YENİÇERİ OCAĞI’NIN KALDIRILMASINDAN
SONRA BEKTAŞİ TEKKELERİ VE OSMANLI YÖNETİMİ
İbrahim ALTUNTAŞ
Bu
çalışmanın amacı, Bektaşi Tarikatı ile Osmanlı devlet yönetimi arasındaki
ilişkiyi, Bektaşi Tarikatı’nın yasaklanmasını, tarikatın yasaklanmasından
sonraki dönemlerde Bektaşi Tekkeleri ile Osmanlı devlet yönetimi arasındaki
ilişkiyi ortaya koymaktır.
Çalışma,
konu ile ilgili olduğunu düşündüğümüz kaynaklarının taranması neticesinde
ortaya çıkmıştır.
Araştırma
neticesinde Bektaşi Tarikatı’nın kapatılma olayında dinsel etkiden çok siyasal etkinin
baskın olduğu, tarikat yasaklandıktan sonra sıkı bir takibata maruz
bırakılmasına rağmen Bektaşilerin varlıklarını sürdürebilmek amacıyla takıyye
yaptığı, yeraltına çekildiği, diğer tarikatların içine sızdığı, üst düzey
Osmanlı bürokratik kadrolarında yer bulmaya çalıştığı, muhalif siyasal
unsurlarla ilişki geliştirdiği, bu süreç içerisinde yeni ritüeller geliştirdiği
sonucuna varılmıştır.
Hiç
şüphesiz ki Bektaşi Tarikatı, -Yeniçeri Ocağı ile olan bağlantısının da
etkisiyle- Osmanlı Devleti tarihi boyunca, araştırmacılar açısından en çok ilgi
gören araştırma konularından biri olma özelliğini gösterir. Bektaşilikteki
teolojik yapının heterodoks özellik arz etmesi, bu özelliği varlığı boyunca
çeşitli yoğunlukta bünyesinde barındırıyor olması ve tüm bu sürecin Osmanlı
Devleti’ndeki gibi ehl-i sünnet inancına bağlı bir dinsel örgü modelini
benimseyen bir ortamda yaşanıyor olması, Bektaşiliği algılama uğraşının önemini
arttırmaktadır.
Bektaşiliği
inceleme konusu olarak seçen araştırmacılar, Bektaşilik olgusunu çeşitli
açılardan ele almışlardır. Bu eserler, kimi zaman tarikat içinden birilerinin
tarikatı tanıtmak amacıyla yazılan eserler olabildiği gibi (Dedebaba, 1995),
tarikatın kendi içindeki tartışmalar sonucunda yazılmış eserler de
olabilmektedir[1].
Öte yandan Bektaşilik olgusu, yerli-yabancı farklı araştırmacılar tarafından
siyasi, dinsel, kültürel, sosyolojik gibi birçok açıdan ele alınmıştır.
Bektaşilik Tarikatı’nı ele alan kimi araştırmalar, Bektaşiliği sadece Hacı
Bektaş-ı Veli’nin yaşamıyla ortaya koyma uğraşı içine girmişler, sonraki süreci
gerektiği ölçüde ele almamışlar yada konu, 1826 yılında tarikatın kapatılmasıyla
sınırlı kalmıştır. Bu bakımdan, tarikatın zaman içindeki dinsel ve yapısal
değişimi ve 1826 sonrası durumu önem kazanmaktadır. Biz, Bektaşi Tarikatı’nın
geçirdiği süreçler, Yeniçeri Ocağı ile tarikat arasındaki ilişkiler, tarikatın
kapatılmasını hazırlayan etmenler ve kapatıldıktan sonraki durum tümüyle ortaya
konulmadan Bektaşi Tarikatı’nın yeterince algılanamayacağını düşünmekteyiz.
Bektaşilik
Tarikatı’nın ele alınmasında, biz de John Kingsley Birge (1991)’nin ele aldığı
gibi Balım Sultan’a kadar olan dönem, Balım Sultan’dan 1826 yılına kadarki
dönem ve 1826 sonrası dönem olarak üç farklı özgün nitelikli dönem olarak ele
almanın daha yerinde olacağını düşünmekteyiz. Bu bağlamda Balım Sultan’a
kadarki dönem için en önemli isim şüphesiz ki, tarikata isim babalığı da yapan
Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Hacı Bektaş dönemini algılamak, genel olarak
Bektaşiliğin nasıl bir ortamda yoğrulduğunu anlamaya eşdeğer niteliktedir.
Hacı
Bektaş-ı Veli’nin hayatı hakkında bilgi veren en eski eser, Hacı Bektaş’ın
vefatından yaklaşık iki yüzyıl sonra müridleri tarafından kaleme alınmış olan
Vilayetname’lerdir. Bu eserler bilimsel olmaktan çok, Hacı Bektaş’ı yücelten ve
olağanüstü gösteren menkıbelere dayalı rivayetlerden oluşur. Yine Hacı
Bektaş’ın vefatından yaklaşık yüzyıl sonra kaleme alınan Eflaki’nin
Menakıbu’l-Arifin’i ile ikiyüz yıl sonra kaleme alınan Aşıkpaşazade’nin
Tevarih-i Al-i Osman’ı, Hacı Bektaş’ı Veli hakkında sınırlı da olsa bilgi
vermesi açısından önemlidir (Fığlalı, 1990, 136).
Hacı
Bektaş’ın doğum ve ölüm tarihi, muhtelif rivayetler doğrultusunda değişkenlik
arz etmekle birlikte, genel kabul gören yaklaşım doğumunun 1210, ölümünün ise
1270 tarihinde olduğu yönündedir (Bozkurt, 1990, 26). Menakıbnameler, Hacı
Bektaş’ın seceresini Hz. Ali’ye kadar çıkarırlarken (Gölpınarlı, 1), tarihsel
boşlukları makul bir şekilde dolduramamaktadırlar. Hacı Bektaş’ın soyunu Hz.
Ali’ye bağlama isteği, dönemin geleneğine uygun olarak dervişe “seyyid”
sıfatının verilmesi arzusundan kaynaklanmış olma olasılığını düşündürtmektedir.
Diğer taraftan Bektaşiler için Hacı Bektaş’ın soyunun Hz. Ali’den geldiğine
olan inanç son derece yaygındır (Fığlalı, 1990, 139).
Hacı
Bektaş-ı Veli’nin hayatıyla ilgili olarak neredeyse ihtilaf olmayan tek konu
doğduğu yerin Nişabur, öldüğü yerin ise Sulucakarahöyük[2]
olduğudur. Özellikle Hacı Bektaş’ın kimin halifesi olduğu konusu ise görüş
ayrılıklarının en yoğun olduğu noktadır. Tarihi açıdan Ahmed Yesevi’nin 1166
yılında vefat etmesi nedeniyle, Hacı Bektaş’ın ilk hocası olması mümkün
değildir. Ancak Yesevi ocağından feyzaldığı konusunda, mevcut araştırmalar
yoğunluktadır (Fığlalı, 1990, 142). Vilayetnameler bu bağlılığı, Ahmet Yesevi
ile Hacı Bektaş arasında Lokman Parende’yi yerleştirmek suretiyle çözer
(Gölpınarlı, 5).
Günümüz
güncel kaynaklarında Hacı Bektaş’ın hocası olarak iki önemli şahıs dikkat çeker
ki, bir kısım araştırmacı Vilayetname’den yola çıkarak Lokman Parende üzerinden
Ahmed Yesevi’ye ulaşırken (Gölpınarlı, 5-10); diğer kısmı ise Aşıkpaşazade,
Elvan Çelebi[3] ve
Eflaki’den yola çıkarak Baba İlyas üzerinden Seyyid Ebu’l-Vefa el-Bağdadi’ye
ulaşır (Ocak, 1992, 373). Biraz daha ayrıntıya girdiğimiz takdirde Baba
İlyas’ın, hem Dede Garkın’ın, hem de Ebu’l-Vefa’nın halifesi olduğuna (Fığlalı,
1990, 146), yada Baba İlyas’ın sadece Dede Garkın’ın halifesi olduğuna
(Bozkurt, 1990, 26) dair bilgilerle karşılaşırız. Burhan Kocadağ (1996, 64)
ise, Baba İlyas’ın, Ebu’l-Vefa’nın tarikatına (Vefaiye) mensup olan Dede
Garkın’ın halifesi olduğunu ifade etmektedir.
Esasında
Vilayetnamelerin yazılış amacı ve üslubu da göz önüne alındığında, Hacı
Bektaş’ı dönemin en ünlü tasavvuf ehli olan Ahmed Yesevi’ye bağlama uğraşı
oldukça anlaşılır bulunmalıdır. Keza tasavvuf dünyasında saygın bir yer edinmek
için Ahmed Yesevi’yi referans göstermek, sadece Bektaşi geleneğinden gelen
Vilayetname yazarlarına özgü bir durum değildir. Diğer taraftan Vilayetname
yazarları için, geleneği Ahmed Yesevi’ye bağlama uğraşı, Hacı Bektaş ile
devlete karşı isyana giriştiği varsayılan Baba İlyas arasındaki -muhtemel- bir
ilişkiyi güncellemeye oranla daha olumlu bir durum olsa gerekir ki, Baba
İlyas-Hacı Bektaş ilişkisine Vilayetname’de rastlanmaz.
Hacı
Bektaş-ı Veli ile Babailik hareketinin öncüsü olan Baba İlyas ilişkisi
hakkındaki referanslar -yukarıda da değindiğimiz üzere- bizi Aşıkpaşazade,
Elvan Çelebi ve Eflaki’ye çıkarıyor. Aşıkpaşazade Tarihi (1992, 45)’ndeki
bilgilerden yola çıktığımızda, Abdalan-ı Rum[4] dediğimiz
dervişler zümresinin önde gelen Babalarından olan Geyikli Baba’nın, kendini
Orhan Gazi’ye tanıtırken “Baba İlyas müridiyim. Seyyid Ebülvefa
tarikatindenim.” demesi önemli bir göstergedir. Öte yandan henüz ortada
“Bektaşilik” diye bir tarikat olmamasına karşın, Hacı Bektaş geleneğinin
taşıyıcısı ve yayıcısı olma özelliğini gösteren Abdalların, ehl-i sünnet dışı
unsurları bünyelerinde barındırıyor olması; bu geleneğin, Baba İlyas’taki ve
Babai hareketindeki heterodoks niteliklerle paralellik arz ettiğini gösterir[5]. Ayrıca Bektaşi
geleneğinin önemli isimlerinden Kumral Abdal ve Abdal Murad gibi isimler de
kendilerini Vefai diye adlandırmaktadır (Öz, G. 1996, 67). Bilindiği üzere Baba
İlyas, Seyyid Ebü’l-Vefa’nın kurduğu Vefaiye tarikatının Anadolu’daki şeyhidir
(Ocak, 1992, 373). Tüm bu veriler bizi, Hacı Bektaş-ı Veli ile Baba İlyas
arasında şeyhlik-müridlik ilişkisi olduğunun tespitine yönlendiriyor.
Irene
Melikoff (2000, 38), Hacı Bektaş ile müridi olduğu Baba İlyas’ın Anadolu’ya
birlikte geldiğini söylemektedir. Ancak Aşıkpaşazade (1992, 164), Hacı
Bektaş’ın Anadolu’ya gelişini şu şekilde ifade etmektedir:
“Hacı Bektaş Horasan’dan kalktı. Bir kardeşi
vardı, Menteş derlerdi. Birlikte kalktılar. Anadolu’ya gelmeye heves ettiler.
Evvela doğru Sivas’a geldiler. O zamanda Baba İlyas gelmiş, Anadolu’da oturur
olmuştu. Meğer onu görmek isteğiyle gelmişler
Bu Hacı Bektaş, kardeşiyle Sivas’a, Sivas’tan Baba İlyas’a geldiler.
Oradan Kırşehir’e, Kırşehir’den Kayseri’ye geldiler. Menteş yine memleketine
yöneldi. Hacı Bektaş kardeşini Kayseri’den gönderdi. Vardı, Sivas’a çıktı.
Oraya varınca eceli yetişti. Onu şehid ettiler.”
Bu
bilgilerden yol çıkarak Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’tan bir süre sonra Anadolu’ya
geldiğini; Anadolu’ya geldiği sırada ilk iş olarak Baba İlyas’ı ziyaret etmek
istemesinden de Baba İlyas’ı Horasan’dan tanıdığını, ya da namını duymuş
olmasından ötürü, Amasya’ya gidip müridlik yaptığı sonucunu çıkarabiliriz. Hacı
Bektaş’ın kardeşi Menteş’in isyana bizzat katılarak isyan sırasında ölmüş
olması, Hacı Bektaş’ı da isyan ile ilişkilendirmektedir. Ne var ki, Menteş’in
isyana katıldığı bilinmekle birlikte, Hacı Bektaş için aynı şey
söylenememektedir. Horasan’dan Anadolu’ya, dahası Amasya’ya kadar birlikte
hareket eden iki kardeşin isyan esnasında ayrılarak birinin Sulucakarahöyük’e,
diğerinin savaş alanı olan Sivas’a gidiyor olması tarafımıza anlaşılır
gelmemektedir. Menakıbname yazarlarının Hacı Bektaş ile ‘isyancı Baba’ olma
özelliği gösteren Baba İlyas’ı ilişkilendirmemesi; Aşıkpaşazade ve Elvan
Çelebi’nin -sanırız dedeleri olmasından ötürü- Baba İlyas ile Hacı Bektaş’ı
ilişkilendirmekle yetinip, -Menteş’in isyanda ölmüş olmasının dışında- isyanla
ilişkilendirmemesi, Hacı Bektaş’ın isyanda rol alıp almadığı konusundaki şüpheleri
arttırıcı bir nitelik arz etmektedir. Bir öngörü olarak Hacı Bektaş’ın Babai
isyanına katılması muhtemel gibi görünmesine karşılık, günümüz kaynakları
itibariyle bu konuya ilişkin tarihi bilgi mevcut değildir.
Hacı
Bektaş’ın evlenip evlenmediği hususu, tartışmaların yoğunlaştığı bir başka
konudur. Bu tartışmaları özellikle Bektaşilerin kendi içerisinde yaşadıklarını
söyleyebiliriz. Öyle ki, sonraki yüzyıllarda -kimilerine göre- Bektaşilerin
ikiye bölünmesine neden olacak bir ayrılığın nedeni burada yatmaktadır.
Tartışmaların asıl çıkış nedeni hiç şüphesiz ki, Bektaşi vakıf ve tarikatının
yönetiminin kimin tarafından yapılacağı anlaşmazlığıdır.
Bu noktada
Hacı Bektaş-ı Veli’nin Kalenderilik ile ilgisine değinmek yerinde olacaktır.
Konu ile derinlemesine araştırmaları bulunan Ahmet Yaşar Ocak (1999a), Hacı
Bektaş’ın Vefailik içinde Kalenderilik özelliğini koruduğunu düşünmektedir.
Ocak’ın Vilayetname’den verdiği örnekler yerindedir. Vilayetnamede Ahmed Yesevi
ile Hacı Bektaş arasındaki yakınlığı kıskanan müridleri Hacı Bektaş’ı
“çırılçıplak bir abdal” olarak yorumlamaktadırlar (Gölpınarlı, 10). Bilindiği
üzere Kalenderi Abdalları yarı çıplak dolaşmaktadırlar (Ocak, 1999a, 200).
Diğer taraftan Hacı Bektaş’ın ‘çihar darb’[6] olması,
uzun ve gür bıyıklarının olması, O’nun bir Haydari şeyhi olduğunu düşünmemizi
sağlamaktadır (Ocak, 1999a, 201). Hacı Bektaş’ın Seyyid Gazi’yi ziyareti
sırasında kendisine mürid olan birini ‘traş ettiği’ Vilayetname’de bildirilmektedir
(Gölpınarlı, 70) Yine Vilayetname’ye göre bir grup Kalenderi topluluğu Hacı
Bektaş’ı ziyarete gelmiştir (Gölpınarlı, 63). Hacı Bektaş’ın Haydari
Kalenderisi olarak kabul edilmesi, bizim, evlenmeyi reddetmek anlamına gelen
mücerredlik erkanını bünyesinde barındırdığını sonucuna varmamızı sağlıyor.
Bir
Haydari-Vefai şeyhi olduğunu bilinen Hacı Bektaş’ın, bu aidiyeti nedeniyle
mücerredlik erkanına uyması, dolayısıyla hayatının sonuna kadar bekar yaşamış
olması sonucuna ulaştırıyor bizi (Ocak, 1999a, 202).
Baki Öz
(1997a, 66), bir taraftan Hacı Bektaş’ın Kalenderi-Haydari olduğunu kabul
ederken, diğer taraftan da artık yerleşik yaşama geçmesi ve ‘sistem adamı’
olması nedeniyle mücerred olmasını mümkün görmemekte, “Hacı Bektaş’ın da bu
döneminde evlenmesi mantıksaldır” şeklinde düşünmektedir. Alternatif görüşün
yeterli ipuçları ortada iken, bunun tersini belgelendirememeksizin
‘mantıksaldır’ diyerek açıklamanın da mantıksal olmadığı kanısındayız.
Mevcut
kaynakların neredeyse tamamında Hacı Bektaş’ın Babai İsyanı’ndan bir süre sonra
Sulucakarahöyük’te görüldüğü bildirilmektedir. Hacı Bektaş’ın geldiği sıradaki
Sulucakarahöyük’ün, o günkü şartlar itibariyle, bölge için bir dinsel merkez
olma konumunun bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hacı Bektaş, bu tarihten
sonraki hayatını Çepni boyunun yaşadığı bu köyde geçirmiştir. Vilayetname, Hacı
Bektaş’ın birçok olağanüstü faaliyetine yer verdikten sonra, Çepni’lerin kısa
sürede onun müridi olduğunu bildirmektedir (Gölpınarlı, 32). XIII. yüzyıl
Anadolu’sunda bir inanç kurumunun doğuşu, gelişimi, yayılışı biraz olağanüstü
niteliklerin varlığını, bu kuruculara, yayıcılara insanüstü başarılar yüklemeyi
gerekli kıldığını (Eyyuboğlu, 1980, 128) düşünürsek; Vilayetname’nin bu
yaklaşımını daha rahat yorumlayabiliriz.
Kimi güncel
kaynaklar, Hacı Bektaş’ın Sulucakarahöyük’e yerleştikten sonra burada bir tekke
kurduğunu, bu tekkede yetiştirdiği öğrencilerini Anadolu’nun Türk hakimiyetinde
bulunan yerlerine gönderdiğini (Öztürk M., 1987, 887), bu dervişlerin Hacı
Bektaş’ın direktifleri doğrultusunda harekete geçtiğini (Kocadağ, 1996, 74)
ifade etmektedir. Ancak Hacı Bektaş, bir tarikat kurmamış ve müridler toplamaya
çalışmamıştır (Melikoff, 2000, 38). Bektaşilik, bizzat Hacı Bektaş tarafından
kurulmuş bir tarikat olsaydı, bir zümrenin sıfatı olarak Bektaşilik, daha erken
devirlerde ortaya çıkardı (Boz, 1999, 11). Bektaşilik, Hacı Bektaş’ın ölümünden
uzun yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Ne Hacı Bektaş adına düzenlenen
menakıbnamelerde, ne de diğer menakıbnamelerde Rum Abdalı terimi kullanılmasına
rağmen, henüz ‘Bektaşi’ teriminin kullanılmamış olması son derece anlamlıdır.
Bu da XV. yüzyılın sonlarında dahi bu adı taşıyan mevcut bir zümrenin henüz
ortaya çıkmadığını göstermektedir (Ocak, 1999a, 207). Ocak (1999a)’a göre ‘Bektaşi’
teriminin ilk defa ve bağımsız bir zümrenin adı sıfatıyla kullanılması, XVI.
yüzyılda gerçekleşmiştir[7].
Bektaşilik, başta Kadıncık Ana, Abdal Musa ve Balım Sultan olmak üzere Hacı
Bektaş geleneğine bağlı dervişlerin, dağınık olan Rum
Abdalları-Kalenderi-Haydari-Vefai gibi zümreleri Hacı Bektaş’ın adı etrafında
birleştirmesi ve Hacı Bektaş kültü oluşturup, bunu bir dinsel ritüel haline
getirmesiyle oluşturulmuştur[8].
Hacı Bektaş zamanında, tam anlamıyla varolan bir Bektaşi dinsel ritüelinin,
erkanının ve tarikat örgütlenmesinin mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir.
Varolduğunu düşündüğümüz olgu ise, heterodoks olmak gibi ortak paydaları
bulunan zümrelerinin sahip olduğu ritüeldir.
Bektaşi
geleneğine göre Hacı Bektaş’ın, Hacılar Bayramı’nı müridleriyle birlikte Seyyid
Battal Gazi’nin zaviyesinde kutlayan bir derviş olduğunu göz önüne alırsak
(Ocak, 1999a, 200), XIII. yüzyıl itibariyle Sulucakarahöyük’teki Hacı Bektaş
Zaviyesi’nin Anadolu’daki en yüksek nüfuzlu zaviyesi olduğunu söylememiz mümkün
değildir. Hacı Bektaş’ın yaşadığı dönemdeki etkinliğinin çok büyük olduğu
iddiasının, daha çok sonraki dönemlerde, yani Bektaşi Tarikatı’nın örgütlenmeye
başladıktan sonra -geriye dönük olarak- ortaya atılan bir yaklaşım olduğu
düşüncesindeyiz. Ancak bu, Hacı Bektaş’ın bir zaviyesi olmadığı anlamına
gelmemelidir. Zira, Hacı Bektaş’ın Sulucakarahöyük’e yerleştikten bir süre
sonra kurduğu ve zamanla Haydari niteliğine bürünen zaviyede sınırlı sayıda da
olsa mürid yetişmiştir ki, Osmanlı Beyliği topraklarına giren Abdal Musa artık
bir Haydari dervişi idi (Ocak, 1999a, 61).
Hacı Bektaş
dönemi Bektaşiliğine ilişkin ortaya atılan bazı görüşlere göre, bu dönem
Bektaşiliği ‘Orijinal Bektaşilik’tir. Çünkü Hacı Bektaş’ın halifesinin
bulunmaması nedeniyle, onun fikirlerini yayabilecek bir unsurun olmaması, Hacı
Bektaş dönemi Bektaşiliğin İslam dışı geleneklerin içerisinde erimesine neden
olmaktadır (Şahin, 1995, 339). Bu da Hacı Bektaş dönemi Bektaşiliğinin asli
yapısının bozulmasına, Bektaşiliğe sonradan giren unsurların Bektaşiliği temsil
noktasına gelmesine neden olmuştur (Fığlalı, 1990, 180). Ancak biz, Hacı Bektaş
dönemi Bektaşiliği diye ifade edilen bir Bektaşiliğin mevcut olmadığı konusunda
ısrarlıyız. Kastedilebilecek en erken Bektaşiliğin, Hacı Bektaş’ın ölümünden,
Balım Sultan’ın Sulucakarahöyük’e gelinceye kadarki dönemde Anadolu’da etkinlik
gösteren ve Rum Abdalları olarak da ifade edilen derviş zümrelerinin, Hacı
Bektaş-ı Veli’nin yaşamından ve isminden hareketle, Babailik, Vefailik,
Kalenderilik, Haydarilik vb. gibi zümreleri ve İslam öncesi unsurları
sentezleyerek[9] Hacı
Bektaş kültü etrafında yoğurmasıyla ortaya çıkan Bektaşilik olduğu
kanaatindeyiz ki, bu dervişlere de ‘ilk dönem Bektaşi dervişleri’[10] diyebiliriz.
Bu noktada
Kadıncık Ana ile Hacı Bektaş ilişkisine değinmek yerinde olacaktır. Yukarıda da
kısmen belirttiğimiz üzere, Hacı Bektaş’ın evlenip evlenmediği, çocuklarının
olup olmadığı konusu ile Kadıncık Ana doğrudan ilişkilidir. Çünkü Hacı
Bektaş’ın evlenip çocuklarının olduğunu ileri sürenler, eş olarak Kadıncık
Ana’yı göstermektedir. Kadıncık Ana’nın Hacı Bektaş’ın manevi kızı mı
(Aşıkpaşazade, 1992, 165), yoksa eşi mi? olduğu tartışmaları bir yana; onun
manevi gücünün mirasçısı bir kadın olduğunu söyleyebiliriz (Melikoff, 2000,
38). Zira Kadıncık Ana, Abdal Musa ile birlikte Bektaşi kültünün oluşması ve
yaygınlaşması için, kısaca Bektaşi Tarikatının ilk temellerinin atılması için
büyük etkinlik göstermiştir. Keza Aşıkpaşazade de, Bacıyan-ı Rum’a örnek olarak
‘Hatun Ana’ namıyla bilinen Kadıncık Ana’yı göstermektedir (Aşıkpaşazade, 1992,
165).
Aşıkpaşazade
(1992, 165), bir taraftan Hacı Bektaş’ın ‘şeyhlik ve müridlikten vazgeçmiş,
meczup, saf bir aziz’ olduğunu belirtiyor; ama ondan hemen sonra birçok mürid
ve ilim ehlinin bu tarikata bağlılığından söz ediyor. Görünen o ki, -
Aşıkpaşazade’nin pek hoşuna gitmese de- Hacı Bektaş’tan hemen kısa
sayılabilecek bir süre sonra tarikat, müridleriyle ülkede yankı uyandıracak bir
şöhrete ulaşmıştır (Fığlalı, 1990,191).
Bektaşiliğin
bu şöhrete ulaşmasındaki başlıca öğeler arasında, olağanüstü olayların
yayılması, tarikat kurucularının böyle üstün güçlerle donatılmış
gösterilmesinin etkinliği büyüktür (Eyyuboğlu, 1980, 120). Bektaşiliğin Osmanlı
Devleti topraklarında gelişip yayılmasını sağlayanlar, Hacı Bektaş-ı Veli’ye
bağlılığını bildiren erenler olmuştur. Bu erenlerin faaliyetlerini konu alan ve
genellikle ölümünden sonra kaleme alınmış olan Vilayetnamelerden çıkan önemli
bir ortak nokta, bu olağanüstü olayların çok kısa bir süre içinde yayıldığı,
söz konusu Erenler yaşarken dahi bunların dilden dile, yöreden yöreye
aktarıldığıdır. Otman Baba’nın ölümünden birkaç yıl sonra, dervişlerinden Küçük
Abdal tarafından kaleme alınan Otman Baba Vilayetnamesi’nde, Otman Baba,
olağanüstü öğelerle örülü bir halde karşımıza çıkmaktadır. Aradan geçen beş yıl
gibi bir sürede Otman Baba’nın bir masal kahramanı şeklinde sunulamayacağının
gerçek olduğu bilgisinden yola çıkarsak, söz konusu şöhretin sağlığında
yayılmaya başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum, Hacı Bektaş kültünün
yayılması konusunda da benzerlik gösterir. Ancak, Hacı Bektaş’ın şöhretinin
yayılması ölümünden sonraki dönemde yoğunlaşmıştır (Eyyuboğlu, 1980, 127).
1826 YILINA KADAR BEKTAŞİ TARİKATI
VE OSMANLI DEVLETİ
1.1.
İLK DÖNEM OSMANLI YÖNETİMİ
VE BEKTAŞİLİK
Osmanlı
Devlet yönetimi ile Bektaşilik arasındaki ilk ilişki belirtileri, Hacı Bektaş-ı
Veli ile ilk Osmanlı Beyleri arasında bir görüşmenin olup olmadığı konusundaki
fikir ayrılığı ile başlar. Bu bağlamda, Bektaşi geleneğinde ve bazı güncel
yayınlarda (Fığlalı, 1990, 193), Hacı Bektaş’ın ölüm tarihi olarak -kronolojik
olarak mümkün olmamasına rağmen- 1337 yılının gösterilmesinin bilinçli bir
yaklaşım olduğu düşüncesindeyiz. Bu yaklaşımın kabulü, Vilayetname’de ayrıntılı
olarak bahsi geçen Hacı Bektaş-Osman Bey görüşmesini doğrulama anlamına
gelmektedir. Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş, Osman Bey’e ‘tac giydirmiş’,
‘kemer bağlamış’, ‘nasip vermiş’ ve onu ‘din düşmanlarına havale etmiş’tir
(Gölpınarlı, 74).
İlk Osmanlı
Beyleri ile Hacı Bektaş-ı Veli arasındaki olduğu iddia edilen ilişkiler XV.
yüzyılda, yani Bektaşiliğin devlet içinde önemli bir yer kazanmasından sonra
ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Baki Öz (1997a), Vilayetname’den hareketle,
Osman Bey ve Ertuğrul Gazi’nın Hacı Bektaş ile görüştüğünü doğrulamakta ancak
bu görüşmenin padişah atama anlamından çok ‘bağlılık bildirme’ ve ‘yola kabul’
anlamına geldiğini söylemektedir. Aşıkpaşazade (1992)’nin ise bu görüşme
hakkındaki tavrı nettir: “Her kimse ki Hacı Bektaş, Osmanlı Hanedanından birisi
ile konuştu derse yalandır. Şöyle bilesiniz.”
Şüphesiz ki
Bektaşi geleneğinin, Hacı Bektaş ile ilk Osmanlı Beylerini ısrarcı bir şekilde
ilişkilendirme uğraşı, Bektaşi Tarikatı’nın prestijini arttırma gayreti
anlamına gelmektedir. Bu gayret, bir taraftan ‘tac giydirme’ ve ‘nasip verme’
şeklinde prestij anlamı taşırken; diğer taraftan da Hacı Bektaş’ın Yeniçeri
Ocağı’na börk giydirebilmesi için uygun kronolojiyi sağlamaya yöneliktir ki,
Bektaşi Tarikatı- Yeniçeri Ocağı ilişkisini ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı
olarak ele alacağız.
İlk Osmanlı
sultanlarını sosyal, kültürel ve dinsel açıdan değerlendirdiğimiz zaman, katı
bir dinsel tavırlarının olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İlk örgütlenme
sürecini, yaylak-kışlak şeklinde konar-göçer bir yaşam kültürü içerisinde
gerçekleştiren ilk Osmanlı beyleri, kurumsal bir yapıdan çok aşiret tarzı bir
örgütlenme modeli benimsemişlerdir. Bu beylerin hükümranlık kurdukları
topluluğun da benzer sosyal ve dinsel yaklaşım içerisinde olduklarını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle Osman ve Orhan Bey’lerin, İslam
ilahiyatının ince meselelerini kavrayacak ilmi seviyede olmayan, sade ve basit
yaşayışlı Türkmen reisleri olmaları (Ocak, 1978, 256), kendileri ile Türkmen
kitleleri arasında bir uçurumun oluşmamasını sağlamıştır. Kimi yazarlar,
Osmanlı Beylerinin egemenlik kurduğu zümre ile toplumsal ve dinsel uyumun yoğun
olduğu, yani Osmanlı Devletinde henüz kurumsal dinsel yapılanmanın varolmadığı
bu dönemi “Osmanlı’nın henüz Sünnileşmediği” dönem olarak addetmektedirler
(Şahin, 1995, 92).
Şüphesiz
ki, Hacı Bektaş-ı Veli kültüne, Osmanlı Beyliği topraklarının kapısını aralayan
ilk isim Abdal Musa’dır. İlk Bektaşi dervişleri arasında sayabileceğimiz Abdal
Musa da Hacı Bektaş gibi Horasan kökenli bir derviştir. Abdal Musa gibi pek çok
Haydari-Kalenderi abdalı, kurdukları zaviyeler aracılığıyla bölgelerinde Hacı
Bektaş kültünü zamanla hakim duruma getirmişlerdir. Osman Bey, Kumral Baba’ya
Bilecik yakınında Ermeni Derbendi mevkiinde bir zaviye inşa ederken, Orhan Bey
de babası gibi çeşitli fetihlere katılarak büyük yararlılıklar gösteren Abdal
Musa, Geyikli Baba, Doğulu Baba, Abdal Mehmed ve Abdal Murat adındaki
dervişlere birer zaviye yaptırarak vakıflar bağışlamıştır. I. Murad’ın,
Postinpuş Baba gibi Rum Abdalları’na zaviyeler yaptırdığı bilinmektedir (Ocak,
1978; Öz G.,
1997; Bozkurt, 1990; Refik, 1994; Öz B. 1997a). Hacı Bektaş ile Kadıncık
Ana’nın evlenmesinden doğduğuna inanılan Seyyid Ali Sultan (Timurtaş) da,
Osmanlı kuvvetlerinin Rumeli’ne geçişinde ve Balkanlar’da yeni fetihler
yapılmasında büyük yararlılıklar göstermiştir (Ulusoy, 1986, 67; Ocak, 1999a,
89).
İlk Osmanlı
Sultanları, Rum Abdalları olarak adlandırılan ve aralarında ilk Bektaşi
dervişleri diyebileceğimiz abdalların da yoğun olarak bulunduğu bu derviş
zümrelerine karşı oldukça anlayışlı davranmışlardır. Osmanlı Devleti’nin XIV.
yüzyıl ortalarından, özellikle XV. yüzyıldan itibaren Rumeli’de başlattıkları
fetih hareketlerinde Rum Abdalları veya ilk dönem Bektaşi dervişleri de rol
almıştır. İlk Bektaşi dervişlerinin bu faaliyetler esnasında yaptıkları
hizmetler, onlara devlet nazarında hatırı sayılır bir yer sağlamıştır (Ocak,
1992, 378). Yeni kurulan bir devletin muhtaç olduğu sağlam bir halk kitlesinin
oluşumunda, bu dervişlerin oynadığı rolün önemini iyi kavramak gereklidir.
Şöyle ki, bu dervişlerle ilk sultanlar arasında bir çeşit karşılıklı dayanışma
söz konusudur. Dervişlerin hizmetlerine karşılık onlar da kendilerine zaviyeler
açıp köyler bağışlıyorlardı (Ocak, 1978, 256). Osmanlı tarihçilerinin, başta
Abdal Musa olmak üzere, ilk Osmanlı sultanlarıyla iyi ilişkiler geliştiren
dervişlere karşı hiçbir olumsuz yaklaşımları olmadığı gibi, onları övgüyle
andıkları bilinmektedir (Şahin, 1995, 92).
Ocak
(1999a)’a göre ilk Osmanlı yöneticileri ile Türkmen kitlelerinin aynı toplumsal
tabana mensup olmaları nedeniyle İslam’ı algılama ve yorumlama tarzları da aynı
idi. Yani, sultanların dervişlere olan yaklaşımları, bir taraftan onlar
aracılığıyla yönettikleri Türkmen boyları üzerindeki egemenliklerini
meşrulaştırmış olurken, diğer taraftan da şahsen yakınlık duydukları ve saygı
besledikleri bu şahsiyetlere minnettarlıklarını göstermiş oluyorlardı (Ocak,
1999a, 81). Bu sosyal düzlemde ilişkilerin girift bir halde varolmasında,
yönetenlerle yönetilenler arasında İslam’ı yorumlama bakımından önemli bir
farklılığın olmamasının etkisi büyüktür. Bu bağlamda Osmanlı Beyleri’nin asıl
başarısı, dengeli bir siyaset gütmelerinde yatar. Heterodoks dervişler
karşısında son derece uysal, uzlaşmacı ve halk karşısında da onlardan biri olan
Osmanlı Beyleri, bu tutumlarıyla Babailer Ayaklanması ile yaratılan yeni
sürecin kapanış perdesini çekmiştir (Çamuroğlu, 1999a, 185).
Osmanlılar’ın
tekkelerden yararlandığı diğer önemli bir alan ise, kargaşa çıkaran unsurların
kontrolü konusunda olmuştur (Melikoff, 1999a, 8). Şöyle ki, bünyesinde bazı
anarşist eğilimler görülen kimi Kalenderi grupların kontrol altına alınmasında,
devletin güvenini kazanmış olan tekkelerden ve nüfuz sahibi abdallardan
yararlanılmak istenmiş olması muhtemeldir. Bu anlamda, ilk dönemki Bektaşiler
diyebileceğimiz abdalları ve onların tekkelerini adres olarak gösterebiliriz.
Böylece devlet bir taraftan henüz yerleşmemiş bir siyasi otoritenin halk içinde
doğuracağı sakıncaları, bir ölçüde manevi ve dini otorite sahibi bulunan bu tür
şahsiyetlerden yararlanarak ortadan kaldırırken; diğer taraftan da yapıları
itibariyle potansiyel bir rahatsızlık unsuru olmaya elverişli bu zümreleri
fetihlere yönlendirerek hazır güç olarak kullanma ve bu sayede onları yönetim
yanında tutarak kontrol altında bulundurma yolunu seçmiştir (Ocak, 1999a, 119).
Bu diyalektik ilişkiler örgüsünün -planlı olup olmadığı bir yana-, yeni
fethedilen arazilerdeki iskan meselesinin çözümüne olan katkısını da atlamamak
gerektiği kanısındayız (Ocak, 1978, 257).
Sınır
boylarında yoğun olarak etkinlik gösteren derviş gruplarına gazalarda
rastlanıyor olmasında, geçim unsuru da önemli yer tutmaktadır. Şöyle ki, bu
derviş zümrelerinin zaman zaman gazalarda görülmesinde, yerleşebilecekleri
topraklar buluyor olmalarının, geçimlerini sağlamak istemelerinin ve varlıklarını
devam ettirebilmelerinin etkinliği düşünülebilir (Ocak, 2000b, 70). İlk Osmanlı
sultanlarının fetih hareketlerinde hizmetleri bulunan Rum Abdallarının en
önemli ortak noktası, bu zümrelerin Hacı Bektaş-ı Veli’ye olan bağlılıklarıdır
diyebiliriz (İlgürel, 1986, 387). Bu dönem itibariyle kurumsal bir Bektaşi
Tarikatı’nın mevcut olmaması nedeniyle, Türkmen dervişlerinin Osmanlı
Beyleriyle olan ilişkilerinin kurumsal olmaktan çok, bireysel nitelikte
olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır (Şahin, 1995, 125).
Üzerinde
durulması gereken bir husus vardır ki, ilk Osmanlı Beylerinin şeyh ve
dervişlere verdiği imtiyazlar sınırsız ve koşulsuz değildir. Osmanlı Beyleri
gerektiğinde onların faaliyetlerini takip ve kontrol etmekten de geri
durmamışlardır (Bozkurt, 1990, 31). Bu konuda, Orhan Bey’in Bursa ve
civarındaki dervişlerin denetimi sırasında, uygun davranışlar göstermeyen
dervişlere ihtarda bulunması veya memleketin dışına çıkartması, söz konusu
dervişlerin tamamen başıboş bırakılmadıklarını ortaya koymaktadır (Ocak, 1978,
257). Osmanlı Beylerinin bu yaklaşımının dinsel olmaktan çok siyasal bir
kuşkudan kaynaklandığını söyleyebiliriz (Bozkurt, 1990, 31). Çünkü henüz
medrese Müslümanlığı devlet yapılanmasında ağırlığını hissettirmemiştir ve bu
süreçte ilk Osmanlı yöneticileri egemenlik kurdukları Türkmen boyları gibi
cemaat dışı bir İslam inanışı dönemi geçirmekte, bünyesinde İslam öncesi inanç
unsurları barındırmaktadır (Melikoff, 1999b, 145). Ayrıca Osmanlı devlet
yönetimi, Selçuklu döneminde tehlikeli ayaklanmalar gösteren Babai
takipçilerine karşı, siyasal boşluklara neden olacak kontrolsüzlük halinde,
benzer risklerin ortaya çıkabileceği ihtimalini de dışlamamıştır.
Balım
Sultan ile birlikte Bektaşilik adını alacak olan Rum Abdalları ve onlara bağlı
heterodoks yapılı Türkmen kitlelerinin yerleştikleri veya yerleştirildikleri
bölgeler dikkate değerdir. Bu zümreler, ehl-i sünnet inancının hakim bulunduğu
şehir ve kasabalardan uzağa konuşlanmışlardır. Bizzat Hacı Bektaş’ın Konya,
Kayseri veya Kırşehir kent merkezleri içinde değil de, Sulucakarahöyük’teki
Türkmen aşiretleri içinde zaviye açmasının da mantığı aynıdır (Ocak, 1992,
375). Söz konusu mantık, bu dervişler topluluğunun sahip oldukları propaganda
güçleri ile her türlü yerel inançla kolayca bağdaşabilen bir inanç yapısına
sahip olmalarıdır (Köprülü, 1944, 462).
Osmanlı
Beyliği topraklarında -bilindiği kadarıyla- Kadiri, Rifai veya Mevlevi
dervişlerinden ve zaviyelerinden bahsedilmemesi anlamlıdır. Bu tarikatlar daha
çok ehl-i sünnet inancının yoğun olduğu şehir merkezlerinde örgütlenmişlerdir.
Söz konusu tarikatların, kendilerine tahsis edilen vakıflarla merkezi yerlerde
varlıklarını sürdürüyor olmalarından, yani daha çok şehirli bir tarikat
hüviyetini benimsemiş olmalarından ve yerleşik hayata alışmış olmalarından olsa
gerekir ki, Osmanlı Beyliği topraklarında bu zümrelere rastlanmaz (Ocak, 2000b,
70-76). Özellikle Mevlevilik, XV. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarında
etkinlik göstermeye başlamıştır (Ocak, 1999a, 124) ki, bu yüzyıl, Osmanlı
devlet örgütlenmesindeki dinsel yapılanmanın ehl-i sünnet menşeli kurumsal
tarzın referans olarak kabul edilmeye başlandığı yüzyıl olarak da
bilinmektedir.
Bünyesinde
kitabi İslam’ın dışında farklı unsurları fazlasıyla barındıran Abdallar zümresi
için, Kitabi İslam’ın etkinliğindeki bölgelere nazaran, - bağdaştırmacı
(senkretik) yapılarının da etkisiyle- inançlarını rahatça ortaya
koyabilecekleri bölgelere yerleşmek istemeleri gayet anlaşılır görünmektedir.
Bu sebebin de etkisiyledir ki, yerleşimler ve faaliyetler daha çok uç
beyliklerde, bu beyliklerin de uç bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Osmanlı Beyliği
için önceleri Bursa veya İzmit yöreleri uç olma özelliği gösterirken,
fetihlerle birlikte uç anlayışı Balkanlara dek uzanmıştır.
İlk
Bektaşiler, kimi zaman askeri fetihler başlamadan önce, cezbedici mistik
görüşlerine kapılan Hıristiyanların İslamlaşmasında etkili olduğu gibi
(Balivet, 25); çoğu zaman da fetihlerin ardından bu etkiyi sağlamıştır
(Çamuroğlu, 1999a, 186). Bektaşilik, Tuna kıyılarından Arnavutluk’a kadar çok
geniş alanlarda kurulan tekkelerle Balkanların İslamlaşmasında önemli roller
üstlenmiştir (Köprülü, 1944, 461).
Osmanlı
Beyliği, Balkanların fethinde, fethedilen ülkelerde topraklar bağışladıkları
Bektaşilerden kolonileştirici ve Türk kültürünün yayıcı öğesi dervişler olarak
yararlanmışlardır (Melikoff, 2000, 39). İslam dinine giren Hıristiyan
topluluklar içinde Bektaşiliği benimseyenlerin oranı ciddiye alınacak ölçüdedir
(Eyyuboğlu, 1980, 129). Osmanlılar’ın Rumeli’deki fetihlerine paralel olarak
Bektaşi dervişleri bu yeni topraklarda kendilerini kabul ettirebilmek için
fazla güçlüklerle karşılaşmamışlardır. Buna örnek olarak Sarı Saltuk Zaviyeleri
verilebilir. Bu zaviyeler Yunanistan, Arnavutluk, Romanya ve Bulgaristan’da
bulundukları yerlerdeki mahalli aziz kültlerini kendilerine mal ederek
İslamileştirmişler[11] ve
böylece yerli Hıristiyanlarla ortak payda yaratacak zeminler oluşturmuşlardır
(Ocak, 1992, 375). Ancak kılıç iki yana işler; bazı Hıristiyan zümrelerinin
Bektaşiler sayesinde İslamiyet’i tanımaları sağlanırken, diğer taraftan da
Bektaşiler, yakınlaşmaya çalıştıkları Hıristiyan çevrelerin etkisiyle karşı
karşıya gelir (Melikoff, 1999b, 201). Bu tür etkileşimleri, Bektaşiliğin özünde
zaten var olan senkretik yapının zenginleşmesini sağlayan unsurlar arasında
görmek mümkündür.
Bektaşilik
henüz gerçek anlamda bir tarikat hüviyetine kavuşmadığı dönemde dahi, yani XV.
yüzyıla gelindiğinde, Hacı Bektaş-ı Veli, artık XIII. yüzyıldaki gerçek
kimliğinden çoktan çıkmış, her tarafta saygı duyulan büyük bir veli niteliğini
kazanmıştır (Ocak, 1999, 208).
Osmanlı
merkezi yönetiminin manevi desteğini sağlayan Bektaşilik, bir süre sonra benzer
zümreler gibi Kalenderi zümreleri de bünyesinde eritme sürecine girmiş,
Kalenderi zaviyelerine hakim olmaya başlamıştır. Kalenderi zümrelerin Osmanlı
devlet yönetimince zaman zaman kovuşturulmaya uğraması, Bektaşiliğin
Kalenderiliğin içinden doğmuş bir kol olması, bünyesindeki senkretik yapı gibi
unsurların da yardımıyla Bektaşilik, tüm Kalenderi zümreleri için uygun bir
sığınak olmuştur (Ocak, 1999a, 118, 204, 208). Kalenderi zümrelerin Bektaşilik
içerisindeki yoğrulma sürecinin düzenli bir şekilde olmadığı zamanlar da
olmuştur. Şeyh Bedreddin isyanı buna örnek verilebilir. İsyan, Babailer
isyanından sonra Kalenderi zümrelerinin (Torlakların) düzenleyip yönettikleri
ikinci, Osmanlı Devletine karşı yapılan ilk büyük ayaklanma hareketidir (Ocak,
1999a, 126).
Bektaşi
senkretizminin önemli unsurlarından birisi de Bektaşiliğin Ahilik teşkilatı ile
olan bağlantısında gizlidir. Ahi tekkeleri, esnaf örgütlenmesini sağlayan
ekonomik bir birliktelik olduğu kadar, üyelerinin ahlaki ve manevi
ihtiyaçlarını da gereği gibi karşılayan bir tasavvuf ve kültür yuvası
niteliğindedir (Kara, 1990, 163). Ahiliği bir tarikat veya mezhep olarak
görmenin ötesinde, Türkler arasında ekonomik ve toplumsal dayanışmayı sağlayan,
bağımsız zümre olarak yorumlamak yerinde olacaktır (Birdoğan, 1995a, 104).
