ŞEYH BEDREDDİN
Şeyh Bedreddin İsyanı,
Taşköprülüzâde Usameddin Ahmed bin Mustafa
İslam mistisizminin (tasavvuf)
Vahdet-i Vücut okuluna mensup ünlü mutasavvıfı, filozof ve kazaskerdir.
Özellikle XV. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun Fetret Devri sırasında
desteklediği Mûsâ Çelebi'ye verdiği destek ve modern sosyalizm uygulamalarını
çağrıştıran yönetim usulleriyle bilinmektedir.
Hayâtı
Hayâtı hakkında bilinenler büyük
oranda torunu Hâfız Halil'in yazdığı “Menâkıbnâme”ye dayanır.
Günümüzde Yunanistan
topraklarında bulunan Simavna kasabasında doğmuştur. Kesin doğum târihi
bilinmemekle berâber çeşitli kaynaklarda 1358, 1359 veya 1365 olarak verilir.
Menâkıbnâme'ye göre babası Endülüs'ten İslam ulemâsı diye gelmiş, kendisini
ustaca Müslüman Türk olarak kabul ettirmiştir. Daha sonra Simavna Kadısı olur.
Annesi Rum asıllı bir Hıristiyan iken Müslüman olan Melek Hâtun'dur. Edirne'nin
OsmanlIlar tarafından alınmasından sonra âilesi ile buraya yerleşir.
Şeyh Bedreddin eğitimine
Edirne'de babasının yanında başlar. Hocası Molla Yusuf sayesinde fıkıh ilmiyle
tanışır. Hocası ölünce Bursa'ya gider, astronomi ve matematik alanlarında büyük
şöhret kazanan “Koca Efendi” diye de bilinen Bursa Kadısı Şeyh Mahmud'dan ders
alır. Daha sonra Konya'da Feyzullah'tan mantık ve astronomi dersleri alır,
dönemin İslam dünyâsının ilim merkezi olan Kahire'ye gider.
Menâkıbnâme'ye göre 8 Aralık 1382
târihinde Kahire'ye varır. Burada Memluk Sultânı Berkuk'un dostu ve danışmanı
olan dönemin ünlü âlimlerinden Ekmeleddîn el-Bayburdî'nin öğrencisi olur.
Sultan Berkuk Bedreddin’i oğlu Ferec'in özel hocalığına tâyin eder.
Sultan Berkuk'un sarayında
geçirdiği üç yıl zarfında Hüseyin Ahlatî ile tanışır ve düşüncelerinden
etkilenir. Berkuk, Bedreddin ve Ahlatîye birer Habeş câriye sunar.
Menâkıbnâme'nin yazarı Hâfız Halil'in babası İsmâil'i bu câriyelerden biri olan
Câzibe doğurur. Diğer câriye Mariye (Meryem) ise Ahlatî'nin öğretisini
özümsemiştir. Bedreddin, Mariye ile yaptığı konuşmalarda kendisini gülün dikeni
gibi gördüğünü söyler: "Anı gül gördi vü kendüni diken". Ahlatî
Bedreddin’in tasavvuf yolunda yol göstericisi olur.
Hüseyin Ahlatî bir süre sonra
Bedreddin’i Tebriz'e yollar. Burada Anadolu Seferi’nden dönen Timur'la
karşılaşan Bedreddin, ilmiyle Timur'u ve maiyyetini etkiler. Timur kendisiyle
berâber gelmesini istese de Bedreddin bunu kabul etmez ve Kahire'ye döner.
Ahlatî ölümünden hemen önce
Bedreddin’i halîfesi îlan eder. Ancak müritlerinin bâz ilan buna tepki
gösterir. Bedreddin altı ay sonra Mısır’ı terk eder. Menâkıbnâme bu ayrılışın
sebebini Rumeli'ye dönme arzusu olarak gösterse de, müritlerin muhâlefeti ve
Mısır'ın içinde bulunduğu siyâsî karmaşa da bu kararın sebeplerinden olabilir.
Şeyh Bedreddin önce Halep'e sonra
Karaman ve Germiyan beyliklerinin topraklarına gider. Gittiği yerlerde
tanınmaktadır. Buradan Menderes Vâdisi boyunca ilerleyerek Ay din'a gelir.
Menâkıbnâme'ye göre, yolu üzerindeki Nizar Köyü’nde en önemli müritlerinden
Börklüce Mustafa ile tanışır. Daha sonra Tire üzerinden İzmir'e geçer.
Menâkıbnâme'de İzmir'den, Hıristiyan nüfuslu Ceneviz hâkimiyetindeki Sakız
Adası'na geçtiği anlatılır.
Kütahya ve Domaniç üzerinden
Bursa'ya yaptığı yolculuğu sırasında Sürme Köyü’nde diğer önemli müridi Torlak
Kemal ile tanışır. Gelibolu üzerinden Trakya'ya geçer ve Edirne'ye ulaşır.
Kahire'den Edirne'ye kadar gittiği her yerde müritler toplamıştır. Birkaç ay
sonra Bursa ve Aydın'a tekrar gider, sonrasında yedi yıl Edirne'de kalır.
Bu sırada Osmanlı Devleti Fetret
Devri'ndedir. Şeyh Bedreddin Mûsâ Çelebi'nin kazaskeri olma teklifini kabul
eder ve iki yıl Edirne'de kazaskerlik yaparak geniş çevrelerle temas kurar. Bir
ihânetinden ya da suçundan dolayı âilece İznik'e sürülmüştür. Sürgün olduğu
sırada eski müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ayrı ayrı yerlerde
(Aydın ve Manisa) Mehmet Çelebi'ye karşı ayaklanma hazırlamıştır. Şeyh
Bedreddin üç ayrı yerde birden müritleriyle birlikte ayaklanma çıkartmıştır.
Börklüce Mustafa, Karaburun'da Bayezid Paşa'yla çarpışırken öldürülür ve isyan
bastırılır. Torlak Kemal de Manisa'da yakalanır ve burada asılarak îdam edilir.
Sultan Mehmet isyanların başındaki kişi olarak gördüğü Şeyh Bedreddin’i
Edirne'ye varamadan ele geçirir. Kendi fetvâsıyla îdam edilir. Serez çarşısında
üryan olarak asılır ve burada defnedilir. Ölüm târihi çeşitli kaynaklarda 1416
veya 1420 olarak verilir. 1961'de kemikleri, Dîvanyolu'ndaki II. Mahmut Türbesi
Hazîresi’ne defnedilmiştir.
İsyanı
Kazaskerliği sırasında kethüdâ
olarak yanına aldığı Börklüce Mustafa, Bedreddin’in sürgüne gitmesiyle berâber
Aydın'a döner. Burada Osmanlı idâresinden memnun olmayan köylüleri ve yoksul
dervişleri etrâfına toplayarak isyan eder. İsyânın merkezi Karaburun
Yarımadası'dır. İsyancıların sayısını BizanslI târihçi Dukas 6.000, Osmanlı
târihçilerinden Şükrullah bin Şehâbeddîn 4.000, İdris-i Bitlisî ise 10.000 olarak
verir. İsyânı bastırmak üzere harekete geçen Saruhan Beyi’nin ordusu bozguna
uğrar. Bunun üzerine Sultan Mehmet (I. Mehmet Çelebi veya I. Mehmet) oğlu Murat
ile vezîri Bayezid Paşa'yı bölgeye yollar. İsyan bastırılır, isyancılar
Börklüce Mustafa'nın gözü önünde kılıçtan geçirilir. Börklüce Mustafa ise bir
deve üzerinde çarmıha gerilerek öldürülür ve şehirde gezdirilir.
Şeyh Bedreddin’in mezarı, II.
Mahmut Türbesi, Fâtih /İstanbul
Börklüce isyânıyla muhtemelen
aynı zamanlarda, Manisa civarında Torlak Kemal liderliğinde bir isyan daha
patlar. Daha küçük olan bu isyan da şiddetle bastırılır ve isyancılar
öldürülür.
Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal
isyanlarının Bedreddin’in onayıyla gerçekleşip gerçekleşmediği belirsizdir.
Ancak bu kişilerin Bedreddin’in müritleri olduğu konusunda tüm kaynaklar
hemfikirdir.
Bu sırada Sinop üzerinden Eflak’a
giden Bedreddin’in Edirne'ye dönüş yolculuğunda, Osmanlı otoritesinin çok güçlü
olmadığı Balkan topraklarında kaynaşmalar başlar. Osmanlı tarihçileri Bedreddin’in
düzenli bir isyan örgütlediğini yazarlar. Menâkıbnâme ise Bedreddin’in tek
amacının yeni yazmış olduğu “Nûrü'l-Kulub” adlı eserini sultâna sunmak olduğunu
yazar. Osmanlı Ordusu bu isyânı da şiddetle bastırır ve Bedreddin ölüme mahkûm
olur.
Mutasavvıflığı
İslam mistisizminin Vahdet-i
Vücut okuluna mensup diğer mutasavvıfların etrâfındaki tartışmaların bir
benzeri Şeyh Bedreddin için de yapılmıştır. Kimileri kendisini bâtıl (yoldan
sapmış) kimileri de büyük birsûfî olarak görmüş, hattâ eseri “Vâridât”a şerhler
yazmışlardır. Mutasavvıflardan SofyalI Bâli Efendi, Aziz Mahmud Efendi ilk
görüşe sâhip olanlardır. Ancak mutasavvıf ve şâir Niyâzî-i Mısrî ve son devrin
Melâmî şeyhlerinden Seyyid Muhammed Nur İkinciler arasında yer almışlardır.
Yapıtları
Ölümünden sonra eserlerinin
birçoğu gizlenmiş veya kaybolmuştur. Menâkıbnâme’ye göre 48, başka kaynaklara
göre 38 yapıtı vardır. Bâzı yapıtlarının adı bilinmekle berâber günümüze
ulaşmamıştır. En iyi incelenmiş yapıtı “Vâridat”t\r.
Vâridat
Câmi’ü’l-fusûleyn
Letai'fü’l-işarât
et-Teshil
Meserretü’l-kulûb
Unkudü’l-cevâhir
Çerağu'l-fütuh
Nûrü’l-Kulub
Türkçede Şeyh Bedreddin
Cemil Yener: “Vâridat”, İstanbul:
Elif Yayınları, 1970.
Vecihi Timuroğlu: “Şeyh Bedreddin
Vâridat”inkara: Türkiye Yazıları Yayınları, 1979
İsmet Zeki Eyüboğlu: “Şeyh
Bedreddin Vâridat”, Derin Yayınları, 1980
Cengiz Ketene: “Vâridat: Simavna
Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Simâvî, 823/1420” - trc.
Cengiz Ketene, Ankara: Kültür
Bakanlığı, 1990.
Seyyid Muhammed Nur: “Vâridat
Şerhi. Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Simâvî”, 823/1420; Haz. Mahmut
Sâdettin Bilginer, H. Mustafa Varlı, İstanbul: Esmâ Yayınları, 1994
Michel Balivet: Şeyh Bedreddin
Tasavvuf ve İsyan Târih Vakfı Yurt Yayınlan, 2000.
Radi Fiş: “Ben De Hâlimce
Bedreddin’em”, Evrensel Basım Yayın.
Nâzım Hikmet: “Şeyh Bedrettin
Destânı”YKY.
Esat Korkmaz: “Şeyh Bedreddin ve
Vâridat”, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 2007.
