SAYI:: 2.
Â. BATTAL — TAYMAS
KAZAN TÜRK MEŞHURLARINDAN
MUSA CARULLAH BİGİ
— Kişiliği, fikir hayatı ve eserleri —
İSTANBUL — 1958
M. SIRALAR MATBAASI
İstanbul — 19 5 8
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ (İki Kardeşler)
MUSA CARULLAH :
I
KÖKENİ — MENŞEİ
H
TAHSİL PEŞİNDE
III
ÜSTADIN FİKİR HAYATI :
A
BİRİNCİ EVRE
B
İKİNCİ EVRE
C
ÜÇÜNCÜ EVRE
IV
FİKİRLERİ — GÖRÜŞLERİ O
V /
CEMİYETTEKİ YERİ VE AHLÂKI \
VI
ÖZEL YAŞAYIŞI
VH
MUSA CARULLAH’TAN HATIRALARIM-
gîriş
— İki Kardeşler—
Doğu Avrupa’daki Penza ilinden, Devlikamoğullarından bir kazanlı Türk olan Yarullah Efendi 19, yüzyılın, son yarısında Moskova’dan Don ırmağı kıyısındaki Rostov-na-Donu şehrine doğru demiryolu döşenirken bir taşeron olarak çalışmış ve bu yol onu bu güney beldesinedek götürmüştü- Adam, pek canlı bir iş ve ticaret merkezi, ve çeşitli kavimlere mensup insanların kaynaştığı bir yer olan bu şehri çok beğenmiş de orada temelli yerleşip kalmıştır. Uyanık, dünya işlerinden haberli ve becerikli olan' bu kişi oranın hal ve şartlarını kavramış, alış-verişle uğraşmış, az da olsa malü mülk iyem olmuştur.
İşte, bu şehirde Yarullah- Efendinin beş-altı yıl ara ile iki oğlu dünyaya . gelmişti ki, 1870 de doğmuş olanına Muhammed Zahir, ve 1875 de dünyaya gelmiş olanına da Musa adlarını vermişlerdi. Baba erken ölmüş; çocukların biri 10-11, ve ötekisi 5-6 yaşlarında ikeh öksüz kalmışlar-, dır. 1881 de ölen Yarullah Efendi çocuklarının eğitimi ile meşgul olamamıştır- Artık onları adam etmek için uğraşma ödevi dul anaları Fatma Bigi Hanıma kalmıştır. Aklı başında ve çok da zeki olan kadıncağız oğullarının mükemmel İslâmî terbiye almış ve tam dinî bilgilerle mücehhez ulemadan olmalarını istiyordu- Oysa ki, böyle bir terbiyeyi sağlayacak muhit, yaşadıkları şehirde yoktu; bunu uzaklardaki kültür merkezlerinde aramak zorunnu vardı. Bundan dolayı o, oğullarını Kazan şehrindeki meşhur medreselerdeh birine göndermeye karar verdi- Gereken ilk millî-dinî öğretimi verdikten ve rusça da okutturduktan gonra kardeşlerin büyüğünü. Kazan’daki Gölboyu medresesine gönderdiği gibi, zamanı gelince küçüğünü de oraya yolladı. M. Zahir’in bu medresede kaç sene kaldığını bilmiyoruz ama, o, Rostov’da babasının yerine imam olabilmek için yetecek kadar dinî bilgileri edindi de memleketine döndü ve imam oldu-
Ama genç yaşta ölen bu büyük kardeş Kazan Yurdu Türk.Cemiyetinde bu imamlığiyle değil de, Kazan türkçesiyle hikâyeler yazan ilk muharrirlerden olmasiyle iz ve hatıra bırakmıştır. Anlaşılan, bu genç Kazan’da talebe iken rusça orijinal ve tercüme edebî eserler, daha ziyade poliçier (zabıta) romanları okumaya merak sarmış ve kendisi de bu eserlere benzer türkçe hikâyeler yazmaya heveslenmiştir- 1887 de çıkan Günah-i kebair (Büyük günah) adlı ilk büyük hikâyesi Kazan edebiyatında görülen ikinci türkçe hikâyedir (birincisi iki kardeşin hemşehrisi olan Musa Akyiğit’in yazdığı Hisamüddin Monla adlı hikâyedir).. M- Zahir’in ikinci hikâyesi olan Güzel Kız Khadiçe 1896 da basılmıştı. O tarihte artık muharrir belki de Rostov’da imam bulunuyordu- Bunlardan başka, Katile ve Mürted isimli hikayeler dahi yazdığı biliniyorsa da, bunlar basılmadan kalmıştır sanırım.
Geçen yüzyılın 90- yıllarında M- Zahir bir Türkistan gezisi de yapmış ve bu seyahati üzerine bazı Notlar da bırakmıştır.-Sonraları küçük kardeşi bu notları düzenledikten, diline de başka türlü renk verdikten ve birtakım ilâveler de kattıktan sonra 1908 de Mavera-in-Nehir’de seyahat adiyle neşreylemişti.
Diyorlar ki, babalarının «iptilâ» sı M- Zahir’e de geçmiş, ve bunun neticesinde, kendisinin merakla okuduğu
ve severek yazdığı facia romanlarına benzeyen bir romana' konu olabilecek feci bir ölümle, henüz 33 yaşındayken ölüvermiştir.
İki kardeşten küçüğü ise Rostov Devlet real lisesini "bitirmiş; rusçayı gereği gibi öğrenmiş; ondan sonra Kazan, Buhara, Mısır, Hicaz ve Hindistan meşhur ulemasının derslerinden feyiz almış; Arap ve Fürs dillerine tam anlamiyle hâkim olmuş; kendi çabası ve özeniyle dünyevî bilimler alanında da bilgi ufkunu genişletmiş olan huşyar (1) bir mütefekkir ve «müçtehid» olmuştur. Zaten, anaları Fatma Bigi Hanımın da en yüce ülküsü bu idi- Onun için 1908 de ebediyete uçarken, gözü arkada kalmamış ve bü fani dünyadan en ulvî amacına ermiş mes’ud, bahtiyar bir insan gibi ayrılmıştır.
MUSA CARULLAH — İki kardeşin küçüğü olan ve Musa Carullah adiyle bildiğimiz din bilgini cemiyet adamı ve «müçtehid» bir müellif, yalnız Rusya müslümanları — Türkleri arasında değil, öteki İslâm ülkelerinde de tanınmış ve sayılmış olan bir düşünmen (mütefekkir) idi. Bu küçük eser işte, bu zatın kökenini, fikir hayatını, görüş — buluşlarını ve başından geçenleri anlatmak için kaleme alınmıştır-
I
KÖKENİ — MENŞEİ
Musa Carullah 24-12.1875 tarihinde güney Rusya’da Don Kazaklarının başkenti olan ve Don Irmağı kıyılarında eski Azak—kalesinin bir parça kuzeyinde bulunan Ros-
Ayık.
tov-na-Donu şehrinde doğmuştur. Babası Yanllah (2) aslen Avrupa Rusyasmda Penza ilinin Çimbar ilçesine bağlı Altı - awul köy grupundan Kikine köyü ahalisinden olup, Devlikamoğulları soyundandır. Anası Fatma Hanım aynı köyde imam ve şeyh Habibullah efendinin kızıdır. Bu şeyhin babası Biktimir-ağa Bigioğulları soyundan olduğundan, Yarullah’ın çocuklarına Bigioğulları (Bigeyefler) denilmesi de bundan ileri geliyormuş. Yani, Bigiyev soyadı baba tarafından değil de, ana tarafından alınmış demektir-
Yarullah köyde iken kayınpederi Habibullah efendiden ders almak suretiyle dinî malûmat edinmiş, birparça arapça ve farsça öğrenmiştir. Sonraları Moskova’dan Rostov yönünde demiryolu yapılırken taşeronluk etmiş, Rostov’a düşmüş ve orada kahvermiş. Müftü .Selim-Giray Tefkilev hacce giderken Rostov’a uğradığında oradaki müslüman cemaatinin imamları bulunmadığını görünce hem dinî bilgilere malik, hem rusça da bilen Yarullah efendiye; «sen burada imamlık et!» demiş, fakat kendisine «ukaz» (menşur) vermemiş, yani Musa efendinin babası Yarullah imamlık görevini hep «vekâleten» başarmaktaydı- Yarullah becerikli ve bilgili bir kişi idiyse de, bir «iptilâ» hastası olduğundan evinin bakımı ve çocuklarının eğitimi- öğretimi ile pek ilgilenememiş; bu işlerle hep eşi Fatma hanım meşgul olmuştur.Adâmı çok erken mezara da bu
Babasının adı Yarullah şeklinde idiyse de, Musa efendi bu adı Arap söyleyişine çevirip Carullah şekline sokmuştur. Yar, arkadaş, dost, ahbap anlamına gelen Farsça bir sözdür, ki Yarullah Kuzey Türklerinde çok yaygın bir kişi adıdır. Kazanlılarda Yarullah—Elweli adlı bir hikâyeci yazar da vardı. Kişi adı olmak üzere Allahyar biçimi de vardır. 17. yüzyılm son yarısmda Türkçe ve Farsça manzum eserler yazan Soft Allahyar maruftur. Nitekim Hudayar adlı bir han da vardı.
<iptilâ» sı götürmüştür. Yarullah efendi Rostov’da karisiyle çocuklarına gelir sağlayan bazı taşınmaz mülkler de- bırakmıştır. Dul kalan eşi bunların idaresiyle de uğraşmıştır-
II
TAHSİL PEŞİNDE
Musa’yı henüz onüç yaşındayken Kazan’da ağabeyisinin okuduğu Gölboyu medresesine göndermiş idiyseler de, çocuk bu medrese hayatını hiç de beğenmediğinden orada pek kısa zaman kaldıktan sonra Rostov’a dönmüş ve real Devlet lisesindeki tahsiline devam etmiştir.. Bu liseyi bitirdikten sonra, galiba 1895 yılında, tahsil için Buhara’ya gitmiştir-
Musa efendi Buhara’da 3-4 yıl kalarak okuduktan sonra Rostov’a dönmüş ve birkaç ay geçince gene tahsilini' devam ettirmek amaciyle İstanbul’a gitmiştir. Orada mühendishaneye girmek istemişse de, ona Ezel’den mühendis, olmak değil de, bir din alimi olmak mukaddermiş ki, hemşehrisi olan muallim ve muharrir Musa Akyiğit onu bu. fikrinden caydırmış, diniyat tahsili yolunda yürümesini tavsiye eylemiştir. Bunun üzerine o, Mısır’a yönelmiş ve orada El-Ezher camisi derslerine devam etmek istemeyip,, yalnız bazı tanınmış ulema ile temaslarda bulunmuş ve derslerini dinlemiştir. Bunlar arasında meşhur mütefekkir Mısır müftüsü şeyh Muhammed Abduh de bulunuyordu. Mısır”dan Hicaz’a gitmiş, Mekke ve Medine şehirlerinde olmak üzere bu ülkede üç yıl kaldıktan sonra Hindistan yolunu tutmuş, orada yanlız altı ay kadar kalıp geri Mısır’a dönmüş, ve bu memlekette üç yıl kalıp daha çok. Kur’an tarihi ile meşgul olmuştur. 1904 yılının son yarı-
sında memleketi olan Rastov’a dönmüştür. O tarihte ana-sı Fatma hanım henüz-, sağdı; oğlunun hatırı sayılır bir idin alimi olarak dönmesinden son derece memnun ve mes’udtu- Bu suretle Musa efendinin tahsil maksadiyle yalmancı ülkelerde kalma süresi onbir yıl olmuştur. Bu müddet içinde o, İslâmî bilimlerin bütün dalları üzerine geniş ve derin vukuf edinmekten başka, Arap ve Fürs dillerini de mükemmel surette elde etmiş bulunuyordu. Üstadın bu tarihedeğin olan hayatına da bir fikir hayatı denilebilirse de, bu daha çok bir tahsil, öğrenim devresi idi. Bir de onun . öğretme, bilimlerinden başkalarını, daha doğrusu, Cemiyeti faydalandırma devresi vardır ki, üstadın asıl faal fikir hayatı Rusya’ya döndüğü tarihte başlar. Şimdi işte, ibu fikir hayatını anlatmaya çalışacağız.
III
ÜSTADIN FİKİR HAYATI
Üstad Musa Carullah’ın fikir ve bilim alanındaki çalışmalarını üç evreye ayırmak mümkündür. Böyle yaparsak onun fikir hayatım koğalamak daha kolay olur sanırım-
— Onun 1904 yılında hariçten Rusya’ya döndüğü tarihten başlayıp Bolşevik ihtilâline kadar olan ondört yıllık evre ;
— Bu ihtilâlin patlak vermelinden başlayıp Rusya’dan kaçma zorunda kaldığı 1930 yılınadek süren, yani Sovyet rejimi altında geçen onüç senelik evre;
— .Rusya’dan ayrılıp, öldüğü tarihedek çeşitli ülkelerde geçirdiği ve çalıştığı ondokuz senelik evre- Bu üç evre kırkbeş yıllık uzun bir fikrî, İlmî çalışma devrini teşkil etmektedir. -
A
BİRİNCİ EVRE
RUSYA’YA DÖNÜNCE — Eskiden kuzeyli Türkler arasında İslâm ülkelerinde, hele Buhara’da «tahsil-i ulum» edip, memleketlerine dönen genç mollalarm çoğu bir mahalleye imam olurlar; medrese açarlar da talebe toplarlar, veya mevcut medreselerin birinde müderrislik etmeye başlarlardı- Adetâ bir gelenek halini alan bu durum tâ 19. yüzyılın sonlarına kadar sürüp gitmiştir. 20- yüzyılın başlarından itibaren ise, «tahsil-i ulum» için Buhara’ya gitmek arzusu gevşemiş; birtakım gençler tahsil için Türkiye’ye, Mısır’a, Hicaz’a ve hattâ Avrupa’ya gitmeye başlamışlardır. Bu memleketlerden dönenlerin bir kısmı imam olmak istemeyip, o zaman «ıslah» edilmiş medreselerde veya yeni açılmış asrîimsi mekteplerde öğretmenlik;, yahut da 1905 ihtilâlinden sonra çıkmaya başlayan türkçe gazete ve dergilerde muharrirlik etmek yolunu tutmuşlardır-
Musa efendinin Rusya’ya dönmesi birinci Rus (1905) ihtilâlinin arifesine raslıyordu. Birçok İslâm diyarlarını dolaştıktan, nice, nice meşhur ve bilgin müderrislerin «rahle-i tedrisi» önünde diz çürüttükten ve birçok zengin kitaplıkların raflarını karıştırdıktan ısonra geniş dinî — İslâmî (ve hattâ dünyevî) bilgilerle yüklü olarak henüz 28-29. yaşlarında memleketine dönen Musa efendi pekâlâ bir zengin mahalleye imam veya bir meşhur medresede müderris olabilirdi. Ancak o, bu yollardan hiçbirine girmeyip, Rostov’ta anasının yanında bir müddet kaldıktan (sona Petersburg’un yolunu tutmuş ve orada saçlarını uzatarak, ve başına üniversiteli kasketi geçirerek bilimini genişletmek düşüncesiyle Hukuk fakültesine devam etmeye başlamıştır-
1905 ihtilâli vukua gelince siyasî hareketlerle ilgilenmiş; 1906 da Petersburg’da türlü türlü gazeteler çıkarmaya başlayan kadı Abdürreşit İbrahim ile işbirliği yapmaya, girişmiş ve «Ülfet» gazetesine yazılar vermeye başlamıştır- Öte yandan, 1905-06 yıllarında Rusya müslümanlarınm. siyasî hareketlerine katışmış ve o sıralarda toplanan müslüman kongrelerinde (ona göre «Nedvelerinde») baş. zabıt kâtipliği dahi yapmıştır.
