır, kötülükleri ne kadardır diye bakıldıktan sonra amelleri mizan terazisine konulur. Eğer iyilikleri fazla olursa, Yüce Allah tekrar onun dünyaya indirir ve iyi bir insan bedenine yerleştirir. Eğer kötü amelleri fazla gelirse yine onu her halükarda geri döndürür ama bizim mitolojimize göre kötü bir kişinin bedeninde veya bir hayvanın bedenine yerleşmek üzere dünyaya yeniden döner.”

Soru 28. Kabir azabı, Münker ve Nekir meleklerinin sorgusu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

“Sorgu sual bizim itikadımıza göre kıyamet gününde olacaktır. Kavl ve beyitlerimiz de bu doğrultudadır ki bir insan dünya hayatında yanlışlar yaparsa, küfre düşerse, imansız giderse bu azabı kıyamette şüphesiz görür. Yaşlılarımız azap meleklerinin insanlara işkence etmek için yaklaşmaları konusu ile alakalı çokça beyitler söylerler ancak birinde kısaca bir bölümünde aktaracak olursa orada iki melek ile ilgili şöyle demektedir çok kısaca;

İki tanesi üstüme geldi

Biri sağır öteki lâl

Gelip benden sorarlar

Çeşit çeşit azaplar çektirirler ”

Hatta bu beyitlerinin devamında bu meleklerin şekillerinden, gözlerinin ihtişamından bile ayrıntılı şekillerde uzunca bahsedilmektedir.”

Soru 29. İtikadınıza göre ahirette kurulacak terazi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

“Hesap gününde muhakkak kişinin iyilik ve kötülüklerinin kıyaslanacağı bir terazi vardır. Ancak bu terazi nasıl bir şeydir niteliği niceliği nedir, tam olarak bilemeyiz, o; Büyük Yüce Allah’ın bileceği bir şekilde, O’nun kendi bileceği hüküm ve ma’rifeti dahilinde olacaktır.”

Soru 30. Cennet ve Cehennemin mevcudiyet durumu nedir?

“Bu çok derin ve karmaşık bir konudur. Ancak eğer bana soracak olursanız, bir yorum olarak şunu söyleyebilirim ki, madem tenasuhu’l- ervah vardır, o zaman cennet ve cehennem ne ola? Ancak yine kavl ve beyitlerimizde her ikisinden de bahsedilmektedir ki Lâleş’te bile onun bir nişanesi bulunmaktadır. Yani şunu söyleyebiliriz ki bazen Ezidilik dini edebiyatında cennet ve cehennem vasıfları bulunmaktadır ancak felsefi ve mitolojik açıdan baktığımız zaman ise tenasuhu’l-ervah bulunmaktadır, dolayısıyla bu konu çok daha fazla derinlerine inilmesi gereken bir mevzudur.”

Soru 31. Vefat eden bir Ezidi’nin naaşı nasıl kaldırılır?

“Tabii bu konu ile ilgili çok düzenli dini adet ve törenlerimiz bulunmaktadır. Bir Ezidi kardeşimiz vefat ettiğinde ilk yapılacak olan şey - eğer sünnetsiz ise- kendisinin sünnet edilmesidir çünkü aksi halde günah olur. İlk vefat ettiğinde cenaze evinde uygulanması gereken bazı dini kurallar vardır. Evde yıkanması gerekir, kim yıkamalıdır peki cenazeyi? Herkes olmaz, bölgesinde bulunan kendisinin şeyhinin onu yıkaması gerekir, beyaz bir kefenle örtülmesi gerekir ve evdeki dini adetler bittikten sonra mezarlığa götürülür. Mezarlıkta da nasıl defnedileceği ile ilgili, yani başı nerde duracak ayakları ne şekilde durmalıdır gibi benzer konularda yine belli kaidelerimiz bulunmaktadır. Başı gündoğumu tarafına bakmalı ayakları günbatımı yönünde olmalı ve kefeni ile beraber gömülmelidir. Kısaca bu yolları gözeterek din kardeşlerimizi defnederiz.”

  1. Dr.Erşed Hemed MUHO

Tarih: 30 Mayıs 2022

Saat: 10.25-11.11 arası

Yer: Duhok Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi.

Soran: Dr. Öğrt. Üyesi Zekerya SARIBULAK

Kayıt: Davut DANİŞ

Soru 1. Tarih yazarlarımız ve diğer bazı yazarlardan kimisi ‘Adî, kimisi Âdî b. Musafir, kimisi de Kürtlerin Arapçadaki ayn (£) harfini telaffuzda pek kullanmayıp bu harf yerine he (°) harfini söylemelerinden dolayı ismin aslının ‘Adî ('Jft) değil Hâdi ('--*)b. Musafir olduğunu aktarmaktadırlar. Gerçekte bu şeyhin, bu mutasavvıfın ismi nedir? Doğru olan hangisidir?

“Büyük ihtimalle Araplar kendisine Şeyh ‘Adî veya Şeyh Udeyy demişlerdir. Ancak Kürtçede ve Ezidilikte kendisine Şeyh ‘Adî veya Şeyh Udeyy denilmez. Biz de kendisine Şeyh Âdî (G'^Aü) demekteyiz. Hadi de değildir Âdî’dir hatta kendisinin ailesine de ‘Âdîyan ailesi’ denmektedir. Ebu’l-Mustevfir Erbili’nin de aralarında bulunduğu bazı Arap tarihçiler kendisinin Emevi soyundan geldiğini aktararak bu Udeyy ve ‘Adî isimlerini kullanırlar. Ancak biz Şeyh Âdî’nin Arap olmadığını söylemekteyiz.

Şeyh Âdî, Musâfir’in oğludur, Musâfir ismi zamanında Hakkâri’den göçmüş Baalbek bölgesine gitmiştir. Şeyh Âdî, Şam’da Baalbek bölgesinde Araplar arasında dünyaya gelmiş ve yıllarca orada kalmıştır. Yani biz biliyoruz ki Hakkâri’den oraya göçmüşlerdir ancak daha sonra Şeyh Âdî, Hakkâri’ye geri dönmüş, bu kez Ezidilerin olduğu bu bölgeye gelmiştir. Ezidilerin aslı Emevilere bağlı değildir, Müslümanların halifesi Mervan bin El-Hakem’e Şeyh Âdî’nin soyunun dayandığını dile getiren Arap araştırmacılar bu yazıları Şeyh Âdî’den 200300 sene sonra kaleme almışlardır. Misalen Cizre halkından olan ve Lâleş’e yakın mesafede olan Musul’da yaşamış âlimlerden İbn Esîr “El- Kâmil Fi’t-Târih” adlı eseri Şeyh Âdî’ye yakın bir zamanda kaleme almıştır, eğer Şeyh Âdî Emevi olsa bu tarihçi, eserinde neden Şeyh Âdî’nin Emevi olduğunu, Mervan b. El-Hakem soyundan olduğunu aktarmaz?

Bunu söylemelerinde çok değişik bir amaçları olabilir. Ezidileri Yezid b. Muaviye’ye dayandırmalarındaki amaç da buna benzer bir şeydir. Yani isim meselesinden başka, Arapların: “Bunlar Yezididir, Ezidi değillerdir.” demeleri gibi biz Ezidilerin, Emeviler ile aslen bir bağlantımız bulunmamaktadır. Emeviler Ümeyyeoğullarından, Kureyş kabilesindendirler o dönemde Şam’da yaşayıp burada hüküm sürmekteydiler, ayrıca Müslümanların halifeleri konumundaydılar. Yani bunları söyleyen bazı Müslüman araştırmacılar demiyorlar mı ki, Yezid b. Muaviye ne kadar Müslümanlara kötülük yapmış olursa olsun yeni bir din yeni bir mezhep ortaya koymamıştır.

Bizim dediğimiz ise şöyledir; Şeyh Âdî ile beraber birçok kişi Baalbek’ten bu bölgeye geldi ve beraberinde gelenler Arapça konuşmuş olabilirler. Çünkü onlar Arapların olan bir bölgede doğup büyüdüler, nasıl Kürtçe konuşsunlar? Bu Arapça konuşuyorlar diye asıllarının Arap olduğu anlamına gelmez. Bilinen bir şeydir ki Ezidilerin arasına Lâleş’e gelmiştir, Ezidiler onun etrafında toplanmış ve kendisinin de buralı olduğuna inanmışlar, bu şekilde kendisini kabullenmişlerdir.