Ernst VVerner, “Şeyh Bedreddin ve
Börklüce Mustafa” Kaynak Yayınları
Prof. Dr. Eren Omay, “Şeyh
Bedreddin’in Soyu ve Gençliği” Bilim ve Ütopya Dergisi(sayı:105)
Prof. Dr. Eren Omay, “Şeyh
Bedreddin’in Düşüncesi ve Eserleri” Bilim ve Ütopya Dergisi (sayı:105)
Prof. Dr. Eren Omay, “Şeyh
Bedreddin’in İhtilâli”Bilim ve Ütopya Dergisi (sayı:105)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Şeyh
Bedreddin”, Bilim ve Ütopya Dergisi (sayı: 105)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Şeyh
Bedreddin” (sayı: 106)
Ömer Tuncer, “Karşıdevrime
Direnen Filozof: Şeyh Bedreddin” Bilim ve Ütopya Dergisi (sayı: 107)
Erol Toy, “Azap Ortaklan”
Orhan Asena: “Simavnalı Şeyh
Bedrettin”, Gerçek Sanat Yayınları
Mine G. Kırık kanat, “Gülün Öteki
Adı”
Hamit Baldemir; “Şeyh
Bedreddin’in Toplumsal Düzeni”, Nam Yayıncılık
Beyaz Ârif Akbaş; “BirAyşekadın
Masalı Kadı Bedrettin”, Edime 2010
Kaya Ataberk; “Bedreddin Yaşamı
ve Mücâdelesi”, İleri Yayınları
Şeyh Bedreddin Hakkında Farklı Bir Görüş
Klasik dönem Osmanlı târihinin
problem hâline gelmiş konularından biri de Şeyh Bedreddin ve ona isnat edilen
isyan hareketleridir. Genellikle Osmanlı vekâyînâmelerinin, diğer bir ifâdeyle
Osmanlı târihçilik anlayışının şevkiyle kaleme alınmış kroniklerin, Şeyh
Bedreddin’i anlaşılması güç ve içinden çıkılmaz bir sorun hâline getirdikleri
bir gerçektir. Objektif bir târih yazmaktan ziyâde, belli bir hedefe yönelik ve
tek bir konjonktüre hizmet için kaleme alınan Osmanlı târih kaynaklarına
bakıldığında, konuyla ilgili karışık, netliği olmayan, birbiriyle çelişkili bir
yığın rivâyet ve hikâye nakilleriyle karşılaşılır. Doğrudan pâdişâhın emriyle
kaleme alınan bu ve benzeri anonim “Tevârih-i Al-i Osman’lar, konu üzerinde,
yazıldığı dönemin resmî konjonktürünü yansıtmaktan öteye gitmezler.
Meselâ bu tür kaynakların başında
gelen, Oruç Bey ve Neşrî’nin de kaynak olarak kullandığı, "Âşıkpaşazâde
Târihi” nde, Şeyh Bedreddin ve isyânıyla ilgili birbiriyle çelişen nakiller
dikkat çekmektedir:
"’Gelin! Şimdiden sonra
pâdişâhtık benimdir. Taht benim elimdedir Sancak isteyen gelsin. Tımar isteyen,
subaşılık isteyen gelsin. Elhâsılı ne dileği olan varsa gelsin. Ben şimdiden
sonra huruç ettim. Bu ülkede halîfe benim...’ Simavna Kadı sı oğlu, Mûsâ’nın
yanında kazasker iken kendilerine tımar alı verdiği adamlar dahi yanına
geldiler. Amma gelenler gördüler ki, bunun işinde hayır yok, beyliğe kasd etmeğe
ister. Hemen Simavna Kadısıoğlu’nu tuttular. Serez’de bulunan Sultan Mehmed’e
getirdiler.”
Burada, hem Şeyh Bedreddin’in
bizzat kendi ağzından pâdişahlık için ayaklandığını bildiren dâveti üzerine
birtakım insanlar geliyorlar, hem de aynı insanlar, şeyhi, pâdişâh olmaya kast
ediyor diye yakalayıp Mehmet Çelebi’ye götürüyorlar. Bu bilginin tutarsız
olduğu açıktır. Bu ve benzeri Osmanlı kaynaklarının her bir nüshası,
birbirleriyle çelişkili nakiller içermektedir.
Her şeyden önce, Şeyh
Bedreddin’in çağdaşı olarak kendisinden bahseden üç ana kaynak bulunmaktadır.
Bunlar; Şeyh Bedreddin’in torunu Halil b. İsmâil’in bizzat yazmış olduğu
"Menâkıb- ı Şeyh Bedreddin”, İbn Arabşah ki bizzat Şeyh Bedreddin ile
görüşmüştür ve Bizans târihçisi Dukas’ın eserleridir.
Şeyh Bedreddin'den bahseden diğer
Osmanlı kaynakları ise bu üçünden faydalanmışlardır.
Bizans târihçisi Ceneviz Dukas
(1400-1470) ve Dukas’ın eserini kaynak aldığı anlaşılan Osmanlı târihçisi
Şükrullah, Şeyh Bedreddin’in bir isyan başlatmış olduğundan bahsetmezlerken,
sâdece Karaburun’da peygamberlik iddiâsıyla ortaya çıkan Börklüce Mustafa’nın
isyânını ve asılmasını naklederler.
Âşıkpaşazâde ile Oruç Bey ve
Neşrî’nin, Âşıkpaşazâde’ye dayanarak yazmış oldukları kronikler, hemen hemen
aynı ortak kaynaktan, İbn Arabşah’tan yararlandıkları anlaşılmaktadır.
Genellikle merkezî yönetime dayanarak, Şeyh Bedreddin’in hem dînî hem de siyâsî
açıdan suçlu olduğu; Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarının şeyh
tarafından organize edildiği ve bunların kendi ayaklanmasına bir başlangıç
olduğu kanaati hâkimdir.
Şeyh Bedreddin’in torunu Halil b.
İsmâil’in, dedesinin ölümünden 45 yıl sonra yazmış olduğu "Menâkıbnâme”,
konunun en önemli kaynaklarından biridir. Hoca Sâdeddîn Efendi, Taşköprülüzâde
ve Mustafa Ali, konuyla ilgili olarak Menâkıbnâme’de geçtiği üzere; Şeyh
Bedreddin’in kendisine isnat edilen suçu işlemediği, Börklüce Mustafa ve Torlak
Kemal’in isyanlarıyla bir ilgisinin bulunmadığı şekliyle anlatılır. Bunlara
göre Şeyh Bedreddin’in etrâfındaki insanlar ve müritleri, hasetçi ve kindar
çevresinin şikâyeti ve etkisiyle I. Mehmet tarafından yanlış yorumlanmıştır.
Hâlbuki Şeyh Bedreddin, döneminin makâmı en yüksek âlimi, ünlü bir filozof ve
miracı, îdâmıyla gerçekleşen üstün yaradılışlı kâmil bir insandır.
Taşköprülüzâde Usameddin Ahmed
bin Mustafa
1494’te Bursa’da doğdu. Dedesi
Hayreddm Halil’in Kastamonu Taşköprü’deki Muzafferiye Medresesi’nde müderrislik
yapmış olması nedeniyle ailesi “Taşköprülüler” olarak tanınmıştı.
Taşköprülülerin babası Muslihüddm Mustafa Efendi ise Fâtih Medreselerinde
müderrislik yapmış bilgin bir kişiydi.
Taşköprülüzâde ilk eğitimini
babasından ve amcası Kemâleddîn Kâsım’dan aldı. Çeşitli bilim dalları hakkında
bilgi edindikten sonra İstanbul’da eğitimini tamamlayarak 1525’te müderris oldu
ve Dimetoka’daki Oruç Paşa Medresesi’ne tâyin edildi. Daha sonra İstanbul,
Üsküp ve Edirne’de çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. 1545’te Bursa Kadısı
oldu. 1551’de İstanbul Kadılığına tâyin edildi. Bu görevi sırasında gözleri kör
oldu ve hayâtının geri kalan kısmını kitap yazmakla geçirdi. 16 Nisan 1561’de
öldü.
Taşköprülüzâde, kendisi, Kânûnî
Sultan Süleyman devri ulemâsından olduğu hâlde, Osmanlı Devleti’nin
kuruluşundan îtibâren her pâdişâhın dönemini bir “tabaka” olarak ele alarak,
Osmanlı ulemâsı ve eserleri ile ilgili ulaşıp kaydedebildiği bütün bilgileri on
tabakadan oluşan bu eserinde derlemeyi başarmıştır. Fâtih devri ulemâsıyla
ilgili bilgiler esas itibârıyla ona ayırdığı yedinci tabakada bulunmakla
berâber, daha önceki ve sonraki tabakalarda da onlarla ilgili önemli bilgiler
verilmektedir.
Taşköprülüzâde, Fâtih döneminden
bir asır sonra yaşamış olmasına rağmen, o dönem hakkında ve özellikle
kendisinin de iki defâ müderrislik yaptığı (1539-1544 ile 1547-1551) Sahn
Medreseleri hocalarıyla ilgili, başka bir kaynakta bulunmayan ve daha sonra
yazılan Osmanlı kaynaklarında sıkça tekrarlanan ayrıntılı bilgiler vermektedir.
Taşköprülüzâde’nin anne
tarafından dedesinden, baba tarafından dedesi Hayrettin Halil b. Kâsım (Öl:
1474/75) (Molla Hüsrev’in kardeşinin talebesi) ile babasının dayısı ve hocası
Muhammed b. İbrâhim el-Niksârî (öl: 1495- 96)’den naklettiği haberler arasında,
Fâtih’in Taşköprülüzâde’nin dedesini Sahn Medreselerine atamak istediğini,
ancak onun bunu kabul etmediğini; babası ve hocası Muslihiddîn Mustafa b.
Halil’in (1453-1528/29) Semâniye Medreselerinden birisinde müderrislik
yaptığını, amcası Kasım b. Halil'in (1463-1513) Sahn müderrislerinden Tokatlı
Molla Lütfi, Molla ibn el-Müeyyed’in ve Molla el-lzâri’den ders gördüğünü
kaydeder.
Taşköprülüzâde’nin kendi hocaları
ile babasının hocalarının biyografilerine dikkatle bakıldığı zaman, kendisinin
Sahn Medreseleri konusunda birçok bilgiye ulaşma imkânına sahip olduğu
anlaşılır. Ulemâ muhitinde doğup büyüyen ve ulemâ tan kinin içinde küçük yaştan
îtibâren bütün hayâtını geçiren Taşköprülüzâde, “Şakayık” adlı eserinde Sahn
Medreselerinin programı ve tedrisat nizâmnâmesinin hazırlayıcıları olarak ileri
sürülen Molla Hüsrev ile Ali Kuşçu’nun biyografilerini verir.
Taşköprülüzâde, Osmanlı Türklerinin
ilk bilim târihçisidir.
-Eserleri
Taşköprülüzâde’nin 25 kadar
eserinden ikisi, bilim târihi bakımından çok önemlidir.
1- “Miftahü’s-Saâde ve Misbahü’s-Siyâde” adlı eseri, o dönemdeki
bilimlerden ve her bilim dalıyla ilgili eserlerden ve yazarlarından söz eder.
1500 sayfa tutan ve Arapça yazılan bu kitap, yazarın oğlu Kemâleddm Mehmed
tarafından “Mevzuat-ül-ulum” adıyla Türkçeye çevrilmiştir. Kitapta, tıp, kimyâ,
botanik, zooloji, matematik ve fizik gibi bilimlerin o günkü durumları hakkında
çok değerli ve aydınlatıcı bilgiler bulunmaktadır. Dr. Adıvar, bu eseri,
Osmanlı T ürklerindeki ansiklopedilerin en önemlilerinden biri olarak
nitelendirmektedir.
