Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

İbranileşme






TEKELİSTAN 1

İSİMLERİN

İBRANİLEŞTİRİLMESİ

YALÇIN KÜÇÜK

Birinci Kitap: Yedekistan

Birinci Bölüm

İsimlerin İbranileşmesi 23

Ek: “Memleketim” Yahudi Şarkısı / Veysel Batmaz 92

Ek. Kuran da İbrahim 95

İkinci Bölüm

Yahudi-Türk İsimler Sözlüğü 99

Ek: Judeo-Türkik İsim Türetme 172

Ek: Berat / Ülgen / Ülken / Ülsever 194

Ek: Timur’un Yahudiliği Rivayeti / Rivka Gönen 197

Üçüncü Bölüm

İsimleriyle Yahudilerimiz 199

Ek: Büyükelçi Onur Gökçe 264

Ek: İsrael’de Türk Diplomadar 269

Ek. Sadi / Sadiye / Sadun 272

Ek: Selçuk Yahudi mi? 274

Ek.Saki /Seki 276

İkinci Kitap: İşgale Doğru

Birinci Bölüm

Nova Tanzimat 281

İkinci Bölüm

New York'ta Oz’lar 319

Üçüncü Bölüm

MİT ve Matbuat 323

Ek: Sezer ve Matbuat 382

Ek: Kürt İddiası: "Y. K. Kemalist Ajandır” 391

Ek: Aktüel den Haber 392

Ek: Bedri: “Birileri Gevezedir" 393

Ek: MİT - Yemek 394

Ek: Bir Müfteriye Yanıt / Oktay Ekşi 395

Ek: Matbuat ve Cehalet 398

Dördüncü Bölüm

Nev Müslim 407

İndeks 411

SALYANGOZ ÖNSÖZÜ

İsrael’in, Lübnan’a saldırısına cevaptır, bu kitabı cevap olarak yaz­dım.

Yeni’dir. Cevapsa, yeni olmak zorundadır.

İsrael, Türkiye’de, İsrael’dekinden daha güçlüdür; hep bunu söylü­yordum. İsrael’in Lübnan saldırısı vesilesiyle bir kez daha teşhis edi­yoruz.

Daha güçlü olduğu yerde, burada, en güçlü tepeler olarak matbuat ile idare’ye işaret etmiştim, üniversiteleri ihmal etmiyoruz; içimizdeki İsrael’liler, İsrael’in Lübnan ve Gazza zulmünden şehevi hazlar çıkar­dılar. Kendi aralarında, tepededirler, suyun başını tutuyorlar, bilinme­diklerini düşündüler, tepelerde bulut vardı ve başımıza kum yağdır­mışlardı, şehevi hazlar aldılar.

Bu kitap ile tepeleri açıyorum; alt-yapıyı çıkarıyorum. Artık görü­yoruz, bulutlan delen göz yapıyorum, artık gözümüz var, iniyorlar. Ar­tık kumdadırlar.

Koyunlarına kum dolduruyorlar. Ağıt yakmıyorum.

♦ ♦ ♦

Şehevi haz alttan alınmaktadır.

Altlarını, göstermeye çalışıyorum. Bu, bir deşifrasyondur. Şimdi utanmak ile utanmamak arasındadırlar.

Deşifrasyon mu, bir yanıyla güçsüzleştirmek ve güçlenmek için ise, mutlaka bir yanı güçsüzleştirmek zorundayız. Deşifre olan, güçsüzdür.

Güçlülük, relativite’dedir. Demek ki güçlenmek, güçsüzleştirmek’tir.

Öyleyse savaş halindeyiz.

Artık çöldedirler.

Çöl savaşı yapıyoruz.

♦ ♦ ♦

Bilim, silah’tır.

Bu kitabı, İsrael’in Lübnan saldırısına karşı sıktım.

Kitap yazmadım. Kitap sıktım. Kitabı ateş ettim, demek istiyorum.

Artık, yazmak, sıkmak’tır.

Kitap, ateş’tir.

♦ ♦

Ateş sıkmaya çağırıyorum.

♦ ♦

Araplarla yan yana sıkıyorum.

Doğu Birliği’ndeyiz.

Ottoman Empire of America’ya savaş açmış haldeyiz.

Hazar’da değil harb’teyiz.

♦ ♦

Cumhuriyetin de facto kuruluşu 1925/26 yılındadır.

İsrael, fiilen, 1967 yılında kurulmuştu. Yenebileceklerini gösterdiler ve gösterdiklerini hep yaptılar.

Kırk yıl geçti; yenilmeyi öğrenmeye başlıyorlar. Püskürtüldüler.

Yeni bir tarih mi; görmek durumundayız.

İçimizdeki İsrael, saldırıya, şehevi haz çıkararak başlamıştı. Sanki hücum, içimizden çıkıyordu. Şimdi kırgındırlar ve hüsranı tadıyorlar.

Cumhuriyet’in en büyük masallarından birisi Araplar’ın bizi arka­mızdan vurdukları üzerinedir. Bu bir ideolojidir ve hegemonya kur­muştur. Çünkü İsrael, burada, İsrael’de olduğundan güçlüdür.

Biz yönetendik, bizden bağımsız olmak istediler ve bunun için İngi­liz emperyalizmi ile anlaştılar.

Doğru olan bizden bağımsız olmak istedikleridir ve amma bunun için emperyalistlerle birleşmeleri mutlak kötüdür. Şimdi bir bölümü Amerikan emperyalistleriyle savaşıyorlar. O halde birlikte sıkmamız gerekiyor; ama şimdi ancak kitap sıkabiliyoruz. “Doğu Birliği” için pek gereklidir.

Aynı yönde sıkmak aynı hedefi tutmaktır.

Öyleyse “arkadan vurdular” masalı ile “vatan-turan” masalı, bir ve bütündürler.

Siyonizm kokmaktadırlar.

Siyonizm, Türkiye’de henüz yenilmemiştir.

♦ ♦ ♦

Ateş yazıp sıkmak durumundayız.

Sion Katır Birliği, Gelibolu’da, bizi cepheden vuruyordu. Vuranlara su taşıdılar. Kimseler yazmadılar.

Gizli Tarih’te yazılıdır.

Gelibolu’da askerlerimize karşı cephe tuttular ve ne hoş, Araplar’ın bizi arkamızdan vurdukları masalını tekrarlayanlar, Sion Katır Birliği’nden söz etmek için hiç yürek bulamadılar. Fakat şimdi, Siyon Katır Birliği, yüzlerini dövmektedir.

İsrael Devleti’nin gizli tarihi mi; bir simetri meselesidir.

Bizde gizli olanın orada üstü örtülüdür.

Simetri mi, yoksa tahteravalli mi, buna bakıyoruz.

İsrael’in kuruluşunda Katır Birliği kadar ve hatta daha önemli olan, “nili” casusluk şebekesidir ve bize karşı oldular. Ahfadı, adlarını, “nili” veya kısaca “nil” aldılar, hem bize karşı ve hem de Birinci Dünya Savaşı’nda idi, Suriye-Mısır Cephesi’ni çökertiyordu, bu “nili” şebeke­sinden hiç söz edemediler ve gizlediler. Bulutlar arasında ve pınar başlarında, herhalde “nili” veya “nil” çağıranlar gülüyorlardı; çünkü, karşılarında ahmaklar var. Öyle düşünüyorlardı.

Gülen mi, ya ahmaktır ya da ahmaklara gülmektedir.

Ve şimdi “nili” şebekesi bu ateş-kitap’ta var. Doğru, daha önceki ça­lışmalarımda da söz etmiştim, şimdi daha çok analiz edebiliyorum ve bundan da geniş bir etüdü “Savaşlar” kitabıma bırakıyorum. Demek ki, “nili” veya nil’in deşifrasyonunu yapıyoruz.

Neden şimdi var; Engels, hiçbir problemin, tarihsel olarak olgun­laşmadan ele alınamayacağını yazmıştı, cevabı buradadır. Bu casusluk şebekesi, “nili” şimdi olgunlaşmış haldedir. O kadar öyle ki günlük po­litikada dahi yerini bulmaktadır.

Amma şu anda kısa bir parantezin gerekli olduğunu düşünüyorum; “nili” ile Genelkurmay Başkanı Yaşar Paşa Hazretleri’nin adı birlikte yazılmaktadır. Bazı internet yerlerinde Orgeneral Büyükanıt’ın büyük­lerinden birisinin “nili” içinde olduğu iddia edilmiştir ve ölümü buna bağlanıyor. O halde çok kısa ve sınırlı bir açıklamanın Savaşlar’ı bek­lememesi münasiptir; bu nedenle parantez açıyorum.

Bir, “nili” şebekesinin faal mensubu Sarah Hanınoğlu, “Aaron­sohn” aslıdır, dayanıklı ve yürekli bir Yahudi kızı çıkmıştı; İttihat ve Terakki troykasından Cemal Paşa memurlarının ağır işkencelerine da­yandığını biliyoruz. Hiçbir bilgi vermedi, intihan seçmişti, bu kitapta fotoğrafı var. İki, yargılamalar Şam’da yapıldı ve Yahudi kaynaklarına göre çok az sayıda şebeke üyesi sorguda öldüler. Üç, idam karan alan­lar iki veya üç kişidir, Cemal Paşa Hazretleri’nin cezalarda mülayim davrandığını söyleyebiliriz ve bütün işler Şam’da tamamlandı, biliyo­ruz. Dört, bu nedenle, her kim olursa olsun, bugünkü İsrael’deki bir mezann, “nili” ile bağlantısını kuramayız. Beş, “nili” içinde fazla aktif olmadığı ileri sürülen bir Tuba’ya rast geliyoruz, not etmiştim; ancak Osmanlı-Türk-Müslüman adı göremiyoruz.

Televizyon programında, ak-ist yöneticilerin, böyle bir meseleyi, en az üç yıl önce bana sorduklarını açıklamıştım; ak-istler, internetten öğrenmediler ve bilgileri dahilinde idi. Sky televizyonundaki bu pazar programından bir gün sonraki Hürriyet’te, pazartesi, Fatih Çekirge, Paşa Hazretleri’nin dedelerinin mezarının bugünkü İsrael’de bulun­makla şehit olduklarını haber verdiler. İkna edici olmaktan çok uzak­tır; şehadetin dayanaklarını bilmiyoruz.

Unutulan bir nokta var; bugünkü İsrael, dünkü Osmanlı toprağıdır. Pek çok Osmanlı ve kamu görevlisi, o topraklarda yaşıyordu ve çatış­ma dışında ölmeleri de muhtemel ve mümkündür. Öte yandan Allenby kuvvetleri marifetiyle Filistin’de yenilgi ve teslimiyet, bu vakadan da­ha sonra geliyor; burada, Osmanlı’ya karşı savaşan bir “Yahudi Birli­ği” var ki, Savaşlar’da yazmayı planlıyorum. Sion Katır Birliği’nin de­vamı ve çok daha genişletilmiş halidir; örtülerini atmayı planlamış du­rumdayım.

Özetle ve benim bilgilerim çerçevesinde, Yaşar Paşa Hazretleri’nin soyu ile “nili” şebekesi arasında bir bağ kurmanın maddi dayanakları mevcut görünmemektedir. Şimdilik durum budur; gerekirse, Savaş- lar’da, tekrar ele alabilmeyi ümitvarım. Parantezi kapatmakla devam ediyorum.

♦ ♦ ♦

Roman, özgürlük alanıdır.

Özgürlük alanımızı, özgürlük düşmanlarına, tekeliyet’e, bırakmış haldeyiz.

Canlılığını ve yaratıcılığını yitiren aydın, özgürlük alanının dışında yaşamaya veya sürünmeye razı yaşayabilmektedir. Ölüme yol almak­tadır.

Yoksa çoktan öldü mü; bu soru, doğru’dan daha gerçek’tir.

Tekelistan’da seleksiyon yoktur; deseleksiyon var. Hem darvinizm’in ve hem de kapitalizm’in yok olduğu yere “tekelistan” diyoruz. Roman yazarlarının dahi tayin edildiği bir topraktayız; “boğuluyoruz” demek istiyorum.

Özgürlük alanını teslim etmek, boğulmak ve bu yolla tükenmektir.

Tükenmeyi böyle tarif edebiliyoruz.

Aydın alanında bir dejenerasyon var.

İlk kez Sovyet araştırmaları sırasında fark etmiştim; “yanlış yedi canlıdır” keşfi o zamandan kalmadır. Bir kez öldürmekle ortadan kaldıramıyoruz; çok dirençli görünüyorlar ve/veya tekrar tekrar diriliyor­lar. Ama artık daha kesin bakabiliyoruz, düzenin yanlışa daha çok eği­limli olduğu bir çağdayız; bu nedenle artık “doğru söyleyeni yedi köy­den kovarlar” sözünü de eskitmiş durumdayız. Çünkü tekelistan’a, üç vardiya çalışan bir yanlışlar imalathanesi gözüyle bakabiliyoruz. Ege­menlerin doğru söyleyenden değil doğru’dan korktukları ve kaçtıkları bir dönemdeyiz; yanlışlan hırsla imal ediyorlar ve yanlışlara kıskanç­lıkla bağlıdırlar.

Egemen ideoloji, egemenlerin bakışıdır ve sadece yanlış üzerine ayaktadır.

Şöyle de söyleyebiliriz, her yanlış, egemenliğin bir kerpiçidir. Bu­nun için aynlamıyorlar; entegre haldedirler.

Şu “ilk kurşun masah”, baktığımızda ne görüyoruz, artık bir yanlış- hklar heykelidir; dikili pozisyondadır. Ne büyük tutku ile bağlıyız; aşk­la sarılıyoruz, bir, ben yazdım, iki, Genelkurmay Harp Tarihi ilan etti ve üç, daha sonra Turgut Özakman Üstadımız, en yaygın gazetede tam bir sayfa ayırdı, eğer müstevliye kurşun sıkıldı ise, ilk kez işgalcilerin ilk çıktıkları yerde ve Dörtyol’da sıkılmıştır. İşte “doğru” budur ve o halde, doğru ne kadar basittir; Beethoven’in müziğinin notaları ölçü­sünde basittirler, diyebiliyoruz. Ama, en yüksek yerdeki ve en saygı da­vet eden zevat dahi, bu basit doğrudan korkuyorlar ve bu yanlışta ısrar ediyorlar. Çünkü hegemonya budur; hegomonik durum yanlıştadır.

Resmi görüş, hutbe’dir.

Tekelitan’da yanlışta yaşamak esas’dır ve yanlış, can’dır. Hutbe, da­marlarda dolaşan kan’dır.

Doğru, hem basittedir ve hem de basit halktadır; kurtuluş’u orada görebiliyoruz. İsimsiz ve Beethoven’in notaları kadar basit halkın, ilk gördükleri işgalcilere içgüdüsel saldırmasında ve kurşun sıkmasında buluyoruz. Bu doğru, basit olduğu ölçüde yüceltici ve halkçıdır; bun­dan kaçıyorlar. Doğru’nun yayılma etkisinden korktuklarını teşhis edebiliyoruz.

Doğru’ya karşı barajlar kurdular. Yanlışların önü açılmıştır. Daha hızla yayılmaktadır ve buna ihtiyaçları var.

Resmi görüş alçaltıcıdır.

Tekelistan, hödüklerin yükseldikleri ve tepelerin sadece hödüklere açık olduğu hükümet türüdür. Bu kuralı artık okuyabiliyoruz.

Peki ben ne yapıyorum ya da ben ne yapmıyorum ki; kaç on yıldır, “varlık vergisi faciası” dediler ve ben “can’landır” dedim. İkinci büyük “primitif akümülasyon” olarak tarif edebiliyorum ve büyük servet transferleri mekanizmalarından birisi olarak görüyoruz. Yahudilerimi- zi ve dönmelerimizi, ol tarihte “sabetayist” sözünü henüz icat etmemiş­tik, taş kırmak üzre Aşkale’ye sürdüler, deyu ağıt düzdüler, ama doğ­rular, Beethoven’in notaları misli basittirler ve ben çevrede kırılacak taş mı yoktu ki Aşkale’yi akıl ettiler, yollu sordum, Gizli Tarih’tedir.

Yakında “Savaşlar” çalışmamda daha ayrıntı ile ele almak duru­mundayım; tam o tarihte Hitler, Selanik’te Yahudi toplayıp ölüm kamplarına sevk ediyordu ve Türk yönetenler, Hitler’in hayaletini sı­nırda duydular, önce Yahudilerimiz’i vikaye etmeyi düşündüler; kara­kollardaki ilk kurtarılacaklar listesinde adlan başta yazılıdır. “Aşkale nire Hitler nirde” böyle mütalaa ettiklerini tezekkür ediyoruz; kaldı ki Sovyet sınırına da çok yakındılar ve o tarihte Yahudilerimiz için en emin yer olarak Sovyetler’i biliyorduk. Hitler’in hayaleti yaklaştıkça Yahudilerimiz’i en emin yerlere taşıdık; bu arada ikinci büyük ilkel akümülasyonu realize ediyorduk. Yaptığımız budur ve cansiperane’dir.

Burada ve hala beni en çok şaşırtan şudur; bir taraf diğer tarafı “Varlık Vergisi” faciası deyip hep suçluyordu ve diğer taraf ise hiçbir şekilde kendisini savunmuyordu, “koruyorduk” demiyordu. İlk bakış­ta bu, beni çok şaşırtıyordu; ama sadece ilk bakışta’dır. Çünkü, yanlı­şa mahkum olan düzen’dir ve “facia değil koruma idi”, demek, düzeni deşifre etmektir. Buna güçleri olmadığını kabul etmek zorundayız; de­mek ki asıl facia, “facia” olmadığını söylemektir.

Demek ki ve çok zaman düzene daha çok bağlıdırlar.

Demek ki yanlışlar birbirine kenetlenmiş haldedirler ve kopamıyor­lar.

Öyleyse doğrular, yerçekimi teorisi kadar basittirler.

Korudular ve koruma verdiler. Varlık’larını buna bağladılar.

Bir de Varlık Vergisi ile “sermayenin türkifikasyonu” masalı var.

Sermayenin türkifikasyonu hala çok uzaktadır.

Sermayenin türkifikasyonu hala düzen dışı’dır. Düzen değişikliğine ihtiyaç var.

Henüz buradayız.

Gerçekten yanlışlar, Leontiefin tablosu misli birbirine girmekte ve birbirinden çıkmaktadır. Bu nedenle ve bu tablodan kurtulabilmek için kitap sıkmaya mahkumuz.

Bilimin silah olduğu yerdeyiz.

Roman, özgürlük alanıdır. Bu alanda teslim olmuş haldeyiz.

♦ ♦ ♦

Ne yapmıyorum ki, ama “cürüm” tarihimi yazmayı hiç düşünmüyo­rum; çok çalışmam gerekiyor ve zor’dur. Bununla birlikte Sabahattin Ali üzerinde çok kısaca durabilirim, ihtiyaç duyuyorum. Bana göre na- ivite’ye yakın ama çok önemli bir edebiyatçımızdı, sevdiklerim arasın­dadır. Sol-ulusal martyr’lerimizden olup başlarındadır; vahşetle öldü­rüldüğünü biliyorduk, gizli servisler tarafından öldürüldüğüne inanı­yorduk. Buraya kadar olan sol resmi’dir.

Aydın Üzerine Tezler’de yazmam gerekiyordu, incelemeye başla­dım ve doğrusu, sezgisel olarak “gevşek aydın” sayıyordum, kişiliğine sempati duymadan araştırıyordum. Halbuki araştırdıklarımın hepsine bağlanıyordum, birlikte çalıştıklarıma aşık olma huyum var, kollekti- vitenin yaratacılığına ve büyüsüne hep inanıyorum; yaşamında ve ölü­mündeki maddesel bilgileri hiç kimsenin yan yana getirmediğini kısa zamanda fark etmiştim. Birbirini tutmadılar.

Doğru peşinde serüven mi; yanlışların hegemonyasından kurtul­makla başlamaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonundan itiba­ren ve Nazım Hikmet’in hicretine kadar, böyle bir zaman aralığında, insanların hep, demir perde gerisinden hür dünyaya kaçmaya çalıştık­larına inanıyorduk. Ama buna inanıyorsak, bir siyah bulutun içinde­yiz, demektir, hiçbir doğruyu bulamayız.

Tersini düşünmemiz gerekiyordu, insanlar, Sovyet ülkelerine kaç­ma yarışındaydılar, Türkiye’den en kolay olarak, Bulgaristan’a kaçı­yorlardı ve kaçakçı şebekeleri oluşmuştu. Gizli servis bu şebekeleri ya­kalayamıyordu ve bir mesele budur.

Sabahattin ise, kendisinin, çok zeki ve gizli servisleri kandıracak öl­çüde zeki olduğuna inanıyordu. Solcu aydınların masasından kalkıp devlet erkanının arasına giriyordu; herkes ile konuşuyor ve artık her­kesi korkutuyordu. Durum, budur.

♦ ♦ ♦

Ne kadar zekidir, bilemem, amma yanındaki adama başını taşla ez­direcek kadar aptal değildi ve kaçışı ya da “hicret” için, çok karışık ted­birler almıştı. Bir kâğıda yeşil mürekkepli dolma kalemi ile nokta koy­muş, kağıdın yansını almış, aynı mürekkeple bir nokta koyup gönde­receğini tembihlemişti; bu kağıda noktayı ancak özgür ülkede atacağı­nı da belirtmişti, burada hiç kuşku bulmuyoruz. Yeşil noktalı kağıt gel­miş ve herkes Sabahattin’in özgürlüğe kavuştuğuna inanmıştı; ama bir müddet sonra, yanındaki arkadaşı tarafindan başı ezilerek öldürüldü­ğü haberi basında çıkıverdi. Cesedini teşhis için en yakın arkadaşı Aziz Nesin’i buldular; Aziz Bey, Sabahattin’in ölümüne de tanık olmuştu ve hepsi budur.

♦ ♦ ♦

Şunları çıkardım; bir, Sabahattin, Bulgaristan’a geçmek üzere, Bul­garistan’a adam kaçıran kaçakçı şebekesini yakalatmak üzere, gizli servislerle anlaşmıştı. Sabahattin geçecek, şebeke yakalanacaktı, an­laşma buradadır. İki, Sabahattin, şebeke ve gizli servis elemanlarıyla Bulgaristan sınırına gelmişti ve önünde Bulgaristan vardı. Kaçakçı şe­bekesi reisine yeşil noktalı kağıdı verdi, çünkü artık Bulgaristan dağlarındaydı, sınırdadır, kağıt gidecek ve paranın diğer bölümü ödenecek­ti, böyle kurdum. Üç, o halde taşla başının ezilmesi uydurmaydı, arka­dan kurşunla öldürülmesi gerekiyordu ve böyle yazdım.

Belki de sol-ulusal bir martyr asıl şimdi öldürülüyordu ve böyle bir niyetim olmamıştır.

♦ ♦ ♦

Çok kızdılar.

Ama şunlar da oluyordu; Ankara’nın renkli ve pek parlak belediye başkanı Vedat Dalokay’ın hem danışmanı ve hem de dostu olmuştum, birbirimizi pek seviyorduk. Telefonda hep “burnumda tütüyorsun” di­yordu. Hep buluşurduk, bir gün, heyecanla, Vedat da heyecan duyma­dan konuşmazdı, “Hayrettin Ağabeyi’mi gördüm, arkadan vurulmuştu, doğru, doğru, diyor” diyordu; Doktor Hayrettin Dalokay’dı, İstanbul adli tıb’bında doktordu, Sabahattin’in adli tabibliğini yapmıştı, başında eziklik yoktu ve arkadan vurulmuştu, haber budur. Ben derhal yazılar sıktım; benim dışımda birisinin Doktor Dalokay ile konuşmasını bağır­dım, kimseler konuşmadılar.

Artık Vedat ve Doktor Dalokay yoklar. Göçtüler.

Solumuzdakiler de yanlışlara pek düşkündürler.

♦ ♦ ♦

Ama asıl sürpriz Aziz Bey’den geldi, o tarihlerde henüz yakın dost değildik, Aziz Bey anılarına kıskançtır, anlatmayı sevmez ve hep ken­disi yazmayı planlardı; umulmadık bir müdahale yaptığını görüyoruz. Demirtaş Ceyhun’un edebiyat dergisinde, ben buluşumu orada yayın­lamıştım, bunun, doğruya en yakın anlatım olduğunu ilan ediverdi; Sabahattin’in en yakın arkadaşı, gizli servislerle işbirliğini doğruluyor­du. Ayrıca, Çetin Altan’a dayanarak, o zamanın başbakan yardımcısı Nihat Erim’in, “Sabahattin Ali’yi biz öldürdük” anlamına gelen sözle­rini hatırlatıyordu; Çetin Altan, o tarihte korku çağını yaşıyordu ve in­kar ettiğini hatırlıyoruz.

♦ ♦ ♦

Aziz Nesin bir de, benim için, “arkeolog” diyordu. Sabahattin üzeri­ne araştırmamı arkeolojiye benzetmişti, beni “arkeolog” ilan etti. Hiç inanmadım, ama çok sevindiğimi saklamıyorum. Bu söz, bana, hala heyecan vermektedir.

♦ ♦ ♦

Aziz Nesin’in de zekaya çok düşkünlüğü vardı ve kendisinden daha zeki bir insan düşünmezdi. Belki haklıdır; halkımızın mutlak aptallığı üzerine teoremini buraya bağlayabiliyoruz.

Sıkıyönetim mahkemesi beni sekiz yıla mahkum etmekle kalmadı ve bir de, gerekçeli karara “şeytana pabucu ters giydirecek kadar zeki­dir” yazdı. Bu, zekanın mahkeme karan ile tespit ve teyidi olarak anla­şıldı ki ben hiç ciddiye almadım. Kendimi önemli ölçüde aptal buluyo­rum, ama, kimseyi inandıramıyorum.

Yattım, tahliye oldum ve mahkeme devam ediyordu. Askeri Yargı­tay bozuyor, Selimiye’deki askeri mahkeme kararında ısrar ediyordu ve o sırada hep Aziz Bey ile beraberdik; Selimiye mahkum ettikçe üzü­lüyor ve yüksek mahkeme bozdukça seviniyordum. Ancak Aziz Bey, sevinmemek bir yana, ilgilenmiyordu bile ve bu beni düşündürüyordu. Aramızdaki yakın dostluğa sığdıramıyordum.

Sonra bir gün zekaya olan düşkünlüğünü hatırladım. Aziz Nesin, bir zeka partizanıdır ve bu nedenle oğullarından Ali Nesin’i, daha zeki sayıp daha çok severdi. Ben Alev Nesin’i ve bahusus Ahmet Nesin’i pek severdim. Canlı buluyordum ve bu notla devam ediyorum.

Yine Askeri Yargıtay bozmuştu, yine sevinmiştim, yine Aziz Bey’le beraberdik ve yine söyledim, yine ilgilenmedi; sanki duymuyordu. Duymak istemediğini anladım ve ısrar ettim, bir formül bulmam ge­rektiğini anladım, nerede ise kolundan çekiyordum; “Aziz Bey, Aziz Bey, yüksek mahkeme neden bozdu, biliyor musun” dedim, ilgilenme­ye başlamıştı ve önemli bir keşfim olduğunu hissediyordu. “Hani o ka­rar vardı ya..” böyle devam ettim, “o karan” merak ediyordu, Selimiye Mahkemesi, benim, “şeytana pabucu ters giydirecek kadar zeki” oldu­ğumu hükme bağlamıştı ya, işte Yüksek Mahkeme bunu doğru bulmu­yordu, “Aziz Bey suçsuz olduğum için değil, zeki olmadığıma hükme­derek karan bozdular” dediğimi hatırlıyorum. Aziz Bey’i hiç bu kadar sevindirememiştim, dakikalarca güldüğünü hatırlıyorum, güzel ya­naldan şişmiş kırmızı olmuştu; birlikte güldük, güldük. O kadar öyle ki arada bir Aziz Bey ellerini birbirine vurur ve ben bu mahkemeyi ça­lardım ve hep gülerdik.

Aziz Bey de ben de şakalan kendimiz için uydururduk. Çünkü kim­se bize şaka anlatmıyordu, Aziz Nesin’den hep şaka bekliyorlardı ve benim dünyamda gülünçlük partisyonları olduğuna ise kimse ihtimal vermiyordu, çaresiz, biz söyler ve biz gülerdik.

Hala kendi kendimi güldürmek için şaka icat ediyorum.

Cumhuriyet’te yazdığım sıralar, Ceyhun Atıf Kansu, bana, “iktisatın ozanı” diyordu, hoş ama, inanmıyordum.

Cemal Süreya “gizli şair” olduğumu ilan etti, “ozan” veya “şair” dünyası sırlıdır; kendimde o dokuyu bulamıyorum.

Arkeolog olmaya gelince, çok isterdim; teoridir ve pratiktir, aşın sa­bır ve yüksek titizlik istemektedir. En önemlisi bir keşiş yaşamıdır, gıpta ettiğim kesindir.

En parlak öğrencilerimize arkeoloji kapalıdır. Bundan büyük acı duyuyorum.

Bu kitapla ne yapıyorum, yaptığımı, İkinci “Boğazköy Kazılan” ola­rak nitelemeyi çok istiyorum. Birincisi Anadolu’nun altında, başka bir dil, başka bir iktidar, bir baş-balık “Hattuşaş”, ortaya çıkarmıştı; Hint- Avrupa dilinin merkezi yer değiştiriyordu. Dil ve Tarih Tezleri’nin çı­kışını, Boğazköy Kazılarının verimlerine bağlayabiliyoruz ve geç icat­larıdırlar.

Bu ateş-kitabı alttaki iktidara sıkıyorum.

Bir arkeoloji çalışmasıdır.

Polis dili ile, arkeolog olmayan birisinin eli-mahsülü bir kazı’dır.

Arkeologlardan cüretimi affetmelerini diliyorum.

♦ ♦ ♦

Yerleştirmeleri, Salyangoz’dan Güneş Ayaş, Mert Meriç ve Ufuk Berksoy yaptılar. Sevgilerimi yazıyorum.

Kurtuluş Savaşı’nda, Ermeniler’den aldıkları arazi, konak ve güzel kızları tahkim etmek isteyen Kürtler’in müsbet rolleri var.

İsrael Devleti’nden önce, İbraniler’in, yurt arayışları önemlidir.

Kürtleri itersek ve İbraniler sadakatlarını yitirirse, ne olur; bu kitap ateşli bir soru’dur.

Hertzel, biz “Erçel” de diyoruz, bir devlet adamı sayılıyordu ve sa­yıldığı zamanda devleti yoktu. Devleti olmayan devlet adamları var.

Önce Enver ve sonra Mustafa Kemal, milliyetçi idiler ve milletleri yoktu. Demek ki milletsiz milliyetçiler teşhis ediyoruz; meseleleri ya­ratmak olmuştur. Şimdi tersine dönmüştür.

Kuzey Irak’ta bir savaş ilan edilmiştir; ne askeri ve ne de komutanı var.