İlk Osmanlı
sultanları ile Ahiler ve Abdallar arasındaki sıkı ilişkiler eski kaynaklarca da
doğrulanmaktadır. Elvan Çelebi Menakıbu-‘l-Kudsiyye’sinde, Hacı Bektaş ile
ilerde Osman Gazi’nin kayınpederi olacak Şeyh Edebali arasındaki dostluk
bağları hakkında bilgi vermektedir (Melikoff, 2000, 38). Bilindiği üzere Şeyh
Edebali, bir Ahi şeyhi olmasının yanı sıra, Baba İlyas’ın da halifesidir.
Bektaşilerin dinsel ibadetleri esnasında okudukları tercemanların, Ahilerin
okuduğu tercemanlarla ciddi benzerlikler göstermesi, her iki zümrenin ortaklığı
konusunda fikir verebilir. Ancak, bu bilgilerden yola çıkarak Bektaşiliğin
Ahiliğin devamı olduğu sonucuna varmak mümkün değildir. Konuyu, Bektaşiliğin
bağdaştırmacı yapısı bağlamında ele almak daha yerinde olacaktır. Ahilik ve
Bektaşilik arasındaki ilişkiler örgüsü ayrı bir tartışmanın konusunu
oluşturacak ciddiyette öneme sahiptir. Şu aşamada Ahilik ile Bektaşilik
arasında yoğun bir ilişki olduğunu söylemekle yetineceğiz.
Osmanlı
Beyliği daha kuruluş aşamasında dahi bir taraftan heterodoks yapılı Türkmen
Babaları ve kitleleriyle dirsek teması içerisine girerken, diğer taraftan da
ehl-i sünnet geleneğine bağlı bir dinsel örgütlenme yolunu benimsemiştir. Orhan
Bey zamanında kurulan ilk medresenin başına, Vahdet-i Vücuda bağlı bir tasavvuf
yaklaşımıyla bilinen Davud-ı Kayseri geçmiştir (Kara, 1990, 162).
Osmanlı
Devleti’nin güçlenmeye başlamasına paralel olarak medrese Müslümanlığının
devlet üzerindeki etkinliği, tasavvufi yaklaşımın ötesinde katı bir biçimde
yoğunlaşır. Medrese Müslümanlığının devlet kademelerindeki etkinliği artarken,
medreselerde esas alınan eğitimdeki dinsel öğeler yoğunlaşır. Dilbilgisi,
mantık, kelam, fıkıh, usul-i fıkıh, hadis ve usul-i hadis gibi dersler tümüyle
Arapça olarak verildi. II. Mehmed ile birlikte bu derslere felsefe, edebiyat,
matematik gibi dersler eklenecektir. II. Mehmed döneminden itibaren ihya olunan
medreseye koşut olarak, Sünnilik devlet dini, devlet ideolojisi olmak yolunda
hızla ilerlemeye koyulur (Bozkurt, 1990, 32). Medrese, artık sadece din adamı
yetiştiren bir kurum olmasının ötesinde, Osmanlı Devleti’nin yönetici
kadrosunun da en önemli kaynağını oluşturur.
Osmanlı
Devleti, özellikle XV. yüzyılın başlarından itibaren medreseler aracılığıyla
klasik Sünniliğin hemen bütün teorik ve pratik özelliklerini devralır (Ocak
1999b, 94). Devlet üzerinde medresenin ve devşirmelerin etkinliğinin artmasına
paralel olarak, Türk soylularının nüfuzunun azalması gözlemlenir ki, bu durum
klasik dönem Osmanlı Devleti’nin iskelet yapısı hakkında edinilen ilk ipuçları
olma özelliği gösterir. Şöyle ki, II. Mehmed’den XVI. yüzyılın sonlarına kadar
geçen yüz elli yıllık zaman diliminde, Karamanlı Mehmed Paşa, Piri Mehmed Paşa
ve Manisalı Lala Paşa dışında vezir-i azam olan otuz dört kişinin tümü
devşirmedir (Bozkurt, 1990, 33).
Osmanlı
Devleti’nin Sünni medrese Müslümanlığını referans alması konusuna daha geniş
bir açıdan baktığımızda, imparatorluğa doğru gidiş süreci içindeki genç Osmanlı
Devleti’nin ihtiyaçlarının, iyi organize edilmiş, sağlamca kurumlaşmış bir bürokrasi
tarafından karşılanabileceğinden, bunun adresi olarak medrese gösterilmiştir
(Ocak, 1999b, 82). Ocak (1999b)’a göre, bu kurumlaşmada ideolojik motivasyon
konumundaki İslam ise, çok tabii olarak buna gücü yetecek bir tarihsel
tecrübesi bulunan Sünni (yahut kitabi) İslam’dı.
Türkmen
boylarının çoğunluğunun mensup olduğu popüler mistik bir niteliğe sahip
heterodoks İslam, kendini geliştirip kurumlaşma imkanını hiçbir zaman bulamamış
bir İslam tarzıydı. Bununla beraber, kısmen kırsal kesim ve özellikle
konar-göçer çevreler, sözü edilen bu geleneksel mistik halk İslamı’nı sımsıkı
korumaya devam ettiler ki; Bektaşiliğin Osmanlı Devlet yönetiminde yerini
sağlamlaştırması ve kurumsallaşmaya başlamasıyla birlikte Bektaşilik bu halk
İslam’ını temsil etme misyonunu kendine görev edinecektir. Ocak (1999b),
medrese İslam’ının halk İslam’ının yerini almasını zorunluluk olarak
görmektedir:
“Böylece, yöneten ve yönetilen kesimi ortak
bir tabanda birleştiren bu geleneksel halk İslamı, yerini önemli ölçüde
medresenin güdümündeki kitabi İslam’a bırakmak zorundaydı ve öyle oldu”.
1.2.
II. BAYEZİD DÖNEMİNDEKİ
BEKTAŞİLİK VE
BALIM SULTAN
Bektaşilik
konusuyla yakından ilgilenen tarihçilerin -giriş bölümünde de değindiğimiz
üzere- Bektaşîliği belirli birkaç evreye ayırmaları, genel kabul gören bir
yaklaşımdır. XIII. yüzyıldan başlayıp XIV. yüzyılda gelişerek süren ve XV.
yüzyılın sonlarına kadar uzanan oluşum dönemi ile XVI. yüzyılın başlarından
yani Balım Sultan’la başlayan -ki asıl bilinen Bektaşiliği temsil eden- dönem
olmak üzere iki evre olarak ele alınabilir (Köprülü, 1944, 462; Ocak, 1992,
373). Birge (1991), bu iki evreye ek olarak, 1826 yılını üçüncü evrenin
başlangıcı olarak tespit etmektedir. Bektaşiliğin geçirdiği tüm aşamalar,
birçok açıdan diğer dönemlerden ciddi farklılık gösteren yapısal özelliklere
sahiptir.
Balım
Sultan’ın Bektaşi Tarikatı’nın şekillenmesine olan katkısına değinmeden önce
Balım Sultan’ın kimliğini ve II. Bayezid dönemi gelişmelerini kavramanın
yerinde olacağı düşüncesindeyiz. Bektaşi geleneğinde Balım Sultan’ın adı, Hızır
Bali Baba şeklinde verilmektedir. Yaşadığı dönemden kalma, doğrudan kendisiyle
ilgili hiçbir belge bulunmadığından, hakkındaki bütün bilinenler yazılı ve
sözlü Bektaşi geleneğine dayanmaktadır (Ocak, 1992, 17).
Balım
Sultan’ın türbesinin üzerinde Resul Bali’nin oğlu olduğu yazılıdır ancak Resul
Bali Balım Sultan’ın doğumundan otuz yılı aşkın bir süre önce, yani 1441
yılında ölmüştür (Bozkurt, 1990, 50). Seyyid Ali Sultan’ın, ölümüyle geride
oğulları Resul Bali ve Mürsel Bali kalır. Büyük oğul Resul Bali postnişinlik
görevini yürüttükten sonra, 1441 yılında ölümünün ardından, Mürsel Bali 1483/4
yılında kadar kırk dört yıl Pir Dergahında postnişin olur. Mürsel Bali’nin
ölümünden sonra ise oğlu[12] Bali
Çelebi (Balım Sultan) postnişin olur[13] (Ulusoy,
1986, 70, 73; Fığlalı, 1990, 197). Yani Balım Sultan, II. Bayezid tarafından
Sulucakarahöyük’teki Pirevi’nin başına getirilmesinin öncesinde Dimetoka’daki
Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Zaviyesi’nin postnişinidir.
Balım
Sultan’ın ölüm tarihi konusunda da farklı rivayetler mevcuttur. Balım Sultan
türbesinin kapısındaki kitabe ölüm tarihi olarak 1519 yılını gösteriyor
(Gölpınarlı, Vilayetname, XXIX) ancak Balım Sultan’ın türbesinin ölümünden dört
yıl sonra yapılmış olmasından yola çıkarsak, Balım Sultan’ın 1520 tarihinde
öldüğü yolundaki genel kabul gören yaklaşıma ulaşılır ki, bizce de bu yaklaşım
uygun kabul edilmektedir (Çamuroğlu, 1994, 45; Melikoff, 1999b, 206).
Konuyla
ilgili kaynakların neredeyse tümü, Balım Sultan ile II. Bayezid’i sıkı ilişki
içerisinde göstermektedir. Ocak (1992), bu ilişkinin Dimetoka’da doğmasından
yola çıkarak, Seyyid Ali Sultan Dergahı’na ilgi duyan II. Bayezid’in burada
Balım Sultan’la tanışmasının sonucunda geliştiği rivayetini doğru görmektedir.
Başta Solakzade olmak üzere Osmanlı tarihçileri, II. Bayezid’in 1492’li
yıllarda, birkaç ay süren Arnavutluk seferi sırasında Dimetoka’ya uğradığını
belirtmektedir (Şahin, 1995, 84). Bu seferden kısa bir süre sonra Balım
Sultan’ın Pirevi’nin başına getirilmiş olmasından yola çıkarsak, II. Bayezid’in
bu sefer sırasında Balım Sultan’la tanışmış olmasını muhtemel görebiliriz. Bu
iki şahsın nerede ve nasıl tanıştığının ötesinde, II. Bayezid’in Balım Sultan’a
Bektaşi Tarikatı’nı örgütlemesi görevini verecek düzeyde bir ilişki örgüsünün
mevcut olması önemlidir.
Bektaşi
geleneğine göre Sultan Selim tarafından tahttan indirilen II. Bayezid, ibadet
ile meşgul olmak üzere mensubu bulunduğu Dimetoka’daki Kızıl Deli Sultan
Dergahına giderken ölmüş/öldürülmüştür (Dedebaba, 1995, 441; Şahin, 1995, 94).
Doğruluğunu kabul ettiğimiz taktirde bu sav, II. Bayezid’in Balım Sultan ile
Dimetoka’da tanışmış olması ihtimaline ciddi katkı sağlamasının ötesinde,
Bektaşi geleneğinin II. Bayezid’i bir Bektaşi tekkesinin mensubu olarak
algılamamızı sağlamaktadır.
II.
Bayezid’in kişiliğine yönelik yapılan değerlendirmelerde, onun yumuşak mizaçlı
ve tasavvufa yatkın bir karakterde olduğuna dair bilgileri ağırlıklıdır.
Bektaşi geleneği, II. Bayezid’in tasavvufa yatkın olan bu yanını daha da ileri
götürerek, II. Bayezid, “... Bektaşi felsefesine sıcak ilgi duyan bir
padişahtı” (Öz G., 1997, 25), “... Balım Sultan ile dost olmuştu” (Samancıgil,
1945, 179), “... Seyyid Ali Sultan Dergahına gönülden bir bağlılık
gösteriyordu” (Görkem, 2000, 227), “... zorla tahttan indirilmesi ve büyük
olasılıkla öldürülmesi, Alevi-Bektaşi çevrelerinde bir hoşnutsuzluk ortamı
yaratmıştır” (Ulusoy, 1986, 73), “... Bektaşi dergahına ‘deruni bir incizab’
göstermiştir” (Fığlalı, 1990, 197), “... Bektaşi olan ikinci padişahtır”
(Dedebaba, 1995, 441) şeklinde çoğaltılabilecek yaklaşımlar getirmektedir.
Hiç
şüphesiz ki, Bektaşi geleneğinin çoğunlukla II. Bayezid’e sahip çıkıyor olmasında,
Balım Sultan’ın Sulucakarahöyük’teki dergahın başına getirilmesinin etkinliği
büyüktür. Bedri Noyan Dedebaba (1995), II. Bayezid’in Bektaşi Tarikatı içindeki
yeri konusunda son noktayı koyacak türden yaklaşım getirmektedir: “II. Bayezid,
1509 yılında hükümdarlar gibi karşılanan Balım Sultan’dan Çinili Köşkün büyük
salonunda meydan açılarak nasip almıştır. Veli lakabıyla anılırdı...”
II.
Bayezid’in Bektaşi geleneğinde çoğunlukla saygın bir yerinin olmasında etkili
olan diğer hususlar arasında Seyyid Ali Sultan Dergahı’nı tamir ettirmesi
(Fığlalı, 1990, 197; Şahin, 1995, 84), Şahkulu’na yardım yapması, Pirevi’ni
tamir ettirip[14] türbesini
kurşunlatması[15],
tarikata büyük araziler bağışlaması (Şahin, 1995, 82) gibi faaliyetleri
sayabiliriz.
Bunların
dışında ve en az bunlar kadar önemli olan bir diğer konu ise II. Bayezid’in
Hacı Bektaş Vilayetnamesi’nin yazılmasını sağlamasıdır. Vilayetname’nin yazılış
tarihi tam olarak saptanamamasına karşılık, eserin Uzun Firdevsi tarafından
yazıldığına kesin gözüyle bakılıyor. Eserin yazıldığı tarih konusunda ise 1481
ile 1501 yılları arası gösterilebilir. Bu tarihler arasında yazıldığının
düşünülmesinde Vilayetname’nin hiçbir yerinde Balım Sultan gibi - tarikatın
ikinci piri sayılan- bir şahsın adının dahi geçmemiş olmasının yeri büyüktür
(Gölpınarlı, Vilayetname, XXVII). Diğer taraftan Vilayetname’nin II. Bayezid’in
yardımlarıyla yazdırıldığı rahatlıkla söylenebilir.[16]
II.
Bayezid’in, Hacı Bektaş’ın kendisini ve yaşadığı dönemi tanıtmayı amaçlayan bir
eserin kaleme alınmasını sağlaması oldukça anlamlıdır. Vilayetname ile Hacı
Bektaş’ın üstünlüğü, kerametlerle ispatlanmaya çalışılırcasına tarikata ismini
veren şahsa, halkın gözünde haklı bir meşruluk kazandırılmaya çalışmaktadır.
Vilayetname’de olaylar insanüstü bir yaklaşımla abartılı olarak ele
alınmaktadır. Hacı Bektaş adına yazılan bu Vilayetname, zamanla başka şahıslar
adlarına yazılan Vilayetnamelere temel teşkil ederek, Vilayetname geleneğinin
yaygınlaşmasına önayak olmaktadır (Şahin, 1995, 88). II. Bayezid’in,
Vilayetname’nin yazılmasını sağlaması ve Balım Sultan’ı tekkenin başına
getirterek Bektaşi Tarikatı’nın oluşumuna önayak olması birbirini tamamlayan
eylemlerdir. Şöyle ki, Vilayetname’nin yazılmasının sağlamasını II. Bayezid’in
Bektaşiliğe yaptığı düşünsel-teorik katkı olarak algılarsak, Balım Sultan’ın
tarikatın başına getirilmesini fiili-eylemsel yardım olarak yorumlayabiliriz.
II.
Bayezid’in Teke ve Hamid bölgesindeki derviş zümrelerinin Anadolu dışına
sürdükten sonra, uç beylerine “Bundan sonra sufilerden hiç kimse Anadolu’ya
geçmeyip, yollar tutulsun” buyrukları göndermesi; kendinden önceki devirlerde olduğu
gibi II. Bayezid döneminde de ‘kontrollülük’ün elden bırakılmadığını
göstermektedir (Refik, 1994, 24; Fığlalı, 1990, 197).
II.
Bayazid’in tasavvuf düşüncesine olan yakınlığının sadece Bektaşilik üzerinden
olmadığı, tüm dini yapılanmalarla bir şekilde bağ kurduğu ve yakın temas
içerisinde bulunduğu görülüyor (Şahin, 1995, 82). Bu bağlamda Bektaşi Dergahı
da dahil olmak üzere, Mevlevi tekkelerinin tamiri konusunda da aynı hassasiyeti
gösterdiğini söyleyebiliriz (Fığlalı, 1990, 197). Bu dönemde, saray vakanivisi
Hoca Saadettin’in verdiği bilgilere göre, 1503 yılında ehl-i sünnet yapılı
onlarca bilgin, mutasavvıf ve şeyhlere, binlerce akçe harcanarak, bunların
aylığa bağlandığı anlaşılıyor (Öz B., 1997a, 55).
II.
Bayezid’in ehl-i sünnet inançlı çevrelere verdiği önemin yoğunlaşmasında,
sultanın 1492 yılında bir Kalenderi (veya Işık, Torlak) dervişi tarafından
başarısız bir suikast girişimine uğramasının etkili olduğunu düşünebiliriz. Bu
olay üzerine, mevcut olan Kalenderi zaviyelerinin ya kapatılması ya da
yönetimin istediği doğrultuda ehl-i sünnet inançlar çerçevesinde ıslahı yoluna
gidilme sürecine girilecektir (Ocak, 1999a, 120). Suikast girişiminden sonra,
Rumeli’de yakalanan Kalenderiler’in Anadolu’ya sürgün edildikleri görülmüştür.
Ocak
(1999a)’a göre XVI. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı merkezi yönetiminin
Kalenderiler’e karşı sertleşmesinin belki de daha önemli bir başka sebebi ise,
bu sıralarda Anadolu’da baş gösteren Şii-Safevi propagandası olmuştur.
Hurufilik
cereyanı ile temasa geçen Kalenderi zümreleri, zaten resmi ideolojiye, yani
Osmanlı Sünniliğine muhalif olduklarından, hiç şüphe yok ki, Safeviler’e
sempati besliyorlar, böylece Şii-Safevi propagandası için çok uygun bir muhatap
oluşturuyorlardı (Ocak, 1999a, 122). Keza Ocak (1999a), XVI. yüzyıldan itibaren
Osmanlı belgelerinde ‘Ehl-i Rafz’, ‘Ehl-i İlhad’, ‘Taife-i Kalenderan-ı
Rafıziyan’ gibi ifadelerin bulunmasını anlamlı görmektedir.
Kalenderi
zümrelerinin kontrol edilemeyen bir yapısal düzlem üzerinden faaliyet yürütmesi
ve Osmanlı resmi dinsel yapısı ile ciddi çelişkiler gösteren bir tutumu
bünyesinde barındırıyor olması, Osmanlı Devleti için ilerde potansiyel tehlike
yaratacak bir unsur olarak değerlendirilmiş olmalıdır. Bu anlamda Kalenderi
zümreleri bir şekilde kontrol altına alınmak istenmiştir. Aşırılık gösteren
zaviyelerin üzerine gidilmesinin, geriye kalan zümrelerin ise Bektaşi Tarikatı
bünyesinde eritme sürecine girilmesinin Osmanlı Devleti’nin izlediği yaklaşım
olarak düşünüldüğü kanısındayız. Bunun için Bektaşi Tarikatı’nın yapısal olarak
örgütlenmesi zorunluluk oluşturmaktadır.
Osmanlı
Devleti açısından Bektaşi Tarikatı’nın örgütlenmesini zorunlu kılan bir diğer
unsur da Anadolu’daki toplumsal, siyasal ve dinsel gelişmelerdir. Anadolu’nun
kaynadığı bir dönemde sarayla yakın ilişki içerisinde bulunan Balım Sultan’ın
Pirevi’ndeki tekkenin başında bulunuşu tesadüfi bir olay değildir (Bozkurt,
1990, 50). Osmanlı Devleti’nin İran sınırlarından gelen ve Safeviler’in
propagandalarıyla gittikçe daha güçlenerek gelecek olan yabancı akımlara karşı
bir denge oluşturmak istendiği düşünülebilir (Melikoff, 1999b, 209). Çünkü Şah
İsmail, Diyarbakır ve Musul üzerine akınlara başlayarak Osmanlı’nın coğrafi
sınırları dahilinde etkinlik göstermeye başlamıştır.
Şah İsmail
bu dönemde Oniki İmamların isimlerinin Anadolu’ya yayılmasına öncülük ederken,
II. Bayezid de Hacı Bektaş isminin yaygınlaşmasına öncülük etmektedir (Şahin,
1995, 95). Ve 1501 tarihinde Balım Sultan, II. Bayezid tarafından Bektaşi
Tarikatı’nı yapılandırmak üzere, Dimetoka’daki tekkeden alınarak,
Sulucakarahöyük’teki merkez tekkenin başına getirilir.
Balım
Sultan’ın Sulucakarahöyük’e gelmesiyle Bektaşilik açısından yeni bir süreç
işlemeye başlar. Bu tarihten sonra burası artık resmen ve fiilen bir Bektaşi
zaviyesine dönüşmeye başlayacaktır. Olayların gelişimini değerlendirdiğimiz
zaman, Balım Sultan’ın Hacı Bektaş kültü etrafında Kalenderilikten fiilen
ayrılma sürecini başlatmış olmasına rağmen, Bektaşilik ile Kalenderiliğin henüz
tam olarak birbirinden ayrılmadığını ve bir süre daha iç içe yaşamaya devam
ettiklerini söylemek yerinde olacaktır. Öyle görünüyor ki, Bektaşiliğin tam
anlamıyla bağımsız bir hale gelebilmesi XVI. yüzyılın sonlarını; Kalenderiliğin
zayıflayarak erimek suretiyle Bektaşilik içinde kaybolması ise XVII. yüzyılı
bulmuştur (Ocak, 1999a, 208).
Öyle
sanıyoruz ki, Osmanlı Devleti’nin, Balım Sultan müdahalesiyle yapmayı
amaçladığı temel konu, bünyesinde heterodoks yapı arz eden zümreleri mümkün
olduğu kadar uç unsurlardan ayıklayarak merkezi/kurumsal bir yapı haline getirmek;
bu yapıyı da kendi kontrolü altında tutmaktır. Bu örgütlenmenin inşa
edilebileceği en uygun unsurun Hacı Bektaş gibi bir abdalın adı ve kültü
etrafında olabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylelikle devlet, dağınık
olan Hacı Bektaş kültünü Balım Sultan ile birleştirmeye çalışmakla, Anadolu’da
farklı heterodoks zümrelerin kontrol altına alınabilmesini, Kalenderi
zümrelerin tamamıyla Hacı Bektaş kültü çerçevesinde yoğrulmasını, Hacı Bektaş
kültünün Şii Oniki İmam fikirlerine karşı bir güç odağı haline getirilmesini
amaçlamış olmalıdır.
Teoman
Şahin (1995), Balım Sultan’ın Bektaşi Tarikatını örgütlemek için
görevlendirilmesini, Osmanlı Devleti’nin ‘Sünnileştirme’ politikası olarak
değerlendirmektedir. Eğer bizim Sünnileştirmekten anladığımız heterodoks yapılı
zümrelerin örgütlenmesine, ehl-i sünnet inançlı Osmanlı Devleti’nin katkı
sağlamasıysa, bu durumu Sünnileştirmek olarak ele alabiliriz. Ancak
Sünnileştirme meselesini inanç bağlamında ele alırsak, bu iddiayı kabul etmek
biraz zor gözükmektedir (Boz, 17). Çamuroğlu (1999a)’na göre Osmanlı
Devleti’nin Bektaşiliğin örgütlenmesine önayak olması, Bektaşiliğin özündeki
heterodoks İslam anlayışına vurulan bir darbe olmuştur. Yazar, Bektaşilik
kültünün tarikat halinde örgütlenmesini ve kesin kurallar etrafında
şekillenmesini, onun uzlaştırıcı kültürüne önemli bir katılık darbesi vurması
anlamına geldiğini düşünmektedir ki, bu yaklaşım tarafımızca da
paylaşılmaktadır.
Osmanlı
Devleti’nin bu örgütlenme ihtiyacı sürecini hızlandıran gelişme olarak da Şii-Safevi
etkisinin Anadolu’nun dinsel, siyasal ve toplumsal yapılanmasındaki etkinliği
olarak gösterebiliriz. Çünkü, Osmanlı’ya göre, zaten yeterince heterodoks
eğilimler gösteren zümrelerin üzerinde ciddi bir Oniki İmam Şiiliğinin
etkinliği baş göstereceğine dair belirtiler vardır.
Ocak
(1992), Safevi propagandasının Anadolu’da yoğunlaştığı bu devirde II.
Bayezid’in Balım Sultan müdahalesini akıllı bir siyaset olarak
değerlendirmektedir. Balım Sultan’ın Hacı Bektaş adına merkez tekkenin başına
gelmesinde, Bektaşi kültüne bağlı zümrelerin herhangi bir tepki ya da karşı
çıkış hareketine girişmedikleri görülmektedir.
Balım
Sultan ile birlikte tarikatın ekonomik açıdan oldukça güçlendiği, bununla
birlikte bağlı zaviyeler üzerindeki kontrol mekanizmasının da daha fazla
sağlamlaştığı görülmektedir (Ocak, 1992, 374). Bektaşi Tarikatı, sahip olduğu
vakıf malları sayesinde Osmanlı düzeninden payını alır. Daha XV. yüzyılda Hacı
Bektaş Tekkesinin Karaman, Akşehir ve Kırşehir’de vakıf köyleri/malları vardır.
Fuad Bozkurt (1990), XV. yüzyılda Bektaşi tekkelerinin sahip olduğu vakıf
malları, köyler, tuz madenleri ve hanlar sayesinde elde ettiği gelirin yıllık
5650 akçe olduğunu; bu gelirin XVI. yüzyılda 99.000 akçeye çıktığını ifade
etmektedir. Balım Sultan’ın tekkenin başına geçişinin Bektaşi zümresi üzerinde
hiçbir olumsuz etki yapmamasında, o sırada Sulucakarahöyük’te organize olmuş
bir kuruluşun olmamasının etkili olması kadar (Şahin, 1995, 86); Bektaşi
vakıflarının zenginleştirilmesi, başta Hacı Bektaş’ınki olmak üzere tamire
muhtaç zaviyelerin onarılması gibi planlı ve hesaplı faaliyetlerin,
Bektaşiliğin devletin yanından ayrılmamak gerektiği konusunda ikna etmesinin
etkinliği büyüktür (Ocak, 1992, 378).
Bu noktada
Balım Sultan’ın, Hacı Bektaş kültünü yapılandırarak, nasıl bir tarikat haline
getirdiği konusuna değinmenin yerinde olacağını düşünüyoruz. Balım Sultan’ın
Bektaşilik üzerindeki etkisi, kimi tarihçilere ‘tarikatın gerçek kurucusudur’
dedirtecek ölçüde önemlidir. Balım Sultan ayin ve erkan itibariyle yenilikler yaparak,
tarikatın iç teşkilatını düzenli bir hale getirmiştir (Köprülü, 1944, 462).
Hacı Bektaş postuna oturan Balım Sultan, önce tekkenin iç düzenini değiştirdi,
tarikatın ilkelerini, kurallarını, tekkenin yönetimini yeni koşullara bağladı.
Törenleri belli kurallara göre düzen altına aldı. Bektaşilik’te ‘mücerred’
denen evlenmeme kuralını getirerek ‘mücerred derviş’ örgütünü kurdu (Eyyuboğlu,
1980, 138). Mücerred dervişlerin bazılarının kulaklarının küpeli olduğu yönünde
belirtiler vardır (Eröz, 1977, 63) ki, bu geleneğin Kalenderiliğin Haydari
kolundan Bektaşiliğe geçmiş olması muhtemeldir.
Balım
Sultan’ın kurumsallaştırdığı başta tarikata giriş (süluk) töreni olmak üzere
birçok düzenleme günümüzde varlığını devam ettirmektedir. Törenlerde Oniki Mum
kullanma, Teslim Taşı taşıma, Oniki İmam törenleri, Oniki çerağ, Oniki post,
palehenk[17], üçleme[18] (teslis)
gibi uygulamalar da bunlar arasında sayabiliriz (Dedebaba, 1995; Melikoff,
1999b; Öz B., 1997a). Balım Sultan’dan önceki abdalların mezar taşlarının
tepeleri ‘dört terek’ olarak yapılırken, ondan sonrakilerin ‘oniki terek’li
olduğu görülmektedir (Birdoğan, 1995a, 112). Ayrıca Hacı Bektaş türbesinin kubbesi
‘sekiz dilimli’ olmasına rağmen, Balım Sultan’ın türbesi ‘oniki dilimli’dir
(Görkem, 2000, 123).
Balım
Sultan’ın Bektaşi tekkelerini felsefi, dinsel ve yapısal olarak şekillendirerek
düzenli bir tarikat haline getirmiş olması Bektaşiler tarafından da karşılık
bulur. Artık Bektaşi ananesi Balım Sultan’ı ikinci pir (pir-i sani) olarak
kabul edecektir.
Ocak
(1992), XV. yüzyıldan itibaren Bektaşilik üzerinde etkilerini göstermeye
başlayan Şii ve Hurufi unsurların, Bektaşiliğin bünyesine uygun bir şekilde ve
Safevi propagandası ile politize olmasına imkan vermeden kaideleşmeye
başladığını düşünmektedir. Ancak, Şii, Safevi veya Hurufi etkilerinin Balım
Sultan
zamanında
oldukça yoğun olarak Bektaşi ritüeli haline gelmiş olması, bu etkilerin
politize niteliğe sahip olup olmadığını tartışılır bir hale getirmektedir.
II.
Bayezid’in Şii-Safevi etkisine karşı aldığı tüm önlemlere rağmen, - yukarıdaki
paragraflarda da değindiğimiz üzere- bu etki kaçınılmaz olarak Bektaşilik
içerisinde yer bulmuştur. Ancak, Şii-Safevi tesiri her ne kadar Bektaşi
Tarikatı’nın ritüelinde ciddi olarak yer bulmuş olsa da, Anadolu heterodoks
zümrelerini ikiye bölmüştür diyebiliriz. Sulucakarahöyük’teki tekke Bektaşi
merkezi iken, Erdebil Tekkesi Kızılbaşların merkezi halini almıştır. Her iki
tekke arasında bazı teolojik farklılıklar görünmesine karşın, asıl ayrılık
siyasal düzlemde yaşanmıştır. Osmanlı merkezi yönetimi Bektaşi Tarikatı’na bir
şekilde sahip çıkarken, Bektaşi Tarikatı etrafında örgütlenmeyi tercih etmeyen
-Şii-Safevi etkisinden daha çok nasibini almış- heterodoks zümreler bu dairenin
dışında kalmıştır ki, bu zümreler Kızılbaş olarak adlandırılacaktır.
Bu dönemde
tekke Bektaşiliği ile Kızılbaşlık arasında devlet ilişkileri, toplum düzeni
içindeki yerleri bakımından ayrılıklar doğmaya başlar. Bektaşilik, tekkeler
çevresinde gelişen ve yaşayan bir tarikat durumuna gelir. Tekke kültürü bir
şekilde Osmanlı dinsel mekanizmaları tarafından kabul görür. Ancak, Kızılbaş
zümreler devletle daha mesafeli bir süreç geçirirler (Bozkurt, 1990, 51).
Kızılbaşların Şii/Safevi etkisini benimsemesi gibi, Bektaşi Tarikatı’nın da
Osmanlı yönetimi ile uzlaşıyor olması, II. Bayezid’in Balım Sultan’ı
görevlendirmekle Anadolu heterodoksisini tamamıyla Şii-Safevi etkiden uzak
tutma amacına ulaştığını göstermektedir. II. Bayezid’in amacına ulaştığını
gösteren bir başka gelişme, Safevi eğilimli Kızılbaşlık hareketinin
Bektaşiliğin etkin olduğu yörelerde tutunamamasıdır (Öz B., 1997a, 147).
Balım
Sultan’la birlikte Anadolu heterodoks zümreleri arasındaki farklılaşmanın
derinliği ve bu farklılaşmaların doğurduğu toplumsal-dinsel eylemliliklerin
temelleri II. Bayezid döneminde atılmış olmasına rağmen, ciddi patlakların daha
çok Sultan Selim döneminde ortaya çıktığı görülmektedir. Bu konuyu bir sonraki
bölümde bütünlük içerisinde ele almayı daha uygun görmekteyiz.
Balım
Sultan’ın tekkenin başına getirilmesiyle, bu dergahla Dimetoka’daki Kızıl Deli
Dergahı arasındaki bağın güçlendiği görülmektedir. Tarikatın yeraltına
çekilmesinden sonra, Balkanların değişik bölgelerinden gelen Vidinli Mahmud
Baba, Yambollu Türabi Ali Baba gibi postnişinlerin Pirevi’ndeki Tekkeye gelmiş
olması bilgisinden yola çıkarsak, her iki tekke arasındaki bu bağın yüzyıllar
boyunca korunduğunu söyleyebiliriz (Melikoff, 1999b, 205). Melikoff (1999b),
II. Bayezid’in Balım Sultan’ı görevlendirmesini, Trakya Bektaşileri ile Anadolu
Bektaşileri arasındaki bağları güçlendirmek istemesi olarak
değerlendirmektedir. Melikoff’un bu yaklaşımını, II. Bayezid’in yeterince
düzenli olmayan ve dış tesirlere açık Anadolu heterodoks zümreleri ile -konumu
itibariyle- bu etkiye daha kapalı ve daha düzenli Rumeli Bektaşileri arasındaki
koordinasyonu sağlayarak, kontrollü bir blok yapılanmaya gitmek istemesi
şeklinde yorumlayabiliriz.
Kimi
tarihçiler, Balım Sultan’ın Bektaşiliği yeniden yapılandırma uğraşını, “öz Türk
olan Bektaşiliği karıştırmış, bozmuştu” (Samancıgil, 1945, 179) şeklinde
yorumlamaktadır. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta, Balım Sultan’ın
Bektaşi geleneğine aykırı uygulamaları erkan haline getirmesinin mümkün
olmayacağıdır. Balım Sultan, bir şekilde Bektaşi geleneğinin içerisinde kendine
yer bulmuş olan uygulamaları derleyerek ritüel haline getirmiş; toplumun
yaşadığı pratikleri düzenli ve sistemli bir hale sokmuş; coğrafi olarak
farklılık arz eden uygulamaları düzenlemiştir. Bunun aksi davranışın, yani
gelenekle zıtlık gösteren ritüellerin, Bektaşi zümreleri tarafından benimsenme
talebinin karşılık görmeyeceği açıktır. Kaldı ki, Bektaşi Tarikatının önceli
Hacı Bektaş kültü, bu kültün yaratıcısı Rum Abdallarıdır. Daha öncesine
gidersek Babai zümrelerine kadar çıkarız ki, tüm bu çevreler dinsel açıdan
ciddi heterodoks öğelere sahiptir. Dolayısıyla durup dururken Bektaşilik
‘bozulmuş’ değildir. Bozulmadan kastedilen şey ehl-i sünnet dışı dinsel öğelerin
Bektaşiliğin içinde yer bulmasıysa, bizzat bağdaştırmacı ve heterodoks yapı
Bektaşiliği oluşturan temel dinsel öğelerdir.
Hacı
Bektaş’ın öz çocuğunun olup olmaması tartışmasının devamı, Balım Sultan
döneminde güncelleştirilmiştir. Bu dönemde, Bektaşi tekkelerinin yönetimi
konusunda, ‘Babalar’ ve ‘Çelebiler’ olmak üzere iki farklı grubun nüfuz
mücadelesi yoğunlaşmıştır. Bu konu “Bektaşilik’teki Senkretik Yapı” konu
başlığı altında ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
1.3. I. SELİM DÖNEMİ VE
BEKTAŞİ TARİKATI
I. Selim
dönemindeki Bektaşiliğe değinmeden önce, Kızılbaşlık-Bektaşilik ayrımı konusunu
derinlemesine ele almanın yerinde olacağı kanısındayız. Şüphesiz ki, I. Selim
döneminde, Osmanlı Devleti-Bektaşi Tarikatı ilişkilerine damgasını vuran unsur Şii/Safevi
Devleti’dir.
Bilindiği
gibi, II. Bayezid tahtta iken, oğlu Şehzade Selim Trabzon’da vali olarak görev
yapmaktaydı. Safevi Devleti’nin siyasal birliğini oluşturması üzerine yaşanan
sınır anlaşmazlıklarını, Şehzade Selim’in İstanbul’a elçiler göndererek
babasına Şah İsmail’i şikayet ettiği de bilinen diğer bir tarihsel gelişmedir.
Sultan Selim’in Erzincan ve Bayburt’a kadar olan yerlere baskınlar yapmış
olması, sınır anlaşmazlıkları konusunun iki devlet arasında ciddi bir gerginlik
yaratmasına neden olmadığı anlaşılıyor. Kocadağ (1996), bu durumu, mistik
yapısının ön plana çıkmış olmasıyla ün yapmış olan II. Bayezid’in kişiliğine
bağlamaktadır.
XVI.
yüzyıla kadar, daha sonraları Alevilik olarak tanınan dini bir grubun
varlığından söz edilemez. XVI. yüzyıla kadar Anadolu’da birbirleriyle az çok
yakın ilişkiler içinde olan farklı heterodoks gruplar, Safevi Hanedanı’nın
ortaya çıkışıyla birlikte, birbirlerinden farklı iki temel eğilim göstermeye
başlamıştır (Çamuroğlu, 1999b, 102). Bu heterodoks grupların hepsinde mevcut
olan farklı tasavvufi inançların yanı sıra, Safevi etkisiyle, daha hukuki,
fıkıh yönetimli anlayış görünürlük kazandı (Çamuroğlu, 1999b, 102).
XVI.
yüzyılın ilk yarısıyla Şiiliği İran’ın resmi mezhebi ilan eden Şah İsmail’in
“Hatai” mahlasıyla ve son derece akıcı, saf Türkçe ile söylemiş olduğu
şiirleri, Kızılbaş-Bektaşi zümrelerini yoğun olarak etkilemiştir. Şah İsmail’in
bu etkisi yalnız şiir boyutuyla kalmamış, Anadolu’ya gönderdiği halifelerinin
Türkmenleri etkileme konusunda en güçlü ve etkili silahı olmuştur (Fığlalı,
1990, 207). Zamanla Anadolu’dan birçok Türkmen aşireti, Şah’a katılmak için
göçmüş; Anadolu’da özellikle Antalya ve Adana yörelerinin Kızılbaş
toplulukları, bu göçte ısrar etmiştir (Görkem, 2000, 224). Kısacası I. Selim
dönemi Anadolu’su, Kızılbaşlık fikirlerinin Şah İsmail tarafından devinimi
yüksek ve kitlesel olarak yayıldığı döneme rastlamaktadır. Üstelik artık bu
yayılmanın kaynağı da açık ve net bir şekilde belli olmuştur: Safevi Devleti
(Şahin, 1995, 99).
Şii ideoloji
üzerine kurulan Safevi Devleti’nin, Osmanlı topraklarında yoğun bir ideolojik
propagandaya başlaması ve bu propagandanın özellikle konar-göçer kesim içinde
yankı bulması, Anadolu’da baş gösteren ayaklanmalar, merkezi yönetimi büyük
endişelere sevk etmiştir (Ocak, 1999b, 100). Görkem (2000)’e göre Şah İsmail,
kurulmuş olan bir imparatorluğun temelini ‘nefes’leriyle çürütmektedir. Bu
gelişmeler karşısında Osmanlı merkezi yönetimi, yoğun bir karşı propaganda
faaliyetine girişerek, Şiiliği İslam dışı, Rafızilik (sapkınlık) olarak ilan
etmiştir. Sonuçta ehl-i küfr’ün kapsamına Rafıziler de girmiş, cihad ve gaza
kavramı Şii İran’a karşı yapılacak mücadeleyi de içine alacak biçimde
genişletilmiştir (Ocak, 1999b, 100). Osmanlı ozanlarından birinin, Şah İsmail’e
“Taktın da başına murassa pelid / Bi-idrak etraki eyledin mürid” şeklinde
seslenmesi yapılan propagandanın boyutunu gösterir: Osmanlı ozanı ‘avanak’
Türklerle ilişki kurduğu için Şah İsmail’i küçümsemektedir (Bozkurt, 1990, 75).
Yeniçerilerin
desteğiyle tahta geçtikten hemen sonra Yeniçerilerin maaşlarını arttıran I.
Selim, yine Yeniçeriler sayesinde savaşı kazandı. Çaldıran Savaşı’nda I.
Selim’in kılıcı, Şah İsmail’in fikri galip gelir (Görkem, 2000, 231). Konuyla
ilgili olarak Ocak (1999b)’ın Çaldıran Savaşı yorumu yerindedir:
“Osmanlı-Safevi mücadelesinin, esas itibariyle
siyasal bir rekabetten kaynaklandığı, bir Sünnilik-Şiilik mücadelesi olmadığı
ve Safevi Devleti’nin Şiiliği, Osmanlı Devleti’nin de Sünniliği bir siyasal
araç olarak kullandığı ortaya çıkıyor.”
Döneminin
din adamlarından fetva alan I. Selim’in, bu sefer sırasında 40 bin dolayında
Kızılbaş’ı öldürttüğü Osmanlı kroniklerince sabittir. Safeviler’le başlayan
siyasal ve ideolojik mücadeleler sonucunda Osmanlı yönetiminin, Sünniliğin
imparatorluğun her tarafına yayılması için bazı baskıcı metodlara başvurduğunu
yukarıdaki bölümde ele almıştık. Artık ülkenin her tarafında sıkı ve amansız
bir ‘zındık, mülhid ve rafızi’ takibatının başlatıldı (Ocak, 1999b, 95). Safevi
propagandasının yarattığı sufi çevre, Bayramiyye Melamilerini, Halvetilerin
bazı kollarını ve özellikle Kalenderileri etkilemesi nedeniyle, Osmanlı
takibatından bu zümreler -Kızılbaşlar kadar olmasa da- paylarına düşeni
almıştır (Ocak, 1999b, 127). Ocak (1999b), Osmanlı yönetiminin sufi çevrelerin
kontrolü konusundaki hassasiyetini, Şeyh Bedreddin olayındaki dinsel
dinamiklere bağlamaktadır.
Osmanlı-Safevi
ilişkilerinin algılanmasında Anadolu’da meydana gelen toplumsal/dinsel
nitelikli ayaklanmaların yeri büyüktür. Bu dönem içerisinde -bu ayaklanmaların
Şah İsmail tarafından çıkarılıp çıkarılmadığı bir yana- çok sayıda
toplumsal/dinsel nitelikli isyan hareketleri meydana gelmiştir. Bu dönem
ayaklanmaları arasında Şahkulu (1511), Nur Ali (1512), Bozoklu Celal (1517),
Şah Veli (1519), Baba Zünnun (1525), Atmaca (1526), Zününoğlu (1527), Kalender
Çelebi (1526-7) İsyanları, katılım kitleselliğini yakalaması ve tahrip gücü
açısından oldukça etkili olmuştur (Kocadağ, 1996, 143-146; Yetkin, 1980,
166-7).
Bu noktada
önemli olan olgu Bektaşi Tarikatı’nın isyan hareketlerinin ve Osmanlı
Devleti’nin takibatının neresinde olduğudur. Tarihçilerin genel kanısı, Sultan
Selim’in bu takip siyasetinde Kızılbaş/Bektaşi ayrımı yaptığı, Kızılbaşların
üzerine gitmesine karşın, Bektaşileri koruduğu ve dokunmadığı, Kızılbaşların I.
Selim’e ve sonraki yönetimlere karşı ayaklanmalarına karşın, Bektaşilerin bu
tür eylemlere katılmadıkları doğrultusundadır (Öz B., 1997a, 158; Gölpınarlı,
1953, 269). Bektaşi Tarikatı’nın I. Selim dönemi süreci fazla zarar görmeden atlattığı
yönündeki görüşün, “(I. Selim, İ.A.) Bektaşilik sembolü olan Mengüç Küpeyi
kulağına taktı, Hacı Bektaş kasabasını ziyaret etti” (Şahin 1995, 99) şeklinde
pek de gerçekçi olmayan abartılı bir yaklaşım şeklini aldığı görülmektedir.
Bu konuyla
ilgili karşıt tez ise, Bektaşiliğin 1826’ya kadar devletle arasının soğuduğu
tek dönemin I. Selim’in hükümdarlık yılları olduğu yönündedir. Herhangi bir
belge bulunmamakla birlikte Bektaşi geleneği, Sultan Selim devrinde devlet
siyasetinin Bektaşilere karşı katılaştığını, bağışları kesildiğini, Balım
Sultan’ın vefatından sonra Hacı Bektaş Zaviyesi’nin -1551 yılında tekrar
açılıncaya kadar- kapatıldığını, nakletmektedir (Ocak, 1992, 378; Melikoff,
1999b, 198).
Aslına
bakılırsa Osmanlı Devleti’nin Bektaşi politikası tutarlı ve bilinçli bir
politik seyir izler. Ayrıca şu husus da gerçek ki, Sultan Selim döneminde
Bektaşi Tarikatı’nın, I. Süleyman döneminde açılmasına kadar kapalı kaldığı
yönünde - Bektaşi söylencesinin ötesinde- bir bilgi yoktur. Öte yandan, Balım
Sultan’ın 1516 yılında vefatından sonra, üzerine inşa edilen kubbenin ‘on iki
terekli’ olması konusunun I. Selim’in bilgisi dışında olması düşünülemez
(Görkem, 2000, 232).
Osmanlı
devlet yönetiminin Bektaşi Tarikatına karşı olan yaklaşımını belirleyen temel
veriyi, Bektaşi Tarikatının XVI. yüzyılın ilk çeyreğindeki isyan
hareketlerindeki duruşu şekillendirmiştir. Bu isyan hareketlerine topraksız
sipahilerin, dinsel yanı belirleyici olmayan Türkmen köylü zümrelerinin, hatta
Osmanlı şehzadelerinin katılmış olduğunun tespitinin yapılmış olmasına rağmen;
Bektaşi Tarikatının katıldığı konusunda aynı netlikte bilgi mevcut değildir.
Durum böyle iken, Bektaşi geleneğinin tersine inanmış olmasına ilişkin Ahmet
Yaşar Ocak (1992, 378)’ın tespiti yerindedir:
“Eğer bu durum[19]
vaki ise o takdirde bunu, adı geçen padişah (I. Selim, İ.A.) zamanında Orta
Anadolu’da meydana gelen isyanlarla ilgili görmek gerekir. Bununla birlikte ne
olursa olsun, bu gibi durumlarda devlet suçluları cezalandırmaktan öteye
geçmemiş, bütün tarikatı muhatap almamıştır.”
Bektaşi
ananesinde Sultan Selim’in Mısır’daki Kasr-ul’ayn Tekkesi’ni iki defa ziyaret
ederek bir süre ikamet ettiği inancı mevcuttur (Köprülü, 1939, 24). Diğer tüm
Bektaşi geleneğinin aksine, sadece Mısır yöresindeki söylencede Bektaşi Tarikatı
ile Sultan Selim arasında bir şekilde ilişki kurma çabası dikkate değerdir.