2- “Şakâik-i Nûmâniye”, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan XVI.
yüzyıl ortalarına kadar olan dönemdeki Osmanlı bilginlerinin hayat
hikâyelerinden söz eder. Fâtih devri ilim hayâtı ve ulemâsı ile ilgili en çok
bilgi veren kaynaktır.
Şeyh Bedreddin’in torunu olması
hasebiyle, Menâkıbnâme yazarının taraf olduğu ve eserini dedesinin savunması
çerçevesinde kaleme aldığı, özellikle dedesini rencide edecek rivâyetleri
gizlediği veya farklı şekilde naklettiği gerekçesiyle, objektifliği şüpheye
açıktır.
Bunlardan başka, Şeyh
Bedreddin’in eserleri de, onun fikrî yapısının özellikleriyle ilgili bilgi
veren kaynaklar durumundadır. “Vâridat” hâriç, genellikle İslam hukûkuna âit
olup, üstelik bir kısmı İznik’te tamamlanmış eserlerinin hiçbirinde, kendisine
isnat edildiği gibi Ehli Sünnet ve hukûkuna karşı hiçbir fikir içermemektedir.
Şeyh Bedreddin üzerinde çalışan bütün bilim adamları da bu konuda
birleşmişlerdir. Söz konusu eserler, onun ulemâ sınıfından bir ilim adamı
olarak kaleme aldıklarıdır.
Özellikle Edirne’de kazasker iken
yazdığı ve muhâkemat usûlü ile ilgili “Câmiu’l-Fusûleyn” adlı eseri, ölümünden
sonra bile birkaç yüzyıl boyunca Osmanlı medreselerinde okutulmuştur. Birçok
yazma nüshaları bulunan bu eser, 1300 yılında Mısır’da basılmıştır.
Vâridât’a gelince, bu eser
özellikle Şeyh Bedreddin’in ilim hayâtından tasavvuf hayâtına geçtikten sonraki
döneminde, içerisinde, tasavvufla ilgili yazdığı en meşhur eseridir. El yazması
olarak duran bu eserin birçok Türkçe tercümesi yapılmış olup, çeşitli
üniversitelerde doktora tezi olarak da çalışılmıştır. Bunlardan birisi de Bilâl
Dindar tarafından hazırlanmış ve yayınlanmış olup, burada Vâridât’ın Şeyh
Bedreddin'e âidiyetinin oldukça şüpheli olduğu belirtilmiştir.
Vâridat ile diğer eserleri
arasındaki çelişki, onun hem geniş ölçüde spekülatif yorumlara, dolayısıyla
bâzı ideolojik saptırmalara konu olmasında, hem de ciddî bir târihsel probleme
dönüşmesinde önemli rol oynamış olmalıdır.
Osmanlı merkeziyetçiliğinin
kuvvetli bir şekilde yeniden tesis edilmeye çalışıldığı bir dönemde, Şeyh
Bedreddin’in bir âsî olduğu kadar, zındık ve ilhad (dinsizlik) suçlarından
îdâma mahkûm edilmesinde hareket noktası, bu tasavvufî ve felsefî eseri
olmuştur. Ancak Vâridat ile ilgili olarak, A. Yaşar Ocak, eserin bütün Osmanlı
târihi boyunca, çeşitli çevreler tarafından bir hayli rağbet gördüğünü,
üzerinde en çok şerh ve yorum yapılan bir eser oluverdiğini ve dolayısıyla
orijinalinden çok farklı bir hâle gelmiş olduğunu belirtmiştir. Târihçi,
“Nitekim Şeyh Bedreddin’in Vâridât’ının şöyle basitçe bir gözden geçirilmesi
bile, standart bir kitabın düzeniyle ilgisiz bulunması, sistemsizliği, konulann
rastgele, bir orada bir burada ele alınışı, böyle derleme birrisâle olduğunu
çok açık sergiliyor” ifâdesiyle teyit ederken, nüshalar arasındaki
tutarsızlıklar ve konular arasındaki çelişkilerle de bunu göstermektedir.
Bununla birlikte Vâridât’ın Şeyh Bedreddin’in bizzat kaleminden çıkan bir
nüshasına henüz rastlanmadığı gibi, kütüphânelerde mevcut nüshaların en eskisi
XVI. yüzyıldan daha geriye gitmemektedir. Ahmed Cevdet Paşa, Vâridat için,
“Füsus’u taklit yoluyla yazılmış bir risâledir” derken, eserin orijinal
olmadığını belirtmiş olmaktadır. BursalI Mehmed Tâhir de şeyhe yöneltilen
ithamların, Vâridât’ı iyi anlayamamaktan kaynaklandığına işâret etmektedir.
İtalyan Türkolog Michel Balivet,
Şeyh Bedreddin ile ilgili önemli çalışmasında, Vâridât’ın doktrin bakımından
özgün bir eser olmadığını belirtirken “Vâridat okunduğunda, eserin doktrin
bağlamında içeriği çok hayal kinci görünüyor. Ne Dukas’ın Börklüce konusunda
sözünü ettiği mal paylaşımı, ne Osmanlı vakânüvislerin ileri sürdüğü sultâna
karşı açık isyan ve Mehdilik iddiâsı, ne sapık fikir ve âyinler, ne özel bir
Hıristiyanseveriik, ne de dinler üstü bir anlayış söz konusu edilir. Olası
seleflere ya da çağın düşünce akımlanna yapılan göndermeler de çok azdır” demek
sûretiyle, söz konusu eserden dolayı Şeyh Bedreddin'e yapılan suçlamaların
ispattan yoksun olduğunu belirmiştir.
Halil İnalcık da, Şeyh
Bedreddin’in basit bir derviş olmadığını, İslam hukûku ve dînî ilimler üzerine
önemli eserler veren büyük bilginler arasında bulunduğunu, daha sonra sûfîliğe
geçip, bir sûfî şeyh olarak İbn Arabî’yi örnek aldığını ve onun Fususu’l-Hikem
adlı eserine bir şerh yazdığını zikretmiştir.
Hutbelerinden derlenmiş ve kendi
tasavvuf anlayışını yansıtan Vâridat’ta vahdeti vücut felsefesi işlenmiştir.
Dolayısıyla, söz konusu eserden hareketle, Şeyh Bedreddin ile ilgili kesin bir
yargıya varmak anakronizmdir.
Gerek bâzı Osmanlı kaynaklarında,
gerekse bunlardan esinlenen modern araştırmalarda, genellikle Şeyh Bedreddin’in
sâhip olduğunu söyledikleri şu fikirlerden hareket ederler:
“Tanrı dünyâyı yaratmış,
insanlara bahşetmiştir Erzak, giyecekler, hayvanlar, toprak ve bütün mahsuller
umûmun müşterek hakkıdır İnsanlar tabiat ve yaradılış îtibâriyle eşittir.
Birinin servet toplayıp biriktirmesiyle, diğerlerinin ekmeğe bile muhtaç
kalması İlâhî maksada muhâliftir Nikâhlı kadınlar ortaklıktan müstesnâdır Bu
birlik hâricinde kalan her şey insanların müşterek malıdır Ben senin evinde
kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen benim eşyâmı kendi eşyân gibi
kullanabilmelisin. Emlâkimize karşılıklı tasarruf edebilmeliyiz. Gerek
Müslümanlıkta gerek Hıristiyanlıkta ulemânın ve papazların hatâları ile nice
bid’atler ihdas olunmuştur. Bunlar kaldırılırsa din bir olur.”
Modern incelemelere ve çeşitli
ideolojik doktrinlere konu olan bu fikirler, Şeyh Bedreddin’in eserlerinde
bulunmadığı gibi, en çok tartışılan Vâridat’ta da bu düşüncelerin hiçbiri
yoktur. Konunun ana kaynaklarından biri olan Dukas’a göre bu fikirler, Börklüce
Mustafa’ya âittir. Doğu’da Kürt aşîreti reislerinden biri olan İdris-i Bitlisî,
Rumeli’deki olaylarla ilgili olarak duyduğu çeşitli hikâye ve rivâyetleri
naklederken, şeyhi acımasızca suçlar. O, Şeytan’ın ilmi kendisini nasıl
dalâlete götürdüyse, şeyhin de aynı şekilde yoldan çıktığını anlatır. Ama
yukarıda belirtilen fikirlerden bahsetmez. Nihâyet A. Y. Ocak da, şeyhin
propagandasını yaptığı şeklinde iddiâ edilen; din farkı gözetmeyen, eşitlikçi,
paylaşımcı vs. ideolojilerden hiçbirini kanıtlayan târihsel bir delil
olmadığını ifâde eder. Dolayısıyla, Şeyh Bedreddin, vekâyînâmelere göre Osmanlı
târihinin ilk zındık ve mülhidi olarak günümüze kadar gelmiştir.
Osmanlı merkezî yönetimine uygun
olarak, eserlerini, doğrudan pâdişahların emriyle yazan resmî Osmanlı
târihçileri, Şeyh Bedreddin’e âit bütün eserlerin tahlilini ve
karşılaştırmalarını yapmak yerine, sâdece Vâridat’taki Bâtınî fikirlerden
hareketle, kolay yolu seçerek, onu zındık îlan etmişlerdir. Bu kararda ortodoks
ulemânın da etkisi olmalıdır. Onun bir âsî olduğuyla yetinmek istemeyen
çevreler, Şeyh Bedreddin’i îdam etmek için, mülhidlikle suçlamak gereği duymuş
olabilirler. A. Y. Ocak, Vâridat’tan hareketle, şeyhin Bâtınî olamayacağını
belirtirken, onun Hurûfî olduğu üzerinde durmuş, fakat Ş. Yaltkaya ve A.
Gölpınarlı, Vâridat’ta Hurûfîliğe dâir herhangi bir ize rastlanmadığını ileri
sürmektedirler.
İbn Arabî ve Mevlânâ gibi sûfî
dehâlar başta olmak üzere, birçok mutasavvıf, tasavvufi ve felsefî anlayışlarından
dolayı, medrese orijinli Osmanlı ulemâsı tarafından şiddetli tenkitlere mâruz
kalmıştır. Vahdet-i vücut felsefesinin bânîsi İbn Arabî, özellikle Bâtınî
yorumlarından ötürü küfürle suçlanırken, ünlü Osmanlı şeyhülislâmı ve târihçisi
Kemalpaşazâde, İbn Arabî’nin eserlerini onaylayan bir fetvâ yayınlamak zorunda
kalmıştır. H. İnalcık da ulemânın, bu tür sûfîleri zındıklıkla suçlamalarını,
Osmanlı bürokrasisinde “bağnazlığın zaferi” olarak nitelemiştir. Şeyh
Bedreddin’in de bilhassa âhiret ile cismânî haşir hakkındaki tevil ve yorumları
birçok tenkide uğramıştır. Saray çevresine yakınlığıyla tanınan Aziz Mahmud
Hüdâyî, I. Ahmet’e yazdığı tezkîrede şeyhten; asılmış olan ve Allah’ın gazabına
uğramış birisi ve kendisinin ilhad ettiğini, halkın îtikâdını bozduğunu ve
isyan ettiğini vs. belirtmektedir. Buna karşılık Aziz Mahmud Hüdâyî Tarîki’nden
meşhur Celvetî Şeyhi Bursalı İsmâil Hakkı, şeyhten övgüyle söz etmiştir.
