Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

İSLÂMDAN DÖNENLER VE YALANCI PEYGAMBERLER



Hicrî 7. —11. Yıllar

Bahriye ÜÇOK

Bu kitabı Annem Nadire Bektaşoğlu’nun aziz hatırasına en derin saygı duygularımla sunuyorum.

ÖNSÖZ

1957 yılında yayınladığım şimdi tükenmiş olan “İslâm Tarihinde İlk Sahte Peygamberler” adlı kitabımı bu kez bazı değişiklikler ve genişletmelerle “tslâmdan Dönenler ve İlk Yalancı Peygamberler” adı ile okuyuculara sunuyorum.

Araplarda tek Tanrı düşüncesinin doğmasından ve Haniflerin ortaya çıkmalarından Ebu Bekr'in hilâfet zamanına değin ,siyasî ve dinî bir takım olayları açıklarken bu olayları yaratan veya onlarla ilgili olan şahısların birbirine yakın söylenişteki —örneğin, Hüseyn, Husayn, Nemir, Nümeyr gibi adlarını bir yanlışlığa yer vermemek için kitabın sonuna eklediğim indekste, parantez içinde, transkripsiyon ile gösterdim.

Ordu-1967

I. GİRİŞ

Dinler tarihi araştırılırken, her gerçek peygamberin yaşadığı devirde omı taklid eden bir kaç menfaat veya şöhret düşkünü insanın da peygamberlik iddiasında bulunduğunu, görmek zor değildir. Bu se­bepten hemen her devirde faaliyette bulunan yalancı peygamberler hakkında semavî kitaplarda bazı âyetler yer almıştır; Kur’an VI., 93:

“Allah’a iftira eden veya kendisine bir şey vahyedilmediği hâlde “Bana valıyolundu”, “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zâlim kim olabilir ?....”

İncil Matta VII, 15-20,: “Yalancı peygamberlerden sakının; onlar size koyun kılığında gelirler. Fakat iç yüzden kapıcı kurtlardır. Onları meyvelerinden tanıyacaksınız. İnsanlar dikenlerden üzüm yahut deve dikenlerinden incir toplarlar mı? Her iyi ağaç iyi meyve verir; fakat çürük ağaç kötü meyve verir. İyi ağaç kötü meyve vermez, çürük ağaç da iyi meyve vermez. İyi meyve vermeyen her ağaç kesilir ve ateşe atılır. Öyleyse, onları meyvelerinden tanıyacaksınız.”

Monoteist yüksek bir dinin iyice yerleşmiş bulunduğu bir bölgede faaliyette bulunan böyle sahte peygamberler, cahil halk kütleleri arasın­da bir zaman için kendilerine taraftar bulmakta ve zararlı faaliyetlerini genişletmekte güçlük çekmemişlerse de, ya mevcut monoteist dinin taraftarlarının gecikmeyen reaksiyonları veya devlet otoritesinin işe müdahelesi üzerine, kısa zamanda kendileriyle birlikte yaymaya çalış­tıkları sahte din de yok olmuştur. Monoteist yüksek bir dinin henüz yerleşmekte olduğu bir bölgede, böyle yalancı peygamberlerin meydana çıkmaları ise, bu yeni din için büyük bur tehlike teşkil etmekten geri kalmamış, yeni din bir yandan bütün bir bölgeyi, güçlükler içinde ka­zanmak, bir yandan da bu yalancı ve köksüz rakipleriyle uğraşmak mec­buriyetinde kalmıştır.

İşte İslâmiyet’in yayılma ve yerleşmesi sıralarında Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkmış olan sahte peygamberler, İslâmiyet’i ileride de bahsedeceğimiz büyiik güçlüklerle karşı karşıya bırakmışlar­dır. Bununla beraber, ötedenberi peygamber olduğunu iddia ederek ortaya atılanlardan hangilerinin hakikî ve hangilerinin sahte olduğunu tesbit edecek bir kıstastan da mahrûm bulunulduğunu itiraf etmek mec­buriyetindeyiz. Bu konuda şimdiye kadar birçok fikirler ileriye sürülmüş olmakla beraber kesin bir kıstas elde etmek mümkün olmamıştır. Eğer gene de bir kıstas tesbit etmek istersek, o zaman ancak sübjektif olarak, kendisinin peygamber olduğuna ve Tanrıdan vahiyler aldığına bütün varlığı ile inanan ve bu vahiylerle vaazda bulunduğu kütlelerin ahlâkî, sosyal, hukukî durumlarını yükseltmeğe çalışarak bunda muvaffak olan, bütün kalbiyle inandığı bu dâva uğrunda hayatım bile fedad an çe­kinmeyen ve kendisi öldükten sonra dahi eseri yaşıyan, fikirleri büyük kütleleri hâkimiyeti altma alan ve esrlerinin izleri hiçbir suretle silinip kaldırılması mümkün olmıyan kimseler hakikî peygamberdir  Gerçek­ten de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  resûllüğe seçildikten sonra, Tanrının emir­lerini kütleler arasında yaymak hususunda hiçbir korku hissetmemiş, üstelik kendisine putperestler tarafından reva görülen her türlü kötü mua­meleye tahammül etmek ve karşı koymak hususunda gereken insan üstü kudreti kolayca gösterebilmiş, dâvası uğrunda her zaman hayatım teh­likelere mâruz bırakmaktan bile çekinmemiştir. Musa dinin ve Roma devletinin hâkim bulunduğu Flistin’e gönderilmiş bulunan Hazreti îsâ da bu her iki devlete karşı dinini yaymak mücadelesinde çeşitli iş­kencelere katlanmış, nihayet (Hristiyanların inancına göre) hayatım feda etmiş. fakat kurmuş olduğu din yaşamıştır. Buna karşılık sahte peygam­berler içinde dâvaları uğrunda hayatlarını feda edenler çıkmışsa da bun­ların eserleri kısa bir zamanda bütün izleriyle kaybolmakta gecikmemiş­tir. Bu itibarla hakikî peygamberliğin kıstaslarından sayabileceğimiz “Peygamberliğe seçilmiş olduğuna inanmak” ve dâvası uğrunda hiçbir şeyi fedadan çekinmemek gibi sübjektif bir esasın yanında, insanlığı yükseltmek, doğru yola sevketmek ve hu yoldaki çalışmalarının semere ve izleri yüzyıllarca kuvvetinden kaybetmiyerek devam etmiş olmak gibi objektif bir esas daha, önemli bir yer almaktadır.

İslâmiyet’in yayılma ve yerleşmesi sırasında peygamberlik iddiasiyle ortaya çıkmış bulunan kimselerin peygamberliklerinin sahteliğini göstermek için biz de yukarıda kısaca açıklamış bulunuduğumuz iki kıstası ve bilhassa bunlardan İkincisini kullanacağız.

Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktıkları görülen kimselerden yal­nız İslâm dini ve devleti bakımından kısa bir zaman için de olsa büyiik bir tehlike teşkil etmiş olan Esved, Tuleyha, Secah ve Müseylime’yi bu melememize konu olarak seçmiş bulunuyoruz. Konuyu dağıt­mamak için bazı kaynaklarda peygamberlik iddia ettikleri ileri sürülen, meselâ Lak ît bin Mâlik gibi ne prensipleri , ne de iddiaları açıkça belli olmayan, daha çok fırsat kollayıcı, âsi kimseleri bu çalışmanın dışın­da bırakmış bulunuyoruz. İncelememizde ilk defa sahte peygamberlerin ortaya çıkış sebeplerini genel olarak ele almayı ve sonra her birinin ortaya çıkışlarındaki özel sebepleri göstermeyi, daha sonra da şahıslarının tarih­çesini yapmayı ve doktrinleri hakkında bilgi vermeyi faydalı bulduk. Ayrıca incelememizin dayandığı kaynaklar ve etüdler hakkında da küçük bir tenkidi bölümü başa eklemeyi yerinde bulduk.

11.    BİBLİYOGRAFYAYA GENEL BİR BAKIŞ

Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hayatının sonuna doğru veya vefatından hemen sonra ortaya çıkmış olup İslâmiyet’in hu en kritik devrinde, yeni din için mânevi bakımdan olmasa bile siyasî balımdan büyük bir tehlike teşkil etmiş olan dört sahte peygamber’in hayatları, ortaya çı­kış sebepleri, dinî ve siyasî faaliyetleri ve bunların Islâm tarihindeki yerleri toplu olarak hiçbir eserde henüz incelenmiş değildir. Bu husssta bilgi ihtiva eden kitap veya makaleleri üç gruba ayırarak incelemek müm­kündür:

1    .— Kaynak eserler; 2.Seyahatnameler; 3.Etüd mahiyetindeki eserler.

1.    Kaynaklar:

Bibliyografyada vermiş olduğumuz kaynaklardan İbni Hişâm, İbni Sa’d, Buharî, Belâzûrî, Taberî Ebu’l-Fereç gibi mü­elliflerin tarih, hadis, ve edebî tarih mahiyetinde olan kitaplarında, konumuzla ilgili hususlar toplu bir şekilde incelenmediği gibi, vak’alarm sebep ve neticeleri üzerinde de durulmamış, yalnız muhtelif riva­yetler tarihteki eski nakîlci metodun bir sonucu olarak, arka arkaya sıralanmakla yetinilmiştir. Böylece bizim için en önemli dayanağı teşkil eden bu kitaplarda bazen aynı olayların başka başka şekillerde an­latıldığı, hatta aynı mesele hakkında tamamiyle birbirine zıt rivâyetlerin nakledildiği görülmektedir. Bu durum karşısında bu rivayetlerden hangisinin hakikate en uygun veya en yakın olduğunu arayıp bulmak ol­dukça güç, hatta bazen imkânsız olmuştur.

Belli bir devrin olaylarını nakleden kaynak mahiyetindeki bu ana kitaplar yanında, konumuzla yakından ilgili “Ridde” meselesi hakkında bilgi veren mahdut sayıda hususî kaynaklar da mevcuttur. Bunlardan Vâkıdî’nin Kitab ür-Ridde’sinin biricik yazma nüshası Hindistan’ da Bankipore’dadır ve henüz yayınlanmamıştır. Bu itibarla bu kitaptan faydalanmak imkânından mahrum kaldık. Bununla beraber, ana kay­nakların birçoğunda diğer rivayetler yanında Vâk ıdî’nin konumuzla ilgili rivâyetleri de yer almış bulunmaktadır.

Hicrî 237’de ölmüş bulunan Vesîme’nin Kitab ür-Ridde’sine gelince. Bu eser Alman orientalistlerinden Höhnerb ach tarafından îbni Hacer el-Askalanî’nin İsâbe’sinden çıkartılarak 1951 yılında yayınlanmıştır. Bu kitap konumuzla ilgili birçok değerli bilgiyi ihtiva etmektedir.

2.    Seyahetnameler:

Konumuzla ilgili meseleleri aydınlatmak bakımından İslâm tarihine, sosyolojisine ve İslâmî âdetlere derin vukufu bulunan kimseler tarafın dan Arabistan’ın sahte peygamberlerin çıkmış oldukları bölgelerinde yaptıkkları seyahatlerde gördüklerini ve işittiklerini tarafsız bir şekilde bize bildirecek olan seyahetnameler ne yazık ki mevcut değildir. Böyle seyahatnameler mevcut olsaydı, bu sahte peygamberlerden Arabistan’ın ilgili bölgelerinde bâzı izlerin mevcut olup olmadığım ve oralarda hâlâ bunlara ait hâtıraların muhafaza edilip edilmediğini öğrenmek belki münmkün olurdu. Arabistan’da seyahat etmiş olan kimselerin yazmış oldukları seyahatnameler içinde yalnız bir tanesi, o da yalnız Müseylime ve Secah’dan bahsetmektedir. Bu da V. G. Palgrave’ın “une annee de voyage dans FArabie Centrale, 1862 1863” adlı seyahetnamesidir. Ancak Palgrave bu seyahetnamesinde bir yandan bize Yemame’de Müseylime hakkında beslenen hürmet hisleri ve ona ait hâtıralar üze­rinde bilgiler verirken, bir yandan da Yemen’le hiçbir ilgisi olmayan Secâh’ı Yemcn’den getirmek ve hattâMüseylime’nin ölümünden son­ra Secâh’ın döktüğü göz yaşlarının şiddeti hakkında bilgi vermekle, kendisinin bu iki sahte peygamberin şahısları hakkında hiç bir fikri olmadığını, görüp işitttiklerine bir hayli hayal mahsulü ilâveler yaptığını ispat etmektedir. Böylce bu kitap, araştırmalarımıza müspet bir tesir yapmaktan uzak kalmıştır. İçindeki büyük yanlışlara ve hayâl mahsulü romanesk tasvislere rağmen, JRAS, 1903 S. 484’deki yazısı için Margoliouth’un, İslâm Ansiklopedisindeki Müseylime maddesini yazmak için de Franz Buhl’ün nasıl olup da bu seyahatnameden fay­dalanmış olduklarına şaşmamak mümkün değildir.

3.    Etüd mahiyetindeki eserler:

Etüd mahiyetindeki eserlere gelince, bunları yabancı orientalistler tarafından yazılmış olanlar ve Müslüman müellifler tarafındn yazılanlar diye ikiye ayırmak mümkündür. Yabancı orientalistler tarafından yazıl­mış olan eser ve makalelerde sahte peygamberlere temas edildiği zaman, bunların ya sahte peygamberleri mühimsiyerek, onları Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in seviyesine çıkarmak veya Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i küçümsiyerek onların seviyesine indirmek' gayretini güttükleri ve bazı peşin hükümlerden hareket ettikleri görülmektedir. Meselâ konumuzla ilgili meşelere en çok temas etmiş olan Caetani, sahte peygamber Müseylime’den bahsederken “... bu yüzden muhaddisler İslâmiyet ile Müseylime arasındaki nizam hakîkî sebebini meydana vurmuşlardır. Bu da Arabistan'1 da her ikisi de nüfuzi cisnıanî ve ruhanîye göz dikmiş iki peygamberin ve iki dinin mevcudiyetinden ibarettir. Binaenaleyh bu iki din yan yana yaşıyamazlardı” (Caetani, Islâm tarihi, IX., S. 27) demekle Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  [salla'llâhü aleyhi ve sellem]’i Müseylime’nin seviyesine indir­mek istemiştir. Gene böyle bir gayretle Caetani, asıl kaynak olan Seyf’i bırakarak, İbni Haldun’a dayanan bir rivâyetin birinci bölü­münün Seyf tarafından teyid edildiği için doğru olduğunu, fakat ikinci bölümünün tamamen sonradan uydurulmuş bulunduğunu hiçbir müsbet delile dayanmaksızın iddia etmekte, hâlbuki Seyf haberin ikinci bölümünü de teyid etmektedir (bk. a. g. e. VIII., S. 280). Ayrıca gene VI. cildin 289. sayfasında 3. no. not ile IX. cildin 303. sayfasındaki 1 no. notlar da okunacak olursa bu iddiamızın yerinde olduğu açıkça görülür. Bununla beraber Ridde dolaysısıyla da olsa konumuzla ilgili meselelere en çok yer tahsis eden müellif gene Caetani olmuştur.

Caetani’den daha önce, bilhassa Cahiliyye Devri ve İslâmiyet’in ilk zamanları hakkında yapmış olduğu incelemelerle büyük bir şöhret kazanmış olan ve Caetani’nin de kendisinden çok istifade ettiği Alman orientalisti Wellhausen’da da aynı gayretlerin mevcut olduğu maa­lesef görülmektedir. Meselâ Skizzeu und Vorarbeiten S. 18’de Wellhausen, yalancı peygamber Müseylime’den bahsederken, Taberî’nin Müseylime hakkında kaydettiği “Rebi’a’nın yalancısı” sözünü kabile nefretinden dolayı, Müseylime’ye edilmiş bir iftira kabul etmekte ve bunu göstermek için ileri sürdüğü delil ise pek zayıf kalmaktadır.

Vesîme’nin Kitab ür-Ridde’sine değerli bir giriş yazmış olan Dr. Höhnerbach’da sahte peygamberler bakımından, Wellhausen ve Caetani’nin fikirlerini tekrarlamaktan uzaklaşılmıştır. Halbuki bizzat yayınladığı bu kitapta bu fikirleri çürütecek birçok deliller mev­cuttur. Bununla beraber orientalistler arasında mümkün olduğu kadar objektif kalmayı başarmış olanlar da yok değildir. Meselâ Muir, Annal of the early Caliphate’da, Charles Lyall, JRAS 1903’ S. 773 de yazmış olduğu Hanif ve Müslim kelimelerinin etimolojisi ile ilgili makalelerde, Tor Andrae, Molıamet sa vie et sa doctrine, Paris 1945 de olduğu gibi.

Müslüman müellifler tarafından yazılmış olan kitap ve makalelerde ise, bu konu sahte peygamberlere karşı duyulan nefretten dolayı, ya hiç yer almamakta veya gayet kısa geçilmektedir.

III. YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA
ÇIKIŞ SEBEPLERİ

İslâmiyette ilk Yalancı Peygamberlerin, ortaya çıkışlarının muh­telif sebepleri vardır. Bunları aşağıdaki şekilde tasnif ve izah etmeği faydah bulduk:

1.    İSLÂMÎ YETİN ÇIKIŞI SIRASINDA
ARABİSTAN’DA DİNÎ DURUM

islâmiyetin çıkşı sırasında Arap yarımadasının içinde bulunduğu dinî durumun, yalancı peygamberlerin ortaya atılmasında oldukça büyük bir tesiri olmuştur. Bundan ötürü Yarımadanın o zamanki dinî duru­munu incelemek gerekir.

A. Arabistan’da putperestlik

İslâmiyetin çıkışı sırasında Arapların genel olarak dini putperestlik idi. Fakat Yarımada, Kızıldeniz ve Basra Körfezi vasıtasiyle Habeşis­tan’a ve İran’a, kuzeyden ise Mezopotamya ve Suriye bölgelerine komşu olduğu için, bu memleketlerdeki dinlerin sınır bölgelerinden Yarımadanın içerisine doğru sızıntı hâlinde girdiği gerçek bir olaydır. Bu cümleden olarakBahreyn, Oman, Yemen, Necran bölgelerin de Mecûsîlik, Hristiyanlık, Musevîlik saydabileceği gibi, ayrıca Hristiyanlığın Yakûbîlik ve Nestûrîlik şekli de burada kendine taraftar bulabilmiştir. Fakat ticaret yollarının âdeta kavşak noktası ve bir yıllık panayır yeri olan Mekke ve etrafı Hicaz’da bu dinlerden hiç biri yerleş­memiştir. Orada ecdadın yaptığı putlar, Kabe’nin içini süslemektedir, Kureyşli Araplar’ın kutsal tanıdığı ve taptığı putların sayısı ise üçyüz altmışı bulmakta idi. Kabe’nin en önemli putu Hubel, Kureyş kabile­sinin putu idi. Savaşa gidecek olan bir kimse, başını tıraş ettirip onu ziyaret ederdi. Fakat bundan da daha önemli olan Hacer-i Esved vardı. Bazı kabilelerde mâbudlar insan, arslan, at, kuş şekillerinde tasvir edilmişti. Meselâ Mekke yakınındaki Hüzeyl kabilesinin putu kadın şeklinde, Kelb ve Tayy kabilelerininki arslan şeklindeydi. Ye m en’de Hamdan denilen yerdeki halk at şeklinde bir mabuda, Himyerîler ise Kerkenez kuşuna taparlardı. Evs ve Hazrec’lilerin Menat adında bir mâbudları vardı ki, hu bir kayaydı ve kurbanları­nın kanlarını onun üzerine sürerler, kıtlık olursa ondan yağmur yağ­dırmasını isterlerdi.

Kabe her nekadar putperest Araplar’ın müştereken kutsal tanıdığı bir yer olmuşsa da bundan gayri, Yarımadanın başka başka yerlerinde yüz kadar tapınak daha vardı ve onların da etrafı tavaf edilir, kurban­lar kesilir, bunlara hediyeler sunulurdu. Bunların da Kabe gibi kayyumları ve hâcibleri bulunurdu. Bununla beraber Kabe daima en üstün yeri alır ve Araplar buranın Hazreti İbrahim’in mescidi olduğunu tasdik ederlerdi. Bu cümleden olarak Uzza tapınağı, gene Kureyşlilerin Mekke dışında, Batn-ı ..N alile’deki kutsal yerlerinden biriydi ve bakımı S üley m kabilesine aitti. S akîf kabilesinin T âif’de Lât, Rebia kabi­lesinin Rıda’, Hiray erile r’in San’a’da Risâm adında birer tapmak­ları mevcuttu.

