Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Babamın Arkadaşları… SAMET AĞAOĞLU

 



SAMLI AĞAOĞLU 1909’da Karabağ’da doğdu. 1932’de Ankara Hukuk Mektebi’ni bi­tirdikten sonra doktorasını Fransa’da tamamladı. 1946’da Ticaret Bakanlığındaki gö­revinden istifa ederek girdiği Demokrat Parti’de hızla yükselerek, partinin önde gelen yöneticilerinden biri oldu. 1950’de Manisa milletvekili olarak Meclis’e giren Ağaoğ­lu, bu görevini 27 Mayıs 1960 askeri darbesine kadar sürdürdü. Çeşitli bakanlıkların yanısıra, başbakan yardımcılığı da yaptı. Yassıada mahkemeleri tarafından yargılandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Ekim 1964’de özel afla salıverilen Samet Ağaoğlu anılarını Aşina Yüzler (1965), Arkadaşım Menderes (1968) ve Marmara’da Bir Ada (1972) adlı kitaplarda topladı. Üniversite yıllarında yazmaya başladığı öyküleri Varlık ve Yücel dergilerinde yayımlandı. Yine bu yıllarda Ahmet Muhip Dranas ve Behçet Kemal Çağlarla birlikte Hep Gençlik adlı bir dergi, çıkardı. Daha sonra öykü­lerini Strasburg Hatıraları (1945), Zürriyet (1950), Öğretmen Gafur (1953), Büyük Aile (1957), Hücredeki Adam (1964) ve Katırın Ölümü (1965) adlı kitaplarda topladı. Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri / Bir Soru adlı kitabı hem bir anı, hem de Demokrat Parti üzerine bir tahlil denemesidir. Samet Ağaoğlu 1982’de İstanbul’da öldü. Ölümünden sonra bulunan 14 defter ve yüzlerce sayfadan oluşan günlüğü Ce­mil Koçak tarafından yayma hazırlandı ve 1992’de İletişim Yayınları tarafından Siyasi Günlük / Demokrat Parti’nin Kuruluşuadıyla yayımlandı.

 

Ahmet Ağaoğlunun Hayatı

1869’da Karabağ’da doğdu. İlkokuldan sonra, Batılı düşün­celerle tanıştığı Rus gimnazyumuna devam etti. 1888’de gittiği Paris’te hukuk, tarih ve siyasal bilimler alanında eği­tim gördü. Üniversite yıllarında La Nouvelle Revue, Revue Bleu gibi dergilerde yazıları yayımlandı. İslâmî geleneklere bağlı bir aile ortamında yetişen Ahmet Ağaoğlu, öğrenciliği sırasında Fransız Devrimi sonrası gelişen liberal fikir akım­larıyla ilgilendi, araştırma ve incelemelerini bu konuda yo­ğunlaştırdı. Yine bu yıllarda hocası tarihçi ve filozof Ernest Renan’dan etkilendi; İslâm reformcusu olarak tanınan, Batı’ya karşı İslâm uygarlığının yeniden canlandırılması ge­rektiğini savunan Cemaleddin Afgani’yle tanıştı, fikirlerine ilgi duydu. Paris’te yaşadığı yıllarda fikirlerinden ve kişili­ğinden etkilendiği diğer bir kişi de İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinden Ahmet Rıza Bey’dir.

1894’te döndüğü Azerbaycan’da İrşad, Terakki ve Füyuzat adlı gazeteleri çıkardı. Ahmet Rıza Bey’in kurduğu Terakki ve İttihat Cemiyeti’tıin yayın organı Şüra-yı Ümmet’e yazılar yazdı. Rusya’da Müslümanların birliğini sağlamaya yönelik faaliyetlerini sürdürürken, Çarlığın baskısına dayanamaya­rak 1909’da ailesiyle birlikte İstanbul’a göçtü. O yıllarda çı­kan çeşitli gazete ve dergilere yazdığı yazılarda, Türkçü­lükle İslâm’ın çelişmediği fikrini savundu. Bir süre Darülfünun’da Rusça ve Türk tarihi dersleri veren Ahmet Ağaoğlu, 1914’te Afyonkarahisar mebusluğuna seçildi. 1915’te İt­tihat ve Terakki genel merkezine seçildi. Ekim Devrımi’nden sonra Kafkas orduları siyasi müşaviri olarak gittiği Rusya’dan dönüşünde İngilizler tarafından tutuklandı ve Malta’ya sürgüne gönderildi.

Sürgünden 1921’de dönen Ağaoğlu, Anadolu’ya geçerek Ankara Hükümeti’nde matbuat umum müdürlüğü yaptı. İkinci ve üçüncü dönemde Kars milletvekili olarak TBMM’ye girdi. 1930’da Cumhuriyetçi Serbest Fırka’nın kuruluşuna katıldı ve parti politikasının oluşturulmasına önemli katkılarda bulundu. Partinin kendini feshetmesin­den sonra, İstanbul’a dönerek Darülfünun’da hukuk tarihi dersleri verdi. Bu yıllarda yazdığı CHP’ye muhalif yazılan nedeniyle çıkardığı Akın gazetesini hükümetten gelen bas­kılar sonunda kapatmak zorunda kaldı. Bu olayın hemen ertesinde, 1933 Üniversite Reformu’yla üniversitedeki göre­vi de sona erdi ve emekliye ayrıldı. Düşünce ve yazılarında Batı liberalizmini ve özgürlükleri esas alırken, İslâm reformizmini, laisizmi ve demokratik milliyetçiliği de savunan Ahmet Ağaoğlu’nun eserleri şun­lardır: İslâm ve Ahund (1900), İslâmlıkta Kadın (1905, 1959), Üç Medeniyet (1927, 1972), Devlet ve Fert (1933), Serbest İnsanlar Ülkesinde (1930).

BİRİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ

Bu eser bir tarih değildir. Ben bir tarih kitabı yazmadım. Ancak, her biri Türk tarihine muhtelif bakımlardan girmiş, yakından tanıdığım bazı insanların resimlerini çizdim. Hem de yalnız kafamın içinde bıraktıkları izlerden ibaret olarak! Onlar babamın arkadaşları idiler. Yüzlerini onunla beraber hatırlıyorum. Bu insanların hâfızamda hâtıralarla teşekkül etmiş kişiliklerini anlatırken hâdiseler birbirine karışmış; sözler ve iddialar unutulmuş veya eksik, hattâ fazla olabilir. Bunlara önem vermiyorum. İyi biliyorum ki şimdi gözleri­min önünden birer birer geçen babamın bu arkadaşları hakkında verilmiş hükümler çok değişik ve bazan o nisbette de haksızdır. Halbuki, sırf cemiyette mevki sahibi olduk­ları için, fena veya iyi diye tanındılar. İşte ben babamın ar­kadaşlarını, bende bıraktıkları intibalarla bu görüşlerin öte­sine çıkararak düşünüyor ve diyorum ki tarihin haklarında­ki hükmü ne olursa olsun, onlar benim için iyi insanlardı.

İKİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ

Babamın Arkadaşları’nm bazı ilâvelerle ikinci basılışı yapı­lırken okuyucularıma ve tenkitçilerime karşı vazifelerim ol­duğunu düşündüm.

Önce kitabım hakkında fikirlerini söyleyip, görüşlerini yazanların hemen hepsinin birlik halinde eserimin edebî değerini söylemek suretiyle gösterdikleri lütufkâr takdire minnet dolu teşekkürlerimi bildirmeliyim.

San’at heyecanım kaybetmemek için çırpınmış bir yazar olarak okuyucularımın iltifatlariyle bahtiyar olduğumu an­latmağa lüzum var mı? Bunu böylece tesbit ettikten sonra bir kısım muhterem tenkitçilerimin kitabımla siyasî şahsi­yet ve çalışmalarımı çeşitli bakımlardan birbirine karıştır­mış olmaları üzerinde durmak istiyorum:

Bazılarına göre bu kitabı yazıp çıkarmakta siyasî ve başka maksatlar vardır. Yine bazılarına göre edebî hüviyetimin ar­kasına çekilerek siyasî kişiliğimin kusurlarını, günahlarını örtmeğe çalışmışım!

Halbuki, birinci baskının önsözünde bu kitabın, yüzleri­ni babam ile beraber tanıdığım şimdi çoktan ölmüş bir kısim siyaset, ilim, san’at adamının ruh ve şahsiyet tahlilini yapmaktan başka gayesi olmadığını yazmış, cemiyet içinde yüklendiği vazifelerin verdiği sıfatlar altındaki insanı ve onun ruhunu çizmeğe çalışmıştım. Hattâ bu noktada eriş­miş olduğum kanaati da “iyi biliyorum ki şimdi gözlerimin önünden birer birer geçen babamın bu arkadaşları hakkın­da verilmiş hükümler çok değişik ve bazan o nisbette de haksızdır. Halbuki sırf cemiyette mevki sahibi oldukları için fena veya iyi diye tanındılar. İşte ben de “Babamın Ar­kadaşlarım bende bıraktıkları izlerle bu görüşlerin ötesine çıkararak düşünüyor ve diyorum ki tarihin haklarındaki hükmü ne olursa olsun bunlar benim için iyi insanlardır!” sözleriyle açıklamıştım.

Hangi maksatla, ne için yazdığımı bu kadar samimiyetle anlatmış bulunmama rağmen kitabımda yazdıklarımın ar­kasında gizli fikirler, emeller aramanın bana karşı haksızlık ve kitapta yer almış babamın merhum arkadaşlarına karşı da insafsızlık olacağını zannediyorum.

Şüphesiz, insanı anlatırken içinde yaşadığı cemiyetten bahsetmemek mümkün değil. Eserin mevzuu olarak insanı ele almış yazar elbette cemiyet şartlarının ne olduğunu da teşbit edecek, okuyan da cemiyet hakkında iyi veya fena fi­kirler edinecektir. Fakat hiçbir okuyucu bunların mesuli­yetini yazara yükliyemez, çünkü cemiyet şartlarının iyi ol­masının şerefi anlatana ait olmadığı gibi fenalığının sebebi de o değildir.

Üçüncü Baskının Önsözü

Bu kitabın ikinci baskısından bu yana hemen hemen on yıl geçti. Memleket için de, benim için de bugün düşündüğüm zaman efsane hikâyeler heyecaniyle hatırladığım, çoğu kor­kunç, hüzünlü, elemli hâdiselerle dolup taşan yıllar! Şimdi hafızamda babamın arkadaşları yanında benim arkadaşları­mın maceralarla şekillenmiş, çizgilenmiş, renklenmiş ha­yalleri de var. Bunların bazılarını Aşina Yüzlerde yazmış­tım. Kalanları da yine hafızamda yerleştikleri görünüşleriy­le ileride anlatacağım. Böylece memleket politika hayatını aşağı yukarı yarım yüzyıl örmüş insanların birçoğu bir bü­yük tablonun çerçevesi içinde ve her biri kendi yerinde ve köşesinde, ama aynı kaderin, arkadaşlık kaderinin birer halkaları halinde belirecekler! Bir kısmı beden olarak öl­müş, ruh olarak yaşıyan, bir kısmı hem beden, hem ruhça ölmüş, bir kısmı da bedence yaşarken ruhça silinip gitmiş halkalar!

Babamın Arkadaşları’™ üçüncü kere ve ilâvelerle basıyo­rum. Bu yenileri ikinci baskıyı yaparken henüz hayatta ol­dukları için kitaba koymamıştım. Şimdi aramızda değiller.

Onlarla beraber, babamın arkadaşlarından hafızamda iz bı­rakmışların hiçbiri artık yaşamıyor.

Babamın arkadaşları yaşadıkları müddetçe garip bir his­sim vardı. Onları gördüğüm zaman biraz da babamı görmüş gibi oluyordum. Artık hiçbiri yok. Demek babam da beden olarak yüzde yüz öldü benim için. Böylece “babamın arka­daşları” defteri de kapanmış oldu

BABAMIN hafızamda çocukluk yıllarının sisli günlerin­den beri hatırlıyarak bu kitapta anlattığım arkadaşları kimlerdi?

1   Ziya Gökalp: Profesör, İttihat ve Terakki Fırkası Umu­mi Merkez üyesi, Türk milliyetçiliğinin büyük ve mistik ' mürşidi.

2 Ömer Naci: İttihat ve Terakki Fırkası’nın tanınmış idealist hatibi.

3 Tunah Hilmi: Türkiye’de köylü dâvasının idealist yüz­lerinden. Şair. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyesi.

4 Doktor Abdullah Cevdet: Osmanlı meşrutiyetinin son yıllarında yetişmiş ve Batı’ya yönelme hareketinin öncüle­rinden. İçtihat Mecmûası sahibi.

5 Nuri Paşa: Enver Paşa’nın kardeşi. Birinci Dünya Savaşı’nın son yılında Kafkasya’ya giren ordunun kumandanı.

6 Profesör Dr. Akil Muhtar Özden: Aynı zamanda bü­yük mütefekkir.

7 Avukat Haydar Rıfat: Cesareti kadar avukatlığıyla da şöhret kazanmıştı.

8    Topçu İhsan: Atatürk’ün Millî Mücadele arkadaşların­dan. İstiklâl Mahkemesi başkanlar mdan. Cumhuriyetin ilk ve son Bahriye Vekili.

9          Celâl Sahir: Tanınmış şair.

10    Dr. Nazım: Tanınmış ittihatçı. İttihat ve Terakki Fır­kası Umumî Merkez Üyesi. Meşrutiyet devrinin son Maarif Hâzırlarından.

11    Profesör Yusuf Akçura: Türk milliyetçiliğinin önder­lerinden. Uzun yıllar Büyük Millet Meclisi üyesi.

12    Abdül Reşit Efendi: İttihat Terakki Hükümetinin propaganda için Doğü memleketlerine gönderdiği kimseler­den biri.

13    Seyit Tahir Efendi: İttihat Terakki Hükümetinin pro­paganda için Doğu memleketlerine gönderdiği kimselerden blri-

14    Profesör Halim Sabit Nişbay: İttihat Terakki Hükü­metinin dinde reform için vazifelendirdiği kimselerden biri.

15    Profesör Dr. Hüseyinzâde Ali Turan: İttihat Terakki Fırkası Merkez Umumî üyelerinden ve bu partinin kurucu­larından biri.

16    Kara Kemal Bey: İttihatçı ve bu fırkanın merkez umumi üyesi. Birinci Dünya Savaşı sırasında İaşe Nâzın.

17    Kel lâkabiyle tanınan Ali Çetinkaya: Yunan istilâsına karşı ilk kurşunu atan kumandan. İstiklâl Mahkemesi Baş­kanı. Eski Bayındırlık Bakanlarından.

18       Mehmet Emin Yurdakul: Millî Şair.

19       Recep Peker: Eski Başbakanlardan.

20    Hüseyin Cahit Yalçın: Tanınmış gazeteci. Büyük Mil­let Meclisi üyesi.

21       Dr. Profesör General Esat Işık: İdealist ittihatçı.

22    Dr. Reşit Galip: İstiklâl Mahkemesi üyelerinden. Eski Millî Eğitim Bakanlarından.

23       Karslı İbrahim Cihangir Aydın.

24    Profesör Fuat Köprülü: Tanınmış ilim adamı. De­mokrat Parti kurucularından, eski Dış işleri Bakanlarından.

25    Hamdullah Suphi Tanrıöver: Tanınmış milliyetçi ha­tip. Türk Ocakları Başkanı. Eski Millî Eğitim Bakanların­dan.

26    Halide Edip Adıvar: Tanınmış romancı, Büyük Millet Meclisi üyelerinden.

Tefik Hadi Baysal: Eski Emniyet Umum Müdürü ve Valilerden. Babamın ArkadaşlarI

ÇEŞİTLİ arkadaşlıklar vardır; yol, mektep, hayat arka­daşlığı; eğlence, sefahet, kumar arkadaşlığı; kara gün, iyi gün arkadaşlığı; siyaset, fikir, ideal arkadaşlığı!

Bir insan ömrü boyunca bu arkadaşlardan bir veya birka­çım edinebilir. Hattâ bu bir nasiptir, onlar birbirlerini mu­hakkak bulurlar, beraber olmaları âdeta ecelden kararlaş­mışım Yine her insana bu arkadaşlardan kederler, felâketler, hiyanetler, nankörlükler, iyilikler, âlicenaplıklar mukadder­dir. Gözlerimizi ebediyen kapamadan bir saat evvel bütün hayatımızı hatırlamak mümkün olsaydı bu hayatın arka­daşlıklardan, onların iyi ve fena hâtıralarından ibaret oldu­ğunu anlayacaktık. Ben de şimdi babamın arkadaşlarını onun hayatının tecellileri olarak görüyorum. Büyük kısmı ölmüş, geri kalanları da kimbilir hangi köşelerde ölümü bekleyip duruyorlar. Bunlardan bazılarına zaman zaman rastlıyorum:

Sokaklarda duvar diplerinden kendilerini göstermemeğe çalışarak geçiyorlar. Hani bunlar mıydı caddelere, meydan­lara sığmıyanlar; hani bunlar mıydı; sesleri, kahkahaları, hiddetleri, gazapları ufukları saran kahramanlar; bunlar mıydı en şık, en güzel, en akıllı, en zekî, en basiretli olduk­larını yürüyüşlerinden bakışlarına, kolalı gömleklerinden çoraplarının çizgilerine kadar durmadan âleme ilân eden­ler! Şimdi gelinlerinin, damatlarının, torunlarının, mahalle çocuklarının elinde birer oyuncaktan başka birşey değiller! Bir fırsat bularak kendilerini takdim etmek veya ettirmek imkânını elde ederlerse eski sadrâzam, eski nazır, eski ve­kil, eski sefir, eski müsteşar olduklarını hatırlatmaya çabalı­yorlar, nihayetsiz hâtıralara bağlı bu eski unvanların, karşılarındakine yaptığı tesiri fersiz, yorgun gözlerle anlamağa çalışıyorlar.

Ah hayat! Sefil, gülünç, hazin manzaralarla dolu garip macera! Dünya’ya dışardan bakan şuurlu bir varlığın göre­ceği nedir? Bir kanncalaşma hareketi, birbirinin yanında kâh gülen, kâh ağlıyan insanlar! Doğumlarla ölümler ayni anda oluyor! Sebepsiz kavgalar, sebepsiz saadetler, sebepsiz elemler!

Nefret ettiğimiz için öldüğüne sevindiğimiz insanın arka­sından, onu sevseydik ağlıyacaktık. Ondan niçin nefret edi­yoruz, onu niçin seviyoruz, sormak mümkün değil! Bize yaptığı fenalık kendisini mes’ut etmişse ona düşman kesil­meğe hakkımız olabilir mi?

Babamın arkadaşları kimlerdi? İlk gençlik çağlarından ta­nıdığı, siyasî hayat içinde karşılaştığı, ihtiyarlık senelerini beraber geçirdiği birçok insanlar! Bunların hepsini çocuk­luk senelerinden beri tanıyorum. Üzerimdeki tesirleri, izleri tâ o zamanlardan başlıyor. Şimdi onları düşünürken, görü­yorum ki resmî hüviyetlerinden, sıfatlarından ayrıldıktan sonra insan hiçbir zaman fena değil. Onu aile, cemiyet, mil­let içinde fena diye gösteren sebepler toplum içindeki mevkilerinden doğmakta. Kocalıktan, aile reisliğinden başlıyarak tâ devlet reisliğine kadar cemiyetin verdiği bütün resmî I

isimler insanın kaderinde kendisi hakkında iyi veya fena hükümlerin sıralanmasına sebep oluyor.

Babamın arkadaşlarından meşhur bir fikir adamı ve filo­zof der ki: “nazır ( bakan) sandalyası firavun sandalyasıdır. Oraya melek veya Musa oturduğu zaman firavun olur!”

Bunu söyliyen insan şimdi gözlerimin önüne geliyor:

Tıknaz, şişman vücudunu biraz zorlukla iki yana sahana sahana taşıyordu. O, siyasî ve asker diktatörlerin Devlet ge­misini karşılıklı ihtirasların kurduğu muvazene sayesinde yürütebildikleri bir devirde kendi sahasının tek diktatörü idi. İstanbul Darülfünunu’ndaki (Üniversitesindeki) kürsü­sünde nasıl konuşuyorsa mensup olduğu fırkanın umumî merkez içtimalarında da öyle konuşuyordu. Ayni sâkin, muntazam, sarf ve nahvi yerinde lisan; ayni kendisine itiraz edilmesini kabul etmiyenî, kendi fikirlerinden başka fikirle­rin yanlış olduklarına önceden hükmetmiş insan duruşu! Onu yalnız emir vermek, yol göstermek için ağzını açan bir Sfenks’e, veya bir Buda’ya benzetmek pekâlâ mümkündü. Sükût içinde tahakkümü temsil eden bir heykel de sayılabi­lirdi! Türk cemiyetini Batılı olmıya teşvik eden bu mürşit, işini Şarklı bir şeyh metod, zihniyet ve ruhu ile yapıyordu. Onun ruh ve zihniyeti ile inanışları arasındaki tezat fikirle­rinin sapmasına sebebiyet veriyor, aslı kendisine ait olmıyan bir sözü, “Garp medeniyetinden, Türk Milletinden, İs­lâm Ümmeti’nden olmak” vecizesini telkin ederken, Batı medeniyetinin temeli olan insan hak ve hürriyyetlerini dev­letin mutlak otoritesi altına almakta tereddüt etmiyerek “hak yok, vazife var” diye bağırıyordu! .

Bir cemiyet üzerinde onun kadar tesirli insanlar azdır. Fakat cemiyet içinde, cemiyet için bu kadar mühim olan bu adamın kendi ailesi içinde bir gölgeden farkı yoktu. “Evin, içi” büyük Türk mütefekkiri için bir meseleydiSakat bir kadın; ondan olmuş babalarına benziyen kızlar! Mürşit üç çocuk ve bir kadının arasında birinin kaprisinden diğerininkine koşmaktan halsiz kaldığı zaman dinlenmek için bir yer döşeğinden başka bir şey bulamıyordu. Bu döşek ayni zamanda yazılarını yazdığı, kitaplarını okuduğu yerdi.

Evin içinde bu gölge meleğin zaman zaman izahı çok güç hiddet buhranları da oluyordu. Bunlardan birisini hatırla­dıkça hâlâ hayretle gülmekten kendimi alamam: Ankara’da ayni yerde, Keçiören bağlarında oturuyorduk. Evlerimiz arasındaki mesafe üç yüz metre kadardı. Bir sabah bağın içinde feryatlar, yükseldi. Gördüğümüz manzara şu idi:

Önde mütefekkirin uşağı, iri yarı esmer bir Urfah “yeti­şin, bey beni öldürüyor!” diye haykırarak koşuyor, arkasın­da mürşit, sırtında entari, ayakları çıplak, elindeki bastonu sallaya sallaya kovalıyor!

Mürşidin karısı ondan birkaç sene sonra öldü. Ölümünden biraz önce beni ve kardeşlerimi yanma çağırdı. Hepimize ayrı ayn bakarak garip bir tarzda güldü. Bir aralık daldı. Sonra bir­denbire gözlerini açtı, kocasının ismini söyliyerek bağırdı:

“Geldi, geldi. Beni çağırıyor. Hayır ben senin yanma git­mek istemiyorum!”

Malta’da beraber geçirdikleri uzun esaret hayatında mürşi­din ruh sükûnetini anlatan sahifeler babamın bu senelere ait hâtıralarının güzel parçalarından birini teşkil etmektedir:

Mütefekkir, hapishanenin bir köşesini tekke haline getir­mişti. Her gün etrafında halka olan, memlekette yüksek mevkiler işgal etmiş esirler ondan sabır, sükûnet, feragat dersi alıyorlardı. Mürşit derslerini verirken en ufak bir ses çıkmıyor, herkes kendinden geçmiş dinliyordu. Sözleri ba­zen cezbe halinde dudaklarından dökülüyor, o zaman bu sözlerde mantık, düzgünlük, fikir perişan bir hal alıyor, fa­kat buna rağmen her dersin sonunda onu dinleyenler bu ağır esaret hayatına birkaç gün daha dayanabilmek için ruhlarında, kalplerinde imkân ve kuvvet buluyorlardı.

Devrin, sahip olduğu kudrete rağmen en sade yaşıyan in­sanlarından biriydi. Evi, mahallenin içinde orta halli man­zarasını hiçbir zaman kaybetmedi. Fakat mürşit İçtimaî ah­lâk sahasında, derslerinin dışına kafiyen çıkmıyor, fırkası­nın bir kısım ikinci, üçüncü derecede adamlarının gösterdi­ği şahsî menfaat ihtirasları karşısında sessiz sedasız kalıyor­du. Onun bu sükûtu devrinin asker, sivil diğer diktatörleri için de devam ediyordu. “Gözlerimi kaparım. Vazifemi ya­parım” vecizesini mutlak bir disiplin ve itaat emri halinde evvelâ kendisi tatbik ediyor, gözlerini kapıyor, kendisine düşen vazifeyi en ufak bir ihmal göstermeden yerine getiri­yordu!

Bu satırlarım hiçbir zaman filozof mürşidi Birinci Dünya Harbi içindeki tutumundan dolayı tenkit değildir. Sadece hayatının bir devrindeki görünüşünü yazıyorum. O sene­lerden uzaklaştıkça hâdiseler, hareketler, sözler sahiplerinin maksatlarını tam ifade eden mânalarını alıyorlar. Zaten in­sanın şahsî ve İçtimaî hayatında sebep, vesile veya şahit bu­lunduğu bütün oluşlar ayni değişmez kanuna tabidirler. Bunların hakikî değerleri, meydana getirdikleri med ve ce­zirler, dalgalanmalar, dedikodular dindikten, silindikten, sükûnete kavuştuktan, bir kelime ile zamanın temizleyici eli tesirini gösterdikten sonra belli olur.

Şimdi soruyorum; şayet mürşit kendisine düşen vazifeyi gözlerini kapıyarak yapmasaydı, etrafının doğru yanlış çe­şitli rivayetleri, yolsuzlukları, fenalıkları ile meşgul olarak onları düzeltmeğe çalışsaydı muvaffak olabilecek miydi? Hayır! Bu takdirde büyük menfaat çekişmelerinin ortasına atılmış olacak, mücadelede belki de en yakın arkadaşların­dan bile hiyanet görecekti. O zaman da asıl vazifesini yap.amıyacaktı. O, Türk Milleti’ni Batı medeniyetine götürmek için yollar arıyordu. Bu yollar bulunduktan sonra, gördüğü fenalıklar kendiliğinden yok olacaklardı.

Tarihî bir hakikati itiraf etmek lâzım gelir:

Belki de Mürşidin öyle düşünmesi, böyle hareket etmesi sayesindedir, ki İttihat ve Terakki devri ilim, sanat, düşünce bakımlarından mümtaz vasfına hak kazanmıştır. Ondan sonra gelen devirlerin hiçbiri ilme, sanata, düşünceye lâyık oldukları yeri vermemişlerdir. Fikir ve kanaadarıyla İttihat ve Terakki’nin düşmanı sayılan, şairler, filozoflar, yazarlar, mürşidin ve başında bulunduğu Yeni Mecmua’nm etrafında toplanabilmişler, yanında samimî, emin bir sığınma yeri bulabilmişlerdir. Genç istidatlar onun açtığı kapıdan şöhret dünyasına geçtiler. Şiirde aruzdan heceye atlayış, sahnede ortaoyunundan hakikî tiyatroya geçiş, tarihte Osmanlı’dan önce Türk Milleti’nin varlığını kabul, dinde Kur’an’m tercü­mesi, bâtıl itikatlar ile mücadele, ıslahat hareketleri hep onun rehberliği ile oldu. Devrinin en kibirli, en azametli si­yasî şahsiyetleri mürşidi gördükleri zaman küçük bir çocuk gibi ellerini öpüyorlar, öptüklerini de herkese göstermeğe çalışıyorlardı.

Yine belki de mürşidin öyle düşünmesi, böyle hareket et­mesi sayesinde İttihat ve Terakki zamanında yapılmış İçti­maî hamlelerin şerefini siyaset adamları kendilerine maletınek cesaretini gösteremediler ve bunlar bir devrin, bir par­tinin eseri olarak kaldılar!

Malta’dan serbest bırakıldıktan sonra doğru Ankara’ya geldi. Ankara, İttihatçıları esaretten millî haysiyet düşünce­si olarak kurtarmıştı. Fakat onlara karşı çekingendi. Anado­lu’ya geçen diğerleri gibi mürşide de fazla güleryüz göstermiyerek, doğduğu yere, Diyarbakır’a gidip oturmasını tavsi­ye etti. Milliyetçilik, Batı dünyası, geri ve ileri cemiyet mes’etelerinin kafasında birer müphem, fakat çok çekici kavramlar halinde ilk defa belirdiği bir ortaçağ şehrine, şimdi ismi bütün Türk dünyasınca tanınmış bir âlim olarak dönüyordu. Bu dönüş onun hayatında yeni bir merhalenin başlangıcıdır. Diyarbakır ve etrafı şeyhler, hocalar, derebeyler diyarı idi. O da bu şeyhler, hattâ derebeyler arasına ha-, kikî bir şeyh gibi üstüne oturacağı postu atabilirdi. Onun postu ceylân derisi değil, bir mecmua olacaktı. Şehirde bu­lunan tek taş basma matbaada basılacak el içi kadar, ismi boyuna uygun bir mecmua, Küçük Mecmua! O bu mecmu­ada yıkılmış Osmanlı İmparatorlugu’nun yerine geçmesi mukadder yeni Türk Devleti’nin fikir rehberliğine cesaretle başlıyacaktı. Bunda muvaffak olmak için de yine ayni sami­miyetle, vaktiyle İttihat ve Terakki Fırkası’nın şeflerine kar­şı aldığı tavrı tekrar göstermekten çekinmedi. Millî Mücadele’nin başlarını birer kahraman olarak kabul ve ilân ettik­ten sonra asıl vazifesine koyuldu.

Burada bir noktaya işaret etmek yerinde olur;

Mürşit, Türk Milleti’nin her zaman kahramanlara hayran olduğunu, onların etrafında ve arkasında cihanın fethine koştuğunu, bütün Türk Tarihi’nin hemen hemen böyle geç­tiğini düşünüyordu. Meşrutiyet inkılâbından sonra İmpara­torluğu anca bir kahraman kurtarabilirdi. O halde Enver bir kahraman olmalıydı. Onu tereddütsüz kahraman olarak te­rennüm etti. İmparatorluk yıkıldı. Şimdi Türk Milleti yeni bir kahramana muhtaçtır. Bu da Mustafa Kemal olacaktı. Enver için yazdığı şiirleri Mustafa Kemal için de hemen he­men aynen tekrarlâdı. Kendisi de daha önce olduğu gibi bu sefer de devlet, cemiyet, fert, vatandaş olarak Türk Milleti’ni Batı medeniyeti seviyesine getirmek için tutulması lâ­zım gelen yolları gösterecekti. Diyarbakır’da çıkarmağa baş­ladığı taş basması küçük mecmuanın vazifesi işte buydu. Mecmuayı tetkik ediniz, latin harflerinden soy adlarına ka­dar, Devlet anlayışından Türk dilinin sadeleştirilmesine ka­dar, sonraları Atatürk’ün birer birer gerçekleştirdiği İçtimaî inkılâpların nazarî izahlarını makaleler halinde orada bula­caksınız. Mürşit, bu işi yaparken “İslâm Ümmetinden, Türk

Milletinden, Garp Medeniyetinden olmak” düsturunun “İs­lâm Ümmetinden olmak” kısmını biraz ihmal etmiş, fikirle­ri Türk’ün İslâmlıktan önceki tarihine çevirmek suretiyle Hilâfetin artık Türk Milleti için ehemmiyetini, mânasını gittikçe kaybeden bir müessese haline geldiği düşüncesini müphem bir şekilde ortaya atmıştı.

O bütün telkinlerinde eski Türk tarihini, tezlerinin millî dayanaklarını bulmak için icabederse kısmen tefsir etmek­ten çekinmedi. Fakat bu asla İlmî bir kusur sayılamaz. Türk Milliyetçiliğini uyandırmak, Türk’ü bütün şartlarıyla hakikî bir millet halinde taazzuv ettirmek için, 18. asırda Napolyon istilâlarına karşı Alman millî şuurunun uyanması hede­fiyle, Cermen tarihini tahriften korkmayan Alman mütefek­kirleri gibi hareket edebilirdi. Küçük Mecmua’mn yazıları Ankara ve İstanbul gazete ve mecmualarının bazılarında ay­nen yayınlanıyor, makalelerin tesiri bu suretle memleketin aydın muhitlerine yayılıyordu.

Millî Mücadele kazanıldı. Artık İttihatçılardan çekinmek için sebep kalmamıştı. Birçokları gibi mürşidi de Ankara’da vazifeye, Maarif Vekâleti’nde kurulan ve üyeleri arasında Ağaoğlu Ahmet, Samih Rifat gibi eski arkadaşları bulunan Talim ve Terbiye Heyeti Reisliğine davet ettiler. Kendisine Hâkimiyeti Milliye gazetesinin sütunları da açıldı. Bu sütun­larda Küçük Mecmua’da ele aldığı bahislere, biraz daha ge­nişleterek devam etti. Şimdi “Türk Devleti’nin esasları ne olmalıdır?” meselesi üzerinde fikirlerini yazıyordu. Fakat garip tezat! Bu mevzuda ortaya attığı fikirlerin tam aksi yi­ne aynı gazetenin sütunlarında Ahmet Ağaoğlu tarafından müdafaa ediliyordu. Mürşide göre yeni Devlet her şeyin esası olmalıydı. Hukukun kaynağı dahi ancak devlettir. “Hak yok, vazife var” vecizesini ittihatçılar zamanında da ortaya sürmüştü. Ama bu sefer bunu büyük bir şiddetle be­nimsemiş gözüküyordu. Mürşide göre millî iktisadı da as­kerlik gibi “Tıp mektebi”, “Mülkiye mektebi” gibi Devlet yaratacaktır. Sistemin daha sonra Anayasa’da resmen kabul edilecek ismini de, “Devletçilik” diye koymuş bulunuyor­du. Ağaoğlu Ahmet ise yeni devletin tamamen liberal pren­siplere dayanması lâzım geldiğini yazıyor, “Türk Milleti’nin Batı medeniyetine erişmesinin tek çaresi, bu medeniyeti meydana getirmiş olan serbest teşebbüs prensibinin sami­miyetle kabulünden ibarettir” diyordu. Ona göre de ferdin hakları devletten önce vardır. Devletin vazifesi bu hakları muhafaza ve müdafaa etmektir.

Bu iki tez, bu iki dost, Halk Partisi’nin programını ve ye­ni devletin anayasasını hazırlamak için Gazi’nin reisliğinde toplanan ilim heyetinde de çarpıştılar. Orada da mürşidin tezi kazandı. Tatbikat da onun tuttuğu prensibe göre, fakat gittikçe dejenere olarak tecelli etti.

İkinci Büyük Millet Meclisi’ne Diyarbakır’dan milletvekili seçilerek girdi. Fakat bu yeni siyasî hayatına hevessiz başlı­yordu. Kendisinde garip, yaşı ile uygun olmıyan maddî, mânevî yorgunluklar hissediyor, bazan günlerce süren şid­detli baş ağrılarından göz açamıyordu. Her zaman hareket­sizdi. Fakat bu sefer halsiz gözüküyordu. Her zaman ko­nuşmağa başlayıncaya kadar durmadan terlerdi. Kendisini bu halde görenler onun şu meşhur adam olduğuna asla ina­namazlardı. Vakta ki söze başlardı, karşısındakiler dudakla­rından tath bir sesin içinde bir vâiz üslûbu ile dökülen fi­kirlerin câzibesine kapılıp saatler ve saatler dinlemekten usanmazlardı. Ama bu sefer ses boğuk çıkıyor, fikirlerini zaman zaman perişanlığa kadar giden bir dağınıklıkla an­cak anlatabiliyordu. Atatürk, mürşidin şerefine verdiği bir çay ziyafetinden çıkarlarken “bütün o eserleri, o makaleleri yazan hakikaten bu adam mı?” diye sormuştu.

Ne oluyordu? Mürşidin ruhunda, kafasında büyük bir değişiklik mi husule gelmişti? Daha henüz çok gençti. Kos­koca bir memleketin fikir âleminde bir yarı peygamber tesi­ri yapmış bu adam elli yaşma varmamıştı bile.

Etrafında olanlar, dostları, talebeleri ondaki değişikliğin sebeplerini araştırırken mürşit gizli hakikati bütün çıplaklı­ğı ile görüyordu. Bazan gözlerini kapayarak ilk gençlik se­nelerinin bir gecesini hatırlıyordu. Diyarbakır’daki evlerin­de yatak odasında karyolasına bağdaş kurarak oturmuştu. Önünde, yanında ve arkasında kitaplar, kâğıtlar, kalemler vardı. Petrol lâmbasının hafif ışığı ile aydınlanmış yüzü sa­rarmıştı. Derin bir keder bütün benliğini kavramış, onu ıztirapların en korkuncu, etrafında mânevî hiçbir değerin kalmadığını görmekten doğan ıztırap, pençeleri altına al­mıştı. Mensup olduğu büyük milleti haksız yere mâruz kal­dığı ihmallerden, yaşadığı geri hayattan, içinde bulunduğu cehaletten kurtarmak için, ilk ve en büyük şartın istibdadın yıkılması olduğuna inanmıştı. Fakat bunu başarabilecek kuvveti ne kendinde, ne etrafında buluyordu. Elini yavaş yavaş yastığın altına soktu. Oradan çıkardığı tabancayı şa­kağına dayayarak tetiği çekti.

O zaman beynine girerek orada kalmış kurşun işte onu otuz sene sonra öldürüyordu. Sanki o intihar dakikasından şimdiki fecî baş ağrılarına kadar geçen müddet ve bütün ha­yatı tetiği çektiği anda görmeğe başladığı bir rüyadan ibaretti.

Mürşit, sezdiği hakikati bir kere olsun söylemedi. Dok­torlar hastalığın mahiyetini anladıkları zaman da iş işten geçmişti. Bir sabah İstanbul’da Fransız hastahanesinin kü­çük bir odasında, kimbilir belki de hayalinde Diyarba­kır’daki o gece, gözlerini ebediyyen kapadı.

İstanbul halkı, Şeyhülislâm Yahya Efendi’den sonra hiçbir tabutun arkasında onun cenaze gününde olduğu kadar aza­metli bir sessizlikle yürümemişti.

MİLLÎ HATİP

İ

TTİHAT ve Terakki devrinin en dikkate değer hususiyet­lerinden biri de, Fırka’yı idare edenlerin siyaset, askerlik, fikir, sanat bir kelime ile her sahada bir adamı dâhi, kahra­man, millî sıfatlariyle süsleyerek ileri sürmeleridir. Bu su­retle milletler, dinler, mezhepler yığını Osmanlı İmparâtorluğu’nun tasfiye hareketi içinde bu Devletin kurucusu Türk unsurunu mümkün olduğu kadar sağlam bir bünye ile ayır­mak imkânını aramışlardır.

Şöyle bir hikâye anlatırlar:

Meşrutiyetin ilânından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti daha İstanbul’a gelmeden inkılâbın dayandığı askerlerden birisini, Binbaşı Enver’i Selânik’e dâvet ediyor. Talât Bey bir istasyon önce trene biniyor, Enver’i bir köşeye çekerek “Se­lanik’te büyük bir kalabalık seni bekliyor. Her taraf bayrak­larla donatıldı. Sen şimdiden sonra millî kahramansın, bu­na göre hareket et” diyor. Enver güzel yüzünde, mahçup, ürkek nazarlarla karşısındakine bakıyor, Talât Bey devam ediyor: “Buna lüzum var!”

Bizzat Talât Bey’e “büyük siyasî”, Abdülhak Hamid’e “dâhî şâir”, Rıza Tevfik’e “millî filozof”, Mehmet Emin’e “Millî şâir” elbiseleri hep ayni şekilde, hemen hemen merasimler­le giydirildi. Bu hareket hiç şaşmadan yürütülerek Ertuğrul Muhsin’e “Millî Artist Millî Aktör” nişanı takılmcaya ka­dar da devam etti.

işte yüzünü ilk çocukluk senelerinde babamla beraber hatırladığım bu siyah, yuvarlak sakallı, beyaz yüzlü, parlak gözlü sevimli insan da yine ayni yoldan “millî hatip” ol­muştu. Genç yaşta şiirler, Selânik’te çıkan Genç Kalemler mecmuasında hece vezninin aleyhinde yazılar yazdı. Yine ayni şehirde kısa bir zamanda dost olduğu Talât’ı, Enver’i tanıdı. Meşrutiyet inkılâpçıları arasında en yakın dostu da­ha Manastır’da, mektepten beri arkadaşı Mustafa Kemal idi. Selânik’te Atatürk’le geçen zamanlardan birçok hâtıralar arasında, hatibin bütün hayatına sembol sayılabilecek biri­sini Atatürk sık sık anlatırmış:

ikisinin de parasız oldukları bir gün içkili bir lokantaya gidiyorlar. Yalnız birer rakı ısmarlıyabiliyorlar. Meze için paralan yok. Etraftaki masalarda bol bol yeniliyor, içiliyor. Bu sırada içeri bir kuru kestaneci giriyor. Atatürk arkadaşı­na “paran varsa kestane alarak meze yapalım” diyor. O cep­lerini araştırıyor, on para buluyor. Aldıkları kestanelerden birisini Atatürk ısırmak istiyor. Fakat kuru meyve o kadar sert ki beceremiyor ve arkadaşına “hayat nedir?” diye soru­yor. Ötekisi yüzünde hazin bir tebessümle, cevap veriyor: “Kemal, hayat şimdi kuru bir kestanedir!”

Evet, babamın bu arkadaşı için hayat hakikaten bir türlü ısıramadığı bir kuru kestaneden farksız oldu. Şimdi bundan kırk sene öncesine dönerek İstanbul’un fakir bir mahalle­sinde, Molla Güranî’deki evimizi, babamın çalışma odasını hatırlıyorum. Hatip hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor. Babamın yüzü ciddidir. Arada sırada “haklısın, yapmak lâ­zım” diyor. Sonra hâfızamda bir gece yarısı canlanıyor. Bar-

daktan boşanırcasına yağmur yağmakta. Birden kapı çalın­dı. Babam sanki bunu bekliyormuş gibi yataktan fırladı. Gelenler birkaç polis ve inzibattı. Babamı alıp götürdüler. Hafızamın derinliklerindeki hayâller birbirini kovalıyor. Yi­ne bir fecir vakti hatırlıyorum ki babam ve hatip arkadaşı ceplerine büyük tabancalar koyarak sokağa çıktılar. O ak­şam evde telâş vardı. Babam ve arkadaşı bir taraftan kahka­halarla gülüyorlar, Kâmil Paşa Hükûmeti’nin iki saatte nasıl devrildiğini durmadan söylüyorlar, diğer taraftan o gün vu­rularak ölmüş olanlar için döğünüyorlardı.

Nihayet Birinci Dünya Harbi’nin galibi ilk aylarında gü­neşli bir gün gözümün önüne geliyor. Ben koltuğumda bir yığın gazete, bahçede bağıra bağıra “gazete satma oyunu” oynuyorum. Babamın çalışma odasının penceresi açılıyor, Hatip başını uzatarak “gel bakalım, bana bir Tercümanı Hakikat ver” diyor. Biraz sonra babamla beraber bahçeye çıktılar, sarılarak, uzun uzun öpüştüler ve ayrıldılar. Ha­tip, İran’a ihtilâl yapmak, meşrutiyeti ilân etmek için gidi­yordu.

Babamın bu arkadaşına âit çocukluk hâtıralarım o kadar eski, o kadar birbirine karışık ki şimdi zamanını pek tesbit edemediğim bir başka sahnenin karşısmdaydım. O ve ba­bam yine beraberler. İran’da başına gelenleri anlatıyor. Ya­kalamışlar, korkutmak, suçunu itiraf ettirmek için bir to­pun ağzına bağlıyarak, ateşliyeceğiz diye tehdit etmişler. Sonra, hapishanede gardiyan yanma geliyormuş, “senin is­min ne?” diye soruyormuş. Bu isimden Şiiler nefret ederler. Bunu düşünerek “Vallahi de Ali, Billâhi de Ali” diye cevap veriyormuş. Yine hapishanede onun meşrutiyetçiliğine “Encümen” kelimesiyle ima ederek şiirler yazmışlar:

Ey köpoğlu encümen

Sen diyen oldu yoksa men

“İslâm ittihadı” fikri yerini “Turan Kızılelma” hülyasına bıraktığı zaman, bu hayalin ateşli bir idealisti oldu. Bu has­retini daha sonraları İttihatçıları tenkit ve istihza vesilesi olarak sık sık söylenen Ziya Gökalp’ın iki mısraını her yer­de, her nutkunda tekrarlıyarak anlattı:

Vatan ne T(ırkiyedir Türkler’e

Ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir

Turan!

1916 senesine doğru İttihat ve Terakki mensupları ara smda başta bulunanlara karşı başlıyan hareketin içinde o da vardı. Fakat çok seviliyordu. Bunun içindir ki şu veya bu şekilde fena bir muamele yapmaktan çekindiler. Yalnız İs­tanbul’dan idealine uygun bir vazife ile uzaklaştırmayı dü­şündüler, kendisine Irak yoliyle tekrar İran içine girerek oradaki Türkleri ayaklandırma vazifesini verdiler. Bu şekil­de bir çeşit sürgüne gittiğini biliyordu. Ancak ondan isteni­len o kadar mukaddes bir işti ki tereddüt etmeden kabul et­ti. Aradan beş altı ay ya geçmiş ya geçmemişti. Bir gün onun ailesi ve bizimkiler çoluk çocuk hep Büyükada’da Zi­ya Gökalp’in evine misafirliğe gittik. Gece orada kalınacak­tı. Akşam ben ve ağabeyim, babamla Ziya Bey’i Iskele’de karşıladık. İkisi de düşünceli ve meyustular. Bir aralık ba­bam sordu: “Nasıl haber vereceğiz?” Ziya Bey: “Herhalde gizlemek güç olacak” diye cevap verdi. O gün Millî Hatib’in Musul veya Kerkük’te tifüsten ölmüş olduğu bildirilmişti. Haberi, Ziya Bey hanımına, babam da anneme söylediler. Haberin ağırlığıyla eve çökmüş sessizlik Hatib’in karısını düşündürdü. Durmadan “içim sıkılıyor” diyordu. Bir aralık kocasının ismini söyliyerek “sabahtan beri kafamın içinde, sesini işitir gibi oluyorum, ne var yarabbi?” diye ağlamağa başladı. Babamın, annemin, Ziya Bey ve hanımının tesellile­ri, sözleri tesirsiz kalıyor, “çocuklar bir ân evvel eve gitme­liyim, ondan muhakkak haber var” diyordu. Ertesi sabah ilk vapurla İstanbul’a, kendilerini bekliyen bu haberi öğren­meğe indiler. ANLAŞILMIYAN ADAM

B

AZI insanların kaderi ne garip tecelliler gösterir! Cö­merttir; hasis tamlır! Cesurdur; korkaklıkla ittiham edilir! Hatiptir; gülünç olmakta! En güzel fikirler onun ta­rafından ileri atılır; saçma olarak karşılanır! Aradan birkaç zaman geçtikten sonra bir açıkgöz o fikirleri alır; kendisi­nin düşünceleri diye satarak kazanır!

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin zabıtlarında, ka­deri böyle bir hatibin konuşmalarına sık sık rastlanmakta.

Babamın en yakın arkadaş larındandı. ikisi de Türkçü, ikisi de milliyetçi, ikisi de Garbcı idiler! Hattâ ikisinin de yüzleri biraz birbirlerine benziyordu. Bol, dağınık saçları omuzlarına doğru sarkan bu esmer, çirkin başta parlıyan büyük gözler insana itimat ve yakınlık telkin ediyordu!

Gençliğinde güzel, çok güzelmiş! Tahsilde bulunduğu Paris’te kadınlar üzerinde arkadaşlarını kıskandıran, kendi­sine düşman edecek kadar kıskandıran bir tesiri varmış! Geçirdiği birçok maceraların en sonuncusu ile evlenerek Türkiye’ye dönmüş! Ben bu ince kadını hayâl meyal hatırlı­yorum. Hasta idi, hayatının sayılı seneleri kalmıştı, solmuş, 34 erimiş, gölgeden ibaret olmuştu. Ama yine güzeldi!

Babamın bu arkadaşından kalan, millî edebiyat tarihine, siyasî hitabetin bizdeki klâsik numuneleri arasına girmeğe lâyık fikirler, parçalar, kelimeler var. Türk milletine, Türk ordusuna toptan “Mehmetçik” diyen ilk defa odur! Türk köylüsüne anlıyabildiği dil ile ilk şiirleri, ilk tiyatro eserleri­ni yazan odur.       .

Yalnız bu kadar değil! Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Batılı olmak, Batı medeniyetinin müesseselerini kabul et­mek mücadelesini en pervasız yürütenlerden birisi de o idi. Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması, eski tâbiri ile “Taaddüdü zevcat”m (Birden fazla kadınla evlenme) kal­dırılmasını yine ilk defa o istedi. Bu fikri Millet Meclisi Kürsüsü’nde müdafaa ederken kapak gürültüleri, “sus” ses­leri, ıslıklar tepinmeler arasında şu sanat ve his dolu cümle­yi söyliyecek, işittirecek kadar kendisine hâkim oldu:

“Efendiler, yumruklarınızı sıralara, ayaklarınızı yerlere değil, benim, bizim, hepimizin zavallı annelerimizin, nine­lerimizin, kızlarımızın başlarına vuruyorsunuz! ”

Heyhat! O, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, yal­nız hasımlar, muhalifler, muhafazakârlar tarafından değil, kendi dostlarınca da anlaşılamıyor, susturulmak isteniyor­du! Bir zaman geldi ki reislerden yalvararak söz istemek zo­runda kaldı:

“Beş kelime söyliyeceğim, rica ederim, söz veriniz!”

“Beş kelimeyi böylece söylemiş oldunuz!”

Kahkahalar arasında durmadan “söz isterim, söz isterim” diye bağırıyordu!

Birinci Meclis’in çok meşhur mebuslarından biri, galiba Hoca Vehbi Efendi, kendisi de içinde, bütün muhafazakâr­ların hasmı olan bu hatibin konuşmalarını Nasreddin Hoca’nıtı eşeğine benzeterek şu hikâyeyi anlatırdı:

“Nasreddin Hoca’nm eşeği bir dağ tepesinde giderken yandaki uçuruma yuvarlanıyor. Hoca hayvanın dört ayağını kanat gibi açarak inişine hayretle bakıyor, “bizim eşek ne güzel uçuyor” diye bağırıyor. Fakat biçare eşek bütün hızı ile yere çarparak parça parça olunca Hoca mırıldanıyor:

“Uçmasını bildi amma, konmasını bilemedi.”

Vehbi Efendi hikâyeyi anlattıktan sonra ilâve ediyor: “Bizim ... konuşmaları da iyi başlıyor, fakat fena bitiyor!” Karısının hastalığı, Meclis’in kendisine reva gördüğü bu davranışlar, bir türlü anlaşılmayışı onu, zaten düşkün oldu­ğu içkiye daha çok koşturuyor, hazan günlerce evinderi çık­madan odasına kapanarak alkol, istihza edilen fikirleri, kı­rılmış kalbiyle baş başa kalıyordu!

Dumlupmar Meydan Muharebesi’nin birinci yıldönümü büyük tezahüratla kutlanmıştı. Bu merasime babam, ağabe­yim Abdurrahman ile beni de götürdü. Merasimden sonra İstanbul’a gidiyorduk. Sabaha karşı vagonun sahanlığına çıkmıştım. Birden biraz ötede iki gölge belirdi. Birisi öteki­ni kollarından yakalamış en ağır küfürlerle hırpalıyor, ha­karet ediyordu! Ötekisi: “Yapma kardeşim, bağırma, rica ederim sus!” diye yalvardıkça, bu daha da coşuyor, hücu­munu daha da artırıyordu. Dikkat ettim, gölgelerden biri, çok meşhur bir şâir, küfreden ise babamın arkadaşıydı!

Onu son defa, Ankara’da, güneşli bir sonbahar günü, Ka­vaklıdere’deki evinin bahçesinde gördüm. Beni yanına otur­tarak, bir kolunu boynuma doladı: “Sizi de kendi çocukla­rım gibi seviyorum” dedi. Biraz sustuktan sonra devam etti: “Ben hastayım, çok hastayım, babana söyle.”

Yüzü siyaha yakın sarı idi, bir iskelete benziyordu! DİNSİZ MÜTEFEKKİR!

H

AFIZAMDA, çocukluğuma ait hâtıraların tâ dibinde yarı tat, yarı koku, biraz ses, çizgileri silinmiş birkaç yüzden ibaret bir tablo yatmaktadır. Loş bir koridorda sıcak bir kadın eli, elimden tutmuş beni hızla götürüyor. Sol ta­rafta duruyoruz, bir anahtarın döndüğünü duyuyorum. Ka­pı açılıyor. Pencereden giren ışıkla hafif aydınlık küçük bir odada burnuma armut, elma kokuları geliyor. Gözlerimi raflarda parlayan renk renk reçel kavanozları alıyor. Duvar­dan salkımlar halinde sucuklar sarkmakta. Yerde duvar di­bine dizilmiş üstü açık sandıklarda kayısı ve vişne kurusu, fındık, ceviz, badem renk renk açılmış durmakta.

Kadın ceplerimi bu kuru yemişlerle dolduruyor, bir do­laptan kahve fincanı büyüklüğünde kaim camdan yapılmış bir şişe alıyor, onu elime verirken sevinçten titriyorum, bu çok sevdiğim ve o zamanın “Murabba” denilen koyu, ağız­da sakız gibi çiğnenebilen Vişne Reçeli’dir. Kadının yumu­şak eli yüzümü okşuyor, “daha ister misin?” diyen tatlı se­sini işitiyorum.

Bu kilerin sahibi, bu kadının kocası devrinin çok çeşitli fikir cereyanları arasında mütefekkir bir baş olmak hevesi­ne kapıldığı zaman etrafının birdenbire boşalmış olduğunu gördü.

Doğuş yerleri bakımından kendisine yakın arkadaşların­dan biri, Ziya Gökalp Milliyetçi fikrin mürşitliğini, İkincisi Süleyman Nazif Ümmet ve İslâmlık cereyanının rehberliği­ni çoktan kapmışlardı. Milletler ve dinler yığını İmparator­luğun idare muvazenesini sağlayan bu mânevi postlar elden gittikten sonra ona ya azınlık milletlerden kendisine en ya­kın diye iddia edilebilecek olanın Reisliği, yahut da hem milleti, hem ümmeti inkâr eden fikrin bayrakdarlığı kalı­yordu. Birinci yolu tutmağa cesaret edemedi. İkinci yola sa­parak kendisine Dinsiz dedirtmekten çekinmedi. Bir kere, dinsizliği, uğrunda döğüşebileceği gaye diye kabul ettikten sonra artık hayatını da değiştirmesi lâzım gelir diye düşün­dü. Kendi halinde sâkin, beyaz yüzlü, balık etinde, az ko­nuşan, çok gülen sevimli karısını sudan sebeplerle boşaya­rak ince uzun, şık, kocasının arkadaşları yanında serbest konuşan, açık fikirli, malûmatlı gözükmeğe çalışan bir ka­dınla evlendi. O günden sonra da benim için yarı karanlık koridordaki anahtar gıcırtısı, loş kilerin tatlı kokusu, o ren­gârenk kuru yemişler kayboldu.

Babamın bu dostu yalnız fikrinin, bazan kendisinden bir­çoklarını nefret ettirecek kadar cemiyetimize yabancılığı ile değil, ince uzun boyunun, dar omuzlarının üstünde iri ta­neli çiçek bozuğu esmer başının çirkinliği ile de göze batı­yordu. Çıkardığı mecmuanın hemen her sayısında da bu çirkin yüzün bir, bazan da iki ve daha çok resmi eksik ol­muyordu.

İttihat ve Terakki liderleri Ümmet yani İslâmlık ve Millet ve Milliyetçilik fikir ve temayüllerine, gereğine göre birin­den diğerine farklı olmakla beraber, aynı zamanda iltifat et­mişlerdir. Fakat bu her iki prensibin de düşmanı olan din­sizliğe asla yüz vermediler. Bunun içindir ki babamın bu ar­kadaşı onların gözünde hep şüpheli bir insan olarak kaldı. O da buna karşı İttihat ve Terakki reislerini hücum ve ten­kitlerine hedef yaptı. Fakat her çeşit fikir cereyanlarını mü­samahanın geniş kanatlan altında himaye eden Ziya Gökalp, Garb’m, Güstav Lebon, Ernest Renan gibi büyük mü­tefekkirlerinden eserler tercüme eden, fikirler getiren, Fransız Inkılâbı’nm İnsan ve Vatandaş Hak ve Hürriyetleri prensiplerini, kendisini biraz da Robespier’e benzeterek he­yecanla anlatan bu hemşerisine İttihatçılardan zarar gelme­sini önledi.

İnsanlar tesadüflerin elinde iradelerinin kuvveti veya za­afı nisbetinde oyuncak oluyorlar. Babamın bu dostu da za­yıf iradeli idi, çevresindeki değişikliklerin kendisine yarattı­ğını zannettiği fırsatlardan istifade etmeyi ancak küçük he­saplarla düşünebiliyordu. .

Mütarekede İttihatçıların düşmesi onun için ileri çıkmak, parlamak imkânını veren fırsat oldu. Fakat yeni idarecilerin din mevzuundaki taassubu karşısında Mütareke’nin şartlariyle belirmiş seviyesiz bir imkâna baş vurdu. Bu sefer onu, dostları hayretler içinde, düşmanları sevinerek Sait Molla’nın yanında “Kürt Teali (Yükselme) Cemiyeti’nin” içinde gördüler. Artık dinsiz telâkkilerini ilân ve müdafaa etmesi­ne rağmen Batının fikir ve edebiyat hâzinelerinden Türk­çe’ye birçok büyük adamların birçok eserlerini kitap ve ma­kale halinde getirdiği için kendisini tutan son bir çevre de bu hareket karşısında onu birden bıraktı.

Şimdi en seviyesiz cinsinden bir siyasî hayatın içinde yu­varlanıyor, Mütareke’nin Türk tarihinde yerlerini “meş’um” sıfatiyle almış insanlarının peşinden ayrılmıyordu. Anado­lu’nun zaferi bu devreyi de kesip koparınca Itilâfçılarla be­raber memleketten kaçmağı düşündü. Fakat ne buna yete­cek parası vardı, ne de fazla lüzum görüyordu. Memlekette kalışı Yüzellilikler arasına girmekten onu kurtardı. Bir kaç zaman hemen hemen hiç kimseye gözükmeden matbaası­nın karanlık köşelerinde yaşadı.

İçi, unutulmuş olmanın acılariyle, kafası kendisini yine göstermek hırsıyle dolup taşıyordu. İnkılâpların başlaması ona tekrar meydana çıkmak için en iyi imkân gibi geldi. La­tin harflerinin kabulü uğrunda daha İttihatçılar zamanında döğüşmemiş miydi? Bu hareketi şöhretini birdenbire arttır­mış, Batı medeniyeti taraftarlarının hayranlığını çekmişti. Şimdi de yine böyle bir sıçrayış yapabilir, bir anda, yeni devrin büyükleri yanında yer alabilirdi.

Bir gün onun imzasını taşıyan ve neslimizi kuvvetlendir­mek, eski tâbiriyle “istifaya (temizlemeye) tâbi tutmak” için Avrupa’dan, Amerika’dan “Damızlık Erkek” getirilmesini istiyen yazıyı okuyanlar önce şaşırdılar, sonra dehşet içinde kaldılar. Yalnız Babıâlî’de değil, Memleketin aydın, cahil her tabakasında kıyametler koptu. Atatürk tasarladığı İçtimaî inkılâpların bu çeşit fikirlerle sarsılabileceğini düşündü. En yakınlarından, hem de şöhretini yazı ve fikirle değil, Ata­türk’ün bir işareti ile gözünü kırpmadan her hareketi yapa­bilecek insan diye yapmış birisine bu makaledeki “ahlâk, milliyet, din, haysiyet, şeref mefhumlarına aykırı” fikirlere şiddetle hücum eden bir yazı yazdırdı. Bu, hakikatte dinsiz mütefekkirin kanaatlerine indirilmiş ilk yumruktu. Verece­ği en ufak cevabın karşılığı korkunç olabilirdi. Kalemini bir daha eline almamak üzere kırmaktan başka çaresi kalma­mıştı.

