Hazırlayan: Ali KOZAN
Geçmişi
bilmek, anlamak ve ondan dersler çıkarmak, insanoğlunun geleceğini
şekillendirmesi adına önemli rolleri olan temel esaslardandır. Kendi
kültürümüzü anlama noktasında ortaya konulacak her tür çaba ve çalışma da bu
noktada atılacak adımları kolaylaştıracaktır.
Şeyh
Bedreddin olgusu da, Osmanlı tarihi kaynaklarında, telif eserlerde ve günümüze
kadar gelen süreç içerisinde mevcut tetkik eserlerde üzerinde önemle durulan
konular arasında yer almıştır. Ancak idamını takip eden yüzyıllardan günümüze
değin üzerine yapılan bu araştırma, yorum ve değerlendirmelerin, onu anlaşılır
kılmak yerine daha bilinemez hale getirdiği görülmektedir. Bu bilgi karışıklığı
sebebiyle de yapılan çalışmaların büyük çoğunluğunun ciddî araştırmalardan ve
derinlikten uzak olduğu, bunun sonucunda da Şeyh Bedreddin ile ilgili
birbirinden oldukça farklı adlandırmalar ve benzetmeler yapıldığı görülür.
Fikirleri,
faaliyet ve eylemleri sonucu düşünce tarihimizde önemli bir yeri olan Şeyh
Bedreddin üzerine yaptığımız bu çalışma, geçmişin bize sunduğu tarihî
malzemenin niteliğini, sıhhat ve güvenilirliğini inceleyerek Şeyh Bedreddin’in
düşünce tarihimizdeki yerini sağlıklı bir şekilde ortaya koyma amacını taşımaktadır.
Bu amaçla,
çalışmamızda değişik kütüphanelerimizde bulunan konuyla ilgili yazma eserler,
yurt içinde ve dışında yayınlanmış kitap, tez ve makalelerden yararlanmaya
çalışılmıştır. Adı geçen bu farklı kaynaklar incelendikten sonra, araştırma
konumuzla ilgili bilgiler fişler halinde kaydedilmiştir. Son aşamada da
kaydedilen fişler bir değerlendirmeye tâbi tutularak yazım aşamasına geçilmiş
ve yapılan tashih çalışmalarıyla birlikte doktora tezimiz tamamlanmıştır.
Bu bağlamda
çalışmamızda Şeyh Bedreddin’in hayatı, şahsiyeti, eserleri, sonraki
yüzyıllardaki tesirleri, üzerine yapılan çalışmalar ve itikadî, felsefî, fıkhî
görüşleriyle birlikte Osmanlı düşünce tarihindeki yeri ele alınmıştır. Şeyh
Bedreddin üzerine yapılan müsbet veya menfî değerlendirmelerin kaynağı olarak
da, genellikle itikadî ve felsefî görüşlerinin yer aldığı Vâridât gösterildiği
için, çalışmamızda Şeyh Bedreddin’in bu alanla ilgili görüşleri daha kapsamlı
ele alınacaktır.
Ali KOZAN
Düşünce
tarihimizde yer alan şahsiyetler içerisinde fikirleri ve eylemleri ile öne
çıkan önemli simalardan biri de Şeyh Bedreddin’dir. Osmanlı Devleti’nin
teşekkül devresinde ve bununla birlikte Fetret Devri’nin yarattığı kaotik
ortamda adından söz ettiren bu kimlik, günümüze değin birçok çalışmaya konu
olmuş ve bu yönüyle hala tazeliğini koruyan bir olgu olarak kendini
göstermiştir.
Hayatını,
şahsiyetini, eserlerini ve düşünce tarihindeki yerini ortaya koymaya
çalıştığımız Şeyh Bedreddin’in, içinde bulunduğu dönemde, bilgi birikimi ve
fikirleri itibariyle dönemin sayılı âlimlerinden biri olma özelliğini taşıdığı
görülmektedir. Nitekim o, İslâm hukuku, tefsir ve tasavvuf gibi birbirinden
farklı alanlarda önemli eserler ortaya koymuştur.
Bununla
birlikte adı, bir isyan hareketiyle anılmış ve Osmanlı otoritesine karşı bir
hareketin içerisinde yer almıştır. Tarihte üzerinde daha çok durulan bu durum,
onun ilmî yönünü gölgelemiştir.
Bu bağlamda
çalışmamız, farklı dönemlerde üzerine değişik ithamlar yapılan bu şahsiyetin,
tarih içerisindeki gerçek konumunun çok yönlü ve sağlıklı bir şekilde ortaya
konulması amacını taşımaktadır.
A.
Dönemin Siyasî, Sosyal ve
Ekonomik Yapısı
Her düşünür,
içinde yaşadığı zamanın ve mekânın insanıdır, yani kendi çağının çocuğudur.
Çünkü, o zaman ve mekanda gerçekleşen siyasal, sosyal ve ekonomik hareketler
kişilerin yetişmesini ve gelişmesini doğrudan ya da dolaylı olarak
etkilemektedir. Bu bağlamda dönemin Osmanlısı’nda Şeyh Bedreddin’in siyasî,
sosyal ve eylemsel kimliğini oluşturan ortamın ortaya konulması, içinde
bulunduğu hareketin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
XIII.
yüzyılın sonlarında kuzey-batı Anadolu’daki Söğüt çevresinde kurulan ve XIV.
asır başlarında Anadolu’nun farklı bölgelerinde yer alan birçok beylikten
birini teşkil eden Osmanlı Beyliği, yine bu yüzyıllarda fetih, siyasî
evlilikler, çeyiz ve satın alma gibi yollarla kuruluş aşamasını büyük ölçüde
tamamlamış ve böylece beylik yapısından sıyrılarak devlet aşamasına geçmişti.
Osmanlılar’ın
ilk üç kurucu sultanından Osman Gazi, küçük bir kavmin başındayken dirayetle ve
hoşgörülü yönetimi ile çevresindeki aşiretleri denetimi altına almış; Orhan
Gazi, babasının çevresine topladığı bu halkı devlet biçiminde örgütlemiş ve
Avrupa’ya yerleşmek için ilk adımı atmış; ilk geniş zaferlere girişen I. Murat
ise, babasından devraldığı devleti, bir imparatorluk haline getirmiştir.
Döneminde devletin sınırları Grek yarımadası hariç hemen hemen tüm Balkan
yarımadasını içine alacak biçimde genişlemiş ve burada beş yüzyıl sürecek bir
egemenliğin tohumları atılmıştır. Bu egemenlik, birbirinden çok farklı din, dil
ve ırk unsurlarını aynı potada bir araya getiren yeni Osmanlı uygarlığının
doğuşunu simgelemektedir. Yine bu dönemde devletin askerî başarılarının
dışında, üzerinde egemenlik kurduğu halkların dinî ve toplumsal yaşamlarına
karışmaması, keyfî muamelenin olmaması ve Bizans’ın bozuk yönetimine karşı can
ve mal güvenliğinin tam olarak sağlanması, bu başarılı genişlemeyi
etkilemiştir. Özellikle Ortodoks halk, Osmanlı yönetimini, Katolik baskısına
karşı bir kurtuluş olarak görmüştür. Bir başka kolaylaştırıcı öge ise,
Balkanlara yüzyıllar önce gelip Hristiyan olan ama Türklerle aynı ırktan gelen
kavimlerin(Peçenekler, Gagavuzlar, Kumanlar, Vardar Türkleri gibi ve bazıları
hâlâ Türkçe konuşan kavimler) özümleme sürecine yardımcı olmalarıdır. Dolayısıyla Osmanlılar’ın topraklarındaki
genişleme süreci maceracı ve düzensiz bir hareket olmayıp, tarihteki öteki Doğu
istilalarının aksine, belirli bir program içinde bilinçli bir yayılma
politikasıdır. Osmanlı genişleme politikasının başarısının en güzel göstergesi,
I. Murat’tan sonra iktidara geçen I. Bayezid’in yenilgisinden sonra, devletin
ayakta kalabilmesidir. Nitekim I. Bayezid döneminde Timur kuvvetleriyle
yapılmış olan Ankara Savaşı(1402), neticeleri itibariyle Osmanlı Devleti için
bir dönüm noktası olmuş, Osmanlı’nın merkezî devlet bünyesi çökmüş, Anadolu
birliği bozulmuş; beyler, eski statülerini kazanıp yeniden beyliklerinin başına
geçmişlerdi.
İşte Şeyh
Bedreddin’in Osmanlı coğrafyasında etkili olarak bulunduğu dönemin(1404- 1420)
siyasî yapısı da, Ankara Savaşı sonrası oluşan bu kaotik ortamla birlikte
siyasî istikrarsızlık ve iktidar savaşlarının bölgede hakim rengi oluşturduğu
bir yapı arzetmekteydi. Şeyh Bedreddin, şehzadeler arası mücadelelerin vuku
bulduğu bu kritik dönemde Musa Çelebi tarafında yer alarak, bir bakıma,
hayatını şekillendirecek olan tarihî seçimi de yapmıştır. Musa Çelebi
tarafından kendisine tevdî edilen ve ilmiye sınıfının en yüksek makamı olan
kazaskerlik görevini Mehmed Çelebi’nin iktidarı ele geçirmesiyle bırakmak
zorunda kalmış, daha sonra da kendisini, dönemin resmî otoritesine karşı isyana
götüren sürecin içerisinde bulmuştur.
Dönemin
sosyo-ekonomik yapısına bakıldığında ise, XIV. yüzyılın başlarında
İlhanlılar’ın çökmesi(1335) ve Osmanlı Devleti’nin Batı Anadolu’da etkin bir
güç olarak ortaya çıkmasından sonra politik ve ekonomik cazibe merkezi olarak
ön plana çıkan bu topraklarda, Ankara Savaşı sonrası sosyo-ekonomik olarak da
bir duraklama ve gerilemenin içine girildiği görülür.
Nitekim Ankara
Savaşı ve bunu takip eden taht mücadeleleri sonrasında Çelebi Mehmed’in Osmanlı
tahtını tek başına ele geçirmesine kadar geçen bu sürede Anadolu ve Rumeli
toprakları çok büyük sıkıntılar geçirmiştir. Aynı anda yönetimin farklı
şahsiyetlerin elinde olması merkezî yönetim düzeninin bozulmasına yol açmıştır.
Yine bu dönemde hem Timur’un ölçüsüz yağma ve tahripleri, hem de cemiyetin
içinde meydana gelen soygunlar ve karışıklıklar, Anadolu beyliklerinin
karşılıklı çekişmeleri Osmanlı taht mücadelesinin yarattığı siyasi belirsizlik
ve kargaşa gibi etkenler sosyal düzeni bozmuş, ekonomik sefaleti de
arttırmıştır.
Ayrıca,
Osmanlı Anadolu’sunun bu dönemde içinde bulunduğu zayıf siyasal ve sosyoekonomik
ortam da, Anadolu ve Rumeli halkını tahrike müsait hale getirmişti. Timur
ordusunun Anadolu’yu yağma ve tahribine, taht kavgalarının yol açtığı iç
çatışmalar da eklenince fetihler tümüyle durmuş ve bu nedenle devletin
gelirleri önemli ölçüde tükenmişti. Dönemin siyasal karışıklıkları, siyasal
otorite boşluğuna yol açmış ve bu sebeple göçmen ailelerin yerleştirilmesi,
bekarlara iş bulunabilmesi gibi sorunlarla uğraşılması mümkün olmamıştı.
Bir ülke
topraklarında yaşayan farklı dil, din ve ırka mensup toplulukların tek yönetim
altında dahi idareleri problem teşkil ederken şehzade mücadeleleri gibi karışık
bir dönemde birlikten söz edilemeyeceği muhakkaktır. Ortak hazinede toplanan
gelirlerin dağılması, ordunun parçalara ayrılması, toprak üretim dengesinin
bozulması, toplumsal düzenin sekteye uğraması ve bunun sonucunda da yoksulluğun
baş göstermesi gibi sebepler, Anadolu insanının bu dönemdeki sosyal ve ekonomik
durumunu gözler önüne sermektedir. Dönemin Osmanlı topraklarında baş gösteren
bu siyasî ve sosyo-ekonomik bunalım sonucu oluşan istikrarsızlık ve yabancılaşma
da beraberinde sosyal buhranı getirmiştir.
Yine bu
dönemde tımarları ellerinden alınan eski tımar sahipleri, saltanat mücadeleleri
yüzünden fetihlerin durmasıyla ganimetlerden yoksun oldukları için güç durumda
kalan sınır gazileri ve akıncılar, Osmanlı fetihleri sırasında topraklarına el
konulan yerel Hristiyan feodalleri de bu yapının içerisinde ele alınmalıdır.
Nitekim bu karışık dönemde özellikle Anadolu beylikleri ve Hristiyan
feodalleri, çıkarları doğrultusunda daha önce destek verdikleri güç odaklarını
değiştirebilmekteydiler.
Bu dönemde
ekonomide önemli yer tutan tımar sistemi de bölgede hakim olan güce göre
değişkenlik arz etmekteydi. Osmanlı tımar sisteminde genellikle tarım arazisi
devlete ait olup, toprağı işleyen köylüler babadan oğula geçen kiracılık
konumundaydılar. Köylü bu toprağı satamaz, hediye olarak bağışlayamaz veya
izinsiz olarak başkasına aktaramazdı. Ancak Abbasi Halifeliği ve Bizans
İmparatorluğu’nda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de devletle bireyler
arasında, toprak iyelik mücadelesi, toplumsal tarihin en önemli sorunlarından
biri olmuştur. Devletin zayıf olduğu zamanlarda özel mülk ya da vakıf olan
toprakların alanlarında bir artış olur, hükümdarlardan biri güçlü bir merkezî
otorite kurduğunda bu gibi topraklar üzerinde özel mülkiyet haklarıyla
vakıfları kaldırarak devlet denetimini yeniden sağlardı. Doğal olarak bu durum, toprakları ellerinden
giden halk açısından hoş karşılanmayan ve tepki toplayan bir uygulamaydı. Şeyh
Bedreddin’in de bu sıkıntılı dönemde, Çelebi Mehmed’in iktidara gelmesiyle
birlikte tımarları ellerinden giden uc gazilerine ve toprak sahiplerine toprak
vaadinde bulunmuş olabileceği unutulmamalıdır.
Ayrıca bu
dönemin olayları, toprağı vakıf ya da emlak olarak ellerinde tutan etkili
Anadolu aileleri ve onların savaş güçlerini oluşturan aşiretlerin, Osmanlıların
merkezî yönetimine karşı olduklarını da gösterir. Bunlar, Osmanlılara karşı
kendi ayrıcalıklarına güvence veren eski hanedanları tutuyordu. Balkanlardaki
yerel hanedanlar da benzer konumda idiler. İlk dönem sınır devletinin eski
geleneklerini sürdüren, merkezîleşmeye de aynı ölçüde karşı olan Rumeli
sınır(uc) halkı, sultan adaylarına destek vererek iç savaşlarda yaşamsal bir
rol oynadı ve en yoğun yörük nüfuslu sınır bölgesi olan Dobruca-Deliorman, XV.
yüzyılda bir isyan yuvası haline geldi.
Ayrıca Osmanlı
coğrafyasında bu dönemde göçebe Türkmenlerin ve yerleşik Türk insanının
oluşturduğu bir nüfus kitlesi de göze çarpmaktadır ki, özellikle göçebe Türkmen
aşiretleri, arasında dinî siyasî propagandaların eksik olmadığı görülür.
Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin’in özellikle eğitim hayatı sonrası Osmanlı Devleti topraklarında
bulunduğu dönemin, siyasî karışıklıklarla birlikte ekonomik ve sosyal
sıkıntılar içerisinde olduğu ve bu durumun farklı kesimleri değişik söylemlerle
etkilemek için müsait bir ortam oluşturduğu görülmektedir.
B.
Dönemin Düşünce
Yapısı
Şeyh
Bedreddin’in içinde yetiştiği ortamı ve düşünce yapısını anlayabilmek için
özellikle onun yetişmiş olduğu XIV. yüzyılın ikinci yarısı ve XV. yüzyılın ilk
çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin ilmî ve fikrî yapısına değinmemiz gerekmektedir.
Osmanlı coğrafyasında bu dönemde cereyan eden siyasî, sosyal ve ekonomik
gelişmelerle birlikte dönemin fikrî yapısı, medreselerle birlikte tasavvufî
düşünce ve sufî ulemânın sunduğu iki farklı anlayışa dayanmaktaydı. Bu iki
anlayışın siyasî otorite ve halk üzerindeki etkileri de dönemin düşünce
yapısını büyük ölçüde şekillendirmekteydi.
Osmanlı
Devleti’nin temelinin XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’nun batısında Bizans
sınırında henüz küçük bir uç beyliği olarak atıldığı sırada İslâm dünyasında
fikrî faaliyetlerin yoğun olarak görüldüğü, değişik fikir mekteplerinin faal
olduğu çağ çoktandır sona ermiş olup İslâm dünyası, Moğol istilâsının yarattığı
siyasî, sosyal ve iktisadî krizleri yeni yeni aşmağa ve toparlanmaya
çalışıyordu.
Dolayısıyla
Osmanlı düşünce hayatı XIV. ve XV. yüzyılın başları itibariyle ilmî ve fikrî
bir duraklama içindeydi. Dönemin Osmanlı ilim hayatı da, bir takım yenilikler
ve orjinallikler sergilemekten çok, mevcut düzenin korunup sürdürülmesine
yönelik olup, büyük çoğunluğuyla eski ilim ve düşünce eserlerinin tekrar tekrar
yorumlanmasından ve açıklanmasından öteye geçmemişti. Osmanlı ilim hayatının
temel karakteristiği olan şerhçiliğin ve haşiyeciliğin yaygın oluşunun sebebi
de buna bağlanabilir. Nitekim bu dönemde yapılan çalışmalar, o
döneme kadar İslâm dünyasında elde edilmiş olan birikimi tanımak, öğrenmek ve
öğretmek faaliyetlerinden oluşuyordu. Dolayısıyla dönemin Osmanlı ilim
anlayışının genelde eskileri tenkit edip yeni yorumlar yapmak hatta farklı
görüşler ortaya koymak gibi bir meselesi yoktu. Şerhçilik ve haşiyecilik
geleneğine yönelişin temelinde de bu anlayış yatmaktaydı.
Dönemin
Osmanlı’sının düşünce hayatındaki bu durgunluğun bir yansıması olarak, serbest
düşünce ve tartışma hayatı sekteye uğramış ve bunun yerini daha çok Ehl-i
Sünnet dışı cereyanlara karşı İslâm’ı koruma misyonu yüklenen yeni siyasî
yapılanmaların bir parçası olmak almıştır. İlmî düşünce hayatı, büyük ölçüde
dinî ve siyasî problemlerin çözümü cihetine kaymıştır. Dolayısıyla klasik dönem
Osmanlı ulemâsı ve medreselerinin, kendilerini özellikle fıkıh ve kelam
konusunda yoğun bir Ehl-i Sünnet savunmacılığı içinde buldukları söylenebilir.
Bu fikrî
yaklaşımın temsilcileri olan Osmanlı ulemâsının, XIV. yüzyıldan itibaren dinî
bilimleri tahsil ve ihtisas için biri Orta Doğu, diğeri Orta Asya olmak üzere
özellikle Ehl-i Sünnet akımının çok güçlü iki bölgesini tercih ettikleri
görülür. Bunlardan başta Hicaz olmak üzere Bağdad, Halep, Şam ve Kahire’nin
bulunduğu, bugünkü adlarıyla Irak, Suriye ve Mısır daha ziyade fıkıh, tefsir ve
hadis gibi nakle dayanan bilimlerin eğitiminde öne çıkmıştır. Dinî ilimler ve
düşünce alanlarında akıl ve rey geleneğinin daha etkili olduğu-dolayısıyla
OsmanlIların bağlı olduğu Sünnî doktrin ile Hanefî ve Maturidî mezheplerinin
yaygın bulunduğu- fıkıh ve kelam ağırlıklı dalların eğitimi için ise Harezm ve
bilhassa Maveraünnehir ile İran bölgeleri tercih ediliyordu. Bununla beraber
her iki bölgede de söz konusu bilimlerin bütünü oldukça güçlü bir geleneğe
sahiptiler.
Dönemin
Anadolu’su ise bu merkezlere nispeten biraz daha geriden geliyordu. Bu nedenle,
Orhan Gazi tarafından yaptırılan İznik Medresesi, Mehmed Çelebi tarafından
yaptırılan Bursa Sultaniye Medresesi gibi, Anadolu medreselerinde ihtisas
yapmak isteyen âlimler öncelikle Orta Asya, Kahire ve Şam medreselerine
gidiyorlardı. Nitekim Dâvûd-ı Kayserî, Şeyh Bedreddin ve Ahmedî Kahire’de;
Muhsin-i Kayserî Şam’da, Kadızâde-i
Rûmî Musa Horasan ve Maveraünnehir’de; Alaaddîn-i Rûmî Semerkand’da ihtisas
yapmışlardır.
İşte
buralarda tahsil ve ihtisas yapan Osmanlı ulemâsı dinî bilimler alanında
özellikle,
Ehl-i
Sünnet’in görüşlerini savunmaya önemli katkı sağlayacağına inandıkları iki
mektebi Osmanlı ülkesine taşımışlardı. Bunlardan birincisi, Osmanlı dinî
bürokrasisini dolayısıyla devletin resmî İslâm anlayışını tesis ederken Osmanlı
merkezî yönetiminin de sürekli tercih edeceği “Fahreddîn-i Râzî (yahut
kısaca Fahr-i Râzî) Mektebi ”,
diğeri ise medresenin belli bir kesiminde ve özellikle de din görevlileri
tarafından XVI. yüzyıldan itibaren bu birincisine tepki olarak kendini
hissettirmeye başlayacak olan “İbn
Teymiyye
Mektebi” idi. Bu iki mektebin özelliği de güçlü bir Ehl-i Sünnet
savunmacılığı
Yine bu
dönemde Osmanlı ulemâsı arasında, bir yandan devletin bürokratik ihtiyaçlarını
karşılama, öte yandan halkın inançlarının bozulmaması için gayret sarfetme gibi
iki pragmatik endişenin sevki ile, birincisi Ehl-i Sünnet dışı cereyanları
bilimsel olarak çürütmek ve Ehl-i Sünnet’i güçlendirmek, ikincisi ise bu
cereyanları hukuk açısından mahkum etmek üzere, kelam ve fıkıh öne çıkan iki
gözde bilimsel disiplin olarak kendini göstermekte idi. Şunu da belirtmeliyiz ki, dinî ilimlerin ön
planda olması ve felsefî, aklî ve tecrübî ilimlerden çok dinî ilimlere ağırlık
verilmesi, dinî ilimler dışındaki ilimlere karşı “mutlak menfî bir tutumu”
ifade etmediği gibi, İslâm dünyasında da hakim ve tipik zihniyeti temsil
etmiyordu. Fakat devletin iç ve dış etkilere karşı kendi resmî dayanağı olan
Ehl-i Sünnet doktrinini kuvvetlendirmek zorunda oluşu, dinî ilimlere ve
müesseselerine kaçınılmaz bir şekilde ihtimam gösterilmesi sonucunu
doğurmuştur. Bu da aklî ilimlere ister istemez ikinci planda yer verilmesine
sebep olmuştur. Bu yönüyle Osmanlı siyasî düşüncesinin de
etkisiyle şekillenen fikrî yapısının, felsefî olmaktan ziyade pratik ve
pragmatik özellikleri ön plana çıkaran bir yapı arz etmekte olduğu
söylenilebilir. Bir başka deyişle devletin ihtiyaçları, medreselerin çalışmasını,
ilmî program ve faaliyetlerini etkilemiş hatta büyük ölçüde yönlendirmiştir.
Dolayısıyla, Osmanlı merkezî yönetimi, çeşitli siyasî ve idarî amaçlarının
gerçekleşmesinde ve fiillerini meşrulaştırmada medreselerden geniş ölçüde
yararlanmıştır.
XIV-XV.
yüzyıllar Osmanlı düşünce hayatının diğer bir ögesi olan tasavvufî hareket veya
cereyanlar da, siyasî ve sosyal etkileri itibariyle üzerinde önemle durulması
gereken oluşumlardır. Nitekim XIV. yüzyıl başlarında bir uç beyliği olarak
ortaya çıkan Osmanlı Devleti’nin bu teşekkül devresinden itibaren başta ilk
padişahlar olmak üzere Osmanlı yönetim çevrelerinin, bu bölgeye hâkim bulunan
bir takım sûfîlerin mistik karakterli İslam yorumundan beslendikleri
görülmektedir.
Dönemin fikir
hayatında aktif şekilde yer alan bu sufî hareket ve cereyanlar, mistik bir
ihtiyacın tatmininden ve basit bir tercih konusu olmaktan çok, bir hayat
tarzına dönüşmüşlüğü gösteren sosyal bir gerçeklikti. Tarikatlerin ve gönül adamlarının sunduğu,
diyaloğa dayalı hoşgörü ağırlıklı değerler, hiç şüphesiz, Osmanlı toplumunun
hem fikir dokusunu hem de sosyal yapısını derinden etkilemişlerdi. Osmanlı
idaresi ilk dönemlerde tasavvuf kökenli bu olguyu iyi değerlendirerek kendi
varlığına tehlike teşkil etmediği sürece, bu ulemâyı desteklemiştir. Çünkü
bunlar, eğitimleri, yetişme tarzları ve Osmanlı saltanatına bakışları
itibariyle adeta kamuoyu üzerinde Osmanlı Hanedanı’nın meşruiyetinin ve
devamlılığının garantisi gibiydiler.
Misyoner
dervişlerin dinî ve sosyal fikirler propagandası ile o memleketin sosyal
bünyesinde ve siyasî kuruluşunda büyük yenilikler yapmak için müsait kaynaşmayı
yaratmakta, temsil ve fütûhat işlerini kolaylaştırmakta âmil oldukları da
muhakkaktır. Ayrıca yeni fethedilen bir Hristiyan memleketinde Türk dil ve dinini
yaymaya başlayacak misyonerlerin, yeni kurulmakta olan Türk devletinin en büyük
kuvvetini temsil etmekte olduğu da meydandadır. Dolayısıyla bu dönemde özellikle bağdaştırmacı
bir din anlayışına sahip olarak yerli halkla kolayca diyaloğa girebilen şeyhlerin
ve dervişlerin Osmanlı müslüman ve gayr-i müslim tebeasının din anlayışı
üzerinde etkili oldukları görülmektedir.
Bu bakımdan
Osmanlı Devleti’nin teşekkül devrinde sûfî çevre ve iktidar arasındaki
ilişkilerin daha ziyade siyasî ve müspet bir çerçevede şekillendiğini
söylenilebilir. Nitekim Osman Gazi’nin Şeyh Edebalı,
Orhan Gazi’nin Geyikli Baba ve Yıldırım Bayezid’in Emir Sultan’la olan
münasebetleri bu düşünceyi desteklemektedir. Kendilerini cihada hasreden Kara
Rüstem, Seyyid Ali Sultan, Gazi Evrenos, Abdal Musa gibi gaziler de dönemin
önemli sufi tiplerini gösterir. Bu sufî tipleri içerisinde tasavvufi
olgunluğunu Mısır’da Şeyh Hüseyin Ahlati’den alan Şeyh Bedreddin’in, Çelebi
Sultan Mehmed’e karşı isyan hareketine girişmesi ise, tasavvuf ve sufî gelenek
açısından bakıldığında olumsuz bir örnektir.
Ancak
Yıldırım Bayezid zamanından itibaren sûfî çevre ve iktidar arasındaki bu
ilişkiler değişmeğe ve daha çok ulemâ çevreleriyle yakınlık kurulmağa
başlanmış, artık bir imparatorluk şekline dönüşme yolunda bulunan Osmanlı
Devleti, siyasî ve idarî yapılanmasını, sûfî ulemâdan ziyade, ulemâya
yöneltmiştir. Böylece özellikle Yıldırım Bayezid döneminde belirgin bir
biçimde, medresenin temsil ettiği fıkha dayalı kitabî, kâideci İslam anlayışı,
süratle Osmanlı Devleti’nin siyasî ve idarî yapısına hâkim duruma geçmiştir.
Bu, Osmanlı devlet İslâmı’nın (diğer adıyla, siyasileşmiş resmî İslam
anlayışının) da başlangıcı olmuştur.
Bununla birlikte
medreselerin, bu kuralcı veya fıkıhçı İslâm yorumu halk İslâmı’nın ortodoks kesimini de
önemli ölçüde etkisi altına almış ve şekillendirmiştir. Bu bakımdan medrese İslâmı’nın hem siyasîleşmiş
devlet İslâmı’nın, hem de Sünnî halk İslâmı’nın oluşmasında önemli katkıları
olduğunu burada belirtmek gerekir.
Medrese İslamı’nın
bu baskın yanı bir tarafa, yukarıda da değindiğimiz ve temellerinin XII.
yüzyılda atıldığı evrensel sûfî kabülleri de, XIV. yüzyıla düşünce planında
gelişerek, yayıldığı alan itibariyle de genişleyerek, XV. yüzyılın başlarında
bölgenin inanç coğrafyasına hâkim unsur haline gelmişti. Dolayısıyla,
Hıristiyanlık ve Yahudilik’e kapısı açık heterodoks bir İslâm yorumunun
belirlediği bu dinler üstü kimlik, Şeyh Bedreddin’e mürid olan ve ona destek
veren geniş halk kitlelerinin de en belirgin özelliği oldu. Hatta bu kitlelerin
bir kısmının hareket manivelası oldu.
Sûfî
ulemânın, fetih hareketlerine katılarak yeni ele geçen topraklarda ve merkezden
uzak, taşra diye adlandırılabilecek bölgelerde yerleşip, daha çok bu muhitte
etkili olmalarının nedeni, taşıdıkları inanç motiflerinin ve uyguladıkları bazı
âdetlerin sünnî İslâm geleneğinden farklı ve özellikle de esnek olmasındandır. Nitekim bu bölgelerde kendilerini daha rahat
ve serbest hisseden sûfî ulemâ, bölge halkı üzerinde de dinî anlamda daha etkili
olmaktaydı. Dolayısıyla sûfî ulemâ ile köylü müslüman ve hristiyan ahali
arasında, her iki dinin ortodoks kesimleri arasındakinden daha çok yakınlaşma
ve kaynaşma gerçekleşmekte ve bunun sonucunda sûfî ulemâ, medrese ulemâsına
nisbeten daha faal olabilmekteydi.
Şeyh
Bedreddin’in de içinde bulunduğu, I. Bayezid’den II. Murat dönemine kadar olan
Osmanlı ilim adamlarının öne çıkan bilimsel kimlikleri de, dönemin ilmî zihniyeti ve inanç tablosunda
sûfî-fakîh ağırlıklı bir ulemâ zihniyetini bizlere göstermektedir. Dolayısıyla
bu dönemde aynı anda birçok kimliği üzerinde barındırabilen ilim adamı
kimlikleri karşımıza çıkmaktadır. Şeyh Bedreddin’in de sufî ve âlim
kimlikleriyle, bu paralelde bir kimlik portresi çizdiği söylenilebilir.
Şeyh
Bedreddin’in yaşadığı dönemde de, iktidarın oluşmasında ve hakimiyetin
sağlanmasında daha etkin konumda olan ve ağırlıklı olarak şehirlerde etkin olan
medrese ulemâsının(kazasker, şeyhülislam ve kadılar), daha çok taşra kesiminde
etkin olan diğer zümreye(şeyh, derviş) karşı nüfuzunu hissettirme, genişletme
yönünde bir çaba içerisinde olduğu da gözlenmektedir.
Bu bağlamda
Osmanlı’da sûfî çevreler ile ulemâ arasındaki rekabeti sadece dinî sebepler
açısından düşünmemek gerekir. Ulemâ, bir sınıf olarak devlete sıkı sıkıya bağlıydı
ve devletin yürürlüğe koymakla yükümlü olduğu kanun, ulemânın formülleştirdiği
dinî kanundu. Ayrıca ulemâ devletin icra kuvvetiydi, çünkü kanunun
uygulanmasından onlar sorumluydu. Bu itibarla, halkın gözünde ulemâ ve onların
savundukları din, mecburen devletle işbirliği içindeydi. Ancak bu ilişkide zaman zaman devletle olan bu
fiilî ilişkiyi bozan örneklere de rastlamak mümkündür. İşte Şeyh Bedreddin,
dönemin renkli inanç tablosu içerisinde giriştiği isyan hareketiyle bu ilişkiyi
bozan menfi örneklerden birini teşkil etmektedir.
Klasik
Osmanlı düşünce sistemi içerisinde yer alan tasavvufî düşünce ve sufî ulemânın,
ister heterodoks ister Sünnî çerçevede olsun, en aşırısından en mûtedil
yorumuna kadar Vahdet-i Vücûd’u kendi teşekkül ve gelişme sürecinin ana
ekseni haline getirdikleri görülür. Dolayısıyla Osmanlı tasavvufî düşüncesinin,
bütün kesimleriyle Vahdet-i Vücûd’çu bir düşünce olduğu söylenebilir. Bu tasavvufî düşünce de, klasik İslam
tasavvufunun Ortadoğu ve Orta Asya kökenli akımlarının geniş ölçüde
harmanlandığı Türkiye Selçukluları döneminin sûfî akımları ve tarikat
hareketlerinin bir mirasıdır.
Bu dönemde
Anadolu’da cereyan eden tasavvufî düşünce ve tarikatler arasında Sühreverdîlik,
Kübreviyye, Ekberîlik ve Mevlevîlik bulnmaktaydı. Ekberîlik, Muhyiddîn-i
Arabî(1165-1240)’nin Vahdet-i Vücud felsefesini temel alıyordu. Onun
düşünceleri, talebesi ve müridi Sadreddin Konevî(ö. 1274) tarafından
tanıtılıyordu. Konevî bu düşünceleri kendisine talebe olan Kutbeddin
Şirâzî(1237-1311) ve aynı zamanda Dâvud el-Kayserî’nin tasavvufa intisabını
sağlayan Abdurrezzak el-Kâşânî(ö. 1329)’ye de aktarmıştır. Ayrıca Anadolu’da bu
düşünceyi Sa’idü’d-dîn Fergânî’de temsil etmiştir. Daha sonraki dönemde yine Ekberî çizgide yer
alan, Vahdet-i Vücud düşüncesini felsefî mahiyette açıklayan ve savunan Dâvud
el-Kayserî de Osmanlı topraklarında bu geleneği devam ettirmiştir. Bununla birlikte Şeyh Bedreddin’in, tasavvufî
tecrübesinde özellikle İbn Arabî etkisini, yani Ekberî(Varlık Merkezli) çizgide
olduğunu vurgulaması ve kendisinin bu öğretiyi benimsediğini ortaya koymuş
olması da, onun bu silsile içerisinde yer aldığını ortaya koymaktadır. Ayrıca
yaşadığı dönem Osmanlı topraklarında geniş ölçüde sempatizan ve mürit kitlesini
etrafına toplayan Şeyh Bedreddin’in, bu etkisinde, geniş halk kitlelerine etki
eden Ahmet Yesevî, İbn Arâbî, Mevlânâ ve Yunus Emre gibi mutasavvıfların mistik
öğretileri doğrultusunda ortaya çıkan dinler üstü evrenselci sufî kimliğinin de
etkisi olmuştur denilebilir.
Sonuç olarak
Şeyh Bedreddin, Yıldırım Bayezid ve Fetret Devri’ni idrak etmiş bir şahsiyet
olup, yaşadığı dönem, bir ara Anadolu’da birliğin tesis edildiği ancak Bayezid
I’in ölümüyle bir dağılma sürecinin yaşandığı ve devlet otoritesinin tıkandığı
bir aralıktır. Şeyh’in yaşadığı bu dönem, Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasını
tamamladığı, ancak bununla birlikte Şeyh’in de olgunluk ve ihtiyarlık dönemine
dek gelen Fetret Dönemi(1402-1413) diye adlandırılan kaotik bir ortamın
yaşandığı karmaşık ve çalkantılı bir dönemdir. Şeyh’in de yaşadığı dönemin bu
yapısından ve dönemin düşünsel akımlarından etkilenmemesi söz konusu olmayıp,
aksine üzerinde barındırdığı farklı kimliklerle geniş halk kitlelerini
etkileyebilen bir kapasiteye sahip olduğu görülmektedir. Şeyh Bedreddin,
dönemin Osmanlı düşünce hayatında bilimsel kimliği ve fikirleri bir tarafa, bir
âlim ve sufî olarak içinde yer aldığı isyan teşebbüsüyle olumsuz örneklerden
birini teşkil eder. Ancak kanaatimizce bu durum, onun tasavvuf, tefsir ve
özellikle İslâm hukuku alanındaki yetkinliğini gölgelememelidir.
HAYATI, ŞAHSİYETİ VE ESERLERİ
Bu bölümde,
Şeyh Bedreddin’in düşünce dünyasına, dolayısıyla da düşünsel kimliğine
kaynaklık teşkil eden sağlıklı bir arka plan ortaya konulmaya çalışılacak; bu
bağlamda onun doğumu, ailesi, aldığı eğitim, içinde bulunduğu ortamın etkisi,
sonraki yüzyıllara tesirleri, şahsiyeti, eserleri; kısaca hayatı ele
alınacaktır.
Asıl adı Şeyh Bedreddîn Mahmûd bin İsrâil bin Abdü’l-Aziz olan Şeyh Bedreddin, Osmanlı Tarihi kaynaklarında
“Simavna Kadısıoğlu
adıyla yer alır. Şeyh Bedreddin’in doğum tarihi ile ilgili
verilen bilgiler genelde H.760/M.1358-59 tarihinde toplanır. Torunu
Hafız Halil’in, doğum tarihini verirken “Olmamışken Edrene Dârü’s-Selâm” ifadesi de, Bedreddin’in Edirne’nin
fethinden önce doğduğunu göstermektedir. Bu bilgilerden hareketle Şeyh
Bedreddin’in, Edirne’nin fethi(H.763/M.1361)’nden üç yıl önce doğmuş olduğu
söylenilebilir.
Doğum yerinin
Simavna(Edirne civarında eski bir kaza merkezi) Kalesi olduğu, bununla birlikte Rumeli topraklarında
doğmuş birinci kuşak Türklerden olduğunu bilinmektedir. Bu kalenin I.
Murat(s.t. M.1362/1389) zamanında -Edirne’nin fethinden birkaç yıl önce -Meriç
Nehri’nin hemen batısında bulunan Dimetoka’nın ele geçirilmesiyle birlikte elde
edilen ve bugün Yunanistan sınırlarında Karaağaç ile Dimetoka arasında kalan
bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Şeyh Bedreddin’in doğduğu yerin -dönemin
çağdaş kaynaklarının aksine- Kütahya civarındaki Simav ve Bağdat’ın Necef
şehrindeki Semavet Kasabası olduğunu iddia edenler de vardır. Ancak bu iddialar belgelerin tanıklığıyla
örtüşmemektedir.
Şeyh
Bedreddin’in babası, aynı zamanda bir Osmanlı gazisi de olan İsrail’dir. Bazı
Osmanlı kaynaklarında, İsrail’in aslında Anadolu Selçuklu hükümdarı III.
Alaaddin Keykubad(s.t. M.1293-1307)’ın soyundan geldiği ifade edilmektedir. Bu rivayetin, özellikle Hafız Halil’in Menâkıbnâme’sinde
tafsilatlı bir şekilde yer aldığını görürüz. Menâkıbnâme’ye göre
İsrail’in babası Abdülaziz de bir gazi idi ve Şah Alâüddîn (III.Alaaddin
Keykubat) neslinden gelen sülalesi vezirlik görevinde de bulundu. Abdulaziz’in
dedesi Bağdat asıllı olup Cengiz Han ilinde şehit olmuştur. Ailesi Moğol
istilası sonrası Anadolu’ya gelmiş ve Abdülaziz de bu dönemde Konya’da doğmuştur.
Bu tarih H.648/M.1250’li yıllara tekabül etmektedir. Abdülaziz’in şah olan
amcası da, Hülagu istilası sırasında Halife Mu’tasım Billah’a sığınmış, bilgisi
sayesinde onun şeyhülislamı olmuş, fakat Hülagu tarafından meşhur âlim İbn
Hacib’le birlikte şehit edilmişti.
Ayrıca Menâkıbnâme,
Gazi Abdülaziz ile ilgili olarak, Allah yolunda gaza eden ve yürüttüğü dinsel
görevlerde samimi olan bir müslüman portresi çizer. Diğer yandan 20’li yaşlarda
ünlü mutasavvıflardan, önce Mevlânâ (Ö.H.672/M.1273)’ya sonra da onun halefi
Hüsameddin Çelebi (Ö.H. 683/M.1284)’ye hizmet ettiğini bildirir. Ayrıca
Dimetoka’nın fethi esnasında yüz yaşını geçmiş olduğunu ve yine bu fetih
esnasında şehit olduğunu da belirtir.
Konuyu ele
alan bazı tarihçiler, konuyla çağdaş başka bir kaynak tarafından
doğrulanmadıkça torununun rivayetine dayanarak şeyhin ecdadını Selçuklulara
bağlamanın doğru olmadığını ve muhtemelen bu bağlantının siyasi amaçlarla
sonradan ortaya atılmış olabileceğini söylerler.
Ancak konuyla
ilgili Selçuklu ve bir kısım Osmanlı Tarihi kaynaklarında Anadolu Selçuklu
sultanı III. Alaaddin Keykubad’ın vezirliğini -bazı kaynaklarda
müstevfîliğini - yapan Abdülaziz adlı birisi
bulunmaktadır. Ayrıca Gıese’nin neşrettiği Anonim Tarih’te
de bu görüşü destekler nitelikte Abdülaziz adlı birinden söz edilmektedir. İşte bu kaynakta ismi geçen Abdülaziz de,
Sultan Alaaddin’in veziridir. Sultan Osman, Konya sultanının askerleri ile
birlikte İstanbul tekfuruna karşı yaptığı bir mücadeleyi müteakip,
ganimetlerden onda birini çıkarıp Konya sultanına göndermesi üzerine, Sultan
tarafından kendisine gönderilen sancak ve sâire ile birlikte Şeyh Edebâli’nin
kızını da getiren işte bu vezirdir. Oruç Bey de, bilgili ve akıllı olarak
nitelendirdiği Abdülaziz’in, ilk Osmanlı beyi Osman’la görüşmeler yaptığını ve
Bizans’lı Mihail’in ihtidasında hazır bulunduğunu belirtir. Dolayısıyla kaynaklarda adı geçen vezir
Abdülaziz’in kronolojik uyumluluk açısından da Şeyh Bedreddin’in dedesi olması
ihtimali kuvvetlidir. Ayrıca XVI. yüzyıl tarihçisi Hoca Sadeddin’in bu rivâyeti
aynen kabul etmesi de, bu görüşü destekler niteliktedir. Uzunçarşılı’nın,
torunu tarafından Şeyh Bedreddin’e sahte bir neseb uydurulmuş olabileceği
düşüncesine mukabil, Osmanlı müverrihlerinin Şeyh Bedreddin’in Selçuklu sülalesinden
geldiğini belki de bilinçli olarak belirtmemiş olabilecekleri de göz önünde
bulundurulmalıdır.
Şeyh
Bedreddin’in babası İsrail ile ilgili olarak ise, Hafız Halil’in Menâkıbnâme’si
başta olmak üzere bütün Osmanlı kaynakları, bir Osmanlı emiri, bir gazi ve aynı
zamanda bir kadı olduğunu bildirirler. Onun Edirne’nin fethinden birkaç yıl
önce Meriç Nehri’nin batısında bulunan Dimetoka’nın ele geçirilmesiyle birlikte
buraya bağlı Simavna kalesini fethettiğini sonra da buraya komutan ve kadı
olarak tayin edildiğini ittifakla belirtirler. Dolayısıyla İsrail’in, XIV. yüzyılın ikinci
yarısında Rumeli fetihlerinde hazır bulunan bir gazi-kadı olduğu
söylenilebilir.
Dedesi
Abdülaziz ve babası İsrail’in fıkıhla meşgul olması sebebiyle Şeyh Bedreddin’in
baba tarafından özellikle fıkıh ağırlıklı eğitim geleneğini devam ettiren bir
aileden geldiği görülmektedir. Şeyh Bedreddin’in eğitim hayatında hukuk alanına
yönelmesi ve İslam hukukunda uzmanlaşmayı tercih etmesinde de yine bu aile
geleneğinin etkisinin olduğu da söylenilebilir.
Şeyh
Bedreddin’in annesinin ise, babası tarafından ele geçirilen Simavna kalesinin
Bizanslı komutanının kızı olduğu, İsrail’in de, müslüman olarak Melek adını
alan bu kızla evlendiği bildirilir.
Şeyh’in annesinin Simavna
yöneticisinin kızı olması hasebiyle bir yüksek görevli ailesinden geldiği,
akrabalarından yüz kişiyle beraber ihtida ettiği ve Bedreddin’in de bu
evlilikten doğduğu da belirtilir.
B.
Eğitimi
Şeyh
Bedreddin’in düşünce dünyası ve düşünsel kimliğini oluşturan etkenleri anlamada
tahsil hayatının etkisi şüphesiz büyüktür. Edirne’nin Osmanlılar tarafından
fethedilmesiyle birlikte ailesi buraya yerleşen Şeyh Bedreddin’in, tahsil
hayatı aile içinde başlamıştır. Onun ilk olarak Edirne’de babasının yanında
Kur’an-ı Kerîm ve temel dinî bilgileri öğrendiği bilinmektedir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde bu dönemde ilk
tahsil hayatı genellikle, ailede bu imkânı sağlayacak biri varsa ondan, yoksa
ailenin ikamet ettiği yere yakın eğitim kurumlarından sağlanmaktaydı.
Osmanlı
Devleti’nin kuruluş ve teşekkül devresinde, tam teşekküllü ilmî müesseseler
henüz kurulamadığından ilimde yükselmek isteyenlere yüksek öğrenim veya ihtisas
imkânı sağlanamamıştır. Bu nedenle, Osmanlı kuruluş dönemi âlimlerinin
yetişmesinde ilmî seyahatler önemli rol oynamış, birçok Anadolu çocuğu İslâm
âleminin belli başlı ilim merkezlerine giderek yüksek öğrenim veya
ihtisaslarını tamamlamışlardır. XV. yüzyılın son yarısından itibaren bu ilmî
üstünlük yavaş yavaş azalmış ve İstanbul ilim merkezi olarak birinci sırayı
almaya başlamıştır. Osmanlı medeniyetinin de en parlak devri olan bu dönemde
gerek dışarıya gidip ihtisas yaparak dönenler ve gerek muhtelif sebeplerden
dolayı Anadolu’ya gelen âlimler sayesinde Anadolu’daki ilmî hareketlenme hızla
yükselmiştir. İşte XIV. ve XV. yüzyıllarda Anadolu
medreselerinden üstün olan ve Anadolu âlimleri için ihtisas merkezleri niteliği
taşıyan Suriye, Mısır, İran ve Orta Asya’daki ilim müesseseleri, Şeyh
Bedreddin’in eğitim sürecinde de önemli rol oynamışlardır.
Şeyh Bedreddin’in
Edirne’de babasından aldığı temel eğitimden sonra sırasıyla Bursa, Konya,
Kudüs, Kahire, Tebriz ve Kazvin’de farklı alanlarda eğitim hayatını devam
ettirdiğini görmekteyiz. Mevlânâ Şâhidî’den hafızlığını tamamlayarak, İslâmî
ilimleri de Molla Yusuf’tan okumuştur. Onun vefatıyla birlikte yirmi
yaşlarındayken babasının amcasının oğlu Müeyyed (Müeyyed b. Abdülmü’min) ve
sonradan Kadızâde-i Rûmî diye meşhur olacak olan riyaziyeci Musa ile önce Bursa’ya gitmiş burada bir süre
eğitim aldıktan sonra Konya’ya geçerek Mevlânâ Fazlullah’ın öğrencilerinden
Mevlânâ Feyzullah’tan dört ay kadar sarf, nahiv, mantık ve ilm-i nücûm
(astronomi) eğitimi almıştır. Burada adı geçen Mevlânâ Feyzullah’ın
Hurufîliğin kurucusu Fazlullah(1340-1394) olabileceği hususunda bazı
yaklaşımlar olmasına rağmen, Şeyh Bedreddin’in eserlerine
ve ondan bahseden tarih kaynaklarına bakıldığında onun Hurûfî olduğuna veya
Hurûfîlik etkisinde kaldığına dair herhangi bir ifadeye rastlanmamıştır.
Konya’da
aldığı eğitimden sonra Müeyyed’le birlikte buradan Mısır’a doğru yola çıkan
Şeyh Bedreddin, Halep ve Şam üzerinden Kudüs’e gelir. Kudüs’te bir süre
Mescid-i Aksâ’da konaklayıp burada bulunan âlimlerin derslerine iştirak eder. Menâkıbnâme,
Şeyh’in o sırada Kudüs’te bulunan İbn Askalânî’den altı ay hadis dersi aldığını
ve Sahîhayn’ı okuyup bitirdiğini belirtir. Mısır’a vardığında Şeyh’in henüz otuz yaşına
basmadığını belirten Menâkıbnâme, burada Avâmil sahibi Seyyid Şerif
Cürcâni (13401413) gibi ünlü âlimlerin hazır bulunduğunu belirtir. Şeyh’in de,
o dönemde İslam dünyasının en önde gelen ilim merkezlerinden Kahire’de müderris
olan Mübârekşâh-ı Mantıkî(ö.1413)’nin öğrencisi olduğunu, ondan ilahiyat,
mantık ve felsefe derslerini alarak yüksek tahsilini tamamladığını bildirir.
Ayrıca Şeyh
Bedreddin’in Mısır’da bulunduğu sırada, Mübârekşah ve Müeyyed’le birlikte hacca
gittiğini , fırtınalı bir
deniz yolculuğu sonrasında Cidde’ye vardıklarını buradan da Mekke’ye gidip Şeyh
Ebu Zeylâî’nin misafiri olduklarını bildirir. Mekke’ye hac mevsiminden üç ay
evvel gelip bu müddet zarfında Ebû Zeylâî
’den fıkıh dersi aldığını da ifade eder.
Daha sonra
Hac vazifesini yerine getiren Şeyh Bedreddin, burada Kudüs Hac Emîri Keşmîrî
ile buluşur ve birlikte Kudüs’e giderler. Burada bir ay kalan Bedreddin, Seyyid
Şerif Cürcânî’den, Mısır’da Şeyhülislam Ekmeluddîn’in61 Hidâye adlı eseri okutmaya
başlayacağını haber alınca, Müeyyed’le birlikte Mısır’a döner. Mısır’da Cürcânî
ve tabib olarak bilinen Aydınlı Hacı Paşa (Hızır bin Ali) ile görüşür ve Şeyh Ekmeluddîn ile de
tanışarak, onun yanında eğitimini tamamlar.
Daha sonra
Arap kaynaklarında Devletü’l-Etrâk/Türk Devleti olarak
adlandırılan Burcî Memlüklü Hânedanı’nın Sultanı el-Melikü’z-Zâhir Seyfeddin
Berkuk(s.t.1382-1399) tarafından oğlu Ferec’e özel hoca tayin edilir. İslâmî ilimlerdeki donanımı sayesinde kısa
zamanda çevresine kendini ispat eden Şeyh Bedreddin’in, henüz Kahire’de
öğrenciliği sırasında yüksek bilimsel kapasiteye sahip genç bir âlim olarak
atandığı bu görev o dönemde Bedreddin’in ilmî ehliyetine verilen değerin bir
göstergesidir. Ayrıca bu atama, yaşı genç sayılabilecek bir öğrenci için her ne
kadar hızlı bir yükseliş olsa da, Sultan Berkuk’un bilimi ve bilim adamını
destekleyen tutumunun etkisi de büyük rol oynamıştır. Bu durum, Şeyh
Bedreddin’in başta fıkıh olmak üzere İslâmî ilimlerde bilimsel kimliğinin ne
ölçüde takdir gördüğünün önemli bir göstergesidir. Birkaç yıl sonra Sultan
Berkuk’un ölümüyle Ferec çok genç yaşta, -henüz oniki yaşında- babasınının
yerine geçer (20 Haziran 1399) ve Bedreddin de bu görevinden ayrılır.
C.
Tasavvufa İntisabı
Şeyh
Bedreddin’in tahsil hayatında İslamî ilimler üzerine aldığı ihtisas dışında
etkili olan bir başka alan da tasavvuftur. Bu noktada Bitlîsî, Şeyh
Bedreddin’in fıtratının temelde sülûk ve mükâşefeye meyilli olduğunu
söylemektedir.
Şeyh
Bedreddin’in tasavvuf anlayışının ve dolayısıyla da sûfî kimliğinin oluşumunda
etkili olan en önemli şahsiyet de, Hz. Muhammed(a.s.) soyundan geldiği kabul
edilen Hüseyin Ahlâtî ’dir.
Çağdaşları tarafından filozof, tabib ve velî olarak nitelendirilen Ahlâtî’nin
sûfî kimliğinin yanında, bilim adamı kimliğiyle de ön plana çıktığı
görülmektedir. Ahlatî, Şeyh Bedreddin’in bu dönemden sonraki hayatını,
düşüncelerini, özellikle İslâmî anlayış ve yorumunu köklü bir şekilde
etkilemiştir. Sultan Berkuk’un sarayında karşılaştığı ve çok
etkilendiği Ahlâtî’nin derslerine devam eden ve böylece tasavvufa intisab etmiş
olan Bedreddin ile Şeyh’in arasında bir şeyh-mürit ilişkisi başlamış, öte
yandan, her ikisine de dostluk gösteren Sultan Berkuk, sarayındaki iki kız
kardeş cariye ile evlendirmek suretiyle onları bacanak yapmıştır. Meryem
(Maria)’i Ahlatî, Câzibe’yi de Bedreddin almıştır ki Bedreddin’in İsmail
adındaki oğlu bu eşindendir. Menâkıbnâme’nin yazarı olan torunu
Hafız Halil de, İsmail’in oğludur.
Mısır’da
yüksek öğrenimiyle birlikte ve tasavvuf eğitimini de tamamlayan Bedreddin, Şeyh
Hüseyin Ahlati’nin isteğiyle Tebriz’e gider. Bazı kaynaklar, Şeyh Bedreddin’in
şeyhi Hüseyin Ahlâtî tarafından rahatlama ve irşad amacıyla Tebriz’e
gönderildiğini belirtirler.
Bu noktada
Bedreddin’in Ahlâtî tarafından Tebriz’e, buradaki Hurûfî çevrelerle temasa
geçmek ve tasavvuf anlayışını bu yönde geliştirmek amacıyla gönderildiği
şeklindeki yaklaşımlar kanaatimizce Bedreddin’in hiçbir kaynakta Hurûfîlerle
Tebriz’de temasa geçtiğine dair bir rivayet olmaması, ayrıca eserlerinde de bu
düşünce yapısına dair ibareler yer almamasından dolayı kabule şayan değildir.