Araplar cinlere de inanır, bunları Allah’ın kızları sayarlardı. Bu inançta Arabistan ikliminin ve coğrafî durumunun tesirleri olsa gerek­tir. Cinler hayır ve şer işledikleri için onlara hürmet ve ibadet gerekirdi. Bunlar ekseriya bir taşın veya ağacın içini mesken tuttuk­larından, o ağaç veya taşa ibadet edilirdi. Gene bu ağaç ve taşlardan bazı sesler işitildiğinden onlara kehanet atfedilirdi. Mselâ Lât, Uzza ve Menat’da böyle birer cin bulunur ve bunlar konuşurlardı. Bu işi tapı­naklardaki kâhinlerin idare ettikleini talimin etmek güç değildir!.

Milâttan sonra VI. Yüzyılın ortalımda Arabistan’da putlara artık eskisi gibi rağbet eden kalmamıştı. Araplar taştan ağaçtan yapılmış tanrıların dünyayı ve kâinatı idare edemiyecekleri inancına artık varabilmişlerdi. Her ne kadar başları darda kalınca gene onlara müracaat ediyor, kurbanlar kesip kanlarını bu putların üstlerine sürüyorlar idiyseler de, amaçları gerçekleşmeyince onlara küfretmekten de geri kalmıyorlardı. Hattâ Beni Hanife’nin uzun yıllar boyunca taptığı putu bir kıtlık sırasında yemiş olması, Araplar’ın tanrılarına bağlılıklarının ne derece gevşediğini göstermeğe yarayacak bir örnek teşkil etmektedir.

Tanrılara olan bağ böyle zayıflayınca, kabile üyeleri arasındaki bağın da zayıfhyacağı akla gelmemelidir. Çünkü Araplar’da asıl birlik din yolu

2 Dozy, Tarih-i İslamiyet, İst. 1908 / 9, C. I-, S. 16.

ile değil, kan yolu ile kurulmuştu. Meselâ VI. Yüzyılda bir kabilenin baş­ka başka kolları, ayrı ayrı tanrılara tapıyordu. Sonunda tanrıya nispetle amlan kabileler boş yere bu adları taşıdılar. Çünkü zamanla tanrı ile, adını taşıyan kabile arasında gerçek bir bağ ispat edilemez olmuştu. Bu şöyle olmuştu: Kabileler veya kabilelerin bir kısmı mecburî olarak yerle­rini terkettiklcTİ zaman, bunların putları ve tapınakları eski yerinde kalır­dı; yeni gelenler kendi tanrılarını terketmemekle beraber, yeni tapınağı ve tanrısını kabul ederler ve yılda bir iki defa da eski tanrılarına kurban­lar sunmak üzere eski yurtlarına giderlerdi. Böylce din kabile mensu­biyetini kaybedip âdeta tevhidi bir mahiyet almaya başlamış bulunuyor­du. Bu yoldaki gelişme tanrıların birbirleiyle birleşmesine yardım et­miş ve b öylece monoteizme müsait bir zemin hazırlanmıştır . VI. ve VII, Yüzyıllarda artık kudretin asıl sahibi ve tanrıların üstünde sayılan bir Allah ’m mevcudiyetine inanıldığı kitabelerden ve şiirlerden anlaşıl­maktadır. Zira bu devirde yemin edilirken putlar üzerine değil, Allah adına yemin edilmeğe başlanmıştır. Putun adına, bazen şiirlerin mısrâlaıı arasında rastlanırsa da bu, çok kere, o putun bağh bulunduğu tapı­nağın bahse konu teşkil etmesinden ileri gelmekte idi  Her kabilenin men­supları kendi tanrılarından bahsederken, onun doğrudan doğruya adını söylemez “Rabbi” veya “Rabbena” (=efendim veya efendimiz) diye onu anardı. Bazan “İlâhi” de denirdi. Meselâ Sakîfler’de el-Lât, Rabb’in müennesi idi. Her kabile “Allah” diyor, fakat kendi tanrısını kastediyor­du. Ancak böylece konuşma dilinde tam hâkimiyet elde eden “Allah” kelimesi, her tarafta bir olan, her kabilenin sayılan genel bir Tanrı fik­rine geçişi temin etmiş oldu ve genelliği bakımından diğer tanrılardan ayrılıp onlrın üstüne yükseldi. Böylce çok kere olduğu gibi dil, gene akıl­dan evvel harekete geçmiş, genel bir kavram meydana getirmişti. Araplar’da putperestlik artık samimî ve kalbı olmaktan çok uzaktı; kütle hâlinde İslâmiyet! kabul etmeleri, hem de kolayca kabul etmeleri bunu gösterir . Kur’andaki:

 (XXXIX/3) yâni “Biz onlara ancak bizi Tanrı'ya yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” âyeti de bu fikri kuvvetle teyid etmeğe yeter bir delil­dir.

işte bu misâller bize gösteriyor ki, İslâmiyet doğmadan biraz evvel, Araplar kâinatı kuran, düzenleyen bir tanrının varlığına hükmetmişler­di. Fakat onunla kendileri arasında henüz bir münasebet kurulamamıştı. Gerçi, tek tanrılı dinler ötedenberi Yarımadada bilinirdi. Fakat Isâ ve Mûsa dinleri, hürriyetlerine son derece bağlı olan Araplar, tarafın­dan itibar görmemişti. Çünkü bu iki dinden biri tamamiyle millî idi, diğeri ise aslında esaret hayatı yaşayan ve hâkim sınıfların zulmünden ümitsizliğe düşen kavimlere sabır ve tahammülü tavsiye ediyordu. Arap­lar, öyle bir yanağına tokat vuran kimseye, öteki yanağını uzatacak kadar müsamahakâr yaradılışta değillerdir. Esasen Araplar başka din­lere karşı pek lâkayt idiler. Bir kabile içinde ayrı ayrı dinî inanca sahip kimselerin bulunmasına, o kabile üyeleri hiç ses çıkarmazlardı. Bu lâlâkaydî o dereceye varmıştı ki, Kabe’nin direkleri üzerinde Meryem ve oğlu İ s â’nın resimleri yer alıyor s, öte yandan putperest olan birçok şairler ve bu arada İmru’ul Kay s muallakasmda, yolunu şaşırmış seyyahlara meşalelerle yol gösteren Hristiyan münzevilerini anıyordu.

Gene bu hoş görürlük sebebiyledir ki, ilk zamanlarda Hazret i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dinini yaymasına Mekkeliler ses çıkarmadılar; fakat o, putlara hücuma başlayınca durum değişti. Ancak bundan sonradır ki, gururlan zedelenen Araplar, putların ortadan kalkmasıyla Mekke’nin İktisadî merkez olma durumunu kaybedeceğinden korkarak İslâmiyet’e karşı cephe aldılar.

B.    Arabistan’a sızmış olan yabancı dinler

Arabistan’da hâkim olan putperestliğin yanında komşu ülkelerden, bilhassa sınır bölgelere, çeşitli yollar ve şekillerle, bir takım yabancı dinler girmiş ve taraftarlar kazanmış bulunuyordu.

a.    Sabitlik: Sâbiîlik birbirinden farklı iki mezhebe ayrılmıştı: 1) Mandeenler yahut Subbalar, 2) Harran Sâbiîleri. Birincisi Mezopotamya’da Musevîlik ve Hristiyanlık’la karışmış bir mezheptir. İkincisi daha çok eski Bâbil dininden müteessir olan ay ve yıldızları kutsal tanımış, putperestliğe yakın bir mezheptir ve uzun zaman Is­lâm hâkimiyeti altında devam etmiştir. Doktrinleri ve yetiştirdiği âlim­lerin değeri bakımından enteresandır. Kur’anda bile Mûsevîlerle Hristiyanlar arasında Ehl al Kitab olarak üç yerde zikredilmiş olan (S. II, A. 64) her hâlde bu Mandeenler olmalıdır.

IV. Yüzyıldan sonra Arap yazarları Harran Sâbiîler’inden sık sık bahsetmektedirler    . Bunlar Şehristanî’ye göre iki feylesof peygamberi dinlerinin kurucusu olarak tanımaktadırlar. Bu peygamberler Set ve Idris ile aynı olan Kermes ve Azimen’dir. Orfeus da bunların peygamberlerinden sayılmaktadır. Sahiller esasında hâkim, mukaddes, yaratılmamış bir yaratıcıya inanmaktadırlar ki, büyüklüğü kavranamaz ve ancak ruhlar vasıtasiyle ona ulaşılabilir. Bu ruhlar en büyük varlığın yamnda şefaatçidirler ve kudreti, İlâhî büyüklükten alıp aşa­ğıdaki alçak varlıklara indirirler. Bu alçak varlıkları da ilk başlangıçtan olgunlaşmaya doğru götürürler. İşte yedi gezegen yıldız bu ruhlardan olup her birinin birer de tapınağı vardır. Bu yddızlar Sâbiîlerde bazen “babalar”, hava ve su gibi unsurlar ise “analar” adını taşımaktaydılar. Sâbiler öyle inanırlardı ki, bu ruhların yâni yıldızların faaliyetleri, muhit­lerini harekete getirmek ve böyle unsurları ve fizik kâinatı tesir altına al­maktan ibaretti      Arap Yarımadasına da inmiş olan Sâbiîlik, İslâmiyet’in yayıldığı zamana kadar oralarda yaşamıştır. Ömer hin Hattab İslâmi­yet’i kabul ettiği sırada, yanlış olarak onun hakkında arkadaşları “Ömer Sâbiî olmuş'' demişlerdiB, tkk zamanlarda henüz İslâmiyet anlaşılmadan önce, Müslümanlar’a hu adın verilmesi, Sabitliğin Yarımadada taraftarlar bulmuş olduğunu ve hatta putperest Hicaz’da bile adım tanıttığım bize göstermektedir. Her ne kadr Arapçada “Sâbiî” dinden sapmış mâna­sına gelmekte ise de, buradaki Sâbiî kelimesinin yukarda bahsettiğimiz mânada kullanılmamış olması daha muhtemeldir.

b.     Mecûsîlîk: Mecusîliğin bir adı da Zerdüştîlik’ dir. Kurucusu Zerdüşt Maveraünnehr’ de veya Harizm’de doğmuş dinini gene bu bölgede yaynuya devam etmiştir. Mecusîliğin Avesta adlı din kita­bına Pehlevî dilinde bir şerli yazıldı. Bu iki kitaba birden“Zend-Aves­ta” dendi ve Mecûsîler’in mukaddes kitabım teşkil etti. Bu dinde iki bü­yük tanrı vardır: Bunlar birbirleriyle dâimi bir şekilde çarpışmaktadırlar. Bu tanrılardan birinin adı “ Ahuramazda” (= Hürmüz) dır; o,bütün unsurları ihata eden, kurtaran, dünyayı yaratan ve onun nizamım, plânım hazırlayan, hayat veren tanrıdır. İkincisi “Angramanyu” (== Ehri­men) kötülük ve karanlığı temsil eden tanrıdır. Bu iki tanrı birbirleriyle aynı zamanda ikiz kardeştirler. Bir gün bu iki tanrı arasındaki savaşta, Ahuramazda’mn üstünlük elde etmesiyle dünyanın sonu gelmiş ve böylece Ahuramazda’mn saltanatı ebedî olarak kurulmuş olacaktır. O gün erimiş demirden ırmak, müminler için ıhk bir süt kadar hoş görünürken, günahkârları yakıp mahvedecektir, iyiler yeni ve iyi bir dünyaya ula­şacaklardır î0. Bu iki kuvvetin yanında daha bir takım isimler yer almak­ta ise de, bu isimlerin yukarda adlan geçen tanrılar kadar küvet ve nüfuz sahibi olmaktan çok uzak bulunan ve bazan görevlendirilmiş melekleri, hazan da tanrıların muhtelif sıfatlarını ifade etmekte oldukları anlaşıl­maktadır.

Islâmiyetin yayıldığı sıralarda, bu dinin mensuplerma daha çok Oman, Bahreyn ve Yemen’de rastlamakta idi .

e. Musevîlik: Musevîlik herkesin malûmu en eski monoteist din­lerden olduğundan, bu dinin mahiyeti hakkında kısa da olsa bilgi ver­meği lüzumsuz buluyoruz. Burada sadece İslâmiyet’in zuhuru sırasında Museviliğin Arabistan’da nerelere kadar yayıldığım bildirmekle yetine­ceğiz, Mûsâ dini, komşu bulunduğu memleketler içinde en ziyade Arap Yarımadasında taraftar bulabildi. Çünkü İbrahim’in Rabbi’ne kar­şı Beni İsmail’in hürmeti büyüktü. Millî bir din olması onun başka ülkelerde geniş kütleleri içine almasına engel olmuştu. Musevîlik Arabis­tan’da bazı önemli münbit yerleri eline geçirmiş, buralarda kuvvet ve nüfuza sahip olabilmişti. Böylce Arabistan’ın kuzey batısındaki vahaları, belki de daha Yemen’e yerleşmeden önce, elde etmiş bulunuyordu. Bunlar Teyma, Hayber, Yesrib, Fedek vahalarıdır  . Himyer, Kinâue, Hâris bin Kâ’b kabilelerinin bir kısmı da bu dine dahil olmuşlar, hatta Yemen hükümeti bir ara devletin resmî dini olarak Mûsevîliği kabule kadar gitmiştir. Ayrıca Mûsevîlik Bahreyn ve Oman’da da yerleşmeğe muvaffak olabilmiştir.

d. Hristiyanlık: Hristiyanlık Arabistan’a iki ana yoldan girmeğe muvaffak olmuştu. Bunlardan birincisi, kuzeyden Suriye, İkincisi gü­neyden Habeşistan’dan Kızddeniz vasıtasiyle Yemen’e ulaşan yoldur. Bu yollardan Hristiyanlık kâh barışçd bir şekilde, kâh savaş ve istilâ ile Yarımadanın bazı bölgelerine yayılmış, bazı bölgelerinde ise, umdeleri, efsaneleri ve ibadet şekilleri, inanmıyan Azaplar tarafından öğrenilmiş­ti. Hristiyanlığın Arabistan’a barışçd bir şeküde sızmasına, Hristiyan esirler ve bilhassa Arabistan’dan Habeşistan’a, Suriye ve İran’ın Hris­tiyan olmuş bölgelerine giden şarap tüccarları sebep olmuşlardır.

Yarımadada Hristiyanlık en büyük zaferini Necran şehrinde kay­detti. iddiaya göre bu dini oraya götüren, salih Phemion adh bir şahıs­tır. Esir olarak oraya satıldığı sırada dinî vaızlarıyla Necran halkını Hristiyanlaştırmağa muvaffak olmuştur .

Esirlerin bu yolda faaliyetlerine paralel olarak Yarımadanın en uzak köşelerine kadar giden şarap tüccarları da bu dinin yayılmasında büyük rol oynamışlardır. Ancak, geleneklerine sadık müşriklerin din hususundaki geniş müsamahalarına rağmen (bk. yk. S. 12 v. ö.), atalarının taptıkları putları, pek hayalî kabul ettikleri çarmıha gerilmiş bir tanrı uğruna kolay kolay terke yanaşamadıkları da bir gerçektir. Esasen bunlar sınırdaki kabileler gibi Ârâmî tesirlere fazlaca maruz da değillerdi.

Ayrıca Arap Yarımadasından dışarıya giden tüccarlar, gittikleri yerlerde Hristiyanlığın başka başka mezhepleri ile temasa geçerek bu din hakkındaki çeşitli bilgilerini arttırmak fırsat ve imkânlarını buluyor­lardı. Hristiyanlığın bu şekilde barışçıl bit yolla Arabistan’a girmesine karşılık, diğer taraftan Habeşîlerin Yememi istilâsı üzerine bu dinin Melkit mezhebi  Yarımadanın güneybatısında bazı yerlere iyice yerleşmiştir. Sonra Irauhların Habeşîleri koğup hâkimiyeti ellerine geçir­meleri üzerine de aynı dinin Nestûrî mezhebi burada teşvik görmüş, fakat ne bütün güney Arabistan’ı ne de bu bölgede halkın çoğunluğunu kendine bağhyan bir kilise kurulamamıştır.

Kuzey bölgesine gelince, burada Kuzaa, Taglib kabileleri Dumet ül Cendel bölgesi sakinleri, Hristiyanlığı sathî bir şekilde de olsa kabul etmiş, Hîre’deki Lâhmî sülâleleri, hükümdarlarının put­perest ve hedevî kalmasına rağmen, hristiyanlaşmışlardı. Gene Arapçayı yazı dili olarak kullanan Anbarlı Ib adîler de Hristiyan olmuş­lardı’5. Bu sınır ülkelerinin kapılarından Yarımadanın içerlerine doğra yayılan Hristiyanhk Tanuh, Taglib kabilelerinin bir kısmını ve Bah­reyn, Far ân halkından bazı toplulukları da içine alıyordu. Bundan başka Wellhausen, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] zamanında Tayy’ların, hattâ Temim ve Reb ia kabilelerinin arasına kısmen de olsa Hristiyanlığın girdiğiui iddia etmektedir    . Ayrıca Himyerler, Cezemler ve Esed kabilelerinde Hristiyan topluluklarının bulunduğunu ve Basra Körfezinin güney kıyılarında ise beş piskoposluğun mevcut olduğunu öğreniyoruz  .

C.   Arabistan’da putların üstünde bir tanrı
kavramının teşekkülü ve Hanîflik

Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’den evvel Mekke , Tâif ve Medine’de bazı insanların putperestlikle tatmin olunmayıp yeni bir din aramaya başladıklarını, bunu bulmak ümidi ile de Tevrat ve Incil’i incele­diklerini Islâm kaynaklan bize haber vermektedirler. Hanîf adı verilen bu arayıcılar, Musa ve Isa dinlerine karşı belki sempati duymuşlarsa bi­le, onları kabul etmemişlerdi. Bunlar kendilerinin atası ve Kabe’nin ku­rucusu addettikleri Hazreti İbrahim’in dinini araştırıyor ve bu dini ihya edecek yeni bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Fakat aralarında bir birlik ve müşterek bir ibadet şekli mevcut değildi. Bunlar sadece tek tannya inanıyorlar ve hu tanrının görünen, bilinen herşeyin üstünde olup ona şerik koşulamıyacağına, onun doğmamış ve doğurmamış olduğuna, onun bütün mahlûkatı yarattığına iman ediyorardı. Kelime olarak H ani f , doğruya meyleden kimse demektir. Kur’an’da “Hanîf” adı bir­kaç yerde geçmekte ve bunlara Müslim de denmektedir. Islâm da za­ten insanın kendisini İlâhî yola terketmesi demektir . Bakara sûre­sinin 136. âyetinde.

Yâni “Onlar dediler ki, Yahudi veya Hristiyan olunuz, hidayet bulur sunuz, deki hayırbiz Hanif olan İbrahim dinine gireriz,zira İbrahim müşrik­lerden değil idi"', gene Al-i İmren sûresinin 95. âyetinde İbrahim milletinin hanefî olduğu ve İbrahim’in putperest olmadığı bildirilmek­tedir.

