SAMLI AĞAOĞLU 1909’da Karabağ’da doğdu. 1932’de Ankara Hukuk Mektebi’ni bitirdikten
sonra doktorasını Fransa’da tamamladı. 1946’da Ticaret Bakanlığındaki görevinden
istifa ederek girdiği Demokrat Parti’de hızla yükselerek, partinin önde gelen
yöneticilerinden biri oldu. 1950’de Manisa milletvekili olarak Meclis’e giren
Ağaoğlu, bu görevini 27 Mayıs 1960 askeri darbesine kadar sürdürdü. Çeşitli
bakanlıkların yanısıra, başbakan yardımcılığı da yaptı. Yassıada mahkemeleri
tarafından yargılandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Ekim 1964’de özel afla
salıverilen Samet Ağaoğlu anılarını Aşina Yüzler (1965), Arkadaşım
Menderes (1968) ve Marmara’da Bir Ada (1972) adlı kitaplarda
topladı. Üniversite yıllarında yazmaya başladığı öyküleri Varlık ve Yücel
dergilerinde yayımlandı. Yine bu yıllarda Ahmet Muhip Dranas ve Behçet Kemal
Çağlarla birlikte Hep Gençlik adlı bir dergi, çıkardı. Daha sonra öykülerini
Strasburg Hatıraları (1945), Zürriyet (1950), Öğretmen Gafur
(1953), Büyük Aile (1957), Hücredeki Adam (1964) ve Katırın
Ölümü (1965) adlı kitaplarda topladı. Demokrat Parti’nin Doğuş ve
Yükseliş Sebepleri / Bir Soru adlı kitabı hem bir anı, hem de Demokrat
Parti üzerine bir tahlil denemesidir. Samet Ağaoğlu 1982’de İstanbul’da öldü.
Ölümünden sonra bulunan 14 defter ve yüzlerce sayfadan oluşan günlüğü Cemil
Koçak tarafından yayma hazırlandı ve 1992’de İletişim Yayınları tarafından Siyasi
Günlük / Demokrat Parti’nin Kuruluşuadıyla yayımlandı.
1869’da
Karabağ’da doğdu. İlkokuldan sonra, Batılı düşüncelerle tanıştığı Rus
gimnazyumuna devam etti. 1888’de gittiği Paris’te hukuk, tarih ve siyasal
bilimler alanında eğitim gördü. Üniversite yıllarında La Nouvelle Revue,
Revue Bleu gibi dergilerde yazıları yayımlandı. İslâmî geleneklere bağlı
bir aile ortamında yetişen Ahmet Ağaoğlu, öğrenciliği sırasında Fransız Devrimi
sonrası gelişen liberal fikir akımlarıyla ilgilendi, araştırma ve
incelemelerini bu konuda yoğunlaştırdı. Yine bu yıllarda hocası tarihçi ve
filozof Ernest Renan’dan etkilendi; İslâm reformcusu olarak tanınan, Batı’ya
karşı İslâm uygarlığının yeniden canlandırılması gerektiğini savunan
Cemaleddin Afgani’yle tanıştı, fikirlerine ilgi duydu. Paris’te yaşadığı
yıllarda fikirlerinden ve kişiliğinden etkilendiği diğer bir kişi de İttihat
ve Terakki’nin önde gelen liderlerinden Ahmet Rıza Bey’dir.
1894’te
döndüğü Azerbaycan’da İrşad, Terakki ve Füyuzat adlı gazeteleri çıkardı.
Ahmet Rıza Bey’in kurduğu Terakki ve İttihat Cemiyeti’tıin yayın organı Şüra-yı
Ümmet’e yazılar yazdı. Rusya’da Müslümanların birliğini sağlamaya yönelik
faaliyetlerini sürdürürken, Çarlığın baskısına dayanamayarak 1909’da ailesiyle
birlikte İstanbul’a göçtü. O yıllarda çıkan çeşitli gazete ve dergilere
yazdığı yazılarda, Türkçülükle İslâm’ın çelişmediği fikrini savundu. Bir süre
Darülfünun’da Rusça ve Türk tarihi dersleri veren Ahmet Ağaoğlu, 1914’te
Afyonkarahisar mebusluğuna seçildi. 1915’te İttihat ve Terakki genel merkezine
seçildi. Ekim Devrımi’nden sonra Kafkas orduları siyasi müşaviri olarak gittiği
Rusya’dan dönüşünde İngilizler tarafından tutuklandı ve Malta’ya sürgüne
gönderildi.
Sürgünden
1921’de dönen Ağaoğlu, Anadolu’ya geçerek Ankara Hükümeti’nde matbuat umum
müdürlüğü yaptı. İkinci ve üçüncü dönemde Kars milletvekili olarak TBMM’ye
girdi. 1930’da Cumhuriyetçi Serbest Fırka’nın kuruluşuna katıldı ve parti
politikasının oluşturulmasına önemli katkılarda bulundu. Partinin kendini
feshetmesinden sonra, İstanbul’a dönerek Darülfünun’da hukuk tarihi dersleri
verdi. Bu yıllarda yazdığı CHP’ye muhalif yazılan nedeniyle çıkardığı Akın
gazetesini hükümetten gelen baskılar sonunda kapatmak zorunda kaldı. Bu olayın
hemen ertesinde, 1933 Üniversite Reformu’yla üniversitedeki görevi de sona
erdi ve emekliye ayrıldı. Düşünce ve yazılarında Batı liberalizmini ve
özgürlükleri esas alırken, İslâm reformizmini, laisizmi ve demokratik
milliyetçiliği de savunan Ahmet Ağaoğlu’nun eserleri şunlardır: İslâm ve
Ahund (1900), İslâmlıkta Kadın (1905, 1959), Üç Medeniyet
(1927, 1972), Devlet ve Fert (1933), Serbest İnsanlar Ülkesinde (1930).
BİRİNCİ
BASKININ ÖNSÖZÜ
Bu eser bir tarih değildir. Ben bir tarih kitabı yazmadım. Ancak, her biri Türk tarihine muhtelif bakımlardan girmiş, yakından tanıdığım bazı insanların resimlerini çizdim. Hem de yalnız kafamın içinde bıraktıkları izlerden ibaret olarak! Onlar babamın arkadaşları idiler. Yüzlerini onunla beraber hatırlıyorum. Bu insanların hâfızamda hâtıralarla teşekkül etmiş kişiliklerini anlatırken hâdiseler birbirine karışmış; sözler ve iddialar unutulmuş veya eksik, hattâ fazla olabilir. Bunlara önem vermiyorum. İyi biliyorum ki şimdi gözlerimin önünden birer birer geçen babamın bu arkadaşları hakkında verilmiş hükümler çok değişik ve bazan o nisbette de haksızdır. Halbuki, sırf cemiyette mevki sahibi oldukları için, fena veya iyi diye tanındılar. İşte ben babamın arkadaşlarını, bende bıraktıkları intibalarla bu görüşlerin ötesine çıkararak düşünüyor ve diyorum ki tarihin haklarındaki hükmü ne olursa olsun, onlar benim için iyi insanlardı.
İKİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ
Babamın
Arkadaşları’nm bazı ilâvelerle ikinci basılışı yapılırken
okuyucularıma ve tenkitçilerime karşı vazifelerim olduğunu düşündüm.
Önce
kitabım hakkında fikirlerini söyleyip, görüşlerini yazanların hemen hepsinin
birlik halinde eserimin edebî değerini söylemek suretiyle gösterdikleri
lütufkâr takdire minnet dolu teşekkürlerimi bildirmeliyim.
San’at
heyecanım kaybetmemek için çırpınmış bir yazar olarak okuyucularımın
iltifatlariyle bahtiyar olduğumu anlatmağa lüzum var mı? Bunu böylece tesbit
ettikten sonra bir kısım muhterem tenkitçilerimin kitabımla siyasî şahsiyet ve
çalışmalarımı çeşitli bakımlardan birbirine karıştırmış olmaları üzerinde
durmak istiyorum:
Bazılarına
göre bu kitabı yazıp çıkarmakta siyasî ve başka maksatlar vardır. Yine
bazılarına göre edebî hüviyetimin arkasına çekilerek siyasî kişiliğimin
kusurlarını, günahlarını örtmeğe çalışmışım!
Halbuki,
birinci baskının önsözünde bu kitabın, yüzlerini babam ile beraber tanıdığım
şimdi çoktan ölmüş bir kısim siyaset, ilim, san’at adamının ruh ve şahsiyet
tahlilini yapmaktan başka gayesi olmadığını yazmış, cemiyet içinde yüklendiği
vazifelerin verdiği sıfatlar altındaki insanı ve onun ruhunu çizmeğe
çalışmıştım. Hattâ bu noktada erişmiş olduğum kanaati da “iyi biliyorum ki
şimdi gözlerimin önünden birer birer geçen babamın bu arkadaşları hakkında
verilmiş hükümler çok değişik ve bazan o nisbette de haksızdır. Halbuki sırf
cemiyette mevki sahibi oldukları için fena veya iyi diye tanındılar. İşte ben
de “Babamın Arkadaşlarım bende bıraktıkları izlerle bu görüşlerin ötesine
çıkararak düşünüyor ve diyorum ki tarihin haklarındaki hükmü ne olursa olsun
bunlar benim için iyi insanlardır!” sözleriyle açıklamıştım.
Hangi
maksatla, ne için yazdığımı bu kadar samimiyetle anlatmış bulunmama rağmen
kitabımda yazdıklarımın arkasında gizli fikirler, emeller aramanın bana karşı
haksızlık ve kitapta yer almış babamın merhum arkadaşlarına karşı da
insafsızlık olacağını zannediyorum.
Şüphesiz,
insanı anlatırken içinde yaşadığı cemiyetten bahsetmemek mümkün değil. Eserin
mevzuu olarak insanı ele almış yazar elbette cemiyet şartlarının ne olduğunu da
teşbit edecek, okuyan da cemiyet hakkında iyi veya fena fikirler edinecektir.
Fakat hiçbir okuyucu bunların mesuliyetini yazara yükliyemez, çünkü cemiyet
şartlarının iyi olmasının şerefi anlatana ait olmadığı gibi fenalığının sebebi
de o değildir.
Üçüncü Baskının Önsözü
Bu
kitabın ikinci baskısından bu yana hemen hemen on yıl geçti. Memleket için de,
benim için de bugün düşündüğüm zaman efsane hikâyeler heyecaniyle hatırladığım,
çoğu korkunç, hüzünlü, elemli hâdiselerle dolup taşan yıllar! Şimdi hafızamda
babamın arkadaşları yanında benim arkadaşlarımın maceralarla şekillenmiş,
çizgilenmiş, renklenmiş hayalleri de var. Bunların bazılarını Aşina
Yüzlerde yazmıştım. Kalanları da yine hafızamda yerleştikleri görünüşleriyle
ileride anlatacağım. Böylece memleket politika hayatını aşağı yukarı yarım
yüzyıl örmüş insanların birçoğu bir büyük tablonun çerçevesi içinde ve her
biri kendi yerinde ve köşesinde, ama aynı kaderin, arkadaşlık kaderinin birer
halkaları halinde belirecekler! Bir kısmı beden olarak ölmüş, ruh olarak
yaşıyan, bir kısmı hem beden, hem ruhça ölmüş, bir kısmı da bedence yaşarken
ruhça silinip gitmiş halkalar!
Babamın
Arkadaşları’™ üçüncü kere ve ilâvelerle basıyorum.
Bu yenileri ikinci baskıyı yaparken henüz hayatta oldukları için kitaba
koymamıştım. Şimdi aramızda değiller.
Onlarla
beraber, babamın arkadaşlarından hafızamda iz bırakmışların hiçbiri artık
yaşamıyor.
Babamın
arkadaşları yaşadıkları müddetçe garip bir hissim vardı. Onları gördüğüm zaman
biraz da babamı görmüş gibi oluyordum. Artık hiçbiri yok. Demek babam da beden
olarak yüzde yüz öldü benim için. Böylece “babamın arkadaşları” defteri de
kapanmış oldu
BABAMIN
hafızamda çocukluk yıllarının sisli günlerinden beri hatırlıyarak bu kitapta
anlattığım arkadaşları kimlerdi?
1
Ziya Gökalp:
Profesör, İttihat ve Terakki Fırkası Umumi Merkez üyesi, Türk
milliyetçiliğinin büyük ve mistik ' mürşidi.
2
Ömer Naci: İttihat
ve Terakki Fırkası’nın tanınmış idealist hatibi.
3
Tunah Hilmi:
Türkiye’de köylü dâvasının idealist yüzlerinden. Şair. Birinci Türkiye Büyük
Millet Meclisi Üyesi.
4
Doktor
Abdullah Cevdet: Osmanlı meşrutiyetinin son yıllarında yetişmiş ve Batı’ya
yönelme hareketinin öncülerinden. İçtihat Mecmûası sahibi.
5
Nuri Paşa:
Enver Paşa’nın kardeşi. Birinci Dünya Savaşı’nın son yılında Kafkasya’ya giren
ordunun kumandanı.
6
Profesör Dr.
Akil Muhtar Özden: Aynı zamanda büyük mütefekkir.
7
Avukat Haydar
Rıfat: Cesareti kadar avukatlığıyla da şöhret kazanmıştı.
8
Topçu İhsan:
Atatürk’ün Millî Mücadele arkadaşlarından. İstiklâl Mahkemesi başkanlar mdan.
Cumhuriyetin ilk ve son Bahriye Vekili.
9
Celâl Sahir:
Tanınmış şair.
10
Dr. Nazım:
Tanınmış ittihatçı. İttihat ve Terakki Fırkası Umumî Merkez Üyesi. Meşrutiyet
devrinin son Maarif Hâzırlarından.
11
Profesör Yusuf
Akçura: Türk milliyetçiliğinin önderlerinden. Uzun yıllar Büyük Millet Meclisi
üyesi.
12
Abdül Reşit
Efendi: İttihat Terakki Hükümetinin propaganda için Doğü memleketlerine
gönderdiği kimselerden biri.
13
Seyit Tahir
Efendi: İttihat Terakki Hükümetinin propaganda için Doğu memleketlerine
gönderdiği kimselerden blri-
14
Profesör Halim
Sabit Nişbay: İttihat Terakki Hükümetinin dinde reform için vazifelendirdiği
kimselerden biri.
15
Profesör Dr.
Hüseyinzâde Ali Turan: İttihat Terakki Fırkası Merkez Umumî üyelerinden ve bu
partinin kurucularından biri.
16
Kara Kemal
Bey: İttihatçı ve bu fırkanın merkez umumi üyesi. Birinci Dünya Savaşı
sırasında İaşe Nâzın.
17
Kel lâkabiyle
tanınan Ali Çetinkaya: Yunan istilâsına karşı ilk kurşunu atan kumandan.
İstiklâl Mahkemesi Başkanı. Eski Bayındırlık Bakanlarından.
18
Mehmet Emin
Yurdakul: Millî Şair.
19
Recep Peker:
Eski Başbakanlardan.
20
Hüseyin Cahit
Yalçın: Tanınmış gazeteci. Büyük Millet Meclisi üyesi.
21
Dr. Profesör
General Esat Işık: İdealist ittihatçı.
22
Dr. Reşit
Galip: İstiklâl Mahkemesi üyelerinden. Eski Millî Eğitim Bakanlarından.
23
Karslı İbrahim
Cihangir Aydın.
24
Profesör Fuat
Köprülü: Tanınmış ilim adamı. Demokrat Parti kurucularından, eski Dış işleri
Bakanlarından.
25
Hamdullah
Suphi Tanrıöver: Tanınmış milliyetçi hatip. Türk Ocakları Başkanı. Eski Millî
Eğitim Bakanlarından.
26
Halide Edip
Adıvar: Tanınmış romancı, Büyük Millet Meclisi üyelerinden.
Tefik
Hadi Baysal: Eski Emniyet Umum Müdürü ve Valilerden. Babamın ArkadaşlarI
ÇEŞİTLİ arkadaşlıklar vardır;
yol, mektep, hayat arkadaşlığı; eğlence, sefahet, kumar arkadaşlığı; kara gün,
iyi gün arkadaşlığı; siyaset, fikir, ideal arkadaşlığı!
Bir
insan ömrü boyunca bu arkadaşlardan bir veya birkaçım edinebilir. Hattâ bu bir
nasiptir, onlar birbirlerini muhakkak bulurlar, beraber olmaları âdeta ecelden
kararlaşmışım Yine her insana bu arkadaşlardan kederler, felâketler,
hiyanetler, nankörlükler, iyilikler, âlicenaplıklar mukadderdir. Gözlerimizi
ebediyen kapamadan bir saat evvel bütün hayatımızı hatırlamak mümkün olsaydı bu
hayatın arkadaşlıklardan, onların iyi ve fena hâtıralarından ibaret olduğunu
anlayacaktık. Ben de şimdi babamın arkadaşlarını onun hayatının tecellileri
olarak görüyorum. Büyük kısmı ölmüş, geri kalanları da kimbilir hangi köşelerde
ölümü bekleyip duruyorlar. Bunlardan bazılarına zaman zaman rastlıyorum:
Sokaklarda
duvar diplerinden kendilerini göstermemeğe çalışarak geçiyorlar. Hani bunlar
mıydı caddelere, meydanlara sığmıyanlar; hani bunlar mıydı; sesleri,
kahkahaları, hiddetleri, gazapları ufukları saran kahramanlar; bunlar mıydı en
şık, en güzel, en akıllı, en zekî, en basiretli olduklarını yürüyüşlerinden
bakışlarına, kolalı gömleklerinden çoraplarının çizgilerine kadar durmadan âleme
ilân edenler! Şimdi gelinlerinin, damatlarının, torunlarının, mahalle
çocuklarının elinde birer oyuncaktan başka birşey değiller! Bir fırsat bularak
kendilerini takdim etmek veya ettirmek imkânını elde ederlerse eski sadrâzam,
eski nazır, eski vekil, eski sefir, eski müsteşar olduklarını hatırlatmaya
çabalıyorlar, nihayetsiz hâtıralara bağlı bu eski unvanların, karşılarındakine
yaptığı tesiri fersiz, yorgun gözlerle anlamağa çalışıyorlar.
Ah
hayat! Sefil, gülünç, hazin manzaralarla dolu garip macera! Dünya’ya dışardan
bakan şuurlu bir varlığın göreceği nedir? Bir kanncalaşma hareketi, birbirinin
yanında kâh gülen, kâh ağlıyan insanlar! Doğumlarla ölümler ayni anda oluyor!
Sebepsiz kavgalar, sebepsiz saadetler, sebepsiz elemler!
Nefret
ettiğimiz için öldüğüne sevindiğimiz insanın arkasından, onu sevseydik
ağlıyacaktık. Ondan niçin nefret ediyoruz, onu niçin seviyoruz, sormak mümkün
değil! Bize yaptığı fenalık kendisini mes’ut etmişse ona düşman kesilmeğe
hakkımız olabilir mi?
Babamın
arkadaşları kimlerdi? İlk gençlik çağlarından tanıdığı, siyasî hayat içinde
karşılaştığı, ihtiyarlık senelerini beraber geçirdiği birçok insanlar! Bunların
hepsini çocukluk senelerinden beri tanıyorum. Üzerimdeki tesirleri, izleri tâ
o zamanlardan başlıyor. Şimdi onları düşünürken, görüyorum ki resmî
hüviyetlerinden, sıfatlarından ayrıldıktan sonra insan hiçbir zaman fena değil.
Onu aile, cemiyet, millet içinde fena diye gösteren sebepler toplum içindeki
mevkilerinden doğmakta. Kocalıktan, aile reisliğinden başlıyarak tâ devlet
reisliğine kadar cemiyetin verdiği bütün resmî I
isimler
insanın kaderinde kendisi hakkında iyi veya fena hükümlerin sıralanmasına sebep
oluyor.
Babamın
arkadaşlarından meşhur bir fikir adamı ve filozof der ki: “nazır ( bakan)
sandalyası firavun sandalyasıdır. Oraya melek veya Musa oturduğu zaman firavun
olur!”
Bunu
söyliyen insan şimdi gözlerimin önüne geliyor:
Tıknaz,
şişman vücudunu biraz zorlukla iki yana sahana sahana taşıyordu. O, siyasî ve
asker diktatörlerin Devlet gemisini karşılıklı ihtirasların kurduğu muvazene
sayesinde yürütebildikleri bir devirde kendi sahasının tek diktatörü idi.
İstanbul Darülfünunu’ndaki (Üniversitesindeki) kürsüsünde nasıl konuşuyorsa
mensup olduğu fırkanın umumî merkez içtimalarında da öyle konuşuyordu. Ayni
sâkin, muntazam, sarf ve nahvi yerinde lisan; ayni kendisine itiraz edilmesini
kabul etmiyenî, kendi fikirlerinden başka fikirlerin yanlış olduklarına
önceden hükmetmiş insan duruşu! Onu yalnız emir vermek, yol göstermek için
ağzını açan bir Sfenks’e, veya bir Buda’ya benzetmek pekâlâ mümkündü. Sükût
içinde tahakkümü temsil eden bir heykel de sayılabilirdi! Türk cemiyetini
Batılı olmıya teşvik eden bu mürşit, işini Şarklı bir şeyh metod, zihniyet ve
ruhu ile yapıyordu. Onun ruh ve zihniyeti ile inanışları arasındaki tezat
fikirlerinin sapmasına sebebiyet veriyor, aslı kendisine ait olmıyan bir sözü,
“Garp medeniyetinden, Türk Milletinden, İslâm Ümmeti’nden olmak” vecizesini
telkin ederken, Batı medeniyetinin temeli olan insan hak ve hürriyyetlerini devletin
mutlak otoritesi altına almakta tereddüt etmiyerek “hak yok, vazife var” diye
bağırıyordu! .
Bir
cemiyet üzerinde onun kadar tesirli insanlar azdır. Fakat cemiyet içinde,
cemiyet için bu kadar mühim olan bu adamın kendi ailesi içinde bir gölgeden farkı
yoktu. “Evin, içi” büyük Türk mütefekkiri için bir meseleydiSakat bir kadın;
ondan olmuş babalarına benziyen kızlar! Mürşit üç çocuk ve bir kadının arasında
birinin kaprisinden diğerininkine koşmaktan halsiz kaldığı zaman dinlenmek için
bir yer döşeğinden başka bir şey bulamıyordu. Bu döşek ayni zamanda yazılarını
yazdığı, kitaplarını okuduğu yerdi.
Evin
içinde bu gölge meleğin zaman zaman izahı çok güç hiddet buhranları da
oluyordu. Bunlardan birisini hatırladıkça hâlâ hayretle gülmekten kendimi
alamam: Ankara’da ayni yerde, Keçiören bağlarında oturuyorduk. Evlerimiz
arasındaki mesafe üç yüz metre kadardı. Bir sabah bağın içinde feryatlar,
yükseldi. Gördüğümüz manzara şu idi:
Önde
mütefekkirin uşağı, iri yarı esmer bir Urfah “yetişin, bey beni öldürüyor!”
diye haykırarak koşuyor, arkasında mürşit, sırtında entari, ayakları çıplak,
elindeki bastonu sallaya sallaya kovalıyor!
Mürşidin
karısı ondan birkaç sene sonra öldü. Ölümünden biraz önce beni ve kardeşlerimi
yanma çağırdı. Hepimize ayrı ayn bakarak garip bir tarzda güldü. Bir aralık
daldı. Sonra birdenbire gözlerini açtı, kocasının ismini söyliyerek bağırdı:
“Geldi,
geldi. Beni çağırıyor. Hayır ben senin yanma gitmek istemiyorum!”
Malta’da
beraber geçirdikleri uzun esaret hayatında mürşidin ruh sükûnetini anlatan
sahifeler babamın bu senelere ait hâtıralarının güzel parçalarından birini
teşkil etmektedir:
Mütefekkir,
hapishanenin bir köşesini tekke haline getirmişti. Her gün etrafında halka
olan, memlekette yüksek mevkiler işgal etmiş esirler ondan sabır, sükûnet,
feragat dersi alıyorlardı. Mürşit derslerini verirken en ufak bir ses çıkmıyor,
herkes kendinden geçmiş dinliyordu. Sözleri bazen cezbe halinde dudaklarından
dökülüyor, o zaman bu sözlerde mantık, düzgünlük, fikir perişan bir hal alıyor,
fakat buna rağmen her dersin sonunda onu dinleyenler bu ağır esaret hayatına
birkaç gün daha dayanabilmek için ruhlarında, kalplerinde imkân ve kuvvet
buluyorlardı.
Devrin,
sahip olduğu kudrete rağmen en sade yaşıyan insanlarından biriydi. Evi,
mahallenin içinde orta halli manzarasını hiçbir zaman kaybetmedi. Fakat mürşit
İçtimaî ahlâk sahasında, derslerinin dışına kafiyen çıkmıyor, fırkasının bir
kısım ikinci, üçüncü derecede adamlarının gösterdiği şahsî menfaat ihtirasları
karşısında sessiz sedasız kalıyordu. Onun bu sükûtu devrinin asker, sivil
diğer diktatörleri için de devam ediyordu. “Gözlerimi kaparım. Vazifemi yaparım”
vecizesini mutlak bir disiplin ve itaat emri halinde evvelâ kendisi tatbik
ediyor, gözlerini kapıyor, kendisine düşen vazifeyi en ufak bir ihmal
göstermeden yerine getiriyordu!
Bu
satırlarım hiçbir zaman filozof mürşidi Birinci Dünya Harbi içindeki tutumundan
dolayı tenkit değildir. Sadece hayatının bir devrindeki görünüşünü yazıyorum. O
senelerden uzaklaştıkça hâdiseler, hareketler, sözler sahiplerinin
maksatlarını tam ifade eden mânalarını alıyorlar. Zaten insanın şahsî ve
İçtimaî hayatında sebep, vesile veya şahit bulunduğu bütün oluşlar ayni
değişmez kanuna tabidirler. Bunların hakikî değerleri, meydana getirdikleri med
ve cezirler, dalgalanmalar, dedikodular dindikten, silindikten, sükûnete
kavuştuktan, bir kelime ile zamanın temizleyici eli tesirini gösterdikten sonra
belli olur.
Şimdi
soruyorum; şayet mürşit kendisine düşen vazifeyi gözlerini kapıyarak
yapmasaydı, etrafının doğru yanlış çeşitli rivayetleri, yolsuzlukları,
fenalıkları ile meşgul olarak onları düzeltmeğe çalışsaydı muvaffak olabilecek
miydi? Hayır! Bu takdirde büyük menfaat çekişmelerinin ortasına atılmış olacak,
mücadelede belki de en yakın arkadaşlarından bile hiyanet görecekti. O zaman
da asıl vazifesini yap.amıyacaktı. O, Türk Milleti’ni Batı medeniyetine
götürmek için yollar arıyordu. Bu yollar bulunduktan sonra, gördüğü fenalıklar
kendiliğinden yok olacaklardı.
Tarihî
bir hakikati itiraf etmek lâzım gelir:
Belki
de Mürşidin öyle düşünmesi, böyle hareket etmesi sayesindedir, ki İttihat ve
Terakki devri ilim, sanat, düşünce bakımlarından mümtaz vasfına hak
kazanmıştır. Ondan sonra gelen devirlerin hiçbiri ilme, sanata, düşünceye lâyık
oldukları yeri vermemişlerdir. Fikir ve kanaadarıyla İttihat ve Terakki’nin
düşmanı sayılan, şairler, filozoflar, yazarlar, mürşidin ve başında bulunduğu Yeni
Mecmua’nm etrafında toplanabilmişler, yanında samimî, emin bir sığınma yeri
bulabilmişlerdir. Genç istidatlar onun açtığı kapıdan şöhret dünyasına
geçtiler. Şiirde aruzdan heceye atlayış, sahnede ortaoyunundan hakikî tiyatroya
geçiş, tarihte Osmanlı’dan önce Türk Milleti’nin varlığını kabul, dinde
Kur’an’m tercümesi, bâtıl itikatlar ile mücadele, ıslahat hareketleri hep onun
rehberliği ile oldu. Devrinin en kibirli, en azametli siyasî şahsiyetleri
mürşidi gördükleri zaman küçük bir çocuk gibi ellerini öpüyorlar, öptüklerini
de herkese göstermeğe çalışıyorlardı.
Yine
belki de mürşidin öyle düşünmesi, böyle hareket etmesi sayesinde İttihat ve
Terakki zamanında yapılmış İçtimaî hamlelerin şerefini siyaset adamları
kendilerine maletınek cesaretini gösteremediler ve bunlar bir devrin, bir partinin
eseri olarak kaldılar!
Malta’dan
serbest bırakıldıktan sonra doğru Ankara’ya geldi. Ankara, İttihatçıları
esaretten millî haysiyet düşüncesi olarak kurtarmıştı. Fakat onlara karşı
çekingendi. Anadolu’ya geçen diğerleri gibi mürşide de fazla güleryüz
göstermiyerek, doğduğu yere, Diyarbakır’a gidip oturmasını tavsiye etti. Milliyetçilik,
Batı dünyası, geri ve ileri cemiyet mes’etelerinin kafasında birer müphem,
fakat çok çekici kavramlar halinde ilk defa belirdiği bir ortaçağ şehrine,
şimdi ismi bütün Türk dünyasınca tanınmış bir âlim olarak dönüyordu. Bu dönüş
onun hayatında yeni bir merhalenin başlangıcıdır. Diyarbakır ve etrafı şeyhler,
hocalar, derebeyler diyarı idi. O da bu şeyhler, hattâ derebeyler arasına ha-,
kikî bir şeyh gibi üstüne oturacağı postu atabilirdi. Onun postu ceylân derisi
değil, bir mecmua olacaktı. Şehirde bulunan tek taş basma matbaada basılacak
el içi kadar, ismi boyuna uygun bir mecmua, Küçük Mecmua! O bu mecmuada
yıkılmış Osmanlı İmparatorlugu’nun yerine geçmesi mukadder yeni Türk
Devleti’nin fikir rehberliğine cesaretle başlıyacaktı. Bunda muvaffak olmak
için de yine ayni samimiyetle, vaktiyle İttihat ve Terakki Fırkası’nın
şeflerine karşı aldığı tavrı tekrar göstermekten çekinmedi. Millî Mücadele’nin
başlarını birer kahraman olarak kabul ve ilân ettikten sonra asıl vazifesine
koyuldu.
Burada
bir noktaya işaret etmek yerinde olur;
Mürşit,
Türk Milleti’nin her zaman kahramanlara hayran olduğunu, onların etrafında ve
arkasında cihanın fethine koştuğunu, bütün Türk Tarihi’nin hemen hemen böyle
geçtiğini düşünüyordu. Meşrutiyet inkılâbından sonra İmparatorluğu anca bir
kahraman kurtarabilirdi. O halde Enver bir kahraman olmalıydı. Onu tereddütsüz
kahraman olarak terennüm etti. İmparatorluk yıkıldı. Şimdi Türk Milleti yeni
bir kahramana muhtaçtır. Bu da Mustafa Kemal olacaktı. Enver için yazdığı şiirleri
Mustafa Kemal için de hemen hemen aynen tekrarlâdı. Kendisi de daha önce
olduğu gibi bu sefer de devlet, cemiyet, fert, vatandaş olarak Türk Milleti’ni
Batı medeniyeti seviyesine getirmek için tutulması lâzım gelen yolları
gösterecekti. Diyarbakır’da çıkarmağa başladığı taş basması küçük mecmuanın
vazifesi işte buydu. Mecmuayı tetkik ediniz, latin harflerinden soy adlarına kadar,
Devlet anlayışından Türk dilinin sadeleştirilmesine kadar, sonraları
Atatürk’ün birer birer gerçekleştirdiği İçtimaî inkılâpların nazarî izahlarını
makaleler halinde orada bulacaksınız. Mürşit, bu işi yaparken “İslâm
Ümmetinden, Türk
Milletinden,
Garp Medeniyetinden olmak” düsturunun “İslâm Ümmetinden olmak” kısmını biraz
ihmal etmiş, fikirleri Türk’ün İslâmlıktan önceki tarihine çevirmek suretiyle
Hilâfetin artık Türk Milleti için ehemmiyetini, mânasını gittikçe kaybeden bir
müessese haline geldiği düşüncesini müphem bir şekilde ortaya atmıştı.
O
bütün telkinlerinde eski Türk tarihini, tezlerinin millî dayanaklarını bulmak
için icabederse kısmen tefsir etmekten çekinmedi. Fakat bu asla İlmî bir kusur
sayılamaz. Türk Milliyetçiliğini uyandırmak, Türk’ü bütün şartlarıyla hakikî
bir millet halinde taazzuv ettirmek için, 18. asırda Napolyon istilâlarına
karşı Alman millî şuurunun uyanması hedefiyle, Cermen tarihini tahriften
korkmayan Alman mütefekkirleri gibi hareket edebilirdi. Küçük Mecmua’mn
yazıları Ankara ve İstanbul gazete ve mecmualarının bazılarında aynen
yayınlanıyor, makalelerin tesiri bu suretle memleketin aydın muhitlerine
yayılıyordu.
Millî
Mücadele kazanıldı. Artık İttihatçılardan çekinmek için sebep kalmamıştı.
Birçokları gibi mürşidi de Ankara’da vazifeye, Maarif Vekâleti’nde kurulan ve
üyeleri arasında Ağaoğlu Ahmet, Samih Rifat gibi eski arkadaşları bulunan Talim
ve Terbiye Heyeti Reisliğine davet ettiler. Kendisine Hâkimiyeti Milliye
gazetesinin sütunları da açıldı. Bu sütunlarda Küçük Mecmua’da ele
aldığı bahislere, biraz daha genişleterek devam etti. Şimdi “Türk Devleti’nin
esasları ne olmalıdır?” meselesi üzerinde fikirlerini yazıyordu. Fakat garip
tezat! Bu mevzuda ortaya attığı fikirlerin tam aksi yine aynı gazetenin
sütunlarında Ahmet Ağaoğlu tarafından müdafaa ediliyordu. Mürşide göre yeni
Devlet her şeyin esası olmalıydı. Hukukun kaynağı dahi ancak devlettir. “Hak
yok, vazife var” vecizesini ittihatçılar zamanında da ortaya sürmüştü. Ama bu
sefer bunu büyük bir şiddetle benimsemiş gözüküyordu. Mürşide göre millî
iktisadı da askerlik gibi “Tıp mektebi”, “Mülkiye mektebi” gibi Devlet
yaratacaktır. Sistemin daha sonra Anayasa’da resmen kabul edilecek ismini de,
“Devletçilik” diye koymuş bulunuyordu. Ağaoğlu Ahmet ise yeni devletin tamamen
liberal prensiplere dayanması lâzım geldiğini yazıyor, “Türk Milleti’nin Batı
medeniyetine erişmesinin tek çaresi, bu medeniyeti meydana getirmiş olan
serbest teşebbüs prensibinin samimiyetle kabulünden ibarettir” diyordu. Ona
göre de ferdin hakları devletten önce vardır. Devletin vazifesi bu hakları
muhafaza ve müdafaa etmektir.
Bu
iki tez, bu iki dost, Halk Partisi’nin programını ve yeni devletin anayasasını
hazırlamak için Gazi’nin reisliğinde toplanan ilim heyetinde de çarpıştılar.
Orada da mürşidin tezi kazandı. Tatbikat da onun tuttuğu prensibe göre, fakat
gittikçe dejenere olarak tecelli etti.
İkinci
Büyük Millet Meclisi’ne Diyarbakır’dan milletvekili seçilerek girdi. Fakat bu
yeni siyasî hayatına hevessiz başlıyordu. Kendisinde garip, yaşı ile uygun
olmıyan maddî, mânevî yorgunluklar hissediyor, bazan günlerce süren şiddetli
baş ağrılarından göz açamıyordu. Her zaman hareketsizdi. Fakat bu sefer halsiz
gözüküyordu. Her zaman konuşmağa başlayıncaya kadar durmadan terlerdi.
Kendisini bu halde görenler onun şu meşhur adam olduğuna asla inanamazlardı.
Vakta ki söze başlardı, karşısındakiler dudaklarından tath bir sesin içinde
bir vâiz üslûbu ile dökülen fikirlerin câzibesine kapılıp saatler ve saatler
dinlemekten usanmazlardı. Ama bu sefer ses boğuk çıkıyor, fikirlerini zaman
zaman perişanlığa kadar giden bir dağınıklıkla ancak anlatabiliyordu. Atatürk,
mürşidin şerefine verdiği bir çay ziyafetinden çıkarlarken “bütün o eserleri, o
makaleleri yazan hakikaten bu adam mı?” diye sormuştu.
Ne
oluyordu? Mürşidin ruhunda, kafasında büyük bir değişiklik mi husule gelmişti?
Daha henüz çok gençti. Koskoca bir memleketin fikir âleminde bir yarı
peygamber tesiri yapmış bu adam elli yaşma varmamıştı bile.
Etrafında
olanlar, dostları, talebeleri ondaki değişikliğin sebeplerini araştırırken
mürşit gizli hakikati bütün çıplaklığı ile görüyordu. Bazan gözlerini kapayarak
ilk gençlik senelerinin bir gecesini hatırlıyordu. Diyarbakır’daki evlerinde
yatak odasında karyolasına bağdaş kurarak oturmuştu. Önünde, yanında ve
arkasında kitaplar, kâğıtlar, kalemler vardı. Petrol lâmbasının hafif ışığı ile
aydınlanmış yüzü sararmıştı. Derin bir keder bütün benliğini kavramış, onu
ıztirapların en korkuncu, etrafında mânevî hiçbir değerin kalmadığını görmekten
doğan ıztırap, pençeleri altına almıştı. Mensup olduğu büyük milleti haksız
yere mâruz kaldığı ihmallerden, yaşadığı geri hayattan, içinde bulunduğu
cehaletten kurtarmak için, ilk ve en büyük şartın istibdadın yıkılması olduğuna
inanmıştı. Fakat bunu başarabilecek kuvveti ne kendinde, ne etrafında
buluyordu. Elini yavaş yavaş yastığın altına soktu. Oradan çıkardığı tabancayı
şakağına dayayarak tetiği çekti.
O
zaman beynine girerek orada kalmış kurşun işte onu otuz sene sonra öldürüyordu.
Sanki o intihar dakikasından şimdiki fecî baş ağrılarına kadar geçen müddet ve
bütün hayatı tetiği çektiği anda görmeğe başladığı bir rüyadan ibaretti.
Mürşit,
sezdiği hakikati bir kere olsun söylemedi. Doktorlar hastalığın mahiyetini
anladıkları zaman da iş işten geçmişti. Bir sabah İstanbul’da Fransız
hastahanesinin küçük bir odasında, kimbilir belki de hayalinde Diyarbakır’daki
o gece, gözlerini ebediyyen kapadı.
İstanbul
halkı, Şeyhülislâm Yahya Efendi’den sonra hiçbir tabutun arkasında onun cenaze
gününde olduğu kadar azametli bir sessizlikle yürümemişti.
İ |
TTİHAT
ve Terakki devrinin en dikkate değer hususiyetlerinden biri de, Fırka’yı idare
edenlerin siyaset, askerlik, fikir, sanat bir kelime ile her sahada bir adamı
dâhi, kahraman, millî sıfatlariyle süsleyerek ileri sürmeleridir. Bu suretle
milletler, dinler, mezhepler yığını Osmanlı İmparâtorluğu’nun tasfiye hareketi
içinde bu Devletin kurucusu Türk unsurunu mümkün olduğu kadar sağlam bir bünye
ile ayırmak imkânını aramışlardır.
Şöyle
bir hikâye anlatırlar:
Meşrutiyetin
ilânından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti daha İstanbul’a gelmeden inkılâbın
dayandığı askerlerden birisini, Binbaşı Enver’i Selânik’e dâvet ediyor. Talât
Bey bir istasyon önce trene biniyor, Enver’i bir köşeye çekerek “Selanik’te
büyük bir kalabalık seni bekliyor. Her taraf bayraklarla donatıldı. Sen
şimdiden sonra millî kahramansın, buna göre hareket et” diyor. Enver güzel
yüzünde, mahçup, ürkek nazarlarla karşısındakine bakıyor, Talât Bey devam
ediyor: “Buna lüzum var!”
Bizzat
Talât Bey’e “büyük siyasî”, Abdülhak Hamid’e “dâhî şâir”, Rıza Tevfik’e “millî
filozof”, Mehmet Emin’e “Millî şâir” elbiseleri hep ayni şekilde, hemen hemen
merasimlerle giydirildi. Bu hareket hiç şaşmadan yürütülerek Ertuğrul Muhsin’e
“Millî Artist Millî Aktör” nişanı takılmcaya kadar da devam etti.
işte
yüzünü ilk çocukluk senelerinde babamla beraber hatırladığım bu siyah, yuvarlak
sakallı, beyaz yüzlü, parlak gözlü sevimli insan da yine ayni yoldan “millî
hatip” olmuştu. Genç yaşta şiirler, Selânik’te çıkan Genç Kalemler mecmuasında
hece vezninin aleyhinde yazılar yazdı. Yine ayni şehirde kısa bir zamanda dost
olduğu Talât’ı, Enver’i tanıdı. Meşrutiyet inkılâpçıları arasında en yakın
dostu daha Manastır’da, mektepten beri arkadaşı Mustafa Kemal idi. Selânik’te
Atatürk’le geçen zamanlardan birçok hâtıralar arasında, hatibin bütün hayatına
sembol sayılabilecek birisini Atatürk sık sık anlatırmış:
ikisinin
de parasız oldukları bir gün içkili bir lokantaya gidiyorlar. Yalnız birer rakı
ısmarlıyabiliyorlar. Meze için paralan yok. Etraftaki masalarda bol bol
yeniliyor, içiliyor. Bu sırada içeri bir kuru kestaneci giriyor. Atatürk
arkadaşına “paran varsa kestane alarak meze yapalım” diyor. O ceplerini
araştırıyor, on para buluyor. Aldıkları kestanelerden birisini Atatürk ısırmak
istiyor. Fakat kuru meyve o kadar sert ki beceremiyor ve arkadaşına “hayat
nedir?” diye soruyor. Ötekisi yüzünde hazin bir tebessümle, cevap veriyor:
“Kemal, hayat şimdi kuru bir kestanedir!”
Evet,
babamın bu arkadaşı için hayat hakikaten bir türlü ısıramadığı bir kuru
kestaneden farksız oldu. Şimdi bundan kırk sene öncesine dönerek İstanbul’un fakir
bir mahallesinde, Molla Güranî’deki evimizi, babamın çalışma odasını
hatırlıyorum. Hatip hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor. Babamın yüzü
ciddidir. Arada sırada “haklısın, yapmak lâzım” diyor. Sonra hâfızamda bir
gece yarısı canlanıyor. Bar-
daktan
boşanırcasına yağmur yağmakta. Birden kapı çalındı. Babam sanki bunu
bekliyormuş gibi yataktan fırladı. Gelenler birkaç polis ve inzibattı. Babamı
alıp götürdüler. Hafızamın derinliklerindeki hayâller birbirini kovalıyor. Yine
bir fecir vakti hatırlıyorum ki babam ve hatip arkadaşı ceplerine büyük
tabancalar koyarak sokağa çıktılar. O akşam evde telâş vardı. Babam ve
arkadaşı bir taraftan kahkahalarla gülüyorlar, Kâmil Paşa Hükûmeti’nin iki
saatte nasıl devrildiğini durmadan söylüyorlar, diğer taraftan o gün vurularak
ölmüş olanlar için döğünüyorlardı.
Nihayet
Birinci Dünya Harbi’nin galibi ilk aylarında güneşli bir gün gözümün önüne
geliyor. Ben koltuğumda bir yığın gazete, bahçede bağıra bağıra “gazete satma
oyunu” oynuyorum. Babamın çalışma odasının penceresi açılıyor, Hatip başını
uzatarak “gel bakalım, bana bir Tercümanı Hakikat ver” diyor. Biraz
sonra babamla beraber bahçeye çıktılar, sarılarak, uzun uzun öpüştüler ve
ayrıldılar. Hatip, İran’a ihtilâl yapmak, meşrutiyeti ilân etmek için gidiyordu.
Babamın
bu arkadaşına âit çocukluk hâtıralarım o kadar eski, o kadar birbirine karışık
ki şimdi zamanını pek tesbit edemediğim bir başka sahnenin karşısmdaydım. O ve
babam yine beraberler. İran’da başına gelenleri anlatıyor. Yakalamışlar,
korkutmak, suçunu itiraf ettirmek için bir topun ağzına bağlıyarak,
ateşliyeceğiz diye tehdit etmişler. Sonra, hapishanede gardiyan yanma
geliyormuş, “senin ismin ne?” diye soruyormuş. Bu isimden Şiiler nefret
ederler. Bunu düşünerek “Vallahi de Ali, Billâhi de Ali” diye cevap veriyormuş.
Yine hapishanede onun meşrutiyetçiliğine “Encümen” kelimesiyle ima ederek
şiirler yazmışlar:
Ey
köpoğlu encümen
Sen
diyen oldu yoksa men
“İslâm
ittihadı” fikri yerini “Turan Kızılelma” hülyasına bıraktığı zaman, bu hayalin
ateşli bir idealisti oldu. Bu hasretini daha sonraları İttihatçıları tenkit ve
istihza vesilesi olarak sık sık söylenen Ziya Gökalp’ın iki mısraını her yerde,
her nutkunda tekrarlıyarak anlattı:
Vatan
ne T(ırkiyedir Türkler’e
Ne
Türkistan
Vatan
büyük ve müebbet bir ülkedir
Turan!
1916 senesine doğru İttihat ve
Terakki mensupları ara smda başta bulunanlara karşı başlıyan hareketin içinde o
da vardı. Fakat çok seviliyordu. Bunun içindir ki şu veya bu şekilde fena bir
muamele yapmaktan çekindiler. Yalnız İstanbul’dan idealine uygun bir vazife
ile uzaklaştırmayı düşündüler, kendisine Irak yoliyle tekrar İran içine
girerek oradaki Türkleri ayaklandırma vazifesini verdiler. Bu şekilde bir
çeşit sürgüne gittiğini biliyordu. Ancak ondan istenilen o kadar mukaddes bir
işti ki tereddüt etmeden kabul etti. Aradan beş altı ay ya geçmiş ya
geçmemişti. Bir gün onun ailesi ve bizimkiler çoluk çocuk hep Büyükada’da Ziya
Gökalp’in evine misafirliğe gittik. Gece orada kalınacaktı. Akşam ben ve
ağabeyim, babamla Ziya Bey’i Iskele’de karşıladık. İkisi de düşünceli ve
meyustular. Bir aralık babam sordu: “Nasıl haber vereceğiz?” Ziya Bey:
“Herhalde gizlemek güç olacak” diye cevap verdi. O gün Millî Hatib’in Musul
veya Kerkük’te tifüsten ölmüş olduğu bildirilmişti. Haberi, Ziya Bey hanımına,
babam da anneme söylediler. Haberin ağırlığıyla eve çökmüş sessizlik Hatib’in
karısını düşündürdü. Durmadan “içim sıkılıyor” diyordu. Bir aralık kocasının
ismini söyliyerek “sabahtan beri kafamın içinde, sesini işitir gibi oluyorum,
ne var yarabbi?” diye ağlamağa başladı. Babamın, annemin, Ziya Bey ve hanımının
tesellileri, sözleri tesirsiz kalıyor, “çocuklar bir ân evvel eve gitmeliyim,
ondan muhakkak haber var” diyordu. Ertesi sabah ilk vapurla İstanbul’a,
kendilerini bekliyen bu haberi öğrenmeğe indiler. ANLAŞILMIYAN
ADAM
B |
AZI
insanların kaderi ne garip tecelliler gösterir! Cömerttir; hasis tamlır!
Cesurdur; korkaklıkla ittiham edilir! Hatiptir; gülünç olmakta! En güzel
fikirler onun tarafından ileri atılır; saçma olarak karşılanır! Aradan birkaç
zaman geçtikten sonra bir açıkgöz o fikirleri alır; kendisinin düşünceleri
diye satarak kazanır!
Birinci
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin zabıtlarında, kaderi böyle bir hatibin
konuşmalarına sık sık rastlanmakta.
Babamın
en yakın arkadaş larındandı. ikisi de Türkçü, ikisi de milliyetçi, ikisi de
Garbcı idiler! Hattâ ikisinin de yüzleri biraz birbirlerine benziyordu. Bol,
dağınık saçları omuzlarına doğru sarkan bu esmer, çirkin başta parlıyan büyük
gözler insana itimat ve yakınlık telkin ediyordu!
Gençliğinde
güzel, çok güzelmiş! Tahsilde bulunduğu Paris’te kadınlar üzerinde
arkadaşlarını kıskandıran, kendisine düşman edecek kadar kıskandıran bir
tesiri varmış! Geçirdiği birçok maceraların en sonuncusu ile evlenerek
Türkiye’ye dönmüş! Ben bu ince kadını hayâl meyal hatırlıyorum. Hasta idi,
hayatının sayılı seneleri kalmıştı, solmuş, 34 erimiş, gölgeden
ibaret olmuştu. Ama yine güzeldi!
Babamın bu arkadaşından kalan, millî
edebiyat tarihine, siyasî hitabetin bizdeki klâsik numuneleri arasına girmeğe
lâyık fikirler, parçalar, kelimeler var. Türk milletine, Türk ordusuna toptan
“Mehmetçik” diyen ilk defa odur! Türk köylüsüne anlıyabildiği dil ile ilk
şiirleri, ilk tiyatro eserlerini yazan odur. .
Yalnız
bu kadar değil! Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Batılı olmak, Batı
medeniyetinin müesseselerini kabul etmek mücadelesini en pervasız
yürütenlerden birisi de o idi. Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması,
eski tâbiri ile “Taaddüdü zevcat”m (Birden fazla kadınla evlenme) kaldırılmasını
yine ilk defa o istedi. Bu fikri Millet Meclisi Kürsüsü’nde müdafaa ederken
kapak gürültüleri, “sus” sesleri, ıslıklar tepinmeler arasında şu sanat ve his
dolu cümleyi söyliyecek, işittirecek kadar kendisine hâkim oldu:
“Efendiler,
yumruklarınızı sıralara, ayaklarınızı yerlere değil, benim, bizim, hepimizin
zavallı annelerimizin, ninelerimizin, kızlarımızın başlarına vuruyorsunuz! ”
Heyhat!
O, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, yalnız hasımlar, muhalifler,
muhafazakârlar tarafından değil, kendi dostlarınca da anlaşılamıyor,
susturulmak isteniyordu! Bir zaman geldi ki reislerden yalvararak söz istemek
zorunda kaldı:
“Beş
kelime söyliyeceğim, rica ederim, söz veriniz!”
“Beş
kelimeyi böylece söylemiş oldunuz!”
Kahkahalar
arasında durmadan “söz isterim, söz isterim” diye bağırıyordu!
Birinci
Meclis’in çok meşhur mebuslarından biri, galiba Hoca Vehbi Efendi, kendisi de
içinde, bütün muhafazakârların hasmı olan bu hatibin konuşmalarını Nasreddin
Hoca’nıtı eşeğine benzeterek şu hikâyeyi anlatırdı:
“Nasreddin
Hoca’nm eşeği bir dağ tepesinde giderken yandaki uçuruma yuvarlanıyor. Hoca
hayvanın dört ayağını kanat gibi açarak inişine hayretle bakıyor, “bizim eşek
ne güzel uçuyor” diye bağırıyor. Fakat biçare eşek bütün hızı ile yere çarparak
parça parça olunca Hoca mırıldanıyor:
“Uçmasını
bildi amma, konmasını bilemedi.”
Vehbi
Efendi hikâyeyi anlattıktan sonra ilâve ediyor: “Bizim ... konuşmaları da iyi
başlıyor, fakat fena bitiyor!” Karısının hastalığı, Meclis’in kendisine reva
gördüğü bu davranışlar, bir türlü anlaşılmayışı onu, zaten düşkün olduğu
içkiye daha çok koşturuyor, hazan günlerce evinderi çıkmadan odasına kapanarak
alkol, istihza edilen fikirleri, kırılmış kalbiyle baş başa kalıyordu!
Dumlupmar
Meydan Muharebesi’nin birinci yıldönümü büyük tezahüratla kutlanmıştı. Bu
merasime babam, ağabeyim Abdurrahman ile beni de götürdü. Merasimden sonra
İstanbul’a gidiyorduk. Sabaha karşı vagonun sahanlığına çıkmıştım. Birden biraz
ötede iki gölge belirdi. Birisi ötekini kollarından yakalamış en ağır küfürlerle
hırpalıyor, hakaret ediyordu! Ötekisi: “Yapma kardeşim, bağırma, rica ederim
sus!” diye yalvardıkça, bu daha da coşuyor, hücumunu daha da artırıyordu.
Dikkat ettim, gölgelerden biri, çok meşhur bir şâir, küfreden ise babamın
arkadaşıydı!
Onu
son defa, Ankara’da, güneşli bir sonbahar günü, Kavaklıdere’deki evinin
bahçesinde gördüm. Beni yanına oturtarak, bir kolunu boynuma doladı: “Sizi de
kendi çocuklarım gibi seviyorum” dedi. Biraz sustuktan sonra devam etti: “Ben
hastayım, çok hastayım, babana söyle.”
Yüzü siyaha yakın sarı idi, bir
iskelete benziyordu! DİNSİZ MÜTEFEKKİR!
H |
AFIZAMDA,
çocukluğuma ait hâtıraların tâ dibinde yarı tat, yarı koku, biraz ses,
çizgileri silinmiş birkaç yüzden ibaret bir tablo yatmaktadır. Loş bir
koridorda sıcak bir kadın eli, elimden tutmuş beni hızla götürüyor. Sol tarafta
duruyoruz, bir anahtarın döndüğünü duyuyorum. Kapı açılıyor. Pencereden giren
ışıkla hafif aydınlık küçük bir odada burnuma armut, elma kokuları geliyor.
Gözlerimi raflarda parlayan renk renk reçel kavanozları alıyor. Duvardan
salkımlar halinde sucuklar sarkmakta. Yerde duvar dibine dizilmiş üstü açık
sandıklarda kayısı ve vişne kurusu, fındık, ceviz, badem renk renk açılmış
durmakta.
Kadın
ceplerimi bu kuru yemişlerle dolduruyor, bir dolaptan kahve fincanı
büyüklüğünde kaim camdan yapılmış bir şişe alıyor, onu elime verirken sevinçten
titriyorum, bu çok sevdiğim ve o zamanın “Murabba” denilen koyu, ağızda sakız
gibi çiğnenebilen Vişne Reçeli’dir. Kadının yumuşak eli yüzümü okşuyor, “daha
ister misin?” diyen tatlı sesini işitiyorum.
Bu
kilerin sahibi, bu kadının kocası devrinin çok çeşitli fikir cereyanları
arasında mütefekkir bir baş olmak hevesine kapıldığı zaman etrafının
birdenbire boşalmış olduğunu gördü.
Doğuş
yerleri bakımından kendisine yakın arkadaşlarından biri, Ziya Gökalp
Milliyetçi fikrin mürşitliğini, İkincisi Süleyman Nazif Ümmet ve İslâmlık
cereyanının rehberliğini çoktan kapmışlardı. Milletler ve dinler yığını
İmparatorluğun idare muvazenesini sağlayan bu mânevi postlar elden gittikten
sonra ona ya azınlık milletlerden kendisine en yakın diye iddia edilebilecek
olanın Reisliği, yahut da hem milleti, hem ümmeti inkâr eden fikrin
bayrakdarlığı kalıyordu. Birinci yolu tutmağa cesaret edemedi. İkinci yola saparak
kendisine Dinsiz dedirtmekten çekinmedi. Bir kere, dinsizliği, uğrunda
döğüşebileceği gaye diye kabul ettikten sonra artık hayatını da değiştirmesi
lâzım gelir diye düşündü. Kendi halinde sâkin, beyaz yüzlü, balık etinde, az
konuşan, çok gülen sevimli karısını sudan sebeplerle boşayarak ince uzun,
şık, kocasının arkadaşları yanında serbest konuşan, açık fikirli, malûmatlı
gözükmeğe çalışan bir kadınla evlendi. O günden sonra da benim için yarı
karanlık koridordaki anahtar gıcırtısı, loş kilerin tatlı kokusu, o rengârenk
kuru yemişler kayboldu.
Babamın
bu dostu yalnız fikrinin, bazan kendisinden birçoklarını nefret ettirecek
kadar cemiyetimize yabancılığı ile değil, ince uzun boyunun, dar omuzlarının
üstünde iri taneli çiçek bozuğu esmer başının çirkinliği ile de göze batıyordu.
Çıkardığı mecmuanın hemen her sayısında da bu çirkin yüzün bir, bazan da iki ve
daha çok resmi eksik olmuyordu.
İttihat
ve Terakki liderleri Ümmet yani İslâmlık ve Millet ve Milliyetçilik fikir ve
temayüllerine, gereğine göre birinden diğerine farklı olmakla beraber, aynı
zamanda iltifat etmişlerdir. Fakat bu her iki prensibin de düşmanı olan dinsizliğe
asla yüz vermediler. Bunun içindir ki babamın bu arkadaşı onların gözünde hep
şüpheli bir insan olarak kaldı. O da buna karşı İttihat ve Terakki reislerini
hücum ve tenkitlerine hedef yaptı. Fakat her çeşit fikir cereyanlarını müsamahanın
geniş kanatlan altında himaye eden Ziya Gökalp, Garb’m, Güstav Lebon, Ernest
Renan gibi büyük mütefekkirlerinden eserler tercüme eden, fikirler getiren,
Fransız Inkılâbı’nm İnsan ve Vatandaş Hak ve Hürriyetleri prensiplerini,
kendisini biraz da Robespier’e benzeterek heyecanla anlatan bu hemşerisine
İttihatçılardan zarar gelmesini önledi.
İnsanlar
tesadüflerin elinde iradelerinin kuvveti veya zaafı nisbetinde oyuncak
oluyorlar. Babamın bu dostu da zayıf iradeli idi, çevresindeki değişikliklerin
kendisine yarattığını zannettiği fırsatlardan istifade etmeyi ancak küçük hesaplarla
düşünebiliyordu. .
Mütarekede
İttihatçıların düşmesi onun için ileri çıkmak, parlamak imkânını veren fırsat
oldu. Fakat yeni idarecilerin din mevzuundaki taassubu karşısında Mütareke’nin
şartlariyle belirmiş seviyesiz bir imkâna baş vurdu. Bu sefer onu, dostları
hayretler içinde, düşmanları sevinerek Sait Molla’nın yanında “Kürt Teali
(Yükselme) Cemiyeti’nin” içinde gördüler. Artık dinsiz telâkkilerini ilân ve
müdafaa etmesine rağmen Batının fikir ve edebiyat hâzinelerinden Türkçe’ye
birçok büyük adamların birçok eserlerini kitap ve makale halinde getirdiği
için kendisini tutan son bir çevre de bu hareket karşısında onu birden bıraktı.
Şimdi
en seviyesiz cinsinden bir siyasî hayatın içinde yuvarlanıyor, Mütareke’nin
Türk tarihinde yerlerini “meş’um” sıfatiyle almış insanlarının peşinden
ayrılmıyordu. Anadolu’nun zaferi bu devreyi de kesip koparınca Itilâfçılarla
beraber memleketten kaçmağı düşündü. Fakat ne buna yetecek parası vardı, ne
de fazla lüzum görüyordu. Memlekette kalışı Yüzellilikler arasına girmekten onu
kurtardı. Bir kaç zaman hemen hemen hiç kimseye gözükmeden matbaasının
karanlık köşelerinde yaşadı.
İçi,
unutulmuş olmanın acılariyle, kafası kendisini yine göstermek hırsıyle dolup
taşıyordu. İnkılâpların başlaması ona tekrar meydana çıkmak için en iyi imkân
gibi geldi. Latin harflerinin kabulü uğrunda daha İttihatçılar zamanında
döğüşmemiş miydi? Bu hareketi şöhretini birdenbire arttırmış, Batı medeniyeti
taraftarlarının hayranlığını çekmişti. Şimdi de yine böyle bir sıçrayış
yapabilir, bir anda, yeni devrin büyükleri yanında yer alabilirdi.
Bir
gün onun imzasını taşıyan ve neslimizi kuvvetlendirmek, eski tâbiriyle
“istifaya (temizlemeye) tâbi tutmak” için Avrupa’dan, Amerika’dan “Damızlık
Erkek” getirilmesini istiyen yazıyı okuyanlar önce şaşırdılar, sonra dehşet
içinde kaldılar. Yalnız Babıâlî’de değil, Memleketin aydın, cahil her
tabakasında kıyametler koptu. Atatürk tasarladığı İçtimaî inkılâpların bu çeşit
fikirlerle sarsılabileceğini düşündü. En yakınlarından, hem de şöhretini yazı
ve fikirle değil, Atatürk’ün bir işareti ile gözünü kırpmadan her hareketi
yapabilecek insan diye yapmış birisine bu makaledeki “ahlâk, milliyet, din,
haysiyet, şeref mefhumlarına aykırı” fikirlere şiddetle hücum eden bir yazı
yazdırdı. Bu, hakikatte dinsiz mütefekkirin kanaatlerine indirilmiş ilk
yumruktu. Vereceği en ufak cevabın karşılığı korkunç olabilirdi. Kalemini bir
daha eline almamak üzere kırmaktan başka çaresi kalmamıştı.