Şeyh Âdî, Arap ve Müslüman biri olsa idi Ezidiler onu kabul etmezlerdi ki zaten onu aralarına almaları için herhangi bir sebep de bulunmamaktaydı. Tahsin İbrahim DOSKİ gibi araştırmacı yazarlar Şeyh Âdî’nin Hac için Mekke’ye gittiğini aktarmaktadır. Doğrudur kendisi bir mutasavvıftı ancak bu sûfi kesimin İslam adetleri dışında kendilerine özgü Yüce Allah’a ibadet şekilleri ve farklı usulleri de bulunmaktaydı. Şeyh Âdî de bilindiği üzere çevredeki halkla da mutasavvıflarla da iletişim ve arkadaşlık kurmuştu. Eğer Hacca gittiyse dahi bu tasavvuf! bir ziyaret veya ilim talebi için gitmiştir.

Aynı şekilde Şeyh Abdulkadir Geylani gibi birçok Müslüman âlim ve mutasavvıf, Lâleş’e Şeyh Âdî’yi ziyaret için gelmişlerdir. Bunlar için nasıl ‘Lâleş’e Ezidi Haccına gelmişler’ diyemeyiz, aynı şekilde Şeyh Âdî için de Mekke’ye ziyarete gitmesini Hac ile vasıflandırmayız. Şuan sizin Türkiye’den buraya ilmi bir araştırma için gelmeniz de öyledir. Sizin bilgi talep etmeye, bizlerle tanışmaya ve konuşmaya, Şeyh Âdî ve Ezidiler üzerine araştırma yapmaya gelmenizi başka bir şeye yoramayacağımız gibi, Şeyh Âdî’nin farklı bölgelere olan ilmi ziyaretlerini de başka şeylere yoramayız, bu ziyaretler; ilmi, tasavvufi ve Yüce Allah’ı daha iyi tanımaya yöneliktir.”

Soru 2. Şeyh Âdî’den önce Ezidilik var mıydı? Eğer var ise kendisinin itikadınız üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur?

“Ezidilik Şeyh Âdî’den önce de mevcuttu ancak kendisinin bizden geçmesi büyük etki yarattı. Bazı Arap araştırmacılar, bunlara bazı Kürt araştırmacıları da dahil edebiliriz, diyorlar ki Ezidilik Şeyh Âdî ile başlamıştır, Şeyh Âdî’nin öncesinde yoktular. O zaman onlara sormak gerekir; Şeyh Âdî nasıl bu milletin arasına gelmiş ve insanlar neden onun etrafında toplanmışlar? Yani bir yere gelmiş ve orada yeni bir mezhep yeni bir din mi ortaya koymuştur? Kendisinin etrafına topladığı kişiler Müslümanlar mıydı, Hristiyanlar mıydı, Yahudiler miydi? Hepsi dinini bırakıp Şeyh Âdî’ye bağlanarak Adevî mi oldular? Çünkü onlar Ezidilik te demiyorlar, Adeviyye tarikatı diyorlar. Onların mübalağa ederek söylediklerine göre Şeyh Âdî gelip bunları yoldan çıkarmış ve bu insanlar da kendisinin peşine takılmışlardır.

Hayır, bizim Şeyh Âdî’den önce yazılı bir tarihimiz bulunmamaktaydı ve Şeyh Âdî’den sonra da bizim yakın tarihe kadar yazılı bir tarihimiz bulunmamaktaydı. Lakin biz diyoruz ki; Şeyh Âdî’den önce de Ezidilik vardı. Ezidilikte “Dâsın ve Desnâ” gibi büyükler vardı, Şeyh Âdî’den sonra onun sülalesinden olan “Şeyh, Pîr ve Mürîdler” geldiler ve Ezidiliğe önder oldular. Bunlar Şeyh Âdî’den sonra Ezidilik bayrağını devraldılar. Bu önderlik yapan kişiler Şeyh Âdî’nin kardeşinin soyundan gelen yeğenleridir.

Şeyh Âdî’nin kendisi hiçbir zaman bize siyasi bir Mîrlik yapmak peşinde olmadı, o Ezidiliğe dini ibadet ve inanç kaideleri getirmiş, aramızda bizimle yapmış olduğu bazı ibadetler, uygulamalar İslamda da, Hristiyanlıkta da, Yahudilikte de, mevcut ibadet ve uygulamalardandır. Bazı yazarlarımız da diyor ki, işte Şeyh Âdî’nin getirdiği bu uygulamalar onun Müslüman olduğunun nişanesidir. Bunların bahsettikleri; Zemzem’dir, Arafat dağı’dır, Hacdır, Oruçtur. Biz Ezidiler diyoruz ki bu uygulamalar sadece Müslümanların değil, bu bölgelerde yaşayan tüm milletlerin ortak değerleriri, kültürleridir.

Ezidilerde tüm enbiya’nın babası İbrahim Halil’dir. Bu da Şeyh Âdî’nin Ezidilere İbrahim Halil’den getirdiği haberdir. Bu, Hristiyanlıktan veya Yahudilikten alınma değildir. Hususi olarak da Şeyh Âdî’nin tasavvufa başlangıcı taklidi olarak değildir ve o, taklidi de kabul etmez. Falan din şöyle yapıyor, diğeri şunu yapıyor diye değil ancak ve ancak Yüce Allah’a yapılan ibadet vardır, bunu nasıl yaparsanız ne şekilde uygularsanız bu önemli değildir.

Sözün özü olarak şunu söyleyebiliriz ki Ezidilik ne Şeyh Âdî’den önce ne de sonra herhangi bir kitapta toplu olarak okuyup Ezidilliğin esaslarını veya itikadını tam olarak kavrayacağınız bir şekil almamıştır. Ezidilik bir toplumdur, yolları ve esasları bulunmaktadır, duadır, bayramlardır, yani Ezidiliğin tabiatı budur.”

Soru 3. Allah’a inancınız nasıldır?

“Ezidiler demektedir ki; Yüce Allah’ın 1001 ismi vardır, 1001 rengi vardır. Bu renklerden biri Yüce Allah’tır, bir diğeri Ezdâ’dir, Ezidilerin ismi Ezî’den gelmiştir. Yüce Allah tektir, dengi veya benzeri yoktur, O varlığın yaratıcısıdır, Ezidilerin dua ve namazlarında tün ibadetleri Yüce

Allah’adır. Yüce Allah (Kürtçe okunuşu Xweda) dilimiz olan Kürtçede “Xwe/dâ” yani xwe-kendisini, dâ-veren/yaratan anlamında kullandığımız Arapçada da geçen “—$L ^3İ1” cümlesinin karşılığıdır.

Eğer başka bir milletten bir yazar Ezidiler üzerine iftira boyutunda bir şey yazacak olursa o, kâfirdir. Çünkü onlar bizim hakkımızda çoğu zaman; Yüce Allah’a inanmazlar, O’na ortak koşuyorlar, Şeytan’a tapıyorlar, Melek-i Tavus Şeytan’dır gibi anlamsız ithamlarda bulundukları çok oluyor. Bu sözler daha büyük şeylere yol açıyor, sonra insanlar; Ezidiler Şeytan’a inanıyor, Şeytan’a tapıyorlar onların katledilmesi helaldir gibi sonuçlara varmaktalar. Buna insanlar inanıyor da, böyle bir şey kesinlikle Ezidilikte yoktur.”

Soru 4. Elimizde bulunan Şeyh Âdî’ye nispet edilen “I’tikadı Ehl-i Sünne ve’l- Cemaa” adlı kitapta şöyle bir sözü bulunmaktadur; “ Yüce Allah bütün mahlûkatı yaratmıştır, ecellerini de Yüce Allah belirlemiş/yaratmıştır, yeryüzünde ve gökyüzünde Yüce Allah gibi kimse yoktur, Yüce Allah’ın iradesi vardır, hakimiyetinde de tektir.” Bu söz size göre de Şeyh Âdî’ye mi aittir veya sizin itikadınızda da bu iş böyle midir?

“İtikadımızda evet doğrudur, Yüce Allah eşsiz ve benzersizdir, bütün varlığın yaratıcısıdır, Xwedâ’dır yani kendi kendisinin de varlık nedenidir, hiç kimseye muhtaç değildir.”