Peygamberimizden önce ve onun yaşadığı yıllarda, adları ve iddia­ları belli Hanîfler yaşamışlardır. Bunlardan en meşhurları şunlardır: Varaka bin Nevfel, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr bin Nevfel, Umeyye bin Ebi Salt, Kus bin Sâide, Hâlid bin Sinan, El-’Aşâ bin Kay s. Bunlardan Varaka bin Nevfel ile Osman bin Huveyris, Hazreti Hadice’nin amcası oğludurlar. Varaka, Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e görünen meleğin, Musa’ya görünen Cebrail olduğunu ve onun Peygamberliğini ilk müjdeleyen şahıstır. Bu meşhur Hanifler’den dördü, Varaka bin Nevfel, Osman hin Huveyris, Zeyd bin Anır, Ubeydullah bin Cahş bir gün, Mekke halkının her yıl kurban kestiği ve dilekler dilediği bir puta, o yıl da nasd merasim yapıldığım bir kenara çekilip seyrederler. Putlara gösterilen hu saygı, onlarda artık tahammül edilmez bir nefret uyandırır ve ar alarmda Hanîf dinini, İbrahim’in şeriatını aramak üzere ayrı ayrı yönlere seyahat etmek kararını verirler . Mahmud Esad Efendinin, Ibni Ishak’dan aldığı bu rivayet, Hanîfler’in putperest­likten ne kadar uzak olduğunu bize göstermektedir. Ayrıca, kuvvetli bir şair olan Umeyye hin Ebi Salt ise şiirleriyle Hanifliğin prensip­lerini çok güzel ifade etmiştir. Kendisi Mûsa ve İsa dinlerini incelemiş, fakat bunlardan hiç birini kabul etmemişti. O, bir âhır zaman Peygam­berinin geleceğini söylemişti; fakat bu peygamberliğin kedisine nasip olacağını umuyordu. Bu yüzden Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Resûl olduğunu ilân edince memnun olmadı ve İslâmiyet’i kabul etmedi. Bununla bera­ber, onun şiirleri âdeta mü’min bir Müslümanm ağzından çıkmış gibidir: “... Sağ olduğum müddetçe Cenab-ı Hakka hamd-ü sena etmekten ve O’nu yüceltmekten geri durmam. O’mutlak hâkimdir; ne O’nun üstünde bir Allah, ne O'na yakın sayılabilecek bir mâbud vardır. Ey insan fenalıkltan kaçın... Cenab-ı Ilakk’dan bir şey gizleyemezsin... Ya Allah sen benim mâlikimsin, ümidim şendedir. Senden başka bir mâbud tanımam... Ona sorsunlar ki sabahleyin doğup, dünyayı aydınlatan güneş kimindir. Yerde otları bitiren, mahsûlleri yetiştiren ve yeniden tohum husule getiren kimdir? Ya Rabb senin adını takdis ettiğim gibi günahlarımın affını da temenni ederim. Ya Rabb beni rahmetine nail et, beni ve evlâtlarımı mesut kıl”. Hanif adı verilen ve asıl Tanrıyı arayan bu insanlar çok sayıda olup bütün Arabistan’da tek tanrılı bir dinî havanın teşekkülüne sebep olmuşlar­dır.

D. Netice

Yukarıda söylediğimiz gibi uzun yıllar boyunca sürüp giden bede­vîlik, putların karışmasına, sonunda da bir tek Tanrı anlamının doğma­sına vesile olmuştu. Gene yukarda, Musa ve İsa dinlerinin Yarımadanın bazı bölgelerinde nasıl yerleştiğini, bazı bölgelerde ise hüsni kabul gör­mese bile Araplar tarafından nasıl tanındığım ifadeye çalıştık. Şimdi ise Hanifler Arabistan’ı dolaşarak kâh veciz nutuklar (Kus bin Saide’nin nutku gibi), kâh tesirli şiirler söyliyerek putperestliği küçümseyip hakîkî dini acıyarak, Araplar’m putlara karşı olan bağlarının daha da gevşe­mesine vesile oluyorlardı. Böylece Araplar tek tanrdı bir dini telkin ede­cek bir peygamberi kolayca kabûle hazar hâle gelmiş bulunuyorlardı. İşte bu suretle bir taraftan Yemen ve Yemame’de, diğer taraftan Esed ve Temim kabileleri arasında peygamnerlik iddiasında bulunan bazı insanlar kendilerini, fikirlerini kabule hazır dinî bir atmosfer içinde buluvermişlerdi. Tarihte sahte peygamberler adıyla anılan kimselerin or­taya çıkma senepleri arasında “Ridde” olaylarım da saymak gerekir.

2.    RİDDE

A,    Riddenin tarifi:

Hicret’in 10. ve 11. yıllarında dinî ve hukukî bakımdan henüz pek yeni bir teşekkül olan İslâm devletini büyük sarsıntılara mâruz bırakan Ridde olayı en eski İslâm kaynaklarında oldukça geniş bir yer işgal et­mektedir. Ridde, İslâmiyet’in bu devri için o kadar önemli olmuştur ki, bazı tarihçiler sadece 10 11. yıllarda cereyan eden isyan ve irtidatlan canlandırabilmek için hususî kitaplar vücuda getirmeğe mecbur kalmış­lardır. Vâkıdî’nin biricik nüshası Bankipore’da bulunan Kitab al-Ridde’si ile Vesîme’nin İbni Hacet tarafından İsabe’ye alınan Kitab al Ridde’si bunların en önemli örneklerini teşkil eder.

İslâm tarihinde çeşitli sebeplerle meydana gelmiş olan Ridde “İslâm’dan dönmek, İslâm dinini reddetmek” anlamına gelmektedir.

Arap yarımadasının çeşitli bölgelerine yayılmış bulunan İslâm dini, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hastalanması ve ölümü üzerine, gene bu bölge­lerin çoğunda yaşayan Araplar tarafından reddedilmiş, İslâmiyet’in yük­lediği malî mükellefiyetlerden kurtulmak isteyenlerde eski putlara dön­me temayülü artmış, bazı kabileler ise Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in tanıttığı tek ve her şeye kâdir olan yüce Tanrıya ibadeti terketmemekle beraber İs­lâm dininin gerektirdiği zekâttan muaf tutulmak istemişlerdi.

B,    Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hayatmda Arap yarımadasında Islâm dininin yayılışı:

Ridde’nin sebeplerini gösterebilmek için önce İslâmiyet’in Arap yarımadasında hangi kabileler tarafından kabul edilmiş olduğnu belirt­mek gerekmektedir: Hudeybiye barış andlaşmasından sonra bütün Ya­rımadada yaşıyan Araplar, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dinî ve İdarî nüfuzunun gün geçtikçe arttığım gördüler. Esasen bu sırada putlara olan bağlılığın zayıflamış olmasından ve Yarımadanın tek tanrılı yüksek bir dini kabule hazır bir durumda da bulunmasından dolayı Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in tek­liflerini ulaştıran elçilerin müsait karşılanmaları ve bu arada İslâmiyet’in bu kabileler tarafindan kabul edilip onun icap ve mükellefiyetlerinin der­hâl yerine getirilmesi kolayca mümkün oldu.

Hicretin 10. yılında Medine, Arabistan’ın dört bucağından gelen ve çeşitli kabilelerin ihtida haberlerini getiren heyetlerle dolup taştı. Yemen’den, Yemame’den, Necid’den, Oman’dan, Bahreyn’den, Belka’dan, Hadramavt’tan birçok Müslüman olmuş kabileler, dinî ve siyasî bağlılıklarını bildirmeğe memur temsilcilerini en kısa bir zamanda Medi­ne’ye gönderdiler; böylece Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Vedâ Haccma hazırlan­dığı tarihlerde artık Arap Yarımadasının her bölgesinde Medine hükü­metine dînen ve siyaseten bağlı birçok kabileler bulunduğu gibi, eski kitabî dinlere bağlı veya Mecusîlik, Sabiîlik gibi kitabî muamelesi gör­müş din sâliklerinin cizye vererek Müslüman himayesini elde etmiş toplulukları da vardı .

Ridde’nin İslâmiyet için en tehlikeli örneklerini vermeden önce, 10. yılda Arap yarımadasındaki İslâmlaşma hareketine kısa bir göz atmak gerekmektedir.

Hicret’in 10. yılının Rebi’ al Evvel ayında Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  dört yüz kişi ile birlikte Hâlid bin Velid’i Necran’da yaşı yan Benu al-Hâris bin Kâab'lara gönderip onları İslâm’a dâvet etmesini, kabul etmezlerse silâh kullanmasını emretti. Hâlid, puta tapan Benu al Hâris’leri Müs­lümanlığa girmeğe ikna etti ve yeni dinin prensiplerini onlara öğretebil­mek için de Necran’da iki ay kalmağa mecbur oldu. Bu arada da Hz. Peygaınber’e şöyle bir mektup yazdı: “Ey Tanrı Elçisi, sana esenlikler dilerim ve sana hak mâbud olan Tanrıyı överim. Hamdii senadan sonra...........................................

ben Benu al Haris bin Kâab'ların illerine geldikten sonra, emrettiğin gibi onları üç gün İslâmiyet'e çağırdım. Etrafa süvariler göndererek Müs­lüman olunuz, emniyete ve selâmete kavuşursunuz, diye ilân ettirdim. Onlar benimle savaşmadan Müslüman oldular. Ben onlara Tann'nın emirlerini öğreterek ve yasak ettiği işlerden onları meneyliyerek aralarında yaşıyorum         ” dedi. Bu mektubu alan Hz. Peygamber de Hâlid’e,

artık Medine’ye dönmesini ve Benu al-Hâris bin Kâab’lardan bir heyeti misafir olarak beraberinde getirmesini emreder mahiyette bir cevap gön­derdi  . Hâlid beraberinde Benu al-Hâris bin Kâab’lann ileri gelenlerin­den bir toplulukla Medine’ye döndü. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  bunlarla görüştü ve içlerinden Yezid Bin Husayn'ı reis tâyin etti. Necran’a dönecekleri vakitte âdet olan hediyeleri dağıttı. Elçiler yurtlarına döndükten sonra, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  onlara Ensar’ın Benu Neccâr kolundan Amr binal-Hazm’ı öğretmen ve mâliye memuru olarak gönderdi. Amr orada dinî tavsiyeler­de bulunup zekât mallarını toplayacaktı.

Ibni İshak’a dayanan bir rivayet, bize Amr binHazm al Ansârî’ye Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  tarafından yazılmış bir talimat mektubunun, Kuran tarihi bakımından çok değerli bir haberi ihtiva ettiğini göstermektedir. Mektup şu yoldadır:. “ Bismillâhirrahmanirrahim, ey müminler ahd ve anlaşmalarınızı yerine getiriniz  bu, Tanrı Elçisi Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] 'in

Yemen’e gönderdiği Amr bin al-Hazm için yazdığı mektuptur. Tanrı El­çisi ona bütün işlerinde TanrTdan sakınarak hareket etmesini emretti. Çünkü Tanrı kendisinden sakınan ve hayr ve iyiliklerde bulunanlarla bir­liktedir. Tanrı Elçisi ona, Tanrı nasıl emrettiyse hak ve hukuka o şekilde riâyet ile iş görmesini, insanlara hayrı müjdelemesini, Kur’an’ın ve İslâm dininin kaidelerini öğretmesini, kötülüklerden menetmesini emreder. Temiz olmıyan kimseler Kurbanı ellerine almasınlar. Ahaliye leh ve aleyhlerinde olan emir ve hükümleri anlatsın..... . Mektup bundan sonra daha bir hayli uzar. Fakat bizim için mühim olan cihet yukarıya aldığımız, Temiz olmıyanların Kurbana el sürmelerinin yasak olduğunu emreden cümledir. Zira böylece peygamberin mümessillerinin Yarımadada İs­lamiyet! öğretmek ve yaymak üzere gittikleri zaman, bunu, ancak ezber­lerinde olduğu kadarını söylemek suretiyle yapmadıklarını, nazil olmuş âyetlerin yazılı nüshalarını da beraber götürdüklerini ispat eder. Bunun önemini Caetani ve Frants Bulıl (is. Ans. S. 1Ö0İ, Caetani, C. VIII. S. 26) de kabul etmekte fakat haberin doğruluğu hususunda her ikisi de şüphelerini açıklamaktadırlar.

Bu nokta üzerinde ısrarla durmamızın sebebi, Caetani’nin aşikar olan bir yığın tarihi vesika krşısmda” Yemen’in Müslüman olmadığım, tam bir istiklâl içinde bulunuduğunu, orada Esved’in isyanı başlayınca da Peygamberin, bu hâdiselere zerre kadar önem vermediğini iddia etmesidir.

Hz. Peygamberin elçilerine yazdığı ve yukarıya aldığımız mektup­lar ile onlardan gelen cevaplar, Kur’an halikındaki kayıtlar, ana kaynak olan Belâzûrî, Taberî, Buharî, Ibni Sa’d tarafından teyid edilmektedir.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Esved’in isyanını önlemek için bütün gücüyle çalışmıştır. Şu hâlde Caetani’nin bu yoldaki iddiaları doğru olamaz (VII. S. 36).

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Yemen’i İslâmlığa kazanmak hususundaki gay­retleri bitmemiştir. Birçok kollara aynlan Benu al Haris bin Kâ’blar’a mektuplar ve elçiler yollıyarak, kimine amanname verip kiminin bazı sulak arazideki haklarını tanıyarak ümit ettiği müsbet sonucu elde et­miştir. Peygamber Veda Haccma çıkmadan önce Muaz bin. Cebel ile Ebu Musa’al Aş’arî’yi İslâmiyet’i yaymaları için Yemen’e yolladı ve kendilerine talimat verirken “herşeyi kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, fenalık değil, iyilikler yapınız, hasmâıne değil dostâne duygular taşıyınız” dedi. Aş’arî, Yemenin daha çok kıyı bölgelerine, Muaz bin Cebel ise yu­karı bölgelerine memur edilmişlardi. Fakat Yemen gibi verimli ve geniş bir bölgede yaşıyan pek çeşitli boy ve soydaki insanların hepsini, birden­bire İslâmlığa kazanmak pek tabiidir ki, mümkün olamamıştır. Bunu Belâzûrî’de gördüğümüz Muaz bin Cebel'in şu mektubundan kolayca anlamaktayız: “Yağmur suyu ile yahut akar sularla sulanan toprakların mahsulünden onda biri, sunî şekilde sular akıtmak suretiyle sulanan yer­lerden bunun yarısı alınır. Olgunluk çağına gelenlerden, nüfus başına bir dinar veya bunun karşılığı dokuma bez alınır. Yahudi, yahudîlikten döndürülemez”. Böylece yalnız Müslümanların ve Yahudilerin değil, Yemen’de oturmakta olan Mecûsîler’in de Medine’ye tâbi bir durumda yaşadıkları gene Belâzûrî’de aynı sayfadaki şu kayıttan anlaşılmaktadır: “Peygamber Heccr ve Yemen Mecusîlerinin olgunluk çağma gelenlerin­den adam başına bir dinar vergi alınmasını emretmiştir”. 10, yılın Ra­mazan ayında büyük Mezhic kabilesinin Yemen’de oturan Ans, Murad, Sa’d al-Aşire, Ca'fi, Zebid ve diğer kollarım İslâmiyet’e davet için, baş­larında Ali bin Ebî Talib’in bulunduğu ve tahminen 300 kişiden meydana gelmiş bir sefer heyeti hazırlandı. Bir rivayete göre, Ali savaşarak, İs­lâmiyet’i kabul ettirdi. Taberî’ye göre ise (Tab. Ter. II. 2,. S. 830) Mezhicler derhâl İslâmiyet’i kabul ettiler. Yahudi Hahamı, Kâab alAhbar da bu yıl ihtida etmiştir.

EZD kabilesinden 10 kişinin başında bulunan Sarrad bin Abdullah al-Ezdi gene aynı yılda Müslüman olmuş ve kendisi gibi İslâmiyet’i kabul etmiş bulunan Ezd’lerin başına geçerek Cereş şehrini kuşatmıştı. Kuşat­ma uzun sürmüş, sonunda Müslümanlar üstün gelerek, Sarrad, Cereş ve Tebale şehirlerine baş eğdirmiş ve oraları İslâmhğa kazandırmışlardır.

HEMDANLAR’ın İslâmiyet’i kabul ettikleri haberi ise, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in secdeye kapanıp Allah’a şükretmesine ve Hemdanlar’a selâmımdır, Hemdanlar’a selâmımdır sözünü tekrarlamasına sebep olmuştur (Tab. Ter, II, 2., S. 831).

ABD al KAYS delegeleri de bu yıl Peygamberi ziyaret ettiler ve içlerinde Hristiyan dinine girmiş olanlar bile İslâmiyet’i kabul ettiler.

Aralarında bulunan Amr bin Cârud kendi kavmi dinden, döndüğü zaman bile Müslüman kaldı .

Gene 10. yılda Becîleler’den Cerir bin Abdullah Bedii. maiye­tindeki 150 kişi ile birlikte Hz. Muhammed’e bağhhğııu bildirmeğe geldi. Hepsi kelime-i şahadet getirdiler. Peygamber onlara söylediği nutukta, göndereceği valinin bir Habeşli bile olsa, ona itaat etmeleri lüzûmundan bahcetmiş ve döndükleri zaman Zu’l-Hulâsa putunu yıkması için Cerir bin Abdullah’a emir vermiştir. O da bu emri derhal yerine getirmiştir.

Zebidler’in, Sadefler’in elçileri de aynı şekilde Medine’yi ziyaret edip aldıkları hediye gümüşlerle memleketlerine döndüler.

Muradlar’a gelince, bunlarla Hemdanlar arasında büyük bir geçimsizlik vardı. İşte İslâmiyet bu geçimsizlikten bir hayli is tifade etti. Ferve bin Müseyk al Murâdî, müttefiklerinden olan Kindeler’in emrin­den ayrılıp Medine’ye geldi; İslâmiyet’i kabul etti. Haz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  de onu, mükâfat olarak, Muradlar, Mezhicler ve Zebidler üzerine kendi temsilcisi tâyin etti.

Arabistan’ın âdeta zahire anban durumunda olan ve Hicaz’ın doğu­suna düşen Yemâme bölgesinde büyük REBÎA kabilesinin bir kolu olan H a n i f e kabilesine gelince, bunların 7. yılda başkanlan olan Hevze hin Ali’nin İran yoluyla gelen Hristiyanlığı kabul etmiş olması muhte­meldir. Peygamber ona, Salit bin Amr al-Amiri eliyle bir mektup yol­ladığı zaman o Peygamber’e, kendisinin şair ve hatip olduğunu, şayet kendisine bir pay verilecek olursa, İslâmiyet’e gireceği yolunda bir cevap yolladı. Bundan sonra, Hanife kabilesinden 10 kişilik bir heyet Medine’ye geldi içlerinde bulunan Müseylime de aynı şekilde ortaklık peşinde koş­muş, Peygamber’den kendisine bir menfaat temin edemeyince Peygam­berlik iddiasına koyulmayı en uygun bir yol zannetmişti. Hâlbuki gene Hanîfe kabilesinin mühim bir kısmına hükmeden Sümame bin Usâl, maceralı bir şekilde de olsa önceden İslâmiyet’e girmiş ve bu uğurda Yemâme’de sonradan İslâm’ı terkedenlerle bir hayli uğraşmıştır .

Bundan başka önemli bir kabile olan Kindeler’den de Eş’as bin Kays seksen kişilik bir temsilci topluluğu ile Medine’ye gelmişti. Kinde Araplarmın saçları pek dikkatli taranmış, gözleri de sürmelenmişti. Meşlâhları renkli ve altın pullarla işlenmişti. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  bu pek süslü giyimi beğenmedi. Elçiler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Pey­gamberin emriyle süslü elbiselerini çjkarmaya mecbur oldular (Tab. Leyden basısı, I., S. 1739).

Hz. Peygamber T a y y 1 a r’ın da sefaret heyetlerini kabul etmiş ve onların kollarından olan bütün kabilelere mektuplar yazmıştır. Tayylar İslâmiyet’i büyük bir çoğunlukla kabul etmişlerdi.

10. yıldan önce İslâmiyet’i kabul etmiş bulunan E s e d 1 e r’e Pey­gamber mektup yazarak Esedler’in, Tayylar’ın sularına saldırmamalarını arazilerine girmemelerini ihtar etti.

Gene İbni Sa’ d’dan aldığımız bilgiye göre Hadramavt büyük­lerine Hz. Peygamber mektuplar yazmıştır. Bunlar arasında da İslâmi­yet’in kabul edildiği yazılmış olan bir beyitten anlaşılmaktadır.

Sekizinci Hicret yılında Müslüman olan Oman halkı, yâni Ezdler’ den olan halk, İslâmın inceliklerini öğrenmek isteyince, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  onlara Amr bin al-As'ı yolladı.

Buraya kadar 10. yılda İslâmlaşmış büyük, küçük bazı kabilelerin İslâmiyet’e nasıl girmiş olduklarım, bir yığın karışık haberler arasından, mümkün olduğu kadar seçmeğe çalıştık. Şimdi Yarımada’nın Bahreyn gibi bazı bölgelerinin 10. yıldan önce nasıl olup da İslâmiyet’e dahil ol­duklarına işaret eden kısa misâller vererek, yaıımada’da yeni semavî dini tanımamış veya bundan haberdar olmamış bir köşenin kalmadığım ispat etmek mecburiyetindeyiz. Öyleki, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  öldüğü zaman İslâmiyet, âdeta henüz Hicaz bölgesinin sınırlarım aşamamıştı iddiasında bulunan müsteşriklere bu iddialarında haklı olmadıkları ce­vabını verebilelim.