Osmanlı ulemâsı ve medrese
çevreleri, sâdece tasavvufa karşı değil, tatbîkî ve aklî ilimlerdeki
yeniliklere karşı da bir tavır almıştır. Örneğin 1767’de Ali Paşa’nın
kitaplarına el konulduğu zaman, koleksiyonunda bulunan felsefe, astronomi ve
târih üstüne yazılmış eserlerin kütüphânelere konmasını yasaklayan bir fetvâ
çıkmıştır. Bu eğilim günlük yaşamda şerîat adına yapılan kaba bağnazlık
eylemleriyle gün yüzüne çıkmıştır. Bütün bu örnekler, ortodoks ulemânın,
Osmanlı merkeziyetçiliği üzerinde ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Buna
rağmen, Meşrûtiyet’le başlayan liberal hava içerisinde eserlerini kaleme alan
bâzı Osmanlı târihçileri, Şeyh Bedreddin’i resmî Osmanlı târihçilik
anlayışından farklı bir şekilde anlatmaya çalıştılar. Meselâ, Osmanlı’nın son
vakânüvisti Abdurrahman Şeref Efendi ve dört ciltlik bir Osmanlı târihi yazan
Ahmed Râsim, isyan ve din dışı hareketleri, Şeyh Bedreddin’in hayranlarından
Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’e atfederek, şeyhin bunlardan masun olduğunu
zikretmişler; onun âlim, fâzıl ve tasavvuf ehli birisi olduğunu, dolayısıyla
ihtilalci bir karakter taşıyamayacağını belirtmişlerdi.
Ancak resmî Osmanlı târihçilik
geleneği, İ. H. Uzunçarşılı, İ. H. Dânişmend ve özellikle Diyânet İşleri eski
başkanı M. Ş. Yaltkaya’nın “Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin” adıyla kaleme
aldığı monografisiyle, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Geniş bir kaynak
araştırması yapmasına rağmen, birinci elden kaynak olan şeyhin Menâkıbnâme’sine
ulaşamadığı için kusurlu sayılabilecek eserinde, Osmanlı kaynaklarında geçtiği
gibi, Şeyh Bedreddin’i âsî, zındık ve Mehdilik iddiâsında bulunan biri olarak
göstermek sûretiyle, farklı bir görüş ortaya koymaktan uzaktır. Ancak bu eser,
ideolojik çevreler başta olmak üzere, konuyla ilgilenenlerin başlıca hareket
noktası olmuştur.
Şeyh Bedreddin ile ilgili belli
başlı kaynaklara bakıldığında, onun ortodoks sınırları dışında gösterebilecek
kesin ve net bir bilgi yoktur. Ama onun, Osmanlı kaynaklarında bir saltanat
dâvâcısı olarak tanımlanması, diğer özelliklerini gölgede bırakmış gibidir.
Zâten Osmanlı merkeziyetçiliği için de önemli olan bu idi. Daha sonraki
dönemlerde görüldüğü gibi, XVI. yüzyılın başlarında, Şîî-Safevî Devleti
kurulduktan sonra, Osmanlı ülkesinde müfrit Şîî ve Kızılbaş propagandaları
merkeziyetçi-Sünnî politikaya karşı tehlikeli bir hâl almaya başlayınca,
devletin, merkezkaç güçler başta olmak üzere, heterodoks eğilimlere karşı
hoşgörülü yaklaşımı değişmiş, çok sert tedbirler alınmaya başlanmıştır.
Dolayısıyla Hurûfîlik, Şîî-Kızılbaşlık vb. Sünnîlik dışındaki cereyanların,
Osmanlı ülkesinde varlığını bir tehlike olarak hissettirmeye başladığı bir
dönemde, kaleme alınan Osmanlı târihlerinde, Şeyh Bedreddin’i din dışı ve
tehlikeli bir âsî olarak gösterme eğilimi rağbet görmüş olmalıdır.
Şeyh Bedreddin adının geçtiği
hâdiseleri anlayabilmek için, dönemin târihini bilmek şarttır. Bu hareketin,
esas îtibâriyle Ankara Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü
toplumsal bunalım ortamı ve yarattığı otorite boşluğuyla çok sıkı bağlantılı
olduğu ortadadır. Yöneticisini kaybetmiş ve toprakları geçici de olsa çeşitli
sebeplerle ellerinden alınmış, yağmalanmış, ekonomik gücü yara almış bir
devletin ve toplumun içinde bulunduğu krizden çok, o devleti yeniden
toparlanmasını sağlamayı, dolayısıyla siyâsal iktidârı tekrar ele geçirerek
hâkimiyeti yeniden kurmayı hedefleyen birden fazla güç ve çıkar çevresinin
birbiriyle olan arbedesinin yarattığı bir keşmekeştir.
Şeyh Bedreddin’in başını çektiği
varsayılan olaylar dizini, böyle uzun bir arbedenin sonunda Osmanlı yönetimini
ele geçirerek siyâsî otoriteyi yeniden kurmakla uğraşan I. Mehmet’in saltanatının
ilk yıllarında Batı Anadolu’da başlamış, Rumeli topraklarında son bulmuştur.
Kezâ Timur İstilâsından sonra Anadolu’dan pek çok Türk topluluklarının
Rumeli’ye geçmesi, buradaki nüfus yoğunluğunu daha da arttırmıştır.
Ankara Bozgunu’ndan sonra şehzâdelerin
taht mücâdeleleri sırasında Mûsâ Çelebi, kardeşi Süleyman’ı ortadan kaldırıp
Edirne’ye gelince, kardeşinin bürokratlarını azledip yerine kendi adamlarını
atar. Bu sırada Şeyh Bedreddin, Mûsâ Çelebi’nin ısrârı üzerine kazaskerlik
görevine atanır (1411). Ancak I. Mehmet, kardeşi Mûsâ Çelebi’yi ortadan
kaldırıp iktidârı devralınca, şeyh, diğer bürokratlar gibi cezâlandırılmayıp,
ilmî hüviyetine hürmeten âilesi ile birlikte İznik’te ikâmet ettirilir (1413).
Şeyh, İznik’te iken, Börklüce
Mustafa, Aydın’da binlerce kişiyle isyan edip ayaklanmış ve nihâyet Bayezid
Paşa tarafından bastırılarak, çarmıha gerilip öldürülmüştür. İsyanla ilgili
detaylı bilgi veren Dukas’a göre Sakız râhipleri de dâhil bölge insanlarının
“Dede Sultan” diye hitap ettiği Börklüce Mustafa, dînî ve dünyevî hiçbir nizâmı
tanımayarak, kadınlar hâriç her şeyin ortak olduğunu îlan edip peygamberlik
iddiâsı güdüyordu. Osmanlı kroniklerinde de genel olarak Börklüce Mustafa’nın
peygamberlik iddiâsıyla ortaya çıkıp isyan ettiği kaydedilir. Bu isyandan sonra
da şeyhin müritlerinden olduğu öne sürülen Torlak Kemal, Manisa civârında,
Börklüce Mustafa gibi, sapık fikirleriyle ifsat ettiği iki bine yakın kişiyle
dolaşarak halkı isyâna dâvet etmişti. Bayezid Paşa daha sonra Manisa’da bulunan
Torlak Kemal üzerine yürüdü ve onu da yakalayıp astırdı.
Osmanlı kaynakları, Şeyh
Bedreddin’in Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in isyanlarını duyar duymaz
İznik’ten kaçarak, Kastamonu’ya Mûsâ Çelebi’nin müttefiki İsfendiyar Emîri’ne
sığındığını yazarlar. Oradan Balkanlara geçer. Dobruca, Silistre ve Zağra,
oradan, kaynaklarda “Ağaçdenizi” diye geçen bugün Bulgaristan’da Deliorman
adıyla bilinen bölgede isyâna başlar. Onun nihâî hedefi dârü’l-guzat (gâzîler
diyârı) Edirne’ye ulaşmaktı. Menâkıbnâme, Bedreddin’in Ağaçdenizi’ne geçişini
I. Mehmet’le görüşme ve konuşma maksadını taşıdığını, ama bâzı gammazların bu
hareketi sultâna karşı bir isyan olarak gösterdiklerini öne sürer.
Şeyh Bedreddin’in geçtiği
yerlerdeki sempatizanları, kazasker iken tımar verdikleri ve iyiliğini görenler
gittikçe artarak, şeyhin etrâfında büyük kitleler oluşturmuştu. Nihâyet şeyh ve
etrâfındakilerin Edirne’ye doğru yürüdüğünü haber alan I. Mehmet, vezîri
Bayezid Paşa’yı iki yüz askerle birlikte Şeyh Bedreddin üzerine gönderir.
Dolayısıyla Osmanlı kaynaklarına göre, bu bölgede isyan hareketi fiilen
başlamış oldu (1416). Rivâyetlere göre daha isyânın ilk safhasında Börklüce ve
Torlak Kemal’in âkıbetlerini öğrenen şeyhin yanındakilerin çoğu dağıldılar.
Bayezid Paşa da kalan çok az insanla yapılan kısa bir çatışmadan sonra isyânı
bastırır ve Şeyh Bedreddin yakalanarak bu sırada Serez’de bulunan Çelebi
Mehmet’in yanına gönderilir.
Âşıkpaşazâde ve Neşrî’ye göre
şeyh, bizzat adamları tarafından yakalanıp sultâna teslim edilmişti. I. Mehmet,
şeyhin ilmine ve sûfî kişiliğine duyduğu saygıdan dolayı onun cezâsını ulemânın
vermesini istedi. Yapılan yargılamada suçlamalar ve savunmadan sonra, o sırada
İran’dan yeni gelmiş Sünnî bir âlim olan Molla Haydar, şeyhin başta
peygamberlik iddiâsı olmak üzere, dînî düşünceleri ile ilgili savunmasını
beraatı için yeterli bulmuş, ancak devlete karşı ayaklanma suçunu sâbit
bularak, “şefan katlinin helâl malının haram” olduğuna hükmetmişti.
Âşıkpaşazâde başta olmak üzere birçok kaynak, îdam fermânının bu şekilde verildiğini
belirtirler. Böylece Serez pazarında asılarak îdam edilen Şeyh Bedreddin’in
malları, vârislerine verildi (1416).
İbn Arabşah, Molla Haydar’ın,
sultânın baskısı sonucunda verdiği fetvâdan sonra, Bedreddin’in îdam fermânını
kendisinin mühürlediğini ekliyor. Bedreddin’in malına el konulmaması, onun
mülhit olarak değil de, siyâsî bir âsî olarak yargılandığı anlamına gelir.
Nihâyet Âşıkpaşazâde; “Îman ile mi gitdi ve ya îmansuz mı gitdi? Allah bilür
ancak” derken olayla ilgili rivâyetlerin net olmadığını yansıtmaktadır.
Menâkıbnâme’nin söyledikleri üzere, şeyhin bir zındık ve mülhit olarak “şer’an”
değil de, devlete isyan suçundan “örfen” îdam edildiği konusunda, gerek İ. H.
Uzunçarşılı, H. İnalcık, A. Y. Ocak, gibi modern târihçiler, gerekse hukukçular
hemfikirdirler.
Menâkıbnâme’ye göre Börklüce ve
Torlak Kemal’in entrikaları ona mâl edilir. Aynı zamanda şeyhin Aydın elindeki
iki isyanla ilgisi olmadığı da belirtilir. Ona göre şeyhin çok fazla dostu
olması, fıkıh ve tasavvuf konularındaki kâbiliyetinin kıskanılması, pâdişahlığa
tâlip olmakla suçlanmasına neden olmuştu. Taşköprülüzâde, Solakzâde, Hoca
Sâdeddîn Efendi de aynı fikirdedir. Nihâyet M. Balıvet de çalışmasının sonunda,
aslında Bedreddin’in siyâsî tavrının bile kesinlikle tespit edilemediğini, 1416
isyânı ona mâl edilse de, bunun bir varsayımdan öteye geçmediğini belirtmiştir.