Önemli olan ilan’dır.


yalçın küçük

26 ağustos, beşinci yıl balgat-balat ankara-istanbul

BİRİNCİ KİTAP

YEDEKİSTAN

BİRİNCİ BÖLÜM

İSİMLERİN İBRANİLEŞMESİ

Bilim bir yana, bilgi’den ne zaman korkuluyor; her halde, feodalite­de ve tekelistan’da, diyebiliyoruz. Tekelistan’ı ise, desintellectualisati- on ve deshumanisation operasyonlarına ilave olarak, “bilgiden korku” çağı olarak görebiliyoruz. Demek ki, tekelistan, aydın-sız ve insan-sız düzenlerdir; bunlara, aydın’ı, “aklıyla mücadele eden canlı” tarifimi ekleyebiliyorum. Öyleyse, aydınsızlaştırma, “aydın-lıktan çıkma” da diyebiliyoruz, akla karşı büyük kırım, anlamındadır.

Öyleyse “topyekün jenosid” de diyebiliriz. O halde, hali hazırda, topyekün jenosid başlamışken, kısmi jenosid’leri tarihte anyabiliyo- ruz. Bu ise, hem refleksif, hem paradoks ve hem de teselli arayışıdır; demek ki insanlığın paradoksa ve teselli’ye pek muhtaç olduğu bir çağ­dayız.

Orta Çağ ile Tekeliyet, birbirine yakındırlar.

Tekeliyet, kapitalizm’in çocuğu veya ürünü ve ileri aşamasıdır.

İmparatorlukların yıkılışından feodalite ve kapitalizmin çözülüşün­den tekeliyet çıkmaktadır. Çıktıkça, kapitalizmi, bütün kurumlanya kemirmekte ve kazımaktadır.

Başka yerlerde, “Tekeliyet” çalışmalarımda, özgürlük arayışının fe­odalitede çıkmaya başladığını göstermeyi denemiştim. İnsanlığın en yüksek “insan modelleri” de feodalitede çıktılar, kararlı ve sadıktılar, sadakati insanın inançlarına bağlılığı, sevgi bir inanma halidir, olarak anlıyoruz ve kapitalizmin sadakat ile alay düzeni olduğunu da biliyo­ruz; kapitalizmde de insan olduğunu kabul ediyoruz, ancak, eksik, kü­çük ve sayısızdılar. Öte yandan feodalitede asillerin dışında insanı ve kapitalizmde ise büyük insanı bilemiyoruz. Ama obje, eksik, küçük ve sayısız ise bilme’yi tamamlamakta zorlanıyoruz.

Bu nedenle olabilir, büyük romanlar, insanı hep eksikli olarak yaz­dılar. Eksiksiz insan, romanın büyük paradoksu’dur, hep gerçekliğe aykırı bulunuyordu, “romantik roman” sayılıp küçümsendiğini biliyo­ruz.1 Demek ki, insanı, mükemmel ölçülerde, ancak, Tekeliyet’e girer­ken öğreniyoruz; kaldı ki, insanın kıyamette kalkışına, düşünce pla­nında, eğitimliyiz.

İnsanın insan-hktan çıkarılışını Kafka ve Huxley, önce ve çok iyi gördüler. Sanki bir Indian Summer, insanı işaret edebildiler.

O halde kapitalizmin büyük dönüşümü, tekeliyet’i vermektedir. Ar­tık bunu çıkarmak durumundayız.

Demek ki kapitalizm, akrep idi.

Doğururken öldürmektedir, demek istiyorum; öldürürken ölmek­tedir ve bu durumda, mücadele, yaşamak’tır.

İnsan mı, artık, isyan’dır. Mücadele mi, plansız ve örgütsüz, isyan’dır. Sonuçsuzdur, amma insanlık ile teselli vermektedir.

İsyan, var olmak’tır ve tekelistan’da isyan etmemek, deshumanize olmaktır. Yavaş yavaş, ancak, mutlak olarak insan’dan çıkış, demek is­tiyorum.

İki yolu var, birisi bilgi ortamını karartma ise, İkincisi bireyleri sü- rüleştirme’dir. Her ikisini de yaşıyoruz.

1 Bizim tek ve en büyük romantik romanımız, kurtuluş tarihimiz ve bahusus Musta­fa Kemal'dir. Bu nedenle. Gizli Tarih'i yazarken, “masal” demek ihtiyacını duydum. Masal'da Mustafa Kemal yine “büyük” kalmakla birlikte eksikli çıkıyordu, gerçekçi’dir.

Mustafa Kemal, hamidien dönemde forrne oldu, hamidien saltanatta, mükemmel'i arayıp bulmak saçmadır. Belki mükemmele en yakın, İbrani asıllı ve Ermeni kırımın­da baş rol oyunculardan. Doktor Nazım idi; "efsanevi ihtilalci” çağırıyordum, aynı yerdeyim, “yazık oldu, asıldı". Yazılmamış roman kahramanıdır.

Neler gözleyebiliyoruz; televizyonlar her eve girmiş durumdadır. Artık mobil, insanların yanlarında taşıdıkları, Fransızlar “portable” di­yorlar, uzaktan haber ve görüntü veren aygıtları var. Ayrıca adına “arama motoru” denilen düzeneklerle, mümkün olan pek çok bilgiyi alma imkan ve şansının doğmuş olduğunu biliyoruz. Bunları görebili­yoruz.

Ne kadar güzel; ancak, ne yazık, gözleyebildiklerimiz bunlardan ibaret kalmıyor. Adı üzerinde, bu uzaktan görüş sağlayan kutulan her açtığımızda, hem bunların artık pandora’nın kutusu olmadığını anlı­yoruz, kutular merakı tutukluyorlar ve hem de acıklı bir cehalete tanık oluyoruz. O kadar yaygınlar ki, bir yanş sonucu, ancak cahilleri, para­doksal söyleyiş ile, “kutuya çıkardıklarını” düşünebiliriz ve bu, gerçek­ten trankilizan bir düşünme’dir, böyle tezekkür edebilirsek, insanlığı­mız adına rahatlayabiliriz. Bunun dışında, teskin edici kimyadan uzak kaldığımızda ve bu teknolojik yeniliklerle içine girdiğimize inandırıl­mak istendiğimiz “bilgi çağı” ile cehaletin yükselişi arasında bir asosi- asyonu kabul etmek zorunda kalıyoruz. Peki, kabul edelim, amma bu ikisi arasında bir illiyet bağı var mı, doğrusu, tekeliyet olgusunu bir boyut olarak dahil etmediğimiz hallerde, sevindirici bir cevap bulamı­yoruz.

Peki, “bilgi çağı”, bir karartma asrı mı, bu soruyu formüle ederek, bırakıyorum.

Bu kutunun tekeliyette icat edilmesi, insanlığın en büyük talihsiz­liklerinden birisi olmalıdır. Orta Çağ’ın en acımasız cezalarından biri­si, gözlere mil çekmek idi; bu kutular, gözlere demir perde indiriyor­lar. Aşın ışıkla ve kütlesel olarak yapabiliyorlar.

Bunun sonucu mu, bu çağda, aynı zamanda insanlar arasında me­safe ve aynı anlamda kullanıyorum, zamanın arttığını da sezebiliyo­ruz. Burada sadece “sezgi” sözcüğünü kullanıyorum, çünkü, bu görü­nürdeki hareketlilikte yavaşlığı ve görünürdeki hızda birbirinden uzaklaşmayı, zaman içinde fragmantasyon’u, aynı zamanın farklılaş­masını, söyleyebilmek için, düşünme düzeneklerimizde yıkış ve yeni­den kuruluşlara ihtiyaç var. Mevcut halde ancak sezebiliyoruz.

Orta Çağ’da papalık, bir sistemleştirici idi; papalık, tek haber ve tef­sir sağlıyor ve bunu, bugünden çok daha fazla yayabiliyordu. Aydın­lanmadın yaptığı da bu oldu; papalığı etkisizleştirirken sistemli dü­şünmeyi halklaştırdı, buna, “demokratizasyon” da diyoruz. Aydınlan­mada halk, haberi birbirinden alıyordu ve tekelistan’ın en büyük im­kanlarından birisi bunu yok edebilmesidir. Şimdiki hali, belki en çok feodalitedeki fragmantasyon ile karşılaştırabiliyoruz. Belki daha bö- lük-pörçük haldeyiz.

İnsanlarımız, apartmanlardaki karşı kapılar kadar birbirinden uzak oldular. Yan kapılar kadar ayn zamanlarda yaşıyorlar. Sosyete’nin, pörçükleştiği bir asırdayız.

Yaygınlaşan tarikatları da böyle ele alabilirmiyiz; tarikatlar’ın bü­yük bir iki yüzlülükle, Furkan’ı, kararttığını söyleyebiliriz. “Furkan”, genel olarak “Kutsal Kitap” ve özel olarak da “Tevrat” anlamındadır ve tarikatların, “Furkan” ile birlikte peygamberleri de kürsülerinden in­dirdiğini görebiliyoruz. Tek olan peygamberler, büyük bir iki yüzlülük­le “lip-service”, dudak ucuyla bağlılık ve methiye düzüldükten sonra, kürsülerinden indirilmekte ve yerlerine bir sürü efendi ikame edil­mektedir. Bu peygamberlerin, fragmantasyon’u ya da parçalara ayıra­rak çoğaltılması sürecidir. Amipleşme var.

En önemli soru bu idi, “Yavuz mu büyük Fatih mi”, Mütareke Dö- nemi’ne işaret ediyorum. Bu soru, çöküş dönemlerinde tarihe duyulan ilgiye de şehadet ediyor; birincisinin oku Şark’a ve ikincisininki Garb’a dönüktür. Şimdi benzer bir düzlemde, “Peygamber mi büyük, yoksa Efendi mi” sualini formüle edebiliyoruz. Bu suali anlamadan veya pos- tüle etmeden, asri İslâmî anlamamız imkansız görünüyor.

Tek Tanrılı dinlerin sonu mu; sormaktan korkmayı da, tekelis- tan’da öğreniyoruz. Bunu en iyi ben öğreniyorum, çünkü kendimi hep, korktuklarını yapmaktan alıkoyamayan bir canlı olarak algılıyorum. Tekelistan, mahkeme ve hapishanede sorguların çok arttığı ve bunun dışında sorma’nın yok olmaya başladığı bir düzen olmalıdır, anlama­nın eşiğindeyiz.

Semavi dinlerin de fragmante oldukları bir asırdayız. İnsanlar, fragmanları ile yetiniyorlar.

Karartma’nın bir başka hali’dir.

Fakat, karartma teknikleri ne kadar ilerlerse ilerlesin, aydınlanma­dan beri bilgiye akan insana müdahale etmeden, böylesine bir desin- tellectualisation ve deshumanisation düşünemeyiz. Aslında bu iki sü­reç varsa, tek tanrılı dinlerin ve büyük peygamberlerin sonundayız, demektir.

Şimdi insana müdahale, bireyi sürüleştirme’dir.

Arabi “resul” değil, Farisi “peygamber” sözcüğünü tercih ediyoruz; bizim İç Asya Türkçemiz’de “savcı” diyorduk. “Haberci”, Batı dillerin­de ise “messenger”, anlamındadır;[1] peygamberler, gerçekten de haber getirenlerdir. “Haber” ise hep yeni olmak durumundadır.

Öyleyse, haber’i ve haber-vereni, Farisi “ber”, meyva ve “taşıyan” anlamlarını taşıyorlar, bizim dilimizde, “veren”, Tanrı-Verdi, “beren”, Tanrı-Beren, olarak da söyleniyordu, laisize etmeyi düşünebiliyoruz.[2] [3] [4] Bu açıdan baktığımızda, problemimizin de şu aşamada sezgisel işleme daha yatkın olduğu için, laik haberciler ararken edebiyat dünyasına bakmamızın daha verimli olabileceğini düşünebiliyorum. Kuşkusuz, Hobson-Buharin-Lenin çizgisini ayn ve yüksek tutuyorum; yalnız, Le- nin, kapitalizmin insan yaratıcılığı ve yarattığı türün kalıcılığı konu­sunda oldukça muhafazakar kalabilmektedir. Kalabilmiştir.

Kapitalizmin insan yaratma gücüne ve hatta yarattığı varsayılan in­sana güven, belki de sosyalizmin çöküşüne anahtardır. Kendi içinden çöktüğü noktasında ısrarımın temelinde de bu olmalıdır, başka bir yerde ele almayı umuyorum.

Emperyalist sürecin “insanı” üzerinde akıl yürütmeyi ihmal etme­miz, önemli bir eksikliğimiz olarak duruyor. Bunda kapitalizmi yük­seltmenin ve ebedileştirmenin her halde büyük bir rolü var. Ayrıca Hobson-Buharin-Lenin bakışında, aklın yöntemi ve alet kutusu, bas­kın bir yere sahipti; ilk haberlerde ise sezgi ve felsefe daha öndedir.

Belki Kafka ile Huxley, dünyaya geliş tarihini şaşırdılar; Huxley’in, Yeni Dünya’yı daha önce yazmış olmasını tercih ederdim, bilgiden korkutma üzerine, egzersizlerin anti-ütopik düşünülüşüdür, mükem­mel, diyebiliyorum. Sovyet düzenini hedef almıyordu, hem Huxley sosyalizm ile o kadar ilgili görünmüyordu ve hem de o sıralar dünya aydınları, sosyalizmi ve Sovyetler’i hala yüksek görüyorlardı. Moskova Mahkemeleri’nden önceki zamandayız, desenchante oluşları çok daha sonradır, o kadar öyle ki, Orwell’in ilk kitabının dahi Sovyetler’i hedef almadığını artık biliyoruz. Orvvell’in 1984’ü, 1948’in iki sayısının mu- tasyonu olup, anti-Sovyet kullanımın bir cia marifeti olduğu da artık netleşmiş durumdadır. Orwell, Huxley’den sonra gelmekle birlikte, daha gelişmiş sayamıyorum.

Adı ne olursa olsun, Batı’da tekelistan’ı gördüler ve “uğursuz” müjdeyi verdiler.

İnsanın sürüleşmesinin ilk büyük habercisi, “peygamber” diyebili­rim, Kafka idi ve Hobson’dan sonra ve Lenin’in Emperyalizminden öncedir. Huxley, daha sonra yazmakla beraber, insanların kütlesel ola­rak “epsilon” yapılışlarını anlatıyordu ve acıh bir kütle üretimi var. Yazdığı bir büyük fabrikadır ve bebekleri alıyorlardı, “epsilon” çıkarı­yorlardı. Elektrik şarjı ile bilgiden korkutuyorlardı; daha sonra elek­trik vererek korkutmanın yayıldığını biliyoruz.

Huxley’de müdahale var, Kafka, kendiliğindenlik boyutunu ekliyor; insanların, hiçbir dış müdahale olmadan böceğe transformasyonlarını görebiliyordu; bu görüş, müthiş’tir. 1915 yılındadır. Bu tarik’te, Kaf- ka’yı, “körleşme” ile Canetti izliyordu ve belki de, ilk zamanlar Ameri- kahlar’ın “aptal kutusu”, chatter box, tabir ettikleri bu kutuların karşı­sına geçenler, hep körler idiler. Belki de geçenler, körleşiyorlardı.

Ya körler, kutunun karşısına oturuyorlar ya da kutular, aslında bir “körleşme” makinasıdırlar. Hangisi, bunu araştırmanın zahmetine değmeyeceğini sanıyorum; çünkü bu kutunun körleşme makinası ola­rak işe yarayacağının keşfedilmesi çok daha önemlidir.4 Çünkü, mak­sat, körleştirme ve körleşme’dir.

Kafka, Çek ve Canetti ise Osmanlı tebası olarak dünyaya gelmiş Yahudiydiler, ilkinin eşkanaz ve İkincisinin sefarad olduğunu biliyoruz.

ŞEMON İVRİ

Başka çalışmalarımda ve mülakatlarımda, bir ülkede, onomastiqu- e, ki “isim-bilim” diyoruz, ve “mezar taşlan okuması” yoksa, ciddi bir tarih biliminden söz edemeyeceğimizi ısrarla ileri sürüyordum. Hem onomastique ve hem de mezar taşlan, tarih yazımının çok önemli kay­naklan arasında olmalıdır; tarih’i ise, kendimizi bilmenin kaynağı ola­rak da görebiliyoruz.

Bu önermenin bir yanı, mezar taşlan ile ilgili olanı, derhal kabul edilmiş görünüyor; ancak bu kabulün kutusal olduğunu hemen anla­yabiliyoruz. Henüz, eski mezarlıklara kamera götürüp, Kur’an ve ilahi okuma aşamasındayız; kutusal ve turistik bir çeşnisi var. Fakat hala mezar taşlarını tarih yazımına ithal etmiş olmaktan çok uzağız. Bilim­sellikten çok dinselliğe yardakçılık var; bilimsellikte ise bir neden-so- nuç ilişkisini araştırma ve yeni-bilgi’ye yürüyüş esas’tır.

Önerinin diğer bölümüne gelince, artık tepkileri tümüyle “bilgiden korkma” olarak anlayabiliyoruz. Elit sektör, şimdi, “onamastique” ve “isim bilim” sözcüklerini bir büyük günah olarak görmeye ve göster­meye başladılar. Her ikisini de düzen bozucusu sayıyorlar; bir ölçüde haksız olduklarını söyleyemiyorum, çünkü, gerçekten var olan bilgi

' Planlı dönemde. 1960 yılı itibariyle başlıyordu, bir program planda yer almadıkça, yürütülemiyordu; Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı'nda bazı sektörler, televiz­yon dahil, benim sorumluluğumda idi ve ben. birinci beş yıllık plan döneminde, ül­keye televizyonun sokulmaması yolunda, program geliştirdim ve yazdım. Yönetici­ler, Osman Nuri Torun, Necat Erder. Atilla Karaosmanoğlu, Ayhan ÇiIingiroğlu, Atil­la Sönmez, ittifakla bu programı benimsediler ve yüksek planla kurulu'nda ödünsüz savundular. Kurul'a. Başbakan İsmet Paşa başkanlık ediyordu ve bizim programımı­za çok karşı çıkmadığını hatırlıyorum. Sonra mı. şu anda da bu aptal kutularından yoksun bir dünya hayal etmekle beraber, girişinin önlenebileceğini hiç beklemiyor­dum. Ama yine de. Türkiye'yi bu kutudan beş yıl kadar koruyabildiğim için, geçmi­şe baktığımda, hayli mennunum.

düzlemini yıkıcı bir dinamiği görebiliyoruz. Kendimiz hakkında bilgi­lerimizi ve bilincimizi değiştirmek zorunda kalabiliyoruz. Kendimizle ilgili sırları yırtıyoruz; perdenin arkasından bir başka kavmiyet ve te­kel sistemi çıkmaktadır.

Belki de tarihin en iyi korunmuş “gizli örgütü” ile karşı karşıya ge­liyoruz.

Onomastique, bu bağlamda ve sadece kısa bir süre için, artık Economie Politique’in yerini almak üzeredir; karşılaştığı husumetten bu­nu çıkarıyoruz. Çünkü onomastique’te düzene ve oligarşiye karşı bir tehdit teşhis ediyorlar.

Komünistlerin benzetildiği, “asimilasyon” anlamında kullanıyorum ve isim-bilimcilerin isyancı sayıldığı bir Türkiye’deyiz. Demek ki, yö­netenlerle, en rahat dönemlerinde, en çok yönetilenler ile yönetenlerin ayrı ayn tayfa olduklarının gösterilmesinden korkuyorlar.

Hep masonizm ile ilgilenmiş ve şimdi tapmak şövalyeleri ile ilgili en küçük bilgi kırıntısından büyük bir heyecan çıkaranların, İbrani isim- bilim’i düşman saymaları şaşırtıcıdır. Her halde bunların, isim-bilim düşmanlarının, gizli İbrani olduklarını düşünmeye zorlanıyoruz.

Mehmet Akif Ersoy

İstiklal Marşı

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!

| Kahraman ırkıma bir gül...ne bu şiddet, bu celal?

          . . .

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Oluşmakta olan onomastique disipline düşmanlık, bizi, bizde bir isim-bilimin yokluğu üzerinde düşünmeye sevk ediyor; yokluk, kasıtlı mıdır, bunu sorabiliyoruz. Buradaki terminoloji ile bir karartmadan söz etmemiz münasiptir; çünkü, bu disiplini geliştirdikçe, tarihe yeni bir anahtar bulma düşüncesinden uzaklaşamıyoruz. Sanki onomastique çözümler bir şifre’dir ve bununla tarihimizi ve kendimizi yeniden görmeye başlıyoruz.

Onomastique araştırmanın yeni bir tarih yazımının da kapılarını açabileceğini, başında hiç düşünememiştim. Şimdi düşünebiliyorum ve hem, kronik ihmalin ya da karartmanın hem de onomastique araş­tırmalar karşısındaki bu büyük korku’nun yeni bir tarihten korkma ol­duğunu görebiliyorum.

Düşmanlıkların hepsi, yeni görüş’e yönelmektedir.

Bu açıdan baktıkça her adımda şaşırmamız kaçınılmaz oluyor, şu ünlü “soy adı” devrimi hal-i encamı sürprizlerle doludur. Bir kez hem çok övünüyoruz ve hem de hiç bilmiyoruz; üzerine yapılan araştırma­ların fakirliği yüreğimizi parçalıyor. Neden ihtiyaç duyuldu, yeni isim­leri kimler saptadı, hangi ilkeler işliyordu ve esin kaynakları oldu mu, bunlar ilk akla gelen sorular olmakla hiç tartışılmadıklarını biliyoruz.

Benzerleri var mı; Yahudi isimlerinin ibranileştirilmesini, hebra- ization, biliyoruz, İsrael Devleti’nin kurulmasından önce başlamıştı, Jevvish Agency tarafından yönetiliyordu, amma, bu Teşkilat, İsrael Devleti resmen kurulmadan önce de “İsrael Devleti” olarak kabul edi­liyordu. Dünya Yahudi Ajansı’nın yaptığı işler, resmen devlet kurulun­ca, İsrael İç İşleri Bakanlığı’na aktarıldı. İsimler, İbrani dili ve tarihin­den çıkarıldı ve hepsi “şemon ivri” adı altında toplandı, ciltlercedir, bu İbrani isimler listesinden isim seçmek esas oldu. Grun, Amerika’daki adıyla, David Green, Ben-Gurion, Isaac Shimshevich, Ben-Zvi, Golda Myerson, Meir, Shnayer Zalman Rubasov, israel Shazar oldular; bun­lar ilk sionistlerdendiler, sonra bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak görüyoruz.

Hemen tanıyoruz, İbrani ş’leri “s” olarak okumalıyız, “şem”, sem ol- inakla “isim” anlamına geliyor ve İbrani’de “b” ve “v” bir birinin yeri­ne geçebiliyor, hep tekrarlamak ihtiyacım duyuyorum, “ibri” veya “iv- ri” okuyabiliriz ve böylece İbrani isimleri ciltlerini buluyoruz. İsrael Devleti’nin resmen kuruluşundan önce başlayan cereyan pek çok on yıllar devam etmişti; bizde otuzlu yıllarda bir “devrim” olarak başla­mıştır, aşamaları var.

Peki, “şemon ivri”, Türkiye’deki soy adı reformunu etkiledi mi; so­ru, verimlidir. Komisyonda kripto-Yahudi veya İbrani dil ve tarihine vakıf olanlar var mı; şemon ivri’nin dil ve tarihe dayandığım artık çı­karabiliyoruz. İbrani dilinden ve tarihinden isimler çıkarılıyordu; biz­de de reformist isimler saptanırken Türkçe önemli bir kaynaktır, “nev- zad” veya “nevzat”, artık “doğan” oluyordu, daha eskiye gidip “tugan” diyenleri de biliyoruz. Ancak sadece Türkçeleştirme ya da “arı dil” de­ğil, bir de an dil ile yeni isimler icat ediyorduk. “Erdal” belki de ilk icatlanmızdandır.

Hoş, eğer “erdal” ise, bunun soy adı devriminden önce icat edildi­ğinden eminiz, çünkü, daha önce doğan bir “Erdal” var. Eğer daha ön­ce icat edilmedi ise, Mevhibe Hanım’ın, o sırada soy adı olmadığı için ve tarihe bağlı kalarak, “Mevhibe İnönü” diyemiyoruz, ilk oğlu “İzzet” zayi olunca gelene “Erdal” adını koymuştu; neden “Yaşar” koymadı, tahmin edemiyorum.

Ne anlama geliyor, hiç bilemiyorum; Türkçe’de sıfatlar, “uzun adam” misalinde de görüyoruz, isimden önce geliyor ve “er” sözcüğü­nü sıfat saymak zorundayız. Asker veya erkek anlamlan var, “asker- dal” ya da “erkek-dal” olabilir, düşünebiliyoruz. Saçmadır.

Ancak görüyoruz, hem isimlerin ilk defa kullanıldığı tarihler ve hem de etimolojileri üzerinde en küçük araştırma ve işaretlerden yok­sun bulunuyoruz. Saussure’ün synchronique dil-bilimi dışında dil bili­minde ise daha da yoksul olduğumuzu kabul etmemiz yerindedir; “b” ile “v” misli “d” ile “z” de birbirinin yerine geçebiliyor; “gıda” sözcüğü­nü İrani’lerden ödünç almamıza karşın, İraniler, artık “gaza” diyorlar, “z” ile telaffuz ediyorlar. Bizim “Ramazan” dediğimize ise Araplar da “Ramadan” diyebiliyorlar ve bizde “Fadıl” ile “Fazıl” aynı ad kabul edilmektedir. Dolayısıyla “Erzal” okuyabiliyorum.

Doğrusu “erkek-dal”, “Erdal İnönü” üzerine çalışmayı sürdürüyo­rum ve “Erkek Dal İnönü” adını çok saçma buluyorum; o halde çeşitli hipotezler kurmak verimlidir. Bir kez, “Erzal”, bazı keşiflere gebe gö­rünüyor; öte yandan, bu meselede, Keplerin elipsi bulmadan önceki­ne yakın zaman harcadığımı not etmekle, hem İbrani’de sıfatın isim­den sonra geldiğini kaydediyorum ve hem de “erz-al” bölmesini öneri­yorum. Güzel, buradayız.

Güzel, “d” ile “z” birbirinin yerine geçebiliyor ve “erz” ya da “arz” ortaya çıkıyor, tabii bizler, “erez” söylenişinden de haberdarız ve buna “al” veya “el” sözcüğünün, İbrani’de de, “Hakk” anlamına geldiğini ek­leyebiliyoruz. Aynca, bugün dahi, “erdal” adının saf İbraniler tarafın­dan da taşındığını, daha önce, not etmiştim; o zaman, “Hakk’ın Top­rağı” veya “Hakk’ın Yurdu” anlamına pek çok yaklaşıyoruz. İnandırıcı mı, “Erkek Dal İnönü” anlamından daha akla yatkın görünüyor, de­vam ediyorum.

Doğru mu, doğrusu etimoloji hipotezlere dayanmaktadır ve rakip kabuller çoktur. Bu nedenle “doğrudur” diyebilecek durumda değilim; ancak, Mevhibe Hanım’ın, Ersoy’un, “doğacaktır va’dettiği günler Hakk’ın” sözleri aklında, ilk oğlu İzzet’in kaybından sonra, gecikme­den İkincisini doğurunca, 1923 yılında, bunu, Hakk’ın vaadinin tahak­kuku sayması da ihtimal dahilinde görünüyor. İkisini birleştirebiliyo­ruz. Ersoy’un o zamanlar için pek çok yeni “yurd” sözcüğünü seçmesi­ni şaşırtıcı buluyordum, şimdi bulmuyorum.

Tabii bu kurgu, bilim eninde-sonunda kurgu’dur, tümüyle yanlış olabilir ve dal’ı, bir kol veya bir soy olarak anlayabiliriz. “Soy adı” söz­cüğü icat edilirken de “soy” sözcüğünün bir dal, bir aile, ism-i aile, Arabi “ism al-aila”5, olarak geliştirildiğini de hesaba katabiliriz. Bu takdirde, yine, Mehmet Akif’in ersoy’u ile İnönü’nün erdal’ım birleş­tirmiş oluyoruz.

' “Le nom de famille hĞrĞditaire n’esi pas dĞsignĞ de la meme partoul. Au Liban, il slappelle choura, littĞralement 'renommde', en Syrie kounia, a ne pas confondre avec kounia de l'identitd mĞdiĞvale qui indiquait de qui on dtait le pere ou la mere. Aille- urs, il s'appelle simplement ism al-aila, ou nom de la famille."

Jana Tamer, Diclionnaire Etymologique-Les Sources Elonnannles des Noms du Monde Arabe, Paris, 2004. p.21

Tarih de, önemli bir kaynak olmalıdır; “Atilla” bunlardan birisidir.

Bu isim, “Atilla”, daha önce kullanılıyor mu, bunu bilmiyoruz; baş­ka kavimler ve özellikle Macarlar tarafından, Eşkenazlar ve dolayısıy­la bizim dışımızda, Hun’lar ile bağlantılı olarak “Hungarian” diyorlar, tarafından da kullanıldığını biliyoruz.6 Ancak ad ve soy adı reformın- dan önce pek taşınmadığını tahmin edebilmekle, bunu, kesin olarak söyleyemiyoruz. Ancak her halde “şemon ivri” reformasyonundan sonra olmalıdır; “Cengiz” adını da buraya koyabiliyorum.

Öte yandan benim çalışmalarımla gelişmeye başlayan ve her halde beni aşan yeni bilgi ve bulgularımız, bizdeki “çağdaş” nomenclature ile hebraization programı arasında paralellikler olduğu izlenimi veriyor. Zaman zaman bu paralellikler o kadar güçlü ki, ortak süreçlerden bah­setmek dahi mümkün olmaktadır. Ortaklıkların saptanması ise, bilim aynı zamanda ortak değişme ve gelişmelerin tespitidir, korku ve ka­rartma eğilimlerini daha da tahrik ediyor.

Bilimden korku var. Öyleyse, tekeliyet’te özgürlük yolları ve kapıla­rı kapalıdır. Şimdi de buradayız.

Halbuki korkmamak isabetlidir; çünkü, her bilgi hem bir soru ve hem de yeni bir bilgi arayışı için bir başlangıçtır, öyle telakki etmeyi öneriyorum. Mehmet Akif Ersoy Meselesi’nde bunu daha iyi görebili­yoruz ve görebiliyorum.

Bir kez “er” İbrani onomastique’te önemli bir işarettir. Bir kez, Tev­rat’ta, İbrani “Torah” veya “Tora”, “er” adına rastlıyoruz. İkincisi, İb­rani “Har” sözcüğünü, “Har Zion”, ki “Sion Dağı” anlamında, biz, h’yi yutarak ve “ar” veya “er” olarak söyleyebiliyoruz. Üçüncüsü, “ar” veya “er”, “man” veya “-men” misli “oğlu” demek de oluyor; “dönmezer”

'' Güvenilir bir kaynak, Attila'nın aslının “atalık" ve kökünün “ata” olduğunu ileri sü­rüyor ve İbrani “ab" veya “av" adının yanına koyuyor, “baba" demektir.

“Before quitting this prefix ab. it seerns to be the place to rernark upon a name Co­rning to us through the Tartar stock of languages from the same source-Ab. Ata. (fat- her, the source of Atalık, fatherlike or patemal) is to this day a title among the Us- beks of Bokhara. Thnece that regent of Huns, the Scourge of God, who spread terror to the gates of Rome, would have been called Attalik among his own people, and his- torians have vvritten his name of terror Attila."