B |
ÜTÜN
aile büyük oğlun kanadı altında en ileri mevkilere eriştiler. Bu büyük evlât,
Osmanlı İmparatorluğunun son senelerine hâkim olan en güzel'yüz, en cesur
hamle, en tnütevazi hayat idi. O zamana kadar ismi, cismi bilinmiyen yirmibeş
yaşındaki kaymakam (yarbay) kardeşini Türk İttihadı, “Kızılelma-Turan”
hülyasının gerçekleşmesine memur etmesi, bu üç vasfı sayesinde hiçbir itiraza
uğramadı. Hele Osmanlı Ordusu’nun Doğu hudutlarım aşarak, Ermeni katliâmına
mâruz koca bir Türk kütlesini felâket gününün arifesinde kurtardığı haberi
İstanbul’a gelince başka cephelerdeki bozgunlukların acısı unutularak memleket
yeni bir hayatın şevkiyle canlandı. Heyhat! Bu geçici, çok geçici bir neşe idi.
Muazzam çöküntünün son güruhuleri pek yakında işitilecekti. O gün geldi,
ailenin büyük oğlu gözden kaybolarak efsane ve maceraların kahramanı halinde
her gün bir diyardan ses vermeğe başladı. Fakat artık bu yolda yalnız değildi.
Küçük kardeşi onun Türk âlemindeki şöhretini kolaylıkla paylaşıyordu. Kafkas
İslâm Ordusu’nun genç kumandam hakkında anlatılan hikâyeler, yazı- lan
şiirler, bestelenen şarkılar dillerde dolaşıyor, milyonlarca kalb, kadın,
erkek, çocuk kurtuluş ümitlerini ona bağlıyordu!
Babam
bu genç kumandanın siyasî müşaviri tayin edilerek beraberce Kafkasya’ya
gitmişti. Meb’usluğu da muhafaza ediyor, bu suretle Osmanlı Meb’usan
Meclisi’nin kurtarılan Türk ülkelerinde ilk temsilcisi oluyordu. Esir bir Türk
yurdundan hür ve müstakil Türk vatanına iltica etmiş babam için, şimdi bu esir
yurdun kurtarıcıları arasında bulunmak sonsuz bir saadet teşkil ediyor, genç
kumandana hiçbir zaman çözülmiyecek, kopmıyacak bağlarla bağlanıyordu! Hâtıra
defterlerinde onun hakkında yazılmış sahifeler bize yirmi beş yaşındaki
^kumandanın ahlâk ve ruh sağlamlığım heyecanla anlatmaktadır. Bu genç adamın
emri altındaki subayların, kumanda ettiği ordusunun, geçtikleri yerlerde bıraktıkları
tek intiba hayranlıktı! Ona birtakım ihtiyaçları olabileceği hatırlatılmak
istendiği zaman verdiği cevap şu oldu:
“Arkadaşlarım
ve ordum bana bakıyor. Onların da arzuları, ihtiyaçları vardır. Bir kere bu
yola girersem artık kimseyi tutamam. Bana bir daha böyle şeylerden
bahsetmeyiniz.”
Mütâreke
oldu. Yeni hükümet Kafkas Ordusu’na dönmek emrini verdi. Genç kumandan subay
arkadaşlarını toplıyarak “ben dönmiyeceğim,” dedi, “sizler serbestsiniz!” Sonra
kendisiyle beraber kalanlarla Kafkasya’yı işgal etmeğe başlamış Ingilizler’e
karşı mücadeleye koyuldu. Bu onun için yepyeni bir sergüzeşt devresinin
başlangıcıdır. İsteseydi orada Azerbaycan Hükûmeti’nin başına geçebilirdi! Halk
bunu teklif, hattâ ısrar ediyordu. Fakat o, Ingilizlerin kendi şahsiyetini
bahane ederek müstakil bir Türk Devleti’nin, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin
kurulmasına mâni olabileceklerini düşündü ve kuvvetlerinin başında bir yandan
yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin teşekkülüne mâni olmağa çalışan 42
Ermeniler
ve Ingilizler’le döğüşürken, öte yandan yeni Cumhuriyetin ordusunu hazırlıyan
tedbirler almağa başladı. Hayatının bu safhası şiirlere, şarkılara, efsânelere
mevzu olan maceralarla doludur. Ingilizler’e esir düştü, hapishaneden kaçarak
İran’a geçti, tekrar Azerbaycan’a döndü, nihayet hiçbir ümit kalmadıktan ve
Türkistan’da ağabeysi Enver’in kahramanca şehit olduğunu öğrendikten sonra
Avrupa’ya geçti.
Babamdan
bana kalan birkaç dosttan biri de odur! Senelerce süren münasebetlerimizin
bende bıraktığı intiba babammkinin aynıdır. Güzelliğinden hiçbir şey
kaybetmeden yavaş yavaş ihtiyarlıyan bu adam, hayatının son on senesinde
âilesinin, vaktiyle katliâmlardan kurtardığı Türk ülkeleri muhacirlerinin,
nihayet İttihat ve Terakki’den hayatta kalmış son insanların etrafında
toplandıkları, ümit, teselli, heyecan buldukları bir birleşme noktası oldu.
Ankara’da Yenişehir’de Hüseyin Baha’nın evindeki odası onunla çok samimî, çok
heyecanlı görüşmelerimize şahittir! Eski bir ittihatçı, hakikî bir milliyetçi
olan Hüseyin Baba, ittihat ve Terakki’nin tek vârisi olarak hâlâ hayatta!
Hüseyin
Baba için ittihat ve Terakki’nin “tek vârisi’’ diyorum. Bu hakikî bir
vaziyetin ifadesidir! Merhum Eyüp Sabri ile Hüseyin Baba kendilerine emânet
edileni saklamasını bildiler...[I]
Kafkas
Orduları’nın eski başkumandanı Türk Dünyası’ nın esaretten kurtulması için
beslediği ümidi hiçbir zaman kaybetmedi. İkinci Dünya Harbi’nde bu ümidinin hakikat
olabileceğine bile inandı! Kendisiyle o zaman yaptığım bir görüşmeyi şimdi çok
iyi hatırlıyorum:
Bana
zamanın Başvekili ile konuşmasını anlattı, Alman Orduları’nm tâkip ettiği yolu
haritada uzun uzun gösterdi, Almanya’da gelecekteki Türk Devletleri’nin
hükümetlerini şimdiden kurmak lâzım geldiğini, bu maksatla bazı temaslar
yaptığını, artık burada ticaret işlerini tamamen tasfiye ederek Alman
Orduları’yle birlikte Rusya’nın içine kadar gideceğini, bu yoldaki
düşüncelerini teferruatına kadar söyledikten sonra “tek bir şeyden korkuyorum
diye ilâve etti, bu Alman liderleri kaba adamlar! Halk psikolojsinden anlamıyorlar.
Rusya tamamen yıkılmadan esir milletlere istiklâlden bahsetmek istemiyorlar.
Halbuki bu milletlerin istiklâllerini, onlara ait hükümetleri Berlin’de
kurarak şimdiden ilân etmeleri lâzım gelir! ”
Şüphelerimi
söyledim, daha Birinci Dünya Harbi’nin sonunda Alman Orduları’nm bizim
müttefikimiz olduğu hâlde Kafkasya’da bizzat kendisiyle nasıl çarpıştıklarını
hatırlattım, “mağlûp olmağa mahkûmdurlar, çünkü kabadırlar, mağrurdurlar,
biraz da zâlimdirler” dedim!
Almanya’ya
bu heyecanla gittikten üç ay sonra döndü. İlk karşılaşmamızda “çok meyus
geliyorum, bu adamlar bir şey yapamıyacaklar, anladım,” diyerek uzun uzun
Alınanlardan şikâyet etti!
Osmanlı
Ordusu’nun hâtıraları arasında büyük şerefli yerine, mensup olduğu ailenin
şöhretine, bu âileden bir kısmının devam eden siyasî ve askerî kudretine,
rağmen, Devletten vazife istemeden basit bir vatandaş olarak kendisine, önce
seçtiği meslek çinicilik oldu. Bu onun çocukluğundan beri üzerinde durduğu,
hakikî sanatkâr ruh ve hevesiyle ele aldığı bir işti. Fakat muvaffak olamadı.
Bundan sonra Osmanlı Kafkas Ordusu’nun bu eski başkumandanını bir silâh
fabrikasının başında bulduk. Burada kendi icadı top tapalarından tabancaya
kadar çeşitli silâhlar, yine kendi icadı el bombalarından büyük top mermilerine
kadar patlayıcı maddeleri yapıyordu.
Bütün
bu icatlar üzerinde büyük şevkle çalışıyordu. Yaptığı her mermi, doldurduğu
her gülle, tezgâhtan çıkardığı her tabanca veya tapa onun gözünde Türk
Ordusu’nun biraz daha kuvvetlenmesini sağlayan mukaddes varlıklardı! “Kızılelma
rüyası”nın bu ebedî hayalperesti bana yaptığı silâhları gösterir ve anlatırken
sesi heyecandan kısılıyor, yüzü sararıyor, bazan da kulağıma, birtakım gizli,
korkunç silâhların projeleri üzerinde çalıştığını fısıldıyordu.
Zeytinburnu’nda
kurduğu küçük atölyeyi kısa bir zamanda oldukça büyük bir fabrika halinde
Haliç’e taşıdığı zaman, senelerden beri devam eden, birçok defa haksız rekabetlerin,
ehemmiyet vermeyişlerin, mahsus çıkartılmış zorlukların yorgunluğunu unuttu.
Şimdi büyük çapta bir iş adamı olarak çalışmağa başlıyordu. Birkaç ay süren bir
fasıladan sonra Ankara’da bir öğle üstü onu İş Bankası’nm önünde gördüm.
Yorgun, dalgın bir hâli vardı. Sebebini sordum. “Bilemezsiniz yine nasıl
zorluklarla karşılaşıyorum,” diye cevap verdi, “hepsi sanki elele vermişler,
bütün hasım kuvvetler, muvaffak olmıyacaksm, feryadiyle karşımda dikilmiş
duruyorlar! İçim isyanla dolu! Fabrikayı, icatlarımı, projelerimi, hepsini
hepsini dağıtmak, Dünya’nm uzak, kinden, hasetten, dedikodudan uzak, gizli bir
köşesine çekilip gitmek istiyorum!”
Teselli
ettim, bu sözlerin ona hiç yakışmadığını söyledim.
Güldü,
“elbette,” dedi, “hiddetimden böyle konuşuyorum, yoksa bu merhaleyi de
muhakkak atlatacağım.”
Dört gün sonra elime aldığım
ilk sabah gazetesinde İstanbul’da bir silâh fabrikasının havaya uçtuğunu
okudum. Önce üzerinde durmadım. Aradan belki yarım saat geçmişti, okuduğum
haber birdenbire aklıma geldi. Gazeteyi tekrar açtım, bu sefer içime şüphe
düştü, havaya uçan fabrika acaba onunki miydi? Gazetede yazılan çok müphemdi.
Hüseyin Baha’yı telefonla aradım, “evet, onun fabrikası,” dedi ve titrek bir
sesle, “fecî bir ihtimâl de var! Kendisi fabrikada imiş! Şimdi hiçbir tarafta
bulunamıyor” diye ilâve etti, Bu “fecî ihtimâl” ertesi gün gerçek oldu. Turan
idealinin en temiz, en saf, en imanlı âşıkı, vücudundan tek zerre dahi bırakmadan,
bir an içinde yokluk âlemine dalıp gitmişti. SİYASETİN
ÜSTÜNDEKİ ADAM
U |
Ç
KARDEŞTİLER. İkisi, esmer yüzleri, uçları biraz kırmızı iri burunları, kır
düşmüş siyah, kaim kaşları, insana hiddetle baktıkları zannmı veren simsiyah
gözleriyle birbirlerine benziyorlardı. Boyları da hemen hemen aynı idi. En
küçükleri olan üçüncüsü ise, kısa, zayıf, sarışın idi. Kestane rengi gözlerinde
tatlı ışıklar yanıyordu.
Şimdi
iyi hatırlamıyorum, bu değişiklik galiba Annenin ayrılığından ileri geliyordu.
Fakat hiçbiri karakter, mizaç, ruh yapısı bakımından kardeş sayılmazlardı. En
büyükleri yalnız ailesi, içinde değil, bütün cemiyette, hattâ Hilâliahmer
(Kızılay) gibi yalnız şefkatten ibaret bir çevrede bile hırçın, sinirli, aksi
idi. Bu teşekkülün reisi olarak tarihimizde birçok iyi işlerin yapıcısı. Fakat
yine bu teşekkülün reisi olarak Kızılay aşhanelerinde fakirlere eşek eti
yedirmesi şöhretinin belli başlı sebeplerinden biri olmuştu.
Ona
benzemiyen diğer kardeşi, yumuşak, sakin, az konuşan, kimbilir hattâ az
düşünen bir adamdı. Ben bu üç kardeşten yalnız birinin üzerinde, babamın,
annemin, benim, kardeşlerimin kalblerinde ve dimağlarında yakın dost, akraba,
arkadaş, nihayet iyi insan kanaatini yerleştirmiş olan üçüncüsünden bahsetmek
istiyorum.
Üç
kardeşi aynı mesleğe, doktorluğa götüren sebep nedir bilmiyorum. Bir hakikat
var ki bu elbise her mânası ile ve en çok, üçüncüsüne yakışıyordu. İsviçre’de
tahsilini bitirerek Türkiye’ye döndüğü günden tâ ölünceye kadar her devirde
şöhreti gittikçe artarak büyük doktor, iyi insan, büyük hoca diye kabul
edildi. Hiç bir zaman küçük mânası ile siyasete karışmadı. Fakat cemiyetin her
mevzuunda varlığını hissettirdi. Abdülhamid’den Cumhuriyete kadar gelip geçmiş
bütün devirlerde memleket meselelerinde fikirleri soruldu. Mütareke’de
Vahdettin’in topladığı Saltanat Şûrası’nın galiplere teslim olmak kararma
itiraz eden birkaç insandan birisi de o idi. Millî Mücadele’ye düşman Babıâli
Hükümetlerini her yerde açıkça tenkitten çekinmedi. İttihat ve Terakki’nin
fena taraflarını onun ağzından yine İttihatçılar kızmadan dinliyorlardı.
Siyasetin böylece hep üstünde kalmış adam bir kerre, o da birkaç ay için
yalnız ve yalnız dostluk hissinin baskısiyle tarafsızlığını bıraktı ve Demokrat
Parti kurulduktan sonra yapılan seçimlerde Halk Partisi liderinin ısrarlarına
dayanamıyarak onun hesabına kazanma şansını çoğaltmak için İstanbul’dan
adaylığını kabul etti ve milletvekili oldu.
Şimdi
bu satırları yazarken Cağaloğlu’ndaki evinin üst katında büyük, aydınlık
misafir salonu gözlerimin önüne geliyor. Basit, sade, zarif eşyalar, duvarlarda
hayret ve hayranlıkla baktığım tablolar, masaların üzerinde küçük, ince,
elimin uzanıp dokunmağa bir türlü cesaret edemediği biblolar var.
Annem
ile hanımı konuşuyorlar. Biraz sonra doktor içeri giriyor, ona sevinerek
bakıyorum. Her zaman olduğu gibi yine gözlerim ayaklarında! Onun, ne evimizde,
ne başka bir yerde görmediğim ayakkapları çocukluğumdan hâfızamda kalmış pek az
birkaç eşyadan biridir. Ökçesiz, bana hattâ tabansız hissini veren kadife gibi
siyah deriden yapılmış bu ayakkaplar ile ufak tefek vücudu arasında garip bir
yakınlık var. Sonra bir aralık ayağa kalkan hanımı ile arasındaki boy ve vücut
farkı yüzlerce defa gördüğüm halde yine şaşırarak gözlerimi alıyor. Bu ufak
tefek adamda o iri yarı hanıma mutlak şekilde hükmeden bir hava var.
Birbirlerini
İsviçre’de Tıp Fakültesinde tanımışlar, kadın Gürcistan’ın çok asîl, tanınmış
ailelerinden birine mensup! Bir yandan Gürcülükten gelen hususiyetleri, öte
yandan zekâ ve his derinliği karşısında duyduğu hayranlık, nihayet mistik Rus
edebiyatının telkinleriyle yetiştiği muhitin romantik âdet ve ananelerinin
birleşmesinden doğan bir heyecanla ufak tefek, iri kestane gözlü, konuşurken
ideallerini derin, ince bir zekânın idare ettiği güzel bir lisanla anlatan
genç Türk arkadaşına bir daha ayrılmamak üzere bağlanıyor. Ailesinin bütün
ısrarlarına rağmen onunla evlenecektir.
Babam
kadının babasını ve amcalarını Kafkasya’dan çok iyi tanıyordu. Aradan seneler
geçtikten sonra ya babası ya amcası bağımsız Gürcistan’ın cumhurreisi oldu.
Fakat doktorun karısı o kadar Türkleşmiş idi ki bu, hâdiseyi de evlendikleri
günden beri Gürcistan’a ve ailesine ait her haberde olduğu gibi ilgilenmeden
karşıladı.
Babamın
Malta’da bulunduğu sıralarda yarı karanlık bir oda hatırlıyorum. Geniş bir
karyolada halsiz, yorgun yatıyorum. Üstüme eğilmiş yüzler görüyorum. İşte
annem, işte babamın dostu, işte muavini. Beni kollarımdan tutarak muavinine
zorla iğne yaptırıyor. Çocukluğumun kâh karanlık, kâh aydınlık, bazan hazin,
bazan neşeli hâtıralarının bir çoğunda bu Doktorun yüzü aynı berrak, aynı
teselli verici, aynı saran, kucaklıyan hali ile beliriyor.
Gariptir,
en küçüğümüzden babama kadar bütün aile fertlerinin arkadaşı! Bu onun, sevdiği
ve onu seven bütün insanlar için ortak karşılanışıydı.
Yaşlarımız
ilerliyor, bu sefer Doktor’a ilk aşklarımıza kadar bütün hislerimizi
çekinmeden anlatıyoruz. Herşeyi dinliyor, bazan cevaplar veriyor, bazan
yıldızları göstererek onların hareketlerini anlatmağa başlıyor.
Annemin
hastalıklarını ilk günlerden beri tedavi ediyordu. Bu hastalıkların şifasız
olduğunu, annemi yavaş yavaş ölüme sürüklediğini çok iyi biliyordu. Bunun
içindir ki onu ilâçlardan fazla telkinleriyle teskine çalışıyor, saatlerce konuşuyor,
hâtıralarım anlatıyor, yeni keşiflerden, edebiyattan, tarih ve felsefeden
bahsediyordu. Ölümünden önceki birkaç sene içinde annem bazan Doktor’la yalnız
kalmak istiyor, hepimizi odasından çıkarıyordu. Bu baş başa konuşmalardan
sonra.Doktor bize hastalığın ilerlediğini, onu mümkün olduğu kadar sükûn ve
huzur içinde bulundurmamızı, yanında, o sıralarda babamın hayatını çok
karıştırmış olan siyasî hadiselerden bahsetmememizi söylüyordu. Yine bu
konuşmalardan sonra annemin yüzündeki ıztırap çizgileri biraz azalmış gibi
gözüküyor, bütün halinde bir müddet süren bir iyilik göze çarpıyordu. Bu gizli
konuşmalarda annem Doktor’dan babamın manevî ıztırapları biraz dininceye kadar
kendisini yaşatmasını istiyormuş!
Babam
öldüğü vakit Doktor Bulgaristan’da idi. Döner dönmez bize geldi. Hepimizi
topladı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da ölümün insan için Allah’ın huzuruna
çıkmadan geçirdiği son imtihan olduğunu anlatıyordu. Ona babamın ölmeden birkaç
dakika önce “İnsan vicdanı bir makinadır. Her makina gibi o da günün birinde
durur” dediğini söyledik. “Koca Ahmet Bey,” dedi, “hayatta son sualin cevabını
ne güzel vermişsin!”
Doktor’un
hayatı karısının ölümünden sonra intizamını kaybetmeğe başladı. Bu sâkin,
mütefekkir, yumuşak adam, hırçınlık işaretleri gösteriyor, Fakülte’de profesör
arkadaşlarına, talebelerine, dışarıda dostlarına, hattâ hastalarına karşı sert
ve abus oluyordu. Herkese ıztıraplar içinde teselli vermeğe muvaffak olmuş
adam şimdi kendi kendisini sonsuz maddî ve mânevî acıların eline teslim etmiş
gjbiydi. Onun bu hâli bütün hayatmca devam etmiş iyi insan şöhretini acaba
sarsacak mıydı?
Yavaş
yavaş kürsüsünü, hastalarını, dostlarını bıraktı. Kendisini bir tek şeye vermek
istiyordu. Hayat, cemiyet, hastalık, sıhhat, iyilik, fenalık, Allah, bir kelime
ile etrafını sarmış bütün maddî ve mânevî varlıklar hakkında vardığı inançları
yazmak! Bu işe yorulmuş bir dimağ, yeisli bir ruh ile başladı. Daha eserinin
başında iken onu birkaç ay sonra ölüme götürecek hastalığı önce kendisi teşhis
etti. Ölüm, hem çok kısa bir zaman sonra erişecekti. Kimseye bir şey söylemeden
eserini bitirmeğe çabaladı. Fakat günün birinde kalemini tutamıyacak kadar
takatsiz kaldığını görünce dostlarına haber verdi. Hastalığı Kanser’di ve iş işten
geçmişti. Garip bîr Avukat
K |
ISA
bacaklarının, şişman ağır vücudu taşıyabilmek için, hele ömrünün son
senelerinde çektikleri ıztırabı hatırlıyorum. Bacakları sonunda isyan ettiler,
onu ölümünden birkaç zaman önce yatağa mıhladılar. Bu, bütün hayatı tezatlar,
iniş çıkışlar içinde geçmiş insan, ondan başka aynı yaratılışta pek az kimsenin
cesaret edebileceği, hayır, hattâ düşünebileceği bir işe koyuldu, dünya fikir
âleminin yüze yakın eserini, yalan, yanlış, eksik, fakat korkunç bir inatla
yatağında oturarak Türkçe’ye çevirdi.
Maçka’da
babamın evine yakın oturuyordu. Yorgunluktan sallanan uşağı sabah saat beşten
başlayarak her yarım saatte bir başta babam, bazı dostlara pusulalar taşıyordu:
“
Miri Muhterem,
“Ölüler
Evinin Hâtıraları’mn Fransızca tercümesinde yüzüncü sayfada şöyle bir
kelime gördüm. Acaba bunu Türkçe’ye nasıl çevirsem?”
“Velinimeti
mânevim,
Şu
demokrasiyi bizim memleketimizde iyice anlatabilmek için hangi kitabı tavsiye
edersiniz? Hemen birkaç hafta içinde neşredeyim?”
“Büyük
dost!
Ben
gelemiyorum diye size hasret mi öleceğim?... Uğrar bir kahvemi içerseniz biraz
da yeni tercümelerden beraberce okuruz, beni tashih edersiniz!”
Babam
uyandığı zaman bu pusulalar onu, bazan on beşi aşmış olurdu. Tabiî ancak bir
ikisine cevap verilebilir, bu da yataktaki adam için kâfi gelirdi.
Birbirine
ölesiye düşman insanların aynı derecede samimî dostu olabiliyordu. Mütarekede
İttihat ve Terakki erkânını Kürt Mustafa Paşa divanıharbi önünde müdafaa etmekten
korkmadı. Halbuki İtilâfçılarm yanından da pek ayrılmazdı. Nihayetsiz ölüm
tehditlerine rağmen “Torlakyan” dâvasının gerçekten kahramanı oldu.
Cumhuriyetin ilk senelerinde İstanbul gazetecilerinin suçsuzluğunu heybetli,
korkunç İstiklâl Mahkemesi karşısında ispata çalışırken, Ankara’nın kâpah iktidar
çevrelerine sokulmak imkânlarını da buluyordu.
Nihayet
meşhur bir Adliye Vekilini, dünyada az siyaset adamının uğradığı şiddetli bir
hücuma tutarken o devrin mutlak hâkimlerine sevimli gözükmesini de bilmişti. Bu
son dâvadan hatırladığım ekserisi garip, bazısı gülünç, bir kısmı ders verici
sahneler vardır:
Hâkimlerin
karşısında el pençe divan duruyordu. İlk defa sanık yerinde idi. Fakat bu
kafese yüzlerce kere girmiş gibi sâkin, tabiî, heyecansız. Adliye Vekilini
“Bazı adamlar vardır, günah çamuruna dizlerine kadar batmışlardır. Bazıları
göbeklerine, bir kısmı başlarına kadar. Fakat şu yukarıda oturan zat -o
senelerde Ankara adliye binasının üst kısmı Vekâlet idibaşından yüz kilometre
yükseğe kadar günah içindedir” diye suçlarken de sesi sâkin, duruşu itaatli,
hali mütevekkildi. Hasmını “Ey hâkimler, beni mahkûm etmezseniz yarın bir
kararname ile mahkemenizi ilga eder, ertesi günü başkalarından yine kurar!”,
“Müvekkilimi tahliye ettirmek için bütün kanun yollarına baş vurdum, olmadı.
Fakat müvekkilim işini kendisi halletti, bir hanımı yukarıdakinin aziz
arkadaşlarından birine gönderdikten yirmi dört saat sonra serbest bırakıldı”
diye yerden yere vurduğu celselerden çıkar çıkmaz aynı Adliye Vekiline,
dâvadan vazgeçmesi için zamanın en ileri, en gözde kimselerinden ricacılar
gönderiyordu.
Fakat
kim inanabilirdi ki bu avukat Adliye Vekilinin en yakın dostlarından biri
olsun! Vekil hattâ kendisine: “İcap ederse imzamı atarak istediğin yere benden
mektup bile yazabilirsin!” demişti. Bir gün bu salâhiyeti kullanmak istedi.
Fakat mevzu çok ince idi. Vekilin açık kartı tesirli olmadı. O zaman
hiddetinden, Vekili, “Çankaya’da Türkiye’nin en büyük adamına” adresiyle bir
mektup yazarak Atatürk’e şikâyet etti. Mektup Cumhurbaşkanlığından Adliye
Vekiline gönderildi, Vekile hakaret ve isnad suçiyle dâva başladı. Mahkemede
bağırıyordu: '
“Makamı
iddia (Savcı) benim mektubu Cumhurreisine yazdığımı söylüyor. Hayır, ben
Cumhurreisine değil, Türkiye’nin en büyük adamına yazdım. Bu zat yarın,
Cumhurreisi olmak istiyorum der, çekilirse Türkiye’nin en büyük adamı sıfatını
kayıp mı edecektir! Makamı iddia bu kanaatte midir? Mustafa Kemal, üzerinde ne
sıfatla olursa olsun, veya hiçbir resmî mevkii olmasın, daima Türkiye’nin en
büyük adamıdır!”
Savcı
renkten renge giriyor, “Mugalâta yapıyor, mugalâta yapıyor” diye çırpmıyordu.
Mahkûm
oldu. Fakat bu netice bir kısım basımlarım tatmin etmedi. Hapishanede bir
mahkûmdan sudan sebeplerle ağır bir dayak yedikten sonra, düşmanı yıldırmak
için kendisinin kullandıklarından başka vasıtaların da bulunabileceğini
öğrendi.
Belki
büyük avukat olmadı, ama yaman adamlığı da elinden bırakmadı. Bunu nasıl
kazanmıştı? Hayatın gündelik hâdiseleri içinden kolaylıkla sıyrılabiliyor,
lüzum görürse en çetin mücadele azminin yanma en aşağıdan alınmış teslim
kararını koymakta tereddüt etmiyordu. Hayatı, bir suyolu oyunu gibi yaşıyordu.
Her taşın altından çıkıyor, kâh avukat, kâh iş adamı, bazan fabrikatör, fakat
hep meydanda adam kalıyordu.
Mütarekede
babam Malta’da iken oturduğumuz evin sahibi bizi zorla çıkarmak istedi.
Gösterdiği sebep büyüktü: Şimdi Ingilizlerin esiri eski, koyu bir İttihatçının
ailesini kiracı olarak nasıl tutabilirdi?
Annem
bu yaman avukat ve dosta koştu. Dinledikten sonra acele acele “Sitâre Hanım”
(annem) diye başladı, “hemen eve git, en eski elbiseni giy, üstünü başını biraz
parçala, saçlarını dök, doğru İngiliz işgal kuvvetlerinin karargâhında
kumandanın karşısına çık, ‘kocamı alıp götürdünüz, şimdi ev sahibi beni
dövüyor, bu hallere koyuyor’ diye ağla, feryat et. Bana da oradan telefonla
haber ver, derhal geleceğim.”
Annem,
“ben bunu yapamam,” diye cevap verdi, “evvelâ yalan söyliyemem. Sonra
Ingilizlere gitmek haysiyetime dokunur!”
Babamın
dostu biraz düşündükten sonra, “peki ben bu işi halledeceğim” dedi.
Bir
müddet sonra ev sahibimiz tavrını birdenbire değiştirdi. Bize karşı daha nazik
oldu, hattâ arada sırada eve gelerek İtilâfçılarm aleyhinde konuşmağa başladı.
Neden sonra öğrendik ki, yaman avukat ev sahibimizi şiddetle tehdit etmiş,
“Anadolu nasıl olsa kazanacak, Ingilizler gidecek, o zaman evini başına
yıkarım” demiş, arkasından ilâve etmiş: “Bu sözlerimi kimseye söyleme! Yoksa
seni Anadolu’ya taraftar diye ihbar ederim.”
Adamlar
vardır, kusurları, günahları teker teker iyiliklerinden, sevaplarından fazladır.
Fakat bazan bu sevaplar arasında öyle birisi olur ki bütün o kusurları garip
birer hâtıradan ibaret bırakır ve adam büyük sevabı ile asıl değişmez yerini
kazanır. Babamın bu dostunun kusurları da belki sevaplarından fazla idi. Fakat
sevaplarının çapı daha büyüktü. Hele bir sevabı bence bütün küsurlarını,
gölgesine kadar silip süpürmüş sayılabilir: Mütareke’nin karanlık bir devrinde
Ermeni tehciri bahanesinin Türk idarecilerini idam sehpalarına götürdüğü bir
sırada “Perapalas” önünde Azerî Türklerinin ileri gelenlerinden “Behbut Han
Civanşiri” Kafkasya’daki Ermeni-Türk mücadelesinin sorumlularından biri
sayarak öldüren Ermeni Torlakyan’m dâvasında, yalnız öldürülenin hakkını değil,
bütün Türk milletinin hakkını, kütle halinde şehit edilmiş bütün Türklerin
hakkını savunmak için, sayısız ciddî tehlikelere rağmen Ingiliz diyanıharbinin
karşısına çıkmakta tereddüt etmedi. Osmanlı Mebusan Meclisi’nde üyelik etmiş
Ermeni avukatların Osmanlı devletine ve Türk milletine karşı savurdukları
ithamları korkmadan reddetti. Yalnız bu divanıharp önünde değil, tarih
karşısında kanlı dâvanın asıl suçlularının kimler olduğunu en yüksek sesle
haykırdı. Bu dâvanın zabıtları onun sesi, feryadı ile doludur. Savcı
sandalyasmda oturan ve işgal kuvvetlerinin en nüfuzlu, Türklere karşı en zalim
kumandanlarından biri genç, güzel, asîl Ingiliz teğmeni onun sesinde hakikati
sezdi. Kaatile, avukatların sorduğu suallerle, nihayet hazırladığı iddianame
ile Ermeni-Türk dâvasının gerçek suçlularını işaret etmek cesaretini, İstanbul’dan
uzaklaştırılması bahasına da olsa, gösterdi. Deli addedilen Torlakyan ise
serbest bırakıldı. Kaatil şimdi hâlâ yaşıyor mu bilmem, fakat babamın arkadaşı
garip ve yaman avukat bu dâva ile en şerefli şöhrete erişti. Onun için hiçbir
zaman inkâr edilemiyecek hak budun
S |
AKARYA
Muharebesi’nden biraz önce İstanbul’dan Ankara’ya, o sırada Matbuat ve
İstihbarat Umum Müdürü babamın yanma gittik. Keçiören’de küçük bir bağ evi
tutmuştu. Bir sabah, kapının önünde kalın bir sesin, “ağabey, ağabey” diye
bağırdığını işittim. Pencereden baktım. Aşağıda açık sarı saçlı, tıknazca bir
adam gördüm. Bana, “Sen Ahmet Bey’in oğlu musun?” diye sordu. Evet, dedim.
“Babana haber ver, çabuk gelsin!” Babam indi, beraber gittiler. O akşam babam
eve çok geç döndü. Ertesi sabah annemle konuşmalarından anladım ki Büyük Millet
Meclisi’nde Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü üzerinde ağır münakaşalar
olmuş!
Bu
sarışın, çiy yeşil gözlü adam o günden tâ gözlerini dünyaya kapadığı dakikaya kadar
yalnız babamın değil, bütün ailemizin hayatına karıştı. Ondan kalan acı tatlı
hâtıralarımız, ondan kalan ibret derslerimiz var! Bir insanın, iradesinin
yüzde yüz dışında kuvvetlerin tesiri altında bu kadar ters istikametlere
sürüklenebileceğim, tezatlarla dolu bir hayatın dalgalarına bu kadar
çarpabileceğini gösteren misaller pek azdır!
İttihat
ve Terakki’nin gizli cemiyet olarak çalıştığı zamanlarda topçu binbaşısı
rütbesiyle oynadığı fedailik rolüne fırkanın iktidar senelerinde de, mes’ul
kâtiplik gibi mevkilerde bulunarak devam etti. Hayatının bu devresinde yakın
arkadaşlık ettiği bir kısım insanlar onun için hemen hep felâket sebebi
olmuşlardır. Bunlardan Yakup Cemil Birinci Dünya Harbi içinde ölüme az daha onu
da beraber sürüklüyordu. Bir başkası, yakışıklılığı, ataklığı ile meşhur bir
Çerkeş mânevî ölümünün belki de hakikî sebebi!
Topçu
Binbaşısı Mütareke’de Damat Ferit’e suikast hazırladığı için idama mahkûm
edildi. Bir yük kayığında pis bir kömürcü kılığı ile Anadolu’ya kaçtı. Birinci Büyük
Millet Meclisi’nin en nüfuzlu âzalarından oldu. İstiklâl Mahkemeleri
Reislikleri yaptı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve son Bahriye Vekili odur.
Hapse girdi, amatör balıkçı olarak senelerce Boğaz sularında dolaştı; en
sonunda kalbi nihayetsiz hüsranla, ümitle, kederler, tesellilerle dolu,
dünya’yı bırakıp gitti!
Babamın
onunla müşterek hareketler, kavgalar, dargınlıklar, barışmalarla geçen bir
arkadaşlığı var. Hayatında iki insandan vefa gördü: Babamdan ve karısından! Bu
çok genç, insana temâşa etmek arzusunu verecek kadar güzel kadın, kocasını
yükselişin en yukarı tepesine, düşme uçurumunun en derin karanlıklarına kadar
ayni canlılık, ayni güzellik, ayni bağlılıkla takip etti.
Millî
Mücadele yıllarında, topçu binbaşisı Büyük Millet Meclisi’nin “Teceddütperverlerinden”
(İlericilerinden) biri idi. Birinci Grup ismi altında toplanmış
Teceddütperverler’in fiilî reisi Mustafa Kemal Paşa idi. Hakimiyeti Milliye gazetesi
de bu grubun fikirlerini yayınlıyordu. Gazetenin başmakalelerinin bir kısmını,
Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürü olan babam üç yıldız imzasiyle yazmakta idi.
Büyük Millet Meclisi’nde bu makaleler sık sık muhafazakârlardan ve
muhaliflerden kurulu İkinci Grup meb’usları tarafından ele alınarak babama
hücumlar yapılıyordu. Bütün bu mücadeleler sırasında topçu binbaşısı babamı
hararetle müdafaa ediyordu.
Zafer
kazanıldı. Gazi Mustafa Kemal bu sefer de Türk Milleti’nin medeniyet
mücadelesine girdiğini ilân etti. Gazi bu yeni mücadelede zaferin ancak
hürriyetle, hür vicdan, hür fikir, hür teşebbüs prensipleriyle kazanılacağına
inanmıştı. Nasıl İstiklâl Mücadelesi halkın kendisini idare etmesi, “Millî
Hâkimiyet” esası ile muvaffak olmuş ise, medeniyet mücadelesi de hür vatandaş
prensibiyle kazanılacaktı. Gazi bu iman ile memleketin bütün aydınlarını yanma
çağırdı, hattâ İttihat ve Terakki’nin hayatta ve meydanda olan erkânını bile!
Gazi’nin
eski İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerini beraber çalışmağa dâvetinin
çeşitli sebepleri vardı. Bu suretle bir yandan Birinci Büyük Millet Meclisi’nde
kuvvetli hizipler teşkil etmiş bulunan İkinci Grup âzaların memleket içinde
siyasî faaliyetlerine karşı taze unsurlar çıkartarak muvazene sağlamayı
düşünüyor, öte yandan hem tecrübeli, cesur, atak, hem de kendilerine memlekette
tekrar maddî ve mânevî mevkiler verilmiş olmanın doğurduğu minnet hisleriyle
ona bağlanacak bu insanları ileride yapmağı tasarladığı inkılâplarda kullanmak
istiyordu.
Nihayet
bütün ihtiras, karakter, emellerini çok iyi bildiği eski arkadaşlarının
kendisine karşı bir kuvvet olarak toplanmalarını da bu sayede önlemiş
olacaktı.
Fakat,
Gazi’nin inkılâpların mümkün olduğu kadar kansız, mücadelesiz, itidalle,
sükûnetle gerçekleşebilmesi için düşündüğü bu tedbirler ancak kısmen netice
verdiler. Bu eski İttihatçıların bazılarıyla İkinci Grubun şefleri, hattâ Millî
Mücadele’nin bazı büyük isimleri kolaylıkla birleştiler, yanlarında vatandaş
haysiyet ve şerefini hiçe sayan, şantaj, tehdit, hile, tezvir, fesat, istihfaf
metodlariyle Millî Mücadele’nin başında bulunanları küçültmek yoluna sapmış bir
kısım insanlar yer aldı. Başta din olmak üzere bütün mukaddes mefhumları
seviyesiz bir politika hevesine âlet eden bir zihniyet birdenbire Gazi’nin
karşısına dikildi.
O
zaman tedbir almak lüzumu duyularak Millî Mücadele’nin kazanılmasında büyük
rolleri olan İstiklâl Mahkemeleri yine kuruldular. Topçu Binbaşısı, Millî
Mücadele’de olduğu gibi yine bu mahkemelerin reisidir. Fakat bu aynı zamanda
onun için korkunç bir husumetin de başlangıcı olacak! Kendisine verilen bu
vazife bir kısım insanlara göre bir infaz işi idi. Ankara’dan İstanbul’a
giderken istasyonda koluna girerek onu kalabalık uğurlayıcılar arasından bir
kenara çekip kulağına: “Sizden inkılâbın korunmasını bekliyorum” diye
fısıldıyan sesin sahibiyle, Millî Mücadele’de İngiliz casusu Mustafa Sağir’i
sehpaya çıkarmış İstiklâl Mahkemesi Reisi’nden, korkunç bir iftira ile Ağa
Han’ın casusları olarak gösterilen insanlar için de ayni kararı bekliyenler
onun bunların suçsuzluğunu ilân eden hükmü karşısında önce şaşırdılar, sonra bütün
husumetlerini ona çevirmekte tereddüt etmediler, vurmak için sırasını
beklediler!
Gazetecilerin
beraat etmiş olmalarının ilk reaksiyonunu İzmir’de gördü. Mahkemeden sonra
İstanbul’da masumluklarını ilân ettiği insanlarla beraber yemek yemiş, samimî
konuşmalar yapmış, hattâ daha ileri giderek onların Gazi ile görüşmesini
istemişti. Bu maksat ile yazdığı mektupları iyi karşılayan Atatürk görüşmenin
bir şarta bağlı olduğunu da bildirmişti. Gazetecileri kendisi davet etmiyor,
onlar kabul edilmek ricasında bulunuyorlardı. Gazi o sırada İzmir’de idi.
Gazeteciler! oraya gittiler, Tasviri Efkâr’da davetin Gazi tarafından
yapıldığını yazdığı için kabul edilmiyen merhum Velid Ebüzziya hariç, diğerleri
Gazi ile görüştüler.
İstanbul
İstiklâl Mahkemesi Reisi de aynı zamanda Izmir’e geldi ve önce yine orada
bulunan Başvekili görmek istedi. Başvekil misafir kaldığı evde olduğu halde
yok dedirttikten bir dakika sonra, hemen hemen onun gözleri önünde evden
çıkarak otomobiline bindi ve yanından selâm vermeden geçip gitti.
Bu
hâdiseden sonra da öteden beriden yine acı imâlar, yarı şaka tenkitler,
kendisini inkılâbın zaruretlerini hissetmemiş olmakla itham eden • târizler
devam etti. Eğer başvekil değişerek yerine Fethi Bey Kabinesi gelmese idi, eski
Topçu Binbaşısının âkıbeti belki de o zamandan belli olacaktı. Fethi Bey
Kabinesi’nin kurulmasiyle beraber bir Bahriye Vekâleti teşkiline karar
verildiği vakit Gazi Mustafa Kemal’in akima bu yer için gelen ilk adam o oldu.
Siyasî hayata binbaşı rütbesiyle atılmıştı; şimdi Bahriye Vekilliği koltuğuna
oturuyordu. Bu askerî bir vekâletti, o halde kendisini birdenbire birkaç
rütbe atlıyarak amiral olmuş görmekte haklıydı. Bu masum hissin heyecaniyle bir
yandan hakikî bir amiral otoritesi takınarak perişan donanma artığını, biraz
çekidüzen vermek için ele alırken, öte yandan kendisine de yine hakikî bir
amiral eda ve kıyafeti vermeyi ihmâl etmedi. Gazetelerde başında bahriye
şapkası, beyaz pantalon, lâcivert ceketli resimleri sık sık çıkıyordu. Hattâ
daha ileri gitti; küçük oğluna amiral üniforması yaptırdığı gibi Keçiören’deki
basit, mütevazı evinin kapısına bahriye ve donanma arması şeklinde kulplar
taktı. Artık dillerde destan oluyor, donanma için yaptığı en iyi şeyler bile
acemi, toy hareketleri yüzünden alay mevzuu haline geliyor, onun dâire
âmirlerine tasarruf maksadiyle mürekkep şişelerinin kapaklarını, içindeki
sıcaktan buhar olup uçmasın diye hep kapalı tutmak emrini verdiği yolunda
hikâyeler anlatılıyordu!
Şeyh
Sait isyanı başladığı zaman takip etmek istediği yumuşak politikanın Hükümet
Reisini zayıflattığını hisseder etmez kabinede Hariciye Vekili ile beraber
şiddet taraftarı oldu. Bu suretle tekrar hükümet başına geçeceğini sezdiği
insana yaklaşmak istiyor, çok benimsediği Vekilliği emniyet altına almağa çalışıyordu.
Hâdiseler
tahminlere uygun çıktı. Fethi Bey çekilerek yerine İsmet Paşa Başvekil oldu.
Fethi Bey’e karşı yeni Başvekili tutmuş olmakla beraber kökleri Millî Mücadele
senelerine kadar inen endişeleri vardı.
Meşru
tiyet’ten önce Edirne’de Hançer ve Kur’an üzerine gözü kapalı yeminlerle gizli
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne âza yapılmasına rehberlik ettiği İsmet Paşa’yla
yıldızları bir türlü barışamamıştı. Fena tesadüfler onları hemen hep karşı
karşıya getiriyordu. Bursa’nm Yunanlılar tarafından alınmasına sebep olan
askerlik hatâlarını her yerde şiddetle tenkit etmişti. Ankara İstiklâl
Mehkemesi Reisi olarak Garp Cephesi Kumandanının, Ali İhsan Paşa hakkmdaki
ithamlarını tetkik etmiş, meselenin İstiklâl Mahkemesi’ni ilgilendirmediğine
karar verirken, bir raporla da Mustafa Kemal Paşa’ya bu ithamların hiçbirinin
doğru olmadığım bildirmişti. İstanbul gazetecilerinin beraati bütün bu
hâdiselerin son halkası olmuştu. İşte bu düşüncelerle doğru Atatürk’e gitti,
“Paşam” diye başladı, “aklımda hayalimde yok iken beni vekil yaptınız, büyük
hevesle hizmete başladım. Fakat şimdi hükümet değişiyor. Başvekilin bana karşı
öteden beri görüşünün ne olduğunu bilirsiniz. Beni tutun da Bahriye
Vekilliğinde kalayım. ”
Atatürk,
gözlerinin içine bakarak cevap verdi:
“Hükümeti
ben teşkil edeceğim, İsmet Paşa değil! Sen yine Bahriye Vekilliğinde
kalacaksın.”
Eski
Topçu Binbaşısı böylece yeni hükümete de girdikten sonra kendisini amirallik
havasına ö kadar kaptırdı ki en yakın dostları bile onun bu gururlu edasından
gücenmiye başladılar. Yalnız karısı bu hallerini elinden geldiği kadar önlemeğe
çalışıyor, dostlariyle arasında hiç değilse uzaktan alâ-
kayı
sağlayan vasıta oluyordu. Bir gün babam kızı gibi sevdiği bu güzel kadına
kocasından şikâyet etti: “Niçin vekil olunca burnu büyüdü?” Ertesi gün Büyük
Millet Meclisi koridorlarında Bahriye Vekili ile Kars Meb’usu arasında meclisin
dedikodu ve kulis entrikaları tarihinde yeri olan bir münakaşa geçti. Bahriye
Vekili koridorda meb’uslarm arasında babama yaklaşarak yüksek sesle konuşmağa
başladı:
“Sen
karıma burnumun büyüklüğünden bahsetmişsin! Unutma ki Birinci Meclis’te seni en
ağır şekilde hırpalarlarken ben müdafaa ettim.”
Babam
sükûnetle cevap verdi:
“Eğer
o zaman beni müdafaa etliysen masum ve haklı olduğumu bildiğin için bunu
yaptın. Haklı olmadığım halde müdafaa etmişsen vazifeni ihmal etmiş
vaziyettesin. Düştüğün tezat uçurumunu görüyor musun?”
Araya
girdiler, ayırdılar. Fakat selâm sabah da kesildi.
Birkaç
ay geçti. Bahriye Vekili’nin hükümetteki yerinin sarsılmağa başladığı
rivayetleri onu gittikçe daha haşin, daha sert, daha sinirli yapıyordu.
Nihayet bir gün kendisine Vekâlet’in yakında ilga edileceğini bildirdiler. Bu
onun için ağır darbe oldu. Gerçekten hayırlı işlere başlamıştı; donanmanın
ayakta sayılan tek parçası Yavuz’u tamir ettirmek için lâzım gelen bütün
tedbirleri almış, Başvekil’in, hattâ bütün hükümetin kabul ettiği firma ve
şartlarla mukavele imzaya hazır hâle gelmişti. Cumhuriyet Donanması’nm temelini,
çekirdeğini teşkil edecek Yavuz’un tâmirine ait şerefi elinden kaçırmak
istemedi. Bir çocuk toyluğu ile, Başvekil’in verdiği muvafakate de güvenerek
vazifesinin bitmesine birkaç gün kala mukaveleyi imzaladı. Bu, kanun bakımından
değil, fakat siyaset bakımından büyük hatâ idi. Hele tâmir işinin verildiği
firma mümessilinin İttihat ve Terakki’nin eski tanınmış fedailerinden olduğu
gözönüne alınırsa hatânın affedilmez olduğunu kabul etmek icabeder. Bu suretle
imzalamadaki acelenin, Yavuz’un tamir şerefini kazanmaktan ziyade bir zamanlar
ayni fırkanın içinde, ayni saflarda, ayni vazifeleri beraberce gördüğü eski
dostları himaye ve onlar vasıtasiyle menfaat temin etmek maksadına dayandığı
iddiası kuvvetli bir delil buldu.
Halbuki
bu eski dostları himaye ve onların eliyle menfaat sağlamak düşüncesi hiç
değilse bu işte asla akima gelmemişti. Evet, etrafında hemen herkesin iş takip
ettiği, ecnebi firmalara komisyonculuk yaptığı, devlete karşı bu firmaların
mümessilliğini kabul ettiği, bütün bunlarda da hiçbir mahzur görmediği bir
zamanda, o da bazı dostlariyle bu çeşit işlere girmeyi tasarlamıştı. Fakat şu
Yavuz-Havuz meselesinde Sapancalı Hakkı’yı ona tavsiye edenler başkaları, hem
de arzularına emir diye itaat edeceği başkaları idi. Onlar da daha Millî
Mücadele’nin ilk günlerinde Sapancalı Hakkı’nm kendilerine para yardımlarını
hatırlayarak bu eski, koyu İttihatçı fedaiye gerçekten zor bir zamanında yardım
elini uzatmak istemişlerdi.
Şimdi
siyasete girdiği günden beri ilk defa işsiz güçsüz bir adam olmuştu. Yalnız
milletvekili, üstelik gözden düşmüş! Bu ona ağır geliyor, onu kovahyan husumet
istediğinden çok daha ağır bir yükü hemen omuzlarına yükliyecekti! Bir siyaset
adamının en zor vazifesi, millete hesap vermek vazifesi karşısında idi. O,
Başvekil ve Kastamonu meb’uslarmdan biri tarafından verilen ve “Yavuz ve Havuz
meselesi” üzerinde Meclis tahkikatı açılmasını talep eden takrirlerle bu
vazifeye çağrıldığı zaman korkunç kinlerin saklandıkları pusulardan birdenbire
meydana fırladıklarını gördü. Bir kaç eski dost dışında, bütün Meclis aleyhinde
idi.
Burada
Cumhuriyet Tarihi’nin bir dedikodusundan bahsetmek mümkündür. İlgililerin
hemen hemen hepsi öldüler. Bu dedikodu ne dereceye kadar doğru, bilmem, yalnız
onu bizzat eski Bahriye Vekili’nin ağzından da dinledim.
Urfa
Meb’usu Ali Sâip her yerde onun hakkında konuşmakta, onu itham etmektedir.
Yavuz-Havuz dâvasında Diyânıâli’de (Yüce Divan) aleyhinde çok şiddetli şekilde
şahadette bulunmuş. “Ben bildiklerimi Ağaoğlu Ahmet Bey’e de söyledim. Nedense
inkâr ediyor” diye bir söz de söylemişti. O akşam babam kendisini telefonla her
tarafta aradı. Nihayet gecenin ilerlemiş bir saatinde Hâkimiyeti Milliye
gazetesinde buldu. Sahne gözümün önündedir. Babam telefonla bağırıyor:
“Sen, ben Ahmet Bey’e her şeyi
söyledim, nedense inkâr ediyor, demişsin. Bunları bana ne zaman söyledin? Sen
bir , bir .! Seni buna teşvik edenleri de biliyorum. Onlar da birer...... ., birer. ”
Annem
babamın kolundan çekiyor, “Ahmet, Ahmet söyleme” diye yalvarıyor!
Acaba
merhum Ali Sâip’in Bahriye Vekili’ne karşı duyduğu kırgınlığın sebebi ne idi?
O zamanlar dillerde ehemmiyetli bir dedikodu halinde dolaşan rivayet şu:
Ali
Sâip, Şark İstiklâl Mahkemesi’nde âza veya reis iken şahsî basımlarından bir
kısmı hakkında gûya tertipler yaptırarak bunları da âsiler arasında göstermek
yolu ile mahkemeye düşürmüş ve bazıları da hattâ asılmışlar. “Kozan hâdisesi”
diye bilinen bu mesele Ankara’da duyulunca Parti’nin seçim komitesi âzası
bulunan Topçu Binbaşısı, mebus yapılmamasına çalışmış hattâ hükümetten Ali
Sâip’in tevkif edilerek mahkemeye verilmesini istemiş. Fakat bu talebi İstiklâl
Mahkemeleri’nin haysiyet ve itibarını korumak endişesiyle reddolunmuş! İşte
Ali Sâip’in Bahriye Vekili’ne karşı husumeti buradan ileri geliyormuş!
Tekrar
ediyorum, bu rivayet ne dereceye kadar doğrudur bilmem, ancak hiçbir zaman ne
resmî, ne hususî yalanlanmadı. 1936 senesinde Sanayi Umum Müdür Muavini bulunduğum
sırada mahallî küçük sanatları tetkik etmek üzere Denizli’ye gitmiştim. Bir
akşam Halkevi’nde bir kısım Denizli Meb’usları ve memurlarla yemek yiyorduk.
Sofraya riyaset eden Denizli Meb’usu merhum Mazhar Müfit hâtıralarını
anlatıyordu. Bir aralık eski Bahriye Vekili’nin hâdisesine geçti. Mazhar Müfit
ismini söyleyerek, masum olduğunu, ancak birtakım kimselerin düşmanlığına
uğradığını, bu arada kendisi Şark İstiklâl Mahkemesi Reisi iken Ali Sâip’in
öteden beri arasının açık olduğu birtakım insanları mahkeme eliyle yok etmeğe
çalıştığım, Bahriye Vekili’nin bunun üzerine Ali Sâip’in mahkemeye verilmesini
istediğini, o günden itibaren de Ali Sâip’in onun can düşmanı kesildiğini ve
yüksek liderleri aleyhine durmadan tahrik ettiğini söyledi.
Burada
eski Bahriye Vekâleti yaveri’nin bana anlattıklarını da yazmadan
geçemiyeceğim.
Ali
Sâip, Bahriye Vekili hakkında tahkikat yapıldığı sıralarda bir gün Keçiören’de
sokakta bu yaver’in koluna girerek kulağına fısıldıyor:
“Bu
işte bildiklerinin hepsini söylemeğe ne lüzum var? Hâdise senin zannettiğin
gibi değildir. Gençsin, istikbalini temin etmek istiyorsan dediklerime göre
hareket et! ”
Genç
deniz subayı, kolunu Ali Sâip’in kolundan şiddetle çekiyor:
“Vicdanımın
sesinden başka ses tanımıyorum. Allah’tan başka kimseden de korkmam, şimdiden
sonra da sizinle hiçbir münasebetim kalmamıştır.”
Şimdi
bu satırları yazarken daha sonraları Ali Sâip’in de başına gelenleri, kendisini
mahkemelere, hapishanelere sürükliyen iftiraların hikâyelerini hatırlıyorum!
Zamane
içre mücerreptir intikamı zaman
Hemişe
yahşiye yahşi verir, yamane yaman!
Yine
eski Bahriye Vekili’nin bana anlattığı bir başka hikâye daha var:
Bahriye
Vekâleti ilga edilmeden önce Başvekil’e mektup yazarak Fransız İnkılâbı’ndan
misâller getirdikten sonra: “Biz de birbirimize düşüyoruz. İnkılâbımızın
âkibeti Fransız inkılâbının âkibetine, şahıslarımızın kaderi de inkılâpçıların
kaderlerine benziyecek diye korkuyorum” demiş! Bunu o zaman ağır bir tehdit
diye karşılamışlar!
Hakkında
tahkikat açılmasını istiyen takrir Meclis’te okunduğu zaman iki tesirin altında
idi. Bir kısım dostları ona yumuşak olmasını, kendisini suçlayanlara karşı çok
sakin cevaplar vermesini; diğer bazıları ise şiddetle karşılamasını
istiyorlardı. Birinciler her şeyin düzeleceğini temin ediyorlar, bunu da hattâ
çok yüksek makam sâhiplerinin sözlerine bağlıyorlardı. İkinciler de zafer,
tokatı ilk atanındır diyorlardı. Eski Topçu Binbaşısı hayatı boyunca emir
alarak çalışmıştı. Kendisine sükûnet, yumuşaklık tavsiye edenler bunu da emir
diye söylüyorlardı. İtaat etmesi lâzımdı!
O,
hayatında Gazi’den başka kimse için o günkü kadar aşağıdan alarak konuşmamıştı.
Başvekili kastederek “Şefimin ayakları altında ölmeğe hazırım” diyordü. Fakat
karşısındaki, zekî, tecrübeli bir insan idarecisi idi. Topçu Binbaşısının
kendi ferik (orgeneral) rütbesi önünde titrediğini hissetti, kürsüye bütün
siyasî hayatının en satirik, en iğneli, en alaycı, en hakaretli konuşmasını
yapmak için fırladı!
“Madem
ki ayaklarımın altında ölmeğe hazırsın! öl öyle ise!”
O
günden sonra bu kudretli, büyük kinin pençeleri altında tâ ölünceye kadar
hırpalandı. Kendini kurtarmak için yaptığı bütün teşebbüsler boşa çıktı.
Divânıâli’ye verilme kararından önce, Meclis kürsüsünde “İzmit sahilinden her
geçtiği zaman Yavuz ve diğer gemilerimizi tamir eden havuzun çekiçleri onun da
başına inecektir” diye bağırırken bu sözleriyle kasdettiği adam gülüyor,
içinden, “bu çekiçler evvelâ senin başını parçaladı” diyordu!
Meclis
araştırması uzun sürmedi. Fakat cumhuriyet tarihinin en dikkate değer
hâdiselerinden biri oldu. Eski binbaşı, sabık .vekil bu tahkikat esnasında,
tâmir işinin ihale edildiği firmaya Başvekil’in muvafakat ettiğini, teklif
ettiği iki müesseseden birisinin ismini çizerek diğerini kabul ettiğini ispat
eden vesikayı hatırlattığı zaman İsmet Paşa: “Çizgi benim, mes’uliyet onundur.
Kimbilir bana ne yalanlar söyledi ki kabul ettim” diye siyasî sorumluluk müessesesini
kökünden yıkan cevabı vermekte tereddüt etmedi.
Komisyonun
bir toplantısında eski Bahriye Vekili’ne vekil olmadan önce iki arkadaşı, Enver
Paşa’nın eski eniştesi Nazım Bey ve Bilecik (o zaman Ertuğrul derlerdi)
meb’usu Dr. Fikret ile kurdukları âdi şirketten bahsedilerek neden ticaret
işlerine girdiği soruldu. Bu soru onu şiddetle sinirlendirdi; reisin ağzındaki
sigarayı alarak birkaç nefes çektikten sonra, “bunu bana neden soruyorsunuz?”
diye bağırdı, “hepiniz, başta reisimiz olmak üzere, zenginleşmek lâzımdır,
demokrasi zenginliğe dayanır demiyor muydunuz? Hepiniz ayni şekilde işlere
girmediniz mi? ”
O
akşam kendisini evinde telefonla aradılar. Çok iyi tanıdığı ses ona şu sözleri
söyledi:
“Ne
yapıyorsun? İpe çekilenler bile benden bahse cesaret edemediler!...”
Cevap
vermeğe vakit kalmadan telefon kapandı.
Bu
konuşmadan sonra her şeyin, her ümidin yıkıldığını anlamıştı. Kendisini
Meclis’te son defa şiddetle savunmaya karar verdi. Fakat kudretli hasını onun
bu cesaretini Meclis hitabet tarihinin belki de en kaba cümlesiyle karşılıyarak
kırdı:
“Başını
yem torbasına sokarak galiz tezahüratta bulunan bu adam!”
Bundan
sonra korkunç, hazin, kâbuslu, hummalı bir rüya başladı. Bir akşam geç
saatlarda evini yüz polis birden sardı. Keçiören’in küçük meydanında geliş
gidiş durduruldu. Biraz sonra bir düzine otomobil sür’atle Ankara’ya doğru
uzaklaştılar. Evde genç karısı üç küçük çocukla yalnız kalmıştı. Yanlarında
kimse yoktu. Şaşkın, perişan halde idiler. Bu sırada kapı açıldı. Ağaoğlu
Ahmet’in karısı ile kızları içeri girdiler; sabaha kadar orada kaldılar.
Bir
gün sonra Hâkimiyeti Milliye, gazetesinde bu tevkif anlatılirken, Ahmet
Ağaoğlu’nun kızlarının eski Bahriye Vekili’nin karısını teselliye
koştuklarından uzun uzun bahsedildi. Babam bu yazıyı yazanı iyi tanıyordu. Onu
gördüğü zaman kulağını çekerek, “senin başına da böyle bir iş gelirse karının,
çocuklarının yardımına, tesellisine koşacağım. Sana haber vereyim genç adam!”
dedi.
Güzelliği
ile meşhur yüzü kulaklarına kadar kızaran yazar babamın ellerine sarıldı:
“Üstadım,
üstadım! Affedin. Vallahi yazdırdılar!”
Divânıâli’nin
ilk günü hayatımın bende kuvvetli iz bırakmış manzaralarından biridir.
Büyük
bir kalabalık yığılmıştı. Adliye koridorları hıncahınç dolu idi. Mahkeme
salonuna daha önceden dağıtılmış kartları olanlar girebiliyorlardı. Her tarafta
en sıkı muhafaza tedbirleri alınmıştı. Her adımda polis, inzibat, asker vardı.
Salona
Divânıâli’nin Temyiz’den (Yargıtay) seçilmiş Reis ve Âzaları cübbeleriyle
girdiler. Onlardan sonra Devlet Şûrası’ndan (Danıştay) gelenler sivil kıyafette
yerlerini aldılar.
Genç
bir hukuk talebesi olarak ilk defa gördüğüm bu büyük adlî heyet bende garip
bir tesir yaptı. Acaba neden bu Divan’m bir kısım âzaları sivil giyinmişti?