Ancak sonraki dönemlerde, Bedreddin’i pîr tanıyan Bedreddin sûfîlerin de,
Bedreddin’de açık bir Hurûfîlik, hatta Alevîlik temayülü olmadığı halde,
şöhreti yüzünden seyyid olarak tanınıp bir ocağın pîri sayılmasından dolayı,
Hurûfîlikle özdeşleştirildiği görülür.
Menâkıbnâme’ye
göre ise hava değişikliği için Tebriz’e gelen Şeyh Bedreddin, Ankara Savaşı
sonrası Timur’un torunu Muhammed Sultan’ın cenazesinin Tebriz’den
Sultaniye ’ye taşınmasına iştirak eder. Balivet, 1403 Martı’nın sonunda gerçekleşen bu
vefatın ardından Bedreddin’in Mayıs ayında Timur’la görüştüğünü belirtir. Nitekim
Hafız Halil de, Bedreddin’in bu görüşme esnasında Ankara Savaşı’nda taraf
değiştirip Osmanlı ordusundan Timur ordusuna geçen askerleri azarladığını
bildirir ki Halil’in bu ifadesi de verilen bu tarihi doğrular niteliktedir.
Yine bu esnada Bedreddin, Şemseddin Cezerî tarafından Timur’un da hazır bulunduğu bir
tartışmaya davet edilir. Ulemânın çözümünde âciz kaldığı bir meseleyi tatmin
edici cevaplar vererek çözüme kavuşturur ve Timur’un hürmet ve iltifatına
mazhar olur Timur onu hizmetine almayı teklif eder ancak
o, bu teklifi reddeder.
Tebriz’de
ilmî kimliğini ortaya koyan ve tasavvufî anlamda da kendisini geliştiren
Bedreddin, Bitlis üzerinden tekrar Mısır’a, Ahlatî’nin yanına döner. Burada
tasavvufî terbiye ve riyazete devam eder. Kendisinden sonra şeyhlik makamına
Bedreddin’in geçmesini vasiyet eden Ahlâtî’nin 1403’lü yıllarda ölümü üzerine daha önce bıraktığı vasiyeti üzerine
bu makama geçer. Böylece bu zamana kadar ilmî kimliği ile ön plana çıkmış olan
Bedreddin, bir başka kimlikle, sûfî kimliğiyle karşımıza çıkmış olur. Ancak
Bedreddin bu makamda fazla kalmamış, kendisinin şeyh olmasına muhalefet eden
diğer şeyhlerin tutumları sonucu yaklaşık 6 ay sonra memleketi olan Edirne’ye
dönmeye karar vermiştir. Ardından ailesiyle birlikte Kahire’yi terk ederek
Kudüs, Halep, Şam, Konya ve Edirne’yi içine alan Anadolu yolculuğuna çıkmıştır. Bedreddin’in 1403 sonu veya 1404 yılı
başlarında aldığı bu kararda muhalif şeyhlerin baskılarının yanı sıra, XV.
yüzyıl başlarında Mısır’da oluşan siyasi karışıklıkların da etkisi olmalıdır.
Nitekim şehzadeliği sırasında Bedreddin’in öğrencisi olan Sultan Ferec
kardeşleriyle girdiği mücadele sonucu 1405 yılında Mısır’dan Suriye’ye kaçmak
zorunda kalmıştır. Ayrıca bu siyasi istikrarsızlık döneminde Mısır’ın ekonomik
durumu da bozulmuştur. Kahire’deki Şeyhûniyye Medresesi de doğal olarak bundan
etkilenmiştir. Bedreddin’in Kahire’yi terk ettiği dönemde Osmanlı topraklarında
da kardeşler arası taht mücadeleleri bütün şiddetiyle devam etmekteydi.
Şeyh
Bedreddin’in ailesi içinde başlayan ve Edirne, Konya, Kahire, Mekke, Tebriz ve
daha sonra tekrar Kahire’yi içine alan kendi döneminin ünlü ilim merkezlerinde
uzun ve renkli bir eğitim süreci sonucunda edindiği bilgi birikiminin en üst
seviyede olduğu görülür. Özellikle fıkıh, daha sonrada tasavvuf ve felsefe
eğitimini almış bir şahsiyet olarak, bilimsel kimliğinin arkasında çok yönlü
bir kimlikle ön plana çıkan bir şahsiyet olduğu görülür.
D.
Türkmenler ve
Hristiyanlarla Temasları
Şeyh
Bedreddin ilk olarak Kudüs’e geldiği seyahatinden bir süre sonra Halep’e geçer.
Halep’te 1000 dolayında Türkmen tarafından karşılanır. Burada bulunanlardan bir kısmı Bedreddin’e
mürid olur. Balivet’e göre bu durum, Bedreddin’in Babaî havası taşıdığına delil
gösterilebilir. Ayrıca ona göre, o dönemde hem âlim, hem ortodoks sûfî tipi
aynı kişide toplanabiliyor, kitlelere seslenebilen halk dervişi tipiyle de
örtüşebiliyordu. Kendisine mürid olanlar arasında Hurûfîliğin
ünlü halifelerinden biri olan Seyyid İmâdüddin Nesîmî’nin idamına fetva veren
müftü de vardır. Şeyh Bedreddin’in sözü edilen bu müftü ile bir araya gelmesi,
müftünün Hurûfî yanlısı değil de, Hurûfîlik karşıtı olan bir zat olması
sebebiyle de ayrı bir önem arz eder.
Haleplilerin
buraya yerleşmesi için yaptıkları ısrarları kabul etmeyen Şeyh Bedreddin,
buradan ayrılarak Konya’ya gelir. Konya, Şeyh’in tahsil hayatının başlangıcında
ilk eğitim gördüğü merkezlerden biridir ve şüphesiz bu topraklarda o dönemden
kalma tanıdıkları da bulunmaktadır. Konya’da bulunduğu sıralarda önceleri
tasavvufa karşı olan Karamanoğlu, bir süre sonra Bedreddin’in müridi olur. Menâkıbnâme,
Bedreddin’in Konya’da ikameti esnasında Somuncu Baba diye de bilinen Kayserili
Şeyh Hamîd-i Velî ile karşılaştığını da bildirir.
Şeyh
Bedreddin Konya’dan, Germiyan ülkesine geçer. Germiyanoğlu II. Yakub ve annesi
tarafından hürmetle karşılanır. Buradan da, Aydın iline geçer. Bu bölge Şeyh
Bedreddin’in bundan sonraki hayatında çok önemli rol oynayacaktır. Nitekim bu
bölge Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in isyan ettikleri yerdir. Osmanlı
Devleti’ne karşı girişilen Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının çıkacağı yer
olan Aydın ilinde birçok kimse Bedrededin’e mürid olur. Tire’ye geldiğinde Dede
Sultan diye anılan Börklüce Mustafa ile tanışır. Buradan Aydınoğulları’ndan
Cüneyd ’in daveti üzerine
İzmir’e gelir ve Cüneyd de kendisine mürid olur. Aydınili topraklarında
Bedreddin’in düşüncelerinin yayılmasında Bedreddin ile Cüneyd arasındaki
yakınlığın ve manevi ilişki (şeyh-mürid ilişkisi)’nin etkisi büyüktür. Bu
ilişki, Cüneyd’in Aydınoğulları’nın Osmanlı’ya tekrar bağlanmaması için
gösterdiği aşırı direnç göz önüne alındığında, ileride Bedreddin’in durumunu
zora sokan önemli gelişmelerden biri olacaktır.
Yine Şeyh’in
İzmir’de ikameti esnasında Sakız Adası’ndan gelen birtakım Rumların onun manevi
kişiliğinden etkilenerek ihtida ettikleri ve onun müridi oldukları ifade
edilir. Sakız Adası Beyi ve bir takım ruhbanlar
tarafından Ada’ya davet olunan Bedreddin’in burada bulunan Rumlarla ve
ruhbanlarla da Arapça’yı bilen yedi ruhban vasıtasıyla diyalog kurduğu
belirtilir. Bu diyaloğun sonucunda Taşköprülüzâde, Sakız Adası Beyi’nin de
müslüman olarak onun müridleri arasına girdiğini söylemekle birlikte Menâkıbnâme,
Sakız Beyi’nin müslüman olmasına karşın beyliğini kaybetmemek için bunu
gizlediğini ve görünürde Hristiyan olmakla birlikte aslında müslüman olduğunu
bildirir. Bu sırada yine adada bulunan beş kişiyle
birlikte Enez’den gelen iki papazın da ihtida ettiği belirtilir. Bedreddin
bunların tümüyle Edirne’de buluşmak üzere sözleşir ve buradan ayrılır. Balivet, bu noktada menâkıbnâme türü eserlerde
sıkça görülen dînî açıdan abartılı menâkıb üslûbuyla, yine bunlarda yer
alabilecek birçok değerli tarihî bilgiyi birbirine karıştırmamak gerektiğini
belirtir. Yani ona göre, Şeyh Bedreddin’in Sakız Adası’ndaki faaliyetleri
konusunda pek de inanılır olmayan bölümler, aynı dönemin diğer tanıklarının da
ışığında, yeniden incelemeden geçirilmelidir. Bu durumda Menâkıbnâme’den
aktarılan rivayette dile getirilen olguların (tarihsel gerçekliklerin) büyük
bölümünün diğer kaynaklarca açıklanan rivayetlerle çelişmediği görülür. Nitekim
Balivet’in dönemin Hristiyan kaynaklarını kullanarak verdiği şu bilgi de
Türkler ile Sakızlı hristiyanlar arasında bir diplomatik engelin bulunmadığı
bilgisini bize verir:
“Ceneviz
egemenliği altındaki Sakız ile Türklerin
egemenliği altındaki kara arasında temas
kurmanın kolaylığı ve diplomatik
ortamın elverişli olması. ” Balivet’in de ifadeleri sonucunda, Menâkıbnâme’de
geçen metnin arka planındaki tarihsel gerçekliklerin yani Şeyh Bedreddin ile
hristiyan ruhbanlar arasında kurulan mistik temasların dönemin diğer kaynakları
tarafından da doğrulandığını görmekteyiz. Bu diyalog sonucunda gerçekleşen
ihtidaların da, Bedreddin’in Hristiyanların bulunduğu ortamda gerçekleştirdiği
ilk şahsî etkinliği olduğu görülmektedir.
Buradaki
faaliyetleri sona eren Bedreddin buradan yine Aydın ve Tire yolu ile Edirne’ye
dönmek ister. O sırada Anadolu Beyleri arasındaki savaşlar ve deniz yolunun da Saruhanoğlu donanması
tarafından kesilmesi üzerine buna imkan bulamaz. Edirne’ye dönmek için
karayolunu izleyerek Kütahya tarafına yönelip buradan Domaniç’e gelir. Domaniç
yakınlarında bir köyde bir grup Torlak
ile karşılaşır. Bunlar da
kendisine mürid olurlar. Buradan da Bursa’ya geçerek yolunu uzatmış olur.
Bedreddin’in
izlediği bu güzergâh bir bakıma Batı Anadolu’da görülen olumsuz siyasî etkenler
tarafından belirlenmiştir.
Bursa ve
Gelibolu üzerinden Edirne’ye gelen Şeyh Bedreddin, burada annesini ve babasını
sağ olarak bulur. Edirne’de karısının ölümünün de etkisiyle
halktan kendisini çekerek yedi yıl süren münzevi bir hayat yaşar. Şeyh Bedreddin’in Edirne’de inzivaya çekildiği
yıllar tahminen 1407-1411 aralığında olmalıdır.
Ankara Savaşı
sonrası Anadolu’da Osmanlı şehzadeleri arasındaki iktidar mücadelelerinde bir
dönem Musa Çelebi, kardeşi Süleyman Çelebi ile yaptığı savaş sonunda Edirne’yi
ele geçirip tahta oturmuştu(1411). Rumeli’nin fethinde bulunan akıncı bir
gazinin oğlu ve ünlü bir fakih olarak Edirne’de halkın teveccühünü kazanmış
olan Şeyh Bedreddin, Edirne’de padişahlığını ilan eden Musa Çelebi’nin
dikkatini çekmiş ve Şeyh Bedreddin’e kazaskerlik teklif etmiştir.
Balkanlar’daki hakimiyetini sağlamlaştırma ve buna yönelik olarak teşkilatlanmaya
niyetlenen Musa Çelebi’nin kazaskerlik teklifinde önceleri tereddüt eden Şeyh
Bedreddin, daha sonra bu görevi kabul etmiştir. Böylece devlet emrindeki profesyonel meslek
hayatına giriş yaparak, aktif siyasî hayata da atılmıştır. Bu atama, Şeyh’in
devletin kaza kuvvetinin başına getirilmesi sebebiyle de, o dönemde ulemâlığın
en yüksek pâyesi anlamına gelmekte idi. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin, bütün
kadıların âmiri ve hükümdarın Divan’ındaki en nüfuzlu üyesi konumuna gelmişti.
Şeyh
Bedreddin’in bu dönemde birkaç mülkünü 1412 ve 1413 tarihlerinde Zâviye olarak
vakfettiğini, ayrıca pek çok kimseye tımar verdiğini kaynaklar kaydetmektedir. Şehzadeler
arası mücadelelerin bütün şiddetiyle devam ettiği kriz döneminde onun böyle bir
tasarrufta bulunarak bazı kimselere toprak teminiyle geçim kapısı sağlaması,
şüphesiz bu insanların kendisine minnet duymalarına ve ona bağlanmalarına yol
açmış, ayrıca Şeyh’in Osmanlı toplumunda nüfûzunun yayılmasına da önayak
olmuştur.
Şeyh
Bedreddin’in kazaskerlik görevini yerine getirdiği bu dönemde bir yandan da
kendisine İslam dünyasında büyük ün sağlayacak olan fıkıh alanındaki eserlerini
kaleme almaya başlamıştır. Mısır’da Letâifu’l-İşârât adlı fıkıh eseriyle başladığı kitap telifine bu
dönemde Câmiu’l-Fusûleyn ile devam etmiştir. Bu eserine kendi ifadesiyle
1411’de başlamış 10 ay içinde 1412 yılında tamamlayıp Musa Çelebi’ye sunmuştur.
Bu hacimli eseri kısa zaman içinde kaleme almış olması devletin kazâ ve mahkeme
işlerinin hızlı bir şekilde görülmesi için acele ettiği gerçeğini ortaya koyar.
Bununla birlikte bu eser, onun fıkıhtaki bilgi birikimini ve bu alandaki
vukûfiyetini de göstermektedir. Kazaskerliği döneminde kaleme aldığı ikinci
kitap ise, daha önce Mısır’da kaleme almış olduğu Letâifu’l-İşârât üzerine yazdığı Teshîl
adlı şerhdir. Edirne’de kazaskerken yazmaya başladığı bu eserini İznik’te
sürgün hayatında iken tamamlamıştır.
Şeyh
Bedreddin’in kazaskerliği, Musa Çelebi’nin 1413 yılında Çamurluova Savaşı’nda Çelebi Mehmed’e yenilip,
boğularak öldürülmesi ve Çelebi Mehmed’in
Osmanlı
tahtına geçmesiyle son bulmuştur. Musa Çelebi’nin hizmetinde bulunan diğer
devlet adamları ile birlikte tutuklanmış, ancak bilimsel kimliğine duyulan
saygı ve devletin merkezinden uzaklaştırmak gayesiyle ayda bin akçe maaşla iki
oğlu ve kızıyla beraber vazife tayini ile İznik’e gönderilmiştir. Ayrıca Sultan tarafından göz önünde olup başka
memleketlere salıverilmemesi de emredilmiştir. Çelebi Mehmed her ne kadar mecburî ikamet emri
vermiş olsa da, ilmî şahsiyeti ve bölgedeki etkinliğinin farkında olduğu Şeyh
Bedreddin’e maaş bağlayarak ilmî çalışmalarına müsaade etmesi, onu bütünüyle
savaş suçlusu olarak kabul etmediğini gösterir. Bitlisî de, O’nun, İznik’e dinî
ilimleri, dinî hakikatleri yaymak ve isteyenleri irşad etmek göreviyle
gönderildiğini ifade eder. Bir tür göz hapsi cezası olan bu sürgün
hayatında, Şeyh Bedreddin, İznik’te serbest olarak yaşamış, eser telif etmiş ve
kendisini ziyarete gelenlerle görüşmüştür.
Şeyh,
İznik’te Teshîl adlı eserini yazmaya başlar ve Eylül 1415’de tamamlar.
Eserinin sonuç bölümünde gelecek günlerin belirsizliğinin uyandırdığı kaygıları
şu şekilde dile getirir: “Bu kitabı tamamladığım şu
sırada İznik’te hapis belası, gurbet ve
sürekli üzüntü ve keder sebebiyle musîbet ve baskıya/sıkıntıya düçâr idim. Yüreğimde yanan ve günden güne izleri
ortaya çıkan ateşin öyle kavurucu
bir alevi vardı ki ben ve kalbim demirden olsaydı bile, yine de erirdik. Allah
bizi ve sıkıntı ve belada olan diğer
müslümanları kurtarsın. Ey gizli iyiliklerin efendisi! Bizi korktuklarımızdan
kurtar. ” Bu satırlardan
anlaşılan odur ki Şeyh Bedreddin, her ne kadar belli bir maaşla ilmî hayatına
devam ediyor görünse de, içinde bulunduğu göz hapsi cezasının ve gurbet
sıkıntısının oluşturduğu ortam onu rahatsız etmektedir.
G.
İsyanlar ve Şeyh Bedreddin
Halil b.
İsmail, Taşköprülüzâde, Hoca Sadeddin Efendi, Solakzâde gibi kaynakların ileri
sürdükleri, Şeyh Bedreddin’in kesinlikle bir isyan hareketinde yer almadığı ve
bazı hasetçilerin iftirasına uğradığı iddiası, eldeki belgelerin tanıklığına ve
tarihsel perspektife uygun değildir. İsyanın fikrî temelleri ile ilgili farklı
yaklaşımlar ve yorumlara rağmen, kaynakların ortaya koyduğu tablo, Şeyh
Bedreddin’in bir isyan teşebbüsünde bulunduğunu göstermektedir. Bu noktada
üzerinde durulması gereken husus, bu isyan teşebbüsünün karakteri ve bu süreci
oluşturan gerekçe veya sebeplerdir.
Osmanlı
Tarihi kaynakları, Şeyh Bedreddin’in Serez’de yakalanıp idam edilmesinden önce,
Börklüce Mustafa ve arkasından Torlak Kemal adlı, özellikle isyan sürecinde
Şeyh Bedreddin ile ilişkileri olduğu varsayılan iki kişinin birbiri ardınca
giriştikleri isyanlardan bahsetmektedirler. Şeyh Bedreddin’in, adı anılan bu
isyanlarla doğrudan ilgisinin olduğu, isyanın fikrî ve fiilî yönlendiricisi
olduğu ve bu isyanlarla hiçbir ilgisinin olmadığı şeklinde birbirinden farklı
yaklaşımlarda bulunulmuştur. Kaynakların verileri incelendiğinde adı geçen
isyanların, Şeyh Bedreddin’le birlikte hareketeden organize isyanlar olmayıp,
ayrıca Şeyh Bedreddin ile doğrudan ilişkileri olmadığını da göstermektedir.
Nitekim Dukas ve Şükrullah’ın Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal ve Aygıloğlu
isyanlarından bahsetmeden sadece Börklüce isyanına yer vermesi, Şeyh’in zihnî
altyapı ve misyon itibariyle de bu isyanların yapısı ve söylemleriyle tamamen
zıt bir platformda olması bu kanaatimizi destekler niteliktedir. Bu bağlamda
Şeyh Bedreddin’in, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarıyla ilişkisinin
olduğu ve bu isyanlarla organize bir birlikteliğinin olduğu iddialarının da
gerçekçi olmadığı görülür. Nitekim kaynakların şahitliği doğrultusunda, siyasî
bir isyan hareketine fiilen teşebbüs ettiği ortaya çıkan Şeyh Bedreddin’e, bu
yönde yöneltilen iddiaların, büyük ölçüde dönemin resmî ideoloji taraftarı
tarih yazımının bir sonucu olduğu görülür. Bu noktada, söz konusu isyanların
içini dolduran yapının uygun izah ve analizi ile birlikte, Şeyh Bedreddin’in
bunlarla ilişkisinin olup olmadığını ortaya konulmaya çalışılacaktır.
a.
Börklüce Mustafa İsyanı
Şükrullah,
Börklüce Mustafa İsyanı’ndan söz eden ilk tarihçilerdendir. Şükrullah, isyan
ile ilgili rivayetlerinde, Bedreddin’den söz etmez ve Börklüce hareketini, “Aydın İli”ne hasreder. Bunun dışında,
Osmanlı tarihçilerinin tamamının Börklüce Mustafa’nın faaliyet alanı hakkında
aynı görüşü paylaştıkları görülür. Şükrullah olayla ilgili rivayetinde, Aydın
Eli’nde Karaburun adlı bir yerde bir İbahacının ortaya çıktığını, kendisine
sofu adını verdiğini ve başına da Nuşirevan’ın atası çağında Horasan Eli’nde
çıkan zındık gibi çok kimseleri topladığını bildirir. Bunların Muhammed
şeriatına aykırı işlerinin açığa çıktığını, Sultan Mehmed’in Bayezid Paşa’yı
yeniçeri ile onların üzerine gönderdiğini ve bunların yapılan savaşta yenilgiye
uğratıldığını belirtir. Sonuçta “Yoktur tapacak, Çalab’dır ancak.”
diyen, ama “Muhammed Tanrı elçisidir.” demeyen ve kendi şeyhlerini
yalavaç(peygamber) sayan 4000’den fazla sofunun öldürüldüğünü ifade eder. Burada sözü edilen,“Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeme” olgusu, Osmanlı
tarihi boyunca “zındık” ve “mülhid” diye nitelendirilen zümrelere
yöneltilen bir suçlamadır. Nitekim sözkonusu isyana katılan zümrelerin
kitlesel taban itibariyle, Osmanlı topraklarında yaşayan en marjinal gruplar
olduğu görülmektedir.
Tarihçi Dukas
da, Börklüce’nin faaliyetlerini, propagandasını ve isyanını ayrıntılı olarak
anlattığı halde, ne Torlak Kemal’in ne de Şeyh Bedreddin’in isyan girişiminden
söz eder. Bunların varlığından habersiz gibidir.
Âlî de, Aydın
ilinde, Sofi-i Kisra namında, Börklüce Mustafa şöhretiyle nâm salmış bir
İbâhî’nin ortaya çıktığını, şer-i şerîfe aykırı işler yaptığını, nübüvvet
davası yürüttüğünü, Manisa sancağında görevli Şehzade Murat’ın bu fitneye memur
kılındığını ve Bayezid Paşa ile bu ilhad hareketinin üstesinden gelinerek, 4000
den fazla müridin ortadan kaldırıldığını bildirir. Ayrıca, müritlerinin “Lâ
ilâhe illa’llâh” deyip, “Muhammedün Resûlu’llâh” demediklerini ve
Börklüce’yi peygamber yerine koyduklarını ifade eder. Âlî ayrıca, Şeyh’in bu isyanı duyar duymaz,
İznik’ten firar ederek İsfendiyar Beyliğine sığındığını, daha sonra hurûc-u
zuhûr ettiğini, günden güne dalalete düştüğünü ve etrafına birçok kimsenin
toplandığını bildirir. Daha sonra, Kapıcıbaşı Elvan Ağa ile birlikte iki-üç yüz
adam tarafından Zağra’da tutularak, Serez’e getirildiğini bildirir. Oruç Beğ Tarih’inde Şeyh’in Börklüce Mustafa
isyanı üzerine memleketten(İznik’ten) Samsun’a sürüldüğünü bildiren farklı bir
bilgiye rastlanır. Ancak bu iddia başka hiçbir kaynakta yer almaz.
Dolayısıyla
Osmanlı kaynakları, Şeyh Bedreddin’in İznik’teyken, kethüdası veya hizmetkârı
olan Börklüce Mustafa’nın, etrafına birçok kimseler toplayarak “Peygamberlik
iddiası” ile isyan edip etrafı yağmaladığını, halkı İbâha mezhebine davet
ettiğini ve çevrede epeyce bir üstünlük sağlamayı başardığını yazarlar. Bu
kaynaklarının tamamı Börklüce Mustafa hakkındaki bu yargılarında
hemfikirdirler. Dede Sultan adıyla tarihlere geçen Börklüce Mustafa’nın isyan
hareketini bastırmak üzere Çelebi Mehmed tarafından ilk etapta görevlendirilen
İzmir sancak beyi Aleksandr, bu silahlı isyancılara mağlup olur. Ardından, Saruhan sancak beyi olan Timurtaş
Paşa Zâde Ali Bey de bozguna uğratılıp Manisa’ya kaçtığından, Çelebi Mehmed
bunlar karşısında şiddetli bir önlem alma yoluna gider. İsyan, o dönemde
vezîr-i azam ve beylerbeyi olan Bayezid Paşa ile Şehzade Murad’ın komutasındaki
ve öncekilere oranla sayıca daha kalabalık olan Osmanlı kuvvetleri tarafından
Manisa yakınlarında uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra bastırılmış, Börklüce
Mustafa kuvvetleri teslim olmuş ve Börklüce Mustafa yakın adamlarıyla esir
alınarak Ayasluğ’a getirilmiş, sonra da rivayete göre bir çeşit çarmıha
gerilerek idam edilmiştir.
Şeyh
Bedreddin, Börklüce Mustafa ile kazaskerliği döneminde bir ilişki içerisinde
olup, Börklüce Şeyh’in kethüdalığını yapmakta idi. Osmanlı kaynaklarının Menâkıbnâme de
dâhil olmak üzere tamamına yakını da, Börklüce Mustafa’nın Şeyh Bedreddin ile
olan bu ilişkisini belirtmişlerdir. Ancak isyanın oluşum sürecinde ve patlak
vermesinde muhabere halinde olup olmadıkları, organize bir birlikteliklerinin
olup olmadığı net değildir. Dukas’ın sahte Peygamberlik iddiasıyla ortaya
çıktığını ifade ettiği
Börklüce’nin,
mal mülk ortaklığını savunduğunu belirtirken Şeyh Bedreddin’den bahsetmemesi;
Börklüce’nin müritlerinin, üzerlerine gönderilen Beyazit Paşa ordusuyla
savaşırken Börklüce için “Dede Sultan eriş”
şeklindeki nidaları, Börklüce’nin Şeyh Bedreddin ile organize bir
birlikteliklerinin olmayıp, Börklücenin münferit hareket ettiğini ortaya
koymaktadır. Ayrıca genelde tasavvuf ve özelde Vahdet-i
Vücûd felsefesini şiar edinmiş olan Şeyh Bedreddin’in, bir takım iddialarda
olduğu gibi Börklüce Mustafa’ya ortak mülkiyeti telkin ettiği şeklindeki
yaklaşımlar, Şeyh’in düşünce yapısıyla da örtüşmemektedir. Ancak kazaskerliği
döneminde kethüdalığını yapan Börklüce Mustafa’nın isyan hareketine girişmesi,
bu isyanla kendisi arasında bir ilişki kurulacağı endişesiyle göz hapsinden
kaçmasına sebebiyet vermiş olabilir. Bu noktada da kaynaklarda tam bir netlik
bulunmamaktadır.
b.
Torlak Kemal İsyanı
Börklüce
olayından çok kısa bir süre sonra bu defa da Aydın yöresinde Torlak Kemal ve
emrindeki üç bin derviş isyan hareketine giriştiler. Bu isyan da aynı şekilde
bastırılmış ve Torlak Kemal, adamlarıyla birlikte yakalanarak öldürülmüştür.
Menâkıbnâme’de
Torlak Kemal’in, halka birçok hileli sözler söylediği ve bunun sonucunda
tutulup idam edildiği bildirilir. Âlî de, Torlak Kemal’in kalleş ayak takımından
olanları idlâl edip, 2000 kadar müfsidle Deccal gibi gezdiğini bildirir. Ayrıca,
Kemâlîler adında bir güruhun elebaşı olup halkı dalalete sürüklediğini, bu
durum sultana ulaşınca, asker gönderip, çoğunun kılıçtan geçirildiğini, Torlak
Kemal’in ise Manisa’da idam edildiğini rivayet eder. Neşrî’de bu paralelde, Torlak Kemal’in Manisa’da
birkaç Torlak ile çeng-ü çegâne ederek, illeri yoldan çıkarıp gezdiklerini,
Bayezid Paşa tarafından bunların dağıtılıp Torlak Kemal’in birkaç merdud ile
tutulup idam edildiğini bildirir.
Söz konusu
isyanın lideri Torlak Kemal’in Yahudi olduğu iddiası ise, Lütfi Paşa tarafından
ileri sürülmekte ve kendisine Torlak Yahudi Kemal adı verilmektedir. Âşıkpaşazâde,
Halil bin İsmail, Neşrî, Oruç Beğ, Hoca Sadeddin, Münecimbaşı gibi müverrihler
ise Yahudi ifadesini kullanmamışlardır.
Ancak, XV. yüzyılda Manisa
ve yöresinde kalabalık bir Yahudi nüfusu olduğu, ayrıca Turgutlu’da 1415-1421
yıllarından kalma Yahudi mezar taşlarının bulunduğu belirtilir. Bu bilgi de, Torlak Kemal hareketinin kitlesel
tabanı ile ilgili ilginç bir iddia niteliğindedir. Nitekim Hammer da, Torlak
Kemal’i bir Yahudi mühtedîsi olarak tanımlamaktadır.
Osmanlı
kaynakları, Torlak Kemal adından, Şeyh Bedreddin’in İznik’ten firarına kadar
bahsetmezler. Sadece Menâkıbnâme’de, Şeyh Bedreddin’in Mısır’dan
Anadolu’ya dönüşünde, Kütahya’dan Domaniç’e giderken bir alay Torlak ile
karşılaşıp, onlarla sohbette bulunduğu ve bunların Bursa’ya kadar Şeyh’e
refakat ettikleri belirtilir. Ancak Şeyh Bedreddin’in yer aldığı bu
ortamda da, Torlak Kemal’in adı geçmemektedir.
c.
Şeyh Bedreddin İsyanı
İznik’te göz
hapsi cezasına çarptırılan Şeyh Bedreddin, gerek bu durumun vermiş olduğu
huzursuzluk, gerekse Börklüce Mustafa İsyanı’ndan dolayı kendisinin sorumlu
tutulacağı endişesiyle 1416 yılının başlarında buradan kaçar ve Kastamonu’ya
İsfendiyaroğulları Beyliği’ne sığınır.
Torununun
rivayetine göre ise Şeyh Bedreddin, İznik’te sürgündeyken Mısır’da şeyhlik
yaptığı tekkeden bazı kimseler gelerek Şeyh’ten Mısır’a gelmesini
istemişlerdir. Ancak Çelebi Mehmet buna izin vermemiştir ve bunun üzerine İsfendiyaroğulları’na
kaçmıştır. Ancak kaynaklarda, Şeyh’in Mısır’da daha önce
görev yaptığı tekkeden bir takım muhalif hareketler sebebiyle ayrıldığı
belirtildiği için torununun bu rivayeti pek sağlıklı görünmemektedir.
Şeyh’in
kendisine iltica ettiği İsfendiyar Beğ, Süleyman ve Musa Çelebi kardeşler
arasındaki mücadelede Musa Çelebi’nin kendisine iltica ettiği şahıstır.
Dolayısıyla Şeyh Bedreddin bu hassas dönemde Osmanlı Devleti’ne hasım olan bir
beyliğe sığınmıştır. Ancak İsfendiyar Beğ bu dönemde, muhtemelen Çelebi
Mehmed’den çekindiği ve Osmanlılar’la karşı karşıya kalmamak için, Şeyh’i
yanında bulundurmak istemez. Şeyh Bedreddin de, buradan Timurlu Devleti’nin
başında bulunan Şahruh’un yanına geçmeyi ister ancak İsfendiyar Beğ yukarıda
değinilen çekinceden dolayı Şeyh’i Kırım Hanı’na göndermek ister. Şeyh
Bedreddin Kırım’a doğru yola çıkar fakat -bir rivayete göre deniz yolunun
Cenevizliler tarafından tutulması üzerine
- oraya gitmeyerek Eflak ülkesine geçer. Şeyh’in Eflak’a gelişinin
1416 yılının ikinci yarısında gerçekleştiği kesin olarak bilinmektedir. Eflak Bey’i de, Musa Çelebi’nin İsfendiyar Beğ
tarafından kendisine sığınma amaçlı gönderildiği şahıstır. Nitekim Musa Çelebi
bu dönemde Eflak Bey’i Mirça’nın yardımını alarak Edirne üzerine yürümüş ve
Süleyman Çelebi’yi mağlub etmiştir. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in de isyan
sürecinde Musa
Çelebi’nin
yolunu izlediği ve görüldüğü üzere Osmanlı Devleti’ne muhalif kesimlerle bir
araya geldiği görülmektedir. Nitekim Musa Çelebi’nin dostu olan Eflak Beyi
Mirça da, Şeyh Bedreddin’i iyi karşılamış ve iltifatlarda bulunmuştur.
Kanaatimizce
Şeyh Bedreddin belli bir noktadan sonra dâhil olduğu isyan hareketi için
Balkanlar’ın müsait olabileceğini düşünerek Eflak bölgesinin de bunun için
uygun ortamı sağlayacağını düşünmüş olabilir. Nitekim bir müddet burada kalan
Şeyh Bedreddin, daha sonra Dobruca’ya geçer. Bu bölgede etrafına eski tımar
sahipleri ve müritleri de olmak üzere pek çok kişi toplanır. Burada yoğun bir
propaganda faaliyeti içerisine girdiği görülen Şeyh Bedreddin bu noktadan
itibaren artık, Osmanlı Devleti’ne karşı bir isyan hareketinin içinde fiilen
yer almış olmaktaydı. Nitekim onun Dobruca’dan 1416 yılında taraftarlarıyla
birlikte Ağaçdenizi(bugün Bulgaristan’daki Deliorman adıyla bilinen bölgeye)’ne
geçmesi, bu hareketin fiilî bir hâle geldiğini de göstermektedir.
Ancak Şeyh
Bedreddin, üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetleri tarafından her hangi bir
çatışma olmadan yakalanmıştır. Menâkıbnâme, Kapıcıbaşı Elvan Çelebi’nin
ikiyüz kişiyle Şeyh Bedreddin üzerine gönderildiğini bildirir. Ardından da, o sırada Selanik’in fethi için
hazırlanan ve Serez’de bulunan Çelebi Mehmed’in yanına getirilerek bir eve
hapsedilir. Şeyh Bedreddin’in yakalanmasıyla ilgili olarak
dönem kaynakları ve sonraki kaynaklar, herhangi bir çatışma veya mücadeleden
söz etmezler. Kaynakların tamamına yakını, etrafındakilerin sonradan Şeyh’i
terk ederek dağıldıklarını bildirirler. Kanaatimizce Rumeli’de ortaya çıkan bu
hareketin Osmanlı Devleti tarafından bertaraf edilmesiyle birlikte, devletin
Rumeli hâkimiyeti güçlenmiştir.
Osmanlı
Tarihleri’nin çoğu, Bedreddin’in ilmine, mevkîine rağmen ancak bir yanılgı
sonucunda, devlete karşı bir ayaklanma hareketine giriştiği noktasında
birleşirler. Ancak Halil bin İsmail bu noktada diğer
kaynaklardan ayrılarak, dedesinin maksadının isyan amacı taşımadığını ifade
eder. Dedesinin Hacc’a gidip, orada yerleşmeyi istediğini, ancak Sultan
tarafından buna izin verilmediğini, bunun üzerine İznik’ten gizlice ayrılmak
zorunda kaldığını bildirir. Şeyh’in, Doğu’ya Timur’un oğlu Şahruh’un ülkesine
gitmeği kendine yakıştıramadığını, bunun üzerine İsfendiyar Beyliği’ne
gittiğini; oradan da, Kırım Hanlığı’na gitmeği arzuladığını ancak imkân
olmayınca, Eflâk’a gittiğini; oradan da gelip Sultan’la görüşmeyi istediği
sırada, söylenti ve fesat sonucu yakalanıp Sultan’ın huzuruna getirildiğini
belirtmektedir. Ayrıca Halil bin İsmail’e göre Bedreddin’in
Rumeli halkı arasında coşkuyla karşılanması, Mehmed Çelebi tarafından yanlış
yorumlanmış, Şeyh ve dervişlerinin Edirne’de bir araya gelmeleri komplo olarak
nitelenmiştir.
Ancak Şeyh’in
göz hapsinden kaçışından yakalanışına kadar geçen sürede yapmış olduğu
hareketler, onun fiilî bir hareketin içinde yer aldığını göstermektedir.
Bununla
birlikte Halil bin İsmail, Şeyh Bedreddin’in, “Kavminin şeyhi, ümmetinin nebîsi gibidir.”
hadisinden dolayı, nübüvvet davasında bulunduğu şeklinde ithamlara maruz
kaldığını ve bu iddianın Börklüce Mustafa’nın faaliyetleri sonucunda kendisine
yakıştırıldığını rivayet eder. Ayrıca, Şeyh’in başına gelenlerin “kesret-i
ahbâb(dost çokluğu)”dan meydana geldiğini, Mehmed Çelebi’nin fitnenin
çoğalmasından endişe edip Şeyh’i idam ettirdiğini bildirir. Âlî de, Şeyh Bedredin’in Ağaçdenizi’ne
geçişinin, o sırada fetih amacıyla Selanik taraflarında bulunan Çelebi I.
Mehmed’le görüşme ve konuşma maksadı ile olduğunu, ama bazı gammazların bu
hareketi Osmanlı sultanına isyan olarak gösterdiklerini öne sürer.
Halil bin
İsmail, Âlî, Taşköprülüzâde, Hoca Sadeddin, Solakzâde dışında diğer Osmanlı
kaynakları ise, Şeyh Bedreddin’in subaşılık veya sancak peşinde olanların
kendisine katılmalarını isteyerek saltanat davasıyla bir isyan hareketine
giriştiğini söylerler. İdris-i Bitlisî ise, daha da ileri
giderek Şeyh Bedreddin’in, din ve mezhep bağlarını ortadan kaldırmak, haramları
helal saymak, şarabı ve müzik aletleri dinlemeyi mübah saymak gibi, halktan bir
kısım insanların tamah, hırs ve dünyevî zevklerini tahrik edecek vaatlerde
bulunarak memleketi isyana katılanlar arasında paylaştıracağı propagandasını
yaptığını ileri sürer. Ancak Bitlisî’nin büyük ihtimalle kendi
döneminde (XVI. yüzyıl) Dobruca ve Deliorman’da yaşamakta olup Simâveniler
Tâifesi adı verilen Şeyh Bedreddin taraftarları hakkında ortalıkta dolaşan
rivayetlerden yola çıkarak ona isnad ettiği bu ithamların, başka hiçbir
kaynakta yer almadığı görülür. Ayrıca Bitlîsî, yine kendi dönemindeki Simâvenîler
Taifesi’nin faaliyetlerini göz önüne alarak, Şeyh’in bu hareketini zendeka
ve ilhad hareketi olarak göstermiştir.
Bu esnada,
Musa Çelebi dönemi kazaskerliği görevinde kendilerine tımar dağıtılıp Çelebi I.
Mehmed zamanında tımarları ellerinden alınan bütün tımar sahiplerinin, sınır
gazilerinin ve Osmanlı fetihleri sırasında topraklarına el konulan yerel
Hıristiyan feodallerin Şeyh Bedreddin etrafında toplanmaları, hareketin
kitlesel altyapısını ortaya koymaktadır. Bu durum, Şeyh Bedreddin’in mağdur ve
beklenti içerisinde olan bu kesimlere, bir kısım araştırmacılar tarafından
iddia edildiği gibi paylaşımcılık veya eşitlikçilik propagandasını değil ancak,
kendi yanında yer aldıkları takdirde, başarıya ulaşır ulaşmaz tımar dağıtımı ve
eski topraklarını kaybedenlere de bunları iade etmeyi vaat eden bir söylemi
olduğunu göstermektedir.
Ayrıca, Şeyh
Bedreddin’in Anadolu Beyliklerinde çok iyi karşılanması, Candaroğlu İsfendiyar
Bey’in onu Sinop’ta ağırlaması, oradan da, Osmanlı merkezine Balkanlar’da en
büyük direnme odağı Eflak’a geçmesine yardımcı olması, Bedreddin’in mutasavvıf
ve âlim olarak kazanmış olduğu saygınlığın yanında, uçların merkezî otoriteye
muhalifliğini/tepkisini de ön plana çıkarmaktadır.
Sonuç olarak
denilebilir ki kaynakların verileri Şeyh Bedreddin’in, Ağaçdenizi diye geçmekte
olup bugün Bulgaristan’da Deliorman adıyla bilinen ve o dönemde kalabalık bir
yörük kitlesi ile meskun edilen bölgede fiilen Osmanlı Devleti’ne isyan
hareketine teşebbüs ettiğini göstermektedir. Ancak diğer isyanların Şeyh Bedreddin hareketi
ile doğrudan bağlantılı olup olmadığı hususunda özellikle ilk elden kaynaklarda
bir kapalılık vardır. Bu kapalılık özellikle Şeyh’in, Torlak Kemal ile olan
ilişkisi noktasında açığa çıkar. Nitekim Torlak Kemal’in Şeyh Bedreddin ile
görüşüp görüşmediği ve bundan da öte isyana yönelik bir ilişkisinin olup
olmadığı konusunda kaynaklarda bir kayıt yer almamaktadır.
Şeyh
Bedreddin’in isyan hareketinin, iddia edildiği gibi paylaşımcı ve eşitlikçi,
özel mülkiyete karşı bir halk hareketi hatta etrafına toplananlar arasında
Hıristiyan ve Müslüman köylüler de bulunmasına rağmen bir köylü isyanı değil,
büyük kesimiyle imtiyazları ellerinden giden Müslüman sipahilerin, sınır
gazilerinin ve Hıristiyan feodallerin çıkarlarına hizmet eden bir teşebbüs
olduğunu kabul etmek daha doğru görünmektedir. Sapkınlık ve ilhad hareketleri konusunda geniş
malumât bulunan Osmanlı kaynaklarının, Şeyh Bedreddin hakkında iştirakçilik,
ibahacılık ve buna benzer ithamlarda bulunmamaları da Bedreddin’in böyle bir
söylem içerisinde olmadığını ortaya koymaktadır.
Tarihi
kaynaklarda, isyan teşebbüsünün meşrû yönetime karşı hareket tarzında ele
alınması, izafe edilen suçun da sadece ‘ulu’l-emr’e isyan etmek’ten ibaret
olması, bu oluşumun siyasal boyutlu olduğunu ortaya koymaktadır. Bu dönemde
henüz merkezî otorite tam olarak tesis edilemediğinden, bu topraklarda yaşayan
zümreler de serbest hareket edebilmekteydiler. Nitekim bazı bölgelerde hala
başıboşluk ve bağımsız hareket etme özlemi hâkim durumda idi. Toplumsal bunalım
ve huzursuzluğun ortaya çıkardığı bu aksaklıklar Şeyh Bedreddin’in dikkatini
çekmiş ve merkezî otoritenin bunları gidermekte yetersiz olduğunu düşünerek,
kendince bu aksaklıkları düzeltmeyi düşünmüş olmalıdır. Şeyh Bedreddin’in
bölgede bulunan heterodoks kesimlerle ve diğer dinlerin mensuplarıyla olan
ilişkisi de, bu kesimden olanları etrafında toplaması bağlamındadır. Bu durum,
bu oluşumun İslam dini veya Sünnî İslam anlayışı karşıtı dinî bir isyan
hareketi olduğu şeklinde değerlendirilmemelidir.
Sonuç olarak
Şeyh Bedreddin’in, Börklüce isyanı ile birlikte ele alındığında planlı ve
organize bir isyan hareketi olduğu kesin olmayan, ancak bir noktadan sonra
belli bir siyasal hedefi olan hareketin içerisine kendi ihtiyar ve iradesi ile
yani bilinçli bir tercihle dâhil olduğu söylenilebilir. Onun bu tercihinin de
amaç itibariyle, Osmanlı topraklarının içinde bulunduğu kaos ortamında, özelde
kendisine tabi olanları genelde de Osmanlı toplumunu yeni bir düzen ve iktidara
ulaştırma amacı taşıdığı görülmektedir.
d.
Yargılama ve İdam
Cezası
Osmanlı
kuvvetleri tarafından yakalanıp, o esnada Selanik’in fethi hazırlıklarını yapan
ve Serez’de bulunan Çelebi Mehmed’in yanına getirilen Şeyh Bedreddin, Sultan’ın
huzurunda toplandığı anlaşılan yüksek bir mahkemede yargılanmıştır. Bu mahkeme
heyetinin başında İran’dan gelme ünlü âlim Sâdeddîn Taftazânî’nin
öğrencilerinden olan Mevlânâ Haydar-ı Herevî(ö.1426) bulunmakla birlikte diğer
Osmanlı kadıları da yer almaktaydı.
I. Murad devrini takip eden
padişahlar zamanında devletin önemli meselelerine dair fetvalar, Osmanlılar
dışındaki İslam ülkelerinin âlimlerinden istenmiştir. Şeyh Bedreddin’in idamı
hadisesinde de, İran’dan gelip Osmanlı topraklarına yerleşen Haydar-ı
Herevî’den fetva alınmıştır. Şayet bu sırada Şeyhülislamlık makamı mevcut
bulunsaydı fetva için o makama müracaat edilecek, dışardan Osmanlı Devleti’ne
gelmiş bir âlimden yardım istenmeyecekti.
Mevlana
Haydar, Şeyh Bedreddin ile yaptığı görüşmeler sonucunda onun ilminden etkilenip
serbest bırakılmasını teklif etmiş, ancak Şeyh’e düşmanlık ettikleri anlaşılan
bir takım kimseler sebebiyle Sultan’ı ikna edememiştir. İdam kararı ise Şeyh’in
eski dostlarından olup sonradan onu karşısına alan bir diğer İran kökenli âlim
Fahreddîn-i Acemî tarafından verilmiştir.
Kaynaklar, Şeyh’in
kendisinin de bu hükmü haklı bulduğunu hatta, Çelebi Mehmet’in, Şeyh’ten
suçuyla ilgili hükmü bizzat kendisinin vermesini istediğini, Şeyh Bedreddin’in
de kendi idamına hükmettiğini belirtirler. Osmanlı
kaynaklarının ittifakla bildirdikleri fetva kararına göre “kanı helal, ancak
malı haramdır .”
Âşıkpaşazâde’nin “İman ile mi gitti
veya imansız mı gitti? Allah bilir ancak.” şeklindeki ifadesi de yargı
sürecinde Şeyh’in dinî kimlik açısından da töhmet altında olduğunun bir
göstergesidir. Nitekim Menâkıbnâme’ye göre de Şeyh
Bedreddin’e yöneltilen suçlamaların, “iftiraların” başında, peygamberlik
iddiası ve bazı şen’î sözler gelmektedir.
Ayrıca Menâkıbnâme’ye
göre, idamından bir gece önce Peygamber ve Ebu Hanife Şeyh’in rüyasına girerler
ve Vâridât’ını taltif ederler. Halil’e göre bu, Şeyh’in ve eserlerinin
Ehl-i Sünnet çizgisinde olduğunun bir delili niteliğindedir.
Halil bin
İsmail, yargı aşamasında Şeyh’in şer’an katli için bir sebep bulunamadığını ve
idamının örfen verilen bir karar sonucu gerçekleştiğini bildirir. Nitekim örfî hukukta devlete isyan yani bağy
suçu, Müslümanlardan bir veya birkaç kişinin, mevcut devlet düzenine haksız
olarak baş kaldırmaları ve devletin emirlerine itaat etmemeleri şeklinde tarif
edilmektedir. İsyan(bağy) suçunun kısmen had ve kısmen ta’zir olarak, suçun
safhalarına göre, değişik cezaları vardır. Bir grup teşkil ederek devlete isyan
edildiği an, bu guruplar savaşla yola getirilirler ve cezaları idamdır. Ancak
bunlar Müslüman olduğu için, çoluk-çocukları esir alınmaz ve malları ganimet
sayılmaz. Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır.
Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin’in idam hükmü, zındık ve mülhid olarak şer’an değil, devlete
isyan suçuna istinaden örfî hukuka göre ve siyaseten olmuştur. Nitekim, idam
sürecinde inanç veya dinî anlayışıyla ilgili herhangi bir ithama maruz
kaldığına dair bir işaret görülmemesinden dolayı, siyasî otoriteye takınılan
tavır sonucunda, örfî bir cezalandırmanın söz konusu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu durum sonuçları itibariyle Şeyh Bedreddin’in dînen değil de siyaseten
yargılandığını göstermektedir.
Şeyh
Bedreddin davası konusunda son bir değerlendirme yapılırken, mükemmel ve ilâhî
adalet ölçüleri içinde yanlış ve eksik, ancak kendi devri ve şartları içinde
ise en az kusurlu bir dava olduğu ,
dava sürecinin gayet töleranslı bir şekilde gerçekleştiği - nitekim Şeyh’in,
Çelebi Mehmed ile tartışacak kadar müsamahalı bir konumda bulunması ve
düşüncelerini rahatlıkla savunması da bunun bir göstergesidir-, hatta isyan
suçundan idama mahkum olmasına rağmen, mallarının müsadere edilmediği ve
malının haram olduğuna hükmedildiği görülür. Imber’e göre de, Bedreddin’in
malına el konulmamış olması onun heterodoks olarak değil de, siyasî bir isyancı
olarak yargılandığı anlamına gelir.
Ayrıca isyanın akabinde
yakalanır yakalanmaz idam edilmemesi de yüksek ulemâdan olması hasebiyle
kendisine duyulan saygı sebebiyledir.
Yargılama
sürecinden sonra, bir kısım ulemâ ve Çelebi Mehmed tarafından Şeyh’in idamına
pek sıcak bakılmadığı gibi rivayetler olsa da, olayların bu noktaya varmasından
sonra devletin onu sağ bırakma riskini göze alamayacağı da ortadadır. Nitekim
Çelebi Mehmed iktidarının, bu şartlarda herhangi bir bağışlama durumunu
kaldırmayacak derecede hassas bir konumda olduğu da göz ardı edilmemelidir.
İdam hükmü,
Serez çarşısında bir dükkanın önünde infaz olunmuştur. Menâkıbnâme’de
idam tarihi, “innehû meczûb-ı Hû(Şüphesiz
o Allah’ın bir meczubuydu)” şeklinde 818 Şevval ayının 27. Cuma günü olarak
verilir. Yani torununun ifadesine göre ölüm tarihi 30 Aralık 1415 oluyor. Ancak İbn Arabşah’ın Şeyh ile İsfendiyar
Bey’in sarayında gördüğü 1416 tarihi göz önüne alındığında Şeyh’in 1415
sonlarında infazı mümkün görünmemektedir. Nitekim bu tarihten idamına kadar
geçen süre göz önüne alındığında Şeyh Bedreddin’in idamının 1416 sonlarından
evvel gerçekleşmesi düşünülemez. Dukas da Tarih’inde Sultan Mehmed
döneminin son olayları arasında zikrettiği Börklüce isyanını Venedik ile olan
Deniz savaşı(1416) sonrasında zikreder.
İbn Arabşah da, Şeyh’in
bâgî olduğundan dolayı, 1417 yılında idam edildiğini belirtiyor. Taşköprülüzâde
ise bu tarihi 1420 olarak veriyor.
Bir Arap kaynağı olan
Bedâyiu’l- Vekâyî’de de Şeyh’in idam tarihi olarak H.823 Eylül/M.1420
gösterilir. Ayrıca Menakıbnâme’de, “İnnehû meczûb-ı hû” ifadesinin
hizasına şu tarih eklenmiştir: “Accelel vaslı lehû ışku vedûdi’l-ebedî” (Vedûdun aşkı, ona vuslat-ı İlâhiyyeyi acele ettirdi) . Bu mısra, ebced hesabıyla Şeyh’in vefat
tarihini 823/1420 olarak göstermektedir. İdam hadisesi, Samsun ve çevresinin
alınmasından(H.822/M.1419) sonra olduğu da bilinmektedir. Dolayısıyla Şeyh’in
idam tarihi konusunda kesin bir sonuca ulaşılamamakla birlikte bu tarihin 1416
yılının sonları veya daha sonraki bir tarih olması kuvvetle muhtemeldir. Çelebi Mehmet’in, sözkonusu isyan hareketini
bertaraf etmesiyle birlikte önemli bir iç huzursuzluk ve kargaşa ortadan
kalkmış, ayrıca Rumeli’deki Osmanlı hâkimiyeti tesis edilerek Anadolu
Beyliklerine karşı daha etkili bir duruma gelinmiştir.
Türbesi
Serez’de olan Şeyh Bedreddin’in mezarı 1924’te açılarak, kemikleri, Lozan
Antlaşması gereği zorunlu göçe tabi tutulup Türkiye’ye gönderilen Serezliler
tarafından İstanbul’a getirilerek Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olan Türbeler
ve Müzeler Müdürlüğü’ne teslim edilir. Çinko bir kutuda, 18 sene Sultan Ahmet
Camii’ndeki bir dolapta saklanan kemikler, oradan Topkapı Sarayı’na intikal
eder ve 19 yıl da burada kalır. Bakanlar Kurulu’nun 23 Ekim 1961’deki 5/1840
sayılı kararıyla 29.11.1961’de, Cağaloğlu Sultan Mahmud Türbesi’ne defnedilir.
1998’de mezara doğum ve ölüm tarihlerinin olduğu mermer bir mezar taşı
konulmuş, daha sonra etrafı da mermerle çevrilerek belirli hale getirilmiştir.
Şeyh Bedreddin’in mezarı halen burada bulunmaktadır.
Şeyh
Bedreddin idam edildikten yaklaşık çeyrek asır sonra, kendilerini Bedreddin
tarikatının temsilcileri olarak gören ve zamanla Anadolu Kızılbaş Alevî bir
hüviyet kazandığı görülen bir tarikat ortaya çıkmışır. Bunların bir kısmı, Şah İsmail’in dedesi Şeyh
Cüneyd’in Anadolu’da bulunduğu sırada ona tabî olurlar. Kaynaklarda “Semavenli Taifesi,
Bedreddînlü, Bedreddin Sufîleri” adı verilen bu tarikatler,
kendilerini
Şeyh Bedreddin’e dayandırırlar. Ayrıca, “Ben de halimce Bedreddin’im”
diyerek sözde Şeyh’in isyan ruhunu yaşatmak isterler. İlahî, Vâridât Şerhi’nde Şeyh’e dayandıklarını
iddia eden fakat şeriat tanımayan bu topluluktan bahseder ve Şeyh Bedreddin’in
yoruma müsait bazı sözlerini keyiflerince tefsir etmelerinden ve Şeyh’i doğru
anlamadıklarından şikayet eder. Bu kitlelerin Şeyh Bedreddin’i kendi
dönemlerindeki heteredoks İslâm anlayış ve yaşayışlarının temeline oturtmaları,
Şeyh Bedreddin’in zındık ve mülhid olarak düşünülmesine sebebiyet vermiştir.
