çeviri: Turan Alptekin
Kitabın fransızca
yayını:
(ANALECTAISISIANA L,
İstanbul 2001)
İÇİNDEKİLER
Çevirenin Sunuşu 7
Önsöz 9
I. Bölüm
GENEL KONULAR
1.
Şamancı İnanış ve Süfilik Arasında
XIII. Yüzyılda
Bektaşîliğin Kurucu Adı: Hacı Bektaş (18-20 Haziran 1999’da Die [Drome] Transhumance şenliğinde
verilen konferans) 13 2. İslâmlığın Kıyısında Bir İslâm: Alevilik (24
Ekim 1998’de College de France, Societe Emest Renan’da verilen konferans) 19
3. Türkiye ’de Bektaşilik ve Alevilik: Oluşum-Gelişme-Gelecek için Beklentiler (Avrupa
Parlamentosu’nda Alevi Günleri: Strasbourg, 6-7 Mayıs 1999) 29
II. Bölüm
TARİH ARAŞTIRMALARI
1. Bacıyân-ı Rûm 'dan
Biri: Kadıncık Ana Üzerine (Yayını: Festschrift Hans-Georg Majer, Münih 2001) 37 2.
Bektaşi-Kızılbaş Tarihsel Bölünüşü ve Sonuçları (İstanbul İsveç Araştırma
Enstitüsü’nce düzenlenen konferansta sunulan inceleme, Kasım 1996; İstanbul
1998, s. 1-7) 47
3. Aydınlanma Süreci
Kapsamında Bektaşilik (ServerTanilli Sempozyumu; Türkçede daha önceki yayını: “Türkiye’de
Aydınlanma Hareketleri”, İstanbul 1997, s. 25-33) 59
III. Bölüm
EDEBİ YA T
DENEMELERİ
1.
Geçmişte ve Günümüzde Türkiye ’de Şah
İsmail'e Tapma (“Journal
of Azerbaijani Studies”, I, 1998; Tartışmaya sunuluşu: “Şah İsmail ve dönemi”,
Bakû, 24-26 Eylül 1998) 67
2.
Pir Sultan Abdal Dolayısıyla
(Pir Sultan Abdal Günü, Paris 1998:
Fransız Alevi Demekler Federasyonu -FUAF- Türkçeye daha önceki çevirisi:
“Anadolu Aleviliği ve
Pir Sultan Abdal”, Paris
1998, s. 9-17) 75
IV. Bölüm
ÖĞRETİNİN
DERİNLEŞMESİ
1.
Bektaşi-Alevi Problemi: Son Birkaç
Görüş
(Turcica,
Revue d’Etudes Turques, XXXI, 1999, s. 113-122) 85
2.
Orta-Asya 'dan Anadolu 'ya: Gök-Tanrı
’dan İnsan-Tanrı 'ya
(“Les Cahiers de
l’Orient”, 42; 1995, s. 113-122) 113
3.
Bektaşi-Alevilerde Ali'nin
Tanrılaşması
(2001 yılı içinde TTK’nun
bir yayınında yayımlanmak üzere kaleme alındı) 123
4.
Hacı Bektaş in Kutsal Dağı ve Kutsal
Ağacı (Turcica,
XXII, 2000) 151
5.
Yakın ve Orta-Doğu Cemaat-dışı
Oluşumlarında Evrensellik (universalisme) ve Gnostisizm
(“Festschrift
Barbara Flemming”, Brili, Leiden; yayımlanmak üzere) 169
6.
Börklüce Mustafa Üzerine Bir
Araştırma 189
Sonsöz 195
Dizin 197
Profesör Dr. Madame irene
Melikoff’la, 1991 yılında uluslararası bir sempozyumda, tanıştım. Kendisiyle,
aynı oturumda konuşma onurunu yaşadım; görüşlerini dinleme fırsatı buldum.
Aynı etkinlik çerçevesinde Eskişehir’e kadar yan yana söyleştiğimiz bir tren
yolculuğu da dostluğumuzun temeli oldu. Sanırım bu söyleşi, aynı zamanda bir mülâkattı
ve mistik eğilimlerimi anlamaya çalışırken, söz arasında, Madame Melikoff,
“reincamation”a inanıp inanmadığımı da öğrenmek istemişti. Açıkça, Bahâüddin
Nakşbend’e, Celâlüddin Rûmî’ye, Peygamber’e, Ali’ye, Ehl-i Beyt-i Nebevî’ye
derin sevgimle birlikte; daha önceleri yaşamış olabileceğimi duyumsadığımı da
söyledim. Tanrı’yı aşkla seviyordum. îslâm’a hayranlıkla bağlı idim. Kendisinin
bu konularda ne düşündüğünü bilmiyordum ve yalnızca hiç kaçamaksız, dürüst
yanıtlar vermek istemiştim. "Ben Aleviliğin iki temel felsefesine
inanıyorum. İnsan öldükten sonra başka insanların bedeninde yeniden yaşıyor. Ve
Tanrı çeşitli şekillerde görünebilir; her biçime girebilir. ” anlamındaki
düşüncelerini de Oral Çalışlar’la bir söyleşisinden, daha sonra öğrendim.
Katolik Kilisesi ile bağlarının çoktandır kopmuş bulunduğunu da bir gün bana
kendisi söyledi. Mektuplarında her zaman "Allah nasip ederse”,
"Allah izin verirse”, "İnşallah yakında görüşmek ümidiyle ”,
"İnşallah bu sene görüşebileceğiz. ” "İnşallah sıhhatiniz iyidir. ”
"Allaha şükür fazla yaramaz bir şey yok ”, "Hazreti Mevlâna’nın 724.
vuslat yıldönümü anma törenleri” ve Arapça söylenişiyle "Yemen’de
olsanız bile daima yanandasınız.” gibi söylemlerinin, Bektaşilik gibi
dinler üstünde bir yerde durduğunu düşünmeye hakkımız vardır.
Bir gün merhum
pederlerini andırıyor olmama şaşırdığını söylemişti. Bu, bana her zaman gurur
verecektir.
“Yunus Divanı” üzerine
çalışmalarımı kitaplaştırmamı isteyen de Sevgili Madame Melikoff’tur. 28 Mayıs
1992’de yazdığı birmek- tubunda ‘‘Yunus Divanı hakkında çalışmanız çok
değerli olacak ve ondan faydalanacağız. Kitabınızı dört gözle beklerim. ”
diyordu.
Bir çevirim dolayısıyla
da şunları yazmıştı: “J'ai savoure votre traduction. Elinize zekânıza
kültürünüze sağlık! Diliniz bana göre fevkalâde güzel: Osmanlıcanın tadını
kaybetmemiş ve öz Türkçeye uygun. Onu okumaktan doyamadım. Sanki yeni
keşfediyorum. Bu sebepten dolayı daha evvel size yazamadım. Fransız dilini çok
iyi biliyorsunuz. ”
Beni elbette onurlandıran
fakat aynı zamanda mahcup eden bu özendirici sözleri, öğünme amacı ile değil;
eseri güven duyarak okumanız için aktarıyorum. Ancak, iki makale İngilizce
olarak yayımlanmış olduğundan çevirilerini bu dilden yaptığımı belirtmeliyim.
Umarım kusurlarım hoş görülecektir.
Türkçe Kırklar’ın
Cemi’nde* adını yazarının seçtiği bu eser, çeşitli bildiri ve makalelerden
oluştuğu için, kitapta, kaçınılmaz olarak bazı tekrarlar bulunabilecektir.
Ancak bunlar, üzerinde ısrarla durulması gereken problemlerin yeri geldikçe
vurgulanışları olarak alınabilecektir.
Eserin basımında
gösterdikleri ilgi ve özen için demos yayınları ve çalışanlarına
teşekkür ediyorum...
Turan Alptekin
22 Ağustos 2007 Mersin, Pompeiopolis
Bektaşilik, onun bir
parçası sayılan Alevilik gibi, sosyal bir olgudur; fakat ayrı bir din
değildir: kökleri boylar dönemine inen bir yaşam biçimine bağlı kalıştır. Bu da
ata geleneklerine ve ata inançlarına saygı demektir. Böyle olduğu için de,
karşılıklı etkileşmelerin sonucu katlar (adstrat) kadar, başlangıçtan beri
Türk uluslarıyla ayrılmaz biçimde birlikte olmuş değişik inançlar da içerir.
Demek, Bektaşîliğin
incelenmesi bir "inanma" değil, gözlem, çözümleme ve anlamaya çalışma
işlemidir.
Bu sebepledir ki, önce
dış görünümleri betimleyerek, On İki İmam bağlamı içinde beliren bu
"öğreti'iıin, niçin uç-Şiîliğin (yeniden-bedenleşme, Tanrı ’nin insan
suretinde tecellisi, Ali’nin tanrılaştırılması gibi) belirleyici çizgilerini
taşıdığını anlamaya; ardından, problemin derinlerine inerek ve araştırmalarımı
birbiriyle ilişkili farklı doğrultularda genişleterek bilgilerimi
derinleştirmeye çalıştım.
Bektaşilik bir halk
sûfıliğidir ve özellikle böyledir Dini, bir heyecan duyma gereksinimini
karşılama yönelimi içinde ve bâtını biçimlenişi ile alır.
Sûfılik, heyecanlara
karşı çıkan "nass "çılığa bir tepkidir. Bu, resmî inanış karşısında
kural-dışılık demektir
Ancak resmî inanışa ne
kadar karşı olunursa olunsun, Bektaşilik, İslâm ’dan ayrı bir oluşum değildir.
Gelişimi İslâm çerçevesi içindedir. Karşı bir güç olduğu ölçüde de ona bağlıdır
ve ondan ayırılamaz.
Bektaşîlikle bugün
Alevilik adı verilen olgunun kökenleri aynıdır: Orta Asya ’dan gelen göçer
Türkmen boyları; XII., XIII. ve XIV. yüzyılda, göçlerle Anadolu 'ya gelmiş
bulunanlar.
Bektaşiler ve
Aleviler, XIII. yüzyılda yaşamış bir halk ermişi olan Hacı Bektaş Veli 'ye
derin saygıda birleşmektedirler. Hacı Bektaş, Bektaşi dervişler tarikatının
kendisine bağlandığı kişidir. Böyle olmakla birlikte, Bektaşiler ve Aleviler,
zaman içinde, tarih ve coğrafyalarıyla, birbirlerinden ayrıldılar.
Osmanlılarla birlikte Trakya ve Balkanlar’ın fethine katılan Bektaşiler,
fethedilen diyarlardan toprak bağışları elde ettiler, buralara yerleştiler ve
birer irfan yuvası olacak olan tekke’ler inşa ile yerleşik yaşama geçtiler. İlk
Osmanlı sultanlarının yönlendirmeleriyle koloniler kurucu dervişler oldular.
Hıristiyan çocuklardan oluşturulan Yeniçeri Ocakları, bu sebeple onların
tarikatına bağlandı. Fakat onlar da, aynı şekilde, aralarında yaşadıkları
Hıristiyan nüfusun etkisi altında kaldılar.
Zamanla, dinde kural-dışılıklan
(non-conformisme) ve hoşgörüleri ile bir ilerleme öğesi oldular ve -önce Yeni
Osmanlılar, sonra Jön Türkler- bütün öncü devinimlerde yer aldılar.
Bununla birlikte, edebiyatta ve
yeniliklerde her zaman öncü olan Bektaşiler, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa ’daki
topraklarını kaybedip de denge o zamana dek biraz değişik bir yazgı ile
Anadolu sınırları içinde kalmış olan Alevilere kayınca, etkilerini yitirdiler.
İlk biçimlenişi ile yani XVI. yüzyıl
başlarında Balım Sultan ’ın tarikata yeni bir düzen verişinden önceki konumuyla
Bektaşîliğin bir kolu olarak görünen Aleviliğe, savaş gücü Türkmen boylara
dayalı ilk Safevîlerin Kızılbaş eylemi içinde rastlıyoruz. Bu boyların etkin
ka- tılımıyladır ki, evlenme yoluyla Akkoyunluların da hısımı olan Safevîler
1501 ’de Şah İsmail ’in tac giymesiyle zafere ulaştılar. Bununla birlikte,
1514’te Çaldıranda OsmanlIların kesin üstünlüğü, Anadolu 'da Osmanlı
yönetimine ve resmî dine başkaldırıda direnecek olan Kızılbaş kımıldanışın İran
'da sonunu belirledi.
XIX. yüzyılda Kızılbaşlar, “asi
zındık ’’ anlamı ile özdeşleşen adlarını, Ali’ye, (üçüncü sırada bir yer
aldığı İran Şiîliğindekinden daha ileri ve taşkın bağlılıkları dolayısıyla),
“Alevi’ye dönüştürdüler.
Tekke ’leri irfan ocaklarına dönüşen
Bektaşilerin tersine Aleviler eğitimsiz kaldılar vekendi içlerine kapanarak
boy yaşamına ve ata geleneklerine bağlılıklarını korudular.
Atatürk devrimleri sırasında da
kurtarıcı partiyi heyecanla desteklediler ve ülkenin laikleşmesine katkıda
bulundular.
Yaşam koşullarının değişmesiyle,
köylerinden koparak gençlerin eğitimden yararlanabilmeleri için kentlere doğru
göçe başladılar. Buralarda kültür düzeylerini yükselttiler.
Günümüzde Alevilere,
aydın, okumuş, devlet adamı ve sanayici her sınıf içinde rastlanıyor.
Başkaldırıcı ve
eziklik içinde geçmişleri onlara bir düşünce genişliği, hoşgörü ruhu ve
inançlar-üstü bir eğilim vermededir. Şimdi, her ilerici kımıldanış içinde en
öndedirler ve laikleşme savaşı içinde de ön safta ve bütün aşın biçimlenişlere
karşı, savunucu olarak yer almadadırlar.
Tasarladığımdan daha
uzun zamana yayılan araştırmalarımda, kendilerine borçlu olduğum kişilerin
hepsini burada saymıyorum. Yol göstericilerim, çalışma arkadaşlarım,
destekleyicilerim oldu. Otuz yıl boyunca, pek çok deneyim kazandım, birçok dost
ve zorlukla karşılaştım. Direnmem ve karşı çıkmam gereken durumlar oldu.
Hepsini anmam çok güç. Kimi zaman ufak bir uyarı, görünüşte küçük bir olay, bir
esinleniş dağını yerinden oynatmaya yetti. Ve bazen kişisel karşılaşmalar
kütüphanelerde geçen uzun zamanlardan daha verimli oldu.
Bütün çalışma
arkadaşlarıma, hatta bazen farkına bile varmadan getirdikleri yardım için
bütün dost ve yakınlarıma, ayrı ayrı teşekkür edemiyorum, teşekkürlerimi
hepsine birden sunuyorum. Yine de gösterdikleri dostluk ve ilgi dolayısıyla,
asıl teşekkürlerimi Alevi dostlarıma ayırıyorum. Onlar benim veremediğimden çok
fazlasını hak etmekteler. Hâlâ, dostluklarına ve ilgilerine lâyık olmam, yönelttikleri
umudu biraz da olsa karşılamam için, yazmamda, gücümü ve bilgilerimi
toplamamda, beni onlar yüreklendiriyorlar.
Düşüncelerimle baş
başa kalmam için uygun koşullar sağlayarak çalışmama yardımlarını ara vermeden
sürdüren yakınlarımın ilgilerine ve özellikle de vaktini ve emeğini esirgemeden,
yazdıklarımı okuyup düzeltmelerini yaparak yeniden yazan kızıma da teşekkür ediyorum.
Gönüllü ve görevli bütün çalışma arkadaşlarıma da derin minnettarlığımı
sunuyorum.
ŞAMANCI İNANIŞ VE
SÛFILİK ARASINDA XIII. YÜZYILDA BEKTAŞÎLİĞİN KURUCU ADI:
HACIBEKTAŞ
Her şeyden önce, ele
almam için verilen başlığı düzeltmem gerekiyor.
"Şamancılık ve
Sûfılik arasında ”
söylemi doğrudur; fakat Hacı Bektaş, Bektaşîliğin ve onun günümüzde Alevilik
adı verilen, Anadolu’daki biçimlenişinin kurucusu değil; Anadolu kökenli ve
düzenli bir dervişler tarikatı olan, özellikle Trakya’da, Balkanlar’da ve
Arnavutluk’ta yayılmış bulunan Bektaşîliğin yalnızca esin kaynağıdır: Bektaşilik
de, Alevilik de, XIII. yüzyılda yaşamış bir halk ermişi olan Hacı Bektaş
Veli’ye dayanmaktadır.
Yakın zamanlara kadar,
Bektaşîlikten ve Bektaşi tarikatından daha çok söz edilmekteydi. Ancak, Osmanlı
İmparatorluğu Avrupa’daki topraklarını yitirince, Bektaşiler, Anadolu’da
kalmış olan Aleviler karşısındaki üstünlüklerini yitirdiler. Aleviler ise,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Atatürk’ün ülkeyi laikleştirmesiyle bir
yükseliş yaşadılar.
Göçer topluluklar
oluşturdukları, Anadolu bozkırlarında ve köylerinde yüzyıllarca dışlanarak
yaşayan Aleviler, bu dönemden başlayarak, genç kuşağın eğitim gördüğü kentlere
yerleşmek üzere, köylerini bırakarak göçe başladılar.
Birçoğu da, maddî
koşullarını daha iyiye götürme amacıyla, Avrupa’ya doğru göç dalgaları içine
katıldılar; ki dinsel törenleriyle birlikte, bugün kendilerinden söz
edeceğimiz, bunlardır.
Gelelim, onların saygı
ile bağlı oldukları Hacı Bektaş’a. Hacı Bektaş, 13. yüzyılda, Moğol akınının
önünden kaçarak Anadolu’ya gelmiş bir dervişti. Bektaşi tarikatına adı verildi
ve Şamancılıkla halk Sûfîliği arasında bir yaklaşma noktası olarak görünebildi.
Hacı Bektaş, Türk halk İslâmlığı için
örnek kişilik oldu. Buna rağmen, yaşamı üzerine yazılmış “menakıbname”lerde
çoğu kez, bu dünyayla gökyüzündeki ve yeraltındaki ruh dünyaları arasında bağlantı
kuran, kerametlerde bulunan, bilici ve büyücü, Şaman çizgileri ile yer
almadadır.
Onunla ilgisi dolayısıyla ele
alacağımız sûfıliğe gelince: burada, Mevlânâ Celâleddin Rûmi ve “semâ-zen
dervişler” (dönen dervişler) için olduğu gibi, kentlerin medrese kökenli
bilgince sûfîliği değil; Şamancı kalıntılarla birlikte, Türk halklarının yüz
yüze geldikleri Buda- cılık, Nesturi Hıristiyanlık, bir ara Uygur Türk
Devleti’nin resmî dini olan Maniheizm gibi değişik inançları da içinde banndıra
gelen bir halk sûfîliği söz konusudur.
Daha sonra, halk İslâmlığı, başka
topluluklardan alınan öbür öğeleri de özümsedi: Bektaşiler Balkanlar’da,
“bogomil” ya da Hıristiyan yönelişleri benimsediler. Buna karşılık Alevilerin,
İranlı, Kürt ve benzeri topluluklarla yan yana ve çoğu kez iç içe yaşadıkları
Doğu Anadolu’da, Kürtler, Ehl-i Hakk’lar ve Yezidîlercebenimsenmiş inançlardan
gelme öğeler, ayrıca, “Bogomil”, “Tondrakit”, daha Batı’da “Kathar” ve
başkaları olmak üzere “Paulicianism” kökenli “dualist” (iki tanrı inanışlı)
sapmalar görülür.
Bu sebepledir ki, Türk halk İslâmlığı,
bir din ve kültür “senkretizm”! olarak tanımlanabilecektir.
Hacı Bektaş, Anadolu’ya, Moğol
akınından kaçan göç dalgalan ile birlikte 1230’lu yıllarda, muhtemel olarak
Mâverâünnehir’de ülkeleri Çingiz Han tarafından ele geçirilen Hârezmlilerin ardı
sıra geldi. Bugün bildiğimiz, İran illeri kavramının sınırladığı anlamla değil,
Ortaçağ’daki “güneşin doğduğu ülke” anlamıyla, Horasan’dan gelmişti. Deyim,
İran’ın doğusundaki bölgeleri, özellikle, Hârezm topraklan, Mâverâünnehir’i
anlatmak için kullanılıyordu.
1239-1240’a doğru, Hacı Bektaş -o
sırada hacı değildi- kendisini, yönetim merkezi Konya’da bulunan Rum Selçuklu
İmparatorluğu’nun karşısında, Babaî halk ayaklanışının içinde buldu. Ayaklanmanın
gücü karşısında Selçuklu sultanı ücretli Frank askerlerini çağırmak zorunda
kaldı. Bunlardan birinin, Simon de Saint-Quinten’ın yazdıkları bugün elimizde
bulunuyor.
Hacı Bektaş, ayaklanmayı sona erdiren
kıyımdan kurtulanlardan biriydi. Birkaç yıl bir ortadan kayboluştan sonra
Kapadokya’nın küçük bir köyünde, bir münzevi yaşamı sürdüğü Soluca Karaöyük'e
-bugünkü Hacıbektaş’ta- yeniden ortaya çıktı. Adıyla anılan tarikat, anlatıya
göre 1271 yılında, kendisinin altmış üç yaşında ölümünden sonra kurulmuştur.
İlk Osmanh sultanlarıyla aynı
çevreden -oğuz Türkmen boylamdan- gelen çok sayıda Bektaşi derviş,
OsmanlIların yanında, Trakya ve Balkanlar’ın fethine katıldı. Bu dervişler
inanç için savaşta öne geçtiler, fatihler, Gaz/’ler oldular. Fetihlerle
topraklar kazandılar. Kılıç hakkı saydıkları bu yerlere zaviyeler, tekkeler
kurdular. Göçer yaşamlarını bırakarak yerleşikleştiler ve düzenli bir tarikat
yaşamı oluşturdular. Kazanılan topraklarda, kolonileştirici dervişler oldular.
Balkan halklarının inanç
değiştirmelerinde, bu Bektaşiler etken oldu. Bölgedeki Müslüman nüfus,
çoğunlukla Bektaşiliğe bağlıdır. Bektaşilik, özellikle XIX. yüzyılda, bu
tarikat inanışım resmî din olarak yerleştirmeyi amaçlayan bir akımın da
geliştiği Arnavutluk’ta -bu akım II. Abdülhamid tarafından şiddetle
bastırıldı-, dikkati çekmektedir.
Anadolu’da kalmış olan ve günümüzde
“Alevi” adı verilen Bektaşilere gelince, onlara verilen bu adın, ancak bir
yüzyılı kapsayan yakın bir dönemi anlattığım hemen söylemeliyim. Sözcük gerçi
hep vardır; fakat “Ali soyundan gelme” anlamındadır ve İran’daki kullanımı hep
bu anlamda olmuştur.
Aleviler, Osmanh belgelerinde, Rafızî
“ayrılıkçı”, mülhid “tanrısız”, zındık “inançsız” gibi dışlayıcı
söylemlerle anılmaktadırlar.
Özellikle de XVI.
yüzyılda kırmızı bir serpuşla ayırıcı baş örtüşleri dolayısıyla ilk
Safevilerin taraftarlarına verilmiş olan adla, onlara Kızılbaş
denmiştir. Kızılbaş'lar, Osmanhlara karşı Safevileri, yani Türklere
karşı İranlılan desteklemişlerdi. Ancak XIX. yüzyıldadır ki, kendileri için
insan suretinde tanrısallığı simgeleyen Ali’ye derin saygıyla bağlılıkları
dolayısıyla, Alevi adı, Kızılbaş sözcüğünün yerini
aldı.
Göçer ve yan-göçer kökenleri
dolayısıyla, Alevilerin görenekleri kentlilerinkinden farklıydı. Köylerinde
cami bulunmuyordu ve dinin dış biçimlenişlerine uymuyorlardı: beş vakit namazı
kılmıyor, ramazanlarda oruç tutmuyor ve esritici içki yasağına uymuyorlardı.
Kadınları kapanmaya gerek duymuyor ve toplantılarda erkeklerle yan yana
duruyordu. Genel olarak tek evli idiler. Bundan dolayı da resmî İslâm’a uyan
Sünnî inançlılarca dışlanmaktaydılar.
Çizgi dışı kalmaları ve dışlanmaları
onlarda sürekli bir eziklik yarattığı için, baskıdan uzak olma amacıyla
Aleviler, inançlarını ıssız yörelerde, geceleri ve gizli olarak yaşıyorlardı.
Bu da Türkiye’de günümüzde de ortalarda dolaşan, gece âlemleri gibi,
karalayıcı ve yaşamı güçleştirici birtakım söylentilerin doğmasına yol
açıyordu.
Yakın bir geçmişe kadar, Alevilerin
bir toplantısına katılmak çok güçtü; her şey gizlilik içindeydi ve Aleviler
inançlarından söz edilmesinden hoşlanmıyorlardı.
Günümüzde birçok şey değişti.
Aleviler saklılık alışkanlıklarını koruyor ve inançlarını dışa vurmaktan
hoşlanmıyor olsalar da, resmî bir baskıyla karşılaşmadıkları için, artık
kimliklerini gizleme gereğini duymuyorlar.
Alevilik, atalar geleneğine bağlı ve
kökleri boy göreneklerine uzanan bir yaşam tarzına dayah sosyal bir olgu
olmakla birlikte, bir din değildir.
İnanç yönüyle Alevilik, kendisinden
ayıramadığımız Bektaşilik gibi, bir halk sûfıliğidir. Sûfılik, İslâm’ın bâtınî
biçimidir ve aynı zamanda, resmî inancın katılığına ve “nas”laştırıhşına karşı
da bir tepkidir. Sûfılik, dinin, halk kitlelerinin duyarlığına ve hayallerine
uygun biçimde algılanışına izin vermededir. Anlatılara ve söylencelere dayanan
bâtınî biçimiyle İslâm, ata gelenek ve göreneklerinin ağır bastığı boy yaşamı
içinde, daha kolayca özümseniyordu.
Alevi inanışı, yeniden-bedenleşme ile
birlikte Tanrı’nın insan suretinde tecellî ettiği inancına dayanmaktadır.
Tanrı, insan suretiyle tecellî edişinde, Ali adını almadadır.
Fakat unutmayalım ki, Alevi halk
sûfiliği, Şamancı öğelerin, İslâm öncesi İran çift-tanrıhhğının (dualisme) ve
“gnostisizm”in de içinde yer aldığı bir dinler karışımıdır da. Ayrıca -ve hatta
özellikle-, kendileri On İki İmam’a bağlı olduklarını söylüyor olsalar da,
İsmailî’lerinkini andıran güçlü bir aşın Şiî etki de görülmektedir. Bu sonuncu
etki, XVI. yüzyılda, ateşli taraftarları ilk Safeviler döneminde belirginleşir.
Başarılarını borçlu bulunduğu müridlerince, genç Şah İsmail tanrılaştırılmış
ve Ali’nin yeniden bedenleşmesi olarak görülmek istenmiştir.
Birazdan Ayin-i Cem, “Birlik
Ayini”, aynı zamanda Kırklar Meclisi de denen bir Alevi töreniyle
karşılaşacaksınız. Bu, öte-dünyada, zaman dışı bir evrende geçmekte olan bir
olayın yansılanışıdır. Törenin erkânı, Safeviler döneminde, muhtemel olarak Şah
İsmail zamanında kurallaşmıştı.
Erkân birkaç bölümden oluşmadadır.
Öğreti açısından ağırlıklı olan bölüm, Ali adının ayınlamaz biçimde Tanrı
adının söylenişiyle kaynaştığı tevhid (Tanrı’nın birliğinin söylemi)
bölümüdür. Ali “Şah” sözcüğünde belirmededir. Şah İsmail döneminde bu, ruhanî
olan Şah ile ölümlü Şah arasında, istenen bir karışmaya yol açmadaydı.
Ardından, Peygamber’in Miraç
olayının anlatımı gelir. Bu yolculukta, Peygamber, '‘Kırkların Cemi’ne
ulaşır. Kırklar’ın Ali’den başkası olmayan başkanları onu karşılar. Ancak söz
konusu, ezel niteliği içinde Ali’dir ve Peygamber onu bu niteliği ile
tanıyamaz. Nerede bulunduğunu öğrenmek ister. Ali, “Biz Kırklar’ız ve Kırkımız
Bir’iz” der. Sözlerinin kanıtı olarak parmağını keser ve o anda bütün
Kırklar’ın parmağı kanar.
Peygamber, fakat siz otuz dokuz kişisiniz, der. Kendisine “Birimiz rızık
toplamaya gitti” denir ve kanayan bir el belirir. Bu, o sırada bac toplamaya
gitmiş olan, Ortaçağ meslek loncalarının Pir’i, Selmân-ı Fârisî’nin elidir.
Bölüm, Ortaçağ Türkiye’sinde büyük ağırlığı olan meslek loncalarından, Ahi
törenlerinden esinlenmiştir.
Selman, sadaka toplama görevinden bir
tek üzümle döner. Peygamber bu taneyi sıkacak ve Kırklar’ın hepsini esritecek
kadar şerbet çıkaracaktır. Bu şerbetten kendisi de içerek esriyen Peygamber semâ’a
kalkar. Türbanı çözülür düşer ve kırk parçaya bölünür. Kırklar’ın her biri bir
parçasını kuşanır, hep birden Muhammed-Ali aşkına dönmeye başlarlar.
Törenin bu anında, semah’da yer almak
isteyen erkeklerle birlikte kadınlar da kalkar ve dönmeye başlarlar.
Dua biçimini almış, kuralları
belirlenmiş bir tören dansı söz konusudur. Mevlevi’lerin, yıldızların güneşin
çevresindeki dönüşlerini simgeleyen sema’larmdan farklı olarak, Alevilerin
semah’ı turna'mn uçuşunun yansılanmasıdır.
Turna, Asya’nın büyük bir kesiminde,
Uzak Doğu’da olduğu kadar Orta Asya’da da kutsal tanınan bir kuştur: göçer
toplulukların, aynı zamanda ebedî yaşamın ve ebedî dönüşün simgesidir.
Semah’tan sonra tören, Kerbelâ
Olayı’nın, İmam Hüseyn’in ve onun susuzlukla can vermiş olan yoldaşlarının
şehadetlerinin anılışıyla sona erer: Su getirtilir, şehitler aşkına herkes bir
yudum içer. Deyişler okunur; tören, bu katıksız Şiî anışla son bulur.
Yargıyı siz verin...
Birazdan görecekleriniz, Mevlevi
dervişlerin (dönen dervişlerin) semâ’ı ile karşılaştırabileceğiniz bir tören
değildir. Bu, İranlı esinlenişlerin bilgin sûfıliği olmadığı gibi, Müslüman
kültürün hiçbir yabancı öğe alınmamış bir ürünü de değildir. Bir halk
dindarlığının belirtisi, kalbin bir çığlığı, işlenmemiş bir taş örneğidir.
İSLÂMLIĞIN KIYISINDA
BİR İSLÂM:
ALEVİLİK
Osmanlı İmparatorluğu’nun, daha sonra
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî inanç biçimi Sünnîliğe tepkiler içermesi
dolayısıyla Alevilik yüzyıllar boyu saklı yaşadı. Günümüzde, Müslüman
tutuculuğa karşı çıkış aracı olarak belirişiyle öne çıkarılmaktadır.
Yüzyılların yok edemediği, içkili
âlemler benzeri karaçalım söylentiler hep süre gelmiş bulunan Türkiye’de, olgu
bugün de çok iyi bilinmediğinden, Avrupah basından yayıncılar gurbetçi
işçilerle yüzeyde ilişkilerin ya da Anadolu’da kısa süreli gezi anılarının
sonucu, az ya da çok hayal karışmış bilgiler sunmaktadırlar.
Gerçeği söylemenin vakti gelmiş
bulunuyor.
Otuz yıl kadar önce, Aleviler
sorunuyla ilgilenmeye başladığım sıralarda, bir “cem”e katılmak zordu. Törenler
gizlilik içinde tenha yerlerde ve geceleri yapılıyordu. Aleviler inançlarından
söz edilmesinden hoşlanmıyor, bunu kıskançlıkla saklı tutuyorlardı.
Günümüzde çok şey değişti. Aleviler,
gizlilik alışkanlıklarını koruyor ve inançlarının gizemliliğini açma isteğini
pek duymuyor olsalar da, artık baskı görmedikleri için, kendilerini gizleme
gereği de duymuyorlar. Fakat sessizlik, kırktan çok kurbanla, canice bir yangına
dönüşen bir bağnazlık ateşinin yol açtığı Sivas’taki Temmuz 1993 olaylarının
gösterdiği gibi, yüzeydedir.
Türkiye Alevileri ile ilgilenen
araştırmacıları bekleyen ilk tuzak, onları, Nusayri adının yerini
“Alavi” sözcüğünün aldığı Suriye’deki topluluklarla karıştınnaktır... Aleviler
ve Alaviler, -yeniden bedenleşme ve ruhun geri dönüşleri, “devir”, inanışları
gibiuç-Şiîlikten gelme bazı ortak çizgiler barındırıyor olsalar da, dinsel
yapıları gibi iki zümrenin kökenleri de birbirinden ayrıdır.
Türkiye’de Alevi deyimi,
oldukça yenidir; XIX. yüzyıldan önceki arşiv belgelerinde bu sözcüğe
rastlanmaz. Daha önceleri bu zümrelerin özel bir adı bulunmamaktadır; onlara Rafızî,
mülhid, ya dazındık denmededir. İlk Safevilerin kırmızı serpuşlu taraftarlarına
verilen tarihî Kızılbaş adı ile de anılmışlardır. Daha sonra, dışlayıcı
bir içerikle “ayrılıkçı âsi” anlamını yüklenen Kızılbaş sözcüğü yerini,
bu topluluklarca, Tanrı’nın insan suretinde tecellisini simgeleyen Ali’nin yüceltilişi
dolayısıyla, Alevi’ye bıraktı. Ancak, Kızılbaş deyimine yüklenen
dışlayıcı anlam, Alevi sözcüğüne taşınmakta gecikmedi.
Tarih açısından Aleviler,
Trakya ve Balkanlar’daki Osmanlı illerine sağlam kökler salmış bulunan ve
düzenli bir derviş tarikatı oluşturmaları dolayısıyla biraz daha iyi
bildiğimiz Bektaşilerle birleşirler. Bektaşiler de, Aleviler de ortak bir halk
velisine bağlıdırlar. Osmanlı İmparatorluğu Balkan illerini kaybedince,
Bektaşiler, Anadolu’da kalmış olan Aleviler lehine üstünlüklerini yitirdiler.
Bektaşiler ve Aleviler,
aynı kökenden; her ikisi de, Anadolu’ya yeni yerleşmiş, Selçuklu ve daha sonra
Osmanlı kent merkezlerinde öğretilmekte olan inançları henüz özümsememiş göçer
Türkmenlerin yaşattıkları bir halk inanışı biçimlenişinden gelmektedirler.
Bu, göçer boylarca
yaşanan inanç biçimi, ‘İslâmlaşmış Şamancılık” olarak
nitelendirilebilir. Söz konusu inanç biçimi, yakınlarda yitirdiğimiz Rus
halkbilimcisi Vladimir Basilov’un geniş olarak ele aldığı Orta Asya’da bugüne
kadar gelmiş bulunuyor. İslâm’la ilişkisi içinde Alevi inanış, resmî olarak
Hıristiyan olan, fakat eski inançlarının bütün özünü koruyan Amerika
yerlilerinin Hıristiyanlığıyla karşılaştırılabilecektir.
Bektaşiler, yüzyıllar
içinde, düzenli bir tarikat oluşturarak yerleşikleşirlerken, Aleviler ata
gelenek ve göreneklerine bağlı ve eğitimsiz kaldılar.
Göçer kökenli Alevi
görenekler, kentli yaşam biçiminden farklıydı. Camileri yoktu; beş vakit
namaz kılmıyor, ramazan oruçlarını tutmuyor, sarhoş edici içki yasağına
uymuyorlardı. Kadınları kapanmıyor, toplantdarda erkeklerle yan yana
bulunabiliyorlardı. Ve genel olarak tek eşliydiler.
Bütün bu sebeplerle,
Aleviler, resmî İslâm’ı benimseyenler, Hanefi Sünnî’lerce horlanmadaydılar.
Çizgi-dışılıkları, dışlanmış olmaları onlara sürekli bir ezilmişlik duygusu
vermişti... Baskılardan korunmak için gizlenmek zorunda kalan Aleviler
inançlarını saklı ve uzak yerlerde, geceleri yaşıyorlardı.
Alevi törenlerine
katılabilmek için aynı halk kökeninden gelmiş olunmalıdır: Alevi olmak için -Bektaşilerde
söz konusu olmayan- Alevi doğmuş olmak gerekmektedir. Ayrıca, bâtınî bilince
ulaştırıcı bazı sınamalardan da geçmek gerekir.
Törenler, mecazlı bir
anlamın işaretleridirler: Öte-âlemde, zamanın ötesindeki gizler yeryüzünde
yeniden canlandırılmaktadır.
Bektaşi-Alevilerin
inançları, iç içe geçmiş ve tam bir düğüm biçiminde kenetlenmiş, fakat
birbiriyle ilgisiz öğelerin oluşturduğu bir inançlar-karışımı (syncretisme)
görünümündedir.
Önce eski Türkmen
boylarının İslâmlaşmış Şamancıhğını ayırt edebiliyoruz. Halkın dinsel
inanışının çekirdeğini oluşturan bu İslâmlaşmış Şamancılıkta, farklı öğeler
birbirine karışmış bulunuyor: Başta, XIV. yüzyıldaJutüvvet adı da
verilen ve Şiî bir eğilim içeren Ortaçağ meslek loncaları, ahî’liğin
etkileri görülmededir. Daha sonra, XV. yüzyılda, Türklerin Mansur el-Hallac’ı,
Seyyid Nesimi ile, insan biçimlenişi! (anthropomorphique) ve Tevrat yorumlan
kökenli (cabalistique) öğreti, Hurufilik belirir. Buna, XVI. yüzyılın
başlangıcında, izi hiç silinmeyecek olan, ilk Safevîlerin taraftarlan Kızılbaş’ların
cemaat-dışı (heterodoxe) Şiîliği katılır.
Dinsel gelenek (özellikle
yerel geleneklere, onlan özümseyerek uyum sağlayabilme gibi),
Bektaşi-Alevilikte bütün çizgilerini bulduğumuz bilinç-birikimi (gnose, irfan)
bağlamında ve bâtınî içerikte yorumlanmaktadır. Temel inanç, yeniden
bedenleşme (reincamation) ve Tanrı’mn insan suretinde belirişi (tecellî)
inanışıdır.
Temelde karmaşık olan bu
inanç-kanşımına, yörelere göre değişik yerel etkiler de katılmış
bulunmaktadır: Balkanlar’da Hıristiyan, Anadolu’nun doğusunda İranh ve Kürt
etkiler gibi.
Farklı toplulukların bir arada
yaşadığı Doğu Anadolu’da ise en uzlaşmaz öğelere bir arada rastlanır: Özellikle
de -gerek bir ara Uygur Türkleri’nin resmî dini olan Maniheizm’e dayanıyor
olsun; gerek daha da olabilir görünen, Balkanlar’da Bogomil’ler, Doğu
Anadolu’da (XIX. yüzyıl başlannda hâlâ yaşıyor olan ve yüzyılın içinde Fred
Conybeare’in The Key of Truth, “Gerçeğin Anahtarı”, adh eserinde inançlarını
incelediği Thondrakit’ler gibi, Balkanlar’da ve Anadolu’da çeşitli adlar
altında sürekli var olan), “Paulicianisme”den çıkmış inançlara dayanıyor
olsun- Mani inancı (manicheen) kalıntılara
Bu kalıntılara birkaç örnek verelim:
Başta, Bektaşilerin temel ilkeleri
olan üç yasak: Eline, diline ve beline uyarısı.
Bektaşilik yoluna girmek isteyen
“tâlib”, eline, diline, beline sahip olmakla yükümlüdür. Bu, Alevilerin de
ahlâk ilkelerinin temelidir.
Bu üç yasak, Maniheizm’in temel kurah
olan ve St. Augustin’in tartıştığı Üç Mühür’le karşılaştırılabilir. Bu üçü,
Orta Asya’da “Mani” inançlı Türklerin üç ilkesi -üç tamga-, olmuştur.
Alevilerde, kökeni Anadolu’da
olabilecek, başka Mani inançlı öğeler de görülüyor: “Dünyanın Yaratılışı”
üzerine, Kürtlerin bulunduğu yörelerde Yezidî ve Ehl-i Hakk’larda da aynı
şekilde rastlanan anlatı gibi.
Yaratılış Öyküsü’nde (Yezidîler ve
Ehl-i Hakk’larda olduğu kadar Alevilerde de), yaratılış öncesi boşluğa,
kargaşaya düşmüş ve tanrısal özünden uzaklaşmış İlk Kişi’nin, Cebrail’in
yaratılışına gönderme bulunmaktadır.
Kargaşa ortasında ne yapacağını
şaşırmış olarak uçan Cebrail, birden “Sen kimsin, ben kimim?” diyen bir ses
duyar. Bilgisi yetmediğinden soruyu yanıtlayamaz. Sonunda, üçüncü defada,
“Mihrâb-ı hafâ”dan (gizlilik katından) bir ses, sorunun yanıtını söyler: “Sen
Yaradan’sın, ben yaradılan!” Cebrail bu sözleri söyler söylemez, kendisini
saran ve bilgisizliğin rengi olan karanlıktan sıyrılır ve ışığın rengi olan
kızıl renge bürünür.
Böylece kendimizi Mani kökenli
(manicheen) ve “gnostique” (kişisel biliş yönelimli) bir bağlam içinde
buluyoruz. İlk yaratılan Kişi’nin kendisini bilinçsizleştiren madde evrenine
düşüşü ve onu uyararak tanrısal özünü anımsatan kurtarıcının (dost, rehber)
sesi.
Törenlerinde ezgiler ve semah yoluyla
bu yaratılış öyküsünü anlatıyor olsalar da Aleviler, Mani inançlı kökenin pek
farkında değillerdir. Buna karşılık Kızılbaş Şiîliğin yönlendirici
varlığı her zaman duyulur: Meselâ, “bism’Ulâh” yerine geçmiş bulunan “bismi-Şah”
söyleminde “Şali’' sözcüğü, Tanrı’nın insan suretinde belirişinin
İslâm bağlamında simgelenişi, Şâh-ı Merdaıı Ali’yi çağrıştırır.
Fakat Şiîlik, konumuz dışında
kaldığından, sempozyumumuzun tartışma çerçevesi içinde, iki noktaya
değineceğim: sülük ve giz.
Alevilerin esas törenleri Âyin-i
cem’dır. Bu ad, bazı karaçahcı yorumlara yol açmış bulunmaktadır. İnancın
temel öğelerini içerdiğinden, söz konusu olan “sâdık”lann bir araya
gelişlerinin gizliliğidir. Sülük de bu kapsamdadır ve başka sülûk’leri
anımsatmıyor değildir.
Bildiri konusu içinde yer almıyor
olmakla birlikte, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nin kaldırılışından sonra,
Yeniçerilerle ilişkileri sebebiyle Bektaşilerin karşılaştıkları baskılara da
dikkati çekmem gerekiyor. Bu dönemde Bektaşiler, dinler-üstü tavır ve hoşgörü
dolayısıyla kendilerine yakın buldukları Far-masonlara sığındılar. Bu sebeple,
sülük merasimi'ne kısaca değineceğim.
Bektaşi tarikatına girmek ya da
Alevilikle olan bağını kanıtlamak isteyen, kişi -topluluk içinde yer alabilmek
için bu gerekmektedir-, kesilecek, hazırlanacak ve eti törenden sonra orada
bulunanlara sunulacak olan kurbanlık bir koyun getirir. Koyunun yününden örülen
kuşak da sülük töreni sırasında kullanılacaktır.
Karanlık bastığında bir araya
gelinir. Toplanılan yerin girişi, topluluk dışından olanların girişini önlemek
üzere bir ya da birkaç gözcü tarafından korumaya alınır. Mürşid -ya da
(Alevilerde) Dede- önden girer ve kendisi için konmuş bulunan minderlere
oturur. Ardından, sırayla, her biri On İki Hizmet’ten birini yapmakla yükümlü
on iki görevli girer. Gözcülük, bu hizmetlerden biridir. Her görev,
öte-dünyada, o dünyadan biri tarafından yerine getirilen bir hizmetin
karşılığıdır.
Mürşid ’den sonra, sâlik’e, sülük edecek
olana, eşlik etmesi gereken Rehber gelir. On İki Hizmet’in her biri
için Mürşid, duasını yapar ve her görevli yerini alır.
Tâlib, atlayarak geçmesi
gereken eşiğe secde ile içeri girer. Rehber ona yol göstermededir.
Tâlibin boynunda, kurbanlık koyunun yününden örülü ve ucu RehbeF'm.
elinde bulunan kuşak bağlıdır: Kurban edilecek bir koyun gibi ortaya
getirilmededir.
Dualarla ve gerekli
kurallara uyarak, tâlib, Mürşid'm önüne gelir. Mürşid, sağ elini
tâlibin iki omuzu arasına kor, ki buna Pençe-i âl-i abâ, “Peygamber
ailesinin pençesi” denmektedir. "Âl-i abâ” beş kişidir: Muhammed,
Ali, Hasan, Hüseyin, Fâtıma.
Mürşid, tâlib’e şunları söyler:
“Muhammed-Ali yoluna ve Hacı Bektaş’ın tankına girmek istiyorsun, fakat bu yol
incedir, kılıçtan keskincedir ve sırat köprüsüdür”. Sonra boynundaki kuşağı
tutar ve tâlibi kendine doğru çekerek kulağına seslenir: “Girme, girme; dönme,
dönme (girdikten sonra); eline, beline, diline sahip ol”. Ardından sorar:
“Kardeşlerinin uyarılarına uyacak mısın?” Tâlib, “Evet!” anlamında yanıtlar:
“Allah! Eyvallah!” Mürşid, o zaman çerağı yakmakla görevli olana döner ve
“Muhammed-Ali töresince bu canın çerağını yandır.” der.
O ana kadar karanlık olan
mekân baştan sona aydınlanır. Tâlib, bulunanları selâmlar ve onların arasında
yerini alır. Tören, erkânınca sürer. Bu arada, kurban kesilip hazırlanmıştır.
Törenin bitimiyle şölen başlar. Rakı gelir, kadehler döner; nefesler
okunur, semâ’ (bir çember oluşturan dönüşler) yapılır.
Semâ’, Alevilerde vardır.
Bektaşilerde görenek kaybolmuştur. Toplantı sabaha doğru sona erer.
Şimdi, sülûk’ün, içinde
yer aldığı Birlik Merasimim {Âyin-i
Cem’i) anlatacağım. Bu, öte-âlemde ve
Zaman’ın ötesinde bir Kırklar Cemi’nin yeryüzündeki tekrarıdır. Her şey
simgeseldir ve bu simgeselliğin arkasında “Bektaşi Sırrı” denen şey gizlidir.
Tören, Bektaşilerde her hafta, tarikatın kutsal mekânı, tekke’de.
yapılır.
Alevilerde, kırsal bölgelerde, kışın
tarla işleri sona erdiğinde ve Dec/e’nin köyde konuklandığı sırada, yani yılda
bir kez yapılıyordu. Birden çok bölümden oluşmadaydı: Sülükler; Alevilere ait
bir âdet olan Âhiret Kardeşliği (Musahip) törenleri ve son Cem’den
beri ortaya çıkmış anlaşmazlıkların yargılandığı, oba hukukunun yaşama geçirildiği
bölüm. Tören epeyce uzayarak birkaç gün sürebiliyordu.
Törenlere, Hacı Bektaş’m yerini almış
bulunan Mürşid ya da Dede başkanlık etmektedir. Ona, her biri
on iki hizmetten birini yerine getiren on iki görevli yardımcı olur. Sülük
edecek olanlara yoldaş olan Rehber, Ali’yi simgelemektedir.
Farrâş, Kırklar Cemi’nde ağırlıklı bir yeri
olan Selmân-ı Fârsî’yi temsil eder. Selman-ı Fârsî, Ortaçağ meslek loncalarının
(Fütüvvet) Piri idi.
Mürşid, her hizmet için uygun duayı okur ve Çıracı’nm
(çerağ yandıranın) duasının bitiminde çerağ (mum) yakılır: Alevilerde bir
mum, Bektaşilerde, Şia imamlarının her biri için bir tane olmak üzere, on iki
mum yanar.
Mürşid’in ahlâk üzerine aydınlatıcı
konuşmasından sonra Âşık- ozan, sonuncusu Hatâyî’ye, yani ilk Safevî
hükümdarı Şah İsmail’e ait, üç nefes okur.
Okunan ilk nefes’le dünyanın
yaratılışı canlandırılmaktadır. Alevilerde Dede de bu nefes’e,
semâ’ (danslaşmış dua) ile katılabilir.
Ardından Tanrı birliğinin söylemi
-Ali’nin ve Tanrı’nın özdeşleşmesiyle törende en yüksek noktayı oluşturan- tevhid
gelir. Ali, Şâh-ı Merdan, “Merdlerin şâhı” olarak anılır. Şah
sözcüğü, lâ ilâhe illa 'ilah kalıbı içine, imanın ikrarı ile birleşecek
biçimde çift anlamlı olarak yerleştirilmiştir. Ân, büyük bir kaynaşma ile ve
topluluk coşku ile doludur; “Şah! Şah!” diye haykırı I arak bağırlar
dövülmektedir.
Ali’nin Tanrılığı, açıkça
söylenmiştir, fakat bu, "Şan söyleminin Manevî Şah’ın tecellîsi
olan ilk Safevi hükümdarı Şah İsmail’e de gönderme ile olmadadır.
Tev/ıu/’den sonra -Peygamber’in göğe
yükselişinin ne/es’lerle canlandınIdığı-, Mîrâc’m ezgili anlatımı gelir.
Miraç’da, söylence ve anlatıların (legendes et
mythes) çiçek açtığı doğa-üstü pek çok olay geçer. Sonunda Peygamber,
Kırklar’m Cemi’ne varır. Nerede bulunduğunu öğrenmek ister. Olay doğaüstü
bir evrende geçtiği için kendisini tanıyamadığı Ali, onu yanıtlar: “Biz
Kırklar’iz ve Kırkımız Bir’iz.” Ardından parmağını kesince Kırklar’m hepsinin
parmağında kan görülür. Fakat Peygamber, “Siz otuz dokuz kişisiniz!” diye
karşılık verirken kanayan bir el belirir. Bu dilenci dervişler, kalenderler
gibi sadaka toplamaya gitmiş olan Selmân-ı Fârsî’nin elidir. Selman yalnız
bir üzüm tanesi ile dönmüştür. Peygamber bu üzüm tanesini sıkar ve ondan
Kırkların hepsini esritecek kadar şerbet çıkarır. Bu şerbetle Kırklar
kendilerinden geçerek dönmeye başlarlar.
Âşık-ozan, bu oluş-üstü ânı söze getirirken
bulunanlar ayağa kalkarlar; semâ’a katılmak isteyenler bellerine bir
kuşak, genellikle bir başörtüsü, bağlar ve dönmeye başlarlar.
Törene adını vermiş olan bu bölümün
ardından, Kerbelâ faciasının canlandırılışı gelir. Âşık-ozan, Hüseyn’in
ve Peygamber Ehl-i Beyt’inin susuzluktan kıvranarak şehit oluşunu canlandırır. Saki
şehitlerin ruhları için su dağıtır, Yezîd’e ve Kerbelâ kıyımında payı bulunanlara
lânet okur. Bu bölüm, Şiîlerin yas günleri olan Muharrem ayının ilk on
gününde özel bir ağırlık kazanır.
Tören, her zaman okunan manzumelerle
son bulur. Kesilen kurbanın eti getirilir ve şölen başlar.
Bu, Bektaşi-Alevi törenlerinin kabaca
bir anlatımıdır ve Türk İslâmlığının halk biçimlenişi budur. İslâm’ın,
cemaat-dışı (heterodoxe) bu biçimlenişini benimsemiş bulunan ya da benimsiyor
olanlar, nüfusun aşağı yukarı üçte birini oluşturmaktadırlar.
Aydın, evrimci ve
insancıl, seçkin bir topluluk görünümü sundukları Balkanlar’a ve Trakya’daki
kentlere yerleşmiş bulunan Bektaşiler, İslâm’ı dinler-üstü ve hoşgörülü
felsefeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Buna karşılık, Anadolu’nun kırsal
bölgelerinde, Aleviler, uzun yıllar eğitimden uzak kaldılar. Onlar, zulme
uğrayanlar, başkaldırmalardan da geri kalmadılar. Bektaşilerin tersine,
Sünnîliğe karşı durdular ve hep öyle oldular. Bu sebeple, İslâmlığın yadsınışı
olarak algılandılar.
Osmanh İmparatorluğu
Trakya illerim kaybedince, Bektaşiler, ayrıcalıklı üstünlüklerini, Aleviler
lehine yitirdiler. Aleviler, yarım yüzyıldan bu yana gençlerin eğitim
aldıkları kentlere yerleşmek üzere, köylerinden ayrılıyorlar. Günümüzde, her
sınıf içinde onlara rastlanmaktadır. Birçoğu da, maddî koşullarını düzeltmek
amacıyla Avrupa’ya giden göç dalgalarına katıldı.
Yüzyıllardır, dinsel ve
sosyal ayrıma karşı duyarlı bu gurbetçiler, vardıkları ülkelere daha kolay
uyum sağladılar; dinin baskıları ile kısıtlanmış olanlardan daha kolay
benimsendiler.
Uzun zamandır o kadar
duyarlı olunan bu sorunla, Türkiye’de de ilgi duyulmaya başlanmıştır ve
Alevilerde, İslâm tutuculuğunun tırmanışına karşı bir savunma öğesi görülmek
istenmededir.
Ancak, Aleviler, geniş
bir görüşler yelpazesi oluşturmaları dolayısıyla bu önerilere beklenen yanıtı
vermekten uzak dürümdalar. Bir bölümü, eski Bektaşilerin izinden giderek,
uzlaştırmacı tavırları ile yönetimin isteklerini birleştirmeye yönelirken; bir
bölümü de, boyun eğmez Kızılbaşlık ilkesine sadık kalarak, geçmişe
bağlılıklarını sol bir ideolojide kanıtlamaya çalışmadadır.
Gurbetçiler arasında,
çoğu kez Aleviliğe yabancı, fakat isteklerini dile getirmede onların çevre
bilgilerinin eksikliğinden yararlanan başka ideolojiler de görülebilmektedir.
Fakat bunlar konumuzun dışında kalıyor.
TÜRKİYE’DE BEKTAŞİLİK
VE ALEVİLİK:
OLUŞUM, GELİŞME, BEKLENTİLER
Bektaşîliğin ve Aleviliğin neyi
temsil ettiğini açıklamam istenmektedir. Gerçekte, ikisi de aynı temele, Türk
halk İslâmlığı olgusuna dayanmaları dolayısıyla birbirinden ayırılamaz.
Her iki akım da -Bektaşilik de,
Alevilik de- aynı halk velisine, XIII. yüzyılda yaşamış ve Bektaşi dervişler
tarikatına adını vermiş bir erene, Hacı Bektaş Veli’ye bağlıdır. Hacı Bektaş,
Türk halk İslâmlığını simgelemede, onu temsil etmektedir.
Buna rağmen, aynı kökenden gelen bu
iki akım, yüzyıllar içinde, ortak temellerini, inançlarını, geleneklerini,
törenlerini ve Hacı Bektaş’a bağlılıklarını korumayı sürdürerek birbirinden
ayrıldı. Aleviler Anadolu’da kaldılar, Bektaşiler özellikle Trakya’da ve
Balkanlar’da gelişme gösterdiler.
Bektaşilik de, Alevilik de
kökenlerinde göçer yaşam inanışlarıdırlar: XI. yüzyıl sonlarında Haçh
Seferleri öncesinde Anadolu’ya göç etmeye başlayan Türk boylarının inanışları.
Bu göçler, XII. yüzyılda ve Moğol atanlarının önünden kaçmak zorunda kalınan
XIII. yüzyılda yoğunlaştı.
Hacı Bektaş, Anadolu’ya, Cengiz
Han’ın önünden kaçan Hârezmlilerle aynı dönemde geldi. Cengiz, 1221’de Belh’i
ve 1227’de ani ölümüne kadar da Horasan’ın başlıca kentlerini ele geçirdi,
yaktı yıktı. Hacı Bektaş, Ortaçağ’daki “doğan güneşin ülkesi” anlamıyla,
Horasan’dan, yani İran’ın doğu bölgesinden, daha belirgin bir tanımla,
Hârezm-şah topraklarını da içine alan Maveraünnehir’den gelmiş olmalıdır.
Amasya yöresine yerleşen Horasanlı Baba İlyas’ın ardınca gelen dervişlerdendi.
1239’da, Baba İlyas, “Babailer
Ayaklanması” olarak adlandırılan ve Rum Selçuklu İmparatorluğu içinde kuvvetli
bir karmaşaya yol açan sosyal bir ayaklanmanın başına geçti. Hacı Bektaş,
bastırılan ayaklanmanın kıyımından kurtuldu ve Kapadokya’da bir münzevi yaşamı
süreceği Solucakaraöyük’e, bugünkü Hacıbektaş’a çekildi.
Türk boylan, Anadolu’ya
gelişlerinde, tümüyle Müslüman değildiler. Bazı boylar, ata inançlan olan,
Şamancılıklannı korumadaydı.
Dinlerini yeni
değiştirmiş olan bazdan da, henüz, İslâmi kültürün medreselerden
öğrenildiği kent merkezlerinin inanışından farklı, Şamancı çizgiler yüklü bir
İslâmlık uyguluyorlardı.
Halk İslâmlığında, eski
Türk geleneklerinin kalıntıları ile Türk boylannın karşılaştıkları Buda’alık,
Nesturi Hıristiyanlık ve bir süre Uygur Türklerinin resmî dini olan Mani’cilik
(Manicheisme) gibi, değişik dinlerden gelme öğelere rastlanmaktadır.