Harbîye Naziri'nin Kardeşi

B

ÜTÜN aile büyük oğlun kanadı altında en ileri mevki­lere eriştiler. Bu büyük evlât, Osmanlı İmparatorlu­ğunun son senelerine hâkim olan en güzel'yüz, en cesur hamle, en tnütevazi hayat idi. O zamana kadar ismi, cismi bilinmiyen yirmibeş yaşındaki kaymakam (yarbay) kardeşi­ni Türk İttihadı, “Kızılelma-Turan” hülyasının gerçekleş­mesine memur etmesi, bu üç vasfı sayesinde hiçbir itiraza uğramadı. Hele Osmanlı Ordusu’nun Doğu hudutlarım aşa­rak, Ermeni katliâmına mâruz koca bir Türk kütlesini felâ­ket gününün arifesinde kurtardığı haberi İstanbul’a gelince başka cephelerdeki bozgunlukların acısı unutularak mem­leket yeni bir hayatın şevkiyle canlandı. Heyhat! Bu geçici, çok geçici bir neşe idi. Muazzam çöküntünün son güruhuleri pek yakında işitilecekti. O gün geldi, ailenin büyük oğ­lu gözden kaybolarak efsane ve maceraların kahramanı ha­linde her gün bir diyardan ses vermeğe başladı. Fakat artık bu yolda yalnız değildi. Küçük kardeşi onun Türk âlemin­deki şöhretini kolaylıkla paylaşıyordu. Kafkas İslâm Ordu­su’nun genç kumandam hakkında anlatılan hikâyeler, yazı- lan şiirler, bestelenen şarkılar dillerde dolaşıyor, milyonlar­ca kalb, kadın, erkek, çocuk kurtuluş ümitlerini ona bağlı­yordu!

Babam bu genç kumandanın siyasî müşaviri tayin edile­rek beraberce Kafkasya’ya gitmişti. Meb’usluğu da muhafa­za ediyor, bu suretle Osmanlı Meb’usan Meclisi’nin kurtarı­lan Türk ülkelerinde ilk temsilcisi oluyordu. Esir bir Türk yurdundan hür ve müstakil Türk vatanına iltica etmiş ba­bam için, şimdi bu esir yurdun kurtarıcıları arasında bulun­mak sonsuz bir saadet teşkil ediyor, genç kumandana hiçbir zaman çözülmiyecek, kopmıyacak bağlarla bağlanıyordu! Hâtıra defterlerinde onun hakkında yazılmış sahifeler bize yirmi beş yaşındaki ^kumandanın ahlâk ve ruh sağlamlığım heyecanla anlatmaktadır. Bu genç adamın emri altındaki subayların, kumanda ettiği ordusunun, geçtikleri yerlerde bıraktıkları tek intiba hayranlıktı! Ona birtakım ihtiyaçları olabileceği hatırlatılmak istendiği zaman verdiği cevap şu oldu:

“Arkadaşlarım ve ordum bana bakıyor. Onların da arzula­rı, ihtiyaçları vardır. Bir kere bu yola girersem artık kimseyi tutamam. Bana bir daha böyle şeylerden bahsetmeyiniz.”

Mütâreke oldu. Yeni hükümet Kafkas Ordusu’na dönmek emrini verdi. Genç kumandan subay arkadaşlarını toplıyarak “ben dönmiyeceğim,” dedi, “sizler serbestsiniz!” Sonra kendisiyle beraber kalanlarla Kafkasya’yı işgal etmeğe baş­lamış Ingilizler’e karşı mücadeleye koyuldu. Bu onun için yepyeni bir sergüzeşt devresinin başlangıcıdır. İsteseydi orada Azerbaycan Hükûmeti’nin başına geçebilirdi! Halk bunu teklif, hattâ ısrar ediyordu. Fakat o, Ingilizlerin kendi şahsiyetini bahane ederek müstakil bir Türk Devleti’nin, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulmasına mâni olabilecek­lerini düşündü ve kuvvetlerinin başında bir yandan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin teşekkülüne mâni olmağa çalışan 42

Ermeniler ve Ingilizler’le döğüşürken, öte yandan yeni Cumhuriyetin ordusunu hazırlıyan tedbirler almağa başla­dı. Hayatının bu safhası şiirlere, şarkılara, efsânelere mevzu olan maceralarla doludur. Ingilizler’e esir düştü, hapishane­den kaçarak İran’a geçti, tekrar Azerbaycan’a döndü, niha­yet hiçbir ümit kalmadıktan ve Türkistan’da ağabeysi En­ver’in kahramanca şehit olduğunu öğrendikten sonra Avru­pa’ya geçti.

Babamdan bana kalan birkaç dosttan biri de odur! Sene­lerce süren münasebetlerimizin bende bıraktığı intiba babammkinin aynıdır. Güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeden yavaş yavaş ihtiyarlıyan bu adam, hayatının son on senesin­de âilesinin, vaktiyle katliâmlardan kurtardığı Türk ülkeleri muhacirlerinin, nihayet İttihat ve Terakki’den hayatta kal­mış son insanların etrafında toplandıkları, ümit, teselli, he­yecan buldukları bir birleşme noktası oldu. Ankara’da Yeni­şehir’de Hüseyin Baha’nın evindeki odası onunla çok sami­mî, çok heyecanlı görüşmelerimize şahittir! Eski bir ittihat­çı, hakikî bir milliyetçi olan Hüseyin Baba, ittihat ve Terakki’nin tek vârisi olarak hâlâ hayatta!

Hüseyin Baba için ittihat ve Terakki’nin “tek vârisi’’ diyo­rum. Bu hakikî bir vaziyetin ifadesidir! Merhum Eyüp Sabri ile Hüseyin Baba kendilerine emânet edileni saklamasını bildiler...[I]

Kafkas Orduları’nın eski başkumandanı Türk Dünya­sı’ nın esaretten kurtulması için beslediği ümidi hiçbir za­man kaybetmedi. İkinci Dünya Harbi’nde bu ümidinin ha­kikat olabileceğine bile inandı! Kendisiyle o zaman yaptı­ğım bir görüşmeyi şimdi çok iyi hatırlıyorum:

Bana zamanın Başvekili ile konuşmasını anlattı, Alman Orduları’nm tâkip ettiği yolu haritada uzun uzun gösterdi, Almanya’da gelecekteki Türk Devletleri’nin hükümetlerini şimdiden kurmak lâzım geldiğini, bu maksatla bazı temas­lar yaptığını, artık burada ticaret işlerini tamamen tasfiye ederek Alman Orduları’yle birlikte Rusya’nın içine kadar gi­deceğini, bu yoldaki düşüncelerini teferruatına kadar söyle­dikten sonra “tek bir şeyden korkuyorum diye ilâve etti, bu Alman liderleri kaba adamlar! Halk psikolojsinden anlamı­yorlar. Rusya tamamen yıkılmadan esir milletlere istiklâl­den bahsetmek istemiyorlar. Halbuki bu milletlerin istiklâl­lerini, onlara ait hükümetleri Berlin’de kurarak şimdiden ilân etmeleri lâzım gelir! ”

Şüphelerimi söyledim, daha Birinci Dünya Harbi’nin so­nunda Alman Orduları’nm bizim müttefikimiz olduğu hâl­de Kafkasya’da bizzat kendisiyle nasıl çarpıştıklarını hatır­lattım, “mağlûp olmağa mahkûmdurlar, çünkü kabadırlar, mağrurdurlar, biraz da zâlimdirler” dedim!

Almanya’ya bu heyecanla gittikten üç ay sonra döndü. İlk karşılaşmamızda “çok meyus geliyorum, bu adamlar bir şey yapamıyacaklar, anladım,” diyerek uzun uzun Alınanlardan şikâyet etti!

Osmanlı Ordusu’nun hâtıraları arasında büyük şerefli ye­rine, mensup olduğu ailenin şöhretine, bu âileden bir kıs­mının devam eden siyasî ve askerî kudretine, rağmen, Dev­letten vazife istemeden basit bir vatandaş olarak kendisine, önce seçtiği meslek çinicilik oldu. Bu onun çocukluğundan beri üzerinde durduğu, hakikî sanatkâr ruh ve hevesiyle ele aldığı bir işti. Fakat muvaffak olamadı. Bundan sonra Osmanlı Kafkas Ordusu’nun bu eski başkumandanını bir silâh fabrikasının başında bulduk. Burada kendi icadı top tapala­rından tabancaya kadar çeşitli silâhlar, yine kendi icadı el bombalarından büyük top mermilerine kadar patlayıcı maddeleri yapıyordu.

Bütün bu icatlar üzerinde büyük şevkle çalışıyordu. Yap­tığı her mermi, doldurduğu her gülle, tezgâhtan çıkardığı her tabanca veya tapa onun gözünde Türk Ordusu’nun bi­raz daha kuvvetlenmesini sağlayan mukaddes varlıklardı! “Kızılelma rüyası”nın bu ebedî hayalperesti bana yaptığı si­lâhları gösterir ve anlatırken sesi heyecandan kısılıyor, yü­zü sararıyor, bazan da kulağıma, birtakım gizli, korkunç si­lâhların projeleri üzerinde çalıştığını fısıldıyordu.

Zeytinburnu’nda kurduğu küçük atölyeyi kısa bir zaman­da oldukça büyük bir fabrika halinde Haliç’e taşıdığı za­man, senelerden beri devam eden, birçok defa haksız reka­betlerin, ehemmiyet vermeyişlerin, mahsus çıkartılmış zor­lukların yorgunluğunu unuttu. Şimdi büyük çapta bir iş adamı olarak çalışmağa başlıyordu. Birkaç ay süren bir fası­ladan sonra Ankara’da bir öğle üstü onu İş Bankası’nm önünde gördüm. Yorgun, dalgın bir hâli vardı. Sebebini sor­dum. “Bilemezsiniz yine nasıl zorluklarla karşılaşıyorum,” diye cevap verdi, “hepsi sanki elele vermişler, bütün hasım kuvvetler, muvaffak olmıyacaksm, feryadiyle karşımda di­kilmiş duruyorlar! İçim isyanla dolu! Fabrikayı, icatlarımı, projelerimi, hepsini hepsini dağıtmak, Dünya’nm uzak, kinden, hasetten, dedikodudan uzak, gizli bir köşesine çe­kilip gitmek istiyorum!”

Teselli ettim, bu sözlerin ona hiç yakışmadığını söyledim.

Güldü, “elbette,” dedi, “hiddetimden böyle konuşuyo­rum, yoksa bu merhaleyi de muhakkak atlatacağım.”

Dört gün sonra elime aldığım ilk sabah gazetesinde İstan­bul’da bir silâh fabrikasının havaya uçtuğunu okudum. Ön­ce üzerinde durmadım. Aradan belki yarım saat geçmişti, okuduğum haber birdenbire aklıma geldi. Gazeteyi tekrar açtım, bu sefer içime şüphe düştü, havaya uçan fabrika aca­ba onunki miydi? Gazetede yazılan çok müphemdi. Hüse­yin Baha’yı telefonla aradım, “evet, onun fabrikası,” dedi ve titrek bir sesle, “fecî bir ihtimâl de var! Kendisi fabrikada imiş! Şimdi hiçbir tarafta bulunamıyor” diye ilâve etti, Bu “fecî ihtimâl” ertesi gün gerçek oldu. Turan idealinin en te­miz, en saf, en imanlı âşıkı, vücudundan tek zerre dahi bı­rakmadan, bir an içinde yokluk âlemine dalıp gitmişti. SİYASETİN ÜSTÜNDEKİ ADAM

U

Ç KARDEŞTİLER. İkisi, esmer yüzleri, uçları biraz kırmızı iri burunları, kır düşmüş siyah, kaim kaşları, insana hiddetle baktıkları zannmı veren simsiyah gözleriyle birbirlerine benziyorlardı. Boyları da hemen hemen aynı idi. En küçükleri olan üçüncüsü ise, kısa, zayıf, sarışın idi. Kestane rengi gözlerinde tatlı ışıklar yanıyordu.

Şimdi iyi hatırlamıyorum, bu değişiklik galiba Annenin ayrılığından ileri geliyordu. Fakat hiçbiri karakter, mizaç, ruh yapısı bakımından kardeş sayılmazlardı. En büyükleri yalnız ailesi, içinde değil, bütün cemiyette, hattâ Hilâliahmer (Kızılay) gibi yalnız şefkatten ibaret bir çevrede bile hırçın, sinirli, aksi idi. Bu teşekkülün reisi olarak tarihimiz­de birçok iyi işlerin yapıcısı. Fakat yine bu teşekkülün reisi olarak Kızılay aşhanelerinde fakirlere eşek eti yedirmesi şöhretinin belli başlı sebeplerinden biri olmuştu.

Ona benzemiyen diğer kardeşi, yumuşak, sakin, az konu­şan, kimbilir hattâ az düşünen bir adamdı. Ben bu üç kar­deşten yalnız birinin üzerinde, babamın, annemin, benim, kardeşlerimin kalblerinde ve dimağlarında yakın dost, akra­ba, arkadaş, nihayet iyi insan kanaatini yerleştirmiş olan üçüncüsünden bahsetmek istiyorum.

Üç kardeşi aynı mesleğe, doktorluğa götüren sebep nedir bilmiyorum. Bir hakikat var ki bu elbise her mânası ile ve en çok, üçüncüsüne yakışıyordu. İsviçre’de tahsilini bitire­rek Türkiye’ye döndüğü günden tâ ölünceye kadar her de­virde şöhreti gittikçe artarak büyük doktor, iyi insan, bü­yük hoca diye kabul edildi. Hiç bir zaman küçük mânası ile siyasete karışmadı. Fakat cemiyetin her mevzuunda varlığı­nı hissettirdi. Abdülhamid’den Cumhuriyete kadar gelip geçmiş bütün devirlerde memleket meselelerinde fikirleri soruldu. Mütareke’de Vahdettin’in topladığı Saltanat Şûrası’nın galiplere teslim olmak kararma itiraz eden birkaç in­sandan birisi de o idi. Millî Mücadele’ye düşman Babıâli Hükümetlerini her yerde açıkça tenkitten çekinmedi. İtti­hat ve Terakki’nin fena taraflarını onun ağzından yine İtti­hatçılar kızmadan dinliyorlardı. Siyasetin böylece hep üs­tünde kalmış adam bir kerre, o da birkaç ay için yalnız ve yalnız dostluk hissinin baskısiyle tarafsızlığını bıraktı ve Demokrat Parti kurulduktan sonra yapılan seçimlerde Halk Partisi liderinin ısrarlarına dayanamıyarak onun hesabına kazanma şansını çoğaltmak için İstanbul’dan adaylığını ka­bul etti ve milletvekili oldu.

Şimdi bu satırları yazarken Cağaloğlu’ndaki evinin üst katında büyük, aydınlık misafir salonu gözlerimin önüne geliyor. Basit, sade, zarif eşyalar, duvarlarda hayret ve hay­ranlıkla baktığım tablolar, masaların üzerinde küçük, ince, elimin uzanıp dokunmağa bir türlü cesaret edemediği bib­lolar var.

Annem ile hanımı konuşuyorlar. Biraz sonra doktor içeri giriyor, ona sevinerek bakıyorum. Her zaman olduğu gibi yine gözlerim ayaklarında! Onun, ne evimizde, ne başka bir yerde görmediğim ayakkapları çocukluğumdan hâfızamda kalmış pek az birkaç eşyadan biridir. Ökçesiz, bana hattâ tabansız hissini veren kadife gibi siyah deriden yapılmış bu ayakkaplar ile ufak tefek vücudu arasında garip bir yakınlık var. Sonra bir aralık ayağa kalkan hanımı ile arasındaki boy ve vücut farkı yüzlerce defa gördüğüm halde yine şaşırarak gözlerimi alıyor. Bu ufak tefek adamda o iri yarı hanıma mutlak şekilde hükmeden bir hava var.

Birbirlerini İsviçre’de Tıp Fakültesinde tanımışlar, kadın Gürcistan’ın çok asîl, tanınmış ailelerinden birine mensup! Bir yandan Gürcülükten gelen hususiyetleri, öte yandan ze­kâ ve his derinliği karşısında duyduğu hayranlık, nihayet mistik Rus edebiyatının telkinleriyle yetiştiği muhitin ro­mantik âdet ve ananelerinin birleşmesinden doğan bir he­yecanla ufak tefek, iri kestane gözlü, konuşurken idealleri­ni derin, ince bir zekânın idare ettiği güzel bir lisanla anla­tan genç Türk arkadaşına bir daha ayrılmamak üzere bağla­nıyor. Ailesinin bütün ısrarlarına rağmen onunla evlene­cektir.

Babam kadının babasını ve amcalarını Kafkasya’dan çok iyi tanıyordu. Aradan seneler geçtikten sonra ya babası ya amcası bağımsız Gürcistan’ın cumhurreisi oldu. Fakat dok­torun karısı o kadar Türkleşmiş idi ki bu, hâdiseyi de evlen­dikleri günden beri Gürcistan’a ve ailesine ait her haberde olduğu gibi ilgilenmeden karşıladı.

Babamın Malta’da bulunduğu sıralarda yarı karanlık bir oda hatırlıyorum. Geniş bir karyolada halsiz, yorgun yatı­yorum. Üstüme eğilmiş yüzler görüyorum. İşte annem, işte babamın dostu, işte muavini. Beni kollarımdan tutarak mu­avinine zorla iğne yaptırıyor. Çocukluğumun kâh karanlık, kâh aydınlık, bazan hazin, bazan neşeli hâtıralarının bir ço­ğunda bu Doktorun yüzü aynı berrak, aynı teselli verici, ay­nı saran, kucaklıyan hali ile beliriyor.

Gariptir, en küçüğümüzden babama kadar bütün aile fertlerinin arkadaşı! Bu onun, sevdiği ve onu seven bütün insanlar için ortak karşılanışıydı.

Yaşlarımız ilerliyor, bu sefer Doktor’a ilk aşklarımıza ka­dar bütün hislerimizi çekinmeden anlatıyoruz. Herşeyi din­liyor, bazan cevaplar veriyor, bazan yıldızları göstererek on­ların hareketlerini anlatmağa başlıyor.

Annemin hastalıklarını ilk günlerden beri tedavi ediyor­du. Bu hastalıkların şifasız olduğunu, annemi yavaş yavaş ölüme sürüklediğini çok iyi biliyordu. Bunun içindir ki onu ilâçlardan fazla telkinleriyle teskine çalışıyor, saatlerce ko­nuşuyor, hâtıralarım anlatıyor, yeni keşiflerden, edebiyat­tan, tarih ve felsefeden bahsediyordu. Ölümünden önceki birkaç sene içinde annem bazan Doktor’la yalnız kalmak is­tiyor, hepimizi odasından çıkarıyordu. Bu baş başa konuş­malardan sonra.Doktor bize hastalığın ilerlediğini, onu mümkün olduğu kadar sükûn ve huzur içinde bulundur­mamızı, yanında, o sıralarda babamın hayatını çok karıştır­mış olan siyasî hadiselerden bahsetmememizi söylüyordu. Yine bu konuşmalardan sonra annemin yüzündeki ıztırap çizgileri biraz azalmış gibi gözüküyor, bütün halinde bir müddet süren bir iyilik göze çarpıyordu. Bu gizli konuşma­larda annem Doktor’dan babamın manevî ıztırapları biraz dininceye kadar kendisini yaşatmasını istiyormuş!

Babam öldüğü vakit Doktor Bulgaristan’da idi. Döner dönmez bize geldi. Hepimizi topladı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da ölümün insan için Allah’ın huzuruna çıkmadan geçirdiği son imtihan olduğunu anlatıyordu. Ona babamın ölmeden birkaç dakika önce “İnsan vicdanı bir makinadır. Her makina gibi o da günün birinde durur” dediğini söyle­dik. “Koca Ahmet Bey,” dedi, “hayatta son sualin cevabını ne güzel vermişsin!”

Doktor’un hayatı karısının ölümünden sonra intizamını kaybetmeğe başladı. Bu sâkin, mütefekkir, yumuşak adam, hırçınlık işaretleri gösteriyor, Fakülte’de profesör arkadaşla­rına, talebelerine, dışarıda dostlarına, hattâ hastalarına karşı sert ve abus oluyordu. Herkese ıztıraplar içinde teselli ver­meğe muvaffak olmuş adam şimdi kendi kendisini sonsuz maddî ve mânevî acıların eline teslim etmiş gjbiydi. Onun bu hâli bütün hayatmca devam etmiş iyi insan şöhretini acaba sarsacak mıydı?

Yavaş yavaş kürsüsünü, hastalarını, dostlarını bıraktı. Kendisini bir tek şeye vermek istiyordu. Hayat, cemiyet, hastalık, sıhhat, iyilik, fenalık, Allah, bir kelime ile etrafını sarmış bütün maddî ve mânevî varlıklar hakkında vardığı inançları yazmak! Bu işe yorulmuş bir dimağ, yeisli bir ruh ile başladı. Daha eserinin başında iken onu birkaç ay sonra ölüme götürecek hastalığı önce kendisi teşhis etti. Ölüm, hem çok kısa bir zaman sonra erişecekti. Kimseye bir şey söylemeden eserini bitirmeğe çabaladı. Fakat günün birin­de kalemini tutamıyacak kadar takatsiz kaldığını görünce dostlarına haber verdi. Hastalığı Kanser’di ve iş işten geç­mişti. Garip bîr Avukat

K

ISA bacaklarının, şişman ağır vücudu taşıyabilmek için, hele ömrünün son senelerinde çektikleri ıztırabı hatırlıyorum. Bacakları sonunda isyan ettiler, onu ölümün­den birkaç zaman önce yatağa mıhladılar. Bu, bütün hayatı tezatlar, iniş çıkışlar içinde geçmiş insan, ondan başka aynı yaratılışta pek az kimsenin cesaret edebileceği, hayır, hattâ düşünebileceği bir işe koyuldu, dünya fikir âleminin yüze yakın eserini, yalan, yanlış, eksik, fakat korkunç bir inatla yatağında oturarak Türkçe’ye çevirdi.

Maçka’da babamın evine yakın oturuyordu. Yorgunluk­tan sallanan uşağı sabah saat beşten başlayarak her yarım saatte bir başta babam, bazı dostlara pusulalar taşıyordu:

“ Miri Muhterem,

“Ölüler Evinin Hâtıraları’mn Fransızca tercümesinde yü­züncü sayfada şöyle bir kelime gördüm. Acaba bunu Türk­çe’ye nasıl çevirsem?”

“Velinimeti mânevim,

Şu demokrasiyi bizim memleketimizde iyice anlatabil­mek için hangi kitabı tavsiye edersiniz? Hemen birkaç hafta içinde neşredeyim?”

“Büyük dost!

Ben gelemiyorum diye size hasret mi öleceğim?... Uğrar bir kahvemi içerseniz biraz da yeni tercümelerden beraber­ce okuruz, beni tashih edersiniz!”

Babam uyandığı zaman bu pusulalar onu, bazan on beşi aşmış olurdu. Tabiî ancak bir ikisine cevap verilebilir, bu da yataktaki adam için kâfi gelirdi.

Birbirine ölesiye düşman insanların aynı derecede sami­mî dostu olabiliyordu. Mütarekede İttihat ve Terakki erkâ­nını Kürt Mustafa Paşa divanıharbi önünde müdafaa et­mekten korkmadı. Halbuki İtilâfçılarm yanından da pek ay­rılmazdı. Nihayetsiz ölüm tehditlerine rağmen “Torlakyan” dâvasının gerçekten kahramanı oldu. Cumhuriyetin ilk se­nelerinde İstanbul gazetecilerinin suçsuzluğunu heybetli, korkunç İstiklâl Mahkemesi karşısında ispata çalışırken, Ankara’nın kâpah iktidar çevrelerine sokulmak imkânlarını da buluyordu.

Nihayet meşhur bir Adliye Vekilini, dünyada az siyaset adamının uğradığı şiddetli bir hücuma tutarken o devrin mutlak hâkimlerine sevimli gözükmesini de bilmişti. Bu son dâvadan hatırladığım ekserisi garip, bazısı gülünç, bir kısmı ders verici sahneler vardır:

Hâkimlerin karşısında el pençe divan duruyordu. İlk defa sanık yerinde idi. Fakat bu kafese yüzlerce kere girmiş gibi sâkin, tabiî, heyecansız. Adliye Vekilini “Bazı adamlar var­dır, günah çamuruna dizlerine kadar batmışlardır. Bazıları göbeklerine, bir kısmı başlarına kadar. Fakat şu yukarıda oturan zat -o senelerde Ankara adliye binasının üst kısmı Vekâlet idibaşından yüz kilometre yükseğe kadar günah içindedir” diye suçlarken de sesi sâkin, duruşu itaatli, hali mütevekkildi. Hasmını “Ey hâkimler, beni mahkûm etmez­seniz yarın bir kararname ile mahkemenizi ilga eder, ertesi günü başkalarından yine kurar!”, “Müvekkilimi tahliye et­tirmek için bütün kanun yollarına baş vurdum, olmadı. Fa­kat müvekkilim işini kendisi halletti, bir hanımı yukarıda­kinin aziz arkadaşlarından birine gönderdikten yirmi dört saat sonra serbest bırakıldı” diye yerden yere vurduğu cel­selerden çıkar çıkmaz aynı Adliye Vekiline, dâvadan vaz­geçmesi için zamanın en ileri, en gözde kimselerinden rica­cılar gönderiyordu.

Fakat kim inanabilirdi ki bu avukat Adliye Vekilinin en yakın dostlarından biri olsun! Vekil hattâ kendisine: “İcap ederse imzamı atarak istediğin yere benden mektup bile ya­zabilirsin!” demişti. Bir gün bu salâhiyeti kullanmak istedi. Fakat mevzu çok ince idi. Vekilin açık kartı tesirli olmadı. O zaman hiddetinden, Vekili, “Çankaya’da Türkiye’nin en büyük adamına” adresiyle bir mektup yazarak Atatürk’e şi­kâyet etti. Mektup Cumhurbaşkanlığından Adliye Vekiline gönderildi, Vekile hakaret ve isnad suçiyle dâva başladı. Mahkemede bağırıyordu:       '

“Makamı iddia (Savcı) benim mektubu Cumhurreisine yazdığımı söylüyor. Hayır, ben Cumhurreisine değil, Türki­ye’nin en büyük adamına yazdım. Bu zat yarın, Cumhurreisi olmak istiyorum der, çekilirse Türkiye’nin en büyük adamı sıfatını kayıp mı edecektir! Makamı iddia bu kanaat­te midir? Mustafa Kemal, üzerinde ne sıfatla olursa olsun, veya hiçbir resmî mevkii olmasın, daima Türkiye’nin en büyük adamıdır!”

Savcı renkten renge giriyor, “Mugalâta yapıyor, mugalâta yapıyor” diye çırpmıyordu.

Mahkûm oldu. Fakat bu netice bir kısım basımlarım tat­min etmedi. Hapishanede bir mahkûmdan sudan sebeplerle ağır bir dayak yedikten sonra, düşmanı yıldırmak için ken­disinin kullandıklarından başka vasıtaların da bulunabile­ceğini öğrendi.

Belki büyük avukat olmadı, ama yaman adamlığı da elin­den bırakmadı. Bunu nasıl kazanmıştı? Hayatın gündelik hâdiseleri içinden kolaylıkla sıyrılabiliyor, lüzum görürse en çetin mücadele azminin yanma en aşağıdan alınmış tes­lim kararını koymakta tereddüt etmiyordu. Hayatı, bir su­yolu oyunu gibi yaşıyordu. Her taşın altından çıkıyor, kâh avukat, kâh iş adamı, bazan fabrikatör, fakat hep meydanda adam kalıyordu.

Mütarekede babam Malta’da iken oturduğumuz evin sa­hibi bizi zorla çıkarmak istedi. Gösterdiği sebep büyüktü: Şimdi Ingilizlerin esiri eski, koyu bir İttihatçının ailesini ki­racı olarak nasıl tutabilirdi?

Annem bu yaman avukat ve dosta koştu. Dinledikten son­ra acele acele “Sitâre Hanım” (annem) diye başladı, “hemen eve git, en eski elbiseni giy, üstünü başını biraz parçala, saç­larını dök, doğru İngiliz işgal kuvvetlerinin karargâhında kumandanın karşısına çık, ‘kocamı alıp götürdünüz, şimdi ev sahibi beni dövüyor, bu hallere koyuyor’ diye ağla, feryat et. Bana da oradan telefonla haber ver, derhal geleceğim.”

Annem, “ben bunu yapamam,” diye cevap verdi, “evvelâ yalan söyliyemem. Sonra Ingilizlere gitmek haysiyetime do­kunur!”

Babamın dostu biraz düşündükten sonra, “peki ben bu işi halledeceğim” dedi.

Bir müddet sonra ev sahibimiz tavrını birdenbire değiştir­di. Bize karşı daha nazik oldu, hattâ arada sırada eve gele­rek İtilâfçılarm aleyhinde konuşmağa başladı. Neden sonra öğrendik ki, yaman avukat ev sahibimizi şiddetle tehdit et­miş, “Anadolu nasıl olsa kazanacak, Ingilizler gidecek, o zaman evini başına yıkarım” demiş, arkasından ilâve etmiş: “Bu sözlerimi kimseye söyleme! Yoksa seni Anadolu’ya ta­raftar diye ihbar ederim.”

Adamlar vardır, kusurları, günahları teker teker iyilikle­rinden, sevaplarından fazladır. Fakat bazan bu sevaplar ara­sında öyle birisi olur ki bütün o kusurları garip birer hâtıra­dan ibaret bırakır ve adam büyük sevabı ile asıl değişmez yerini kazanır. Babamın bu dostunun kusurları da belki se­vaplarından fazla idi. Fakat sevaplarının çapı daha büyük­tü. Hele bir sevabı bence bütün küsurlarını, gölgesine kadar silip süpürmüş sayılabilir: Mütareke’nin karanlık bir dev­rinde Ermeni tehciri bahanesinin Türk idarecilerini idam sehpalarına götürdüğü bir sırada “Perapalas” önünde Azerî Türklerinin ileri gelenlerinden “Behbut Han Civanşiri” Kaf­kasya’daki Ermeni-Türk mücadelesinin sorumlularından biri sayarak öldüren Ermeni Torlakyan’m dâvasında, yalnız öldürülenin hakkını değil, bütün Türk milletinin hakkını, kütle halinde şehit edilmiş bütün Türklerin hakkını savun­mak için, sayısız ciddî tehlikelere rağmen Ingiliz diyanıharbinin karşısına çıkmakta tereddüt etmedi. Osmanlı Mebusan Meclisi’nde üyelik etmiş Ermeni avukatların Osmanlı devletine ve Türk milletine karşı savurdukları ithamları korkmadan reddetti. Yalnız bu divanıharp önünde değil, ta­rih karşısında kanlı dâvanın asıl suçlularının kimler oldu­ğunu en yüksek sesle haykırdı. Bu dâvanın zabıtları onun sesi, feryadı ile doludur. Savcı sandalyasmda oturan ve işgal kuvvetlerinin en nüfuzlu, Türklere karşı en zalim kuman­danlarından biri genç, güzel, asîl Ingiliz teğmeni onun se­sinde hakikati sezdi. Kaatile, avukatların sorduğu suallerle, nihayet hazırladığı iddianame ile Ermeni-Türk dâvasının gerçek suçlularını işaret etmek cesaretini, İstanbul’dan uzaklaştırılması bahasına da olsa, gösterdi. Deli addedilen Torlakyan ise serbest bırakıldı. Kaatil şimdi hâlâ yaşıyor mu bilmem, fakat babamın arkadaşı garip ve yaman avukat bu dâva ile en şerefli şöhrete erişti. Onun için hiçbir zaman in­kâr edilemiyecek hak budun

Topçu Bİnbaşiliğindan

BAHRİYE VEKİLLİĞİNE

S

AKARYA Muharebesi’nden biraz önce İstanbul’dan Anka­ra’ya, o sırada Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürü ba­bamın yanma gittik. Keçiören’de küçük bir bağ evi tutmuştu. Bir sabah, kapının önünde kalın bir sesin, “ağabey, ağabey” diye bağırdığını işittim. Pencereden baktım. Aşağıda açık sarı saçlı, tıknazca bir adam gördüm. Bana, “Sen Ahmet Bey’in oğlu musun?” diye sordu. Evet, dedim. “Babana haber ver, çabuk gelsin!” Babam indi, beraber gittiler. O akşam babam eve çok geç döndü. Ertesi sabah annemle konuşmalarından anladım ki Büyük Millet Meclisi’nde Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü üzerinde ağır münakaşalar olmuş!

Bu sarışın, çiy yeşil gözlü adam o günden tâ gözlerini dünyaya kapadığı dakikaya kadar yalnız babamın değil, bü­tün ailemizin hayatına karıştı. Ondan kalan acı tatlı hâtıra­larımız, ondan kalan ibret derslerimiz var! Bir insanın, ira­desinin yüzde yüz dışında kuvvetlerin tesiri altında bu ka­dar ters istikametlere sürüklenebileceğim, tezatlarla dolu bir hayatın dalgalarına bu kadar çarpabileceğini gösteren misaller pek azdır!

İttihat ve Terakki’nin gizli cemiyet olarak çalıştığı zaman­larda topçu binbaşısı rütbesiyle oynadığı fedailik rolüne fır­kanın iktidar senelerinde de, mes’ul kâtiplik gibi mevkiler­de bulunarak devam etti. Hayatının bu devresinde yakın ar­kadaşlık ettiği bir kısım insanlar onun için hemen hep felâ­ket sebebi olmuşlardır. Bunlardan Yakup Cemil Birinci Dünya Harbi içinde ölüme az daha onu da beraber sürüklüyordu. Bir başkası, yakışıklılığı, ataklığı ile meşhur bir Çer­keş mânevî ölümünün belki de hakikî sebebi!

Topçu Binbaşısı Mütareke’de Damat Ferit’e suikast hazır­ladığı için idama mahkûm edildi. Bir yük kayığında pis bir kömürcü kılığı ile Anadolu’ya kaçtı. Birinci Büyük Millet Meclisi’nin en nüfuzlu âzalarından oldu. İstiklâl Mahkeme­leri Reislikleri yaptı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve son Bahriye Vekili odur. Hapse girdi, amatör balıkçı olarak se­nelerce Boğaz sularında dolaştı; en sonunda kalbi nihayet­siz hüsranla, ümitle, kederler, tesellilerle dolu, dünya’yı bı­rakıp gitti!

Babamın onunla müşterek hareketler, kavgalar, dargınlık­lar, barışmalarla geçen bir arkadaşlığı var. Hayatında iki in­sandan vefa gördü: Babamdan ve karısından! Bu çok genç, insana temâşa etmek arzusunu verecek kadar güzel kadın, kocasını yükselişin en yukarı tepesine, düşme uçurumu­nun en derin karanlıklarına kadar ayni canlılık, ayni güzel­lik, ayni bağlılıkla takip etti.

Millî Mücadele yıllarında, topçu binbaşisı Büyük Millet Meclisi’nin “Teceddütperverlerinden” (İlericilerinden) biri idi. Birinci Grup ismi altında toplanmış Teceddütperverler’in fiilî reisi Mustafa Kemal Paşa idi. Hakimiyeti Milliye gazetesi de bu grubun fikirlerini yayınlıyordu. Gazetenin başmakalelerinin bir kısmını, Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürü olan babam üç yıldız imzasiyle yazmakta idi. Bü­yük Millet Meclisi’nde bu makaleler sık sık muhafazakâr­lardan ve muhaliflerden kurulu İkinci Grup meb’usları ta­rafından ele alınarak babama hücumlar yapılıyordu. Bütün bu mücadeleler sırasında topçu binbaşısı babamı hararetle müdafaa ediyordu.

Zafer kazanıldı. Gazi Mustafa Kemal bu sefer de Türk Milleti’nin medeniyet mücadelesine girdiğini ilân etti. Gazi bu yeni mücadelede zaferin ancak hürriyetle, hür vicdan, hür fikir, hür teşebbüs prensipleriyle kazanılacağına inan­mıştı. Nasıl İstiklâl Mücadelesi halkın kendisini idare etme­si, “Millî Hâkimiyet” esası ile muvaffak olmuş ise, medeni­yet mücadelesi de hür vatandaş prensibiyle kazanılacaktı. Gazi bu iman ile memleketin bütün aydınlarını yanma ça­ğırdı, hattâ İttihat ve Terakki’nin hayatta ve meydanda olan erkânını bile!

Gazi’nin eski İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerini beraber çalışmağa dâvetinin çeşitli sebepleri vardı. Bu suret­le bir yandan Birinci Büyük Millet Meclisi’nde kuvvetli hi­zipler teşkil etmiş bulunan İkinci Grup âzaların memleket içinde siyasî faaliyetlerine karşı taze unsurlar çıkartarak muvazene sağlamayı düşünüyor, öte yandan hem tecrübeli, cesur, atak, hem de kendilerine memlekette tekrar maddî ve mânevî mevkiler verilmiş olmanın doğurduğu minnet hisleriyle ona bağlanacak bu insanları ileride yapmağı tasar­ladığı inkılâplarda kullanmak istiyordu.

Nihayet bütün ihtiras, karakter, emellerini çok iyi bildiği eski arkadaşlarının kendisine karşı bir kuvvet olarak top­lanmalarını da bu sayede önlemiş olacaktı.

Fakat, Gazi’nin inkılâpların mümkün olduğu kadar kan­sız, mücadelesiz, itidalle, sükûnetle gerçekleşebilmesi için düşündüğü bu tedbirler ancak kısmen netice verdiler. Bu eski İttihatçıların bazılarıyla İkinci Grubun şefleri, hattâ Millî Mücadele’nin bazı büyük isimleri kolaylıkla birleştiler, yanlarında vatandaş haysiyet ve şerefini hiçe sayan, şantaj, tehdit, hile, tezvir, fesat, istihfaf metodlariyle Millî Mücadele’nin başında bulunanları küçültmek yoluna sapmış bir kı­sım insanlar yer aldı. Başta din olmak üzere bütün mukad­des mefhumları seviyesiz bir politika hevesine âlet eden bir zihniyet birdenbire Gazi’nin karşısına dikildi.

O zaman tedbir almak lüzumu duyularak Millî Mücadele’nin kazanılmasında büyük rolleri olan İstiklâl Mahkeme­leri yine kuruldular. Topçu Binbaşısı, Millî Mücadele’de ol­duğu gibi yine bu mahkemelerin reisidir. Fakat bu aynı za­manda onun için korkunç bir husumetin de başlangıcı ola­cak! Kendisine verilen bu vazife bir kısım insanlara göre bir infaz işi idi. Ankara’dan İstanbul’a giderken istasyonda ko­luna girerek onu kalabalık uğurlayıcılar arasından bir kena­ra çekip kulağına: “Sizden inkılâbın korunmasını bekliyo­rum” diye fısıldıyan sesin sahibiyle, Millî Mücadele’de İngi­liz casusu Mustafa Sağir’i sehpaya çıkarmış İstiklâl Mahke­mesi Reisi’nden, korkunç bir iftira ile Ağa Han’ın casusları olarak gösterilen insanlar için de ayni kararı bekliyenler onun bunların suçsuzluğunu ilân eden hükmü karşısında önce şaşırdılar, sonra bütün husumetlerini ona çevirmekte tereddüt etmediler, vurmak için sırasını beklediler!

Gazetecilerin beraat etmiş olmalarının ilk reaksiyonunu İzmir’de gördü. Mahkemeden sonra İstanbul’da masumluk­larını ilân ettiği insanlarla beraber yemek yemiş, samimî konuşmalar yapmış, hattâ daha ileri giderek onların Gazi ile görüşmesini istemişti. Bu maksat ile yazdığı mektupları iyi karşılayan Atatürk görüşmenin bir şarta bağlı olduğunu da bildirmişti. Gazetecileri kendisi davet etmiyor, onlar ka­bul edilmek ricasında bulunuyorlardı. Gazi o sırada İz­mir’de idi. Gazeteciler! oraya gittiler, Tasviri Efkâr’da davetin Gazi tarafından yapıldığını yazdığı için kabul edilmiyen merhum Velid Ebüzziya hariç, diğerleri Gazi ile görüştüler.

İstanbul İstiklâl Mahkemesi Reisi de aynı zamanda Izmir’e geldi ve önce yine orada bulunan Başvekili görmek is­tedi. Başvekil misafir kaldığı evde olduğu halde yok dedirt­tikten bir dakika sonra, hemen hemen onun gözleri önün­de evden çıkarak otomobiline bindi ve yanından selâm ver­meden geçip gitti.

Bu hâdiseden sonra da öteden beriden yine acı imâlar, ya­rı şaka tenkitler, kendisini inkılâbın zaruretlerini hissetme­miş olmakla itham eden • târizler devam etti. Eğer başvekil değişerek yerine Fethi Bey Kabinesi gelmese idi, eski Topçu Binbaşısının âkıbeti belki de o zamandan belli olacaktı. Fet­hi Bey Kabinesi’nin kurulmasiyle beraber bir Bahriye Vekâ­leti teşkiline karar verildiği vakit Gazi Mustafa Kemal’in ak­ima bu yer için gelen ilk adam o oldu. Siyasî hayata binbaşı rütbesiyle atılmıştı; şimdi Bahriye Vekilliği koltuğuna otu­ruyordu. Bu askerî bir vekâletti, o halde kendisini birdenbi­re birkaç rütbe atlıyarak amiral olmuş görmekte haklıydı. Bu masum hissin heyecaniyle bir yandan hakikî bir amiral otoritesi takınarak perişan donanma artığını, biraz çekidü­zen vermek için ele alırken, öte yandan kendisine de yine hakikî bir amiral eda ve kıyafeti vermeyi ihmâl etmedi. Ga­zetelerde başında bahriye şapkası, beyaz pantalon, lâcivert ceketli resimleri sık sık çıkıyordu. Hattâ daha ileri gitti; kü­çük oğluna amiral üniforması yaptırdığı gibi Keçiören’deki basit, mütevazı evinin kapısına bahriye ve donanma arması şeklinde kulplar taktı. Artık dillerde destan oluyor, donan­ma için yaptığı en iyi şeyler bile acemi, toy hareketleri yü­zünden alay mevzuu haline geliyor, onun dâire âmirlerine tasarruf maksadiyle mürekkep şişelerinin kapaklarını, için­deki sıcaktan buhar olup uçmasın diye hep kapalı tutmak emrini verdiği yolunda hikâyeler anlatılıyordu!

Şeyh Sait isyanı başladığı zaman takip etmek istediği yu­muşak politikanın Hükümet Reisini zayıflattığını hisseder etmez kabinede Hariciye Vekili ile beraber şiddet taraftarı oldu. Bu suretle tekrar hükümet başına geçeceğini sezdiği insana yaklaşmak istiyor, çok benimsediği Vekilliği emniyet altına almağa çalışıyordu.

Hâdiseler tahminlere uygun çıktı. Fethi Bey çekilerek ye­rine İsmet Paşa Başvekil oldu. Fethi Bey’e karşı yeni Başve­kili tutmuş olmakla beraber kökleri Millî Mücadele senele­rine kadar inen endişeleri vardı.

Meşru tiyet’ten önce Edirne’de Hançer ve Kur’an üzerine gözü kapalı yeminlerle gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne âza yapılmasına rehberlik ettiği İsmet Paşa’yla yıldızları bir türlü barışamamıştı. Fena tesadüfler onları hemen hep kar­şı karşıya getiriyordu. Bursa’nm Yunanlılar tarafından alın­masına sebep olan askerlik hatâlarını her yerde şiddetle tenkit etmişti. Ankara İstiklâl Mehkemesi Reisi olarak Garp Cephesi Kumandanının, Ali İhsan Paşa hakkmdaki itham­larını tetkik etmiş, meselenin İstiklâl Mahkemesi’ni ilgilen­dirmediğine karar verirken, bir raporla da Mustafa Kemal Paşa’ya bu ithamların hiçbirinin doğru olmadığım bildir­mişti. İstanbul gazetecilerinin beraati bütün bu hâdiselerin son halkası olmuştu. İşte bu düşüncelerle doğru Atatürk’e gitti, “Paşam” diye başladı, “aklımda hayalimde yok iken beni vekil yaptınız, büyük hevesle hizmete başladım. Fakat şimdi hükümet değişiyor. Başvekilin bana karşı öteden beri görüşünün ne olduğunu bilirsiniz. Beni tutun da Bahriye Vekilliğinde kalayım. ”

Atatürk, gözlerinin içine bakarak cevap verdi:

“Hükümeti ben teşkil edeceğim, İsmet Paşa değil! Sen yi­ne Bahriye Vekilliğinde kalacaksın.”

Eski Topçu Binbaşısı böylece yeni hükümete de girdikten sonra kendisini amirallik havasına ö kadar kaptırdı ki en ya­kın dostları bile onun bu gururlu edasından gücenmiye baş­ladılar. Yalnız karısı bu hallerini elinden geldiği kadar önle­meğe çalışıyor, dostlariyle arasında hiç değilse uzaktan alâ-

kayı sağlayan vasıta oluyordu. Bir gün babam kızı gibi sevdi­ği bu güzel kadına kocasından şikâyet etti: “Niçin vekil olunca burnu büyüdü?” Ertesi gün Büyük Millet Meclisi ko­ridorlarında Bahriye Vekili ile Kars Meb’usu arasında mecli­sin dedikodu ve kulis entrikaları tarihinde yeri olan bir mü­nakaşa geçti. Bahriye Vekili koridorda meb’uslarm arasında babama yaklaşarak yüksek sesle konuşmağa başladı:

“Sen karıma burnumun büyüklüğünden bahsetmişsin! Unutma ki Birinci Meclis’te seni en ağır şekilde hırpalarlarken ben müdafaa ettim.”

Babam sükûnetle cevap verdi:

“Eğer o zaman beni müdafaa etliysen masum ve haklı ol­duğumu bildiğin için bunu yaptın. Haklı olmadığım halde müdafaa etmişsen vazifeni ihmal etmiş vaziyettesin. Düştü­ğün tezat uçurumunu görüyor musun?”

Araya girdiler, ayırdılar. Fakat selâm sabah da kesildi.

Birkaç ay geçti. Bahriye Vekili’nin hükümetteki yerinin sarsılmağa başladığı rivayetleri onu gittikçe daha haşin, da­ha sert, daha sinirli yapıyordu. Nihayet bir gün kendisine Vekâlet’in yakında ilga edileceğini bildirdiler. Bu onun için ağır darbe oldu. Gerçekten hayırlı işlere başlamıştı; donan­manın ayakta sayılan tek parçası Yavuz’u tamir ettirmek için lâzım gelen bütün tedbirleri almış, Başvekil’in, hattâ bütün hükümetin kabul ettiği firma ve şartlarla mukavele imzaya hazır hâle gelmişti. Cumhuriyet Donanması’nm te­melini, çekirdeğini teşkil edecek Yavuz’un tâmirine ait şere­fi elinden kaçırmak istemedi. Bir çocuk toyluğu ile, Başvekil’in verdiği muvafakate de güvenerek vazifesinin bitmesi­ne birkaç gün kala mukaveleyi imzaladı. Bu, kanun bakı­mından değil, fakat siyaset bakımından büyük hatâ idi. He­le tâmir işinin verildiği firma mümessilinin İttihat ve Terakki’nin eski tanınmış fedailerinden olduğu gözönüne alınırsa hatânın affedilmez olduğunu kabul etmek icabeder. Bu su­retle imzalamadaki acelenin, Yavuz’un tamir şerefini kazan­maktan ziyade bir zamanlar ayni fırkanın içinde, ayni saf­larda, ayni vazifeleri beraberce gördüğü eski dostları hima­ye ve onlar vasıtasiyle menfaat temin etmek maksadına da­yandığı iddiası kuvvetli bir delil buldu.

Halbuki bu eski dostları himaye ve onların eliyle menfaat sağlamak düşüncesi hiç değilse bu işte asla akima gelme­mişti. Evet, etrafında hemen herkesin iş takip ettiği, ecnebi firmalara komisyonculuk yaptığı, devlete karşı bu firmala­rın mümessilliğini kabul ettiği, bütün bunlarda da hiçbir mahzur görmediği bir zamanda, o da bazı dostlariyle bu çe­şit işlere girmeyi tasarlamıştı. Fakat şu Yavuz-Havuz mese­lesinde Sapancalı Hakkı’yı ona tavsiye edenler başkaları, hem de arzularına emir diye itaat edeceği başkaları idi. On­lar da daha Millî Mücadele’nin ilk günlerinde Sapancalı Hakkı’nm kendilerine para yardımlarını hatırlayarak bu es­ki, koyu İttihatçı fedaiye gerçekten zor bir zamanında yar­dım elini uzatmak istemişlerdi.

Şimdi siyasete girdiği günden beri ilk defa işsiz güçsüz bir adam olmuştu. Yalnız milletvekili, üstelik gözden düşmüş! Bu ona ağır geliyor, onu kovahyan husumet istediğinden çok daha ağır bir yükü hemen omuzlarına yükliyecekti! Bir siyaset adamının en zor vazifesi, millete hesap vermek vazi­fesi karşısında idi. O, Başvekil ve Kastamonu meb’uslarmdan biri tarafından verilen ve “Yavuz ve Havuz meselesi” üzerinde Meclis tahkikatı açılmasını talep eden takrirlerle bu vazifeye çağrıldığı zaman korkunç kinlerin saklandıkları pusulardan birdenbire meydana fırladıklarını gördü. Bir kaç eski dost dışında, bütün Meclis aleyhinde idi.

Burada Cumhuriyet Tarihi’nin bir dedikodusundan bah­setmek mümkündür. İlgililerin hemen hemen hepsi öldü­ler. Bu dedikodu ne dereceye kadar doğru, bilmem, yalnız onu bizzat eski Bahriye Vekili’nin ağzından da dinledim.

Urfa Meb’usu Ali Sâip her yerde onun hakkında konuş­makta, onu itham etmektedir. Yavuz-Havuz dâvasında Diyânıâli’de (Yüce Divan) aleyhinde çok şiddetli şekilde şaha­dette bulunmuş. “Ben bildiklerimi Ağaoğlu Ahmet Bey’e de söyledim. Nedense inkâr ediyor” diye bir söz de söylemişti. O akşam babam kendisini telefonla her tarafta aradı. Niha­yet gecenin ilerlemiş bir saatinde Hâkimiyeti Milliye gazete­sinde buldu. Sahne gözümün önündedir. Babam telefonla bağırıyor:

“Sen, ben Ahmet Bey’e her şeyi söyledim, nedense inkâr ediyor, demişsin. Bunları bana ne zaman söyledin? Sen bir   , bir     .! Seni buna teşvik edenleri de biliyorum. On­lar da birer...... ., birer.

Annem babamın kolundan çekiyor, “Ahmet, Ahmet söy­leme” diye yalvarıyor!

Acaba merhum Ali Sâip’in Bahriye Vekili’ne karşı duydu­ğu kırgınlığın sebebi ne idi? O zamanlar dillerde ehemmi­yetli bir dedikodu halinde dolaşan rivayet şu:

Ali Sâip, Şark İstiklâl Mahkemesi’nde âza veya reis iken şahsî basımlarından bir kısmı hakkında gûya tertipler yap­tırarak bunları da âsiler arasında göstermek yolu ile mahke­meye düşürmüş ve bazıları da hattâ asılmışlar. “Kozan hâ­disesi” diye bilinen bu mesele Ankara’da duyulunca Parti’nin seçim komitesi âzası bulunan Topçu Binbaşısı, mebus yapılmamasına çalışmış hattâ hükümetten Ali Sâip’in tevkif edilerek mahkemeye verilmesini istemiş. Fakat bu talebi İs­tiklâl Mahkemeleri’nin haysiyet ve itibarını korumak endi­şesiyle reddolunmuş! İşte Ali Sâip’in Bahriye Vekili’ne karşı husumeti buradan ileri geliyormuş!

Tekrar ediyorum, bu rivayet ne dereceye kadar doğrudur bilmem, ancak hiçbir zaman ne resmî, ne hususî yalanlan­madı. 1936 senesinde Sanayi Umum Müdür Muavini bulun­duğum sırada mahallî küçük sanatları tetkik etmek üzere Denizli’ye gitmiştim. Bir akşam Halkevi’nde bir kısım Deniz­li Meb’usları ve memurlarla yemek yiyorduk. Sofraya riyaset eden Denizli Meb’usu merhum Mazhar Müfit hâtıralarını anlatıyordu. Bir aralık eski Bahriye Vekili’nin hâdisesine geç­ti. Mazhar Müfit ismini söyleyerek, masum olduğunu, ancak birtakım kimselerin düşmanlığına uğradığını, bu arada ken­disi Şark İstiklâl Mahkemesi Reisi iken Ali Sâip’in öteden beri arasının açık olduğu birtakım insanları mahkeme eliyle yok etmeğe çalıştığım, Bahriye Vekili’nin bunun üzerine Ali Sâip’in mahkemeye verilmesini istediğini, o günden itibaren de Ali Sâip’in onun can düşmanı kesildiğini ve yüksek lider­leri aleyhine durmadan tahrik ettiğini söyledi.

Burada eski Bahriye Vekâleti yaveri’nin bana anlattıkları­nı da yazmadan geçemiyeceğim.

Ali Sâip, Bahriye Vekili hakkında tahkikat yapıldığı sıra­larda bir gün Keçiören’de sokakta bu yaver’in koluna gire­rek kulağına fısıldıyor:

“Bu işte bildiklerinin hepsini söylemeğe ne lüzum var? Hâdise senin zannettiğin gibi değildir. Gençsin, istikbalini temin etmek istiyorsan dediklerime göre hareket et! ”

Genç deniz subayı, kolunu Ali Sâip’in kolundan şiddetle çekiyor:

“Vicdanımın sesinden başka ses tanımıyorum. Allah’tan başka kimseden de korkmam, şimdiden sonra da sizinle hiçbir münasebetim kalmamıştır.”

Şimdi bu satırları yazarken daha sonraları Ali Sâip’in de başına gelenleri, kendisini mahkemelere, hapishanelere sürükliyen iftiraların hikâyelerini hatırlıyorum!

Zamane içre mücerreptir intikamı zaman

Hemişe yahşiye yahşi verir, yamane yaman!

Yine eski Bahriye Vekili’nin bana anlattığı bir başka hikâ­ye daha var:

Bahriye Vekâleti ilga edilmeden önce Başvekil’e mektup yazarak Fransız İnkılâbı’ndan misâller getirdikten sonra: “Biz de birbirimize düşüyoruz. İnkılâbımızın âkibeti Fran­sız inkılâbının âkibetine, şahıslarımızın kaderi de inkılâpçı­ların kaderlerine benziyecek diye korkuyorum” demiş! Bu­nu o zaman ağır bir tehdit diye karşılamışlar!

Hakkında tahkikat açılmasını istiyen takrir Meclis’te okunduğu zaman iki tesirin altında idi. Bir kısım dostları ona yumuşak olmasını, kendisini suçlayanlara karşı çok sa­kin cevaplar vermesini; diğer bazıları ise şiddetle karşılama­sını istiyorlardı. Birinciler her şeyin düzeleceğini temin edi­yorlar, bunu da hattâ çok yüksek makam sâhiplerinin söz­lerine bağlıyorlardı. İkinciler de zafer, tokatı ilk atanındır diyorlardı. Eski Topçu Binbaşısı hayatı boyunca emir alarak çalışmıştı. Kendisine sükûnet, yumuşaklık tavsiye edenler bunu da emir diye söylüyorlardı. İtaat etmesi lâzımdı!

O, hayatında Gazi’den başka kimse için o günkü kadar aşağıdan alarak konuşmamıştı. Başvekili kastederek “Şefi­min ayakları altında ölmeğe hazırım” diyordü. Fakat karşı­sındaki, zekî, tecrübeli bir insan idarecisi idi. Topçu Binba­şısının kendi ferik (orgeneral) rütbesi önünde titrediğini hissetti, kürsüye bütün siyasî hayatının en satirik, en iğneli, en alaycı, en hakaretli konuşmasını yapmak için fırladı!

“Madem ki ayaklarımın altında ölmeğe hazırsın! öl öyle ise!”

O günden sonra bu kudretli, büyük kinin pençeleri altın­da tâ ölünceye kadar hırpalandı. Kendini kurtarmak için yaptığı bütün teşebbüsler boşa çıktı. Divânıâli’ye verilme kararından önce, Meclis kürsüsünde “İzmit sahilinden her geçtiği zaman Yavuz ve diğer gemilerimizi tamir eden havu­zun çekiçleri onun da başına inecektir” diye bağırırken bu sözleriyle kasdettiği adam gülüyor, içinden, “bu çekiçler ev­velâ senin başını parçaladı” diyordu!

Meclis araştırması uzun sürmedi. Fakat cumhuriyet tari­hinin en dikkate değer hâdiselerinden biri oldu. Eski bin­başı, sabık .vekil bu tahkikat esnasında, tâmir işinin ihale edildiği firmaya Başvekil’in muvafakat ettiğini, teklif ettiği iki müesseseden birisinin ismini çizerek diğerini kabul etti­ğini ispat eden vesikayı hatırlattığı zaman İsmet Paşa: “Çiz­gi benim, mes’uliyet onundur. Kimbilir bana ne yalanlar söyledi ki kabul ettim” diye siyasî sorumluluk müessesesini kökünden yıkan cevabı vermekte tereddüt etmedi.

Komisyonun bir toplantısında eski Bahriye Vekili’ne vekil olmadan önce iki arkadaşı, Enver Paşa’nın eski eniştesi Na­zım Bey ve Bilecik (o zaman Ertuğrul derlerdi) meb’usu Dr. Fikret ile kurdukları âdi şirketten bahsedilerek neden tica­ret işlerine girdiği soruldu. Bu soru onu şiddetle sinirlen­dirdi; reisin ağzındaki sigarayı alarak birkaç nefes çektikten sonra, “bunu bana neden soruyorsunuz?” diye bağırdı, “he­piniz, başta reisimiz olmak üzere, zenginleşmek lâzımdır, demokrasi zenginliğe dayanır demiyor muydunuz? Hepiniz ayni şekilde işlere girmediniz mi? ”

O akşam kendisini evinde telefonla aradılar. Çok iyi tanı­dığı ses ona şu sözleri söyledi:

“Ne yapıyorsun? İpe çekilenler bile benden bahse cesaret edemediler!...”

Cevap vermeğe vakit kalmadan telefon kapandı.

Bu konuşmadan sonra her şeyin, her ümidin yıkıldığını an­lamıştı. Kendisini Meclis’te son defa şiddetle savunmaya karar verdi. Fakat kudretli hasını onun bu cesaretini Meclis hitabet tarihinin belki de en kaba cümlesiyle karşılıyarak kırdı:

“Başını yem torbasına sokarak galiz tezahüratta bulunan bu adam!”

Bundan sonra korkunç, hazin, kâbuslu, hummalı bir rü­ya başladı. Bir akşam geç saatlarda evini yüz polis birden sardı. Keçiören’in küçük meydanında geliş gidiş durdurul­du. Biraz sonra bir düzine otomobil sür’atle Ankara’ya doğ­ru uzaklaştılar. Evde genç karısı üç küçük çocukla yalnız kalmıştı. Yanlarında kimse yoktu. Şaşkın, perişan halde idi­ler. Bu sırada kapı açıldı. Ağaoğlu Ahmet’in karısı ile kızları içeri girdiler; sabaha kadar orada kaldılar.

Bir gün sonra Hâkimiyeti Milliye, gazetesinde bu tevkif anlatılirken, Ahmet Ağaoğlu’nun kızlarının eski Bahriye Vekili’nin karısını teselliye koştuklarından uzun uzun bahse­dildi. Babam bu yazıyı yazanı iyi tanıyordu. Onu gördüğü zaman kulağını çekerek, “senin başına da böyle bir iş gelir­se karının, çocuklarının yardımına, tesellisine koşacağım. Sana haber vereyim genç adam!” dedi.

Güzelliği ile meşhur yüzü kulaklarına kadar kızaran ya­zar babamın ellerine sarıldı:

“Üstadım, üstadım! Affedin. Vallahi yazdırdılar!”

Divânıâli’nin ilk günü hayatımın bende kuvvetli iz bırak­mış manzaralarından biridir.

Büyük bir kalabalık yığılmıştı. Adliye koridorları hınca­hınç dolu idi. Mahkeme salonuna daha önceden dağıtılmış kartları olanlar girebiliyorlardı. Her tarafta en sıkı muhafaza tedbirleri alınmıştı. Her adımda polis, inzibat, asker vardı.

Salona Divânıâli’nin Temyiz’den (Yargıtay) seçilmiş Reis ve Âzaları cübbeleriyle girdiler. Onlardan sonra Devlet Şûrası’ndan (Danıştay) gelenler sivil kıyafette yerlerini aldılar.

Genç bir hukuk talebesi olarak ilk defa gördüğüm bu bü­yük adlî heyet bende garip bir tesir yaptı. Acaba neden bu Divan’m bir kısım âzaları sivil giyinmişti?