Petersburg Hukuk Fakültesine devam ettiği sıralarda.
GAZETECİLİKTEN MÜELLİFLİĞE — Kadı Abdür.reşid’in «Ülfet» gazetesi öteki gazeteleriyle birlikte, galiba 1907 de kapandıktan sonra Musa efendinin gazetecilik faaliyeti sekteye uğramış;; Reşit efendi de «devr-i alem» şeyahatına çıkmış ve soluğu Japonya’da almıştır. Ondan ponra Musa efendinin arka arkaya dinî — İçtimaî mevzular üzerine birtakım eserleri basılıp çıkmıştır. Meşhur kör Arap filozof şairi Ebul-alâ-elmaarrî’nin El-luzumiyat adlı manzum eserinden seçerek çıkardığı fikir hürriyeti telkin eden beyitlerinin tercümesini içine alan kitap bunlar arasındadır- Müellif Kazan’da basılan bu eserin 64. sahifesinde aynen şu rsözleri yazmaktadır: «Rusya’da ehl-i İslâm talebe lerinin herbirine; akıllarına ruh, hareket, gayret ve hürriyet vermek ümidiyle Lüzumiyat ebyatını hıfzettirmeyi müfid, münasip zannederim.»
Musa efendinin bu neşriyatı o zaman birtakım hocalara pek aykırı görülen fikirleri içine alması yüzünden e- pey kıyl-ü kali, gürültüyü mucip olmuştur.
Bu devirde çıkan türkçe eserleri şunlardır :
Rusya müslümanlarının üçüncü nedevesi (kurul- tayu), Kazan, 1906.
Rusya müslümanlarının üçüncü nedvesinin zabıt cerideleri, Kazan 1906.
Müslüman İttifakı’nın programı ve şerhi, Petersburg. 1906.
Şeriat niçün rüyeti itibar etmiş?, Kazan 1910.
El-lüzumiyat’tan seçme parçalar, Kazan 1908-
*Rahmet-i İlâhiye burhanları, Orenburg, 1911-
İnsanların akide-i ilâhiyesine bir nazar, Orenburg, 1911.
Siyonizm, 1911.
Divanı Hafız (İran şair-hekimi Hafız’dan seçme
tercümeler), kazan 1912.
10), Halk nazarına bir niçe mesele-, Kazan 1912- -' 11)- -İslahat esasları, Petersburg, 1915 (Bu, basılmış tarihidir; satışa çıkarılması 1917 dedir). ' . ,-../ ' - ;
Mülâhaza (İsmail Bey Gspıralı’nin ölümü münasebetiyle kaleme almmıştır), Petersburg 1915;
> Bütün Rusya müslümanlarının 1917. yılı Mayıe-ayında Moskova’da toplanan ilk kurultayının zabıtları (Şabir Muhammedyar ile birlikte tertip edilmiştir), Petrograd, 1917. : '
Zekât, Petrograd, 1916, ;1 r
Maide, Petrograd, 1916;
Meyyit yakmak, Petrograd, 1916,.
Şeriat esasları, Petreograd, 1916,
Büyüle'mevzularda ufak . fikirler (Kazanlı ulemadan Ziyaeddin Kemalî’nin. felsefesini tenkit yollu yazılan bir eserdir.) . .
Bundan başka, .üstad bu devirde yedi-sekiz tane arapça eser de yayımlamıştır. ; ’ .
BU EVREDEKİ MUALLİMLİĞİ —, Musa efendi Hariçten Rusya’ya döndüğünden sonra geçirdiği yedi-tsekiz yıl içinde müslüman kurultaylarmda baş zabıt kâtipliğini hesaba katmazsak, Cemiyette sorumlu bir görev almaktan her zaman kaçınmıştır. .Ancak bu genel.tutumundan bir istisna. olmak üzere, 1910 yılında bir muallimlik görevini üstüne almıştı- Bu, şöyle olmuştu; Musa efendi Orenburg’daki Hüseyniye medresesinde arabiyatve din tarihi _hocalıği etmek için davet olunmuştu- Bu daveti kabul edip O- renburg’a gelmiş ye öğretime başlamıştı. Din tarihi dersini takrir ederken talebelerine meşhur. Tasavvuf . imamlarından Muhiddin İbnü Arabi’nin ve belki de başkalarının, eser- lerinaen görülen rahmet-i ilâhiye’nin umumî olması (yani hangi dini tutmuş olursa olsun insanların Allah’ın rahmetinden mahrum olmayacakları ve öteki Dünyada men-
gü azap ve ıztırap içinde kalmıyacakları) nazariyesini u— zun uzadıya anlatmış; bunu yalnız, kürsüden anlatmakla yetinmeyip, bu fikri, mecmuanın naşirlerinden Şakir Rami’nin ricası üzerine, o' zaman Orenburg’da çıkmakta olan?. ŞURA dergininde neşretmeye de başlamıştı.
ORTA YAŞ
Gerek Allah’ın «rahmeti» ni, gerekse «Cenneti» nij "tekelleri altına alan, ve hiç de M. Carullah gibi felsefî dü-| günceler beslemiyen Orenburg hocaları, medresenin mü-| dürü ve kimi öğretmenleri büyük bir şiddet ye hiddetle? buna karşı ayaklanmışlar ve kıyameti koparmışlardı. Bu yüzden talebe ve muallimler arasında da ikilik ve tam öğretim mevsiminin ortasında kaynaşma ve çatışma baş. göstermişti.
Bu durum karşısında Din tarihi hocasının medreseden ayrılıp çekilip gitmesinden başka-çıkar yol yoktu. Ger-
çekten, Musa efendi kendi arzusuyle istifasını vererek Orenburg’dan ayrılmıştı.
Bizim başka kavimlerin bu Dünyada eriştikleri «rahmet» lerle «nimet» lerden müslüman kavimlerin de bir- parça hisseli olmaları için uğraşmamız gerektiği bir sırada mütefekkir bilginimizin Ahretteki «rahmet» ve «nimet» leri de öteki kavimlere ülüştürmeye kalkışmasını epey aykırı ve garip bulmuş idiysek de, örümcek kafalı hocalara karşı kendisini desteklemek zorundaydık. Şura dergisinin başyazarı Rizaeddin Fahreddinoğlu bu yolu tuttuğu gibi, Musa efendi yola düzüldüğü sırada ben de, «karınca kaderince» kabilinden kendisini teselli yollu 'Vakit gazetesinde bir makale yazmıştım-
B
İKİNCİ EVRE ।
Musa efendinin fikir hayatının ikinci evresi Bolşevik; devrimi ile başlar ama, bunun bir de giriş düzeni (preiude’l) vardır, ki kısaca, ondan söz açalım.
1917 Rus ihtilâli Birinci Cihan Harbi sürüp giderken 'Rumî takvime göre 27 Şubatta patlak vermiş olduğundan ona «Şubat ihtilâli» denmektedir. Bu adı taşıyan ihtilâl -ayni takvime, göre 25 Ekimedek-sürmüştür. Bu sekiz aylû
zaman îkinci Rus ihtilâlinin umut, hürriyet, demokrasi nizamı kurmak uğrunda çırpınma devresi idi-
Bu ihtilâlin ilk günlerinde M. Carullah’ın yaptığı ilk iş 1915 yılında bastırıp da siyasî engellerden ötürü satışa çıkaramadığı büyücek Islâhat esasları adlı eserini yayımlamak olmuştur- Eseri neşretmeye karar verdiğinde o, yeni bir Önsöz de yazmıştır ki, bunda müellif büyük bir sevinç edasiyle; «Esaret bitti, tâ ebed katmaz (dönmez)» diyordu. Bu devirde onun başka bir işi de Mayıs (1917) ayında Moskova’da toplanan birinci bütün Rusya müslümariları kurultayına katışmak, ve onun mufassal zabıtlarını tanzim ederek bastırmak olmuştur.
1917 yılı 25 Ekimde (7 Kasımda) Rus ihtilâlinin ilk devresi kapanmış, yeni bir «esaret» devri başlamıştı. Bizim üstad M- Carullah bu olayı «esaretin kaytışı» (dönüşü) «olarak mı karşıladı, yoksa «tâ ebed kaytmaz»a inanmakta devam mı ediyordu, — bilmiyoruz ama, bilinen gerçek şudur ki, o, Sovyetlere karşı cephe almamış, ve başka birtakım aydınlar gibi, Rusya dışına acele kaçmamış; Sovyetlere karşı savaş açan zümreler bölgelerine de geçmemiş de hep Kızıllar bölgesinde kalmıştır.
BU EVREDE NELER DÜŞÜNÜYORDU — Bize kalırsa, Musa efendinin Sovyetlerde kalması harice kaçamamasından ileri gelmiş değildir. İsteseydi, Finlândiya yoluy1« veya başka bir yoldan pekâlâ kaçabilirdi.
O, sıradan bir fani değildi; kendine göre içtimaî-siyasî düşünceleri, mülâhazaları vardı. O, başka, biryığın aydınlar gibi, Sovyet devrimini ve rejimini bir oldubitti olarak kabul edip bu rejimden de Cemiyetimiz ve halkımız için bazı faydalar koparmanın belki mümkün olabileceğini; harice çekilip gitmektense milletle beraber bulunmanın daha hayırlı olacağını düşünüyordu. Böyle düşünenlerin en uzun dayanıp da «sağ kalanlarının biri Musa Carullah olduğunu sanıyorum. O, Sovyetlerde tam 13 yıl yaşamış; yalnız bıçak kemiğe dayandıktan sonra kaçmak zorunda kalmıştır. O, iç harp günlerinde ve ondan sonra dahi hep Petograd’ta oturmuş, ancak arasıra Hükümet merkezi Moskova’ya gidip-gelmiş, ve siyasî emeller peşinde dolaşan kimi Hindli politikacılarla birlikte Rusya’nın muhtelif bölgelerinde seyabatlar yapmış: Başkurdustan’a, Türkistana gitmiş ve belki de bu gezilerin biri sırasında 1921 de Taşkent’te yakalanıp hapse atılmış ve onbir ay içerde kalmıştır.
NELER YAPIYORDU — M. Carullah bir fikir ve Cemiyet adamı olduğundan elbette ellerini kavuşturup boş oturacak değildi; bir şeyler kuruyor; kitaplığına -kapanıp da olsa, araştırmalarda, incelemelerde bulunuyor; okuyor, yazıyor — çiziyordu.
Şimdi Musa efendinin «Sovyetlerle anlaşıp müslümanlar için bazı faydalar sağlamak» mülâhazasından hareket ederek yaptığı işlerinden veya teşebbüslerinden bazılarını gözden geçirelim;
a) Bolşevik ulularından olup da, sonraları birtakım komünist partisi kodamanlariyle birlikte idam edilen Buharin’in Komünizm elifbası (Azbuka kommunizma) eserine karşılık olmak üzere Musa Efendi İslâmiyet elifbası ismiyle bir eser hazırlamıştı. Bu eserin içine aldığı maddeler müellif tarafından 1920 yılı 16-20 Eylül tarihlerinde Ufa şehrinde toplanmış olan ulema nedvesinde (kurultayında) iki gün 2-3 fasıla ile okunmuştu. Bundaki 236 maddenin evvelki altmış sekizi Rusya müslümanlarının hallerine, ihtiyaçlarma mahsus ise de, geriye kalan maddeler bütün jslâm ülkelerini ilgilendirecek niteliktedirler. Örneğin, harp, tedvin-i şeriat, insan hakları, muahedeler. Hilâfet ve bgibi, maddeler bunlardandır. Bu maddeler
1920 yılında yazılmış; Ufa kurultayından sonra da birçok toplantılarda okunmuş; nüshaları çıkarılıp İslâm memleketlerine dağıtılmış; Türkistan, Kâşgar, Efganistan ve Türkiye matbaalarına gönderilmiş (3). Muharririn gayesi, her ne pahasına olursa olsun bu eseri bastırıp dağıtmaktı ama, buna bir türlü . muvaffak, olamıyordu. Nihayet o, 1923 de bu maddelerin önüne uzunca bir mukaddime koymuş ve eserin bir nüshasını bastırılması ricasiyle Finlandiya Türklerinin imamı Veli-Ahmed Hakim efendiye göndermiştir. Bu eserin hazin hikâyesi şeyledir; Müellefi eserinin hariçte olsa da basılmasını istiyordu: halbuki kendisi o zaman Petrograd’ta Klinskay.a sokağında oturmaktaydı. Ben o tarihlerde Finlândiya’da idim ve imamla şık sık görüşüyordum. Eserin basılması bahis konusu olunca müellifi Sovyetler diyarmda yaşadığı müddetçe bu, kitabm hariçte basılmasının asla doğru olmıyacağını .söylemiştim. Ancak üstadın Finlandiya’daki «perestişkâr» lan müelifin ricasını reddetmeyi uygun bulmamışlar da eseri bastırmaya karar yermişler. Basım masraflarını oralı Kazan Türklerinden Cemaleddinoğullar ile Zinet Ahsen yermişler; belki de müellifin isteğiyle kitabın adı İslâm mil" letlerine şekline sokularak Berlin’de 1923 yılının yazında Kâwyanî matbaasında basılıp çıkmıştır. ; '
Bu eserin içindekiler müellifini Sovyet zindanlarında çürütmeye yeter mâhiyette iken bir de1 buna o sıralarda Berlin’de yaşayan Sovyet düşmanı-ve siyasî mülteci muharrir Ayaz tşhakî’nin eser basılırken musahhihlik etmesi ve üstelik; kendiliğinden birtakım gereksiz ve sudan notlar katması işi büsbütün karıştırmış ve Musa efendi bu e-
(3) Müellifinden rivayet (Berlin'de basılan nüshanın 106. sahifesinde). ' '
ser yüzünden Petrograd’ta tevkif edilip Moskova’ya götü-| tülmüş ve hapse atılmıştır.