Charlotte M. Yonge, History of Christian Names, London. 1884. p. 13 sözcüğünü alırsak, bilinen anlamın dışında, eğer “dönme/zer” düşü­nürsek, Farisi “zer” ile “altın dönme” veya “dönmez/er” olarak böler­sek, “dönmezoglu” diyebiliyoruz. “Soy” ise kavim anlamını da veriyor ve “kök” ile birlikte sıklıkla tercih ediliyor.

Fakat bu kadan beni hiç düşündürmedi; ne zaman ki ahfadında “güler” soyadı ortaya çıkınca, ki bunu da “gül/er” ve başkalarıyla bir­likte “güloglu” olarak anlayabiliyoruz, düşünmeye başlamıştım. Dü­şünmek, sormaya başlamaktır. Soru olarak yazdım ve bir yerlere bı­raktım.

Şimdi sormanın ne kadar verimli olduğunu daha iyi görüyorum.’ Birlikte yaptığımız çok basit bir tarama ile şunları bulabiliyoruz; bir, Türkler’in istiklal marşında, “Türk” sözcüğü geçmemektedir. İki, “İs­lam” ve “müslüman” kelimelerine de rastlamıyoruz. Üç, “Allah” ve “Tanrı” yer almıyorlar. Dört, Türk tarihi ve kahramanlıklarına atıf bu­lunmamaktadır. Beş, devam etmiyorum ve bu sırlı alana girmiş olan­lar ile diğer araştırmacılara bırakıyorum.

Her halde bu bulgular hepimiz için yeni ve şaşırtıcı olmalıdır. De­mek ki Akif i unutsak bile sormak her zaman verimlidir. Çok kısa bir yoldan İstiklal Marşı’mızın analizine başlayabiliyoruz. Ve Akifin bazı sözcükleri kullanabilmek, yanyana getirebilmek için, şiirini ne kadar zorlamış olduğunu da tespit ediyoruz.

Daha önce Gizli Tarih’te not ettim, her dinin Allah’ını tarif eden peygamberlerdir; İslam’da Peygamber Hazretleri, “la ilahe illallah” di­yordu, “ilah yoktur Allah’tan başka” anlamındadır. Öyle, güzel, amma pek de calib-i dikkattir, adı üzerine “İstiklal Marşı”, bir cenkler man­zumesi olmak durumundadır; cenk edenler “Allah-u Ekber” deyu yü­rüyorlardı ve Ersoy, bunu unutmuştur. Bunun yerine “va’dettiği gün­ler Hakk’ın” var.

Peygamber Hazretleri Muhammed’in haberini verdiği Allah’ın vaad ettiği günlerden haberimiz yoktu ve artık olmuştur. Bunu, bu haberdar oluşumuzu, herhalde isim-bilime borçluyuz.

’ Buradaki egzersizi, arkadaşım ve sürekli soran Gürkan Hacır'a borçluyum: Gür- kan’ın, Ersoy’u, derin araştırmalara dayalı olarak yazmasını bekliyoruz. İstiklal Mar­şı üzerinde yazabilecekleri de önemli görünüyor.

Candan'm sevgilisi

olmayı kim istemez

Bankaotkta 21 yıl üst düzeyde çakştktan sonra bir anda işi ya karar veren Candan Erçetin'in sevgilisi Hakan Kara- han. "Candan'm sevgisi olmak hoşuma gidiyor* dedi.

u

Hürriyet, 17 Nisan 2006


Kırım Buluşması: Seray ve Kaya ve de Burak-Sever Hürriyet. 1 Ağustos 2006


Kırım'dan Sevgilerle:

Hakan & Candan & Er

Seraya

kaya gibi

SEVGİLİ

İsimlerde Frekans

KIRIM’DAN GÖÇENLERDE

Giray/Geray, Seray/Saray, Bulut/Bulutgil/Bulutoglu, Kaya/Kale Sıla/Selah/Ash, Nadir, Kara/Karay, Şahin.............

Kuşkusuz, alp, çiçek, batı, batu, berke, bagatur, batur, bahadır, kaan, ; kağan, tarhan, tarkan ve benzerleri de var. Fakat ben yukarıya, “calque” ! yoluyla, “öykünme” demek istiyoruz, konanlar hariç, Karadeniz’in Ku- | zey’inden gelenler ile çok sıkı bir bağa işaret edenleri almış bulunuyo- ! rum. Bu isimleri taşıyanların çoğunda, Kınm ve çevresi ile bir kök bağı, *• çok büyük bir ihtimaldir.                                                                                  |

Eğer doğru ise, isim koymanın, çok büyük ölçüde tesadüflere bağlı kal- j madiğim ve bir kurallığı ve dayatması olduğunu da denemiş olabiliyoruz. İ

Çok kurallıdır; bu nedenle “Mehmet Ali” isminin, İslam dünyasın­da bir anomali olduğunu tespit ile açıkladığım zaman çok yadırgandı­ğını hatırlıyorum. Halbuki ve pek garip, İslam Ansiklopedisi, bir tek “Mehmet Ali” girişine yer veriyor; Sabetay Sevi’nin sürgün ile yaşayıp bu dünyadan ayrıldığı Arnavutluk’tan Mehmet Ali Paşa’dır. Buna mu­kabil, islamik yönelişi çok güçlü bu hükümette bu adla bir bakana, Mehmet Ali Şahin’e rastlıyoruz. Bu, bir anomali’dir, şimdi buradayız.

Soru şudur; Mesih iddialı Sabetay Sevi, İslam dinini kabul ettiğini söyleyip “Mehmet” adını almıştı, acaba, bu tarihten önce, “Mehmet Ali” ismi var mıydı, bilemiyorum. Çünkü bizde isim-bilim gelişmemiş ve isimler tarihi bulunmamaktadır. Bununla birlikte, daha önce “Meh­met Ali” isminin olmaması büyük bir ihtimaldir; çünkü, bu bizim keş- fimizdir. Arap dünyasında “Mehmet Ali” adının taşınmadığını ve ta­şınmasına da iyi gözle bakılmadığını biliyoruz.

Şunları tespit edebiliyoruz; bir, bende mevcut Arap isimler sözlü­ğünde, “Mehmet Ali” adı yer almamaktadır. İki, Erk Yurtsever’in, bel­li başlı Türk dili sözlükleri, Kaşgarh dahil ve yazıtlarını tarayarak orta­ya çıkardığı “Türkçe Adlar Derlemesi” ise, hem “Ali” ve hem de “Meh­met” adlarını vermiyor. Üç, daha da önemlisi çok çok az istisna bir ya­na, Arap dünyasının, iki sözcüklü isimleri hiç bilmediğini görüyoruz. Sadece Tanrı’mn sıfatlan ve “din” ile, “abd” veya “hamd” ve benzeri sözcüklerin bileşiminden isimlere rastlıyoruz; abdullah veya hamdul- lah en çok bilinenler arasında yer alıyorlar.

Bu noktayı açmam yerindedir, bir kaynak, islamik isimler üzerine

yazarken, “double names were formerly rare” kaydını düşüyor;8 islam- da çift isme rastlamıyoruz. Şimdiki zamanda yine çok az olmakla bir­likte çift ismin taşındığını görüyoruz. Araplara gelince, hala mennu- dur; Jana Tamer, “hormis les noms thephores de Abd-et d’un noms ou surnoms de Dieu, il n’existe pas prenoms arabes composes, comme Jean-Claude ou Anne-Marie, ni de prenoms multiples” demekle, kesin görüş bildiriyor. Araplar, iki veya üç isimden oluşan isim taşımıyorlar. O halde, İslam dünyasında, eğer çift isimli şahıslara rastlıyorsak, bun­ların Arap dünyasının dışında olduklarına hükmedebiliyoruz.

Peki Arap dünyasında “Mehmet Ali” hiç mi yok, bu soru Mehmet Ali Paşa’yı akla getiriyor ve küçük bir tartışmayı tahrik edebiliyor. Tar­tışma şudur; Mısırlılar, biz ne dersek diyelim, Mehmet Ali’yi, kendile­rinden saymaktadırlar. Mısır’daki Mehmet Ali’lere de, “Mrad” ya da “Murad” isimlerini taşıyanlarla aynı kategoriye koyuyorlar; hetero- doks telakki ettiklerini biliyoruz. Nitekim Jana Tamer, “Mehmet Ali” ile ilgili olarak, “prenom masculin combinant les noms du Prophete de son neveu et gendre, il est essentiellement donne par les familles chiites ainsi que dans des pays, comme l’egypte, en raisons de l’influence fatimides”.’ Tamer, Muhammed veya Mehmet adıyla Ali adının bir arada ve tek bir isim olarak sadece Şiiler ve Mısır’da Fatimi etkisinin olduğu yerlerde taşındığını tespit ediyor ki, ben, buradaki “Şii” veya “Fatimi” tarifini, heterodoksi’yi içine alacak ölçüde geniş tutmak gere­ğini not ediyorum. Çünkü Şiiler’de de “Mehmet” adı istisnai konumda­dır ve dolayısıyla, Mısır’da “Mehmet Ali” adının, islami kimlikleri tar­tışmalı zevatı işaret ettiğini çıkarabiliyoruz.

Şunu ekleyebilir miyim; “medeniyetler çatışması” dahi dediler, “köktencilik” tabir edenler var, islamın siyasileştiği ve eylemci olduğu kesindir. İlgi çekiyor ve üzerinde pek çok yazılıyor; Gilles Kepel, ya­zanlardan birisidir, “Tanrı’nın İntikamı” nam eseri İngilizce’ye de çev­rilmişti; burada herhangi bir Mehmet Ali’ye, Muhammed Ali ve çokça Mohammad Ali yazılıyor, rastlamıyoruz. Mark Juergensmeyer’in daha aynnıtılı çalışmasında ki dünyanın her yerinde islamist aktivist ve li-

’ Annemarie Schimmel. Islamic Names, Edinburgh University Press, 198p-1997. Jana Tamer, Dictionnairc Etymologique - Les Sources Etonnants des Noms du Monde Arabe, Paris, 2(X>4, p.26K.

derler ile mülakatlara dayanıyordu, endekste olmasa dahi içinde bir Mohammad Ali Jinnah’ı buluyoruz. Hindistan’da idi, Londra tarafın­dan genel vali atanmıştı, Pakistan’ın kurucusu olduğunu biliyoruz. Fa­kat ne ölçüde müslüman olduğunu bilmiyoruz.

Kurtuluş Savaşı’nda Ankara’ya ilgi duyan Aga Han’ı ise biliyoruz; heteredoks idi, “ismaili” olduğu kesindir ve ne kadar “müslüman” sa­yılacağı tartışmalıdır. Kaldı ki, Hileli Halkin’i artık tanımak zorunda­yız; Halkin’i, biz hep h’leri yutarak, “Alkin” olarak taşıyoruz ve Halkin, bir “lost tribe” arayıcısıdr, bizim hazine avcılarına, benzetebiliyoruz. Kitabının alt başlığı, “in search of lost tribe of israel” idi; judaizmin ka­yıp kabilelerinin peşine düşmüş görünmektedir.10 Hindistan’da buldu­ğunu yazmaktadır.

Şöyle özetleyebiliyorum; bir, Türkler’de, köklerinde, “Mehmet” ve “Ali”, dolayısıyla “Mehmet Ali” hiç bulunmamaktadır. İki, islamın ta­rihinde ise çift isimler yoktur. Üç; kuşkusuz islami isimler derken esas olarak Arab dünyası adlarını akla getiriyoruz; özellikle imkansızdır. Dört, Mısır’da var, ancak bunlar da yabanıl görüyorlar.

Bir de şu var; Şiilerin “Mehmet” ve sünnilerin “Ali” adına kuşkuyla yaklaştıkları coğrafyada “Mehmet Ali” adının, kendi halinde merak uyandırması normaldir. Ancak merakı arttıran başka işaretlerle de karşılaşıyoruz, bilimsel araştırma tekniğini, hep anomalilere dikkat ve bunları bir araya getirip aralarında ilişki kurma olarak da gösterebili­yorum; çünkü, “Erbil” soyadı da, İbraniyet’te düzenli olsa da Türki­yat’ta düzen-dışıdır. Çünkü bizde, “Erbil’li” veya “Bingöl’lü” olmakta­dır; dolayısıyla “Mehmet Ali Erbil” çok daha fazla dikkat çekmektedir.

Uzatmak istemiyorum, ancak kendisi, isim-bilim açısından bir dü­zensizlik olan her Mehmet Ali’nin yanında bir veya daha çok düzensiz-

Mustafa Kemal’in, ezberinden, az bar. Farisi göğsünden demektir. “Şema O İsrael” okuduğunu ileri süren de bu Halkin veya Alkin'dir; Hillel Halkin, Hindistan'da, ka­yıp Yahudi aşiretlerinden birisini bulduğunu yazmaktadır. Burada sözü geçenler şun­lardır. sıralıyorum.

G.Kepel, The Revenge of God. The Pennsylvania University Press, 1994

Mark Juergensmeyer, The New Cold War? -Religious Nationalism Confronts the Se- cular State. University ofCalifomia Press. 1993

Hillel Halkin. Across the Sabbath River-ln Search of a Lost Tribe of israel, New York. 2002

lik bulmak, daha çok dikkat çekici olmaktadır. Türkiye’de “Ezra-Cem” evliliği de, bizde Ezra’ya “Esra” diyorlar, ya aşın bir düzensizlik ya da, onomastique planda pek aşın bir uyumdur; böyle bir evliliğin bir baş­ka Mehmet Ali ile asosiye olması ise, ya mükemmel bir karışıklık ya da mükemmel bir uyum’dur. Yaşıyoruz ve biliyoruz.

Kaldı ki ne “Esra” ve ne de “Ezra”, ne islami ne de arabi isim söz­lüklerinde yer almıyor. Tevrat’ta var, bahusus İbraniler tarafindan ta­şınıyorlar. Bize de, İbrani isim dünyasından taşındığını düşünebiliyo­ruz. Cem’e gelince, Fatih’in oğlunu karıştırmıyoruz, çünkü İkinci Meh­met çocuklarına hep “Abayezid”, ki Ebu’nun akuzatif hali olan Aba’nın a’sı düşerek, “Bayezid” çıkıyor, Yezid’in Babası olmakla, İslamda çok çok az taşınmaktadır veya Farisi’de İskender veya Süleyman karşılığı olan “Cem” misli heterodoks isimler koyuyordu." Şimdi bu adla, ilk planda, Cem Boyner ve İsmail Cem İpekçi misli İbrani kökenlileri bi­liyoruz. Güzel, amma, burada durmuyoruz.

Bilim, bazı karşılaştırmalara çok eğilimlidir; ülkedeki Mehmet Ali’lerin tüm erkekler içinde veya okumuş Mehmet Ali’lerin tüm oku­muşlar arasındaki payına bakabiliyoruz. Bununla medya ve/veya eğ­lence sektöründeki Mehmet Ali’lerin payını karşılaştırabiliriz; eğer çoksa, karşılaştırmadan çok olduğunu söyleyebiliyoruz ve bu durum­da, Türkiye’de, Mehmet Ali adının bazı kapılan açan bir anahtar oldu­ğu sonucuna varabiliyoruz. Bu ad, bir pasaport olabilmektedir; taşı­yanlara hak etmedikleri imkanlar açabilmektedir. Bu ise büyük bir adaletsizliktir ve benzer adaletsizliklerden sadece biri olarak not ede­biliyoruz.

Peki Türkiye bir cennet mi; çok eksik bir sorudur. Çünkü cennet hiçbir zaman herkes için değildir; ama öyle anlıyoruz, isimlerin ibra­nileştirilmesi, cennet’i bir tekel haline getirebilmektedir. Bunu tersin­den de söyleyebiliriz; tekel varsa, cennet oradadır. İsim, kapı açabil­mektedir.

" “Hazreti Süleyman ile İskender'e de Cen denir ve biribirlerinden şöyle ayırdedilir: bad=ruzgar, hatem=yüzük, mür=kannca. div=şeytan kelimeleriyle birlikte söylenirse Hazreti Süleyman. cam=kadeh, bade=şarap kelimeleriyle birlikte söylenirse Cemşid. ayine, sed kelimeleriyle söylenirse İskender'dir."

Gencinei Güftar Ferhengi Ziya Farsça-Türkçe Lügat. İstanbul- 1984. Cit I. s.659

Gerçekten de İbraniyet’te isimler ile cennet kapısı arasında çok sıkı bir bağ bulunuyor. Bir kez, Museviler, Cennet’in kapısını tutan melek­lerin sadece İbrani bildiklerini varsayıyorlar; bu, İbrani dilinin Cennet’te konuşulan tek dil olmasından kaynaklanıyor, buna inanıyorlar. Dolayısıyla Cennet’in kapısını tutan melek, bir ölüyü Cennet’e kabul et­mek için ismini bilmesi gerekiyor ve sadece İbrani anladığı için, Cen­net’e girişi garantilemek isteyen bir Yahudi’nin mutlaka İbrani bir isim taşıması zorunludur. Aynca melek, sadece Tevrat okuduğu için de, bu isim, mutlaka, tevratik olmak zorundadır; buna “şem hakodeş” ya da “kudsi ad” diyoruz. Demek Cennet’in kapısını açabilmek için Tevrat’tan alma bir isim şarttır. Bu nedenle “İsmail Cem İpekçi” çok uygundur.

Birincisi, ki bir Yahudi olan bundan önceki Amerikan Dışişleri Ba­kanı Madam Albright, bir kez Tevrat dilini kullanarak “Yişmael” çağır­mıştı; Abram’dan olma ve Agar’dan[5] doğma, zaman zaman “Hacer” olarak söylesek de, doğru telaffuzu budur, Yişmail’dir. “Cem”, Şlo- me’nin yerine kullanılmakla birlikte, İbrani kinnui ve Arabi künye, Ne w York’ta “sem” olarak söylenmesi halinde yine Tevrat’ta yerini bul­maktadır. İpekçi ise “Kazaz” adının tam Türkçe karşılığıdır, “Kazaz” veya “Kazez” ki “casez” de yazılabiliyor, çok tipik bir İbrani adıdır.

Böylece isimlerin ibranileştirme sisteminin sırlı kapısını aralamaya başlamış oluyoruz.

Süleyman Özer     Silier

Görebiliyoruz, “Süleyman”, Tevrat’ta ve İbrani “Şlome” olmakla, tam anlamıyla kutsal bir addır ve yerini buluyor. Bizi burada “Özer” adı ilgilendiriyor; ancak hem İbrani ve hem de Arabi veya Farisi karşı­laştırmada, O’nun noktalarını hep ihmal edebiliriz. Ayrıca, bu karak­ter, İbrani ve Arabi’de vav olmakla, “u” veya “o” söylemekte serbestiz. Bu bakımdan soyadı açısından eski bakanlardan Behçet Uz ile yakın­da kaybettiğimiz pek sevgili arkadaşımız Erdal Oz arasında bir fark gö­remiyoruz. Aynı şekilde “Uzan” veya “Ozan” diyebiliriz; dil bilim ve isim bilim düzlemlerinde her ikisi de yerindedir.

Burada diasporada isim üretmenin kesin ve çok işlek motorların­dan birisini buluyoruz. İbrani telaffuzu, aynı ile veya çok yakınıyla bu­lup taşımaktır. “Özer” veya “Özer” çok başarılı bir fabrikasyon olarak önümüzde duruyor; Türkçe’de Özer’in ne anlama geldiğini bilemiyo­rum, “Özer” İbrani’de tamıtamına “yardımcı” demektir. Aynı sözcük, isim fabrikasyonunun bir diğer kuralına da ışık tutuyor; bu, tamıtama- mına çevirmektir, “yardımcı” soy adını biliyoruz. Celal Yardımcı, muh­temelen Kürt-Yahudi kökünden, Ellili yıllarda bakandı, hatırlıyoruz.

Bu arada not etmek istiyorum, tam çeviri, her yerde işletilen bir motor olup, Latin kökenli dillerde, “Hayyim” karşılığı olarak “Vital” adını biliyoruz. Bizde “Hayati” veya “Can”, pek münasip olmakla, dil ve soy adı devrimleri icatı olarak görünüyor, post-reformasyon keşif­lerimiz arasına giriyorlar.

Önceye, Özer veya Yardımcı, isimlerine dönecek olursak, bir de “ez- ra” adına rastlıyoruz, hemen yukarıda değinmiştim, İbrani “yardım” demek olup tevratik bir yeri var. Biz “azra” ve çoklukla da “esra” ola­rak kullanıyoruz; artık biz sonore karakterleri hiç sevmiyoruz, bu ne­denle “s” ile değiştiriyoruz.” Yalnız bu büyük değişikliği sadece buna bağlayamıyoruz.

Devamla, İbraniler’in melekleri sadece dile meraksız saymakla ye­tinmiyorlar ve bundan cennette kolej olmadığını da çıkarıyoruz ve ay­nı zamanda meleklerin IQ’larını pek düşük ve dolayısıyla zekalarını kıt telakki ediyorlar. Bunu şuradan çıkarıyoruz, Yahudiler’in bir ve önem­li kısmında, Eşkenazlar’da, yaşayan babanın adını oğluna vermesi as-

" Şu söylenebilir, son zaman sultan kızlarında, ki bunlara da “sultan" diyoruz, “esra" adına rastlayabiliyoruz. Bu nedenle, “esra” adının hanedana ait olduğu cevabı verile­bilir; ama. hayır, bu bir cevap olmaktan çok yine bir sual'dir. Bu suali şöyle formüle edebiliyorum; hanedan judaize oldu mu ve eğer oldu ise ne zaman; bu suali, “savaş­lar" çalışmamda ele almayı planlıyorum.

la caiz değildir. Çünkü meleğin şaşırma ihtimali var; bir eve, Rabb’in emri üzre can almaya gelen meleğin, evde iki Süleyman, iki Şlome ve­ya Zalma veya Zalman olması halinde, can almak için isim sorduğun­da yanlış yapabilir, gencecik oğuldan, adının, Şlome olduğunu öğren­mesi halinde, canını alıp götürebilmesi mümkündür. Bu durumda yaş­lı Şlome yaşayacak ve oğul Şlome canını kaybedecektir; Rabb’in emri­ne ve adalet duygusuna aykırıdır. Bu nedenle, Yahudiler ve burada Eş- kenazlar’ı kastediyorum, yeni doğanlara yaşayan babanın adını asla vermemektedir.

Eşkanaz isim tablosu son derece öğreticidir; Moshe adı bir ailede ancak dördüncü kuşakta tekrar veriliyor, zalman veya zalmay, harun ya da aron, kemal ya da samuel var, ancak moşe uzun süre verilme­mektedir. Fakat 1899 ve 1900 yılında moşe adının verilmeye başlandı­ğını görüyoruz, artık yeni doğan üç oğulda moşe’dir; bundan büyük- büyük baba Moşe’nin uzun yaşadığı ve en geç 1899 yılı başında göçtü­ğünü çıkarıyoruz. Demek ailede yaşlı moşe kalmamış, meleklerin şa­şırma imkanının ortadan kaldırılmış olduğunu görüyoruz.

Bu tabloya baktığımızda, bu ailenin, eşkanaz olduğundan hiç kuşku duymuyoruz. Aynı şekilde, “zalman” veya “zalma” adının da eşkenaz- lar tarafından taşındığını bir kez daha teyid etmiş oluyoruz; Afgan Ya­hudileri, “zalma-i” diyorlar ki Amerika’da “zalmay” söyleniyor. Güzel, lâkin duramayız, bazı ayrıntılarla devam etmek durumundayız.

Annemarie Schimmel’in bir tespiti var; “sometimes a deceased unc- le or aunts name was given; the fathers name appears only and not very often, when he died before the boy was born”, müslümanlar da Eşkenaz-Yahudiler ile aynı düsturdadırlar.'4

[ Annemarie Schimmel. Islamic Names, p. 15 pek şaşırtıcıdır, en passant not etmiş oluyorum, Yahudiler’de ayn doktrinde olanlar çıkıyorlar. Bunun için Rabbi Kaganoffa başvurmamız isabetli ve verimlidir.]

Yaşayan babanın adı asla oğula konmuyor, çok istisnai hallerde, çocuk ana rahminde iken ve ba­ba Tanrı’nın rahmetine kavuşmuşsa, baba adını oğul taşıyabilmekte­dir. Bu da bir kural olmaktan uzaktır; müslümanlarda oğul ana rah­minde iken babanın ölümü halinde dahi, oğula ölenin adını vermek bir ayrık durumdur. Bu istisnadan da anlıyoruz ki, müslümanların melek­leri de pek titiz değiller; yanlış can almalarından endişe ediliyor.

Eğer İslamiyet şüphesini akla getirmez ve kripto-Yahudi olduğuna ihtimal vermezsek, Profesör Kaya Çilingiroğlu, hayatta iken doğan oğ­luna kendi adını, “kaya” koyarken, müslümanların meleğine güven­mede tereddüt göstermemiştir; meleğin doğru can alacağında bahse girdiğini anlıyoruz. Melek, oğul Kaya’nın değil, baba Kaya’nın canını almıştır; bunu da tespit ile arkada bıraktığı Gülümser Hanım’a sabır dilemekle, “toprağı bol olsun” diyoruz. Fakat devamla, bu kez oğul Ka­ya, ana rahmine düştüğünü haber ile bizleri sevinçlere gark eylediği mahdumu için yine “Kaya” adını münasip görürken, öyle sanıyorum, melekleri kandırmak istemiş olabilir, kandırmak adetidir. Ol zaman­da, melek kapıyı çalınca ve sual edince, minnacık Kaya, “benim” der­se, ne büyük yanlışlık, orta Kaya, Cebrail’in elinden kurtulabilecektir. Cebrail’i, elinde minnacık Kaya’nın canı, göklere uzaklaşırken görüyo­rum, içim yanıyor. Ama içimde bu yangın, amma onomastique pençe­lerden kurtulamıyor, izin vermiyoruz, yanlışlık yapmıyoruz, pençeler, Farisi “penç”, beş’ten geliyor, beş parmak yakasındadır; demek, bili­min, Cebrail’den güçlü olduğu durumlar ve zamanlar var.

Bir nokta var, Ortodoks müslümanlar ile eşkenazlar aynı doktrin­den hareket etseler de, Muhammedi ve Musevi içtihatlardaki yakınlık

Benzion Kaganoff, kendisini, uzun yıllar, “Rabbi of Congregation of Ezras israel” olmakla tanıtıyor; israel’in Yardımcıları Cemaati’nin ha­hamlığını yapmıştı, Tevrat’ta isim olarak da bulunmakla birlikte, “Ez­ra” veya “Esra” bu, “yardımcı”, anlamdadır. Amerika’da bir Rusya göç­meni olduğunu hemen ve isminden anlıyoruz.

Nasıl mı; çok basit, “cohen”, belli aşiret bağı olan din adamlarına verilen addır, hep kudsiyet çağrıştırıyor, Türkçe Tevrat’ta “kahin” ola­rak geçiyor ve “cahane” olarak da yazılıyor. Ancak Rusyahlar, “x” ka­rakteri ile gösterilen ve gırtlaktan çıkarılan, Huruşof örnektir, asla Kruşev veya Khuruşef değildir, ünsüzü söyleselerde , “hasan” diyemi­yorlar ve “gassan” telaffuz ediyorlar. Baba Aliyev, Sovyet yöneticisi iken “Haydar” değil “Gaidar” olarak biliyorduk. Aynı şekilde Ruslar, cohen veya cahan’ı, “kağan” olarak telaffuz ediyorlar, kagan-ov veya kaganoff, aileyi bildiriyor, biz kaganzade, kaganzad, kaganoğlu veya kagangil diyebiliriz. Ancak biz aynı şekilde, g’yi de pek sevmiyoruz, aga’yı, ki Türkçe değil Moğolca’dır, “ağa” yapıyoruz, İraniler hala “aga” biliyorlar, “Aga-i Sülü”, Sülü Beyefendi, anlamındadır.

Bu kadar da değil, biz g’yi önce yumuşatıyoruz, “kağan” yapıyoruz ve daha sonra da kovup, “kaan” diyoruz; bizde kovmadan önce yumu­şatmak esas’dır. Demek ki, bizdeki “kağan” veya “kaan”, en azından bir kısmı, mutlaka kağan veya kohen’dir. Bu, bir ara sonuçtur, demek ki, dilleri ve isim-bilimi çalışırsak, yeni aydınlıklara çıkabiliyoruz. Amerikalı Rabbi Benzion Kaganoff, Rusya göçmenidir ve tabii ism-i ailesi, esas olarak da “kohen” olduğu için Yahudi’dir. Burada her türlü kuşkudan uzağız, aynca Yahudi olduğunu, Kaganoff, kendisi zikredi­yor. Bu babta bedihi olanı açıklamış oluyorum ki bu morfolojik analiz için gerekli olmuştur, yerine getiriyoruz.

Bu arada not etmek istiyorum, Kaganoff, İbrani isimler, tarihi ve etimolojisi açılanndan, benim en çok güvendiğim kaynaklardan birisi­dir. Bu nedenle, tam burada, bir-kaç aktarma yapmakta hiçbir sakın­ca görmüyorum, pek verimli görüyorum. İlki şudur: “But a more po­pular procedure was to draw on the tribal lineage of the family. Those who were descended from the priestly caste, kohanim, became cohen, Kahn, Barkan, “son of Kahn”, and Katz, the latter an acronym for ko­hen tzedek, ‘priest of righteousness’,- or, in Slavic countries, where there was no ‘h’ sound, Kogen, Kağan and Kaplan.”'5 Buradan, “Kap­lan” adının da Kohen’in bir versiyonu olduğu haberini alıyoruz; Ame­rika Birleşik Devletleri’nde pek çok “Kaplan” soyadına rastlıyoruz. Bu soyadının, Kaplan, Türkler’den çıktığını düşünmemiz yerindedir; tam tersine, Türkiye’deki Kaplan’ların da bir kısmı da aynı kaynaktan, İb- raniyet’ten geliyorlar.[6] Fakat hepsinin aynı kökten çıktıklarını, ileri sürmek imkansızdır; bizde “kaplan” olmasa da “aslan” adı ve soy adı yaygındır, biliyoruz.

Rabbi Kaganoff, “barkan” soy adının da Kohen ile ilgili olduğuna işaret ediyor ki çok önemlidir.[7] “Barkan”, Kohenoğlu olmakla bir değil iki açıklama gerektiriyor; birincisi, Yahudiler, sanıldıkları kadar dil ve adetlerine sadık olamadılar. Asuri esaretinde Arami konuştular ve ni­tekim, burada, “ben” değil “bar” buluyoruz ki, Arami “oğlu” anlamın­dadır. Bizde bar’h başka soyadlarına da rastlıyoruz, “barlas” bunlar arasındadır. Bir de “barda” var, ataları Bülbül Deresi’ndeler, bunlar arasında Profesör Süleyman Barda’yı biliyoruz. O halde, İsrael’i hala iki dilli1" düşünebiliyoruz.

Bunlar, sadece Rabbi Kaganoğlu’na bir teşekkür sayılmalıdır, katkı­larının zenginliğini not etmiş oluyorum, ama, Kaganoffdan asıl aktar­mak istediğim şu idi: “In the post-Talmudic period two diverse namig practices are follovved by the Ashkenazim and Sephardim”.1’ Demek ki, Alman ve İspanyol Yahudileri, çocuklarını isimlendirme alanında, iki ayn yol tutuyorlar ve bu Post-Talmud dönemdedir. “Among the Sep­hardim there is no fear or hesitancy in naming a child after a living fat- her”; Sefardim Yahudileri’nin, korkuyu yenerek, oğullarına yaşayan babanın adını vermeye başladıklarını öğreniyoruz. Kaganoff, juda- izm’in İspanyol altın çağında tanınmış şair Judah Halevi’in, biz genel­likle h’leri atıyoruz ve bazen i’den de vazgeçip “alev” diyoruz, bir şiirin­de torunu Judah’dan söz ettiğini de haber veriyor, demek Halevi, Ceb­rail’in yanılma ihtimalinden ürkmüyordu.