Reis, “maznunu (sanığı) getiriniz,” dediği zaman bütün başlar soldaki kapıya çevrildi. İçeri parhyan bir süngü girdi. Arkasından eski Bahriye Vekili’nin açık yeşil gözleri belirdi­ler.. Onun arkasından yine bir süngünün ışığı!

Baktım. Zaten çok çizgili olan bu yüz ıslanmış ve avuçta buruşturulmuş kumaş parçasına benziyordu!

Sesi titrek ve boğuktu. Karmakarışık saçları, buruşmuş yüzü bana birdenbire Danton’u hatırlattı. Evet, Dariton’un resimleriyle bu yüz arasında benzerlik vardı! Fakat işte o kadar! Biri bir ilâh, ötekisi, iftiraların, husumetlerin, kıs­kançlıkların kurbanı basit bir insan! Birinin başını “kana susamış inkılâp yemişti. Diğerinin başı kendi tedbirsizliği­nin, basiretsizliğinin, gururunun uğruna gidiyordu!

Divanıâli’nin önünden devletin büyüklü, küçüklü, siyasî, memur birçok insanları gelip geçtiler. Celseler; yalan şaha­detler, haksız yorumlar, lüzumsuz izahlar, hatırlamamalar, “Cumhuriyetin şeref ve haysiyetinin korunmasını” hâkim­lerden şiddetli bir lisanla isteyen ifadelerle dolup taştı. Ni­hayet karar günü geldi. O her zamandan daha düzgün kıya­fetle, yine her zamandan daha sâkin yüzle yerine oturdu. Kendisini son defa isteksiz bir şekilde, mahkûmiyete hazır olduğunu söyliyerek savundu.

Karar okundukça Büyük Millet Meclisi soruşturma heye­ti ile kudretli hasmının suçladığı noktalardan birer birer be­raat ettiğini gördü. O zaman bir ân için tekrar ümitlendi. Yoksa şerefi, haysiyeti, hayatı, hattâ istikbali kurtuluyor muydu?

Heyhat! Bu ancak geçici bir ümit ışığı idi. Divanıâli, so­ruşturma heyetinin suç diye ele aldığı meselelerin hepsinde onu suçsuz gördüğü halde, muhakeme esnasında ortaya çıkmış bir mektup, Yavuz’un tâmiri işiyle ilgili firmanın mektubu, içinde “Ankara’da nüfuzlu kimselere dağıtılmak üzere şu kadar yüzbin frankın gönderildiğini” bildiren mektup, vazifesinin bitmesine birkaç gün kala ihâle muka­velesini imzalamış olmasının uyandırdığı şüpheyi teyit ede­rek “bu nüfuzlu kimselerden maksat olsa olsa Bahriye Vekili’dir” gibi vesika ve delile değil, sadece yakıştırmaya daya­nan bir yolla onu irtikâba teşebbüsten mahkûm ettirmeğe kâfi görüldü.

Ç>na yapılan itham, şahsiyeti ve yükseldiği makamlar yü­zünden cumhuriyet ve inkılâba sirayet etmişti. Belki bütün memleket suçlu olduğuna inanıyordu. Beraat etseydi hiç kimse masumluğuna kanmayacak, herkes, kolayım bularak kurtardılar diyecekti. Mahkûm olması, bu suretle hiç değilse cumhuriyet ve inkılâbın fazileti; rüşvet, irtişa, suiistimal, fe­nalık halleri, bunları yapan kim olursa olsun, hattâ onun gi­bi, rejimin en ileri saflarına yükselmiş bir insan olsun, temiz­lenir ve temizlenecektir hükmü ile kurtarılmış oluyordu!

Bu, eski Bahriye Vekili’nin suçsuz olduğuna inanmış bazı kimselerin saf ve samimî fikriydi!

İki sene, tam iki sene hapishanede hiçbir farklı muamele­ye tâbi tutulmadan kaldı. Diğer mahkûmlar, âdî kaatiller, hırsızlar bu devlet düşkününün yanma önce yaklaşmak is­temediler. Sonra onun babacan bir adam olduğunu gördü­ler, etrafına toplandılar, ona hayat dersi verdiler! Eski vekil bu iki senesini bir taraftan hâtıralarını yazmakla, diğer ta­raftan durmadan okuyarak geçirdi. Müddeti dolduğu gün hapishane arkadaşlarına veda ederken gözlerinde kendi ar­kadaşlarından çok daha fazla vefa gördüğü bu insanlar için yaşlar vardı.

Ankara hükümet merkezi oldu olalı siyaset adamlarının gözden düştükleri zaman İstanbul’a taşınmaları bir anane­dir! Eski Bahriye Vekili de buna uydu, çoluk çocuğunu ala­rak İstanbul’a gitti.

Ankara’dan İstanbul’a bu gidişle bundan öncekiler ara­sındaki büyük farka dikkat etmiyecek kadar kadere inanır olmuştu. Kompartımanının penceresinden şehrin ışıklarına birer birer kayboluncaya kadar baktı. Son ışık silindiği za­man Ankara onun için ebediyen mâzide kalmıştı.

Elapishanede basit halk adamlariyle haşir neşir olmuş, gururun ıztıraplarmdan kurtulmuş, yalnızlığın sükûnetini tatmıştı. Şimdi İstanbul’da yine halk adamları arasında kalinak istiyordu. Bu arzu onu Boğaz’da oturmaya zorladı. Ar­kasından da hayatının son işine atıldı; birçok balıkçıların, meraklıların eski Bahriye Vekili’ni görmek için etrafına top­landıkları bir kayıkta balıkçılığa başladı. Bu yeni işinde şa­şırtıcı bir hızla ilerledi. Birkaç sene içinde Boğaz’m sayılı amatör balıkçılarından olmuştu.

Seneler seneleri kovaladı. Ankara’dan daha birçok küs­künler taşındı. Vaktiyle kendisinin de kudret sahibi olarak vurduğu birçok insanlar zaten büyük şehirde idiler. Hepsi ortak kaderlerinin çevresinde birbirlerine sokulmağa başlı­yorlardı. Bunlar ve en çok o, bir şey bekliyorlardı. Er geç bir hâdise olacak, ondan sonra geçirdikleri acılar birer hâtı­radan ibaret kalacaktı. Bir zamanlar inkılâpçılıkla dinsizliği bir tutarak kendilerinin Allah’sız olduğunu iftiharla ilân eden bu insanlar şimdi ümitlerini değişik şekillerde rüyala­rında görüyorlar, hocadan hocaya koşuyorlar, gece gündüz namazdan baş kaldırmıyorlardı.

Bu bekleyiş sırasında eski Bahriye Vekili geçmişi düşü­nürken bir türlü cevabını bulamadığı bir soru ile karşılaşı­yordu:

Gazi onu neden bıraktı? Neden yardım elini uzatmadı? Bunu düşünürken nefesi daralıyor, alnındaki kırışıklıklar daha da artıyordu!

Serbest Fırka kapandıktan sonra İstanbul’a göç eden ba­bamla Millî Mücadele senelerindeki arkadaşlığı yeniden canlandı. Fakat şimdi o atak, mağrur, korkusuz insan değil­di. Daha çok dinliyor, hâtıralarını anlatıyor, hâdiselerin akı­şından çıkardığı neticelerin doğru olup olmadığını soruyor ve en çok mâsum olduğunu herkese isbat etmeğe çalışıyor­du. O, bu macerayı her defasında başından sonuna, en kü­çük noktasına kadar söyledikten sonra karşısındakine dik­katle bakıyor, yüzünden, gözlerinden haklı olduğuna ina­nıp inanmadığım araştırıyordu.

Bu sıralarda, emeklilik aylığının verilmesi meselesi gibi hasis bir vesile, eski Bahriye Vekili ile kudretli hasmmı kar­şı karşıya getirdi. Bu konuşmayı, rivayet edildiğine göre ar­zu ve hattâ emreden Atatürk’tü. Atatürk, sefil bir bahane ile mahkûm edilmiş bulunmasına rağmen, Millî Mücadele se­nelerindeki hararetli arkadaşlığın hâtıralarına bağlı kalarak ona emeklilik hakkının tanınmasını istiyordu!

ismet Paşa ile bu karşılaşma, galiba İstanbul’da bir otel odasında oldu. Her ikisi de heyecansız, soğuk bir nezaket içinde birkaç kelime söylediler, sonra bir daha birbirlerini görmemek üzere ayrıldılar.

Bir gün gazetelerde Atatürk’ün, İsmet Paşa’yı Başvekâlet­ten uzaklaştırdığını okudu. Beklediği günler nihayet yakla­şıyordu. Mahkemenin iadesi imkânlarım araştırmağa başla­dı. Bir kısım avukatlar bunun ancak kanunla olabileceğini söylediler. Çünkü mahkûmiyet kararı Divanıâli’den veril­mişti. Meclisteki eski arkadaşlar vasıtasiyle siyasî havanın buna uygun olup olmadığını yokladı. Hayır, mümkün gör­müyorlardı! Daha biraz beklemesi lâzımdı. Fakat yaşı ilerli­yor, kalbi günden güne yoruluyordu. Acaba o büyük güne kadar yaşıyabilecek miydi?

Atatürk’ün hastalığı ve hastalığın gittikçe ağırlaşması eski Bahriye Vekili için korkunç bir ihtimalin belirmesine yol açtı. Atatürk’ün yerine kendisini bu akıbetlere sürüklemiş adam geçecek! Halbuki kendi selâmeti, onun devletin en yüksek yerine yükselmemesiyle yakından ilgili idi! O za­man düşündü, taşındı, akima gelen fikri bazı yakın arka­daşlarına açtı. Bunlar onu hayretle dinlediler. Sönra, bu olmıyacak fikirden, bu çocukça düşünceden, bu ham hayâl­den vazgeçmesini tavsiye ettiler.

Eski Bahriye Vekili başına gelen felâket sebeplerinden bi­rini hatırlamış, İstiklâl Mahkemesi’nde beraet ettirdiği mer­hum Hüseyin Cahit Yalçın’ı Cumhurreisi görmek hevesine kapılmıştı. Atatürk’ten sonra bu makam, Anayasa’nın çizdi­ği sınırlar içinde bir şeref yerinden başka bir şey değildi. Oraya bir askerin gelmesine ne lüzum var? Vatan’a hizmet etmiş, hürmet edilen bir sivilin getirilmesi diktatörlüğün kalkması için de esaslı bir şarttı. Bu sivil de meselâ pekâlâ Hüseyin Cahit olabilirdi.

Bu düşüncenin altında yatan arzu ise bir zamanlar ölüm­den kurtardğı adama iltica etmek, onun sayesinde, içinde her gün bir kere daha öldüğü şartlardan kurtulmaktan iba­retti!

Birinci Büyük Millet Meclisi’nin kesin selâhiyetli, hayata ve ölüme hâkim İstiklâl Mahkemeleri’nin azametli reisi ne hale gelmişti!

Babam öldüğü zaman eski Bahriye Vekili ıztırap günleri yaşadı. Ölenin şahsında tam on yedi senelik bir geçmişin, kendi geçmişinin hâtıraları vardı. Bir akşam vaktini hatırlı­yordu. Keçiören’deki evimizin salonunda, o, karısı, bera­berce mahkûm olduğu Sapancalı Hakkı’nm hanımı, annem, kardeşlerim oturuyorlardı. Bir gün önce idam edilmiş mer­hum Cavit’in asılırken şuurunu kaybettikten sonra yaptığı bazı hareketlerden gülerek bahsettiler. Cavit’in iskemleye çıkarken Allah’ın zalimleri cezalandıracağını söylediğini an­latarak, “haydi bakalım” demişti, “Allah’ın intikamını alsın da görelim!”

Annem birden ayağa kalktı. Yüzü sapsarıydı, gözlerinde yaşlar vardı. Titrek bir sesle, “gülmeyiniz, gülmeyiniz,” diye bağırdı, “bu haliniz Allah’ın hoşuna gitmez! Hepinizin başı­na ayni felâket gelebilir!”

“Sitâre hanımın hakkı varmış! İnkârlarımın cezasını bul­dum!”

Karısının ölümü onu perişan etti. Aralarındaki yaş farkı­na, kıskançlıklarıyla en iyi günlerini .zehirlemiş olmasına rağmen, yükselme ve düşmenin bütün derecelerinde kendi­sine en kuvvetli teşvik, itidal, teselli kaynağı bu güzel, çok güzel kadın, genç yaşta kalpten öldüğü zaman derin, simsi­yah bir uçurumun içine yuvarlandığım hissetti. Onu bu uçurumdan çekip çıkaracak, bu karanlıktan kurtaracak hiç­bir kuvvet kalmamıştı.

1944 senesinde, memlekette tek parti devrinin sona erme işaretleri belirince tanıdığı herkesi yeni bir parti kurmak fikrinin etrafında toplanmağa teşvik etti. En çok eski İttihat ve Terakki’nin yeniden canlandırılması düşüncesinde idi. Bir vakitler gözüpek fedaisi olduğu bu partinin saflarında, alnına sürülmüş lekeyi temizlemekten başka bir şey isteme­den çalışmayı hayal ediyordu. Fakat eski ittihatçılardan bu işi yapabilecek ayakta kaç kişi kalmıştı? Taşıyanların hemen hepsi kimsenin tanımadığı üçüncü, dördüncü derecede adamlardı. O hâlde bunun yerine başka bir teşekkül mey­dana getirmek mümkündü. O sene Büyükada’da oturuyor­du. Eski arkadaşlarından, İsmet Paşa Cumhur Reisi olduk­tan sonra gözden düşmüş kimselerle sık sık temasa başladı.

Evet, büyük gün yaklaşıyordu. Yalnız kendinin değil, bir­çoklarının, hattâ bütün memleketin beklediği gün! Fakat kalbi gittikçe zayıflıyor, krizler sıklaşıyordu. Acaba daha birkaç sene yaşıyamaz mıydı? Daha birkaç sene! Hiç değilse dâvasını yeniden gördürerek şeref ve namusunu kurtarmak saadetine kavuşabilirdi!

Muhalif partiler kurulduktan, basın tenkitlere başladık­tan sonra artık meydana çıkmak sırasının geldiğine hük­metti. Yeni bir gazete ile anlaşarak hâtıralarını neşretmeğe başladı. Hâtıralar çıktıkça okuyanlar beklediklerini bulama­dıklarını gördüler. Çok dikkate değer, ibret dolu hâdiseler, vak’alar anlatıyordu. Fakat bütün bunlar hem cesaretsiz, hem vesikadan mahrumdular. Şahsî düşünceler ve yorum­lar da fazla yer alıyordu.

Buna rağmen İstanbul Örfi idaresi herhangi başka bir ya­zıyı bahane ederek gazeteyi kapattı. Tekrar çıktığı zaman hâtıralar yoktu!

Hastalığı gittikçe artıyordu. Günlerinin büyük kısmını yatakta geçiriyor, ancak birkaç dostunu görebiliyordu. Şim­di mahkemenin iadesini bile düşünmüyordu. Tek bir arzu­su kalmıştı. Onun, o büyük hasmımn, o kudretli kinin yı­kıldığını görmek!. Sıkışan kalbini eliyle tutarak, Allah’tan biraz daha'nefes, biraz daha hayat istiyordu! “Ne olur? Şu­rada ne kadar kaldı. Eminim, eminim, onun düşmesine pek az kaldı. Ben görebilecek miyim? ”

Hayatının bu en büyük, en son arzusunu dinliyenler onu , teselli ediyorlar, ümitlendiriyorlardı!

“Elbet yaşıyacaksın! Yalnız onun mağlûp olduğu günü değil, muhakemenin iâde edildiğini, beraat ettiğini, suçsuz­luğunun ilânını göreceksin.”

Bu sözler eski Bahriye Vekili’ni birkaç gün oyalıyor, hattâ kuvvetlendiriyordu.

Bir gece son kriz üzerine kaldırıldığı hastahanede derin bir uykudan sabaha karşı uyandı. Yanında kimse yoktu. Fa­kat biraz önce Atatürk, karısı, Ahmet Bey, Sitâre Hanım, kızları, oğlu hepsi yanmdaydılar. İâde edilen muhakemesi bitmiş, beraat etmişti. Dostları onu hararetle tebrik ediyor­lardı. Biraz ötede büyük düşmanı, başı önüne eğilmiş, saçı sakalı birbirine karışmış, paçavra elbiseler içinde titreyerek duruyordu. “Yarabbi, Yarabbi,” diye mırıldandı, “hayırdır inşaallah!” Birden kalbinde kuvvetli, çok acı veren bir ağrı hissetti. Doğrulmak, kalkmak istedi, muvaffak olamayınca elini zile ancak uzatabildi. İçeri giren hastabakıcı onu boğa­zında hırıltı, gözleri duvarda bir noktaya dikilmiş, son nefe­sini verirken buldu!

KADIN ŞÂİRİ

Bütün hayatımı onlar verir de ben yaşarım Kadınlar olmasa öksüz kalırdı eş’ârım

İ

NCE uzun boyu, zayıf, iskelete benzeyen sarı yüzü, uzun saçlariyle bu mısralara ve şâirler için öteden beri kabûl edilmiş klâsik görünüşe pek uymuyordu. Hayatı da hemen hemen baştan başa aşk, şiir ve bunların etrafında olabile­cek, her türlü hâdiselerle geçti. Belki yüz defa âşık oldu, yalnız üç defa evlendi. Birinci hanımı balık etinde, sevimli bir esmerdi. İkinci ve üçüncüler ise boyları bosları, incelik­leriyle şaire benziyorlardı. Çocukları, yalnız birincisinden ve üçüncüsünden oldu, hepsi de babalarının eşi idiler.

, Birinci hanımı şâiri ruhunun derinliklerine kadar tanı­mış, o derinliklerdeki parıltılara kendisini kapıp koyuver­miş, hattâ gözleri kamaşmıştı. Fakat çıldırasıya seven bir kadına sabır, sükûnet, tevekkül verecek mistik ruh yerine, onu kıskançlıklar, hiddetler, gazaplar, dargınlıklar, gözyaş­ları, hıçkırıklar içinde perişan eden çok canlı ve inhisarcı ruha sahipti. Bunun içindir ki üç çocuktan sonra ayrıldılar, daha doğrusu şâir evi bırakıp gitti.

Şimdi gözlerimin önünde canlanan manzarayı heyecanla seyrediyorum:

Şâir, karısı ile ağır bir kavgadan sonra Ankara’ya gelmiş, Keçiören Bağlan’nda bize misafir olmuştu. Bunu duyan ka­rısı hemen Ankara’ya koştu. Kocasının haberi yoktu. An­nem iki gün Şâir’e hiçbir şey sezdirmeden kederli arkadaşı­nı teselliye çalıştı. Annemin tecrübeleri çoktu. “Bir kadın erkeğinin üstüne düşmemeli, buhran geçinceye kadar bek­lemeli, nasıl olsa döner, sana gelir,” diyor ve ilâve ediyordu: “Fakat sinirlerin gergin olduğu zamanlarda yapacağın her hareket kocanı teskin etmez, aksine fena kararlara götürür, sabırlı ol kızım!”

Yazık ki kadın iki günden fazla dayanamadı. Üçüncü gü­nü babam, Şâir, daha birkaç dost salonda otururlarken bir­denbire ortalarına atıldı, kocasının dizlerine kapanarak “be­ni bırakma” diye inledi. Şâir ayakları dibindeki kadına so­ğuk nazarlarla birkaç saniye baktı. Sonra, yerden kaldırma­yı bile düşünmeden dönerek salondan çıktı.

Annemin hakkı vardı. Şâir üç çocuğunun anasını ebedi­yen bırakmak kararını o anda vermişti.

Babamın bu arkadaşı cumhuriyet devrindeki milletvekil­liği dışında bir zaman siyasete karışmadı. Fakat, İttihatçılar devrinde de, cumhuriyet senelerinde de siyasî şeflerin mu­hitlerinde, sofralarında, mahremiyetlerinde idi. Onun Meclis’e girmesi de yalnız Atatürk’ün bazı düşüncelerinin neti­cesidir. Atatürk zaferden sonra, memleketin bütün fikir, ilim, sanat sahalarını temsil eden insanlardan kurulu bir millet meclisi yapmayı istemişti. Bu Meclis Türkiye’nin di­mağı olacaktı. “Filozofların idaresi” bu yolla gerçekleşebilirdi. Yine bu suretle inkılâplar asla karşı koymayacak bir meclisin mutlak tasvibiyle yapılabilecekti. Ayni düşünce ga­riptir ki Fransa’da Napolyon’un da kafasında doğmuştu. Onun teşkil ettiği Beşyüzler Meclisi’yle bilhassa Üçüncü Büyük Millet Meclisi birbirlerine çok benzerler. İkisi de memleketin en tanınmış şâirlerini, filozoflarını, âlimlerini, ressamlarını, doktorlarını, kumandanlarını sinesinde toplu­yordu. Yine ikisi de şeflerin bütün arzu ve irâdelerini kayıt­sız şartsız kanun hâline getiriyordu. İşte Şâir’in milletvekili olması Atatürk’ün kurmak istediği bu meclise yakıştığı içindi.

Babamın dostları arasında evlerimizin birbiriyle bu kadar haşir neşir, bu kadar içli dışlı olanı azdır.

Bunun çeşitli sebepleri vardı. En çok da şundan ileri gel­mişti: Türk Yurdu mecmuasının idaresi Şâir’e verilmişti, merkezi de bizzat oturduğu ev. Babam, Yusuf Akçora, Şâir Mehmet Emin, Hûseyinzâde Ali gibi Türk Yurdu’nun kuru­cuları, yazarları orada sık sık buluşuyorlardı. Şâir’in çocuk­ları ile ben ve kardeşlerim de anlaşmıştık. Babalarımız bir odada işlerini görürken biz sofalarda, bahçelerde oynaşıp duruyorduk. Çok eski çocukluk hâtıralarımı düşündüğüm zaman Şâir’in üçü de birbirinden ince, birbirinden zayıf iki kızı ile bir oğlu gözlerimin önüne gelir. Şâir’in annesi, ken­disinin ve çocuklarının yüzde yüz zıddı şişman, iri yarı, sert bir kadındı. Fakat bu görünüşün altında oğluna sanat heye­canını aşılayan tek kuvvet hâlinde belirmiş ince bir zekâsı, ince bir hissediş tarzı vardı. Evin mutlak hâkimiydi, kendi­sini uzun seneler yatağa mıhlıyan hastalığına rağmen bu hâkimiyeti sonuna kadar sürdürdü. Oğlunun hattâ aşkları da dâhil bütün hareketleri onun müsamahası, birçok defa da kabulüyle oluyordu. Kadın Şâir’i, hakikî bir kadının oğ­luydu, bütün kadınları da annesinin sâyesinde iyice tanı­mıştı.

Onu siyasî çevrelerde el üstünde tutturan sebeplerden bi­ri de çocukluğundan beri şahsiyetinin ayrılmaz parçası hâ­line gelmiş hastalığı idi. 19. asrın hastalık derecesinde ileri hisli gözükme modalarından biri verem illetidir. Verem bu asra göre aşkın sembolüydü. Merhamet, şefkat, güzellik bu hastalığın kanatları altına sığınmışlardı. Genç kadınlar ön­ceden kırmızı lekelere boyanmış mendillerini dudaklarına götürerek zayıf öksürmelerden sonra bu lekeleri herkese göstermekle dikkati çekmeğe, genç erkekler veremli bir sevgilinin öpüşlerinden bu hastalığı kapmağa çalışırlardı.

Kadın Şâiri’nin en parlak zamanları 1910’dan Birinci Dünya Harbi’nin sonuna kadar İstanbul sosyetesi de bu modanın hâlâ tesiri altında bulunuyordu. Böylece Şâir’in hastalığı şöhretinin bir yanı oldu. Fakat bu, zaman zaman onu aylarca yatağa seren, bazan ölümün tâ eşiğine kadar götürüp bırakan ve her defasında da etrafındaki sevgiyi bi­raz daha artıran tehlikeli bir hastalıktı. Onu en son 1934 senesinde tutulmuş olduğum ağır tifodan kalktıktan sonra gördüm.. Benim oturduğum ev o zamanki İsmet, şimdiki Midhat Paşa caddesinde idi. Şâir’in evi de tam bizim evin karşısında. Hemen hemen aynı zamanda yatağa düştük. Ka­dın Şâiri bu sefer hayatının süsü olan veremden değil, kan­serden yatıyordu, iki ay, tehlikeli bir şekilde geçen hastalı­ğım sırasında birçok defa onu düşündüm. Kendi öleceğim aklıma gelmiyordu. Fakat “o bu sefer muhakkak ölür, bir kere daha görebilsem” diyordum, iyileştim, sedye üzerinde İstanbul’a götürüldüm. Bir ay sonra dönüşte ilk işim baba­mın bu şâir dostunu ziyaret oldu. Yatakta bir iskeletten farksızdı. Beni gördüğü zaman heyecanlandı, belli belirsiz bir sesle “Samet,” dedi, “seni iyileşmiş görmekle bahtiya­rım, kimbilir Ahmet’im ne kadar üzülmüştür.” Sonra ilâve etti: “Ölmeden evvel babanı da bir kere kucaklaşanı!”

BİR NÂZIR

F

ECİR vakti bir el boğazını şiddetle sıktı, karşısında bir sehpa belirdi. İdealist gençlik arkadaşı, dişlerinin ara­sında sıkışmış dili, morarmış, uzamış yüzü ile ona bakıyor­du. Kollarını uzattı ve uyandı.

Bu geceden kırk sene önce büyük bir memleketin, büyük bir şehrinde birbirini tanıyan iki insandan biri şimdi şu da­kikada sehpada sallanıyor! Diğeri onu mahkûm edenler arasında! Hazin tecelli! Hayır, gülünç tecelli! Bugün neden ikisi de aynı yerde değiller? Böyle de olabilirdi! Ne onun, ne bunun aklına bu sabahın bu fecir saatma kadar böyle bir sona eriş gelmemişti.

İlk defa Paris’te karşılaştılar. Babam hukuk tahsil ediyor­du. Öteki doktor olacaktı. Biri esir bir Türk yurdundan gel­mişti. Diğeri Türk’ün son müstakil parçasındandı. İkisi de Batı’nın hürriyet için nihayetsiz kan akıtmış muhteşem şeh­rinde çok çabuk anlaştılar. O senelerde Paris her çeşit fikir­lerin kaynaştığı, yepyeni bir dünya’nın hazırlandığı âlemdi. Bütün bu fikirler en romantik şekillerle birbirine karşı çıkı­yor, Renan, Zola, Kostans gibi dev adamların yanında Sara­ bernar gibi büyük artistler, Jores ve Klemanso gibi korkunç mücadeleciler kütleleri arkalarında sürüklüyorlar, Vangok, î                     Gogen gibi ressamlar sanatın ufuklarını o zamana kadar bi­linmeyen göz kamaştırıcı renklere boğuyorlardı.

Babam da, arkadaşı da doğup büyüdükleri yerlerin mis!  tik, karanlık, hassas ruh haleti ile buraya gelmişlerdi. Bu­ nun içindir ki gurbet hissi ikisini ayni idealin etrafında hej men birleştirdi:

İstikbale âit ortak projeler yaptılar, babam memleketine döndükten sonra İstanbul’a hicret edecek, arkadaşı da ona l   bu hür vatanda sıkıntı duymadan çalışmak imkânlarını hazırlıyacaktı. Bu anlaşmanın ilk perdesi yine Paris’te açıldı.

Tam o sıralarda Ahmet Rıza da Paris’e gelmişti. Vekâr için­de çok fakir bir hayat yaşıyordu. Fransa’nın birçok meşhur <          adamları -Clemenceau gibiAhmet Riza’yı tanıyorlar, himaye etmek, para vermek istiyorlardı. Fakat o bu pâraları, bu >       yardımları kabul etmiyordu.

Babam ve arkadaşı sık sık Amel Riza’yı ziyaret ediyorlar­dı. İlk ziyaret babamın üzerinde bütün hayatında dâima ha­tırladığı derin bir iz bıraktı:

“Apartımanm ziline basarken elim titriyordu. Kapı açıldı. Karşıma uzun boylu, beyaz yüzlü, hafif kırlaşmış, uzun, muhtazam sakallı bir insan çıktı. Bu, Ahmet Riza idi. Kekeliyerek neden geldiğimi anlattım. Elimden tuttu, içeri çekti. Küçük bir odada karşı karşıya oturduk. Bana memleketimi, tahsilim bittikten sonra neler yapacağımı sordu. Arkada­şımla verdiğimiz kararı anlattım.

“Yakında, pek yakında Türkiye’de hürriyet olacak! O za­man ben İstanbul’a avdet edeceğim. Beni muhakkak bula­caksınız.” \

Birden gözlerim ayaklarına ilişti. Çorapları birbirine uy­muyordu. Baktığımın farkına vardı. Gülerek, “hürriyet bu kadar yokluğa değmez mi?” dedi. Babamı, tahsili bittikten sonra İstanbul’dan geçerken bir­kaç sene içinde hürriyet inkılâbını yapacak bir kısım insan­lara bu doktor arkadaşı tanıştırdı. Azerbaycan’dan İstan­bul’a hicret ettikten sonra İttihat ve Terakki Fırkası’nda ye­rini bu sâyede hemen buldu. Paris’te başlayan dostluk, Ah­met Riza ile ölünceye, ötekisiyle bu fecir saatinin korkunç dakikasına kadar sarsılmadan sürmüştü.

Babam hatırlamağa devam ediyor:

İş için kendisine başvurmuş bir kadiri öğretmene lüzu­mundan fazla samimî hitaplarda bulunması yerinden uzak­laştırılmasına sebep olmuş Maarif Nazırının yerine getirildi­ği gün Nezaretin kapısından şendeliyerek giren bu eski re­dingotlu, tıknaz adam, devrinde sarsılmaz namus ve dü­rüstlük şöhretinin arkasına saklanılarak çeşitli günahların yapıldığı hakikî bir masumdu. Saflık onu bizzat kendi me­mur kardeşinin sürdüğü muhteşem hayatı göremiyecek ka­dar sarmıştı. Hakkı olan Devlet arabasına binmeyi reddet­mekle kalmıyor, Defterdar kardeşinin iki yağız at koşulu şık landosu yanından geçerken bile dönüp bakmıyordu. Bir ge­ce Büyükada’da birkaç dostu bu kardeşten şikâyet ettiler. Onları hiçbir şey söylemeden hayretle dinledi. Üç gün son­ra gazeteler İstanbul Defterdarı’nın Bursa’ya nakledildiğini yazdılar.

Her devirde böyle adamlar vardır. Onlar derin namus, dürüstlük, vazifeşinaslık, hakseverlik siperidirler. Bu sipe­rin arkasındaki gizli âlem ise büsbütün başka. Bu âlemin içinde kimler yok! Dostlar, arkadaşlar, akrabalar, fedailer, komiteciler, muhtekirler, hülâsa cemiyetin, fırkanın her çe­şit günahları ve günahkârları! Sonra zaman geçer, siperin arkasındakiler siper olanları kendi günahlarının kefareti di­ye ölüme, esarete, sefalete atmakta tereddüt etmezler.

Babamın bu arkadaşı da günün birinde bir ecnebi firma­nın muhasebeciliğini, bir dilim ekmek parası için kabul etmiye mecbur kalarak kendisine ayrılan odaya ayaklan yine birbirine dolaşa dolaşa girdi. Fırkasının saltanat sürdüğü de­virde onun gölgesine sığınarak milyonlar kazanmış arkadaş­ları, ilerlemiş, hattâ mühim adam olmuş akrabaların hepsi onu unutmuşlardı. Bazan sokakta rastladıkları zaman başla­rını çeviriyorlardı. Fakat o bu sefer de, kaybedilen iktidar ihtirasının kalplerini tutuşturduğu bir kısım insanlar için yi­ne namus, dürüstlük siperi oluyor, bu temiz şöhretinin ar­kasında bu sefer de başka çeşitli oyunlar oynanıyordu.

Babamın dostu saflığı bir kere daha akılsızlığa kadar gö­türdü. Kendisine yapılan telkinleri sokaklarda, meydanlar­da, evlerde, her yerde açık açık, bağıra bağıra söylemekten çekinmedi. Bu telkinleri yapanlar ise karanlıkta silâhlarını hazırlıyorlardı. Eski nâzır bunun farkında bile değildi. O ufak veya büyük her fenalıktan nefret ediyordu. Fenalığı söylemek de bir vazife idi.

Bir gün babamı Babıâli’de caddede gördü. Öpüştükten sonra, daha hâl ve hatır sormadan yüksek sesle çıkıştı:

“Sen, sen, nasıl olur da bu hâllere tahammül edersin?”

“Hangi hâllere?”

“İşte şu fenalıklara, şu birtakım ne olduğu belirsiz insan­ların cakalarına!”

Babam kolundan tuttu:

“Gelip geçen bize bakıyor! Yavaş konuş, sâkin ol! Unut­ma ki şikâyet ettiğin adamlar benden önce senin gençlik, ilk hürriyet mücadelesi arkadaşların! Sonra onlar ters bir tâlih ile bizim elimizde yıkılan Vatan’ı kurtardılar, senin ve benim Cumhuriyet rüyamızı hakikat yaptılar!”

Babamı şiddetle itti:

“Senden hayır kalmamış! Bir daha görüşmemek üzere al­lahaısmarladık!”

Babam eve geldi. Anneme “biliyor musun, dedi .......

gördüm. Benimle öyle konuştu ki korktum. Onu ötekiler kuruyorlar, konuşturuyorlar. Başına bir şey gelebilir! Bir şey gelecek!”

Nihayet meş’um suikast teşebbüsü oldu. Derhâl yakaladı­lar. Hayretler içinde kaldı. Kendisi şikâyetçiydi. Fakat su­ikastçı? Asla! Bu ahlâksız, insafsız işte suçu olmadığı elbet­te anlaşılacaktı.

İzmir ve Ankara hapishanelerinde ona ayrılmış hücreler­de muhakkak kurtulacağı kanaatiyle tâ o kara gününe ka­dar ruh ve kalp huzuru ile yaşadı.

Halbuki mahkemeye hâkim olan sinirliliği herkes biliyor­du. Mâsumu kurtarmak güç, çok güçtü. Buna rağmen bazı dostlar ilk hürriyet mücadelesi günlerinden beri ona yakın, hattâ akraba, ayni zamanda da yeni devrin hâkimlerine ya­naşmış bir kısım eski arkadaşlarına başvurdular. Fakat bun­ların, suratlarını asarak, verdikleri cevap korkunç ve kat’î idi:

“Hayır, bir şey yapmak mümkün değil, aşılmalıdır.”

Aşılmalıydı, asılacaktı, asıldı! Tarİhî Sİyasî Profesörümüz

BU SON dersimizde, size yalnız şunları söyliyeceğim.

 Hanımlar, efendiler, siyasî tarih geçmişteki siyasî hâdiselerin, vak’aların izahından önce insan cemiyetlerine, onların kaderlerine bazan zekâları, bazan güzellikleri, ba­zan hitabetleri, birçok defa da tesadüflerle hâkim olmuş in­sanların karakter, ahlâk ve mizaçlarının hikâyesidir. Sağlam karakterli, metin ahlâklı, çehrelerine itimat telkin edebilen insanların idare ettiği cemiyetler yükselmişler, geçici felâ­ketleri kolaylıkla atlatmağa, endişe veren şartları sür’atle değiştirmeğe muvaffak olmuşlardır.

Buna karşılık sevk ve idare mevkiine gelmiş insanların zayıf karakterli, ahlâksız, oynak mizaçlı olduğu cemiyetler alçalmışlar, küçük felâketler karşısında büyük sarsıntılar geçirmişlerdir. Şimdi ben size, yâni Türk milletinin yarınki idarecilerine sağlam karakterli, metin ahlâklı olmanızı tav­siye ediyorum. İnanınız ki milletimize ancak bu şartlarla hizmet edebilirsiniz.”

Ankara Hukuk Fakültesinde son dersini veren “Tarihi Si­yasî” hocamız kürsüden inerek kapıya doğru yürürken ar­kasından koştum, elini tuttum. Yüzüme baktı. Gözleri yaş dolu idi. Hiçbir şey söylemeden elini dudaklarıma götürür­ken boğazıma bir yumak tıkandı.

Hafızamda yüzü babamla beraber canlanan birkaç insan­dan biri de odur. Sivri uçlu, kırı çok sakalı, biraz çıkık ya­nakları, gözlüklerinin arkasında şiddeti oldukça azalan alaylı bakışları şimdi gözlerimin önünde. Titrek sesini du­yar gibiyim.

Babamın en yakın arkadaşlarmdandı. İkisi de esir Türk ülkelerinden hür, bağımsız Türk Devleti’ne iltica etmişlerdi. İkisine de siyasî basımları kızdıkları zaman “sığıntı” diyor­lardı. O, babamdan daha önce gelmişti, Harbiye’yi bitirmiş, galiba o zamanki tâbirle “Harita yüzbaşısı” olmuştu. Kazan’m eski ailelerindendi. Fikir adamı, politikacı, aile baba­sı olarak ayrı kişiliği bütün tezatlariyle kendinde topluyor­du. Bir adamda toplanan bu üç ayrı görünüşün ortak tek noktası kalb idi. Bu kalb birbirlerinden başka istikametler almak istiyen üç ayrı ihtirası bir yere kadar serbest bırakı­yor, sonra çekip yanma alıyordu. O iyi kalbli bir insandı.

Sultan Hamit zamanında Harbiye’de talebe iken gizli ce­miyet kurmak suçu ile Trablusgarb’a sürülmüştü. İttihatçı­lar devrinde ise yalnız fikir adamı olarak kaldı ve Türklük cereyanının en kuvvetli kalemlerinden biri oldu. Siyasî ha­yata ancak Millî Mücadele’den sonra girdi, daha doğrusu zorla sokuldu.

Fikirleri biraz sola kaçıyordu. Fakat hiçbir zaman 18. asır sosyalizminin sınırını aşmadı. Romantik, hissî, daha ziyade sosyal eşitlik prensiplerinin tesiri altında bir çeşit ütopist sayılabilirdi. Fakat bu kadarı dahi onun İkinci Türkiye Bü­yük Millet Meclisi’nde mebus olarak, iş kanunları teklif et­mesi, hazırlanan ilk iş kanunu projesi sayılabilecek “İş Me­cellesinin raportörlüğünü heyecanla yapması için kâfiydi! Türk işçi hareketlerinin, işçi meseleleri tarihinin içinde onun yeri, yarın bu tarihi tetkik edecekler tarafından elbet­te takdir ve tesbit edilecektir.

Bir yandan sosyalist bir İçtimaî görüşü romantik bir akıl işi halinde yürütürken, öte yandan koyu milliyetçi bir inan­cın sahibiydi ve bu iki fikrin yarattığı tezat kıskaçları ara­sında bocalamaları oluyordu. Bunun içindir ki kendisine, içinde bunaldığı bu tezatları izah edecek bir çalışma köşesi ararken siyasî tarihi seçmişti. Bu, eski harita yüzbaşısının sınırlı mekândan sınırsız zaman denizine atlamasından baş­ka bir şey değildi. Ne garip tecellidir ki hayatında ne zama­nın, ne mekânın değerini bildi. Bu hayatın birçok hâdiseleri zamansız oldular, yine birçok hâdiselerin ne yeri, ne lüzu­mu vardı: Tek parti sisteminin bütün şiddetiyle doğmak üzere bulunduğu sırada, bütçede kısıntı tedbirleri istemek hevesine kapılmıştı. Fakat kürsüde akima gelen tek tedbir Başvekil ile Vekillerin otomobillerinin kaldırılması teklifi oldu. O gün devrin Başvekili İsmet Paşa Meclis’ten yüzü bir karış asık çıktı, otomobilinin kapısını açan şoföre sert sert bakarak, polise, “bana bir otomobil çağırın” diye emir verdi ve herkesin hayretleri arasında taksiye binerek evine gitti. O günden sonra “Tarihi Siyasî” profesörün sesi ve sakalı bi­raz daha titrek oldu!.

Keçiören bağlarında bize çok yakın bir evde oturuyordu. Akşamları salonumuzda ailece toplanırdık. Günün hâdise­leri, dedikoduları, entrikaları ortaya atılır, şikâyet edilirdi.

Profesörde sesin yükseldiği zamanlar da olurdu. “Ahmet bey, Ahmet bey, diye bağırırdı, bütün bu fenalıkları açıkça konuşmalıyız. Niçin gidip gördüklerini, bildiklerini söyle­miyorsun?”                         .

Bu sefer babam kızardı:

“Ben, hep ben! Hanginiz benim kadar konuşuyorsunuz? Hanginiz şikâyetleri benim kadar meydana vuruyorsunuz?. Biraz da sen konuş! Ne duruyorsun?”

Babamın bu sert çıkışı karşısında derhal yumuşar, biraz mahçup bir duruşla “Ey Ahmet Bey, benim kamburlarım var” derdi. Bu sözlerle henüz çok küçük çocuklarını hatır­latıyor, onları rahat büyütmek için maddî, mânevî fedakâr­lıklara mecbur olduğunu anlatıyordu!

Artık çoluk çocuk sahibi olmayı düşünmemesi, hattâ iste­memesi lâzım gelen bir yaşta evlenmiş ve bu, tanınmış bir si­yaset ve fikir adamı ile Trablusgarp sürgününden beri hiç de­ğişmeden süren büyük dostluğunun son sürprizi olmuştu.

Biri kız, diğeri erkek iki çocuğu vardı. Evlât muhabbeti­nin hakikî bir ıztırap halinde romanlara mevzu olacak dere­cede belirmesine bu aileden daha hazin örnek bulunabilir mi? Baba ve anne çocukların doğdukları ândan itibaren üst­lerine eğildiler. Büyük kütüphanede tıp kitaplarından da bir köşe meydana geldi. Çocukların yüzleri biraz sararmasın, arka arkaya iki defa aksırmasınlar, yahut ateş biraz yüksel­miş olsun, hemen bu kitapların başına koşulur, çeşitli has­talıkların, bazan en tehlikelilerine kadar teşhisi konulur, birkaç doktor gelerek uzun muayenelerden sonra verdikleri kat’î teminata kadar evin içini matem havası kaplardı. Bir­çokları için kırıcı, alaycı, herkesi küçük görmekten hoşla­nan insan diye tanınmış profesörün, çocuklarına karşı has­taca düşkünlüğünü görenler, onun bu alaycı yanının çok ince bir kalbin kırılmaktan korunmak için farkına varma­dan aldığı tedbirden ibaret olduğunu anlıyorlardı. Bu hali, çeşitli sebeplerle içinden bir türlü çıkaramadığı hor görül­mek endişesinin karşılığı diye kabul etmek de mümkündür. Bunun içindir ki mahremiyetine girmiş olanlardan hiçbiri, bu, başkaları için keskin, hattâ korkunç alaycı zekâdan en küçük bir şikâyette bulunmamışlardır.

Onun başka halleri de vardı. Meselâ yine aynı esir Türk yurdlanndan hür Türkiye’ye gelmiş olanlardan bazılarına ve en çok birine karşı anlatılması zor, büyük, hattâ haksız bir husumeti açıkça göstermekten çekinmiyordu.

Ankara Hukuk Fakültesi siyasî tarih profesörünün zaafla­rından biri de fena hâdiseler karşısında derhal ümitsizliğe, perişanlığa kadar giden iradesizliği idi. Bu, bütün hayatı bo­yunca içinde çabaladığı tezatların en ağırı oldu. Onu belli bir fikir ve hareket yolu tutabilmekten alıkoyuyor, birbiri­nin zıddı kararlara, davranışlara götürüyordu.

Ölümünden sonra Tarih Kurumu veya Millî Eğitim Vekâleti’ne bırakılan kitapları tasnif etmeğe bir arkadaşım me­mur edilmişti. Bir gün bana “beraber gidip şu kütüphaneyi görelim,” dedi. Çok iyi tanıdığım kütüphaneye girdiğim za­man hocamı üstü kâğıtlar, kitaplar, resimlerle dolu masası­nın arkasından, gözlerinde yine alaycı ışıklar bize bakıyor sandım. Arkadaşım kitapları karıştırmağa başladı. Bir aralık bana, “garip bir mektup buldum” diyerek sararmış bir kâğıt uzattı. Bu mektupta okuduklarıma inanmak mümkün müydü? Birinci Dünya Harbi’nin neticeleri, Türk milleti için, ne kadar ağır olursa olsun, hocamı nasıl bu derecede bedbin edebilmiş, bu çeşit düşüncelere nasıl götürebilmiş ti! Bu mektubun hiçbir zaman tarihe geçmerüesi lâzımdı! Akadaşımm yüzüne baktım:

“Beni dinle,” dedim, “bu derin bir yeis dakikasında yazıl­mıştır. O, senin de hocan sayılır. Bu mektubun kaleme alın­dığı gün hocamızın çektiği ıztırabı anlıyahm. Şimdi yapaca­ğım şey o ıztıraba elbette lâyıktır!”

Arkadaşım başını önüne eğerek bekledi. Mektubu küçük küçük parçalara ayırarak yaktım.

Babamı, “Karımdan sonra yakın dostlarım da beni bırakıp gidiyorlar. Şimdi ben hayatta yapayalnız ne yapacağım?” di­ye yazacak kadar kedere düşüren ölümü şöyle oldu:

Bir akşam üstü, yanında çocukları, kolları onlara aldığı eşya paketleriyle dolu, Haydarpaşa istasyonunda, kalkmak üzere bulunan banliyö trenine yetişmek için koşuyordu.

Birdenbire durdu, bir elini boğazına doğru kaldırırken yere yuvarlandı. İki çocuk hayret ve korku içinde babalarının üstüne atıldılar. Beyaz sakalında hafif titremeler vardı. Ço­cuklar, küçük bir baş ağrılarında kendi üstlerine eğilen bu yüzde aynı titremeleri görmeğe çok alışmışlardı. Yalnız ba­balarının yüzü bu sefer ilk defa endişesiz, sâkin, huzur için­de idi. ÜÇ İNSAN

U

ÇÜ DE başka milletlerin başka dinlerin esiri yurdlarmdan kalkarak Osmanlı İmparatoru’nun, Halife’nin yanında, bir taraftan büyük İslâm birliği, diğer tarafta sihirli Turan idealinin gerçekleşmesi uğrunda çalışmak için İstan­bul’a geldiler. Abdülhamit idaresinin karanlık, sessiz dur­gun son yıllarından Meşrutiyet’in heyecan, heves, hamle dolu ilk aydınlık günlerine atlar atlamaz birine Rusya aley­hine ve İslâm birliği lehine propaganda vazifesi verildi. Bu işi bütün Doğu diyarlarım at sırtında dolaşarak görecekti. O halde kartvizitine, isminin önüne “Seyyah-ı Şehir Tanın­mış Seyyah” unvanını koyabilirdi.

İkincisine düşen işi, yumuşak, tatlı sesi, Kur’an ve Hadis­leri anlamakta ve anlatmaktaki zekâsı, sevimli tevazuu belli etti. Uzakşark memleketlerinde İslâmlığı genişletmek için çalışacak, Türk’ün bu muhteşem âlemin başı olduğunu gös­terecekti. Bu vazifeyi tesirli bir isimle yerine getirmek lâ­zımdı. Ona da “Çin Vâizi” dediler.

Üçüncüsü Doğu ve Batı dillerinde bilgisi, dinler felsefesi üzerine araştırmaları ile tanınmıştı. Yeri İstanbul Darülfü­nunu kürsülerinden biri olacaktı.

Çocukluğumun hâtıraları arasında babamın bu üç arka­daşına ait olanlar yalnız en eskileri değil, aynı zamanda en süreklileridir diyebilirim.

“Seyyah-ı Şehîr”in evi ile evimiz İstanbul’da aynı mahal­lede, Molla Güranî’de ve yanyana idi. Evlerin bahçelerini aradaki kapı birbirine bağlıyordu.

Babamın bu arkadaşının, yaşlısını memleketinde bıraktı­ğı, gencini İstanbul’a getirdiği iki karısı, her birinden olma aralarında yaş farkı çok büyük oğulları, kızları vardı. Uzun, iri kemikli vücudunun, büyük başının, geniş, esmer, çopur yüzünün, beyaz kocaman sarığının, seyrek uzun sakalının yarattığı biraz korkutucu görünüşü olmasaydı bu çocuklar biraz da ikinci annenin azıtması ile birbirlerini öldürebilir­lerdi. Fakat “Seyyah-ı Şehir” Türkiye’de ve evinde bulundu­ğu zamanlar arkasında entari, tepesinde renkli, çizgili Tatar takkesi, sofranın başına oturup, durmadan çay içerek, kaim dilimlerle et yerken çocuklarına tesiri yeni bir seyahatin so­nuna kadar devam edebilecek nasihatler veriyor, tehditler savuruyordu. Bu, bazan haykırarak, bazan rica yollu telkin­lerin yarattığı korku onun seyahatinden dönmesine pek az gün kalıncaya kadar sürebiliyor, evin içinde kızılca kıyame­tin ilk gürültüleri yakın komşuların pencerelerini sardığı sı­rada babamın arkadaşı evinin kapısını çalıyordu.

Babamla çok defa sabah çaylarında buluşurlardı. Odanın bir köşesine çekilerek onun yüzüne biraz korku, biraz hay­retle bakardım. Kalın, gür sesi benim için bir gökgürültüsü idi. Kirli, sarı, seyrek dişlerinden iki yanda olanlar ötekiler­den daha büyük, daha sivri idi. Onlara baktıkça annemin, halalarımın anlattığı hikâyelerin devleri gözlerimin önünde canlanırlardı.

Benim hayatta ilk arkadaşlarım da babamın bu arkadaşı­nın küçük kızı ile küçük oğludur. Bu kız hayatımın ilk aşkı da oldu. Altı-yedi yaşın aşkı! İskemleleri yanyana getirerek üstüne bir seccade, bir kilim, altına iki yastık koyuyor, bu küçücük odanın içinde birbirimize sarılarak, birbirimizi öpe öpe evcilik oyunu oynuyorduk!

Babamın arkadaşı bitip tükenmeyen seyahatlerinin so­nuncusunu, Rus ihtilâlinden sonra asıl vatanında yapmak emrini aldı. Çarlık yıkılmıştı. Orta Asya’da kurulan devlet­lerden biri de onun doğduğu, büyüdüğü yerde idi. Belki de artık İstanbul’a dönmeyebilir, bu yeni Türk Devleti’nde kendisi için hayâl ettiği işin başına geçebilirdi. Bu ümitlerle küçük çocukları ile genç karısını beraber götürdü. Fakat heyhat, bu “Seyyah-ı Şehîr”in acı hâdiselerle dolu son ma­cerasının başlangıcı oldu. Rusya’da kazanan ihtilâl yeni hür devletleri silip süpürdü. Babamın arkadaşı da bu sefer aile­sini yaya, at üstünde, kağnı ile Çin’den geçirerek Japonya’ya kaçırmak zorunda kaldı. Bu arada benim iskemleden evi­min eşi de tifodan ölmüştü. Onlar İstanbul’dan gittikten birkaç ay sonra bir sabah Fatih’ten başlayan büyük yangın evlerimizin külleri altına benim çocukluk aşkımı da göm­dü. Şimdi ondan bana hâtıra, yüzümü okşayan bir nefesin tatlı sıcaklığı ile karmakarışık saçlardan bu nefesle beraber burnuma dolan garip bir kolonya kokusudur.

.< “Çin Vaizi” , “Seyyah-ı Şehîr”den daha çok sevimli, daha çok girgin bir adamdı. Bu da ötekisi gibi İslâm dünyasının kalkınmasını ancak İslâmlığa sonradan musallat olmuş za­rarlı, yanlış inanışların temizlenmesi ile mümkün görüyor­du. Bunu da yalnız Türk Devleti’nin yapabileceğini düşü­nüyor, bu fikrini bir taraftan dergilerde, gazetelerde yazıla­rıyla, diğer taraftan İstanbul’un büyük camilerinde, çeşitli İslâm memleketlerinin büyük şehirlerinde verdiği vaızlarla yayıyordu. Bu liberal, cesur, kuvvetli vaızları devrin müte-

assıplarını, milliyetçilik cereyanının düşmanlarını şiddetle kızdırıyor, hakkında çeşitli dedikodular çıkarıyorlar, onu yolundan çevirmeğe çalışıyorlardı. Fakat arkasını İttihat ve Terakki’nin idealist iderecilerine dayamış vaiz, bildiğinden şaşmıyordu!

“Seyyah-ı Şehîr”in çoğu zaman sert görünüşüne karşılık “Çin Vâizi”nin yüzü her vakit neşeli, dudakları her zaman tebessümlü idi. Babamın, İslâmlığı hurafelerden kurtarmak fikrinde olan bu arkadaşı yılda birkaç defa, evimizin babam­dan başka bütün halkını karşısında diz çöktürür, dualarla, tekbirlerle, işaretlerle okuyup üflerdi. “Çin Vaizi” yaptığı ne­feslerin hayırlı tesirlerine emindi. “Ben yüreğimin temizliğini size geçiriyorum” diyordu ve hemen ilâve ediyordu: “Ben Peygamber sülâlesindenim!” Bu sıfatla da ailesi Azerbay­can’da yine “Sâdattan” yâni Peygamber sülâlesine mensup di­ye tanınan anneme böylece “akraba” gözüyle bakıyordu!

Babamın arkadaşı dinin mukaddes günlerinde yeşil sarık sararak şerefli soyunu herkese gösteriyor, başında bu sarık olduğu zaman yürüyüşü, bakışı, tavırları başkalaşıyordu.

Her yerde itibar gören, kucaktan kucağa, sofradan sofra­ya gezen “Çin Vâizi” Birinci Dünya Harbi’nin sonunda İtti­hatçılarla beraber gözden düştü. İstanbul düşman kuvvetle­rinin eline geçmiş, babam yakalanarak Malta’ya sürülmüş­tü. Çocukluğumun en hazin, en karanlık yılları işte böylece başladı. Artık evimizin kapısını, o zamana kadar herkese açık, herkesin seve seve girdiği kapısını, pek az insan çalı­yordu. Bunların birisi de babamın bu arkadaşı. “Çin Vâizi” felâketli yıllarımızın vefalı dostu oldu. Onu da takip ediyor­lardı. Fakat geçmiş devrin siyasî hiçbir işine karışmamıştı. Kendisine verilmiş dinî vazifeyi bir adım dışarı çıkmadan yerine getirmişti. Ayrıca İtilâfçı hocalar arasında bazı ah­bapları da vardı. Bu sebeplerle üstüne fazla düşmemişler, yalnız aylıklarım azaltarak vaızlarmı durdurmuşlardı.

Millî Mücadele kazanıldı, fena günler geçti. Fakat baba­mın bu arkadaşı artık eski itibarını bulamıyacaktı. inkılâplar onun düşündüğü dinî reformun hudutlarını çok aşıyorlardı. Şapka Kanunu karşısında sendeledi, hattâ ötede beride biraz konuşmağa bile cesaret etti. Babam onun hayatında belki de ilk defa gösterdiği bu sinirliliği yatıştırdı, kendisine sağlanan birkaç yerde imamlıkla bir köşeye, Kocamustafapaşa’ya çe­kildi. İstanbul’un bu en eski, melal dolu semtinde yine onun gibi memlekete hizmetler görmüş başkaları da vardı. Onla­rın arasında gittikçe fakirleşerek, gittikçe zayıflayarak; fakat dudaklarındaki tebessümü bırakmadan yaşamağa başladı. “Çin Vaizi” bu yıllarda ikbal devri dostlarından pek azım aradı. Yalnız İstanbul’da olduğumuz zamanlar her hafta bize geliyor, sofrada eski yerini alıyor, ayrılırken de babamın, ge­çimine yardım için yaptığı küçük bir hediyeyi binbir rica ile ve zorla kabul ederek gidiyordu. Babam İstanbul’a çekildik­ten sonra bu arkadaşına sadece bir imamlık bıraktılar. Eline geçen para da ayda galiba beşyüz kuruşa indi. Bu para ile yi­yecek, içecek, üstünü başını yapacaktı. Kaderin bu hazin olayı karşısında bir ân bile sarsılmadı. Kararını hemen verdi. Yemeği çay ve ekmekten ibaret olacak, eski elbiselerini dik­katle kullanacak, evinden gerekmedikçe çıkmayacak! O hal­de Ahmet Bey gibi yakını birkaç dostun yapabileceği küçük yardımlar da hesaba katılırsa hayatının sonuna kadar “nâ­merde muhtaç olmadan” yaşayabilirdi.

“Çin Vâizi” bu kararını tatbik etti. Artık bize, Maçka’ya Kocamustafapaşa’dan yaya gidip geliyordu. Çocukluğu­muzda olduğu gibi yine tatlı sesi, yumuşak yüzü ile bay­ramlarda, iyi ve fena günlerimizde aramızda idi. Annemin, babamın, ağabeyimin ölümünde ilk duaları o yaptı, çocuk­larımızın doğumunda ilk nefesleri o verdi. Evimizdeki yeri de hep aynı kaldı. Nihayet bir gün tâ çocukluğumdan kalan bu canlı hâtıra diğerleri gibi hafızamdaki yerine yerleşti.

Şimdi üçüncü insan gözlerimin önüne geliyor:

Ortaya yakın boyunun üstünde, çekik gözleri, renkli, sıh­hatli, biraz sivri bir çene ile biten yüzü, sert yanak çizgileri, sert ve dik alabros kesilmiş saçları, yine dik ve sert beyaz kolalı gömleği, dar paçalı pantalonu ile koltukta, iskemle­de, ayakta dimdik duran bu adam insana çekinme ve yak­laşma arzusunu aynı zamanda veriyor.

Babamın bu tertemiz, günümüzün bobstil dedikleri cin­sinden şık, kaim sesle, tatlı bir lehçe ile konuşan arkadaşı­nın resmî sıfatları şunlardı:

İstanbul Darülfünunu İslâm Tarihi Profesörü, Babı Meşi­hat Müşaviri (Babı Meşihat Din Vekâleti sayılabilir), Tetkiki Müellifat-ı Şer’iyye Encümeni (Dinî Eserleri Tetkik Kürulu) âzası!

O bütün bu sıfatlarla memleketimizde Tanzimat’tan sonra yetişen entellektüel, geniş düşünceli, hür fikirli, müsama­halı büyük din adamı tipinin klâsik örneklerinden birini vermektedir! Sarıksız, temiz, muntazam giyinmiş bir din adamı! Din bahislerini dersleri ile, yazılarıyle, konferansları ile felsefenin büyük meseleleri olarak ele almasını, araştır­masını bilen gerçek bir dindar!

Babamın arkadaşı din ve hayat hakkmdaki inâncım, yayın­ladığı ve son yüz sene içinde Türk fikir hayatının en önemli vesikalarından sayılabilecek İslâm Mecmuasının değişmez prensibi olarak “Dinli bir hayat, bayatlı bir din” şeklinde tarif etti. Onun bütün hayatı da bu prensibe uygun geçti!

Babamın bu arkadaşına ait hâtıralarımın ilk kısmı renk­ler, sesler, bakışlardan ibaret gibidir! Hâfızamda güneşe bo­ğulmuş bir misafir odası var. Örtüleri açık renk kumaşlar­dan yapılmış hafif mobilyalar, bembeyaz badanalı duvarlar, alçak, rahat sedirler arasında zayıf, uzun, beyaz yüzlü bir kadının incecik sesini işitiyorum. Anaları gibi ince, zayıf, açık renkli bir kız, bir erkek çocukla bir şeyler oynamağa çalışıyorum. Fakat o kadar çekingen duruyorlar ki hevesim kınlıyor, annemin yanma sokuluyorum!

Bu ilk hatırlamalardan sonra birdenbire babamın Malta esareti yılları beliriyor. Babamın arkadaşı şimdi bizi hiç yak mz bırakmıyordu. Hemen hemen her hafta, belli günlerde, belli saatlerde dimdik yürüyerek kapımızdan giriyor, an­nemden başlıyarak her birimize ve herkesin evin içindeki yerine, yaşma göre her defasında aynı sualleri soruyor, bi­raz oturarak gidiyordu.

Devrin siyasî cereyanlarına karışmadı. Buna karşılık İtti­hat ve Terakki liderleri İslâm birliği, Türkçülük ideali, Rus­ya meseleleri üzerinde onun fikirlerinden faydalanmasın bildiler. Mütarekede de istilâcılar Darülfünunla ilgisini kes mekten başka bir şey yapmadılar.

Millî Mücadele’den sonra Darülfünun’daki yerini tekrar al­dı. Üniversite kurulduğu zaman da kürsüsünü ona bıraktılar.