Burada önemli olan, genel Bektaşi geleneğiyle çelişen tek söylencenin Anadolu
dışında meydana gelmiş olmasıdır.
Dikkate
değer bir konu, I. Selim dönemi itibariyle Bektaşilik ile Kızılbaşlık arasında
ufak farklılıkların olmasına rağmen, bu iki zümrenin bir şekilde iç içe
bulunmasıdır. Anadolu’da meydana gelen isyanlara Kızılbaşların yoğun katılımı
ve Osmanlı yönetiminin bu zümrelere karşı uyguladığı baskıcı takip siyasetine karşı,
Bektaşi Tarikatı çok karışmasa da, Bektaşi zümreleri aynı teolojik paydaya
sahip olduğu Kızılbaş grupların I. Selim düşmanlığını paylaşmıştır diyebiliriz.
Bu nedenden ötürüdür ki, Bektaşi ananesi I. Selim’e hoş gözle bakmamıştır.
Mısır’ın Anadolu’daki gelenekten farklı bir tutum geliştirmesini de bu nedene
bağlamanın doğru olacağı düşüncesindeyiz.
1.4. KLASİK DÖNEM
OSMANLI YÖNETİMİ VE
BEKTAŞİLİK
I.
Süleyman dönemiyle birlikte
Bektaşilik klasik yapısına kavuşmuştur. Tarikatın devlet ile olan ilişkileri daha
sağlam bir zemin bulmuştur. Bektaşilik, kurumsal, örgütsel ve teolojik şekline,
esas anlamıyla bu dönemde kavuşmuştur diyebiliriz.
Sultan
Süleyman dönemine damgasına vuran en önemli toplumsal-dinsel olay şüphesiz ki
Kalender Çelebi İsyanı’dır. Kalender Çelebi İsyanına değinmeden önce, Kalender
Çelebi’nin adının da karıştığı tarikat secere problematiğine ve Bektaşilikteki
bölünmelere değinmenin yerinde olacağı kanısındayız. Bu durumu problematik
olarak nitelendiriyoruz, çünkü bu sürece ilişkin iddialar ve bilgiler muğlak
bir şekilde iç içe girmiştir.
Mürsel
Bali’nin ölümünden sonra iki kardeş, Bali Çelebi (Balım Sultan) ve Kalender
Çelebi Hacı Bektaş Postnişinliğine oturur. Kalender Çelebi’nin öldürülmesinden
sonra, onun taraftarlarının da geçinemedikleri Resul Bali’nin torunu Hüdadad’ı
öldürdükleri ileri sürülmüştür (Dedebaba, 1995, 51). Bektaşi geleneğine göre,
1551 yılına kadarki 34-36 yıllık süreçte Pirevi postnişinsiz kalmıştır
(Dedebaba, 1995, 51). I. Süleyman’ın, mücerred derviş Sersem Ali Baba’yı
Bektaşiliğin
merkez dergahının başına atamasıyla Bektaşilik kesin olarak ikiye ayrılır:
Çelebiler Kolu, Babagan Kolu (Öz B., 1997a, 232). Çelebiler Kolu da kendi
içerisindeki nüfuz mücadelelerin etkisiyle Mürselliler ve Hudadadlılar olmak
üzere ikiye ayrılır. Resul Bali’nin soyundan gelenlere “Hudadad soyundan
gelenler Hacı Bektaş Veli’nin torunlarından değildir” denilerek postnişinlik
görevi verilmez.
Konuyu
biraz toparlamak gerekirse, bu dönemde Kızılbaş ve Bektaşi zümreleri üç ana
grupta örgütlenir: Ocaklı Kızılbaşlar; Babagan Bektaşiler, Çelebi Bektaşiler.
Ocaklı Kızılbaşlar, adından da anlaşılacağı üzerine, soylarını Oniki İmam’lara
çıkaran Kızılbaş zümreleridir. Babagan Bektaşiler, Hacı Bektaş’ın evlenmemiş
olması nedeniyle çocuğunun olmayacağını iddia ederler. Dolayısıyla, kendilerini
Hacı Bektaş’ın manevi evlatları (yol oğlu) olarak görürler. Daha çok
Balkanlar’da örgütlenen Babaganlar, mücerretlik geleneğine bağlılık
gösterirler. Bu zümrenin başındaki yönetici ‘Dedebaba’ diye anılır. Çelebi
Bektaşileri ise, Hacı Bektaş’ın evlendiğini ve soylarının Hacı Bektaş’a
dayandığını, kendilerinin Hacı Bektaş’ın öz çocukları (bel oğlu) olduğunu iddia
ederler; dolayısıyla mücerretliği reddederler. Örgütlenmelerinin başındaki
yönetici ‘Halife (Çelebi)’ unvanıyla anılır. Bektaşilik içindeki en büyük kolun
Çelebiler olduğunu söyleyebilir. Osmanlı’nın değişik dönemlerinde bazı Ocaklı
Kızılbaş zümrelerinin Çelebilere bağlılık gösterdikleri bilinmektedir.
(Köprülü, 1944; Eröz, 1977; Öz B., 1997a; Dedebaba; 1995)
1526 yılında
başlayan Kalender Çelebi ayaklanmasıyla, Macaristan seferini yarıda kesen I.
Süleyman Anadolu’ya geri döner. Ayaklanma başta Anadolu heterodoksisi olmak
üzere toplumun her katmandan taraftar bulur; Dulkadirli Türkmenler, tımarlı
sipahiler, çiftçiler ayaklanmaya katılırlar ki, bunlar Ehl-i sünnet inancına
sahip olan zümreler olarak yorumlanabilir (Şahin, 1995, 147). İsyanı
bastırmakta zorlanan Osmanlı yönetimi, Kalender Çelebi’nin yandaşlarını,
dirliklerinin geri verileceği vaatleriyle ‘elde eder’ (Refik, 1994, 32).
Osmanlı Devleti’nin, dirlikleri ellerinden alınan Sipahilere dirliklerinin geri
verileceğini beyan etmesi üzerine Tımarlı Sipahilerin isyanı bırakmış
olmasından yola çıkarak, İsyanın büyümesini sağlayan temel çıkış noktasının
ekonomik olduğu söyleyebiliriz.
Konuyla
ilgili ayrıntılı araştırmaları bulunan Mustafa Akdağ (1995, 120)’ın, Kalender
Çelebi İsyanının da dahil olduğu ayaklanmalar hakkındaki yaklaşımı son derece
dikkate değerdir:
“XVI. yüzyılın, hatta XVII. yüzyılın başlarındaki büyük olayların,
başkaldırma hareketlerini hep rafizi mülhid Kızılbaş olarak tanıtma yolunu
tutmuşlar ve bu suretle devletin yapıcısı olan Türk toplumunun içine
yuvarlandığı ekonomik bunalım zoru ile devlet düzenini yıkmaya itilmiş olduğunu
itirafa yanaşmamışlardı.”
Kalender
Çelebi İsyanıyla ilgili en ilginç nokta, Bektaşi dergahı postnişini olan
Kalender Çelebi’nin bu ayaklanmada yer alması, dahası ayaklanmanın onun adıyla
anılmasıdır (Şahin, 1995, 148). Birge (1991), Perçevi’ye dayanarak, kesin bir
dille isyan hareketine Kalenderoğlu’nun önderlik ettiğini belirtmektedir.
Ocak(1999a), isyan sırasında Kalender Çelebi’nin, Hacı Bektaş Zaviyesi’nin
şeyhi olduğunu belirterek, “...lakabının da gösterdiği gibi bir Kalenderi olup,
etrafındaki müridleri Kalenderilerden, yani Işıklardan ve Abdallardan
oluşuyordu” şeklindeki ifadelerle, isyana katılan zümreler hakkında bilgi
vermektedir. Ahmed Cevdet Paşa da Kalender Çelebi’nin postnişin olduğunu
doğrulamaktadır:
“Anadolu
diyarında Şah kılıcı sallayıp Süleyman Kanuni devrinde
Hacı Bektaş Veli Tekkesinde postnişin olan
Kalender adlı derbeder ‘Hacı Bektaş evladındanım’ diye ortaya çıkıp başına otuz
binden fazla sapıkları toplamış karışıklık çıkartılmıştı Fakat bu yolla epeyce Sünni yok oldu”.
Kalender
Çelebi’nin Hacı Bektaş soyundan geldiği bilgisinin doğruluğundan yola çıkarsak;
tarikatın en yetkili şeyhinin ayaklanmayı yönlendirdiğine inanılan bu noktada,
Bektaşi Tarikatı’nın ya da daha doğru bir ifadeyle Bektaşilerin bu isyanın tam
olarak neresinde olduğu önemlidir. Bektaşi geleneği Cemalettin Çelebi’nin
ağzından, Kalender Çelebi’nin ayaklanmaya katıldığına dair belge bulunmadığını
iddia ederek, Bektaşi şeyhinin isyanı yönettiğini ve Osmanlı Devleti tarafından
idam edildiğini yalanlıyor (Şahin, 1995, 149). Geleneğe göre, söz konusu olan
Kalender
Çelebi tarikat
içerisinde yapılan mücadele sırasında öldürülmüştür (Dedebaba, 1995, 51).
Bektaşi geleneğinin Kalender Çelebi’yi aklama gayreti bir tarafa, öyle
anlaşılmaktadır ki, ayaklanmaya Bektaşilerin katılımı göz ardı edilemez niteliktedir
(Melikoff, 1999b, 225). Muhtemeldir ki tarikat, devletle var olan ilişki zemini
bozmamak ve Bektaşi zümresinin zarar görmesini engellemek adına, Bektaşileri
Osmanlı’ya karşı isyan eden pozisyondan çıkarma gayreti içindedir.
İsyanı
bastırırken Kızılbaş/Bektaşi ayrımı gözetmeksizin isyancıları en sert şekilde
cezalandıran Osmanlı yönetiminin, Pirevi’ne zarar verdiğine dair bilgi mevcut
değildir (Şahin, 1995, 149). Bu gelişme, devletin isyanın direk sorumlusu
olarak tarikatı görmediği ya da görse dahi daha olumsuz gelişmelere zemin
yaratmamak adına temkinli yaklaştığı anlamına gelmektedir. Ayrıca, başta Sersem
Ali Baba’nın, 1551 yılında Dedebaba unvanıyla tarikatın başına atanması örneği
olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin I. Süleyman devrinde Bektaşi Tarikatını
desteklemeye devam ettiğini gösteren gelişmelerin olduğu bilinmektedir.
II.
Bayezid’in uyguladığı
Bektaşiliği örgütleme propagandasının neticesinde Bektaşi çevrelerinin Osmanlı
Devleti’nin yanında yer alması küçümsenemeyecek bir kazanç olmuştur. Bu kazanç,
Kalender Çelebi İsyanıyla daha iyi anlaşılmıştır. Bu bağlamda Kalender Çelebi
İsyanı, Bektaşi Tarikatının merkezi hükümete karşı tavır aldığı takdirde neler
olabileceğini gösteren önemli bir ayaklanmadır (Ocak, 1992, 378).
Kalender
Çelebi İsyanının bir diğer göstergesi Bektaşilik ile Kalenderilik arasında
-farklılığın oluşmaya başlamasıyla birlikte- net bir ayrışmanın henüz
varolmadığı yolundadır[20].
Kalender Çelebi’nin adından da anlaşılacağı üzere; adı artık Bektaşi olan bir
Kalenderi olup, müridleri Bektaşi değil, Işık diye anılmaktadır (Ocak, 1999a,
187). Osmanlı Devlet yönetiminin bu ayrışmayı daha da netleştirmek, tüm
Kalenderi zümrelerini Bektaşilik içerisinde kontrol edebilmek amacıyla
faaliyetlerine devam ettiği anlaşılmaktadır. Devlete bağlı kalan Bektaşilerin
korunmasına karşın, diğer Bektaşi çevreler, sıkı denetlenmiştir: Varna’daki
Akyazılı Baba Tekkesindeki dervişlerin denetimine ilişkin buyruklar ile Sarı
Saltuk Zaviyesinde Işık tayfasından olanların Şeriata aykırı sözleri üzerine
Işık Tayfasının araştırılmasına ilişkin buyruklarda,[21] sorumluların
ya İstanbul’a gönderilmesi ya da gereğinin yapılması isteniyor (Öz, B., 1997a,
34).
Kalender
Çelebi, ölümünün ardından büyük kardeşi Balım Sultan’ın türbesinde toprağa
verilir. Yukarıda değindiğimiz üzere bu yıllar iç mücadele yıllarıdır. Kalender
Çelebi’nin ölümünden sonra, büyük oğlu İskender Çelebi ve ondan sonra da
İskender Çelebi’nin küçük kardeşi Yusuf Bali Çelebi Postnişin olmuştur. Yusuf
Bali Çelebi’nin görevini başaramayacağı gerekçesiyle, başka birinin Postnişin
olması yolunda İstanbul’a gönderilen arzuhaller neticesinde, 1551 yılında Hacı
Bektaş Veli Dergahına Sersem Ali Baba adında bir kişinin Dedebaba namıyla
atandığı görülüyor (Ulusoy, 1986, 83). Sersem Ali Baba ile birlikte,
Dedebaba’lık Bektaşi Tarikatında en üst makamı temsil eden bir unvan olarak
ortaya çıkmıştır.
Tarikat ile
yönetim ilişkilerinin düzeyini ve niteliğini gösteren en önemli veriler,
tarikat şeyhlerinin ya da postnişinlerinin atanması konusunda ortaya çıkmıştır.
Saray, Bektaşi Dergahı’nın iç işlerine pek karışmamış, postnişinlerin
atamalarında pek müdahaleci olmamış, önerileni onamakla yetinmiştir. Bütün
Bektaşi tekkelerindeki mütevelli ve şeyh atamaları Hacı Bektaş postnişinin
isteğiyle olurken; Postnişinin isteği genellikle sarayca onanmakta ve yerine
getirilmektedir (Öz B., 1997b, 252-3).
Tarikata
bağlı bir zaviyeye şeyh atanacağı zaman, çoğunlukla merkez zaviyesinin şeyhi
tarafından Osmanlı makamlarına uygun bir ifadeyle bilgi sunulmaktaydı. Merkez
zaviyenin şeyhi tarafından Osmanlı makamlarına yazılan bir dilekçeyle şeyh şu
veya bu zaviyedeki şeyhlik makamının ölüm veya azledilme nedeniyle boşaldığını
bildirip, onun yerine aday olan kişinin bu makam için her açıdan uygun olduğunu
bildirir ve merkez zaviyesi şeyhi bu nedenle kendisine beratın verilmesini
talep ederdi (Faroqhi, 2000, 109). Genellikle, Dedebaba’nın diğer zaviyelerin
şeylerinin tayinlerinde son sözü söyler durumda olduğu; bu tayin ve azillere
devlet yetkilisi müdahalesinin çoğunlukla söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır
(Ocak, 1992, 377). Böylelikle Bektaşi zaviyelerine şeyhlerin atanmasını kontrol
eden iki merciinin bulunmakta olduğu anlıyoruz. Şeyh adayı bir taraftan merkez
zaviyesi şeyhi tarafından uygun görülmeli, diğer yandan da Osmanlı makamlarının
onayı alınmalıydı (Faroqhi, 2000, 110).
Sulucakarahöyük’teki
merkez tekke Postnişini Şeyh Feyzullah Efendi, I. Mahmut’a mektup göndererek,
Bektaşi tekkelerindeki atamalar sırasında ‘kadı, naib’ gibi kişilere
başvurulmasından ötürü kargaşa çıktığını bildirmektedir (Öz B., 1997b, 85). I.
Mahmut fermanının devamı şu şekildedir:
“Hacı Bektaş soyundan
gelen ve doğrudan postta oturanların verdikleri kararlarla eylem yapılmasının
şart olduğunu, böylece de bundan böyle bu tür beratların bu postta oturanların
vermelerini istemiştir. Ben de bu durumu inceledim ve atalarım dönemlerinde de
böyle olduğunu, .....................
yeni birisi atama yetkilerinin Hacı Bektaş
Veli çocuklarına verildiğini gördüm. Sultan Mehmet Han, Sultan Süleyman Han,
Sultan Ahmet Han, Babam Sultan Mustafa Han ve amcam Sultan Ahmet zamanlarında
ayrıntıları yazılı durum gereğince kendisine yetki verdim. Bunun için
Dergahtaki Yeniçeri ağası Hacı Mehmet Paşa’ya bu yazıyı yazdım.” (Öz B., 1997b,
85)
Bu beratla
birlikte, Bektaşi Tarikatı yönetiminin ciddi sorunlar yaşadığını, yönetimde çok
başlılığın hüküm sürdüğünü, kadıların dahi verdikleri icazetlerle Bektaşilik üzerinde
ciddi etki kurmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Dikkat çeken önemli bir unsur da,
atama yetkisinin sadece merkez tekke şeyhinde bulunması geleneğinin uzun
yıllardır bu şekilde süregeldiğidir.
Elimizde,
Osmanlı devlet yönetimi ve Bektaşi Tarikatı arasındaki ilişkileri konu alan bir
belge daha mevcuttur. Belge III. Mustafa dönemine aittir. Belgeye göre Hacı
Bektaş Zaviyesi Postnişini olan Feyzullah Çelebi, İstanbul ziyareti sırasında,
Üsküdar’daki bir Bektaşi tekkesinde kaldığı sırada ölmüştür. Dergah Postnişinliğine
oğlu Bektaş’ın getirilmesini, Bektaş adına Yeniçeri Ağası Muhammet Paşa arz
ediyor ve 1759 günü atama gerçekleşiyor. III. Mustafa’nın, Yeniçeri Ağasına
verdiği talimat şu şekildedir (Öz B., 1997b, 85): “Mürsel kolundan Seyyid
Bektaş Efendiye git ve görevine başlamasına yardımcı ol. Hiç kimse buna engel
olmasın.”
Feyzullah
Çelebi’nin ölüm şekli Bektaşilik içerisinde görüş ayrılığına neden olmaktadır.
Şöyle ki, Feyzullah Çelebia’nin, İstanbul çevresinde çıkan bir olaya katılmak
üzere İstanbul’a geldiği, kendisinin ‘Batın Padişahı geldi’ naraları arasında
top atışları ile karşılandığı ve bu nedenle padişah tarafından idam edildiği
için İstanbul’da toprağa verildiği iddia edilmektedir. Cemalettin Çelebi bu
iddiaları kabul etmemekte, Feyzullah Çelebi’nin davet üzerine İstanbul’a
gittiğini, Merdivenköy Dergah’nda misafir bulunduğu bir sırada eceli ile
öldüğünü, İstanbul’a girişinde top atılmışsa bunun olağanüstü saygı ile
karşılandığını göstereceğini belirtmektedir (Ulusoy, 1986, 84).
Cemalettin
Çelebi’nin[22] yaklaşımından
yola çıkarsak, burada dikkat edilmesi gerek nokta, Feyzullah Çelebi’nin nasıl
öldüğünden çok, Bektaşi geleneğinin - Kalender Çelebi İsyanında da olduğu gibi-
Bektaşi Tarikatını, Osmanlı merkezi yönetimine isyan eden, karşı koyan bir
yaklaşımın içine sokmaktan ısrarla kaçınmak istemesidir. Keza, Çelebi
Cemalettin Efendi XX. yüzyılın başında yazdığı ve Nejat Birdoğan tarafından
Türkçe’ye çevrilen “Müdafaa”sının birçok yerinde, ‘yeri cennet olsun Sultan
III. Mustafa Han’ın Yüce imzası ile süslü fermanı’ gibi, daha da
çoğaltılabilecek cümlelerle, adı geçen Osmanlı sultanlarına övgüler
sıralayarak, Osmanlı Devleti’ne bağlılığını her fırsatta ifade etmekten geri
durmamıştır (Şahin, 1995, 334).
Bir başka
berat III. Mustafa tarafından verilmiştir[23]. Berattan
anladığımız, Mürsellilerden Abdüllatif divana dilekçeyle başvurur. Seyyid
Bektaş Efendi’nin ölümü üzerine Hüdadatlılardan Hüseyin, Konya kadısından bir
berat alarak posta oturur. Abdüllatif ise post hakkının yalnız Mürsellilerde
olduğunu, görevin kendisine verilmesini divana dilekçeyle bildirir. Dilekçede
Hüdadatlılardan şeyh olmadığını vurgulayarak, Hüseyin’in ‘ehil’ olmadığını ve şeyhliği
yönetemeyeceği belirtir. Bu noktada Yeniçeribaşı Ömer devreye giriyor. III.
Mustafa, Ömer’e “...bu görevi Hüseyin’den alıp Abdüllatif’e veresin” diyerek
berat yazısını bitiriyor. (Öz, B., 1997b, 74)
Bu beratla
ilgili olarak birkaç noktaya dikkat çekmek yerinde olur. Öncelikle tarikat
içerisinde post kavgasının yaşandığı açıktır. Bu kavga Hudadadlı-Mürselli
çekişmesinin devam ettiği konusunda göstergedir. Diğer bir nokta, tarikat içi
anlaşmazlıklarda Osmanlı merkezi yönetiminin, sorunu çözmek üzere üst kurum
olarak görüldüğüdür. Dilekçenin en üst karar organı olan Divanda görüşülerek
karara bağlanması ve bu kararın uygulanması konusunda Yeniçeribaşı Ömer’in
görevlendirilmesi göz önüne alınırsa, Osmanlı devlet yönetimi bu konuda oldukça
duyarlı davranmıştır, diyebiliriz. Şeyh Hüseyin’in Konya’daki kadıdan aldığı
beratla göreve başlaması ise, tarikat içindeki çekişmeleri yürüten insanların
gerekirse kadıyı bile hakem pozisyonunda muhatap kabul ettiğinin göstergesidir.
Ayrıca, postnişinlik görevinin Mürselli soyunda kalmaya devam ettiğini
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hacı Bektaş
şeyhlerinin etkisinden bir dereceye kadar kaçmak için imkanlar mevcuttur. Bir
şeyh adayı, kendisi tarafından arzu edilen mevki için kadı tarafından da
önerilebilmekteydi. Böyle bir durumda başka dini vakıflardaki mevkiler için tüm
diğer adayların yaptığı gibi kadıya başvurmaktaydı (Faroqhi, 2000, 114).
Faroqhi (2000), Bektaşi Tarikatı şeyhlerinin kendi tarikatlarına bağlı
zaviyeler üzerindeki kontrol haklarını 1620 yılları civarında elde etmiş
olduklarını düşünmektedir. Orta Anadolu’da bulunan Bektaşi zaviyelerinin
kontrolünün, diğer bölgelerde bulunan, yani ulaşılması daha zor olan zaviyelere
oranla daha etkili biçimde yapılabildiğini muhtemel görebiliriz.
Bektaşi
şeyhlerinin aralarındaki anlaşmazlıkları İstanbul’a taşımış olmalarının da
etkisi olacak ki, zaman zaman Osmanlı yönetimi kendi inisiyatifi ile dergaha
müdahale etmiştir. I. Abdülhamid zamanına ait fermanda, Hacı Bektaş soyunun
elindeki vakıfların karışıklığının ve vakıflara sahip olanlar arasındaki
çatışmaların giderilmesi istenmektedir. Elvanzade Mustafa Çelebi’nin vakıf
yönetiminde yeterli olmadığı, görevin onun yerine Abbaszade Mehmet Çelebi’ye
verilmesi emrolunur[24] (Öz
B., 1997b, 75). Padişahın bu müdahaleyi yapmasında Yeniçeri Ocağı Ağası Mehmet
Sadık’ın etkinliğinin büyük olduğu fermandan anlaşılmaktadır. Abdülhamid’in
fermanın sonuna “içerde birbirleriyle düşman olmasınlar” şeklindeki ifadesi,
ince bir uyarı olması nedeniyle önemlidir.
Yukarıdaki
örneklerden de anlaşıldığı gibi, Osmanlı merkezi yönetiminin tasavvuf ehli ile
olan ilişkilerinin olumlu olmasına rağmen, kontrolü elden bırakmak istemediği
anlaşılmaktadır. Bu, Bektaşilik için olduğu kadar, diğer sufi örgütlenmeler
için de geçerliliğini korumuştur. Örneğin IV. Murat, Osmanlı Mevlevilerini en
üst düzeyde temsil eden Konya postnişini Ebubekir Çelebi’yi idama mahkum edecek
kadar kendisini güçlü addetmiştir. Yine İstanbul’daki Hüdayi tekkesi şeyhini
‘gerçektir haddini bilmezlere haddini bildirmek’ gerekçesiyle Mudanya’ya süren
de aynı saraydır (Kara, 1990, 301). Ocak (1999b)’a göre devlet, dini içine
alan, kuşatan büyük dairedir. Yani, Osmanlı Devleti’ni “her şey devlet içindir;
din de devlet içindir” şeklinde tanımlamak doğrudur. Osmanlı merkezi
yönetiminin, içinde Bektaşi Tarikatının da bulunduğu, ülke toprakları dahilinde
varlık gösteren tarikatların ‘çemberin dışına çıkmama’sı konusunda hassasiyet
gösterdiğini ilerleyen bölümlerde vereceğimiz örneklerle daha ayrıntılı olarak
ortaya koyacağız.
Bektaşilik-Kızılbaşlık arasındaki ayrımın, Şii-Safevi etkisiyle
birlikte ortaya çıktığını yukarı bölümlerde ele almıştık. Bu ayrımın genel
olarak siyasi ve yapılanma olarak büyük olduğu, dinsel zemin olarak fazla bir
farklılığın olmadığına da değinmiştik. Osmanlı devlet yönetimi ile Bektaşi
Tarikatı arasındaki ilişkiler açısından Bektaşiler ile Kızılbaşların dirsek
teması içinde bulunması bağlayıcı olmuştur. Şöyle ki, hassas bir politika
izleyen Bektaşi şeyhleri, bir yandan Osmanlı üst zümresi mensuplarının
desteğini almaya çalışırken, diğer taraftan kendini Şah İsmail diye tanıtan bir
önderi takip eden bir göçebe topluluğunun 1577 yılında Malatya dolaylarından
Sulucakarahöyük’e geldiği bilinmektedir (Faroqhi, 2000, 111). Faroqhi (2000)’ye
göre, merkez tekkede kurbanların kesildiği bu törenlere, derviş ve şeyhlerin en
azından göz yumduğu anlaşılmaktadır. Birdoğan (1995b)’ın yayınladığı
belgeye göre olayın can alıcı noktası, III. Murad döneminde (1577 yılında)
Malatya’da Şah İsmail adıyla ortaya çıkan kişiye sadaka gönderenlerin
öldürülmesine ilişkin Malatya Beyine emir gönderilmiş olmasıdır. Emirde,
Malatya ve dolaylarında Şah İsmail adıyla ortaya çıkan kişiye bölge
topluluklarının destek ve sadaka verdiğinin tespiti yapıldıktan sonra, kadı
tarafından yapılan yargılama neticesinde suçu sabit görülenlerin dinsel
yasalara göre asılması isteniyor (Birdoğan, 1995b, 287-8). Faroqhi (2000),
Malatya’dan gelen zümrelerin Sulucakarahöyük’teki merkez tekkede ağırlanması
olayına tekke şeyhlerinin ‘göz yumma’sı olarak yorumladığını düşünürsek,
Malatya Beyine ölüm emri gönderen sultanın, Sulucakarahöyük’teki merkez tekke
şeyhlerine veya bölge kadısına bir emir göndermemiş olmasını ikinci bir ‘göz
yumma’ olarak yorumlayabiliriz.
Bektaşi
şeyhlerinin Osmanlı yönetimine olan bağlılığını ve yukarıda ele aldığımız
postnişinlik mücadelesini etkileyen en önemli gelişme, şüphesiz ki devletin
Bektaşi Tarikatının kullanımı için tahsis ettiği vakıf mallarıdır.
Devlet
tarafından tanınan derviş zaviyeleri Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden
itibaren vergiden muaf tutulmuşlardır. Bunun karşılığında şeyhlerden
çevrelerindeki zümrelere misafirperverlik göstermeleri, yiyecek-içecek
vermeleri beklenmektedir. Bu durumu belgelemek için vergi defterlerine kayıt düşülmüştür.
Bu tür bir kayıt hem derviş şeyhlerinin, hem de defterdarların haklarına
dayanak oluşturmaktadır. Bu biçimde defterde kayıtlı bulunmayan bir derviş
dergahı, vergi muafiyetinden yararlanamazdı. Öte yandan, yerel yöneticiler
tarafından vergi muafiyeti göz ardı edilen dervişlerin haklarını korumak için
merkezi yönetime başvurmak hakları vardı (Faroqhi, 2000, 108). Sultan Murad
döneminde vergi muafiyeti sağlanan Şeyh Elvan Zaviyesi, sonraki yıllarda
kadının devlete başvurup buranın tımara verilmesini sağlaması üzerine, I.
Süleyman’ın kararıyla vergi muafiyetinin yeniden resmileşmesi, bu konuda güzel
bir örnek teşkil eder[25]
(Birdoğan, 1995b, 269).
Osmanlı
klasik dönemindeki Bektaşi Tarikatının vakıf gelirlerine ilişkin farklı
görüşler ortaya atılmaktadır. Faroqhi (2000) ve Baki Öz (1997a), Bektaşiliği
Mevlevilik ile kıyaslayarak, Bektaşiliğin vakıf gelirlerini fazla abartmamak
gerektiğini belirtmektedir. Ocak (1978) da Osmanlı Devleti’nin merkezileşmesine
paralel olarak Bektaşi zaviyelerine tanıdığı vergi muafiyeti[26] gibi
imtiyazları yavaş yavaş kısıtlamaya başladığını ifade etmektedir. Ocak buna
örnek olarak, Dimetoka’daki ünlü bir Bektaşi zaviyesi olan Kızıl Deli (Seyyid
Ali Sultan) Zaviyesi vakıflarının tımara çevrilmiş olmasını vermektedir.
Hacı Bektaş
Dergahının gelirlerine ilişkin kimi rakamlar varsa da, giderlerine ait rakamsal
bilgilerden yoksunuz. II. Bayezid dönemi vakıfların toplam gelirine ilişkin
rakamlara Kırşehir tahrirlerinde rastlanır. Önemli ölçüde para Kırşehir
sancağındaki vakıflarından sağlanmakla birlikte; Kırşehir, Aksaray ve Kayseri
sancaklarındaki 70 dolayındaki köy ve mezralardan 100 bin akçeye kadar gelir
sağlanılmaktadır (Öz B., 1997a, 251). Bu örnekle, II. Bayezid dönemindeki
Safevi tehlikesinin, Bektaşiliği ekonomik olarak güçlendirmeyi sağladığı
anlaşılıyor (Ocak, 1992, 372). Manevi nüfuzlarına bir de maddi nüfuz ekleyen
zaviyeler, buna rağmen şeyhlerin etkilerinin hiçbir zaman mahalli idareciyi
aştığı, örneğin bir sancak beyi ile rekabete neden olacak hale geldiği
görülmemiştir. Bu da devletin, şeyhlerin gücüne bir yere kadar imkan tanıdığını
gösteren önemli bir tespittir (Ocak, 1992, 377). Keza, Osmanlı Devleti tarihi,
merkezi yönetimin buna benzer sıkı denetim örnekleriyle doludur.
Vakıf
arazilerinden elde edilen gelir, her tekkenin mütevellisi tarafından toplanır,
bu mütevelli, yalnız şeyhe karşı sorumlu bulunurdu. Mevcut gelirden ihtiyaçlar
temin edildikten sonra kalan para Hacı Bektaş Zaviyesi’ne gönderilirdi (Ocak,
1992, 372).
XVIII.
yüzyıla ilişkin toplam gelirlere ait bilgi olmamasına karşın, her yıl
padişahlarca 5 bin akçe ‘hırka bahası’ olarak gönderilmektedir. Ayrıca yirmi
beş yıllık bir yazışmadan ve Çapanoğulları’nın da desteğiyle[27] tekkenin
onarım giderleri hazinece karşılanmıştır (Öz B., 1997a, 251). Öyle
anlaşılmaktadır ki, II. Bayezid dönemi vakıf gelirleri zaman içerisinde
azalmıştır. Özellikle XVIII. yüzyılda, tekke onarımı için 25 yıl yazışmanın
yapılmış olması tarikatın fazlaca zengin bir bütçeye sahip olmadığı fikrini
bize vermektedir ki, bu yaklaşım Ocak’ın, imtiyazların yavaş yavaş kısıtlanmaya
başlandığı, görüşüyle örtüşmektedir.
1826 SÜRECİ
2.1.
YENİÇERİ OCAĞI’NIN ORTADAN
KALDIRILMASI
2.1.1.
Yeniçeri Ocağı’nın Osmanlı
Devlet Yapısındaki Yeri ve Yeniçeri Ocağı’ndaki Değişimler
Bektaşi
Tarikatının ortadan kaldırılmasının Yeniçeri Ocağının lağvıyla kronolojik ve
diyalektik ilişkisi nedeniyle Yeniçeri Ocağına değinmeyi gerekli gördük.
Yeniçeri Ocağını ele alış tarzımız, asıl konumuz olan Bektaşi Tarikatı
çerçevesine olan katkısıyla sınırlı kalacaktır.
Osmanlı
padişahının hizmetine ait yaya kuvvetlerinden olan Yeniçeri Ocağı’nın, I. Murad
zamanında 1362’de[28] kurulduğu
kuvvetle muhtemeldir (Halacoğlu, 1991, 41). Yeniçeri Ocağı, Osmanlı ordusunun
sürekli ve hazineden ulufe alan Kapıkulu askeri zümresinin en önemli sınıfıdır.
İlk oluştuğu dönemlerde uç beyliğine karşı padişahın merkezi otoritesini de
temsil eden ocak, sonradan eyalet kuvvetlerine karşı da bu otoriteyi devam
ettirmiştir (İlgürel, 1986, 385). Osmanlı ordusunun ilk dönemlerindeki yapısına
bakıldığında, seferlerdeki toplam asker sayısı içinde Yeniçerilerin hemen her
zaman küçük bir azınlık oluşturmasından ve savaşlarda ordu çok baskı altında
kalmadıkça cepheye sürülmemiş olmalarından yola çıkarsak, ocağın asıl olarak
fetih ya da cihat amacıyla değil, bir iç iktidar gücü olarak tasarlandığı
anlaşılmaktadır (Çamuroğlu, 1994, 41).
Yeniçeri
Ocağı’nın en büyük kumandanı Yeniçeri Ağası’dır. Ondan sonra sırasıyla
Sekbanbaşı, Ocak Kethüdası, Zağarcıbaşı gibi ağalar gelir. Yeniçeri Ağası’nın
hükümdarın saltanatta kalabilmesinde etkili olabildiği için padişah, kendisinin
en çok güvendiği adamlardan birini ağa tayin etme geleneğine bağlı kalmıştır.
Yeniçeri Ağaları, ocağın kuruluşundan 1451 yılına kadar ocaktan tayin
edilirken, Yeniçerilerin II. Mehmed’ten sefer bahşişi istemek suretiyle
yaptıkları isyan üzerine Yeniçeri Ağalarının Sekbanbaşlarından tayini geleneği
başlamıştır (Uzunçarşılı, 1988, 179). Bu uygulama da zamanla değişerek, tamamen
ocak dışından kişilerin ağa tayin olabilmesini sağlayan düzenlemeler
getirilmiştir (Halacoğlu, 1991, 42). Değişen bir başka uygulama ise
Yeniçerilerin evliliği konusunda olmuştur. XVI. yüzyılın ortalarına kadar
evlenmemeleri yasaklanan Yeniçeriler, İstanbul ve Edirne’de oda denilen
kışlalarda bekar hayatı yaşamışlardır. I. Selim döneminden itibaren ise
emektarlara bahşedilen evlenme hakkı, zamanla genişletilmiştir (İlgürel, 1986,
388).
Devlet, bir
taraftan Müslüman olmayan halktan aldığı çocukları sünnet ettirerek onların
Müslümanlaşmasını ve Türk kültürünü özümsemelerini sağlarken; diğer taraftan da
onları nikahlanmak, çocuk sahibi olmak gibi Sünnet olan Müslümanlık
uygulamalarının dışında tutmuştur (Çamuroğlu, 1994, 26). Osmanlı Devleti’nin bu
yaklaşımı, -ihtiyaç duyulan diğer tüm alanlarda olduğu gibi- ‘devletin bekası’
adına dinin farklı ‘yorumlanması’ olarak değerlendirilebilir.
Yeniçeriliğin
oluşumunda orduya bin kadar yeniçeri alınmış ve bunların her yüz kişisine
kumandan olarak Türklerden meydana getirilen yaya askeri usulüne uygun olarak
bir Yayabaşı tayin edilmiştir. Ocak, XV. yüzyıl ortalarına kadar sadece yaya
bölükleri sınıfından ibaret iken, II. Mehmed zamanından itibaren sekban
bölüğünün kurulmasıyla iki sınıf haline gelmiştir. Ve nihayet XVI. yüzyılın
başlarında ise Ağa bölükleri denilen üçüncü bir sınıf daha oluşturulmuştur
(Halacoğlu, 1991, 41).
Yeniçerilerin
XV. yüzyıl ortalarına kadar sayıları on bin, I. Süleyman’ın ölümü sırasında on
iki bin dolaylarındadır. XVI. yüzyıl sonlarında yirmi yedi bine, XVII.
başlarında otuz yedi bine, asrın ortalarında kırk altı bine ulaşmıştır. XVIII.
yüzyıl başlarında yapılan Prut (1711) ve Mora seferlerinde ise ocak mevcudu yüz
bini geçmektedir [29](İlgürel;
1986, 389; Halacoğlu, 1991, 44). Asker sayısındaki bu artışların gerçek
ihtiyaçlara dayandığı söylenemez. XVIII. yüzyıl itibariyle yüz bin Yeniçeri
olduğunu ve bunların yarısının İstanbul’da yaşadığını varsayarsak, bu sayıya
yeniçeri çevrelerini de eklediğimizde İstanbul için önemli bir nüfus
ağırlığının oluştuğu ortaya çıkacaktır (Çamuroğlu, 1994, 76).
Yeniçerilerin
devlet yönetimi üzerinde ağırlıklarını hissettirmelerinin miladı olarak ‘Buçuk
Tepe İsyanı’nı göstermenin yanlış olmayacağı kanaatindeyiz. II. Mehmed
döneminde sefer parası istemelerinden kaynaklanmış olacak ki, II. Mehmet,
Kanunname-i Ali-Osman’a Yeniçerileri de dahil etmiştir.
Devletin
zaferden zafere koştuğu bir dönemde, aslında uzun zamandır farkına varmaya
başladıkları kendi güçlerini özellikle I. Selim’in babası II. Bayezid’e karşı
yürüttükleri iktidar mücadelesinde iyice hissetmişlerdir. Onlar artık padişaha
karşın da bir güçtür (Çamuroğlu, 1994, 28). Bu güç II. Osman zamanında kendini
tam olarak ortaya koyar. II. Osman, Hotin seferinin başarısızlığının nedeni
olarak Yeniçeri ve Sipahileri görür ve Suriye’den ordu toplatılması kararını
verir, ki bu karar onun ölümüne neden olacaktır (İlgürel, 1986, 392). Böylece,
varlığını kılıçla kuran ve koruyan bir devletin temsilcisi olan, fütüvvetin
seyfiye kolu sayılan ocağın kayıt kütüğünde ilk sırayı alan ve ancak böyle bir
merasimle hükümdarlık hakkını kazanan bir padişah, yine aynı ocağın eylemiyle
öldürülmüştür (Gündüz, 1983, 93).
Tarihçiler
Yeniçeri Ocağı’nın bozulma tarihi olarak genellikle III. Murad dönemini işaret
etmektedirler. Bozulmanın temel nedeni olarak, bu dönemde ocağa devşirme
kanununa aykırı olarak yabancı kişilerin alınması gösterilir (Uzunçarşılı,
1988, 477). Şehzade Mehmet’in iki ay süren sünnet düğününde, katılımcı halkı
memnun etmek isteyen III. Murad, onları Yeniçerilikle ödüllendirmek ister.
Yeniçeri Ağası Ferhat Paşa, fermana verdiği yanıtla azlolunmayı göze alarak
durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır: “Böyle olursa Ocağımıza yabancı ve
tanınmamış kimseler girer, Ocakta yürürlükte olan kanun ve kaideler elden
gider. Devlet-i Aliyye’ye bunun zararı olur.” III. Murad ise, Yusuf Ağa’yı ocağın
başına getirerek emrini yerine getirtmiş ve ocakta önü alınmaz gedikler
açmıştır.(Eryılmaz, 1992, 25). Böylece talimsiz, işsiz kimselerin ocağa
girmeleriyle bu askeri teşkilat, doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını
tayin ve azlettiren, padişahları tahttan indiren ve tahta çıkaran bir kuvvet
halini almıştır (Halacoğlu, 1991, 44).
Bu dönemde
ocak kapılarının sıradan insanlara açılmış olmasının ötesinde, esnaf
Yeniçerilerin görülmesi[30],
evli Yeniçerilerin sayılarının hızla artması, kışla yerine evde konaklama
geleneğinin ortaya çıkması gibi gelişmelerin de ocak düzenin bozulmasında
etkili olduğundan söz edilebilir (Uzunçarşılı, 1988, 477). Bunların haricinde,
padişahların saraya kapanarak işlerini yürütmesi, ocak ile yeteri kadar
ilgilenmemesi; makam, mevki hırsı ve can kaygısıyla vezirlerin, ağaların kendi
arzularına hizmet etmek üzere ocağı isyan için tahrik etmeleri; devletin diğer
kurumlarında olduğu gibi imparatorlukta genel bir çözülmenin başlamış olması
gibi nedenleri de sıralamak mümkündür (Sezer, 1998, 216). Dolayısıyla, ocağın
kuruluşundan kapatılmasına kadar geçen yaklaşık beş yüz yıllık süre içinde
ocağı aynı ocakmış gibi düşünmek mümkün değildir (Çamuroğlu, 1994, 32).
Yeniçerilerin
esnaflaşmasında, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı bütçesinin kötü
durumu etkili olduğu düşünülebilir. Devlet, bir taraftan esnafların ocağa
alınmasına izin verirken; diğer taraftan da, mali yapısındaki bozukluk, paranın
değer kaybı gibi nedenlerle, -dolaylı olarak- Yeniçerilerin esnaflık yapmasında
ciddi sorumluluğu vardır. Çamuroğlu (1994), diğer tarihçilerin Yeniçeri
Ocağı’nın bozulmasının nedenleri arasında saydığı değişimleri, Yeniçerilerin
‘halklaşması’ olarak yorumlamaktadır.
Yeniçeri Ocağı’nın
kapatılmasının ardından kurulan Asakir-i Mansure askerleri de Yeniçeri
askerleri gibi maaşlıdır. Bir Yeniçeriye 3.5 grş civarında maaş verilirken, en
az maaş alanlardan olan piyade bir Mansure askerine 15 grş aylık bağlanmıştır.
Her iki askerin ücretleri arasındaki bu fark, devletin açık olarak ve dolaylı
bir şekilde Yeniçerilerin sivilleşmesini kabul ettiklerini gösterir. Aile
sahibi bir Yeniçerinin bu maaşla rahat geçinebilmesinin mümkün olmadığını bilen
devlet, istese de artık Yeniçerileri askerleştiremeyeceklerini biliyor
olmalıydı (Çamuroğlu, 1994, 137).
Osmanlı
Devleti ile Yeniçeri Ocağı arasındaki ilişkiye ilişkin Niyazi Berkes (1973,
106)’in yorumu son derece yerindedir:
“Devletin Yeniçerilerden korkması, silahlı güç olmalarından değil, bunalım
zamanında halk ayaklanmasını genişletecek bir kanal hizmeti gören siyasal bir
güç durumuna gelmiş olmalarındandı.”
Bu noktada
Yeniçeriler ile ulema arasındaki ilişkiye değinmek yerinde olacaktır.
Yeniçeriler, birçok eylemlerinde ulemanın silahlı gücü olma durumuna
düşmüşlerdir (Çamuroğlu, 1994, 31). İsyan hareketlerinde çoğunlukla ulema ve
Yeniçeriler dirsek teması içinde olmuşlardır. Ulema, doğrudan kendisinin
uygulamaya koyamadığı eylemleri, Yeniçerilerin ‘kazan kaldırma’ olayına
dolaylı/doğrudan destek vererek, başarıya ulaştırmıştır. Ancak, Yeniçerileri
yalnızca ulemanın kışkırtmalarıyla durup dururken isyan etmiştir şeklinde
değerlendirmek de doğru değildir. İsyanlardaki dinsel sloganlar ise neden
değil, sonuç olarak ortaya çıkmaktadır (Berkes, 1973, 106)
2.1.2.
Yeniçeri Ocağı’nın Ortadan
Kaldırılması
İlk defa
III. Mustafa, sonraları I. Abdülhamid Yeniçerilere bir düzen vermeyi
tasarlamışsa da başaramamışlardır. III. Selim, Nizam-ı Cedit ile daha kararlı
bir şekilde ocağı kaldırma planları yapmıştır. Modern askerliği kabul edenlerin
Nizam-ı Cedit saflarına alınması, istemeyenlerin oldukları halde bırakılması
kabul edilince devlet eyleme geçmiştir. Birçok olumsuzluk, yetersizlik,
iradesizlik nedeniyle Nizam-ı Cedit’e yazılanlar kısa süre içinde talimleri anlamsız
bulmaya, ‘bu gavur işidir, bize yaramaz’ demeye başlamıştır (Berkes, 1973,
107). Nizam-ı Cedit düşüncesi eyleme geçmeye başladıkça, bunun eninde sonunda
ocağın kaldırılmasına varacağını düşünen Yeniçerilerin sayısı ve birbirini
çekemeyen devlet adamlarının Yeniçeri taraftarlığı da aynı oranda artmaktadır.
Bu zümrelerin Yeniçeri taraftarlığı, şeriat ve kanun taraftarlığından değil,
siyasal çekişmelerde bunları kendilerine araç olarak kullanma isteğinden ileri
geliyordu (Berkes, 1973, 107). III. Selim, kendinden önceki padişahların
başvurduğu yola başvurup, Nizam-ı Cedit’i kaldırdığını ilan edince isyanın son
bulacağını düşünmüştür; ancak bu gayreti faydasızdır.
Bu noktada,
yaptığı müdahaleleriyle Osmanlı Devleti tarihinde kendisinden çokça söz ettiren
II. Mahmud’un kişiliğine değinmeyi yerinde görüyoruz. II. Mahmud ile III. Selim
arasında sıcak bir ilişkinin varolduğu kabul edilir. Öztuna (1989), dört
yaşında babasını kaybeden II. Mahmud’un, III. Selim’i babası olarak kabul
ettiğini düşünmektedir.