Dolayısıyla, Şeyh Bedreddin’in dînî ve siyâsî fikirlerinden dolayı yargılanıp
îdam edildiği kesinlik kazanmadığı hâlde, bâzı Osmanlı kaynakları başta olmak
üzere, modern çalışmalarda da kesin ve net hükümlere varılmış olması, târihin
saptırılıp, konunun, ideolojik maksatlara âlet edildiği durumunu ortaya
çıkarmaktadır.
Osmanlı kaynakları, kendisine
mensup oldukları noktasında hemfikir oldukları Börklüce Mustafa ve Torlak
Kemal, Şeyh Bedreddin’den önce ayrı zamanlarda ve farklı yerlerde, Batı
Anadolu’da isyan etmişlerdi. Burada Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ve Şeyh
Bedreddin, isyan hareketini aynı anda başlatmayıp, biri diğerinden sonra isyânı
başlatmaları, isyânın planlı ve organize bir hareket olmadığını göstermektedir.
Oysa ortak hareket etmiş olsalardı, Osmanlı kuvvetlerini bölmüş olacaklar ve
gâlibiyete daha kolay ulaşabileceklerdi. Dolayısıyla isyan hareketi konusunda,
bu nokta da akıllarda soru işâreti bırakmaktadır.
Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in bir
âsî olarak isyan hareketine öncülük ettiği görüşleri de târihî delillerden
mahrumdur. Üstelik kazaskerliği sırasında kendilerine tımar verilip I. Mehmet
tarafından geri alınan hemen bütün tımar sâhipleri, Rumeli gâzîleri, Osmanlı
fetihleri sırasında topraklarına el konulan yerel Hıristiyan feodalleri ve
diğer merkezkaç kuvvetlerin Şeyh Bedreddin’in etrâfında toplanmış olması bir
isyandan ziyâde, I. Mehmed’i endişelendiren bir durumun ortaya çıkmış olmasıyla
îzah edilebilir. Dolayısıyla öne sürülen isyan, büyük kesimiyle imtiyazları
ellerinden giden Müslüman sipâhîlerin, Rumeli gâzîlerinin ve Hıristiyan
feodallerin çıkarlarına hizmet eden bir ayaklanma olarak bilinmelidir. H.
İnalcık ve Mustafa Akdağ da; kendi de bir gâzî âilesine mensup bulunan Şeyh
Bedreddin’e isnat edilen isyânın sınır boylarındaki gâzîlerle, tımarlı
sipâhîlerle yakından ilgisi bulunduğunu teşhis etmişlerdir. Kezâ şeyhin,
Yıldırım Bayezit’in merkeziyetçi politikasına karşı çıkan Timur’un yandaşı ve
Anadolu ve özellikle Rumeli’deki merkezkaç güçlerin temsilcisi olan Mûsâ
Çelebi’nin kazaskeri olması, dolaylı olarak kendisini bu isyânın içine
çekmiştir.
Osmanlı kaynaklarındaki Şeyh
Bedreddin hareketinin geçtiği Balkan Yarımadası, VI. yüzyıldan başlayarak Türk
kavimlerinin gelip yerleştiği bir yurt olmuştu. “Balkan” kelimesi dahi, “sıra
dağ”, “dağlık” anlamına gelen Türkçe bir sözcüktür. Anadolu’dan Müslüman
Türklerin gelip Balkanlara yerleşmesi, ilk defâ 1261’de Moğollardan kaçıp
Bizans’a sığınan Selçuklu Sultânı I. Keykavus’la gerçekleşmiştir. Kuzeyden
gelen Türkler, Hıristiyanlığı kabul edip Slavlaştıkları hâlde, güneyden
gelenler, kendi din ve kültürlerini saklamayı başarmışlardır. Moğol
tâkibâtından kaçan Sarı Saltuk, 30-40 Türkmen obası ile birlikte I. Keykavus’un
yanına gelmiş ve Bizans sarayı tarafından Dobruca’ya yerleştirilmişlerdi
(1263). Bunlar “Gagavuz” adı ile günümüze kadar gelmişlerdir. Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda gâzîlerin üstün rolü üzerinde duran ünlü târihçi P.
Wittek, Gagavuzların menşelerinin, Bizans’a sığınan I. Keykavus’un halkı
olduğunu belirtmiştir. Dil araştırmaları, Gagavuzların Anadolu lehçesini
konuştuklarını ortaya koymuştur. Kısaca, Deliorman ve Varna’dan Tuna’ya kadar
giden bölge, daha Osmanlılardan önce gerçek bir Türk yerleşim alanı olmuştur.
Anadolu’dan Balkanlara gelip
yerleşmiş ilk Müslüman velîsi olan Sarı Saltuk, büyük nüfuzlu bir Türkmen
gâzîsi olarak, yerli unsurların da sempatisini kazanmış ve ismi etrâfında
menkıbeler türemiştir. Kardeşi II. Bayezit ile girdiği saltanat mücâdelesi için
kendisine destek arayan Şehzâde Cem, ilk fırsatta merkezî otoriteye küskün olan
Rumeli gâzîlerinin desteğini arkasına almak için, gâzîlerin merkezi olan
Edirne’ye gitmiştir. Cem’in emriyle Ebu’l-Hayr Rûmî tarafından, Sarı Saltuk’a
âit bütün gazâ ve cihat rivayetleri toplatılarak (1473-1480), Rumeli
Türklerinin büyük destânı, Saltuknâme adı ile günümüze kadar gelmiştir. Bu
büyük destanda Sarı Saltuk, Balkanları İslâm’a ve Türklere açan büyük bir
velî-gâzî rolündedir.
Sarı Saltuk, Anadolu Türklerine,
aralarındaki kıran kırana savaşı bırakıp Balkanlarda kâfirlerle gazâ etmelerini
öğütler. Ona göre gazâ, en büyük ibâdettir. Battalnâme, Dânişmendnâme gibi halk
kahramanlık destanları, Saltuknâme’de, Balkan folkloruyla, Hıristiyan ve müşrik
geleneklerden alınma bir yığın öğe içerir. Bâzen Sarı Saltuk’u bir Hıristiyan
azîzinden ayırt etmek güçtür. Sarı Saltuk’un hareket üssü Dobruca, bütün
Osmanlı dönemi boyunca Türkmen Aşîretleriyle serhat gâzîlerinin ve
dervişlerinin faaliyet gösterdiği ve merkezî devlete karşı sık sık isyan
çıkarttıkları merkez olarak kalmıştır.
Dobruca-Deliorman, XV. yüzyılda
da böyleydi. İşte Şeyh Bedreddin’in de hareket ettiği güzergâh, Selçuklulardan
beri Türkmen gâzîlerinin yaşadığı bu bölgelerdir. Ondan önce, Türkmen Şeyhi
Sarı Saltuk, Dobruca ve havâlîsinde Türkmen Obalarıyla birlikte faaliyet
hâlinde bulunmuş, bölgedeki Hıristiyan ve Türk unsurlarının gönüllerini
fethederek müşterek bir aziz olmuş idi. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in, bu
heterojen bölgedeki yerli ve Müslüman halkların gönüllerini fethetmiş olması,
yeni bir olay değildi.
1484’te Sultan II. Bayezit,
Boğdan Seferi’ne çıkarken Dobruca’ya geldiğinde, Babadağı’nda bulunan Sarı
Saltuk’un kabri üzerinde bir türbe yaptırmış, vakıflar adamış, böylece Rumeli
gâzîlerinin gönlünü almak istemiştir.
XVI. yüzyılda da Kânûnî Sultan
Süleyman, Mohaç Seferi’ne çıkmadan önce onun makâmını ziyâret etmiş, onu ve
berâberindeki gâzîleri methedip duâ etmiştir.
Babadağı kasabası, yüzyıllarca,
Batı’ya açılan seferlerde, gâzî, yürük ve akıncıların hareket üssü olmuştur.
Ama yıllar sonra, medrese kökenli ulemâdan Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Sarı
Saltuk’la ilgili fetvâsında, onun Hıristiyan bir papaz olduğunu öne sürmüştür.
Bugün yıkık türbesi, çöken imparatorluğun hazin bir simgesi gibi terk edilmiş
durmaktadır. Böylece hem Şeyh Bedreddin hem de Sarı Saltuk, aşağı yukarı aynı
bölgede, merkezî güçlerin karşısında kalmak noktasında, aynı ortak kaderi
paylaşmış gibilerdir.
Sarı Saltuk’tan sonra,
Osmanlılardan önce, Karesi ve Aydınoğulları gibi sâhil beylikleri gâzî
liderlerinden Hacı İlbeyi ve Gâzî Umur Bey, Rumeli’de gazâ faaliyetleri
başlatmış idi. Özellikle Gâzî Umur Bey, 300 gemiyi bulan donanması ile
İzmir’den Balkanların her tarafına akınlar örgütlemeyi başardı. Bu arada
Türkmenlerin yaşadığı Dobruca’ya kadar gitmiştir. Gâzî Umur Bey şehit
olduğunda, Osmanlılar Karesi’de yerleşmişler idi. O da, adına kerametler izâfe
edilen bir velî- gâzî olmuştur. Daha sonra Osmanlılar, Anadolu gâzîlerini
Balkanlara sevk eden başlıca hareket üssü hâlini aldı. Hacı İlbeyi ve Orhan
Gâzî’nin oğlu Süleyman Paşa başta olmak üzere Anadolu’dan gelen birçok gâzî
lideri, Osmanlıların himâyesinde Balkan fütûhâtında önemli hizmetlerde
bulundular.
Bu arada Bedreddin’in I.
Keykavus’un soyundan geldiğini öne sürenler de olmuştur. Kezâ Şeyh Bedreddin,
birtakım târihî kaynaklara göre, Simavna Kadısı İsrail b. Abdülazîz’in oğludur.
Bu yüzden Osmanlı târihlerinde, Simavna Kadısıoğlu diye geçmiştir. Meselâ
Taşköprülüzâde’ye göre Kadı İsrail, Selçuklu Hânedânı’ndan bir vezîrin
soyundandır. Menâkıbnâme de, İsrail’in babası Abdülazîz’i fisebilillah gazâ
eden ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye intisap eden bir müridi olarak gösterir.
Böylece Menâkıbnâme, Şeyh Bedreddin’i Mevlevî dâiresi içinde gösterirken, Selçuklu
yönetimiyle de ilişkilendirmiş olmaktadır.
Menâkıbnâme, Bedreddin’in bu
havâlîde iyi karşılanmış olduğunu göstermek sûretiyle, onun Selçuklu
Hânedânı’na mensûbiyeti fikrini de desteklemiş olmaktadır. Şeyh Bedreddin,
vaktiyle kazasker iken, bu bölgede çok iyi bir izlenim bırakmış olmalıdır. Bu
vesileyle de şeyh, hedeflerini, Osmanlı öncesi bir geleneğe dayandırarak, hem
halk üzerinde sosyopolitik bir meşrûiyet kazanmış olacak, hem de o süreç
içinde, nefret edilen Osmanlı yönetiminden farklı olarak gösterilmeye
çalışılmış olacak ki bu da muhtemeldir.