Soru 5. İtikadınıza göre varlığın meydana gelmesinde Azâzil’in herhangi bir rolü olmuş mudur? Olduysa nasıl bir rolü vardır?

“Bu aslında tasavvufi bir konudur. Şöyle bir ihtimal vardır ki, ben bir şey söylerim, bir başka Ezidi bilgini başka bir şey söyleyebilir, bir diğeri daha başka bir şey söyleyebilir. Ezidiler diyorlar ki; Yüce Allah, Hâlik yani yaratıcıdır, her şeyin yaratıcısı ve meleklerin de yaratıcısıdır. Ezidilik inancında 7 melek vardır, Azâzil bunlardan biridir, melekler Yüce Allah’ın nurundandırlar, Âdemoğlunun bedeni gibi topraktan yaratılmamışlardır, o yüzden denilmektedir ki melekler beşerden/Âdemoğlundan bir mertebe daha üstündür. Azâzil Melek-i Tâvus’tur, Melek-i Tâvus bütün meleklerin başı ve en kutsalıdır.”

Soru 6. Şeyh Âdî’ye göre Allah’ın insana bahşettiği en büyük nimet, imandır. Bu konuda sizin görüşünüz nedir? Daha büyük bir nimet var mıdır Allah’ın bahşettiği? Kaynaklarınızda bu itikadi konu nasıl geçmektedir?

"Biz Ezidilerin bu itikadi konularda görüşlerini derinlikleri ile beraber öğrenmek isterseniz bunu en iyi olarak Ezidi kaynaklarını inceleyerek yapabilirsiniz. Son dönemlerde bu konuları araştırmalarımızda çokça yansıtmaya çalıştık. Art niyetli araştırmacılarla da çok karşılaştık, bizi inceleyip yanlış yansıtan çok oldu ve neden böyle yaptıklarını anlamamız da mümkün değil. Biz diyoruz ki, biz Yüce Allah’a inanıyoruz, O tektir, benzersizdir, eşsizdir ama sizlerle diğer muhtelif şeylerde ayrışabiliriz bu farklı bir şeydir.

Ancak şunu da söylemek gerekir ki, bundan önceki dönemlerde Ezidilerin tarihte adları geçmemiştir, haklarında araştırma yapılmamıştır. Ezidiler, okur-yazar olmayan bir topluluktu, korkan bir topluluktu, bundan 50-60 yıl öncesinde siz, dedemin yanına gelseydiniz size Ezidilikten böyle bahsetmezdi, günahtır derdi bunları kendi dinlerinin sırları olarak görür ve anlatmaya da korkarlardı.

Bunun dışında biz okumamış bir toplumduk, kitaplarımız veya kural ve kaidelerimizin, inanç esaslarımızın, önemli tarihlerimizin yazılı olduğu herhangi bir şey bulunmamaktaydı, bu yüzden çevredeki toplumlarca Ezidilere, yanlış ve alçaltıcı ithamlar çok yapıldı. Başlarına bu yüzden büyük sıkıntılar geldi, çoğu zaman toplu ölüm fermanları yayınlandı. Okuyamamalarının nedenlerinden en büyüğü de, eğitim yeri olan medreselerin camilere bitişik olmasıydı. Eğer ki medreseye yollarsa burada alacağı ilmin yanında İslam dininin derslerini, Kur’an’ı da öğrenmek zorunda kalacaklardı.”

Soru 7. Şeyh Âdî’ye nispet edilen kitapta bilginin elde edilmesi hakkında kendisinin görüşü şöyle aktarılmaktadır; “Bilgi, akıl ile elde edilemez, Bilgi, ‘Nas’ (Kuran/Hadis) ile elde edilir. Eğer bilgi akıl ile elde edilse her akıllı kişi bilgin (ârif) olurdu ve bir tane akıllı kişi kâfir olmazdı.” Bu durumda Şeyh Âdî bilginin akıl ile elde edilemeyeceğini söylemekte bunun yanında kendisi, mevcut aklımız ile okuyup irfan sahibi olmamız gerektiğini de dile getirmiştir. Madem Şeyh Âdî böyle bir şey söylemiştir o zaman neden onun halefleri olduğunu iddia eden Ezidiler okumaktan, irfan sahibi olmaktan kendilerini geri tutmuşlardır? B u konuda sizin görüşünüz nedir?

“Ezidilerin okumamalarının en büyük nedeni; bölgelerinde bu imkanı sağlayacakları bir ortamı ve yönetimi oluşturamamalarındandır. Şeyh Âdî’den önce Ezidiler Lâleş’in genel çevresinde yaşamaktaydılar, Şeyh Âdî gelip Ezidileri topladıktan sonra dahi kendilerine bir askeri teşkilat veya Mîrlik kurmamışlar. En büyük Mîrimiz Şeyh Âdî’nin yeğeninin oğlu olan Şeyh Hasan’dı, ondan sonra Osmanlılar döneminde Şeyh Ca’fer Dâsınî, ondan sonra Ezidî Mîrzâ gelmiş ancak hiçbir zaman diğer dinler gibi herhangi bir devletin resmi dini olmamıştır.

Zerdüştler misalen yıllarca Kürtler ve Farslar tarafından korunmakta ve yaşatılmaktaydı çünkü bölgedeki halklar tarafından savunulmakta, hatta Farsların Meliki bile Zerdüşt olmuştu. İşte Ezidiler hiçbir zaman böyle mülk ve iktidar sahibi olamadı bu nedenle okuma veya yazma imkanını bulamadılar. Bu bölgedeki devlet sahipleri Rumlardı, Hristiyanlardı, Emevilerdi, Abbâsilerdi, Osmanlılardı. Ezidiler de bunlarda sığınılacak bir yer bulamıyorlardı bu yüzden kendilerini ilimden uzak tutmuşlardı hatta bazı Ezidilerin ‘okumak ve yazmak günahtır’ dediklerine bile rastlayabilirsiniz.”

Soru 8. Yine Şeyh Âdî’ye nispet edilen kitapta, hem hayrın hem de şerrin yaratıcısı Allah olarak görülmekte, eğer Allah şerri de takdir etmese Azâzil’i de yaratmazdı diye bahsedilmektedir. Sizin itikadınızda bu konu nasıldır?

“Bizler hayır ve şerrin Yüce Allah tarafından olduğuna inanırız. Ezidiler, diğer semavi dinler olan Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlar gibi; hayır Yüce Allah’tandır bunun karşısında bulunan şer ise İblis’ten/Şeytan’dandır demiyorlar. Diyorlar ki dünyada hayır ve şer bulunmaktadır, sen de insan olarak akıl sahibisin, kendin için ya hayır yolunu seç ya da şer yolunu seç. Eğer hayır yolundan gidersen sen Cennetliksin veya ahirette mükafatın her ne ise onu bulacaksın. Eğer şer/kötülük yolundan gidip kötü işler yaparsan orda da karşılığını bulursun.

Yani denilmektedir ki hiçbir kötülük yolu yoktur ki Yüce Allah’ın iyilik yolu karşısında büyüklük taslayabilsin. Kötülük muhakkak daha aşağı derecede seyredecektir, çünkü hayır ve şer Yüce Allah’tandır, Yüce Allah ise şerre galibiyet vermez.”

Soru 9. Allah arşta mıdır veya O’nun bir mekanı var mıdır?

“Ezidilerin beytlerinde Yüce Allah’ın arşından bahsedilmektedir. Ancak hayır, belli bir fiziksel mekanı yani kavrayabileceğimiz bir yeri yoktur. Yüce Allah görülmeyen bir şekildedir, varlığın yaratıcısıdır hatta hikayelerimizde, ‘Yüce Allah’ın kainatı yaratılması’ da yılbaşı kutlamalarımızda değinilen konulardandır.”

Soru 10. İtikadınızda Muaviye b. Ebû Sufyan’ın yeri nedir?

“Şöyle söyleyeyim, Yezidi ismi, Ezidi kaynaklarında da bazen geçmiştir. Ancak Şeyh Âdî döneminde değil. Bildiğiniz gibi bizim kaynak dediğimiz “Kavllerimizi” Şeyh Âdî ortaya koymamıştır, kendisinden sonraki dönemde, Şeyh Hasan döneminde, Pısecân, Şeyh Fahrî Âdîyân gibi diğer Ezidi önderleri beytler/divanlar hazırlamışlardır. Bu gibi kaynaklarımızda da ve dâhi diğer tarihimizde, folklorumuzda Muaviye b. Ebû Sufyan ile ilgili herhangi bir şey geçmemektedir ancak Yezid isminin var olduğunu inkar edemeyiz ancak bu da Yezid b. Muaviye değildir.”