Kaganoff, serafad’larda, Halevi misli dedenin değil, yaşayan baba­nın da adının oğula verildiğini açıklıkla not ediyor ve ancak bunun yaygın olmadığını eklemektedir. Buna mukabil, Kaganoff, “among the Jews of Yemen it is a custom to give a child the name of his father” da demektedir; Yemen Yahudileri’nde yeni doğan bir çocuğa babanın adı­nın verilmesinin adet olduğunu, bu şekilde, öğrenmiş ve tesbit etmiş oluyoruz.[8] Yemen Yahudi tradisyonu, bizde, sanıldığından daha etki­lidir; kaydediyorum.

O halde bir özet yapabiliyorum; bir, müslümanlar ve Yahudiler’in eşkenaz kolu, babanın adını yeni-doğan , “nevzad” demektir, çocuğa asla koymuyorlar. İki, Osmanlı sultanları içinde, kendi adını, oğluna verene rastlamıyoruz, en azından, kayıtlı olan yoktur. Abayezid, birin­ci Bayezid veya “Yıldırım”, takip eden iç savaş’tan biliyoruz, oğullarına Süleyman, muşa, İsa türünden başka dinlerin peygamber adlarını ko­yarken, “Mehmed” de var, kendi adını vermeyi seçmemiştir. Umulma­dık bir hezimet sonucu, oğullan birbirini kırmaya başladıkları için ad­larını bilebiliyoruz, aksi takdirde bilemeyecektik; dolayısıyla Timur önünde büyük yenilgi, Anadolu’yu yoksullaştırsa da, isim-sözlüğümüzü zenginleştirmiş durumdadır.

Üç, İspanyol Yahudileri ve özellikle Yemen’dekiler, oğullara yaşa­yan babanın adını koyuyorlar; Yemen Yahudiliği’nde üstelik bu bir usüldür. O halde, bilim dışı itirazları, mantık dışı sayarak, oğullarına, yaşarken, kendi adlarını verenlerin, İbrani köklerinin çok güçlü oldu­ğunu düşünmek zorundayız.

İsrael Tarihinden

SEÇME İSİMLER

Bazı açıklamalara ihtiyacımız var, şöyle ki “şahar” olmakla biz “sahar” diyoruz. “Şalom” ile “selam”, “şomer” ile “somer” aynı sözcüklerdir. Şo­mer veya “somer” ailesi, Hocamız Doktor Ziya Somer dahil, Bülbül Deresi’ndedirler. “Şakina”, Tevrat’ta var, “Sekine” olmakla birlikte diktatör   Kenan Evren’e eş seçilmiştir. “Kenan” veya “canan”, öte yandan “su” ve i “miray” ile “sekine”, İbraniyet’te karşılığı olan isimlerdir. “Evri” veya “iv- i ri” de biliniyor; “evren” çok uzak düşmüyor.

 Her yerde Amerika görüyoruz.

Hiçbir yerde İsrael aramıyoruz.

Gözleri açık uyuyanları uyandırmak çok zordur.

1980 Eylülist Darbesi, başında Orgeneral Kenan Evren vardı, bir İs­rael Derbesi’dir.

Nisan, Tammuz ya da Temmuz ve Elul veya Eylül, İsrael’de zaman za­man Tanrı ve ay adı olmakla biz isim olarak taşıyoruz. Eylülist darbede,   Türk aydınına, görülmemiş kin, Arap yanlısı bir tutum alan soldan inti kam idi; bir İbrani olan Hiram Abas, bu kini temsil ve en yüksek nokta­da realize ediyordu. İsrael kinidir ve Irak’taki Ebu Gareb hapishaneleri­nin provası sayabiliyoruz.

 İbrani’lerde bir isim var, “şemtov”, biz “adıgüzel” veya “iyinam” diyo­ruz. Birincisi tam karşılığı ve İkincisi korkakcası’dır. Demek ki biz, söz­cük ve bizim bahsimizde isim alırken, bir kural olarak, "ş"leri, “s” yapıyo­ruz. Şem, “sem” ya da “ism” olup öylece söylüyoruz. “Şem” ad ve “tov” güzel demektir.

Arabi ve İbrani’de vavlan “o” veya “u” söyleye iliyoruz, bizdeki “uz” ve “öz” aynıdır, İbrani “oz” söylenmektedir. Aynı şekilde “v” ile “b” birinin yerine kullanılabiliyor, “tov”, tuv, veya “tub” olarak da seslenebiliyor, de­mek tuba’ya yaklaşmış dururumdayız, “tuba”, güzel, demektir.

Ancak bu kadar değil, alan, bizim daha önce “A”, şapka koyduğumuz, ağzımızın ön bölmesinden ve ağzımızı açarak söylediğimiz alarm dışın­dakileri “e” söylüyoruz. Arabi ve İbrani “Amina” veya Tevratik “Şakina” önümüzdedir. “Amin” dediğimiz, bildiğimiz emin’dir. Farisi’de sıfat olan ve isim olmayan “Buland”, ki “bülent” yapıyoruz; “a”, e’ye çevrilirken, “o” ve u’lan noktalıyoruz, Farisi “gul” da noktalarımızın saldırısından kurtu­lamıyor. Bizde İbrani asıllıların bülend’i, “ram” karşılığı kullanmaları muhtemeldir. Ancak “ram” yerine, “yüce” veya “yücel” ve hatta “ulu” da­ha yaygın olarak taşınıyor.

Şimdilik bu kadar yeterlidir; Encyclopedia Judaica, “aliyah” yazıyor, sondaki “h” sadece, önceki a’yı okutmak içindir. Burada “h” olmazsa, Anglo-American dünya, önceki a’yı nasıl söyleyeceğini bilememektedir: - kiy’deki “y” de bu işlevdedir. Burada “y” olmazsa, -ki’ye “kay” demeleri büyük ihtimaldir, halbuki biz “ki” diyebiliyoruz. Öyleyse, “h”, dilsizdir, “muet” diyoruz.

Eklemelerde yapıyoruz; “kağan” adındaki, ğ’yi söylemezken ve “kaan” yapıyoruz, ulu cami’den de bildiğimiz ulu’yu, “uluğ” ve refi’yi de “refiğ” yapıyoruz. İkincisinde rafi’yi ve birincisinde ulu’yu gizlemeye çalışıyoruz.

Demek ki, aliyah, “aliya” ve bizde de aliye’dir. Başlıyorum

A l i y a / A l i y e

Çok eskiden beri var, Mısır’dan çıkışa da “aliye” deniyor, Erez İsrael’e uçmak anlamındadır. Kelime anlamı, asansiyon veya yükseğe çıkış’tır, hava şirketi “el-al” adında da var, bu şirket de, “yükseğe doğru” çıkmayı kastetmektedir. “Zion”, dağ olduğu için, Har Zion, Zion Dağı’na işaret ediyor ve biz buradaki h’yi yiyoruz ve a’yı e’ye çevirerek “er” de diyebili­yoruz. Ancak “ar” olarak bıraktığımız da oluyor, “sanıyorum”, “ar-çelik” veya “ar-seven” sözlerinde böyle bir bırakma var.

Orta Çağ’daki bazı seyyahlar, Yerusalem veya Safed’deki yahudi aile­lerin sayısını bir elin parmaklarıyla veya birkaç katı ile gösterebiliyorlar­dı Judaica Ansiklopedisi, 1741 yılında, bugünkü İsrael’deki Yahudi nüfüsunu on bin olarak bildiriyor. Bu nüfusu artırmak için toplu uçuşlara ihtiyaç oluyordu, “aliye” denmektedir; kudsiyet içermesini buradan çıka­rabiliyoruz..

Museviler, dinlerinin emirlerinin ancak ve mükemmellikle, Erez İsrael’de gerçekleştirilebileceğine inanıyorlar; yalnız bu inanca rağmen, Erez İsrael’in her daim bir çekiciliği olmadığını görebiliyoruz. Bir “yurt” ola­rak, Kıbrıs’ın peşinde koşmaları ve bir ara Uganda’yı tartışmayı kabul et­meleri şahidimdir; aynca “aliye” düşük frekanslıdır. Fakat yurt sevgisi baki idi, bizde de öyle değil mi; ilk okulda her sabah, “sönmeden yurdu­mun üstünde tüten en son ocak” misli çığırmıyor muyduk, aynca hep “yurdakul”, yurdusev, “yurdagül”, yurdanur ve saire çağırıyoruz. Amma, “aliye” için dışardan “itiş” gerekiyor, sabatean hareket, ki Sabetay’ın İbra­ni telaffuzu “Şabbatay” idi, bir heyecan ve itiş sağlamıştı, sürekli olmuyor.

Buna karşın 1967- Altı Gün Savaşı, çok büyük bir “push” etkisi yaptı, biliyoruz ve ben de, diğerleriyle birlikte, ayrıca İsrael’in asıl kuruluşu ta­bir ediyorum. Beklenmedik bir zamanda Araplan, hezimete uğrattılar ve İsrael’in bir kalıcı “yurt” olduğuna inandılar. Sovyetler’deki Yahudi mu­halefeti işte bu tarihte başladı; Sovyet Yahudileri “aliye” mücadelesini açtılar.

Yıkılışın başındayız.

Bizdeki İbrani asıllıların sosyalist hareketi boşaltmalarının başlangı­cı da bu tarihtedir. Bunlar da bizim sosyalist hareketten “aliye” yapıyor­lardı; uçarken, yıkıyorlardı. Judaizm’de kavgaların önemli bölümü ka- j lanlar ile gidenler arasındadır; Türkiye İşçi Partisi’nin iç savaşı’ndan söz  ediyorum.

 Ne ilginç, aliye’nin tarihi, Rusya-Türkiye tarihi’dir.

  Rusya’dan uçuyorlardı ve Türkiye’de bir yere konuyordu. Buna “aliye” diyoruz; uçanlar, İsrael Devleti’ni kurdular. Demek ki “aliye” olmasa ' İsrael Devleti olmayacaktı; kudsiyeti ve Türkiye’de ad ve dizi olmasını buna bağlıyoruz.

En büyük aliye’ler, Sultan Hamid zamanında ve izleyen Jön Türk iktidarındadır. Jön Türk ayrı, Sultan Hamid’in, siyonistlerle mücadele et­tiği, tam bir falsifıkasyondur. İsrael’in temelleri, Hamidiye Devrinde atılmıştır; “aliye” şahidim oluyor.

Gidenler Eşkenaz’dılar. Türkiye’de kalanlar Seferad idiler.

Dokuzuncu Siyonizm Kongresi’nde Osmanlı Delegesi, sonraki adıyla Munis Tekinalp, “vaad edilmiş toprak” burasıdır, deyu haykırıyordu; “haydi, gelin, haydi” misullu çığırıyordu. Belki de eşkanazlar ve sefaradlar arası “yurt” savaşı yapılıyordu, bilemiyoruz.

Birinci Aliye, 1882-1903 tarihleri arasında gerçekleşmişti; Rusya ve

Romanya’dan 20 bin ile 30 bin, Yahudi, Osmanlı mülkü Filistin’e göçtü­ler. İkinci Aliye’yi, 1904-1914 yıllan arasında oldu, Erez İsrael’e yerleşen­lerin sayısı, İkincisinde 40 bin çevresinde tahmin ediliyor; İsrael Devle- ti’ni kuran kadrolar, bunlardan ve bahusus İkinci Aliye’den çıktılar.

İkinci Aliye’de, 1905-Rusya Burjuva İhtilali’nin yarattığı hayal kırık­lığının rolü büyüktür, izleyen baskılar, bundist, judaik disiplinde alyansist ki ben “rezervist” terimini öneriyordum, politikalardan kopuşu da beraberinde getirmişti; Yahudilerin kurtuluşunu “yurt” topraklarında arama eğilimi güçlenmişti. Bu açıdan temsili bir değeri var, ikinci ali­ye’de İyusuf Trumpeldor çok öğreticidir; bir ölçüde Burjuva- Demokrat İhtilali de doğuran Japon-Rus savaşında kahramandı, bir kolunu kay­betti. Sonra, Zion Katır Birliği’nin kuruluşuna öncülük etti ve Türkler’e karşı Gelibolu’da savaştı, daha sonra Araplar tarafindan öldürülenler arasındadır, 1920 yılını biliyoruz. Ben-Gurion veya Ben-Zvi, bu zaman­da uçtular; demek ki, kurucular, büyük ölçüde, Hamid ve daha az ölçüde İttihat ve Terakki iktidarlarında yerleşmişlerdi; bunu, netlikle tespit edi­yoruz. Üçüncü Aliye, 1919-1923 yıllarındadır.

Devam ettiler; bir de “Aliye Bet” var; bunlar, kaçak, illegal imkanlar­la göçenlerdir. Cumhuriyet kurulduktan sonra, Türkiye’den Aliye Bet ol­duğunu biliyoruz. Bu konuda uzman Yahudiler var; ancak çok çeşitli kaynaklarda, Rüştü Araş ve özellikle Selim Sarper’in çok yardımcı oldu­ğunu öğreniyoruz.

Araplar arasında da “Aliye” adının taşındığı yazılıdır; ancak, Arapla­rı, hep müslüman olarak anlamıyoruz. Jana Tamer, “le feminin, Alia, est employe dans toutes les communautes mais plus rarement par les chreti- ens” diyor; hayli dikkat çekicidir, Hnstiyan Araplar arasında “Aliye” adı­nın çok istisnai olması, önemlidir. Hristiyanlar, judaism çağrıştıran isimlere karşı hassastırlar. Öte yandan Schimmel, “islamic names” nam çalışmasında, “Aliye” adından hiç söz etmiyor.

Bunları yan yana getirdiğimizde, kültive müslüman arapların ve özel­likle hnstiyan arapların “Aliye” adına uzak durmalarını başlangıç alıyo­rum. Bu başlangıç ile Kaganoffdan şu paragrafı alabiliyoruz: “And for the giriş, there are invented names, too; Herzlia (in honor of Theodore Herzl) Aliyah (wave of immigration) Tziyonah (feminine of Zion, Tehli- ya (‘revival’, ‘renaisance’) Balfura and Nili (an acronym for netzah yisra- el lo yeshaker, ‘strength of israel will not lie”, the name of the Jevvish sec­ret intelligence).” Demek, “Aliya” adı, uydurma olmakla, zionist hareket­le birlikte ortaya çıkmıştır, bunu da öğreniyoruz.; Kaganoff, “aliye” adı­nın, icat edilmiş bir ad olduğunda hiç kuşku bırakmamaktadır.

Bir nokta kaldı; bunun için de Ahmet Almaz’ın çalışmasına bakmak durumundayız. Almaz, bizim için, Bülbülderesi’nde mezar taşlarının bir bölümünü okumuştu, tamamını sanmıyorum, ama yine de ilk ve önemli bir çalışmadır. Buna dayanarak yaptığımız tespit ise şudur; Bülbülderesi’nda yatanlardan Aliye P, 1894, Aliye Ü, 1905, Aliye Ö, 1901, Aliye H, 1863, Aliye Ö, 1918, Aliye İ, 1897, Aliye G, 1905, Aliye S, 1913, Aliye A, 1877 ve Aliye N, 1898 doğumludurlar. Bu işaretler de bize, “Aliye” adı­nın, Erez İsrael’e göçlere izafeten, bir hayranlık sonucu ve aynı zamanda katılamamanın verdiği hüzün ile konduğunu gösteriyor. Birinci Ali- ye’den hemen önce iki sim var, ama, “aliye” sözcüğü, daha önce de bili­niyordu; İbraniyet’te var. Ancak bir moda olarak taşınması, Siyonizm ve aliye dalgalarından sonradır.

Bu konuda, “aile ağaçlan” çıkanmında, uzman olan Gökyüzü, Türki­ye sosyalizminin meşruiyet kazanması ve kütlelere girmesi alanında en i büyük katkı yapanlardan Mehmet Ali Aybar’ın, artık göçük, annesinin  adının da “Aliye” olduğunu haber veriyor; Aybar, tek çocuğu olan kızına da “Güllü” adını koymuştu. Bilimsel araştırmalarda istatistik teknikler,  çokluk tespiti ve işlenmesi açılarından, önemli bir yere sahiptir ki burada da onomastique bir üçlü-çokluk görüyoruz ve üç kuşağı içine almak- I tadır. Dördüncüsüne gelince, henüz tahlil edemediğim sadece, “ay/bar”, i budur ; izleyen bölümlerde bir deneme yapmam münasip olmalıdır, öyle sanıyorum. Aybar’ın annesinin, “Birinci Aliye” çağında gün ışığını gör müş olabileceğini tahmin etmek zor görünmüyor; muhtemeldir.

| Daha sonraki “aliye” adlarının bir bölümünün torun-kızlar olduğunu - düşünmemiz yerindedir; çünkü sefaradlarda isim koymanın çok kurallı  olduğunu not etmiştim. Belli kurallar ve sıralar içinde, hiç de alevi, Ali partizanı, olmayan ailelerde birden bire bir “Aliye” ile karşılaşmamızı, bu kurallara bağlayabiliyoruz.

Nili/Nil

Tarih’in de bir “domino kuralı” yanı olmalıdır; ilk kez Kissinger’in formüle etmiş olması ihtimali var. Vietnam düşerse, bunu, düşeceklerin izleyeceği, anlamındadır; bir ara Türkiye ve Elenistan da birbirine, böy­lece, bağlanmıştı ve komünizme, elele düşeceklerine inanılıyordu, düş­mediler. Aynı şekilde bir tarih yeniden yazılırken, başka tarihlere de sıra gelebilecektir; “domino”, bu bağlamda bir hatırlatma olabiliyor.

Güzel, İsrael’lilere bir “yurt” ilk kez Balfour Deklarasyonu’nda yer al­dı, bundan dolayı bu Deklarasyon’u, İsrael’in kurucusu sayma eğilimi güçlüdür. Ama buna rakip olarak ve daha önce Zion Katır Birliği’ni* ve Nili Casusluk Örgütü’nü gösterebiliriz. Bir de Ben-Gurion’un işaret etti­ği üzere “Tikva” var ki, biz “Umut” veya “Ümit” olarak taşıyoruz, daha ilerde ele almayı umut ediyorum. Zion Katır Birliği ve Nili’yi, bir anlam­da, Balfour Deklarasyonu açısından bir ikna edici mütalaa edebiliriz.

Aslı, “Nili” daha çok, Nilüfer’in kısaltılmışı olarak çağrılıyor, biz, şim­di göçük ve pek sevgilimiz, kız kardeşim Nilüfer’i, “Nülü” olarak kısaltır ve söylerdik; İbrani asıllılar “Nili” demeyi seçiyorlar. Adalet’i de, Adalet Cimcoz’dan biliyoruz, “Ada” yapıyorlardı, bir İbrani adıdır; yukarıda, Kaganoffdan da aktarma yaptım, Nili, Şemon İvri’de yazılıdır. Ancak, İbrani asıllılar, “Nil” olarak taşımayı seviyorlar; Bülbülderesi’nde, “Nil Arısal” için bir mezar taşı var; Ahmet Almaz, bizim için, okumuş durum­dadır. Türevlerine ve bu arada, “Nilay”, türüne de rastlıyoruz.

Ne hoş ve belki de çok acıdır; tarihimizi yazıyoruz ve Cemal Paşa’yı anlatıyoruz, amma nili’den söz edemiyoruz; halbuki, hem Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında ve hem de İsrael Devleti’nin kurulmasında çok önemlidir. Ansiklopedi Judaica, “nili” ile ilgili maddesine şu şekilde baş­lamaktadır: “Secret pro-British spying organization, that operated under Turkish nıle in Syria and Palestine during World War I, from 1915 to 1917, under the leadership of Aaron Aaronsohn, Avshalom Feinberg, Sa­ralı Aaronsohn and Yosef Lishansky.” Güzel, başında Aaron Aaronsohn vardı ve Gizli Tarih’te tanıttığım Vladimir Jabotinsky ile ortak yanlan ön plana çıkıyor; Jabotinsky ve Aaronsohn, bütün diğer Siyonist aktivistler- den farklı olarak, Osmanlı Devleti yıkılmazsa, Yahudiler’in rahata ve öz­gürlüklerine kavuşamayacakla nna inanıyordu. Her ikisi de, Rusya’ya nefreti unutarak, Almanya ile dostluğu bırakarak, Londra yanına katıl­manın gereğine inanıyorlardı; Büyük Britanya İmparatorluğu’na yararlı olduklarını gösterme telaşına düştüler ve bu yola girdiler.

Jabotinsky, Gelibolu’da, Türkler’e karşı savaşacak, Zion Katır Birli­ği’nin fikir babasıdır, Zion Katır Birliği, Gizli-Tarih’e kadar tarihlerimiz­den gizlenmiştir ve Aaron Aaronsohn da, bu casusluk örgütünü kurmuş­tur; Filistin ve Suriye ile ilgili bütün savaş bilgilerini, Kahire’deki İngiliz karargahına aktarabiliyordu. Balfour Deklerasyonu’nun temeline, Zion Katır Birliği ve Nili Casusluk Örgütü’nü koyanlara hak vermekten yana­yım ve doğru bir tarih yazdığımızı düşünüyorum.

Aaron Aaronsohn, Cemal Paşa’nın karargahındaydı, çok güvendiğini biliyoruz; aslında, nili’yi, Aaronsohn ailesinin örgütü de sayabiliriz. İçle­rinde yakalananlardan en yürekli çıkan Sarah Aaronsohn’dur, önce bir İstanbul Yahudisi ile evlenmiş, İstanbul’a gelmiş, ancak sıkılmıştı; Erez İsrael’e döndü ve casusluk şebekesine girdi. Yakalandıktan sonra büyük işkencelere uğradığı, İsrael tarihinde yazılıdır, tutuklu olarak başka bir yere nakledilirken köyündeki evine uğramasına izin verilince, intihara teşebbüs etmeyi başarmıştı, derin acılarla üç gün sonra öldü. Mezar ta­şında yalnızca üç karakter var, “SRH”, İbrani’de “sarah” demek için ye­tebiliyor.

Şebeke’deki kızlardan birisi de Sarah’ın arkadaşı Tuba’ydı; şimdi, Türkiye’de İbrani asıllıların, bu ada düşkünlüklerini tespit ile not ediyo­rum. Sarah’ın adı ise, Abraham’ın karısı olmasına ilaveten, “sara”, sera veya “serra” ve “zara” olarak taşınmayı sürdürmektedir. Demek, adlan tarihlerinden alabiliyorlar ve bana, çıkarmak düşmektedir.

İsim şaşırtmamalıdır, Arabi ve İbrani’de çift harf yazılmıyor; ama, ağ­zın ön kısmı iyice açılarak, dil alt damağa yapıştırılarak çıkardığımız bir “a” var, eskiden bunların üzerine şapka, “A”, koyuyorduk, Batıklar ise yüksek “a” için, iki “a” işaretini kullanıyorlar. Biz, belki da a’yı yüksek söyletebilmek için başına “h” ekliyoruz, bu bildiğimiz harun’dur. Aynca her zaman “o” ile “u” seslerini, birbirinin yerine koyabildiğimizi, hatırla­tıyorum, İbrani okursak, “ozan” ile “uzan” arasında bir fark bulamıyoruz. Aron’u biz, “aron” veya “hanın”, bazen “arend”, arendt veya “aren” ola­rak biliyoruz.

Soyadındaki “sohn”, oğlu yerindedir, buradaki h’yi başkaları da yutu­yorlar, Yahudi asıllı iktisatçı Samuelson’daki “son”, oğlu, demektir ve ay­nı yerdeyiz. Bizde “alanson” ve “somerson” soyadlarında rastlıyoruz. De­mek ki şebeke başı, Harun Harunoğlu idi; Osmanlı’yı yıkmada rolünü tespit ediyorum.

Adlan mı, Tevrat’ta var, Tevrat’taki “neza Yisrael lo Yeşakker” cümle­ciğinin baş harflerinden oluşuyor, onomastique’te bu tür isimlere ac- ronym diyoruz, judaizm’de yaygındır, “Barlas” adındaki “bar”, Arami, “oğlu”, İbrani “ben” karşılığı ve “las” da, Rabbi Layb Sofer’nin adının baş harfleridir, araya “a” koyuyoruz. “Nili”, işte buradan çıkıyor. Aynca juda­ik onomastiqu’de bir ayrılığı daha tekraren not ediyorum, önermeler, cümlecikler, isim oluyor; Saralı, Abraham’ın cariye Agar’dan çocuğu olması emrine, “herkes yişmael” cümleciği ile tepki göstermişti, “İsmail” veya “duyar” olmakla, her ikisini de taşıyabiliyoruz. Kendinden çocuk yapılmasına da, ileri yaşı nedeniyle, “herkes itzak” demişti, “isaac” da yazılıyor, “güler” anlamındadır, güler’i de her yere koyuyoruz.

Ansiklopedi Judaica, “the strength of Israel will not lie” olarak çeviriyor; Guggenheimer&Guggenheimer, çevirmiyor; yeni bir ad olduğunu tespitle “Nilli” olarak da taşındığına işaret etmekle yetiniyor. Kaganoff; Judaica çevirisini tekrarlamaktadır; Kolatch ise ikircikli görünüyor, “the glory or eternity of Israel will not lie” demekle, “izzet” veya şan ile ebedi­yet ya da “ilelebed” arasında karar verememektedir.

Fakat öyle sanıyorum, Nili’nin, Batı dünyasında ve muhtemelen de Türkiye’de yeniden duyulmasında, Anita Engle’in “The Nili Spies” çalış­masının rolü büyüktür; bu çalışmada, hem casusluk şebekesinin ve hem de Sarah’ın efsaneleştirildiğini görüyoruz; yayınlanması 1959 yılındadır. Bizdeki, Nilüferler bir yana, Nülerin büyük çoğunluğunun da 1959 son­rasında dünyaya gelmiş olmaları de bu görüşümüzü destekliyor. Anita Engle, Peygamber Samuel’in bu cümleciğini, “the eternity of Israel will not lie” olarak vermektedir; Şebeke, ismi, Tevrat’tan çıkarmıştı, bunu biliyoruz.** Bazı çevrilerde de, “lie” yerine “lie” down” okuyoruz ki, bunu ise daha çok, “çökmek” veya “sönmek” olarak anlıyorum.

Tevrat’ın, bendeki, Türkçe çevirisi anlamsızdır; buna mukabil, İngi­lizce Tevrat’ta “the glory of israel does not lie” okuyoruz, “glory”, şan, za­fer, “izzet” olmakla, Samuel’in o andaki ruh haline de uygun düşmüyor. İsraellilerin Filistinlilerle savaşları sırasındadır, yenildikleri, püskürtül- dükleri zamanlar çoktur ve bu ise yendikleri bir zamandadır, kişisel kriz var ve Peygamber Samuel kızgınlıkla alıp başını gitmek üzeredir. Bu sö­zü işte bu sırada söylüyor; “neza”, karşılığı, İngilizce “eternity”, olup bu cümleciği, bizdeki şiir dilini de hatırlayarak, “İsrael’in şanı ilelebed sön­mez” şeklinde anlamayı tercih ediyorum. Sonda, hem İbrani ve hem İn­gilizce versiyonlarda, olumsuzluk olmasa, “lo” ve “not”, “İsrael, ilelebed muzaffer olacaktır” şeklinde de çevirebilirdik; ama, “sönmez” daha uy­gun görünüyor.

Anlayışım doğru mu, hem Tevrat ve hem de İbrani uzmanı olmadı­ğım kesindir; ancak, bu alanda çok değerli ve Aaronsohn’un anılarına da dayanılarak yazılan bir çalışmada, “nili”, İngilizce’ye “Jewish eternity shall not lie” olarak çevriliyor ki, benim önerime çok yakın düşmekte­dir.*** “Yahudilik ebedidir ve yıkılmaz” yerine, “İsrael’in şanı, ilelebed sönmez” daha şiirsel oluyor ve kaldı ki, ben de bu versiyonu, şiir ve marş- ' lanmızdan çıkarıyorum.

Doğrusu, bu casusluk şebekesinde, “nili”, işler pek iyi gidiyordu ve bir j güvercin hata yaptı; Cemal Paşa tarafı, bir casus güvercinini yakaladılar. Tuba, Sara, Lişanskiy ve diğerleri yakalandılar; yakalanlardan bir kısmı yürekli çıktı ve bilgi verenler çok oldu. Lişanskiy, kaçmayı başardı ve “Şomer” adındaki ihtilal örgütüne sığındı, Şomer, Lişansldy’i, Mısır sı- nırnna götürüp bıraktılarsa da Bedeviler’in eline düştü. Sattılar; idam edilen iki kişiden birisi olmaktan kurtulamadı. 1917 yılına geldiğimizde ise İngilizler’in, Mısır’dan karşı taaruzu başlıyordu; Filistin’e ve Kudüs’e girmeleri, Osmanlı Devleti’nin sonudur.

Şomer/Somer

I Bu da, ikinci aliya ile göçenlerin kurdukları bir örgüttü; Ben-Zvi de kurucular arasındaydı. Rusya’daki deneyimlerinin uzantısı sayabiliriz, bir bölgede yaşıyorlardı ve iri-ufaklı pogrom oluyordu ve savunmaya muhtaç hissediyorlardı ve kendilerinden bir “bekçi” düzeni kurmaya ka­rar verdiler. “Şomer”, İbrani, bekçi demektir ve biz “somer” diyoruz.

Yalnızca İbrani asıllıların yattıkları Bülbülderesi’nden, H.Somer, 1921, Emel Somer, 1923, Hale Somer, 1921 ve felsefe öğretmeni Ziya So­mer ise 1914 doğumludurlar. Şomer ya da Somer’e bir kuruluş yılı seçe­cek olursak, 1909 uygundur. Adını, hızla duyurduğunu biliyoruz.

Somer ile Nili arasında bir rekabet vardı; bir kez, Osmanlı’nın şidde­tinden korkuyorlardı ve uyandıracak hareketlerden çekiniyorlardı. Osmanlı İdaresi'nde güçlü olduklarını ya bilmiyorlar ya da bilmezlikten ge­liyorlardı; eşkenaz-sefarad çekişmesini de, bu ölçüde abartmış olmaları ihtimal dahilindedir. 1942 yılına kadar, zionistler, resmen “devlet” söz­cüğünü ağızlarına almadılar; hep İngilizce “home” ve Türkçe “yurt” söz­cüklerini kullandılar. Jabotinskiy ve Aaronsohn, bu nedenle, çok husu­met çektiler. O kadar öyle ki, Somer, önce Lişanskiy’i kaçırdılar ve sonra da yakalanıp konuşunca tekrar kaçırıp öldürmeye karar verdiler. Ama, Türkler tarafindan idam edildiğini not ettim.

Bekçiler, şomerim, Arabi konuşuyorlar ve Arap veya Çerkeş giysileri giyiyorlardı; İngiliz işgali başlayınca, Jevvish Legion'a katıldılar; Legion, Zion Katır Birliği’nin devamıdır ve Türkler’e karşı savaştılar.