Finlândiya’da bu haberi duyan bizler kendisini kur-1 tarmak için teşebbüslerde bulunmaya karar verip, o zaî man Hariciye vekili bulunan İsmet Paşa hazretlerine fran| Sız diliyle Finlândiyadaki müslüman-Türk cemaati adine. şu mealde bir telgraf çekmiştik; «Bütün İslâm ve Türk i dünyasınca tanınmış ve sayılmış olan ulemadan Musa Carullah Bigi efendi Rusya’da tevkif olunmuştur. Kendisini hapisten kurtarmak uğrunda Sovyet hükümeti katında demarşlarda bulunulmasını rica ederiz.» Bundan başka, bu olayı Türk basınında da yankılandırmak düşüncesiyle İstanbul’da; Vakit, Cumhuriyet: Ankara’da Hakimiyet-i milliye ve Yeni Gün gazetelerine de telgraflar çekmiştik- Bu telgrafları fransızcaya o günlerde Finlândiya’da yaşamakta olan Kazan’lı aydın bayanlardan Emine Sırtlan çevirmişti. Bereket versin ki, bu teşebbüsümüz başarı ile neticelenmişti; bir müddet sonra Türkiye’nin Stockholm elçiliği vasıtasiyle Helsinki imamlığına Musa efendinin serbest bırakıldığı bildirilmişti.
Musa eterdi bu sefer Moskova cezaevinde üç ay mahpus kalmıştı-
Bu devirde Musa efendi küçük, fakat önemli ve belki daha iddialı bir eser kaleme almıştı ki, o da Türkiye Büyük Millet Meclisine müracaat’tir. Bu eserin de bir nüshası, gene bastırılması ricasiyle 1923 de Helsinki imamına gönderilmiş idi. (4)- Bir başka nüshası da'T.B. Millet Meclifsine tapşırılması ricasiyle Taşkent’te Meclis üyelerinden İsmail Suphi Soysallıoğlu’ya verilmişti. Bu zatın bana
Yukarıda adı geçen kitap ile bu eseri imama gönderdiğini Musa efendi ona 2 Mart 1923 tarihli mektubunda bildi. Tiyordu.
anlattığına göre, kendisine verilen nüshayı Mustafa Kemal Paşaya vermiş, ancak fazla alâka gösterilmediğinden bir müddet sonra geri almıştır.
OLGUNLUK ÇAĞI
Helsinki' imamına verilen nüshanın ne olduğunu bil miyorüz ama,'müellifin Rusya’dan kaçtıktan sonra kendi tarafından 1931 de Kahire’de basıldığını biliyoruz.
Musa efendi bu devirde başka birtakım eserler de yazmıştır ki, bunlardan biri 1927 de İstanbul’da Mahmutbey matbaasında basılmış olan bir. eserdir. Hacmi küçük ama ismi epey uzundur; §eraiat-i îslâmiye Nazaranda Müskirat meseleleri.
İslâm milletlerine kitabının Berlin.’de basılmasından iki yıl «sonra, demek, 1925 yılı Ekim-Kasım aylarında Musa efendi Kırım’da bir dinlenme mevsimi geçirmiş ve o şırada hocalar, öğretmenler ve genelce müslümanlar ile temaslarda bulunmuş. İşte bu temaslar esnasında Kırımlılar ondan iki mesele hakkında fetva istemişler.
Biri şu; Türkiye’de bazı hocaların rakı hakkında söylediklerini Kırımdakiler votka hakkında söylüyorlarmış. Yani her iki memleketteki hocaların iddialarına göre, şer’an haram ve necis olan içki eski Arapların üzümden veya hurmadan yaptıkları şarap olup rakı, votka ve başkaları gibi Peygamber zamanında bulunmayan içkiler değildir. Bunun üzerine İslâm dini ve Şeriatı üzerine üstün bilgi sahibi olan Musa efendinin ne diyeceğini sormuşlar.
İkincisi; Müslümanların üzümden şarap yapıp gayri müslimlere satmalarının şer’an caiz olup olmadığını öğrenmek, istemişler-
Üstadımız hocaların iddialarını cerhetmiş, çürütmüş; müskir olan (insanı sarhoş eden) her içkinin haram olduğunu anlatmış.
İkinci suale ise müsbet cevap vermiş.
Müellif İstanbul’da 1927 yılında basılmış olan bu eserinde işte, bu «istifta» ve fetva’nın hikâyesini anlatmak-
ta, ve bu münasebetle içkiler hakkında birtakım dinî-felsefî fikirler sermektedir.
Üstad fikir hayatının bu ikinci evresinde hazırlamış olduğu eserlerden bazılarını Rusya’dan kaçtıktan sonra Berlin’de yayımlamıştır. Bunlardan ileride fikir hayatının üçüncü evresini anlatırken söz açacağız.
MEKKE NEDVESİ : Kırım dinlenmesinden bir yıl sonra, demek 1926 da Musa efendiye Mekke İslâm nedvesine (kurultayına) gitmek için izin verilmişti. Ancak o, Urfa Diniye Nezaretinin topladığı bir ulema kurultayında seçilen heyete dahil olmayıp, ya Kâşğarlı müslümanlardan veya başka bir yerden aldığı vekâlet üzerine «bağımsız» delege sıfatiyle gidiyordu- 1926 yılının yazında İstanbul’a heyet üyeleriyle birlikte gelmiş idiyse de, hareket ve sözlerinde heyete pek bağlı ve öteki delegelerle dayanışma halinde görünmüyordu. Nedve oturumlarında ne gibi bir tavır takındığını pek bilmiyoruz.
Zannedersem, ertesi yıl Musa efendiye Hac mevsiminde bir daha Mekke’ye gitme müsaadesi verilmişti- Yukarıda lâfını ettiğimiz müskirat hakkındaki eserini zahir İstanbul’da bu seferki seyahati sırasında bastırmıştır.
Musa efendi Hindistan müslümanlarmın önderi mevlâna Muhammed-Ali’ye bir mektup göndermişti. Biz bu mektubun İngilizce tercümesini Bombay chronicle gazetesinin l.VIII-1925 tarihli nüshasında görmüştük. Mektup sahibi bunda Rusya’da büyük ve üstün bir devrim vukua geldiğini; müstebit idarenin yerine âdil bir rejim kurulduğunu; memlekette eşitlik, ebedî barış ve «hukuku- beşer» yerleştiğini; müslümanlar için bütün işlerinde, içtimai, medenî hareketlerinde tam bir emniyet sağlandığını yazıyor; yalnız bu fırsattan faydalanarak bir «Cemiyet-i
kur’aniye» kurmanın ve bir de «medrese-i külliye-yi is- 1 lâmiye» açmanın gerektiğini anlatmaktaydı (5)- ]
ç) Musa efendi Helsinki imamı Veli-Ahmed Hakim efendiye 17 Şubat 1923 tarihiyle yazdığı mektubunda arkadaşı Petersburg imamı Lutfî İshakî’nin seyahatinden söz açarken bir münasebet düşürüp Rusya’dan kaçıp Avrupa’da siyasî mültecilik hayatı geçiren kazanlı politikacılara şiddetle çatmakta ve onları tenkit ederek arada diyor ki; (aynen);
«Cenup havası lâzım ise, Türkiye, Türkistan kapıları açık* Siyasî «dubina»ların (6) yollarına sefer zarureti yok. Türkiye seyahati ehemmiyetsiz olmaz elbette. Berlin, Londra, Paris uramlarında sergerdanlık başka; cenup havalarında hastalık zaruretiyle yürüp Türkiye hallerine, İslâm dünyasının hallerine aşinalık kesbitü başkadır. Yani seyahatinizle Sadrî sergerdanlığı arasında fark elbette büyüktür. Sadrî efendiler talep yolunda, tecrübe hem öğrenim yolunda yürüseler güzel; lâkin hareketlerine siyasî tüs (renk), siyasî maksad verseler hatadır. Rusya hareketlerinden Rusya müslümanları da, Hindistan müslümanları da istifade eder. Berektullah gibi mevlevîlerin Moskova, hareketleri, ikametleri Sadrî gibi «muhtariyet» reislerinin Londra, Paris sergerdanlıklarından elbette daha ziyade bereketlidir. Ruıs gibi bay hem tamamen sade bir milletle- güzel muamelden şu gün aciz kalmış isek, Rus gibi büyük bir milleti istihdam etmiş Yahudîlere diyeceğimiz kalmaz»-
Musa efendi 13 Kasım 1929 tarihinde, demek Rusya’dan kaçışından ancak bir veya bir buçuk yıl önce, Fin-
Mektubun İngilizce gazetede neşrinden maksad herhalde İngilizlere nisbet vermek olsa gerektir.
Dubina Rusça odun mânasına gelen bir kelimedir,, ki, burada elbette mecazî anlâmiyle kullanılmıştır.
lândiya’da yaşayan hemşehrilerimizden Zinet Ahsen Böre’— ye yazdığı bir mektupta «İslâm ulumüne, Kur’an ulümune, Arap edebiyatına rağbeti olan taleber için edebî med»ese açmak yolunda' say’ediyorum» diye yazmıştı.
SOVYETLERDE NEDEN KALMIŞTI — 1917 Rus ihtilâlinin ilk devresinde demokratik hükümet üyelerindenmutedil sosyalist A.V- Peşekhonov Bolşevik devriminden sonra da Harice haçmayıp Rusya’da kalan antibolşevik politikacılardandır. Sonraları Sovyet hükümeti onu başka birtakım ayni nitelikte olan Rus aydınlariyle birlikte, nedense, öldürmeyip ve Sibirya’ya da sürmeyip Rusya dışına sürmüştü. İşte, bu Peşenkhonov Hariçte, Çekoslovakya’da bir sürgün olarak oturduğu sırada Neden Harice gitmedim? (7) adlı küçük bir eser yazıp neden kendi arzusiyle Rusya’yı terketmediğinin sebeplerini anlatmaktadır. Onun sebep olarak anlattıklarını şu şekilde özetlendirmek mümkündür ;
Gitmek fırsatı bir kaç defa başgöste-rdiği halde ben Kus-, ya'dan ayrılmadım. En yakın siyasî dostlarım gittiler, ben kaldım. Hattâ bende gideyim mi, kalayım mı, diye bir ikircim (tereddüt) de olmadı. Birkere o zaman Bolşeviklere karşı geniş bir demokratik birleşme (koalisyon) imkânına inanmak bende sarsılmıştı. Demek, cephenin bu yanında kalmak lüzumu gibi duygu da bende yoktu. Öte yandan, bende Bolşeviklerden korku- duygusu da yoktu. Tam tersine bende başka türlü düşünüş havası vardı, ki, o da şudur: Onlardan niçzin kaçacakmışım? Bunu bir lahza düşünüşe karşı bile ruhumun en derinliklerinden- protesto dalgası yükseliyordu. Bunun düpedüz şerefime aykırı bir hareket olduğunu hissediyordum. T e krar ediyorum : B e n Bolşeviklerden hiçbir z a. man korkmadım. Neden.korkacaktım? Kurşuna mı d i z eceklerdi? Beni bu da korkutmuyordu. Hattâ böyle bir sonuç, geçirdiğim hayatın hiç de fena olmayan bir sonu gibi geliyor-
Rusçası: Poçemu ya ne emigriroval?, Berlin, 1923. Musâ Carullah.
du bana. Ama ben böyle bir sonucu ciddi olarak düşünmüyordum da.. Bolşeviklerin beni kurşuna dizmiyeceklerinden emin, dim bile.: Zaten, Turlar başta sosyalistleri’ pek öldürmüyorlardı da. Benim şahsıma karşı fazla diş bilediklerini de sanmıyordum. Birçok insanlar kaçıyordu ama kaçanlar fertler, onlar, bilemdin, binlerdi; kalanlar ise milyonlardı. Neden ben birinciler arasında olayım da, İkinciler arasında bulunmayım? Kaçmak ne demektir? «Kulakları tıkamak» demek değil midir?
Ama gerilerde ÇEKA yaşıyor, geceli—gündüzlü, «çalışıyor;» milyonlarca yurttaşlar, bu arada bizim de dostlarımız, akrabalarımız bu tedhiş ketumunun tehdidi altında yaşıyor, -işte kaçm a k 1 a bunlrı düşünmekten kurtul a b i 1 i r miydik? Bu düşünce beni hiçbir zaman rahat bırakmaz; ruhumu tazip etmekte, hayatımı zehirlemekte devam ederdi. O halde «kulakları tıkamaktan» sa, dişleri sıkmak daha doğru olmaz miydi? Bu takdirde, hiç olmazsa, yakınlarımızı, kan, ruh, dil, yaşayış ve bin yıllık tarih bakımından yakınlarımızı felâket içinde bı. Taktığımızdan ötürü vicdan azabından kurtulmuş olurduk.
Evet, bin yıllık tarih... Doğru, bu tarihin yürüyüşünde bi. zim hissemize en ağır ve ıztıraplı günler düşmüştü. Ancak şimdiyedek o tarihin geliştiği bir saha olan topraktan; o tarihi ya. ratmış, yaradan ve yaratacak olan halkımdan ayrılıp gitmek doğru mu olacaktı? Birçoklarının düşündüğü gibi, bu ayrılığın pek kısa süreceğini düşünerek de oyalana.mazdım. «Ahvalin ne gibi kalıplara döküleceği belli olmaz; belki bu ayrılık yıllarca, uzun yıllarca sürer ve gün geçtikçe genişler—durur; kalanlarla gidenler arasında fikir ve görüş ayrılığı da büyüdükçe—büyür. Kaçanların yürekten özleyişine rağmen Vatan da onların uzaklaştıkça—uzaklaşır; böylelikle Vatanı büsbütün kaybetmek İhtimali de var,» diyordum ben kendi—kendime ve başkalarına.
Onun için ben Rus halkiyle rabıtamı, ve hiçolmazsa zerre kadar ve pasif bir şekilde olsa da onun tarihine iştirakimi tehlikeye komak istemedim de, Bolşevik rejjiminin bütün azap ve ıztı. Taplarına bakmaksızın Rusya'da kalmaliydim.»
İşte, Rus ihtilâl demokratik hükümetinin sosyalist üyeİerinden A- Peşekhonov Bolşevik devriminden sonra da ^Rusya’dan kaçmadığının sebeplerini böylece açıklamıştır.
