SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Ravilerin rivayet esnasında,
sözlü olarak aldıkları ve ezberleyerek yahut anlayarak belleklerinde
taşıdıkları sözlerin 'Hadislerin gelecek bir zamanda ezberlenenin aynı kalması
halinde bile anlamının ne olduğu ya da ne olabileceği her zaman önemli bir
sorunsaldır. Bu yönüyle, hayat sürerken kendiliğinden teşekkül eden aşılan,
anlaşılan, alışılan yolu temsil eden 'Sünnetlerin elde-mevcut-metin
hallerinden başka, her ikisinin gerçek tabiatlarına dair bir nesnel ölçüte
sahip olduğumuzu söylememiz güçtür. Zaten hadis ve sünnet terimlerinin ilk
dönemlerdeki kullanımları dilsel detaylara riayetle incelendiğinde her iki
terime yüklenen anlamın farklı olduğu görülecektir. Öncelikle Hadisler,
yazıyla, bir yazar tarafından [ön]yargılarla (yaşanmaksızın) kurgulanan
bir düz-metin olmanın aksine, rivayet olmaları itibariyle, kimi zaman
detayların farklı izahlarından tutun, iletişim kurulacak kişilerin düzeylerine
göre belli bir şekilde ya da zamana ve mekana bağlı kimi spontane dilsel
unsurları kullanarak şahsi ve yerel tarzda teşekkül etmiştir.
Şu an elde-mevcut-metin, yazılı
hale gelen söz'ün, kültürel ya da tarihsel olarak mesafelerle asılla arası
açılarak yabancılaştırdığı şeyle arasındaki mesafeyi katederek yazılı halindeki
söz'ün tekrar konuşması [sözlü tabiatını dışavurması] imkanını
hadislere sağlamak bir 'Hadis Hermenötiği' Hadis Fenomenolojisi' ve 'Hadis
Epistemolojisi fikrini inşâ etmede bize destek temin edebilir. Saydığımız üç
alanın Hadis yöntemsel-işbirliği ile inşa'ı, Peygamber'in eylemi, sözü, onaması, görgü
şahidi ravinin anlatısı, sözlü olarak onu duyan (sami') ve belleyen (hafız-vai)
ravinin bunları sonrakilere nasıl anlattığı, aktardığı ya da ne kadarını
aktardığı, gören-duyan ya da kulak veren-ilgilinin ilk-elden mi bilgiyi aldığı,
yoksa kendi dışındaki birinin aktarmasını mı aldığı tarzındaki soru ve
sorunlara taze bir ruhla yaklaşmayı kolay kılacaktır.
Hadis ilimleri, içerisinde rivayet ve dirayet kolları elimizde mevcut metin
halindeki Hadis-Sünneti tarihteki yerine bugünün imkanlarıyla yerleştirecek hem
de günün anlayışıyla güncel kılacaktır.
Rivayette ana unsurlar; bir
olayın yerle birlikte kurgulanan mizanseni, bakış açısı, diyalogu, anlatının
içerisindeki tekrarları, farklı olayı karşıdakinin bildiği varsayılarak kısmi
atılmasını, anlatıl[a]mamayı, orada olanla bir şekilde kıyas türünden edebi terkipleri ihtiva eder. Rivayeti alan
ravinin onu yorumlaması ve anlaması, onun o rivayete dair tüm kesitleri ve
fragmanları kendi zihninde tamamlaması rivayetü'l-hadis ve dirayetü'l-hadis
açısından son derece önemlidir. Hadislerin büyük bir kısmı rivayi tarzda olup,
klişe şeklinde canlı didaktik anlatıma sahiptirler.
Hadis rivayetleri, ortamın kendi
bağlamı içerisinde muayyen bir zaman ve zeminde meydana gelen bir olayı, bir
durum üzerine söylenen bir sözü veya görgü tanıklığı şeklinde sonradan akılda
kalanlarla ortamdan ayrı bir şekilde birleştirilerek oluşturulan ve ilk
ravilerin duyarak (sema') ağızlarıyla [şefevi-şifahi] sıra gözetilmeksizin
yahut sonraki nesle aktarılanların kimi zaman sıralı; başlangıç, giriş, gelişme
ve sonuç gözetilerek, bazen de sened ve metni maklub bir şekilde aktarılan ve
ravi inisiyatiflerinin kısmen yer aldığı kayıtlar olarak görülebilir.
Hadis usûlü içinde lafzı ve
mânevi rivayet ya da er-rivâyetü bi’l-mânâ ve er-rivâyetü doğasını ortaya koyan bu iki kavramda;
harfî rivayet, Hz. Muhammed' salla'llâhü aleyhi ve sellemin ağzından çıktığı
gibi hadis metninin kusursuz herhangi bir değişikliğe uğratılmaksızın aynen
kelimesi kelimesine aktarıldığını ifade ediyorsa, o zaman, bu harfi harfine
aktarılanların ne kadarının gerçekte böyle olduğu metnin doğasını ve rivayet
modelini belirmeksizin mümkün olamaz. Lafzi rivayette, metnin olduğu gibi
aktarılması birçok açıdan imkansızken, bazı muhaddislerin lafzi rivayeti alma
çabalarının değeri ve aldıklarının lafziliği tartışılmalıdır. !kinci metoda
gelelim (manevi rivayet), bu aktarma biçimi hadis külliyatı içinde büyük bir
yekun oluşturmaktadır. Arapların hafızaları ilgili muazzam bir şekilde
abartılan haberler bir kenara bırakılırsa, insan doğasının gereği olarak,
anlatılan bir hikaye, olay, görülen bir hususun bir topluluk içinde herkes
tarafından aynı şekilde algılanması, alınması ve aktarılması imkansızdır. Bu
halde, çok veciz ve kısa bir söz olsa dahi, bazı değişikler yapılıyorsa, uzun
ve girift ve betimlemeye dayalı anlatımların tıpatıp gerçekleşmesi, bu anlamda
insan doğasının ve metnin anlamının esnek aktarımına da aykırıdır.