Bu halk İslâmlığı,
Türklerin yakın ilişkilerde bulunduklan toplulukların gelenek ve göreneklerini
de benimsedi: Türk toplulukların Kürt boyları ile yan yana ve bazen iç içe
yaşadıkları Doğu Anadolu’da, meselâ21 MartTarda kutlanışı süregelen İran’ın
Yeni Yıl’ Nevruz gibi,
Zerdüştçülükten ya da “Zurvanisme”den gelme İranlı öğelerle yine Kürtlerce
benimsenmiş Ehl-i Hakk ya da Yezidî kökenli inanışlar yer bulurken; Balkan
illerindeki Bektaşiler Hıristiyan öğeleri aldılar. Bu sebeple Türk halk
İslâmlığını birdin “senkretizm”! olarak tanımlayabiliriz, diyoruz.
Anadolu Türk halk
inanışı, içinde farklı kültür ve uygarlıkların, yüzlerce yıl süren bir
“kataliz” sürecine girdiği bir potadan çıkmış gibidir. Fakat onu oluşturan
değişik öğeleri birbirinden ayırmak kolay değildir.
Bektaşilik ve Alevilik,
ayrılışları dinsel ohnaktan çok tarihî ve sosyal yönde olan iki akımdır.
Nitekim Aleviler, özellikle Anadolu bozkırlarında, göçer ya da yarı göçer,
ilkel bir yaşam biçimini sürdürürlerken, Bektaşiler daha çok Rumeli, yani Asya
Türkiye’sine karşılık, “Rumeli” adı verilen Avrupa Türkiye’si kökenli
topluluklardı. Bektaşilik yalnız Rumelili değil, Balkanlı’dır da. Oğuz Türkmen
Kayılar’dan gelen OsmanlIların başlangıçtaki yerleri de Bektaşi topluluk
içindedir. îlk Osmanh sultanlarıyla, Hacı Bektaş’ın ilk Bektaşi müridleri
arasında sıkı bir ilişki vardır.
Trakya ve Balkanlar’ın
fethinde, OsmanlIların yanında çok sayıda Bektaşi dervişi yer almıştır: Bu
dervişler, din uğruna savaşların önde gelen Gazi ’leri oldular;
fethedilen diyarlarda topraklar elde ettiler. Kimi zaman onlara kılıçlarının
hakkı sayarak sahip oldular. Bu topraklarda zaviyeler, tekke ’ler
kurdular. Göçerlikten, yerleşik yaşama geçtiler ve düzenli, yaygın bir tarikat
olan Bektaşiler tarikatını geliştirdiler. Tekkeleri, genel olarak kent
merkezleri çevresindeydi. Kolonileştirici bir işlev üstlendiler, kentlerin
eğitilmiş çevrelerinden müridler kazandılar.
Bektaşilik, Trakya ve
Balkanlar’da yayıldı. İnançlarının “dinler karışımı” (syncretique) özelliği,
Hıristiyan halka karşı gösterdikleri hoşgöıü, Bektaşilerin, Osmanh
İmparatorluğu’nun Balkan illerinde yaşayan halkla kaynaşmalarını sağladı;
Trakya ve Balkanlar, Bektaşîliğin en çok güç kazandığı yerler oldu. Bazı
Hıristiyan azizler, Yakın ve Orta Doğu anlatı ve söylencelerinde bir deus ex
machina (sahneye inen Tanrı) gibi karışık durumları çözmek için ortaya
çıkan ve kökleri suya ve yeşilliğe bağlı bulunan “Hızır”da olduğu gibi,
adlarını değiştirerek Bektaşi “panteon”a girdiler.
Yine bu bölgelerde
yerleşmiş bulunan “Catharisme” ya da “Bogomilisme”den gelen cemaat-dışı öğeler
de benimsendi.
Bektaşiler, Balkan
uluslarının inanç değiştirmelerinde etkili oldular. Bölgenin Müslüman halkı,
çoğunlukla Bektaşi kökenlidir. Bektaşilik özellikle Arnavutluk’ta yaygındır. Nitekim
XIX. yüzyılda, bu ülkede Bektaşiliği resmî din olarak seçmek isteyen bir akım
belirmiş ve kımıldanış II. Abdülhamid tarafından şiddetle bastırılmıştı.
Bununla birlikte Bektaşilik bu bölgede sağlam köklerle yerleşip kaldı.
Bu konu üzerine araştırmalarım
sırasında, siyasî durumun henüz elverdiği zamanlarda, Arnavut dervişlerce
korunan güzel bir Bektaşi tekkesinin yer aldığı Drakoviça’nın küçük kenti
Kosova’ya birkaç kez
gittim. Dergâhın şeyhi
Baba Kâzım tarafından her zaman konukseverlikle karşılandım.
Osmanlı İmparatorluğu
Balkan illerini elinde tuttuğu sürece, Bektaşîliğin Alevilik karşısında bir
üstünlüğü vardı. Günümüzde Bektaşilik geriye çekilmiştir ve sahnede öne
çıkanlar, Alevilerdir. Yüzyıllar boyunca, özellikle Bektaşîlikten söz edilmiş
olsa da bugün ağır basan Aleviliktir.
Bununla birlikte “Alevi”
sözcüğünün, günümüzde taşıdığı anlamla, oldukça yakın bir dönemden bu yana,
ancak bir yüzyıldan beri kullanılmaya başlandığını belirtmeliyim.
Osmanlı belgelerde
Aleviler, dışlayıcı anlamda, Rafızî “ayrılıkçı”, mülhid “tanrısız”, zındık “itikatsız” söylemleriyle anılmakta; başka bir deyişle varlıkları
tanınmamaktadır. Tarihî adlarıyla, onlara Kızılbaş da
denmektedir ki bu, XVI. yüzyılda Safevî hükümdarların taraftarlarına verilen
addı. Bu dönemde Aleviler OsmanlIlara karşı Safevileri, yani Türklere karşı
İranhları desteklemişlerdi.
XIX yüzyılda, Kızılbaş adı, bu topluluklardaki, Tanrı ’nm insan
suretindeki mazharı olarak görülen Ali’ye inanış dolayısıyla, yerini Alevi adına bıraktı. Bu, ilk bakışta, Îsmailî’lere benzer
bir uç- Şîîliğe yakınlaşma olarak görülebilecektir; fakat problem daha karmaşıktır.
Alevilik yüzyıllarca
saklı yaşandı. Günümüzde, yükselen tutuculuğa bir karşı koyma aracı olarak
görülüşüyle öne çıkarılmadadır.
Karaçalıcı bazı
söylentilerin her zaman var olduğu Türkiye’de, Aleviliğin bugün de aynı
şekilde tanınıyor olması sebebiyle, AvrupalI basında, yayımcılar, Anadolu’da
kısa bir gezinin anılarına ya da gurbetçi işçilerle yüzeyde karşılaşmalara
dayanan az ya da çok hayal öğeleri karışnuş bilgiler aktarmaktadırlar.
Düzenli, yaygın bir
tarikat oluşturmuş olan ve XIX. yüzyılda evrimci görüşlere açık, aydın bir
seçkinler topluluğu durumuna gelerek önce Jön-Türkler’e, sonra da Türkiye’nin
laikleşmesi edimlerine katdan Bektaşilere karşdık Anadolu köylerine çekilmiş
bulunan Aleviler, uzun süre, ata gelenek ve göreneklerine bağlı ve eğitimsiz
kalddar.
İslâm açısından Alevilik, resmî
olarak Hıristiyan sayılmakla birlikte, kadîm inançlarını koruyan Amerika
yerlilerinin Hıristiyanlığıyla karşılaştırılabilecektir.
Göçer ve yarı-göçer kökenli
Alevilerin görenekleri kentlilerinkinden ayrı idi: Köylerinde cami yoktu ve
Müslümanlığın dış kurallarına uymuyorlardı; beş vakit namaz kılmıyor, Ramazan
oruçlarını tutmuyor, sarhoşluk verici içki yasağına kulak asmıyorlardı. Kadınları
kapanmıyor ve erkeklerle birlikte toplantdara katılıyorlardı ve genellikle tek
eşli yaşıyorlardı.
Bütün bu sebeplerle, Aleviler, resmî
İslâm ’ı sürdüren Hanefi Sünnîlerce horlandılar. Çizgi dışı tutulmaları ve
dışlanmaları onlara sürekli haksızlığa uğramışlık duygusu verdi. Baskıdan
korunmak için saklı durmaları gereken Aleviler, inançlarını, gizli, uzak
yerlerde ve geceleri uygulamaktayddar. Bu, günümüzde de söylene gelen, törenlerde
içki âlemleri bulunduğu gibi, yaşamı güçleştiren, karaçalıcı söylentilerin
doğuşuna yol açmakla sonuçlandı.
Alevilikle ilgilenmeye başladığım
yıllarda bir törene katılabilmek güçtü: büyük bir gizlilik içindeydi
Aleviler, inançlarını açıklamaktan
hoşlanmadıkları için onu gizemle örttüler. Bu sebeple, o sıralar, havanın
biraz daha elverişli olduğu Kosova’yı sıkça ziyaret ettim.
Günümüzde bazı şeyler değişti.
Aleviler, saklılık alışkanlıklarını
koruyor ve inançlarına gizem katan yeniden bedenleşme ve Tanrı ’nin insan
suretinde tecellî edişi inanışlarını açıklamaktan hoşlanmıyor olsalar da, artık
baskı görmediklerinden, gizlenme gereğini duymuyorlar.
Boy dönemi yaşam biçimine olduğu
kadar, ata inanç ve geleneklerine bağlılığa da dayanan bir sosyal olgu olmakla
birlikte, Bektaşiliğin bir din olmadığının altını çizmeliyim. Bu sebepledir
ki, Bektaşi-Aleviliği incelemek, bir “inanmak”ya da “inanmamak” sorunu değil,
her şeyden önce, “öğrenmek, çözümlemek ve anlamaya çalışmak” sorunudur.
İnanış açısından,
Bektaşi-Alevilik bir halk süfiliğidir. Sûfılik, İslâm’ın bâtıııî biçimde bir
algılanışıdır. Fakat aynı zamanda, resmî dinin katılıklarına ve “nas”çılığma
karşı da bir tepkidir. Safilik, dinin halk kitlelerinin imgelem ve
duyarlılığını uyaracak bir biçimde kavranışına el vermededir. Devletin resmî
inanışı İslâm, ata inanç ve geleneklerinin ağır bastığı boy yaşanu içinde
söylence ve anlatılara dayalı bâtıııî biçimlenişi ile daha kolay özümsenebilmişti. Ayrıca, hemen söyleyelim ki, Trakya
ve Balkanlar gibi fethedilmiş ülkelerde, değişik sebeplerle ve çoğu kez
baskıdan çok çıkarlar sebebiyle İslâm’a geçmiş ata-yurtlular, dinin bâtınî
yorumuna, özellikle de bir dinler karışımı olduğu zaman daha kolay uyum sağlayabiliyorlardı.
Aydın, evrim yanlısı,
insancı (intellectuelle, progressiste, hümaniste) bir seçkin topluluk
oluşturdukları Balkan ülkelerinde yerleşmiş bulunan Bektaşiler, İslâm’ı dinler
üstü, hoşgörülü felsefeleriyle uzlaştırma çabasındaydılar. Anadolu’nun
kırsal alanlarında kalan Aleviler ise, uzun zaman eğitimsiz bırakıldılar.
Köylerinde ne cami, ne de okul bulunuyordu. Mazlumdular ve durmadan
ayaklanmalar çıkarıyorlardı. Her zaman Sünnîliğe karşı oldular. Bektaşilerin
Aleviler lehine ağırlıklarını yitirmelerinden, özellikle de Cumhuriyetin ilânından
ve her zaman destekledikleri, Atatürk’ün ülkeyi laikleştirici eylemlerinden
sonra, gençlerin okumak için gittikleri kentlere yerleşmek üzere, köylerden
ayrılmaya başladdar. Onlar için yeni bir yaşam başladı. Günümüzde,
aydınlar, üniversiteliler, siyaset adamları, yöneticiler, her sınıfta,
Alevilere rastlanıyor. Birçoğu da maddî durumlarını düzeltmek üzere, göç
dalgasına katılıp Avrupa’ya gelmekteler. Sosyal ve dinsel ayranlara
yüzyıllardır duyarlı bu gurbetçiler, vardıkları ülkelere daha kolay ve din
baskısıyla engellenenlerden daha hızlı uyum sağlamaktadırlar.
Türkiye’de, uzun zaman
birçok güçlükler barındıran Alevi sorununa ilgi başlamış bulunuyor.
Tırmanan tutuculuğa karşı, onda bir karşı koyma aracı görülüyor. Bununla
birlikte Aleviler önlerine gelen öneriye aynı yolda yanıt vermekten uzaktırlar
ve çok geniş bir düşünce yelpazesi oluşturmaktadırlar. Bazıları, eski
Bektaşilerin yolundan giderek, yönetimin isteklerine uzlaşmacı tavırlarla
yaklaşmaya çalışıyorlar. Bazıları da eski asi Kızılbaş imgesine
sadık, tarihsel geçmişle bağlılıklarına sol bir ideoloji içinde destek
arıyorlar. Gurbetçiler arasında, çoğu Aleviliğe yabancı fakat istekleri
iletecek çevre bilgisinin eksikliğinden yararlanan başka ideolojiler de görülebiliyor.
Yüzyıllarca ezilmiş
Aleviler kendilerini, horlanmış ve dışlanmış olanlara her zaman yakın
bulmuşlar, kuraldışı yapılarına (non-conformisme) derin bir insancı duygu,
hoşgörü ve açık yüreklilik katmışlardır. Aleviliğin felsefesi, insanlar
arasında ayrım yapmamayı gerektirir: Ne din, ne ırk, ne sınıf ayrımı. Alevi,
hem-cinslerini kardeş gibi görecektir. Kadın Aleviler de eş ya da bacı olarak
görülür ve kendilerine öylece saygı gösterilir. Kadın, toplantılarda
erkeğin yanındadır. Aleviliğin kökeni, eski boy yaşamında da kadının yeri
buydu.
Hoşgörü, kural-dışılık,
dinler üstülük ve insan severlik, Bektaşi- Alevi felsefenin temelidir.
İsteğe uyarak,
Bektaşi-Aleviliği anlatmaya çalıştım; olgunun tarihî bir görünümünü vermeye
çalıştım, onu zaman ve mekân içindeki yerine yerleştirdim.
Şimdi probleme daha
güncel bir derinlik vermek kalıyor. Bu da, onların problemlerini, deneyimlerini
ve eğilimlerini daha yakından tanıyan genç Alevilerin görevi olacaktır. Bunu
yaparken de ussal çerçeve içinde kalmak, kültür dizginini elden bırakmadan yol
almak gerekiyor.
BA CIYAN-IR ÛM’DAN
BİRİ:
KADINCIK ANA ÜZERİNE
ARAŞTIRMA
Eski Türk topluluklarında Türkmen
kadının ağırlıklı bir yeri vardı. Bu, köken bakımından göçer topluluklarda
kadının, haremlerin rahat ve kapalı yaşamında bir köşeye çekilmiş, işsiz ve
güçsüz kadınlarıyla hiçbir benzerliği yoktur. Göçer kadın, ata binmeyi, erkek
av ya da talan için gittiğinde obaya göz kulak olmayı bilmek zorundaydı; sürüye
dadanan yaban hayvanına karşı savunmayı, gerektiğinde saldırganlara saldırmayı
da bilmesi gerekiyordu. Böylece o, savaşan bir amazon oluyordu.
Kadının, Ortaçağ destan
edebiyatındaki görünümü de bu savaşçı amazon çehresiyledir: Destanlarda ve
kahramanlık manzumelerinde -kadın kahraman Efromiya’nın, eşi Artuhi ve Melik
Danişmend ile yan yana bir kâfir ordusuna saldırdığı Melik Danişmend’in Kahramanlık
Destanı'nda da görüldüğü gibi1 - kadın kahraman tam bir
savaşçıdır.
Bu, Dede Korkut Kitabı'nda da
böyledir. Kan Turalı’nın evlenişinin hikâyesinde güzel Selcen Hatun, dövüşte
yenik düşen eşini, düşmanının kafasını keserek kurtarır ve Kan Turalı’yı
atının sağrısına bindirir. Fakat eşinin üstünlüğü Kan Turalı’nın ağrına gider.
İki genç birbirlerinin olmak için güreşir, yarışırlar.2
Şimdi de destan edebiyatının, Küçük
Asya’ya özgü meslek loncaları ve özellikle Ahî loncaları içinde gelişen bir
başka biçimlenişine bakalım. Anadolu’daki gezisi süresince ahilerin konuğu olan
Faslı gezgin İbn Battuta, bu insanların sazla, sema’ ile ve yiğitlik öykülerinin
anlatılarıyla kendilerinden geçtikleri toplantılardan söz etmektedir.[70] Destan edebiyatı, gerçekte,
meslek loncalarının ruhunu oluşturan yiğitlik emelini yaymanın aracıydı.
Kahraman, bu emelin bir bedenleşmesi oluyordu.[71]
Bu loncalarda özellikle yükseltilen kahramanlar vardı. En başta geleni de,
şüphesiz, söylenceleri destansı bir öykü biçiminde günümüze kadar ulaşmış
bulunan Ebu Müslim’di. Tarihsel kökeniyle öykü, Merv’li Ahilerin çevresinde ve
Horâsan yörelerinde geçmektedir: Alî taraftarlarının savaşını zafere götürecek
olan lonca, Merv’li Ahilerin ZeHe’sinde oluşur. Bir halk ccngâveri olan Ebu Müslim,
kırk Ahi ile onların başkanı Demirci Ahi Hurdek tarafından desteklenmektedir.[72]
Ahilerin toplantılarına katılanlar
arasında kadınlar da vardır ve Merv’in zorba yöneticisine karşı savaşta onlar
da yer alırlar. Bunlar, özellikle, -sosyal kavgada ağırlıklı bir yeri bulunan
Sitt-i Tekülbaz gibi-, Ebu Müslim’in yanında yer alan şarkıcı ve oyuncu
kadınlar, sosyal bir yasakla yasaklanmış işler yapan kadınlardır.[73]
Ebu Müslim Destanı, Gazneli Mahmud çevresinden bir öykü-
yazıcı, Ebu Tahir-i Tûsî tarafından kaleme alınmış bir temele dayanıyor
olmakla birlikte, ulaştığımız en eski metin, Candaroğulları ailesinden,
“Kötürüm Bayezid” adıyla tanınan Emir Celâleddin Bayezid’in beğliği yıllarında,
XVI. yüzyılda Kastamonu’da yaşamış olan Hacı Şâdî adh bir yazara aittir.
Acımasız bir zorba olarak anılan
Celâleddin Bayezid’in beğliği 1360-1385 yılları arasındadır. Onun adına, Şâdî,
1362’de Dâstân-ı Maktel-i Hüseyn'i (Hüseyn’in öldürülüşünün manzum
öyküsü), daha sonra da Ebu Müslim Destanı'm kaleme aldı. Ebu Müslim
Destanı’nın Maktel’den sonra yazıldığını düşünmemizin sebebi vardır: Maktel’de
yazar Şâdi-i meddah olarak göründüğü halde, Ebu Müslim Destanı’nda Hacı
Şâdî adı geçmektedir.[74]
Bu destana ilk Safevîler döneminde
yeniden ilgi uyanır. Türkiye’de ve Avmpa kitaplıklarında, XVI. yüzyıl
elyazmalarında eserin, Türkçe ve Farsça birçok nüshası bulunmaktadır. Paris
Bibliotheque Nationale’de de birkaç nüshaya rastlıyoruz.[75]
XV. yüzyıl Osmanlı tarihçisi,
Âşıkpaşazade, o dönemde Küçük- Asya’da dört iş-kolundan söz ediyor: Gaziyân-ı
Rûm, Ahîyân-ı Rûm, Abdalan-ı Rûm ve Bâcıyân-ı Rûm.[76] Bu iş kollan, savaşçı
Gazı Ter sınıfını, zanaat sınıfı /lAfleri, dervişler sınıfı Abdaldan ve
bir de kadın lonca, Bacı Tar sınıfını kapsamaktadır.
Tarihçi, Bâcıyân-ı Rûm
arasından, Hacı Bektaş’ın manevî kızı dediği Hatun Ana’nın adını
veriyor. Münzevî ernıiş, mânevî güçlerini ona bırakmıştır. Veli’nin ölümünden
sonra, türbesini yaptıran ve müridi Abdal Musa’nın katkısı ile Bektaşi
tarikatını kuran da odur.[77]
Ömer Lûtfı Barkan, fetihler döneminde
kolonileştirici etkileri ve onlann zaviyeden üzerine ünlü yazısında,[78] Bacı ya da Ana
unvanları ile zaviye yöneticisi birçok kadın adı sayıyor: Bu adlar arşiv
belgelerinde geçmededir.12 Yazar şu adları veriyor: Kız Bacı,
Ahî Ana, Sağrı Hatun ve Sağrı Hatun Zaviyesi, Hacı Fatma, Hacı Bacı,
Hundi Hacı Hatun, Süme Bacı. Arşiv belgelerinde yer alan ve Ömer Lûtfi Barkan’ın
adlarını andığı bütün bu kadınlar, Tekke ya da zaviye yöneticileri,
kadın (entarilerinin “şeyh”leri idiler.
Bundan, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk
yüzyılları boyunca, kadınların büyük sosyal ağırlıkları olduğu sonucunu
çıkarıyoruz. Arşivlerin tanıklığı, tarihçi Âşıkpaşazâde’nin söylediklerini
doğrulamaktadır.
Sözü edilen Bacıyân-ı Rûm'dan
Aşıkpaşazade’nin Hatun Ana diyerek andığı ve Hacı Bektaş Vilâyetnâme’sinde
önce Kadıncık, daha sonra da Kadıncık Ana olarak anılan birini
biraz daha yakından incelemeye alacağım.
Bu Kadıncık Ana, Hacı
Bektaş’ın mânevi mirasçısı olan ve Abdal Musa ile birlikte ilk Bektaşi
tarikatını kurmuş bulunan, Âşık- paşazâde’nin Hatun Ana'sı ile aynı
kimse olacaktır.
Tarihçinin bu tanıklığından sonra,
Veli’nin Vilâyetnâme'smm (Hagiographie) onunla ilgili verdiği bilgileri
gözden geçirelim.
Vilâyetnâme'dc, iki kadın görüntüsünün birbiriyle
karıştırılmaması gerekmektedir.
Anlatının başlangıcında, Hacı Bektaş,
bir güvercin donunda gidip konacağı diyâr-ı Rûm’a kendisini ulaştıran yolculuğuna
çıkışında, Rûm ülkesinin dervişlerine (Rûm erenleri'ne), görünmeyen
âlemlerden (ma ’nâ âlemi'nderi) kardeşlik selâmı gönderir. Bunların
sayılan elli yedi bin’dir ve Gözcü’leri Karaca Ahmed’dir. Selâmı yalnızca bir
kadın, Fatma Bacı alır. Fatma Bacı, Karaca Ahmed’in mürşidi olan, Sivrihisarh
Seyyid Nurcddin’in kızıdır. O sırada, dervişlerin aşını ha-
*2Ö.L. Barkan,
aynı yer, s. 302-303, 323. Yazar, 63, 74, 32, 85 ve 43 numaralı arşiv
belgelerini işaret ediyor. Madam irene Beldiceanu. belge numaralarının
eskiliğine dikkat çekmededir. Ayrıca bak.: irene Melikoff, “Un ordre de
derviches colonisateurs: les Bcktachis. Leur röle social et leurs rapports avec
les premiers Ottomans”, Memorial Ömer Liitfi Barkan, Paris 1980 (Bibi,
de l'Inst. Français d'Etudes anatoliennes d’Istanbul, XXVIII), s. 149-157.
zırlamaktadır. Yerinden
doğrulur, elini göğsü üzerine koyarak, üç kez lükû eder. Dervişler kimi
selâmladığını sorarlar; ma’nâ âleminden, bir Horasan dervişinin selâmını
aldığını söyler.[79] Öncelik haklarını korumak
üzere dervişler, Türkistan’ın doksandokuz bin velisinin Pir’ı Ahmed
Yesevî’nin gönderdiği bu ermişin gelişini önlemeye karar verirler. [80]
Bu Fatma Kadın’ı, Vilâyetnâme'nm
başlıca kişilerinden biri olan bir başka kadın çehresi, Kadıncık ile karıştırmamahdır.
Bu İkincinin adı Kutlu Melek’tir ve Çepni boyundandır. Çepni boyu ileri gelenlerinden
Yunus Mukrî’nin oğlu İdrîs’in karısıdır. Yunus Mukrî, Solucakaraöyük yöresine
yerleşmek için obasından ayrılmıştı. Hacı Bektaş geldiğinde henüz yeni ölmüş ve
dört oğul bırakmıştı. İyi yetişmiş bir insan olan îdris, bunlardan biriydi.
Kadıncık, bir kerameti dolayısıyla, yeni gelenin ermiş olduğunu anladı.
Kocasına durumu bildirdi ve onun, köyün yedi hanesinden biri olan evlerinde
konuk kalmasına karar verdiler. Fakat İdris’in kardeşi Saru bu konuktan
hoşlanmamıştı: Kadıncık’la Veli’nin ilişkileri üzerine karalamalar yayarak
ondan kurtulmak istedi. îdris bu dedikodulara kanmadı. Kısa zaman sonra, bir
olay, Hacı Bektaş’ın “mücerred”, tek yaşayan bir münzevî olduğunu Saru’ya ve
köyün öbür insanlarına gösterdi.[81]
Vılâyetnâme, Kadıncık’ın, babasından mal mülk
kalmış, zengin bir kadın olduğunu söylüyor. Fakat o elindeki her şeyi
dervişlere yardım için harcamış ve kısa zamanda üzerindeki giysisinden başka
bir şeyi kalmamıştı. Bir gün Hacı Bektaş ondan, Horasan’dan gelen bazı kalender'leri
ağırlamasını istedi. Kadıncık, artık hiçbir şeyi bulunmadığından onlara
yiyecek alabilmek için sırtındaki giyeceğini verdi ve soyunukluğunu gizlemek
için ekmek fırınının içine girdi. Bununla birlikte Hacı Bektaş’ın kerameti ona
bir yüklük dolduracak kadar giysi sağlamış ve konuklara “Hoş geldin!” demeye
çıkabilmiştir.[82]
Kadıncık bir gün Hacı Bektaş’ın
abdest aldığı sudan içer. Veli’nin burnu kanamış ve suya birkaç damla damlamıştır.
Kadıncık bundan hamile kahr ve iki erkek çocuğu dünyaya getirir: Habib ve
Hızır Lâle.
Bu olağan-dışı doğumların öyküsü
Aleviler ve Bektaşiler arasında ayrılığa sebep olmuştur. Aleviler döl ile
gelen soya, “bel evlâdf’na inanıyorlar ve bu soy Çelebi adıyla anılıyor.
Hacıbektaş köyünde bir çelebi sürekli bulunmadadır. Bektaşiler bu soy
bağını benimsemiyor ve nefes evlâdı denen mânevi sülük bağını kabul
ediyorlar.
Âşıkpaşazade’ye göre, Hatun Ana, Hacı
Bektaş’ın manevi kızıydı. Tarihçi onun Bacıyân-ı Rûm'dan olduğunu da
belirtiyor. Vilâyetnâme ise, Kadıncık’ın oğullarının kerametle doğduğunu
kabul ederken, Hacı Bektaş’ın mücerred, tek yaşayan bir münzevi olduğunda ısrar
ediyor.[83]
Hacı Bektaş’ın Ölümü
Ölüm döşeğinde Veli son isteklerini,
seçkin müridi Sam İsmail’e söyler ve Kadıncık’ın oğlu Hızır Lâle’nin, mânevi
yol gösterici olarak, yerini almasını ister.
Kadıncık, Fâtıma Ana olmuştur. O aynı
zamanda, Erenler Anası, “dervişlerin annesi” sayılmadadır.[84] Gençliğinde Kutlu Melek diye
anılan Kadıncık, bir topluluğun manevi annesi olmuş, Ana unvanını ve
kutsallaştırıcı Müslüman bir ad olarak da Fâtıma adını almıştır.
Vilâyetnâme'nm. söylenceli anlatışı ile tarihçi
Âşıkpaşazâde’nin anlattıkları arasında ortak noktalar vardır: Hacı Bektaş,
mânevi güçlerini tarihçinin Hatun Ana, geleneğin Kadıncık Ana dediği,
Bacıyân-ı Rûm’dan bir kadına bırakmıştır. Kadıncık Ana, bir dervişler topluluğunun
mânevi annesi olmuştur. Veli’nin türbesini yaptıran ve müridi Abdal Musa ile
birlikte ilk Bektaşiler tarikatını kuran da odur.
Ömer Lûtfı Barkan tarafından
incelemeden geçirilen arşiv belgelerinin tanıklığı, zaviye ya da tekke
“şeyh”i kadınların varlığını doğrulamaktadır. Bu kadınlara Bacı ya da Ana
denmedeydi. Arşivlerde Hacı Ana ya da Hacı Bacı unvanı ile de
karşılaşılıyor. Bir de Ahi Ana'’ ya rastlanmaktadır.
Bu kadınların, tıpkı Hatun Ana’nın
müridi Abdal Musa’nın dulumu için olduğu gibi, erkek müridleri de
bulunmadaydı.
Arşiv belgeleriyle de doğrulanan bu
tanıklıklar, kadının yüksek bir sosyal konumda bulunduğunu ve ona saygı
duyulduğunu bize gösteriyor. Buna rağmen, XVI. yüzyıldan sonra, Türkmen kadını
bu ağırlığını koruyamamış görünmektedir.
Burada, bilgili araştırmaları bulunan
bir yazara, öbürleri arasında Fatma Bacı ve Bacıyân-ı Rûm adlı
bir kitapçığın da yazarı olan Mikâil Bayram’a bir paragraf ayırmam gerekiyor.[85]
Mikâil Bayram, dikkat gerektiren bir
konuyu elindeki geniş belgelere dayandırmadığı için hataya düşmüştür. Vilâyetnâme’nm
başlangıcında yer alan ve Sivrihisarlı bir seyyidin kızı olan Fatma Bacı’yı, Çepni
boyundan, “Kadıncık” diye anılan Kutlu Melek’le karıştırarak, yazar, dönemi
içinde olağanüstü uzun yaşamış ve en azından üç kez evlenmiş, gerçek-dışı bir
kadın ortaya koymuş bulunuyor. Kocalarından birisi de Hacı Bektaş’ın yakın
yoldaşı ve çağdaşı olan Gülşehirli (bugünkü Kırşehir) Ahî Evren olacaktır. Ahî
çevrelerinde tanılan biri olan bu şahsın,[86]
Fatma adlı bir eşi olmuş olabilir. Fakat hiçbir bilgi, Vilâyetnâme'nm
Kadıncık’ı ile arasında bir bağlantı kurmaya yetmemektedir.
Abdülbaki Gölpınarh, bu iki kadının
birbiriyle karıştırabileceğini sezmiş görünüyor: VHâyetııâme’nin
yayınına koymuş bulunduğu adlar dizininde, Fatma Bacı’yı Fâtıma Ana’dan
(Kadıncık’tan) öbür adı ile Kutlu Melek’ten ayırmaktadır.[87]
Kutlu Melek, Çepni boyundandı. B u
boy ve çok sayıda alt kolları, Karadeniz’i çevreleyen ve Sivas’ın kuzeyinde
yer alan bölgelerde (Çorum-Amasya-Zile-Tokat) geniş bir alana yayılmış
bulunuyordu.[88] Çepni boylan,
cemaat-dışı (heterodoxe) inançları ve Şiîliğe yakın oluşları ile
tanınıyorlardı. Uzun Hasan zamanında, Safevîlerin yanında yer almadan önce,
daha çok Akkoyunluların buyruğundaydılar. Daha sonra Çepniler, Safevilere
destek veren ve onları başarıya götüren boylar arasında yer aldılar.[89]
XIV. ve XV. yüzyıllarda, Küçük
Asya’da kadın loncalarının varlığı gerek belgelerle, gerek kaynakların
tanıklığı ile yeterince kanıtlanmış bulunmaktadır. Bu loncalar daha sonraki
yüzyıllarda niçin ortadan kayboldu?
Osmanh İmparatorluğu’nun siyasi
yapısı, gözle görülebilen bir gelişme içindeydi ve önceki yüzyılların sosyal
kuramlarına artık, onda yer olamazdı. Fatihlerin karamanlık dönemi
tamamlandıktan ve Yeniçeri Ocakları gibi asker ocaklarının kurulmasından sonra,
Gaznelerin loncalarına gerek kalmamıştı.
Ahîler için de söz konusu olduğu
gibi, dağılmalar döneminde ve özellikle Moğol akmlarını izleyen dönemde Selçuk
yönetiminin çöküş yıllarında loncaların, merkez gücün yerini tutabilecek bir
ağırlığı vardı. Böyle olduğu içindir ki, bir ahî sülâle; XIV. yüzyılda (1360/6
l’de)
I. Murad kenti ele
geçirene kadar Ankara’yı yönetebilmişti.[90]
Ahilerin mânevi gücü ve bir üst güce
bağlı olmama istekleri sonunda istenmez olunca, onlar da yavaş yavaş siyaset
sahnesinden çekildiler. Bir ara, tıpkı Abdal’ların ve Gazi’lerin loncalarından
arta kalanlar gibi, Safevîlere katılmayı denediler. Hataî’nin şu mısralarında
bunun bir kanıtını buluyoruz:
Şahım evlâdına ikrar
edenler
Ahiler, Gaziler,
Abdallar oldıfö
Sonunda Ahiler de, Abdallar gibi,
Bektaşiler tarikatına sığındılar. Abdallar, OsmanlIların destek ve
ayrıcalıklar vererek Bektaşi tarikatı yoluyla yönlendirmeye çalıştıkları
dervişlerin düzene karşı eylemlerine katıldılar. Yavaş yavaş, bütün
cemaat-dışı kımıldanmalar, din konusunda kural-dışılığın (non-conformisme’in)
merkezi durumuna gelen bu tarikatta kendilerine barınak buldular
Ahiler ve Abdallarla birlikte, tıpkı
Ahiler gibi, bazı mistik tarikat biçimleri ile sosyal kurumlar arasında bir
kaynaşmayı temsil eden Bacıyân-ı Rûm da ortadan çekildi.
Kadın, Bektaşi tarikatı içinde,
kimliğini ve karışılmazlığını koruyabildi. Kadınların bu tarikat içinde mühim
bir yeri oldu: Erkeklerin yanında toplantılara katılıyor, toplulukla ilgili
kararlarda söz alabiliyorlardı. Aşık, ozan kadınlar da vardı ve
törenlerde On iki hizmet’in belirlenişinde de söz sahibi idiler.
Kadın, Bektaşilerde, bir yoldaş, bir
kardeştir. Bacı adı ile anıldığı topluluk içinde de bu yeri
korunmadadır.
Gerçekte “Bacı”, Bektaşi ya da
Alevilerde kadınlara verilen bir unvandır. Onlar sosyal isteklerde de
savaşçılıklarını kanıtladılar ve genel olarak hiçbir zaman, gölgeye
çekilmediler.
BEKTAŞİ-KIZILBAŞ
TARİHSEL BÖLÜNÜŞÜ
VE
SONUÇLARI
Bektaşilik de, Alevilik de -ya da
geçmişteki adlandırılışı ile Kızılbaşlık da- bir din senkretizmi, bir inançlar
karışımıdır. Fakat bu kısa süre içinde oluşumu açıklamamıza ya da onu
oluşturan öğeleri gözden geçirmemize imkân bulunmamaktadır.[91] Bu sebeple, daha çok iki
olgunun doğuşuyla birbirinden farklı evrimleşmelerini anlatmaya çalışacağım.
Gerek Bektaşiler, gerek Aleviler, -ya
da eski adları ile Kızılbaşlar- Hacı Bektaş adlı halk velisine
dayanmaktadırlar. Ben de karizması olan, fakat bir tarih temeli de bulunan bu
kişilikle söze gireceğim ve onu sosyal zemine yerleştirmeye çalışacağım.
1239-1240 yılları arasında Selçuk
İmparatorluğu’nu çökerten Babaî ayaklanmasının baş kişilerinden Baba İlyas’ın
soyundan gelen XV. yüzyıl tarihçisi Âşıkpaşazâde,[92]
Hacı Bektaş’ın, büyük atasının müridlerinden biri olduğunu söylüyor.[93] Eseri XV. yüzyılda kaleme
alınmış bulunan ve yine Baba İlyas’ın torunlarından olan Elvan Çelebi de, bu
bilgiyi doğruluyor.[94] Anabileceğimiz bir başka XIV.
yüzyıl kaynağı da, Hacı Bektaş-ı Horâsânî’nin, Baba Resûl’ün, yani Baba
İlyas’ın Halî- fe-i has\ seçkin müridi olduğundan söz eden, Eflâkî’nin
eseridir.[95]
Böylece, Hacı Bektaş’ın,
Baba İlyas’ın ardınca “Horasan’dan geldiği”ni öğreniyoruz. “Horasan’dan gelmek”
eski vekayi ve menakıb kitaplarında sık geçen kalıplaşmış bir söylemdir. Başta,
göç düşüncesine dayanmaktadır: Türkmen boylan, XI. yüzyılın sonlarında
Anadolu’ya gelmeye başladılar. Göçleri, XII. yüzyılda ve özellikle Moğol
akmından kaçmak zorunda kaldıkları XIII. yüzyılda giderek yoğunlaştı.
İzledikleri yol, genel olarak, Orta Asya ve Maveraünnehir’den başlıyor,
Horasan’dan geçerek Hazer kıyılarından İran Azerbaycan’ına ulaşıyordu. Bu,
İran çöllerinden korunmanın tek yoluydu. “Horasan’dan gelmek” de, sözü edilen
topluluğun oralı olduğu değil, göçer olduğu anlamını içermekteydi.
Bir Türk dervişi olan
Hacı Bektaş, Anadolu’ya 1230 yılına doğru, muhtemel olarak, Hârezm’in
Moğolların eline geçişinden sonra sığınacak yer arayan Hârezmlilerin ardınca
geldi.[96]
Anadolu’yu ellerinde
bulunduran Selçuklular, hoşgörülü, uzlaşmacı yöneticilerdi ve öyle olmaları da
gerekiyordu: Ülkelerinde değişik din ve ırktan insanlar vardı.
Selçuklu kentleri kültür
ve zenginlik merkeziydi. Fakat Türkmen boylar düzen tanımıyorlar; kentlerin,
kuralları belirlenmiş, huzur içindeki yaşamını altüst ediyorlardı. Sürülerine
otlak bulabildikleri yeri ele geçiriyorlar ve sayılan arttıkça daha da rahatsız
edici oluyorlardı.
Hacı Bektaş kendisini, kardeşi
Mintaş’ın da Baba İlyas saflarında yer aldığı ve savaşırken öldüğü, Babaî
ayaklanmasının içinde buldu.[97] Bununla birlikte Hacı Bektaş,
Malya ovasında, tam bir kıyımla sona eren ayaklanmanın son evresine katılmadı.[98] Bir süre saklandıktan sonra,
o zamanlar Solucakaraöyük ya da Karayol olarak bilinen köyde ortaya çıktı. Bu
bölge o zaman, Oğuz’un Çepni kolunun alanıydı. Kendisi bu boydan olmamakla
birlikte, Hacı Bektaş, köyün yedi hanesinden biri olan kadıncık Ana ile kocası
İdris’in yaşadıkları eve konuk oldu.[99]
Burada bir riyazet ve ermiş yaşamı sürdürdü. Fakat bir tarikat kurucusu olmadı
ve müridleri de yoktu.[100] Âşıkpaşazâde’ye göre adını
taşıyan tarikat, ölümünden sonra bir kadın tarafından kuruldu: Veli’nin
yaşamının söylenceli anlatımı, Vilâyetnâme, ye göre onun
ruhanî eşi olan bu kadın, yani Kadıncık Ana, tarihçi Âşıkpaşazâde’ye göre Hacı
Bektaş’ın manevî kızıydı. Kadıncık Ana, tarikatı, müridi Abdal Musa’nın
yardımları ile oluşturdu.
Geleneğe göre 1270 yılında öldüğünde
63 yaşında bulunan Hacı Bektaş,[101] Türkmen boylamdandı. Bu
boylar çoğunlukla 1167/1168 yıllarında Yesi’de (Bugünkü Türkistan) ölen, Orta
Asyalı Türk velisi Ahmed Yesevî’nin yolunu izliyorlardı.[102]
Fakat henüz bütün boylar Müslüman değildi ve İslâm’a girmiş bulunanlar da henüz
Müslüman örfü özümscmemiş olabiliyordu. Nitekim bu boylar daha som a da Safevîlerin
yanında yer aldılar.[103]
Hacı Bektaş, bir din
bilgini değildi; çağdaşı Mevlâna Celâleddin Rumi gibi medrese öğreniminden
gelmiyordu. O bir mutasavvıftı; halkın içinden çıkmıştı ve halka yakın
duruyordu. Müslüman olmakla birlikte, Orta Asya’daki görenek ve uygulamaları
bırakmamıştı.[104] Aynı zamanda bir utacı idi ve
kerametler göstermedeydi. Menkıbelerinin anlatıldığı Vilâyetnâmeâe, bu
açıkça görülmektedir. Söz konusu eser bize, Hacı Bektaş’ın camie gitmediğini
söylüyor. O, abdaldan ile birlikte bir dağa çekilmektedir. Bu, dağ,
Hırkadağı, şimdiki Hacıbektaş yerleşiminin yakınlarında bulunan, sönmüş bir
yanardağdır. O zamanlar, yüksek kesimlerinde ardıç ağaçlan vardı. Dervişler bu
ağaçlarla ateşler yakıyorlar ve çevresinde dönerek sema' yapıyorlardı.
Bir gün, bir kendinden geçiş anında, Hacı Bektaş hırkasını ateşe attı. Bu olayla
dağın adı Hırkadağı olarak kaldı.[105]
Ardıç, şaman inançhlarca
bilinen bir bitkidir. Dallarının yanışıyla insanı kendinden geçirir. Bu
sebeple, kutsal olarak tanınır ve arınma amacıyla kullanıldığı Tibet’te olduğu
gibi,[106] Kalaş ya da Pakistan Şaman
inançlıları arasında da hâlâ kullanılmaktadır.[107]
Ardıç ağacının yanan
dallarından yükselen duman göklere uzanır ve Şaman’m koruyucu ruhları olan
“Görünmez Varhklar”ı (Ga ’ib Erenleri) yere indirir. Bu ruhlar
olmaksızın tören yapılamaz.[108] Vilâyetnâme’de,
varlıkları Hacı Bektaş ve onun dervişlerince bilinebilen bu “Ga’ib Erenleri”ne
tam bir bölüm ayrılmıştır: Dervişler, Hırkadağı’nda yanan ateşler görerek oraya
gider ve “Görünmez Varhklar”la üç gün kalırlar. Bu üç gün boyunca zaman durmuş,
hiç kimse yokluklarını anlamamıştır.44
Abdal Musa’nın bir müridi ve Bektaşi
ozanlarının ilki olan Kaygusuz Abdal, bir manzumesinde, koyun postundan namaz
seccadeleri ve kalın yün abâları, “hırkaları” ile bu utacı dervişlerin bir
görünümünü vermektedir:
Rûm
Abdallar gelür “Ali dost ” deyu
Hırka giyer, abâ deyü, post deyü Hastaları gelür
derman isteyü Sağlar gelür Pirim Abdal Musa ya45
Hacı Bektaş çoğu kez, Yeniçerilerin
serpuşu olan Elif Tacı ile ve bir evliya görünümünde resmedilmektedir:
Sağ koluyla bir geyik tutmada, sol eliyle bir yavru arslan okşamaktadır. Bu
resmi, onun gücünün ve merhametinin simgesi olarak anımsayacağız; fakat Hacı
Bektaş’ın gerçek görünümünü Siyah-Kalem’in minyatürlerinde aramak doğru
olacaktır. Bu minyatürlerde bazen yalınayak, sakallı, üzerinde kısa bir
gömlekle, bazen hayvan postuna sarınmış, külahlı, ya da uzun hırkalı, dönen
dervişler görmedeyiz.46
Tarih kaynaklarında -hepsi de
yetersiz olmakla birlikte-, Hacı Bektaş, Türkmen boylarından bir sûfı olarak
görünmektedir. Oğuz’un Kayı boyundan olan OsmanlIlarla aynı çevredendir. Bu,
ilk Bektaşiİcrle Osmanlılar arasındaki yakınlığı açıklayabilir: Onlar, aynı
görenekten gelmededirler.47
Vılâyet-Nâme, s. 66.
46-
Bak.: Fuat Köprülü, Türk halk
edebiyatı ansiklopedisi, 1, İstanbul 1935, s. 29, “Abdal” maddesi; İsmail
Özmen, Alevi-Bektaşi şiirleri antolojisi, I, Ankara 1995, s. 228.
47-
Bak.: M. Ş. îpşiroğlu ve S. Eyüboğlu,
Fatih albümüne bir bakış (Sıırl’album du Conquerant), İstanbul 1955;
Beyhan Karamağarah, Muhammed Siyah Kaleme atf edilen minyatürler, Ankara
1964.
48-
Bak.: I. Melikoff', “L’Origine
sociale des premiers Ottomans”, The Ottoman Emirate (1300-1389),
Institute fbr Mediterranean Studies, Halcyon days in Crete I; Rethymnon 1993,
s. 135-144.
Baba İlyas’ın söylenceli yaşam
öyküsünde, Elvan Çelebi, Hacı Bektaş’ın, Osman Gazi’nin kayınbabası olacak olan
Edebali’yle çok yakın ilişkileri bulunduğunu söylüyor ve Edebali’yi bir Hacı
Bektaş yoldaşı olarak gösteriyor.[109]
Hacı Bektaş’ın Osman Gazi ile
tanıştığını, çok daha önce, XIII. yüzyıl sonunda ölmüş bulunması dolayısıyla
düşünemeyiz; fakat Orhan Gazi’nin yoldaşları arasında, içlerinde ilk Bektaşi
tarikatının kurucusu Abdal Musa’nın da yer aldığı çok sayıda derviş görüyoruz.
Bu dervişler Trakya ve Balkanlar’ın
fethine katıldılar. Gazi’lik
aldılar. Fethedilen diyarlarda mülkler edindiler. Türk kültür ve inanışının merkezi
olacak, tekke ’ler ve zaviye Ter kurdular.
Ömer Lûtfi Barkan, tanınmış bir
çalışmasında bu kolonileştirici dervişlerin ve zaviye Terinin Fetihler
dönemindeki etkin ağırlığını inceledi.[110]
Osmanlı tarihçi Oruç, Orhan Gazi’nin
kardeşi Ali Paşa’yla Bektaşilerin tarikatı arasındaki yakın ilişkiden söz
ediyor. Kendisi de dervişliği yeğleyen Ali Paşa, kardeşine, yeni oluşturulan
orduyu, Yeniçerileri, Hacı Bektaş’m koruması altına vermeyi öğütlüyordu.[111]
Hacı Bektaş daha önce ölmüş
bulunduğuna göre, bu hiç şüphesiz yalmzca bir söylencedir; fakat yine de
Yeniçeriler, Bektaşi dervişlerin tarikatına bağlandılar. Bu askerler, yabancı
öğelerden, erken yaşlarda devşirilmedeydiler ve bu sebeple de kolonileştirici
dervişlerin manevî ve ahlâkî korumaları altına alınmaları uygun görünüyordu.
Buraya kadar, İslâmlığın, boy yaşamı
içindeki yayılışını gördük. Şimdi birbirinden ayrılan iki kolu tanımlayacağız:
Bir yanda, bir topluluğun adım adım yerleşik bir yaşayışa ve kent yaşamına
uyum sağlayışı; öbür yanda da, Anadolu’nun kır yörelerinde kalarak, göçer ve
yarı-göçer yaşam tarzları ile karışıklıklara ve huzursuzluklara sebep olagelen
toplulukların yaşayışı.
Yerleşik yaşam, dervişlerin
kasabalara yakın alanlara kurdukları Mekke’lere yerleşmeleri ile
başladı. Bu yerleşimler, Osmanh yönetiminin ilk üç yüz yılı boyunca, ödüller
vererek bağışlarda bulunan Osmanh sultanlarınca korundu. Osmanlılar, yeni ele
geçirilen toprakların kolonileştirilmesinde de, teZ±e’lerin etkilerinden
yararlandılar;[112] ayrıca Abdallar,
Torlaklar, Işıklar ve daha genel bir ad ile Kalenderler olarak
bilinen[113] [114]
başıbozuk derviş topluluklarının ortaya çıktığı Anadolu’nun kır kesimlerinde,
varlıkları süregelen cemaat-dışı ve kargaşa yaratıcı öğeleri denetlemede de
onların güçlerini kullandılar.
Adı geçen zümrelerin kendi din
şeyhleri ve kendi velileri vardı. Fakat Osmanh yönetiminin çabasıyla bütün bu
veliler kısa zamanda tek bir kişinin, halk dindarlığını yönlendiregelmekte olan
Hacı Bektaş Veli’nin adı çevresinde birleştiler.
Bununla birlikte iki ana kol ayırt
edilebilmededir: Tekke’lerle yerleşik yaşama geçmiş bulunan Bektaşiler
ve henüz göçer ya da yan- göçer yaşayan Kızılbaşlar. Uzun zaman
Kızılbaşların belli bir adları olmadı. Osmanh belgelerinde, Zındık “mezhepsiz”,
Rafızî “ayrılıkçı”, “Şiî” ve mülhid “Allahsız” olarak
geçmededirler. “Aleviler” adı ile tanınmaları ise daha sonralarıdır.^
Tarihteki adları “Kızılbaş’tır ve bu,
ilk Safevîlerin yolunda yürüyen boylarla köy zümrelerinin genel adıdır. Adın
ortaya çıkışı, Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar (1460-1488) zamanındadır.
Kızılbaş, “kırmızı serpuş giyen” anlamındadır. Bu ad onlara on iki dilimli
kırmızı serpuşları, aynı zamanda Tâc-ı Haydarî de denen, bu renkteki başlıkları
dolayısıyla verilmişti.
Osmanlı belgelerinde
Kızılbaş, “zındık” ve “inançsız asi” anlamında yer almadaydı.
Bu dışlayıcı anlam, Alevi
söyleminin doğmasına yol açtı ve sözcük, Türkiye’de cemaat-dışı toplulukların
adı oldu. “Alevi” sözcüğü, söz konusu topluluklarca tanrılaştırılagclen, Ali’ye
bağlılık anlamını içermektedir. Buna karşılık, İran’da, Ali’yi tanrılaştıran
topluluklara “Ali-ilâhî” denmede ve Alevi sözcüğü, Seyyid, yani Ali soyundan gelen
anlamını içermededir.[115]
Bununla birlikte
günümüzde, Türkiye’de, “Alevi” sözcüğü de aynı küçültücü ve dışlayıcı anlamı
yüklenmiş bulunmaktadır.
Kızılbaş-Alevilerin inançları,
Bektaşilerinki ile aynıdır.
Her iki topluluk da
Hacı Bektaş’a bağlıdır. Fakat köylerde kalan Kızılbaş-Aleviler, düzen dışında
kalırlarken, Bektaşiler düzenli topluluklar oluşturdular.
Kızılbaş-Aleviler,
söylencelerin yerel folklorla kaynaştığı anlatılara (mythos) bağlanırken,
Bektaşiler belli bir usul-erkân izlediler. Her iki topluluğun inanışı da, bir
inançlar karışımıdır ve Türk halkının karşılaştığı değişik inançlardan
kaynaklanan Mani’ci (manicheist), Buda’cı, Nesturi ya da yerel Hıristiyan öğeler
gibi,[116] değişik kökenli öğeler
içermededir.
Türklerin, çok kez, inanç
sapmalarının merkezi olan bölgelere yerleşmiş bulunduklarını ve sonuç olarak
buralarda üst üste gelmiş sapmalarla karşı karşıya kaldıklarını da göz önüne
almamız gerekecektir. Meselâ, Erzincan-Sivas-Divriği bölgesi
Kızılbaş-Alevilerin merkezi haline gelmeden önce, “Paulicien” sapmanın merkezi
durumundaydı.[117]
Fuad Köprülü, aynı
olgunun yaban bir biçimi gibi görünmeleri dolayısıyla, Alevilere, “Köy
Bektaşileri” adını vermektedir.[118] Meselâ Kızılbaş-Alevilerin
sülük törenleri boy yaşamı törelerine yakın görünürken, Bektaşilerin sülük
erkânı (initiation), herhangi bir kapalı cemiyetinki ile aynıdır. Tâlip ve
lâyık olan herhangi bir insan Bektaşi olabilir. Fakat Alevi doğmamış biri sonradan
Alevi olamaz.
Bektaşîlikte Baba,
tekke’nm başkamdir ve Baba olmak isteyen sülük evrelerini
tamamlamış, böyle bir pâyenin gerektirdiği kemale ulaşmış olmalıdır. Fakat
Alevilerde, Dede ya da topluluğun manevi yol göstericisi olacak kişi,
soy bakımından Ali’ye ulaşan bir Ocaktan gelmek zorundadır. Her Alevi köyü bir Ocak’a
bağlıdır ve bu Ocak’- tan bir dede’rim., kendisine bağlı köyleri yılda
bir kez ziyareti gerekir. Der/e’nin olağanüstü güçleri olmalıdır.
Alevi topluluklarda
anlatı (mythe), Bektaşilerde usul ve erkânın yerini almadadır. Törenler,
Öte-Dünya’da ve Zaman’ın ötesinde geçen ilk-örneklerin (archetype) yeryüzünde
tekrarlanışıdır. Ayin-i Cem de, Miraç gecesi (Peygamberin göğe
yükselişi)’ndeki Kırklar Cemi’- nin yeryüzündeki bir tekrarıdır.[119]
Dinsel sosyal
kımıldanmaların her zaman başlıca niteliği kargaşa olmuştur; katılanlar kuşku
yaratmış, baskı görmüş, her zaman çizgi-dışı kalmışlar ve güvenleri gereği,
gizliliğe çekilmişlerdir. İnançları, yasaklandıkça “gnostik” biçimler
almıştır: Kutsal metinlerin batini yorumlarına dayalı öğretim, bağlantı
dışında kalanların sülükleri, geceleri gizli mekânlarda törenler, müridlerin
yalnız kendi aralarında kullandıkları üstü kapalı söylemler gibi.[120]
Küçük-Asya her zaman
mistik ve savaşçı bir coşkunun alanı idi. Bu, Osmanh İmparatorluğu’nun ilk
yüzyıllarında da görülebilmektedir. İlk Osmanlılar, askerlik başarılarını, bu
savaşan mistik ruhun canlı tutuluşuna borçludurlar. Din ve savaş iç içedir.
Dervişlerden Gazı’ler doğmuş ve Yeniçeri Ocağı, Bektaşiliğe bağlanmıştır.
Ancak, XVI. yüzyılda,
Osmanh-Safevî savaşıyla durum değişir. Doğu-Anadolu’da, Kızılbaş kımıldanış
Safevîlerin kışkırtmaları iledir ve mistik Kızılbaş ideoloji, savaşçı coşkuyla
bir aradadır. Kızılbaş ideolojisi, Osmanh tarihinde ilk ayaklanmacılardan
birinin adıyla Celâli İsyanları diye anılan bir dizi dinsel
ayaklanmanın da hazırlayıcısı olmuştur.[121]
Bu ayaklanmalar dinsel
kaynaklı görünmekle birlikte, çoğu kez sosyal ve ekonomik kökenlidir;
genellikle Kızılbaşlara bağlanıyor olmakla birlikte, Bektaşilerin ruhlara ve
zihinlere etki ile eylemlere esin kaynağı olmuş olabilecek, manevi katkıları
göz ardı edilemez.
Bektaşilik, Osmanh
tarihinin daha sonraki döneminde dinde kural-dışılığın (non-conformisme) adı
oldu. XIX. yüzyılda, 1826’da, Yeniçeriliğin kaldırılışı ve Tete’lerin
kapatılışından sonra, kural-dışı Bektaşiler, “hürriyet” ve daha sonra XX.
yüzyılda da “terakki” (evrim, evolutiori) düşüncelerinin yanında yer
aldılar.
Çoğu kez, kural-dışılık
ve özgür düşünüş gibi ortak emellerde birleştiklerinden[122]
Hür-Masonlara ve Jön-Türklere katıldılar. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanh
İmparatorluğu’nun yerini aldığında da Atatürk’ün hedeflerini benimsediler ve
onun laik devlet çabalarına destek verdiler. Aleviler daha da ileri gittiler:
Atatürk’ü Hazreti Ali ile karşılaştırdılar.
Bektaşiler ve Aleviler, aynı kökten
geliyor olmakla birlikte, benzer iki topluluk oluşturmuşlar, farklı halkların
etkileri ile birbirlerine karşı olmuşlardır. Bektaşiler Balkanlardan
etkilenmişler,62 Alevilerse İranlı, Kürt ve başka Doğu Anadolulu
halklardan etkiler almışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde
Bektaşiler hep el üstünde tutulmuşlarsa da, Balkan ülkelerinin elden çıkışından
sonra ağırlık Alevilere kaymaya başlamıştır. Günümüzde Aleviler öne geçmiş olmakla,
Bektaşiler az ya da çok kendilerini geriye atılmış saymaktadırlar. Her iki topluluk da aynı veliye,
Hacı Bektaş Veli’ye bağlılıklarını sürdürüyor olmakla birlikte, Alevi
problemin Bektaşileri geriye doğru ittiği göze çarpmaktadır.
621 Bak.: aynı yazar, “Les voies de
penetration de l’heterodoxie musulmane en Thrace et dans les Balkans”, Halcyon
Days in Crete II (Rethymnon’da 9-11 Ocak 1994’te düzenlenen bir sempozyumda). The
Via Egnata under Ottoman rule (1380-1699), Rcthymnon 1996.
AYDINLANMA SÜRECİ
İÇİNDE BEKTAŞİLİK
Yüzyıllar boyunca, öncü
edimlerin içinde ve ilerlemelerin yanında yer almış bulunan Bektaşilik,
Osmanlı İmparatorluğu’nun değişmesinde ve batılılaşmasında büyük payı olan
yenileşme eylemlerine katılmakta da gecikmedi: Bektaşiler Yeni-Osmanlıların ve
ikinci kuşakta Jön-Türklerin saflarında yerlerini aldılar.