Somerim, bekçiler, 1920 yılında, Hagana’ya katıldılar. “Savunma” de­mek olup, gizli, müdafaa teşkilatı oldu.

 

İ rgun/ Ergun Bu ad, İbrani "İrgun" veya Türkiye'de "Ergun", "teşkilat" anlamındadır. Avner Ergun, Ermeni suikatları sırasında Viyana' da öldürüldü. Ne kadar, şaşırtcı ve bilgi yüklü bir ölüm oldu. Başbakanlık'ta olduğum zaman, Evner, adı çok zaman "Enver" yazılır ve söylenirdi, düzeltirdi, kibar ve yakışıklı bir arkadaşımızdı. Hep iktidardan yana idi, hep yükselirdi, İbrani olduğu hiç aklımıza gelmezdi; hem solculuk yaygındı, "kardeşlik" aksiyomunu da içeriyordu ve hem de 1967 tarihinden önceydik. Benim, İsrael ile en önemli sorunum, kibutz'ları sosyalist göstermelerinden kaynaklanıyordu, "İsrael Sosyalizmi" de bir model olarak önümüze konuyordu. İtiraz ediyordum. Artık biliyoruz, "av", baba ve "ner", İbrani'de ışık demektir, "nir" ile karıştırmıyoruz, sabancı'lan ilgilendiriyor ve "avner", ışığın babası veya "kandil baba" diyebiliriz. Ama Devlet Planlama Teşkilatı'nda, Evner, daire başkanı ve ben de, şube müdürü olarak çalıştık; bir mimardı ve sadece hak etmediği yere geldiğini düşünüyordum. Sosyal Planlama Dairesi başkanı olmuştu ve daha sonra da Viyana' da kalkınma ile ilgili uluslararası teşkilatta iş buldu. Orada öldürüldü.

İki noktayı artık düşünüyorum; birincisi, Ermeniler, başlarına gelen­lerden İbraniler’i sorumlu tutuyorlar. İkincisi, “who is who” çok iyi bili­yorlar. Hem “irgun=ergun” özdeşliğini kuruyorlar ve hem de Evner Er- gun’u izliyorlar. Bunu anlıyoruz; daha ne kadar anlıyorlar, “savaşlar” ki­tabımı hazırlıyorum.

Evner Ergun, 1936 yılında doğmuş olabilir mi? Bizde “Ergun” adının, daha çok 1936 yılından sonra doğanlara konduğunu düşünebiliyorum. 1936 yılında büyük Arap isyanı var.

Geçerken bir sorudan kurtulamıyorum; Hatay’ın sonuçlanmasında bir etkisi oldu mu? Ben daima, Musul’u çok kolay verdiğimizi ve Hatay’ı çok kolay aldığımızı düşünüyorum.

İrgun Zeva’i Le’ummi, Milli Askeri Teşkilat, daha önce kurulmakla birlikte, kısaca “İrgun”, 1936 yılındaki Arap Kalkışması’ndan sonra ikiye bölündü. Jabotinskiy’in revizyonist siyonizmi, mevcut Ergun’u pasiflikle suçluyordu ve daha sert ve silahlı bir mücadele istiyordu. 1937 yılında ayrışma oldu ve sertlik yanlıları, kanlı bir mücadele başlattılar. O kadar öyle ki, bunlardan birisi Şlome Ben Yosef, İngiliz manda idaresi tarafın­dan idama mahkum edildi ve asıldı. Bir Arap otobüsüne silahlı saldın düzenlemişti.

Bizdeki Ergun’ların Arapları sevmediklerini tahmin edebiliyoruz.

Etzel /Ezel

Ansiklopedi Judaica, “I.Z.L., Ezel or irgun” demektedir. Sorun İbrani askeri sözcük, “Zeva’i” ile ilgilidir; tsadik karekterle başlıyor ve bu karak­terin İtinize edilmesinde hep sorunlar yaşıyoruz. Somer’in kurucuların­dan Ben Zvi veya Şabbatay Sevi de aynı harfle başlamaktadır; “tz” veya b “sebi” ve çokça da “zvi” yazılıyor; dolayısıyla, “ezel” çok daha standarttır.

Öyleyse, teşkilat’ın adı “ızl” karakterlerinden ibarettir; hem bir ac- ronym var ve hem de İbrani’nin konsantal bir dil olduğunu tekrar görü­yoruz. Aynca, irgun’un, “ergun” söylenişine de tanıklık ediyoruz.

Guggenheimer&Guggenheimer, bu ismi, kaydediyor; ancak, İsrael’de ve özellikle bizde taşındığını biliyoruz. Bizde üniversitede ve eğlence sek­töründe ezeller var. Orada yükseliyorlar ve böylece, tekeliyet’in en işlek olduğu yerlere işaret etmiş oluyorum.

Tammuz /Temmuz

Sümer’lerde bir Tanrı ve judaizmde bir ay adıdır.

İbraniyet’te Temmuz’un on yedisinde oruç tutuluyordu, sabetayizm, judaizmde reformlar zinciri içinde, bunu da lağvetmişti. Bizde de ad ola­rak taşınmasının nedeni yine başka yerdedir.

Altı Gün Savaşları’nda, 1967-Haziran, Arapları, en çok zırhlı birlikle­rin ve tankların perişan ettiğine inanılmaktadır. Nitekim Moşe Dayan, “in June ‘67 tanks were the leading land forces in every front” diyordu. Zırhlı birliklerin komutanının adı General Tal ve tankın adı da “Tam- muz” ya da Temmuz idi. Bu heyecanla isim olarak da taşınmaya başlan­dığını biliyoruz.

Bu arada “Tal” adı, bizde, çevirinin dışında, Tali, Talu, Talia, Talya ve Talat olarak da taşınıyor. Schimmel, bir de “Taliş” adını tespit etmiş du­rumdadır.

Bizde “Temmuz” adının, 1967 yılının ikinci yansından sonra ve özel­likle 1968 yılından başlamak üzere taşındığını varsayabiliriz.

Bizde, İbrani asıllılar, İsrael-Arap savaşlarını, kalpleri İsrael için çar­parak, yakından takip ettiler. Çocuklarına ad çıkardılar.

*Gizli Tarih’te var.

" Anita Engle, The Nili Spies, Edinburgh, 1959. p.99 Anita Engle, casus Tuba ile ilgili olarak şu bilgiyi veriyor: “Toba Gelber, who was taken for interrogation at the same time as Sarah, was not tortured”, Sara ile bir­likte sorguya alınan Tuba’ya işkence yapılmadığını öğreniyoruz. Tuba’nın, hapi sane diliyle “öttüğünü” düşünmek mümkündür.

6 (iün Savaşında Asker-Kızlar, Varda'ya biz "Verda'' diyoruz,

***, A. Verrier, ed, Agents of Empire, Anglo-Zionist Intelligence Operations 1915-1919 ~ Brigadşer VValter Gribbon, Aaron Aaronsohn and NILI Ring, Lon- don, 1995- P-307

ONOMASTİQUE VE TARİH

Ne kadar dil biliyoruz ve aynı şekilde tarih biliyor muyuz; onomastique disiplini, öncelikle dil bilgisine ve tarihe dayanıyor. Ancak isim- bilim de dediğimiz onomastique gelişmediği sürece, tarih bilimi, cılız kalmaya mahkumdur. Bizimkinin çok cılız olduğunu görüyoruz.

Din bilgimiz var mı; yoksa, ilahiyet fakülteleri ile imam okullarını din bilgisini köreltmek için mi kurduk, aslında kuruluşunda böyle bir maksadı görmesek de şimdi bulmak zorunda kalıyoruz. Ayrıca, genel analphabetism fabrikaları olarak da düşünmemiz yerindedir. Doğru­su, “müslüman bir ülke” iddiaları var, amma “Halil” adını kaç “müslü- man” biliyor; daha çok “Halil Allah” olarak taşınıyor; “Allah’ın Dostu” olmakla, Abraham’ın künyesinden birisi sayılmaktadır. Kolatch, İbra­ni isimler arasında göstermektedir; İngilizce transcription’u “chalil” ya da “Halil” veya “Hallil”, çift karakter sadece yükseltme işaretidir ve İngilizce “flüte” anlamına gelmektedir. Güzel, devam ediyoruz.

Diğer yandan Guggenheimer&Guggenheimer çok daha genel bir sözlüktür, not etmiştim; burada, “Benderli” veya “Özbahar” dahil, ki “Oz” olarak kaydediliyor, pek çok Oz’lu veya Öz’lü isimlerin İbraniler- ce de konduğunu görüyoruz. “Benderli” soyadını, bizde İbrani asıllıla­rın sevdiklerini ben de teşhis etmiştim; fakat, bir güvenilir kitapla des­teklenmesini, şaşırtıcı ve mennuniyet verici buluyorum. Bu geniş lü­gat, Halil Allah’ı, Abraham’ın künyelerinden birisi olarak kaydetmek­tedir.” Guggenheimer&Guggenheimer, Halil Allah’ı, Arabi karakterlerle de gösterdikten sonra, yanma, “Friend of God” ve “amigo” ile “fi­lo” sözcüklerini de ekliyor. Demek ki zaman zaman “amigo” ve “halil” isimlerinin Abraham yerine taşındığım anlayabileceğiz.

’’ H.W. Guggenheimer and E.H. Guggenheimer. Jevvish Family Names and Their Origins -An Etymological Dictionary, Ktav, 1992, p.

Şimdi isim-bilim’in neden bu kadar ihmal edildiğini daha iyi anlı­yoruz.

Bu arada, önümüzde, söz gelimi, Halil Berktay, Halil Bezmen ve Halil Özal var. Duruyorlar.

Bunlardan sadece Halil Bezmen’in İbrani asıllı olduğundan eminiz, çünkü, anılarında deklare etmiş vaziyettedir. Onun dışında, Berk’tay’ın “Dağlı” anlamına da geldiğini ve bu sözcüğün, Kafkasya’da, “yahudi” yerine geçtiğini kaydetmiştim. Sonuncuya gelince, eşinin Semra’dan başka, “Nazh”ve “Yöneyman” adları olduğunu hatırlıyoruz ve noktasız okuyacak olursak, “oz/al”, İbrani’de “Allah’ın Gücü” anla­mına geliyor ki, “Allah’ın Dostu” adına “Allah’ın Gücü” soyadı pek çok yakışmaktadır.

Aslında isim-bilim, her yerde deprem yaratan bir silah-bilim değil­dir; olmasını da imkansız sayıyorum. Ancak bizde, çok bastırıldığı ve çok karartıldığı için, aydınlığı, göz kamaştırıcı olabilmektedir.

Peki bütün bu analizlerimiz, sahih mi; bunu iddia etmekten çok uzak bir yerdeyim. Karakterlerin bu kadar değişken ve önemli olduğu, köklerin, tarihin çok derinliklerine indiği bir alanda, mutlakiyet savı bilim dışıdır. Bilim mutlakiyet peşindedir; benim, “İsrael, Türkiye’de İsrael’den güçlüdür” önermem, mutlaktır ve daima mutlakiyet hırsını da içermektedir. Bu bağlamda, analizlerimin bir bilimsel değer kaza­nabilmesi için, elitlerin tamamını kapsaması elzemdir; ancak tek tek obje’lerin mutlak doğru olduklarını iddia etmek bilim dışıdır, bunu tekrarlıyorum.

Halil Ozal da bir obje olarak aynı kategoridedir, mutlak doğru, iddi­asını yapıştırmıyorum. Ama, çok hızlı yükselişi var; hiç açıklanmamış­tır ve sorgulanmadığını da biliyorum. Süleyman Demirel ile beraber, Mayıs İhtilali’nin kurduğu, Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı’na yedek subay-uzman olarak alınmıştı, uzun yıllar Demirel, her gittiği yere taşıyordu; ancak Halil Bey, yedek subaylıktan sonra uzmanlık tek­lif edilmeyen ender zevat arasındadır.22 Umulmadık ve şaşırtıcı yükse­lişini tahlil ederken, onomastique disiplinden yararlanmamızı teklif ediyorum; demek ki isim-bilimi, tarihin yazımında ve politika pratiği­nin tahlilinde bir açıklaycı vektör ve denklem olarak öneriyorum.

Eski kalmış diller, coğrafyanın sıkışıklığını ve mekanın kapalılığını anlatıyor; aynı dili konuşan bir bölge kapandığı zaman, dil zamanla bir lehçe olmaktadır. Bu arada Albay Nogales’in bir gözlemi çok değerli­dir; Türk Ordulan’nda Ermenistan Genel müfettişi idi, hakkındaki bil­gileri ancak Gizli Tarih’te bulmak mümkündür, Doğu’da, “Kürtler” arasında, Musevi aileler teşhis etmişti, ama dilleri ile zamanın İbrani dili arasında bağ kurmak çok zordu. Demek gelmişler, yerleşmişler, “ana yurt” ile bağları kopmuş, dilleri bile farklılaşmış, bunlannki çok eskidedir. Aynı şekilde, Afganistan’ın bazı kesimlerinde ve Süleymani- ye Kürtleri’nde konuşulan Farisi de çok eski kalıyor, bugünün İronile­ri tarafından anlaşılması çok zordur.

Diğer taraftan, biz “Behzad” diyoruz, aslı “Bihzad” idi, “Güzel Do­ğan” anlamındadır. “Nevzad” ise “Yeni Doğan” veya sadece “Doğan” olabilir; Halilzad’ı, “Halil Doğan” sayabiliriz, ama, “Halilzade” olarak anlayabiliriz. Bir de Zalmay’ı var.

Amerika’nın, Irak işgali aktörlerinden Zalmay Halilzad’ın, Afgan asıllı olduğunu biliyorduk; Amerika’da yükselmiş bir Afgan’h ve dola­yısıyla “müslüman” olduğunu düşünmüş olanlar çoktur. “Halil” ve “Halilzad” analizimiz bu tür düşünceyi darb etmektedir. “Zalman” ve “Zalma” ise, Macar Yahudileri’nin Şlome yerinde kulandıkları bir isim idi; bizde, buna yakın, “Salman” var. “Zalmay”, Zalma-i, “-i” nisbet ekin almış halidir ve böylece, Irak İşgali arefesinde, Afganistan ve Türkiye’de son derece aktif ve şu anda, işgal altında Irak’ta Amerikan sefiri Zalmay Halilzad’ın deşifrasyonunun sonuna yaklaşmış durum­dayız.

Yetersiz sayılıyordu, Süleyman Demirel'e ise uzmanlığın arkasından Müsteşar Kurmay Albay Şinasi Orel’in yerine, müsteşarlık önerilmişti. Devlet Başkanı Orge­neral Gürsel'in kabul ettiğini biliyorum.

Aynı zamanda Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı kurmay başkanı olan, Orel’in de İb­rani asıllı olduğunu tahmin edebiliyorum. Seleksiyon. bu yönde idi; Turgut Özal'ın kabul edilmemesinin, bununla, ilgisini göremiyoruz.

Devamla, Fukuyama’nın yeni kitabına geliyoruz; Fukuyama, Bush yönetimini, gerçek bir “komplo” ile ele geçiren, Afganistan ve Irak iş­gallerini planlayan, Neo-Conservative’lerin akıl hocasının Leo Strauss olmadığını ileri sürüyor ki, ben de aynı görüşteyim. Strauss’ın yazdık­ları, bir program ve doktrine kapı açmaktan çok uzak görünüyor; bu­nun yerine, Fukuyama, Albert Wohlstetter’e işaret ediyor, “who was the teacher of Paul Wolfowitz, Richard Perle, Zalmay Khalilzad” diyor, Strauss, “hakiki akıl hocası” Wohlstetter ile yetiştirdikleri Wolfowitz, Perle, Yahudidir’ler. Zalmay Halilzad ise, başından beri bu komplonun içindedir23, yetiştirilmiştir ve yerine uymaktadır, bunlar siyonist ve ay­rıca, Likud Partisi’nin, ki Şaron fazla bağnaz bularak parçalamıştı, Amerika kolu kabul ediliyorlar. Buradayız.

Özete ihtiyacımız var ve bir teşekkür borcumu dile getiriyorum; ilk kurşun’un, ne demekse, İzmir’de, şimdi Bülbülderesi’nde gömülü, Hasan Tahsin eli mahsülü olduğu, hem bir yalan ve hem de bir “tarihe el koyma” teşebbüsü idi. Bunu gösterdim, Genelkurmay kabul etti, ama hala, “Hasan Tahsin Kutlamaları” devam ediyordu; artık Turgut Özak- man’ın da bu falsifikasyona karşı çıkması sevindiricidir. Özakman da, ilk kurşunun, Dörtyol’da atıldığını teyid etmiştir ve bazı fotoğraflar ya­yınladığını biliyoruz. Borcumuzu dile getirmiş oluyorum.

Dörtyol, güzel ve pek zengin bir Ermeni Köyü idi.

Annem, “komşumuz Ermeniler’in çocukları, Fransız üniformasıyla geldiler, oğlum” diyordu; daha çok babasından duymuş olduğunu tah­min ediyorum, çünkü işgalde çok küçük olması gerekiyor. Ancak, her ne olursa olsun, bana verdiği ders büyüktür ve ben şimdi, Irak işgali­ne gelenler, ister Kürt, ister Afgan ve isterse Türk olsunlar, hepsinin Yahudi olduklarını biliyorum. Stratejik pozisyondaki Amerikalılar da Yahudi asıllıdırlar; işgalin mantığı ve dersleri buradadır.

Her açıdan büyük bir falsifikasyondur; hem Hasan Tahsin için icat edilen rol ve hem de Birinci Dünya Savaşı’nı Anadolu’nun iki ucuna göre, özellikle iki ucunu birbirinin karşısına getirerek, yazmak, bir ta­rihe el koyma teşebbüsü olarak görünüyor. Osmanlı Devleti, bugünkü coğrafi taksimat ile, savaşı, Suriye, Musul ve Filistin’de kaybederek yı­kılmıştır ve şimdi asıl yıkılışa şahitlik ediyoruz. Yenilgiyi asıl şimdi ka­bul ediyoruz.

21 F.Fukuyama, America at the Crossroad- Democracy&Power and the Neoconserva- tive Legacy. Yalc University Press, 2006. p.31

Öyleyse, onomastique, falsifikasyonun deşifrasyonunda ve yeni bir tarih yazımında, bir teknik’tir. İhmal edilmemesi gereken teknikler­den birisi olarak görüyoruz. “Yeni” sözcüğünü ise, daha önce çok ih­mal edilmiş olması nedeniyle de kullanıyorum; kuşkusuz, falsifikasyon, yalnız buradan kaynaklanmamaktadır, ama, burada, bunlara, gir­miyorum.

Eğer, isimlendirmenin katı kuralları varsa, kuralhlık bilimselliğe yatkınlık demektir, onomastique’den kaçamayız ve bilimin olduğu yerlerde de kaçılmadığım biliyoruz. Gershom Scholem, bu babta, gü­zel bir ders veriyor; “the name Şevi is unknown among the Sephardim, either as a personel or as a family name, and it is likely that both the name and the family of Ashkenazi origin” yollu yazarken, sadece isme bakarak, Sabetay Sevi’nin, İspanyol Yahudisi olmadığı ve Ispanya’dan göç etmediğini ileri sürebiliyor.[9] Scholem, Şevi[10] adını yazarken, tam kastettiği Tzvi’dir, ilk karakter İbrani tsadik olup, genel olarak “Zvi” olarak gösteriliyor; ama tatminkar olmaktan uzaktır, ancak “Sebi” ve­ya “Sevi” olmadığını biliyoruz.

Ne anlamı var; şunu görebiliyoruz, Doktor Scholem, Sevi’nin, “İs­panyol” değil “Alman” Yahudisi olduğunu görebiliyor; bir büyük ihti­mal olarak yazacak kapasitededir. Öyleyse, işgalden sonra, VVashing- ton tarafından Irak’a atanan, Amerikan yurttaşı genel valilerin ve şim­di sefir Zalmay Halilzad’ın Yahudi olduklarını görmemize engel var mı; bilim görmek içindir. Dilimizde bilgin olana “nafiz” denmesi işte bu ne­denledir; bilgin, derine nüfuz edebilendir, inendir, demek istiyorum.

Bunun tersi de var; Marx’a mal ediliyor, bu, Marx’ın çok okunması ve bu nedenle yaymış olmasından neşet ediyor, görüntü ile esansın ay­rılığına ve bilimin esansı dışarı çıkarma demek olduğuna işaret ediyor­du. O halde, Washington’un, işgal altında Irak’ta hapishanelere gardi­yan seçerken, İbrani asıllı Amerikahlar’ı özellikle seçtiğini düşünebili­yoruz. Ve özellikle “insanlık dışı” işkenceleri bu seçime bağlayabiliriz; üstelik çoğunun, “mizrahi” oldukları yönünde akıl yürütmemiz isabet­lidir. “Mizrah”, doğu, ve “mizrahi” doğulu demek olmakla birlikte, “Irak Yahudisi” anlamı da var.

Ama bilim ve bilimi bir kenara bırakarak sadece “doğru” diyecek olursak, “doğru” da mutlakiyet peşindedir. 1967 Arap-İsrael Savaşı’ndan sonra, Türkiye’de, tarihinde ilk kez Arap yanlısı bir çizgi tuttu­ran Türkiye aydınına ve Solu’na karşı, bu görülmemiş saldırıda, bir İs­rael kini teşhis edebiliyoruz. Bu kin, Hiram Abas ile vücut buluyordu; burada, israiliyeti hemen görüyoruz. Bu kin, eylülist cuntanın başı, Orgeneral Kenan Evren’de de baş veriyordu; Orgeneral Evren hiçbir stratejik pozisyona, İbrani asıllı olmayanı getirmedi.[11] General Evren, Müslümanlara çok güveniyordu, iktidara el koyduğunda, ülke çok de­rin bir dinselliğe büründü ki, ilk bakışta çok şaşırtıcıdır. Şimdi daha az şaşırıyoruz.

İslamın judaize olduğunu biliyorlar mıydı; işte soru budur. Eğer bi­liyorlarsa, bilenler, kimlerdir; sorular, birbirlerini izliyorlar. Cevapla­rını bilmiyorum.

Ancak şunu biliyorum, Irak işgali sırasında, matbuatta yer almıştı, Amerikan işgal kuvvetlerinde, Amerikan askeri olarak “Türkler” de vardı; bunlar, Türkiye’den gidip Amerikan vatandaşı olsalar da, İbra­ni asıllıdırlar. Sabetay Sevi’nin İspanyol veya Alman olması ölçüsünde

Türk idiler. Bilimsel yanılma sınırlan içinde, bunu, gösterebilecek du­rumdayım. Sadece böyleleri mi Amerikan vatandaşı kabul ediliyorlar, hiç kuşku yok, bunu söyleyemeyiz. Ama, keşif kuvveti olarak, bu kate­goriden seçim yapıldığından kuşku duymuyoruz.

O halde, ortaya çıkardığım, seleksiyon veya atama teoreminin, sa­nıldığından çok daha fazla, mutlak olduğunu görebiliyoruz. Demek ki, isimlerden hareketle, kendimizi yeniden görmeye başlıyoruz. Keşif kuvvetlerini de böyle analiz ediyorum.

Sadece Scholem değil, isim bilim işaretlerinin, bizim de, alet kutu­muza girmekte olduğunu tespit edebiliyoruz. Doktor Kafadar, şu sıra­da osmanist kuruluş alanında tartışılan çalışmasında ve iki yerde, onomastique göstergeleri ele almış durumdadır. Bu da Bektaşi Tarikatı’nın Sünni ya da Şii ağırlıklı oluşu üzerine tartışmalar nedeniyledir, genel eğilim Şia yönünde olmakla beraber Gölpınarlı misli otoriteler Sünni damgasına meylediyorlar.

Profesör Kafadar, Şia ağırlığını not etmekle birlikte, “one of the Ba­ba İlyas’s son is named Ömer and a disciple Osman, names that a Shi’i cannot be expected to honor”, Baba İlyas’ın, oğullarına “Ömer” adını vermesinin, Şia tezini zayıflattığını düşünmektedir.[12] Şiiler’in ve Ali- id’lerin, “Alevi” de diyoruz, Ali Hazretleri’nin rakibi Ömer’in adını ta­şımaları son derece paradoksaldır;[13] aykırıdır, diyebiliyoruz. Öyleyse Babai veya Bektaşi yolunun, sanıldığından daha da eklektik olduğu teşhisine yaklaşıyoruz. Makul görünmektedir; Osmanlı’nın kurulu­şundan tam önceki zamanda, bugünkü taksimat ile Batı Anadolu’da, eski ve doğru söyleyişle Anadolu’da, sadece heterodoksi ve yer yer bir de eklektizm arayışı aramamız yerindedir. Bu açıdan Anadolu ve Bal­kanlar, “Fatih” çalışmamda tasvir etmeye çalışmıştım, hızla kurulan ve henüz bir birine yapışma öncesinde bir gecekondu mahallesine benzi­yordu.[14] Şimdi, “kendileri olamadan”, o mahalleleri sürüleştirmeye ça­lışıyorlar; ikinci kez köklerinden kopuyorlar, diyebiliyorum.

Profesör Kafadar, isim bilim verimlerine ikinci kez başvurduğu sı­rada, Prens Cem’in oğullarından birisine “Oğuz” adı koymasını da dik­kate değer buluyor;[15] o tarihte Osmanlı Hanedanı, türkisite yüklü isimlerden ısrarla kaçınıyorlardı. Cem, bunun dışındadır; ancak Dok­tor Kafadar’ın da burada, at stake olanı, asıl kozu, görebildiğini sanmı­yorum. Şöyle bakabiliriz, Abayezid’inki, bir Yahudi-Müslüman iktida­rı arayışı ise, Cem, daha sonra adım seçenlerin çoğunu hayal kırıklığı­na uğratmak pahasına, bir yanı Hıristiyanlık olan bir iktidar kurmaya mahkum olmuştu. Bu iktidarın diğer yanı, şu anda, bizi ilgilendirme­mektedir, ileride ve şimdi Osmanlı prenslerinin çok politik oldukları­nı tespit ile yetinebiliyorum.

Her ne olursa olsun, Doktor Kafadar’ın, isimlendirmede kuralhlığı dikkate alması ve yüksek açıklayıcılık değeri yüklemesi, her halde öv­güye değer görünmektedir. Övgüye değer, her yerde bulamıyoruz ve nerede kurallılık arayışım yadırgıyorsak, orada bilimsellikten uzakla­şıyoruz.

Paul Wittek’i ise, osmanist kuruluş tartışmaları nedeniyle hatırlıyo­ruz; bu tartışmaları başlatan Gibbons ile Köprülüzade Fuad arasında ve daha çok Köprülüzade’ye yakın idi. Ama asıl çalışması “Menteşe Beyliği” üzerinedir;3' değerli bir çalışma olarak elimizdedir. Söz etmek durumundayım.

Yalnız, Scholem’den söz ederken, Scholem’in de, “Menteş” adının, Mordehay’ın, Ladino karşılığı olduğunu kaydettiğini not etmiştim; La- dino, İspanyol Yahudileri’nin, bunlardan Anadolu’ya göçenlere, çok eski kaynaklardan öğrendiğimize göre, “Kendigelen” de diyorduk, “av­deti” de söylüyoruz, konuştukları dildir. Demek, Menteşe Beyliği’nin adı, İbrani’de Mordehay olup, “Menteşe” bir varyantı olmakla, Türki­ye’de, Yahudiler tarafından kullanılıyordu. Wittek’in değerli araştır­masında bu detaya rastlamıyoruz. Ama bilim, detay üzerinde ısrarla başlamaktadır.

Geçerken not edebiliyorum, bizatihi “kendigelen” adı, biz koymuş­tuk, bir davet olmadığını da akla getiriyor. Tabii asıl büyük göçleri, 1391 tarihinde ve hemen sonrasındadır; Birinci Bayezid’in Ankara ye­nilgisi, bunun on yıl kadar arkasından gelmişti ve bu çöküntü zama­nında, Anadolu bir iç savaş meydanı idi, dağılmak için daha uygun yer zordur. İkinci Bayezid’e gelince, Yahudiler’in İspanya’dan resmen çı­karılmaları 1492 yılında idi, yüz yıl sonrasına denk düşüyor. O zaman da geldiler, ancak, burada Bayezid’e yakıştırılan rol ve dolayısıyla “beş yüz yıllık kaynaşmışlık” veya “beş yüz yıl vakfı” önemli ölçüde abart­madır, başka yerlerde ele aldığımı hatırlıyorum. Kaldı ki, pek de ge­rekli görünmüyor, adlan üstlerinde, “kendigelen” diyoruz; her tarafa dağıldılar, Elence “diaspora” ve İngilizce “dispersion” deniyor; davet beklemiyorlardı.

Öte yandan, Avram Galanti de, Menteşe’dendir, Milas doğumlu ol­duğunu biliyoruz, çocukluğu Bodrum’da geçmişti, kapı önünde ma­halleli çocuklarla oynadığını tahmin edebiliyoruz, hiç Türkçe öğren­mek ihtiyacı duymamıştı, buradan da kalabalık olduklarını çıkarıyorum. Daha sonra Profesör ve saylav olan Avram Galanti, bu bölgede Yahudiler’in yoğunlukla meskun olduklarını haber veriyor.

Kimler mi, “romanyot” tabir ediliyorlar; 1391 göçünden önce de Ya­hudiler vardılar. O zamana ait mezar taşlan hala duruyorlar, “çıfıt” sözcüğünü içeren yer adlan da değerli tanıktırlar. Bu bölge, eskiden ve hali hazırda, dışanya ve içeriye verdikleri, mühim Yahudi göçü ile de biliniyor.

Bütün bunların tarih disiplini ile ne ilgisi var, şimdi buradayız; bu arada, Wittek’in “Menteşe Beyliği” monografisini okuduğumuzda, Türkmen prenslerinin, dikkati çeken ölçüde, İbrani adı taşıdıklarını görüyoruz. Bu o kadar açık ki, Wittek ve diğerlerinin, bu ip ucundan hareket etmemelerini çok şaşırtıcı buluyorum. İbrahim, İdris, İlyas, İshak, Musa, Süleyman yeterli olandan çok fazladır ve bu adlar tekrar­lanmaktadır. Peki neden; bir cevap bulamamak kadar ihmal etmek de önemlidir, ipucu sayılıp analiz edilseydi, bilim içinde kalmış olacaktık, dışında kalıyoruz. Şimdi, ihmali bir soru haline getirerek telafi etmeye çalışıyoruz.

Bir teorem var, fatihler, bir kültür hegemonyası kuruyorlar; gittik­leri yerlere isimlerini, kurallarını ve çok zaman dillerini götürüyorlar; Musa adı bile Kıptice idi ve İsa’nın, sadece Yahudiliği reforme etmek için yola çıktığını ve Paul’a kadar sadece Yahudiler’in İsevi olabildikle­rini biliyoruz. Amma hem İsa’nın adı ve hem de İncil’in dili Elence’dir. Demek yenenler, kültürleri ve dilleriyle de hegoman oluyorlar. Fakat, bu teoremin tersi Türkler’de var, Türkler, yendikleri yerlere teslim olanlardır. Bir tür bukalemun sayabiliriz, üzerlerini örtmeye ihtiyaç duymadan, oturdukları yerin, renklerine bürünüyorlar. Hükmettikle­rinin adlarını almaları bir ihtimaldir; burada bir genel köksüzlük te­orisinin bir elemanını buluyoruz.