Reis,
“maznunu (sanığı) getiriniz,” dediği zaman bütün başlar soldaki kapıya
çevrildi. İçeri parhyan bir süngü girdi. Arkasından eski Bahriye Vekili’nin
açık yeşil gözleri belirdiler.. Onun arkasından yine bir süngünün ışığı!
Baktım.
Zaten çok çizgili olan bu yüz ıslanmış ve avuçta buruşturulmuş kumaş parçasına
benziyordu!
Sesi
titrek ve boğuktu. Karmakarışık saçları, buruşmuş yüzü bana birdenbire Danton’u
hatırlattı. Evet, Dariton’un resimleriyle bu yüz arasında benzerlik vardı!
Fakat işte o kadar! Biri bir ilâh, ötekisi, iftiraların, husumetlerin, kıskançlıkların
kurbanı basit bir insan! Birinin başını “kana susamış inkılâp yemişti.
Diğerinin başı kendi tedbirsizliğinin, basiretsizliğinin, gururunun uğruna
gidiyordu!
Divanıâli’nin
önünden devletin büyüklü, küçüklü, siyasî, memur birçok insanları gelip
geçtiler. Celseler; yalan şahadetler, haksız yorumlar, lüzumsuz izahlar,
hatırlamamalar, “Cumhuriyetin şeref ve haysiyetinin korunmasını” hâkimlerden
şiddetli bir lisanla isteyen ifadelerle dolup taştı. Nihayet karar günü geldi.
O her zamandan daha düzgün kıyafetle, yine her zamandan daha sâkin yüzle
yerine oturdu. Kendisini son defa isteksiz bir şekilde, mahkûmiyete hazır
olduğunu söyliyerek savundu.
Karar
okundukça Büyük Millet Meclisi soruşturma heyeti ile kudretli hasmının
suçladığı noktalardan birer birer beraat ettiğini gördü. O zaman bir ân için
tekrar ümitlendi. Yoksa şerefi, haysiyeti, hayatı, hattâ istikbali kurtuluyor
muydu?
Heyhat!
Bu ancak geçici bir ümit ışığı idi. Divanıâli, soruşturma heyetinin suç diye
ele aldığı meselelerin hepsinde onu suçsuz gördüğü halde, muhakeme esnasında
ortaya çıkmış bir mektup, Yavuz’un tâmiri işiyle ilgili firmanın mektubu,
içinde “Ankara’da nüfuzlu kimselere dağıtılmak üzere şu kadar yüzbin frankın
gönderildiğini” bildiren mektup, vazifesinin bitmesine birkaç gün kala ihâle
mukavelesini imzalamış olmasının uyandırdığı şüpheyi teyit ederek “bu nüfuzlu
kimselerden maksat olsa olsa Bahriye Vekili’dir” gibi vesika ve delile değil,
sadece yakıştırmaya dayanan bir yolla onu irtikâba teşebbüsten mahkûm
ettirmeğe kâfi görüldü.
Ç>na
yapılan itham, şahsiyeti ve yükseldiği makamlar yüzünden cumhuriyet ve
inkılâba sirayet etmişti. Belki bütün memleket suçlu olduğuna inanıyordu.
Beraat etseydi hiç kimse masumluğuna kanmayacak, herkes, kolayım bularak
kurtardılar diyecekti. Mahkûm olması, bu suretle hiç değilse cumhuriyet ve
inkılâbın fazileti; rüşvet, irtişa, suiistimal, fenalık halleri, bunları yapan
kim olursa olsun, hattâ onun gibi, rejimin en ileri saflarına yükselmiş bir
insan olsun, temizlenir ve temizlenecektir hükmü ile kurtarılmış oluyordu!
Bu,
eski Bahriye Vekili’nin suçsuz olduğuna inanmış bazı kimselerin saf ve samimî
fikriydi!
İki
sene, tam iki sene hapishanede hiçbir farklı muameleye tâbi tutulmadan kaldı.
Diğer mahkûmlar, âdî kaatiller, hırsızlar bu devlet düşkününün yanma önce
yaklaşmak istemediler. Sonra onun babacan bir adam olduğunu gördüler,
etrafına toplandılar, ona hayat dersi verdiler! Eski vekil bu iki senesini bir
taraftan hâtıralarını yazmakla, diğer taraftan durmadan okuyarak geçirdi.
Müddeti dolduğu gün hapishane arkadaşlarına veda ederken gözlerinde kendi arkadaşlarından
çok daha fazla vefa gördüğü bu insanlar için yaşlar vardı.
Ankara
hükümet merkezi oldu olalı siyaset adamlarının gözden düştükleri zaman
İstanbul’a taşınmaları bir ananedir! Eski Bahriye Vekili de buna uydu, çoluk
çocuğunu alarak İstanbul’a gitti.
Ankara’dan
İstanbul’a bu gidişle bundan öncekiler arasındaki büyük farka dikkat etmiyecek
kadar kadere inanır olmuştu. Kompartımanının penceresinden şehrin ışıklarına
birer birer kayboluncaya kadar baktı. Son ışık silindiği zaman Ankara onun
için ebediyen mâzide kalmıştı.
Elapishanede
basit halk adamlariyle haşir neşir olmuş, gururun ıztıraplarmdan kurtulmuş,
yalnızlığın sükûnetini tatmıştı. Şimdi İstanbul’da yine halk adamları arasında
kalinak istiyordu. Bu arzu onu Boğaz’da oturmaya zorladı. Arkasından da
hayatının son işine atıldı; birçok balıkçıların, meraklıların eski Bahriye
Vekili’ni görmek için etrafına toplandıkları bir kayıkta balıkçılığa başladı.
Bu yeni işinde şaşırtıcı bir hızla ilerledi. Birkaç sene içinde Boğaz’m sayılı
amatör balıkçılarından olmuştu.
Seneler
seneleri kovaladı. Ankara’dan daha birçok küskünler taşındı. Vaktiyle
kendisinin de kudret sahibi olarak vurduğu birçok insanlar zaten büyük şehirde
idiler. Hepsi ortak kaderlerinin çevresinde birbirlerine sokulmağa başlıyorlardı.
Bunlar ve en çok o, bir şey bekliyorlardı. Er geç bir hâdise olacak, ondan
sonra geçirdikleri acılar birer hâtıradan ibaret kalacaktı. Bir zamanlar
inkılâpçılıkla dinsizliği bir tutarak kendilerinin Allah’sız olduğunu iftiharla
ilân eden bu insanlar şimdi ümitlerini değişik şekillerde rüyalarında
görüyorlar, hocadan hocaya koşuyorlar, gece gündüz namazdan baş
kaldırmıyorlardı.
Bu
bekleyiş sırasında eski Bahriye Vekili geçmişi düşünürken bir türlü cevabını
bulamadığı bir soru ile karşılaşıyordu:
Gazi
onu neden bıraktı? Neden yardım elini uzatmadı? Bunu düşünürken nefesi
daralıyor, alnındaki kırışıklıklar daha da artıyordu!
Serbest
Fırka kapandıktan sonra İstanbul’a göç eden babamla Millî Mücadele
senelerindeki arkadaşlığı yeniden canlandı. Fakat şimdi o atak, mağrur,
korkusuz insan değildi. Daha çok dinliyor, hâtıralarını anlatıyor, hâdiselerin
akışından çıkardığı neticelerin doğru olup olmadığını soruyor ve en çok mâsum
olduğunu herkese isbat etmeğe çalışıyordu. O, bu macerayı her defasında
başından sonuna, en küçük noktasına kadar söyledikten sonra karşısındakine dikkatle
bakıyor, yüzünden, gözlerinden haklı olduğuna inanıp inanmadığım
araştırıyordu.
Bu
sıralarda, emeklilik aylığının verilmesi meselesi gibi hasis bir vesile, eski
Bahriye Vekili ile kudretli hasmmı karşı karşıya getirdi. Bu konuşmayı,
rivayet edildiğine göre arzu ve hattâ emreden Atatürk’tü. Atatürk, sefil bir
bahane ile mahkûm edilmiş bulunmasına rağmen, Millî Mücadele senelerindeki
hararetli arkadaşlığın hâtıralarına bağlı kalarak ona emeklilik hakkının
tanınmasını istiyordu!
ismet
Paşa ile bu karşılaşma, galiba İstanbul’da bir otel odasında oldu. Her ikisi de
heyecansız, soğuk bir nezaket içinde birkaç kelime söylediler, sonra bir daha
birbirlerini görmemek üzere ayrıldılar.
Bir
gün gazetelerde Atatürk’ün, İsmet Paşa’yı Başvekâletten uzaklaştırdığını
okudu. Beklediği günler nihayet yaklaşıyordu. Mahkemenin iadesi imkânlarım
araştırmağa başladı. Bir kısım avukatlar bunun ancak kanunla olabileceğini
söylediler. Çünkü mahkûmiyet kararı Divanıâli’den verilmişti. Meclisteki eski
arkadaşlar vasıtasiyle siyasî havanın buna uygun olup olmadığını yokladı.
Hayır, mümkün görmüyorlardı! Daha biraz beklemesi lâzımdı. Fakat yaşı ilerliyor,
kalbi günden güne yoruluyordu. Acaba o büyük güne kadar yaşıyabilecek miydi?
Atatürk’ün
hastalığı ve hastalığın gittikçe ağırlaşması eski Bahriye Vekili için korkunç
bir ihtimalin belirmesine yol açtı. Atatürk’ün yerine kendisini bu akıbetlere
sürüklemiş adam geçecek! Halbuki kendi selâmeti, onun devletin en yüksek yerine
yükselmemesiyle yakından ilgili idi! O zaman düşündü, taşındı, akima gelen
fikri bazı yakın arkadaşlarına açtı. Bunlar onu hayretle dinlediler. Sönra, bu
olmıyacak fikirden, bu çocukça düşünceden, bu ham hayâlden vazgeçmesini
tavsiye ettiler.
Eski
Bahriye Vekili başına gelen felâket sebeplerinden birini hatırlamış, İstiklâl
Mahkemesi’nde beraet ettirdiği merhum Hüseyin Cahit Yalçın’ı Cumhurreisi
görmek hevesine kapılmıştı. Atatürk’ten sonra bu makam, Anayasa’nın çizdiği
sınırlar içinde bir şeref yerinden başka bir şey değildi. Oraya bir askerin
gelmesine ne lüzum var? Vatan’a hizmet etmiş, hürmet edilen bir sivilin
getirilmesi diktatörlüğün kalkması için de esaslı bir şarttı. Bu sivil de
meselâ pekâlâ Hüseyin Cahit olabilirdi.
Bu
düşüncenin altında yatan arzu ise bir zamanlar ölümden kurtardğı adama iltica
etmek, onun sayesinde, içinde her gün bir kere daha öldüğü şartlardan
kurtulmaktan ibaretti!
Birinci
Büyük Millet Meclisi’nin kesin selâhiyetli, hayata ve ölüme hâkim İstiklâl
Mahkemeleri’nin azametli reisi ne hale gelmişti!
Babam
öldüğü zaman eski Bahriye Vekili ıztırap günleri yaşadı. Ölenin şahsında tam on
yedi senelik bir geçmişin, kendi geçmişinin hâtıraları vardı. Bir akşam vaktini
hatırlıyordu. Keçiören’deki evimizin salonunda, o, karısı, beraberce mahkûm
olduğu Sapancalı Hakkı’nm hanımı, annem, kardeşlerim oturuyorlardı. Bir gün
önce idam edilmiş merhum Cavit’in asılırken şuurunu kaybettikten sonra yaptığı
bazı hareketlerden gülerek bahsettiler. Cavit’in iskemleye çıkarken Allah’ın
zalimleri cezalandıracağını söylediğini anlatarak, “haydi bakalım” demişti,
“Allah’ın intikamını alsın da görelim!”
Annem
birden ayağa kalktı. Yüzü sapsarıydı, gözlerinde yaşlar vardı. Titrek bir
sesle, “gülmeyiniz, gülmeyiniz,” diye bağırdı, “bu haliniz Allah’ın hoşuna
gitmez! Hepinizin başına ayni felâket gelebilir!”
“Sitâre
hanımın hakkı varmış! İnkârlarımın cezasını buldum!”
Karısının
ölümü onu perişan etti. Aralarındaki yaş farkına, kıskançlıklarıyla en iyi
günlerini .zehirlemiş olmasına rağmen, yükselme ve düşmenin bütün derecelerinde
kendisine en kuvvetli teşvik, itidal, teselli kaynağı bu güzel, çok güzel
kadın, genç yaşta kalpten öldüğü zaman derin, simsiyah bir uçurumun içine
yuvarlandığım hissetti. Onu bu uçurumdan çekip çıkaracak, bu karanlıktan
kurtaracak hiçbir kuvvet kalmamıştı.
1944
senesinde, memlekette tek parti devrinin sona erme işaretleri belirince
tanıdığı herkesi yeni bir parti kurmak fikrinin etrafında toplanmağa teşvik
etti. En çok eski İttihat ve Terakki’nin yeniden canlandırılması düşüncesinde
idi. Bir vakitler gözüpek fedaisi olduğu bu partinin saflarında, alnına
sürülmüş lekeyi temizlemekten başka bir şey istemeden çalışmayı hayal
ediyordu. Fakat eski ittihatçılardan bu işi yapabilecek ayakta kaç kişi
kalmıştı? Taşıyanların hemen hepsi kimsenin tanımadığı üçüncü, dördüncü
derecede adamlardı. O hâlde bunun yerine başka bir teşekkül meydana getirmek
mümkündü. O sene Büyükada’da oturuyordu. Eski arkadaşlarından, İsmet Paşa
Cumhur Reisi olduktan sonra gözden düşmüş kimselerle sık sık temasa başladı.
Evet,
büyük gün yaklaşıyordu. Yalnız kendinin değil, birçoklarının, hattâ bütün
memleketin beklediği gün! Fakat kalbi gittikçe zayıflıyor, krizler
sıklaşıyordu. Acaba daha birkaç sene yaşıyamaz mıydı? Daha birkaç sene! Hiç
değilse dâvasını yeniden gördürerek şeref ve namusunu kurtarmak saadetine
kavuşabilirdi!
Muhalif
partiler kurulduktan, basın tenkitlere başladıktan sonra artık meydana çıkmak
sırasının geldiğine hükmetti. Yeni bir gazete ile anlaşarak hâtıralarını
neşretmeğe başladı. Hâtıralar çıktıkça okuyanlar beklediklerini bulamadıklarını
gördüler. Çok dikkate değer, ibret dolu hâdiseler, vak’alar anlatıyordu. Fakat
bütün bunlar hem cesaretsiz, hem vesikadan mahrumdular. Şahsî düşünceler ve
yorumlar da fazla yer alıyordu.
Buna
rağmen İstanbul Örfi idaresi herhangi başka bir yazıyı bahane ederek gazeteyi
kapattı. Tekrar çıktığı zaman hâtıralar yoktu!
Hastalığı
gittikçe artıyordu. Günlerinin büyük kısmını yatakta geçiriyor, ancak birkaç
dostunu görebiliyordu. Şimdi mahkemenin iadesini bile düşünmüyordu. Tek bir
arzusu kalmıştı. Onun, o büyük hasmımn, o kudretli kinin yıkıldığını görmek!.
Sıkışan kalbini eliyle tutarak, Allah’tan biraz daha'nefes, biraz daha hayat
istiyordu! “Ne olur? Şurada ne kadar kaldı. Eminim, eminim, onun düşmesine pek
az kaldı. Ben görebilecek miyim? ”
Hayatının
bu en büyük, en son arzusunu dinliyenler onu , teselli ediyorlar,
ümitlendiriyorlardı!
“Elbet
yaşıyacaksın! Yalnız onun mağlûp olduğu günü değil, muhakemenin iâde
edildiğini, beraat ettiğini, suçsuzluğunun ilânını göreceksin.”
Bu
sözler eski Bahriye Vekili’ni birkaç gün oyalıyor, hattâ kuvvetlendiriyordu.
Bir
gece son kriz üzerine kaldırıldığı hastahanede derin bir uykudan sabaha karşı
uyandı. Yanında kimse yoktu. Fakat biraz önce Atatürk, karısı, Ahmet Bey,
Sitâre Hanım, kızları, oğlu hepsi yanmdaydılar. İâde edilen muhakemesi bitmiş,
beraat etmişti. Dostları onu hararetle tebrik ediyorlardı. Biraz ötede büyük
düşmanı, başı önüne eğilmiş, saçı sakalı birbirine karışmış, paçavra elbiseler
içinde titreyerek duruyordu. “Yarabbi, Yarabbi,” diye mırıldandı, “hayırdır
inşaallah!” Birden kalbinde kuvvetli, çok acı veren bir ağrı hissetti. Doğrulmak,
kalkmak istedi, muvaffak olamayınca elini zile ancak uzatabildi. İçeri giren
hastabakıcı onu boğazında hırıltı, gözleri duvarda bir noktaya dikilmiş, son
nefesini verirken buldu!
Bütün hayatımı onlar verir de ben
yaşarım Kadınlar olmasa öksüz kalırdı eş’ârım
İ |
NCE
uzun boyu, zayıf, iskelete benzeyen sarı yüzü, uzun saçlariyle bu mısralara ve
şâirler için öteden beri kabûl edilmiş klâsik görünüşe pek uymuyordu. Hayatı da
hemen hemen baştan başa aşk, şiir ve bunların etrafında olabilecek, her türlü
hâdiselerle geçti. Belki yüz defa âşık oldu, yalnız üç defa evlendi. Birinci
hanımı balık etinde, sevimli bir esmerdi. İkinci ve üçüncüler ise boyları
bosları, incelikleriyle şaire benziyorlardı. Çocukları, yalnız birincisinden
ve üçüncüsünden oldu, hepsi de babalarının eşi idiler.
,
Birinci hanımı şâiri ruhunun derinliklerine kadar tanımış, o derinliklerdeki
parıltılara kendisini kapıp koyuvermiş, hattâ gözleri kamaşmıştı. Fakat
çıldırasıya seven bir kadına sabır, sükûnet, tevekkül verecek mistik ruh
yerine, onu kıskançlıklar, hiddetler, gazaplar, dargınlıklar, gözyaşları,
hıçkırıklar içinde perişan eden çok canlı ve inhisarcı ruha sahipti. Bunun
içindir ki üç çocuktan sonra ayrıldılar, daha doğrusu şâir evi bırakıp gitti.
Şimdi
gözlerimin önünde canlanan manzarayı heyecanla seyrediyorum:
Şâir,
karısı ile ağır bir kavgadan sonra Ankara’ya gelmiş, Keçiören Bağlan’nda bize
misafir olmuştu. Bunu duyan karısı hemen Ankara’ya koştu. Kocasının haberi
yoktu. Annem iki gün Şâir’e hiçbir şey sezdirmeden kederli arkadaşını
teselliye çalıştı. Annemin tecrübeleri çoktu. “Bir kadın erkeğinin üstüne
düşmemeli, buhran geçinceye kadar beklemeli, nasıl olsa döner, sana gelir,”
diyor ve ilâve ediyordu: “Fakat sinirlerin gergin olduğu zamanlarda yapacağın
her hareket kocanı teskin etmez, aksine fena kararlara götürür, sabırlı ol
kızım!”
Yazık
ki kadın iki günden fazla dayanamadı. Üçüncü günü babam, Şâir, daha birkaç
dost salonda otururlarken birdenbire ortalarına atıldı, kocasının dizlerine
kapanarak “beni bırakma” diye inledi. Şâir ayakları dibindeki kadına soğuk
nazarlarla birkaç saniye baktı. Sonra, yerden kaldırmayı bile düşünmeden
dönerek salondan çıktı.
Annemin
hakkı vardı. Şâir üç çocuğunun anasını ebediyen bırakmak kararını o anda
vermişti.
Babamın
bu arkadaşı cumhuriyet devrindeki milletvekilliği dışında bir zaman siyasete
karışmadı. Fakat, İttihatçılar devrinde de, cumhuriyet senelerinde de siyasî
şeflerin muhitlerinde, sofralarında, mahremiyetlerinde idi. Onun Meclis’e
girmesi de yalnız Atatürk’ün bazı düşüncelerinin neticesidir. Atatürk zaferden
sonra, memleketin bütün fikir, ilim, sanat sahalarını temsil eden insanlardan
kurulu bir millet meclisi yapmayı istemişti. Bu Meclis Türkiye’nin dimağı
olacaktı. “Filozofların idaresi” bu yolla gerçekleşebilirdi. Yine bu suretle
inkılâplar asla karşı koymayacak bir meclisin mutlak tasvibiyle
yapılabilecekti. Ayni düşünce gariptir ki Fransa’da Napolyon’un da kafasında
doğmuştu. Onun teşkil ettiği Beşyüzler Meclisi’yle bilhassa Üçüncü Büyük Millet
Meclisi birbirlerine çok benzerler. İkisi de memleketin en tanınmış şâirlerini,
filozoflarını, âlimlerini, ressamlarını, doktorlarını, kumandanlarını sinesinde
topluyordu. Yine ikisi de şeflerin bütün arzu ve irâdelerini kayıtsız şartsız
kanun hâline getiriyordu. İşte Şâir’in milletvekili olması Atatürk’ün kurmak
istediği bu meclise yakıştığı içindi.
Babamın
dostları arasında evlerimizin birbiriyle bu kadar haşir neşir, bu kadar içli
dışlı olanı azdır.
Bunun
çeşitli sebepleri vardı. En çok da şundan ileri gelmişti: Türk Yurdu
mecmuasının idaresi Şâir’e verilmişti, merkezi de bizzat oturduğu ev. Babam,
Yusuf Akçora, Şâir Mehmet Emin, Hûseyinzâde Ali gibi Türk Yurdu’nun kurucuları,
yazarları orada sık sık buluşuyorlardı. Şâir’in çocukları ile ben ve
kardeşlerim de anlaşmıştık. Babalarımız bir odada işlerini görürken biz
sofalarda, bahçelerde oynaşıp duruyorduk. Çok eski çocukluk hâtıralarımı
düşündüğüm zaman Şâir’in üçü de birbirinden ince, birbirinden zayıf iki kızı
ile bir oğlu gözlerimin önüne gelir. Şâir’in annesi, kendisinin ve
çocuklarının yüzde yüz zıddı şişman, iri yarı, sert bir kadındı. Fakat bu
görünüşün altında oğluna sanat heyecanını aşılayan tek kuvvet hâlinde belirmiş
ince bir zekâsı, ince bir hissediş tarzı vardı. Evin mutlak hâkimiydi, kendisini
uzun seneler yatağa mıhlıyan hastalığına rağmen bu hâkimiyeti sonuna kadar
sürdürdü. Oğlunun hattâ aşkları da dâhil bütün hareketleri onun müsamahası,
birçok defa da kabulüyle oluyordu. Kadın Şâir’i, hakikî bir kadının oğluydu,
bütün kadınları da annesinin sâyesinde iyice tanımıştı.
Onu
siyasî çevrelerde el üstünde tutturan sebeplerden biri de çocukluğundan beri
şahsiyetinin ayrılmaz parçası hâline gelmiş hastalığı idi. 19. asrın hastalık
derecesinde ileri hisli gözükme modalarından biri verem illetidir. Verem bu
asra göre aşkın sembolüydü. Merhamet, şefkat, güzellik bu hastalığın kanatları
altına sığınmışlardı. Genç kadınlar önceden kırmızı lekelere boyanmış
mendillerini dudaklarına götürerek zayıf öksürmelerden sonra bu lekeleri
herkese göstermekle dikkati çekmeğe, genç erkekler veremli bir sevgilinin
öpüşlerinden bu hastalığı kapmağa çalışırlardı.
Kadın
Şâiri’nin en parlak zamanları 1910’dan Birinci Dünya Harbi’nin sonuna kadar
İstanbul sosyetesi de bu modanın hâlâ tesiri altında bulunuyordu. Böylece
Şâir’in hastalığı şöhretinin bir yanı oldu. Fakat bu, zaman zaman onu aylarca
yatağa seren, bazan ölümün tâ eşiğine kadar götürüp bırakan ve her defasında da
etrafındaki sevgiyi biraz daha artıran tehlikeli bir hastalıktı. Onu en son
1934 senesinde tutulmuş olduğum ağır tifodan kalktıktan sonra gördüm.. Benim
oturduğum ev o zamanki İsmet, şimdiki Midhat Paşa caddesinde idi. Şâir’in evi
de tam bizim evin karşısında. Hemen hemen aynı zamanda yatağa düştük. Kadın
Şâiri bu sefer hayatının süsü olan veremden değil, kanserden yatıyordu, iki
ay, tehlikeli bir şekilde geçen hastalığım sırasında birçok defa onu düşündüm.
Kendi öleceğim aklıma gelmiyordu. Fakat “o bu sefer muhakkak ölür, bir kere
daha görebilsem” diyordum, iyileştim, sedye üzerinde İstanbul’a götürüldüm. Bir
ay sonra dönüşte ilk işim babamın bu şâir dostunu ziyaret oldu. Yatakta bir
iskeletten farksızdı. Beni gördüğü zaman heyecanlandı, belli belirsiz bir sesle
“Samet,” dedi, “seni iyileşmiş görmekle bahtiyarım, kimbilir Ahmet’im ne kadar
üzülmüştür.” Sonra ilâve etti: “Ölmeden evvel babanı da bir kere kucaklaşanı!”
F |
ECİR vakti bir el boğazını
şiddetle sıktı, karşısında bir sehpa belirdi. İdealist gençlik arkadaşı,
dişlerinin arasında sıkışmış dili, morarmış, uzamış yüzü ile ona bakıyordu.
Kollarını uzattı ve uyandı.
Bu
geceden kırk sene önce büyük bir memleketin, büyük bir şehrinde birbirini
tanıyan iki insandan biri şimdi şu dakikada sehpada sallanıyor! Diğeri onu
mahkûm edenler arasında! Hazin tecelli! Hayır, gülünç tecelli! Bugün neden
ikisi de aynı yerde değiller? Böyle de olabilirdi! Ne onun, ne bunun aklına bu
sabahın bu fecir saatma kadar böyle bir sona eriş gelmemişti.
İlk defa Paris’te karşılaştılar. Babam
hukuk tahsil ediyordu. Öteki doktor olacaktı. Biri esir bir Türk yurdundan gelmişti.
Diğeri Türk’ün son müstakil parçasındandı. İkisi de Batı’nın hürriyet için
nihayetsiz kan akıtmış muhteşem şehrinde çok çabuk anlaştılar. O senelerde
Paris her çeşit fikirlerin kaynaştığı, yepyeni bir dünya’nın hazırlandığı
âlemdi. Bütün bu fikirler en romantik şekillerle birbirine karşı çıkıyor,
Renan, Zola, Kostans gibi dev adamların yanında Sara bernar gibi büyük
artistler, Jores ve Klemanso gibi korkunç mücadeleciler kütleleri arkalarında
sürüklüyorlar, Vangok, î Gogen
gibi ressamlar sanatın ufuklarını o zamana kadar bilinmeyen göz kamaştırıcı
renklere boğuyorlardı.
Babam da, arkadaşı da doğup
büyüdükleri yerlerin mis! tik, karanlık,
hassas ruh haleti ile buraya gelmişlerdi. Bu nun içindir ki gurbet hissi
ikisini ayni idealin etrafında hej men
birleştirdi:
İstikbale âit ortak projeler yaptılar,
babam memleketine döndükten sonra İstanbul’a hicret edecek, arkadaşı da ona l bu hür vatanda sıkıntı duymadan çalışmak
imkânlarını hazırlıyacaktı. Bu anlaşmanın ilk perdesi yine Paris’te açıldı.
Tam o sıralarda Ahmet Rıza da Paris’e
gelmişti. Vekâr içinde çok fakir bir hayat yaşıyordu. Fransa’nın birçok meşhur
< adamları -Clemenceau
gibiAhmet Riza’yı tanıyorlar, himaye etmek, para vermek istiyorlardı. Fakat o
bu pâraları, bu > yardımları
kabul etmiyordu.
Babam
ve arkadaşı sık sık Amel Riza’yı ziyaret ediyorlardı. İlk ziyaret babamın
üzerinde bütün hayatında dâima hatırladığı derin bir iz bıraktı:
“Apartımanm
ziline basarken elim titriyordu. Kapı açıldı. Karşıma uzun boylu, beyaz yüzlü,
hafif kırlaşmış, uzun, muhtazam sakallı bir insan çıktı. Bu, Ahmet Riza idi.
Kekeliyerek neden geldiğimi anlattım. Elimden tuttu, içeri çekti. Küçük bir
odada karşı karşıya oturduk. Bana memleketimi, tahsilim bittikten sonra neler
yapacağımı sordu. Arkadaşımla verdiğimiz kararı anlattım.
“Yakında,
pek yakında Türkiye’de hürriyet olacak! O zaman ben İstanbul’a avdet edeceğim.
Beni muhakkak bulacaksınız.” \
Birden
gözlerim ayaklarına ilişti. Çorapları birbirine uymuyordu. Baktığımın farkına
vardı. Gülerek, “hürriyet bu kadar yokluğa değmez mi?” dedi. Babamı, tahsili
bittikten sonra İstanbul’dan geçerken birkaç sene içinde hürriyet inkılâbını
yapacak bir kısım insanlara bu doktor arkadaşı tanıştırdı. Azerbaycan’dan
İstanbul’a hicret ettikten sonra İttihat ve Terakki Fırkası’nda yerini bu
sâyede hemen buldu. Paris’te başlayan dostluk, Ahmet Riza ile ölünceye,
ötekisiyle bu fecir saatinin korkunç dakikasına kadar sarsılmadan sürmüştü.
Babam
hatırlamağa devam ediyor:
İş
için kendisine başvurmuş bir kadiri öğretmene lüzumundan fazla samimî
hitaplarda bulunması yerinden uzaklaştırılmasına sebep olmuş Maarif Nazırının
yerine getirildiği gün Nezaretin kapısından şendeliyerek giren bu eski redingotlu,
tıknaz adam, devrinde sarsılmaz namus ve dürüstlük şöhretinin arkasına
saklanılarak çeşitli günahların yapıldığı hakikî bir masumdu. Saflık onu bizzat
kendi memur kardeşinin sürdüğü muhteşem hayatı göremiyecek kadar sarmıştı.
Hakkı olan Devlet arabasına binmeyi reddetmekle kalmıyor, Defterdar kardeşinin
iki yağız at koşulu şık landosu yanından geçerken bile dönüp bakmıyordu. Bir gece
Büyükada’da birkaç dostu bu kardeşten şikâyet ettiler. Onları hiçbir şey
söylemeden hayretle dinledi. Üç gün sonra gazeteler İstanbul Defterdarı’nın
Bursa’ya nakledildiğini yazdılar.
Her
devirde böyle adamlar vardır. Onlar derin namus, dürüstlük, vazifeşinaslık,
hakseverlik siperidirler. Bu siperin arkasındaki gizli âlem ise büsbütün
başka. Bu âlemin içinde kimler yok! Dostlar, arkadaşlar, akrabalar, fedailer,
komiteciler, muhtekirler, hülâsa cemiyetin, fırkanın her çeşit günahları ve
günahkârları! Sonra zaman geçer, siperin arkasındakiler siper olanları kendi
günahlarının kefareti diye ölüme, esarete, sefalete atmakta tereddüt etmezler.
Babamın
bu arkadaşı da günün birinde bir ecnebi firmanın muhasebeciliğini, bir dilim
ekmek parası için kabul etmiye mecbur kalarak kendisine ayrılan odaya ayaklan
yine birbirine dolaşa dolaşa girdi. Fırkasının saltanat sürdüğü devirde onun
gölgesine sığınarak milyonlar kazanmış arkadaşları, ilerlemiş, hattâ mühim
adam olmuş akrabaların hepsi onu unutmuşlardı. Bazan sokakta rastladıkları
zaman başlarını çeviriyorlardı. Fakat o bu sefer de, kaybedilen iktidar
ihtirasının kalplerini tutuşturduğu bir kısım insanlar için yine namus,
dürüstlük siperi oluyor, bu temiz şöhretinin arkasında bu sefer de başka
çeşitli oyunlar oynanıyordu.
Babamın
dostu saflığı bir kere daha akılsızlığa kadar götürdü. Kendisine yapılan
telkinleri sokaklarda, meydanlarda, evlerde, her yerde açık açık, bağıra bağıra
söylemekten çekinmedi. Bu telkinleri yapanlar ise karanlıkta silâhlarını
hazırlıyorlardı. Eski nâzır bunun farkında bile değildi. O ufak veya büyük her
fenalıktan nefret ediyordu. Fenalığı söylemek de bir vazife idi.
Bir
gün babamı Babıâli’de caddede gördü. Öpüştükten sonra, daha hâl ve hatır
sormadan yüksek sesle çıkıştı:
“Sen,
sen, nasıl olur da bu hâllere tahammül edersin?”
“Hangi
hâllere?”
“İşte
şu fenalıklara, şu birtakım ne olduğu belirsiz insanların cakalarına!”
Babam
kolundan tuttu:
“Gelip
geçen bize bakıyor! Yavaş konuş, sâkin ol! Unutma ki şikâyet ettiğin adamlar
benden önce senin gençlik, ilk hürriyet mücadelesi arkadaşların! Sonra onlar
ters bir tâlih ile bizim elimizde yıkılan Vatan’ı kurtardılar, senin ve benim
Cumhuriyet rüyamızı hakikat yaptılar!”
Babamı
şiddetle itti:
“Senden
hayır kalmamış! Bir daha görüşmemek üzere allahaısmarladık!”
Babam eve geldi. Anneme “biliyor
musun, dedi .......
gördüm.
Benimle öyle konuştu ki korktum. Onu ötekiler kuruyorlar, konuşturuyorlar.
Başına bir şey gelebilir! Bir şey gelecek!”
Nihayet
meş’um suikast teşebbüsü oldu. Derhâl yakaladılar. Hayretler içinde kaldı.
Kendisi şikâyetçiydi. Fakat suikastçı? Asla! Bu ahlâksız, insafsız işte suçu
olmadığı elbette anlaşılacaktı.
İzmir
ve Ankara hapishanelerinde ona ayrılmış hücrelerde muhakkak kurtulacağı
kanaatiyle tâ o kara gününe kadar ruh ve kalp huzuru ile yaşadı.
Halbuki
mahkemeye hâkim olan sinirliliği herkes biliyordu. Mâsumu kurtarmak güç, çok
güçtü. Buna rağmen bazı dostlar ilk hürriyet mücadelesi günlerinden beri ona
yakın, hattâ akraba, ayni zamanda da yeni devrin hâkimlerine yanaşmış bir
kısım eski arkadaşlarına başvurdular. Fakat bunların, suratlarını asarak,
verdikleri cevap korkunç ve kat’î idi:
“Hayır,
bir şey yapmak mümkün değil, aşılmalıdır.”
Aşılmalıydı,
asılacaktı, asıldı! Tarİhî Sİyasî Profesörümüz
BU SON
dersimizde, size yalnız şunları söyliyeceğim.
Hanımlar, efendiler, siyasî tarih geçmişteki
siyasî hâdiselerin, vak’aların izahından önce insan cemiyetlerine, onların
kaderlerine bazan zekâları, bazan güzellikleri, bazan hitabetleri, birçok defa
da tesadüflerle hâkim olmuş insanların karakter, ahlâk ve mizaçlarının
hikâyesidir. Sağlam karakterli, metin ahlâklı, çehrelerine itimat telkin
edebilen insanların idare ettiği cemiyetler yükselmişler, geçici felâketleri
kolaylıkla atlatmağa, endişe veren şartları sür’atle değiştirmeğe muvaffak
olmuşlardır.
Buna
karşılık sevk ve idare mevkiine gelmiş insanların zayıf karakterli, ahlâksız,
oynak mizaçlı olduğu cemiyetler alçalmışlar, küçük felâketler karşısında büyük
sarsıntılar geçirmişlerdir. Şimdi ben size, yâni Türk milletinin yarınki
idarecilerine sağlam karakterli, metin ahlâklı olmanızı tavsiye ediyorum.
İnanınız ki milletimize ancak bu şartlarla hizmet edebilirsiniz.”
Ankara
Hukuk Fakültesinde son dersini veren “Tarihi Siyasî” hocamız kürsüden inerek
kapıya doğru yürürken arkasından koştum, elini tuttum. Yüzüme baktı. Gözleri
yaş dolu idi. Hiçbir şey söylemeden elini dudaklarıma götürürken boğazıma bir
yumak tıkandı.
Hafızamda
yüzü babamla beraber canlanan birkaç insandan biri de odur. Sivri uçlu, kırı
çok sakalı, biraz çıkık yanakları, gözlüklerinin arkasında şiddeti oldukça
azalan alaylı bakışları şimdi gözlerimin önünde. Titrek sesini duyar gibiyim.
Babamın
en yakın arkadaşlarmdandı. İkisi de esir Türk ülkelerinden hür, bağımsız Türk
Devleti’ne iltica etmişlerdi. İkisine de siyasî basımları kızdıkları zaman
“sığıntı” diyorlardı. O, babamdan daha önce gelmişti, Harbiye’yi bitirmiş,
galiba o zamanki tâbirle “Harita yüzbaşısı” olmuştu. Kazan’m eski
ailelerindendi. Fikir adamı, politikacı, aile babası olarak ayrı kişiliği
bütün tezatlariyle kendinde topluyordu. Bir adamda toplanan bu üç ayrı
görünüşün ortak tek noktası kalb idi. Bu kalb birbirlerinden başka istikametler
almak istiyen üç ayrı ihtirası bir yere kadar serbest bırakıyor, sonra çekip
yanma alıyordu. O iyi kalbli bir insandı.
Sultan
Hamit zamanında Harbiye’de talebe iken gizli cemiyet kurmak suçu ile
Trablusgarb’a sürülmüştü. İttihatçılar devrinde ise yalnız fikir adamı olarak
kaldı ve Türklük cereyanının en kuvvetli kalemlerinden biri oldu. Siyasî hayata
ancak Millî Mücadele’den sonra girdi, daha doğrusu zorla sokuldu.
Fikirleri
biraz sola kaçıyordu. Fakat hiçbir zaman 18. asır sosyalizminin sınırını
aşmadı. Romantik, hissî, daha ziyade sosyal eşitlik prensiplerinin tesiri
altında bir çeşit ütopist sayılabilirdi. Fakat bu kadarı dahi onun İkinci
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde mebus olarak, iş kanunları teklif etmesi,
hazırlanan ilk iş kanunu projesi sayılabilecek “İş Mecellesinin raportörlüğünü
heyecanla yapması için kâfiydi! Türk işçi hareketlerinin, işçi meseleleri
tarihinin içinde onun yeri, yarın bu tarihi tetkik edecekler tarafından elbette
takdir ve tesbit edilecektir.
Bir
yandan sosyalist bir İçtimaî görüşü romantik bir akıl işi halinde yürütürken,
öte yandan koyu milliyetçi bir inancın sahibiydi ve bu iki fikrin yarattığı
tezat kıskaçları arasında bocalamaları oluyordu. Bunun içindir ki kendisine,
içinde bunaldığı bu tezatları izah edecek bir çalışma köşesi ararken siyasî
tarihi seçmişti. Bu, eski harita yüzbaşısının sınırlı mekândan sınırsız zaman
denizine atlamasından başka bir şey değildi. Ne garip tecellidir ki hayatında
ne zamanın, ne mekânın değerini bildi. Bu hayatın birçok hâdiseleri zamansız
oldular, yine birçok hâdiselerin ne yeri, ne lüzumu vardı: Tek parti
sisteminin bütün şiddetiyle doğmak üzere bulunduğu sırada, bütçede kısıntı
tedbirleri istemek hevesine kapılmıştı. Fakat kürsüde akima gelen tek tedbir
Başvekil ile Vekillerin otomobillerinin kaldırılması teklifi oldu. O gün devrin
Başvekili İsmet Paşa Meclis’ten yüzü bir karış asık çıktı, otomobilinin
kapısını açan şoföre sert sert bakarak, polise, “bana bir otomobil çağırın”
diye emir verdi ve herkesin hayretleri arasında taksiye binerek evine gitti. O
günden sonra “Tarihi Siyasî” profesörün sesi ve sakalı biraz daha titrek
oldu!.
Keçiören
bağlarında bize çok yakın bir evde oturuyordu. Akşamları salonumuzda ailece
toplanırdık. Günün hâdiseleri, dedikoduları, entrikaları ortaya atılır,
şikâyet edilirdi.
Profesörde sesin yükseldiği zamanlar
da olurdu. “Ahmet bey, Ahmet bey, diye bağırırdı, bütün bu fenalıkları açıkça
konuşmalıyız. Niçin gidip gördüklerini, bildiklerini söylemiyorsun?” .
Bu
sefer babam kızardı:
“Ben,
hep ben! Hanginiz benim kadar konuşuyorsunuz? Hanginiz şikâyetleri benim kadar
meydana vuruyorsunuz?. Biraz da sen konuş! Ne duruyorsun?”
Babamın
bu sert çıkışı karşısında derhal yumuşar, biraz mahçup bir duruşla “Ey Ahmet
Bey, benim kamburlarım var” derdi. Bu sözlerle henüz çok küçük çocuklarını
hatırlatıyor, onları rahat büyütmek için maddî, mânevî fedakârlıklara mecbur
olduğunu anlatıyordu!
Artık
çoluk çocuk sahibi olmayı düşünmemesi, hattâ istememesi lâzım gelen bir yaşta
evlenmiş ve bu, tanınmış bir siyaset ve fikir adamı ile Trablusgarp
sürgününden beri hiç değişmeden süren büyük dostluğunun son sürprizi olmuştu.
Biri
kız, diğeri erkek iki çocuğu vardı. Evlât muhabbetinin hakikî bir ıztırap
halinde romanlara mevzu olacak derecede belirmesine bu aileden daha hazin
örnek bulunabilir mi? Baba ve anne çocukların doğdukları ândan itibaren üstlerine
eğildiler. Büyük kütüphanede tıp kitaplarından da bir köşe meydana geldi.
Çocukların yüzleri biraz sararmasın, arka arkaya iki defa aksırmasınlar, yahut
ateş biraz yükselmiş olsun, hemen bu kitapların başına koşulur, çeşitli hastalıkların,
bazan en tehlikelilerine kadar teşhisi konulur, birkaç doktor gelerek uzun
muayenelerden sonra verdikleri kat’î teminata kadar evin içini matem havası
kaplardı. Birçokları için kırıcı, alaycı, herkesi küçük görmekten hoşlanan
insan diye tanınmış profesörün, çocuklarına karşı hastaca düşkünlüğünü
görenler, onun bu alaycı yanının çok ince bir kalbin kırılmaktan korunmak için
farkına varmadan aldığı tedbirden ibaret olduğunu anlıyorlardı. Bu hali, çeşitli
sebeplerle içinden bir türlü çıkaramadığı hor görülmek endişesinin karşılığı
diye kabul etmek de mümkündür. Bunun içindir ki mahremiyetine girmiş olanlardan
hiçbiri, bu, başkaları için keskin, hattâ korkunç alaycı zekâdan en küçük bir
şikâyette bulunmamışlardır.
Onun
başka halleri de vardı. Meselâ yine aynı esir Türk yurdlanndan hür Türkiye’ye
gelmiş olanlardan bazılarına ve en çok birine karşı anlatılması zor, büyük,
hattâ haksız bir husumeti açıkça göstermekten çekinmiyordu.
Ankara
Hukuk Fakültesi siyasî tarih profesörünün zaaflarından biri de fena hâdiseler
karşısında derhal ümitsizliğe, perişanlığa kadar giden iradesizliği idi. Bu,
bütün hayatı boyunca içinde çabaladığı tezatların en ağırı oldu. Onu belli bir
fikir ve hareket yolu tutabilmekten alıkoyuyor, birbirinin zıddı kararlara,
davranışlara götürüyordu.
Ölümünden
sonra Tarih Kurumu veya Millî Eğitim Vekâleti’ne bırakılan kitapları tasnif
etmeğe bir arkadaşım memur edilmişti. Bir gün bana “beraber gidip şu
kütüphaneyi görelim,” dedi. Çok iyi tanıdığım kütüphaneye girdiğim zaman
hocamı üstü kâğıtlar, kitaplar, resimlerle dolu masasının arkasından,
gözlerinde yine alaycı ışıklar bize bakıyor sandım. Arkadaşım kitapları
karıştırmağa başladı. Bir aralık bana, “garip bir mektup buldum” diyerek
sararmış bir kâğıt uzattı. Bu mektupta okuduklarıma inanmak mümkün müydü?
Birinci Dünya Harbi’nin neticeleri, Türk milleti için, ne kadar ağır olursa
olsun, hocamı nasıl bu derecede bedbin edebilmiş, bu çeşit düşüncelere nasıl
götürebilmiş ti! Bu mektubun hiçbir zaman tarihe geçmerüesi lâzımdı! Akadaşımm
yüzüne baktım:
“Beni
dinle,” dedim, “bu derin bir yeis dakikasında yazılmıştır. O, senin de hocan
sayılır. Bu mektubun kaleme alındığı gün hocamızın çektiği ıztırabı anlıyahm.
Şimdi yapacağım şey o ıztıraba elbette lâyıktır!”
Arkadaşım
başını önüne eğerek bekledi. Mektubu küçük küçük parçalara ayırarak yaktım.
Babamı,
“Karımdan sonra yakın dostlarım da beni bırakıp gidiyorlar. Şimdi ben hayatta
yapayalnız ne yapacağım?” diye yazacak kadar kedere düşüren ölümü şöyle oldu:
Bir
akşam üstü, yanında çocukları, kolları onlara aldığı eşya paketleriyle dolu,
Haydarpaşa istasyonunda, kalkmak üzere bulunan banliyö trenine yetişmek için
koşuyordu.
Birdenbire durdu, bir elini
boğazına doğru kaldırırken yere yuvarlandı. İki çocuk hayret ve korku içinde
babalarının üstüne atıldılar. Beyaz sakalında hafif titremeler vardı. Çocuklar,
küçük bir baş ağrılarında kendi üstlerine eğilen bu yüzde aynı titremeleri
görmeğe çok alışmışlardı. Yalnız babalarının yüzü bu sefer ilk defa endişesiz,
sâkin, huzur içinde idi. ÜÇ İNSAN
U |
ÇÜ
DE başka milletlerin başka dinlerin esiri yurdlarmdan kalkarak Osmanlı
İmparatoru’nun, Halife’nin yanında, bir taraftan büyük İslâm birliği, diğer
tarafta sihirli Turan idealinin gerçekleşmesi uğrunda çalışmak için İstanbul’a
geldiler. Abdülhamit idaresinin karanlık, sessiz durgun son yıllarından
Meşrutiyet’in heyecan, heves, hamle dolu ilk aydınlık günlerine atlar atlamaz
birine Rusya aleyhine ve İslâm birliği lehine propaganda vazifesi verildi. Bu
işi bütün Doğu diyarlarım at sırtında dolaşarak görecekti. O halde
kartvizitine, isminin önüne “Seyyah-ı Şehir Tanınmış Seyyah” unvanını
koyabilirdi.
İkincisine
düşen işi, yumuşak, tatlı sesi, Kur’an ve Hadisleri anlamakta ve anlatmaktaki
zekâsı, sevimli tevazuu belli etti. Uzakşark memleketlerinde İslâmlığı
genişletmek için çalışacak, Türk’ün bu muhteşem âlemin başı olduğunu gösterecekti.
Bu vazifeyi tesirli bir isimle yerine getirmek lâzımdı. Ona da “Çin Vâizi”
dediler.
Üçüncüsü
Doğu ve Batı dillerinde bilgisi, dinler felsefesi üzerine araştırmaları ile
tanınmıştı. Yeri İstanbul Darülfünunu kürsülerinden biri olacaktı.
Çocukluğumun
hâtıraları arasında babamın bu üç arkadaşına ait olanlar yalnız en eskileri
değil, aynı zamanda en süreklileridir diyebilirim.
“Seyyah-ı
Şehîr”in evi ile evimiz İstanbul’da aynı mahallede, Molla Güranî’de ve yanyana
idi. Evlerin bahçelerini aradaki kapı birbirine bağlıyordu.
Babamın
bu arkadaşının, yaşlısını memleketinde bıraktığı, gencini İstanbul’a getirdiği
iki karısı, her birinden olma aralarında yaş farkı çok büyük oğulları, kızları
vardı. Uzun, iri kemikli vücudunun, büyük başının, geniş, esmer, çopur yüzünün,
beyaz kocaman sarığının, seyrek uzun sakalının yarattığı biraz korkutucu
görünüşü olmasaydı bu çocuklar biraz da ikinci annenin azıtması ile
birbirlerini öldürebilirlerdi. Fakat “Seyyah-ı Şehir” Türkiye’de ve evinde
bulunduğu zamanlar arkasında entari, tepesinde renkli, çizgili Tatar takkesi,
sofranın başına oturup, durmadan çay içerek, kaim dilimlerle et yerken
çocuklarına tesiri yeni bir seyahatin sonuna kadar devam edebilecek nasihatler
veriyor, tehditler savuruyordu. Bu, bazan haykırarak, bazan rica yollu telkinlerin
yarattığı korku onun seyahatinden dönmesine pek az gün kalıncaya kadar
sürebiliyor, evin içinde kızılca kıyametin ilk gürültüleri yakın komşuların
pencerelerini sardığı sırada babamın arkadaşı evinin kapısını çalıyordu.
Babamla
çok defa sabah çaylarında buluşurlardı. Odanın bir köşesine çekilerek onun
yüzüne biraz korku, biraz hayretle bakardım. Kalın, gür sesi benim için bir
gökgürültüsü idi. Kirli, sarı, seyrek dişlerinden iki yanda olanlar ötekilerden
daha büyük, daha sivri idi. Onlara baktıkça annemin, halalarımın anlattığı
hikâyelerin devleri gözlerimin önünde canlanırlardı.
Benim
hayatta ilk arkadaşlarım da babamın bu arkadaşının küçük kızı ile küçük
oğludur. Bu kız hayatımın ilk aşkı da oldu. Altı-yedi yaşın aşkı! İskemleleri
yanyana getirerek üstüne bir seccade, bir kilim, altına iki yastık koyuyor, bu
küçücük odanın içinde birbirimize sarılarak, birbirimizi öpe öpe evcilik oyunu
oynuyorduk!
Babamın
arkadaşı bitip tükenmeyen seyahatlerinin sonuncusunu, Rus ihtilâlinden sonra
asıl vatanında yapmak emrini aldı. Çarlık yıkılmıştı. Orta Asya’da kurulan
devletlerden biri de onun doğduğu, büyüdüğü yerde idi. Belki de artık
İstanbul’a dönmeyebilir, bu yeni Türk Devleti’nde kendisi için hayâl ettiği
işin başına geçebilirdi. Bu ümitlerle küçük çocukları ile genç karısını beraber
götürdü. Fakat heyhat, bu “Seyyah-ı Şehîr”in acı hâdiselerle dolu son macerasının
başlangıcı oldu. Rusya’da kazanan ihtilâl yeni hür devletleri silip süpürdü.
Babamın arkadaşı da bu sefer ailesini yaya, at üstünde, kağnı ile Çin’den
geçirerek Japonya’ya kaçırmak zorunda kaldı. Bu arada benim iskemleden evimin
eşi de tifodan ölmüştü. Onlar İstanbul’dan gittikten birkaç ay sonra bir sabah
Fatih’ten başlayan büyük yangın evlerimizin külleri altına benim çocukluk
aşkımı da gömdü. Şimdi ondan bana hâtıra, yüzümü okşayan bir nefesin tatlı
sıcaklığı ile karmakarışık saçlardan bu nefesle beraber burnuma dolan garip bir
kolonya kokusudur.
.<
“Çin Vaizi” , “Seyyah-ı Şehîr”den daha çok sevimli, daha çok girgin bir adamdı.
Bu da ötekisi gibi İslâm dünyasının kalkınmasını ancak İslâmlığa sonradan
musallat olmuş zararlı, yanlış inanışların temizlenmesi ile mümkün görüyordu.
Bunu da yalnız Türk Devleti’nin yapabileceğini düşünüyor, bu fikrini bir
taraftan dergilerde, gazetelerde yazılarıyla, diğer taraftan İstanbul’un büyük
camilerinde, çeşitli İslâm memleketlerinin büyük şehirlerinde verdiği vaızlarla
yayıyordu. Bu liberal, cesur, kuvvetli vaızları devrin müte-
assıplarını,
milliyetçilik cereyanının düşmanlarını şiddetle kızdırıyor, hakkında çeşitli
dedikodular çıkarıyorlar, onu yolundan çevirmeğe çalışıyorlardı. Fakat arkasını
İttihat ve Terakki’nin idealist iderecilerine dayamış vaiz, bildiğinden
şaşmıyordu!
“Seyyah-ı
Şehîr”in çoğu zaman sert görünüşüne karşılık “Çin Vâizi”nin yüzü her vakit
neşeli, dudakları her zaman tebessümlü idi. Babamın, İslâmlığı hurafelerden
kurtarmak fikrinde olan bu arkadaşı yılda birkaç defa, evimizin babamdan başka
bütün halkını karşısında diz çöktürür, dualarla, tekbirlerle, işaretlerle
okuyup üflerdi. “Çin Vaizi” yaptığı nefeslerin hayırlı tesirlerine emindi.
“Ben yüreğimin temizliğini size geçiriyorum” diyordu ve hemen ilâve ediyordu:
“Ben Peygamber sülâlesindenim!” Bu sıfatla da ailesi Azerbaycan’da yine
“Sâdattan” yâni Peygamber sülâlesine mensup diye tanınan anneme böylece
“akraba” gözüyle bakıyordu!
Babamın
arkadaşı dinin mukaddes günlerinde yeşil sarık sararak şerefli soyunu herkese
gösteriyor, başında bu sarık olduğu zaman yürüyüşü, bakışı, tavırları
başkalaşıyordu.
Her
yerde itibar gören, kucaktan kucağa, sofradan sofraya gezen “Çin Vâizi”
Birinci Dünya Harbi’nin sonunda İttihatçılarla beraber gözden düştü. İstanbul
düşman kuvvetlerinin eline geçmiş, babam yakalanarak Malta’ya sürülmüştü.
Çocukluğumun en hazin, en karanlık yılları işte böylece başladı. Artık evimizin
kapısını, o zamana kadar herkese açık, herkesin seve seve girdiği kapısını, pek
az insan çalıyordu. Bunların birisi de babamın bu arkadaşı. “Çin Vâizi”
felâketli yıllarımızın vefalı dostu oldu. Onu da takip ediyorlardı. Fakat
geçmiş devrin siyasî hiçbir işine karışmamıştı. Kendisine verilmiş dinî
vazifeyi bir adım dışarı çıkmadan yerine getirmişti. Ayrıca İtilâfçı hocalar
arasında bazı ahbapları da vardı. Bu sebeplerle üstüne fazla düşmemişler,
yalnız aylıklarım azaltarak vaızlarmı durdurmuşlardı.
Millî
Mücadele kazanıldı, fena günler geçti. Fakat babamın bu arkadaşı artık eski
itibarını bulamıyacaktı. inkılâplar onun düşündüğü dinî reformun hudutlarını
çok aşıyorlardı. Şapka Kanunu karşısında sendeledi, hattâ ötede beride biraz
konuşmağa bile cesaret etti. Babam onun hayatında belki de ilk defa gösterdiği
bu sinirliliği yatıştırdı, kendisine sağlanan birkaç yerde imamlıkla bir
köşeye, Kocamustafapaşa’ya çekildi. İstanbul’un bu en eski, melal dolu
semtinde yine onun gibi memlekete hizmetler görmüş başkaları da vardı. Onların
arasında gittikçe fakirleşerek, gittikçe zayıflayarak; fakat dudaklarındaki
tebessümü bırakmadan yaşamağa başladı. “Çin Vaizi” bu yıllarda ikbal devri
dostlarından pek azım aradı. Yalnız İstanbul’da olduğumuz zamanlar her hafta
bize geliyor, sofrada eski yerini alıyor, ayrılırken de babamın, geçimine
yardım için yaptığı küçük bir hediyeyi binbir rica ile ve zorla kabul ederek
gidiyordu. Babam İstanbul’a çekildikten sonra bu arkadaşına sadece bir imamlık
bıraktılar. Eline geçen para da ayda galiba beşyüz kuruşa indi. Bu para ile yiyecek,
içecek, üstünü başını yapacaktı. Kaderin bu hazin olayı karşısında bir ân bile
sarsılmadı. Kararını hemen verdi. Yemeği çay ve ekmekten ibaret olacak, eski
elbiselerini dikkatle kullanacak, evinden gerekmedikçe çıkmayacak! O halde
Ahmet Bey gibi yakını birkaç dostun yapabileceği küçük yardımlar da hesaba
katılırsa hayatının sonuna kadar “nâmerde muhtaç olmadan” yaşayabilirdi.
“Çin
Vâizi” bu kararını tatbik etti. Artık bize, Maçka’ya Kocamustafapaşa’dan yaya
gidip geliyordu. Çocukluğumuzda olduğu gibi yine tatlı sesi, yumuşak yüzü ile
bayramlarda, iyi ve fena günlerimizde aramızda idi. Annemin, babamın,
ağabeyimin ölümünde ilk duaları o yaptı, çocuklarımızın doğumunda ilk
nefesleri o verdi. Evimizdeki yeri de hep aynı kaldı. Nihayet bir gün tâ
çocukluğumdan kalan bu canlı hâtıra diğerleri gibi hafızamdaki yerine yerleşti.
Şimdi
üçüncü insan gözlerimin önüne geliyor:
Ortaya
yakın boyunun üstünde, çekik gözleri, renkli, sıhhatli, biraz sivri bir çene
ile biten yüzü, sert yanak çizgileri, sert ve dik alabros kesilmiş saçları,
yine dik ve sert beyaz kolalı gömleği, dar paçalı pantalonu ile koltukta,
iskemlede, ayakta dimdik duran bu adam insana çekinme ve yaklaşma arzusunu
aynı zamanda veriyor.
Babamın
bu tertemiz, günümüzün bobstil dedikleri cinsinden şık, kaim sesle, tatlı bir
lehçe ile konuşan arkadaşının resmî sıfatları şunlardı:
İstanbul
Darülfünunu İslâm Tarihi Profesörü, Babı Meşihat Müşaviri (Babı Meşihat Din
Vekâleti sayılabilir), Tetkiki Müellifat-ı Şer’iyye Encümeni (Dinî Eserleri
Tetkik Kürulu) âzası!
O
bütün bu sıfatlarla memleketimizde Tanzimat’tan sonra yetişen entellektüel,
geniş düşünceli, hür fikirli, müsamahalı büyük din adamı tipinin klâsik
örneklerinden birini vermektedir! Sarıksız, temiz, muntazam giyinmiş bir din
adamı! Din bahislerini dersleri ile, yazılarıyle, konferansları ile felsefenin
büyük meseleleri olarak ele almasını, araştırmasını bilen gerçek bir dindar!
Babamın
arkadaşı din ve hayat hakkmdaki inâncım, yayınladığı ve son yüz sene içinde
Türk fikir hayatının en önemli vesikalarından sayılabilecek İslâm
Mecmuasının değişmez prensibi olarak “Dinli bir hayat, bayatlı bir din”
şeklinde tarif etti. Onun bütün hayatı da bu prensibe uygun geçti!
Babamın
bu arkadaşına ait hâtıralarımın ilk kısmı renkler, sesler, bakışlardan ibaret
gibidir! Hâfızamda güneşe boğulmuş bir misafir odası var. Örtüleri açık renk
kumaşlardan yapılmış hafif mobilyalar, bembeyaz badanalı duvarlar, alçak,
rahat sedirler arasında zayıf, uzun, beyaz yüzlü bir kadının incecik sesini
işitiyorum. Anaları gibi ince, zayıf, açık renkli bir kız, bir erkek çocukla
bir şeyler oynamağa çalışıyorum. Fakat o kadar çekingen duruyorlar ki hevesim
kınlıyor, annemin yanma sokuluyorum!
Bu
ilk hatırlamalardan sonra birdenbire babamın Malta esareti yılları beliriyor.
Babamın arkadaşı şimdi bizi hiç yak mz bırakmıyordu. Hemen hemen her hafta,
belli günlerde, belli saatlerde dimdik yürüyerek kapımızdan giriyor, annemden
başlıyarak her birimize ve herkesin evin içindeki yerine, yaşma göre her
defasında aynı sualleri soruyor, biraz oturarak gidiyordu.
Devrin
siyasî cereyanlarına karışmadı. Buna karşılık İttihat ve Terakki liderleri
İslâm birliği, Türkçülük ideali, Rusya meseleleri üzerinde onun fikirlerinden
faydalanmasın bildiler. Mütarekede de istilâcılar Darülfünunla ilgisini kes
mekten başka bir şey yapmadılar.
Millî
Mücadele’den sonra Darülfünun’daki yerini tekrar aldı. Üniversite kurulduğu
zaman da kürsüsünü ona bıraktılar.
Babamın
ve ailemizin bu sevimli dostu babamdan sonra, ona karşı bütün arkadaşlığı
süresince gösterdiği vefayı bugün bile azaltmadan daha yıllarca yaşadı, ondan
bize kalan son hâtıra şudur:
İstanbul
Üniversitesinde İslâm Ansiklopedisi'ni hazırlıyorlar. Bu işi yapan ilim
heyetinin içinde babamın bu arkadaşı da var. Ansiklopediye girecek isimler
tesbit edilirken babamın ismini ortaya sürüyor. Heyete reislik eden ve bir zamanlar
memleketin siyasî hayatında önemli yerler tutmuş, kendisi de yine babamı iyi
tanıyan bir zat “olmaz” diyor Babamın arkadaşı, “Neden?” diye soruyor, şu ve şu
ismi ka bul ettik. Ahmet Bey onlar kadar da mı tanınmış değil, on lar kadar da
mı hizmet etmemiş?”