Babamın ve ailemizin bu sevimli dostu babamdan sonra, ona karşı bütün arkadaşlığı süresince gösterdiği vefayı bu­gün bile azaltmadan daha yıllarca yaşadı, ondan bize kalan son hâtıra şudur:

İstanbul Üniversitesinde İslâm Ansiklopedisi'ni hazırlıyor­lar. Bu işi yapan ilim heyetinin içinde babamın bu arkadaşı da var. Ansiklopediye girecek isimler tesbit edilirken baba­mın ismini ortaya sürüyor. Heyete reislik eden ve bir za­manlar memleketin siyasî hayatında önemli yerler tutmuş, kendisi de yine babamı iyi tanıyan bir zat “olmaz” diyor Babamın arkadaşı, “Neden?” diye soruyor, şu ve şu ismi ka bul ettik. Ahmet Bey onlar kadar da mı tanınmış değil, on lar kadar da mı hizmet etmemiş?”

İlim Heyeti Reisi cevap veriyor:

“Olmaz, çünkü Ahmet Bey vaktiyle benim ve arkadaşlar mm aleyhinde yazılar yazdı!"

Bu cevabın altında yatan bir imadır: ilim heyetine reislik eden zat, Millî Mücadeleden sonra Atatürk’e muhalefet et­miş, Terakkiperver Fırka’ya mensup, suikast hâdisesine is­mi karışmış, hâdisenin patlak vermesinden kısa bir müddet önce memleketten ayrılmış, İstiklâl Mahkemesi’nde arka­dan mahkûm edilmiş, Atatürk öldükten sonra da İstiklâl Mahkemesi’nin bu işte verdiği kararların bir kısmının hak­sızlığı, bu kararların bütün mânevî mes’uliyetlerine katıl­ması tabiî olan kimseler tarafından kabul ve ilân edilerek memlekete dönmüş biri idi. Babamın arkadaşına verdiği ce­vapla da parti münakaşaları sırasında babamın Atatürk ta­rafını tutarak yazdığı yazıları, Parti Grubunda ve Mecliste söylediği sözleri hatırlatıyordu!

Fakat bu insafsız, yersiz hissin, küskünlüğün yarattığı imaya aldığı karşılık ağır oldu. Babamın arkadaşı kaim sesiy­le, kelimeleri birer birer, ağır ağır söyleyerek söze başladı:

“Siz Ağaoğlu Ahmet Bey’in İttihat ve Terakki devrinde de fikir ve siyaset arkadaşı idiniz, onun evinde size birçok de­falar rastlamıştım. Onun fikirlerine hayranlığınızı, onun İs­lâm âlemine, Türklüğe hizmetlerini daha o zaman en fazla siz söylüyordunuz. Kaldı ki Ahmet Bey sizin şahadetinize muhtaç değildir. İsmi Şarkın, Garbın birçok ansiklopedile­rinde çoktan yer aldı. Bunu bir taarafa bırakıyorum, yalnız şuna işaret edeyim: Şayet onun ismini ansiklopediye alma­mak için ileri sürdüğünüz sebebi kabul edersek, sizin değil böyle bir ilim heyetine reislik etmeniz, hattâ bu memlekette hiç oturamamanız, bütün kitaplardan isminizin çıkarılması, adınızın anılmasının suç sayılması gerekir, çünkü siz bu memleketi esaretten kurtarmış bir insana karşı geldiniz, onu öldürmeğe teşebbüs ithamı altında bulundunuz!”

Karşısındaki adam cevap vermedi!

Perde arkasindakî Adam

İ

TTİHATÇILAR zamanında, onlara yol gösteren fikir ce­reyanları, sonraki devirlere nisbetle çok daha fazla, çok daha âhenkli idi. Bu adamların yapmak istediklerini, neler yapacaklarını iyi biliyorlardı. Bu bakımdan birinci safın ar­kasında, fikir ve düşünce aşılıyan öyle insanlar vardı ki, gü­nün birinde bunların tarihî hizmetleri belki meydana çıka­bilir; fakat yüzleri insan olarak, dost ve arkadaş olarak he­men hep meçhul kalacaktır!

İşte bu insanlardan biri de babamın, bu beyaz sakallı, pembe yüzlü, güzel gözlü, şair, ressam, musikişinas, filozof, gazeteci, müneccim, falcı, profesör, doktor, KafkasyalI arka­daşıydı.

Sabahları yüzünü yıkaması bir saat, giyinmesi iki saat sü­ren, konuşmağa başladığı zaman hikâyeleri, hâtıraları, şa­kaları, fıkraları, iğneli esprileriyle karşısındakiler! hiç yor­madan dinleten, bu ağır, sakin görünüşlü adamın İttihat ve Terakki Fırkası’nm baş kurucularından birisi olduğunu, Türkiye’nin Göte, Şiller gibi Batı mütefekkir ve ediplerini ilk defa onun kalemiyle tanıdığını, bir taraftan şiir olarak Dante’nin Cehennem’ini, öte yandan Adam Smith’in meşhur kitabım baştan başa tercüme ettiğini, yine memleketimize gerçek hümanizma cereyanım onun soktuğunu, İstiklâl ' Mahkemesi’nde ölüm tehlikeleri atlattığını hülâsa sergü­zeştlerle dolu bir hayat yaşadığını kaç kişi biliyor?

Bu iki insan, babamla o, nasıl anlaştılar? Babam sinirli, sert, biraz aceleci idi. Ötekisi yumuşak, sâkin, ağırdı. Bu ya­radılış farkına rağmen beraber mücadele gazeteleri çıkardı­lar, beraber ihtilâl hareketlerine girdiler, gizli cemiyetler kurdular.

Devrinin büyük mürşidi Ziya Gökalp’e “İslâm ümmetin­den, Garp medeniyetinden, Türk Milleti’nden olmak” tezini o ilham etti. Osmanlı İmparatorluğu’nun ümmet politikasiyle ayakta duramıyacağı anlaşılınca vicdanlarda bir vatan o,larak “Turan” yolunu o gösterdi. Hayır, hayır mübalâğa et­miyorum; babamın bu arkadaşı bütün bir devrin hakikaten gizli hayat kaynaklarından biri olmuştur.

Onun, babamın ölümünden sonra bize gözyaşları bembe­yaz sakalına damlarken anlattığı hikâyeler var:

“Ahmet Bey’le beraber Batum’da idik. İstanbul’da mütare­ke ilân edilmiş, devlet teslim olmuştu. Bir gün ayni odada karyolalarımıza uzandık. Ahmet bey bana, “yanında Hafız Şirazî var mı?” dedi.

“Ne yapacaksın?”

“Tefe’ül etmek (fala bakmak) istiyorum.”

“Yok. Fakat Tason’un “Kurtarılmış Kuddüs”ü var. ikinci cildi. Yeni aldım. Madem fala bakmak istiyorsun, bu da Ha­fız Şirazî kadar büyük adamdır. Sen sor ben bakayım.”

Ahmet Bey bana sordu:

“Memleketin istikbali ne olacak?”

Kitabın henüz yırtılmamış sayfalarından birisini gelişigü­zel okumağa başladım;

“Ey bana istikbalin nasıl olacağını soran adam! Sen bil­mez misin ki insanlar bunu keşfetmeğe muktedir değildir. Fakat geçmiş zamanın tecrübelerine bakarak diyebilirim ki, Şarkın en karanlık günlerinde, sarı saçlı bir kahraman çıka­cak, milleti toplıyarak hürriyete, zafere götürecek.”

Ahmet Bey inanmadı:

“Alay etme!”

“Ne alayı! İşte al ve gör!”

Birkaç zaman sonra garip bir yakınlıkla gerçekleşen bu falı tesadüflerin hayret edilecek örneklerinden saymak mümkündür.

Bir hâtırası daha:

“Kafkasya’da Ahmet Bey’le gazete çıkarıyorduk. Bir gün fıkramı vaktinde yazamadım. Ahmet Bey geldi, neden yaz­madığımı sordu. Belki biraz sinirliydim. Sert cevap verdim. O da sertlendi, münakaşa ağır bir hal aldı. Nasıl oldu bil­mem, birdenbire kalktım, iskemleyi yakahyarak Ahmet Bey’in üstüne yürüdüm. Bunu yaparken onun da ayni şekil­de karşılık vermesini bekledim. Fakat o koştu, önümde du­rarak, boynunu büktü:

“Vur, ama yazıyı ver.”                      

Sonra Allahım, ne garip bir saflığı vardı. İstiklâl Mahke­mesinde üç Ali’nin karşısına[II] onu iki süngü arasında bir dördüncüsü olarak getirdikleri zaman biraz hazin, biraz gü­lünç bir tevekkülle boynunu büktü; kendisine Kara Kemal ile dostluğunun mahiyeti sorulunca da hiç çekinmeden” Mütena’im (nimetlenme) oluyordum” cevabını verdi. O, bunu söylerken Kara Kemal ile hakikî dostluğunun sami­miyeti dışında değildi. Bu adamı bütün diğer arkadaşları gi­bi ciddiyetle seviyordu. Fakat üç küçük çocuk, kendisinden çok genç bir kadın, bir kaymvâlide, bir baldız, ayrılmaları mümkün olmıyan uzak bir akraba ile bütün gelir menbalannın tükendiği bir zamanda Kara Kemal ona yardım elini uzatmıştı. Söylediği sözün asıl mânası bu idi. Ama bu mâ­nayı öyle kelimeler, öyle mazlûm bir eda ile anlattı ki, İstik­lâl Mahkemesi hâkimlerinin sert, asık yüzleri acıyan bir te­bessümle gevşediler. Mahkûm olması için hiçbir sebep yok­tu. Buna rağmen onu bu akıbetten kurtaran belki de bu sö­zü, bu duruşu oldu.

Hayatında az kızan, daha az da hayret eden bu ağır, sakin adamın bütün ömrünce içine düştüğü en büyük şaşkınlık yine İstiklâl Mahkemesi’nde oldu:

Mahkeme Reisi bir aralık hiddetlenmiş, ihtiyar doktorun yüzüne, “Sen Şiîlik kokuyorsun!” diye bağırmıştı. O, bu sözleri işitince önce kulaklarına inanamadı, sonra gözleri faltaşı gibi açıldı, “ben mi, ben mi.” diye kekeliyerek sustu. Her çeşit suçlanmayı bekliyebilirdi. Fakat bunu asla!.. Çün­kü, bir kerre Şiî değildi, sonra da devrinin meşhur dinsizi İçtihat Mecmuası sahibi Abdullah Cevdet’in tek dostu o idi.

Bana, ölümünden az önce Üsküdar’daki büyük, tahta ha­rap evinin Sarayburnu ve Haliç’e bakan penceresi önünde anlattığı şu hikâyeyi hatırladıkça hâlâ gülüyorum:

“Mütarekenin ilk zamanlarında bir gün karımla baldızım bir mesele yüzünden bana çıkıştılar. Kendilerine bir hadîs­ten bahsederek “kadmlarn kocalarına ve erkeklere kafa tut­tukları gün gökten taş yağacaktır” dedim. Sözlerim biter bitmez birden top, makinelitüfek, bomba sesleri bütün İs­tanbul’u sarsmağa başladı. İngiliz tayyareleri (uçakları) âni bir baskın yapmışlardı. Karım ve baldızım hayret ve korku ile yüzüme bakarak ellerime sarıldılar.”

KIRKLARDAN BİRİ

B

İR ayağı aksayan, bu beyaz yüzlü, kara gözlü, siyah, uzun saçlı adam devrinin en çok korkulan insanların­dan oldu. Bu korku dostlarının, düşmanlarının onun üze­rinde birleştikleri karakterinden doğuyordu:

O, inkılâplar tarihinin az tanıdığı “ifsad edilemezlerden” biriydi. Evinde, mahallesinde, fırkasında, nihayet fırkasının son nâzın olarak içine girdiği hükümette en büyük kuvve­tini bu yanı teşkil etti. Yine bunun içindir ki onu Meşruti­yet İnkılâbı’mızm kendi çapımıza ve şartlarımıza göre bir Robespiyer’i, bir Troçki’si, hattâ bir Göbels’i saymak müm­kündür. Hayatı da az çok onlarınkine benzer!

Birinci Dünya Harbi’nin büyük ihtikârcılarma ve ihtikâr şebekesine, komisyonlarla, askerî idarelerle ders verilemiyeceği anlaşıldığı zaman son çâre olarak onun “ifsad edile­mezliğine” başvuruldu. Fakat iş işten geçmişti, o kadar geç­mişti ki fenalıkların bütün sorumluluğu omuzlarına çöktü, asıl kusurlular kolaylıkla ortadan sıyrılabildiler.

ittihat ve Terakki harbin felâketle sona ereceğini hissetti­ği zaman memleketi Mustafa Kemal’in idaresine bırakmak­tan başka çare olmadığını düşündü. Bu arada babamın, ta­vırları ile, yaşayışı ile tam bir halk adamı olan bu arkadaşı her çeşit fırsattan faydalanarak harbin mağlûbiyetle bitmesi halinde “Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’in etrafında toplanma” propagandası yapanların başında geliyordu.

Cepheler düştükten sonra da iktidarın belli başlı reisleri memleketten çıkarken Enver Paşa Vahdettin’e Mustafa Ke­mal Paşa’yı iş başına getirmek tavsiyesinde bulundu. Baba­mın arkadaşı bütün ısrarlara rağmen kaçmadı ve Ingilizler tarafından yakalanarak Malta’ya gönderildi.

Malta esareti Osmanlı İmparatorluğunun son günlerine hâkim olmuş, son kaderlerine hükmetmiş insanlar için zih­niyet, ruh, karakter ölçüsü olduHattâ daha ileri! Bütün o sadrıâzamlar, nâzırlar, o kumandanlar, sefirler mihenk ta­şında imtihandan geçtiler! İnsan ruhunun asıl mayası felâ­ket ve ıztırap karşısında, felâket ve ıztırap içinde meydana çıkar. İttihat ve Terakki’nin bu son nâzın da Malta’da esaret hayatının maddî, mânevî divarları arasında tertemiz bir ma­yaya sahip olduğunu parlak bir şekilde gösterdi. Birinci Dünya Harbi’nin, yaşadıkları hayatın ihtişamı içine bile sığamıyan bir kısım coşkun kahramanları bu derviş tabiatli, biraz da derviş kılıklı adamın ruh ve karakter yüksekliği karşısında, esaret hayatının sonuna kadar her gün bir parça daha küçüldüler.

Mağlûp imparatorluğun bazı idarecileri maddî imkânları­nın kendilerine bahşettiği yaşayış şartlarını esaret içinde de satın almaktan çekinmiyorlardı. Bunların arasında, Ingilizlerin verdiği on senelik konserve gıdalarla yaşamıya mec­bur olanların gözü önünde az bulunur, pahalı meyveleri “parayı veren düdüğü çalar” diyerek yutanlar vardı. Bunla­rın arasında şu veya bu yolda ara bulmalarla hapishane ye­rine çoluk çocuğu ile konforlu villâlarda oturanlar vardı!

Babamın bu arkadaşı ise ötekiler kadar imkânları bulun­duğu halde, iktidar zamanındaki basit, mütevazı hayatını sürdürüyor, kendisine gelen parayı fakir arkadaşlarına dağı­tıyor, bir yorgan, bir seccade, bir yastıktan ibaret eşyasını her gece yine fakir bir arkadaşının yatağı yanma götürerek meyus kalplere ümit ve teselli veriyordu! Az konuşuyor, çok düşünüyordu. Bir gün iki arkadaşiyle ortadan kaybol­du. Ancak bir müddet sonra küçük bir motörle İtalya’ya kaçtıkları anlaşıldı.

İsmi Millî Mücadele’nin sonuna kadar hiç işitilmedi. Yal­nız rivayet edilir ki Anadolu’ya geçmek istemiş, Ankara razı olmamış...

Büyük Zaferden hemen sonra, Gazi’nin Halk Partisi’nin remellerini attığı, bu Parti’nin ilk programı sayılabilecek meşhur “Umdeleri prensipleri” ilân ettiği sıralarda bir ak­şam, bizim evde bir toplantı oldu. Bulunanlar arasında meşhur Topçu İhsan gibi İttihat ve Terakki’nin eski men­supları da vardı.

Bir gün önce, Gazi’nin daveti üzerine Ankara’ya gelmiş olan babamın bu arkadaşı, ertesi sabah Gazi’ye söylemeğe karar verdiği sözleri o gece açıkladı:

“Gazi’nin beraber çalışmak teklifini şükranla karşıladım. Fakat bu koca İmparatorluk bizim kucaklarımızda can ver­di. Hatâlarımızla, sevaplarımızla devrimizi bitirmiş insanla­rız. Bize, bana düşen vazife bir köşeye çekilerek, vatanı kur­tarmış adama, arkadaşlarına muvaffak olmaları için dua et­mekten ibarettir. Bizim artık idare etmek hakkımız kalma­mıştır!”

Bunları Gazi’ye söyledikten sonra İstanbul’a döndü.

Gazi’yi hakikaten öldürmeyi düşünenler arasında mıydı? Öyle ise günahı büyüktür ve Allah taksiratını affetsin de­meğe bile insanın dili varmaz. Fakat bu hususta o zamanlar ortaya atılan delillerin sağlamlığı da daima tartışılabilir! Onu mahkûm etmiş olanların kanaatleri ne olursa olsun Abdülhamit zamanında kendisini sokakta ölesiye döven pa­şazadelere mutlak bir iktidar sahibi olduktan sonra en kü­çük bir karşılıkta bulunmayan, “mağlûbiyet felâketi olursa Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nm etrafında toplanmak” telkinini yapan bu adam hakkında dostları ma­sum olduğu kanaatini taşıdılar. Delâletler, gafletler, hatâlar en çok inkılâplara yakışır! İnkılâplar bundan fazla bir şey kaybetmezler. İnkılâpların değişmez bir kaderi de budur!

Hakikat ise, bir devrin son kalıntılarının da şu veya bu sebeple temizlenmesini isteyenler, o ortadan kalkıncaya ka­dar sinirli^, hırçın, müsamahasız oldular. Fakat ölümü ile huzur ve sükûna kavuşanlar yalnız bunlardan ibaret değil­di. Hayatta kaldıkça temizliğin kendilerine kadar uzaması ihtimali ile ecel teri dökenler de onu kanlar içinde uzanmış gösteren resimlere bakarak rahat nefes aldılar!

Kendisini kovahyan kararın hiçbir şeyden çekinmiyen kafiliğinden şüphesi yoktu. Bunun içindir ki belki de suç­suzluğunu ispat etmenin mümkün olabileceği güne kadar yaşamak ümidiyle gizlendi. Fakat içindeki endişe hep canlı kaldı. İstiklâl Mahkemesi’nin eski komitacı reisi, onun sak­lanabileceği her yeri hem iyi.biliyor, hem iyi tanıyordu. Makina başında polise talimat veren bu reis onu nihayet hay­ranlarından bir dostunun evinde sıkıştırdı. Silâhı elinde idi. Bu silâhı, aldıkları emrin peşinde köşanlara değil, hiçbir ümit kalmadığı zaman kafasına sıkmasını bilen bu adam kendisine yakışanı yaptı!

İnkilâp Oluyor

İSTİKLÂL Mahkemesinin küçük salonunda Hâkimler’e,

Savcı’ya, Suçlulara, Jandarma’lara ayrılan kısımlardan ge­ri kalmış daracık yerde omuz omuza sıralı dinleyiciler ara­sına kendimi zorlukla sıkıştırdım. Kâtip kararı okuyor, iki süngülünün ortasında dimdik duran iri yarı, biraz şişman, esmer yüzünün keskin çizgilerinden terler akan sanık neti­ceden emin ve dost gözlerle Reis’e, Âza’lara bakıyor. Du­daklarındaki rahat bir gülümseme zaman zaman, Reis dı­şında, Mahkemenin azalarına sirayet ediyor, o ve hakkında henüz bilmediği hükmü vermiş insanlar bu gülümsemeyle, bu bakışlarla birbirleriyle âdeta konuşuyorlar.

Zaten arkadaş idiler, cephede, fedailikte, askerlik hayatı­nın binbir maceralarında beraber olmuşlardı. Şimdi, tesa­düfler kaderini, hükümeti devirmek suçu ile haksız yere ötekilerin ellerine vermişti. Ne zararı var? Kendisine “Ka­sap” lâkabı takılacak kadar kanlı birçok hâdiselere karış­mıştı. Fakat hükümete, Gaziye isyan gibi alçaklığa asla gönlü razı olamazdı. Bünu, şimdi hâkimleri olan eski arka­daşları da elbette biliyorlardı. O halde kurtulacaktı.

İşte kararın onun bu işde hiçbir alâkası olmadığını göste­ren satırları!

Neş’e, sevinç içinde âzalardan birisine göz kırptı. Sessiz teşekkürüne cevap alamadı ve birden dikkat etti ki deminki tebessüm de dudaklardan silinmiştir! Kâtip kararı okumağa devam ediyor, hükümeti devirmek iddiasından suçsuzluğu­na karar verilmekle beraber geçmişteki hayatı karıştırılarak vaktiyle boşadığı karısının ölüm sebepleri üzerinde durul­duğunu söylüyor! Ne münasebet! Onunla bu dâvanın ne alâkası var?

Bu sefer sorularla dolu gözlerini arkadaşlarına dikti; yüz­lerinden bir şeyler anlamağa, bir şeyler çıkarmağa çalıştı. Hayır, hepsi, başta kaim kaşlarını gözlerinin üstüne yıkmış o Reis, hepsi put kesilmişlerdi!

Kâtip okuyordu:

“Boşadığı karısına nafaka vermemek için ekmek bıçağı ile doğrayarak öldürüp kuyuya attığı...”

“Canım bu eski hikâye! Ne diye karıştırıyorlar?!”

Gözlerini yine Mahkeme âzalarma çevirdi. Yüzü sarar­mış, kirli bir renk almıştı. Dudakları kupkuru idi. Onlar­dan, eski arkadaşlarından, şu andaki mutlak Hâkimlerin­den rahat ettirecek bir bakış çıkmıyacak mı idi?

Kâtib’in dudaklarından dökülen son cümleler kelime ke­lime değil, harf harf, birer bıçak olarak beynine, kalbine, ar­kasına saplandılar.

“Merkum’un Türk Ceza Kanununun ... Maddesinin ... bendine göre idamına ittifakla... ”

Salona ölüm, hayır kendi ölümünün sükûtu çöktü. Hâ­kimler kalkmağa davranıyorlardı. Kalbindeki son ümit zer­resinin kuvvetiyle başını onlara uzattı, içlerinden en sami­mî sandığının ismini söyliyerek kısık sesle fısıldadı:

"... ne oluyor?. Ne oluyor?...”

Muhatabı birden başını çevirdi. Durgun, hiçbir müsbet veya menfî mâna açıklamayan bir bakışla cevap vererek yü­rüdü:

“İnkılâp oluyor!”

Bu cümle bir anda her şeyi anlattı. Hapishane arabasının sallantıları arasında kendisine şimdi bu cevabı veren arka­daşı ile birkaç yıl önce yaptığı konuşmayı hatırlıyordu:

İnkılâplardan bahis açılmıştı. O da birçokları gibi Fransız İnkılâbını Ali Kemal’in Ricali İnkılâp’mdan, Tarihçi Reşat Bey’in Fransız İnkılâbı Kebiri’nden şöyle böyle okumuştu. Bu kitaplar ona inkılâplar hakkında garip fikirler, hattâ ka­naatler vermişti. Yüksek sesle bağırıyordu:

“İnkılâp senin beni veya benim seni, bir kelime ile arka­daşların birbirini aştığı zaman olacak! İnkılâbın hakikî deli­li budur.”

Arkadaşı işte kendisini asıyordu. Demek inkılâp oluyor­du. Fakat ona isnat edilen suç gerçek çıkmamıştı. O halde şu son gününde inkılâplar hakkında yeni bir fikir, yeni bir kanaat daha edinmiş oluyor:

“İnkılâp yalnız suçluların, hainlerin değil, suç’a istidadı olanların, hiyanet edebileceklerin, hattâ şu veya bu sebeple vücudu zararlı olanların kısacık mahkemelerden sonra öl­dürüldükleri zaman oluyor!”

înkılâb’a hiyanet edenler kadar inkılâb’ın hedefi, medenî Devlet anlayışına, bazan da inkılâbı yapan ve idare edenle­rin şahsî görüşlerine göre yaşamalarının zararlı olabilecek­lerine inanılmış olanlar da istiklâl Mahkemesi Reisinin, ba­bamın bu arkadaşının ismini hep korku ile andılar. Yalnız bunlar değil, bu isim ve sahibinin taşıdığı sıfata çok uygun ciddî, çoğu zaman .asık yüzü, kısık sesi, küçük, müstehzi gözleri, çevresinde olanların birçoğuna aynı korkuyu verdi.

Onun sert adam şöhreti daha Birinci Dünya Harbi içinde Üsküdar itfaiye kumandanlığı ile başlar. Bu vazifede iken Enver Paşa’mn verdiği bir emre usulsüz bulduğunu söyliyerek itaat etmemesi en çok ikinci, üçüncü sıradan İttihatçılar arasında kendisine büyük sempati toplamıştı. Mütarekede Balıkesir yakınlarında bir yerde idi. Yunan istilâsına karşı ilk çıkış cephesini kurması İstanbul’a gelir gelmez Ingilizler tarafından tutularak Malta’ya gönderilmesine sebep oldu.

İlk Kuvayi Milliye cephesinin bu ilk kumandanı esaret aylarını hemen hemen kimse ile konuşmadan geçirdi. Şim­di kendi hizasına inmiş sadrazamlardan, nâzırlardan, paşa­lardan asla hoşlanmıyor, yanlarına sokulmamağa çalışıyor­du. Yalnız merhum Ziya Gökalp’in çevresinde halka olarak derslerini dinleyenlerin arasında zaman zaman gözüküyor, sonra yarı karanlık koridorları tek başına adımlayıp duru­yordu. Saçsız başının ona genç yaşında kazandırdığı lâkabı Ingilizler bilerek veya bilmiyerek zarif bir şekle sokmuşlar, isminin sonuna paşa kelimesini de katarak “Gül ... Paşa” demeğe başlamışlardı.

Babamla ilk arkadaşlığı da galiba Malta sürgününde başla­dı. Bu arkadaşlık sonra kâh sıklaştı, bazan aralıklar verdi. Çok seviştikleri iddia edilemezdi. Fakat esaslı bazı meseleler­de aynı fikirde olmadıkları halde birbirlerini takdir etmesini biliyorlardı. Babam ile onun arasında dostluk münasebetleri siyasî görüşlerde ortak ahbapların kurduğu köprüde oluyor­du. Bunun yanında İstiklâl Mahkemesi Reisinin bilgili olmak ve gözükmek hevesi ikinci köprü idi. İngilizce öğrenmeğe çalışıyor, birkaç arkadaşı ile birlikte haftanın belli günlerinde babamın yazıhanesinde verdiği tarih derslerini dikkatle takip ediyordu. Bu yoldaki hevesi günün birinde, 1944 yılında Hans Kohen isminde Amerikalı bir âlimin milliyetçilik üzeri­ne yazdığı bir kitabın Türkiye’ye ait parçasını Türk Milliyetçi­liği ismi ile Türkçe’ye çevirmeğe kadar genişledi.

Babamdan en uzaklaştığı devir bir kısım İttihat ve Terak­ki Reislerinin İstiklâl Mahkemesi’nde mahkûm edilerek asıldıkları zamandır.

Bazısı gençlik arkadaşı, çoğu İttihat ve Terakki içinde ide­al yoldaş olanların birer birer sehpalarda can vermeleri ba­bamı kalbinin derinliklerinden mahzun etmişti. Bunu başta biz çocukları ve ailesi olmak üzere etrafındaki herkes açık­ça görüyordu. Bir akşam Rus Sefaretinde verilen bir suvarede, Atatürk’ün huzurunda toplu bir halde otururken Kara Kemal’in intihar haberi geldi. İstiklâl Mahkemesi Reisi, ba­bamı göstererek, “Paşam, Ahmet Bey’in yüzü gülmüyor, herhalde kırk gün sonra bizleri Kara Kemal için okutacağı mevlûda çağıracak” diyerek kaba bir şaka yaptı. Hem bu şa­kaya, hem arkadaşının sözlerindeki katı yürekliliğe şiddetle içerliyen babam hemen cevap vermekten sakınmadı:

“Elbette yüzüm gülmez. Kara Kemal dostumdu. Gazi’ye kast etti ise lânet olsun! Fakat bir gün gelir seni de aynı korkunç akıbetin kollarında görmek felâketine uğrarsam yine mahzun olurum, senin için de mevlût okutmakta te­reddüt etmem!”

Atatürk arkadaşları arasında her çekişmede yaptığı gibi bu sefer de bahsi değiştirdi. Bu hâdise kulaktan kulağa hızla ya­yıldı. Birkaç gün sonra da istiklâl Mahkemesi Reisi sanıklara Kara Kemal’in yazıhanesindeki toplantılarda Ağaoğlu Ahmet Bey’in bulunup bulunmadığını da ima eden sualler sordu.

Babam, Mahkeme Reisi arkadaşına bir mektüp yazdı:

“Bir kısım maznunlara Kara Kemal’in yazıhanesindeki toplantılarda bulunup bulunmadığımı sorduğunüzu gör­düm. Kara Kemal benim dostumdu, bunu cümle âlem bilir,' fakat o, Büyük Gazi’ye suikast düşünmüş ise nazarımda mel’ûn olmuştur. Fakat sizde benim onun yazıhanesinde yapılan içtimalara iştirak ettiğim hakkında şüphe varsa va­zifenizin beni de mahkemeye çağırmak olduğunu hatırlat­mak isterim.”

Ertesi gün Mahkeme Reisinden cevap geldi:

“Ben bahsettiğiniz şekilde size ait herhangi bir sual sormadun. Hâkimiyeti Milliye gazetesi zâtı fazilanelerinin ida­resinde intişar etmekte olduğuna göre gazetede çıkmış yan­lış ifadelerin kusuru da yine ancak zatıâlinize ait olabilir.”

İstiklâl Mahkemesi Reisinin babama en çok yaklaştığı de­vir ise Mahkemenin dağılmasından sonradır. Babamın arka­daşı yıllardan beri âdeta Devletin dördüncü kuvveti idi. Şimdi o çok büyük kudret elinden gidince hırçınlaşmağa başlamıştı.

Bu hırçınlığının cevabı ağır oldu. Bir gece Atatürk’ün sof­rasından hırpalayarak kaldırdılar ve kapının önüne bıraktılar.

Kısa süren bu gözden düşme günlerinde hemen her gece Keçiören’deki evimizdedir. Kendisine reva görülen muame­leden acı acı şikâyet ediyor, Gazi’nin etrafını fena adamların aldığını söyleyerek haykırıyordu:

“Millî Mücadele’ye ilk defa ben başladım, düşmana ilk kurşunu ben attım! ”

Birinci Büyük Millet Meclisi’nde muhafazakârlarla yenilik taraftarları arasındaki çekişmelerde babamın bu arkadaşı yenilik fikrinin sessiz, fakat silâhlı liderlerinden biri oldu. Mecliste bu bahislerde hararetli tartışmalar sırasında otur­duğu yerden salonun her köşesini dikkatli gözlerle araştırır, çatışmaların kavgaya döneceği zaman bir elini cebine soka­rak sâkin adımlarla döğüşenlere doğru yürürdü. Onun ge­rektiği zaman cebine soktuğu elini boş çıkarmıyacağmı iyi bilirlerdi. Babamın arkadaşı yenilik fikrinin fedailiğini körü körüne, emir kulu gibi değil, inanarak yapıyordu.

Birinci Meclis’in içinde muhafazakârlık-yenilik mücade­lesinin tarihî hâdiseleri vardır:

Bir gün Edirne Mebusu merhum Şeref bir vesile bularak kürsüye çıktı. Ağır, eski kelimelerle dolu, yapmacıklı, yüzü­nün mimikleri, ellerinin, kollarının hareketleriyle garip bir nümune teşkil eden meşhur hitabetiyle Osmanlı İmparator­lu ğu’nun, tâ Mütareke yıllarına kadar çökme sebeplerini devlet idaresinin din kaidelerinden uzaklaşmış olmasına bağladı. Genç Osman, Birinci Mahmut gibi inkılâpçı hü­kümdarlar, bütün Tanzimat adamlarını, İttihat ve Terakki’nin bütün İçtimaî hamlelerini yerin dibine batırdı, so­nunda da bu söylediği fikirlerin aleyhinde olanları toptan küfürle, dinsizlikle suçladı.

Meclis muhafazakârların çılgınca alkışlariyle çınlıyor, ye­nilik taraftarlarından hiç kimse bu heyecan karşısında söz alıp konuşmağa cesaret edemiyordu.'

Edirne Mebusunun arkasından zamanın Şer’iye Vekili (Dış işleri Bakanı) de kürsüye çıkarak onu destekliyen bir konuşma yaptı. Bu telkinlerin tesiri öylesine ağır bastı ki dayanamıyarak yerinden kalkan Hamdullah Suphi Tanrıöver’e Reis söz vermedi.

Ertesi günü Hâkimiyeti Milliye gazetesinde o sırada Mat­buat ve İstihbarat Umum Müdürü olan merhum Ahmet Ağaoğlu’nun “Nereye gidiyoruz?!” isimli bir başmakalesi çıktı. Babam bü yazısında Meclisin o toplantısındaki man­zarayı, söylenen fikirleri, yapılan iddiaları tahlil ederek “Derviş Vahdetîlerin ruhu hortluyor, bu ruh memleketi ne­reye götürecek?” diye soruyordu. O gün öğleye doğru Baş­vekil,[III] babamı çağırdı:

“Sen ne yaptın Hocam, diye başladı, bu sırada böyle yazı yazılır mı? Hocalar topta yanıma geldiler, ateş püskürüyorlar. Bu vaziyette hem onları teskin, hem de seni korumak için istifa etmeni istiyorum!”

Öteden beri, hele beraber geçirdikleri Malta esareti sıra­sında babamın Başvekile, onun da babama karşı derin sev­gileri vardı. Babam, hükümet reisini çok iyi, çok dürüst bir insan olduğu kadar büyük devlet adamı, hattâ büyük kah­raman gibi seviyordu. Bunun içindir ki onun bu sözlerini ve istifa teklifini hayretle, acı ile karşıladı. Bu acısını anlat­tıktan sonra madem ki zor mevkide kalmıştır, kendisini sı­kıntıdan kurtarmak için istifa edeceğini söyledi..

Haber hızla Ankara’ya yayıldı. Babam istifasını yollama­dan biraz önce Umum Müdürlükteki odasının kapısı açıldı. İçeriye başında babamın bu arkadaşı olmak üzere araların­da Topçu Ihsan’m da bulunduğu bazı dostları girdiler.

Babamın arkadaşı hiçbir şey sormadan söze başladı:

“istifa edeceğini duyduk; edemezsin. Sen hepimizin fikir­lerine tercüman oldun. Biz arkadaşlar toplandık, bu yobaz­larla mücadeleye karar verdik. İstifa edersen bizi zayıflatmış olursun. Sonra seni buraya Gazi tayin etti. O şimdi burada değil. Gelinceye kadar beklemen hattâ vazifendir. Hemen kalkar, gider Başvekile istifa etmiyorum, çünkü beni buraya Gazi tayin etti. Onu bekliyeceğim dersin.”

Babam arkadaşlarının bu düşüncelerini yerinde buldu. Başvekile giderek “İstifa etmiyorum. Gazi’yi bekliyeceğim. İsterseniz beni azlediniz!” dedi.

Başvekil bu sözler üzerine kollarını havaya kaldırarak, “Hocam ben seni nasıl azlederim” diye cevap verdi. Mesele de böylece kapandı.

İstiklâl Mahkemeleri Millî Mücadele yıllarında asker ka­çaklarını ve bu hâdiselerle ilgili suçluları hemen muhakeme ederek en şiddetli cezalara çarptırmak, bu suretle cephelerde döğüşen orduların arkalarını kuvvetlendirmek maksadiyle kuruldular.

Zaferden sonra İstiklâl Mahkemeleri siyasî dâvaların gö­rüldüğü yerler oldu. Bu ikinci devrede de bunlara bir ba­kımdan inkılâpların bekçisi diye bakılabilir.

istiklâl Mahkemeleri’ni, Millî Mücadele içinde ve sonra oynadığı roller bakımından Büyük Fransız İnkılâbının or­duları yanındaki siyasî komiserlerine ve inkılâp mahkeme­lerine benzetmek mümkündür.

Babamın arkadaşı bu mahkemelerin birinci devresinde pek görünmedi. Ona asıl mühim vazifeyi, zaferden sonra, siyasî devrede, Şeyh Sait ayaklanmasından sonra kurulan mahke­melerde ve Atatürk’e suikast teşebbüsü sırasında verdiler.

Büyük Millet Meclisi’ne onu İstiklâl Mahkemesi’ne Reis seçmek için yapılan telkin isabetli idi. Gazi’ye her şeyden önce askerlik rütbeleri arasındaki büyük farkla, bir albayın bir mareşale olan itaat hissi ile bağlı idi. Buna daha birçok sebepler de karışıyordu. O da Birinci Dünya Harbi’nin felâ­ketleri sorumluluğunu ön sıradakilere yükleyen İttihatçılar­da idi. O da kendisine verilmiş vazifeyi gözünü kırpmadan yerine getirebilecek fedailerdendi. Nihayet karakterinin de kalbi kadar hiçbir tesirle eğilmeyecek sertlikte olduğunu iyi biliyorlardı. *

Şimdi bu satırları yazarken gözlerimin önüne yine Anka­ra İstiklâl Mahkemesi’nin bir günü geliyor. Sanık yerinde Doğu vilâyetlerinde bir ilçenin telgraf memuru var.

Suç delili isyan sahnesindeki bir arkadaşına çektiği şu telgraf:

“Din uğrunda büyük şehit Hazreti Hamza’nm yanma git­meğe hazırım!”

Babam’m arkadaşı gözlüklerini burnunun ucuna kadar indirdi. Dudaklarının arasından ıslık gibi çıkan sesi, gözle­rinin şaklayan bir kamçının ışığı sayılabilecek bakışlarıyla birleşti:

“Demek Hazreti Hamza’nm yanına gitmeğe hazırsın! Pe­ki, yarın sabah orada olacaksın!”

Babamın arkadaşı için tarih sahifesine korkunç insan damgası işte onun bu çeşit lüzumsuz, beyhude, hattâ avare sözleriyle yazıldı. Vazifesi korkunçtu. Sözlerini, hareketleri­ni öyle yapmayabilirdi. Sanıklara hâdiseler hakkında sualler sorarken “Siz suçlusunuz; siz bu memleketi felâketlere sü­rüklediniz, işte biz düşmanlarımızı böyle perişan ederiz” gi­bi çıkışlarda bulunmıyabilirdi. Bu vazife onsuz da görüle­cekti. Herhangi bir vatandaş Türk Milletini karanlık dünya­sından aydınlığa çıkarmak için yapılmış hamlelerin bu yol­dan da müdafaasını elbette, hattâ zaman zaman hatâlara, intikamlara, kinlere, hiddetlere bilerek, bilmiyerek âlet ol­mak suretiyle üzerine alacaktı. Fakat vazifeyi görürken kendi şahsiyetini onun içinde eritmeğe ne lüzum vardı?

Onun İstiklâl Mahkemesi Reisliği bir devrin sembolü sa­yılabilir. Buna “Tasfiyeler Devri” demek mümkündür:

İttihat ve Terakki’nin tasfiyesi, İkinci Grubun tasfiyesi, Millî Mücadelede muntazam ordular kuruluncaya kadar Millî Kuvvetlerin bir kısmını teşkil etmiş eski çete reislerin­den son kalanların tasfiyesi, nihayet 1908-1918 arasında bazısı yokluklar, sefaletler içinde yaşayan milletin gözü önünde muhteşem hayat sürmüş, bir kısmı aynı sınıftan beraber çıktıkları arkadaşlarını iltimaslarla, şanslarla, tesa­düflerle fersah fersah geçerek kıskançlıklar doğurmuş, bir­kaçı da şu veya bu zamanda söyledikleri sözlerle, yaptıkları işlerle gizli tasavvurların, saklı emellerin gerçekleşmesini geciktirmiş insanların tasfiyesi!

Ne gariptir ki bu büyük temizleme hareketi içinde yok olmaları göze bile çarpmayacak kadar tabiî sayılacak birkaç adam babamın bu arkadaşının sert, eğilmez karakterinde kendileri için âdil bir köşe aramakta aldanmadılar! Bunlar­dan biri de merhum Yenibahçeli Şükrü’dür.

Yenibahçeli Şükrü’ye, çocuk saflığını, mahçup duruşunu, başına çeşitli belâlar çıkarmış tatlı gevezeliğini ölünceye ka­dar bırakmıyan bu askere ait ilk hâtıram babamla yaptığı bir kavgadır!

1916’da babam İçerenköyü’nde, Müminderesi’nde, içinde küçük bir evi bulunan bir bağ almıştı. O yazı geçirmek üze­re taşındıktan birkaç gün sonra babamla bahçede dolaşır­ken yanımıza bir asker geldi. Aşağıda derenin yanında çadır kurmuş askerlerin kumandanı Yüzbaşının bir iş için kendi­sini çağırdığını söyledi. Babam, “Yüzbaşıya selâm et, gelsin görüşelim” dedi. Biraz sonra asker yine gelerek kumanda­nın babamı istediğini tekrarladı. Babam da gitmemekte ıs­rar etti. Beş dakika sonra yanında iki askerle, zayıf, kumral saçlı, yüzü güneş yanığı bir subay hemen hemen koşarak babamın önünde durdu, sert bir sesle “Sana haber yolla­dım, neye gelmiyorsun?” diye bağırdı. Babam birdenbire, iyi hatırlıyorum, sapsarı kesildi. Fakat sükûnetini bozmadı:

“Gelmiyorum; çünkü benimle konuşmak isteyen sensin! Sonra senden bak ne kadar yaşlıyım. Nihayet sen yüzbaşı isen ben de mebusum.” Babam o sırada Afyonkarahisar me­busu idi.

Yüzbaşı babamın bu sözleri karşısında bir an tereddüt et­ti. Sonra, “Kim olursanız olun! Bu beni alâkadar etmez!” diye yine sertlendi. Bu sefer kızmak sırası babama gelmişti. Kumandana doğru yürüyerek bağırdı: “Haydi, bütün asker­lerini topla gel bakalım, bana bir adım attırabilir misin! Sonra seni Enver Paşa’ya da şikâyet edeceğim!”

Bu sözler Yüzbaşıyı çileden çıkardı:

“Beyefendi, mebusluğunuza değil, yaşınıza hürmet ediyo­rum. Enver Paşa’ya şikâyete gelince hiç durmayın! Ben za­ten hayatımdan bıkmış bir adamım! Bana ne yapabilir?”

Askerlerim arkasına alarak hızla uzaklaştı.

Aradan yıllar geçti. Büyük zaferden birkaç ay önce bir gün Ankara’da Hakimiyeti Milliye gazetesinin kapısından babamla girerken merdivenlerden inen uzun boylu, genç bir adamla karşılaştık. Babam, elini muhabbetle sıkarak, “Nasılsın Şükrü Bey?” dedikten sonra bana döndü: “Hani, hatırlıyor musun, Erenköy’de beni dövmek istiyen zabiti? İşte bu adam!”

İri kestane renkli gözlerinde neş’eli ışıklar yanan sevimli bir yüz bana gülüyordu.

Erenköyü’nün hayatından usanmış yüzbaşısı aradan ge­çen yıllar içinde binbir maceradan sonra Birinci Büyük Mil­let Meclisi’nin âzası olmuştu. Bu maceraların dillere destan olmuşlarından biri, gelir gelmez Erkânıharbiyei Umumiye Reisliğine (Genelkurmay Başkanlığına) tâyin edilerek Millî Hükümete alman ve dâha sonraları sırasiyle en yüksek dev­let makamlarına yükselen bir zatı, İsmet Paşa’yı rivayet edildiğine göre biraz da zorla İstanbul’dan Ankara’ya kaçır­mış olmasıdır!

Yenibahçeli Şükrü’nün siyasî hayatı Birinci Meclis üyeli­ği, ağabeysi eski İttihat ve Terakki mes’ul murahhasların­dan ve Atatürk’e suikast işinde idama mahkûm edilmiş Nail Bey ile çoğu siyaset sahnesinin çeşitli kademelerinde oyna­yan dostlarının yarattığı çevreden ibarettir. Bunlara bir de Enver Paşa hayranlığından doğma İttihatçılığı da katılabilir. Erenköyü’nde babama, hayattan usanmış bir insana Enver Paşa’nın ne yapabileceğini biraz da kinle soran genç subayı kader bir zaman sonra Türk Ordularının Başkumandanına yaver yapacak, bu kendisi gibi güzel, mahcup yüzlü, tatlı bakışlı, sonsuz derecede cesur, atılgan adama deli gibi gö­nül verecekti. Yenibahçeli Şükrü’yü Gazi’ye beslediği bütün sevgiye, imana rağmen İkinci Gruba atan bu aşktır. Suikast hâdisesinde memleketin bütün polis teşkilâtını Kara Kemal ile beraber arkasına düşüren yine bu aşk oldu.

Yenibahçeli, Millî Mücadelede Gazi’nin Enver Paşa’yı memlekete sokmamak kararındaki isabeti bir türlü kabul etmedi. Bence Atatürk’ün Millî Mücadeleyi zafere götüren en mühim kararlarından biri de bu idi. Şayet Enver Paşa memlekete girseydi netice bunu isteyen Şükrü Bey gibi sa­mimî kimselerin zannettikleri şekilde iki kahramanın kur­tuluş dâvasında elele vermesi değil, memleketin birinin ba­şında Enver’in, ötekinin başında Gazi’nin bulunduğu iki cepheye ayrılması olacaktı. Sonra hangi sebebe dayanırsa dayansın, Birinci Dünya Harbi, Enver ve arkadaşlarının elinde korkunç bir mağlubiyetle bitmişti. Kaybetmiş, mem­leketi bırakıp çıkmış bir insanın tekrar sahnede gözükmesi milletin güvenini, azmini kırabilirdi!

Yenibahçeli Şükrü’ye bu açık gerçekleri kabul ettirmek güç oldu. Rus sınırında bekleyen eski Başkumandan Vekili­nin memlekete alınmaması üzerine şiddetle kızarak kendi­sini İkinci Grubun kollarına attı. İşte o kadar! Atatürk’e su­ikast işi ile ilgisi merhum Nail Bey’in kardeşi olmaktan da­ha ileri olamazdı. Fakat İkinci Grubun üyeliği, Enver Paşa hayranlığı, ötede beride yaptığı gevezelikler, atılganlığı şim­di başının belâları olmuşlardı. Korktu ve saklandı! Heyhat, kaçan kadar kovalıyan da mahirdi! İstiklâl Mahkemesi Re­isi, Kara Kemal gibi onun da gizlenebileceği her yeri bili­yordu. Etrafındaki çember her gün biraz daha daralıyor, hat        reket imkânları biraz daha azalıyordu. O zaman kendi ken­disine sordu: “Madem ki suçlu değilim, neye korkacağım?” İstiklâl Mahkemesi Reisinin asık yüzü, kalın kaşları, küçülI     müş gözleri önünde canlandı. Kısık sesini işitir gibi oldu.

                  Bu bakıştan, bu sesten merhamet bekleyemezdi. Bu doğru!

Fakat yine bu yüzün, bu sesin başka şöhretleri de var. Ha­yatı dedikodusuz! Gösterişi sevmiyor! Aklı ermediği zaman imanı ile hareket ediyor! İnanmadığı halde bir köle ruh ve zihniyeti ile yaptığı herhangi bir işi de hatırlamıyor! O hal­de suçlu olduğunu, yahut suçsuz da olsa ölümünün mem­lekete, bir şeyler kazandıracağına inanmadıkça ondan ken­disine fenalık gelmiyebilirdi! Ölümü, hele suçsuz olarak ölümü memleket için de, herhangi bir kimse için de bir fay­da sağlamıyacaktı! Yenibahçeli Şükrü’nün herkesin bildiği bir yanı da ihtirassız adam olmasıydı!

Daha fazla beklemedi!

Bir gün İstiklâl Mahkemesi Başkâtibi odasında çalışırken kapı açıldı. Başını önündeki dosyalardan kaldıran genç me120 F ...........  .                                  

mur hayretle yerinden fırladı. Yenibahçeli Şükrü karşısında dimdik duruyordu. Başkâtip daha ağzını açmadan söze baş­ladı:

“Ben aradığınız Yenibahçeli Şükrü’yüm! Beni bulmanız asla mümkün değildi. Fakat kabahatim de yok. Kabahatim olmadığı halde saklanmaktan bıktım, usandım! Reisinizi (meşhur lâkabını söyliyerek) iyi tanırım. Ona itimad ederek teslim oluyorum!”

Güveninde aldanmamıştı. Beraat etti.

Babamın bu arkadaşının İstiklâl Mahkemesi Reisi olarak herkese korku veren karakteri evinin içinde bir aile reisinin yarı sert, yarı yumuşak otoritesi halinde tecelli ediyor, mü­tevazı evinde çoğu zaman köşesinde oturan, rahatsız edil­mediği müddetçe şakacı, güleryüzlü bir adam oluyordu.

Görünüşü, Mahkeme Reisliği kürsüsünde ne kadar sert, haşin, kaba ise o yerden iner inmez hemen değişiyor, basto­nuna dayanarak, biraz öne eğilmiş yürüyen kendi halinde, sade bir insan oluyordu. Ayni basitlik, ayni tevazu evinin iç ve dış manzarasında da vardı. Devrin birçok meşhur nüfuz­lu simaları Millî Mücadele yıllarının gösterişsiz hayatını he­men bırakarak Yenişehir’de, Çankaya’da, Keçiören’de acemi mimarlara veya kalfalara yaptırdıkları garip, kuleli, şato ka­rikatürlerine benzeyen, içleri birbiriyle hiçbir ilgisi bulunmıyan süslü eşyalarla dolu köşklere yerleştikleri halde o, Samanpazarı yolunun sağ tarafında, iki katlı, kapısının üs­tünde kocaman bir nal ve bazı nazarlık boncukları asılı ye­ni evinde eski âdetlere göre döşenmiş, yarısı sedirlerden ibaret eşyalar arasında, şayet biraz resmî misafirleri yoksa entari ile oturuyordu.

İnsan talih dediğimiz kendisinden çok önce çizilmiş ka­der yolunun üstünden bir türlü ayrılamıyor. Ne kadar çır­pınsa, iradesini, aklını, zekâsını ne kadar bu yoldan sıyrıl­mak için kullanmaya çalışsa muvaffak olmasına imkân yok!

Babamın bu arkadaşına yaratıcı büyük kudretin nasip etti­ği talih kanlı bir yolun üstünde yuvarlanmadan ibaret oldu.

Harpte öldürdü, vazifesi yüzünden öldürdü, kaza ile öl­dürdü, nefsini savunmak için öldürdü! Her bahsi açıldığı zaman dedikoduları hâlâ devam edip gidiyor; şüpheler, so­rular, tereddütler, hâlâ birbiri arkasından sıralanmakta. Ha­lil Paşa’yı, Şark Cephesinin Karabekir’den sonra bu en namlı generalini nasıl öldürdü?

Çok anlatılmış bu hikâyeye yeniden dokunacak değilim. Yalnız iyi, çok iyi biliyorum ki babamın arkadaşı bütün di­ğer sebep olduğu ölümlerdeki gibi bunda da bir masumdan başka bir şey değildir.

Merhum Halit Paşa sinirli, kavgacı, hattâ ismine, sıfatına, mesleğine yakışmayacak kadar hiddetine mağlûp bir insan­dı. Babam ile yeni olmakla beraber, sıkı dostluğu vardı. Devlet işlerini beğenmiyor, acı acı şikâyetler ediyor, arala­rında İstiklâl Mahkemesi Reisi de bulunan bazı kimselere karşı sevgisizliğini, hattâ husumetini açıkça göstermekten çekinmiyordu. Hoşuna gitmiyen, onu şiddetle sinirlendiren hallerden biri de bilhassa asker İttihatçılar aleyhindeki söz­lerdi. Ölümünden kısa bir zaman önce sinirlerinin çok ger­gin olduğu bir sırada Babam kendisine evlenerek birkaç ay istirahat etmesini tavsiye ettiği vakit:

“Ahmet Bey, bu ruh haleti içinde evlenirsem hiddetimi biçare kadından alır, durup dururken katil olurum” demiş­ti. Onun Mecliste ağır bir hâdiseye sebep olacağım birçok­ları, bu arada İstiklâl Mahkemesi Reisi de biliyordu.

Hâdise günü Meclise cebinde iki tabanca ile hazırlıklı gelmişti. Hedefinin bir sebep bularak doğrudan doğruya İs­tiklâl Mahkemesi Reisi olduğu iddia edilebilir.

Günün birinde eski İstiklâl Mahkemesi Reisinin Nafıa Vekili (Bayındırlık Bakanı) tâyin edildiğini görenlerin çoğu hayretler içinde kaldı. O, mizacı, karakteri, itiyatları bakı­mından alışılmış vekil tiplerinin dışında insandı. Fakat Na­fıa Vekâleti koltuğuna ne memurların, ne bu vekâletle işi olanların hoşuna gitmiyecek birisinin oturtulması için de ciddî sebepler vardı. Onu bu vekâlete İstiklâl Mahkemesi reisliğine getirir gibi getiriyorlardı.

Bu tayindeki isabet kısa zamanda görüldü. İtiraf etmek lâzımdır, Halk Partisi iktidarı zamanında bayındırlık saha­sında yapılmış el ile tutulur, gözle görülür ne varsa hemen hepsi babamın bu arkadaşının eseridir.

Bunların yanında demiryolları gibi devlet için her bakım­dan çok önemli İktisadî faaliyetleri yabancı şirketlerin elle­rinden âdeta kopararak almasını bildi. Nihayet Afyonkarahisar mebusu olduğunu da unutmadı. Millî Mücadeleden beri Türk tarihinde şerefli bir isim olarak kalacak bu şehri imar etmeğe koyuldu. Orada da Halk Partisi hükümetleri zamanında yapılmış işlerin toptan şerefi yine babamın bu arkadaşına ait.

Bayındırlık Vekâletinde gösterdiği bu gayretin altında acaba İstiklâl Mahkemesi Reisi olarak hâfızalarda yer etmiş geçmiş devirlerini unutturmak gibi bir arzu, bir heves de yatıyor mu idi? İsminin tarihte yalnız “Korkunç adam” ola­rak kalmasından mı ürküyordu?

Babamın arkadaşının vicdanında böyle bir hesaplaşmanın geçtiğini düşünmek mümkündür. Fakat heyhat! Ölümle­rin, şiddetlerin, zulümlerin açtığı izler iyiliklerin açtığından çok daha derin oluyor. İnkılâp tarihimizin sahifelerinde ba­bamın arkadaşının ismi İstiklâl Mahkemeleri ile beraber anılacak. Bayındırlık Vekilliğindeki güzel işleri belki de hiç hatırlanmıyacaktır.

Son seneleri vicdanı ile kafası arasında beliren hayallerin, başlangıçta zaman zaman, sonraları gece gündüz, hattâ şu­urunu büsbütün kaybettiği ölümünden önceki haftalara ka­dar tehditleri, kavgaları, kahkahaları, mimikleri arasında geçti.

Bütün hayatını yalnız hatırlamakla kalmıyor, sanki içinde yaşadığı hâdiseler, çevreler durmadan tekrarlanıyordu. Yata­ğından fırlıyor, Meclise gideceğim diyordu. Giydiriyorlar, bir arabaya bindirerek biraz dolaştırdıktan sonra yine evine ge­tiriyorlardı. Fakat o kendisini Meclise gelmiş sanıyor, bir se­dire bir zamanlar etrafında mebusların ayakta halka yaptığı Meclis koridorunun sağ köşesindeki kanapelere oturuyo­rum diye çöküyordu. Sonra hayalindeki insanlarla konuşu­yor, kimini azarlıyor, kimine gülüyor, bazısını tehdit ederek bağırıyordu. Etrafım sarmış bu hayaller arasında idamı için kâfi görülmüş bütün suçu, eski İttihatçıları toplayarak yeni bir partinin programını hazırlamaktan ibaret, İttihat ve Te­rakki devrinin çok meşhur nazırlarından birisi de vardı. Al­tında imzası bulunan kararları ile bu dünyadan göçüp git­miş birçok insanın, hattâ bu arada en yakın arkadaşlarının hâtıraları bile ne kafasında, ne vicdanında bu hayalin yaptığı korkunç, dayanılmaz, perişan edici baskıyı göstermediler.

Önce asılan nazırın geriye bıraktığı karısı ve çocuklarım gizli gizli takibe başladı. Bu aileye yakın ve kendisinin bu merakını kimseye söylemiyeceğine emin bulunduğu bazı kimselerden onlar hakkında haberler topladı:

Nasıl yaşıyorlar? Ne ile geçiniyorlar? Daha ileri gitti. Bir gün Yalova’ya Süreyya ablama, gidip bu aileyi görmesini, ço­cuklarının tahsil masraflarını üzerine almayı düşündüğünü söylemesini rica etti. Ablam babamın arkadaşının kendisine verdiği vazifeyi yerine getirdi. Fakat aldığı cevap acı oldu:

“Ben onun yardımı ile çocuklarımı okutacak kadar sefil değilim!”

Bu adamın vicdanında kendisini gösteren ne idi? Asılanın masum olduğuna inanabilirdi. Fakat ayni zamanda asılması lâzım gelmeseydi o kararı verebilir miydi? Belki kararı ver­mekte inkılâbın müdafaası bakımından kendisini haklı gö­rüyor, buna karşılık masumun çocuklarının istikballerini sağlamak suretiyle vicdanında bir muvazene kurmak isti­yordu. Yahut da vicdanında nazırın yalnız masum olarak değil, sebepsiz yere de asılmış olduğu hakkında şüpheler, tereddütler uyanmıştı.

Ruhunun erişilmesi çok zor derinliklerindeki bu hesap­laşmayı bilmeğe, öğrenmeğe artık imkân yok. Yalnız ölü­münden önceki son aylarının bu hesaplaşmanın acıları içinde geçtiği söylenebilir. Hattâ, hastalığının şuurunu ta­mamen kaybettirerek yaşadığı son günlerinde sık sık ve tit­remeler içinde Nazırın ismini sayıkladığı ve “geliyor, geli­yor” diye haykırdığı anlatılmaktadır. Bir gün de bu korku­lar, bu vehimler, bu hayaller arasında gözlerini dünyaya ka­padı. MİLLÎ ŞAİR

İ

TTİHAT ve Terakki liderlerinin kendisine hemen hemen resmen taktıkları bu “Millî” unvanı bir bakımdan ona yakışıyordu. Şişman, iri vücudunun üstünde bembeyaz sa­kalı, beyaz yüzü, iri, açık mavi ışıklarla dolu gözleri, titrek, ahenkli sesiyle Türk Tarihi’nin efsane Ozanlarına benziyor­du. Şâir miydi? Hayır! Sanattan bu kadar uzak şiirler yazan bir insan şâir olabilir mi? Fakat tarihe, ne uzun müddet yaptığı valilikleri, ne mebusluklariyle geçiyor. Tarihte yerini şâir, “Millî Şâir” olarak aldı. Hem de unutulamaz, silinemez, ihmal edilemez bir şekilde. Bütün bir nesil uzun za­man onun iki mısraını millî uyanışın şarkısı diye durmadan tekrarladı:

Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur

Sinem, özüm ateş ile doludur

Babamın dostları içinde çocukların, bütün arkadaş ço­cuklarının en çok sevdiği yüz onunkiydi. İstanbul’da Serencebey yokuşundaki evi ilk çocukluğumdan kalan aydınlık hâtıralar arasındadır. Tertemiz, sâde, zarif eşyalar ile dolu

geniş, rahat, gönül açan odalar! O gözüktüğü zaman sırala­nır, birer birer elini öperdik. Biraz kaim ve ıslak dudakları­nın sıcaklığım yanaklarımda, alnımda hâlâ duyuyorum.

Şiirlerini okumasını isterdik. Zaten o da bunu bizden beklerdi. Gözlüğünü dikkatle takar, cebinden çıkardığı kâ­ğıtlardan yeni şiirlerini, sanki büyük insanlardan bir toplu­luk karşısındaymış gibi heyecanla, ciddiyetle okurdu. Bir­kaç şiiri vardı ki onları söylerken biz çocuklar ağlayacak hale gelirdik. O gerçekten ağlardı. Bunlardan birisinin ismi “Kesildi mi ellerin?”di. Elleri annesini bıçaklarken kesilen bir adam annesinin yaralanıp yaralanmadığını sorarak biten bir şiir!

Millî Şâir ruhunun bir yanıyla ölünceye kadar çocuk kal­dı. Onu en ehemmiyetsiz hâdiseler bedbaht edebiliyordu. Yine en ehemmiyetsiz hâdiseler ile saadet göklerinde uçar­dı. İşte bir misal: Babamla seyahat ediyormuş. Bir aralık onun kompartımanında önce inlemeler işitiliyor. Arkadan da hıçkırıklar! Babam hemen yanma koşuyor. Gördüğü manzara şu: Arkadaşı kaim yün fanilasını boynuna kadar çekmiş, başından çıkarmağa çalışıyor, fakat fanila canlı bir inatla bir santim daha yukarı çıkmıyor. Şâir’in parmakları beyhude yere fanilânın kıvrımları arasında çırpınıp duru­yor. Babam “ne var, niye ağlıyorsun?” diye soruyor. Şair hıçkırıklar arasında, “beni bu fanilâdan kurtar Ahmet Bey!” diye yalvarıyor.