Soru 11. İtikadınıza göre, ölümden sonra yeniden diriliş nasıl olacaktır?

“Ezidilerde iki farklı düşünce vardır bu konu ile ilgili çünkü Ezidilik kitabi bir din değildir. Tabii Ezidilerin Cennet ve Cehenneme de imanları vardır aynı şekilde Kıyamet gününe de inanırız, kişinin öldükten sonra karşılaşacağı şeylerle ilgili çokça uzun beyitlerimiz de vardır. Bunlar ölen kişinin başına gelecek meseleleri anlatır Buradaki ölen kişiye artık “Zebînî” denir. Zebînî’nin nasıl hesaba çekileceği anlatılır, hayırların bunlardır, şerlerin bunlardır denir, Ezidiler “Doj” ateşinden bahsederler, burada o ateşin niteliğinden ve niceliğinden de kendisine bahsedilir, eğer kötü biriyse bu Doj ateşinde nasıl azap göreceği kendisine anlatılır, kabirde ne kadar sıkıntı ve rahatsızlık çekeceğinden, kabirde karşılaşacağı hayvanlar gibi birçok konu kendisine uzun uzadıya anlatılır. Ezidilikte başka bir fikir de vardır ki bence bu düşünce Şeyh Âdî’nin tasavvûfî düşüncesinden sonra Ezidiliğe girmiştir. Bu tasavvûfî fikre tenâsuhü’l- ervah denilmektedir. Şöyle söylenir;

“Ruhu’l-Rahmânî

Fânî biçimince kalıcılaşamaz Gerçek sahibinin yanına doğru Gerisingeri döndürülüvericektir. ” Yani, ruh fani kalmayacaktır, ruh Yüce Allah’tan gelmiştir tekrar Yüce Allah’a dönecektir, sahibinin yanına gidecektir. Biz diyoruz ki, cesedimiz ölür, ruhumuz tekrardan başka bir bedene girecektir ve bu bir kere de değil, sürekli Kıyamet gününe kadar tekrarlanacak olan bir şeydir. Bir gün iyi ve güzel bir insanın bedeninde olabilirsin, başka bir hayatta ruhun bir hayvanın bedeninde can bulabilir. Şeyh Âdî’nin olan bu düşünce bize göre tasavvuftan gelmedir ve buna “Tekammûs” denir ve bunlar derecelerden oluşmaktadır. Bu bazen tasavvufta aşırı taraflara da götürülmektedir, hatta bazıları estağfurullah bir gün Yüce Allah’a dahi varılabileceğini dile getirmekten çekinmemişlerdir. Bunu tasavvufi taraflar söylemekte, bazıları peygambere ihtiyaç olmadığını, insanın kendi kendine de Yüce Allah’ ı yeterince tanıyabileceğini söylerler. Ezidilikte de böyle abartılar bazen bulunmaktadır. Örneğin bir kesim der ki; Şeyh Âdî’nin kendisi Melek-i Tâvus’tur. Bazıları çok daha ileri gidip haşa onun Yüce Allah olduğunu bile dile getirmekten çekinmezler. Şeyh Âdî, Hâlik değildir ancak bu fikrin bir kısım Ezidiye geçmesinin nedeni tasavvufun ta kendisidir. Ancak biz Ezidilerin daha özgün bir tasavvufi biçimde olan söylemimiz ise şöyledir; Yüce Allah kendisini Şeyh Âdî’nin bedeninde, ruhunda Ezidilere göstermiştir. Bu tasavvufi bir konudur, üzerinde münakaşa edilir çünkü derin ve uzun bir konu2dur. Bazıları da bunu yanlış anlayıp diyor ki; Ezidiler Yüce Allah, Melek-i Tâvûs ve Şeyh Âdî’yi bir olarak görüyor diyerek bizi böyle bir küfür ile itham ediyorlar ancak bizim asıl düşüncemizi itikadımızı anlamak bambaşka bir şeydir.”

  1. Şemo Qasım GALLO

Tarih: 30.05.2022

Saat: 13.30 ile 14.14 arası

Yer: Duhok, Bıngeha Ezidiyan/ Bıngeha Lâleş

Soran: Dr. Zekerya SARIBULAK

Kayıt: Davut DANİŞ

Soru 1. Bazı İslami makalat yazarları sizleri ‘Ezidi’, diğer bazıları ‘Yezidi’ şeklinde isimlendirmektedirler. Size göre doğrusu nasıldır ve bu ismin kökeni nedir?

“Şunu söylememiz gerekir ki ‘Yezidilik’ adı ile bir alakamız bulunmamaktadır bizim ismimiz ‘Ezidi’dir. Yezidilik denilerek bizleri Yezid b. Muaviye’ye dayandırmaya çalışan bir kesim var ancak bu konunun bir aslı yoktur. Bunların amacı bizi genel olarak insanların gözünde bozmak ve eksik göstermektir.”

Soru 2. Tarih yazarları ve diğer bazı yazarlardan kimisi Âdî, kimisi Âdî b. Musafir, kimisi de Kürtlerin Arapçadaki ayn (£) harfini telaffuzda pek kullanmayıp bu harf yerine he (°) harfini söylemelerinden dolayı ismin aslının Âdî (^^) değil Hâdi (^4A)b. Musafir olduğunu aktarmaktadırlar. Gerçekte bu şeyhin, bu mutasavvıfın ismi nedir?

“Kendisinin gerçek adı Âdî’dir, “Âdî b. Şeyh Mucâvir”dir, Kürtçe’den diğer dillere olan tercümede Şeyh Âdî’nin babasının ismi ‘Şeyh Musafir’ olarak geçmiştir lakin aslı ‘Şeyh Mucâvir’dir. Şeyh Mucâvir’in ve ailesinin, bu bölgelere olan saldırılardan kurtulmak için yerleşkelerinin bulunduğu Hakkâri bölgesinden mecburen göç ederek Şam’a gidip oraya yerleşti. Şam’da bulunan Baalbek’in Beytifâr isminde günümüzde de Sehl Lübnan olarak bilinen köyüne yerleşti.

Beytifâr’a ailesiyle beraber yerleştikten bir süre sonra oğlu Şeyh Âdî dünyaya geldi. Tabii biz onun ismini bitişik bir şekilde “^.üAj2” olarak yazıp okumaktayız. Şeyh Âdî burada doğmuş ve sonra aldığı eğitimlerle irfan düzeyini üst derecelere çıkartmıştı. Daha sonra ya babasına ya da babası vefat ettikten sonra annesine ana vatanına gitme isteğinde olduğunu söylemiş. Annesi asıl memleketlerinin Hakkâri olduğunu, orada çıkan ferman sonucu göç etmek zorunda kaldıklarından bahsedince Şeh Âdî de; o zaman bende ecdadımın yaşamış olduğu topraklara geri döneceğim diyerek bu bölgeye geri döndü. Kaynaklarda aktarıldığına göre 30’lu yaşlarına geldiğinde kendisinin keramet ehli olduğuğunu gösteren nişâneler peydâ olundu. Biz buna Sofizm demekteyiz. Kerametler görülünce 40’lı yaşlara doğru Şam’dan sefer için yola çıkmış, birçok yerde eğitim ve tasavvufi ziyaretler için bazen uzun süreler konaklamıştı. Seferinin sonunda gelip Lâleş bölgesine yerleşmiş ve üstünde önceden de bulunduğu dini, akideyi tekrardan yenilemiştir. Burada bahsedilmesi gereken önemli bir mevzu daha vardır ki o da Şeyh Âdî’nin gençlik dönemi hakkındadır. Şeyh Âdî daha çocukken ailesi Şam’dan buraya bazen gelir ana vatanlarını görmek için yaylalara çıkarlar, onlar yaylaya çıkarken çevredeki kimseye güvenemezler ve çocuklarını güvendikleri Ezidilere emanet ederlerdi. Bu da onların Ezidilik inancında olduklarının nişanelerinden birisidir.”