İlim
Heyeti Reisi cevap veriyor:
“Olmaz,
çünkü Ahmet Bey vaktiyle benim ve arkadaşlar mm aleyhinde yazılar yazdı!"
Bu
cevabın altında yatan bir imadır: ilim heyetine reislik eden zat, Millî
Mücadeleden sonra Atatürk’e muhalefet etmiş, Terakkiperver Fırka’ya mensup,
suikast hâdisesine ismi karışmış, hâdisenin patlak vermesinden kısa bir müddet
önce memleketten ayrılmış, İstiklâl Mahkemesi’nde arkadan mahkûm edilmiş,
Atatürk öldükten sonra da İstiklâl Mahkemesi’nin bu işte verdiği kararların bir
kısmının haksızlığı, bu kararların bütün mânevî mes’uliyetlerine katılması
tabiî olan kimseler tarafından kabul ve ilân edilerek memlekete dönmüş biri
idi. Babamın arkadaşına verdiği cevapla da parti münakaşaları sırasında
babamın Atatürk tarafını tutarak yazdığı yazıları, Parti Grubunda ve Mecliste
söylediği sözleri hatırlatıyordu!
Fakat
bu insafsız, yersiz hissin, küskünlüğün yarattığı imaya aldığı karşılık ağır
oldu. Babamın arkadaşı kaim sesiyle, kelimeleri birer birer, ağır ağır
söyleyerek söze başladı:
“Siz
Ağaoğlu Ahmet Bey’in İttihat ve Terakki devrinde de fikir ve siyaset arkadaşı
idiniz, onun evinde size birçok defalar rastlamıştım. Onun fikirlerine
hayranlığınızı, onun İslâm âlemine, Türklüğe hizmetlerini daha o zaman en
fazla siz söylüyordunuz. Kaldı ki Ahmet Bey sizin şahadetinize muhtaç değildir.
İsmi Şarkın, Garbın birçok ansiklopedilerinde çoktan yer aldı. Bunu bir
taarafa bırakıyorum, yalnız şuna işaret edeyim: Şayet onun ismini ansiklopediye
almamak için ileri sürdüğünüz sebebi kabul edersek, sizin değil böyle bir ilim
heyetine reislik etmeniz, hattâ bu memlekette hiç oturamamanız, bütün
kitaplardan isminizin çıkarılması, adınızın anılmasının suç sayılması gerekir,
çünkü siz bu memleketi esaretten kurtarmış bir insana karşı geldiniz, onu
öldürmeğe teşebbüs ithamı altında bulundunuz!”
Karşısındaki
adam cevap vermedi!
İ |
TTİHATÇILAR
zamanında, onlara yol gösteren fikir cereyanları, sonraki devirlere nisbetle
çok daha fazla, çok daha âhenkli idi. Bu adamların yapmak istediklerini, neler
yapacaklarını iyi biliyorlardı. Bu bakımdan birinci safın arkasında, fikir ve
düşünce aşılıyan öyle insanlar vardı ki, günün birinde bunların tarihî
hizmetleri belki meydana çıkabilir; fakat yüzleri insan olarak, dost ve
arkadaş olarak hemen hep meçhul kalacaktır!
İşte
bu insanlardan biri de babamın, bu beyaz sakallı, pembe yüzlü, güzel gözlü,
şair, ressam, musikişinas, filozof, gazeteci, müneccim, falcı, profesör,
doktor, KafkasyalI arkadaşıydı.
Sabahları
yüzünü yıkaması bir saat, giyinmesi iki saat süren, konuşmağa başladığı zaman
hikâyeleri, hâtıraları, şakaları, fıkraları, iğneli esprileriyle
karşısındakiler! hiç yormadan dinleten, bu ağır, sakin görünüşlü adamın
İttihat ve Terakki Fırkası’nm baş kurucularından birisi olduğunu, Türkiye’nin
Göte, Şiller gibi Batı mütefekkir ve ediplerini ilk defa onun kalemiyle
tanıdığını, bir taraftan şiir olarak Dante’nin Cehennem’ini, öte yandan
Adam Smith’in meşhur kitabım baştan başa tercüme ettiğini, yine memleketimize
gerçek hümanizma cereyanım onun soktuğunu, İstiklâl ' Mahkemesi’nde ölüm
tehlikeleri atlattığını hülâsa sergüzeştlerle dolu bir hayat yaşadığını kaç
kişi biliyor?
Bu
iki insan, babamla o, nasıl anlaştılar? Babam sinirli, sert, biraz aceleci idi.
Ötekisi yumuşak, sâkin, ağırdı. Bu yaradılış farkına rağmen beraber mücadele
gazeteleri çıkardılar, beraber ihtilâl hareketlerine girdiler, gizli
cemiyetler kurdular.
Devrinin
büyük mürşidi Ziya Gökalp’e “İslâm ümmetinden, Garp medeniyetinden, Türk
Milleti’nden olmak” tezini o ilham etti. Osmanlı İmparatorluğu’nun ümmet
politikasiyle ayakta duramıyacağı anlaşılınca vicdanlarda bir vatan o,larak
“Turan” yolunu o gösterdi. Hayır, hayır mübalâğa etmiyorum; babamın bu
arkadaşı bütün bir devrin hakikaten gizli hayat kaynaklarından biri olmuştur.
Onun,
babamın ölümünden sonra bize gözyaşları bembeyaz sakalına damlarken anlattığı
hikâyeler var:
“Ahmet
Bey’le beraber Batum’da idik. İstanbul’da mütareke ilân edilmiş, devlet teslim
olmuştu. Bir gün ayni odada karyolalarımıza uzandık. Ahmet bey bana, “yanında
Hafız Şirazî var mı?” dedi.
“Ne
yapacaksın?”
“Tefe’ül
etmek (fala bakmak) istiyorum.”
“Yok.
Fakat Tason’un “Kurtarılmış Kuddüs”ü var. ikinci cildi. Yeni aldım. Madem fala
bakmak istiyorsun, bu da Hafız Şirazî kadar büyük adamdır. Sen sor ben
bakayım.”
Ahmet
Bey bana sordu:
“Memleketin
istikbali ne olacak?”
Kitabın
henüz yırtılmamış sayfalarından birisini gelişigüzel okumağa başladım;
“Ey
bana istikbalin nasıl olacağını soran adam! Sen bilmez misin ki insanlar bunu
keşfetmeğe muktedir değildir. Fakat geçmiş zamanın tecrübelerine bakarak
diyebilirim ki, Şarkın en karanlık günlerinde, sarı saçlı bir kahraman çıkacak,
milleti toplıyarak hürriyete, zafere götürecek.”
Ahmet
Bey inanmadı:
“Alay
etme!”
“Ne
alayı! İşte al ve gör!”
Birkaç
zaman sonra garip bir yakınlıkla gerçekleşen bu falı tesadüflerin hayret
edilecek örneklerinden saymak mümkündür.
Bir hâtırası daha:
“Kafkasya’da
Ahmet Bey’le gazete çıkarıyorduk. Bir gün fıkramı vaktinde yazamadım. Ahmet Bey
geldi, neden yazmadığımı sordu. Belki biraz sinirliydim. Sert cevap verdim. O
da sertlendi, münakaşa ağır bir hal aldı. Nasıl oldu bilmem, birdenbire
kalktım, iskemleyi yakahyarak Ahmet Bey’in üstüne yürüdüm. Bunu yaparken onun
da ayni şekilde karşılık vermesini bekledim. Fakat o koştu, önümde durarak,
boynunu büktü:
“Vur,
ama yazıyı ver.” ■
Sonra
Allahım, ne garip bir saflığı vardı. İstiklâl Mahkemesinde üç Ali’nin
karşısına[II]
onu iki süngü arasında bir dördüncüsü olarak getirdikleri zaman biraz hazin,
biraz gülünç bir tevekkülle boynunu büktü; kendisine Kara Kemal ile
dostluğunun mahiyeti sorulunca da hiç çekinmeden” Mütena’im (nimetlenme)
oluyordum” cevabını verdi. O, bunu söylerken Kara Kemal ile hakikî dostluğunun
samimiyeti dışında değildi. Bu adamı bütün diğer arkadaşları gibi ciddiyetle
seviyordu. Fakat üç küçük çocuk, kendisinden çok genç bir kadın, bir
kaymvâlide, bir baldız, ayrılmaları mümkün olmıyan uzak bir akraba ile bütün
gelir menbalannın tükendiği bir zamanda Kara Kemal ona yardım elini uzatmıştı.
Söylediği sözün asıl mânası bu idi. Ama bu mânayı öyle kelimeler, öyle mazlûm
bir eda ile anlattı ki, İstiklâl Mahkemesi hâkimlerinin sert, asık yüzleri
acıyan bir tebessümle gevşediler. Mahkûm olması için hiçbir sebep yoktu. Buna
rağmen onu bu akıbetten kurtaran belki de bu sözü, bu duruşu oldu.
Hayatında
az kızan, daha az da hayret eden bu ağır, sakin adamın bütün ömrünce içine
düştüğü en büyük şaşkınlık yine İstiklâl Mahkemesi’nde oldu:
Mahkeme
Reisi bir aralık hiddetlenmiş, ihtiyar doktorun yüzüne, “Sen Şiîlik
kokuyorsun!” diye bağırmıştı. O, bu sözleri işitince önce kulaklarına
inanamadı, sonra gözleri faltaşı gibi açıldı, “ben mi, ben mi.” diye
kekeliyerek sustu. Her çeşit suçlanmayı bekliyebilirdi. Fakat bunu asla!.. Çünkü,
bir kerre Şiî değildi, sonra da devrinin meşhur dinsizi İçtihat Mecmuası
sahibi Abdullah Cevdet’in tek dostu o idi.
Bana,
ölümünden az önce Üsküdar’daki büyük, tahta harap evinin Sarayburnu ve Haliç’e
bakan penceresi önünde anlattığı şu hikâyeyi hatırladıkça hâlâ gülüyorum:
“Mütarekenin
ilk zamanlarında bir gün karımla baldızım bir mesele yüzünden bana çıkıştılar.
Kendilerine bir hadîsten bahsederek “kadmlarn kocalarına ve erkeklere kafa tuttukları
gün gökten taş yağacaktır” dedim. Sözlerim biter bitmez birden top,
makinelitüfek, bomba sesleri bütün İstanbul’u sarsmağa başladı. İngiliz
tayyareleri (uçakları) âni bir baskın yapmışlardı. Karım ve baldızım hayret ve
korku ile yüzüme bakarak ellerime sarıldılar.”
B |
İR ayağı aksayan, bu beyaz yüzlü,
kara gözlü, siyah, uzun saçlı adam devrinin en çok korkulan insanlarından
oldu. Bu korku dostlarının, düşmanlarının onun üzerinde birleştikleri
karakterinden doğuyordu:
O,
inkılâplar tarihinin az tanıdığı “ifsad edilemezlerden” biriydi. Evinde,
mahallesinde, fırkasında, nihayet fırkasının son nâzın olarak içine girdiği
hükümette en büyük kuvvetini bu yanı teşkil etti. Yine bunun içindir ki onu
Meşrutiyet İnkılâbı’mızm kendi çapımıza ve şartlarımıza göre bir Robespiyer’i,
bir Troçki’si, hattâ bir Göbels’i saymak mümkündür. Hayatı da az çok
onlarınkine benzer!
Birinci
Dünya Harbi’nin büyük ihtikârcılarma ve ihtikâr şebekesine, komisyonlarla,
askerî idarelerle ders verilemiyeceği anlaşıldığı zaman son çâre olarak onun
“ifsad edilemezliğine” başvuruldu. Fakat iş işten geçmişti, o kadar geçmişti
ki fenalıkların bütün sorumluluğu omuzlarına çöktü, asıl kusurlular kolaylıkla
ortadan sıyrılabildiler.
ittihat
ve Terakki harbin felâketle sona ereceğini hissettiği zaman memleketi Mustafa
Kemal’in idaresine bırakmaktan başka çare olmadığını düşündü. Bu arada
babamın, tavırları ile, yaşayışı ile tam bir halk adamı olan bu arkadaşı her
çeşit fırsattan faydalanarak harbin mağlûbiyetle bitmesi halinde “Anafartalar
Kahramanı Mustafa Kemal’in etrafında toplanma” propagandası yapanların başında
geliyordu.
Cepheler
düştükten sonra da iktidarın belli başlı reisleri memleketten çıkarken Enver
Paşa Vahdettin’e Mustafa Kemal Paşa’yı iş başına getirmek tavsiyesinde
bulundu. Babamın arkadaşı bütün ısrarlara rağmen kaçmadı ve Ingilizler
tarafından yakalanarak Malta’ya gönderildi.
Malta
esareti Osmanlı İmparatorluğunun son günlerine hâkim olmuş, son kaderlerine
hükmetmiş insanlar için zihniyet, ruh, karakter ölçüsü olduHattâ daha ileri!
Bütün o sadrıâzamlar, nâzırlar, o kumandanlar, sefirler mihenk taşında
imtihandan geçtiler! İnsan ruhunun asıl mayası felâket ve ıztırap karşısında,
felâket ve ıztırap içinde meydana çıkar. İttihat ve Terakki’nin bu son nâzın da
Malta’da esaret hayatının maddî, mânevî divarları arasında tertemiz bir mayaya
sahip olduğunu parlak bir şekilde gösterdi. Birinci Dünya Harbi’nin,
yaşadıkları hayatın ihtişamı içine bile sığamıyan bir kısım coşkun kahramanları
bu derviş tabiatli, biraz da derviş kılıklı adamın ruh ve karakter yüksekliği
karşısında, esaret hayatının sonuna kadar her gün bir parça daha küçüldüler.
Mağlûp
imparatorluğun bazı idarecileri maddî imkânlarının kendilerine bahşettiği
yaşayış şartlarını esaret içinde de satın almaktan çekinmiyorlardı. Bunların
arasında, Ingilizlerin verdiği on senelik konserve gıdalarla yaşamıya mecbur
olanların gözü önünde az bulunur, pahalı meyveleri “parayı veren düdüğü çalar”
diyerek yutanlar vardı. Bunların arasında şu veya bu yolda ara bulmalarla
hapishane yerine çoluk çocuğu ile konforlu villâlarda oturanlar vardı!
Babamın
bu arkadaşı ise ötekiler kadar imkânları bulunduğu halde, iktidar zamanındaki
basit, mütevazı hayatını sürdürüyor, kendisine gelen parayı fakir arkadaşlarına
dağıtıyor, bir yorgan, bir seccade, bir yastıktan ibaret eşyasını her gece
yine fakir bir arkadaşının yatağı yanma götürerek meyus kalplere ümit ve
teselli veriyordu! Az konuşuyor, çok düşünüyordu. Bir gün iki arkadaşiyle
ortadan kayboldu. Ancak bir müddet sonra küçük bir motörle İtalya’ya
kaçtıkları anlaşıldı.
İsmi
Millî Mücadele’nin sonuna kadar hiç işitilmedi. Yalnız rivayet edilir ki
Anadolu’ya geçmek istemiş, Ankara razı olmamış...
Büyük
Zaferden hemen sonra, Gazi’nin Halk Partisi’nin remellerini attığı, bu
Parti’nin ilk programı sayılabilecek meşhur “Umdeleri prensipleri” ilân ettiği
sıralarda bir akşam, bizim evde bir toplantı oldu. Bulunanlar arasında meşhur
Topçu İhsan gibi İttihat ve Terakki’nin eski mensupları da vardı.
Bir
gün önce, Gazi’nin daveti üzerine Ankara’ya gelmiş olan babamın bu arkadaşı,
ertesi sabah Gazi’ye söylemeğe karar verdiği sözleri o gece açıkladı:
“Gazi’nin
beraber çalışmak teklifini şükranla karşıladım. Fakat bu koca İmparatorluk
bizim kucaklarımızda can verdi. Hatâlarımızla, sevaplarımızla devrimizi bitirmiş
insanlarız. Bize, bana düşen vazife bir köşeye çekilerek, vatanı kurtarmış
adama, arkadaşlarına muvaffak olmaları için dua etmekten ibarettir. Bizim
artık idare etmek hakkımız kalmamıştır!”
Bunları
Gazi’ye söyledikten sonra İstanbul’a döndü.
Gazi’yi
hakikaten öldürmeyi düşünenler arasında mıydı? Öyle ise günahı büyüktür ve
Allah taksiratını affetsin demeğe bile insanın dili varmaz. Fakat bu hususta o
zamanlar ortaya atılan delillerin sağlamlığı da daima tartışılabilir! Onu
mahkûm etmiş olanların kanaatleri ne olursa olsun Abdülhamit zamanında
kendisini sokakta ölesiye döven paşazadelere mutlak bir iktidar sahibi
olduktan sonra en küçük bir karşılıkta bulunmayan, “mağlûbiyet felâketi olursa
Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nm etrafında toplanmak” telkinini
yapan bu adam hakkında dostları masum olduğu kanaatini taşıdılar. Delâletler,
gafletler, hatâlar en çok inkılâplara yakışır! İnkılâplar bundan fazla bir şey
kaybetmezler. İnkılâpların değişmez bir kaderi de budur!
Hakikat
ise, bir devrin son kalıntılarının da şu veya bu sebeple temizlenmesini
isteyenler, o ortadan kalkıncaya kadar sinirli^, hırçın, müsamahasız oldular.
Fakat ölümü ile huzur ve sükûna kavuşanlar yalnız bunlardan ibaret değildi.
Hayatta kaldıkça temizliğin kendilerine kadar uzaması ihtimali ile ecel teri
dökenler de onu kanlar içinde uzanmış gösteren resimlere bakarak rahat nefes
aldılar!
Kendisini
kovahyan kararın hiçbir şeyden çekinmiyen kafiliğinden şüphesi yoktu. Bunun
içindir ki belki de suçsuzluğunu ispat etmenin mümkün olabileceği güne kadar
yaşamak ümidiyle gizlendi. Fakat içindeki endişe hep canlı kaldı. İstiklâl
Mahkemesi’nin eski komitacı reisi, onun saklanabileceği her yeri hem
iyi.biliyor, hem iyi tanıyordu. Makina başında polise talimat veren bu reis onu
nihayet hayranlarından bir dostunun evinde sıkıştırdı. Silâhı elinde idi. Bu
silâhı, aldıkları emrin peşinde köşanlara değil, hiçbir ümit kalmadığı zaman
kafasına sıkmasını bilen bu adam kendisine yakışanı yaptı!
İSTİKLÂL Mahkemesinin küçük
salonunda Hâkimler’e,
Savcı’ya,
Suçlulara, Jandarma’lara ayrılan kısımlardan geri kalmış daracık yerde omuz
omuza sıralı dinleyiciler arasına kendimi zorlukla sıkıştırdım. Kâtip kararı
okuyor, iki süngülünün ortasında dimdik duran iri yarı, biraz şişman, esmer
yüzünün keskin çizgilerinden terler akan sanık neticeden emin ve dost gözlerle
Reis’e, Âza’lara bakıyor. Dudaklarındaki rahat bir gülümseme zaman zaman, Reis
dışında, Mahkemenin azalarına sirayet ediyor, o ve hakkında henüz bilmediği
hükmü vermiş insanlar bu gülümsemeyle, bu bakışlarla birbirleriyle âdeta
konuşuyorlar.
Zaten
arkadaş idiler, cephede, fedailikte, askerlik hayatının binbir maceralarında
beraber olmuşlardı. Şimdi, tesadüfler kaderini, hükümeti devirmek suçu ile
haksız yere ötekilerin ellerine vermişti. Ne zararı var? Kendisine “Kasap”
lâkabı takılacak kadar kanlı birçok hâdiselere karışmıştı. Fakat hükümete,
Gaziye isyan gibi alçaklığa asla gönlü razı olamazdı. Bünu, şimdi hâkimleri
olan eski arkadaşları da elbette biliyorlardı. O halde kurtulacaktı.
İşte
kararın onun bu işde hiçbir alâkası olmadığını gösteren satırları!
Neş’e,
sevinç içinde âzalardan birisine göz kırptı. Sessiz teşekkürüne cevap alamadı
ve birden dikkat etti ki deminki tebessüm de dudaklardan silinmiştir! Kâtip
kararı okumağa devam ediyor, hükümeti devirmek iddiasından suçsuzluğuna karar
verilmekle beraber geçmişteki hayatı karıştırılarak vaktiyle boşadığı karısının
ölüm sebepleri üzerinde durulduğunu söylüyor! Ne münasebet! Onunla bu dâvanın
ne alâkası var?
Bu
sefer sorularla dolu gözlerini arkadaşlarına dikti; yüzlerinden bir şeyler
anlamağa, bir şeyler çıkarmağa çalıştı. Hayır, hepsi, başta kaim kaşlarını
gözlerinin üstüne yıkmış o Reis, hepsi put kesilmişlerdi!
Kâtip
okuyordu:
“Boşadığı
karısına nafaka vermemek için ekmek bıçağı ile doğrayarak öldürüp kuyuya
attığı...”
“Canım
bu eski hikâye! Ne diye karıştırıyorlar?!”
Gözlerini
yine Mahkeme âzalarma çevirdi. Yüzü sararmış, kirli bir renk almıştı.
Dudakları kupkuru idi. Onlardan, eski arkadaşlarından, şu andaki mutlak
Hâkimlerinden rahat ettirecek bir bakış çıkmıyacak mı idi?
Kâtib’in
dudaklarından dökülen son cümleler kelime kelime değil, harf harf, birer bıçak
olarak beynine, kalbine, arkasına saplandılar.
“Merkum’un
Türk Ceza Kanununun ... Maddesinin ... bendine göre idamına ittifakla... ”
Salona
ölüm, hayır kendi ölümünün sükûtu çöktü. Hâkimler kalkmağa davranıyorlardı.
Kalbindeki son ümit zerresinin kuvvetiyle başını onlara uzattı, içlerinden en
samimî sandığının ismini söyliyerek kısık sesle fısıldadı:
"...
ne oluyor?. Ne oluyor?...”
Muhatabı
birden başını çevirdi. Durgun, hiçbir müsbet veya menfî mâna açıklamayan bir
bakışla cevap vererek yürüdü:
“İnkılâp
oluyor!”
Bu
cümle bir anda her şeyi anlattı. Hapishane arabasının sallantıları arasında kendisine
şimdi bu cevabı veren arkadaşı ile birkaç yıl önce yaptığı konuşmayı
hatırlıyordu:
İnkılâplardan
bahis açılmıştı. O da birçokları gibi Fransız İnkılâbını Ali Kemal’in Ricali
İnkılâp’mdan, Tarihçi Reşat Bey’in Fransız İnkılâbı Kebiri’nden
şöyle böyle okumuştu. Bu kitaplar ona inkılâplar hakkında garip fikirler, hattâ
kanaatler vermişti. Yüksek sesle bağırıyordu:
“İnkılâp
senin beni veya benim seni, bir kelime ile arkadaşların birbirini aştığı zaman
olacak! İnkılâbın hakikî delili budur.”
Arkadaşı
işte kendisini asıyordu. Demek inkılâp oluyordu. Fakat ona isnat edilen suç
gerçek çıkmamıştı. O halde şu son gününde inkılâplar hakkında yeni bir fikir,
yeni bir kanaat daha edinmiş oluyor:
“İnkılâp
yalnız suçluların, hainlerin değil, suç’a istidadı olanların, hiyanet
edebileceklerin, hattâ şu veya bu sebeple vücudu zararlı olanların kısacık
mahkemelerden sonra öldürüldükleri zaman oluyor!”
înkılâb’a
hiyanet edenler kadar inkılâb’ın hedefi, medenî Devlet anlayışına, bazan da
inkılâbı yapan ve idare edenlerin şahsî görüşlerine göre yaşamalarının zararlı
olabileceklerine inanılmış olanlar da istiklâl Mahkemesi Reisinin, babamın bu
arkadaşının ismini hep korku ile andılar. Yalnız bunlar değil, bu isim ve
sahibinin taşıdığı sıfata çok uygun ciddî, çoğu zaman .asık yüzü, kısık sesi,
küçük, müstehzi gözleri, çevresinde olanların birçoğuna aynı korkuyu verdi.
Onun
sert adam şöhreti daha Birinci Dünya Harbi içinde Üsküdar itfaiye kumandanlığı
ile başlar. Bu vazifede iken Enver Paşa’mn verdiği bir emre usulsüz bulduğunu
söyliyerek itaat etmemesi en çok ikinci, üçüncü sıradan İttihatçılar arasında
kendisine büyük sempati toplamıştı. Mütarekede Balıkesir yakınlarında bir yerde
idi. Yunan istilâsına karşı ilk çıkış cephesini kurması İstanbul’a gelir gelmez
Ingilizler tarafından tutularak Malta’ya gönderilmesine sebep oldu.
İlk
Kuvayi Milliye cephesinin bu ilk kumandanı esaret aylarını hemen hemen kimse
ile konuşmadan geçirdi. Şimdi kendi hizasına inmiş sadrazamlardan,
nâzırlardan, paşalardan asla hoşlanmıyor, yanlarına sokulmamağa çalışıyordu.
Yalnız merhum Ziya Gökalp’in çevresinde halka olarak derslerini dinleyenlerin
arasında zaman zaman gözüküyor, sonra yarı karanlık koridorları tek başına
adımlayıp duruyordu. Saçsız başının ona genç yaşında kazandırdığı lâkabı
Ingilizler bilerek veya bilmiyerek zarif bir şekle sokmuşlar, isminin sonuna
paşa kelimesini de katarak “Gül ... Paşa” demeğe başlamışlardı.
Babamla
ilk arkadaşlığı da galiba Malta sürgününde başladı. Bu arkadaşlık sonra kâh
sıklaştı, bazan aralıklar verdi. Çok seviştikleri iddia edilemezdi. Fakat
esaslı bazı meselelerde aynı fikirde olmadıkları halde birbirlerini takdir
etmesini biliyorlardı. Babam ile onun arasında dostluk münasebetleri siyasî
görüşlerde ortak ahbapların kurduğu köprüde oluyordu. Bunun yanında İstiklâl
Mahkemesi Reisinin bilgili olmak ve gözükmek hevesi ikinci köprü idi. İngilizce
öğrenmeğe çalışıyor, birkaç arkadaşı ile birlikte haftanın belli günlerinde
babamın yazıhanesinde verdiği tarih derslerini dikkatle takip ediyordu. Bu yoldaki
hevesi günün birinde, 1944 yılında Hans Kohen isminde Amerikalı bir âlimin
milliyetçilik üzerine yazdığı bir kitabın Türkiye’ye ait parçasını Türk
Milliyetçiliği ismi ile Türkçe’ye çevirmeğe kadar genişledi.
Babamdan
en uzaklaştığı devir bir kısım İttihat ve Terakki Reislerinin İstiklâl
Mahkemesi’nde mahkûm edilerek asıldıkları zamandır.
Bazısı
gençlik arkadaşı, çoğu İttihat ve Terakki içinde ideal yoldaş olanların birer
birer sehpalarda can vermeleri babamı kalbinin derinliklerinden mahzun
etmişti. Bunu başta biz çocukları ve ailesi olmak üzere etrafındaki herkes açıkça
görüyordu. Bir akşam Rus Sefaretinde verilen bir suvarede, Atatürk’ün huzurunda
toplu bir halde otururken Kara Kemal’in intihar haberi geldi. İstiklâl
Mahkemesi Reisi, babamı göstererek, “Paşam, Ahmet Bey’in yüzü gülmüyor,
herhalde kırk gün sonra bizleri Kara Kemal için okutacağı mevlûda çağıracak”
diyerek kaba bir şaka yaptı. Hem bu şakaya, hem arkadaşının sözlerindeki katı
yürekliliğe şiddetle içerliyen babam hemen cevap vermekten sakınmadı:
“Elbette
yüzüm gülmez. Kara Kemal dostumdu. Gazi’ye kast etti ise lânet olsun! Fakat bir
gün gelir seni de aynı korkunç akıbetin kollarında görmek felâketine uğrarsam
yine mahzun olurum, senin için de mevlût okutmakta tereddüt etmem!”
Atatürk
arkadaşları arasında her çekişmede yaptığı gibi bu sefer de bahsi değiştirdi.
Bu hâdise kulaktan kulağa hızla yayıldı. Birkaç gün sonra da istiklâl
Mahkemesi Reisi sanıklara Kara Kemal’in yazıhanesindeki toplantılarda Ağaoğlu
Ahmet Bey’in bulunup bulunmadığını da ima eden sualler sordu.
Babam,
Mahkeme Reisi arkadaşına bir mektüp yazdı:
“Bir
kısım maznunlara Kara Kemal’in yazıhanesindeki toplantılarda bulunup
bulunmadığımı sorduğunüzu gördüm. Kara Kemal benim dostumdu, bunu cümle âlem
bilir,' fakat o, Büyük Gazi’ye suikast düşünmüş ise nazarımda mel’ûn olmuştur.
Fakat sizde benim onun yazıhanesinde yapılan içtimalara iştirak ettiğim
hakkında şüphe varsa vazifenizin beni de mahkemeye çağırmak olduğunu hatırlatmak
isterim.”
Ertesi
gün Mahkeme Reisinden cevap geldi:
“Ben
bahsettiğiniz şekilde size ait herhangi bir sual sormadun. Hâkimiyeti
Milliye gazetesi zâtı fazilanelerinin idaresinde intişar etmekte olduğuna
göre gazetede çıkmış yanlış ifadelerin kusuru da yine ancak zatıâlinize ait
olabilir.”
İstiklâl
Mahkemesi Reisinin babama en çok yaklaştığı devir ise Mahkemenin dağılmasından
sonradır. Babamın arkadaşı yıllardan beri âdeta Devletin dördüncü kuvveti idi.
Şimdi o çok büyük kudret elinden gidince hırçınlaşmağa başlamıştı.
Bu
hırçınlığının cevabı ağır oldu. Bir gece Atatürk’ün sofrasından hırpalayarak
kaldırdılar ve kapının önüne bıraktılar.
Kısa
süren bu gözden düşme günlerinde hemen her gece Keçiören’deki evimizdedir.
Kendisine reva görülen muameleden acı acı şikâyet ediyor, Gazi’nin etrafını
fena adamların aldığını söyleyerek haykırıyordu:
“Millî
Mücadele’ye ilk defa ben başladım, düşmana ilk kurşunu ben attım! ”
Birinci
Büyük Millet Meclisi’nde muhafazakârlarla yenilik taraftarları arasındaki
çekişmelerde babamın bu arkadaşı yenilik fikrinin sessiz, fakat silâhlı
liderlerinden biri oldu. Mecliste bu bahislerde hararetli tartışmalar sırasında
oturduğu yerden salonun her köşesini dikkatli gözlerle araştırır, çatışmaların
kavgaya döneceği zaman bir elini cebine sokarak sâkin adımlarla döğüşenlere doğru
yürürdü. Onun gerektiği zaman cebine soktuğu elini boş çıkarmıyacağmı iyi
bilirlerdi. Babamın arkadaşı yenilik fikrinin fedailiğini körü körüne, emir
kulu gibi değil, inanarak yapıyordu.
Birinci
Meclis’in içinde muhafazakârlık-yenilik mücadelesinin tarihî hâdiseleri
vardır:
Bir
gün Edirne Mebusu merhum Şeref bir vesile bularak kürsüye çıktı. Ağır, eski
kelimelerle dolu, yapmacıklı, yüzünün mimikleri, ellerinin, kollarının
hareketleriyle garip bir nümune teşkil eden meşhur hitabetiyle Osmanlı İmparatorlu
ğu’nun, tâ Mütareke yıllarına kadar çökme sebeplerini devlet idaresinin din
kaidelerinden uzaklaşmış olmasına bağladı. Genç Osman, Birinci Mahmut gibi
inkılâpçı hükümdarlar, bütün Tanzimat adamlarını, İttihat ve Terakki’nin bütün
İçtimaî hamlelerini yerin dibine batırdı, sonunda da bu söylediği fikirlerin
aleyhinde olanları toptan küfürle, dinsizlikle suçladı.
Meclis
muhafazakârların çılgınca alkışlariyle çınlıyor, yenilik taraftarlarından hiç
kimse bu heyecan karşısında söz alıp konuşmağa cesaret edemiyordu.'
Edirne
Mebusunun arkasından zamanın Şer’iye Vekili (Dış işleri Bakanı) de kürsüye
çıkarak onu destekliyen bir konuşma yaptı. Bu telkinlerin tesiri öylesine ağır
bastı ki dayanamıyarak yerinden kalkan Hamdullah Suphi Tanrıöver’e Reis söz
vermedi.
Ertesi
günü Hâkimiyeti Milliye gazetesinde o sırada Matbuat ve İstihbarat Umum
Müdürü olan merhum Ahmet Ağaoğlu’nun “Nereye gidiyoruz?!” isimli bir
başmakalesi çıktı. Babam bü yazısında Meclisin o toplantısındaki manzarayı,
söylenen fikirleri, yapılan iddiaları tahlil ederek “Derviş Vahdetîlerin ruhu
hortluyor, bu ruh memleketi nereye götürecek?” diye soruyordu. O gün öğleye
doğru Başvekil,[III]
babamı çağırdı:
“Sen
ne yaptın Hocam, diye başladı, bu sırada böyle yazı yazılır mı? Hocalar topta
yanıma geldiler, ateş püskürüyorlar. Bu vaziyette hem onları teskin, hem de
seni korumak için istifa etmeni istiyorum!”
Öteden
beri, hele beraber geçirdikleri Malta esareti sırasında babamın Başvekile,
onun da babama karşı derin sevgileri vardı. Babam, hükümet reisini çok iyi,
çok dürüst bir insan olduğu kadar büyük devlet adamı, hattâ büyük kahraman
gibi seviyordu. Bunun içindir ki onun bu sözlerini ve istifa teklifini
hayretle, acı ile karşıladı. Bu acısını anlattıktan sonra madem ki zor mevkide
kalmıştır, kendisini sıkıntıdan kurtarmak için istifa edeceğini söyledi..
Haber
hızla Ankara’ya yayıldı. Babam istifasını yollamadan biraz önce Umum
Müdürlükteki odasının kapısı açıldı. İçeriye başında babamın bu arkadaşı olmak
üzere aralarında Topçu Ihsan’m da bulunduğu bazı dostları girdiler.
Babamın
arkadaşı hiçbir şey sormadan söze başladı:
“istifa
edeceğini duyduk; edemezsin. Sen hepimizin fikirlerine tercüman oldun. Biz
arkadaşlar toplandık, bu yobazlarla mücadeleye karar verdik. İstifa edersen
bizi zayıflatmış olursun. Sonra seni buraya Gazi tayin etti. O şimdi burada
değil. Gelinceye kadar beklemen hattâ vazifendir. Hemen kalkar, gider Başvekile
istifa etmiyorum, çünkü beni buraya Gazi tayin etti. Onu bekliyeceğim dersin.”
Babam
arkadaşlarının bu düşüncelerini yerinde buldu. Başvekile giderek “İstifa
etmiyorum. Gazi’yi bekliyeceğim. İsterseniz beni azlediniz!” dedi.
Başvekil
bu sözler üzerine kollarını havaya kaldırarak, “Hocam ben seni nasıl azlederim”
diye cevap verdi. Mesele de böylece kapandı.
İstiklâl
Mahkemeleri Millî Mücadele yıllarında asker kaçaklarını ve bu hâdiselerle
ilgili suçluları hemen muhakeme ederek en şiddetli cezalara çarptırmak, bu
suretle cephelerde döğüşen orduların arkalarını kuvvetlendirmek maksadiyle
kuruldular.
Zaferden
sonra İstiklâl Mahkemeleri siyasî dâvaların görüldüğü yerler oldu. Bu ikinci
devrede de bunlara bir bakımdan inkılâpların bekçisi diye bakılabilir.
istiklâl
Mahkemeleri’ni, Millî Mücadele içinde ve sonra oynadığı roller bakımından Büyük
Fransız İnkılâbının orduları yanındaki siyasî komiserlerine ve inkılâp mahkemelerine
benzetmek mümkündür.
Babamın
arkadaşı bu mahkemelerin birinci devresinde pek görünmedi. Ona asıl mühim
vazifeyi, zaferden sonra, siyasî devrede, Şeyh Sait ayaklanmasından sonra
kurulan mahkemelerde ve Atatürk’e suikast teşebbüsü sırasında verdiler.
Büyük
Millet Meclisi’ne onu İstiklâl Mahkemesi’ne Reis seçmek için yapılan telkin
isabetli idi. Gazi’ye her şeyden önce askerlik rütbeleri arasındaki büyük
farkla, bir albayın bir mareşale olan itaat hissi ile bağlı idi. Buna daha
birçok sebepler de karışıyordu. O da Birinci Dünya Harbi’nin felâketleri
sorumluluğunu ön sıradakilere yükleyen İttihatçılarda idi. O da kendisine
verilmiş vazifeyi gözünü kırpmadan yerine getirebilecek fedailerdendi. Nihayet
karakterinin de kalbi kadar hiçbir tesirle eğilmeyecek sertlikte olduğunu iyi
biliyorlardı. *
Şimdi
bu satırları yazarken gözlerimin önüne yine Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin bir
günü geliyor. Sanık yerinde Doğu vilâyetlerinde bir ilçenin telgraf memuru var.
Suç
delili isyan sahnesindeki bir arkadaşına çektiği şu telgraf:
“Din
uğrunda büyük şehit Hazreti Hamza’nm yanma gitmeğe hazırım!”
Babam’m
arkadaşı gözlüklerini burnunun ucuna kadar indirdi. Dudaklarının arasından
ıslık gibi çıkan sesi, gözlerinin şaklayan bir kamçının ışığı sayılabilecek
bakışlarıyla birleşti:
“Demek
Hazreti Hamza’nm yanına gitmeğe hazırsın! Peki, yarın sabah orada olacaksın!”
Babamın
arkadaşı için tarih sahifesine korkunç insan damgası işte onun bu çeşit
lüzumsuz, beyhude, hattâ avare sözleriyle yazıldı. Vazifesi korkunçtu.
Sözlerini, hareketlerini öyle yapmayabilirdi. Sanıklara hâdiseler hakkında
sualler sorarken “Siz suçlusunuz; siz bu memleketi felâketlere sürüklediniz,
işte biz düşmanlarımızı böyle perişan ederiz” gibi çıkışlarda bulunmıyabilirdi.
Bu vazife onsuz da görülecekti. Herhangi bir vatandaş Türk Milletini karanlık
dünyasından aydınlığa çıkarmak için yapılmış hamlelerin bu yoldan da
müdafaasını elbette, hattâ zaman zaman hatâlara, intikamlara, kinlere,
hiddetlere bilerek, bilmiyerek âlet olmak suretiyle üzerine alacaktı. Fakat
vazifeyi görürken kendi şahsiyetini onun içinde eritmeğe ne lüzum vardı?
Onun
İstiklâl Mahkemesi Reisliği bir devrin sembolü sayılabilir. Buna “Tasfiyeler
Devri” demek mümkündür:
İttihat
ve Terakki’nin tasfiyesi, İkinci Grubun tasfiyesi, Millî Mücadelede muntazam
ordular kuruluncaya kadar Millî Kuvvetlerin bir kısmını teşkil etmiş eski çete
reislerinden son kalanların tasfiyesi, nihayet 1908-1918 arasında bazısı
yokluklar, sefaletler içinde yaşayan milletin gözü önünde muhteşem hayat
sürmüş, bir kısmı aynı sınıftan beraber çıktıkları arkadaşlarını iltimaslarla,
şanslarla, tesadüflerle fersah fersah geçerek kıskançlıklar doğurmuş, birkaçı
da şu veya bu zamanda söyledikleri sözlerle, yaptıkları işlerle gizli
tasavvurların, saklı emellerin gerçekleşmesini geciktirmiş insanların
tasfiyesi!
Ne
gariptir ki bu büyük temizleme hareketi içinde yok olmaları göze bile
çarpmayacak kadar tabiî sayılacak birkaç adam babamın bu arkadaşının sert,
eğilmez karakterinde kendileri için âdil bir köşe aramakta aldanmadılar! Bunlardan
biri de merhum Yenibahçeli Şükrü’dür.
Yenibahçeli
Şükrü’ye, çocuk saflığını, mahçup duruşunu, başına çeşitli belâlar çıkarmış
tatlı gevezeliğini ölünceye kadar bırakmıyan bu askere ait ilk hâtıram babamla
yaptığı bir kavgadır!
1916’da
babam İçerenköyü’nde, Müminderesi’nde, içinde küçük bir evi bulunan bir bağ
almıştı. O yazı geçirmek üzere taşındıktan birkaç gün sonra babamla bahçede
dolaşırken yanımıza bir asker geldi. Aşağıda derenin yanında çadır kurmuş
askerlerin kumandanı Yüzbaşının bir iş için kendisini çağırdığını söyledi.
Babam, “Yüzbaşıya selâm et, gelsin görüşelim” dedi. Biraz sonra asker yine
gelerek kumandanın babamı istediğini tekrarladı. Babam da gitmemekte ısrar
etti. Beş dakika sonra yanında iki askerle, zayıf, kumral saçlı, yüzü güneş
yanığı bir subay hemen hemen koşarak babamın önünde durdu, sert bir sesle “Sana
haber yolladım, neye gelmiyorsun?” diye bağırdı. Babam birdenbire, iyi
hatırlıyorum, sapsarı kesildi. Fakat sükûnetini bozmadı:
“Gelmiyorum;
çünkü benimle konuşmak isteyen sensin! Sonra senden bak ne kadar yaşlıyım.
Nihayet sen yüzbaşı isen ben de mebusum.” Babam o sırada Afyonkarahisar mebusu
idi.
Yüzbaşı
babamın bu sözleri karşısında bir an tereddüt etti. Sonra, “Kim olursanız
olun! Bu beni alâkadar etmez!” diye yine sertlendi. Bu sefer kızmak sırası
babama gelmişti. Kumandana doğru yürüyerek bağırdı: “Haydi, bütün askerlerini
topla gel bakalım, bana bir adım attırabilir misin! Sonra seni Enver Paşa’ya da
şikâyet edeceğim!”
Bu
sözler Yüzbaşıyı çileden çıkardı:
“Beyefendi,
mebusluğunuza değil, yaşınıza hürmet ediyorum. Enver Paşa’ya şikâyete gelince
hiç durmayın! Ben zaten hayatımdan bıkmış bir adamım! Bana ne yapabilir?”
Askerlerim
arkasına alarak hızla uzaklaştı.
Aradan
yıllar geçti. Büyük zaferden birkaç ay önce bir gün Ankara’da Hakimiyeti
Milliye gazetesinin kapısından babamla girerken merdivenlerden inen uzun
boylu, genç bir adamla karşılaştık. Babam, elini muhabbetle sıkarak, “Nasılsın
Şükrü Bey?” dedikten sonra bana döndü: “Hani, hatırlıyor musun, Erenköy’de beni
dövmek istiyen zabiti? İşte bu adam!”
İri
kestane renkli gözlerinde neş’eli ışıklar yanan sevimli bir yüz bana gülüyordu.
Erenköyü’nün
hayatından usanmış yüzbaşısı aradan geçen yıllar içinde binbir maceradan sonra
Birinci Büyük Millet Meclisi’nin âzası olmuştu. Bu maceraların dillere destan
olmuşlarından biri, gelir gelmez Erkânıharbiyei Umumiye Reisliğine (Genelkurmay
Başkanlığına) tâyin edilerek Millî Hükümete alman ve dâha sonraları sırasiyle
en yüksek devlet makamlarına yükselen bir zatı, İsmet Paşa’yı rivayet
edildiğine göre biraz da zorla İstanbul’dan Ankara’ya kaçırmış olmasıdır!
Yenibahçeli
Şükrü’nün siyasî hayatı Birinci Meclis üyeliği, ağabeysi eski İttihat ve
Terakki mes’ul murahhaslarından ve Atatürk’e suikast işinde idama mahkûm
edilmiş Nail Bey ile çoğu siyaset sahnesinin çeşitli kademelerinde oynayan
dostlarının yarattığı çevreden ibarettir. Bunlara bir de Enver Paşa
hayranlığından doğma İttihatçılığı da katılabilir. Erenköyü’nde babama,
hayattan usanmış bir insana Enver Paşa’nın ne yapabileceğini biraz da kinle
soran genç subayı kader bir zaman sonra Türk Ordularının Başkumandanına yaver
yapacak, bu kendisi gibi güzel, mahcup yüzlü, tatlı bakışlı, sonsuz derecede cesur,
atılgan adama deli gibi gönül verecekti. Yenibahçeli Şükrü’yü Gazi’ye
beslediği bütün sevgiye, imana rağmen İkinci Gruba atan bu aşktır. Suikast
hâdisesinde memleketin bütün polis teşkilâtını Kara Kemal ile beraber arkasına
düşüren yine bu aşk oldu.
Yenibahçeli,
Millî Mücadelede Gazi’nin Enver Paşa’yı memlekete sokmamak kararındaki isabeti
bir türlü kabul etmedi. Bence Atatürk’ün Millî Mücadeleyi zafere götüren en
mühim kararlarından biri de bu idi. Şayet Enver Paşa memlekete girseydi netice
bunu isteyen Şükrü Bey gibi samimî kimselerin zannettikleri şekilde iki
kahramanın kurtuluş dâvasında elele vermesi değil, memleketin birinin başında
Enver’in, ötekinin başında Gazi’nin bulunduğu iki cepheye ayrılması olacaktı.
Sonra hangi sebebe dayanırsa dayansın, Birinci Dünya Harbi, Enver ve
arkadaşlarının elinde korkunç bir mağlubiyetle bitmişti. Kaybetmiş, memleketi
bırakıp çıkmış bir insanın tekrar sahnede gözükmesi milletin güvenini, azmini
kırabilirdi!
Yenibahçeli Şükrü’ye bu açık
gerçekleri kabul ettirmek güç oldu. Rus sınırında bekleyen eski Başkumandan
Vekilinin memlekete alınmaması üzerine şiddetle kızarak kendisini İkinci
Grubun kollarına attı. İşte o kadar! Atatürk’e suikast işi ile ilgisi merhum
Nail Bey’in kardeşi olmaktan daha ileri olamazdı. Fakat İkinci Grubun üyeliği,
Enver Paşa hayranlığı, ötede beride yaptığı gevezelikler, atılganlığı şimdi
başının belâları olmuşlardı. Korktu ve saklandı! Heyhat, kaçan kadar kovalıyan
da mahirdi! İstiklâl Mahkemesi Reisi, Kara Kemal gibi onun da gizlenebileceği
her yeri biliyordu. Etrafındaki çember her gün biraz daha daralıyor, hat reket imkânları biraz daha azalıyordu. O
zaman kendi kendisine sordu: “Madem ki suçlu değilim, neye korkacağım?”
İstiklâl Mahkemesi Reisinin asık yüzü, kalın kaşları, küçülI müş gözleri önünde canlandı. Kısık sesini
işitir gibi oldu.
Bu
bakıştan, bu sesten merhamet bekleyemezdi. Bu doğru!
Fakat yine bu yüzün, bu sesin başka
şöhretleri de var. Hayatı dedikodusuz! Gösterişi sevmiyor! Aklı ermediği zaman
imanı ile hareket ediyor! İnanmadığı halde bir köle ruh ve zihniyeti ile
yaptığı herhangi bir işi de hatırlamıyor! O halde suçlu olduğunu, yahut suçsuz
da olsa ölümünün memlekete, bir şeyler kazandıracağına inanmadıkça ondan kendisine
fenalık gelmiyebilirdi! Ölümü, hele suçsuz olarak ölümü memleket için de,
herhangi bir kimse için de bir fayda sağlamıyacaktı! Yenibahçeli Şükrü’nün
herkesin bildiği bir yanı da ihtirassız adam olmasıydı!
Daha fazla beklemedi!
Bir
gün İstiklâl Mahkemesi Başkâtibi odasında çalışırken kapı açıldı. Başını
önündeki dosyalardan kaldıran genç me120 F ........... .
mur hayretle yerinden fırladı.
Yenibahçeli Şükrü karşısında dimdik duruyordu. Başkâtip daha ağzını açmadan
söze başladı:
“Ben aradığınız Yenibahçeli Şükrü’yüm!
Beni bulmanız asla mümkün değildi. Fakat kabahatim de yok. Kabahatim olmadığı
halde saklanmaktan bıktım, usandım! Reisinizi (meşhur lâkabını söyliyerek) iyi
tanırım. Ona itimad ederek teslim oluyorum!”
Güveninde
aldanmamıştı. Beraat etti.
Babamın bu arkadaşının İstiklâl
Mahkemesi Reisi olarak herkese korku veren karakteri evinin içinde bir aile
reisinin yarı sert, yarı yumuşak otoritesi halinde tecelli ediyor, mütevazı
evinde çoğu zaman köşesinde oturan, rahatsız edilmediği müddetçe şakacı,
güleryüzlü bir adam oluyordu.
Görünüşü, Mahkeme Reisliği kürsüsünde
ne kadar sert, haşin, kaba ise o yerden iner inmez hemen değişiyor, bastonuna
dayanarak, biraz öne eğilmiş yürüyen kendi halinde, sade bir insan oluyordu.
Ayni basitlik, ayni tevazu evinin iç ve dış manzarasında da vardı. Devrin
birçok meşhur nüfuzlu simaları Millî Mücadele yıllarının gösterişsiz hayatını
hemen bırakarak Yenişehir’de, Çankaya’da, Keçiören’de acemi mimarlara veya
kalfalara yaptırdıkları garip, kuleli, şato karikatürlerine benzeyen, içleri
birbiriyle hiçbir ilgisi bulunmıyan süslü eşyalarla dolu köşklere yerleştikleri
halde o, Samanpazarı yolunun sağ tarafında, iki katlı, kapısının üstünde
kocaman bir nal ve bazı nazarlık boncukları asılı yeni evinde eski âdetlere
göre döşenmiş, yarısı sedirlerden ibaret eşyalar arasında, şayet biraz resmî
misafirleri yoksa entari ile oturuyordu.
İnsan talih dediğimiz kendisinden çok
önce çizilmiş kader yolunun üstünden bir türlü ayrılamıyor. Ne kadar çırpınsa,
iradesini, aklını, zekâsını ne kadar bu yoldan sıyrılmak için kullanmaya
çalışsa muvaffak olmasına imkân yok!
Babamın
bu arkadaşına yaratıcı büyük kudretin nasip ettiği talih kanlı bir yolun
üstünde yuvarlanmadan ibaret oldu.
Harpte
öldürdü, vazifesi yüzünden öldürdü, kaza ile öldürdü, nefsini savunmak için
öldürdü! Her bahsi açıldığı zaman dedikoduları hâlâ devam edip gidiyor;
şüpheler, sorular, tereddütler, hâlâ birbiri arkasından sıralanmakta. Halil
Paşa’yı, Şark Cephesinin Karabekir’den sonra bu en namlı generalini nasıl
öldürdü?
Çok
anlatılmış bu hikâyeye yeniden dokunacak değilim. Yalnız iyi, çok iyi biliyorum
ki babamın arkadaşı bütün diğer sebep olduğu ölümlerdeki gibi bunda da bir
masumdan başka bir şey değildir.
Merhum
Halit Paşa sinirli, kavgacı, hattâ ismine, sıfatına, mesleğine yakışmayacak
kadar hiddetine mağlûp bir insandı. Babam ile yeni olmakla beraber, sıkı
dostluğu vardı. Devlet işlerini beğenmiyor, acı acı şikâyetler ediyor, aralarında
İstiklâl Mahkemesi Reisi de bulunan bazı kimselere karşı sevgisizliğini, hattâ
husumetini açıkça göstermekten çekinmiyordu. Hoşuna gitmiyen, onu şiddetle
sinirlendiren hallerden biri de bilhassa asker İttihatçılar aleyhindeki sözlerdi.
Ölümünden kısa bir zaman önce sinirlerinin çok gergin olduğu bir sırada Babam
kendisine evlenerek birkaç ay istirahat etmesini tavsiye ettiği vakit:
“Ahmet
Bey, bu ruh haleti içinde evlenirsem hiddetimi biçare kadından alır, durup
dururken katil olurum” demişti. Onun Mecliste ağır bir hâdiseye sebep olacağım
birçokları, bu arada İstiklâl Mahkemesi Reisi de biliyordu.
Hâdise
günü Meclise cebinde iki tabanca ile hazırlıklı gelmişti. Hedefinin bir sebep
bularak doğrudan doğruya İstiklâl Mahkemesi Reisi olduğu iddia edilebilir.
Günün
birinde eski İstiklâl Mahkemesi Reisinin Nafıa Vekili (Bayındırlık Bakanı)
tâyin edildiğini görenlerin çoğu hayretler içinde kaldı. O, mizacı, karakteri,
itiyatları bakımından alışılmış vekil tiplerinin dışında insandı. Fakat Nafıa
Vekâleti koltuğuna ne memurların, ne bu vekâletle işi olanların hoşuna
gitmiyecek birisinin oturtulması için de ciddî sebepler vardı. Onu bu vekâlete
İstiklâl Mahkemesi reisliğine getirir gibi getiriyorlardı.
Bu
tayindeki isabet kısa zamanda görüldü. İtiraf etmek lâzımdır, Halk Partisi
iktidarı zamanında bayındırlık sahasında yapılmış el ile tutulur, gözle
görülür ne varsa hemen hepsi babamın bu arkadaşının eseridir.
Bunların
yanında demiryolları gibi devlet için her bakımdan çok önemli İktisadî
faaliyetleri yabancı şirketlerin ellerinden âdeta kopararak almasını bildi.
Nihayet Afyonkarahisar mebusu olduğunu da unutmadı. Millî Mücadeleden beri Türk
tarihinde şerefli bir isim olarak kalacak bu şehri imar etmeğe koyuldu. Orada
da Halk Partisi hükümetleri zamanında yapılmış işlerin toptan şerefi yine
babamın bu arkadaşına ait.
Bayındırlık
Vekâletinde gösterdiği bu gayretin altında acaba İstiklâl Mahkemesi Reisi
olarak hâfızalarda yer etmiş geçmiş devirlerini unutturmak gibi bir arzu, bir
heves de yatıyor mu idi? İsminin tarihte yalnız “Korkunç adam” olarak
kalmasından mı ürküyordu?
Babamın
arkadaşının vicdanında böyle bir hesaplaşmanın geçtiğini düşünmek mümkündür.
Fakat heyhat! Ölümlerin, şiddetlerin, zulümlerin açtığı izler iyiliklerin
açtığından çok daha derin oluyor. İnkılâp tarihimizin sahifelerinde babamın
arkadaşının ismi İstiklâl Mahkemeleri ile beraber anılacak. Bayındırlık
Vekilliğindeki güzel işleri belki de hiç hatırlanmıyacaktır.
Son
seneleri vicdanı ile kafası arasında beliren hayallerin, başlangıçta zaman
zaman, sonraları gece gündüz, hattâ şuurunu büsbütün kaybettiği ölümünden
önceki haftalara kadar tehditleri, kavgaları, kahkahaları, mimikleri arasında
geçti.
Bütün
hayatını yalnız hatırlamakla kalmıyor, sanki içinde yaşadığı hâdiseler,
çevreler durmadan tekrarlanıyordu. Yatağından fırlıyor, Meclise gideceğim
diyordu. Giydiriyorlar, bir arabaya bindirerek biraz dolaştırdıktan sonra yine
evine getiriyorlardı. Fakat o kendisini Meclise gelmiş sanıyor, bir sedire
bir zamanlar etrafında mebusların ayakta halka yaptığı Meclis koridorunun sağ
köşesindeki kanapelere oturuyorum diye çöküyordu. Sonra hayalindeki insanlarla
konuşuyor, kimini azarlıyor, kimine gülüyor, bazısını tehdit ederek
bağırıyordu. Etrafım sarmış bu hayaller arasında idamı için kâfi görülmüş bütün
suçu, eski İttihatçıları toplayarak yeni bir partinin programını hazırlamaktan
ibaret, İttihat ve Terakki devrinin çok meşhur nazırlarından birisi de vardı.
Altında imzası bulunan kararları ile bu dünyadan göçüp gitmiş birçok insanın,
hattâ bu arada en yakın arkadaşlarının hâtıraları bile ne kafasında, ne
vicdanında bu hayalin yaptığı korkunç, dayanılmaz, perişan edici baskıyı
göstermediler.
Önce
asılan nazırın geriye bıraktığı karısı ve çocuklarım gizli gizli takibe
başladı. Bu aileye yakın ve kendisinin bu merakını kimseye söylemiyeceğine emin
bulunduğu bazı kimselerden onlar hakkında haberler topladı:
Nasıl
yaşıyorlar? Ne ile geçiniyorlar? Daha ileri gitti. Bir gün Yalova’ya Süreyya
ablama, gidip bu aileyi görmesini, çocuklarının tahsil masraflarını üzerine
almayı düşündüğünü söylemesini rica etti. Ablam babamın arkadaşının kendisine
verdiği vazifeyi yerine getirdi. Fakat aldığı cevap acı oldu:
“Ben
onun yardımı ile çocuklarımı okutacak kadar sefil değilim!”
Bu
adamın vicdanında kendisini gösteren ne idi? Asılanın masum olduğuna
inanabilirdi. Fakat ayni zamanda asılması lâzım gelmeseydi o kararı verebilir
miydi? Belki kararı vermekte inkılâbın müdafaası bakımından kendisini haklı görüyor,
buna karşılık masumun çocuklarının istikballerini sağlamak suretiyle vicdanında
bir muvazene kurmak istiyordu. Yahut da vicdanında nazırın yalnız masum olarak
değil, sebepsiz yere de asılmış olduğu hakkında şüpheler, tereddütler
uyanmıştı.
Ruhunun erişilmesi çok zor
derinliklerindeki bu hesaplaşmayı bilmeğe, öğrenmeğe artık imkân yok. Yalnız
ölümünden önceki son aylarının bu hesaplaşmanın acıları içinde geçtiği söylenebilir.
Hattâ, hastalığının şuurunu tamamen kaybettirerek yaşadığı son günlerinde sık
sık ve titremeler içinde Nazırın ismini sayıkladığı ve “geliyor, geliyor”
diye haykırdığı anlatılmaktadır. Bir gün de bu korkular, bu vehimler, bu
hayaller arasında gözlerini dünyaya kapadı. MİLLÎ ŞAİR
İ |
TTİHAT
ve Terakki liderlerinin kendisine hemen hemen resmen taktıkları bu “Millî”
unvanı bir bakımdan ona yakışıyordu. Şişman, iri vücudunun üstünde bembeyaz sakalı,
beyaz yüzü, iri, açık mavi ışıklarla dolu gözleri, titrek, ahenkli sesiyle Türk
Tarihi’nin efsane Ozanlarına benziyordu. Şâir miydi? Hayır! Sanattan bu kadar
uzak şiirler yazan bir insan şâir olabilir mi? Fakat tarihe, ne uzun müddet
yaptığı valilikleri, ne mebusluklariyle geçiyor. Tarihte yerini şâir, “Millî
Şâir” olarak aldı. Hem de unutulamaz, silinemez, ihmal edilemez bir şekilde.
Bütün bir nesil uzun zaman onun iki mısraını millî uyanışın şarkısı diye
durmadan tekrarladı:
Ben
bir Türküm dinim, cinsim uludur
Sinem,
özüm ateş ile doludur
Babamın
dostları içinde çocukların, bütün arkadaş çocuklarının en çok sevdiği yüz
onunkiydi. İstanbul’da Serencebey yokuşundaki evi ilk çocukluğumdan kalan
aydınlık hâtıralar arasındadır. Tertemiz, sâde, zarif eşyalar ile dolu
geniş,
rahat, gönül açan odalar! O gözüktüğü zaman sıralanır, birer birer elini
öperdik. Biraz kaim ve ıslak dudaklarının sıcaklığım yanaklarımda, alnımda
hâlâ duyuyorum.
Şiirlerini
okumasını isterdik. Zaten o da bunu bizden beklerdi. Gözlüğünü dikkatle takar,
cebinden çıkardığı kâğıtlardan yeni şiirlerini, sanki büyük insanlardan bir
topluluk karşısındaymış gibi heyecanla, ciddiyetle okurdu. Birkaç şiiri vardı
ki onları söylerken biz çocuklar ağlayacak hale gelirdik. O gerçekten ağlardı.
Bunlardan birisinin ismi “Kesildi mi ellerin?”di. Elleri annesini bıçaklarken
kesilen bir adam annesinin yaralanıp yaralanmadığını sorarak biten bir şiir!
Millî
Şâir ruhunun bir yanıyla ölünceye kadar çocuk kaldı. Onu en ehemmiyetsiz
hâdiseler bedbaht edebiliyordu. Yine en ehemmiyetsiz hâdiseler ile saadet
göklerinde uçardı. İşte bir misal: Babamla seyahat ediyormuş. Bir aralık onun
kompartımanında önce inlemeler işitiliyor. Arkadan da hıçkırıklar! Babam hemen
yanma koşuyor. Gördüğü manzara şu: Arkadaşı kaim yün fanilasını boynuna kadar
çekmiş, başından çıkarmağa çalışıyor, fakat fanila canlı bir inatla bir santim
daha yukarı çıkmıyor. Şâir’in parmakları beyhude yere fanilânın kıvrımları
arasında çırpınıp duruyor. Babam “ne var, niye ağlıyorsun?” diye soruyor. Şair
hıçkırıklar arasında, “beni bu fanilâdan kurtar Ahmet Bey!” diye yalvarıyor.