II. Mahmud,
yeterince konuşamamasına rağmen Fransızca’yı anlayabilmesinin ötesinde, yüzünü
batıya çevirmiş bir padişah olarak tasvir edilmektedir. Büyük oğlu Abdülmecid’e
iyi Fransızca öğreten II. Mahmud, batı medeniyetinden birçok şeyi Osmanlı’ya
getirmesi nedeniyle, bu gerçeği kendinden öncekilerin cesaret edemedikleri bir
şekilde, açıkça ve ilk defa olarak batının Osmanlı’dan üstün olduğu ilan
etmiştir (Öztuna, 1989, 75).
Batı
musikisine yatkınlığı ve içki içmesinin yanında ayinlere katılıyor olması, II.
Mahmud’un kişiliğinin sıra dışılığını gösterir (Şahin, 1995, 133). Öztuna
(1989) II. Mahmud’u, Avrupa’nın XVIII. yüzyılda yetiştirdiği ‘aydın despot’
tipi hükümdarların bizim tarihimizdeki en karakteristik olanı şeklinde
değerlendirmektedir. II. Mahmud reformdan ve yenileşmeden çok, mutlak ve
merkezi bir iktidar istemektedir. Padişahın sözünü, klasik çağda olduğu gibi,
kanun haline getirmek amacındadır; ancak gerek Osmanlı Devleti’nin iç yapısı
gerekse uluslar arası ilişkilerin konumu çok değişmiştir (Timur, 1989, 134).
II.
Mahmud’un hükümdarlığının ilk yıllarından itibaren Yeniçeri Ocağını kapatma
amacında olup olmadığı bir tarafa, III. Selim ile olan yakın bağı, onun başına
gelenler, 1808’de tahta çıktığında henüz yeni ölümden kurtulmuş olması gibi
unsurların Yeniçeri Ocağının kapatılması konusunda etki etmiş olması akla
gelebilecekler arasındadır (Çamuroğlu, 1994, 79). II. Mahmud’un iktidarı
sırasında uyguladığı politikaları bir bütün olarak değerlendirdiğimizde,
Yeniçeri Ocağına, kısmen de Bektaşi Tarikatına karşı olan sert yaklaşımını göz
önüne aldığımızda; onun idari kişiliğinin oluşumunda şehzadelik yıllarında ve
tahta geçiş sürecinde yaşadıklarının etkili olduğunu düşünmenin yanlış olmadığı
kanaatindeyiz.
23 yaşında
padişah olan II. Mahmud, 30 yıllık saltanat sürmüştür. İlk Fransızca öğrenen
padişah olan II. Mahmud’un saltanatı iki döneme ayrılır: 1826’ya kadar 17 yıl
süren birinci dönem ve bu tarihte Vaka-i Hayriye ile başlayıp padişahın ölümü
ile sona eren (1839) ikinci dönem (Öztuna, 1989, 11). II. Mahmud’un birinci
dönem hükümdarlık yıllarına Halet Efendi damgasını vurmuştur diyebiliriz
(Çamuroğlu, 1994, 100). Şöyle ki, 1822 tarihinde Konya’da öldürülünceye kadarki
13 yıl boşunca ‘müsteşar-ı saltanat’[31] unvanıyla
görev yapan Mehmed Sait Halet Efendi’nin döneminde hükümeti eleştirmek bir
yana, ‘devlet sohbeti’ yapmak suçundan birçok kişi idam edilmiştir (Çamuroğlu,
1994, 100). II. Mahmud saltanatının ikinci dönemi 1826 süreciyle başlar.
Yeniçeri Ocağı’nın Osmanlı yönetiminin karşısında bir güç unsuru olma
durumundan çıkmasıyla devlet yönetiminde köklü değişikliklerin yapıldığı
görülmektedir.
II. Mahmud
dönemindeki Yeniçerilerin durumlarına ilişkin yapılan tespitlerde,
Yeniçerilerin kadın-erkek ayırmadan saldırılarda bulunmaları, birbirleriyle
mücadele etmeleri, esnafın kazancına ortak olmaları, meyhanelerde rezalet
çıkarmaları gibi durumlar ön plana çıkmaktadır (Sezer, 1998, 217). Bu tür
nedenleri daha çok yüzeysel nedenler olarak nitelendirmenin doğru olduğu
kanaatindeyiz. Şöyle ki, -yukarı bölümde de değindiğimiz üzere- Yeniçeri
Ocağının kaldırılmasının nedenlerini oluşturan olguların daha geniş ve yapısal
sorunlardan kaynaklandığını düşünmekteyiz.
Bazı
Yeniçerilerin şehir merkezlerinde toplum huzurunu bozan olaylara karışmaları
konusunda Uzunçarşılı (1994)’nın verdiği örnek önemlidir:
“Bir gün Balıkpazarı semtinde birkaç hamal
Yeniçeri, bir namuslu kadını kolundan tutup zorla odalarına götürmek
istemişler, halk hamallara hücum ile kadını kurtarmış ve ........................................................ ahaliden bir kısmı
‘Yeniçeri
taifesi şakilerini zapt itsün ve illa bu makuleleri elimizle
tutup katl ideriz’ diye söylendiklerinden işin vahametini idrak eden
Ocaklılar ileri giden edepsizliklerini kendi elleriyle öldürmüşlerdi.”
Bu ve buna
benzer huzursuzluk çıkaran unsurların Yeniçeri olduğunun anlaşılması gibi
durumlarda, olaylarda malı çalınanlara karşılık olarak tazminat ödenmesi,
çalanların cezalandırılması türünden olaylara da rastlanmaktadır (Çamuroğlu,
1994, 66).
1826’ya
gelindiğinde, Yeniçerilik kurumunun askerlikle olan ilgisi eski yüzyılların çok
ötesindedir. Ocak, zamanla ulufe kapısı olarak görülür olmuştur (Çamuroğlu,
1994, 64). Vasıfsız insanların sağladığı Yeniçeri tezkeresi, bir taraftan sabit
gelir anlamına gelirken, diğer taraftan da vergi yükünden kurtulmak için önemli
bir kaçış merkezi durumundadır. Zaten bu insanların çoğunluğu simitçilik,
hamallık, börekçilik, kasaplık, tellaklık ve diğer küçük ticaretleriyle
geçimlerini sağlamaya çalışmaktadır (Çamuroğlu, 1994, 64).
Yeniçerilerin
başarı gösteremediği Yunanlı asilere karşı, Mehmed Ali Paşa’nın yeni ve modern
ordusunun kazandığı galibiyet, Yeniçerilerin halkın gözündeki yerini ciddi
biçimde etkilemiştir (Gündüz, 1983, 132). Her an patlak vermesi beklenen bir
Rus savaşında Yeniçerilerin neler yapabileceği sorusu sadece halkı değil,
padişahı, devlet erkanını ve Yeniçeri Ağalarını düşündüren bir durum olmuştur
(Öztuna, 1989, 68). Ocağın Yunan İsyanındaki başarısızlığı, Yeniçeri Ocağı’nın
kalkması gerektiği düşüncesini kuvvetlendirdiğini söyleyebiliriz (Sezer, 1998,
217).
Genel
olarak Yeniçeri isyanlarında yönetici kadroların kışkırtıcı pozisyon
takındıkları konusuna yukarı bölümlerde değinmiştik. İsyan hareketlerinde
askeri ve sivil bürokrasinin tutumu örtülü kalırken, kötülüklerin nedeni olarak
eylemlerin içerisinde görülen sadece Yeniçeriler olmuştur. Askeri ve sivil
yöneticilerin kişisel veya kurumsal çıkarları için Yeniçerilerden faydalanma
ihtiyaçları duymasında, Yeniçerilerin son zamanlarda ‘siyasal bir güç’ olarak
ortaya çıkmasının etkinliği büyüktür (Öz B, 1997a, 171). Duruma ters açıdan
bakarsak, Yeniçerilerin ‘siyasal bir güç’ olarak ortaya çıkmasında, askeri ve
sivil zümrelerin Yeniçerileri bilinçli olarak yönlendirmelerinin etkinliğinden
de söz edebiliriz.
II. Mahmud,
kendisinden önceki ocağı kaldırma girişimlerindeki başarısızlıkların ve III.
Selim dönemi olaylarının bir yenisini yaşamak istemediğinden olsa gerekir ki,
hassas bir politika uygulamıştır. Ocakta değişim yapmayı planlarken,
güvenebileceği insanları çevresine toplamış ve iş başına getirmiştir. Örneğin,
Sadrazam Galip Paşa’nın yerine 1824 yılında Selim Paşa’yı göreve getirirken[32], Yeniçeri
Ağalığına da 1825 yılında Celaleddin Ağa’nın atamasını yapmıştır (Sezer, 1998,
218). Sultan Mahmud, Celaleddin Ağa’dan önce Hüseyin Ağa’yı Yeniçeri Ağası
olarak 1823 yılında atamıştır. Ancak Hüseyin Ağa’nın Yeniçerileri düzene koymak
adına yaptığı faaliyetlerin, yine Yeniçerilerce sezilmesi üzerine II. Mahmud
sadrazama “Hüseyin Paşa’ya yazık olacak, bir an evvel azl olunsun” diyerek bir
anlamda onun hayatını kurtarmıştır (Çamuroğlu, 1994, 83). İşte bu olayın
ardından Hüseyin Ağa’nın yeri II. Mahmud’un ‘güvenilir kadro’sundaki diğer isim
olan Celaleddin Ağa tarafından doldurulmuştur.
II. Mahmud
için ulemanın kontrol altında olması, en az diğer unsurların kontrolü kadar
önemlidir. Yeniçerilere karşı girilecek mücadeleyi kutsamak, bu mücadeleyi
dinsizlere karşı girişilen bir mücadele olarak ilan edebilmek ve bu iddiayı
meşrulaştırmak bunun için cihad olmasını sağlamak, fetva almak ve nihayet
Sancak-ı Şerif’i çıkartmak için ulemaya gerçek anlamda bir ihtiyaç vardır. Bu
bağlamda II. Mahmud, yeterince güvenmemiş olmasından olacak ki, Mekkizade
Mustafa Asım Efendi’yi görevinden almış ve yerine Kadizade Mehmed Tahir
Efendiyi (1825) getirmiştir (Çamuroğlu, 1994, 81). Bu müdahale, yeniçeri-ulema
ittifakının bozulması açısından da anlamlıdır (Öztuna, 1989, 17). Ayrıca Sultan
Mahmud, bazı alimlere payeler verdirerek, rütbe ve derece arttırarak ilmiye sınıfını
da kazanmıştır (İpşirli, 1990, 56).
II.
Mahmud’un yaptığı reformlardaki tam merkeziyetçi ve kontrolcü yapıyı göz önüne
alırsak, Taner Timur (1989)’un, yeniçerilerin ‘iktidarın ajanları tarafından
kışkırtıldıklarını’ ifade eden yaklaşımını daha rahat yorumlayabiliriz. Şöyle
ki, ocağın kapatılması için II. Mahmud’un bazı planlı tahriklerde veya
kışkırtmalarda bulunduğu ya da göz yumduğu yaklaşımını düşünmenin yersiz
olmadığı kanaatindeyiz.
Yeniçeri
Ocağı’nın kapatılması için gereken tüm düzenleme ve hazırlıkların yapılmasıyla
birlikte faaliyete geçilir. Uygulanan strateji, Eşkinci Ocağı adında bir ordu
kurulması üzerinden yürütülecektir (Öztuna, 1989, 68-69). 25 Mayıs 1826
tarihinde, II. Mahmud’un ve devlet ileri gelenlerinin katıldığı, Şeyhülislam
konağında yapılan toplantıda Yeniçeri Ocağı’nın bozulma sebepleri görüşülerek
savaş talimi yapmanın vacip olduğuna dair çıkarılan bir fetva ile ulemanın
tasdiki alındıktan sonra ‘Eşkinci’ adıyla talimli bir sınıfın oluşumuna karar
verilmiştir.
Hazırlanan Eşkinci
Layihası’na göre İstanbul’daki elli bir yeniçeri ortasından 150’şer nefer
alınarak ilk aşamada 7650 asker eşkinci yazılacaktır (Özcan, 1995; Karal, 1994,
146). Sultan II. Mahmud, yeni kuvvetin Hıristiyanlar ve yabancılar tarafından
değil, sadece modern askeri yöntemleri bilen Müslüman subaylar tarafından
eğitileceğini özellikle belirttir (Lewis, 1970, 80). Yeniçeri Ağası Mehmed
Celaleddin Ağa’nın, Yeniçerilerin talime razı olduklarını bildirmesi üzerine
kısa sürede birkaç yüz Yeniçeri yazılır (İlgürel, 1986, 394). Ocak, bağımsız
bir kuruluş görünümdeyse de, Yeniçeri Ocağı’na bağlıdır ve sürekli olarak
Yeniçerilerin hedefi durumundadır (Özcan, 1995).
II.
Mahmud’un, Şeyhülislam’ın konağında yapılan toplantıda talimli ordunun önemine
dikkat çekildiğinden söz etmiştik. Bu anlamda Berkes (1973)’in yaklaşımı
yerinde bir tespittir:
“Yeniçerilerin sırf modern askerlik eğitimine, silah ve disipline karşı
olduklarını sanmak yanıltıcıdır. Bunlar, her çeşit askerlik eğitimine ve
meslekleşmesine karşıydılar Aldıkları
ulufe geçimlerine yetmediğinden dışarıda iş tutmak zorunda kalıyorlardı Şimdi
kendilerini yeni silahları öğrenme, yeni talimleri öğrenme durumu gelince,
içinde bulundukları koşullar altında sivillikteki işlerini bırakıp eski
yeniçeriler gibi kapalı bir ocak içinde profesyonel asker olamazlardı.”
Çamuroğlu
(1994)’nun yaklaşımı da Berkes’in görüşüyle benzerlikler arz eden bir tarza
sahiptir:
“Modern bir ordu kurulmasına karşı olmak
yeniliğe karşı olmak demek değildir
Yeniçeriler, sivilliklerini koruyabilmek, olayların akışı üzerindeki
ağırlıklarını koruyabilmek, kısacası yüzyıllarda kazandıkları sivillik ve ikili
iktidarlarını koruyabilmek için profesyonel orduya karşıydılar.”
Nihayet 12
Haziran 1826 yılında Eşkinci Ocağının ilk talimi başlar. Yeniçeri ileri
gelenleri, talimden sadece silah talimini anladıklarından, bu işe söz
verdikleri halde yanaşmazlar. Ayrıca, Yeniçeriler arasında yeni talim nedeniyle
elde olan Yeniçeri esamelerinin ellerinden alınacağı şeklinde propaganda
yapılmaktadır. Hükümet ise, elde olan esamelerin, hayatları boyunca ellerinde
kalacağını duyurmuştur (Sezer, 1998, 219).
II. Mahmud,
Yeniçerilerin ayaklanacağını biliyormuşçasına gerekli önlemleri daha önceden
almıştır. Topçu, humbaracı, lağımcı ve tersane ocakları reisleri uyarılmış,
aralarında Yeniçeri düşmanı olarak yorumlanan Hüseyin Paşa’nın da bulunduğu
Boğaz Muhafızları, üç bin kadar askerle, isyan çıktığı zaman hızla müdahale
edilebilsin diye, kayıklarla hazır bekletilmiştir (Nuri Paşa, 1980, 254).
Medreseler de haber verilerek, üç bin beş yüz medrese öğrencisinin
silahlandırılmış bir şekilde Yeniçerilerin isyanını beklemeleri istenmiştir
(Çamuroğlu, 1994, 85).
14 Haziran
akşamı Yeniçeriler Etmeydanı’nda toplanmaya başlar. Bir Yeniçeri komutanının
“... tereddüt etmeyin, korkmayın, göreyim sizi Hacı Bektaş-ı Veli Ocağını
uyandırın” talimatıyla, gece yarısına doğru Yeniçeri Ağasının konağına baskın
düzenlenir, ancak Ağa bulunamaz (Çamuroğlu, 1994, 85). Bab-ı ali ve Ağa
Kapısına yapılan baskınlardan kelle alınmadan çıkılmasına karşın yağma yapılır.
Bu esnada sadrazamın hazinesinden 6 bin kese değerinde para ve mücevherat
anındığı bilinmektedir (Eryılmaz, 1992, 55).
15 Haziran
günü Yeniçeriler kazanlarını Etmeydanı’na çıkartarak resmen isyana başladı.
Mahalle mahalle dolaşarak, sadrazamın, Yeniçeri Ağasının, Ağa Hüseyin Paşa’nın
öldürüldüğünü ilan ve halkı Etmeydanı’na davet ettiler (Karal, 1994, 147).
Sadrazam Benderli Selim Paşa ise, Ağa Hüseyin ve İzzet Paşalara askerleriyle
şehre inmeleri emrini verdi. Yeniçeriler ise şehre saldıkları askerlerle,
“Fetva ve hüccet yazanları, bize karşı gelenleri, bütün başı kavukluları
ortadan kaldıracağız Herkes dükkanlarını
açsın, sırçası kaybolana mücevher veririz. İçimizden biri bir cinayet işlerse
keser biçeriz” gibi nutuklar atarak halkı yanlarına almaya çalışırlar (Karal,
1994, 147; Eryılmaz, 1992, 55). İsyanın nedenlerini soranlara ise “Biz böyle
eğitim yapmayız, bizim eski usulümüz testiye tüfekle kurşun atmak, keçeye kılıç
çalmaktır. Bu işi ortaya dökenleri isteriz” şeklinde yanıt verirler (Eryılmaz,
1992, 55).
İsyanın
çıktığı haberinin alınması üzerine sadrazam, şeyhülislam ve diğer devlet
adamları saraya koştular. Sadrazam, topçu, kumbaracı, arabacı ve tersane
ocaklarına; şeyhülislam ise müderrislere, şeyhlere ve talebe-i ulemaya saraya
gelmeleri için haber gönderdi (Karal, 1994, 147). Olay üzerine Beşiktaş’tan
Topkapı Sarayı’na gelen Sultan Mahmud’un, buraya toplanan sadrazam,
şeyhülislam, askeri- mülki yöneticiler ve ulemaya hitaben, ‘huruc ales-Sultan
değil midir[33]?
Ve kıtalleri hakkında hükm-i şeri ne vechiledir?’ şeklindeki sorusuna, Ulema da
‘Bunların öldürülmesi meşrudur’ fetvasıyla cevapladı (Gündüz, 1983, 136).
Asıl etkili
konuşmayı ise ulemadan Abdurrahman Efendi yaptı: “Bu din ve devletin devam ve
bekası murad-ı ilahi ise, o habisleri mahvederiz. Değil ise bu din ve devlet
yolunda mahvolup gideriz. Daha ne olmak ihtimali kaldı?” (Karal, 1994, 148).
Bunun üzerine II. Mahmud, Sancak-ı Şerif’in Sultanahmed Meydanı’na dikilmesini
ve vatanını seven her İstanbullu’nun sancak altında toplanması emrini verdi.
Birkaç saatin içinde halk, öğrenci, asker, ulema ve devlet erkanı Sancak-ı
Şerif’in altında toplanarak ocağın üzerine yürüdü.
Yeniçerilerin
Ulemayı yanlarına almadan yaptıkları bu isyan hareketi son Yeniçeri isyanı
olarak tarihe geçecektir. Yapılan üç-beş saatlik savaşın ardından birçok
Yeniçeri öldürüldü, birçoğu da dağılıp kaçtı. II. Mahmud, bir hatt-ı hümayun
yayınlayarak Yeniçerilerin devlet ve millete yaptıkları kötülükleri saydı ve
ocağın kaldırıldığını ilan etti. Ahmed Cevdet Paşa (1966), Esad Efendi’ye
dayanarak öldürülen Yeniçerilerin sayısını altı bin olarak bildirmektedir. Ve
yine Cevdet Paşa’ya göre isyanın bastırılması, ‘İstanbul’un yeniden
fethedilmesi’ anlamına gelmektedir. Böylelikle, ‘devlet ağacına musallat olan
arızalar ve haşereler giderilmiş kuru dallar kesilmiş ve saltanat ağacına
tazelik gelmiştir.’
Ocağın
lağvından sonra başlatılan Yeniçeri kovuşturması sonucunda 20 binden fazla
Yeniçeri veya o iddiada bulunanlar İstanbul dışına sürgüne gönderildi (Öztuna,
1989, 71). Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı ilan edildikten sonra, ocağa ait
olan unvan, rütbe, nişan gibi tabirler kaldırılmış, bunlar Yeniçerilerin
çoğunlukta olduğu yerlere görevliler gönderilerek takip edilmiştir (Sezer,
1998, 220). Lağv olayından sonra saray meydanında kurulan çadırlarda devlet
işlerini gören devlet adamları, iki aydan fazla bir süre sonra saray meydanını
terk etmiş ve hayat normale dönmüştür (Mutlu, 1994, 25). Başta son Yeniçeri
Ağası olan Mehmet Ağa olmak üzere, ocağın kaldırılmasında büyük yararlılığı
olanlar, II. Mahmud tarafından mevkice yükseltilirken, vezir Hüseyin Paşa da
Serasker olmuştur (Ünver, 591).
Sancaklara
gönderilen emir ve buyruklarda, kaçan Yeniçerilerin cezalandırılması gerektiği,
Yeniçerilerle ilgili her türlü namın, tabirin, giysinin yasaklandığı, herkesin
kendi işiyle gücüyle uğraşmasının gerektiği, tersi harekette bulunanların da
cezalandırılacağı vurgulanır (Sezer, 1998, 221). Kahvehane ve meyhaneleri
kapatan irade, değil Yeniçeri ismi, Yeniçerilikle alakalı sözcüklerin dahi
kullanılmasını yasaklıyor. Hamiyet Sezer (1998) Yeniçeri Ocağı’nın lağvının
taşradaki etkisi üzerine verdiği Tokat örneği önemlidir. Buna göre, Tokat’ta
eşkıyalıkla ünlü 26 kişi idam, 6 kişi sürgün edilmiştir. Bunlar arasında
Yeniçeri olanların isimleri de mevcuttur.
Yeniçeri
Ocağı’nın kapatılmasının bir diğer yansıması da ekonomik alanda olmuştur. Şöyle
ki, Yeniçerilerin destekçileri ve yardımcıları diye nitelendirilen hamallar,
İstanbul’un XIX. yüzyıl başlarındaki ekonomik yapısı içinde önemli bir nüfusun
geçinmesini sağlıyordu. Ocağın kapatılması sürecinde bunların binlercesi
Anadolu’ya sürülmüştür (Timur, 1989, 138). XIX. yüzyıl başlarında en az 5 bin
hamalın, yaklaşık 30 bin nüfusun geçimini sağladığını düşünürsek, 1826
sürecinin ardından binlerce insan için ocakla birlikte ekmek kapısının da
kapandığını söyleyebiliriz (Baykara, 1990, 150). Baykara, Türklere hamallıktan
el çektirilmesiyle birlikte Ermenilerin bu iş kolunu doldurduğunu belirterek,
“Türklerin hizmet ve esnaflıktan uzaklaştırılmasında, 1826 önemli bir tarihtir”
vurgusunu yapmaktadır.
Ocağının
kapatılma gerekçeleri arasında gösterilen Yeniçerilerin esnaflık yaptığı
bilgisinin yardımıyla, bunların esnaflık, boyacılık, sebze-meyve ticareti,
marangozluk, terzilik, simitçilik, kayıkçılık, inşaat gibi alanlarda etkinlik
gösterdiği bilinmektedir (Timur, 1989, 141). Ocağın kapatılmasıyla birlikte
yaşanan sürgünler sonucunda Türklerin bu işkollarından da ciddi oranda
uzaklaştığını düşünmek yanlış olmasa gerekir.
1826
iradesinin darbe vurduğu bir diğer kurum da kahvehaneler olmuştur.
Yeniçerilerin devlet sohbeti yaptığı ve buluşma yeri olarak düşünülen
kahvehaneler, lağv olayından nasibini almıştır. Sultan II. Mahmud, sayıları
binlerle ifade edilen kahvehaneleri kapatmıştır. Timur (1989)’a göre ülkede
kapatılan kahve sayısı 15 bindir. Bu sayıyı abartılı düşünebiliriz, en az
binlerle ifade edilebilmesi dahi olayın ciddiyetini ortaya koyabilir. Basının
yeterince gelişmediği bir ortamda, kahvelerin önemli bir iletişim ve sosyal
merkez olma durumu söz konusudur diyebiliriz. Sezer (1998), idam ve sürgünlerin
dışında Tokat’ta Yeniçerilere ait kahvehanelerin 40’ının yıkıldığını, 37’sinin
ise bırakıldığını ifade etmektedir.
1826 yılı
Ağustos ayı sonunda İstanbul’un birçok semtinde yangınların çıktığı
görülmektedir. Ayrıca, bir grup Yeniçerinin 1830 yılında Kastamonu bölgesinde
iki ayrı başarısız isyan hareketinde bulunduğu anlaşılmaktadır (Çamuroğlu,
1994, 102). Takvim-i Vekayi’nin 1833 Ağustos sayısında ‘Tırnova’da Cadılık
Vakası’ diye iki yeniçerinin mezarlarının açıldığı, bunların saç, sakal ve
tırnaklarının uzamış olmasından, geceleri dirilip vampirlik yaptıklarının
anlaşıldığı haberi verilir. Anlaşılan Osmanlı yönetimi, Yeniçerileri karalayıp,
kamuoyunun destek ve
sempatisinden
uzaklaştırmak için yeni propaganda yöntemleri kullanmaktadır. Vakanüvis Mehmed
Esad Efendi’nin Üss-i Zafer adlı eserini de bu eğilimi yansıtmayı hedefleyen
bir tarzda kaleme alındığını söyleyebiliriz (Ortaylı, 2000, 345).
Belgrad
Ormanına kaçan Yeniçerileri etkisiz hale getirmek için, ormanın yakılması
boyutuna kadar varan takip, Yeniçeri mezarlarına saldırılar düzenlenmesi
şeklinde ortaya çıkan boyutlara ulaşmıştır (Çamuroğlu, 1994, 88). Tüm bu
gelişmeler, Osmanlı yönetiminin yüzyıllardır ayakta olan bir kurumu kaldırma
olayını ne kadar ciddiye aldığını göstermektedir. Her şeyden önce sancak-ı
şerifin açılmış olması dahi olayın bir cihad anlayışı bağlamında görüldüğünü
gösteriyor. Ayrıca Esad Efendi, yapılan toplantılarda Yeniçerileri yobazlıkla
değil, dini ilkelerden sapmakla suçlamaktadır. Taşra eyaletlerinde yayınlanmak
üzere hazırlanan fermanlarda Yeniçeriler, ‘dini ilkelere kulaklarını tıkamakla’
suçlanıyorlar ve hatta onların sadrazamın konağını yağma ederken ele geçirdikleri
Kuran’ları parçaladıkları iddia ediliyor (Timur, 1989, 136-7). Başta sancak-ı
şerif’in açılması olmak üzere tüm bu bilgiler, yüzyıllar boyunca Yeniçerilerle
ortak hareket eden ulemanın, ocağın kapatılmasını sağlayan büyük bir etken
olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Çamuroğlu
(1994)’na göre ulema, belirli bir padişahın, sadrazamın yani hükümetin
değiştirilebilmesi için Yeniçerilere destek vermiş, devletin bu taktik amaçla
belirli bir derece zayıflamasını sineye çekmiştir. Ama bu zayıflama her zaman
bir noktada durması gereken bir zayıflamadır. Çünkü nasıl Osmanlı Devleti
ulemasız olmazsa, ulema da en az onun kadar, devlet olmazsa anlamsız olacak bir
sınıftır. İşte bu yüzdendir ki ulema Yeniçerileri yalnız bırakmıştır. Keza,
ocağın kaldırılmasıyla ulemanın etkinliği artmıştır (Eryılmaz, 1992, 58).
Ocağın
lağvından sonra on beş gün içerisinde on binden fazla asker yazılarak, Asakir-i
Mansure-i Muhammediyye adıyla yeni talimli bir ordu oluşturuldu (Mutlu, 1994,
24). Ordunun seraskerliğine de Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında büyük
hizmetleri geçen Ağa Hüseyin Paşa getirildi (İlgürel, 1986, 395). II. Mahmud,
halkın dini duygularını da hesaba katarak Hıristiyan subayların yerine Mehmet
Ali Paşa’dan
Türk ya da
Arap subaylar istedi. Mehmet Ali Paşa’nın bunu reddetmesi üzerine Prusya’dan
subaylar getirildi, ancak düşük rütbeli olan bu subaylardan da yeterli verim
alınamadı (Karal, 1994, 151).
Bektaşiliğin
ordu üzerindeki moral kaynağı olma ile ilgili bütün faaliyetleri, o günden
itibaren Mevlevilik tarikatına geçmiş ve tarikatın ordudaki temsilcisi olan
şeyhe ‘mareşallik’[34] unvanı
verilmiştir (Kara, 1990, 210).
Yeniçeri
Ocağı’nın kaldırılması, Osmanlı’nın savaşlardan mağlup ayrılmasını
engelleyememiştir. Ocağın lağvını, Rusya’nın Bükreş Antlaşması hükümlerinin
onaylatması, Karadeniz’deki toprak kaybı, Balkan devletlerine verilen
imtiyazlar, Navarin baskını, Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, Mısır
mağlubiyeti, Rus yenilgisi gibi imparatorluk açısından olumsuz gelişmeler
izlemiştir (Timur, 1989, 139).
2.2.
BEKTAŞİ TARİKATININ
YASAKLANMASI
Bektaşilik
nedir ya da Bektaşilikteki dinsel yapı nasıldır sorularına, ehl-i sünnet
tarikatlarda olduğu gibi net ve kısa bir yanıt vermek mümkün değildir. Bu,
Bektaşilikteki teolojik yapının bağdaştırmacı bir durum arz etmesiyle
açıklanabilecek bir durumdur. Değişik coğrafi bölgelerdeki Bektaşi ritüellerin
farklılaşması, tarihsel zaman dilimlerinde farklı uygulamaların Bektaşilikte
yer bulması gibi olgular da senkretik yapının ne denli etkili olduğunun
göstergesidir.
Bektaşi
Tarikatı, kuruluşundan itibaren, daha da öncesine gidersek kurumlaşmadan önceki
dönemlerde felsefi altyapısının oluşumundan itibaren -bir şekilde- çeşitli
dinsel öğretilerle ilişkiye girmiştir. Girilen bu ilişkiler etkileşimle
sonuçlanmıştır. Bu etkileşim tek yanlı olabildiği gibi, karşılıklılık da
gösterebilmiştir. Ayrıca bilinen anlamıyla bugünkü Bektaşiliğin varolmasını
sağlayan senkretik yapı, bir taraftan Bektaşiliğin dinsel ritüelinin oluşumuna
yol açarken, diğer taraftan da senkretik yapının kendisi Bektaşiliğin
vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Bu nedenle, bağdaştırmacı yapısının etkisiyle
Bektaşiliğin kendi bünyesinde yer verdiği dinsel etkileri, Öztürk (1992)’ün
tanımladığı gibi ‘bozucu unsur’ olarak değerlendirmenin gerçekçi olmadığı
kanısındayız.
Öztürk
(1992), “Bektaşilik’in, çok geniş kitlelere hitap eden bir tarikat olduğunu
düşünürsek, onun, Hacı Bektaş’ın ölümünden hemen sonra bozulmaya
başladığını kabulde hiç zorluk
çekmeyiz” diyerek bozulmanın tarihini Hacı Bektaş’ın ölümüne kadar
götürmektedir. Yukarıdaki bölümlerde ortaya koyduğumuz üzere, Hacı Bektaş’ın hayatta
olduğu süreçte Bektaşilik diye bir tarikatın ya da örgütlenmenin varolmadığını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla, Bektaşilik Hacı Bektaş’ın ölümüyle
bozuldu, yaklaşımı da havada kalan bir bakış açısının ürünüdür.
Bektaşiliğin
Balım Sultan ile bozulduğu yolundaki yaklaşımlar da en az diğeri kadar
tutarlılıktan uzaktır. Şöyle ki, sadece Balım Sultan’dan önceki dönemi esas
alarak Bektaşiliğin Sünni bir tarikat olarak oluştuğunu, Balım Sultan ile bu
niteliğin değiştiğini iddia etmek; Bektaşiliğin düşünsel kökenini oluşturan
Babai hareketini yeterince kavramamak, bu zümrelerin dinsel, kültürel ve
tasavvufi yanlarını, özellikle de Kalenderilik hareketinin önemini iyi analiz
etmemek anlamına gelmektedir (Ocak, 1992, 374).
Bizzat
Bektaşilerin ‘On bir tarikatın tavlasından boşanan bizim tavlamızda karar
kılar’ şeklindeki ‘alaycı’ benzetmesinden de anlaşılacağı üzere Bektaşilik,
farklı inanç mensuplarının, şemsiyesi altında kendine rahatlıkla bir yer
bulabilecekleri bir sığınak haline gelmiştir (Fığlalı, 183). Özellikle XVI.
yüzyılda Sünni olmayan uygulamaları, inançları veya dini görüşleri nedeniyle
tepki gören pek çok derviş tarikattan kaçmak için Bektaşi Tarikatı’na geçmiştir
(Faroqhi, 2000, 110).
Bektaşilik
dinsel altyapısının ve ritüelinin temelinde İslam öncesi unsurların olduğu
artık tartışma götürmeyen, genel kabul gören bir yaklaşımdır. Bu konuyla ilgili
olarak Ahmet Yaşar Ocak (2000a)’ın ayrıntılı çalışmaları mevcuttur. Şamanizm,
tabiat kültü, atalar kültü ve Budizm’in üzerine inşa edilen İran ve diğer bölge
inançları, Bektaşiliğin ayin ve erkanının oluşumunda ciddi etki göstermiştir.
Örneğin, Bektaşi ibadetinin esasını oluşturan Ayn-i Cem’in, İslamiyet’e
girmeden önceki devirlerde Türkler arasında çok yaygın olan, evli çiftlerin
katıldığı, çok sıkı disiplin kuralları içerisinde gerçekleştirilen içkili
(kımız) dini toplantıya dayandığı yönde ciddi göstergeler mevcuttur (Ocak,
1992, 376).
XV.
yüzyılın ortalarından itibaren Şii etkilerinin bir şekilde Anadolu’da
görülmesinin ardından kaleme alınan menkıbelerde bile ateş kültü ve diğer
tabiat kültleri, kalıp değiştirme, tenasüh ve hulul gibi Şiiliğe dahi yabancı
bazı inançların yer bulduğu görülür (Ocak, 1992, 374). Çoğaltılması mümkün olan
bu tür örnekler, Bektaşiliğin inanç temelinde İslamiyet’ten önceki dinsel
inanışların olduğu yönündeki kanımızı güçlendirecek niteliktedir.
Devletin
dini olan İslam, atalarının gelenek ve göreneklerinin ağır bastığı bir boy
yaşamı topluluğunda, söylencelere ve anlatılarak dayanmış bulunan Batıni
görünüm altında daha kolaylıkla özümsenmiştir diyebiliriz. Ayrıca, temelde
zengin olan inançlar karışımına, Anadolu yerleşik nüfusunun ayrılmaz parçaları
olan başka öğeler de katılacaktır (Melikoff, 2000, 34).
Ahilik de
Bektaşilikteki bağdaştırmacı yapıdan nasibini alan bir diğer yapılanmadır.
Yukarıdaki bölümlerde kısmen değindiğimiz üzere, Ahilik ile Bektaşilik
arasındaki ilişki ayrı bir tez konusu teşkil edebilecek nitelikte öneme
sahiptir. Şu aşamada, Bektaşilerin ayinleri olan Ayn-i Cemlerde okudukları
tercemallerin pek çoğunun, Ahilerin okuduklarının aynısı olduğunu söylemekle ve
Ahiliğin zamanla Bektaşilik ile kaynaştığını söylemekle yetineceğiz.[35]
Bektaşilik-Hıristiyanlık
etkileşimi konusunu yukarıdaki bölümde kısmen ele almıştık. İlk dönem Bektaşi
dervişlerinin Rumeli topraklarında kendilerini kabul ettirmekte
zorlanmamalarında, her türlü yerel inançları kolayca bünyesine mal edebilen bir
inanç yapısına sahip olmasının önemi büyüktür. Bu inanç yapısını en etkin
şekilde kullanan zaviye olarak Sarı Saltuk Zaviyeleri gösterilebilir.
Yunanistan, Arnavutluk, Romanya ve Bulgaristan’da bulundukları yerlerdeki
mahalli aziz kültlerini kendilerine mal ederek İslamileştirmişler ve böylece
yerli Hıristiyanların Müslümanlaşmalarına katkıda bulunmuşlardır (Ocak, 1992,
375). Ayrıca, Bedreddin hareketinin etkin olduğu bölgelerin, sonraları gözde
Bektaşi muhitleri haline geldiği anlaşılıyor. Her iki hareketin yoğun olarak
etkinlik gösterdiği yerler arasında Trakya, Bulgaristan, Eflak, Makedonya ve
kuşkusuz Bedreddin’in müridlerinin varlığının da saptandığı Bektaşiliğin kalesi
Arnavutluk gösterilebilir (Balivet, 2000, 103). Her iki hareketin paralelliğini
daha anlamlı hale getiren nokta Bedreddin hareketi içerisindeki Hıristiyan
etkinliğidir.[36]
Şii-Safevi
etkisini saymazsak, Bektaşiliğin bünyesinde sonradan yer bulan en etkili inanç
yaklaşımı olarak Hurufiliği gösterebiliriz. XIV. yüzyılın ikinci yarısında
Azerbaycan’da doğan ve yayılan Hurufilik, kurucusu Fazlullah Hurufi’nin
idamından sonra Timur yönetimi tarafından takibata uğrayınca Anadolu’ya da
nüfuz ederek XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rumeli topraklarına geçer
(Ocak, 1992, 375). II. Murad ve II. Mehmed dönemlerinde saraya kadar nüfuz eden
Hurufiler, veziriazam Mahmud Paşa ve Fahreddin Acemi’nin şiddetli[37] takibatı
sonucunda aralarında Bektaşilerin ve Kalenderilerin de bulunduğu bazı inançlara
karışarak varlıklarını sürdürmüşlerdir (Köprülü, 1944, 461). Fazlullah kısa
sürede, Kalenderiler aracılığıyla en yüksek Bektaşi evliyaları arasına girerek
takdis edilmeye başlanır. Fazlullah’ın öğretisi sadece Kalenderiler ve
Bektaşiler üzerinde etki sağlamamış, Bayramiyye Melamileri’ni ve bazı Halvetiye
çevrelerini de tesiri altına almıştır (Ocak, 1999b, 134).
Hurufilik, harflere gizli anlamlar yükleyerek sistemli bir
temelle kurulan bir tarikattır. Hurufilikteki beden bağlarından kurtularak
kendilerinde tanrısallığı bulmayı, tanrısallıkla bütünleşmeyi amaçlayan
yaklaşımın en önemli temsilcisi şüphesiz ki, Seyyid Nesimi’dir. Hurufiliğin
Bektaşi doktrini üzerinde ne ölçüde iz bıraktığını anlayabilmek için Bektaşi
edebiyatını incelemek yeterlidir (Ocak, 1992, 375). Bu bağlamda Nesimi,
Virani ve Yemini ile birlikte Bektaşi edebiyatındaki yedi büyük şair arasında
sayılan Hurufi şairlerinden birkaçıdır (Melikoff, 1999b, 170).
Hurufiler,
kendilerine ait bazı yaklaşımları Hacı Bektaş’ın gizli fikirleri diye
tanıtmasıyla birlikte, yoğunlaşan zındıklık ve sapkınlık ithamlarından korunmak
için Bektaşilik içerisinde kendilerine daha fazla yer açmışlardır (Hasluck,
1995, 72). Özellikle II. Bayezid’e karşı yapılan suikast girişiminden sonra
ışık veya torlak diye bilinen Kalenderilere karşı başlayan takibat neticesinde,
Hurufilik de yoğun olarak Bektaşiliğe sızmıştır (Köprülü, 1944, 462). I.
Süleyman döneminde Hurufi düşüncesi Osmanlı İmparatorluğu topraklarından
tamamen atılmaya çalışılır, ancak Hurufiliğin Bektaşilikle kaynaşmış olmasıyla
bu tam olarak gerçekleştirilemez (Melikoff, 1999b, 170).
Bektaşilikteki
Hurufi etkisiyle birlikte Hz. Ali, Tanrı’nın insan suretindeki tecellisi olarak
yorumlanmıştır: kaşların yay’ı ayn, burun çizgisi lam, bıyığın eğri çizgisi de
ya harfini simgeler. Bıyığa verilen değer, onsuz Ali yazılışının eksik kalacağı
içindir[38] (Melikoff,
1999b, 172). Merdivenköy’deki Şahkulu Sultan Bektaşi tekkesinin son postnişini
Hilmi Dede Baba’nın divanında yayınlanan şiirindeki “Tuttum aynayı yüzüme / Ali
göründü gözüme / Nazar eyledim özüme / Ali göründü gözüme” dizelerinde yoğun
Hurufi etkisi fark edilmektedir (Melikoff, 1999b, 172). Burada dikkat edilmesi
gereken nokta, Bektaşiliğin Hurufiliği tamamen ve olduğu gibi değil de, kısmen
bünyesine dahil ettiğidir[39]
(Melikoff, 1999b, 167).
Şüphesiz ki
Bektaşiliğin senkretik yapısına dahil olan en ciddi inanç örgüsü Şii-Safevi
etkisidir. Kızılbaşlık olarak vücut bulan bu etki, Bektaşiliğin oluşumundaki
son ciddi evreyi oluşturur. Şeyh Cüneyd ve Şah İsmail ile XV. yüzyılın sonlarına
doğru ortaya çıkan Safevi etkisi, heterodoks halk inancını siyasi amaçlarla
kullanmasıyla siyasal tarihin de gündemini oluşturur.
Safevilerin
sistemli propagandası ile yoğunlaşan Şii tesirlerin Anadolu’ya sızması ve
Kızılbaşların Çaldıran Savaşı’ndan sonra Bektaşi Tarikatıyla yakın ilişki
geliştirmesi, Bektaşiliğin bilinen çehresinin oluşmasını sağlamıştır (Vorhoff,
1999, 34). Çehrenin son şeklini almasında Balım Sultan’ın tarikatın
başına getirilmesinin de etkinliği büyüktür. Hurufi, Kızılbaş etki ve Balım
Sultan’ın Bektaşi yapılanmasını sağlamasının yakın zamanlara denk gelmesinin
tesadüf olmadığına yukarı bölümlerde değinmiştik. Balım Sultan böyle bir
ortamda ‘Hak-Muhammed-Ali’ tarzında ifade edilen dinsel yaklaşımı ve on iki
imam kültünü Bektaşiliğin esasları arasında en baş yere yerleştirir (Ocak,
1992, 375). Bektaşilikteki Ayn-i Cem, Kızılbaş tören kurallarının Bektaşiler
üzerindeki yönlendirici ağırlığının bir diğer kanıtıdır (Melikoff, 1999b, 186).
Kızılbaş ve Bektaşi törenleri ayrıntılarda bazı farklılıklar gösterse de,
özünde ortaktır. Bedri Noyan Dedebaba (1995)’ya göre fark; -erkanda ufak
değişiklikler olmakla birlikte- inançlarda değil, yönetme tarzındadır.
Kızılbaşlıkta önemli yer tutan ‘musahip kardeşliği’ geleneği, Bektaşilikte yok
iken, ‘mücerret derviş’ adeti ise Kızılbaşlıkta yoktur.
Dinsel ve
örgütlenme haricinde Bektaşiler ile Kızılbaşlar arasındaki bir diğer yaklaşım
farkı da merkezi otoriteye karşı olan sorumluluk ölçüsünde kendisini
göstermektedir. Bektaşiler bir şekilde Osmanlı merkezi yönetim dairesinin
içinde yer bulurken, Kızılbaşlar devletle olan ilişkilerinde daha mesafeli bir
duruş sergilemişlerdir. Ayrıca Bektaşiler daha çok merkezi yerlerde veya bu
yerlere yakın tekkelerde etkinlik gösterirken; Kızılbaşlar konar-göçer yaşam
kültürünün de gereği olarak kırsal bölgelerde varlıklarını sürdürmüştür.
Melikoff
(2000), Bektaşilerin Kızılbaş etki ile birlikte -senkretik yapılarının temelini
oluşturan ve İslam öncesi dinsel inanışlarından olan- Gök-tengri’yi Hz. Ali ile
özdeşleştirmesinden yola çıkarak, Allah yerine Tanrı sözcüğünün kullanılmaya
başlanmasını buna bağlamaktadır.
Bu noktada
dikkat edilmesi gereken nokta, Şiilikteki bütün unsurların olduğu gibi
Bektaşiliğe doğrudan geçmemiş olmasıdır. Şii inanç unsurları, Bektaşilikteki
dinsel örgü içerisinden süzülerek, bir anlamda uygun öğretilerin
benimsenmesiyle Bektaşi geleneğinde yer bulmuştur. Bu nedenledir ki,
Bektaşiliği Şii bir tarikat kabul etmek yerine, Bektaşilikte Şii tesirlerden
söz etmek daha gerçekçi bir yaklaşımdır (Ocak, 1992, 375).
Senkretik
yapının etkisiyle Bektaşilikte yer bulan unsurlara yönelik ‘Bektaşiliği
bozmuştur’ iddiası, tahmin edilebileceği gibi Kızılbaşlık için de sıkça
kullanılmıştır. Bu konuya ilişkin en somut örnek olay olarak Mevlevi olan ve
Mısır’daki bir Bektaşi dergahını ziyaret eden Sakıb Dede’nin başından geçenleri
gösterebiliriz. Sakıp Dede, ziyareti sırasında kendisine yapılan şakayı
fazlasıyla ciddiye alarak kendisini fırına atıp yakacaklarını düşünerek gece
yarısı dergahtan kaçar. Olayı oğlu babasının anlatımına dayanarak “esas
itibariyle Bektaşi tarikatında böyle şeyler olmayacağını, fakat Şah İsmail
zamanından beri acem zındıklarının Bektaşi tarikatına girerek onu tamamıyla
bozduklarını, caihel Türklerin de bunlara inzimam ederek işi büsbütün
azdırdıklarını” (Köprülü, 1939, 26) şeklinde yorumluyor.