Nitekim Fatih
devrinde, bu taifelerin de etkisiyle Şeyh Bedreddin’in dinî düşünceye aykırı
davranışlar sergilediğini düşünen ilim adamlarının varlığını görmekteyiz. Şeyh Bedreddin ve bu taifeler, XVI. yüzyıl ve
sonrasında da bir kısım Osmanlı ulemâsı tarafından da eleştirilere konu
olmuşlardır. Sofyalı Bâlî Efendi(ö.1553) ile halifesi Nureddin-zâde (ö. 1573)
ve Aziz Mahmud Hüdâyî(ö.1628)’in Şeyh Bedreddin ve taifesi hakkındaki kanaat ve
hükümleri çok menfî ve ağırdır. Bâlî Efendi, Kanuni Sultan Süleyman’a verdiği
bir layihada, şeyhten, Allah indinde gazaba uğramış, olarak söz ederek, torunu
Halife Çelebi’nin halifelerinin, Dobruca’nın dışında da her tarafta şeraite
mugayir faaliyetlerde bulunduklarını belirterek bunların yeryüzünden
temizlenmesi için gerekli tedbirlerin alınmasını istemiştir.
Şeyh
Bedreddin’e karşı oluşan bu tepkinin ulemâ fetvalarına da yansıdığı görülür.
Nitekim Osmanlı Şeyhülislamı Ebussuûd Efendi, Semâvenli taifesi diye
adlandırdığı Bedreddiniyye mensuplarını, haklarında verdiği fetvalarla tekfir
etmiştir.
XVII. yüzyıl
Osmanlı mutasavvıflarından Aziz Mahmud Hüdayî(Ö.H.1038/M.1623) de, Şeyh
Bedreddin ve taraftarları hakkında dönemin padişahı III. Murad’a bir mektup
göndererek, Şeyh’in ilhâd ve ibâhat üzerine olduğunu belirterek Simavenîler’i
ağır bir dille itham etmiştir. Ayrıca Simavenî olduklarını iddia ettiği,
Dobruca’daki Işık(Kalenderî) zaviyelerinin de Rafızî, Melâhide ve Zenâdıka
olduğunu, namaz kılıp oruç tutanları öldürdüklerini ve bunlardan Ehl-i Sünnet’e
uymayı kabul etmeyenlerin zaviyelerinin kapatılması gerektiğini belirtir. Aziz
Mahmud Hüdâyî’nin Şeyh Bedreddin taraftarları hakkında böyle ağır bir dil
kullanmasında, XV. ve XVI. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtmış olan
Şeyh Cüneyd(ö.1460)’in ve Safevî hareketinin etkisi büyüktür. Çünkü Şeyh
Cüneyd, Şii-Râfizî fikirlere sığınarak hedefine giden yolda Anadolu’da bulunan
Şeyh Bedreddin taraftarlarını etrafına toplamıştı. Ayrıca Âşıkpaşazâde’ye göre Şeyh Cüneyd, Şeyh
Bedreddin’e mensup sûfîleri yanına toplamak için Şiilik’i kabul etmiş ve bu
yüzden Osmanlı ve Karaman topraklarında kalamamıştır. Ayrıca, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin III.
Murad(s.t.1575-1594) döneminde -padişahı Safeviler’e karşı onları yola
getirmesi için teşvik ettiğinden dolayı olsa gerektir-açılan Tebriz
Seferi(1585)’ne katılmış olması bu düşünceyi destekler niteliktedir.
Şeyh
Bedreddin’e olan bu tepkinin XIX. yüzyılda da devam ettiği, Vâridât’ın
insanların itikadına zarar vereceği endişesiyle, Şeyhülislam Arif Hikmet
Beyefendi(ö.1855) tarafından toplatılıp yakıldığı bilinmektedir.
Bununla
birlikte Şeyh Bedreddin’e hayranlık duyanlar da olup, bunların başında Niyazî
Mısrî gelmektedir. O, Şeyh Bedreddin’den bahsederken onu İbn Arabî ile
eşdeğerde tutar ve Vâridât’ı Füsûs deryasında bir nehir olarak tavsif eder. Ayrıca Vâridât üzerine şerhleri olan
Abdullah İlahî, Muhammed Nuru’l-Arabî, Harîrizâde Kemâleddin, ve Muhammed b.
Mustafa el-İmadî Yavsî de onu, belirli bir tasavvuf geleneği içerisinden gelen
bir sufî olarak nitelerler.
Günümüzde de
Dobruca, Deliorman ve Bektaşileşmiş Trakya Alevileri için Şeyh Bedreddin
fevkalade önemli bir takdis konusudur. Bu durum, bu bölgelerde yaşayan
insanların Şeyh Bedreddin ve onun isyanının hatırasını tahrife uğramış bir
şekilde hala büyük bir saygı ve titizlikle koruduklarını göstermektedir. Onlar
için Şeyh Bedreddin kendilerine hayat vermiş en mukaddes kişidir. Dolayısıyla
günümüz Bulgaristan’ında özellikle Deliorman bölgesinde ve Trakya’da yaşamakta
olan Balkan Alevîleri söz konusu Bedreddin mürîdlerinden başkası değildir. Kanaatimizce bu durum, hayatında ve
eserlerinde görüldüğü üzere Alevîlik ile ilgili herhangi bir bağı bulunmayan ve
Sünnî bir âlim olduğu açıkça görülen Şeyh Bedreddin için anakronik bir kurgudan
başka bir anlam ifade etmemektedir.
II.
ŞAHSİYETİ
XIV.-XV.
Yüzyıl Osmanlı düşünürünü sadece kelamcı, tefsirci, sufî veya filozof şeklinde
sınıflandırmak doğru değildir. Çünkü bu dönemde bir çok kimliği üzerinde barındıran
terkibî ilim adamlığı söz konusudur. Osmanlı Tarihi kaynakları da, bizlere
farklı kimlikleri üzerinde toplayan bir Bedreddin portresi sunmaktadırlar. Bu
kimlikler; âlim, mutasavvıf, devlet adamı ve âsî kimlikleridir. Biraz da
dönemin yapısından kaynaklanan bu farklı kimlikleri şahsiyetinde toplayan Şeyh
Bedreddin, tarihî kaynaklarda daha çok âsî kimliği ile ön plana çıkmaktadır.
Ancak âlim kimliği ile de dönemin otoriteleri arasındadır. Tarihlerde kendi
adıyla anılan isyan hadisesi onun bu yönünün perdelenmesine neden olmuş ve o,
adının karıştığı hadisenin gölgesinde kalmış, âlim ve sûfî kimliği üzerinde çok
fazla durulmamıştır.
Aynı zamanda,
Şeyh Bedreddin’in sahip olduğu özellikle menfî kimliği, diğer kimliğini tamamen
arka plana atmamaktadır. Bu bağlamda Bedreddin’in ilmî kimliği tasavvufî hayata
girdikten sonra da devam etmiş, hatta fıkıhta en önemli eserlerini tasavvufa
intisabından sonraki hayatında telif etmiştir. Hem âlim kimliğini hem de sufî
kimliğini aynı şahsiyet altında toplaması da onun, devrinin diğer âlim ve
sufîlerinden farklı bir konumda yer alarak belli bir düzeyin üstünde olduğunu,
dolayısıyla sıradan bir fakih veya sufî olmadığını da ortaya koymaktadır.
Şeyh’in bu
farklı kimlik profilini sağlıklı bir şekilde ortaya koymak amacıyla tarihî
seyri de göz önünde bulundurarak öncelikle onun âlim, sufî, ardından da devlet
adamı ve âsî kimlikleri ele alınacaktır.
Mısır’da
yüksek öğrenimini tamamlayan ve devrinin en büyük din bilginleri, fıkıh
otoritelerinin eğitiminden geçen Şeyh Bedreddin, aldığı eğitimin doğal bir
sonucu olarak kendi döneminin en önde gelen âlimleri arasında yer almıştır.
Ayrıca çağının Osmanlı düşünce hayatında ve tahsil hayatının geçmiş olduğu Orta
Doğu’da büyük bir ilmî şöhrete ulaşmıştır.
Şeyh
Bedreddin’in âlim kimliğini belirleyen temel faktör fakîh yani hukukçu olma
özelliğidir. Onun bu yönü, fıkha dair eserlerinden de anlaşılacağı üzere,
sadece meseleleri ezberleyerek nakil ve rivayet eden ansiklopedik bir âlim
şeklinde olmayıp, gerektiğinde şahsî görüşlerini ortaya koyan bir tarzdadır.
Tarih
kaynakları, onun âlim kimliği ile ilgili olarak daha Kahire’de öğrencilik
yıllarında Sultan Berkuk’un oğlu Ferec’e özel hoca tayin edildiğini; Timur’un
huzurunda yapılan ilmî tartışmada kendi bilimsel kimliğini ortaya koyduğunu ve
sonrasında takdirlere mazhar olduğunu; kaleme almış olduğu eserlerin ulemâ
arasında muteber sayıldığını ve ilmî yönüne duyulan saygı nedeniyle Çelebi
Mehmet tarafından katlolunmayıp İznik’te göz hapsine gönderildiği gibi
hususlara işaret etmektedirler. Nitekim bu şahitlikler Şeyh Bedreddin’in
alanında üstün bir bilimsel formasyon sahibi olduğunu ve ilmî şahsiyeti
bakımından seçkin bir konumda olduğunu ortaya koymaktadır.
Ayrıca gerek
kendi eserleri gerekse diğer kaynakların hakkında verdiği bilgiler, onun
ictihad derecesini hâiz bir âlim olduğu noktasında hemfikirdirler. Öğrenciliği
sırasında, Bedreddin ile Kahire’de bir süre ders arkadaşlığı yapan ünlü âlim
Seyyid Şerif Cürcânî (ö.1413) de onun bilimsel yönünü methetmektedir. Kastamonu’da 1414 yılında
İsfendiyaroğulları’nın sarayında Şeyh Bedreddin ile görüşen İbn Arabşah da,
Bedreddin’in bütün ilimlerde ve bilhassa fıkıhta derya gibi engin bilgisinin
olduğunu ve ilimlerde çağdaşlarından üstün olduğunu vurgular. İbn Arabşah
Bedreddin’in Hanefî fıkhının ünlü kaynaklarından Merginânî’nin el-Hidâye’sine
bin doksan sualle itiraz edecek kadar yüksek bir mertebede bulunduğunu da
belirtir.
Âlî de,
Sultan Musa zamanında kendisinden başka âlim olmadığını belirtmiş, Bedreddin’i
kastederek “Rubbe vâhidu yu’zenu elfen” yani “Nice birler binlere
bedeldir.” demiştir. Ayrıca onun çeşitli konulardaki eserleriyle meşhur
olduğunu ve ilimlerdeki kavrama gücünün faziletini, ayrıca yüksek keramet
sahibi ünlü bir filozof olduğunu da ifade etmiştir.
Bitlîsî de,
ulemâ ve kadıların en önde gelenlerinden biri olarak gördüğü Şeyh Bedreddin’i
şer’-î ve aklî ilimlerde bilgin olarak nitelemiştir. Taşköprülüzâde de ondan âlim, âmil, fâzıl ve
kâmil birisi olarak sözetmiştir.
Hoca Sadeddin
ve Solakzâde de Bedreddin’i değerli bir bilgin, verâ ve takva sâhibi âlimlerden
saymaktadırlar. Evliya Çelebi de Seyahatnâme adlı
eserinde Şeyh
Bedreddin’i,
Yıldırım Bayezid döneminde yaşamış bir ilim deryası olarak niteler.176 Müneccimbaşı
Ahmed Efendi de zamanının yegâne âlimlerinden biri olarak nitelendirdiği Şeyh
Bedreddin’in zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin bilgi sahibi bir ilim ehli
olduğunu ifade eder.
Sözkonusu
kaynakların şahitliği bağlamında Şeyh Bedreddin’in, bilimsel kimliğinin bir çok
tarihçi tarafından kabul edilip takdir edildiği, ayrıca çok yönlü ve özgür bir
bilim adamı olarak ön plana çıktığı söylenilebilir. Kaynakların, özellikle
uzmanı olduğu fıkıh alanında onu otorite olarak kabul etmelerinde, bu alandaki
eserlerinin orjinalliği ve muteber olmasının etkisi büyüktür. Çağdaşları ve
sonraki ulemâ tarafından onun özellikle fıkıh alanında gerçekten ictihad
derecesinde bir otoriteye sahip bulunduğu, isimleri belirtilen eserlerinde eski
fıkıh ulemâsına yönelttiği bazı ciddi tenkitlerin ve kendine ait orjinal fikirlerin
mevcut olduğu vurgulanmaktadır. Bu bağlamda, Şeyh Bedreddin’in bir fakih
dolayısıyla bir âlim olarak işgal ettiği yüksek mevkiye dair rivayetlerin
yalnızca bir rivâyet(söylenti)den ibaret olmayıp, hakikat payının olduğu
görülmektedir.
Şeyh
Bedreddin’in şahsiyetinde önemli bir yer işgal eden bir diğer kimliği de sufî
kimliğidir. Menâkıbnâme, Şeyh Bedreddin’in tasavvufa intisab etmesinde
etkili olan şahsiyeti, Hüseyin Ahlâtî olarak belirtir. Sultan Berkuk’un
sarayında tanıştığı bu şahıs, onun tasavvufa olan ilgisini arttırmıştır.
Bedreddin bu şahsın etkisiyle değişik bir ruh haline girmiş, cezbeye tutulmuş
ve kendini tasavvufa vererek Hüseyin Ahlâtî’nin müridi olmuştur ve yine Menâkıbnâme
’ye göre, -Mevlânâ’nın Şems-i Tebrîzî ile karşılaşarak cezbeye tutulduğunda
kitaplarını Karatay Medresesi’nin havuzuna attığı gibi- bütün kitaplarını Nil
Nehri’ne atmıştır. Üç defa şeyhinin isteğiyle uzun süreli halvetlere girmiş,
hatta bunlardan birinde ciddi bir şekilde hastalanmış ve şeyhi tarafından
tedavi edilmiştir.
Şeyh
Bedreddin’in eğitim hayatı sürecinde o ana kadar telif ettiği tüm kitaplarını
Nil’e dökmesi olayını, son dönem araştırmacılarından bir kısmı, onun İslâmî
düşünce ve inançlarını terk edip, yeni bir sosyalist ve eşitlikçi çizgiye girmesi
olarak değerlendirirler ki, bu durum onun aldığı eğitimle, bilimsel kimliğiyle
ve özellikle tarihi gerçeklerle uyuşmamaktadır. Nitekim daha önce belirttiğimiz
gibi Şeyh Bedreddin, fıkıh, tefsir ve tasavvufa dair kitaplarını hayatının bu
döneminden sonra kaleme almıştır. Dolayısıyla bu durumu Şeyh Bedreddin’in
tasavvufa girmeden önceki tüm dînî düşünce ve itikatlarından vazgeçmesi olarak
algılamak tarihsel perspektif açısından yanlış bir yaklaşım olur.
Bir ara şeyhi
Ahlatî tarafından hava değişimi için Tebriz’e gönderilen Şeyh Bedreddin, bir
süre burada kaldıktan sonra tekrar Mısır’a döner. Mısır’da şeyhinin yanında
tasavvufî terbiye ve riyâzete devam eden Bedreddin, Ahlâtî’nin hastalanıp
Bedreddin’in kendi yerine geçmesini vasiyet ederek vefat etmesi üzerine,
Ahlâtî’nin yerine geçerek post-nişîn(tekke şeyhi) olur. Bu makamda altı ay
durur ve çeşitli sıkıntılardan dolayı buradan ayrılır. Bedreddin’in tasavvufla
olan bu ilişkisi, memleketine döndükten sonra da bir süre devam etmiş ve
yaklaşık yedi yıl sürmüştür. Daha sonra, Sultan Musa Çelebi’nin isteğiyle,
kazaskerlik görevine getirilen Şeyh Bedreddin’in sufî kimliği de, yerini devlet
adamı/kazaskerlik kimliğine bırakmıştır.
Halil bin
İsmail ve Bursalı Mehmed Tahir Efendi, eserlerinde, Şeyh Bedreddin’in ve şeyhi
Seyyid Hüseyin Ahlâtî’nin tarikat silsilesini belirtmişlerdir. Menâkıbnâme’nin
silsileden bahseden bölümünde, Hz. Ali’ye ulaşan iki tür silsile verilmektedir. Bursalı Mehmed Tahir de eserinde aynı
silsileyi vermektedir. Ancak bu silsileden Şeyh Bedreddin’in mensub
olduğu tarikat hakkında kesin bir bilgiye ulaşılamamaktadır. Yalnız, silsilede
yer alan isimler arasında Medyeniyye tarikatının kurucusu ve Muhyiddîn
İbnü’l-Arâbî’nin şeyhi Ebû Medyen Şuayb el-Mağrîbî’nin (ö.1193/1194) adının bulunması,
bu tarikatı hatıra getirmektedir. Nefahâtü’l Üns ve diğer tabakât
kitaplarında belirtildiğine göre, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî bir süre
el-Mağrîbî’nin hizmet ve sohbetinde bulunmuştur. Nitekim Muhyiddîn-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem
ve Futuhât- ı Mekkiye’sinde, şeyhi Ebu Medyen’den sık sık söz etmiş ve
ondan alıntılar yapmıştır. Ancak Menâkıbnâme, Şeyh’in hocası Hüseyin
Ahlâtî’nin Mesnevî’ye şerhi olduğunu ve Mevlevî olduğunu yazıyor. Eğer bu rivayeti kabul edersek Bedreddin’in de
şeyhi gibi Mevlevî olduğunu farz etmek gerekir. Ancak Şeyh Bedreddin,
Mevlanâ’yı okumuş ve etkilenmiş olsa da Vâridât’ta geçen fikirlerinden
de anlaşıldığı üzere daha çok İbn Arabî ekolünün yani Ekberî geleneğin bir
takipçisi görünümündedir.
C.
Devlet Adamı/Kazaskerlik
Kimliği
Kaynaklar
Şeyh Bedreddin’in ilk olarak, Timur tarafından devlet kademesinde bir göreve
getirilmek istendiğini aktarır. Ancak Şeyh Bedreddin, kendisine Tebriz’de
teklif edilen bu bürokratik görevi kabul etmemiş ve Mısır’a dönmüştür.
Şeyh
Bedreddin’in devlet kademesindeki görevi ise Musa Çelebi’nin, Edirne’de tahta
oturmasıyla gerçekleşmiştir. Rumeli’deki bu hakimiyeti esnasında Osmanlı
ülkesindeki nüfuzunu geliştirmeye ve bu doğrultuda devlet teşkilatını da
oluşturmaya çalışan Musa Çelebi, Şeyh Bedreddin’e Osmanlı Devleti’nin
kazaskerliğini teklif etmiştir. Şeyh Bedreddin bu teklifi kabul ederek, hem
siyasî anlamda devlet kademesinde meslek hayatına giriş yapmış, hem de
kardeşler arası mücadelede taraf durumunda olmuştur. O’nun kardeşlerarası
mücadelede Musa Çelebi’nin yanında yer alması, ileriki hayatında (Mehmet
Çelebi’nin tahta geçmesi ve sonrası) ve sonraki yüzyıllarda resmî ideolojinin
karşısında yer alan bir Şeyh Bedreddin portresi çizilmesine gerekçe
hazırlamıştır. Şeyh Bedreddin devlet kademesinde yaklaşık üç yıl süren bu
görevi esnasında fıkhî kariyerini de ortaya koyacak eserler vücuda getirmiştir.
184
Kutbeddin
Mekkî’nin: “Kazasker oluncaya kadar makamlara yükseldi. ” şeklindeki ve Murad Bey’in de: “Sultan
Musa’nın nazar-ı takdirini kazanmış,
kazaskerliğe kadar yükseltilmiştir. ” ifadeleri, Şeyh Bedreddin’in tedrîcî
olarak bu makama yükseldiğini akla getirmektedir. Ancak Musa Çelebi’nin
yaklaşık üç yıl süren saltanatı sırasında Şeyh Bedreddin’in bu makama tedrîcî
olarak gelmesi zaman sınırlılığı açısından düşünülemeyeceği gibi, islam
hukukuna dair kaleme almış olduğu Câmiu’l-Fusûleyn adlı eserini de 1411
yılında Musa’nın tahta çıkmasıyla kazaskerliğe atanmasından hemen sonra on ay
içinde yazması da bu rivayeti çürütmektedir. Nitekim konuyla ilgili kaynaklarda
da buna dair bir bilgi yoktur.
Mehmed
Çelebi’nin Musa Çelebi’yi bozguna uğratarak Osmanlı tahtını ele geçirmesiyle
birlikte, Musa Çelebi’nin kadrosunda yer alan Şeyh Bedreddin, dinsel ve
bilimsel kimliğine duyulan saygı sebebiyle, ayda bin akçe maaşla iki oğlu ve
kızıyla beraber, İznik’e sürgüne yollanmıştır. Bu zorunlu ikameti esnasında,
Börklüce Mustafa’nın Karaburun’da ayaklandığını duyar duymaz bu işten
kendisinin sorumlu tutulacağı korkusuyla, İznik’ten kaçmış ve 1415’li yıllarda
Osmanlı Devleti’nin rakibi olan ve o dönemde Sinop, Kastamonu, Çankırı, Kalecik
ve Tosya havalisini elinde bulunduran İsfendiyaroğulları Beyliği’ne
sığınmıştır. Daha sonra gerçekleşecek olan isyan
hadisesinde etrafına toplanan kimselerin çoğu eski tımar sahipleri olup,
kazaskerliği sırasında dağıttığı mansıplardan faydalanıp, kendilerine geçim
kapısı sağlayan kimselerdir.
Bu firar ve
ardından sığınma hareketi, Şeyh Bedreddin’in hayatının en önemli dönüm
noktalarından biridir. Artık resmî bir devlet görevlisi değil, Osmanlı Devleti
otoritesine karşı çıkan birisidir. Osmanlı Tarihleri bu olay ile onun
resmî meslek hayatının da sona ermiş olduğunu ve bundan sonra tarihte isyan
hareketine karışan bir âsî olarak yer aldığını bildirirler. Nitekim Şeyh
Bedreddin’in bir nevî gözaltı cezası olan zorunlu İznik ikametinden kaçmış
olması da, kendini suçlu duruma düşürmüştür. Bu cezanın bizzat Çelebi Mehmet
tarafından verilmiş olması da, bu kaçışın öncelikle Osmanlı Sultanı’nın
iradesine aykırı hareket etmek anlamına geliyor olması demektir ki, hadise bu
açıdan değerlendirildiğinde durum daha net açığa çıkmaktadır. Buna, kaçan
şahsın sıradan bir devlet adamı olmayıp, Musa Çelebi’nin kazaskeri olduğu da
eklenirse, hadisenin ehemmiyeti ve boyutları daha da açığa çıkmış olur.
Şeyh
Bedreddin’in günümüze kadar üzerinde ciddî spekülasyonlara neden olan isyan
hadisesi ve bundan kaynalanan asi kimliği hakkında kaynakların ortak bir
noktada buluşmadığı görülür. Bazı kaynaklar onu suçsuz, bazıları ise suçlu
bulmuş, bazıları da bunun ötesinde bu suçluluğa tamamen ideolojik bir takım
yakıştırmalar eklemişlerdir. Kaynaklarda, isyanın niteliği ile ilgili olarak
Şeyh’in hased-i akran belasına uğradığını savunanlar, Sultan Mehmed
Çelebi’ye isyan edenlerin manevî reisi olarak görenler, şeyhlikten şahlığa
geçmek arzusunda olduğunu düşünenler, hatta İbâhiyye
mezhebine mensub bir zındık ve mülhid olarak görenler ve Şeyh’in devrimci
sosyalist bir ayaklanma hareketini yönettiğini savunanlar gibi birbirleriyle
çelişen farklı ifadeler yer alır. Şeyh Bedreddin’in tarih kaynaklarında daha
çok “Osmanlı Devleti’ne hurûc eden”, “ihtilalci” kimliğinin ön
plana çıkarılması da asî kimliğini popüler hale getirmiş, diğer yönleri ise
arka planda kalmıştır. Nitekim günümüzde, Şeyh Bedreddin adı zihinlerde âlim, sufî
veya devlet adamı kimliğiyle değil, asî kimliği ile kalmıştır.
Kanaatimizce
Şeyh Bedreddin’in bu yönü, önceden beri kişiliğinde olan bir yön olmayıp daha
sonradan olayların yönlendirmesiyle ortaya çıkmış bir özelliktir. Bu bağlamda
Bedreddin’in asî kimliği de isyanın yönlendiricisi değil, daha çok isyanın
kendisini yönlendirdiği bir kimlik olarak karşımıza çıkmaktadır.
İdris-i
Bitlîsî’nin rivayet ettiği ve daha sonraki bazı araştırmacıların da ideolojik
mesnet olarak kullandıkları “bir takım mülhidâne sözler söyleyip haramları
mübah kıldığı, avâmdan ve kötü insanlardan
topluluklara hayvânî zevkler ve nefsânî müştehiyet
konusunda ruhsat verdiği ” rivayetinin, olaya dair hiçbir
kaynakta Bedreddin’e nisbet edildiği yönünde bir ibare yer almamaktadır. Bu ithamlar,
Dukas’ın Bizans Tarihi’nde Börklüce Mustafa’ya atfedilen suçlamalar
olup, Şeyh ile olan ilişkisinden dolayı Börklüce’nin tüm fikir ve icraatları
anakronik bir tutumla Şeyh Bedreddin’e izâfe olunmuştur. Nitekim Şeyh
Bedreddin’e özellikle îtikâdî anlamda yapılan suçlama ve ithamlar, hayatı
boyunca ortaya koyduğu yaşam tarzı ve idamından birkaç sene evvel kaleme aldığı
islam hukuku eserlerindeki düşünceleri ile de çelişmektedir.
Dolayısıyla
üzerinde topladığı farklı kimliklerini ana çizgileri halinde tasvire
çalıştığımız Şeyh Bedreddin, dindarlık noktasında bir problemi olmadığı halde,
kâfir, dinsiz, ibahacı gibi ithamlarla nitelendirilmiştir. Oysa Düşünce
tarihimizde Dehrîler adını alan materyalistler ve ateist yaklaşımlar dışında
böyle bir ithama layık sayılabilecek herhangi bir ilim adamı göstermek mümkün
değildir.
Şeyh
Bedreddin, dinî ilimlerde özellikle fıkıh, tasavvuf, tefsir ve arap grameri ile
ilgili birçok eser telif etmiştir. Kaleme almış olduğu eserlerinin birçoğunun
nüshaları bugün mevcut değildir. Hoca Sadeddin ve Solakzâde Mehmed Hemdemî,
Şeyh Bedreddin’in, âlimlerin ellerinde dolaşan kabul görmüş ve ilimdeki
derinliğine delalet eden eserlerinin çok çeşitli olduğunu, ayrıca Câmiu’l-Fusûleyn
ile Teshîl adlı eserlerinin de çok faziletli ve ulemâ ocaklarına süs
olduğunu belirtmektedirler.
Nitekim Şeyh
Bedreddin’in ilk olarak 25 yaşında Mısır’da ulemâdan izin alarak kitap telif
etmeye başladığı aktarılır. Onun te’lif ettiği eserlerinin sayısını ise 48
olarak verilir. Ayrıca ilk eserinin, sarf ilminden Maksud üzerine
yazdığı Ukûdu’l-Cevâhir olduğu, daha sonra fıkıhtan Letâifu’l-İşârât’ı yazdığını ve bunu da Câmiu’l-Fusûleyn,
Teshîl, Tefsîr-u Nûru’l-Kulûb, Vâridât ve Çerâğu’l-Futûh adlı kitapların takip
ettiği belirtilir.
A.
İslam Hukuku İle İlgili Eserleri
Şeyh
Bedreddin’in fıkıh ile ilgili ortaya koyduğu eserleri fıkıhta sadece
ansiklopedik bir âlim ve aktarıcı olmayıp müctehit derecesinde bir fıkhî
donanıma ve otoriteye sahip bir fakîh olduğunu göstermektedir. Eserlerinden
hareketle onun, ictihat işini kolaylaştırmaya ve yaygınlaştırmaya çalışan bir
anlayış sergilediği de söylenilebilir. Bu bağlamda o, Kitap, Sünnet
ve İcmâ’ya aykırı olmamak şartıyla,
bunlar Hanefî imamlar bile olsa, öncekilerin görüşlerine muhalefet
edilebileceğini söyleyerek ictihatta Kitap ve Sünnet eksenli bir
yaklaşımı esas aldığını vurgulamıştır.
İsyan
hareketine adının karışması ve itikadî konularda akaid ilkelerinin dışına
çıktığı iddiası, onun fakihlik yönünün perdelenmesine yol açmıştır. Fakat
ilmiye mesleğinin en yüksek mertebesi olan kazaskerlik makamına yükselmiş olan
ve görevi icabı insanlar arasındaki anlaşmazlıkları gidermeye çalışan bir
hukukçunun, yaygın kabul görmüş inanç ilkelerine aykırı görüşleri yaymaya
çalışması anlamlı ve tutarlı görünmemektedir. Şeyh Bedreddin’in fıkıhla ilgili eserleri
şunlardır:
1.
Letâifu’l-İşârât : Şeyh Bedreddin’in Musa
Çelebi’nin kazaskeri olmadan önce fıkıh alanında yazdığı ilk eseri olup Hanefî
mezhebi ile alakalı bir mukayeseli hukuk kitabıdır. Dili Arapça’dır.
Âlî, Kâtip
Çelebi ve Taşköprülüzâde Şeyh Bedreddin’in bu eserini İznik’te göz hapsinde
tutulduğu sırada yazdığını belirtmektedirler. Ancak Teshîl’in mukaddimesinde Letâifu’l-İşârât ismindeki telifini, daha
önce yazmış olduğunu ve Letâif’e yazmış olduğu bu şerhi de 1413 yılında
Edirne’de başlayarak 1415’de İznik’te tamamladığını belirtmiştir.
Letâif,
Şeyh’in özgün fıkhî kimliğini tam anlamıyla ortaya koyduğu bir eser olmayıp,
Hanefî fıkhına dair kitaplardaki fıkhî konuları derleyip toparlayan bir
özelliğe sahiptir. Şeyh Bedreddin’in fıkhî meselelere olan vukûfiyetini
göstermesi açısından önem taşıyan bu eseri, içindeki bazı ictihatlardan dolayı
hem takdir hem de tenkit edilmiştir. Furû’-ı fıkha dair olan eser; 235 varak
olup, kitap, fasıl ve tekmilelerden oluşmaktadır. Kitaplar, fasıllar ve
rumuzlar kırmızı olarak yazılmıştır. Metin dışında, satırda geçen harf, kelime
ve konu ile ilgili açıklamalar olup, ayrıca metnin satır aralarında haşiye türü
ilaveler bulunmaktadır. Şeyh Bedreddin, Mukaddime’de, eserini rivayet konusunda
bir hatırlatma olsun diye telif ettiğini, usûl ve furû’u topladığını, icâz ve
itnâbdan uzak kaldığını, hilâfiyata dair kaideleri dercettiğini ifade eder.
Eseri Mecmâ’u’l-Bahreyn tertibine göre düzenlediğini, meselelerin tamamını
verdiğini, ayrıca her fasılda Kudûrî(Muhtasar), Manzûme ve Mecma’da
zikredilmeyen hususlara tekmile, müteferrika ve şetta gibi başlıklar altında
değindiğini belirtir. Arzu edenlere kolaylık olsun diye bazı meseleleri tekrar
ettiğini, ayrıca esah, akva ve aleyhi’l-fetavâ olanlara işaret ettiğini
belirtir. Mukaddimesinde de belirtildiği gibi eser,
Hanefî mezhebince Mütûn-ı Erbaa (dört temel metin) olarak vasıflandırılan, İbn
Sââtî el-Ba’lebekkî (ö.1285)’nin Mecma’u’l-Bahreyn’i; Abdullah b. Mahmud
el-Mevsilî’nin el-Muhtar’ı, Hafizüddin en-Nesefî (ö.1310)’nin Kenzü’d-Dekâik
ve Tâcü’ş-Şerîa Mahmud (8. asır)’un Vikâyetü’r-Rivâye fî Mesâ’ili’l-Hidâye
adlı eserlerinin ihtiva ettiği bütün konular ortaya konularak ele alınmış;
ayrıca adı anılan bu eserler Mecma’u’l-Bahreyn tertibi örnek alınarak
birleştirilmiştir. Bunlarda bulunmayan bazı fıkhî meseleler de “Tekmile”,
“Tefrika”, “Müteferrika”, “Şetta”
gibi başlıklar altında incelenmiştir.
Başta Hanefi
mezhebinin ilk dört imamı olmak üzere, imamların her biri için farklı bir
yöntem kullandığını belirtir. Yine de bu konuda doğabilecek karışıklığın
önlenmesi amacıyla cümlenin ya da kelimenin üstünde, görüş kime aitse onun
rumuzu kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Eserde, Ebû Hanîfe “H”, Şâfiî “A”, Mâlik
“K”, Ahmed b. Hanbel “E”, Ebû Yusuf “S”, Muhammed “M” ve Züfer “Z” rumuzlarıyla
verilmekte, başka âlimler ise ya kendi ya da eser isimleriyle
zikredilmektedirler. ‘Kitap’ bölümlerinde belli ölçüde
ilgili mezhep görüşlerini kaydeden Şeyh Bedreddin, “müteferrika”, ve “tekmile”
gibi başlıklarda ilave bilgiler vermekte ve tercihlerini yapmaktadır. Genel
olarak yararlandığı kaynakları kaydetmeyen Şeyh Bedreddin, eserinde mukayeseli
hukuka da yer vermiştir.
2.
Câmiu’l-Fusûleyn : Musa Çelebi’nin kazaskeri iken
1411’de başladığı ve on ay içinde tamamladığı bu meşhur eseri muhâkemât
usulüyle ilgilidir. Kazaskerlik yaptığı yıllarda, zamanın yargıçlarına
özellikle fetvâ ve mahkeme işlerinde yardımcı olmak üzere hazırladığı ve Hanefî
hukukunun özeti niteliğinde olan bir eserdir. Bu eseri, onun ölümünden sonra
bile birkaç yüzyıl boyunca Osmanlı medreselerinde okutulmuştur. Eserini, 200
civarında temel eserden yararlanarak
on ay gibi kısa bir zaman
sürecinde yazması, fıkıhtaki yetkinliğini göstermesinin yanısıra, devlet
kademesinde kendisine tevdî edilen vazifenin zaruretiyle acele etmeye mecbur
kalışından da olabilir. Nitekim eserin giriş kısmında, bu kitabı sıkışık
durumlarda çıkış yolu olsun diye hazırladığını belirtir.
Eser, İslam
yargı hukuku ile ilgili olarak daha önce yazılmış “Fusûl” adlı iki ayrı
kitabı, kısaltarak, tekrarları atarak ve gerekli ilaveler yaparak bir araya
getirmiştir. Nitekim Câmiu’l-Fusûleyn, iki “Fusûl”ü
bir araya getiren, birleştiren demektir. Bu eser, fukahâ tarafından meydana
getirilmiş olan davaları ve husumetleri fasletmeye ilişkin konuları ele alan el-Fusûl
ismindeki fetva mecmualarından ikisini içermektedir. Bunlardan biri Hidâye
sahibi Ebu’l-Hasan Burhâneddîn Ali’nin öğrencilerinden Mâverâü’n-Nehir
âlimlerinden Muhammed b. Mahmud el-Ustrûşenî (ö.1234)’nin sadece muamelattan
bahseden otuz fasıl üzere tertip etmiş olduğu el-Fusûl’u; diğeri de yine
aynı isim ve konularda kırk fasıl üzere tertip edilmiş olan ve Fusûl-ü İmâdî ismi ile meşhur olan yine
Mâverâü’n-Nehir âlimlerinden olan Ebu’l-Feth b. Ebî Bekir el-Merginânî es-
Semerkandî’nin ö.1253 yılında tamamlamış olduğu eserdir. Şeyh Bedreddin, bu
eserini Fusûl-ü İmâdî
gibi kırk fasıl üzerine tertip etmiştir. İlk on altı faslı kaza ve muhâkemeye,
geri kalan kısım ise muâmelâta dâir olan eserde Şeyh Bedreddin, kendi asrının
meselelerini ele almış ve her fasıldaki sözler üzerine tamamıyla kendi
düşüncelerini ortaya koyan itirazlar ve tercihler eklemiştir.
Hem muâmelat
hem de yargılama hukuku ile ilgili önemli konulara yer veren Câmiu’l-
Fusûleyn, özellikle kaza ve fetva ile ilgili meseleleri ele alması
sebebiyle uzun süre müftü ve kadıların müracaat ettikleri bir kitap olmuş, Mecelle’nin
de kaynakları arasında yer almıştır. Onun, hukuki meseleleri serbestçe
tartışması ve otorite kabul edilen klasik müelliflerin bazı görüşlerine itiraz
etmesi dikkatleri üzerinde toplamış, sonraki devirlerde yazılan bazı eserlerde
onun bu itirazları eleştirilmiştir.
Câmiu’l-Fusûleyn
yapılan itirazlar bir tarafa, genellikle âlimler arasında itibar görerek
yaygınlaşan, fetva kitaplarına kaynaklık eden, yargı ile ilgili konuları içine
aldığı için ayrıca kadıların el kitabı hüviyetini kazanan bir İslam muhâkeme
hukuku kitabıdır. Örneğin Nişancızâde(ö.H.1031/M.1622)
eserinin girişinde kadılar için fetva kitaplarının en faydalısı, dava ve yargı
meselelerini en güzel toplayan eser olarak bu eseri övmektedir. Meşhur Hanefî fakihi İbn Nüceym
(ö.H.960/M.1552) ise, nakledildiğine göre, Şeyh Bedreddin’in bu kitabındaki
hususî fikirlerinden bazılarına haklı itirazlarda bulunmuş ise de ebhâs-ı
şerîfe ve nükte-i latîfe diye tavsif etmiş olduğu bir çok sözlerini takdir
etmiş olduğundan bunlarda hakimiyetin Şeyh Bedreddin’de kaldığını itiraf
etmiştir. Câmî’ul-Fusûleyn, Molla Hüsrev’in Dürerü’l-hükkâm
fî şerhi Gureri’l- ahkâm adlı
eserinin kaynakları arasındadır. Bu da eserin kıymetini ortaya koymaktadır.
3.
Teshîl Şerh-u Letâifu’l-İşârât: Bu eserini Arapça olarak
kaleme almıştır. Esere 1413 yılında Edirne’de kazaskerliği sırasında başlamış
ve 4 Eylül 1415 yılında İznik’te göz hapsindeyken tamamlamıştır. Eserini, Letâifü’l-İşârât’ın daha kolay anlaşılması
için, ona şerh olarak yazmıştır.
Eser, 338
varak, 25 satırdan oluşmaktadır. Klasik kitap ve fasıllardan meydana gelen bu
çalışma, furû-ı fıkha dairdir. Eserinin baş tarafında ayrıntılı bir fihrist
bulunmakta ve söz konusu bu fihrist, kitap ve fasılları içermektedir. Metinde
kitap ve fasıllar kırmızı mürekkeple yazılmış olup, kenar boşluklarda haşiye
türünden açıklamalar bulunmaktadır. Metin ifadeleri, üstünde bulunan kırmızı
çizgi ile ayırt edilmekte, yazar istediği yerde açıklamada bulunmaktadır.
Şerhte 7670’e
yakın meseleye değinen Bedreddin, konulara Kitâbu’t-Tahâre’den başlamış,
metin ifadelerini aynen nakletmiş, daha fazla ayrıntıya inmiş, meseleleri
tartışmış, kendi delillerini ileri sürmüş, özellikle Hanefî mezhebinin ilk dört
imamı arasındaki farklı görüşleri delillerine varıncaya kadar teferruatıyla
açıklamış, zaman zaman başka âlimlerin görüşlerine de yer vermiş ve tercihlerde
bulunmuştur.
Osmanlı’da
İbrahim Halebî’nin eseri(yazılışı 1478) yayılıncaya kadar İslâm hukukuna ait
temel metin olarak ilkin Şeyh Bedreddin’in Teshîl’i, ondan sonra Molla
Hüsrev’in Dürer’i esas tutulmuştur.
4.
Câmiu’l-Fetâvâ : Dili Arapçadır. Eser 201 varak olup
mesâil ve fasıllardan meydana gelmektedir. Şeyh Bedreddin, ilginin uzun
metinlerden muhtasarlara kaydığını, bu sebeple kendisinin güvenilir fetva
kaynaklarından önem arz eden meseleleri topladığını ve birçok muteber şerhten
faydalanarak bu eserini hazırladığını belirtmektedir.
Bursalı
Mehmed Tahir, Şeyh’in ayrıca, fıkıhtan Mecma’ Şerhi olduğunu, kendi hattıyla yazılı olan nüshasının
Şehzade Camii Şerifi’nde bulunduğunu ifade eder.
B.
Tasavvufla İlgili
Eserleri
1.
Vâridât : Şeyh Bedreddin’in muhtemelen İznik’te
göz hapsinde iken veya daha güçlü bir görüşe göre İznik’ten kaçtıktan sonra
(tahminen 1416-1417 yıllarında)Rumeli’de verdiği derslerden oluşan felsefî,
tasavvufî, kelâmî ve diğer fıkhî konulara dair en önemli eseri olup hakkında
yoğun tartışmaların yapılmasına yol açan da daha çok bu eserdeki düşüncelerdir.
Arapça olan ve üzerine bir çok şerh yapılan Vâridât’ın çeşitli
kütüphanelerimizde yazma nüshaları mevcuttur.
Bedreddin’in
diğer eserlerine baktığımızda; eserin ismi, yazılış tarihi ve kendi ismi ile
ilgili açık ve kesin ifadelerde bulunduğunu görürüz. Vâridât’ın ise,
Bedreddin tarafından Rumeli’de verilen çeşitli derslerin daha sonra talebeleri
tarafından kitap haline getirilmiş şekli olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu
toplama ve kitap haline getirme hadisesinin de tarih olarak Hafız Halil’in Menâkıbnâme’yi
yazmış olduğu 1455- 1460 yılları arası yani Şeyh Bedreddin’in ölümünden 40 yıl
sonra olduğu tahmin edilebilir. Menâkıbnâme’de Vâridât’tan söz
edilmiş olması, o zamana kadar derslerin kitap haline getirilmiş olduğunu ve
Vâridât’ta geçen düşüncelerin Şeyh Bedreddin’e ait olduğunu gösterir. Ayrıca,
içindeki konuların dağınık olması ve mukaddimesinin olmaması da Bedreddin’in bu
eseri görmediğini, dolayısıyla ölümünden sonra tertip edilmiş olduğunu akla
getirmektedir.
Vâridât,
çağlar boyunca Şeyh Bedreddin’in İsyan hareketi gölgesinde değerlendirilmiştir.
Dolayısıyla aslında tasavvufla ilgili olan bu eser, üzerinde yapılan tartışma
ve spekülasyonlar sebebiyle özellikle siyasî tarih alanına kaynaklık eden bir
kaynak hüviyeti kazanmıştır. Dolayısıyla Bedreddin’in diğer eserlerine Vâridât
kadar önem verilmemiştir. Vâridât ile ilgili yapılan çalışmaların büyük
bölümü de özellikle isyan hadisesini bu fikirlere bağlamak isteyenler
tarafından yapılmıştır. Halbuki, tasavvufta Vâridât geleneği içerisinde
bakıldığında, bu eserin Ekberî çizgide İbn Arâbî ekolünün devamı niteliğinde
bir tasavvuf eseri olduğu anlaşılmaktadır.
2.
Meserretü’l-Kulûb : Bu
eserin de tasavvufa ait olduğu rivayet edilmektedir. Henüz
nüshasına raslanmamıştır.
3.
Haşiyetü Matlau Husûsi’l-Kilem fî Meânî
Fusûsi’l-Hikem (Fusûsi’l-Hikem Haşiyesi)
: Tasavvufa ait olan bu eseri de basılmamış, el yazması olarak durmaktadır.
Muhyiddîn-i Arâbî’nin tasavvuf alanında en ünlü eseri olan Fusûsi’l-Hikem’e
yazdığı bu yorum, onun tasavvuf anlayışının Vahdet-i Vücûdçu bir çizgide
olduğunu ortaya koyan önemli bir eserdir.
4.
Risâle-i Bedreddîn : Süleymaniye Kütüphanesi’nde
“Risâle-i Şeyh Bedreddin” şeklinde kayıtlı olan ve Şeyh Bedreddin’e âidiyyeti
tam olarak anlaşılamayan eser beş varaktan oluşan küçük bir Osmanlıca
risâledir. Bu risâlenin ilk varağında bir kısım dostlarının Şeyh Bedreddin’den
insanların faydalanması amacıyla bir Türkî risâle yazmasını istedikleri ve
bunun üzerine Şeyh’in bu risâleyi kaleme aldığı belirtilmektedir.
Risâle,
şeyhlik makamı için gerekli şartları, fakr’ın çeşitli tanımarını, şeraîte
muhalif hareket eden ehl-i tarîk bir şeyhe takınılacak tavırdan söz etmektedir.
Dolayısıyla eser, tarikat kurallarını içeren bir risâle görünümündedir.
C.
Tefsir İle İlgili
Eserleri
1.
Tefsîru Âyete’l Kürsî : Şeyh Bedreddin’in tefsirle
ilgili mevcut olan tek eseridir. Arapça olan bu risalede Bedreddin, ağırlıklı
olarak kelâmî konular üzerinde durmuştur. Yer yer bazı kıraat vecihlerinin de
bulunduğu risale, Allah’ın zatı, sıfatları, şefaat, kürsî hakkında kısa
açıklamalar ve “Âyeti’l Kürsî”nin faziletine dair bir hadis ve Allah’ın
zâtı ve sıfatlarından bahseder. Eser, kelam ilminin üstünlüğünü beyanla sona
ermektedir.
2.
Nûru’l-Kulûb: Bedreddin’in
bu eserini de torunu Hafız Halil’in yazdığı Menâkıbnâme’den öğreniyoruz. Bu eserin nüshasına henüz rastlanmamıştır.
D.
Arap Dili İle İlgili
Eserleri
1.
Çerâgu’l-Futûh : Sarf
ve nahivle ilgilidir. Adı geçen bu eserinin de henüz nüshasına rastlanmamıştır.
Ukûdu’l-Cevâhîr : Şeyh Bedreddin’in Sarf’dan Maksud’a
yazdığı şerhtir. Sarf ve nahivle ilgilidir. Bu eserin de nüshasına
rastlanmamıştır. II.
BÖLÜM
ŞEYH BEDREDDİN’İN TÜRK DÜŞÜNCE
TARİHİ’NDEKİ YERİ
Düşünce
tarihimizde öne çıkan âlimlerimizin fikrî altyapılarını temel olarak, felsefe,
kelâm ve fıkıh bilimleri şekillendirmiştir. Şeyh Bedreddin’in düşünce
tarihimizdeki yerini belirleyebilmek için evvelâ onun felsefe, kelam, fıkhî ve
siyasî konulardaki görüşlerini ve düşüncelerini tahlil etmeye çalışalım.
I. ŞEYH
BEDREDDİN’İN İTİKADÎ VE FELSEFÎ KONULARDAKİ GÖRÜŞLERİ
Kelâmcılar,
duyuları, aklı ve tevatür yoluyla intikal eden tarihî birikimi, haber-i sâdık’ı
(vahiy de buna dahil) doğru bilginin kaynağı olarak değerlendirmişlerdir. Zira onların esas amaçları bir bilgi teorisi
geliştirmek değil, Sünnî inanç ve dünya görüşünü, Tanrının varlığı ve birliğini
naslara dayanarak, ikna edici bir biçimde savunmaktır. Tasavvufî
felsefe geleneği ise aşkınlığı kabul etmekle birlikte daha çok Allah’ın
içkinliğini ve tecellî boyutunu ele almaktadır.
Dolayısıyla
tasavvufî gelenek ile kelâmî gelenek iki farklı yaklaşım olarak, felsefî bir
sürtüşme içinde olagelmişlerdir. Kelamcılar bilgiyi, ya aklî zorunluluğun veya
çıkarımsal düşüncenin(delilin) sağladığı itikat olarak görme eğilimini hep
korumuşlardır. Oysa sûfîler bilgiyi bizzat ferdî deneyimde ve
aşkın olanın kendisini insana tanıtma ve açmasında aramışlardır. Dolayısıyla
tasavvuf en başta bir iç deney, bir yaşama ve davranma biçimidir. ‘Derinliklere
yapılan bir kutsal ziyaret kadar, yükseklere duyulan bir isteği’ de ifade eder. Kendi iç çölüne
çekilme ve Tanrının varlığının ışıdığı bir yalnızlıktır.
Bu bağlamda
bazı araştırmacılar, Şeyh Bedreddin’in akaide aykırı bir takım fikirlerinin
olduğunu belirterek, onun fikirlerinin, akaid açısından kabulüne imkânı
olmadığını iddia etmektedirler. Şeyh’in Vahdet-i Vücûd nazariyesine göre
şekillendirdiği âlem anlayışının, Allah’ın iradesine ters düştüğünü iddia
ederler. Ehl-i Sünnet akaidine göre âlem, Allah’tan ayrı, muhdes ve mahluktur,
bütün yaratıklar da Allah tarafından yaratılmıştır. Nitekim muhkem ayetlerle
tesbit edilen itikadî unsurlara çelişkili açıklamalar getirmek, insanları inanç
açısından bunalıma götürecektir. Nitekim Şeyh’in bu alanla ilgili ifadelerinden
hareketle, onun akaid anlayışının Kur’an’ın zahirine uymadığını da iddia
ederler. Onun ahiretle ilgili bütün fikirleri, ahiretle
ilgili anlatılanların avam için olduğunu iddia etmesi ve ahiretin hayalde
gerçekleştiği hususlarının İslam akaidini temelden sarstığı iddia edilir.
Ancak temelde
ona göre, gerçekte vâr olan, yalnızca bir ve kahhâr olan Allah’tır. Hakk’ın
Zâtı her şeyden münezzehtir. Fakat her şey de O’ndadır; O da her şeyde. O
sûretten münezzeh olmakla birlikte, sûrettedir de. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin ve Ekberî gelenek
içerisinde yer alan diğer mutasavvıflar, varlıkları, kısaca tüm âlemi Allah’ın
isim ve sıfatlarının tecellîsi olarak izah ederek, “hiçbir şeyin O’nun benzeri olmadığı” tarzındaki aşkın Allah
telakkisi ile, “her yerde ve her
şey olan vahdet-i vücûdçu içkin Tanrı anlayışı”nı ahenkli bir bütün haline
getirmeye çalışmışlardır. Bu noktada “Akâid’in Allah’ı” ile “Vahdet-i
Vücûd’un Bir’i” veya “Akâid’in Tanrısı” ile “Vahdet-i Vücûd’un
Tanrısı” şeklinde sûnî bir ayırım da kanaatimizce konuyu daha da karmaşık
hale getirmiştir.
Şeyh
Bedreddin’in eserlerinde ortaya koyduğu ifadelerden hareketle, tenzîhî Allah,
ulûhiyet, rahmet, ubûdiyet gibi Akâid ilkelerine bağlı kaldığı görülmektedir.
Yani Allah, Zâtı bakımından mutlak, her şeyden münezzeh ve aşkın, fakat tecellî
ile zuhûra(ortaya çıkma) zâtî meyli sebebiyle de her şey O’nun sûreti ve
dolayısıyla da her şeyde içkindir.
Bunun yanında
onun kullandığı sembolik dil ile cennet ve cehennemi bir form ve benzetme
olarak vurguladığı, bu yaklaşımla da bunların batınî anlamlarına dikkat çektiği
görülür. O, duyulur anlamıyla cenneti ve içindeki yemek, içmek, evlenmek ve
giyinmek gibi nimetleri reddetmek bir yana, manevi cennetin yanında duyulur
cennetin varlığını da kabul etmektedir. Dolayısıyla Varidât’taki
metinlerden ve ifadelerden, duyusal bir cennetin var olmadığı veya kabul
edilmediği şeklindeki bir yorum çıkarılması yanlış olacaktır. Nitekim Vâridât’ta
geçen ifadelerden de anlaşılacağı üzere o, ahireti, cenneti, cehennemi ve
benzeri gaybî olayları inkar etmemiş, keyfiyetleri hususunda farklı
yaklaşımlarda bulunmuştur. Meselelere vahdet-i vücûd perspektifi ile yaklaşan
Şeyh Bedreddin için her şey, temelde aynı gerçeğin değişik görünümlerinden
ibarettir.
Dolayısıyla
bu ve benzeri iddialardan da anlaşılacağı üzere Şeyh Bedreddin’in akaid
anlayışı Kur’an’ın zâhirine ve dolayısıyla da klasik kelam öğretilerine ters
düşmektedir. Çünkü Şeyh Bedreddin kelama dair görüşlerinde teşbihe yer
vermiştir. Ancak akaid ilmi temelde tenzihe dayanmaktadır. Bu noktada Şeyh
Bedreddin zaten, ifadelerinin Kur’an’ın zahirini inkâr anlamına gelmediğini
belirtmektedir. Ayrıca Bedreddin,
“Tanrı’nın
Varlığı” ile ilgili olarak, yani
vahdet-i vücud anlayışında, “âlemin Tanrılığını,
Tanrı olduğunu” dolayısıyla materyalizmi
savunmuş bir sûfî de değildir. Onun sufi tecrübesi, tezahür ve tecelli şeklinde
Tanrı’nın her yerde olmasıdır.
Ayrıca
eserlerindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Şeyh Bedreddin’de inanç
boyutu hiçbir zaman ikinci plana atılmamıştır. Aksine, O’na göre ortaya koyduğu
düşünceler, aslında inancının coşkun ifadeleridir. Ve bu ifadelerdeki sağlam
Allah telakkisi O’nu kör maddecilikten kurtarmaktadır. Şeyh Bedreddin, İslâm
geleneği içinde yetişmiş bir sufi olarak ve içinde yaşadığı evreni, varoluşun
mahiyetini ve kendi varlığını bir şekilde anlamlandırmak amacıyla yola çıkmış bir
sûfi filozoftur. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in ifadelerinin, işaret ettiği
temel bağlamdan ve terminolojiden koparılarak, değerlendirilmesi metodolojik
olarak da yanlıştır.