Bizim sözlü rivayet diye ortaya
attığımız kavram, kısmen mana ile rivayete tekabül etse de, bunun tam anlamıyla
mana ile rivayet olduğunu söylememiz güçtür. Çünkü biz, mana ile rivayette
gerçekleşen metinleşme süreci ile sözlü rivayetten sözele geçerken meydana
gelen evrimle arasında fark olduğunu düşünüyoruz. Mana ile rivayet bir başka
ifadeyle, anlamı aktarmak, yanında bulunan metnin olduğu gibi aktarımını ifade
ederken, sözlü rivayet uzun bir zaman ağızdan ağza yaşayan ve toplumun zihinsel
algısına göre şekillenen ve bununla sözel bir form kazanan rivayeti ifade
eder.
Sözlü kültürün içerisinde
teşekkül eden sözlü rivayet sadece iletişim vasıtasını üstlenen duyusal
yollarla değil, aynı zamanda görsel olarak teşekkül ettirilen semboller ve
onlara yüklenen anlamların taşıyıcısıdır. Toplumun konuştuğu dilin gelişmişliği
ile değil sadece, ya da yazının az kullanılmasının engel oluşturucu tesiriyle
de değil, belki doğasının bir zaruri sonucu olarak taşınması problem
oluşturmuştur. Tarih boyunca kutsal sıfatı atfedilen her nesne, obje ve anlam
nasıl olduklarından öte bir şey olarak anlaşılmaya zorlanıyorsa, aynı şekilde
Hz. Muhammed'e atfedilen sözlere de bu şekilde muamele edilmiştir. Asırlardır
koruma altına alınan ve dokunulmazlık getirilen ve dinin özü olarak telakki
edilen ve Kur'anı bağlama göre senaryolaştırılan onca rivayetin savunması, savunulanı
güç durumda bırakmaktan öteye geçmemiştir. Hadis literatürü, hayatın kalbinde
olan canlı bir organizma iken buna dogmatik bir sıfat verilerek tarihe
gömülmesi, ona reva görülecek en acı sondur.
Sözlü kültürler için evren
(kozmos) kendi merkezinde insanoğluyla yer aldığı çok boyutlu ve çok duyulu bir
vakıadır. Yazılı kültürler için ise, evren, düz bir alanda kavrayışlarını
canlandırmaya çalıştıkları, keşfedilmesi gereken bir yüzeydir.
Yazı, yazmak; korumaya ise kadar
yardımcı ise, aynı zamanda korunanların manipülasyonuna o denli müsaade eder.
Yazı ile birlikte, maddeleşen sözler sayesinde 'analitik düşünme' ancak
bu sözlerin üzerinde sonradan olanaklı hale gelir. Yazı ve okumanın yaygın
olduğu kültürde, birey olarak düşünmek normaldir. Bilgi kitaplarda yazıyla korunduğundan,
bilgiyi saklamaya zorlayıcı sebepler de ortadan kalkar. Yazıyla korunanlar, geleneksel materyal
haline gelerek kimi zaman yazıyla kayıtlı anlatının orijanilliğini taşıma
gücünü bulundururken bazen de bulundurumayabilir, bu gücü yitirebilir.
'Hadis've 'sünnet'kelimeleri
arasındaki ayırıma çok kısa da olsa değinmek yerinde olacaktır: Her iki
kelimenin farklılığına ve farklılaşmasına geçmişte ve günümüzde pek çok
düşünür dikkatleri çekmiştir. Hatta bu kelimelerin anlamları üzerine müstakil
çalışmalar bile yapılmıştır. Söz konusu eserleri detaylı bir şekilde zikretmenin
imkansızlığından, önünüzdeki çalışmada sadece bunlardan önemli gördüklerimizden
birkaçına işaret edilerek, konuyu sözlü rivayet bağlamı ve ilişkisiyle sınırlandırılacaktır.