Bahreyn’i 8. yılda Fars ülkesinin bir parçası gibi telâkld edenler vardı. Orada Abd al-Kayslar’la Bekr binVâil ve Temim Araplarından birçokları yaşardı. Hz. Peygamber zamanında orada Farslar’ın vâlisi Münzir bin Sava idi. Hz. Peygamber buranın büyüklerine İslâmiyet’i veya cizye vermeği kabul etmelerini bildiren bir mektup yazdı Ora halkından ata tapanların bir kışımı ve başkanları Müslüman oldular; Mecusî, Yahudi ve Hristiyan olan ahalisi ise al-Alâ bin al-Hadramî ile banş yaptı. İbni Abbas'm rivayetine bakılırsa, Hz. Peygamber’in Bah­reyn halkına şöyle bir mektup yazdığı görülür: “Tanrıyı ululadıktan sonra, siz namaz kılar zekât verir Tanrı ve Elçisine kalbden inanır, hur­malığınızın mahsûlünden onda birini, ekinlerinizden yirmide birini verir, çocuklarınızı Mecûsî yapmaz iseniz, siz andlaşmada anılan şartlarla emni­yet içindesiniz. Ancak ateşgedeler Tanrı ve Elçisinin emriyle yıkılıcaktır. Ancak İslâmiyet’i kabul etmez iseniz sizden cizye alınacaktır.” Mecusîlerle Yahudîler İslâmiyet’e yanaşmadan cizyeyi Ödemeği kabul ettiler (Belâzûrî, ter. I. S. 130).

Necran’ın Hristiyan halkından da bir heyet gelip Hz. Muhammed ile cizye vererek dinlerinde serbest kalmak şartı ile bir andlaşma yaptı­lar. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in bunlara yazdığı mektubun metni çok enteresan­dır. (fazla bilgi edinmek için bk. Taberî Leyden basısı, I., S. 1740). Böylece Necran’ın Hristiyan halkı da dinen olmasa bile, hukuken Medine hâkimiyetini tanımak mecburiyetinde kalmıştır.

Arap Yarımadasının kuzey bölgesinde oturan ve Hristiyan Bizans ile en yakın teması bulunan Gassaniıla r’dan da 10. yılda bir elçilik heyetinin geldiği Vâkıdî tarafından zikredilmiştir 2S. Gelen heyetin geri döndüğü zaman İslâmlığı yaymayı başarıp başaramadığı hakkında kesin bir vesikaya malik değiliz.

Kuzey doğu bölgesine gelince, kuzeyden, Mezopotamya’dan Bah­reyn’e doğru uzanan topraklara yayılmış bulunan büyük Temim kabilesi Hicretin 9. yılında Utarit bin Hâcib, el Akra’ bin Habis, al Zibrikan Bin Bedr, Amr bin al Ahtem, Nu’aym bin Zeyd, Kays bin Asım ve başkalarından müteşekkil bir heyeti Hz. Peygamber’e yolladı. Mekke fethinde Hz. Peygamber ile birlikte hazır bulunan el Akra’ bin Habis ile Fezâre kabilesinden Uyeyne bin Hısn da bu gelen heyetin içine girmişlerdi. Önce meziyet ve fazilet yolunda bir yarışma yapıldı; Temim kabilesinin hatiplerinden Utârid bin Hâcib’e Sâbit bin Kays ile Peygamberin meşhur şairi Hassan hin Sâbit cevap verdi. Sonunda Müslü­manların üstünlüğünü kabul eden Temimler İslâmiyet’i kabul ederek memleketlerine döndüler37.        .

Yukarıda da söylediğimiz gibi, Arabistan’ın hemen her bucağında dinen ve siyaseten Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e bağlı kabileler, topluluklar veya bazı kabilelerin ileri gelen şahsiyetleri vardı.

C.   Riddenin Sebepleri

Vedâ Haccından yorgun ve zayıf düşmüş bir hâlde dönen Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Muharrem ve S af er aylarını Medine’de sâkin bir şekilde geçirdi. 11. yılın Muharrem ayında Şam üzerine yürümek maksadıyla seferberlik ilân etti ve ordunun başkomutanlığına azatlı kölesinin oğlu olan Usame bin Zeyd'i tâyin etti. Tam bu sırada Peygamber, ölümüne sebep olan hastalığa yakalandı. Bu haber çarçabuk Arabistan’ın dört bucağına yayıldı, Hristiyanlar ve Yahudiler fırsattan istifade ederek İslâmiyet’i yeni kabul etmiş olan kabile mensuplarını dinden dönmeğe     teşvik ettiler. Yemen gibi Ebna, Arap, Yahudi kabileleri ile meskûn ve çeşitli dinî inançlara bağlı toplulukların yaşadığı bir bölgede bu haber daha büyük bir tepki unsuru hâline geldi. Esasen Arap yarımadasının büyük bir kısmının İktisadî ve siyasî bakımdan Medine hükümetine bağ­lanmış bulunması bazı kabile ileri gelenlerinin haset ve kıskançlığını uyandırmıştı. Medine artık zengin ganimet mallarının, zekât ve cizye­nin ve binnetice siyasî ve askerî nüfuzun toplandığı bir başkent hâline gelmişti. Yarımadanın dört bucağına oradan emirler veriliyor, elçiler, memurlar müşküllerini hal etmek için gene oraya koşuyorlardı. Yarıma­danın en akla gelmez köşeleri, Peygamber Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’ifı himayesine sığındıkları için komşu kabilelerin baskın korkusundan uzak olarak yaşı­yorlardı.

Tanrı Elçisinin hastalanması haberi bir takım kabile şeflerinin siyasî gayelerini açığa vurmalarına fırsat verdi. Bunlar topraklarım Medine hükümetinin nüfuzundan sıyırarak zekât ve şâir adlarla toplanan ver­gileri, kendi şahsî menfaatlerine veya gene kabilelerinin korunmasını temine tahsis etmek maksadiyle göndermediler. Bu hareket Medine hükümeti tarafindan isyan sayıldı. Bazıları isyan etmeden önce, ince plânlar düşündüler; muvaffak olmak için Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  gibi görün­menin en iyi çare olacağı kanaatine ulaştılar. Böylece dinden dönen ka­bilelerin bazılarının başında peygamberlik iddiasında bulunan bir takım âsi şefler görüyoruz ki, bunlar Islâm tarihinin ilk devirlerinde ortaya çı­kan ve bazıları sonradan iyi bir Müslüman olarak tanınan yalancı pey­gamberlerdir. Arabistan’ı bir yangın gibi saran Ridde’nin başlıca sebeblerini şöylece sırahyabiliriz: 1) Peygamber’in hastalanması ve ölümü; 2) Siyasî arzularını tatmin etmek istiyenlerin çeşitli vasıtalara baş vur­maları, halkı isyana teşvik etmeleri; 3) Halkın zekât ve cizyeden muaf tutulmak istenmeleri; 4) Kabile asabiyetinden dolayı Kureyş hâkimiyeti altına girmek istenmemesi; 5) Yeni dinin ibâdet usullerinin ve mükelle­fiyetlerinin Yanmada’da henüz tam mânasıyla kavranamamış bulun­ması.

D.    Riddenin Yayılması ve Önlenmesi

Böylece Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in son günlerinde başlamış olan Ridde Ebu bekr zamanında gittikçe yaygın bir hâl aldı ve Esedler, Gatafanlar, Eşca’lann bir kısmı, Temimler, Süleymler’den bazıları, Havazinler’iıı bir kısmı, Beni Hilaflar, Imru’ul-Kayslar, Zekvanlar, Beni Câriyeler, Hanîfeler, Bahreyn ahâlisi, Benu Bekr bin Vâiller, Oman Ezdler’inden Dehalar, Nemr bin Kasıtlar, Kelbler, Kudaalar’dan bazı­ları, Beni Âmirlerin hepsi vsr. dinden döndüler.

Sadık kalanlara gelince, onlar da şunlardır: “İki Mescid (yâni Mekke ile Medine) arasındaki kabilelerle Eşlemler, Gtfarlar, Cüheyneler, Miizeyneler, Kâab ve Sakîfler.”, Ayrıca Tayylar, Hüzeyller. Beciteler, Has’amlar, Tihame yakınındaki Havâzinler, Cüşemler, Sa’d bin Bekrler de sadık kaldılar. Gene sadık kalanlar arasında Bahreyn’de Abdülkayslardan bazdan, bazı Yemenliler, Yemen’de Kindeler, Hadramavthlar, Cendel, Zebid kabilelerini de saymak gerekir.

Ebu Bekr hâlife olmadan önce, Üsâme, Peygamber’in emriyle Suriye seferine hazırlanmış, fakat onun hstahğı bu seferin bir zaman için geri bırakılmasını gerektirmişti. Ebu Bekr Halifelik makamına ge­çer geçmez yukarıda bahis konusu ettiğimiz irtidad ve isyanlara bakma­dan Usâme’yi Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in emridir diye Suriye’ye yolladı. İşte, bunu fırsat bilen mürtedler, Medine’de Müslümanların sayısının az ol­duğunu düşünerek bir gece baskınına hazırlandılar. Ebu Bekr ise bunu önceden tahmin edip Müslümanların Mescid’de hazır bulunmalarım emretmişti. İrtidad edenler Kureyşlilerle Ensar arşındaki nefretten istifade edeceklerini sanıyor, müşterek düşman karşısında bu nefretin ortadan kalkacağım hiç hesaba katmıyorlardı

Ebû Bekr isyan ve irtidad haberlerini aldıkça, vâlilere haberciler yollamak suretiyle bir müddet oyalama siyaseti tâkîp etti. Maksadı Usâme ordusunun dönmesini beklemekti. Fakat Abs ile Zübyan kabileleri acele olarak Medine üzerine yürüyünce, Ebû Bekr artık Usâme’yi bek leyemedi. Kuzeyde bulunan Kelb ve Kusanlar da dinden dönmüşlerdi. Bunun üzerine Ebu Bekr dinden dönüp Tuleyha bin Hııveylid'm et­rafında toplanan Tayy, Esed ve Gatafanve Kinanelerin bir kısmı üzerine yürüdü ve ileride Tuleyha bölümünde etraflıca göreceğimiz üzere Zul’Kassa ve el’Ahrak savaşlarında bunları yendi. Bu işi bitirip Medineye dönen Ebu Bekr artık elçilerle oyalama politikasını bir yana bırakıp onbir birlik kurarak bunlara komutanlar tâyin edip isyan eden bölgelere yolladı. Bunlardan birisinde yalancı peygamber Tuleyha üzerine giden birlikti ki, komutanlığına Hâlid bin Velid tâyin edilmişti. Zu’l Kassa savaşının Müslümanların haşarısı ile sonuçlandığım gören mütereddit­ler derhâl İslâm ordusuna iltihak ettiler. Böylece Hâlid’in kuvvetleri yol aldıkça, yuvarlandıkça büyüyen bir çığa benzedi. Ebu Bekr, Hâlid’e Tuleyha’nın işini bitirdikten sonra Temimler’den olan Mâlik bin Nüveyre’nin üzerine, yâni Butah bölgesine hareket etmesi emrini de verdi. Ayrıca teşkil ettiği onbir birliğin komutanlrına da birbirinin aynı olan

ve kendisinin emir ve tavsiyelerini ihtiva eden bir mektup verdi2S. Bu birlikler şöylece düzenlenmişti:

1)    Hâlid bin Velid, Tuleyha bin Huveylid ve Butah’daki Mâlik bin Nüveyre üzerine;

2)    tkrime bin Ebi Cehl, Yemâme’ye, Müseylime üzerine;

3)    Muhâcir bin Ebi Umeyye, yalancı peygamber Esved al Ansî’nin Kays bin Makşuh ile birleşen adamlarını yenebilmesi için Yemen’ deki Ebnaya yardımcı olarak gidecek sonra da şimdi kısmen mürtedlerin tarafını tutmaya başlıyan Hadramavt’ı istila ede­cekti.

4)    O sırada Yemen’den gelmiş bulunan Hâlid bin Said bin al-As’ı, Suriye yaylasında bir yer olan Hamkateyn üzerine;

5)    Amr bin al As, Kudaalar, Vedia ve Hâris topluluğu üzerine;

6)    Huzeyfe bin Mıhsan, Deba ahâlisi üzerine;

7)    Arfaca bin Hersume, sonradan Huzeyfe ile birleşmek üzere Mehre’ye;

8)    Şurahbil bin Hasene de îkrime bin Ebi Cehl’in arkamdan ona yardımcı olarak Yemâme’ye yüriyecek, orası fethedilince birlikte Kudaalar üzerine gideceklerdi;.

9)    Tureyfe (Yahut Ma’n) bin Haciz, Süelymler ve Havâzinlerin Süelymler ile bitişmiş olanları üzerine;

10)    Süveyd bin Mukarrin, Yemen’de Tihâme’ye;

11)    Ala bin al-Hadrami, Bahreyn’e gidecekti M.

Hâlid , Gamr denilen yerde toplanmış olan âsileri de dağıttıktan sonra Ümmü ZemTin isyân ve irtidadını ortadan kaldırdı. Bu Ümmü Zeml meşhur Ümmü Kırfe binti Rebıa nın kızıdır; babası da Mâlik bin Huzeyfe bin Bedr'dir. Ümmü Zeml Selma binti Mâlik, Hz. Peygamber zamanında esir edilmiş ve ganimet olarak Hz. Ayşe'ye verilmişti. Hz. Ayşe onu azad etmişti. Hz. Peygamber ölüp kabileler isyân edince Ümmü Kırfe’nm kızı Ümmü Zeml Selma binti Mâlik, anasının devesine binerek irtidad etmiş ve isyancıların başına geçerek Hâlid’in ordusunu bir hayli yıpratmıştı. Selma’nın etrafına toplananlar sadece kendi Huab kabilesinin erkekleri değildi. Şuradan buradan kaçıp gelmiş olan mace­raperestler de onun tarafım tutmuşlardı. Hâlid bu haris kadının devesi­nin bulunduğu yere bütün gücüyle hücum edip hatta Selma’nın devesini vurana 100 deve bağışlayacağını vâdetmeseydi, savaş belki de daha çok

28 İbn al Esîr, Üsd al Gâbe, III.. S. 65.

29 Tabrî, de Goeje baskısı, I. S. 1881. uzayabilecekti; fakat Hâlid askerî dehası sayesinde, oldukça önemli bir zayiat vermiş olmakla beraber, Selma ve taraftarlarım mağlup etti ve Selmayı’da harp meydanında katlettirdi.

Mezopotamya’dan Yemâme’ye kadar yayılmış olan büyük Temim kabilesi dört esaslı kola ayrılır: 1) S’ad bin Zeyd Menatlar; 2 ) Amr bin Temim; 3)) Hanzala; 4) Rîbablar. Amr bin Temim ve Ribâb kabileleri Islama sadık kalmışlardı. Birinci koldan olup Muka’is ve Butun adlarını taşıyan kabilelerin valisi olanKays hin Asım bir müddet tereddüt içinde beklemişti; Ribâb, Avf ve Ebnâ’nın valisi olan Zibrikan bin Bedr zekâ­tı toplayıp Ebu Bekr’e teslim ederse, kendisi onun aksini yapacaktı. Çünkü bu ikisinin araları açıktı. Biri diğerinin yaptığını yapmak istemi yordu. Zibrikan bin Bedr Hz. Peygamber zamanındaki ahdini yerine getirdi. Zekât develerini Ebu Bekr’e teslim etti. Fakat Kays bin Âsim tereddüt geçirdiğinden, sonunda pişman oldu. Al Alâ bin al-Hadramî tarafından kuşatılınca vergi malları ile birlikte onu karşıladı ve tered­düdünün sebeplerini açıkladı. Bu sırada Hanzala kolundan Yerbu’lann başkanı bulunan Mâlik hin Nüveyre ile ayni koldan olan Mâlikler’in başkanı Veki’bin Mâlik dinden dönmüşlerdi.

Bahreyan’deki Ridde’nin önlenmesine gelince: Seyf yoluyla elde ettiğimiz haberlere bakılırsa   Bahreyn’de İslâmiyet’i kabul etmiş bulu­nan bazı kabileler dinden dönmüşlerdi. Bunların başında Kays bin Sa’lebe koluna mensub olan Hutam dinden döndükten sonra kendisine tabi bulunan Bekr bin Vâil’lerle birlikte harekete geçip Katif ve Hecer’e gitti. Orada yaşıyan Zât ve Sebabice’leri doğru yoldan şaşırttı. Abd al Kays’lar ise Hutam’a uymayıp bilâkis Münzir bin Sûra’ya ve diğer Müslümanlara yardıma koşuyorlardı. Ama Hutam bu yardımı kesmemek için elinden geleni yaptı ve Müslümanları kuşattı. Ebu Bekr bu sırada al Alâ bin al Hadramî’yi Miirtedlerle savaşmak üzere Bahreyn’e yolladı. Yolda Yemâme civarından geçerken Müslümanlara katdanlar oldu. Meşhur Stıtnâme bin Usâl bunların başında gelmektedir. Kays bin Asım da bu yolculuk sırasında topladığı zekât deve ve atlarını geti­rip al-’Alâ’yu teslim etmiş, daha önce geçirdiği tereddütten pişmanık duyarak al-’Alâ ile birlikte Bahreyn Tilere karşı savaşmak üzere yola çıkmıştı  . Dehna çölünün ortasında bir gece yarısı develerin ürkerek kaçması askerin cesaretini fazlasıyla kırdaysa da, çölde gördükleri bir su onları yeniden hayata bağladı, bu sefer de meşhur Ebu Hüreyre de bulunuyordu. Al-Alâ, Hecer’e yakın bir yere kadar ilerledi. Mürtedler

Hutam’m., Müminler al ’Alâ'mn komutası altında günlerce çarpıştılar; sonunda yaralı Hutam, Kays bin Âsim tarafından öldürüldü, önemli bir mevkii olan al-Garûr esir edildiyse de sonunda affa nail oldu. Ganimet malları tslâmiyetin emrettiği üzere askerlere dağıtıldı. Dinden dönmüş olanlar sağa sola kaçışmak teşebbüsünde bulundukça, Müslüman vali­ler al-’Alâ’dan aldıkları emir üzerine bunları yakalıyorlardı. Kaçanlar, Müslümanlığı kabul ediyorlar, yahut memleketlerine dönmekten alakonuluyorlardı; Diğer bir kısmı ise Dârin’e geliyorlardı Al-Alâ. Bahreyn’ de Müslüman olanların artık bir tecavüze mâruz kalmıyacaklanndan emin olunca, askerleri ile Dârin üzerine yürüdü; orayı zaptetti ve durumu Ebu Bekr’e bir mektupla bildirdi. Ebu Bekr ona Şeybanlar üzerine yürümesini emreden bir cevap yolladı.

Oman ve Mehre’de Ridde’nin önlenmesine gelince : Hicretin 12. yılında Oman’da Esd’lerin başında bulunan Lakît bin Mâlik al-Ezdî isyan etti. Şeref bakımından üstünlük iddialarında bulunan ve bir rivayete göre peygamberlik de iddia eden Lakît îslâmlar’dan Ceyfer ve AbbâtTı dağlara sığınmak zorunda bıraktı. Bunlar Halife’deıı yardım istediler. Ebu Bekr Ezdler’den Arfece ile Himycrler’den Huzeyfe’yi yardıma memur etti. Ayrıca Halife kendi emirlerini Yemâme’de tutmıyan Ikrime’ye. Huzeyfe ve Arfece'ye yardım ettiği ve büyük bir başa­rı kazandığı takdirde onu affedeceğini yazdı. Lakît taraftarlarını ço­ğaltırken, Müslümanlar da kuvvetlerini arttırmışlardı. Sonunda iki taraf De&û’da karşılaştılar. Naciye oğullan ile Abd al Kays ’lardan kuvvetli bir yardam ekibi gelmeseydi, az kalsın, Lakît bin Mâlik savaşta üstün gelecekti. Taberî bu savaşda mürtedlerin 10 000 kişi kaybettiklerini yaz­maktadır 3i.