Bazı
araştırmacıların Şeyh Bedreddin’in bu konulardaki düşüncelerini, te’villerini
eleştirmeleri bu düşüncenin kendi yapısıyla değil, onların bakış açısıyla
ilgilidir. Ayrıca Şeyh Bedreddin’in ifade ettiği düşüncelerin eleştirilmesi,
İslam inanç ve itikatları noktasında tenkit edilmesi, kanaatimizce gayet doğal
olup, bu düşüncelerin bid’at veya küfürle suçlanması veya reddedilmesi ise
uygun bir yaklaşım değildir. Nitekim İslâm Kültür ve Medeniyet Tarihi’nin
gelişimi noktasında bu şahısların ortaya koyduğu felsefî, tasavvufî, kelamî ve
fıkhî görüşler son derece önem arz etmektedir.
A.
Tasavvufî Bilgi veya Sûfî
Tecrübe
Sûfî eğilim,
genelde her dinin ve geleneğin içinde şekillenen ve insan doğasından
kaynaklanan evrensel bir yöneliş olup her coğrafyada ortaya çıkmış ve az-çok
her kültür ve medeniyete ait olagelmiştir. Bu bağlamda mistik düşünce, hemen
hemen, insanoğlunun ortak mirası olabilecek tarzda, her kültür ve dinin içinde
yeşermiş bir seziş biçimidir denilebilir.
Ayrıca bu tecrübe, her
mektebin kendine has bir tarzda geliştirdiği, çoğu, zühdî bir takım pratikleri
önceden hazırlanmayı ve eğitimi gerektirmektedir. Bu eğitim sürecinin esas
amacı ise, analitik zihni aşmak, onun tahakkümünden benliği kurtarmak ve bir
başka algılama haline; duyusal-aklî algılama sürecinin üstüne çıkmaktır. Sûfînin bilgi ve aşk konusunun paralelinde,
yaşadığı tasavvufî tecrübe, harflerden, kelimelerden ve başkalarından uzak,
öznel bir çerçevede gerçekleşen dinamik bir tecrübedir. Söz konusu tecrübe, bir
yaklaşma ve bir bilgi tecrübesidir ve en canlı kaynağı Kur’an ve Sünnettir;
Kur’an kaynaklı bir yöntemden doğan dinî tecrübedir.
Dolayısıyla
sûfî tecrübe için, evrensel olan, tasavvufî bir eğitimi gerektiren, temelde
Kur’an ve Sünnet’e dayanan şahsî bir tecrübe olduğu söylenilebilir.
Ancak,
tasavvufî tecrübeyi yaşayan açısından bu tecrübe ne kadar gerçek olursa olsun,
yine de tecrübeyi yaşayanın psikolojik yanılsamalarını mı yansıttığı, yoksa
hakikaten İlahi bir tecelliye mi tekabul ettiği konusu tartışmaya açık
kalmaktadır. Şeyh Bedreddin kendi tecrübî yaşantısı ile
ilgili olarak, “Hamdolsun Allah’a ki bana, katından lutfetti de bu işleri anlattı, bildirdi. Bu
söylediklerim, kitaplar okumakla, yahut alelusul bilgi bellemekle değildir. ” diyerek kendi dinî tecrübesinin
ilahî kaynaklı bir tecellîye tekabul ettiğini bildirmektedir. Nitekim bu
yaklaşım, İbn Arabî’de görülen ilâhî tecellî anlayışıyla da örtüşmektedir.
Dolayısıyla
mutasavvıfın genel dünya görüşüyle, kişisel dinî tecrübesini dile getirişi
arasında da bir ilişki olduğu, dolayısıyla bir mutasavvıfın geçirdiği ve dile
getirdiği tecrübenin sağlıklı bir biçimde yorumlanmasında teistik dinî bağlamın
son derece büyük bir önem arz ettiği ortadadır. Peki, Tanrı’nın varlığını iddia eden inanışı
daha önceden kabul edilmemiş olsaydı, sözkonusu tecrübeyi yaşamak mümkün olur
muydu? Bu konuyla ilgili olarak yaygın olan görüş, bunun Tanrı’nın varlığını
dile getiren önerme ile bağlantısının bulunduğu şeklindedir. Burada kognitif
unsur, yani ilahi varlığa ilişkin bir çeşit farkında oluş, dinî tecrübenin
parçası olarak kabul edilmektedir. Öyle olunca bir insanın dinî tecrübe
geçirebilmesi için onun Tanrı’nın varlığına zaten inanmış olması gerekmektedir. Bir başka deyişle bir insan “dinî tecrübe”
yaşadığını iddia ediyorsa daha bu noktada onun bu tecrübenin kaynağına iman
etme(inanma) zorunluluğu vardır. Yani temelde bu insan ve metoduyla ilgili
olarak “din dışı”
adlandırması yapılamaz. Çünkü “dinî tecrübe” şeklinde ortaya çıkan bilgi
türü teistik bilginin farklı bir biçimidir. Bu esnada kişi, kendi öz varlığı
dışındaki bir Varlık’ın huzurunda olduğunu hisseder. Zaten burada dinî
tecrübenin muhtevası, dışımızda müstakil olarak var olan bir yüce Varlık
ile ilgilidir. Ayrıca, söz konusu dinî tecrübeyi yaşayan bir
kimse, mantıkî bir çıkarımla “O halde Allah vardır.” dememektedir. Yani
bu tecrübede bir şeyden veya şeylerden Allah’ın varlığına gitmek diye bir
istidlal de söz konusu değildir. Burada olsa olsa şu söylenebilir: “Zaten
iman eden bir kimse kesif dini tecrübe sayesinde yakîn derecesine
yükselmektedir. ” Burada
dinî tecrübeyle kastedilen, insanların genel anlamdaki dinî hayatları değil,
sûfîlerin “zevk”, “vecd” gibi sözcüklerle anlatmak istedikleri
tasavvufî hal ya da şiddetli dinî hayattır. Yani, sufî tecrübede inançtan da öte bir
manevi haz söz konusudur. Sistem olarak da dinî tecrübe, “Düşün ve Bul” a değil, “Yaşa ve Gör” e dayanır. Mevlana’nın
sûfî tecrübe ile ilgili olarak yapmış olduğu “tahta bacaklarla yürüyen
felsefenin aşk meydanında
alacağı mesafe yoktur. ” ifadesi de bu düşünceyi destekler
niteliktedir. Dolayısıyla tasavvufî gelenek içerisinde yer alan bütün sûfîler
gibi Tanrı, Şeyh Bedreddin’in de tasavvufî görüşlerinin temelinde yer
almaktadır.
Dinî
tecrübenin başlıca problemleri ise, kullanılan dil ve sembollerin yaşanan
tecrübeye uygunluğu ve bu tecrübenin teste tabi tutulamama sıkıntısıdır. Ancak,
“Buluşma mantığını” yani dinî tecrübeye dayalı dili kullananların da,
kullandıkları dilin sözlük anlamlarıyla alınmaması gerektiği konusunda bizi
uyardıkları da görülür. Nitekim İbn Arabî, Konevî, Kayserî ve Şeyh
Bedreddin de bunu yapar. Dolayısıyla bu konuda yazılıp çizilenler büyük ölçüde
tecrübenin bizzat kendisi ile değil, onun yorumlarıyla ilgili olmaktadır. Bu tecrübeyi yaşayan kişi, bu algının kendi
bilincinde bıraktığı etkileri kendi dünyasının dilini kullanarak ifade etmek
durumundadır. Bir başka deyişle, dinî tecrübeye dayalı ifadeler daha çok mecazî
ve sembolik dile yakındır denilebilir.
Ruhî tecrübe veya hâl
diyebileceğimiz bu durum, her türlü ruhî faaliyeti açıklama istidadı olan
batıni varlığa aittir. Ancak dilin sınırları, yoğun bir biçimde
yaşanan dinî tecrübenin olduğu gibi aktarılmasına imkan tanımamaktadır. İşte,
tasavvuf edebiyatımızda sıkça rastlanan “Tatmayan bilmez” sözünün
anlatmaya çalıştığı şey de bu durumdur.
Yani dinî tecrübe sonucunda
edinilen deneyimin, bilinen normal anlatım yollarıyla anlatılamayan, bir başka
ifadeyle mevcut dilsel ifadelerle izah edilemeyen bir tecrübe olduğu görülür.
Sufî de işte bu noktada yaşadığı tecrübe ile dili bir araya getirmeye çalışan
bir tercümandır.
Sûfî’nin
buradaki amacı, gerçeğe doğrudan nüfûz edip ona katılmaktır. Sûfî, değişken ve
algılanabilir olan dünyanın ötesinde değişmeyen, ezelî-ebedî gerçekliği
kavramak ister. Var oluşun akışkan yapısının sınırlayıcı etkisinden kurtulup,
zaman ve mekanı aşan gerçekliğe, kendi içinden ve doğrudan ulaşmayı hedefler.
Bizzat kendi duyusal tecrübesini ve aklî çıkarımlarını da terk ederek, kendini
gerçeğe teslim etmeyi arzular. Bu çaba, kişinin bir anlamda, tarihsel-kültürel
bireyliliğini aşarak, var oluşsal özüne doğru, kendi içinde bir yolculuktur.
Sûfîlerin deyimiyle aslî vatana dönüş çaba ve arzusudur. Gurbetten kurtuluş
çabasıdır.
Bu noktada
tasavvuf geleneğine bağlı olanlar, insanın başkasından, kitaplardan öğrendiği
şeylerin gerçekten bilgi adını almaya layık olmadığını, gerçek bilginin
doğrudan, vasıtasız olarak ve sezgisel bir yaşantı hali ile Allah tarafından bu
tecrübeyi hissedene ihsan edildiğini savunarak özel bir bilgi anlayışı
geliştirmişlerdiler. Çünkü sûfîler aklı ve onun Hakk’ı işaretleyen
ayetleri görmesini kendi deyimleriyle gerçek bilginin nedeni değil vasıtası
olarak görürler. Onlara göre gerçek bilgi veya ma’rifetin nedeni, Allah’ın
dilemesindeki bağıştır, sırf O’nun inayetidir, çünkü ilahî inayet olmazsa akıl
âmâ olur. Ayrıca akıl, zâtı icabı ve esas itibariyle kendisinin bile ne
olduğunu bilmemektedir. Nitekim, akıl için iki yol olduğunu, bunlardan
birinin düşünceyle, görüşle anlayış; diğerinin kalbi arıtmakla anlayış olduğunu
belirten Şeyh Bedreddin’e göre de, aklın keşif yoluyla anlayışı daha tamdır, doğrudur
ve yanılmaktan daha uzaktır. Görüş ve düşünce yolu ise hayallerle karışır, o
yolun hatası çoktur. Keşif yolu da ancak kalbi arıtmakla, Hakk’a yönelmekle,
peygamberlere uymakla, onların yoluna gitmekle olur. Düşünce yolunda, kalbî
tasfiye olmadığından bu yol perdedir, azgınlıktır. Gerçeği isteyene,
yolculuğunda peygamberlere uyması, riyazatta, mücahedede bulunması, bozuk
düşüncesine kapılarak tamamen akla uymaması gerektir. Ona göre sonunda iş
açılır, görünür ve akıl bulanıklıklardan kurtulur, gerçek de nasılsa öylece
anlaşılır. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’e göre de akıl
hakikate, perdenin kaldırılması ile gaybî manalara muttalî olmakla ulaşır.
Ömer
Hayyam’dan iktibas ettiğimiz şu alıntı da, bu paralelde, marifet(bilgi edinme)
yollarını şöyle aktarır: “Bil ki pâk ve ulu Tanrıyı bilmek isteyenler dört
kısımdır: Bunların birincisi kelamcılardır. Bunlar kanaat verici cedel ve
huccetlere razı olmuşlar
ve Tanrı’yı ma’rifette bu kadariyle iktifa etmişlerdir. İkinci kısım filozoflar ve
hukemâ’dır. Bunlar, mantığa
uygun konulara göre aklî delillerle ma’rifet elde etmeye çalışmışlar,
kanaat getirici delillere razı olmamışlarsa
da mantık şartlarına da riayet etmemişler ve bu hususta aciz olmuşlardır. Üçüncü kısım İsmâîliyye ve Ta’lîmiyye. Onlarca
ma’rifet yolu, muhbir-i sâdık çünkü Yaratanın ma’rifetine ve zâtına,
sıfatlarına ait delillerde bir çok müşkiller
vardır. Deliller birbirine aykırıdır ve akıllar, bu hususta şaşırır,
aciz kalır. Bu bakımdan en doğrusu
ma’rifeti, doğrucunun sözünde
aramaktır. Dördüncü kısım tasavvuf ehlidir. Onlar, tefekkürle ma’rifet elde
etmeyi, hatta bâtınlarını temizlemek ve huylarını güzelleştirmekle nefs-i nâtıkayı tabiat
bulanıklığından kurtarmak ve beden hey’etini
aydın bir hale getirmek yoluyla Tanrıyı ma’rifete tevessül etmişlerdir... Bu yol, hepsinden iyidir.247” Gazzali’nin de el-
Munkız’daki değerlendirmesi, yukarıdaki ifadeleri tasdik eder niteliktedir.
O, adı geçen eserinde, kendi fikrî serüvenini anlatırken gerçeği arayanların
sınıfları başlığı ile konuyu ele alır ve Hayyam’ın tercihini kabul eder.
İkbal’e göre de, mistik tecrübe ve bilme biçiminin reddi için elimizde her
hangi bir kanıt yoktur. İnsanî tecrübenin nesnelere ve iç dünyamıza ilişkin tüm
biçimlerini kabul edip de, bugünkü bilimsel yöntemlerle açıklamakta güçlük
çektiğimiz bir boyutunu reddetmek tutarlı gözükmemektedir.
Ancak
kanaatimizce her ne kadar ‘şey’lere
yönelik soyut düşüncelerin kabul edilebilirliği iddia edilebilirse de, somut ya
da zahirî düşünce alışkanlığının ön planda olduğu bir zeminde bu düşüncelerin
kabulünün bir hayli zor olacağı da açıktır.
Şeyh
Bedreddin’in, “Tasavvuf tamamlandı mı, münafıklık başlar. Gerçek sufi, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insanın gönlüne gelmeyen şeyleri görür, duyar, anlar, fakat
insanlara, hallerine uygun, anlayışlarına
uygun sözler söyler, gönlündekini gizler. Çünkü anladığını insanlara söylerse, öldürürler
onu mutlaka. Artık nasıl olur da münafık olmaz. Seriyy-i Sakatî’nin sözlerinde
buna işaret vardır: Tasavvuf üç anlama gelen
bir addır. Sufî, o kişidir
ki, anlayışının ışığı,
çekinmesinin ışığını söndürmez. Kitab’ın zahirini
bozacak, yıkacak olan ve gönlünde bulunan bilgiyi söylemez. Mazhar olduğu kerametler, Allah’ın haram ettiği
şeylerin örtüsünü yırtmaz. Ama gerçeğe
ulaşan kişinin,
halka bildirdiği şeylere inanması da mümkündür. Bu
takdirde o adam münafık olmaz. İki
zıd ve aykırı inancı bir arada bulundurmasına
şaşılabilirse de şaşılmaması
gerekir. Çünkü her ikisi de yerinde gerçektir. ” ifadeleri de bu anlayışı
desteklemektedir.
Sonuç olarak
şunu söyleyebiliriz ki, sûfînin keşf ve müşahede esnasında tecrübe ettiği ve
şahit olduğu gerçeklik bizâtihî Tanrı’nın kendisi değil, O’nun ilahî
tecellîleridir. Dolayısıyla sûfî, Tanrı’nın kendisi ile değil, O’nunla
kendisini gösterdiği kadarıyla alakalıdır. Bu bağlamda keşf ve müşahede
tecrübesi yaşayan kimseler, Tanrı’nın tezâhürü ile ilgili olarak, nihayetinde
kendi algı ve anlamlandırışlarını dile getirmektedirler. Bu duyusal süreci ise
kendi dilsel ifadeleri ile ortaya koymaktadırlar. Ancak, kendi ifadeleriyle
ilâhî tecellîlerin tecrübesiyle ulaştıkları ‘teşbih’e dayalı anlayışlarını, ‘tenzih’ ile
birleştirmek istemekte olup, temelde meselelerin zâhir ve bâtın boyutlarının
her ikisine de inandıklarını belirtirler. Dolayısıyla tasavvufî gelenek
içerisinde yer alan şahsiyetlerin, özgün ve kendi şahsî tecrübelerine dayanan,
duygu yanı ağır bastığı görülen ve adına tasavvufî bilgi diyebileceğimiz bilgi
türü olan tasavvufî tecrübenin, arka planında kendi içinde bir sistem, derin
bir öğreti, inanç ve fikrî zeminin de olduğu görülür. Bu bağlamda sûfîlerin,
kendi metodolojik iç bütünlükleri noktasında bir çelişkilerinin olmadığı ve
ifadelerin doğruluğunu kendi tecrübeleri içinde taşıdıkları görülür. Ayrıca
sûfîlerin, kendi içlerinde ansızın buluverdikleri bu tecrübeden ve yaşantıdan
da emin oldukları görünmektedir.
B.
Şeyh Bedreddin’in Tasavvuf Geleneği İçerisindeki Yeri
Genel anlamda
dinî ilimler, özel anlamda varlık öğretisi üzerine, şahsî tecrübe ve kendine
has literatürü ile yoğunlaşan, bunun sonucunda da varlığa ilişkin bazı
marifetlere ulaşan tasavvuf ve bu noktada mutasavvıf, İslâm düşünce tarihinin
ve şüphesiz Türk düşünce tarihinin verimli bir alanına kaynaklık teşkil
etmektedir. İçinde bulundukları, yetiştikleri kültür ortamı içerisinde
şekillenen tasavvufî yaklaşımları sebebiyle, çoğu zaman geniş kitlelere ulaşan
ve bu kitleleri etkileyen; genellikle devrin resmi ideolojisi tarafından
desteklenen; ilmî çevrelerce takdir gören bu şahsiyetler, kimi zaman “dinden
çıkma, zındıklık” gibi suçlamalara da maruz kalmışlardır. Bu suçlamaların
başlıca sebebi, bu şahısların eserlerinde geçen ifadeleri bağlamında, zaman
zaman klasik kelam öğretilerine ters düştükleri şeklindeki iddialardır. Bu
iddiaların muhatabı olan şahsiyetler her ne kadar bu eleştirilere konu olsalar
da, İslâm tasavvuf geleneğinin, dolayısıyla düşünce tarihimizin
temsilcileridirler.
Yukarıda
belirttiğimiz bu şahsiyetlerden biri de, birçok kimliği üzerinde barındırmakla
birlikte sûfî kimliğiyle de ön plana çıkan Simavna Kadısıoğlu Şeyh
Bedreddin’dir. Şeyh Bedreddin, tasavvuf geleneğine orijinal bir şey kazandırmış
mıdır? O’nun bu gelenek içerisinde ayrı bir sistemi var mıdır? Yoksa O, belli
bir geleneği takip eden bir sûfî
görünümünde
midir? Bu noktada, O’nun verdiği tasavvuf derslerinden oluştuğu anlaşılan Vâridât
adlı risâlede geçen ifadeler ve ölümünden bugüne değin Vâridât üzerine
yapılan değerlendirmeler ön plana çıkmakta ve önem arz etmektedir. Şeyh
Bedreddin’in tasavvufî konulardaki görüşlerini içeren bu risale ve bu risalede
geçen ifadeler üzerine birçok yorum yapılmış, nitekim daha sonraki dönemlerde
de bununla ilgili beş adet şerh yazılmıştır. Bunlardan bir tanesi reddiye şeklinde olup,
diğer dördü bu risaledeki görüşleri savunan eserlerdir. Biz de çalışmamızın bu
bölümünde, Şeyh Bedreddin’in tasavvufî görüşlerini ortaya koyduğu bu risaledeki
ifadelerini değerlendireceğiz.
Vâridât’ta
geçen ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Hüseyin Ahlatî’nin etkisiyle başlayan
süreçte Şeyh Bedreddin’in tasavvufî düşünce bazında takip ettiği, selefinden
şeyhi olarak da ifade edebileceğimiz şahsiyet, tasavvuf kültürü içerisinde
kendisinden sonraki hemen her bir sûfînin az çok atıfta bulunduğu meşhur
mutasavvıf İbn Arabî(d.1165-ö.1240)’dir. Vâridât’ta Şeyh Bedreddin, 1406
yılı Cemâziyelâhirinin ilk on gecesinden bir Perşembe gecesi sabaha karşı Şeyh
Muhyiddin’i gördüğünü, O’nun şeytanla mücadelesi sonucu kendisinden şeytanı
uzaklaştırdığını bahseder. Şeyh’e göre bu rüyadaki Şeytan uzaklık mazharıdır;
Şeyh ise yakınlık mazharıdır ve Şeyh Bedreddin’i tevhide çağırmaktadır. Bununla birlikte Şeyh Bedreddin’in, tasavvufî
tecrübesinde özellikle İbn Arabî etkisini, yani Ekberî(Varlık Merkezli) çizgide
olduğunu vurgulaması ve kendisinin bu öğretiyi benimsediğini ortaya koymuş
olmasından dolayı, onu bu geleneğin bir temsilcisi olarak telakkî etmek doğru
görünmektedir.
Dolayısıyla
ileride ele alacağımız tasavvufla ilgili fikirlerin benzerliğinden de ortaya
çıkacaktır ki Şeyh Bedreddin, İbn Arabî’nin tasavvuf öğretisini benimseyerek,
Anadolu ve Rumeli topraklarında bu öğretinin temsilciliğini yapmıştır
denilebilir. Ayrıca onun düşünce sisteminin bir parçası olan tasavvufî yönü
hiçbir zaman -kimi iddialarda olduğu gibi- ulûhiyetin inkârını veya ikinci
plana atılmasını içermeyip, aksine temelde ulûhiyetin kabûlünü içermektedir. Bununla
birlikte onun tasavvuf anlayışının, İbn Arabî ve Konevî’de görüldüğü üzere
sistemli bir öğretiden ziyade, onların çizgisini takip eden bir sûfî
görünümünde olduğunu da söyleyebiliriz.
Yine
tasavvufî düşünceleri itibariyle bu gelenek içerisinde yer alan bir başka
şahsiyet de, çocukluğundan itibaren İbn Arabî’nin tasavvufî terbiyesinde
yetişen, kaleme almış olduğu en-Nusûs fî tahkîki tavri’l-mahsûs adlı
eserini, Fusûsu’l-Hikem’in anahtarlarının anahtarları olarak niteleyen ve bu yönüyle de İbn Arabî’nin etkisinde
kaldığı açıkça görülen Sadreddin Konevî(d.1210-ö.1274)’dir. Nitekim o, İbn
Arabî’nin tasavvufla ilgili düşüncelerine sistematik bir yapı kazandırarak bu
düşüncelerin etkisini artırmıştır.
İznik medresesinin kuruluşunda baş müderris, Orhan Bey
zamanında devletin ilk müftüsü, dolayısıyla ilk şeyhülislamı olan, ve Osmanlı
Devleti’nin kuruluş döneminde öne çıkan etkili mutasavvıflardan biri olan Davud
el-Kayserî(d. 1258-ö. 1350)’nin de eserlerinde belirttiği ve Anadolu topraklarında ününün yayılmasını
pekiştiren Fusûsu’l Hikem’e yapmış olduğu şerhten anlaşılacağı gibi, İbn
Arabî onun da tasavvufî düşüncelerini önemli ölçüde etkilemiştir. O, İbn Arabî
hakkında, “Şeyhu’l-Ekber, âriflerin kutbu,
muvahhidlerin imamı, muhakkiklerin göz bebeği,
enbiyâ ve resullerin vârisi, Muhammedî velâyetin hâtemidir.....................................................
ilâhî sırların kâşifi, millet,
Hakk ve dinin dirilticisidir. ”
diyerek İbn Arabî’nin yolunu takip ettiğini açıkça beyan etmiştir. Dolayısıyla
Kayserî de bu gelenek içerisinde yer almaktadır.
Şeyh Bedreddin’in
içinde yer aldığı tasavvufî geleneği genel hatlarıyla bu şekilde ifade ettikten
sonra, onun tasavvufa bakışı bağlamında tasavvuftaki amacını şöyle
tanımladığını görmekteyiz: “Sufi, vakt oğludur,
yani vaktini hayıflanmakla, geçmişi
düşünmekle geçirmeyeceği, yitirmeyeceği gibi geleceği de düşünmez, çünkü bu da sonu gelmez, uzar gider bir umuttur. O,
vaktini tevhide harcar, nefsini arıtmakla uğraşır, bu vakitte ne görse onu, ona ait
anlamları düşünür. O, bir tek
yol yordam da tutmaz, bir tek âdete de uymaz, her vakitte Hakk’ladır, içinden
nasıl gelirse öyle yürür, bakışı,
görüşü Hakk’adır ancak. Ama, Hakk ile
oyalanırken bir vakit de olur ki halk ile oyalanır. İki hal’inde de gerçektir o, isterse görünüşte bu iki hal birbirine aykırı olsun,
değilmi ki işler niyetlere tabidir,
şu halde sufi de vakt oğludur. ” Dolayısıyla Şeyh’e göre, her şey
tevhîd’e dayanır ve ilahî iradenin bir tezahürüdür. Ayrıca tasavvuf, bir zâhir
ilmi değil, bir bâtın ilmi; bir kâl(söz) ilmi değil, bir hâl ilmidir. Sûfî’de
bu noktada vaktini tevhîd’e harcamalı ve kendisini daima Hakk’a yöneltmelidir.
Yani ona göre tasavvuf, tevhid’e ulaşma çabası, nefsi arıtmak ve her an Hakk
ile olmaktır. Ancak sûfî Hakk ile meşgulken bir vakitte halk ile de meşgul
olmalıdır.
İbn Arabî de
bu bağlamda, tasavvufun bütünüyle bir hikmet olduğunu ve tasavvufun ahlak
olduğunu belirterek, insanı tam bilgiye, üstün akıla, huzura ve kendi nefsinin
kötülüklerine karşı koymaya yönlendirdiğini belirtmektedir.
Konevî’ye
göre de, aklî ve şer’î tenzih özelliklerinden farklı olarak, keşif ehli olan
kimselerin özelliği, Hakk ile olmaları ve mâ sivâ(Allah’dan başka her şey)’yı
ortadan kaldırmalarıdır.
Şeyh
Bedreddin tasavvufta izlediği yöntem ve ifadeleriyle ilgili olarak da, bir
açıklama nev’inden şu noktayı da sık sık vurgular : “Hazreti Peygamber:
“Kur’an’ın dış ve iç
anlamlarının da kendi içinde yedi iç anlamı daha içerdiğini” belirtmiştir. Dış anlamda çelişkiye
düşen bir izah yaparsak bu, dış anlamı inkar ettiğimiz anlamına gelmez. Çünkü biz dış anlamı da söylüyoruz, iç anlamı da
içten içe yedi anlama dek söylüyoruz. Biz sekiz anlamı toplamışız. Kur’an ve hadis dış anlamı bakımından da haktır, iç
anlamı bakımından da; ancak mecazî bir anlam olduğu anlaşılırsa
o başka.257 ” Yani o, Kur’an’da geçen ifadelerin
dış anlamını da temelde inkâr etmediğini ancak dış anlamın yanında iç
anlamların da anlaşılması gerektiğini belirterek, bu ifadelerin te’vile açık
olduğunu vurgulamıştır. Nitekim ayetlerin zahirî manasını korumakla birlikte,
onlarda bulunan bir takım batınî manaların da bulunduğu anlayışı İbn Arabî’de
de görülmektedir.
Genel
hatlarıyla ele aldığımız Şeyh Bedreddin’in tasavvufî gelenek içerisindeki
yerini müteâkiben ilerleyen bölümde onun itikadî ve tasavvuf felsefesi ile
ilgili görüşleri, içinde yer aldığı sufî ekolün müntesibleriyle
karşılaştırılarak kronolojik sıraya göre ortaya konulmaya çalışılacaktır.
C.
Şeyh Bedreddin’in İtikadî ve Felsefî Konulardaki Görüşleri
a.
Âlem
Genelde İslam
düşünce tarihinin, özelde İslâm felsefesinin en problemli meselelerinden biri
olan varlık meselesi, yani Allah-insan-âlem ilişkileri, kelamcı, filozof veya
sûfî, her alandaki düşünürün ele aldığı temel konulardan biri olagelmiştir.
Âlemin yaratılış amacı, âlemin kıdemi(ezelîliği), Allah-insan-âlem ilişkisi
gibi konular, bu meselenin özünü oluşturmaktadır.
Şeyh
Bedreddin, âlemin yaratılışıyla ilgili olarak, bu yaratılışın belirli bir gâye
sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Bu amaç ve gâye O’na göre şu hadis-i kutsîde
dile getirilir: “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmeyi sevdim, halkı beni
bilsinler diye yarattım. ”
Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’e göre, Allah, âlemi kendisinin, isim ve
sıfatlarının bilinmesi amacıyla yaratmıştır.
Âlemin
yaratılışının bu gâyeliliği dışında, Vâridât’ta yer alan bir ifadeye
istinaden Şeyh’in âlemin hâdis değil, kadîm(ezelî) olduğunu iddia ettiği
yönünde bazı yorumlar yapılır. Bilindiği üzere kelamcılar, Allah’ın varlığını
özellikle hudûs deliliyle kanıtlamayı temel bir ilke olarak benimsemişler,
hudûsun zıttı olan ve âlemin zât veya zaman açısından kadîm olduğunu iddia eden
fikirleri de eleştirmişlerdir. Şeyh Bedreddin’in söz konusu ifadeleri şu
şekildedir: “ Âlem, cinsi, türü ve
şahsı(özü) yönünden kesin olarak kadîmdir; hudûsu (sonradan meydana
gelişi) zâtîdir, zamanla ilgili değildir. ” Ancak Şeyh Bedreddin, başka bir
yerde, mümkün olan şeyin varlığının, hakikat ve varlık bakımından hak olduğunu;
sûret bakımından mümkün, sonradan olma ve yaratılmış olduğunu belirtir. O’na
göre, ne mümkün Hakk olur, ne de Hakk mümkün olur. Ancak i’tibârî olarak ikisi
de birdir, gerçek bakımından Hakk’dır, başka bir vârın varlığı yoktur, ayrı
oluş ancak i’tibârîdir. Diğer bir deyişle mutlak varlık Allah’tır, tapacak
yalnızca O’dur. İş yapış ve tesir ediş bakımından yaratıcı ancak O’dur. O,
tesir altında kalış açısından da kuldur, yaratılmıştır. Bir başka deyişle de O,
her şeye sirayet etmiştir, her şey O’nunla bezenmiştir, O ise her şeyden,
nâkeslikten(hakir ve önemsiz olmaktan), yücelikten, zulmetten, bulantıdan
münezzehtir; mazharlardan zuhûr etmektedir ve mazharlara nispetle ayrılık,
aykırılık meydana gelmektedir; ama O’na nispetle her şey eşittir. Hakikatte
O’ndan başka varlık yoktur. Binlerce sûretten zuhûr etse bile O birdir. Hak,
her şeyden zuhur eder; her şey de onunla zâhir olur, gerçekten zuhûr edenle
mazhar birdir, ayrılık, aykırılık i’tibaridir. Her şeyde o mahallin istidadına
göre zuhur eder. Ayrıca vâroluş ve bozuluş âlemlerinin ikisinin
de ezelî ve ebedî olup, dünya ile ahiretin de i’tibari olduğunu ifade ederek,
görünenin, geçici dünya olduğunu, iç âlemin ise kalan, yok olmayan ahiret
olduğunu; ikisinin de ezelden ebede dek var olduğunu, fakat i’tibar, üstün olan
sıfata göre olduğundan dünyaya geçici dendiğini, ahirete ise kalan, yok olmayan
âlem adı verildiğini belirtir. İbn Arabî’ye göre de, âlem denilen
varlık, âyân-ı sâbite sûretlerinde Hakk’ın belirmesinden başka bir şey değildir ve eşyanın çok ve sayılı oluşu, âlemin
birliğine zarar vermez, nitekim o da Hakk’ın sûretinden ibarettir.
Bu
ifadelerden anlaşılacağı üzere Şeyh Bedreddin, zâhirî anlamda ve sûret
bakımından âlemin, hâdis(sonradan olma)’liğini kabul etmektedir. Ancak ona göre
hakikatte her şey Allah ile bezenmiş ve Allah da her şeye sirâyet etmiştir.
Nitekim bu ayrım, yani sûret- hakikat ayrımı ve vahdet-kesret ayrımı veya paradoksu
diğer sufîlerde ve özellikle İbn Arabî’de de sık sık vurgulanmaktadır. Ancak
onlar kesretten bahsederken, Vahdet’i kesinlikle reddetmemişlerdir. Dolayısıyla
basit bir kıyasla, kâinatın ezelî telakki edilmesi, maddenin ezelî sayılması
ile aynı anlamı içerdiğinden ve bu da bir çeşit materyalizm sayıldığından, bir
takım iddialarda olduğu gibi Şeyh Bedreddin materyalizme kaymıştır demek, bu
noktada metodolojik bir hata olacaktır.
İbn Arabî’ye
göre de âlem, ne Tanrı ile özdeştir, ne de Tanrı’dan tamamen ayrı ve başkadır.
O, âlemin bu ontolojik aradalık özelliğini aynadaki görüntü ile ve bu
görüntünün sahibi arasındaki ilişkiye benzetmektedir. Nitekim aynadaki görüntü,
şahıs ile özdeş değildir. Diğer yandan görüntü, tam olarak şahıstan başka da
değildir. Bu durumda görüntü şahıs değildir; ancak şahıstan ayrı ve müstakil
bir varlığı da yoktur.
Benzer bir
biçimde âlem de Tanrı ile özdeş değildir, fakat Tanrı’dan müstakil bir varoluşa
da sahip değildir. Eşya ve kainat, Allah’ın zâhiri; Allah, eşya
ve kâinatın bâtını ve ruhu mesâbesindedir. Yaratan, yaratılan, hâlık, mahluk
hep O’nun sıfatlarıyla görünürler. Dolayısıyla âlem denilen varlık, âyân-ı
sâbite sûretlerinde Hakk’ın sıfatlarının belirmesinden başka bir şey değildir.
Bu noktada
İbn Arabî’ye göre Tanrı şüphesiz ki, kâinattan önce mevcuttur. Nitekim kâinat
ondan sâdır olmuştur. Yalnız, Allah’tan sudûr eden bu varlık Allah ile aynı
mahiyette değildir. O’na göre, varlık, Tanrı’nın iradesiyle izâfî
yokluktan yaratılmıştır. Varlık Allah’tan parçanın bütünden ayrılışı gibi sâdır
olmuş da değildir. Öyle olsaydı, o zaman varlıktan varlık sadır olmuş olurdu
ki, böyle bir durum da ezeliyette kendi kendisine kaim bir varlığı bulunmak
vasfını kazanmış olurdu. Nitekim kâinatın Tanrı’dan sudûr etmesi
açısından ezelî oluşunu da reddetmektedir. Ayrıca O’na göre Hakk’ın varlıklarda
sûret ile tecellîsi olmasaydı, âlemin bir varlığı olamazdı. Yani Allah, sûreti
vasıtasıyla bütün var olanlara nüfuz etmeseydi, âlem varlıktan yoksun olurdu. İbn Arabî, bazen mantıki sebeplerle bu iki
manzarayı(Hakk ile âlemi) birbirinden ayırır. Dış âlemdeki çok çeşitli
varlıklar, mümkündür, zamandadır. Ve varlıklar için zorunlu olarak
kendiliğinden var olan, ezelî, bağımsız ve zorunlu bir şeye dayanırlar. Dolayısıyla İbn Arabî, âlemin izafi yokluktan
vücûda geçtiğini, bu yokluğun mutlak yokluk olmadığını vurgular. Onun için
âlemin yaratılışı subûttan mevcûda geçiştir.
Konevî’ye
göre de, mümkünler sonsuzdur, asılların aslı olan Hak’tan gelen feyiz ise bir
tanedir. O’na göre mümkün malumlar, taayyünlerinin
Hakk’ın ilminde sabit olması ve onda şekillenmesi açısından ‘kıdem’
özelliğiyle nitelenmişlerdir. Ancak, aynı şekilde Hakk’ın ilminden taayyun eden
her şey, başka bir açıdan ‘hâdislik’ hükmünden hâlî değildir. Çünkü
âlemin varlığı ve mensuplarının ilimleri, Hakk’ın varlığı ve ilminin aksine,
hâdis ve edilgendirler. Dolayısıyla Konevî’ye göre de, Tanrı hakkında
(tasdik olunan) varlık, onun Zât’ının aynısıdır. Ayrıca Konevî’ye göre âlem diye isimlendirilen
şey, onun Zât’ının şe’nlerinin sûretlerinde zuhûrunun farklılaşmasından
ibarettir. Bu zuhûr, Hakkın kendisine göre değil, her şe’nde, şe’nin durumuna
göredir. Âlem, kesret sûreti ile zâhir olduğu ve pek
çok açıdan O’nun hükümleri ile boyandığı için, Hak, âlemin çokluğunun kendisinden
meydana geldiği eşyadan birisinin hükmünü, her anda âlemin her bir parçasına
-ister zâhir veya bâtınında mürekkep ve çoğalan olsun- hakim kılmıştır. Konevî’nin bu ifadelerinden çıkan sonuca göre
de, âlem aslında hâdis olmakla birlikte, ilâhi rahmetin eseri olarak Hakk’tan
taayyün etme özelliğinden dolayı kadîm özelliği ile de nitelenebilir.
Ekberî
geleneğin bir diğer önemli temsilcisi Kayserî’ye göre de, âlemin fertlerinden
her bir fert bir ilâhî isme alâmet ve her bir isim âlemin isimlerini kapsayan
bir zâttır. Dolayısıyla varlıkları, kısaca tüm âlemi
Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîsi olarak izah eden Kayserî’ye göre de
âlemdeki bütün varlıklar Allah’ın tecellîsi, yani Allah’ın isimlerinin ve
sıfatlarının dışa akisleridir. O’na göre gerçekte mümkün de yok olmaz, tersine gizlenir ve kendisinden zâhir
olduğu bâtına gider. Gizlenen yok sanılır. Mümkün’ün vücudunun yok olacağı
zannı, tıpkı dışarıda var olan insan fertleri gibi vücûdun da fertlerinin vâr
olduğu faraziyesinden kaynaklanır. Oysa böyle değildir; çünkü vücud tek
bir hakîkattir; onda çokluk olmaz.280 Dolayısıyla Kayserî’ye göre
de, gerçekte mümkün yok olmaz, çünkü Vücûd hakikat itibariyle tektir, onda
çokluk olmaz.
Bu
ifadelerden de hareketle Şeyh Bedreddin’in, İbn Arabî, Konevî ve Kayserî’de de
aynı paralelde görüldüğü üzere, âlem düşüncesi şu şekildedir: Âlem, ezelî ve
ebedî olmazsa, sonradan olma ikinci bir şey’in kabul edilmesi gerekecektir ki,
bu Vücûd’da ikiliğin kabulü anlamına geleceğinden, Şeyh’in sistemiyle çelişecektir.
Yani âlem bizatihi vâr değil, Hakk’ın Zât’ının gereği ve zuhûra meyli
dolayısıyla vardır. Bu açıdan sonradan olma(hâdis)’dır. Ama onun sonradan oluşu
zamanla ilgili değildir. Yani Vücûd’un sırasıyla inişi, tenezzülü açısından
sonradır. Yani Şeyh Bedreddin, âlemi, Hakk’ın tenezzülü, zuhûra ve tecellîye
meyli olması sebebiyle hâdis olarak görebiliriz demektedir. O’nun nazarında
âlem, cinsi, çeşidi ve mutlak şahsıyla kadîm, ancak bu yönüyle hâdislikle de
muttasıftır.
b.
Meseleye kelam ilmi
açısından bakıldığında ise bu ilimle uğraşanların çoğu, âlemin ezelîliği
fikrini kabul etmemişler ve bu düşüncenin kişiyi, materyalizme, ateizme veya
şirke götüreceğini varsaymışlardır. Bu düşüncede olanları da küfre girmekle
nitelendirmişlerdir. Bu noktada, Şeyh Bedreddin’in âlemin ezelîliği ile ilgili
anlayışıyla neyi kastettiği önem arz etmektedir. Yukarıda geçen ifadelerden de
anlaşılacağı üzere o, âlemin sonradan olma özelliğini reddetmemekle birlikte,
âlemin özü bakımından ezelî(kadîm bi’z-zât) olduğunu belirtmektedir. Bir başka
ifadeyle, âlemin kıdem veya hâdis olması hususu, temelde Allah’ın varlığını
ispatlama anlayışı çerçevesinde ele alındığından dinî bir dışlamayı
gerektirmeyip, bilakis İslam düşünce tarihindeki zenginliği göstermesi
açısından önem arz etmektedir. Tecellî
Vahdet-i
Vücûd anlayışının temelinde varlığın birliği yatar. Âlem, o varlığın bir
tecellî sahasıdır. Yalnız, bu tecellîde ortaya çıkış(taayyun) dereceleri ve
iniş(tenezzül) mertebeleri vardır ki, bu derece ve mertebelerden geçerek
tecellî hâsıl olur. Dolayısıyla tecellî, Hakk’ın gitgide
sıfatlarını daha somut sûretlerde izhâr etme sürecidir. Bu da taayyunla olur. Tecellî ikiye ayrılır. Birincisi,
Hakk’ın kendisini yine kendisine izhâr etmesi anlamında Tecelli-i Zâtî;
ikincisi ise Hakk’ın kendisini somut varlık âleminde izhâr etmesi anlamına
gelen Tecelli-i Şuhûdî’dir. Yani Şehâdet âlemindeki tecellîsidir. Bu da
mükâşefe veya müşâhede’de olduğu gibi bilgi edinmek isteyen’in iradesinden
değil, Allah’ın kendi zâhir isminden kaynaklanan bir açığa vurumdur. Kelamcılar
Allah’ın aşkınlığı ve “benzersizliği”
(tenzih)’ne son derece büyük bir yer verirlerken, başta İbn Arâbî olmak üzere,
sufîler Allah’ın içkinliği ya da benzerliğini(teşbih) de aynı ölçüde
vurgularlar. Bu noktada, “Nereye dönsen Allah’ın yüzü vardır. ” ayetini nakletmeyi İbn Arâbî çok
sever. Çünkü ona göre âlemdeki her şey Allah’ın tecellîsidir. Allah her şeye ‘benzer’;
çünkü kendi sıfatlarını onlar aracılığıyla izhar eder. Ama O, hiçbir şeye
benzemez; çünkü O bizâtihî her yaratılmış olan şeyin sonsuzca ötesindedir. Bir
ve aynı zamanda O hem aşkın, hem de içkindir.
Şeyh
Bedreddin de, İbn Arabî çizgisine uygun olarak tecellî kavramını epistemolojik
ve ontolojik anlamda ele almıştır. İlk anlamda tecellîyi Hakk’a ulaşma
noktasında uğraş veren kişiye gelen bir dışa vurum olarak niteler ve maddî
âleme yönelik duyumlardan uzaklaşarak kalpte hâsıl olan manevî tecellîlere
bakılması gerektiğini, nitekim Yüce Allah’ın sevgisiyle kendinden geçmiş
kimseye az da olsa Allah’ın, bu sûrete bürünüp görünebileceğini, bu hususta
esas olanın, gönlün arınmasıyla Hakk’ın anlaşılması olduğunu belirtir. Çünkü
gönül arındı mı Hakk o gönül sahibine, anlayışı derecesinde tecellî eder, özel
ve duyguyla bilinir, anlaşılır bir suretle değil, böylece iş açılır, şüphe de
geçer gider. Dolayısıyla tecellî, burada açık, zâhir olmak
manasına gelmektedir. Mükâşefe sözü ile de anlatılmaya çalışılan bu tecellî,
kalbin keşf makamına ulaşması ve kalp gözünün açılmasıdır. Ontolojik anlamdaki tecellîye göre ise, Allah,
cemal ve celal sıfatlarıyla tecellî eder, her zerreden tecellî eden de O’dur, o
zerredeki varlık da O’nundur; O’nda bütün sıfatların eseri mevcuttur.
Zaten tecellî
kavramı, İbn Arabî’nin de düşünce sisteminin dayanmakta olduğu en temel
kavramlardan biridir. Onun âlemin ontolojik yapısı hakkındaki bütün düşüncesi
hep bu eksen etrafında dönmekte ve geniş ölçekli kozmik bir sistem halinde
gelişmektedir. Bu merkezî kavram göz önünde tutulmaksızın onun dünya görüşünün
hiçbir bölümünü anlamak mümkün değildir. İbn Arabî’nin bütün felsefesi, kısaca
bir “tecellî teorisi”nden ibarettir denilebilir. Tecellî, bizâtihî
gayb(yani mutlak bilinmez) olan Hakk’ın kendini gitgide daha somut sûretlerde
izhâr etmesi sürecidir. Hakk’ın bu ilâhî tecellîsi ancak özel ve belirli sûretlerde
kuvveden fiile çıkabildiğinden, tecellî Hakk’ın kendi kendini belirlemesinden
ya da kendi kendini sınırlandırmasından başka bir şey değildir. Bu anlamda
kendi kendini belirleme ya da sınırlandırmaya taayyün(etimolojik olarak: ‘kendini
özel bir nesne, bir ayn kılma’) denilmektedir. Taayyün de İbn Arabî’nin
ontolojisindeki anahtar kavramlardan biridir. İbn Arâbî, müşâhede tecrübesi bağlamında, bu
tecellîleri, ‘görünmez şeylerin
kalplere açılan ışıkları ’ olarak tanımlar. O, tecellîyi,
sık sık tezâhür yerine(mazhar), yani Allah’ın kendisini izhâr ettiği “yer”
ya da şekle dayanarak anlatır. Mazhar terimi, ilahî isim ez-Zâhir (‘Zâhir
Olan’, ki bu el-batın, yani ‘Zahir Olmayan’ın zıttıdır)’le aynı
kökten gelir. Zât olarak, Allah daima münezzeh ve batındır; ama kendisini açan
Tanrı olarak O, yaratılan varlıklara benzer ve O’nun vechi duyusal ve hayali
âlemler formu içinde görülür. Nitekim, ona göre ârif, Allah’ı asla doğrudan
doğruya göremez. Göz olsa olsa sadece hicaba(perde) düşer. Önümüzde Hakk’ın kendisini
tecellî ettirdiği sûretlerden başka bir şey yoktur, kaldı ki O da kendisini
mütemadiyen perdeden perdeye dönüştürür. Hakk bu perdelerin bütünüyle
ötesindedir. Biz O’nun hakkında hiçbir şeye sahip değiliz.
İbn Arâbî’nin
feyz-i akdes olarak da nitelendirdiği tecelli-i Zâtî, mutlak surette gayb(yani
bilinmeyen-bilinemeyen) olan Hakk’ın “gizli hazine” halini terk ederek
bilinmeyi arzuladığını beyan eden meşhur kudsî hadiste tasvir olunana tekabül
etmektedir. Dolayısıyla feyz-i akdes Hakk için doğal ve de temel bir kıpırdanış
olmaktadır. Başlangıcı ve sonu olmayan tecelli-i İlahî,
ebedî ve ezelî bir ameliye olduğu için, bilkuvvenin bilfiile dönüşmesi zamanla
sınırlı değildir. Başka bir ifadeyle gayesi, sıfat ve isimleriyle varlık
safhasına zuhur eden Hakk’ın bilinmesi olan sürekli bir yaratıştır. Bu itibarla
İbn Arâbî de, yaratılışı ve sırrını yorumlamakta ve şu hadis-i kutsîye işaret
etmektedir: “Gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim. Halkı yarattım ki
onlarda bilineyim. ”
Tecelli-i
şuhûdî(zâhirî alemdeki tecelli) ya da tecelli-i vücûdî(ontolojik tecellî) de
denilen ikinci tecelli merhalesi olan feyz-i mukaddes Hakk’ın kendini somut
varlık âleminden kesret’in sonsuz değişken suretleri şeklinde izhar etmesine
işaret etmektedir. Dolayısıyla İbn Arabî’ye göre Allah iki
surette tecellî eder; bunlardan biri gayb, diğeri ise şehâdet âlemindeki
tecellîsidir. Dolayısıyla münhasıran tenzihi vurgulamak
Tanrı’yı âlemden koparırken, münhasıran teşbih(benzerlik) üzerinde durmak da
bizi gerçeğin birliğini görmekten alıkoyar ve çok tanrıcılığa ve şirke götürür. Nitekim Şeyh Bedreddin ve içinde yer aldığı
Ekberî sistemde yer alan mutasavvıfların ele aldığı tecellî kavramı doğru bir
şekilde anlaşılmazsa koyu bir materyalizm kendisini gösterecektir.
Konevî’ye
göre de Allah, Hz. Adem’i âleme göndererek kendi cemâlini izhâr etmiştir ve
Hakk’ın tecellîsi her şeye sirâyet etmiştir. Ayrıca O, varlık ve hüküm olarak
da “şey” diye isimlendirilen her şeyde
taayyun etmektedir. Ona göre, herhangi bir şeyde tecellî eden, o
tecelligâhta kendisine göre değil, o şeye göre tecellî eder. Buna göre Hakk,
herhangi bir emirde veya mertebede veya alemde tecellî ettiğinde, bunlar ne
olursa olsun, bu mertebenin veya makamın veya alemin veya tecelligâhın
hükümleri kendisi için şart olur; ayrıca bu emre, aleme, mertebeye-veya her ne
ise- ona izafesi sahih olan niteliklerin Hakk’a nisbet edilmesini mümkün kılar.
Bu niteliklerin her birisi, zâtı açısından mutlak olarak değil, bilakis tecellî
ettiği şeydeki tecellîsi açısından Hakk için sahih olur.
Varlıkları,
kısaca tüm âlemi Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîsi olarak izah eden
Kayserî’ye göre de âlemdeki bütün varlıklar Allah’ın tecellîsi, yani Allah’ın
isimlerinin ve sıfatlarının dışa akisleridir. Ayrıca Hakk sadece vuslata erip Hakk yoluna
giren makam ehline, ismi cismi ortadan kalkan kimseye tecellî eder.
Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin ve Ekberî gelenek içerisinde yer alan diğer mutasavvıflar, “hiçbir şeyin O’nun benzeri olmadığı” tarzındaki aşkın Allah
telakkisi ile, “her yerde ve her
şey olan vahdet-i vücûdçu içkin Tanrı anlayışı”nı ahenkli bir bütün haline
getirmeyi tecellî ile ortaya koymaktadırlar.
Bu noktada Allah, mahsûs ve mâkul her şeyde tecellî etmiş, kadîm Vücûd-ı
Haktır; bu tecellîde, ne hulûl, ne birleşme, ne(:işlevsizlik anlamındaki)
tatîl, ne teşbîh ve ne de cisimleşme söz konusudur.301 Ayrıca bu
geleneğin temsilcilerine, dolayısıyla Şeyh Bedreddin’e göre tecellî, Allah’tan
kuluna doğru bakıldığında yani varlık mertebeleri itibariyle yukarıdan aşağıya
bakıldığında tecellî, taayyun veya zuhûr; kulundan Allah’a yani aşağıdan
yukarıya doğru bakıldığında ise, keşf veya müşâhede olarak göze çarpmaktadır.
Allah, âlem
ve insan ile ilgili hususları konu edinen, bu yönüyle tasavvuf tarihinde önemli
bir yer işgal eden vahdet-i vücûd öğretisi, tasavvufla ilgili eserlerde
tasavvufî bir terim olarak kullanılmaya başlanmasından bu yana bir takım
eleştirilere ve tartışmalara sebep olagelmiştir. Bu düşünceye karşı çıkarak
reddeden bazı kelamcılarca, tevhid’i baltalayan ve ortadan kaldıran bir sistem;
bu düşünceyi kabul edenler tarafından ise, tevhidin özü, hakiki tevhid ve
Allah’ın sonsuz tecellîlerinin, sıfatlarının tecellîlerinin ortaya konması
olarak nitelendirilmiştir.
Felsefe ve
tasavvuf tarihi boyunca üzerinde durulan ve çeşitli yorumlara neden olan ‘vücûd’
kavramı, bu ekolün temsilcilerine göre, en genel anlamıyla Allah(Hakk’ın mutlak
vücûdunu)’ı ifade etmektedir. Ancak onlar bununla, ma’kulât ve mahsulâttan ne
varsa hepsinin Allah olduğunu kastetmezler. Vahdet ehli, vücûd lafzından,
mevcûdâtın tümü kendisinden sâdır, kendisiyle vâr olan hakikati kastederek,
vücûd’un bir olduğunu, sayı bakımından artış, parçalanma ve bölünme gibi
hususları kabul etmeyeceğini belirtirler. Vücûd’un bütün varlıklardaki hükmü
geçerli, tasarrufu cârîdir. Âlemde ne varsa, ona bağlı ve onunla vardır. Onlara
göre vücûd, dar zihinlere gelen mana değil, bütün varlıkların kendisi ile kâim
olduğu hakikattir. Dolayısıyla, mahsûsât(hissedilenler) ve
ma’kûlât’tan(akledilenler), mevhûmât ve muhayyelâttan her ne var ise, bunların hiç birisi kendi
başlarına vâr olamazlar. Hepsi vâr oluşlarında vücûd’a muhtaçtırlar. Vahdet-i Vücûd öğretisini ve bununla birlikte,
bu sistemin bilgi edinme yollarını(hakikate ulaşma yollarını) şiirsel bir dille
ifade eden Nablûsî de, Vahdet-i Vücûd’un aslı ve esası ile ilgili olarak
şunları söyler:
“Vahdet-i
Vücûdun ârifi ol
Kesret-i
mevcûdu(mevcûdun çokluğunu)
bırak
Hâdisi
kadîmden ayırt et
Sâbiti yok
olucudan ayırt et!
Tecellî
edeni karıştırmaktan sakın,
Müşâhede halinde başkasıyla
Çünkü
bizim ıstılahımızda vahdet-i vücûd
Sevgiliyi
görmekten kinayedir
His ile,
sahih ve temiz zevk ile
O zevk,
inkar ve kuşkudan arınmıştır
Yoksa,
aklın ve fikrin hayaliyle
Ya da beşerî tabiatlerin verdiği bilgiyle değil
Onu takdis
ve tenzih ederek
Her çeşit babadan ve çocuktan
“Siva(başka)”ya girmeden ve çıkmadan
Ve
sınırlılık gerektiren her şeyden
Bizim bildiğimiz
“kemal”den
Ve noksanlıktan, zevalden ve geçicilikten ...