Atatürk, Millî Şâir’i Serbest Fırka’ya soktu. Bu hâdise onun için önce büyük gurur sebebi oldu. Çocuk saflığıyla babama, “Ahmet Bey,” diyordu, “Gazi’nin bu işteki samimi­yetinin en kuvvetli delili beni de sizin aranıza katmasıdır. Bu suretle Gazi millî muhalefet yaratıyor, elbette farkındası­nız!” Babam gülerek, “öyle dostum öyle,” diye cevap veri­yor, “elbette senin aramızda bulunman bizim için büyük te­minattır.”

Fakat Serbest Fırka macerası en hazin tecellilerinden bi­risini de Millî Şair üzerinde gösterdi. Fırka dağıldıktan son­ra bir köşede birkaç ay gözden düşmüş, unutulmuş yaşadı. Onun buna dayanması güçtü. Her devirde sanat ve siyaset salonlarının hakikî süsü olmuştu. Şimdi eski, tozlu bir vazo gibi köşeye atılmış olmak gücüne gidiyordu. Gururu ile hüsranı arasında geçen çetin mücadelede birincisi mağlûp oldu ve tekrar meb’usluk için sırasiyle muhtelif kademeler­den sonra Atatürk’e başvurdu. Artık yeniden Meclis’tedir ve ne kadar solmuş, yıpranmış hâlde! Hiçbir yerde gözükmü­yordu. Sanki eski Türk Yurdu ve Türk Ocakları ile beraber göçmüş, onların enkazı altında yalnız ihtiyar bir nefesten ibaret kalmıştı.

Ankara Hukuk Fakultesi’nin üçüncü sınıfında iken Beh­çet Kemal Çağlar, Hıfzı Oğuz Bekata gibi yakın arkadaşlarla kurduğumuz “Genç Türk Edebiyat Birliği”ni yaşatmağa ça­lışıyorduk. Ankara’da eski Kız Lisesi’ne inen yokuş üzerin­de küçük bir dükkânı cemiyet binası olarak kiralamıştık. Burada kanatları altına sığınabileceğimiz mânevî bir rehbe­re ihtiyacımız vardı. Halbuki ortada ellerini öpebileceğimiz tek insan kalmamış gibiydi. Ocakların eski reisleri birer bi­rer, bazısı siyasetin, bazısı kaprislerin kurbanı olmuşlardı. O zaman aklımıza Millî Şâir geldi. Onun sevimli beyaz yü­zü bir güneş gibi dağınık kalplerimizi etrafına toplayabilir­di. Hemen karar verdik, gidip görecek, Birliğimize mânevî reis olmasını istiyecektik. O günü hiç unutmıyacağım. Ne istediğimizi öğrenir öğrenmez gözleri yaş doldu, titrek, âhenkli sesi heyecandan kısılmıştı, “biliyordum” diye başla­dı, “bu gençliğin benim hizmetlerimi nihayet takdir edece­ğini biliyordumBugün bana mukadderdi. İşte şimdi kuzu­larının başında mes’ut çoban gibiyim.”

Fahri reisimizi Birliğin merkezi küçük dükkâna dâvet et­tik. Bize hayatını ahlattı, şiirler okudu, yeni nesillerin vazi­feleri üzerinde fikirlerini söyledi. Sonra hep beraber cadde­ye çıktık. Otuz arkadaştık. Millî Şâir’i ortamıza almıştık, âdeta nümayiş yürüyüşü hâlinde ve herkesin hayret dolu bakışları arasında Karaoğlan Çarşısı’ndan geçerek Ulus Meydam’na kadar geldik. O Meclis’e gitti, biz dağıldık.

Babamın bu ak yüzlü, güzel, şiirleri, sesi ve evinin aydın­lığı çocukluk hâtıralarımın bir köşesini dolduran arkadaşı­nı bir daha görmedim. Kurban Başvekil

Y

OLUN yarısında onunla karşılaştım; mektubu verdim;

okudu; gülerek: “Ben de size geliyordum, haydi gide­lim” dedi. Birbirlerine hiçbir şey yokmuş gibi sarılarak öpüştüler. Akşam bir hâdise olmuştu: İstanbul Meb’usu Ali Rıza Bey’in evinde toplanılmış, yenilmiş, içilmiş, karşılıklı şakalar arasında bahis pehlivanlıktan, güleşmekten açılmış­tı. Babam onun her gün biraz daha büyüyen göbeğine işaret ederek “seni karnından tutup yere sererim” diyor! O, “ben seninle güleşir miyim Ahmet Bey? Senin hakkından oğlum bile gelir” deyince babam birden bu sözden kendisine haka­ret kasdı çıkarıyor, karşılıklı hakarete geçiyor!

Hüseyin Rauf Bey’le Atatürk’ün arası açıldığı zaman, bazı gazetelerin, gazetecilerin yazıları siyasî havayı şiddetle ka­rıştırdığı sıralarda eski Meclis Başkâtibi, yeni Kütahya Meb’usu Mecliste ve Parti Grubu’nda sert konuşmaları, hi­tabet kudretiyle kendisini göstermeğe başladı. Ayni zaman­da devlet ve hükümet şekilleri, bir kelime ile rejimler üze­rinde düşündükleri de dikkati çekiyordu.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin birinci programı liberal prensiplere dayanıyordu. Bu programı hazırlıyanlar arasın­da bulunan merhum babamın notlarından anlaşılıyor ki ge­rek bunun, gerek anayasanın yapılmasında iki fikir şiddetle çarpışmıştır. Bir yanda Devlet’e geniş kudretler, salâhiyetler tanıyan görüş, öte yanda Devlet’i, vatandaşın serbest teşeb­büsünü korumakla vazifelendiren prensip!

Eski Meclis Başkâtibi yeni Kütahya Meb’usu bu münaka­şalarda devletçi fikrin en hararetli savunucularından biri olarak gözükmüştür! Cumhuriyet Halk Partisi programının gittikçe devletçi, hattâ faşist manzara almasında onun rolü çoktur!

Üniversitelerde “İnkılâp Kürsüleri’ açılarak ilk hocaları­nın siyasî şahsiyetlerden seçilmesine karar verildiği zaman Kütahya Meb’usunun akla gelmesi beyhude değildi! O, devletçi, hattâ faşist görüşünü bu kürsüde açıkça ortaya sürdü. Çocukça deliller, basmakalıp mukayeseler, mesnet­siz, vesikasız iddialarla dolu ders notlarını gözden geçirdiği vakit kendisinin gerçek bir profesör olduğuna inanıyor, üniversitedeki mütevazı, sâkin, mahçup arkadaşlarına da yüksekten bakarak ders vermekten çekinmiyordu!

Şöyle bir rivayet var:

İtalya’ya yaptığı bir seyahatten dönünce devlet teşkilâtı hakkında hazırladığı raporu önce Başvekil’e vererek tasvibi­ni almış, sonra ikisi birlikte Atatürk’e arzetmişler! Atatürk raporu okumuş! Teklif edilen yeni teşkilât hemen hemen Italyan Faşist Devleti’ne âit esaslardan ibaret! Büyük Millet Meclisi kaldırılıyor; yerine 40 kişilik bir heyet kuruluyor. Meşhur faşist meclisi gibi. Bu heyet bütün devletin idaresini kontrol edecek, kanunları yapacak, bütçeyi çıkaracaktır. He­yet âzaları iki dereceli seçimlerle meslekler mensuplarından seçilecek! Heyetin reisi ayni zamanda devlet reisi olacak!

Atatürk raporu gülerek geri vermiş, “Bütün bunları ben öldükten sonra yaparsınız” demiş! Siyasî hayat dünyanın her yerinde zor, dünyanın her ye­rinde ateşten gömlektir! Hele Doğu’da!

Siyaset denilen azgın koşu atının üstünde her babayiğit duramaz. Sıhhatten ahlâka insanı durmadan yiyen bu haya­tın içinde muvazeneyi bulamayanlar en muvaffak oldukları­nı sandıkları gün düşmenin tam eşiğindedirler.

Şimdi babamın Atatürk’le bir konuşmasını hatırlıyorum:

Büyük nutkunu söylediği günlerin birinde Meclis korido­runda babama “nasıl buluyorsun?” diye soruyor. Babam: “Paşam, her cihetten çok ibret verici! Mücadelenin ne kor­kunç safhaları olduğu şimdi anlaşılıyor. Hele, çok dikkati çe­ken bir nokta var. En büyük iltifat ve teveccühle en şiddetli darbeyi yanyana getirebiliyorsunuz! Adamlar kendilerini ar­tık yıkılamaz sandıkları anda düşmeğe başlamışlardır bile!”

Atatürk kaşlarını çatıyor:

“Bunları karıştırma Ahmet Bey!”

Babamın bu dostu da kendisini bu azgın atın üstünde dimdik duruyor addettiği halde yavaş yavaş gerilemeğe baş­lıyordu. İlk muvazene bozukluğu vücudunda belirdi! Garip bir tarzda şişmanlıyor, göğsüne doğru yükselen göbeği, git­tikçe yuvarlaklaşan yanakları, onun devlet adamı sıfatına yakışmıyacak kadar göze batıyordu! Sonra hususî hayatına âit dedikodular başlamıştı. Bunların hepsi yalan olduğu hâlde çıkmalarına sebep dostluklardan vazgeçemiyordu!

Nafıa (Bayındırlık) Vekâleti’he niçin getirildi? Bunu kim­se bilmedi. Bu Vekâlet’ten çekilmesi ise haksız, insafsız bir yığın söz doğurdu.

Siyasî hayata başlarken kendisini sarmış umumî sevgiyi artık hızla kaybediyordu. Bunun farkındaydı. İçine düştüğü çemberden kurtulmağa çalışıyor, fakat bir türlü muvaffak olamıyordu!.

Burada bir noktaya işaret etmek istiyorum: O, Atatürk dı­şında, devrin hâkimleriyle hiçbir zaman tam olarak bağda132 şamadı. Bunun içindir ki Atatürk’ten başka herkes bu ada­mın günün birinde büsbütün başka bir yüzle kendisini gös­tereceğinden şüphe ettiler. Bu şüpheye hak verdiren halleri vardı:

Çevresinde, kendisinin onların lideri olduğu zannını ver­direcek şekilde daha çok gençlerden kurulu bir kalabalık bulunduruyordu! Onun meselâ Ankara Palas veya Karpiç salonlarına girişi bu bakımdan gerçekten görülmeğe değer manzara idi:

Bazısı şaka, bazısı ciddî sözlerle herkese, her yana iltifat­lar yağdırarak, gideceği yere doğru sert adımlarla yürür, maiyeti belli aralıklarla takip ederdi. Bu maiyeti içinde şâir­ler, yazarlar, askerler, meb’uslar vardı. Kendisini böyle gör­düğüm zamanlar aklıma Roma imparatorları gelirdi. Onu, üstünde, omuzlarından birini çıplak bırakan beyaz bir örtü, ayaklarında sandallar, başında taç olarak tahayyül eder, bu halin Halk Partisi’nin bu azametli yüzüne pek yakışacağını düşünürdüm!

Liderlik rolünde Atatürk ölünceye kadar tek rakibi Sara­çoğlu Şükrü idi! Atatürk’ten sonra Memduh Şevket Esendal karşısına çıktı!.

1931’de, Serbest Fırka macerasından sonra meb’us olan gençlerin bir kısmı Saraçoğlu, bir kısmı da bunun tarafın­dan ortaya sürülmüşlerdir!

Onun bazı gizli emelleri bulunduğu zannmı uyandıran diğer bir hâli de şu veya bu sebeple gözden düşmüş siyaset adamlarını himaye etmek hevesinde olmasıydı!

Bu yollarla kendisini bir başvurma kapısı “bâbı müraca­at” pâyesine yükseltiyordu!

Atatürk’ün ölümü, Cumhuriyet Halk Partisi’nin içindeki hiyerarşiyi bir anda altüst ettiği zaman, yeni kuruluşta ona düşecek mevki ne olacaktı? Bunu herkesten önce kendisi merak ediyordu! Ortada şöyle bir manzara vardı:

Sanki bir parti seçimle, hattâ ihtilâl veya hükümet darbe­si ile iktidardan uzaklaşmış, yerini büsbütün başka prensip­lere bağlı diğer bir parti almıştı. Vekiller değişiyor, gözde meb’uslar iktidar çevresinden uzaklaştırılıyor, birtakım ağır suistimâl rivayetleri üzerinde tahkikatlar açılıyor, Atatürk hayatta iken sahneden çekilmiş birçok kimseler yine mey­dana çıkıyorlar, mevkie, ikbale kavuşuyorlardı. O, bu hercümerç içinde bir zaman yeni Cumhurreisi’nin kendisini aramasını bekledi. Fakat ümit ettiği bu davet çok geç oldu ve ancak bir Vekâlet için!

Artık mânevi nüfuzu altında bulunduğu bir insan yoktu!. Atatürk’ten sonra herkes birdi. O hâlde Parti ve Devlet için­de hakkı olan hizme| yerini bizzat istemeğe karar verebilir­di! Hedefe varmak için önce Millet Meclisi’nde kendisini tutan meb’usları çoğaltmalı idi! Bunlara dayanarak hareket­ler yapabilirdi! Bu hareketlerin parolasını hâdiseler kendili­ğinden ortaya koymuştu:

Madem ki Atatürk tarafından siyaset sahnesinden uzak­laştırılmış insanlar tekrar meydana çıkarılıyor, Atatürk dev­ri bir fenalık, bir istibdat zamanı olarak gösterilmek istenili­yor, hattâ Atatürk’ü unutturmak için açıkça gayretler sarfediliyor; o hâlde kendisi Atatürkçü lider rolünde, bütün bu hareketlerden memnun olmıyanları etrafına toplıyabilir, onların başında istediği bütün hamlelere cesaret ve kolay­lıkla girişebilir!

1943 seçimlerine işte böyle bir plânla hazırlanmağa koyul­du. Tanıdığı birçok gençlerle temaslar yaptı, onlara ümit ver­di, meb’us olmalarına çalıştı. Çevresine yaptığı telkin şu idi:

“İşlere klerikal bir zihniyet hâkim olmağa başladı. Bu bir yandan irticaın diktatörlüğünü hazırlıyabilir, öte yandan memleketi kardeş kavgasına götürür! İnkılâplar tehlikeye girmek üzeredir!”

İşte bu sıralarda kendisiyle görüşmelerim oldu. Bana bu fikirlerini anlattı. Halk Partisi’ni içinden düzeltmek lüzu­munda ısrar ediyor, benim ve benim gibi gençlerin önü­müzdeki seçimlerde muhakkak meb’us olması gerektiğini söylüyordu!

Fakat onun bu çalışmaları karşısında bir başka cephe de kurulmuştu. Bunu Halk Partisi Umumî Kâtipliği’ne getiril­miş merhum Memduh Şevket Esendal idare ediyordu. Bu cephenin parolası, metodu büsbütün başka idi. Bu parola ve metodu anlatabilmek için merhum Memduh Şevket’in zihniyet ve mizacını kısaca tahlil etmek yerinde olur:

İttihat ve Terakki devrinde Kafa Kemal’in yanında çalış­mış, esnaf cemiyetlerinde onun nüfuz ve tesirini temsil et­miş, Millî Mücadelede Tiflis’de, Afganistan’da Anadolu’nun hususî murahhası sıfatiyle bulunmuştu. Yine Millî Mücade­le sırasında Ankara’da “tesanütçüler” ismi altında ve “mes­lekî teşekküllere” dayanan bir devlet teşkilâtı üzerinde çalı-, şanlarla beraber olmuştu. Zaferden sonra bir aralık İstan­bul’da Meslek mecmuasını çıkararak yarı sosyalist fikirleri aşılamakla uğraştı. Bu arada oldukça değerli hikâyeler de yazdı.

Memduh Şevket bütün bu çalışmalarında mistik bir zih­niyet sahibi olduğunu gösteriyordu. Hali, tavırları, yaşayışı gibi fikirlerini anlatış biçimi de dervişçesine idi. Vaaz eder gibi konuşur, karşısındakinin düşünceleri ile, bunlar işine gelmediği zaman alay ederdi.

Ticaret Vekâletinin hazırladığı bazı kanunlarla ilgili ola­rak onunla oldukça sık konuşmalarım var. Bana öyle garip fikirler söylemişti ki bir aralık bu zatın neyi telkin etmeğe çalıştığından şüphe eder olmuştum. Hararetli bir sanayileş­me düşmanı idi. Büyük fabrikalar kurulmasının fena oldu­ğunu, memleketin yalnız el tezgâhlarına ihtiyacı bulundu­ğunu iddia ediyordu. Bunun yanında da her aileye yirmi dönüm arazi verilmesini istiyor, bu ailenin bütün ihtiyaçlannı bu tezgâhlardan, bu yirmi dönüm topraktan tamamlan­ması üzerinde ısrarla duruyordu. Acaba Türkiye’nin Gandi’si mi olmak istiyordu?

Nasıl olduysa oldu, Atatürk’ten sonra onu Halk Partisi’nin başında görenler önce hayret ettiler, sonra da bundan ergeç bir şeyler çıkacak diye merakla beklediler!

“Beklenen şey” kendisini göstermekte gecikmedi:

Esendal 943 seçimleri için parti adayları aramağa başladı. Bunu yaparken, şâir, hikâyeci, gazeteci, profesör, mühendis, ziraatçi, hülâsa her meslekten birçok genç insanı haftanın birkaç gecesi Halkevi’nde veya başka bir yerde topluyor, konuşuyordu. Bu konuşmalardan maksat seçilecek adayla­rın fikirlerini, düşüncelerini, temayüllerini anlamaktı. Fa­kat bunun için garip bir metod kullanıyor, meselâ ortaya şöyle bir mevzu atıyordu:

“Garplı mı olalım? Şarklı mı?”

Türkiye için bu kadar basit, eskimiş, seviyesini, canlılığı­nı kaybetmiş bir meseleyi ortaya sürünce elbette ki hemen hemen herkes duraklıyor, sonra Batılı olmak tarafını tutu­yordu. O zaman Memduh Şevket .Bey söze başlıyor, Batı’nın, Batı medeniyetinin, kültürünün aleyhinde o kadar ağır konuşuyor, o kadar mânâsız, mantıksız, delilsiz iddi­alarda bulunuyordu ki hazır olanlar bu sözlerin, inkılâbın çocuğu Halk Partisi Genel Sekreteri’nin ağzından nasıl çık­tığını bir türlü anlıyamıyorlardı.

Benim de bulunduğum böyle bir toplantıda Memduh Şevket Bey aynen şöyle demişti:

“Garp medeniyetini müesseseleriyle birlikte tamamen reddetmeliyiz! Sonra medeniyeti biz kendimiz yeniden kur­malıyız! Mikroplara karşı seromlar ve aşılar bulunmadan önce de insanlar yaşıyorlardı. Garp medeniyetinin eseri olan bugünkü seromlarm, aşıların yerine yenilerini bulun­caya kadar bunlardan vazgeçebiliriz!”

Bu sözler karşısında hepimizin ağzı bir karış açıldı! Aramızd,a bulunan Pröfesör Şevket Aziz Kansu dayanamadı, yüksek sesle, âdeta haykırarak: “Bunlar nasıl fikirler, ne bi­çim sözler” diye başladı, “kulaklarıma inanamıyorum! Şaka ediyorsanız burası yeri değil! Şaka etmiyorsanız bu biçim konuşmanın mânasını anlamaktan âciz olduğumu itiraf ederim!”

Esendal sükûnetle cevap verdi:

“Şaka etmiyorum. Bunlar samimî fikirlerimdir. Böyle yapmazsak milletçe mahvolacağımız gün yakındır! ”

İran Şahı Rıza Pehlevî’nin “biraderi Hâsü azizi Memduh Şevket Bey’i” Tahran’da tekrar Türk sefiri görmek istemesi­nin ve bu arzudaki İsrarının asıl sebebini o gece anladım![IV]

O sıralarda İçişleri Vekili olan Halk Partisi eski Umumî Kâtibi ile yenisi arasındaki fark işte bu kadar büyüktü!

Memduh Şevket Esendal’m Cumhuriyet Halk Partisi’nin Umumî Kâtipliğinden kalacak, belki de tek hayırlı hâtıra pek az kimsenin bildiği şu hâdisedir:

Nihal Adsız’m yazılariyle başhyan “19 Mayıs tevkifleri” tam terör halini almak manzarasını gösterdi. Devrin hakim­leri “Bu insanların asıl gayeleri bizi devirmektir” diyerek uzaktan yakından milliyetçi tanınmış herkesin hapislere tı­kılmasını istedikleri gün karşılarına çıktı. “Ben de milliyet­çiyim, kararınız bu ise önce beni tevkif ediniz” dedi. Onun derviş tabiatından, mistik kafasından, tecrübelerle pişmiş aldırış etmemezliğinden bu hareketi beklemiyenler önce şa­şırdılar, sonra da neticeleri yalnız memleket için değil, şa­hısları için de çok fena olabilecek kararlarından vazgeçtiler.

Halk Partisi’nin eski Umumî Kâtibi ile yenisi arasındaki rekabette her iki taraf da kendilerine lâzım gelecek unsurlan Meclise sokmak için çok çalıştılar, her iki taraf da az çok muvaffak oldular!

Yedinci ve Sekizinci Büyük Millet Meclisi’nde bu taraftar­ların çeşitli maceraları oldu. Fakat dikkate değer bir nokta vardır: Halk Partisi’nin meşhur “Müstakil Grubu” daha çok İçişleri Vekilini tutuyordu.

1944 senesinde neşrettiğim Kuvayı Milliye Ruhu isimli ki­tabımdan kendisine göndermiştim. Beklediğim halde tek bir satır bile yazmadı. O yaz Büyükada’da Kulüp’de gör­düm. Soğuk bir selâm verdikten sonra: “Kitabını okudum. Beğenmedim. Bazı insanlara hiç de lâyık olmadıkları vasıf­ları vermişsin!” diyerek uzaklaştı!

Yedinci Büyük Millet Meclisi’nin hemen hemen ikinci se­nesinde Birinci Büyük Millet Meclisi’nin eski Başkâtibi Halk Partisi içinde muhalif bir grubun başı gibidir! Kürsü­de pek görülmüyor! Fakat içten içe telkinlerinin neticeleri belirmeye başlamıştır! Mecliste memleketin ciddî tedbirler­le kalkınması lüzumu üzerinde hakikî görüşmeler oluyor! Bu yolda öne atılanların arkasında kim var diye soruluyor, cevap hemen veriliyor:

-Of

Fakat yine bu sıralarda Meclis’te ve Halk Partisi’nin için­de başka bir cereyan başlamıştı!

İkinci Dünya Harbi’nin sonu yaklaşıyor, akıbet yavaş ya­vaş belli oluyordu. Demokrasiler kazanacaktı. O halde ga­lipler, hiç değilse onları tutanlar arasında bulunabilmek ve Sanfransisko konferansı sahnesinde yer alabilmek için Tür­kiye’deki tek parti rejiminin değiştirilmesi, başka partilerin kurularak demokratik bir idare sisteminin uygulanması ge­rekiyordu. Türk milleti de bunu zaten istiyordu.

Bu ikinci cereyanı benimsiyenler ortaya çıkmakta tered­düt etmediler!

İşte bu suretle Halk Partisi’nin grubundan ibaret Büyük Millet Meclisi’nde muhalefet kendisini göstermiş oldu!

Şimdi eski Umumî Kâtip için iki yol vardı: Ya o da muhalif olarak açıkça ortada gözükecek, bu takdir­de daha önce meydana çıkanlarla birleşecek, yahut da bu sefer onlara karşı cephe alarak Halk Partisi’ni kendi etrafın­da toplayacak!

O, muhalefetin başı olmağa hazırlanıyordu. Fakat gecik­mişti. O halde iktidarın başı olmaktan başka yol kalmamış­tı. Görünüşte çok çekici bir fikir cambazlığı ile, birkaç za­man önce muhalefete beraber hazırlandığı bazı arkadaşların “evet işleri beğenmiyorum, düzeltmek lâzım. Fakat bizde muhalefet hep meşum olmuştur. Ben meşum olmak istemi­yorum” diyerek bu yola girdi!

Ancak hesaplarının can alacak noktasında yanılıyordu: Tuttuğu yolun, kendisini Halk Partisi’nin başı olmağa gö­türdüğünü zannediyordu, hakikatte ise tam aksine Partinin başında bulunanların, daha doğrusu bulunanın kucağına atıyordu. Ötekinin hesabı kuvvetliydi, tyi biliyordu ki, de­mokratik nizam ergeç kurulacak! Fakat bunun kendisine zarar vermemesi lâzım! O halde, zaman kazanmak mecbu­riyetindedir! Bu zaman içinde bir yandan muhalefetin ham­lelerini durduramazsa bile şiddetini azaltabilir, öte yandan da Halk Partisi içinde kendisine kafa tutabilecek insanları, en başta o olmak üzere yıpratır, halkın, Partinin gözünden düşürerek sahneden uzaklaştırır!

Halk Partisi’nin şefi bu plânını tatbik ederken parti eski genel sekreterini muhalefetin karşısına çıkartacak, ona aldı­racağı şiddetli tedbirlerle muhalefeti biraz gerilettikten son­ra, işe müdahale ederek artık şiddet taraftarı diye tanınmış, böylece de halkın gözünden büsbütün düşmüş arkadaşını geri çekecek, neticede bir taşla iki, hattâ üç kuş vuracaktı.

Bu plân, büyük kısmı itibariyle başarıyla tatbik edildi; es­ki Genel Sekreter, başvekil oldu. Artık hedefine çok yaklaş­mıştı. Hükümet ve Parti avucunda demekti! Şimdi alacağı tedbirlerle memlekette huzur ve sükûnu sağlıyarak “demir pençeli Başvekil” unvanını elde ettikten sonra her şeye hâ­kim olacaktı!

Fakat devlet adamı için gerekli belli başlı vasıflardan mah­rum bir insanın düşmesi mukadder hatâ uçurumuna çok ça­buk yuvarlandı. 7 Eylül Kararları gibi İktisadî hayatımızda derin yaralar açan tedbirleri tasvip etti. Sonra da muhalefeti gerekirse İstiklâl Mahkemeleri’ni tekrar kurmakla tehditten çekinmedi, muhalefet liderini alkışlayan halkın üzerine ateş edilmesi emrini vermek için hareketlere de başvurdu. En son olarak birçok gazetelerin yazarlarını toptan mahkemeye götürmek gibi korkunç bir gaflet örneği gösterdi!

Buna rağmen onun aldığı tedbirleri, Halk Partisi şefi İs­met Paşa yeter görmemişti! istiyordu ki muhalefet en şid­detli darbeyi yesin! Bu maksatla, muhalefeti devlete, hükü­mete, rejime isyan suçu altında bulundurmak lüzumunu hissediyordu. Bunu da Başvekil’den açıkça istedi. Fakat İçişleri Bakanının muhalefetin hareketleri hakkında hazır­lattığı rapor okunduğu zaman, Başvekil raporda bulunan “isyan”, “anarşi”, “hükümeti devirmek” gibi ağır ve gerçek­lerden uzak suçlayıcı kelimelerin hepsini değiştirerek, yer­lerine daha hafiflerini koydu.

Bu hareketi onun Halk Partisi Şefi ile ilk ciddî çarpışma­sına yol açtı. İsmet Paşa bütün siyasî hayatında kullandığı metodu yine ele aldı, kendisini geriye çekerek kabine için­de anlaşmazlıklar çıkarmak tâbiy esine başvurdu.

Günün birinde hükümetin yedi üyesi birden istifa ettiler veya ettirildiler. Meclisin ekseriyeti entrikadan habersizdi! Çekilenlerin yerine gelenleri hiçbir şey olmamış gibi karşı­ladı!

Fakat hakikatte büyük bir Anayasa meselesi meydana çıkmıştı:

Bir hükümetin yedi üyesi birden çekiliyor, bu hâdise Meclise anlatılmadan örtülüp gidiyordu!

Entrika şimdi bu fikirden işlemeye başlamıştı. Çok sür­medi, birkaç gün içinde, hâdise Meclisin huzuruna getiril­di. Başvekil izahat verdi, istifa sebeplerini anlattı ve bu ara­da Büyük Millet Meclisi tarihinde o zamana kadar misline rastlanmamış bir açıklamada bulundu:

Devlet Reisi ile Başvekilin arasında görüş farkı vardır!

Bunu söyledikten sonra da Meclisten güven istedi.

Meclis kısa bir tereddüt ânı geçirdi. Bir tarafta Devlet Re­isi, Parti Reisi, diğer tarafta Başvekil!

Meclis tarihinde ilk defa yapılan böyle bir açıklamanın heyecanı işe karıştı, Başvekil istediği itimadı aldı!

Üç gün sonra birdenbire istifa ettiğini işitenler pek hayret etmediler. Halk Partisi ve onun Meclis Grubu bu suretle şe­fin iradesi dışında bir şey yapılamıyacağını bir kere daha gördüler!

Çoktan beri yorulmuş kafa ve vücudu bu siyasî darbeden sonra biraz daha sarsıldı! Asıl mânen acı çekiyordu!. Ne ka­dar ağır bir şekilde yıpranmış olduğunu şimdi iyi anlıyor­du! İyice anlıyor ve görüyordu ki halkın gözünde bir de­mokrasi düşmanı sayılmaktadır!. Tarihe bu isimle geçecek!

Hastalığı kendisini hastahaneye düşürdüğü zaman aldan­mış olmanın verdiği ıztırap yerini yavaş yavaş ümitsiz bir tevekküle bıraktı! Artık ölüyordu! İntikam almağa vakti kalmamıştı! Hem buna ne lüzum vardı? Hakikatte kendi kendisini yemişti! Suçlu da kurban da kendisinden başka kimse değildi.

En Yaşli ÂZASI

A < UHTEREM Kamutay’m Riyaset mevkiini işgal etJL V .Lmek şerefini bir seçim neticesinde kazanmış de­ğilim. Buraya ancak bir merasim icabı ve nihayet bir kader ve tesadüf eseri olarak gelmiş bulunmaktayım. Bundan do­layı sizlere siyasî bir beyanatta bulunmağa kendimde hak görmüyorum. Onun için hepinize “hoş geldiniz” der ve memlekete daha hayırlı, daha iyi hizmetlerde bulunmanızı temenni ederim. Şimdi gündeme geçiyorum.”

Kürsüden bu sözleri söyleyen ihtiyar adama dikkatle ba­kıyordum. Bu ufak burunla o geniş, yuvarlak alnın, bu yok denilecek kadar silik çene ile o tepeden enseye doğru kalın­laşan kafa parçasının, bu küçük gözlerle, yeleleri andıran saçların ne ilgisi var? Bu burun, ağız, çene, gözler kocaman başa sanki ayrı ayrı yapıştırılmışlar! Bu başla bu yüz arasın­daki ahenksizlik uzun bir hayatın çeşitli tezatlarını İlâhi bir hükmün damgası haline getirmiş! Kendisi bu kaderin ağır­lığını, acısını, garipliğini belki ilk defa en yaşlı üye olarak Dokuzuncu Büyük Millet Meclisi’ne reislik ettiği gün tattı. Büyük kısmı kendinden olmayan, hemen hemen hepsi onu henüz gören bu Meclis üyelerinin karşısında kendi kaderi­nin bir heykeli gibi duruyor! Uzun iktidar senelerinin yıp­rattığı insanları toptan yuvarlayıp süpürmüş bir seçim so­nunda yetmişbeş yıllık ömrü gidenlerle gelenler arasında köprü olmak yükünü üzerine aldı! Gerçekte ne gidenler­dendi, ne gelenleri istiyordu. Bir zamanlar, çok genç yaşın­da çoğunluğu kendinden olanlardan kurulu yine böyle bir Millet Meclisi’ne reis seçildiği günü hatırlıyordu. Onu iste­yerek, beğenerek, bir kahraman gibi kucaklıyarak, o merdi­venlerden çıkarmışlardı. Şimdi ne istiyorlar, ne beğeniyor­lar, ne de kucaklıyorlardı. Artık tek değeri yaşadığı seneler yığınından ibaretti. Hayatı Muhayyerinde' böyle bir âkibet düşünmemişti. O halde şimdi kendisini Dokuzuncu Büyük Millet Meclisi’nin reisliğine sürükleyen senelerin, kendi ha­yat senelerinin üstünde ruhunun bütün acılığını, bütün ele­mini dökebilir, bu reisliği bir şeref addetmediğini, kaderin bir eseri olarak orada bulunduğunu haykırabilirdi!

Fakat, Dokuzuncu Büyük Millet Meclisi’ni açarken bu söylemek istedikleriyle beraber belki de hiç arzu etmediği halde şöhretinin temellerinden birisini, gururunu da unuta­rak hayat macerasının baştanbaşa bir kaderin hükmü altın­da geçtiğini itiraf edecekti. Bu, onu istemediğini yapmaya, “Göründüğü gibi olmamağa, olduğu gibi görünmemeye” mahkûm eden kaderdi!

Babamın bu arkadaşının hayatı ilk gününden beri üç ke­limeden yapılmış bir ehramın üstünde geçti: Tezat, gurur, benlik! Ruhunu teşkil eden bu mayalar ona aynı zamanda dostunun, düşmanının kabul ettiği bir değer kazandırmıştı: Cesaret! O halde onu tezatlar üstünde cesaretle yürüyen gurur diye tarif etmek yerinde olur!

Çok genç yaşta san’at ve fikir adamı olarak kendisini gösterdi. Serveti Fünun ve. Edebiyatı Cedide içinde bir taraftan, bu mekteplerin alışılmış uydurma dil yükünden en fazla kurtulmuş kalemlerden biri diye şöhret yaparken, diğer ta­raftan cemiyet, hükümet, siyaset üzerine giriştiği münaka­şalarda gösterdiği mantık, fikir düzgünlüğü ve hasmın en zayıf yerinden bir anda yakalıyarak ince bir alay yağmuru ile ıslatma hüneriyle dikkati çekti. Bu kabiliyetlerine katı­lan göz alıcı vücut ve kafa biçimi ile İkinci Meşrutiyetten birkaç zaman önce Osmanlı İmparatorluğunun ümit bağla­dığı insanlar arasına girdi.

Babamla arkadaşlığı hemen hep resmî sınırlarda kaldı. Birbirlerini az sevdiler. Hattâ diyebilirim ki o babamı hiç sevmedi. Zaten İttihat ye Terakki devrinde milliyetçilik fikri ve savunanları bir yandan Mehmet Âkif, Süleyman Nazif gi­bi Osmanlı ümmetçiler, diğer yandan başta Tevfik Fikret ol­mak üzere “Beşeriyetçiler” diyebileceğimiz ve içine “Serveti Fünun” mektebinin büyük kısmını alan fikir ve edebiyat zümresi tarafından soğuk karşılanmıştı. Birkaç hâdise dışın­da, nezaket ve terbiyeyi asla kaybetmeyen fikir çarpışması­nın ruhlarda doğurduğu devamlı netice ise sevgisizlik oldu.

Babamın bu arkadaşı da “Serveti Fünuri’un belli başlı simalarındandı, hisleri, temayülleri bakımından da milliyet­çilikten hoşlanmıyordu! Bunun ötesinde babamla onun arasında mizaç yönünden de büyük farklar vardı:

Babam cemiyet içinde tezatları az, düşünceleri ile hare­ketleri arasında ahengi muhafaza edebilen bir insandı. Ar­kadaşı ise tezatları ile, gururu ve benliği ile en yakınlarına kadar herkesi, bu arada babamı da kendisinden uzaklaştırı­yordu.          

Fakat, bu mizacın yarattığı kader, sonsuz kıvrımları, gi­rintileri, çıkıntıları ile bütün bir hayatın içinde, ideal arka­daşları, dostları, hattâ telkinlerinin tesiri ile öteye beriye hamleler yapmış bir kısım vatandaşları, kaza kurşunlarmdan asılmağa kadar her çeşit ölümlerin, açlıktan sürgüne kadar felâketlerin, mahrumiyetlerin esiri oldukları halde, onu dimdik ayakta tutuyor, bütün belâlardan bazan akıllara hayret veren tesadüflerle sıyırıp kurtarıyordu.

31 Mart isyanında onun yerine bir başkasını vurdular. Mütarekede Malta esaretini Osmanlı devletine borç veren­ler vekili sıfatının gölgesinde bir sayfiye hayatı şeklinde ge­çirdi. Uzun yıllar birinin ismi söylenirken öteki hemen akla gelecek kadar yakın arkadaşı merhum Cavid’in feci âkıbetinden birçokları bekledikleri halde ve her ikisine karşı bes­lenen husumet aynı şiddette olmasına rağmen yine bir tesa­düfle kurtuldu. Sonra, ismi elli yıldan beri Türk edebiyatı, Türk fikir hareketleri, Türkiye’nin siyasî tarihi içinde dur­madan geçen bu insan Türk vatanının ancak birkaç küçük köşesini, o da sürgüne mahkûm edildiği için tanıyabildi!

Babamın bu arkadaşı ruh ve fikir tezatlarının üstünde de­virden devire, fikirden fikire, yanyana veya ters istikametle­re koşan atların birinden diğerine sıçrayabilen cambaz ma­hareti ile atlayabiliyordu:

Herkesin Saltanat ve Hilâfeti millî birliğin, hattâ kurtulu­şun tek çaresi diye kabul ettiği yıllarda Cumhuriyet tezini ortaya atıyor, Cumhuriyet kabul ve ilân edildiği zaman da aceleye geldiğini, henüz sırası olmadığını yazmaktan çekin­miyor, gazetesinde Hilâfetin çevresinde toplanmayı telkin eden yazılara geniş yer veriyordu!

Zaman geçiyor, Atatürk’ün karşısına demokrasi idealinin bir kahramanı olarak çıkıyor, bu uğurda çeşitli belâlara kat­lanmayı göze alıyor, bu idealin gerçekleşmeye başlaması ile beraber tek parti sisteminin biraz üstü kapalı müdafaasına geçmekte tereddüt göstermiyordu.

Ruhundaki tezât fırtınalarının onu perişan eden mevzula­rından biri de latin harfleri üzerindedir:

Latin harflerinin kabulünü isteyen Atatürk’e karşı yaptığı çıkış da, gördüğü karşılık da haksız idi. Bir zamanlar latin harflerinin kabulünü medeniyet yoluna girmemizin belli başlı şartlarından biri diye gören bu adam şimdi onun ger­çekleşmesi gününde garip birtakım tereddütler geçiriyor, tutulan metodun doğru olmadığını ileri sürüyordu. Bunu yaparken de karşısındaki adamın Enver Paşa olmadığım bi­liyordu. Vaktiyle “Munfasıl harfler”! kabul ettirmek isteyen Enver Paşa’yı bu fikrinden hattâ “Bilmediğiniz işlere karış­mayınız” gibi sert bir cümle ile vazgeçiren babamın arkada­şı Atatürk’ten aldığı cevaptan sonra bu iki asker arasındaki farkı anladı. Fakat heyhat ki çok geç kalmıştı. Artık hayat­larında bir daha yüz yüze gelmiyeceklerdi.

Babamın bu arkadaşının koskoca fikir ve hareket tezatları arasında ayakta dimdik duruşunun sebepleri ne olabilir? Bir kerre İttihat ve Terakki devrine gelinmeden önce belir­meye başlamış, İttihatçılar zamanında da birdenbire geliş­miş “Dev gazeteciler” içinde kalemini en maharetle kulla­nandı. Allah babamın bu arkadaşına güzel konuşma kabili­yetini, hitabet kudretini bahşetmediğine pişman olmuş gibi her ikisinden de daha tesirli olacak başka bir imkânı, yaz­mak hünerini vermişti.

ikinci sebebe gelince, bunu onun gurur ve benlik şeklin­de beliren çok kuvvetli hodkâmlığında aramak yanlış ol­maz. Onun gözünde her şey, her hâdise uzaktan yakından ona dokundukları nisbette “iyi, fena, yanlış, doğru” olabi­lirler.

işte kısaca anlattığım bu ruh ve fikir yapılışı onu yalnız babamla değil, hattâ siyasî veya hususî hayatının bütün dostlar ile devamlı çarpışmalara sürükledi. Bu çarpışmalar­dan bıkan ittihat ve Terakki şefleri gazetesini satın alarak onu bir yandan rahat hayata, diğer yandan gül yüzünü, gü­zel endamını bol bol, rahat rahat gösterebileceği, herkesin etrafına toplanarak hoş sohbetlere dalabileceği yarı Türk yan yabancı misafirlerle dolu salonlara girmesini sağlaya­cak şatafatlı unvanlara boğdular.

31 Mart âsilerinin öldürebilinek için İstanbul sokakları­nın altını üstüne getirdikleri, Millet Meclisinin bir kahra­man gibi alkışlayarak kendisine reis seçtiği inkılâpçı, hürri­yetçi, cesur gazeteci, Osmanlı devletinden alacaklı olanlar­dan bir kısmının umumî vekilliğini ve memleketi kasıp ka­vuran ihtikârı önleme komisyonunun reisliğini seve seve kabul etti. Bunların ötesinde de yabancı memleketlere sık sık yapılan kültür ve basın ziyaretlerine giden heyetlerin değişmez başı haline geldi, İstanbul’da, Türkiye’de hemen hemen gözükmez oldu.

Malta esareti babamın bu arkadaşı için bir dinlenme fır­satıdır. Gerçekten hasta Şeyhülislâm Hayri Efendi dışında, başta Sadrazam, kendi devrinin birçok büyük insanları “Polveriste” kışlasının rutubetli, taş odalarında, koridorla­rında, duvarlarla çevrili avlusunda tam bir hapishane hayatı yaşarken o Malta’nm havalı, manzaralı bir tepesinde, güzel, sevimli, hattâ şık denilebilecek bir evde yanma aldırdığı ai­lesi ile oturuyordu. Babamın arkadaşına bu imtiyaz, taşıdığı resmî sıfatı sayesinde tanınmıştı. Osmanlı împaratorluğu’na borç veren Osmanlı Devleti vatandaşlarının vekili idi. Bu sı­fat babamın arkadaşını yine Osmanlı Devleti’ne borç veren ve şimdi bu devletin mutlak galipleri olanlarla bir hizaya getiriyor, kendi devletinden alacaklı bir insan olarak İmpa­ratorluğu parçalayacak sulh anlaşmasının yapılmasını bek­lerken evinin pencerelerinden kendi memleketinin ufukla­rına bakıyordu!

Babamın arkadaşına ait acı bir hâtırası bu Malta esaretin­den kaldı:

Kitabünm “Doktorluk ve Siyaset” başlıklı parçasında, ba­bamın kendisinden, göz ameliyatı için “buradan kurtulur kurtulmaz ilk imkânlarından ödenmek, bu olmazsa çocuk­larının kendisine ödemeleri, ikisi de hayatta olmazlarsa yi­ne çocuklarının onun çocuklarına ödemeleri ve bu söz veri­şe hapisteki bütün arkadaşların şahitlik etmeleri” şartiyle para istediği halde vermiyen gazeteci dostu işte babamın bu arkadaşıdır!

Babam hâtıra defterlerinde hâdiseden derin bir kızgınlık­la bahsediyor, arkadaşının “Böyle zamanda insan insandan para ister mi?” diyerek başını çevirmesinin kendisini nasıl yıktığını hazin olduğu kadar hiddetli bir dille anlatıyor!

Kurtuluş günü geldiği zaman, birçoklariyle beraber onu da İtalya’nın bir limanına gece yarısı bırakan Ingiliz torpitosundan çıkar çıkmaz büyük kısmı beş parasız arkadaşlarına hattâ Allahaısmarladık demeden yataklı vagona atlayıp Av­rupa’ya doğru uzaklaştı.

Babamın arkadaşı Zaferden sonraya kadar Türkiye’ye dönmedi. Memlekette emin, rahat, huzur içinde yaşamak imkânları doğar doğmaz yine İstanbul’a geldi. Büyük Millet Meclisi Hükümeti Lozan’a hazırlanıyordu. Ingilizler, Fransızlar, İtalyanlarla her sahada konuşabilecek mütehassıslara ve gazetecilere ihtiyaç vardı.

Akla malî işler için eski Maliye Nazırı Cavid Bey’le baba­mın bu arkadaşı geldi. Biri uzun yıllar Maliye Nazırlığı yap­mış, bu meselelerde bilgisi ile tanınmıştı. Diğeri ise “Düyu­nu Umumiye” (Devlet Borçları) nin mahiyetini elbette bili­yordu! ismet Paşa ile beraber Lozan’a gittiler. Fakat ne ol­du, neler geçti, kim haklıdır hâlâ tam olarak bilinmiyen bir­takım hâdiselerden sonra bu iki eski arkadaşın murahhas heyetinin yanından hemen hemen koğulur gibi uzaklaştırıl­dıkları görüldü. Bundan sonra da her ikisi için kaderin yeni cilveleri gözükmeğe başladı. Bu cilveler Cavid Bey’i Meclis Kürsülerinde vatana hiyaneti ile suçlandırılmaktan başhyarak sehpaya kadar götürürken, arkadaşını, gazetesini yeni­den çıkararak Hilâfetin savunuculuğunu, Ağa Han’ın casu­su olmak isnadı ile İstanbul İstiklâl Mahkemesi karşısına, oradan “Tasviri Efkâr” matbaasında polisin yaptığı bir araş­tırmayı gazetesinde “Basıldı” kelimesiyle haber verdiği için beş sene Çorum’a sürgün edilmesine kadar karmakarışık, dalgalı, yorucu bir hayatın içine attı.

İstanbul İstiklâl Mahkemesi’nde yaptığı konuşma, tezat­larına, endamına, kafasına, şöhretine yakışıyordu. Reis “ga­zeteyi tekrar çıkarmak için parayı nerden bulduğunu” sor­duğu zaman verdiği cevap büyük salonu bir anda derin bir sessizliğe boğdu:

“Sizden borç isteseydim vermez miydiniz?”

İstibdattan, İttihat ve Terakki yıllarından beri hürriyet ve millî hâkimiyet idealinin bu en kudretli kalemine, şimdi, bu ideali gerçekleştirmiş insanların iktidarda oldukları bir devirde aynı yolda yürüyebilmek için yardım etmemeleri nasıl mümkün olabilirdi?

Babamın arkadaşı İstanbul İstiklâl Mahkemesi’nden yal­nız masumluk kararı ile değil, aynı zamanda Birinci Dünya Harbi’nin kendisini de sıkı sıkıya sarmış fena, acı hâtıraları­nın çemberlerini kırarak, o geçmişin, suiistimalleri, sefalet­leri, ıztırapları ile hiçbir ilgisi kalmamış bir insan hüviyeti ile de çıkmıştı.

Onu kendi tâbirince “Sağır bir kin durmadan kovalıyor­du.” O halde küçücük vesilelerle insanları sehpalara götü­ren Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin “her ne kadar ruh ve ka­rakter itibariyle filân ve filânın aynı ve ruhunun ve kalbinin derinliğinde Gazi düşmanlığı yatmakta ise de Gazi’ye su­ikasta kadar giden faaliyetlerde Çorum’da menfî bulunması dolayısiyle parmağı bulunmadığı” gerekçesine dayanan beraet kararı bu sağır kinin eseri olamazdı.

Çorum’a dönmeden önce, İstiklâl Mahkemesi’nden kur­tulan eski İttihatçılar gibi o da, annemin hazırladığı “sıcak çorbayı ve Azerî pilâvını” yemek için Keçiören’deki evimize geldi. Birinci Dünya Harbi’nin dimdik yürüyen, başı gökler­de edib, gazeteci, bir sözü iki edilmeyen gururlu politikacı şimdi az konuşan, çok düşünen, mütevazı bir insan olmuş­tu. Politikadan nefret ettiğini, kendisini yalnız ilme, sanata vermeğe kararlı olduğunu söylüyordu.

Bu bir kenarda duruş yılları Atatürk’ün ölümüne kadar sürdü. O tarihten sonra ise kalemi, endamı, kocaman, bol saçlı kafası ile siyaset çevrelerinin yine ortasında; gazetesini üçüncü defa heyecan, sevinç, saadet içinde çıkarıyor; ka­ranlık bir devrin sona erdiğini haykıra haykıra anlatıyor!

Ne gariptir ki, babamın arkadaşını kovalıyan “Sağır kin”in başka bir kısım kurbanları, Atatürk’ün ölmesi ihti­mali karşısında yerine, sürgün yıllarında Türk aydınının di­linde ve kalbinde efsane adam haline gelmiş babamın bu arkadaşım geçirmeyi bile düşünmüşlerdi! Bu insanlar .kısa bir zaman sonra, onun, kovalamalarından feryat ettiği “Sa­ğır kin”in yambaşmda belirdiğini görünce yalnız şaşkna dönmekle kalmadılar, aynı zamanda bütün bir İstiklâl Mah­kemesi devri sorumluluğunun tehditleri, korkuları, idamla­rı, sehpaları, dayakları ile ölenin omuzlarına yükletihneğe çalışılmasını hüzünle seyrettiler!

Çorum’daki sürgün hayatı biterek İstanbul’a döndüğü za­man, samimî kararı artık bir daha siyasete girmemek, bü­tün ömrünü san’ate, fikre, ilme bağlamaktı. Fakat bunlar geçimini sağlamak imkânını veremezlerdi. Halbuki yaşama­sı lâzımdı. Yaşamayı da iyi biliyordu. Birkaç küçük devre dışında her zaman iyi yaşamıştı. O halde kendisine önce, başkasına muhtaç olmadan, sonra da eski rahat günlerine şöyle böyle yaklaşan bir hayatı sağlayacak başka bir işe de girişmeliydi. Bunun da ancak ticaret olabileceğini düşündü. Bir yandan bunun peşine düşerken, bir yandan da gerçek­ten büyük sayılabilecek bir harekete başladı:

Malta’da ve Çorum’da Batı’nın büyük birçok feylesoflanndan, sanatkârlarından, romancılarından, tarihçilerinden eserleri acele acele, kendisinin sanatkâr şöhretine asla ya­kışmayan lisan ve mâna yanlışlıkları ile dolu olarak Türkçeye çevirmişti. Bunları “Oğlumun Kütüphanesi” ismi ile birer birer yaymlıyacak, aynı zamanda haftalık veya aylık bir dergi çıkaracaktı. Tezatların adamı bu sefer de biraz gü­lünç, biraz hazin bir tezadın ortasına oturdu:

“Oğlumun Kütüphanesi,” baştan başa hür fikirlerin ya­rattığı eserlerden meydana gelirken, Fikir Hareketleri dergi­si insan hürriyetini ortadan kaldıran bütün mezheplerle mücadele bayrağı açarken, bunların sahibi adam komünist devletin İstanbul’da ticaret mümessilliğine benzer bir büro ile anlaşarak Rusya ile ticarete koyuldu.

Fikir Hareketleri’ni yayınlamayı düşünürken bu işe yete­cek parası yoktu. Kendisine yardım edebilecek eski bir dost ararken akima babam geldi. Demek ki hâfızasmda geçmiş yılların bâzı hâdiseleri silinmişti. Demek ki Malta’da kendi­sinden sağlam gözünü kurtarabilmek için yapılacak ameli­yat masrafını borç isteyen bu eski arkadaşına o zaman ver­diği cevabı unutmuştu.

Babam arkadaşına, hâfızasmdan silinmiş bu eski hikâyeyi hatırlatmadı!

“Oğlumun Kütüphanesini kurarken babamın arkadaşı­nın kalbinde acı hisler vardı. Türkçeye çevirdiği kitaplara “Oğlumun Kütüphanesi” ismini hisli bir baba olarak dü­şünmüştü. Benim mektep arkadaşım olan oğlu doğuşundan beri hasta idi. Üstelik karısı da, kızı da hasta. Hırçın, tezat­larla dolu bu insan şimdi çok muhtaç olduğu yumuşaklık, huzur, şefkat imkânlarından böylece mahrum kalmıştı. Al­lah, onun ıztırap alevleriyle kavrulan evine bir melek göndermeseydi son seneleri belki de büsbütün başka şartlar içinde geçebilirdi. Bu melek, oğlunun karısı idi.

Babamın arkadaşının hanımı bu kadının kollarında öldü, oğlu aynı kollarda gözlerini hayata kapadı, kendisi yine ay­nı kucakta dünyayı bırakıp gitti.

İnsan ruhunun anlaşılması güç, hattâ imkânsız tecellileri oluyor. Onun derinliklerinde geçen öyle hesaplaşmalar, öyle kaynaşmalar, öyle altüst oluşlar var ki, hissetseniz bile renk­lerinin tamlığı, parıltılarının derecesiyle anlatamazsınız. O derinliklerde gelip geçenler, olup bitenler bazan bir hareket, bazan bir bakış, kâh bir feryat, kâh bir teslim oluşla, bir keli­meyle büyük-küçük herhangi bir hâdise ile gözükürler. Ba­bamın bu arkadaşının Atatürk’ün ölümünden sonra Cum­huriyet Halk Partisi’nin ve İsmet Paşa’nın en kuvvetli yar­dımcısı olmasını yalnız ruhundaki tezat mayasiyle anlatmak doğru olmaz. Çünkü, onun ömrünü böyle bitirmesinde te­zadın ana şartı olan şuursuzluğun tam aksi göze çarpmakta­dır. Babamın bu arkadaşı sırf gündelik çekişmelerin cevabı olarak yazdığı birkaç makalesiyle zaman zaman kendisine sorulan bu sualin cevabını gûya vermiş, fakat gerçekte suali savuşturmakla yetinmişti. O halde onun ruhunda anlatmak istemediği bir cenkleşme, bir çekişme, bir hesaplaşma oldu. Başvekil yardımcılığından çekilmeden az bir zaman önce Ankara’da basın mensuplarına verdiğim bir kokteyle onu da davet etmiştim. Bir köşede oturduk. Bana yazılarında ger­çekten birçok sebeple kullanmaması lâzım gelen öyle keli­melerle hücum etmişti ki, bizi beraber gören fotoğrafçılar et­rafımızı sardılar. Kendisine “şimdi ne konuştuğumuzu me­rak ederler, dedim, onlara dostunuz olan babama ait hâtıra­lardan bahsettiğimizi söyliyeceğim!” '

Gülerek cevap verdi:

“Burada da size çatacak değilim ya.”

Gazeteciler çekildikten sonra, “şimdi, dedim, bir türlü çözemediğim bir muamma var. Bunu size farzediniz ki ben değil, babam soruyor. Siz Halk Partisi’ni, hele İsmet Paşa’yı bu kadar hararetle nasıl savunabilirsiniz? ”

Kolumdan tutarak yüzüme baktı:

“Samet,” dedi, “ben de sana değil, babana cevap veriyo­rum, işte ben intikamımı böyle alırım.”

Demek istemişti ki bir zamanlar kendisini vuranlar şimdi onun yardımına muhtaç olmuşlardır.

Babamın arkadaşı yaşadığı müddetçe onun bu itirafını açiklayamazdım. Şimdi tarihin malıdır, yazabilirim.

Fakat, bu intikamı kimden aldı? Bir vakıtlar İstiklâl Mahkemesi’nin önünde “Beni sağır bir kin takip ediyor!” diye­rek ima ettiği kimseden mi? Halbuki daha sonra o kimse için “Türk Milleti’nin en büyük talihi” dediği zaman yine kendi kendisini yalanlamış olmuyor muydu? O sağır kinin kendisini takip etmiş olmasına bu sözlerle hak vermiyor muydu?

Atatürk’ün ölümünden sonra Büyük Millet Meclisi’ne gir­di! Fakat tâ 1950’ye kadar, tıpkı Birinci Dünya Harbi’nde, İt­tihatçılar devrinde olduğu gibi onu Mecliste ve Türkiye’de pek az gördüler. Hattâ on yıldan fazla süren mebusluğunda seçim bölgesine bir kerre bile gitmediğini söyleyenler çoktur.

14 Mayıs 1950 seçimlerinde babamın arkadaşı Anka­ra’dadır. Kalemine ihtiyaç duyulmuştur, Ulus’un başında, Halk Partisi’ni ve şefini savunacak.

İtiraf etmeli kalemi yine keskin, üslûbu yine çekici ve aşağılayıcı! Bir yazar kalemine göre yaşlansaydı, babamın arkadaşı otuz yaşında sayılabilirdi.

Uzun iktidar yıllarının verdiği alışkanlıkla, kendine gü­venmekle, gururla ne olursa olsun yine ikbalde kalacakları­nı sananların, içlerinde gazete başyazarları da bulunduğu halde hepsi, 1950 seçimlerinin neticeleri karşısında şaşırıp kalmışlar, yazmak ve konuşmak kabiliyetlerini de koltukla­rı ile beraber âdeta kaybetmişlerdi! Yalnız babamın bu arka­daşı yirmi yedi yılın içinden, düşe kalka, sehpaların gölge­leri, hapishanelerin rutubetli duvarları, sürgün günlerinin melal ve hüzün dolu akşamlarının arasından geliyordu.

Bunun içindir ki şaşırmamıştı. Belki de bana söylediği gi­bi şimdi Allah ona, hâtıraları gönlünü karartan geçmişin in­tikamını; o bir zamanlar inkâr ettikleri, alay ettikleri kale­mini, kendisine zulmetmiş bir partiyi, insanları, hattâ bir insanı müdafaa yolunda kullanarak almak imkânını bağış­lamış bulunuyor!

1950 seçimlerinden sonra birkaç ay yazılarıyla, Cumhu­riyet Halk Partisi’ne muhalefette tutacağı yolu o gösterdi di­yebilirim. Bu, ilk gününden itibaren yeni iktidarın yaptığı ve yapacağı her şeyi beğenmemek, karalamak, red ve inkâr etmek parolasından ibaretti!

Muhalefet trenini fikir olarak böylece yoluna koyduktan sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi seçimlerden önce tayin edilmiş bulunduğu “Filistin Muhtelit Komisyonunda” âzalık vazifesini Demokrat Parti Hükûmeti’nden de istemekten çekinmedi, almağa da muvaffak olarak yine bir müddet için sahneden uzaklaştı. Fakat bu kısa sürdü. Babamın arkadaşı­nı orada tutmak ne Demokrat iktidarın, ne Halk Partisi mu­halefetinin işine geldi ve babamın arkadaşı artık ölünceye kadar kavgaya devam etmek için memlekete döndü.

Kalemi yine keskin, yine iğnelidir. Yalnız bu sefer bu ka­lemin ucundan kâğıtlara dökülen satırlarda kabalık göze çarpıyor. Bu kabalık zaman zaman küfürlere, açık hakaret­lere kadar gidiyor!

Bu eski politikacının, bu elli yıldan beri sanat, fikir ve si­yaseti bir arada başarıyla yürütmüş insanın üslûbunu bir­denbire değiştirmesinin sebebi nedir? Basın hürriyetinin, konuşma hürriyetinin, hattâ kitleleri her çeşit hareketlere kışkırtma hürriyetinin alabildiğine hüküm sürdüğü bir za­manda üslûbunun birdenbire bu kadar değişik ve zarifliğini kaybetmiş gözükmesini ne ile anlatmalı? Acaba yeni iktida­rın, çok alıştığı rahatım bozmuş olmasının acısı içinde, ihti­yarlamış sinirlerine iradesi hâkim olamadığı için mi bu ra­hatı bozanlara karşı kin ve hiddet dalgaları onu bu kadar sarıyor?

Sebep ne olursa olsun, netice şu:

Babamın arkadaşı şimdi iktidarın yeni yüzlerine karşı ala­bildiğine, hiçbir fırsatı, hiçbir bahaneyi kaçırmadan hücu­ma geçmiştir.

Burada târihî bir benzerliğe işaret etmek isterim:

Babamın arkadaşı tecrübe sahibi idi. Kahramanlarından olduğu Meşrutiyet inkılâbı ilân edildiği zaman her çeşit baskılardan birdenbire kurtulmuş basının yarattığı heye­canlı anarşiyi, 31 Mart ayaklanmasını, bunun karşısında hürriyet için dağa çıkmış insanların, kendi arkadaşlarının, kendi fırkasının bu sefer hükümet olarak gazeteleri yeniden baskı altına almak mecburiyetini hissedişlerini, gittikçe şid­detlenen tedbirlerin birbiri arkasına gelişini, İttihat ve Terakki’nin prestijini ilkönce bu yoldan kaybetmeğe başladı­ğını iyi biliyordu.