Bir de şunu akla getirebiliriz; Selçuklu Prensi, Hazar Devleti’nde muhafız idi ve bütün çocuklarına, bir Türkik bir de İbrani ad koyuyor­du, biz, İbrani isimlerini yutmayı tercih ediyoruz. Menteşe’de, bunun, devamını araştırabiliriz; bir damar mı, sorulmuş olmasını tercih eder­dim. Ancak sorulmadığını biliyoruz.

Yunus Emre

Divan

İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmekdür.

Sen kendini bilmezsen ya nice okumakdur

Dört kitabun ma’nisi bellüdür bir elifde

Sen elif dirsin hoca ma’nisi ne dimektir

Tevrat ile Incil’i Furkan* ile Zebur’ı

Bunlardağı beyanı cümle vücudda bulduk

Prof. Dr. Faruk Timurtaş, Yunus Emre Divanı, Kültür Bakanlığı Ya­yınlan, 1980

* Bu sözcük, “Furkan”, Arabi “Faruk” ile aynı köktendir; “kutsal ki­tap” anlamı olmakla hem “Kuran” ve hem de “Tevrat” olarak kullanı­lıyor, burada “Kuran” olmak durumundadır. “Furkan”, bizde, aynı za­manda isimdir; isim oldukları yerlerde “Tevrat” manası daha büyük ihtimal görünüyor. İlerde, tartışıyorum.

11 Bu. yalnızca aynı dil ailesinden gelmelerinden doğmuyor; Kuran, kurban edilmesi söz konusu olanı İzhak değil İsmail olarak göstermesini ve benzeri küçük ayrılıkların dışında. Tevrat'ı tekrarlıyor ve judaik peygamberleri, peygamber kabul ediyor. Reformasyon izlenimi vermenin ötesinde isimleri taşınmaktadır.

Tarih mi, şiir mi; önce her kavimde “Yunus” adı olduğunu ve bunu, hiç önemsemediğimizi tespit etmek zorundayız. Ukraynalılar’da Ho- lub, Ruslar’da Golub, Almanlar’da Tauber veya Taube deniyor; İngiliz­ce “dove”, güvercin anlamı var. Ancak has Hıristiyan adı olmadığını biliyoruz, Hıristiyan isim sözlüklerinde yer almıyor; ama İngilizce “Jonah” veya “Jona” söyleniyor. Kolatch, “from Hebrevv, meaning ‘dove’ “ demekte ve daha sonra İbrani aslının “Yona” olduğunu haber vermek­tedir. “Yona” maddesinde ise, Yona’nın da bir peygamber bilindiği ve bir balık tarafından yutulduğunu, ancak bir çizik bile almadığı bilgisi var. “Yunus” balığı ise, bizde, yarı-kutsal kabul edilmektedir.

Kolatch, sözlüğünde, çoklukla, İngilizce konuşan Yahudiler tarafın­dan taşman isimler üzerinde dururken, Guggenheimer&Guggenheimer, daha geniş bakmaktadır; daha verimli olduğunu not etmiştim. Tevrat’ta “Yonas” olan bu ismin Arabi karşılığı “Yunus” olarak kayde­diliyor, Arabi ve İbrani isimlerde, belli telaffuz farklarıyla, geniş bir or­taklık var.3“ İspanyol Yahudileri ise, Yones, “Yonis” veya Younes çağı­rıyorlar; aile bildirenler, patrimonic, tabiatiyle, bizde Yunus-i, ki “Yunusi” oluyor, diasporada Yahudiler’de ise, Yonai, Yonesi, Yunesi veya

Rusya ve Polonya Yahudileri’nde, Yonayov, Yonosoff, Yonovitz ile kar­şılaşıyoruz.

Demek ki, Hıristiyanlar’da çok ender olması gerekiyor, Yahudiler ve Araplar taşıyorlar; bizim Yunus’un ise Horasan’dan geldiğini şiirle­rinden çıkarıyoruz. Hazar Yahudileri, oralarda devlet kurmuştu; Kırım ve Tatar göçmenleri arasında devamlılık tespit ediyoruz.

Hiçbir zaman ortodoks müslüman izlenimi vermemektedir. İçinde, Zebur, Kuran, İncil ve Tevrat’ı taşıdığını yazıyor; uzmanı değilim, ama, “Yunus” adının, takma adı olduğunu düşünebiliyorum. Bu söz­cükte, “Yunus”, iki tarafa da meyletme anlamı var.

Diğer adına gelince, Emre’nin, İmre ile bağlantısına, başka yerde işaret etmiştim. Ayrıca bu adı, “imre”, Macar Yahudileri’nin taşıdıkla­rını da göstermiştim. Guggenheimer&Guggenheimer, İbraniler’in yeni keşiflerinden olan “imri” dışında, imre’nin, ki “emre” söyleyebiliriz, Macar’lar tarafından kullanıldığını teyid ediyor; ayrıca, daha önce de­ğinmiş olduğum, Avcner ve Mordehay için kunnui rolünü de not edi­yor.

Köprülüzade Fuad da, Türk onomastique’ini kurma iddiasıyla ya­yınladığı bir incelemesinde, “imre” ve Macar bağları kurmaya çalış­mıştı. Bu yaklaşımını eleştiren bir notumda, Fuad Köprülü’nün Şark dillerinde pek zayıf olabileceğini kaydederken Rıza Nur’un, Köprü­lü’nün bu alanda bilgisiz olduğu iddiasını da aktarmıştım; gerçekten, Köprülü, Farisi’den ve dilimiz üzerindeki etkisi, zaman zaman da kur­muş olduğu hegomanyadan habersiz görünmektedir.

Türkler, İran üzerinden Anadolu’ya geldiler ve gelmeden önce çok büyük ölçüde iranize olmuşlardı. Horasan’ı ve bu arada Yunus’u da burada mütalaa etmek durumundayız.

Başka dillerden alıyoruz ve dilimize uyduruyoruz; bu alanda da uz­man olmadığımı kabul ediyorum, amma, ödünç aldığımız pek çok söz­cüğe tatbik ettiğimiz aynı muameleye bakarak belli usuller çıkarabili­yoruz. Aaron misli, yüksek a’lan, bizim daha önce elif üzerine hemze veya daha sonra “a” üzerine şapka ile gösterdiklerimiz, söyletmek için eklememiz dışında, ağzın ön kısmıyla söylediğimiz h’leri yutuyoruz. “Mehmet” değil, “memet” ve, “ahmet” değil, “a’met” çağırıyoruz. İrani

Hemrah’ın, “Hamrah” da söyleniyor, her ikisi h’sini yiyoruz; “emra” kalmaktadır. İkincisi, ağzın önünden ve ön kısmı açmadan ve uzatma­dan, söylenen a’ları, “e” yapıyoruz; İbrani “aliya”, bizde aliye’dir. Aynı şekilde, hemrah’ın a’sını veya hamrah’ın a’larım “e” yapıyoruz; iki h’yi de yeyip yuttuğumuzu not etmiştim; demek ki “hemrah”, bizde “emre” olmaktadır ve İrani bir sözcük olduğunu gösterebiliyoruz.

İr ani dil ailesinden, Hint-İran, gelen Kırmanci’de “hereval” deni­yor, bizim etkimiz mi, Kürtçe’de m’nin düşüşü ve rah’ın re’ye çevril­mesi çok öğreticidir, “rah”, yol demektir ve “hemrah”, tam olarak “yoldaş” anlamındadır. Bizde “emrah” veya , “emre” deniyor ki, Türk­çe değil, bizim ağzımıza uydurulmuş olan, bir Farisi sözcük’tür. Bura­dayız.

Doğru mu, iki kuşku olmalıdır, not ediyorum. Birincisi, etimolojik araştırmalarda da nazariye kurma çok önemlidir ve bu nedenle hep yanılma ihtimalini kabul ediyoruz. İkincisi, benim bütün dil bilgilerim zayıftır, ama bütün dilleri ciddiye alıyorum ve seviyorum. Bunun anla­mı, “gelişmemiş” dili kabul edememem’dir. Devamla ve dolayısıyla, isim bilimle ciddi ölçüde ilgilenmeye başladığım andan itibaren, İbra­ni yakınlığını kurmakla birlikte, doğrudan doğruya hamrah’a veya hemrah’a bağlıyordum. Ancak kesinlik iddiasından hep uzak durdum. Buradayız.

Yalnız devam etmeden önce bir parantez açabiliriz, emre’nin hem- rah’tan gelmesi başka, İbrani asıllıların çocuklarına “emre” adını ko­yarken , İbrani “imre” veya “imri” ya da “imir” adlarını kabul etmeleri ise bambaşkadır; kaldı ki bizde, İbrani asıllılar tarafından doğrudan doğruya “imre” de taşınmaktadır. Bunun bir nedeni, diasporada, yerel isimlere benzetme esası’dır, bu çerçevede “haluk” adının, İbrani “ha- lutz” veya “haluz” ya da “halus” karşılığı olduğunu düşünebiliyoruz. “Oya” ise çok zaman “noya” için taşınmaktadır, “ogan”, okan ve ulgen veya ülgen, “ülken” yapılıyor, bu usülü, bundan sonraki bölümde, kı­saca ve tekraren ele almak durumundayım.

Türk tarihi ve Türk diline döndüğümüzde, Andreas Tietze’nin er­ken kaybına ne kadar üzülsek azdır, bir boşluğu, bihakkın dolduruyor­du, “Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügati”, çok büyük bir gü­ven vermektedir,[16] ne yazık şu anda sadece birinci cildine sahip bulu­nuyoruz. Profesör Tietze, “emre” için “emrah” referansını yaptıktan sonra, “emrah” için de, Farisi işareti veriyor ve “ham-rah/ham-rah ‘yoldaş’, ‘refik”, baştaki /h/’nin düşmesi için krş.emsel” diyor, ilk rah’ın üzerine uzatma işareti var. Bizim “emsel” ise, Latin dillerindeki “con” veya “co”, karşılığı “ham”[17] veya “hem” ile yıl ve yaş anlamında­ki, Farisi, “sal” sözcüklerinden , “hamsal”, dilimize uydurulmuştur; “yaşıtdaş” ve buradan de “benzer” diyebiliyoruz. Diğer taraftan “con”, bazen “com” da olabiliyor, Fransızca “camarade” veya İngilizce comra- de, “yoldaş” demektir,

O halde, Yunus’un Emre’sinin de takma adı veya şöhreti olduğun­dan artık şüphe edemeyiz. Kimdi ve neye inanıyordu; bunu bilemiyo­ruz. Türkçesinin güzelliğinden dolayı, Türk kavminden olduğundan eminiz; ancak, Hazar Türkü mü, sadece sorabiliyoruz.

Bildiğimiz, yaşadığı sıralarda, Anadolu insanını, en çok “sevdiğimin dini var imanı yok” Türküsü anlatıyordu. Din, bir bağdır, aynı zaman­da insanları tasnif ediyor ve çok gevşekti; belki de Fatih’in ölümüne kadar, bu topraklarda “iman” çok zayıftır; sevdiklerimizin çoğu için “imanı yok” diyebiliyorduk.

Bunu, ritüelleri yoktu veya herkesin bir diğerinin ritüeline ilgisiz ve duyarsız olduğu şeklinde anlayabiliyoruz. Kulaktan kulağa bütün ki- taplan “okuyorlar” ve harflere anlam ve dinsellik yüklüyorlardı; “hu- rufi” diyoruz.

Buradan tekrar Andreas Tietze’ye dönmek istiyorum, başka yerler­de, “Mustafa Ali” üzerine çalışmalarını değerlendirmiştim, bu çok ih­male uğramış çizgi dışı Osmanlı tarihçisini tanıtmakla pek değerli bir iş yapıyordu ki borcumuz var. Şimdi de Yahalom ile birlikte bir başka çalışmasından söz etmek istiyorum; çok ilginç, “Osmanlı melodileri- İbrani ilahileri” başlığını taşımaktadır ve On Altıncı yüzyılda, kültürler arası bir serüveni, “a ı6th century cross-cultural adventure” haber ver­mektedir.[18] Ben de kısaca haber etmek istiyorum, ancak “cross-cultu- re” deyişini, “kültürler arası” olarak yazmakla birlikte, “melez kültür” olarak anlayabileceğimizi de not etmeden duramıyorum. Melez bir kültür serüveni var mıydı; çok yerinde bir sorudur.

Fosilize bir toplumda, en parçalayıcı olan sorulardır. Buradayız.

Öyleyse, Tietze-Yahalom çalışmasından önce ve bu çalışmada ol­mayan, bir hazırlık yapabilir miyim; bunun için de “reconquista” söz­cüğünü hatırlamamız yerindedir. İspanyolca,“yeniden-fetih” ve hatta “ikinci- fetih” olarak anlayabiliriz; müslümanların Ispanya’dan çıka­rılması anlamına gelmektedir. Bu fetih savaşları, 1262 yılında, bir kü­çük yer hariç, tamamlanmıştı;[19] artık Müslümanlar sadece Granada’da tutunuyorlardı. Tamamlanması ise 1492 yılındadır, “prise de Grenade par Ferdinand II d’Aragon et son epouse, Isabelle de Castille”,3’ bu ye­nilgi üzerine, Sultan Ayşe’nin kral oğluna, “müdafa etmeyi becereme­diğin taht için, kadın misli ağla, erkek de olamadın kral da” dediği meşhurdur. Bu söz, son Müslümanların, Ispanya’dan çıkarılmalarını sembolize ediyor; 1492 yılındayız.

Peki tarihte rastlantının rolü nedir, yoksa “rastlantı”, henüz izah edemediğimiz münasebetlere verdiğimiz ad mıdır; 1492 yılı için bizde bir “vakıf var. Şu soruyu sorabiliyoruz, Müslüman-Arapların kovul­masına mı, yoksa Yahudiler’in İspanya’dan çıkarılmasına mı çok yanı­yoruz; doğrusu birincisini tarih kitaplarımıza dahi almadığımıza göre, bunlar için yandığımızı pek söyleyemeyiz.

Bu kadar mı, Müslümanların son kalesinin de zapt edilip kalanların perişan oldukları bu tarihte, Ferdinand ile İsabelle’in Yahudileri de İs­panya’dan çıkarma fermanını yürürlüğe koymaları sadece bir tesadüf mü, yoksa arada daha mantıklı bir ilişki kurabilir miyiz; şimdi soru budur. Şunları biliyoruz; Ispanya’da Yahudiler, islamic iktidarlardan hayli memnundular, Arap-Müslümanlar’ın adlarını alıyorlar ve benzer giyiniyorlardı. Birbirinin tarikatlarını kabul ettikleri, karşılıklı olarak ayinlere katıldıklarını biliyoruz; tasavvuf işte burada gelişmişti ve “ka­bala” nerede ise bir köprü oluyordu. Öylesine kaynaşmışlardı ki, Hıris- tiyanlar, Yahudiler’in, “işgalci” Müslüman devletleri desteklediklerini düşünüyorlar ve öfkeleniyorlardı;38 “ortak ikidar” denmese de bir be­raberlik kesin ortadadır.

Müslümanlar kovulunca, Hıristiyanlar iktidarı alınca, bir süre son­ra Yahudiler üzerinde de baskı kurdular; bu ortak tarih’in bir rolü var mı, zamanla Yahudilere karşı husumet ve baskı artınca, “converso” ol­dular, bu “gündüz Hristiyan ve gece Yahudi” anlamındadır; bazan ha­karet yüklü “marranos” ve bazan da alay taşıyan , “new christian” ola­rak diğer dillere aktarıldığını bildiğimiz “yeni Hıristiyan” diyorlardı.39 Çok yükseldiler; daha sonraki yıllarda, pek çok yüksek din adamının, bunlar arasında baş piskoposlar ve rektörler az değildi, kripto-Yahudi olduğu anlaşılmıştı; engizisyonda, bu kaygıların rolü var.

İşte Türkiye’ye bu tecrübelerle geldiler; Müslümanlar tarafından değil, yerleşik Yahudiler’in, ki bunlara “Romanyot” deniyor, büyük tepki ve hatta husumetiyle karşılaştılar. Tietze ve Yahalom’dan öğreni­yoruz, Hahambaşı Capsali, İspanya’dan gelen hahamların giysilerini

"The first objective of the Spanish Inquisition after the secret Jews, both logically and chronologically, wasthe secret Moslems."

Cecil Roth, The Spanish Inqııisition, N.Y., 1937-1996, p. 149

” Osmanlı'da, “gündüz Müslüman gece Yahudi" anlamında “nev müslim” ve İran’da “cedid el İslam" çağrıldılar. İspanya aslının çevirisidir.

fazla süslü ve hatta Hıristiyan din adamlarının giysilerine benzer bu­luyordu, şiddetle karşı çıkıyordu. Karşı çıkılan bir konu da, Ispan­ya’dan gelen Yahudiler’in derhal, Osmanlı aristokrasisi ve elitini taklit etmeleridir; seferadlar, Türk eliti misli süslenmeye, kokular sürmeye hemen başlamıştılar.

Ispanya’da Yahudiler, Müslüman-Arap yönetime nüfuz etmişlerdi, iktidara ortak olma tecrübeleri var, Tietze ve Yahalom bu konuya gir­miyorlar, ama biz değinebiliyoruz. Kuşkusuz iktidara sızmak ile bir sö­mürgeci yönetimini birbirinden ayırt etmek zorundayız, “sızmak” mutlaka benzemeyi gerektirmektedir. O kadar öyle ki bu ortak çalış­mada, ancak Yahalom tarafından yazılan bölümde, Jevrish women are found dipping their fingers in henna in emulation of their Turkish sis- ters, Yahudi kadınların, Türk kadınlarına öykünerek, kına yaktıklarını da okuyoruz.[20] Bu dönemde, özellikle on altıncı yüzyılın ilk yansında, Osmanlı’nın altın çağını yaşadığını hesaba katmak durumundayız; İs­panyol Yahudileri, bir altın çağı kapatırken, kendi altın çağını yaşayan bir başka düzenin içine düşüyorlardı ki, bundan yararlanmak için ye­terli deneyim birikimi olduğunu tekrarlamamız verimlidir.

Ispanya’da birbirinin ayinlerine katıldılar; Osmanlı’da, Türk melo­dilerine İbrani ilahi yazdılar. Daha çok Türk “şark-i” melodilerini aldı­lar, biz daha sonraları “şarkı” diyoruz, “doğuya ait” anlamındadır, ama şehirli müzik tarzıdır; ancak “turk-i” türünü, biz “türkü” yapıyoruz, Türkler’e ait ve köylü müziğine işaret ediyor, ihmal etmediler. Pir Sul­tan Abdal’ın şiirlerine, İbrani ilahi uydurduklarını, Tietze ve Yahalom gösteriyorlar; buradan, Pir Sultan’ı, Yahudilerimiz ve Kripto’lanmızın çok önceden bildiklerini anlıyoruz.

Bununla birlikte, burada da bir sorunun çıktığını öğreniyoruz, Ya­halom, the problematic element yet to be explained, hovvever, is not so much the Jevvish assimilation of the Turkish spritiuals, but the adop- tion of frankly erotic love lyrics, Yahudiler, sadece Türk halk-ilahileri- ni asimile etmekle yetinmiyorlar, aynı zamanda, erotik güftelere de Yahudi him’ler yazıyorlardı; tepki çekmesi kaçınılmazdır.41 Bu çekiş­meden ise bu zenginlik döneminde, Osmanlı kadın-elitlerinin Ispan­ya’dan gelenleri kıskandıracak türde giyindiklerini ve Osmanlı toplumunda, erotik şiirler yazılıp okunduğunu çıkarıyoruz. Demek ol tarih­te Osmanlı bir başkadır; muhafazakarlığın daha sonra geldiğine hük­metmek zorundayız.

Tietze ve Yahalom’un bu çalışmalarından aynı yüz yılda, Osmanlı toplumunda, kahve içildiğini ve kahvehanelerin ortaya çıkıp yayıldı­ğından da haberdar oluyoruz; kahvehaneler, en çok Suriye’de görülü­yordu. Şarkılar da işte bu kahvehanelerde okunuyordu; kahvehanele­re gayrimüslimlerin de gelmeleri engellenmiyordu.42 Romanyot Yahu­diler ise, muhtemelen Seferad Yahudiler’in, Türkler ile43 bu kadar içli­dışlı olmalarını tasvip etmiyorlardı; eskilerle yeni gelenler arasında ve her cephede devam eden bu çatışmayı, sonunda, Ispanya’dan gelenle­rin kazandıklarını biliyoruz.

41 A.Tietze and J. Yahalom, Ottoman Melodies Hebrevv Hymns, .. p.22

4! “We can assume that in 16th century Syria performances of Ottoman music were held in coffeehouses- a new social institutions of that century".ibid., p.50

41 Cem Behar, Aşk Olmayınca Meşk Olmaz, İstanbul, 1998. s. 18

Peki kahvehanelerde şark-i söyleyenler kimlerdir; bütün bu anla­tımdan Türk hanendeler ve sazendeler olduklarını düşünmemiz nor­mal görünüyor, öyle de düşünüyoruz. Güzel, ancak, Türk dili üzerinde pek yetkin olan Profesör Tietze, finally we can State that the prononci- ation of initial palatal “g” as “y”, typical for the dailect of Turkophone jews of today, bu şiirlerde, başlangıçtaki damaksal g’lerin “y” olarak söylendiğini not ediyor; bugünün Türkofon Yahudileri de böyle yap­maktadırlar. O halde, g’ler “y” yapılıyorsa, “gönlüm” yerine “yönlüm”, acaba kahvehanelerde şark-i okuyanlar da Yahudi mi idiler, the sin- gers in the cafes, were themselves Jews, bu soru yerindedir. Profesör Tietze bu soruyu formüle etmekle birlikte cevabından emin olama­maktadır, çünkü g’leri “y” söylemek, son zaman Türk Yahudileri’nin bir dialeği olabilir; ama soru, sorudur.

Bir sonuca ulaşıyoruz, Ispanya’dan gelen Yahudiler’in Türk melodi­lerine İbrani ilahi düzenlemeleri, bunların çoğunun, Türkçe ve İbrani olarak, saklanması imkanını da yaratmış olmaktadır; önemli bir kazanç olduğundan kuşku duymuyoruz. Güzel, ancak Osmanlı melodile­rinin İbrani ilahileri olarak düzenlenmesi nedeniyle kaydedilmesine ilaveten, Tietze de, asıl kataloglanmanın, Albert Bobovvski veya Alber- tus Bobovius iken, Türkler’e esir düşünce ihtida eden bir PolonyalI ta­rafından yapıldığını bildiriyor; muhtemelen 1650 yıllarındadır. Polon­yalI mı Venedikli mi tartışmalı, önce sarayda musikişinas ve daha son­ra da tercüman olarak çalışıyor; Müslüman-Türk adı, Ali Ufki veya Ufuki olup Tietze, Ali Ufqi, demektedir. Şimdi de bu baptayız.

Tietze’nin, g’nin “y” olarak söylenmesi türünden çok küçük bir dil­bilim bilgisinden ne büyük tarih bilgisine yöneldiğini not ettim; şimdi “Ali Ufki” adını, isim bilim açısından incelemek istiyorum. Bu maksat­la da, Ali Ufki hakkındaki biyografik bilgiler için de, iktisat profesörü Cem Behar’ın, müzik üzerine iki çalışmasıyla yetinebiliyorum

Profesör Behar, çalışmasının birinde, “nota bilen, yazan ve on altı ve on yedinci yüz yıllarına ait yüzlerce saz ve söz eserini notaya alarak günümüze dek gelebilmesini sağlayan Ali Ufki...” demektedir. Cem Behar, Ali Ufki’nın besteleme sırasında bile “usul vurarak” okumanın önemine işaret ettiğini de not ediyor; ancak, esas olan nota’dır ve Ufuki’nin bütün ısrarına rağmen, o günlerin Osmanlı toplumunda nota öğrenmek isteyen bir kişi dahi bulamamasını da haber veriyor. Sonun­da, Ali Bey, “Mecmua-i Saz u Suz” nam eserinde, zamanına kadarki musiki eserlerinin hepsini notaya çekiyor; bu önemli eser, şimdi British Museum’dadır.

Cem Behar, doğrudan doğruya Ali Ufki üzerinde yazdığı bir diğer çalışmasında, Claes Ralamb’ın, Ali Ufki için, hep, “dindaşlarının arası­na ve Protestanlığa geri dönebilmeyi umud ediyordu” notuna büyük değer biçmektedir.[21] Ancak Ufki’yi tanıdığı anlaşılan Ralamb’ın, Vene­dik’ten savaşta esir alındığını kabul etmemektedir; Lehistan içine akın düzenleyen Kırım tatarları tarafindan esir edildiği ve İstanbul’a getiril­diği haberini sahih saymaktadır. Profesör Behar’a güvenmek duru­mundayız.

Çok dil biliyor, sarayda sazende olmasının yanında Tevrat’ı Türkçe- ye çevirdiğini de öğreniyoruz. Profesör Behar, Ali Ufki’nin bildiği dil­leri sayarken, “ayrıca, Kitab-ı Mukaddes’i Türkçe’ye çevirmek için, eğer orijinal metinlere başvurduysa, İbranice ve Aramca’ya da vakıf ol­duğunu düşünebiliriz”[22] demektedir. Biliyor mu, biliyorsa, İbrani mi; soruların arkası gelmemektedir.

Doktor Behar’ın, Venedik bağlantısını bir çırpıda bir kenara atma­sını, ilm-i tarih babında, anlamakta güçlük çekiyorum. Bunun için, en azından, iki neden var, birincisi, Donna Garcia episodu’dur; Garcia Nasi olarak da tanınıyor ve La Senora veya Ha-Geveret deniyor, İbra­ni “Hanım” anlamındadır. Adına Kıbrıs Adası’nın fethedildiği, İkinci Selim’in de facto hariciye nazın Yasef Nasi’nin halası ve kayın validesi olarak da tanıyoruz ve Yasef Nasi’nin, zengin halasının kızı Reina ve­ya Reyna ile evlendiğini de not ediyoruz.[23] Garcia, en son Venedik’te yaşıyordu, Hristiyan görünüyordu. Ancak servet meselesinde Garcia, kendi kız kardeşi ile ihtilafa düşünce, onun da adı “Reina” idi, Reina, Garcia’yı ihbar etti, evde Yahudi ibadeti yapıyordu, yakaladılar. Ancak Yahudiler’in büyük koruyucusu “Muhteşem” Süleyman imdadına ye­tişti; Garcia, İstanbul’a geldi ve açığa çıktı, Yahudi olduğunu ilan etti. Bu ise unutulmaz bir vakıa’dır; Ali Ufki’nin Hıristiyan dindaşlarının arasına gitmeyi hayal ettiği zaman, Venedik’i düşünmüş olması da muhtemeldir.

İkincisi, Ali Ufki’nin açıkça Venedik’i telaffuz etmesi ise zordu; çün­kü, 1645-1669 yıllan arasında, Osmanlılar ve Venedikliler savaş halin­deydiler. Doğrusu Kıbns’ın Venedikliler’den ne için alındığı tartışma­lıdır, Selim’in şarap düşkünlüğü veya Kıbns’ın Nasi’ye yurt verilmesi ihtimalleri var; bunlar ikna edici olmayabilir, ancak Girit’in neden zapt edildiği ve bu kadar uzun bir savaş hali yaşandığı meselesinde bu tür nazariyelerden de yoksunuz. Bu ayn, amma, Ali Ufki’nin Osmanlı sarayında meşk ettiği bu dönemde, Türkiye Venedik ile husumet için­deydi, bu kesindir.

İşte bu arada, Doktor Behar’dan öğreniyoruz, “Ali Ufki, 1662-1664 yıllan arasında, Levinus Wamer’in teşvikleri ve parasal desteğiyle, Ki- tab-ı Mukaddes’i Türkçe’ye çevirir”; çok güzel, yalnız, aynı tarihte bu ikinci çeviri oluyor. Çeviriyi sipariş eden Hollanda’dan Wamer olmak­la, ilk çeviriyi, Yahya bin İshak yapmıştı; Yahya bin İshak, Türkçe çe­viride pek çok İbrani sözcük kullanmıştı ve buna dayanılarak, “Yahu­di asıllı olabileceğine” hükmediliyordu. Fakat Levinus Wamer, hangi sebeple bilinmiyor, bu işi, Yahya bin İshak’tan alıp Ali Ufki’ye veriyor, böyle bir durumda Ali Ufki’nin İbrani asıllı olduğunu düşünmemiz normaldir. Çünkü daha iyi bir çeviri İbrani’yi iyi bilen birisi tarafından yapılabilir; ama Profesör Behar, böyle düşünmemektedir.

Peki bu kadar mı; Profesör Behar, ayrıca “Ali Ufki’nin mezmurlar el­yazması Hazret-i Davud’un ilk 14 mezmurunun Türkçe çevrisiyle nota­larından oluşur” bilgisini de veriyor. Bu da, Ali Ufki’nin ibraniyet me­rak ve bağlantısına, başka bir delil mahiyetindedir; bir Hıristiyan’ın, İbraniyet’e bu denli eğilimli olduğunu düşünmek zor görünüyor.

Bu kadar mı, tarih yazımında, iktisatçı Marshall’ın kısmi analizini fazla ciddiye almak, her halde tarih mesleğinin de sonunu getirebilir; merak bu kadar mı, yalnızca üç tespit ile yetinmek durumundayım. Bir, 1648 yılında, Otuz Yıl Savaşlan’mn sonunu buluyoruz ve Westfal- ya Antlaşması var, başkaları bir yana, bu Antlaşma, Yahudilere büyük umutlar vermişti. İki, 1650 yılında, Amsterdam’da, Menassah ben Is- rael’in, Fransızca adı “Esperance d’Israel” olan hayli mühim eseri ya­yınlanmıştı, İspanyolca adı “Miqweh israel” olup 1659 yılında ve yine İspanyolca, İzmir’de yayınlandı, naşiri, Cedidiye İbn Gabbay olarak kaydedilmektedir.47 Üç, bu tarihte Amsterdam-İzmir Rekabeti’nden söz edebiliyorum; İzmir’de Sabetay Sevi çıkıyordu. Demek ki, Ali Ufki’nin bütün bu işleri yaptığı zamanda, Türkiye, İbraniyet’in yükselişi ile dalgalanıyordu ve sabateyizmin doğuşu da işte bu tarihtedir. Bun­ları ihmal edemeyiz.

" Fransızca, “eperance. İspanyolca “mikva” ve İbrani “tikva" olan bu sözcük, bizde, Farisi “ümid" ve Türki “umut" olmakta. İbrani asıllılar tarafından, tercihen taşınmaktadır.

Bu önemli çalışmadan ve Türkiye'ye yansımalarından Şebeke'nin İkinci Cildi'nde söz edebilmeyi umut ediyorum, Farisi “umidvarım".

Bir soru da şudur; hazırlatılan Tevrat çevirisinin yüz yıldan daha uzun bir zaman bekletildiğini biliyoruz, peki bunda, Sevi’nin Aziz Mehmet’e dönmesinin bir rolü oldu mu, düşünmek zorundayız. Olma­yabilir, fakat, en azından Ali Ufki’yi tekil bir hadise sayamayız.