Atatürk,
Millî Şâir’i Serbest Fırka’ya soktu. Bu hâdise onun için önce büyük gurur
sebebi oldu. Çocuk saflığıyla babama, “Ahmet Bey,” diyordu, “Gazi’nin bu işteki
samimiyetinin en kuvvetli delili beni de sizin aranıza katmasıdır. Bu suretle
Gazi millî muhalefet yaratıyor, elbette farkındasınız!” Babam gülerek, “öyle
dostum öyle,” diye cevap veriyor, “elbette senin aramızda bulunman bizim için
büyük teminattır.”
Fakat
Serbest Fırka macerası en hazin tecellilerinden birisini de Millî Şair
üzerinde gösterdi. Fırka dağıldıktan sonra bir köşede birkaç ay gözden düşmüş,
unutulmuş yaşadı. Onun buna dayanması güçtü. Her devirde sanat ve siyaset
salonlarının hakikî süsü olmuştu. Şimdi eski, tozlu bir vazo gibi köşeye
atılmış olmak gücüne gidiyordu. Gururu ile hüsranı arasında geçen çetin
mücadelede birincisi mağlûp oldu ve tekrar meb’usluk için sırasiyle muhtelif
kademelerden sonra Atatürk’e başvurdu. Artık yeniden Meclis’tedir ve ne kadar
solmuş, yıpranmış hâlde! Hiçbir yerde gözükmüyordu. Sanki eski Türk Yurdu ve
Türk Ocakları ile beraber göçmüş, onların enkazı altında yalnız ihtiyar bir
nefesten ibaret kalmıştı.
Ankara
Hukuk Fakultesi’nin üçüncü sınıfında iken Behçet Kemal Çağlar, Hıfzı Oğuz
Bekata gibi yakın arkadaşlarla kurduğumuz “Genç Türk Edebiyat Birliği”ni
yaşatmağa çalışıyorduk. Ankara’da eski Kız Lisesi’ne inen yokuş üzerinde
küçük bir dükkânı cemiyet binası olarak kiralamıştık. Burada kanatları altına
sığınabileceğimiz mânevî bir rehbere ihtiyacımız vardı. Halbuki ortada
ellerini öpebileceğimiz tek insan kalmamış gibiydi. Ocakların eski reisleri
birer birer, bazısı siyasetin, bazısı kaprislerin kurbanı olmuşlardı. O zaman
aklımıza Millî Şâir geldi. Onun sevimli beyaz yüzü bir güneş gibi dağınık
kalplerimizi etrafına toplayabilirdi. Hemen karar verdik, gidip görecek,
Birliğimize mânevî reis olmasını istiyecektik. O günü hiç unutmıyacağım. Ne
istediğimizi öğrenir öğrenmez gözleri yaş doldu, titrek, âhenkli sesi
heyecandan kısılmıştı, “biliyordum” diye başladı, “bu gençliğin benim
hizmetlerimi nihayet takdir edeceğini biliyordumBugün bana mukadderdi. İşte
şimdi kuzularının başında mes’ut çoban gibiyim.”
Fahri
reisimizi Birliğin merkezi küçük dükkâna dâvet ettik. Bize hayatını ahlattı,
şiirler okudu, yeni nesillerin vazifeleri üzerinde fikirlerini söyledi. Sonra
hep beraber caddeye çıktık. Otuz arkadaştık. Millî Şâir’i ortamıza almıştık,
âdeta nümayiş yürüyüşü hâlinde ve herkesin hayret dolu bakışları arasında
Karaoğlan Çarşısı’ndan geçerek Ulus Meydam’na kadar geldik. O Meclis’e gitti,
biz dağıldık.
Babamın
bu ak yüzlü, güzel, şiirleri, sesi ve evinin aydınlığı çocukluk hâtıralarımın
bir köşesini dolduran arkadaşını bir daha görmedim. Kurban Başvekil
Y |
OLUN yarısında onunla
karşılaştım; mektubu verdim;
okudu;
gülerek: “Ben de size geliyordum, haydi gidelim” dedi. Birbirlerine hiçbir şey
yokmuş gibi sarılarak öpüştüler. Akşam bir hâdise olmuştu: İstanbul Meb’usu Ali
Rıza Bey’in evinde toplanılmış, yenilmiş, içilmiş, karşılıklı şakalar arasında
bahis pehlivanlıktan, güleşmekten açılmıştı. Babam onun her gün biraz daha
büyüyen göbeğine işaret ederek “seni karnından tutup yere sererim” diyor! O,
“ben seninle güleşir miyim Ahmet Bey? Senin hakkından oğlum bile gelir” deyince
babam birden bu sözden kendisine hakaret kasdı çıkarıyor, karşılıklı hakarete
geçiyor!
Hüseyin
Rauf Bey’le Atatürk’ün arası açıldığı zaman, bazı gazetelerin, gazetecilerin
yazıları siyasî havayı şiddetle karıştırdığı sıralarda eski Meclis Başkâtibi,
yeni Kütahya Meb’usu Mecliste ve Parti Grubu’nda sert konuşmaları, hitabet
kudretiyle kendisini göstermeğe başladı. Ayni zamanda devlet ve hükümet
şekilleri, bir kelime ile rejimler üzerinde düşündükleri de dikkati çekiyordu.
Cumhuriyet
Halk Partisi’nin birinci programı liberal prensiplere dayanıyordu. Bu programı
hazırlıyanlar arasında bulunan merhum babamın notlarından anlaşılıyor ki gerek
bunun, gerek anayasanın yapılmasında iki fikir şiddetle çarpışmıştır. Bir yanda
Devlet’e geniş kudretler, salâhiyetler tanıyan görüş, öte yanda Devlet’i,
vatandaşın serbest teşebbüsünü korumakla vazifelendiren prensip!
Eski
Meclis Başkâtibi yeni Kütahya Meb’usu bu münakaşalarda devletçi fikrin en
hararetli savunucularından biri olarak gözükmüştür! Cumhuriyet Halk Partisi
programının gittikçe devletçi, hattâ faşist manzara almasında onun rolü çoktur!
Üniversitelerde
“İnkılâp Kürsüleri’ açılarak ilk hocalarının siyasî şahsiyetlerden seçilmesine
karar verildiği zaman Kütahya Meb’usunun akla gelmesi beyhude değildi! O,
devletçi, hattâ faşist görüşünü bu kürsüde açıkça ortaya sürdü. Çocukça
deliller, basmakalıp mukayeseler, mesnetsiz, vesikasız iddialarla dolu ders
notlarını gözden geçirdiği vakit kendisinin gerçek bir profesör olduğuna
inanıyor, üniversitedeki mütevazı, sâkin, mahçup arkadaşlarına da yüksekten
bakarak ders vermekten çekinmiyordu!
Şöyle
bir rivayet var:
İtalya’ya
yaptığı bir seyahatten dönünce devlet teşkilâtı hakkında hazırladığı raporu
önce Başvekil’e vererek tasvibini almış, sonra ikisi birlikte Atatürk’e
arzetmişler! Atatürk raporu okumuş! Teklif edilen yeni teşkilât hemen hemen
Italyan Faşist Devleti’ne âit esaslardan ibaret! Büyük Millet Meclisi
kaldırılıyor; yerine 40 kişilik bir heyet kuruluyor. Meşhur faşist meclisi
gibi. Bu heyet bütün devletin idaresini kontrol edecek, kanunları yapacak,
bütçeyi çıkaracaktır. Heyet âzaları iki dereceli seçimlerle meslekler
mensuplarından seçilecek! Heyetin reisi ayni zamanda devlet reisi olacak!
Atatürk
raporu gülerek geri vermiş, “Bütün bunları ben öldükten sonra yaparsınız”
demiş! Siyasî hayat dünyanın her yerinde zor, dünyanın her yerinde ateşten
gömlektir! Hele Doğu’da!
Siyaset
denilen azgın koşu atının üstünde her babayiğit duramaz. Sıhhatten ahlâka
insanı durmadan yiyen bu hayatın içinde muvazeneyi bulamayanlar en muvaffak
olduklarını sandıkları gün düşmenin tam eşiğindedirler.
Şimdi
babamın Atatürk’le bir konuşmasını hatırlıyorum:
Büyük
nutkunu söylediği günlerin birinde Meclis koridorunda babama “nasıl
buluyorsun?” diye soruyor. Babam: “Paşam, her cihetten çok ibret verici!
Mücadelenin ne korkunç safhaları olduğu şimdi anlaşılıyor. Hele, çok dikkati
çeken bir nokta var. En büyük iltifat ve teveccühle en şiddetli darbeyi
yanyana getirebiliyorsunuz! Adamlar kendilerini artık yıkılamaz sandıkları
anda düşmeğe başlamışlardır bile!”
Atatürk
kaşlarını çatıyor:
“Bunları
karıştırma Ahmet Bey!”
Babamın
bu dostu da kendisini bu azgın atın üstünde dimdik duruyor addettiği halde
yavaş yavaş gerilemeğe başlıyordu. İlk muvazene bozukluğu vücudunda belirdi!
Garip bir tarzda şişmanlıyor, göğsüne doğru yükselen göbeği, gittikçe
yuvarlaklaşan yanakları, onun devlet adamı sıfatına yakışmıyacak kadar göze
batıyordu! Sonra hususî hayatına âit dedikodular başlamıştı. Bunların hepsi
yalan olduğu hâlde çıkmalarına sebep dostluklardan vazgeçemiyordu!
Nafıa
(Bayındırlık) Vekâleti’he niçin getirildi? Bunu kimse bilmedi. Bu Vekâlet’ten
çekilmesi ise haksız, insafsız bir yığın söz doğurdu.
Siyasî
hayata başlarken kendisini sarmış umumî sevgiyi artık hızla kaybediyordu. Bunun
farkındaydı. İçine düştüğü çemberden kurtulmağa çalışıyor, fakat bir türlü
muvaffak olamıyordu!.
Burada
bir noktaya işaret etmek istiyorum: O, Atatürk dışında, devrin hâkimleriyle
hiçbir zaman tam olarak bağda132 şamadı. Bunun içindir ki Atatürk’ten başka
herkes bu adamın günün birinde büsbütün başka bir yüzle kendisini göstereceğinden
şüphe ettiler. Bu şüpheye hak verdiren halleri vardı:
Çevresinde,
kendisinin onların lideri olduğu zannını verdirecek şekilde daha çok
gençlerden kurulu bir kalabalık bulunduruyordu! Onun meselâ Ankara Palas veya
Karpiç salonlarına girişi bu bakımdan gerçekten görülmeğe değer manzara idi:
Bazısı
şaka, bazısı ciddî sözlerle herkese, her yana iltifatlar yağdırarak, gideceği
yere doğru sert adımlarla yürür, maiyeti belli aralıklarla takip ederdi. Bu
maiyeti içinde şâirler, yazarlar, askerler, meb’uslar vardı. Kendisini böyle
gördüğüm zamanlar aklıma Roma imparatorları gelirdi. Onu, üstünde,
omuzlarından birini çıplak bırakan beyaz bir örtü, ayaklarında sandallar,
başında taç olarak tahayyül eder, bu halin Halk Partisi’nin bu azametli yüzüne
pek yakışacağını düşünürdüm!
Liderlik
rolünde Atatürk ölünceye kadar tek rakibi Saraçoğlu Şükrü idi! Atatürk’ten
sonra Memduh Şevket Esendal karşısına çıktı!.
1931’de,
Serbest Fırka macerasından sonra meb’us olan gençlerin bir kısmı Saraçoğlu, bir
kısmı da bunun tarafından ortaya sürülmüşlerdir!
Onun
bazı gizli emelleri bulunduğu zannmı uyandıran diğer bir hâli de şu veya bu
sebeple gözden düşmüş siyaset adamlarını himaye etmek hevesinde olmasıydı!
Bu
yollarla kendisini bir başvurma kapısı “bâbı müracaat” pâyesine yükseltiyordu!
Atatürk’ün
ölümü, Cumhuriyet Halk Partisi’nin içindeki hiyerarşiyi bir anda altüst ettiği
zaman, yeni kuruluşta ona düşecek mevki ne olacaktı? Bunu herkesten önce
kendisi merak ediyordu! Ortada şöyle bir manzara vardı:
Sanki
bir parti seçimle, hattâ ihtilâl veya hükümet darbesi ile iktidardan
uzaklaşmış, yerini büsbütün başka prensiplere bağlı diğer bir parti almıştı.
Vekiller değişiyor, gözde meb’uslar iktidar çevresinden uzaklaştırılıyor,
birtakım ağır suistimâl rivayetleri üzerinde tahkikatlar açılıyor, Atatürk
hayatta iken sahneden çekilmiş birçok kimseler yine meydana çıkıyorlar,
mevkie, ikbale kavuşuyorlardı. O, bu hercümerç içinde bir zaman yeni
Cumhurreisi’nin kendisini aramasını bekledi. Fakat ümit ettiği bu davet çok geç
oldu ve ancak bir Vekâlet için!
Artık
mânevi nüfuzu altında bulunduğu bir insan yoktu!. Atatürk’ten sonra herkes
birdi. O hâlde Parti ve Devlet içinde hakkı olan hizme| yerini bizzat istemeğe
karar verebilirdi! Hedefe varmak için önce Millet Meclisi’nde kendisini tutan
meb’usları çoğaltmalı idi! Bunlara dayanarak hareketler yapabilirdi! Bu
hareketlerin parolasını hâdiseler kendiliğinden ortaya koymuştu:
Madem
ki Atatürk tarafından siyaset sahnesinden uzaklaştırılmış insanlar tekrar
meydana çıkarılıyor, Atatürk devri bir fenalık, bir istibdat zamanı olarak
gösterilmek isteniliyor, hattâ Atatürk’ü unutturmak için açıkça gayretler
sarfediliyor; o hâlde kendisi Atatürkçü lider rolünde, bütün bu hareketlerden
memnun olmıyanları etrafına toplıyabilir, onların başında istediği bütün
hamlelere cesaret ve kolaylıkla girişebilir!
1943
seçimlerine işte böyle bir plânla hazırlanmağa koyuldu. Tanıdığı birçok
gençlerle temaslar yaptı, onlara ümit verdi, meb’us olmalarına çalıştı.
Çevresine yaptığı telkin şu idi:
“İşlere
klerikal bir zihniyet hâkim olmağa başladı. Bu bir yandan irticaın
diktatörlüğünü hazırlıyabilir, öte yandan memleketi kardeş kavgasına götürür!
İnkılâplar tehlikeye girmek üzeredir!”
İşte
bu sıralarda kendisiyle görüşmelerim oldu. Bana bu fikirlerini anlattı. Halk
Partisi’ni içinden düzeltmek lüzumunda ısrar ediyor, benim ve benim gibi gençlerin
önümüzdeki seçimlerde muhakkak meb’us olması gerektiğini söylüyordu!
Fakat
onun bu çalışmaları karşısında bir başka cephe de kurulmuştu. Bunu Halk Partisi
Umumî Kâtipliği’ne getirilmiş merhum Memduh Şevket Esendal idare ediyordu. Bu
cephenin parolası, metodu büsbütün başka idi. Bu parola ve metodu anlatabilmek
için merhum Memduh Şevket’in zihniyet ve mizacını kısaca tahlil etmek yerinde
olur:
İttihat
ve Terakki devrinde Kafa Kemal’in yanında çalışmış, esnaf cemiyetlerinde onun
nüfuz ve tesirini temsil etmiş, Millî Mücadelede Tiflis’de, Afganistan’da
Anadolu’nun hususî murahhası sıfatiyle bulunmuştu. Yine Millî Mücadele
sırasında Ankara’da “tesanütçüler” ismi altında ve “meslekî teşekküllere”
dayanan bir devlet teşkilâtı üzerinde çalı-, şanlarla beraber olmuştu. Zaferden
sonra bir aralık İstanbul’da Meslek mecmuasını çıkararak yarı sosyalist
fikirleri aşılamakla uğraştı. Bu arada oldukça değerli hikâyeler de yazdı.
Memduh
Şevket bütün bu çalışmalarında mistik bir zihniyet sahibi olduğunu gösteriyordu.
Hali, tavırları, yaşayışı gibi fikirlerini anlatış biçimi de dervişçesine idi.
Vaaz eder gibi konuşur, karşısındakinin düşünceleri ile, bunlar işine gelmediği
zaman alay ederdi.
Ticaret
Vekâletinin hazırladığı bazı kanunlarla ilgili olarak onunla oldukça sık
konuşmalarım var. Bana öyle garip fikirler söylemişti ki bir aralık bu zatın
neyi telkin etmeğe çalıştığından şüphe eder olmuştum. Hararetli bir sanayileşme
düşmanı idi. Büyük fabrikalar kurulmasının fena olduğunu, memleketin yalnız el
tezgâhlarına ihtiyacı bulunduğunu iddia ediyordu. Bunun yanında da her aileye
yirmi dönüm arazi verilmesini istiyor, bu ailenin bütün ihtiyaçlannı bu
tezgâhlardan, bu yirmi dönüm topraktan tamamlanması üzerinde ısrarla
duruyordu. Acaba Türkiye’nin Gandi’si mi olmak istiyordu?
Nasıl
olduysa oldu, Atatürk’ten sonra onu Halk Partisi’nin başında görenler önce
hayret ettiler, sonra da bundan ergeç bir şeyler çıkacak diye merakla
beklediler!
“Beklenen
şey” kendisini göstermekte gecikmedi:
Esendal
943 seçimleri için parti adayları aramağa başladı. Bunu yaparken, şâir,
hikâyeci, gazeteci, profesör, mühendis, ziraatçi, hülâsa her meslekten birçok
genç insanı haftanın birkaç gecesi Halkevi’nde veya başka bir yerde topluyor,
konuşuyordu. Bu konuşmalardan maksat seçilecek adayların fikirlerini,
düşüncelerini, temayüllerini anlamaktı. Fakat bunun için garip bir metod
kullanıyor, meselâ ortaya şöyle bir mevzu atıyordu:
“Garplı
mı olalım? Şarklı mı?”
Türkiye
için bu kadar basit, eskimiş, seviyesini, canlılığını kaybetmiş bir meseleyi
ortaya sürünce elbette ki hemen hemen herkes duraklıyor, sonra Batılı olmak
tarafını tutuyordu. O zaman Memduh Şevket .Bey söze başlıyor, Batı’nın, Batı
medeniyetinin, kültürünün aleyhinde o kadar ağır konuşuyor, o kadar mânâsız,
mantıksız, delilsiz iddialarda bulunuyordu ki hazır olanlar bu sözlerin,
inkılâbın çocuğu Halk Partisi Genel Sekreteri’nin ağzından nasıl çıktığını bir
türlü anlıyamıyorlardı.
Benim
de bulunduğum böyle bir toplantıda Memduh Şevket Bey aynen şöyle demişti:
“Garp
medeniyetini müesseseleriyle birlikte tamamen reddetmeliyiz! Sonra medeniyeti
biz kendimiz yeniden kurmalıyız! Mikroplara karşı seromlar ve aşılar
bulunmadan önce de insanlar yaşıyorlardı. Garp medeniyetinin eseri olan bugünkü
seromlarm, aşıların yerine yenilerini buluncaya kadar bunlardan
vazgeçebiliriz!”
Bu
sözler karşısında hepimizin ağzı bir karış açıldı! Aramızd,a bulunan Pröfesör
Şevket Aziz Kansu dayanamadı, yüksek sesle, âdeta haykırarak: “Bunlar nasıl
fikirler, ne biçim sözler” diye başladı, “kulaklarıma inanamıyorum! Şaka
ediyorsanız burası yeri değil! Şaka etmiyorsanız bu biçim konuşmanın mânasını
anlamaktan âciz olduğumu itiraf ederim!”
Esendal
sükûnetle cevap verdi:
“Şaka
etmiyorum. Bunlar samimî fikirlerimdir. Böyle yapmazsak milletçe mahvolacağımız
gün yakındır! ”
İran
Şahı Rıza Pehlevî’nin “biraderi Hâsü azizi Memduh Şevket Bey’i” Tahran’da
tekrar Türk sefiri görmek istemesinin ve bu arzudaki İsrarının asıl sebebini o
gece anladım![IV]
O
sıralarda İçişleri Vekili olan Halk Partisi eski Umumî Kâtibi ile yenisi
arasındaki fark işte bu kadar büyüktü!
Memduh
Şevket Esendal’m Cumhuriyet Halk Partisi’nin Umumî Kâtipliğinden kalacak, belki
de tek hayırlı hâtıra pek az kimsenin bildiği şu hâdisedir:
Nihal
Adsız’m yazılariyle başhyan “19 Mayıs tevkifleri” tam terör halini almak
manzarasını gösterdi. Devrin hakimleri “Bu insanların asıl gayeleri bizi
devirmektir” diyerek uzaktan yakından milliyetçi tanınmış herkesin hapislere tıkılmasını
istedikleri gün karşılarına çıktı. “Ben de milliyetçiyim, kararınız bu ise
önce beni tevkif ediniz” dedi. Onun derviş tabiatından, mistik kafasından,
tecrübelerle pişmiş aldırış etmemezliğinden bu hareketi beklemiyenler önce şaşırdılar,
sonra da neticeleri yalnız memleket için değil, şahısları için de çok fena
olabilecek kararlarından vazgeçtiler.
Halk
Partisi’nin eski Umumî Kâtibi ile yenisi arasındaki rekabette her iki taraf da
kendilerine lâzım gelecek unsurlan Meclise sokmak için çok çalıştılar, her iki
taraf da az çok muvaffak oldular!
Yedinci
ve Sekizinci Büyük Millet Meclisi’nde bu taraftarların çeşitli maceraları
oldu. Fakat dikkate değer bir nokta vardır: Halk Partisi’nin meşhur “Müstakil
Grubu” daha çok İçişleri Vekilini tutuyordu.
1944
senesinde neşrettiğim Kuvayı Milliye Ruhu isimli kitabımdan kendisine
göndermiştim. Beklediğim halde tek bir satır bile yazmadı. O yaz Büyükada’da
Kulüp’de gördüm. Soğuk bir selâm verdikten sonra: “Kitabını okudum.
Beğenmedim. Bazı insanlara hiç de lâyık olmadıkları vasıfları vermişsin!”
diyerek uzaklaştı!
Yedinci
Büyük Millet Meclisi’nin hemen hemen ikinci senesinde Birinci Büyük Millet
Meclisi’nin eski Başkâtibi Halk Partisi içinde muhalif bir grubun başı gibidir!
Kürsüde pek görülmüyor! Fakat içten içe telkinlerinin neticeleri belirmeye
başlamıştır! Mecliste memleketin ciddî tedbirlerle kalkınması lüzumu üzerinde
hakikî görüşmeler oluyor! Bu yolda öne atılanların arkasında kim var diye
soruluyor, cevap hemen veriliyor:
-Of
Fakat
yine bu sıralarda Meclis’te ve Halk Partisi’nin içinde başka bir cereyan
başlamıştı!
İkinci
Dünya Harbi’nin sonu yaklaşıyor, akıbet yavaş yavaş belli oluyordu.
Demokrasiler kazanacaktı. O halde galipler, hiç değilse onları tutanlar
arasında bulunabilmek ve Sanfransisko konferansı sahnesinde yer alabilmek için
Türkiye’deki tek parti rejiminin değiştirilmesi, başka partilerin kurularak
demokratik bir idare sisteminin uygulanması gerekiyordu. Türk milleti de bunu
zaten istiyordu.
Bu
ikinci cereyanı benimsiyenler ortaya çıkmakta tereddüt etmediler!
İşte
bu suretle Halk Partisi’nin grubundan ibaret Büyük Millet Meclisi’nde muhalefet
kendisini göstermiş oldu!
Şimdi
eski Umumî Kâtip için iki yol vardı: Ya o da muhalif olarak açıkça ortada
gözükecek, bu takdirde daha önce meydana çıkanlarla birleşecek, yahut da bu
sefer onlara karşı cephe alarak Halk Partisi’ni kendi etrafında toplayacak!
O,
muhalefetin başı olmağa hazırlanıyordu. Fakat gecikmişti. O halde iktidarın
başı olmaktan başka yol kalmamıştı. Görünüşte çok çekici bir fikir cambazlığı
ile, birkaç zaman önce muhalefete beraber hazırlandığı bazı arkadaşların “evet
işleri beğenmiyorum, düzeltmek lâzım. Fakat bizde muhalefet hep meşum olmuştur.
Ben meşum olmak istemiyorum” diyerek bu yola girdi!
Ancak
hesaplarının can alacak noktasında yanılıyordu: Tuttuğu yolun, kendisini Halk
Partisi’nin başı olmağa götürdüğünü zannediyordu, hakikatte ise tam aksine
Partinin başında bulunanların, daha doğrusu bulunanın kucağına atıyordu.
Ötekinin hesabı kuvvetliydi, tyi biliyordu ki, demokratik nizam ergeç
kurulacak! Fakat bunun kendisine zarar vermemesi lâzım! O halde, zaman kazanmak
mecburiyetindedir! Bu zaman içinde bir yandan muhalefetin hamlelerini
durduramazsa bile şiddetini azaltabilir, öte yandan da Halk Partisi içinde
kendisine kafa tutabilecek insanları, en başta o olmak üzere yıpratır, halkın,
Partinin gözünden düşürerek sahneden uzaklaştırır!
Halk
Partisi’nin şefi bu plânını tatbik ederken parti eski genel sekreterini
muhalefetin karşısına çıkartacak, ona aldıracağı şiddetli tedbirlerle
muhalefeti biraz gerilettikten sonra, işe müdahale ederek artık şiddet
taraftarı diye tanınmış, böylece de halkın gözünden büsbütün düşmüş arkadaşını
geri çekecek, neticede bir taşla iki, hattâ üç kuş vuracaktı.
Bu
plân, büyük kısmı itibariyle başarıyla tatbik edildi; eski Genel Sekreter,
başvekil oldu. Artık hedefine çok yaklaşmıştı. Hükümet ve Parti avucunda
demekti! Şimdi alacağı tedbirlerle memlekette huzur ve sükûnu sağlıyarak “demir
pençeli Başvekil” unvanını elde ettikten sonra her şeye hâkim olacaktı!
Fakat
devlet adamı için gerekli belli başlı vasıflardan mahrum bir insanın düşmesi
mukadder hatâ uçurumuna çok çabuk yuvarlandı. 7 Eylül Kararları gibi İktisadî
hayatımızda derin yaralar açan tedbirleri tasvip etti. Sonra da muhalefeti
gerekirse İstiklâl Mahkemeleri’ni tekrar kurmakla tehditten çekinmedi, muhalefet
liderini alkışlayan halkın üzerine ateş edilmesi emrini vermek için hareketlere
de başvurdu. En son olarak birçok gazetelerin yazarlarını toptan mahkemeye
götürmek gibi korkunç bir gaflet örneği gösterdi!
Buna
rağmen onun aldığı tedbirleri, Halk Partisi şefi İsmet Paşa yeter görmemişti!
istiyordu ki muhalefet en şiddetli darbeyi yesin! Bu maksatla, muhalefeti
devlete, hükümete, rejime isyan suçu altında bulundurmak lüzumunu
hissediyordu. Bunu da Başvekil’den açıkça istedi. Fakat İçişleri Bakanının
muhalefetin hareketleri hakkında hazırlattığı rapor okunduğu zaman, Başvekil
raporda bulunan “isyan”, “anarşi”, “hükümeti devirmek” gibi ağır ve gerçeklerden
uzak suçlayıcı kelimelerin hepsini değiştirerek, yerlerine daha hafiflerini
koydu.
Bu
hareketi onun Halk Partisi Şefi ile ilk ciddî çarpışmasına yol açtı. İsmet
Paşa bütün siyasî hayatında kullandığı metodu yine ele aldı, kendisini geriye
çekerek kabine içinde anlaşmazlıklar çıkarmak tâbiy esine başvurdu.
Günün
birinde hükümetin yedi üyesi birden istifa ettiler veya ettirildiler. Meclisin
ekseriyeti entrikadan habersizdi! Çekilenlerin yerine gelenleri hiçbir şey
olmamış gibi karşıladı!
Fakat
hakikatte büyük bir Anayasa meselesi meydana çıkmıştı:
Bir
hükümetin yedi üyesi birden çekiliyor, bu hâdise Meclise anlatılmadan örtülüp
gidiyordu!
Entrika
şimdi bu fikirden işlemeye başlamıştı. Çok sürmedi, birkaç gün içinde, hâdise
Meclisin huzuruna getirildi. Başvekil izahat verdi, istifa sebeplerini anlattı
ve bu arada Büyük Millet Meclisi tarihinde o zamana kadar misline rastlanmamış
bir açıklamada bulundu:
Devlet
Reisi ile Başvekilin arasında görüş farkı vardır!
Bunu
söyledikten sonra da Meclisten güven istedi.
Meclis
kısa bir tereddüt ânı geçirdi. Bir tarafta Devlet Reisi, Parti Reisi, diğer
tarafta Başvekil!
Meclis
tarihinde ilk defa yapılan böyle bir açıklamanın heyecanı işe karıştı, Başvekil
istediği itimadı aldı!
Üç
gün sonra birdenbire istifa ettiğini işitenler pek hayret etmediler. Halk
Partisi ve onun Meclis Grubu bu suretle şefin iradesi dışında bir şey
yapılamıyacağını bir kere daha gördüler!
Çoktan
beri yorulmuş kafa ve vücudu bu siyasî darbeden sonra biraz daha sarsıldı! Asıl
mânen acı çekiyordu!. Ne kadar ağır bir şekilde yıpranmış olduğunu şimdi iyi
anlıyordu! İyice anlıyor ve görüyordu ki halkın gözünde bir demokrasi düşmanı
sayılmaktadır!. Tarihe bu isimle geçecek!
Hastalığı
kendisini hastahaneye düşürdüğü zaman aldanmış olmanın verdiği ıztırap yerini
yavaş yavaş ümitsiz bir tevekküle bıraktı! Artık ölüyordu! İntikam almağa vakti
kalmamıştı! Hem buna ne lüzum vardı? Hakikatte kendi kendisini yemişti! Suçlu
da kurban da kendisinden başka kimse değildi.
A
< UHTEREM Kamutay’m Riyaset mevkiini işgal etJL V .Lmek şerefini bir seçim
neticesinde kazanmış değilim. Buraya ancak bir merasim icabı ve nihayet bir
kader ve tesadüf eseri olarak gelmiş bulunmaktayım. Bundan dolayı sizlere
siyasî bir beyanatta bulunmağa kendimde hak görmüyorum. Onun için hepinize “hoş
geldiniz” der ve memlekete daha hayırlı, daha iyi hizmetlerde bulunmanızı
temenni ederim. Şimdi gündeme geçiyorum.”
Kürsüden
bu sözleri söyleyen ihtiyar adama dikkatle bakıyordum. Bu ufak burunla o
geniş, yuvarlak alnın, bu yok denilecek kadar silik çene ile o tepeden enseye
doğru kalınlaşan kafa parçasının, bu küçük gözlerle, yeleleri andıran saçların
ne ilgisi var? Bu burun, ağız, çene, gözler kocaman başa sanki ayrı ayrı
yapıştırılmışlar! Bu başla bu yüz arasındaki ahenksizlik uzun bir hayatın
çeşitli tezatlarını İlâhi bir hükmün damgası haline getirmiş! Kendisi bu
kaderin ağırlığını, acısını, garipliğini belki ilk defa en yaşlı üye olarak
Dokuzuncu Büyük Millet Meclisi’ne reislik ettiği gün tattı. Büyük kısmı
kendinden olmayan, hemen hemen hepsi onu henüz gören bu Meclis üyelerinin
karşısında kendi kaderinin bir heykeli gibi duruyor! Uzun iktidar senelerinin
yıprattığı insanları toptan yuvarlayıp süpürmüş bir seçim sonunda yetmişbeş
yıllık ömrü gidenlerle gelenler arasında köprü olmak yükünü üzerine aldı!
Gerçekte ne gidenlerdendi, ne gelenleri istiyordu. Bir zamanlar, çok genç
yaşında çoğunluğu kendinden olanlardan kurulu yine böyle bir Millet Meclisi’ne
reis seçildiği günü hatırlıyordu. Onu isteyerek, beğenerek, bir kahraman gibi
kucaklıyarak, o merdivenlerden çıkarmışlardı. Şimdi ne istiyorlar, ne
beğeniyorlar, ne de kucaklıyorlardı. Artık tek değeri yaşadığı seneler
yığınından ibaretti. Hayatı Muhayyerinde' böyle bir âkibet düşünmemişti.
O halde şimdi kendisini Dokuzuncu Büyük Millet Meclisi’nin reisliğine
sürükleyen senelerin, kendi hayat senelerinin üstünde ruhunun bütün acılığını,
bütün elemini dökebilir, bu reisliği bir şeref addetmediğini, kaderin bir
eseri olarak orada bulunduğunu haykırabilirdi!
Fakat,
Dokuzuncu Büyük Millet Meclisi’ni açarken bu söylemek istedikleriyle beraber
belki de hiç arzu etmediği halde şöhretinin temellerinden birisini, gururunu da
unutarak hayat macerasının baştanbaşa bir kaderin hükmü altında geçtiğini
itiraf edecekti. Bu, onu istemediğini yapmaya, “Göründüğü gibi olmamağa, olduğu
gibi görünmemeye” mahkûm eden kaderdi!
Babamın
bu arkadaşının hayatı ilk gününden beri üç kelimeden yapılmış bir ehramın
üstünde geçti: Tezat, gurur, benlik! Ruhunu teşkil eden bu mayalar ona aynı
zamanda dostunun, düşmanının kabul ettiği bir değer kazandırmıştı: Cesaret! O
halde onu tezatlar üstünde cesaretle yürüyen gurur diye tarif etmek yerinde
olur!
Çok
genç yaşta san’at ve fikir adamı olarak kendisini gösterdi. Serveti Fünun ve. Edebiyatı
Cedide içinde bir taraftan, bu mekteplerin alışılmış uydurma dil yükünden
en fazla kurtulmuş kalemlerden biri diye şöhret yaparken, diğer taraftan
cemiyet, hükümet, siyaset üzerine giriştiği münakaşalarda gösterdiği mantık,
fikir düzgünlüğü ve hasmın en zayıf yerinden bir anda yakalıyarak ince bir alay
yağmuru ile ıslatma hüneriyle dikkati çekti. Bu kabiliyetlerine katılan göz
alıcı vücut ve kafa biçimi ile İkinci Meşrutiyetten birkaç zaman önce Osmanlı
İmparatorluğunun ümit bağladığı insanlar arasına girdi.
Babamla
arkadaşlığı hemen hep resmî sınırlarda kaldı. Birbirlerini az sevdiler. Hattâ
diyebilirim ki o babamı hiç sevmedi. Zaten İttihat ye Terakki devrinde
milliyetçilik fikri ve savunanları bir yandan Mehmet Âkif, Süleyman Nazif gibi
Osmanlı ümmetçiler, diğer yandan başta Tevfik Fikret olmak üzere
“Beşeriyetçiler” diyebileceğimiz ve içine “Serveti Fünun” mektebinin büyük
kısmını alan fikir ve edebiyat zümresi tarafından soğuk karşılanmıştı. Birkaç
hâdise dışında, nezaket ve terbiyeyi asla kaybetmeyen fikir çarpışmasının
ruhlarda doğurduğu devamlı netice ise sevgisizlik oldu.
Babamın
bu arkadaşı da “Serveti Fünuri’un belli başlı simalarındandı, hisleri,
temayülleri bakımından da milliyetçilikten hoşlanmıyordu! Bunun ötesinde
babamla onun arasında mizaç yönünden de büyük farklar vardı:
Babam
cemiyet içinde tezatları az, düşünceleri ile hareketleri arasında ahengi
muhafaza edebilen bir insandı. Arkadaşı ise tezatları ile, gururu ve benliği
ile en yakınlarına kadar herkesi, bu arada babamı da kendisinden uzaklaştırıyordu. ■
Fakat,
bu mizacın yarattığı kader, sonsuz kıvrımları, girintileri, çıkıntıları ile
bütün bir hayatın içinde, ideal arkadaşları, dostları, hattâ telkinlerinin
tesiri ile öteye beriye hamleler yapmış bir kısım vatandaşları, kaza
kurşunlarmdan asılmağa kadar her çeşit ölümlerin, açlıktan sürgüne kadar
felâketlerin, mahrumiyetlerin esiri oldukları halde, onu dimdik ayakta tutuyor,
bütün belâlardan bazan akıllara hayret veren tesadüflerle sıyırıp kurtarıyordu.
31
Mart isyanında onun yerine bir başkasını vurdular. Mütarekede Malta esaretini
Osmanlı devletine borç verenler vekili sıfatının gölgesinde bir sayfiye hayatı
şeklinde geçirdi. Uzun yıllar birinin ismi söylenirken öteki hemen akla
gelecek kadar yakın arkadaşı merhum Cavid’in feci âkıbetinden birçokları
bekledikleri halde ve her ikisine karşı beslenen husumet aynı şiddette
olmasına rağmen yine bir tesadüfle kurtuldu. Sonra, ismi elli yıldan beri Türk
edebiyatı, Türk fikir hareketleri, Türkiye’nin siyasî tarihi içinde durmadan
geçen bu insan Türk vatanının ancak birkaç küçük köşesini, o da sürgüne mahkûm
edildiği için tanıyabildi!
Babamın
bu arkadaşı ruh ve fikir tezatlarının üstünde devirden devire, fikirden
fikire, yanyana veya ters istikametlere koşan atların birinden diğerine sıçrayabilen
cambaz mahareti ile atlayabiliyordu:
Herkesin
Saltanat ve Hilâfeti millî birliğin, hattâ kurtuluşun tek çaresi diye kabul
ettiği yıllarda Cumhuriyet tezini ortaya atıyor, Cumhuriyet kabul ve ilân
edildiği zaman da aceleye geldiğini, henüz sırası olmadığını yazmaktan çekinmiyor,
gazetesinde Hilâfetin çevresinde toplanmayı telkin eden yazılara geniş yer
veriyordu!
Zaman
geçiyor, Atatürk’ün karşısına demokrasi idealinin bir kahramanı olarak çıkıyor,
bu uğurda çeşitli belâlara katlanmayı göze alıyor, bu idealin gerçekleşmeye
başlaması ile beraber tek parti sisteminin biraz üstü kapalı müdafaasına
geçmekte tereddüt göstermiyordu.
Ruhundaki
tezât fırtınalarının onu perişan eden mevzularından biri de latin harfleri
üzerindedir:
Latin
harflerinin kabulünü isteyen Atatürk’e karşı yaptığı çıkış da, gördüğü karşılık
da haksız idi. Bir zamanlar latin harflerinin kabulünü medeniyet yoluna
girmemizin belli başlı şartlarından biri diye gören bu adam şimdi onun gerçekleşmesi
gününde garip birtakım tereddütler geçiriyor, tutulan metodun doğru olmadığını
ileri sürüyordu. Bunu yaparken de karşısındaki adamın Enver Paşa olmadığım biliyordu.
Vaktiyle “Munfasıl harfler”! kabul ettirmek isteyen Enver Paşa’yı bu fikrinden
hattâ “Bilmediğiniz işlere karışmayınız” gibi sert bir cümle ile vazgeçiren
babamın arkadaşı Atatürk’ten aldığı cevaptan sonra bu iki asker arasındaki
farkı anladı. Fakat heyhat ki çok geç kalmıştı. Artık hayatlarında bir daha
yüz yüze gelmiyeceklerdi.
Babamın
bu arkadaşının koskoca fikir ve hareket tezatları arasında ayakta dimdik
duruşunun sebepleri ne olabilir? Bir kerre İttihat ve Terakki devrine
gelinmeden önce belirmeye başlamış, İttihatçılar zamanında da birdenbire gelişmiş
“Dev gazeteciler” içinde kalemini en maharetle kullanandı. Allah babamın bu
arkadaşına güzel konuşma kabiliyetini, hitabet kudretini bahşetmediğine pişman
olmuş gibi her ikisinden de daha tesirli olacak başka bir imkânı, yazmak
hünerini vermişti.
ikinci
sebebe gelince, bunu onun gurur ve benlik şeklinde beliren çok kuvvetli
hodkâmlığında aramak yanlış olmaz. Onun gözünde her şey, her hâdise uzaktan
yakından ona dokundukları nisbette “iyi, fena, yanlış, doğru” olabilirler.
işte
kısaca anlattığım bu ruh ve fikir yapılışı onu yalnız babamla değil, hattâ
siyasî veya hususî hayatının bütün dostlar ile devamlı çarpışmalara sürükledi.
Bu çarpışmalardan bıkan ittihat ve Terakki şefleri gazetesini satın alarak onu
bir yandan rahat hayata, diğer yandan gül yüzünü, güzel endamını bol bol,
rahat rahat gösterebileceği, herkesin etrafına toplanarak hoş sohbetlere
dalabileceği yarı Türk yan yabancı misafirlerle dolu salonlara girmesini
sağlayacak şatafatlı unvanlara boğdular.
31
Mart âsilerinin öldürebilinek için İstanbul sokaklarının altını üstüne
getirdikleri, Millet Meclisinin bir kahraman gibi alkışlayarak kendisine reis
seçtiği inkılâpçı, hürriyetçi, cesur gazeteci, Osmanlı devletinden alacaklı
olanlardan bir kısmının umumî vekilliğini ve memleketi kasıp kavuran ihtikârı
önleme komisyonunun reisliğini seve seve kabul etti. Bunların ötesinde de
yabancı memleketlere sık sık yapılan kültür ve basın ziyaretlerine giden
heyetlerin değişmez başı haline geldi, İstanbul’da, Türkiye’de hemen hemen
gözükmez oldu.
Malta
esareti babamın bu arkadaşı için bir dinlenme fırsatıdır. Gerçekten hasta
Şeyhülislâm Hayri Efendi dışında, başta Sadrazam, kendi devrinin birçok büyük
insanları “Polveriste” kışlasının rutubetli, taş odalarında, koridorlarında,
duvarlarla çevrili avlusunda tam bir hapishane hayatı yaşarken o Malta’nm
havalı, manzaralı bir tepesinde, güzel, sevimli, hattâ şık denilebilecek bir
evde yanma aldırdığı ailesi ile oturuyordu. Babamın arkadaşına bu imtiyaz,
taşıdığı resmî sıfatı sayesinde tanınmıştı. Osmanlı împaratorluğu’na borç veren
Osmanlı Devleti vatandaşlarının vekili idi. Bu sıfat babamın arkadaşını yine
Osmanlı Devleti’ne borç veren ve şimdi bu devletin mutlak galipleri olanlarla
bir hizaya getiriyor, kendi devletinden alacaklı bir insan olarak İmparatorluğu
parçalayacak sulh anlaşmasının yapılmasını beklerken evinin pencerelerinden
kendi memleketinin ufuklarına bakıyordu!
Babamın
arkadaşına ait acı bir hâtırası bu Malta esaretinden kaldı:
Kitabünm
“Doktorluk ve Siyaset” başlıklı parçasında, babamın kendisinden, göz ameliyatı
için “buradan kurtulur kurtulmaz ilk imkânlarından ödenmek, bu olmazsa çocuklarının
kendisine ödemeleri, ikisi de hayatta olmazlarsa yine çocuklarının onun
çocuklarına ödemeleri ve bu söz verişe hapisteki bütün arkadaşların şahitlik
etmeleri” şartiyle para istediği halde vermiyen gazeteci dostu işte babamın bu
arkadaşıdır!
Babam
hâtıra defterlerinde hâdiseden derin bir kızgınlıkla bahsediyor, arkadaşının
“Böyle zamanda insan insandan para ister mi?” diyerek başını çevirmesinin
kendisini nasıl yıktığını hazin olduğu kadar hiddetli bir dille anlatıyor!
Kurtuluş
günü geldiği zaman, birçoklariyle beraber onu da İtalya’nın bir limanına gece
yarısı bırakan Ingiliz torpitosundan çıkar çıkmaz büyük kısmı beş parasız
arkadaşlarına hattâ Allahaısmarladık demeden yataklı vagona atlayıp Avrupa’ya
doğru uzaklaştı.
Babamın
arkadaşı Zaferden sonraya kadar Türkiye’ye dönmedi. Memlekette emin, rahat,
huzur içinde yaşamak imkânları doğar doğmaz yine İstanbul’a geldi. Büyük Millet
Meclisi Hükümeti Lozan’a hazırlanıyordu. Ingilizler, Fransızlar, İtalyanlarla
her sahada konuşabilecek mütehassıslara ve gazetecilere ihtiyaç vardı.
Akla
malî işler için eski Maliye Nazırı Cavid Bey’le babamın bu arkadaşı geldi.
Biri uzun yıllar Maliye Nazırlığı yapmış, bu meselelerde bilgisi ile
tanınmıştı. Diğeri ise “Düyunu Umumiye” (Devlet Borçları) nin mahiyetini
elbette biliyordu! ismet Paşa ile beraber Lozan’a gittiler. Fakat ne oldu,
neler geçti, kim haklıdır hâlâ tam olarak bilinmiyen birtakım hâdiselerden
sonra bu iki eski arkadaşın murahhas heyetinin yanından hemen hemen koğulur
gibi uzaklaştırıldıkları görüldü. Bundan sonra da her ikisi için kaderin yeni
cilveleri gözükmeğe başladı. Bu cilveler Cavid Bey’i Meclis Kürsülerinde vatana
hiyaneti ile suçlandırılmaktan başhyarak sehpaya kadar götürürken, arkadaşını,
gazetesini yeniden çıkararak Hilâfetin savunuculuğunu, Ağa Han’ın casusu
olmak isnadı ile İstanbul İstiklâl Mahkemesi karşısına, oradan “Tasviri Efkâr”
matbaasında polisin yaptığı bir araştırmayı gazetesinde “Basıldı” kelimesiyle
haber verdiği için beş sene Çorum’a sürgün edilmesine kadar karmakarışık,
dalgalı, yorucu bir hayatın içine attı.
İstanbul
İstiklâl Mahkemesi’nde yaptığı konuşma, tezatlarına, endamına, kafasına,
şöhretine yakışıyordu. Reis “gazeteyi tekrar çıkarmak için parayı nerden
bulduğunu” sorduğu zaman verdiği cevap büyük salonu bir anda derin bir
sessizliğe boğdu:
“Sizden
borç isteseydim vermez miydiniz?”
İstibdattan,
İttihat ve Terakki yıllarından beri hürriyet ve millî hâkimiyet idealinin bu en
kudretli kalemine, şimdi, bu ideali gerçekleştirmiş insanların iktidarda
oldukları bir devirde aynı yolda yürüyebilmek için yardım etmemeleri nasıl
mümkün olabilirdi?
Babamın
arkadaşı İstanbul İstiklâl Mahkemesi’nden yalnız masumluk kararı ile değil,
aynı zamanda Birinci Dünya Harbi’nin kendisini de sıkı sıkıya sarmış fena, acı
hâtıralarının çemberlerini kırarak, o geçmişin, suiistimalleri, sefaletleri,
ıztırapları ile hiçbir ilgisi kalmamış bir insan hüviyeti ile de çıkmıştı.
Onu
kendi tâbirince “Sağır bir kin durmadan kovalıyordu.” O halde küçücük
vesilelerle insanları sehpalara götüren Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin “her ne
kadar ruh ve karakter itibariyle filân ve filânın aynı ve ruhunun ve kalbinin
derinliğinde Gazi düşmanlığı yatmakta ise de Gazi’ye suikasta kadar giden
faaliyetlerde Çorum’da menfî bulunması dolayısiyle parmağı bulunmadığı”
gerekçesine dayanan beraet kararı bu sağır kinin eseri olamazdı.
Çorum’a
dönmeden önce, İstiklâl Mahkemesi’nden kurtulan eski İttihatçılar gibi o da,
annemin hazırladığı “sıcak çorbayı ve Azerî pilâvını” yemek için Keçiören’deki
evimize geldi. Birinci Dünya Harbi’nin dimdik yürüyen, başı göklerde edib,
gazeteci, bir sözü iki edilmeyen gururlu politikacı şimdi az konuşan, çok
düşünen, mütevazı bir insan olmuştu. Politikadan nefret ettiğini, kendisini
yalnız ilme, sanata vermeğe kararlı olduğunu söylüyordu.
Bu
bir kenarda duruş yılları Atatürk’ün ölümüne kadar sürdü. O tarihten sonra ise
kalemi, endamı, kocaman, bol saçlı kafası ile siyaset çevrelerinin yine
ortasında; gazetesini üçüncü defa heyecan, sevinç, saadet içinde çıkarıyor; karanlık
bir devrin sona erdiğini haykıra haykıra anlatıyor!
Ne
gariptir ki, babamın arkadaşını kovalıyan “Sağır kin”in başka bir kısım
kurbanları, Atatürk’ün ölmesi ihtimali karşısında yerine, sürgün yıllarında
Türk aydınının dilinde ve kalbinde efsane adam haline gelmiş babamın bu
arkadaşım geçirmeyi bile düşünmüşlerdi! Bu insanlar .kısa bir zaman sonra,
onun, kovalamalarından feryat ettiği “Sağır kin”in yambaşmda belirdiğini
görünce yalnız şaşkna dönmekle kalmadılar, aynı zamanda bütün bir İstiklâl Mahkemesi
devri sorumluluğunun tehditleri, korkuları, idamları, sehpaları, dayakları ile
ölenin omuzlarına yükletihneğe çalışılmasını hüzünle seyrettiler!
Çorum’daki
sürgün hayatı biterek İstanbul’a döndüğü zaman, samimî kararı artık bir daha
siyasete girmemek, bütün ömrünü san’ate, fikre, ilme bağlamaktı. Fakat bunlar
geçimini sağlamak imkânını veremezlerdi. Halbuki yaşaması lâzımdı. Yaşamayı da
iyi biliyordu. Birkaç küçük devre dışında her zaman iyi yaşamıştı. O halde
kendisine önce, başkasına muhtaç olmadan, sonra da eski rahat günlerine şöyle
böyle yaklaşan bir hayatı sağlayacak başka bir işe de girişmeliydi. Bunun da
ancak ticaret olabileceğini düşündü. Bir yandan bunun peşine düşerken, bir
yandan da gerçekten büyük sayılabilecek bir harekete başladı:
Malta’da
ve Çorum’da Batı’nın büyük birçok feylesoflanndan, sanatkârlarından,
romancılarından, tarihçilerinden eserleri acele acele, kendisinin sanatkâr
şöhretine asla yakışmayan lisan ve mâna yanlışlıkları ile dolu olarak Türkçeye
çevirmişti. Bunları “Oğlumun Kütüphanesi” ismi ile birer birer yaymlıyacak,
aynı zamanda haftalık veya aylık bir dergi çıkaracaktı. Tezatların adamı bu
sefer de biraz gülünç, biraz hazin bir tezadın ortasına oturdu:
“Oğlumun
Kütüphanesi,” baştan başa hür fikirlerin yarattığı eserlerden meydana
gelirken, Fikir Hareketleri dergisi insan hürriyetini ortadan kaldıran
bütün mezheplerle mücadele bayrağı açarken, bunların sahibi adam komünist
devletin İstanbul’da ticaret mümessilliğine benzer bir büro ile anlaşarak Rusya
ile ticarete koyuldu.
Fikir
Hareketleri’ni yayınlamayı düşünürken bu işe yetecek
parası yoktu. Kendisine yardım edebilecek eski bir dost ararken akima babam
geldi. Demek ki hâfızasmda geçmiş yılların bâzı hâdiseleri silinmişti. Demek ki
Malta’da kendisinden sağlam gözünü kurtarabilmek için yapılacak ameliyat
masrafını borç isteyen bu eski arkadaşına o zaman verdiği cevabı unutmuştu.
Babam
arkadaşına, hâfızasmdan silinmiş bu eski hikâyeyi hatırlatmadı!
“Oğlumun
Kütüphanesini kurarken babamın arkadaşının kalbinde acı hisler vardı. Türkçeye
çevirdiği kitaplara “Oğlumun Kütüphanesi” ismini hisli bir baba olarak düşünmüştü.
Benim mektep arkadaşım olan oğlu doğuşundan beri hasta idi. Üstelik karısı da,
kızı da hasta. Hırçın, tezatlarla dolu bu insan şimdi çok muhtaç olduğu
yumuşaklık, huzur, şefkat imkânlarından böylece mahrum kalmıştı. Allah, onun
ıztırap alevleriyle kavrulan evine bir melek göndermeseydi son seneleri belki
de büsbütün başka şartlar içinde geçebilirdi. Bu melek, oğlunun karısı idi.
Babamın
arkadaşının hanımı bu kadının kollarında öldü, oğlu aynı kollarda gözlerini
hayata kapadı, kendisi yine aynı kucakta dünyayı bırakıp gitti.
İnsan
ruhunun anlaşılması güç, hattâ imkânsız tecellileri oluyor. Onun
derinliklerinde geçen öyle hesaplaşmalar, öyle kaynaşmalar, öyle altüst oluşlar
var ki, hissetseniz bile renklerinin tamlığı, parıltılarının derecesiyle
anlatamazsınız. O derinliklerde gelip geçenler, olup bitenler bazan bir
hareket, bazan bir bakış, kâh bir feryat, kâh bir teslim oluşla, bir kelimeyle
büyük-küçük herhangi bir hâdise ile gözükürler. Babamın bu arkadaşının
Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve İsmet Paşa’nın en
kuvvetli yardımcısı olmasını yalnız ruhundaki tezat mayasiyle anlatmak doğru
olmaz. Çünkü, onun ömrünü böyle bitirmesinde tezadın ana şartı olan
şuursuzluğun tam aksi göze çarpmaktadır. Babamın bu arkadaşı sırf gündelik
çekişmelerin cevabı olarak yazdığı birkaç makalesiyle zaman zaman kendisine
sorulan bu sualin cevabını gûya vermiş, fakat gerçekte suali savuşturmakla
yetinmişti. O halde onun ruhunda anlatmak istemediği bir cenkleşme, bir
çekişme, bir hesaplaşma oldu. Başvekil yardımcılığından çekilmeden az bir zaman
önce Ankara’da basın mensuplarına verdiğim bir kokteyle onu da davet etmiştim.
Bir köşede oturduk. Bana yazılarında gerçekten birçok sebeple kullanmaması
lâzım gelen öyle kelimelerle hücum etmişti ki, bizi beraber gören
fotoğrafçılar etrafımızı sardılar. Kendisine “şimdi ne konuştuğumuzu merak
ederler, dedim, onlara dostunuz olan babama ait hâtıralardan bahsettiğimizi
söyliyeceğim!” '
Gülerek
cevap verdi:
“Burada
da size çatacak değilim ya.”
Gazeteciler
çekildikten sonra, “şimdi, dedim, bir türlü çözemediğim bir muamma var. Bunu
size farzediniz ki ben değil, babam soruyor. Siz Halk Partisi’ni, hele İsmet
Paşa’yı bu kadar hararetle nasıl savunabilirsiniz? ”
Kolumdan
tutarak yüzüme baktı:
“Samet,”
dedi, “ben de sana değil, babana cevap veriyorum, işte ben intikamımı böyle
alırım.”
Demek
istemişti ki bir zamanlar kendisini vuranlar şimdi onun yardımına muhtaç
olmuşlardır.
Babamın
arkadaşı yaşadığı müddetçe onun bu itirafını açiklayamazdım. Şimdi tarihin
malıdır, yazabilirim.
Fakat,
bu intikamı kimden aldı? Bir vakıtlar İstiklâl Mahkemesi’nin önünde “Beni sağır
bir kin takip ediyor!” diyerek ima ettiği kimseden mi? Halbuki daha sonra o
kimse için “Türk Milleti’nin en büyük talihi” dediği zaman yine kendi kendisini
yalanlamış olmuyor muydu? O sağır kinin kendisini takip etmiş olmasına bu
sözlerle hak vermiyor muydu?
Atatürk’ün
ölümünden sonra Büyük Millet Meclisi’ne girdi! Fakat tâ 1950’ye kadar, tıpkı
Birinci Dünya Harbi’nde, İttihatçılar devrinde olduğu gibi onu Mecliste ve
Türkiye’de pek az gördüler. Hattâ on yıldan fazla süren mebusluğunda seçim
bölgesine bir kerre bile gitmediğini söyleyenler çoktur.
14
Mayıs 1950 seçimlerinde babamın arkadaşı Ankara’dadır. Kalemine ihtiyaç
duyulmuştur, Ulus’un başında, Halk Partisi’ni ve şefini savunacak.
İtiraf
etmeli kalemi yine keskin, üslûbu yine çekici ve aşağılayıcı! Bir yazar kalemine
göre yaşlansaydı, babamın arkadaşı otuz yaşında sayılabilirdi.
Uzun
iktidar yıllarının verdiği alışkanlıkla, kendine güvenmekle, gururla ne olursa
olsun yine ikbalde kalacaklarını sananların, içlerinde gazete başyazarları da
bulunduğu halde hepsi, 1950 seçimlerinin neticeleri karşısında şaşırıp
kalmışlar, yazmak ve konuşmak kabiliyetlerini de koltukları ile beraber âdeta
kaybetmişlerdi! Yalnız babamın bu arkadaşı yirmi yedi yılın içinden, düşe
kalka, sehpaların gölgeleri, hapishanelerin rutubetli duvarları, sürgün
günlerinin melal ve hüzün dolu akşamlarının arasından geliyordu.
Bunun
içindir ki şaşırmamıştı. Belki de bana söylediği gibi şimdi Allah ona,
hâtıraları gönlünü karartan geçmişin intikamını; o bir zamanlar inkâr
ettikleri, alay ettikleri kalemini, kendisine zulmetmiş bir partiyi,
insanları, hattâ bir insanı müdafaa yolunda kullanarak almak imkânını bağışlamış
bulunuyor!
1950
seçimlerinden sonra birkaç ay yazılarıyla, Cumhuriyet Halk Partisi’ne
muhalefette tutacağı yolu o gösterdi diyebilirim. Bu, ilk gününden itibaren
yeni iktidarın yaptığı ve yapacağı her şeyi beğenmemek, karalamak, red ve inkâr
etmek parolasından ibaretti!
Muhalefet
trenini fikir olarak böylece yoluna koyduktan sonra sanki hiçbir şey olmamış
gibi seçimlerden önce tayin edilmiş bulunduğu “Filistin Muhtelit Komisyonunda”
âzalık vazifesini Demokrat Parti Hükûmeti’nden de istemekten çekinmedi, almağa
da muvaffak olarak yine bir müddet için sahneden uzaklaştı. Fakat bu kısa
sürdü. Babamın arkadaşını orada tutmak ne Demokrat iktidarın, ne Halk Partisi
muhalefetinin işine geldi ve babamın arkadaşı artık ölünceye kadar kavgaya
devam etmek için memlekete döndü.
Kalemi
yine keskin, yine iğnelidir. Yalnız bu sefer bu kalemin ucundan kâğıtlara
dökülen satırlarda kabalık göze çarpıyor. Bu kabalık zaman zaman küfürlere,
açık hakaretlere kadar gidiyor!
Bu
eski politikacının, bu elli yıldan beri sanat, fikir ve siyaseti bir arada
başarıyla yürütmüş insanın üslûbunu birdenbire değiştirmesinin sebebi nedir?
Basın hürriyetinin, konuşma hürriyetinin, hattâ kitleleri her çeşit hareketlere
kışkırtma hürriyetinin alabildiğine hüküm sürdüğü bir zamanda üslûbunun
birdenbire bu kadar değişik ve zarifliğini kaybetmiş gözükmesini ne ile
anlatmalı? Acaba yeni iktidarın, çok alıştığı rahatım bozmuş olmasının acısı
içinde, ihtiyarlamış sinirlerine iradesi hâkim olamadığı için mi bu rahatı
bozanlara karşı kin ve hiddet dalgaları onu bu kadar sarıyor?
Sebep
ne olursa olsun, netice şu:
Babamın
arkadaşı şimdi iktidarın yeni yüzlerine karşı alabildiğine, hiçbir fırsatı,
hiçbir bahaneyi kaçırmadan hücuma geçmiştir.
Burada
târihî bir benzerliğe işaret etmek isterim:
Babamın
arkadaşı tecrübe sahibi idi. Kahramanlarından olduğu Meşrutiyet inkılâbı ilân
edildiği zaman her çeşit baskılardan birdenbire kurtulmuş basının yarattığı
heyecanlı anarşiyi, 31 Mart ayaklanmasını, bunun karşısında hürriyet için dağa
çıkmış insanların, kendi arkadaşlarının, kendi fırkasının bu sefer hükümet
olarak gazeteleri yeniden baskı altına almak mecburiyetini hissedişlerini,
gittikçe şiddetlenen tedbirlerin birbiri arkasına gelişini, İttihat ve
Terakki’nin prestijini ilkönce bu yoldan kaybetmeğe başladığını iyi biliyordu.