Millî Mücadele’den sonra, Gazi’nin dili ile “matbuat hür­riyetini yine matbuat hürriyeti kuracaktır” diyerek en geniş basın hürriyetini kabul eden yeni rejim aynı hava ve man­zara karşısında kalmış, o da yazı hürriyetini kısmak, mem­leketi yeni bir 31 Mart hâdisesinden korumak için baskı tedbirleri almak yoluna girmişti. Babamın arkadaşı bu ikin­ci tecrübede Meşrutiyet’te bir kısım gazetecilerin oynadıkla­rı kışkırtıcı rolü en başta, en kuvvetle oynayanlardan biri olmuştu! Netice de aynı idi:

Kendisinin ve partisinin gazetelere karşı aldığı baskı ted­birlerini bu sefer de bütün şiddeti ile ona ve diğer gazeteci­lere karşı yeni iktidar alıyordu! Atatürk’ün ölümünden son­ra babamın arkadaşı hayatında ikinci defa iktidar adamıdır. O halde rolü tersine olacak, basın hürriyetinin aleyhinde gözükecektir!

İttihat ve Terakki yıllarında gazetesini başkalarına satmış ve yazı hürriyeti üzerine konulan kayıtlan kalemi ile sa­vunmamıştı. Fakat susması, en açık bir tasvipti. Atatürk’ün ölüpıünden sonra ise iktidarın gazeteler ve gazeteciler için düşündüğü, sıkıyönetimler eli ile gazete kapatmaktan, ga­zetecilerin tevkiflerine kadar her tedbiri kalemi ile savun­madan da çekinmedi!

1950 seçimleri babamın arkadaşına muhalif gazete cüb­besini tekrar giydirir giydirmez, Millî zaferden sonraki ro­lüne, belki de daha büyük heyecan, daha büyük hevesle döndü! Fakat artık ihtiyarlamıştı, sinirlerine hâkim değildi, yazıları hakaretlerle, küfürlerle dolup taşıyordu.

1954 seçimleri onu Meclisten de uzaklaştırdı. Bu, baba­mın arkadaşı için manevî olduğu kadar maddî bir sarsıntı teşkil etti. Millet onu gerçek bir seçimle istememişti. Hal­buki o, kendisinin halk gözünde bir kahraman sayıldığını zannediyordu! Şimdiye kadar, medenî cesaretin bir heykeli gibi bakılan insan nasıl olur da yine bir heykel gibi yıkılır, parçalanabilirdi?

Bu mânevî ıztırabın yanında maddî acılar kendisini gös­teriyordu! Babamın arkadaşı iyi yaşamayı hep sevmişti! Fa­kat bunu hiçbir zaman başka yollardan sağlamamıştı!. Yazı­larının, memuriyetlerinin, kitaplarının karşılığı dışında bir geliri yoktu: O halde yorulsa da, hastalansa da yazmak, durmadan yazmak mecburiyeti var!

Seksen yaşma çok yaklaştığı bir sırada içine düşmüş ol­duğu bu maddî, mânevî acılarını biraz olsun dindirecek melek, merhum oğlunun karısı her zaman olduğu gibi yine yanındadır! O halde onun şefkatli kollan, teselli veren ba­kışları arasında, gurur ve cesaretinden bir şey kaybetmeden kavgaya devam edebilir! Hem de bütün bu acıların bilediği korkunç bir kin ve hiddetle!

Babamın arkadaşı günün birinde, dünyanın her memle­ketinde, her mahkemesinden alacağı haklı bir mahkûmiyet­le hapse girdi! Hayatının son deminde, yalnız hislerine mağlûp olmanın verdiği bu netice onun ruhunda neler ya­rattı, bunu kimse bilmiyor! Yalnız sevenler de, sevmiyenler de, kaleminin en acı alaylarına, haksız hakaretlerine hedef olanlar da, olmayanlar da bundan üzüldüler. Yaşı ve hastalı­ğı affına imkân veriyordu. Dargınlık ve kırgmlıklariyle ye­rin dibine batırmaktan çekinmediği bir kısım insanlar, hid­det ve kinleri ile en insafsız hücumlara hedef kıldığı iktida­rın başları, affı için yapılan teşebbüsleri kabulde tereddüt göstermediler, hapisten çıktı.

Fakat heyhat, gördüğü yardıma, kendilerine hakaret etti­ği için mahkûm olduğu insanlara affedildikten sonra yaptı­ğı ziyarette söylediği sözlere rağmen, bin defa daha acı, bin defa daha ağır yazılarla karşılık verdi! Onun bu dayanılması güç iftiralarla dolu yazıları karşısında, daha birkaç ay önce affı için çalışanların tek tesellisi insanlık vazifesinin yerine getirilmiş olmasından ibaret kaldı!

Çok zaman geçmedi, son hastalığı onu bir daha kalkma­mak üzere yatağa serdi, bir gece yarısı da bütün tezatlarına, gururuna, benlik iddialarına rağmen son elli senenin en bü­yük Türk gazetecisi olmak imtiyazını kaybetmemiş insan gözlerini hayata kapadı! Doktorluk ve Siyaset

S

İYASÎ şöhreti İlmî şöhretiyle haşhaşa giden insanlardan biri idi. Nuruosmaniye’deki evi ve muayenehanesi ile İttihat Ve Terakki Fırkası’nm kırmızı köşkü arasındaki me­safe azdı. Hastalarının yanından Umumî Merkez toplantıla­rına kolaylıkla geliyor, oradan da ayni kolaylıkla hastalarına koşuyordu. Sertliği, hırçınlığa kadar giden ciddiliği meslek ve Fırka arkadaşları üzerinde de ayni derecede tesirliydi. Devrinin bu tanınmış göz doktoru, hafızamın en derin nok­talarında Ömer Naci, Ziya Gökalp, Hüseyin zâde Ali, Yusuf Akçura, Celâl Sahir gibi babamla beraber hatırladığım in­sanlar arasındadır. Yuvarlak, beyaz yüzünde uçları yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarının .yarattığı biraz kabadayı görünü­şünü, insana derinden bakan içleri çok tatlı, şefkatli, hafifçe alaycı ışıklarla dolu gözler bir anda siliyordu. Babamın aile­ce birbirine çok yaklaşmış dostlarındandı. Evinin koyu renk kumaşlardan yapılmış ağır, değerli eşyalarla dolu, göl­geli odalarında babamla onun, annemle doktorun genç ikinci hanımının konuşmaları şimdi birer fısıltı halinde ku­laklarımda yeniden ses veriyor. Babam da, doktor da günün

hâdiselerinden şikâyetçidirler, birbirlerine birtakım suiisti­mal söylentilerini, keyfî hareketleri anlatıyorlar, doktorun sesi gittikçe yükseliyor, tonu ve kelimeleri tehdit edici olu­yor. Birkaç gün sonra onun Talât Paşa ile, Doktor Nâzım ile, Enver Paşa ile münakaşaları günün belli başlı dediko­duları olarak herkesin ağzmdadır.

İttihat ve Terakki’den hiçbir şey istemedi. Devlette en yüksek makamı galiba Sıhhiye Umum Müdürlüğü’dür. Bu­nun yanında kendi ve her iki hanımının ailelerinin eski ve asil kökleri ona bir de paşalık unvanını kazandırmıştı. İşte o kadar. Halbuki devrin diktatörleri onu susturmak, tatmin etmek için çok şey vermek istediler. Hepsini reddetti. Bu suretle ötekilere karşı istediği gibi tenkit etmek hakkını elinden bırakmadı. Onun Fırka’yı, Fırka’nm reislerini, işle­rini hattâ vesileler bularak tenkit etmesi, İttihat ve Terakki’nin basımlarına kendisinden faydalanma ümidini asla vermemiştir. Çünkü Fırka’smın son gününe kadar içinde kalmak kararını daha girdiği gün vermişti. Hiçbir kuvvet onu kararlarından döndüremezdi. Bunu Fırka’nm düşman­ları kadar reisleri de biliyorlardı, bildikleri için de acı ten­kitleri karşısında herhangi bir karşılıkta bulunmuyorlardı.

Mütarekede Ingilizler tarafından yakalanarak Malta’ya sürülmesi hakikî bir facia halinde oldu. Evini bir anda bir sürü yüzleri renk renk, elbiseleri renk renk, bir kısım Afri­ka ormanlarından gelmiş askerler âdeta zaptettiler, yatağın­dan kaldırdılar, giyinmesine meydan vermeden, gecelik en­tarisiyle döğüp söverek otomobile attılar, araba hızla rıhtı­ma yanaştı, açıktaki bir vapur Paşa’yı alır almaz hareket et­ti. Doktor’un tutulma ve sürülme tarzı İttihat ve Terakki düşmanlarının bu sert, ciddî Ittihatçı’dan ne kadar çekin­mekte olduklarını gösterir.

Malta esareti İttihat ve Terakki erkânı için çeşitli bakım­lardan mehenk taşı oldu. Orada bir memleketin kaderini senelerce idare etmiş insanlar âdeta İlâhî bir mahkeme hu­zurunda ruhlarının en gizli noktalarına kadar soyundular, Vefa, kadirşinaslık, tahakküm, gurur, hülâsa insan ruhunun mayasında var olan tohumlar meydana döküldüler. Yine Malta esareti sırasında bir milletin başında olanlarla o mil­let arasında bazan ne büyük tezatlar, ahlâk anlayışları farkı olabileceği örnekleriyle gözüktü.

Meselâ Türk Milleti’ne kan ve ruh bakımından hiçbir ba­ğı olmadığı halde onun başında en yüksek yerleri tutmuş bir insan, yine Türk Milleti’nin sayesinde elde etmiş olduğu büyük zenginliğin nimetlerini hapishanenin koridorlarında bile şahsına inhisar ettirmekten çekinmiyor, birçoğu Ingilizlerin verdikleri yıllanmış konservelerle geçinmeğe mec­bur arkadaşlarının gözü önünde dışarıdan temin ettiği en nefis yemekleri, en az bulunur meyveleri iştiha ile ağzına atıyor, küçücük gözlerini kırparak, “parayı veren düdüğü çalar” diye kendisine bakanlarla yüksek sesle alay ediyordu. Bunun yanında Türk Milleti’nin meçhul kahramanı, Kasta­monu köylerinden bir nefer, günün birinde babama geliyor, önüne bir avuç şeker koyarak, “Çayı çok içtiğinizi gördüm, ben sevmiyorum, şekerlerimi topladım, size veriyorum” de­mek suretiyle öteki korkunç hodkâmlığa karşı muhteşem bir feragat nümunesi gösteriyordu.

Yine Fırka’nm sorumlu işlerini görmüş, elinde maddî re­fah imkânları olan bir başka insan her ay kendisine gelen parayı hapishanedeki fakir arkadaşlarına ihtiyaçlarına göre dağıtıyor, bir yatak, bir yastık, bir yorgandan ibaret eşyasını her gece bir başka arkadaşının yanına götürerek kendisiyle ötekiler arasındaki farkı ortadan kaldırmağa çalışıyordu.

İbret dolu bir misal daha:

Anadolu’nun ve Mustafa Kemal Paşa’nın ellerindeki Ingilizleri serbest bırakması karşılığında tahliyelerine karar veri­len esirlerin büyük kısmını küçük bir İngiliz harp gemisi

İtalyan limanlarından birisine bir gece bıraktı. Orada bunlar­dan paralı olanlar kendilerine derhal vasıta sağlıyarak arka' daşlarma Allahaısmarladık bile demeden Avrupa’nın büyük şehirlerine gittiler. Kalanların ceplerinde beş para yoktu. Et­raflarını sarmış İtalyanların alaycı bakışları, hakaret dolu ta­vırları arasında şaşırıp kalmışlardı. Nihayet Roma’da Anado­lu’nun temsilcisi Câmi Bey’e başvurmayı düşündüler, Câmi Bey’den derhal para geldi ve bu kafile de memlekete, ekserisi Anadolu’ya, Millî Mücadelede vazife almaya koştular. Garip tecelli! Birinciler Zaferin kazanılmasına kadar Avrupa’da ra­hat, konforlu hayat sürdüler, sonra memlekete dönerek, yeni devleti tekrar ele almak iddiasından bile çekinmediler.

Göz Doktoru Paşa’ya ait şimdi anlatacağım hikâye de bu örneklerden biridir:

Babamın sağ gözü gençliğinden beri hastaydı. Uzun za­man ihmâl etmiş, nihayet görme kabiliyetini de kaybetmiş­ti. Mâlta’da bu göz birdenbire şiddetle ağrımağa başlıyor, sol gözde de görme zayıflığı beliriyor. Hapishanenin dok­torları dışarıdan meşhur birisini tavsiye ediyorlar. Bu adam görmiyen gözün hemen çıkarılması gerektiğini, yoksa öte­kinin de kör olacağını söylüyor. Hapishanedeki doktorlar bu ağır ameliyatı yapamıyacaklar. Dışarıdan gelen doktor da galiba elli İngiliz lirası istiyor. Babam mesleği bakımın­dan kendisine en yakın bulduğu zengin bir arkadaşından bu parayı şu şartla istiyor:

“Buradan kurtulur kurtulmaz ilk imkânlarımdan ödeye­ceğim. Ben ölürsem çocuklarım sana ödeyecekler. İkimiz de ölürsek benim çocuklarım senin çocuklarına verecekler. Bütün bunları da arkadaşların önünde, onların şahadet ve imzalan ile bir senede bağlıyacağım.”

Bu zengin arkadaşı babama “Hayır Ahmet Bey” diye ce­vap veriyor, “insan esarette ne borç ister, ne borç verir.”

Babam meseleyi Göz Doktoru paşaya anlatıyor. Doktor,

“bu ameliyatı ben yaparım,” diyor, “yalnız istediğim âletleri bulalım.” Bu âletler sağlandı. Doktordan ve babamdan ha­pishane idaresinin muhtemel fena neticeden sorumlu olma­dığına ait mektuplar alındıktan sonra ameliyata izin verdi­ler. Doktor, babamın gözünü hapishanenin küçük hastahanesinde tam bir başarıyle çıkarttı ve babam kurtuldu.

Babamın bu arkadaşı da Malta’dan döner dönmez Anka­ra’ya geçti, orada şehirden oldukça uzak bir çiftlikte otur­mağa başladı. Bu çiftlik şimdi Genel Kurmay Başkanlığı bi­nasının olduğu yerdeydi. Sık sık oraya gidiyorduk. Paşa evinden pek çıkmıyor, Millî Mücadelenin liderlerini yakın­dan tanıdığı halde aralarında hemen hemen temas olmu­yordu. Bunun bir sebebi Anadolu’nun o zamanlar çeşitli düşüncelerle tanınmış İttihatçılara karşı çekingen davranmasıydı. Fakat onun için başka sebepler yok değildi. Galiba çok eski zamandan beri tanıştığı Gazi ile yine çok eski za­mandan kalma bir anlaşmazlığı vardı. Göz Doktoru Anka­ra’da kat’î kararını verdi. Artık siyasetle uğraşmıyacaktı. Za­ferden sonra kendisine hizmet teklifleri oldu. Hiçbirini ka­bul etmedi. İttihat ve Terakki Fırkası’nı yeniden canlandır­mağa çalışan eski arkadaşları ona başvurdular. Buna da ya­naşmadı. Ona göre İttihat ve Terakki’nin vazifesi de, ömrü de sona ermiş bulunuyordu. Şimdiden sonra yalnız okuya­cak, hastalariyle meşgul olacaktı. İstanbul’a gitti. Kadı­köy’de yaşamağa başladı. Eski şöhreti unutulmuştu. Hasta­ları azdı, hattâ arayan bile yoktu. Fakat aklına hiçbir zaman tekrar meydana çıkmak, ben varım demek gelmiyordu.

Babamın bu arkadaşını son defa küçük muayene odasında gördüm. Tâ çocukluğumda yaptığı gibi yüzümü okşayarak “Gel yanıma,” dedi, sonra kulağıma eğilerek, “çok ihtiyarla­dım değil mi?” diye sordu, benden cevap beklemeden de­vam etti, “evet evet, öyle! Bir an önce bitse de kurtulsam!”

BİZİM SAİNT JUST

B

U GÜZEL adamı ilk gördüğüm zaman gözlerimin önü­ne Fransız İnkılâbının sihirli yüzü “ Saint Just”ün re­simleri geldi. O günden sonra da onu düşündükçe ayni re­simleri hatırlarım.

Saint Just ve O!

Evet, birbirlerine benziyorlardı. İkisi de mensup oldukla­rı milletlerin inkılâplarında rol oynadılar; ikisi de genç yaş­ta öldüler. Birinin başını giyotin kopardı; ötekinin şahlanan ihtiraslarının ağırlığı düşürdü. Fakat kader Saint Just’ü yal­nız Fransız İnkılâbının değil, dünya tarihinin bir hâtırası haline getirdi. Bizimkini ise inkılâbımızın dalgaları arasında kendisini şöyle bir gösterdikten sonra unutulmağa mah­kûm kıldı.

Onun siyaset sahnesine fırlamasını şöyle anlatırlar:

Gazi, Mersin’i ziyaret ettiği bir gün kalabalık arasından karşısına çıkan genç bir adam hükümet işlerinde görüşleri­ni heyecanlı, samimî bir lisan ile çekinmeden söylüyor. Ga­zi bu yakışıklı, zarif insanın tesiri altında kalmıştır. Onda meziyetler görüyor. Kimdir? Öğreniyor: Türkocaklı bir doktor, ismini defterine yazıyor. Ankara’da onun hakkında kendisinden malûmat istediği Ocakların Reisi genç arkada­şını hararetle tavsiye ediyor, bir idealist olduğunu, Umumî Harpte, Millî Mücadelede birkaç doktor arkadaşiyle köyler­de, cephelerde gönüllü olarak yaptığı hizmetleri anlatıyor. Gazi artık kararını vermiştir; bu genç, Ankara’ya, yanma gelecek.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Aydın Milletvekili ola­rak kendisini gösterdiği andan başlıyarak bir mesele halini aldı. Az gülen, her mevzuu en ciddi tarafından tutarak üze­rinde uzun uzun çalışan, Parti’nin ve Devlet’in reislerini adım adım, fakat onurunu, vekarmı korumaya gayret ede­rek takip eden genç adam, üzerine hayranlık, kıskançlık, sevgi, düşmanlık çekmekte gecikmedi. Güzel konuşuyor­du. Kürsüye ilk günlerinden hâkim olmasını bilmişti. Sesi derin, kalın, heyecanlıydı.

Birkaç dostu onun daha az konuşmasını, kendini daha az göstermesini istiyorlardı. Başı dönebilir, ayaklarına atılacak haset çelmelerinden biri kuvvetli çıkarak, vaktinden önce onu yıpratabilirdi.

Fakat heyhat! Mersin’in ılık havası içinde, yeşil, sarı ışıklı portakal ağaçları altında güzel yüzü, mütevazı hali, cazip konuşmalariyle kendisini halka kolayca sevdirebilmiş genç adam, meb’uslarm birer gölge gibi süzüldükleri, kaş göz işaretleri, kulaktan kulağa fısıltılarla konuştukları yarı ka­ranlık Meclis koridorlarında kafese sokulmuş kurda dön­müştü! Yüzü gittikçe sararıyor, ihtiraslarını ifşa eden sesi gittikçe boğuklaşıyordu. Bu halini gören tecrübeli şefler, makam ve kudret sahibi olmak isteğinin ondan gelmesini beklediler. İyi biliyorlardı ki bütün benzerleri vekâlet, mec­lis, grup reislikleri koltuklarına azametle yerleşmiş olan bu yeni hevesli de kendilerinden “millî bir vazife” dileyecektir. Genç doktor o sırada başlamış Şark isyanı üzerinde Meclis­te Hükümete şiddetle hücum ederek isyanın kan ve ateşle bastırılmasını istediği zaman, şefler bu hücumun mâna ve hedefini hemen sezdiler. O alacağı ilk vazifenin ne olabile­ceğini bizzat göstermişti.

Onun İstiklâl Mahkemesi âzalığma aday olduğunu duyan bir dostu, böylesine bir iş için akla nasıl geldiğini şeflere sorduğu zaman aldığı cevap şu oldu:

“Ne yapalım, kendisi istedi!”

Bu tarafını bilmiyen başka dostları bu vazifeyi kabul et­memesini söylediler, “Sen bir doktorsun, inkılâbın öldürü­cü kuvvetleri arasında değil, yaşatıcı saflarında olmalısın” dediler. Genç adam onlara küçümsiyerek baktı:

“Neden? İnkılâbın müdafaasında vazife almayayım mı?”

Yürüyüp gitti.

Onu inkılâbın yaşatıcı hizmetlerine davet edenler arasın­da babam da vardı. Ayni bağlarda, Keçiören’de oturuyor­duk. Birçok akşamlar bize geliyordu. Bu gece toplantıların­da İstiklâl Mahkemesi âzahğınm sevimsiz heybetini bırakı­yor, yumuşak, tatlı insan olarak edebiyattan, felsefeden, sa­nattan, tarihten konuşuyordu. Lisenin onuncu sınıfınday­dım. Bir gün ağzımdan kan boşanması ile ağır hastalandım. Gelen doktorlar çeşitli sebepler ileri sürdüler. Ölüm tehli­kesi içindeydim. Fakat O, bu tehlikeyi kabul etmedi; “Ço­cuğu bana bırakın Ahmet Bey,” dedi, “iyi edeceğim!” Gün­lerce gelip gitti. Bana sözleri, hareketleri, hikâyeleriyle dur­madan hayat ve canlılık aşıladı. Onun bu şefkatinde acaba gençliğinde geçirmiş olduğu veremin payı var mıydı? Belki de! Fakat ne olursa olsun şimdi bu satırları yazarken o has­talık zamanlarımı düşünüyor, insanın birbirinin yüzde yüz zıddı iki şahsiyeti bir arada nasıl yaşatabildiğini hayretle so­ruyorum ve gözlerimin önüne İstiklâl Mahkemesi’nde dim­dik duruşu, mağrur bakışı, azametli tavırları geliyor. Sonra bir akşam üstü hatırlıyorum, annem karşısındadır, titrek, tesirli olmasını istediği bir sesle İstiklâl Mahkemesi’ne veril­miş bazı kimseler hakkında ondan merhamet diliyor. Genç adam susuyor, uzaklara, batan güneşin mor, lâcivert, kırmı­zı renklerle süslediği Elmadağ’a bakıyor!

Burada, ayni İstiklâl Mahkemesinde savcrmerhum Necip Ali’nin bana ölümünden birkaç ay önce anlattıklarından bir kısmını yazmak istiyorum. Doğru mu, değil mi bilmem. Yalnız bunlar tarihe ters bir talihin cilveleriyle, belki de za­lim bir yüz olarak geçmesi mukadder bir insan lehinde şa­hadet oldukları için bence kıymetlidirler.

Babam öldükten sonra yazdığım Babamdan Hâtıralar isimli kitabımda şöyle bir parça vardı:

“Babamı bu birer birer sefalet ve siyaset altında ölen geç­miş günlerini kurtarmak için Fransız İnkılâbının genç, ha­ris Saint Just’üne benziyen bir adamın karşısında saatlerce konuşurken gördüm. Saint Just’ün çehresi bir taş mabut gi­bi hareketsizdi. Çünkü Allah’lar kararlarını önceden ve bo­zulmamak üzere verirler.”

Bu satırları okuyan Necip Ali, ismini söyliyerek “Bahset­mek istediğiniz odur. Fakat ben size Dr. Nazım ve arkadaş­ları hakkmdaki kararın hakikî mahiyetini anlatayım, göre­ceksiniz ki doktor hakkmdaki bu zan tamamen yanlıştır” dedikten sonra şöyle devam etti:

“Doktor hiçbir zaman idam fikrinde olmadı. Hattâ o da, ben de buna karşı şiddetle mukavemet ettik. Mahkeme âza­sından biri bir gece yarısı bana geldi, bu karşı koymaktan söz açarak ikimizi de tehdit ettikten sonra bazı imalarda bulun­du. Ertesi sabah doktorla buluşarak akşamki ziyareti anlat­tım. Gazi ile açık görüşmek kararını verdik. Fakat o gelmedi, ben yalnız gittim. Gazi’ye bize yapılan imayı kastederek, “Baştanbaşa tertemiz sahifelerle dolu şanlı tarihimizin bir sa­tırının bile kan renginde olmasına gönlümüz razı değil” de­dim. Gazi yerinden fırladı, “kim kah istiyor,” diye bağırdı, “kim? Ben herhangi bir kimseye tek kelime söylemiş değilim. Vicdanınızın sesi, kanaatinizin emri ne ise onu yaparsınız."

Geldim, Gazi’nin bu sözlerini doktora anlattım.”

Merhum Necip Ali’nin bu hikâyesinin yanında bir başka rivayet daha var. Bunu da ismi bizde saklı bir dostuna anla­tan yine bu devrin istiklâl Mahkemeleri’nde âzalık etmiş ve şimdi Allah’ın rahmetine kavuşmuş Rize Meb’usu Ali Bey’dir. Ali Bey diyor ki:

“Dr. Nazım’m âkıbeti hakkında müzakereye başladık. Aramızda anlaşmazlık çıktı. Ben, Necip Ali, ...........................................................  idamın

aleyhindeydik. Bunu Gazi’ye haber verdik. Bizi yanma ça­ğırdı, dinledikten sonra üzerinde konuştuğumuz kimsenin politikacılığı, fikirleri, yeni kurulmakta olan bir rejime kar­şı cephe aldığı takdirde yaratabileceği tehlikeler hakkında uzun izahat vererek bizi kararımızda serbest bıraktı. Ara­dan yıllar geçti. Bir gün Meşrutiyetin ilk zamanlarında rol oynamış bir zat bana asılmış İttihatçı Nâzırm o vakitler Ga­zi’nin kendisine söylediklerini anlattı. Bu nazır, kendisinin ve arkadaşlarının ordunun siyasetle uğraşmamasını ve İtti­hat ve Terakki Cemiyeti’nde âza subayların yalnız askerlikle meşgul olmalarını istediklerini, bu fikri Selânik Kongresin­de şiddetle savunan Mustafa Kemal’in sayesinde netice ala­bildiklerini, Türkiye’nin geleceğinde de Mustafa Kemal’e büyük ümitler bağladıklarını söylemiş!

Ben bu hâtırayı Atatürk’e anlattığım zaman, “Çocuk, keş­ke bunu bana vaktinde anlatabilseydin. Bu takdirde Nazım’m kaderi belki de değişirdi” cevabını verdi!”

Madem ki inkılâp tarihimizin böyle bir meselesine do­kunmuş olduk. O halde yine asılmış eski ittihatçı Nazıra ait bir başka hâtırayı da yazmakta fayda vardır. Doğruluğuna asla inanmadığım bu hâtıra şayet bir gerçek ise, İlâhî adale­tin en ibret verici bir tecellisi ile bizi karşı karşıya getiriyor demektir:

Osmanlı hanedanından Londra’da yerleşmiş bir zat, bir genç ilim adamımıza şöyle bir hâdiseden bahsediyor:[V]

Atatürk’e suikast teşebbüsünden birkaç ay önce, bu asıl­mış eski İttihatçı Nâzır Avrupa’ya gelerek son Halife Abdülmecid’le görüşüyor. Ona yakında Türkiye’de bir hareket olacağını, Gazi’nin öldürüleceğini, Padişahlığın ve Hilâfetin yeniden kurulacağını, kendisinin de büyük merasimle memlekete getirilerek tac ve tahtına tekrar kavuşacağını ha­ber veriyor.

İstiklâl Mahkemeleri dedikodular, kavgalar, çekişmeler arasında kaldırıldıktan sonra işsiz kalan Saint Just bir müd­det âvâre dolaştı. Gazi’nin yeni harfler inkılâbı üzerinde ona verdiği vazife pek ehemmiyetsizdi. Fakat bu, Türk tari­hini yeni baştan, yeni ve garip bir tarzda tetkik işini pek ciddiye aldı. Bu sahada tanınmış, bilgileri malûm âlimler onun çıkardığı neticeler karşısında hayretlere dalıp gidiyor­lardı.

Ne var ki bütün bu çalışmalar onu tatmin etmekten uzaktı. Müşavir olarak kalmak, mevzular ne olursa olsun gücüne gidiyordu. Bir baş olmalıydı, bir yere mutlak salâhi­yetle hükmetmeli, emir vermeli, emirleri derhal yapılmalıy­dı. Bazan niçin asker olmadığım kendi kendisine soruyor­du. Türkiye’de her şey askerden ibaret! Siyaset de, idare de onların! Böyle düşündüğü zaman vaktiyle Askerî Tıbbiye yerine Harbiye’ye yazılmadığına kızıyor, “şimdi her şey baş­ka olurdu” diye kendi kendisini yiyordu.

Bu esefler, bu pişmanlıklar arasında yavaş yavaş bir fikir belirdi: askerlik bir zihniyet, bir hayat telâkkisidir. Asker olmadığı halde de askerî zihniyet onu istediği yere, istediği gibi şerefle hizmet edeceği yere getirebilir. İşte Mıissolini, işte Hitler. Biri bir köy muallimi, ötekisi bir duvarcı ustası değil miydiler? Bugün Mussolini büyük bir milletin başın­dadır. Diğeri dünyanın belki de en büyük milletinin idaresi­ni eline almak üzere. Onlar hedeflerine gençlik kütlesini teşkilâtlandırmak suretiyle vardılar.

Fakat Türkiye’de tek parti olarak memleket hayatına mutlak şekilde hakim Cumhuriyet Halk Partisi, kendi par­tisi, bu çeşit bir teşkilâtlanmaya imkân verir mi?

Düşüncelerinin bu noktasında başını sallıyor, “hiçbir za­man, hiçbir zaman” diye mırıldanıyordu.

Günün birinde kafasında bir şimşek çaktı. Ortada kosko­ca Türkocağı var. İktidarın büyüklü, küçüklü bütün şefleri de azalan arasında. Memleketin dört tarafında yüzbinlerce insanı içine almış bir teşekkül. Onu, başına geçerek her emeline erişmek için istediği gibi kullanabilirdi.

Esasen daha Tıbbiyeli bir genç olarak Türkocağı’na yazıl­dığı günden itibaren Ocaklar üzerinde kendine mahsus fi­kirleri vardı. Bu fikirleri hep savunmuştu. Ona göre Ocak­lar halk yığınlarını içine alan halk müesseseleri olmalıydı. Bu görüşün karşısına, Ocakların Ziya Gökalp gibi büyük mânevi reisleri, bunların birer sanat ve kültür kulüpleri şeklinde çalışmasını, Türk Milleti’nin Batı medeniyetine ge­çişine rehberlik etmesini istiyenler çıkıyorlardı. İşte nihayet gençliğinden beri ileri sürdüğü tezi tekrar ele alabilirdi. Esasen Ocaklar şimdiye kadar tatminkâr bir netice verme­mişlerdi. Bunun en mühim sebebi Ocağın siyaset ve devlet adamlarına karşı durmamış olmasıydı. Ocaklar buna göre teşkilâtlanırsa hakikî bir kuvvet olacaklardı.

Türk Ocakları faciasının bir tarafı böyle başladı. Önce Ocakların reisini teşekküle yeni bir mahiyet vermek için teşvik etmek yolunu tuttu. Ocaklara bağlı gençleri askerlik prensiplerine göre yetiştiren, onlara silâh talimleri, saf ha­linde yürüyüşler yaptıran projeler teklif etti. Kendisi de bu gençlik kolunun başına geçecek, bu suretle Türk gençliği gelecekteki millî mücadeleler, seferler, savaşlar için hazır­lanmış olacaktı. Aynı zamanda unutulmuş gelenekler, âdet­ler, harp ve silâh oyunları da bu yoldan yeniden canlandırı­lacaktı.

Ocakların reisi bütün bu projeleri dikkatle dinledi, neza­ketle reddetti. O halde yeni bir yol tutmak zorunda. Bu­yandan iktidarın şeflerini Ocakların reisi aleyhine kışkırta­cak, öte yandan, hattâ icabediyorsa bu teşekkülü Partiye mal ederek o kanaldan ele alacaktı.

Türk Ocakları merkez binası yapılırken Hamdullah Sup­hi Tanrıöver’e babamın söylediği bir söz, Ocaklar macera­sında eski Ocaklı Doktor’un hangi hislerden, hangi düşün­celerden istifade ettiğini göstermeğe kâfidir:

Ağaoğlu ve Tanrıöver bitmek üzere olan muhteşem binayı geziyorlardı. Babam büyük mermer holün ortasında, Anka­ra’nın çıplak ovasına dalgın dalgın bakarak arkadaşının ko­lundan tuttu, “Hamdullah,” dedi, “bu binayı Türkocakları’na bırakmıyacaklar. Mutlak bir iktidarın sahibi bu insan­lar, kendileri İttihat ve Terakki Fırkası’nm eski, harap, göste­rişsiz vilâyet merkezinde otururlarken senin, benim, Ocaklı­ların bu aydınlık, güzel, azametli yerde kalmamıza razı ol­mazlar. Göreceksin, yakında, bunu elimizden alacaklar.”

Aradan çok geçmedi; yine bir gün Şark salonunun tavan süsleri üzerinde çalışan Ocaklı mimar, üstünde oturduğu yüksek kalastan, o sırada salonu gezmekte bulunan mer­hum Recep Peker ile birkaç arkadaşının konuşmalarını din­ledi. Recep Bey arkadaşlarına: “Bu salon umumî kâtip odası olur. Yamndakini idare heyetine tahsis ederiz” diyor, bina­nın Fırkasının merkezi olarak nasıl kullanılacağını anlatı­yordu!

Ocakların reisi, fikri bağları zorla koparılmış, siyasî fırtı­nalar arasında siyasî şeflerin gözünden düşmeğe başlamış Ocaklıları yine bir arada tutmak için birçok tedbirler dü­şündü. Bu arada Ocaktaki hizmetlerden bazılarına karşılık para verilmesini de ortaya sürdü. Bu yapılmaması, hattâ dü­şünülmemesi gereken teklif Ocakları eline geçirmeyi tasarhyan ihtirasa en iyi fırsatı verdi. Ocakların reisine açık cep­he aldı.

Şimdi gözlerimin önünde Ocakların bir umumî kongre­sindeki sahne canlanıyor:

Ankara Hukuk Fakültesi’nde talebe idim. Kongreyi dinle­meğe gitmiştim. Ocak reisi bir kısım delegeler tarafından verilmiş takrir üzerine kürsüdedir. Tavırları asabî, kelimele­ri sert; ithamları korkunç, fakat açıktır.

“Bu zat Ocakları kendi ihtirasına âlet etmek istiyor! Bu zat Ocakları bir siyaset yuvası haline getirmek sevdasında­dır; bu zat Türk gençliğini Ocakların içinde silâhlandırmak, Ocaklar vasıtasiyle memlekette “Karagömlekliler” ordusu kurmak iddiasındadır.”

Bütün salon şiddetli alkışlarla sarsılıyor. Bu alkışlara hay­ret ifade eden sesler de karışmaktadır. Müthiş bir fırtına kopmak üzere. Aylardan beri devam eden fitne, fesat, tah­rik, entrika bütün açıklığı ile bir anda meydana dökülüyor. Artık mücadele başlamıştır. Oynanan facia veya komedya­nın baş aktörü, sert adımlarla kürsüye geldi. Aralarından geçtiği sıralarda oturan delegeler ağır kelimelerle ona haka­ret ediyorlar. Kürsüde bir elini yeleğinin cebine soktu. Bu nasıl bir hiddet içinde olduğunu gösteriyor! Yüzü sapsarı! Boğuk bir sesle kendisini savunmağa, daha doğrusu hasmını suçlamağa başladı. Fakat Allah’ım ne kadar seviyesiz, ne kadar küçük, hattâ ne kadar yakışıksız biçimde! Oturdu­ğum yerde şaşkınlık içinde donup kaldım. Hakikaten sevdi­ğim, hastalığımda bana hayat aşkım aşılamış bu güzel insan neden böyle konuşuyor? Bütün salondan protesto feryatları koptu. Ona defolup gitmesini haykırıyorlar!

O bütün bu hercümerç, bu kay ve huy içinde dimdik du­ruyor, sesler biraz kesilince, parmağiyle Şeref locasını işaret ederek bağırıyor:

“Neden gürültü ediyorsunuz? Büyük Reisimiz beni dinle­diği halde siz neden tepinip duruyorsunuz?”

Başlar geriye çevrildi. Sessizlik bir deniz gibi bir anda sa­lonu kapladı. Gazi, yanında bazı dostları, yaverleri, locada oturuyordu.

Bu günden kısa bir müddet sonra Türkocakları kapatıldı, yerini alan Halkevleri’nin başına da Mersin’in Ocaklı genç doktoru geçip oturdu!

Türk Ocakları’nm kapatılmasında, bunların günün birin­de siyasî bir kuvvet haline geçmeleri ihtimali de rol oyna­mıştır denilebilir. Serbest Fırka kurulduğu zaman vilâyet­lerdeki Ocaklıların birçoğunun bu Fırka’ya yazılmış görül­meleri bu bakımdan haklı bir endişe doğurmuştu.

Burada çok kısa devam eden başka bir maceraya da temas etmek istiyorum:

Serbest Fırka kuruldu. İstiklâl Mahkemesi eski âzası genç milletvekilini ilk idare heyetinde umumî kâtip yerinde gö­renler bunda bazı mânalar sezdiler. Kulaklarda birtakım de­dikodular vardı. Onun bazı sorumlu insanlarla yaptığı ol­dukça sert münakaşalardan bahsediliyordu. Fakat birkaç gün sonra hem umumî kâtiplikten, hem Serbest Fırka’dan çekildiğini duyanlar önce şaşırdılar, sonra hâdiseler geliş­tikçe bu hareketin hangi tesirlerle yapıldığı anlaşıldı. Bu çe­kiliş Serbest Fırka’nm daha doğarken ölüme mahkûm edil­diğinin ilk işaretiydi!

Dil etüdleri, mümkün olduğu kadar orijinal olmasına gayret edilen tarih tezleri arasında geçen uzun bir bekleyiş devresinden sonra bir gece İstanbul’da Dolmabahçe’de Ata­türk’ün sofrasında eski İstiklâl Mahkemesi âzasmm hayatı­na yepyeni istikametler verecek bir hâdise oldu. Sofrada Atatürk’ün birisine yapmak istediği açık cömert ihsana kar­şı birdenbire isyan etti, bu paranın memleketin hayır işleri­ne harcanması lâzım geldiğini hürmetle, fakat acı bir dille söyledi. Atatürk kendisine sofradan kalkıp gitmesini ihtar ettiği zaman da “içinde oturduğumuz yer millete ait bir sa­raydır, gitmiyeceğim” cevabını vermekte tereddüt etmedi. O zaman herkesin kendisinden çok şiddetli karşılık bekle­diği Atatürk, sükûnetle “öyle ise ben giderim” diyerek ye­rinden kalktı, sofradakiler takip ettiler. Yalnız Sen Jüst kos­koca salonda, koskoca masada tek başına tâ sabaha kadar, hattâ kımıldamadan oturduktan sonra ilk trenle Ankara’ya döndü.

Uzun müddet bir kahramanlık efsanesi gibi anlatılan bu hareket, acaba eski Ocaklı Doktor’un ruhunda, dimağında doğmuş bir ihtiraslardan kurtulma hamlesi miydi? Yoksa sı­kışa sıkışa nihayet yer ve zamanını bulamadan patlıyan ih­tirasların neticesi mi?

Hiçbir şey söylemek mümkün değil. Bilinen bir gerçek var:

Ankara’da, Keçiören’de evine kapandığı andan itibaren aylarca bu dünyada çekilebilecek mânevi ıztırapların belki de hiçbir romanda, hiçbir hayalde yer alamamış derecede ağırını hissetti. Her gün Atatürk’e mektuplar yazarak affe­dilmesini istedi, intihar edeceğini söyledi. En sonunda bir akşam Çankaya’dan dâvet edildiğini kendisine söyledikleri zaman sevgilisine koşan âşığın heyecanıyle hazırlandı. Yine ayni sofrada yerini almak için titreyerek salona girerken birdenbire birçok kolların kendisini yakaladıklarını, havaya kaldırdıklarını, tekrar yere kadar indirdikten sonra yine yu­karıya fırlattıklarını, bu hareketi birkaç defa tekrarladıkları­nı dehşetle gördü. Bu sırada gözleri Atatürk’e ilişti. Neşe ile gülüyor, “gördün mü insana neler yaparlar, gel yanıma otur” diye sesleniyordu. Bütün ümitler yeniden önceki renkleri, canlılıkları, parlaklıklarıyla doğdular. Büyük ada> mm yanından bir daha ayrılmıyacaktı!

Bu gecenin üzerinden az bir zaman geçti, İstanbul Darül­fünununda reform fikri ortaya atıldı. Atatürk, o sırada Millî Eğitim Vekili olan zatın bu mühim işi başarabileceğinden emin değildi. Bir akşam Vekile, “hocam siz artık yoruldu­nuz değil mi?” diye sordu. Sararan Vekilin cevap vermesini beklemeden, “yerinize kimi tavsiye edersiniz?” diye ilâve etti, “herhalde.......... .....Beyi!”

Sen Jüst kendi ismini işitince kıpkırmızı kesildi. Atatürk devam ediyordu:

“Evet, evet, onu tavsiye ediyorsunuz. Böyle düşündüğü­nüz için sizi tebrik ederim.”

Eski Ocaklı Doktor, şimdi Maarif Vekili’dir. Ona verilen büyük vazife Osmanlı Darülfünunu’nu, zihniyeti, an’anele­ri, âdetleriyle yıkmak, yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin Üni­versitesini yeni zihniyet, gelenek ve âdetleriyle kurmaktır. Bu, inkılâpların şekilden ruha, dimağa doğru ilerlemesi ha­reketidir. Bu büyük işi idare etmek vazifesini kendisine ve­renler bilerek bihniyerek ona muhteşem bir geleceğin kapı­sını açtılar. Bu kapıdan geçecek, Türk Vatanı’nm yarınında şanla şerefle parlıyacak!

Onu bu hülyalar, bu heyecanlar, bu hevesler içinde çalı­şırken gördüğüm bir günü hatırlıyorum:

Strasburg’daki tahsilime ait bir mesele için ziyaretine git­tim. Beni gülerek karşıladı, “hâlâ mı tahsil? Sana etüdiyan kronik (sürekli talebe) diyecekler” diye şakalaştıktan sonra:

“Çok, çok meşgulüm. Üniversiteyi kuracağım. Avru­pa’nın en büyük, en mükemmel üniversitesini!” dedi.

Bunları söylerken gözleri parlıyor, burun delikleri açılıp kapanıyordu.

Birden sordu: “Baban ne yapıyor?”

Serbest Fırka macerasından sonra Darülfünun’a profesör olan babamın dersleriyle uğraştığını söyledim. Garip bir tarz­da güldü. Bu, başını öne eğerek dudaklarının kenarında beli­ren alaylı tebessümün mânasını babama sorduğum zaman, “bir işaret,” dedi, “beni Darülfünuridan tasfiye edecekler!”

İhtiyar Ocaklılar genç arkadaşlarının huyunu, suyunu iyice öğrenmişlerdi.

Darülfünun ıslahatı bir yandan İsviçre’li profesörün fikir­leri, diğer taraftan Üniversiteyi siyasetin esiri yapmak istiyen zihniyetin direktifleri arasında bocahyarak ilerliyordu. Eski Darülfünun’dan yeni Üniversiteye profesör tayin edile­bilecek kabiliyette oldukları kabul edilenler arasında siyasî fikirleri itibariyle devrin idarecilerinden bir kısmının hoşu­na gitmiyenler de bulunuyordu. Bunlar bir siyaset adamı­nın ayni zamanda hem gazete, hem kürsü sahibi olmasını, iktidarın mutlak taraftarı değil ise zararlı gördüklerini dev­letin en yüksek otoritesine durmadan telkin ediyorlardı. Babam, o sıralarda Akın gazetesini de çıkarıyor, burada da­ha çok memleketin sosyal realitelerini anlatan makaleler yazıyordu. Üniversite kurulurken bir kısım profesörler de siyasetin istemediği insanlar olarak kadro dışına çıkarıldı­lar. Mersin’in Ocaklı genç Doktoru şimdi de manevî idam­ların vasıtası oluyordu.

Fakat, mukadder olan daha ziyade gecikmiyecekti. Yavaş yavaş onun hakkında birtakım endişeler, bu endişelerden istifade eden birtakım entrikalar belirmeğe başladı. Şöhreti hızla, beklenilmiyen bir genişlikte artıyordu. Güzel yüzü, hummalı hitabetiyle en çok gençler üzerinde derin tesirler yapıyor, ona istikbalin büyük insanı olarak bakanlar çoğalı­yordu. Sent Jüst de kendisinden başka her şeyi, herkesi unutmuş gibiydi. Hakikî bir cezbe içinde her gün, her daki­ka, her saniye varlığını hissettirmeğe çalışıyor, bunun için hiçbir fırsatı kaçırmak istemiyordu.

İşte, başdöndüren bu heyecan arasında yeni Üniversite­nin inkılâp tarihi profesörlüğünü de üzerine almak gibi bir gaflete düştü. Halbuki bu kürsüde hiç değilse ilk dersi inkılâbm büyük başlarından birisi vermeliydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir ve ruh yapısının temeli olsun diye kurulmuş İstanbul Ûniversitesi’nde inkılâp kürsüsünün asıl profesör ve ilk dersinin sahibi yerine geçmek affedilmez, hiçbir za­man affedilemez, hatâ oldu. Hele, bu ilk dersi verdiği gün, bütün Üniversite talebesinin büyük gösteri ve alkışları bu hatânın ağırlığını daha da arttırdı. Demek ki gafilce hareke­tiyle yarattığı boşluğun farkına varılmamıştı. O halde vakit geçirmeden, derhal tedbirini almak, gafletinin cezasını ver­mek icabediyordu. Tam bu sırada Vekâlet tarafından çıkarı­lan bir dergide Darülfünun reformundan bahseden bir yazı­nın başına, hiç haberi olmadığı halde yalnız kendi resmi kondu. Onu yemek içjn beklenen fırsat gelmişti.

İki gün sonra bir gece yarısı evimizin kapısı çalındı. Ge­lenler bütün bu ıslahat hareketleri sırasında Maarif Vekili’ne yardımcı olan, Darülfünun’un iki profesörü ile Ata­türk’e çok yakın bir siyaset adamıydı.[VI] Bu profesörler ve bu adam babamın kapısını iki seneden, Serbest Fırka kuruldu­ğu günden beri açmamış eski dostlardı. Onları, elinden ho­calığı alındıktan sonra, gecenin bu geç saatmda karşısında gören babam kendi kendine: “Bir haber var! Bakalım nedir? Bu geliş beyhude değil!” dedi. Profesörler ayni sözleri, ayni zamanda söylediler:

“Ahmet Bey, bu adam zıvanadan çıktı. Seni ve diğer arka­daşlarımızı kadro dışı bırakan bu insan, şimdi de daha ileri gidiyor, kendisini Üniversitenin başı yapmak istiyor! Biz buna dayanamayız. Profesörlükten istifa ettik!”

Daha birçok şeyler anlattıktan sonra gittiler.

Ertesi sabah bütün gazeteler iki profesörün istifasını bü­yük puntolarla yazdılar. Birkaç gün sonra da Maarif Vekili’nin yerini bir başkasına bıraktığını ilân ettiler.

Bu ikinci darbeden yaralanan yalnız ihtirasları, hülyaları, emelleri değildi. Haysiyeti, onörü de çok ağır tokat yemişti. Bütün dostlar bir anda etrafından çekildiler! Yanında yalnız ailesi ve çocukları kalmıştı. Onlar da bu alev ve ateşten ihti­rasın hüsranını, kırıklığını dindirebilmek imkânından mah­rumdular.

Bir gün öğleden sonra Kalamış’ta çocuklariyle bindiği sandal devrildi. Sular küçük kızları derinlere doğru çeki­yordu. Kendisini denize attı, uzun mücadeleden sonra ço­cuklarını kurtardı. Fakat çok yorulmuştu, halsiz evine gö­türdüler.

Aradan günler geçti. Bir sabah Cumhuriyet gazetesinde birinci sahifenin altında küçük bir sütun üzerinde “Acı bir zıya” başlıklı bir yazı ve bir resim gördüm. Resim Sent Jüst’ü ölüm döşeğinde gösteriyor, altında birkaç satırla da zatürreden vefat ettiği yazılıyordu.

Beni ölüm tehlikesi geçirdiğim günlerde sözleri, hikâyele­ri, telkinleriyle hayata kavuşturmağa çalışmış adam daha otuz yedi yaşında yokluğun kucağına düşmüştü. Ölüm dö­şeğindeki resmi ona yakışıyordu. Sakalı hafif uzamış, gözle­ri kapalı uyur gibiydi. Gerçekten acı duyarak babamın yanı­na girdim, gazeteyi uzattım:

ölmüş baba!”

Babam gazeteyi almadan gözlerimin içine donuk nazar­larla baktı, dudaklarında acı bir gülümseme, “zaten ölmüş­tü” diyerek omuzlarını silkti.

Meçhul Kahraman

İ

NCE uzun boyu, geniş omuzları, beyaz yüzü, düzgün kesilmiş kır saçları ile gözlerimin önünde şimdi. Hemen hemen hiç konuşmuyor. Fakat sırası düşüp de söze başla­yınca ciğerlerinin derinliklerinden gelen kalın, tatlı bir ses İstanbul şivesinin düzelttiği en güzel Âzerî lehçesiyle size hitap etmekte!

Öldüğü güne kadar Rize’den Van’a, Kars’tan Erzincan’a koskoca bir memleket parçasının üstünde onun kadar sevi­len, onun kadar sayılan adam azdır. Güzel yüzü, güzel en­damı, güzel sesi ve konuşması ile bütün o iller halkı arasın­da esatiri bir çoban gibi yaşadı. Türk milletinin son elli se­nelik istiklâl mücadelesi tarihinde bugün çok meçhul, yarın bu mücadelenin bütün hâdiselerini yorulmadan tetkik ede­cek kuşaklar için yepyeni bir yüz olarak belirecek bu adam, babamın en yakın dostlanndandı. Aralarında yaş farkı az. İdeal farkı ise hiç yoktu. İkisi de Türk’ün istiklâl ve mede­niyet kavgası için Türkistan’dan Tuna’ya kadar uzanan top­rak üstünde durmadan çarpıştılar.

Kars’lı idi. 1293’te bu yüzde yüz Türk şehrinin Ruslara teslimini on iki yaşında gördü. Aradan ancak on sene geç­tikten sonra Ruslara karşı gizli, açık siyasî hareketlere baş­ladı. Sonra daha sağlam bir döğüşme yeri olarak İran Azerbaycanı’na geçti. Yanında küçük kardeşi Aydın Paşa vardı. Tebriz’de hazırladıkları isyanda Tebriz teşkilâtının kuman­danı Aydın Paşa şehit düştü.

İkinci Balkan Harbi başlamış, Büyük Türklük dünyasının son müstakil parçası da tehlikeye girmişti. O halde her şey­den önce onun imdadına koşmak lâzım!

Yanında dokuz yüz gönüllü, İstanbul’a geldi. Süvarileri­nin başında İstanbul sokaklarından serhadde giden eski bir Türk Beyi hızı ile geçti ve hayatının en büyük heyecanların­dan birisini de bu yolculukta Enver Bey ile karşılaşırken tattı. Enver’in ismini bir efsane kahramanı gibi duymuştu. Onun yanında zafer muhakkaktır diyordu. Yüz yüze gel­dikleri zaman hayret etti. Dillerdeki adam bu delikanlı mıy­dı? Fakat birkaç saniye sonra bir insan karşısında olduğunu anladı. Bu mahçup yüzde karşısındakine itaat etmeyi emre­den çizgiler vardı.

Edirne’ye giren ilk Türk, emir almasını ve vermesini bilen bu gönüllü kumandan oldu. Başında uzun kalpağı, süvarile­riyle dörtnala sokaklarına daldığı eski Türk payitahtının (Başkentinin) halis Türk halkı ona gökten inmiş kurtarıcı gibi hayret, hayranlık, biraz da korku ile baktılar. Gözlerin­de intikamını alamamış bir arslanm ürpertici bakışları vardı. Kaçan düşmanın arkasına, tâ Gümülcine’ye kadar, Dimetoka’ya kadar düştü. Dur emri kendisine geldiği zaman, “ni­çin, niçin,” diye bağırdı, “tâ Sofya’ya gitmek lâzım!”

Ve emre boyun eğdi!

Birinci Dünya Harbi başlar başlamaz onu Irak cephesine alay kumandanı gönderdiler. Askerlik tahsili görmediği hal­de kusursuz bir harb adamı olduğunu bir kere daha ispat etti. Bu sefer de yanında diğer küçük kardeşi Haşan Bey bir bölüğün başı olarak bulunuyordu.

imparatorluk mağlûp oldu, bütün cephelerde en yüksek kahramanhklarla döğüşe döğüşe yıkıldı. Büyük Türklük idealinin harabesi karşısında kalbi derin bir ıztırapla dolu. Türk ordusu tarafından kısa bir müddet için geri alınmış Kars’a geldi. Şimdi onu Türk tarihinin çok ehemmiyetli bir devresinde, çok ağır bir fırtına bekliyordu. Mondros Mütarekesi’ne göre Osmanlı orduları eski TürkRus hududuna çekilecekti. Bu bütün Kars ve civarını, Türk ve Müslüman halkını her tehlikeden önce Ermeni işgaline, hattâ katliâmı­na açık bırakıyordu. Derhal teşkilât kurmak, icap ederse ye­ni bir Türk devletinin temelini atarak müdafaa tedbirleri al­mak lâzımdı. O, aksini düşünecek adanı değildi. Ölünceye kadar döğüşecek, son damla kam akmadan vahşetin ve ihti­rasın seline vatan topraklarını kaptırmıyacaktı.

Harekete geçti. “Şûrayı Millet” namiyle topladığı millet meclisi “Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti Muvakkatai Milliyesi” (Güney Batı Kafkas Geçici Millî Hükümeti) ni kurdu. Kendisi bu küçücük devletin başı idi. Kardeşi Haşan Bey de Millî Müdafaa Vekili!

Yeni devlet kısa zamanda Hopa, Çoruh gibi Kars’ın ya­nındaki toprakları da hudutları içine aldı. Hattâ daha ileri, gitti. Ermeni kuvvetlerini şiddetle mağlûp ederek, Nahçıvan’m bir kısmına, Gürcülerle kanlı bir çarpışmadan sonra da Batum ve Ahıska’ya girmeğe muvaffak oldu.

1919’da İngiliz askerleri Batum’a ve Kars’a geldiler. Elin­deki kuvvetlerle bunlara karşı koyamayacağını anlıyan hü­kümet reisinin bu hazin netice karşısında tek tesellisi yüzbinlerce Türk ve Müslümanı Ermeni katliâmından kurtar­mış olmasıydı. Hiç olmazsa şimdi bu halk medenî bir mîlle­tin elinde idi.

Ingilizler, Türkiye’de mukavemet hareketi yapabilecek ne kadar insan varsa, kabil olsa hepsini toplayıp Malta’ya veya başka yerlere götüreceklerdi. Bu kararla ellerine geçeni ya­kaladılar. Kısa zamanda bir devletin temellerini atmış ada­mı elbette bırakamazlardı. Onu da, kardeşini de Malta’ya sürdüler! Orada babamla gece gündüz beraber geçen iki se­nesi var. Hapishanenin soğuk, taş odalarında dostluk, vefa, âlicenaplık gibi mefhumların acı, tatlı hâtıralariyle dolu iki sene!

Esaretten kurtulduktan sonra babamla karşılaştıkça, bu hâtıralardan uzun uzun bahsederler, kâh koskoca bir impa­ratorluğun kaderini idare etmiş bir kısım politika adamları­nın bu kadar hiç olmaları karşısında duydukları hayreti, kâh yaşadıkları hayatın gülünç yanlarını, bazan da yine ora­da bütün faziletleriyle tanıdıkları insanların kendilerinde bıraktıkları hayranlığı birbirlerine anlatırlardı.

Malta’dan do'ğru Kars’a gelerek 1922’de Belediye Reisi ol­du. Gazi, kendisini ilk gördüğü an sevdi. Maceralarını ya­kından biliyordu. Karşısındaki adam ince çndamı, güzel ba­şı ile bu maceralara lâyıktı.

Dünyanın her yerinde politika hayatında tezvirler, isnat­lar, iftiralar, dedikodular bol bol kullanılan silâhlardır. Fa­kat Doğu’da ve Doğu’nun tesiri altındaki memleketlerde politika çekişmesi hemen hemen yalnız bunlarla yapılır.

Eski Kars Geçici Hükümeti kurucusu, şimdiki Kars beledi­ye reisi de bu silâhlara hedef oldu. Ankara ona yavaş yavaş şüphe ile bakmağa başlıyordu. Bu şüpheler onu belediye reis­liğinden uzaklaştırılacak kadar da kuvvetlendi. Nihayet Ser­best Fırka macerası başladı. Dostu, çok sevdiği Ağaoğlu Ah­met Bey’den gelen bir telgraf üzerine Kars’ta Serbest Fırka’yı kurdu. Fırka hızla büyüdü. Kısa zamanda hemen hemen bü­tün Kars, Serbest Fırka reisinin etrafında toplanmıştı.

Fakat üç ay geçmeden Fırka kapandı. Düşmanları bu se­fer bütün kinleri, gayzlariyle meydana atıldılar. Gençliği Ruslarla boğuşarak geçmiş, Edirne’yi geri alan kuvvetlerin ilk taburunda gönüllü kumandan, yüzbinlerce insanı Erme­ni katliâmından kurtaran adam, Millî Mücadelenin ilk mu­kavemet cephelerinden birini bir devlet şeklinde kuran va­tanperver, Ağrı isyanının tahrikçileri arasında gösterilerek, Vekiller Heyeti karariyle Batı vilâyetlerinden birinde otur­mağa mecbur edildi. Ermeni süngülerinden kurtardığf şe­hirden kendi vatandaşları tarafından çıkartılması çok gücü­ne gidiyor, bunu ölümden beter felâket olarak karşılıyordu.

Vekiller Heyeti kararma göre Ankara’yı tercih etti. Bun­dan maksadı kendisine yapılan iftiraları anlatmak, hakikati meydana çıkarmaktı. Bunda da muvaffak oldu, Kars’a dön­mesine izin verildi.

Şimdi artık tek arzusu bu baba yurdundan ölünceye ka­dar ayrılmamaktı. Elinde maddî hiçbir şey kalmamıştı. Fa­kat mânevi zenginliklere sahipti. Ağrı dağının karşısında onun kadar azametli, temiz, her yandan esen fırtınalara karşı koymuş ruhu ve hâtıralariyle başbaşa yaşayacaktı. Na­sıl olsa bir ekmek parası bulabilirdi. Bir gün kendisine Kars hayvan borsasında yüz lira maaşlı muamele memurluğu teklif ettikleri zaman sevinerek kabul etti. Eski Kars geçici hükümetinin reisi için şimdiden sonra her vazife, Kars’ta kalmak, bu şehirden ayrılmamak şartiyle farksızdı.

Hâtıralarıyla yaşamağa başladıktan sonra içinde bir arzu belirdi. İstiyordu ki, bu vatanın kurtuluş mücadelesinde oy­nadığı rol, gördüğü iş unutulmasın! Halbuki daha şimdiden Millî Mücadelenin Şark Cephesi tarihi Karabekir Paşa ile başlıyor. Karabekir’i çok seviyordu. Ama kendisinin de bu tarihte yeri vardı. Bu yerin tanınması hakkı idi.

Bu arzuya kapıldığı zamanlar sandığını açıyor, küçük se­def bir çekmecede saklı bir bayrak ve bir mührü çıkararak saatlerce bakıyor, onların hafızasında canlandırdığı hâdise­leri, harpleri, endişeleri, ümitleri, heyecanları hatırlıyor, ha­zan başım sallıyor, bazan gülümsüyor, bazan ağlıyacak gibi oluyordu. Bayrak Kars geçici hükümetinin bayrağı, mühür bu hükümetin mührüydü!

Nihayet kararını verdi, bunları Ankara’ya götürecek, inkı­lâp enstitüsüne teslim edecek, bu suretle de kurtuluş ve in­kılâp tarihinde yerini alacaktı.

Enstitüde onu soğuk bir nezaketle karşıladılar. Söyledik­lerini karşılık vermeden dinlediler; emanetlerini lakayt ta­vırlarla aldılar.

O, kendisini donuk bakışlarla süzen ve dudaklarında bel­li etmemeğe çalıştıkları istihza tebessümleri ile, “teşekkür ederiz” diyerek kapıyı gösterenlerin yanından ayrılırken ha­yatla son bağlarının da kopmuş olduğunu gördü. Boğazına bir yumruk tıkanmıştı. Nerede ise olduğu yere çökecek, hıçkıra hıçkıra ağlıyacaktı. Geçen bir otomobile işaret etti, kaldığı otelin ismini söyledikten sonra gözlerini kapayarak mırıldandı:

“Artık ölmeliyim! ” En Genç Ama En Vefasiz Arkadaş!