Oman bölgesindeki mürtedlerin işini bitirdikten sonra, Ikrime bin Ebu Cehl kendi askerlerinin başında olduğu hâlde Mehre’ye gitti, Orada biri Şehrit'in diğeri Muharip oğullarından MusabbihAn idaresinde toplanmış bulunan iki kuvvetle karşılaştı, Şehrit ile Musahhih’in araları açık olduğu için İkrime’nin işi kolaylaştı; önce Şehrit’i Müslüman ol­maya davet etti. O, ilk çağnşta îslâmı kabul etti. Arkasında bulunan kabileklerin hepsi Şehrit’in izinden gittiler. Ikrime, onunla birleşerek Musahhih kuvvetleri üzerine yürüdü. Dehâ’dakinden daha şiddetli olan bir savaş sonunda mürtedler yenildiler. Müslümanlar bir hayli esir ve ganimet elde ettiler. Ayrıca bütün Mehre’nin Medine’ye boyun eğmesini sağlamış oldular.  

Bu arada Yemen’de de ikinci bir ridde vuku bulmuştu: Halife Ebu Bekr âsi Eseed’in öldürülmesinde büyük bir rolü olan Firûz’u Yememe vali tâyin etmişti. Yukarıda bahsedildiği üzere Yemen’in isyanı, esasında bir Arap Ebna mücadelesi idi. Âsi Esved, Ebna’dan olan Firûz al Deykmî’nin de büyük gayretleri ile ortadan kaldırıldıktan sonra, hu müca­dele ancak çok kısa bir zaman için önlenebildi. Ebu Bekr’in Yemen’e Firûz al Deylemî’yi vali tâyin etmesi, onun Cilşeyş al Deylemî ve Dazaveyh gibi hemşehrileriyle birlikte iş görmesi, ırkan Arap olan Kays bin Makşuh al Muradî’yi son derece kıskandırdı. Zira Yemen’in isyan ve irtidadında o da İslâmlarla birlikte hareket etmiş ve bir hayli tehli­keleri göze almıştı. Buna rağmen, Yemen ötedenberi olduğu üzere gene Ebna’nın hükmü altına verilmiş, Kays ise beklediği mükâfatı elde ede­memişti. işte bu yüzden o da hileye baş vurarak Eâna’dan olan Dazaveyh, Firûz ve Cüşeyş’i öldürürse, yâni Halife’nin Yemen’e memur ettiği kimseleri ortadan kaldırırsa, Yemen’in idaresini kendi eline geçirebile­ceğini ümit etti. Kısa bir devre için işler Kays bin Makşuh’un ümit ettiği gibi cereyan etti. O, önce Dazaveyh’i öldürdü. Fakat evine davet ettiği diğer iki kişi bir tesadüf eseri olarak onun plânlarını öğrendiler ve Havlanlar’u sığınmak üzere kaçtılar. Kays bin Makşuh al-Muradî, San’a şeh­rini zaptetti; vergileri kendi namına topladı; Ebna’yı üçe böldü. Bir kıs­mım deniz yoluyla Aden’den, bir kısmını karadan İran’a sevketmek iste­di. Firuz al Deylemî ise boş durmadı Ukayl ile /Ifc’lerden aldığı yardımcı kuvvetlerle Kays’ın üzerine yürüdü. Kays bin Makşuh al Muradî ise Esved’in şurada burada başı hoş bir hâlde dolaşan süvarilerini kendisiyle birleşmeğe çağırdı. Onlar Kays bin Makşuh al Muradî’nin bu teklifini kabul ettiler. Firûz al Deylemî ise Ebu Bekr’in gönderdiği elçi ve mek­tuplardan sonra Tibâme ahalisinden olan Tâbir bin Ebi Hâle-’nin idare ettiği kuvvetlerle, Muhacir bin Ümeyye komutasında Medine’den gön­derilen bir ordunun yardımlarıyla takviye edilmişti.

İki düşman San’a yakınında çarpıştılar. Arap Kays, yâni Kays bin Makşuh al Muradî savaşı kaybetti; kaçtı. Bir müddet sonra Kays’a uymuş olan Artır bin Ma’di Kerib, Muhacir bin Umeyye’nin kuvvet­lerinin çokluğu karşısında kurtuluşu Müslümanlara teslim olmakta gö­rerek, âmân ahdi bile almaya lüzum görmeden Kays’dan ayrılıp Müslü­man karargâh’ına geldi. Az sonra Kays bin Makşuh al Muradî de Müs­lüman! ar’ın eline esir düştü. Her ikisi zincirlerle bağlanarak Medine’ye Hâlifenin yanına gönderildiler. Muhacir bin Umeyye, San’a’ya girdikten sonra memleketi çapulculardan ve Esved’in artakalan süvarilerinden te­mizledi. Orada sükûnet ve düzeni yeniden kurdu. Medine’de bulunan iki esirden, bilhassa Dazaveyh’in katili olan Kays için, Ebu Bekr idam

Cezası verdi ise de o, bu cinayeti işlememiş olduğunu, Peygamberin min­beri önünde elli kere yemin etmek suretiyle teyid ettiği için affa nail oldu, ’Amr hin Ma’di Kerih de aynı zamanda affedildi.

Muhacir bin Umeyye ise Yemen valiliğini Hadramavt valiliğine tercih etti ve Firûz ile birlikte Yemen’i idare etti.

Hadramavt hâdiselerine gelince: Bu sırada Hadramavt valisi Ziyad bin Lebid idi. Hz. Mulıammed’den sonra zekât ödeme vakti geldiğinde, Ziyad bin Lebid halkı Peygamberin emirlerini eskiden olduğu gibi yerine getirmeğe davet etti. Bu emirler ise Hadramavt zekâtının Kinde'de, Kinde’nin zekâtının ise Hadramavt’ta dağıtılması yolunda verilmişti. Hadranıavthlar Kinde’nin isteklerini yerine getirmedilerjdinden dönüp dönmemek hususunda da tereddüt geçiriyorlardı. Ziyad bin Lebid onlara karşı harekete geçmedi, Muhacir bin ümeyye’nin gelmesini bekledi. Muhacir bin Umeyye, San’a’ya gelince Hz. Ebu Bekr’e bir mektup yaz­dı; gelen cevapta, Muhacir ile Ikrime’nin Hadramavt’a kadar ilerlemeleri emrediliyordu. Muhacir hin Umeyye, îkrime bin Ebu Cehl, Ziyad bin Lebid ve daha ikinci derecede bazı Müslüman komutanların yardım­larıyla kindeler’den ve Riyad’da bulunan ’Amr bin Muaviyye’lerden küfre sapanlar cezalandırıldılar.

Hadramavtlular’dan pek az insan dinden dönenlere yardımda bulunmuştur. Hadramavtlular her zaman Ziyad bin Lebid’i korudular.

Kindeler’in bozguna uğramasından sonra, Nuceyr kalesinde esir edilenlerden Eş’as bin Kays, îkrime bin Ebu Cehl’den aman alarak Mu­hacir bin Ümeyye’nin karşısına çıktı ve kendisiyle birlikte dokuz esire de aman taleb etti. Sonunda iş Halife’ye havale edildi. Halife Hz. Ebu Bekr büyük bir mevki sahibi olan ,as\ affedip kendi kız kardeşi ile onun evlenmesine müsaade etmiştir  .

Buraya kadar yazdıklarımızla Ridde’nin ana çizgilerini göstermiş ve bu arada en önemli Ridde olaylarını özetlemiş bulunuyoruz. Oy­sa Arabistan’da Ridde’nin tarihine, yazımıza başlarken de bildirmiş olduğumuz gibi, ilk Islâm tarihçileri tarafından başlı başına bir kitap dolduracak kadar yer verilmiştir.

Yukarda açıkladığımız sebeplerden de anlaşılıyor ki, orientalistlerin Hicretin 11 12. yıllarında Arap kabilelerinin Ebu Bekr’e ver­gi vermeği reddetme mânasında anladıkları  Ridde tamamiyle siyasî ve İktisadî sebeplerden doğmuştur. Ridde Kureyş hükümetine karşı bir ayaklanmaydı; yoksa her yerde dinden ayrılma demek değildi. Başa geçen mütenebbîler atrık bir putun adına değil, tıpkı Hazret-i Muhaınmed gibi Allah’ın adına ortaya çıktıklarını iddia ediyorlardı. A­yaklanmaların Medine hükümetine yönelmiş bulunan nefreti, sadece zekât vermek mükellefiyetinden değil, Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hü­kümetinin sonlarına doğru, hukuk ve din bakımından aydınlatılmaları ve onlardan vergileri toplamaları için kabileler arasına gönderdiği zekât âmillerinin uyandırmış oldukları hoşnutsuzluktan da doğmak­taydı  . Merkezden gönderilmiş veya yerliler arasından tâyin edilmiş bulunan bu vergi âmilleri hem vergileri toplar, hem de yerli aristok­rasiyi mürakebe ederek, buralarda Medine merkezî hükümetini temsil ederlerdi.

Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölümü üzerine bu vergi âmilleri, eğer İslâmiyet’e sadık kalan bir azınlığa sığınamadılarsa kaçmak mecburi­yetinde kalmışlardı. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılıyor ki. İs­lâmiyet din olarak bazı bölgelerde henüz derinleşememiş, siyasî kuvvet olarak da henüz iyice yerleşememişti. Yâni dinî ödevlerine iyice alışa­mamış olanların ayaklanması din olarak İslâmiyet’in oralarda sathî olduğuna, Kureyş’e vergi vermemek için ayaklananların durumu ise, siyasî bir kuvvet olarak İslâmiyet’in bazı bölgelerde henüz kuvvetlen­memiş bulunduğuna örnek teşkil etmektedir.

Böylece Ridde bu devirdeki ruhî, sosyal ve siyasî durumun gizli sebeplerini ortaya çıkarmak bakımından araştırılması gereken bir konu olduğu gibi, yalancı peygamberlerin faaliyetlerine uygun bir bölge temin etmesi bakımından da büyük bir önem taşımaktadır.

3.    DİĞER SEBEPLER

Yalancı peygamberlerin ortaya çıkış sebepleri arasında kabile reka­beti, kabile istiklâline bağlılık, politik ihtiras, kâhinlik yoluyla nüfuz kurmak da sayılabilir.

A.    Kabile rekabeti ve kabile istiklâline bağlılık:

Araplar’da kabileler arasında ötedenberi rekabet eksik olmamıştır. Hatta bunu, kuvvetini kaybetmiş, zayıflamış bir hâlde zamanımızda bile görmek mümkündür. Şairlerin bu yolda, gerek irticalen, gerek hazırlıklı olarak söyledikleri birçok şiirler, bize kadar gelebilmiştir. Her Arap, kendi kabilesinin üstünlüğünü fırsat düştükçe, muvaffak olabile­ceği nisbette müdafaayı âdeta bir vazife bilir ve hürriyetine olduğu kadar, asaletine de düşkünlük gösterirdi. Vâkıdî’nin Kitab-ül-Megâzi’ sinde bu hususta şöyle bir misal mevcuttur: “Fezâre’illerden Uyeyne bin Hısn; Temim kabilesine bir baskında bulunmuş, onbir erkek, onbir kadın ve otuz çocuk esir getirmişti. Bunun üzerine Temim kabilesinden on elçi Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ,e geldiler ve bunlardan birisi, Temim kabilesi nin, doğunun en asil, en zengin ve en kalabalık kabilesi olduğu hakkında bir söylev verdi. Bunun üzerine Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Sabit bin Kays’ı çağırdı. Sabit hazırlıklı olmadığı hâlde, Resûlullah ve taraftarları hakkında bir methiye söyledi. Bunun üzerine Temimîlerin şairi Zibrikan bin Bedr, Temimîleri öğen birkaç beyitle bunu karşılamaya çalıştı: “Biz en asilleriz, hiçbir kabile bize yetişemez, kıratlar da bizim aramızdadır ve bizde kiliseler yapıhrl” dedi Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in emri üzerine Zibrikan’a, Hassan bin Sabit, Muhacirûn ve Ensar’ı metheden bir ka­side ile cevap verdi. Temimî’ler yalnız kahnca bu yarışmada yenilmiş olduklarını kabul ettiler ?e.

İleride de açıklanacağı üzere, bu kabile rekabeti, kabile asabiyeti ve ittifakları    Araplar’da VII. Yüzyılın ilk yarısına doğru dinî inançlar­dan da bazen üstün bir yer tutuyordu. Nitekim Halid bin Velid, Yemame savaşı sırasında ele geçen esirlere sorular sorduğu zaman, onlar kendisine “Biz diyorduk sizde bir peygamber, bizde de bir peygamber olsun”   dediler. Yâni Araplar Kureyş’den çıkan Peygamber’e tâbi olmaktansa, kendi kabileleri arasında çıkıp peygamberlik iddia eden birinin göstereceği yolda yürümeği daha uygun görecek kadar bu hususta ileri gidiyorlardı.

Kabile asabiyetinin en güzel örneklerinden birini daha Taberî’de buluyoruz . Talhat ün-Nemrî Yemâme'ye geldi ; ahalisinden “Müseylime nerede?” diye sordu. Ona, “Sen onu Müseylime adıyla anmaktan sakın, Tanrı elçisi nerede?” diye sor dedikleri zaman o, “Hayır kendisini gör­meden, onu Tanrı elçisi diye anamam” cevabında bulundu. Müseylime onun yanma geldiğinde, “Müseylime sen misin” diye sordu; o, “Evet benim” diye cevap verdi. Talha ondan “Senin yanma kim geliyor?’’ diye sordu; o, “Rahman geliyor” dedi. Talha ondan “Karanlıkta mı geliyor, aydınlıkta mı geliyor?’’ diye sorduğunda, o, “Karanlıkta geliyor’’’ cevabını verdi. Bunun üzerine Talha “Senin yalancı olduğuna tanıklık ederim; fakat Rebia oğullarından olan bir yalancı, bizim için, Mudarların doğru olan peygamberinden daha iyidir” diye söyledi.

Makrizî’nin “en Niza ve t-tehasum fi ma beyne beni Ümeyye ve beni Hâşim” adh kitabı da başından sonuna kadar Emevî ve Haşimî kollan arasında yıllarca sürüp giden bu kabile rekabetini anlatmaktadır .

Yukarıdaki misâller gösteriyor ki, Esved, Tuleyha, Secah ve Müseylime gibi yalancı peygamberlerin, çok sayıda ve oldukça nü­fuzlu insanlar tarafından tanınmış olmalannın sebepleri arasında kabile asabiyeti ve kabile istiklâline bağhlık da yer almaktadır.

B.    İktisadî ve siyasî sebepler:

İslâmiyet Arap Yarımadasmda geniş halk kütleleri tarafından kabul edilince, Medine şehri hem dinî, hem siyasî bir merkez hâlini almaya baş­lamıştı. Bunun tabiî bir sonucu olarak İktisadî bakımdan da bu şehrin önemi artmıştı; çünkü Islâmın şartlarından birisi olan zekât ve savaşlar­dan elde edilen ganimetler gene Medine’de toplanıyordu. Bu, otelci büyük kabilelerin, bilhassa Temîmve Hanîfe kabilelerinin tamamı ve kıs­kançlığını mucip oluyordu. Bu yüzden Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ölünce, Esed, Gatafan ve Tayy kabilelerinden bazı kollar Medine’ye elçiler göndererek, dinde sabit kalacaklarını, namazı kılacaklarını, fakat zekât­tan muaf tutulmak istediklerini bildirdiler. Bu teklifi başta Ömer bin Hattab olmak üzere Sehâbe çok müsait karşıladılar. Çünkü hemen her kabileden irtidad yoluna sapanların sayısı gittikçe artmakta olduğu gibi, üsâme ordusu da Suriye’den Medine’ye henüz dönmemişti. Taberî’deki bir rivâyete göre  ancak Kureyş ve Sakîf kabileleri ir­tidad etmemişti. Havazinler ise mütereddit kalmışlardı Bu elçilere Ebu Bekr’in verdiği cevabı gene Taberî  şu şekilde anlatır: “Zekât olarak vermekte olduğunuz hayvanların bağlarını vermediğiniz takdirde bile sizinle savaşacağım”, Peygamberin ölümü üzerine her tarafta baş gösteren dinden ayrılma ve isyanlar zekât vermek istemiyen kabilelerin işine gelmiş, bu suretle de Medine’ye gönderilmek için hazırlanan zekât devleri yeniden eski sahiplerine iade edilmiş veya kabile şeflerine teslim edilmişti. Ömer bin. Hattab’ın da söylediği gibi  Araplar yalnız mallan için hasistiler.

Bu İktisadî ve siyasî durumdan faydalanmak isteyen bazı kimseler, kendi kasaba ve bölgelerini Medine hükümetinin nüfuzundan sıyırarak kendi şahıslarına bağlamak ve böylece zekât veya başka adlarla toplaya­cakları vergileri, kendilerinin ve kabilelerinin refah seviyesini arttırmak için kullanmak istiyorlardı. İşte böyle bir gayeye ulaşabilmek için bazı kimseler peygamberlik iddiasını da kendilerine uygun bir yol olarak seçtiler.

Dikkati çeken bir cihet de ele aldığımız dört mütenebbinin dördünün de dinî hüviyetlerinin yanı başında, siyasî hüviyetlerinin, yâni şeflik arzularının yer almış olmasıdır. Esved ül Ansî, Tuleyha, Secah, Müseylime, hepsi de birer siyasî, hatta askerî şef idiler. Esved kısa zamanda güney Arabistan’ı Hicaz sınırına kadar eline geçirmeğe muvaffak olmuş, Secah Medine hükümetinin zayıf anlarını beklemiş, Tuleyha İslâmlar üzerine ilk akıncı kuvvetlerini yollamış, Müseylime ise Yemâme toprak­larını kırkbin asker ile savunmuştur.

C.   Kâhinlik:

Bütün bu hareketlerin meydana gelebilmesi için, bu siyasî şahsi­yetlerin hususî kabiliyetlere sahip olmaları gerekiyordu. Nitekim her şeyden önce bunlar, mensup bulundukları kabilelerin en yüksek tabaka­sından idiler veya doğrudan doğruya bu kabilelerin başkanlan idiler. Ayrıca kâhindiler de.

Araplar’da kâhinlerin verdikleri hükümler itirazsız kabul edilirdi. Bunların halk üzerindeki nüfuzları çok büyüktü ve onların hu nüfuzları çok kere kendi kabilelerinin sınırlanışı aşmıştı. Bir kabiledeki kâhin ekseriya kabilenin seyyidi olup idareci, münevver zümresine dahildi . İncelediğimiz mütenebbiler den olan Müseylime, Tuleyha, Esved ve Secah da kâhin idiler . Bunlar kabiledaşlanndauyanmış olan dinî temayüllerden kâhinlerin eski ifade vasıtaları olan secili konuşma uslûbu ile söz söyliyerek kendi hesaplarına istifade etmesini bilmişlerdi.

IV. YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞLARI
VE BUNLARIN HAYAT VE FAALİYETLERİ

Yalancı peygamberlerin meydana çıkmasının sebeplerini genel olarak yukarıda açıklamış bulunuyorum. Şimdi bu dört şahsın tarih sırasıyla hayat ve faaliyetlerini gözden geçireceğiz.

1.    ESVED ÜL ANSI

A,    Esved’in soyu:

Sahte peygamberlerin en tehlikelilerinden ve ilklerinden sayılan Esved ül-Ansî, adında da anlaşılacağı üzere Yemen bölgesinde oturan Ans kabilesine mensuptu . Asıl adı Ab hal a bin Kââb bin Avf  olan Esved’e   Zul’l Hımar (hı ile), yahut Zu’l Hımar (ha ile) da denmektedir. Birincisi peçeli, İkincisi eşekli demek olan bu iki lâka­bın her ikisi de doğru olabilir. Çünkü Esved’in aşağıda göreceğimiz üzere, bazı marifetler yapan bir eşeği varmış. Diğer yandan Esved’in her zaman bir peçe ile örtülü olarak gezmesinden dolayı Zu’l -Hımar (hı ile) lâkabım taşımış olması da muhtemeldir . Zira Samîler’de kâhinlerin ve peygamberlerin çok kere bir peçe taşımaları eski bir gelenek icabı idi   Musa Peygamberin de böyle bir peçe taşıdığı Incil’de yazılıdır

B,    Esved’in olağanüstü kabiliyetleri ve faaliyetleri:

Esved bin Kâ’b hin Avf önceleri kâhinlik eder, çok güzel konuşur, tatlı sözleriyle olduğu gibi halka gösterdiği bir takım hokkabazlıklarla da cahil insanları aldatmasını pek iyi bilirdi . Asıl yurdu ve doğduğu yer Kehf-i Hubbân idi. Esved öyle acâip maharetler gösteriyordu ki, Mezbiç kabilesinden birçoklan onun her arzusuna baş eğecek duruma gelmişlerdi. Onun bir eşeği vardı. Esved hayvanın kulağına eğilip: “Rabhine secde et” dediği vakit, o secde eder, “Kalk” diye emir verdiğinde de, kalkardı. Pek çeşitli hayvanların alıştırıldıktan takdirde yaptıkları birçok marifetlerden biri olan bu hareket o zaman Esved’e itibar edenler tarafından miihimsenmişti. Sırası gelince anlatılacağı üzere Esved tertiplediği bir nümayiş gününde, yüz kadar hayvanı bir çizgi çizip bunun üzerinde sıraya dizer ve gene sırasıyla hepsini mızraklar. Halkı dehşet içinde bırakan bu vahşiyane işi bitirinceye kadar, hiçbir hayvan çizgi­nin üstünden kımıldamaz. Birçok inanılır kaynakların verdiği bu haberler, bizde onun kâhinliğinin yanı sıra, kuvvetli bir ipnotizmacı olduğu kana­atini hakh olarak uyandırmaktadır.