Millî
Mücadele’den sonra, Gazi’nin dili ile “matbuat hürriyetini yine matbuat
hürriyeti kuracaktır” diyerek en geniş basın hürriyetini kabul eden yeni rejim
aynı hava ve manzara karşısında kalmış, o da yazı hürriyetini kısmak, memleketi
yeni bir 31 Mart hâdisesinden korumak için baskı tedbirleri almak yoluna
girmişti. Babamın arkadaşı bu ikinci tecrübede Meşrutiyet’te bir kısım
gazetecilerin oynadıkları kışkırtıcı rolü en başta, en kuvvetle oynayanlardan
biri olmuştu! Netice de aynı idi:
Kendisinin
ve partisinin gazetelere karşı aldığı baskı tedbirlerini bu sefer de bütün
şiddeti ile ona ve diğer gazetecilere karşı yeni iktidar alıyordu! Atatürk’ün
ölümünden sonra babamın arkadaşı hayatında ikinci defa iktidar adamıdır. O
halde rolü tersine olacak, basın hürriyetinin aleyhinde gözükecektir!
İttihat
ve Terakki yıllarında gazetesini başkalarına satmış ve yazı hürriyeti üzerine
konulan kayıtlan kalemi ile savunmamıştı. Fakat susması, en açık bir tasvipti.
Atatürk’ün ölüpıünden sonra ise iktidarın gazeteler ve gazeteciler için
düşündüğü, sıkıyönetimler eli ile gazete kapatmaktan, gazetecilerin tevkiflerine
kadar her tedbiri kalemi ile savunmadan da çekinmedi!
1950
seçimleri babamın arkadaşına muhalif gazete cübbesini tekrar giydirir
giydirmez, Millî zaferden sonraki rolüne, belki de daha büyük heyecan, daha
büyük hevesle döndü! Fakat artık ihtiyarlamıştı, sinirlerine hâkim değildi,
yazıları hakaretlerle, küfürlerle dolup taşıyordu.
1954
seçimleri onu Meclisten de uzaklaştırdı. Bu, babamın arkadaşı için manevî
olduğu kadar maddî bir sarsıntı teşkil etti. Millet onu gerçek bir seçimle
istememişti. Halbuki o, kendisinin halk gözünde bir kahraman sayıldığını
zannediyordu! Şimdiye kadar, medenî cesaretin bir heykeli gibi bakılan insan
nasıl olur da yine bir heykel gibi yıkılır, parçalanabilirdi?
Bu
mânevî ıztırabın yanında maddî acılar kendisini gösteriyordu! Babamın arkadaşı
iyi yaşamayı hep sevmişti! Fakat bunu hiçbir zaman başka yollardan
sağlamamıştı!. Yazılarının, memuriyetlerinin, kitaplarının karşılığı dışında
bir geliri yoktu: O halde yorulsa da, hastalansa da yazmak, durmadan yazmak
mecburiyeti var!
Seksen
yaşma çok yaklaştığı bir sırada içine düşmüş olduğu bu maddî, mânevî acılarını
biraz olsun dindirecek melek, merhum oğlunun karısı her zaman olduğu gibi yine
yanındadır! O halde onun şefkatli kollan, teselli veren bakışları arasında,
gurur ve cesaretinden bir şey kaybetmeden kavgaya devam edebilir! Hem de bütün
bu acıların bilediği korkunç bir kin ve hiddetle!
Babamın
arkadaşı günün birinde, dünyanın her memleketinde, her mahkemesinden alacağı
haklı bir mahkûmiyetle hapse girdi! Hayatının son deminde, yalnız hislerine
mağlûp olmanın verdiği bu netice onun ruhunda neler yarattı, bunu kimse
bilmiyor! Yalnız sevenler de, sevmiyenler de, kaleminin en acı alaylarına,
haksız hakaretlerine hedef olanlar da, olmayanlar da bundan üzüldüler. Yaşı ve
hastalığı affına imkân veriyordu. Dargınlık ve kırgmlıklariyle yerin dibine
batırmaktan çekinmediği bir kısım insanlar, hiddet ve kinleri ile en insafsız
hücumlara hedef kıldığı iktidarın başları, affı için yapılan teşebbüsleri
kabulde tereddüt göstermediler, hapisten çıktı.
Fakat
heyhat, gördüğü yardıma, kendilerine hakaret ettiği için mahkûm olduğu
insanlara affedildikten sonra yaptığı ziyarette söylediği sözlere rağmen, bin
defa daha acı, bin defa daha ağır yazılarla karşılık verdi! Onun bu dayanılması
güç iftiralarla dolu yazıları karşısında, daha birkaç ay önce affı için
çalışanların tek tesellisi insanlık vazifesinin yerine getirilmiş olmasından
ibaret kaldı!
Çok
zaman geçmedi, son hastalığı onu bir daha kalkmamak üzere yatağa serdi, bir
gece yarısı da bütün tezatlarına, gururuna, benlik iddialarına rağmen son elli
senenin en büyük Türk gazetecisi olmak imtiyazını kaybetmemiş insan gözlerini
hayata kapadı! Doktorluk ve Siyaset
S |
İYASÎ
şöhreti İlmî şöhretiyle haşhaşa giden insanlardan biri idi. Nuruosmaniye’deki
evi ve muayenehanesi ile İttihat Ve Terakki Fırkası’nm kırmızı köşkü arasındaki
mesafe azdı. Hastalarının yanından Umumî Merkez toplantılarına kolaylıkla
geliyor, oradan da ayni kolaylıkla hastalarına koşuyordu. Sertliği, hırçınlığa kadar
giden ciddiliği meslek ve Fırka arkadaşları üzerinde de ayni derecede
tesirliydi. Devrinin bu tanınmış göz doktoru, hafızamın en derin noktalarında
Ömer Naci, Ziya Gökalp, Hüseyin zâde Ali, Yusuf Akçura, Celâl Sahir gibi
babamla beraber hatırladığım insanlar arasındadır. Yuvarlak, beyaz yüzünde
uçları yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarının .yarattığı biraz kabadayı görünüşünü,
insana derinden bakan içleri çok tatlı, şefkatli, hafifçe alaycı ışıklarla dolu
gözler bir anda siliyordu. Babamın ailece birbirine çok yaklaşmış
dostlarındandı. Evinin koyu renk kumaşlardan yapılmış ağır, değerli eşyalarla
dolu, gölgeli odalarında babamla onun, annemle doktorun genç ikinci hanımının
konuşmaları şimdi birer fısıltı halinde kulaklarımda yeniden ses veriyor. Babam
da, doktor da günün
hâdiselerinden
şikâyetçidirler, birbirlerine birtakım suiistimal söylentilerini, keyfî
hareketleri anlatıyorlar, doktorun sesi gittikçe yükseliyor, tonu ve kelimeleri
tehdit edici oluyor. Birkaç gün sonra onun Talât Paşa ile, Doktor Nâzım ile,
Enver Paşa ile münakaşaları günün belli başlı dedikoduları olarak herkesin
ağzmdadır.
İttihat
ve Terakki’den hiçbir şey istemedi. Devlette en yüksek makamı galiba Sıhhiye
Umum Müdürlüğü’dür. Bunun yanında kendi ve her iki hanımının ailelerinin eski
ve asil kökleri ona bir de paşalık unvanını kazandırmıştı. İşte o kadar.
Halbuki devrin diktatörleri onu susturmak, tatmin etmek için çok şey vermek
istediler. Hepsini reddetti. Bu suretle ötekilere karşı istediği gibi tenkit
etmek hakkını elinden bırakmadı. Onun Fırka’yı, Fırka’nm reislerini, işlerini
hattâ vesileler bularak tenkit etmesi, İttihat ve Terakki’nin basımlarına
kendisinden faydalanma ümidini asla vermemiştir. Çünkü Fırka’smın son gününe
kadar içinde kalmak kararını daha girdiği gün vermişti. Hiçbir kuvvet onu
kararlarından döndüremezdi. Bunu Fırka’nm düşmanları kadar reisleri de
biliyorlardı, bildikleri için de acı tenkitleri karşısında herhangi bir
karşılıkta bulunmuyorlardı.
Mütarekede
Ingilizler tarafından yakalanarak Malta’ya sürülmesi hakikî bir facia halinde
oldu. Evini bir anda bir sürü yüzleri renk renk, elbiseleri renk renk, bir
kısım Afrika ormanlarından gelmiş askerler âdeta zaptettiler, yatağından
kaldırdılar, giyinmesine meydan vermeden, gecelik entarisiyle döğüp söverek
otomobile attılar, araba hızla rıhtıma yanaştı, açıktaki bir vapur Paşa’yı
alır almaz hareket etti. Doktor’un tutulma ve sürülme tarzı İttihat ve Terakki
düşmanlarının bu sert, ciddî Ittihatçı’dan ne kadar çekinmekte olduklarını
gösterir.
Malta
esareti İttihat ve Terakki erkânı için çeşitli bakımlardan mehenk taşı oldu.
Orada bir memleketin kaderini senelerce idare etmiş insanlar âdeta İlâhî bir
mahkeme huzurunda ruhlarının en gizli noktalarına kadar soyundular, Vefa,
kadirşinaslık, tahakküm, gurur, hülâsa insan ruhunun mayasında var olan
tohumlar meydana döküldüler. Yine Malta esareti sırasında bir milletin başında
olanlarla o millet arasında bazan ne büyük tezatlar, ahlâk anlayışları farkı
olabileceği örnekleriyle gözüktü.
Meselâ
Türk Milleti’ne kan ve ruh bakımından hiçbir bağı olmadığı halde onun başında
en yüksek yerleri tutmuş bir insan, yine Türk Milleti’nin sayesinde elde etmiş
olduğu büyük zenginliğin nimetlerini hapishanenin koridorlarında bile şahsına
inhisar ettirmekten çekinmiyor, birçoğu Ingilizlerin verdikleri yıllanmış
konservelerle geçinmeğe mecbur arkadaşlarının gözü önünde dışarıdan temin
ettiği en nefis yemekleri, en az bulunur meyveleri iştiha ile ağzına atıyor,
küçücük gözlerini kırparak, “parayı veren düdüğü çalar” diye kendisine
bakanlarla yüksek sesle alay ediyordu. Bunun yanında Türk Milleti’nin meçhul
kahramanı, Kastamonu köylerinden bir nefer, günün birinde babama geliyor,
önüne bir avuç şeker koyarak, “Çayı çok içtiğinizi gördüm, ben sevmiyorum,
şekerlerimi topladım, size veriyorum” demek suretiyle öteki korkunç hodkâmlığa
karşı muhteşem bir feragat nümunesi gösteriyordu.
Yine
Fırka’nm sorumlu işlerini görmüş, elinde maddî refah imkânları olan bir başka
insan her ay kendisine gelen parayı hapishanedeki fakir arkadaşlarına
ihtiyaçlarına göre dağıtıyor, bir yatak, bir yastık, bir yorgandan ibaret
eşyasını her gece bir başka arkadaşının yanına götürerek kendisiyle ötekiler
arasındaki farkı ortadan kaldırmağa çalışıyordu.
İbret
dolu bir misal daha:
Anadolu’nun
ve Mustafa Kemal Paşa’nın ellerindeki Ingilizleri serbest bırakması
karşılığında tahliyelerine karar verilen esirlerin büyük kısmını küçük bir
İngiliz harp gemisi
İtalyan
limanlarından birisine bir gece bıraktı. Orada bunlardan paralı olanlar
kendilerine derhal vasıta sağlıyarak arka' daşlarma Allahaısmarladık bile
demeden Avrupa’nın büyük şehirlerine gittiler. Kalanların ceplerinde beş para
yoktu. Etraflarını sarmış İtalyanların alaycı bakışları, hakaret dolu tavırları
arasında şaşırıp kalmışlardı. Nihayet Roma’da Anadolu’nun temsilcisi Câmi
Bey’e başvurmayı düşündüler, Câmi Bey’den derhal para geldi ve bu kafile de
memlekete, ekserisi Anadolu’ya, Millî Mücadelede vazife almaya koştular. Garip
tecelli! Birinciler Zaferin kazanılmasına kadar Avrupa’da rahat, konforlu
hayat sürdüler, sonra memlekete dönerek, yeni devleti tekrar ele almak
iddiasından bile çekinmediler.
Göz Doktoru Paşa’ya ait şimdi
anlatacağım hikâye de bu örneklerden biridir:
Babamın sağ gözü gençliğinden beri
hastaydı. Uzun zaman ihmâl etmiş, nihayet görme kabiliyetini de kaybetmişti.
Mâlta’da bu göz birdenbire şiddetle ağrımağa başlıyor, sol gözde de görme
zayıflığı beliriyor. Hapishanenin doktorları dışarıdan meşhur birisini tavsiye
ediyorlar. Bu adam görmiyen gözün hemen çıkarılması gerektiğini, yoksa ötekinin
de kör olacağını söylüyor. Hapishanedeki doktorlar bu ağır ameliyatı
yapamıyacaklar. Dışarıdan gelen doktor da galiba elli İngiliz lirası istiyor.
Babam mesleği bakımından kendisine en yakın bulduğu zengin bir arkadaşından bu
parayı şu şartla istiyor:
“Buradan kurtulur kurtulmaz ilk
imkânlarımdan ödeyeceğim. Ben ölürsem çocuklarım sana ödeyecekler. İkimiz de
ölürsek benim çocuklarım senin çocuklarına verecekler. Bütün bunları da
arkadaşların önünde, onların şahadet ve imzalan ile bir senede bağlıyacağım.”
Bu zengin arkadaşı babama “Hayır Ahmet
Bey” diye cevap veriyor, “insan esarette ne borç ister, ne borç verir.”
Babam
meseleyi Göz Doktoru paşaya anlatıyor. Doktor,
“bu
ameliyatı ben yaparım,” diyor, “yalnız istediğim âletleri bulalım.” Bu âletler
sağlandı. Doktordan ve babamdan hapishane idaresinin muhtemel fena neticeden
sorumlu olmadığına ait mektuplar alındıktan sonra ameliyata izin verdiler.
Doktor, babamın gözünü hapishanenin küçük hastahanesinde tam bir başarıyle
çıkarttı ve babam kurtuldu.
Babamın
bu arkadaşı da Malta’dan döner dönmez Ankara’ya geçti, orada şehirden oldukça
uzak bir çiftlikte oturmağa başladı. Bu çiftlik şimdi Genel Kurmay Başkanlığı
binasının olduğu yerdeydi. Sık sık oraya gidiyorduk. Paşa evinden pek çıkmıyor,
Millî Mücadelenin liderlerini yakından tanıdığı halde aralarında hemen hemen
temas olmuyordu. Bunun bir sebebi Anadolu’nun o zamanlar çeşitli düşüncelerle
tanınmış İttihatçılara karşı çekingen davranmasıydı. Fakat onun için başka
sebepler yok değildi. Galiba çok eski zamandan beri tanıştığı Gazi ile yine çok
eski zamandan kalma bir anlaşmazlığı vardı. Göz Doktoru Ankara’da kat’î
kararını verdi. Artık siyasetle uğraşmıyacaktı. Zaferden sonra kendisine
hizmet teklifleri oldu. Hiçbirini kabul etmedi. İttihat ve Terakki Fırkası’nı
yeniden canlandırmağa çalışan eski arkadaşları ona başvurdular. Buna da yanaşmadı.
Ona göre İttihat ve Terakki’nin vazifesi de, ömrü de sona ermiş bulunuyordu.
Şimdiden sonra yalnız okuyacak, hastalariyle meşgul olacaktı. İstanbul’a
gitti. Kadıköy’de yaşamağa başladı. Eski şöhreti unutulmuştu. Hastaları azdı,
hattâ arayan bile yoktu. Fakat aklına hiçbir zaman tekrar meydana çıkmak, ben
varım demek gelmiyordu.
Babamın
bu arkadaşını son defa küçük muayene odasında gördüm. Tâ çocukluğumda yaptığı
gibi yüzümü okşayarak “Gel yanıma,” dedi, sonra kulağıma eğilerek, “çok
ihtiyarladım değil mi?” diye sordu, benden cevap beklemeden devam etti, “evet
evet, öyle! Bir an önce bitse de kurtulsam!”
B |
U GÜZEL adamı ilk gördüğüm zaman
gözlerimin önüne Fransız İnkılâbının sihirli yüzü “ Saint Just”ün resimleri
geldi. O günden sonra da onu düşündükçe ayni resimleri hatırlarım.
Saint
Just ve O!
Evet,
birbirlerine benziyorlardı. İkisi de mensup oldukları milletlerin inkılâplarında
rol oynadılar; ikisi de genç yaşta öldüler. Birinin başını giyotin kopardı;
ötekinin şahlanan ihtiraslarının ağırlığı düşürdü. Fakat kader Saint Just’ü yalnız
Fransız İnkılâbının değil, dünya tarihinin bir hâtırası haline getirdi.
Bizimkini ise inkılâbımızın dalgaları arasında kendisini şöyle bir gösterdikten
sonra unutulmağa mahkûm kıldı.
Onun siyaset sahnesine
fırlamasını şöyle anlatırlar:
Gazi,
Mersin’i ziyaret ettiği bir gün kalabalık arasından karşısına çıkan genç bir
adam hükümet işlerinde görüşlerini heyecanlı, samimî bir lisan ile çekinmeden
söylüyor. Gazi bu yakışıklı, zarif insanın tesiri altında kalmıştır. Onda
meziyetler görüyor. Kimdir? Öğreniyor: Türkocaklı bir doktor, ismini defterine
yazıyor. Ankara’da onun hakkında kendisinden malûmat istediği Ocakların Reisi
genç arkadaşını hararetle tavsiye ediyor, bir idealist olduğunu, Umumî Harpte,
Millî Mücadelede birkaç doktor arkadaşiyle köylerde, cephelerde gönüllü olarak
yaptığı hizmetleri anlatıyor. Gazi artık kararını vermiştir; bu genç,
Ankara’ya, yanma gelecek.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde Aydın Milletvekili olarak kendisini gösterdiği andan
başlıyarak bir mesele halini aldı. Az gülen, her mevzuu en ciddi tarafından
tutarak üzerinde uzun uzun çalışan, Parti’nin ve Devlet’in reislerini adım
adım, fakat onurunu, vekarmı korumaya gayret ederek takip eden genç adam,
üzerine hayranlık, kıskançlık, sevgi, düşmanlık çekmekte gecikmedi. Güzel
konuşuyordu. Kürsüye ilk günlerinden hâkim olmasını bilmişti. Sesi derin,
kalın, heyecanlıydı.
Birkaç
dostu onun daha az konuşmasını, kendini daha az göstermesini istiyorlardı. Başı
dönebilir, ayaklarına atılacak haset çelmelerinden biri kuvvetli çıkarak,
vaktinden önce onu yıpratabilirdi.
Fakat
heyhat! Mersin’in ılık havası içinde, yeşil, sarı ışıklı portakal ağaçları
altında güzel yüzü, mütevazı hali, cazip konuşmalariyle kendisini halka kolayca
sevdirebilmiş genç adam, meb’uslarm birer gölge gibi süzüldükleri, kaş göz
işaretleri, kulaktan kulağa fısıltılarla konuştukları yarı karanlık Meclis
koridorlarında kafese sokulmuş kurda dönmüştü! Yüzü gittikçe sararıyor,
ihtiraslarını ifşa eden sesi gittikçe boğuklaşıyordu. Bu halini gören tecrübeli
şefler, makam ve kudret sahibi olmak isteğinin ondan gelmesini beklediler. İyi
biliyorlardı ki bütün benzerleri vekâlet, meclis, grup reislikleri
koltuklarına azametle yerleşmiş olan bu yeni hevesli de kendilerinden “millî
bir vazife” dileyecektir. Genç doktor o sırada başlamış Şark isyanı üzerinde
Mecliste Hükümete şiddetle hücum ederek isyanın kan ve ateşle bastırılmasını
istediği zaman, şefler bu hücumun mâna ve hedefini hemen sezdiler. O alacağı
ilk vazifenin ne olabileceğini bizzat göstermişti.
Onun
İstiklâl Mahkemesi âzalığma aday olduğunu duyan bir dostu, böylesine bir iş
için akla nasıl geldiğini şeflere sorduğu zaman aldığı cevap şu oldu:
“Ne
yapalım, kendisi istedi!”
Bu
tarafını bilmiyen başka dostları bu vazifeyi kabul etmemesini söylediler, “Sen
bir doktorsun, inkılâbın öldürücü kuvvetleri arasında değil, yaşatıcı
saflarında olmalısın” dediler. Genç adam onlara küçümsiyerek baktı:
“Neden?
İnkılâbın müdafaasında vazife almayayım mı?”
Yürüyüp
gitti.
Onu
inkılâbın yaşatıcı hizmetlerine davet edenler arasında babam da vardı. Ayni
bağlarda, Keçiören’de oturuyorduk. Birçok akşamlar bize geliyordu. Bu gece
toplantılarında İstiklâl Mahkemesi âzahğınm sevimsiz heybetini bırakıyor,
yumuşak, tatlı insan olarak edebiyattan, felsefeden, sanattan, tarihten
konuşuyordu. Lisenin onuncu sınıfındaydım. Bir gün ağzımdan kan boşanması ile
ağır hastalandım. Gelen doktorlar çeşitli sebepler ileri sürdüler. Ölüm tehlikesi
içindeydim. Fakat O, bu tehlikeyi kabul etmedi; “Çocuğu bana bırakın Ahmet
Bey,” dedi, “iyi edeceğim!” Günlerce gelip gitti. Bana sözleri, hareketleri,
hikâyeleriyle durmadan hayat ve canlılık aşıladı. Onun bu şefkatinde acaba
gençliğinde geçirmiş olduğu veremin payı var mıydı? Belki de! Fakat ne olursa
olsun şimdi bu satırları yazarken o hastalık zamanlarımı düşünüyor, insanın
birbirinin yüzde yüz zıddı iki şahsiyeti bir arada nasıl yaşatabildiğini
hayretle soruyorum ve gözlerimin önüne İstiklâl Mahkemesi’nde dimdik duruşu,
mağrur bakışı, azametli tavırları geliyor. Sonra bir akşam üstü hatırlıyorum,
annem karşısındadır, titrek, tesirli olmasını istediği bir sesle İstiklâl
Mahkemesi’ne verilmiş bazı kimseler hakkında ondan merhamet diliyor. Genç adam
susuyor, uzaklara, batan güneşin mor, lâcivert, kırmızı renklerle süslediği
Elmadağ’a bakıyor!
Burada,
ayni İstiklâl Mahkemesinde savcrmerhum Necip Ali’nin bana ölümünden birkaç ay
önce anlattıklarından bir kısmını yazmak istiyorum. Doğru mu, değil mi bilmem.
Yalnız bunlar tarihe ters bir talihin cilveleriyle, belki de zalim bir yüz
olarak geçmesi mukadder bir insan lehinde şahadet oldukları için bence
kıymetlidirler.
Babam
öldükten sonra yazdığım Babamdan Hâtıralar isimli kitabımda şöyle bir
parça vardı:
“Babamı
bu birer birer sefalet ve siyaset altında ölen geçmiş günlerini kurtarmak için
Fransız İnkılâbının genç, haris Saint Just’üne benziyen bir adamın karşısında
saatlerce konuşurken gördüm. Saint Just’ün çehresi bir taş mabut gibi
hareketsizdi. Çünkü Allah’lar kararlarını önceden ve bozulmamak üzere
verirler.”
Bu
satırları okuyan Necip Ali, ismini söyliyerek “Bahsetmek istediğiniz odur.
Fakat ben size Dr. Nazım ve arkadaşları hakkmdaki kararın hakikî mahiyetini
anlatayım, göreceksiniz ki doktor hakkmdaki bu zan tamamen yanlıştır” dedikten
sonra şöyle devam etti:
“Doktor
hiçbir zaman idam fikrinde olmadı. Hattâ o da, ben de buna karşı şiddetle
mukavemet ettik. Mahkeme âzasından biri bir gece yarısı bana geldi, bu karşı
koymaktan söz açarak ikimizi de tehdit ettikten sonra bazı imalarda bulundu.
Ertesi sabah doktorla buluşarak akşamki ziyareti anlattım. Gazi ile açık
görüşmek kararını verdik. Fakat o gelmedi, ben yalnız gittim. Gazi’ye bize
yapılan imayı kastederek, “Baştanbaşa tertemiz sahifelerle dolu şanlı
tarihimizin bir satırının bile kan renginde olmasına gönlümüz razı değil” dedim.
Gazi yerinden fırladı, “kim kah istiyor,” diye bağırdı, “kim? Ben herhangi bir
kimseye tek kelime söylemiş değilim. Vicdanınızın sesi, kanaatinizin emri ne
ise onu yaparsınız."
Geldim,
Gazi’nin bu sözlerini doktora anlattım.”
Merhum
Necip Ali’nin bu hikâyesinin yanında bir başka rivayet daha var. Bunu da ismi
bizde saklı bir dostuna anlatan yine bu devrin istiklâl Mahkemeleri’nde âzalık
etmiş ve şimdi Allah’ın rahmetine kavuşmuş Rize Meb’usu Ali Bey’dir. Ali Bey
diyor ki:
“Dr. Nazım’m âkıbeti
hakkında müzakereye başladık. Aramızda anlaşmazlık çıktı. Ben, Necip Ali, ........................................................... idamın
aleyhindeydik.
Bunu Gazi’ye haber verdik. Bizi yanma çağırdı, dinledikten sonra üzerinde
konuştuğumuz kimsenin politikacılığı, fikirleri, yeni kurulmakta olan bir
rejime karşı cephe aldığı takdirde yaratabileceği tehlikeler hakkında uzun
izahat vererek bizi kararımızda serbest bıraktı. Aradan yıllar geçti. Bir gün
Meşrutiyetin ilk zamanlarında rol oynamış bir zat bana asılmış İttihatçı Nâzırm
o vakitler Gazi’nin kendisine söylediklerini anlattı. Bu nazır, kendisinin ve
arkadaşlarının ordunun siyasetle uğraşmamasını ve İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nde âza subayların yalnız askerlikle meşgul olmalarını istediklerini,
bu fikri Selânik Kongresinde şiddetle savunan Mustafa Kemal’in sayesinde
netice alabildiklerini, Türkiye’nin geleceğinde de Mustafa Kemal’e büyük
ümitler bağladıklarını söylemiş!
Ben
bu hâtırayı Atatürk’e anlattığım zaman, “Çocuk, keşke bunu bana vaktinde
anlatabilseydin. Bu takdirde Nazım’m kaderi belki de değişirdi” cevabını
verdi!”
Madem
ki inkılâp tarihimizin böyle bir meselesine dokunmuş olduk. O halde yine
asılmış eski ittihatçı Nazıra ait bir başka hâtırayı da yazmakta fayda vardır.
Doğruluğuna asla inanmadığım bu hâtıra şayet bir gerçek ise, İlâhî adaletin en
ibret verici bir tecellisi ile bizi karşı karşıya getiriyor demektir:
Osmanlı
hanedanından Londra’da yerleşmiş bir zat, bir genç ilim adamımıza şöyle bir
hâdiseden bahsediyor:[V]
Atatürk’e
suikast teşebbüsünden birkaç ay önce, bu asılmış eski İttihatçı Nâzır
Avrupa’ya gelerek son Halife Abdülmecid’le görüşüyor. Ona yakında Türkiye’de
bir hareket olacağını, Gazi’nin öldürüleceğini, Padişahlığın ve Hilâfetin
yeniden kurulacağını, kendisinin de büyük merasimle memlekete getirilerek tac
ve tahtına tekrar kavuşacağını haber veriyor.
İstiklâl
Mahkemeleri dedikodular, kavgalar, çekişmeler arasında kaldırıldıktan sonra
işsiz kalan Saint Just bir müddet âvâre dolaştı. Gazi’nin yeni harfler
inkılâbı üzerinde ona verdiği vazife pek ehemmiyetsizdi. Fakat bu, Türk tarihini
yeni baştan, yeni ve garip bir tarzda tetkik işini pek ciddiye aldı. Bu sahada
tanınmış, bilgileri malûm âlimler onun çıkardığı neticeler karşısında
hayretlere dalıp gidiyorlardı.
Ne
var ki bütün bu çalışmalar onu tatmin etmekten uzaktı. Müşavir olarak kalmak,
mevzular ne olursa olsun gücüne gidiyordu. Bir baş olmalıydı, bir yere mutlak
salâhiyetle hükmetmeli, emir vermeli, emirleri derhal yapılmalıydı. Bazan
niçin asker olmadığım kendi kendisine soruyordu. Türkiye’de her şey askerden
ibaret! Siyaset de, idare de onların! Böyle düşündüğü zaman vaktiyle Askerî
Tıbbiye yerine Harbiye’ye yazılmadığına kızıyor, “şimdi her şey başka olurdu”
diye kendi kendisini yiyordu.
Bu
esefler, bu pişmanlıklar arasında yavaş yavaş bir fikir belirdi: askerlik bir
zihniyet, bir hayat telâkkisidir. Asker olmadığı halde de askerî zihniyet onu
istediği yere, istediği gibi şerefle hizmet edeceği yere getirebilir. İşte
Mıissolini, işte Hitler. Biri bir köy muallimi, ötekisi bir duvarcı ustası
değil miydiler? Bugün Mussolini büyük bir milletin başındadır. Diğeri dünyanın
belki de en büyük milletinin idaresini eline almak üzere. Onlar hedeflerine
gençlik kütlesini teşkilâtlandırmak suretiyle vardılar.
Fakat
Türkiye’de tek parti olarak memleket hayatına mutlak şekilde hakim Cumhuriyet
Halk Partisi, kendi partisi, bu çeşit bir teşkilâtlanmaya imkân verir mi?
Düşüncelerinin
bu noktasında başını sallıyor, “hiçbir zaman, hiçbir zaman” diye
mırıldanıyordu.
Günün
birinde kafasında bir şimşek çaktı. Ortada koskoca Türkocağı var. İktidarın
büyüklü, küçüklü bütün şefleri de azalan arasında. Memleketin dört tarafında
yüzbinlerce insanı içine almış bir teşekkül. Onu, başına geçerek her emeline
erişmek için istediği gibi kullanabilirdi.
Esasen
daha Tıbbiyeli bir genç olarak Türkocağı’na yazıldığı günden itibaren Ocaklar
üzerinde kendine mahsus fikirleri vardı. Bu fikirleri hep savunmuştu. Ona göre
Ocaklar halk yığınlarını içine alan halk müesseseleri olmalıydı. Bu görüşün
karşısına, Ocakların Ziya Gökalp gibi büyük mânevi reisleri, bunların birer
sanat ve kültür kulüpleri şeklinde çalışmasını, Türk Milleti’nin Batı
medeniyetine geçişine rehberlik etmesini istiyenler çıkıyorlardı. İşte nihayet
gençliğinden beri ileri sürdüğü tezi tekrar ele alabilirdi. Esasen Ocaklar
şimdiye kadar tatminkâr bir netice vermemişlerdi. Bunun en mühim sebebi Ocağın
siyaset ve devlet adamlarına karşı durmamış olmasıydı. Ocaklar buna göre
teşkilâtlanırsa hakikî bir kuvvet olacaklardı.
Türk
Ocakları faciasının bir tarafı böyle başladı. Önce Ocakların reisini teşekküle
yeni bir mahiyet vermek için teşvik etmek yolunu tuttu. Ocaklara bağlı gençleri
askerlik prensiplerine göre yetiştiren, onlara silâh talimleri, saf halinde
yürüyüşler yaptıran projeler teklif etti. Kendisi de bu gençlik kolunun başına
geçecek, bu suretle Türk gençliği gelecekteki millî mücadeleler, seferler,
savaşlar için hazırlanmış olacaktı. Aynı zamanda unutulmuş gelenekler, âdetler,
harp ve silâh oyunları da bu yoldan yeniden canlandırılacaktı.
Ocakların
reisi bütün bu projeleri dikkatle dinledi, nezaketle reddetti. O halde yeni
bir yol tutmak zorunda. Buyandan iktidarın şeflerini Ocakların reisi aleyhine
kışkırtacak, öte yandan, hattâ icabediyorsa bu teşekkülü Partiye mal ederek o
kanaldan ele alacaktı.
Türk
Ocakları merkez binası yapılırken Hamdullah Suphi Tanrıöver’e babamın
söylediği bir söz, Ocaklar macerasında eski Ocaklı Doktor’un hangi hislerden,
hangi düşüncelerden istifade ettiğini göstermeğe kâfidir:
Ağaoğlu
ve Tanrıöver bitmek üzere olan muhteşem binayı geziyorlardı. Babam büyük mermer
holün ortasında, Ankara’nın çıplak ovasına dalgın dalgın bakarak arkadaşının
kolundan tuttu, “Hamdullah,” dedi, “bu binayı Türkocakları’na bırakmıyacaklar.
Mutlak bir iktidarın sahibi bu insanlar, kendileri İttihat ve Terakki
Fırkası’nm eski, harap, gösterişsiz vilâyet merkezinde otururlarken senin,
benim, Ocaklıların bu aydınlık, güzel, azametli yerde kalmamıza razı olmazlar.
Göreceksin, yakında, bunu elimizden alacaklar.”
Aradan
çok geçmedi; yine bir gün Şark salonunun tavan süsleri üzerinde çalışan Ocaklı
mimar, üstünde oturduğu yüksek kalastan, o sırada salonu gezmekte bulunan merhum
Recep Peker ile birkaç arkadaşının konuşmalarını dinledi. Recep Bey
arkadaşlarına: “Bu salon umumî kâtip odası olur. Yamndakini idare heyetine
tahsis ederiz” diyor, binanın Fırkasının merkezi olarak nasıl kullanılacağını
anlatıyordu!
Ocakların
reisi, fikri bağları zorla koparılmış, siyasî fırtınalar arasında siyasî
şeflerin gözünden düşmeğe başlamış Ocaklıları yine bir arada tutmak için birçok
tedbirler düşündü. Bu arada Ocaktaki hizmetlerden bazılarına karşılık para
verilmesini de ortaya sürdü. Bu yapılmaması, hattâ düşünülmemesi gereken
teklif Ocakları eline geçirmeyi tasarhyan ihtirasa en iyi fırsatı verdi.
Ocakların reisine açık cephe aldı.
Şimdi
gözlerimin önünde Ocakların bir umumî kongresindeki sahne canlanıyor:
Ankara
Hukuk Fakültesi’nde talebe idim. Kongreyi dinlemeğe gitmiştim. Ocak reisi bir
kısım delegeler tarafından verilmiş takrir üzerine kürsüdedir. Tavırları asabî,
kelimeleri sert; ithamları korkunç, fakat açıktır.
“Bu
zat Ocakları kendi ihtirasına âlet etmek istiyor! Bu zat Ocakları bir siyaset
yuvası haline getirmek sevdasındadır; bu zat Türk gençliğini Ocakların içinde
silâhlandırmak, Ocaklar vasıtasiyle memlekette “Karagömlekliler” ordusu kurmak
iddiasındadır.”
Bütün
salon şiddetli alkışlarla sarsılıyor. Bu alkışlara hayret ifade eden sesler de
karışmaktadır. Müthiş bir fırtına kopmak üzere. Aylardan beri devam eden fitne,
fesat, tahrik, entrika bütün açıklığı ile bir anda meydana dökülüyor. Artık
mücadele başlamıştır. Oynanan facia veya komedyanın baş aktörü, sert adımlarla
kürsüye geldi. Aralarından geçtiği sıralarda oturan delegeler ağır kelimelerle
ona hakaret ediyorlar. Kürsüde bir elini yeleğinin cebine soktu. Bu nasıl bir
hiddet içinde olduğunu gösteriyor! Yüzü sapsarı! Boğuk bir sesle kendisini
savunmağa, daha doğrusu hasmını suçlamağa başladı. Fakat Allah’ım ne kadar
seviyesiz, ne kadar küçük, hattâ ne kadar yakışıksız biçimde! Oturduğum yerde
şaşkınlık içinde donup kaldım. Hakikaten sevdiğim, hastalığımda bana hayat
aşkım aşılamış bu güzel insan neden böyle konuşuyor? Bütün salondan protesto
feryatları koptu. Ona defolup gitmesini haykırıyorlar!
O
bütün bu hercümerç, bu kay ve huy içinde dimdik duruyor, sesler biraz
kesilince, parmağiyle Şeref locasını işaret ederek bağırıyor:
“Neden
gürültü ediyorsunuz? Büyük Reisimiz beni dinlediği halde siz neden tepinip
duruyorsunuz?”
Başlar
geriye çevrildi. Sessizlik bir deniz gibi bir anda salonu kapladı. Gazi,
yanında bazı dostları, yaverleri, locada oturuyordu.
Bu
günden kısa bir müddet sonra Türkocakları kapatıldı, yerini alan Halkevleri’nin
başına da Mersin’in Ocaklı genç doktoru geçip oturdu!
Türk
Ocakları’nm kapatılmasında, bunların günün birinde siyasî bir kuvvet haline
geçmeleri ihtimali de rol oynamıştır denilebilir. Serbest Fırka kurulduğu
zaman vilâyetlerdeki Ocaklıların birçoğunun bu Fırka’ya yazılmış görülmeleri
bu bakımdan haklı bir endişe doğurmuştu.
Burada
çok kısa devam eden başka bir maceraya da temas etmek istiyorum:
Serbest
Fırka kuruldu. İstiklâl Mahkemesi eski âzası genç milletvekilini ilk idare
heyetinde umumî kâtip yerinde görenler bunda bazı mânalar sezdiler. Kulaklarda
birtakım dedikodular vardı. Onun bazı sorumlu insanlarla yaptığı oldukça sert
münakaşalardan bahsediliyordu. Fakat birkaç gün sonra hem umumî kâtiplikten,
hem Serbest Fırka’dan çekildiğini duyanlar önce şaşırdılar, sonra hâdiseler
geliştikçe bu hareketin hangi tesirlerle yapıldığı anlaşıldı. Bu çekiliş
Serbest Fırka’nm daha doğarken ölüme mahkûm edildiğinin ilk işaretiydi!
Dil
etüdleri, mümkün olduğu kadar orijinal olmasına gayret edilen tarih tezleri
arasında geçen uzun bir bekleyiş devresinden sonra bir gece İstanbul’da
Dolmabahçe’de Atatürk’ün sofrasında eski İstiklâl Mahkemesi âzasmm hayatına
yepyeni istikametler verecek bir hâdise oldu. Sofrada Atatürk’ün birisine yapmak
istediği açık cömert ihsana karşı birdenbire isyan etti, bu paranın memleketin
hayır işlerine harcanması lâzım geldiğini hürmetle, fakat acı bir dille
söyledi. Atatürk kendisine sofradan kalkıp gitmesini ihtar ettiği zaman da
“içinde oturduğumuz yer millete ait bir saraydır, gitmiyeceğim” cevabını
vermekte tereddüt etmedi. O zaman herkesin kendisinden çok şiddetli karşılık
beklediği Atatürk, sükûnetle “öyle ise ben giderim” diyerek yerinden kalktı,
sofradakiler takip ettiler. Yalnız Sen Jüst koskoca salonda, koskoca masada
tek başına tâ sabaha kadar, hattâ kımıldamadan oturduktan sonra ilk trenle
Ankara’ya döndü.
Uzun
müddet bir kahramanlık efsanesi gibi anlatılan bu hareket, acaba eski Ocaklı
Doktor’un ruhunda, dimağında doğmuş bir ihtiraslardan kurtulma hamlesi miydi?
Yoksa sıkışa sıkışa nihayet yer ve zamanını bulamadan patlıyan ihtirasların
neticesi mi?
Hiçbir
şey söylemek mümkün değil. Bilinen bir gerçek var:
Ankara’da,
Keçiören’de evine kapandığı andan itibaren aylarca bu dünyada çekilebilecek
mânevi ıztırapların belki de hiçbir romanda, hiçbir hayalde yer alamamış
derecede ağırını hissetti. Her gün Atatürk’e mektuplar yazarak affedilmesini
istedi, intihar edeceğini söyledi. En sonunda bir akşam Çankaya’dan dâvet
edildiğini kendisine söyledikleri zaman sevgilisine koşan âşığın heyecanıyle
hazırlandı. Yine ayni sofrada yerini almak için titreyerek salona girerken
birdenbire birçok kolların kendisini yakaladıklarını, havaya kaldırdıklarını,
tekrar yere kadar indirdikten sonra yine yukarıya fırlattıklarını, bu hareketi
birkaç defa tekrarladıklarını dehşetle gördü. Bu sırada gözleri Atatürk’e
ilişti. Neşe ile gülüyor, “gördün mü insana neler yaparlar, gel yanıma otur”
diye sesleniyordu. Bütün ümitler yeniden önceki renkleri, canlılıkları, parlaklıklarıyla
doğdular. Büyük ada> mm yanından bir daha ayrılmıyacaktı!
Bu gecenin üzerinden az bir zaman
geçti, İstanbul Darülfünununda reform fikri ortaya atıldı. Atatürk, o sırada
Millî Eğitim Vekili olan zatın bu mühim işi başarabileceğinden emin değildi.
Bir akşam Vekile, “hocam siz artık yoruldunuz değil mi?” diye sordu. Sararan
Vekilin cevap vermesini beklemeden, “yerinize kimi tavsiye edersiniz?” diye
ilâve etti, “herhalde.......... .....Beyi!”
Sen
Jüst kendi ismini işitince kıpkırmızı kesildi. Atatürk devam ediyordu:
“Evet,
evet, onu tavsiye ediyorsunuz. Böyle düşündüğünüz için sizi tebrik ederim.”
Eski
Ocaklı Doktor, şimdi Maarif Vekili’dir. Ona verilen büyük vazife Osmanlı
Darülfünunu’nu, zihniyeti, an’aneleri, âdetleriyle yıkmak, yerine Türkiye
Cumhuriyeti’nin Üniversitesini yeni zihniyet, gelenek ve âdetleriyle
kurmaktır. Bu, inkılâpların şekilden ruha, dimağa doğru ilerlemesi hareketidir.
Bu büyük işi idare etmek vazifesini kendisine verenler bilerek bihniyerek ona
muhteşem bir geleceğin kapısını açtılar. Bu kapıdan geçecek, Türk Vatanı’nm
yarınında şanla şerefle parlıyacak!
Onu
bu hülyalar, bu heyecanlar, bu hevesler içinde çalışırken gördüğüm bir günü
hatırlıyorum:
Strasburg’daki
tahsilime ait bir mesele için ziyaretine gittim. Beni gülerek karşıladı, “hâlâ
mı tahsil? Sana etüdiyan kronik (sürekli talebe) diyecekler” diye şakalaştıktan
sonra:
“Çok,
çok meşgulüm. Üniversiteyi kuracağım. Avrupa’nın en büyük, en mükemmel
üniversitesini!” dedi.
Bunları
söylerken gözleri parlıyor, burun delikleri açılıp kapanıyordu.
Birden
sordu: “Baban ne yapıyor?”
Serbest
Fırka macerasından sonra Darülfünun’a profesör olan babamın dersleriyle
uğraştığını söyledim. Garip bir tarzda güldü. Bu, başını öne eğerek
dudaklarının kenarında beliren alaylı tebessümün mânasını babama sorduğum
zaman, “bir işaret,” dedi, “beni Darülfünuridan tasfiye edecekler!”
İhtiyar
Ocaklılar genç arkadaşlarının huyunu, suyunu iyice öğrenmişlerdi.
Darülfünun
ıslahatı bir yandan İsviçre’li profesörün fikirleri, diğer taraftan
Üniversiteyi siyasetin esiri yapmak istiyen zihniyetin direktifleri arasında
bocahyarak ilerliyordu. Eski Darülfünun’dan yeni Üniversiteye profesör tayin
edilebilecek kabiliyette oldukları kabul edilenler arasında siyasî fikirleri
itibariyle devrin idarecilerinden bir kısmının hoşuna gitmiyenler de
bulunuyordu. Bunlar bir siyaset adamının ayni zamanda hem gazete, hem kürsü
sahibi olmasını, iktidarın mutlak taraftarı değil ise zararlı gördüklerini devletin
en yüksek otoritesine durmadan telkin ediyorlardı. Babam, o sıralarda Akın
gazetesini de çıkarıyor, burada daha çok memleketin sosyal realitelerini
anlatan makaleler yazıyordu. Üniversite kurulurken bir kısım profesörler de
siyasetin istemediği insanlar olarak kadro dışına çıkarıldılar. Mersin’in
Ocaklı genç Doktoru şimdi de manevî idamların vasıtası oluyordu.
Fakat,
mukadder olan daha ziyade gecikmiyecekti. Yavaş yavaş onun hakkında birtakım
endişeler, bu endişelerden istifade eden birtakım entrikalar belirmeğe başladı.
Şöhreti hızla, beklenilmiyen bir genişlikte artıyordu. Güzel yüzü, hummalı
hitabetiyle en çok gençler üzerinde derin tesirler yapıyor, ona istikbalin
büyük insanı olarak bakanlar çoğalıyordu. Sent Jüst de kendisinden başka her
şeyi, herkesi unutmuş gibiydi. Hakikî bir cezbe içinde her gün, her dakika,
her saniye varlığını hissettirmeğe çalışıyor, bunun için hiçbir fırsatı
kaçırmak istemiyordu.
İşte,
başdöndüren bu heyecan arasında yeni Üniversitenin inkılâp tarihi
profesörlüğünü de üzerine almak gibi bir gaflete düştü. Halbuki bu kürsüde hiç
değilse ilk dersi inkılâbm büyük başlarından birisi vermeliydi. Türkiye
Cumhuriyeti’nin fikir ve ruh yapısının temeli olsun diye kurulmuş İstanbul
Ûniversitesi’nde inkılâp kürsüsünün asıl profesör ve ilk dersinin sahibi yerine
geçmek affedilmez, hiçbir zaman affedilemez, hatâ oldu. Hele, bu ilk dersi
verdiği gün, bütün Üniversite talebesinin büyük gösteri ve alkışları bu hatânın
ağırlığını daha da arttırdı. Demek ki gafilce hareketiyle yarattığı boşluğun
farkına varılmamıştı. O halde vakit geçirmeden, derhal tedbirini almak,
gafletinin cezasını vermek icabediyordu. Tam bu sırada Vekâlet tarafından
çıkarılan bir dergide Darülfünun reformundan bahseden bir yazının başına, hiç
haberi olmadığı halde yalnız kendi resmi kondu. Onu yemek içjn beklenen fırsat
gelmişti.
İki
gün sonra bir gece yarısı evimizin kapısı çalındı. Gelenler bütün bu ıslahat
hareketleri sırasında Maarif Vekili’ne yardımcı olan, Darülfünun’un iki
profesörü ile Atatürk’e çok yakın bir siyaset adamıydı.[VI] Bu
profesörler ve bu adam babamın kapısını iki seneden, Serbest Fırka kurulduğu
günden beri açmamış eski dostlardı. Onları, elinden hocalığı alındıktan sonra,
gecenin bu geç saatmda karşısında gören babam kendi kendine: “Bir haber var!
Bakalım nedir? Bu geliş beyhude değil!” dedi. Profesörler ayni sözleri, ayni
zamanda söylediler:
“Ahmet
Bey, bu adam zıvanadan çıktı. Seni ve diğer arkadaşlarımızı kadro dışı bırakan
bu insan, şimdi de daha ileri gidiyor, kendisini Üniversitenin başı yapmak
istiyor! Biz buna dayanamayız. Profesörlükten istifa ettik!”
Daha
birçok şeyler anlattıktan sonra gittiler.
Ertesi
sabah bütün gazeteler iki profesörün istifasını büyük puntolarla yazdılar.
Birkaç gün sonra da Maarif Vekili’nin yerini bir başkasına bıraktığını ilân
ettiler.
Bu
ikinci darbeden yaralanan yalnız ihtirasları, hülyaları, emelleri değildi.
Haysiyeti, onörü de çok ağır tokat yemişti. Bütün dostlar bir anda etrafından
çekildiler! Yanında yalnız ailesi ve çocukları kalmıştı. Onlar da bu alev ve
ateşten ihtirasın hüsranını, kırıklığını dindirebilmek imkânından mahrumdular.
Bir
gün öğleden sonra Kalamış’ta çocuklariyle bindiği sandal devrildi. Sular küçük
kızları derinlere doğru çekiyordu. Kendisini denize attı, uzun mücadeleden
sonra çocuklarını kurtardı. Fakat çok yorulmuştu, halsiz evine götürdüler.
Aradan
günler geçti. Bir sabah Cumhuriyet gazetesinde birinci sahifenin altında
küçük bir sütun üzerinde “Acı bir zıya” başlıklı bir yazı ve bir resim gördüm.
Resim Sent Jüst’ü ölüm döşeğinde gösteriyor, altında birkaç satırla da
zatürreden vefat ettiği yazılıyordu.
Beni
ölüm tehlikesi geçirdiğim günlerde sözleri, hikâyeleri, telkinleriyle hayata
kavuşturmağa çalışmış adam daha otuz yedi yaşında yokluğun kucağına düşmüştü.
Ölüm döşeğindeki resmi ona yakışıyordu. Sakalı hafif uzamış, gözleri kapalı
uyur gibiydi. Gerçekten acı duyarak babamın yanına girdim, gazeteyi uzattım:
ölmüş
baba!”
Babam
gazeteyi almadan gözlerimin içine donuk nazarlarla baktı, dudaklarında acı bir
gülümseme, “zaten ölmüştü” diyerek omuzlarını silkti.
İ |
NCE
uzun boyu, geniş omuzları, beyaz yüzü, düzgün kesilmiş kır saçları ile
gözlerimin önünde şimdi. Hemen hemen hiç konuşmuyor. Fakat sırası düşüp de söze
başlayınca ciğerlerinin derinliklerinden gelen kalın, tatlı bir ses İstanbul
şivesinin düzelttiği en güzel Âzerî lehçesiyle size hitap etmekte!
Öldüğü
güne kadar Rize’den Van’a, Kars’tan Erzincan’a koskoca bir memleket parçasının
üstünde onun kadar sevilen, onun kadar sayılan adam azdır. Güzel yüzü, güzel
endamı, güzel sesi ve konuşması ile bütün o iller halkı arasında esatiri bir
çoban gibi yaşadı. Türk milletinin son elli senelik istiklâl mücadelesi
tarihinde bugün çok meçhul, yarın bu mücadelenin bütün hâdiselerini yorulmadan
tetkik edecek kuşaklar için yepyeni bir yüz olarak belirecek bu adam, babamın
en yakın dostlanndandı. Aralarında yaş farkı az. İdeal farkı ise hiç yoktu.
İkisi de Türk’ün istiklâl ve medeniyet kavgası için Türkistan’dan Tuna’ya
kadar uzanan toprak üstünde durmadan çarpıştılar.
Kars’lı
idi. 1293’te bu yüzde yüz Türk şehrinin Ruslara teslimini on iki yaşında gördü.
Aradan ancak on sene geçtikten sonra Ruslara karşı gizli, açık siyasî
hareketlere başladı. Sonra daha sağlam bir döğüşme yeri olarak İran
Azerbaycanı’na geçti. Yanında küçük kardeşi Aydın Paşa vardı. Tebriz’de
hazırladıkları isyanda Tebriz teşkilâtının kumandanı Aydın Paşa şehit düştü.
İkinci
Balkan Harbi başlamış, Büyük Türklük dünyasının son müstakil parçası da
tehlikeye girmişti. O halde her şeyden önce onun imdadına koşmak lâzım!
Yanında
dokuz yüz gönüllü, İstanbul’a geldi. Süvarilerinin başında İstanbul
sokaklarından serhadde giden eski bir Türk Beyi hızı ile geçti ve hayatının en
büyük heyecanlarından birisini de bu yolculukta Enver Bey ile karşılaşırken
tattı. Enver’in ismini bir efsane kahramanı gibi duymuştu. Onun yanında zafer
muhakkaktır diyordu. Yüz yüze geldikleri zaman hayret etti. Dillerdeki adam bu
delikanlı mıydı? Fakat birkaç saniye sonra bir insan karşısında olduğunu
anladı. Bu mahçup yüzde karşısındakine itaat etmeyi emreden çizgiler vardı.
Edirne’ye
giren ilk Türk, emir almasını ve vermesini bilen bu gönüllü kumandan oldu.
Başında uzun kalpağı, süvarileriyle dörtnala sokaklarına daldığı eski Türk
payitahtının (Başkentinin) halis Türk halkı ona gökten inmiş kurtarıcı gibi
hayret, hayranlık, biraz da korku ile baktılar. Gözlerinde intikamını alamamış
bir arslanm ürpertici bakışları vardı. Kaçan düşmanın arkasına, tâ Gümülcine’ye
kadar, Dimetoka’ya kadar düştü. Dur emri kendisine geldiği zaman, “niçin,
niçin,” diye bağırdı, “tâ Sofya’ya gitmek lâzım!”
Ve
emre boyun eğdi!
Birinci
Dünya Harbi başlar başlamaz onu Irak cephesine alay kumandanı gönderdiler.
Askerlik tahsili görmediği halde kusursuz bir harb adamı olduğunu bir kere
daha ispat etti. Bu sefer de yanında diğer küçük kardeşi Haşan Bey bir bölüğün
başı olarak bulunuyordu.
imparatorluk
mağlûp oldu, bütün cephelerde en yüksek kahramanhklarla döğüşe döğüşe yıkıldı.
Büyük Türklük idealinin harabesi karşısında kalbi derin bir ıztırapla dolu.
Türk ordusu tarafından kısa bir müddet için geri alınmış Kars’a geldi. Şimdi
onu Türk tarihinin çok ehemmiyetli bir devresinde, çok ağır bir fırtına
bekliyordu. Mondros Mütarekesi’ne göre Osmanlı orduları eski TürkRus hududuna
çekilecekti. Bu bütün Kars ve civarını, Türk ve Müslüman halkını her tehlikeden
önce Ermeni işgaline, hattâ katliâmına açık bırakıyordu. Derhal teşkilât
kurmak, icap ederse yeni bir Türk devletinin temelini atarak müdafaa
tedbirleri almak lâzımdı. O, aksini düşünecek adanı değildi. Ölünceye kadar
döğüşecek, son damla kam akmadan vahşetin ve ihtirasın seline vatan
topraklarını kaptırmıyacaktı.
Harekete
geçti. “Şûrayı Millet” namiyle topladığı millet meclisi “Cenubi Garbi Kafkas
Hükümeti Muvakkatai Milliyesi” (Güney Batı Kafkas Geçici Millî Hükümeti) ni
kurdu. Kendisi bu küçücük devletin başı idi. Kardeşi Haşan Bey de Millî Müdafaa
Vekili!
Yeni
devlet kısa zamanda Hopa, Çoruh gibi Kars’ın yanındaki toprakları da hudutları
içine aldı. Hattâ daha ileri, gitti. Ermeni kuvvetlerini şiddetle mağlûp
ederek, Nahçıvan’m bir kısmına, Gürcülerle kanlı bir çarpışmadan sonra da Batum
ve Ahıska’ya girmeğe muvaffak oldu.
1919’da
İngiliz askerleri Batum’a ve Kars’a geldiler. Elindeki kuvvetlerle bunlara
karşı koyamayacağını anlıyan hükümet reisinin bu hazin netice karşısında tek
tesellisi yüzbinlerce Türk ve Müslümanı Ermeni katliâmından kurtarmış
olmasıydı. Hiç olmazsa şimdi bu halk medenî bir mîlletin elinde idi.
Ingilizler,
Türkiye’de mukavemet hareketi yapabilecek ne kadar insan varsa, kabil olsa
hepsini toplayıp Malta’ya veya başka yerlere götüreceklerdi. Bu kararla
ellerine geçeni yakaladılar. Kısa zamanda bir devletin temellerini atmış adamı
elbette bırakamazlardı. Onu da, kardeşini de Malta’ya sürdüler! Orada babamla
gece gündüz beraber geçen iki senesi var. Hapishanenin soğuk, taş odalarında
dostluk, vefa, âlicenaplık gibi mefhumların acı, tatlı hâtıralariyle dolu iki
sene!
Esaretten
kurtulduktan sonra babamla karşılaştıkça, bu hâtıralardan uzun uzun
bahsederler, kâh koskoca bir imparatorluğun kaderini idare etmiş bir kısım
politika adamlarının bu kadar hiç olmaları karşısında duydukları hayreti, kâh
yaşadıkları hayatın gülünç yanlarını, bazan da yine orada bütün faziletleriyle
tanıdıkları insanların kendilerinde bıraktıkları hayranlığı birbirlerine
anlatırlardı.
Malta’dan
do'ğru Kars’a gelerek 1922’de Belediye Reisi oldu. Gazi, kendisini ilk gördüğü
an sevdi. Maceralarını yakından biliyordu. Karşısındaki adam ince çndamı,
güzel başı ile bu maceralara lâyıktı.
Dünyanın
her yerinde politika hayatında tezvirler, isnatlar, iftiralar, dedikodular bol
bol kullanılan silâhlardır. Fakat Doğu’da ve Doğu’nun tesiri altındaki
memleketlerde politika çekişmesi hemen hemen yalnız bunlarla yapılır.
Eski
Kars Geçici Hükümeti kurucusu, şimdiki Kars belediye reisi de bu silâhlara
hedef oldu. Ankara ona yavaş yavaş şüphe ile bakmağa başlıyordu. Bu şüpheler
onu belediye reisliğinden uzaklaştırılacak kadar da kuvvetlendi. Nihayet Serbest
Fırka macerası başladı. Dostu, çok sevdiği Ağaoğlu Ahmet Bey’den gelen bir
telgraf üzerine Kars’ta Serbest Fırka’yı kurdu. Fırka hızla büyüdü. Kısa
zamanda hemen hemen bütün Kars, Serbest Fırka reisinin etrafında toplanmıştı.
Fakat
üç ay geçmeden Fırka kapandı. Düşmanları bu sefer bütün kinleri, gayzlariyle
meydana atıldılar. Gençliği Ruslarla boğuşarak geçmiş, Edirne’yi geri alan
kuvvetlerin ilk taburunda gönüllü kumandan, yüzbinlerce insanı Ermeni
katliâmından kurtaran adam, Millî Mücadelenin ilk mukavemet cephelerinden
birini bir devlet şeklinde kuran vatanperver, Ağrı isyanının tahrikçileri
arasında gösterilerek, Vekiller Heyeti karariyle Batı vilâyetlerinden birinde
oturmağa mecbur edildi. Ermeni süngülerinden kurtardığf şehirden kendi
vatandaşları tarafından çıkartılması çok gücüne gidiyor, bunu ölümden beter
felâket olarak karşılıyordu.
Vekiller
Heyeti kararma göre Ankara’yı tercih etti. Bundan maksadı kendisine yapılan
iftiraları anlatmak, hakikati meydana çıkarmaktı. Bunda da muvaffak oldu,
Kars’a dönmesine izin verildi.
Şimdi
artık tek arzusu bu baba yurdundan ölünceye kadar ayrılmamaktı. Elinde maddî
hiçbir şey kalmamıştı. Fakat mânevi zenginliklere sahipti. Ağrı dağının
karşısında onun kadar azametli, temiz, her yandan esen fırtınalara karşı koymuş
ruhu ve hâtıralariyle başbaşa yaşayacaktı. Nasıl olsa bir ekmek parası
bulabilirdi. Bir gün kendisine Kars hayvan borsasında yüz lira maaşlı muamele
memurluğu teklif ettikleri zaman sevinerek kabul etti. Eski Kars geçici
hükümetinin reisi için şimdiden sonra her vazife, Kars’ta kalmak, bu şehirden
ayrılmamak şartiyle farksızdı.
Hâtıralarıyla
yaşamağa başladıktan sonra içinde bir arzu belirdi. İstiyordu ki, bu vatanın
kurtuluş mücadelesinde oynadığı rol, gördüğü iş unutulmasın! Halbuki daha
şimdiden Millî Mücadelenin Şark Cephesi tarihi Karabekir Paşa ile başlıyor.
Karabekir’i çok seviyordu. Ama kendisinin de bu tarihte yeri vardı. Bu yerin
tanınması hakkı idi.
Bu
arzuya kapıldığı zamanlar sandığını açıyor, küçük sedef bir çekmecede saklı
bir bayrak ve bir mührü çıkararak saatlerce bakıyor, onların hafızasında
canlandırdığı hâdiseleri, harpleri, endişeleri, ümitleri, heyecanları
hatırlıyor, hazan başım sallıyor, bazan gülümsüyor, bazan ağlıyacak gibi
oluyordu. Bayrak Kars geçici hükümetinin bayrağı, mühür bu hükümetin mührüydü!
Nihayet
kararını verdi, bunları Ankara’ya götürecek, inkılâp enstitüsüne teslim edecek,
bu suretle de kurtuluş ve inkılâp tarihinde yerini alacaktı.
Enstitüde
onu soğuk bir nezaketle karşıladılar. Söylediklerini karşılık vermeden
dinlediler; emanetlerini lakayt tavırlarla aldılar.
O,
kendisini donuk bakışlarla süzen ve dudaklarında belli etmemeğe çalıştıkları
istihza tebessümleri ile, “teşekkür ederiz” diyerek kapıyı gösterenlerin
yanından ayrılırken hayatla son bağlarının da kopmuş olduğunu gördü. Boğazına
bir yumruk tıkanmıştı. Nerede ise olduğu yere çökecek, hıçkıra hıçkıra ağlıyacaktı.
Geçen bir otomobile işaret etti, kaldığı otelin ismini söyledikten sonra
gözlerini kapayarak mırıldandı:
“Artık
ölmeliyim! ” En Genç Ama En Vefasiz Arkadaş!