Hadis, 'Kur'a'nın yanında yeni' ve Kur'an'ın bünyesine göre daha esnek şifahi
olanı ifade ederken, Sünnet, 'davranış ve davranışa özgü olan, değerler sistemi
içinde ethosa özgü olan bir yapıyı kuşatır. Belki tam tabir edilecek olursa
yaşanılan hayatın içerisine her yönüye sızan bir ortamın, aşılan, açılan, 'izlenen
've kalan izler üzerinden yeni gelenin de devam ettiği-edeceği bir yolu işaret
eder. Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem ve ashabı da, 'Sünneti, dilsel,
dinsel, siyasal ve toplumsal bağlamında ruhuna uygun olarak şekillendirmiş
gözükmekteler. Ki zaten, rivayetlerde sünnet kelimesinin içinde geçen
bağlamları incelendiğinde, bu seyir rahatlıkla takip edilebilir. Sünnetin, 'davranışa
özgülük' özelliği "İster fiziki isterse zihni eylemler sözkonusu olsun,
davranışla ilgili bir kavramdır; bu bakımdan ilgili kavram, sadece basit bir
eyleme değil, aynı zamanda bu eylemin fiilen tekrarlanıp tekrarlanmadığına ya
da tekrarlanmasının imkan dahilinde olup olmadığına da delalet eder. Başka bir
deyişle bir sünnet, ister bir kere isterse şıklıkla tekrarlanmış olsun,
davranışsa! bir kavram/örnek bir davranış" şeklinde tanımlanmaktadır. Çiftçi,
Fazlur Rahman'ın sünnet tanımı ve hadis
ayırımına işaretle, sünnetin hali-hazırdaki yapıp-etmeler için ilke/değer
teşkil edecek olan geçmiş bir örnek olarak anlaşılması gerekirken üzerine
birleşilen uygulama" anlamına kaydırıldığına dikkatleri çeker . Burada,
sünnetin tam olarak vazedilmiş bir kurallar manzumesi olmayıp, bir yol
gösterici olduğuna vurgu yapılmıştır. Özafşar, hadis kelimesinin hem lügat hem
de ıstılahi olarak söz ve yeni anlamlarına geldiğine çalışmasının farklı
yerlerinde vurgular yaparak; bir söz yahut herhangi bir olayın sözlü olarak
hikaye veya rivayet edilmesine 'hadis' denilmesi itibariyle 'sünnet'
kelimesinden özü itibariyle bir ayırıma sahip olduğunu dile getirir kiı4ı9,
elinizdeki çalışmanın temel tezi de, bu ayırımı yapabilmenin ilk şartının
hadis ve sünnet diye ifade edilen Peygamber Bilgisi'nin öncelikli olarak bu
şifahi karakterini anlamaya yardımcı olacak bir girişi betimlemedir.
Hadis iken '-söz anlamında-' sünnet haline gelen '-eylem
anlamında-' hadisler olduğu gibi, sünnet iken '-fiil-davranış anlamında-' hadis
formuna konulan 'sünnetlerin olması ve bunların mevcut karmaşık halleriyle
anlaşılmaya çalışılması, onları yorumlamada ve tam anlamada büyük güçlüklerin
başlıca sebeplerinden biri olsa gerek. Hadislerden sünnet olanlarını,
sünnetlerden de hadis olanlarını şifahilik karakterleri temel alınarak, rivayet
modellerini yeniden geleneğin rivayetin tahammül yollarınının keyfiyeti ile
anlama [=keyfiyetini anlama ile], sened'den metin'e, metin'den sened'e
gelişli-gidişli bir sistemle ayırmak mümkün gözükmektedir.
Sözlü karaktere sahip olduğu düşünülen hadisleri, mana
ile rivayet edilen sünnet ve hadislerle eş tutmak, yahut lafzen rivayet edilen
hadisleri sözlü rivayetin dışında bırakmak, tutarlı bir sistematiğin
kelimelerin [hadis ve sünnet] kullanımında takip edilmediği sonucuna bizi sevk
eder.
Hayata (=yaşanmışlığa), ağızdan ağıza sadece duygulara
vasıta olan ama cansız olan kelimelerle canlılık kazandıran ve geçmiş
zamanlarındaki özgürlüğünü ve özgünlüğünü kim iade edebilir? Aynı vurguyla,
duygulara, düşüncelere vasıta olan kelimelerin açı/ kılınarak, sıkı sıkıya
sayfalara bağlayan yazı-mahkûmiyetine ne ile ve nasıl son verebilir (verilmeli
midir)? Peki gerçek hayatin İşleyişi sünnet, 'metinlere dönüşen/metinleşerek-çekilmez hâle gelen söz
-hayat-yaşam- ile mukayese edildiğinde, peşi-sıra sayfalardaki harflerin
sıkış-tepişliği arasında bütün unsurlarıyla rahatça yer alabildi mi? ‘ Gerçek
hayatin ya da ‘ Hayatın gerçekliğimin bütün unsurlarıyla metinde yer aldığını
varsayalım, -ki bu imkânsızdır- o geçmişteki-gerçeklik =geçmişin
gerçekliği 'bugünkü gerçeklikte ya da
bugünün gerçekliği'he nasıl tekabül edecekti ya da edebilecek miydi veyahut
etmeli mi, yoksa zorla ettirildi mi? Yer alamayacağını kabul edersek, o zaman
bugün Kur’ân’dan çok yaşamın içinde olan Sünnetle Yahudi ulusunun tarihinin Yazılı Tora'dan
daha ziyade taşıyıcısı Talmudyahut Sözlü Tora, o gerçekliği
bugüne nasıl ve ne kadarıyla taşımış yahut taşıyabilmiş mi?. Dahası taşınan bu
metinler, yoksa tnkalar'ın uzmanları Antropologlara bile gizemli kalan
quipu'ları gibi, şimdi bize de mi bu
metinler, örülmüş, sarılmış anlaşılmaz düğümler gibi mi görünecek? Belki de
öyle mi? Dilin tuzağına düşerek lafzın verdiği/vereceği anlamı mı? yoksa mecaz
diyerek hakikatı mı ıskalayacağız?. Bütün bu ve yüzlerce soru, hem sözlü olma
karakteri taşıyan Hadisler'in yazılı metinlerine, hem de Sözlü Tora olan
Talmud'un elimizdeki nüshalarına müracaat ettiğimizde sormaktan kendimizi
alamadığımız sorulardır.