Bizim vahdet-i vücûd ile
İdraklere
anlatmak istediğimiz
Şaki ve sait
kimselerin bildiği her şeyin dışında
Gerçekte pek büyük bir
şeydir
O bir hakikat ki her
şeyi fani kılar
Şayet akla
gözükseydi, akıl ondan aciz kalırdı
Onu hangi insan ifade ederse,
Kötülükle, iftirayla ve düşmanlıkla
karşılaşır
Çünkü o
peygamberimizin getirdiği
bir sırdır. ” Bu
ifadelerden hareketle o, Vahdet-i Vücûd’un tevhid eksenli bir sistem olduğunu
söylemektedir. Ayrıca Nablûsî’ye göre, mevcûdun anlamı, ‘vücûdu olan’
demektir, yoksa, mevcûd ‘vücûd’ demek değildir. O, Vahdet-i Mevcûd’dan(:mevcûdun
birliği) değil, Vahdet-i Vücûd’dan(:vücudun birliği) bahsetmektedir. Çünkü ona
göre, mevcûd, bir değildir, aksine mevcûdda çokluk vardır. Dolayısıyla sufîlerin varlık tasavvurları
noktasında neyi kastettikleri anlaşılmaz ya da yanlış anlaşılırsa, Vahdet-i
Vücûd, ‘var olanların birliği’dir
ve ‘mevcut Allah’tır gibi yorumlar ortaya çıkabilmektedir. Bu yorumlar
da, sufîlerin sözünü ettiği Vahdet-i Vücûd anlayışından uzak ve yanlış
yorumlardır.
Sûfîlerin
mükâşefe yoluyla veya hakka’l yakîn mertebesinden hareketle dile getirmiş
oldukları Vahdet-i Vücûd öğretisi ile ilgili olarak XIII. asırda yaşamış ünlü
sosyolog ve tarih filozofu İbn Haldun şu izahı yapmaktadır: “Bazı sûfîlerin
bütün varlıkların ‘bir varlık’ tan ibaret olduğunu
söylemeleri, akıl ve tefekkür yönünden elbetteki anlaşılamaz. Onların böyle bir görüş ileri sürmeleri, tıpkı filozofların,
ışık bulunmadığı takdirde, renklerin görünmesinin
mümkün olmadığını
söylemelerine benzer. Varlıkları(nesneleri) birbirinden ayrı olarak, yani
fertler halinde idrak etmemiz, idrakimizin bu
şekilde yapılmış olmasından
dolayıdır. Şimdi farz edelim ki, beşerî idrak mevcut değildir. O zaman kainâttaki nesneleri
idrak edecek bir suje bulunmadığı
için vücûd(varlık) elbette ki yekpare(tek varlık) sayılacaktır. Bir başka deyişle, beşer
idrak olunmasaydı, nesnelerin keyfiyetleri sayılan sıcaklık, soğukluk, katılık, yumuşaklık, hatta bunlara sahip olan
nesnelerin kendileri dahi, idrakin dışında
kaldıkları için, ‘yok’ sayılacaklardı. O halde, kâinattaki nitelikleri ve
onları taşıyan nesneleri, bize münferit
varlıklar gibi gösteren, duygu ve akıl idrakimizdir. Sonuç olarak, idrak
kaybolursa, hem teaddüd(nesnelerin sayıca çok olması) hem de tehalüf(nesnelerin
nitelikçe birbirine muhalif olması) ortadan kalkar ve o zaman görülür ki,
varlık gerçekten de bölünmez bir bütündür.”
Bu bağlamda
Vahdet-i Vücud’çular, eşyadan vücudu çekip almak sûretiyle hakikî vücûdu,
Cenab-ı Hakk’a hasr ve tahsis ederek, Cenâb-ı Hakk’dan başka bir mutlak vücûd
kabul etmemektedirler. Bu noktada ‘lâ mevcûde illallâh’ yani Cenab-ı
Hak’dan başka vücûd sahibi yoktur demişlerdir. Bununla ‘mevcûd olan her şey, Cenab-ı Hakk’dır’ manasını
murad etmemişlerdir.
Bu aşamada
akla, Vahdet-i Vücûd nazariyesini kabul eden sûfîlerin amacının ilahlık iddiası
olup olmadığı gelmektedir. Bu soruya Mevlana şöyle cevap verir: “... Bazı
insanlar ‘Enel Hak’ demeyi büyüklük(tekebbür) iddiası sanıyorlar. Oysa ‘Enel
Hak’ demek gerçekte, büyük tevazudur. Tevazu göstermek için, ‘Ben Hakk’ın
kuluyum’ diyenler ise, esasında tekebbür edenlerdir, yani büyüklük
taslayanlardır. Çünkü bunlar, Tanrı’nın varlığı
karşısında bir de kendi varlıklarının
iddiasında bulunanlardır. ‘Enel
Hak’ diyen
ise, yalnız Hak vardır, ama ben yokum, demek isteyenlerdir.” Gazalî’ye göre de bazıları, aşırı
gayretleriyle öyle bir sekr haline ulaştılar ki, kendilerinin Allah olduğuna
inandılar. Gerçekte onların ulaştıkları hal, Allah’ın birliği(tevhid)’ni
tanımaktan, yani âlemde O’ndan başka gerçek bir varlık olmadığının farkına
varmaktan başka bir şey değildir. Fakat bu hâl, O’nunla ittihaddan tamamen
farklıdır.
Şeyh
Bedreddin’in genel anlamda tasavvuf felsefesi, özel anlamda Vahdet-i Vücûd ile
ilgili görüşleri de büyük ölçüde İbn Arabî çizgisinde olduğundan, öncelikle İbn
Arabî ve takipçilerinin bu sisteme ait düşünce ve ifadelerinin ele alınması
konunun daha doğru anlaşılmasını sağlayacaktır. Vahdet-i Vücûd düşüncesi,
İbnü’l Arabî’den önce kâmil ve oturmuş bir nazariye olarak ortaya çıkmamıştır.
Ondan önce çeşitli zaman aralıklarında yaşamış sufîlerin sözlerinde, bu
nazariyeye doğru bir takım ‘yönelimler’i hatırlatan ifadeler
bulmaktayız. İbnü’l Arabi için ise, bu nazariyeyi daha yoğun olarak ortaya
koymuştur denilebilir. Ancak o, Vahdet-i Vücûd ifadesini hiç
kullanmamıştır. İbn Arâbî’nin müridi Konevî’nin, bu terimi eserlerinde en
azından iki vesileyle kullandığı, buna karşılık Konevî’nin mürîdi Sâdeddin
Fergani’nin(ö. 1296) bu terimi bir çok kez kullandığı görülmüştür. Ama ne
Konevî ne de Fergani Vahdet-i Vücûd terimini daha sonraki yüzyıllar içinde
kazandığı teknik anlamında kullanırlar. Bunlara göre, ifade, eşyanın mahiyetine
ilişkin bütün bir bakış açısına delalet etmez; tersine vücûd’un bir tek
gerçeklik olduğu şeklindeki apaçık olguya işaret eder. Ancak Hanbelî hukukçu
İbn Teymiyye(ö. 1328), Vahdet-i Vücûd teriminin çok iyi bilinen
ittihad(birleşimcilik) ve hulûl(tecessümcülük), -yani Tanrı ile dünyanın veya
Tanrı ile insanın özdeş olduğu- sapıklıklarıyla aynı anlama geldiğini iddia
etmiştir. Ayrıca İbn Teymiyye gibi hukukçular için bu terim, küfür ve
sapıklıkla aynı anlama gelen bir suçlama terimidir;
ama çoğu
müslüman aydın Vahdet-i Vücûd’u tevhîd’in felsefî ve tasavvufî tarzda
bir eşanlamlısı olarak kabul etmiştir.
İbn Teymiyye zamanından bu
yana da Vahdet-i Vücûd, giderek genellik kazanarak, İbn Arâbî ve takipçilerinin
ortaya koyduğu bütün öğretiye işaret edecek şekilde kullanılır olmuştur.
Bu noktada
İbn Arâbî’nin Vahdet-i Vücûd’a inandığı söylenilirse doğrudur; çünkü O,
vücûd’un bir tek gerçeklik olduğunu ve iki vücûd olamayacağını tasdik
etmektedir. Kendisinden önceki başkaları gibi, sık sık “Allah’dan başka Tanrı yoktur” ifadesiyle dile
getirilen İslâmî tevhid ikrarının “Vücud’da Allah’tan başka hiçbir şey yoktur.” anlamına geldiğini belirtmiştir.
İbn Arâbî,
tevhid öğretisini, Allah’ın hem benzersiz, hem de benzer olduğunu, veya
Zât’ında bir ama O’nun kendi zuhur yerleri vasıtasıyla çok olduğunu açıkça
söyleyerek ifade etmiştir. Dolayısıyla İbn Arâbî ve yakın takipçilerinin, bir
tek gerçek vücûd olduğunu kabul ettikleri ve âlemin çokluğunun bir tek vücûdu
ona çoğaltmaksızın izhar ettiğini benimsedikleri kolayca görülmektedir. O’na göre, eşya ve kainât, Allah’ın zâhiri;
Allah, eşya ve kâinatın bâtını ve ruhu mesâbesindedir. Yaratan, yaratılan,
hâlık, mahluk hep O’nun sıfatlarıyla görünürler. Âlem denilen varlık, âyân-ı
sâbite sûretlerinde Hakk’ın sıfatlarının belirmesinden başka bir şey değildir.
İbn Arâbî ve
dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in fikirlerine karşı çıkanlar veya kendi
ideolojilerine malzeme haline getirme amçlı olarak onları savunanlar, onların
düşünce sistemlerinde yer alan, ‘Âlem, O’dur’ ibaresine bakmaktadırlar.
Fakat İbn Arâbî âlemin aynı zamanda ‘O olmadığını’ da mütemadiyen hatırlatmaktadır. ‘Her şey O’dur’u tasdik edip, ‘Her şey O değildir’ i unutmak doğrusu kabule şayan değildir. Nitekim Schimmel’e göre de mutasavvıf, Allah’ı
saf bir aşk ilişkisinden aldığı deyimlerle anlatırken, birkaç dize ilerde,
kullandığı dilden dolayı, panteist sanılabilir. Chittick’e göre de, en kolay çözüm İbn
Arâbî’ye panteist demek, veya onun Sünnî İslam’ın dışında bulunduğunu ve
sürüden ayrıldığını iddia etmek olmuştur. Ruhanî bir öğretmen(mürşid), bir
bilge, bir filozof, bir kelamcı, bir Kur’an yorumcusu, birinci sınıf bir fıkıh
âlimi; İslam düşüncesine ilişkin inceden inceye geliştirdiği sentezi uzun
yıllar üzerinde çalışmadan anlaşılamayan bir şahsiyet için böyle bir şeyi kabul
etmek hiç de tercihe şayan olmayan bir yaklaşımdır. Nitekim İbn Arâbî’nin ifade ettiği Vahdet-i
Vücûd, duyularımızın algıladığı âlemi gerçek kabul eden, materyalist panteizm
değildir. Bilakis, mevcûdatın suretlerinde zâhir olan hakiki ve yüce varlığın
birliğini ifade eden ve âlemin varlığını sahibinin gölgesi mesabesinde kabul
eden misalî ve ruhî bir ‘Vahdet-i Vücûd’ dur. Bunun için İbn Arâbî
Allah’ın tenzih ve teşbihini beraber zikretmede ısrarlıdır. Hakk’ın tenzihi,
zatî ahadiyeti ve hâdislere benzemezliğinde, teşbihî ise, eşyanın sûretlerinde
tecellîsindedir. Teşbih veya tenzihin hangisine daha çok vurgu yaptığı,
bulunduğu hale göre değişmektedir. Bazen teşbih galip gelir ve materyalist
olduğu zannedilecek şeyler söyler. Bazen de dinî eğilimi kendisine galip gelir
ve tenzih lisanını kullanarak Allah ve mahlûkât arasındaki bütün ilişkileri
inkâr eder. Dolayısıyla İbn Arâbî’nin sistemi içerisinde
yer verdiği ifadelerinde materyalizmi kabul eden veya destekleyen bir yaklaşım
görülmez. Ona göre hakikat varlığın birliğinden ibarettir. Ancak bu birliğin
görünen ve gizli olmak üzere iki manzarası vardır. Bu ayırım önemlidir ve
varlık ne yalnız görünüştür ne de gizliliktir. Bu bağlamda Vahdet-i Vücud
düşüncesini materyalist ve ilhadî bir yaklaşım olarak gören ve bu düşüncenin
Tanrı-insan veya Tanrı-âlem özdeşliğini savunduğu çıkarımlarını yapanlar,
teorik bir yanlışlık içerisindedirler.
Bu bağlamda
İbn Arabi’ye ve dolayısıyla da Şeyh Bedredin’e panteist denilemez. Spinoza gibi
onlarda Allah ile âlem aynı değildirler. Hakîkî varlık, yalnız sonsuz imkanlar
sahası, batın ve gayb âlemi olan Allah’ın varlığından ibarettir. Kâinat, O’nun
zuhûru ve tecellîsinden ibarettir. Kainât, hakiki varlığın geçici bir
gölgesidir. Aydın’a göre de, Panteizm, Tanrı-alem ikiliğini kaldıran, Tanrı’nın
her şeyi ihtiva ettiğini, hatta O’nun her şey olduğunu, dolayısıyla ne tabiatın
ne de insanın müstakil varlıklar gibi görülebileceğini, onların sadece ilahî
varlığın farklı tarzlardaki açılımlarından ibaret olduğunu ileri süren dinî ve
felsefî bir doktrindir. Bu noktada dikkatli davranmak ve panteist terimini
cömertçe her yerde kullanmamak gerekir. Tanrı-âlem özdeşliğini savunan saf
panteizmi üç büyük din mensubunun büyük çoğunluğu reddetmektedir. Özellikle İbn
Arâbî, Hallac ve Rumî söz konusu olunca panteist teriminin kullanımına çok daha
dikkat etmek gerekir. Panteizm denince ilk akla gelen isim, şüphe yok ki
Spinoza’dır. Maddeci monizmin ünlü temsilcisi Ernst Haeckel(1834-1919) Kainatın
Muamması adlı eserinde şöyle der: “Panteizm, ateizmin kibarcasıdır... Onun
ana tezi, Tanrı ile alem arasındaki ikiliği
kaldırmak ve alemin kendi başına,
kendi dahili gücünden dolayı var olduğunu
ilan etmektir. Panteist, Tanrı ile alemin bir olduğunu söylerken Tanrı’nın ‘işten
atıldığını’ kibarca haber vermekten başka bir şey yapmıyor.
” Bu ifadeleri Spinoza’nın kabul etme gibi ihtimali yoktu, ancak
Tanrı ile âlemi ontolojik anlamda bir ve aynı sayan Spinoza panteizmine İslam
düşüncesinde bir yer bulmak imkânsızdır.
Sufilerin hemen hepsi,
Allah’ın müteal/yüce olduğu inancını şu veya bu şekilde dile getirmiştir.
Dolayısıyla onlardan hiç birinin panteist olduğunu söylemek mümkün değildir.
Spinoza’ya
göre Allah ile âlem aynı şey olduğundan, eğer âlem yok olsa Cenâb-ı Allah’ın da
yok olması lazım gelir. Halbuki mutasavvıflara göre âlem, Cenab-ı Hakk’ın
vücudunda zâhir fakat her an yenilenme, başkalaşma ve değişikliğe uğrayan bir
takım fanî ve yok olucu sûretlerden ibarettir. Bunlar O’nun esmâ ve
sıfatlarının mazharları ise de, Cenab-ı Allah zât itibariyle bunlardan
müstağnîdir. Âlem yok olsa o zâtî sıfatıyla yine bâkî olur. Nitekim İbn Arabi’ye göre görünüşler âlemi,
sadece bir kuruntudan ibaret olup, gerçek varlık sadece Allah’tır. Bu noktada
İbn Arabi’nin aşkınlığı ileri sürmesi, onu kör maddeciliğe düşmekten
kurtarmaktadır. Ayrıca kainât, Hakk’ın aynısı değildir. Kainat
ancak, gerçek varlık(olan Allah)da zâhir olan şeydir. Çünkü kainât, Hakk’ın
aynısı olsaydı, Allah’ın yaratıcısı olması doğru olmazdı. Avens’e göre de İbn Arabî’nin öğretisi, Batı
Felsefesine ait hiçbir geleneksel kategoriye(monizm veya panteizm gibi)
indirgenemez ve bu öğretiye verilebilecek en güzel isim tecellîcilik ya da
pan-sembolizmdir.
İbn Arâbî
gibi Konevî de vücûdun birliğinin onun kendi tezahürlerinin çokluğunu
engellemediğini kabul etmektedir. Her ne kadar vücud özünde veya benzersizliği
bakımından bir olsa da, tezahürlerinde veya benzerliği bakımından çoktur.
Konevî’nin ifadesiyle, “Gerçi bir tek vücuddan başka bir şey
yoksa da, kapların gerçekliklerinin farklı olmasından dolayı o kendisini
farklı, çeşitli ve çok olarak izah eder. Yine de,
bizatihi ve tezahür yerlerinden ilgisiz olması hasebiyle vücud çok ya da çeşitli olmaz. ” Ona göre, varlık birdir ve bu varlık
hepsi arasında müşterektir ve Hakk’tan kazanılmıştır. Nitekim o, bir dörtlüğünde,
“Sen misin
ben mi bu varlıktaki ayn?
Nice sâbit
ola, hâşâ, isneyn,
Ben de
benlikte “hüviyet” Senden
Olamaz
kevnde asla cinseyn”
diyerek bu
görüşü ifade etmiştir. O’na göre, ne bir şey kendine muttasıl ve ne
bir şey kendinden munfasıldır ve kendiyle bir şey yok ve kendi her şeyledir. Ayrıca farklı çeşitlerine rağmen bütün
varlıklar, Hakk’ın değişik mertebelerde çeşitli iradeler ile gerçekleşen
amellerinin sûretleridir. Bunlar gerçekte, Hakk’ın bir olan aslî iradesinin
hükümleridir. Konevî, “Bir şeyi görmedim ki, ondan evvel veya ondan sonra veyahut onunla
veyahut onda Allah’ı görmüş olmayayım.”
diyen ârife ne mutlu diyerek de bu düşünceyi tasdik etmiştir. Tanrı’nın vahdet’inin itibârî olduğunu ifade
eden Konevî’ye göre, Vahdet/birlik, Hakk’ın, kesret ise âlemin zâtî bir
sıfatıdır. Vahdet ve kesret, bu açıdan birbirinin zıttıdır. Fakat, birin,
ikinin yarısı, üçün üçte biri, dördün çeyreği, beşin beşte biri olmasından
anlaşılan şey itibariyle, vahdetin/birlik, izâfî bir kesreti vardır. Bunlar,
birin vahdeti için zorunlu hükümlerdir, birin hakikatinde çokluğun olması
gerekmez. Çünkü bunlar vücûdî değil, itibârî şeylerdir.
Kısaca
Konevî’ye göre O, zâtı ile her şey ile beraberdir, bununla beraber onunla
hiçbir şey yoktur ve kendisi ile ve kendisine göre taayyun ettiği hiçbir şeyde
sınırlı değildir. O her şey üzerine her şey ile hüküm sahibidir; her mertebede,
sûrette halde, mertebede ve vakitte zikredilen bu şeylerin her birisine göre
çeşitlenir. Her hangi bir şeye nisbet olunan her durum, o şeyde taayyünü
açısından onun vasfıdır. Taayyünsüzlüğü açısından ise onun hiçbir hasebi, ismi,
sıfatı, hükmü, nisbeti, eseri ve teessürü yoktur. Ondan başka müessir yoktur. Konevî’nin müridleri Müeyyedüddin Cendi(ö.
1291) ve
Saidüddin
Ferganî(ö. 1300)’de Konevî’nin bu düşünceleri paralelinde hareket etmişlerdir.
Kayserî’ye göre de O, hüviyetiyle her şeyle birlikte,
hakikatiyle de her canlıyla beraberdir.
O’na göre vücud, ehadiyyet
mertebesinde tüm belirlenim(taayyun)lerden uzaktır. Bu mertebede ne sıfat, ne
de sıfatlanan, ne isim ne de isimlenen vardır; sadece Zât vardır. Vahidiyyet
mertebesinde ise, -ki bu isim ve sıfatlar mertebesidir- Vücûd sıfat, mevsuf,
isim, müsemmâ olur...............................
Sonuç olarak vücûda sadece Zât-ı Ahadiyet
vardır.... Hem
ahadiyet ve hem de vahidiyyet’in birlik anlamına gelişi dikkat çekicidir.
Fakat terim
olarak her iki kavram iki farklı metafizik alana atıfta bulunurlar. Nitekim Kayserî’ye göre, O’nun sıfatları
Zât’ının aynı olduğu görüşü, bir yönden doğru olsa da, vücûd, ahadiyyet
mertebesinde tüm taayyünleri ortadan kaldırır; dolayısıyla Zât’tan başka, ne
bir sıfat, ne bir isim, ne de bir müsemmâ kalır. Vücûd, isim ve sıfatlar
mertebesi olan vâhidiyyet mertebesinde sıfat, isim ve müsemmâ olur; bu mertebe
de ilahlık mertebesidir. O’na göre, dış dünyada var olan şeylerin
hepsi, dış varlıkları bakımından zâhir isminin hükmü altındadır.
Hakk(sübhanehu) zuhuru bakımından Zâhir’in ta kendisidir. Nitekim butûnu
açısından da Bâtın isminin ta kendisidir. Dolayısıyla bilgideki âyân-ı sâbite
de bâtınlığı açısından Allah’ın isimleridir. Dış dünyada var olan şeyler bu
âyân-ı sâbitelerin mazharlarıdır. Bu bakımdan, zâhirliği açısından dış
dünyadaki varlıkların tabiatları Allah’ın isimleridir. Şahıslar ise bu
isimlerin mazharlarıdır. O’nun eşyanın kendisi oluşu, zihnî ve dış
dünyada isim ve sıfat örtüleri içinde belirmesiyledir; eşyanın gayrisi oluşu
ise, Zât’ında gizlenmesi, noksanlık ve kusur gerektiren şeylerden yüce olması,
sınırlama ve belirlenmeden münezzeh bulunması, sonradan olma ve yaratılma
niteliklerinden mukaddes olması iledir. Eşyayı yaratması, onları açığa
çıkarmakla beraber, onlarla örtünmesiyledir. Dolayısıyla
Kayserî’ye göre Allah, tek bir hakikattir. O’nda çokluk yoktur. Hakikatin
zuhûrunun ve sûretlerinin çokluğu, O’nun zât bakımından birliğine, kendisine ek
bir taayyunle değil de zâtıyla belirginleşip taayyun etmesine engel değildir.
Ayrıca
Kayserî’ye göre kul, vahdet esnâsında vahdetin tecellîsinin etkisiyle bir takım
“ene’l Hakk” durumlarına girebilir. Ancak yine de o, kuldur. Kayserî,
bunu şu şekilde açıklar: “Allah’ın velîsi, muvahhidlerin kutbu Ali’nin
insanlara yaptığı konuşmada söylediği
şey de bizim görüşümüzü
teyid eder: “Ben, besmelenin be’sinin noktasıyım. Ben, Allah’ın içinde
yaratıldığınız böğrüyüm, ben kalem’im, levh-i mahfuz’um, arş’ım, kürsü’yüm, ben yedi gök ve
yerlerim.” Hutbe esnasında uyanıncaya, vahdetin tecellîsinin hükmü
kalkıncaya ve beşerî âleme dönünceye kadar saymaya devam etti. Hakk onda kesret
hükmünde tecellî etti de, özür dilemeye başladı. Ubûdiyetini ifade etti, ilâhî
isimlerin hükmü altında güçsüzlüğünü ve zayıflığını belirtti.
Kayserî, “Allah’ın
eşyanın ayn’ı oluşu zihin(ilim) ve nesne(ayn) varlık
alanında isim ve sıfat elbisesine bürünmesiyle,
şeylerden başka
oluşu ise Zât’ında gizlenmişliği
iledir. Çünkü vücûd, ehadiyyet mertebesinde tüm belirlenimlerden uzaktır. Bu
mertebede ne sıfat, ne sıfatlanan, ne isim ne de isimlenen vardır; sadece Zât
vardır... Sonuç olarak vücûda sadece Zât-ı Ehadiyyet vardır. ” diyerek, ‘her şey’in O’nunla mevcud olduğunu
ancak yine de O’nun ‘her şey’den
başka olduğunu vurgular. Yine ‘her
şey’, O’nunla mevcuddur, ama yine de O ‘her şeyden’ başkadır.” diyen Kayserî’ye göre, her bir varlık,
Allah’ın özel bir isim ve sıfatının tecellîsi olma yönünden ayrı bir varlığa
sahip olduğu halde, her bir isim ve sıfatın Allah’ın varlığından kaynaklanmış
olması yönünden ise bütün varlıklar,
bütün isimler ve sıfatlar gibi aynı ve tek bir varlıktır. Kayserî’nin Vahdet-i
Vücûd görüşü de genel itibariyle bu şekildedir.
Şeyh
Bedreddin’in Vahdet-i Vücûd ile ilgili görüşlerine gelince ona göre, akıl,
nefis, ruh, kalp, hepsi de tecelli mertebeleri bakımından varlıktan ibarettir.
Bu unsurlar dolayısıyla, bir kere felek suretinde zuhur eder, bir kere melek.
Bir kere unsurlar olur, bir kere madenler, bitkiler, hayvanlar ve insan; derken
aşağılıkların en aşağısına varır, yüceliklerin en yücesine çıkar. Unsurlar
sûretini giyinen, sonra ondan soyunup madenler kisvesine giren, ondan da
soyunup bitki suretine bürünen, sonra hayvan, sonra insan sûretinde görünen hep
O’dur. Bütün sûretlerin sahibi o varlıktır ki, Hakk’tır. Hatta sûretlerin
kalmadığı düşünülse, gene ancak mutlak varlık kalır. Bu kıyaslama, bütün
mazharlara göre yürütülebilir. Bu noktada Hz.Ali’den de şöyle bir rivayet
kullanır, “Kalem benim, levh benim, arş
benim, kürsü benim.” Gibi sözler söylemiştir ya, bu yüzdendir işte.”343
Dolayısıyla o, bütün âlemin, Hakk’ın tecellî mertebelerinden ibaret olduğunu
vurgular.
Şeyh
Bedreddin’e göre, küll’ün(bütünün) küll’de(bütünde) olmasında şüphe(karışıklık)
yoktur. Bütün mevcûdât her şeydedir, her zerrededir. Tohumda bütün ağacın var
olduğunu görürüz. Bütün ağaç o tohumdan vücud bulduğu gibi, ağacın her
parçasında da bir tohum mevcuttur. Çünkü ağaç tümü ile meyvede vardır, tohumun
da içinde ağacın bütünü vardır ki ağaç bundan türer. Her zerrede mevcudat
vardır344 ve bütün alemler bir zerrede vardır, burada
keşfin(mukaşefenin) sırrını keşif ehli kimseler anlarlar. Yani küll her
insandadır. Fakat gizlidir. Bu gizlilik ortadan kalktıkça insan bütünü nefsinde
keşfedecektir. “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmeyi sevdim, halkı beni
bilsinler diye yarattım.” Arif olan yalnızca O’dur. Küll olmaktan
münezzehtir, küll ile muttasıftır345 Bu ifadelerden hareketle
Şeyh Bedreddin’in Allah’ı başlı başına küll olarak yani kainat ile aynı
görmeyip, külliyât-ı İlâhî’yi âlemin her cüzünde sıfatlanmış olarak gördüğü
söylenilebilir.
Şeyh
Bedreddin, vahdetin tecellîsinin etkisiyle, bir gün oturup, yaslandığı esnada,
hafif bir uykuya daldığını ve bu esnada bütün varlığın, tümden Allah olarak
kendisine gösterildiğini ifade eder. Her var O’ydu ve dilim O’nun diliydi. O
dille bir Ya Allah dedim, vecde geldim, kendimden geçtim der .346
Şeyh Bedreddin bir ara vecd halinde iken de şu ifadeleri sarfetmiştir:“...Ocakta
odun yanıyor...Varlığın
birliği sebebiyle sanki ben O’yum, O da
tıpkı ben. Sûreti, sûretim olmuş,
benim sûretimde O’nun sûretine bürünmüş...
Ebubekir Sıddık da: “Hiçbir şey
görmedim ki, ondan sonra Allah’ı görmeyeyim demiştir.”347 Ayrıca, erenlerin bugün de temessül
yoluyla Allah’ı görmelerinin mümkün olduğunu, çünkü Allah’ın bir kuluna
temessül etmeye gücünün yeteceğini, bu hususta Kuşeyrî Risalesi’nde kerametler bölümünde rivayet edilen iki
kavile bakılması gerektiğini ifade etmiştir.348
Ona göre
Allah, benzetmek gibi olmasın, Zeyd’in nefsinin, Zeyd’in bütün azasını, her
yüzden kapladığı gibi kaplamıştır. Zeyd’in azasından hiçbir uzuv yoktur ki
hareket etsin, bir iş işlesin de o hareketi, o işi Zeyd yapmamış olsun. Bu aza,
Zeyd’in mazharlarıdır. Azasından bütün uzuvlar, mesela dili gibi, ben Zeyd’im
deseler, bundan Zeyd’in çoğalması gerekmez. Allah da bunun gibidir, çünkü her
yönden benzetmek gibi olmasın, beden nasıl Zeyd’in suretiyse, âlemde Allah’ın
suretidir. Her iş, bu itibarla O’na isnad edilir. O’ndan başka söyleyen de,
hareket eden de, iş gören de yoktur.349 Burada da Şeyh, Allah’ın
mazharlarının her an ve her eşyada ortaya çıktığını belirterek, hiçbir şeyin
Allah’ın mazharlarından bağımsız olamayacağını belirterek, mazharların
çoğalmasının, Allah’ın çoğalmasını gerektirmeyeceğini vurgular. Ayrıca bir
başka yerde de, Zât’ın işitmek, görmek, gücü yetmek gibi ve bunlara benzer
sıfatları olduğunu, fakat bunun mazharlarda zuhur ettiğini; ancak mazharlardan
göz yumulsa, Zât’ında da bu sıfatların mevcut olduğunu söyleyerek, O’ndaki bu
sıfatların, mazharlardaki sıfatlara benzemekten, benzetilmekten münezzeh
olduğunu, akıl, vehim, hayalin bu sıfatları idrak edemeyeceğini belirtir.
Ayrıca bu sıfatların, ruhanî olsun, cismanî olsun, nebata ait bulunsun, hayvana
ait bulunsun, göke ait veya yere ait olsun, bütün eşyada sabit ve mevcut
olduğunu belirtir. Noksan sıfatlardan tenzih ettiği o Zât, her şeyi kaplamıştır
ve bütün eşyada, bu dirilikle diridir ve bu kelamla her şey, O’nun noksan
sıfatlardan arı olduğunu söyler durur.350 Dolayısıyla Alah’ın,
sıfatlarının mazharlarda zuhûr ettiğini ancak bu sıfatların Zât’ında bulunan
sıfatlara benzemekten münezzeh olduğunu ifade eder.
Yine Şeyh
Bedreddin, Zât’ı bakımından her şeyden münezzeh olmakla beraber, varlık
âlemindeki şaşılacak şeylerde anlayan, tasarruf eden, iş görenin de O olduğunu,
bunun da, mazharlar vasıtasıyla olduğunu belirterek351 Hakk’ın
varlık âlemindeki içkinliğinin mazharlar vasıtasıyla olduğunu ifade etmektedir.
Yine bu görüş
çerçevesinde o, “Allah’dan başka
yoktur tapacak.” sözünün anlamının, varlık âleminde Allah’tan başka vâr
olan yoktur şeklinde olduğunu352 ve Hakk’ın, her insanın işitmesi,
görmesi, dili, eli, vesair, batınî, haricî kuvvetleri olduğunu söyler. Ona
göre, nafilelere devam edenlerin O’na yaklaşıp bunu bileceklerinin söylenmesi,
bilip tanımak yönündendir çünkü ârif olmayan gaflettedir, kendisini böyle
sanmaz. Tıpkı bilgisiyle amel etmeyen bilgin kişinin bilgisiz sayılması gibi.353
Ayrıca Şeyh
Bedreddin’in, “Ağacın:
“Ben Allah’ım.” demesi, bu sözü bir insan söylerse de caiz görülmesini, hatta daha
doğru ve yerinde olarak kabul edilmesini
anlatmak içindir. Değilmi
ki âlem O’nun suretidir, “Ben O’yum.” diyen herkesin sözü doğrudur.
Çünkü bu söz âlemin suretinin sahibi olan Hakk’a aittir, söz söyleyen cüz’e ait
değildir. Nitekim Zeyd’in dili söze
gelse de: “Ben Zeyd’im.” dese, bu söz Zeyd’in zatına işaret olduğundan doğrudur,
fakat bir et parçasından ibaret olan ve hareket ederek bu sözü ızhar eden dile
nisbetle doğru değildir.
Zaten bu sözü söyleyen de Zeyd’in kendisidir, dili değil.
İşte ağaç da böyledir,
insan da böyle; çünkü dil: “Ben Hakk’ım” derse doğrudur; diyen dil değil
insandır. Böylece her zerrenin, bu itibarla Hakk’ım demesi de gerçektir. Fakat
bir başkasına : “O, Hakk’tır” yahut : “Sen,
Hakk’sın” denmesi doğru
olamaz. Nitekim dil de : “Ben Zeyd’im” dese doğrudur
da, bir başkasının: “Ben Zeyd’im” demesi yahut
bir başkasına: “Sen Zeyd’sin” demesi doğru olamaz. Esenlik ona olsun,
Peygamberin : “Allah vardı, O’nunla beraber hiçbir şey yoktu.” demesi de, vâhidiyet mertebesinden üstün bir mertebeye
delalet etmektedir. Bütün şeyler
bu mertebeden taayyun eder.” sözlerinden hareketle, ona göre âlem Allah’ın
suretinden ibaret olup ve Ene’l Hakk, sadece Hakk’ın vâhidiyet mertebesine ait
olan bir hususiyet olarak görülmelidir. Bu mertebe, Allah’ın tecellî ve taayyun
eden yönüdür. Allah’ın diğer yönü ise âhad(ehadiyyet) yönüdür ki, bu mertebede
Allah, Zât’ı itibariyle taayyun etmez, aşkındır, yani Mutlak Varlık’tır. Bu
düşüncelerden hareketle Şeyh’in çift kutuplu Tanrı anlayışına sahip olduğunu yani
Pan-enteist olduğunu söyleyebilir miyiz? Bize göre tam anlamıyla bunu söylemek
mümkün değildir. Çünkü Pan-enteizm her ne kadar Tanrı’yı soyut, mutlak
yönleriyle âlemin üstünde; somut, izafi vecheleriyle de âlemin içinde görse de,
birçok yönüyle Pan-enteizm saf içkin ve aşkın olan Tanrı inancı dışında bir
sistemdir. Çünkü Pan-enteizmde Tanrı ilk sebep değil, yani ‘Yaratan’
değil, ‘Yaratma ile’dir. Ayrıca, Pan-enteizm’deki ‘Her şeyin Tanrı’da olduğu’ fikri pan-enteizmin savunduğu
görüşlerden sadece bir tanesidir. Bazı pan- enteist görüşleri tasavvuf
literatüründe bulma imkânımız yoktur.
Dolayısıyla Şeyh
Bedreddin’in kendi tasavvuf sisteminde, taayyun eden bir Tanrı’yı kabul etmekle
birlikte, temelde tenzihî, aşkın Tanrı fikrini de benimsediği, ifadelerinden
anlaşılmaktadır. İçkin Tanrı telakkisi, Şeyh Bedreddin ve temelde Vahdet-i
Vücûd çizgisinde yer alan tüm sufilerde aşkın olan tenzihî Tanrı’yı inkar, red
değil, bilakis Tanrı üzerine geliştirilen bir tasavvufî sistem ve yorumdan
ibarettir. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’de dahil hiçbir tasavvuf erbabı Tanrı’nın
aşkınlığını reddetmemektedir. Başka bir ifadeyle Şeyh Bedreddin’in
tenzihî(aşkın) Tanrı tasavvuru, Tanrı’nın içkinliğini de içine alan bir düşünce
sistemidir. Fakat biraz önce belirttiğimiz gibi bu sistemin bir Pan-enteizm
olduğu söylenemez.
Bununla
birlikte Şeyh Bedreddin’in, “Bazı insanlar birbirlerine, dirhemlere,
dinarlara, yiyeceklere, üne, öğünçlere
tapıyorlar. Onlar bilmedikleri için de Allah’a taptıklarını sanıyorlar.” ifadelerinden hareketle materyalist olduğu
veya ortak mülkiyeti savunduğu gibi iddialar ortaya atılmıştır. Halbuki bu
ifadeler, Kur’an-ı Kerîm’in de değişik yerlerinde geçen ve Allah’ı bırakıp
kendilerine fayda da zarar da vermeyen şeylere kulluk edenler le ilgili bir değerlendirmedir. Bu
ifadeler, sûfîlerin genelinde görülen ve dünya hayatına karşı zühd anlayışının
bir yansımasıdır. Nitekim sûfîler, kendileri dışındaki insanların maddî hayata
gereğinden fazla kapıldıklarını ve bunun sonucunda da bu şeyleri
ilahlaştırdıklarını belirtirler. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in kullandığı bu
ifadeler kesinlikle, materyalizme veya ortak mülkiyete kayan ifadeler olmayıp,
bilakis Allah’ı bilmenin ve yalnızca Allah’a tapmanın önemine değinen
ifadelerdir. Bu bağlamda o, insanların, cahiliye devrinde gözle görünen putlara
taptıklarını, şimdiki zamanda da gözle görülmeyen(vehmettikleri) putlara
tapmakta olduklarını belirterek, Allah’ın gerçeği meydana çıkaracağını umduğunu
ve insanların gerçek olarak Hakk’a tapmaları gerektiğini dile getirir. Yanlış fikirlere ve inanışlara sapan insanları
da böylelikle uyardığına inanmaktadır.
Daha önce
belirttiğimiz üzere İbn Teymiyye(d. 1263- ö. 1328), vahdet-i vücûdçuları
şiddetle tenkid ederek onlar hakkında şu hükmü verir: “Bunların elebaşları küfrün önderleri olup
öldürülmeleri vaciptir. Bunlardan biri tevbe etmeden yakalandığı zaman tevbesi kabul edilmez. Çünkü
bunlar dıştan müslüman olduklarını söyleyip
içlerinde büyük bir küfrü gizleyen zındıkların önde gelenlerindendir. Bunlar,
ne söylediklerini ve İslam’a
karşı çıktıklarını gayet iyi
bilmektedirler. Bu sebeple, bunlara bağlanan,
bunları savunan, övüp yücelten, kitaplarına değer
veren, bunlara yardım ve destek sağlayan,
bunlar aleyhinde söz söylemeyi hoş görmeyen,
onların kitaplarında geçen sözlerin, bu kitabı onun yazıp yazmadığını bilmediğini söyleyerek veya ancak bir cahil
ya da münafığın ileri
sürebileceği benzeri mazeretlerle onları suçsuz
görmeye kalkışan herkesin
cezalandırılması gerekir. Hatta durumlarını bilip de onlara karşı çıkmaya yardımcı olmayanların da
cezalandırılması gerekir. Çünkü böyle kimselerle mücadele etmek en önemli
görevlerdendir. Bunlar bazı şeyh,
âlim, hükümdar ve devlet adamlarının akıllarını ve dinlerini karıştırmışlardır.
Bunlar yeryüzünde fesat peşinde
koşar ve insanları Allah’ın yolundan
alıkoyarlar.” Ayrıca İbn Arabî ve Konevî ile ilgili olarak
da yine, bunların tuttukları yol küfür yoludur, diyerek görüşünü ortaya
koymakta ve bazı âlimlerin Vahdet-i Vücûdçularla ilgili görüşlerini buna kanıt
olarak göstermektedir. Aynı şekilde “Hallac’ın inandığı ve bu sebeple öldürüldüğü sözlerine kim inanırsa o kimse
Müslümanların ittifakıyla mürteddir, kafirdir. Çünkü Müslümanlar Hallac’ın,
zındıkların ve mülhidlerin sözlerinden olan bir takım hulûl, ittihad ve benzeri
manalar taşıyan sözleri söylediği için öldürmüşlerdir. “Ben Allah’ım gökte bir ilah
var, yerde bir ilah” gibi sözleri böyledir.” diyerek de bu sistemi
reddetmektedir.” Dolayısıyla ona göre, hululcüler ve
ittihadçılar gibi ilhad ehli sapıkların sözlerinden kaçınmak, iman ve takvanın
en yüce mertebesindendir.
İbn Teymiyye
Vahdet-i Vücûd’u savunanlara yönelttiği itirazlarını, onların dinin üç temel
ilkesini inkar ettiklerini iddia ederek özetler: Bu kişilerin Allah’a, ahiret
gününe ve O’nun peygamberlerine imanları yoktur. O’nun izahı şu şekildedir: “Allah’a
iman konusunda: Bunlar, O’nun vücûd’unun âlemin vücûd’uyla aynı olduğunu ve âlemin bizzat kendisinden başka bir yaratıcısının bulunmadığını düşünüyorlar. Peygamberler konusunda: Bu kişiler, Allah hakkında, Allah’ın
Rasülünden ve öteki peygamberlerden daha fazla bilgiye sahip olduklarını düşünüyorlar. Bazıları, Allah hakkındaki
bilgiyi - yani Vahdet-i Vücûd ve ateizmi- Rasulün ışığından
aldıklarını iddia ediyorlar.” Ayrıca İbn Teymiyye, vahdet-i vücûd’u
destekleyenlerin, âlemin vücûdunun Allah’ın vücûduyla özdeş olduğuna
inandıklarını da iddia ederek, vücûdun bir olduğunu ve Yaratan’a ait
olan zorunlu vücûdun yaratıklara ait olan mümkün vücûdla aynı olduğunu
söylediklerini iddia eder. Başka bir ifadeyle İbn Teymiyye’ye
göre, İbn Arâbî ve temsilcileri Allah ile âlemin özdeş olduğunu kabul
etmektedirler. Böylece o, bu öğretinin bir şekli olan basit bir görüşü
-benzerlik ya da içkinliği(teşbih)- kabul eder ve öteki şıkkı, yani
benzersizliği ve aşkınlığı(tenzih) bütünüyle görmezlikten gelir.
Sonuç olarak
Şeyh Bedreddin’in, takip ettiği geleneğe sıkı sıkıya bağlı olarak, tevhid
akîdesini bu bağlamda ifade etmeye çalışan bir müşâhade adamı olduğu
söylenilebilir. Şeyh Bedreddin, Vâridât’ta geçen ifadelerinden, İbn Arabî’nin
Fusûs’una yazdığı şerhten, İbn Arabî’yi rüyasında görmesinden ve O’ndan
şeyhim diye bahsetmesinden de anlaşılacağı üzere, Ekberî gelenek içerisinde
Vahdet-i Vücûd’un etkisi altında kalmış bir tasavvuf erbabıdır. Ayrıca Şeyh
Bedreddin’de Hakk’ın kendisine, Hakk’ın aşkınlığına ait en ufak bir şüphe ve
tereddüt de yoktur. Bu bağlamda, kendisinin belli bir gelenek veya öğretinin
müntesibi olduğu ortaya koyduğu ifadelerinden anlaşılan bir kimseyi, farklı
düşünce ve kalıplarla değerlendirmek metodolojik açıdan objektif bir yaklaşım
olmayacaktır.
d.
Hakikate Ulaşma
Yolu/Bilgi Felsefesi
Sûfîler,
varlığın mahiyetinin ne olduğunu aklî araştırmaya dayanarak tasavvur ve
tanımlama işinin genellikle kendilerinin değil filozofların metodu olarak
görmüşlerdir. Onlar, doğru bilgi ve hakikatin mahiyetine ilişkin daha açık ve
daha güvenilir izahlar elde etmenin sırasıyla, vahiy, Peygamber’in sözleri ve
iç sezgi gibi çok daha dolaysız araçları bulunduğuna inanmışlardır.
Dolayısıyla, onlar vahyi anlamak için, her şeyden önce sezgi ve keşiften yardım
görmeye çalışmışlardır. Daha açık bir ifadeyle mutasavvıflar, bilgilerini, akıl
tarafından ve duyuların yardımıyla bağımsız bir biçimde te’yit ve tahkik
edebilecek bilgiyle sınırlı tutmamışlardır. Tersine onlar, vahiy ve sünnetin
yanında keşf ve müşâhedenin de bir bilgi ve kesinlik kaynağı olduğunu kabul
ediyorlardı. Onlara göre fütûh, keşf, ru’yet ve müşâhede şeklinde bir zevk ve
tanıma işi olarak tecellî eden bâtınî sezgi, dinî öğretinin temeli olan vahiy
ile araştırmaya dayalı bilgi edinmede en son güvenilir yöntem olan rasyonel
yeti arasında orta bir yere sahiptir.
Bu bakımdan, onların
epistemolojisi açısından, bilginin kaynağı ve değeri sözkonusu olduğunda, önce
vahiy, arkasından mükâşefe ve son olarak da akıl, yani rasyonel yetinin geldiği
söylenilebilir. Burada sûfîlerin aklın idrak alanıyla ilgili
bir belirleme veya sınırlandırma yaptıkları, ancak mutlak anlamda da aklın
karşısında olmadıkları görülmektedir. Ayrıca vahiy ve mükâşefenin doğru bilgi
ve hakikate ulaşmada daha geçerli olduğunu, ancak mükâşefenin de kesinlikle
vahyin önüne geçmemesi gerektiğini vurgulamaktadırlar. Dolayısıyla onlar için
mükâşefe, kesinlikle Kur’an ve kutsal olanın dışında bir şey olamaz.
Nitekim
sufîler, insan aklının sağlam ve güvenilir bilginin kaynağı olabileceği
konusunda filozoflarla anlaşmaktadırlar; ama onlar, insan, saf(modern anlamda
rasyonalist değil) akıl veya bizzat Allah tarafından aydınlatılmadığı sürece,
bu bilginin sınırlı ve dolaylı olacağını kabul ederler. Nitekim, Rûmî’nin
ifadesiyle: “ Aklî kanıtlarını kullananların ayakları tahtadandır; tahta bir
ayak ise pek sağlam değildir. ”
Konevî,
Nasîruddîn Tûsî ile yaptığı mektuplaşmada aklın güçsüzlüğünü ve eşyanın
hakikatine ilişkin kesin bilgi edinmedeki nihaî yetersizliğini ayrıntılı bir
biçimde anlatır. Bu bakımdan, insan, aklı ile bir sonuca ulaştığı zaman, doğru
olduğu sonucuna ve yargısına vardığımız o şeyin, tam doğru olduğuna inandığımız
şekilde gerçekten doğru olup olmadığının anlaşılması gerekir. Ama bu ancak
Allah tarafından gerçekleştirilen keşf, veya vahy-i İlâhî aracılığı ile olur.
Sühreverdî ve
Sühreverdî’nin tasavvuf felsefesinden etkilendiği görülen İbn Arabi’ye göre de,
akıl ve nazar yolundan hakikate ulaşılamaz. Mükâşefe yolu tutulmalıdır. Ayrıca
hakikati anlamada akıl yetersizdir. Bu yol ancak keşf ve şuhûd ile aşılır.
İlâhî mârifet, keşif ve müşâhedeye bağlı olup fikrî ve nazarî neticelerden
ayrıdır. Kıyas ve nazar yolundan gidenlerin kazançları ancak ziyandır.
Bir ru’yet ve
müşâhede adamı olan İbn Arabî, sık sık aklın Allah, âlem ve ben(nefs) gibi
konularda bir bilgi kaynağı olarak yetersiz kaldığını vurgular. Onun öğretileri
temelde keşf, doğrudan doğruya tanıklık(şühud, müşahede) ve zevk’e dayanır, ve
bu öğretileri salt aklın sınırları içinde kalarak doyurucu bir şekilde
açıklamak mümkün değildir. O’na göre, akıl anlamaz, fakat keşif,
müşâhede ve temaşa eder. Nitekim İbn Arabî, Futuhat’ın bir çok
yerlerini keşf halindeyken ve Allah’ın imlâ(dikte) etmesiyle kaleme aldığını
söylemektedir.
Filozoflar,
batınî kavrayışın gerçekliğini kabul ederler. Onların soruya açık gördükleri ve
şüphe ettikleri şey daha çok bir kişinin bu tecrübeyi başkasına nasıl
aktarabileceği, veya sonrakinin, öncekinin ru’yetinin geçerliliğinden nasıl
emin olabileceği meselesi ile ilgilidir. Kelamcılar ise ne filozoflara, ne de
sufilere güvenmişler, ve bunların eşyanın mahiyetini keşfettiklerine ilişkin
iddialarının geçersiz olduğu hissini taşımışlardır. Kelamcıların fikrince,
hakikatin bilgisi öteki iki gurubun yeterince dikkat etmediği yalnız üçüncü bir
yöntemle elde edilebilirdi. Yine, kelamcılarla öteki iki grup arasındaki temel
ayrılık eninde sonunda bilgi edinme ve hakikate ulaşma konusundaki yöntem
meselesinde toplanmaktadır.
Bakış
açısındaki bazı bireysel farklılıklar ile birlikte temelde, Bayezid, Rumi ve
İbn Arâbî ve onun ekolünde yer alan sufiler, sınırlı insanî aklın yalnız başına
yetersiz olduğu, dolayısıyla insanı Allah’tan ayıran bir perdenin veya tüm
perdelerin ortadan kaldırılmasıyla ortaya çıkan kişisel, derunî ve doğrudan bir
bilgi olmaksızın, insanın nihaî hakikati elde edemeyeceğini kabul etmişlerdir.
Onların görüşüne göre bu bilgi, bazı seçilmiş kullarına bizzat Allah tarafından
verilir; ve bunun, O’nun insanlara gönderdiği vahyin, yani Kur’an’ın açık desteğini
alması da gereklidir. Onlar bu bilgiye keşf’,
‘doğrudan tanıklık’ (şuhud), ‘müşahede’ ve ‘zevk’ gibi
adlar vermişlerdir. Onlara göre hal sahiplerinin halini
anlamak için o hali elde etmek lazımdır.
Kayserî’ye göre de,
tatmayana fenâ’yı anlatmak örtü, onunla hallenmeyene açıklamak gizlemektir,
onun keyfiyetini ne ise o olarak bilmek Allah’a mahsustur. Ona, Allah’ın
dilediği kâmil kullar ve Zâtî tecellîye ve bu meşhed’e mazhar olanların dışında
kimse ulaşamaz.
Dolayısıyla
epistemolojik anlamda Allah’ın tecellisinin algılanmasına işaret etmek için,
keşf ve vücud ehlince en çok kullanılan ve anlam bakımından en geniş olan
terim, keşf, müşâhede ve mükâşefe terimidir. Sözlük anlamıyla, ‘perdenin
kaldırılması ve açılması’ anlamına gelen keşf, terim anlamı bakımından; ‘perde
arkasında olan gaybî manalara ve gerçek durumlara vücûd veya şühûd açısından muttalî olmak ve manevî bir idrak ’şeklinde tanımlanır. Müşahede ise,
halkın Hakk’ta müşahedesidir; ki bu da eşyayı tevhid delilleriyle görmekten iberettir.
Aynı zamanda bu, Hakk’ı halkta(yaratıklar) müşahede etmektir. Bu da eşyada
Hakk’ı görmektir. Yine, bir başka ve nihâî anlamda müşahede, kesin
olanın(yakîn) şüphe götürmez gerçekliğidir; yani Hakk’ı halksız görmektir. Müşahede, görülen şey’in bilinmesine ulaştıran
yoldur. Bir başka ifadeyle müşahede, sufiler taifesi indinde, tevhid delilleri
sayesinde eşyayı görmektir. Dolayısıyla müşahede, sufîlerin eşya hakkında
bilgi sahibi olma metotlarıdır denilebilir.
Bu noktada,
eğer kalp ile algılanan şeye kaynağı ile ilgisi açısından bakılacak olursa buna
genellikle ‘tecellî’ denir. Tersine, eğer buna algılayan açısından
bakılacak olursa, bu durum ağırlıklı olarak, ‘mükaşefe’ olarak adlandırılır.
Şüphesiz keşf
ve müşahede sonucunda ortaya konulan bilgi, söz konusu müşahedeyi yaşadığını
iddia eden kişilerin açıklamalarına dayanmaktadır. Böyle bir tecrübeyi
yaşamadıkça doyurucu açıklamalarda bulunmak veya bu tür açıklamalardan tatmin
olmak mümkün değildir; kaldı ki böyle bir açıklama tanımaya değil, tanıma
dayalı bir açıklama olacağı için, doğru da değildir. Ancak, söz konusu
kişilerin yaşadıkları tecrübenin sahih ve gerçek olduğuna ilişkin, elimizde
yeteri kadar delil bulunmaktadır. “Lem ya’rif men lem yezuk(Tatmayan
bilmez.)” sözü gereği, İzitsu’nun dediği gibi, hiçbir felsefî izah, İbn
Arabî ve takipçilerinin vücûd’a ilişkin görüşleriyle ilgili olarak, kişisel bir
tecrübeyle desteklenmedikçe, onun ve takipçilerinin düşüncesinin hakkını 382
veremez.
Şeyh
Bedreddin de, tasavvufta hakikate ulaşma yolu veya bilgi felsefesi olarak
adlandırabileceğimiz bu konuyla ilgili olarak şunları söyler: “Tâlib(Hakk’ı
arayan), hastaya benzer; aranan kemâlât da sağlık
gibidir; cehl ve uzaklık da hastalık gibidir. Nasıl ki bir hasta doktora
kendini teslim edip, bir gün sağlığına kavuşacağını
umarak doktorun onun üzerinde dilediği
gibi tasarruf etmesine izin verir, doktorun emirlerini tutar, türlü elemlere ve
ilaçların acılığına sabreder.
Halbuki sağlığına
kavuşamayabilir de. Zira sağlığı
istemiş olmanın şartı doktorun söylediklerine uymaktır, çünkü sağlığa
götürecek yol o emirdir. Çeşitli
acılardan sonra sağlık
elde edilir veya edilmez. Ama onun işi
iyileşmek için çaba harcamaktır. Hasta
doktora: “Beni sağlığıma kavuşturuncaya kadar sizin emirlerinizi yapmam.” derse bu, akıl
yolundan yüz çevirmektir. Bunun gibi sâlikin mertebeleri katetmek için gayret
etmesi gerekir ve “Benim istediğim
gerçekleşene kadar meşâyihin sözlerine uymam.” dememelidir.
Çünkü bu isteksizlik alâmetidir. Kişi,
zaman müsaade etmese dahi kendisine yarayan şey
için çalışmalıdır. Eğer çalışmak
ile isteğine ulaşırsa ne iyi. İş tamamdır.
Kader istediği şeye engel olur da ulaşamazsa mazur sayılır. Mesela, dünya
ile meşgul olmayı terk etme Hakk’a ulaşma yollarının en büyüğüdür. Hakk’ı isteyen bir çok kimse vardır
ki, bu yol onlara önerilince, “matlûba(isteğim
yerine gelmesi) ulaşıncaya
kadar 383
dünyayı
bırakmam.” derler. Bu ise onları maksaddan uzaklaştırır.” Dolayısıyla Şeyh Bedreddin, hakikat yolcusu
için zorunlu olan şeylerin, hakikat yolundaki kurallara harfiyen uymak, gayret
etmek ve dünya ile meşgul olmayı terk etmek olduğunu söyler. Ayrıca ona göre,
insan nasıl bedenine uygun şeyleri elde etmeye çalışıyorsa, onlarla bedenini
geliştirmek istiyorsa, ruhu için de çalışmalıdır. Hatta akıllı kişi ruhunu rızıklandırmaya
çalışır, çünkü bu daha ehemmiyetlidir, aksini yapansa mahrum olur gider.