Soru 3. Şeyh Âdî’den önce Ezidilik var mıydı? Eğer var ise nasıl bir durumdaydı?

“Şeyh Âdî gelmeden önce Ezidiler tabii ki vardı ancak belki isimde Şeyh Âdî’den sonra bir değişiklik olmuştur. Çünkü Şeyh Âdî’den önce Ezidilere “Dâsınî” denilmekteydi. Dâsınî isminden önce de yine bu toplumun ismi “Ezidizm” veya daha asli şekilde “Ezdâhî” idi, yani Ezdâ’yı (Yüce Allah’ı) kutsayan anlamında kullanılmaktadır. Şeyh Âdî’den sonra Ezidi ismi kullanılmaya başlanmıştır. Şeyh Fahrî Âdîyan ise bu ismin divanlarımızda, beyitlerimizde ve sözlerimizde yerleşmesine katkıda bulunmuş, yine bu kişi gibi büyük bir sanatçımız da Deme Şeyh Âdî’dir ve bu kişiden sonra da birçok ses sanatçımız gelmiş ve bu ismi beyit ve divanlarımızda kullanmışlardır. Ancak burada yine bilinmesi gereken başka bir şey vardır ki bunun anlamı, Şeyh ‘Adî ve Şey Âdî farklı kişilerdir ancak akrabadırlar. Büyük olan Şeyh Âdî evlenmemişti, çocuk sahibi olmamıştı lakin bu bölgeye geldiğinde Sahr Ebu’l-Berekât isimli kişi ile gelmişti. Sahr Ebu’l-Berekât, Şeyh Âdî’nin kardeşinin oğlu yani yeğenidir. İşte bu ikinci Şeyh ‘Adî, yani Sahr Ebu’l-Berekât’ın oğlunun torunudur.”

Soru 4. Şeyh Âdî’nin itikadı hakkında yapılan çalışmalarda şöyle bir sözü olduğu aktarılmaktadır; “Yüce Allah bütün mahlûkatı yaratmıştır, ecellerini de Yüce Allah belirlemiş ve yaratmıştır, yeryüzünde ve gökyüzünde Yüce Allah gibi hiç kimse yoktur, Yüce Allah’ın özgür iradesi vardır, hâkimiyetinde de tektir.” Bu söz size göre de Şeyh Âdî’ye mi aittir veya sizin itikadınızda da bu iş böyle midir? Ve son olarak Ezidi itikadına göre yaratılışta Azâzil’in katkısı olmuş mudur?

“Hayır, Ezidiliğe göre Yüce Allah kâinatı yaratacağı zaman 7 büyük meleği yaratmıştır bu 7 melekten birini seçerek onlara önder yaptı, ona da Tâvus Melek ismini verdi. O Azâzil değildir eğer Azâzil ile Tâvus Melek aynı olsa bu 7 melek arasında ikisi ayrı ayrı sayılmazdı. Bizim bunları aynı melekler olarak saydığımızı söyleyerek bize iftira atanlar, üzerimize ölüm fermanı çıkarmak için bahane arayanların ta kendileridir. Tâvus Melek ile Azâzil arasında herhangi bir bağlantı kurduğumuza dair hiçbir kaynağımızda herhangi bir şey de bulunmamaktadır Bu konuda yazmış olduğum “Çen Tekısten Pîroz Yen Ezidiyan” adlı iki ciltlik kitapta Ezidilikte bildiğimiz bütün dini kavl, beyit, kaside, dua gibi şeylerin tümünü bu kitapta derledim. Burada olan herhangi tek bir beyit bile; Yüce Allah, Adem alehisselamı yarattığında tüm meleklere ona secde etmelerini emretti, hepsi secde etti biri hariç, ona da sen huzurdan kovulanlardansın ben Adem’i senin üstüne koydum, gibi bir söz asla Ezidilikte geçmemektedir. Tâvus Melek, Adem aleyhisselamın yaratılmasından binlerce sene önce mevcuttu ve bu isme ve makama, önceden de sahipti. İsmi, Tâvus Melek’ti, dördüncü gün olan Çarşamba gününde yaratıldı ve boynuna meleklerin lideri olduğunu gösteren kolye asılmıştır. Bu söylediklerim dışında aynı konuyla ilgili biz Ezidilere çok çeşitli iftiralar atıldı ve yalanlar söylendi, ta ki onlarca ferman çıkarılıp soydaşlarımız defalarca yanlış anlaşılmalarla katledilinceye kadar bu olaylar büyütüldü.”

Soru 5. Şeyh Âdî’nin i’tikadına nispet edilen görüşe göre Allah’ın insana bahşettiği en büyük nimet, imandır. Bu konuda sizin görüşünüz nedir? Allah’ın bahşettiği daha büyük bir nimet var mıdır?

“Bizim Ezidi itikadında çok önemli üç şey vardır. Biz diyoruz ki Ezidilik 99 erkândır ve bu 99 erkândan 3’ünü eğer kendinde bulundurabilirsen sen imanlı bir kişisin demektir. Bu 3’lüden ilki iman, ikincisi taat, üçüncüsü de hayâ’dır. Bunlar ezidiliğin temelini oluşturan kâidelerdir ve her kim bunlara uyarsa onun çok kuvvetli bir imanı var demektir. Eğer ki Yüce Allah’a ve meleklerine iman edersen, sen büyük bir rükûnu yerine getirmiş olursun. Velilere, büyüklere, anne-babana itaat edersen, onlara saygıda kusur etmezsen bu da senin imanının bir parçasıdır. Diğeri ise hayâdır, hayâ ise hürmet göstermektir; kişinin önderlerine 192, yaşça kendinden yaşlı olanlara hürmet etmesi ve onların yanında densizlik veya bir kusur işlemekten kaçınmasıdır. Bu belirtmiş olduğum 3 esasa riayet edilirse Ezidilikte büyük bir mertebe olan iman nimetine erişilmiş olur. ”

Soru 6. Şeyh Âdî’ye nispet edilen kitapta bilginin elde edilmesi hakkında kendisinin görüşü şöyle aktarılmaktadır; “Bilgi, akıl ile elde edilemez, Bilgi, Nas (Kuran/Hadis) ile elde edilir. Eğer bilgi akıl ile elde edilse her akıllı kişi bilgin (arif) olurdu ve bir tane akıllı kişi kâfir olmazdı.” Bu durumda Şeyh Âdî bilginin akıl ile elde edilemeyeceğini söylemekte bunun yanında kendisi, mevcut aklımız ile okuyup irfan sahibi olmamız gerektiğini de dile getirmiştir. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?

  1. Öncelikle kendi şeyhine.

“İşte bu, bizim yanlıştır diye bahsettiğimiz ve “Nesebu’ş-Şeyh Âdî” adlı kitapta belirtilen, Şeyh Âdî’ye yanlış isnad edilen görüşler arasındadır. Akıl ve nefs hakkında bir divanımız bulunmaktadır ve bu divanda da akıl ile elde edilen şeylerin insanın imanını muhafaza ettiği anlatılırmaktadır. Bu akıl ile insan nefsini sorgulamalı ki bu yol gösterici akıl ile doğruyu ve Yüce Allah’a iman etmeye teşvik edecek kanaati bulabilsin. Akıl çok yüksek bir makamda bulunmakta ve kendisi ile bilgi elde edilebilmektedir. Aynı şekilde akıl Yüce Allah-u Teâlâ’nın bir sırrıdır bir gizemidir. Yüce Allah’tan insana bir parça düştü ise bu şüphesiz akıldır.”

Soru 7. İtikadınıza göre Kaza ve Kader’in durumu nasıldır?