Bektaşi
inanç ve ibadet esaslarıyla ilgili olarak -konumuza tali kalacağı düşüncesiyle-
derin analizleler girmemeyi uygun görüyoruz. Ancak, Bektaşiliğin inanç
örgüsünün özünü oluşturan dört kapı erkanını[40], Hasan Cemali
isimli Bektaşi şairin dizelerinden aktarmakla yetiniyoruz:
/ Tariki nazenin sırrı lafeta
Eline, diline, beline sadık
Şeriat babından girmiyen aşık / Tarikat sırrına ermiyen aşık
Marifet abına yunmayan aşık
Bektaşi
zümreleri arasında zaman zaman da olsa ehl-i sünnet ibadetlerine bağlı olan
gruplara rastlanır ki, bunu Bektaşilerin Sünni çevrelerle olan etkileşiminin
bir yansıması olarak değerlendirmek yerinde olur. Diğer taraftan Bektaşilerin,
bünyesinde kaynaştırdığı farklı dinsel unsurların ortak yanı heterodoks yapı
arz etmesidir. Bununla birlikte kimi Bektaşiler, Osmanlı merkezi yönetiminin
ehl-i sünnet anlayışını direkt olarak hedef göstermekten mümkün olduğunca
kaçınmıştır. Öyle ki Çelebi Cemalettin Efendi, Müdafaa’sında Sünni halifeliğin
temsilcisi olan padişahın ‘ayağının tozuna yüz sürecek’ ölçüde bağlılığını;
tarikat olarak namaz kılıp, oruç tuttuklarını, tarikatlarının şeriat
kurallarına uyduğunu bildirmiştir (Birdoğan, 1996, 85).
Ehl-i
sünnet’e bağlılık bildirme, kimi zaman -örnekte de görüldüğü gibi- tarikat
vakıflarının kullanımı konusundaki yetkileri kaybetmemek açısından içten dile
getirildiği gibi, çoğu zaman da yüzeysel ve şekilsellikten ibarettir. Bu
şekilsel bağlılık, Bektaşi Tarikatının Osmanlı merkezi yönetim dairesi
içerisinde yer alması nedeniyle en askeri düzeyde ifade edilir olmuştur. Dışta
Ehl-i sünnet inancına şekilsel bir bağlılık dile getirilirken, içte ise Bektaşi
inanç ve ibadet esaslarının gerekleri istisnasız yerine getirilmiştir. Çelişki
gibi görünen bu durum, Bektaşilerin kendilerini Sünni inanç sistemine bağlı
çevrelerden gizleme zorunluluğuna neden olmuştur.
Birbirlerini
tanımak için kullandıkları işaretler ve özel cümleler kullanımı, hep
Bektaşilerin kendilerini gizlemelerinin bir sonucudur. Selamlaşırken işaret
parmaklarının göğüs üzerinde yerleşim şekli, sen yerine ‘sultanım, nazarım,
erenler’, ben yerine ‘fakir, nazarın’ gibi terimler kullanılması (Birge, 179)
Bektaşilikteki gizliliğin örnekleri arasında gösterilebilir. Ayrıca
tarikatların geleneğinde olmamasına rağmen, Bektaşilikteki Ayn-i Cem’e
ziyaretçi kabul edilmemesi de bu gizliliğin yansımasıdır. Tarikatın kendisini
gizlemiş olmasının doğru olduğu yönünde Birge (180)’nin yaklaşımı yerindedir:
“... gizliliğini sağlayamamış olsaydı, II. Mehmet gibi kararlı bir hükümdarın dahi
kendi iradesine karşın en azından kısmen inandığı öğretmenlerini diri diri
yakılmak üzere ellerine teslim ettiği ulemanın bu denli güçlü olduğu bir
ortamda yaşamını sürdüremezdi”.
Bektaşiliğin
senkretik yapı sayesinde bünyesinde yer verdiği inanç örgüsü ehl-i sünnet
anlayışıyla çok ciddi çelişkiler arz eder. Bektaşiliğe dahil olan her dinsel
motif, Bektaşiliği ehl-i sünnet inanç dairesinden biraz daha uzaklaştırmıştır.
Bektaşilikle Sünnilik arasındaki dinsel uçuruma en uç örnek olarak Ayn-i
Cem’lerde ‘mihenk taşı’ olarak görülen ve töresel bir şekilde törenleşen içki
(dem-dolu) ritüelini verebiliriz[41].
Ayrıca Bektaşilikteki ‘Allah’ ile olan ilişki, görünüşte alaya almak yada kafa
tutmak şeklinde algılanırken, özünde korkudan ziyade sevgiye dayanan bir
inancın ifadesidir (Gölpınarlı, 1985, 163). Bu tür örnekleri sıralamak
mümkündür. Şu aşamada Bektaşi dinsel yaklaşımı ile ehl-i sünnet inancını aynı
paydada değerlendirmenin dahi tartışma götürdüğü gerçeğini ortaya koymakla
yetineceğiz.
Örneklerde
de görüldüğü gibi Bektaşi teolojik örgüsünde yer bulan her inanç sistemi, bir
taraftan Bektaşiliğin heterodoks yanını kuvvetlendirirken, diğer taraftan da bu
katkılar Bektaşilik ile ehl-i sünnet inancı arasında öteden beri var olan
farklılığın derinleşmesine yol açmıştır. Felsefi, dinsel ve yapısal olarak
Osmanlı merkezi yönetiminin dairesini zorlayan bu farklılık, zaman içinde
uçurum noktasına gelmiştir. Çünkü artık zamanla Bektaşi zümreleri ile Sünni
inanç çevreleri arasındaki en büyük ortak nokta İslam tasavvufundaki
benzerlikler olacaktır. Bektaşi zümrelerini İslam’a bağlayan en ciddi bağlantı
Hz. Ali sevgisidir. Bu yüzden Hz. Ali’yi sevenleri sevme, sevmeyenlerden nefret
etme anlayışı Bektaşiliğin özünü oluşturur. Bektaşi çevreleri, bünyelerine
katılan her inanç unsurunun da yardımıyla ibadet, tasavvuf, erkan, ritüel
açısından yeni esaslar üretmişlerdir.
Bektaşilerin
ürettiği -heterodoks yanı güçlü- her dinsel tutum, onların Osmanlı yönetimince
gözden düşmesi anlamına gelmektedir. Keza Osmanlı yönetiminin Bektaşiliğin
tarikatlaşmasına sunduğu ciddi katkısının özünde kontrol edilemeyen
heterodoksiyi ehlileştirme ve kontrol altında tutma düşüncesi hakimdi. Zamanla
Bektaşiliğin kendi bünyesinde zaten varolan heterodoksiye, yeni yeni ve daha uç
unsurların dahil edilmesi, bu defa Bektaşîliğin kendisini -Osmanlı Devleti’nin
gözünde- ehlileştirilmesi gereken bir noktaya itmiştir.
2.2.2.
Bir Problematik: Ocak -
Tarikat İlişkisi
Bektaşi
Tarikatı ile Yeniçeri Ocağı arasındaki ilişkinin boyutu, niteliği, kronolojik
evrimi, başlangıcı ve ortadan kaldırılmalarına etkisi açıdan bilinmeyenlerle
dolu bir problematik olduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki, her iki ocak arasında
ilişkinin bir şekilde var olduğu bilinmekle birlikte, bu ilişkinin niteliğine
ilişkin veriler farklı görüşlere ulaşılabilecek özelliğe sahiptir.
Güçlü bir
askeri birliğin oluşturulmasındaki en önemli faktörlerden birinin, moral gücü
olduğunu söylemek mümkündür. Bugün dahi geçerli olan bu faktörün, Yeniçeri
Ocağı üzerinde etkisini Bektaşi Tarikatı çerçevesinde ele alacağız. Çünkü
ocak-tarikat ilişkisi ancak bu bağlamda ele alınırsa daha kolay algılanabilir.
Yeniçeri
Ocağı’nın oluşumunda Bektaşilik mi, yoksa Ahilik mi ordunun inançsal boşluğunu
tamamlamaya yönelik olarak ön plana çıkarıldı? Yeniçeri üniformalarının
seçiminde Bektaşiler mi, yoksa Ahiler mi etkili oldu? tartışmaları Ahiliğin
Bektaşilik içerisinde yer bulması nedeniyle belirsiz bir hal almıştır.
Dolayısıyla Yeniçerilere ‘ak börk’ giydirilmesi hikayesinden yola çıkarak
Yeniçeri Ocağının Bektaşi Tarikatına bağlanma tarihini I. Murad dönemi olarak
kabullenmek mümkün değildir. Ocak-tarikat ilişkisinin başlangıcı olarak
tarihçiler arasında genel kabul gören yaklaşım XIV. yüzyıl sonu ile XV. yüzyıl
başıdır (Uzunçarşılı, 1988, 150; Ocak, 1992, 377). Bektaşiliğin XVI. yüzyılın
başına kadar heterodoks halk İslam’ından sıyrılarak bağımsız bir tarikat olarak
örgütlenmemiş olması nedeniyle, Ocağın Bektaşiliğe bağlanmasını bu tarihten
sonraya almanın yerinde olduğu görülmektedir (Çamuroğlu, 1994, 43). Teoman
Şahin (1995) de, XV. yüzyılın ortalarına kadar söylentilerin olmakla birlikte,
ilişki başlangıcının Balım Sultan’dan sonra ön plana çıktığını belirtmektedir.
Balım
Sultan’a kadarki ilişki söylentilerine Ahilik açısından yaklaşmak gerekir.
Ahilerin Fütüvvetname geleneğinden devraldığı Hz. Ali sevgisini, Safevi-Şii
etkisi öncesinde Bektaşiliğe sokması; Ahiliğin Bektaşilik içerisinde yer bulma
sürecine paralel olarak Yeniçerilerin Ahilikle başlayan manevi temelli
ilişkisini Bektaşilikte yoğunlaştırması sürecine dönüşmüştür. Balım Sultan ile
Bektaşi Tarikatı’nın oluşumu, Bektaşilik ile Yeniçeri Ocağı arasında çok
belirgin olmayan ilişkilerin daha gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır diyebiliriz.
Bunda Osmanlı devlet yönetiminin etkinliğinden söz etmek de mümkün görünebilir.
Sonuç olarak ilişki başlangıcı daha öncesinde bir şekilde varolmakla birlikte,
Balım Sultan ile ivme kazanmıştır kanaatindeyiz.
Diğer
taraftan, Yeniçerilerin kökeni Hıristiyan olan devşirme çocuklarından oluşması
sebebiyle İslam dinine uyumundaki geçiş için, heterodoks bir yapı gösteren
Bektaşiliğin onlar için uygun bir seçenek olduğunu düşünmek mümkündür (Öz G,
1997, 24). Hıristiyan çevrelerle Sünni tarikatlara ve ulemaya göre daha fazla
iç içe girmiş olan Bektaşilik, Hıristiyan kökenli Yeniçerilere, oruç ve namaz
gibi Sünni dinsel uygulamaları yumuşatan, İslamiyet’i daha çok pratik olarak
benimseyen bir bakış açısı sunması da Yeniçerilerin Bektaşililiği açısından etkili
olmuş olabilir (Çamuroğlu, 1994, 30).
Yeniçeri
Ocağı’nın Bektaşilikle olan ilişkisi bir şekilde ocağın lağvına kadar
sürmüştür. Yeniçerilik üzerindeki Bektaşi etkisine yönelik en belirgin gösterge
olarak ocakta kullanılan tabirler gösterilir. Ocağa, ‘Ocağ-ı Bektaşiyan’;
Yeniçerilere, ‘taife-i Bektaşiye’, ‘Gürüh-u Bektaşiye’, ‘Zümre-i Bektaşiyan’;
Ocak ağalarına ‘rical-i dudman-ı Bektaşiye’; Ocaktaki Çorbacılara ‘Sanadid-i
Bektaşiyan’, ‘Ağayan- ı Bektaşiyan’ gibi tabirler en çok kullanılanlar
arasındadır (Uzunçarşılı, 1988, 150, 235).
Ocağın 94.
cemaat ortasında Hacı Bektaş babalarından birinin, Hacı Bektaş Vekili olarak
oturduğu bilinmektedir (Ahmet Cevdet, 1966, 235). Sulucakarahöyük’teki merkez
tekkedeki postnişinin ‘Hacı Bektaş Vekili’ unvanı ile İstanbul’daki bütün
Bektaşi tekkeleri babalarının en büyüğü olarak Aksaray’da Etmeydanı’nda Yeni
Odalar diye anılan büyük yeniçeri kışlasında oturması, Yeniçeriler üzerindeki
Bektaşi nüfuzunun en önemli temsil mekanizmasını oluşturmuştur (Koçu, 11). Şunu
belirtmekte de yarar vardır ki, Yeniçeriler arasında Rüfai, Kadiri, Bayrami
gibi başka tarikatlara girmiş olan insanlar da mevcuttur (Ülkütaşır, 1969, 11).
Merkez
Tekkedeki postnişin vefat ettiği zaman yerine geçen yeni baba İstanbul’a gelir.
Yeniçeri Ocağındaki Bektaşiler onu alır, alay ve Ağa Kapısına götürürler,
tacını Yeniçeri Ağası giydirip alay ile Bab-ı Ali’ye gider ve Sadrazam
tarafından kendisine ferace giydirir (Ahmet Cevdet, 1966, 235). Yeni
Postnişinin İstanbul’daki ihtiyaçlarının karşılanmasında Ocaklı Bektaşilerin
yardımcı olması da gelenektendir. I. Süleyman döneminde, postnişin Sersem Ali
Dedebaba’nın İstanbul’a daveti bu konuya örnek oluşturabilir (Ülkütaşır, 11).
Yeniçeri
Ulufe Defterlerindeki kayıtlarda çekilen Gülbenk de Hacı Bektaş’ın adı geçmektedir
(Uzunçarşılı, 1988, 422, 434). Bu dualar, Bektaşilerin çektikleri Gülbenk’lerin
aynısıdır. Savaşa giden Yeniçeri Ordusunun savaş sırasında ve dönerken okuduğu
gülbank şu şekildedir:
“Allah Allah Eyvallah / Baş uryan, sine
puryan, kılıç al kan / Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran /
Eyvallah... Eyvallah / Kahrımız kılıcımız düşmana ziyan / Kulluğumuz padişaha
ayan / Üçler, yediler, kırklar / Gülbankı Muhammed, Nuri Nebi, Keremi Ali /
Pirimiz Hünkarımız Hacı Bektaş Veli / Demine devranına hu diyelim / Hu”
(Şapolyo, 1964, 330; Kocadağ, 1996, 78)
Yeniçeri
inancına göre, orta ve bölük kazanından başka, bir de Hacı Bektaş-ı Veli’nin
içinde çorba pişirdikten sonra hediye ettiğine inanılan kazan (Kazan-ı Şerif)
vardır. İnanışa göre bu kazan kaldırılıp yerine su dökülürse dünya alt üst
olacaktır (Uzunçarşılı, 1988, 259). Ocak ile tarikatın bağını gösteren bir
diğer gelişme ise, II. Viyana kuşatmasında esir alınan Kont Marsigli tarafından
aktarılmaktadır. Kont, Yeniçeri Ağasının Divan’da Hacı Bektaş’ın adı geçtiğinde
sürekli ayağa kalktığını söylemektedir (Birge, 1991, 85). Ayrıca Ağa Kapısı’nda
Hacı Bektaş-ı Veli’nin ruhu için dua okutulduğu da bilinmektedir (Uzunçarşılı,
1988, 398, 621).
I.
Süleyman, Nemse Savaşında askerin gayretsizliğini görmesi üzerine Pirevinde
Hacı Bektaş evladı olarak bulunan Şeyhi getirterek ocağı yeniden dualattırır,
ocağa manevi bir güç vermeye çalışır. Bunun üzerine Yeniçerilerin ‘Biz artık
Hacı Bektaş Köçekleri olduk’ dediği aktarılmaktadır (Gölpınarlı, Vilayetname,
126). III. Selim de saltanatının ikinci yılında (1789) Yeniçerilerin sadakat ve
cesaretini dilerken onlara “Hacı Bektaş Köçekleri” şeklinde hitap etmiştir.
Ayrıca Yeniçeri birliklerinin bir üyesi olarak yazılan her askerden Hacı Bektaş
Yolu’na iman yemini alındığı bilinmektedir (Birge, 1991, 85). 1822 tarihli
Yeniçeri askerinin terhis belgesinin çevirisinde “Oniki İmam, Oniki tarik,
üçler-yediler-kırklar” gibi Bektaşi ritüelinde yer bulan ifadelere
rastlanılmaktadır (Birge, 1991, 86).
Yeniçeri ve
Bektaşi mezar taşlarında Zülfikar’ın ve Şii etkisi gösteren imgelerin, taşa
işlenmiş simgeleri yer almaktadır. Zülfikar’ın antropomorfik (insan biçimli)
örneklerinden bazıları Yeniçerilerin mezar taşlarında yer almaktadır (Hathaway,
147). Uzunçarşılı (1988) da bazı Yeniçeri Cemaat Ortalarında Zülfikar
sembolünün bulunduğunu bildirmektedir. Mezarlardaki Zülfikar işlemelerinin
sancaklardaki Zülfikar ikonundan çok, Kızılbaş etkisi olan bir Zülfikar
işlemesi olduğu anlaşılıyor.
Yeniçeri
Ordusu Ortalarındaki flamalarında bulunan pençe (el) şeklinin, ayın önüne
yıldız yerine konularak kullanıldığı anlaşılıyor. Bu el ile başparmak: Hz.
Muhammed, işaret parmağı: Hz. Ali, orta parmak: Hz. Fatma, yüzük parmağı: Hz.
Hasan ve serçe parmağı: Hz. Hüseyin’i temsil etmektedir (Dedebaba, 1995, 63).
Yeniçeriler
ile Bektaşi tekkeleri arasındaki ilişkiye ilişkin bir diğer örnek Faroqhi
(2000) tarafından verilmektedir. 1720’li yıllara ait bir belgeye göre, o dönem
tarikatın başında bulunan Şeyh Elvan, Hacıbektaş Zaviyesine bağlı tarikat
vakıflarının düzeni ile ilgili çıkan bir sorun üzerine İstanbul’a gider. Şeyh
Elvan’ın İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında Yeniçeri Ağasının aracılığından
faydalanmış olduğu tahmin edilmektedir. Üst rütbeli olmadığı bilinen Ali Ağa
isimli bir Yeniçeri, aldığı emirle Hacıbektaş Kasabası’na gelerek, şeyh
ailesinin bir ferdinin vakıf idareciliğini üstlenmesini, başka birisinin nazır
tayin edilmesini sağlayarak İstanbul’a dönmesi istenmektedir (Faroqhi, 2000,
116).
Burada
ilginç olan bizzat şeyhin anlaşmazlıklara sebep olan sorunların çözümünün
merkezi idare tarafından istenmesidir. Ayrıca, Yeniçeri Ağası’nın bu konuda bir
şekilde arabulucu taraf olması da anlamlıdır. Bu olayda kadının adının
geçmemesi ve özel birisinin İstanbul’dan görevlendirilmesi de düşündürücüdür.
Osmanlı yönetiminin belki de kadıya güvenmeyerek özel birisini İstanbul’dan
göndermiş olması düşünülebilir ya da kadı da soruna taraf olabileceği için
tarafsız biri gönderilmiş olabilir (Faroqhi, 2000, 116). Bu örneğin dışındaki
bazı durumlarda, taşrada bulunan bazı zaviyelerin şeyhlerinin Hacıbektaş’taki
şeyhin müdahalesini gerçekten de gereksiz bulup onun yerine bölgedeki kadıya
başvurmuş olduklar olaylara rastlanmasın da mümkün olduğu tahmin edilebilir.
Ocağın
tarikata olan etkisi, örneklerde görüldüğü gibi, tersi durumun
gerçekleşebileceği anlamına da gelmektedir. 1655 tarihinde Şekbanbaşılıktan
Yeniçeri Ağası olan Mehmed Ağa’nın ocaktan ağa olmasına karşı ocaktaki Bektaşi
Şeyhi itiraz etmiş olduğundan, Mehmed Ağa üç gün sonra azlolunup yerine Harem-i
Hümayun’dan Çukadar Boşnak Mehmed Ağa tayin edilmiştir (Uzunçarşılı, 1988,
178). Örneği doğru olarak kabul edersek, bu etkinin direk olarak merkez
tekkeden değil de, ocaktaki tekkeden yapıldığının anlamını daha iyi analiz
edebiliriz. Şöyle ki, doğrudan merkez tekkeden yapılan etki, Bektaşi
Tarikatı’nın Yeniçeri Ocağı üzerinde direk nüfuz sahibi olduğunun
göstergesidir. Ancak, ocak içerisindeki Bektaşi Tekkesinden yapılan etki ise,
bu etkinin sadece Bektaşi olma sıfatının ötesinde, aynı zamanda Yeniçeri etkisi
olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Kanımızca bu durumun, Yeniçeriler
arasındaki ağa çekişmesinin bir yansıması olması muhtemeldir.
Cevdet
Paşa, Bektaşilikle ilgisi olmayan bazı Yeniçerilerin ocağı karıştırdığını
bildirmektedir. Buna örnek olarak Haydar Baba’yı verir. İddiaya göre Alemdar
Paşa ve III. Selim olaylarında bulunan ve 99. Orta’da oturan Haydar Baba,
Yeniçeri Ağası İsmail Ağa’nın 1822 yılında azlinden sonra sürgün edilmiştir.
Bursa’ya vardığı sırada Yeniçerilerin huzursuzluk çıkarması üzerine olay
Yeniçeri Ağası Hasan Ağa’ya bildirilir. Haydar Baba’nın ölümüyle olay
kendiliğinden son bulur (Koçu, 1970, 12).
Ocak-Tarikat
ilişkilerine ilişkin tartışmalar, en çok Safevi Devleti’ne karşı yapılan
seferde ve Kalender Çelebi İsyanında yoğunlaşmaktadır. Bu konuya ilişkin
yaklaşımlar, Yeniçeriler Bektaşi etkisindeyse neden Bektaşilerle iyi ilişkiler
içerisinde olan II. Bayezid ya da Kızılbaşlarla sorun yaşamayan Şehzade
Ahmed’in padişahlığını kabul etmeyip I. Selim’i tahta oturttular (Öz G, 1997,
32)? neden Safevi seferinde silah bırakan bazı Türkler gibi silah bırakıp da
Savaşı Şah İsmail lehine çevirmediler (Öz G, 1997, 33)? ya da neden Bektaşi
Postnişini Kalender Çelebi’nin isyanını şiddetle bastırdı (Öz G, 1997, 34)?
şeklinde birkaç başlık etrafında toplanmaktadır. Ayrıca Yeniçerilerin
Anadolu’nun demografik yapısını dahi etkileyecek ölçüde Celali İsyanlarını
aşırı şiddetle bastırdıkları da bilinmektedir (Çamuroğlu, 1994, 42).
Buna
karşılık, ilişkilerinde son derece dikkatli olan Bektaşilerin, Yeniçeriler ile
yakın olmalarının tesadüf olmadığını savunanlar da vardır. XVII. yüzyıldaki
İran seferlerindeki Yeniçerilerin gönülsüzlüğü nedeniyle savaşların çok uzun
sürmesi, İran’a karşı yapılacak sefer ilanı sırasında İstanbul’da ayaklanma
korkusunun yaşanması, Yeniçerilerin cephede savaşa karşı nutuk atan Bektaşileri
koruması gibi Yeniçeriler ile Bektaşiler arasındaki ilişkinin gerçek anlamda
yoğun olduğunu savunan yaklaşımlar da mevcuttur (Çamuroğlu, 1994, 38).
Aslında
çelişki gibi görün her iki yaklaşımın birçok ortak noktası mevcuttur. Her
şeyden önce, Yeniçeriliğin kuruluşunda Bektaşi etkisinin ısrarla vurgulanması
ile Osmanlı Devleti’nin oluşumundaki Bektaşi etkisini ön plana çıkarma gayreti
arasında doğrudan bir ilişki vardır. Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi,
Bektaşiler ile Yeniçeriler arasındaki ilişki, özellikle I. Selim dönemi Safevi
Savaşı ve Kalender Çelebi isyanlarından da anlaşıldığı gibi şekilsellik yanı
ağır basan, yüzeysel bir ilişkidir. Çamuroğlu (1994), Yeniçerilerin Bektaşiliği
sürecinin ciddi anlamdaki başlangıcını, yani iç içe geçişini daha sonraki
yüzyıllarda aramaktadır. Sürecin ciddi anlamdaki başlangıcı her ne kadar XVI.
yüzyılı bulsa da, gerçek anlamda özdeşleşmenin XVIII. yüzyılda gerçekleştiği
anlaşılmaktadır. Öz (1997a)’e göre XVIII. yüzyılda her iki güç kader birliği
içerisine girmiştir. Çamuroğlu (1994)’na göre ise, Patrona Halil İsyanı bu
anlamda bir dönüm noktasıdır. Uzunçarşılı (1988) da, dönüm noktası olarak
Alemdar Mustafa Paşa İsyanını göstermektedir.
Bu bağlamda
dahi, “Bektaşi olmayan Yeniçeri olamazdı” (Samancıgil, 1945, 223); “ocak,
Bektaşi Tarikatı’nın bir nevi seyfi kolu olarak hizmet görmüştür” (Gündüz,
1983, 133) şeklindeki yaklaşımların fazla abartı içerdiğini düşünmekteyiz. Bu
görüşün tam tersi olarak ortaya atılan, ocaktaki Bektaşi Babasının Osmanlı
ulemasını temsil ettiği (Öz G. 1997, 43), sahte bir temsilci olduğu yönündeki
yaklaşımların da aynı oranda gerçekçi olmadığı kanısındayız. Ayrıca,
ocak-tarikat ilişkisini ‘börk’e indirgemenin de sağlıklı bir yaklaşım olmadığı
düşüncesindeyiz.
Özellikle
XVIII. yüzyılda yoğunlaşan ocak-tarikat ilişkisinde genel itibariyle
Yeniçerilerin Bektaşililiği yüzeysel ve şekilsel olarak nitelendirmenin yerinde
olduğu anlaşılmaktadır. Törensel ve bürokratik şekilsel uygulamanın ötesinde
dinsel ve felsefi olarak ciddi bir ilişkinin varolmadığı açıktır. Hacı Bektaş’a
bağlılık, Oniki İmam’ı tanıyıp inanma gibi söylemler, daha çok Yeniçerilerin
söylemsel ve yüzeysel bağlılıklarının ifadesidir (Öz, 1997a, 141, 142). Hacı
Bektaş-ı Veli’nin, Yeniçeri Ocağı’nın piri olması konusunda ve bazı Bektaşi
ritüellerinin dışında, Yeniçerilerin Bektaşilik görüş ve ayinleri ile ne
derecede yakın alaka içinde olduğu, ikna edici bir şekilde ortaya konmuş
değildir. XVIII. yüzyıldan itibaren Bektaşi derviş ve babalarının bazılarının
Yeniçerilerle yakın gündelik ilişkisi olduğu görülmektedir, ancak bu, ocağın
tarikat ile ilişkisinin ve aidiyetinin ne düzeyde olduğu konusundaki temel
problemleri cevaplamaya yetmez (Ortaylı, 2000, 346).
Her iki
örgütlenme arasındaki ilişkinin somut göstergesi olan kışladaki Bektaşi
Babasının misyonunun şekilsel bağlılığı ifade eden makam olmaktan öte bir durum
teşkil etmediğini söyleyebiliriz. Ayrıca Osmanlı Devleti’ndeki son birkaç
isyanda kışla Bektaşilerinin etkin olduğu yönündeki yaklaşımlar da bu durumla
çelişmemektedir. Ocak içerisindeki Bektaşi Babalarının zamanla Yeniçerileri
Bektaşileştirmek yerine, kendilerinin Yeniçerileşmesi (askerleşmesi) sonucunu
doğurmuş olabilir. Bunu, ocağın bozulmasına, yozlaşmasına paralel olarak,
ocaktaki Bektaşi Babalarının da bu yozlaşmadan nasibini almış olabileceği
ihtimali çerçevesinde değerlendirebiliriz.
2.2.3.
Bektaşi Tarikatı’nın Lağvı
Yeniçeri
Ocağı’nın kapatılması ile Bektaşiliğin yasaklanması arasında kronolojik
yakınlığın olması, bizim, tarikatın yasaklanması ile ocağın kaldırılması
arasında ilişki kurmamızı sağlamaktadır. Düz mantık ile hareket ettiğimiz zaman
Bektaşiliğin yasaklanmasını açıklayabilecek iki bakış açısı ortaya çıkmaktadır.
Birincisi;
Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşiliği benimsemiş olması, ocağın kapatılmasına neden
olan eylemlere Bektaşilerin de katılması nedeniyle ocağın kapatılmasının
ardından sıra tarikata gelmiştir. İkincisi; Bektaşilik, bünyesinde yoğun olarak
varolan heterodoks unsurlar nedeniyle, Osmanlı devlet yönetimi ve ulema
tarafından fazla uygun bulunmayan bir tarikattır. Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasının ardından askeri desteğini kaybeden tarikat yalnız kalmış ve
-kurulmasını sağlayan misyonunun da son bulması nedeniyle- yasaklanmıştır. Bu
yaklaşımların hangisinin daha gerçekçi olduğunu anlamak için, tarikatın
yasaklanmasına neden olan unsurları daha ayrıntılı olarak ele almak yerinde
olacaktır.
Cevdet Paşa
(1966), Esad Efendi’ye[42] dayanarak
Bektaşileri “bozuk ve karanlık inanışlı, cahil ve dine aykırı düşüncede
insanlar,” şeklinde tanımlamaktadır. Ayrıca Bektaşilere yönelik diğer ithamlar
arasında namaz kılmamak, oruç tutmamak, içki içmek, Hz. Ali’yi tek halife
bilerek, Hz. Osman ve Hz. Ömer’i benimsemeyerek onlara hakaret etmek, halkı
batıl yola sürüklemek gibi unsurlar sayılmaktadır. Ahmed Cevdet Paşa (236)’ya
göre:
“Bektaşiler, Peygamberlik iddiasından sonra
karışıklığa yatkın olan halkın kalbini çelip kötülüklere sürüklediler.
Özellikle cahil insanlara ve yeniçerilere sokulup işledikleri kötülüklerle
onları da baştan çıkarıp isyan edecek duruma soktular. Osmanlı topraklarının
her yerinde öncesi ve sonraki kanun yolu ile idam edilmeleri, devleti
sevenlerin amacı idi.”
Anlaşıldığı
üzere, Osmanlı Devleti’ni sevmek, Osmanlı topraklarındaki Bektaşileri ‘kanun
yolu ile’ idam edilmelerinin göstergesi halinde sunulmaktadır. Bu yaklaşım, en
azından Cevdet Paşa ya da Esad Efendi’nin kişisel tavırları, sanki yüzyıllardır
birikmiş duyguların birden ortaya atılması gibi bir çıkışı çağrıştırmaktadır.
Cevdet Paşa (235), Bektaşiliğin kaldırılışının ne denli yerinde bir karar
olduğunu vurgulamak amacıyla Şeyh Kalender İsyanını örnek vererek, bu
zümrelerin tarihte Osmanlı Devleti’nin başına ne denli sorunlar açtığını özenle
belirtmektedir.
Sünni
inanca sahip tarikat şeyhlerinin de katılımıyla yapılan ve Bektaşiliğin
hal’inin görüşüldüğü toplantıda Şeyhülislam, şeriatta mekruh olanın, tarikatta
da haram olması gerektiği halde, cahil Bektaşilerin İslam’ın farzlarını yerine
getirmedikleri gibi, bir de küçümsediklerini, dolayısıyla kafir olduklarını
iddia etmektedir (Ahmed Cevdet, 236).
Örneklerde
de görüldüğü üzere, Osmanlı devlet yönetiminin Bektaşi Tarikatı’nı
yasaklamasının gerekçeleri genel olarak Bektaşilerin ehl-i sünnet inancının
takipçisi olmayışları, caiz olmayan eylemlerde bulunmaları ve tüm bu
tarzlarıyla Yeniçeri Ocağı’nı da bozmuş olmaları şeklinde özetlenebilir.
Bektaşilere yönelik bu iddiaların geçerliliğini sorguladığımız zaman, Cevdet
Paşa’nın ‘aykırı düşünce’, ‘haram’, ‘din yolundan sapmış’ gibi ifadeleri
değerlendirirken, Sünni inanca bağlı bir insanın, teolojik ve mistik yapısı
dışarıdan kolay kolay anlaşılamayan heterodoks yapılı, senkretik yanı güçlü bir
tarikatı değerlendirdiğini gözden kaçırmamak gerekir. Eğer bu nokta gözden
kaçırılırsa Bektaşi Tarikatı mensupları her durumda ‘karanlık inanışlı’ ve
‘dine aykırı’ olarak ilan edilebilir. Esad Efendi’nin ‘cahil’ tanımlamasıyla
neyi kastettiğini tam olarak anlayamamaktayız. Söz konusu cehalet Sünni İslam
anlayışına karşı ise, yukarıda bahsettiğim üzere bu kısmen doğrudur. Tüm bu
nitelemelerden de anlaşılabileceği gibi, Bektaşi Tarikatını değerlendiren ve
yorumlayan kimseler Sünni İslam inancına sıkı sıkıya bağlı zümrelerdir. Bu
bakımdan, bu zümrelerin Bektaşilerin inancı ve yapısı hakkındaki
yargılamalarını şüphe ile karşılamak gerektiği kanısındayız.
Diğer
taraftan, Bektaşilerin inançları nedeniyle Yeniçerileri ‘kötü yola
düşürdükleri’ şeklindeki iddiaların doğruluğunun söz konusu olması durumunda,
tarikatın ocaktan önce kapatılmasının ve 1826 sonrasında Bektaşi zümrelerine
karşı uygulanan takip siyasetinin on yıllarca uygulanmasının cevabını
veremezdik.
Bektaşi
Tarikatının kaldırılmasının nedeni olarak gösterilen bir diğer unsur da,
tarikatın Hacı Bektaş’ın yolundan saptığı, dahası tarikatın Hacı Bektaş’ı
istismar eden bir tutum takındığı tezidir. Ancak bu, Bektaşi senkretik yapısına
katılan heterodoks unsurlarla birlikte tarikatın teolojik yanının
güçlendirilmesine yapılmış katkıdan ibarettir. Yani Bektaşilik, değişen zamanla
birlikte geleneğe katılan unsurların de etkisiyle dinsel motiflerini
zenginleştirmiştir. II. Bayezid’in XVI. yüzyılın başında örgütlenmesine önayak
olduğu Bektaşilik ile XVIII. yüzyılın başındaki Bektaşilik arasındaki fark
uçurum değildir. Dolayısıyla ‘yoldan çıkma’ ile kastedilen unsurların temelinin
atılmasına II. Bayezid yardımcı olmuştur. Öte yandan Bektaşiliğe yönelik
ithamların temelinin daha eskilere dayandığı anlaşılmaktadır. XVIII. yüzyıl
yazarlarından Vassaf Hüseyin’in “Sefinet-ül Evliya”sında, bir takım olaylar ve
yorumlarla Bektaşilerin zındıklığının ispatına gayret edildiği görülmektedir
(Ortaylı, 2000, 346).
Çelebi
Cemalettin Efendi, Bektaşiliğin yasaklanmasına gerekçe olarak gösterilen Şeriat
karşıtı tutumlar konusunda savunma verme ihtiyacı hissederek, namaz ve oruç
konusunda dine uygun görüş bildirmektedir. Çelebi’nin söylemleri, Hacı
Bektaş’ın Sünni tasavvufçu bir din adamı olduğunu, Bektaşiliğin de aynı şekilde
Sünni bir tarikat olarak kurulduğunu ve sonradan yabancı unsurlar nedeniyle
bozulduğunu ortaya koyar niteliktedir (Şahin, 1995, 338). Cemalettin Efendinin
konumu ve misyonu itibariyle, yaptığı tespitin geçerliliğinin olduğunu
düşünmemekteyiz.
Enver Ziya
Karal (1994, 150)’ın “Bektaşiler, Yeniçeriler gibi her türlü yeniliğe
düşmandılar” şeklinde görüşü vardır ki, bu yargıya nasıl ulaştığı konusunda
fikir sahibi değiliz. Ancak, Bektaşiliğin dinsel ve senkretik yapısı itibariyle
değişime ve yeniliğe en açık tarikat olduğunu söyleyebiliriz.
Bektaşi
Tarikatı’nın ilga edilmesinin nedenleri arasında gösterilen bir diğer yaklaşım
da, Bektaşilerin İslam ile bağdaşmayan faaliyetlerde bulunmaları nedeniyle
Yeniçerileri ‘isyan edecek duruma sokma’larıdır. Oysa iyi bilinmektedir ki, son
Yeniçeri isyanının başarısızlıkla sonuçlanmasının önemli nedenlerinden birisi,
ulema, medrese ve üst düzey bürokratlar gibi kurumların isyanı desteklememiş
olmalarıdır. Durum böyle iken, Yeniçeri isyanının tüm sorumluluğunu Bektaşi
Tarikatına çıkarmak istenmesinin nedenlerini başka yerlerde aramak gerekir.
Zira, isyana desteği olan tarikatların kapatılması gibi bir uygulama Osmanlı
Devleti tarihi boyunca uygulanmış olsaydı, belki de sadece birkaç dinsel
yapılanma varlığını sürdürürdü. Ayrıca yine, isyana destek veren kurumları
kapatarak cezalandırma geleneği uygulansaydı, öyle sanıyoruz ki ulema bu
süreçten daha zararlı çıkardı. Çünkü diğer Yeniçeri isyanlarında -başta ulema
olmak üzere- bizzat devlet yönetim organlarının kendisi aktif ya da pasif
olarak rol almıştır.
Diğer
taraftan Yeniçeri isyanı sırasında aktif olarak bulunmuş şahısların
cezalandırılması gibi bir yöntem izlenebileceği halde, tüm tarikatın
yasaklanmış olması, Bektaşiliğin de hedeflerden birisi olduğu gerçeğini akla
getirmektedir. Zira, Osmanlı devlet yönetimi tek tek suçluları bulmanın mümkün
olmadığı iddiasıyla tarikatı olduğu gibi kapattığını ifade etmektedir ancak
gerçekte devletin suçluları tek tek aramaya niyetinin olmadığı da açıktır.
Çünkü zaten ‘bunların bütün olarak şeriata aykırı eylemleri bilinmekte’dir.
Bektaşi
Tarikatı’nın yasaklanma kararının çıktığı toplantıda ulemanın bir kısmı,
Bektaşilerin bütün olarak şeriata aykırı eylemleri bilinmekle birlikte, kişi
olarak her birinin işlenen suçtaki payının ispat edilememesi ihtimali
olduğundan, tümü hakkındaki şeriat yargısının ne olabileceğini sorar. Yanıt
tamamının katlinin uygunluğu yönündedir, ancak birkaç kişilerin idam edilmiş
olmasından, şeriatın bu biçimde yorumlanmasının kabul edilmediği sonucu ortaya
çıkmaktadır (Berkes, 1973, 144).
Fetvanın
tam olarak uygulanmadığı görünmekle birlikte böyle bir fetvanın suçun
kişiselliği ve dine uygunluk açısından tezat oluşturduğu açıktır. Durum
böyleyken ve bu gerçeğin bilinmesine rağmen yine de fetvanın verilmiş olması,
II. Mahmud’un da toplantıyı dinlediği göz önüne alınırsa, lağv kararında dinsel
motiften çok siyasi yanının kuvvetli olduğu tezini güçlendirmektedir.
Yeniçeri
ortalarının hatırı sayılır zabitlerinin kahvehanelerinin açılış töreninde bir
Bektaşi babası yer alır, Gülbank çekilir ve böylelikle kahvehane takdis edilmiş
olur. İstanbul’da, Bektaşilerin Yeniçerilere ait kahvehane, dükkan ve bunların
yaşadığı veya vakit geçirdiği hanlarda, siyasi sohbet ve dedikoduların başını
çektiği anlaşılmaktadır. Bektaşilerin bir kısmının halkın gözünden düşmesinde,
son dönem Yeniçeri kahvehanelerinin rolü olduğu düşünülebilir (Ortaylı, 2000,
348).
Osmanlı
devlet yönetiminin Bektaşi Tarikatını lağvetmesinde etkili olduğu düşünülebilen
bir diğer gerekçe olarak, Yeniçeri Ocağının yıkılışına karşı protesto
ayaklanmalarını kışkırtma ihtimali olması gösterilebilir (Lewis, 1970, 80).
Bektaşi Tarikatının yasaklanmasının yerinde bir karar olduğunu düşünenlerin ele
aldıkları olgulardan arasında, tarikatın Yeniçerilere yüklenen tüm sorumluluğa
ortak edildiği tezi gösterilebilir. Ancak bu tespitin ağırlığında, Bektaşiliğin
tavrını yadırgayan ve hazmedemeyen bir idareci ve kuralcı zümrenin rolü de söz
konusudur (Fığlalı, 1990, 208).
Bektaşi
Tarikatının kapatılmasının nedeni ile Yeniçeri Ocağının yasaklanması arasındaki
ilişkiyi fazlasıyla ileriye götüren Gülağ Öz (1997, 67), ocağın kaldırılmasını
tarikatın lağvı için bir bahane olarak görmektedir. Bu anlamda, asıl amaç ocağı
değil de tarikatı kaldırmaktı, demek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Ancak, ocağın
kaldırılması, tarikatı sevmeyenler ve hazmedemeyenler için bulunmaz bir
bahaneydi ve onlar da bunu sonuna kadar kullandı demek, yanlış olmaz
kanaatindeyiz.
Yukarıdaki
örneklerini de verdiğimiz üzere, Bektaşilere yönelik suçlamalar çoğunlukla,
Bektaşilerin Sünni dinsel öğreti dışında eylemlilikte bulunmaları üzerinden
yapılmıştır. O halde şu soruyu rahatlıkla yöneltebiliriz: Madem Bektaşilerin
her zaman Şeriata karşı duruşları mevcuttu da, neden 1826’da kaldırıldı?
Elbette ki bunun yanıtını ocak ile tarikat arasındaki dirsek temasında
bulacağız. Osmanlı devlet yönetiminin, bu yakınlıktan rahatsız olmasına rağmen,
yüzyıllardır Bektaşi Tarikatı ile ilgili olarak radikal önlemler almadığı
düşüncesindeyiz.
Nihayet 8
Temmuz 1826 (2 Zilhicce 1241) tarihinde Saray-ı Hümayun Camii’nde ‘Bektaşi
Tarikatının durumu’ konulu bir toplandı düzenlenir. Padişah II. Mahmud’un kafes
arkasından izlediği toplantıya Nakşibendi, Mevlevi, Halveti, Celveti, Sadiyye
gibi birçok tarikatın temsilcisinin yanında sadrazam, eski ve yeni Şeyhülislam
gibi önemli devlet adamları da katılır (Cevdet Paşa, 1966, 236). Sadrazam ilk
sözü alarak tarikat müridlerinin İslam’ın farzlarını yerine getirmemesi gibi
örneklerin eşliğinde katılımcılara fikirlerini sorar. Katılımcılar önceleri “O
tarikat adamları ile ilişkilerimiz olmadığı için durumlarını ve tutumlarını
bilmeyiz”[43] demekle
birlikte daha sonra, duydukları ehl-i sünnet dışı eylemlerden örnekler verirler
(Cevdet Paşa, 1966, 237). ‘Öldürülmeleri vaciptir’ kararının ardından lağv ve
cezalandırma işleminin nasıl olacağına dair konuşmalar yapılır.
Üsküdar ve
Eyüp başta olmak üzere altmış yıldan önce yapılmış olan Bektaşi Tekkelerinin
diğer tarikat ileri gelenlerine tahsis edilmesine, altmış yıldan sonra yapılmış
olanların da yıkılmalarına, tekkelerde bulunan cami, mescid ve medreselerin
aynı amaçla kullanımının devam edilmesine karar verilir. Her iki grup
tekkelerde bulunan Bektaşi Baba ve müridlerinin dinsel açıdan ‘düzelmesi’ için
Hadim, Birgi ve Kayseri gibi ulemanın yoğun olduğu yerlere sürgün edilmeleri
yönünde görüş bildirilir (Cevdet Paşa, 237).
Tamamı
Sünni dinsel öğretiye bağlı olan tarikatlardan Mevlevi, Nakşibendi, Halveti
Sadiyye, Celveti ve Kadirilerin temsilcilerinin hazır bulunduğu bu toplantıda,
heterodoks yapılı bir tarikatın geleceği hakkında verilen kararın olumlu
olmasını beklemek -tarikatlar arası rekabetin varlığını da düşündüğümüz zaman-
sanıyoruz ki aşırı iyi niyetli olmak anlamına gelmektedir.
Burada
dikkat edilmesi gereken nokta, Bektaşiliğin kapatılması kararını II. Mahmud’un
tek başına almadığı gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Dedebaba (1995, 31),
tarikatın kapatılmasını ve Bektaşilerin ağır cezalara maruz bırakılmasını büyük
oranda diğer tarikat mürşitlerinin eseri şeklinde lanse etmektedir. Aslına
bakılırsa bu yüzde yüz doğru bir yaklaşım değildir. II. Mahmud’un inisiyatifi
dahilinde olmadan böyle bir karar alma sürecinin işlemesi söz konusu değildir.
Diğer taraftan, ehl-i sünnet tarikat mensuplarının -her ne kadar inisiyatifleri
sınırlı ise de- Bektaşiliğin lağv sürecindeki karar alma organlarında durumdan
vazife çıkardığını düşünebiliriz. II. Mahmud’un Bektaşi Tarikatıyla ilgili
kararın alınması görevine diğer tarikat ileri gelenlerini atamasının,
iktidarların önemli kararlara ortak sorumlu arama tavrından kaynaklanmış
olabileceği kanaatindeyiz (Çamuroğlu, 1994, 37).
1826 SONRASI BEKTAŞİLİK VE OSMANLI YÖNETİMİ
3.1.
BEKTAŞİ TEKKE, VAKIF VE
ŞEYHLERİNİN DURUMU
Bektaşiliğin
yasaklanmasıyla birlikte tarihe, ‘Osmanlı Devleti tarihinde ilk kez bir tarikat
kapatılmıştır’ notu düşülmüştür. Kapatma kararı, Bektaşi vakıf, tekke ve
şeyhlerinin sıkı takibi ile desteklenmiştir.
İstanbul
tekkelerindeki babalar ve müridleri tutuklanarak darphane mahzenine
hapsedilirler. Kıncı Baba, İstanbulağasızade Ahmed Baba ve Salih Baba idam
edilirler. Diğerleri Şeyhülislam Efendi tarafından iman yoklamasına çekilerek
Sünnilikleri kontrol edilir. Yapılan sorgular neticesinde idam edilmeyen
Bektaşilerin İslami ilimlerde derin bilgileri olmamakla beraber zındık ve
mülhid olmadıkları anlaşılır, fakat siyaseten hepsinin sürgününe karar verilir.