Yine o,
tevhîd’e ulaşmanın yolunu üçe ayırır: Birincisi, bilgiye dayanan tevhid. Bu
ağızdan belleme, kitaptan anlamadır. İkincisi, uyandırıcı tevhid. Bu Allah’tan
bir ihsandır, rüyalarla, olayla, ilhamla meydana gelir ve bu, birinciden
üstündür. Üçüncüsü ise, hâle ve zevke aid tevhid. Ona göre bu hepsinden
üstündür ve istenen de budur. Yani hâl ve zevke âid olan tevhîd’in en
üstün tevhîd olduğunu belirtir.
Ayrıca Şeyh
Bedreddin, İhyâ ve Kimyâ üs-Saâde gibi
eserleri hakikati görmeye kabiliyeti olmayanların okumaları gereken eserler
olarak belirterek, bu eserleri taklid bilgisi ile tahkik bilgisi arasında bir
köprü olarak görür. Daha sonra epistemolojik açıdan tecellî’yi
ortaya koyar ve duygulardan göz yumarak, tecellîlere bakılması gerektiğini,
Hakk’ın Zât’ını gözle görmeye imkan olmadığını ifade eder. O’na göre Yüce
Allah’ın sevgisiyle kendinden geçmiş kimseye Allah, bu surete bürünüp görünür,
yalnız bu iş az olur. Bu hususta esas, gönlün arınmasıyla Hakk’ın
anlaşılmasıdır. Çünkü gönül arındı mı Hakk o gönül sahibine, anlayışı
derecesinde tecellî eder, özel ve duyguyla bilinir, anlaşılır bir suretle
değil, böylece iş açılır, şüphe de geçer gider.
Şeyh
Bedreddin, kemâlât ve Hakk’ı idrak etmenin de şu şekilde olduğunu ifade eder: “Kemâlât
da senin hayal ettiğinin
dışındadır. Ancak sen Hakk’dan uzak olduğun için bilsen de ona yönelmiyorsun. Şayet anlarsan, İlahî kitaplarda ve nebilerin
haberlerinde anlatılanları kendine yönelterek Hakk’a yönelirsin. Sen meyvelerle
ve başka
şeylerle aldatılan çocuğa
benzersin. Öğrenimden
kaçmamaları için çocuklara meylettikleri şeylerle
benzetmeler yaparlar. Sen bu gafil kalb ile Allah’ı ve peygamberleri ve
kitaplar okuyarak onların bildiklerini ve kastettiklerini bildiğini mi zannediyorsun. Şunu bil ki, dersle uğraştığın sürece Hakk’ı idrak etmekten
uzaklaşmayı artırırsın. Allah’ın buyruğu, sözle, harflerle, Arapça veya başka bir dille söylenmekten münezzeh
olan kendi zatî gerekliliğidir.
Kalem de her şeyin
hakikatidir. Kendine dair ne meydana gelirse yazmaktadır.” Ancak Şeyh Bedreddin burada hakikat yolcusuna
bir uyarıda bulunur ve hakikat yolcusunun küfür mertebesine çok yakın olduğunu
ancak bu noktada küfür mertebesinden sıyrılınması gerektiğini, çünkü bu
mertebenin insanı zındıklığa götürdüğünü ifade eder.
Ayrıca ona
göre akıl için iki yol vardır. Biri düşünceyle, görüşle anlayış; diğeri kalbi
arıtmakla anlayış. Aklın keşif yoluyla anlayışı daha tamdır, doğrudur ve
yanılmaktan daha uzaktır. Görüş ve düşünce yoluysa hayallerle karışır, o yolun
hatası çoktur. Keşif yolu da ancak kalbi arıtmakla, Hakk’a yönelmekle,
peygamberlere uymakla, onların yoluna gitmekle olur. Düşünce yolunda, kalbi
tasfiye olmadığından bu yol perdedir, azgınlıktır. Gerçeği isteyene,
yolculuğunda peygamberlere uyması, riyazatta, mücahedede bulunması, bozuk
düşüncesine kapılıp akla uymaması gerektir. Sonunda iş açılır, görünür ve akıl,
bulanıklıklardan kurtulur, gerçek de nasılsa öyle anlaşılır. Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin’e göre keşf yolu, perdenin kaldırılması ile gaybî manalara
muttalî olmaktır. Aklın keşif yolu ile kavraması daha tam ve sağlamdır.
Konevî’ye
göre de insan, nazar, keşif, his veya hayal gibi idrak araçlarının bütünüyle
veya bunlardan birisiyle herhangi bir malûmu idrak edip, nazar veya keşfi bu
malûmu kapsamadığı veya his veya hayaliyle bu şeyin zâtî özelliklerini ve genel
lâzımlarının ardına geçmediğinde, o şeyi tam olarak bilmiş ve hakkıyla
tanımış/marifet olmaz. Bu noktada Konevî’ye göre basîret ve selîm
akıl sahipleri için, sahih bilginin elde edilmesinin iki yolu vardır: Birisi,
nazar ve istidlal ile ‘burhan yolu’; diğeri ise, keşif sahibi için
bâtınını tasfiye ve Hakk’a iltica ile gerçekleşen ‘iyân/müşâhede yolu’. İnsan, sülûkunun başlangıcında
tek başına bu ikinci yolu gerçekleştiremez. Bu nedenle, bilgide kendisinden
önce olanlara ve Hakk’ın yoluna sülûk eden kâmillere uyması gerekir. O
kâmiller, vuslat yoluna dalmışlar, gaye ve amaca ulaşmışlardır. Ona göre binlerce sâlik, bu makamda yoldan
sapmış, hulûl ve ittihad ve bunların gayri fâsid mezheplere girmişlerdir. Hangi yol üzere sülûk ederse etsin her sâlik,
amacı Hakk olması ve Hakk’tan belirli bir saadet elde etmesi şartıyla, mirac
sahibidir; binaenaleyh bu sâlikin sülûkü de, bir yükseliştir. Dolayısıyla Konevî’ye göre de bilginin
kaynağı, ancak sezgi’den ibarettir ki O, buna mükaşefe adını verir. Ayrıca Konevî, “tatmayan bilmez; ekâbirin
bu ilmi söylemek ve yazmaktan garazları, tenbih ve teşvikten fazla bir şey değildir. ” diyerek müşâhedelerin
söylenme ve yazımdaki amacını da ortaya koymuş olur. Bu noktada Konevî’ye göre
müşâhede sahibi için Hak’tan meydana gelen ilim ve müşahede belirli ve
sınırlıdır, bununla beraber Hak, nefsinde mutlaktır.
Kayserî’ye
göre de, başlayanın yürümesi, önce alıştırma ve uyanıklıkla, sonra günahlardan
tövbe, ibadetleri işlemekle Allah’a dönme, sonra vera, zühd, takva ve benzeri
şeylerle olur. Eğer kalbinde irade, tevekkül, rıza, teslim, işi Allah’a
bırakma, korku, huşû ve huzu’(Allah’ın heybeti karşısında gönül açıklığı) hâsıl
olursa o zaman nefsin makamının fenâsı kemâle erer. Bu da fiillerde fenâdır.
İlâhî sıfatların ışığıyla aydınlanır ve onunla kalbi nurlanır. Kendisine,
muayene, mükâşefe, müşâhede, mârifet, yakîn ve bu makamlardan benzer şeyler
hâsıl olur. Ve bununla fiillerde fenâ tamamlanır. Zihin yapısının kötü ve nefsin dünya
hazlarıyla meşgul olması ve mütehayyile gücünün fâsid hayallerde kullanılması,
nefsin şehvete kapılması ve aykırılıklara tutkun olmasıdır. Tüm bu sayılanlar
karanlığa ve perdelerin artmasına neden olan şeylerdir. Dolayısıyla Kayserî de bu görüşleriyle Şeyh
Bedreddin’in bu konudaki düşüncelerine öncülük etmiştir denilebilir. Ayrıca,
ona göre insan nefsi, güçlenip aydınlandığı ölçüde duyusal dünyanın üstüne
çıkabilir ve şuhûdun yokluğuna neden olan karanlığı kaldırabilir. Şuhûd mertebesi de, vahdet-i vücûda mazhar
kişide tecellî eder. Kayserî’ye göre, sâlik, ilâhî ilim hazretine
ulaştığında Allah’ın dilediği kadarıyla a’yân’ı müşâhede eder. Nitekim Allah
şöyle buyurmaktadır: “O’nun ilminden ancak dilediği kadarı bilinebilir.”
Bu mertebe şuhûd
mertebeleri içinde, Allah’ın kulları için mümkün olan en yüksek mertebedir.
Zira bu mertebenin üstünde, tecellî anında, kulu yok eden Zât’ın şuhûdu
mertebesi vardır.
Kayserî’ye
göre, mükâşefelerin en sağlam ve tam olanı ruhsal yapısı peygamberler ve kâmil
insanların ruhları gibi, tam itidale en yakın olan kişide oluşur. Daha sonra
bunlara en yakın kimselerde meydana gelir. Bu nedenlerden dolayı, İbn Arâbî ve
takipçileri varlığın mahiyetini ağırlıklı olarak dinî bir dille tartışırlar.
Kaynağını ve gücünü vahiyden alan bilgileri, insanın yardım görmeyen aklı ile
ulaşabileceği herhangi bir sonuçtan çok daha güvenilir olduğunu kabul ederler.
Sonuç olarak
şunu söyleyebiliriz ki, Şeyh Bedreddin ve aynı gelenek içerisinde yer alan
diğer mutasavvıflar için hakikate ulaşma noktasında keşf ve müşâhede yolu
tutulmalıdır. Nihayetinde keşf ve müşahede ehli olan kimseler, kendi
ifadeleriyle ilâhî tecellîlerin tecrübesiyle ulaştıkları ‘teşbih’e dayalı anlayışlarını, ‘tenzih’
ile birleştirmek amacını gütmektedirler.
Şeyh
Bedreddin, yalnızca Kur’an’ın zahirî anlamını kabul edenleri cahil olarak
niteler ve bunların, Hakk’ın bâtın bilgisine ait olan sözlerini, Peygamberlerin
ve erenlerin sözlerini anlamadıklarını belirtir. O’na göre bu şahıslar
bilgisizlikten, akıllarının azlığından, gönüllerin bulanık oluşundan, ahiret
bilgilerinden gaflet edişten, dünyaya fazla düşkünlükten dolayı işin iç yüzünü
bilmemektedirler. Onlar bu hususta şaşkınlık içindedir ve sapıklıktadır. Ayrıca Şeyh Bedreddin’e göre zâhir bilginleri
- nitekimsûfilerin nazarında zâhir bilginleri ya da zâhir uleması, fakihlerdir-
iç yüzü bırakmışlar, kabuklara dayanmışlardır. Çoğunun içi gönlü açılsa,
gönüllerinde dünya sevgisinden, baş olmak, başa geçmek muhabbetinden başka bir
şey bulunmaz. Halbuki ona göre Kur’an’ın bir dışı var,
bir de içi; içyüzünden de yediye dek içten içeri anlamı vardır. Şeyh Bedreddin, Peygamber Efendimiz’in “Esenlik
ona, Peygamber, “Kur’an’ın dış anlamı
ve iç anlamı vardır; iç anlamı içten içe yedi anlamdır.” hadisini de delil
göstererek, bazen Kur’an’ın dış anlamına aykırı olan iç anlamını söylemesinin,
dış anlamını inkar anlamına gelmemesi gerektiğini vurgular. Çünkü dış anlamını
da söylediğini, iç anlamını da içten içe yedi anlama dek söylediğini ve sekiz
anlamı topladığını ifade eder. Ona göre Kur’an ve hadis, dış anlamı bakımından
da haktır, iç anlamı bakımından da; ancak mecazî bir anlam olduğu anlaşılırsa o
başkadır. Böylece o, aslında iç anlamı söylemiş
olmasının, dış anlamı reddettiği anlamına gelmediğini de belirtmiş olur.
Burada, sufîlerin bu noktada en çok zikrettikleri hadisi kullanarak Kur’an’a
bakışını da ortaya koymuş olur.
Ancak ona
göre her peygambere gelen vahiy, anlam bakımından bütün ihtimalleri kavrar ve
gerçektir; o sözle her ihtimal kastedilmiştir. Peygambere bildirilen birçok şeyleri Peygamber
yorumlamadı da olduğu gibi bıraktı denirse, şöyle cevap verilir; o vakit hikmet
ondaydı, kendisine yorumlamak için izin verilmemişti, şimdi ise böyle bir şeye
lüzum yoktur.
İbn Arabî’ye
göre de, nebîler, resuller ve onların tahkik ehli vârisleri muhakkak âlemde ve
kendi ümmetleri arasında bu gibi irfan ehli kimseler mevcut olduğunu bildikleri
için, ifadeden hem havas, hem de avam tabakasının birlikte anlayabileceği zâhir
dili ile konuştular. Şu halde havas zümresi Peygamber sözlerinden avamın
anladığı mana ile birlikte daha fazlasını anladıkları için onlara havas adı
verilmesi gerçekleşmiş ve bu anlayış sayesinde de havas tabakası avamdan
ayrılmış olur. Demek oluyor ki, ilâhî ilimleri tebliğ edenler bu kadarla
yetindiler.
Konevî’ye
göre de, Hakk’dan bahs eden ve her çeşit teşbihi O’ndan nefy edip, Hakk’ı kendi
meşrep ve anlayışına hasr eden kimse, dilsiz, sağır ve inatçı bir câhildir. O’na göre içinde bulunduğu makamın ve zevkin
çeşitli ifade biçimleri vardır. Ve bilme’nin iki türü vardır. Eşyayı bilmede
nihai gayeye ulaşmakla gerçekleşen uçları bilme ve nihai gaye noktasında bunun
ardında olan şeyi bilme. Hz. Peygamber, Kur’an’ın özelliği ve durumu ile ilgili
olarak şöyle buyurmuştur: “Kuran’ın ayetlerinin sırrından her birisinin bir
zâhiri, bir bâtını, bir haddi, yedi batna kadar matlaı vardır.” Başka bir
rivayette ise, “yetmiş batna
kadar” şeklinde rivayet edilmiştir.
Yine bu noktada o, öyle
şeyler biliyorum ki, onları izhar etseydim, onları gören kimse, iman
sahiplerinin imanlarını hükümsüz kılar, batınî zevki ilim sahiplerinin çoğunun
zevklerini ve ilimlerini silerdi demektedir. Bu bağlamda, Konevî’ye göre,
eşyadan herhangi bir şeyin, belirli bir şey olduğunu ve şeylerin madûm/yok olma
durumlar/emir olmadıklarını bilmek, başka bir ifadeyle bu itibar ile eşyayı
bilmek, zor değildir. Zor olan, şeyleri ikinci itibar ile bilmektir. Bu ikinci
itibar, şeylerin hakikatlerini bilmektir. Bu, kendisinde hiçbir kuşkunun
bulunmadığı, burhan veya onun yerini alan bir delil ile, gerçek ve tam bilgidir . Dolayısıyla ona göre her şeyin bir
görünen yönü, buna karşın bir de bâtın veya görünmeyen tarafı vardır. Üstelik
her iki yön, asla birbirlerini ortadan kaldırmaz ve birisi diğerinin yerini
almaz.
Kayserî’ye
göre de, salt hakikatlerle sırf hayali durumlar arasında ayrım yapmanın
ölçüleri vardır. Genel ölçü Kur’an ve hadistir. Bunlardan her biri Muhammedî
tam keşiften kaynaklanır; bu ölçülerden bir kısmı ise özel olan ölçülerdir; bu
özel ölçü hâkim ismi ve sâlike egemen olan (ilâhî) sıfattan ona akan her bir
halle ilgilidir. Dolayısıyla o da, bilginin Kur’an ve
hadise dayanabileceği gibi, keşife de dayanabileceğini belirterek Şeyh
Bedreddin’den önce onunla aynı paraleldeki düşüncelerini ortaya koymuştur.
Yine Vahdet-i
Vücûd geleneği içerisinde yer alan Nablusî’ye göre, zâhirleri geçersiz saymak,
her iki âlemden birisine şaşı bakan Bâtınîler’in fikridir. Onlar, iki âlem
arasındaki dengeyi bilmezler, bunun yolunu da anlamazlar. Aynı şekilde sırları
geçersiz saymak da Haşeviyye mezhebinin fikridir. Binaenaleyh, sadece zâhiri
kabul eden Haşevî, sadece bâtını kabul eden ise Bâtınî; zâhiri ve bâtını
birleştiren ise kâmildir. Bu nedenle Hz. Peygamber, şöyle buyurmuştur: “Kur’an-ı
Kerîm’in zâhiri vardır, bâtını vardır, haddi ve matlaı vardır.”
Sonuç olarak
Şeyh Bedreddin ve içinde yer aldığı ekol, Kur’an’ın ve hadis’in zâhirî anlamı
dışında bir de bâtınî anlamının olduğunu, ancak bununla birlikte bâtınî
tarafını dile getirmelerinin zâhirî anlamını reddettikleri anlamına gelmediğini
ve dış anlamı inkar etmediklerini de ifade ederler. Ayrıca Şeyh Bedreddin’in
geleneksel sufî diliyle batınî meselelere dalması, meselelerin batınî yönünden
bahsetmesi, onun Batınî olduğu anlamına da gelmez. Batınîlik, şeriata ait
ilkelerin zahirî anlam ve hükümlerini kabul etmeyerek sadece Batınî anlamları
tercih eden bir fırkadır. Halbuki şer’î hükümlerin zahirî anlamlarını
kabul ederek, bu anlamların dışında batınî anlamlardan da söz etmek bir te’vil
yöntemidir. Zaten Şeyh’e göre bâtın, zâhiri zedelemez; zâhiri teyid eder ve
tamamlar. Dolayısıyla onun tasavvuf felsefesinde zâhir ve bâtın iç içedir.
Klasik Batı Düşüncesi’nde
akıl temelde ikiye ayrılmaktadır. Reason(Aklın eşyaya yönelik işleyişi) ve
ıntellect(Aklın metafizik işleyişi). Arapça’da bu işleyiş kalp veya fuâd adını
almaktadır. Sûfîler bu akıl kategorisinde ikinci şıkkı yani, aklın metafizik
işleyişi olan kalbi tercih ederler. Çünkü rasyonel bilgiye dayanan akıl veya
işleyiş, hakikati kavrayamaz. Reason(Aklın eşyaya yönelik işleyişi)’da akıl,
hüküm veren bir konumdadır. Intellect(Aklın metafizik işleyişi)’te ise akıl
pasiftir, yani hakikati doğrudan alır. Dolayısıyla sufîler, aklın pozitif
anlamda, eşyaya yönelik hüküm veren işleyişini yetersiz görürler.
Şeyh
Bedreddin’e göre de akıl, görüş, düşünüş, keşif ve apaçık görüp anlayış
bakımından anlamaya bir alettir. Sufilerin akıl, ayak bağıdır ve örtüdür demelerinin
nedeni, düşünce ve görüş bakımındandır. Çünkü düşünce kuvvetine, hayal ve
vehimde girebilir ve aklı yanıltabilir; akıl da eşyayı nasılsa öyle anlayamaz.
Bu yüzdendir ki, akıl-fikir sahibi mütekellimler, meselelerden bir meseleyi
düşünceleriyle bulmuşlar, uzun bir zaman ona kanmışlar, sonra onu
değiştirmişler, yıllardan sonra bir başka şekle sokmuşlardır. Çünkü düşünce
bakımından akla inanmak, dayanmak perdedir; perdeler gönlü gerçekten saptırır.
İş nasılsa öylece anlaşılmaz. Özetle akıl için iki yol vardır; biri düşünceyle,
görüşle anlayış; diğeri kalbi arıtmakla anlayış. Aklın keşif yoluyla anlayışı
daha tamdır, doğrudur ve yanılmaktan daha uzaktır. Görüş ve düşünce yoluysa
hayallerle karışır, o yolun hatası çoktur. Keşif yolu da ancak kalbi arıtmakla,
Hakk’a yönelmekle, peygamberlere uymakla, onların yoluna gitmekle olur. Düşünce
yolunda, kalbi tasfiye olmadığından bu yol perdedir, azgınlıktır. Gerçeği
isteyene, yolculuğunda peygamberlere uyması, riyazatta, mücahedede bulunması,
bozuk düşüncesine kapılıp akla uymaması gerektir. Sonunda iş açılır, görünür ve
akıl, bulanıklıklardan kurtulur, gerçek de nasılsa öyle anlaşılır.
İbn Arabi ve
Davud el-Kayserî’ye göre de, akıl en iyi şartlarda dahi Vücûd ya da Allah
hakkında yetersiz bir bilgi sağlayabilir. Akıl, Allah’ın bizatihî sonsuz bir
biçimde aşkın ve asla bilinemez olduğunu anlayabilir; ama O’nun içkin ve her
şeyle tecellî ettiğini salt kendi kaynaklarına bağlı kalarak asla söyleyemez.
Buna karşılık akıl, akılla kavranan aşkınlığı hayal ile idrak edilen içkinlikle
uzlaştırmak sûretiyle Allah hakkında bize yeterli bir bilgi sunabilir. Yani
akıl, nebevî mesaj esası üzerinde, ancak hayalle uyumlu bir biçimde çalıştığı
zaman, insan kendisinde içkin bulunan ilahi isimleri gerçekliğe çıkarıp insânî
mükemmelliğe ulaşabilir. Nitekim İbn Arabî’ye göre, akıl ve isbat
yoluyla hareket edecek olursak ve bunun karşılığında inanç’ın verdiği keşf’ten
kendimizi yoksun bırakırsak, bir çok felsefe akımında olduğu gibi yanılgıya
düşmekten kurtulamayız. Ayrıca İbn Arabî akıl ile ilgili şu öğüdü de
verir: “Allah’tan sana bir ilim geldiği
zaman, onu sakın fikir terazisi’ne sokma ve aklı da bunun için bir yol yapma.
Çünkü o saat helâk olursun. Zira ilâhî ilim, teraziye girmez.”
Burada
tasavvuf erbabı, bütün bilgilerimizin akıl’dan kaynaklandığını iddia eden
dogmatik rasyonalizm’den farklı düşünmektedirler. Mutlak manada aklı
reddetmeyip, aklın tenzîhî idraki sağlayabileceğini, fakat bunun sûfî
epistemolojide yeterli olmadığını ifade etmaktedirler.
İbn Arabî’ye
göre, akıl yoluyla ortaya atılan bir delil başka bir delil tarafından
çürütülebilmektedir. Dolayısıyla, doğru bilgiyi sadece tefekkür ve akıl
veremez. Doğru bilgiyi insanın kalbine aşılayan, sadece Allah’tır, ki buna keşf
adı verilmektedir. Nitekim Konevî’ye göre de, sadece akıl
ve tefekkür yoluyla hakikat’e ulaşmak kâbil değildir. Bir başka ünlü şair-sufi, Feriduddin Attar ise
konuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Hakikat zahir olunca, akıl geri
çekilir. Akıl ubudiyetin gereğini
yerine getirir ama rubûbiyyetin hakikatinden yana bir şey anlayamaz.
İşte İbn
Arabî, Konevî, Davud el-Kayserî ve Şeyh Bedreddin’in ‘mükaşefe ehli’ derken kastettikleri
kimseler, sözkonusu bu (akıl ve inançtan kaynaklanan mükâşefe arasındaki)
uzlaştırmayı sağlayarak, kendileriyle Allah arasındaki perdenin kalkmasına
tanık olan kimselerdir. İbn Arabi’ye göre, avâm, Allah’ın içkinliğini; mükâşefe
ehli hem içkinliğini, hem de aşkınlığını idrak eder. Akla önem ve öncelik
verenler ise O’nun yalnız aşkınlığını kavrayabilirler. Allah seçkin kullarında
iki anlayış tarzını birleştirir.
Ele aldığımız
sûfilerin akıl görüşleri, hakikate ulaşma yollarıyla, bir başka ifadeyle bilgi
felsefeleriyle de paralellik arz eder. Netice itibariyle onlar, hakikate ulaşma
noktasında ve Allah’ın zâtî mahiyeti gibi ilahî ve metafizik alanlarda aklın
tek başına yeterli olmadığını, aklın yalnızca maddî nesneleri idrak
edebileceğini ve hakikate ulaşmada mükâşefe ya da keşf yolunu tutmak
gerektiğini ifade ederler. Nitekim Gazalî de, aklın, Allah’ın yer yüzündeki
mizanı(kriteryumu) olduğunu belirtmiş, ancak âşıkların Tek Gerçek olan Allah’ı,
fenâ ve sarhoşluk(sekir) halinde müşâhede ettiklerini de ifade 429
etmiştir.
Şeyh
Bedreddin ve Ekberî gelenek içerisinde yer alan diğer sufîler, Ulûhiyet’ten söz
ederken, genellikle Allah’ın bizim O’nu kavradığımız şekilde olduğunu
kastederler. Fakat onlara göre, Allah bizâtihî O olarak bilinmez, zira O gayr-ı
müteayyendir; veya hatta ‘şey-değil’dir. Zira her ‘şey’ O’nun Zâtî tezâhürünün sadece
bir tarzıdır. Tanrı hakkında, tecelliye dayandığı ve zevk,
keşf, ru’yet, müşahede ya da fütûhât’la elde edildiği söylenen bilginin değeri
ve doğrudan doğruya tanıklık yoluyla ulaşılan bu bilgiye(idrake) nereye kadar
güvenebileceği hususunda ise İbn Arabî; “ Hiçbir şey Hakk’a, O’nun Zatı ve Vücudu açısından varmaz.”
demektedir. Ona göre, O’nun Zatı aranıp arzulanmaz. Arayan ve arzu eden O’nun
hakkında yalnız marifet veya olsa olsa müşâhede ve ru’yetini arayabilir; tüm
bunlar O’ndandır, bizâtihî O değildir.
İbn Arabî’ye göre Hakk
Teala, kendi zatı için ve kendi kendisiyle(bizâtihî, lizâtihî) mevcûddur. O’nun
varlığı mutlaktır ve kendisinden başka bir şeyle mukayyed(bağımlı) değildir. Dolayısıyla İbn Arabî, Allah tasavvurunda,
varlığın gerçek ikiliğe sahip olduğunu söylemek istemez. Ontolojik bakımdan
yalnızca bir hakikat vardır; epistemolojik açıdan ise iki manzara göze çarpar:
Zahîrî âlemi aşan, onun üstünde yer alan bir Hakikat ve son izah ve temelini
Hakk’ın zâtî birliğinde bulan subjektiveliklerin çokluğu. İbn Arâbî, kıdem, ezeliyet, vahidiyet ve vücub
gibi, dinlerin kabul ettiği tenzihî sıfatları inkar etmez. Fakat Allah’ın
kendisini vasfettiği sıfatlarını, zahirî anlamlarından çıkartacak tarzda tevil
ederek genel düşünce sistemiyle paralelleştirmektedir. Buradan, İbn Arâbî’nin müsbet sıfatlardan
münezzeh, sadece metafizik bir ilke olan Vahdet-i Vücûd İlâhı ile, bu sıfatlara
sahip dinlerin İlâhı arasında bir fikir geliştirmekte olduğu ortaya çıkar. O,
bu iki anlayışı uzlaştırmaya çalışır. Fakat, İbn Arâbî’nin de kendisine itaat
edilen, sevilen ve yaklaşılmaya teşebbüs edilen bir İlâhın varlığına inandığına
şüphe yoktur. Üstelik onun dini eğilimi bazen öyle bir noktaya varır ki yalnız
bir mü’minin eğilimi değil, filozofun eğilimi de kendisiyle boy ölçüşemez. Bu eğilimin
hararetinde, onun iman ve sadakatinin kuvveti görünür. İbn Arabî, Allah konusunda sözler(görüşler)’in
ihtilaf ettiğini, halbuki matlup(gaye)’un bir olduğunu belirterek, her talib
için ortaya çıkan şeyin ancak Allah olduğunu, başkası olmadığını belirtir ve Allah ile ilgili tasavvurların
farklı farklı olmasına rağmen, bu tasavvurların müşterek bir gaye etrafında
toplandığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu gerçek de, Allah’ın varlığı, vâr
olması gerçeğidir.
Konevî de,
Hakk’ın Zâtından ayrı olmayan Zâtî sıfatının, kendi ötesinde hiçbir çokluğun
veya hiçbir nisbet veya itibarın düşünülemeyeceği ‘ahadiyet-i cem’/çokluğun birliği’nden ibarettir
diyerek öncelikle aşkın
Allah tasavvurunu ifade etmiştir. Ancak Konevî’ye göre Vücûd-ı Mutlak’ın iki
itibarı vardır; birincisi, onun sadece ‘vücûd’ olmasıdır. Bu itibarla o,
daha önce işaret edildiği gibi, Hakk’tır. Bu vücûdda kesret/çokluk, terkip,
sıfat, na’t, isim, resim, nispet ve hüküm söz konusu değildir. Bilakis O,
Mutlak Varlık’tır. Ancak, vahdeti kesretinin, basitliği terkîbinin, zuhûru
bâtınlığının, âhirliği evvelliğinin aynıdır. O, herhangi bir vasıta olmaksızın Zâtı ile,
her hâl ve vakitte sözü edilen bu iki küllî ve zıt hükmü(yani mutlaklık ve
mazhara ait çokluk) kabul eder; hâzır ve gâib olmak, zâhir ve gizli kalmak gibi
iki zıt durumu birleştirir. Bu halde dilerse her sûrette zuhûr eder, dilemezse
sûret O’na izâfe edilemez. Hakk’ın taayyünü, sûretle somutlaşması ve sıfatları
ile vasıflanması, varlığının kemâline, izzetine ve kutsiyetine zarar vermez. Bu ifadeleriyle Konevî, Allah’ın hem
aşkınlığına hem de içkinliğine vurgu yapar. Yani O’na göre, Şe’nlerde/her işte,
yeni halde Hakk’ın zuhûru çoğalır; bununla beraber Hakk mutlak anlamda
birdir/ahadiyet. Hakk, hakikati itibarı ile, gerçek anlamda
bir; itibarî olarak çoktur. Hakk’ın birliği bilinen birlik ve çokluğun üzerinde
bir birliktir. Çünkü bilinen birlik, çokluğun zıddıdır ve onunla çelişir.
Hakk’ın vahdeti ise, her çeşit vahdet ve kesretin, basitlik ve terkîbin
kaynağıdır; hatta O’nda bunların hepsi, bunların ürünleri ve diğer şeyler zuhûr
eder. Dolayısıyla Konevî’ye göre Hakk, zâtî
mutlaklığı ve ihâtâsı itibariyle hiçbir isimle isimlendirilemez ve hiçbir hüküm
kendisine izafe edilemez ve hiçbir resim ile nitelenemez veya hiçbir vasıf onu
sınırlayamaz. O, kendisinde hiçbir ihtilaf bulunmayan
Vücûd-ı Mutlak’tır. O, mukâbilinde, kesret/çokluk düşünülemeyen ‘gerçek’
bir vahdetle ‘Vâhid’dir. Nitekim Konevî, O Allah’tan başka bir şey
olmadığına şahitlik ederim; bu, Hakk’ı Hakk ile gören ve Hakk’ın kendisini
gösterdiği ve onunla kendisi hakkındaki şahitliği izhar eden bir kulun
şahitliğidir diyerek içindeki aşkın Allah inancını da açık
bir şekilde ifade eder.
Kayserî’ye
göre de, Allah’ın tümel veya tekil anlamlara katılması demek, onlarla ortaya
çıkması demektir. O’nun bunlarla tecellîsi kimi zaman küllî mertebeleri, kimi
zaman da tekil mertebeleri içinde olur. Öyleyse O, kendisi açısından tek bir
Zât’tır ve sıfatlarıyla ortaya çıkışıyla da çoğalan bir Zât’tır.
Şeyh
Bedreddin’e göre de, gerçekte vâr olan, yalnızca bir ve kahhâr olan Allah’tır. Hakk’ın
Zâtı her şeyden münezzehtir. Fakat her şey de O’ndadır; O da her şeyde. O
sûretten münezzeh olmakla birlikte, sûrettedir de. Başka bir yerde de, “Mutlak Varlık, varlığı vacip olan varlıktır, her şeyin varlığı O’nunladır ve o, Allah’tır. Her şey de O’nun mazharıdır, her mazharla
zâhir olan O’dur, ızhâr eden de O’ndan ibarettir. Bil ki Mutlak Varlık olan
Hakk’ın her mertebede iki yönü vardır; biri tesir ediştir ki o faaldir; diğeri tesir altında kalıştır ki, bu da münfail oluştur.
İlk bakımdan Allah’tır, ikinci bakımdan âlemdir, yaratılmıştır, sonradan olmuştur, bunu anlayıver. ” der. Ona göre Allah, her mertebenin
üstündedir; tüm eşya O’ndan var olmuştur. O her şeydir, her şey de O’dur. Bu
mertebede varlık için öncelik, sonralık, görünmek, görünmemek mertebeleri
yoktur, diğer mertebeleri de bunlarla kıyaslanabilir. Çünkü her şeyden mutlak
i’tibar edilir, ikinci bir i’tibara göre de her şey, O’nunla vâr olmaktadır. Şu
halde bu mertebede ezel ve ebed de olamaz, ikisi de aynı şeydir. Ayrıca Mutlak
varlık için iki i’tibar daha vardır. Biri taayyun etmemektir, diğeri de taayyun
etmek. Taayyun etmemesi, Zâtı itibariyle taayyünden de münezzeh oluşu
bakımından ‘ahad’dır, celal sıfatıyla mevsuftur; taayyun etmesi,
sıfatlarıyla zuhuru bakımından ‘vâhid’ adıyla anılır, cemâl sıfatıyla
mevsuftur. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin, ifadelerinde içkin
ve aşkın Allah telakkisini bir arada ortaya koymakla birlikte, Allah’ın Zât’ı
ile her şeyden münezzeh olduğunu yani aşkın Allah düşünceni devamlı olarak
vurgulamıştır.
Ona göre “Allah’dan
başka yoktur tapacak” sözünün anlamı
da, varlık aleminde Allah’tan başka vâr olan yoktur demektir. Hakk, külliyât-ı küllîdir/kâinatın bütünüdür. Ancak O, küll olmaktan münezzehtir. Küll ile
muttasıftır. Hakk Tealâ’nın zuhûra zâtî meyli vardır. Bunun
gerçekleşmesi de ancak cüziyyâttaki taayyunla(belirlenme ile) mümkündür.
Muhabbet de bu zâtî meylden ve Zâtî iktizâdan ibarettir. Burada Şeyh Bedreddin,
Allah’ı, başlı başına küll olarak yani kainat ile aynı görmeyip, külliyât-ı
İlâhî’yi âlemin her cüzünde sıfatlanmış olarak görür. Bu ifadelerinde, Şeyh
Bedreddin, Allah’ın Zât itibariyle değil sıfatları itibariyle taayyun ve tecellîye meyli olduğunu ifade eder ve koyu
bir materyalizme düşmediğini de ortaya koymuş olur. Ona göre, “Ben gizli bir
hazineydim, bilinmeyi sevdim. Beni bilsinler diye de (halkı)varlıkları
yarattım(halk ettim).” sözleri Hakk’ın kullarına duyduğu muhabbet sonucu
oluşan taayyuna işaret etmektedir. Yani Allah, “tahakkuk(gerçekleşme) da, taayyun da, zuhûr da yoktu.
Öyle olduğu halde ben halkı(varlıkları)
yarattım.”demektedir. Burada Şeyh Bedreddin, sufî gelenek içerisinde yer
bulan, Tanrı’nın bizzat bilinmek isteyen ve yarattıklarına bizzat kendisini
tanıtmak isteyen bir varlık olduğu anlayışını vurgular. Ona göre muhabbet ve
ma’rifet hususunda, bu açıklama ile bazı meşâyihin hayal ettikleri anlam
arasında çok fark vardır.453 Vâr olanın Hakk olduğu ve O’ndan başka
mevcûd olmadığı bilinmelidir. Bunun için onların ‘Yâ mevcûd, yâ maksûd’
demeleri de bunu gösterir. O, bütün şeyleri kapsar. Birbirlerine karşıt ve zıt
olsalar dahî. Çünkü her şey varlık kapsamı içindedir. Ayrılık(zıtlık)
mertebeler itibariyledir. O, mertebelerden münezzehtir ama bu mertebelerden
ayrı da değildir.454 Ayrıca ona göre Allah, Adem’i kendi kemâl
sureti üzere yaratmıştır. Buradaki sûret manevidir, gözle görülen sûret
değildir. Çünkü Hakk’ın Rab oluşu mertebesinde, Allah’lık mertebesinde, görünür
bir sûreti yoktur, bundan münezzehtir.455 Ve sûretler ortadan
kalkınca Hakk Tealânın bakî olduğu, bir ve ortağının olmadığı ortaya
çıkacaktır. Hakk Tealâ her şeyde müessir olmak yönüyle İlah’tır. Tesir altında
kalma(etkilenme) yönüyle de, kuldur, mahluktur, mecburdur, mahkumdur,
kahredilmiş(yenilmiştir)tir ve dolayısıyla bu fiillerin hepsi Hakk’ındır,
sûretler ise O’nun aletleridir. Kulun sûretinde de Hakk’ın dışında bir şey
yoktur.456 Şeyh’in bu ifadelerinde de yoğun olarak içkin, taayyun
eden Allah düşüncesi görülmektedir. Ancak Hakk’ın İlah, Rab, Ahad, tesir eden
yönünü de devamlı olarak vurgulamaktadır.
Yine aynı içkinlik ve aşkınlık paradoksu içerisinde ona göre, Allah
bütün işlerin kendisinden zuhûr etmesi ve bütün kemal sıfatlarıyla mevsuf
olması dolayısıyla Mutlak Varlık’tır. Bu sebeple de O’na Allah denilmiştir.
İşler, sıfatlar, meydana gelen şeyler ve kemâlât(olgunluklar) mazharlar
vasıtasıyla zahir olur. Mazharların tümü, kemâllerin tümünü meydana getirir,
tamamlar. Her mazharda mazharların ayrılığı, aykırılığı yüzünden çeşitli, ayrı
ve aykırı şeyler O’ndan zahir olur. Çokluk mazharlardadır; noksan sıfatlardan
arı ve yüce olan Hakk ise birdir, bütün mazharlardan tecellî eder. Mazharların
her biri sûret bakımından diğerinden ayrı ve ona aykırıdır; fakat O, gerçek
bakımından o mazharların varlığıdır. Mazharların her birinden suret bakımından
ona has olan şeylerle zâhir olur, fakat her şey gerçek bakımından Allah’tır. Şu
halde onlardan biri “Ben Allah’ım.” dese gerçek bakımından doğrudur;
çünkü her şey O’ndan sâdır olmaktadır. Bu bakımdan mazharların çokluğu, sayıya
sığması nedeniyle O’nun çok olması sayıya sığması lazım gelmez. Ancak sûret
bakımından mazharlardan bir şey sâdır olmadığından her biri de Hakk’dan
ayrıdır, Hakk değildir demek de doğrudur. Buna göre Zât bakımından çokluk ve
aykırılık yoktur; çokluk hep anlayış ve i’tibar bakımındandır. Özetle çokluk
burada ancak hayalden, vehimden ibarettir. “Allah vardı, onunla beraber
hiçbir şey yoktu, O nasılsa yine öyledir.”
hadisi ve “Her şey helak olur,
ancak O’nun hakikati kalır.” ayeti işte buna işarettir.
Şeyh
Bedreddin’in burada ortaya koyduğu ifadelerden hareketle, tenzîhî Allah,
ulûhiyet, rahmet, ubûdiyet gibi Akâid ilkelerine bağlı kaldığı görülmektedir.
Yani Allah, Zâtı bakımından mutlak, her şeyden münezzeh ve aşkın, fakat tecellî
ile zuhûra(ortaya çıkma) zâtî meyli sebebiyle de her şey O’nun sûreti ve
dolayısıyla da her şeyde içkindir. O her şeydedir. Her şey de O’ndadır. Zuhûru,
cüz’î şeylerde taayyünüyle tahakkuk eder.
Dolayısıyla onun
ifadelerinde temelde, Tanrı’nın varlığını yadsıma, hafife alma veya aşkınlığını
reddetme fikri de olmayıp; Tanrı’nın idrakinin, bir takım Bâtınî izahlarla da
ortaya konulabileceğini ortaya koyma çabası görülmektedir. Bu ifadelerde
görüldüğü üzere Şeyh’in Allah anlayışı, Vahdet-i Vücûd sistemi çerçevesinde
olmakla beraber, süreç felsefesinin çift kutuplu Tanrı anlayışını da andırır.
Ancak temelde dile getirdiği felsefe Vahdet-i Vücûd’dur.
Bu gelenek
içerisinde yer alan Nablûsî(1641-1731)’ye göre de, sadece gerçek varlık vardır;
bütün sûretler, isim ve sıfat olmaları yönünden ona aittir. Sûretler, çoktur,
sıfat ve isimler de çoktur. Hakkın ezelî zât olması açısından, sûreti yoktur.
Zât, birdir, sûretlerde zuhûr eden varlık birdir. Şu halde bütün
yaratılmışların suretleri, ebedi olarak bulundukları hal üzere değişme
olmaksızın, ‘sıfat ve isimlere’ mensup Gerçek Varlık ile ‘Zâta aid’
Gerçek Varlık arasında perdedirler.
Sonuç olarak
İbn Arabî, Konevî, Kayserî ve Şeyh Bedreddin’in Allah tasavvurları birbiriyle
örtüşmektedir. Onlara göre Allah’ın içkinliği yani küll ile muttasıf olması,
O’nun aşkınlığına engel değildir. Bilakis bu ifadeler Allah’ın âlemin her
cüzünde sıfatlarıyla sıfatlanması yani kâinattaki taayyunuyla tahakkuk etmesi
anlamındadır. Yoksa Allah’ın aşkınlığını kabul etmeme veya aşkın Allah’ı
reddederek Allah’ı tamamen kâinatta içkin olarak gören bir anlayış
görülmemektedir. Dolayısıyla Tanrı tasavvurundaki temel unsurlar mutlaklık,
münezzehlik, aşkınlık olmakla birlikte; teşbih ve içkinlik de O’nun bu
yönlerine zarar vermemektedir.
İbn Arâbî
zamanında, berzahtaki yaşantının hayali mahiyette olduğu çok sayıda filozof,
kelamcı ve sufî tarafından kabul edilmekteydi. Nitekim İbn Arabî’de bu bağlamda, haşr,
berzah, mizan, azab, naim gibi terimlerin sadece makamların remzî timsalleri
olduğunu ve cehennem azabının insan fiillerine ait sembollerden ibaret olduğunu
belirterek; cehennemin, kişiyle Allah arasında gerçek bir uçurum olduğunu
tasavvur etmekte ve kişinin onunla olan zatî birliğini idrak etmemekte
yattığını ifade eder.
Konevî,
enbiyâ ve evliyânın, kıyametin gerçekleşeceğinde müttefik olduklarını
belirterek , ahiretin,
insanın bedenen ortadan kalkma vaktinden, ebede kadar onun başına gelecek ahvâl
olduğunu ifade etmiş ve “İşte
amelleriniz, size sunulmaktadır.” kelamından hareketle, “ahiret ahkâmı
dünyadan neş’et eder ve dünya, mâder-i ahirettir ” demektedir. Ayrıca, ravza, köşk,
ağaç, nur, yılan, akrep, çukur, ateş ve ateş aynıyla o kimsenin müşahhas olan
amelleri ve ahlakıdır, diyerek de ahiretin bâtınî anlamına da dikkat çeker.
Dâvud
el-Kayserî’de aynı paralelde cennet ve cehennemin her âlemde mazharları
olduğunu -yani hem bu dünyada hem de berzah âleminde-, çünkü ilmî hazrette
bunların aynlarının bulunduğu hususunda şüphe olmadığını belirtir. İnsânî
âlemde de onların bir varlığının olduğunu söyler. Çünkü ruh ile kalbin makamı
ve bunların yetkinlikleri cennet(na’im)’in ta kendisidir; nefs ile hevâ ve
bunların gerektirdiği şeyler de cehennemin kendisidir. Bundan ötürü kim kalp ve
ruh makamına girer, ahlâk-ı hamîde ve razı olunan niteliklerle nitelenirse;
türlü nimetlerle nimetlenir. Kim de nefsiyle birlikte durur; nefsinin
lezzetleri, heva ve şehvetlerine kapılırsa türlü azaplarla azaplanır. Ona göre
cennet ve cehennem mezâhirinin son mertebleri de ahiret yurdundadır. Kayserî ayrıca, kıyametin beş ayrı anlamı
olduğunu ifade ederek, herkesin beklediği vahyedilen kıyamet dışında da
kıyametin farklı anlamları olduğunu belirtmiştir. Bunların her birinin şartları
ve sonuçlarının bir kısmının açıklanmasını Kur’an ve sahih hadisler açıkça
içermektedir; bir kısmı da işaret yoluyla açıklanmış, ki bunların ortaya konması doğru olmadığını
belirtir ve kıyametin zâhirî anlamı yanında bâtınî anlamının da olduğuna dikkat
çeker.466
Şeyh
Bedreddin de içinde bulunduğu ekolün bir devamı niteliğinde, bir insanın fıkıh
meselelerini anlaması, fakih olması için nasıl fıkıh kitaplarıyla uğraşması
gerekse, ahiret yolunu öğrenmek, ahiret işlerini etraflıca anlamak isteyenin de
ahiret bilginlerinin kitaplarıyla meşgul olması gerektiğini söyler. Onlar bu
bilgiyi kitap ve sünnetten elde ettiler, onların kitaplarına ihtiyacım yok, ben
de kitap ve sünnetten elde ederim; onlar da adam ben de adamım dememesi icab
eder. Bu düşünceyle kişinin ömrü yiter gider, kişi hiçbir şey elde edemez. Ancak
yok olmuş, yokluğa ermiş temiz kişilerden olan efrad, bu kaidenin dışındadır.467
Dolayısıyla O’na göre ahiret yolu öncelikle ahiret işleriyle ilgili kitapları
okumakla bulunur. Ancak nefsini arıtan, nefsini yok eden kimselerin buna
ihtiyacı yoktur.
Şeyh Bedreddin,
ahiret işlerinin cahillerin düşündüğü gibi olmadığını, bu işlerin avâmın
sandığı gibi şehâdet âleminden olmadığını ifade eder. Ona göre peygamberler ve
aziz kimseler, söylediklerinde doğrudur. Fakat mesele onların söylediklerini
anlamadadır. Cennet, huriler, elbiseler, saraylar, ağaçlar, meyveler, nehirler,
azab, ateş ve benzerleri eserlerde belirtildiği ve haberlerde yayıldığı gibi
açık anlamlarıyla sınırlı değildir. Peygamberler ve aziz kimselerin
buyurdukları üzere başka anlamları vardır.468 Bu ifadelerle o,
ahiret hayatı ve ahiretle ilgili işlerin zâhirî anlamlarının dışında farklı
anlamlarının da olduğunu ifade eder. Ayrıca ona göre, beden için
beka(süreklilik) yoktur. Fena bulduktan(yok olduktan) sonra olduğu gibi,
bedenin cüzleri için de bir araya gelme yoktur. Ölülerin diriltilmesinden
murad(maksad) bu değildir. Gafil olanlar dünya ile meşgul olmaktan dolayı
hakikati anlayamazlar.469 Peygamberin zamanında bazı kimseler,
umdukları, kendi anladıkları Deccal’ın çıkmasını, kıyametin kopmasını, Dabbetü’l-Arz’ın
zuhurunu ve daha da bunlar gibi bir çok şeylerin kendi zamanlarında olmasını
beklerlerdi. Sonra gelenlerde bunların olmasını kendi zamanlarında beklediler,
hatta bu konularla ilgili kitaplar da yazdılar. Halbuki esenlik ona,
Peygamberin zamanından beri sekiz yüz yıl geldi geçti de avamın hayal ettiği
şeylerden hiçbiri zuhur etmedi, daha da binlerce yıl gelip geçer, onların hayal
ettikleri şeylerden hiç biri olmaz. Bu ifadelerden hareketle Şeyh Bedreddin’e
göre âlem, Allah’ın zâtına nispetle hâdis sayılsa da, yine kadîm olan Allah’la
beraber mevcud olduğundan kadîmdir, yani kıyamet kastedilen bu anlama göre
kopmaz.
Ona göre
cesedler, insanların sandıkları gibi haşredilmez.470 Cesedlerin
haşri avamın sandığı gibi değildir. Bu sahih ve caiz değildir. Fakat öyle bir
zaman gelir ki, insanlardan kimse kalmazsa, yeniden topraktan anasız babasız
biri doğar ve sonra türer(ürer).471 Yüce Allah: “Yağmur yağdırırız da yeryüzünden meyveleri o yağmurla çıkarırız, işte ölüyü de bu şekil diriltir, çıkarırız. Öğüt alırsınız belki.472”
demiştir. Demek ki, iki çıkarış arasında bir fark yoktur. Bu da kıyamette
dirilen bedenin, çürüyüp giden beden olmadığına işarettir; nitekim çıkan, biten
meyveler de, yok olup giden meyvelerin aynı değildir.473 Bu
ifadelerden hareketle de, Şeyh Bedreddin’in haşr-ı ecsâd’ı(Ahiret gününde
yeniden bedenen dirilme hadisesini) inkâr ettiği iddia edilmektedir. Ancak
burada Şeyh’in ifadelerinden anlaşılan şudur ki, Şeyh, cesedlerin haşrini
tamamen reddetmeyip, cesedlerin haşrinin zahirî anlamda çürüyen bedenin bir
araya gelmesi değil de, yok olan bedenin tekrar diriltilmesi olduğunu belirtir.
O, beden için yok olma olsa bile ruhun yok olmayacağını ve melekût âleminde var
olacağını ifade eder. Çünkü ona göre ruh, bedenle kâimdir.
Şeyh
Bedreddin’in peygamberlik hakkındaki görüşleri şu şekildedir: “Nebîler,
çocuk sahiplerine benzerler. Zira onlar çocuklara kemâlât kazandırmak için
onları, gerçekte var olmayan bazı şeylerle
korkutup umutlandırmaktadırlar. Fakat çocuklara söylenen bu katıksız yalanlar
Nebilerin şanına yakışmaz. Nebilerin sözünü ettikleri şeylerin korku ve ümit vermek
açısından başka anlamları
vardır. Bu sözleri dinleyenler, ilmî derecesine göre bunları hakiki manasının
dışında hayalinde canlandırırlar.
Arifler gerçeği bilirler.
Mesela birine denilse, “Şunu
yaparsan sana nurdan yedi kuş verilecek.”
Bunlardan maksat, ilim ve marifetten(irfan, hüner) iki meseledir. Halbuki bu
sözü işiten kişi, bu sözü herkesin anladığı şekilde anlar, ancak maksad bu değildir. Bunu ancak Peygamberler
bilirler. Bunun benzeri, rüyada da olur. Kişinin
rüyada gördüğü sûretler,
görüldükleri gibi değildirler.
Ama herkes bir çok düş gördüğü için, görüldüğü gibi olmadığı anlaşılmış,
izahına çalışılmış ve anlamlarının neye delalet ettiği bilinmiştir. Peygamberlerin yolunun dışında bir yol yoktur. Bu hususta velilerin dışındakiler kördür. Veliler de bunları
keşf ile bilirler. Halk bu konuda ne
gibi zanlar içindedir? Allah’a (varmanın) yolları çok çeşitlidir. Tatmayan bunu bilmez.474”
Bu ifadelerden hareketle Şeyh’e göre, Peygamberlerin yolunun dışında bir yol
yoktur ancak iş onların sözlerini anlamaktadır. Nitekim bu sözlerin başka
anlamları vardır.
Başka bir
yerde de, “Bil ki, iş,
mutlak olarak riyazat ve mücahede üzerine kurulmuştur. Hususi bir tarzı yoktur. Fakat mücahedeler, devir değiştikçe
değişir, şeraitler de bu yüzden birbirinden
farklı olur. Peygamberlerin halleri de buna delalet eder. Çünkü hepsi de hak
üzerinedir ve gerçekten yolun yordamın ayrılığı
dolayısıyla birbirinden farklı sayılamazlar ve kınanamazlar.475”
diyerek çağlar değiştikçe peygamberlerin getirdiği şeriatlerin de değiştiğini,
kullandıkları farklı tarzlardan dolayı onlarında farklı olmadıklarını ve
temelde aynı şeyleri anlattıklarını dolayısıyla Peygamberlerin yollarının hak
üzere olduğunu ifade etmiştir.
Şeyh
Bedreddin, “Her Peygambere, yahut erene, zamanında buğzedilir, düşman olunur, ona karşı durulur; o Peygamber ve eren inkar
edilir; pek az kişi inanır ona.
Ama ölümünden sonra adı, zaman geçtikçe anılır, baki kalır, insanların çoğu ona inanır, insanlara sevgili olur
o Peygamber ya da eren... İnsanlar
zaman geçtikçe, sözkonusu Peygamber ve erenlere olgunluklar yükleyerek onlar
hakkında hayaller kurarlar, işte
bundan dolayı şimdiki erenleri
inkar ederler de geçmişlere
inanırlar.476” diyerek, de Peygamberlere ve erenlere olağanüstü,
insanüstü güçler ithaf etmek veya onları insanüstü gibi görmenin yanlış
olduğuna değinmiştir.
Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin’e göre Peygamberlerin getirmiş olduğu ilkeler haktır. Ancak
onların sözlerinin hakiki manasının dışında başka anlamları vardır. Yani burada
da ifadelerdeki zâhir-bâtın ilişkisine dikkat çekerek, kendisi gibi tasavvuf
erbabının bâtınî anlamlara da muttalî olduklarını belirtmektedir. Dolayısıyla
peygamberlik ile ilgili olarak da, içinde bulunduğu ekolün temsilcileriyle
paralel düşündüğü görülmektedir.