Bizim üstad Musa Carullah efendi de, yukarıda dahi .İşaret ettiğimiz gibi, Bolşevik devriminden sonra Rusya’-
dan ayrılmamıştır ve Sovyetlerde 12-13 yıl kaldıktan sonra ancak Sovyet, hükümetince Harice sürülmeyip, kendi arzusiyle ve Sovyet pasaportu almadan Rusya haricine çıkmıştır ama, Sovyetlerde neden bunca uzun zaman yaşadığını veya da en sonunda neden onlardan ayrılmak zorunda kaldığını açıklamak üzere böyle bir eser yayımlamadan Dünyamızı terketti. Şayet hariçte mülteci durumuna düştükten ve bir daha Sovyetler diyarına dönmekten umudunu kestikten sonra böyle bir eser yayımlamış olsaydı, belki ömrünün son konaklarında hem tarih, hem siyaset, hem millet ve İslâmiyet için çok faydalı bir iş işlemiş olurdu. Belki de bütün Dünya bu eserden Bolşeviklerin daha başka türlü «marifetleri» ni; eser sahibimin geçirdiği ağır ruhî buhranları, katlandığı çetin ve korkunç sıkıntı ve üzüntüleri de en yetkili bir ağızdan öğrenmiş ve çok istifade etmiş olurdu. Bu sözlerin Musa efendinin Petrograd’ta -oturduğu halde Berlinde Bolşevikleri tenkid eder mahiyette bir kitap neşredecek kadar cesur bir Cemiyet adamı olduğuna dayanarak söylüyoruz. Yokısa ailesinin Sovyet «Cenneti» nde kaldığını da hatırdan çıkarmış değiliz. Belki de bu hissi ve ailevî etkenlerden dolayı. Hariçte böyle bir eser yazıp çıkarmayı uygun bulmamıştır.
Bu, böyle olunca, yukarıda bir başlık olarak koyduğumuz sorunun cevabını, aklımızın erdiği kadar, biz vermeye çalışalım- Bize kalırsa Musa Carullah efendi milletinden ayrılmamak, Sovyet iktidarından millet hayrına az da olsa bazı faydalar sağlamak düşüncesiyle Sovyetlerde kalmıştır. Ben şahsen, bu hareketinden dolayı kendisini kınamak suçlandırmak fikrinde değilim. Zaten böyle hareket edenler yalnız o da değildir. Sibirya’dan Kazan’a döndükten sonra ben de Sovyetlerde kalay azmıştım. Kazan, Sovyetçileri aman-zaman vermeden hapse tıkmak, Temerküz kampına atmak suretiyle kaçmama yardım etmiş olmasa-
lardı, belki kalmış da olurdum. 1948 de İstanbullu Tasvir gazetesinde Sovyetler diyarında görüp-geçirdiklerinı başlıklı hatıralarımda başka bazı misâller de vermiştim- Tarafisız kalıp da Sovyetlerden hayır uman zümrelerden veya şahıslardan hiçbiri umduklarına eremeyip, düpedüz hayal kırıklığına uğramışlar, neticede ya mahvolmuşlar veya da elde hüsran bir yana çekilip gitmek zorunda kalmışlardır. Musa Carullah efendi de bunlar arasında bir istisna teşkil edemezdi, tabiî. Üstad Sovyetlerde 12-13 yıl kaldıktan sonra da onlara asla nsınamamış ve kendisini de onlara bir türlü beğendirememiştir- İşbaşındakilerden. tünğüldü (83), umudu kesti de çıkaryolu Sovyetler diyarının dışına geçmekte buldu ve kapağı Doğu Türkistana attı (yıl 1930). İşte, bu tarihte Musa efendinin fikir hayatının ÜÇÜNCÜ evresi başlar.
Ancak bu üçüncü evreyi anlatmaya girişmeden önce Musa efendinin ikinci evredeki içtimâi - siyasî davranışlarının bir özeti olmak üzere şu »satırları yazmayı da gerekli buluyoruz-
Birinci Cihan Harbi gerek Batı’da, gerek Doğuda büyük sarsıntılar yaratmıştı. Rusya’da arka arkaya iki ihtilâl vukum bulmuştu. «Şubat ihtilâli» denilen birincisiyle Çarlık-mutlakiyet rejimi tasfiye edilimşken,» «Oktober ihtilâli» denilen İkincisiyle" kısa süren Rus-demokram rejimi tasfiye olunmuştu- 1918 yılınhn yaz aylarında başlayan Rusya iç harbi tam üç yıl sürmüştü, ki neticede Rusya’da yeni bir mutlakiyet — istibdat rejimi yerleşmişti. Bu yanda Avusturya — Macaristan menorşisi ve Osmanlı İmparatorluğu da dağılmıştı. Birincisinin yenire ufak, ufak yeni millî devletler kurulmuş ve İkincisinin yerini de taze ve canlı bir Türkiye Cumhuriyeti tutmuştu- İslâm, ülkelerin-
Tüngülmek: Hayal kırıklığına uğramak.
de de birtakım davranışlar, kaynaşmalar başgöstermişti. Musa Carullah yeni istibdat devrinde de Rusya’da kalmıştı ama, bu ihtilâller, kaynaşmalar, çarpışmalar, boğuşmalar ve ölüm-kahm cidalleri karşısında bana ne? diye bir köşeye çekilerek ellerini kavuşturup oturacak bir kişi olmadığından, gerek Rusya müslümanlarmın, gerekse bütün dünya müslümanlarının ve hele Türk dünyasının yazgısı ve gelceğiyle ilgilenmeden, çareler, tedbirler düşünmeden kalamazdı. O, düşündüklerini, tasarlarını bütün dünyaya, hele Türk ve îslâm alemine bildirmek, duyurmak istiyordu. Daha Sovyetlerden kaçmak zorunda kalmadan önce o bazı teşebbüslerde bulunmaya lüzum görmüştü. İlkin Hindistan milliyetçi önderleriyle temaslarda "bulundu. Sonra T-B. Millet Meclisine MÜRACCAR’ını yazdı ve bir Türk mebusu aracılığiyle Ankara’ya gönderdi. 1923 de İslâm Milletlerine adlı mühim eserini neşretti- Bu eserler «Gayret-i diniye» dürtüsüyle kaleme alınmış gibi görünüyorsa da, hakikatta gayeleri ve içindekileri bakımından siyasî eserler, siyasî ’ teşebbüslerden başka bir şey değildirler. Biz bu ufak eserimizde bu «meseleler ve tedbirler üzerine ayrıntılı gilgiler veremedik. Onların ma-, ‘hiyetini anlamak için üstadın bu iki eserini dikkatle okumak gerekmektedir-
C
ÜÇÜNCÜ EVRE
İLK-DOLAŞMALAR — Bıçak kemiğe dayanmış; üstad hayatının tehlikede olduğuna kanaat getirmişti. Onun için 1930 yılının Kasım ayında, kendi sözleriyle konuşalım, «son ömründe kerimelerini, oğullarını, rahmetli (9),
Merhametli yerine kullanılmışlar.
hürmetli analarını menfaların şiddetli, zilleti! azapları i- çinde bırakarak» (10) Türkistan’a gitti; orada kılık — kıyafet. değiştirip Çin Türkistan’ma geçti ve oradaki dostlarının yardımiyle Efganistan’a sığındı. Orada bir kıt’a pasaport elde edinciyedek yıl 1931 olmuştu. Hindistan’dan Mısır’a geçti ve orada ilk işi T.B.M’ Meclisine MÜRAÇAAT’ını bastırmak oldu- Sonra aynı yılın Kasım başlarında Findiya’daki hemşehrilerinin yanına gitti ve orada bir ay kadar kaldıktan sonra ayrıldı ve ertesi yıl tam birinci Türk tarihi kongresi toplantı halindeyken Ankara’ya, geldi ve kongre müzakerelerini takip etti. Kendisi bu kongrede «seyyide» Afet hanım ile YHikmet (Bayur’un) konferanslarını «itina» ile dinlediğini söylemektedir (11). Türkiye’den ayrılıp Orta Doğu ülkelerini dolaştıktan sonra ertesi yıl (1933)' bir daha Finlandiya’ya gitti ve oradaki «hürmetkar» larından gereken parayı toplayıp Berlin’e geldi ve daha evvel yazılıp da elyazmalarını çantasında taşıdığı kimi eserlerini bastırdı. 1933 de Berlin’de bastırdığı eserlerinden görebildiklerimiz şunlardır ;
Ye’cuc;
Kur’an-i Kerim ayetlerinin nurları huzurundaKHATUN ;
Tarihin unutulmuş sahifeleri (sultan Abdülaziz’in intiharı veya katli).
Bunları bastırmak işinde Finlândiya’da yaşayan Türklerden başlıca, kazardı İmad Cemaleddin efendinin himmeti geçmiştir.
UZAK DOĞU — Ancak Musa efendi Berlin’deki-yayım işine belki de maddî imkânsızlık yüzünden, devam edememiş yahut gezgincilik damarı mı tepmeye başlamış.
Khatun adlı eserinin önsözünde, Berlin, 1933.
Khatun adli eseri, s. 1, Berlin, 1933. "
da Alman başkentinden ayrılmış, 1935-1937 yılları İran’da. İrak’ta ve Mısır’da geçirmiş ve 1935 de Kahire’de arap diliyle 3-4 küçük eser yayımlamıştır (12). 1938 de bekli deoradaki mulıiplerinin yardımiyle uzun bir Uzak Doğu seyahatine çıkmış: Japonya’ya varmış, Çin’e gitmiş, Pekin’i görmüş ve harp patlayınca geri Hindistan’a dönmüş- O zaman niyeti Efganistan’da yerleşmekti. Ancak harp günlerinde İngilizler durumundan şüphelenerek Pişaver’de yakalayıp hapse atmışlar- Üstad bu memleket hapishanesinde bir buçuk yıl yatmış; yalnız Behopal hükümdarı Mu-hammed-Hamidullah’ın müdaheleısi ve kefaleti ile hapisten kurtarılmış ve hükümdarın nezareti altına saraya alınmıştır. İşte, bu Pehupal inzivası sırasında da üstad tek durmamış; bir takım dinî meseleler üzerine ufak-ufak eserler yazmış ve daha çok taşbasma ile basıp yayımlamıştır (13)- Görülüyor ki, Sovyetlerden Dışarı kaçan muşa Carullah efendinin adı ciiyasî mülteci» idiyse de, görünüşe bakılırsa, o, fikir hayatının bu 3. evresinde siyasî faaliyette' bulunmamış ve Mısır’da bastırdığı MÜRACAAT’i hariç, hiçbir siyasî eser yazmamış (veya yazmış olsa da, neşretmemiş) ; Kendilinin vaktiyle çok ehemmiyet .verdiği İslâm milletlerine veya İslâmiyet elifbası adlı eserini de arapçaya yahut başka bir İslâmî Şark diline çevirip yayımlamamış; belki de Şosetlerde kalan ailesinin durumunu dü-
Bu Arapça eserler şunlardır: 1) El—weşi‘a fi naqdî aqaidişşia; 2) Nizamut—taqwin fil—İslâm- 3) Nizamuun—nesi4 inde!—Arab: ve 4) Ayyamu—hayatin—Nebi.
H indis tanda yazıp yayımladığı eserler şunlardır: 1) -
Sahifeful—Feraiz, 1944; 2) El;—Bank fil—İslâm, 1946; 3) El—kanunu!—medeni fil—İslâm, 946; 4) Sarful—Kur'an, 1944; 5); Hurufu—evalissuver, 1944; 6) Teriibus—suwenıl—kerime ve te- Hurufu—evailissuwer, 1944; 6) Teribus—Şuwerul—kerime ve te. nasubuha fin—nuzuli we fil-mesahif, 1944: 7) Teminul-hayati wel—emlâk. 1944; 8) Nizamu khilâfetil-islâmiye fi suret-it temeddün, 1946. 9) Kitabussunneh. 1945.
tünerek siyasî faaliyette bulunmaktan sakınmıştır; kim i bilir.
Hindistan ikliminin ve uzun zaman, ağır şartlar al; tında hapishanede kalmanın fena etkisi, yaşı da bir hayli -ilerleyen Musa efendinin sağlığını büsbütün sarsmış; ayakları tutmuyordu; gözlerinin görme hassası de epey zayıflamıştı. İklim ve hava değiştirmek gerekiyordu. 1947 yılının yaz sonlarında Türkiye’ye geldi; hasta ve bitkin idi-
İşte, bu tarihte üstad Musa Carullah Bigi’nin faal fikir hayatı artık sona ermişti-, diyebiliriz. Bundan sonra artık üstadın sönmek üzere bulunan fizyolojik diriminden bir parça söz açmak münasip olur fikrindeyim-
ÖMRÜN SON GÜNLERİ
BİK DAHA TÜRKİYE’DE — 1947 yılının yaz sonlarında Musa ef. AKSU adlı Türk vapuriyle İstanbul.a gelmişti. Hasta ve bitikti. Üstelik, vapurda düşme neticesinde kolu ve bacağı sakatlanmıştı. Onun için Galata rıhtımından .sedyeye koyarak doğruca Guraba hastahanesine götürmüşlredi. İstanbul’daki hemşehrilerimizden kendisine son derece ilgi ve yakınlık gcısteren kişi Prof. Zeki Velidî Togan olmuştur. Tasvir gazetesinin 23-24 Eylül 1947 tarihli nüshalarında Musa efhakkındaki iki güzel makaleyi de o yazmıştı (14). Biz o tarihlerde Ankara’da bulunuyorduk. T a s v i r’de basılan Sovyetler diyarında görüp — geçirdiklerim başlıklı hatıralarımda Musa Carullah üzerime olan benim altı tane uzun makalem ertesi yıl (1948) çıkmıştı- Prof. Zeki Velidî’nin iki yazısında üstadın dinî, ilmî-felsefî düşüncelerine temaıs edilmişken, ben yazılarımda daha çok onun nasıl yetiştiğinden, kısaca biografyasından; mümkün olduğu kadar vakıalara, belgelere dayanarak, siyasî-içtimaî çalışmalarından, girişmelerinden söz âçmış ve bazı hatıralarımı anlatmıştım. Bu suretle Prof- Togan’ın makaleleriyle benim yazılarım birbirini bütünleyerek, ilgililere Musa Carullah efendiyi hiç olmazsa, İbir dereceye kadar tanımak imkânını vermiş olacaktır sanırım.
MUSA CARULLAH’IN SONU — 1947 yılının Kasım ayı başlarında Musa ef. Ankara’ya gelmiş ve on gün kalıp İstanbul’a dönmüştü. 1947 — 1948 yılı kışını İstanbul’da geçirdi, 48’in güzünde Mısır’a gitti. Ve ertesi yıl (1949) 13 Kasımda Kahire’de gurbetilde Dünyamızdan ayrıldı. (Bu eserin Musa Carullah’tan hatıralarım bölümüne bakıla!)
Bu makalelerden birincisinin başlığı Musa Carullah: Mesleği, şahsiyeti ve eserleri olup, ikincisininki: Büyük alim □Huşa. Carullah refarmatör müdür? idi.