O |
NU
Aşina Yüzkr’de “Pikasso”nun modellerine benzetmiştim. Belki biraz insafsız,
biraz hırçın bir ruh haliyle böyle yazdım. Kader babamın benden çok yaşlı,
babamdan çok genç bu arkadaşım hayatının en hareketli, hattâ tek hareketli
devresinde ve bir siyasî kadroda benimle yanyana getirmişti. Bu yıllarda bazı
davranışlarından şikâyetçi idik. Fakat birçok iyi günleri de beraber
yaşamıştık. Fena günler daha çok uzak ufuklarda belirmeğe başlar başlamaz
hepimizi bırakıp gitmek için fırsatlar aramış, bulur bulmaz da bırakıp
gitmişti. Felâket saatlarımızı da gönül ferahlığıyla karşıladığını duymuştum. Bütün
bunlar ona karşı ruhumu, kalemimi sertleştirmişti. Aşina Yüzler’i
yazdığım zaman yaşıyordu da. Şimdi ölmüştür. Onu babamın arkadaşlarından biri
olarak hatırlıyabiliyorum. Bu kanal kalbimi, hislerimi yumuşatıyor ve bu
satırları yazarken gözlerimin önünde İstanbul’un Sultan Ahmet Camii
eteklerinde, deniz kenarında bir ev canlanıyor. Etrafı yüksek duvarlarla
çevrili geniş bir bahçe içinde tahtadan, iki katlı, pencere ve balkonlarından
Marmara’nın alabildiğine açıldığı bir ev. Küçük bir odada annem evin hanımıyla
konuşurken ben yerde renk renk, boy boy, pırıl pırıl zıpzıplarla oynuyorum. Birden
kapı açılıyor, içeri giren genç bir adam anneme selâm verdikten sonra önümde
durarak dudaklarında tatlı bir gülümseme “Samet, Samet” diyor, “ben senin
yaşında bu zıpzıplarla oynadım. Ama tekini kaybetmedim. Eğer kaybedersen
kulağını çekerim!”
Başımı
kaldırıp bakıyorum. Biraz uzun beyaz yüzü, kumral saçları, uçları aşağıya
çekik gür kaşları, açık yeşil gözleri var. Yanakları, dudakları pembemsi.
Kısaya yakın boyu ve zayıf vücuduyla ne kadar genç duruyor. Halbuki o babanım
en yakın arkadaşlarından biridir. Sonra yine o kadar genç ki bana hiç çekinmek
hissi vermiyor. Yanında rahat rahat oynıyabiliyorum.
Babamın
bu arkadaşını, birkaç yıl geçerek tarih kitaplarında resimlerini göreceğim çok
meşhur bir Osmanlı Sadrazamına benzeyen annesini, ablalarımla arkadaş, beyaz
yüzlü, ince sesli kızkardeşini seviyorum. Bahçenin bir yanındaki kale
üstünden denize bakmak hoşuma gidiyor. Biri siyah, biri beyaz bol tüylü, parlak
gözlü iki iri kedi var ki sofraya oturduğumuz zaman onlar da masanın iki
başına konulmuş geniş ve yaygın çiçek vazolarına benzeyen yerlerine serilip
yatıyorlar. Bir de evin bütün insanlarını tanıyan ve günün belli saatlarında
toprak altından çıkarak bahçedeki çeşme önünde güneşlenen ihtiyar bir
kaplumbağa.
Evet,
bu evi, insanlarını, kedilerini, kaplumbağasını, zıpzıplarını, kalesini ve
denizini seviyorum.
Hayalim
birden Büyükada’ya atlıyor. Babamın arkadaşı ve biz çamlar arasında yanyana iki
küçük evde oturuyoruz. Mehtaplı gecelerde iki aile beraber geziyoruz. Bu
gecelerin şarkı ve şaka ile dolu mavi aydınlığının hasreti içimde hâlâ var.
Mütareke
yılları. Babam Malta’da esir. Annemle birçok
defa akşamdan gelerek İstanbul’daki
evde kalıyoruz. Sabaha karşı annem kaleden sulara, bir şişe içinde bir mektup,
çocuklarının babasını bir an önce göndermesi için Hazreli Ali’ye bir mektup
atıyor! Fakat bu yıllarda babamın arkadaşını ancak biz onlara gittiğimiz zaman
görüyorum. O bize eskisi gibi gelmiyor artık. Büyüdükçe farkına varıyorum, ailesinin
değil, kendisinin babamla ve bizlerle yakınlığı babamın siyasî hayattaki iniş
ve çıkışlarına göre ayarlı. Yalnız bize değil, İttihatçı bütün dostlarına
karşı, Ziya Gökalp’e karşı da öyle. Onun bu davranışı babam ölünceye kadar
değişmedi. Zaferden sonra babam ikbaldedir. Bu arkadaşı da hep yanında. Babam
gözden düşmüştür. O da meydanda gözükmüyor! ■
Burada
biraz Aşina Yüzler’e döneceğim. Ama bazı kelimeleri değiştirerek. O
kelimelere bu kitapta lüzum yok. Şimdi karşımda duran sadece babamın
arkadaşıdır:
“Boyunu
biraz büyütmek için ayakkabılarının ökçelerine gizli katlar yerleştirmek
yerine, başını ince çenesi yukarıya kalkacak şekilde dikip, göğsünü şişirerek
yürüyen bu adamın yüzü, bir türlü ihtiyarlamıyordu. Daha yirmi yaşında şair
olarak basın dünyasına ayak bastığı gün nasılsa, daha yirmibeş yaşında
üniversite kürsüsü basamaklarını tırmanırken, otuz beş yıl sonra tek parti
devrine son vermiş yeni bir partinin kurucuları arasına girerken de hemen hemen
aynıydı. Küçük, uzunca, beyaz yüzde açılmış açık yeşil gözleri, sivri çenesi,
uçları düşük kaşları ile, susmuş dururken hiçbir mânâ taşımayan bu baş
konuşmağa başlar başlamaz şaşırtıcı, oldukça da yapma bir samimilik rüzgârı
ortalığı sarıyor, konu ne olursa olsun, bilgi, politika veya şakalar hep bu
rüzgârın, bu havanın içinde kalıyordu. Bu görünüşü, ruhunu sarmaşıklar gibi
çevirmiş gurur ve övünmelerin birbirine karışmasından doğuyordu. Gururlu idi,
anasının kökü bir büyük Osmanlı vezirine dayanıyordu çünkü! Bu kök, isterse
bazılarının iddia ettiği yolda uydurma olsun, bir gerçek var ortada. Asil bir
otorite ile evine, erkeğine ve oğluna her zaman hâkim ananın yüzü, o vezirin
tarih kitaplarına geçmiş, müzelerde asılı resimlerini daha ilk bakışta
hatırlatıyordu. Sonra tarih bilgisinin bir kolunda tanmmışlığı memleket
sınırlarını aşmış, dünyanın bellibaşlı üniversitelerinin şeref doktoru olmuş,
kitapları ile Doğu ve Batı’nm isim yapmış bilginleri arasına girmişti.
Övünmesinin
de kaynakları var: Çok genç çağında, kendinden on, onbeş yaş ileride siyaset,
edebiyat, fikir adamları içine karışmış, her devrin hâkimleri bu “hârika
çocuğu” hayranlıkla koruma kanatları altına almışlar, sofralarında,
toplantılarında bulundurmuşlardı. Bunun ötesinde de kendini beğenmiş görünmek
istemiyor, bu görüşünü, üstüne, babacanlık örtüsünü sererek gidermeğe
çalışırken, bu sefer de gerektiğinden fazla samimî insan halini alıyordu.
İttihat
ve Terakki yıllarının en genç fikir adamıdır. Zamanının Talât Paşa’dan Doktor
Nâzım’a kadar büyük politik nüfuzları, memleketin övülmeğe lâyık yıldızlarından
biri diye kucakladılar onu. Devrin mürşidi Gökalp’in kucağından inmedi. Kaderi
imparatorluğun bu son idarecilerine öylesine bağlı görünüyordu ki Birinci Dünya
Savaşı’nın felâket çanlarıyla beraber, onun da birçokları gibi tutulmasını,
hapislere atılmasını, Malta’ya sürülmesini bekleyenler, ancak iki haftalık
Bekir Ağa Bölüğü misafirliğinden sonra, serbest bırakılmış olmasının
sebeplerini araştırmağa daha vakit bulmadan, dünkü sevgili ağabeyleri
İttihatçılar aleyhinde ötede beride söylediklerini işittiler. Biraz sonra da,
üniversitede bırakıldığını, Rıza Tevfik, Cenab Şahabettin gibi İttihatçı
düşmanı profesörlerle sıkı fıkı olduğunu görerek şaşkınlık içinde kaldılar.
Mütareke
yıllarında, İstanbul’un mavi göğünü örten matem bulutlarına hep
serinkanlılıkla baktı. Dili o günlerin si-
yası üslûbuna hemen uymuştu. O da
sevmediklerinden “Zırtaporlar, hıyarlar, kabaklar, muşmulalar” diye bahsediyor,
en ağir küfürleri, en açık saçık imaları, İstanbul argosu ile kekelemeden
savuruyordu. Bu biçim konuşmayı öyle benimsedi ki, artık bir daha dönemiyecek.
Bu konuşma biçiminde Türkiye’nin bir çeşit ilk dil eksistansiyalistlerinden
biri olacak!.. ,
O
karanlık devirden bıraktığı hâtıralar arasında unutulması güç olanlar da var.
İstanbul
Üniversitesi öğrencileri Millî Mücadele aleyhinde çalışan profesörlerini
protesto için ayaklandıkları zaman karşılarına yarı tehdit, yarı öğütle
çıkanlardan biri de bu çocuk yüzlü adam!..
Anadolu
zaferini kazandı. Yeni devletin kurucuları, memleketin bütün değerlerinden
faydalanmayı düşünerek birçoklarının kusurlarını görmemiş davrandılar. Bu
sefer de Ankara’nın kalpaklı, çizmeli, idarecilerinin yanında. Hem yaşı henüz
otuzun altında bir bakanın müsteşarı olarak!
Fakat,
Ankara’nın ne havası, ne insanları İstanbul’a uyuyor. Orada ufuklar şimşekli,
yüzler, bakışlar, sesler de zaman zaman ürkütecek derecede sert ve asık.
Şakaklarında vuran kanda, dedesinin, “Dikkatli ol, bir yana çekil,” diyen
fısıltısını duyuyor, yaklaşan inkılâpların fırtınası başlamadan, İstanbul’un
sessiz, bin bir renkli kıyılarında, kitapları, açık saçık konuşmaktan hoşlanan
dostları, her birini bir yönden sevdiği kız, erkek öğrencileri arasında bir
süre daha beklemeyi tasarlıyor! Kaçmak için gözlediği fırsatlar da gecikmiyor,
Marmara’ya bakan bir kale içinde kurulu kütüphanesinin loş serinliğine
uzanıyor..
Ankara,
inkılâpları isyanlar, İstiklâl Mahkemeleri, sehpalar arasında yapıp bitirdi.
Şimdi sıra bilgi konularında ve en başta da dil ve tarih kavramlarında
inkılâpçılığa gelmişti. Askerlerin, kalpaklı, poturlu sivillerin bilginin
sınırlarını pervasızca aşmalarına önce şaşırdı. Arkasından, bir zamanlar Enver
Paşa’nm da, daha küçük çapta, bu işlere heveslendiğini, fakat bazı profesör ve
edebiyatçıların, “Her iş ehlinin elinde,” parolasıyla karşı koymaları yüzünden
vazgeçtiğini hatırladı. Bu örnekten aldığı cesaretle, yapılmak isteneni
kulaktan kulağa fısıltılarla tenkide girişti. Bununla da kalmıyarak kendisine
inanmış bazı genç asistanlarını öne sürmek suretiyle bir çeşit gerilla harbine
yeltendi.
Fakat
Mustafa Kemal, Enver değil.. Tuttuğunu koparmak için her zaman başarı ile
uyguladığı metodları var. Üstüne parmak bastığı işde tanınmış fikir ve sanat
adamlarını ileri sürdüğü tezin eciri hâline getiriyor. Buna razı olmalarını her
yola baş vurarak, meselâ Mütareke yıllarındaki tutumlarını hatırlamamış
görünmek suretiyle sağlamağa çalışıyor, dayattıklarını görünce, kendileri gelip
ellerine, ayaklarına kapanmcaya kadar yüzlerine bakmıyor! Dil ve tarih konularında
da böyle yaptı. İyi biliyordu, İstanbul Üniversitesi’nin bu pek meşhur
profesörü günün birinde inadından dönecek! Politikacıların sofralarında
sarıksız fetva emîni tavrı ile oturmağa alışmış insan, kendi sofrasının
çekiciliğine elbette dayanamıyacak! Onu, öne sürdüğü genç insanları birer
fıskiye ile yıktıktan sonra, herhangi bir fikir ve bilgi adamını değil,
görünüşte elbiselerini sivilleştirerek vazifelerini mebusluğa çevirdiği,
gerçekte ise yaverliklerinden ayırmadığı bazı askerleri araya koymak suretiyle
yanma çağırdı. Kısa bir süre içinde Çankaya köşkünün figüranları arasında yer
alarak aynı hızla mebus seçildi. Devletin resmî işleri arasına giren dil ve
tarih tezlerinin ateşli savunucularmdandır artık! İstanbul Üniversitesi’nin
yeniden kuruluşunda, şu veya bu profesörün kaderini belirten gizli bilgilerin
sahiplerinden biri de o! Bütün bu işleri Ali Kemal’den hâtıra küfürler,
sözler, açık saçık hikâyeler, bazan da gözlerinin yeşilliğini örtecek kadar
çatık kaşlar arasında görmekte. Üniversite konularında aldığı işaretlere göre
kusur sahiplerini, aralarında bakanlar da var, medenî cesaret gösterileriyle
açıklayıp suçlamakta...
Atatürk’le
İnönü’nün arası açıldığı zaman, damarlarındaki kan onu uyarmakta gecikmedi. Bu
kan, birincisinin kudretinden, İkincisinin inadından korkması gerektiğini
hatırlatıyordu. Atatürk’ün ölümü sıralarında, Halkevleri dergisinde köşeye
çekilmiş, yanyarıya unutulmuş bir insan tutumunu alabilmişti. Gerçekte ise
“Devri lsmet”i hasretle beklediğini İnönü’ye çoktan duyurmuştu! Millî Şef’ten
güler yüz bulamadı. İsmet Paşa’nın insanlara güvenme ölçüleri kendine göre.
Çevresinin birinci halkasına alacaklarını Çakırcah usulü ile seçiyor, tehlikeli
günlerin imtihanlarından geçmiyenleri oraya sokmuyor. Devletin başına kayıtsız
şartsız kudretle geçtiği günden kısa bir süre sonra patlayan İkinci Dünya
Savaşı, iç politikada yer kapma yarışının hızını iyiden iyiye azaltmıştı. O
halde Birinci Dünya Savaşı’ndan bu İkincisine aynı çocuk yüzü ile gelebilmiş
profesör politikacıya, Meclisin bilardo masası, açık şakalar, hikâyeler,
kulaktan kulağa dedikodular arasında kurulmuş köşesinde gününü beklemekten
başka yapacak iş kalmıyor!
Savaşın
Avrupalı diktatörleri ezmesi ihtimali kuvvetlendiği zaman beklediği an da
gelip çattı. Türkiye zaferi paylaşan iki rejimden birine uymak zorunda. Ya sağ
demokrasiye, ya. sol âleme katılacak. Tarihin gösterdiği yön sağda uzanıyordu.
Tek parti devri yerini çok partili düzene, belki Halk Partisi de iktidarı yeni
kurulacak bir partiye ve başka insanlara bırakacak..
Biri
Atatürk’ün son başbakanı, İkincisi Millî Mücadeleden bu yana, milletvekili,
İstiklâl Mahkemesi üyesi, Halk Partisi grup başkan vekili, vâli olarak
hâfızalarda çeşitli hâtıralar bırakmış bir isim, üçüncüsü onbeş yıldan beri Mecliste,
fakat parti ve hükümette sorumluluk almamış, eski
bir
aileden gelen henüz genç sayılabilecek yaşta, fazla tanınmamış idealist bir
Anadolu çocuğu ile birlikte Demokrat Parti’nin kurucularından olmak için fazla
düşünmedi.”
Bundan
sonrasını bırakarak ona yine babamın arkadaşı diye bakmıyorum. Hayatının geri
kalan macerasıyla bu arkadaşlığın hiçbir ilgisi yok. Yalnız son bir yaprak:
1946
yılında Ticaret Bakanlığında İç Ticaret Umum Müdürü idim. Karar vermiştim,
memurluktan çekilerek Demokrat Parti’ye girecek ve memleket hizmetime bu yolda
devam edecektim.
Haziranın
son günlerinden birinde Süreyya ablam Bakanlığa beni görmeğe geldi, “Samet,”
dedi, “siyasete atılmanı uygun görüyorum, Demokrat Parti’ye girmeni de. Ama (babamın
bu en genç arkadaşının ismini söyledi) onun ne kadar vefasız olduğunu bilmiyor
musun? Dikkat et, gün gelebilir şimdiye kadar öteki dostlarına hep yaptığı
gibi sizleri de bırakıp gidebilir. Güvenilmez ona, güvenilmez ona!” Azap Kapisi
HAFIZAMDA
babamın bu erkek arkadaşları arasına girmiş yüzü şafak renkli bir kadın
beliriyor. O yıllarda bu yüz böylesine beyaz mıydı gerçekten? Belki de
saçlarının sıkı sıkıya sarılmış siyah örtüsü onu böyle gösteriyor. Babamın
kitaplığında İlâhi Komedi’nin sık sık alıp baktığım kara kalem resimli
sayısındaki “Beatris”e ne kadar benziyordu. Sonra bu yüze uygun, göğsün
derinliklerinden kopup gelen ince, ama canlı, kelimeleri birer birer söyliyen
bir ses!
Çocukluğumun
bu uzak sahillerinde bıraktığım arkadaşlarım var. Bunlardan ikisi onun oğullarıydı.
Molla Gürani’deki evimizin bahçesinde saklanbaç oynadığımız günler yarı
karanlık odunlukta nefeslerimizin heyecanla solumasını hâlâ işitir gibiyim!
Ne
garip, bu şafak yüzlü kadının kocasından o sahillere kadar inen en ufak bir
çizgi yok hâfızamda. O günlerden hatırladığım sadece kendisi ve oğullan. Aradan
çok uzun yıllar geçtikten sonra anlayacaktım ki zaten o kocanın kişiliğini
yapan bu kadının sanatkâr elleriydi.
Annemin
de dostu idi. Ama erkekler arasına annemden de, babamın öteki arkadaşlarının
hanımlarından da daha çok karışan o. Bu sebepsiz değil. Dergi ve gazetelerde
çıkan yazıları, bir biri arkasına yayınlanan Batı anlamındaki romanları,
memleketin sosyal dâvalarında giriştiği idealist teşebbüsleriyle bu sahalarda
isim yapan nice erkekleri çoktan geçmişti. Bunların yanında kadın hakları
dâvasını pervasız savunması yer alıyordu.
Şimdi
bu satırları yazarken Bayazit’te Türkocakları sahnesi gözlerimin önüne
geliyor. Bu kadın, yüzü yine şafak kadar beyaz, yine siyah başörtüsü saçlarını
sıkı sıkıya örtmüş, sahnede konuşuyor. Biraz sonra yazdığı bir piyesi yüzde yüz
Türk kız ve erkekleri oynıyacaklar. Sonra hemen hemen heceliyerek okuduğum bir
kitap hatırlıyorum. Devrin mürşidi Gökalp’m sihirli tesiriyle yazılmış,
yıkılmak üzere imparatorluğun kurucusu Türk’ün hasret feryadı bir kitap:
“Yeni
Turan, güzel ülke
Söyle
sana yol nerde?”
Bu
yolu kısa bir zaman sonra milletin en felâketli günlerinde yüzbinlere
gösterenlerden biri olacak:
İstanbul,
İzmir, Adana düşman çizmesi altında. Babam Malta’da esir. Annem elimden tutmuş,
İstanbul’un Fatih’ten Sultan Ahmed’e kadar meydanlarına koşuyoruz. Simsiyah bir
insan kalabalığı yerine göre belki yirmi, belki yüzbin, bir kürsünün çevresini
sıra sıra çevirmiş. Kürsüye çıkan erkekler uğultular arasında kendilerini yarı
yarıya dinletebiliyorlar. O, babamın bu kadın arkadaşı gözükür gözükmez
ürpertici bir sessizlik. Dinliyorlar, dinliyorlar. Son sözlerine gelmiştir,
haykırıyor:
“Boğuşacağız.
Sonünda belki yıkılacağız. Ama bu öyle bir yıkılma olacak ki bütün dünya altında
ezilecek!”
Kalabalık
bu sözleri tekrarlıya tekrarlıya yollara düşüyor.
Bir
yaz akşam üstü oturduğumuz Şehzadebaşı’nda Hacı
Akif
Paşa konağının geniş bahçesindeyiz. Annem, kardeşlerim, birkaç misafir var.
Hanımlardan biri gazete okuyor. Harp Divanınca idamlarına karar verilmiş bir
kısım İttihatçıların listesi. Aralarında babamın bu kadın arkadaşı da var.
Hâtıralarım
buradan Ankara’ya, Keçiören bağlarına giderken Kalaba köyünün karşısındaki
Kırmızı köşke atlıyor. Birçok akşam üstleri babam oraya uğrar, bazan da yanında
ben olurdum. Bu evde babamın bu kadın arkadaşı oturuyordu. Kocası Birinci
Büyük Millet Meclisi’nin ikinci başkanı. Kendisi pantolonlu ve ayaklarında
çizme bir onbaşı. Ama başı yine siyah bir örtü ile sımsıkı sarılı. Yüzü yine beyaz,
sesi yine hâkim!
Zaferden
sonra tâ dokuzuncu Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar hafızamda5
ona ait yalnız hikâyeleri, romanları ve geçirdiği macera var. Evde ondan ve
kocasından sık sık konuşuluyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa ile araları yavaş
yavaş açılmıştır. Bu ayrılmada sadece hisler değil, biraz da fikirler rol
oynuyor. Mustafa Kemal kfendisiyle Millî Mücadelenin öteki başları arasına
mesafeler koydukça yakın arkadaşlarının bir kısmı yavaş yavaş kopuyorlar.
Mustafa Kemal bu uzaklaşmayı “inkılâp arkadaşlarımın idrakleri sınırını aştıkça
benden ayrıldılar” diye anlattı. Fakat gerçek yüzde yüz bu değil, işte babamın
bu kadın arkadaşı da, kocası da ne hilafetçi, ne saltanatçı, ama devlet
idaresinde halk iradesinin samimî taraflısı idiler. Onları “Terakki Perver
Cumhuriyet Fırkası”na iten belli başlı sebep bu. Yine bu sebeple Atatürk’den
uzaklaşmak öyle bir dereceye geldi ki günün birinde memleketi bırakıp
gittiler, tam onbeş yıl, Atatürk ölünceye kadar.
Bu
uzun gurbet yolculuğundan döndükleri zaman ikisi de Üniversite kürsülerinde,
çevrelerinde toplanmış yeni kuşaklarla haşır neşirdiler, ikisi de oldukça
değişik yeni fikirlerin müjdecilerindendi. Bu fikirlerde kalbin derin köşelerine
sinmiş ağır kırgınlıkların izleri beliriyor. Maddî sıkmtılarla, vatan
hasretiyle, memlekette arkalarından uydurulmuş çeşitli dedikoduların yarattığı
acılarla geçen uzun yılların ruhlarında yarattığı ekşiliği sözlerinde,
yazılarında gizliyemiyorlar. Gizliyemiyorlar ama, Üniversite toprağına, çok
daha sonraları tehlikeli şekilde filizlenip yeşerecek fikir anarşisinin
tohumunu da belki istemeden atmış oluyorlar!
Demokrat
Parti kuruldu. İkisi de yeniden siyasî hayata girmek hevesine kapıldılar. Bu
heveste geçmişin bir çeşit intikamını almak hissi en çok kocasında belirdi.
Kendisine her iki partice yapılan tekliflere karşı yine her iki partiden aynı
zamanda aday gösterilmek şartını ileri sürdü. Memleketin Siyasî hayatına
partiler üstü bir hakem olarak katılmak istiyordu. Karısı ise yadırganmıyacak
yolu seçerek Demokrat Parti listesinden müstakil aday olmayı kabul etti.
Birinin teklifi her iki partice reddedilerek öteki Meclise girdi. Onunla belki
yirmibeş yıl sonra karşılaştığımız yer de Meclis koridorları!
Bana
çocukluğumdaki gibi “Samet, yavrum” diye hitap ediyordu. Parti liderlerinden
uzak duruyor, daha çok Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelmiş yeni insanlarla
konuşuyordu. Fakat bu genç taşra avukatları, ilçe eşrafı, yeni kuşakların
heyecanlı yazarları, doktorları ismini daha çok romanlarından bildikleri,
yüzünü ilk defa gördükleri, beli biraz bükük, tatlı sesli ihtiyar kadının ne
konuşma üslûbunu, ne fikirlerini kolay kolay anlıyamıyorlar. O da bu Meclis
arkadaşlarını duruşu, yüzünün çizgileri, bakışlarıyla yadırgar gibidir.
Nihayet günün birinde kürsüde ağzından bir cümle fırlıyor:
“Bir
tesadüfle aranıza düştüm!”
“O,
bu ne demek” haykırışları, ayak patırtıları, sıra kapakları gürültüsü arasında
konuşmasını acele acele bitirerek salondan çıkıyor.
O
günden sonra biraz hırçın ve hiddetlidir. Demokrat iktidara yapılan çoğu
dedikodulardan örülü tenkitlere kulak veriyor, bir zamanlar kendisi hakkında
yapılmış bu çeşit sayısız iftiraları unutmuş gözükmekte, her söylenene hemen
inanıyor.
Bir
gün Meclisin meşhur merdiven altında yanıma geldi. Yüzü asık:
“Hiç
senden beklemezdim Samet,” diye başladı, “sen Tepebaşı’nda bir piyesin
oynanmasını yasak etmişsin! Olur mu böyle iş! Baban hesabına üzüldüm.”
Şaşırdım:
“Nedir?
Böyle bir şeyden haberim yok.”
Anlattı.
Tiyatroda bir piyes henüz kontrol komisyonundan geçmediği halde oynatıldığı
bahanesiyle polisçe yasak edilmiş. Emri ben vermişim. Bunu da kendisine bir
hanım söylemiş.
Böyle
bir karârdan haberim olmadığını, Başbakan yardımcısının vazifesiyle ilgili
bulunmayan bir hareket olduğunu söyledim. Ama yüzünden bana inanmadığı okunuyordu.
Birkaç zaman sonra bu haberi kendisine getiren hanımla bir yerde rastlaştım. O
da bilmem kimden duyduğunu, tahkik etmeden söylediğini anlatarak “Sizin hiçbir
karışmanız olmadığını öğrendik” dedi ve özür diledi.
1954
seçimlerinde artık Mecliste değil. Yine Üniversite’de, hem daha ekşimiş bir
ruhla. Bir daha karşılaşmadım babamın bu arkadaşıyla. Ben Yassıada’ya
götürüldükten sonra ablam Tezer’le sık sık buluşmuşlar. Hep beni ve bizleri
soruyormuş. Ölümden kurtulduğuma çok sevinmiş. Kayseri’ye bana ve arkadaşlarıma
kitaplar ve en son yayınlanmış kitabını göndermek için hazırlanmış. Sağlığı
bozuluyor, vücudu ihtiyarlıyormuş. Biraz da hafızası. Bazan hâdiseleri
karıştırıyor, durup dururken bahisten bahise atlıyormuş. Ama san’at heyecanı,
sanatkâr ruhu hep ayaktaymış. Son romanını da hastalığından duyduğu maddî
ıztırazlar üzerinde yazıyormuş! İsmini “Azap Kapısı” koyacakmış!...
KısMi Sİyasî Müdürü
İSTANBUL
Polis Müdürlüğünün dar, karanlık koridorunun sonundaki kapıdan babamla beraber
girdiğimiz zaman bizi karşılamak için ayağa kalkan adamı görünce bir adım
gerilediğini çok iyi hatırlıyorum. Askerî müzede yan yana duran başları çıplak,
bıyıklar sarkmış, büyük gözleri biraz hiddet, biraz hayretle açık, yuvarlak
beyaz yüzlerinde kırmızı yanakları parlayan Yeniçeri heykellerinden biri karşımda
duruyordu. O günden sonra bu yüze hep aynı merakla baktım. Cağaloğlu hamamının
yanındaki küçük evlerinin loş odalarında, Samsun’da Ermeni mahallesinin güzel,
zarif köşklerinden birinin balkonunda, Ankara’da Emniyet Umum Müdürlüğünün
büyük, süslü, koyu renkli odasında bu yüz hiç değişmeden, yalnız bıyıkları
yavaş yavaş küçülüp sonunda yok olarak kaldı. Onun sesi de yüzünün bir
parçasıydı sanki. Ciğerden gelen kalın, tatlı, fakat sert bir ses. Boyu bu
yüze, bu sese çok uyuyordu.
Babamın
ailece en sık görüştüğü arkadaşlarından biri idi. Karısı, şişmanca, esmer,
güzel değil ama, Orta Anadolu’nun kaim, İstanbul’un ince şivelerini,
dinleyenlerini yadırgatmadan birbirine karıştırarak konuşan tatlı bir kadındı.
Bir kızı, iki oğlu annelerinden çok babalarına benziyorlardı. Hele büyük oğlu
babasının burnundan düşmüş kadar.
İstanbul
Polis Müdürlüğü Siyasî Kısım Müdürü ittihat ve Terakki devrinin hükümet adamı
olarak en çok güvenilen karakterlerinden birisiydi. Fakat aslâ İttihatçı
olmadı. Ancak kaderini, bir yandan şahsî dostlukları, öte yandan resmî işinin
mahiyeti kadar resmî unvanı yüzünden İttihatçılarla paylaştı. Mütarekede
Ingilizler’in en önce yakalayarak Bekirağa’ya attıkları, Malta’ya gönderdikleri
adamlardan biri de odur. Esaretten kurtulur kurtulmaz da Anadolu’ya geçerek
çeşitli bakımlardan çok önemli kozmopolit bir muhit olan Samsun’a polis müdürü
tayin edildi. Arkasından da sırasıyla Emniyet Umum Müdürlüğüne kadar yükseldi.
Meşrutiyet
ve Cumhuriyet devirleri polisine babamın bu arkadaşının unutulmayacak
hizmetleri var. Birinci Dünya Harbi’nde İttihat ve Terakki liderlerini gece
rahat uyutan güvenlik tedbirlerini hiç kimseyi rahatsız etmeden alabiliyordu.
O kadar ki şöhret, itibar, kişiliklerine göre ya kendi eliyle, ya yardımcıları
ve nihayet komiserleriyle tuttuğu, sürgün yerine gitmek için vapura, trene,
veya arabaya bindirdiği bütün insanlar hayatlarının sonuna kadar ondan iyilikle
bahsettiler.
Mütareke
ile beraber yakalanıp türlü akibetlere sürükleneceklerden yetişebildiklerini,
kendisini yerinden uzaklaştırmalarından kısa bir zaman önce memleketten
kaçırmayı başarabildi.
Cumhuriyet
devrinde babamın bu arkadaşı İttihat zamanındaki tecrübelerini de kullanarak
polis teşkilâtının temelini hemen hemen tek başına attı. Bu sefer de Cumhuriyetin
polisleri onun şahsında kendileri için tam bir emniyet barajı bulduklarını
gördüler. Kanunu eski dostlan üzerinde gözlerini kırpmadan tatbik ediyor, bir
zamanlar beraber çalıştığı insanları hükümet ve devlet emniyeti düşüncesiyle
ve gerektiği zaman da en ciddî sertlikle kovalamaktan çekinmiyordu.
Fakat
onun bu devirde kendi içine bakan yeni bir yüzü belirmişti. Vicdan ve aklıyla
başbaşa kalabildikçe, çok mahrem birkaç dostla dertleşmek imkânını bulduğu
saatlarda, gençliğinin heyecan ve ideal yıllarım hatırlarken onu saran çok
ince, uzaktan duyulan bir yanık kokusu kadar hafif, yahut derinlerden gelen bir
beste kadar silik vicdan titremeleri vardı.
Bu
hisler ve düşüncelerle gittikçe kabuğuna çekiliyor, mesleğinden soğumağa
başlıyordu. 1933’de Ankara’da o zaman Adalet Bakanı Saraçoğlu Şükrü ile tatsız
bir hâdisem olmuştu. Bütün ailem İstanbul’da idi. İçimi dökecek bir insan
arıyarak babamın bu arkadaşına gittim. Bana hâtıralarından, babamdan,
kendisinden uzun uzun bahsetti. Yorgun ve dalgındı. En sonunda “Bak,” dedi,
“sana bir amca nasihati. Sâkin olacaksın. Devirler değişti, değişiyor. Artık
dostluk, vefa gibi hayallere, lâflara pek kapılma!”
Bu
onu son görüşümdü. Bir müddet sonra Adana’ya vali oldu. Ama Halk Partisi’nin
Serbest Fırka’dan sonra daha da titizlenmiş tahakkümüne dayanamıyordu.
Milletvekilleriyle resmî işlerine karışmak istedikleri için durmadan çekişiyor,
Bakanlarla anlaşmazlıklar çıkarıyordu. Halkın tuttuğu, fakat
milletvekillerinin istemediği bir belediye reisi seçiminden sonra seçime,
üstünde aynı zamanda Halk Partisi 11 Başkanı sıfatı olmasına rağmen,
karışmadığı için günün birinde vekâlet emrine alındığını, onu sevmiyenlerin
çıkardığı bir gazeteden öğrendi. Ankara’ya giderek işin aslını anlamak için
başvurduğu insanların hepsi arka çevirdiler. Birkaç ay sonra da İsparta’ya,
arkasından Kütahya’ya vali gönderdiler. 1946 seçimlerinde bu şehirde idi.
Kendisine verilen işaretlere aldırış etmeden tarafsızlığını bozmadı. Bu zamandan
kalma çok canlı bir hatırası var:
Seçimlere
Halk Partisi’nin temsilcisi olarak gönderilmiş çok nüfuzlu bir zat ondan
mazbataların değiştirilmesini istedi. Kendi evinde ve sofrada idiler. Bu
teklifi işitince misafirine nefretle bakarak haykırdı:
“Evimde
olmasaydınız sizi hakaretle kovardım!”
Bu
hâdise, Kütahya Demokratlarının onun hakkındaki şüphelerini sildi. Seçimden
birkaç ay sonra emekliye ayrılarak gözden bir daha meydana çıkmamak üzere
uzaklaştı. O kadar uzaklaştı ki, babamın bu arkadaşından 1949’da ölünceye
kadar hiçbir haberim olmadı.
ADYONUN,
ölümünü fikir adamı karşılığı “düşünür”, hatip yerine “konuşucu” gibi acayip
kelimelerle bildirdiği bu adam yüzleri hafızamda babamla beraber canlanan Ömer
Naci, Şair Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip, Celâl Sahir, Ziya Gökalp, Yusuf
Akçura gibi insanlardan biri idi.
Radyoyu kapayarak geçmişin yarı
karanlık, yer yer parlak ışıklı, yer yer gölgelerle dolu koridorlarına daldım.
Molla Gürani’deki köşk, Saraçhane başındaki konaklar, Bayazıt’de Türk Ocağı
sahnesi, Ankara’da Keçiören bağlarının kırmızı tuğlalı evleri, 9. Büyük Millet
Meclisi Kürsüsü ve yüzlerce adam! Aralarında, ortasından iki yana dikkatle
ayrılmış gözalıcı kır saçların çerçevelediği düzgün, beyaz, ama hep güneşle
yanmış, tunçtan gibi yüzünde son derece tatlı bakışlı kestane gözlerine, ince
dudaklarının üstünü hafif kumrallaştırmış bıyıklarına hayran hayran baktığım
biri var. Sesinin ahengi, konuşması, hayalleri, şakaları hoşuma gidiyor.
Babamın arkadaşları arasında bu adama kardeşlerim ve ben “amca” diye
sesleniyoruz.
Ablası,
annemin arkadaşı, Türkiye’de ilk kadın hayır cemiyetlerinden birinin başkanı.
Bu amcanın kardeşi olduğuna bin şahit kandıramaz. Öylesine ayrı yaradılışlar!
Kadın kısa, şişman, nefes nefese. Kardeşi zayıf, uzunca, tığ gibi. Baba bir,
anne ayrı. Babasının zürriyeti boldu. Kırka yakın. Bu konak kalabalığında
babamın arkadaşına benzeyen yok gibi. Annesini, ufak tefek, acele acele
konuşan, yetmiş yaşında hâlâ utangaç, genç kız görünüşünü bırakmamış bu ihtiyar
kadını bir gün anneme oğlunun doğum macerasını, beni yer yer güldüren Çerkez
şivesiyle anlatırken dinliyorum:
Doğurmak
istememişti karamdakini. İlâç bulmuş. Bir gece sabaha karşı tanyeri ağarırken
pencereyi açarak Allah’a yalvarmış:
“Biliyorum,
yaptığım günah. Fakat doğuramıyacağım. Beni affet.”
Birden
elleri titremiş, ilâç şişesi düşerek kırılmış. “Allah’ın işareti bu, diyordu,
bana onu doğurmak için böylece emir verdi!”
Babamın
arkadaşı bu hikâyeyi şiirle yazmıştı. Sık sık anlatırdı. Yine onun anlattığına
göre babası çocuklarını Bayramdan Bayrama bir araya toplar, bazılarının ismini
hatırlıyamıyarak, ama kendisini hiçbir zaman unutmadan, sorar ve hediyelerini
verirmiş!
Horhor’daki
büyük konak, bir faytonun gireceği kadar geniş kapısı, geniş merdivenleri, her
katta büyük salonları, odaları ve her yanı ağzına kadar doldurulmuş çeşitli
eşyalarla peri masallarındaki ucu bucağı bulunmıyan saraylar gibi kocaman
gözüküyordu bana. Bu saray babamın arkadaşının kişiliğini tâ öldüğü güne kadar
Tanzimat’a bağlayan bir tarih parçasıydı. Daha sonra Mütareke yıllarında kiracı
olarak oturduğumuz yine aynı yere yakın Hacı Akif Paşa konağı gibi Tanzimat’tan
o yana Batılı dekorlar içinde Şarklı ruhla yaşayan insanlarla dolu idi. Evin
hanımları vardı. Bunların yanında cariyeler, odalıklar! Lui’ler modası mobilyalar,
Napolyon’lar modası koltukların yanında en halis Arap, en halis Türk zevkiyle
sedeflenmiş aynalar sıralanıyordu. Avusturya, Fransız, İtalyan goblenleri,
Türkistan, İran, Hind, Anadolu halılarıyla üstüsteydi. Duvarlarda tanınmış
hattatların yazıları, Batı ressamlarının tablolarını çerçeveliyordu.
Hanımlar,
beyler karyolalarda, cariyeler, uşaklar yer yataklarında yatıyorlardı.
Konakların efendileri sabahlan işlerine giderken caket atay -o zamanlar
İstanbulin diyorlardıgiyiyorlar, akşam konaklarına döner dönmez sırtlarına entari,
başlarına takke geçiriyorlardı. Küçük hanımlar müzik, bazan da alafranga ve
nakış dersleri alıyorlar, küçük beyler ya Harbokuluna, ya Galatasaray’a
yazılıyorlardı. Babası da oğlunu Galatasaray’dan yetiştirmek istemişti. Devrin
Batı âlemine açılmış sivil penceresi. Bir Tanzimat paşasının oğlu ve torunu
için büyük üniversite! Babamın arkadaşı bu üniversiteden bir ayağı, ruhunun
birçok eğilim ve alışkanlıkları Horhor’daki konağa bağlı olarak çıktı ve
ömrünün sonuna kadar da bir devrin, Osmanlı İmparatorluğu son yıllarının en
gözalıcı sembollerinden biri oldu.
Ona
ait hâtıralarım Türk Ocağı salonları ve sahnesiyle birden canlanıyor. Ocak
merkezi Bayazit’te idi. Büyük bir bahçe içinde eski bir konak. Şimdi yerinde
sinemalar, mağazalar, lokantalar var. Sahneyi bahçeye yapmışlardı. Bazan
gündüz, bazan gece babam, annemi, halamı ve biz kardeşleri götürürdü. Yüzleri
açık hanımların erkekler arasında oturup tiyatro seyrettikleri ilk sahne,
gericilik-ilericilik çarpışmasında İkincisinin her zaman zaferle çıktığı büyük
arena. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türk Ocakları, Milliyetçilik fikri kadar
medeniyetçiliğin de yıkılmaz kalesi olmuştu. Babamın arkadaşı, Tıbbiyeli
birkaç gencin kurdukları bu Ocakların başına, Ziya Gökalp, Akçura, Halide Edip,
babam gibi tanınmış Türkçülerin teşvikiyle reis seçilerek bu kale
kumandanlığını cesaretle yaptı. Türkçülüğün fikir babaları Ocağın başında,
görünüşü parlak, zekâsı keskin, konuşması çekici bir insanın milliyetçilik ve
medeniyetçilik ideallerine yapacağı faydayı düşünmüşlerdi. Bu düşünceyi
yanıltmıyarak kısa bir zamanda Türk Ocaklarının bayrağı oldu. Türk kadını
sahneye bu Ocaklarda çıktı, Türk kadını erkekler önünde en ciddî konularda
tartışmalara bu Ocaklarda girdi. Bu hareketlere karşı taassup ve softalık
başkaldırmak istediği zaman Ocakların genç reisi bir yanında devrin fikir
lideri Gökalp, bir yanında asker liderlerinden biri, Cemal Paşa, cesaretle
karşı koydu. Millî Güvenlik bakımından bir kısım azınlıklara karşı alınan
tedbirlerin bazı taşkınlıklarını ilk protesto eden ses de yine Ocaklar
sahnesinden yükseldi.
Ocaklar
babamın arkadaşı için Mitolojinin tapmaklarından biri idi adetâ. Kavgalarını
orada, dualarını orada yapıyordu. Yuvasını da yine bu Ocakta kurdu. Eşi onun
kalbine, henüz 15-16 yaşında Ocak sahnesinde şair Mehmet Emin’in “Ey iğnem
dik!” isimli şiirini galiba Musa Süreyya’nın bestesi ile okuduğu akşam
girmişti.
Ankara’da
Keçiören, Millî Mücadeleye katılmış onun ve Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf
Akçura, Haşan Ferit Cansever gibi idealist Türkçülerin bir arada yaşadıkları
yer. Sadece bir iki yıl. Ama hayatlarının en mesut zamanlarından bir parça.
Ömürleri boyunca peşinde koştukları fikir artık devlete renk vermekte. Türk
Milliyetçiliği bir ölüm kalım kavgasından yüzde yüz zaferle çıkmış. Batı medeniyetine
doğru dev adımlar atılıyor. .
Ankara’nın
o zamanki liderleri büyük çoğunluğu ile Çankaya’da idiler. Keçiören’de Recep
Peker, Kâzım Özalp, Topçu İhsan gibi yüzdeyüz siyasetçilerle, Ziya Gökalp,
Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, babamın arkadaşı, gibi yarı siyasetçi, yarı fikir
adamları toplanmıştı. Atatürk Çankaya’yı ağır bastırıyor, o bağların yeni
evler, yollar, caddeler, bahçelerle hızlı gelişmesi yanında Keçiören ilk
sahipleri Katolik Ermenilerden kalma kırmızı tuğlah evleri, dar patikaları,
hemen sadece meyva ağaçları ve üzüm kütüklerinden ibaret yeşilliği ile serin
bir köşe oluyordu. Bu bağlarda önce babam ev aldı. Arkasından sırasıyla
ötekiler. Geceleri hanındı erkekli bir araya geliyorlardı. Fikir tartışmalarını
siyasî dedikodular, arkasından da çeşitli aile eğlenceleri takip ediyor,
şiirler okuyorlar, şarkılar söylüyorlardı. Böylece Keçiören bağları, Ankara’nın
belki çok mütevazı, ama gerçekten mânâ bakımından medenî bir köşesi olmuştu.
Babamın arkadaşrbu köşenin en güzel süslerinden biri. Küçük yaşta iki oğlu da
onu süslüyor. Çocuklar üzerinde geniş hayaller kurmakta. Yazık, yıllar sonra bu
hayallerin bir kısmı bir oğlunun genç yaşta ölümüyle yıkılacak, bir kısmı da
yarım kalacaktı.
Burada
onun, acılarını içine atmasını bilen bir insan olduğunu söylemeliyim. Derinden
hisli idi. Hattâ sezişleri rüyalar ve ruhlarla uğraşan ilim adamlarını
ilgilendirecek kadar. Yine belki bu sebep bazan da anlaşılması güç dargınlıklarla
en yakın arkadaşlarından bile zaman zaman ayırıyordu onu! Babamla hemen hemen
bir şaka yüzünden darılmış-lardı. Yıllarca, babamın ölümüne kadar sürdü bu
dargınlık. Bize karşı hiçbir şey yokmuş gibi idi. Ama ihtiyar arkadaşı ile
konuşmuyordu. Daha ilerisini de yaptı, cenazesine bile gelmedi.
Babamın
arkadaşı, Horhor’daki konağının bir rengi olan gösterişten ömrünün sonuna kadar
kendisini kurtaramadı. Fakat zaafını asîl sınırlar içinde tutmasını da bildi.
Bu çok tanınmış, yakışıklı, sözü geçen, çekici insan hayatının herhangi bir
devrinde toplumu rahatsız etmemiştir. Belki zaman zaman akraba ve dost bazı
yakınları şikâyetçi oldular. İçinde yaşadığı cemiyet, hayır! Yine belki
yalnızca bu gösteriş zaafı onu gerçek bağlantılardan uzak tuttu. İnandığı fikirler
vardı. Onları seviyordu da. Yüzde yüz inandığı insanlar var mı idi bilmem.
Ancak inandıklarım da inandığı derecede sevdiğini söylemek güç! Fikir olarak
milliyetçiliğe inanıyordu. Aslâ ırkçı değildi. Milliyetçiliğe inancında hattâ
inhisarcı bir taşkınlık gösterdi demek mümkün. Onun gözünde Türk Ocakları
kendisi demekti. Onsuz Türk Ocağı düşünülemiyeceğine göre, yine onsuz Türk
Milliyetçiliği olamazdı!
Böylesine
inhisarcı bir inanç gösteriş hevesiyle birleşerçk en büyük zaafını meydana
getiriyor, kendi kendisiyle tezada düşüyordu:
Ocakların
galiba 1930 yılında büyük kongresine İstiklâl Mahkemesi Başkanı Ali
Çetinkaya’mn reis olmasına göz yummuştu. Halbuki İstiklâl Mahkemeleri
kurulmasına her zaman cesaretle karşı koydu. Birinci Büyük Millet Meclisinde
bu konuya, ilk teklif geldiği zaman gösterdiği tepki büyük. “Bir milleti
yaşatmak için savaşanların kendi içlerinden çıkartacakları mahkemelerle ölüm
saçmağa hakları olamaz” diye haykırmıştı. Yıllar sonra Şeyh Said isyanı üzerine
kurulmuş Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne üye seçilen merhum Doktor Reşit Galib’e,
“Sen demişti, doktorsun, insanları yaşatmak için okudun. Nasıl olur da işi
öldürmek olan bir mahkemede vazife kabul edersin?” !
Türk
Milliyetçiliğine inancı böylesine insanca, milliyetçiliğin hodgâm yanlarını
her zaman reddetmiş bir adamın Ali Çetinkaya’dan kuvvet beklemesi onu seven
herkesi hem şaşırtmış, hem üzmüştü.
Milliyetçilikten
sonra Batı medeniyetinin önderliğine inanıyordu. “Türkiye, ancak Batı
medeniyeti içinde ayakta durabilir. Bu medeniyetin bütün müesseselerini kabul
etmelidir!”
Millî
Mücadeleye daha ilk gününden bu inançla katıldı, inancını da sonuna kadar hiç
tâviz vermeden savundu. Birinci Büyük Millet Meclisi’nde ilk ayların hemen
hemen Mustafa Kemal Paşa kadar gözde adamı iken, yine bu inancı yüzünden
prestij kaybetmekten çekinmedi. Birinci Büyük Millet Meclisi hükümetinin
Maarif Vekili (Millî Eğitim Bakanı) olarak Muallimler Birliği şerefine verdiği
çaya kadın öğretmenleri de çağırması, gürültülü bir hâdise oldu Ankara’da.
Yapılan tenkitler karşısında “Ben bu vekâlette kaldıkça başka türlü olamaz,”
diyerek istifasını Atatürk’e göndermekte bir saniye tereddüt etmedi.
Onun
siyaset ve fikir adamı olarak önde gelen renklerinden biri de, ne sebeple
olursa olsun, insanlar üzerinde şiddet kullanmayı sevmemesi! Uzun
milletvekilliğinde kürsüye sık sık çıkmış, ciltler dolusu konuşmuştur.
Bunların içinde sadece biri, çok meşhur bir konuşması şiddet tavsiye ediyor,
Çerkez Ethem’in hiyaneti karşısında Büyük Millet Meclisine “Vur!” diye
haykırmasıyla son tereddütleri de bir anda silip süpürüyordu.
Batı
medeniyetinin bu kadar canlı ve heyecanlı taraflısı bir adamın Akif’in, içinde
“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” gibi bir mısraı bulunan şiirini
İstiklâl Marşı olarak teklif etmesi, o gün olduğu gibi bugün de yorumu güç bir
hareket. Şiiri Millet Meclisi kürsüsünde o kadar sanatkârane okumuştu ki,
milletvekilleri ayağa kalkarak, alkışlarla bir anda İstiklâl Marşryapmışlardı.
Onun
Türk tarihine ve bu tarihin yetiştirdiği büyük insanlara bağlılığı hiçbir
zaman eksilmedi. Bana anlattığı bir hatırasını kısaca .yazayım:
Atatürk,
tekke, medrese ve türbelerin kapatılmasına karar verdiği sırada, babamın
arkadaşı bu hareketin yanlış bir yön almasından endişe duymuştu. Fikrini Atatürk’e
açıkça anlattı:
“Padişahların
türbelerini kapatmamalıdır. Bunların çoğu Türklüğü yükseltmiş insanlar.
Unutturmak doğru değil.”
Atatürk’ün
ince dudakları, biraz daha incelerek, birer çizgi kaldılar. Yüzü daha da
sarardı. Sesi daha da kısılarak, “Beyefendi” dedi, “bana yalnız on yıl izin
verin. İstediğiniz o türbeleri o zaman size bırakacağım!”
Büyük
şöhreti hitabeti idi. Nasıl bir hitabetti bu? Kürsü olarak “Edebiyatı Cedide”,
arkadaş olarak “Genç Kalemler”! Kürsüde bazan yapmacıklı idi! Ama bu, dinliyenlerin
hoşuna giderek, göze çarpıyordu. Arkadaş topluluğunda herkesçe bilinen
fikirler, çok söylenmiş duygular yine bazan gerçekten, yepyeni kalıplarla
ortaya dökülüyordu. Siyasî hitabeti söz ve kelime olarak klâsik ölçüleriyle
ortanın sınırları içinde. Çizdiği grafik ne hayalleri, ne hedefine varmak
için tüttüğü yol bakımından düşündürücü değil. Hattâ verdiği heyecan da az.
Fakat onun fizik yapısı, kır saçları, parlak gözleri, güzel’yüzü ve dik
duruşuyla bir leşince, dinleyenlere büyük hatip hükmünü verdiriyordu. Bu hükmü
kuvvetlendiren bir nokta daha var:
Sustuğu
zaman da konuşan adamdı. Bunun içindir ki, içine girdiği her toplumda
konuşurken de, susarken de birinci köşelerde oturuyor, ona konuşmak da,
konuşmamak da yaraşıyordu.
Türk
Ocakları Tarihi, onun kişiliği ile sıkı sıkıya bağlı. Bu, Ocakların bir yandan
kuvvetli, bir yandan da zaman zaman zaafı oldu.
İttihatçılar
devrinde de, zaferden sonra ilk yılların inkılâp hareketlerinde de Ocaklar bu
eskimiyen reisin değerlerinden çok faydalandılar. Azınlıklar yığını Osmanlı
imparatorluğu içinde bu devletin kurucusu ve savunucusu Türkleri Batılı
görünüşte en iyi temsil eden insanlardan biri de odur. Türk Ocakları,
milliyetçilik konusunda Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Halide Edip, Ahmet Hikmet
gibi fikir adamları ile Batılı kavramlara uygun bir yön tutarken, onun da hitabet
kudretinden giyim ve kıyafetine kadar çeşitli inceliklerinden de çok şey
kazandı. Türk Milliyetçisini dünyaya karşı en medenî ölçülerle
belirtebiliyordu. Ama işte burada Horhor’daki konaktan gelen hisler
başkaldınyor, dostlarının hayret dolu bakışlarla seyrettikleri işlere
girişiyordu:
Türk
Ocakları başkan ve idare kurulu üyelerine aylık bağlanması gibi kararları nasıl
verdi? Sonra bir de Rokfeller Vakfının bağışladığı para ile yaptırılan Ocaklar
merkez binası meselesi. Mimar Ocaklı Hikmet bu işte millî heyecanla
çalışıyordu. Ustası da Ocakların başı! Her salonda, her koridorda, tiyatro
bölümünde eski Türk efsanelerinin sembolleri, Türk nakışları, yazılar, ince
bir zevkle yer alıyordu. Ama yalnız geçmiş, yalnız tarih. Günden, günün kahramanlarından
tek çizgi yok!
Bir
gün Ahmet Ağaoğlu’yla binayı gezerken “Burası reis odası, burası idare
kurulunun, şurası misafirlere” diye gösteriyordu. Babam dalgın dalgın “Bak,”
dedi, “sana bir şey söyleyeyim, bu süslü odalarda, bu süslü, muhteşem
salonlarda seni, beni oturtmazlar. Göreceksin elimizden alacaklar.”
İnce
dudakları alaylı bir gülümseme ile genişledi:
“Hayır
Ahmet bey, hayır. Burası her zaman Türk Ocağının kalbi kalacak.”
Çok
geçmedi aradan. Bir gün mimar Hikmet telâşla geldi:
“Dün
Şark odasının tavan Süsleri için iskelede çalışıyordum. İçeri Recep Bey,
yanında birkaç arkadaşı ile girdi. Beni görmediler herhalde, Recep Bey
ötekilere, ‘Şu kısım umumî kâtibe verilebilir. Yanındaki oda parti idare
heyetinin olur’ diye anlatıyordu. Galiba binayı parti merkezi yapacaklar.”
Aradan
ne kadar geçti bilmem, bir hastalık yüzünden uzunca bir süre Ankara’dan, hattâ
Türkiye’den uzaklaştıktan sonra döndüğü zaman kulaktan kulağa fısıltılar
duydu. Ocak idare kuruluna ve başkanına aylık bağlanması dile alınmıştı. Sonra
onun Ocakları gerektiğinde bir işaretle herşeyi yapabilecek kuvvet haline
getirmek istediği söyleniyordu. Hastalık masraflarının Ocak bütçesinden
ödenmiş olması da bu dedikoduların bir yanı! Ne garip, bütün bu söylentiler
sonunda gelip kendi tavsiyeleriyle milletvekili yapılmış genç bir dostuna,
yakışıklı olduğu kadar haris bir ocaklıya dayanıyordu.
Büyük
Kongre, yahut başka bir vesile ile Ocak delegeleri toplandılar. Gazi Mustafa Kemal,
Parti genel sekreteri ve daha başkaları şeref locasmdaydı. Babamın arkadaşı
konuşmasını yavaş yavaş bu dedikodulara yaklaştırdı ve kaynağı olarak
şüphelendiği adamın ismini ortaya attı: Doktor Reşit Galip! O zaman salonda bir
ses yükseldi: Alacaksın cevaplarını!
Reşit
Galip kürsüye geldi. O gün salonun bir köşesinde ben de Ankara Hukuk Fakültesi
öğrencisi olarak dinlemek > için oturmuştum. Gözümün önünde idi, Reşit Galip
bir elinin parmakları kruvaze yeleğinin cebinde, bir ayağı ileri, kısık, ama tonu
korkunç ithamlarla kararmış bir sesle konuşuyordu. Sözleri ağır, seviyesiz,
yakışıksızdı. Ocakların reisini adeta bir ihtilâl hazırlayıcısı diye
gösteriyor, arkasından hastalık bahaneleriyle Ocak bütçesinden yapılan pahalı
seyahatları anlatıyordu.
Delegeler
haklı bir isyanla ayağa kalkarak protesto ettiler. Reşit Galip hiddetli
haykırışlar sönünceye kadar bekledi. Sonra elini Şeref kürsüsüne uzatarak
bağırdı:
“Büyük
Reisimiz beni sükûnetle dinliyor. Size ne oluyor?”
Bütün
başlar önce geriye, arkasından öne eğildi!
Aradan
yine birkaç zaman geçecek, Atatürk’ün arzusuyla sözde bir barışmadan belki
birkaç ay sonra Ocaklar “Tarihî ve millî vazifelerini görmüş ve bitirmiş
olduklarından” Cumhuriyet Halk Partisi’ne katılacaklar!
Onun
Meclisi bırakarak birkaç yıl elçilik vazifesiyle memleket dışına çıkmasında bu
macera büyük rol oynadı. Küsmüştü herkese. Memlekete tekrar döndüğü zaman artık
kalbi Halk Partisi’nin yanında değil. Belli ki ilk fırsatta bağlan koparacak.
Demokrat Parti’nin kurulmasını sevinçle karşıladı diyebilirim. Tekrar
milletvekili olduğu Halk Partisi grubunda ilk kımıldamaları yapan Demokrat
Partinin müstakbel kurucularını, dört yandan yöneltilmiş hücumlara karşı
şiddetle savundu. En çok Bayar’ı. Demokrat Parti’nin kuruluşunu yazılarıyla da
destekledi ve 1948’de Halk Partisinden çekilerek 1950 seçimlerinde Demokrat
Parti bağımsız adayı olmayı kabul etti. Türk Ocakları da yeniden açılmıştı.
Şimdi bütün emeli eski Ocak binalarını Halk Partisinden geri almak. Biraz da
bu maksatla yaptığı davet üzerine merhum Menderes’le Horhor’daki konağa
gittiğimiz günü hatırlıyorum. Birçok ocaklılar da oradaydı. Menderes uzun,
heyecanlı, samimî konuştu. Ayrıldıkları zaman bıraktığı tesiri daha sonra bana
şöyle anlatmıştı:
“Ben
hiçbir zaman kendimi Adnan Bey’in o gün olduğu kadar ocaklı hissetmedim. Bizi,
gayelerimizi, hizmetlerimizi benden daha iyi biliyor, benden daha iyi takdir
ediyordu.”
Araları
neden açıldı? Çeşitli tecrübelerinden gelen korkuları vardı. Sonra yine Ocak
binaları! Cumhuriyet Halk Partisi mallarının tasfiyesi davasında bu binaları
geri almak ümidiyle iktidar tarafını tuttu. Fakat heyhat, beklediği olmadı.
Ancak merkez binasıyla birkaç ildeki binaları, o da galiba mülkiyeti hâzinede
kalmak üzere verdiler. Bu sonuç büyük hüsran oldu onun için!
Kendisiyle
en son 1958’de konuştum. Bir bahar sabahı eşim Neriman Ağaoğlu’yla ziyaretine
gittik. Hasta idi. Bizi yatakta kabul etti. Yüzü traşh, bıyıkları saçları
taranmış. İlk bakışta yaşı ile ilgisi olmayan bir baş. Ama hemen gözüme çarptı.
Bakışlarında, gülümsemesinde, konuşmasında gizlemeye çalıştığı yorgunluk var.
Sonra konudan konuya atlıyor. Başladığını bitirmek istemiyor gibi. Ocaklardan
yine heyecanla bahsetti. “Çoğalacaklar, çoğalacaklar,” diyordu. Sözü birden
Menderes’e getirdi. Şikâyetçi, kırgın, dargın!
Hep
Ocaklar meselesi! Demokrat iktidarı Ocakları anlamamakla, değerini takdir
etmemekle suçluyordu. Bir hâtırasını anlattı:
Zaferden
sonra Atatürk’le birinci defa İstanbul’a geliyorlar. Yıllar olmuştu
ayrıldıkları. Karanlık günler içinden geçerek aydınlığa ermişler, vatan
hainliğinden vatan kurtarıcılığına yükselmişlerdi. Ertuğrul yatının
güvertesinden İstanbul’a bakıyorlar. Camilerin şerefelerine, evlerin damlarına
kadar her yer insandan kapkara kesilmiş. Bütün İstanbul ayakta, bütün İstanbul
bir yaşındaki çocuğundan seksenlik ihtiyarına kadar karşılarında. Gazi’ye “kim
bilir ne kadar heyecanlısınız” diyor. Gazi elini tutarak kalbine götürüyor ve
soruyor:
7
<
“Heyecan
var mı orada?”
Gazi’nin
kalbi sakin.
-“Yok
paşam.”
“Bak
neden yok söyliyeyim, çünkü iyi biliyorum, gün gelebilir, bu aynı kara
kalabalık bizi linç etmek için de böyle toplanır.”