O

NU Aşina Yüzkr’de “Pikasso”nun modellerine benzet­miştim. Belki biraz insafsız, biraz hırçın bir ruh haliy­le böyle yazdım. Kader babamın benden çok yaşlı, babam­dan çok genç bu arkadaşım hayatının en hareketli, hattâ tek hareketli devresinde ve bir siyasî kadroda benimle yanyana getirmişti. Bu yıllarda bazı davranışlarından şikâyetçi idik. Fakat birçok iyi günleri de beraber yaşamıştık. Fena günler daha çok uzak ufuklarda belirmeğe başlar başlamaz hepimizi bırakıp gitmek için fırsatlar aramış, bulur bulmaz da bırakıp gitmişti. Felâket saatlarımızı da gönül ferahlığıy­la karşıladığını duymuştum. Bütün bunlar ona karşı ruhu­mu, kalemimi sertleştirmişti. Aşina Yüzler’i yazdığım zaman yaşıyordu da. Şimdi ölmüştür. Onu babamın arkadaşların­dan biri olarak hatırlıyabiliyorum. Bu kanal kalbimi, hisle­rimi yumuşatıyor ve bu satırları yazarken gözlerimin önün­de İstanbul’un Sultan Ahmet Camii eteklerinde, deniz ke­narında bir ev canlanıyor. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş bir bahçe içinde tahtadan, iki katlı, pencere ve bal­konlarından Marmara’nın alabildiğine açıldığı bir ev. Küçük bir odada annem evin hanımıyla konuşurken ben yerde renk renk, boy boy, pırıl pırıl zıpzıplarla oynuyorum. Bir­den kapı açılıyor, içeri giren genç bir adam anneme selâm verdikten sonra önümde durarak dudaklarında tatlı bir gü­lümseme “Samet, Samet” diyor, “ben senin yaşında bu zıp­zıplarla oynadım. Ama tekini kaybetmedim. Eğer kaybeder­sen kulağını çekerim!”

Başımı kaldırıp bakıyorum. Biraz uzun beyaz yüzü, kum­ral saçları, uçları aşağıya çekik gür kaşları, açık yeşil gözleri var. Yanakları, dudakları pembemsi. Kısaya yakın boyu ve zayıf vücuduyla ne kadar genç duruyor. Halbuki o babanım en yakın arkadaşlarından biridir. Sonra yine o kadar genç ki bana hiç çekinmek hissi vermiyor. Yanında rahat rahat oynıyabiliyorum.

Babamın bu arkadaşını, birkaç yıl geçerek tarih kitapla­rında resimlerini göreceğim çok meşhur bir Osmanlı Sadra­zamına benzeyen annesini, ablalarımla arkadaş, beyaz yüz­lü, ince sesli kızkardeşini seviyorum. Bahçenin bir yanında­ki kale üstünden denize bakmak hoşuma gidiyor. Biri si­yah, biri beyaz bol tüylü, parlak gözlü iki iri kedi var ki sof­raya oturduğumuz zaman onlar da masanın iki başına ko­nulmuş geniş ve yaygın çiçek vazolarına benzeyen yerlerine serilip yatıyorlar. Bir de evin bütün insanlarını tanıyan ve günün belli saatlarında toprak altından çıkarak bahçedeki çeşme önünde güneşlenen ihtiyar bir kaplumbağa.

Evet, bu evi, insanlarını, kedilerini, kaplumbağasını, zıp­zıplarını, kalesini ve denizini seviyorum.

Hayalim birden Büyükada’ya atlıyor. Babamın arkadaşı ve biz çamlar arasında yanyana iki küçük evde oturuyoruz. Mehtaplı gecelerde iki aile beraber geziyoruz. Bu gecelerin şarkı ve şaka ile dolu mavi aydınlığının hasreti içimde hâlâ var.

Mütareke yılları. Babam Malta’da esir. Annemle birçok

defa akşamdan gelerek İstanbul’daki evde kalıyoruz. Sabaha karşı annem kaleden sulara, bir şişe içinde bir mektup, ço­cuklarının babasını bir an önce göndermesi için Hazreli Ali’ye bir mektup atıyor! Fakat bu yıllarda babamın arkada­şını ancak biz onlara gittiğimiz zaman görüyorum. O bize eskisi gibi gelmiyor artık. Büyüdükçe farkına varıyorum, ai­lesinin değil, kendisinin babamla ve bizlerle yakınlığı baba­mın siyasî hayattaki iniş ve çıkışlarına göre ayarlı. Yalnız bi­ze değil, İttihatçı bütün dostlarına karşı, Ziya Gökalp’e kar­şı da öyle. Onun bu davranışı babam ölünceye kadar değiş­medi. Zaferden sonra babam ikbaldedir. Bu arkadaşı da hep yanında. Babam gözden düşmüştür. O da meydanda gözük­müyor!     

Burada biraz Aşina Yüzler’e döneceğim. Ama bazı kelime­leri değiştirerek. O kelimelere bu kitapta lüzum yok. Şimdi karşımda duran sadece babamın arkadaşıdır:

“Boyunu biraz büyütmek için ayakkabılarının ökçelerine gizli katlar yerleştirmek yerine, başını ince çenesi yukarıya kalkacak şekilde dikip, göğsünü şişirerek yürüyen bu ada­mın yüzü, bir türlü ihtiyarlamıyordu. Daha yirmi yaşında şair olarak basın dünyasına ayak bastığı gün nasılsa, daha yirmibeş yaşında üniversite kürsüsü basamaklarını tırma­nırken, otuz beş yıl sonra tek parti devrine son vermiş yeni bir partinin kurucuları arasına girerken de hemen hemen aynıydı. Küçük, uzunca, beyaz yüzde açılmış açık yeşil göz­leri, sivri çenesi, uçları düşük kaşları ile, susmuş dururken hiçbir mânâ taşımayan bu baş konuşmağa başlar başlamaz şaşırtıcı, oldukça da yapma bir samimilik rüzgârı ortalığı sarıyor, konu ne olursa olsun, bilgi, politika veya şakalar hep bu rüzgârın, bu havanın içinde kalıyordu. Bu görünü­şü, ruhunu sarmaşıklar gibi çevirmiş gurur ve övünmelerin birbirine karışmasından doğuyordu. Gururlu idi, anasının kökü bir büyük Osmanlı vezirine dayanıyordu çünkü! Bu kök, isterse bazılarının iddia ettiği yolda uydurma olsun, bir gerçek var ortada. Asil bir otorite ile evine, erkeğine ve oğluna her zaman hâkim ananın yüzü, o vezirin tarih kitap­larına geçmiş, müzelerde asılı resimlerini daha ilk bakışta hatırlatıyordu. Sonra tarih bilgisinin bir kolunda tanmmışlığı memleket sınırlarını aşmış, dünyanın bellibaşlı üniver­sitelerinin şeref doktoru olmuş, kitapları ile Doğu ve Batı’nm isim yapmış bilginleri arasına girmişti.

Övünmesinin de kaynakları var: Çok genç çağında, ken­dinden on, onbeş yaş ileride siyaset, edebiyat, fikir adamları içine karışmış, her devrin hâkimleri bu “hârika çocuğu” hayranlıkla koruma kanatları altına almışlar, sofralarında, toplantılarında bulundurmuşlardı. Bunun ötesinde de ken­dini beğenmiş görünmek istemiyor, bu görüşünü, üstüne, babacanlık örtüsünü sererek gidermeğe çalışırken, bu sefer de gerektiğinden fazla samimî insan halini alıyordu.

İttihat ve Terakki yıllarının en genç fikir adamıdır. Zama­nının Talât Paşa’dan Doktor Nâzım’a kadar büyük politik nüfuzları, memleketin övülmeğe lâyık yıldızlarından biri diye kucakladılar onu. Devrin mürşidi Gökalp’in kucağın­dan inmedi. Kaderi imparatorluğun bu son idarecilerine öylesine bağlı görünüyordu ki Birinci Dünya Savaşı’nın fe­lâket çanlarıyla beraber, onun da birçokları gibi tutulması­nı, hapislere atılmasını, Malta’ya sürülmesini bekleyenler, ancak iki haftalık Bekir Ağa Bölüğü misafirliğinden sonra, serbest bırakılmış olmasının sebeplerini araştırmağa daha vakit bulmadan, dünkü sevgili ağabeyleri İttihatçılar aley­hinde ötede beride söylediklerini işittiler. Biraz sonra da, üniversitede bırakıldığını, Rıza Tevfik, Cenab Şahabettin gi­bi İttihatçı düşmanı profesörlerle sıkı fıkı olduğunu görerek şaşkınlık içinde kaldılar.

Mütareke yıllarında, İstanbul’un mavi göğünü örten ma­tem bulutlarına hep serinkanlılıkla baktı. Dili o günlerin si-

yası üslûbuna hemen uymuştu. O da sevmediklerinden “Zırtaporlar, hıyarlar, kabaklar, muşmulalar” diye bahsedi­yor, en ağir küfürleri, en açık saçık imaları, İstanbul argosu ile kekelemeden savuruyordu. Bu biçim konuşmayı öyle benimsedi ki, artık bir daha dönemiyecek. Bu konuşma bi­çiminde Türkiye’nin bir çeşit ilk dil eksistansiyalistlerinden biri olacak!..                                                ,

O karanlık devirden bıraktığı hâtıralar arasında unutul­ması güç olanlar da var.

İstanbul Üniversitesi öğrencileri Millî Mücadele aleyhin­de çalışan profesörlerini protesto için ayaklandıkları zaman karşılarına yarı tehdit, yarı öğütle çıkanlardan biri de bu çocuk yüzlü adam!..

Anadolu zaferini kazandı. Yeni devletin kurucuları, mem­leketin bütün değerlerinden faydalanmayı düşünerek bir­çoklarının kusurlarını görmemiş davrandılar. Bu sefer de Ankara’nın kalpaklı, çizmeli, idarecilerinin yanında. Hem yaşı henüz otuzun altında bir bakanın müsteşarı olarak!

Fakat, Ankara’nın ne havası, ne insanları İstanbul’a uyu­yor. Orada ufuklar şimşekli, yüzler, bakışlar, sesler de za­man zaman ürkütecek derecede sert ve asık. Şakaklarında vuran kanda, dedesinin, “Dikkatli ol, bir yana çekil,” diyen fısıltısını duyuyor, yaklaşan inkılâpların fırtınası başlama­dan, İstanbul’un sessiz, bin bir renkli kıyılarında, kitapları, açık saçık konuşmaktan hoşlanan dostları, her birini bir yönden sevdiği kız, erkek öğrencileri arasında bir süre daha beklemeyi tasarlıyor! Kaçmak için gözlediği fırsatlar da ge­cikmiyor, Marmara’ya bakan bir kale içinde kurulu kütüp­hanesinin loş serinliğine uzanıyor..

Ankara, inkılâpları isyanlar, İstiklâl Mahkemeleri, sehpa­lar arasında yapıp bitirdi. Şimdi sıra bilgi konularında ve en başta da dil ve tarih kavramlarında inkılâpçılığa gelmişti. Askerlerin, kalpaklı, poturlu sivillerin bilginin sınırlarını pervasızca aşmalarına önce şaşırdı. Arkasından, bir zaman­lar Enver Paşa’nm da, daha küçük çapta, bu işlere heveslen­diğini, fakat bazı profesör ve edebiyatçıların, “Her iş ehlinin elinde,” parolasıyla karşı koymaları yüzünden vazgeçtiğini hatırladı. Bu örnekten aldığı cesaretle, yapılmak isteneni kulaktan kulağa fısıltılarla tenkide girişti. Bununla da kalmıyarak kendisine inanmış bazı genç asistanlarını öne sür­mek suretiyle bir çeşit gerilla harbine yeltendi.

Fakat Mustafa Kemal, Enver değil.. Tuttuğunu koparmak için her zaman başarı ile uyguladığı metodları var. Üstüne parmak bastığı işde tanınmış fikir ve sanat adamlarını ileri sürdüğü tezin eciri hâline getiriyor. Buna razı olmalarını her yola baş vurarak, meselâ Mütareke yıllarındaki tutum­larını hatırlamamış görünmek suretiyle sağlamağa çalışıyor, dayattıklarını görünce, kendileri gelip ellerine, ayaklarına kapanmcaya kadar yüzlerine bakmıyor! Dil ve tarih konu­larında da böyle yaptı. İyi biliyordu, İstanbul Üniversitesi’nin bu pek meşhur profesörü günün birinde inadından dönecek! Politikacıların sofralarında sarıksız fetva emîni tavrı ile oturmağa alışmış insan, kendi sofrasının çekiciliği­ne elbette dayanamıyacak! Onu, öne sürdüğü genç insanla­rı birer fıskiye ile yıktıktan sonra, herhangi bir fikir ve bilgi adamını değil, görünüşte elbiselerini sivilleştirerek vazifele­rini mebusluğa çevirdiği, gerçekte ise yaverliklerinden ayır­madığı bazı askerleri araya koymak suretiyle yanma çağırdı. Kısa bir süre içinde Çankaya köşkünün figüranları arasında yer alarak aynı hızla mebus seçildi. Devletin resmî işleri arasına giren dil ve tarih tezlerinin ateşli savunucularmdandır artık! İstanbul Üniversitesi’nin yeniden kuruluşunda, şu veya bu profesörün kaderini belirten gizli bilgilerin sahiple­rinden biri de o! Bütün bu işleri Ali Kemal’den hâtıra kü­fürler, sözler, açık saçık hikâyeler, bazan da gözlerinin ye­şilliğini örtecek kadar çatık kaşlar arasında görmekte. Üni­versite konularında aldığı işaretlere göre kusur sahiplerini, aralarında bakanlar da var, medenî cesaret gösterileriyle açıklayıp suçlamakta...

Atatürk’le İnönü’nün arası açıldığı zaman, damarlarında­ki kan onu uyarmakta gecikmedi. Bu kan, birincisinin kud­retinden, İkincisinin inadından korkması gerektiğini hatır­latıyordu. Atatürk’ün ölümü sıralarında, Halkevleri dergi­sinde köşeye çekilmiş, yanyarıya unutulmuş bir insan tutu­munu alabilmişti. Gerçekte ise “Devri lsmet”i hasretle bek­lediğini İnönü’ye çoktan duyurmuştu! Millî Şef’ten güler yüz bulamadı. İsmet Paşa’nın insanlara güvenme ölçüleri kendine göre. Çevresinin birinci halkasına alacaklarını Çakırcah usulü ile seçiyor, tehlikeli günlerin imtihanlarından geçmiyenleri oraya sokmuyor. Devletin başına kayıtsız şart­sız kudretle geçtiği günden kısa bir süre sonra patlayan İkinci Dünya Savaşı, iç politikada yer kapma yarışının hızı­nı iyiden iyiye azaltmıştı. O halde Birinci Dünya Savaşı’ndan bu İkincisine aynı çocuk yüzü ile gelebilmiş profe­sör politikacıya, Meclisin bilardo masası, açık şakalar, hikâ­yeler, kulaktan kulağa dedikodular arasında kurulmuş kö­şesinde gününü beklemekten başka yapacak iş kalmıyor!

Savaşın Avrupalı diktatörleri ezmesi ihtimali kuvvetlendi­ği zaman beklediği an da gelip çattı. Türkiye zaferi paylaşan iki rejimden birine uymak zorunda. Ya sağ demokrasiye, ya. sol âleme katılacak. Tarihin gösterdiği yön sağda uzanıyor­du. Tek parti devri yerini çok partili düzene, belki Halk Partisi de iktidarı yeni kurulacak bir partiye ve başka insan­lara bırakacak..

Biri Atatürk’ün son başbakanı, İkincisi Millî Mücadele­den bu yana, milletvekili, İstiklâl Mahkemesi üyesi, Halk Partisi grup başkan vekili, vâli olarak hâfızalarda çeşitli hâ­tıralar bırakmış bir isim, üçüncüsü onbeş yıldan beri Mec­liste, fakat parti ve hükümette sorumluluk almamış, eski

bir aileden gelen henüz genç sayılabilecek yaşta, fazla ta­nınmamış idealist bir Anadolu çocuğu ile birlikte Demokrat Parti’nin kurucularından olmak için fazla düşünmedi.”

Bundan sonrasını bırakarak ona yine babamın arkadaşı diye bakmıyorum. Hayatının geri kalan macerasıyla bu ar­kadaşlığın hiçbir ilgisi yok. Yalnız son bir yaprak:

1946 yılında Ticaret Bakanlığında İç Ticaret Umum Mü­dürü idim. Karar vermiştim, memurluktan çekilerek De­mokrat Parti’ye girecek ve memleket hizmetime bu yolda devam edecektim.

Haziranın son günlerinden birinde Süreyya ablam Bakan­lığa beni görmeğe geldi, “Samet,” dedi, “siyasete atılmanı uygun görüyorum, Demokrat Parti’ye girmeni de. Ama (ba­bamın bu en genç arkadaşının ismini söyledi) onun ne ka­dar vefasız olduğunu bilmiyor musun? Dikkat et, gün gele­bilir şimdiye kadar öteki dostlarına hep yaptığı gibi sizleri de bırakıp gidebilir. Güvenilmez ona, güvenilmez ona!” Azap Kapisi

HAFIZAMDA babamın bu erkek arkadaşları arasına gir­miş yüzü şafak renkli bir kadın beliriyor. O yıllarda bu yüz böylesine beyaz mıydı gerçekten? Belki de saçlarının sı­kı sıkıya sarılmış siyah örtüsü onu böyle gösteriyor. Baba­mın kitaplığında İlâhi Komedi’nin sık sık alıp baktığım kara kalem resimli sayısındaki “Beatris”e ne kadar benziyordu. Sonra bu yüze uygun, göğsün derinliklerinden kopup gelen ince, ama canlı, kelimeleri birer birer söyliyen bir ses!

Çocukluğumun bu uzak sahillerinde bıraktığım arkadaş­larım var. Bunlardan ikisi onun oğullarıydı. Molla Gürani’deki evimizin bahçesinde saklanbaç oynadığımız günler yarı karanlık odunlukta nefeslerimizin heyecanla soluması­nı hâlâ işitir gibiyim!

Ne garip, bu şafak yüzlü kadının kocasından o sahillere kadar inen en ufak bir çizgi yok hâfızamda. O günlerden hatırladığım sadece kendisi ve oğullan. Aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra anlayacaktım ki zaten o kocanın kişi­liğini yapan bu kadının sanatkâr elleriydi.

Annemin de dostu idi. Ama erkekler arasına annemden de, babamın öteki arkadaşlarının hanımlarından da daha çok karışan o. Bu sebepsiz değil. Dergi ve gazetelerde çıkan yazıları, bir biri arkasına yayınlanan Batı anlamındaki ro­manları, memleketin sosyal dâvalarında giriştiği idealist te­şebbüsleriyle bu sahalarda isim yapan nice erkekleri çoktan geçmişti. Bunların yanında kadın hakları dâvasını pervasız savunması yer alıyordu.

Şimdi bu satırları yazarken Bayazit’te Türkocakları sahne­si gözlerimin önüne geliyor. Bu kadın, yüzü yine şafak ka­dar beyaz, yine siyah başörtüsü saçlarını sıkı sıkıya örtmüş, sahnede konuşuyor. Biraz sonra yazdığı bir piyesi yüzde yüz Türk kız ve erkekleri oynıyacaklar. Sonra hemen he­men heceliyerek okuduğum bir kitap hatırlıyorum. Devrin mürşidi Gökalp’m sihirli tesiriyle yazılmış, yıkılmak üzere imparatorluğun kurucusu Türk’ün hasret feryadı bir kitap:

“Yeni Turan, güzel ülke

Söyle sana yol nerde?”

Bu yolu kısa bir zaman sonra milletin en felâketli günle­rinde yüzbinlere gösterenlerden biri olacak:

İstanbul, İzmir, Adana düşman çizmesi altında. Babam Malta’da esir. Annem elimden tutmuş, İstanbul’un Fatih’ten Sultan Ahmed’e kadar meydanlarına koşuyoruz. Simsiyah bir insan kalabalığı yerine göre belki yirmi, belki yüzbin, bir kürsünün çevresini sıra sıra çevirmiş. Kürsüye çıkan er­kekler uğultular arasında kendilerini yarı yarıya dinletebili­yorlar. O, babamın bu kadın arkadaşı gözükür gözükmez ürpertici bir sessizlik. Dinliyorlar, dinliyorlar. Son sözlerine gelmiştir, haykırıyor:

“Boğuşacağız. Sonünda belki yıkılacağız. Ama bu öyle bir yıkılma olacak ki bütün dünya altında ezilecek!”

Kalabalık bu sözleri tekrarlıya tekrarlıya yollara düşüyor.

Bir yaz akşam üstü oturduğumuz Şehzadebaşı’nda Hacı

Akif Paşa konağının geniş bahçesindeyiz. Annem, kardeşle­rim, birkaç misafir var. Hanımlardan biri gazete okuyor. Harp Divanınca idamlarına karar verilmiş bir kısım İttihat­çıların listesi. Aralarında babamın bu kadın arkadaşı da var.

Hâtıralarım buradan Ankara’ya, Keçiören bağlarına gider­ken Kalaba köyünün karşısındaki Kırmızı köşke atlıyor. Birçok akşam üstleri babam oraya uğrar, bazan da yanında ben olurdum. Bu evde babamın bu kadın arkadaşı oturu­yordu. Kocası Birinci Büyük Millet Meclisi’nin ikinci başka­nı. Kendisi pantolonlu ve ayaklarında çizme bir onbaşı. Ama başı yine siyah bir örtü ile sımsıkı sarılı. Yüzü yine be­yaz, sesi yine hâkim!

Zaferden sonra tâ dokuzuncu Büyük Millet Meclisi açılın­caya kadar hafızamda5 ona ait yalnız hikâyeleri, romanları ve geçirdiği macera var. Evde ondan ve kocasından sık sık ko­nuşuluyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa ile araları yavaş yavaş açılmıştır. Bu ayrılmada sadece hisler değil, biraz da fikirler rol oynuyor. Mustafa Kemal kfendisiyle Millî Mücadelenin öteki başları arasına mesafeler koydukça yakın arkadaşları­nın bir kısmı yavaş yavaş kopuyorlar. Mustafa Kemal bu uzaklaşmayı “inkılâp arkadaşlarımın idrakleri sınırını aştıkça benden ayrıldılar” diye anlattı. Fakat gerçek yüzde yüz bu değil, işte babamın bu kadın arkadaşı da, kocası da ne hila­fetçi, ne saltanatçı, ama devlet idaresinde halk iradesinin sa­mimî taraflısı idiler. Onları “Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası”na iten belli başlı sebep bu. Yine bu sebeple Atatürk’den uzaklaşmak öyle bir dereceye geldi ki günün birinde memle­keti bırakıp gittiler, tam onbeş yıl, Atatürk ölünceye kadar.

Bu uzun gurbet yolculuğundan döndükleri zaman ikisi de Üniversite kürsülerinde, çevrelerinde toplanmış yeni ku­şaklarla haşır neşirdiler, ikisi de oldukça değişik yeni fikir­lerin müjdecilerindendi. Bu fikirlerde kalbin derin köşeleri­ne sinmiş ağır kırgınlıkların izleri beliriyor. Maddî sıkmtılarla, vatan hasretiyle, memlekette arkalarından uydurul­muş çeşitli dedikoduların yarattığı acılarla geçen uzun yıl­ların ruhlarında yarattığı ekşiliği sözlerinde, yazılarında gizliyemiyorlar. Gizliyemiyorlar ama, Üniversite toprağına, çok daha sonraları tehlikeli şekilde filizlenip yeşerecek fikir anarşisinin tohumunu da belki istemeden atmış oluyorlar!

Demokrat Parti kuruldu. İkisi de yeniden siyasî hayata gir­mek hevesine kapıldılar. Bu heveste geçmişin bir çeşit intika­mını almak hissi en çok kocasında belirdi. Kendisine her iki partice yapılan tekliflere karşı yine her iki partiden aynı za­manda aday gösterilmek şartını ileri sürdü. Memleketin Siya­sî hayatına partiler üstü bir hakem olarak katılmak istiyordu. Karısı ise yadırganmıyacak yolu seçerek Demokrat Parti liste­sinden müstakil aday olmayı kabul etti. Birinin teklifi her iki partice reddedilerek öteki Meclise girdi. Onunla belki yirmibeş yıl sonra karşılaştığımız yer de Meclis koridorları!

Bana çocukluğumdaki gibi “Samet, yavrum” diye hitap ediyordu. Parti liderlerinden uzak duruyor, daha çok Anado­lu’nun çeşitli yerlerinden gelmiş yeni insanlarla konuşuyor­du. Fakat bu genç taşra avukatları, ilçe eşrafı, yeni kuşakların heyecanlı yazarları, doktorları ismini daha çok romanların­dan bildikleri, yüzünü ilk defa gördükleri, beli biraz bükük, tatlı sesli ihtiyar kadının ne konuşma üslûbunu, ne fikirlerini kolay kolay anlıyamıyorlar. O da bu Meclis arkadaşlarını du­ruşu, yüzünün çizgileri, bakışlarıyla yadırgar gibidir. Nihayet günün birinde kürsüde ağzından bir cümle fırlıyor:

“Bir tesadüfle aranıza düştüm!”

“O, bu ne demek” haykırışları, ayak patırtıları, sıra ka­pakları gürültüsü arasında konuşmasını acele acele bitire­rek salondan çıkıyor.

O günden sonra biraz hırçın ve hiddetlidir. Demokrat ik­tidara yapılan çoğu dedikodulardan örülü tenkitlere kulak veriyor, bir zamanlar kendisi hakkında yapılmış bu çeşit sa­yısız iftiraları unutmuş gözükmekte, her söylenene hemen inanıyor.

Bir gün Meclisin meşhur merdiven altında yanıma geldi. Yüzü asık:

“Hiç senden beklemezdim Samet,” diye başladı, “sen Tepebaşı’nda bir piyesin oynanmasını yasak etmişsin! Olur mu böyle iş! Baban hesabına üzüldüm.”

Şaşırdım:

“Nedir? Böyle bir şeyden haberim yok.”

Anlattı. Tiyatroda bir piyes henüz kontrol komisyonun­dan geçmediği halde oynatıldığı bahanesiyle polisçe yasak edilmiş. Emri ben vermişim. Bunu da kendisine bir hanım söylemiş.

Böyle bir karârdan haberim olmadığını, Başbakan yar­dımcısının vazifesiyle ilgili bulunmayan bir hareket oldu­ğunu söyledim. Ama yüzünden bana inanmadığı okunu­yordu. Birkaç zaman sonra bu haberi kendisine getiren ha­nımla bir yerde rastlaştım. O da bilmem kimden duyduğu­nu, tahkik etmeden söylediğini anlatarak “Sizin hiçbir ka­rışmanız olmadığını öğrendik” dedi ve özür diledi.

1954 seçimlerinde artık Mecliste değil. Yine Üniversi­te’de, hem daha ekşimiş bir ruhla. Bir daha karşılaşmadım babamın bu arkadaşıyla. Ben Yassıada’ya götürüldükten sonra ablam Tezer’le sık sık buluşmuşlar. Hep beni ve bizleri soruyormuş. Ölümden kurtulduğuma çok sevinmiş. Kayseri’ye bana ve arkadaşlarıma kitaplar ve en son yayınlan­mış kitabını göndermek için hazırlanmış. Sağlığı bozuluyor, vücudu ihtiyarlıyormuş. Biraz da hafızası. Bazan hâdiseleri karıştırıyor, durup dururken bahisten bahise atlıyormuş. Ama san’at heyecanı, sanatkâr ruhu hep ayaktaymış. Son romanını da hastalığından duyduğu maddî ıztırazlar üze­rinde yazıyormuş! İsmini “Azap Kapısı” koyacakmış!...

KısMi Sİyasî Müdürü

İSTANBUL Polis Müdürlüğünün dar, karanlık koridoru­nun sonundaki kapıdan babamla beraber girdiğimiz za­man bizi karşılamak için ayağa kalkan adamı görünce bir adım gerilediğini çok iyi hatırlıyorum. Askerî müzede yan yana duran başları çıplak, bıyıklar sarkmış, büyük gözleri biraz hiddet, biraz hayretle açık, yuvarlak beyaz yüzlerinde kırmızı yanakları parlayan Yeniçeri heykellerinden biri kar­şımda duruyordu. O günden sonra bu yüze hep aynı me­rakla baktım. Cağaloğlu hamamının yanındaki küçük evle­rinin loş odalarında, Samsun’da Ermeni mahallesinin güzel, zarif köşklerinden birinin balkonunda, Ankara’da Emniyet Umum Müdürlüğünün büyük, süslü, koyu renkli odasında bu yüz hiç değişmeden, yalnız bıyıkları yavaş yavaş küçülüp sonunda yok olarak kaldı. Onun sesi de yüzünün bir parçasıydı sanki. Ciğerden gelen kalın, tatlı, fakat sert bir ses. Boyu bu yüze, bu sese çok uyuyordu.

Babamın ailece en sık görüştüğü arkadaşlarından biri idi. Karısı, şişmanca, esmer, güzel değil ama, Orta Anadolu’nun kaim, İstanbul’un ince şivelerini, dinleyenlerini yadırgatma­dan birbirine karıştırarak konuşan tatlı bir kadındı. Bir kızı, iki oğlu annelerinden çok babalarına benziyorlardı. Hele büyük oğlu babasının burnundan düşmüş kadar.

İstanbul Polis Müdürlüğü Siyasî Kısım Müdürü ittihat ve Terakki devrinin hükümet adamı olarak en çok güvenilen karakterlerinden birisiydi. Fakat aslâ İttihatçı olmadı. An­cak kaderini, bir yandan şahsî dostlukları, öte yandan resmî işinin mahiyeti kadar resmî unvanı yüzünden İttihatçılarla paylaştı. Mütarekede Ingilizler’in en önce yakalayarak Bekirağa’ya attıkları, Malta’ya gönderdikleri adamlardan biri de odur. Esaretten kurtulur kurtulmaz da Anadolu’ya geçerek çeşitli bakımlardan çok önemli kozmopolit bir muhit olan Samsun’a polis müdürü tayin edildi. Arkasından da sırasıy­la Emniyet Umum Müdürlüğüne kadar yükseldi.

Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirleri polisine babamın bu arkadaşının unutulmayacak hizmetleri var. Birinci Dünya Harbi’nde İttihat ve Terakki liderlerini gece rahat uyutan güvenlik tedbirlerini hiç kimseyi rahatsız etmeden alabili­yordu. O kadar ki şöhret, itibar, kişiliklerine göre ya kendi eliyle, ya yardımcıları ve nihayet komiserleriyle tuttuğu, sürgün yerine gitmek için vapura, trene, veya arabaya bin­dirdiği bütün insanlar hayatlarının sonuna kadar ondan iyi­likle bahsettiler.

Mütareke ile beraber yakalanıp türlü akibetlere sürükle­neceklerden yetişebildiklerini, kendisini yerinden uzaklaş­tırmalarından kısa bir zaman önce memleketten kaçırmayı başarabildi.

Cumhuriyet devrinde babamın bu arkadaşı İttihat zama­nındaki tecrübelerini de kullanarak polis teşkilâtının teme­lini hemen hemen tek başına attı. Bu sefer de Cumhuri­yetin polisleri onun şahsında kendileri için tam bir emni­yet barajı bulduklarını gördüler. Kanunu eski dostlan üze­rinde gözlerini kırpmadan tatbik ediyor, bir zamanlar bera­ber çalıştığı insanları hükümet ve devlet emniyeti düşünce­siyle ve gerektiği zaman da en ciddî sertlikle kovalamaktan çekinmiyordu.

Fakat onun bu devirde kendi içine bakan yeni bir yüzü belirmişti. Vicdan ve aklıyla başbaşa kalabildikçe, çok mah­rem birkaç dostla dertleşmek imkânını bulduğu saatlarda, gençliğinin heyecan ve ideal yıllarım hatırlarken onu saran çok ince, uzaktan duyulan bir yanık kokusu kadar hafif, yahut derinlerden gelen bir beste kadar silik vicdan titre­meleri vardı.

Bu hisler ve düşüncelerle gittikçe kabuğuna çekiliyor, mesleğinden soğumağa başlıyordu. 1933’de Ankara’da o za­man Adalet Bakanı Saraçoğlu Şükrü ile tatsız bir hâdisem olmuştu. Bütün ailem İstanbul’da idi. İçimi dökecek bir in­san arıyarak babamın bu arkadaşına gittim. Bana hâtırala­rından, babamdan, kendisinden uzun uzun bahsetti. Yor­gun ve dalgındı. En sonunda “Bak,” dedi, “sana bir amca nasihati. Sâkin olacaksın. Devirler değişti, değişiyor. Artık dostluk, vefa gibi hayallere, lâflara pek kapılma!”

Bu onu son görüşümdü. Bir müddet sonra Adana’ya vali oldu. Ama Halk Partisi’nin Serbest Fırka’dan sonra daha da titizlenmiş tahakkümüne dayanamıyordu. Milletvekilleriyle resmî işlerine karışmak istedikleri için durmadan çekişiyor, Bakanlarla anlaşmazlıklar çıkarıyordu. Halkın tuttuğu, fa­kat milletvekillerinin istemediği bir belediye reisi seçimin­den sonra seçime, üstünde aynı zamanda Halk Partisi 11 Başkanı sıfatı olmasına rağmen, karışmadığı için günün bi­rinde vekâlet emrine alındığını, onu sevmiyenlerin çıkardı­ğı bir gazeteden öğrendi. Ankara’ya giderek işin aslını anla­mak için başvurduğu insanların hepsi arka çevirdiler. Bir­kaç ay sonra da İsparta’ya, arkasından Kütahya’ya vali gön­derdiler. 1946 seçimlerinde bu şehirde idi. Kendisine veri­len işaretlere aldırış etmeden tarafsızlığını bozmadı. Bu za­mandan kalma çok canlı bir hatırası var:

Seçimlere Halk Partisi’nin temsilcisi olarak gönderilmiş çok nüfuzlu bir zat ondan mazbataların değiştirilmesini is­tedi. Kendi evinde ve sofrada idiler. Bu teklifi işitince misa­firine nefretle bakarak haykırdı:

“Evimde olmasaydınız sizi hakaretle kovardım!”

Bu hâdise, Kütahya Demokratlarının onun hakkındaki şüphelerini sildi. Seçimden birkaç ay sonra emekliye ayrıla­rak gözden bir daha meydana çıkmamak üzere uzaklaştı. O kadar uzaklaştı ki, babamın bu arkadaşından 1949’da ölün­ceye kadar hiçbir haberim olmadı.

Bîr Devrİn Sembolü

ADYONUN, ölümünü fikir adamı karşılığı “düşünür”, hatip yerine “konuşucu” gibi acayip kelimelerle bildir­diği bu adam yüzleri hafızamda babamla beraber canlanan Ömer Naci, Şair Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip, Celâl Sahir, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi insanlardan biri idi.

Radyoyu kapayarak geçmişin yarı karanlık, yer yer parlak ışıklı, yer yer gölgelerle dolu koridorlarına daldım. Molla Gürani’deki köşk, Saraçhane başındaki konaklar, Bayazıt’de Türk Ocağı sahnesi, Ankara’da Keçiören bağlarının kırmızı tuğlalı evleri, 9. Büyük Millet Meclisi Kürsüsü ve yüzlerce adam! Aralarında, ortasından iki yana dikkatle ayrılmış gözalıcı kır saçların çerçevelediği düzgün, beyaz, ama hep gü­neşle yanmış, tunçtan gibi yüzünde son derece tatlı bakışlı kestane gözlerine, ince dudaklarının üstünü hafif kumral­laştırmış bıyıklarına hayran hayran baktığım biri var. Sesi­nin ahengi, konuşması, hayalleri, şakaları hoşuma gidiyor. Babamın arkadaşları arasında bu adama kardeşlerim ve ben “amca” diye sesleniyoruz.

Ablası, annemin arkadaşı, Türkiye’de ilk kadın hayır ce­miyetlerinden birinin başkanı. Bu amcanın kardeşi olduğu­na bin şahit kandıramaz. Öylesine ayrı yaradılışlar! Kadın kısa, şişman, nefes nefese. Kardeşi zayıf, uzunca, tığ gibi. Ba­ba bir, anne ayrı. Babasının zürriyeti boldu. Kırka yakın. Bu konak kalabalığında babamın arkadaşına benzeyen yok gibi. Annesini, ufak tefek, acele acele konuşan, yetmiş yaşında hâlâ utangaç, genç kız görünüşünü bırakmamış bu ihtiyar kadını bir gün anneme oğlunun doğum macerasını, beni yer yer güldüren Çerkez şivesiyle anlatırken dinliyorum:

Doğurmak istememişti karamdakini. İlâç bulmuş. Bir ge­ce sabaha karşı tanyeri ağarırken pencereyi açarak Allah’a yalvarmış:

“Biliyorum, yaptığım günah. Fakat doğuramıyacağım. Beni affet.”

Birden elleri titremiş, ilâç şişesi düşerek kırılmış. “Al­lah’ın işareti bu, diyordu, bana onu doğurmak için böylece emir verdi!”

Babamın arkadaşı bu hikâyeyi şiirle yazmıştı. Sık sık an­latırdı. Yine onun anlattığına göre babası çocuklarını Bay­ramdan Bayrama bir araya toplar, bazılarının ismini hatırlıyamıyarak, ama kendisini hiçbir zaman unutmadan, sorar ve hediyelerini verirmiş!

Horhor’daki büyük konak, bir faytonun gireceği kadar geniş kapısı, geniş merdivenleri, her katta büyük salonları, odaları ve her yanı ağzına kadar doldurulmuş çeşitli eşya­larla peri masallarındaki ucu bucağı bulunmıyan saraylar gibi kocaman gözüküyordu bana. Bu saray babamın arka­daşının kişiliğini tâ öldüğü güne kadar Tanzimat’a bağlayan bir tarih parçasıydı. Daha sonra Mütareke yıllarında kiracı olarak oturduğumuz yine aynı yere yakın Hacı Akif Paşa konağı gibi Tanzimat’tan o yana Batılı dekorlar içinde Şarklı ruhla yaşayan insanlarla dolu idi. Evin hanımları vardı. Bunların yanında cariyeler, odalıklar! Lui’ler modası mobil­yalar, Napolyon’lar modası koltukların yanında en halis Arap, en halis Türk zevkiyle sedeflenmiş aynalar sıralanı­yordu. Avusturya, Fransız, İtalyan goblenleri, Türkistan, İran, Hind, Anadolu halılarıyla üstüsteydi. Duvarlarda ta­nınmış hattatların yazıları, Batı ressamlarının tablolarını çerçeveliyordu.

Hanımlar, beyler karyolalarda, cariyeler, uşaklar yer ya­taklarında yatıyorlardı. Konakların efendileri sabahlan işle­rine giderken caket atay -o zamanlar İstanbulin diyorlardıgiyiyorlar, akşam konaklarına döner dönmez sırtlarına en­tari, başlarına takke geçiriyorlardı. Küçük hanımlar müzik, bazan da alafranga ve nakış dersleri alıyorlar, küçük beyler ya Harbokuluna, ya Galatasaray’a yazılıyorlardı. Babası da oğlunu Galatasaray’dan yetiştirmek istemişti. Devrin Batı âlemine açılmış sivil penceresi. Bir Tanzimat paşasının oğlu ve torunu için büyük üniversite! Babamın arkadaşı bu üni­versiteden bir ayağı, ruhunun birçok eğilim ve alışkanlıkla­rı Horhor’daki konağa bağlı olarak çıktı ve ömrünün sonu­na kadar da bir devrin, Osmanlı İmparatorluğu son yılları­nın en gözalıcı sembollerinden biri oldu.

Ona ait hâtıralarım Türk Ocağı salonları ve sahnesiyle birden canlanıyor. Ocak merkezi Bayazit’te idi. Büyük bir bahçe içinde eski bir konak. Şimdi yerinde sinemalar, ma­ğazalar, lokantalar var. Sahneyi bahçeye yapmışlardı. Bazan gündüz, bazan gece babam, annemi, halamı ve biz kardeşle­ri götürürdü. Yüzleri açık hanımların erkekler arasında otu­rup tiyatro seyrettikleri ilk sahne, gericilik-ilericilik çarpış­masında İkincisinin her zaman zaferle çıktığı büyük arena. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türk Ocakları, Milliyetçilik fikri kadar medeniyetçiliğin de yıkılmaz kalesi olmuştu. Ba­bamın arkadaşı, Tıbbiyeli birkaç gencin kurdukları bu Ocakların başına, Ziya Gökalp, Akçura, Halide Edip, ba­bam gibi tanınmış Türkçülerin teşvikiyle reis seçilerek bu kale kumandanlığını cesaretle yaptı. Türkçülüğün fikir ba­baları Ocağın başında, görünüşü parlak, zekâsı keskin, ko­nuşması çekici bir insanın milliyetçilik ve medeniyetçilik ideallerine yapacağı faydayı düşünmüşlerdi. Bu düşünceyi yanıltmıyarak kısa bir zamanda Türk Ocaklarının bayrağı oldu. Türk kadını sahneye bu Ocaklarda çıktı, Türk kadını erkekler önünde en ciddî konularda tartışmalara bu Ocak­larda girdi. Bu hareketlere karşı taassup ve softalık başkal­dırmak istediği zaman Ocakların genç reisi bir yanında dev­rin fikir lideri Gökalp, bir yanında asker liderlerinden biri, Cemal Paşa, cesaretle karşı koydu. Millî Güvenlik bakımın­dan bir kısım azınlıklara karşı alınan tedbirlerin bazı taş­kınlıklarını ilk protesto eden ses de yine Ocaklar sahnesin­den yükseldi.

Ocaklar babamın arkadaşı için Mitolojinin tapmakların­dan biri idi adetâ. Kavgalarını orada, dualarını orada yapı­yordu. Yuvasını da yine bu Ocakta kurdu. Eşi onun kalbi­ne, henüz 15-16 yaşında Ocak sahnesinde şair Mehmet Emin’in “Ey iğnem dik!” isimli şiirini galiba Musa Sürey­ya’nın bestesi ile okuduğu akşam girmişti.

Ankara’da Keçiören, Millî Mücadeleye katılmış onun ve Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Haşan Ferit Cansever gibi idealist Türkçülerin bir arada yaşadıkları yer. Sadece bir iki yıl. Ama hayatlarının en mesut zamanların­dan bir parça. Ömürleri boyunca peşinde koştukları fikir artık devlete renk vermekte. Türk Milliyetçiliği bir ölüm kalım kavgasından yüzde yüz zaferle çıkmış. Batı medeni­yetine doğru dev adımlar atılıyor.    .

Ankara’nın o zamanki liderleri büyük çoğunluğu ile Çan­kaya’da idiler. Keçiören’de Recep Peker, Kâzım Özalp, Top­çu İhsan gibi yüzdeyüz siyasetçilerle, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, babamın arkadaşı, gibi yarı siyaset­çi, yarı fikir adamları toplanmıştı. Atatürk Çankaya’yı ağır bastırıyor, o bağların yeni evler, yollar, caddeler, bahçelerle hızlı gelişmesi yanında Keçiören ilk sahipleri Katolik Ermenilerden kalma kırmızı tuğlah evleri, dar patikaları, hemen sadece meyva ağaçları ve üzüm kütüklerinden ibaret yeşilli­ği ile serin bir köşe oluyordu. Bu bağlarda önce babam ev aldı. Arkasından sırasıyla ötekiler. Geceleri hanındı erkekli bir araya geliyorlardı. Fikir tartışmalarını siyasî dedikodu­lar, arkasından da çeşitli aile eğlenceleri takip ediyor, şiirler okuyorlar, şarkılar söylüyorlardı. Böylece Keçiören bağları, Ankara’nın belki çok mütevazı, ama gerçekten mânâ bakı­mından medenî bir köşesi olmuştu. Babamın arkadaşrbu köşenin en güzel süslerinden biri. Küçük yaşta iki oğlu da onu süslüyor. Çocuklar üzerinde geniş hayaller kurmakta. Yazık, yıllar sonra bu hayallerin bir kısmı bir oğlunun genç yaşta ölümüyle yıkılacak, bir kısmı da yarım kalacaktı.

Burada onun, acılarını içine atmasını bilen bir insan ol­duğunu söylemeliyim. Derinden hisli idi. Hattâ sezişleri rü­yalar ve ruhlarla uğraşan ilim adamlarını ilgilendirecek ka­dar. Yine belki bu sebep bazan da anlaşılması güç dargınlık­larla en yakın arkadaşlarından bile zaman zaman ayırıyordu onu! Babamla hemen hemen bir şaka yüzünden darılmış-lardı. Yıllarca, babamın ölümüne kadar sürdü bu dargınlık. Bize karşı hiçbir şey yokmuş gibi idi. Ama ihtiyar arkadaşı ile konuşmuyordu. Daha ilerisini de yaptı, cenazesine bile gelmedi.

Babamın arkadaşı, Horhor’daki konağının bir rengi olan gösterişten ömrünün sonuna kadar kendisini kurtaramadı. Fakat zaafını asîl sınırlar içinde tutmasını da bildi. Bu çok tanınmış, yakışıklı, sözü geçen, çekici insan hayatının her­hangi bir devrinde toplumu rahatsız etmemiştir. Belki za­man zaman akraba ve dost bazı yakınları şikâyetçi oldular. İçinde yaşadığı cemiyet, hayır! Yine belki yalnızca bu göste­riş zaafı onu gerçek bağlantılardan uzak tuttu. İnandığı fi­kirler vardı. Onları seviyordu da. Yüzde yüz inandığı insan­lar var mı idi bilmem. Ancak inandıklarım da inandığı de­recede sevdiğini söylemek güç! Fikir olarak milliyetçiliğe inanıyordu. Aslâ ırkçı değildi. Milliyetçiliğe inancında hattâ inhisarcı bir taşkınlık gösterdi demek mümkün. Onun gö­zünde Türk Ocakları kendisi demekti. Onsuz Türk Ocağı düşünülemiyeceğine göre, yine onsuz Türk Milliyetçiliği olamazdı!

Böylesine inhisarcı bir inanç gösteriş hevesiyle birleşerçk en büyük zaafını meydana getiriyor, kendi kendisiyle teza­da düşüyordu:

Ocakların galiba 1930 yılında büyük kongresine İstiklâl Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’mn reis olmasına göz yummuştu. Halbuki İstiklâl Mahkemeleri kurulmasına her zaman cesaretle karşı koydu. Birinci Büyük Millet Mecli­sinde bu konuya, ilk teklif geldiği zaman gösterdiği tepki büyük. “Bir milleti yaşatmak için savaşanların kendi içle­rinden çıkartacakları mahkemelerle ölüm saçmağa hakları olamaz” diye haykırmıştı. Yıllar sonra Şeyh Said isyanı üze­rine kurulmuş Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne üye seçilen merhum Doktor Reşit Galib’e, “Sen demişti, doktorsun, in­sanları yaşatmak için okudun. Nasıl olur da işi öldürmek olan bir mahkemede vazife kabul edersin?”         !

Türk Milliyetçiliğine inancı böylesine insanca, milliyetçi­liğin hodgâm yanlarını her zaman reddetmiş bir adamın Ali Çetinkaya’dan kuvvet beklemesi onu seven herkesi hem şa­şırtmış, hem üzmüştü.

Milliyetçilikten sonra Batı medeniyetinin önderliğine ina­nıyordu. “Türkiye, ancak Batı medeniyeti içinde ayakta dura­bilir. Bu medeniyetin bütün müesseselerini kabul etmelidir!”

Millî Mücadeleye daha ilk gününden bu inançla katıldı, inancını da sonuna kadar hiç tâviz vermeden savundu. Bi­rinci Büyük Millet Meclisi’nde ilk ayların hemen hemen Mustafa Kemal Paşa kadar gözde adamı iken, yine bu inan­cı yüzünden prestij kaybetmekten çekinmedi. Birinci Bü­yük Millet Meclisi hükümetinin Maarif Vekili (Millî Eğitim Bakanı) olarak Muallimler Birliği şerefine verdiği çaya ka­dın öğretmenleri de çağırması, gürültülü bir hâdise oldu Ankara’da. Yapılan tenkitler karşısında “Ben bu vekâlette kaldıkça başka türlü olamaz,” diyerek istifasını Atatürk’e göndermekte bir saniye tereddüt etmedi.

Onun siyaset ve fikir adamı olarak önde gelen renklerin­den biri de, ne sebeple olursa olsun, insanlar üzerinde şid­det kullanmayı sevmemesi! Uzun milletvekilliğinde kürsü­ye sık sık çıkmış, ciltler dolusu konuşmuştur. Bunların içinde sadece biri, çok meşhur bir konuşması şiddet tavsiye ediyor, Çerkez Ethem’in hiyaneti karşısında Büyük Millet Meclisine “Vur!” diye haykırmasıyla son tereddütleri de bir anda silip süpürüyordu.

Batı medeniyetinin bu kadar canlı ve heyecanlı taraflısı bir adamın Akif’in, içinde “Medeniyet dediğin tek dişi kal­mış canavar” gibi bir mısraı bulunan şiirini İstiklâl Marşı olarak teklif etmesi, o gün olduğu gibi bugün de yorumu güç bir hareket. Şiiri Millet Meclisi kürsüsünde o kadar sanatkârane okumuştu ki, milletvekilleri ayağa kalkarak, al­kışlarla bir anda İstiklâl Marşryapmışlardı.

Onun Türk tarihine ve bu tarihin yetiştirdiği büyük in­sanlara bağlılığı hiçbir zaman eksilmedi. Bana anlattığı bir hatırasını kısaca .yazayım:

Atatürk, tekke, medrese ve türbelerin kapatılmasına ka­rar verdiği sırada, babamın arkadaşı bu hareketin yanlış bir yön almasından endişe duymuştu. Fikrini Atatürk’e açıkça anlattı:

“Padişahların türbelerini kapatmamalıdır. Bunların çoğu Türklüğü yükseltmiş insanlar. Unutturmak doğru değil.”

Atatürk’ün ince dudakları, biraz daha incelerek, birer çiz­gi kaldılar. Yüzü daha da sarardı. Sesi daha da kısılarak, “Beyefendi” dedi, “bana yalnız on yıl izin verin. İstediğiniz o türbeleri o zaman size bırakacağım!”

Büyük şöhreti hitabeti idi. Nasıl bir hitabetti bu? Kürsü olarak “Edebiyatı Cedide”, arkadaş olarak “Genç Kalem­ler”! Kürsüde bazan yapmacıklı idi! Ama bu, dinliyenlerin hoşuna giderek, göze çarpıyordu. Arkadaş topluluğunda herkesçe bilinen fikirler, çok söylenmiş duygular yine ba­zan gerçekten, yepyeni kalıplarla ortaya dökülüyordu. Siya­sî hitabeti söz ve kelime olarak klâsik ölçüleriyle ortanın sı­nırları içinde. Çizdiği grafik ne hayalleri, ne hedefine var­mak için tüttüğü yol bakımından düşündürücü değil. Hattâ verdiği heyecan da az. Fakat onun fizik yapısı, kır saçları, parlak gözleri, güzel’yüzü ve dik duruşuyla bir leşince, din­leyenlere büyük hatip hükmünü verdiriyordu. Bu hükmü kuvvetlendiren bir nokta daha var:

Sustuğu zaman da konuşan adamdı. Bunun içindir ki, içine girdiği her toplumda konuşurken de, susarken de bi­rinci köşelerde oturuyor, ona konuşmak da, konuşmamak da yaraşıyordu.

Türk Ocakları Tarihi, onun kişiliği ile sıkı sıkıya bağlı. Bu, Ocakların bir yandan kuvvetli, bir yandan da zaman za­man zaafı oldu.

İttihatçılar devrinde de, zaferden sonra ilk yılların inkılâp hareketlerinde de Ocaklar bu eskimiyen reisin değerlerin­den çok faydalandılar. Azınlıklar yığını Osmanlı imparator­luğu içinde bu devletin kurucusu ve savunucusu Türkleri Batılı görünüşte en iyi temsil eden insanlardan biri de odur. Türk Ocakları, milliyetçilik konusunda Ziya Gökalp, Ah­met Ağaoğlu, Halide Edip, Ahmet Hikmet gibi fikir adamla­rı ile Batılı kavramlara uygun bir yön tutarken, onun da hi­tabet kudretinden giyim ve kıyafetine kadar çeşitli incelik­lerinden de çok şey kazandı. Türk Milliyetçisini dünyaya karşı en medenî ölçülerle belirtebiliyordu. Ama işte burada Horhor’daki konaktan gelen hisler başkaldınyor, dostları­nın hayret dolu bakışlarla seyrettikleri işlere girişiyordu:

Türk Ocakları başkan ve idare kurulu üyelerine aylık bağlanması gibi kararları nasıl verdi? Sonra bir de Rokfeller Vakfının bağışladığı para ile yaptırılan Ocaklar merkez bi­nası meselesi. Mimar Ocaklı Hikmet bu işte millî heyecanla çalışıyordu. Ustası da Ocakların başı! Her salonda, her ko­ridorda, tiyatro bölümünde eski Türk efsanelerinin sembol­leri, Türk nakışları, yazılar, ince bir zevkle yer alıyordu. Ama yalnız geçmiş, yalnız tarih. Günden, günün kahra­manlarından tek çizgi yok!

Bir gün Ahmet Ağaoğlu’yla binayı gezerken “Burası reis odası, burası idare kurulunun, şurası misafirlere” diye göste­riyordu. Babam dalgın dalgın “Bak,” dedi, “sana bir şey söy­leyeyim, bu süslü odalarda, bu süslü, muhteşem salonlarda seni, beni oturtmazlar. Göreceksin elimizden alacaklar.”

İnce dudakları alaylı bir gülümseme ile genişledi:

“Hayır Ahmet bey, hayır. Burası her zaman Türk Ocağı­nın kalbi kalacak.”

Çok geçmedi aradan. Bir gün mimar Hikmet telâşla geldi:

“Dün Şark odasının tavan Süsleri için iskelede çalışıyor­dum. İçeri Recep Bey, yanında birkaç arkadaşı ile girdi. Beni görmediler herhalde, Recep Bey ötekilere, ‘Şu kısım umumî kâtibe verilebilir. Yanındaki oda parti idare heyetinin olur’ diye anlatıyordu. Galiba binayı parti merkezi yapacaklar.”

Aradan ne kadar geçti bilmem, bir hastalık yüzünden uzunca bir süre Ankara’dan, hattâ Türkiye’den uzaklaştık­tan sonra döndüğü zaman kulaktan kulağa fısıltılar duydu. Ocak idare kuruluna ve başkanına aylık bağlanması dile alınmıştı. Sonra onun Ocakları gerektiğinde bir işaretle herşeyi yapabilecek kuvvet haline getirmek istediği söyleniyor­du. Hastalık masraflarının Ocak bütçesinden ödenmiş ol­ması da bu dedikoduların bir yanı! Ne garip, bütün bu söy­lentiler sonunda gelip kendi tavsiyeleriyle milletvekili ya­pılmış genç bir dostuna, yakışıklı olduğu kadar haris bir ocaklıya dayanıyordu.

Büyük Kongre, yahut başka bir vesile ile Ocak delegeleri toplandılar. Gazi Mustafa Kemal, Parti genel sekreteri ve daha başkaları şeref locasmdaydı. Babamın arkadaşı konuş­masını yavaş yavaş bu dedikodulara yaklaştırdı ve kaynağı olarak şüphelendiği adamın ismini ortaya attı: Doktor Reşit Galip! O zaman salonda bir ses yükseldi: Alacaksın cevap­larını!

Reşit Galip kürsüye geldi. O gün salonun bir köşesinde ben de Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisi olarak dinlemek > için oturmuştum. Gözümün önünde idi, Reşit Galip bir eli­nin parmakları kruvaze yeleğinin cebinde, bir ayağı ileri, kısık, ama tonu korkunç ithamlarla kararmış bir sesle ko­nuşuyordu. Sözleri ağır, seviyesiz, yakışıksızdı. Ocakların reisini adeta bir ihtilâl hazırlayıcısı diye gösteriyor, arkasın­dan hastalık bahaneleriyle Ocak bütçesinden yapılan pahalı seyahatları anlatıyordu.

Delegeler haklı bir isyanla ayağa kalkarak protesto ettiler. Reşit Galip hiddetli haykırışlar sönünceye kadar bekledi. Sonra elini Şeref kürsüsüne uzatarak bağırdı:

“Büyük Reisimiz beni sükûnetle dinliyor. Size ne oluyor?”

Bütün başlar önce geriye, arkasından öne eğildi!

Aradan yine birkaç zaman geçecek, Atatürk’ün arzusuyla sözde bir barışmadan belki birkaç ay sonra Ocaklar “Tarihî ve millî vazifelerini görmüş ve bitirmiş olduklarından” Cumhuriyet Halk Partisi’ne katılacaklar!

Onun Meclisi bırakarak birkaç yıl elçilik vazifesiyle memleket dışına çıkmasında bu macera büyük rol oynadı. Küsmüştü herkese. Memlekete tekrar döndüğü zaman artık kalbi Halk Partisi’nin yanında değil. Belli ki ilk fırsatta bağ­lan koparacak. Demokrat Parti’nin kurulmasını sevinçle karşıladı diyebilirim. Tekrar milletvekili olduğu Halk Parti­si grubunda ilk kımıldamaları yapan Demokrat Partinin müstakbel kurucularını, dört yandan yöneltilmiş hücumla­ra karşı şiddetle savundu. En çok Bayar’ı. Demokrat Par­ti’nin kuruluşunu yazılarıyla da destekledi ve 1948’de Halk Partisinden çekilerek 1950 seçimlerinde Demokrat Parti bağımsız adayı olmayı kabul etti. Türk Ocakları da yeniden açılmıştı. Şimdi bütün emeli eski Ocak binalarını Halk Par­tisinden geri almak. Biraz da bu maksatla yaptığı davet üze­rine merhum Menderes’le Horhor’daki konağa gittiğimiz günü hatırlıyorum. Birçok ocaklılar da oradaydı. Menderes uzun, heyecanlı, samimî konuştu. Ayrıldıkları zaman bırak­tığı tesiri daha sonra bana şöyle anlatmıştı:

“Ben hiçbir zaman kendimi Adnan Bey’in o gün olduğu kadar ocaklı hissetmedim. Bizi, gayelerimizi, hizmetlerimizi benden daha iyi biliyor, benden daha iyi takdir ediyordu.”

Araları neden açıldı? Çeşitli tecrübelerinden gelen kor­kuları vardı. Sonra yine Ocak binaları! Cumhuriyet Halk Partisi mallarının tasfiyesi davasında bu binaları geri almak ümidiyle iktidar tarafını tuttu. Fakat heyhat, beklediği ol­madı. Ancak merkez binasıyla birkaç ildeki binaları, o da galiba mülkiyeti hâzinede kalmak üzere verdiler. Bu sonuç büyük hüsran oldu onun için!

Kendisiyle en son 1958’de konuştum. Bir bahar sabahı eşim Neriman Ağaoğlu’yla ziyaretine gittik. Hasta idi. Bizi yatakta kabul etti. Yüzü traşh, bıyıkları saçları taranmış. İlk bakışta yaşı ile ilgisi olmayan bir baş. Ama hemen gözüme çarptı. Bakışlarında, gülümsemesinde, konuşmasında gizle­meye çalıştığı yorgunluk var. Sonra konudan konuya atlı­yor. Başladığını bitirmek istemiyor gibi. Ocaklardan yine heyecanla bahsetti. “Çoğalacaklar, çoğalacaklar,” diyordu. Sözü birden Menderes’e getirdi. Şikâyetçi, kırgın, dargın!

Hep Ocaklar meselesi! Demokrat iktidarı Ocakları anlama­makla, değerini takdir etmemekle suçluyordu. Bir hâtırasını anlattı:

Zaferden sonra Atatürk’le birinci defa İstanbul’a geliyor­lar. Yıllar olmuştu ayrıldıkları. Karanlık günler içinden ge­çerek aydınlığa ermişler, vatan hainliğinden vatan kurtarıcı­lığına yükselmişlerdi. Ertuğrul yatının güvertesinden İstan­bul’a bakıyorlar. Camilerin şerefelerine, evlerin damlarına kadar her yer insandan kapkara kesilmiş. Bütün İstanbul ayakta, bütün İstanbul bir yaşındaki çocuğundan seksenlik ihtiyarına kadar karşılarında. Gazi’ye “kim bilir ne kadar heyecanlısınız” diyor. Gazi elini tutarak kalbine götürüyor ve soruyor:

7 <

“Heyecan var mı orada?”

Gazi’nin kalbi sakin.

-“Yok paşam.”

“Bak neden yok söyliyeyim, çünkü iyi biliyorum, gün gelebilir, bu aynı kara kalabalık bizi linç etmek için de böy­le toplanır.”