Rumelihisarı’nda Şehitlik tekkesinden Mahmud Baba ile yedi nefer müridi
Kayseri’ye, Öküz yada Paşalimanı tekkesindeki Ahmed Baba ve Kazlıçeşme
tekkesindeki Hüseyin Baba ikişer nefer müridleriyle Hadim’e, Karaağaç
tekkesinden o tarihte aynı zamanda ‘Hacı Bektaş Vekili’ olan İbrahim Baba ile
sekiz nefer müridi, Sütlüce tekkesinden Mustafa Baba ve Eyüp’te Karyağdı
Tekkesinden Mustafa Baba üç nefer Bektaşi ile Birgi’ye, Karaağaç Tekkesinde misafir
olan Yusuf Baba Amasya’ya, yine misafirlerden Ayıntablı Mustafa Baba
Güzelhisar’a, Kıncı’nın kardeşi Mehmed Baba, Çamlıca Tekkesinden Mehmed Baba ve
Merdivenköyü tekkesinden diğer Mehmed Baba dört nefer müridi ile Tire’ye
gönderilirler (Ahmed Cevdet, 1966, 238; Birge, 1991, 89). Sürgünlerin Hadim,
Birgi ve Kayseri gibi ulemanın etkili olduğu yerlere yapılmış olması,
Bektaşilerin sıkı kontrol altında tutulmak istendiğinin göstergesidir.
İstanbul’da
kalan diğer Bektaşilerin -takip siyasetinden daha az etkilenmek adına- Sünni
kılığına girerek takiyye yaptığı anlaşılıyor. İzzet Molla Bektaşilere yönelik
uygulanan takip siyasetini şu dizelerle dile getirmektedir: “Ağalar eyledi
cehiyme sefer / Çaldı Bektaşiler de göç borusun” (Ahmed Cevdet, 1966, 238).
Bektaşi
Tarikatının kapatılması, bazı ulema ve diğer tarikat mensuplarının,
hoşlanmadıkları kimselerin gözden düşürülmesine zemin hazırladığı anlaşılıyor.
1826 sonrası süreçte Bektaşi olmak o kadar suç teşkil eden bir durum arz ediyor
olmalıdır ki, insanların hırsları ve düşmanlıkları yüzünden Bektaşilikle
ilgisiz kimseler ‘Bektaşi’ diye ihbar edilmektedir.
Cevdet Paşa
(239), Bektaşilerin sıkı bir şekilde arandığı sırada Beşiktaş Cemiyet-i
İlmiyesi[44] olarak
bilinen özel bir ilmi grubun üyeleri olan Melekpaşazade Abdülkadir Bey, eski
vakanüvis Şanizade Mehmet Ataullah Efendi[45] ve defterdar
İsmail Ferah (Ferruh) Efendi gibi isimlerin Bektaşilikle suçlanarak Manisa,
Menemen, Bursa gibi yerlere sürgün edildiklerini bildirmektedir[46]. Ancak Ferah
Efendi, o dönemde Tefsir-i Mevakip adlı eseri yazmakla meşgul olduğu için,
padişahın emriyle eserini tamamlamak üzere sürgün yeri Kadıköy olarak
değiştirilmiştir. Murat Mollazade Arif Efendi de bu yolla suçlanır ve
İstanbul’a ayak basmamak üzere Aydın Güzelhisar’ına sürgün edilir. Cevdet Paşa
(239), bu konuya ilişkin tespitini şu şekilde bitirmektedir: “Bunların Bektaşilikle
hiç ilgi ve ilişkileri yoktu”. Ayrıcı, devlete karşı açıkça tavır takındığı
iddia edilen sarraf Şabçı Yahudi Bektaşilikle itham edilerek idam edilmiştir.
Şabçı Yahudi’nin idamından sonra bütün mallarına devletçe el konulmuştur
(Mutlu, 25). Örneklerde görüldüğü üzere, birbirlerine karşı düşmanlık besleyen
insanlar, hasımlarını Bektaşi olmakla ‘suçlayarak’ ceza almalarını
sağlamaktadırlar. Bu gibi örnekler o dönemde Bektaşi olmanın ne denli takibe
maruz kalınabileceğinin ipuçlarını vermektedir.
Bu süreçte
Bektaşi olmadıkları halde isimlerinin sonunda ‘baba’ unvanı bulunan pek çok
şeyh de aynı akıbete uğrayarak sürgün edilmiştir. Örneğin, Halep’teki Bayram
Baba Tekkesi kapatılarak mallarına el konulmuş, daha sonra ise bu tekkenin
Halveti’lere ait olduğu anlaşılınca, 1831 yılında yeniden açılarak şeyhliğine
Abdulhamid Dede tayin edilmiştir (Boz, 1999, 88).
Bektaşilere
yönelik olarak uygulanan takip siyaseti öyle bir boyuta varmıştır ki, Yeniçeri
isyanı sırasında hapiste olmalarına rağmen, 15 kişi daha sonra tutuklanarak
diğer Bektaşiler gibi Şeyhülislamın sorgusuna çekildikten sonra yedi tanesinin
ehl-i sünnet olduklarına kanaat getirilerek serbest bırakılmasına, diğer sekiz
tanesinin ise bozuk itikatları sebebiyle ayrı ayrı yerlere sürgün edilmelerine
karar verildiği anlaşılmaktadır (Ayar, 1998, 42).
II. Mahmud,
Rumeli’deki Bektaşi Tekkelerinin yıkımının ve Bektaşilerin durumlarının
kontrolünü sağlamak amacıyla Hacı Ali Bey ve ulemadan Pirlepeli Ali Ağa’yı [47]; Anadolu
tekkelerini yıktırmak için de Cebecibaşı Ali Ağa ve müderrislerden Çerkeşi
Mehmed Efendi’yi 1 Ağustos 1826 tarihinde memur tayin etmiştir[48] (Uzunçarşılı,
1988, 572). Hacı Bektaş Kasabası’ndaki Pirevi Külliyesi’ndeki camiye
‘Nakşibendiyye Camii’ adı verilirken, buradaki tekkeye de Nakşibendi şeyhi
Kayserili Şeyh Mehmed Said Efendi atanmıştır. Son Bektaşi postnişini olan
Hamdullah Efendi ise 1828 yılında Merzifon’a sürülmüştür (Gündüz, 1997, s. 19).
Diğer taraftan II. Mahmud 1827
yılında, Hacı Bektaş Veli Vakfı yönetimini Nakşibendi Tarikatı ilkeleri
doğrultusunda yönetmesi koşuluyla Hamdullah Efendi’nin kardeşi Veliyüddün
Efendi’yi görevlendirdiği doğrultusunda bir berat verir: “... kötünün ortadan
kaldırılmasıyla Nakşibendi Tarikatı usulü yerine getirilmek koşuluyla adı geçen
kardeş Seyyid Veliyüddin’e .................................................................. görev.. belgesi
gereğince bu
beratı verdim” (Öz B., 1997b, 93). Bektaşi Veliyüddin posta oturtturulurken,
zaviyeyi Nakşibendi usulüne göre yönetmesi konusunda ‘uyarılır’. Veliyüddin’in
1828 yılında ölümüyle Nakşibendi şeyhi Mehmed Said Efendi’nin ataması yapılır
(Ulusoy, 1986, 94).
Devletin
her tarafında, özellikle de Rumeli’de yaygın olan Bektaşi tekkelerinin bir
kısmı cami, medrese ve mekteplere tahsis edilmiş, bir kısmı da özellikle
Nakşibendilerin kontrolüne verilmiştir (Gündüz, 1997, 19). Böylelikle Bektaşi
tekkelerinin ‘ıslah edilip ehli sünnete’ kazandırılması kararlaştırılmıştır (Öz
B., 1997a, 180).
II. Mahmud,
‘bunu kendimize iş edinip bu din sapkını topluluğu yok etmeye çalışacağız’
diyerek, idam edileceklerin hemen öldürülmelerini, bağışlanması istenilenlerin
ise sürgün edilmelerini buyurur (Öz B., 1997a, 180). Sanırız Bektaşilerin takip
işinin gevşek tutulmuş olmasından dolayıdır ki, padişah bu işin yakından
izlenmesi ve Bektaşiliğin tümüyle yok edilmesini sadrazamlık katından tekrar
ister. Ancak II. Mahmud’un sadrazamından kimi Bektaşilerin araştırılmasını ve
gereken cezanın verilmesini istediği fermanında “. Ben sana söyler iken
rüzgarın şiddetli olmasından ve camların vurmasından işitememişsin...”
ifadelerinden üslubunun fazlasıyla sertleştiğini söyleyebiliriz (Öz B., 1997b,
91).
Padişahın
Bektaşilik işinin ağır çözüldüğü ve daha hızlandırılması yolunda sadrazamına
verdiği buyrukta üslubunun daha da sertleştiği görülmektedir:
“. Şöyle böyle denilerek bunların yerine getirilmesi pek gecikti..
Denetçileri görevden uzaklaştırasın. Birçok yasaların uygulanmasına izin
vermeme karşın, yine yüzüstü bırakılıyor. Her ne kadar işler çoksa da, birine
bir düzen verilmeden başkalarına başlanıyor, işler arapsaçına döndüğünden bir
kat daha zorlaşıyor. Zecriye maddesi nasıl oldu?... her biri[49] hizmet beğendireyim diyerek
işleri birbirine dolaştırıyorlar. Şimdiye kadar bir şey söylenmediğinden
aşırıya gitmeye başladılar. Sonunda kızacağımı düşünmüyorlar mı?... Sonra şöyle
oldu, böyle oldu sözlerini dinlemem.” (Öz B., 1997b, 94).
Sadrazam
Selim Paşa, Bektaşi takibi meselesinin ağırdan alınmasında şeyhülislamı sorumlu
gördüğünden olsa gerekir ki, takip işi için şeyhülislamın bizzat padişah
tarafından görevlendirilmesini ister. Bunun üzerine II. Mahmud, Bektaşiliği
ortadan kaldırmak için veziriazamına gönderdiği buyrukla şeyhülislamı
görevlendirmektedir:
“Benim vezirim... Bektaşilerin, tarikat
şeyhleri, Kuran hocaları ve şeriat memurları, mahalle imamları gibi yansız
kişilerden oluşan inceleme-araştırma kurulları yoluyla durum incelenerek baskı
ve korumanın dışında tutularak, haklarında şeri yasalar neyi gerektiriyorsa onu
uygulayarak, yoksul-zengin ayrımı yapılmaksızın hangi sınıftan olursa olsun
eşit tutularak, şu Bektaşi fesadı maddesinin ehli sünnet arasından tümüyle
temizlemek için şeyhülislamlığın bu işi üstlenmesi buyruğumuzdur. Bu Bektaşilik
fesadının Muhammed ümmedi arasından kaldırılmasına birlikte çaba ve özen
gösteriniz.” (Öz B., 1997b, 91)
II. Mahmud,
Bektaşiler ve tekkeleri hakkında nasıl işlem yapılacağı konusunda ülkenin
değişik yerlerine gönderdiği buyrukta tarikatın neden yasaklandığını
belirttikten sonra, şeriatın gereği olarak bütün Bektaşi tekkelerinin
yıkılmasını, tekke vakıflarının iptal edilmesini, bu arazi ve vakıfların
devlete (Beytülmal) döndürülmesini aldığı iki adet fetva eşliğinde emretmektedir
(Öz, 1997b, 88).
Olayların
gelişim seyrine ve II. Mahmud’un Bektaşi takibatının çok ciddiye alınması
konusundaki uyarılarına bakılırsa tarikatın yasaklanmasını isteyen ana unsurun
saltanat ricali olduğunu söyleyebiliriz. Kıncı Baba yargılanırken, hangi dine
mensup olduğunun sorulması üzerine müritleriyle birlikte kelime-i şehadet
getirince, “yeis halinde iman makbul değildir, öleceğini anladığı için şehadet
getirdi” denilerek ölümüne karar verilmiştir (Sezgin, 1995, 165). Bu gibi
durumlar kararın daha çok siyasi bir uygulama olduğu gerçeğini
pekiştirmektedir.
Yeniçeri
Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye
ordusuna kayıt yaptıran bazı eski Yeniçeri askerinin ‘yeniçeriliği yeniden ihya
etmek’ gibi sözler konuşmalarının anlaşılması üzerine takibata alınır ve
bunlardan birkaçının sorguları neticesinde Bektaşi kıyafetinde bir adamla
sohbetler ettiği öğrenilir. Daha sonra bu askerler savaş divanına verilerek
öldürülür (Ahmed Cevdet, 245). Bu tür olaylardan yola çıkarak, Bektaşi
dervişleriyle, 1826 sonrası yeni kurulan orduya kayıt yaptıran bazı eski
Yeniçeri askerlerinin ilişkilerini canlandırma gayreti içinde oldukları
sonucunu çıkarabiliriz.
Bu arada,
Bektaşilerin bir kısmının ehl-i sünnet inancına sokulması ve denetim altında
tutulması amacıyla sürgünlerin Kayseri gibi ulemanın etkin olduğu bölgelere
yapıldığı konusuna yukarıda değinmiştik. 1827 Temmuzunda Kayseri’ye gönderilen
bir fermanda;
“Bir müddetten beri bazı erbab-ı Rafizin Hacı Bektaş-ı Veli’ye mensubiyet
davasıyla şer-i şerife ve dört halifeye zebandirazlık misullu hareketleri ve
bunların çoğaldığından bahisle, tekkelerinin yıkıldığı, kimine siyaset
uygulandığı, kimi sürgün edildiği, emlaklerinin istirdadı lazım geldiği”
bildirilerek,
bunların cami ve mescidlerde evkat-ı hamseyi (beş vakit namazı) cemaatle eda
etmelerine dikkat edilmesi emredilir (Ortaylı, 2000, 347). Anlaşılan odur ki,
takiyye yapmak zorunda bırakılan Bektaşiler, sürgüne gönderildikleri yerlerde
ehl-i sünnet dışı inançlarını hala muhafaza etmektedirler.
Hamdullah
Efendi, sürgünde bulunduğu sırada 1846 yılında Amasya’da ölmüştür. Mehmet
Hamdullah Çelebi’nin, Amasya’ya sürgününden sonra ‘Hasreti’ mahlasıyla şiirler
yazdığı bilinmektedir (Ulusoy, 1986, 93). Şeyh’in bu sıralarda ‘Hasreti’
mahlasıyla şiir yazmaya başlaması anlamlıdır.
Bektaşi
tekkelerinin yıkılması faaliyetine önce İstanbul’dan başlandığı
anlaşılmaktadır. Kapatılan Bektaşi tekkeleri hakkında ayrıntılı bilgi veren
Hasluck (1995)’a göre İstanbul’da on dört Bektaşi tekkesinden dokuzu yıkılmıştır.
Rumelihisarı’nda Şehitlik, Öküz Limanı, Karaağaç, Yedikule, Sütlüce, Eyüp,
Üsküdar, Merdivenköy ve Çamlıca’daki Bektaşi tekkeleri yıkılanlar arasındadır.
Türbeler haricindeki binaların yıkılmasının ardından, tekkelerin ve müsadere
için malların defterlerinin tutulmasının ardından raporların hükümete
sunulduğu, bu raporlar doğrultusunda işlem yapıldığı anlaşılmaktadır.
İstanbul’daki
tekkelerin kapatılmasının ardından, 1827 tarihli padişah buyruğuyla,
“Anadolu tarafında olan bütün Bektaşi tekke ve zaviyelerinin yalnız
türbeler yerinde bırakılarak binaların yıkılmasıyla mal, eşya, emlak ve
bunların (dükkan, ev) tarafıma düşenler için kaydedilmiş, yazılmış ve
imzalanmış defterlerinin gönderilmesi...”
istenmektedir
(Öz B., 1997b, 92). Bu doğrultuda kapatılan tekkeler arasında Bektaşilik
açısından son derece önemli olan ve Elmalı’da bulunan Abdal Musa Zaviyesi de
vardır. Tekkenin bütün mal ve emlaklarına el konulmuş, eşyaları satılmıştır.
Zaviyede bulunan görevliler de başka yerlere sürülmüştür. Abdal Musa Tekkesi’nin
Anadolu ve Rumeli’deki Bektaşi zaviyelerinin en büyüklerinden biri olduğunu
düşünürsek, tekkeye ait yapıların fazlalığı daha kolay anlaşılabilir. Tekke
kapatıldığı zaman sahip olduğu binalar şu şekilde verilmiştir: üzeri kurşun
kaplı türbe; üzeri kurşun kaplı bir adet köşk; bir adet hamam; bir adet
çamaşırhane; iki adet misafir odası; dört adet at ahırı; bir adet öküz ahırı;
üç adet mektep odası; üç adet mutfak; on adet ambar; bir adet dükkan[50] (Daşcıoğlu,
25). Tekkede birçok mezar taşı bulunmaktadır. Postnişinlere, dervişlere ve
bunların aile fertlerine ait olan bu taşların bir bölümü 1826’dan önceye
aittir. 1826 süreciyle birlikte Bektaşilerin mezar taşlarının büyük oranda
tahrip edildiği anlaşılmaktadır (Tanman, 1988, 65).
Çeşitli
kaynaklara göre 1826 müdahalesiyle birlikte kapatılan, yıkılan, bağlı
bulunanların sürgüne gönderildiği Bektaşi tekkelerinden bazıları şunlardır;
Anadolu: Haydar Baba Tekkesi, Yatağan Baba Tekkesi, Hazma Baba Dergahı, Ayn-i
Ali Baba Tekkesi, Niyazi Baba Tekkesi, Cafer Baba Tekkesi, İnci Baba Tekkesi;
İstanbul: Şahkulu Sultan Dergahı[51],
Karaağaç Tekkesi, Karyağdı Tekkesi, Perişan Baba Tekkesi, Şehitlik Tekkesi, Akbaba
Tekkesi, İvaz Fakih Baba Tekkesi, Bademli Tekkesi, Yarımca Baba Tekkesi,
Ağlamış Baba Tekkesi[52];
Rumeli: Pınarhisar Tekkesi, Demir Baba Tekkesi, Seyyid Ali (Kızıl Deli) Sultan
Dergahı, Kesriye Tekkesi, Vodorina Tekkesi, Velikiot Tekkesi, Kuç Tekkesi,
Hıdır Baba Tekkesi; Mısır: Kaygusuz Abdal tekkesi, Kasr-ı Ayn Tekkesi (Hasluck,
1995; Melikoff, 1999b; Öz B., 1997a; İzeti, 1998).
Hasluck
(1995), sadece Edirne’de on altı Bektaşi tekkesinin yıkıldığını, tekke
topraklarına ise Anadolu’dan getirilen göçmenlerin yerleştirildiğini
belirtmektedir. Devletin her tarafında, özellikle de Rumeli’de yaygın olan
Bektaşi Tekkelerinin bir kısmı cami ve medreseye tahsis edilmiş, büyük bir
kısmı da birer ehl-i sünnet türbedar atanmak suretiyle başta Nakşibendilik
olmak üzere Kadirilik ve Saadilik gibi tarikatların kullanımına verilmiştir.
Öztürk
(1992), Esad Efendi’den yaptığı alıntıya dayanarak, İstanbul’daki bazı Bektaşi
Tekkelerinin kapatması sırasında alkollü içkilere rastlandığını, dahası içki
şişelerinin ağızlarına, yırtılan Kuran sayfalarının tıkaç yapıldığını ifade
etmektedir. Özellikle Rumeli’deki bazı Bektaşi tekkelerinde alkolün bulunmuş
olması, Bektaşi ritüel ve erkanı açısından anlaşılabilir bir durumdur. Ancak,
Kuran’ın tıkaç olarak kullanılması fikrine şüphe ile yaklaşmakta yarar vardır.
Esad Efendi’nin bu tespitlerini değerlendirirken, kendisinin 1826 sürecinin
kalemşörü olma misyonunu unutmamalıyız. Diğer taraftan II. Mahmud’un,
Bektaşilerin izlenmesinde imamlara da görev verdiğini hatırlarsak durum daha
anlaşılır hale gelir kanaatindeyiz.
geleneğini
kaldırıyorum” (Karal, 1994, 152). II. Mahmud, Bektaşi Tekkelerine yönelik
olarak yayınladığı fermanında ise: “... Ellerindeki tekke ve zaviyeler için ...
önceden verilen arazi vakıfları iptal edilerek, bu arazi ve vakıflar devlete
döndürülecektir” (Öz B., 1997b, 88). Bir tarafta Bektaşi mal ve tekkelerine
müsadere yapan II. Mahmud, diğer tarafta da saltanatın dehşet kaynağı olmasını
istemediği için müsadereyi kaldıran Sultan Mahmud vardır. O halde, II.
Mahmud’un Bektaşiler için müsadere yaparken, devleti Bektaşilerin nazarında
‘dehşet ve korku kaynağı’ haline getirdiği sonucuna ulaşabilir miyiz?
Bektaşi
Tekkelerinin kapatılmasından sonra bütün gelirlerine ve gayrimenkullerine el
konulmuştur[53].
Vakıflar, belirli aralıklarla satılarak hazineye gelir kaydedilmiştir[54]. Satışlardan,
iltizamdan ve emanetten elde edilen gelirler önceleri Asakir-i Mansure-i
Muhammediye’nin masraflarının karşılanması için Mukataat Hazinesi’ne, daha
sonra ise özel bir hazine olarak oluşturulduğunu düşündüğümüz Mansure
Hazinesi’ne gönderilirken; tekkelerin enkazlarının da cami, mescit ve medrese
gibi yapılarda kullanılması istenmiştir (Ayar, 1998, 51, 75, 84, 105). Burada
dikkate değer bir husus ise, tekke ve zaviye vakıfları olan gayrimenkulleri
almaya halkın dini duygularla fazla rağbet etmemesi üzerine bunlar, zaman zaman
gerçek değerinin çok altında satılmış olmasıdır (İpşirli, 1990 56). Yapılan
satışlara daha çok azınlıkların rağbet ettiğini düşünmek yanlış olmasa gerekir.
Örneğin Cuma ve Bucak Bektaşi Tekkelerindeki mülkler Osmanlı yerel
yöneticilerince Koçanalı bir Rum zengine satılmıştır (Öz B., 1997a, 184).
Halkın
Bektaşilere ve Bektaşi mallarına yönelik olarak yaklaşımında Osmanlı
yönetiminin propagandasını etkili olduğunu düşünmekteyiz. Halk arasında
Bektaşiler aleyhinde genel bir düşmanlık havası yaratılmaya çalışıldığı
anlaşılmaktadır (Uzunçarşılı, 1988, 566). Bizzat Cevdet Paşa (1966, 236),
Bektaşilerin kanun yoluyla idam edilmelerinin, devleti sevenlerin amacı
olduğunu belirtmektedir. Böylelikle Bektaşilerin tamamen ortadan kaldırılması
ulusal bir hedef halinde ortaya konulmaktadır ve Bektaşilerin öldürülmesini
amaç haline getirmeyen kimseler, devleti sevmemekle itham edilmiş olmaktadır.
Bu tür yaklaşımların Bektaşiler için halk nezlinde yapılan propagandanın
ulaştığı boyutu gösterdiği düşüncesindeyiz.
Bektaşilere
yönelik uygulanan takip siyasetinin en büyük zararlarından birisi de, yıkılan
Bektaşi Tekkelerindeki birçok yazılı eserin yakılarak yok edilmesidir. Müsadere
edilen sadece tekkelerin gayrimenkulleri değildir, tekkelere ait evrak ve
kitapların bazıları da müsadere edilmiştir (Ortaylı, 2000, 348). Öyle sanıyoruz
ki, imha edilen eserlerin sayısının binlerle ifade edildiği bu sürecin en büyük
zararlarından birisi, Bektaşilik tarihinin yeterince açıklanamayan noktalarını
aydınlatması muhtemel ışığı söndürmüş olmasıdır.
Abdal Musa
Zaviyesinde, o dönemin şartlarına göre oldukça iyi bir kütüphanenin olduğu
bilinmektedir. Bu kütüphanede değişik türden on üçü Kuran-ı Kerim olmak üzere
141 cilt kitap bulunmaktadır. Kütüphanedeki kitaplar incelendiğinde, diğer
tarikatların tekkelerinde bulunabilecek kitapların burada da bulunduğu
görülmektedir (Daşcıoğlu, 1996, 22, 23).
Demir Baba
Zaviyesi, Göbekli Saraç Baba Zaviyesi, Nefer Baba Zaviyesi ve Hızır Baba
Zaviyesi ile Kara Baba Tekkesinde de birer kütüphane mevcuttur. Bu zaviyelerde
bulunan kitaplar Abdal Musa zaviyesindeki mevcut kitaplardan daha azdır. Ancak
kitaplara bakıldığı zaman genelde içerik yönün aynı tür eserlerin varlığı göze
çarpar. Bu eserler ya büyük İslam klasikleri ya da didaktik edebiyat
eserleridir (Daşcıoğlu, 1996, 24). Ancak bu durum, Bektaşilerin Sünniliğine
kanıt gösterilmesi anlamına gelmemektedir. Bektaşilerin, kendilerine ait
kitapların yanında Sünni dinsel öğretiye yönelik kitapların da bulunması,
Osmanlı devlet yönetiminin bir baskısı sonucu olabileceği gibi, bilgi edinme
gereğinin sonucu da olabilir (Öz B., 1997a, 209). Bu arada bazı Bektaşilerin,
Osmanlı Devletinin takibinden en az zararla kurtulmak için ehl-i sünnet dışı
eserlerin bazılarını ortadan kaldırmış olması ihtimali de akla gelebilir.
Ahmet Yaşar
Ocak (1992, 378), Bektaşi Tarikatı’nın ilgasında sadece birkaç küçük tekke
şeyhinin idam edilmiş olmasıyla yetinildiğini belirtmektedir. 1826 sürecinin
Sayın Ocak’ın dediği gibi birkaç Bektaşi Babasının idamıyla sonuçlanmış olması
doğrudur. Ancak ilga, her ne kadar -bilindiği kadarıyla- birkaç idam cezası ile
sonuçlandırılmışsa da bu, Bektaşilere yönelik olarak yapılan baskının az olduğu
anlamına gelmemelidir. Her şeyden önce son Yeniçeri isyanında bulunan suçluları
tek tek bulmanın mümkün olmaması nedeniyle Bektaşilerin tümü hakkında -her ne
kadar tam olarak uygulanmasa da- ‘katli vaciptir’ kararı alınması önemli bir
göstergedir. Ayrıca Osmanlı yönetimi, tarikatı hedef almamış olsaydı tüm
Bektaşi Tarikatı’nı kapatıp, Bektaşilikle ilgili her şeyi yasaklar mıydı?
Bektaşilerin,
tarikatlarını kapatan II. Mahmud’a karşı neler hissettiğini anlamak pek de zor olmasa
gerekir. Zira Bektaşiler, II. Mahmud’un Bektaşi Tarikatının kapatılması
esnasında yetmiş bin Bektaşi’yi idam etmeye yemin ettiğine, fakat kafasını
kesecek kadarını bulamayınca, Bektaşi mezar taşlarının kafalarını sayı
tamamlanana kadar uçurulmasını emrettiğine inanırlar. Ayrıca, İstanbul’da
Divanyolu’ndaki II. Mahmud’un türbesinin önünden ne zaman geçseler, tükürüp
lanet okumanın, onların ananelerinden biri haline geldiği söylenir (Birge,
1991, 92). Bektaşilerin yeniden yerüstüne çıkmasıyla birlikte II. Mahmud’un
anısı, doğal olarak Bektaşileri ürperten bir hal almış olmalı ki, bu tür
söylenceler Bektaşiler tarafından kabul görmüştür.
3.2.
BEKTAŞİLİĞİN VAROLMA
MÜCADELESİ
1826
süreciyle birlikte Balım Sultan dönemi ile başlayan Bektaşi Tarikatı’nın ‘resmi
tarihi’ sona ermiştir. Bu süreç, Bektaşiler için üçüncü evre olan 1826 sonrası
‘gizli yıllar’ın başlangıcı anlamına gelmektedir. Osmanlı heterodoks inanç
geleneğinin en büyük tarikatı olan Bektaşilik, yaklaşık üç yüz yıldan fazla bir
zaman resmi faaliyetini yürüttükten sonra etkinliğini resmi olmayan boyuta
taşımıştır.
Ahmet Yaşar
Ocak (1992, 377), II. Mahmud’un Bektaşiliğe indirdiği 1826 darbesini başka bir
tarikata indirmesi halinde büyük ihtimalle o tarikatın dağılıp gitmesini veya
en azından zayıflamasını olası görmektedir. Ocak, Bektaşilikte bu etkinin
görülmemesini, Bektaşilerin ‘belini doğrultmasını’ ve 1925 yılına kadar
varlığını sürdürebilmesini vakıfların merkeziyetçi yapısına ve ekonomik gücüne
bağlamaktadır. Aslına bakılırsa, söz konusu yasaklı yıllar, Ocak’ın
yaklaşımındaki kadar kolay olmamıştır. Her şeyden önce Bektaşi vakıflarının
tamamına el konulması konusuna yukarıda değinmiştik. Bu, Bektaşilerin ekonomik
gücünden söz etmenin mümkün olmadığı anlamına gelmektedir. Ayrıca Bektaşi
takibi konusunda II. Mahmud’un, başta şeyhülislam ve sadrazam olmak üzere üst
düzey bürokratlara yazı üstüne yazı gönderdiği bir ortamda Bektaşi merkeziyetçi
yapısından söz etmek de tartışmaya açık bir yaklaşımdır. Bu bağlamda,
Bektaşilerin 1826 sürecinden ciddi yara aldığı açık olmakla birlikte, bir
şekilde varlığını devam ettirebilmiş olmasında Bektaşi inanç bütünlüğünün
etkisinin yüksek olduğu kanısındayız.
Bektaşilerin,
tarikatlarının kapatılması olayına karşı geniş çaplı bir isyan hareketi veya
ayaklanma yürüttüklerine dair bir bilgi mevcut değildir. Keza yukarıda
belirttiğimiz üzere Osmanlı Devleti’nin Bektaşilere yönelik takibi öyle bir
boyut almıştır ki, Bektaşilerin cezalandırılması bir yana, Bektaşilik ile
uzaktan yakından ilişiği olmayan insanlar dahi bu süreçten nasibini almıştır.
Böyle bir ortamda Bektaşilerin varlıklarını sürdürebilmek için uygulamaları
muhtemel iki seçenek ortaya çıkmıştır: Varlıklarını, merkezi yönetimin
otoritesinin mümkün olduğunca az etkileyeceğini düşündükleri uç bölgeleri
taşımak; inanç sistemlerindeki tahribatı aza indirmek adına başka tarikatların
kisvesi altında faaliyet yürütmek... Bektaşilerin her iki yöntemi de kullandığı
anlaşılmaktadır.
Ahmed
Cevdet Paşa (328), idam edilenlerin ve sürgüne gönderilenlerin haricinde kalan
insanların şeriat yoluna bağlı olduklarını ve Sünni olduklarını beyan
ettiklerini, ancak dış görünüşleri, tutum ve davranışları itibariyle yalan
söylediklerini ifade etmektedir. Cevdet Paşa’ya göre “Ortada Bektaşi adında ve
kıyafetinde kimse kalmadı”. Öyle anlaşılmaktadır ki Bektaşiler kendilerini
Sünni İslam’ın izleyicileri oldukları şeklinde cevaplar vererek kurtarırlar.
Bu, meşru bir savunma biçimi olarak kabul edilen takıyyedir[55]
(Birge, 1991, 89).
Genel kabul
gören yaklaşım -ki ehl-i sünnet tarikatların da düsturu budur- ‘olduğun gibi
görünmek ya da göründüğün gibi olmak’ iken, Bektaşilikte ise ‘göründüğün gibi
olmamak ve olduğun gibi görünmemek’ esastır (Ergun, 1943, 409). Tamamıyla yok
edilemeyecek kadar yaygın olsalar da, can korkusu onları gizlenmeye götürmüştür.
Açıkça Sünni olan bir ülkede gizlilik her zaman belirli ölçüde zorunlu
olmuştur. Ancak bu zorunluluk 1826 süreci karşısında kesinlikle artmıştır
(Birge, 1991, 93). Bundan ötürü, diğer tarikat kisvelerine bürünmek ve
kendilerini bu tarikatın mensubu gibi göstermekten de bir sakınca
duymamışlardır. Gizlilik ve takıyye ve gibi uygulamalar, belki de Bektaşilerin
varlıklarının sürmesini sağlayan ve inançlarının sonraki nesillere
aktarılmasına yardımcı olan en önemli unsurdur. Böylelikle Bektaşilik, 1826 süreci
ile resmen sona ermesine rağmen fiilen yaşamaya devam etmiştir.
Bektaşilerin,
1826 müdahalesinden kurtulabilmenin ehl-i sünnet inanca sıkı sıkıya bağlı
olduklarını belirtmelerine borçlu olduklarını bildikleri bir ortamda, onları
takıyye yapmakla suçlamak pek yerinde bir itham olmasa gerekir. Çünkü takıyye,
Bektaşilerin varlıklarını sürdürebilmeleri için başvurulması zorunlu bir
yöntemdi.
Tarikata
yapılan müdahale, Bektaşileri kısa bir süre için sessiz kalarak bu dönemi
atlatma eğilimine götürmüştür. Ancak, bu sessizliğin sürekli olması da mümkün
değildir. Nitekim binlerce üyesi bulunan Bektaşilik, zamanla kendisine yapılan
bu davranışı bertaraf edebilmenin ve eski durumuna, eski yasallığına kavuşmanın
yollarını aramıştır (Kara, 1990, 210). Bu sıkı siyasi takibat nedeniyle zor
durumda kalan Bektaşilerin bir kısmı canını kurtarabilmek, bir kısmı da inanç
ve görüşlerini devam ettirebilmek için, bu yöntemi tercih ederek diğer
tarikatların tekkelerine sığınmışlar ve sonra da kendi fikirlerini bu tarikat
mensuplarına benimsetmek yolunu tutmuşlardır.
Ocağın
ilgasını ve tarikatın ocaktan arındırılmasını normal bulan bazı Bektaşiler
tekkelerinin faaliyetine son verilmesini kabullenememiş ve açılması ve
tarikatlarının resmiliğinin tescili için gayret göstermişlerdir (Gündüz, 1983,
172). Tekkelerin kapatılmasından bir yıl sonradan başlayarak, gizli de olsa
birtakım Bektaşi tekkelerini yeniden açma girişmelerinin olduğu ve bu
girişimlerin engellendiği ve hatta bunların da Nakşibendiyye tekkesine
döndürülmek istendiği anlaşılmakta ise de buna izin verilmediği ortaya
çıkmaktadır (Öz G., 1997, 82).
Merkezin
sıkı takibinin etkisinden kurtulmak adına İstanbul dışı yerleri kendilerine
mekan edinen Bektaşiler, 1826 darbesinden sonra merkez olarak Arnavutluk’u
seçmiştir (Fığlalı, 1990, 208). Bosna, Arnavutluk, Yanya ve Girit gibi
yerlerdeki Bektaşiler ve tekkeleri zaten daha rahat bir ortamdaydılar. Bu
yerlerdeki Bektaşilerin toplum ve idare ile bütünleşmesi daha yoğundur ve
lehlerine bir hava vardır (Ortaylı, 2000, 350).
Hareket
serbestliği olan Arnavutluk’un yanında, merkez tekke olan Hacı Bektaş Zaviyesi
de diğer bir çekim merkezini oluşturmaktadır. Vidinli Mahmud Baba, Yambollu
Türabi Ali Baba gibi Baba’lar Hacı Bektaş’ta faaliyet yürütmeye başlamışlardır
(Melikoff, 1999b, 205). Merkezi yerlerdeki Bektaşilerin ise başta Nakşibendilik
olmak üzere daha çok Melamilik, Halvetilik ve Rifailik gibi tarikatların
içerisinde kendilerine yer buldukları anlaşılmaktadır. Dahası Bektaşiler yeni
bir tarikat kolu dahi yaratmışlardır. Halvetiyye’nin kolu olan Uşakkiyye tam
anlamıyla Sünni bir tarikat iken, bunun koluymuş gibi ortaya çıkan ‘nazenin-i
uşakkiyye’ tarikatının Hüsameddin-i Uşaşaki’nin kurduğu Uşakkiyye ile hiçbir
ilgisi yoktur (Ergun, 1943, 410).
3.3.
OSMANLI DEVLET YÖNETİMİ VE BEKTAŞİLİK
Tüm Osmanlı
topraklarında etkinlik gösteren bir tarikatın mensupları olan Bektaşilerin,
tekkelerinin kapatılması karşısında ayaklanma gibi bir eylemliliğe
girişmediklerine diğer bölümde değinmiştik. Ancak Bektaşilerin, lağv olayından
ne kadar bir süre sonra faaliyetlerine başladıkları konusunda elimizde yeterli
veri mevcut değildir.
Bektaşiler,
Abdülmecid zamanından itibaren ‘padişah yasağı üç gün sürer’ atasözüne uygun
olarak tekkelerini yeniden kurmaya, giyim kuşamlarını gizlemek gerekliliğini duymamaya
başladığı, zamanla Osmanlı yönetiminin Bektaşilere yönelik olarak -II. Mahmud
dönemine göre- daha esnek davrandığı görülmektedir (Gölpınarlı, 1985, 153).
Abdülmecid’in iktidarıyla birlikte, II. Mahmud’un sıkı takip politikasının
tersine, diğer tarikat mensupları bir tarafa Bektaşilerin bile takip ve
kontrolüne taraftar olunmadığı görülmektedir. Bu bağlamda Abdülmecid’i, II.
Mahmud’un uyguladığı sert ve kararlı Bektaşi politikasını delen ilk hükümdar
olarak gösterebiliriz. Bu devirde Osmanlı yönetiminin sadece Bektaşilik ve
Melamilik gibi tarikatlarla uğraşmayı terk ederek, tüm tarikatlar üzerinde
gözetleme, denetim ve sınırlayıcı bir mekanizma geliştirir. Tekke devlete
yamanırken, devlet tekkenin gözeticisi ve hami olur (Ortaylı, 2000, 348). Bu tür
veriler bize, temel meselenin Bektaşiliği değil Yeniçeriliği ortadan kaldırmak
olduğunu düşündürmektedir (Kara, 1985, 985).
Abdülmecid’in
Bektaşilere yönelik olarak uyguladığı esnek politika, Birdoğan (1995b)’ın
Abdülmecid’in Arnavutluk’taki Bektaşileri yok olmaktan kurtarmak için fermanlar
çıkarttığı yönündeki iddiasına yol açmıştır. Ancak bu içerikli bir ferman şu
ana kadar yayınlanmamıştır, bu açıdan bu iddiaya temkinli yaklaşmakta yarar
vardır. Temkinli yaklaşmamız gereken bir diğer konu da, Abdülmecid’in eşi Bezmi
Sultan, padişah eşliğine yükselişini Meridvenköy’deki Şahkulu Bektaşi
tekkesinin zeminindeki ‘dilek taşı’nın üzerine çıkmasına bağlaması konusudur
(Birge, 1991, 93). Abdülmecid’e yönelik genel kabul gören yaklaşım Sultan
Abdülmecid’in Bektaşiliğe sempatisi olduğu merkezinde yoğunlaşmaktadır. Bu tür
abartmaların ötesinde Tanzimat Fermanı her din ve mezhep ve özellikle tarikata,
II. Mahmud döneminin tersine, hoşgörünün etkisini göstermektedir (Ortaylı,
2000, 350).
Abdülmecid
döneminde birtakım Bektaşilerin bazı tekkeleri faaliyete geçirerek, buralara
Baba’lar tayin ettikleri bilgisine sahibiz (Ergun, 1943, 410).
Bektaşilerin
saklandıkları yerlerden çıkmaya, tekkelerini yeniden inşa etmeye ve yeni
dervişler toplamaya kesin olarak ne kadar bir sürede başladıkları bilinmemekle
birlikte, varlıklarını devam ettirebilmek adına yürüttükleri faaliyetlerin
verdiği olumlu netice bakımından tarihlerin en eskisinin 1849 yılına ait
olduğunu tespit edebilmekteyiz (Birge, 1991, 92). Gülağ Öz (1997), her ne kadar
Bektaşi tekkelerinin açılış tarihi olarak 1862 yılını gösterse de, tarihçiler
tarafından genel kabul gören yaklaşım 1849 yılıdır. İlk Defa Merdivenköy
Bektaşi Dergahı Halil Revnaki Baba’nın (öl. 1850) gayretleri ile faaliyete
geçtiği düşünülmektedir[56].
Daha sonra da Rumelihisarı’ndaki Nafi Baba (Şehitlik) Dergahı[57] ile Çamlıca Nuri
Baba Bektaşi Dergahı faaliyete geçmiştir (Gündüz, 1983, 147). Ayrıca, Şehitlik
Tekkesindeki Seyit Mahmut tarafından 1849 yılında yazılan ‘Sırname’[58] isimli
bir kitabın var olduğu bilinmektedir (Birge, 1991, 92).
Yaşar Nuri
Öztürk (1992, 197) ise, Bektaşiliğin yeniden gün yüzüne çıkma tarihini II.
Meşrutiyete kadar götürmektedir. Öztürk’e göre bunun nedeni, 1840 Tarikatlar
Bülteni’nde ve Brown’un 1868 yayınlanan İstanbul tekkelerindeki zikir günlerini
gösteren listede Bektaşilikten söz edilmemesidir. Ancak şurası gerçek ki,
Bektaşiliğin Abdülmecid ile birlikte toparlanmaya başlaması demek, resmi olarak
zikir yapması anlamına gelmemektedir. Keza artık Osmanlı Devletinin sonuna
kadar resmi olarak zikir yapılamayacaktır. Bu anlamda tarikatların zikir
günleri arasında Bektaşilerin zikir programının bulunmaması gayet normaldir.
Tarikatın
kapatılmasından sonra Amasya’ya sürülen Mehmed Hamdullah Çelebi’nin kardeşi
olan Veliyettin Çelebi bir yıl postnişinlik yaptıktan sonra 1828 yılında
ölmektedir. Hamdullah Çelebi’nin oğlu olmamasına rağmen Veliyettin Çelebi’nin
ise iki çocuğu vardır. Ailenin fakir düşmesi üzerine Veliyettin Çelebi’nin
büyük oğlu Ali Celalettin Çelebi’ye 1846 yılında vakıf mütevelliliği beratı ve
ardından da evladiyet hissesi verilmiştir (Ulusoy, 1986, 94). Bu hissenin
bağlanması resmi bir postnişinlik ataması anlamına gelmediği, söz konusu
kişilerin Hacı Bektaş-ı Veli’nin soyundan gelmesi nedeniyle evladiyet hissesi
bağlanması şeklinde düşünüldüğü kanısındayız. Ortaylı (2000, 350), 1852
yılındaki bir irade ile Hacıbektaş Dergahındaki postnişinin durumunun restore
edildiği ve dergahın Bektaşilere geri verildiğini iddia etmektedir. Ortaylı’nın
bu bilgiye nasıl ulaştığı konusunda fikir sahibi değiliz. Belki de kastedilen
şey bu tarihten birkaç yıl öncesinde evladiyet hissesinin Ali Celalettin
Çelebi’ye bağlanmasıdır.
1846 tarihi
aynı zamanda Hamdullah Çelebi’nin Amasya’daki ölüm tarihidir. Veliyettin
Çelebi’nin ölümü (1828) ile, oğlu Ali Celalettin Çelebi’nin mütevelli olması
(1846) arasındaki 18 yıllık zaman diliminde Hacı Bektaş Veli Dergahı’nda
bulunan Nakşibendi Şeyhinin postnişinlik görevine vekalet ettiği
anlaşılmaktadır (Ulusoy, 1986, 94).
1850
yılında Charles Mac Farlane adındaki bir İngiliz, Türkiye yolculuğu sırasında
yaşadıklarını kitaplaştırır. Buna göre yazar yolculuk sırasında bir ya da iki
Bektaşi önderiyle ilişki kurmuş ve tarikatın o sırada hızlı gelişmekte olduğuna
ikna olmuştur. Özellikle Bursa ve civarında kalabalık Bektaşi gruplarına
rastlamıştır. Farlane, karşılaştığı tüm diğer gezginlerle aynı kanıyı
paylaşmaktadır, “o zamanlarda Bektaşiler yalnız varolmaya devam etmekle
kalmayıp aynı zamanda Muhammedilerin Ortodoks imanları için bir tehdit
oluşturacak kadar da kalabalıktırlar” (Birge, 1991, 97). Birge’nin bu kanaate
nasıl ulaştığı konusunda fikir sahibi değiliz ancak, bu gelişmelerin
Bektaşilerin 1826 sürecinden sonra direncini belgeleyen önemli bir göstergedir.
Diğer taraftan Bursa’nın o dönem itibariyle önemli bir Bektaşi merkezi olduğu
sonucunu çıkarabiliriz.
Abdülmecid,
1839 yılında yayınladığı fermanla, Sivas’taki Garip Musa soyunun vergi
istemiyle incitilmemesini istemektedir. Bu belgede daha önce de benzer şekilde
fermanların yayınlandığı belirtilmiştir (Öz G., 1997a, 305). 1826 yılında
yıktırılan bir başka tekke olan Sütlüce’deki Bademli Tekkesi, 1855’te
Sütlüce’de bir konak satın alan Münir Baba tarafından yeniden kurulmuştur (Öz
B., 1997a, 193). Abdülmecid zamanında etkinlik kazanan sadece Seyyid Garib Musa
Tekkesi değildir. Arnavutluk’taki Metan Tekkesi, Nemaliye Tekkesi, Premeti
Tekkesi, Greşitza
Tekkesi, Baçka Tekkesi, Hacı Süleyman Baba Tekkesi; Üsküp’teki Süleyman Baba
Tekkesi; İstanbul’daki Eryek Baba (Perişan Baba) Tekkesi Seyyid Mustafa
Baba’nın yardımıyla etkinlik kazanmıştır (Hasluck, 1991; Öz B., 1997a).
Resmi
olarak olmasa dahi fiili olarak yavaş yavaş etkinlik kazanmaya başlayan
tekkelerin birçoğunun Arnavutluk’ta bulunuyor olması, yukarıda ifade ettiğimiz
gibi, Bektaşilerin 1826 serecinden sonra Arnavutluk topraklarını kendilerine
sığınma ve varlıklarını devam ettirme merkezi seçtiği tezimizi destekler
niteliktedir. Bununla birlikte Abdülmecid dönemindeki Bektaşilik eski
günlerinden çok uzaktır. Bu dönemdeki Bektaşiler için en pozitif gelişme
Bektaşi takibinin durmuş olmasıdır.
1826
sürecinden sonraki Bektaşilik için Abdülaziz dönemi ‘altın çağ’ (Öz B., 1997a,
192) olarak nitelendirilmektedir. Bu dönemde Bektaşiliğin yeniden eski haline
dönme yoluna girdiği görülmektedir (Ocak, 1992, 374). Köprülü (1944, 461)’ye
göre ilgadan sonra Bektaşiliğin tekrar ortaya çıkması Abdülaziz zamanına denk
düşmektedir. Tanzimat’tan sonra tekkelerin yeniden açılması sırasında devletin
‘Bektaşilere iade itibar ettiği’, hatta bu konuda ise ‘Sultan Abdülaziz’in
samimi olduğunu göstermek maksadıyla ikrar verip Bektaşi tarikatına girdiği’
bildirilmektedir (Öz G., 1997, 84).