Şeyh
Bedreddin’e göre, cennet, cehennem ve ayrıntılarının(bunlara ait şeylerin)
anlamlarının, cahillerin aklettiği şeyler olması mümkün değildir. Bunların
başka manaları olup477, her iyi duruma cennet ve her kötü duruma
cehennem adı verilir. O’na göre, hem dünya hem de ahiretle ilgili her iyi ve
yüce duruma cennet denilir ve aynı şekilde de, ateş, yılanlar, akrepler ve
zakkumdaki durumlara kötü ve alçak durumlar denir. Kitaplarda nitelendirilenler
ve sözü edilen hurilerle köşkler ve diğerlerinin söylediklerinin sûretleri478
olduğunu ifade eder. Başka bir yerde de, cennetin, aslında melekût âleminden
ibaret olduğunu479 ifade ederek cennet’in yedi aşaması olduğunu belirtmekte , gerçekler katında cennetin, melekût
âleminde ibaret olduğunu, Adem cennetten çıkmıştır ifadesinin de Adem’in
yoğunlaşa yoğunlaşa bu aleme indiği, bu suretle sıfatlandığı şeklinde
anlaşılması gerektiğini belirtir. Dolayısıyla bir yerde cenneti, batınî anlamda
bu dünya ve ahiretteki iyi olan her şeye benzetmiş, bir başka yerde de klasik
kelam geleneğine uygun bir cennet tasvîri yapmış olur. Bu bağlamda onun cennet
ve cehennem telakkîsinin de bâtın-zâhir paradoksu içerisinde ele alındığı
görülmektedir. Ancak temelde ona göre de kabir azâbını, kıyameti, şefaat
sahibinin şefâatini, cenneti, cehennemi, mîzânı, sırâtı ve hesâbı inkâr eden
kimse küfre girmiş olur.
Şeyh
Bedreddin ayrıca, cennetin sekiz ve cehennemin de yedi kapısı olduğunu
tafsilatlı bir şekilde izah eder ve cennet ve cehennemin kapılarının göğün
katmanlarından ibaret olduğunu ifade eder. Ancak her zaman olduğu gibi konunun bâtınî
yönüne vurgu yapan şu ifadeleri de aktarır: “Olgun kişilerin elde ettikleri olgun ve üstün
tatlar, hurilere, köşklere,
cennetlere benzetilmiş,
anlatılsa bile bilgisiz, az ve kıt akılların anlayamayacaklarından onlara bu
adlar verilmiştir. İşin iç yüzü bu çeşit akıllara sahip olanlara açıklansa
bile, onlar buna aldırış etmezler,
dünyaya ve dünya tatlarına dalarlar; halbuki böyle söylenince özlemleri artar,
kulluklara koyulurlar; çalışmaya
girişirler, böylece de Hakk’ı anlarlar.
Hakk yoluna girenlere böyle yapılmamış
olsaydı, ilk zamanlarda bu çeşit
sözler söylenmemiş olsaydı,
“bilmedikleri yerden yavaş yavaş helake çekilirlerdi.” Allah, gerçeği söyler ve doğru yolu gösteren, doğru yola götüren de O’dur , “Gökler melekût âlemine işarettir, yeryüzü de Mülk âlemine. ” Huriler, köşkler, nehirler, ağaçlar, meyveler ve benzerlerinin
hepsi hayal aleminde gerçekleşir.
His
âleminde gerçekleşmez. ” Yüce Allah buyuruyor ki: “Gaybı
yalnız Alah bilir. İlimde
ilerlemiş olanlar ise, o’na inandık derler. ”
Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin, cennetin hem zahirî hem de batınî anlamlarının olduğunu söyler,
bununla birlikte onun batınî anlamı ön plana çıkardığı görülür. Hurileri,
köşkleri yüce hâle ve mertebeye delalet eden sûretler olarak görür. Vâridat’ta
bu bağlamda şu ifadelere yer vermektedir: “ “Allah’dan başka yoktur tapacak diyen cennete
girer.” denmiştir. Bunun meşhur anlamı, hurilerle, köşklerle ve benzerleriyle bezenmiş olan cennettir. İkinci anlamı şudur: Kafirler, savaşta tutsak olurlar, malları yağmalanır, kendileri öldürülür. Kim bu
sözü söylerse bundan kurtulur, emin oluş
kalesine sığınır.
Bunlardan kurtuluş, cennet sözüyle
anlatılmıştır. Üçüncü anlamı, bu sözle örtülen
kişi bu sözü, canına, malına,
ehline-ayaline kalkan edinen şahıs
cennete girmiş demektir. Yani
olaylardan, dertlerden örtünür, kurtulur. Dördüncü anlamı şudur: ... Bil ki cennet dünyaya ait
olsun, ahirete ait olsun, her yüce hale mertebeye ve durağa denir. Kitaplarda anlatılan ve
duyulan huriler, köşkler
ve bunlardan başka şeyler, bizim dediğimiz gibidir, onların söylediğimiz gibi suret olduğuna delil de şudur: Birisi rüyada kendisini
bezenmiş, güzel bir bahçede yahut yüce bir köşkte görse, dileğine erişeceğine,
bir yücelik elde edeceğine
verilir, onunla yorulur. Rüyada görülen suretler, ahirete ait suretlerin
cinsindendir; çünkü uyku küçük ölümdür, uyananın gördükleri de ahirette
görülenin cinsindendir. Artık uyan da cennet, cehennem, ateş, huriler, köşkler nelerdir anla. ” Şeyh Bedreddin, bu meseleyi batınî
yönüyle idrak edenlerin, mücahede ve riyazeti de kesinlikle bırakmamalarını
öğütler. Ancak ona göre kim aldanır ve değil mi ki, dünya, huriler, köşkler,
cennetler böyleymiş, bu çalışmalara ihtiyaç yok, lüzumsuz derse o adam, kötü
kişidir, sapıklığa düşmüştür, insanları da saptırır, öldürülmesi mubahtır.
Bu konuyla
ilgili olarak İbn Arabî de, öncelikle zâhirî bir cennet-cehennem tablosu
çizmektedir. Bu tabloyu veya tasviri tamamladıktan sonra, haşr, berzah, mizan,
azap, naim vb. gibi terimleri de “makamların remzî timsalleri” olarak
görür. Cehennem azabı, insan fiillerine ait sembollerden ibarettir. Cehennem,
kişiyle Allah arasında gerçek bir uçurum olduğunu tasavvur etmekte ve kişinin
O’nunla olan zatî birliğini idrak etmemekte yatar. Dolayısıyla İbn Arabî’nin de Cennet ve
Cehennem gibi mefhumları tasvirde kullandığı iki yaklaşım vardır. Bunlardan
birincisi zâhirî veya kelâmî yaklaşım, ikincisi ise Vahdet-i Vücûtçu
yaklaşımdır ki bu yaklaşımla, bir önceki yaklaşımdaki görüşlerini izah etmeye
çalışır.
Konevîye göre
de, ne cennet, ne de cennetten başka bir yer, insan-ı kâmili sığdıramaz.
Binaenaleyh onlar, her ne kadar diledikleri mazharlarda tezahür etseler bile,
Efendileri gibi, münhasır olmaktan, sınırlanmaktan, mekanlardan ve zamanlardan
münezzehtirler; hatta söz konusu bu kâmiller, nerede olursa ya da neredeliğin
ve mekanın bulunmadığı yerde Hakk ile beraberdirler; kuşkusuz ki, onlar için ne
sonralık, ne perde ne ziyaret etmek için hareket etmek ya da herhangi bir
vaktin ya da bir ismin veya sıfatın hükmünün başlangıcı ya bitmesi söz
konusudur. Cennet ehlinin kendisinden diledikleri şeyleri giymede muhayyer
oldukları güzel-beşerî suretleri kapsayan cennet çarşısı ise, mazharların
madeni ve kaynağı olan mutlak misal âleminin bir koludur.
Konevî’nin
diğer bir ifadesine göre ise, yedi gök unsûrîdir. Unsurî olan her şeyin ruhanî
kuvvetleri, unsurlar ile bezenmeleri, hatta mahiyetleri açısından tabiat
hakikatlerinin hükümleridir. Yedi gökler, cennetlerin gölgeleri gibidirler.
Sekizincisi, Adn cennetidir ki, o da, Rahmânî mertebenin gölgesidir. Her semâ,
özel ehli olan cehennem kapılarından bir kapıdır.
Kayserî’ye
göre de cennet ve cehennemin her alemde mazharları vardır-Yani hem bu dünyada
hem de berzah aleminde-. Çünkü ilmî hazrette bunların aynlarının bulunduğu
hususunda şüphe yoktur. İnsânî alemde de onların bir varlığı vardır. Çünkü ruh
ile kalbin makamı ve bunların yetkinlikleri cennet(na’im)’in ta kendisidir;
nefs ile hevâ ve bunların gerektirdiği şeyler de cehennemin kendisidir. Bundan
ötürü kim kalp ve ruh makamına girer, ahlâk-ı hamîde ve razı olunan
niteliklerle nitelenirse; türlü nimetlerle nimetlenir. Kim de nefsiyle birlikte
durur; nefsinin lezzetleri, heva ve şehvetlerine kapılırsa türlü azaplarla
azaplanır. Ona göre cennet ve cehennem mezâhirinin son mertebleri de ahiret
yurdundadır.
Konuyla
ilgili Cavit Sunar’ın, temelde Vahdet-i Vücûd müntesiplerinin eserlerini ele
alarak sentez sonucunda oluşturduğu “Tasavvuf Felsefesi” veya “Gerçek
Felsefe” olarak adlandırdığı eserinde ortaya koyduğu bu paraleldeki
fikirleri ise şunlardır: “Kamil insanlara hasıl olan akla ve kemale ait
lezzetler, hurilere ve cennetlerin lezzetlerine teşbih olunarak bunların isimleri adı geçen lezzetler için
istiare edilmiş ve bu da o
lezzetleri, soyut olarak kavramak ve anlamaktan yoksun olan noksan akıllılara
ve cahillere bir dereceye kadar anlatabilmek hikmetine dayandırılmıştır. Çünkü eğer bu lezzetler doğru açıklansa idi kısa akıllılar ve
cahiller ondan yüz çevirip sadece dünya lezzetleri için çalışacaklar, böylelikle en büyük
Ma’budlarını tamamiyle unutacaklardı. İşte
bundan ötürüdür ki, kemale ait lezzetlerden de huriler, kasırlar, saraylar,
cennetler ile tabir edildi ki kısır akıllılar onlara şevk duysunlar da Hakk’a vuslat için hakikati anlayıncaya
kadar ibadetler ve taatlerle uğraşarak bu yol ile Hakk’ı idrak
etsinler. Eğer böyle yapılmış olmasaydı Hakk yolu ihmal edilmiş olurdu... Hulasa, ilahî yönden bildirilen
vaad ve vaîdin hepsi haktır, fakat iş
onları gerçeği
üzere anlamaktır. Anlayan da hayvanlık mertebesinden çıkıp insanlık mertebesine
uruc eder. ”
Yukarıda
geçen ifadelerden hareketle Şeyh Bedreddin ve içinde bulunduğu ekolün diğer
temsilcilerine göre, ahiret hayatı, cennet, cehennem ve bunların dışındaki
gaybî meselelerin farklı manaları vardır. Diğer bir deyişle İbn Arabî, Konevî,
Kayserî ve Şeyh Bedreddin’de de görüldüğü üzere, cennet, cehennem, köşkler,
huriler, ırmaklar vb. gibi ifadelerin anlamlarının sadece açık(zâhirî)
anlamlardan ibaret olmayıp, bilakis ancak seçkin evliyalar tarafından
anlaşılabilecek batınî başka anlamlarının da olabileceğini belirtirler.
k.
Melek, Cin ve Şeytan
Şeyh
Bedreddin diğer görüşlerinde olduğu gibi bu konuyla ilgili olarak da bu
varlıkların daha çok bâtınî yönünü ön plana çıkarır. Ona göre kişiyi Hakk’a
yönlendiren her şey, melektir ve rahmandır. Kişiyi Hakk’dan gayrısına
yönlendiren her şey iblistir ve şeytandır. Kişiyi Allah Teala’ya ulaştıran
kuvvetlerin melektir; cismani lezzetlere, şehvetlere ulaştıran kuvvetleri de
şeytandır. Kişi meleklerle ve şeytanlarla doludur. Hüküm, gâlip gelenindir(Yani
bunların hangisi gâlip ise hüküm onundur). Cinler ise bu ikisinin arasındadır.
Ayrıca ona göre yeryüzüne düşen her yağmur damlasının bir sebebi vardır. Yağmur
damlasını yeryüzüne düşüren (illet)sebep, onu oraya indiren melektir. Bunun
için o damlanın düşmesine sebep olan şeylerin her biri de bir melektir. Kişi: “Her
katre bir melektir.” dese katreyi meydana getiren sebep dolayısıyla doğru
söylemiş olur. “Her katre meleklerdir.” dese, o katrenin cüzlerini
meydana getirenden dolayı doğru söylemiş olur. Bu, her suretin bir sebeple
temessül etmesine(mahiyetinin aksetmesine) ona melek denilmesine engel
değildir.
Şeyh
Bedreddin’e göre, göklere, yeryüzüne, unsurlara müvekkel olan melekler, onlarda
bulunan ve Hakk’ın dilediği tarzda onlarda zuhur eden kuvvetlerdir. Göz yumup
açıncaya dek, bir bakışta bile Rabb’e itaatten geri kalmazlar, bu onların ezelî
ve ebedî tesbihleridir ki, “Hiçbir
şey yoktur ki O’nu hamd etmesin... ” ayetiyle buna işaret edilmiştir.
İnsanın kan damarlarında dolaşan şeytanlara gelince, onlar da hayvânî nefsi
şehvetlere sürükleyen ve o nefiste mevcud olan kuvvetlerdir; bunlarla şeriate
ve Hakk’a karşı gelir. Peygamberin: “Şeytan,
kan damarlarında dolaşır.”
demesi de buna işarettir.497
Dolayısıyla melek ve şeytanların insanı hakikate, itaate veya hakikate karşı
gelmeye, şehvete götüren kuvvetler olduğunu belirtir.
Bu bağlamda
ona göre, melekler mülkün(görünen âlemin) bâtını olan melekûttandır. Bunlardan
hayra sebep olanlar melek diye isimlendirilir. Şerre sebep olanlar, şeytan ve
iblis diye isimlendirilir. Bu sebeplerle olunan şeyler insanların istidadına
uygun bir şekilde hayal ettiğine göre bir şahsiyete bürünüp görünür. Bazı
insanlar onların da hariçte(dışarıda) var olan diğer hakiki şahıslar gibi
zahirî ve şahsî varlığının olduğunu zanneder. Ama böyle değildir. Teşahhus ve
müşahede ettikleri şey(Tasavvur ettikleri şey) dışarıda değil, batınî bir
histir. Gören şahıs bunu, gözünü kapasa da aynıyla görür. Hiss-i cüz’î ile
Hakk’dan yüz çevirmiş kişi de şeytan diye isimlendirilir.498
Cinlerle
ilgili olarak ise o, cinlerin, melekten, şeytanlardan, iblisten daha umumi bir
söz olduğunu ifade eder. Ona göre bunların hepsi de ruhlar âlemindendir,
cisimler âleminden değildir. Bunlar küllî ve cüzî kuvvetlerden ibarettir.
Bunlardan insanı Allah’a yaklaştırmaya sebep ve vesile olanlara melâike,
Allah’dan uzaklaştırıp dünyaya meylettirenlere şeytanlar adı verilmiştir. Cin, melâikeden
daha umumidir. Melekler de cin lafzına dâhildir.499 “Köpek olan
eve melek girmez.” hadisindeki köpek, ev sahibine bulunan köpeklik
sıfatıdır ve onda melekliğe ait bir haz yoktur demektir.500
Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in yukarıda geçen düşüncelerinden hareketle bu
varlıklar ruhlar âlemindendir. Batınî özelliğini vurguladığı bu varlıkların,
zahirî ve şahsî varlığının olmadığını ve batınî bir histen ibaret olduğunu
belirtir. İbn Arabî’ye göre de,
melekler, sofiye ıstılahında insan-ı kebîr denilen bu sûretin yani âlemin
sûretinin bazı kuvvetlerindendir. Buna göre, melekler insanın yaratılışındaki
hissî ve ruhanî kuvvetler gibi sayılmıştır.
Kayserî de bu
paralelde, duyusal âlemde varlığa sahip olan her şeyin misâl âleminde de bir
varlığı olduğunu söyler. Buna karşılık bunun tersi doğru değildir. Bundan
dolayı, erbâb-ı şuhûd, misâl âlemine nispetle duyusal âlemin ‘sonsuz çöle
atılmış bir yüzük gibi’ olduğunu
söylemişlerdir. Hakk Teâla, türüne ait hiçbir sûret olmayan, mücerret akıllar
ve benzeri şeyler gibi, bir şeyin bu âlemde duyusal bir sûret içinde ortaya
çıkmasını isteyince, o şey duyusal bir şekle bürünür. Bu bürünme de şekle
bürünenlerle bürünülen şekiller arasındaki ilişkiye ve şekle bürünenin
yeteneğine göre olur. Tıpkı Hz. Ömer’in naklettiği ‘ihsan’ hadisinde
Cebrail’in Dıhye el-Kelbî ve başkalarının sûretine bürünmesi gibi. Geri kalan
semâvî ve unsurî melekler ve cinler de, her ne kadar ateşten bedenleri olsa da
böyledir. Ayrıca ona göre kâmil insânî nefislerin tüm
melekût âlemlerine girme güçleri vardır; tıpkı meleklerin şehâdet âlemine
girip, bu âlemin fertlerinin şekilleriyle şekillenmeleri gibi.
Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin’e göre bazıları, melekler ve şeytanların hariçte(dışarıda) var
olan diğer hakikî şahıslar gibi zahirî ve şahsî varlığının olduğunu zanneder.
Ama böyle değildir. Onlar melekût âlemindendirler.
Kur’an’da ve
Hz. Muhammed’in hadislerinde ruh kavramından bahsedilmiş olması, İslam
düşüncesinde ruhun varlığını inkar eden bir düşüncenin gelişmesini önlemiştir. Bu
bağlamda kelamcı, filozof ve mutasavvıfların, ruhun varlığını ve mahiyetini
ortaya koyan düşünceleri kabul görmüştür. Konuyla ilgili tartışmalı husus ise,
daha çok ruh- beden ilişkisi noktasındadır.
Şeyh
Bedreddin’e göre, madde ve ruh mutlak varlığın sıfatlarıdır. Aralarında
muvâzîlik ve uygunluk vardır. Her ferde mahsus ayrı varlıkları olmayıp, ancak
insanlarda tecellî ve zuhur ederler. Bedreddin’in bir kısım kelamcılar
tarafından materyalist telakki edilmesinin sebebi de, madde ruhla müvazidir ve
ondan ayrılamaz görüşüdür. Çünkü O’na göre her ikisi de aynı bütünün birer
manzarasıdır. Birindeki herhangi bir değişiklik ötekinde de kendini gösterir.
Ayrıca ona göre ruhun cisimsiz olarak mevcut olduğu doğru değildir. Cisimsiz
ruhun varlığı ve devamı imkânsızdır. Çünkü ruhla beden arasında ayrılık hakiki
değil nisbi ve itibaridir. Hakikatte ruhlar ve cisimler birbirinin aynıdır.
Bu noktada o,
İbn Sina ve Sühreverdî’de görülen münferit ruh telakkîsinden ayrılır. Nitekim
İbn Sinâ’ya göre ruh, sonradan meydana gelmiştir ve ezelî olması imkansızdır.
Ayrıca İbn Sinâ’ya göre, ruh, bedenden önce var olsaydı, bu durumda ya bütün
halinde ya da bağımsız fertler olarak bulunmaları gerekirdi ki bu ihtimal
geçersizdir. Çünkü bedenden önce insan nefisleri bir bütün halinde bulunuyor
olsaydı bütün insanların nefislerinin birbirinin aynı olduğunun kabul edilmesi
gerekecek, bu durumda insanlar arasındaki farklılığı açıklamak imkansız
olacaktı. Öte yandan bedenden önce insan nefislerinin bağımsız fertler olarak
bulunduklarını söylemek de mümkün gözükmemektedir. Zira onların ferdîleşmesini
sağlayan madde yani beden henüz varlık kazanmamıştır. Böylece İbn Sina bedenden
önce (nefsin)ruhun varlığından söz edilemeyeceğini ve onun hâdis olması
gerektiğini savunur. Nitekim nefsin(ruhun) sonradanlığı(hudûsu) meselesi yani
ruhun bedenle birlikte yaratılmış olduğu görüşü Meşşâîlerin ruh-beden
ilişkisinde üzerinde durdukları ilk meseledir. Bu noktada filozoflar, ruhun ve bedenin varlık
kazanmalarının birbirlerine bağlı olduğu ve ruhu bedene canlılık kazandıran ilk
yetkinlik olarak gördükleri görülür. Ancak bu görüş, İbn Kayyım, Tehânevî,
Bağdâdî ve Gazâlî tarafından eleştirilmiş ve ruhun bedenle birlikte var olduğu
görüşünün İslâm’ın ruhuna daha uygun olduğu ifade edilmiştir.
Şeyh Bedreddin’e
göre, Yüce Allah’ın, “Onu tesviye edince ve ona ruhundan ruh üfürünce ” demesinin manası, özel bir surette
bu mertebeye gelince demektir, yani maddede sebeplerin toplanması yüzünden ruha
istidad hâsıl olunca ve kabiliyeti tamamlanınca onda, üfürmek sözüyle bir
münasebet bulunması dolayısıyla ruh zuhûr eder anlamındadır; buradaki üfürmek
gerçekten üfürmek değildir.
İbn Arabî’nin
bu bağlamdaki ifadeleri de aynı paralelde beden olmaksızın ilahî ruhun belli
bir insan suretinde kendisini izhar edemeyeceğidir. Allah bedene ruhu nefhettiği zaman varlık
alanına çıkmıştır. Tıpkı dünyanın insanı ölüme hazırladığı gibi,
berzahtaki süre de onu dirilişe hazırlar. Berzahtaki sürenin gelecek dünya ile
ilgisi, ceninin ana rahminde kaldığı süreye benzer. Allah kişiyi mütemadiyen
geliştirir. Diriliş gününde doğuncaya kadar onu gelişim sürecine tabi tutar. İnsanın dirilmeden önce niçin berzahta
kaldığını sormak, onun niçin doğup büyüdüğünü sormak gibi bir şeydir. Cevap,
kısaca, bunun insan ruhunun mukadderatı olduğu şeklindedir veya yaratılışın
kanunu budur.
Yine Şeyh
Bedreddin, ruh ve beden birlikteliği hususunda, bütün mertebelerin cisimler
âleminde dürülmüş (toplanmış) olduğunu ki, cisimler ortadan kaldırılacak olursa
ruhlardan ve diğer soyut varlıklardan hiçbir şey kalmayacağını belirtir. Mirsâdu’l-İbâd adlı eserin sâhibi Necmeddîn
Dâye katrelerle şeker arasında bir örnek getirmiş,
cisimleri tortuya, ruhları da şekerin çeşidine göre şeker kamışı, beyaz şeker,
bitki ve küp şekere benzetmiştir. Bu söz, ruhların var olmada ve gerçekleşmede
cisimlerden ayrıldığını düşündürür. Halbuki böyle değildir, bu nedenle insan
bedeninde ruh vardır ve haktır(İnsan bedeni belki ruh, belki haktır). Görünen
kesâfet(yoğunluk) suretlerin birikmesindendir.
Şeyh Bedreddin,
ruh ve bedenin öncelik ve sonralığı hakkında ise iki farklı ruh anlayışı
geliştirerek, ilk anlamda ruhun, azâ ve âletler yoluyla bedenin fiillerini,
hareketlerini meydana getiren şey olduğunu ve bu anlamda ruhun bedenden sonra
meydana geldiğini ifade eder. Nitekim hukemânın bazısı ve eski bilginler de
böyle demişlerdir. İkinci anlamda ise misal âlemi vasıtasıyla beden sûretine
temessül eden şeye de ruh derler ki bedenin vücuda gelmesinden önce var
olmuştur. Bu takdirde ruh bedenin meydana gelmesinden iki mertebe öncedir.
Çünkü misâl âlemi, bedenden bir mertebe öncedir, demek ki ruh, bedenin
zuhurundan iki mertebe evveldir. Peygamber’in: “Ruhlar, bedenlerden iki bin
yıl önce yaratıldı.” hadisinin buna işaret olması ihtimali vardır, yani O
da, iki mertebe önce yaratıldı demiştir. Ancak bu sözlerden, ruhların zaman
bakımından sonradan meydana geldiği anlamını da çıkarmamak gerektiğini
vurgular.
Hz. İsa ile
ilgili olarak verdiği bir örnekte de, Hz. İsa’nın ruhuyla diri, unsûrî(maddî)
cesediyle ölü olduğunu söyler. Ancak O, Allah’ın ruhu olduğundan ve ruhani
yanının üstünlüğü sebebiyle, ruh üzerine ölüm yoktur. Onlar, hâkim olan görüşe
göre: “Ölmemiştir.”
dediler. Bu, unsurî(maddî) cesediyle ölmedi anlamında değildir. Nitekim bu
imkânsızdır. 1404 yılı içinde bir Cuma günü yeşiller giyinmiş iki adam
gördüğünü, birinin elinde Hz. İsa’nın olduğunu ve Hz. İsa’nın ölü olduğunu
söyler. O iki adamın sanki kendisine Hz. İsa’nın bedeniyle ölü olduğunu
anlatmaya çalıştıklarını ifade eder.
Konevî’ye
göre de, insan ruhu, ilk olarak, neş’et-i hissiye-i unsûriyyedir, ona ‘dünya’
derler. İşte o bizim şu anda içinde bulunduğumuzdur. Ve bu neş’etin hükmü
doğumdan ölüme kadardır. İkinci olarak, neş’et-i berzâhiyyedir ki, rûhânîdir.
Bu neş’etin hükmü bedenin mufarakâtından haşir vaktine kadardır.
Kayserî’ye
göre de ruh, cevherliği, mücerretliği soyut ruhlar âleminden oluşu açısından
bedenden ayrıdır. Bedenle ilişkisi yönetim ve tasarruf ilişkisidir; varlığını
koruyup sürdürmesinde başkasına muhtaç olmayıp kendi özüyle vardır. Beden onun
sûreti, mazharı kemâlâtının mazharı ve şehâdet âlemindeki yetilerinin belirme
yeri olduğu için bedene muhtaçtır; ondan ayrılmaz; tam tersine ondan yayılır;
ancak bu yayılma, nazar ehline göre hulul ve ittihad yayılmasıyla değil, gerçek
Mutlak Vücûd’un tüm varlıklardaki yayılması gibi bir yayılmadır(sereyân).
Şeyh
Bedreddin ayrıca, insanın nasıl bedenine uygun şeyleri elde etmeye çalışıyorsa,
onlarla bedenini geliştirmek istiyorsa ruhu için de çalışması gerektiğini
vurgular. Hatta O’na göre akıllı kişi ruhunu rızıklandırmaya çalışır, çünkü bu
daha ehemmiyetlidir, aksini yapansa mahrum olur gider.
Sonuç olarak
denilebilir ki, yukarıda ifade edilen bu düşünceler ruh ve bedenin bir
olduğunu, ayrı olamayacaklarını ve ruhun bedensiz bir anlam taşımayacağını
ifade etme noktasında dikkate değerdir. Nitekim ruhun varlığının varlık âlemine
inişi, bir sûretle, bedenle olmaktadır. Bu düşünceden hareketle bedensiz ruh
bir anlam taşımayacağı gibi, ruhsuz beden de bir anlam taşımaz denilebilir.
Şeyh’in bu düşünceleri İslam’ın, bedenlerin dirileceğinden kesin bir dille söz
etmesiyle çelişmez. Gazalî’ye göre de ikinci dirilişin gerçekleştiği esnada
Allah’ın âdetini değiştirmesi mümkündür.
Bunun mahiyeti noktasında
bir takım farklılıklar vardır.
Ayrıca Şeyh
Bedreddin’e göre, bu beden için beka(süreklilik) olmayıp, fena bulduktan(yok
olduktan) sonra olduğu gibi, bedenin cüzleri için de bir araya gelme yoktur.
Ölülerin diriltilmesinden murad(maksad) bu değildir. Bu noktada gafil olanlar,
dünya ile meşgul olmaktan dolayı Hakk’ı anlamaya olan isteklerini terk
etmişlerdir. Yine bu bağlamda ona göre, cesedlerin
haşri avamın sandığı gibi değildir. Bu sahih ve caiz değildir. Fakat öyle bir
zaman gelir ki, insanlardan kimse kalmazsa, yeniden topraktan anasız babasız
biri doğar ve sonra türer(ürer). Yüce Allah: “Yağmur yağdırırız
da yeryüzünden meyveleri o yağmurla
çıkarırız, işte ölüyü de bu şekil diriltir, çıkarırız. Öğüt alırsınız belki.” demiştir.
Demek ki, iki çıkarış arasında bir fark yoktur. Bu da kıyamette dirilen
bedenin, çürüyüp giden beden olmadığına işarettir; nitekim çıkan, biten
meyveler de, yok olup giden meyvelerin aynı değildir. Bu ifadelerden hareketle Şeyh Bedreddin’in
Haşr-ı Ecsâd’ı(Ahiret gününde yeniden bedenen dirilme hadisesini) inkâr ettiği
iddia edilmektedir. Ancak burada Şeyh’in ifadelerinden anlaşılan şudur ki,
Şeyh, cesedlerin haşrini tamamen reddetmeyip, cesedlerin haşrinin zahirî
anlamda çürüyen bedenin bir araya gelmesi değil de, yok olan bedenin tekrar
diriltilmesi olduğunu belirterek temelde ahiret hayatının cismânîliğini
reddetmemektedir. O, beden için yok olma olsa bile ruhun yok olmayacağını ve
melekût âleminde var olacağını ifade eder. Çünkü ruh bedenle kâimdir. Ayrıca bu
ifadelerden hareketle Şeyh Bedreddin’e göre âlem, Allah’ın Zât’ına nispetle
hâdis sayılsa da, yine kadîm olan Allah’la beraber mevcud olduğundan kadîmdir,
yani kıyamet, kastedilen bu anlama göre kopmaz.
Bağdadî ve
İbn Rüşd gibi düşünürler, ahiret hayatının bedenle birlikte gerçekleşeceği
görüşünü savunmuşlardır. Bağdadî, kelamcıların yaklaşımını izlemiş ve Allah’ın
bedenleri yeniden diriltmeye muktedir olmasından hareket ederek bu görüşünü
temellendirmiştir. İbn Rüşd ise, Meşşâiler gibi bu dünyadaki bedenlerin yeniden
diriltilmesini mümkün görmemişse de onlardan farklı olarak ahiret hayatında
nefislerin yeni bir bedenle birlikte varlığını sürdürmesinin mümkün olduğunu
belirtmiştir.
Nitekim İbn
Rüşd’e göre, filozofların, bedenlerin dirilişini inkar etmeleri -ki Farabî ve
İbn Sina gibi filozoflar yeniden dirilişin yalnızca ruhanî olacağını iddia
etmişlerdir-, küfürle suçlanmayı gerektirmez. Zira O’na göre ancak ahiret
hayatının varlığını bütünüyle inkâr eden bir görüş haklı bir şekilde küfür
olarak nitelenebilir. Oysa filozoflar, bu hayatın varlığını inkâr etmemişler,
sadece onun niteliği üzerinde farklı bir görüşü benimsemişlerdir ki, bu da
onların küfürle suçlanmalarını gerektirmez. Ancak filozofların bu yaklaşımları, İslam
dünyasında felsefeye karşı beslenen kuşkulu yaklaşımları derinleştirmiştir.
m.
İrade ve İnsan Hürriyeti
Şeyh
Bedreddin’e göre kulun sûretinde Hakk’ın dışında bir şey yoktur. Fakat kulun
gafleti, fiillerinde serbest(ihtiyarı) olduğunu ve Hakk’ın dışında
özgün(mahsus-yani kendine has) bir vücudu(varlığı) olduğunu hayal etmesidir. Bu
yanılgı onun gafletindendir. Tıpkı sanatkarın, yaptığı işi aletin
varlığından(alet sebebiyle yaptığını) sandığı gibi. Sanatkar gaflet üzere, o
aletin işi yaptığını(sâni’ olduğunu) düşünürse, bu tasavvur ve bu hayal onun
gafletinden dolayı mezmumdur(ayıplanmıştır, kötüdür).
Ancak Hakk’ı
bilip; fiil ve ihtiyarı, Hakk tarafından kendisine isnad ederse, Hakk cihetinde
olarak zemmedilmez(ayıplanmaz). Zira mahsus iş mahsus suretten çıkmıştır ve
bunun için fiilin failidir. Bu aşamada bu işi yapan Hakk’tır. Ve Hakk da bu surettedir.
Ârif’in, “Ben yaptım, ben işledim.”
sözü isabetlidir. Câhil böyle diyemez. Tahkik(araştırıp gerçeği ortaya
çıkarmak), “Dilerse işler,
dilerse terk eder.” değil; işi ortaya çıkaranın şuuru ve seçimidir. Çünkü
fiiller irade iledir. İrade ise suretler ve mertebelerin iç ve dış sebeplerin
iktizasıdır.(İrade ise suretlerle mertebelerin iç ve dış sebeplerle gerekli
olmalarından ibarettir) O sebepler vukua gelirse irade de zaruri olarak meydana
gelir. İşler de gerçekleşir. Ama insan istediği işi terk etmeye(yapmaya)
muktedir olduğunu sanır, ama durum böyle değildir. Terk etmeme(yapmama) de bu
böyledir. Şu halde ihtiyar, yapanın gerçekleşme sırasında duyduğu histen başka
bir şey değildir. Hayvandan birbirine zıt işlerin meydana gelmesinin hayvanın
ihtiyarıyla olduğunu sanmak da vehimden ibarettir. Gerçek söylediğim gibi,
benden işittiklerindir. Karganın çöplükte eşinmesi, horozun gece yarılarında
ötmesi ve buna benzer başka şeyler onlarda avamın anladığı manada bir ihtiyar
olduğu duygusunu uyandırır, ancak bu yalan sözdür(yanlıştır). Noksan olan akla
doğru görünmese bile keşif yoluyla bize verilen budur.
Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin’e göre irade, sebeplerin ortaya çıkardığı bir sonuçtur ve
ihtiyar, yapanın gerçekleşme sırasında duyduğu histen başka bir şey değildir.
Kulun, fiil ve ihtiyarın kendisine Hakk tarafından verilmiş olduğunu bilmesi
gerekir.
İbn Arabî’ye
göre de, Allah’ın dilediğini yapan olması, O’nun iradesini tamamen sınırsız
kılmaz. Allah’ın iradesi mümkünle sınırlı olup, bir şeyin yaratılmasında
Allah’ın dilemesinin yanında kulun dilemesi de şarttır. Ancak kulun dilemesi
fiile değil, Allah’ın dilemesine tesir etmektedir. Fiile etki eden ise ilâhî
iradedir. Dolayısıyla İbn Arabî’ye göre her iki irade aynı ve bizim irademizin
varlığı İlâhî iradeden gelmektedir.
Dolayısıyla İbn Arabî son
tahlilde, nihâî olarak ilâhî iradenin etkinliğini ortaya koymuş
olmaktadır(Cebr-i Mahmûd). O’na göre Hakk’ın meşiyeti(dilemesi) asla değişme ve
tereddüt kabul etmez. Kuşkusuz Allah dilediğini diler ve bu, yerine gelir.
Konevî’ye
göre de, yaratıkların ihtiyarı, iki fiil veya durum arasında meydana gelen bir
tereddütten ibarettir; bunlardan her birisi, irade sahibine göre
gerçekleşebilir durumdadır, fakat irade eden bunlardan birisini tercih eder. Bu
tercihin sebebi ise, tercih edilen şeyde gerçekleşecek artı bir fayda veya bu
iş ile gerçekleşmesi ümit edilen bir maslahattır. Hakk için böyle bir şey sözkonusu değildir.
O’nun iradesi zayıf akıllıların zannettiği gibi zorunluluk kabilinden değildir.
Nasıl böyle olabilir ki? Bir başkası yok ki, zorlayan olsun ?
Ayrıca
Konevî’ye göre iradenin hakikati, irade sahibinin zâtî bir talebinden
ibarettir. Bu talebin sebebi, bazı bilgilerini ortaya çıkartmak istemesi ve
illetli olmayan bir münasebet ile onu iyi görmesidir.
Şeyh
Bedreddin’e göre, kelamcıların, “Allah dilediğini yapar.” demelerinde, “Allah kafirin küfrünü,
zalimin de zulmünü diledi.” anlamı vardır. Dilediğini yapar demek, küfrün
de, zulmün de dileğiyle meydana geldiğini söylemektir. Ebu Ali ve benzerleri de
Allah, zatıyla vaciptir; yani varlığı, âlemin varlığından ayrıdır; fakat âlemde
tepkisi vardır dediler. Halbuki bu iki hüküm birbirine ateş ile su gibi
aykırıdır. Her iki inancın da aslı yoktur ve Tanrı hakkında tam bir
bilgisizlikten, anlayışsızlıktan meydana gelmiştir. Tanrı’nın isteği, dileği,
âlemin isti’dadına göredir. “Dilediğini
yapar, irade ettiğini hükmeder.”
sözü bir şeyde nasıl diler, nasıl isterse öyle işler, kâfirlik, Müslümanlık,
zulüm, adalet gibi zıtları, taşta, ağaçta dilediği şeyi meydana getirir demek
değildir. Bunun manası şudur: Allah, bir şeyde o şeyin isti’dadı neyse onu
diler, isti’dadı olmayan şeyi dilemez. Çünkü dilek, isti’dada tabidir. Kâinatın
tümü isti’dada göre kendisinden meydana gelmiştir. Dilek ancak bir şeyin
isti’dadına uygundur. Başka suretle olamaz, olması da doğru değildir. Dileğini
işler; isti’dada göre de diler. Dolayısıyla Allah’ın dilemesi, âlemin
istidadına göre olup başka şekilde olamaz. Yani Allah’ın dilediğini yapması
demek, âlemin istidadı çerçevesinde bunu dilemesi anlamına gelmektedir.
Şeyh
Bedreddin’e göre, Allah’ın ibadetleri emretmesinin maksadı, kalpleri fânî
şeylerden vucûdu’l-a’zam ve bâkıyu’l-akdâm olan Allah’a çekmektir. O’na göre
bir kimse mâsivâ ile meşgul olan kalple bin sene namaz kılsa haseneden bir şeye
nail olamaz. Bu noktada Yüce Allah’ın “Söz budur ancak,
dünya hayatı bir oyundur, oyalanmadır. ” buyurduğu gibi dünyaya oyalanma
denmesi, insanı Hakk’dan alıkoyan ve halkla oyalayan şey anlamına gelir. Dolayısıyla ölmeden önce ölünmeli ve ebedi
olarak dirilmelidir. Ve kim dünyadan ve lezzetlerinden ölür, şehvetlerini yok
ederse, ezeli, ebedi ve gerçek varlığı elde eder. Artık bu çeşit bir yaşayışa
ölüm gelip çatamaz, ama insanlar, dünya yaşayışını dilerler de böylesine bir yaşayışa
razı olmazlar diyerek, dünya nimetlerine dalıp, bu
nimetlere tamah edilmemesi üzerinde durmaktadır.
Kulluğun
nasıl olması gerektiği hususunda da O’na göre, dileyen, isteyen kişinin,
yaptığı hayırları, yüce şeyleri, küçük küçük suçlarını, ayıplarını, kötü
şeylerini büyük görmesi gerektir. Böyle olmazsa onda istek, umut yok demektir.
Kulun Kur’an’dan dünyasının işlerine,
geçimine ve bu çeşit şeylere ait olan ayetlerle, ahiret işlerine ait olan
ayetlere bakması iki kısmın arasındaki nisbeti düşünmesi, ömrünü bu nisbete
göre ahiret bilgileriyle dünya bilgilerine bölmesi gerektir. Bilgi isteyene
lazım olan budur. Kur’an otuz cüzdür. Bu otuz cüzün aşağı yukarı bir cüzü dünya
geçimine, diğer tarafı tamamen ahirete aittir. Kur’an’ın bu oran üzerine inmesi,
dünya ve ahiret işlerine ne kadar çalışmaları gerektiğini bildirmek,
bilginlerin dünya ve ahiret işleriyle bu nisbet dâhilinde uğraşmalarını
anlatmak içindir.536
O’na göre,
Allah’ı çok anmak, çok zikirde bulunmak, bütün olgunlukların anahtarıdır; çünkü
bütün olgunluklar yüce Allah’tandır. Bu da ancak yakınlıkla elde edilir,
yakınlık sevgiyle olur, sevgi de zikre devam etmekle olur. Peygamber, “Kim
bir şeyi fazla severse onu fazla anar.”
demiştir. Fazla zikir, yüce Allah’a sevgiyi meydana getirir; çünkü yüce Allah,
gönül başka şeyle oyalanırken zâhirî duyguyla anlaşılamaz. Gerçek yolcusuyla
Allah arasında alışkanlık meydana gelmesi için ilk zamanlarda Hakk’ı düşünmek,
O’nunla meşgul olmak gerektir; bu alışkanlık, bu uyuşma içinde Allah’ı
zikretmeye devam etmek gerekir.537
Şeyh
Bedreddin, kulluk veya bir başka ifadeyle ibadet tasnifini de şöyle yapar: “Avamın
ibadeti âdettir, yola ilk girmiş olan
manevi yolcuların ibadetleri, korkmak ve ummak esasına dayanır. Yolu ortalamış olanlar, yüce duraklara ulaşmak, olgunluklar elde etmek için
ibadet ederler. Sona varanlarsa şeriat
sınırlarını korumak için kullukta bulunurlar.”538
Ayrıca ona göre ibadetler, iç âlemi
düzene sokmak, arıtmak, ahlakı düzeltmek için konmuştur. Zahirî mücâhede sadece
buna bir vesiledir.539 O böylece mezhepler arasında zahiri anlamdaki
amellerin farklılık arz edebileceğini ve ibadetlerin bu çerçevede farklı
şekillerde olabileceğini belirtir. o. İnsan
Şeyh
Bedreddin’e göre insan, Allah’ın en büyük tecellîsinin mazharıdır. Bundan
dolayıdır ki Peygamberimiz hakkında, “Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım.”
denmiştir. Bundan dolayıdır ki meleklere, ona secde etmeleri buyrulmuştur. Ayrıca insanda bulunan anlayış ve tasarruflar,
insandan başka bir varlıkta, mücerred varlıklarda ve onlardan üstün olanlarda
yoktur. Varlığa insan mertebesinde hâsıl olan yücelikler başka mertebelerde
bulunamaz. İbn Arabî’ye göre de insan bu memleket(dünya)
üzerine bir halifedir. Konevî’ye göre de insan, cismânî ve rûhânî
âlemlerden mürekkep olan ve âlemlerde bulunan mevcûdâtın en mükemmelidir. Ve “Sen
olmasaydın felekleri yaratmazdım” sırrı seyyidül evvelîn vel âhirîn(S.A.V.)
hakkında vârit olmuştur. Kayserî de insanı, tüm âlemlerin gerçekliğini
kendisinde toplayan bir varlık olarak tasvir eder.
Dolayısıyla
insan, bu gelenek içerisinde yer alan sufilere göre kainatın yaratılmasının
gayesidir. Yani insan olmasaydı âlemin yaratılmasının bir anlamı olmazdı.
Nitekim insan, Allah’ın en yüce tecellîsinin ortaya çıktığı ve varlık
basamağının üst sıralarında bulunan bir varlıktır. Bunun sebebi, insana diğer
varlıklardan farklı olarak bir takım ilahî isimlerin öğretilmiş olması ve
Rahman’ın sûretinin ona emanet edilmiş olmasındandır.
11.
ŞEYH BEDREDDİN’İN
FIKHÎ VE SİYASÎ KONULARDAKİ GÖRÜŞLERİ
A.
Şeyh Bedreddin’in Fıkhî Konulardaki Görüşleri
Fıkıh ilmi,
kişinin hak ve vazifelerini bilmesi ve müctehidlerin her bir amelî meseleyi
ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümler olarak
tanımlanmaktadır.
Osmanlı
Devleti’nde XIV-XV. yüzyıllarda dinî ilimlerde ihtisas yapan âlimlere genel
olarak bakıldığında, dinî ilimlerin farklı alanlarına dair eserler kaleme
aldıkları, ancak bu eserlerin çoğunun fıkıh ile ilgili olduğu görülür. Bunun
sebebi ise, İslâm coğrafyasının büyümesiyle ortaya çıkan yeni problemleri
çözmek ve hem idarî meselelere açıklık getirmek hem de halkın muâmelâtla ilgili
bilgi edinmesini sağlamak için yegâne alanlardan birinin fıkıh olmasıdır.
Nitekim Şeyh
Bedreddin’in de telif ettiği eserler arasında sayıca en çok olanları, esas ilgi
alanı olan İslâm hukuku ile ilgili olanlardır. Bu eserler onun fıkıh alanında,
devrinin önde gelen fakihleri arasında olduğunu göstermektedir. Nitekim o,
Osmanlı Devleti’nde fıkıh alanında kapsamlı eserler telif eden ilk Türk
fakihtir.
Şeyh
Bedreddin’in fıkıhla ilgili görüşlerini, kaleme almış olduğu dört farklı
eserden öğreniyoruz. Bunlar, Letâifu’l-İşârât,
bunun şerhi olarak kaleme aldığı Teshîl
Şerh-u Letâifu’l-İşârât,
Câmiu’l-Fusûleyn ve Câmiu’l-Fetâvâ’dır. Bu eserlerinden isimleri
zikredilen ilk üçü furû, diğeri de fetva çalışmasıdır. Ayrıca bu eserlerin biri
şerh, diğerleri de metindir. Yapmış olduğu şerh, kendi eseri olan Letâifu’l-İşârât üzerinedir.
Klasik
Osmanlı kaynaklarının bir çoğu, özellikle Câmiu’l-Fusûleyn ve Teshîl
adlı eserlerinin Şeyh Bedreddin’in fıkıh ilmindeki derinliğine şehâdet ettiğini
belirtmişlerdir.
Şeyh
Bedreddin’in Câmiu’l-Fusûleyn adlı eseri, dönemin kadı ve müftülerinin
başucu kitaplarından olan ve içerisinde kaza, muhâkeme ve muâmelâtla ilgili
hususların yer aldığı önemli bir kaynaktır. Eser, Hanefî fıkhının bir özeti
niteliğinde olup, özellikle fetvâ ve mahkeme işleriyle ilgili bir hukuk kaynağı
niteliğindedir. Şeyh Bedreddin’in bu eserini, kazaskerlik statüsünün kendisine
vermiş olduğu ciddiyet ve sorumluluk bilinci çerçevesinde oluşturduğu
görülmektedir. Şeyh Bedreddin’in idamından sonraki yıllarda da kadıların
yararlandığı bir kaynak olması ve birçok istinsahının yapılmış olması da bu
eserin kendi alanında değerini ortaya koymaktadır. Ayrıca bu eser, Mecelle’nin
de kaynakları arasında gösterilmektedir.
Genel anlamda
Câmiu’l-Fusûleyn’de geçen fıkhî meselelere bakıldığında ise, Şeyh
Bedreddin’in tercih ehli olduğu göze çarpmaktadır. Eserin genelinde Hanefî
fukahâsının fetvalarını destekleyen ve bu fukahânın görüşlerine muhalif olmayan
bir yaklaşım sergilendiği görülmektedir.
Şeyh
Bedreddin bu eserinde, zekat ve oruç ile ilgili hususlara, çeşitli davalarla
ilgili görüşlerine, yemin ile ilgili görüşlerine, buyû’(alım-satım) meselesine,
hırsızlık ile ilgili fetvalarına, satış muhayyerliğine, vekâlet, nikah ve
boşanma ile ilgili görüşlerine, ictihad meselesiyle ilgili görüşlerine ve küfrü
gerektiren durumlara dair görüşlerine yer 548 vermiştir.
Şeyh
Bedreddin ayrıca, Câmiu’l-Fusûleyn’de ikiyüze yakın eserden faydalandığını belirtmiştir. Bu eserlerin
tamamının isim listesi, rumuzlarıyla birlikte eserin ilk varaklarındadır. Bu
kaynakların birçoğunun günümüzde kütüphanelerimizde bulunamayacak kadar zengin
bir külliyât olduğu görülmektedir. Bu durum, onun fıkıhtaki derinliğini göstermesi
açısından önemlidir. Nitekim ilmî literatürde kaynak göstermek veya
gösterebilmek önemli bir husustur. Çünkü, bir meseleyi ele alırken meselenin
nereden geldiğinin ve geçmiş ulemânın bu noktadaki görüşlerinin aktarılması,
ilim adamının alanındaki vukûfiyetini ortaya koymaktadır.
Teshîl adlı
eserinin mukaddimesinde, Allah’ın kendisine nakil ile aklı, usûl ile furûu
içine alan Letâifu’l-İşârât’ını
yazmayı lutf ettiğini belirten Şeyh Bedreddin, talebelerinin bunu anlamakta
güçlük çektiğini, onlara yardımcı olmak için bu eserinde her nükteyi
zikrettiğini kaydetmektedir.
Kaleme almış
olduğu bu şerhte yaklaşık 7670 meseleye değinen Bedreddin, eserine Kitâbu’t-Tahâre(abdest)
ile başlamış, gusül, namaz, oruç, hac, satış konusu, ortaklık, vekâlet,
vakıflar, gasb, nikah, avlanma, yeminler ve şahitlik gibi klasik hukuk
kitaplarında olan konu hiyerarşisini takip etmiştir. Eserinde ayrıntıya inerek
birçok rivayete yer vermiş, meseleleri tartışmış, kendi delillerini ileri
sürmüş, özellikle Hanefî mezhebinin ilk dört imamı arasındaki farklı görüşleri
delillerine varıncaya kadar teferruatla açıklamış, zaman zaman başka âlimlerin
görüşlerine de yer vermiş ve tercihlerde bulunmuştur.
Teshîl’in
geneline bakıldığında ise Şeyh Bedreddin’in konuları ortaya koyduktan sonra ‘ekûlü’
diyerek değerlendirmeler yaptığı, tercihlerde bulunduğu, ‘fe-eşkele’ şeklinde bazı görüşleri
reddettiği, ‘nebbehtü ‘ale’l-cevâb’ şeklinde de cevaplarını dile
getirdiği görülmektedir.
Câmiu’l-Fetavâ
adlı eserinde de zekat, oruç, hac, nikah, mehir, boşanma, iddet, nafaka, satış,
vekâlet, kefil olma, gasb, ikrah, cinayet, şahitlik, avlanma, vasiyet ve küfrü
gerektiren haller gibi hukukî meseleleri ele almaktadır.
Çalışmamızın
bu bölümünde, Şeyh Bedreddin’in adı geçen bu eserlerindeki konu başlıkları
genel hatlarıyla incelenerek onun fıkıh usûlü, ibadet ve muâmelât ile ilgili
belli başlı görüşleri, genel hatlarıyla ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Şeyh
Bedreddin, fıkıh ile ilgili görüşlerine bakıldığında, fıkıh ilminin diğer
ilimlerden daha önemli olduğunu, ancak bu ilimde daha çok ihtilafın bulunduğunu
belirttiği görülür. Ayrıca diğer dallarda katkıları bulunan birçok âlimin bu
dalda adeta sağır ve dilsiz kesildiğini, taklidin elinde esir olduğunu, bir
takım rivayetleri nakil ve ezberledikleri için, çoğu tasarrufu
anlayamadıklarını ifade eder. Dolayısıyla o, bir hukukçunun salt rivayetleri
ezberleyen ve nakleden bir yapıda olmayıp, sahip olduğu hukuk formasyonu ve
bilgisiyle farklı yaklaşımlar da ortaya koyabilmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Ayrıca ona
göre insanlara, imanın sıfatlarını ve Ehl-i sünnet mezhebinin hassasiyetlerini
öğretmek en önemli meselelerdendir. Daha önceki âlimler bu noktada birçok
tasnif ve muhtasar eserler telif etmişlerdir. Ancak bu noktada ona göre muhtelif meselelerle
ilgili olarak diğer âlimlerin neye dayanarak fetvâ verdikleri bilinmediği için
bireyler amelde kendi mezheplerinin görüşüne tabî olmalıdırlar. Hanefî
mezhebinde fetvâ tercihi yapılırken ise şu sıralamaya dikkat edilmesi
gerektiğini ifade eder. Ebû Hanîfe, Ebû
Yusuf,
Muhammed b. Hasan, Zûfer b. Huzeyl ve Hasan b. Ziyad. Ancak ona göre bir mesele
hakkında Ebû Hanîfe bir tarafta, iki arkadaşı başka bir taraftaysa fetvâ veren
kişi iki görüşten birini seçebilir. Ancak Ebû Hanîfe’nin görüşü ona göre daha sahihtir.
İmam Şâfî’nin de Ebû Hanîfe için “Hepiniz fıkıhta Ebû Hanîfe’nin yanında
çocuklar gibisiniz.” dediğini hatırlatır.
Şeyh
Bedreddin, Allah tarafından ortaya konulan bütün emirlerin ve nehiylerin,
lehimize olup, aleyhimize olmadıklarını belirterek, bu hususta Şarî’nin
hitabının önemini de vurgulamış olmaktadır. Buradan hareketle o, Kur’an, mütevâtir hadis
ve icmâ ile sâbit kılınan namaz, oruç, zekat gibi ibadetleri inkâr eden kişinin
tekfîr edilmesi gerektiği hususunda da, ulemâ ve fakihlerin görüş birliği
içerisinde olduklarını belirtir. Ayrıca müslümanlar arasında farz-ı ayn olarak
sâbit olmuş olan şeyler ortada olduğu için, ona göre bu hususlarda cehâlet özür
sebebi sayılamaz.
Şeyh
Bedreddin’in, Câmiu’l-Fetavâ’nın ibadetler kısmının girişinde ele aldığı
Kitâbu’t- tahâre bölümünde en fazla üzerinde durduğu konu dirseklerin ve
topukların gâye(yani abdestte yıkanılacak olan kısma)’ye dâhil olup
olmadıkları konusudur. Bu hususta, dirseklerin abdeste dâhil olmasının
Nebî(a.s.) tatbikatıyla sabit olduğunu, Zemahşerî de dâhil olmak üzere bütün
âlimlerin bu görüşte olduğunu belirtir.
Boyun meshinin ise
bazılarına göre sünnet, bazılarına göre de sünnet olmadığını, hem de edepten
sayılmadığını belirten Şeyh Bedreddin, “sahih olan onun müstehab olmasıdır”
diyerek, Hz. Peygamber(a.s.)’in bazen meshettiğini, bazen de terk ettiğini
ifade etmektedir.
Şeyh
Bedreddin, abdestin farzlarından bahsederken de, “iki eli dirseklerle, iki
ayağı topuklarla beraber yıkamak abdestin
farzlarındandır.” diyerek, burada dirseklerin abdeste dâhil olup olmadığı
tartışmasına girmemektedir. “Yıkamada ovalamayı şart koşmadılar,
başın tamamının meshini de farz
kılmadılar, çünkü ‘ba’ teb’îd içindir.” dedikten sonra Hanefîlerin başın
dörtte birini, Şâfîlerin teb’îdi göz önünde bulundurduklarını belirtmektedir. “İzar-kulak arasını abdest organı
olmaktan çıkarmadılar.” diyerek Ebû Yusuf’tan, “kollar dirseklerle
beraber yıkanacaktır.” diyerek de Züfer’den ayrılarak, mezhepte tabî olduğu
Ebû Hanîfe’nin tercihini paylaşmaktadır.