Bununla birlikte,
Bektaşilerle evrim yanlısı (terakkici) kımıldanış arasında göz ardı edilmemesi
gereken bir etken vardır: Bu, bilindiği gibi, Türk yenileşme çabaları içinde
ağırlıklı bir yeri bulunan Farmasonluktur.
Bundan önce, 1826’dan
sonraki dönemde Bektaşi tarikatını incelediğimiz bir yazıda Bektaşilerin
Far-masonlarla ilişkilerine değinme fırsatını bulmuştuk.[123]
Far-masonluk çoğu kez, sürgündeki Bektaşilerle, yenileşme eylemleri arasında
bir bağ görevi üstlendiğinden, konuya yeniden döneceğiz:
Bektaşiler, Alevi adı
verilmesi uygun bulunmuş olanlar da, adıyla anddıkları bir veliye, XIII.
yüzyılın ilk yarısının sonlarında Horasan ’dan göçerek Anadolu ’ya gelmiş
bulunan Hacı Bektaş Veli’y e bağlıdırlar.
“Horasan’dan gelmek”
deyimi; Mâverâünnehir’in doğusundan ya da Orta-Asya’dan gelenleri, Moğol
yayılmaları dönemindeki kaçışlarında İran çöllerinden korunacakları tek yol
olması dolayısıyla Horasan ’dan geçerek gelmek zorunda kalan göçerleri anlatmada
kullandıyordu.
Bunlar büyük bölümüyle
henüz Müslüman olmamış, ya da dine yeni girmiş ve henüz İslâmlığı özümsememiş
olan boylardı. İnançları, “İslâmlaşmış Şamancılık”, yani henüz ata gelenek ve
göreneklerinin rengini korumakta olan bir İslâmlık olarak tanımlanabilecektir ve
Amerika yerlilerinin Hıristiyanlıklarını anımsatmaktadır.
Türkmen halk velisi Hacı
Bektaş Veli’yi izleyenler bu sınıflardır.
Bektaşiler, OsmanlIlarla
-onlar da Doğu’dan gelen göçer boylardandı- aynı sosyal çevredendirler.[124] İlk Bektaşilerle ilk
Osmanlılar arasındaki ilişki bu sebeple iyi idi. Pek çok Bektaşi derviş,
OsmanlIların yanında, Trakya ve Balkanlar’ın fethinde yer aldı; fethedilmiş
diyarlarda topraklar edindi. Bazen, kılıçlarının hakkı sayılan bu topraklarda
tekke 7er ve zaviye Ver kurdular. Yerleşik yaşama
geçerek, göçer ya da yarı-göçerliği bıraktdar. Kent çevrelerine kurdukları
zaviye’lerde düzenli bir dervişler tarikatı oluşturdular. Bu zaviye
Ver, çoğu kez, birer kültür ve kolonileştirme merkezi oldu.[125]
[126]
Osmanlı Sultanlar,
yurtlarından devşirilerek Müslüman yapılmış Hıristiyan çocuklarla kurulan
Yeniçeri ocağını, onlara adı verilen veliye, Hacı Bektaş’a bu sebeple
bağladılar. Bektaşiler kolonileştirici bir derviş tarikatı oluşturdular.
Yabancı öğelerin eğitimleri onlara emanet edildi.^
Fakat bu bir çeşit, iki
yanı keskin bir kılıç oldu. Çünkü başlangıçtan beri, dinler üstü bir hoşgörü
tarikatı olan Bektaşilik, aynı zamanda dışardan gelen her etkiye açık bir
inanç karışımıydı. Girdikleri bölgelerden katılan öğeleri özümseyebiliyorlardı.
Trakya ve Balkanlar’a yerleşen Bektaşiler, oralarda uyum içinde yaşadıkları
topluluklarla kaynaştılar.[127]
Bugün Alevi adı
verilenlerle Bektaşiler arasında bir faik da, Trakya ve Balkan topraklarına
yerleşen Bektaşiler adım adım ve sağlam bir biçimde bu yörelere uyum
sağlarlarken, Anadolu kırlarında boy yaşamlarını sürdürüp gelen Alevilerin,
-İranlı ya da Kürt ve başkaları- Doğu Anadolu halklarından etkiler almış
olmalarıdır.
Osmanh Sultanları Avrupa ülkelerinde
üstünlüklerini sağladıktan sonra, bunu, resmî inanışa, devletin resmî dini
olan Sünnî İslâmlığa dayayarak sürdürdüler ve daha önce yararlandıkları,
destekledikleri Bektaşilerle karşı karşıya gelmekte gecikmediler. Bektaşiler
de, kendilerine hasım bir yönetime karşı, din konularında kural-dışı, daha
sonra da açıkça din adamlarına karşı görünmekten geri kalmadılar. Kısa zamanda
da Allahsızlıkla suçlandılar.
Bektaşilerle merkez güç arasındaki
kesin kopma, 1826 yılında, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışıyla oldu ve aralarındaki
sıkı bağ dolayısıyla Bektaşiler tarikatı da yasaklandı, mallan satışa
çıkarıldı. Eski tekkeler “sünnet ve cemaate karşı olmayışları
dolayısıyla, yönetime yararlı görünen Nakşibendîlere bağışlanırken, yeni
yapılan Bektaşi tekkeden de yıktınldı. Sonunda 1826’dan başlayarak
Bektaşiler “sır” oldular. Bununla birlikte bu tarih, tarikatın sonu anlamına
gelmemektedir. Tarikat yeni bir evreye girecek ve ağırlığı eskisinden daha az
olmayacaktır: siyasete daha çok girecek, liberal ve kural-dışı tarikat, yenileşmeleri
ve ilerlemeleri savunan çevrelere yakınlaşarak “terakkî”ci olacaktır.
Bektaşiler, Yeni OsmanlIların, daha sonra da Jön-Türkİcrin politikalarının
yanında yer alacaklardır.
Dinler-üstü ve din adamlarına karşı (supra-confessionel
ve ant i-, clerical) tavır, Abdülmecid saltanatı dönemi (1839-1861)
yönetiminin eğilimlerine uyuyordu. 3 Kasım 1839’da Sadrıâzam Mustafa Reşid
Paşa, Gülhane bahçesinde toplanan devlet adamlarına ve yabancı temsilcilere,
İnsan Hakları Bildirisi’nin Türkiye’ce tanınması demek olan ve dini, ırkı ne
olursa olsun, imparatorluğun bütün uyrukları için eşitlik getiren, Tanzimat
Fermanı adı ile bildiğimiz bildiriyi okuduğunda, bu, daha da güç kazanmış
oldu. Tanzimat Fermanı, 1856 Şubatında yenileştirildi.
1839 Fermanı yeni bir dönemin
başlangıcıydı ve bu yenilenmelerin yapıcısı, altı kez Paris elçisi ve altı kez
sadrâzam olmuş olan Mustafâ Reşid Paşa’ydı (1800-1858). Fakat Mustafa Reşid
Paşa, İngiltere elçisi Lord Stratford Canning’in yakın dostuydu ve bu dostluk
her ikisinin İngiltere’de Masonluğa birlikte girişlerine dayanıyordu.
Masonluk Türkiye’de Lâle
devrinden, yani İngiltere’de ortaya çıkışından hemen somaki yıllardan beri
biliniyordu. Bu, sebepsiz değildi; İngiliz Masonluğu’nun kuruluşunda büyük
payı bulunan Lord Montagu (1690-1749), İngiltere Büyük Locası’nın üstâd-ı
a’zamlanndandı ve 1716’dan 1718 ’e kadar, Bâbıâlî nezdinde İngiltere elçisi
idi. İstanbul’da ilk loca, Damad İbrahim Paşa’nın (ölm. 1730) vezirliği sırasında
Galata’da, bugünkü Perşembe Pazarı’nda kuruldu. Bu semt, o zamanlar, Fransız ve
İtalyanlarca yeğleniyordu. İlk Türk far-masonlar arasında, 1741’de Fransa’da
elçi olarak bulunan, 1755’de vezirliğe yükselen, 28. Mehmed Çelebizâde Said
Efendi; ilk Türk basım evini kendisine borçlu olduğumuz Macar dönmesi İbrahim
Müteferrika; Kumbaracı Ahmed Paşa, öbür adıyla Comte de Bonneval (1675-1742)
vardı. Bu adlara, Tophaneli Yusuf Çelebi gibi bazı tüccar da eklendi.
1748’de, Türkiye’de
Far-masonluk yasaklandı. Ancak III. Selim’in hükümdarlığı yıllarında (1787-1807)
yeniden ortaya çıktı ve yaygınlaştı. 1839’dan sonraki gelişmesinde, özellikle
Kırım Savaşı sırasında (1854-1856) Far-masonluğun ağırlığı duyulacaktır.
İngiliz ve Fransız localar, sayıları artarak, iki gücün karşılaştığı bir yarış
alanına dönüşecek; ayrıca İtalyan, Alman, Yunan ve Ermeni locaların da ortaya
çıktığı görülecektir.[128]
Bektaşiler, Yeniçeriliğin
kaldırılışından sonra, Osmanh yaşamında dışlandılar ve gizliliğe çekilmek
zorunda kalarak Far-masonluğa yaklaştılar. Her zaman hoşgörülü, kural-dışı ve
dinler-üstü tavırlarıyla tanındıklarından, aynı düşünceleri (liberallik, din
adamlarına karşı oluş, kurallara bağlı olmayış) paylaşan Far-masonlarda kendilerine
destek buldular.
Bektaşi erkân, Far-masonların
törenlerinden kuvvetle etkilenmiş olmalıdır: Meydan'm. ya da Cem
alanının düzenlenişi, duruşlar ve yürüyüşler, Üçler, Beşler ve Yediler
erkânının çağrışımları. Bütün bu ayrıntılar, mason kurallarını andırmadadır.
Bektaşiler, kendileri de bunu kabul ederler; fakat onlar far-masonların kendilerinden
etkilenmiş olduğu sonucunu çıkarmadadırlar. Gizlilik ve sülük, ikisinde de söz
konusudur.
Üyeleri liberal ve aydın seçkinlerden
oluşan Bektaşiler, XIX. yüzyılda, Osmanh İmparatorluğu içinde, Far-masonların
Avrupa reform eylemleri içindeki işlevlerine[129]
benzer bir işlev üstlendiler. Yeniden toparlanan Bektaşi Tarikatı, Jön
Türklerin dernekleşmelerine bir destek ve bir sığınak olacaktır.
Acaba, Bektaşiler Far-masonluğa hangi
dönemde girdiler?
Gösterilen, 1867 tarihi olsa da,
sızma 1839’da başlamış olmalıdır. Bununla birlikte 1867-1869 yıllarında,
Müslümanların Far-masonluğa gittikçe genişleyen bir akışı gözleniyor. Bunu
genç bir avukat, 1863 ’te kurulan ve Fransa Büyük Doğu Locası’na bağlı Doğu
Birliği Locası’nın Saygın-Kişi’si Louis Amiable sağlamış bulunuyordu.[130] Louis Amiable,
Osmanh seçkinleri arasında, etkili bir üye toplama çalışmasına girişti ve
bunda başarılı oldu. 1865’te Doğu Birliği’nde yalnız üçTürkbulunuyorken,
1869’da sayılan yüz elli üç birader içinde elli üç kişiye ulaştı.
En parlak adlar arasında,
Şûrâyı Devlet âzâsı Edhem Paşa (general, 1813-1893), Mısır Hidîvi Mehmed Ali
ailesinden ve liberal Yeni Osmanlılar’ın önde gelenlerinden, Prens Mustafa
Fâzıl Paşa (1829- 1875) bulunmaktadır.71
Loca üyeleri içinde,
siyaset ve din adamları, diplomatlar, hatta şairler ve edebiyatçılar vardı. Bu
sonuncular arasında, Şinasi (1824- 1871), Namık Kemal (1840-1888), Ziya Paşa
(1825-1870) da yer almadadır. Ziya Paşa’nın etkisi ile hocalığını yaptığı ve
ilerde V. Murad olarak tahta çıkacak olan veliahd Şehzade Murad ile kardeşleri
Şehzade Nureddin ve Kemaleddin de mason locaya girmişlerdi.72
Bu adlara sonraki
kuşaktan Abdülhak Hâmid’i, Filozof Rıza Tevfik’i, İttihad ve Terakki Cemiyeti
üyesi Şeyhü’l-islâm Mûsa Kâzım Efendi’yi ve yine Bektaşi Babalardan, yüksek
düzeyde Far-mason ve tanınmış Jön Türk Talât Paşa’yı ekleyebiliriz.
Hem Bektaşi, hem
far-mason olan ünlü adlar arasında Namık Kemal’in üzerinde biraz duracağız.73
Namık Kemal, Yeni
OsmanlIlar oluşumunun hazırlayıcılarından biridir. En azından anne tarafından,
bir Bektaşi aileden gelmedeydi. Gençlik eserlerinde, Fuzuli’nin ünlü
mersiye’si, Kerbelâ şehitlerinin anıldığı, Hadikatü’s-süedâfım. (Saadete
Ermişlerin Bahçesi) etkileri bulunuyordu. îlk şiirlerinin yer aldığı
defterlerinde, Ali’yi öven manzumeler vardı.74
Bektaşilerin yalnızca
liberal ve ilerleme yanlısı, terakkici düşün-
Krş. I.
Melikoff, “Le Prince Mustafa Fazil et l’intelligentiaOttoman”, De l’Epopeeaıı
mythe: Itineraire turcologique, İstanbul 1995, s. 193-199.
72‘ Krş. Constantin Svolopoulos,
“L’Initiation de Mourad V â la Franc-Maçonnerie par Cl. Scalieri: Au origines
du mouvement liberal en Turquie”, Balkan Studies, cilt 21, no. 2, 1980,
s. 441-457.
73- Krş. I. Melikoff, “Namık Kemal’in
Bektaşiliği ve Masonluğu”, Tarih ve Toplum, Aralık 1988, s. 337-339.
74'Krş. ŞerifMardin, The Genesis of
Young Ottoman Thought-AStudyintheModernization ofTurkish PoliticalIdeas,
Princeton University Press, 1962, s. 285-288; ayrıca bak.: I.A., “Namık Kemal”
maddesi (Ömer Faruk Akün’ün makalesi). çelerinden
değil, zengin edebiyatlarından, şiirlerinden ve müziklerinden de etkilenmişti.
Bununla birlikte, Namık Kemal,
sürgünden dönüşünde Far-masonluğun çekimine girerek katıldığı loca, Doğu
Birliği değil, bir Yunan locası olan ve 1868’de İstanbul’da kurulmuş bulunan, I
Prodos (Terakki) locası idi. Locanın ilk “saygın-başkan”ı, Aleksandr İzmiridis’di;
onun yerini de, 31 Aralık 1870’de, Şehzade Murad’ın bir dostu aldı.75
Bu loca Fransız Büyük Doğu Locası’na bağlıydı. Fakat üyelerinin büyük çoğunluğu
Türkler ve Rumlardı. 1872 yılı ekim ayında yapılmış sayımda, altmış sekiz
üyeden on dokuzunun Türk olduğu görülmede ve aralarında şu ad da yer almadadır:
Kemal, Mehmed Nâmık; yazar.
Namık Kemal’in, Fransa’da geçen
yıllarına rağmen, Fransız bir locayı değil de, bir Yunan locasını yeğlemiş
oluşunu gözden kaçırmamak gerekir. Bu seçimiyle o, Tanzimat Fermanında
yüceltilen bir emele bağlı kalıyordu: dinleri ve ırkları ne olursa olsun,
imparatorluğun bütün uyrukları arasında eşitlik.
Namık Kemal. Osmanlı vatanına, fakat
din ve ırk ayrımı yapmadan imparatorluğun bütün öğelerini kucaklayan liberal
bir Osmanlı vatanına yürekten bağlıydı. Böylece o, hoşgörü ruhu, dinler üstünde
ve din adamlarına karşı oluşuyla ve evrimci düşünceleriyle, BektaşiIcrin
yolundan gitmiş oluyordu. Türkiye’de laik bir devlet kurma çabalarında,
Atatürk’ü Bektaşilerin desteğini almaya götüren de onların din adamlarına karşı
ve ilerlemeden yana tavırlarıydı.
22-23 Aralık 1919’da, Sivas
Kongresi’nden sonra, Ankara’ya dönüşünde, Kemal Atatürk, Bektaşilerin desteğini
sağlamlaştırmak için Hacıbektaş’a uğradı. Her yıl 22-23 Aralık’ta,
Hacıbektaş’ta, bu ziyaret anılmaktadır.
Bitirmeden, günümüz Türkiye’sinde
laik değerleri savunmada I lektaşilere ve Alevilere düşen görevlere de dikkat
çekeceğim.
751 Bak.: Constantin Svolopoulos,
a.g.e.; Paul Dumont, a.g.e.
Osmanh İmparatorluğu Avrupa’daki
topraklarını koruduğu sürece, önde Bektaşiler yer aldığı için, yalnız onlardan
söz ettim. Bektaşiler, Trakya ve Balkanlar’da, sağlam kökler salmışlar ve Osmanh
seçkin sınıfı içinde yer edinmişlerdi. Fakat Avrupa’daki toprakların elden
çıkması ile ağırlık öbür yana kaydı. Günümüzde Alevileri öne çıkaran ve
Bektaşileri gölgeye iten de budur.
Aynı şekilde, sosyal durumları da
değişime uğradı: Düzenli bir tarikat oluşturdukları kent çevrelerinde
yerleşik bir yaşama geçen Bektaşiler, aydın seçkinler arasında yer alırlarken,
Anadolu köylerinde bir köşeye atılıp kalmış Aleviler, yüzyıllarca, az ya da
çok, eğitimsiz kaldılar.
Günümüzde Aleviler artık aydınlığa
çıkmadadırlar. Onlara, aydınlar, üniversite üyeleri, yazarlar, siyaset
adandan arasında, her çevrede rastlanıyor. Yalnız hedefleri değişmemiştir:
Onlar, hoşgörülü ve ilerlemelere açık; özgürlüklerden ve demokrasiden yanadır
ve Atatürk’ün laik devlet görüşüne bağlıdırlar.
GEÇMİŞTE VE GÜNÜMÜZDE
TÜRKİYE’DE ŞAH İSMAİL’E TAPMA
Bu incelemede, Safevî tarikatının
tarihsel gelişimini vermeyi amaçlamıyoruz. Bu konu, aralarında meslektaşım ve
arkadaşım Oktay Efendiev ve Fransa’dan tanınmış Saf evî araştırıcıları olmak
üzere, merhum Jean Aubin, merhum Faruk Sümer ve birçok ünlü tarihçi tarafından
birçok kez ele alındı.
Burada başlıca, Şeyh Cüneyd’in, Şeyh
Haydar’ın, özellikle de Şah İsmail’in dinsel inançları ile resmî inanış olarak
Şiîliği zorladıkları -ve Pers birliğini yeniden kurmada onları başarıya
ulaştıran- Türk boylarının etkilerinden söz etmek istiyorum.
Şah İsmail’in, daha doğru bir deyişle
Hatai’nin anısı, Türkiye’de Alevi-Bektaşi çevrelerde, günümüzde de yaşamakta;
adı toplantılarda okunmada, şiirleri törenlerde ve âşık dinletilerinde her
vesile ile söylenmektedir. Bu sebeple, Anadolu halkının büyük bir çoğunluğu
için, Hatai adının her zaman ağırlıklı bir yeri bulunduğunu anımsatmamız
yerinde olacaktır.
Başlangıçta, Tebriz’in hâkimi
Karakoyunlu hükümdar Cahan Şah, Şeyh Cüneyd’i Erdebil’den sürdüğünde böylece
ruhani bir tarikatın değişimini hazırlamış olduğunu ve Sünnî İslâm’ın sınırlan
içinden savaşçı ve siyasi bir gücün doğmasına yol açmış olacağını elbette
kimse bilemezdi.
Yeni gücün gözü pek atılganlığı,
cemaat-dışı inançlanyla tanınan göçer Türk boylanndan kaynaklanmadaydı. Cüneyd
ve yerine geçenler, onların Orta Asya gelenek ve göreneklerine bağlı
inançlanndan yararlanmayı başardılar. Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Kuzey
Suriye’den gelen bu boylar, yeniden-bedenleşmeye (reincamation) ve Tanrı’nın insim
suretinde belirişlerine (manifestasyon) inanıyorlardı. Bu boyların adlarını,
birçok kez belirtildiği için burada tekrara gerek duymuyoruz.
Erdebil’den
çıkarılışından sonra Cüneyd, Ali soyundan geldiğini, “seyyıd” olduğunu öne
sürerek aşın-Şiî içerikli düşünceler yaymaya başladı. Bu sebeple önce
Konya’da, ardından Hurufî çevrelerle ilişki kurduğu Antakya’da istenmez ilân
edilince, Cahan Şah’la savaş durumundaki Akkoyunlu Uzun Hasan’ca kabul gördüğü
Trabzon’a ve oradan Diyarbekir’e geçti. Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm
Te evlenerek Diyarbekir’de üç yıl sessiz kaldı. Daha sonra Erdebil’e geri
dönmek istedi. Fakat önce, Türkmen taraftarlarının yağma ve gaza
beklentilerini karşılamak amacıyla Dağıstan Hıristiyanları üzerine yürümeye
karar verdi. Fakat Şirvanşah Halîlullah, topraklarından geçmesine karşı çıktı.
1460 yılında bir savaş sırasında Cüneyd öldürüldü. Doğaüstü güçleri bulunduğuna
inanan taraftarları başlangıçta onun ölmüş olduğu düşüncesini kabul etmek
istemediler; fakat kısa zamanda da henüz bir çocuk olan oğlu Haydar’a
bağlandılar.
1469’da Uzun Hasan, Cahan
Şah’ı bozguna uğratarak yeğeni Haydar’ı Erdebil’e yerleştirdi ve onu Âlemşah
olarak tanınan kızı Halime Begüm Te evlendirdi.
Şeyh Haydar’ın kısa
hükümdarlığı zamanındadır ki, dinsel ve siyasi Kızılbaş çizgi belirginleşti.
Savaşçı göçer
Türkmenlerin katılışı, bu din tarikatını, inançları cemaat-dışı olmakla
birlikte, inanç uğruna savaşılan bir gaziler eylemine dönüştürdü. Şeyh
Haydar taraftarlarına, Tâc-ı Haydarî adı verilen on iki dilimli kızıl börkleri
dolayısıyla, “Kızılbaş’lar dendi. Oluşum böyle başladı.
Taraftarları, Şeyh
Haydar’m Tanrı olduğunu söylüyor, diz çökerek ona dua ediyorlardı. Uzun Hasan
1478’de öldü. Ölümünden sonra Akkoyunlular yönetimi zayıflamaya başladı. Yerine
on dört yaşındaki oğlu geçti. Haydar taraftarlarının sayısı giderek artıyordu.
Çoğu Anadolu’dan gelmeydi. Yoksul, yalın ayak, atsız ve pusatsızdılar. Haydar,
Dağıstan’a ilk akınından zengin ganimetle döndü.
Şeyh Haydar, 1488’de,
Şirvanşah Ferruh Yesar’a karşı üçüncü bir Kafkas seferine çıktı: Babasının
öldüııilüşünün öcünü alma peşindeydi. Fakat o yılın 6 Temmuz’unda Tabasaran’da
öldürüldü; kafası, kesilerek Yakub Bey’e gönderildi. Safevi şeyhleri içinde
yalnız o Erdebil’de aile türbesine gömülü değildir.
Yakub Bey, Safevileri Erdebil’den
çıkardı ve Haydar’m üç oğlu ile kendisinin de kız kardeşi olan Âlemşâh’ı İştar
kalesine kapattı; Yakub’un ölümüne kadar, dört yıldan fazla orada kaldılar.
Haydar’m oğullarından en küçüğü, Şah
İsmail, 1487’de doğmuştu. Yakub’un ölümüyle yerine geçen oğlu Bay Sungur ile
Haydar’m en büyük oğlu Sultan Ali, Akkoyunlu Rüstem Bey tarafından öldürüldü ve
Safevi oğullan bir kez daha zulme uğradılar. Kısa sürelerle çok hızlı bir kaçıp
kovalama döneminden sonra, Gîlân’da, Lâhican Emîri’nin yanma sığındılar. İsmail
burada altı yıldan fazla kaldı; bilgili bir insan, Türkçe ve Farsça şiirler
yazan iyi bir şair olmak için gerekli eğitimi aldı. Sağlam bir tasavvuf
birikimine rağmen sebatsız bir insandı: Bu da, çocukluk yıllarının çok dalgalı
oluşuyla açıklanabilecektir.
Sağlam bir kişiliği vardı; zeki ve
yüksek emelleri olan bir insandı. Bunun yanında, bütün irfanına rağmen,
kendisini zafere götüren Türkmen boylardan gelen zalim bir zemin de
bulunmadaydı.
İslâm eğitiminden geliyor olsa da,
inançlarında, Akkoyunlularm kalıntısı, kadim Orta Asya inanış ve
uygulayışlarının izlerini koruyordu. Şiirlerinde, yeniden-bedenleşme
(Reincamation) ve biçimlenmelerin sürekliliği (tenasüh) inançlarının varlığını
görüyoruz. Kendisinin Zât-ı Hak, Tanrı’mn zâtı; Mazhar-ı Hak,
Alî’nin sürekli bedenleşmelerindenbiri ve rt/f’nin sırrı olduğunu söylüyordu.
Zaman zaman, eski Türklerin de
yaptığı gibi, kendini Tanrı’ya daha yakınlaşmış bulduğu dağ tepelerine çıkarak
dua etmekten hoşlanıyordu. Kendinden geçmek istiyor ve coşku sağlama amacıyla
çeşitli aracılar deniyordu: Bunlar arasında yakut tozu da kullanmıştı.
Şölenleri, eski Türk-Moğol
“toy”larını andırıyordu; sazlar çalınıyor, şarkılar söyleniyor ve yaşamının
sonuna dek sürdürdüğü alışkanlığı, içki içiliyordu.
Genç Şah, 1499 Eylül’ünde, nüfuzlu
yedi halifeliyle birlikte,
Erdebil’e gitmek üzere
Lâhican’dan ayrıldı. Her biri, Ercüvan’dan, Anadolu ve Azerbaycan’daki
taraftarlara çağrı yolladı ve ertesi ilkbaharda, yedi Kızılbaş boy Erzincan’da
kendilerine katıldı. İlk hedefi babasının öcünü almaktı ve bu sebeple ordusunu
Şirvan’a yöneltti. 1501 Mart’ının 12’sinde, Şirvanşah Ferruh Yesar öldürüldü.
İsmail cesedi yaktırdı. Daha sonra Nahçivan yakınında Akkoyunlu beyi Elvand’ı
bozguna uğratarak zaferle Tebriz’e girdi. Kendisine şahlık tacı giydirildi. Bu
sırada on beş yaşındaydı. Anadolu’dan, Azerbaycan’dan gelen gözü pek Türk
boylarının katkısıyla, başlangıçta barışçı bir sûfı tarikat olan Safevilik, Pers
birliğinin yeni kurucusu ve resmî din olarak Şiîliğin yayıcısı görünümünü aldı.
Şeyh Haydar zamanında ortaya çıkmış bulunan Kızılbaş adlandırması ise İran’da
ortadan kaybolduktan sonra da yaşamını Anadolu’da sürdürdü. Kızılbaşlık, On
İki İmam’a bağlı olunmakla birlikte; yeniden bedenleşmeler (tenasüh), Tanrı’nın
insan görünümünde belirişi (tecellî) ve Tanrı ’nın tecellîsi, mazhar'ı
olan Ali’nin yeniden bedenleşmesi olduğuna inanılan Şah İsmail’e tapma gibi,
uç çizgiler taşıyan bir Şiîlik görünümü sunmadaydı.
Kızılbaş inanış, yalnız Türkmen
boylar arasında yayılmakla kalmadı. Lonca erleri (Ahî'ler) ile halk
dervişlerinin (zf/ıt/a/’larm) tarikatlarına da sızdı. Ahî'lerin,
Gazz’lerin, ^ft(Za/Tarın Kızılbaş eylemine katıldıklarını Hatai, kendisi
söylemektedir:
Şâhun
evlâdına ikrar edenler Ahîler, Gaziler, Abdallar oldu
Şiirlerinde, Şah İsmail -ki bu
şiirlerle o savaşçılarını coşturmayı ve yönlendirmeyi amaçlamadaydı-, “Hatai”
mahlâsını kullanıyordu. Cüneyd’e ve Haydar’a tapan Türkmenler, olağandışı
kişiliği yanında, eşsiz yüz güzelliği dolayısıyla, Şah İsmail’i tanrılaştırmaya
hazırdılar. Ona o kadar inanıyorlardı ki, bağırları açık savaşın ortasına
dalıyorlar, korunmayı yalnızca onun adını anmada buluyorlardı.
Şah İsmail, kendisi, gerçekten
Tanrılığına inanıyor muydu? Coşku dolu şiirlerine bakılırsa ve henüz çok genç
olduğunu da anımsarsak, kendisinin, Ali’nin bir bedenleşmesi olduğuna
gerçekten inandığını düşünme eğilimindeyim. Bunu, şiirlerinde de, üzerinde
durarak, söylemektedir.
İşte iki örnek:
Allah
Allah deyiin Gaziler din Şah menem Karşu gelün secde kılun Gazilerdin Şah menem
Uçmakta tûtı kuşıyam ağır leşker er-başıyam Men sufîler yoldaşıyam Gaziler din
Şah menem Neyerd’ekersen biterem handa çağır san yeter em Sufîler elin dutaram
Gaziler din Şah menem Mansur ile darda idim Halil ile narda idim Musa ile Tur
da idim Gaziler din Şah menem Israadan berü gelün Navruz idün Şah ’a gelün Hey
Gaziler secde kılun Gaziler din Şah menem Kırmızı taclu boz atlu ağır leşker
heybetlü Yusuf Peyamber sı fatlu Gaziler din Şah menem Hatâî 'yem al atluyem
sözi şekerden tatluyem Murtaza Ali zatluyem Gaziler din Şah menem
Gül
ağaçdan bitdi geldi Şâha yoldaş olmağa Sırr-ı Şah idi ezelden geldi sırdaş
olmağa Yüreği dağ olmayınca bağru kanlu lâ ’l-tek Hîç kimin hakkı yokdur kim
Kızılbaş olmağa "Küntü kenzen ” sırrı devrinde Muhammed nûrıdur Kırmızı
tâc ile geldi âleme fâş olmağa İsmi İsmâîldur zâtı Emîr-el-mü ’minîn Yüzini
görgec Havâric râzı (dur) taş olmağa
Bu örnekler, genç Şah
İsmail’in kişiliğini ve kendisine yönelik yüceltici düşüncelerini gösteriyor.
Metinler, Hatai şiirlerinin Tourkhan Gandjei’nin XV. yüzyıl yazmalarına
dayanarak hazırladığı tek ciddî yayından alınmıştır. Elimizde başka metinler de
bulunmakla birlikte, çoğu Alevilerce törenlerde söylenegeldiği ve Zjz/t’larca
sürekli okundukları için bunlar güvenilmez yayınlardır. Bu yayınlardaki manzumelerin
birçoğu şaire ait olmayabilecektir: Hiçbir şair, Hatai kadar taklit
edilmemiştir. Arab’ının Bakû’da basılmış olan Türkçe yayınlarında da
manzumelerinin çoğunun elenmesi gerekmektedir. Hatta şiirlerinin tenkitli bir
yayınına da büyük bir gereksinme vardır. Böyle bir yayın, yalnız, XVI. yüzyılla
XVII. yüzyıl başlangıcına, ek metinler henüz çoğalmadan önceki yazmalara
dayanmak zorundadır. Bu yayının Azerî diline yakınlığı olan ve Hatai’nin
şiirleri anız’ia yazıldığı için, aruz vezinlerini bilen bir
uzmanca yapılması gerekir. Böyle bir çalışmanın Hatai’nin şiirlerini iyi
tanıyan ve gerekli bütün nitelikleri taşıyan meslektaşımız ve arkadaşımız
Tourkhan Gandjei tarafından yapılmamış olmasından derin üzüntü duymadayız.
Şah İsmail’in, Ali’nin
yeniden-bedenleşmesi olduğuna inancı ve kendisi için beslediği yüksek
düşünceler 1514 Çaldıran yenilgisine kadar sürdü. Bu yenilgiden sonraysa, artık
aynı adam değildi. O günden sonra, bir daha hiç gülmediğini kendisi söylüyor;
1524’te ölümüne kadar. Umutsuzluğunun bir yankısını, muhtemel olarak Çaldıran’dan
hemen sonra yazdığı, bir şiirinde de görüyoruz:
Neler
geldi gelesidür meded hey Cihan ehli ölesidür meded hey
Bu
bedbaht Âdem-oğlundan tamâmet Yedi darnu dolasıdur meded hey
Hatâî
derdine derman bulunmaz Ya Rab hali n 'olasıdur meded hey
Şah İsmail’in anısı,
Türkiye’de Bektaşi-Aleviler arasında her zaman canh durmaktadır. Âyin-i Cem
adı verilen törenlerin her tekrarlanışında, o anılmadadır: Tören, duvazdeh
adı verilen, On İki İmâm’a övgü, üç nefes okunarak başlar ki bu manzumelerin en
az biri Hatai’nin olmalıdır. Tören boyunca, özellikle de en çok ağırlık verilen
Tevhid bölümünde onun deyişleri söylenir. Bektaşilerin, Şah İsmail’in yaşadığı
dönemden önce oluşmuş bir erkânı ve törenlerinin ayrı özellikleri olsa da,
belirgin bazı çizgiler yine onun zamanında ortaya çıkmış görünmektedir. Bu, Ali
adının Tanrı söylemi ile kapah biçimde iç içe geçtiği Tevhid'&e
açıkça görülür. Katılanlar, Âşık' la birlikte sağa sola sallanarak
yakarmadadırlar. Yakarışın, manevî Şah, Şâh-ı Merdân, Ali’ye bir niyaz
olduğu açıktır. Fakat Şah İsmail’in yaşadığı dönemde bu niyaz, manevî Şah’la
dünyevî Şah birleştirilerek yapılıyordu. Tören, Şah İsmail’den en az bir mersiye
okunması âdet olan, Kerbelâ faciasının anılışı ile sona erer. Hatai adı
geçtiğinde katılanlar sağ ellerini kalplerine, sonra dudaklarına götürerek
coşku içinde lükûa varırlar.
Şah İsmail’in ruhu hep
oradadır ve her törende yaşam bulur. Geçen çağlar anısını silmemiştir ve Hatai
adı, ona tapmayı sürdürenlerin yüreğinde, ta derindedir.
Türkiye nüfusunun büyük
bir bölümünü oluşturan Bektaşi-Alevilerin kimliklerine de kısaca değinmek
yararlı olabilecektir: Kökenleri, XII.-XIII. yüzyıl ve hatta XIV. yüzyılda
Anadolu’ya gelmiş olan göçer Türk boylarına dayanmadadır. Osmanhların da
kökenini oluşturan bu topluluklar, geniş bir alana yayılmışlardır. İran
Azerbaycan’ından bütün Anadolu ve Trakya’ya, Balkanlar’da Arnavutluk içlerine
kadar onlara rastlanabilmededir.
Bu boylaruı inançları,
eski Orta-Asya gelenek ve göreneklerinin izlerini taşıyan ve Türk ulusların
karşılaştıkları, Mani’cilik, Buda’cılık, Nesturîlik vb. farklı inançlardan
gelme öğelerin yer aldığı bir dinler karışımıdır.
Bu boyların çoğu,
Kızılbaş eylemin ateşli yandaşlarıydılar. Kızılbaş Şiîliğin etkisi, günümüzde
Alevilik adı verilen olguda da görü-
lüyor. Alevi sözcüğü,
Kızılbaş sözcüğünün yerini almış bulunmaktadır. Bütün bu topluluklar Şah
İsmail’e derin saygı duymadaydılar ve bu saygı bugün de korunmadadır. Şah
İsmail ’in süregelen etkisi, törenlerde, özellikle de Âyin-i Cem içinde
ayırt edilebilmededir.76
76‘ Yararlanılan başlıca kaynaklar:
1.
Arslanoğlu, İbrahim; Şah İsmail Hatayı ve Anadolu
Hatayileri, İstanbul 1992.
2.
Aubin, Jean; La Politique religieuse des Safavides
dans le Shiisnıe Imamite, Paris 1970.
3.
Aubin, Jean; “L’avenement des Safavides reconsidere”, Etudes
Safavides III, Moyen-Orient et Ocean Indien XVI-X1X e siecles, n 5, Paris
1988.
4.
Birdoğan, Nejat; Alevilerin büyük hükümdarı: Şah
İsmail Hatai, İstanbul 1991.
5.
Efendiev, Oktay; “Le röle des tribus de langue turque
dans la creation de l’Etat safavides”, Tıırcica VI, 1975, s. 24-39.
6.
Efendiev, Oktay; Azerba'idzanskoje Gosııdarstro
sefevidov v XVI-on veke, Bakû 1981.
7.
Ergun, Sadeddin Nüzhet; Hatayi Divanı Şah İsmail
Safevi, İstanbul 1956.
8.
Gandjei, Tourkhan; II canzoniere di Şah Isma
’il-Hata ’i, Napoli 1959.
9.
Melikoff, irene; “Le probleme Kizilbaş”, Turcica
VI, 1975, 49-67.
10.
Melikoff, irene; Hadji Bektach: Unmythe et ses
avatars, Leiden 1998.
11.
Memmedov,Aziz Aga; Sah Ismajyl Hataji, eserleri,
I, Bakû 1966; II, Bakû 1973 (Arab harfleri ile) ve I, Bakû 1975; II, Bakû 1976
(Kiril harfleri ile).
12.
Minorsky, Vladimir; “The petry of Shah İsmail”, I, BSOAS
X, 1939-1942, s. 1007a-1053a.
13.
Sohrweide,A. ;“DerZiegden Safaviden in Persien und
seine Rückwirkungen auf die Schiiten Anatolicns im 16-Jahrhundert”, Der
İslam, 41; 1965, s. 95-223.
14.
Sümer, Faruk; “Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve
gelişmesinde Anadolu Türkleri’nin rolü”, Şah İsmail ve Halifeleri ve Anadolu
Türkleri, Ankara 1992 (TTK VII, n. 128)
15.
Togan, Zeki Velidi; “Sur l’origine des Safavides”, Melanges
Massignon Şam 1957, s. 345-357.
Çok zengin, Bektaşi-Alevi edebiyatına
bu ilgi, ne bir abartmadır, ne de değerinin üstünde bir övgü. Gerçekte o, Türk
halk edebiyatının en geniş dilimini oluşturmadadır. Aynı zamanda, Bektaşîliğin
ve özellikle onun bir halk biçimlenişi olan Aleviliğin incelenişinde önde
gelen bir kaynaktır. Alevi ne/afleri (ilâhî’leri), bütün edimlerin, inançların
özünü içermededir. Fakat bütün halk edebiyatları için olduğu gibi, ağızdan
ağıza aktarılan bir edebiyat oluşu dolayısıyla, araştırılması zorluklar
taşımaktadır. Şairlere sonradan yakıştırmalar pek çoktur ve bir eser birden çok
kimseye mal edilebilmektedir. Ayrıca nazirelerin sebep olduğu, karmaşıklık
problemi de vardır. Uydurma ve yakıştırmaların sayıca çokluğu, âyinlerde ya da
yaşamın büyük olaylarında nefes'ler okuyan ozanlar için bir sorun
olmaktadır. Söz konusu yakıştırmaların -güçlüğü çok açık- bir sıralaması
gerekse, Pir Sultan adının, Hatai’yle birlikte en başta yer aldığı ve onun da
Hatai’den geri kalmadığı görülecektir. Hatai öne geçebilse de, halk arasında
ağır basan, hep ikisidir.
Hatai, etkili ve peşinden sürükleyici
bir kişilik olmuş ise, Pir Sultan Abdal da Bektaşi-Alevi şairlerin en
sevileni, en çok dinleneni olmuştur. O yalnızca, şiirleri kolayca ayırt
edilebilen kalıcı vasfıyla belirgin ve tanınmış büyük bir şair değil, yaşamı
söylencelerle çevrili ve baş kaldırışı dolayısıyla renkli, yüksek bir
kişiliktir de.
Şiirlerinin sürekli olarak ve
düzenli, yeni basımları yapılıyor olsa da, bunlar arasında merhum Abdülbaki
Gölpınarh ve merhum Pertev N. Boratav’ın tenkitli yayınlarına ayrı bir yer
vermek gerekir. Buna İbrahim Arslanoğlu’nun yayımladığı Pir Sultan Abdal'ı
da (İstanbul 1984) ekleyebiliriz. Bu yazara, Hatai’nin şiirlerinin tenkitli bir
yayınını da borçlu bulunuyoruz: Şah İsmail Hatayi ve Anadolu Hatayileri
(İstanbul 1992). Böyle bir yayının eksikliği uzun süredir duyuluyordu.
Bu sınırlı yazıda Pir
Sultan ’m bütün yayınlarını anmamıza imkân yoktur. Sayıları epeycedir ve çoğu
hiçbir tenkitli basım kaygısı duyulmadan yapılmış yayınlardır. Söz etmeden
geçemeyeceğim üçünü anmakla yetiniyorum:
Her zaman için kaynak,
önde gelen ve vazgeçilmez bir yayın olarak A. Gölpınarlı ve Pertev N.
Boratav’ın büyük incelemeleri, Pir Sultan Abdal (Ankara 1943). Bir de
Cahit Öztelli’nin kusursuz yayını: Pir Sultan Abdal-Bütün Şiirleri
(1971, Milliyet yayınları). Yazar, bu çalışmasını çok zengin, kişisel cönk
koleksiyonuna dayamaktadır. Cönk, her âşık'ın elinin altında
bulundurduğu ve söylediği şiirlerin yer aldığı, bir antoloji niteliğinde,
kişisel derlemelere denir. Öztelli’nin yayınında, yazarın, söz konusu özel
koleksiyonundan yararlanılmıştır ve hiç yayınlanmamış çok sayıda şiir yer
almadadır. Ancak, tenkitli bir basım değildir. İbrahim Arslanoğlu ise, tenkitli
bir yayın oluşturmaya çalışmıştır.
Eserinin bazı yayınlarını
gözden geçirdikten sonra; Pir Sultan Abdal üzerine bir incelemenin -hatta söz
konusu, küçük bir makale bile olsa-; şairin söylenceli yaşamına değinen bir
bölüm, yaşamına ayrılmaz biçimde bağlı olan başkaldırısı üzerine bir bölüm ve
en son, üstlendiği sürükleyici “rol”le söylencesinin oluşumu üzerine bir deneme
içermesi gerektiğini ekleyelim.
Yaşamı pek çok kez ele
alınmış ve bunlarda eserine dayanılmıştır. Başkaldırısı üzerineyse, resmî
tarihlerde de, arşiv belgelerinde de, hiçbir yankıya rastlanmamaktadır. Bu
kaynaklarda yalnız mühim ayaklanmalara yer vardır ve küçük olayların bunlara
herhangi bir yansıması söz konusu değildir. Eğer, Pir Sultan Abdal'ın
başkaldırısı şiirinde yer almamış olsaydı unutulup gidecekti. Başkaldırısı,
bir söylence ışığının çevrelediği şiirleri dolayısıyla bilinmektedir. Buna
karşılık, birçokları ve daha mühim olanları uzmanlarca bile ele alınmadan tarihin
bir köşesine atılırken, onun başkaldırısı, Alevi-Bektaşilerin anılarında, her
zaman canlı durmadadır.
Pir Sultan Abdal, gerçek adıyla
Haydar, Sivas’a bağlı Banaz Köyü’ndendi. Bektaşi bir dervişler topluluğunun
ulularındandı. Sosyal ve dinsel nitelikli bir ayaklanmanın başında yer aldı. Bu
ayaklanma Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) ile Şah İsmail’in yerine geçen
oğlu, -şiirlerinde Pir Sultan ’ın da kendisine göndermeler yaptığı- Şah
Tahmasp’ın (1524-1576) hükümdarlıkları yıllarında olmuştu.
Pir Sultan Abdal ’ın müridleri
arasında, Sivas ve Hafik arasında yer alan Sofular köyünden, Hızır adlı bir
dervişi vardı. Hızır, talihinin peşinde İstanbul’a gitti ve orada yıldızı parladı,
paşa ve sonra beylerbeyi (genel vali) oldu.
Söylencelere göre paşa ve vezir
olacağını ve gelip kendisini astıracağını Pir Sultan kendisine önceden
söylemişti. Söylediği gibi, kendisi bir ayaklanmanın başında yer aldığında
eski müridi de Paşa olarak ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi. Pir
Sultan, Sivas’ta Toprakkale’ye kapatıldı ve ölüm cezasına çarptırıldı.
Yine söylenceye göre, Hızır Paşa,
içinde “Şah” sözcüğü geçmeyen üç nefes okumasını isteyerek yaşamını
bağışlamayı denedi. Pir Sultan raz’ını getirtti ve Şâh’ı öven üç nefes
okudu.
Şah İsmail’le I. Selim arasındaki
savaşın yeni alt üst ettiği bir dönemde, manevi Şah ölümlü Şah’la çoğu kez
istenerek karıştırılıyor olsa da, andığı, İran’daki Şah değil, manevî Şah, Şâh-ı
merdan, yani doğrudan Ali idi.
Pir Sultan Abdal, Sivas’ta asıldı ve
Hızır Paşa adı lânetlendi.
Hızır adım taşıyan pek çok devlet
adamı bulunmaktadır. Bununla birlikte, 1551-52 ve 1567 yılları arasında görevde
bulunmuş birinin söz konusu olduğunu düşünebiliriz. Bir Hızır Paşa, 1560-1567
yıllan arasında Beylerbeyi ve Bağdat valisi olarak bulunmuştu. Ayaklanmayla ilgili
olaylar, Pir Sultan’ın yakalanışı ve asılışı, bu tarihler arasında, Paşa’mn
Bağdat yolu üzerindeki Sivas’tan geçişi sırasında olmalıdır.
Asılmasına sebep olan ve Ali’yi öven
üç nefes hep okuna gelmiştir.
îlkin şu nefes dinlenmiş olacaktır:
Hızır Paşa bizi berdar
etmeden
Açılın
kapılar Şah ’a gidelim Siyaset günleri gelip yetmeden Açılın kapılar, Şah ’a
gidelim
(Hızır Paşa bizi
asmadan, açılın kapılar Şah ’a gidelim; ceza günlerimiz gelip çatmadan,
kapılar, açılın Şah ’a gidelim.)
Sonra da tutanağı
hazırlayan görevliye dönerek şu deyişi okumuş olmalıdır:
Kul
olayım kalem tutan ellere Kâtip ahvalimi Şah ’a böyle yaz
Allah
’ı seversen kâtip böyle yaz Dün ü gün ol Şah ’a eylerim niyaz Umarım yıkılsın
şu kanlı Sivas Kâtip ahvâlimi Şah ’a böyle yaz
Büyük Âşık Feyzullah
Çınar’ın da başarılı okumalarından biri olan, şu üçüncü ile de söz
tamamlanacaktır:
Karşıda
görünen ne güzel yayla Bir dem süremedim giderim böyle Elâ gözlü Pirim sen
himmet eyle Ben de bu yayladan Şah ’a giderim
Pir Sultan Abdal ’ım
dünya durulmaz
Gitti giden ömür, geri
dönülmez
Gözlerim
de Şah yolundan ayrılmaz Ben de bu yayladan Şah ’a giderim
Bununla birlikte, bu «e/es’lerin
yalnızca manevi Şah’a bir gönderme olduğu kesin değildir. Bazıları İran Şahı
Tahmasp’a da çağrı olabilecektir. Kimi mısralar şairin İran’a gittiğini
kanıtlıyor gibidir:
Yürüyüş eyledi Urum üstüne Ali nesli güzel İmam
geliyor Koca Haydar, Şâh-ı Cihan torunu Ali nesli güzel İmam geliyor.[131]
Söylence, Pir Sultan’dan alınarak
başkaldırı güncelleştirilmede, bundan dolayı, olayın, sebepleri içinde
çözümlenmesi güçleşmektedir. Pir Sultan bir halk kahramanı yapılmada ve
ayaklanması sosyal baskı kurbanlarının ve halkın hukukunun savunulduğu bir
eyleme dönüşmededir. Şiirleri sevilerek okunmada ve çoğu kez, halk şiirinin
sözlü bir gelenek oluşu dolayısıyla, koşullara göre kolayca değişmelere
uğramaktadır.
Pir Sultan Abdal’ın, araya yetimlerin
ve mazlumların hakkı sorulan mısralar katılarak muhalif genç kuşağın toplu
söylemine dönüştürülmüş bir başkaldırı şiiri bulunmaktadır ki, A. Gölpınarlı
ve P.N. Boratav’ın tenkitli yayınlarına göre,[132]
metin şöyledir:
Gelin canlar bir
olalım
Münkire kılıç çalalım Hüseyn 'in kanın alalım
Tevekkeldi teâlallah
Açalım kızıl sancağı
Geçsin Yezid ’lerin çağı Elimizde aşk bıçağı
Tevekkeldi teâlallah
Mervan
soyunu vuralım Hüseyn ’in kanın soralım Padişahın öldürelim Tevekkeldi
teâlallah
Pir Sultan im geldim
cüşa
Münkirlerin
aklı şaşa Takdir olan gelir başa Tevekkeldi teâlallah[133]
Asıl metinde, gerçekte,
herhangi bir sosyal istek bulunmamaktadır. Her zaman Safevîlerin yanında yer
almış olan Kızılbaşlarm kızıl sancaklarına gönderme vardır. Şiir, özellikle
Hüseyn’in öcünü almaya ve onun düşmanları, Kerbelâ faciasının sorumluları,
halife Mervan ve Yezîd’e düşmanlığa bir çağrıdır; başka bir deyişle, Şiflerin teberrâ
ve tevellâ şiirlerinden biridir: Hüseyn’in düşmanlarına nefret ve Ehl-i
Bey t’e muhabbet. Son dörtlükten bir öncekinde yer alan öldürme çağrısı,
Hüseyn’i öldürenlere karşı bir çağrı olarak alınabilir; fakat aynı zamanda
Osmanh hükümdarına da. Her halde, Pir Sultan burada bir ayaklanmacı olarak
iyice belirmededir. İmgesini değiştirerek, söylence onu, mazlumların
savunucusu, örnek bir kahramana dönüştürür.
Şiirsellik açısından Pir
Sultan’ın eseri, doğa betimlemeleri ve görünümlerin zenginliği ile erişilmez
örnekler içermededir. Betimlemeler kimi zaman savaşçı bir solukla canlanır;
fakat daha çok mistiktir. Bu yönüyle de eşsiz güzelliktedirler: Onlarda, şairin
doğasından gelen mistik bir derinlik bulunmaktadır. Mistik kavrayışı dile
getirmede bitkiler ve hayvanlar dünyasından alınan simgelerden
yararlanılmaktadır.
İşte çok tanınan bir
şiiri. Şiir anlayışının ayırıcı çizgilerinden biri olan kapalı bir anlatımla,
şair “sülûk”ü anlatmaktadır:80
Uyur
idik uyardılar Diriye saydılar bizi Koyun olduk ses banladık Sürüye saydılar
bizi
Sürülüb kasaba gittik
Kanarayı
meskân ettik Didar defterine yettik Şükür hoş gördüler bizi
Halimizi hal eyledik
Yolumuzu yol eyledik
Her çiçekten bal
eyledik
Arıya saydılar bizi
Hak divanı ’na
dizildik
Pir defterine yazıldık
Bal olduk şerbet
ezildik
Doluya saydılar bizi
Pir Sultan im Haydar
şunda
Çok keramet var
insanda
O cihanda bu cihanda
Ali’ye saydılar bizi81
M- “Gaflet uykusundan uyandırdılar,
bizi diriler arasına koydular (Sûfilerin “ölmeden önce ölmek”, “sülûkde
dirilmek için dünyada candan geçmek” söylemine gönderme). /Söz banlayan koyun
olduk, sürüye aldılar./Kendimizi Yol’a bıraktık; kesilmeye boyun eğdik,
Seçkinler defterine geçtik, ölmüşlerden saydılar./Halimizi düzene soktuk, Yol’u
bulduk, her çiçekten bal aldık, bizi andan saydılar./Aşk ve biliş defterine
geçtik, Yol-göstericinin karşısında sıralandık, bal olduk, şerbet kılındık,
içkiden saydılar./Pir Sultan’ım; Haydar’ım şu dünyada. Pek çok keramet var
insanda. Bu sebepledir ki bu dünyada ve o dünyada, bizi Ali’ye lâyık
buldular.”
Kerbelâ olayının anısı,
Bektaşi-Alevilerin belleğinde hep yaşamaktadır: Her törende anılır. Hüseyn’in
ölümü, yığınlara coşku ve heyecan getirir.
Bununla birlikte,
simgeleştirmenin hep hazır bulunduğu halk çevrelerinde, olgular sürekli
güncelleştirilmededir. Hüseyn, her koşula göre yeniden yaşam bulur. Kerbelâ,
zulmün, baskının, Alevilerin kurban verdikleri kıyımların ve Hüseyn, dökülen
kanının öcü alınması gereken şehit kahramanın simgesi olur:
Tanrıların gücü zamanla
zayıflar ve artık kendilerine tapmanın gerektirdiği yükseklikte
bulunmayabilirler. İnsan türünün yaşamına uzak ve yabancı en yüksek gök-tanrı
Uranüs da yerini, insan gereksinimlerine daha yakın duran güneş-tanrı’ya
bırakmıştır. Daha sonra da gök-tanrı maddeleşerek insan suretine bürünür ve
Bektaşi-Alevilerin yakarışlarında anıp geldikleri Şah-ı merdan, yani
Ali belirginleşir. Bununla birlikte bu anmalarda ilk yeri, her zaman gözyaşlarının
kaynağı Hüseyn almadadır. Hüseyn, acı çeken insanlığın simgesi, ezelî
mazlum’dur.
Son on yıllarda genç
Aleviler, bilgisizliğin getirdiği uyuşukluktan sıyrılarak okumuş insanlar
arasına geçtiklerinde sol aydınların etkisine girdiler. Onlar ve gurbetçiler
yoluyla Marksist düşüncelerle karşılaştılar, sınıf kavgasıyla tanıştılar.
Kerbelâ şehitleri büsbütün başka bir anlam kazanarak sosyal baskı kurbanlarının
simgesi oldu.
Bugün Alevilerin, her
biri ayrı eğilimde birçok demekleri bulunmaktadır: Resmî inanışla uzlaşmaya
karşı durmayan, merkez yönetime yakın çizgide CEM dernekleri vardır. Solun
bir zamanki, karşı düşüncelerinin oluşturduğu “başkaldıran şair” imgesine bağlı
“Pir Sultan” demekleri vardır ve üyeleri başkaldırıcı Kızılbaş ruhu korumada,
Pir Sultan onların kahraman örneği olmaktadır.
Pir Sultan’a bu tapış,
her zaman vardır. Mistik soluğu ve başkaldırı esintisi insanları kendinden
geçiren nefes'\er\e bu sürüp gitmededir. Şiirin gücü ve güzelliği,
yığınlar üzerinde büyüleyici ve coşturucu bir etki yapmaktadır.
Pir Sultan’a tapış, -her ikisi de
kurban ve şehit, her ikisi de haksız yere zulme uğramış insanlığın simgesi
olduğundan-, Hüseyn’inkiyle örtüşme eğilimindedir.
Bu tapış, son olarak ve özellikle acı
bir olay sonucu, güçlenerek yoğunlaştı. 1993 Temmuz’unda Sivas’ta, şehit ozanın
asıldığı yerde, anısı için düzenlenen bir gösteride, bir baskı ateşi, kırka
yakın kurbanın verildiği canice bir yangınla sonuçlandı.
Kerbelâ olayının anılması, Hüseyn’in
ölümü, her zaman bir gözyaşı sebebi ise de, Pir Sultan’ın anısı Anadolu
halkına, hemen hemen on beş yüzyıl önce Fırat kıyılarında susuzluktan ölen uzak
kurbanlardan daha yakın durmadadır. Pir Sultan, güncelleşerek yeniden yaşam
bulmuş bir Hüseyn olmada, tanrılaşmış kahramanlara yakın -hatta yaşamı ile
onları da aşan- Hüseyn’in yerini almaya doğru gitmektedir.
BEKTAŞİ-AL E Vİ PROBLEMİ:
SON BİRKAÇ GÖRÜŞ
Dostum
Gilles Veinstein’a
Son olarak Alevi
çevrelerde otuz yıl süren araştırmalarımı sunan bir kitaba bitiş noktasını
koyarken, eksiksiz bir çalışma sunduğumu ileri süremeyeceğime dikkati
çekmiştim:82 Bektaşi-Alevi oluşum, güncelleştikçe kendini
yeniliyordu. Tam, problemin bir yanının aydınlandığını düşünürken, çoğu kez
beklenmedik biçimde, hemen başkaları ortaya çıkıyordu. Özellikle, yaşayan bir
olgu ve büyük bir karmaşıklık olayıyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Ve şimdi, kitabım yeni
yayımlanmışken, sundukları problemleri çözmek için gerekli öğelere henüz
ulaşamadığımdan değinip geçtiğim bazı noktaları açıklamaya hazırlanıyorum.
Bu yazıda,
Bektaşi-Aleviliğin, uğranan baskılara rağmen yüzyılların sarsmayı başaramadığı
uyumlu yapısı içinde, olağandışı duruşları kendini göstermekten geri kalmayan
birkaç ayrıntıyı ele alacağım. Bu ayrıntılar, zamanın sınamalarına karşı
direnebilen bir kuralı doğrulayıcı özel durumlar olarak göıünmededir:
TRAKYA BEKTAŞÎLİĞİNİN AYRI DURUMU
1969 Eylül’ünde
Hacıbektaş’ı ilk ziyaretimden hemen sonra, Bektaşilik üzerine araştırmama
başladığımda, dikkatimi çeken şeylerden biri, onların İmâmi Şiîliğe, aşırı
Şiîliğin -yeniden bedenleşme, Tanrı’nın insan suretinde belirişi (tecellîsi)
inancı ve Tanrı’nın bir belirişi (mazhar’ı) olarak Ali’nin yüceltilmesi gibi-
özelliklerini içeren
821 irene Melikoff, Hadji Bektach: un
mythe et ses avatars-Genese et evolution du soufısme populaire en Turquie,
Leidenl998 (Brill). bir inançla inanıyor olmalarıydı.