Bu
hikâyesini o günden sonra sık sık hatırladım.
Onu
dünya üstünde son defa yine Horhor’daki konakta gördüm. Ama sadece ölüsünü! Üst
katın tam merdiven karşısına rastlıyan camh salonunda bir masaya uzatmışlar,
beyaz bir çarşafla örtmüşlerdi. Baktım ve irkildim. Orada yatan bir adam
değil, bir devirdi. O devirden kalan, Osmanh İmparatorluğu’nu yıkılmaktan
kurtarmak için idare edenlerin Avrupah gözükmesi yeter hayaliyle, tahtaları
kararmış, birbirine dayanarak ancak ayakta durabilen kırık dökük, maddî, mânevi
açlıklarla kıvranan insanlarla dolu evlerden yapılı bir mahallenin ortasında,
sanat şaheseri resimler, möbleler, avizeler, aynalarla süslü büyük, aydınlık
salonlarla yükseltilmiş bu konakta Tanzimat bir kere daha ölüyordu. Zaten
Türkiye’de o devirden kalmış son konak yıkılıncaya kadar, son paşanın son oğlu
ve torunu toprağa girinceye kadar Tanzimat onlarla beraber bir kere daha
ölecekti! Babamın bu arkadaşı da İkinci Meşrutiyete, Cumhuriyete ve
İnkılâplara, bir yanı Tanzimat olarak, bir yanının renklerini, kokularını,
seslerini kaybetmeden geçmişti.
Merdivenleri inerken bana
tahtaların gıcırtıları artmış, camlardan süzülen ışıklar biraz daha kararmış
geldi. Sokak kapısına giden geniş hol bir katakomptu sanki! Kanatları ağır ağır
açılan kapıdan bir rüyadan çıkar gibi sıyrıldım. EM YAKIN
ARKADAŞI
Ş |
İMDİ
babamın en yakın arkadaşına sıra geldi. Bu ufak tefek, esmer kara gözlü, zayıf
bir kadındır, bu annemdir. Hâtıralarımın artık hiçbir şeyi farkedemediğim
karanlık noktasında ince bir ışık gibi beliren yüzü gittikçe aydınlanarak tâ
ölüm döşeğinde onu gördüğüm âna kadar hep babamın yanında idi. Okuyup
yazmaktan başka tahsili yoktu. Fakat eski, asıl bir Âzerî ailesinin maddî,
manevî zenginliği içinde gelişen ince zekâsının, hassas ruhunun yarattığı romantik
mizacrbir halk adamı olan babamın hırçın, sinirli, müsamahasız, zekâ ve
karakteri ile durmadan çarpıştı, bu zekâ ve karakterin kaba yanlarını silerek
Ağaoğlu ailesinin cemiyet içindeki yerini almasına en büyük yardımı yaptı.
Babamın, hasım, hattâ düşmanları bile bu kadının karşısında kinlerini,
hasetlerini unutmak, hiç değilse göstermemek mecburiyetini duydular.
Babamla
annemin evlenmesi, ikisinin de doğduğu yer Karabağ’da o tarihlerde çeşitli
sebeplerle kendisini gösteren İçtimaî değişikliklerin bir sembolü sayılabilir.
Babam sosyal cereyanların bazan açık, bazan gizli büyük sarsıntılar yaptığı
Rusya’da lise tahsilini bitirdikten sonra Fransa’ya gitmiş, Avrupa’nın bir
bakımdan en romantik, bir bakımdan en idealist, bir üçüncü yönden de en realist
fikir çarpışmalarının arasında uzun yıllar Paris’te kalmış, oradan cehalet ve
esaret karanlıkları içinde bunalmış İslâm ve Türk âlemini her yola başvurarak
uyandırmak heyecaniyle Azerbaycan’a dönmüştü. Karabağ halkı babama Doğu’nun o
ince alaycı esprisiyle derhal “Frenk Ahmet” ismini taktı. Babam da bu lâkabı
hiç yadırgamadan kılık kıyafetinden düşüncelerine kadar şehirdeki çoğunluğun
fikirlerine yüzde yüz zıd hareketlere girmekten çekinmedi. Fakat bunu yaparken
şehrin bütün İçtimaî sınıflarından kimselerle ayrı ayrı münasebetler kuruyor,
taassup çevrelerinde din konuları üzerinde salâhiyetle tartışmalara giriyor,
ilerlemek taraftarlarıyla Türk ve İslâm dünyasının kalkınması yolunda projeler
çiziyor, ilk Türkçe gazetenin temellerini atmağa hazırlanıyordu. İşte bu
hazırlıklar arasında Karabağ’m en eski, en asîl ailelerinden “Veziroflar’Tn,
yâni Vezir oğullarının kızı Sitâre Hanım’la evlenmeğe karar veriyordu.
Annemin
ailesi buna yanaşmadı. Yalnız annem kavgaları, konuşmaları, İslâm ve Türk
kadınlarının erkekler gibi okuyup tahsil yapmaları üzerindeki cesur
münakaşalariyle şehirde dillere destan Frenk Ahmet Bey ile evlenmek istiyordu.
Annem bu kararında o kadar azimli idi ki nihayet ailesinin bütün mukavemetleri
kırıldı.
Daha
çok sonraları çocukları, yakın dostlan arasında bu evlenmenin hikâyelerini
anlatırlar, birbirlerinin o zamanki hallerini, hareketlerini alaylarla,
şakalarla söyliyerek eğlenirlerdi.
Çocuklar
birbiri arkasından geldi. Yapılışı zaten zayıf annem, dördüncü doğumdan sonra
hemen hemen ömrünce süren hastalıklarının ilk işaretlerini görmeğe başladı.
Babamın Azerbaycan’da bir yandan Rus idaresine, öte yandan taassuba, cehalete,
geriliğe karşı açtığı mücadelenin acı hâdiseleri de karısını mânen şiddetle
üzüyordu. Kocasının girişmiş olduğu mücadele nihayet günün birinde hayatını
tehlikeye koyacak bir hal aldı. O zaman Osmanlı hükümdarına Meşrutiyeti kabul
ve ilân ettirmiş olanlar arasında Paris’te talebe iken tanıdığı Dr. Nâzım,
Ahmet Riza gibi dostları bulunan babam, Türkiye’ye göç etmek kararını verdi,
anneme “Ben gitmeğe mecburum,” dedi, “bu esir Türk Yurdu’nu kurtaracak olan hür
Türklerin arasında bulunmalıyım. Seni ailenden, memleketinden zorla ayıramam.
İstersen kal!”
Annem cevap verdi: ■
-------
“Ölünceye
kadar Sepinle beraber olacağım.”
Bu
satırları yazarken hâfızamda, dünyada gördüğüm ilk sokak, içinde yaşadığımı
idrâk ettiğim ilk ev canlanıyor: Cağaloğlu’nda Şerefefendi sokağı, bu sokağın
çarşıya doğru ucunda, sağ tarafta bir bina. Ben pencere önünde parmaklıkları
tutarak dışarı bakıyorum. Yakından bando sesleri, şarkılar, marşlar, yaşa
feryatları duyuluyor. Meşrutiyetin yıldönümü kutlanıyor. Sonra hâtıram
birdenbire Aksaray’la Çapa arasında Molla Güranî mahallesine atlıyor. Büyük bir
bahçe içinde, büyük yeni bir ev, artık her şeyi, her sesi, her rengi açıkça
görüyorum. İnce, melânkolik, hasret dolu bir beste bütün bu manzarayı
çerçeveliyor. Başım dizinde, Fuzulî’nin meşhur:
“Beni
candan usandırdı,
Cefadan
yar usanmaz mı?”
Gazelini
Âzerî şivesinin tatlı âhengiyle söyliyen annemi dinliyorum.
1918’de
büyük Fatih yangınında kül oluncaya kadar bu evden hâfızamda kalan hâdiseler
arasında annemin yüzünü hep telâşlı, hep düşünceli görüyorum. Kâmil Paşa
Hükûmeti’nin felâketli kısa devresinde tevkifler, aramalar, gizli toplantılarla
huzuru sarsılmış evde Birinci Dünya Harbi’nin ilk zaferlerinin büyük neşesi
parlıyor. Sonra yeniden ıztıraplar hâkimdir. Henüz iki yaşında küçük kardeşim
Beşir’in Erenköy’de yazlıkta birdenbire menenjit olarak ölmesi, babamın
üzerinde hiç kimsenin beklemediği, onun sert karakterine hattâ yakıştıramadığı
öyle korkunç, öyle yıkıcı tesir yaptı ki annem öleni unutarak babamı bir çocuk
gibi korumak mecburiyetinde kaldı.
Nihayet
Molla Güranî’deki evde son saadet: Babam Osmanlı Kafkas Ordulariyle Nuri
Paşa’nın müşaviri olarak Azerbaycan’ın kurtarılmasına gidiyordu. Bu saadet de
çok sürmedi. Birkaç ay sonra Fatih yangını evimizi hemen hemen bütün
eşyalariyle yakıp kül etti.
Burada
beni zaman zaman rüyalarda mânalar aramağa zorlayan garip bir hâdiseyi
anlatacağım:
Yangından
dört gece evvel bir rüya gördüm: Evimizin misafir odasından Fatih Camii’ne
bakıyordum. Birden minarelerin arasından parlak alevler fışkırdı. Gözümün önündeki
geniş sahayı hızla yakarak evimizi tutuşturdu, sonra Aksaray’a doğru indi.
Haykırarak uyandım, annemin koynuna biraz daha sığınarak ağlamağa başladım.
Annem de uyandı. Gördüğüm rüyayı anlattım. Saçlarımı okşadı, “bu güzel bir
rüya! Babandan çok iyi haberler alacağız” dedi. Tam dört gün sonra İstanbul’un
fethi yıldönümünde sabahleyin yine misafir odasından Fatih Camii’ne baktığım
zaman alev ve duman sütunları gördüm. Bağırarak annemi çağırdım. Annem, hiçbir
şey söylemeden beni pencerenin önünden çekti. Öğleye doğru yangın evimizden
öteye kadar gelmiş ve geçmişti.
Evimizin
yanması haberini alınca babam kısa bir müddet için gelerek Saraçhanebaşı’ndaki
Hacı Arif Paşa’nın meşhur köşkünü kiraladı, bizi oraya yerleştirdikten sonra
yine Kafkasya’ya, Nuri Paşa’nın yanma döndü.
Yeni
evimiz, büyük bir bahçe içinde geniş, aydınlık odaları olan rahat bir yerdi.
Çocukluğumun, ailemizin en ıstıraplı senelerinin burada geçmesi mukaddermiş.
Şimdi, Fatih Caddesi’nin sol tarafında, Aksaray’a inen yol üstündeki yeşil
saha işte bu bahçedir. Fırsat düştükçe oraya gidiyor, bir kanapeye oturarak,zo
eski yılları düşünüyorum.
Büyük
Harp mağlubiyetle bitmiş, İttihat ve Terakki Hükümeti çekilmiş, Fıfkanm
büyükleri memleketi bırakıp gitmişlerdi. Diğer İttihatçılar birer birer
yakalanarak hapsediliyorlardı. Babam daha Azerbaycan’dan dönmemişti. Annem
“gelir gelmez onu da yakahyacaklar” diyor, yaklaşan günlerin ağırlığını ince
zekâsiyle seziyordu. Nihayet babam döndü, hemen ertesi günü de çok tehlikeli
bir zatürree ile yatağa serildi. Üç dört gün sonra bir geceyarısı evin
bahçesini polisler doldurdular. Zayıf, uzun boylu, terbiyeli bir adam olan
komiser, “Bu gece evinize hırsız girecekmiş, haber aldık, evi muhafaza için
geldik” diyor. Annem oturması için bir iskemle uzatırken dudaklarında hazin bir
gülümseme, “Hayır oğlum,” diye cevap veriyordu, “siz kocamı tevkif için
geldiniz, hastadır, götüremiyeceksiniz, bunu da biliyorsunuz, kaçamaması için
buradasınız!” Komiser başını eğiyor, “Hanım abla, ben emir kuluyum” diyerek
susuyordu. Bu, günlerce sürdü. Sonunda gönderilen hükümet doktoru yataktan
kalkmasına izin verir vermez, babamı tutarak Bekirağa Bölüğüne götürdüler.
Divanıharpler
kurularak, mahpus İttihatçıların sorguları başladı. Herkes kimin ne cezaya
çarpılacağını merak ediyordu. Yalnız annem; “Hiçbirisine ceza vermiyecekler,
diyordu, onları Ingilizlere teslim edecekler.” Bu düşüncesini hapishanede
söylediği zaman babam isyan etti; “Böyle şey olmaz,” diye bağırdı, “bir hükümet
kendi vatandaşım başka devletlere, hele düşmana teslim edemez.” Fakat heyhat!
Babam aldanıyordu, annem haklıydı. Bir gün mutfakta, babama Bekirağa Bölüğüne
götürmek için yemek hazırlıyordu. Ben sokak kapısının önündeydim. Tanıdığımız
genç bir Tıbbiyelinin telâşlı telâşlı bize doğru geldiğini gördüm. Annemi
sordu; mutfakta olduğunu söyledim. Koşarak yanma gitti. “Hanımefendi,
götürdüler” dedi. Annem zaten beklediği bu netice karşısında şaşırmadı. Derhal
hepimizi topladı. Önce Bekirağa Bölüğüne gittik. Mevkufların Arabyan hanında
olduğunu söylediler. Oraya koştuk. Nihayet Kızkulesi yakınlarında demirlemiş,
boyaları dökük, eski bir yük vapurunun etrafına dizilmiş kayıklar arasına
karıştık. Vapur elli metre açığından başhyarak silâhlı İngiliz askerleri ile
dolu motorlarla çevrilmişti.
Babam
güvertenin parmaklıklarına dayanmış, bize bakıyordu. Yanında Ziya Gökalp
vardı. Her taraftan sesler geliyordu. Fakat ben şimdi o anda neler
konuştuğumuzu, neler yaptığımızı hiç hatırlamıyorum. Yalnız merhum ağabeyim
Abdurrahmarı’m birdenbire kayığın içinde ayağa kalktığını görüyorum, göğsünün
ve hançeresinin bütün kuvvetiyle bağırıyor:
“Yaşasın
İttihatçılar!”
Babamın
Azerbaycan’dan dönerken yanında oradaki akrabalarından aldığı ve Kerenzki
hükümetinin çıkarmış olduğu paralar vardı. Kerenzki orduları Bolşevikleri her
tarafta mağlûp ediyor, komünist ihtilâl eziliyordu. Bu paranın değeri de
zaferlerle beraber durmadan yükseliyordu. Annem bir gün yine Bekirağa
Bölüğünde “Ahmet,” dedi, “Kerenzki mağlûp olacak, Bolşevikler kazanacaklar, bu
paraları Türk parası ile değiştirelim, önümüzde karanlık günler var, işimize
yarar.” Babam buna da “Hayır,” dedi, “komünistlerin ezilmesi muhakkaktır.
İngiliz ve Fransızlar onların muvaffak olmasına meydan vermezler. Parayı
sakla, daha çok kıymetlendiği zaman satarsın!”
Babam
yine aldanıyordu, annem yine haklıydı. Bu konuşmalarından kısa bir zaman sonra
Kerenzki orduları da, elimizdeki paranın değeri de birdenbire yok oldular.
Babamın
Malta’da geçen iki yıla yakın esaret hayatının romantik, idealist ruhunda
yarattığı büyük hercümerci, anneme, bize yazdığı mektuplarda okumak mümkün.
Annemin cevapları ise babamın isyanlarına karşı en büyük teselli kaynağı
oluyordu. Küçücük, taliki hatlarla, Âzerî lehçesiyle yazılan bu mektuplar hep
“Ahmet Can” diye başlar, sonra hemen hemen ayni kelimeler, cümlelerle evin
hâlini, memleketin,manzarasını anlatmağa geçerdi:[VII]
« 19 Şubat 1920
“Ahmet
Can;
Şükür
olsun Allah’a sizden mektup aldım. Biz selâmet üzereyiz. Bir derdimiz yoktur
senden başka. Allah bu işlere bir hayır nihayeti versin. Çocuklar iyidir. Bugün
posta günü idi. Çok şadım ki senden mektup alacağım. Çünkü mektup günü sen ile
görüşmüş gibi oluyoruz. Allah tez göndersin seni bize. Gece seni rüyada
görüyorum ve şâd oluyorum. Allah seni orada selâmet etsin. Bizi düşünme. Benden
Esat Paşa’ya (Göz Doktoru), Ziya Beye (Ziya Gökalp) selâm eyle. Hanımları
iyidir. Görüşüyoruz. Öperim yüzünden gözlerinden. Başka ne yazayım.
9
Kânunuevvel 1920
“Ahmet
Can;
Şükrolsun senden mektup aldım.... hanım bu günlerde
gidiyor
Paris’e. Senden ötürü çok konuştum. Görek ne olacak? Fakat bize Allah’tan
başka kömek “yardım” yoktur. Herkes öz keyfindedir. Biz perişan olduk, Küba
(diğer ismi Karabağ! Babamın, annemin ve küçük kardeşim doktor Gültekin
dışında, hepimizin doğduğu şehir) perişan oldu. Büyük adamları tamam tutuplar
ve çok adam kaçuptur. Hüseyin Bey (amcam) oradadır ve selâmettedir. Oranın işleri
çok perişandır. Dünyanın her yeri ateş almış yanıyor... Gültekin (o zaman henüz
bir yaşında olan kız kardeşim) her gün diyor: “Babacığım gelecek. Öperim onu yüzünden
ve gözünden.”
Babamın
anneme mektupları eski pederşahî (atasal) ailenin itiyatlarına uygun olarak
ayni zamanda halama da hitap etmektedir. Bu mektuplar da babam İstanbul’da
yalnız ve parasız bıraktığı ailesi için nasıl çırpındığını gösteriyor:
Malta,
Polverista: 17 Mayıs 1920
“Azizim
Sitâre ve Humay!
Yine
iki haftadır ki sizden mektup alamadım. Hiç şüphe etmiyorum ki bizim mektuplar
ile de arasısa size karşı ayni muameleyi reva görüyorlar. Bundan maksat acaba
nedir? Acaba ruhen ve mânen iz’aç (Rahatsız) etmek midir? Bu nâreva (Haksız)
muamelelere maruz kalmamız neden? Eğer maksat bizi mânen yıprandırmak ise,
bittabi bu maksada nâil olunamaz. Zira bizim de güvendiğimiz, sığındığımız bir
hak, bir adâleti âliye vardır. İnşaallah o adâlet, o hak bir gün yerini bulur.
Ona kadar siz ve ben sabır ve tahammül etmekle mükellefiz. İstanbul’dan aldığım
haberler, sizin ne kadar müşkülât ve sıkıntılar içinde çırpındığınızı tasavvur
etmeme kâfidir! Ben vaziyetin bu cihetini düşündükçe çıldıracağım geliyor.
Nasıl geçiniyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? Hüseyin’den (amcam), Bahış’tan
(amcazadem) birisi imdadınıza koşmadılar mı? Kafkasya’dan vârit (gelen) olan
haberler artık bundan sonra onların da geleceği ümidini tamamen kat (kesiyor)
ediyor. Eğer şimdiye kadar gelmedilerse, bundan sonra artık gelemezler. O halde
ne yapacaksınız? İşte bu suâl beni bütün bütün üzüyor! Abdülali Beylerle
görüşüyor musunuz? Hülâsa Allah hatırına vaziyetiniz, geçinmeniz hakkında bana
mufassal haber veriniz. Çocuklar bana ayrı ayrı mektuplar yazsınlar.
Abdurrahman’dan ve Süreyya’dan pek çoktan beri mektup alamadım. Benden tamamen
emin olunuz., Sıhhat ve selâmetim elhamdülillah berkemâldir. Bari (artık)
bütün dost ve âşinalara ve amca zâdelere selâmlar. Cümlenizin gözlerinden
öperim.”
Malta,
Polverista: 27 Mayıs 1920
“Azizim
Sitâre ve Humay!
Yine
4 Mayıs mektubunuzdan sonra sizden hiçbir haber alamadım. Bugün bir posta
geldi. Herkes koşuştu. Fakat heyhat ki meyus olanlar arasında ben de bulundum!
Arkadaşların bir kısmı mektup aldıkları hâlde diğer kısmı alamadı. Hiç şüphe
etmiyorum ki siz bana her posta ile mektuplar yazıyorsunuz! Fakat ne yapalım?
Mektubu bile bize çok görüyorlar. Hiç şüphe yoktur ki ayni muameleyi sizin gibi
kadın ve çoluk çocuklara da reva görüyorlar! Fakat buna da sabredeceğiz!
Tevekkül ve metanetle tecelliyatı ilâhiyeye muntazır olacağız (İlâhi
tecellileri bekliyeceğiz). Siz ve ben hakkımıza istinaden hiçbir zaman bu
haksız tecelliyattan meyus olmıyacağız. Bırak kâse dolsun, hakaretin ve zulmün
derecesi gayreti Allah’a dokunsun! Yalnız unutmayınız ki bizim vazifemiz bütün
bunlara metanet ve sebatla tahammül etmektir! Benim burada sıhhat ve selâmetim
elhamdülillah berkemâldir. Bütün düşüncelerim size aittir. Kafkasya’dan gelen
haberler artık Hüseyin’in de gelebileceğine hiçbir ümit bırakmıyor. Şimdi
yalnız Allaha sığmacak-
siniz!
Sizin bu hâliniz bittabi beni ziyadesiyle mükedder ve müteellim ediyor. Lâkin
sabır ve tahammülden ayrılmıyacağımzı ümit ederek müteselli oluyorum. Çocuklar
imtihanları bitirdiler mi? Siz ve onlar nasılsınız? Ramazan’ı nasıl
geçiriyorsunuz? İnşaallah bu ramazan hakkı ile mübarek olur ve bütün bizim gibi
sitemdidelere (vurulmuşlara) teselli feyizleri getirir. Hüseyin’den para
almadmızsa rica ederim elde neniz varsa satmakta tereddüt etmeyiniz; ahvaliniz
hakkında bana mufassal haber veriniz. Neden bana hususî yani posta ile mektup
yazmağı kestiniz? Başkaları alıyorlar. Sizin ve çocukların yüzlerinizden
öperim. İmtihanları bitirmişler iseler çocuklar bana ayrı ayrı mektuplar yazsınlar.
Bakî öpüşler ve selâmlar.”
Malta,
Polverista: 21 Teşrinisani 1921
“Azizim
Sitâre ve Humay!
Uzaklardan
ve yakınlardan vârit olan neşe âver (neş’e verici) haberler hicranı elemimi
(acımın ağırlığını) tamamen izâle etmiyorsa da tahfif ediyor ve gittikçe
ağırlaşan şu uzun ayrılığın yükünü çekmek için insana teselli ve ümit veriyor!
Bu böyle devam etsin, nihayet Türk Tanrısı şefkat ve ümit kapılarını açıp da
imtihanların kifayet ettiğine karar versin ve öz iyiliğini esirgemesin de biz
yola gideriz. Bizim gibilerin ne ehemmiyeti vardır? Asıl olan o Büyüğündür! O
kendisi bulsun, âtisini (geleceğini) temin eylesin, her şey düzelir! Bugün tam
bir ilkbahar günü idi! Güneş o kadar parlak, hava o kadar saf ve temizdi ki
insan nefes aldıkça kendisinin tâzelendiğini zannediyor. Akşam üzeri
karşımızda bulunan bir tepeciğe doğru gittim: Her taraf yeşillik, hattâ bazı
yerlerde sarı çiçekler açmış. Tepeciğin tam başında ne gördüm biliyor musunuz?
Diğer benim gibi esir arkadaşlar oraya çay götürmüşler, çimenin üzerine oturup
içiyorlar. Bittabi beni de davet ettiler! Bilseniz o bir bardak çay bana ne
kadar zevk verdi: Hâtıram tâ uzaklara, gençlik zamanıma, Karabağ’a, kalenin o
güzel dağlarına, “Başıyüce”, “Taşaltf’na, “Haydar düzü”ne, “Şahneçi”ne ve
“Deliktaş”a, o yerlerdeki gezmelere gitti! Bütün geçmişler, bütün akrabalar,
dostlar, evimiz, sokaklarımız, bahçelerimiz birer birer önümden geldi geçti! Ve
sonra sizi andım, bugünkü hâlinizi düşündüm, o kadar mükedder oldum ki! Fakat
bütün bunlar üç dakika devam etti! Hayatın bir rüya olduğunu hatırlıyarâk
yine güldüm. Bu kadar zaman ve mekân geçmiş iken, bu günler de geçmiyecek mi,
yine birbirimize kavuşmıyacak mıyız? Elbette kavuşacağız, elbette görüşeceğiz
ve hem de inşaallah pek yakında. Çünkü artık hakkın tezahür edeceği vakit
geldi! Benden bütün dostlara, âşinâlara selâmlar. Ev işi ne oldu? Cümlenin
gözlerinizden öperim ve inşaallah yakında görüşeceğimizi ümit eylerim.”
Malta, Polverista: 29 Teşrinisani 1920
“Azizim
Sitâre ve Humay!
Bu
mektubumu yazarken dışarıda hava o kadar hoş ki sanki Mayıs ayıdır. Artık
karşıki tepeciklerde sarı çiçekler açmış, her taraf yeşilliklere bürünmüş. Bir
dakika evvel ben balkonda geziniyor, karşıdaki körfez üzerinde duran gemilere
bakıyor ve sizi düşünerek kendi kendime diyordum: Ah, ne olurdu bunlardan
birisi beni alıp ta yanınıza götürse, iki seneden beri pek haksız, pek
zalimane olarak hasret kaldığım o sevimli simaları görsem! Ben bu rüyada iken
Yemen kahramanı Fahri Paşa balkonun baş tarafından: “Ahmet Bey ne
düşünüyorsun, sıkılmıyor musun?” diye sordu! “Ah Paşa! Aramızda sıkılmıyan
birisi var mıdır? Yalnız bazılarımız bazı günler biraz ziyade sıkılıyor.
Zannedersem bugün de benim günümdür!” diyerek cevap verdim. Esaret hayatının bu
bir hususiyetidir. Bazan insanın üzerine derin bir hüzün, bir keder çöküyor,
esbabını bilmeden bir tahassür (hasret) duyuyor! Gözlerini o tarafa çevirerek
sevdiği insanlara kavuşmayı o kadar şiddetli bir tahassür, bir iştiyakla
(hevesle) arzu ediyor ki! İşte o zaman insan hasretlerini bir kâğıt üzerine
dökerse sanki boşalıyor, rahat ediyor. Bereket versin bugün mektup günüdür. Ben
de sizi karşımda zannederek sizinle şimdi konuşuyor gibiyim! Lâkin siz
müteessir olmamak şartiyle! Emin olunuz ki sıhhat ve âfiyetim berkemâldir ve
hiçbir hususî kederim, sizin hicranınıza tahassürümden başka yoktur. İnşaallah
bunun da hitamı behemehâl (ne olursa olsun) yaklaşmaktadır. İnşaallah yakında
bütün vatanımızla beraber biz de kurtuluruz ve hak yerini bulur. Yalnız
Allah’tan o zamana kadar hem bana ve hem sizlere sıhhat ve sabır itâ (vermek)
buyurmasını niyaz ederim. Bakî ahvalinize ait mufassal malûmata intizar
ediyorum. Bu sene İstanbul’da kış pek şiddetli geçiyor. Nasıl geçiniyorsunuz?
Her ne kadar Humay ve kızlar bu hususta tesellibahş sözler yazıyorlarsa da
biraz beni düşünerek yazılmış olduğunu zanediyorum! Ev meselesi ne oldu? Bütün
dost ve âşinalara, bilhassa Kerim ve Emir Beylere selâmlar ederim. Cümlenizin
gözlerinden öperim.”
Malta,
Pölverısta: 9 Kânunuevvel 1920
“Azizim
Humay ve Sitâre!
Elhamdülillah
sıhhat ve afiyetim berkemâldir. Sizin ve çocuklarınki için de daima dualar
ederim. Burada iki günden beri biraz soğuk yapıyor. Fakat zannetmeyiniz ki
ateşe veyahut paltolara ihtiyaç hissediyoruz. Hayır! Yalnız kapıları ve
pencereleri kaparsak kifayet eder. Avrupa’dan almakta olduğumuz gazeteler pek
iyi haberler getiriyorlar. Bittabi sizin de orada kısmen olsun ittilâımz
(haberiniz) vardır. Bi-
zim hakkımızda rivayetler devam edip
gidiyor. İnşaallah doğrulaşır. Hayri Beyden (eski Şeyhülislâm) sonra Sudi
(Mebus) Bey de ailesiyle beraber İtalya’ya gitti. Ailesi Köprülüzâdenin
kayınvâlidesi vasıtasiyle size müracaat etmiş. Fakat sizden bir cevap
alamadığından İstanbul’dan gelmeden evvel sizinle görüşmemiştir. Mürsel
Paşa’nm hanımıyla görüşmüş olduğunuza pek memnun oldum, lâdei ziyaret ettiniz
elbette! Onunla gönderilmiş olan arzuhale bir cevap alındı mı? Yusuf Bey
Vezirof (Azerbaycan Sefiri, annemin akrabasından) bugün de Azarbaycan
tâbiiyetinde addolunuyor mu? Oralarla yazışıyor mu? Rica ederim bu hususlara
ait bana malûmat veriniz. Ev meselesi ne oldu? Bu kış zamanında bu mesele ile
uğraşmanız bilseniz beni ne kadar düşündürüyor? Zavallı Sitâre! Sen neler
çektin benim yüzümden. Ah! Allah bana senin yanında bu hacâletimden
(mahcubiyetimden) çıkmak için fırsat verecek midir? Her ne kadar mektuplarında
afiyetten bahsediyorsan da, hiç şüphe etmiyorum ki baş ağrıların daha ziyade
şiddet peyda etmiştir ve daha ziyade seni iz’aç ediyor. Kasem ediyorum ki senin
rahat ve mes’ut olduğuna emin olsam ben burada bu esaret hayatının acılarını
asla duymam ve beni burada bilhassa iz’aç ve tâzip (rahatsız) eden düşünce,
yine sizsiniz! Fakat ne yapayım! Sen de ve Allah da biliyor ki ben günahsız bir
musibete uğradım. Kader böyle imiş. Sabit ve tahammül etmelidir. Belki hayır da
bundadır. Baki bütün dostlara, âşinalara selâmlar eylerim ve cümlenizin yüklerinizden,
gözlerinizden öperim. ” 7
Malta,
Polverista: 23 Şubat 1920
Azizim
Sitâre ve Humay!
7
Şubat tarihli mektuplarınızı aldım. Aralarında Abdurrahman’la Abdüssamet’in de
mektupları olduğundan endişelerim zail oldu ve rahat ettim. Hele Abdurrahman’m
mektubu hakikaten “dehşetti”!. Bütün arkadaşlar birer birer okudular. Hepsi
alkışladılar, hepsi ayrı ayrı ona ve kardeşlerine bol bol selâmlar ediyorlar.
Çocuğun yazısı da kendisi gibidir. Arkadaşlar beğendikçe bittabi ben müftehir
oluyorum. Yalnız teessüf ediyorum ki gerek kızların son senelerinde ve gerek
Abdurrahman ve Abdüssamet’in tam bir rehbere muhtaç oldukları bir zamanda
onlardan ayrı düştüm! Artık Tann’mdan bu ayrılığa bir nihayet vermesini niyaz
ederim. Dün gece Sitâre’yi rüyamda gördüm. O ne tatlı bir rüya idi! Uykumun pek
uzun sürmesini arzu ederdim: Ben evde idim, çocuklar etrafta ve ben de Sitâre
ile bilmem neden dolayı evvelâ kavga ve sonra da muhabbet ediyorduk! Ben
Sitâre’nin gönlünü almak istiyordum. O ise itiyadı veçhile her zaman yaptığı
gibi) naz ediyordu! Hülâsa eski hayatımızdan bir levha! Fakat maatteessüf
ayılıp rüya olduğunu gördüğüm zaman pek meyus oldum! Lâkin artık bizimle sulh
müzakeratı başladı. înşaallah bu gibi rüyaların mübeddili hakikat (hakikate
döneceği) olacağı zaman yaklaştı. Elhamdülillah sıhhat ve âfiyetçe pek iyiyim
ve oraya geleceğim zaman göreceksiniz ki zayıf değil pek iyi olmuşumdur.
Göndermiş olduğunuz paraların cümlesini çoktan aldım ve çoktan size yazdım.
Şimdiye kadar o mektuplarımı almış olacaksınız. Beni hiç düşünmeyiniz.
Filhakika hayatımız pek yeknesaktır. Fakat kat’iyen melâliaver (hüzünlü) değildir.
Allah memleket ve milletimizin âkibetini iyi etsin. Bu acılar unutulur.
Înşaallah işlerin yoluna girdiği hissolunuyor. Artık hakkın tecellisi yüz
göstermeğe başladı. Biraz daha sabır. Benden bütün dost ve âşinâlarâ,
amcazadelere selâm. Cümlesinin gözlerinden öperim.” “Azizim Sitâre ve Humay!
Bu
mektubumu size yazarken duyduğum hissiyyatı bilmem ki nasıl size beyan edeyim.
Hem kızıyor, hem gülüyorum. Kızıyorum, çünkü serbest olduğuma çit çektiğim
telgraftan tam bir ay geçti. Siz bunca intizar ettiniz ve halbuki ben şimdi de
buradayım! Gülüyorum, çünkü bir aydan beri her gün ve her dakika azimet
(hareket) etmek ihtimali mevcut ve her gün yeni bir haber çıkarak ümitlerimizi
idâme (sürdürmek) ettiriyor. Şimdi de Roma’dan aldığımız bir habere göre
burayâ bir liste gelmiştir. O liste mucibince kırk adam derhâl tahliye
olunacaktır, yirmi dördü de bilâhare İngiliz üserası (esirleri) teslim
olunduktan sonra gidecekmiş. Bir hesaba göre ben de o kırk adam içinde bulunacağım,
diğer hesaba göre kalacak olan yirmi dörtler meyanındayım. Fakat o yirmi dördün
de azimeti pek uzak olmıyacaktır. Lâkin bütün bu hesaplar sırf tahminattan
ibarettir. Kimse muhakkak bir şey bilmiyor. Muhakkak olan bizim tükenmez
ümidimiz ve her gün buraya bir geminin gelip bizi alması ihtimalidir! Artık
düşününüz bizler bu intizarlar ve tahassürler içinde neler çekiyoruz. Maamafih
sizi temin ederim ki gideceğimiz pek yaklaşmıştır. Hattâ bu mektuptan evvel
size kavuşacağımı kaviyyen (kuvvetle) ümit ediyorum. Yakup (dayımın oğlu)
henüz orada mıdır? Bizi İtalya’da Napoli şehrine götürecekleri rivayet olunur.
O hâle kendisiyle Avrupa’da görüşmemizi pek arzu ederim. Napoli’ye gelir
gelmez size elbette haber vereceğim ve oradan azimet günümüzün haberini tebliğ
ederim. Bu intizarlar içinde çocuklara mektup yazmıyorum. Çünkü her daima
zannediyorum ki mektuptan evvel kendim gideceğim. Bâri cümle dost ve aşinalara
selâmlar. Cümlenizin gözlerinden öperim.”
“Azizim
Sitâre ve Humay!
Son mektuplarınızı yâni 9, 14, 11, 18 Kânunuevvel
(Aralık) yazdıklarınız mektupları aldım ve tâ kalbigâhımdan (kalbimden)
vuruldum! Demek ki siz şimdi aç bi’ilâç, kimsesiz kaldınız! Sizin bu haliniz
beni gece gündüz muztarip ediyor, kıvranıyor, dağlanıyorum! Fakat ne yapayım!
Öyle bir felâkete düştüm ki ilâcı Allah’tan başka kimsenin elinde değildir.
Fakat zannetmeyiniz ki ben kendimi düşünüyorum, beni dâima düşündüren sizin
hâlinizdi! Şimdi ise, düşünce değil, yanmadır! ve bu mektubuma cevap alıncaya,
sizin bir ilâç bulmuş olduğunuzu öğreninceye kadar, bende can kalmıyacaktır. Bu
mektupla beraber iki mektup da yazıyorum. Birisi Beye. Kendisinin pek âdî ve gaddar hâ
in
adam olduğunu söylemek için! İkinci mektubum, Akşam gazetesi sahibi
Kâzım Nâmi Beyedir. Bu zat benim mektep arkadaşımdır. Kayınpederi, Emniyet
Sandığı’mn Müdürü imiş. Rica ediyorum, bu mektubu alır almaz Kerim Beyi çağırınız,
kendisinden rica ediniz, Kâzım Nâmi Beyle görüşsün. Bizim oradaki arsaların
kâffesini Emniyet Sandığı’na terhin etmeğe çalışsın. Beş altı ay geçinecek
kadar para bulursanız, o zamana kadar belki Allah da bu işlere bir nihayet
verir. Sitâre can! Rica ederim hiçbir şey kıskanma. Elinde ne var, ne yoksa
hepsini sat. Hiç şüphe etmem. Bazılarını sattınız, fakat kalanları da satınız.
Ne senin ve ne de çocukların muhtaç olduğunuza kat’iyen tahammül edemem.
Sonra, Süreyya’nın sigortası hakkında sehiv (hata) olsa gerektir. Onu
başkasına da gösteriniz. Son mektuplarınızın ikisinde de Humay’ın ve ne de Tâze
Hanimin “ablam Tezer Taşkıran” hatlarını gördüm! Bu ne demektir? Hattâ bir
mektubu Humay namına başkası yazmıştır. Bu da beni pek muztarip ödiyor. Allah
size ve bana sabır ve tahammül ver- sin. Şimdi benim en büyük duam buclur. Bakî
cümlenizin gözlerinizden öperim.”
“Azizim
Sitâre ve Humay!
Bu
mektubumu size sabahleyin kahvaltı yaparken yazıyorum. Şimdiye kadar benimle
böyle bir hâdise vâki olmamıştı, zira ben mektuplarımı daima akşamdan yazarım
ve arkadaşlar benimle alay ederek: “Yine hanıma arzuhalle meşguldür” derler.
Fakat dün her nedense mektubu unuttum. Gece rüyama ne geldi biliyor musun?
Gördüm ki sen önümde durup beni zemmediyorsun ve “başkaları ailelerine mektup
yazmışken, sen bizi unuttun” diyorsun! Rüyayı sabahleyin arkadaşlara hikâye
ettim, onlar da gülerek: “Sen nezaret altında imişsin! Akşamdan mektup
yazmakta pek haklı imişsin” dediler. Sıhhat ve âfiyetim mükemmeldir. Burada havalar
cidden güzeldir. Karabağ’ın Mayıs ayını andırıyor. Anadolu’dan gelen haberler
ise, bittabi bize yeni hayat ve can veriyor. Telgraflar İstanbul’un şenlikler
içinde olduğunu yazıyorlardı. Biliyor musunuz ki iki seneden beri ilk kere olarak
yüzünüzün gülmüş olduğuna, biz bilhassa memnun olduk. Burada yine hakkımızda
bir takım rivayetler devam etmeğe başladı. Buranın valisi de bize ümitler
vermektedir. Fakat azizlerim, ben bütün bunlara hiçbir kıymet ve ehemmiyet
vermiyorum, beyhude ümitlere düşmüyorum. Zâlim düşmanın niyeti bizim hakkımızda
pek vâzıhtır. Allah Anadolu’ya yardım etsin. Bizi kurtaracak yalnız orasıdır.
Onun muvaffakiyet ve mazhariyetine dua ediniz. Evvelâ bu zâlim ve bîrahîm
(merhametsiz) düşmandan insaf ve mürüvvet beklemek abestir. İki sene birisini
vatanından, âilesinden mahrum ederek arzuhallarma, istidalarına sükûtla cevap
verecek ve neden itham edildiğini bile izah etmiyen mahlûkattan âsârı insaniyet
(insanlık eseri) beklenemez! Fakat inşaallah Anadolu o mahlûkun başını döğe döğe
bizi alır!
Ümidim
yalnız budur. Siz de Anadolu’nun muvaffakiyetine gece gündüz dualar ediniz.
Bütün dost ve aşinalara selâmlar. Cümlenizin gözlerinden öperim. Bundan
evvelki mektubumda Süreyya ve Humay’a fotoğraflar gönderdim, aldılar mı?”
Malta, Polverista:
28 Şubat 1921
“Azizim
Sitâre ve Humay!
Dün
4 Şubat tarihli mektuplarınızı aldım. Maalesef bize de geç mektup vermeğe
başladılar. Lâkin Sitâre can, öyle ümit ediyorum ki artık kavuşmak devri
yaklaşıyor. Velit Beyin (Velit Ebüzziya) tebşirinden (müjdesinden) bir netice
çıkmadı. Zaten ben evvelden de ona pek çok ümit bağlamadım. Fakat şimdi
Londra’da bizimkilerle düşmanlar arasında müzakerat cereyan ediyor. Bir kere
müzakeratm ciddî bir zemin üzerine dökülmüş olduğu ve ilk emarelerden
(belirtilerden) memleketle beraber bizim de kurtulacağımız ümitleri belirmeğe
başladı. Anadolu’nun namuslu ve şerefli mesâisi, semerelerini vermek üzeredir
ve ben milletimin sayesinde kurtulmağı başkalarının lütuf ve inayetine elbette
ki tercih ederim. Bu hususa âit burada aldığımız mevsuk (inanılır) malûmat
itminan bahştır (emniyet vericidir). Topçu Başyef’in adresini yazmışsınız, ona
yazmaktan vazgeçtim. Beyhude yere minnettar olmak istemem. Herkesi anladık,
öğrendik. Varsınlar zevk ve safalarını sürsünler! Süreyya’nın ilk kazancından
şeker yemek bilsen bana ne kadar tatlı geldi. Şekeri aldığım zaman ömrümün en
bahtiyar dakikası idi! Evlâdımızın böyle ciddî, metin ve mesâiperver
(çalışkan) olmaları, elbette ki seni de memnun ve bahtiyar etmiştir, Allah
cümlesini muvaffak etsin. Abdurrahman’m son mektubunu bilmem ki okudun mu?
Şimdi o bana büyük bir erkek gibi yazıyor. Cidden yazıları, yetişmiş bir dimağı
anlatıyor. Çapkının mektubunu bütün arkadaşlar okudular ve cümlesi dua
ettiler. Bilsen onu burada ne kadar seviyorlar. Herkes onun kayık üzerindeki
bizden son kere ayrılırken bağırdığı sözleri tekrar edip hayret ediyorlar, Taze
hanım kızımdan, Velit Bey Ebüzziyazadeye bir mektup yazıp beni orada düşünmüş
olması ve bana buraya kitap göndermesi dolayısiyle teşekkür eylemesini rica
ederim. Tâze hanım kızım bu işi herkesten iyi yapacağı için ona zahmet
veriyorum. Neden bu kere Abdüssamet bana mektup yazmamıştır? Yine mi
tenbellik? Humay ablası Gültekin’in marifetlerini yaza yaza bitiremiyor! Bilmem
ki Humay’ın kızı pek çok sevdiğine mi atfedeyim, veyahut hakikatte dediği gibi
midir? Behemehâl çok göreceğim geldi. Bütün dostlara ve bilhassa Emir ve Kerim
Beylere selâmlar. Amca kızlarına dualar. Çocukların gözlerinden öperim.”
Annemin
mektuplarındaki harikulâde masum metanet havasına karşılık babamın
mektuplarında zaman zaman bıkkınlık, elem, ümitsizlik göze çarpmaktadır. Bu
arada anneme karşı kusurlarını itiraf etmesi, onun hastalıklarının tek sebebi
olarak kendisini göstermesi babamın esaret hayatında ne kadar çeşitli ruh
baskıları altında kaldığını anlatmaktadır. Evet, babam anneme karşı kusurlu
idi. Çünkü sinirli, hırçın, kavgacı tabiatı herkesten, her şeyden önce annemin
üstünde kendisini gösteriyordu. Neşe ile oturduğumuz yemek masasında küçük bir
ihmâlin, babamı ne hallere getirdiğini, tabakların, bardakların yerlere
çarpıldığını, çorba kâselerinin üstümüze, başımıza döküldüğünü görür gibiyim.
Hattâ bu kavgalardan hafızalarımızda kalmış gülünç sahneler vardır. Havada
uçarak tam karşımızdaki köşeye oturmuş gibi düşen bir tavuk görüyorum. Pişmiş
hayvanın bu çok canlı duruşu sofradaki hiddeti bir anda sindirmişti. Biz
çocuklar kahkahalarla gülerek babamdan dayak yememek için kaçışırken onun da
başı öne eğik odadan 232 çıkışını hatırlıyorum. Yalnız annem, hevesle
hazırladığı sofranın perişanlığı ortasında sessizce ağlıyordu.
Sonra
lüzumsuz kıskançlıklar, siyaset hayatının babamın ruhunda sıkıştırdığı
dargınlıkların, şikâyetlerin, hiddetlerin evin içinde boşalması, birbirini
kovahyan heyecan ve tehlike dolu hâdiseler, bütün bunlar annemi hızla
eritiyor, çöktürüyordu. Malta esâreti sırasında bize babamın maddî yokluğunu
hissettirmemek için, Yarabbi, ne kadar çırpındı! Arife akşamları yeni
elbiselerimizi, ayakkaplarımızı, çoraplarımızı yatağımızın başucuna hiçbir
eksiği olmadan koyabilmek için ancak annem kadar ıstırap çekmesini bilen bir
insan olmalıdır. O ıstıraplarından kuvvet alan bir kadındı. Bu felâket
yıllarında babamın esârette veya uzak yerlerde olan arkadaşlarının ailelerine
de nihayetsiz bir şefkatle yardıma çalışıyordu. Hattâ tesellisini biraz da
felâketin onlarla ortak olmasında bulmuştu. İşgal altındaki İstanbul’da çocuklarının
ellerinden tutarak mitinglerden mitinglere gidiyor, bunları hazırlıyanlara
yollar gösteriyor, Anadolu’ya geçmek için birkaç gün gözden kaybolması lâzım
gelen dostları evimizde saklıyor, cesaretini daha ileri götürerek Ermeni
fedâilerinin şiddetle takip ettikleiri Behbut Han Civanşir’i pervasızca
evimizde gizliyordu. Burada da annemin hâdiseleri çok iyi sezen ruh kabiliyetine
yeni bir misâl vermek isterim. Behbut Han evimizde bir müddet kaldıktan sonra
kendisine artık hiçbir şey yapamayacaklarını sanarak ■
meydana çıkmağa karar verdi. Annem
buna şiddetle karşı durdu, “Hayır, dedi, sokağa çıktıktan yirmi dört saat sonra seni öldürecekler!” Annemi dinlemiyen
Behbut Han hakikaten iki gün
sonra Ermeni fedâisi
Torlakyan tarafından
Perapalas önünde bir gece yarısı
öldürüldü.
Annemin
kendine göre bir dindarlığı vardı. Allah'a inanıyor, ailesinin Peygamber
sülâlesinden olduğunu iftiharla söylüyordu. Kuvvet, metanet, ümit veren bütün
inançlara, bunlar hangi mezhepte olursa olsunlar bağlıydı. Şiî’liğine rağmen
Ömer’den de Ali kadar mucize bekliyordu. Bu inanışının romantik, mistik
neticeleri vardı. Eyüp Sultan’da o önde, ben elinden tutarak arkasında Niyet
Taşından geçtiklerimizi, Akbıyık’ta Fuat Köprülü’nün evinde gece misafir
kalarak tanyeri ağarırken içinde babamı bir an önce göndermesi için Hazreti
Ali’ye yazılmış mektup bulunan şişeleri birçok defa denize fırlattığımızı hatırlıyorum.
Yine her mukaddes günün fecir vakti göğe bakarak bütün dinlerin
peygamberlerine, bütün mezheplerin evliyalarına, çocuklarının babasını
kurtarmaları için yalvaran sesini işitiyorum.
Bütün
bu dualar nihayet kabul olundu, bir gece yarısı kapının önünde duran arabadan
babam indi. O gecenin neşeli şaşkınlığını unutmak mümkün mü! Babam hepimizi
birden kucaklamak istiyor, hepimiz de ona ayni zamanda satılabilmek için
çırpmıyorduk. Bize, iki senede mümkün olmıyacak kadar büyüdüğümüzü hayal ederek
kocaman ayakkabılar, içinde kaybolduğumuz elbiseler getirmişti. Bu, babamın
duyduğu çok derin hasretin yarattığı hatâ idi.
On
gün sonra babam gizlice Anadolu’ya geçti, böylece de hayatımızın bir başka
devresi başlamış oldu. İstanbul’un yerine Ankara, birkaçı dışında eski
dostların yerine yepyeni âşinâlar! Sakarya Harbinden biraz sonra başlamış olan
bu devre millî zaferler, inkılâplar, Türk Milleti’nin maddî ve mânevî kalkınma
hamlesine teşebbüs hareketleri arasında tâ Serbest Fırka’mn kurulmasına kadar
devam etti. Annem geride kalmış felâket senelerinin acısını bu mes’ut günlerin
neşe ve heyecaniyle unutmağa çalışıyordu. Fakat yazık ki şimdi de sıhhati bütün
dikkatlere rağmen günden güne sür’atle bozuluyor, geçmiş yılların
yorgunlukları, bu ufak tefek vücudu merhametsizce eziyordu. Buna karşılık
zekâsı, o harikulâde seziş kabiliyeti hiçbir şey eksilmeden devam ediyor, yine
babama en iyi telkinleri yapmağa, en doğru yollan göstermeğe muvaffak oluyordu.
Annem,
babamla siyaset arkadaşları arasında bazan birleştirici, bazan barıştırıcı,
birçok defa da itidal verici rol oynuyor, babamın, siyaset hayatının çeşitli
tecellileri karşısında muvazenesini kaybetmek istidadım gösteren münasebetlerini
düzeltebiliyor, bir taraftan, İttihat ve Terakki’den birçok eski dostların
korkunç akıbetlerinin babamın ruhunda yarattığı derin kırgınlık ve ye’sin
tesirlerini silmeğe çalışırken, diğer taraftan İstiklâl Mahkemesi’nin kudretli
hâkimlerine mâsumlara kıymamaları için yalvarmaktan çekinmiyor, beraet eden
eski arkadaşlara ilk rahat nefesi evimizde aldırmak için hazırlıklar yapıyordu.
Serbest
Fırka macerası başladı. Annem daha birinci gününden itibaren bu hareketin asla
muvaffak olamıyacağma inanmıştı. Babam, “Gazi, bu işi samimiyetle istiyor, o
istedikten sonra niçin muvaffak olmasın?” dedikçe, annem başını sallıyor,
“Paşa ne kadar samimî olursa olsun, ya hâdiseler başka şekilde inkişaf edecek,
yahut da koltuk ve ikballerini kaybetmekten korkanlar hiyle, isnat, iftira
yollariyle Gazi’yi aleyhimize çevirecekler!” diyordu.
Heyhat,
yalnız üç ay gibi kısa bir müddet sonunda Serbest Fırka dağıtılmış, babam yine
aldandığını görmüş, annem bu sefer de haklı çıkmıştı.
Serbest
Fırka oyununun son perdesi de kapandıktan sonra babam artık İstanbul’a göç
etmeğe karar verdi. Annemin sıhhati de bunu zarurî kılmıştı. Babama İstanbul
Darülfünunu’nda profesörlük verdiler. Nişantaşı’nda eski, büyük bir ev aldı,
âile oraya yerleşti. Annemin hastalığı ilerlemişti. Tedavi müsbet hiçbir netice
vermiyor, her gün biraz daha çöküyordu. Buna rağmen hemen hemen hep içinde
kaldığı yatağından babamın bütün hayatiyle meşgul oluyordu. Evin salonu yavaş
yavaş İstanbul’da fikir ve sanat adamlarının sık sık toplandıkları bir yer
oldu. Şâirler, ressamlar, müzisyenler, yazarlar, tarihçiler fikir âlemimizin tanınmış
birçok insanları bu salonda sabahlara kadar süren konuşmalar, münakaşalar
yapıyorlardı. Babamın bu son çevresi o devirde fikirlerin hür olarak
konuşulduğu bir dergâh halinde idi.
Bir
gün babamı birini tanımadığı iki adam ziyaret ettiler. Ötekini eskiden beri
biliyordu. Birkaç saat konuştular. Onlar gittikten sonra babam annemin yanma
geldi, “Sitâre,” dedi, “birkaç şey, meselâ şu eski halıları satarak bir gazete
çıkarmak istiyorum, ne dersin?”
Babamın
bahsettiği halılar annemin çehiz olarak getirdiği, çocuk iken üzerinde
oynadığı, bütün hayatının hâdiselerine şâhitlik etmiş kıymetli hâtıralardı. Bu
hakikî sanat eserlerinin rengârenk nakışları onun için geçmişteki bahçelerdi.
Buna rağmen hemen razı oldu. “Pekiyi Ahmet,” diye cevap verdi, “yalnız sen bu
gazeteyi kimlerle çıkartacaksın?”
Babam
güldü: “Demin beni ziyarete gelenlerle! ”
“Tanıyor
musun kimlerdir?”
“Birisini
tanıyorum, diğeri de iyi bir adama benziyor.”
Annem
babamın elinden tuttu, hafif, titrek bir sesle: “Ahmet,” dedi, “iyice bilmediğin,
huyunu suyunu tanımadığın insanlarla işe girişme.”
İşte
babamın son gazetesi Akın böyle çıktı.
Aradan
birkaç ay geçti. Bir gece o sırada İstanbul’da bulunan Atatürk babamı
Dolmabahçe’ye sofrasına dâvet etti. Uzun zamandan beri karşılaşmamışlardı. Serbest
Fırka macerasından sonra bu Fırkanın başında olanlardan tekrar Halk
Partisi’ne, veya devlet hizmetine dönmiyen hemen hemen yalnız babam kalmıştı. Akın
gazetesi iktidar çevresinin bir kısmı için muhalefetin sesi addediliyordu. Bu
sebeple babam Atatürk’le tekrar karşılaşmasının nasıl bir hava içinde
olacağını endişe ile düşünüyordu. Gece yarısından biraz sonra eve döndüğü zaman
doğru haftalardan beri yatakta olan annemin yanma gitti. Annem, evlendikleri
günden be-
ri kocasının yüzünü
bu akşamki kadar me’yus ve ıztıraplı pek az görmüştü. Daha babam başlamadan
“iyi geçmedi değil mi?” diye sordu. Babam, “evet,” dedi, “iyi olmadı. Paşa
önce çok iltifat etti, yanma oturttu, sofrada .............. beylerle
..... hanımlar
vardı. Bir aralık Akın gazetelerini çıkarın diye emir verdi. Gelen
gazetelerden makalelerimi birer birer okuttu, her makalede ne demek istediğimi
sordu. Bütün bu yazıların İçtimaî tenkitler olduğunu, cemiyetimizin kusurlarını
ve iyi taraflarını göstermekten ibaret bulunduğunu anlattım. O zaman Atatürk, na işaret ederek, “Beye
fendi, bir zat hem Darülfünun’da
hocalık eder, hem de iktidarı tenkit ederse bunun neticeleri iyi olur mu?”
diye sordu. Muhatabı “elbette doğru değil” cevabım verdi. Bu suali diğer
bazılarına da tekrar etti. Hemen hepsi ayni sözleri söylediler. Yalnız Bey, “şâyet rejim ve iktidar kuvvetli
ise
bir kimsenin hem Darülfünun’da hocalık etmesi, hem de muhalif olması hiçbir
zarar doğurmaz. Şâyet rejim ve iktidar zaif ise bunun tehlikeleri vardır”
dedi. Atatürk bana dönerek sordu: “Bak ne diyorlar?”. “Paşam, herkes başka bir
türlü düşünebilir. Ben ne yapayım?” cevabını verdim.
Atatürk
birdenbire, “anlaşılıyor,” diye bağırdı, “onlara cevap vermeğe tenezzül
etmiyorsun, pekiyi, işte ben söylüyorum, hem Darülfünun’da hocalık, hem
muhaliflik olmaz.” Sonra ilâve etti: “Söyle bakalım, sen bu gazeteyi çıkartmak
için parayı nereden buldun? ”
O
zaman rie kadar korkunç bir entrikanın döndüğünü anladım. “Paşam,” dedim, Akın
nüshaları meydana çıkarak makalelerim okunmağa başladığı zaman gazeteyi kapatmağa
karar vermiştim. “Fakat madem ki böyle bir şüphe var, müfettişlerinizi
göndererek parayı nereden, nasıl bulduğumu tahkikle ilân etmedikçe gazeteyi
kapamıyacağım.” Bunun üzerine Gazi, “Demek kafa tutuyorsun” diye bağırdı. “Hem
sen unutuyorsun ki bir sığıntısın!”
Annem,
babamın elini yakaladı, “Atatürk bunu sana söyledi mi?”
“Evet
Sitare, söyledi ve bir anda hayatımın en derin kederi içimi doldurdu. “Paşam,”
dedim, “on sekiz yaşımdan beri Türk Milleti’nin hizmetindeyim. Bana bu hizmet
yolunda birçok defalar, birçok adamlar bu sözü söylediler. Hepsine güldüm. Amma
şimdi sizin ağzınızdan aynı şeyi işitmek beni ruhumun en derin noktasına kadar
sarstı. Çünkü ötekiler küçük adamlardı. Siz ise bu memleketi kurtarmış insansınız.
Bir yandan bütün dünyanın Türk ırkından, Türk Milleti’nden geldiği tezini
ortaya atıyorsunuz, diğer taraftan hududumuzdan iki saat ötedeki halis Türk ve
yazık ki esir bir yurttan Türk’ün hürriyetini muhafaza etmeğe muvaffak olmuş
kısmına gelen, yine halis bir Türk’e sığıntı diyebiliyorsunuz. Bu ne korkunç
tezattır ve niçin Allah bana sizi böyle bir tezat uçurumu içinde göstermek
felâketini nasip etti.” Bu sözleri söyler söylemez ayağa kalktım. Tam bu sırada
beklemediğim bir şey oldu. Atatürk de ayağa kalkarak boynuma sarıldı, “Sen beni
yanlış anladın, öyle demek istemedim” diyerek yüzümü gözümü öpmeğe başladı.
Fakat orada duracak halde değildim. Hiç bir şey söylemeden çıkıp geldim.”
Annem,
babamın ellerini dudaklarına götürdü:
“Üzülme,
Ahmet, iyi cevap vermişsin. Gazi büyük adamdır, seni sever, etrafında olan
birkaç kişinin tezvirleriyle bunu yapmıştır.”
Birkaç
hafta sonra Akın gazetesi kapandı. Bir müddet daha geçince Darülfünun
reformu sırasında babamın kürsüsünü de elinden aldılar. O zaman Atatürk’e çok
yakın bir dostu babama ortaklarından birisinin bütün hususî konuşmaları,
gazetenin içinde olup bitenleri her gün jurnal ettiğini haber verdi. Annem
yine haklı çıkmıştı.
Bu
hâdiseden sonra annem önce kendisini uzun senelerden beri muayene ve tedavi
eden merhum Dr. Âkil Muhtar’a “ölümüm yaklaştı doktor, fakat Ahmet’i içinde
bulunduğu bu maddî ve mânevi sıkıntılar arasında yapayalnız bırakmak çok
fena. O kendisini toparlaymcaya kadar yaşıyabilsem” demeğe başladı. Bu sözleri,
sırasıyla babam dışında hepimize tekrar etti. Fakat heyhat, artık hayatını
biraz olsun uzatmak mümkün değildi. Tek bir tesellisi vardı. Daima kocasından
önce ölmeyi Allah’tan dilemişti. İşte bu dileği oluyordu. Ölüm hazırlığını da,
kefenini de, tabuta örtülecek şah, dökülecek gül sularını, yakılacak öd ağaçlarını
babamın ve halamın bildiği bir yere çoktan saklıyarak yapmıştı.
1933
senesi Ekim ayının on altıncı gecesi sofrada idik. Yalnız Tezer ablam annemin
yanında kalmıştı. Birden “Anneme bir şey oluyor” diye haykırdığını işittik.
Odasına girdiğimiz zaman annemin gözleri kapanmıştı. Şimdi tamamen
hatırlıyorum, babam birden şaşırdı. Sitâre’nin öleceğini çok düşünmüştü. Fakat
bu ânı asla tasavvur etmemişti. Her birimizin yüzüne ayrı ayrı baktı, sonra
annemin dizlerine kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı.
SON
[I] Hüseyin Baba bu üçüncü baskı yapılırken
çoktan ölmüş bulunuyordu. Eyüp Sabri Bey tanınmış bir İttihatçı ve Birinci
Büyük Millet Meclisi üyesi.
[II] Ali Çetinkaya, Kılıç Ali, Necip Ali.
[III] Rauf Orbay.
[IV] Rıza Şahîn Atatürk’ten ya mektup yazarak
veya Ankara’ya geldiği zaman Memduh Şevket Bey’i Tahran’a tekrar sefir
göndermesini rica ettiği söylenir.
[V] Topkapı müzesinin eski müdürü rahmetli
Haluk Şehsuvaroğlu.
[VI] Fuat Köprülü, Neşet Ömer, Cevat Abbas
merhumlar.
[VII] Annemin ve babanım karşılıklı mektupları
o kadar içten gelerek yazılmış mektuplardır ki hiçbir kelimesini değiştirmeden
aynen koyuyorum.