Peki, Hıristiyan olduğunu varsayalım, ihtida ettiğini düşünelim, neden “Ali Ufki” adını alıyor; usûlden değildir. Bizde sultanlar arasın­da hiç “Ali” var mı, Saray’da bir insanın, Şia ile bağlantılı bir adı alma­sını düşünmemiz zor olmalıdır. Şabbatay, “Mehmet” olmuştu; “Abdul­lah” ve “Mehmet” uygun isimlerdi; o halde ve tam burada, hiçbir tarih­çinin onomastique verimlerden yararlanmamasını anlayamayız.

Peki, tabii ali’yi her zaman “eli” söyleyebiliyoruz; Yahudilik’te çok yaygın bir isim olup, “Allah’ım” anlamındadır. Diğer taraftan, Kolatch, “afeka” adını kayıt ederek, “from Hebrew, meaning ‘horizon’ “ demek­tedir; burada, Arabi ve İbrani dillerinin konsonantal olduklarını tekrar hatırlatmak durumundayım. Bunun anlamı şudur, ister “afeka”, ister “ufuk” veya “ufki” ya da “ufuki” için, “f” ve “k” karakterleri yeterlidir; sesliler çok zaman yazılmıyor. Bu iki karakteri, uygun şekilde söyleye­biliyoruz ve “k” ile “g” arasındaki ayrılığı çok zaman ihmal ediyoruz. Bu precision ile birlikte, afeka’nın, “horizon”, Türkçe “ufuk” anlamına geldiğini de görüyoruz; afeka’dan “ufki” ve şimdilerde “ufuk” çıkarmak ise çok talihli bir iş’tir. İş yapılmıştır, diyebiliyorum.

Bir, istatistik açıdan mükemmel bir uyum var. İki, üstelik de Şaba- tay Sevi’nin mesih iddiası ile ortaya çıktığı, bütün diasporanın ve bu arada Hollanda’nın, hareketlendiği bir dönemde, Tevrat’ın Türkçe çe­virisi için harekete geçmeyi sürpriz sayamayız. Üç, bütün bunlar için bir İbrani bulmak mantıklı ve mümkündür; saray dilini bilmek ise ter­cih nedeni sayılabilir, anlıyoruz.

Demek ki onomastique disiplin, Ali Ufki’yi daha tarihi bir yere otur­makta önemli bir iş görüyor. Amsterdam ile İzmir, Westfelya ile Tür­kiye, Girit ile Sabatey Sevi arasında bağlar da kurabiliyoruz. Diğer ta­raftan hem din ve hem de bilim, bağlar kurmak için varlar.

İki kaynak

Peki , “İsmaili” ise “Türk” Kime Diyorlar

Artık merakımı yazabiliyorum, “Türk” sözcüğünün başka bir anlamı var mı; bunu bilimden çıkan bir soru olarak kayıt edebiliyorum. Mena- seh ben israel, yüz yıllar önce, Kızılderililerin Yahudi olduklarını ileri sürmüştü, şimdilik not düşüyorum.

“An Ishmaeli melody” = “a Turkish Melody”

In the collection from the second generation Shirim u Zemirot ve Tishbahot, Songs, Hymns and Laudations, that was published in Cons- tantinople in 1545 under the editorship of Solomon ben Mazal Tov, ap- proximatley one third of the poems are modeled after Turkish songs. The Turkish songs of this volüme are not actually denoted by name. Rather, they are concentrated in a single section of tvvelve songs written by the editör and bearing the incipit “An Ishmaeli melody”, which is to say, a Turkish melody.

Buradan çıkarıyoruz, 1545 yılında, Türkiye’de Yahudiler, “Türk” de­miyorlar ve “İsmaili” tabir ediyorlardı. Belki daha eski dönemlerde de “ismaeli” kullanıyorlardı, araştırmaya ihtiyacımız var.

Emmioğlu İsmaeli

...and besides, Jews nourished some foolish sentimental predilection for the Türk, “our cousin Ishmael.” True no scholar on earth could teli what relation the Türk, a Touranian tribe, could possibly be to Ishmael the Semite, but there it was, and Nordau himself had had to face that mu- sic after his famous rebuke to the Young Turks at the Hamburg Congress.

Jabotinsky, Türk’ün, Yahudiler tarafından “kuzen İsmael” sayılması­na şiddetle itiraz etmektedir.

Vladimir Jabotinsky, Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Türkler’e karşı savaşmayı savunan Siyonist ve revizyonist idi. Gelibolu’da Türkler’e karşı savaşan Zion Katır Birliği ve daha sonra Filistin’de, Türkler’in yenilme- I sine katkıda bulunan Jevvish Legion, Jabotinsky’nin kafasından çıkmıştı. İsrael Devleti’nin kurucularının başında yer almaktadır.

A.Tietze & J. Yahalom, Ottoman Melodies Hebrevv Hymns, Budapest 1995, p.40

V.Jabotinsky, The Story of The Jevvish

EGE VE ATA

Bütün bunlardan sonra bir soru formüle edip bir de deneme yapa­bilir miyiz; peki “ege” adı nereden çıkıyor, soru budur. Bizde “deniz” adı var, ama bir denizin ismini taşıyana hiç rastlamıyoruz.” Kızıldeniz, Akdeniz, Karadeniz, zaman zaman soyadı olsalar da ad olmuyorlar. Bunu tespit ederek başlıyorum.

İbrani “haggai” adını haber veriyorum. Her zaman olduğu üzere, baştaki h’yi yutabiliriz ve a’yı “e” yaptığımızda ege’ye çok yaklaşıyoruz. Ansiklopedi Judaica, “hagga” olarak da veriyor, bu taktirde, tam ola­rak “ege” ile karşılıyoruz. Doğrudur; -i, mülkiyet ekidir, “ege”, festival veya bayram olmakla, hagga-i, benim festivalim veya bayramın anla­mını da veriyor.

Buna ekleyeceğimiz ise şudur, “hacc”, islamdan önce vardı; ayrıca, “hacc” hem putperestler ve hem Abraham ve müslümanlar için bir fu­ar ve bir festival idi. Demek ki “ege” ile “hac” arasında çok büyük bir anlam yakınlığı kurabiliyoruz. Buradan sürdürüyorum.

Jana Tamer, en arameen, le mot hag/haj signifient ‘fete, festival, festif, notament en relation avec les fetes religieuses collectves qui se deroulaient a date fixe selon des rites regis par un code precis, diyor; “hag” ile “hac” aynı sözcükler, Arami’den gelmektedir. Kollektif ola­rak, dinsel kurallara uygun olarak ve belli tarihlerde, ritüellerle birlik­te icra edilen festivallere bu adı veriyoruz. Elenler, bu Arami sözcüğü, agios, agia, olarak söylüyorlar; Tevrat’ta, Fransızca yazılışı ile “aggee” olarak geçiyor, küçük bir peygamber olmakla, tamıtamamına “ege” diyebiliyoruz. Artık ege’yi bulmuş haldeyiz.

 

Demek ki her gördüğümüz Hacı’yı, müslüman sayamıyoruz.

Her gördüğümüz Ege’yi, Türk-Müslüman saymak bir falsifikatör ameli’dir. Aynı şekilde ve yeri gelmişken “Türk-İslam” Sentezi’ni ha­tırlıyoruz.

Ancak bilim her zaman dönüştürücüdür.

Demek ki ve özetle, son zamanlarda yayılan “ege” adının Türkçe ol­madığını ve İbrani olduğunu tespit etmiş durumdayız. O halde taklit, calque, yoluyla bu ismi taşıyanlardan gayri baki kalanları, İbrani asıllı mütalaa hayli münasiptir.

Öyle mi, bir nokta kaldı, onomastique tartışmaları başlayınca, Tür­kiye Yahudi cemaati, “kahal”, kal veya “kehale”, bunun dışında kala­madı ve “The Sephardic Onomasticon” adıyla çok değerli bir çalışma­yı çıkardı ki sadece teşekkür ediyorum; Baruh Pinto’nun imzasını taşı­maktadır. Eklerinden bir aktarma yapmak istiyorum.

“ı) M.Franco mentions on p.99 of his book a R. Yaacov Hagges (Hadjes), 1620-1674, Italian Rabbi living in Jerusalem.

2)        A. Samuel Ben Hagi is mentioned in Enc.Jud. Vol.ıı. p.795

3)         Haggai or Hagga is the name of a Palestinian Amorai, Ene. Jud. Vol. 7. p.1114

Haggai meaning bom in Festval.

In my opinion Hagi mentioned above a derivation of Haggai must be right spelling of Haci.”

Böylece Baruh Pinto’nun yüksek otoritesi[24] ile ege’nin “haci” demek olduğunu bir kez daha ispatlamış oluyoruz. Bay Pinto, Hagi’nin Hag- gai’nin türevi ve tamamen “Haci” olduğunu teyid ediyor ki başka bir sağlamaya ihtiyacımız kalmamaktadır. O halde şöyle özetleyebiliyo­rum; Türkiye’de hahambaşı, bir “Ege” görünce, “Haci” saymakta ve İb­rani asilliği olduğunu kabul etmektedir. “Ege”, tartışmasız bir isimdir; kibar “Haci”, Ege’dir.

Burada çok büyük bir kesinliğe ulaştık, “Ata” adı ise, iki yanlıdır. Şunu kast ediyorum; bu adı, “Ata”, koyanlar ya çok dindar Müslüman ya da daha dindar bir İbrani asıllıdırlar; tabii, part-time müslüman ve part-time İbrani olanlar varsa, bunlar için ise mükemmel bir ad ola­rak görüyoruz. Çünkü, Kur’an, Abraham’ı, “ata” kabul ve Tevrat, tüm milletlerin ata’sı ilan ediyor; o halde, bu kabul ve ilandan dolayı, ata’yı, Abraham’ın isimlerinden birisi saymak durumunda kalıyoruz; kısaca, “Ata” gördüklerimizi “İbrahim” veya “Abraham” çağırmamız yerindedir.

Tevrat’ta[25], İngilizce “father” ve Kuran’da, Fransızca “pere” var. Biz “ata” diyoruz ve bu sözcüğün Arabi “ata” ile bir ilişkisi yoktur; Arabi “ata”, Atiye’nin bir halidir. Nitekim Arapların taşıdıkları , “ataallah” veya “ataullah” adlan, “le don de Dieu” karşılığını oluşturuyor.[26] “Ati­ye” anlamındadır, Tanrı’nın hediyesi; biz bu anlamda ata’yı değil ati- ye’yi kullanıyoruz.

İslam Ansiklopedisi, “ata” sözcüğünün, eski ve yeni lehçelerimizde “baba” anlamına geldiğini belirtmekle birlikte sadece bir ata’ya yer vermektedir; 733 yılında vefat eden Yemenli Ata’dır. Ansiklopedi Ju- daica da bir ata’dan söz ediyor; Abraham ben Nathan, On Üçüncü yüz­yılda, Tunus’da yaşamıştı ve diğer adının Abu Ishaq İbrahim ibn Ata olduğunu öğreniyoruz.

Osmanlı’nın son zamanlarında nazır olan bir Ata Bey var; Mehmet Ata olmakla Nurullah Ataç’ın babası idi. Buradaki “Ata” adının “İbra­him” yerine kullanılmış olması ihtimal dahilindedir; uzun süre tek isim olarak biliyoruz.

İbraniyet’te künye çoktu, bir kısmı, Tevrat’tan kaynaklanıyor; bura­da, Abraham’ın Doğu’dan kalktığı ifadesi geçtiği için, İbrani “Mizrahi” ve Arabi, “Şıraki”, Abraham’ın yerine taşınabilmektedir. Öyleyse biz, buna, “Doğulu” ad veya soyadını da ekleyebiliyoruz. Guggenhei- mer&Guggenheimer ise, “Bali” ve Macaristan üzerinde “Arpad” adla­rının da Abraham’ı ikame ettiğini kaydediyor. Bu kaynağa göre “Be- ram” da, belki de “ibram” demek istiyor, Abraham’ın Türkiye’deki ad­ları arasındadır.

Burada “Haber” de, Abraham künyesi olarak geçmektedir; ancak Türkiye’ye bir referans yapmadığını görüyoruz. “Halil” ve üstelik Ara­bi yazılışı ve “Halilallah” olarak var, Abraham’ın adıdır, tabii “Ata” yer almıyor, bizim katkımızdır. “Halilzad” ile “Atasoy” soy adlarını özdeş sayabiliyorum.

Burhan Oğuz da şu bilgileri sağlıyor: “İbrahim (Abraham) Kur’an- da 69 kez geçmekte olup Kitab O’nu, müşrik Araplara karşıt diyanet- kar tip olarak tasvir eder ve daha Mekke döneminden itibaren hüviye­tini müslim, hanif ve millat İbrahim’in müessisi olarak tanımlar.”[27] Şunları da ekliyor; “İslam, İbrahim’i müslim tesmiye etmiş, bu pey­gamberin dini tutumu, gelişmesinde olduğu kadar ideal gerçekleşme­sinde de örnek olarak belirtir.” Başka bir deyişle, Kuran’a göre, Abra­ham, yakışıklı, iyi huylu, Allah’ın birliğine inanan, Allah’a teslim ol­muş, “müslim” demektir, putları kıran bir aziz kişidir; övülüyor. O hal­de Kuran’a inananların da, bu adı taşımak istemelerini anlayabiliriz; “ata” bunun gizli yoludur. Özellikle İbrani asıllılar için gizli bir anah­tar oluyor; deşifre etmeye çalışıyorum.

Kutsal Kitaplarda

ATA-ABRAHAM EŞİTLİĞİ

Kuran ve Tevrat’tan aktarmalar yapıyorum.

Fransızca Kuran: Pere

O vous qui croyez! Flechisez vos genoux, prosternez-vous, adorez vot- re Seigneur, faites le bien, et vous serez hereux.

Combattez pour la cause de Dieu comme il convient de le faire; il vo­us a ejus. II ne vous a rien commande de dificile dans votre religion, dans la religion de votre pere Abraham, il vous a nommes musuşmans (qui s’abondonnent a Dieu.

II vous a nommes ainsi bien avant nous et dans ce livre aussi, afin qu- e votre prophete soit temoin contre vous et que vous soyez temoins con- tre le reste des hommes. Observe done la priere, faite ı’aumone, attaehez- vous fermement a Dieu, il est votre patron; et quel patron et quel protec- teur!

İngilizce Tevrat: Father

Abraham fell face down, and God said to him. “As for me, this is my covenant with you: You will be father of many nations. No longer you will be called Abram; your name will be Abraham, for I have made you father of many nations. I will make you very fruitfull; I will make nations of yo- u and kings will come from you. I will establish my covenant as an ever- lasting covenant betvveen me and between you and your descendent af- ter you for the generations to come, to be your God and the God of your descendent after you. The whole land of Canaan, where you are now an alien, I will give as an everlasting possession to you and your descendent after you; and I will be their God.”

Türkçe Kuran: Ata

Siz ey imana erişenler! (Allah’ın huzurunda) eğilin, yere kapanın ve (yalnızca) Rabbinize kulluk edin; ve iyi işler yapın ki kurtuluşa, esenliğe erişesiniz!

Ve Allah’ın davası için, O’nun yolunda gösterilmesi gereken en zorlu, en üstün çabalara girişin; (mesajına muhatap ve taşıyıcı olarak) sizi se­çen ve din konuşunda üzerinize bir zorluk, bir güçlük yüklemeyen O’dur: (ve size) atanız İbrahim’in inancını (izlemeyi öneren de O).

Elçi’nin sizin önünüzde ve sizin de tüm insanlığın önünde gerçeğe ta­nık olmanız için geçmiş çağlarda da, bu ilahi mesajda da, sizi “kendileri­ni yürekten Allah’a teslim edenler diye isimlendiren O’dur.

Öyleyse, salatta devamlı ve duyarlı olun, arınmak için verilmesi gere­keni verin ve sımsıkı Allah’a bağlanın. Sizin gerçek Efendiniz o’dur; ne üstün ne yüce Efendi, ne üstün ne Yüce Yardımcı!

Le Coran, traduction ffançaise, text integral, Paris, 1994, p.224

Holy Bible, New International Version, 1984. p.ıı

Muhammed Esed, Kur’an Mesajı- Meal-Tefsir,İstanbul,2004, s.686

Öyle görünüyor, buradaki “ata” ile Büyük Kurtancı’ya verilen isim­deki “ata” arasında hiçbir ilişki bulunmamaktadır. Ata’nın kullanılma­sı çok eski tarihlere uzanıyor ve Kutsal kitaplara dayanmaktadır. Kal­dı ki ikisi arasında bir bağ olsaydı, insanların “ata” adını almaları im­kansız olurdu; bu noktada bir netlik var.

Diğer taraftan “ata”, eski ve yeni Türkçe’de “baba” anlamındadır. Bu nedenle de, insanlarımızın “ata” adını taşımalarını bekleyemeyiz. Babaların, çocuklarına, “baba” demeleri son derece anlamsızdır. Bura­da da bir mantıki açıklık görüyoruz.

İlaveten, bir “ataizi” veya “atasoy” soyadını da Büyük Kurtancı’ya bağlamak mümkün görünmüyor; izinde değiller ve soyunu temsil et­miyorlar. Buna mukabil İbrahim veya Abraham’ı izlemek ve soyundan gelme iddiasında bulunmak makul’dur. Kaldı ki izi, başka yollarla da gösterebiliriz.

 

BİRİNCİ BÖLÜME BİRİNCİ EK

“MEMLEKETİM”

YAHUDİ ŞARKISI

Veysel Batmaz

Mehmet Ağar’ın “Politik Erken Seçim” klibindeki müzik, bildiğimiz o ünlü “Memleketim” şarkısı. Bu şarkı ile ilgili bilgilenmelerimizi ta­mamladıktan sonra, klip eleştirisine geleceğim. Şimdi okuyalım: “Ha­vasına suyuna...Bir başkadır benim memleketim... Laylay laylay la la laylay” şeklindeki sözlerinden tanıdığınız ve Türkiye’nin tanıtımında kullanılan şarkıyı bilirsiniz. Türkiye’yi hep kökeni meçhul o parçayla tanıtırız. Şimdi o milli tanıtım parçamızın kökenini söyleyeyim, “Ku­zey Kıbrıs kimindir; Türkiye’nin mi, yoksa Yunanistan’ın mıdır; yoksa yoksa, İsrail’in midir”, karan siz verin: Mayıs’ın ilk mübarek Cuma gü­nü, namaz saatinden bir saat önce, Haber-Türk isimli kanalda mutat olduğu üzere yukandaki hava çalıyor, Kıbns şehitleri edebiyatı yapılı­yordu. Açtım, “Yahudi İlahileri” adlı kasetin kapağına baktım, o şarkı­nın İsrail ilahisi olduğunu gözlerimle gördüm, kulağımla tanıklık et­tim. Ve neredeyse ikinci milli marş haline getirdiğimiz, Haber- Türk’ün, kanh Noel günü dolayısıyla sunduğu Kıbrıs Şehitleri progra­mında da, sanki Rabbimizin emriymiş gibi dinlettikleri o malum şar­kının esasen, “Rabi Elmelek” başlığını taşıyan bir İsrail ilahisi olduğu­nu fark ettim. (Bkz. Traditional Jewish Music; Geleneksel Yahudi Mü­ziği, Fidan Müzik, İMÇ 6. Blok, No: 6614)

“Üstelik bu ‘Memleketim’ şarkısına yıllardır ısınamadım. Bir İsrail halk şarkısından araklandığı içinde değil.”  

“Sokakta ‘Bir başkadır benim memleketim’ şarkısı yankılanıyor. Ayten Alpman, bir Yahudi ilahisini seslendiriyor. Bizimkiler Kıbrıs’ı, onlar Arz-ı mevud’u, “Holy Land”ı hayal ediyor...”  

Ayten Alpman’da da amma şans var... Halice ayağım daldırsa pala­mut gelecek neredeyse... Bir İsrail parçasının üzerine Fikret Şenes (sosyetenin meşhur Çapa’ların annesi) söz yazmış “Memleketim” di­ye.... Aslında sözler çok da güzel... Gerçi bazı yerlerinde “uyaklı” olsun diye epeyi zorlanmış Fikret hanım besbelli... “Ben gönlümü eylerim, gerisi Allah kerim...” ne anlama geliyorsa? İyi ki hızını alamayıp “Be­nim adım Kerim, hepinizi severim...!” diye şarkıya bir kaç dörtlük da­ha eklemeye kalkışmamış...

“Ayten Alpman’ın kadife sesiyle okuduğu “Memleketim” parçasını bir reklama feda ederek “Merinosum” olarak değiştirmesi, sanat dün­yasını ayağa kaldırdı... Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Ayten Alp- man’ın hüzünlü sesiyle hayat bulan “Memleketim” şarkısı, Kuzey Kıb­rıs Türk Cumhuriyeti’nin İstiklal Marşı’ndan sonra kendi ulusal marşı gibi kabul ettiği çok özel bir eserdi. Türkler’i birbirine gönülden bağla­yan bu eser, bir reklam koyunu nedeniyle, hem Türkiye’de hem de KKTC’de yaşayanları şok etti. Bir süredir televizyon kanallarında ya­yınlanan bir hah reklamı, şarkıyla sevenlerinin arasında koyun krizine yol açtı. Bu reklamda melodisiyle “Memleketim”i seslendiren Ayten Alpman, “Bir başkadır benim memleketim” sözleri yerine reklam ge­reği, “Bir başkadır benim merinosum” deyince, başta eser sahibi Fik­ret Şenes’ten olmak üzere büyük tepki çekti.” Memleketim’in söz yaza­lı Fikret Şenes, müziği bir İsrail halk şarkısından alınan eserin rek­lamla katledildiğini söyleyerek, tepkisini “Ben bittim, mahvoldum” sözleriyle dile getirdi. Alpman’ın kendisini son derece üzdüğünü de belirten Şenes, “Bu şarkıyı reklam cıngılı yaparken kimse benden izin almadı. Ayten Alpman benim 50 yıllık dostum, ama bana işin bu yö­nünü düşünemediğini söyledi” dedi ve “Bir başkadır benim merino­sum” bölümünün değişmemesi halinde hukuki yollara başvuracağını açıkladı. Türk müziğinin efsane isimlerinden Ayten Alpman ise, ken­disi için manevi değeri çok büyük olan bu şarkıyı ağlamadan hiç oku­yamadığını belirterek, “Reklam için seslendirirken bu boyutunu düşü­nemedim. Çok üzgünüm, en kısa sürede o sözleri orijinaline uygun ha­le getireceğiz” diye konuştu. “Bir başkadır benim merinosum”a, sanat dünyasından da tepki yağdı. Ünlü söz yazan Sezen Cumhur Önal, bu muhteşem esere Fikret Şenes’in kalbini koyduğunu kaydederek, “Ayten Alpman da muhteşem okuyor. Ama sanatçılara gerektiği gibi sahip çıkılmadığı için böyle bir şarkının tahrip edilmesini üzülerek izliyoruz” diyerek duygularını dile getirdi. Genç kuşağın söz yazarı, bestecisi ve yorumcusu Harun Kolçak da reklamı çok yadırgadığını belirterek, “Bu artık klasik olmuş, manevi anlam yüklü bir eser. Üstelik böyle bir şar­kıda merinos kelime olarak da hiç müzikal değil. Pek çok reklam cın­gılı hazırladım, ama bu doğru bir cıngıl değil” dedi. İşte kriz yaratan sözler: Havasına suyuna/Taşına toprağına/Bin can feda bir tek dostuna/Her köşesi cennetim/Ezilir yanar içim/Bir başkadır benim meri­nosum  

“Yurtdışında okurken “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını dinler, hüzünlenirdim. Bir kasetçalar karşısında yaşlı gözlerle iç çekip, dudak bükmemi garip bulan bir Amerikalı arkadaşım bunun nedenini sormuştu. “Bana güzel ülkemi, Türkiye’mi hatırlatıyor” deyince arka­daşım iyice şaşırmıştı. “Ama bu müzik 14. yüzyılda bestelenmiş bir İb­rani ezgisidir!” (Kaynak: 18 Ocak 1999, Cüneyt Ülsever,

BİRİNCİ BÖLÜME İKİNCİ EK

KURAN’DA İBRAHİM

.... İbrahim (Abraham) Kuran’da 69 kez geçmekte olup Kitab onu, müşrik Araplara karşıt diyanetkar tip olarak tasvir eder ve daha Mek­ke döneminden itibaren hüviyetini müslim, hanif ve millat İbrahim’in müessisi olarak tamamlar.

Kuran’daki İbrahim, tarihi kaynaklarının tahlili ve bunun Hadisle­re yansımaları bizi aşağıdaki sonuçlara götürüyor.

1.        Kuran’da, Haggadah kıssaları noksan olup bunlar, ezcümle İbra­him’in Kalde’de doğuşu, Mısır’da kalması, Hacer’le İsmail’in gönderilmeleri, İbrahim’in İsmail’i ziyaretleri, sünnet oluşu ve ölümü gibi tahkiyeler (anlatılar), Müslüman vakanüvislerce hi­kaye edilmektedir.

2.        Yine vakanüvislerin aksine, İbrahim’in tek Tanrı hususunda kra­lı ile kavgasının öyküsü, onun putları kırması ve ateşe atılması, fazla ayrtıntılara girilmeden irae edilmiştir.

3.        Putların kırılması, İbrahim’in babası ve halkı ile olan ilişkileri ve Tevrat’taki kurban kıssaları Kur’an’da çok farklı şekilde takdim edilmiştir.

4.        Ve nihayet Kur’an, Kabe’nin inşası ve Hacc’ın tesisine müteallik gelenekler gibi yeni veriler içeriyor.

Kur’an’da İbrahim tarihinin esas amacının böylece, tektanrıcılığın yüceltilmesi olduğu anlaşılıyor, o ise ki Tevrat kıssaları daha çok vaad hususunda İbrahim’e gönderilen vahye bağlanıyor; bu da tümü içinde bütün bir dini tarih telakkiini sürüklüyor. Kur’an’da İbrahim hususun­da nokta-i nazın, necatınkinden çok vahyin, Tanrı’nın hükümlerinden çok O’nun epiphany’leri (‘görünme’leri)nin tarihi gibi kabul edilen di­ni tarihin bir telakkiinin ifadesi oluyor.

İslam’da İbrahim’in dini görünümü bazı hususların tefrikine ola­nak sağlar:

ı. İslam, İbrahim’i müslim tesmiye etmiş. Bu peygamberin dini tu­tumu, gelişmesinde olduğu kadar ideal gerçekleşmesinde de ör­nek olarak belirir.

2.    İslam, İbrahim’e iman’ım borçludur. İbrahim, müminlerin ba­bası ve örneğidir; bir olgular sıralaması ve iç tekabüller gereği İslam’ın Tanrı’sı İbrahim’in Tanrı’sı olmaktadır.

3.    İslam ona evrenselciliğini medyundur.

4.    İslam, İbrahim’de tören, usul ve sıralarını bulmuştur. Hacc, İd alkabir günah ödeyici kurbanıyla son bulur.

5.    İslam’ın Peygamberi, İbrahim’in peşinden bir ruhani yol almış olup bunda hayatının başlıca olayları, eczümle hidayet , Miraç (isra), Hicret nakşolunmuştur.

Ve nihayet İbrahim, Tevrat’ta olduğu gibi Kur’an’da da Tanrı’mn dostu olarak görülür ve bu unvan (al-Halil) Araplar tarafından Hebron (Halil-ürrahman) kentine verilmiştir.

Kur’an’da ve ilk mevsük tefsirlerinde Yahudi fikir ve düşüncelerinin çokluğundan Arabistan Yahudilerinin Judaismine derinlemesine vakıf oldukları istiklal edilir, şöyle ki yukarıda ifade ettiğimiz gibi bunlar ço­ğunlukla sosyal temaslar sonucu sızmışlardır. İslam tefsirlerinden, bu dinin zuhur etmemiş olması halinde Museviliğin, Arabistan’ın tümü­ne değilse bile, önemli bir bölümüne yayılmış olacağı tahmin edililebilir. Arap Judaismi sair Yahudi cemaatlarınınkinden farklı değildi.

Bununla birlikte Muhammed’in Allah ahad ve O’nun insanoğlunun yaşamının bütün teferruatı üzerinde hükmü iddiası, daha eski bir iti­kattan basit bir intihal (çalıntı) değildi. Yahudi ulusu, genelde, en iyi günlerinde bile yabancı tanrı ibadetine vahşice; atlamıştı; gerçi sonun­da, tutsaklığın demiri ruhlarını delmişti; Doğu’da geçen günlerinde çok şey öğrendiler, ama daha da unuttular ve bu sonuncular arasında, putperestlik günahı vardı.

Bakılacak olursa, Muhammed’in rastlamış olduğu Hınstiyanlar da birden Yahudilerin itikadını, İsa tarafindan onlara verilip Yahudilerin reddettikleri daha ali vahyi unutmuşlardı. Monophysite, Yakubi... “he- resy”leri doğmuştu.

Yeni amentü iki müdir prensip getirmişti: İradesi hayatın kaidesi olacak olan tek Allah’ın varlığı ve işbu iradenin ne olduğunu ilan eden Muhammed’in elçiliği. Bunlardan ilki en az babasının müminlerin ba­basının Kalde’deki yurdu, tanrısal iradeye uyarak, terkettiği zamana kadar eskidir; öbürü ise, peygamberlik görevinin genel beyanı içinde, hem Yahudi hem de Arapların geleneksel inançları tarafindan tasdik ediliyordu.

İsa, mabet ibadetinin bazı suistimallerini temizlemiş ve bunun tümden ilgasını hedefliyordu; ancak mabedin kendisini yok etmemiş­ti. Aksine, ona mutat toptan bertaraf etmeyi tasarlamıştı; ancak bahis konusu olan, bir tarihi itikat ve bütün Arap ırkı tarafindan sayılan pek kadim bir kutsal yerdi. Bildiğimiz gibi Kabe, İsmail ve İbrahim’e hatta Aeth ve Adem’e geri gidiyor. ‘De ki: Allah sözün doğrusunu söylemiş­tir. Onun dosdoğru (insan) olan ve asla müşriklerden olmayan İbra­him’in dinine uyun. İnsanlar için ilk kurulan Ev, Bekke’(Mekke) deki evdir ki kutludur, ve bütün milletler için hidayet (kaynağı)dır’ (Kur’an 111/95-96)

Burhan Oğuz, Türk ve Yahudi Kültürüne Mukayeseli Bakış, İstan­bul 1996



[1] peighamber, celui qui apporte des nouvelles, messager,& prophete,

peigham & peyam, avis & nouvelle

Diran, Kelekian, Dictionnaire Turc-Français, Constantinople, 1911

[4] Sözcüklerimizin hepsi Farisi veya Arabi kökenli olmaktan uzaktırlar; “haber” ay­nıyla İbrani’de de var, “bilgin” ve dindar anlamlarım taşıyor ve İbrani'de “b” ve “v” birbirinin yerine geçtikleri için “haver” olarak da yazılabiliyor. Öte yandan -al ve -el ekleri, İbrani’de de “Tann” anlamındadır, Gur-el veya Gür-al, Tann’nın Aslanı anla­mını da veriyor. Aynı şekilde “haber-al”, Hakk’ın Bilgini olarak anlaşılabiliyor. Batı Avrupa’da, bir zamanlar, haham olarak tarif edilmemiş Talmud alimleri, “haber” ve­ya “haver” çağırıyorlardı.