Bektaşi
geleneği genel olarak Abdülaziz’in Bektaşi olduğu yönündeki yaklaşımı
(Eyyuboğlu, 1980, 131; Öz B., 1997a, 188); ya da “tarikata açık bir duygu
yakınlığı olduğunu” (Melikoff, 1999b, 305) kabul etmektedir. Bu yaklaşımı
şüpheyle karşılamakla birlikte, bu noktada önemli olan Abdülaziz’in Bektaşi
olup olmadığı değil, Bektaşilerin Abdülaziz’i Bektaşi görüyor olmasıdır.
Abdülaziz dönemindeki Bektaşi örgütlenmelerini göz önüne aldığımız zaman bu
sahiplenmenin boşuna olmadığını daha rahat anlayabiliriz. Benzer bir durum
Abdülaziz’in annesi Bezmi Sultan için de söz konusudur. Birge (1991, 94), bir
Bektaşi’nin kendisine Abdülaziz’in annesinin Edirnekapı Dergahı’nda Emin Baba
tarafından yola alındığını anlattığını ifade etmektedir.
Gerek
Abdülaziz dönemindeki serbest ortamın etkisi, gerekse Bezmi Sultan’ın
yardımları ile olsun, 1867 yılıyla birlikte Bektaşiliğe yarı-resmi bir nitelik
kazandıracak bir süreç yaşanmıştır. Bu dönemde yayınlanan Bektaşi kitapları
nicelik acısından kayda değer bir ilerleme kaydetmiştir. Azbi Baba’nın kaleme
aldığı Tahmis 1867’de, Eşrefoğlu Divanı ve Nesimi 1869’da basılır. Bu eserler
direk olarak olmasa dahi, Bektaşiler arasında yer bulması nedeniyle son derece
önemlidir. Kitaplar, Osmanlı yönetiminin koruması olmadan yayınlanmasına izin
verilmeyecek niteliktedir (Birge, 1991, 93). 1871’de ise Cavidan’ın
Bektaşilerce yorumlandığı Aşıkname, Cafer Sadık’ın Mehalat’ı ve Hacı Bektaş’ın
Vilayetname adıyla basılır. 1873 yılında İstanbul’un Sünni önderleri, İshak
Efendi’nin Kaşif-ul Esrar’ıyla Bektaşilere cevap verir[59]. Aynı yıl
Bektaşi bakış açısıyla başka bir Hurufi kitabı, Virani Baba’nın Risalesi çıkar.
1876’da Bektaşilerin dikkatli bir savunucusu ve temelde Kaşif-ul Esrar’a bir
cevap olarak Ahmed Rıfat’ın Miratül Mekasıd adlı eseri basılır. Bektaşi
klasikleri arasında gösterilen Hüsniye, Kaygusuz Sultan Risalesi ve Turabi Baba
Divanı bu dönemde yayınlanan diğer eserlerdir (Birge, 1991, 94). Birge
(1991)’ye göre Vilayetname, Aşıkname Bezmi Sultan’ın gizli korumasında, Miratül
Mekasıd ise onun parasıyla basılmıştır. II. Abdülhamid’in tahta çıkışıyla duran
bu süreç, aynı zamanda Bektaşilerin halka açılma patlaması olarak da
yorumlanabilir (Birge, 1991, 94).
Hacı Bektaş
Veli Dergahı postnişini Çelebi Feyzullah Efendi’ye 1871 tarihinde gönderilen
fermanda[60], Hacı Bektaş
Veli Dergahı Şeyhliğinin Feyzullah Çelebi’ye ait olduğu ancak bu görev,
“din hükümlerini, temiz din yasalarını, Nakşibendi yolağına girenleri
yerleştirmek ve Peygamber sünnetine dikkat ederek dine aykırı olan gelenek ve
tavırların kaldırıp Dergahta beş vakit namaz (cemaatle) kılınmasına, dergahta
bulunan müritlerin ahlaklarının düzeltilip nefislerinin ıslah edilmesine gayret
gösterilmesi”
şartıyla
bildirilmiştir (Birdoğan, 1996, 65). Böylelikle Şeyh Feyzullah Efendi[61], Nakşibendiliği
esas almak kaydıyla Hacı Bektaş Veli Dergahına postnişin olarak atanır. Fermanda
kullanılan ifadeler, Abdülaziz’in Çelebi Feyzullah Efendi’ye bu konuda
güvendiğini göstermektedir (Şahin, 1995, 351). Dergah yönetimi Bektaşi Babasına
bırakıldığı halde, uygulanan öğreti Sünni dinsel inancının izlerini
taşımaktadır. Bu fermandan yola çıkarak, Osmanlı siyasal iktidarının Bektaşi
politikasını son derece yumuşamasına rağmen, yine de temkinli davranmayı elden
bırakmadığı sonucuna varabiliriz.
Osmanlı
devlet yönetiminin temkinli tavrını Çelebi Cemalettin Efendi’nin eseri
(Birdoğan, 1996, 65) vasıtasıyla Meclis-i Meşayih’in raporundan öğrenmekteyiz.
Buna göre, Meclis-i Meşayih 1873 tarihinde gönderdiği raporunda Çelebi
Feyzullah Efendi’den, daha önce dedebaba unvanı ile görev yapan Selanikli Hasan
Baba ve yandaşlarının halkı karışıklığa sevk etmesi nedeniyle dergahtan
uzaklaştırılmasını istemektedir. Rapora göre postnişinlik makamını yalnızca
Feyzullah Efendi kullanabilecek ve dergah içi atamalarda sadece o söz sahibi
olabilecektir (Birdoğan, 1996, 65). Bu belgeye göre, çeşitli atamalarla Bektaşi
Tarikatı’nı yeniden canlandırdığı düşünülen Hasa Baba’nın durumu Meclis-i
Meşayih tarafından tehlikeli görülerek, bu ‘başıbozukluğu’ ortadan kaldırması
için - Sünni İslam akidesine bağlı kalması koşuluyla postnişin atadığı-
Feyzullah Efendi’den çare bulunması istenmektedir.
Diğer
taraftan, Abdülaziz’in Çelebi Feyzullah Efendi’yi, dergahı Nakşibendi esasına
göre yönetmek kaydıyla 1871 tarihinde atamasından daha önceleri, Feyzullah
Efendi fiili olarak postnişinliği yürütmektedir. Şöyle ki, Mehmed Hilmi Efendi,
1869 yılında Hacı Bektaş Dergahı seccadenişini Feyzullah Efendi tarafından
Meridvenköy Şahkulu Sultan Dergahı’nın postnişinliğine getirilmiştir (Melikoff,
1999b, 308).
Hilmi Dedebaba[62], Şahkulu’nda
‘mücerredlik erkanı’nı uygulayarak burayı bir Bektaşi Külliyesine dönüştürür
(Melikoff, 1994, 241). 1870 tarihli bir başka atama emrine göre Derviş Hasib
Baba’nın, Karaağaç Dergahı postnişinliğine ataması yapılır. Bu atama belgesi,
Bektaşi Tarikatı’nın bütün motifleriyle süslenmiş, Ekmekçi’den Türbedar’a değin
on iki kişi tarafında imzalanmıştır (Melikoff, 1994, 235).
Ya
Abdülaziz’in postnişinliğe Feyzullah Efendi’nin getirilmesine ilişkin 1869’dan
önce düzenlenmiş bir belge var ve bu belgeye henüz ulaşılamadı; ya da Feyzullah
Efendi’nin postnişinliğe Abdülaziz tarafından getiriliş tarihi gerçekten 1871
olmasına rağmen, Feyzullah Efendi devlet nezdince resmi olmayan bir yöntemle
tekkeler arası koordinasyon görevi yürüterek postnişinlerin, dedelerin ve
babaların atamasını yapmaktadır. Bizce de makul olan ihtimal ikincisidir. Çünkü
öyle görünüyor ki, Feyzullah Efendi, Abdülaziz’in 1871’deki Hacı Bektaş
Dergahı’nın resmi postnişinlik beratından önce, Bektaşi toplumunca postnişin
olarak kabul görmektedir. Yani yarı resmi olarak Bektaşi teşkilatını
yönetmektedir. Bu durumda Abdülaziz’in beratı, fiili durumun resmileştirilmesi
anlamına gelmektedir.
Tekkelerinin
tekrar açılması için Meclis-i Meşayih’e başvurarak izin talep eden Bektaşi
Babalarına verilen cevap yazısında, “... II. Mahmud devrinden beri Bektaşi
türbe ve zaviyelerinin, tarikat-ı aliye-i nakşbendiyye meşayihine tevcih
edildiği” ifadesiyle II. Mahmud’un yaptığı düzenlemelerin geçerli olduğu
gerekçesiyle reddedilmiştir[63] (Kara,
1990, 422).
Buna rağmen
Abdülaziz döneminde ciddi bir Bektaşi etkinliği görülmektedir. Abdülaziz de
1862 yılında kendinden öncekiler gibi, Divriği Kadısından Garip Musa soyunun
vergilerle incitilmemesine ilişkin istekte bulunulmuştur (Öz B., 1997a, 305).
İstanbul’daki Karaağaç Tekkesi 1870 yılında Hasib Baba tarafından açılırken,
Eyüp’teki Karyağdı Tekkesi ise Mehmet Necip Baba[64] tarafından
yeniden açılmıştır. İstanbul’daki Karaca Ahmet Sultan Tekkesi; Anadolu’daki
Şamaspur Tekkesi; Arnavutluk’taki Krahas Tekkesi, Glava Tekkesi, Trepel
Tekkesi, Sianolas Tekkesi; Bosna’da Seyit Baba Tekkesi; Mısır’daki Mukattam
Dergahı Hıdiv İsmail Paşa tarafından Abdülaziz döneminde faaliyete geçen ya da
tamir ettirilen diğer Bektaşi Tekkelerinden bazılarıdır (Köprülü, 1939, 28;
Hasluck, 1991, 26-59; Öz B., 1997a, 328-371). Bu tekkelerin faaliyete
geçmesinde -Tarikata yeniden resmilik kazandırmak amacıyla- orta ve üst
kesimlerdeki kentli insanların yaptıkları bürokratik çalışmaların etkisinden
söz edebiliriz.
Abdal Musa
Tekkesi’nin 1874 yılında Abdülaziz tarafından ihya edildiği bilinmektedir.
Yapılan tamir çalışmaları arasında önünde çatı görünümlü bir ahşap örtü ile
kaplı giriş holü ve lahitler bulunmaktadır (Tanman, 1988, 65). 1874 yılına ait
kitabenin, dergahın yeniden açılış hatırası adına yazıldığı anlaşılmaktadır
(Dedebaba, 1995, 560). Tekkenin faaliyetini yeniden yürütebilmesi için el
konulan malların iadesi konusunda Abdülaziz’e yazılar yazılır. Abdülaziz ise
konuyla ilgilenerek, Elmalı’daki Abdal Musa Zaviyesinin daha önce zapt olunan
arazi, değirmen ve diğer malların iadesine karar vermiştir (Öz G., 1997, 83).
Hasluck,
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Bektaşiliğin canlandığını, bu dönem
İstanbul’unda halkın ‘beşte birinin Bektaşi olduğunu’, XX. yüzyılın ilk
çeyreğinde Arnavutluk’ta 80 bin dolayında ‘nasipli mürit’ olduğunu
belirtmektedir (Hasluck, 1991, 40, 67). Sayının abartılı olabileceği ihtimalini
göz önüne alsak dahi İstanbul’da hala ciddi bir Bektaşi varlığından söz
edilebilir.
II.
Abdülhamid döneminde Bektaşilik ile Osmanlı Devleti arasında fazlaca olumlu
gelişmeler olmaz. Abdülhamid’in tahta çıkmasının ardından Bektaşi yayınlarının
kesildiği, tahttan indikten sonra yeniden yayınların çıktığı görülmektedir
(Birge, 1991, 94).
II.
Abdülhamid zamanında faaliyet yürüten Bektaşi Tekkelerini incelediğimizde,
Abdülaziz zamanında canlandırılan Eryek Baba Tekkesi, bu dönemde faaliyetini
arttırmıştır. Şeyhliği Mehmet Perişan Baba’dan sonra Hacı Hasan Baba ve Hamdi
Baba almıştır. Sultan Abdülaziz döneminde yeniden yapılandırılan Karyağdı
Tekkesi de, faaliyetlerini II. Abdülhamid döneminde devam etmiştir. Seyyid
Mustafa Baba’nın yerine Tokmak baba olarak ünlenen İhlasi Baba geçmiş ve onu
Hafız Baba izlemiştir. Ayrıca Mariçan Tekkesi, Drizar Tekkesi, Kremenar
Tekkesi, Kapani Tekkesi, Osman Zeze Tekkesi, Gulani Tekkesi, Ali Potıvan
Tekkesi, Baruçi Tekkesi, Baçka Tekkesi, Kuç Tekkesi, Reni Tekkesi[65], Haydar Baba
Tekkesi, Hacı Hüseyin Baba Tekkesi, Yusuf Baba gibi arttırılabilecek tekkelerin
bir kısmı tamir ettirilirken, bir kısmı da yeniden yapılarak faaliyete
geçmiştir (Hasluck, 1991, 50-59; Öz B., 1997a, 367-371).
Abdülhamid’in
halifeliğe önem vermek suretiyle Sünni İslam birliğini sağlamak gibi bir hedefi
vardır ki, Bektaşiliğin bu projenin içinde yer alması gibi bir durum hem
Osmanlı yönetimi açısından, hem de resmi olmayan Bektaşi Tarikatı açısından
mümkün değildir. Bu bağlamda “Bektaşiler II. Abdülhamid döneminde eski
güçlerini kazandılar” (Şahin, 1995, 350) şeklindeki bir yaklaşım gerçekçi
değildir.
Öztürk
(1992, 198), II. Abdülhamid’in devlet yönetiminde diğer tarikatları kullandığı
gibi, valilik veya nazırlık gibi makamlarda Bektaşilere rastlanıyor olmasından
hareketle Bektaşilerden de yararlanmaya çalıştığını ifade etmektedir.
Arnavutluk civarında yoğun olarak bulunan Bektaşiliğin Babagan kolunun
Abdülhamid ile yakınlığı düşünülürse (Öz B., 1997a, 189) Öztürk’ün yaklaşımının
çok da yanlış olmadığı görülebilir. II. Abdülhamid’in temel politikasının
Osmanlı topraklarının parçalanmaması ekseninde olduğunu düşünürsek,
Balkanlar’daki milliyetçilik akımları konusuna çözüm adına Balkanlarda yoğun
olarak bulunan Babagan Bektaşileri ile ilişki geliştirmesi muhtemeldir.
1826
yılında Bektaşi Tekkelerindeki kitapları yakan Osmanlı yönetimi, 18671876
yılları arasında Bektaşi kitaplarının basılmasını sağladığı gibi bazı
tekkelerin faaliyete geçmesine de göz yummuştur. Dahası, Abdülaziz’in annesi
vasıtasıyla bazı Bektaşi tekkesinin onarımı en yetkili unsurun aracılığıyla
yapılmıştır. Ancak bu durum, Osmanlı Devleti’nin Bektaşilere karşı uyguladığı
kurumsal, genel bir politika olmaktan uzaktır. Çünkü bu durum, daha çok başa
gelen padişahların kişisel tutumlarından kaynaklanan bir yaklaşımdır. II.
Mahmud’dan sonra Bektaşilere yönelik uygulanan en değişmez politika olarak
Bektaşi Tarikatı’nın resmi olarak açılmamış olmasını gösterebiliriz ki, bu
durum devletin yıkılmasına dek böyle devam edecektir. Bunun dışındaki
uygulamalar hükümdarların kişisel özelliklerine, ulemanın dönemsel tavırlarına,
Bektaşi gruplarının girişimlerine göre şekillenmiştir.
Diğer
taraftan Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamid dönemindeki Bektaşi
faaliyetlerini genel olarak değerlendirdiğimiz zaman, Osmanlı yönetiminin
Bektaşi Tekkelerinin bir kısmının gayri resmi olarak faaliyet yürütmesine izin
verilmesi bakımından 1826 sürecinin siyasi olduğun, tarikatın resmi olarak
hiçbir zaman tanınmamış olmasından hareketle ise bu sürecin tamamen siyasi
değil, bir yanıyla da dinsel olduğu yönündeki -yukarı bölümde ifade ettiğimiz-
yaklaşımımızın tutarlılığının doğruluğunu görmekteyiz.
3.4. LAĞV’IN
BEKTAŞİLİĞİN DİĞER TARİKATLARLA
OLAN İLİŞKİLERİNE VE RİTÜELİNE ETKİSİ
II.
Mahmud’un Bektaşi karşıtı politikası tüm hükümdarlığı boyunca devam etmiştir.
Bektaşiliğin yeniden yerleşmesini kesin olarak engellediği gibi, bu kuşkuları
onu tüm tasavvuf çevrelerini denetim ve gözetim altında tutmaya götürmüştür.
Böylelikle Bektaşilerin yeniden örgütlenmesinin ve başka tarikatlara sızmasının
önüne geçilirken, diğer tarikatlara da çeşitli sınırlamaların getirilmesi
sağlanmıştır (Öz B., 1997a, 183).
1811
yılında yayınlanan ve devlet-tekke ilişkisini düzenleyen ferman, Meclisi
Meşayih’in kurulmasına kadar etkili olurken (Gündüz, 1983, 192), Mayıs 1836
tarihli fermanda tekke ve tasavvuf çevrelerinden şunlar istenmektedir: her
tarikat mensubu bağlı bulunduğu tarikatın özel giysisini giymelidir; her
derviş, şeyhinin imza ve mühürünü taşıyan kimlik bulundurmalıdır; yetersiz
dervişleri aydınlatmak için izin belgesi verilmemeli, izin verilirken birkaç
şeyhin kanaati alınmalıdır; şeyh atamasında, şeyhin ilgili vakfiyede belirtilen
tarikat mensubu olmasına özen gösterilmelidir; bir şeyhe birden çok tekke
şeyhliği verilmemelidir; tekkeye ait olan sancak, kudüm, mahzar gibi eşya ve
gereçler -hac uğurlaması hariç- tekke dışına çıkartılmamalıdır; namaz kılma
esas olmalıdır, evrad[66] ve
tevhid zikrine katılmamasına karşın, yalnızca ‘devaran[67] ve
raks zikri’ne katılanlara engel olunmalıdır (Öz B., 1997a, 184-185; Gündüz,
1997, 17).
Görüldüğü
gibi emirler bir taraftan tekkelerin kısmen de olsa medrese ve ilmiyenin denetimine
verilmesi gibi bir önem taşırken (Gündüz, 1983, 202), diğer taraftan da
-maddelerin birçoğu- dervişler arasına karışarak inançlarını devam ettirmek
isteyen Bektaşi sızmalarının önüne geçme ve düşüncelerinin yayılmasına engel
olma isteğine yöneliktir (Gündüz, 1997, 17). Bu fermanın Meclis-i Meşayih’in
kurulmasına kadar olan devre içerisindeki devlet-tekke ilişkileri bakımından
esas oluşturduğu anlaşılmaktadır (Gündüz, 1983, 199). Osmanlı devlet
yönetiminin uyguladığı merkezileşme politikası, tekkelerin mali ve idari
özerkliğinin ciddi oranda ortadan kaldırılmasına neden olmuştur (Kara, 2002,
31). Meclis-i Meşayih de bu süreci tamamlayan bir unsur olarak varlık
gösterecektir.
Bu noktada
Abdülaziz dönemi dinsel ve siyasal hayatında önemli bir yer tutan Meclis-i
Meşayıh’e değinmeyi yerinde görüyoruz. Meclisin, kuruluş çalışmalarına
1863’lerde başlandığı halde, fiili olarak 1866’da etkinlik gösterdiği
bilinmektedir (Gündüz, 1983, 204). Meclis-i Meşayıh’in kurulmasıyla beraber
uzun yıllar kendileri tarafından ve kendi prensipleriyle yönetilen tekkeler,
bir devlet dairesi haline getirilmiştir[68] (Kara,
1990, 317). Şeyhülislamlığa ve Evkaf-ı Hümayun Nezaretine karşı sorumlu olan
Meclis’in kuruluş görevi ise tekkelerin tarikat ilkelerine göre idare
edilmelerini sağlamak ve tekke şeyhliklerine yetkin olan kimseleri seçerek
tayin etmektir (Gündüz, 1983, 204).
Meclis’in
1868 yılındaki ilk yönetimini incelediğimiz zaman başkanın Mevlevi, üyelerin
Sadiye, Kadiriye, Sünbüliye, Halvetiye, Nakşibendiye Tarikatlarına mensup
olduğunu görmekteyiz (Kara, 1990, 305). Diğer meclis üyeliklerinde birtakım
farklılıkların olduğu, bazı diğer tarikatların mecliste yer aldığı bilinmekle
birlikte, Bektaşiliği temsilen bir üyenin varolduğu yönünde kesin bir bilgi
mevcut değildir. Gülağ Öz (1997, 85)’in Bektaşilerin temsil edildiğine dair
ifadesi şu şekildedir:
“Meşihat (Şeyhülislamlık) teşkilatı içinde
bulunan ve tarikatlarla ilgili işleri düzenleyip yürüten ‘Meclis-i Meşayih’
(Şeyhler Meclisi) içine Bektaşileri, İstanbul Üsküdar’da bulunan Şahsultan
Dergahı Şeyhi Mehmet Ebul Feyz Efendi temsil etmekteydi.”
Aslına
bakılırsa bu bilgiyi temkinli karşılamakta yarar vardır. Şöyle ki, henüz resmi
olarak tanınmayan bir tarikatın, tarikatları ve tekkeleri koordine eden bir
kurulda yer alması çelişki gibi görülmektedir. Ayrıca Bektaşilerin Meclis-i
Meşayıh’e karşı yaptıkları yeniden yasallaşma taleplerinin, II. Mahmud’un
Bektaşi tekkelerini Nakşibendilere verdiği gerekçesiyle reddedildiğini de unutmamalıyız.
Bilginin doğru olması halinde, Bektaşi temsilcisi Mehmet Ebul Feyz Efendi’nin
Nakşibendi yolağına bağlı kalması koşuluyla bir temsilin söz konusu
olabileceğini düşünmekteyiz.
Osmanlı
yönetimi, Bektaşiliği yasakladıktan sonra bu tarikatın ordudaki fonksiyonlarını
yerine getirmek üzere Mevleviliğe, halk seviyesindeki hizmetleri de
Nakşibendiliğe devretmiştir (Kara, 1985, 983). Ancak devletin problem
çıkartabilecek olan grupların üzerine gitme konusundaki tutumu, Osmanlı
Devleti’nin yaklaşımının sadece Bektaşilere yönelik olmadığını gösterir
niteliktedir. Şöyle ki, 1928 tarihinde İstanbul’da bulunan Nakşi-Halidi
şeyhleri bir gecede aniden toplatılarak kayık ile Kartal’a, oradan da Sivas’a
sürülmüştür[69] (Kara,
1985, 983). Bu tavır II. Mahmud’un bütün tarikat ehline karşı daha dikkatli
yaklaştığını gösterir ki, bu durum Abdülmecid dönemine dek devam etmiştir.
II. Mahmud
uyguladığı baskıcı politikalar karşısındaki ilk tepki 1837 tarihindeki bir olayla
patlak verir. Sultan Mahmud Galata Köprüsünden geçerken fanatik bir derviş
‘dinsiz’ diye bağırır. Sultan ise yanındakilere bu deliyi götürmelerini söyler.
Derviş ‘deli’ diye cevaplar, ‘Deli ben miyim? Deli sensin ve sana idrakini
kaybettiren danışmanların; Ey ahali, Müslümanlar bana can veren ve uymak
zorunda olduğum Allah’ım, bana hakikati söylememi emretti, beni azizlerin
ödülleriyle ödüllendirecek.’ Derviş bu sözleri üzerine tutuklanır ve öldürülür
(Birge, 1991, 97). Birge’nin yorumundan bu şahsın Bektaşi inançlı bir derviş
olabileceği sonucu çıkarken, Gündüz (1983, 152) ise şahsın hangi tarikata üye
olduğunun bilinmediğini belirtmektedir.
II.
Mahmud’un fermanı gereğince Bektaşi tekkelerinin bir kısmının yıkıldığına yada
cami, mescid, medrese ve mekteplerin kullanımına sunulduğuna, diğer bölümünün
ise Nakşibendilerin yönetimine verildiğine yukarıdaki bölümlerde değinmiştik.
Bektaşi tekkelerinin Nakşibendilere verilmesi konusundaki bağlantı, Nakşiliğin
ve Bektaşiliğin Yesevi geleneğini temsil eden iki büyük tarikat olması
noktasında birleşir (Fığlalı, 1990, 143). Böylelikle Nakşi şeyhlerin
atanmasında “bir Türk tarikatı olan Bektaşiliğe, başka bir tarikat şeyhi
yerine, yine bir Türk tarikatı olan Nakşilikten bir şeyhi oturtma düşüncesiyle”
hareket edildiği anlaşılmaktadır (Sezgin, 1995, 163).
Ayrıca
Gündüz (1997, 20), Nakşibendiliğin silsile itibariyle Hz. Peygamber’e Hz. Ebu
Bekir ile ulaşırken, Bektaşiliğin Hz. Ali ile ulaşmasının “bu yönüyle
birleştirici özelliğinin dikkate alındığı” anlamına geldiğini ifade etmektedir.
Bedri Noyan Dedebaba (1995, 54) ise, 1826’ya kadar Pirevindeki mescide padişah
tarafından şeyh tayin edildiğini ve bu şeyhlerin daha çok Nakşibendi olduğunu
vurgulamaktadır. Bu bilgi, Osmanlı devlet yönetiminin Nakşibendilik ile Bektaşiliği
aynı bağlamda değerlendirme uğraşının daha eskilere dayandığını göstermektedir.
Osmanlı
devlet yönetiminin, Bektaşi tekkelerine Nakşibendileri atayarak -her ne kadar
başarılı olamasa da- Sünnileştirme çabası içerisinde olduğu yaygın bir iddiadır
(Öz B., 1997a, 190). Bu noktada neden özellikle Nakşibendilik olduğu sorusuna
gelince, bunun yanıtını sürgün listesinin hazırlanması sırasındaki gayretlerde
bulabiliriz. Nakşiliğin Halidiye kolu ünlülerinden Gümüşhaneli Ahmed Zıyaeddin
Efendi’nin hocası Kürt Abdurrahman Efendi, sürgün listesini hazırlayan heyette
bütün gayretini seferber etmiştir (Öztürk, 1992, 195). Bu gayretler,
Bektaşilere ait olan her şeyin ‘müteşerri’ oldukları gerekçesiyle Nakşilere
verilmesiyle ödüllendirilmiş olmalıdır.
Bektaşi
Tarikatı ile ilgili kararın alındığı toplantıda şeyhülislamın tarikat
şeyhlerine duyumlarının ne olduğunu sorması üzerine bazı tarikat şeyhlerinin “o
tarikat adamları ile ilişkilerimiz olmadığı için durumlarını ve tutumlarını
bilmeyiz...” diye yanıt vererek biraz gönülsüz bir tavır sergilediklerine
değinmiştik (Ahmed Cevdet, 1966, 237). Sadece bazı şeyhler istenilen yönde
konuşurlar. Daha sonraki dönemde Bektaşi tekkelerine Nakşi şeyhlerin atanmasını
göz önünde tuttuğumuz zaman, Bektaşiler aleyhinde konuşan şeyhlerin muhtemelen
Nakşi şeyhler olduğunu söyleyebiliriz. Bektaşiliğin yasaklanmasında gönülsüz
davranan şeyhlerin, mensuplarını Bektaşi tekkelerine şeyh olarak atanması için
istekte bulunmayacağını ve hükümet tarafından da atanmayacağını düşünmek yanlış
olmasa gerekir (Boz, 1999, 82).
Diğer
taraftan, Halidi-Nakşi Abdurrahman’ın Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasındaki
etkili konuşmasını hatırlayacak olursak (Karal, 1994, 148), Nakşibendiliğin
saray içerisinde ciddi bir yerinin olduğunu ve ‘zor zamanlarda devleti destekleyen’
bir imaj çizdiğini, bu gayretinin de Bektaşi mirasıyla ödüllendirildiği
kanaatindeyiz. Ayrıca, Nakşibendilerin medrese-tekke çekişmelerinde uzlaştırıcı
bir tavır sergilemesinin Nakşibendiliğin ulema arasında etkili nüfuz sahibi
olduğu da düşünülebilir (Gündüz, 1983, 144).
Abdülmecid’in,
öldükten sonra, her Cuma gecesi on Halidi-Nakşi dervişinin mezarı başına gelip
hatm-i hace etmelerini, dua ve zikir yapmalarını istemiş olması,
Nakşibendilerin XIX. yüzyıl Osmanlı yöneticileri üzerinde ciddi nüfuzunun bir
başka göstergesidir (Kara, 2002, 28). Bektaşi şeyhi Yeniçeri Ocağında ‘miralay’
rütbesiyle temsil edilirken, Asakir-i Mansure-yi Muhammediye’deki Mevlevi şeyhi
ise ‘maraşal’ rütbesiyle oturtulmuştur. Böylelikle II. Mahmud ve son
padişahların Mevlevi ve Nakşibendi olmalarıyla bu tarikatların yıldızı parlar
ve orduda Mevlevilik, halk arasındaysa Nakşibendilik Bektaşiliğin yerini almaya
çalışır[70] (Kocadağ,
1996, 146).
Bektaşi
Tarikatı’nın yasaklanması konusunda Halveti’lerin tavrı da diğerlerinden pek
farklı değildir. Dönemin en meşhur sufilerinden biri olan Kuşadalı İbrahim
Halveti, dostlarına yazdığı mektuplarda Bektaşilikle Şiilik ve Rafızilik
arasında ilgi kurarak, devletin tavrını tasvip ettiği izlenimini vermektedir
(Kara, 1985, 928). Aslına bakılırsa, bir tarikat şeyhinin, diğer bir tarikattan
‘hırka giymesi’, normal karşılanan bir durumdur (Gündüz, 1983, 175). Ancak,
genel itibariyle Bektaşi Tarikatı’nın diğer tarikatlarla pek ilişkisi yoktur. Örneğin,
bir Rifainin, bir Mevlevinin aynı zamanda Bektaşi olması bu anlamda mümkün
değildir (Ergun, 1943, 409). Bu duruma düşen bir kimsenin, artık ehl-i sünnet
anlayışına sahip tarikatlarla ilgisi kalmamış farz edilmiştir (Gündüz, 1983,
176). Ancak Osmanlı merkezi yönetiminin tüm önlemleri almaya çalışmasına
rağmen, Bektaşilerin diğer tarikatlar arasındaki etkinliği hızla artmıştır.
Diğer
tarikatlar arasına sokulmaya başlayan Bektaşiler, dinsel bilgisi yetersiz bazı
dervişlerin inançları üzerinde etkili olurlar ve bir takım Bektaşi
ritüellerinin yayılmasını sağlarlar. Müridlerinin namazdan, niyazdan affeden,
şeri tekliflerden kurtaran bir takım şeyhlerin türemesi en fazla bu tarihten
sonradır. XIX. yüzyılın sonlarına doğru muhtelif tarikat kisveleri altında bir
takım Bektaşilere rastlanmasının da nedeni budur. ‘Nazenin-i Uşşaki’ diye
ayrıca bir tarikatın oluşturulması da yine bu yüzyıldadır. Fakat bu zümrenin
Uşşakilikle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Halvetiliğin bir kolu olan bu tarikatın
kurucusu Hüsameddin-i Uşşaki tam anlamıyla dindar bir mutasavvıftır. (Ergun,
1943, 410).
Bu noktada
1826 sürecinin, Bektaşileri -daha önce Kızılbaşlara yapıldığı gibi- merkez
dairenin dışına çıkardığı, Sünni dinsel öğreti ile arasında aşılması zaman
alacak ciddi farklılık yarattığı bir gerçektir.
Bektaşilerin
değişik tarikatların içerisinde varlıklarını devam ettirdikleri konusuna
yukarıdaki bölümlerde değinmiştik. Bektaşi Tarikatı üyelerinin diğer bazı
tarikatlar arasına dağılmalarının başlangıcı, 1826 süreciyledir (Ergun, 1943,
410). Bektaşiliğin diğer tarikatlar arasına daha fazla sokulması XIX. yüzyıl
ortalarına doğrudur. Ve bu sızma bilindiği gibi bir zorunluluk nedeniyledir. Bu
konuya ilişkin son derece ilginç bir örneği Gündüz (1983, 147)’ün eserinden
öğrenmekteyiz:
“1732’de inşa edilen Üsküdar Rifai
Asitanesi’nde postnişin olan Şeyh Ziya Efendi[71], kendisine
müctehid süsü vererek, tarik-i hezeyana süluk etmiş ve hatta mevlid
cemiyetlerinde, veladet bahrinde, herkes tazimen ayağa kalkıp, kıbleye teveccüh
ettiği sırada bu nasıl oturduysa o cihete, yani herkesin hilafı bir cihete
müteveccih olmuştu. Güya O’na: ‘Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye dönersiniz.
Allah’ın yüzü (zatı) oradadır.’ (el-Bakara, 2/115) sırrı nümayan olmuş gibi
sahtekarlık ederdi. Tiğ-i ecel, bir an evvel, darbe-i tarhına alarak vücudunu
ortadan kaldırmıştır”
Hangi
şekilde etkinlik gösterirlerse göstersinler, Bektaşilerin en önemli görevleri
kendi yaşam alanlarını yaratarak sıradan halkı ve diğer tarikat üyelerini
Bektaşiliğe dahil etmektir. Bektaşiler bu faaliyeti yaparken:
“Feyz ancak Bektaşılıktadır, diğer tarikatlar
bundan mahrumdur. İnsan Bektaşi olmadıkça Ehl-i Beyt muhibbi olamaz.
Bektaşiliğin ibtidası diğer tarikatların intihasıdır”
gibi
etkileyici söylemlerle bazı insanları kendi tarikatlarına yönlendirmeye
çalışmışlardır (Ergun, 1943, 410). Tanzimat’tan sonra Nakşibendi Tekkeleri
içerisinde Bektaşi ayini yapıldığı (Koçu, 1970, 14), birçok Bektaşi’nin
Nakşibendi icazetnamesi aldığı, Bektaşi tekkelerine gönderilen Nakşi şeyhlerin
bir kısmının Bektaşiliğe girmiş olması (Gölpınarlı, 1953, 321) düşünüldüğünde
II. Mahmud’un aksine Bektaşilerin etkinliklerinde başarı sağladıklarından söz
edilebilir.
Bu
örnekleri diğer tarikat şeyhleri ve tekkeleriyle genişletmek mümkündür. Bektaşi
Tekkesi olarak kurulmamasına rağmen, 1826 öncesi Bektaşi Tekkesi haline gelen
Sütlüce’deki Bademli (Münir Baba) Tekkesi, lağv olayından sonra Münir Baba
tarafından canlandırılır. Bahariye Mevlevihanesi şeyhi Fahreddin Dede Münir
Baba’ya bağlanırken, Münir Baba da Karagümrük’teki Cerrahi Tekkesi şeyhi
Abdülaziz Efendi’ye bağlanarak, Cerrahi icazeti almıştır. Bu tekkenin daha
sonraki şeyhi İbrahim Fahrettin Efendi’ye de Bektaşilik icazeti verildiğini
düşündüğümüz zaman, İstanbul tarikatları arasında bir çeşit alışverişin olduğu
akla gelebilir (Öz B., 1997a, 335). Ayrıca 1826 sonrasında Vahid Çelebi’nin de
tıpkı Fahreddin Dede gibi Münir Baba’dan icazet alan Mevlevi şeyhi oldukları
bilinmektedir (Dedebaba, 1995, 448).
Rumelihisarı’ndaki
Şehitlik Tekkesi’ni faaliyete geçiren Nafi Baba (öl. 1889)’nın Melami kökenli
bir Bektaşi olduğu bilinmektedir (Öz B., 1997a, 331). 1826 sonrasında önce
Nakşilere sonra da Kadirilere verilen Kaygusuz Abdal Tekkesi (Mukattam) ise,
Arnavutluk’tan gelen Bektaşilerce yeniden canlandırılmıştır (Köprülü, 1939, 27;
Hasluck, 1991, 26).
Bedri Noyan
Dedebaba (1995, 54)’ya göre, 1826’ya kadar Pirevindeki Dergahta bulunan mescide
padişah tarafından şeyh tayin edilmesi gelenek haline gelmiştir. Bu şeyhler
daha çok Nakşibendi şeyhlerinden oluşmasına rağmen, tekkeye geldikten sonra
tamamı kısa sürede Bektaşiliğe girmiştir.
Üsküdar’daki
Bandırmalı Tekkesi, ilk başta Celveti Tekkesi olarak kurulmasına rağmen,
Mustafa Haşim Efendi’nin postnişinliği döneminde (1752’li yıllar) Bektaşiliğe
bağlanmıştır. Mustafa Haşim’den sonra yönetime gelen postnişinler bu tekkede
Celveti ve Bektaşi erkanını yürütmüşlerdir. Tekkenin son postnişini tanınmış
Bektaşi şeyhlerinden Yusuf Fahri (Ataer) Baba’dır (Öz B., 1997a, 335).
Bektaşi
Dergahlarının Nakşibendilerin devriyle, Nakşibendilerin bir kısmının Bektaşi
olduğuna yönelik bir başka örnekte, Nakşibendilerin bir kolu olan Hamzavi
dervişi Mir Nizari’nin bu durumu gösteren dörtlüğü dikkat çekicidir. Dörtlükte:
“Zahid kapıdan girdi / Hayretle dilim doldu / Yarab beni hıfz eyle / Şeytan
bana yol buldu” (Melikoff, 1994, 239).
1826
süreciyle birlikte Bektaşilerin içerisinde yer bulduğu belki de en ciddi dinsel
oluşum Kızılbaşlık/Alevilik’tir[72].
Bektaşi teolojik yapısı içerisinde Kızılbaş etkinin hangi boyutta olduğu
konusuna yukarıdaki bölümlerde değinmiştik. 1826’dan sonraki süreçte
Bektaşiler, Alevi kitlelerle daha yakın ilişki geliştirmişlerdir (Şahin, 1995,
350).
Melikoff
(1999, 302) ise, tarikatın yasaklanmasından sonraki evrede, Bektaşiler ile
Alevilerin arasındaki ayrılığın daha çok belirginleştiğini vurgulamaktadır. Bu
noktada, tarihsel süreç içerisinde Melikoff’un kastettiği sosyal ve yerleşim
tarzı olarak bir ayrılığın zaten varolduğunu vurgulamak gerekir. Şunu da
belirtmek gerekir ki, Bektaşilerin resmiyetini kaybettikten sonra varlıklarına
devam ettirebilmek için bürokratik, edebi ve eğitim seviyesi açısından kendilerini
daha ciddi ifade ettikleri gerçektir. Bu bağlamda Melikoff’un tespiti de
yerindedir. Ancak 1826’dan sonra kurulduğu kastedilen yakınlık, daha çok dinsel
ve varlığını sürdürebilmek açısından bir gizlenme olarak oluşmuştur. Ayrıca
Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki -Bektaşilerin merkezi olma özelliği gösteren-
toprakları kaybetmesini, Anadolu’daki Alevi-Bektaşi kaynaşmasını etkileyen
diğer bir unsur olarak görebiliriz.
Bir kısım
Bektaşilerin kırsal kesimdeki Alevilerin arasına çekilmesiyle eğitsel faaliyetler
de evlere taşınmıştır. Öz (1997a, 185)’e göre bu süreç, “Bektaşiliğin
sivilleşmesini ve halksallaşmasını” sağlamıştır. Şöyle ki, Mahalle
Tulumbacılığı ve Aşık Kahveleri İstanbul’daki sosyo-kültürel buluşma
mekanlarıdır. Özellikle Anadolu ve Rumelili Alevi ozanlarının hemşehirlilerinin
bulundukları mahallelerdeki kahvelere gelmesi, çalıp-söylemesiyle giderek tekke
Bektaşiliğiyle Alevilik arasında kaynaşma olmuştur. Bu nedenle bu dönemki
Bektaşiliğin, Alevilik ile kaynaştığı ve en çok mahalle gibi alt kültürün
olduğu yörelere yayıldığı alanlar buralardır (Öz B., 1997a, 192). Baki Öz’ün bu
yaklaşımı, Melikoff ile Şahin’in birbirine zıt gibi algılanan görüşlerindeki
ortak noktayı göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
Gerek 1826
sürecini zararsız atlatma amacıyla olsun, gerek diğer tarikatlarla girilen
ilişkiler neticesinde olsun, gerekse Alevilerle yakınlaşma bağlamında olsun tüm
bu gelişmeler neticesinde Bektaşiliğin dinsel ritüelinde bazı farklılıkların
ortaya çıktığı görülmektedir. Bu tür değişiklikler temelde gizlilik esasından
hareketle Bektaşi ritüelini girmiştir.
Bektaşiler
birbirlerini tanımak için çeşitli işaretler, özel cümleler kullanarak sembolik
bir sır oluşturmuşlardır. Denilebilir ki bir Bektaşi, başka bir Bektaşi’nin
varolup olmayacağı bir odaya girdiğinde, sağ elinin küçük ve yüzük parmaklarını
birleştirip, kalbinin üzerine koyup, diğer üç parmağını yukarı doğru açıp biraz
eğilerek bir an için hızla orada bulunanların hareketlerini yanıtlayıp
yanıtlamadıklarını görmek için göz gezdirirmiş (Birge, 1991, 179). Bir meclise
girip otururken el kalp üzerinde iken merhaba demek, yaygın bir adet olduğundan
parmakların konumu yalnızca ortada bulunan bir Bektaşi tarafından fark
edilebilir. El sıkışırken Bektaşilerin kalplerinin birleşmiş olduğunun işareti
olarak baş parmaklarının kökünü birbirine sıkıca bastırdıkları da bilinmektedir
(Birge, 1991, 179).
Bektaşilerin
kendi aralarında kullandıkları özel kelimelere ‘sen’ yerine ‘sultanım, nazarım’
ya da ‘erenlerim’; ‘ben’ yerine ‘fakir’ ya da ‘nazarın’; ‘izin vermek’ yerine
‘destur vermek’ gibileri örnek verilebilir (Birge, 1991, 179).
Farklı bir
ritüel değişikliği ise Arnavutluk’taki Ergiri Tekkesi’nde uygulanmıştır.
Tekkede, 1826’dan sonra varlığını sürdürebilmek adına mensuplarına yönelik
olarak içki yasağı, dervişlerin tekke dışına çıkmaması, 12 dilimli tac yerine 4
dilimli tac giyme gibi bir dizi ritüel değişikliği yapılmıştır (Öz B., 1997a,
365).
Vakıflara
el konulması nedeniyle ekonomik olarak zorlanan tekkelerin bu mağduriyetini
ortadan kaldırmak için, ‘dede hakkı’ yada ‘hakullah’ olarak da adlandırılan
tarikat vergisinin bu yasaklı dönemde ortaya çıktığı düşünülmektedir (Öz G.,
1997, 85).
II.
Mahmud’un tuğrasını taşıyan sikkelerin üstüne veya Divanyolu’ndan geçerken II.
Mahmud türbesine tükürmek gibi uygulamaları, Bektaşilerin gizlilik dönemlerinde
uygulamaya koydukları bir başka ritüel olarak ifade edebiliriz (Ortaylı, 2000,
350). Öte yandan, Bektaşilerin yeraltına çekilmek zorunda kalmalarının sonucu
olarak ibadetlerini evlere taşımak zorunda kalmaları ve ihbar edilme ihtimaline
karşı olarak ibadette gizliliğe önem vermeleri nedeniyle, bir takım çirkin ve
haksız suçlamalara maruz kalmaları söz konusu olmuştur. Başka bir ifadeyle bu
dönemde, varlıklarını ve ibadetlerini devam ettirmede kararlı olan Bektaşilere
karşı, Bektaşiliği hiçbir zaman içlerine sindirememiş uç unsurlarının
psikolojik saldırılarının yoğunluk kazandığı görülmektedir.
1826
müdahalesiyle birlikte başta Üss-i Zafer olmak üzere, II. Mahmud’u ve
müdahaleyi öven, Bektaşileri yalan söyleyen, oruç tutmayan, riyakar, içki içen,
namaz kılmayan, üstü başı kokan bir şekilde tasvir etme yönünde eserlerin
kaleme alındığı görülmektedir (Sezgin, 1995, 166-167). Müdahalenin kalemşörlüğü
yönünde yazılan eserlerin temel hedefi, Bektaşiliği karalamaktır. Oysa,
Bektaşilere yönelik bu iddialar geniş bir anlayışla karşılanır ki bu, alaycı ve
hazırcevap Bektaşi tipini doğurur (Ocak, 1992, 378).
Özellikle
1826 sonrasında yeraltına çekilme sürecinde Bektaşi mizah edebiyatının en
önemli öğelerinden biri olan ‘Bektaşi Fıkraları’nın yaygınlık kazandığı
görülmektedir. Bektaşi fıkralarında olgun bir yaklaşımla insani zaaflar ve
hatalar kabul edilir. Ancak her defasında ‘sofu/softa’ veya ‘hoca’nın dar
kafalılığı, ikiyüzlülüğü ortaya çıkarılarak, onlara karşı üstünlük sağlanır
(Birge, 1991, 107). Takıyye yapmak zorunda bırakılarak, Sünni dinsel
yapılanmalara karşı gerçek düşüncelerini sesli olarak seslendiremeyen
Bektaşilerin bu emellerine kısmen de olsa fıkralar yoluyla ulaşmaya çalıştığı
düşünülebilir[73].
Ayrıca Bektaşi fıkralarının, çeşitli çevrelerden Bektaşiliğe yönelik sempati
oluşmasını sağladığı söylenebilir (Ortaylı, 2000, 228).
Fıkralarından,
Bektaşi ritüeline izler bırakan II. Mahmud’un da nasibini aldığını görmekteyiz.
II. Mahmud’un, Bektaşileri ne kadar sıkı tıkip ettiğini anlatan bir fıkraya
göre:
“Bir gün Sultan Mahmud tekkeyi bastırır. İçerdekilerin hepsi bir deliğe
sinerler. Yalnız ihtiyar bir Bektaşi kaçamayarak ortada kalır. Sultan, babaya
sorar: ‘-Baba canlar nerede?’ Baba hemen cevap verir: ‘- Şevketlu Sultanım!
Seni görünce ortalıkta can mı kalır?” (Boz, 1999, 106).
Bektaşilerin
diğer tarikatları ve tarikat müridlerini zekice küçümseme eğilimi
1826 sonrası süreçte -belki de fıkraların da etkisiyle- daha
fazla yoğunlaşır.