IV FİKİRLERİ — GÖRÜŞLERİ
M- CARULLAH BİR ALİM MİDİR — Musa efendimle dinî-içtimaî fikir ve görüşlerinden söz açmadan önce, .başlık olarak koyduğumuz şu soruya kendi düşüncemize göre kısa bir cevap verip geçelim.
M. Carullah bir iilm disiplini yaratmış; bir doktrin düzenlemiş, felsefî bir mektep (ecole) kurmuş adam mâhasiyle alim sayılmazsa da insan bilimlerinin bir şubesinde (dinî-içtimaî sahada) ineelemelerde — araştırmalarda bu-' lunmuş, bu uğurda bütün bir ömür harcamış ve bu yolda belirli ve belirgin fikir ve kanaatler edinmiş bir adamı mânasiyle o, şüphesiz bir alimdir. Bu gibi adamlar bütün insanlığın veya hiç olmazsa, kendilerinin mensup oldukları insan toplumunun hayrına bir şeyler düşünürler, bu yolda kafa yorarlar. Bundan dolayı onlara mütefekkir denmektedir ki, bu sözü türkçeleştirip düşünmen diye de biliriz- İşte, bu bakımdan M. Carullah bir mütefekkir (düşünmen) de idi-
İSLÂMÎ MÜTEFEKKİR — M. Carullah gerçek bir İslâmî Türk mütefekkiridir. İslâm tetkikleri için pek gerekli’ olan Arap diline en az, aşlen Türk ırkından olan iki Mahmudler (Mahmud Zemakhşerî ve Mahmud Kâşgarî) kadar hâkimdi. Bu dili Arabiyat denilen klâsik ve yeni mensur ve manzum eserleri okumak, tetkik etmek ve hattâ birçok edebî ürünleri hıfzetmek suretiyle öğrenmiş ve benimsemiştir. Kendisi Arap edebiyatının meftunu idi. Arap şiirine bayılırdı. Bu lisan ve bu edebiyat onun edebî zevkini okşamaktan başka .Kur’anı, ana-hadis kitaplarını, arapça yazılan ilmî-felsefî, tarihî — İçtimaî, dinî — ahlâkî muhalledatı (ölmez eserleri) hakkiyle anlamak ve incelemek için-de pek lâzımdı- Arap lisanına üstün vukufu ona Kur’anı daha doğru, daha esaslı anlamaya yardım etmiştir. Z.V- Togan’ın «filolojik bakımdan anlayış» demesinden maksadının da bu olduğunu sanmaktayım- Nitekim Keşşaf tefsirini yazan Mahmud Zemakhşerî ve son zaman İslâm mütefekkir ulemasından musirli Şeyh Muhammed - Abduh Arap dilinin, eski Arap şiirinin, folklorunun inceliklerini gereği gibi kavradıklarından Kur’anda başka müfessierlerin gözünden kaçan derin ve orijinal mânalar bulmuşlardır-
M.Carullah şaşılacak derecede bir okuma kabiliyetine sahipti. Arapça yazılan ölmez eserlerin en büyük ve kalınlarını iğneden ipliğine kadar okumuş, incelemiş ve hepsinin değeri ve önemi hakkında bir fikir edinmiştir-
Kendisi Farsçaya da arapça derecesinde vakıf olduğundan bu dille yazılan klâısik eserleri, bu arada Şahnameyi ve Mevlâna’nın Mesnevî’sini bir tedkikçi ve tenkidçi gözüyle okumuş ve incelemiştir.
O, büyük Garp lisanlarından yalnız Rusçayı bilirdi sanırım- (eğer bu dile Garp dili demek caizse). Kendisini ilgilendiren meseleler ve konular üzerine yazılan orijinal veya tercüme rusça eserlerden okuduklarmm hadd-i hesabı yoktur. Ahd-i Atik’in, Ahd-i Cedid’in arapçasını okuduğu gibi rusça tercümelerini de mutalea etmiştir.
M. CARULLAH’IN FİKİRLERİ — Fikir hayatının I. evresinde yazdığı eserlerinde zamanımızın, hattâ günün birtakım meselelerine ilişmekle beraber, onları dönüp. dolaşıp Kur’an ehkâmine ve Şeriat temellerine bağlamayı hiçbir zaman gözden kaçırmamıştır. Ancak, benim fikrimce, o, hiçbir eserinde belirli bir konuyu veya meseleyi ele alıp, eserin sonuna kadar onun üzerinde durmaz: kafasında bir çağlayan gibi kabaran ve kaynayan bilgi ye fikirlerin bendini açar ve onu kolay kolay kapatamayıp müellif kendisi de fikir selinin taşkın dalgalarına kapılıp gider-Onun için asıl meseleye tâli meseleler karışır, ana fikrin î eteğine yavru fikirler takılır; Kur’an ayetleri, hikmetli . vecizeler, arapça, farsça beyitler birbirini kovalar- Z. V’ Togan’ın da dediği gibi, aktüel meseleler üzerine olan tamimi (popüler) düşünce ve mütalaalar, yalnız belirli bir zümreyi ilgilendiren ciddî, ağır ve soyut (mücerred) konulara dair fikirlerle karışık bir hal alır. Bundan dolayıdır, ki kendine göre dikkatle işlenmiş bir dille ve akkın (selis) bir üslûple yazılan eserlerinde dahi onun ana fikirlerini ayırdetmek epey güç oluyor; çeşitli fikir ve şiir seli içinde sürüklenip gidersiniz ve bir tutamak arayarak bocalarsınız. Bununla beraber, Musa efendinin yazılarında ve eserlerinde onun İsrarla savunduğu ve dayattığı ana fikirleri, güçlükle de olsa seçmek mümkündür- Bunları şu şekilde özetlendirebiliriz ;.
Kuran asla eskimiş ve değerini yitirmiş bir kitap de ğüüîr. Tamtersine o, dünyalar durdukça insanlığın saadetini sağlayacak olan talimatı ve hükümleri içine almaktadır;
Kutsal kitabı Kur’an olan İslâm dini aslında fikir ve içtihad (görüş) ve buluş hürriyeti temeline kurulmuştur;
İslâm dünyasının medeniyet alanında geri kalması, nın, donup—duraklamasının başlıca sebebi, ona göre, İslâmin bu fikir hürriyeti temelinin ihmal edilmesi, içtihad yolunun kapa tıhnası olmuştur. Çünkü bir insan topluluğunun ilerlemesi ve yükselmesinin başlıca amili bu hürriyetlerdir. M. Carullah’a göre İslâm dünyasının geri kalmasında İktisadî ve coğrafî amil, ler tâli derecededir. Şayet düşünüş ve görüş hürriyeti ortadan kalkmış olmasaydi, her şey (diyelim, İktisadî İlmî, fennî, sınaî, ve san’atlik işlerin hepsi) yoluna girecekti;
İslâm dünyasında içtihad yolunu tıkamanm, düşünüş ve buluş yoluna sed çekilmesinin bir numaralı suçluları hoca, lar, mollalar, Şeyhler ve sofulardır. Kurban talimatımın itibarını düşürenler, İşlâm ehkâminin kadir ve izzetini ayaklar altına alıp çiğnemeye sebep olanlar hep onlardır. Onlar Kur’anı yanlış
ve ters anlamışlar: Bu kudsî kitap ile bu yüce dinin talimat ve clıkâinini insan cemiyetlerinin kalkınmasına, yükselmesine engel imiş gibi göstermişlerdir. İşte, bütün felâketler bundan ileri gelmiştir. Bakın bunun neticeleri neler olmuş:
İSLÂM DÜNYASININ HALİ : a) İslâm dünyası girişkenlik, atılganlık vasıflarını kaybetmiş; miıskin, fakir, hor-hakîr duruma düşmüş;
Müslüman kişi kaza ve kaderi yanlış anlamakla her şeyi Allah’a bırakmış da, yüce ülküler, büyük gayeler peşinde koşmaktan .. vazgeçmiş;
Şuur, us, fikir felce uğramış, donmuş, işlemez hale gelmiş;
ç) Cemiyette terbiye (eğitim) usulleri yozlaşmış (tereddi etmiş), çığrından çıkmış: lüzumlü, lüzumsuz elpençe durmak, işbaşındakilere körürörüne boyuneğmek, dalkavukluk, çanakyalayıcılık gibi kötü itiyadlar almış yürümüş, ve bu yüzden uluvvucenap, izzet-i nefis, gayret ve hamiyet ruhları »sönmüştür.
.Güzel san’at eserlerinden zevkalmak yasak edildiğinden, hiısler kabalaşmış, maddî ve behimî zevkler gelişmiş ;. ’
Kadınlar perde arkasına atılarak, onların cemiyet hayatında şerefli mevki almalarına sed çekilmiş, ve bu suretle müslüman çocuklarının Cemiyete faydalı unsur olarak terbiye edilmesine ve yetiştirilmesine. öldürücü darbe indirilmiştir.
İSLÂM TALİMATI — Musa Carullah’a göre, Kur’anın ehkâmi, İslâmin ruhu doğru-dürüst anlaşılmış olsaydı, bu felâketlerin hiçbiri vuk ubulmıyacaktı. Çünkü İslâm dini insanlara zillet, meskenet, uyuşukluk değil, iz-
zet, şeref ve hareket tavsiye eder- İslâmin esaslarından biri de düşünüş ve görüş hürriyetidir; bir müslümanın en şerefli vasıfları 'ikdam (atılganlık) teşebbüs (girişkenlik) cesaret ve ülkümenlik (idealistlik) tir. İslâm dini nazarında' kadın yüce ve aziz bir varlıktır; ailedeki, cemiyetteki yeri yüksektir, mukaddestir. Kadm bütün hukuklarda erkekle eşittir. İslâm dini katiyen güzel san’atların, nefis eserlerin düşmanı değildir.
Musa efendi fikir hayatının Ievresinde yazdığı eserlerinde müslümanlara, işte bunları anlatmaya çalışıyordu. Bu İçtimaî dertlerden sağlamak için başlıca devanın Kur’ ana dönmek, İslâmin ruhunu kavramak ve ona göre bir hayat görüşü edinerek hareket ve faaliyete geçmek olduğunu iddia ediyordu-
KUR’ANIN DEĞERİ — Üstad bunca dinî, felsefî ve tarihî önemli eserleri okuduktan ve inceledikten sonra dahi nihayet Kur’an üzerinde durmuş; Kur’an talimat ve hik metinin, okuduğu ve tetkik ettiği bütün bu eserlerin içine aldığı talimat ve felsefeden üstün olduğu kanaatma varmıştır.
Şu da var ki, Musa Carullah Kur’anı yalnız insanları maneviyat ve ahlâkiyat alanında doğru yola (Sırat-ı müstakim’e) irşad eden, ve onların bu bakımdan dünyevî ve uhrevî saadetini sağlayan esasları ve umdeleri ihtiva eden bir kitap diye telâkki etmeyip, bu Gök kitabının bütün hukukî esasları da beşeriyeti», saadetini zâmin temeller olarak kabul etmiştir. O, aynen şunları söylüyordu: «İslâm dünyası, İslâm hükümetinin lisanleriyle Şeriatı itiraf eder idiyseler de, hiçbir hususata, hiçbir asırda ne aile hayatlarında ne Devlet siyasetlerinde ne de mahkemelerinde Şeriat-i islâmiye hükmiyle amel etmezler idi» («Müraca-
at», s- 15) dediği halde §u 20. asırda bir bilginler heyeti tarafından Kur’an’dan, ona dayanarak yazılan Fıkıh kitaplarından çıkarıp İslâm kanun-u medenî cod’u tedvin etmenin imkânı ve lüzumu üzerinde İsrar edip durmaktaydı- Üstadın bu gibi bir paradoxe’a kapılmasıdır ki, onu İslâmî tetkiklerinde belki de lüzumsüz ve neticesiz büyük emek ve gayret harcamaya zorlamıştır.
KUR’AN TERCÜMESİ — Şu da var, ki yukarıda dahi işaret ettiğimiz gibi, Musa efendinin bu ana fikirleri, onun belirli dinî-içtimaî meseleler ve konular üzerine yazdığı eserlerinde serpik bir halde bulunmaktadır- Oysa, ki iddia büyük, dâva ciddî olduğuna göre, üstad Kur’anı türkçeye çevirerek bu çevriye, kendi anlayışına ve görüşüne uygun tefsir ve açıklamalar katarak ve eserin başına veya sonuna : «İşte Kur’anı böyle anlamak lâzımdır!» cümlesinin de koyarak yeni tarz bir Kur’an tefsiri neşretmek; yahut Kur’an’daki başlıca talimat ve ahkâmı telhis -ve tedvin etmekle bir traktat (dinî-ilmî eser) yazmak ve «İşte sahici İslâm budur!» diyerek meydana atılmak genekirdi. Üstad ne bunu, ne de ötekisini yapmıştır. Bir zamanlar Musa Efendiyi bir din ıslahatçımı (refarmatör) sayanlar olmuşsa da, o kendisi bu büyük iddiadan çok uzak bulunduğunu söylemiştir. Gerçekten, şimdiyedek bize malum eserlerine bakarak hükmetmek gerekiyorsa bu hususta onun kendisine hak vermek lâzımdır; yani o, bir din reformacısı değildir.
Üstadın Kur’anı türkçeye çevirdiğini veya çevirmek üzere bulunduğunu ötedenberi işitiyorduk. Zaten bunu o,
MPRACAAT adlı eserinde kendisi de yazmıştır (15).
Ama bu tercüme nerede? Arabça Kur’an tefsiri gibi müellif bu tercümeyi de Hindistanda mı bıraktı acaba? (16); yahut 1948 yılmın güzünde Mısır’a giderken elyazmasını İstanbul’dan beraberinde mi götürdü? Şayet götürdüyse müellif öldüğü zaman kimlerin eline düştü dersiniz? Bunlar şimdilik hep cevapları belimiz suallerdir- İstanbul’da herhangi bir kimseye emanet bıraktığı da malum değildir. .Üstadın bu tercümeyi -Mısır’da arap harfleriyle bastırmak niyetinde olduğunu duymuştuk ama, bu niyetin- gerçekleşmediği anlaşılmaktadır. Bu, hakikaten, yukarıda benim tevsif ettiğim mahiyette bir Kur’an tercümesi miydi, bilmiyoruz. Şayet bu tercüme bulunup da bir posthum olarak negredilirse ne biçim bir tercüme olduğunu c zaman anlıyacağız- Belki de bu eserden M- Carullah’ın bir din refarmatörü olup olmadığı da anlaşılmış olurdu. Bekliyelim. Yaşayan görür- (♦)
«Kur'an—i kerim'i sade, âsân Türk lisaniyle tercüme ettim. Kabul kılınır ise Büyük Millet Meclisi şerefine neş. rederim (Mısır tab‘ı, s. 14). İslâm tedkikleri dergisi'nde Mas» Carullah hakkında bir etüd neşreden Mustafa Rahm‘ Balaban eserlerini sayarak 45 rakam altında Kur'an tercümesini de kaydetmiştir. Ve «Basılmamış» deiniştir, (cild 1, 1—4, İstanbul, 1954).