Hicret’in 10. yılında Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  veda baççından dö­nerken, hastalanınca İslâmiyet’in henüz tam mânasiyle benimsenmemiş olduğu, yahut başka dinlerle omuz omuza yaşadığı bazı bölgelerde, bu haber vahim sonuçlar doğuracak bir şekilde yayıldı. Bir müddettenberi sessiz çalışan Esved bu haberi duyar duymaz peygamberliğini ilân etti. Kendisine “Rahman ül-Yemen” adını verip kâhinlerin kıyafetiyne bürünmüş bir hâlde dolaşmağa ve gittiği yerlerde “Rahman” adına konuşmağa haşladıî3. Esved’in ortaya atıldığı haberi duyulur duyulmaz Ansve Mezhiç kabilelerinden başkaları da ona mektuplar yollayarak, ondan taraf olduklarını bildirdiler. Bu arada Hristiyanların en kesif olduğu Necran şehri halkı da Esved’e kolaylıklar gösterdi    Yemen’de o sırada Efcnd’lar hâkimdi . Habeş boyunduruğundan kurtulmak için İranlılar’ı yardıma çağırmış olan Yemenliler, bu sefer de yıllarca süren İran boyunduruğu altında yaşamağa mecbur kalmışlardı. İşte bu İranhlar’la Yemen’deki Araplar’ın karışmasından meydana gelen yeni nesle Ebnâ adı verilmiştir.

Peygambcr’in hastahğı haberi Esved’e ulaşır ulaşmaz, o kendisinin de bir peygamber olduğunu iddia ve her tarafta ilân etmekle kalmayıp bütün Yemen’i kendi hâkimiyeti altına almaya teşebbüs etmişti. Yukarda da söylendiği gibi Mezhiç kabilesi onun göstrdiği acaip maharetlere hay­ran kalmış ve onun peygamberliğini kabul etmişti, Necranhlar da ona. bazı vaitlerde bulunmuşlardı. O sırada Necran valisi, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in oraya tâyin etmiş olduğu Attır bin Hazm, Hemdanlarınki Amir bin Şehr, San’a valisi ise Şehr bin Bâzan idi. Mu’az bin Cebel ise Ilazret-i Muhammet! tarafından Yemen’e gönderi­len vali ve memurların, vergileri hakkıyla alıp almadıklarını kontrol etmek ve Islâm dininin teferruatı hakkındaki bilgileri halka öğretmek maksadıyla oraya yollanmış bulunuyordu  . Ebu’l Fida der ki , “Esved irtidad edip peygamberliğini iddia eden yalancılardandır. Necran halkı ona mektup yazdı. Necran’da Müslilmanlar’dan Amr bin Hazm ile Hâlid bin Said bin el-As   bulunuyordu. Necran halkı bunları sürüp şehri Esved’e teslim ettiler'”. Esved’in irtidad ettiğini ileri süren hu ünlü tarihçinin iddiasını öyle kolayca kabul etmemiz mümkün değildir. Zira Tab erî de onun İslâmiyet’i kabul ettiğine dair bir kayda tesadüf etme­diğimiz gibi, Belâzûrî’de bunun tam aksini ispat edecek olan şu söz­leri görüyoruz: “Tanrı Elçisi öldüğü yıl, Cerir bin Abdullah BecelVyi İslâmiyet’i kabule çağırmak üzere Esved'e gönderdi. Cerir o yıl Müslüman olmuştu. Esved İslâmiyet’i kabul etmedi  .” Esved’in İslâmiyet’i kabul etmediğine dair başka bir delili de S ey f’iıı rivayetinde buluyoruz   Yemen’de isyan başlayınca Peygamberin tâyin etmiş olduğu Âmir bin Şehr ül Hemedânî, Firuz, Dazaveyh gibi önemli memurlar Peygamber den aldıkları mektuplar üzerine hazırlanmağa başlamışlardı ki, EsvetFden de bir mektup aldılar. 0, mektubunda “Ey yabancılar, ilimizden aldığınız toprak­ları bize veriniz. Topraklarınızı bize bırakınız; biz bu toprak ve toplanan mallara, sizden ziyade müstehakız,'> diyordu. Esved Müslüman olsaydı, Müslüman memurlara böyle bir mektup yazmazdı. Anlaşılıyor ki, Esved Medine hükümetinin Yemenli Müslüman halktan topladığı zekât mal­ları ile Musevî, liri s t iy an ve Mecûsî’Ierden aldığı cizyeye mu­halefet etmekle kalmayıp Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hasta olmasından fay­dalanarak, Kmeyşliler’in Yemen’deki hâkimiyetini de yıkmak istiyordu. Şu hâlde Ebu’l-Fida’mn söylediği gibi Esved’in dinden dönmüş olması bahis konusu olamaz. Bu ayaklanma, sadece Medine hükü­metine karşı değil, aynı zamanda İslâmiyet sayesinde üstünlüğünü muha­faza eden Ebnâ’lara karşı idi de.

İşte böylece millî bir isyanın başına geçmiş bulunan Esved yeni bir din kurmaktan ziyade, yeni ülkeler fethetmeğe önem vermiş, peygamber­lik iddialarım ise sâdece bu emelinin tahakkuk etmesi için bir vasıta olarak kullanmıştı.

Esved’in isyanı kısa zamanda bir yangın gibi güney Arabistan’a yayıldı. Buna karşı, Hazret’i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , hasta olmasına rağmen, emirlerini ve tavsiyelerini bildiren mektuplar yolhyarak Hicaz’dan çok uzakta bulunan bu bölgelerdeki isyan hareketlerini bastırmağa koyul du. Yemen’deki Ebnâ’lara bir elçi göndererek Esved’Ie savaşmalarım ve onlara yazmış olduğu mektupta adları bildirilen bazı kimselerden yar­dım istemelerini emretti. Aynı zamanda bu kimselere de, Ebnâ’lara yardım etmelerini bildirdi. Böylece Veber bin Yuhannes’i, Firûz ile Cüşeyş üd-Deylemî ve Dazavehy’i İstahrî’ye ve Cerir bin Abdullah’ı ise Zu-l-kilâ ile Zu Zuleym’e elçi olarak yolladısi.

îbni Abbas’a göre Esved ül-Ansî’ye kendi ülkesinde ilk karşı koyanlar Âmir bin Şehr ül Hemedânî ile Firûz ve Dazaveyh 'olmuşlardır       . Mirhond daha önce ölmüş bulunan Bâzân’m Müslüman olduğunu 03 ve Yemen halkını İslâm’a teşvik ettiğim kay­detmiştir ki, Medine ile Yemen arasında bir ihtilâfın mevcut olmaması, onun vâliliği sırasında Yemen’de Islâmiyetin yayılmaya başlaması, bu iddianın doğruluğuna bizi inandırmaktadır6+.

Bâzân’ın oğlu Şehr, Esved’in ortaya atıldığı sırada San’a valisi bulunuyor ve pek tabiî olarak onu en biiyiik düşman kabul ediyordu. Çünkü Necran’daki Müslümanlar’dan olan Ben ül-Hâris’ler bile irtidad ederek Esved’i Necran’a davet etmişlerdi. Zefiid’lerden, MezAiç’Ierden, Üded’lerden birçoğu ona uymuşlardı. Ziyad ül-Kindî ile zekât meselesi yüzünden meydana gelen anlaşmazlık sebebiyle Kinde halkı da irtidad edip Esued’den taraf olmuşlardı     . Böylece kuvvetlenen Esved, Necran’a doğru ilerledi ve isyamn onuncu gününde Necr an’ı zap­tetti. Birkaç gün sonra Müslüman kuvvetleri, onun Şaııb bölgesinde ol­duğu haberini alddar. Şehr bin Bâzân da isyanın yirminci gecesinde Esved’e karşı harekete geçti. Şehr bin Bâzân, San’a’dan dışarı çıktı. Esved’in yanında Kays bin Abd-i Yegus (buna Kays bin Hübeyre Makşulı Muradî de denmektedir) ss Muaviye bin Kays ül Cenbî, Yezid bin Husayn ül Hârisî ve Yezid bin el Efkel ül Ezdî gibi şahsiyetler vardı ki, bunlar mensup oldukları kabilelerin en ileri gelen insanlaıındanddar; San’a’ya doğru yürüdüler ve zafer rüzgârı pek de umulmadığı hâlde Esved tarafına esti. Esved Şehr’i öldürdü 61, San’a’yı zaptetti, çok kere âdet olduğu üzere mağlûp başkanın karısı Merzubâne Âz ad ile evlendi  .

Esved kendi peygamberliğini kabul etmek istenıiyen Eânû’lara pek fena muamelelerde bulundu; Müslüman olanlar da ya kaçmak yahut dinlerinden dönmüş görünmek mecburiyetinde kaldılar. Bu arada Pey­gamberin Yemen’e, vergi âmillerini kontrol etmesi ve Islâm dinini oradakilere öğretmesi için görevlendirip yolladığı Muâz bin Cebel de kaçtı; Mârib’de Ebu Musa el Eşârİ'ye rastladı. İkisi birden Hadramavt bölgesine sığınddar. Muâz bin Cebel Sekun kabilesine, Ebu Musa da Sekâsik kabilesine misafir oldular. Diğer Müslüman memurların her biri o günlerde sığınacak yerler aradılar ve bu arada Ak kabilesi de bun­ların âdeta hâmisi olmuştu . Bu süre içinde Esved, Hadramavt bölgesi sınırından Tâif vilâyetine ve Bahreyn bölgemden Aden’e kadar olan bütün topraklan eline geçirmiş bulunuyordu . Yalnız Âk

kabilesi kıyı bölgelerde Esved’e boyun eğmemişti. Bu sırada Esved’in başarısı daha da arttı, bazı kıyı bölgeleri eline geçirmeğe muvaffak oldu. Aser, Şerce, Galâfika, Aden ve el Cend’i hükmü altına aldı. Geri kalan bölgelerde, Müslüman’lar ona karşı cephe aldılar. Esved böylece geniş topraklara sahip olunca, vilâyetlerin idaresini bazı kimselere ver­meği uygun buldu. Askerin komutasını Amr bin Mâdikerib’in yeğeni Kays bin Abd-i Yegûs’a  Ebnâ’lann idaresini Firûz ve Dazaveyh’e, Mezhiç kabilesi valiliğini de Amr bin Mâdikerih’e vermişti . Esved hu büyük ve kolay zaferlerden pek ziyade gurura kapddı; komutanların­dan ve Ehnâ’dan olan Firûz, Dazeveyh ve Kays’ı küçümsemeğe, onlardan yüz çevirmeğe meyletti. Bu sırada Peygamberim Sekun’lara sığınmış olan memurlarından Muâz bin Cebel hu kabilenin bir kolu olan Beni Bekr’den bir kadınla evlendi; karısına duyduğu hayranhk onu bu kabileye son derece sıkı bağlarla bağladı. Bu suretle de birçok Müslüman memurlar Muâz sayesinde bu kabile mensuplan tarafından himaye gör­düler. işte tam bu sırada Hazret-i Muhanınıed’in mektubu bunlara ulaştı. Seyf’in bu husustaki rivâyetine bakılırsa, mektubu getiren Veber bin Yuhannes'ür (Taberi, tür., ter. III. S. 47). Bu mektupta Hazret-i Mumed, dinin korunmasını, dinden dönenlerle savaşılmasın!, Esved’in hiyle yoluyla yahut çarpışılarak ortadan kaldırılmasını, yardımı ümid edilen ve dininde sebat gösteren herkese sözlerimin eriştirilmesin! emrediyordu. Muâz bin Cebel, Peygamberim emirlerini yerine getirmek için derhal harekete geçti. O, Kays’ın Esved’den korktuğunu ve belki bir gün kendi­sini ortadan kaldırmak istemeği düşündüğünü tahmin etmişti. Bunun için Muâz ve arkadaşları Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] 'in emirlerini Kays’a anlat­tılar. Kays bu dâveti gökten inmiş bir müjde gibi sevine sevine kabul etti. ~     ı

Kays hakkında buraya kadar verdiğimiz bilgi Belâzûrî’de biraz daha değişik olarak şöyle anlatılmaktadır: Hazret-i Muİıammcd, Kays bin Makşuh ül-Muradî’yi Ebnâ’ları kendi tarafına kazanmak için Ferve bin Müsîk ül-Muradî ile birlikte Yemen’e yollamış, bunlar ise San’a civarına gelince Esved’den taraf görünerek, Mezhiçliler, Hamdanhlar ve başkalarınan müteşekkil bir birlikle şehre girme müsaadesini alabilmişlerdi. Şehre girdikten sonra Ebnâ’lardan olan Firûz’u kendi taraflarına meylettirmeğe muvaffak olmuşlardı .

Bizce Taberî’nin Seyf’den aldığı yakanda yazılı birinci rivayet daha doğrudur. Zira Esved gibi cebbar ve zeki bir adamın, Kays gibi taraf­tarlara sahip ve kuşku uyandıran önemli bir şahsı, hem de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  tarafından memur edilmiş bir şahsı, safdilâne bir şekilde San’a’ya kabul etmesi, öyle kolayca tasvib edilebilecek iddialardan değildir. Esasen Belâzûrî menşeini göstermediği bu rivayetin hemen altında şöyle demektedir: Onlar Yemen’e geldiklerinde Hazret’i Muhanımed’in ölüm haberini aldılar (Belâzûrî, Tür. Ter. I., 172). Bu rivayet ise ileride de gös­terileceği gibi, birçok kaynakların verdikleri haberlere aykırı düşmekte, hatta bizzat Belâzûrî (Ter. Ter. I. 173), bu rivayeti gene adlarını açık­lamadığı râvilcre dayanarak Geriletmektedir.

Esved’in öldürülmesinden sonra vukubulan Yemen’deki ikinci Ridde sırasında, Kaysın Halife Ebu Bekir’e karşı cephe alması, Ebna’yı sürüp çıkarması da, Seyf’in verdiği haberlerin doğruluğunu teyid etmeğe yardım etmektedir. Eğer Kays samimî bir Müslüman olsaydı, Esved’in öldürülmesinden sonra Yemen’de ikinci bir ridde olayını ortaya çıkar­mak suretiyle İslâmlığın başına yeni bi gaile açmazdı.

Böylece Müslümanlar’dan Cüseyş üd-Deylemî, Firûz, Dazaveyh, Kays bin Abd-i Yegûs çalışmaya koyuldular ve gereken yerlere mektup­lar yolladılar. Fakat Esved bu hususta casusları vasıtasiyle bazı haberler almış olacak ki, Kays bin Abd-i Yegûs’u çağırtıp ona: “Ey Kays, o (Yâni Esved'in şeytanı) neler söyledi biliyor masun?'17 dedi, “Neler” diye sorunca, “Şeytan diyor ki, sen Kays’ı yakın adamlarından kıldın, o şeref derecesinde sana denk olduktan sonra, senin düşmanlarının tarafına geçti, ihaneti içinde sakladı, Şeytan bana, Ey Esved, Ey Esved, onun şer­rinden sakın, ağaçtan meyve koparır gibi, onun başını kopar; yoksa dev­letini elinden alçak, yahut başını kesecek” diye söylüyor dedi. Kays on dan bu sözleri işittikten sonra korktu; Zu’l-Himar’ın başına andiçerek, Şeytan’ın yalan söylediğine, Esved’i kendi vücudundan daha aziz tut­tuğuna ve hiyanet fikrinden çok uzak bulunduğuna, onu inandırmağa çalıştı. Kays’ın bu hararetli konuşmasından, Esved’in şüpheleri belki de biraz hafiflemiş olacak ki, onu serbest bıraktı. Kays arkadaşlarının yanına koşup durumu anlattı. Onlar Esved’in şüphelerinin ortaya çıkar­dığı bu büyük tehlike ve tehdit altında ne yapacaklarını düşünürlerken, Âmir bin Şehr, Zi Zûd, Zi Merran, Zi Kilâb, Zi Zuleym’m Esved’e karşı harekete geçtiklerini ve kendilerine yardım vaadlerini ihtiva eden haber-

(Seyf’e göre) bir takım misâllerle Yemen’in birinci Riddesinde açıkça görüyoruz”. Bunun için Belâzûrî’nîn yazdığı doğru olamaz diyor. Hâlbuki Kays asıl, Yemen’in ikinci Ridde’sinde Müslümanlara karşı iyi davranmamıştır. Bu nokta Höhnerbach’ın gözünden kaçmış olmalı. Höhnerbach, a. g. e. S. 71.

leri aldılar. San’a’dakiler, yâni Kays, Firûz, Dazaveyh, Cüşeyş ve taraftarları onlara , kendilerinden emir almadan harekete geçmeme­lerini yazdılarsa da, dinletemediler. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber’den Esved’e karşı bir hareket hazırlamaları için mektup almışlardı

San’a’dakiler Esved’in şüphelerinin artmasından ve kendilerinden önce harekete geçmesinden korktukları için evvelce Şehr bin Bâzânla bunun öldürülmesinden sonra da Esved’in karısı olan A zad ile iş­birliği yapmak gerektiğine karar verip A-ad'm amcasıoğlu olan, Firûz üd-Deylemî’yi saraya gönderdiler7*. Burada Taberî (Tür. Ter. III., S. 50) S ey fin bizzat Cüşeyş’den naklettiği birinci rivayete dayanarak, Cüşeyş’in Âzad’a gönderildiğini yazmaktadır. Gene Seyf bu defa menşei Firûz’a dayanan (Taberî, Tük. Ter. III., 60) rivayetleri naklederken, Firûz üd-Deylemî’nin Âzad’ı ziyaret ettiğini söylemektedir. Bu iki rivâyetten hangisinin doğru olduğunu kesin olarak söylemek güç olmakla beraber, Merzubâne Âzad’ı ziyaret eden kimsenin, onun amcası oğlu olan Firûz olduğunu kabul etmek her hâlde daha doğrudur. Çünkü Cüşeyş, kendisinin saraya iki defa gittiğini bildirmekle beraber, üçüncü ziyareti Firûz’un yaptığını bizzat itiraf etmektedir. Birinci rivayette Esved, Cüşeyş’den şüphelendiği için onu döver. Merzubâne imdada koşup akrabası olduğunu söyliyerek, belki de öldürülmekten onu kurtarır. Sonra Firûz saraya gönderilir; hemen hemen aynı vak’a tekrarlanır. Âzad Firûz’un süt kardeşi olduğunu ve onunla her zaman konuşaca­ğını söyler; ama Esved bu söze hiç bakmaz, Firûz’u dışarı çıkartır. Şu halde Firûz’un saraya gittiği muhakkaktır   ; yâni Seyf’in Firûz’a daya­nan ifâdesi her iki rivayette de mevcut olduğuna göre ikinci rivayet esas olarak alınabilir. Ancak hâdiseler, ikinci rivayette daha kısa, daha kestir­me olarak anlatılmıştır. Şöyle ki: Firûz saraya gider, amcasının kızı Merzubâne Âzad’ın yanına girer ve Esved’in yaptığı kötülükleri ona hatırlatır. Eşini öldürdükten başka halkı sefil ettiğini, kadınların şeref ve haysiyetlerini çiğnediğini, artık onu yok etmek zamanı geldiğini söyler ve ondan yardım ricasında bulunur. Âzad, kocasının katili olan Esved’ in dünyada en çok nefret ettiği insan olduğunu, kendileriyle hemen iş­birliği yapmağa hazır bulunduğu karşılığını verir . İşte bu sırada içeriye

Esved bin Kâ’b girer; Firûz’un karısı Âzad ile böyle samimî bir şekilde hasbihal ettiğini görünce, fena hâlde kızar; Firûz’un üstüne atılıp başına vurmağa başlar. Fakat Âzad,     onun kendi akrabası olduğunu söyleyerek, kocasını muaheze edince, Esved yaptığı hareketten utanç duyup özür diler 7S.