Bununla birlikte, törenlerde her vesile ile ve ezbere okunan On İki İmam
övgülerini tekrar tekrar dinleyerek bir açıklığa ulaşacaktım.
Birkaç yıl sonra,
Bulgaristan’da bir gezi sırasında, -başta Varna ve Balçık arasında, Batova’da
(günümüzde, Dobrovişte) Akyazıh Sultan Zaviyesi olmak üzere-, Trakya Bektaşi
dergâhlarının bazılarını gidip görme fırsatını buldum. Zaviye’de, Veli’nin
kabrini örten yedi kenarlı bir türbe ile aynı şekilde yedi köşeli yapıda
bir meydan evi ve türbenin yanı başında yedi ocaklı bir aşevi ile yine
yedi köşeli imaretle karşılaştığımda, bir kez daha şaşırdım.[134]
Aynı yedi kenarlı yapıya
Hasköy’de (bugünkü, Haskova) Otman Baba Zaviye’sindc de rastlanmadadır: Bu tekke'de,
cephe duvarı üstünde, yedi yapraklı bir gül bulunmaktadır. Duvarın güneydoğu
bölümünde de bir taş üzerinde yedi köşeli bir yıldız görülüyor.[135]
Otman Baba, Akyazıh
Baha’nın müridlerindendi. 1478-79’da ölmüş olmalıdır.
Akyazıh Baba Türbesi,
1506 tarihlidir.[136] Bu sonuncusu, 1519’da (H.
925) Hurufiliğin yayıcısı Fazlullah’ın Tanrı olduğunu açıklayan Faziletnâme
adlı bir eser de yazmış olan Hurufi şair Yemînî’nin dervişlerindendi.[137]
XVI. yüzyılın bir başka
Hurufi şairi Muhyeddin Abdal, şiirlerinde Otman Baha’nın ve Balçık yakınında
türbesi bulunan Akyazıh İbrahim Baha’nın adlarını anmadadır.[138] Otman Baba ve Akyazıh İbrahim
Baba, Abdalan-ı Rûm’dan ve Işık$& adı verilen
Hurufî bir topluluktandılar.
Anadolu’da Seyyidgazi’de
ve Bulgaristan’ın çeşitli bölgelerinde, Vama ve Balçık arasında yer alan
Akyazılı ile Filibe’de (Plovdiv), Tatarpazarı’nda Işık’lara ait tekkeler,
dikkat çekmededir. Ahmet Refik tarafından yayımlanan belgelerde, 1572’de (Belge
no. 14) ve 1576’da (Belge no. 48) Tatarpazan ve Filibe’de tutuklanan Işık
dervişlerinin adlan yer alıyor. Her iki belgede beliren, Işık’larm
Hurufi inançlı olduklarıdır.[139] [140]
Yedi kenarlı yapı
kuruluşu, Bulgaristan’ın güneydoğusunda, Nova Zagora’ya 15 km. uzaklıkta
Kalugerovo köyü yakınında Kıdemli Baba tekke’sinde de görülmektedir.[141] Beyaz mermerden yedi duvar
iyi korunmuş olmakla birlikte, tekke’nin yine yedi köşeli asitane’si,
taş yığını durumundadır. M. Kiel’e göre, türbe, Osmanh mimarisinin ilk
dönemine, ya da 1413-1420 yıllarına inebilecektir ve her iki yapı da XVI.
yüzyıl sonlarına doğru yapılmış olması gereken Otman Baba ye Akyazılı Baba
türbelerinden daha eskilere dayanıyor olmalıdır.
Trakya’da, öbür Bektaşi
zaviyeleri ise, Rodop’da, -Bemard Lory gibi, mimari çizim belirtmeden- Ljubomir
Mikov tarafından gösterilmiş olanlardır.[142]
Birçok kez ziyaret ettiğim, özellikle ilgi çekici bir konumu ise sona bıraktık:
Razgrad’a 17 km uzakta, Deliorman’da Isperikh yakınındaki Zavet tepesinde,
Demir Baba zaviyesi.[143] [144]
Deliorman, Bulgaristan
Kızılbaşlığı’nin merkezidir. 1983’te bu bölgeye ilk gezimde buradaki
insanların, -şüphesiz gerçeği yansıtmıyordu- yaklaşık 90.000 kadar olduğu
belirtildi. İnançları, Hacı Bektaş’a verilen yerle ilgili ilk yazımda ortaya,
koyduğum büyük farklılıkla birlikte, Türkiye Alevilerininkinden ayrı değildir.
Burada, Razgrad yakınında, Sevar (eski, Cafarlar ) köyünde kaldım ve
Madrevo (eski, Nesimi Mahallesi) yakınındaki öbür köylere de gittim.
Sevar köyü, ortadan geçen bir yolla ikiye ayrılmıştı. Bir yanda, Kızılbaşların
“Türk” diye adlandırdıkları Sünnî Müslüman bir cemaat; öbür yanda, sayıları o
günden bu yana şüphesiz değişmiş olması gereken iki bin Kızılbaş nüfus
yaşıyordu. îki yıldan fazla bir zaman sonra, bu yerlere yeniden gittiğimde,
çoğu yere Bulgarca adlar verilmiş bulunuyordu. Karşılayışları biraz daha az
içtendi ve hava biraz gergindi.
Bu Kızılbaşların inançları, bir Ayin-i
Cem sırasında fark edebildiğim, Ali’nin Tanrısallaşması, On İki İmam ve
Kerbelâ şehitlerinin yüceltilişi gibi, Alevi inançlarıydı. Cem’de, Pir Sultan
başta olmak üzere, aynı nefesler okunmadaydı. Eski bir Güneş-Tanrı
inanışının kalıntısı, sûfılik görüntüsü altında belirmedeydi.
Fakat Türkiye’deki Alevi ve
Bektaşiler Hacı Bektaş’a saygıyla bağlanışta birleşirlerken, Deliorman
Kızılbaşları sürek^ adını verdikleri iki kola ayrılmışlardı: Cem’leri
çarşamba, bazen perşembe akşamları olduğu için Çarşambalı adı verilen
Bektaşiler ve pazartesi günleri toplandıkları için Pazartesili adı
verilen ve inançlarında Hacı Bektaş’a ancak ikinci derecede bir yer verilegelen
Babaîler.
Bu sonuncular arasında bir süre
kaldım. Niyazlarında, Hacı Bektaş’tan çok Demir Baba, Kızıl Deli ya da San
Saltuk’tan himmet umuyorlardı. Deliorman’da ise veli, tekke’si,
îsperikh ve Kubrat arasında, Zavet’te bulunan Demir Baba’ydı.
Eski bir Trakya
manastırının yerine kurulmuş olan, söz konusu tekke üzerinde daha önce
duruldu.[145] Bu zaviye, Dipsiz Gölü adı
verilen derin bir vadide bulunmaktadır. Burada, Veli’nin, bir kayadan,
pençesini geçirerek fışkırttığı kutsal bir su bulunmaktadır. Yörede oturanlar,
sürekli kuraklık ve içme suyu sıkıntısı getiren yaz sıcaklarında, gelir bu
pınardan su doldururlar.
Geleneğe göre, Demir
Baba, Şeyh Bedreddin çevresindendir; Silistre’den onunla birlikte gelmiş,
Şeyhin yenilgisinden sonra Dipsiz Gölü’ne çekilmiş olacaktır.
Türbe'n'm ayrıntılı bir betimlenişi için L.
Mikov’un daha önce andığımız yazısından yararlanacağız.[146]
Akyazıh Baha’nın, Otman Baha’nın ve Kıdemli Baha’nın türbeleri gibi bu türbe de
yedi kenarlı bir tasarım üzerine kurulmuş bulunmaktadır. Delionnan’da yaşayanların
anılarına göre, türbe’nin avizesi bir maden işçiliğiydi; çok genişti ve
yedi kenarlıydı.
Türbe girişinin güneydoğu
yönünde derin bir girinti üzerinde yedi köşeli bir yıldız görülmededir.
Duvarın bu yönünde, işlenmiş bir taş üzerinde, iki yanında yedi basamak bulunan
bir yapı resmi vardır.
Trakya’dan, hepsi bir
noktada birleşen, dört zaviye betimledik: Hepsinin yapı ve işlemelerinde yedi
sayısının yeğlenmiş olması dikkat çekicidir. Başka bir deyişle, bunlar Îmamî
Şiîliğe değil, Îsmailî bir inanca bağh olacaklardır. Bu zaviyelerden ikisi,
Hurufilikle bağlantılı görünüyor. Kumcu velilerin adları, Otrnan Baba ve
Akyazıh Baba, XVI. yy. Hurufi şairleri Yemînî ve Muhyeddîn Abdal’ın şiirlerinde
geçmededir.
Elimizde 1519 yılında
yazılmış bir Faziletname,sı de bulunan Yemînî, Akyazıh
İbrahim Sultan tekke’s\ dervişlerindendi. Şiirlerinde, mürşidi
Fazlullah’ın Tanrı olduğunu söylemektedir.
Muhyeddin Abdal da Akyazılı Sultan
müridlerindendi; şiirlerinde Otman Baha’yı övmede ve onun 883’teki (1478/79)
ani ölümünden sonra, 900 (1501) yılında, Akyazılı İbrahim Sultan’ın “kutb”, Abdalların
en ulusu, makamına geçtiğini bildirmektedir. Muhyeddin Abdal, Ali ile
karşılaştırdığı Hacı Bektaş ve Sultan Balı’dan da (Balım Sultan) söz
etmektedir.[147]
Hurufilik, Anadolu’ya ve özellikle
Rumeli’ye, 1394’te Nahçivan’da Timurleng’in oğlu Miran Şah tarafından Alıncak
Kalesi’ne asılan Fazlullah Astarâbâdî el-Hurufi’nin ölümünden sonra, mürşidin
idamdan kurtulan müridlerince yayıldı.
Hurufiliğin başlıca yayıcılarından
biri ve şüphesiz en büyüğü, uzun zaman Bağdat yöresinde doğmuş olduğu sanılan
bir Azeri Türk, Seyyid İmâdeddin Nesimi idi. Bugün, AzerbaycanlI bilginlerin
araştırmaları sayesinde, Nesimi’nin 1370 yıllarına doğru, o zaman Şirvan’ın
payitahtı olan Şemâhî yakınında ve günümüzde adını -ya da mahlâsınıtaşıyan bir
köyde doğmuş olduğunu biliyoruz.[148]
Nesimi, Fazlullah’ın damadı ve en
yakın müridi idi. 1417’de Halep’te şehadetine kadar, öğretiyi gittiği her yerde
yaydı. Bununla birlikte düşüncelerinin temeli Kabbal’de bulunan Fazlullah’ın
tersine Nesimi’nin yaydığı düşünce, Muhyiddin ibn el-Arabî ve onu izleyenlerce
temellendirilmiş olan, evrensel aşka dayalı, gnostik ve yeni-eflâtuncu, Vahdet-i
vücûd (Varlığın bir’liği) öğretişiydi. Louis Massignon, Nesimi’de, Mansur
el-Hallac’ın bir izleyicisini görmektedir.[149]
Huruf iliği, insanın Tanrısallaşmasının bilgisi olarak kavrayan Nesimi sayesinde,
bu bilgi, Bektaşîliğin de tamamlayıcı öğesi oldu.
El-Hurufı adıyla tanınan, Fazlullah
Naîmî Tebrîzî Astarâbâdî, 13 39/40’da Astarâbâd’da doğmuştu. Çok erken yaşta
tasavvufa yönelerek, on sekiz yaşında bir İsmail! şeyhe bağlandı ve
gençliğinde İsmail! yolda yürüdü. Tasavvuf yoluna girişini (çı/e’sini) otuz
iki yaşında tamamladı. Bir kalender (gezgin dervişler) topluluğuna
katılmış, daha sonra, Mekke’ye hac ziyaretinin ardından, Hârezm’e geçmiş
olabilecektir. 1376’da Tebriz’de üç gün üç gece bir kendinden geçişte,
harflerin bâtın! (iç) anlamı ile birlikte onları bildirme görevi vahyini aldı.
O sıralarda, “murakabe” (kendini düşünmeye bırakış) süresince, bir mağaraya
çekilmiş olmalıdır. 1386’da, öğretisini yaymaya başladı ve Farsçanın Gurgânî
lehçesiyle kaleme aldığı büyük dinî eseri Cavidanname’te. görüşlerini ve
inançlarını açıkladı. Horasan’da, Irak’ta ve Azerbaycan’da bu yolda vaazlar
vermiş olabilir; ancak Seyyid İmadeddin Nesimi ve Ali el-A’lâ gibi başlıca
müridlerinin yaşadığı, o zaman Şirvan hükümdarlığı topraklan içinde bulunan
Bakû, derslerinin merkezi oldu ve ölünceye kadar orada kaldı.
Yaşam öyküsünü kaleme almış olanlara
göre, Fazlullah’ın, özellikle Araplar dışında ve ağırlıklı olarak da Türkler
arasında müridleri vardı." Acımasız Timurleng’i öğretisine kazanma
düşüncesine bu güvenle kapılmış olacaktır ve bu da onun ölümüne sebep oldu. Tiınurleng,
Semerkand’da bir ulema meclisi toplayarak Fazlullah’ı öldürmek üzere fetva
aldı. Fazlullah, Azerbaycan’da, babası adına yönetimi elinde tutan Miranşah
tarafından tutuklanarak, Nahçivan yakınındaki Alıncak Kalesi’ne kapatıldı.
Fitneyle suçlandı ve 1394 Zilkade’sinin altıncı gününde asılarak ortadan
kaldırıldı. O sırada elli altı yaşındaydı.
Fazlullah’ın öğretisi, îbn Arabi’den
ve İranlı İsmail! yazarlardan
"• Fazlullah’ın
eseri ve yaşamı için başlıca kaynağımız: Z. Kulizade, a.g.e., s. 89- 149;
ayrıca bak.: A. Gölpınarh, Hurufilik Metinleri Katalogu, Ankara 1973, s.
2-16. esinlenmiş bulunan, tasavvuf ve antropomorfizmle
karışmış bir panteizmdi.[150]
Şiî geleneğe göre, ilm-i hurûf, bu
bilgiyi, kendisine Ali ’den ulaşmış olan El-Cefr adlı bir gizli
bilimler kitabından almış bulunan Ca’fer es-Sâdık’a çıkmadadır.[151] Harfler üzerine düşünceler,
Ca’fer es-Sâdık’ın bir müridi olması gereken sûfı ve simyacı Câbir ibn Hay-
yân’ın Ki-tâbu ’l-mîzan’mda yer almış bulunuyor. Fakat Câbir ibn
Hayyân’ı, kaynaklardan hiçbiri Ca’fer es-Sâdık’ın müridleri arasında anmıyor.
Öte yandan Câbir, sayılar bilimi ve metafizik temelli kuramının köklerinin,
eski Yunan’a, özellikle de Yeni-Eflâtuncular’a ve cefr’in Şiî yorumlarına
dayandığını göstermededir.[152]
Hurufîlik, Trakya’da, R.umeli’de ve
Balkanlar’da, Fazlullah’ın çağrısını iletmek üzere buralara gelmiş bazı
müridleri sayesinde, geniş bir alana yayıldı ve Bektaşi Feke’lerine sığınan
Ali el-A’lâ ve başkalarıyla, Bektaşîliğe de sızdı.[153]
Ali el-A’lâ (Gıyâseddîn Muhammed b.
Hüseyn el-Horâsânî el- Astarâbâdî) Farsça, Astarâbâd lehçesiyle kaleme alınmış
Hurûfi bir eserin, -İstivânâme’nin (Tanrısallık kitabı)-, yazarıdır.
Yazar, burada, çağının başta gelen Hurûfileri üzerine bilgi vermededir. Ali
el-A’lâ, 1419’da idam edilmiş ve Alıncak’ta mürşidinin yanına gömülmüştür.
Bektaşilerin bir kolu olan /şk’ların Hurufî zümresindendi.
İşık dervişlerinin adlan, Ahmet Refik
tarafından yayımlanan belgelerde geçmektedir.[154]
Nesimi’nin müridi ve halifesi Râfıî
de, Anadolu’ya, Rumeli’ye ve Balkanlar’a Hurufîliği yayanlardandı; 1408-1409’da
Fazlullah’ın /fr^dme’sinden esinlenerek kaleme aldığı, Beşâretnâme adlı
Türkçe bir mesnevî’sı vardır. Yunanistan’da, Preveze’de yatmaktadır.[155]
Ferişte-oğlu ya da Firişte-zade
(Abdu’l-mecîd b. Ferişteh İzzeddin el-Hurufî) Türk Hurufîlerin en ünlülerinden
biriydi; 1469’da Tire’de öldü: Tire XV. yüzyılda Hurufiliğin merkezlerinden
biri olmalıdır. Firişte-zade’nin Türkçe birçok kitabı vardır. 1430’da Fazlullah’ın
Cavidarıname’smm kısaltılmış bir aktarımı olarak kaleme aldığı Işıkname
bunlardan biridir. Türkiye kitaplıklarında, Ferişte-oğlu’nun çok sayıda elyazma
kitabı bulunmaktadır.[156]
Bir eserinde, “Allah, âdemin vechini,
eğer okumayı bilirsen, Fazl-ı Yezdân adının belirişini görebileceğin sûretde
yarattı.” demektedir.[157]
XV. yüzyılda, Hurufîlik saraya sızdı:
Genç şehzade Mehmed, daha sonra Fatih, Hurufiliğin bir yayıcısı tarafından
kendisine açıklanan öğretiye kendini kaptırmıştı. Fakat ulemanın tepkisi o
kadar sert oldu ki genç şehzade, korumasında bulunan öğreticinin 1444’te Edirne’de
diri diri yakılmasını engelleyemedi.[158]
Kanuni Sultan Süleyman, Osmanh
İmparatorluğu’nda, bu fıtnenin kökünü kazımaya çalıştı; fakat Hurufilik artık
Bektaşîlikle bütünleşmiş bulunuyordu.
/yzZfların uzun süre baskı görmüş
olmalarının sebebi, resmî olarak Hurufî-mezhep olarak bilinme lerindend i.
Bektaşilerse her zaman hoş görüldüler ve başlarda Osmanlılar tarafından
korundular.
Fazlullah’ın, İsmailîlikle olan
bağlantısı, yaşamını yazanlarca doğrulanmadadır. Eski Çağdan beri bilinen, kökenleri
Sami ve Grek köklere ulaşan “ilm-i hurûf” (Harfler bilimi), Ali’nin, yazının
gizli anlamını ve gizemlerinin anahtarını elinde bulundurduğunu düşünen
Şiîlerde özel bir hız ve ivme kazandı. Kabbal’in antropomorfizmce kaynaştığı
bir öğreti olan Hurufîliğin İsmailîlerle bağları açıktır.[159]
Hurufilerin ‘7’ sayısını
yeğleyişleri, Fazlullah’ın mezarının bulunduğu Alıncak ziyaretlerinde (ki bu
onlarca, Mekke’ye Hacca gitmenin yerini tutmaktadır) yer alan kurallara da
girmiş bulunmaktadır: Ziyaretçiler, yani hacılar, “Maktelgâh” (Şehitlik) adı
verilen mezarı yedi kez tavaf ederler ve Maranşah (Yılan-şâh) olarak
adlandırdıkları Miranşah’ın yaptırdığı kaleyi taşlarlar.
Trakya’daki, -andığımız- Bektaşi
tekkelerinin, İsmailîlerin yedi imam geleneğini düşündüren ‘yedi’ sayısı ile
bağlantısını gözden kaçırmamak gerekiyor: Bu tekkelerin ikisi, Otman Baba ve
Akyazıh İbrahim Baba tekkeleri, nefes’lerinde Fazlullah’ın Tanrılığı
açıklanmakta olan iki Hurufî-Bektaşi şaire, Yemînî ve Muhyeddin Abdal’a bağlı
bulunmaktadır.
Bu tekke Terin mimarilerinde
‘yedi’ sayısının tekrarı rastlantı olamaz. Bu bizi, kendi yapısında On İki İmam
inanışına bağlı kalmış bulunan Bektaşi gelenekte, Hurufilik yoluyla İsmailîliğe
doğru bir yöneliş aramaya götürüyor. Yedi İmama bu yöneliş, Trakya’dan beriye
geçmemiş ve oldukça sınırlı kalmış görünmektedir.
Aynı şekilde, bir ‘yediler’
inanışından çizgiler taşıyan Demir Baba tekke'si dolayısıyla, Demir
Baha’nın -belki yalnız anlatılarla- bağlı bulunduğu Şeyh Bedreddin’e de bir yer
açmamız, etkileyici ve sürükleyici kişiliği üzerinde durmamız gerekiyor: Şeyh
Bedreddin’e bağlı oluş, Deli Orman Kızılbaşları arasında canlılığını her zaman
korumaktadır.
Ağırlığı yüzyıllar boyunca duyulan
bir dışlanışa rağmen, Bedreddin’in anısı, saygınlığını hep sürdürmüş bulunuyor.
Şeyhin, Serez pazarında çırılçıplak asılışı dolayısıyla, öldüğü varsayılan
günde Kızılbaşlar, Üryanlar semâ’ı adı verilen bir semâ’
yapmadadırlar. “Üryanlar semâ ’ı" nın, Kars yöresinde, özellikle
Sarıkamış’ta da görüldüğünü geçen zaman içinde öğrendim.110 Semâ’a
katılanlar büsbütün çıplak değildirler: erkekler belden bir peştamal; kadınlar,
kolu ve omuzu çıplak bırakan beyaz bir gömlek giyerler.
Bedreddin’in vaaz verdiği her yerde
Hurufî varlığa rastlanmaktadır. Yine Kars yöresinde, Fazlullah’ın önde gelen
müridlerinden Ali el-A’lâ, Bedreddin’e öğretiyi aktarmış olabilecektir.111
Edime, Şeyh Bedreddin olayının
başlıca merkezlerinden biriydi. II. Selim zamanında, Bedreddinî’lere ait bir zaviye
orada hâlâ dililiyordu.112
Bunlarla birlikte, Bektaşiler,
Hurufilerden olduğu gibi, Şeyh Bedreddin kalıtından da paylarını aldılar. Edime
yöresinde Bektaşilerin altı zaviyesi bulunuyordu ve bunlardan, tarikatın
yeniden düzenleyicisi Bahm Sultan’ın doğum yeri Dimetoka (Didimotik)
yakınındaki Kızıl Deli (Seyyid Ali Sultan) zaviyesi, Balkanlar’ın en önde gelen
Bektaşi merkeziydi.113 Michel Balivet, Dimetoka’da Şeyh Bedreddin
Bu
bilgi bana, kökence bu bölgeden olan ve Alevilikle ilgili çok sayıda yayını
bulunan Nejat Birdoğan tarafından verildi.
Hl- Michel Balivet, İslam
mystique et revolution arnıee dans les Balkans ottomans. La vie de Cheikh
Bedreddin, Le “Hallâj des Turcs” (1358/9-1416), İstanbul 1995 (Isis), s.
108-111.
112- a.g.e., 96-98.
113-1. Melikoff, Hadji Bektach,
s. 154-161.
eyleminin Bektaşilere
bağlandığı bir halka görmededir.[160] Unutmayalım ki, Şeyh
Bedreddin de Balım Sultan gibi, Müslüman bir baba ve Hıristiyan bir anneden
geliyordu: Geleneğe göre Balım Sultan’ın annesi Bulgar’dı.
Şeyh Bedreddin’le
Hurufîler arasındaki bağ, şüpheye yer bırakmıyor. Bedreddin, gençliğinde
Konya’da, Feyzullah adlı -Fazlullah’ın müridi olabilecek- bir şeyhin vaazlarını
izlemiş bulunuyordu.[161]
Daha sonra da,
Bedreddin’i, Fazullah’ın vaazlarıyla işlenmiş bölgelerde, Azerbaycan ve
Tebriz’de görüyoruz. Yine Bedreddin’in -Tire’de, önde gelen müridlerinden
Börklüce Mustafa ile karşılaştığı yöreAydmeli bölgesinde bulunduğunu da
ekleyelim.[162] Ferişte-oğlu’nun (ölümü 1469)
gömülü olduğu Tire’nin, XV. yüzyılda Hurufîliğin merkezi durumunda
olduğuna, daha önce dikkati çekmiştik.
Kendisine, Şeyh Bedreddin
üzerine değerli bir çözümleme denemesi borçlu olduğumuz M. Balivet, Şeyh
Bedreddin’in öğretisinin XVI. yüzyıla kadar uzandığını ve bu ayrılışın,
baskılara rağmen yaşam sürdüğü her yerde Hurufîliğe rastlandığını da işaret
etmektedir.
Balivet, bundan,
Bedreddin’in müridlerinden bir bölümünün o sıralar kuruluş halindeki
Bektaşîliğe bağh bulunduğu ve Bedreddinî’lerin, Bektaşiler gibi, Hurûfiyye ile
de ilişki içinde oldukları, sonucunu çıkarıyor.[163]
Hurufîler olsun, Bedreddin’in
müridleri ya da Bektaşiler olsun, burada, sûfı kökenli üç gelenek ve -Safevî
zaferiyle resmî din oluşundan önceki Şiîlik gibi-, dinin bâtınî bir biçim ahşı
söz konusudur.
Demir Baba tette’sıne
dönecek olursak; bu, günümüze dek, hatta kuraklık dönemlerinde bile suyu hiç
kesilmeden akan bir pınarın bulunduğu ağaçlı bir vadideki konumuyla her zaman
kutsal bir yer olarak görülen bir alanda, eski bir Trakya manastırının yerine
kurulmuş bir yapı idi.[164]
Unutmayalım ki, müverrih
Âşıkpaşa-zade ve Neşrî’nin birlikte tanıklıklarına göre, Şeyh Bedreddin,
Deliorman’ı başkaldırısının merkezi yapmış bulunuyordu: birçok taraftarını
barındıran ve Türklerin verdiği adla, Ağaç Denizi denen Deliorman’ı yurt
tutmuştu.[165]
Şeyh Bedreddin’in Hurufilerle
ilişkilerinde şüphe yoksa da, İsmailîlerden hangi noktaya kadar etki aldığını
bilmiyoruz.
Fazlullah’ın ise, İsmailî bir şeyhin
müridi olduğunu ve cemaat- dışı bir dervişler topluğuna katıldığını; ölümünden
sonra, maktelgâh’mı ziyaret edenlerin, Maran-şah olarak andıkları
Miran-şah’ın anısını ilenmelerle taşladıktan sonra, onun türbesinin çevresinde
yedi kez döndüklerini biliyoruz. Sonuç olarak da, Bektaşîliğin, henüz başlangıç
evresinde olduğu bir dönemde yapılmış Trakya tekke Terinin mimarî
tasarımlarında Hurufî bir etki düşünme eğilimindeyiz.
Bektaşilik, cemaat-dışı akımlar
üzerinde uzlaştırıcı ağırlığını koymakta gecikmedi; ilk Osmanlı sultanlarınca
konınmaları ve desteklenmiş olmaları da bundandı. Osmanlılar, XVI. yüzyıl
sonunda ölmüş bulunan Hacı Bektaş’a bağlı bulunan akımı korurlarken, onların
Anadolu bozkırlarında, çoğunlukla Horasan’dan ya da Mâverâünnehir’den gelmiş
cemaat-dışı dervişlerin kargaşacı ve yıkıcı eylemlerini denetleyerek
yönlendirebileceklerini düşünmüşlerdi.
Bektaşîliğin uzlaştırıcı etkisiyle mi
yoksa XV. ve XVI. yüzyılda uygulanan ağır baskı sebebiyle mi, Hurufilik
engellenmiş ve akım Bektaşi antropomorfizm’i içinde erimiş bulunmaktadır? İlk
Osmanlı sultanların öngörüleri, gelecek yüzyılların halk dindarlığı karmaşası
üzerinde yararlı bir etki yaratmış olmalıdır.
Deliorman’a ilk gidişimde, özellikle
Hacı Bektaş’a pek iyi gözle bakılmadığını gördüğümde şaşırmıştım. Kızılbaşlar
burada başka velileri yeğlemedeydiler. İleri sürülen sebep, Hacı Bektaş’ın
Yeniçerilerin piri olmasıydı: onların, üzücü bir anısı vardı. Bu açıklama
biraz kolay görünmekle birlikte üzerinde düşünüldüğünde bizi XVI. yüzyıl öncesi
Osmanh sultanlarının yanında Bektaşilerin ayrıcalıklı durumlarını yeniden
gözden geçirmeye götürmektedir: Trakya halkının Hacı Bektaş’a küskünce tavrı,
baskıya, yani eski Osmanh İmparatorluğu’na karşı bir tepki değeri taşımaktadır.
Her ne olursa olsun, Bektaşîliğin, Hacı Bektaş dışında varlığının bulunduğu
açıktı.
Kendimizi, Hacı Bektaş’ın görünmez
kimliği ile sınırlanmış ve yönlenmiş olsa da, onunla en küçük bir ortaklığı
bulunmayan bir halk inanışı karşısında bulmadayız. Bununla birlikte, onun gizli
kimliğinin yararlı bir işlevi olduğunu da söyleyelim: Karışıklıklara karşı
direnmiş ve kan dökülmesini önlemiştir.
ALEVİLİKTE ALİ’NİN PAYI NEDİR?
Bektaşilik Alevilik üzerine
araştırmalarımı bitirdiğimde şaşırdım. Şüphesiz bu, konuya yaşamımın çok büyük
bir bölümünü verdiğim içindi:
Burada, ilk olarak Bektaşîliğin bazı
belirgin çizgileri üzerinde durulacak; ikinci bölümde de Aleviliğin özellikleri
ele alınacaktır.
Bektaşilerde ağırlığın Hacı Bektaş’a
verilmiş olmasına karşılık, Alevilerde temel kişinin “Şah” olduğunu birkaç kez
söyleme fırsatını buldum. Mü’minler, yani “sâdıklar” için burada söz konusu
olan, lâkaplarından biri Şâh-ı Merdan (Yiğitlerin Şâhı) olan Ali’dir.
XVI. yüzyıldan sonra Kızılbaş oluşum’un etkisi ile belirginleşen Şiî bağlamda Şâh-ı
Merdan, Peygamberin yeğeni ve dâmâdı, dördüncü halife Ali bin Ebu Tâlib’in
adıdır.
Bununla birlikte, Aleviliğin
incelenişinde iki yanılgıdan sakınmak gerekmededir. Bunlardan birincisi, Şâh-ı
Merdan’ ı, yani Alevilerin Ali’sini, onunla özdeşleştirilmiş olan tarihî
kişilikle sınırlandırma eğilimidir. İkincisi, Kızılbaş deyiminin
küçültücü anlamı ve Osmanh belgelerinde doğrudan onları adlandıran bir sözcük
bulunmadığı için Rafızî, mülhid, zındık ‘ayrılıkçı, allahsız, inançsız’
gibi dışlayıcı adlarla anılmalarından dolayı, ancak yakın dönemlerde
kendilerine verilmiş, ya da kendilerince alınmış bulunan Alevi
adlandırılışı ile ilgilidir.[166] Türkiye’deki Alevilerin bu
adlandırılışları, Ali bin Ebu Tâlib soyundan gelen ya da Kuzey Afrikalı
Hasanîler, Mısırlı Hüseynîler (Fâtımîler) gibi Ali’ye dayalı bir soy bağı öne
süren çok sayıda hanedan ile karıştırılmamalıdır.[167]
Buna rağmen, söz konusu karışma, “senkretik”
olduğu ölçüde karmaşık bir problemi anladığını kanıtlamak için “Alevi” olmanın
yeterli olduğu inancı ile kaleme alınan çok sayıda kitap yanında, adı umut verici,
“Ali’siz Alevilik” gibi bilimsel olma isteğinde eserlerde de sürüp gitmededir:
Her ne kadar kitabın yazan Faik Bulut, Aleviliği -imâmî Şiîlik ve Ali yoluyla-
İslâm’a bağlama isteğindeki sapmayı önsözünde açıkça söylüyor olsa da, “Alevi”
ve “Ali’den” sözcüklerini birbirinden ayırmayı düşünmüyor. Öte yandan,
kendisine daha geniş ufuklar açması gereken Marksçı ideolojiden esinlenmiş
olmakla birlikte ve Aleviliğin dinler-üstü, hoşgörü ruhuyla beslenmiş olması
da gerekirken, Kürt milliyetçiliğinin dar alanı içine sıkışıp kalmış görünüyor.
Yüzyıllar boyunca ezilmiş ve
engellenmiş olmanın bilinci içinde bir Alevi aydın kesime güç veren Marksçı
ideoloji, insanları Tanrı’nın yerini almaya yeterli olduğu duygusuna götüren
bilim ve teknikteki çok hızlı ilerlemeler ve çağdaş dünyanın büyük buluşları
ile belirginleşmiş bulunan, kutsalı kutsallaştırmama eğiliminin bir sonucudur.
Bu eğilim, “anthropomorphisme”e ve
“anthropocentrisme”e, ‘İnsan-Tanrı’ inanışı ile ‘insan-merkez’li düşünüşe, çok
yatkın Bektaşi- Alevi aydınlar arasında özellikle görülmektedir. Tasavvufun
temeli “mistik panteizm” bu eğilimle, materyalist (maddeci) bir “panteizm”e
dönüşmektedir.
Fazlullah’ın müridi Seyyid Nesimi’den
başlayarak Hilmi Dede Baha’ya kadar (1842-1907) Bektaşi şairlerde maddeye
soluğunu üfleyen, insansı bir tanrı söz konusudur:
Aynayı yüzüme tuttum; karşımda Ali göründü.
Tuttum özüme baktım; gözüme Ali göründü.
Güncel bakışla, “madde”, Tanrı’nın
yerine geçmede; Âşık Dâimî’nin (1932-1983) mısralarında da görüldüğü üzere
insan tanrılaşmadadır:
Değil mi ki bir insanım, ben evrenin
oynaşıyım. Değil mi ki bir insanım, ben Tanrı ’nın varlık deniziyim. İnsan
Tanrı ’da ve Tanrı da insandadır. Arıyorsan, onu insanda aramalısın,122
Fakat biz, insanın kutsalı aradığı,
peygamberlere, velilere, tanrısallaşan insanlara inanılan dönemlere dönelim: Bu
insanların, “aşkın” (transcendantal) derinlikler kazanma güçleri vardı:
maddenin görünümlerini aşarak yükseliyorlardı. Batınî Müslüman bağlamda, Tanrılaşan
insan Ali adını alırken, bu doğa-üstü kişilikle ona adını veren tarihsel
kişilik arasındaki bağ silinip yok olmuş bulunmaktadır.
Bu sebepledir ki, Alevilerin
tanrısallaşmış Ali’sinde tarihsel kişilik aramak, Hıristiyan inançtan
esinlenen tasvir ya da ikonlardaki tsa ile gönderme yapılan, tarihsel -ya da
tarihsel olabilecek- kişi arasında bir benzerlik aramak kadar yanıltıcı
olacaktır. Yine Alevileri, Ali’den gelen soylara ve Ali’den gelenlere bağlamaya
çalışmak da aynı şekilde bir yanılgıdır.
Ali’nin, oluş-üstü, aşkın niteliği,
Bektaşi-Aleviliği tanımada çok değerli bir kaynak olan »e/es’lerde (İlâhîler)
açıkça görülmektedir. Bir örnek olmak üzere, Pir Sultan Abdal’ın, -kapalı
söylemi ile dikkat çeken- bir nefesini buraya alıyorum:
Hazret-i Şâh in âvâzı
Turna
derler bir kuştadır, Asası Nil deryasında, Hırkası bir derviştedir.
122‘ I. Melikoff, Hadji Bektach,
s. 249-252.
Ali ’m
bilmezdi benliği, Özü tutmazdı kinliği, Zülfikar ’ın keskinliği Zerrecesi
kılıçtadır.[168]
Turna güneş doğa’lı bir kuş sayılır ve
çoğu kez “anka” (phenix) ile karıştırılır. Ali, başlangıçta bir Güneş-Tanrı
olması sebebiyle, aslan, koç, turna gibi, güneş bağlantılı canlılarla
adlandırılmaktadır. Nil’in derinliğindeki asa, Musa’ya bir göndermedir.
Dervişin hırkası, Ali’nin yeniden-bedenleşmesi olan Hacı Bektaş’la ilgilidir.
Yine Musa da, bütün peygamberler gibi -Muhammed dışında- ezelî Ali’nin bir
bedenleşmesidir. Son iki mısrada, Zülfikar’m zaman-ötesi varlığı ile tarihsel
kişinin elindeki kılıç arasında bir karşılaştırma yapılmaktadır.
Ali’nin göksel
(cosmogonique) kişiliğine birçok kez değindim. Alevi köylerde Ali, doğan
güneşle özdeşleştirilerek, güneşin doğuşunda ona dua edilmektedir: O,
Üstün-Varlık, eski Türklerin Gök-Tanrısı, Gök-Tengri’nin güneşe dönüşmesi
demektir.
Ali’nin gök-kökenli
(atmospherique) doğası ne/es’lerde açıkça görülür. İşte, şair Sefil Ali’den bir
örnek:
Şâh-ı Merdan coşarak
gizi açıkladı. Ömer ’e, “Yağmur ’u yağdıran benim ” dedi. O anda şimşek çaktı,
yedi gök gürledi. Hem sâkî, hem bâkî, nür-ı Rahmanım Ali![169]
Burada Ali, göğün ve
yıldırımın tanrısı olarak belirmededir; o, gürleyen bir Zeus’tur. Tasavvuf
yoluyla göğün tanrısı, insanla tecellî eden bir tanrı ve sonra da tanrılaşan
insan olmuştur.
Mevzû’ (yakıştırma) bir
hadîste, Peygamber’e, “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” dedirtilmektedir:
Ali, dinin bâtınının sahibidir. Kutsal gizlerin bilgisine ondan geçilecektir.
Anadolu Türk
tarihçilerinin belirttikleri gibi, bu kitle yerleşmeleri bölgelerinde, XV
yüzyıldan önce Şiî öğretilere rastlanmamaktadır.[170]
Şaman öğeler dolu ve tümüyle cemaat-dışı, Türkmen halk inanışı, Şamancı
gelenekler ve halk Şiîliği, uzlaşmaya ve kaynaşmaya yatkın olsa da, başlangıçta
Şiî bir inanış değildi.[171] Şiîlik, halk inanışının
sûfıleşmesi ile sızmaya başladı.
Küçük Asya’da Şiîliğin yayılışı,
-XIII. ve XIV yüzyıllarda, etkileri dikkat çekici olan Ahîlerle; XV yüzyılda
Hurufilikle ve XV yüzyıl sonlarından başlayarak Kızılbaş ideoloji ile olmak
üzere-, üç evre içindedir.
Ahîlerle girmiş olanı, Âl-i Abâ
sevgisi, Kerbelâ şehitlerine yas ve Ehl-i Beyt-iNebevî düşmanlarına düşmanlıkla
sınırlı ılımlı bir Şiîlik iken, Hurufilikle birlikte ayrılıkçı, “Rafızî”, eğilim
güçlendi: Öğretinin yayıcısı Astarâbâdlı Fazlullah, önceleri İsmailî bir
şeyhe bağlıydı ve dilenip dolaşan bir dervişler tarikatından gelmedeydi.
1386’- dan başlayarak yaydığı çağrısı, sûfilik, tasavvuf! panteizm (vahdet-i
vücud) ve antropomorfizmin bir karışımıydı ve asıl açılımını, üstadlannın
ölümünden sonra, müridlerinin onu, Bektaşîlikle kaynaşarak özümseneceği
Anadolu’ya ve Rumeli’ye taşımaları ile yaptı.
Tanrı, âdemin gönlünde saklıdır. Her
insanın yüzünde o görülür. Fakat Hurufilikte Tanrı, insan görünümüne bürünüşte
“Fazl” adıyla belirir. Türk Hurufilerin önde gelenlerinden Ferişte-oğlu,
“Tanrı, âdemin yüzünü, eğer okursan “Fazl-ı Yezdan” adını göreceğin surette yarattı”
diyordu.[172] Fakat Fazlullah ve Ali, her
ikisi de yalnız bir gerçeği, tecellî eden tanrısallığı gösterdikleri için,
birbirine karışmakta gecikmediler.
Hurufî-Bektaşi şairlerin en
büyüklerinden biri olan Virânî şöyle söylüyor:
Ey benim Şâh ’ım,
sığınağım, Fazl-ı Rahmanım Ali!
Es-selâm ey Şâh-ı
Merdânım Ali!
Es-selâm ey Fazl-ı
Yezdânım Ali!128
Bektaşîliğin evriminde
Hurufilerin ağırlığı çok mühim ise de, belirgin hız, XV. yüzyılın sonunda
Safevîler tarafından yayılan Kızılbaş ideolojiden geldi. Safevîler; Şaman
inançlı kültürleri halk sûfiliği ve Tanrı’mn insan görünüşünde tecellîsi ve
yeniden bedenleşme inancının yer aldığı başlangıç bir Şiîlikle karışmış,
savaşçı ve göçer Türkmen boylarına dayanmaktaydılar.
Safevîler, henüz kargaşa
içindeki bu dinsel kımıldanışı siyasetlerine araç yaptılar. Onların
yönlendirişiyle, savaşçı Türkmenler, cemaat-dışı bir inanış için de olsa,
inançları uğruna savaşan cengâverler oldular. İlk Safevîlerin
taraflarlaştınlmış müridleri, Haydar’ın ve sonra da oğlu İsmail’in
tanrısallığına inandıklarını açıkça ortaya koyuyorlar, onlara secde ve dua
ediyorlardı.
İran’daki ortadan
çekilişinden sonra, yaşamını Anadolu’da sürdüren Kızılbaş ideoloji; On İki
İmam’a bağlılıkla birlikte, -Tanrı’nın insan suretinde belirişi (tecellî}
ve zaman zaman ruh göçüne kadar varan yeniden bedenleşme (tenasüh) inancı
ile Tanrı’nın, yani Şâh-ı Merdan Ali’nin bir görünümü (mazhar'î)
olan hükümdara, bu durumda Şah İsmail’e bağlanış gibi-, uç-Şiîliğin bütün
belirtilerini gösteren açık bir Şiî görüntü vermedeydi.
Manevî Şah ile fani,
ölümlü Şah arasındaki bu karışma, Alevilerin Âyin-i Cem Terinde yer
alan nefes ve .s’ewâ’larda da (İlâhîlerle kendinden geçilen dua
dönüşlerinde) fark edilebilmektedir. Âyin-i CemTerde, Şah İsmail’in, şiirde
kullandığı “mahlâs”la Hatai’nin, nefes' lerine büyük bir yer
ayrılmadadır. Bu törenlere, en azından biri Hatai’nin olmak üzere, üç ya da
dört düvâzdeh, On İki İmam’a övgü
Hâlid
Bayn, Virâni, hayatı ve eserleri, İstanbul 1959, s. 90-91. ile başlanır. Törenin yükseliş noktasını oluşturan tevhid
(Bir’leme) de Hatai’nin bir şiiridir. Bu şiirde, “Ali” adı “Allah” lâfzı ile iç
içedir:
Hak lâilâhe ili’Allah
İli’Allah Şah ili
Allah
Ali mürşid güzel Şah
Eyvallah Şâhım
eyvallah!
Katılanlar, burada,
kendilerinden geçer ve “Şah! Şah!” diye haykırırlar. Şah, günümüzde, Şah-ı
Merdan’a bir sesleniştir; fakat Şah İsmail zamanında bu, manevî Şah Ta
ancak kendisi “bir” olabilen ölümlü Şah’a bir çağrıydı. Katılanlar, ellerini
kalplerine ve dudaklarına götürerek Bismişah derken de bu böyledir ve
günümüzde Hatai adının her söylenişinde de aynı durum söz konusudur.
Hatai’nin
tanrılaştırılması üzerine
Hatai’nin, tanrısallığını
açıkladığı şiirlerini daha önce de anma fırsatı buldum.[173]
Aşağıya aldığım şiiri, Bakû yakınında, Apşeron yarımadasında, Buzovna
türbesinin bakıcısı, bir ahun d’m ağzından bin dokuz yüz doksan yedi
yazında dinledim. Yakındaki bir kaya üzerinde halk duygusunun Ali’nin
Düldül’üne atfettiği bir nal izi ile birlikte, türbede de Ali’nin ayak izi
bulunuyordu.
Bu mısraların, bana, saf
ve içten inanan bir din adamınca ezbere okunmuş olması, şiirin asıl değerini
oluşturmadadır. Ahund’un evinde, salondaki duvarda Şah İsmail’in büyük
bir portresinin Ali’nin resmi ile yan yana asılı olduğunu da eklemeliyim:
Yakîn
bil kim Hudâyîdür Hatâyî Muhammed Mustafâyîdür Hatâyî
Safi
nesli Cüneyd-i Haydar oğlı Aliyyü ’l-Murtazâyîdür Hatâyî
Hasan
aşkına meydâna girübdür Hüseyn-i Kerbelâyîdür Hatâyî
Ali
Zeyne’l-ibâdBâkır vü Ca’fer Kâzım Müsâ Rızâyîdür Hatâyî
Muhammed
Takı ’dür Ali Nakî hem Hasan Asker likayîdür Hatâyî
Muhammed
Mehdi-i sâhib-zamân(m) Kapusında gedâyîdür Hatâyî
Menüm
âdım velî Şah İsmaildür Tahallûsüm Hatâyîdür Hatâyî[174]
(Şüphe etme ki Hatai,
Tanrı ’dandır ve Muhammed Mustafa’dandır; O bir Tanrı ve bir Muhammed Mustafa
'dır. Safıyyüddin soyundan Cüneyd-i Haydar ’ın oğludur; Aliyyü’l-Murtazâ’dandır
ve birAliyyü ’l- Murtazâ ’dır Hasan aşkına meydana girmiş bir Hüseyn-i Kerbelâ
’dır. Ali Zeyne ’l-ibâd, Bâkır, Ca’fer, Müsâ Kâzım ve Rızâ ’dandır. Muhammed
Takî’dir ve Ali Nala; yüzü Hasan Asker ’ in yüzüdür. Zamanın sahibi Muhammed
Mehdî’nin kapısında o, yok yoksul bir derviştir. Adım Şah İsmail, fakat
mahlâsım Hatai, yani hatalar içinde olandır.)
Anısını değer vererek
koruduğum bu ahund bana, törenlerinde Şah İsmail Hatai’ye kutsallık
yönelten bir din topluluğunun varlığından söz etti. Bunların, Kırklar,
yani farsça Cehelten denen topluluklar olup olmadığını sorduğumda beni
doğruladı. Onlara Tebriz bölgesinde Ilhçı’da rastlamış; o zaman yanılarak Ehl-i
Hakk’lara bağlamak istemiştim. Kafkasya’daki varlıkları, Alexandre
Bennigsen ve Chantal Lemercier Quelquejay tarafından da işaret edilmektedir.[175] Şimdi, birkaç yeni ayrıntı,
bu konuda önceki makalelerimde yazdıklarımdan beni şüpheye düşürüyordu.[176]
Bu şüpheler, Türk-tran tasavvuf
müziği ve Ehl-i Hakk inanışlarının büyük uzmanı, meslektaşım Jean
During’e söz ederken daha da derinleşti. Kendisi, onların “Şah Hatai’liler”
olduklarını söylüyordu. Daha sonra kendisiyle tekrar görüşme fırsatı buldum. Ehl-i
Hakk'tarın, “Cehelten”leri kendilerinden saymadıklarını doğruladı.
Bu sebeplerle Cehelten ya da Kırklar'\
yeniden gözden geçirmem gerektiğini düşünüyorum.
(KIRKLAR TOPLULUĞU ÜZERİNE)
1973 ve 1974 yaz aylarında İran
Azerbaycan’ına kadar gittiğim ve Makû-Hoy-Rezayi yöresi Ehl-i Hakk köylerini
ziyaretle daha çok Tebriz’de kaldığım iki gezinin sonucu, 1975 yılında
yayımlanan bir yazımda, Türkçede Kırklar, Farsçada Cehelten adı
verilen ve merkezleri Ilhçı’da bulunan bir topluluktan söz etmiştim. Onların
Ehl-i Hakk’lardan oldukları düşüncesindeydim. Bununla birlikte aralarında
Türkler bulunuyor olsa da, Ehl-i Hakk’lar çoğunlukla Kürt oldukları halde,[177] Cehelten ya da Kırklar'mT
ark olduklarını ve Türkiye Alevileri ile pek çok benzerlikler
gösterdiklerini belirtmiştim.
Ilhçı’ya, bu topluluk üyelerinin
kutsal bir kalıt olarak koruduklan ve törenlerinde yararlandıkları elyazması
bir Hataî divanı nüshasını görme umuduyla gitmiştim. Bütün engellemelerime
rağmen, daha önce Ehl-i Hakk’lar üzerine araştırmalarım sırasında Tebriz’den
tanıdığım topluluk başkanınca, epeyce ağırlandım. Kendisi Azerî Türklerinden
bir eğitimciydi ve onu karşımda tören giysileri içinde görmeyi hiç ummuyordum.
Zikr e katılmama izin alındı. Bu, katılanların sağa sola sallanarak
“Ali” adını tekrarladıkları, bir Ali-ilâhî zikir’di. Çıkışta, törenin
büyüleyici etkisinden sarhoş gibiydim. Yine de, kutsal bir değer verdikleri
elyazması Hataî divanını göremedim.
Bununla birlikte, bu ziyaretten, Cehelten
ya da Kırklar'm. Azeri Türkler olduklarını, törenlerde Türkçeyi
kullandıklarını, Ali’nin Tanrılığına ve yeniden-bedenleşmeye inandıklarını ve
Hatai’ye, yani Şah İsmail’e büyük saygı ile bağlı olduklarını çıkarabildim. Bu
yönleriyle Türkiye Alevilerine yakındılar ve adları da Alevilerin Âyin-i
Cem'ieriyle yeryüzünde benzerini tekrarladıkları, zaman-dışı ve mekân-ötesi
Kırklar Cemi'nAen gelmedeydi.
Hatai için düzenlenen bir sempozyum
dolayısıyla karşılaştığım Ali Ayağı türbesinin bakıcısı ahund
sayesinde Buzovna’da aynı topluluğa rastladığımda, kendi kendime, Ilhçı Kırklar
m\ Ehl-i Hakk zümrelerine bağlamakla hata edip etmediğimi sorguluyordum.
Bugün, aralarında farklılıklar bulunduğuna kendimi ikna olmuş buluyorum.
Bennigsen ve Ch.
Lemercier-Quelquejay’nin daha önce sözünü ettiğim makaleleri, Nahçivan’da,
Ordubâd ili, Nasnus köyü yakınında bir Kırklar (Farsça, Ceheltenari)
türbesine dikkat çekmektedir.[178] Aynı yazarlar, Derbend’de Kırklar'a
ait bir ziyaret'ien de söz ediyorlar. Yazarların “Kırklar” üzerine
verdikleri açıklamaların da yeniden gözden geçirilmesi, tamamlanması
gerekmektedir.[179]
İslâm tasavvufu ile bütünleşmiş
olmakla birlikte Kırklar, İslâm öncesi geleneklere ve çok eski zamanlara
dayanıyor. “Kırk”, bütün dinlerde rastlanan, simgesel bir sayıdır. İslâm
geleneklerinde, dünyayı kırk veli çekip çevirmededir. Bunlar görünmez oldukları
için onlara ga ’ib erenler (gayb erenleri) denmiştir. Kırklar, Orta
Asya’da, İslâm’dan önce de vardılar ve o zamanlar işlevleri genç savaşçılara
yardımda bulunmaktı. Bu sebeple de, Hind-İran erkek cemiyetlerine bağlanmaktadırlar.136
Fakat Aleviler ve
Cehelten ya da Kırklar gibi Hatai’ye bağlı topluluklar için söz
konusu dian. Âyin-i Cem, Kırklar Cemi’nin bir güncelleştirilmesidir:
Miraç yolculuğunda,
Peygamber, ezel varlığı ile tanıyamadığı Ali’nin kendisini karşıladığı Kırklar
Cemi’ne varır ve ona nerede bulunduğunu sorar. Ali, “Biz Kırklar’ız ve
kırkımız Bir’iz” diye yanıt verir ve bunu kanıtlamak için, bıçakla parmağını
keser. Bir anda Kırkların hepsinin parmağı kanar. Fakat Peygamber o sırada ancak
otuz dokuz kişi olduklarını fark eder ve sorar; “Birimiz sadaka toplamaya
gitti” açıklamasıyla yanıtlanır. Arduıdan yine kanayan bir el belirir. Bu, bac
toplamaya gitmiş olan Selmân-ı Fârisî’nin elidir. Selman tek bir üzüm
tanesiyle dönüp gelmiştir. Peygamber, tek taneden bütün Kırkları esritecek
kadar şerbet çıkarır. Kendisi de esrir ve semâ ’a kalkar; türbanı çözülür,
düşer, kırk parçaya bölünür. Kırkların her biri bir parçayı kuşanır ve bir
ateşin çevresinde dönen pervaneler gibi dönmeye başlarlar. Alevi geleneğine
göre, Kırklar topluluğuna adını veren ve öte dünyada gerçekleşen bu ilk semâ,
başlangıç olur.
Bu anlatıda, Pirleri
Selmân-ı Fârisî ile beliren meslek loncaları - Anadolu ahîliği- etkisi137
ve aynca Türklerdeki örneği abdal’lar olarak beliren gezgin dilenciler,
Kalenderi dervişlerin tarikatlarından izler görülmektedir.
Alevi Âyin-i
Çek’lerine katılanlar, coşkuyla kendilerinden geçe-
’36- Louis
Massignon, “Selmân Pâk et les premices spirtiuelles de l’Islam iranien”, Opera
Minora, 1, Beyrut 1963, s. 443-483.
137‘ I. Melikoff, Hadji Bektach,
s. 17-19.
rek “Şah! Şah!” diye
haykırdıklarında, ‘Şah’ın bir fani varlık anlamı içerdiği zamanlan şimdi ne
kadar anımsarlar? Onlar, çağrılarının, Tanrı’mn mazharı, Şâh-ı Merdan
(Yiğitlerin Önderi), mânevi Şah için olduğunu düşünmededirler.
Fakat yine de, katılanlar arasından
kışkırtıcı sesler gelebiliyor: “Neden Ali?”
Aleviler, bugün yalnız kendi
kimliklerinin ne olduğu sorusunu değil; -“Biz kimiz?”, “Bizler Müslüman mıyız?”
derken-, aynı zamanda, tanrılaştırdıkları varlığın doğru değerlendirilmesi
sorununu da ortaya atmış bulunuyorlar.
Pir Sultan Abdal'ın
Tanrısallaştırılmasına Doğru Bir
Gidiş mi?
İnsan her zaman, bir Tanrı
arayışıyla, bir ya da çok sayıda tanrıya tapma veya bu tapmayı
tanrılaştırılmış varlıklara taşıma gereksinimi duymuştur.
Bununla birlikte, tanrılar da
güçlerini yitirebilmede ve kendilerine yöneltilen saygıyı elde tutmaları
güçleşebilmektedir.
Eski Türklerin Gök-Tanrısı da böylece, yerini, insanlara ve insan gereksinimlerine
daha yakın bulunan Güneş-Tanrı’ya bıraktı. Daha sonra bu tanrı maddî bir
biçimlenişle, insan görünümüne büründü, “insanların hükümranı” oldu.
Mircea Eliade, çağımızı, -kendisine
üstünlükler getirdiğine inandığı bilimin ilerlemeleri ile kendinden geçmiş
olan insanın, Tanrı’nın yerine geçme ve kendisini tanrılaştırma emeli
dolayısıyla- “Tanrıların ölümü”nün çağı olarak nitelendirmededir.
Bununla birlikte, Tanrı’nın
yadsındığı çağımızda da, güçsüz insan, güçsüzlüğü ağır bastığında, kendisine
yardıma yetişebilecek bir koruyucu güce gereksinim duymada; korunma umduğu ve
saygın bir yer vermeye hazır bulunduğu tanrılaştırılmış bir varlığı Tanrı
yerine koymadadır. Marksist dönemde, Sovyetler Birliği’nde, Tanrı reddedilmede,
fakat yerine Lenin Tanrılaştırılmadaydı.
Aleviler, deyime verilen anlam ne
olursa olsun, Şâh-ı Merdan'a. hep bağlı kalmışlardır. Fakat kutsamada,
yığınlara heyecan veren Şehîd-i Kerbelâ, Hüseyn, ilk yeri almadadır.
Hüseyn, acı çeken insanın, ebedî mazlum’un, zulme uğrayanın simgesidir.
1970-1980 yıllarında göçün ve solcu
aydınların etkisiyle, genç Aleviler, Marksçı görüşlere yöneldiler ve sınıf
kavgasıyla tanıştılar; Kerbelâ şehitleri de büsbütün başka anlamlara
bürünerek, sosyal baskı kurbanlarının simgesi oldu. Feyzullah Çınar, bir gün bana,
“Kendi şehitlerimiz dururken, Kerbelâ şehitlerini söylemek niye?” demişti.
Sürekli bastırılma ve başkaldırma
duygusunun uzun zamanlar duyulduğu bir çevre içinden gelen solcu aydınlarda da
sonuç olarak başkaldıran şehit-kahraman büyük Alevi şair Pir Sultan Abdal ’ı
örnek alışın güçlendiği görülmektedir.
Bugün Alevilerin, her biri ayrı
eğilimde, çok sayıda dernekleri bulunmadadır.
Kendilerini eski Rumeli Bektaşilerinin manevi
izleyicileri sayan Kemalist eğilimli Hacı Bektaş demekleri vardır; merkez
yönetime yakın ve resmî inanış Sünnîlikle kaynaşmaya karşı durmayan Cem^5
dernekleri vardır. Fakat eski sol karşı-oluşumların, başkaldıran şair
imgesine sımsıkı bağlı, Pir Sultan Dernekleri de vardır. Bunlar yüzlerce
yıllık Kızdbaşlık ve direniş ruhunu korumadadırlar.