Şüphesiz ki, Hadis-Sünnet
gibi Talmudda insanlık medeniyetinin oldukça hacimli yazılı eserleri
arasında son derece önemli bir yere sahiptir ve sahip olmaya devam edecektir. Hadis
ve Sünnet gibi bir yaşam tarzı ve dünya görüşü inşa eden ve hayatın bütün
detaylarını dantel dantel incelikle işleyen tartışmaları Yazılı Torahın üslübu
dışında bir tarzda sunduğundan, yaşamın satırlar arasındaki halini alarak,
zamanla geliş[tir] miştir. Benzer şekilde, Hadis ve Sünnet de Peygamber'in
hayatında ve vefatı sonrasında ortaya çıkan problemlerin Kurandaki katı
formuyla değil, hadiselerin ışığında Peygamberin Kur'an'ı anlayışıyla daha
insani ve belki de daha çok yaşam nefesini taşıyan ve sonrasında yazı ile kayıd
altına alındıktan sonra ilk zamanlarda canlılığını kısmen koruyan bir zahire ve
mahzen görevi yapmıştır. Hadis-sünnet birlikteliği, 'Kelamullah'olan 'Kuran
Kitabının sayfalarının hayata müdahil olmasını sağlamıştır.
Bütün bu soruların sorulduğu ve
kendisinin emeklemeye başladığı ilk adımı, belki de attığı eksik-yetersiz adımı
mahiyetinde olan yazarın bu çalışması ve el an onun tarafından çalışılmaya
devam edilen, ama henüz ham bir halde pişiremediğine kanaat getirdiğinden
buraya alamadığı Hadis-Sünnet ve Talmud mukayesesine dair bir takım yargı-vargı ve
kanaatleri uzakta(n) görülen karanlıktaki bir ışığa işaret ediyor. Ümitle,
yazar, o ışığa koşmaktadır. Zaman zaman rıh-ı mürsele rüzgarlar (rıyah) ışığını titretse de, o
varacakmışçasına koşmaya devam etmektedir.
Yahudi geleneğinde Yazılı Tora'nın
yanında onun açıklayıcısı ve bağlayıcısı, hatta onun üstünde hüküm verici Sözlü
Tora ile Sünnetin Müslüman anlayışta Kur'an'ın yanında bir misli ve benzeri
olarak verildiği, ve hatta tilavet edilmeyen vahiy ( vahy-i gayr-t
metltiv) olduğu fikri ve Yahya b. Ebi Kesir (ö. 129/746)'in "Sünnet, Kitab
üzerine hüküm vericidir (kadi), Kitap ise sünnet üzerine hüküm verici
değildir" [es-sünnetti kadiyetün cale1-kitab... ) ım argümanı nasıl
açıklanabilirdi? Hadislerin yazıyla
kaydının, Kur'an'ın nüzul zamanı göz önüne alınarak, Metn'e karış[tırıl)ma
korkusuyla yazıya geçirilmesinin hoş karşılanmaması ya da yasaklanması ve
Peygamberin "Benden Kur'da'dan başka bir şey yazan imha etsini' hadisi ile Yahudilerin Babil Talmudu'nda: "Sen
yazılı kelimeleri şifahi olarak (alpeh) rivayet edemezsin, sözlü olanlarıda
yazılı olarak aktaramazsm' ifadesinin arkaplanındaki sosyal ve psikolojik
ile
ilahi kaynaklı olduğu varsayılan bu uygulamanın teorik ve pratik gerçekliği
nedir ve nasıl anlaşılmalıdır?.
R. Yahuda b. Nahmani ve R. Şimon b. Laqiş'in: 'Yazılı
olan kelimeleri/sözleri sen ezbere aktarmakta özgür değilsin ve sözlü olarak
aktarılan/rivayet edilen kelimeleri de sen yazıyla aktarmada özgür değilsin!' şeklindeki açıklamalarım ve mütalaalarını
Abdullah b. Ömer'in rını Abdullah b. Ömer’in ‘Meselül-münâfikı ke-meseli
şâti’l-â’ireti... hadisini mânâ olarak “şâtil-â’ireti” yerine
yakın anlamlı “şâti’r-râbitati kullanımını tercih kullanımını tercih eden
raviyi çok ağır bir dille "Eyvahlar olsun sana, Peygambere yalan isnad
etme" eleştirisini nasıl anlamalıyız yahut anlayabiliriz? Yahudi Rabbani
gelenekte R. Yişmael'in okulunun yasa öğretici ravisinin: "Bunlar
[yazılıydı]: Yazılı halde olanları ancak sen yazabilirsin, fakat sen halahaları
yazamazsın" hukuki içerikli metinlerin (halaha) yazımıyla fezail nevinden (agada)
rivayetlerinin yazılıp yazılmaması
hususu ile Müslüman gelenekte ahkam hadisleri ve fezail hadislerinin -,zayıfta
olsalar- rivayeti konusunda gösterilen farklı tutum neyi ifade eder ve nasıl
izah edilebilir? Burada bir benzerlik mi var, yoksa benzerliğin ötesinde
bağlayıcı olacak nasların yazımı ile fezail ve menakıb yahut iyiliği teşvik
edici (terğib) ve kötülükten menedici, korkutucu (terhib) türünden kimi
haberlerin, rivayet serbestisinin halkı rehabilite edici özelliğine mi
bağlanmalı?