“Günümüz meselelerine baktığınız zaman ibadet ve itikadi konular birbirine karışmış vaziyette bulunmaktadır. Biz genelde diyoruz ki; Kader bize yazılmış olandır, bu ise sadece dini-ibadi yönden bakıldığında böyledir ancak biz kaderin var olduğuna inanmıyoruz. Çünkü biz bir dini gereklilik olarak hep, dilimiz olan Kürtçe’de diyoruz ki; “Qeder çıtışte? Qeder el’asas ew tışte ye bote hatiye niwistin, tu de we emelkey ” (Kader nedir? Kader o şeydir ki, senin için önceden yazılmıştır ve sen ne yazıldıysa onu yapacaksın). Başka bir örnek verecek olursak yine denilir ki, bir zaman bir kişi dünyaya geldiğinde onun kaderinde kendi düğün gecesinde eşi tarafından öldürüleceği yazıyordu, o kişi büyüdüğünde düğün vakti gelince bu kadere karşı koymak için adamın çadırını çöle götürürler. Çadırda öldürücü hiçbir şey bırakmazlar ve eşiyle yalnız kalır. Sabah gittiklerinde adamı ölmüş vaziyette görünce kadına bunun nasıl meydana geldiğini soruklarında, perişan haldeki kadın dedi ki; bende bilmiyorum, bir ara gözüm karardı ve vahşi birisine dönüşüverdim, elimi onun boynuna dolayıp bu şekilde boğarak öldürdüm. İşte bu itikad dışında dini olarak bizdeki mevcut kader anlayışıdır. Ancak itikadi olarak bizdeki mevcut kader anlayışı ise insanın aklı ile kaderini düzenleyebileceğine dayanır.”

Soru 8. Hayır ve şerrin yaratılması ve hangisinin kim tarafından olduğu konusundaki itikadi görüşünüz nedir?

“Dini görüşler arasında Ezidilikte olan ve bununla en çok övündüğümüz şeylerden biri de; Yüce Allah’a hayır ve şerrin ikisini de kendisine nispet etmemizdir. Biz sadece hayrı Yüce Allah’a nispet etmiyoruz. Bize göre her kabilenin bir velîsi vardır ve o veli umulur ki Yüce Allah’tan gelen şerrin bize gelmemesi için yine Yüce Allah’a dua eder. İşte bu şekilde örnek verdiğimiz gibi hayır ve şer Yüce Allah tarafından gelmektedir. Diğer dinler gibi, hayır Yüce Allah’tandır ve şer falankestendir, gibi başkasına mastar etme gibi bir olay bizim itikadımızda asla mevcut değildir.”

Soru 9. Yüce Allah kendisine isyan edilmesini irade eder mi? Şeyh Âdî’ye nispet edilen bir görüşe göre “şayet Allah isyanı irade etmeseydi İblis’i yaratmazdı” denilmektedir. Sizin itikadınıza göre bu durum nasıldır?

“Bu kitap bize göre kendisine ait bir eser değildir ve bu görüş de aynı şekilde Şeyh Âdî’ye dayandırılan yanlış ithamlardan bir tanesidir. İyiliğin de şerrin de masdarı Yüce Allah’tan gayrı ne bir beşer ne de başka bir mahlukattır.”

Soru 10. Allah Tealanın bir mekanı veya arşı var mıdır?

“Yüce Allah her yerdedir demekteyiz biz ve itikadımıza göre de Yüce Allah her daim her yerdedir. Ancak Yüce Allah’ın arşı en yüksek semâdadır. Çünkü bu kâinatı yaratan muhakkak hepsinde âlîdir.”

Soru 11. İman etmiş bir kimse, itikadınıza göre ahirette Allah’ı görebilecek midir?

“İnsan öldüğünde onun ruhu ahiretteki yolu üç farklı akıbetten bir tanesine çıkacaktır. Tabii bunlar bildiğiniz gibi tenasühten sonraki aşamadadırlar. Asıl üç yol ise; cennet, cehennem ve karanlık. Eğer hayırlar kötülüklerinden fazla ise cennete giderler, eğer kötülükleri iyiliklerinden fazla ise cehenneme giderler. Bunlardan başka eğer ki hayırları ve kötülükleri eşit ise, karanlığa gider ve onun şeyhi veya velisi ona şefaat ederse, onu cennete getirirler. Yüce Allah’ı görme meselesine de değinecek olursak, ru’yetullah tasavvufumuzda bulunmakta ve görülebileceği söylenmektedir. Bunu da herkes yapamaz, yalnızca keramet ehli veya büyük bir iman sahibi ise Yüce Allah ile kendisi arasında perde kalkabilir ve bunlar Yüce Allah’ın kendisini değil O’nun nurunu görebilirler. Çünkü Yüce Allah her yerdedir, Yüce Allah’ın elleri, ayakları, gözleri gibi uzuvları yoktur, Yüce Allah bir şeydir ve düşünebileceğin her şeydir. Yerde, gökte ve her yerde O’nun mekanı vardır. İnsan öldüğünde de itikadımıza göre Yüce Allah’ın divanına öylece gidemez.”

Soru 12. Peygamberlik makamı konusunda görüşünüz nedir? Hz. İbrahim’in(a.s) sizde ayrı bir yeri ve derecesi var mıdır? Ayrıca İsa(a.s) hakkındaki görüşünüz nedir?

“Ezidiliğin en büyük inanç rönesanslarından bahsettiğimizde bunlar üç konaktan oluşmaktadır. İlk konak Yüce Allah’tır, ikinci konak İbrahim Halil yolu ile Yüce Allah’ı tanımaktır, üçüncü konak ise Şeyh Âdî’nin gelişidir. Bu ikinci konak olan İbrahim Halil yoluyla “Güneşi, Ayı ve Yıldızları verendir benim Rabbim” dediğimizde İbrahim Halil’in çizdiği yol ile ona inandık ve dedik ki kendi aklı ile Yüce Allah’ı bulup iman eden ilk kişi İbrahim Halil’dir dedik ve ona çok büyük bir hürmet gösterdik. İsa peygambere gelecek olursak onun hakkında bizim diyanetimizde pek b ir şey bulunmamakla birlikte, kendisi bize göre en büyük peygamberlerden birisidir, insanlığa çok büyük hizmetlerde bulunmuştur bu yüzden kendisine büyük hürmet gösteririz. Onun tabii doğuşu sırdan ve gizemden oluşan bir mucizedir ancak çarmıha gerilmesi de bizim için üzüntü kaynağıdır.”

Soru 13. Melekler hangi maddeden yaratılmışlardır?

“Melekler, kısaca söylemek gerekirse onlar Yüce Allah’ın nurundan yaratılmışlardır.”

Soru 14. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) vefat ettikten sonra halifeliğine sırasıyla Ebu Bekir(r.a), Ömer(r.a), Osman(r.a) ve Ali(r.a) geldi. Sizler bu şahsiyetler ve diğer sahabeler hakkında nasıl bir görüşe sahipsiniz?

“Tabii Ezidilik, İslâmiyetin (Hz. Muhammed’in a.s) gelişinden önce de mevcuttu. Bizim bu şahsiyetlerden bahsetmemiz konusu da Şeyh Âdî’nin gelişi zamanındadır, yoksa bizim inancımız Muhammed peygamberin gelişinden çok öncesine dayanmaktadır. Şeyh Âdî geldiğinde ise bu şahsiyetlere hürmet gösterilmiş ve bu kişilere veli denmeye başlanmıştır. Çünkü bu kişiler Yüce Allah’a inanmakta ve kendileri kerâmet sahibi insanlardır, saygımız bundan kaynaklanmaktadır.”

Soru 15. Muaviye b. Ebû Süfyan ve onun oğlu olan Yezid b. Muaviye hakkındaki görüşünüz nedir? Kendilerine ayrı bir saygı nedeniniz bulunmakta mıdır?

“Diğer İslam büyüklerine, velilerine olan saygımız gibi, bu kişilere de hürmet gösteririz, ancak yakınlığımızı gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Ezidileri, Yezid b. Muaviye’ye dayandırarak bizlere Yezidi diyenler de vardır ve bu kesinlikle doğru değildir çünkü bizim tarihimiz Yezid b. Muaviye’den binlerce yıl daha eskiye dayanmaktadır. Durum böyleyken insanlar neden kalkıp bizi yeniymişiz gibi gösterip Yezid b. Muaviye’ye dayandırmaya çalışıyor anlamak zor.”

Soru 16. Kabir azabı, Münker ve Nekir meleklerinin sorgusu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

“İtikadımıza göre bu tür şeyler bulunmamaktadır. Biz diyoruz ki, her insan öldüğünde ruhu ondan göçer ve kalbi, yani bedeni toprağa dönüşüverecektir. Çünkü babamız Adem aleyhisselam topraktandır ve bütün Ademoğlu toprağa avdet edecektir. Ancak ruh farklıdır.”