M. R. Balaban, yukarıda 15 rakamli Notumuzda anılan yazısında Tefsir—al—Qra‘n—al—kerîm adlı bu tefsirini müelleifin Hindustan'da bıraktığını yazmaktadır.
M- CARULLAH’IN ÖNCELLERİ — Musa efendinin’ yukarıda yazdığımız fikir ve görüşlerini ondan evvel söyleyenler, yazanlar da olmamış değildir- Son zaman ulemasından bunların en meşhurlan Cemaleddin Efganî olup, cnun izinden yürüyen Mısır Müftüsü şeyh Muhammed Abduh’tur- Bunların ikisi de din alimleridir ve ileri sürdükleri fikir ve dâvaları hep İslâm dini adına söylemişlerdir. Az yazmışlar ama, öz yaşmışlardır. M. Carullah’ın onlardan farkı ayni fikirleri başka muhitlerde, başka lisanla,, başka üslûpla, başka tarzda söylemeısindedir- Bununla beraber bizim alimimizin elbette kendine has bazı görüş ve' buluşları da vardı.
HAYATIN YÜRÜYÜŞÜ — Öte yandan, Musa Carul- lah’m ortaya attığı dinî-içtimaî fikirler koyu, islâmi ülkelerde yaşayanlar için önemli ve lüzumlü iseler de, Rusya’da yaşayan müslümanlann büyük bir kıs-mı için bir dereceye kadar anachronisme (zamanı gçemiş) nitelikte sayılabilirdi- Çünkü onun bu fikirleri ortaya attığı günlerde, o> muhitlerde temas edilen meselelerin birçoğu, (örneğin,, kadın, tesettür, banka, hürriyet ve teşebbüs meseleleri);
'Kur’an ve İslâm talimatına uygun olup olmadığı düşünül.meksizin halledilmişibulunuyordu- Bununla beraber, onun âleri sürdüğü bazı fikirler ve meseleler Rusya İslâmları amasındada dinî bakımdan, bazı şüphe ve tereddütlerin giderilmesinde tesirsiz kalmıştır,. denilemez. Bundan başka, onun bütün Türk ülkelerinde anlaşılabilen bir dille yazdığı eserlerinde serdettiği fikirlerin Rusya dışında da (örneğin, Türkiye’de de) az çok yankılar uyandırdığı şüphesizdir.
..MUSA EF.NİN YAZI DİLİ — Şimdi üstadın Türkçe .yazı dili üzerine de birkaç söz söyliyelim-
Üstad arapça ile farsçaya bunca emek ve zaman harcamakla beraber, türkçeyi de ihmal etmiş değildir. Onun 'Çağatay ve Osmanlı edebî lisanlariyle yazılan klâsik eserleri ve hattâ yeni İstanbul edebiyatı ürünlerini de gereği gibi okumuş ve incelemiş olduğu, besbellidir. O, 'türkçeye de adamakıllı hâkimdi- Bundan dolayıdır ki, c "kendine özgü bir yazı dili ve üslûp yaratmaya da muvaf -fak olmuştur. Onun yazı dili OsmanlIca yazı dilinin tıpIkısı olmadığı gibi, genel Türk yazı dili dâvasını ortaya atan meşhur Kırımlı İsmail Bey Gaspıralının kullandığı ya .zı dili tarzında da değildir. Öte yandan, Kazan türkçesi "temeline kurulan ve işlenmiş olan yeni Kazan edebî diline de aykırıdır. O yazdıklarının bütün Türk ülkelerinde .anlaşılmasını istiyor ve kalemini de ona göre oynatıyordu- Onun dili morfolojik şekilleriyle bazan İstanbul (garp) yazı diline benzer; lügat ve kelime yönünden ise, muhar :rir Garp ve Şark Türk lehçelerinin ikisinden de faydalamır. Onun dilinde arapça kelimeler her zaman Osmanlı müellif ve yazarlarının kullanma tarzına uymaz- Üstad ‘bu hususta da kendini serbest hisseder. Onun türkçe üslûbu şelfe (akkm) ve pürüzsüz ise de, çok tekrarlıdır; Mâmayı takviye etmek düşünceiyle yapılan bu tekrarlar, bana kalırsa, tam tersine mânayı gevşetmekte, koflaştırmakda, ve neticede okuyana bezginlik vermektedir...
V
CEMİYETTEKİ YERİ VE AHLAKI
M. Carullah Cemiyetçi bir kimseydi, yani cemiyet işleriyle uğraşmayı severdi, ama teşkilâtçı bir cemiyetsever değildi. Bundan vazgeçtik: kurlumuş olan hazır teşkilâta girip başkalariyle birlikte çalışmaktan bile kaçınmış ve daima «başına buyruk» kalmayı üstün tutmuştur. Bu Halini onun mizacı ile mi, terbiyesi ile mi, muhitin ve içinde bulunduğu cemiyetin kusuru ve tesiri ile mi izah etmeli, bilmem ki.- Zeki Velidî Togan, M. Carullah’ın kendiline 'bağlı bir muhit yaratamamasının ve bir mektep açıp fikirlerini yayamamasının sebebi olarak «dağdağlı hayat şartlarını ileri sürmektedir. Ancak bu «hayat şartları» ndan maksadın o devirdeki genel hayat şartlan mı, yahut M. Carullah’ın özel hayat şartları mı olduğu Velidî’nin sözlerinden pek iyi anlaşılmıyor. Bize kalırsa. M-Carullah efendi kabına sığmayan, muhitini bulamayan, tek duramayan, daima cemiyet içinde bir hareket, bir yenilik yaratmaya Özenen ve bu arada kendisinden bahsedilmesini de hoş gören ateşli ve kaynayan bir karekterdi İşte bu karakter icabı olarak belirli bir örgüt (teşkilât) içinde başkalariyle bir arada bir kurumun veya kurulun belirli tüzüğüne ve programma uygun bir şekilde; işlerinden, hareketlerinden ve sözlerinden mesuliyet hissi duyarak çalışabilen bir cemiyet adamı olmamıştır. O, herbir İçtimaî ve hattâ siyasî hareket ve teşebbüsünde bağımsız olarak meydana atılmıştır Kendini hiçbir teşekküle veya kuruma bağlı saymadığından, sözlerini ve hareketlerini
tenkid edecek ve denetliyecek (murakabe edecek) yetkili bir kurulun, bir teşekkülün-bulunmamasından cesaret a larak hareketlerinde pek cesurca davranmış; sözlerini faz la çekinmeden söylemeyi adet edinmiştir.
Doğrusunu söylemek gerekiryorsa, Musa Carullah gerçekte bir devrimcidir. Onun için olacaktır, ki o, Rus ihtilâlinin bütün safhalarını hoş .görmüş; ondan istifade edilebileceğini sanmış, belki de buna gerçekten inanmıştır da- Şu da var, ki M. Efendinin devrimciliği Şeriat ve İslâmiyet çerçevesi içinde kalan bir devrimciliktir- Onun anlayışına göre, bu «çerçeve» bütün «ihtilâl» ve «inkilâpları sığ dırabilecek kadar geniştir. Bu anlayış nazara alınmazsa, onun bu tutumuna pekâlâ bir «muhafazakârlık» da denilebilir.
AHLÂKI — Musa efendi İslâm dininin ahlâkî umdelerine daha çok ehemmiyet veren bir moralist mütefekkir idiyse de, dinin ayinlerini de ihmal etmiyen dincil -bir a damdı. Kendi anlayışına göre namaz da kılardı. Ramazanda oruç tuttuğunu da sanıyorum. Ancak soğan yemez »sofulardan değildi. Başkalarmın akidesine, dinine-imanına, ahlâk ve etvarma karışmayan, müsamahalı bir dindar kişi idi- Güzel san’atları ve bu arada güzel sesi ve musikiyi de severdi. Saz, söz, pes ve hareketi bir araya getiren OPE RA’ya da bayılırdı-
Musa efendi asabi mizaçlı idi ama, en hiddetli, öfkeli dakikalarında bile parlamaktan, taşkınlıktan sakınmasını bilen nâzik, terbiyeli, efendi bir kimseydi. Çok canı sıkıldığı, kendisinden bir feveran beklendiği anlarda dahi yalnız çehresinde bâzı takallûsler belirdiği, altın gözlüğünün camları arkasında mavi gözlerinin fırıl fırıl oynadığı, yüz cildinin aşırı kertede kızardığı görülürdü, işte o kadar!
Olgun, ağır başlı, riyazî kafalı bir kişi idiyse de, baş kalariyle konuşurken, çehresinde alaycı belirtileri de farketmek mümkündü. Kendisinin fikir, bilim ve bilgi yönünden üstünlüğünü hakkiyle müdrik idiyse de, alçak gönüllü idi; herkese efendice muamele ederdi. Hele kadınlara saygısı pek fazla idi. Zaten, dişi İrzsan hakkında ne gibi, ulvî hisler ve yüce fikirler beslediğini. ak üzerine kara ile yazıp da bırakmıştır- (Khatun adlı eserinde. Berlin, 1933).
Hazretimiz hiçbir kadının elini Frenk usulüyle öpmeden sıkmazdı. A n k a r a’da bir el öpüşünü halâ hatırlamaktayım. M. Efendi 1947 nin güzünde Ankara ’ya geldiğinde beraber, bir hocalar kurumu olan Diyanet İşleri Reisliğine gitmiştik. Büyücek bir odaya girdiğimizde herkes ayağa kalktı. Arada genç bir daktilo hanım da vardı.'Eller sıkışırken M. efendi genç bayanm elini yakalayıp eğilerek öpmesin mi. Orada bulunan hoca efendiler şaşkına dönmüşlerdi. Yaşlı bir adam tarafından eli öpülen genç kadın da utancından renkten renge girmişti- El öpen zat da, bu şaşkınlığı ve utancı bir parça hafifletmek düşüncesiyle olacak, «Hürmeten, hürmeten!» diye mırıldanıyordu. Ben ise, sanki kendim bir pot kırmışım gibi pek sıkılmıştım-
VI
ÖZEL YAŞAYIŞI
EV DİRİMİ, GEÇİMİ — Musa efendi Kahire’de tahsildeyken Kazan ilindeki Çistay şehrinde imam, müderris ve şeyh Zakir efendinin mahdumu İbrahim Şevket Kemal ile tanışmış ve onun güzel, terbiyeli yetişken kız kardeşleri bulunduğunu öğrenmişti. Ve memleketine dönünce on-
iardan biriyle evlenmeyi aklına koymuştu- Kim bilir, belki şeyhzade ile bu hususta .anlaşmıştır da- Gerçekten o,, bu kızlaıdan biri olan Esma hanımla 1905 yılında evlenmiş, ve Çistay’da tertiplenen-düğün töreni birçok Türk aydınlarının biraraya gelmesine ve kimi millî meseleleri görüşmeye de vesile olmuştur. Düğünden sonra M- efendi genç- karısını Rosto v’a götürmüş ve onu anası Fatma hanımın yanında bıraktıktan sonra Hukuk Fakültesine devam etmek için Petersburg’un yolunu tutmuş ve orada 1908 yılına kadar, demek valdesinin ölümünedek, kalmıştır.
Hazretimizin özel yaşayış şartları pek elverişli ve düzenli olmuştur, denilemez. Bir kere kendisi Arap filozof' şairi Ebul-alâ 'Maarrî’nin düşkünü olmakla beraber, onun evlenmeyi ve çocuk yapmayı bir cinayet sayan felsefesini- kabul etmeyip, sağa sola bakmadan çocuk türetmiş, sekiz çocuk babası olmuş ve eşini de son derece yıpratmıştır. Maarrî felsefesinin tersine olarak, M- Carullah’ın felsefesine göre çocuk yapmak cinayet değil, bilâkis çocuk yapmaktan çekinmek büyük bir suçtur- Çocuklarının yalnız ikisi küçük yaşta ölmüştür-
M. Carullah evine son derece bağlı bir kişi olduğundan aile fertlerinin iyi ve refahlı geçinmesini istiyordu. Halbuki kendisi ne maaşlı bir memurdu, ne de para kazanan serbest meslek sahibi idi. Ancak gerek Kazanhlar arasında, gerek Türkistan’da, hattâ Çin Türkistanında onun sayanları ve sevenleri vardı. İşte, hali-vakti yerinde olan bu hemşehrileri ona arasıra «ihsanlar» da bulunuyorlardı- Hattâ ona eserlerini basmak imkânını vermek için Petensburg’da küçük bir matbaa da açıp verenler bulunduğu gibi, basılmış kitaplarmı toptan satınalıp dağıtanlar da bulunuyordu. M- 'Efendi çoğu vakit Petersburg’da yaşıyordu. Kendisi resmî imam değil idiyse de, orada yaşayan müslüman Türkler resmî imam Lutfî İshakî ile birlikte ona da bakmaktan geri durmuyorlardı. Bir de karısının ve- kendisinin babalarından kalma taşınmaz mülklerinden de- az çok gelirleri olmuştur sanırım.
. Musa efendi lüks ve hattâ konfor bile aramayan; mal. yığmaya değil de, kitap toplamaya hevesli olan; kendisi için «bir hırka, bir lokma» ile kanaatlanan; kendi nefsinden ziyade ç;oluk çocuğunu düşünen hakikatli bir koca, şefkat-li bir baba idi. Bununla beraber çok gezgin bir adamdı- Ailesini evde bırakıp, yollara düştüğü, seyrek olmazdı,
Her ne hal ise, üstadın ailesine ve karısına son derece bağlı ve düşkün olduğu muhakkak- Rusya’dan kaçması da meşhur Rus romancı ve ahlâkçısı Lev Tolstoy’ın evden- kaçması gibi, «kan dırdırından» başını alıp gitmek kabilinden değildi her halde. Hazretimiz Sovyetlerden kaçtıktan sonra 1933 de Berlin’de neşrettiği Khatun adlı eserinnin önsözünde bu kaçışından dolayı aşırı derecede üzüntü- duyduğunu belirtmekte - ve «seyyide» si Esma-Aliyye hanımın ayaklarına kapanarak özür dilemektedir.
Üstad Batı medeniyetini pek idealize etmemekle beraber, çocuklarını, erkek ve kız, Şark medreselerine yollamayıp, hepsini asri Devlet mekteplerine vermişti. Daha yaşlı olan kadı Rizaeddin Fahreddinoğlu da öyle yapmıştı ya.