H.W.Guggenheimer & E.W. Guggenheimer, Jewish Family Names and Their Origins -An Etymological Dictionary, Ktav Publishing House, 1992. p.311

Öte yandan Kürtler'in “Abdo” yerine, “Avdo” çağırdıklarını biliyoruz; “b” ve “v” değişimleri pek yaygındır, bizdeki İbrani etkisi mi, bilemiyoruz.

[5] Mehmet Ağar’ın, propaganda filminde Alpman’ın “memletim” şarkısını kullanma­sı. bu şarkıyı yeniden tartışma konusu yapıyor; Profesör Veysel Batmaz'ın kısa ince­lemesini. internetten alarak, bu bölüme ek olarak yayınlıyorum. İbrani ilahi’si oldu­ğu biliniyordu; “Alp-man” üzerinde ise çok yazdığımı sanıyorum. Kırım'dan göçen­lerden mi; araştırmaya bırakıyorum.

” Benzion C. Kaganoff, A Dictionary of Jewish Names and Their History.London, 1977-1996. p.24

"■ Sağ'ın önemli figürlerinden birisi. Profesör Mehmet Kaplan'ı hatırlıyoruz. Ancak hakkında özel bir bilgim bulunmamaktadır.

" Bir zaman geldi, Türkiye'de ve özellikle sol entelijansiyada Profesör Ö.Lütfi Barkan'ın yıldızının çok parlatıldiğini görüyordum ve ancak anlayamıyordum. Profesör Barkan, bazı imarethanelerin kayıtlarını incelemiş ve önemli sonuçlar bulmuştu; an­cak, bütün kariyerinde yaptığı bundan ibaret idi ve bunu da değerli bulmakla birlik­te hiçbir şekilde hatırlamıyordum. Onomastique çalışmalarım sonucunda, “Barkan" soyadının, "Kohen'in Oğlu" olduğunu öğrenince, kafamdaki sorular yatıştı. Ülke­mizde ve asıl daha çok dış akademik çevrelerde bar'lı soyadlarına ve özellikle bar- kan'a büyük primler ve ödüller veriliyordu.

Biz bilmiyorduk, ancak, bu soyadının İbrani dünyadaki yerini biliyorlardı, bunu an­lamış bulunuyoruz.

Aslında bizde ve özellikle On Dördüncü yüzyılda ve hala, iki dilliyiz; Farisi ve Tür- ki, demek istiyorum. Bizdeki Arabi sözcükler, İran üzerinden geçmedir, Arabi "şük­ran" değil, İrani “teşkur" diyoruz. “Teşıkkur mikonam", tamıtamamına. “teşekkür ederim” demektir.

IM B.Kaganoff, A Dictionary of Jewish Names, p.98

211 Yemen Yahudiliği, genel olarak judaizmi ve özellikle bizdeki Yahudiliği ve özellik­le kripto judaizmi etüd için büyük bir kaynak olmalıdır. Bizdeki sabetayistlerin kök­lerini Yemen'de araştırmak yerinde ve verimlidir. "Saba" veya “Tuba" türünden ad­lara eğilim. Yemen-i kripto Yahudilerde daha köklüdür.

Öte yandan sefardim'de bu usûle Kolatch da işaret ediyor.

“Sephardic Jews-from Spain. Portugal. Italy. North Africa and the Middle East- do not share the Ashkenazic belief that a person's life will be shortened if a nevvbom to name after him."

“Sephardim therefore do not hesitate to name thier offspring after living grandparents and occasionally. though infrequently. even after themselves."

Alfred J. Kolatch, The Complete Dictionary of English and Hebrevv First Names, New York. 1984. p.xxi

[9] G.Scholem, Sabbatai Sevi-The Mystical Messiah, Princeton University Press, 1957-1989, p. 106

Burada, Doktor Scholem, bir dipnotta, bir de şunu kaydediyor ki, önemlidir; “the fat- her was popular with the Turks, who used to cali him Kara Mentesh, a diminutive of Mordecai." Modem Ladino'de ise, “Mantash” söyleniyor. Buradan da, Mordehay’a Türkler'in “Menteş” dediklerini, Sevi’nin babasını, sevgiyle Kara Menteş olarak ça­ğırdıklarını öğreniyoruz. Modem Ladino, İspanyol Yahudiler’in ve pek çok sabeta- yistimizin evlerinde hala kullandıkları dildir; Ladino, Menteş değil, Mantaş, denmek­tedir.

Burada bir teknik soruna işaret etmek gerekiyor; Scholem, “ş” şeklinde yazmamak­tadır, “s altında bir nokta” işareti var. bu tsadik karekterini, latinize etmek için buldu­ğu yoldur; buradaki güçlüğün sık sık karşımıza çıktığına işaret etmiştim.

Hala yürürlükte olan anayasa'yı hazırlayan komisyonun başkanlığına Profesör Or­han Aldıkaçtı’yı getirdiğinde çok şaşırmıştı, “gayrı meşhur" bir şöhret idi. Bu kitabı yazdığım sırada göçtü; ölüm ilanı ve torunları, İbrani asıllı olduğu hususunda kuşku bırakmıyordu. “Toprağı bol olsun” diyoruz.

Cemal Kafadar, Betvveen Two Words-The Construction of The Ottoman State. Uni- versity of Califomia Press, 1996, p.75

“Mehmet Ali” adının daha büyük bir paradoks olduğunu hatırlatıyorum. Bu para­dokstan, Ali'yi, “Eli” ve Mehmet'i, de, müslüman olduğunu söylediği zaman kabul ettiği adıyla, “Mehmet”, Sabetay Sevi'yi taşıdığını postüle ederek, kurtulabiliriz. “Eli”, benim Allah'ım demek olup, diğer postüla ile birlikte, Mehmet Ali, “Sabetay Sevi benim Allah'ım" anlamına gelmektedir.

[14] “Osmanist Kuruluş Üzerine” Tezleri, yazma zamanım yaklaşmaktadır. Profesör Kafadar, buradaki nazariyeleri tekrar değerlendirmekle. “Tezler” için bir hazırlık iş­levi görüyor. Öte yandan, İstanbul'un kuruluş arefesinde, Osmanlı’yı “statükocu” ve ekspansiyonist” iki partili bir düzen olarak resmeden görüşümün en muhafazakar ta­rihçiler tarafından da, bunlar arasında Doktor İnalcık da var, kabul edilmeye başlan­dığını görüyorum.

Bana referans yapıyorlar mı; hiç beklemiyorum ve hiç yapmıyorlar. Bu da beni hiç rahatsız etmiyor, çünkü önemli olan, görüş'ün galip gelmesidir.

*' “By that time, it was rare for members of the Ottoman family to receive Turkic na­mes and a symbolically charged name like Oğuz stands out in particular”.

İbid., pl47

" P.Wittek, Menteşe Beyliği -13-15. Asırda Garbi Küçük Asya Tarihine Ait Tetkik, Türk Tarih Kurumu, 1934-1986

” A. Tietze, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Lügati, Cilt 1 A-E, Simurg, 2002.

Diğer yandan Profesör Eren’in, Macarca’ya vakıf olmasına karşın “emre” girişi ihti­va etmemesi dikkat çekicidir.

Haşan Eren, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü. Ankara, 1999.

” Öte yandan “Tavariş”, ki yanlışlıkla “tovariş” olarak Türkçeleştiriliyor ve bizde “yoldaş” olarak karşılık buluyor; sözcük olarak, “birlikte” ve “gidiş” parçalarından oluşmamaktadır, ne yazık ki, “yoldaş” sözcüğünün, bu nedenle, suç sayılıp davalar açıldığını biliyoruz. Bana da açıldığını sanıyorum. Rusça kökü olmayan bu sözcüğü analiz etmede etimologlar güçlük çekiyorlar, en güçlü nazariye “tavar”/“davar" söz­cüğünden gelmesidir, “tavar-iş", değerli anlamını vermektedir. Tavar/davar, Türkçe olmakla, Arabi karşılığı “mal” da değer içeriyor, “mal müdürlüğü" veya “maliye" bu­radan türemektedir.

Türkçeleştirebiliriz ve böylece, bu kitabı yazdığım zaman maliye bakanlığı koltuğun­da oturan şahsa, “Davar Bakanı Unakıtan" diyebiliriz; öztükçe'dir.

Rusya ile aramızda isim alış-verişi tarihidir; balaban’ı bizden ithal ettiler, “balaba- nov" veya “balabanova" var; baran’ı bize ihraç ettiler, isim ve soyadı olarak taşıyo­ruz, veya “gülbaran" ya da “baranok" misli başına veya sonuna ekler takıyoruz.

" A. Tietze and J. Yahalom, Ottoman Melodies Hebrevv Hymns, Akademiai Kiado Budapest, 1995.

“ “Prise de Cadix, marquant la fin de la grande p^riode de la Reconquete.L’Espagne musulmane se reduit d^sormais au royame naçrise de Grenade".

Chronologie Üniverselle d'Histoire. Larousse, p.495

17 "La sultane Aicha dit a son fils. le roi Boabdil, ‘pleure comme une femme le trone que tu n'as su ddendre ni en homme ni en roi’.Fin de la Reconquete.”

ibid.. 596.

Son zamanlarda da. Türk büyük zenginleri, düğünlerde kına yakmayı bir ayin ha­line getirdiklerini görüyoruz: bu, artık biliyoruz, sadece müslümanlık işareti değildir. Tıpkı poligami gibi, kına yakma da artık kripto-Yahudiler tarafında da bir dinsellik kazanmış durumdadır.

[21] Cem Behar, Ali Ufki ve Mezmurlan, İstanbul. 1990. s. 11

Profesör Behar, “mezmur (İngilizce Psalm, Almanca Psalm. Fransızca Psaume) Ki- tab-ı Mukaddes'in Ahd-i Atik bölümünde Hazret-i Davud'un Tanrıya yakarı; ve şi­kayetlerini dile getiren şiirsel metinlerin her birine verilen addır” demekte ve aslının İbrani “mizmor” olduğunu eklemektedir. Bu gerekli ve yararlı bir bilgidir; Ali Uf­ki'nin Tevrat'tan mezmur çevirdiğini de öğrenmiş oluyoruz.

ibid., s.48

Doktor Behar'ın İbrani'ye aşina ve Tevrat'a vakıf olduğunu düşünüyoruz.

[22] ibid. s. 18

Ancak “İbranice" olmaz, “Aramca" ve İbrani ya da İbranca ve Arami doğru söyleniş­lerdir. Bu tekrar edilen bir hata olmakla birlikte, pek değerli Cem Behar'a yakışma- maktadır, not ediyorum.

“ Bizde “reina" adına artan merakı isimlerin ibranileşmesine bir misal sayabiliriz. Kürt-Yahudiler de İbrani adlan tercih etmeye başladılar.

*" Baruh B. Pinto, The Sephardic Onomasticon -An Etymological Research on Sep­hardic Family Names of Jews of Turkey, Gözlem, 2004.p.319

" Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarında, “Furkan”, Tevrat ile özdeş, Tevrat’ın diğer adı olarak gösterilmektedir. 21/48 şu şekilde yazılıyor, “Andolsun, biz Musa ile Ha­run'a, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için o Furkan'ı, (Tevrat'ı) bir ışık ve öğüt olarak verdik". Burada bir dipnot var, “Furkan, hak ile batılı birbirinden ayıran de­mektir”; tabii öyledir, “faruk” ile aynı kökten geliyorlar. Bu nedenle Kutsal Kitap olarak anlıyoruz, hem Kuran ve hem de Tevrat’a işaret etmektedir.

O halde “Furkan” isim konduğu hallerde, Tevrat yerine kullanıldığını düşünmek du­rumundayız; çünkü bizde “Kuran” isim olarak taşınmazken, Tevrat’ı isim sayma tradisyonumuz var.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur'an-ı Kerim Meali, Ankara, 2002, s.323

*’ Younes & Ndfissa Geoffroy, Le livre des Prdnoms Arabes, Beyrouoth, 2000. p.240

" Burada “tamamlar” yazılıyor, yanlış olması ihtimaline binaen bu şekle, “tanımlar”, çevirdim..

Burhan Oğuz. Türk ve Yahudi Kültürüne Mukayeseli Bakış, İstanbul, 2003. s. 140

Buradaki iki sayfayı ekte sunuyorum.


Devamı İçin Kitaba Bakın



Dizin

İNDEKS

-A-

A.Dubinskiy 258

Aaron Aaronsohn 53, 54, 56,57

Abdi İpekçi 377, 378,403

Abdullah Öcalan 307, 316, 337, 338, 339, 340, 341, 342, 343, 344, 345,402

Abdurrahman Dilipak 93

Abdülbaki Gölpınarlı 67

Abdülmecid 290, 291

Abraham Ben Nathan 88

Abuzer Kendigelen 200

Adalet Ağaoğlu 404

Adalet Cimcoz 53

Adnan Cemgil 171

Adnan Menderes 113, 324

Adnan Öztrak 137

Agah Efendi 388

Ağa Han 39

Ahmed Necdet Sezer 327, 334, 351, 364, 382-88, 390,402,403

Ahmet Almaz 52,53

Ahmet Emin Yalman 327,402,403

Ahmet Ertegün 128

Ahmet Taner Kışlalı 336

Ahmet Zeki Okçuoğlu 344

Akman Akyvrek 349, 350

Alaattin Çakıcı 355, 356

Albert VVohlstetter 64

Alemdar Mustafa Paşa 287

Alev Nesin 18

Alfred J. Kolatch 47, 61, 82, 106,178

Ali Ercan 221

Ali Fuat Paşa 288

Ali Nesin 18,

Ali Paşa 290

Ali Rıza Bozkurt 364

Ali Ufki 79, 80, 81, 82

Allenby 11,

Altan Akışık 110

Amos Oz 319

Andreas Tietze 73, 74> 75, 76, 77, 78, 79, 83

Angelika Balabanova 116,122

Anita Engle 60, 61,167

Annemarie Schimmel 38, 44, 60, 168

Arda Öziri 110

Arda Uskan 92

Asil Nadir 160

Ata Demirer 409

Ata Özer 407, 409

Atatürk 20, 24, 39, 91, 219, 221, 250, 288, 311, 312, 316, 345

Atilla 34

Atilla İlhan 227

Atilla Karaosmanoğlu 29, 321

Atilla Sönmez 29

Avner Ergun 58,

Avram Galanti 69, 212, 213, 217

Aydın Bulut 110

Aydın Doğan 247, 330, 335, 341, 344, 345, 346, 358, 359, 360, 365, 366, 370, 378,

379, 382, 385, 386, 390, 399, 404

Ayhan Çilingiroğlu 29

Ayten Alpman 41, 92, 93, 94

Aytül Gökçe 266, 267, 268

Aziz Nesin 16,17, 18, 404, 405

Azra Akın 110

-B-

Baba İlyas 67

Bahriye Üçok 336

Barış Erdi 110

Barış Manço 348

Barlas Küntay 174

Baruh Pinto 87, 232, 234, 239, 241

Bedri Rahmi Eyüboğlu 174

Behçet Türkmen 347

Behçet Uz 42,186

Beki L. Bahar 120, 213, 218, 219, 220, 221, 222, 223, 224,225,226, 231, 232,269

Ben Zvi 31, 51, 59

Benzion Kaganoff 45, 46, 47, 52, ıoo, 240

Berke Hürcan 110

BemardNahum 221

Beyazıt Öztürk 277

Bilge Umar 180

BillClinton 292, 293, 296, 297, 298, 299, 303, 310,314,316, 400, 403

Boris Yeltsin 306, 312

Buharin 27, 28,

Burhan Oğuz 89,97

Bülent Akarcalı 342

Bülent Ecevit 191, 291, 292, 296, 298, 299, 30ı, 3O2> 3O3> 3o8> 311> 334> 338> 34Ö>

380, 390,399, 400, 404

Bülent Ulusu 148

Büyük İskender 198

Büyük Petro 304

-C,ç-

Canetti 28, 29

Cansu Koç 110

Celal Bayar 115, 409

Celal Yardımcı 42

Cem Behar 79, 8o, 81

Cem Boyner 40

Cem Hakko 173,175

Cem Sultan 40, 68

Cemal Abdül Nasır 112,113,114

Cemal Gürsel 63

Cemal Kafadar 67,68

Cemal Paşa ıo, ıı, 53, 54, 56,113,167

Cemal Süreya 19,

Cengiz Çandar 370

Cengiz Han 34,164,197,198, 227

Cenk Duatepe 331, 345

Ceyhun Atıf Kansu 19,

Charles Darwin 336

Charlotte M. Yonge 34

Clausewitz 281, 283

Colbert 304

Cüneyt Arcayürek 328, 404

Cüneyt Ülsever 94,196

Çetin Altan 17,

Çevik Bir 344> 356, 366, 371

Çişil Oral 110

Çolpan İlhan 110

-D-

D. M. Dunlop 253, 256, 257, 274, 275

Dan Shapira 134,136,141,162,188, 223

David Ben-Gurion 31,51,105,113,165,166, 167, 191

David C. Gross 169

David Green 31

David Ricardo 184

Demirtaş Ceyhun 17,

Deni Seki 276

Deniz Akkaya 388

Deniz Gökçe 358

Devlet Bahçeli 291,400

Dinç Bilgin 341, 385, 386, 403

Doğan Avcıoğlu 329, 333, 334, 373,405

Doğan Güreş 130,163

Doğan Yurdakul 324, 325, 330, 347, 355

Doğu Perinçek 329, 341, 347, 348, 379

Doktor Nazım 24,

Don Kişot 366

Duygu Yetiş 110

-E-

E.S.Herman 350

Ece Hakim 110

Edgar Morin 201, 202, 204

Ege Cansen 184

Emel Somer 56

Emin Çölaşan 337, 338, 344, 360,401

Emre Belözoğlu 407

Emre Gönensay 189

Engelhardt 285

Engels ıo, 108

Enis Berberoğlu 358

Enver Paşa 20, 288, 307

Ercan Özer 269, 270

Erdal İnönü 32, 33, 221

Erdal Öz 42

Ergil Tezerdi

Erk Yurtsever 37. 219

Erol Haker 232

Erol Mütercimler 347

ErolSimavi 389

Ertuğrul Kürkçü 329

ErtuğrulÖzkök 291, 292,310,358,359,399,404,405

Eser Yemenler 109

Eşref Bitlis 114

Evner Ergun 58, 59,178

-F, G-

Fahri Korutürk 346

Faik Ökte 218

Falih Rıfkı Atay 388

Faruk Bildirici 324. 331.332. 343. 355.356. 380

Faruk Sümer 183

Faruk Timurtaş 71

Fatih Altaylı 349, 359, 361

Fatih Çekirge 11, 399

Fatih Sultan Mehmet 26, 40, 74, 227

Fatoş Güney 349

Fehmi Koru 351, 353. 36o, 363, 379

Ferai Tınç 306

Ferdinand (Kral) 76

Feriha Sanerk 137

Ferit Saymen 189

Fethullah Gülen 407

Fikret Bila 331. 399

Fikret Hakan 404

Fikret Şenes 93, 94

Filiz Alkor Dinçmen 137

Franz Babinger 169,170,171

Fuad Bezmen 221

Fuat Köprülü 68,72,178

Fuat Paşa 290

Fukuyama 64

Gamze Özçelik 322

Gelibolulu Mustafa Ali 75

General Tal 60

George Orwell 28, 296

Gerhard Schröder 299, 302, 303, 309

Gershom Scholem 65, 67, 69,106

Gibbon 199

Gibbons 68

Gilles Kepel 38, 39

Golda Myerson 31

Gönen Bozbey 109

Guggenheimer& Guggenheimer 6ı, 71, 72, 89, 99,131,142,145> 178

Gülse Birsel 110

Güneri Civaoğlu 399

Güneş Ayaş 19

Günseli Başar 137

Günther Verheugen 293, 294

Gürgen Öz 109

Gürkan Hacir 35

-H, I, I-

H. Tanyu 157

H.Graetz 148,158

Hacer 41, 95,100,104,193

Hafız Esad 339,402

Haham Duran

Hakkı Devrim 343

Hale Caneroğlu 110

Hale Somer 56

Halide Edip Adıvar 148, 402

Halil Berktay 62

Halil Bezmen 62

Halil İnalcık 68

Halit Ergenç 109

Haluk Bener 110

Haluk Şahin 360

Hande Ataizi 409

Hannah Arendt 116

Harun Kolçak 94

Hasan Ali Yücel 137

Hasan Cemal 323, 328, 330, 399.4°5

Hasan Tahsin 64,137

Haydar Aliyev 45

Hikmet Çetin 404

Hilal Halkin 39

Hilmi Işık 326

Hiram Abas 48, 66, 323,324.325, 330, 332, 345,346,347,355

Hitler 14,

Hobson 27, 28

Huxley 24, 28, 297

Hülya Avşar 133, 322

Hüsamettin Özkan 390,400, 404

Hüseyin CahitYalçın 388

Hüseyin Duman 379

Hz. Davud 81

Hz. İbrahim 41, 61, 62, 70, 88, 89, 90,95, 96, 97,100,192,193

Hz. İdris 70

Hz. İlyas 70

Hz. İsa 70, 97, 366

Hz. İshak 70

Hz. İsmail 41, 97, 100,190

Hz. Muhammed 26,35, 96,158,159,160,169,185

Hz. Musa 70,135,170

Hz. Osman 67

Hz. Ömer 67

Hz. Süleyman 40, 70

İlgaz Zorlu 225

Işık Biren 129

İ.E. Lebedeva 258, 259

İbn Battuta 200

İhsan Doğramacı 265

İkinci Bayezid 40, 68,164, 200

İkinci Frederic 284

İkinci Mahmud 205, 304

İkinci Selim 165

İlhan Selçuk 404

İlter Türkmen 299, 303,347

İrene Melikoff 402

İsabetle (Kraliçe) 76

İshak Paşa 226, 227, 228

İshak Sheimshevich 31,

İsmail Arar 177

İsmail Cem 40,41. 247, 248, 301, 380, 399,403

İsmet Berkan 370

İsmet İnönü 29, 219, 220, 288, 294

İyusufTrumpeldor 51

- J, K, L-

Jale Atabey Özberk 110

Jana Tamer 33, 38, 52, 84,118,194

Jean Paul Roux 312

Judah Halevi 47

K. Sevüktekin 219

Kafka 24, 28, 29,

Kahan Köktürk 270

Kanuni Sultan Süleyman 101,102, 205, 208, 209, 210, 357

Kaşgarlı Mahmut 37,192,254

Katerina 284

Kaya Çilingiroğlu 44,322

Kemal Derviş 380

Kemal Tahir 227

Kemal Unakıtan 74

Kenan Evren 48, 66,129,144, 404

Keremcem 109

Keriman Halis 137

Kerime Nadir 160

Kevin Alan Brook 252, 253

Korkut Eken 355

Kudret Sabancı 109

Kürşat Emre Demir 110

Lale Ataman 137

Lavoisier 221

Lazerev 317

Lenin 27, 28,108,116

Leo Strauss 64

Leontief 15,

Lev İzhak Kaya 140

Levinus Wamer 81

-M, N-

M. Sandalcı 232

Madelene Albright 41, 315

Mahir Çayan 109

Mahir Kaynak 333, 334, 349, 373

Mahmud Aziz Hudai 205

Makyavel 310

Mark Grossman 291, 292, 293,298

Mark Juergensmeyer 39

Mark Parris 291, 292

Marx 66,108,168,184, 281, 292,405

Mehmet Ağar 41, 92

Mehmet Akif Ersoy 30,33,34,35, 289,344, 370

Mehmet Ali Ağca 377

Mehmet Ali Aybar 52, 282, 404

Mehmet Ali Ayni 177

Mehmet Ali Birand 370

Mehmet Ali Erbil 39, 40

Mehmet Ali Kaptanlar 110

Mehmet Ali Paşa 37, 38, 286,287

Mehmet Ali Şahin 37

Mehmet Eymür 323,330,331,332,341, 343,345, 346, 347, 348, 349, 355, 359

Mehmet Kaplan 46,139

Mehmet Kemal Bozdağ 269

Mehmet Ö. Alkan 232

Mehmet Öz 186

Mehmet Tütüncü 134,136,141, 223

Meltem Ören 110

Memduh Tağmaç 112

Meral Akşener 365

Mert Meriç 19

Merve Sevi 110

Mesut Yılmaz 296, 297, 299, 323, 324, 331, 332, 340, 341,342, 343, 344, 400

Mevhibe İnönü 32, 33

Mevlana Şahin Şirazi 161

Mihail Gorbaçov 283, 306, 312,314

Mimar Sinan 170

Mina Bergson 143,144

Mina Urgan 143

Mine Erol 110

Moise Franco 105, 120,185, 227

Moşe Dayan 60,

Moşe Hamon

Muhammed Ali 38

Muhammed Ali Cinnah 39

Muhammed Esed 91

Munis Tekinalp 50, 403

Murat Yetkin 306, 399, 403

Musa Çelebi 227

Musaddık 315

Mussolini 116

Nadir Nadi 160

Nadir Şah 160

Naim Güleryüz 208

Namık Kemal 218, 388

Napoleon Bonaparte 285

Nazım Hikmet Ran 15,176, 202, 227, 344, 370

Nazlı Ilıcak 370

Necmettin Erbakan 292

Nedim Tekin 325

Nejat Erder 29

Nezih Demirkent 360, 363, 387, 388, 389

Nihat Erim 17,

Nil Banu Engindeniz 110

Noam Chomsky 350

Nora Berend 102,104, 105

Nuh Mete Yüksel 402

Nurdan Akıner 94

Nuri Çolakoğlu 358

Nurullah Ataç 88

-O, ö-

Oktay Ekşi 324, 326, 351, 353, 354, 355, 356, 358, 360, 361, 363, 364, 365, 366, 370,

371. 372, 373, 375, 376, 377, 378, 379, 380, 395, 396, 399

Onur Gökçe 218, 264, 266, 267, 268, 276

Oral Çalışlar 106

Orhan Aldıkaçtı 66

Osman (Oz) Bengur 128, 129

Osman Nuri Ergin 249

Osman Nuri Torun 29, 398

Ömer Lüftü Barkan 46

Ömer Sabancı 221

Özer Uçuran Çiller 106,156, 379, 410

Özge Borak 110

Özgü Namal 110

Özgür Karaosmanoğlu 319, 321

Özlem Çınar 109

Öztürk Serengil 277

-P, R-

Pablo Picasso 398

Paul Baran 122

Paul Wittek 68, 69,70

Paul Wolfowitz 64

Pir Sultan Abdal 77

Rabbi Layb Sofer 55

Rafael De Nogales 63

Rahmi Koç 310

Refik Halid Karay 250

Resneli Niyazi 288

Reşit Paşa 290, 303

Reyhan 159

Rıza Nur 73

Rıza Tevfik 111

Richard Perle 64

Rifat Bali 115, 206

Rivka Gönen 198

Robespiere 108

RonitGülcan 173

Ruşen Eşref 219

Rutkay Aziz 110

-S,ş-

S. Shaw 192, 265

S.Szyszman 255, 256, 257, 275

Saadettin Tantan 335,336,378,400

Saadiah ben Yosef 272

Sabahattin Ali 15,16

Sabetay Sevi 37. 50, 59. 65, 66, 67,82,105,120,168,187,195,196, 233, 249

Sabiha Gürayman 137

Sadık Kırbaş 164

Sadun Aren 116

Sami Selçuk 364, 401

Samuel 56

Samuel Huntington 311

Samuel Usquıe 227

Sandy Berger 298

Sanem Çelik 109

Sarah 100, 192,193

Sarah Aaronsohn 10,

Sausure 32

Sebati Ataman 168

Sedat Bucak 345

Sedat Ergin 323,328, 329, 33O,331, 337,338, 399, 40ı

Selahattin Beyazid 164

Selahattin Eyyübi 164,188

Selim Sarper 51, 114

Semiha Ayverdi 222

Sertap Erener 137

Sevil Uyan 109

Sezen Cumhur Önal 94

Sıddık Yarman 188

Sinan Cemgil 171

Sokullu Mehmet Paşa 209

Soner Yalçın 324, 325, 330, 347> 355

Soydan Soydaş 110

Sönmez Koksal 323, 328, 329,34O, 34ı

Stalin 108, 220

Stratford Canning 287, 289, 290, 292, 293, 294, 297

Su Dura 109

Sultan Ayşe 75

Sultan Hamid 50,105, 289

Süleyman Barda 46

Süleyman Seba 355, 356

Şahin Geray 161

Şaron 64

Şemdin Sakık 370,371

?”“AX'gn323'M4'327,33' •332'3337'

Şeyh Bedrettin 202, 227

Şinasi 388

Şinasi Orel 63,137

Şükrü Balcı 396

Şükrü Sina Gürel 380, 381

-T-

Talat Paşa 189

Talat S.Halman 137

Tamer Karadağlı 110

Tansu Çiller 114,137.163,340, 341, 342,343,410

Tayyip Erdoğan 319, 409

Tevfik Rüştü Araş 51

Timur 165, 202, 203, 227

Toba Gelber 61

Toprak Sağlam 110

Torlak Kemal 202

Trotskiy 109,179

Tufan Türenç 360,361

Tunca Toskay 325, 326,356

Tuncay Özkan 332,341, 346, 348, 349,349, 350, 359,36o

Turan Çağlar 348, 349

Turan Yavuz 255

Turgut Okyay 339, 341

Turgut Özakman 13, 64,325

Turgut Özal 62, 114, 159,185, 306, 398, 402

Turhan Feyzioğlu 324, 329

Turhan Selçuk 406

-u, ü-

Ufuk Berksoy 19

Uğur Mumcu 114,335,336

Uğur Yücel 110

UmurTalu 371

Üçüncü Selim 283, 285, 287, 291

Ümit Haluk Bayülken 106,166,168

Ümit Yaşar Oğuzcan 106,166,168

Ünal Erkan 396

-V, w-

V.D.Bondaletov 107

Vedat Dalokay 17,

Vehbi Koç 221, 222

Veysel Batmaz 41, 92

Vitali Hakko 173,174

Vladimir Jabotinsky53, 54, 57, 59, 83,113,165

Vladimir Putin 306, 307,312,313,314

Vural Savaş 364

VVilliam Safire 314

-Y,Z-

Yahalom 76, 77, 78, 83

Yahya Bin İshak 81

Yakup Kadri Karaosmanoğlu 388

Yalçın Bayer 343

Yasef Esendemir 221

Yasef Nasi 80,165, 208, 209

Yasef Ruso 219, 221

Yasemin Çongar 297

Yaşar Büyükanıt 10,11

Yaşar Kaya 345

Yaşar Kutluay 187,188, 272, 273

Yavuz Bingöl 110

Yavuz Donat 337, 338, 401

Yavuz Sultan Selim 26,164, 200, 209, 304

Yazgülü Günsür 110

Yezid4O

Yıldırım Bayezid 48, 69, 197, 228

Yılmaz Güney 349, 373, 375

Yu Higir 108

Yunus Emre 70, 71, 74, 138,178

Yusuf Belasel 153, 208

Yusuf Bozkurt Özal 159

Zalmay Halilzad 63, 64, 66,117

Zbigniew Brzezinski 314

Zeynep 157, 159, 160

Ziya Gökalp 289

Ziya Somer 48, 56














































































































Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to