Elimizde bu konuya ilişkin yaşanmış ve ilginç bir örnek
mevcuttur:
“Üsküdar’da, hazır cevap olan Aziz Efendi eşeğine binmiş giderken, Hüdai
dergahından çıkıp Doğancılar’a doğru yürüyen Kazım Paşa (Bektaşi’dir)’ya
rastlar. Şaka diye eşeğine: ‘Öp paşanın elini’ der. Paşa hiç bozmadan, elini
eşeğin ağzına uzatıp öptürür gibi yaptıktan sonra:
‘Aziz ol’
der.” (Dedebaba, 1995, 444).
Bektaşilerin
aynı ortamdaki konuşma şekilleri, sadece bir başka Bektaşi’nin anlayabileceği
şifreli giyim, tokalaşma, hitap, yemek yeme gibi arttırabilecek davranış
şekilleri Bektaşilerin takıyye özelliklerinin göstergesidir. Bu tür
gizliliklerdir ki, Bektaşi Tarikatı’nın kapatılmış olmasına rağmen Bektaşiliğin
yok olmamasını sağladığı gibi birçok yeni ritüelin de geleneğe katılmasını
sağlamıştır.
Böylelikle II.
Mahmud’un uygulamaya çalıştığı Bektaşileri Sünnileştirme düşüncesi hedefine
ulaşamamıştır.
3.5. BEKTAŞİLERİN TOPLUMSAL, SİYASAL
DURUŞLARI VE FAR-MASONLUK
Bektaşiliğin
1826’dan sonra çalışmalarını sürdürdüğü ve su yüzüne çıktığı zeminlerden biri
asker-sivil bürokratik çevredir. Bektaşilik, özellikle Osmanlı üst bürokratik
yapılanması içerisinde örgütlenerek, 1826’da yitirdiği gücünü böylece yeniden
kazanmaya çalışmıştır (Öz B., 1997a, 194). Öyle sanıyoruz ki, Bektaşilerin 1826
takibinden sonra ayakta kalmış olmalarında yönetimin üst düzeyinde tutunmuş
olmalarının etkinliği büyüktür. Tanzimat ile birlikte Osmanlı topraklarında
etkili olan özgürlükçü ve çağdaş söylemler, yani merkezi yönetime muhalif akımlar,
Bektaşilerin içerisinde kendilerine yer bulduğu yapılanmaları oluşturmuştur.
Tanzimat
sonrası Osmanlı Devleti topraklarında etkili olup, bir şekilde Bektaşiliğin de
içinde yer aldığı Jön Türk, İttihat ve Terakki, Far-masonluk gibi siyasal olgu
ve akımlar konusuna değinmeden önce Osmanlı bürokratik ve edebi yapılanması
içerisinde ön plana çıkmış olan Bektaşilere değinmeyi yerinde görüyoruz.
Abdülaziz
döneminde Bektaşi şairlerinin son derece ön planda oldukları görülmektedir.
Bahriye Nazırlığında çalışan Turabi (Melikoff, 1999a, 305), Ahmed Edip Harabi[74], Hilmi Dedebaba
bu dönemin en ünlü Bektaşi şairlerinden bazılarıdır. Bektaşilerce birçok
nefesin yazarı olduğu için sevilen filozof Rıza Tevfik Bey’i de burada
sayabiliriz[75] (Birge,
1991, 95). Ayrıca kadın Bektaşi şairleri, Bektaşiliğin eğitsel etkinliğinin
evlere taşındığı bu dönemlerde ortaya çıkmıştır (Öz B., 1997a, 186).
Merdivenköy
Bektaşi Tekkesi şeyhi Mehmed Ali Hilmi Dedebaba mensuplarından Divan-ı Hümayun
kalemi üyelerinden Neyzen Mehmed Kami’nin de bir takım şarkılardan başka, bazı
Bektaşi nefesleri vücuda getirdiği bilinmektedir (Ergun, 1943, 410). Bektaşi
tekkelerinde saz çalan birçok şahıs mevcuttur, en önemlilerinden Erzurumlu
Ceyhuni (öl. 1886) ve -Sütlüce Bektaşi Tekkesi şeyhi Münir Baba’ya bağlı olan-
Çınari’yi (öl. 1899) sayabiliriz (Ergun, 1943, 410). XIX. yüzyılın önemli
şairlerinden bir başkası olan Genç Abdal, divan katipliği görevini bırakarak
Pir Mehmed Şücaeddin Dede ile birlikte Eskişehir yakınlarındaki tekkeye giderek
yıllarca hizmet etmiştir (Başgöz, 1947, 668).
Bedri Noyan
Dedebaba (1995), Tanzimat ve sonrası çalışma yürüten önemli Bektaşilerin
listesini ayrıntılı olarak ele almıştır. Bu bağlamda, devletin bürokratik
kadrolarında yer alan ve aynı zamanda taşlamalarıyla padişahın dikkatini çeken
Musa Kazım Paşa’yı, yine bir başka taşlama şairi olan, aynı zamanda kaymakamlık
ve vali yardımcılığı yapan Eşref Efendi’yi sıralayabiliriz.
Hariciye
Nazırlığında çalışan ve hukuk da hocalığı da yapan ünlü edebiyatçı Muallim
Naci’nin ise asıl adı Ömer iken, Bektaşiliğe girince bu adı bırakarak Naci
(kurtulan) adını almıştır. Namık Kemal, Şinasi, Konya valiliği ve Samsun
mutasarrıflığı yapan Ziya Paşa, sadrazam Talat Paşa Bedri Noyan Dedebaba’ya
göre etkinlik gösteren diğer üst düzey bürokrat Bektaşilerdir[76] (Görkem,
2000, 28).
Tanzimat
devri Bektaşilerinin kendilerini ortaya koydukları bir diğer zemin siyasal
duruş tarzları olmuştur. Dönemin siyasal hayatını damgasını vurmuş olan İttihat
ve Terakki Cemiyeti, Bektaşilerin kendilerine yer buldukları bir siyasal
yapılanma olmuştur. Bektaşilerin, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni destekleme
nedenleri arasında, II. Abdülhamid’i devirip Osmanlı Devleti’nde daha liberal
bir rejim kurma önerisine yatkınlık duymalarını gösterebiliriz. (Görkem, 2000,
28). Gündüz (1983)’e göre Bektaşilerin güçlenmesinde, Meşrutiyet dönemindeki
İttihat ve Terakki Cemiyetinin, Bektaşi ve Melamilerin saltanata olan
kırgınlıklarından yararlanarak onları desteklemeleri etkili olmuştur.
Kesinlikle
bilinen bir şey vardır ki, o da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tarikatların
hiçbiriyle bir anlaşma içerisinde olmadığıdır. Ancak bu, onlardan
yararlanmayacağı anlamına gelmemektedir. Bu bağlamda Mevlevilerin ve
Bektaşilerin muhalefet hareketine yardım ettiği bilinen bir gerçektir. Ayrıca,
Melami Tarikatı’nın da siyasal yapılanmalar ile yakın ilişkisinin olduğu
bilinmektedir (Edmondson, 1972, 132).
Gündüz
(1983)’e göre, Bektaşiler yenilik tavrıyla ortaya çıkmış, böylelikle Meşrutiyet
yanlısı kadrolar, fikirlerine halk seviyesinde taraftar toplamak amacıyla
ihtiyaç duydukları desteği Bektaşilerden görmüş ve bu nedenle Bektaşilerin resmen
olmasa dahi fiilen ortaya çıkmasına göz yummuşlardır. Bektaşilerin yenilik
tavırlarıyla ortaya çıkmış olmaları bu dönemde daha belirgindir ancak, bu daha
önceleri yenilik düşmanı oldukları anlamına gelmemelidir. Diğer taraftan
muhalif siyasal kadroların Bektaşilerden destek görmeye ihtiyaç duyması
anlaşılabilir, ancak bu Bektaşilerin fiilen ortaya çıkmış olmalarının tek
nedeni olmasa gerekir. Şöyle ki, muhalif siyasal güç iktidarda değilken dahi
Bektaşiler yavaş yavaş etkinlik göstermeye başlamıştır, ayrıca II.
Meşrutiyetten sonra muhalif siyasal güç iktidara gelmiş[77] olmasına
rağmen Bektaşilik resmen tanınmamıştır.
1880-1881
Arnavut milli hareketi sırasında güney Arnavutluk’un bir kısmının Yunanistan’a
verilmesi ihtimali ortaya çıktığında, Abdülhamit’in Bektaşilerden şüphelendiği,
bu nedenle Bektaşilerin bu hareket katılıp katılmadığının araştırılması
konusunda bir kişiyi görevlendirdiği (Edmondson, 1972, 131; Birdoğan, 1995,
67), ayrıca II. Abdülhamid’in Arnavut milliyetçiliğini önlemek için
(Arnavutluk’ta örgütlü olan) Babagan Bektaşileri ile yakınlaştığı iddia
edilmektedir (Fığlalı, 1990, 208). Bu iddianın doğruluğu veya yanlışlığı bir
tarafa, Arnavutluk’taki Bektaşi niceliğinin niteliği hakkında fikir vermesi
açısından, bu konuya ilişkin yukarıda belirttiğimiz kanaatimizi doğrular
niteliktedir.
1826
müdahalesi sonrası Bektaşiliğin etkinliğini devam ettirebilmek açısından
uyguladığı etkinlikler bağlamından yer altı faaliyeti büyük önem gösterir.
Bu anlamda
Bektaşilik bir taraftan en üst düzeyde padişah anneleriyle temas kurarken,
diğer taraftan üst düzey bürokratik kadrolar aracılığıyla kendisine etkinlik
alanı yaratmıştır. Bektaşîliğin yeraltında etkinlik göstermek istemesi ise
yollarının - isteyerek ya da istemeyerek- Far-masonlukla kesişmesini
sağlamıştır.
Osmanlı
İmparatorluğu topraklarında Far-masonluk ile Bektaşiliğin 1826’dan sonra
etkinlik kazanmasının XIX. yüzyılın ikinci yarısına denk düştüğü görülmektedir.
Far-masonluğun Osmanlı Devleti’ne Reşid Paşa ile girdiği düşünülmektedir. İlk
Osmanlı locaları 1861 yılında faaliyet gösterirken, 1865’ten itibaren bu
localar kapılarını Müslümanlara açmıştır (Melikoff, 1994, 229). Bu localar,
arasında -geleceğin V. Murad’ı- şehzade Murad ve kardeşleri şehzade Nureddin ve
Kemaleddin’in de bulunduğu dini ve siyasi Osmanlı aydın zümrelerinin büyük bir
bölümünü etkisi altına almıştır (Melikoff, 1994, 231). Bektaşilerin Farmasonluğa
sınırlı oranda girişinin 1867 yılı ve Prens Mustafa Fazıl Paşa’nın girişimleriyle
olduğu düşünülmektedir (Melikoff, 1999b, 304).
II.
Abdülhamid tarafından
gösterilen düşmanlık, bir süre Türk Farmasonluğunun gelişmesini engellemiştir;
ancak bununla birlikte canlılığına zarar vermemiştir. Localar, 1908’de, İttihat
Terakki’nin zaferinden sonra açılmak üzere, gelişmelerini gizlice sürdürürler.
Bu dönemde Far-mason locaların para yardımından ve desteğinden yararlanan
Jön-Türklerin, İstanbul’da Far-masonluğu yaymaya çalıştığı görülmektedir
(Melikoff, 1994, 231).
Melikoff
(1994)’a göre, 1826’dan sonra gizliliğe çekilen Bektaşiler, kendileri ile
gelenek dışılık ve dini otoriteye karşı olma idealinde ortak noktaları olan Farmasonları
yanında destek bulur. Bu destek neticesinde, Bektaşi gelenek Farmasonluktan
etkilenecektir. Yine Melikoff (1994)’a göre Bektaşi Ayn-i Cem’indeki Meydan’ın
düzenlenişi, duruş ve yürüyüş tarzları ve bazı ayrıntılar mason geleneğini
andırmaktadır. Bektaşilere göre ise etkilenen Far-masonlar olmuştur.
Bedri Noyan
Dedebaba (1995), Bektaşilikte tavşanın sevilmeyen bir hayvan olmasının ve
etinin yenmemesinin nedenlerini sayarken, nedenlerden bir tanesi olarak Yahudi
dininde de böyle bir yasak olduğunu, Tevrat’a dayanarak ortaya koymaktadır.
Oysa, bunun nedenini totemizm kalıntılarında, Şamanizm’de ve tenasüh
inanışlarında aramak gerekir (Eröz, 1977, 187). Ayrıca, tavşanın İslamiyet’te
yenmesi yasak yedi hayvanın sembolik özelliklerini bünyesinde barındırmasını ve
adet gören tek hayvan olmasını da buna ekleyebiliriz.
O döneme
ilişkin yapılan değerlendirmelerin ortak noktası, baz Jön Türkler’in Bektaşi
oldukları, bazılarının ise hem Bektaşi hem de Mason oldukları yönündedir.
Bektaşi olan Rıza Tevfik’e ait “ceylan derisi üzerine yazılmış 1275 tarihli bir
mason diploması olduğunu, torunu Bay Muhiddin Özenbaş bize bildirmiştir” (Eröz,
1977, 185).
Aynı
zamanda Far-mason, Jön Türk ve Bektaşi olan isimler arasında Rıza Tevfik’in
dışında birçok ünlü kişi vardır. Talat Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi[78], Namık Kemal,
Abdülhak Hamid’i bu isimler arasında gösterebiliriz (Melikoff, 1999b, 305;
1994, 233).
Eröz
(1977), Tevfik Baba örneğinden yola çıkarak birkaç Bektaşi’nin Farmason
olmasıyla tüm Bektaşilere yönelik olarak böyle bir nitelendirmenin
yapılamayacağını belirtmektedir ki, bu tarafımızca da yerinde bir yaklaşımdır.
O dönemin siyasal ve dinsel konjektörü içerisinde; yani Jön Türkler ile İttihat
ve Terakki üyelerinin tarikatların elindeki kamuoyunu kullanmak istediği (Kara,
1985, 987), Far-masonların dinsel ve siyasal muhalif zümrelerin içerisine
sızmaya çalıştığı, Bektaşilerin varlıklarını devam ettirebilmek adına bir
taraftan gizliliğe çekilip, diğer taraftan da üst düzey bürokratik
yapılanmalarla ilişki geliştirdiği bir ortamda birkaç Bektaşi’nin Far-masonluğu
tercih etmesinden dolayı, Bektaşilerin Far-mason olduğu, yönündeki
yaklaşımların abartılı olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca öyle sanıyoruz ki,
Bektaşilik ile Far-masonluğun yollarının kesişmesini sağlayan en önemli
belirleyici unsurlardan birisi, her ikisinin de yer altında faaliyet gösteriyor
olmasıdır.
Şüphesiz
ki, gerek Osmanlı heterodoks inanç yapılanmasındaki yeri, gerekse bugünkü
fonksiyonu itibariyle Bektaşilik çok önemli bir dinsel örgütlenmedir. Anlaşılan
odur ki, birçok tartışmaların eşliğinde gelecekte de çok konuşulan bir tarikat
olacaktır. Bu bağlamda, XIX. yüzyıl Bektaşi Tarikatı için son derece zor bir
dönem olmuştur.
Bektaşilik
Tarikat’nın kurucusu olarak bilinen Hacı Bektaş, kurucu olmaktan daha çok isim
babalığı yapmıştır Bektaşiliğe. Hacı Bektaş Anadolu’nun çalkantılı döneminde
Orta Anadolu’da ortaya çıkar. Hacı Bektaş’ın çevresinde yaydığı Babai-
Kalenderi tasavvufi telkinlerin karşılık bulması üzerine, ‘Hacı Bektaş kültü’
olarak bilinen bir tasavvuf ekolü ortaya çıkar. Bu ekolün ortaya çıkmasında Babai
ve Kalenderilik mirası önemli bir yer tutar.
Hacı
Bektaş-ı Veli hakkında bilinenler sınırlı dahi olsa, kendisinin yaşadığı o
dönemde Anadolu’nun en ünlü velisi olduğunu söylememiz tarafımızca pek mümkün
görülmemektedir. Şöyle ki o yüzyılda yaşamış birçok büyük abdal mevcuttur.
‘Şeyh uçmaz, müridi uçurur’ misali, Hacı Bektaş kültünün ortaya çıkmasını ve
yaygınlaşmasını sağlayan şahıs Abdal Musa’dır. Abdal Musa aynı zamanda ilk
dönem Bektaşi dervişi olan sayılabilecek abdalların öncüsüdür. Bektaşi kültünü
Osmanlı Devleti topraklarına taşıyan isim de yine Abdal Musa’dır.
Günümüzde
bazı kimselerin Sünni dinsel öğretiye sıkı sıkıya bağlı biri olduğu yaklaşımına
karşı, bazılarının da İslam dışı, heterodoks olarak nitelendirdiği Hacı Bektaş,
Abdal Musa başta olmak üzere ‘Rum Abdalları’ olarak nitelendirilen zümreler
tarafından yüceltilmiştir. Hacı Bektaş kültü, Abdallar zümresi sayesinde
Osmanlı Devleti’nin özellikle uç boylarında etkili olan tasavvuf ekolü haline
gelmiştir. Hacı Bektaş kültünün yaygınlık kazanmasında, ilk Bektaşi dervişleri
kadar, onlarla iyi ilişkiler geliştiren Osmanlı Beyliği yöneticilerinin tutumu
da etkili olmuştur. Bu ilişkiler karşılıklı fayda ölçüsünde ortaya çıkmıştır.
Osmanlı Beyleri, ilk dönem Bektaşi abdallarının göçebe zümreler üzerindeki
etkisinden yararlanırken, bu abdallara yaşaması ve hayatlarını idame
ettirebilmesi için kolaylıklar sağlamıştır. Bu karşılıklı etkileşimden her iki
tarafın da amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Osmanlı Beyliği güçlü bir yönetim
olarak ortaya çıkarken, Hacı Bektaş-ı Veli de bu abdal zümresi sayesinde ciddi
bir kült olarak niceliksel bir etki alanına sahip olmuştur.
Bektaşiliğin
Osmanlı Devleti nezlinde kazandığı olumlu yaklaşım, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu
ile kendini ortaya koymuştur. Ahilik ile Yeniçeri Ocağı arasındaki ilişki,
Ahiliğin Bektaşi Tarikatı içerisinde yer bulması nedeniyle Bektaşiliğe miras
kalmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan Yeniçerilik-Bektaşilik ilişkisi, yüzyıllar
boyunca sürecek ‘ilişkinin niteliği’ tartışmasının ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
Safevi
Devleti’nin doğuda etkinlik göstermesi, hem Bektaşilikteki Kızılbaş etki, hem
de Osmanlı devlet yönetiminin Bektaşiliğe bakış açısındaki değişim açısından
oldukça önemli sonuçlar ortaya koymuştur. Osmanlı ve Safevi devlet
yönetimlerinin Anadolu halkı üzerindeki nüfuz mücadelesi, Bektaşiliğin resmi
olarak ortaya çıkışını sağlamıştır. Safeviler Anadolu heterodoks zümreleri
üzerinde Şii Kızılbaş propagandasını yoğunlaştırırken, Osmanlı Devleti de
Bektaşilik sayesinde Anadolu’daki heterodoks zümreleri olabildiğince büyük bir
daire dahilinde merkezileştirip kontrol altında tutmayı hedeflemiştir. Bu
dönemde Osmanlı devlet yönetimi ile Bektaşilik oldukça sıcak yaklaşımlar
geliştirirler. Osmanlı Devleti ile Savefiler’in Anadolu’daki mücadelesinde,
Osmanlı’nın Bektaşiliği resmileştirme müdahalesinin etkili olduğu
görülmektedir.
Bektaşiliğin
yapılanma sürecine girmesi ve Bektaşi Tarikatı adını alması Bektaşilikteki
adıyla ‘Pir-i Sani’ (ikinci pir) olarak bilinen Balım Sultan sayesinde
olmuştur. II. Bayezid tarafından Dimetoka’dan getirilerek Sulucakarahöyük’teki
merkez tekkenin başına postnişin olarak oturtulan Balım Sultan, Bektaşi
Tarikatı’nın resmi ve gerçek kurucusudur. Bilinen anlamıyla Bektaşililiğin
erkan, ibadet ve ritüel esasları Balım Sultan tarafından Bektaşiliğe
kazandırılmıştır. Tarikata ait tekkelere birçok vakıf arazisi bağışlanmış, bu
tekkeler vergiden muaf tutulmuştur.
Genel
anlamda Bektaşiler ile Osmanlı devlet yönetimi arasında Kalender Çelebi İsyanı
haricinde önemli pürüzlerin çıkmadığını görmekteyiz. İlişkiler Osmanlı
Devleti’nin inisiyatifinde gerçekleştirmiştir. İlişkilerin ortaya konulduğu en
önemli düzlem Yeniçeri Ocağı olmuştur. Ne zaman ki Yeniçeri Ocağı bozulmaya
başlamıştır, o tarihten itibaren ocak ile tarikat kardeş gibi görülerek,
Bektaşilik de hedefe konulmaya başlanmıştır.
III.
Selim’in öldürülmesiyle
birlikte Yeniçeri Ocağı’na karşı politikasını daha net şekillendiren Osmanlı
Devleti, tepkisini II. Mahmud’un eliyle ortaya koyar. Yeniçeri Ocağı’nın
kapatılmasını takip eden kısa zaman dilimi içerisinde Bektaşi Tarikatı da
yasaklanır. Tarikatın yasaklanmasının nedeni olarak tarikatın kendisinin yoldan
çıkması ve özellikle Yeniçeri Ocağı’nı yoldan çıkarması olarak gösterilmiştir.
Ancak durum pek de öyle olmamıştır. Çünkü Bektaşi Tarikatı her dönemde
heterodoks bir yapı arz etmiştir. Ayrıca Yeniçeri Ocağı ile Bektaşilik
arasındaki ilişki yüzeysel bir seviyededir. Yeniçerilerin Bektaşililiği
şekilsel olduğu kadar, Bektaşilerin Yeniçeri Ocağı’na müdahalesi de aynı oranda
bireysel şekilsellikten ibarettir. Özellikle kapatma olayından sonra
Yeniçerilerin Bektaşi tekkelerinde örgütlenme ihtimalini düşündüğümüz zaman,
II. Mahmud’un Bektaşilik hakkındaki kararının siyasi olduğunu daha rahat ifade
edebiliriz.
Osmanlı
devlet yönetimine göre özellikle son isyanda eylemlilik gösteren Bektaşiler
vardır ancak suçun şahsiliğine karşı tarikatın tamamı hakkında kapatma kararı
çıkar. Birçok Bektaşi’yi öldürmeyi mümkün kılabilecek fetvalar alınmasına
rağmen, idamlar fazla olmaz. Ancak sürgün olayları -idamların tersine- sadece
Bektaşileri hedef almakla kalmaz, Bektaşilikle alakası olmayan insanlar dahi
takip siyasetinden nasibini alır.
Tarikatın
yasaklanması kararının çıktığı toplantıda alınan kararda diğer tarikat
mensuplarının etkisini ve suçlu Bektaşilerin yakalanmasını sağlayan komisyon
üyelerinin Sünni dinsel öğreti temsilcilerinden oluştuğunu düşünürsek lağv
olayının dinsel yanını daha rahat yorumlayabiliriz.
Tarikatın
kapatılmasıyla tekkelerle birlikte, tekkelerdeki yazılı eserler de yakılır. Gayrimenkullerin
bir kısmı cami, mescid yapımında kullanılırken bir kısmı da satılır. Bu
mallara, -Bektaşilere yönelim sistemli karalama propagandasının etkisiyle-
Müslümanların rağbet etmemesi nedeniyle daha çok gayri Müslimler talip olur.
Geriye kalan sağlam tekkelerin yönetimi ise Nakşibendiye Tarikatı’na bırakılır.
1826
sonrasında tarikatın yeniden açılması yönünde ciddi bir ayaklanma hareketi
olmamıştır. Bektaşiler varlıklarını daha çok diğer tarikatların içerisine
girerek sürdürmüşlerdir. Takıyye olarak adlandırılan ve Bektaşilerin daha önce
de yapmak zorunda kaldıkları bu yöntem Bektaşiliğin belki de bugüne kadar
ulaşması sağlayan bir yöntem haline almıştır. Yeraltına çekilme sürecinin
etkisiyle varlıklarına devam etmek zorunda olan Bektaşiler, ibadetlerini daha
çok özel mekanlarına taşımışlardır ki, bu da Bektaşilere yönelik saldırıların
aldığı boyutun insafının sınır tanımaz bir hal almasını sağlamıştır.
Bektaşilerin
benimsedikleri bir diğer varolma yöntemi ise üst düzey bürokratik kadrolarda
yer bulma şeklinde ve Osmanlı merkezi yönetimine muhalif siyasi akımlarla
ilişki geliştirmek şeklinde ortaya konulmuştur. Bu bağlamda dönemin birçok üst
düzey bürokratı, edebiyatçısı, filozofu, siyasetçisi, tiyatrocusu Bektaşi
olarak karşımıza çıkmıştır. 1826 sonrası Arnavutluk ve Hacı Bektaş Kasabası
Bektaşi merkezi olma açısından önem kazanırken, İstanbul ise üst düzey
bürokratik zümreler için merkez olma özelliğini göstermiştir.
I.
Abdülhamid ile başlayan yeniden toparlanmaya çalışma hareketler, Abdülaziz
döneminde ciddi bir atılım göstermiş, yarı resmi olarak varlığını devam
ettirmiştir. Çelebi’lere yine eskisi gibi merkez tekkeye postnişin olma hakkı
verilmiştir ancak, ‘tarikatı Nakşibendi usulüne göre yönetmek kaydıyla’.
Bektaşiliğin
varlığını sürdürebilmek amacıyla izlediği yöntemlerin ve lağv olayının doğal
sonucu olarak Bektaşi ritüelinde bazı değişiklikler gerçekleşmiştir. 1826
sonrasında, Osmanlı’nın hiçbir döneminde Bektaşilik resmi olarak varlığını
devam ettirme şansı bulamamıştır. Ancak bu, Bektaşiliğin varlığını devam
ettirme şansını bulamayacağını anlamına da gelmemiştir.
Cumhuriyet
Türkiye’siyle birlikte Bektaşiliğin resmi olarak yasağı devam ederken, diğer
tüm tarikatlar da bu yasaktan nasibini almıştır. Bektaşiler, daha rahat iletişim,
örgütlenme, düşünsel bütünlük, siyasal duruş faklı gibi çoğaltılabilecek
etmenlerin yardımıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük savunucuları arasında
olmuşlardır. Bu değişim, Bektaşilikteki takıyye olgusundaki yoğunluğun da
hafiflemesini sağlamıştır diyebiliriz.
[1] Bu konuda Rıfkı Bey ile Ahmed Cemalettin Efendi
arasındaki tartışma önemlidir. Rıfkı Bey’in “Bektaşi Sırrı” eserine
karşın Ahmed Cemalettin Efendi “Müdafaa”sını yazmıştır (Cemaleddin,
1328; Birdoğan, 1996).
[3] Aşıkpaşazade (XV. Yüzyıl) ve Elvan Çelebi’nin
(XVI. Yüzyıl) Baba İlyas’ın torunlarından oldukları bilinmektedir (Melikoff,
2000, 38).
[4] Abdalan-ı Rum/Rum Abdalları: Babai hareketine
mensup zümrelerini niteleyen bir kavramdır (Vefailik, Haydarilik), (Ocak, 1999,
81).
[5] Konuyla ilgili önemli araştırmaları bulunan Fuad Köprülü (1991,
207), bu konulardaki yaklaşımları biraz daha ileri götürerek, Babai hareketinin
Batınilikten çıktığını ifade etmektedir.
[6] Kalenderi-Haydari erkanında saç, sakal ve kaşların kazınması
geleneğidir.
[7] Bilindiği gibi bu tarih, Balım Sultan’ın Sulucakarahöyük’teki
Tekkenin -resmi olarak- başına getirilmesine denk düşmektedir.
[8] Fuad Köprülü (1991, 209), Bektaşiliğin oluşumuna başlangıç olarak
Babai hareketini göstermenin doğru olacağını düşünmektedir.
[9] Bektaşi inançlarındaki İslam öncesi unsurlar konusunda ayrıntılı
bilgi için Ahmet Yaşar Ocak (2000a)’ın çalışmasına başvurulabilir.
[10] Ahmet Yaşar Ocak (1999, 82), bu dönemdeki dervişler için
‘proto-Bektaşiler’ terimini kullanmıştır.
[11] Sarı Saltuk-Aya Spyridon eşitlenmesine ilk defa Kruya çevresindeki
Sarı Saltuk menkıbesinde rastlıyoruz (Hasluck, 1995, 95).
[12] Bektaşi ananeleri Balım Sultan’ın Hıristiyan bir anadan doğduğunu
kabul etmektedir (Birge, 1991, 65).
[13] Konuyla ilgili Kazak Abdal’ın bir deyişi bulunmaktadır: “Mekan
tutmuş hanbağında bucağın / Bulutlara ağıp tutan sancağın / Uyandırdı pirimiz
ocağın / Mürsel oğlu Balım Sultandır” (Şahin, 1995, 88).
[14] Türbe, II. Murad tarafından yaptırılmıştır. Türbenin alemi için
II. Murad’ın altı yüz altın döktürdüğü bilinmektedir (Melikoff, 1999, 198).
[15] Hacı Bektaş türbesini onaranın II. Bayezid olduğunu Vilayetname’deki
şu dizelerden anlayabiliriz: “Türbesinin üstüni kurşunlayan / Şah Sultan
Bayezid’dür sen inan” (Gölpınarlı, Vilayetname, XXXIV)
[16] Vilayetname’deki (Gölpınarlı, XXIX) “Ömr-ü bahtın eylesün Allah
ziyad / Ta kıyamet devlet ile baki bad” dizelerinden eserin, II. Bayezid’in
yaşadığı dönemde yazıldığını rahatlıkla çıkarabiliriz.
[17] Kemer üzerine takılan, üzerinde Oniki İmamı sembolize eden on iki
köşeli taş bulunan bir çeşit büyük kement (Görkem, 2000, 228).
[18] ‘Hak-Muhammed-Ali’ şeklinde ifadesini bulan bir ritüeldir.
[20] Bu iç içelik sadece Kalenderilik-Bektaşilik arasında olmamıştır,
diğer heterodoks zümreleri de içine alacak şekilde varlığını sürdürmüştür. XVI.
yüzyılda Hurufilik Kalenderilik’le o kadar iç içe girmiştir ki, örneğin Virani
gibi bu devirde yaşamış pek çok Kalenderi şairinde Hurufi tesirler çok kuvvetle
belirir (Ocak, 1999a, 136).
[21] Baki Öz’ün ilgili eserdeki 9, 10, 13 nolu belgeler. Ayrıca konu
ile ilgili ayrıntılı belgeler için Ahmet Refik Altınay’ın eseri referans
kullanılabilir.
[22] Çelebi Cemalettin Efendi, 1915’li yıllarda yazdığı “Müdafaa”
isimli eserinin birçok
[23] Berat’ın tam metni için Baki Öz’ün Alevilik İle İlgili Osmanlı
Belgeleri eserindeki 65 nolu belge incelenebilir.
[24] Çeşitli nedenlerden dolayı
boşalan Hacı Bektaş Vakfının başına, Çelebiler soyundan bazı şeyhlerin
getirilmesine ilişkin berat ve fermanların tam metinleri ve Dergaha ait vakıf
arazilerinin Çelebiler ailesine ait olduğuna ilişkin mahkeme kararları için
Baki Öz’ün Alevilik İle İlgili Osmanlı Belgeleri eserine başvurulabilir.
[25] Vergi muafiyetleriyle ilgili ayrıntılı bilgi ve belgeler için
Birdoğan’ın Anadolu ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi eserine başvurulabilir.
[26] Vergi muafiyeti tekkeyi kapsadığı gibi, timi zaman da tekkenin
çevresindeki yerleri de kapsayabiliyordu. 1584 Kırşehir tahrirlerinden
anlaşılan, Hacıbektaş Köyü ‘avarız-ı divaniye’ ile ‘tekalif-i örfiye’
vergilerinden muaf tutulmuştur. Hacı Bektaş köyünde oturan 81 kişi de ayrıca
dergaha hizmet ettiklerinden ‘resm-i çift’ ve ‘resm-i bennak’ vergilerinden
muaf olmuşlardır (Öz B., 1997a, 252).
[27] Bu bilgi, Bektaşi zaviyelerinin gelirlerinin sadece vakıf
zenginliklerinden ibaret olmadığını göstermektedir. Zaman zaman mahalli
zenginler, idari otoriteler, devlet adamları tarafından çeşitli vesilelerle
ayni ve nakdi bağışlar da yapılmaktadır. XVI. yüzyılda Dulkadiroğulları’ndan
Şehsuvaroğlu Ali Bey ile Malkoçoğlu Bali Bey’in Hacı Bektaş Zaviyesi’ne
yaptıkları bağışlar buna örnek verilebilir. (Ocak, 1992, 377).
[28] Kimi kaynaklarda ocağın kuruluş tarihi olarak 1363 tarihi
verilmektedir.
[29] Defterdar Sarı Mehmet Paşa, XVIII. yüzyılda devletten ulufe alan
asker sayısını 196.227 olarak tespit etmektedir (Eryılmaz, 1992, 24).
[30] Yeniçeriler, İstanbul’da esnaf dükkanlarına -yeniçeri olsa da
olmasa da- onlara devlet karşısında bir tür dokunulmazlık sağlayan nişanlar
asmaktadırlar (Çamuroğlu, 1994, 94).
[31] İmparatorluk danışmanı.
[32] Öyle ki, Selim Paşa’nın atanması meselesi bile büyük sorun
oluşturmuştur. Selim Paşa Sadrazam olduğunu öğrendikten sonra, Yeniçerilere bir
şey hissettirmemek adına durumu sadece kardeşi Halil Bey’e haber vermiş ve
Silistre’den İstanbul’a bir Tatar kıyafetine bürünerek gelmiştir (Çamuroğlu,
1994, 84).
[33] Huruc ales-Sultan: Meşru Sultana karşı açık isyan.
[34] 1826’ya kadar Bektaşilik temsilcisi miralay rütbesinde idi. II.
Mahmud ise bu rütbeyi mareşalliğe yükseltmiştir (Kara, 1990, 210).
[36]
Bektaşi senkretik yapısındaki Hıristiyan etkisine ilişkin ayrıntılı bilgi için
Balivet (2000)’in eserine başvurulabilir.
[37] Fahreddin Acemi’nin Hurufilerden birkaçının Edirne’de yakılma
işlemi sırasında ateşi üflerken sakalını tutuşturduğu bilinmektedir
(Gölpınarlı, 1953, 269).
[38]
Bektaşilerdeki bıyık bırakma ritüelinin yerleşmesinde Haydari geleneğinin
etkinliği de düşünülebilir.
[39]
Bektaşilik-Hurufilik ilişkisine yönelik ayrıntılı bilgi için Birge (1991)’nin
eserine başvurulabilir.
[40] Bektaşi geleneğine göre Şeriat: Anadan doğmak, Tarikat: İkrar
vermek, Marifet: Nefsini bilmek, Hakikat: Tanrı’yı kendi öz varlığında bulmak
anlamına gelir (Dedebaba, 1995, 251).
[41] Bu ritüele tüm Bektaşi-Kızılbaş Ayn-i Cemlerinde rastlanmaz. Daha
çok Balkanlar ve Arnavutluk bölgesindeki Bektaşilerde görülebilen bir
ritüeldir.
[42] II. Mahmud tarafından vakanüvisliğe getirilen Esad Efendi’nin,
Üss-ü Zafer adlı yapıtından dolayı 10 bin kuruş ve 2630 altınla
ödüllendirildiği unutulmamalıdır (Öz B., 1997a, 177). Bu bakımdan Esad
Efendi’nin Üss-i Zafer adlı eserinin II. Mahmud tarafından, Bektaşi Tarikatı ve
Yeniçeri Ocağı’nın lağvının üzerine kurmaya çalıştığı yeni ve merkezi düzenin
oluşumu için propaganda yapması amacıyla yazdırıldığı düşünülebilir (Ortaylı,
2000, 345).
[43] II. Mahmud döneminin ünlü sufilerinden Kuşadalı İbrahim Halveti,
Bektaşilere yapılan bu olayları tasvip ettiğini, Bektaşilik, Şiilik,
Rafizilik’in birbirleriyle sıkı ilişkileri olduğunu, hatta hepsinin de aynı
olduğunu, dostlarına yazdığı bir mektupta padişahın ve ulemasının vermiş olduğu
bu kararı desteklediklerini bildirmiştir (Öz G., 1997, 72).
[44] Bu oluşum, sadece felsefe, şiir, edebiyat ve modern ilimlerle
uğraşan bir dernektir (Çamuroğlu, 1994, 37).
[45] Şanizade, tıbbi eserlerin yanında aritmetik, geometri, cebir ve
askerlik üzerine kitapları olan bir bilgindir (Çamuroğlu, 1994, 37).
[46] II. Mahmud yayınladığı fermanında Şanizade’nin sürgünü konusunda
“... pek ünlü olmakla birlikte bunların dahi terbiyelerinin verilmesi gerekir”
şeklinde ifade kullanmaktadır (Öz B., 1997b, 90).
[47] Ali Bey’in Rumeli’de Dimetoka ve civarında yaptığı tahkikat
neticesinde dört adet defter hazırladığı anlaşılmaktadır (Mutlu, 1994, 25).
[48] Rumeli’ye yolculuk sırasında Ali Bey’e Bektaşilik haricinde bir de
ek görev verilmiş, Ali Bey asıl görevini yapamamaktan muzdarip olması nedeniyle
bir yardımcı daha istemiştir. Ali Bey’in tekkelerle ilgili görevi Osmanlı
merkezince daha önemli görülmüş olmalı ki, öteki görevi üzerinden alınmış ve yalnızca
Bektaşilerle ilgilenmesi istenmiştir (Ayar, 1998, 51).
[50] Trakya’daki Otman Baba Zaviyesi’nin I. Süleyman dönemindeki mutfak
araçlarının sayısı -16 kazan, 43 sahan, 73 tepsi, 32 bakraç, 7 tava, 10 kepçe,
6 büyük tas (Ocak, 1978, 267)- düşünüldüğünde Bektaşi zaviyelerinin ne denli
etkin hizmet verdiği, yaygın olduğu ve halkça kabul gördüğü sonucuna ulaşmamızı
sağlayabilir.
[51]
Orhan Bey’in yaptırdığı kış meydanı dışındaki bütün yapılar yaktırılmıştır
(Hasluck, 1995, 25).
[52] Tekke, Belgrad ormanına yakın olması ve Yeniçerilerin ocağın lağvı
sırasında ormana sığınması nedeniyle olsa gerek 1826 sürecinden daha çok
etkilenmiştir (Öz B., 1997a, 335).
[53] El konulan Bektaşi tekkelerdeki arazilerin kuru/sulak tarla,
bahçe, çayır, mera, bağ gibi niteliklerine göre ayrılarak kayıtlara işlendiği
anlaşılmaktadır. Ayrıca sığır, keçi, koyun, at, katır ve merkep gibi
hayvanların ve meyve ağaçlarının da sayıları kayıtlarla sabittir (Daşcıoğlu,
1996, 25, 37). Örnek olarak Silistre sancağındaki dört ayrı Bektaşi
Tekkesindeki 217 hergelenin (merkeb) 5236 kuruşa satıldığını verebiliriz (Ayar,
1998, 59).
[54] Tekkelerin müsaderelerinde zaman zaman tekkelerde bulunan ve
‘mülk’ diye tarif edilen, şeyhlerin kendi şahıslarına ait emlak ve arazilerin
eğer varisleri varsa bunlara bırakılması uygulamasının benimsendiği
anlaşılmaktadır (Ayar, 1998, 59). Bu tür uygulamalarla, -şeyhin sürgün edilmesi
nedeniyle- aile efradının mağdur olmaması gibi bir amacın gözetildiği görülmektedir.
[56] Dergahın gerçek anlamda faaliyet yürütmesi Mehmet Ali Hilmi
Dedebaba zamanındadır (Öz B., 1997a, 194).
[57] Baki Öz (1997a, 194)’e göre ilk açılan Bektaşi Tekkesi budur.
Tekke, Abdülmecid döneminde İsmail Baba tarafından canlandırılmış olsa da, asıl
önemini Abdünnafi Baba zamanında kazandığı için Nafi Baba adıyla da bilinir
olmuştur. Ayrıca saraydaki Bektaşilerin çoğunluğu Şehitlik dergahı’ndan
nasiplidir (Öz B., 1997a, 331).
[58] Kitap Bektaşi öğreti ve uygulamaları hakkında genel bilgiler
içerir (Birge, 1991, 114).
[59] Yazar, 1826’dan bu yana kontrol altında bulunan yayınların
başladığını, dahası Cavidan’ı dahi yayınlandığını belirterek kızgınlığını dile
getirir (Kara, 1985, 985).
[60] Hacı Bektaş Dergahı postnişinliğinin Çelebi Feyzullah Efendi’ye
verilmesi hakkındaki Abdülaziz’in 1871 tarihli fermanının tam metni için Öz,
B., 1997a, 96’ya bakılabilir.
[61] Mehmet Hamdullah Çelebi’nin Amasya’ya sürgününden sonra, 1828 yılındaki
ölümüne kadar postta küçük kardeşi Veliyettin Çelebi’nin oturduğu, Veliyettin
Çelebi’nin oğlu Ali Celalettin Çelebi’nin 1846’da mütevellilik beratı aldığı
bilinmektedir. Osmanlı devlet yönetimince postnişin olan söz konusu Şeyh
Feyzullah Efendi, Ali Celalettin Çelebi’nin küçük kardeşidir. Celalettin
Çelebi’nin ardından büyük oğlu Ahmet Cemalettin Çelebi posta oturur (1902-1921)
ki, kendisi ‘Müdafaa’ isimli kitabın yazarıdır (Ulusoy, 1986, 70,97,99).
[62] Mehmed Hilmi Dedebaba’nın merkez dergah postnişini Feyzullah
Efendi’nin yakın arkadaş olduğu, 1907 yılındaki ölümüne kadar Şahkulu’ndaki
postnişinlik görevine devam ettiği bilinmektedir (Melikoff, 1994, 241).
[63] Bektaşiliğin resmileşmesi için yapılan bir sonraki ciddi mücadele
XX. yüzyılın başında çıkan Muhibban dergisi arayıcılığıyla olmuştur. Derginin
amacı Bektaşiliğin resmen serbest bırakılmasıdır: “Bazı dedikoducu şeyhlerin
sözlerine bakıp da tarikatların ayrısı gayrısı olduğuna inanmak artık olmaz”
(Kara, 1985, 922).
[64] Necip Baba tekkede bir basımevi kurarak Bektaşiliğe ilişkin
kitaplar basmış, bu nedenler ‘matbaacı’ lakabıyla anılmıştır (Öz B., 1997a,
193).
[65] Yunanistan’daki Reni Tekkesinde 1888’li yıllarda 54 dolayında
dervişin bulunduğu bilinmektedir (Hasluck, 1991, 40).
[66] Evrad: Okunması adet olunan dini dualar (Devellioğlu, 242).
[67] Deveran: Dönüp dolaşma, dolanma (Devellioğlu, 181).
[68] 1868-1881 yılları arasında İstanbul’da 252 tekkenin bulunduğu ve
bunlardan 35’inin merkez tekke kabul edildiği anlaşılmaktadır (Gündüz, 1997,
9).
[69] Gündüz (1983), II. Mahmud’un bu sürgün olayını Halidi-Bektaşi
mücadelesini yatıştırmak için yapmış olabileceği gibi, Halidiyye Tarikatı’nın
kurucusu ile İstanbul Halifesi Abdülvehhab es-Susi ve taraftarları arasındaki
çekişmenin durdurulması amacı ile yapıldığının düşünülebileceğini
belirtmektedir.
[70] Bektaşiliğin yasaklanmasının ardından Şeyhülislamın ve
Nakşibendiliğin Bosna’da kesin bir hakimiyet ve yaygınlık kazanmıştır (Cornell,
1999, 18).
[71] Yine bu yüzyılın sonlarında Üsküdar’da Rifai asitanesi şeyhi Ziya
Efendi’nin başında ‘Bektaşi fahrı’ ile sokaklarda gezmeye başladığı
bilinmektedir (Ergun, 1943, 410).
[72] XIX. yüzyılın başından itibaren Kızılbaşlık teriminin yerini
Alevilik almaya başlamıştır.
[73] Bu bağlamda 1826 sonrası Bektaşi ritüelinde ciddi yer edinen
Bektaşi fıkralarına ilişkin bir örnek vermeyi yerinde görüyoruz:
Bektaşi ile Hoca birlikte yola çıkmışlar. Hoca atta,
Bektaşi eşekte. Geceyi geçirmek için bir otlakta mola vermişler. Eyerlerini
çıkarıp yemek yemişler, sonra biraz konuşmuşlar, yatacakları vakit Hoca şöyle
dua etmiş: “Yarabbi! Atımı sana emanet ediyorum, onu sen koru”. Bektaşi ise:
“Mürşidim, benim eşeğimi de sen koru” diye dua etmiş. Hoca şaşırmış ve “Bre
günahkar, sen de Allah’a emanet etsene” demiş. Fakat derviş hiç aldırmamış.
Uykuya dalmışlar, sabah uyandıklarında Bektaşi’nin eşeği çayırda otlarken,
hocanın atının kayıplara karıştığını görmüşler. Hoca, “Bu nasıl iş? Ben onu
Allah’a emanet etmiştim. O kaybolmuş da Bektaşinin eşeği yerinde duruyor”
demiş. Derviş hiç önemsemeden cevap vermiş: “Bunda şaşılacak bir şey yok hoca.
Sen Allah’ın tek kulu değilsin. Senin atı almış, bir başka kuluna vermiştir.
Amma benim Mürşidimin benden başka kulu yok. Onun için benim eşeği sabaha kadar
beklemiştir.” Öykü hocanın bile buna güldüğünü söyleyerek biter (Dedebaba,
1995, 627).
[74] Şahkulu Sultan Tekkesi’nde tarikata girmiştir (Öz B., 1997a, 327).
[75] Rıza Tevfik bir mektubunda, yüksek makamlarda görevli birçok
Bektaşinin olduğunu, kendisinin birkaç vezir ve elçi tanıdığını, Talat Paşa’nın
da kendisi gibi Far-mason ve Bektaşi olduğunu belirtmektedir (Şahin, 1995,
126).
[76] Bedri Noyan Dedebaba (1995, 444), tanınmış Bektaşilerin listesini
ayrıntılı olarak vermiştir.
[77] Bu dönemde (1916), Sadrazam Talat Paşa, İttihat ve Terakki
Fırkası’nın ideologu Ziya Gökalp’ın tavsiyesiyle Baha Said’i Anadolu’daki
Alevi-Bektaşi zümrelerini incelemek üzere görevlendirmiştir (Görkem, 2000, XI).
[78] Bernard Lewis (1970)’e göre Şeyhülislam Musa Kazım Efendi bir
Nakşibendi’dir.