Yahudi ve İslami gelenekler arasında bu tutumlarında
benzerlik hatta aynilik olması; bizi bu kültürlerin biribirini takip mi ve
taklit mi ettiği sonucuna mı acilen götürmeli? yoksa ilahi kaynaklı olmaları ve
'lnsan' olma olgusunun tecellisi görülerek teenni ile mi izah edilmeli?.
Kısaca, hadis rivayetinde mana ve lafızla rivayetin
yanında her ikisinden bağımsız olmayan bir üçüncü tasnifle anlam'ı /anlama'yı
esas meselesi kılacak bir ayırımı ve detaylı bir açıklamayı üstlenecek içi-boş
olmayacak işlevsel bir tasnife ihtiyaç duyulmaktadır. Hatta bu tasnifin alt
sınıflandırmalarla daha kapsamlı tarifleriyle
rivayet figür ve formlarının hadislerin iç ve dış bünyesinden hareketle ortaya
konulmasının, mevcut yazılı rivayetlerin tabiatını tesbitte bize yardımcı
olması bir yana, bütün Müslüman hayatına şekil veren Sünnet'in anlamı'nı ve onu
anlama'yı kolay kılacağını düşünmekteyiz.
Yahudi geleneğinde Yazılı Tora'nın geniş bir
açıklaması olan Sözlü Tora'nın, Rabbani Yahudilerce Tanrı'nın Sina'da Hz.
Musa'ya kendi eliyle yazdığı levhaların yanında açıklaması olarak verildiği
şeklinde kabul görmesi, devam eden Yahudi Ulusu'nun bitmeyen hayat karşısında
sürecek yorum çabalarının olacağına, ve bu çabayı da kitapta yerini bulma
psikolojisine yormak şeklinde anlamak güç olmasa gerekir
Sözlü Tora rivayetinin uzun bir zaman içerisinde kural
olarak sözlü olması; ortamıyla olduğu kadar ne ile nasıl ve hangi şartlar
altında geldiğiyle de yakından ilgili olduğu hissedilmektedir. Hem Müslüman
Hadis'i hem de Yahudi Sözlü Tora'sı açısından düşünüldüğünde, bütün
detaylarıyla her ikisinin yazıya geçirildiğini söylemek tarihsel ve elde
mevcut bilgiler ışığında güç gözükmektedir. Hadis ve Sözlü Tora'nın yazılı
olmamaları ya da yazıyla aktarılmalarında gösterilen ihtiraz kaydı, her iki
geleneğin şifahi bir kültürün ve toplumun ürünü olmalarına bağlanabileceği
gibi, hayatın dinamizmine sağlanabilecek esnek malzemeler oluşlarına yahut
malzemeleri oluşturmalarına da bağlanabilir. Zira Kur'an'da metni sarih olan
bir ayetin hukuktaki uygulamasını takyid ve ta'mim eden, açıklayan hatta nesh
eden sünnetten söz edilebiliyorsa ve benzer şekilde Yahudi geleneğinde lafzi
olarak "dişe-diş, göze- göz" kuralı olmasına rağmen Sözlü Tora'ya
uygun olarak bunun anlaşılmasının farklı olması gerektiği sonucuna varılıyorsa
ve bu kuralın uygulanıp uygulanmaması Sözlü olana göre teşekkül ediyorsa, o
zaman bu durum vakıayı izahta kafi gözükmektedir.
Bu açıdan bakıldığında; Sözlü Rivayet gibi Mana ile
Rivayeti aşan bir tasnif, Hadislerin anlamı ve anlaşılmasını zenginleştirmede
bir adım olacağı ümidi ve umudunu taşıyoruz. Bu teşebbüs, benzer bir sistemle
karşılaştırma yapılarak daha çabuk yol almayı hedeflediğinden, Yahudi Sözlü Tora'sını
yani Talmudu bunda kıyas-ı kabil olarak seçmiştir. Bu sayede, yapılacak
değerlendirme ve yorumlama çabaları da, karşılaştırmaya imkan vereceği ve
asılda anlama'nın önünde duran engelleri aşmayı kolaylaştıracağı
düşüncesindeyiz.
Nitekim mana ile rivayet ve lafızla
rivayet şeklindeki klasik tasnif, tam anlamıyla hadislerin geçirdiği sö.zlıllük
ve ya.zılilık süreçlerinin gerçek doğasını vermediği ve klasik kitaplarda bu
ayırımın yeterince yapılmadığı gözlenebilir. Mana ile/anlamıyla geldiği kabul
edilen rivayetlerle, lafzen/harfi harfine geldiği bilinen rivayetlerin, aslında
bu ikisi dışında bfr bir isimlendirmenin yapılmamasından ötürü, bu durumun bir
takım anlamlandırma ve değerlendirilme güçlükleriyle ilim adamlarını karşı
karşıya bıraktığı bilinen hakikattır. Dahası muhaddislerin karşılaşılan bu
müşkilleri tevil çabasına giriştiklerinin en bariz delili; "Tevilü muhteleful-hadis",
"Şerhu müşkili Hadis'türünden eserleri kaleme almaları gösterilebilir.