Bu hikâyesini o günden sonra sık sık hatırladım.

Onu dünya üstünde son defa yine Horhor’daki konakta gördüm. Ama sadece ölüsünü! Üst katın tam merdiven kar­şısına rastlıyan camh salonunda bir masaya uzatmışlar, be­yaz bir çarşafla örtmüşlerdi. Baktım ve irkildim. Orada ya­tan bir adam değil, bir devirdi. O devirden kalan, Osmanh İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtarmak için idare edenle­rin Avrupah gözükmesi yeter hayaliyle, tahtaları kararmış, birbirine dayanarak ancak ayakta durabilen kırık dökük, maddî, mânevi açlıklarla kıvranan insanlarla dolu evlerden yapılı bir mahallenin ortasında, sanat şaheseri resimler, möbleler, avizeler, aynalarla süslü büyük, aydınlık salonlar­la yükseltilmiş bu konakta Tanzimat bir kere daha ölüyor­du. Zaten Türkiye’de o devirden kalmış son konak yıkılıncaya kadar, son paşanın son oğlu ve torunu toprağa girince­ye kadar Tanzimat onlarla beraber bir kere daha ölecekti! Babamın bu arkadaşı da İkinci Meşrutiyete, Cumhuriyete ve İnkılâplara, bir yanı Tanzimat olarak, bir yanının renkle­rini, kokularını, seslerini kaybetmeden geçmişti.

Merdivenleri inerken bana tahtaların gıcırtıları artmış, camlardan süzülen ışıklar biraz daha kararmış geldi. Sokak kapısına giden geniş hol bir katakomptu sanki! Kanatları ağır ağır açılan kapıdan bir rüyadan çıkar gibi sıyrıldım. EM YAKIN ARKADAŞI

Ş

İMDİ babamın en yakın arkadaşına sıra geldi. Bu ufak tefek, esmer kara gözlü, zayıf bir kadındır, bu annemdir. Hâtıralarımın artık hiçbir şeyi farkedemediğim karanlık noktasında ince bir ışık gibi beliren yüzü gittikçe aydınla­narak tâ ölüm döşeğinde onu gördüğüm âna kadar hep ba­bamın yanında idi. Okuyup yazmaktan başka tahsili yoktu. Fakat eski, asıl bir Âzerî ailesinin maddî, manevî zenginliği içinde gelişen ince zekâsının, hassas ruhunun yarattığı ro­mantik mizacrbir halk adamı olan babamın hırçın, sinirli, müsamahasız, zekâ ve karakteri ile durmadan çarpıştı, bu zekâ ve karakterin kaba yanlarını silerek Ağaoğlu ailesinin cemiyet içindeki yerini almasına en büyük yardımı yaptı. Babamın, hasım, hattâ düşmanları bile bu kadının karşısın­da kinlerini, hasetlerini unutmak, hiç değilse göstermemek mecburiyetini duydular.

Babamla annemin evlenmesi, ikisinin de doğduğu yer Karabağ’da o tarihlerde çeşitli sebeplerle kendisini gösteren İçtimaî değişikliklerin bir sembolü sayılabilir. Babam sosyal cereyanların bazan açık, bazan gizli büyük sarsıntılar yaptı­ğı Rusya’da lise tahsilini bitirdikten sonra Fransa’ya gitmiş, Avrupa’nın bir bakımdan en romantik, bir bakımdan en idealist, bir üçüncü yönden de en realist fikir çarpışmaları­nın arasında uzun yıllar Paris’te kalmış, oradan cehalet ve esaret karanlıkları içinde bunalmış İslâm ve Türk âlemini her yola başvurarak uyandırmak heyecaniyle Azerbaycan’a dönmüştü. Karabağ halkı babama Doğu’nun o ince alaycı esprisiyle derhal “Frenk Ahmet” ismini taktı. Babam da bu lâkabı hiç yadırgamadan kılık kıyafetinden düşüncelerine kadar şehirdeki çoğunluğun fikirlerine yüzde yüz zıd hare­ketlere girmekten çekinmedi. Fakat bunu yaparken şehrin bütün İçtimaî sınıflarından kimselerle ayrı ayrı münasebet­ler kuruyor, taassup çevrelerinde din konuları üzerinde sa­lâhiyetle tartışmalara giriyor, ilerlemek taraftarlarıyla Türk ve İslâm dünyasının kalkınması yolunda projeler çiziyor, ilk Türkçe gazetenin temellerini atmağa hazırlanıyordu. İş­te bu hazırlıklar arasında Karabağ’m en eski, en asîl ailele­rinden “Veziroflar’Tn, yâni Vezir oğullarının kızı Sitâre Hanım’la evlenmeğe karar veriyordu.

Annemin ailesi buna yanaşmadı. Yalnız annem kavgaları, konuşmaları, İslâm ve Türk kadınlarının erkekler gibi oku­yup tahsil yapmaları üzerindeki cesur münakaşalariyle şe­hirde dillere destan Frenk Ahmet Bey ile evlenmek istiyor­du. Annem bu kararında o kadar azimli idi ki nihayet aile­sinin bütün mukavemetleri kırıldı.

Daha çok sonraları çocukları, yakın dostlan arasında bu evlenmenin hikâyelerini anlatırlar, birbirlerinin o zamanki hallerini, hareketlerini alaylarla, şakalarla söyliyerek eğle­nirlerdi.

Çocuklar birbiri arkasından geldi. Yapılışı zaten zayıf an­nem, dördüncü doğumdan sonra hemen hemen ömrünce süren hastalıklarının ilk işaretlerini görmeğe başladı. Baba­mın Azerbaycan’da bir yandan Rus idaresine, öte yandan taassuba, cehalete, geriliğe karşı açtığı mücadelenin acı hâdiseleri de karısını mânen şiddetle üzüyordu. Kocasının girişmiş olduğu mücadele nihayet günün birinde hayatını tehlikeye koyacak bir hal aldı. O zaman Osmanlı hüküm­darına Meşrutiyeti kabul ve ilân ettirmiş olanlar arasında Paris’te talebe iken tanıdığı Dr. Nâzım, Ahmet Riza gibi dostları bulunan babam, Türkiye’ye göç etmek kararını ver­di, anneme “Ben gitmeğe mecburum,” dedi, “bu esir Türk Yurdu’nu kurtaracak olan hür Türklerin arasında bulun­malıyım. Seni ailenden, memleketinden zorla ayıramam. İs­tersen kal!”

Annem cevap verdi: -------

“Ölünceye kadar Sepinle beraber olacağım.”

Bu satırları yazarken hâfızamda, dünyada gördüğüm ilk sokak, içinde yaşadığımı idrâk ettiğim ilk ev canlanıyor: Cağaloğlu’nda Şerefefendi sokağı, bu sokağın çarşıya doğru ucunda, sağ tarafta bir bina. Ben pencere önünde parmak­lıkları tutarak dışarı bakıyorum. Yakından bando sesleri, şarkılar, marşlar, yaşa feryatları duyuluyor. Meşrutiyetin yıldönümü kutlanıyor. Sonra hâtıram birdenbire Aksaray’la Çapa arasında Molla Güranî mahallesine atlıyor. Büyük bir bahçe içinde, büyük yeni bir ev, artık her şeyi, her sesi, her rengi açıkça görüyorum. İnce, melânkolik, hasret dolu bir beste bütün bu manzarayı çerçeveliyor. Başım dizinde, Fuzulî’nin meşhur:

“Beni candan usandırdı,

Cefadan yar usanmaz mı?”

Gazelini Âzerî şivesinin tatlı âhengiyle söyliyen annemi dinliyorum.

1918’de büyük Fatih yangınında kül oluncaya kadar bu evden hâfızamda kalan hâdiseler arasında annemin yüzünü hep telâşlı, hep düşünceli görüyorum. Kâmil Paşa Hükûmeti’nin felâketli kısa devresinde tevkifler, aramalar, gizli toplantılarla huzuru sarsılmış evde Birinci Dünya Harbi’nin ilk zaferlerinin büyük neşesi parlıyor. Sonra yeniden ıztıraplar hâkimdir. Henüz iki yaşında küçük kardeşim Beşir’in Erenköy’de yazlıkta birdenbire menenjit olarak ölmesi, ba­bamın üzerinde hiç kimsenin beklemediği, onun sert ka­rakterine hattâ yakıştıramadığı öyle korkunç, öyle yıkıcı te­sir yaptı ki annem öleni unutarak babamı bir çocuk gibi korumak mecburiyetinde kaldı.

Nihayet Molla Güranî’deki evde son saadet: Babam Osmanlı Kafkas Ordulariyle Nuri Paşa’nın müşaviri olarak Azerbaycan’ın kurtarılmasına gidiyordu. Bu saadet de çok sürmedi. Birkaç ay sonra Fatih yangını evimizi hemen he­men bütün eşyalariyle yakıp kül etti.

Burada beni zaman zaman rüyalarda mânalar aramağa zorlayan garip bir hâdiseyi anlatacağım:

Yangından dört gece evvel bir rüya gördüm: Evimizin mi­safir odasından Fatih Camii’ne bakıyordum. Birden minare­lerin arasından parlak alevler fışkırdı. Gözümün önündeki geniş sahayı hızla yakarak evimizi tutuşturdu, sonra Aksa­ray’a doğru indi. Haykırarak uyandım, annemin koynuna biraz daha sığınarak ağlamağa başladım. Annem de uyandı. Gördüğüm rüyayı anlattım. Saçlarımı okşadı, “bu güzel bir rüya! Babandan çok iyi haberler alacağız” dedi. Tam dört gün sonra İstanbul’un fethi yıldönümünde sabahleyin yine misafir odasından Fatih Camii’ne baktığım zaman alev ve duman sütunları gördüm. Bağırarak annemi çağırdım. An­nem, hiçbir şey söylemeden beni pencerenin önünden çek­ti. Öğleye doğru yangın evimizden öteye kadar gelmiş ve geçmişti.

Evimizin yanması haberini alınca babam kısa bir müddet için gelerek Saraçhanebaşı’ndaki Hacı Arif Paşa’nın meşhur köşkünü kiraladı, bizi oraya yerleştirdikten sonra yine Kaf­kasya’ya, Nuri Paşa’nın yanma döndü.

Yeni evimiz, büyük bir bahçe içinde geniş, aydınlık oda­ları olan rahat bir yerdi. Çocukluğumun, ailemizin en ıstı­raplı senelerinin burada geçmesi mukaddermiş. Şimdi, Fa­tih Caddesi’nin sol tarafında, Aksaray’a inen yol üstündeki yeşil saha işte bu bahçedir. Fırsat düştükçe oraya gidiyor, bir kanapeye oturarak,zo eski yılları düşünüyorum.

Büyük Harp mağlubiyetle bitmiş, İttihat ve Terakki Hü­kümeti çekilmiş, Fıfkanm büyükleri memleketi bırakıp git­mişlerdi. Diğer İttihatçılar birer birer yakalanarak hapsedili­yorlardı. Babam daha Azerbaycan’dan dönmemişti. Annem “gelir gelmez onu da yakahyacaklar” diyor, yaklaşan günle­rin ağırlığını ince zekâsiyle seziyordu. Nihayet babam dön­dü, hemen ertesi günü de çok tehlikeli bir zatürree ile yata­ğa serildi. Üç dört gün sonra bir geceyarısı evin bahçesini polisler doldurdular. Zayıf, uzun boylu, terbiyeli bir adam olan komiser, “Bu gece evinize hırsız girecekmiş, haber al­dık, evi muhafaza için geldik” diyor. Annem oturması için bir iskemle uzatırken dudaklarında hazin bir gülümseme, “Hayır oğlum,” diye cevap veriyordu, “siz kocamı tevkif için geldiniz, hastadır, götüremiyeceksiniz, bunu da biliyor­sunuz, kaçamaması için buradasınız!” Komiser başını eği­yor, “Hanım abla, ben emir kuluyum” diyerek susuyordu. Bu, günlerce sürdü. Sonunda gönderilen hükümet doktoru yataktan kalkmasına izin verir vermez, babamı tutarak Bekirağa Bölüğüne götürdüler.

Divanıharpler kurularak, mahpus İttihatçıların sorguları başladı. Herkes kimin ne cezaya çarpılacağını merak edi­yordu. Yalnız annem; “Hiçbirisine ceza vermiyecekler, di­yordu, onları Ingilizlere teslim edecekler.” Bu düşüncesini hapishanede söylediği zaman babam isyan etti; “Böyle şey olmaz,” diye bağırdı, “bir hükümet kendi vatandaşım başka devletlere, hele düşmana teslim edemez.” Fakat heyhat! Ba­bam aldanıyordu, annem haklıydı. Bir gün mutfakta, baba­ma Bekirağa Bölüğüne götürmek için yemek hazırlıyordu. Ben sokak kapısının önündeydim. Tanıdığımız genç bir Tıbbiyelinin telâşlı telâşlı bize doğru geldiğini gördüm. An­nemi sordu; mutfakta olduğunu söyledim. Koşarak yanma gitti. “Hanımefendi, götürdüler” dedi. Annem zaten bekle­diği bu netice karşısında şaşırmadı. Derhal hepimizi topla­dı. Önce Bekirağa Bölüğüne gittik. Mevkufların Arabyan hanında olduğunu söylediler. Oraya koştuk. Nihayet Kızkulesi yakınlarında demirlemiş, boyaları dökük, eski bir yük vapurunun etrafına dizilmiş kayıklar arasına karıştık. Vapur elli metre açığından başhyarak silâhlı İngiliz askerle­ri ile dolu motorlarla çevrilmişti.

Babam güvertenin parmaklıklarına dayanmış, bize bakı­yordu. Yanında Ziya Gökalp vardı. Her taraftan sesler geli­yordu. Fakat ben şimdi o anda neler konuştuğumuzu, neler yaptığımızı hiç hatırlamıyorum. Yalnız merhum ağabeyim Abdurrahmarı’m birdenbire kayığın içinde ayağa kalktığını görüyorum, göğsünün ve hançeresinin bütün kuvvetiyle bağırıyor:

“Yaşasın İttihatçılar!”

Babamın Azerbaycan’dan dönerken yanında oradaki ak­rabalarından aldığı ve Kerenzki hükümetinin çıkarmış ol­duğu paralar vardı. Kerenzki orduları Bolşevikleri her taraf­ta mağlûp ediyor, komünist ihtilâl eziliyordu. Bu paranın değeri de zaferlerle beraber durmadan yükseliyordu. An­nem bir gün yine Bekirağa Bölüğünde “Ahmet,” dedi, “Ke­renzki mağlûp olacak, Bolşevikler kazanacaklar, bu paraları Türk parası ile değiştirelim, önümüzde karanlık günler var, işimize yarar.” Babam buna da “Hayır,” dedi, “komünistle­rin ezilmesi muhakkaktır. İngiliz ve Fransızlar onların mu­vaffak olmasına meydan vermezler. Parayı sakla, daha çok kıymetlendiği zaman satarsın!”

Babam yine aldanıyordu, annem yine haklıydı. Bu konuş­malarından kısa bir zaman sonra Kerenzki orduları da, eli­mizdeki paranın değeri de birdenbire yok oldular.

Babamın Malta’da geçen iki yıla yakın esaret hayatının romantik, idealist ruhunda yarattığı büyük hercümerci, an­neme, bize yazdığı mektuplarda okumak mümkün. Anne­min cevapları ise babamın isyanlarına karşı en büyük teselli kaynağı oluyordu. Küçücük, taliki hatlarla, Âzerî lehçesiyle yazılan bu mektuplar hep “Ahmet Can” diye başlar, sonra hemen hemen ayni kelimeler, cümlelerle evin hâlini, mem­leketin,manzarasını anlatmağa geçerdi:[VII]

«                                  19 Şubat 1920

“Ahmet Can;

Şükür olsun Allah’a sizden mektup aldım. Biz selâmet üzereyiz. Bir derdimiz yoktur senden başka. Allah bu işlere bir hayır nihayeti versin. Çocuklar iyidir. Bugün posta gü­nü idi. Çok şadım ki senden mektup alacağım. Çünkü mektup günü sen ile görüşmüş gibi oluyoruz. Allah tez göndersin seni bize. Gece seni rüyada görüyorum ve şâd oluyorum. Allah seni orada selâmet etsin. Bizi düşünme. Benden Esat Paşa’ya (Göz Doktoru), Ziya Beye (Ziya Gökalp) selâm eyle. Hanımları iyidir. Görüşüyoruz. Öperim yüzünden gözlerinden. Başka ne yazayım.

9 Kânunuevvel 1920

“Ahmet Can;

Şükrolsun senden mektup aldım.... hanım bu günlerde

gidiyor Paris’e. Senden ötürü çok konuştum. Görek ne ola­cak? Fakat bize Allah’tan başka kömek “yardım” yoktur. Herkes öz keyfindedir. Biz perişan olduk, Küba (diğer ismi Karabağ! Babamın, annemin ve küçük kardeşim doktor Gültekin dışında, hepimizin doğduğu şehir) perişan oldu. Büyük adamları tamam tutuplar ve çok adam kaçuptur. Hüseyin Bey (amcam) oradadır ve selâmettedir. Oranın iş­leri çok perişandır. Dünyanın her yeri ateş almış yanıyor... Gültekin (o zaman henüz bir yaşında olan kız kardeşim) her gün diyor: “Babacığım gelecek. Öperim onu yüzünden ve gözünden.”

Babamın anneme mektupları eski pederşahî (atasal) aile­nin itiyatlarına uygun olarak ayni zamanda halama da hitap etmektedir. Bu mektuplar da babam İstanbul’da yalnız ve parasız bıraktığı ailesi için nasıl çırpındığını gösteriyor:

Malta, Polverista: 17 Mayıs 1920

“Azizim Sitâre ve Humay!

Yine iki haftadır ki sizden mektup alamadım. Hiç şüphe etmiyorum ki bizim mektuplar ile de arasısa size karşı ayni muameleyi reva görüyorlar. Bundan maksat acaba nedir? Acaba ruhen ve mânen iz’aç (Rahatsız) etmek midir? Bu nâreva (Haksız) muamelelere maruz kalmamız neden? Eğer maksat bizi mânen yıprandırmak ise, bittabi bu maksada nâil olunamaz. Zira bizim de güvendiğimiz, sığındığımız bir hak, bir adâleti âliye vardır. İnşaallah o adâlet, o hak bir gün yerini bulur. Ona kadar siz ve ben sabır ve tahammül etmekle mükellefiz. İstanbul’dan aldığım haberler, sizin ne kadar müşkülât ve sıkıntılar içinde çırpındığınızı tasavvur etmeme kâfidir! Ben vaziyetin bu cihetini düşündükçe çıl­dıracağım geliyor. Nasıl geçiniyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? Hüseyin’den (amcam), Bahış’tan (amcazadem) birisi imda­dınıza koşmadılar mı? Kafkasya’dan vârit (gelen) olan ha­berler artık bundan sonra onların da geleceği ümidini ta­mamen kat (kesiyor) ediyor. Eğer şimdiye kadar gelmedilerse, bundan sonra artık gelemezler. O halde ne yapacaksı­nız? İşte bu suâl beni bütün bütün üzüyor! Abdülali Bey­lerle görüşüyor musunuz? Hülâsa Allah hatırına vaziyeti­niz, geçinmeniz hakkında bana mufassal haber veriniz. Ço­cuklar bana ayrı ayrı mektuplar yazsınlar. Abdurrahman’dan ve Süreyya’dan pek çoktan beri mektup alamadım. Benden tamamen emin olunuz., Sıhhat ve selâmetim elham­dülillah berkemâldir. Bari (artık) bütün dost ve âşinalara ve amca zâdelere selâmlar. Cümlenizin gözlerinden öperim.”

Malta, Polverista: 27 Mayıs 1920

“Azizim Sitâre ve Humay!

Yine 4 Mayıs mektubunuzdan sonra sizden hiçbir haber alamadım. Bugün bir posta geldi. Herkes koşuştu. Fakat heyhat ki meyus olanlar arasında ben de bulundum! Arka­daşların bir kısmı mektup aldıkları hâlde diğer kısmı ala­madı. Hiç şüphe etmiyorum ki siz bana her posta ile mek­tuplar yazıyorsunuz! Fakat ne yapalım? Mektubu bile bize çok görüyorlar. Hiç şüphe yoktur ki ayni muameleyi sizin gibi kadın ve çoluk çocuklara da reva görüyorlar! Fakat bu­na da sabredeceğiz! Tevekkül ve metanetle tecelliyatı ilâhiyeye muntazır olacağız (İlâhi tecellileri bekliyeceğiz). Siz ve ben hakkımıza istinaden hiçbir zaman bu haksız tecelliyattan meyus olmıyacağız. Bırak kâse dolsun, hakaretin ve zul­mün derecesi gayreti Allah’a dokunsun! Yalnız unutmayınız ki bizim vazifemiz bütün bunlara metanet ve sebatla ta­hammül etmektir! Benim burada sıhhat ve selâmetim el­hamdülillah berkemâldir. Bütün düşüncelerim size aittir. Kafkasya’dan gelen haberler artık Hüseyin’in de gelebilece­ğine hiçbir ümit bırakmıyor. Şimdi yalnız Allaha sığmacak-

siniz! Sizin bu hâliniz bittabi beni ziyadesiyle mükedder ve müteellim ediyor. Lâkin sabır ve tahammülden ayrılmıyacağımzı ümit ederek müteselli oluyorum. Çocuklar imtihan­ları bitirdiler mi? Siz ve onlar nasılsınız? Ramazan’ı nasıl geçiriyorsunuz? İnşaallah bu ramazan hakkı ile mübarek olur ve bütün bizim gibi sitemdidelere (vurulmuşlara) te­selli feyizleri getirir. Hüseyin’den para almadmızsa rica ede­rim elde neniz varsa satmakta tereddüt etmeyiniz; ahvaliniz hakkında bana mufassal haber veriniz. Neden bana hususî yani posta ile mektup yazmağı kestiniz? Başkaları alıyorlar. Sizin ve çocukların yüzlerinizden öperim. İmtihanları bitir­mişler iseler çocuklar bana ayrı ayrı mektuplar yazsınlar. Bakî öpüşler ve selâmlar.”

Malta, Polverista: 21 Teşrinisani 1921

“Azizim Sitâre ve Humay!

Uzaklardan ve yakınlardan vârit olan neşe âver (neş’e ve­rici) haberler hicranı elemimi (acımın ağırlığını) tamamen izâle etmiyorsa da tahfif ediyor ve gittikçe ağırlaşan şu uzun ayrılığın yükünü çekmek için insana teselli ve ümit veriyor! Bu böyle devam etsin, nihayet Türk Tanrısı şefkat ve ümit kapılarını açıp da imtihanların kifayet ettiğine ka­rar versin ve öz iyiliğini esirgemesin de biz yola gideriz. Bi­zim gibilerin ne ehemmiyeti vardır? Asıl olan o Büyüğün­dür! O kendisi bulsun, âtisini (geleceğini) temin eylesin, her şey düzelir! Bugün tam bir ilkbahar günü idi! Güneş o kadar parlak, hava o kadar saf ve temizdi ki insan nefes al­dıkça kendisinin tâzelendiğini zannediyor. Akşam üzeri karşımızda bulunan bir tepeciğe doğru gittim: Her taraf ye­şillik, hattâ bazı yerlerde sarı çiçekler açmış. Tepeciğin tam başında ne gördüm biliyor musunuz? Diğer benim gibi esir arkadaşlar oraya çay götürmüşler, çimenin üzerine oturup içiyorlar. Bittabi beni de davet ettiler! Bilseniz o bir bardak çay bana ne kadar zevk verdi: Hâtıram tâ uzaklara, gençlik zamanıma, Karabağ’a, kalenin o güzel dağlarına, “Başıyüce”, “Taşaltf’na, “Haydar düzü”ne, “Şahneçi”ne ve “Deliktaş”a, o yerlerdeki gezmelere gitti! Bütün geçmişler, bütün akrabalar, dostlar, evimiz, sokaklarımız, bahçelerimiz birer birer önümden geldi geçti! Ve sonra sizi andım, bugünkü hâlinizi düşündüm, o kadar mükedder oldum ki! Fakat bü­tün bunlar üç dakika devam etti! Hayatın bir rüya olduğu­nu hatırlıyarâk yine güldüm. Bu kadar zaman ve mekân geçmiş iken, bu günler de geçmiyecek mi, yine birbirimize kavuşmıyacak mıyız? Elbette kavuşacağız, elbette görüşece­ğiz ve hem de inşaallah pek yakında. Çünkü artık hakkın tezahür edeceği vakit geldi! Benden bütün dostlara, âşinâla­ra selâmlar. Ev işi ne oldu? Cümlenin gözlerinizden öperim ve inşaallah yakında görüşeceğimizi ümit eylerim.”

Malta, Polverista: 29 Teşrinisani 1920

“Azizim Sitâre ve Humay!

Bu mektubumu yazarken dışarıda hava o kadar hoş ki sanki Mayıs ayıdır. Artık karşıki tepeciklerde sarı çiçekler açmış, her taraf yeşilliklere bürünmüş. Bir dakika evvel ben balkonda geziniyor, karşıdaki körfez üzerinde duran gemi­lere bakıyor ve sizi düşünerek kendi kendime diyordum: Ah, ne olurdu bunlardan birisi beni alıp ta yanınıza götür­se, iki seneden beri pek haksız, pek zalimane olarak hasret kaldığım o sevimli simaları görsem! Ben bu rüyada iken Ye­men kahramanı Fahri Paşa balkonun baş tarafından: “Ah­met Bey ne düşünüyorsun, sıkılmıyor musun?” diye sordu! “Ah Paşa! Aramızda sıkılmıyan birisi var mıdır? Yalnız ba­zılarımız bazı günler biraz ziyade sıkılıyor. Zannedersem bugün de benim günümdür!” diyerek cevap verdim. Esaret hayatının bu bir hususiyetidir. Bazan insanın üzerine derin bir hüzün, bir keder çöküyor, esbabını bilmeden bir tahas­sür (hasret) duyuyor! Gözlerini o tarafa çevirerek sevdiği insanlara kavuşmayı o kadar şiddetli bir tahassür, bir işti­yakla (hevesle) arzu ediyor ki! İşte o zaman insan hasretle­rini bir kâğıt üzerine dökerse sanki boşalıyor, rahat ediyor. Bereket versin bugün mektup günüdür. Ben de sizi karşım­da zannederek sizinle şimdi konuşuyor gibiyim! Lâkin siz müteessir olmamak şartiyle! Emin olunuz ki sıhhat ve âfiyetim berkemâldir ve hiçbir hususî kederim, sizin hicranı­nıza tahassürümden başka yoktur. İnşaallah bunun da hita­mı behemehâl (ne olursa olsun) yaklaşmaktadır. İnşaallah yakında bütün vatanımızla beraber biz de kurtuluruz ve hak yerini bulur. Yalnız Allah’tan o zamana kadar hem bana ve hem sizlere sıhhat ve sabır itâ (vermek) buyurmasını ni­yaz ederim. Bakî ahvalinize ait mufassal malûmata intizar ediyorum. Bu sene İstanbul’da kış pek şiddetli geçiyor. Na­sıl geçiniyorsunuz? Her ne kadar Humay ve kızlar bu hu­susta tesellibahş sözler yazıyorlarsa da biraz beni düşüne­rek yazılmış olduğunu zanediyorum! Ev meselesi ne oldu? Bütün dost ve âşinalara, bilhassa Kerim ve Emir Beylere se­lâmlar ederim. Cümlenizin gözlerinden öperim.”

Malta, Pölverısta: 9 Kânunuevvel 1920

“Azizim Humay ve Sitâre!

Elhamdülillah sıhhat ve afiyetim berkemâldir. Sizin ve çocuklarınki için de daima dualar ederim. Burada iki gün­den beri biraz soğuk yapıyor. Fakat zannetmeyiniz ki ateşe veyahut paltolara ihtiyaç hissediyoruz. Hayır! Yalnız kapıla­rı ve pencereleri kaparsak kifayet eder. Avrupa’dan almakta olduğumuz gazeteler pek iyi haberler getiriyorlar. Bittabi si­zin de orada kısmen olsun ittilâımz (haberiniz) vardır. Bi-

zim hakkımızda rivayetler devam edip gidiyor. İnşaallah doğrulaşır. Hayri Beyden (eski Şeyhülislâm) sonra Sudi (Mebus) Bey de ailesiyle beraber İtalya’ya gitti. Ailesi Köprülüzâdenin kayınvâlidesi vasıtasiyle size müracaat etmiş. Fakat sizden bir cevap alamadığından İstanbul’dan gelme­den evvel sizinle görüşmemiştir. Mürsel Paşa’nm hanımıyla görüşmüş olduğunuza pek memnun oldum, lâdei ziyaret ettiniz elbette! Onunla gönderilmiş olan arzuhale bir cevap alındı mı? Yusuf Bey Vezirof (Azerbaycan Sefiri, annemin akrabasından) bugün de Azarbaycan tâbiiyetinde addolu­nuyor mu? Oralarla yazışıyor mu? Rica ederim bu hususla­ra ait bana malûmat veriniz. Ev meselesi ne oldu? Bu kış zamanında bu mesele ile uğraşmanız bilseniz beni ne kadar düşündürüyor? Zavallı Sitâre! Sen neler çektin benim yü­zümden. Ah! Allah bana senin yanında bu hacâletimden (mahcubiyetimden) çıkmak için fırsat verecek midir? Her ne kadar mektuplarında afiyetten bahsediyorsan da, hiç şüphe etmiyorum ki baş ağrıların daha ziyade şiddet peyda etmiştir ve daha ziyade seni iz’aç ediyor. Kasem ediyorum ki senin rahat ve mes’ut olduğuna emin olsam ben burada bu esaret hayatının acılarını asla duymam ve beni burada bilhassa iz’aç ve tâzip (rahatsız) eden düşünce, yine sizsiniz! Fakat ne yapayım! Sen de ve Allah da biliyor ki ben günahsız bir musibete uğradım. Kader böyle imiş. Sabit ve tahammül etmelidir. Belki hayır da bundadır. Baki bütün dostlara, âşinalara selâmlar eylerim ve cümlenizin yükleri­nizden, gözlerinizden öperim. ”                            7

Malta, Polverista: 23 Şubat 1920

Azizim Sitâre ve Humay!

7 Şubat tarihli mektuplarınızı aldım. Aralarında Abdurrahman’la Abdüssamet’in de mektupları olduğundan endi­şelerim zail oldu ve rahat ettim. Hele Abdurrahman’m mek­tubu hakikaten “dehşetti”!. Bütün arkadaşlar birer birer okudular. Hepsi alkışladılar, hepsi ayrı ayrı ona ve kardeşle­rine bol bol selâmlar ediyorlar. Çocuğun yazısı da kendisi gibidir. Arkadaşlar beğendikçe bittabi ben müftehir oluyo­rum. Yalnız teessüf ediyorum ki gerek kızların son senele­rinde ve gerek Abdurrahman ve Abdüssamet’in tam bir reh­bere muhtaç oldukları bir zamanda onlardan ayrı düştüm! Artık Tann’mdan bu ayrılığa bir nihayet vermesini niyaz ederim. Dün gece Sitâre’yi rüyamda gördüm. O ne tatlı bir rüya idi! Uykumun pek uzun sürmesini arzu ederdim: Ben evde idim, çocuklar etrafta ve ben de Sitâre ile bilmem ne­den dolayı evvelâ kavga ve sonra da muhabbet ediyorduk! Ben Sitâre’nin gönlünü almak istiyordum. O ise itiyadı veç­hile her zaman yaptığı gibi) naz ediyordu! Hülâsa eski ha­yatımızdan bir levha! Fakat maatteessüf ayılıp rüya olduğu­nu gördüğüm zaman pek meyus oldum! Lâkin artık bizim­le sulh müzakeratı başladı. înşaallah bu gibi rüyaların mübeddili hakikat (hakikate döneceği) olacağı zaman yaklaştı. Elhamdülillah sıhhat ve âfiyetçe pek iyiyim ve oraya gelece­ğim zaman göreceksiniz ki zayıf değil pek iyi olmuşumdur. Göndermiş olduğunuz paraların cümlesini çoktan aldım ve çoktan size yazdım. Şimdiye kadar o mektuplarımı almış olacaksınız. Beni hiç düşünmeyiniz. Filhakika hayatımız pek yeknesaktır. Fakat kat’iyen melâliaver (hüzünlü) değil­dir. Allah memleket ve milletimizin âkibetini iyi etsin. Bu acılar unutulur. Înşaallah işlerin yoluna girdiği hissolunuyor. Artık hakkın tecellisi yüz göstermeğe başladı. Biraz da­ha sabır. Benden bütün dost ve âşinâlarâ, amcazadelere se­lâm. Cümlesinin gözlerinden öperim.” “Azizim Sitâre ve Humay!

Bu mektubumu size yazarken duyduğum hissiyyatı bil­mem ki nasıl size beyan edeyim. Hem kızıyor, hem gülüyo­rum. Kızıyorum, çünkü serbest olduğuma çit çektiğim telg­raftan tam bir ay geçti. Siz bunca intizar ettiniz ve halbuki ben şimdi de buradayım! Gülüyorum, çünkü bir aydan beri her gün ve her dakika azimet (hareket) etmek ihtimali mevcut ve her gün yeni bir haber çıkarak ümitlerimizi idâ­me (sürdürmek) ettiriyor. Şimdi de Roma’dan aldığımız bir habere göre burayâ bir liste gelmiştir. O liste mucibince kırk adam derhâl tahliye olunacaktır, yirmi dördü de bilâ­hare İngiliz üserası (esirleri) teslim olunduktan sonra gide­cekmiş. Bir hesaba göre ben de o kırk adam içinde buluna­cağım, diğer hesaba göre kalacak olan yirmi dörtler meyanındayım. Fakat o yirmi dördün de azimeti pek uzak olmıyacaktır. Lâkin bütün bu hesaplar sırf tahminattan ibarettir. Kimse muhakkak bir şey bilmiyor. Muhakkak olan bizim tükenmez ümidimiz ve her gün buraya bir geminin gelip bizi alması ihtimalidir! Artık düşününüz bizler bu intizarlar ve tahassürler içinde neler çekiyoruz. Maamafih sizi temin ederim ki gideceğimiz pek yaklaşmıştır. Hattâ bu mektup­tan evvel size kavuşacağımı kaviyyen (kuvvetle) ümit edi­yorum. Yakup (dayımın oğlu) henüz orada mıdır? Bizi İtal­ya’da Napoli şehrine götürecekleri rivayet olunur. O hâle kendisiyle Avrupa’da görüşmemizi pek arzu ederim. Napo­li’ye gelir gelmez size elbette haber vereceğim ve oradan azimet günümüzün haberini tebliğ ederim. Bu intizarlar içinde çocuklara mektup yazmıyorum. Çünkü her daima zannediyorum ki mektuptan evvel kendim gideceğim. Bâri cümle dost ve aşinalara selâmlar. Cümlenizin gözlerinden öperim.”

“Azizim Sitâre ve Humay!

Son mektuplarınızı yâni 9, 14, 11, 18 Kânunuevvel (Ara­lık) yazdıklarınız mektupları aldım ve tâ kalbigâhımdan (kalbimden) vuruldum! Demek ki siz şimdi aç bi’ilâç, kim­sesiz kaldınız! Sizin bu haliniz beni gece gündüz muztarip ediyor, kıvranıyor, dağlanıyorum! Fakat ne yapayım! Öyle bir felâkete düştüm ki ilâcı Allah’tan başka kimsenin elinde değildir. Fakat zannetmeyiniz ki ben kendimi düşünüyo­rum, beni dâima düşündüren sizin hâlinizdi! Şimdi ise, dü­şünce değil, yanmadır! ve bu mektubuma cevap alıncaya, sizin bir ilâç bulmuş olduğunuzu öğreninceye kadar, bende can kalmıyacaktır. Bu mektupla beraber iki mektup da yazı­yorum. Birisi        Beye. Kendisinin pek âdî ve gaddar hâ­

in adam olduğunu söylemek için! İkinci mektubum, Akşam gazetesi sahibi Kâzım Nâmi Beyedir. Bu zat benim mektep arkadaşımdır. Kayınpederi, Emniyet Sandığı’mn Müdürü imiş. Rica ediyorum, bu mektubu alır almaz Kerim Beyi ça­ğırınız, kendisinden rica ediniz, Kâzım Nâmi Beyle görüş­sün. Bizim oradaki arsaların kâffesini Emniyet Sandığı’na terhin etmeğe çalışsın. Beş altı ay geçinecek kadar para bu­lursanız, o zamana kadar belki Allah da bu işlere bir niha­yet verir. Sitâre can! Rica ederim hiçbir şey kıskanma. Elin­de ne var, ne yoksa hepsini sat. Hiç şüphe etmem. Bazıları­nı sattınız, fakat kalanları da satınız. Ne senin ve ne de ço­cukların muhtaç olduğunuza kat’iyen tahammül edemem. Sonra, Süreyya’nın sigortası hakkında sehiv (hata) olsa ge­rektir. Onu başkasına da gösteriniz. Son mektuplarınızın ikisinde de Humay’ın ve ne de Tâze Hanimin “ablam Tezer Taşkıran” hatlarını gördüm! Bu ne demektir? Hattâ bir mektubu Humay namına başkası yazmıştır. Bu da beni pek muztarip ödiyor. Allah size ve bana sabır ve tahammül ver- sin. Şimdi benim en büyük duam buclur. Bakî cümlenizin gözlerinizden öperim.”

“Azizim Sitâre ve Humay!

Bu mektubumu size sabahleyin kahvaltı yaparken yazıyo­rum. Şimdiye kadar benimle böyle bir hâdise vâki olmamış­tı, zira ben mektuplarımı daima akşamdan yazarım ve arka­daşlar benimle alay ederek: “Yine hanıma arzuhalle meşgul­dür” derler. Fakat dün her nedense mektubu unuttum. Ge­ce rüyama ne geldi biliyor musun? Gördüm ki sen önümde durup beni zemmediyorsun ve “başkaları ailelerine mektup yazmışken, sen bizi unuttun” diyorsun! Rüyayı sabahleyin arkadaşlara hikâye ettim, onlar da gülerek: “Sen nezaret al­tında imişsin! Akşamdan mektup yazmakta pek haklı imiş­sin” dediler. Sıhhat ve âfiyetim mükemmeldir. Burada hava­lar cidden güzeldir. Karabağ’ın Mayıs ayını andırıyor. Ana­dolu’dan gelen haberler ise, bittabi bize yeni hayat ve can veriyor. Telgraflar İstanbul’un şenlikler içinde olduğunu ya­zıyorlardı. Biliyor musunuz ki iki seneden beri ilk kere ola­rak yüzünüzün gülmüş olduğuna, biz bilhassa memnun ol­duk. Burada yine hakkımızda bir takım rivayetler devam et­meğe başladı. Buranın valisi de bize ümitler vermektedir. Fakat azizlerim, ben bütün bunlara hiçbir kıymet ve ehem­miyet vermiyorum, beyhude ümitlere düşmüyorum. Zâlim düşmanın niyeti bizim hakkımızda pek vâzıhtır. Allah Ana­dolu’ya yardım etsin. Bizi kurtaracak yalnız orasıdır. Onun muvaffakiyet ve mazhariyetine dua ediniz. Evvelâ bu zâlim ve bîrahîm (merhametsiz) düşmandan insaf ve mürüvvet beklemek abestir. İki sene birisini vatanından, âilesinden mahrum ederek arzuhallarma, istidalarına sükûtla cevap verecek ve neden itham edildiğini bile izah etmiyen mahlûkattan âsârı insaniyet (insanlık eseri) beklenemez! Fakat inşaallah Anadolu o mahlûkun başını döğe döğe bizi alır!

Ümidim yalnız budur. Siz de Anadolu’nun muvaffakiyetine gece gündüz dualar ediniz. Bütün dost ve aşinalara selâm­lar. Cümlenizin gözlerinden öperim. Bundan evvelki mek­tubumda Süreyya ve Humay’a fotoğraflar gönderdim, aldı­lar mı?”

Malta, Polverista: 28 Şubat 1921

“Azizim Sitâre ve Humay!

Dün 4 Şubat tarihli mektuplarınızı aldım. Maalesef bize de geç mektup vermeğe başladılar. Lâkin Sitâre can, öyle ümit ediyorum ki artık kavuşmak devri yaklaşıyor. Velit Be­yin (Velit Ebüzziya) tebşirinden (müjdesinden) bir netice çıkmadı. Zaten ben evvelden de ona pek çok ümit bağlama­dım. Fakat şimdi Londra’da bizimkilerle düşmanlar arasın­da müzakerat cereyan ediyor. Bir kere müzakeratm ciddî bir zemin üzerine dökülmüş olduğu ve ilk emarelerden (belirtilerden) memleketle beraber bizim de kurtulacağımız ümitleri belirmeğe başladı. Anadolu’nun namuslu ve şerefli mesâisi, semerelerini vermek üzeredir ve ben milletimin sa­yesinde kurtulmağı başkalarının lütuf ve inayetine elbette ki tercih ederim. Bu hususa âit burada aldığımız mevsuk (inanılır) malûmat itminan bahştır (emniyet vericidir). Topçu Başyef’in adresini yazmışsınız, ona yazmaktan vaz­geçtim. Beyhude yere minnettar olmak istemem. Herkesi anladık, öğrendik. Varsınlar zevk ve safalarını sürsünler! Süreyya’nın ilk kazancından şeker yemek bilsen bana ne kadar tatlı geldi. Şekeri aldığım zaman ömrümün en bahti­yar dakikası idi! Evlâdımızın böyle ciddî, metin ve mesâiperver (çalışkan) olmaları, elbette ki seni de memnun ve bahtiyar etmiştir, Allah cümlesini muvaffak etsin. Abdurrahman’m son mektubunu bilmem ki okudun mu? Şimdi o bana büyük bir erkek gibi yazıyor. Cidden yazıları, yetişmiş bir dimağı anlatıyor. Çapkının mektubunu bütün arkadaş­lar okudular ve cümlesi dua ettiler. Bilsen onu burada ne kadar seviyorlar. Herkes onun kayık üzerindeki bizden son kere ayrılırken bağırdığı sözleri tekrar edip hayret ediyorlar, Taze hanım kızımdan, Velit Bey Ebüzziyazadeye bir mek­tup yazıp beni orada düşünmüş olması ve bana buraya ki­tap göndermesi dolayısiyle teşekkür eylemesini rica ederim. Tâze hanım kızım bu işi herkesten iyi yapacağı için ona zahmet veriyorum. Neden bu kere Abdüssamet bana mek­tup yazmamıştır? Yine mi tenbellik? Humay ablası Gültekin’in marifetlerini yaza yaza bitiremiyor! Bilmem ki Humay’ın kızı pek çok sevdiğine mi atfedeyim, veyahut haki­katte dediği gibi midir? Behemehâl çok göreceğim geldi. Bütün dostlara ve bilhassa Emir ve Kerim Beylere selâmlar. Amca kızlarına dualar. Çocukların gözlerinden öperim.”

Annemin mektuplarındaki harikulâde masum metanet havasına karşılık babamın mektuplarında zaman zaman bıkkınlık, elem, ümitsizlik göze çarpmaktadır. Bu arada an­neme karşı kusurlarını itiraf etmesi, onun hastalıklarının tek sebebi olarak kendisini göstermesi babamın esaret ha­yatında ne kadar çeşitli ruh baskıları altında kaldığını anlat­maktadır. Evet, babam anneme karşı kusurlu idi. Çünkü si­nirli, hırçın, kavgacı tabiatı herkesten, her şeyden önce an­nemin üstünde kendisini gösteriyordu. Neşe ile oturduğu­muz yemek masasında küçük bir ihmâlin, babamı ne halle­re getirdiğini, tabakların, bardakların yerlere çarpıldığını, çorba kâselerinin üstümüze, başımıza döküldüğünü görür gibiyim. Hattâ bu kavgalardan hafızalarımızda kalmış gü­lünç sahneler vardır. Havada uçarak tam karşımızdaki kö­şeye oturmuş gibi düşen bir tavuk görüyorum. Pişmiş hay­vanın bu çok canlı duruşu sofradaki hiddeti bir anda sin­dirmişti. Biz çocuklar kahkahalarla gülerek babamdan da­yak yememek için kaçışırken onun da başı öne eğik odadan 232 çıkışını hatırlıyorum. Yalnız annem, hevesle hazırladığı sof­ranın perişanlığı ortasında sessizce ağlıyordu.

Sonra lüzumsuz kıskançlıklar, siyaset hayatının babamın ruhunda sıkıştırdığı dargınlıkların, şikâyetlerin, hiddetlerin evin içinde boşalması, birbirini kovahyan heyecan ve tehli­ke dolu hâdiseler, bütün bunlar annemi hızla eritiyor, çök­türüyordu. Malta esâreti sırasında bize babamın maddî yok­luğunu hissettirmemek için, Yarabbi, ne kadar çırpındı! Arife akşamları yeni elbiselerimizi, ayakkaplarımızı, çorap­larımızı yatağımızın başucuna hiçbir eksiği olmadan koya­bilmek için ancak annem kadar ıstırap çekmesini bilen bir insan olmalıdır. O ıstıraplarından kuvvet alan bir kadındı. Bu felâket yıllarında babamın esârette veya uzak yerlerde olan arkadaşlarının ailelerine de nihayetsiz bir şefkatle yar­dıma çalışıyordu. Hattâ tesellisini biraz da felâketin onlarla ortak olmasında bulmuştu. İşgal altındaki İstanbul’da ço­cuklarının ellerinden tutarak mitinglerden mitinglere gidi­yor, bunları hazırlıyanlara yollar gösteriyor, Anadolu’ya geçmek için birkaç gün gözden kaybolması lâzım gelen dostları evimizde saklıyor, cesaretini daha ileri götürerek Ermeni fedâilerinin şiddetle takip ettikleiri Behbut Han Civanşir’i pervasızca evimizde gizliyordu. Burada da annemin hâdiseleri çok iyi sezen ruh kabiliyetine yeni bir misâl ver­mek isterim. Behbut Han evimizde bir müddet kaldıktan sonra kendisine artık hiçbir şey yapamayacaklarını sanarak meydana çıkmağa karar verdi. Annem buna şiddetle karşı durdu, Hayır, dedi, sokağa çıktıktan yirmi dört saat sonra seni öldürecekler! Annemi dinlemiyen Behbut Han haki­katen iki gün sonra Ermeni fedâisi Torlakyan tarafından Perapalas önünde bir gece yarısı öldürüldü.

Annemin kendine göre bir dindarlığı vardı. Allah'a inanı­yor, ailesinin Peygamber sülâlesinden olduğunu iftiharla söylüyordu. Kuvvet, metanet, ümit veren bütün inançlara, bunlar hangi mezhepte olursa olsunlar bağlıydı. Şiî’liğine rağmen Ömer’den de Ali kadar mucize bekliyordu. Bu ina­nışının romantik, mistik neticeleri vardı. Eyüp Sultan’da o önde, ben elinden tutarak arkasında Niyet Taşından geçtik­lerimizi, Akbıyık’ta Fuat Köprülü’nün evinde gece misafir kalarak tanyeri ağarırken içinde babamı bir an önce gön­dermesi için Hazreti Ali’ye yazılmış mektup bulunan şişele­ri birçok defa denize fırlattığımızı hatırlıyorum. Yine her mukaddes günün fecir vakti göğe bakarak bütün dinlerin peygamberlerine, bütün mezheplerin evliyalarına, çocukla­rının babasını kurtarmaları için yalvaran sesini işitiyorum.

Bütün bu dualar nihayet kabul olundu, bir gece yarısı ka­pının önünde duran arabadan babam indi. O gecenin neşeli şaşkınlığını unutmak mümkün mü! Babam hepimizi birden kucaklamak istiyor, hepimiz de ona ayni zamanda satılabil­mek için çırpmıyorduk. Bize, iki senede mümkün olmıyacak kadar büyüdüğümüzü hayal ederek kocaman ayakkabı­lar, içinde kaybolduğumuz elbiseler getirmişti. Bu, babamın duyduğu çok derin hasretin yarattığı hatâ idi.

On gün sonra babam gizlice Anadolu’ya geçti, böylece de hayatımızın bir başka devresi başlamış oldu. İstanbul’un ye­rine Ankara, birkaçı dışında eski dostların yerine yepyeni âşinâlar! Sakarya Harbinden biraz sonra başlamış olan bu devre millî zaferler, inkılâplar, Türk Milleti’nin maddî ve mânevî kalkınma hamlesine teşebbüs hareketleri arasında tâ Serbest Fırka’mn kurulmasına kadar devam etti. Annem geride kalmış felâket senelerinin acısını bu mes’ut günlerin neşe ve heyecaniyle unutmağa çalışıyordu. Fakat yazık ki şimdi de sıhhati bütün dikkatlere rağmen günden güne sür’atle bozuluyor, geçmiş yılların yorgunlukları, bu ufak tefek vücudu merhametsizce eziyordu. Buna karşılık zekâsı, o harikulâde seziş kabiliyeti hiçbir şey eksilmeden devam ediyor, yine babama en iyi telkinleri yapmağa, en doğru yollan göstermeğe muvaffak oluyordu.

Annem, babamla siyaset arkadaşları arasında bazan bir­leştirici, bazan barıştırıcı, birçok defa da itidal verici rol oy­nuyor, babamın, siyaset hayatının çeşitli tecellileri karşısın­da muvazenesini kaybetmek istidadım gösteren münasebet­lerini düzeltebiliyor, bir taraftan, İttihat ve Terakki’den bir­çok eski dostların korkunç akıbetlerinin babamın ruhunda yarattığı derin kırgınlık ve ye’sin tesirlerini silmeğe çalışır­ken, diğer taraftan İstiklâl Mahkemesi’nin kudretli hâkim­lerine mâsumlara kıymamaları için yalvarmaktan çekinmi­yor, beraet eden eski arkadaşlara ilk rahat nefesi evimizde aldırmak için hazırlıklar yapıyordu.

Serbest Fırka macerası başladı. Annem daha birinci gü­nünden itibaren bu hareketin asla muvaffak olamıyacağma inanmıştı. Babam, “Gazi, bu işi samimiyetle istiyor, o iste­dikten sonra niçin muvaffak olmasın?” dedikçe, annem ba­şını sallıyor, “Paşa ne kadar samimî olursa olsun, ya hâdise­ler başka şekilde inkişaf edecek, yahut da koltuk ve ikballe­rini kaybetmekten korkanlar hiyle, isnat, iftira yollariyle Gazi’yi aleyhimize çevirecekler!” diyordu.

Heyhat, yalnız üç ay gibi kısa bir müddet sonunda Ser­best Fırka dağıtılmış, babam yine aldandığını görmüş, an­nem bu sefer de haklı çıkmıştı.

Serbest Fırka oyununun son perdesi de kapandıktan son­ra babam artık İstanbul’a göç etmeğe karar verdi. Annemin sıhhati de bunu zarurî kılmıştı. Babama İstanbul Darülfünunu’nda profesörlük verdiler. Nişantaşı’nda eski, büyük bir ev aldı, âile oraya yerleşti. Annemin hastalığı ilerlemişti. Tedavi müsbet hiçbir netice vermiyor, her gün biraz daha çöküyordu. Buna rağmen hemen hemen hep içinde kaldığı yatağından babamın bütün hayatiyle meşgul oluyordu. Evin salonu yavaş yavaş İstanbul’da fikir ve sanat adamları­nın sık sık toplandıkları bir yer oldu. Şâirler, ressamlar, mü­zisyenler, yazarlar, tarihçiler fikir âlemimizin tanınmış bir­çok insanları bu salonda sabahlara kadar süren konuşmalar, münakaşalar yapıyorlardı. Babamın bu son çevresi o devir­de fikirlerin hür olarak konuşulduğu bir dergâh halinde idi.

Bir gün babamı birini tanımadığı iki adam ziyaret ettiler. Ötekini eskiden beri biliyordu. Birkaç saat konuştular. On­lar gittikten sonra babam annemin yanma geldi, “Sitâre,” dedi, “birkaç şey, meselâ şu eski halıları satarak bir gazete çıkarmak istiyorum, ne dersin?”

Babamın bahsettiği halılar annemin çehiz olarak getirdiği, çocuk iken üzerinde oynadığı, bütün hayatının hâdiselerine şâhitlik etmiş kıymetli hâtıralardı. Bu hakikî sanat eserleri­nin rengârenk nakışları onun için geçmişteki bahçelerdi. Bu­na rağmen hemen razı oldu. “Pekiyi Ahmet,” diye cevap verdi, “yalnız sen bu gazeteyi kimlerle çıkartacaksın?”

Babam güldü: “Demin beni ziyarete gelenlerle! ”

“Tanıyor musun kimlerdir?”

“Birisini tanıyorum, diğeri de iyi bir adama benziyor.”

Annem babamın elinden tuttu, hafif, titrek bir sesle: “Ah­met,” dedi, “iyice bilmediğin, huyunu suyunu tanımadığın insanlarla işe girişme.”

İşte babamın son gazetesi Akın böyle çıktı.

Aradan birkaç ay geçti. Bir gece o sırada İstanbul’da bulu­nan Atatürk babamı Dolmabahçe’ye sofrasına dâvet etti. Uzun zamandan beri karşılaşmamışlardı. Serbest Fırka ma­cerasından sonra bu Fırkanın başında olanlardan tekrar Halk Partisi’ne, veya devlet hizmetine dönmiyen hemen he­men yalnız babam kalmıştı. Akın gazetesi iktidar çevresinin bir kısmı için muhalefetin sesi addediliyordu. Bu sebeple babam Atatürk’le tekrar karşılaşmasının nasıl bir hava için­de olacağını endişe ile düşünüyordu. Gece yarısından biraz sonra eve döndüğü zaman doğru haftalardan beri yatakta olan annemin yanma gitti. Annem, evlendikleri günden be-

ri kocasının yüzünü bu akşamki kadar me’yus ve ıztıraplı pek az görmüştü. Daha babam başlamadan “iyi geçmedi de­ğil mi?” diye sordu. Babam, “evet,” dedi, “iyi olmadı. Paşa önce çok iltifat etti, yanma oturttu, sofrada ..............  beylerle

..... hanımlar vardı. Bir aralık Akın gazetelerini çıkarın di­ye emir verdi. Gelen gazetelerden makalelerimi birer birer okuttu, her makalede ne demek istediğimi sordu. Bütün bu yazıların İçtimaî tenkitler olduğunu, cemiyetimizin kusur­larını ve iyi taraflarını göstermekten ibaret bulunduğunu anlattım. O zaman Atatürk,     na işaret ederek, “Beye­

fendi, bir zat hem Darülfünun’da hocalık eder, hem de ikti­darı tenkit ederse bunun neticeleri iyi olur mu?” diye sor­du. Muhatabı “elbette doğru değil” cevabım verdi. Bu suali diğer bazılarına da tekrar etti. Hemen hepsi ayni sözleri söylediler. Yalnız          Bey, “şâyet rejim ve iktidar kuvvetli

ise bir kimsenin hem Darülfünun’da hocalık etmesi, hem de muhalif olması hiçbir zarar doğurmaz. Şâyet rejim ve ik­tidar zaif ise bunun tehlikeleri vardır” dedi. Atatürk bana dönerek sordu: “Bak ne diyorlar?”. “Paşam, herkes başka bir türlü düşünebilir. Ben ne yapayım?” cevabını verdim.

Atatürk birdenbire, “anlaşılıyor,” diye bağırdı, “onlara ce­vap vermeğe tenezzül etmiyorsun, pekiyi, işte ben söylüyo­rum, hem Darülfünun’da hocalık, hem muhaliflik olmaz.” Sonra ilâve etti: “Söyle bakalım, sen bu gazeteyi çıkartmak için parayı nereden buldun? ”

O zaman rie kadar korkunç bir entrikanın döndüğünü anladım. “Paşam,” dedim, Akın nüshaları meydana çıkarak makalelerim okunmağa başladığı zaman gazeteyi kapatma­ğa karar vermiştim. “Fakat madem ki böyle bir şüphe var, müfettişlerinizi göndererek parayı nereden, nasıl bulduğu­mu tahkikle ilân etmedikçe gazeteyi kapamıyacağım.” Bu­nun üzerine Gazi, “Demek kafa tutuyorsun” diye bağırdı. “Hem sen unutuyorsun ki bir sığıntısın!”

Annem, babamın elini yakaladı, “Atatürk bunu sana söy­ledi mi?”

“Evet Sitare, söyledi ve bir anda hayatımın en derin kede­ri içimi doldurdu. “Paşam,” dedim, “on sekiz yaşımdan beri Türk Milleti’nin hizmetindeyim. Bana bu hizmet yolunda birçok defalar, birçok adamlar bu sözü söylediler. Hepsine güldüm. Amma şimdi sizin ağzınızdan aynı şeyi işitmek be­ni ruhumun en derin noktasına kadar sarstı. Çünkü öteki­ler küçük adamlardı. Siz ise bu memleketi kurtarmış insan­sınız. Bir yandan bütün dünyanın Türk ırkından, Türk Milleti’nden geldiği tezini ortaya atıyorsunuz, diğer taraftan hududumuzdan iki saat ötedeki halis Türk ve yazık ki esir bir yurttan Türk’ün hürriyetini muhafaza etmeğe muvaffak olmuş kısmına gelen, yine halis bir Türk’e sığıntı diyebiliyorsunuz. Bu ne korkunç tezattır ve niçin Allah bana sizi böyle bir tezat uçurumu içinde göstermek felâketini nasip etti.” Bu sözleri söyler söylemez ayağa kalktım. Tam bu sı­rada beklemediğim bir şey oldu. Atatürk de ayağa kalkarak boynuma sarıldı, “Sen beni yanlış anladın, öyle demek iste­medim” diyerek yüzümü gözümü öpmeğe başladı. Fakat orada duracak halde değildim. Hiç bir şey söylemeden çı­kıp geldim.”

Annem, babamın ellerini dudaklarına götürdü:

“Üzülme, Ahmet, iyi cevap vermişsin. Gazi büyük adam­dır, seni sever, etrafında olan birkaç kişinin tezvirleriyle bu­nu yapmıştır.”

Birkaç hafta sonra Akın gazetesi kapandı. Bir müddet da­ha geçince Darülfünun reformu sırasında babamın kürsü­sünü de elinden aldılar. O zaman Atatürk’e çok yakın bir dostu babama ortaklarından birisinin bütün hususî konuş­maları, gazetenin içinde olup bitenleri her gün jurnal ettiği­ni haber verdi. Annem yine haklı çıkmıştı.

Bu hâdiseden sonra annem önce kendisini uzun seneler­den beri muayene ve tedavi eden merhum Dr. Âkil Muhtar’a “ölümüm yaklaştı doktor, fakat Ahmet’i içinde bulun­duğu bu maddî ve mânevi sıkıntılar arasında yapayalnız bı­rakmak çok fena. O kendisini toparlaymcaya kadar yaşıyabilsem” demeğe başladı. Bu sözleri, sırasıyla babam dışında hepimize tekrar etti. Fakat heyhat, artık hayatını biraz ol­sun uzatmak mümkün değildi. Tek bir tesellisi vardı. Da­ima kocasından önce ölmeyi Allah’tan dilemişti. İşte bu di­leği oluyordu. Ölüm hazırlığını da, kefenini de, tabuta örtü­lecek şah, dökülecek gül sularını, yakılacak öd ağaçlarını babamın ve halamın bildiği bir yere çoktan saklıyarak yap­mıştı.

1933 senesi Ekim ayının on altıncı gecesi sofrada idik. Yalnız Tezer ablam annemin yanında kalmıştı. Birden “An­neme bir şey oluyor” diye haykırdığını işittik. Odasına gir­diğimiz zaman annemin gözleri kapanmıştı. Şimdi tama­men hatırlıyorum, babam birden şaşırdı. Sitâre’nin öleceği­ni çok düşünmüştü. Fakat bu ânı asla tasavvur etmemişti. Her birimizin yüzüne ayrı ayrı baktı, sonra annemin diz­lerine kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı.

SON



[I] Hüseyin Baba bu üçüncü baskı yapılırken çoktan ölmüş bulunuyordu. Eyüp Sabri Bey tanınmış bir İttihatçı ve Birinci Büyük Millet Meclisi üyesi.

[II] Ali Çetinkaya, Kılıç Ali, Necip Ali.

[III] Rauf Orbay.

[IV] Rıza Şahîn Atatürk’ten ya mektup yazarak veya Ankara’ya geldiği zaman Mem­duh Şevket Bey’i Tahran’a tekrar sefir göndermesini rica ettiği söylenir.

[V] Topkapı müzesinin eski müdürü rahmetli Haluk Şehsuvaroğlu.

[VI] Fuat Köprülü, Neşet Ömer, Cevat Abbas merhumlar.

[VII] Annemin ve babanım karşılıklı mektupları o kadar içten gelerek yazılmış mek­tuplardır ki hiçbir kelimesini değiştirmeden aynen koyuyorum.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to