Firûz bu tehlikeli işten böylece kurtulup arkadaşlarının yanına geldi. Esved, Firûz’u sarayında görünce şüpheleri büsbütün arttı. Esasen Hazret-i Peygamber’in mektubunu almış bulunan Necran’ın Müslüman kalan ahalisi de başka tarafa göç edip bir araya toplandıklarından, Esved’in şüpheleri korku hâlini almağa başlamıştı. Bir gün, o, San’a mey­danında nefret uyandıran müthiş bir sahne hazırladı: Şehir halkını meydana topladı. Elinde hükümdarlık mızrağı olduğu hâlde sarayından çıktı. Topluluğun ortasında durdu. Sonra hükümdarlık atım getirtti, hayvanın ağzına mızrağı ile vurduktan sonra onu sahverdi. At kanlar içinde sokaklarda koşmağa başladı ve sonunda yere yıkıldı; öldü. Esved bundan sonra yüz kadar deve ve inek getirtti; meydanda kumun üze­rine bir çizgi çizip bu hayvanlan çizginin boyunca hep bir lıizaya dizdi. Bundan sonra elindeki mızrağı ile hayvanlara vurmağa başladı. Hayvan­lardan hiçbiri çizginin öte tarafına geçmiyordu. O, bundan sonra hayvan­ları bıraktı. Hazır bulunanlar bu müthiş manzara karşısında, hayret, nef­ret ve korku içinde kalmışlardı. Daha sonra Esved mızrağı elinde olduğu hâlde yere kapandı    . Bunca hayvanı uğruna kurban ettiği ruhun sesini duymak istermiş gibi kulağını yere vermişti. Böylce bir müddet durduk­tan sonra, başını yerden kaldırıp: Yanımda bulunan melek bana, ey Esved, Kays bin Makşuh âsidir, onun başını kes” diyor, dedi. Gene başım yere koyup dinledikten sonra, bu defa şeytanın: “Ey Esved, Firûz âsi ve az­gınlardandır, onun sağ elini ve sağ ayağını kes'’'’ dediğini haber verdi E0 Firûz bu sözleri duyunca kalabalığın içinde kaybolmağa teşebbüs etti Fakat evine yaklaştığı sırada Esved’in adamlarından birinin, onu yaka­layıp “Hükümdar seni çağırıyor, sen ise tilkilik ediyorsun” demesi üze­rine, hayatından pek fazla ümidi kalmamış bir hâlde bu adamı tâkîbe mecbur kaldı. Zu’l-Himar’ı devirmek isteyenlerin hepsinde olduğu gibi, Firûz’da da bir hançer saklı idi. O, bu sırada nefsini korumak gerekeceğini düşünerek, silâhım gizlice hazırladı. Şaycd Esved kendisini öldürmek isterse, aha evvel davranarak, onu ve sonra yanında bulunan adamlarım hançerliyeeekti. Esved onu görür görmez, niyetini yüzünden anlamış olmalı ki, kendisine yaklaştırmadan, San’a halkına biraz evvel öldürdüğü hayvanların etlerini bölmesini emretti. Firûz onun emrini yerine getirdi. Fakat, az önce Esved’in davetini kendisine tebliğe gelen adama pay ver­medi. O da Firûz’u Esved’e şikâyete gitti. Firûz etlerin dağıtılmasında gereken ihtimamı gösterdikten sonra, yaya olarak Esved’in yamna gel­diği sırada onu, Tanrı adını anarak kendisini işkenceli bir şekilde öldüre­ceğini, adama vâdederken buldu. Fakat bu sözleri işittiğini hissettirme­den, emri yerine getirdiğini haber verip çekildi. Artık her ne bahasına olursa olsun, vakit geçirmeden sııikasdi sonuçlandırmak gerekiyordu.

Bunun için Esved’in düşmanları, Merzubâne’ye bir adam yollayıp tertibat almak üzere kendilerine yardım etmesi gerektiği haberini ulaştırdılar. Merzubâne, Firûz’u tekrar saraya çağırtarak, sarayın arka tarafında bir duvarın iç kısmından beraberce bir delik açıp sonra perdesini indirdiler. Buradan odaya geçtiler ve Esved’in o gece öldürü­leceğini Firûz, Âzad’a söyledi    

C.   Esved’in öldürülmesi:

Önce suikastçiler geç vakit arkadaşlarına direktifler verdikten sonra sarayın arka tarafına açılmış bulunan deliği genişletmeğe koyuldular. Sonra Kays bin Abd-i Yegûs, Firûz, Dâzaveyh hep birlikte bu delikten içeriye süzüldüler. Esasen, Himyer ve Hamdân’lara haber gönderil­diğinden, onlar da muhafız kuvvetler olarak vazife görmekte idiler. Esved’i öldürmek işini Dâzaveyh, ihtiyarlığım ileri sürerek s2, reddetti. Kays ise ben gürültü ederim, Esved uyanabilir, diyerek Firûz’un onu öldürmesini teklif etti ve buna karar verildi Firûz kılıcım arkadaş­larının yanına bırakarak (ihtimal unutmuş olacak), Esved’in yattığı odaya, bir kandil ışığını tâkîp ederek vardı. Onu yatağın içinde başı aya­ğı ne tarafta olduğu belirsiz bir şekilde yatmış ve horluyor buldu. Âzad, onun başımn bulunduğu tarafı Firûz’a işaret etti. Esved her hâlde bu gece iyice sarhoştu. Firûz, Esved’e yaklaşıp onun yüzünü görünce, kor­ku ve şaşkınlık içinde kaldı. Çünkü o, gözlerini açmış Firûz’a bakıyor, bir yandan da “şeytanıyla konuştuğu hususî dille” birşeyler söylüyordu. Fırsatı kaçırdığı takdirde herşeyin mahvolacağını bilen Firûz, bir eliyle onun sakalım tutup, boynunu kardı; öldüğünü sanarak arkadaşlarına haber vermeğe koşarken Âzad onun eteğini çekip, Esved’in henüz ölme­diğini söyledi. Firûz arkadaşlarının yanma koşup kılıcım aldı (Cüşeyş’in rivayetine göre hep birlikte, Firûz’un rivayetine göre de Firûz yalnız olarak), tekrar onun odasına döndü. Ancak hepsinin birlikte onun oda­sına girmiş olmaları ihtimali daha kuvvetlidir. Belli kaynaklarımız, Kays ve ötekilerin Firûz’a yardım ettikleri hussunda birleşmektedir­ler. öyle anlaşılıyor ki, Kays ve diğerleri onun göğsüne oturdular. Firûz onun başını gövdesinden ayırırken Esved öyle şiddetli bir “böğürtü” çı­kardı ki, odanın dışarısında bulunan muhafızlar koşuştular, kapıyı vu­rarak bu sesin nerden geldiğini sordular. Âzad onlara “ Peygambere vahiy geliyor” dîye seslendi  Böylece muhafızları kapıdan uzaklaştırmağa muvaffak oldu. Dazaveyh, Firûz ve Arap Kays o geceyi sarayda Merzubâue’nin yanında, ne yapacaklarım, etrafa nasıl haber salacaklarım ko­nuşmakla geçirdiler. Sabaha karşı saraydan çıkıp arkadaşlarının yanma geldiler. Ezd kabilesine mensup Veber bin Yuhannes’i de alarak şehrin en yüksek kalesine çıktılar. Veber oradan şöyle bir ezan okudu: “Tanrı uludur, Tanrı uludur, bir Tanrıdan başka Tanrı yoktur; Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Tanrı elçisi olduğuna tanıklık ederim. Esved Tanri’nm düşmanıdır”    Ezam işiten halk kalenin önünde toplanmış Veber’i, bu cüretkar Müslü­man’ı Esved’in ne şekilde cezalandıracağını merakla beklerlerken, Veber’in yanında bulunanlar Esved’in öldürülmüş olduğunu ilân edip teyid makamında onun başını halka fırlattılar. Hayret ve korku içinde kalan Esved taraftarları kaçıştılar; kaçarlarken de önlerine gelen yerli, yahut Ebnâ’dan olan kimselerin bilhassa bunların çocuklarım rehine olarak bera­berlerinde götürdüler. Buna karşılık Firûz ve Kays’in vaktinde aldıkları tedbirler sayesinde, onların arkalımdan adamlar yetişip yetmiş kadar süvariyi esir almaya muvaffak oldular. Boylece San’a’yıterketmeğe mec­bur kalan Esved taraftarları, San’a ile JNecran şehirleri arsında dolaşıp durdular. Bu arada, küçük büyük yediyüz kişinin eksik olduğunu farkedip oların serbest bırakılmasını Müslümânlardan istediler. Bu teklif kabul edildi. Karşılık olarak, alman rehineler geri verildi.

Taberî’nin dayandığı râvilerin hepsi Esved’in Firûz tarafından öl­dürüldüğünü kaydediyorlarsa da, bazı kayanklarıu ifadeleri bu iddaya uymamaktadır. Meselâ Ibni Sâ'd (Kitab üt Tabakat, V. S. 383) Kays bin Hubeyre Makşuh’un peygamberlik iddiasında bulunan Esved îil Ansî’yi öldürdüğünü yazmaktadır. Bundan başka, Belâzûri de (Fütulı ül Büldân, tür., ter., I., S. 173) esas olarak Kays’ın Esved’i öldür­düğünü anlatmakta ve biraz aşağıda bazı râvilerin onun Firûz tarafın­dan öldürüldüğünü zikrettiklerini pek kısa olarak kaydedip geçmek­tedir. Mirond’ (Ravzat üs Sefa, II., S. 222) da ise bu rol Kays ile Firûz arasında bölünmüştür. Burada Firûz’un silâhsız olarak Esved’in oda­sına girdiğini, Esved’in boynunu kırdığım, sonra geri dönüp arkadaşları ile birlikte tekrar Âzad’ın yanına döndüklerini, o zaman Kays’ın onun başını gövdesinden ayırdığını yazmaktadır. Halbuki Buharî (Sahih-i Buhârî, III., S. 52). Zehebî (Tarih ül İslâm, I., 341.), Ebu’l-Fida (Tarih I., 164), El Vatvat (S. 131) gibi kaynak kitaplar, onun Firûz tarafından katledildiğini pekâlâ yazdıkları gibi, En Nevevî (I., S. 52), İbni Haldûn (Kitab ül îber, II., 60), Taberî (Tür., Ter., III., 57) gibi tarihçiler de Peygambcr’in ölmeden önce, İlâhî bir kaynaktan alarak, ha­ber verdiği “Esved öldürüldü; onu salih bir insan olan Firûz üd-Deylemi Öldürmüştür” sözlerine dayanarak Esved’in katilinin Firûz olduğu yo­lundaki kanaatlerini açıkça belirtmişlerdir. Ayrıca İbni Sâ’d gene (V., S. 389), Peygamber’in gaipten aldığı bu haberi kaydettikten sonra, “Esved’i öldürenler arasında Firûz üd-Deylemî dahi vardı” demekle Firûz’u Kays ile işbirliği hâlinde göstermektedir. Dikkat edilirse, Firûz’­un Esved’i katlettiği hususundaki haberler daha ağır basmaktadır. Esasen Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in bu yoldaki “Esved öldürüldü, onu sâlih bir insan olan Firûz üd-Deylemi öldürmüştür” hadisinin kitaplarda daima tekrar edilmesi, hâdiseye en yakın olan çağda bile inancın bu yolda olduğunu teyid eder.

Yukarıda açıklandığı gibi, Yemen bölgesi Esved gibi bir müste­bitten kurtulduktan sonra, Müslüman memurlar gene eski yerlerine dön­meğe başladılar. Fakat, aralarından birini başkan seçmek hususunda anlaşamaddar. Nihayet Medine’den yeni bir emir gelinceye kadar Sehabe’den olan Mu’az bin Cebel’i seçtiler . Bir yandan da bütün olup biten­leri mektupla Peygamber’e bildirdiler; fakat mektup Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e değil, Halifesi Ebu Bekr’in eline varabilmişti. Zira bazı tarihler, onun Esved’in öldürülmesinden bir gün sonra öldüğünü kaydet­mişlerdir  , Belâzûri (Fûtun ül Buldan, tür., ter,, I., 173) onun Peygam­ber’in ölümünden beş gün önce öldürüldüğünü ve bu haberin Ebu Bekr’in Hilâfete geçişinin onuncu gününde Medine’ye ulaştığım yazmak­tadır. Bu suretle Esved’in hükümdarlığı bacılarına göre üç ay sürmüş­tür. Seyf yoluyla bize kadar gelen Firûz’un rivayeti, onun Kehf-i Hubhan’da isyana başlamasından ölümüne kadr geçen zamanın ancak dört ay olduğu yolundadır. Böylece Esved’in H. 11. yılın Rebi’ül-evvel ayının sonunda katledildiği meydana çıkmış oluyor 38

D.    Yemen’de ikinci Ridde:

Esved’in öldürülmesi ile Yemen’de İslâmiyet yeniden zafer kazanmış oldu. Fakat çok kısa bir zaman için, Çünkü Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölüm haberi, Cahiliye devri âdet ve İnançlarını bırakmış ve îslâmiyt’i henüz pek sathî bir şekilde kabul etmiş olan Yemen’li bir kısım halkın yeniden irtidadına vesile olmuştur.

Denebilir ki, Kays bin Makşuh ül Muradı, Yemen’de ikinci Ridde’nin Önderliğim yapmıştır. Halife Ebu Bekr, Firûz’u Yemen’e vah tâyin etmişti. Daha önce Dazaveyh, Firûz, Cüşeyş hemen hemen birlikte San’a’da iş görmekte ve Yemen’i idare etmekte idiler. Firûz’un Halife tarafından , onlardan üstün bir mevkie geçirilişi, Arap Kays’ı kıskandırdı ve bundan dolayı Ezva’yı (Himyerî hükümdar­larının adı ve Zu’nun çoğuludur), “Ebnâ’lar sizin memleketinizde yaban­cı ve göçmen bir kavimdirler. Onları kendi hâllerine bırakırsanız daima saltanat süreceklerdir. Ben onların başkanlarını öldürerek geri kalan­larını memleketten sürüp çıkaracağım” diye tahrik etti   . Fakat Himyerli Zu’l-Kilâ ile arkadaşları onun hu fikrini kabul etmediler. Ama Ebnâ’lara da yaklaşmadılar. Kays gayesine erişmek için, gösterdiği bu boş gayretten sonra, şurada burada dolaşan Esved’in süvarileri ile temasa geçti ve onlarda kendisine bir dayanak buldu. Esasen serseri bir hayat süren Esved’in süvarileri, güya San’a’yı tehdide başladılar. Şehir halkı telâşa düştü. Kays ise herkesten ziyade korkmuş göründü. Firûz ve Dazaveyh ile istişarede bulundu; onlarla dostmuş gibi hareket etti. Hattâ ertesi gün için onları yemeğe dâvet etti ve ilk gelen Dâzaveyh’i öldürdü. Firûz yolda iken iki kadın arasında geçen konuşmadan bunu öğrenip kendisi için de aym akıbetin hazırlanmış olduğunu anlıyarak kardeşi Gusna ile Havlan’lara sığındı. Kays, rakiplerini böy­lece uzaklaştırınca San’a’da idareyi eline aldı; Ebnâ’nm bir kısmım da zorla İran’a yolladı. Fakat bazı Arap kabileleri, arzulan hilâfına, göç etmeğe mecbur bırakılan bu aileleri kendi topraklanndan geçtikleri sıra­da himayelerine aldılar ve Kays tarafından görevlendirilmiş olan mu­hafızları öldürdüler. Bu kabileler, bu işi Firûz’un teklifine uyarak yap­mışlar ve onun Kays’la savaşa başlama imkânını sağlamışlardı. Bilhassa yîk’ler, Tâhir bin Ebi Hâlenin idaresindeki kuvvetlerle Firûz’a yardım ettiler. Firûz, Kays’a aleyhtar olanları toplayıp San’a yakınında Kays ile savaştı ve onu yendi. Kays daha önce Esved’in süvarilerinin dolaştığı San’a ile Necran arasındaki bölgeye kaçmak suretiyle kurtuldu.

Bu sırada Ebu Bekr, elçiler ve mektuplarla Tihâme ahâlisine, Tâhir bin Ebi Hâle komutasında , Firûz’a yardım etmelerim bildirdi; arkasından da Muhacir bin Emeyye’nin komutasında bir orduyu Yemen’e yolladı. Muhacir Yemen’de teşekkül eden kuvvetlerle birleşerek kendi kuvvetini arttırdı. Bu sırada memleketine dönmüş bulunan Kays bin Makşuh ile Amr bin Ma’dikerib iyi geçinemiyorlardı. Muhâcir’in kuvvetlerinin çokluğu da Amr’ı korkuttuğundan, Kays’dan ayrılıp Müslüman olmadan      ve aman bile elde etmeden Müslüman karargâ­hına gelip teslim oldu. Biraz sonra Kays bin Makşuh da Müslümanlara esir düştü ve her ikisi zincirle bağlanarak Medine’ye Halife’nin yanına götürüldü.

Mulıâcir San’a’ya gelince memleketi çapulculardan ve Esved’in arla kalan süvarilerinden temizledi. Sükûnet ve düzeni yeniden kurdu,

Medine’de bulunan iki esirden bilhassa Dâzaveyh’in katili Kays için Ebu Bekir, hiçbir vicadan azabı duymadan idam kararı verdiyse de, cinayeti işlemiş olduğuna dair elde müspet bir delil bulunmadığından ve Kays’ın Peygamber’in minberi önünde, elli kere Dâzaveyh’i öldürmedi­ğini yeminle teyid etmesi üzerine31 Ebu Bekir onu affetti. Ma’dikerib de affa nâil olup her ikisi ailelerinin yanma dönme müsaadesini alabil­diler.

E.    Netice:

Ana kaynaklara dayanarak buraya kadar incelediğimiz Esved’in hayatı, görüldüğü gibi, biri dinî, diğeri siyasî olmak üzere iki tarafhdır. Gene görülüyor ki, geçici bir zaman için de olsa gösterdiği ipnotizmacıhk mârifetleriyle etrafındaki bazı insanları kendi peygamberliğine inandır­mış olmasına rağmen 9Z, onun bu tarafı çok hareketli geçmiş bulunan siyasî hayatına nispetle pek sönük kalmıştır,

Esved yeni bir din kuramamış, her ne kadar yakın taraftarlarından bir kısmım kendi peygamberliğine inandırmağa muvaffak olmuşsa da, yeni ve kutsal bir kitap da bırakamamıştır. O, her ne kadar Rahman’m adına konuşmakta olduğunu ve bir melek vasıtasıyle vahiy aldığım sık sık söylemişse de, bunlar kaynaklara nazaran daha çok kendi şahsî kuv­vetini tanıtmak maksadiyle söylenmiş sözler olup İlâhî bir takım emirlere benzemekten tamamiyle uzaktırlar. Bununla beraber Esved’in Mûsevî, Hristiyan ve İslâm monoteizminin tanınmış ve yerleşmiş bulunduğu Yemen’de bir putun adına değil, görünmiyen yüksek bir Tanrının adana ortaya çıktığım iddia etmiş olduğu muhakkaktır.