Musa efendinin eşi ve çocukları (bir oğlu hariç) hep. Demirperde gerisinde kalmışlardır- Yazgılarının nice oldu-ğunu bilmiyoruz.
BİR «İPTİLÂSI»—Babası Yarullah efendinin «iptilâsı» bu bilgin oğluna geçmemiş idiyse de, çay iptilâsının nereden ve ne zaman geçtiğini bilmiyoruz. Belki de bu «iptilâ» Buhara’da iken başlamıştır. Üstadın çay içişi şu idi: Sofra.
ikurulup bir kere çay içmeğe başlandı mı o, kolay kolay ikaklmazdı- İçer, boyuna içerdi. Semaverde veya koca çay'danlıkta su eksildi mi, yenisi katılırdı. Çay gayet koyu içildiğinden çok geçmeden rengini atar, bayatlardı. Onun için eski çayın çöpü dökülüp yeni çay haşlanır ve demletitirdi. Bu ameliye birkaç defa tekrarlanırdı. Çay koyu olmakla beraber, şekersiz de içilirdi. Bu esnada ter dökmek “tabiî bir haldir. Artsız-arasız akan teri kurulamak için bayağı mendil dayanm’az ve yetmezdi; onun için üstad terini ..silmek için gayet uzun ve enli bir havlu kullanırdı- Hazretimizin Petersburg’daki evinde çay içişini ve o sırada terini silmek için kullandığı heybetli havlusunu görüp hayretler içinde kaldığını bir gün bana dostum Cafer Seydahmet Kırımer de anlata anlata bitirememişti- M- efendi bu uzun süren çay içme sırasında da boş durmaz; ya kitap okur veya da yazı yazardı.
KILIK KIYAFET — Musa efendi bir din adamı olduğu halde setrepantalonla gezerdi. Hayatında başına çeşitli serpuş gitmiştir ama, hiç olmazsa İslâm ülkelerinden memleketine döndükten sonra, çalma (yani sarık) sardığını ben bilmiyorum. Kazanlı Türklerde adetâ bir millî başlık -ve müslümanlık belgesi sayılan ve kelpuş denilen kadife -takkeyi de zannedensem hiçbir zaman başına geçirmemiştir. Gene de Kazan Türklerinde mutad olanın hilâfına saçını uzatır ve sakalının traşma dikkat ederdi- Hele işbu esere koyduğumuz birinci resminde üstad tam bir batılı Tilozof veya sanatçı kılığıyla görülmekte dür.
VII
MUSA CARULLAHDAN HATIRALARIM
ONUNLA NE ZAMAN TANIŞMIŞTIM — Musa efendinin 1910.yılında Orenburg’daki Hüseyniye mektebinde mualimlik etmek için çağrıldığımı yukarıda anlatmıştım- O sıralarda ben de ayni şehirde Vakit gazetesinde çalışıyordum- Onunla işte, o zaman tanışmıştım. Yalnız tanışmakla kalmayıp, bir Rus karcının oda oda kiraladığı evde, odalarımız ayrı olmak üzere, beraber de oturmuştuk. Üstadın şimdicik anlattığım çay içişini ve, diyelim, bir kilo yağlı eti suya atıp, bütü ensâci dağılıncıya kadar kaynattıktan sonra etini atıp yalnız yağlı ve koyu suyunu sömürdüğünü de o zaman öğrenmiştim. Yukarıda anlattığım üzere, üstad Orenburg’da pek az kaldığından kendisinden fikir ve bilgi yönünden pek istifade edememiştim. O öğretim mevsiminin tam civcivli günlerinde Rahmet'i İlâhiye kavgası yüzünden kalktı gitti. Ben de aynı yılın yazında Troyskiy şehrine gittim ve 1910-1911 öğretim yılında öğretmenlik yapmaya başladım. Gerek 1917 ihtilâlinden ön-ce, gerek ihtilâl patlak verdikten sonra geniş Rusya’nın bir çok bölgelerinde dolaştım ve bazı millî davranışlara katıştım ise de, Musa efendi ile hiçbir yerde karşılaşmadımdı
Meğerse kendisiyle onbeş yıl sonra 1926 da İstanbul’da karşılaşmak mukaddermiş. O yılın yazında hazretimizde İstanbul’da Cağaloğlu’nda Bn. Fevziye Abdürreşid İbrâhim’in Ceridehane sokağındaki evinde karşı karşıya ğelmiştik. ve beraber çay içmiştik. O esnada boş bulunduk da yukarıda lâfı geçen hindli lider Mevlâna Muhammed- ali’ye yazılan mahud mektubu göndermenin sebebini kendişinden öğrenmek istedikti- Mektup sahibi elimize geçmişken bu hususta belki bir «tevcih-i vecih» (insanın aklı yatacak bir açıklama) dinleyebileceğimizi umuyorduk- Bizim bu merakımız karşusında üstad sadece kendine has bazı mimikler (yüz hareketleri) yaparak kemküm etmekle- yetinmişti. Biz de artık kendisini, fazla sıkıştırmamıştık.. (17).
Bu olay 1926 yılının yazındaydı. Bir daha kendisiyle tam yirmi bir yıl sonra Ankara’da karşılaşmıştık-
Bunu anlatayım- 1947 yılı Kasım ayı başlarında Musa efendi Ankara’ya gelmişti. Geleceğinden evvelce haberli olduğumuzdan kendisini hemşehrimiz olan tüccardan Ali Tümen ile birlikte garda karşıladık. Üstadı zor tanıdım; o kadar yıpranmış ve bitkin bir haldeydi. Bir otomobile koyup orta sınıftan Aydın oteline götürdük. Sabah kahvaltısını bizde yaptık- Hasta ve çok zayıf olmasına rağmen eski çay içişi asla değişmemişti- 37 yıl önce Orenburg’da gördüğüm çay içme tarzını o gün de hemen hemen aynen görüyordum. Arada bir daha içecek miyiz? diye sorduğumda heyecanla; «İçebiz eli!» deyişini hâlâ duyar gibi oluyorum.
Kaldığı otel bizim eve çok yakın olduğundan adetâ' her gün sabah ve ikindi çaylarını bizde içiyorduk. Musa Carullah efendiye dair makalelerimi yazarken bazı eksik yerlerini bütünlemek için gereken bilgileri İstanbul’dan-
Burada şunu da açıklamalıyım, ki, 1947 yılının, güzünde Ankara'da benim Posta caddesindeki evimde görüştüğümüz sırada Musa efendi bu mektubu zor ve baskı altında yaz dığını veya da hazır mektuba imza atmak zorunda kaldığını ba
na anlatmıştı..
Musa efendiden bir arkadaşım vasıtasiyle alıyordum. Ankara’ya gelmeği bu bakımdan da iyi oldu;-tamamlayıcı bazı malumatı işte bu çay meclisleri-sırasında doğrudan doğruya üstadın kendisinden öğrendim ve o âne kadar yazılıp bitmiş olanlarını kendisine okudum ve eksiklerimi doldurmasını ve yanlışlarım varsa düzeltmesini rica ettim- Bu ricamı kabul etti ve pek az düzeltmeler yaptı (18)- Şehirde yaptığı bazı ziyaretleri esnasında da kendisine yoldaşlık ettim.
16 Kasımda hemşehrilerimizden bugülmeli Minlihan efendi bizi akşam yemeğine çağırmıştı. Yemekte başka kimi hemşehrilerimiz de vardı. Devlet konservatuarı öğretmenlerinden Mithat Akaltan bana Finlândiya’dan Bn. Halide Vefa’nın göndermiş olduğu notlara bakarak kemanla Kazan millî havalarını çalmıştı- Şarkı söyliyenler de olmuştu. Hazretimiz çok neşelenmiş, açılmış ve sevinmişti. Ankara’daki başka hemşehrilerimiz kendisiyle pek ilgilenmemişlerdi.
Musa efendi Ankara’da 8 Kasımdan 17 Kasıma, kadar kaldı. Bu sonuncu tarihte saat 19,20 de-hareketeden Ekspres treniyle kendisini İstanbul’a geçirmiştik. 27 Kasım 1947 tarihiyle bana İstanbul’dan bir mektup yazmak nezaketinde bulunmuştu. Bu uzunca mektubunda karımla bana ve kendisiyle alâkadar olan öteki hemşehrilere selâm ve teşekkürler yolladıktan sonra arada şunları da yazıyordu- (Aynen) :
«Birader Abdullah beğ Batal—Taymas efendi, size rninel—kadîm sadakatli dostluğum, ihtiramım var idi. Şu defa da
Musa efnedi hakkında gazetede çıkan yazılarımı beğenmeyip bazı dergilerde bana karşı tarizlerde bulunanlara da bunu gene ayni dergi vasıtasiyle anlatmıştım.
— 52 — ı
cenabınızı her cihetle tanıdım, Sadakatımda, ihtiramımda isabetimi anladım, memnun oldum. Üslûbunuzde fesahetinizi, be. lâgatinizi bilür idim, lâkin kuvve—i şiiryenizden haberim yok idi. Selis şehl—i mümteni eş'arınızı işi tüp gayet memnun oldum Ankara'da biraderlerin meclislerinde güzel edebinizi, vâsi ahlâkınızı görüp memnun oldum. Size rahmet!
Şu son senede hayatım ehval (korkunç haller) içinde, ufak—büyük ağırlıklar içinde geçti. Bugün, darlıkta, fakirlikte, yoklukta kaldım. İstikbalim de karanlık içindedir. Zillet, mah rumıyette kalmaktan korkuyorum.
Klâsikleri tercüme kuvveti alelkemal sîzdedir (19). Galiba öyle hizmetlerle ben meşgul olamam. «Meserret» gibi aşağı oteller iştigal yeri olamaz; uyku bölmeleridir: Nur yok, hattâ en ufak zaruretleri yok. Elimde sefer paraları bulunsa idi ya Kahi. re, ya Finlând taraflarına giderdim».
BİR NOT : Arap harfleriyle, yazılan bu mektubunda Musa efendi yeni soyadımız Taymas'ın son ünü olan (s) yerine, bura ağzına uygun olmak üzere, (z) ününü belirten Arap harfini yazdığı gibi, Battal'ı da şeddesiz ve hattâ elifsiz yazmıştır. Arapçada battal ve batal (ki Arap harfleriyle yazıldığında hiçbir elif bulunmaz) kahraman, cengâver (savaşkan) mânasına geliyorsa da, bu iki kelimeden birincisi bugün Türkiye'de asıl mânasının tam tersi olan biü anlam ile kullandığını düşündüğünden midi, nedir üstad benim için bu şekli kullanmaktan sakmıyor ve her zaman ikinci şekli kullanıyordu. Bense, büyükdedemden yadigâr kalan Battal soyadını Kazan'da daima kullandığım gibi- mutad aykı. rı kullanılışını bile—nile, Türkiye'de de kullanmaktan çekinme, dim. Yalnız Türk soyadı kanununa göre, soyadlarının Türkçe köklerden alınması gerektiğinden, Nüfus memurları başka bir soyadı almamı tavsiye etmişlerdi. Biz de ailece yaptığımız bir danıştan sonra Taymas üzerinde durmuştuk. Bütün kuzey ve doğu
Türkiye maarif Bakanlığı çeşitli milletlerin klâsik yazarlarının eserlerini tercüme ettiriyor ve iyi de para veriyordu. Bazı kimseler geçim vasıtası olmak üzere, Musa efendiye bu işi teklif etmişler. Üstadın «klâsikler» demesinden maksadı bu-
Türklerinde, kaymaz anlamiyle kullanılan bu kelime mânaca Arapça batal, battal kelîmelerine pek yakın olmasından başka bu ismi yaşıyan kimi tarihî şahsiyetlerin de bulunması; üstelik, kelimenin kısa, kıvrak (cinak) ve ahenkli olması bizi yeni soyadı olarak bu Taymas sözünü seçmeye götürmüşür. Ama ben şahsen BattalT da büsbütün bir yana atmış değilim. Bu, ötedenberi benim basında çıkan yazılarımm altına konulan bir isimdi. Onun için son zamanlarda da yazılanının altına A. Battal—Taymas şeklinde imza atarım.
Mutsa efendi 1947 — 1948 kışını İstanbul’da geçirdi. İstanbuldaki kazanlılardan yarlısı (fakiri) da, varlıklısı da kendisiyle pek ilgilenmedi. 48 in yazında dinlenmek için Ankara’dan İstanbul’a geldiğimde kendisini bir daha gördümdü. Cağaloğlu’nda« Cumhuriyet» gazetesi matbaasına yakın bir yerde bir müftünün evinde misafir kalıyordu. Ayni yılın kış başlarında Mısır’a gitmiş ve ertesi yıl (1949) 25 Ekimde Kahire’de bu hayata gözlerini yummuştu .
Yarım asra yakın bir ömrünü okumakla — öğrenmekle, yazmakla öğretmekle; İslâmlığa, Türklüğe faydalı işler yapmaya çalışmakla geçiren bu alim — mütefekkir, yazık oldu, gurbetilde, Türk Yurdundan uzaklarda kaldı. Nur içinde yatsın!
Azerbaycan kültür derneğinin tertiplemesi üzerine 13 Kasım 1949 tarihinde Ankara Türkocağında rahmetlik Musa Carullah üzerine (hayatı, çalışmaları ve eserleri hakkında) bir konferans vermiştim. Adı mengü yaşayacak olan büyük ölünün hatırasını kutlamak için ben aciz işte, bu kadar bir davranışta bulunabilmiştim.
_ S O N —
BİR EK
ÜSTAD MUSA CARULLAH’IN MEKTUPLARINDAN.
Bu mektuplarda kimi Cemiyet meseleleri üzerine üstadın özel düşünceleri belirtildiğinden, onlardan bazı parçaları şuraya aktarmayı uygun bulduk.
I
FİNLANDİYA BAŞKENTİ HELSİNKİ İMAMI
VELİ — AHMED HAKİM’E YAZILAN BİR MEKTUP-
Muhterem Birader Veli Ahmed Efendi Hazretleri,
Heme biraderlere selâm, teşekkür, ihtiram. ARA vasıta, siyle gönderilmiş büyük hediyenğiz irişdi. Bütün idi; herbirî selâmet, herbiri gayet güzel idi. Bir kıt‘a şahm-Bus ameleleri, nin hizmetlerine ücret olmak üzere verildi; kutulduk. Si. ze, heme biraderlere teşekkür ederim. Mükin olur ise şu tarikle yibere tursanğız yarar idi. Sizinğ ihtiramınğız, sizinğ yardemin. ğiz berekesinde tarlıkdan, zilletten kutulup kalsam yarar idi Üçdcrt ay mukaddem size iki kitap yiberdim. Biri İslâmiyet elifbası idi. Biri Büyük Millet Meclisime benim müracaatım idi. Tabetmek mümkin ise tabkılınur. Yok ise sizinğ elinğizde kalur. Size hem de başka biraderlere mektuplerim var idi. Şu iki kitabımı Finlândiya müslümanlarına satmak yahud hediyelerine mu. kabil hediye etmek ycluyle göndermiş idim. Bilürsiz ihtiyacım büyük, başka yoldan teminatım az, kâfi değil. Awır bolmasa iki kitabımı kabul kılursız. Fin markalarını yahud ARA posilkaları. mı gönderirsiz. Sizden banğa yardım olur, hürmet olur
Şu mektubum size teşekkür, hemenğizden isti'ane mektubudur. Hemenğize selâmimi söylenğiz. Cevap yazar isenğiz, kitaplarımınğ vasü olup — olmamaklarından haber versenğiz yarar idi. Yine mektup yazarım inşallah. ().