Pir Sultan’ın kutsanışı her zaman
vardı. Onun Alevilerin en büyük şairlerinden biri olduğu tartışılamaz.
Ae/es’leri en fazla okunan şair odur. Bitkiler ve hayvanlar dünyasının simgesel
hayalleri ile zenginleştirdiği bu şiirler, eşsiz bir mistik soluk içermededir
ve ahp götüren bir başkaldırı rüzgârıyla doludurlar. Dinleyenler, şiirinin
güzelliği ve gücü karşısında büyülenmiş gibi olurlar.
Bu kutsayış, en son, özellikle
facialı bir olayla daha da güçlendi ve yaygınlaştı: 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta,
başkaldıran ozanın asıl-
CEM, ‘Cumhuriyet Eğitim Merkezi’ anlamına
gelmededir. dığı yerde, anısına düzenlenen bir
gösteride bir şiddet ateşi, otuz yedi canın kurban verildiği fadalı bir yangına
dönüştü.
Pir Sultan Abdal’ın
başkaldırısı, onu daha ilk çocukluktan tanımaya ve saymaya başlayan her
Alevi-Bektaşi’nin anısında yaşıyor olsa da, hiçbir tarihî belge ondan söz
etmemektedir. Gerek kendisi, gerek hak arayan eylemi üzerine bilgi, ancak
şiirlerinden çıkarılmaktadır.
Pir Sultan, gerçek adıyla
Haydar, XVI. yüzyılda, Sivas yöresinde, Banaz’da doğdu. Bektaşi bir topluluğun
ulu kişisiydi; dinsel sosyal bir ayaklanmanın başı oldu. Başkaldırısı,
Kanuni Sultan Süleyman ile (1520-1566), şiirlerinde göndermeler yaptığı Şah
Tahnıasp’m (1524-1576) hükümranlıkları zamanına rastlamaktadır.
Müridleri arasında,
Sivas ve Hafik arasında Sofular köyünden Hızır adlı bir derviş vardı. Bu
derviş İstanbul’da talihini denemek istedi ve talihi ona güldü; paşalığa, Beylerbeyi ’liğe kadar yükseldi Söylenceye
göre, bir gün vezir olacağını ve gelip kendisini asacağını, Pir Sultan ona
önceden söylemişti Gerçekte de, Pir Sultan silaha sarılınca, paşa olmuş olan
eski müridi ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi Pir Sultan, Sivas’ta,
Toprakkale’ye kapatddı.
Söylenceye göre, Hızır
Paşa ondan, içinde “Şah” sözcüğü geçmeyen üç nefes isteyerek yaşamını bağışlamayı dener.
Bunun üzerine Pir Sultan sazını getirterek manevi Şah’ı öven üç nefes okur. Sivas’ta asılır; Hızır Paşa’hin
adı bir yüz karası olarak kalır.
Bununla birlikte, yine bu
Hızır Paşa sayesindedir ki, Pir Sultan’ın gerçek kimliğinde, bazı çizgilere
ulaşabilmedeyiz. Adı geçen, 1551/2 ile ölüm tarihi olan 1567 yılları arasında
devlet memurluğu görevlerinde bulunduğu ve 1560-70 yıllan arasında Bağdad
Beylerbeyi olduğu bilinen Hızır Paşa olmalıdır. Başkaldırı olayları, Pir
Sultan’ın yakalanması ve asılması da bu tarihler arasında, Paşa’nın
Bağdadyolu üzerindeki Sivas’a yolunun düşmesi sırasında olmalıdır.139
'39- A.
Gölpınarh ve P.N. Boratav, Pir Sultan Abdal, Ankara 1943.
Söylence Pir Sultan’dan koparılarak
başkaldırısı güncelleştirilmekte; kişiliği, halk kahramanı, sosyal baskıya
karşı ve halkın haklan için savaşan ve ölen şehide dönüşmektedir.
Ayaklanmalara ezgi olmuş bir nefes'
inin işte ilk dörtlüğü:
Gelin canlar bir
olalım
Münkire kılıç çalalım
Hüseyn
'in kanın alalım Tevekkeltü teâlallahi4()
Bununla birlikte eski yazmalarda da
yer alan asıl metin, günümüzde karşı görüşlü gençlerce mısraları yetimlerin ve
mazlumların haklarını savunmaya bağlanarak okunan metinden farklıdır. Asıl metnin
gerçekte sosyal bir isteği bulunmamaktadır. Şiir, Hüseyn’in ve Kerbelâ
şehitlerinin öcünü almaya, yani daha çok dinsel-sosyal içerikli bir eyleme,
yapılmış bir çağrıdır. Pir Sultan imgesi değişikliğe uğratılarak, söylence onu
güncel bir kahraman, ezilen sosyal sınıfların ve halkın bir savunucusu
yapmadadır.
Alevi törenlerinde, Kerbelâ olayı da
hep anılır. Hüseyn’in ölümü için her zaman gözyaşları dökülür. Fakat Pir
Sultan, şehit kahraman, Anadolu insanına daha yakındır. Halkın duygulan onunla
belirginleşir ve güncelleşmiş, yeniden yaşam bulmuş, halka daha yakın bir
Hüseyn belirir. Bu, gücü zayıflayan eski tanrısallıklara yerini yenilerinin almalarına
benzemektedir. İnanç, halkın heyecanına güç veren imgelerle yeniden yaşam
bulmak zorundadır.
Pir Sultan imgesi, günümüzde, bu
heyecan gereksinimini en iyi biçimde karşılamada; imgelem, onda, halk
heyecanının gereksinimlerini daha iyi karşılayacak bir örnek bulmadadır.
Bektaşi ve eski Kızılbaş Pir Sultan
Abdal, acaba bir tanrı kahraman olmaya doğru mu gitmektedir?
HO. geçen
eserde verilmiş olan metni aktardık. Söz konusu çalışma, Pir Sultan ’m
şiirlerinin tek tenkitli yayınıdır. Ayrıca bak.: irene Melikoff, Hadji
Bektach, s. 175- 178, 230-236.
ORTA ASYA’DAN
ANADOLU’YA
GÖK- TA NRI’DAN İNSAN- TANRI’YA
TÜRK BOYLARINDA HALK İSLÂMLIĞI
KALINTILARI
Türk boylan arasında İslâm’ın
yayılışı ve Türklerin yeni dine geçişi, dervişlerin ve tacirlerin ağırlıklı
paylarının bulunduğu, uzun bir gelişme süreci içinde gerçekleşti. Olgu, Orta
Asya’da başladı ve Türkçe konuşulan bütün topraklara yayıldı.
Türklerin Türkistan ve Maveraünnehir
gibi İran kökenli illere yerleşmeleri, Orhon Türk Devleti’nin yıkılışı ile IX.
yüzyılda Kırgızlar tarafından bugünkü Moğolistan’ın dışına itilen Uygurların
çöküşü sonucu olmalıdır. Türkçe konuşan topluluklar, kültür alanında geniş yer
alışları ile Sogdluların da aralarında bulunduğu, İran’ın yerli nüfusu
arasındaki ilişkileri hızlandırdılar.
Maveraünnehir ve Türkistan kent
merkezlerinde, Türk ve İranlı kültürler, bir süre birlikte yaşadı; fakat kısa
zamanda Türk dilinin ağırlık kazanması ve nüfusun giderek Türkleşmesi, bu
bölgelerin görünüşünü değiştirdi. Bir geçiş dönemi olan X. ve XI. yüzyıllarda,
konuşulan dil de Sogdca ve Türkçeydi. Eserini XI. yüzyılda kaleme almış bulunan
Kâşgarlı Mahmud, Balasagun, Talaş (Tiraz), Beyze ve İsfıcâb halklarının hem
Sogdca, hem Türkçe konuştuklarını söylüyor.[180]
Ayrıca Argu (Türkistan) bölgesinde yaşayan halkların karışık bir dille
konuştuklarını, Buhara ve Semerkand’da yaşayanların Türkleşmiş Sogdlular
olduklarını da ekliyor ve onlardan “Sogdak” diyerek söz ediyor.[181] Bugünkü Moğolistan’da bulunan
bir yazıt Kâşgarlı Mahmud’un tanımladığı olguları doğruluyor: Türkistan ve
Maveraünnehir kentlerinde yaşayanlar Türk ve İranlı topluluklardı, Türkçe ve
Sogdca konuşuyorlardı.[182]
İslâm kültürü, kentlerde daha kolay
özümsenmedeydi ve buralarda yaşayan insanlar çoğunlukla Müslüman’dılar.[183] Fakat kırsal yörelerde ve
bozkırda, göçer boylar, geleneksel yaşam biçimlerini sürdürdüler. Bunlar,
sürüleri için otlaklar bulmak zorunda olmaları ve kent merkezleri ile ticaret
ilişkiler gibi maddî yaşam koşulları dolayısıyla, giderek yerleşikleşmekle
birlikte, ata geleneklerini korumadaydılar: İslâm’a geçişleri, “İslâmlaşmış
bir Şamancılık” olarak tanımlanabilecek bir dinler karışması biçiminde oldu.
Türkistan ve Maveraünnehir, din
kaynaşmaları bölgeleriydi: Halk, Zerdüşt’çü, Mani’ci, Buda’cı ve Nestûrî inanç
biçimlerini tanıyor, Türk halk da, kent nüfusu içinde yaygın olan bu inançları
benimsemiş bulunuyordu. Buna rağmen, İslâmlık, Maveraünnehir kentlerinde, Samanoğulları
döneminde (IX. ve X. yüzyıllar) ve özellikle de Karahanlılann İslâm’a
girişinden sonra, yaygın bir din oldu.
Boy yaşamı içinde ise, inanç daha
yavaş yayılmadaydı ve bu yayılma dervişler ve tacirler sayesinde oluyordu. Halkın
diliyle konuştukları için ve ortak inanç temelleri dolayısıyla gezici
dervişler, obalar arasında, kentli müderrisleri aşan bir başarıya ulaştılar.[184] Tasavvufu halkın ona
yakıştırdığı biçimler içinde yaydılar. Halk sûfıliğinin gelişimi, Şamancılık ve
İslâm arasındaki kaynaşma için olağanüstü koşullar yarattı.
Kalender ya da Abdal, gezgin dervişin
dış görünüşü de Şaman’ınkinden çok farklı değildi: Şamanların büyülü uçuşunu
düşündüren, kuş tüylerinden bir başlık giyiyorlardı. At simgesi bir değnekleri
vardı ve giysileri üzerinde aşık kemikleri, çıngıraklar diziliydi. Böyle bir
derviş örneğini, bir XIII. yüzyıl Anadolu velisi olan Barak Baha’nın
kişiliğinde görmedeyiz.[185] Halk sûfıliğinin zikr i
de, kendini-aşmaya (transe’a) yönelik Şamancı gösterilerden farklı değildir:
Her ikisinde de kendini aşış, “tedavi” -iyileştirme- amaçlıdır.[186]
Rus halkbilimci V. Basilov’a göre,
Şaman gelenekler halk İslâmlığı içinde koruna gelmiştir. Benzer görenekler,
Kazakistan’da ve Orta Asya’da bugün de görülmektedir.[187]
Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş gibi Türk
velilerinin yaşamlarında da, Şamancı öğeler içeren çok sayıda öyküye
rastlanıyor: Meselâ, veliler kuş olup uçabiliyorlardı. Ahmed Yesevî, Türk halk
yaşamında vazgeçilmez bir yeri olan turna ya dönüşebilmedeydi. Hacı
Bektaş da, Anadolu’ya güvercin donuna bürünerek gelmişti.
Kuş simgesi, Bektaşilerin
törenlerinde de görülür. Semâ', turnaların uçuşunu yansılar. “Köy
Bektaşileri” Alevilerin, tanınmış semâlarından birine “Turna semâ’ı”
denmededir ve bu semâ’da on iki genç kız, On İki İmam’ı simgelemektedir.[188] [189]
[190]
Veliler başka hayvan biçimlerine de
girebilirlerdi: Hacı Bektaş’ınsöylenceli yaşam öyküsü Vilâyet-Nâme’de.,^
veli ve dervişleri -Abdal'lar^ 51 - arslan görünümüne
girmededirler.
Veliler dağlan da yürütebiliyorlardı
ve bu oldukça yaygın bir kerametti: Bulgaristan’da Deliormanlı ermiş Demir
Baba gibi, Hacı Bektaş ve Ahmed Yesevî’de de görülebilmektedir.[191]
Veliler, ölüleri diriltebilirler. Vilâyet-Nâme1
de Hacı Bektaş, bir Tatar köyünde, ölmüş bir çocuğu yaşama geri döndürür.
Veliler, kuraklık getirebilir, Yada
taşı denen bir taşla, yağmur yağdırabilirler. Hacı Bektaş, yulafı buğdaya
dönüştürüyor, yörede tuz bulunmadığında tuz ocakları ortaya çıkarabiliyordu.[192]
Vilâyet-Nâme'de “Bektaşîliğin” inanç-karışımı
niteliğini açıkça ortaya koyan ilgi çekici bir bölüm vardır: Hacı Bektaş,
cemaatle namaza pek rağbet etmemekte, aözZaZ’larıyla birlikte bir dağa
çekilmektedir. Bugünkü Hacıbektaş köyüne 15 km. uzaklıktaki bu yanardağ
kalıntısı tepeye, Hırka Dağı denmededir.
Bu dağda yetişmekte olan ardıç
ağaçlarıyla dervişler dağda ateş yakmada ve ateşin çevresinde semâ ’
(dua rakslan) yaparak dönmededirler. Bir gün bir kendini aşma (transe) anında
Hacı Bektaş hırkasını ateşe atar. Dağa, “Hırka Dağı” denmesi bundan dolayıdır.
Ateş yanıp bittiğinde, dağdan inmeden önce, yerin kutsallığını ortadan
kaldırmak için küller göğe savruluyordu.[193]
Gerçekdışı görüntüler oluşturma
özelliğiyle ardıç, dinlerin çoğunca kutsal sayılan bir bitkidir. Bu, özellikle
yüksek rakımlı tepelerde yetişen ve juniper excelsa ya da macropoda
adı verilen tür için beyledir. Ardıç, PakistanlI Şamancılar ve Tibet’li
Budacılarca da, dumanı görüntüler oluşturduğundan, tütsü amacıyla
kullanılmadadır.[194] Pakistan’da törenden önce,
kendini aşma (transe) durumuna ulaşmak amacıyla, Şaman, ardıçın yapraklarını
ve üzümsü meyvelerini çiğner.[195]
Hırka Dağı’ndaki törenin
anlatımı Hacı Bektaş’ın kişiliğine ışık tutmaktadır. O, yalnız sûfı bir derviş
değil, aynı zamanda eski törenlere bağlı bir şamandır da. Vilâyet-Nâme’nm
bir başka bölümünde, görünmez varlıklar, Ga’ib erenler, dağda ortaya
çıkarak Hacı Bektaş’a ve abdal'\arına görünürler: Dervişler dağın
yükseklerinde bir ışık görerek oraya gider ve görünmez varlıklarla üç gün üç
gece kalırlar. Bu üç gün üç gece boyunca zaman durur ve kimse onların yok
oluşlarını anlamaz.[196]
Eski Türklerin ve
Moğolların kendilerini Gök-Tengri’ye daha yakın buldukları dağ tepelerinde dua
etme göreneklerinin bulunduğunu biliyoruz. Bütün dünya onun tapınağı olduğuna
göre, tapınağa gereksinimi olmamakla birlikte, Tanrı, dağların yükseklerinde,
insanlara daha yakınlaşmış gibi duyulmadadır.[197]
Vilâyet-Nâme'te. rastlanan görünmez varlıklar da,
Şaman’ın, İslâm geleneğince benimsenmiş, koruyucu ruhlarıdır. Bu ruhlar olmadan
hiçbir tören yapılamaz.
Pakistan Şanıancılığı
üzerine çalışmada, ardıç dumanının göğe bir sütun gibi yükseldiği ve yoğun
dumanlarının, ruhların gökten yere doğru inmeleri için, bir çağrı işlevi
gerçekleştirdiği belirtilmektedir.[198]
Oıla Asya Şamanlarında, koruyucu ruhlara bugün de inanılıyor. V. Basilov,
bunları ayrıntılarıyla anlatmadadır.[199]
Eski Türkler ve Moğollar,
Gök-Tengri'ye (Gök-Tanrı’ya) inanıyorlardı. Orhon yazıtlarında,
Kâşgarlı Mahmud’un lügatinde bu inanışa rastlanmada, gezginler, vekayi-name
yazarları, tarihçiler bu inanıştan söz etmededirler.[200]
[201]
Tengri, en yüksekteki
tanrıdır. Yıldırım, sel, yer sarsıntısı, kuraklık gibi gök ve doğa
simgeleriyle belirir. Fakat insanların mutsuzluklarından hep uzakta durur.
XV. yüzyılda yaşamış ve
Antalya yakınında, Elmalı’da mürşidi Abdal Musa’nın türbesine gömülmüş olan
Bektaşi velisi ve ozanı KaygusuzAbdal,Tengri’ye sitemle şunları söylüyor:
“Sen ki en ulu ve en
bilgesin, Yüce Tanrı! KMan ince bir köprü yaratmışsın ve kulların ondan geçmek
zorundalar. Hele biz şöyle duralım ey Tanrı, yiğitsen gel de sen geç! ’’J62
Uranlı tanrılar, insandan
uzak ve etkisiz tanrılardır ve yerlerini yaşam gerçeğine daha yakın tanrılara
bırakacaklardır.
Güneş, yaşamın ilkesi
olduğundan, insanlara biraz daha yakın durmadadır. Dinlerin pek çoğunda da
güneş En-Yüce Olan’dır.[202]
İslâmlık bağlamında
güneşin tanrılaşması, Şâh-ı Merdan, Ali görünümüyle belirir. Fakat Ali de,
güneşin tanrılaşması gibi, karmaşık bir evrimin son halkasıdır ve güneşin
tanrılaşması ile insan suretinde beliren Tanrı arasında uzun bir yol ve çok sayıda,
değişik etkilenişler yer almadadır.
Kızılbaş şair Derviş
Ali’nin, “Yeri, göğü, âlemi ve arşı yaratan Tanrı bence Ali den başkası
değil. ”[203]
mısralarının bulunduğu nefes'i- ni ilk dinlediğimde, büyük şaşkınlığa
uğradım. Bu, Türkiye ve Türk İslâmlığı üzerine öğrendiklerimden büsbütün farklı
idi. İnançları ne İmâmî Şiî, ne de İsmâilî olan Bektaşilerin Ali’yi bir Tanrı
gibi görmelerinin sebebini anlamaya çalıştım.
İlk dikkatimi çeken,
“Allah” sözcüğü yerine eski Türklerin en yüksek tanrısı olan Tengri (günümüz
Türkçesinde Tanrı) adının kullanılıyor olması idi; “Allah” lâfzının
kullanılması küfür sayılabilirdi, Tengri sözcüğü ise böyle değildi.
Ali’nin bir güneş
tanrısallığı olduğunu böyle fark ettim: Orta Anadolu köylerinde o, doğan
güneşle özdeşleştirilmede, güneşin doğuşunda ona dua edilmedeydi. Ali, arslan,
koç ve anka ile özdeşleştirilen turna gibi, güneş bağlantılı canlılarla
simgeleştirilmedeydi. Bu simgeleştirmelerin tümü, Pir Sultan Abdal’ın şu ünlü
manzumesinde görülmektedir: "Hazret-i Şâh ’ın seslenişi turna denen
kuştadır; bakışı aslanda, yiğitliği koçtadır. ’’[204]
Ali’nin gökyüzü ilişkili
doğası, başka bir nefes\e de doğrulanmadadır. Bu nefes, adına hiçbir
antolojide rastlanmayan -fakat XIX. yüzyılda yaşamış olan Derviş Ali ile aynı
kişi olması muhtemel- Sefil Ali’ye aittir. Bu iki şair de Ali’nin gökyüzü
ilişkili doğasını dile getirmede ve dilleri, Azerî çizgide, bazı benzerlikler
göstermededir. Bu nefes, her mısraı ayrı bir küfür sayılacağından, ancak
gizliliğe dikkatle ve yalnız kapah çevrelerde okunmadadır:
"Şâh-ı Merdan,
kendinden geçerek gizi açıkladı: Ömer ’e, yağmuru yağdıran benim, dedi. O an
şimşek çaktı ve yedi kat gök gürledi. Bâkîolan da, sâkîolan da, nûr-ı Rahmân
olan Ali’dir. ”
Ali, Allah’ın üç defa
doksan dokuz adıyla adlanmıştır: Sâkî, Bâkî, Rahman. O şimşeğin,
yıldırımın ve göklerin tanrısıdır; Tengri ’- dir ve Zeus’tur. Fakat Gök-Tengri
ile Tanrı’mn tecellîsi (mazhar’t) Ali arasında, uzun bir evrim süreci
bulunmadadır. Ne Bektaşîliğin ilk biçimlenişinde, ne de 1400’e doğru yazıldığı
düşünülen Vilâyetnâme'âe Ali’nin tanrılığına herhangi bir değinme
vardır: yalnız, Vilâyetnâme’- de Hacı Bektaş’ın elinin içinde “Ali’nin mührü”
bir “yeşil ben”den söz edilmektedir.[205]
XIV. ve XVI. yüzyıllarda,
Bektaşilik belirgin biçimlenişini aldığında ise karışmalar artık epeycedir.
Bektaşilik üzerinde
başlıca etkilerden biri, Şiîlerce altıncı imam Ca’fer-i Sadık’a bağlanmak
istenen “ilm-i hurûf’a dayalı ve Tevrat yorumları kökenli (cabalistique) bir
öğreti olan “Hurufîlik” etkisidir. Bu öğreti, tasavvuf görünümü altında bir
“panteizm” (doğa-tanrı’cılık) ve “antropomorfizm” (insan-tanrı inanışı) olarak
tanımlanabilir ve 1394’te Nahçivan yakımnda, Alıncak’ta idam edilen,
Astarâbâd’h Fazlullah tarafından temellendirilmiştir. Fazlullah’ın öğretim merkezi
Bakû idi ve müridlerinin çoğu Şirvan’daydı. Öğretisi, insanın Tanrı olduğu
düşüncesine dayanıyordu: -Tanrı insanda aranmalıdır; onun tahtı insanın
gönlüdür-, Fazlullah kendisinin de Tanrı’nın tecellîsi olduğu inanandaydı.[206] [207]
En tanınan müridi, Bektaşilerin
en büyük yedi şairinden biri olan Nesimi’dir. Nesimi’ye göre evrenin merkezinde
nûru insana yansımakta olan Tanrı bulunmadadır. Kendinden vazgeçiş ve “kemal”
ile insan Tanrı’yla “bif’leşebilmededir.
“Şüphe yok ki ben
dengi olmayan Tanrı ile bir 'im. Hem onun ezelî zâtı, hem de sıfatlarıyım. Eğer
kendini bilirsen Tanrı ’yı da bilirsin. “,68
“Kendini bilme” Bektaşi
öğretinin temel kurallarından biridir. Kendini tanıyan insan tanrısal doğasını
kavrar.
Hurufîlik Azerbaycan’da
doğmakla birlikte, Anadolu’da ve Rumeli’de yayıldı. Fazlullah’ın ölümünden
sonra, müridlerinin çoğu, mürşidlerinin çağrısı da birlikte, Anadolu’ya ve
Rumeli’ye dağıldılar. Ali el-A’lâ ve Nesimi de bunlar arasındaydı.
Ahmed Refik’in
yayımladığı XVI. yüzyıl belgelerinde, Bektaşîliğin bir kolu olan bir Hurufî
topluluğa, Işık’lara ait te^e’lerden (Dervişlerin barınaklarından) söz
edilmektedir. Bu tekke'\exe Trakya ve
Balkanlar’da da
rastlanıyordu.[208]
Nesimi’ye, XVI. yüzyılda yaşamış olan
ve Bektaşilerin yedi büyük şairi arasında yer alan Yemînî ve Virânî’nin
adlarını da eklemek gerekir. Bu şairlerin ikisi de, adı insan yüzünde yazılı
bulunan Astarâbâdlı Fazlullah’ın tanrısal doğasını dile getirdiler. Bununla
birlikte, Fazlullah’la Ali adı birbirine karıştı. Her ikisi birden Tanrı anlamım
içeren tek gerçeğin simgeleri oldular: “EyŞah’ım, koruyanım, Fazl-ı Rahmanım
Ali! Selâm, Şâh-ı Merdânım Ali! Selâm, Fazl-ı Yezdânım Ali”[209]
Bektaşilere göre Allah adı, her
insanın yüzünde yazılıdır. Fakat bu artık “Fazl” değil, “Ali” olmuştur: Kaşların
yayı “ayn ”ı, burun çizgisi “lâm ”ı, bıyıkların kıvrımı “yâ”yı
simgeler. İstanbul Merdivenköy, Şah Kulu Tekke’sinin son Dede Baha’larından
biri olan Hilmi Dede Baba (ölm. 1907) ünlü manzumesinde şöyle diyor: “Aynayı
yüzüme tuttum/ Gözüme Ali göründü./Özüme bir göz attım,/Gözüme Ali göründü. 'd [210]
Hasluck gibi, bazı ünlü bilginler,
Bektaşiliği Hurufîliğin bir Türk biçimlenişi olarak görmek istediler.[211] Bektaşiliğin bu kadar kolay
bir açıklanışı benimsenebilir gibi değildir. Öğretinin kendine has çizgileri vardır
ve Hurufîlik, Bektaşi inanç karışımının yalnızca bir yanıdır; bununla
birlikte, Ali’nin yüceltilişinde ağırlıklı bir payı vardır. Bu yüceltiş,
Kızılbaş ideolojinin yayıldığı sırada en üst noktadaydı. Kızılbaşlara göre, Ali
yalnız Tanrı’nın tecellîsi (mazharb) olarak kalmaz, Nebi Tik
(nübüvvet) simgesi olan Muhammed dışında, birçok peygamberle de birleşir. Ali,
aynı zamanda “On İki İmam”ın her biridir ve elinin ayasında “Ali’nin mührü”
bulunan Hacı Bektaş’tır.
Kızılbaş ideolojide, Ali -rûhânî Şah-,
ölümlü Şah’la, Şah İsmail’le de özdeşleşmiştir; bu, insanın Tanrı’ya üstün
olması anlamına gelir: böylece, İnsan, tanrılaşmış olmadadır.[212]
Nokta-i beyân (sözün noktadaki özü) adı verilen
Bektaşi niyazında söylendiği gibi: “Tanrı ’yı âdem’den başka bir yerde
arıyorsan, ma ’nâ âleminin bilgisinden yoksunsun, demektir. ”17‘t
Marksist felsefenin
etkisi altında, bu İnsan-Tanrı düşüncesi uç bir noktaya gelmiş bulunuyor: Evrim
düşüncesine bağlanan çağdaş ozanlar (dşvZflar), insanı tanrılığın da üstünde
görmeye doğru gitmektedirler. Bir ömek olarak, Pir Sultan Abdal’ın ve her
zaman halk ozanlarının yurdu, Sivas yöresinden iki halk âşık’tm analım.
Âşık Dâimi:
“Kâinatın aynasıyım;
mademki bir insanım. Tanrı varlığının deniziyim, mademki ben bir insanım.
İnsan Tanrı ’da, Tanrı
insandadır; eğer onu arıyorsan insanda aramalısın. İnsanda eksiklik
aramamalısın.
Tevrat ’ı yazabilirim,
İncil 'i söze dökebilir, Kur ’ân ’ı anlayabilirim: Mademki ben bir insanım.
Dâimiyim ve yıkılmış
olan, har âb olanım. Ayaklar altında toz olanım. Aşka düşene şarap olanım:
Mademki ben bir insanım. ”
Ve Feyzullah Çınar:
“Yezid-oğlu, dinle
beni: Allah benim, ben Allah’ım. Onun yeri benim gönlümdedir. Allah benim, ben
Allah ’ım.
Anlamadan bana kızma.
Ölmeden mezarını kazma. Allah ’ı arayıp durma: Allah benim, ben Allah ’ım.
Secde yalnız Allah
’adır. Çünkü her şeye gücü yeten odur. Feyzullah ’ım adım O’dur. Allah benim,
ben Allah ’ım. ”
Böylece halk ozanlarının
günümüzdeki kavranışında, insan Tanrı’ya karşı bir zaferle tanrısal ayrıcalıklar
yüklenir. İnsan Tanrı olmadadır ve din, artık Tanrı’mn değil, üstünlüğü ele
geçirmiş olan insanın dinidir.
I?4, Besim
Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı (1340), s. 30.
BEKTAŞİ-ALEVİLERDE
ALİ’NİN TANRILAŞMASI
Daha önce bir başka
yazıda da belirttiğim gibi, Bektaşi-Alevi olguların ortak bir kökeni vardır:
Orta Asya’dan, Maveraünnehir’den ya da Hârezm’den; yani söylencenin şüphesiz
bazı sebeplerle Hacı Bektaş’ın manevi mürşidi saydığı, Ahmed Yesevî’nin
yaşadığı bölgeden gelen ve Anadolu’da yurt tutan göçer Türkmenlerin İslâmlaşmış
Şamancılıkları.[213] [214]
Geçen yüzyıllar içinde bu
iki kol birbirinden ayrıldı: Manevî etkileri özellikle Trakya’da ve
Balkanlar’da duyulan Bektaşiler ve Anadolu’da kalarak daha sonra Alevi adını
almış olanlar. Bununla birlikte, bu bölünme uzun bir evrimin sonunda ortaya
çıkar.
İslâmlaşmış Şamancılık
dönemi kapandıktan sonra da iki zümre, halk sûfıliği ile işlenerek birbirinden
farklı etkilere uğrar: XV. yüzyılın ilk yarısından bu yana Kızılbaş adı ile
bilinen Aleviler, Doğu’dan, daha doğru bir deyişle İran’dan gelen ideolojilerle
karşılaşırlarken, bir kurala bağlı düzenli bir tarikat yaşamı kuran Bektaşiler,
Trakya ve Balkanlar’da, yerleştikleri yörelerden gelen etkilerle
zenginleştiler. Kızılbaş deyimi ise yüklendiği dışlayıcı anlam dolayısıyla
ve bu topluluklardaki Ali bağlılığı sebebiyle yerini, yakın bir dönemde
“Alevi”sözcüğüne bıraktı.™
1969 yazında, her yıl
olduğu gibi Türkiye’ye doğru yola çıkışımın, bu kez Bektaşi çevrelere girme
gibi belli bir amacı vardı. Uzun bir süreden beri sûfılikle ilgileniyordum ve
Türk destan edebiyatında
Ebu Müslim üzerine
sürdürdüğüm çalışma,[215] bende derin iz bırakmıştı.
Ebû Müslim Destarit, bir Ahî edebiyatı eseriydi ve Şiîlikten kuvvetle
etki almış bir sûfilik içeriyordu. Ebû Müslim Destanı ’ndan sonra, aynı
yazar -Kastamonu emîri Candaroğlu Kötürüm Bayezid’in (1360-1385) görevli şairi
Hacı Şaditarafından kaleme alınmış olan Dâstân-ı Maktel-i Hüseyn
(Hüseyn’in öldürülüşünün manzum hikâyesi) üzerinde çalışmaya başladım.[216]
Dâstân-ı Maktel-i Hüseyn, anlaşılması güç öğeler taşıyordu ve
kapalı öğelerin anahtarını Bektaşilerde bulacağımı düşünüyordum. Bununla
birlikte, aralarına sızmanın güçlüğü açıktı: arada, sözde bir “Bektaşi sini” ve
özellikle de benim deneyimsizliğim vardı. Bana kollarını açan Alevilerde daha
başarılıydım: Kendimi doğru Hacıbektaş’ta buldum.
Yaşamımda silinmez izler bırakan
birçok şey vardır. Bunlardan biri de hiç şüphesiz bu yolculuğum ve Alevi
âşıkları tanımamdır.
Saygı duyduğum hocalardan,
Türkiye’nin Sünnî bir ülke olduğunu dinlemiş ve onların bunu tekrarla
söylediklerini görmüştüm.[217] O sıralarda, otuz
yıla yakın bir zamandan beri Türkiye’yi tanıyordum. Orada yaşamıştım. Ve buna
rağmen, bu yargıyı çürüten bir belirtiye rastlamamıştım. Fakat Âşık Feyzullah
Çınar’ın okuduğu nefes beni birden şaşırttı:
Men Ali'den başka
Tanrı bilmezem[218]
Beklemediğim bir olay karşısındaydım:
Ca’ferî olduğu söylenen ve On İki İmam’a saygıya dayalı bir Şiîlik, Ali’nin Tanrılaştırılışı
ile aşırı-Şiîliğin bütün özelliklerini taşımadaydı.
Bektaşilik-Alevilik incelemelerimde
ilk adımım, bu ikiliğin bir açıklamasını bulmaya çalışmak oldu. Bugün de
üzerinde durduğum husus, kesin bilgiye varmanın gerekliliğidir; araştırmalar
ilerlemiş olmakla birlikte, Aleviler olgunun bilincinde olmadıklarından, problem
tümüyle çözülmüş değildir.
İkinci bir nefes de, Ali’nin
göksel (atmospherique) doğasını görmeme yardım etti:
Şâh-ı
Merdan cüşa geldi, sırrı aş kâr eyledi “Yağmuru yağdıran menem ” diye Ömer ’e
söyledi O dem şimşek yalabıdı yedi semâ gürledi
Hem sakidir, hem Bakîdir,
Nûr-ı Rahmânım Ali[219]
Ve işte
nefes: Yeri göğü arş-ı kürsi yaradan
Men
Al i'den gayrı Tanrı bilmezem Yaradub kulunun kısmetin veren Men Ali‘den gayrı
Tanrı bilmezem Bin bir ismi vardır bir ismi Allah Eğer inanmazsan, hem vallah
billah Âdem 'i görmüşüm Elhamdülillah Men Ali’den gayrı Tanrı bilmezem
Cennet-i
âlânın altundur taşı Her ne görür isen hikmetdir içi Yüzyigirmi dört bin
nebiler başı Men Ali‘den gayrı Tanrı bilmezem
Ali gibi er gelmedi
cihâne
Ana da buldular dürlü
bahane
Yedi kez uğradım ulu
divane
Men Ali ‘den gayrı
Tanrı bilmezem
Derviş
Ali ’m bu ikrâra belî dir Dilim söyler ama kendim delidir Allah bir Muhammed
Tanrı Ali ‘dir Men A li 'den gayrı Tanrı bilmezem
İlk nefes'te Ali, “Hâlık”
(Yaradan) olarak beliriyordu. O, yeri, göğü, Arş ve Kürsi’yi yaratandır. Buna
karşılık, ikinci nefes\e göğü gürleten, yağmuru yağdıran Tanrı, gök
katının Tanrı’sıdır; eski Türklerin Gök-Tanrı’sı, Gök-Tengri’dir.
Geriye, onun nasıl insan suretine
büründüğünü ve en son, nasıl tanrılaşan insana dönüştüğünü anlamak kalıyor.
Yüksek tanrılar uzak ve
etkisizdirler. Bu, özellikle insanın karşılaştığı şeylere ilgisiz ve katı,
Yaradan Tanrı için böyledir. Bundan dolayıdır ki, yüksek tanrılar yerlerini
gerçek yaşama ve insanlara daha yakın tanrılara bırakmışlardır.
Yaşamın ilkesiyle ve bitkilerin
yetişip büyümesiyle olan bağları dolayısıyla, güneş insanın yakınındadır. İlk
dinlerin çoğunda, bu sebeple, Yüce-Tanrı’nın güneşleşmesi olgusuyla
karşılaşıyoruz: Gök-Tanrı’nın yerini, Güneş-Tanrı alıyor.
Ali ’nin güneş bağlantısını çabuk
fark ettim: Köylerde, doğan güneşle özdeşleştiriliyor; güneş doğarken ona dua
ediliyordu. Güneşe saygı gösterilmesi isteniyor, meselâ güneşe karşı işemek
kınanıyordu.
Ali’nin simgeleri de güneş bağlantılı
canlılardır. Ali, Allah’ın arslanıdır. Başlıca simge olan arslanla birlikte,
giineş bağlantılı bir başka hayvan olan koç ve -anka ile karıştırılan- yine
güneş nitelikli kuş, turna da Ali’yi simgelemektedir.
İşte Pir Sultan’ın güzel bir
manzumesinden bir örnek:
Hazret-i Şâh ’ın avazı
Turna derler bir kuştadır Bakışı arslanda kaldı Döğüşü
dahi koçtadır182
Buna rağmen, Güneş-Tanrı ile
insan-biçimli Tanrı arasında uzun bir yol ve sayısız etkileniş vardır.
Krş.
A. Gölpınarlı ve P.N. Boratav, Pir Sultan Abdal, s. 113.
Türkmen boyların
Anadolu’ya getirdikleri İslâmlaşmış Şamancılıkla[220]
günümüzdeki Alevi-Bektaşi dinler karışımı arasında, sürekli bir evrim söz
konusudur. Bu karışım, XIIL yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar halk inanışının
Şiîleşmesi sürecinin birçok evre’siyle karşı karşıya kaldı.
Şiîlik, sûfilikle her
zaman sıkı ilişkiler içinde olmuştur. Başlarda da, İslâm’ın bâtınî kavranışına
dayanmaları dolayısıyla iç içedirler.
Gelişme, sûfı-Şiî kökenli
İslâmî bir bilinç-birikimi (irfan, gnose) biçiminde oldu.[221] Sûfılik içeren bir Şiî
inanış, İslâmlığın, halk imgelemini ve halkın heyecan isteğini daha iyi
yanıtlayan bir biçimiyle karşı karşıya gelmeyi sağlamaktaydı.
İslâmlaşmış Şamancıhğın
halk Şiîliğine bağlanışının ilk evre’si, şüphesiz, XIII. ve XIV. yüzyıllarda
derviş toplulukları ile meslek loncaları arasındaki karşılaşmalar oldu.
Zanaatkâr loncalarıyla
dervişlerin halk çevreleri arasındaki ilişkiler loncaların edebiyatında,
özellikle Fütüvvetnâme^erâe ve meslek loncalarının edebî yaratmaları
olan, meselâ Ebû Müslim Destanı gibi, destan edebiyatı ürünlerinde
açıkça belirmededir.
Halk hikâyecilerinin
anlatımlarıyla beslenen ve okuması yazması olmayan sınıflar için destan
kahramanı cengâverlik idealinin bir simgesi oluyordu. O aynı zamanda zulme ve
haksızlığa karşı koyan savaşçı örneğiydi. Sosyal adaletsizliğe ve baskıya karşı
savaş, Ahilerin ayırıcı bir üstünlüğüydü.
Ahîlik, Fütüvvet’in Anadolu’daki
biçimlenişidir. Fütüvvet, Ortaçağ’da, Müslüman ülkelerde meslek loncalarına ruh
veren cengâverlik idealinin adıdır. Louis Massignon, onu “zanaatkârlık şeref
antlaşması” olarak tanımlamaktadır.[222]
Ahiler, Anadolu’da X. yüzyılda
görülürler. Etkinlikleri XIV. yüzyılda belirginleşir, fakat merkez yönetimin
artan gücüyle birlikte XV. yüzyılda, ortadan çekilirler.
Ahî toplulukları bütün büyük kent
merkezlerinde bulunmaktaydı. 1332 ve 1334 yıllarında Anadolu’da dolaşırken,
gezginlere yardımlarda bulunarak onları konukseverlikle ağırlayan bu kurumun
genişliği karşısında şaşıran İbn Battuta varlıklarından söz etmektedir. Faslı
gezgine göre, bunlar tek bir loncaya bağlı olmayan, her çeşit meslekten
insanlardı. Aynı kentte, bazen birbirine karşı, birden çok lonca olabiliyordu.[223]
Bu zümreler, Moğol akını dönemlerinde
ve Rum Selçuklu İmparatorluğu’nun çöküşü sırasında görüldüğü üzere, merkez
yönetim zayıfladığı zaman öne çıkmada; meselâ, yönetimi ellerinde bulundurdukları
Ankara’da olduğu gibi, kazâ yetkisini de üstlenerek duruma el koymadaydılar.
Bunlardan adına bir cami de (Şerefeddin) yaptırmış olan Ahî Seyfeddin (ölm.
1350), en ünlüleriydi. Neşrî’ye göre, I. Murad, 13- 60/61 ’de, Ankara’yı, kenti
ellerinde bulunduran Ahi’lerden almıştı.[224]
Genel olarak Fütüvvet’in ve özel
olarak Ahilerin ayırıcı çizgilerinden biri, tasavvufun ve sosyal eylemin iç
içeliğidir.
Ebû Müslim Destam’nda bu çok açık
belirmededir.[225]
Çoğu kez merkez yönetime karşı
duruşları dolayısıyla sonunda istenmez olan Ahîler, cemaat-dışı öbür derviş
zümreleri gibi, Bektaşilik içinde eridiler.[226]
Bununla birlikte, Ahiliğin kökeni
İran’dı. Ahi sözcüğüne, XII. yüzyılda, bu loncalarla bağlantısı bulunan
Genceli Nizâmî’de (ölm. 1141’e doğru) rastlıyoruz.[227]
İslâm öncesi bir kökene gidilebilir ve Stig Wikander tarafından incelenmiş
bulunan erkek topluluklarına inilebilir.[228]
St. Petersbourg’da “Ermitage” müzesinde korunmakta olan bir kâse, bizi bu
düşünceye götürüyor. XIV. yüzyıl başlarına ait, Anadolu kökenli olması gereken
ve Kırım’da Solhat’ta bulunmuş olan kâseye, narçiçekleri arasında içki içen,
sarhoş durumda bir genç resmedilmiştir. Kâse ahî bir çevreye ait olabilecektir
ve bize onların meclislerinin içkili olduğunu göstermektedir.[229]
Bu toplulukların İran kökeni,
Ahilerin piri olarak Selmân-ı Fârsî’ye yüklenen işlevle belirginleşmektedir.
Selmân-ı Fârsî, Bektaşi tören kurallarına da girmiştir. Selmân’ın Fütüvvet
içindeki ayncalıklı yerini, bu ağırlıklı yerin sebepleriyle birlikte, Louis
Massignon, “Selmân-ı Pâk ve İran İslâmlığının rûhânî öncüleri” adlı ünlü
makalesinde inceledi.[230] Selmân-ı Fârsî zanaatkârlık
yoluna girişlerin temel öğesidir.
Meslek loncaları ile dervişlerin
zaviyeleri arasında isnad ve silsile -dayanılan kişi ve sülük
zinciri- gibi, sülük ve tasavvuf yönünden ortak noktalar bulunmaktadır.
Zanaate girişlerde, ilk mevlâ,
Peygamberin Arap kökenli olmayan ilk sahabesi, Selmân-ı Fârsî baş yeri alır.
Selmân-ı Fârsî, berber ve sünnetçiydi. Hasan ve Hüseyn’i, o sünnet etmişti. Bu
meslekler değer verilmeyen mesleklerdi ve böylece o saygınlığı olmayan işler
tutanların, alçakgönüllülerin koruyucusu oluyordu; Selman zanaat erbabının
piriydi.
Bütün loncalar, Selmân-ı Fârsî’ye
bağlıdır. O, sülük zinciri içinde Ali’nin, saçlarını keserek sülûkünü yapmış
olan Cebrail başta olmak üzere, Ahilerin dördüncü piridir. Herbiri bir
loncanın kurucusu on yedi yoldaşının sülûkde rehberi, Selmân-ı Fârsî’nin de
saçlarını keserek sülûkünü yapmış olan, Ali’dir.
Selmân-ı Fârsî’nin Bektaşilerin içine
sızması, Ahilerledir. Selman, öte-âlemde ve zamanın ötesinde bir törenin bu
dünyadaki tekrarı olduğu için “Kırklar Cemi” de denen Ayin-i Cem’le tin
ayrılmaz öğesidir.
Ahilerin sülük töreni ile
Bektaşilerin sülük törenleri arasında benzerlikler vardır: Her ikisinde de
tâlib, saçları kesilerek beyaz keçeden Tac (serpuş, başlık) giyinir ve bir
kuşak (şedd) kuşanır. Ahilerde tâlibe, içmesi için şerbet sunulur
(sırayla bir yudum alınan bir kab tuzlu su), şalvar (işlik) giydirilir.[231] Bektaşilerin sülûkünde Tac
ve şedd ile birlikte şerbet de bulunmadadır; fakat şalvar
yerine, ayrı bir sülük değeri içeren hırka giyilir.[232]
Âyin-i Cem süresince Selmân-ı Fârsî Farraş
makamındadır; Allah-Muhammcd-Ali adlarını söyleyerek üç süpürge vuruşuyla töreni
başlatan odur. Farraş ’lık hizmeti, Âyin-i Cem’de yer alan on iki
hizmetten biridir.
Ahî loncasının, Fütüvvet kökenli
bütün loncalar gibi, dinsel bir çerçevesi vardır. Cemaat-dışı sûfilik ile sıkı
ilişkidedir ve Şiî akımlarla beslenmiştir: En yüksekfetâ olan Ali’ye ve
mesleğe girmiş olanların piri Selmân-ı Fârsî’ye bağlılık gibi.
Zaviyeler de, loncalar
gibi kısa zamanda Şiîliğe eğilim gösterdiler. Fakat şahlar şahı Ali’ye saygı,
Ehl-i Beyt-i Nebevî’ye sevgi ve Kerbelâ şehitlerine, özellikle de bütün
şehitlerin simgesi Hüseyn’e bağlılıkla sınırlı, ılımlı bir Şiîlik söz
konusuydu.
Alevi çevrelerle otuz
yıllık bir ilişkiden sonra, Ebû Müslim Destanı’m son kez yeniden okuduğumda,
kitabımı yazarken duyduğumdan daha çok heyecan duydum. Ebû Müslim, Merv
kentinden kırkAhî ile birlikte, zorbalığa ve haksızlığa karşı çıkan bir halk
kahramanıydı. Kerbelâ’nın öcünü almıştı. Eserin kurgusu, doğaüstü düşler,
olağanüstü olgular, cinler, periler, kanatlarını açıp göğe yükselerek
acılardan kurtulan şehitler gibi-, gerçek dışı bir zemîne dayanmadaydı.
Ali en üstün yiğit,
Hüseynöcü alınacak olan şehitti. Hâricîler ve Emevîler alçak insanlardı. Fakat
Abbasîlerden yana olanlar, has “Sünnî”ler, gerçek Müslümanlar ve Âl-i Peygamber
dostları idiler.
Bununla birlikte, Ali’yi
yüceltme, Peygamber ailesine sevgi, Kerbelâ şehitlerine ağıt, inanışa halel
getirmeksizin kitlelere heyecan veren öğelerdir: Ahilerin Şiîliği ılımlı bir
Şiîlikti. Fakat kısa bir zamanda, XV. yüzyıl başlarında, daha tehlikeli yeni
bir etki, cemaat-dışı eğilimi güçlendirerek ona daha görünür bir hız
kazandıracaktır. Fazlullah Astarâbâd’ın müridlerinin yaydığı Hurufî öğreti söz
konusudur.
Bektaşilik üzerinde derin
etkiler bırakmış olan Hurufîlik, harflerin kutsallığını temel alan Tevrat
yorumları kökenli (cabalistique) bir öğretiydi. El-Hurufî sanıyla tanınan
Astarâbâdlı Fazlullah Naîm Tebrîzî tarafından yayılmıştı. Fazlullah, 1339/40
yıllarında, muhtemel olarak zanaatçı bir çevrede doğdu. Fakat bu sade doğum,
bir cemaat- dışılık merkezi olarak bilinen Yemen kökenli bir aile yoluyla, “seyyid”lik
iddiasını engellemedi.
Fazlullah derin bilgili
bir insandı. Yazarlık ve şairlik gücüne ek olarak düşleri yorma ve doğrudan Tanrı’dan
esin alma gücü vardı. Sûfiliğe yöneldi ve İsmailî bir şeyhe bağlandı.[233] Tasavvufta sülûkünü
tamamladıktan sonra, bir gezgin dervişler tarikatına girdi. Mekke’ye hac
ziyaretinin ardından Hârezm’e gitmiş olmalıdır. 1376’da Tebriz’de üç gün üç
gece süren bir kendinden geçişten sonra, harflerin bâtınî bilgisi ile birlikte
“tebliğ” görevi aldığını açıkladı. Bu arada bir düşünce evresi geçirmiş ve
bunun için bir mağaraya çekilmiş olacaktır.
I836’da öğretisini
yaymaya girişti; dinî açıklamalarının yer aldığı ana eseri Câvidannâme'yı
bu sırada kaleme aldı. Önceleri Horasan’da, Irak’ta, Azerbaycan’da dersler
verdiyse de Baku, öğretiminin merkezi oldu ve ölünceye dek orada kaldı.
Burası, o dönemde Şirvan hükümdarlığı toprakları içinde bulunuyordu;
hükümdarlığın merkezi, başlıca müridlerinin bulunduğu Şemâhî idi.
Yaşamını yazmış bulunan
Makrizî ve Sohrabî’ye göre, öğretisi, daha çok Arap olmayanlar ve özellikle
de Türkler arasında yayılmadaydı. Bu, onun sonunu hazırlayan, acımasız
Timurleng’i öğretisine kazanma isteğine kapılmasına sebep oldu. Timur, Semerkand’da,
öldürülmesine fetva için bir ulemâ meclisi topladı.
Hapiste bulunduğu sırada
yazdığı 77d/>-ndwe’sinde (Uyku risalesi), Şemâhî’de Kadı Bâyezîd’in evinde,
olacakları önceden bildiren bir düş gördüğünden söz etmededir. Hemen
Astarâbâd’a doğru yola çıkmış, Fakat Timurleng’in oğlu, o zaman Azerbaycan
emîri olan Mîranşah’ın buyruğu üzerine yolda ele geçirilmiş ve Alıncak kalesine
(bugünkü, Alınca') kapatılmıştır. Fitne çıkarmakla suçlanarak, 1394
yılında, “zi’l-kade”nin altuıcı günü idam edildi; o sırada elli altı
yaşındaydı. Cesedi yerlerde sürüklendi, sonra müridlerince kaldırıldı.
Alıncak’ta Maktelgâh, “şehitlik”, olarak anılan mezarı bir ziyaret makamı
oldu; bir şehit gibi saygı gördü.
Hapiste, iki Vasiyetnâme
yazdı: Biri, ailesine, çocuklarına ve müridlerine bir vedâydı. Öbürü, kızı
Mahdumzâde’ye yazılmıştır. Burada kendini İmam Hüseyn’e ve Şirvan’ı Kerbelâ’ya
benzetmektedir. Ölümünün ardından “Kerbelâ ağıtları” örnek alınarak bir
“Fazlullah’a ağıt” düzenlendi.197
Hurufîler dünyadan el
çekmiş insanlardı; beyaz yün başlık ve beyaz giysiler giyiyorlardı.
Fazlullah’ın öğretisi, tasavvuf ve antropomorfizm görünümünde bir panteizmdi.
İlk çağlardan beri bilinen ve kökleri Yunan ilkçağı ile Sâmî dünyanın
başlangıçlarına ulaşan, harfler bilimi Cefr'e dayanmadaydı. Temelleri,
“Davud’un Kitabı”nda ve ona mal edilen yazılarda da görülmededir.
Harflerin mistik anlamı,
Ali’nin, Kur’ân’ın gizli anlamını elinde bulunduran “kâmil insan” sayıldığı Şiî
âlemde özellikle yayıldı. Bcktaşilerin evlerinde ve teAfc’lerin duvarlarında
sıkça rastlanan bir hâdis’e göre, Peygamber, “Ben ilim şehriyim, Ali onun
kapısıdır” demektedir.
Şiî geleneğe göre ilm-i
hurûf, kendisine Ali’den kalmış bulunan El-Cefr adlı bir gizli bilimler
kitabındaki bilgileri elinde bulunduran altıncı imam Ca’fer es-Sâdık’a (ölm.
147/865) çıkmadadır; pek çok tasavvufî yorum ve kutsal sayılmış kitap da ona
mal edilmektedir.198
Arap harfleri üzerine
yorum, Ca ’fer es-Sâdık’ın müridi olması gereken, simyacı ve süfli, Câbir ibn
Hayyân’ın
Kitâbu’I-mîzân ’ında
da yer almadadır.
Câbir yazılarında, bilgisini mürşidinden aldığını söylüyor. Fakat hiçbir
kaynakta, Câbir ibn Hayyân, Ca’fer es- Sâdık’ın müridlcri arasında geçmiyor;
öte yandan, onun sayılar bilimi ve fizik ötesi kökenli kuramlarının, Yunan
ilkçağına, özellikle Yeni Pythagorasçılara ve Cefr’in Şiî kuramcılarına
ulaştığı artık kanıtlanmış bulunmadadır.199
197
• Fazlullah’ın yaşamı ve eserleri
için bak.: Z. Kulizade’nin değerli çalışması (Xurufızm).
198
, Krş. El1, Toufıc Fahd’ın makalesi
(“Djafr”).
1"- Krş. EF,
“Djabir ibn Hayyan” (P. Ktaus-M. Plesner); Paul Kraus, Jâbir ibn Hayyân:
contribution âl 'histoiıe des idees scientifiques dans l ‘İslam, II, Kahire
1942 (tabir et la Science grecque).
İslâm tasavvufunda, Levh
ve Kalem’le simgeleşmiş bulunan, harflerin kutsallığı Kur’ân’a dayanmadadır
(LXVIII: 1; LXXXV: 22). Harflerin tasavvufî yorumu, Mansur el Hallaç ve Nâsır-ı
Husrev’de de görülüyor.[234]
Muhyiddîn el-Arabi’nin
(1165-1240), özellikle Miftâhu'l-Cefri’il-Câmf adlı eseri ile Cefr’in
gelişmesinde payı vardır.[235]
İbn Arabi’den ve İranlı
İsmail! yazarlardan esinlenen Fazlullah, bu bilgiyi en aşırıya doğru çekerek ve
ona yepyeni bir biçim vererek aldı.
İlm-i hurûf, Tevrat’ın
geleneksel yorumlarına dayanmadadır: İlâhî Zât’ın sıfatı İlâhî kelâm, Kutsal
Kitap Kur’ân’ın kaynağıdır. Lâm-elif, Kur’ân’da, Fars elifba’sında yer
alan dört harfin karşılığıdır. Harfler, yazının, sözün ve usun simgesidir;
onlar tanrısal söz, Kelâm’dırlar.
Farsça elifba’nın otuz
iki harfinin her biri, Tanrısal Birliğin sıfatlarıdırlar. İnsanın yüzünde,
bedeninde ve ruhunda belirirler.
Fazlullah harflerde
Varlığın Birliği’ni (Vahdet-i Vücûd) görüyor. Otuz iki harf gerçekte yalnızca
“Bir” olandır. Her harf dört öğeden oluşmadadır: toprak, hava, su ve ateş.
İnsan, âlemi kendinde taşıyan küçük bir evrendir (microcosme).
Hurufî öğretinin temeli,
insanın tanrılaşmasıdır. Yaratılış, insanın yaratılmasıyla en üst düzeye
ulaşmıştır. Tanrı, insandan başka yerde aranmamalıdır. Fakat o, insanda ancak
kemalin, olgunlaşmanın en yüksek derecesine ulaşıldığı zaman belirir. İnsan, bu
mertebeye kendini feda ile ve şehitliğin acılan yoluyla ulaşır.
Bedeninden büsbütün
sıynlana ve Tanrı kendisiyle -ya da daha doğrusu, kendisi Tanrı’yla-
bütünleşene kadar, kemalin, bedenin acılarında aranışı, en yüksek anlatımını
Fazlullah’ın tanınmış müridi, öğretisinin başlıca yayıcılarından biri ve
muhtemel olarak damadı
Seyyid İmâdeddîn
Nesimi’de bulur. Hurufîlik, Anadolu ve Rumeli’deki yükselişini ona borçludur.
Bektaşîliğin ağırlıklı bir yanını oluşturacağı Türkiye’de, öğretinin yaşamını
sürdürmesi o ve onun gibi müridler dolayısıyladır. Bektaşiler, onu, yedi büyük
şair ve veliden biri olarak görürler.[236]
Nesimi, tasavvuftan yola çıkarak
Hurufîliğe gelmiştir. Yaydığı görüş, Muhyiddîn el-Arabî ve izleyicilerince
geliştirilmiş olan Yeni- Eflâtuncu öğreti, evrensel kavrayış (gnostique) ve
sevgi temelli Vahdet-i Vücud felsefesidir.[237]
Nesimi’nin öğretisinin temelini oluşturan Aşk, şöyle anlatılabilir: Evrenin
merkezinde, nûru insana yansımakta olan Tanrı bulunmaktadır... İnsan kendini
feda ve kemal yoluyla Tanrı’ya yaklaşır. Son varılacak nokta, Tanrı’da yok
olmadır. Ruh sürekli dolanmada ve kesret âleminde sürekli yeniden
bedenleşmededir. Fakat son erek, Tanrı’nın birliğine varmaktır. Bununla
birlikte, kendisiyle karşılaştırdığı Mansur el-Hallac’ın tersine,[238] Nesimi, insanı Tanrı’ya doğru
yükseltme yerine, Tanrı’yı yeryüzüne indirmededir:
Mutlak yokluk bularak
Tanrı ile Tanrı oldum
... Şüphe yok, ne
yaparsam, dengi bulunmayan O’nunlayım.
Hem EzelîZât’ın
kendisi, hem de sıfatlarıyım.^
Nesimi ’de, Hurufîlik,
insanın tanrılaşmasıdır:
Ey Nesimi, yüzün Tanrı
görünümünün bir belirişidb2^
Fazlullah’ın öğretisinin
öbür yayıcılarının ve Nesimi’nin etkisiyle bu nitelik, kısa zamanda,
Bektaşîliğin ayrılmaz bir parçası olan Türk Hurufîliğinin belirgin vasfı
olacaktır. Türkiye’de Hurufîlik Bektaşîlikten ayırılamaz. Bununla birlikte,
yine de, Hasluck’ın yaptığı gibi, Bektaşîliğin, varlığını Hurufiliğe borçlu
olduğunu söyleyemeyiz.201 Hurufîlikten etkilenmiş olsa bile,
Bektaşilik en azından onu kendi ayrıntıları içinde almamıştır.