Namaz ibadeti
içerisinde yer alan seferîlik hususunda da genel kâideye uyarak, seferîliğin on
beş günden az ikamet durumunda gerçekleştiğini belirterek, bu durumda
namazların kısaltılarak kılınması gerektiğini belirtir.
Şeyh
Bedreddin, muâmelât ile ilgili olarak bey’u’l-vefâ adıyla ele aldığı
meselede, “zamanımız âlimleri tarafından ribâ hilesi olarak örfîleştirilen bir bey’dir ki, ona
bey’u’l-vefâ adını vermişlerdir.”
diyerek, aslında bunun rehin olduğunu, sahibinin izni olmaksızın mülk edinmek
ve faydalanmanın mümkün olmadığını kaydettikten sonra, onunla rehin arasında
hükümler bakımından herhangi bir farkın söz konusu olmadığını belirterek kendi
görüşünü ortaya koymuş ve daha sonra başka âlimlerin görüşlerine de yer
vermiştir. Daha sonra Nesefî’nin “zamanımız meşâyihi seleften bazılarının da kabul
ettiği gibi onun sahih bir bey’ olduğunda görüş birliğine
vardı. Çünkü âkideyn(akdi yapan taraflar) herhangi bir şart zikretmeksizin bey’ lafzını
kullandı. İtibar maksûda(niyete) değil melfûzadır(kulanılan ifadeyedir).”
şeklinde görüşünü dile getirmektedir.
Burada Şeyh Bedreddin fıkıh
alanıyla ilgili olan bey’u’l-vefâ konusunu, itikatla ilgili olan küfür
konusundan ayrı ele almış ve değerlendirmiştir. Nitekim fıkıhta itibârın lafız
olduğunu, itikatla ilgili meselelerde ise maksada bakılması gerektiğini ifade
ederek fıkıh usûlünde de takip edilen genel kanıyı ortaya koymuştur.
Nitekim Şeyh
Bedreddin bir başka yerde de şer’î hükümlerin icrâsı için kişinin beyanı
doğrultusunda hareket edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Yani ona göre bu gibi
durumlarda lafza itibar edilmelidir. Bununla ilgili olarak da miras ve defin
işlemlerini misal olarak verir. Ancak, kişinin beyanında duygularıyla da
hareket edebileceği göz önünde bulundurularak, o kişinin hakkında dünyada
verilen bu hükmün doğru olmayabileceğini de belirtir.
Şeyh
Bedreddin, bir çok konuyu ilgilendiren(satış muhayyerliği, yemin, icâre, oruç
ve semenî ödeme konularındaki süre konusunda ve mirfak, duvar, talak, para
konularındaki sayı ve miktar hususunda) ‘ilâ’ harfi cerinin kullanıldığı
ifadelerde ‘gaye ’nin
ne şekilde değerlendirileceği hususunda örfün geçerli olduğu görüşündedir. Bu
hususta Ebû Hanîfe, İmâmeyn ve Züfer arasındaki görüş farklılıklarına ve bunun
dışında Pezdevî(ö.1089)ve Nesefî(ö.1310) gibi hukukçuların değerlendirmelerine
yer vererek delillerine de değindikten sonra kendi görüşünü, “birden üçe
kadar boşsun” ifadesi üzerinden hareketle
ortaya koyar: “Gâyenin farzlar konusundaki durumu hakkında onların ihtilaf
etmelerinin nedeni örfün bulunup bulunmamasıdır. Yukarıda zikredilen misallerde
hak olan(ayırt edici unsur) örftür. Çünkü kişi,
bu ifadeleriyle en çok bilineni ve yaygın olanı kasdeder. O halde terk etmeyi
gerektirecek delil bulunmadıkça örfe riayet edilmelidir. Kolların yıkanmasında dirseklerin
dâhil olması ise, Nebî(a.s.)’nin yıkaması nedeniyledir. Aslında imamların
mesâildeki ihtilafları ‘örfe itibar’ noktasındaki ihtilaflarından
kaynaklanmaktadır. Örfe itibar Hidâye’nin talak bahsinde ele alınmıştır. Eğer biri hanımına ‘birden üçe kadar boşsun’ dese, Züfer’e göre gaye
mugayyaya dâhil olmadığından
kıyâsen bir talak, İmâmeyn’e
göre; bu sözün benzeriyle örfte tamamı murad edildiğinden istihsânen üç talak, Ebû Hanîfe’ye göre; onun benzeri
ile azın çoğu, çoğun
azı kastedildiğinden iki talak
vaki olur. ” Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin’in bu konuyla ilgili olarak temelde örfe itibar eden bir
yaklaşım sergilediği görülmektedir.
Şeyh
Bedreddin, talak’ın tanımı, hasen ve bid’î talakların nasıl
gerçekleştiği ve hangi durumlarda ortaya çıktığı gibi hususlar üzerinde de
durmaktadır. Ayrıca “Sünnet üzere üç talakla boşsun” ve “biri hanımını bin defa boşasa üç baîn talak vakî olur” gibi
konulara değinmekte, sünnî ve bid’î talakla ilgili farklı görüşleri serdetmekte
ancak tartışmalara girmeyip yalnızca var olan bilgileri aktarmaktadır.
Şeyh
Bedreddin, Câmiu’l-Fetavâ’nın Kitâb-ı Edebu’l-Kâdî adlı bölümünde
ise rüşvet konusuna değinmekte ve rüşvet veren veyâhutta rüşvet alan kimsenin
ateşte olduğunu ve günahkâr olduğunu belirtmektedir.
Kitâbu’l-Hatar
ve’l-İbâha(Mekruh ve Mübah olan şeyler)
adı altında ele aldığı bir bölümde ise, mekruh ve mübah kelimelerini dikkatli
bir şekilde fıkıhçıların görüşleri ve delilleri çerçevesinde ele almıştır.
Tahrîmî(harama yakın) mekruhların haram şüphesi olacağı için haram gibi
addedildiğini ancak tenzîhî(helale yakın) mekruhların haram olmadığını ifade
etmiştir. Usul kitaplarında geçen mekruh lafzının ise helale yakın olan mekruh
olduğunu belirtmiştir. Yani ona göre burada geçen mekruh lafzı, açık bir haramı
ifade etmez. Bazı eserlerde mekruh ifadesinin haram yerine kullanıldığını,
ancak delil olmadığı için bunların haramlığının kesin olmadığını belirtir.
Dolayısıyla ona göre mekruhun harama olan nisbeti, mekruhun helale olan nisbeti
gibidir. Şeyh Bedreddin’in bu konuya yer vermesi, fıkıh
ilminde bir metot dâhilinde hareket ettiğini göstermektedir.
Ayrıca o
günkü toplumda kullanımı terkedilmiş şeylerin tekrar kullanılması için toplum
arasındaki hukuku bina edici kurallardan da bahsetmiştir. Örneğin terk edilen
bir kuyunun tekrar kullanılır hale getirilmesi için ne gibi şartlar gerektiğini
belirtmiştir.
Şeyh
Bedreddin, eski fakihlerin ortaya koyduğu davaların ve anlaşmazlıkların hal ve
faslına ilişkin fetvâ mecmuâlarının ikisini bir araya getirdiği Câmiu’l-Fusûleyn’in
birinci faslında ictihad konusuna değinerek, ictihad ile ilgili şu yaygın
anlayışı da nakleder: “Zamanımızda yaşayan
bir müftü, kendisine sorulan mesele, bizim arkadaşlarımızdan(Hanefî
İmamlar) zâhir rivayetlerde ihtilafsız olarak rivayet edilmiş ise, onların görüşleriyle fetva verir, şahsî görüşüyle onlara muhalefet etmez, isterse kendisi mütefennin bir
müctehid olsun. Çünkü gerçek bizim arkadaşlarımızın
yanında olup onlardan başkasında
değildir. Zamanımız müftüsünün ictihadı
ise onların ictihadları derecesine ulaşamaz.
Bizim imamlarımıza muhalefet edenler dikkate alınmaz ve gerekçesi kabul
edilmez. Çünkü bizim imamlarımız, delilleri görüp sahih olanla olmayanı
birbirinden ayırmışlardır. ” Şeyh Bedreddin’in bu ifadeyi,
zamanının ulemâsını tenkit amacıyla buraya aldığı anlaşılmaktadır.
Şeyh
Bedreddin’in ictihad konusundaki şu ifadeleri ise bu yaygın anlayışa
katılmadığını göstermektedir: “Bu yaklaşım,
imamlar’a ilişkin hüsn-i
itikad’a mebnîdir. Yoksa ki Hanefi imamların, Hz. Peygamber ve sahabeden nakledilen
haberler konusunda Şafii’den
daha titiz ve daha sağlam
olduklarına ve daha çok araştırma
yaptıklarına delil yoktur. Hadisler, Ebû Hanife ve iki arkadaşı zamanında, daha sonra tedvin edildiği biçimde, tedvin edilmiş değildi.
Kütüb-i Sitte ve benzeri hadis kitapları onlardan sonra tedvin edilmiştir. Yine bir müctehidin görüşü, Kitab’a, sünnet’e, icma’a ve
sahabe’nin ve Şureyh gibi
sahabe zamanında fetvası kabul edilen bir tâbiîn’in değil de, yalnızca imamların görüşüne aykırı olacak olursa, bu durumda
müctehidin, başkasının görüşüyle değil, kendi görüşüyle
amel etmesi gerekir. Çünkü o, kendi görüşünün,
başkalarınınkinden üstün(râcih) bir
gerçek olduğunu zannetmektedir. Bu durumda başkasının görüşüyle amel etmesi kendisine helal
olmaz. Nitekim el-Vecîzu’l-
Muhît’te,
müctehidin kendi ictihadıyla amel etmesinin vâcib olduğu ve Zehîre-i Serahsî’de müctehidin
başkasını taklid etmesinin haram olduğu belirtilmektedir. ” Bu ifadelerinden anlaşılan odur ki
Şeyh Bedreddin, hâkimin karar noktasında bağımsız olması, ictihadda kuru bir
taklitten kaçınılması ve belli kalıplar içerisine hapsedilen fıkıh
düşüncesinden yine temelinde Kitab ve Sünnet’e dayanan yeni bir hukuk
anlayışına geçilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Şeyh
Bedreddin’in Hanefî imamlar ve zamanının âlimleri hakkındaki bu
değerlendirmeleri, bazı Hanefî âlimler tarafından tenkit edilmiştir. Zenbilli
Ali Efendi’nin oğlu Fâdil Cemâlî Efendi(920/991), onun bu yaklaşımının
Bedreddin’in cüret ve cehlinden kaynaklandığını savunur. Ona göre bu anlayışın
temelinde, fikir bozukluğu, cüretkârlık ve lafı eveleyip geveleyerek aslında
müctehidlik iddiası vardır. Ancak eserlerinde temelde Kur’an, Sünnet ve
icmâ’ya dayalı bir metotla ictihatta bulunulması gerektiğini belirten Şeyh
Bedreddin’in bu iddiaların aksine, hukuk anlayışı açısından mezhep taassubuna
karşı olan, mezhep taassubunun esnetilmesinin gerekliliğini vurgulayan ve
birçok görüşten faydalanmasının yanında kendi hukuk mantığını da ortaya koyan
bir anlayışa sahip olduğu görülmektedir.
Ayrıca Şeyh
Bedreddin’in, kendi döneminde bir takım hukukî meseleleri serbestçe tartışması
ve otorite kabul edilen klasik müelliflerin bazı görüşlerine itiraz etmesi
sonraki devirlerde yazılan bazı eserlerde tartışma konusu olmuştur. Şeyh
Bedreddin’in bu soru ve itirazlarına cevap teşkil etmek üzere bir takım eserler
yazılmıştır. Bunlar, Osmanlı âlimlerinden Fahreddin Yahyâ b. Abdullah er-Rûmî
(ö. 1460)’nin Ferâizu’l- Leâlî adlı eseri, Şeyh Süleyman b. Ali
el-Karamânî (ö.1518)’nin 380 civarında cevap içeren eseri, Zeyneddin İbrahim b.
Necmeddin el-Mısrî (ö.1553)’nin ve Nişancızâde diye bilinen Muhammed b.
Ahmed(ö.1622)’in eserleri bunlar arasındadır.
Şeyh
Bedreddin, kadıların müctehid olmalarının şart olup olmadığı hususunu
tartışırken ictihad konusuna da değinmiştir. O, ictihadı amaca ulaşmak için
olanca gücünü harcamak olarak tanımlar. Ona göre ictihad etmenin şartları,
Kitab ve Sünnet’in- mevâiz(kıssalarla ilgili bölümler) kısmını değil- hükümlere
ilişkin olan miktarı ve bunlarla amel etme yönlerini, icmâ’ı ve kıyas’ı bilmektir.
Bu yönüyle onun, ictihad işini kolaylaştırmaya ve yaygınlaştırmaya çalışan bir
anlayışa sahip olduğu da söylenebilir.
Şeyh
Bedreddin’in, küfürle itham edilen bir şahsiyet olarak zındık ve mülhid olduğu
iddiaları noktasında, onun söz konusu fıkıh eserlerinde geçen küfürle ilgili
görüşleri de önem arz etmektedir. Küfür nedir, hangi söz ve davranışlar küfrü
gerektirir? gibi sorulara o, Câmiu’l-Fusûleyn’in 38. bölümü olan Küfür
Lafızları İle
İlgili Fasıl’da yer vermektedir.
O, küfrü yani
dinden çıkmayı gerektiren sözler bölümünde şunları söyler: “Bir kimse ancak,
kendisini mü’min yapan şeyi(iman
esaslarını) inkâr etmekle imandan çıkar. Fakat o kimse bu inkârın, kişiyi kesin olarak dinden çıkardığını bilmelidir. Ancak bu şekilde onun dinden çıktığına hükmedilebilir. Bir inkâr sözünün
mü’mini dinden çıkardığı şüpheli ise o kimse hakkında kâfir
hükmü verilemez. Çünkü Müslüman olduğu
bilinen bir kimse, inkâr manasına gelen
şüpheli söz ve davranışlardan
dolayı kâfir sayılmaz. Bir âlim, böyle bir dava kendisine getirildiği zaman Müslümanları tekfirde 578
acele
etmemelidir. ”
Bu ölçüye
göre Şeyh Bedreddin, küfür sayılmaması gereken bazı şeylerin küfür
sayıldığından şikâyet etmektedir. Bir meselede küfrü gerektiren birçok yön,
fakat küfrü gerektirmeyen tek bir yön var ise müftünün küfrü gerektirmeyen yöne
meyletmesi gerekir. Eğer söyleyenin niyeti küfrü gerektirmeyen yön ise o
müslümandır. Eğer onun niyeti küfrü gerektiren yön ise müftünün onun sözünü
küfrü gerektirmeyen yöne hamletmesi ona fayda vermez. Ayrıca ona göre, bir kimse ancak Allah’ı
kendisine layık olmayan şeyle vasf eder, yahut onun isimlerinden birisi veya
emirlerinden birisi ile alay ederse; cennetini ve cehennemini inkar ederse
tekfir edilir.
Ona göre, “Allah’tan
korkmayız, çünkü o kerîmdir, hakîmdir.” diyen kimse de, bunu alay ederek
söylememişse, küfrüne hükmolunmaz. “Allah bana cenneti verse sensiz onu
istemem veya sensiz ona girmem veya filan kimseyle beraber cennete girmekle
emrolunsam girmem; Allah cenneti bana senin için verse ve şu amel için verse onu istemem”
diyen kimsenin ise küfrüne hükmolunur. Ayrıca Şeyh Bedreddin, “cenneti
istemem Allah’ın cemâlini görmek isterim.” sözünün küfür olduğunu
söyleyenlere şu cevabı vermektedir: “Derim ki Allah’ın rızası
sevaptan(mükâfattan) daha büyüktür. Çünkü Allah
şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın rızası daha büyüktür. Büyük kurtuluş
budur. ” O’na
göre cennet sevap cinsindendir. O halde O’nun rızası cennetten daha büyük olur.
Buna göre Allah’ı görmek cennetten büyüktür. Dolayısıyla aşağı olanı değil, üstün
olanı talep etmekle bir kimsenin tekfir edilmemesi gerekir.
Ayrıca, “Bir
kimsenin, Peygamberin ve meleğin
gaybı bildiğine inanması durumunda kâfir olacağı” şeklindeki hüküm de, ona göre
problemlidir. Ona göre buradaki problem şöyle giderilebilir. Peygamberin ve
meleğin gaybı bilmemesi demek müstakil olarak bilmemesi demektir. Yoksa
bildirmek yoluyla bilmemesi demek değildir. Allah bildirirse bilir. Ancak eğer
bir kimse Peygamberin ve meleğin gaybı kendi başına bildiğini iddia ederse onu
tekfir etmek gerekir. Rüyada veya keşif yoluyla bildirildiğini söylerse o zaman
tekfir edilmez.
Bu
ifadelerden de anlaşılacağı üzere Şeyh Bedreddin, “ameller niyetlere göredir”
ilkesinden hareketle kişilerin niyetlerine bakmanın önemini vurgulamaktadır.
Bir ifadeyi söyleyenin kastı ona göre önemlidir. Nitekim yukarıda da görüldüğü
üzere o, cennet ve cehennemi açıkça inkâr edenlerin kâfir olduklarını
yazmıştır. Buradan hareketle o, lafzın iki anlamı olduğunu bunlardan birinin
lafzın kendi anlamı olduğunu diğerinin ise lafza, konuşanın(söyleyenin)
yüklediği anlam olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. Küfür lafızlarında, lafzı
söyleyene ve kastına bakılması gerektiğini, küfür lafzı için bir kişinin
bilinçli ve kasıtlı bir şekilde tercihi, küfür ifadelerini bilerek kullanması
gerektiğini belirtmiştir. Dolayısıyla ona göre hatâen söylenilen sözler küfrü
gerektirmez.
Câmiu’l
Fetavâ’nın küfür lafızları bölümünde de, bir kimsenin ağzına ve burnuna
sövmenin hükmüne değinir ve şunları söyler: “Âlimlerin çoğuna göre, mü’min bir kimsenin ağzına ve burnuna söven kâfir olur.
Çünkü ağız, iman ve Kur’an’ın yeri sayılır.
Dolayısıyla ağza söven
Kur’an’a sövmüş olur. Kâfir bir
kimsenin ağzına sövme konusunda âlimlerin
ihtilafı sözknusudur. Ebû Hanife’ye göre kâfir olur. Ancak ben, güvenilir fetvâ
ve elfâz-ı küfürle ilgili kaynaklarda insan ağzına
söven kimsenin kâfir 585
olacağına dâir herhangi bir bilgiye
rastlamadım. ”
Şeyh
Bedreddin, Hz. Peygamber tarafından mü’minin sıfatları ile ilgili olarak
zikredilen, “Mü’min şerrinden
insanların emin olduğu kişidir.”, “Müslüman elinden ve dilinden
diğer Müslümanların emin olduğu kişidir.”,
“Kendisi tok iken komşusu
aç yatan bizden değildir.”,
“İmanın yetmiş küsür şubesinin en alt hali olan yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmak” şeklindeki hadislerin de iman için salt
yeterli şartlar olduğunu düşünmez. Nitekim ona göre kâfirlerde de bu özellikler
mevcuttur. Ayrıca mü’min olup da kendisinde bu hasletlerin bulunmadığı kimseler
de vardır. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’e göre Muhammed(a.s.)’ın saydığı yukarıda
geçen özellikler ancak iman ettikten sonra bir mü’minde asgarî düzeyde olması
gereken özelliklerdir. Doğrudan imanla alakası yoktur. Nitekim bir mü’min bu
vasıflara sahip olsa bile, küfrü gerektirecek alenî bir söz söylediğinde kâfir
olur. Bir başka deyişle inançlı bir kimsede, yukarıda geçen hadislerdeki
vasıfların olmaması o kimseyi küfre sokmaz.586
Şeyh
Bedreddin’in eserlerinde ortaya koyduğu hukuk metodolojisine bakıldığında ise,
önce konuyu ortaya koyduğu, imamların, özellikle Hanefî mezhebinin ilk dört
imamının konu ile ilgili ihtilaflarına dikkat çektiği görülür. Görüşlerin
delillerini verdiği, ihtilâfın kaynağını tespit etmeye çalıştığı, mezhep içinde
tercihlerde bulunduğu, gerektiğinde Pezdevî ve Nesefî gibi hukukçuları
eleştirdiği ve bütün eserlerinde aynı konuyu genişleterek kendi düşüncelerini
de ortaya koyduğu gözlenmektedir.
Sonraki
yüzyıllarda görüşlerine gereken değerin verilmemesi ve şiddetli tenkitlere
uğraması, içinde bulunduğu siyasî oluşumdan-bâgîliğinden- ve tasavvufla ilgili görüşlerinin
yanlış mecralara çekilmesinden kaynaklanmaktadır. O, Hanefî mezhebine mensup
olmakla birlikte, sadece nakilcilikle yetinmemiş, hukuk ve toplum arasındaki
etkileşimi dikkate alarak, bazen kendi zamanına kadar üretilen çözümlerden
farklı alternatif çözümler önermekten de geri durmamıştır.
Dolayısıyla
eserlerindeki yaklaşımlarından da görüldüğü üzere Şeyh Bedreddin’in İslâm
hukuku ile ilgili görüşlerinin temelinde, Hanefî mezhebinin görüşleri hâkim
olup, ibadetle ilgili konulardaki tercihini de genellikle bu mezhebe göre
yaptığı görülmektedir. O, kendi döneminde Kitab ve Sünneti temel alan bir
yaklaşımı esas aldığını hissettirmiş, Kitab, Sünnet ve icmâya aykırı olmamak
şartıyla, Hanefî imamlar bile olsa, öncekilerin görüşlerini eleştirebileceğini,
onlara muhalefet edebileceğini belirterek kendi hukuk mantığını ortaya koymaya
çalışmıştır.
Son tahlilde
çalışmamızın sınırlılıkları sebebiyle ayrıntısına girmediğimiz Şeyh
Bedreddin’in fıkhî konulardaki görüşleri üzerinde müstakil çalışmalara ihtiyaç
duyulduğu da ortadadır. Çünkü fıkıh ile ilgili eserleri üzerinde nüsha
kritiğine de dayanan ciddî bir tahkîkât yapılmadan onun hukuk alanındaki
fikirleriyle ilgili sağlıklı bilgilere ulaşmak mümkün olmayacaktır.
B.
Şeyh Bedreddin’in Siyasî Konulardaki Görüşleri
Şeyh
Bedreddin’in siyasî konulardaki görüşlerine yer verdiği müstakil bir eseri
bulunmamaktadır. Onun siyasî görüşlerini, fıkıh alanında yazmış olduğu
eserlerinden sınırlı ölçüde çıkarabilmekteyiz. Dolayısıyla onun konuyla ilgili
görüşleri, fıkıhla ilgili eserlerindeki sınırlılıklar çerçevesinde ele
alınacaktır.
Şeyh
Bedreddin, Teshîl adlı eserinin Küffâr İstilâsı adı altında ele aldığı bahsinde, bir bölgenin
dâru’l-İslâm/İslâm memleketi olup olmaması hakkında şunları söyler. Ona göre
gayr-i müslim bir ülke ele geçirildiğinde artık o ülke dâru’l-İslâm olmuştur ve
İslâm ülkesi statüsü de öylece kalır. Şöyleki Şeyh Bedreddin Tevbe Sûresi’nin
60. ayetinde zekat verilecek kimseler sayılırken orada ifade edilen fakirler
grubundan, muhacirlerin kastedildiğini söyler. Bunların fakir olmadıklarını ve
Mekkeliler tarafından malları zorla ellerinden alınmış kimseler olduklarını
belirtir. Mallarının zorla ellerinden alınmış olması, o malın sâhibine olan
âidiyetini yok etmeyeceği gibi bir defa İslâm ülkesi olmuş bir ülkenin de daha
sonra zorla bu statüsünün bozulamayacağını belirtir.587 Yani Şeyh
Bedreddin İslâm ülkesi olma niteliğini hukukî olmaktan çok coğrafî ve siyasî
çerçevede değerlendirir. Şeyh
Bedreddin’e göre ‘cihad’, Müslümanların bir kısmının yapmasıyla diğerlerinin
üzerinden sorumluluğun kalkmasını ifade eden farz-ı kifâyedir. Nitekim selam
verildiğinde almayı ve cenaze defin işlemlerinin farz-ı kifâyeliğini cihad ile
aynı konumda değerlendirir. Şeyh Bedreddin cihadın kadınlar, çocuklar, kör,
yatalak olanlar gibi şer’î özrü olanlara farz olmadığı düşüncesindedir. Ancak
eğer düşman saldırısına maruz kalınmışsa o zaman farz olur. Bunu oruç
ibadetiyle örneklendiren Şeyh Bedreddin, kadınlar nasıl oruç için izin
almıyorlarsa düşman saldırısı durumunda da aynı şekilde izin almadan savaşa
katılırlar der.
Bir başka
yerde savaş hukuku ile ilgili olarak ganimet taksîminde, ganîmetlerin üçe
bölünmesi gerektiğini ve birisinin yaya olan askere diğer iki parçasının da
atlı askerlere verilmesi gerektiğini belirtir. Buna delil olarak da Hz.
Peygamber’in hisseyi üçe bölerek atlıya iki, yayaya ise bir hisse taksim
etmesini gösterir. Ayrıca bir atlı savaşa atı ile gelse ancak atı hastalansa
veya savaşmaya takâtı olmasa, hissesi ikiden aşağıya düşer. Bununla birlikte
savaşa katılanların her birinin birer hissesi olduğunu, hemşirenin ve yaralı
tedavî edenlerin de taksîmâtını ayrı ayrı belirtir.
Şeyh
Bedreddin, gayr-i müslimlerden alınan cizye ile ilgili olarak da, burada
cizyenin alınmasında takdîrâtın, alınacak kişinin malî durumuyla ilişkisini
bildirmektedir. Kişinin fakir olması durumunda 12 dirhem cizye alınmasını, orta
halli veya çalışandan da farklı meblağlar alınması gerektiğini belirtir. Kişi
çok zengin ise bu miktarın on bin dirhem olabileceğini belirtir. Şeyh Bedreddin,
bu bedelin İslâm memleketinde oturma bedeli olduğunu ifade eder. Şeyh
Bedreddin’e göre cizye, zül içinde yaşamayı kabul etmiş insanlar için kesilen
bir vergidir ve gerektiğinde devletin siyaseti gereği güç ile alınmalıdır. Devlete karşı isyan edenlerle ilgili, Bâgîler
Faslı bölümünde devlete isyan edenleri iki kısma ayırarak şöyle der:
1.
İhtiyaç sebebiyle isyan
edenler: Devleti protesto nitelikli olan bu tür isyanların ve isyancıların
devlete karşı gelen âsîler hükmünde sayılamayacağını ve bunların mallarına el
konulamayacağını belirtir.
2.
Devletten bir talebe
yönelik isyanlar: Bu tür isyanları yapanlar evvela idareci tarafından görüşme
sağlanarak onların talepleri noktasında görüşmeler yapılıp ikna edilmek
suretiyle isyan sona erdirilir. İsyan durdurulamaz veya durdurulduğu halde
tekrar başlatılırsa asîler cezandırılma yoluna gidilir. Cezalar isyanın
eriştiği boyutlara paralel olarak ölüm cezâsına kadar gidebilir.591
Onun fiilî
olarak siyasî alanda en etkin olduğu dönem, Musa Çelebi’nin iki buçuk yıl süren
saltanatı süresinde yapmış olduğu kazaskerlik dönemidir. Mehmed Çelebi’nin
iktidara geçmesiyle başlayan ikinci fiilî siyasî dönemi ise İznik’teki göz
hapsi cezasından, tutuklanma dönemine kadar devam eden yaklaşık altı yıllık bir
süreçtir. İktidar dönemi diyebileceğimiz iki buçuk yıl süren kazaskerlik
döneminde siyasi görüş ve faaliyetleriyle ilgili bilgilerimiz yok denecek kadar
azdır. Muhalif dönem olarak adlandırabileceğimiz Mehmed Çelebi dönemindeki
siyasi faaliyetleri ile ilgili olarak ise çok çeşitli değerlendirmelere muhatap
olduğu görülür. Birinci dönemin aksine bu dönemle ilgili yaklaşımlarda Şeyh
Bedreddin, bilgi kirliliği olarak nitelendirilebilecek bir konuma
sürüklenmiştir. Bunlardan bir kısmını şu şekilde ifade edebiliriz:
İlk olarak
değineceğimiz husus, Şeyh Bedreddin’in içinde yer aldığı isyan hareketinin de
etkisiyle, daha sonraki dönemlerde ortaya atıldığı görülen ve onun siyasî
anlamda ortak mülkiyet, ibâhacılık gibi fikirleri benimsediği iddialarıdır.
Ancak sözkonusu iddiaların tarihin verileriyle örtüşmediği görülmektedir. Bu
değerlendirmeyi yapan araştırmacıların
dayandığı tek metin vardır. Söz konusu metin şu şekildedir : “O günlerde
Ionia Körfezi’nin ağzında
bulunan dağın civarında ve Sakız adasının karşılarında Stilarion(Karaburun) adlı
yerde kendi kendine yaşayan
bir köylü meydana çıktı. Bu zat Türklere fakirliği(yani mal mülk sahibi olmamağı)
tedris etti; kadınlardan başka
her şeyin, yani yiyecek, giyecek, çift ve
ekilmiş tarlaların insanlar arasında müşterek olma akidesini telkin ediyordu.
Ben senin evine, kendi evim gibi, sen de benim evime kendi evin gibi girip
çıkarsın, kadınlar müstesnadır diyordu. Burada Börklüce’ye ait olan fikirlerin, tek
bir belgeye angaje olmanın yarattığı sınırlılıkla ve Şeyh Bedreddin’in isyanın
lideri olduğu ön kabulünden hareketle Şeyh Bedreddin’e atfedildiği
görülmektedir. Ancak Dukas’ın Tarih’inde Börklüce Mustafa’ya izafe
olunan bu söz ve düşünceler, hiçbir tarihi kaynakta ve Şeyh Bedreddin’in kendi
eserlerinde yer almamaktadır. Dolayısıyla sadece Börklüce Mustafa’nın, Şeyh’in
kethüdası olmasından yola çıkarak, Şeyh Bedreddin’e bu tür görüşler atfetmek
mümkün görünmemektedir.
Şeyh
Bedreddin ile ilgili bir diğer bir iddia ise Bedreddin’in sahip olduğu iddia
edilen şu fikirlerdir: “Tanrı dünyayı yaratmış, insanlara bahşetmiştir. Erzak, giyecekler, hayvanlar,
toprak ve bütün toprak mahsülleri umûmun müşterek
hakkıdır. İnsanlar tabiat ve yaratılış itibariyle eşittir. Birinin servet toplayıp
biriktirmesiyle, diğerlerinin
ekmeğe bile muhtaç kalması İlâhî maksada muhaliftir. Nikahlı
kadınlar ortaklıktan müstesnadır. Bu birlik haricinde kalan her şey insanların müşterek malıdır. Ben senin evinde kendi
evim gibi oturabilmeliyim. Sen benim eşyamı
kendi eşyan gibi emlâkimize karşılıklı tasarruf edebilmeliyiz. Gerek
Müslümanlıkta, gerek Hristiyanlıkta ülemânın ve papazların hataları ile nice
bid’atler ihdâs olunmuştur.
Bunlar kaldırılırsa din bir olur.
”
Bu
ifadelerden hareketle tarihsel-maddeci yaklaşımların yapmış oldukları Bedreddin
yorumu da ana hatları ile şu şekildedir. Şeyh Bedreddin hareketinde ortaya
çıkan olaylar, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda kendisini hâkim kılan
aristokrasiye karşı halk kitlelerinde belirmiş olan tepkinin eyleme dönüşmüş
şeklidir. Burada Fetret Devri’nde iktidarı bir süre ele geçiren Musa Çelebi’nin
Şeyh Bedreddin’in düşünsel etkisi nedeniyle halka dayalı, kardeşi Çelebi
Mehmed’inse bir nevi aristokrat olan toprak sahiplerine dayalı bir politikanın
temsilcileri olduğu iddia edilir.
Bu
yaklaşımların sahiplerinin, Şeyh Bedreddin’in içinde bulunduğu dönemin arka
planını veya eserlerini sağlıklı olarak değerlendirmeden, bu yargıya vardıkları
görülmektedir. Hadisenin dış dünyası göz önünde bulundurulmadan ve parçacı bir
yaklaşımla yapılan bu değerlendirmeler de tarihi realitelerle uygunluk arz
etmemektedir.
Bu bağlamda
yakın dönemde Şeyh Bedreddin üzerine yapılan çalışmaların bir kısmının
özellikle onun siyasî yönünü bilimsel çerçevede ele almalarının yanında ; özellikle sol ve sağ ideolojik bakış
açılarıyla kaleme alındıkları anlaşılan çalışmaların birçoğuna göre Şeyh
Bedreddin siyasî anlamda, kadınlar hariç olmak üzere mal ve mülkte, her şeyde
ortaklık
düşüncesinin yani ortak mülkiyetin XV. yüzyıldaki temsilcisi olarak
gösterilmektedir.
Bu bağlamda
sol ideolojik kesimde yer alan bazı çalışmaların Şeyh Bedreddin’e ait olduğunu
iddia ettikleri siyasî düşünce kalıpları şu şekildedir. Kimilerine göre o, özel
mülkiyet karşıtı, ortak mülkiyet savunucusu bir ilkel ütopik sosyalisttir. Onun
özlediği toplumsal düzen ise sosyalizmdir. Kimilerine göre ise, çağının ilerisinde bir
materyalist olup, kişisel mülkiyeti kaldırmak istemiş ve dinler arasında bir
ayırım olmadığını öne sürmüştür. Kimilerine göre ise o, toplum düzenini maddeci
bir yaşama anlayışı üzerine oturtmak isteyen ve aile kurumu hariç arazi ve
malları eşit olarak paylaşmayı öneren devrimci, sosyal bir halk hareketinin
lideridir. Kimilerine göre, yârın yanağından gayrı her
şeyin ortak olduğu düşüncesiyle hareket eden Şeyh Bedreddin’in amacı sosyalist
bir devlet kurmaktır.
Türk sağı
diye adlandırılabilecek tarihçilerden bir kısmının da Şeyh Bedreddin’in siyasi
fikirleri hakkında yukarıdaki yaklaşımlar paralelinde değerlendirmelerde
bulundukları görülür. Onu çok şiddetli bir Osmanlı komünisti olarak
adlandıranlar ; ortak
mülkiyeti savunan şiddetli bir materyalist ve komünist olarak niteleyenler ; Bedreddin İhtilali’nin muvaffak
olması durumunda dünyanın kızıl tehlike acısını beş yüz otuz yıl önce tatmış
olacağını ve Şeyh’in her şeyin insanlar arasında
müşterek ve mübah olduğunu savunan bir ibahacı olduğunu iddia edenler ; onu Şii, Batınî ve Rafızî olarak
nitelerleyenler ; Kollektivist,
malda, menkul, gayr-i menkul her şeyde ve her malda iştirakçi bir Batınî-Şii Rafizîsi olarak göstererek
onun Timur tarafından Anadolu’da gâile çıkarmak için görevlendirildiğini ve
haramları helal, helalleri haram kılmak iddiasında bulunan bir İbahiyeci ve
Osmanlı’da komünist hareketin anarşist önderi olarak niteleyenler ; sosyalizmi yaşadığı devrin şartları
içinde tatbikat nizamı yapmaya çalışan Türk olarak adlandıranlar ; manevî duyguları siyasal amaçla
sömürerek ortak mülkiyeti savunan sosyalist bir düzen kurmak isteyen bir
şahsiyet olarak görenler ;
saz ve şaraba izin verdiği ve ortak mülkiyeti savunduğunu söyleyenler ; onda Kabalizm(felsefeyi dinden üstün
gören anlayış)’in görüldüğünü savunanlar
; babasının isminin İsrail olmasından dolayı ve Şeyh Bedreddin ile
ilişkisinin olduğu varsayılan Torlak Kemal’den dolayı Şeyh Bedreddin’in Yahudi
asıllı bir aileden geldiğini ileri sürenler bulunmaktadır.
Sanat ve
edebiyat alanında da Şeyh Bedreddin’i sosyalist bir halk ayaklanmacısı olarak
gösterenler ; materyalist
bir ihtilal lideri ve mistik bir sosyalist olarak
değerlendirenler ; Şeyh’in
ortak mülkiyet ve ortak din anlayışını yaydığını iddia edenler olmuştur.
Ayrıca bu
yaklaşımların dışında Şeyh Bedreddin’i ortak mülkiyet yanlısı devrimci, sosyal
bir halk hareketinin lideri olarak görenler ; onun Çelebi Mehmed tarafından
yeteneklerinin körelmesi için İznik’e sürüldüğü ve onun da kendisine yapılan bu
hareketin öncünü almak için bir takım siyasi faaliyetlere giriştiğini iddia
edenler ; düşünceleri ve
hareketinde “Anadolucu” bir öz bulanlar ; saray, saltanat, tekkeler ve
dervişleri zorbalığın ürünü olarak gördüğünü iddia ederek onu, Yunus Emre ile
birlikte Türk Hümanizmasının iki büyük sütunu olarak sayanlar ; bağnazlığın karşısında dinlerüstü
(mezhepçilik veya dinî taassubu olmayan), hümanist bir sosyalist olarak
niteleyenler ; ortak
mülkiyeti savunduğunu ve mülk edinme ile ilgili fikirlerinin tam anlamıyla
komünizmi yansıttığını iddia edenler
; Rusya’daki “Dekambristler”e benzetenler ; öğretisinin ziraî sosyalizm yahut
kısaca Agrarizm denen hususî, nev’i şahsına münhasır bir sosyalizm olduğunu
iddia edenler ; İslâmiyet,
Hristiyanlık ve Yahudilik prensiplerinin karışımını teşkil eden
Bogomilistler’in temsilcisi olarak niteleyenler ; “liberal” olarak niteleyenler ; onu sosyal demokrasinin bir
savunucusu sayarak Türklük bilinciyle hareket ettiğini iddia edenler de vardır.
Ancak son
dönemde yapılan bu çalışmalarda genel anlamda iddia edilen “dinler arası
fark gözetmeyen, eşler
hariç her şeyde ortak mülkiyeti savunan, şaraba izin veren, eşitlikçi ve paylaşımcı” bir ideolojinin, o
dönemlerde Şeyh Bedreddin tarafından propaganda edildiği şeklinde hiçbir tarihî
rivayet yoktur. Şeyh Bedreddin’in bugün elimizde bulunan eserlerinde ve
özellikle üzerine bir çok spekülasyonlar yapılan Vâridât’ta da bu
düşünceler yer almamaktadır. Şeyh Bedreddin gibi İslam hukukunda otorite olan
ve kaleme almış olduğu Hanefî mezhebine dayalı eserler ile takdirleri üzerinde
toplayan bir şahsiyetin mülkiyet hakkını reddettiğini iddia etmek de tarihî
perspektiften uzak bir yaklaşım olarak görünmektedir. Ayrıca şaraba izin
verdiği şeklindeki iddialar karşısında onun, sünnî bir müslüman ve Hanefî bir
fıkıhçı olarak, içki içmenin kesinlikle haram olduğunu vurgulayan bir yaklaşım
sergilediği görülmektedir. Bu noktada şaraba izin verdiği şeklindeki
iddiaların da tarihî gerçeklerden uzak olduğu görülür.
Genel olarak
Osmanlı Tarihleri’ne bakıldığında Şeyh Bedreddin’in siyasî anlamda resmî
otoriteyi karşısına aldığı hususunda birleştikleri görülmektedir. Onun,
Sultan’a itaatin dışına çıkarak padişah olma hevesine düştüğü, sancak ve
subaşılık isteyenleri yanına çağırdığı iddia edilmektedir. Kaynaklardan ortaya çıkan durum, bu hareketin
arka planını oluşturan dönemin içinde bulunduğu siyasal ve sosyal bunalımların,
toplum içerisinde bir yabancılaşmaya yol açtığını göstermektedir. Bu noktada,
toplumsal bunalım ve huzursuzluğun ortaya çıkardığı bu sıkıntıları gören Şeyh
Bedreddin’in, kendince içinde bulunulan kaotik ortam ve merkezî otoritenin bu
ortamı gidermekteki yetersizliklerini ileri sürerek, bir fakih ve düşünce adamı
olarak bunları düzeltmeyi düşünmüş olması muhtemeldir. Görülen odur ki, Şeyh
Bedreddin, kitlesel taban itibariyle de etrafındaki sınır gazilerine, tımarlı
sipahilere, medrese talebelerine ve feodal kesimlere bu düşünceleri
aktarmıştır.
Sonuç olarak
Şeyh Bedreddin’in, kendi döneminde siyasî anlamda bir takım faaliyetlerin
içerisinde yer alması ve resmî otoriteyi karşısına alan bir aksiyon insanı
olarak ön plana çıkması, siyasî yönüyle ilgili spekülatif yorumlar yapılmasına
sebebiyet vermiştir. Onun siyasî yönü ile ilgili olarak dile getirilen
iddiaların çoğu da ideolojik ve anakronik yaklaşımlara dayalı olarak
yapılmıştır. Bu durum, onun itikadî ve fıkhî yönüyle birlikte siyasî yönünün de
tarihsel bağlam içerisinde objektif, doğal ve sağlıklı yaklaşımlara ihtiyaç
duyduğunu ortaya koymaktadır.
İstanbul
Cağaloğlu II. Mahmud Türbesi bahçesinde medfun bulunan Şeyh Bedreddin, Osmanlı
Klasik Dönem Düşünce hayatında fikirleriyle olduğu kadar aksiyonlarıyla da ön
plana çıkmış önemli simalardan biridir. O, dinî ilimlerde ve özellikle İslâm
hukuku alanında devrinin önde gelen âlimleri arasında yer almaktadır. İslâm
hukuku alanında kaleme aldığı Câmiul Fusuleyn adlı eseri, Mecelle’nin
kaynakları arasında gösterilmektedir.
Şeyh
Bedreddin, zahirî ilimlere olan vukûfiyetinin dışında, tasavvufî yönüyle de
adından söz ettirmiş, ancak tasavvufî fikirlerinde batınî yönü ön plana
çıkarmasından dolayı günümüze değin süregelen bazı eleştirilere uğramıştır. Bu
bağlamda bir kısım araştırmacılar, Şeyh Bedreddin’in temel inanç ilkelerine
aykırı bir takım fikirlerinin olduğunu belirterek, Şeyh’in fikirlerinin, kelamî
açıdan kabulünün mümkün olmadığını iddia etmektedirler.
Bu noktada Vâridât’ta
geçen ifadelere bakıldığında Şeyh Bedreddin’in, âhiret, cennet, cehennem ve
bunun gibi gaybî meseleleri inkâr etmediği ancak bunların keyfiyetleri
hususunda farklı yaklaşımlarda bulunduğu görülmektedir. Ele aldığı meselelere
Vahdeti Vücûd felsefesi ile yaklaşan Şeyh Bedreddin için her şey, temelde aynı
gerçeğin değişik görünümlerinden ibarettir. Ancak bu onun, tenzîhî Allah,
ulûhiyet, rahmet, ubûdiyet gibi inanç ilkelerini reddettiği ve âlemin
Tanrılığını, dolayısıyla materyalizmi savunduğu anlamına gelmemelidir. Ona göre
Allah, Zâtı bakımından mutlak, her şeyden münezzeh ve aşkın, fakat tecellî
nokta-i nazarından her şey O’nun sûreti ve dolayısıyla da her şeyde içkindir.
Şeyh
Bedreddin’in Vâridât adlı risâlede inanç alanı ile ilgili kullandığı
ifadelere bakıldığında, bu ifadelerin Kur’an’ın zâhirine ve dolayısıyla da
klasik kelam öğretilerine ters düştüğü izlenimi oluşabilir. Ancak bu noktada
Şeyh Bedreddin, ifadelerinin Kur’an’ın zahirini inkar anlamına gelmediğini şu
sözleriyle ifade etmektedir. “Dış
anlamda çelişkiye
düşen bir izah yaparsak bu, dış anlamı inkar ettiğimiz anlamına gelmez. Çünkü biz dış anlamı da söylüyoruz, iç anlamı da
içten içe yedi anlama dek söylüyoruz.629” Dolayısıyla o,
Kur’an’da geçen ifadelerin dış anlamını da temelde inkâr etmediğini ancak dış
anlamın yanında iç anlamlarının da anlaşılması gerektiğini belirterek, bu
ifadelerin te’vile açık olduğunu vurgulamıştır.
Vahdet-i
Vücûd geleneğinin bir takipçisi olduğu görülen Şeyh Bedreddin’in söz konusu
bâtınî yorumlarının, kendinden sonraki bir kısım topluluklar tarafından yanlış
algılanarak farklı ideolojik veya mezhepsel kurguların içerisine dâhil edildiği
de görülür. Nitekim Şeyh Bedreddin’in idamını takip eden yıllarda bu olay dînî
bir kisveye büründürülmüş ve Bedreddin taraftarları adı altında yeni bir zümre
ortaya çıkmıştır. Şeyh Bedreddin’e yöneltilen dinî suçlamalar da büyük ölçüde bu
taifeye mensup olanların, dinî esaslara muhalif hareketlerde bulunmalarından
kaynaklanmaktadır.
Şeyh
Bedreddin’in kelâm ve tasavvuf felsefesine ait olan söz konusu görüşleri ve
klasik akâid anlayışları dışında bir takım düşüncelerinin olması, onun İslâm itikâd
esaslarının dışında yer aldığını gösterir mi? Bu noktada Şeyh Bedreddin’in
kendi ifadelerinden anlaşılan odur ki, onun Allah’ın birliği ve diğer imanî
meseleler noktasında bir şüphesi olmayıp, bunların keyfiyetleri ile ilgili
izahları vardır. Vâridât’ta geçen bir takım ifadeleri, tasavvufî
altyapıdan yoksun ve objektif olmayan iddialarla farklı yönlere çekmek ise
kanaatimizce, sûfî/tecrübî metinlerin, metottan yoksun ve ideolojik olarak
okunmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim
eserlerindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Şeyh Bedreddin’de inanç
boyutunun hiçbir zaman ikinci plana atılmadığı görülmektedir. Onun felsefesi
Allah inancı temeline dayanmakta olup, bu durum onu bir kısım iddiaların aksine
kör maddecilikten de kurtarmaktadır. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin sufî kimliği
itibariyle, içinde yaşadığı evreni, vâroluşun mahiyetini ve kendi varlığını bir
şekilde anlamlandırmak amacıyla yola çıkmış bir sûfi filozoftur. Bu bağlamda
Şeyh Bedreddin’in ifadelerinin, işaret ettiği temel niyet ve terminolojiden
koparılarak değerlendirilmesi, metodolojik olarak da hatalı olacaktır.
Bu noktada
İbn Rüşd ile Gazalî’nin aralarındaki şu tartışma bu yaklaşımı daha net ortaya
koyacaktır. İbn Rüşd ve Gazali arasındaki haşir ile ilgili tartışmada Gazali,
filozofların “Haşir
ruhlar ile olacaktır.” şeklindeki düşüncelerini eleştirmiş, İbn Rüşd ise
ona şöyle cevap vermiştir: “Filozoflar haşri
inkar etmemektedir; haşrin
keyfiyetiyle ilgili tevil yapmaktadırlar.
”
Nitekim Şeyh
Bedreddin de, bir kimsenin ancak kendisini mü’min yapan şeyi yani iman
esaslarını inkar ettiği, Allah’ı kendisine layık olmayan şeyle vasfettiği, onun
isimlerinden veya emirlerinden birisi ile alay ettiği ya da cennetini ve
cehennemini inkar ettiği takdirde tekfir edilebileceğini ifade eder. Çünkü ona
göre müslüman olduğu bilinen bir kimse, inkâr manasına gelen şüpheli söz ve
davranışlardan dolayı kâfir sayılamaz. Eğer söyleyenin niyeti küfrü
gerektirmiyorsa o müslümandır. Ancak söyleyenin niyeti küfrü gerektiriyorsa,
onun sözünün küfür içerdiği açıktır.
Şeyh
Bedreddin, hukuk metodolojisi açısından da kendi döneminde Kitab ve sünneti
temel alan bir yaklaşımı esas aldığını hissettirmiştir. Eserlerinde de ortaya
çıkan tasavvufî, fıkhî yönü onun Sünnî gelenek içerisinde Hanefî mezhebine
bağlı olmakla birlikte, çağının üstünde bir bilimsel ehliyete sahip olduğunu
göstermektedir. Nitekim o,
Kitab, sünnet
ve icmâya aykırı olmamak şartıyla, Hanefî imamlar bile olsa, öncekilerin
görüşlerini eleştirebileceğini, onlara muhalefet edebileceğini belirterek kendi
hukuk mantığını ortaya koymaya çalışmıştır.
Şeyh
Bedreddin’in siyasî hayatında ise en önemli payı, Musa Çelebi’nin iki buçuk yıl
süren saltanatı döneminde yapmış olduğu kazaskerliği ve Mehmed Çelebi’nin
iktidarı ele geçirmesiyle İznik’te başlayıp isyan sürecine uzanan göz hapsi
dönemi alır. Nitekim onun kazaskerliği dönemindeki siyasî konumu, idamıyla
neticelenen süreç de dâhil olmak üzere kendisine karşı yapılan eleştiri ve
hücumları artırmıştır. O’nun Osmanlı’nın içinde bulunduğu kaotik ortamda Musa
Çelebi’nin kazaskerlik teklifini kabul ederek kardeşler arası mücadelede taraf
olması ve Mehmed Çelebi’nin Osmanlı tahtına geçmesiyle birlikte gönderildiği
İznik’teki mecburî ikametten kaçarak firar etmesi, onu resmî otorite karşıtı
bir konuma düşürmüştür. Ayrıca büyük bir kısmı Şeyh Bedreddin’in kazaskerliği
döneminde tımar dağıttığı eski toprak sahiplerinden oluşan kitlelerin Deliorman
bölgesinde etrafında toplanmaları ve Hristiyan feodallerinin de onun yanında
yer almaları Şeyh Bedreddin İsyanı’nın başlangıcı olmuştur. Çünkü içinde
bulunduğu yapı Mehmed Çelebi’nin iradesine aykırı bir tablo oluşturmaktaydı.
Ancak Şeyh’in bu olaylar zincirinde, olayları planlayan, organize eden ve
yönlendiren konumda değil de olayların kendisini yönlendirdiği bir konumda
olduğu da gözlenmektedir. Bu noktada Şeyh Bedreddin’in planlı olmasa da siyasî
otoriteye karşı gelme olarak niteleyebileceğimiz bir isyan hareketinin içinde
yer aldığı söylenilebilir. Bu noktada bazı Osmanlı kaynaklarının Şeyh
Bedreddin’in kesinlikle bir isyan hareketine girişmediği ve bazı haset
gruplarının iftirasına uğradığı şeklindeki iddiaları, kaynakların şahitliğine
ve tarihsel perspektife uygun değildir.
Bununla
birlikte yine bu dönemde cereyan eden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal
isyanlarının, Şeyh Bedreddin’le işbirliği içerisinde organize edilmiş isyanlar
olmadığı görülmektedir. Ayrıca bu isyanlar Şeyh’in zihnî altyapı ve misyonuyla
da örtüşmemektedir. Bu bağlamda Şeyh Bedreddin’in, Börklüce Mustafa ve Torlak
Kemal isyanlarıyla ilişkisinin olduğu ve bu isyanlarla organize bir
birlikteliğinin olduğu iddialarını da gerçekçi bulmamaktayız.
Kaynaklarda,
isyanın meşrû yönetime karşı hareket tarzında ele alınması, izafe edilen suçun
da sadece ‘ulu’l-emr’e isyan etmek’ten ibaret olması, bu hareketin
siyasal boyutlu olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim bu dönemde henüz merkezî
otorite tam olarak tesis edilemediğinden, bazı bölgelerde hala başıboş ve
bağımsız hareket etme özlemi hâkim durumda idi. Siyasî ve sosyo-ekonomik
bunalımın ortaya çıkardığı bu durum Şeyh Bedreddin’in dikkatini çekmiş ve
merkezî otoritenin bunları gidermekte yetersiz olduğunu düşünerek, kendince bu
aksaklıkları düzeltmeyi düşünmüş olması muhtemeldir. Mallarına el konulmamış
olması da yargı sonucunun şer’î içerikli değil, devlete isyan/bağy suçu
çerçevesinde siyasî olduğunu ortaya koymaktadır. Etrafında toplanan kimselere
ise, ortak mülkiyet(paylaşımcılık) ve ibâhacı fikirleri değil de, eski tımar
sahiplerine topraklarını tekrar iade etmeyi, paylaştırmayı vaat eden bir söylem
içerisinde olduğu görülmektedir.
Konuyla
ilgili birçok kaynak farklı şekillerde de olsa söz konusu bu hareketi, resmî
otoriteye karşı bir isyan hareketi olarak kabul etmişlerdir. Ancak Bitlisî daha
da ileri giderek Şeyh’in din ve mezhep bağlarını ortadan kaldırmak, haramları
helal saymak, şarabı ve müzik aletleri dinlemeyi mübah saymak gibi vaatlerde
bulunarak, memleketi isyana katılanlar arasında paylaştırma propagandası
yaptığını ileri sürer.631 Ancak onun bu değerlendirmeyi, kendi
döneminde Simavenîler Taifesi adı verilen topluluğun yaşam tarzları
doğrultusunda yaptığı görülmektedir. Ancak bu yanlış yaklaşım, Şeyh’in zındık
ve mülhid olarak nitelendirilmesine de sebebiyet vermiştir.
Hayatı ve
eserlerinde görüldüğü üzere Batınîlik, Alevîlik veya buna benzer Sünnî gelenek
dışı herhangi bir söylemi bulunmayan Şeyh Bedreddin’in ölümünden sonra günümüze
değin bazı bölgelerde hala önemli bir takdis unsuru olması, anakronik bir
yaklaşım olarak değerlendirilebilir.
Dolayısıyla
Şeyh Bedreddin olgusu, XV. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve etkisini daha
sonraki yüzyıllarda sürdüren, hatta günümüzde dahi canlılığını koruyan ve bu
yönüyle de bugüne ait bir takım söylemsel etkinliklere de konu olan bir yapı
arz etmektedir. Ancak onu, ideolojik, anakronik veya subjektif değerlendirmelere
tabi tutmak kanaatimizce, Şeyh Bedreddin’i daha da anlaşılmaz bir hale
getirecektir. Bu noktada konunun sağlıklı bir şekilde ortaya konulması,
bilimsel bakış açılarıyla mümkün olacaktır. Çalışmamızın da bu amaçla atılmış
bir adım olduğu kanaatindeyiz.