Menâkıbnâme’de, Filibe’den Eski
Zağra’ya ve Silistre’den Varna’ya ve Tuna ağızlarına kadar Bulgaristan’ın ve
Tuna bölgesi kıyı şeridi, Ağaçdenizi (Deliorman), Dobruca adları sık sık geçer.
Oralarda çok çeşitli nedenlerle şeyhin düşüncelerine açık olabilecek, onun
anısını ve etkisini sonradan koruyabilecek çok çeşitli nüfus gurupları
bulunuyordu: Gâzî uçbeyleri; Bedreddin’in âilesiyle çok eski bağları olan,
Bulgaristan’da büyük mülk sâhibi ve Bektâşîliği benimsemiş olan Mihaloğulları
gibi Osmanlı sarayında kapıkullarının iktidârından yana olmayan Mûsâ Çelebi
taraftarları, Kumanların soyundan gelen kuzey Türkleri, yarı efsânevî Sarı
Saltuk’un yoldaşları olan Hıristiyanlaşmış Gagavuzlar, Bedreddin’in atası
Selçuklu Sultânı İzzeddîn’in askerlerinin torunları, Demir Baba gibi önemli
tekkelerin çevresinde Bektâşîliği benimsemiş Deliorman köylüleri vb. Buralar
daha sonra Bektâşîliğin gözde alanı konumuna gelecektir.
O zaman sürecindeki dârülharb
olan Rumeli topraklarında, bütün toplumsal erdemler gazâ ülküsüyle uyumluydu.
Merkezî otoritenin, Sünnî mezhep, medrese kelâmı, yapay bir edebî dille
yazılmış saray edebiyâtı ve şerîat hukûkundan oluşan ileri uygarlığı, sınır
bölgelerinde yerini, aykırı dînî tarîkatlar, tasavvuf, alplik öyküleri, menkıbe
edebiyâtı ve örf hukûku ile belirginlik kazanan gâzîlerin ve dervişlerin halk
kültürüne bırakıyordu. Sınır toplumu hem hoşgörülü hem karmaşık idi. Ortak
târihsel, askerî, dînî ve sosyal deneyim, Balkan yerli halklarıyla Müslüman gâzîleri
bir araya getirmiştir. Osman’ın gâzîleriyle işbirliği yapan Rum Beyi Mihal Gâzî
ve Bizans Ordusu’nda paralı asker olarak görev yapan Türkopoller (gâzîler), bu
deneyim sürecinin örnekleridir. Daha sonra Osmanlılar, Müslüman Anadolu ile
Hıristiyan Balkanlar üzerinde imparatorluklarını kuracaklardır.
Osmanlı dönemi boyunca
Hıristiyanlarla Müslümanların, birbirlerinin ermişlerini, kutsal günlerini ve
göreneklerini kabul ettiklerine dâir birçok örnek vardır. Bâzen bu etkileşim
pagan dönemine kadar uzanır. Özellikle Balkanlarda, hem Hıristiyan hem de
Müslümanlar tarafından takdis edilip saygı gösterilen müşterek azizler çoktur.
Gâzîlerin Rumeli’deki
faaliyetleri ve özelliklerinden ilk defâ "Düstûrnâme-i Enveî ve
“Saltuknâme” gibi gazevatnâmeler bahsetmiştir. Gâzîler, İslam dîninin fedaîleri
olan uç savaşçılarıdır ve bu uğurda komşuları olan kâfirlere karşı gazâ
yapmakla mükelleftirler. Bilindiği üzere ilk defâ P. Wittek’in, Osmanlı
Devleti’nin temel yapısının gazâ denilen dînî bir ilkeyle, gâzîler denilen bir
örgüt üzerine kurulduğu esâsı üzerinde şekillenen “gâzî tezi”, ilim çevreleri
tarafından büyük kabul görmüştür. P. Wittek, bu tezinde, Orhan Bey Câmii’nin
kapı-üstü yazıtındaki 'Sultânüfl-guzat gâzî bin el-gâzî” ibâresine dayanır. Bu
gazevatnâmelerin kahramanları birer gâzîdir. Zamanla hepsi de Osmanlı’nın malı
olmuştur. Uçlarda îman savaşçıları olarak kâfirlere kılıç çalıp gazâ yaparlar.
Bâzıları şehit olur, isimleri etrâfında çeşitli efsâneler türer. Bapheus
(Koyunhisar) Savaşı’nda, Osman Gâzî’nin gazâ çağrısına Anadolu Beyliklerinden,
ganîmet, dînî karizma ve şeref peşinde koşan birçok gâzî, çağrıya cevap vermiş
ve güçlü Bizans Ordusu mağlup edilmişti.
Âşıkpaşazâde’nin “Rum Gâzîleri”
dediği zümrelerin, diğer guruplardan farklı oldukları anlaşılmaktadır.
Âşıkpaşazâde, bâzılarına gâzî derken, alpleri, Türkmen beylerini gâzî
saymamıştır. Gâzîlerin sosyal hayat şartları ve dünyâ görüşleri, Anadolu
abdallarına daha yakındır. Müttefikleri ve mücâdeleleri ile de merkezî Sünnî
idâreye daha uzak olduğu için, diğer sosyal guruplarla kaynaşıp heterojen bir
karışım olabiliyorlardı. Bitinya’daki nispî otonomi günlerinin aksine olarak,
fırsat buldukları zaman Osmanlı’ya karşı muhâlefet ediyorlardı.
“Gazâ” ile “cihat” kelimeleri
arasındaki anlam farkı üzerinde duranlar da vardır. Gazâ, dârülharb topraklarda
yapılan mücâdeledir. Buna göre Balkanlar, dârülharb idi. Gâzîliğin, bağnaz ve
sert yanlarının sanıldığından daha hoşgörülü ve yumuşak olduğu, istimâlat
politikasıyla belirginleşmiştir. Diğer sosyal zümrelere göre gâzîlerdeki İslâmî
çizgiler daha net ve belirgindir. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in de içerisinden
çıkmış olduğu bu toplum, mâhiyeti îtibâriyle diğer merkezkaç kuvvetlerinden
ayrılır.
Geçimini, ganîmet, mal yağması ve
fetihlerle temin eden bir zümre için gâzîlik bir ekonomik faaliyet olarak
görülmektedir. Özellikle Fetret Dönemi’nde gazâ faaliyetlerin bir süre dumura
uğraması, Rumeli’de önemli miktardaki genç nüfûsun işsiz ve başıboş kalması
demekti. Ayrıca Timur’un istilâsından sonra da birçok göçer oba ve kabîle,
Rumeli’ye akın ederek buradaki nüfus yoğunluğunu arttırmışlar idi. İşte bütün
bu topluluklar bir umut olarak Şeyh Bedreddin’in etrâfında toplanmışlardı. Bu
da elbette merkezî otoriteyi endişelendirecektir.
I. Bayezit’in icraatlarına
bakıldığında, önceki Osmanlı Hükümdarlarından farklı olduğu görülmektedir.
Politikası, gâzî geleneğinden ziyâde merkeziyetçi bir imparatorluk vasfı
taşımaktadır. Niğbolu Zaferi’nden sonra, Doğu Anadolu’ya sefer düzenlerken,
ordularından biri de İstanbul’u kuşatmıştı. Bu arada Suriye’yi fethetmeyi
tasarladığı bile söylenmektedir. Gerçekten de Bayezit, daha o zamandan bir
imparatorluk kurmuş gibiydi. Ancak Timur felâketi sonrası Osmanlı’nın birçok
parçaya bölünmesi, devlet yapısının henüz son derece istikrarsız olduğu ve imparatorluk
ülküsünün henüz kök salmadığını göstermektedir. Bayezit’in tasarladığı gibi bir
imparatorluk, cüretkâr bir ihtirasın ham hayâlinden ibâretti.
I. Bayezit, hem iç, hem de dış
politikasında gâzî geleneklerini terk etmiş ve İslâm’a doğru tek yönlü bir eğilim
göstermeye başlamıştı. Artık sayıca çok fazla ve çok güçlü olan ulemâ, yalnızca
sultânı Yüksek İslâm’ın daha ince alışkanlık, zevk ve sanatlarına yöneltmekle
kalmamış, aynı zamanda devletin örgütlenmesi konusundaki görüşlerini de ona
kabul ettirmeyi başarmıştı. Devlet örgütünü, büyük bir hızla ve var olan
koşulları hiçe sayarak, eski İslam gelenekleri uyarınca biçimlendirmeye
çalışıyorlardı. Hepsinden önemlisi de, ulemânın, sultâna kendi dış politika
anlayışını kabul ettirmesiydi ki, bu politika doğal olarak kendi mânevî
yurtları olan yüksek İslam ülkelerine dönüktü. Kezâ, Kahire’ye bir elçilik
heyeti göndererek Halîfe’den, Rum Sultanlığı tevcîhini istemiştir. Timur ile
çatışmaya ve Ankara Felâketine yol açan da işte bu oldu.
Zaferden sonra Timur’un tutumu
çok ilginçti. Anadolu’da aylarca kalmasına rağmen, burayı devletine katmayı hiç
düşünmedi; sâdece Bayezit’in kendisine bağlamış olduğu gâzî beyliklerini,
yeniden kurmayı hedef aldı. Geri kalan Osmanlı topraklarına ise dokunmadı.
Yalnızca Frankların elinde olan İzmir’i fethetti. Bundan sonra geri çekildi.
Timur’un davranışı, İslam kamuoyuna, Anadolu’ya müdâhalesinin sâdece
Osmanlılara aslî görevlerini yâni artık vazgeçmeye başladıkları gâzî ülküsünü
hatırlatmak için yapmış olduğunu ispatlamayı amaçlayan bir gösteridir. Kendisi
de, bir gâzîye yaraşır biçimde İzmir’i fethetmekle, bütün Müslüman dünyâsının
onayını kazanmayı umuyordu. Böylece Osmanlı Devleti, bir gâzî devleti olarak
sâhip olduğu îtibar sâyesinde kurtulmuş oluyordu.
Bayezit’in düşündüğü merkeziyetçi
imparatorluğu, torunu Fâtih gerçekleştirecektir. Osmanlı merkeziyetçiliğin
temel taşlarından biri olan kul sistemi, I. Bayezit devrinde tam bir gelişme
göstermişti. Tahrir defterlerinde bu devre kadar inen kayıtlar, onun
imparatorluğun her tarafında yalnız yüksek idârî-askerî makamları değil,
tımarları da kullara verdiğini göstermektedir. Bu radikal hareket, gazâ
çevrelerinin duygularını aksettiren anonim târihlerde tepkiyle karşılanmıştır.
Fetihlerin yükünü omuzlayan gâzîler, heterodoks sınır kültürüne âit iken,
Osmanlı idâresi, devleti kurumlaştırırken, ortodoks elemanları hâkim kılmaya
çalışmıştır. I. Bayezid’in emrindeki gâzî komutanlar, Ankara Savaşı’nda savaş
meydanını terk ederek, sultânı yalnız bırakmışlardı. Yanında bir avuç yeniçeri
ve Balkan Hıristiyan vassalı kalınca, âkıbeti hüsranla sonuçlanmış idi.
Gaziler, Osmanlı Hânedânı’na karşı gelecek kadar güçlü değillerdi, bu yüzden
Şeyh Bedreddin’i âdetâ bir Mehdi (kurtarıcı) olarak gördüler.