Hurufîliğin büyük ölçüde
yayılışı, Fazlullah’ın, Mîr Ali el-A’lâ, Râfi’î ve birkaç yıl sonra da
Ferişte-oğlu gibi bazı müridleri sayesinde Trakya’da oldu.
Mîr Ali el-A’lâ
mürşidinin ölümünden sonra, Anadolu’ya geçerek Bektaşi tekke Terine
sığındı.[239] [240]
[241] [242]
Çağının başlıca Hurufîleri üzerine bilgiler içeren ve Fazlullah’ın Câvidannâme'st
gibi Farsça, Astarâbâd lehçesinde, İstivânâme (Doğruluk Risalesi) adlı
Hurufî bir eser kaleme aldı. Mîr Ali el-ATâ ise Işık adı verilen Hurufî
bir topluluktandı.[243]
Bcktaşilcrin bir kolu
olarak görülen Işık zümrelerine ait tekke ve zaviye’İcr,
Anadolu’da Seyyid Gazi’de, Varna’nın kuzeyinde Akyazıh’da, Filibe’de
(Plovdiv’de) Tatar Pazarı’nda ve günümüzde Bulgaristan topraklarında kalmış
olan başka bölgelerde görülmektedir. Ahmet Refik tarafından yayımlanan
belgelerde, 1572’de (Belge no. 4) ve 1576’da (Belge no. 48), Filibe’de ve Tatar
Pazarı’nda tutuklanan Işık dervişlerinin adları verilmektedir.210
Mîr Ali el-A’lâ 1419’da
idam edildi ve Alıncak’ta mürşidinin yanına gömüldü. Fakat Trakya, Hurufîliğin
Bektaşiliğe etkisinin en fazla duyulduğu yer oldu.
Trakya’da, bazı Bektaşi
zaviyelerini ziyaret fırsatı bulduğumda, Varna ve Balçık arasında, Batova’da
(bugünkü, Dobrovişte) Akyazılı Sultan zaviyesinde, velinin
türbesinin tıpkı yedi kenarlı meydan evi (cem evi) gibi, yedi
kenar üzerine kurulmuş olduğunu görünce şaşırdım. Türbesinin yanında yer
alan yedi kenarlı, taş yapı imaret'™, yedi ocaklı bir de mutfağı
bulunmadaydı.211
Aynı yedi kenarlı plan,
Hasköy’de (bugünkü, Haskovo) Otman Baba tekke 'sinde de
görülmededir.
Bu tekke ’de cephe duvarının üstünde yedi
yapraklı bir çiçek görülüyor. Duvarın güney doğu yönünde bir taş üzerinde de
yedi köşeli bir yddız resmi yer almaktadır.212
Otman Baba 1478/79’da
ölmüş olmalıdır. Akyazılı Baba da onun müridlerinden olsa gerektir. Türbesi
1506’da yapılmış olacaktır.213
Akyazılı Baba,1519’da
(925), Fazlullah’ın tanrılığının açıklandığı, Faziletnâme adlı
bir eser kaleme almış bulunan Hurufî şair Yemini'nin bir müridi
olabilecektir.214
21°Krş. Ahmet Refik, On altıncı
Asırda Rafızîlik ve Bektaşilik, s. 31-32, 36-37.
211Krş. Semavi Eyice, “Varna ve Balçık
arasında Akyazılı Sultan Tekkesi”, Belleten, XXXI, no. 124 (Ekim 1967),
s. 551-600; LjubomirMikov, “Simbolika na tchislata v izkustvoto na bulgarskite
Aliani”, Problemi na izkustvoto, Sofya 1996, s. 45-50. 212-
L. Mikov, a.y., s. 45-49 (resim 46).
213- Krş. A.Y. Ocak, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Marjinal Sûjilik, s. 99-102, 226; Makiel Kiel, “San
Saltuk ve Erken Bektaşilik üzerine notlar”, Türk Dünyası Araştırmaları,
no. 9, Ekim 1980, s. 94.
214‘ Krş. S.N. Ergun, Bektaşi-Kızılbaş-Alevi
şairleri ve nefesleri, s. 67-72.
XVI. yüzyılın bir başka Hurufî şairi
Muhyeddin Abdal da, Otman Baba’yı ve türbe1si Balçık’ta
bulunan Akyazılı Baba’yı şiirlerinde anmadadır.[244]
Aynı yedi köşeli yapı planı,
Bulgaristan’ın güney doğusunda, Nova Zagora’ya 15 km. uzaklıkta, Kalugerovo
köyü yakınında bulunan Kıdemli Baba teAAe’sinde de görülüyor.[245]
Beyaz mermerden yapılma yedi kenarlı
türbe iyi korunmuş olmakla birlikte, yine yedi kenarlı yapısıyla âsitâne
artık bir taş yığını görünümündedir. M. Kiel’e göre, türbe, Osmanh mimarlığının
başlangıç dönemine 1413-1420 yıllarına iniyor olmalıdır.
Bulgaristan’ın en mühim Kızılbaş
merkezini, Zavet tepesinde, îsperih yakınında, Razgrad’a 17 km. uzakta,
Deliorman’daki Demir Baba tekkesini en sona bıraktık.[246]
Birçok kez ziyaret fırsatı bulduğum
bu tekke eski bir Trakya manastırı üzerine kurulmuş olacaktır.[247]
Türbe girişinin güney doğusunda, bir
oyuğun üst yüzeyine yedi köşeli bir yıldız işlenmiş bulunmaktadır. Duvarın
güney doğu cephesinde yedi taçyapraklı bir çiçek bezenmiş bir taş yer
almadadır. Aynı yönde bir başka taş üzerine, iki yanında iki dizi halinde yedi
basamak bulunan, bir yapı resmedilmiştir.
Ortak bir noktada birleşen dört
Trakya zaviyesi tanımladık: Yapı ve süslemede yedi sayısını bir yeğleyiş göze
çarpıyor. Başka bir deyişle, bu yapılar, Îmamî değil, Îsmailî inanışa
girmededir.
Zaviyelerden ikisi, Huıufî ve Bektaşi
inanışa bağlı görünüyor.
Otman Baba ve Akyazılı
Baba, XVI. yüzyıl Hurufî-Bektaşi şairleri Yemînî ve Muhyeddin Abdal tarafindan
anılmadadır.
Elimizde 1519’da yazılmış bir Faziletnâme’sı
bulunan Yemînî, Akyazılı Baba /e^e’sinin bir dervişi idi. Şiirlerinde, Fazlullah’ın
Tanrı olduğunu söylüyor.
Muhyeddin Abdal da Akyazılı Baba
müridlerindendi. Şiirlerinde Otman Baba’yı övmede ve bize onun 883’te (1478/79)
birden ölümünden sonra, 900’de (1501), Akyazılı İbrahim Sultan’m Abdalların
Kutb ’u sayddığını söylemektedir.
Muhyeddin Abdal, Sultan Balı (Balım
Sultan) ve Ali ile birlikte Hacı Bektaş’tan da söz ediyor.[248]
Fazlullah’ın Îsmailîlerle ilişkisi
yaşamını yazanlarca kanıtlanmıştır: gençliğinde İsmailî bir şeyhe
bağlanmış, cemaat-dışı bir gezgin derviş topluluğuna katılmıştı.
Hurufîlerin yedi sayısını yeğleyişleri, Fazlullah’ın kabrinin bulunduğu
Alıncak’a ziyaretlerde uyulan usul ve erkânda da görülür: ziyaret edenler, maktelgâh
adı verilen mezarın çevresinde yedi kez döndükten sonra; küçültme amacıyla
Maranşah, “Yılanlar-şâhı”, diye adlandırdıkları Miranşah’m yaptırdığı
hisarı taşlıyorlardı. Zaviyelerin yapı ve süslemelerinde, yedi sayısının
tekrarı rastlantı değildir ve bizi Hurufîlik yoluyla İsmailîliğe uzanan bir bağ
görmeye zorlamaktadır. Bu bağlantıya Trakya dışında rastlanmıyor olmasında, bir
sınırlanma da söz konusudur. Rafızîlerden (ayrılıkçılardan) sayılan Hurufî ve
/şı/s’lann, kurbanlar verdikleri baskı ve zulümler burada, bir engellenme
sebebi olabilir mi?
Fazlullah’ın öğretisi insanın Tanrılaştırılmasına
dayanmadaydı. Fazlullah, Tanrı elçilerinin en üstünü ve sonuncusu, Mehdi
olarak görülüyordu.
Tanrı, insan kalbinden başka bir
yerde aranmamalıydı. Fazlullah, “kemal” (olgunluk) gibi, Tanrı bilgisine de
ulaşmış olduğundan, Tanrı’yı kendinde bulmaya en çok lâyık olandı. Bu sebeple
müridlerince tanrılaştırıldı. Yakınlarından, Nesimi bunu şöyle açıklıyor:
Fazlullah
dost olursa başka dosta kim gerek duyar? Nesimi, Fazlullah in değersiz bir
kuludur.
Fazlullahdır,
Fazlullahdır Yaratıcımız.220
Türk Hurufîlerin en
tanınmışlarından biri olan Ferişte-oğlu ya da Firiştezâde (AbdüT-Mecîd bin
Ferişte îzzu’ddin el-Hurufî), 1469’da Tire’de öldü. Aralarında, Câvidannâme'mn
kısaltılmış bir aktarımı olabilecek, Işıhıâme'Nm (1430) de yer aldığı
çok sayıda eser kaleme aldı ve Fazlullah’ın Hâbnâme’sini Türkçeye
çevirdi.
Ferişte-oğlu, “Tanrı,
âdemin yüzünü, eğer okursan, Fazl-ı Yezdân adını belirmiş göreceğin surette
yarattı” diyordu.2-22
Fazlullah’ın tanrılığını
Hurufî şairler açıklamaktadırlar. Fakat kısa zamanda Ali, Fazlullah’la
kaynaşarak ikisi birden aynı gerçeğin simgesi olurlar: İnsanda tecellî eden
Tanrı’nın.
Bu gelişme, yedi büyük
Bektaşi şairden biri olan Virânî, ya da Viran Abdal’ın şiirinde görülmededir.
Virânî, bir XVI. yüzyıl
şairidir. Kendisi, Rûm abdallarından olduğunu söylüyor. Göndermelerde
bulunduğu Bahm Sultan’ın anayurdu olan Didimotik yakınındaki Kızıl Deli
Zafcte’sine bağlı olabilecektir. Hurufî ve Ali-ilâhî olduğu için, Vîrânî’de,
Fazlullah ve Ali birbiriyle karışmadadır: çünkü ona göre, her ikisi de
Tanrı’yı temsil etmektedir:
Ey benüm Şâh ’ım
penâhım Fazl-ı Rahman im Ali!
Es-selâm, ey Şâh-ı
Merdânım Ali!
Es-selâm, ey Fazl-ı
Yezdânım Ali!222
Virânî’den sonra, Fazlullah inanışı,
Ali’ye inanışla birleşir ve ikisi
220-Krş. Kulizade, s. 151.
22^‘ Krş. Besim Atalay, a.g.e., I, s.
30-49; A. Gölpınarlı, Hurufilik Metinleri Katalogu, s. 12-15, 25, 31,
33; ayrıca bak.: İ.A., “Firişte-oğlu” maddesi.
222‘ Krş. M. Halid Bayrı, Vfrânı,
hayati ve eserleri, s. 90-91.
ayrılmaz biçimde
kaynaşır. Bu da bizi, Hurufîliği Bektaşilik içindeki görünüşüyle tanımlamaya
götürüyor. Bu, harflere dayalı olmaktan çok insanın tanrılığına dayanan bir
tasavvuf anlayışıdır ve panteizm (doğa-tanrı’cılık) antropomorfizm’e
(insan-tanrı’cılığa) kaymıştır. Fakat Noktatü ’l-beyân adı verilen
Bektaşi niyazında görüldüğü gibi, Hurufilik altta durmadadır:
“Ademden gayrı Hak
taleb edersen ma ’rifet-i İlâhîden bî-habersin. ”
Allah adı insanın yüzünde
yazılıdır; fakat görülen, Fazl’ın yerini alınış bulunan Ali adıdır. Ali, Tanrı’mn
insan suretinde tecellîsidir. Adı, her Bektaşi’nin, her Alevi’nin yüzünde
beliren odur. Kaşın yayı ayn, burun çizgisi lâm, bıyıkların
kıvrımı yâ biçimindedir. Bıyık; onsuz Ali adı eksik kalacağı
için, çok önemlidir.
İnsanın Tanrılığı teması,
Bektaşi tasvirlerde olduğu kadar, -İstanbul’da, Merdivenköy’de Şah Kulu Sultan
Bektaşi ZeÂAe’sinin son postnişîni (ki 1907’de burada ölmüştür) Hilmi Dede
Baha’nın ünlü şiirinde görüldüğü üzere- âşıkların deyiş ve nefeslerinden oluşan
Bektaşi edebiyatında da görülür:
Tuttum
aynayı yüzüme Ali göründü gözüme Nazar eyledim özüme Ali göründü gözüme223
Sûfiliğin temeli
tasavvufî panteizm, Bektaşi edebiyatında varlığını sürdürmededir; fakat
yaşadığımız yüzyılın ruhsal eksikliğinde bu, materyalist bir panteizm’e
dönüşmüş bulunuyor. Tanrı maddeye soluk vermemiş, madde Tanrı’mn yerini almış,
insan kendisi Tanrı olmuştur.
Mansur el-Hallâc’da insan
Tanrı’ya yükselir ve onda yok olur. Nesimi’de ise Tanrı insanda belirir. Fakat
çağımızda, Âşık Dâimî’de
223-
Hilmi Dede Baba Divanı, 1909’da Besim Atalay tarafından
yayımlandı. Bedri Noyan tarafından da yeni bir yayını yapıldı. Bak.: Besim
Atalay yayım, s. 30.
(1932-1983) görüldüğü
gibi, insan Tanrı’mn yerini almadadır:
Kâinatın oynaşıyım
Mademki
ben bir insanım Hakk ’ın varlık deryasıyım Mademki ben bir insanım
İnsan Hak'ta Hak
insanda
Arıyorsan
bak, insanda Bir eksiklik yok insanda Mademki ben bir insanım
Tevrat
’ı yazabilirim İncil ’i düzebilirim Kur 'an ’ı sezebilirim Mademki ben bir
insanım
Bunca temenni dilekler
Vız gelir çarh-ı
felekler
Bana eğilsin melekler
Mademki ben bir
insanım
Dâinıî’yim har ab
benim
Ayaklarda
türab benim Aşk ehline şarab benim Mademki ben bir insanım224
Bununla birlikte XV. yüzyıldan sonra
Bektaşiliğe sızmaya başlayan ve düşünceleri Yemînî ve Vîrânî gibi şairler
yoluyla özellikle XVI. yüzyılda ürünlerini vermiş bulunan Hurûfılik,
(tarikatlaşmış Bektaşilerin sosyal yapılarından çok farklı olarak) ata gelenek
ve göreneklerine bağlı kalan Anadolu Türkmenleri üzerinde daha az etkili olmuş
görünüyor.
224-
Bak.: I. Melikoff, Hadji Bektach,
s. 251-252.
Bu halk yığınları kısa
zamanda çok daha güçlü ve daha kesin bir başka etkiyle, İran’dan gelen ve
Safevîler tarafından yayılmakta olan Kızılbaş ideolojinin etkisiyle
karşılaştılar. Bu etki, özellikle, karşısındakiler Türkmenler olduğu içindir
ki, derin izler bıraktı.
İlk Safevîlerin birçok
kez üzerinde durulmuş olan tarihine uzanmak bu makalenin amacı dışındadır.[249] Burada yalnızca, Safevî tarikatının
1334’te Erdebil’de doğduğunu anımsatalım. Kurucusu, Şeyh Safîüddîn îshak, ne
seyyid, ne Şiî; Şafiî-mezheb bir Sünnî idi. Konumuz onun torunları olacaktır:
Cüneyd, Haydar, Şah İsmail ve genç Şah İsmail’in, 1501’de Tebriz’de tac
giymesi, Pers birliğini yeniden kurması ve İmâmî Şiîliği resmî inanış olarak
bastırışıyla son zaferine kadar göz kamaştırıcı yükselişini birlikte yaşayan
Anadolu ve Azerbaycan Türkmen boyları üzerine etkisi.
Tebrîz melîki Karakoyunlu
emîr Cahanşah’ın, yerine kendi ailesinden Ca’fer’i yerleştirmek amacıyla Şeyh
Cüneyd’i Erdebil’- den çıkardığında, o zamana kadar Sünnî bir tarikatın,
savaşçı ve siyasî bir güç yaratmada yararlanılacak cemaat-dışı bir edime dönüşmesine
sebep olacağı elbette bilinemezdi.
Bu köklü değişme, göçer
Türkmenlerin Cüneyd’e geniş katılışlarıyla oldu. Safevîler, sona götüren
zaferi, başlangıçta Şiî bir tasavvufla beslenen, Tanrı’nın insan biçiminde
tecellîleri ve yeniden-bedenleşme inançlı, fakat henüz Şamancıhğa çok yakın bu
İslâmlaşmış Şamancı boyların cengâverliklerine borçludurlar. Tecellî,
tanrılaştırdıkları ve taptıkları safevî hükümdarla, bir bedene bürünmüş
oluyordu.
Değişme, Cüneyd’in Seyyid
olma isteğinin ortaya çıkması ve aşırı Şiî görüşler yaymaya başlamasıyla
görünürleşti. Konya’da ve Kilikya’da istenmez olduğunda, kız kardeşi Hatice
Begüm’le evli bulunduğu Akkoyunlu hükümdardan kabul gördü. Cüneyd, Dağıstan
Hıristiyanları üzerine bir ganimet akını sırasında, topraklarından geçmesini
istemeyen Şirvanşah’la savaşırken, 1460’da öldürüldü.
Cüneyd’lc Hatice Begüm’ün
oğulları Haydar, 1460’da doğdu. 1469’da -iki yıl önce Cahan Şah’ı yenerek
öldürmüş olan- Uzun Hasan, Haydar’ı Erdebil’e yerleştirdi. Ve onu, daha sonra
Âlem Şah olarak tanınacak olan kızı Halime Begüm’le evlendirdi.
Kızılbaş oluşum, Haydar’m
kısa hükümdarlığı zamanında gelişti. Haydar taraftarları, kendilerine
seçtikleri, Tâc-ı Haydar denen on iki dilimli külah, kızıl
serpuş dolayısıyla bu adla anıldılar. Bu insanlar, Haydar’m Tanrı olduğunu
ikrarla ona secde ediyorlardı. Ve sayıları durmadan artıyordu. Haydar
1486’da, atsız ve pusatsız, giyimleri yoksul on bin adanda giriştiği, Dağıstan
üzerine ilk yağma seferinden, zengin bir ganimetle geri döndü.226
1488’de Haydar, babasının
öcünü alma amacıyla, Şirvanşah Ferruh Yesar’a karşı üçüncü Kafkasya seferine
çıktı. Fakat 6 Temmuz’da Tabasaran’da öldürüldü; kafası, Şirvanşah’ın damadı,
Uzun Hasan’ın oğlu ve veliahdı Yakub’a gönderildi. Yakub, Safevîleri
Erdebil’den çıkardı ve Haydar’m üç oğlunu, anneleri Âlem Şah’la birlikte Fars
bölgesinde İştar Kalesi’ne kapattı.
Haydar’m üçüncü oğlu
İsmail 1487’de doğmuştu.
İki büyük kardeşin
öldürüldüğü çalkantılı bir dönemden sonra, İsmail, altı yıl kalacağı Gîlan’da,
Lâhican emîrinin yanında barındı;
226- Krş. Faruk Sümer, a.g.e., s. 13-14.
Türkçe ve Farsça
yazabilen, çağının tasavvuf ve edebiyat konularında bilgili tam bir şair
olduğuna bakılırsa, burada iyi bir eğitim görmüştü. Fakat ince kültürüne
rağmen, yaban bir temelin kaldığı çalkantılı bir çocukluk döneminden ve ata
gelenek ve göreneklerine bağlı Türkmenlerin, çevresini kuşatan etkilerinden
sonra, şaşmamak gereken, garip yanları vardı.227 Müslüman ve Şiî
eğitimine rağmen, yeniden bedenleşme ve biçimlenmelerin çokluğu (kesreti)
inançlı bir uç Şiîlikten gelme öğelerin karıştığı eski Şamancı temele hep bağlı
kaldı. Kendisinin, Allah’ın Zâtı ve devr içinde Ali’nin bir yeniden bedenleşmesi
olduğunu söylemektedir. O, Ali’nin sim, Tanrı’nın insan suretinde bir
tecellîsidir. Taraftarlarının kendisine bağlılığını güçlendirmek için yazdığı
Türkçe şiirlerinde, bunu sık sık tekrarlar.
Geleneksel Âyin-i Cem’lerde her zaman
okunan, ezbere söylenen şiirlerinde Hatâî mahlâsını kullanmaktadır. Hatâî,
Alevi şairlerin en büyüğüdür.
Onun zamanında oluştuğu kesin olmakla
birlikte Ca’fer es-Sâdık’a mal edilegelen, Alevi inanışın ana kitabı Buyruk
için de durum aynıdır. Risale, Kızılbaş müridlerin ve taraftarların sülûkü ile
ilgili bölümlerle başlayan, bir halk ilmihal kitabıdır-228
Hatai’nin Ali’nin Zâtı olduğunu dile
getiren şiirlerinden, birkaç kez örnekler verdim.229 Burada yalnızca
yazarın kişilik çizgilerini yeterince yansıtıyor görünen birini anımsatacağım:
Yalan
bil kim Hudâyîdur Haiâyî Muhammed Mustafâyîdür Hatâyî
Safi
nesli Cüneyd-i Haydar oğlı Aliyyü ’l-Murtazâyîdür Hatâyî
Hasan
aşkına meydâna girübdür Hüseyn-i Kerbelâyîdür Hatâyî
Krş.
Jean Aubin, “L’Avenement des Safavides reconsidere”, s. 2-3, 36-40,44-50. 228-
Bak.: I. Melikoff, Hadji Bektach. s. XXIV, s. 89, 135-136, 183-184,
212-213. 229‘ a.g.e., s. 132-134, 226-229.
Ali
Zeyne ’l-ibad Bâkır vü Ca’fer Kâzım Mûsâ Rızâyîdür Hatâyî
Muhammed
Tâki 'dür Ali Nakî hem Hasan Asker likayîdür Hatâyî
Muhammed Mehdi-i
sâhib-zamân(ın)
Kapusında gedâyîdür
Hatâyî
Menüm
âdım velî Şah İsmaildür Tahallûsüm Hatâyîdür Hatâyî220
Görüleceği üzere, Kızılbaşlıkta,
yeniden bedenleşme inancı, Ali’nin sayısız bedenlerde tecellîsine varacak
biçimde bir kesret (biçimlerin çokluğu) inanışıyla karışmadadır. Ali, Nebi'liği
(nübüvveti) temsil eden -fakat hiçbir zaman tanrılığı değil- Muhammed dışında,
bütün peygamberlerde tecellî eder.
Ali, imamlarda ve aynı şekilde
Bektaşi tarikatının kurucusu Hacı Bektaş’ın fani varlığında da belirir.
İşte Abdal Musa’nın olduğu söylenen
bir ne/es’ten bir dörtlük:231
Güvercin donuyla Urum ’a uçan İmamlar evinin kapusın
açan Cümle evliyalar üstünden geçen Var mıdır hiçbir er Ali "den gayrı
Kızılbaşlığın ağırlığı, biri düvâzdeh,
“On İki îmam’a övgü” olmak üzere her zaman Hatai’den seçilmiş üç nefesAe
başlayan Âyin-i Cem’lerde bugün de duyulmadadır. Ali adının, Tanrı adı ve aynı
zamanda günümüzde yalnızca Şâh-ı Merdân, yani Ali olarak algılanan
230.
bu şjjr hezec bahrindedir. Bak.: Tourkhan Gandjei, II
Canzoniere di Isma ’ilHatâ ’î, Napoli 1959, s. 24-25 (24. manzume); Nejat
Birdoğan, Alevilerin büyük hükümdarı: Şah İsmail Hatayi, İstanbul 1991,
s. 205-206 (81. manzume; aruz şiirleri).
231.
Bektaşi tarikatının gerçek kurucusu ve bazen Hacı
Bektaş’ın bir yeniden bedenleşmesi olarak görülen Abdal Mûsâ için bak.: I.
Melikoff, Hadji Bektach. Anılan mısralar, bu kitapta yer almadadır,
bak.: s. 222-224.
“Şah” sözcüğü ile iç içe
girdiği tevhîd (Bir’leme)’de, bu ağırlık en üst düzeye çıkar. Bununla
birlikte Şah İsmail zamanında bu, manevî Şah’ın belirişi olan ölümlü Şah’a da
bir seslenmeydi.
Şah İsmail, gerçekten
tanrısallığına inanıyor muydu? Coşkulu şiirlerini okurken ve yaşının çok genç
oluşu kadar inandırılmış taraftarlarının ona taparcasına bağlı oluşları da göz
önüne alınırsa, onun kendisini gerçekten Ali’nin bir bedenleşmesi olarak
gördüğü düşünülebilecektir. Bu sanı, 1514’te Çaldıran’daki yenilgisine kadar
sürmüş olabilir. Söz konusu üzüntülü olaydan sonra ise artık aynı adam
değildir. Kendini alkolün ve -1524’te ölümüne kadar sürecek olan- sefahatin
yıkımına bırakmıştır. Çaldıran savaşı; İmâmi Şiîlikçe, Türkmen inançların
getirdiği fazlalıkların silineceği İran’da Kızılbaşlığın cenaze namazı oldu.232
Fakat inanış, Anadolu’da baskılara rağmen yaşamını sürdürdü.
Eğer Hurufîlik, Trakya
Bektaşilerini, Anadolu’ dakilerden daha çok etkilemişse; Kızılbaşlık da,
özellikle başlangıçtaki aşın biçimiyle, Anadolu’yu fazlaca sarsmış
bulunmaktadır.
Bu, I Selim’in askerleri
için de, kendilerine Hacı Bektaş’ın koruyuculuğu kabul ettirilmiş bulunan
Yeniçerilerin, inançları onlardan çok farklı olmayan Kızılbaşlarla niçin
savaşabildikleri™ açıklayabilecektir. Fakat özellikle çarpışmanın başlarında
onlar bundan haberdar değildiler.
Sonuçta, gerek Hurufîlik,
gerek Kızılbaşlık, aynı gerçekte, Tanrı’nın Ali adıyla ve bir insan biçiminde
tecellî ettiği inancında, birleşmededirler.
Birçok batılı yazar,
Hasluck, Birge, Kissling Vryonnis ve başkaları, Bektaşîlikte Hıristiyan
etkiler görmek istediler. Doğası bakımından, bir din karışımı olan
Bektaşîliğin yüzyıllar boyunca değişik etkilere uğradığı ve yabancı öğeleri
özümsediği kesindir. Hıristiyan etkiler, Trakya’da ve Balkanlar’da daha
fazladır; Anadolu’da ise, îranlı, Kürt ve başkaları, Doğu bölgelerinin öğeleri
ağır basar.
232.
Krş. 1. Aubin, La politigue religieuse des
Safavides, s. 235-244.
“Hızır” adını alarak Bektaşilerce
benimsenmiş Hıristiyan azizler[250] ve Müslümanlarla
Hıristiyanların ortaklaşa kutsal saydıkları yerler[251]
vardır. İsa’ya, özellikle de “çarmıhta İsa’ya”[252]
-İsa’nın çarmıhta can verdiğini kabul etmeyen İslâm inanışına rağmen-,
göndermelere rastlanır. Hıristiyan halkın Bektaşiler aracılığıyla İslâm’a
yöneldiği yörelerde, her ikisi de Tanrı’mn insan suretinde tecellîleri
olduklarına göre, İsa, Ali’de özümsenmiş olabilir. Bununla birlikte, bu böyle
olsa bile, Ali’nin Tanrılığı inancı daha öncedir ve daha önce kabul edilmiş
olandır. İki özdeş kavram karşılaşmış ve birbiriyle kaynaşmış bulunmaktadır.
Anadolu Alevileri’nde Hıristiyan etki
daha azdır; fakat “Paulicia- nisme” kaynaklı iki-tanrıh inançlardan gelme ya da
“manicheen” kökene bağlı öğeler vardır. Bu çeşit mezheplere, meselâ
“Thondrakit”- lerinki gibi, Anadolu’da, XIX. yüzyıla kadar rastlanmadadır.[253] Aynı şekilde, Balkanlar’daki
Bektaşilerde de, Bogomil’lerle karşılaşmalar görülür. Bu husus, Konstantin
Zhukov’un, Börklüce Mustafa üzerine kaleme aldığı iki yazısında
doğrulanmadadır.[254] Bu makalelerde yazar,
Anadolulu Rafızîlikle “Cathar”lara mensup Sakız ve Sisamlı “Fraticelli”ler arasındaki
ilişkileri incelemektedir.
Bu açıdan bakıldığında, Bektaşi
inanç-karışımınm, belli bir noktaya kadar, Yakın ve Orta Doğu’dan gelen ve
yansımaları Akdeniz’e kadar ulaşacak olan inanışlarla geniş bir devinim alanı
içine giımiş olması imkânsız değildir ve problem, incelenmeye, çözümlenmeye,
derinleştirilmeye değer görünmektedir.
XIV
yüzyılın ilk yansında Kırım Solkhat’ta bulunan Kâse; Musee de L’Ermitage, St.
Petersburg, Nonnads of Eurasia, V Basilov yayını, Washington University,
Seattle-Londonl899, s. 78, 79.
(Kâse) Detay. |
HA CI BEKTAŞ’IN KUTSAL DA ĞI
VE KUTSAL AĞACI
Biz
kimseye kin tutmazız
Ağyar
dahi dosttur bize Biz kimseye kin tutmazız Kamu âlem birdir bize2^
Türkler, Moğollar gibi, genellikle,
din konusunda hoşgörülü oldular. Güçlerine karşı çıkılmadıkça, yendikleri
insanların inançlarına saygı gösterdiler ve cemiyetin huzuru uğruna inanç
karışmalarına göz yumdular. Nitekim Uygurlarda, Maniheizm, Budacılık ve Nesturi
Hıristiyanlık bir arada, uyum içinde bulunuyordu.239
Selçuk sultanlarının da gösterdikleri
bu hoşgörü ruhu ve dinler üstü tavır dolayısıyladır ki, başlangıçta çok ırklı
ve çok-inançlı bir halk karşısında ancak azınlık oluşturdukları Küçük Asya’da,
sonradan gelme Türkler yavaş yavaş yerleşikleşerek ağırlıklarını artırdılar.
Kararsızlıklarla dolu, kargaşa dönemi
bir XIII. yüzyılda, insan sevgisi ve hoşgörü ruhu, Anadolu’nun dinsel yaşamım
derinden etkilemiş bulunan Sûfı düşüncenin temelini oluşturmadadır. Yüzyıl,
Mo-
23$- Krş. Cahit Öztelli, Yunus Emre,
İstanbul 1971, s. 133 (58 numaralı manzume); İlhan Başgöz, Yunus Emre
(Araştırma ve şiirlerinden güldeste), Indiana University 1990 (117 numaralı
manzume); irene Melikoff, “Esprit de tolerance et supraconfes- sionalisme dans
la la poesie populaire turque”, De l 'Epopee au Mythe:itineraire tur-
cologique, İstanbul 1995 (Isis), s. 135-143.
239. Louis Bazin, “Manicheisme et
syncretisme chez les Ouighours”, Turcica, XXI-XXIII (Melanges I.
Melikoff), 1991, s. 23-38; aynı yazar, “Eat des discussions sur la penetration
du Boudhisme et du Manicheisme en milieu türe”, Itineraires d’Orient,
Hommages â Claude Cahen, Res Orientalia, VI, Bures-sur - Yvettes 1994, s.
229-239.
ğol akınım, kentlerin
ayrıcalıklı yaşamlarına karşı göçer Türkmenlerin ayaklanmalarını, yönetimin
zayıflıklarından doğan kargaşa ve çalkantılarla, Rum Selçuklu
İmparatorluğu’nun çöküşünü yaşamaktadır. Üzerinde duracağımız konu, bu dönem ve
bu dönemin yetiştirdiği bilgelerden biri, yazgısı Türk halk dindarlığının
simgesi olarak belirecek oran Hacı Bektaş Veli’dir.
Orta Asya halkları, tek-Tanrılı
dinleri, özellikle İslâmlığı kabul ettiklerinde, Şamancı ata geleneklerini
henüz büsbütün bırakmamışlardı. İslâmlığın baskısı altında Şamancılık İslâmi
bir görünüme büründü. Her ikisinin de amaçları kendinden geçiş olduğu için,
kısa zamanda halk sûfîliği ile kaynaştı.
Şamancılık, evrimlerinin bir
evresinde bütün topluluklarda rastlanan kadim bir inanış biçimidir. Göçer
boylarda görülen bir inanış biçimi olarak belirmede; Orta Asya’da olduğu gibi,
Amerika’da, Avustralya’da ve Afrika’da da görülmektedir. Bu inanış, üst ve alt
dünyalardaki ruhlarla insanlar arasında aracılarla iletişim kurma inancına
dayanmaktadır. Bu aracılar, Orta Asya’da Kam ya da Bahşı denen,
Şamanlardır. Şaman, ruhlarla, kendini-aşma (transe) durumuna geçerek bağlantı
kurar. Bu kendini-aşma durumuna geçişte, Şaman, çalgı ve oyunla birlikte “sihir
sözlerf’nden de yararlanır. Şamanlaşma oturumlarının müzik ve şiirle sıkı
ilişkisi vardır. Şiir, müzik ve dans, Şaman törenlerinin tamamlayıcı öğeleridir.
Şaman, müzik ve şiir gücünü, koruyucu
ruhlardan alır. Birlikte yaşadığı boy içinde, sözlü anlatım ve şiir
geleneğinin koruyucusu odur. Bir ozan ve Şaman olan Dede Korkut’un
söylenceleşmiş kişiliğinde bunun güzel bir örneğini görürüz.240
Başlangıçta, ozan ve Şaman aynı kişiydi: Bunun içindir ki Üzbeklerde,
Kırgızlarda, Kazaklarda bahşı söz-
24°- Bak.: Le Livre de Dede
Korkut-Recit de la geste Oghuz, çeviri ve sunuş: Louis Bazin ve Altan
Gökalp, Paris 1998 Gallimard). Ayrıca, Alessio Bombaci’nin çevirisi de
unutulmamalıdır: Histoire de la litterature Turque, Paris 1968, s.
185-199 (Fransızca çeviri: I. Melikoff).
cüğü aynı zamanda şaman
ve ozan anlamlarına gelmededir. Günümüzde, Anadolu’da Aleviler, o^A’lara
sadece kam-ozan demektedirler.
Şaman, aynı zamanda utacı ve
bilicidir ve keramet gösterme gücü vardır; günümüzde de, Şamancılığın hâlâ
yaşadığı yörelerde, özellikle utacı gücünü sürdürmektedir: Şamanlaşma
oturumunun amacı, iyileştirici gücün elde edilmesidir. Bu güç, Şaman’ın
kendini-aşma anında, öte âleme yaptığı yolculukla elde edilir.
Şaman, -güçlü bir kişilikte-, istem
ve inanç gücüyle kendini aşma (transe) durumuna geçer. Bunda ona, çalgı, oyun
ve ezgi yardımcı olur. O, bu yetilerle dopdoludur ve başarısını müzik ve
anlatış yeteneklerine borçludur.
Kendinden geçiş (extase),
törenselliğin güç kattığı, toplu bir ruh durumudur. Bu, kendini, aynı yolla
aşmaya çalışan sûfılerde de görülür. Yıllar önce, Âşık Feyzullah Çınar’ın
deyişlerinin benim üzerimde yarattığı etkiyi unutmuyorum ve insanı alt üst
edici bulduğum, heyecan yaratıcı kasetlerini dinlememek için kendimi
zorluyorum.
Abdal ya da Kalender, halk sûfısi
de bir utacı ve bilici idi ve kerametler göstermedeydi. Sûfiliğin, henüz
Şamancı etkiler taşıdığı bölgelerde, Şaman’la Orta Asya işan\ ya da molla
arasında ortaklıklar vardı.[255] Her iki durumda da aranan
amaç kendini-aşma idi ve bu, dinî başkanların manevî güçleri sayesinde
oluyordu. Bununla birlikte, güçleri yetersiz kaldığında Şaman, bu amaca
kendinden geçmeyi sağlayacak yapay edimlerle ulaşmadaydı.
Türkmenlerin, XIII. yüzyılda hızlanan
ve XII. yüzyılda başlamış olan, Anadolu’ya akışları, onların davranışlarını
fâzla değiştirmedi: Göçer kökenli nüfusun İslâmlaşması, zamanla gerçekleşti.
İslâm’ın medreselerde
öğretildiği kent merkezlerinin Acem kültürlü nüfusu ile İslâm dinini
benimsemiş olsalar bile yaşamlarını henüz ata gelenek ve göreneklerine göre
sürdüren halk yığınları arasında görünür bir fark vardı.
Bazen aynı zamanda obanın
da başı olan dinî başkan, Şamancı çizgilerini koruyordu. Meselâ, 1239-1240’daki
Babaîler ayaklanmasının başlıca yönlendiricilerinden biri olan ve müridleri
arasında Hacı Bektaş’ın da bulunduğunu bildiğimiz Baba İlyas’ın böyle Şaman güçleri
vardı. Bu ayaklanma üzerine birçok çalışması bulunan Ahmet Yaşar Ocak, onu
bize îslâm görünüşü ile birlikte bir Türk-Şaman kişilik olarak tanımlıyor.[256] Bu, andığımız dönemde Türk
halk ermişlerinin büyük çoğunluğuna en uygun gelen tanımdır. Çağın tarih
yazıcılarının tanıklıklarına göre Baba İlyas’ın büyü gücü vardı, utacı ve
bilici idi, keramet sahibiydi. Manevî güçleri, Selçuk Sultanı’m ücretli Frank
askerlerini savaşa almak zorunda bırakacak ölçüde askerlerine korku salmışü.[257]
Görünüşündeki Şaman
niteliklere rağmen, ahfadı Elvan Çelebi (ölm. 1360’a doğru), Baba İlyas’ı
anlattığı menâkıbnâmesinde, büyük atasını Sünnî Müslüman çizgilerle sunmaya
çalışmadadır.[258]
İbn Bîbî, Bar Hebraeus,
Simon de Saint-Quentin gibi Tarihî kaynaklara göre, Baba İlyas’a Baba Resul
deniyordu (Simon de Saint- Çuentin’de “Paperoissole”). Savaşta sırtını verdiği
Amasya kalesi önünde öldürülerek cesedi hisarlardan birine asıldı. Fakat
taraftarları ölümüne inanmadılar. Işıkla çevrili, olağanüstü güzel boz atına
binerek gökte kaybolduğunu Elvan Çelebi anlatıyor.[259]
Simon de Saint
Çuentin de, “Paperoissole”ün
“güzel beyaz af’ından söz ediyor.[260]
Bu tür anlatılara veli ve derviş
menakıbnamelerinde de rastlanmaktadır. Bu veli ve dervişler, genel olarak
kerametler gösteren bilici ve utacılar olarak geçmededirler. Çoğu kez, mekânlar
aşma, “tayy-i mekân”, güçleri vardır ve birkaç yerde birden görünebilirler;
Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş ve söylenceye göre Hacı Bektaş’ın mürşidi, uçma ve
kendini aşma durumlarında dağdan dağa konma gücü bulunan Lokman Perende gibi,
kuşa dönüşebilirler.[261] Biz bunlar içinde, müridi
olduğu Baba İlyas’la birlikte Anadolu’ya gelen ve başkaldırıdan sonra yaşamını
münzevi bir ermiş olarak kapatan Hacı Bektaş üzerinde duracağız. Hacı Bektaş
tarihî bir kişilik olmakla birlikte, daha çok söylenceli yaşam öyküsüyle
tanınmış ve onunla Türk halk sûfiliğinin simgesi olmuştur... Söylenceler, bir
menakıbname olarak kaleme alınmış bulunan fî/âpetnûme’siyle sınırlanmıştır.
Eserin oluşumu, geleneğin doğuşunun da başlangıcı olan 1271’deki ölümünden bir
yüzyıl sonra, XIV. yüzyıldan başlayarak ve evreler halindedir. Adını taşıyan
dervişler tarikatının oluşumu da XIV. yüzyıldadır. Tarikat, başarısını ilk
Osmanlı sultanlarınca korunmasına borçludur.[262]
Bu tarikat, ne bir tarikat kurmayı, ne de müridleri olmasını istemiş bulunan
Hacı Bektaş tarafından değil, Vılâyetnâme'âç. Kadıncık Ana olarak geçen,
Baba İlyas ahfadından tarihçi Âşıkpaşazâde’nin adlandırışıyla Hatun Ana olarak
bilinen bir kadının öncülüğüyle kuruldu. Bu ikinci kaynağa göre Hacı Bektaş,
Hatun Ana’yı manevî mirasçı olarak seçmişti ve müridi Abdal Musa’nın
yardımıyla, adını taşıyan tarikatı kuran bu kadındı.[263]
Şeyhi Baba İlyas gibi, söylence Hacı
Bektaş’ı da tam Müslüman çizgiler içinde göstermeye çalışmadadır. Fakat bu,
geleneksel Şaman ayrıcalıklarının korunmasını engellemez: o da kerametler
gösterir; bilici ve utacıdır. Söylenceye göre, şeyhi Ahmed Yesevî’nin isteği
üzerine bir güvercin olur ve Rum diyarına uçar: uçma gücü ve mekânlar aşma
yeteneği vardır. Gerektiğinde ölmüş bir çocuğu yaşama döndürür.[264] Münzevi dervişi çevreleyen
söylencenin olağanüstülüğüne rağmen, Hacı Bektaş, tam bir Müslüman, hatta
sonraki bir geleneğe göre, Peygamber soyundan biri olarak gösterilmeye
çalışılır.
Halk inanışını güçlendirmek için
vazgeçilmez olan bu anlatılan silip atmak gibi bir amacımız bulunmamaktadır.
Halk inanışı her zaman olağanüstülerle, heyecan uyandırıcı anlatılarla
beslenir. Otuz yıldan uzun bir süredir, Alevileri ziyaretlerimde, onların
anlatı ve inançlarını benimsemeyi ve bunlara saygı göstenneyi öğrendim.
Bununla birlikte, bilimsel araştırma
saygısına dayalı bir üniversite etkinliği yaşanan bir yarım yüzyıldan sonra,
varsayımlarımı kabul edilebilir kanıtlarla güçlendirme gerekliliğini göz ardı
etmeme de imkân yoktur. Bu gerekliliktir ki, beni Hacı Bektaş menakıbnamesini
eleştirici bir inceleme altına almaya götürmektedir.
Muhtemel olarak XIV. yüzyıl
ortalarına ait ve hatta belki Balım Sultan’ın 1500’e doğru tarikatı yenileyişi
döneminde oluşmuş bir söylenceye göre,[265]
Hacı Bektaş, yedinci imam Musa Kâzım’ın soyundan gelmedeydi. Elinin ayasında
ve alnında “Ali’nin sim” demek olan yeşil bir ben vardı. Başka bir deyişle o,
Ali’nin yeniden bedenleşmesiydi.[266]
Söylenceye göre; mürşidi,
Türkistan’ın Piri, (“Pir-i Türkistan”) Ahmed Yesevî’nin müridlerinden biri olan
Lokman Perende (Uçan Lokman) idi. Kur’ân’ı Muhammed Nebî ile Ali Murtazâ’dan
öğrenmişti: Birincisi, kendisine zâhirî bilimleri, İkincisi bâtınî kaynakları
öğretmişti. Hacı Bektaş’ın kendinden geçme (extase) gücü vardı ve bir kendini
geçme durumunda Mekke’yi ziyaretle, Hacı olmuştu.
Türkistan’da Yesi’de yaşayan Ahmed
Yesevî’den manevî çağrıyı alınca[267]
bir göz açıp kapama süresi içinde, bir anda Türkistan’a ulaştı ve Pir’in
eşiğine yüz sürdü. Yesevî destur vererek, onu Rum Abdalları’nın Pir'i
olmak üzere sâdıkların, meczublann ve abdalların bol olduğu Rûm diyârına
gönderdi. Pir-i Türkistan, ona yolu göstermek için, yanan bir dal parçasını
göğe fırlattı. Hacı Bektaş, -bir güvercin donuna girip-, dalın ardınca Soluca
Karaöyük’te (bugünkü Hacıbektaş’ta) bir taşın üstüne gelip kondu. Pirleri
Karaca Ahmed olan Rum dervişleri, Horasan’dan, yani “güneşin doğduğu” ülkeden
gönderilen bu dervişin gelişini engellemek istediler.[268]
Bir Rum ereni, şahin kılığına girerek güvercini avlamak üzere havalandı. Fakat
Hacı Bektaş bir anda insana dönüp şahini boğazından yakaladı. Ona, “Ben size
bir güvercin olup geldim. Daha güçsüz bir görünüm olsaydı ona bürünür gelirdim.
Sizse beni acımasızca karşıladınız” dedi.
Kendisine bağlılıklarını bildirmeye
gelen öbür Rum dervişlerine şöyle dedi: “Horasan erenlerindenim. Türkistan’dan
geliyorum. Pirim, Türkistan’ın doksan dokuz bin dervişinin Piri Ahmed
Yesevî’dir. Yolum, Muhammed-Ali yoludur. Hidayet, Tanrı’dandır.”[269]
Bu öykü bir dinler karışımı ruhunu ve
Türk halk dindarlığında rastlanan hoşgörüyü anlatıyor.[270]
Aynı zamanda da yeni benimsenmiş, fakat henüz ataların Şamancıhğından kopmamış
bir İslâm inanışının tazeliğini ve saflığını yansıtıyor.
Bu dinler karışımı, Hırka Dağı’nda,
Abdal dervişlerin törenlerinin verildiği anlatılarda daha da belirgindir.
Eski Türkler,
inançlarının iki öğesi olan, doğa ve ağaca saygı duyuyorlardı. Tanrılara daha
yakın olma amacıyla da dağlara çıkıyorlardı. Orhon yazıtlarında, Orhon
ırmağının kaynağında, güç odağı gibi görülen dağlık ve ormanlık bir bölgeden
söz edilmektedir.[271]
Günümüzde Moğolistan
sınırlan içinde bulunan eski yurtlarından ayrıldıkları sırada da dağ,
Türklerin Tanrı’ya yakınlaşma düşünceleriyle daha az bağlantılı değildi.
Dede Korkut Kitabı’nda,
anne oğlunu ararken, onun ölümünden sorumlu tuttuğu Kazılığ Tağ’a ilenmede
bulunur. Yaşam’a dönen oğul, annesine Kazılığ Tağ’ın bir suçu olmadığını, ona
ilenmemesi gerektiğini söyler.[272] [273]
Hacı Bektaş’ın kutsal
dağı, Hırka Dağı'dır, Abdalları ile birlikte bu dağa çıkmadadır. Dervişler
orada yetişen ardıç dallarından ateş yakmada ve bu ateşin çevresinde kırk kez
dönmededirler. Bir gün bir kendini aşma (transe) durumunda, Hacı Bektaş,
Hırka ’sını çıkararak ateşe atar. O günden beri, bu dağa Hırka
Dağı denmiştir.1^ Hırka, dervişlere sülük sırasında
verilen kutsal eşyadan biridir. “Hırka giydirme”, “sülûke kabul” anlamına
gelir.
Hırka Dağı 1670 m.
yüksekliğinde sönmüş bir yanardağdır. Hacıbektaş kasabasının 15 km.
güneydoğusundadır. Hacı Bektaş ve Abdalları ateş yakıp çevresinde semâ
yaptıkları bu dağa sık sık çıkmada;[274]
burada, korlaşmış ardıç dallarının dumanlarına gelerek kendilerine katılan
“görünmez varlıklar”, ga’ib erenleri ile buluşmaktadırlar. Müslüman
gelenekte dünyayı yöneten kırk veliye dönüşen ga ’ib erenleri, onlar
olmadan hiçbir törenin yapılamadığı ruhlardılar.[275]
Ardıçın tütmesiyle oluşan duman, bu görünmez varlıkları çekmedeydi.
Göıünmez varlıklar, bazen
çağrılmadan geliyor ve dervişleri kendilerinden haberdar etmek için, işaret
veriyorlardı. Vilâyetnâme ’de, Hacı Bektaş’ın dağda iki mum alevi
görerek bunun oraya gelen görünmez varlıkların bir çağrısı olduğunu bildirişi
anlatılmaktadır. Abdallar hemen oraya gider, bu koruyucu ruhların yanında üç
gün kalır ve dönerler. Fakat zaman durmuş ve kimse onların yokluğunun farkına
varmamıştır.[276]
Kutsal dağın Şamancı
inanışla bağlantısı, aynı zamanda, dumanları, göğü ve yeri birbirine bağlayıcı
bir direk oluşturarak üst ve alt dünya ruhlarıyla iletişim kurmayı sağlayan,
kutsal ağacın orada bulunuşundandır.
Şaman oturumlarında ağaç,
simgesel olarak hep vardır. Orta Asya’da bu genellikle kabuğu soyularak
-Şaman’ın göğe tırmanması için- yer yer çentikler atılmış ve çadırın ortasına
dikilmiş bulunan bir kayın ağacıdır.
Vilâyetnâme'nin kutsal ağacı ardıç'lvt. Bugün
Hırka Dağı ağaçsızlaşmış bulunuyor. Fakat lîlâyetnâme’de ardıçla
kaplı bir yer olarak anılmaktadır. Hacı Bektaş, oraya gidip ardıçların altında
oturmayı seviyor; Abdallan ile birlikte, törenlerine katılmak üzere, dağa çıkıyordu.
Orası, aynı zamanda ayrıcalıklı konuklarını ağırladığı bir yerdi. Veli’nin yaşamından
sonra oluşmuş bulunan ve onu Osmanlılar’a bağlamayı amaçlayan bir anlatıya göre
Hacı Bektaş, Ertogrul’la karşılaşır ve kendisine sultanlığın onun çocuklarına
geçeceği haberini verir. Bu karşılaşma Hırka Dağı üzerindeki bir ardıç
ağacının dibinde olur.[277]
Ardıç üzerine, Bektaşi
dede-baba, merhum Bedri Noyan, şüphesiz geç dönemlere ait, fakat anılmaya
değer, güzel bir söylence aktarıyor.
Havanın pek yumuşak olmadığı bir gün,
Hacı Bektaş sevdiği bir ardıç ağacının boy atıp geliştiği, Hırka Dağı’na
çıkar ve ağaca, “Ey ardıç, beni dallarınla ve yapraklarınla ört, yarın hesap
gününde bu yardımını unutmam!” der. O an, ardıç, dallan ve yapraklarıyla bir
çadır biçimini alır, Hacı Bektaş buraya girerek namazını kılar. Bu ardıça devecik
ardıçı2M denmektedir. Aktarılan gelenek, Idlâyetnâme’nm
Bedri Noyan’ın özel koleksiyonundaki bir yazma nüshadan alınmadır ve Şamancı
geleneğe ait bir ağaca, İslâmcı bir genişlik katmaya çalışmaktadır. Fakat
şiirsellikten yoksun da değildir.
Çağlar içinde, günümüze dek, Şaman’ın
kişiliğini araştıran Rus halkbilimciler gösterdiler ki, Şaman, Şamanlaşma
sırasında yetilerini kaybetmemek ve sonuç olarak kendini-aşmalarda (transe)
denetimi elinde tutmak zorundadır. Şaman istemini ve kendini yöneltme yetisini
elden bırakmamalıdır, kendinden geçişlerde (extase) yapay aracılardan uzak
durmalıdır;265 fakat dervişler, Abdallar ya da Kalenderler için
böyle değildir; cemaat-dışı (heterodoxe) bazı tarikatlarda, uyuşturucu
önerilmededir de.266 En yaygın olan, haşhaş kullanımıdır. XIV. yüzyılda
Anadolu’yu dolaşan İbn Battuta, Türklerin Sünnî Müslümanlar olmakla birlikte
haşhaş kullandıklarından, hatta bunun haram sayılmadığından söz etmede,
kadınların kaç-göçleri olmadığını da yazmaktadır.267 Haşhaş
kullanımına Türk edebiyatında sıkça rastlanıyor.
264.
Krş. Bedri Noyan, Hacı Bektaş 'ta Pir evi ve diğer
ziyaret yerleri, İzmir 1965, s. 86-87.
265.
viadimir Basilov, a.g.e., 106-142.
266.
Krş Louis Massignon, Essai sur les
origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1954, s.
106-108. Yazar bazı Kalenderîler tarafından kendinden-geçme (esrime, extase)
amacıyla kullanılan aracılar arasında şunları sıralıyor: haşhaş, afyon, kahve,
Mevlevîlerin semâ’ları (kendinden geçiş amaçlı dönüşleri), Rufâîlerin üst-baş
parçalamaları ve son derece şüpheli bir araç olarak “platonik bakış”. Ayrıca
bak.: Max Meyerhof, E.I.‘, “Hachich” maddesi; A.Y. Ocak, Osmanlı
İmparatorluğunda marjinal süfılik, s. 177-182.
267.
Krş j|3n Battuta, Voyageurs
arabes, s. 633.
Meselâ, Kastamonu emîri
Kötürüm Bayezid için kaleme alınan Ebu Müslim’in destansı öyküsünde, sırtında
aba, silâhı bir sopa ve bir tüfek olan (ağızla mermi üflenen boru) ve “haşhaş
yiyen”, “esrar içen” bir derviş görüyoruz.[278]
Halk şiirinde Abdal
Musa’nın müridi, 1444’de ölmüş ve şeyhinin Elmalı yakınındaki Tekkeköy
türbesindeki kabri yanına gömülmüş olan Kaygusuz Abdal, şiirlerinde “Âşıklar
otu” diyerek andığı haşhaşa göndermeler yapmaktadır.[279]
XVI. yüzyılda Hayreti ve Hayâli gibi başka şairler de şiirlerinde, haşhaşın ve
afyonun yararlarını övmededirler.[280]
Kaygusuz, Bektaşilerde ‘uyuşturucu kullanan’
anlamını içermededir.[281] Kaygusuz Abdal’da da, haşhaş
ve afyon düşkünü öbür şairlerde de, beng ve esrar sözcüklerine
rastlanmaktadır.
Hacı Bektaş Vilâyetnâme’sinde
ne haşhaş, ne afyon, ne de sarhoşluk veren bir içki geçmededir. Bununla
birlikte, çok sık anılan ve kutsallık verilmekte olan bir ağaç vardır. Bu
ardıçtır ve Hırka Dağı'n- da yetişmektedir: Kutsal dağ ve kutsal dağda
yetişen kutsal ağaç.
Hacı Bektaş ve Abdalları
ardıçların bulunduğu Hırka Dağı na sıkça çıkmadadırlar. Orada ateş
yakılarak, dervişlerin kendini-aşma (transe) amaçlı dönüşleriyle, semâ’yapılmadadır.[282] Bu kendini-aşma, Vilâyetnâme’de,
ardıç dumanı tütsüsüyle hızlandırılmadadır. Ve ardıç, ısrarlı anılışıyla,
kutsal bir nitelik kazanır: Hırka DağTnda, ardıçların dibinde, Hacı
Bektaş, Ertogrul’a, soyundan gelecek olanların şan ve zaferlerini müjdeler,
onlar için dua eder. Bir başka bölümde, semâ ’ sonunda ve bir
kendini-aşma durumunda, hırkasını ateşe fırlatır. Tören sonunda, kutsallık izleri
silinene kadar, küller göğe, dört yana savundur.
Ardıç, bir Şaman ağacıdır. Ateşte
yanan dalları, sanılar uyandırıcı bir duman oluşturur.[283]
Ardıçın yükselen dumanlarıyla, Şaman’ın koruyucu ruhları -onlarsız hiçbir
tören yapılamayan “görünmez varlıklar”-, yere inerler. Ardıç sayesinde, bu
dünya ve ruhlar dünyası arasında ilişki kurulur.
Rus bilginler, XIX. yüzyıldan
başlayarak, Şamanlaşma oturumlarında ardıçtan yararlanıldığına dikkat
çektiler. Sözü edilen, yüksek rakımda yetişen, yaprakları dayanıklı ve tütsü
oluşturucu, ağaçsı bir ardıç çeşididir. Yapraklarının keskin ve güzel bir
kokusu vardır. Tütsü olarak yararlanılan dumanlan sanılar uyandırıcıdır. Ardıç
kutsal bir ağaç sayılmada ve ruhlar dünyasının simgesi olarak saygı gönnededir.
Arınma törenlerinde[284] ve kendinden geçme, esrime
(extase) aracı olarak yararlanılır.
Hindu-kuş’ta, Kâfiristan’da
(Nûristan), Kuzeybatı Moğolistan’da Buryatlar’da, Kazaklar’da ve Kırgızlar’da
bu uygulamalar dikkat çekmededir. Bu bölgelerde ardıç tütsüsü yapılmayan Şamanlaşma
oturumu yoktur. Yeni doğan çocuğu kötü ruhlardan korumak için, beşiğin
çevresinde tutuşmuş ardıç dalları gezdirilir. Ardıçtan kaçan cinleri kovmak
için, kutsal ağaçtan kesilmiş küçük bir dal parçası yeni doğanın yanına
bağlanır. Ardıçın ateşinden alınan küllerle dişetlerini ovma geleneği de
vardır.
Tütsü dışında, Şaman, kendini aşmayı
çabuklaştırmak için ardıç yapraklan çiğner: Tibet töreli Buda’cılar olan fakat
Şamancıhktan kuvvetle etkilenmiş bulunan Buryatlarda Bahşı, ardıç dallarını
ateşe attığında, aynı zamanda Budacı Burkanların sunağı üzerindeki lâmbayı da
yakar.[285]
Ardıçın esrimeyi
hızlandırıcı özel türü, yüksek rakımda, kozalaklılar kuşağından daha yukarıda
yetişen ve Juniperus excelsa ya da macropoda adı verilen türdür.