Ruh bedenden ayrılınca Kutsal Lâleş’e gidecektir. Kutsal Lâleş’te “Arasat taşı” adlı taşa gidecek ve bu taşta korkutularak bekletilecektir ki hak gününde kendisi sorguya çekildiğinde doğru cevabı versin. O kişinin sorgu günü gelip Kutsal Lâleş’te sorgulandıktan sonra, “Salat Köprüsü’ne” gelir burayı geçtikten sonra bu sefer amelleri hesaba konulur. Hesaba çekildikten sonra eğer hayırları, kötülüklerinden fazla ise onun ruhu tenâsüh ederek iyi bir insanın bedenine veya kıymet verilen bir hayvanın bedenine döner. Eğer ruhu pis ise (kötülükleri fazla gelirse) bu ruh kötü birinin bedenine, azab içinde olan birisinin bedenine veya eziyet gören bir hayvanın bedenine dönecektir ve bu azap da yeryüzünde olacak azaptır, ahiret günü bu ruhların hepsi tekrar hesaba çekilecek. O büyük günde Yüce Allah hâkim olacak ve insanın son yolu ya cennet ya da cehennem olacaktır.”

Soru 17. İçinizden biri vefat ettiğinde nasıl bir dini uygulama görür, naaşını nasıl bir sıralama ile defnedersiniz?

“Bir Ezidi vefat ettiğinde öncelikle ailesi ve aşireti, bu ölüme saygı gösterirler ve derler ki “bu ruhu Yüce Allah aldı ve biz O’nun kararlarına canı gönülden iman ediyoruz”. Biz diyoruz ki her insan öldüğünde Azrail gelip ruhu teslim alırken ruhu kalpten çıkarır ve kişinin kalbini hesaba çekildikten sonra, kalbi yerine bırakıp ruhu götürür ve sonrasında da az önce bahsettiğimiz olaylar zincirine ruh girmeye başlar. Ancak kişinin kalan bedeni yıkanıp temizlenmeli bu merasim işlemleri yapılırken ya şeyhi ya pîri ya köyün sorumlusu ya da ahiret kardeşi burada hazır bulunmalıdır. 12 parçadan oluşan kefene konulur. bir bez parçası ıslatılarak “Berât” toprağına (Lâleş toprağından olan ve her Ezidide bulunması gereken toprak parçası) sürülerek cenazenin ağzına konur. Cenaze kefenlendikten sonra üç defa kaldırılıp indirilir ve evin bahçesine getirilir orada da halkın içinde yine üç defa kaldırılıp indirildikten sonra cenaze merasimi ile mezarlığa götürülür. Kabirde doğu batı yönleri esas alınarak defnedilir ve defnedilirken o Berat toprağından bir kısmı kabrine bir kısmı da nişane olsun diye mezar taşına konulur. Cenaze evinde 7 gün bir ışık yanmalı, üçüncü güne kadar evi, beşinci güne kadar da kabri ziyaret edilir ve cenazeye yapılan dini merasim bu şekilde sonlanır.”

SONUÇ

Âdî b. Musâfir, aslen Hakkâri bölgesindendir. Lübnan sınırları içerisinde yer alan ve o dönem Şam içerisinde yer alan Baalbek bölgesinde dünyaya gelmiştir. Onun doğumundan önce ailesi Hakkâri bölgesinde yaşamaktaydı ancak çevrede Perslerin akınları başta olmak üzere çeşitli saldırıların artması sonucu bölgeyi terketmek zorunda kalırlar ve Şam bölgesine gidip oraya yerleşirler.

Burada dünyaya gelen Âdî b. Musâfir, babası vefat ettikten sonra annesi Stiyâ Es başta olmak üzere ailesinin bir kısmı ile Hakkâri dağlarına geldi ve bir süre sonra, Duhok’un güneydoğusunda yer alan ve eskiden Hakkâri’nin coğrafi/doğal sınırları içerisinde yer alan Lâleş’te bir zâviye inşa etti ve burası böylece Adeviyye tarikatının kuruluş yeri haline gelmiştir.

Ehl-i sünnet kaynaklarına göre, Sünnî itikâdı üzerine eğitimler veren Âdî b. Musâfir’in etrafına ondan eğitim talep etmek için zamanla çeşitli beldelerden gelen talebeler toplanmaya başlar. Böylece geniş kitlelere ulaşan Âdî b. Musafir el-Hakkâri İslam dünyasında kendi zamanında büyük bir şöhrete sahip olur ve bu şöhret vefatından uzun bir süre sonra çeşitli yankılar uyandırmaya devam eder. Âdî b. Musâfir’in, Ehl-i Sünnet akidesi üzerine önemli çalışmalar yürüttüğünü, yaptığımız bu çalışmanın sonucunda görmüş olmakla beraber kendisi yaşadığı bölgede İslam dininin tanıtılması ve anlaşılması hususunda önemli çabalar göstermiştir. Yaşadığı dönemde bölgenin batısında Haçlı tehdidi büyürken, doğuda ise Şii-Bâtınilik hareketi faaliyetlerini arttırmaya çalışmaktaydı. Ehl-i Sünnet akidesini Şii-Bâtıniliğe karşı büyük ölçüde etkili bir biçimde savunmuş ve coğrafi konumu itibari ile Şia - Ehl-i Sünnet sınır bölgesinde adeta Ehl-i Sünnet’in uç karakolu misali, Şia’nın daha batıya ilerlemesini engellemiştir. Hatta tam tersi düzeyde, Ehl-i Sünnet inanç akidesinin Şia içerisine doğru etkisini ulaştırabilmiştir.

Bu çalışmamız sebebiyle araştırma için Kuzey Irak bölgesine yaptığımız seyahatte görüldüğü üzere, Ezidî fırkası din adamlarının Âdî’nin kişiliği hakkındaki görüşleri, büyük oranda Ehl-i sünnet ulemasının görüşleriyle örtüşmektedir. Ancak adı geçen musannifimizin aslen Hakkâri bölgesinden olduğu, daha sonra Lübnan Beytufara yerleştiğini dile getirdiler. İtikadî açıdan ise, Âdî b. Musâfir’e nispet edilen îtikadu Ehl-i’s-Sünnet ve'l-Cemau adlı eserin içeriği ve günümüz Ezidilerinin mevcut inançlarına baktığımızda, anladığımız kadarıyla; Meleklerin yaratılışı, Melek Tavus’un kimliği ve Cennet ile Cehennemin varlığı hususunda ihtilaflar vardır. Günümüz Ezidilerinde reankarnasyon görüşünün de olduğu anlaşılmaktadır. Yezid b. Muaviye ile ilgili kendilerine nispet edilen Yezid’i takdis görüşlerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Şeytan/İblis (Ezidilerin tabiri ile ‘Azazil’) ile ilgili inançları ise “şer hayrın anlaşılması için gereklidir, yoksa hayır anlaşılmaz” işte bu vesileyle Azazil, melekler arasında çok önemli bir görev üstlenmiştir ve insanların kötülükleri ile ilgisi bulunmamakta, bunun için övgüye layıktır. Adem’e secde hususunda sadece Azazil’in emre tabi olduğunu diğer meleklerin ise emre muhalefet ettiklerini dile getirdiler. Bunun için Azazil lanetlenmiş değildir, aksine rahmet tokasına layık görülmüştür. Sonuçta vardığımız kanaatte bu fırka, birçok görüşüyle bazı İslamî cemaatler kadar İslam dinine yakın olabileceklerini ancak Müslüman olmadıklarını, İslam’dan önce de var olduklarını dile getirmeleri ve yukarıda Kur’an’a muhalif şekildeki beyânatları sebebiyle ayrı bir din olarak addedilebileceklerdir Bu vesileyle İslam dinine nispet edilemeyecekleri görülmektedir. Kanaatimizce Ezidî fırkasının inançları, aracı olmadan kendilerine ait inançlarıdır. Bu yolla daha iyi anlaşılacaklardır. Zira yaptığımız mülakatlarda birçok Müslüman yazarın tek merkezden bilgi elde ettikleri görülmüştür. Ayrıca tarih boyunca Ezidîler ile olan kavga ve kargaşalar onlar aleyhine birçok yanlış bilginin oluşmasına sebebiyet vermiştir.