Hatta sahih kitaplar içerisinde zayıf rivayetleri ve mevzuatı ayıklama ve
onları açıklama çabaları, ilkin isnada yönelik çabalarla gelişiyor iken,
sonraları rivayeti sıhhatli kılan isnadın yanında onun kadar belki ondan daha
fazla önemi haiz olan Metne yönelmekle, yani 'metni sıhhate ölçü kılma çabalarıyla
belki de rivayetin karakterini daha iyi anlamaya başlama sürecine girmiş kabul
edilebilir..
Ne anlam ile ne de lafızla gelen rivayetler tam da klasik anlayışla ele alınmalıdır. Hz. Muhammed'in her durum ve şey . hakkındaki bütün söz, fiil ve tutumunu heva ve hevesinden konuşmaz ayeti delil gösterilerek, Rivayet Bilimi 'Hadisin verilerinin tamamının vahy-i gayri metluv gibi algılanması eğiliminin gölgesinde; ille de anlaşılmalı, anlamıyorsak vardır bir hikmeti, o Allah'ın elçisidir sen ondan daha iyi mi bileceksin, o söylüyorsa doğrudur (...) türünden yüzlerce ifadeyle zor duruma sokulması gayret[keşliğ] i, şayet Hz. Muhammed'e ait söz-fiil-takrirler 'bütün unsurlarıyla bize ulaştığı kesin olsaydı ve isbatlansaydı, bu haklı bir gayret olacaktı. Ancak, hadislerin 'bütün unsurlarıyla 'aynıyla' bize gelmediği açıktır1437. Şayet bütün bu unsurların günümüze kadar gelmedigi ya 'da en azından tam olarak gelemedigi kabul edilirse, o zaman, Hadisi bir Rivayet Bilimi olarak kabul ederek, bunları uygun metodoloji ile ele almak, dahası anlamaya çalışmak daha tutarlı ve yerinde olacaktır. Yoksa Müslim'in Sahih'inde yer alan Cessase- kıssasının mitolojik-apokaliptik ögeleri bir yana bırakılacak olursa, Peygamber'in Temim ed-Dari'den ' duyarak anlattığı söylenen bir esatirin sözde Peygamber'in zihnindekine uygun düşmesi- benzemesi ve yine Fatıma binti Kays'ın ağzından anlat[tırı] ılan bir sürü uygunsuz kısmını Peygamber'e dogrulatılması, rivayetin senedinin sıhhatiyle izahı yapıla[bile)cek bir şey degildir. Dahası bu rivayet, selim aklın asla kabul etmeyeceği bir kurgu olup, sadece Peygamber otoritesine başvurularak bazı şeylerin kendi vasıtasıyla söyletildiği gerçekdışı bir anlatıdır.
Mesela Hz.
Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin bir kadına: …. [Muhakkak ki, ben
başındaki örtünün düşmesinden, baldır-bacaklarından elbisenin kayıp açılmasıyla
topluluğun senin hoşuna gitmeyecek şekilde bazı yerlerini görmelerinden hoşlanmıyorum)
demesi senedinin sıhhati ne olursa olsun erdemli olduğu söylenen bir
Peygamber'e yakışmayan sözlerdir. Rivayet ilk harfinden son harfine kadar
tenkid edilecek cümlelerle doludur. Bu anlamda rivayeti okumak isteyen ilgili
kayııağın tercümesine de başvurabilir. Bkz. Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve
Tercemesi, lrfan Yayınları, lstanbul 1970, VIII, s. 491-496.
Bir an için yazılı hadis
metinlerinin tamamının Hz. Muhammed'e aidiyeti sabitlense bile -en azından
sened olarak sahih olsa da metni problemli hadisler açısından- yazılı
metinlerin içerisine yazının gerçegi ıskalayan tabiatından ötürü, hayatın bütün
detaylarını sıgdırmanın mümkün olamayacağı ortadadır. Bu imkansızlık, o dönem
için hadislerin yazılması yasağıyla,Kur'an'ın nüzülu ve toplumsal teşekkülle,
Arapları şifahi, ümmi ve yazısız bir toplum addetmekle vb. sebeplere indirgenerek
izah edilmeye çalışılsa da, buaçıklamalar tek tek yahut parça parça dogru gibi
gözükseler de, bir bütün olarak düşünüldügünde dogrulukları tartışmaya açıktır.
Bütün kayıt imkan ve araçları
olan günümüzde, yakın zamanda bizim atmosferimizde gerçekleşen bir olayı,
yazı, söz, görüntü ve ortamıyla birlikte (kontekst-
pretekst-uritekst-ethos-pathos) sabitleyebilsek de, dahası bütün zahiri
durumları ortada olsa da, bazen bu olayı anlamada güçlük çektigimizi, her
birimizin sözkonusu olayı farklı anlayıp algıladığını yahut birimizin
yakaladığını digerinin ıskaladığını söylememiz fazla iddialı bir sav olarak
görmemek gerek, kanaatimce. Burada Hadis-Sünnetin yazıyla 'takyidi ile Yazılı Tora
yanında Sözlü Tora'nın varlığı söz konusu edildiğinde, izah etmek durumunda
olduğumuz husus daha bariz duruma gelecektir. Hz.Musa'nın Sözlü Tora'yı
Sina'da Yazılı Torayla aldığı şeklindeki Yahudi Rabbani söylem ile, Hz.