Bu tür kışın da yemyeşil durur. Bu ardıçın dumanı gerçekten zehirli ve
uyuşturucudur; Şaman oturumlarında, İranlIların “soma”sı, “cannabis” ya da
haşhaş, ya da amanita muscaria, “kutsal mantarlar” gibi, görüntü sanılan
uyandırıcı olarak kullanılmaktadır.[286]
Dağ yükseklerinde, ardıç
yalnız yakılarak kullanılır. Ateşinden çok güçlü sersemleştirici özellikte ve
göğü yere bağlayan kahn bir duman sütunu yükselir. Dumanı kendini aşışı
çabiıklaştırır; çalgı ve oyun, etkinin süresini uzatır. Bu, Alevilerin dinsel
toplantılarına (Erenler Cemi, “Sâdıklar bezmi”, “Seçkinler Meclisi”) adını
venniş olan -ga ’ib erenleri, “görünmez varlıklar”- koruyucu ruhların,
yere inişlerini de sağlar.
Dinsel ezgilerle ve
devinimi bir kuşun -bu olayda tumanınsüzülüşünü andıran ve büyüleyici bir uçuşu
düşündüren çember dönüşlü oyunla ulaştığı kendini-aşma durumunda derviş, Şaman
gibi olağanüstü güçler ortaya koyar.
Ardıç her zaman kutsal bir ağaç
olarak görülmüştür ve bugün de bir inanç öğesidir. Dallarına dileklerin yerine
gelmesi için adak olarak seçilmiş şeyler bağlanır. Beklenen olağanüstüyü
sağlamak için koyun kurban etme de buna eklenir
İnanışın sürekliliğinin uzantısını
geçen yaz görme fırsatı buldum.
Ardıç’ın özelliklerini ve eski
topluluklardaki yerini fark etmem, üzerimde şaşkınlık etkisi yaptı. Bu etki,
Hacı Bektaş Vilâyetnamesi ’n- dcki kanıtlan gördüğümde daha da arttı.
Bunun, Türk halk velisinin bendeki imgesinin değişmesinde büyük payı oldu.
Hacı Bektaş’ın Şamancı yönünü
aydınlatan bu şaşırmamın etkisi altındadır ki, Ardıç’ın kutsal özelliğinin,
bir kalıntı olup olmadığını araştırmak istedim.
1999 ağustosunun 16’sında her yıl
yapılan Hacı Bektaş şenlikleri dolayısıyla Türkiye’deki yaz konukluğumu
karartan korkunç yer sarsıntısından bir gün önce idi.
Her yıl veli üzerine ortaya konmuş
bir araştırmaya verilen ödülümü aldıktan sonra törenden ayrılırken, Kutlama
Komitesi’nden birkaç kişi beni nasıl memnun edebileceklerini sordular.
Henüz öğle sonrasının ilk
saatleriydi. Kendilerine, yazılarımda birçok kez sözünü ettiğim Hırka Dağı'm
çıkmak istediğimi söyledim ve uzaktan biraz ağaçsız görünen dağda, hâlâ ardıç
bulunup bulunmadığını sordum.
Bozuk, taşlı bir yoldan yürümeye
koyulduk. Hırka Dağı, Hacıbektaş yerleşiminden on beş kilometre uzakta
yükseliyordu. Tepe, geriden çorak görünmekle birlikte, dağın ilerisi,
Kapadokya’nın kurak ve sıcak yazına rağmen, ağaçlık ve yeşildi.
Yol sormak için, uzak tek başına
kalmış bir çiftlik evinde durduk. Bizi üç kuşaktan kadınlar karşıladı. Biraz
sonra, evin ağası ve genç oğlu da onlara katıldılar. Çiftlik çok gelişmiş
olmamakla birlikte, televizyon olmalıydı; çünkü kadınlar, beni o sabahki Hacı
Bektaş törenleri dolayısıyla tanıyorlardı. Dağda ardıç olup olmadığını sorduk.
Gözle görülür bir heyecan gösterdiler ve şöyle dediler: “Ah! Dua etmek ve adakta
bulunmak istiyorsunuz. Ardıçlar buradan uzaktadır. Varmadan, bir kilise
yıkıntısı bulunmaktadır!”
Genç oğul bize yol göstermek için öne
geçti. Yol, arabayla çıkmaya elverişli değildi. Ekilmemiş tarlalardan geçerek
yaya gitmek zorundaydık. Bir kilisenin bulunduğu alana vardık. Yıkıntılar çok
eskilere iniyordu ve tarih belirleme imkânı yoktu. Yalnız temeller kalmıştı.
Vilâyetnâme'te. de Hıristiyan köylerden söz
edilmededir. Hacı Bektaş, bir Tatar köyünde Hıristiyan bir çocuğu dirilterek
keramet gösterir.277 XIII. yüzyılda Moğollar, Hıristiyanlara,
özellikle de Nesturîlere yakınlık duymadaydılar. Hulâgû, değişik bir adla olsa
da,278 Vilâyetnâme’te Hıristiyanların koruyucusu olarak
geçmededir.279
Bulunduğumuz yere göre sekiz
kilometre daha yukarıda kalan ardıçları, alacakaranlık inerken görebildik.
Dönüşte, bize hoş içimli bir ayran sunulan çiftlik evinde mola verdik.
Ardıçlara çıkılsaydı geç kalınacağını söyleyerek arkadaşlar bana bir ardıç
dalı göndermeye söz verdiler. Bu, kadınlarda büyük bir heyecana yol açtı:
“Bunu yapamazsınız, diye haykırdılar, bu ağaçlar kutsaldır. Dallarım kırmak
uğursuzluk getirir. Evinizden biri ölür!” Ardıç hep kutsal sayılmış, ona
kurbanlar sunulmuştu. Oraya, dua etmek ve adaklar sunulmak için gidilmeliydi.
Ardıç’ın kutsal niteliği Elmah yöresi
Tahtacılarında da göze çarpmadadır.280 Bu kutsallığın doğrudan ve
kişisel bir kanıtını almış bulunuyorum.281
277‘ Krş. I. Melikoff, Hadji Bektach,
s. 75-76, 90.
278. a y
279‘ Krş. Guillaume de Rubrouck, Voyage
dans l’Empire Mongol, çeviri ve notlar: Claude ve Rene Kappler, Paris 1985,
s. 42-52.
280‘ Krş. Kemal Özbayrı, Tahtacılar
ve Yürükler, Paris 1972 ( Bibi. Arch. Et Hist. De 1’InstitutFrançais
d’Istanbul, XXIII), a. 16-17; J.-P. Roux,Les traditions des nomades dela
Turquie meridionale, Paris 1970 (Bibi. Arch. Et Hist. De 1 ’Institut
Français d’Istanbul, XXIV), a. 148-159, 179-211.
281- Kutsal ardıç üzümsüleriyle birlikte
bana gönderdikleri ve yayımlamaktan büyük zevk duyduğum fotoğrafların çekildiği
Hırka Dağı’na benimle birlikte tırmanmayı kabul eden Hacı Bektaş Demeği
üyesi Uluş Dinçer’e ve arkadaşlarına teşekkür ederim.
Hacı Bektaş’ta dinin buyruklarına
bağlı, hatta Peygamber soyundan, geleneksel bir Müslüman veli görmek
isteyenleri düş kırıklığına uğratıyor olmaktan kaygı duyuyorum.
Unutmamalıdır ki, Şeyh Eflâkî de,
Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin çağdaşı Hacı Bektaş’ı, peygamberin sünnetine
uymamakla, şeriatın buyruklarını yerine getirmemekle ve dînin zâhirini
korumamakla suçladığım söylemektedir.[287]
Onu beyaz keçe külahlı, kollarının
arasında bir ceylân (şefkatinin simgesi) ve bir arslan (gücünün simgesi)
tutan, sevecen ve iyiliksever bir ihtiyar görünümünde çizmek gelenekleşmiştir.
Bu çizgi, Anadolu’ya gelişinde kendisini engellemek için bir şahin görünümüne
bürünen Rum dervişine söylediği, “Ben size bir güvercin olarak geldim. Daha
yumuşak bir görünüş bulsaydım, onu yeğlerdim. Fakat siz beni zalim bir biçimde
karşıladınız.”[288] sözlerine dayanmadadır.
Hacı Bektaş’ın dış görünümünü, Vilâyetnâme'de
anlatılan biçime götürelim: Saçları, kaşları ve sakalı tıraşlı ve uzun
bıyıklıdır. Muhtemel olarak da keçi yününden bir keçe külah giymededir: Soluca
Karaöyük’te -Hacıbektaş’ın eski adı-, tarakçılar, Bektaşilerin ve daha sonra
Yeniçerilerin beyaz keçe külahları Elifi tac yapımında bu yünü
işlemedeydiler. Ayrıca kısa bir mintan giyiyor olmalıdır;[289]
kendiniaşma (transe) anında ateşe fırlattığı yeleği (hırka'sı) ile bir
kuşağa da gönderme vardır.
Bu dış görünüm, Ortaçağ’da Anadolu
bozkırlarında bir göçer obasındaki yaşamı ölümsüzleştiren Siyah Kalem’in
minyatürlerini düşündürmüyor değildir;[290]
kalın yün abası ve hırkası ile XV yüzyılın bir utacı dervişinin, Kaygusuz
Abdal’ın aşağıda çizdiği görünümüne de uymadadır
Rum Abdalları gelür
“Ali dost” deyu
Hırka giyer aba deyu
post deyu
Hastaları
gelür derman isteyü Sağlar gelür Pirim Abdal Musa ’ya286
Kendi çevresi içinde Hacı
Bektaş’ın çehresi bize daha canlı ve daha gerçeğe yakın görünmektedir. Ve aynı
zamanda bir hümanist, bir halk adamı ve bir utacı olan bu velinin
çağrıştırdıkları da bir o kadar daha dokunaklıdır.
186- «j-ş puat Köprülü, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıjlar, Ankara 1966, s. 301- 302.
Hırka Dağı’nın Ardıç ağacı. |
YAKIN VE ORTADOĞU CEMAAT-DIŞI
OLUŞUMLARINDA
EVRENSELLİK (UNİVERSALİSME) VE GNOSTİSİZM
Bektaşi-Alevilik bir senkretizm, bir
inanç karışımıdır. İslâmi bir ana temele dayanıyor olmakla birlikte, yüzyıllar
boyunca yerel Anadolu kültürlerini, daha sonra da Trakya ve Balkan! ar’daki
birikimleri özümsemiş bulunmaktadır.
Anadolu Selçuklu Devleti ve onun
yerini alan Osmanlı Devleti, çok-uluslu ve çok-dinli oluşumlardılar. Merkezci
yönetimler, bu birlikteliğe hoş görü ile bakmayı bildiler ve
imparatorluklarını zenginleştiren değişik topluluklardan yararlandılar.
Bu inanç karışımı ve uzlaşımı
olgusunu açıkça fark ettiğimde, araştırmalarım önce Türk boylarının kattıkları
Şamancı inanış öğelerine yöneldi. Bunlar daha kolay ortaya çıkabilir gibi
görünüyordu. Ali’nin tanrısal kimliğinde bir güneş inanışının izlerini
tanımakta güçlük çekmedim. Alevi-Bektaşilerin ne/es Terinde, bu görülüyordu.
Sorunu, bildiri ve yazılarımda pek çok kez işaret etme fırsatı buldum.287
Ardından “gnostik” ya da mani’ci
gnostik (gnosticomanicheen) öğelere yöneldim ve eski İran dinlerinin muhtemel
temellerini araştırdım.
Bunlardan en belirgin olanı,
Bektaşi-Aleviliğin ahlâk umdelerinin temeli olan Üç-Yasak, el, dil ve bel
kurallarıdır. Bu üç yasak Bektaşi-Alevilerde şöyle dile getirilmiştir: elin
tek, dilin pek, belinberktut (Elin güvenilir, dilin güvenilir, belin
güvenilir olsun); sülûkde tâlibin kulağına "eline, diline, beline sahip
o/” diye fısıldanır.288
Bu üç umde, Mani’ciliğin temel
kurallarından bilini oluşturan, Üç Mühür’ü karşılar. Kural, Saint-Augustin’in De
moribus manic-
1,
Melikoff, “Recherches sur les composantes du syncretisme”, Sur les traces du
soujisme (1992).
288. Aym yazar, Hadji Bektach
(1998), s. 163,181. haerum: de signaculo oris,
manuum et sinus2&9
adlı kitabında işaret edilmiş ve incelenmiştir.
Türkler Mani’ ciliği VIII. yüzyıldan
beri tanıyorlardı. 736’da, kağanlarının benimsemesiyle, Manicilik Uygurların
resmî dini oldu. Uygur metinlerinde, üç mühür, üç tamga adını aldı.
Dinleyenler (yani, sülûke girmiş bulunan Has’lar dışındaki inananlar, sâdıklar
gürûhu) için bir “Âmentü” sayılan Chuastaniffte geçmektedir: Dinleyen’ler,
kulak verenler, üç yasağa, ağzın, könglün, algin (dilin, gönlün, elin)
yasağına uymadıklarından Tanrı’dan bağışlanma dilerler.290
Bektaşi-Alevilerin Üç Yasak’ları ile
Mani’ciliğin Üç Mühür’ü arasındaki benzerlik açıksa da, manici-gnostik inançlarla
olabilecek yakınlıkların ortaya çıkarılması daha güçtür. Yüzyıllar boyunca, Osmanlılarca
fethedilmiş ya da ele geçirilmiş bölgelerde, Balkanlar’ın Bogomilizm’i ya da
“Paulicianisme” gibi, Bizans cemaat-dışı inançlarından ya da Anadolu
halklarının tarihten gelme cemaat dışıhklarmdan (heterodoxie) kaynaklanan
inanışlar arasında karşılaşmalar bulunduğu düşünülebilir. Van gölü
bölgesindeki Thondrakit’lere de özel bir dikkat gerekmektedir. Bu
toplulukların, 1828-1829 Rus-Türk savaşından sonra, Ruslarca getirilmiş ve
Erivan bölgesine yerleştirilmiş Ermeni göçmenler arasındaki varlıkları,
Kafkasya Genel Valiliği’ne bildirilmek üzere 1837 Etchmiatzine Rûhânî
Meclisi’nce hazırlanan bir raporda işaret edilmektedir: Bu topluluklar, Van
Gölü’nün batısına yerleşmiş yirmi beş aile kadardılar ve Thondrak kökenli
Thondrakit’lerden Paulicien inançlı “mezhepsizler”diler. Rapor, bu mezhepsizlerin
“Gerçeğin Anahtarı” adlı bir kutsal kitapları bulunduğunu ve
2$9‘ J. P. Migne, Patrologiae
Latinae, XXXII, Paris 1961,col. 1309-1384, ch. XI- XVIII; Alfred Adam, Texte
zum Manicheismus, Paris 1969, s. 61 -62 (Augustin über die drei signaculi).
290‘ J.P. Asmussen, Xuastanif't,
Studien in Manihaeism, Kopenhag 1965, s. 16, 175, 179,190, 230,236; S. E.
Malov, Pamjatniki drevne-tjurkshoj pismennosti Moskova- Leningrad 195
l(Izd. Akad. Nauk SSSR), (Chuastanift, s.108-130; H.C. Puech, Le
Manicheisme, Paris 1949, s. 89-90 (Noy. 385).
kitabın yazarak
çoğaltıcısı Ohannes adlı birinin müridleriyle birlikte İslâm’a geçtiğini de
belirtiyordu. “Gerçeğin Anahtarı”, Fred C. Cony- beare tarafından, aynı
yüzyılın sonunda, Ermeniceden İngilizceye çevrildi.[291]
Bu metnin derinliğine bir incelenişi, Türkiye’nin doğusu ile İran’ın batısında
yaygın başka inançlarla, özellikle Ehl-i Hakk’larla ve belki Bektaşi-Alevilerle
de, Thondrakit’ler arasındaki muhtemel ilişkileri aydınlığa çıkarabilecektir.[292]
Konuya tekrar dönersek, Mani’cilik
(Manicheisme), bir ara, Orhon bölgesini ele geçirdikleri sırada Uygur
Türkleri’nin resmî dinî oldu. Bu din değiştirme olayı İteıt’larda geçmededir.[293] Fakat Uygurlar, IX. yüzyılda,
Kırgız alanlarıyla, günümüzde Moğolistan topaklan olan bu bölgeden
çıkarıldılar. Mani’cilik daha hoşgörülü görünen Buda’cılık karşısında geriledi.
Bununla birlikte, Mani-kökenli (manicheen) Uygur yazısı, birkaç yüzyıl, hatta
Türklerin İslâmlaşmasından sonraki dönemde de yaşamını sürdürdü. Volga
Bulgarları da, İslâmlaşmadan önce, bu yazıyı kullanıyorlardı. 1513 tarihli,
Uygur harfli bir el yazmasının Paris’te “Bibliotheque Nationale” bulunduğunu
söyleyelim: Güzel minyatürlerle süslenmiş bir Mîracnâme ile Türkçe bir ek-bölüm
içermededir.
Dîvâni Lügati ’t-Türk'te ne Mani’den, ne onun öğretisinden
söz eden Kâşgarlı Mahmûd, yine de, meselâ Chuastaniffte rastlanan “paçak”
gibi, mani-kökenli sözcüklere yer vermededir. Kâşgarlı, bu sözcüğü
Hıristiyanların orucu olarak açıklıyor.[294]
Bektaşi-Alevilikte, gnostik-maniheen
öğelere ikinci rastlayışım, Yaratılış Öyküsü’nü incelerken oldu.
Yaratılışla ilgili Bektaşi-Alevi
geleneklere, aynı zamanda, Kürtlere özgü inançlarda, Yezidîlerde, Ehl-i
Hakk’larda rastlanıyor. Yezidilerde ve Alevilerde ortak öğelerin varlığını daha
önce gözlemiştim. Şeytan’a yüklenen, fakat yanlış olarak Müslüman ve Hıristiyan
içerikle karıştırılan anlam, bunlardan biriydi. Şeytan, ne Yezidîlerde, ne
Ehl-i Hakk’larda, ne Alevilerde kötülük ruhunu temsil etmektedir. Her şeyden
önce yeniden bedenleşme inanışı içinde Şeytan da ve aynı şekilde (bu yaşam
boyunca işlenen kötülük gelecek yaşamda ödeneceğinden ve bu yaşam da önceki bedenleşmelerimizde
işlediklerimizin bir ödenişi olduğundan), cehennem de, işlevsiz kalmadaydı.
Şeytan, Âdem’in önünde eğilmek
istememişse, bu onun kibrinden değil, Tanrı’dan başkasına secde etmeyi kabul
etmeyişindendir: Bir gurur suçu değil, bir sevgi taşması söz konusudur.[295] Âdem’e secde etmeyi ve yalnız
Tanrı’ya borçlu olunan saygıyı başkasına göstermeyi reddeden Şeytan, Tanrı’ya
coşkun sevgisi dolayısıyla, başka bir şey yapamazdı.
Mansur el-Hallac, İbn Arabî ve Ahmed
Gazzâlî gibi bazı sûfiler, Şeytan’da Tanrı’nın yüksek bir tecellîsini
görüyorlardı. Yeniden bedenleşme çemberi içinde, Şeytan, Tanrı’ya en yakın
yerde durmaktadır.[296]
Yezidîler, Ehl-i Hakk’lar ve
Alevilerin Yaratılış öykülerinde Cebrail olarak görünen de odur. Roger Lescot,
Yezidîlerin dininin, haksız olarak söylendiği gibi, bir Şeytan’a tapma inanışı
olmadığına, Şeytan’ın varlığının yer bulmadığı bir inanç biçimi olduğuna hakh
olarak dikkat çekmişti.[297]
Yezidîlerde, Şeytan’ın
tecellîlerinden biri de Melek Tavus’tur. Şeytan’ı tavus biçiminde düşünme
Yezidîlere özgü değildir; inanış
Mandeen’lerde,
Dürzi’lerde ve Tahtacı’larda da bu biçimdedir ve Tahtacılar kendilerini Alevi
olarak tanımlamaktadırlar.
Melek-Tavus, horoz biçiminde
canlandırılır.[298] Horoza, özellikle beyaz
horoza Alevilerde de saygı gösterilir. Her büyük vesilede ve özellikle de iki
yetişkin çocuğun musahip ya da âhıret kardeşi denen dinsel
kardeşlik bağları ile bağlandığı törende, horoz kesilir. Kurban edilen horoza
Cebrail denmektedir.
Ca’fer-i Sâdık’a mal edilen, fakat
gerçekte Şah İsmail dönemine ait olabilecek Buyruk adlı kitapta bir
tanıklık yer almadadır. Buyruk, Şâh’ın, Kızılbaşlık yoluna yakınlıklar
ve taraftarlar sağlamakla görevli adamlarına öğütler ya da yazılar içermededir
ve genç oğlanın sülûküne değinilen bölümde, kurban edilecek horoza Cebrail
denmededir.[299]
Bir önceki yüzyılda V. Cuinet,[300] Horoz’un kurban olarak kesildiğine
ve bu durumda Büyük Melek Cebrail’in simgesi olarak alındığına dikkati
çekmişti. RogerLescot,[301] Büyük Melek Cebrail’e Tavus-
el-melâike sıfatının eklendiği bir tasavvuf! risaleyi de işaret ediyor.
Daha önce bir başka yazımda,[302] Mîracnâme'nm
(Peygamberin gece yolculuğunun öyküsü) iki elyazma nüshasını inceleme fırsatı
bulmuştum. Bunlardan biri Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde (Hazine 2154) kayıtlıdır
ve Şah İsmail’in oğullarından birine, Behram Mirza’ya aittir.[303] İkincisi Paris’te
“Bibliotheque Nationale”de bulunmaktadır (SupplementTurc 190), Uygur
harfleriyledir ve 1513 tarihlidir. Her iki yazma da Peygamber’in Gece
Yolculuğu’nu anlatan güzel minyatürler içermededir: Peygamber, kendisini Gök
Tahtına götürecek olan, çevresi meleklerle çevrili Cebrail’le karşılaştığı
dokuzuncu kat Göğe (Arş-1 a ’lâ’ya) ulaşmıştır. Ve taht üzerinde, önünde
meleklerin saygıyla durdukları beyaz bir horoz vardır.
Bu horoz, Müslüman gelenekte, Gök
Tahtı’nın altında durmada ve bütün yeryüzü horozlarınca tekrarlanan ötüşüyle
sabah namazı vaktini haber vermededir. Köken, “mazdeen” olmalıdır: Avesta’da
rastlanmaktadır.[304] Güneş bağlantılı kuş, sonsuz
yaşamın ve yeniden dirilişin simgesi olarak Horoz, aynı zamanda Mithra
inanışına bağlıdır.[305]
W. Ivanov ve M. Mokri, Ehl-i
Hakk’lar, Yezidîler ve Alevilerde ortak noktalan gösterdiler.[306] İlk ikisinde Yaratılış
Öyküsü’nü daha önce anlattım.[307] Burada yalnızca
Alevilerinkini anımsatmakla yetineceğim.[308]
Konuyla ilgili, Velioğlu imzalı
ne/es’in (İlâhî) tamamını buraya alıyorum. XIX. yüzyılda yaşamış olan Veli adlı
bir âşık-ozan tanıyoruz. Elimizde, ondan 1234 (1818) ve 1250 (1834)’de
yazılmış şiirler bulunmadadır. Bu “Veli” şiirlerinde Urumeli adı
geçtiğine göre, belki de Rumeli’liydi.[309]
Fakat nefesfc geçen Velioğlu’nun aynı kişi olup olmadığım bilmiyoruz.
Bu nefes, geleneksel Ayin-i
Cem’terde sık sık okunmakta ve semâ ’ yoluyla, aynı zamanda
danslaştınlmaktadır. Merdivenköy’de Şah- kulu Tekkesi’nde, bizzat Dede
tarafından canlandırılışına ve okunuşuna tanık oldum. Dede, MalatyalI Hasan
Dede’ydi:
Yerin göğün binasını
kurunca
İbtidâ hidâyet ârife
indi
"Sen kimsin, ben
kimim? " diye sorunca
Sorduğu ol demde kana
boyandı
Has
nenni nenni dost nenni nenni
"Sen sensin, ben
benim!" dedi Cebrail
Olmadı mürşidün emrine
ka ’il
Havada dolandı tamam
kırk bin yıl
Tevekkel bâbına vardı
dayandı
Has
nenni nenni dost nenni nenni
Hitaptan
bir nida geldi ol zaman Dedi "Yâ Cebrail sözlerime kan, Sen Hâliksın, ben
mahlûkum di heman! ” Kara rengi ala renge boyandı.
Hay
hay yürüyelim Şâh-ı Merdan aşkına
Mürşidler aradı yedi
kat yeri
Ne
dağ koydu, ne taş koydu mermeri Adem’e gizlendi cenâb-ı Bârî Arş u kürsü
arayanlar usandı
Hak ağaçta olsa dülgerler bulur Hak denizde olsa
balıklar bulur Yerde gökte olan orada kalır Vilâyet keremi Âdem ’e indi
Secdeyi Âdem ’e buyurdu ol Hak Âdem ’den gayrıya
görünmez mutlak Velioğlı Hünkârdan almıştı sebak Çok şükür derdimiz Hakk’a
dayandı
(Başlangıçta, yer-gök
olduğunda tanrısal aydınlanış ârif'e -mânevi mürşid’eindi; Kendisine,
“Senkinısin, ben kimim? ” diye soruldu. Arif o anda kıpkırmızı oldu, kan
rengine boyandı.
Cebrail -ârifkişi-,
‘‘Sensensin, ben benim!” dedi. Fakat yanıtı mürşidin istediği yanıt değildi.
Kırk bin yıl gökte dolaştı durdu; sonunda boyun-eğiş kapısına dayandı.
O an, ga’ibden
-hâtif’den-, “Ey Cebrail, sözlerime inan ve hemen; Sen Yaradansın,
benyaradılanım, de!" diyen bir ses duydu. Kararan rengi yeniden ala renge
döndü.
Mürşidleı; yedi kat
yeri aradılar; ne dağ, bıraktılar, ne taş ne mermer Yaradan Tanrı, Âdem ’de
gizliyken, onlar Arş ve Kürsü arayarak bezdiler
Tanrı ağaçta olsa
dülgerler bulurlardı. Denizde olsa balıklar bulurdu. Yerde ve gökte olan orada
olur: Onun veliliğinin yüceliği Adem ’e indi.
-Bunun için- Tanrı,
Adem ’e secdeyi buyurdu. O, ancak Adem ’de tecellî buldu, yalnız onda göründü.
Velioğlu bu dersi Hünkârdan aldı ve düşüncesi Hakk’a dayandı.)
Bu nefes,
yaratılışın başlangıcındaki karmaşaya (chaos) ve tanrısal özünden habersiz, bu
karmaşa içinde başıboş kalan ve boşluğa düşen “manevî rehber”e, Cebrail’e
göndermeyle başlıyor. Sonra soru geliyor, “Sen kimsin? Ben kimim?” Cebrail
bilgisiz olduğu için yanıtlayamıyor. Sonunda, “Hâtif’den bir ses, ona yanıtı
öğretiyor: “Sen Yaradansın, ben yaratılanım!” Cebrail, kendisini saran ve
bilgisizliğin rengi olan karanlıktan sıyrılıyor ve Işığın rengi olan ala renge
bürünüyor.
Manzumenin ikinci bölümünde,
Tanrı’nın, Âdem’in gönlünde gizli olduğu anlatılıyor; tanrısal Büyüklük
Tahtı’nın onun gönlünde bulunması sebebiyle meleklerden Âdem’e secde etmelerini
isteyen Tanrı’ya gönderme yapılıyor.
Böylece, Alevilerde, Ehl-i HakkTarda
ve Yezidîlerde aynı ortak anlatıya rastlanıyor. Kurgu, her üçünde de aynıdır:
İlk Kişi’nin kendisini bilgisiz kılan Madde âlemine düşüşü; anlaşılmayan ve
yanıtsız kalan, tanrısal Us’un çağrısı ve en son, uyuyan ruhu, kurtarıcı
bilinç- birikimine (gnose, irfan) uyandırıcı yanıtı belleten Rehber’in,
-tanrısal Us’un bedenleşmesi olan Dost’un-, araya girmesi.
Burada, gnostik-maniheen bir bağlam
beliriyor: İlk Kişi’nin kendini bilinçsizleştiren ve yanlışa götüren bir madde
âlemine düşüşü ile onu bilgisizlik uykusuna dalmış bularak uyaran Kurtarıcı’nın
(Dost’un) çağrısı. Kişi sınanır ve tanrısal özünü kavrar.
Aynı kurguya, bütün bilinç-birikimli
kültürlerde (gnose, irfan), özellikle de Mani’cilikte rastlanmadadır.
Birinci evre: Düşüş; ikinci evre: Anlaşılmayan çağn; üçüncü evre: Tanrısal
Haberci’nin (Dost’un) araya girişi ve Çağrının Yanıtı.[310]
Bektaşi-Alevilik ile
“gnostik-mani’ci” inanış arasında, otuz yıl boyunca şöyle ya da böyle değinip
geçtiğim üçüncü benzer nokta sonunda, topluluk üyelerinin birbirlerine
sesleniş biçimi olan erenler sözcüğüyle belirginleşti.
Erenler, kardeş ve bacı olabilmededir. Çünkü
Bektaşi-Aleviler- de kadının önde gelen bir yeri vardır; kadın, erkekten aşağı
değildir, törenlere katılır ve erkeklerle yan yana oturur. Dede-Baba
(topluluğun başkanı), üyeleri “erenler” diye çağırır. Alevi-Bektaşilerin
törenleri Ayin-i Cem ’e, Erenler Cemi, “Seçkinler toplantısı” adı
verilir.
Bütün “gnostik” eğilimlerde olduğu
gibi, Bektaşi ve Alevi topluluklarına katılmak için, “sülük” sınamalarından
geçmek gerekir ve ancak böylece “sâlik” olunabilir. Manici’likte Başlayanlarla
(ya da “Kulak-veren”lerle), Seçkinler ve Yetkinler ayırılmaktadır. Âyin-i
Cem'e katılabilmek için de, bir sâlik ya da yetkin, başka bir deyişle irfan
gizlerine ermiş bir eren olmak gerekir.
Seçkinler ya da yetkinler cemine,
“Kırklar Cemi” de denir. Burada söz konusu, Müslüman tasavvuf geleneğinin
Dünya’yı elinde tutan kırk koruyucu ruhudur. Kırklar’m, Ayin-i Cem'At
öncelikli bir yeri vardır. Törenin bir yerinde Peygamberin gece yolculuğu
canlandırılır. Ayin-i Cem, öte dünyadaki Kırklar Cemi’nin bir tekrarıdır?^
Hatai’nin bu cem’le ilgili bir
manzumesini buraya almak isteriz. Bu manzume, Sadeddin Nüzhet Ergun[311] [312]
ve İbrahim Arslanoğlu[313] tarafından ayrı ayrı
yayımlandı. Şirin Melikoff’un Fransızca çevirisiyle birlikte veriyoruz:[314]
Kırklar
meydanına vardım “Gel berü eylen ” dediler İzzet ile selâm verdim “Gel işte
meydan ” dediler.
Kırklar
bir yerde durdular “Otur ” deyü yer verdiler
■Önüme
sofra yazdılar “El lokmaya sun ” dediler.
Kırkların kalbi
durudur
Gelenin
kalbi arıdır “Gelişin kandan beridir Söyle sen kimsin" dediler.
“Gir
sema ’a bile oyna Silinsün açılsun ayna Kırkyıl kazanda dur kayna Dahi çig bu
ten ” dediler.
“Gördüğünü
gözün ile Söyleme sen sözün ile Andan sonra bizim ile Olasın mihman ” dediler.
“Düşme
dünya mihnetine Talib ol Hak hazretine Âb-ı zemzem şerbetine Parmağını ban ”
dediler.
"Şah
Hatayı’m
nedir halin Hakk’a şükr et kaldır elin Gıybetten kese gör dilin Her kula yeksan
” dediler.
Ve Fransızca çevirisi:
Devant les Quarante je
suis
“Avance-toi,
frere", ont-ils dit.
Salut, respect je leur
rendis
“Entre â l’assemblee"
ont-ils dit.
Des
quarante siege l ’assemblee “Viens, prends place ” ont-ils dit. Un repas devant
moi dresse “Sers-toi de ce plat" ont-ils dit.
Des quarante le cozur
et clair
Du novice le cozur est
pur
“Qu ’est-ce qui t ’a
conduit jusqu ’ici? ”
Dis-le nous, frere
" ont-ils dit.
Ce que tu as vu de tes
yeux
Ne
le dis pas avec les mots Dorenavant aupre des nötres Tu seras höte ” ont-ils
dit.
Hatayi suis, quel est ton vceu?
Leves
les mains, rends gloire â Dieu De l’invisible, plus un mot
Nous sommes tous egaux
” ont-ils dit.
HATAİ’NİN BAZI ŞİİRLERİNİN
ÇÖZÜMLENİŞİ
Hatai’nin, çağının “gnostik-dualist”
ruhunu o kadar iyi yansıtan manzumelerinden ayrılmayalım. Şah İsmail, şiirdeki
adıyla Hatai, babasını öldüreni yenerek ortadan kaldıran genç kahraman; on
dört yaşında Tebriz’de Şah ilân edildiğinde bir ışık çemberiyle çevrili görünür.
Kendini hemen hemen tanrısal bir kişilik, uğruna can feda edebileceği bir
görevle görevlendirilmiş olarak duyumsamaktadır. Fakat kısa zamanda,
Çaldıran’dan sonra, içki ve sefahate kapılarak bu kez düşüş felâketinin ve
umutsuzluk şeytanının sürükleyip götürüşüne kendini bıraktığında, ışığın
meleği, cehennem meleğine döner.
Babası Şeyh Haydar, Şirvanşah Ferrııh
Yesar’a karşı açtığı savaşta, 8 Temmuz 1488’de öldürüldüğünde İsmail bir
yaşındaydı. O zaman, Haydar’ın üç oğlu ve anneleri Uzun Hasan’ın kızı Âlem Şah
için, Akkoyunlu mirasçıların kovalamaları ile gürültülü ve tehlike dolu bir
dönem başladı. Üç oğuldan yalnız İsmail sağ kaldı.
1493 ’te İsmail, Gîlân’da Lâhican
emîrinin koruması altına sığındı; altı yıldan fazla onun yanında kaldı ve iyi
bir eğitim gördü. Çocukluğunun fırtınalı günlerine rağmen, büyük bir irfan
adamı, çağının tasavvuf ve edebiyatında bilgili, Türkçe ve Farsça yazabilen,
üst düzey bir şair olarak yetişti. Şah İsmail, Müslüman ve Şiî irfanda, derin
bir sûfıydi, fakat sûfıliği “gnostik” (kişisel bilinç temelli) öğelerle
yoğrulmuştu.
Şah İsmail’in dindarlığı,
yeniden-bedenleşme ve biçimlerin çokluğu inanışına dayanıyordu; kendisinin,
Tanrı’nın Zâtı, Ali’nin Sırrı ve onun “devr” içindeki bedenleşmesi olduğunu,
ileri sürüyor, bunu, şiirlerinde açıkça söylüyordu:
Gül ağaçdan bitdi
geldi Şâh’a yoldaş olmağa
Sırr-ı Şâh idi ezelden
geldi sırdaş olmağa
Yüreği dağ olmayınca
bağru kanlu lâ ’l-tek
Hiç kimin haddiyokdur
kim Kızılbaş olmağa
"Küntü kenzen ”
sırrı devrinde Muhammed nûrıdır
Kırmızı tâc ile geldi
âleme fâş olmağa
İsmi
İsmail hem Zâtı Emîrü'l-mü’ minin Yüzini görgeç havâric râzı (dur) taş olmağa[315]
(Gül dalından kopup
geldi, Şâh’â yoldaş oldu. Ezelde Şâh’ın Sırrı idi, geldi sırdaş oldu.
Yüreği kızıl ateşle
dağlanmadan, bağrı yakut gibi kan dolmadan, Kızılbaş olmak hiç kimsenin haddi
değildir.
"Ben gizli hazine
idim ” sırrı devrinde, o Muhammed nûru idi; kırmızı tâc ile gelip kendisini
âleme açıkladı.
İsmi İsmail ve Zât ’ı
Emîrü ’l-mü ’ minin olan onun yüzünü görünce, kâfirler taş olmaya râzı olur.)
Hatai, Bakû yakınında
Buzovni’de Ali türbesinin bakıcısı olan bir din adamından birkaç kez ezbere
okutarak dinlediğim şu şiirden de anlaşılacağı üzere, evrensel olmanın
peşindeydi:
Yalan bil kim
Hudâyîdur Hatayî
Muhammed Mustafâyîdur
Hatâyı
Safi nesl-i Cüneyd-i
Haydaroğlu
Aliyyü ’l-Murtazâyîdür
Hatâyı
Hasan aşkına meydâna
girübdür
Hüseyn-i Kerbelâyîdür
Hatâyî[316]
Daha önce babası için
olduğu gibi, kendisini tanrılaştıran taraftarlarının yüreklendirişiyle, genç
Şah, buna kendini inandırmakta son noktaya varmıştır: Hatai, Tanrı’nınZâtı
olduğunu düşünmektedir.
Evrensel “dönüş”
çemberinde o, peygamberlerin, Mansur el- Hallac gibi, büyük mutasavvıfların ve
velilerin yeniden bedenleşme- sidir ve kendini evrensel olarak algılamadadır.
Kendisi dindir ve önünde Tanrı gibi secde edilmesi gerekendir.
Allah Allah deyüng Gaziler din Şah menem Karşıt gelüng
secde kılung Gaziler din Şah menem Uçmakla tuti kuşıyam ağır leşker erbaşıyam
Men sûfıler yoldaşıyam Gaziler din Şah menem Nerlerd 'ekersen biterem handa
çağırsan yeterem Sufiler elin dutaram Gaziler din Şah menem Mansur ile darda
idim Halil ile narda idim Musa ile Tur 'da idim Gaziler din Şah menem Işraadan
beri gelüng Navruz edüng Şaha gelüng Hey Gaziler secde kılung Gaziler din Şah
menem Kırmızı taclu boz atlu ağır leşker (...) heybetlü Yusuf peygamber sıfatlu
Gaziler din Şah menem Hatayi 'yem al atluyam sözi şeherden datluyam Murtaza Ali
Zatluyam Gaziler din Şah menem317
V.
Minorsky, a.g.e., (18. manzume); T. Gandjei, a.g.e., s. 22 (20. manzume); I.
Melikoff, HadjiBektach,
s. 184.
HATAİ’DEN GNOSTİK İÇERİKLİ BAZI
ŞİİRLER
I
Yeryoğ iken gökyoğ
iken ben ezelden var idim
Gevherin yekdânesinden
ileri perkâr idim
Gevheri âb eyledim
dutdı cihânı serbeser
Yer ügöğ ü arş u kürsü
yaradan Settâr idim
Girdim Adem cismine
sırrımı kimse bilmedi
Men o Beytullah içinde
tâ ezelden var idim
On sekiz min âlemi men
gerdiş ile gelmişem
Ol sebebden Hak ile
sırdar idim esrâr idim
Dünyasından men onun
sırrın bilirdim ol menüm
Dünyanın altındaki sac
kızdıran ol nâr idim
Gâh Hüseyin 'den bile
postımı soydı kodılar
Gâh Mansur donma
girdim Ene ’l-Hakdâr idim
Men Haiâyî'yem Hak’ı
Hak tanımışam bî-güman
Anın için olyaratdı
men ana derkâr idim[317]
(Yer gök yok iken ben ezelden var
idim. Tek parça cevherden ilerde, cevher ölçücü idim. Cevheri suya çevirdim, su
bütün dünyayı kapladı; yeri, göğü, arşı ve kürsüyü yaratan Settâr idim. Adem
cismine girdim, sırrımı kimse bilmedi; Ben ezelden beri o Beytullah içinde
gizli idim. On sekiz bin âlemi gezip dolandım geldim. Bu sebepten ben Tanrı
’nın sırrını bilendim, sırrın kendisiydim. Yarattığı dünyadan, ben onun sırrını
bildim, o benim. Denizin dibindeki sacı kızdıran ateş bendim. Bazen Hüseyn ile
birlikte postumu soyup bıraktılar. Bazen Mansur 'un bedenine girdim, Ene
’l-Hak[318]
darına çekildim. Ben Hatâî'yim, Hakki hiç şüphe etmeden Hak bilirim. Beni bunun
için yarattı; ben onun açıklanışı idim.)
Ezelden ışk ile dîvâne
geldim
Yerim meyhânedir
mestâne geldim
Hezâran dona girdim
ben dolandım
Bugün haşmetle ben
meydâne geldim
İmâmımdır benim ol
Şâh-ı Merdan
Bugün nesl-i Ali dîvân
'egeldim
İmâm ışkına çalaram
kılıncı
Münâfık kırmağa
meydâne geldim
Menim
bunda Hatâyi Haydar oğlı Çu İsmail kimi kurbâna geldim[319]
(Ezelden aşk ile
çılgın gelenim; esrik gelenim, yerim meyhanedir[320] Binlerce bedene girdim,
dolandım; bugün büyüklüğümle meydana geldim. O Şâh-ı Merdan imâmımdır, bugün
Ali nesli divana geldim. İmâmın aşkına kılıç çalarım; meydana münafık[321]
kırmaya geldim. Burada Haydar oğlu Hatai ’yim, İsmail[322] gibi kurban olmaya
geldim.)
Bugün geldim cihâna
serverem men
Yakın bilüng ki İbn-i
Haydar ’em men
Feridun
Husrev u Cemşîd ü Dohhâk Ki Rüstem Zâl hem İskender ’em men
Ene’l-Hak
sırrı uş gönglümde gizli Ki Hakk-ı Mutlak’am hak söyler em men
Mevâlî mezhebem Şâhung
yolunda
Müselmânem diyanet
rehberiyem men
Nişânumdur
menüm tâc-i saadet Süleyman eline engüşterem men
(Muhammed
nûrındandırAli sırrından) Hakikat bahr 'içinde gevherem men
Hatâyî’em
Şaha eksüklü kulum Kapunga bir kemine kemterem men[323]
(Bugün dünyaya önder
olmağa gelen benim. Şüphesiz bilin ki, ben Haydar ’m oğluyum. Feridun, Husrev,
Cemşîd, Dohhâk, Zal oğlu Rüstem[324]
ve hem de İskender’im. “Ene ’l-Hak”[325] sırrı benim gönlümde
gizlidir; mutlak Hakikat benim, ben hakikati söylerim. Mevlâlar mezhebindenim,
Şâh ’ın yolundayım; müslümanını ve din rehberiyim. Saadet tâcı benim
bacımdadır; ben Süleyman’ın parmağındaki yüzüğüm. Muhammed nurundan, Ali
sırrından; hakikat denizindeki inci benim. Hatai’yim, ey Şâh, eksikli bir
kulum, kapında zavallı bir düşkünüm.)
Bir kandilden bir
kandile atıldım
Türab olub yeryüzüne
saçıldım
Bir zaman Hak idim Hak
ile kaldım
Gönlüme od düşdi
yandım da geldim
Ezelden evveli biz
Hakk’ı bildik
Hak’dan nida geldi Hakk’a Hak dedik Kırklar meydanında
yunduk pâk olduk İstemem taharet yundum da geldim
Şunda bir kardaşla
kayda düşmüşem
Pirler makamında yanub
pişmişem
Kırklar meydanında hem
görüşmüşem
İstemem yanmağı yandım
da geldim
Şah Hatayi eydür şenindir ferman
Olursun her kulun
derdine derman
GüzelŞah’ım sana bin
canım kurban
İstemem kurbanı kestim
de geldim 327
Fakat hiç düşünmeden
inandığı, bütün kurguları, bir yaz günü, 23 Ağustos 1514’te Çaldıran’da bir
vuruşla yıkıldı.
Savaşın yıkımından
sonraki kaçış ve umutsuzluk, şüphesiz bu felâket üzerine yazdığı bir şiirinde
yankılanmadadır.
S. N.
Ergun, Hatayı Divanı, s. 61-62; N. Birdoğan, a.g.e., s. 72; İ. Arslanoğlu,
a.g.e., s. 475-476; I. Melikoff, Hadji Bektach, s. 227.
Neler
geldi gelesidür meded hey Cihan ehli ölesidür meded hey Gelür hükm-i İlâhi İsra
’ ile Ulu soru olasıdur meded hey Günahkârlar günahı sormah içün Ulu divan
durasıdur meded hey Kurulur adi içün mizan terâzî Ameller tartılasıdur meded
hey Peyamberler kaçar ümmetlerinden Ki nefse nefs olasıdur meded hey
Sora
sora yetirirler sırâta Niceler sıyrılasıdur meded hey
Bu
bedbaht Ademoğlundan temâmet Yedi damıt dalaşıdır meded hey
Hatayi
derdine derman bulunmaz Ya Rab hâli n 'olasıdur meded hey[326]
(Gelecek olan her şey
geldi, yetiş hey! Dünya insanı ölümlüdür, yetiş hey! Tanrı ’nın hüküm günü
hızla gelir ve o gün büyük soru sorulur, yetiş hey. Günah işleyenlere soru
sorulmak için ulu divan önünde durulur, yetiş hey! Adalet için terazi kurulur,
işlenenler tartılır, yetiş hey! Peygamberler ümmetlerinden kaçar, herkes kendi
başına kalır, yetiş hey! Sorular sorar, Sırat’a götürürler, ne mutlu
kurtulanlara, yetiş hey! Şu bahtsız insanoğlu ile yedi cehennem baştanbaşa
dolacak yetiş hey! Hatayi ’nin derdine artık derman yok; Ya Rab, hâli ne olacak?
Yetiş hey!)
BÖRKLÜCE MUSTAFA ÜZERİNE BÎR
ARAŞTIRMA [327]
Birkaç yıldır, Şeyh Bedreddin
üzerine, Michel Balivet’nin çalışmalarının sonucu değerli bir eserden
yararlanmadaydık.[328] Şimdi de St. Petersbourg’lu
meslektaşım Konstantin Zhukov; “Bedreddin-Torlak Kemal-Börklüce Mustafa”
üçlüsünün kanatlarından birini oluşturan Börklüce Mustafa ayaklanmasının
çözümlenmesinde, belki de söz konusu üç kanadın bir bütün olmadığını göstermeye
varacak bir adım daha attı.
Zhukov, Börklüce kanadının
çözümlemesini İtalya’dan kaynaklarla tamamlıyor ve Fransisken ayrılıkçılar
Fraticelli’lerin eylemlerine ve onların XIV yüzyılda Ege bölgesindeki Türklerle
ilişkilerine eğiliyor.
Yunanistan’daki Latin yörelerde ve
Girit gibi Venedik yönetim bölgelerinde, Katolik ayrılıkçıların etkinlikleri,
Papa XII. Jean, VI. element, VI. Innocent ve XI. Gregoire’ı da
kaygılandırmamış değildi.
Aydın emîri Umur Paşa, 1346’da
Venedikli elçilere, Haçlılardan Viyanah Humbert’in, İzmir karşısında,
Hıristiyan dostlarının (Papa yanlıları GuelfeTer ve Gibelin’lerin) desteğini
almış olsa da, kendisini korkutmadığı yanıtını verecektir.[329]
Öte yandan, bir Hac ziyaretçisi,
Rudolphe de Sachram bize anlatıyor ki, 1330 yıllarında, yöreye Lombardiya’dan
gelmiş bulunan ve sözde-Hıristiyanlar olarak adlandırılan “Gibelin”
sığınmacıları, Efes yakınlarında bir kent kurmuşlardı ve Ege denizindeki Latin
güçlenmelerine karşı Türk akıncılarla işbirliği yapmadaydılar. Bu dönemde
Türklerin Ortodoks olanlar kadar Katolik olanlarla da, -Doğu bölgelerinde Neo
Paulicien’ler, Ege yörelerinde Cathar’lar, Bosna ve Bulgaristan’da
BogomilTerle-, ayrılıkçı inanç birliktelikleri kurduklarını görüyoruz. Nitekim
XIII. yüzyıl ortalarından başlayarak, Cathar’lann amansız bir engizisyon
kovalayıcısı olan Pataren piskoposu Ramerius Sacconi, bölgesi olan Filadelfıa
(Alaşehir) çevresinde altı Cathar kilisesinin bulunduğunu söylemektedir.
13 4 l’de, Umur Paşa,
Korent körfezine bir akında, Naupact yakınında, Türk kaynaklarca Keşişlik
(Manastır) adı verilen bir adayı (söz konusu, Trisma adasıdır)[330] ele geçirmişti. Bu ada,
başlarında Angelo de Clareno’nun bulunduğu ayrılıkçı Fransiskenlerin elindeydi.
Mutlak yoksulluğu savunan, Calabre’li kutsal metinler yorumcusu Angelo de
Clareno, -1254’te, genç Fransisken Gerard de Borgo San Domino tarafından
düşünceleri bozulmalara uğrayacak olan- Joachim de Flo- re’nin (ölm. 1212)
öğretisinin izleyicisi idi.
Angelo de Clareno
tarafından yönlendirilen ayrılıkçı Fransisken topluluğunun adı Fraticelli idi.
1318 ve 1320 tarihli papalık duyurusuyla yasaklanmış olsa da, İsa’nın ve
havarilerinin yoksul yaşamlarını benimsemeyi öğütlemede direniyor ve tek gerçek
dinin, Nur inanışı olduğunu ileri sürüyorlardı.
1344’te Papa VI. Clement,
Hıristiyan Doğu beldelerinin bütün piskopos ve başpiskoposlanna seslenerek bu
ayrılıkçılara karşı çıkmalarını istedi. Fakat aynı Papa, 1346’da, Asya’yı dolaşarak
İsa’nın yoksul yaşamını öğen bir St-Jean yorumcusu Ermenice yazdığı için,
Selefki (Seleucie) başpiskoposunu suçladı.
1354’te VI. Innocenet,
Kırını Hazarları arasında vaaz veren Fraticelli misyonerlerine ceza uygulamak
zorunda kaldı. 1375’de XI. Gregoire ise bu misyonerlerin Yakın-Doğu’da hep
etkin olduklarım öğreniyordu.
Bizansh tarihçi Doukas’a göre, 1415
’te Börklüce Mustafa, Aydın ilinde vaaz vererek yoksulluğu ve kadınlar dışında
mülk ortaklığını övmedeydi. Bir kâfire, kâfir diye tavır alan bir Türk,
kendisi de kâfir olur, diyordu. Taraftarları, Kalender dervişlerin
giyimi olan ince bir gömlekle, baş açık, yalın ayak geziyorlardı. Sakız (Chio)
Cenovalılan ile de ilişki içindeydi. Samos’ta (Sisam’da) tanıdığı, fakat
Sakız’da yaşayan ve kendisini bir mürid olarak gören yaşlı bir münzevi ile
görüşüyordu.
Ayaklanmanın korkunç bastırılışım ve
feci sonunu biliyoruz: Börklüce Mustafa’nın, müridleriyle zincire vurularak
götürülüşü, çarmıha gerilişi, taraftarlarının acımasızca yok edilişi.
Ona verilen ve bir kalender,
bir dilenci derviş olarak beliren Torlak Kemal’le şeyh Bedreddin’e uygulanan
cezadan farklı ceza bana her zaman çarpıcı gelmiştir. Torlak Kemal de, Şeyh
Bedreddin de asılarak öldürüldüler. Bu bizi, olayda üç ayrı evre bulunduğunu
düşünmeye götürmektedir: Torlak Kemal’in halk ayaklanması, Ulema Bedreddin’in
başkaldırısı, Börklüce Mustafa’nın silâhlı eylemi -her ne kadar üç olay
zamandaş ise de ve merkez yönetimi sarsma gibi ortak bir amaçlan bulunuyor olsa
daaynı şeyler olarak görülmemişti.
İlk ikisi İslâm çerçevesi içindedir
ve ceza suçun karşılığıdır. Börklüce Mustafa ise, mürted ve dinsel-ayrılıkçı
bir görünüm vermede, Samos ve Chio (Sisam ve Sakız) kâfirleriyle düşüp
kalkmada, onlar gibi mutlak yoksulluğu ve mal ortaklığını, başka bir deyişle,
Türklerin, Greklerin ve Latinlerin ortak düşmanları Fraticelli’lerin
yaydıklarından farklı olmayan, evrenselliğe dönük düşünceler yaymadaydı.
Gerard de Borgo San Domino ve ondan önce Joachim de Flöre’nin öğrettiklerine
göre ise, Latin kilisesi evrensel olmalı ve Grekleri, Müslümanları ve
Yahudileri de kapsamına almalıydı.
Börklüce Mustafa’da, Fraticelli’lerin
düşüncelerinin bir izleyicisini ve Cathar dinsel-ayrılıkçılığının yakın bir
düşünüşünü bulan K.
Zhukov’un tezi
ilgilenmeye değer görünüyor. Bununla birlikte tez bizi, ince bir soru
-Balkanlar’daki ve Anadolu’daki Müslüman ve Hıristiyan sapmalarda bir iç
içelik bulunup bulunmadığı sorusunu- sormaya götürüyor.
Yaydığı kolektiflik ve evrensellik
düşünceleri, genelde gnostik öğretilere dayalı olmakla birlikte, Börklüce
Mustafa yazı öncesi bir komünist olarak görülmek istenmiş ve tranlı Mazdak
mezhep dişiliği (heresiarque) ile de karşılaştırılmaya çalışılmıştır. Yoksulluk
ve yalın bir yaşamsa, Neo-manicheen Bogomil’lerin ve daha sonra Cathar’lann
görüşleriydi.
Bu düşünceler, Anadolu’da Türklerin
gelişlerinden çok önce vardı: X. yüzyılda Philippopolis’i (Plovdiv), dinsel
sapmalarının bir merkezi yaptıkları Trakya’ya sürülüşlerinden önce,
Paulicien’lerin Tefrike’de (Divriği) güçlü bir cemaat oluşturdukları Kapadokya
bölgesinde olsa da, Anne Commene’e göre, XI. yüzyılda adı geçen kentte
oturanların hemen hepsi Mani’ci inanışta, yani Paulicien idiler.
XI. yüzyılda, Paulicien’lerinkine
yakın, Bogomil öğretileri Ege yörelerine sızdı: Asya’nın ilk Hıristiyan
kiliselerinden birinin, Efes yakınında St. Jean kilisesinin, bulunduğu İzmir’e
ve Eskiçağ’dan beri dinsel ayrılmalar üretici bir merkez olan Frigya’ya;
Menderes havzası içinde kurulmuş olan Filadelfia’yı (Alaşehir) Bogomilciliğin
elinde tuttuğu Lidya’ya.
Bogomilcilik daha sonra, Bektaşîliğin
başlıca merkezlerinden biri olacak, Abdal Musa zaviyesinin yer alacağı Antalya
körfezine kadar yayıldı. Doğu Anadolu’da da en azından biri Thondrakit’lerinki
olmak üzere -XIX. yüzyılda hâlâ kendinden söz ettiren-, neo-paulicien ayrılıkçı
inanç bölgeleri bulunmaktadır.
Unutmayalım ki, dinsel ayrılma
bölgeleri, çoğu kez, daha eski bir dinsel ayrılma bölgesi üzerine kurulmadadır.
Sivas-Divriği-Erzincan arasında yer alan ve bugün çoğunluğu Alevilerin oluşturduğu
bölge, Bizans döneminde de “paulicien” bir dinsel ayrılış bölgesiydi.
“Paulicien” görüşler buralarda yüzyıllardan beri varlığını sürdürmededir.
Büyük bölümü XIX. yüzyıldan önce İslâmlığa geçmiş olan Thondrakit’lerin,
neo-paulicien mezhepleri, bir kültür ve nüfus karmaşası bölgesinde ve sonuç
olarak dinler karışımı (syncretiste) inançlarla dolu bir bölgede, Van gölü
çevresinde doğdu. XIV yüzyılda Şeyh Bedreddin ayaklanmasının doğuş ve
gelişimini yaşayan Deliorman bölgesi için de aynı şey söz konusudur.
Bogomilcilik burada, IX. yüzyılda baskılardan kaçan Paulicien’lerin Trakya’da
barınak aradıkları dönemde belirdi.
Daha sonra, XIII.
yüzyılda, ayaklanmalara son verme amaçlı kıyımdan kaçan Babaîler gelip
buralara yerleştiler. Sonra, XVI. yüzyılda, Celâli İsyanları denen
dinsel-sosyal ayaklanmaların bastırılışı sırasında kaçanlarla, Ağaç Denizi
adı verilen Deliorman, Osmanlı İmparatorluğu sığınmacıları için elverişli bir
yer oldu. Balkanlar’ın öbür bölgeleri de aynı çizgide inanç ve nüfusun iç içe
girdiği yerler oldular.
1980’li yıllarda, Kanuni
Sultan Süleyman döneminden kalma, olağanüstü güzel bir köprünün henüz
süslediği, yemyeşil güzelliği içinde pırıl pırıl Mostar bölgesinde bir gezi
sırasında, eski bir Bogomil mezarlığını, sonra da oradan çok uzakta olmayan ve
müzeye dönüştürülmüş güzel bir Bektaşi Zette’sini ziyaretim bir rastlantı
değildi.
Bu nüfus ve inanç iç
içeliği, Bektaşi inanışın eski mekânları çevresinde özellikle belirgindi. Bu,
F.W. Hasluck’ın da dikkatini çekmişti.
K. Zhukov’un
incelemeleri, bizi zaman içinde geriye götürüyor ve problemi daha eski bir
tarihe kaydırıyor.
Ortaçağ’ın
“neo-paulicien” inanç-ayrılmalan (heresie) ile sûfılik ve “gnostisizm”in
işlediği inanç-ayrılmalan arasında bir iç içe giriş söz konusu mudur?
Farklı cemaat-dışı
(heterodoxe) öğretileri, güncel durum içinde karşılaştırmaya bilgilerimiz
yetmemekteyse de, yapılarda yine de bazı ortak öğelere rastlanmaktadır: Bunlar,
gnostik, bâtınî, üniversalist ve düalist (kişisel biliş temelli, içsel,
evrenselci, iki-tanrıh) kımıldanmalardır. Ortak düşünceler vardır: zora karşı
olma, yoksulluk ve yoksul yaşama gibi. Yerleşmiş düzene karşı doğrultudadırlar;
resmî dinin ve merkez yönetimin görüş açısı karşısında kural-dışıdırlar
(non-conformiste). Bu eğilimler ister Bogomilizm ya da Catharizm gibi neo-paulicien
olsunlar, ister cemaat-dışı İslâm çerçevesi içinde bulunsunlar, bütün bu
akımların kökleri İran’ın iki-tanrılı (düalist) inançlarına uzanmaktadır.