I. Bayezit, henüz olgunlaşmakta
olan Osmanlı Devleti’ni yerel, basit bir uçbeyliğinden İslam
imparatorluklarının dînî, hukûkî ve askerî pratikleriyle daha uyumlu bir
devlete dönüştürmek yolunda adım atan ilk hükümdar oldu. Yine Bayezit’in
saltanat süresi, Sünnî İslâm’ın ve klasik İslam kültürünün; merkezileştirme
politikasının yardımıyla gittikçe güçlendiği bir dönem olmuştur. Kezâ sultanlık
unvânını da ilk defâ Yıldırım Bayezit kullanmış idi. Öncekilerin unvânı “bey”
idi. Ancak 1402 Ankara Bozgunu toplumsal ve politik bir kargaşa ve tepki çağı
başlatmıştır. İşte Şeyh Bedreddin hareketi, böyle bir toplumsal ve politik
zamanda ortaya çıkmıştır.
Mustafa Akdağ’ın da üzerinde
durduğu gibi, Osmanlı’ya başkentlik yapmış iki şehrin, dârülguzat Edirne ile
dârülulemâ Bursa’nın rekâbeti, merkezî otorite ile merkezkaç kuvvetlerin
mücâdelesi ile eşzamanlı olarak bütün Osmanlı târihi boyunca sürmüştür. Fâtih,
İstanbul’u başkent yaptığında, bir yerde ihtilaflı bu iki zıt gücü, bir arada
tutmayı düşünmüştür. Ancak, gâzîliğin sembolü olan Edirne’nin başkent yapılması
isteği, hiçbir zaman sönmemiştir. Çünkü servetlerini ve varlıklarını Rumeli’nin
fethine ve gazâya borçlu olan gâzîler için, Edirne’nin başşehir olarak kalması
ve pâdişâhın sürekli olarak burada yâni içlerinde oturması hayâtî bir
zarûrettir. II. Murat, bütün muhâlefetleri ve siyâsî zorlukları yenerek
kesinlikle Edirne’de yerleştikten sonra başşehre istikrar vermek, bir tek
başkent ve hükümet oluşturarak, devlet idâresini merkezileştirmek için, bu
ikileme son vermiştir.
Gâzîler, İstanbul’un fethinden
sonra başlayan kuvvetli merkeziyetçi politikaya karşı memnûniyetsizliklerini
ifâde etmekten kaçınmamışlardı. Fâtih, Belgrad Kalesi’nin zaptı için son bir
saldırı emri verdiğinde gâzîler; “Eğer Belgrad fethedilirse bir çiftçi gibi
toprak sürmek zorunda kalacağız” diyerek, merkezî devlet politikasının
kendilerini ikinci sınıf toplum statüsüne atacağının farkında idiler.
Cem Sultan, kardeşiyle saltanat
mücâdelesine başladığında, gâzîlerin desteğini almak için Rumeli’ye çıkmıştı.
Kendisinin emriyle derlenen Saltuknâme’de, velî-gâzî Sarı Saltuk, İstanbul’u
başkent yapan sultâna; “kâfirleri defetmek ve düşmanları yenmek istiyorsanız
Edirne’yi merkez yapmalısınız” demek sûretiyle, gâzîlerin Edirne’ye olan
özlemlerini ifâde etmiştir. Dünyâ bir yüzük, Rumeli yüzüğün mührü ve Edirne de
bu mührün ortasıdır. Kim Rumeli’ye sâhip olmak isterse, Edirne’yi merkez
yapmalıdır. Edirne, Rumeli’nin kutsal toprağıdır. Rüyâsında İstanbul’un
anahtarlarını Fâtih’e veren Sarı Saltuk, bu anahtarları Edirne’de saklamasını
ve gâzîlerin kutsal şehrini ihmal etmemesini istemiştir. Yine Saltuknâme’de;
İstanbul’un, rüşvet, entrika, çeşitli pisliklerle kirlenmiş kozmopolit bir
şehir olduğunu belirtmek sûretiyle Edirne’nin başkent olamaya lâyık saf bir
gâzî şehri olduğunu göstermek istemiştir. Saltuknâme’yi derleyenin rapor
ettiğine göre, Cem, tahta çıkarsa gâzîlerin dayanağı Edirne’yi merkez yapıp
orada oturacağını söz vermişti. Gâzîlere göre Cem, sultan olursa bir politika
değişikliği olacak ve eski şeref ve güçleri de iâde edilecekti. Ancak, II.
Bayezit’i tahta çıkaran kapıkulları ve diğer ortodoks güçler, anahtar bir rol
yüklenmişler ve bundan böyle gâzîler, Osmanlı politikasında aslâ, önemli bir
rol oynamamışlardı. Bu kapıkulu temelli bir idârenin üstünlüğünün damgalanması
olmuştur.
İmparatorluğun son zamanlarına
kadar, başkentin İstanbul’dan uzaklaştırılacağı fikri, sultanların, taşkınlık
yapan yeniçerilere karşı sembolik bir tehdit olarak unutulmamıştır. Nihâyet
Rumeli’de doğmuş birisi olarak, Mustafa Kemal’in millî mücâdele yıllarında,
meclisten aldığı “gâzî” unvânını kullanması, İstanbul’a rağmen Ankara’yı
Türkiye’nin başkenti olarak seçmesi, Osmanlı politik düzeninden ilişkisini
koparmak üzere nihâî bir sembol olarak düşünüyoruz. Cemal Kafadar’ın çok
yerinde tespit ettiği gibi, Cem Sultan’dan, başkentin Ankara seçilmesine kadar
ki gelen olaylar dizisi, Osmanlı merkeziyetçiliğine karşı anlamlı bir
muhâlefetin devâmıdır. XV. yüzyılda bu muhâlefet, ilk defâ Şeyh Bedreddin
adıyla, Rumeli gâzî muhitinden gelmiştir.
Edirne’yi üs edinen Mûsâ Çelebi,
Rumeli’deki gâzîlerin desteğini alırken, Bursa’yı merkez edinen Çelebi Mehmet,
Ortodoks ulemânın ve Anadolu’daki diğer beylerin desteğini almıştır.
Dolayısıyla Mûsâ Çelebi’nin kazaskeri olan Şeyh Bedreddin de Rumeli’deki
gâzîler başta olmak üzere diğer merkezkaç unsurların mânevî temsilcisi
sıfatıyla ön plana çıkarken, merkezî otorite ve ortodoks unsurların temsil
ettiği Mehmet Çelebi, kardeşinden sonra Şeyh Bedreddin ile mücâdele etmek
zorunda kalmıştır.
Şeyh Bedreddin adı, gâzî kültürü
yönüyle de anlamlıdır. Bizzat torunu Halil b. İsmâil’in menâkıbnâmesi dâhil,
Şeyh Bedreddin’den bahseden bütün Osmanlı kaynakları, babası, Simavna Kadısı
İsrail b. Abdülaziz, bir Osmanlı gâzî lideri ve aynı zamanda kadı olduğunu, I.
Murat zamânında Edirne’nin fethinden birkaç yıl önce Meriç Nehri’nin batısında
bulunan Dimetoka’nın ele geçirilmesiyle birlikte, yakınlarındaki Simavna
Kalesi’ni zapt ettiğini, sonra da buraya bizzat komutan ve kadı tâyin
edildiğini ittifakla yazarlar.
Menâkıbnâme, Dimetoka’nın gâzî
reislerinden Hacı İlbeyi tarafından fethedildiğini söylediğine göre, şeyhin
babasının onun maiyyetindeki emirlerden biri olduğu tahmin edilebilir. Buradan
hareketle Hacı İlbeyi’ni Şeyh Bedreddin’in babası olarak kabul edenler de
vardır. Hacı İlbeyi, Seyyid Ali Sultan (Kızıl Sultan) olarak rivâyetlere ve
menkıbelere konu olmuş bir velî-gâzîdir. Hacı İlbeyi, Dimetoka’da Sarı
Saltuk’tan daha ziyâde dervişliği ve gâzîliği şahsında birleştirmiştir.
Gâzî dervişlerin açık ve
hoşgörülü ideolojisi, Anadolu’da Konya Selçukluları bünyesinde bir İslâm-
Hıristiyan uzlaşması yaratmayı başaran güçlü şahsiyetler tarafından XIII.
yy.’dan îtibâren yayılmıştı. Mevlevî Tarîkatı’nın lideri Mevlânâ, Bektâşî
hareketinin lideri Hacı Bektâş-ı Velî, Anadolu’da bulunduğu dönemde Türk
tasavvuf hareketine damgasını vuran İbn Arabî, bu şahsiyetler arasındadır. Âile
tarafından Mevlânâ’ya, tasavvufi açıdan İbn Arabî’ye, içerisinden çıktığı gâzî
muhiti vâsıtasıyla da Bektâşîlerle kaynaşmış Şeyh Bedreddin, Evlâd-ı Fâtihan
neslinin ilk kuşak Türkleri, ya da Balkanların “unutulmuş Müslümanları”
arasında ele alınmalıdır. Bir gâzî ile Hıristiyan bir annenin oğlu olan
Bedreddin, Ortaçağ’ın sonlarında Balkanların bağrında kurulmakta olan
Türk-Osmanlı dünyâsında önemli bir rol oynamasını sağlayacak, birçok mîrâsı
kimliğinde barındırıyordu.
Sonuçta Bedreddin’in babası, en
ileri uç bölgesinde, Rumeli’ye ilk geçenler arasında savaşan bir Türkmen
gâzîsiydi. O. Şâik Gökyay, Simavna’nın küçük bir kale olduğu, burada bir
kadının görevlendirilmesinin söz konusu olamayacağı görüşünden hareketle,
şeyhin babasının kadı diye bilinmesinin sebebini, Osmanlıca “gâzî” ile “kadı”
kelimelerinin yazılışta birbirine çok benzemesi, dolayısıyla bir yanlış okuma
sonucu meydana geldiğini öne sürmüştür ki göz ardı edilecek bir fikir değildir.
Zâten Osmanlı târihinde fıkıh tahsîli almış, başka bir kadı-gâzî örneği yoktur.
Türkler, kuşaklardır Anadolu’da
Gayrimüslim yerli halkla iç içe yaşarken, gâzîler karılarını yerli halkın
içinden seçiyor ve onlardan gelen dönmelerle, özellikle savaşçı gençlerle
saflarını genişletiyorlardı. Annesi, babası tarafından zapt edilen Simavna Kalesi’nin
Bizanslı komutanının kızı olduğu, babasının, Melek adını alıp Müslüman olan bu
kızla evlendiği rivâyet ediliyor. İşte Bedreddin, bu evlilikte Simavna
Kalesi’nde doğmuştur. Zâten Türkler, Anadolu’ya ilk geldiklerinde de nüfusça
daha yoğun olan, yerli unsurlardı ve bunlarla bir arada yaşamak zorundaydılar.
Bedreddin’in âilesi içerisinde Hıristiyan kökenli üyelerin varlığı, onun hem bu
dîne bakış açısında, hem de düşünce yapısının renkli bir kişilikle
bütünleşmesinde etkili olmuş olmalıdır. Böylece Şeyh Bedreddin, Mûsâ Çelebi’nin
kazaskeri iken, gâzîlere tımar dağıtırken, Gayrimüslim topluma da aynı
cömertliği göstermesinde bu yakınlığın rolü olmalıdır. Bir gâzî çocuğu olarak
Şeyh Bedreddin’in her üç dînin mensuplarıyla aynı mesâfede yaklaşımıyla, Yıldırım
Bayezit’in çocuklarına, Mehmet, Mustafa, Îsâ, Mûsâ, Süleyman gibi her üç dînin
temsilcilerinin adlarını koyması, bir tesâdüften ziyâde, o devrin insanlarına
ve hattâ sultânın sarayına hâkim olan umûmî bir cereyânın yansımasından başka
bir şey olamayacağı kanaatindeyiz. Zîrâ tasavvufta, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed, aynı
ilâhî gerçeğin elçileridir.