Muhammed'e Kelamullah Kur'an'ın yanında onu tebytn eden Hadisin verildiği
anlayışının realite içerisinde kabul görerek, bu iki geleneğin ilgili
tutumlarına yön verdiği varsayılırsa, Yazılı Tora ve Kuran Kitabından ziyade Yaşayan
Sünnet ve Sözlü Toranın Yahudive lslam akidelerini ve yaşam tarzlarını
belirlediğini söylememiz yanlış olmasa gerek.
Şimdi hadisler özelinde bir
değerlendirme yapacak olursak: Hadis llimleri, hicri iV. asra gelinceye kadar,
hadis'in asıl ayrılmaz unsuru olan metninin değerinden ziyade, o metni
aktaranın hal, tavır ve şahsi özellikleri üzerinde daha ağırlıklı bir şekilde
durmuştur. Haklı bir şekilde, bahis konusu metin, artık, zaman ve şartından
bağımsız bir şekilde ele alındığından, sıhhatini yerinde tesbit
imkansızlaşmıştır. Böyle bir durumda, metni aktaran anin, -en azından bir
döneme kadar- görünüşte metinden daha ehemmiyetli bir yer ihraz etmesi
doğaldır.
Hadis, hicri il. asırda sened ve
metinle birlikte 'bütün-lak' içinde metinleşirken, kavli (sözlü) özelliğinde
taşıdığı zenginliğini, büyük ölçüde yazıya geçirildiğinde (kitabi özelliğinde)
muhafaza ed(e)memiştir. Çünkü hadisin Peygamber'e ait olan kısmı (metin), aktarılma
esnasında, ravinin iç ve dış dünyasıyla her zaman temas halinde olmuştur.
Bilgi'yi taşıyan kişi, ilk kaynağa varıncaya dek, yazılı dahi olsa, bunu
şahıştan şahısa almak suretiyle, metn'e sığdırılamayan anlam(as)ı, ya eda
sigaları sayesinde ya da kendi şartları içerisinde onu canlandırma cihetine
gitmiştir. Bu durum, metnin yorumunu da taşıdığından, hem metni zenginleştirmiş,
hem de onu, 'ilk ezberleyenlerin zihnindeki manaya yak(m)laş(tır)mıştır.
Hadisin iki kanadını oluşturan
sened ve metin, zaman içerisinde biribirine değer açısından takdim ve tehir
edilseler de, hiç bir zaman, onların Hadis llimleri içerisindeki yerleri
sarsılmamıştırı44ı. Ne var ki, yine şartların tesiriyle, Hadis'in bilgi naza-
riyesinde cereyan eden değişim ve dönüşüm, usül içerisinde mevcüd bazı
kuralların terkini ve onlara yenilerinin eklenmesini zaruri kılmıştır.
Hicri IV. asırda, 'metin; artık, 'senedle eşdeğer bir
konuma kavuşmuştur. Böyle bir dönemde 'metne değil, 'senede sahihlik ya da
zayıflık sıfatları verilmiştir. Halbuki metn'i; sahih ve zayıf diye değer
kategorisine dahil etmek yerine, bu değerin 'senede aid olduğuna dair sık vurgu
yapılsa idi, asıl bilgi kaynağı olan 'metin; gerçek değerine daha erken bir
zamanda kavuşabilirdi
Hasılı, hadis metodolojisi, tarihi seyre uyarak, kendi
içerisinde, ilerideki hadis faaliyetlerine yön verecek değişim ve dönüşümü
gerçekleştirmiştir. Bize göre, Hadis'in bilgi nazariyesindeki bu gelişmeler,
hicri IV. asrın ortalarından sonra başlayan şerh geleneğiyle yaşama geçirilmiş,
derlemecilik devriyle de iyice içselleştirilmiştir.
Nihayetinde, hadisin metni ve senediyle ilgili, Hadis
llmi'ne bağlı pek çok "ilim" oluşmuştur. Bu ilimlerin her biri, kimi
metni, kimi senedi, kimi her ikisini birden inceleme konusu yapmıştır. Hatta,
zamanla bu "ilimler " de, alt dallara ayrılmışlar- dır . Bunun
sebebi, tek kelimeyle: 'ihtiyaçlar’tır. İhtiyaçların, Hadis ilmini, tabii
bir şekilde gelişen yeni bir bilgi kuramıyla karşı karşıya getirdiğini
söyleyebiliriz.
Öncelikle, hadisin ''isnad merkezli sübut" safhası,
bütün bir döneme teşmil edilmese, Hadis tarihi adına daha isabetli bir anlayış
geliştirilebilir. Zira, rivayetin ilk zamanlarında, isnadın kimi ravi sahabi ve
tabiün tarafından tarihte anlatıldığı kadarıyla sıkı bir ilkeyle korunmadığı
eldeki hadislerle isbata müheyyadır. lsnad sistemi, ancak fitnenin
zuhüruylaı444 birlikte kendine kurallar ihdas etme yoluna girmiştir. Bilindiği
üzere, kimi sahabiler, hadisleri, sadece aldığı kısa hatırlatıcı notlar halinde
(taref'el-hadis) kaydetmişlerdir. Hatta, hicri ilk asırda, senedsiz bir şekilde
doğrudan metin'le karşı karşıya kalınan bir durum söz konusudur. Bir dönem
sonra hadis rivayetinde isnadın sorgulanması, zaten onun, bir olaydan sonra
teşekkül ettiğine delalet eder. .