KAYNAKLAR

Apak, Adem. Ana Hatlarıyla İslâm Tarihi (4) Abbâsîler dönemi. 2015. İstanbul.8. Baskı Ensar Neşriyat Yayınları.

el-Azzâvî, Abbâs. Târihu’l-Yezidiyye ve Aslu Akîdetihim. 1935.Bağdat, Şâriul Me’mun Bağdat matbaası.

el-Bağdadi, Abdulkadir(çev. Ethem Ruhi Fığlalı). Mezhepler arasındaki Farklar.2014. Ankara. 7. Baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Boyik, Eskere. Ezdî û BâweriyaWan. 2021. Van, 1. Baskı, Sitav Yayınları.

Bozan, Metin. Şeyh Âdî b. Müsâfir -Hayatı, Menkıbevî Kişiliği ve Yezidi İnancındaki Yeri-. 2012.İstanbul, 1. Baskı Alioğlu Matbaacılık.

Buhâri, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail. El-Câmiu’s-Sahih, nşr. Muhammed Züheyr b. Nasr. 2001, Dâru Tavki’n-Necât.

Çelebi, İlyas. Sıfat, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 37. cilt. 2009. İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

ed-Demlûcî,Sıdık, el-Yezidîyye, 1949, Musul, Matba’atu İttihad.

ed-Doski, Enes Muhammed Şerif, ed- Etbâu’ş-Şeyh ‘Âdî bin Musâfir el- Hakkâri Minel Adeviyye ile’lYezidiyye. 2006, Duhok.1. Baskı.Matbaatu Hâvâ.

Düzgün, Şaban Ali (ed.).Kelam. 2017. Ankara.6. Baskı.Grafiker Yayınları.

Erbilî, Şerefuddîn b. Berekat el-Mübarek b. Ahmed, (thk. Sâmi b. Es- Seyyid Hamas es-Sakâr) Târihu’l-Erbil (637/1239), 1980, Bağdat.

Fığlalı, Ethem Ruhi. Günümüz İslam Mezhepleri. 2011. İzmir. 3. Baskı. İzmir DEU İlahiyat Vakfı Yayınları.

Gazzâli, Muhammed. Risâle ilâ Ebi’l-Feth el-Hakkâri. ts. Süleymaniye Kütüphanesi Cârullah bölümünde 002085 numaralı el yazma eser.

Güner, Ahmet. Hâfız Lidînillâh, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 15. cilt. 1997. İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

el-Hakkâri, Âdî. İ’tikâdu Ehli’s-Sünnet ve’l-Cemaat, thk. Hamdi Abulmecid es-Selefî - Tahsin İbrâhim ed-Doskî. 1998. 1. Baskı. Duhok. Mektebetü’l-Ğarbaü’l-Eseriye.

el-Hamevî, Yakut, Mu’cemu’l-Buldan(626/1228), Thk. Sami b.Seyyid Hammas es-Sakâr, 1980, Beyrut, Daru’l-Fikir.

İbn Esir, İzzeddin. (çeviri ed. A.Kerim Özaydın) El-Kâmil fi’t-Tarih. 2016. İstanbul. Bahar Yayınları.

İbn Hallikan, Ahmed b. Muhammed Şemseddin, (thk.;İhsan Abbas), Vefayatu’l-A’yan ve Enbau Ebnai’z-Zaman(681/1282), 1968, Beyrut, Daru’s- Sakâfe.

İbn Îmad, Abdulhay b. Ahmed el-Hanbelî, Şuzuratu’z-zeheb fi ahbari’ men zehebe, Daru’l-Kutubi’l-Îlmiyye, ts. Beyrut.

İbn Mustavfa, el-Mubarek b. Ahmed el-Lahmî Ebu’l-Berekat,(Thk. Sami b. Seyyid Hammas es-Sakâr), Tarihu’l Erbil, 1980, Daru’r-Reşid Bağdat.

İbn Teymîyye, Ahmed b. Abdulhalim Takiyuddin, (Abdurrahman b. Muhammed b. Kasım el-Hanbelî), Mecmuu’l-Fetava (728/1328), 1. Bas. 1381, Riyad, Metabiu’r-Riyad.

İbn Teymiyye, Takıyyuddîn. (thk. Muhammed Abdullah en-Nemîr - Osman Cuma Damîriyye) El-Vesiyyetu’l-Kubrâ (Risale ilâ etbâi Âdî bin Musâfir el-Emevî el-Hakkârî), 1987. Cidde. 1. Baskı. Racem Advertısıng.

İdiz, Ferzende. Adî b. Musâfir, Adeviyye Tarikatı ve Yezidilik. 2013-55. Bahar sayısı Ekev Akademi Dergisi.

el-Musulî, Ahmed el-Hayyat,(thk. Said ed-Deyyucî), Tercümetu’l-Evliya fi’l-Musuli’l-Hadba, 1975,Musul,Metbaatu’l-Cumhuriyyeti.

el-Muzurî, Abdurrahman, Ceridetu’l-İttihad, Tacu’l-Arifin Âdî b. Musafir el-Hakkârî Leyse Emevîyyen. ts.

Nebil, Muhammed. Tahkîku’l-Kavl fî ‘Akidetu’l Şeyh Âdî bin Musâfir ve Beyân Medâ Sılatuhu Bi’l-Yezidiyye. 2011. ‘Ulûmu’ş-Şerîyyeti ve’l-Kânûn.

Öngören, Reşat. Tasavvuf, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 40. cilt. 2011. İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Özaydın, Abdülkerim. Müstansır Billâh el-Fâtımi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 32. cilt. 2006. İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Öztürk, Murat. Zâfir Biemrillâh, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,44. cilt. 2013. İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Rudolf, Frank. Scheich Âdî Der Grosse Heilige Der Jezidis. 1910. Kirchbain. Druck Von Max Schemersow.

Sümer, Faruk. Tuğrul Bey, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi 41. cilt. 2012. İstanbul.Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Şeşen, Ramazan. Âdîd Lidinillâh, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 1. cild. 1988. İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Tadifî, Muhammed b. Yahya, Kalaidi’l-Cevahir, Bağdat,Daru İhyai’t- Turasi’l-İslamî.

Turan, Ahmet. Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları Örf ve Âdetleri, 2015. Ankara. 2. Baskı: Hitabevi Basım Yayım Dağıtım.

Timurtaş, Abdulhadi. Çığır Açan Şark Alimleri, ts. İstanbul: Kent Yayınları.

Uludağ, Süleyman.Adî b.Musâfir, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,1. cilt. 1988. İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Yavuz, Yusuf Şevki. İstivâ, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 23. cilt. 2001. İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Yılmaz, Kâmil. Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar. 2016. İstanbul. 22. Baskı. Ensar Neşriyat.

Yücesoy, Hayrettin.Mihne, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansik lopedisi, 30. cilt. 2020. Ankara. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Zehebî, Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymaz, Siyeru A‘lami’n- Nubela, (Thk. Şuayb Arnavut), Muessesetu’r-Risaleti, 1413,Beyrut.


Aynı eserden bir diğer sayfa

Ezidi İşleri Müdürlüğü’nde gerçekleştilen mülakattan bir kare.

Dr. Ca’fer SIMO ile Dr. Öğr. Üye. Zekerya SARIBULAK.

Duhok Ezidi İşleri Müdürlüğü.











Dr. Erşed Hemed Muho, Duhok Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki odasında.

“Duhok, Laleş Sosyal ve Kültür Merkez Yüksek Kurumu”
(High Corporation of Lalish Cultural and Sosyal Center in Duhok)”
“Bıngeha Laleş”

Şemo Qasım GALLO ile Dr. Öğr. Üye. Zekerya SARIBULAK

Ezidi Akademisyen Dr. Öğretim Üyesi Kowan Hanki

Irak, Duhok, Şeyhan’da Laleş Bölgesinde Bulunan Şeyh Âdî Türbesi Girişi.

Şeyh Âdî Türbesi Görünümü.

ÖZGEÇMİŞ

KİŞİSEL BİLGİLER

Adı Soyadı

: Davut DANIŞ


Doğum Yeri ve Tarihi

EĞİTİM DURUMU

Lisans Öğrenimi

: İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Yüksek Lisans Öğrenimi

: Hakkari Üniversitesi, Kelâm ve Mezhepler Tarihi

ABD


Yabancı Diller

: Arapça, İngilizce.


İLETİŞİM

E-Posta Adresi

Tarih

: 29/11/2022


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to