Bedreddin, gençliğinde sınır
boylarında gâzîlere kadılık yapmıştır. Sonra Mûsâ Çelebi döneminde, uç
gâzîlerinin beyi Mihaloğlu’yla birlikte, yeni merkezkaç rejimin başlıca
destekçilerinin safında kalıverdi. O, uç gâzîlerine ülkenin iç bölgelerinde
tımar verilmesini sağlayarak uçlarla merkezî devlet arasındaki eski
anlaşmazlığa son vermek istemiştir. I. Mehmet, 1413’te Mûsâ Çelebi’yi bertaraf
edip Bedreddin’i İznik’e sürünce yandaşlarının tımarlarını ellerinden almıştır.
Şeyh Bedreddin’den önce de
Anadolu’da, İbn Arabî, Mevlânâ ve Yunus Emre gibi büyük mutasavvıflar, din ve
etnik köken ayrımı gözetmeksizin, Anadolu’da yaşayan şehirli, konargöçer her
kesime, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi vs. her dinden topluluklara aynı seviyede
hitap etmişlerdi. Mevlânâ’nın, Tatar Şamanistleri dâhil, her dinden müritleri
vardı. O, Konya’da iken İstanbul’da haberleştiği papaz dostları vardı. Mevlânâ
şöyle seslenmekteydi:
“Yetmiş iki millet sırrını bizden
dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz”
Aynı yüzyılda İbn Arabî:
“Bir zamanlar benim dînimden
olmadığı için komşumu suçlardım. Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık: o artık
ceylanlar için bir çayır, keşişler için bir manastır, putlar için bir mâbet,
hacı için bir Kâbe, Tevrat levhaları ve Kur’an kitabıdır. Ben aşk dînini
vazediyorum ve hangi yöne yönelirse yönelsin bu din benim dînim ve îmânımdır ”
Yine aynı dönemde Yunus Emre de
kendine has sâde üslûbuyla:
“Gökyüzünde Îsâ ile
Tur Dağı’nda Mûsâ ile
Elimdeki asâ ile
Çağırayım Mevla’m seni”
derken, aynı hoşgörüyle ve
tasavvufî bakış açısıyla üç semâvî dîni kucaklıyordu.
Anadolu’nun her tarafına yayılmış
ve Rumeli’ye de göçlerle taşınmış olan bu serbest fikirler, Şeyh Bedreddin’in
de düşünce dünyâsını etkilemiş, onun tasavvufî kişiliğini şekillendirmiştir.
Zîrâ Şeyh Bedreddin, eserlerine şerh yazdığı İbn Arabî’nin ekolünden giden bir
vahdet-i vücutçu idi. Ayrıca Bedreddin’in dedesi, hem gâzî hem de bir Mevlevî
idi. Kısaca, Şeyh Bedreddin’in Batı Anadolu’da ve Balkanlarda, her din ve
kesimden hayranları ve sempatizanlarının bulunması onun âsî ya da din dışı
olduğundan değil, bilakis içerisinden çıktığı çevrenin ve aldığı tasavvufi
eğitimin bir sonucudur. Şems-i Tebrizî ile tanışmasından sonra Mevlânâ’nın
geçirdiği ruh inkılâbı onu nasıl tasavvufa yönelttiyse, Şeyh Bedreddin de Şeyh
Hüseyin Ahlatî ile tanışmasından sonra aynı ruhsal sürece geçmiştir.
Dolayısıyla her ikisinin eserlerindeki Bâtınî özellikler, her ikisinin şeyhleri
olan mistiklerin, İran orijinli olmasından kaynaklanmaktadır. Menâkıbnâme’ye
göre de Şeyh Hüseyin Ahlatî, Bedreddin’i, bağlantısı olduğu Tebriz’e göndermiş
idi.
Ayrıca kaynaklarda adları geçen
ve kimlikleri tespit edilemeyen, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi nesep ve
mezhebi karışık âsîlerin, Şeyh Bedreddin’in hayranları arasında görülmesi,
şeyhin dînî ve siyâsî görüşünü
açıklamak için bir delil olamaz. Çünkü Mevlânâ da putperest ve heterodoks
ayrımı yapmamıştı. Hattâ eserlerinde, Şamanist Moğolları övücü ifâdeler vardır.
Mevlânâ’nın olduğu gibi, Şeyh Bedreddin’in faal olduğu dönemde, gerek Batı
Anadolu'da ve gerek Balkanlarda Gayrimüslimler yanında heterodoks zümreler de
yoğun olarak yaşamaktaydı. Bunların ekserîsi zâten Osmanlı merkeziyetçiliğine muhâlifti.
Onun şöhretinin de tıpkı Mevlânâ gibi, Anadolu kıyısındaki adalara yayılması ve
bâzı papaz ve râhiplerin kendisiyle ilişki kurup Müslüman olması, iddiâ
edildiği gibi, bir isyan hazırlığı olduğuna yeterli bir sebep olamaz. Müslüman,
Hıristiyan ve Yahudilerin heterodoks yorumlu dînî-sosyal tabanın, aynı hayat
özlemini, Şeyh Bedreddin gibi geniş yelpazeli ve serbest düşünceli
gâzî-velîlerin yanında bulmaları târihî gelişmelere daha çok uymaktadır.
Bununla birlikte muhtedî kökenli oldukları ileri sürülen Börklüce Mustafa ile
Torlak Kemal’in, Bogomilizm ya da Katharizm gibi bozulmuş Hıristiyan ya da
Yahudi kökenli Müslümanlardan olmaları, geldikleri dînî-sosyal tabanı da bir
yerde gözler önüne sermektedir. Bunların temsil ettiği Müslümanlık Sünnî bir Müslümanlık
olmadığına göre, heterodoksiye mensup bir yorumu yansıttıkları kesindir.
Börklüce ve Torlak Kemal’in etrâfına toplananlar, ekserîsi, Kalenderi
dervişleri (Torlaklar) olduğu gibi, geri kalanlar da Fetret Dönemi’nin
rahatsızlıklarını sonuna kadar yaşayan ve Osmanlı siyâsal iktidârının gittikçe
güçlenen Sünnî ve devletçi tavrına karşı çıkmak isteyen göçebe Türkmen ve köylü
kesimi olmalıdır. Şeyh Bedreddin’in etrâfına toplananların ise çoğunluğu
gâzîler ve üst tabakadan insanlardı.
Şeyh Bedreddin'den sonra
Balkanlarda ve Trakya’da, Bedreddinîler (Simavenîler) adıyla, daha sonra
Anadolu'dan Rumeli’ye gönderilen çeşitli Türkmen Aşîretlerin etkisiyle,
Alevî-Kızılbaş inanç ve erkânıyla kaynaşmış, bugün heterodoks ideolojinin
bağdaştırmam (senkretik) vasfı dolayısıyla, Bektâşîlik içerisinde yer bulmuş
bir zümre meydana gelmiştir. Bedreddinîler ile kurulma sürecinde olan
Bektâşîler arasındaki benzerlikler, özellikle bir ortak paydada, ideolojik
yakınlıklar ve merkezî iktidâra karşı ortak bir muhâlefette birleşmektedirler.
Bununla birlikte, pâyitaht konumunu İstanbul’a kaptıran Edirne’nin uzun süre
gâzî ruhuna sâhip imparatorluk karşıtı bir mekân olma niteliğini koruması, kent
surları içinde Bedreddinîlerin varlığını sürdürmesine katkıda bulunmuş
olmalıdır. Menâkıbnâme aynı zamanda Bedreddinîler ile Bektâşîler arasında geçiş
noktası sayılabilecek Dimetoka'dan söz etmektedir. Bektâşîliği yeniden
örgütleyen Balım Sultan, burada doğmuştu ve bu tarîkatın en önemli tekkesi,
Seyyid Gâzî Tekkesi (Kızıl Deli) yakında bulunuyordu. Seyyid Gâzî’nin,
Bedreddin’in babası İsrail’in yoldaşı Hacı İlbeyi olduğunu düşünenler de
vardır.
Osmanlı Sultanları, çevrelerine
geniş taraftar gurupları toplayan popüler şeyhlerden dâimâ şüphelendiler.
Sultanlar, bu gibi popüler şeyhleri, ya bertaraf etmeye veya vakıf tahsisleri
yoluyla kontrol altında tutmaya çalıştılar. Osmanlı târihinde, etrâfına Şeyh
Bedreddin kadar çok, heterojen ve kalabalık kitleler toplayan başka bir örnek
yoktur. Sınır toplumundaki heterojenlik, heterodoksluk, değişkenlik ve
hareketlilik, kendisini İran kültürü etkisindeki iç bölgelerden ayrılmaktadır.
XVII. yüzyılın başında Sünnî Şeyh Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Bedreddin aleyhinde
verdiği fetvânın nedeni, zamânındaki Bedreddinîlerin KızıIbaşlarla özdeş
sayılmaları ve devletin her tarafında Bedreddin’in dâvâsını yaymaya
çalışmalarıdır. Hüdâyî, sultâna bu hareketi bastırmasını ve ötekilere uyarı
olsun diye şeyhlerinden birinin îdam edilmesini tavsiye etmiştir.
Sonuç olarak, Balkanlarda geniş
bir hayran kitlesini bulunan ve bu kitlenin çoğunluğunun merkezkaç çizgisinde
olması, ayrıca Şeyh Bedreddin’in Rumeli gâzî çevresindeki nüfûzu, Fetret
Devri’nden kalan bütün pürüzleri ortadan kaldırarak, tam teşekküllü bir
merkeziyetçi devlet kurmak isteyen I. Mehmed için potansiyel bir tehlike idi.
Dolayısıyla bütün bu nedenler göz önüne alındığında, I. Mehmet’in, merkezî
otorite için ciddî bir tehlike teşkil eden şeyhi ortadan kaldırması, gâyet
tabiî idi. Nihâyet, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarının
bastırılmasından sonra, söz konusu âsîlerin kötü âkı betlerini öğrendikten
sonra, vaktiyle kazasker iken, resmî görevi gereği de olsa bu âsîlerle
münâsebette bulunmuş olması, sıranın kendisine gelmiş olduğunu düşündürmüş
olacak ki, Şeyh Bedreddin, başına buyruk hareket ederek İznik’ten ayrılıp
Rumeli’ye geçmiştir. Şeyhin bu hareketi ve Rumeli güzergâhında, yukarıda
zikredilen yerlerde etrâfına insan kitlesinin toplanması, I. Mehmet için uygun
bir fırsat doğurmuştu.
Böylece, Şeyh Bedreddin’in îdam
sebebi olarak, onun temsil ettiği merkezkaç kuvvetlerin, merkezî otorite ile
olan mücâdelesi olarak kabul edilmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.
Bununla berâber, târihlerimizdeki Şeyh Bedreddin Olayı, devletin, gâzî
kültüründen imparatorluk sürecine geçişi sırasında yaşanan sancıların ilk ciddî
örneğidir. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin, içerisinden çıktığı toplum, hareket ve
faaliyetleri, müttefik ve mücâdelesi ile uzlaştırması kişiliği, onun bir zındık
ve âsî olarak îlan edilmekten ziyâde, tam bir gâzî kimliği içerisinde
incelenmesi, târihî hâdiselerin akışına daha uygun olacaktır.
ALINTI