İsnadın ilk defa ne zaman
kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, Hz. Muhammed'e isnad edilen "hadisi
yazarken isnad ile birlikte yazımın" uydurması bir yana, Hz. Ebu Bekir,
Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi önde gelen sahabilerin ravilerden şahid getirmeleri
veya yemin etmelerini istemeleri, hadislerin nisbetini garanti altına alma
bakımından ilk isnad uygulamasının örnekleri olarak kabul edilebilir. Ancak,
hadislerin, genel olarak şifahi yolla rivayet edildiği İslamın ilk devrinde,
iman ve ihlasın zirvesinde bulunan sahabe, birbirlerine olan sonsuz güven ve
sadakat nedeniyle, isnad sorma gereği duymamışlar, aksine isnad sorulmasını,
Enes b. Malik'in yaptığı gibi, hazan tepki ile karşılamışlardır. Bununla
birlikte, hadislerin garanti belgesi olarak ,zorunlu anlamda isnad tatbiki,
yine de erken bir devirde -sahabenin son, tabiünun ilk_ devrinde- başlamıştır.
Özellikle Hz. Ömer'in hilafetinde genişleyen İslam coğrafyasında yaşayan farklı
etnik, din ve kültür yapışına sahip insanların, hizmet ettiği amaçlar doğrultusunda
kasıdlı veya kasıdsız hadis uydurmaya başlamaları, hadis rivayetinde kimden
aldın.? sorusuna cevap verme zorunluluğunu getir- miştir1445.
Hadisi ilk ağızdan duyanlar, ya
hadisin tamamını ya da başından, sonundan veya ortasından bir bölümünü hatırlatma
maksadıyla not ediyor, veyahut onu (kelimesi kelimesine veyd anlamıyla
iyice ezberliyorlardı . Bu uygulama, aynı zaman diliminde yaşayan kişiler
açısından zaruri bir isnad sorgusunu gerektirmezken, ikinci, üçüncü tabakadan
sonra bir ihtiyaç haline dönüşmeye başlamıştır. Hele hele, baş gösteren fitne
olayları, bilginin kaynağı meselesi daha
da önem kazanmış ve neticede rivayet sistemi son derece sıkı kurallar vaz etmek
durumunda kalmıştır
HadiSte 'isndd; her zaman önemini korumakla birlikte, izah ettiğimiz gibi, değişen bilgi nazariyesiyle birlikte hakkındaki uygulamalar önem kaybetmek bir yana, 'metin' isnadını tavassutu ve tevessülü ile güvenli kabul edilerek otorite kitaplarda yerini aldığından, yeniden onların her kesim tarafından zikredilmesine gerek duyulmamıştır Bu eğilimin derlemecilik devri eserlerine yayarız bir şekilde cereyan etmiş olması kabul edilebilir bir olgudur. Ne var ki, günümüzde isnad, eskisiyle yarışır bir şekilde bazı kesiflerin zırhı altında sırf kendi yararlarına korunmakta ve dokundurulmamaktadır. Kabul edilmelidir ki, bir hadisin senedinin sıhhatinin ilk şartı, isnadını tedkikle başlar. Ancak hadisin metninin sıhhatinin tek şartı sened tedkiki değildir, olmamalıdır da. "Dirdyetü'l-hadis çalışma/ar, Arap dili ve edebiyatı, fikıh usulü, kelam ve mantık gibi birçok disiplinden yararlanan bir etkinlik olduğundan, bağımsız bir terminoloji ve metodoloji geliştirememiştir " şeklindeki kanaatin aksine, Hadisin, kendine has bir usul ve dil [metodoloji ve terminolojı] meydana getirdiğini düşünüyoruz. - ,٠
Şu da var ki; Hadis Bilimleri'nde
bir dönemde geliştirilen usül ve metodolojinin geçmişe sözde 'sadık' kalmak
adına geleceğe, 'ihanet' edilerek 'adına yakışmaz tarzda
yenilikler(٠(n) kapalı tutulması ve insan ve sosyal bilimlerinin verileriyle
birlikte yeni değerlendirmelere kapı açacak inter-multidisiplinli çalışma
metodların hadislere atfedilen kudsiyet zırhından dolayı uygulan(a)maması
gerçeği, gözümüzü yeniden durduğumuz 'şu an' dan gende
kalan 'geçmişe çevirip oradan tekrar ilerideki 'gelecek e neyi nasıl
taşıyacağımızın muhasebesini yapmamızı zaruri kılmıştır. Bu şekilde atılacak
her adım, hem geçmişe dikiz aynasından bakmayı hem de geleceğin
ufkunu keskin ve sağlam izlemeyi kolay kılacaktır.
Kanaatimiz, Hadis ve Hadis
limlerinin mukayeseli çalışmalar yardımıyla yeni bir takım yöntemlerin
geliştirilebileceği yönündedir. Bu karşılaştırmalı çalışmaların yapılabileceği
en uygun-yakın din Yahudilik ve özellikle Hadis-Sünnete benzerliğinden
ötürü Yahudilteki Talmud üzerine çalışmalar gözükmektedir.
Ümidim ve umudum, bu
çalışmaların, burada henüz yaz(a)madığım ama hayalini sadece zihnimde
canlandırdığımı nice kapılara anahtar olacağıdır
Zaten her 'şey; kelamda ta'akkul
ile kelimeler giysilerde
beden
bulan hayat ve muhayyilede tahayyülle tezahür etmez mi!?