Musa Carullah
Mart 25 de 1922.
— «Size elbette malumdur, sonğ senelerde iki defa İslâm yerine seyahat ettim. Bütün Rusya müslümanlarınınğ vekili o. lup, İslâm muteinerine (kongresine) sefer idi. Böyle hususlar, da pasport almak âsân iştir. Bunğa köre iki defa pasport alabildim. Adî seyahat tüğil, fevkalâde bir sefer idi. Lâkin Finlândiye yerine seyahatim (iki—üç söz okunamadı) seyahattir. Böyle se. yahatlara pasport almak zahmeti böyle zamanlarda biraz zi-
yadedir. Alay da (öyleyse de) inşallak alurum; Finlandiya mfis- İdmanlarını ziyaret ederim inşalah. Fin—Türk garantlannın nizamnamesini okudum. Yakhşı, yan. Lâkin mektep terbiye meşe, leşi gayet—gayet meşakkatli bir iştir. Bu mesele hakkında aranğızda ihtilâf çıkmış ise, muhalif cemaatı siz biraz ma'zur körün, güz. Sizinğ altı senelik millî Türk mektebinde okup tamam itken balalar hazırlanusiz Fin mekteplerininğ yukarılarına kabul kıIımrlık bolsalar yari. Eğer de sizinğ mektepte okup çıkkan ba-. lalar Fin mekteplerinden mahrum kalırlık bolsa, şu takdirde biraz oylanu tiyüş. Rusya'da Muhammediyeler, Osmaniyeler, Ali. yeler Rusya müslümanlarınınğ millî hacetlerini ifa ite aludan tamam aciz idiler: Talebeleri ni arı, ni, biri kala idi; ne Rusça, ne Tatarca, ne Türkçe bile idi. Bu malumdur. Benim küçüm Barudilerden, Bubilerden kim tüğil idi; lâkin mektep açu, med. rese açu yolunda ben yürümedim. Milletinğ hem zamanınğ millî, medenî hacetlerini birealurluk mektep açu gayet müşkil iş idî. Talebelere bütün kireklerini birealudan aciz medreseler millet balalarını medenî mekteplerden, Darul—fununlerden tamam mahrum iteler. Bunğa köre ben özüm medrese açmadım. Barlarına (varlarına) yardım itüp, millet balalarını Rusya'daki medenî, edebî, dinî hacetlerimizi birealurluk bir mektep hakkın, da baş watup (kafa yorup) faaman fkir ite idim. Meselemi hallite—almadım, âciz kaldım. Dünyalar tamam özgerdi (değişti);: iski meddesellerinğ bütün eserleri, izleri, tamam silindi, tamam bitti; kadîm—cedit talaşu hamakatları kalmadı. Frontlar (cepheler) tamam özgerdi. Tatarlarınğ kâdîmleri de, ceditleri de kemesi özlerininğ bütün balalarını Hükümet mekteplerininğ her-, birine «indi bireyik» dişeler de, bugün gayet kuvvetli «otbor», (Rusça kelimedir, ki eleme demektir: A. B. T.), nık (sağlam)- ilew (eleme), süzü (süzgeçten geçirme) başlandı. İndi bugün- ben medrese açu (açma) yolunda sa'y item. Yararlık medrese açu muhal şikilli (gibi) müşkil bir iş bolsa da, ben hareket
item. Bununla beraber, millet balalarını, Tatar balalannınğ herbirini Hükümet mekteplerininğ herbirine sürem, delâlet item., Bolaçak medresem, açulaçak mektebim Tatar balalarını Hükûmet mekteplerinden mahrum itmek yolunda bolmaz inşallah. Ben evvelgi gibi Tatar balalarını Hükümet mekteplerine delâlet ite tursam da, Türküstan—Kazak, Tatar balaları arasından İslâm ulumlerine, Kur'an—ı kerîm ulumlerine, Arap edebiyatına rağbeti bazr talebeler üçün edebî medrese açu yolunda sa'y—item-
Medenî, Dünya mekteplerine kiteçek balalar hakkında medre. «em tıgızlamaz (engel olmaz); hiç birini yollarından ayurmaz.
Medresem İslâm alimlerine, İslâm müctehidlerine mahsus bo lur. İslâm alimi bolaçak rağbetli talebelere medeniyet medreselerine yol açü yolunda say îte çek. Benim medresem boîakalsa, zaruret yolunda vakitli bir medrese bolur. Hem benim oku. çı talebelerin» camadan tış (ölçü dışı) içtihadları, zahmetlenüle. ri bilen gine mümkin bolalır.
Finlandiya şikiili (gibi,), Rusya şikilli Devletlerde ömür, itülçi İslâm balalarına bugün yalnğız bir gine yol kalur: Hü. met mekteplerine tolmak, medenî inekteplernğ herbirini totur. mak; dinlerini, edeplerini, ilin—i hallerini vaktına kader üyde (evde) camide ata—analarından, hazretlerden (imamlardan)] hususî muallimlerden okup turmak. Muallimlerden hazretler, den din dersleri, millî dersleri okutkanda balalarnğ boş ayla, rını itibar itü tiyüş. Sonğra bir saatten ziyade itmemek tiyüs. Usta muallim bolsa, müetehid hazret (imam) bolsa, yollu—u. sullü okutkanda baytak (epey) netse (nsne) öğretü mümkin bo. lur.
Size malum, Finlandiya'ya her karyede (köyde), her şe. birde Türk mektebi açu mümkin tüğil (değil); bir şehirde açı. Taçak mektepke Finlândiya'daki bütün İslâm balalarını topla, mak mümkin tüğil, Türk mektebinde okutu üçün İslâm balala. rını Hükümet mekteplerinden mahrum itü de artık maslahat (muvafık) tüğil. Şolay bolgaç vaktına kader yalnğız bir gine çare, yalnğız bir gine yol kala: Türk balalarını Hükümet mek. teplerinde okutu, din derslerini millet sabaklarini (derslerini) boş aylarda hususî surette yakhşı muallimden okutu. Yarar idi- Tammcrfosr'ta yahut Helsinki'de açılacak Türk mektebine bütün Finlândiya müslümanlarınınğ bütün balaları tcplanaalsalai idi; yarar idi, Türk mektebi İslâm balaları hakkında Fin mek. tepleri yerine tururluk bolsa idi; yarar idi, Türk mektebinin» bütün muallimleri, müdürleri müslüman bolup, Türk mektebi İslâm balalarını başka büyük mekteplerden mahrum itmese idi Böyle bir mektep Türkiyeden davet kılınaçak dinli, edebli, malûmatlı dert—beş muktadir muallimler yanına Finlerden de koşulacak (katılacak) birniçe muallim, müdir bolsa, ihtimal, mümkin bolur. Lâkin devamı gayet ağır bolur, raskhodı (masrafı) ta. kattan tamam tış bolur. Bunğa köre, benim fikrimçe Finlândiya'
daki Türk balalarını Fin, şved (İsveçli) yahut Nems (Alman) mekteplerine yürütü; İslâm terbiyesi hususlarında hususî surette sa'yitü tiyüş (lâzım). İslâm balalarına din derslerini milli dersleri Alimcan efendi İdrisî gibi malûmatlı beğler, yahut Weli—Ahmed hazret Hakim gibi müctelıid (çalışkan manâsına) imamlar güzel, muntazam, asân (kolay) surette eğer de okut, salar, herbirine rahmet eytinğiz (teşekkür ediniz), vaktına kader kanaat kılınğız. Bununğ üstine, eğer de mektep açu mükin. ligi size malûm bolsa, açulduktan sonra da devamı ihtimal tutsa, yardımçınğız Allah, buyurunğız; zahmetli bolsa da sa'yitin. ğiz, belki bolup çıkar. Niza' zarur tügil, talaşu, düşmanlaştı hacet tügil, ara bozulu lâzım tügil; afarozlar—mafarozlar akıl işi tügil.
Hatırınğızda yoktur, ben tamam 25 sene mukaddem bir kitap yazup, İslâm mekteplerininğ, madreselerininğ dehşetli a. ygnıçlı (acıklı) hallerini tafsil itmiş idim. Sonra, yani 23 sene mukaddem El—Lüzımiyat isimli bir kitap yazup İslâm talebelerine hürriyet dersleri vermiş idim.
Hürriyet iki edep talim eder: I) Öz közünğle kör, öz aklınğla fikrit; öz hürriyetinğle beraber başkalarınğ hürriyetle, rini de cem'it! Öz fikrinği söyle, sanğa muhalif bir adam karşı, kilse, muhalifinği de büyük hürmetle dinğle, muhakeme it, mu-, nazare it, lâkin dostlaşa bil, özleşe bil!
2) Her hususta, her meselede başklara tamam başka bir adam bol, lâkin millî, dinî işlerde bir can, bir ten bolmasanğız. Cemaat içinde çın (gerçek) könülden Cemaat adamı bol. 23 sene mukaddem yazılgan kitabımda hürriyet şöyle beyan kılıngan idi. Hatırınğızdadır, yedi sene mukaddem benim bir kitabımı siz tabittirgen idinğiz. Kitabım belki sizinğ elinğizdedir. 59 nen sahifede 96 mi madde okusanğız körürsüz, () İslâmiyette
yalnğız kalb birliği muteberdir. Efkâr nekader muhtelif olur ise de, olur, efkâr ihtilâf inde zarar yok. Kalb bilrliği Lslâmınğ en büyük rüknidir. Kitabım sizinğ neşrinğizdir. Eliğize alınığz da, bir körünğiz. Şu madde Tatar kanında bar büyük awru (hastalık) üçün güzel bir resept=reçete idi. Basu vaktında karrektorluk kılgan hürmetli Ayaz efendi eğer o maddedeki dersimi hatırında tutkan bolsa idi, Alimcan efendi İdrisî gibi hürmetli yaşlar hakkında Millî YOL*da yokbar (olur—olmaz) nerselerini ihtimal yazinagan bolur idi. Acep, bizim ediplerimizde ufafc haller, ufak fikirler hüküm süre
Finlandiya müslümanlarınınğ herbirine dualarımı okursız, İnkılâp sonğında dünyalar yer yerde tigüzlendi (müsavi oldu). Rusya, Türkiye, Finlândiya aralarında özgelik (ayrılık) kalmadı (sic! A. B. T.) Togan yerinğizden toygan yerinğiz yakhşı hikmetiyle bugün ‘amel kılup, rahat turınğız, sa'yitinğiz: Bütün yer yüzini Cennet yasialmasanğız da, her yerde öz hanengizi, öz bölmelerinğzi (odalarınızı) iyman nuriyle, ruhınğız kuvvetiyle Cennet yasanğız. Her mu'min üçün Kur“an—ı Kerîm iki Cennet vad'ite: (bir ayet var): Biri Allah huzurunda ebedî Cen. net; biri yer yüzünde insanınğ ,öz yurtunda, öz bölmesinde (oda. sında)
Şu zamanda, diyelim, her şey caizdir. Yalnğız medeniyet dünyasında turuçı (yaşayan) müslümanların öz ara biri.biriyle düşmenlikleri haramdır; talaşulan caiz tügildir.
Kabul itsenğiz de, itmesenğiz de, nasihat yoliyle size de, bütün Finlândiya müslümanlarına da Kur‘an—i Kerîm emri, Şâr—i hekim sözidir. Öz hürriyetinğizi de başkalarınınğ hürriyetlerini de muhafaza kılınğız, Hususen imam efendininğ hürmetini riayet kılmğız.»
Büyük Türk Dünyası benim artımdan kitmese de, Büyük rahberlerinğ artından yürüse de, sözimi, fikrimi ben gayet açık itüp söyledim
Türkiye kitaplarını yiberealsanğız (gönderebilirseniz.), yarar idi. İnaşşallah teslim kılınır, yoğalmaz. Rica ederim, Büyük «Gazi hazretlerininğ Arab hurufatiyle tabkılıngan «Nutk» unu hem de bolsa (varsa) ehemmiyetli başka kitapları yibereal sanğız, yarar idi. NUTK'ın Rusça tercümesi bende var. Tercümesi gayst güzel; hattâ basması (basımı) Türkçe basmasından da güzel. Kudretli, hürmetli beş adam tercümede iştirak itken.; gayet töğrı, dürüst tercüme itkenler. Satıla. Bahası yedi rubl; lâ- kin tururlık (değer), akça erem (israf) tüğil.
şar—t nettim suzmn. vz ııurrıyeınıgızı ae »aşKaıarmıng Hürriyetlerini de muhafaza kılınğız. Hususen imam efendininğ hürmetini riayet kılınğız.»
Büyük Türk Dünyası benim artımdan kitmese de, Büyük rahberlerinğ artından yürüse de, sözimi, fikrimi ben gayet açık itüp söyledim
Türkiye kitaplarını yibereaisanğız (gönderebilirseniz.), yarar idi. İnaşşallah teslim kılınır, yoğalmaz. Rica ederim. Büyük Gazi hazretlerininğ Arab hurufatiyle tabkılıngan «Nutk» unu hem de bolsa (varsa) ehemmiyetli başka kitapları yibereal sanğız yarar idi. NUTK'ın Rusça tercümesi bende var. Tercümesi
(*) Bu Tercüme meselesini İstanbul'un kimi sürümcü gazeteleri iptizal haline bile düşürmüşlerdi. Örneğin, yeni çıkmaya başlayıp da geniş sürüm sağlamaya çalışan «Millet» adlı haftalık bir gazete 9 Eylül 1948 tarihli sayısında Okuyucularımıza büyük müjde başlığı altında upuzun bir yazıyle zamanımızın en büyük din âlimi «Müsa Carullah, Kur'an tercümesini bu gaze teye verdiğini (sadece «vereceğini» değil) ve forması 15 kuruştan abone kabul edileceğini de ilân etmişti. Bunun da arkası gelmedi tabiî. Artık gazetenin kendisi de sürümsüzlükten batmış olacaktır.