Maniheizm ve Zürvanizm (Zurvanisme) gibi iki-tanrılı daha eski dinlerle de
benzerlikler vardır. Zürvanist kalıntılara, Bogomil’lerin ve Cathar’ların
öğretilerinde rastlanır.
Üçlü öğretilerde, dünya; yaratan Tanrı
ile -biri göğü, öbürü yeri yöneten- iki oğulun elindedir.
İran’ın eski iki tanrılı inancı,
dünyayı aralarında paylaşmış bulunan iyilik ve kötülük güçleri, Ohrmazd
(Hürmüz) ve Ehrimen, Alevi- Bektaşilikte, epeyce yumuşamış biçimde görülüyor:
Bu artık, İyi ve Kötü’nün karşılaşması değil, “ma’nâ âlemi” ile “madde
âlemi”nin çatışmasıdır.
Yakıştırma bir hadiste, Peygambere,
“Ben bilgi’nin şehriyim, Ali de kapısıdır” dedirtilmiştir. Bu, aynı zamanda bir
Güneş-Tanrı olan Ali, gök âleminin, görünmez; bâtınî dünyanın da, efendisi
demektir.
Evrenselcilik görüşü (universalisme),
Bektaşi-Alevilikte her durumda vardır; örnek olarak Ali tasvirlerini süsleyen
şu yakıştırma (mevzû’) hâdisi vereceğiz: “Benimle olursan, benimlesin; Yemen’de
olsan bile. Benimle değilsen, Yemen’desin; yanımda olsan bile!”
Müslüman ve Hıristiyan, iki
dinsel-ayrılık (heresie) bölgesi arasında bir karşılaştırma şüphesiz çekici
olur. Fakat böyle geniş bir incelemeye girmekten uzaktayız. Bunun için,
Türkolog, İslâm-bilimci, Bizansçı-uzmanlar ile Bogomil ve Cathar alanı
uzmanlarından, ortak bir konuda birlikte çalışmayı kabul edecek bir araştırma birimi
oluşturmak gerekecektir.
Böyle bir inceleme bin yıllık bir
dönemi kaplamak ve eski İran dünyasından Akdeniz’e doğru uzanmak zorundadır.
Şimdilik bilgi alanımız dışında kalan
böyle bir konu, yalnızca sezgiyle algılanabilir; fakat yine de bu, bizi daha
geniş bir kavrayışa ve derinleşmeye götürecek bir sorudur.
Bektaşilik üzerine araştırmalarıma
başladığım zaman hiçbir şey otuz yıl aynı konuya saplanıp kalacağımı aklıma
getiremezdi. O zamana dek, destanlara yaşam veren ve zamanla sınırlı, tarih
olaylarına eğilmiştim. Şimdi ise bir inanış, bir düşünüşle karşı karşıyaydım.
Düşünceler, insan varlıkları olarak bir geçmişe dayanırlar: Daha önceki
düşüncelerden doğarak gelişirler ve yaşama direnmeyi başardıkları çevrede bir
arada oluştukları etkilerle birlikte gelişirler.
Bektaşilik, Türk topluluklarının,
Anadolu’ya göçlerinden önce oturdukları ülkelerde, yani Orta-Asya’da, Sogd
bölgeleri ve Mâverâünnehir gibi İran kültürü alanlarında aranması gereken
köklere dayanmaktadır.
Ardından, Küçük-Asya ve Trakya’ya
yerleştikten sonra Bektaşiler, -Astarâbâdlı Fazlullah Hurufî’nin öğretisini
yaydığı, Azerbaycan ve Kuzey İran’dan gelen Hurufî akımlarla-, kuvvetle
belirginleştiler.
Anadolu’da kalmış olan Bektaşilerin
biçimlenişleri ise, yine İran’ın kuzeyinden ve Azerbaycan’dan gelen ve
İran’daki ortadan çekilişinden sonra da Anadolu’da uzun süre direnen, Kızılbaş
akım içinde oldu.
Günümüzde, Kızılbaşlığın bir sonucu
olan Alevilik, Marksçı ve atheist düşüncelerin etkisi altında da kalmış
olacaktır.
Sonuç olarak, Bektaşi-Alevilik, uzun
araştırma yıllan gerektiren karmaşık bir konudur. Araştırmalar yalnız Anadolu
ve Rumeli ile sınırlı kalmamalı, geçmişe, Eski İran’ın gnostik ve iki-tanrıh
inanışlarına, Türk-Moğol toplulukların Şamancı inançlarına ve bütünlüğü içinde
Akdeniz dünyası alanına kadar uzanmalıdır.
Araştırmalarımdaki eksikler ne olursa
olsun, Bektaşi-Alevi incelemelerine bir hız vermeyi başarmış olduğumu
sanıyorum.
Bu hız, onları izleyen genç kuşakla
sağlanacaktır. Henüz ortaya çıkmamış pek çok şey ve henüz ele alınmamış pek çok
nokta vardır.
Bir şey kesin görünüyor. Soruna
değişik yönlerden bakmak gerekmektedir. Konu, Türkologların,
İranologların, “Paulicianisme” üzerinde çalışmış Bizans-uzmanlarının, Bogonıil
alanı ile ilgili Slav dili araştırmacılarının, dinler-üstü düşünceye açık İslâm
bilginlerinin ve elbette genel din-tarihçilerinin birlikte çalışacakları ve
bütün bu dalları birleştirecek bir işbirliği istiyor. Böyle kapsamlı
bir çalışma, tek başına çalışan araştırmacılarca yürütülemez. Ayrı bir enstitü
oluşturulmak gerekir.
Böyle bir enstitünün, Bektaşiliğin
kurucusu münzevi veli, Hacı Bektaş Veli’nin anılarını saklayan bir bölgede
doğması düşündürücü olacaktır. O, Kapadokya’da, peribacaları, kayalara oyulmuş
kiliseler ve yeraltı kentleri arasında yaşadı. İlkçağ’dan bu yana, yoğun ve hiç
durmayan manevî bir kaynaşma içinde bu olağanüstü bölge böyle bir girişim için
amaç bir çerçeve oluşturacaktır.
[70]- ibn Battûta, “Voyages et
periples”, Voyageurs arabes, Paul Charles-Doıniniques’in sunuşuyla,
Paris 1995 (Bibi, de Pleîade), s. 635-669.
4- Fr. Taeschner, “Der Anteil des sûfismus an der
Formung des Futuwwaideals”, Der Islâm, XXVI, Berlin-Leipzig 1937, s.
43-74.
[72]‘ irene Melikoff ', Abû
Muslini le "Porte-hache " du Khorassan dans la tradition epi- que
tureo-irannienne, Paris 1962.
[73]‘ a.g.e., s. 106-108; aynı
yazar, “Abu Müslim, Patron des Akhis", De l’epope aıı mythe-Itineraire
turcologigue, İstanbul 1995 (Isis), s. 35-40.
[74]- Aynı yazar, “Le drame de
Kerbelâ dans la litterature turque”, De l’epope au mythe, s. 41-55.
[75]- Aynı yazar, Abû Müslim, le
“Porte-Hache" du Khorassan, s. 71-83.
Âşıkpaşazâde,
Tevârîh-i Âli Osman, Ali yayını, İstanbul 1332, s. 204-205; aynı eser, Osmanlı
Tarihleri, I, İstanbul 1949, s. 237 (Çiftçioğlu N. Atsız yayını).
*1-
Ömer Lûtfı Barkan, “Osmanlı împaratorluğu’nda bir iskân ve kolonizasyon metodu
olarak Vakıflar ve temlikler I: İstilâ devirlerinin kolonizatör Türk dervişleri
ve zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, V (1942), s. 279-386.
[79] Abdülbâki Gölpınarh, Menâkıb-ı
Hacı Bektâş-ı Velî, "Vilâyet-Nâme", İstanbul 1958, s. 18.
[80]
Vılâyetnâme, sayılan doksan dokuz bin olan Türkistan Erenleri ile
yetmiş yedi bin Horasan Erenleri’nin ve elli yedi bin Rum Erenleri’ni
birbirinden ayırmadadır. Krş. A. Gölpınarh, Vilâyet-Nâme, s. 5, 14,
18-19; ayrıca bak.: 1. Melikoff, “Les ori- gines Centre-Asiatique du Soufisme
anatolien”, Sur les Traces du Soufisme Tıırc- Recheches sur T İslam
populaire en Anatolie, İstanbul 1992 (Isis), s. 151-161.
[82]‘ a.g.e., s. 64-65.
17- Hacı Bektaş’ın
“mücerred”liği, bekâr ve tek yaşadığı, Vîlâyet-Nâme’de iki yerde
geçmededir. Bak.: a.g.e., s. 4 ve s. 32-33.
[84]-
a.g.e., s. 90-91.
[85]‘ Mikâil Bayram, Fatma Bacı
ve Bacıyân-ı Rûm (Anadolu Bacıları teşkilâtı), Konya 1994.
[86]- Fr. Taeschner, “Gülschehris
Mesnevi auf Achi Evran den Heiligen von Kırsche- hir und Patron der Türkischen
Zünftte”, Abhandlungen fıır die Kuııde des Morgen- laııdes, XXXI. 3,
Wiesbaden 1955.
[87]
• iilâyetnâme, İndeks, Fâtıma Ana (Kadıncık) ve Fatma Bacı
adlan.
22- Faruk Sümer, Oğuzlar
(Türkmerder)-Tarihleri, boy teşkılâtı-destanlar, İstanbul 1992(4. basım),
s. 241-248, 317.
[89]' Aynı yazar, Safevi
Devleti’nin kuruluşu ve gelişmesinde Anadolu Türkleri'nin rolü, Ankara 1992
(TTK), s. 50. 66, 80, 82, 104, 194.
[90] Fr. Taeschner, E.I.,
1960, “Akhi” maddesi; ayrıca bak.: 1. Melikoff, “Un document Akhi du XIII e
siecle”, Itineraire d'Orient-Homnıage â Claude Cahen, Res Orien- tales,
VI, 1994, s. 263-270.
2$'
Tourkhan Gandjei, II canzoniere d i Sah Isma'il-Hata’i, Napoli 1959, s.
15 (On üçüncü manzume).
[91] Bu konuda aşağıdaki makalelere
bakınız: I. Melikoff, “Recherches sur les compo- santes du syncretisme
bektaşi-alevi”, Studia Tıırcologica Memoriae Alexii Bombacı Dicata,
Napoli 1982, s.379-395; aynı yazar , “L’Islam heterodoxe en Anatolie: non-
confonnisme, syncretisme, gnose”, Turcica, XIV, s. 142-152; yeniden
yayımlanışı; Sur les Traces dıı Soufısme Tıırc-Recherches sur l 'İslam populaire
en Anatolie, İstanbul 1992 (Isis yayını).
[92] Babaî Ayaklanması için bak.;
Claude Cahen, EP, “Baba’î” maddesi; aynı yazar, “Baba Ishaq, Baba Ilyas,
Hadjdji Bektash et quelques autre”, Turcica, I, 1969, s. 53- 64; aynı
yazar, “Apropos d’un article recent et des Baba’î”, JournalAsiatique,
CCX- CVIII, 1980, fasikiül 1-2, s. 69-70; A. Yaşar Ocak, La Revolte de Baba
Resul ou la formation del ’heteredoxie musıılmane en Anatolie, Ankara 1989
(TTK); aynı yazar, Babailer İsyanı-Aleviliğin tarihsel altyapısı yahut
Anadolu 'da İslâm-Türk hetemdok- sisinin teşekkülü, İstanbul 1996.
[94]‘ Elvan Çelebi, Menakıbü ’l-
kudsiyyejî Menasibi ’l-iinsiyye - Baba İlyâs-ı Horasan'ı ve sülâlesinin
menkabevî tarihi, hazırlayanlar İsmail E. Eıünsal ve A. Yaşar Ocak, Ankara
1995 (TTK), s. 169-170.
30- Şams al-dîn Ahmad al Aflâkî al-Ârifî,
Manakıb al-Ârifîn, I, Tahsin Yazıcı yayını, Ankara 1959 (TTK), s. 381.
31’ Bak.: Claude Cahen, “Baba Ishaq, Baba Ilyas,
Hadjdji Bektash et quelques aut- res”, Turcica, I, s. 56-59.
[97]‘
Âşıkpaşazâde, Ali yayını, s. 204; Atsız yayını, s. 237.
[98]-
Elvan Çelebi, a.g.e., s. 169.
[99]‘AbdülbâkiGölpınarh,Menâkıb-ı
HacıBektâş-ı Veli, "Vilâyet-Nâme",İstanbul 1958.
[101]‘
Bak.: Vilâyet-Nâme, s. xıx-xx.
[102]'Ahmed Yesevî için, bak.: Fuad
Köprülü, İ.A., “Ahmed Yesevî” maddesi; aynı yazar, Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıjlar, Ankara 1966, s. 5-153;. I. Melikoff, “Ahmed Yesevî et la
mystique populaire turque”, Sur lez traces du Soufıme turc, s. 139-150.
38, Çepniler için bak.: Faruk Sümer, Oğuzlar
(Türkmenler), 4. baskı, İstanbul 1992, s. 241-248, s. 317; aynı yazar, Safevi
Devleti’nin kuruluşu ve gelişmesinde Anadolu Türkleri’nin rolü, Ankara
1992, s. 50, 104.
[104]-
Eflâkî’ye göre, Hacı Bektaş, Müslüman olmakla birlikte, kendini İslâm’ın gereklerini
uygulamakla sınırlandırmıyordu. Bak.: Menâkıbu'l-Ârifin, s. 381.
[105]-
Bak.: VÜâyet-Nâme, s. 24-25, 35-36, 57, 74.
41- Bak.: S.G. Karmay,
“Les Dieux des Terroirs et les genevriers: un rituel tibaitain de
purification”, J. A., Cilt 283, No. 1 (1995), s. 161-207.
42- Bak.: Viviane
Lievre ve Jean-Yves Loudc, Le Chanıanisme des Kalash du Pakistan, CNRS,
Paris-Lyon 1990, s. 50-53, 496-500.
[108]‘ Bak.: V.N. Basilov, Samanstvo
ıı narodov Srednej Azii i Kazakhstana (Orta Asya ve Kazakistan halkı
arasında Şamancılık) Koskova 1992 (Nauka), s. 229-278. Bu kitabın I. Melikoff
tarafından yapılan eleştirisi için bak.: Turcica, XXVII, 1995, s.
269-277.
[109]-
Elvan Çelebi, a.g.e., s. 169 (1995. beyit).
[110]
• Ömer L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda bir iskân ve kolonizasyon metodu
olarak vakıflar ve temlikler I”, Vakıflar Dergisi, V, 1942, s. 279-386.
50- Bak.: Oruç, Târîh-iÂl-i
Osman, Franz Babinger yayını, Hannover 1925, s. 15-16; Oruç Beg Tarihi,
Atsız yayını, tstanbul 1972, s. 34.
[112] Bak.: Ö.L. Barkan, aynı yer;
I. Melikoff, “Un ordre de deıviches colonisateurs: les Baktashi. Leur röle
social et leurs rapports avec les premiers lultans ottomans”, Memorial
ÖmerLûtj'ı Barkan, Paris 1980, s. 149-157; yeniden yayını: Sur les
traces du soufisme turc, s. 115-125.
52-
Bak.: Fuat Köpıülü, Les origines de l'Empire Ottoman, Porcupine Press,
Fila- delfıa 1978 (Yeni basım); A.Y. Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Marjinal Sûj'dik: Kalenderîler (XIV.-XVII. Yüzyıllar), Ankara 1992 (TTK).
551 Bak.: I. Melikoff, “Le Probleme
Kızılbaş”, Turcica, VI, 1975, s. 49-67; yeniden yayını: Sur les
traces du Soufisme turc, s. 29-43.
[115] Aynı yer.
[117]-
Bak.: I. Melikoff, “Recherches sur les composantes du syncretisme Bektaşi-Alevi”
(yeniden yayını: Sur les traces du Soufisme türe, 59-60).
[118]- Bak.: Fuat Köprülü, “Les
origines du Bektachisme. Essai sur le developpement historique de l’heterodoxie
musulmane en Asie Mineure”, Actes du Congres International d 'histoire des
religions (Paris 1925), 1926; aynı yazar, Influence du chaman- isıne
turco-mongol sur les ordres mystiques musulmans, İstanbul 1929.
[119]- Bak.: “Le Probleme Kızılbaş”
(Turcica, VI).
[120] Bak.: “Recherches sur les composantes du
syncretisme Bektaşi-Alevi” ve “L’Is- lam heterodoxe en Anatolie:
Non-conförmisme-syncretisme-gnose” konulu incelemelerimiz (Not 1).
61- Bak.: I. Melikoff,
“L’Ordre de Bektachis apres 1826”, Turaca, XV, s. 155-178; yeniden
yayını: Sur les traces du Soufisme Turc.
[123]-
Krş. irene Melikoff, “L’Ordre des Bektachis apres 1826”, Tıırcica, XV,
1983, s. 155-178.
[124]‘ Aynı yazar, “L’origine
sociale des premiers Ottoman”, The Ottoman Emirate (1300-1389),
Rethymnon 1993, s. 135-144.
[125]-
Krş. Ö.L. Barkan, Vakıflar Detgisi, V, s. 279-386.
[126]’Krş.
I. Melikoff, Memorial Ömer Lûtfî Barkan, s. 149-157.
[127]• Krş. I. Melikoff, The Via
Egnatia Under Ottoman rule (1380-1699), s. 159-170.
[128]‘ Türk masonluğu için,
bak.:Ebuzziya Tevfık, “Far-masonluk”, Mecnıua-i Ebuz- ziya, 18
Cemaz’el-âhır 1329 (1913-1914), s. 683-686; Prof. Bedi N. Şehsuvaroğlu,
“Türkiye Masonluk tarihine Bir Bakış”, Türk Yükselme Cemiyeti İdeal Kolu,
XXV (Kuruluş Yıldönümü Hatırası), İstanbul 1964; aynı yazar, Dinlerde ve
Tarikatlerde Sembolizm- Remizler (Antik Doğu Medeniyetlerinde, Eski Sark
dinlerinde, Futuvvet ehlinde, İslamiyette, Ahilerde, Bektaşilik ve Diğer
tarikatlarda, Masonlukta), İstanbul 1973; İlhami Soysal, Türkiye ve
Dünyada Masonluk ve Masonlar, İstanbul 1973.
[129] Krş. E. Ramsaur, “The Bektashi
Dervishes and the Young Turks”, Mııslem World, XXXII, Ocak 1942; aynı
yazar, The Young Turks-Prelude to the Revolution of 1908, Beyrut 1965
(Yeni basım), s. 102-114; ayrıca bak.: F.W. Hasluck, Christianity and İslam
under the Sultans, Oxford 1929, ı, & 595-620.
70- Paul Dumont, “La Turquie dans les
archives du Grand Orient de France: les loges maçonniques d’obediance française
â İstanbul du milieu du XIXe siecles â la veille de la premiere guerre
mondiale”, Econoınie et Societes dans TEmpire Ottoman (J.L.
Bacque-Gramont, Paul Dumont), Paris 1983, s. 171-201.
[131]-
Bak.: Cahit Özteıh, Pir Sultan Abdal, İstanbul 1971, s. 131-150.
[133]- "Tevekkeltü
teâlallah Tanrı’mn takdirine güven (Çevirenin notu).
80- Bak.: İrene
Melikoff, Hadji Bektach un mythe et ses avatars, s. 230-234.
[134] • Semavi Eyice, “Varna ile
Balçık arasında Akyazıh Sultan tekkesi”, Belleten, XXXI, No. 124, Ekim
1967, s. 551-600; Ljubomir Mikov, “Simbolika ne tchislata v izkustvoto na
bilgarskite aliani”, Problemi na izkustroto, Sofla 1996, No. 3,
s. 44-53.
[135]- Ljubomir Mikov, a.y., s.
45-49 (resim 46).
[136]‘ Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı
İmparatorluğu ’nda marjinal Sûfılik-Kalenderîler (XIV. ve XVII. Yüzyıllar),
s. 99-102, 226; M Kiel, “San Saltuk ve erken Bektaşilik üzerine notlar”, Türk
Dünyası Araştırmalan, No. 9, Aralık 1980, s. 31.
[138]- S.N. Ergun, a.g.e., s.
141-142.
[139]
Işık’lar için bak.:V. A. Gordlevskij, “Isyki, ix evoljucija-ot brodiazm’cestva
ko- sedaniju v tekke” (Işık’lar ve evrimleri, göçerlikten tekkelerde
yerleşimlerine
89- A. Refik, On Altıncı asırda
Rafızîlik ve Bektaşilik, İstanbul 1932, s. 31-32, 36-37. 90- M.
Kiel, “A Monument of early Ottoman architecture in Bulgaria: the Bektaşi tekke
of Kıdemli Baba Sultan at Kulugerove-Nova Zagora”, Studies in the Ottoman
architecture of the Balkans, Verorium, Aldershot 1990, s. 54-60 ( Çok
sayıda levha ile).
91- L. Mikov, “Alianski grobnici v
iztocnite Rodopi”, Balgarski Folklor, 3-4, 1996 (İslam i narodni
tradicii), s. 38-61; B. Lory, “Essai d’invantaire de lieux de culte bektachi en
Bulgarie”, Bektachiyya, Etudes sur l ’ordre mystique des Bektachis et les
groupes relevant de Hacı Bektach, Alexandre Popovic ve Gilles Veinstein’ın
derlemeleri, İstanbul 1995 (Isis), s. 393-400.
[143]‘ I. Melikoff, “La communaute
Kızılbaş du Deli Orman en Bulgarie”, Baktachiyya, s. 401-409; Svetla
Kojnova, “Rezeltaû of proucvane na dekoracijata v grobnicata na Demir Baba”, Bâlgarski
Folklor, 3-4, 1996, s. 93-97.
[144]- ‘Güruh’.
[145]‘ Stojan Stojanov,
“Kompleksnite izsledvanija v Kyzylbaskija manastir Demir \iaba",Sbonükistoriceski materiali, Razgrad 1984, s.
44-53; ayrıca bak.: B. Lory’nin makalesinde verilen bibliyografya, Bektachiyya,
s. 392-395.
[146]- L. Mikov, “Simbolika na
tchislata”, resimler, s. 46.
[147]- S.N. Ergun, a.g.e., I, s.
67-t2, 141-142, 148; ayrıca bak.: HamidAlgar, “The Hü- rufı influence on
Bektachism”, Bektachiyya, s. 39-53.
97-
Z. Kulizade, Xurujîzmi ego predstaviteli v Azerbajdzane, Bakû 1970, s.
149-197; I. Melikoff, “Fazlullah d’Astabad et l’esssor du Hurufısme en
Azerbaydjan, en Anatolie et en Roumelie”, Melanges ojferts â Louis Bazın,
Varia Turcica, XIX, Paris 1992 (L’Harmattan), s. 219-225 (Bak.: Nesimi üzerine
Bakû’da yayımlanmış yayınların başhcalannm dizini).
[149]- Louis Massignon, “La Leğende
de Hallace Mansur en pays turcs”, Opera Minora, II, Beyrut 1963, s.
93-139.
[150]A. Gölpınarlı, Türkiye’de
Mezhepler ve Tarikatler, İstanbul 1969,s. 147-151; aynı yazar, Hurufilik
Metinleri Katalogu, s. 16-17; Hurufilik ve İsmailîlik arasındaki bağlantı
için bak.: Clement Huaıt, Textes relatifs â la secte des Houroufıs, F.
I. W. Gibb Memorial Series IX, Leiden-London, 1909, s. XIII; Henri Masse, L
'İslam, Paris 1966 (9. baskı), s. 164.
102. Ej2 “Djabir b. Hayyan”
maddesi (P. Kraus ve M. Plesner’inmakaleleri); ayrıca Paul Kraus, Jâbir ibn
Hayyân: coııtribııtion â l’histoire des idees scientijiques dans T İslam,
II, Kahire 1942 (Jabir et le Science grecque).
103, A. Gölpınarlı, Türkiye’de
Mezhepler, s. 155-159; Hurufilik Metinleri, s. 14-16; Besim Atalay, Bektaşilik
ve Edebiyatı, İstanbul 1340, s. 30-49; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar, Ankara 1966, & 95-96.
[154]- Bak.: yukarıda, Not. 89.
[155]‘
Râfıî’nin eserlerinin el-yazma nüshalarını, Gölpınarh işaret etti. Bak.: Hurufîlik
Metinleri, s. 12-15, 25, 28, 93, 95, 100, 105.
10$' A. Gölpınarh, a.g.e.,
12-15,25,31,33, 98, 111, 114-116, 138-139; ayrıca bak.: İ.A.,
“Firişte-oğlu, Firişta zada” maddesi.
108. Franz Babinger, Mehmed the
Conquerror and his time, Ralph Manheim çevirisi, Princeton 1978, s. 34-35.
Bu baskının sorumlusu, Şeyhülislâm, Molla Fahreddîn-i Acemî (1436/7-1460) idi.
Ayrıca bak.: Hamid Algar, “The Hurufî influence on Bek- tachism”. Bektachiyya,
s. 39-53.
[159]- Hamid Algar’ın kusursuz
makalesi “The Hurufı influence on Bektachism”de, Fazlullah’ın uç-Şiîlikle
bağlan konusunda temkinli yaklaşımlar sıraladığını da burada belirtelim.
[160]-
Bak.: Not 112.
[161]‘
M. Balivet, a.g.e., s. 42. Yazar, Taşköprülüzade’nin tanıklığına dayanmada;
Fey- zullah’ın, Fazlullah’ın kendisi olup olmadığını da bir soru olarak ortaya
atmadadır.
[162]-
M. Balivet, a.g.e., s. 50-51, 56-57.
[163]-
a.g.e, s. 98, 108-111.
[164]-
Stojan Stojanov, “Komleksnite izsledvanija v Kyzylbaskija manastır-Demir Baba”,
s. 43-53.
"9‘ Âşıkpaşazade,
Atsız yayını, s. 153-154; Neşri, Kitâb-ı cihannümâ, Faik Reşit Unat ve
Mehmet A. Köymen, Ankara 1957, s. 543-547.
[166]
I. Melikoff', “Le Probleme Kızılbaş”, (Turcica, VI); aynı yazar, Hadji
Bektach, s. 257-258.
[168]- a.g.e., s. 22-24, 233-234.
[169]-
a.g.e., s. 22-24.
[170]-
Özellikle bak.: Claude Cahen, “Le Probleme du Shiisme dans l’Asie Mineure
turque pre-ottoman”, Le Shi'isme İmamite, Paris 1970, s. 115-129.
[171]-1.
Melikoff. Hadji Bektach;s. 47-50.
[173]‘
I. Melikoff, Hadji Bektach, s. 132-135.
[174]
bu
şjjr hezec bahrindedir. Bak.: Tourkhan Gandjei, 11
Canzoniere di Isına ’il Hatâ ’î, Napoli 1959, s. 24-25 (24. manzume);
Nejat Birdoğan, Alevilerin büyük hükümdara Şah İsmail Hatayı, İstanbul
1991, s.205-206 (81. manzume; aruz şiirleri). Nejat Birdoğan’ın yeğlenebilir
görünen birinci mısraı dışında, biz bu yayınlardan, birincisindeki metni
aldık.
[175]-
Alexandre Bennigsen-Chantal Lemercier Quelquejay, “Lieux Saints et Soufısme
auCaucase”, Turaca, XV, 1983, s.179-199.
132-1. Melikoff, “Le
Probleme Kızılbaş”; aynı yazar, “Les composants du syncre- tisme
bektaşi-alevi”; aynı yazar, “L’Islam heterodoxe en Anatolie”.
[177]- Bak.: V. Minorsky’nin
makalesi, “Un poeme Ahl-i Haqq en Türk”, IVestöstliche Abhandlungen (Etudes
en l’honneur de K. Tscudi), Wiesbaden 1954, s. 258-262.
[178]
“Lieux saints et Soufısme au Caucase”, s. 198. Yazarlar, yapıyı XIII. yüzyıla
bağlıyorlar ki, bu tarih yeniden bir araştırmaya değer görünüyor.
[180] • Divanü
lûgati't-Türk, Besim Atalay yayını, I, s. 30.
[181]-a.g.e., s. 29-30,471.
[182]- Louis Bazin, “Turcs et
sogdiens: les enseignements de l’inscription de Bugut (Mongolie)”, Melanges
Linguistiques offerts â Emile Benveniste, Patis 1975 (Societe de Linguistique).
[183]‘
V. Bartol’d, “Istorija kul’tumoj Zhizni Turkestana”, Socenennija //(I),
Moskova 1963, s. 233-256.
[184]‘
a.y., s. 233-256; aynı yazar, “ Dvenacat U’Lekcii po Istoıii Tureckix Narodov
Srednei Azii”, Socenennija, V, Moskova 1968, s. 116-129.
[185]‘
Fuad Köprülü, İnfluencedu chamanisme turco-mongol sur les ordres mystiques
musulmans (1929).
[186]‘
V. Basilov, Samanstvo Narodov Srednej Azii i Kazakhstana (1992), s.
48-105.
[187]-
Nomads ofEurasia, yayın: V. Basilov, University ofWashington Press,
Seattle- London 1990.
[188]-1. Melikoff, “Les origines
centre-asiatique du soufısme anatolien”, Sur les tra- ces du soufısme turc
(Recherches sur 1’İslam populaire en Anatolie), İstanbul 1992 (Isis), s.
150-161.
[190]-
Abdal’lar, İranlı Kalender 1er benzeri gezici dervişler, XIV. ve XV.
yüzyılda Anadolu’da yaygındırlar. Krş. Fuad Köprülü, Türk Halk Edebiyatı
Ansiklopedisi, I (1955), “Abdal” maddesi; A. Y. Ocak, Osman/1
İmparatorluğu ’nda Marjinal Sûfılik (1992).
[191]‘ I. Melikoff, “La communaute
Kizilbash du Deli Orman au Bulgarie”, Sur les traces du soufısme turc, s.
105-113.
[193]- a.g.e., s. 24-25, 35-36, 57,
66, 74.
[194]- S. Karaıay, “Les dieux des
terroirs et les genevriers: un rituel tibetain de purifı- cation”, Journal
Asiatique, cilt 283, no. 1, 1995, s. 161-207; Viviane Lievre-Jean Yves
Loude, Le Chamanisme des Kalash du Pakistan (Presses Universitaires de
Lyon, 1990).
[195]‘ V. Lievre-J.Y. Loude,
a.g.e., s. 50-52, 490-525.
[196]‘
Vilâyet-Nâme, s. 66.
[197]' G. Tucci-W Heissig, Les religions
du Tibet et de la Mongolie (Almancadan çeviri), Paris 1973, s. 470-480;
Jean-Paul Roux, La Religion des Turcs et des Mongols, Paris 1984, s.
149-154.
[198]- V. Lievre-J.Y. Loude,
a.g.e., s. 50-51, 492 vd.
[200] Bak.: meselâ Guillaume de
Rubrouck, Voyage dans lEmpire Mongol (Claude ve Rene Kappler’in çeviri
ve notlanyle), Paris 1985, s. 210-212, 222-223); Michel le Syrien, Chmnique,
Recueil des Historiensdes Croisades, Historiens Orientaux, Paris 1872-1876,
s. 312; daha fazla ayrıntı için, kri. J.-P. Roux, a.g.e., s. 122-124.
[201]
Atilla Alevilik-Bektaşilik
ve Edebiyatı, İstanbul 1985, s. 75-77.
164- Sadettin Nüzhet
Ergun, Bektaşi-Kızılbaş Alevi Şairleri ve Nefesleri, cilt III (19.
asırdan beri), İstanbul 1956 (2. baskı), s. 202.
[204] pjr suitan
Abdal’ın manzumelerinin çeşitli yayınlan bulunmaktadır. Meselâ bak.: Cahit
Öztelli, Pir Sultan Abdal-Bütün Şiirleri (1971), s. 104.
[206]‘ Z. Kulizade, Xurufızm i
ego prestaviteli v Azerbajdzhane (1970); I. Melikoff, “Fazlullah
d’Astarabad et l’essor du Hurufısme en Azerbaidjan, en Anatolie et en
Roumelie”, Sur les traces du Soufisme turc, s. 163-174.
[207]- Z. Kulizade, a.g.e., s.
151-164.
[208]-
Ahmet Refik, On altıncı asırda Rafızîlik ve Bektaşilik, İstanbul 1932.
[212]‘1.
Melikoff, “Le Probleme Kizilbash”, Sur les traces du soujisme turc, s.
29-34.
[213] “Türkmen” sözcüğünü Orta
Çağ’daki anlamıyla kullanıyorum: XIII. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu’ya gelmiş
olan, az ya da çok İslâmlaşmış, göçer boylar.
[214]
pzr$ j Melikoff, “Les Fondements de l’Alevisme”, Sur les
Traces du Soufisme turc, s. 14 -15.
[215]‘ Krş. I. Melikoff, Abu
Müslim, le "Porte-Hache " du Khorassan.
[216]‘
Dâstân-ı Maktel-i Hüseyn, 1362’de yazılmıştır ve yazılışı Ebû Müslim
Destanı ’ndan sonradır. Bak.: I. Melikoff, “Le drame de Kerbelâ dans la
litterature epique turque”, R.E.I.,1966, Paris 1967, s. 133-148; aynca
bak.: aynı yazar, Hadji Bektach, s. 43-44, 50.
[217]- 1971 ’de, “Societe Asiatique
de Paris”de kendilerine Âşık Feyzullah Çınar’ı dinleterek düşüncelerini
değiştirmekte gecikmedim.
180. bu nefes bjr
xix. yüzyıl Kızılbaş şairi olan Derviş Ali’ye aittir.
Krş. Sadettin Nüzhet Ergun, Bektaşi-Kızılbaş-Alevi Şairleri
ve Nefesleri;
İsmail Özmen, Alevi-Bektaşi Şiirler Antolojisi, IV,
Ankara 1995, s. 379-380.
[219] Bu nefes
Sefil Ali’nindir. Âşık Feyzullah Çınar’dan dinlemiştim. Bir kaydını aldım.
Bununla birlikte hiçbir yerde Sefil Ali’nin adına rastlayamadım.
[220]
“İslâmlaşmış Şamancılık” söylemini müteveffa V.N. Basilov, Orta Asya’da ve
Kazakistan’da bugün de görülen bir inanç biçimini anlatmak için kullandı.
Söylem, gelişme sürecinde bir inanç çevresini tanımlamada bize de uygun
göründü. Bak.: V.N. Basilov, a.g.e.
184- Krş. SeyyidHosseinNasr, “Le
Shi’isme et le Soufısme. Leur relations principi- elles et historiques dans
1’İslam Imamite”, Strasbourg Dinler Tarihi Yüksek Uzmanlık Araştırmaları
Merkezi Çalışmaları, Colloque de Strasbourg, 6-9 Mayıs 1968, Paris 1970
( Presses Universitaires de France), s. 215-233.
[222]‘
Krş. Louis Massignon, “La Futuwwa et ‘Pacte d’honneur artisanal’ entre les tra-
vailleurs musulmans au Moyen Age”, Opera Minora, I, Beyrut 1963, s.
390-421.
[223]‘
Krş. Ibn Battuta, Voyages et Peuples-Voyageurs Arabes, Paris 1995
(Pleîade), s. 632-669.
[224]‘
Krş. Neşri, Unat yayını, s. 190-193; Taeschner yayını, s. 52; aynca bak.:
Taesch- ner, E.I., 1960, “Akhi” maddesi.
[226] Kış. F. Köprülü, Les
Origines de l’Empire Ottoman, s. 116-123.
I"-
Bak.: Alessandro Bausani, Storia delta Litteratııra Persiana, Milano
1960;s. 61; N.A. Gordlevskij, “Gosudarstvo Sel’dzkidov Maloj Azii”, Izbrannye
Socenenija, I, Moskova 1960, s. 135-142.
191‘ Bak.: StigWikander, Die Arische
Mânnerband. Studien zur Indo-Iranischen Sp- rach und Religionsgeschichte,
Lund 1938.
[230]
Kj-ş
Louis Massignon, “Selmân-i Pâk et les premices spirituelles de l’Islam
Iranien”, Opera Minora, I, s. 443-483.
[231]‘
Şedd töreni için bak.: H. Thoming, Beitrâge zur Kenntniss des
Islamischen Ve- reinswesens auf Grund von Bast Madad al-Toufık, Berlin
1913; ayrıca bak.: A. Göl- pınarlı, “İslam ve Türk illerinde Futuvvet teşkilatı
ve kaynaklan”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, IX,
İstanbul 1953, s. 3-354; Fr. Taeschner, “İslam Ortaçağında Tutuwwa (Futuvvet)
teşkilatı”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, XV,
İstanbul 1955, s. 1-39.
[232]- Krş. Fr. Taeschner, “Der
Antheil des soufismus an der formung des Futuwwa Ideals”, Der İslam, XXIV
(1937), s. 43-74; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu olan Ahilik, Ankara
1974, s. 17-19.
[233] Hurufilik ve İsınailîlik
arasındaki bağlantı için bak.: Cl. Huart, Textes relatifs âla sectedes
houroufıs, Gibb Memorial series, IX, Leiden-London 1909, s. XIII; H. Mas-
se, L’Islam, Paris 1966, s. 164.
[234]‘A.
Gölpınarlı, Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatler, s. 147-151; aynı yazar, Hurufilik
Metinleri Katalogu, s. 16-17.
2°1- Krş. EP,
“Djafr” maddesi. Fahd bu eserin bazı elyazması nüshalarını işaret ediyor:
İstanbul-Hamidiye, İsmail Ef. 280, vb.
[236]
uzun Nesimi’nin, Bağdat yakınlarında bir köyden, Iraklı bir
Türk olduğu ve adını bu yöreden aldığı düşünüldü. Fakat artık, Baku ’deyapılan
son çalışmalarla Şenıahî yakınında, adını aldığı bir köyde doğduğunu
bilebiliyoruz. Faz- lullah ’ın damadı olduğunu düşündürecek sebeplerimiz de
vardır. Fazlullah’ın kızı Mahdumzâde 1427’de, beş Hurufî ile birlikte,
Cahanşah’ın buyruğuyla, Tebriz’de öldürüldü. Nesimi’nin, 1417’de, Halep’te
işkence yapılarak feci biçimde öldürülüşü de pek çok kez anlatıldı. Bak.: I.
Melikoff, Hadji Bektach, s. 120-122 (Nesimi üzerine Bakû’da yayımlanan
başlıca eserlerin sıralanışı ile); ayrıca bak.: Z. Kulizade, a.g.e., s.
149-197.
203‘ Krş. G. C.
Anawati ve Louis Gardet, Mystique Musulmane-Aspectettendances- Experiences
teccniques, Paris 1966 (4. basım), s. 57-60, 83-84, 88.
[239]- Kış., Kulizade, s. 154, 160.
208.
fzrş Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarîkatler, s.
155-159; aynı yazar, Hurufilik Metinleri Katalogu, s. 14-16; Besim
Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı, s. 30- 49; Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında
ilk Mutasavvıflar (1966), s. 95-96.
[243]‘
Işık'\ar için bak.: V.A. Gordlevskij, Izbrannye Socenenija, III (1962), s.
213-216.
[244]’Krş.
a.g.e., s. 141-142.
216- Krş. Makiel
Kiel, “A Monument ofearly Ottoman architecture in Bulgaria”, Stu- dies in
the Ottoman architecture of the Balkans, s. 54-60.
[246]- Krş. I. Melikoff, “La
communaute kızılbach de Deli Orman en Bulgarie”, Bek- tachiya, s. 401 -409;
Sveta Kojnova, “Resultati ob proucvane na deloracijata v grob- nicata na Demir
Baba”, B ’lgarski Folklor, I, 3-4 (1966), s. 54-60.
[247]-
Krş. Stojan Stojanov, “Kompleksnite izsledvanija v Kyzylbaskija manastır Demir
Baba”, Shornik Istoriceski mateiali, Razgrad 1984, s. 43-63.
[248]‘
Krş. S.N. Ergun, a.g.e., I, s. 67-72, 141-142; ayrıca bak.: Hamit Algar, “The
Hu- rufı influence on Bektashism”, Bektachiya, s. 39-53.
[249]‘ Başvurulabilecek eserlerden
birkaçı: Adel Allouche, The orıgıns and development of the Ottoman-Safavid
Conflicts (906-962/1500-1555), Berlin 1983; Jean Aubin, “Etu- des Safavides
I: Chah İsmail et les notables de YltmfJourııaloftheEcınımicandSo- cial
History of the Orient, II, Leiden 1959, s. 37-81; aynı yazar, La
politique religieuse Safavides, dans le Shi 'isme Imamite, Paris 1970, s.
236-244; aynı yazar, “L’avenement des Safavides reconsidere (Etudes Safavides
III)”, Moyen-Orient et Ocean Indien, XVI e-XIX e s., dizi no 5, Paris
1988, s. 1-130; Oktay Efendiyev, “Le röle des tribus de langue turque dans la
creation de l’Etat Safavides”, Turcica, VI, 1975, s. 24-33; aynı yazar, Azerbajdzanskoe
gosadarstvo Sefevidov v XVI veke, Baku 1981; Erika Glas- sen, Die
Frühen Safaviden nach GaziAhmed Qumı, Freiburg im Breisgau 1970; Han- na
Sohrweide, “Der sieg der Safaviden in Persien und seine Ruckvvirkungen auf die
Schiiten Anatoliens im 16. Jahrhundert”, Der İslam, 4 (Ekim 1965); Faruk
Sümer, Safevî devletinin kuruluşu ve gelişmesinde Anadolu Türklerinin rolü,
Ankara 1992 (yeni basım); John Woods, The Akkyounlu-Clan, confederation,
empire - a Study in XV th - XVI thcentury Turco-Iranien politics,
Mineapolis-Cicago 1976.
[250]- Bak.: I. Melikoff, Hadji
Bektach. s. 8, 145, 160, 180, 262, 275.
[251]-a.g.e., s. 106, 160, 163,
166,229.
[252]- a.g.e., s. 247-248.
[253]- a.g.e., s. 163-165.,
180-182, 194.
237-
Krş. K.A. Zukov, “K istorii religioznykh dvizenij v vostoenom sredizemnomo- re
v XIV-XV w. Novaja interpretacya vostonija Berkjudie Mustafy v Turcvij (okolo
1415 g)”, Provoslavnij Palestinskij sbomik, 98 (35), Sankt-Petersbourg
1998, s. 84- 98; K.A. Zukov, “The Cathars, Fraticelli and Turks. A new
interpretation of Bekludje Mustafa’s uprising in Anatolia, c. 1415”, XVIII
th International Congress ofByzanti- neStııdies. Moskova 1991,
Shepherdstovvn, W. V. USA 1996, s. 188-195.
[255]- Krş. Vladimir Basilov, Kul’t
Svjatyx v Islame (İslâm’da ermişlere inanış), Moskova 1970 (Mys! yayını); aynı
yazar, Samanstvo u Narodov Srednej Azii i Kazaxsta- na, Moskova 1992;
Krş. Bu eserin I. Melikoff’un makalesinde kısaltılarak aktanhşı, Turcica,
XXVII, 1995, s. 269-277. Bu eser, Almancaya da çevirilmiş bulunuyor: W. N.
Basilov, Das Schamantum bei den Völkern Mittelasiens und Kasachstan,
Berlin 1995 (Reinhold Schletzerverlag).
[256] Krş a.Y. Ocak, La Reevolte de Baba
Resul ou la formadan de l 'heterodoxie musulmane en Anatolie au XIII e siecle
1989, s. 48, 57-59, 75-76, 135.
243-
Krş. Simonde Saint-Quentin, Historia Tatarorum, Jean Richard yayını,
Paris 1965 (Haçlılar tarihi belgeleri, VIII), s. 62-63; Bar Hebraeus, The
Cronology of Gregory Abu’l-Faradh, çeviri: Emest W. Brudge, Londra 1932, s.
405; A.Y. Ocak, a.g.e., a.y.
[258] Menâkıbu’l- kudsiyye fî
Menâsibi’l-ünsiyye (1995).
[260] y\ynl ye,.
248‘ Bak.: aynı yazar, “Un ordre de
derviches colonisateurs”, Memorial Ömer Lütfi Batkan (1980), s. 149-157;
aynı yazar, “L’ordre socials des premiers Ottomans”, The Ottoman Empire
(1330-1389), Halcyon Days in Crete I (1993), s. 135-144.
[264] Bektach, Bölüm III
(Hünkâr Hacı Bektach Veli)..
[267] “Yesi”, günümüzde,
Kazakistan sınırlan içinde bulunmaktadır.
254‘ Horasan adı,
yalnızca bugünkü İran’ın bir eyaletini anlatmıyor, Mâverâünnehir de içlerinde
olmak üzere, İran’ın doğusunda yer alan iller anlamına geliyordu.
[269] gj-ş Hcıdji Bektach,
s. 70-72.
256‘ Louis Bazin, “Manicheisme et
syncretisme chez les Ouîghours”, s. 23-38; I. Melikoff, “Esprit de tolerance et
supraconfessionalisme dans la poesie populaire turque”.
[271]
Kış. Louis Bazın, a.g.e., s. 24; Alessio Bombaci, Histoire de la litterature
Turc, s. 14-79.
[272]
£rş. Le Livre de Dede Korkut, L. Bazin ve A. Gökalp’ın
çeviri ve sunuşlarıyla, s. 69-71.
260‘ Semâ dervişlerin
kendini-aşma (transe) durumuna geçme amacıyla bir merkez çevresinde çember
çizerek dönüşleri, lâlâyetnâme ’de ardıçın dumanı kendini-aşmayı
hızlandırmadadır.
[276]-1.
Melikoff, a.g.e., s. 80.
[277]-
a.g.e., s. 81.
[278]'
Krş. I. Melikoff-, Abu Müslim, s. 39, 63, 125, 137-138.
271- Krş. A. Gölpınarlı, Yunus Emre
ve Tasavvuf İstanbul 1961, s. 120-121. Kaygusuz Abdal’ın şiirlerini,
Abdurrahman Güzel’in varsaydığı gibi (Kaygusuz Abdal, Ankara 1984, s.
77, 165, 260, 294) tasavvuf! aşkın basit bir anlatımı olarak yorumlayıp
geçemeyiz.
[282]-
Krş. I. Melikoff, Hadji Bektach, s. 74-75, 78, 80-81, 84-86, 90, 131.
[283] Krş. Viviane Lievre ve
Jean-Yves Loude, Le Chmamnisme des Kalash du Pakistan, s. 50-58,
475-478, özellikle de s. 492-500. Meslektaşım ve dostum Jean Du- ring’in
dikkatimi çektiği bu kitaba çok şey borçluyum. Bu kitapta verilmiş olan bilgileri,
daha sonra Vladimir Basilov’un bana gönderdiği, Rus bilginlerin eserlerinden
çıkarılmış bilgilerle karşılaştırarak, iîlâyetnâme 'den esinlenilmiş
varsayımlarımı doğrulama ve derinleştirme imkânı buldum.
274‘ Ardıçın anlanma aracı olarak
kullanılışı için bak.: S.G. Karmay, “Les dieux du terroir et les genevriers: un
rituel tibetain de purification”, J. A., CCLXXXV, 1, 1995, s. 161-207.
[285]‘ Rus bilginlerce aktarılan ve
benim Vladimir Basilov’a borçlu olduğum bilgiler için; ulaştığım metinlerden
birkaçı: Kayum-Nasyrov, “Poverja i obrazy Kazanskix Tatar, obrazovavsies ja
pomimo vlijany na zizn’ix sunnitskago magometanstva”, Za- piski
Imperatorskago Russkago Geeogrcıficeskago obscestva po otdeleniju etnografı,
VI, St Petersbourg 1880; G.N. Potanin, Ocerki severo-zopadnoj Mongolii,
Re- zul’taty putesestvija ispolnennago v 1876-1877 godax po poruceniju
Imperatorskago Russkago Geograficeskago Obscestva, vypusk II materiali
etnograficeskie, St. Petersbourg 1881; G.N. Potanin, Ocerki severo-zapadnoj
Mongolii, vypusk, IV, St.-Pe- tersbouıg 1883; B.X. Karmyseva, Etnografıceskoe
izucenie narodov Srednej Azii i Kazaxstana v 1920-e gody, Polevye
issledovanija F. A. Fiel’struna, Ocerki istorii russkoj etnografı i,
Fol’kloristili antropoigii, vyp. X, Moskova 1988.
[286]‘
V. Lievre ve J. J. Loude’un çalışmalarına dayalı bu bilgiler, rus etnologların
zengin verilerine tümüyle uymadadır.
[287]‘
Bak.: Eflâkî, Menâkıbu’l-ârifîn, çeviri: T. Yazıcı, Ankara 1959,1, s.
381-383, 498.
[289]‘
Krş. I. Melikoff, a.g.e., s. 74, 854-85 (Kısa giysisi, elma ağacına çıktığında
bedeninin saklı yerini kapatamamıştır).
285- Krş. M.Ş. İpşiroğlu ve S. Eyüboğlu,
Fatih Albümüne Bir Bakış, İstanbul 1955; Beyhan Karamağarah, Muhammed
Siyah Kalem’e atfedilen minyatürler, Ankara 1984.
[291] • Fred C. Conybeare, The
Key ofTruth - A Manuel of the Paulıcian Church of Armenia, Oxförd 1890
(Clarendon).
[292]‘ Bak. : I. Melikoff, Hadji
Bektach, s. 181-182, 190-194.
[293]‘ W. Barthold, Histoire des
Tıırcs d’Asie Centrale (Mme A. Duskis tarafından fransızca aktarımı), Paris
1945, s. 38-40; 42-46,; S.E. Malov, a.g.e.
[294]-
Dîvânü lügati ’t-Türk, II, s. 411, 1.23:-baçag.
[295]‘ Roger Lescot, Enquete sur
les Yezidîs de Syrie et du Djebel Sandjar, Beyrut 19- 38, s. 29-30, 48-53;
L. Massignon, “Al-Halladj, le phantasme crucifie des Diocetes et Satan selon
les Yezidîs”, Opera Minora, II, s. 18-28.
[296]‘ R. Lescot, a.g.e., s. 48-49;
G. Jacob, Beitrage zur Kenntnis des Derwisch Ordens der Bektaschis,
Berlin 1908, s. 33.
[297]‘ Roger Lescot, a.y.
[298]‘ G. P. Badger, The
Nestorins and their rituals: with a narrative of a nıission to Mesopotamia and
Coordistan in 1842-1844, Londra 1852,1, S. 112 VD., s. 122-124; Klaus E.
Muller, Kıdtuı -histoı ische Studien zııgenese Pseudo-Islaınisches Sekte-Ge-
bilde in Voıderasien, Wiesbaden 1967, s. 132 vd., s. 216 vd.
[299]- Buyruk, Sefer
Aytekin’in tesbit ettiği metin, Ankara 1958.
303‘ Lescot, a.g.e.,
s. 50; Yazar, Giuseppe Furlani’den yararlanmadadır: Testi religio- si di
Yezidî, Bolonya 1930, s. 29.
[302]-1.
Melikoff, “Le Probleme Kızılbaş”, Turcica, 1975, s. 49-67.
[303]-
M.Ş. İpşiroğlu-S. Eyüboğlu, Un Albıım dit Conquetant (İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayını; tarihsiz).
[304]- Vendidad,
Farg. XVIII, 15; Bak.: Danneteter, II, s. 245; III, s. 12.
305. pranz Cumont, Le coq
blanc des Mazdeens et les Pythagoriciens, CR des Seances de l’Academie des
Inscription et Belles Lettres, 1942, s. 283-300; Erwin R. Goodenough, Jewish
Symbols in the Greco Roman period, VIII, New-York 1958, s. 59-70.
306. Ivanov, The
Truth-worshippers of Kurdistan, Leiden 1953, 2-5; M. Mokri, L'Esoterisme
kürde, Paris 1966, s. 17, 109.
[307]-
Bak.: I. Melikoff, Hadji Bektach, s. 184-185, 185-188.
[308]‘Bak.:
a.g.e., s. 185-188.
[309]‘ Atilla Özkınmlı, Alevilik-Bektaşilik
ve edebiyatı, İstanbul 1985, s. 294-300. Bu nefes aynı şekilde, S.N.
Ergun’un (Bektaşi-Kızılbaş-Alevi şairleri ve nefesleri, III, 1956, s.
85-95) ve Cahit Öztelli’nin (Bektaşi gülleri: Alevi-Bektaşi şairleri ve
nefesleri, İstanbul 1973, s. 372) yer almadadır.
[310] H.C. Puech, Le
Manicheisme: son fondateur, sa doctrine, Paris 1949, s. 61-92; aynı yazar, Sur
le Manicheisme, Paris 1979, s. 5-10,327-329; Hars Jonas,Za religion
gnostique, Paris 1978, s. 89-134, 277-294; Michel Tardieu, Le
Manicheisme, Paris 1997 (düzeltilmiş 2. baskı), s. 94-101.
[311]
Bak.: I. Melikoff, Hadji Bektach, s. 17-19; aynı yazar, “Le probleme
bektaşi-ale- vi: quelques demieres considerations”, Turcica, XXXI, 1999,
s. 26-29.
[312] S.N. Ergun, Bektaşi
Şairleri ve Nefesleri, I (ikinci baskı) İstanbul 1955, s. 1,49- 51; Hatayi:
Divan-ı Şah İsmail Safavî, Hayatı ve nefesleri, İstanbul 1956 (ikinci baskı),
s. 112-113.
313‘ İbrahim Arslanoğlu, Şah İsmail,
Hayatı ve Anadolu Hatâyıleri, İstanbul 1992, s. 520-521. İ. Arslanoğlünun
yayını Türkiye’deki yayınların en iyisidir; şiirlerin eleştirici bir
çözümlemesine çalışılmıştır.
314‘ Litteraturepopulaire: en
suivants les achıks, ANKA 1996, no.27/28, s. 58-61. Ancak, Hatayi
Divanı adlı eserinde S.N. Ergun tarafindan verilmiş olan metnin aktarıldığı
bu yayında, “Şeyh Hatayi” mahlâsı “Şah Hatayi” olarak düzeltilmiş bulunuyor.
[315]- “Remel” bahrinde. Krş. V.
Minorsky, “The poetry of Shah İsmail”, I, BSOAS, X, 1939-1940, s.
1007a-1053a.; Tourkhan Gandjei, II Canzoniere di Sah Isma 'il Hatâ ’î, s.
133-134 (214. manzume); I. Melikoff, Hadji Bektach, s. 126-138.
[316] “}4ezec” bahrinde. Bir düvazdeh,
On İki İmam’ı öven bir manzume. Krş. Tourk- han Gandjei, a.g.e., s. 24-25, (24.
manzume); ayrıca bak.: I. Melikoff, “Le probleme Bektaşi-Alevi”, Turcica,
XXXI, s. 24-26.
[317] s.N. Ergun, Hatayı Divanı, s. 156
( 145. manzume), İbrahim Arslanoğlu, a.g.e., s. 85. Son beyitten önceki beyti,
Sadeddin Nüzhet Ergun, "Ey Hüseyni hâricilâ’in ile bozdu postumu"
biçiminde alıyor.
[318] gen Hakk’ım”;
Mutlak olan gerçeğim.
[319] “Hezec” bahrinde. İ.
Arslanoğlu, a.g.e., s. 283; Nejat Birdoğan, Alevilerin büyük hükümdün Şah
İsmail Halayı (1991), s. 248-249.
[323] “Hezec” bahrinde. T. Gandjei, a.g.e., s.
125, (198. manzume); İ. Arslanoğlu, a.g.e., s. 95 (317. manzume); N. Birdoğan,
a.g.e., s. 264-265 (202. manzume). Dördüncü beyit, yalnız T. Gandjei’nin
yayınında yer almadadır.
İbrahim Arslanoğlu’nun “Rüstem(-i) Zal” okuyuşunu
“İbn Zâl” okunuşuna yeğ- leyişimiz dışında, T. Gandjei’nin metnini yeğledik ve
onu esas aldık. Eski İran’ın bu yaşamları söylenceleşmiş hükümdarları için
bak.: Henri Masse, Firdousi et lepopee nationale, Paris 1935; ayrıca
bak.: Ferdousi,- Le Livre des Rois, Gilbert Lazard çevirisi; G. Lazard
tarafından incelenerek seçilmiş parçalar. Paris 1979.
[325]
Mansur el-Hallac’ın sözleri. Bak.: not. 33.
[326]-.“Hezec” bahrinde. T.
Gandjei, a.g.e., s. 157 (254. manzume). Şah İsmail’in kişiliği üzerine iyi çalışılmış
bir çözümleme olarak bak.: Jean Aubin, “L’avenement des Safavides reconsidere”
(etudes safavides III), Moyen Orient et Ocean Indien (Middle East and Indian
Ocean) XVI-XIX e s., no. 5, Paris 1988, s. 1-130.
[327]‘ K. Shukov, “The Cathars,
Fraticelli and Turks: a new interpretation of Berkludje Mustafa’s uprising in
Anatolia c. 1415”, Acts of the XVIII th International Congress
ofByzantine Studies, Moskova 1991, Byzantine
Studies Press, Sheperdstovvn, W. V. 1996, s. 188-195; K. Zhukov, K istorii
religioznyx dvizhenii v Vostoenom Srednezem- nomore v XIV-XV vv: Novaja
interpretacija vosstanija Berkljudje-Mustafy c Turcii (okolo 1415 g.).
Pravıslamyj Palestinskj sbomik, vypusk 98 (35), St Petersbourg 1998, s. 84-98.
330. michel Balivet, İslam mystique et revolution
armee dans les Balkans ottomans: vie de CheikhBedreddin le "Halhj"des
T«rc5(1358/59-1416), İstanbul 1995 (Isisyayını). 33E irene
Melikoff-Sayar, LeDestand'UmurPacha, Paris 1954; K. Zhukov,Egejkie
Emiraty v XIII-X1V v., Moskova 1988 (Akad. Nauk.).
[330] pjrî Rejs,
f^itâb-ı Bahrîye, İstanbul, 1935, s. 318.