Esved hakikî hüviyetiyle , sadece seziş kuvveti fazla olan kurnaz, cesur ve iktidar ihtirası ile dolu, mahir bir siyaset adamı idi. O, Peygamher’in hastalığı haberinden ve Yemen’deki bazı kabileler arasındaki vergi meselelerinden doğan Ridde’den istifade etmesini bilmiş ve gizliden giz­liye hazırlanmaya başlamıştı. Esasen, Yemen din bakımından olduğu gibi, sâkinleri bakımından da heterogen bir bölge idi. Bu durum da Es­ved’in çabuk muaffakiyet elde etmesine yardım etmiştir. Yâni Esved’in in bir çok taraftar bulmasının sebebi, halkın ona sırf dinî bir inançla bağh bulunmasından ileri gelmiyordu. Yemen’de uzun yıllardan beri hâkim bir zümre hâlinde yaşıyan Iranhlar’m çocukları olan Ebnâlar artık Yemen Arapları’mn tahammül edemedikleri ve memleketlerinden uzak­laştırmak istedikleri bir sınıf hâline gelmiş idi. İşte Esved Ebnâ’nm Ye­men’deki nüfuzunu tamamiyle kırmış, onlara hâkim olmuş ve Ebnâlarm idarelerini de kendilerinden olan Dâzaveyh ve Firûz’a vermek suretiyle, onları kendine bağlamıştı. Bir yandan da gün geçtikçe, eski dinlerini bı­rakıp İslâmiyet’i kabul ederek Medine hükümetine bağlanan halkı, öteden beri ticaretlerine vergi almak suretiyle engel teşkil eden, Kureyş’ in hâkimiyetine tâbi kılmamak ve Yemenliler’! din bakımından da kendi­sine bağlamak için peygamberlik iddiasında bulunmuştur.

Esved savaşçı bir peygamber sıfatiyle ortaya atılmış ve kısa zaman­da büyük topraklan eline geçirmiş, fakat bundan dolayı o kadar çok guru­ra kapılmıştır ki, arkadaşlanm küçümsemeğe, halka zulmetmeğe ve faz­laca sarhoş olmağa başlamıştır. Daha önce belirtildiği üzere bu durum onun hayatına malolmuştur,

Yukarıdanberi anlatılanlar da gösteriyor ki, Esved bir millî isyanın önderliğini üzerine almıştır. Eğer o, hakîkî bir peygamber olarak tanınsaydı, ölümünden sonra dinî eserinin devam etmesi, hiç olmazsa bunun kalıntılarının daha sonraki devirlerde yaşıyan râvilere bir nebze olsun malzeme teşkil etmesi gerekirdi.

Esved’in ölümü ile birlikte , onun peygamberliği de derhal unutul­muş, fakat önderliğini üzerine almış olduğu millî hareket Arap Kays’la gene de devam etmiştir.

2.    TULEYHA BİN HUVEYLİD

Sahte peygamberlerden İkincisi olarak inceleyeceğimiz; Tuleyha, şahsiyet itibariyle diğer sahte peygamberler kadar kuvvetli olmamakla beraber, bir aralık Medine’yi tehdit edecek derecede cesaret göstermiş, daha sonra da Hâlid bin Velid’in ordularım ciddî şekilde uğraştır­mış olduğundan tarihte oldukça önemli bir yer kazanmıştır.

A.    Tuleyha’nm soyu:

Asıl adı “Talha” olan Tuleyha, Necid’de oturan Esed kabilesinin ileri gelenlerindendir. Müslümanlar ona kızdıkları için “Tuleyha” yâni “Talhacık” adım verdiler.

Ibn ül Esîr’e göre onun soyu şöyledir   : Tuleyha bin Hiiveylid bin Nevfel bin Nadle bin ül-Eşter hin Hecvan bin Fak’as bin Tureyf bin Anır bin Müseyl bin ül Haris bin Dudan bin Esed bin Hüzeyme bin Müdrike bin îlyas bin Mudar ül Esedî ül Fakasî. Zehebî bu soy kütüğünü daha kısa gösterir, şöyle ki s+: Tuleyha bin Hüveylid bin Nevfel bin Nadlet ül Esedî ül Fakasî.

B.    Tuleyha’nm birinci defa İslâmiyet! kabulü:

Tuleyha’nm hayatını tarihen malûm en eski günlerinden alarak inceleyecek olursak, onu Hicretin 5. yılında putperest Kureyşlilerle bir­likte Medine’yi kuşatmış bir düşman, 9. yılında kabilesinden bir heyetle birlikte Medine’ye gelip İslâmiyet’i kabul etmiş bir mümin, Hicretin, 10, yılında mürtedlerin başına geçmiş, peygamberlik iddiasında bir ko­mutan, Buzaha savaşından bir müddet sonra ise Kadisiye ve Nihâvent savaşlarında İslâm ordusunun zafer plânlarım hazırlayan kıymetli bir Müslüman askeri olarak görmek mümkündür.

En kısa şekilde yukarıya aldığımız; Tuleyha’nın ma­ceralı hayatının tarihi de bize gösteriyor ki, o hiitiin iddi­alarına rağmen hakîkî bir peygamber değildi’; o, sadece bir kâhindi. Bir iki kehanet sözü, Peygamber’in ölüm haberi, bunun sonucu olan Ridde, bazı kabile ileri gelenlerinin menfaat ümitleri, Tuleyha’nın etrafına adam toplamasına fırsat vermişti.

Tuleyha’nın adı tarihte ilk önce Gatafan seferinde İslâmlar tarafın­dan yenilgeye uğratılmış bir Esedî olarak geçer. Bundan bir yıl sonra, Hendek savaşı sırasında Esed kabilesinin başında Tuleyha bin Huveylid’i, Ebu Süfyan ve Fezareli’lerin başbuğu Uy ey ne ile birlikte yeniden Islâmlar’a karşı harekete geçmiş görüyoruz2’. Bundan dört yıl sonra, yâni Hicretin 9. yılında, içinde Tuleyha’nın da bulunduğu, Esed kabilesinden bir heyet Peygamber’i ziyaret edip ona “Ey Tann’nın elçisil Biz sana Tann’nın birliğine ve senin Tanrı elçisi olduğuna tanıklık etmek üzere geldik. Bu iş için sen, bize haber yollamadın, biz arkada kalan kabi­lemizi burada temsil ediyoruz”    dedi. İbn ül Esîr’in Vâkıdî’den aldığı bu rivayet Tuleyha’nın 9. yılda kabilesi ile birlikte İslâmiyeti kabul ettiğini apaçık anlattığı hâlde, en küçük teferruatı bile didik didik eden Caetani,bu önemli noktayı atiayıvermiştir.Ona göre, Tuleyha ve taraftarları hiçbir vakit Müslüman olmamış­lardı ki, İslâmiyet’in mürtedleri sayılsınlar . Caetani, Hâlid’ in savaştan önce Tuleyha’yı İslâmiyet’e davet edişini, onun daha evvel Müslüman olmadığının bir delili sayıp bu iddiasını kuvvetlendirmeğe çahşmaktadır. Böyle bir iddia tamamiyle yanlış bir görüşün ifadesidir. Zira Hâlid sadece eskiden beri putperest kalmış Arapları doğru yola dâvet ile görevlendirilmemiş, daha ziyade İslâm’ı terketmiş olanları dine dâvet ve dinde kalanlara da bir takım vaızlarda bulunmak üzere Ebu Bekr tarafından gönderilmiştir. Tuleyha’yı da bu düşünce ile ve aym emri yerine getirmiş olmak amacı ile dine dâvet etmiştir. Yoksa Tuleyha putperest kalmakta devam ettiği için değil. İrtidadla mücadelenin daha sonraki olaylarında da görüleceği üzere Hâlid, Ebu Bekr’in kendisine verdiği mektuptan da anlaşıldığı gibi, her yerde önce dinden dönenleri dine davet emiş, kabul etmeyenlerle de savaşmıştır.

Bu noktaya kadar hâdiseleri olduğu gibi açıkhyan Vacca (Ene. de de l’Islâm, IV, 874), sıra kendi fikrini yazmağa geldiğinde, belki de Caetani’nin tesiri ile, yalnız Tuleyha ’nın İslâmiyet’i kabul ettiğini ve bunun da siyasî bir inkiyadı gösterdiğini söylemekte, arkasından bütün bunların (ileride görüleceği üzere) Müseylime’nin Medine’yi ziyaretine bir nazire olarak uydurulmuşa benzediğini ilâve etmektedir. Halbuki, Medine’ye gelen Esed’li heyetlerin sözlerinin Yemâme’den gelen Hanîfe heyetinin sözleri ile hiçbir benzerliği yoktur. Bunlara Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dav­ranışı başka , Hanife’lilere söylediği sözler gene bambaşkadır. Gene Ibn ül Esir bu heyetin, Hazret-i Mulıammed’e gelip kendiliklerindenMüslüman olduklarını söylemeleri üzerine, Peygambere aşağıdaki âyetin inmiş olduğunu kaydediyor ki, bu suretle Tuleyha’mn Medine’ye gelip İslâmiyet’i kabul ettiği inkâr edilemez bir vesika ile teyid edilmiş olu­yor:

9S (= Onlar: Müslüman olduk diye seni minnet altında bırakmak istiyorlar, de ki: Müslüman olduk diye siz beni minnet altına sokamaz­sınız. Belki siz, sizi inanma yoluna ileten Allah’a karşı minnettar oluyor­sunuz; eğer doğru kimseler iseniz.”

Tuleyha’mn İslâmiyet’i kabul ettiğini, hem de mensup olduğu kabile üyeleri ile birlikte kabul ettiğini biz İbni Sa'd’da da görmekteyiz". İbni Sa’d’a göre Tuleyha kardeşi Seleme ile birlikte Peygamberim savaş­larına katılmak üzere hareket etti. Allahın Resûlü Mulıammed, Seleme’yi çağırıp ona, sancak verdi ve Muhacirin ile Ensar’dan yüz elli kişiyi de emrine verip ona, “Benî Esed’in toprağına varıncaya kadar yürü, onlara baskın yap”. dedi. Bunun üzerine Seleme üç çobanı ve deve sürü­lerini ganimet olarak alıp Medine’ye dönmüştü. En inanılır kaynakların aslâ İslâmî bir gayretkeşlik gütmeden verdiği hu küçük, küçük haberler bize Esed kabilesinin Tuleyha’ya uyarak Vacca’nın iddiası hilâfmaIslâmiyet’i kabul etmiş olduklarını açıkça gösterir.

Biraz sonra Tuleyha’mn peygamberlik iddialarında bulunduğunu anlatırken Mûsâ bin Vesime’nin bize verdiği ip uçlan bu vadideki tenkîdlerimizde ne kadr haklı olduğumuzu bir kere daha ortaya koya­caktır.

C.   Tuleyha’mn ayaklanması ve peygamberlik iddia etmesi:

Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  vedâ haccından döndükten sonra uzun süren bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı haberinin sür’atle etrafa yayıl    ması, bazı kabilelerin dinden dönmelerine sebp oldu. Bundan istifade etmesini bilen Tuleyha bin Hüveylid, kâhinliğinin de yardımıyla, pey­gamber olduğunu iddiaya koyuldu. Musevilerden birçokları ona yardım ettiler. Tuleyha, Semira denilen yere gelip ordugâh kurdu. Halkın aşağı tabakası ona uydu. Az zamanda Tuleyha’mn taraftarları çoğaldı. Tuley­ha yeğeni Habbâl’i bir anlaşmaya varmak için Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e gönderdi. Habb âl, Tuleyha’mn peygamberliğinden, ona “Zu’n-lVun” adında bir meleğin vahiy getirdiğinden bahsetti. Peygamber ona, “Bir de melek mi buldu?” deyince, Habbâl iftiharla, “Ben Huveylid’in oğluyum” diye cevap verdi. Peygamber o zaman ona, “Allah seni kah­retsin ve şehadet rütbesinden mahrum kılsın” dedi. Taberî’nin (Arap. Metin, III, 189) kaydettiği bu haberi Caetani kendine göre özetlendirinekte ve akla gclmiyecek bir mantıkla şöylece münakaşa etmektedir: “.... Bundan şu sonuçlan çıkarırın: Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Tuleyha’mn peygamber­lik iddialarını müsamaha ile karşılıyor. O, buna hiddet etmedikten başka, Tuleyha’mn kendisine vahiy getirdiğini iddia ettiği Zu’n-Nun adındaki melek hakkında da Müslümanlara açıklamada bulunuyor 10°”.

Biz yukarıya aldığımız/, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ile Habbâl’m konuş­masında müsamahaya delâlet eden bir husus göremiyoruz. Bilâkis Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , “Bir de melek mi buldu?” sözleriyle önce istihza etmiş sonra da Tuleyha’mn temsilcisi ve yeğeni olan Habbâl’e beddua etmiştir. Caetani hemen bu Öszlerin arkasından, en güvendiği kaynak­ların verdikleri bilgilere aykırı olarak, Tuleyha’ya tâbi olanların, daha önceleri Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e tâbi olmadıklarını Medine’ye karsı hiçbir anlaşmayı ihlâl etmemiş olarak Tuleyha ile birleşmiş bulunduk­larını ilâve etmekle, Esed’lerin, Gatafan’lann Fezâre’lilerin İslâ­miyet’i kabul etmemiş olduklarım bir kere daha tekrar ediyor. Bu husus­ta Alman orientalisti Dr. Höhnerhach’ın fikri de Wellhausen ve Caetani’nin tamamiyle tesiri altındadır. Büyük bir değer taşıdığı açık olan Vesîme’nin Kitab ür Ridde’sini Ibni Haeer’den çıkararak yayınlayan Höhnerhach’ın neden kendi yayınladığı bu kitaptaki kayıtlara bu derece lâkaydi göstermiş olduğunu anlıyamadığımızı söylemek mecburiyetin­deyiz. En eski İslâm kaynaklarından olan Vesîme’nin Kitab ür Ridde’si bize aşağıdaki ip uçlarım vermekle Tuleyha ve taraftarlarının daha önce Müslüman olduklarım şüphe götürmez bir şekilde anlatmaktadır. Meselâ: Zübyân bin Rebia el-Esedi adındaki şahıstan bahseden Vesîme (S. 40), onun Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ile buluştuğunu söyledikten sonra, “Tuleyha peygamberlik iddiasında bulunduktan sonra, ondan ayrılıp,   ona şöyle demiştir; Sen yalnız bir kâhinsin ki, kâh isabet ettirir, kâh isabet ettirmezsin; bize Kupana benzer bir şey getirsene. Eğer bun­da muvaffak olamazsan, bırak bizi senden ayrılalım” demiş olduğunu bize bildirmektedir. Gene Vesîme’nin bize bildirdiğine göre: Hubeyş ül-Esedî, hükemâdan Galip bin Bişr ül-Esedî, Yezid bin Huzeyfe el-Esedî, Eş­raftan Zufar, Tuleyha'dan ayrılıp İslâmiyet’te sabit kalanlardandır. Harim bin Kutbe bin Sinan el-Fezâri de İslama sadık kalmış ve Uyeyne bin Hısn’a da Islâmda sadık kalmasını tavsiye etmiştir. Uyeyne bunu dinleme­miş ve bunun üzerine Harim de onun hakkında bir şiir yazmıştır. (Harim Cahiliyye devrinde yargıç idi). Zimman bin Ammar el-Fezâri, Tuleyha ile birlikte irtidad edip Müslümanlarla mücadele edenlerdendir; fakat sonra pişman olup Yemâme’ye gitmiştir. Ahaliye irtidadın kötü sonuçlarını anlatmış ve onları İslâm’a davet etmiştir. El Haris Mâlik üt Taî: Pey­gamberle bir arada bulunmuştur. Ridde sırasında sâdık kalıp zekâtı Ebu Bekir’e vermiştir.

îbni Sa’d (Tabakat, IV. I., S. 177) da bize bu yolda misaller vermek­tedir: “Et-Tufeyl irtidad konusunda Tuleyha işine karışmış ve Necid’i tekrar İslâmlığa iade işinde büyük hizmeti olmuş, sonra Ye mânı e'ye. git­miştir”. Daha birçok ilâvelerle zenginleştirilmesi mümkün olan yukarı­daki misaller bize Tuleyha başta olmak üzere Esed, Gatafan, Fezare ve Tay kabilelerinin, kalben olmasa hile, şeklen İslâmiyet! kabul etmiş olduklarını  ve Medine hükümetine bağlı bulunduklarını pek güzel ispat etmekte iken, Höhnerbach, İslâm tarihçilerinin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in şahsiyetini idealleştirmek maksadiyle düşman kabilelerin elçi­lerini bile ihtida etmiş gösterdiklerini iddia ediyor ve bu arada önce hakîkaten Müslüman iken irtidad eden Müccâa, Mâlik bin Nüveyre gibi temsilcileri de iddiasına misal olarak gösteriyor (Höhnerbach. a. g. e. S. 88) ve Halid’in bunların üzerine yürümesini—gene Cactani’nin tesiriyle — ülkeler fethetmek arzusundan doğan bir hareket, karşı ta­rafın mukavemetini ise ilk defa fethedilen bir memleketin direnmesi saymak gerektiğini ilâve ediyor.

Höhnerbach’m bu husustaki kanaatlerinin sarsılmazhğına ileride Müseylime ve Yemâme konusunda daha da açık misâller vereceğiz. Ceatani ve Höhnerbach gibi değerli Oricntalistlerin, nasd bir düşünüşün tesiri altında, apaçık tarihî hakikatleri reddettiklerini anlamak zordur.

Habbâl memleketine döndükten sonra Allah’ın resûlü Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  derhal Dırar hin ül E zver’i Esed’lerin ülkesindeki valilerine göndererek dininden dönen herkese karşı harekete geçmelerini ve tedbir almalarını emretmişti . Bn emir üzerine onlar ciddî tedbirler aldılar ve Tuleyha’yı korkuttular. Müslünıanlar Varidat denilen yerde, mürtedler ise Semira’da toplandılar. Bu sırada Tuleyha’nın taraftarları gittikçe azaldı. Müslüman ordusuna katılanlar ise her an çoğaltmaktaydı. Niha­yet Di rar onu sağ olarak ele geçirmek istediğinden üzerine yürüdü. Karşılaştıkları zaman keskin kılıcı ile Tuleyha’ya vurdu fakat kılıç Tuleyha’ya işlemedi. Bu olay Tuleyha’nın halk arasındaki itibarını arttır­maya yardım etti. “Ona kılıç işlemedi” sözü gittikçe yayıldı   . Müsliimanlar Tuleyha’nın isyânı ile uğraşırlarken, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in öldüğü haberi geldi. Bu defa halk Tuleyha’nın etrafında toplanmaya baş­ladı. Tuleyha artık kabına sığamaz oldu. Zı'l-Himarîn Avf Cezmî ona Cedîle’lerdenbeşyüz kişiyi istediği anda yardımcı olarak vereceği haberini yolladı. Gacs’ların başkanı da aynı şekilde Tuleyha’ya yardım vâdetti, Uyeyne bin Hısn ise Gatafan’ların başına geçip “Ben Esed'lerle aramızdaki eski anlaşma bozulduktan sonra Gatafan yurdunun sınırlarını tanımıyorum. Şimdi ise Cahiliyye devrinde Eesed’lerle aramızda mevcut olan anlaşmayı yenileyeceğim ve Tuleyhafa yardım edeceğim. Tanrı adına yemin ederim ki, müttefikimiz olan iki kabilenin, peygamberine tâbi olmayı Kureyşli Peygambere tâbi olmağa tercih ederim. Hem Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ölmüş­tür.'; Tuleyha ise sağdır ve kavmi ona uymuştur”LM dedi. Sonra kabilesi ile birlikte Tuleyha’nın yanı başında yer aldı. Böylece Esed Gatafan ve Tayy kabileleri dinden dönüp Cahiliyye devrindeki anlaşmalarım yeni­lediler .

Sahte peygamberlerin ortaya çıkış sebeplerini genel olarak açıkla­dığımız zaman gösterdiğimiz üzere, Tuleyha’nın ortaya çıkışında ve kuv­vetlenişinde de kabile şeflerinin siyasî nüfuzlarım arttırmak hevesleri, bunların, birbirleriyle başkalarına karşı birleşmeleri, zekât ve sadaka vergisinden kurtulmak istekleri büyük rol oynamıştır. Peygamber’in ölümü de Islâm dinini henüz pek yeni kabul etmiş ve henüz hazmetmemiş olan bu insanları bir şaşkınlık ve bocalama devresine sürüklemişti. Kabileler olgun ekinler gibi, kuvvetli esen rüzgârın önünde baş eğiyor­lardı.

Bu durum karşısında Kuzâa’h Sinan ve Dırar bin el Ezver, Esed’ler arasındaki bütün diğer Müslüman memurlar kaçıp Medine’ye Ebu Bekr’ e geldiler. Durumu kendisine anlattılar. Ebu Bekr’in bu haberleri endişe ile değil âdeta memnuniyetle dinlediğini Taberî (Ter. ter. III., S. 98), Dırar’m ağzından anlatmaktadır. Bu sırada G-atafan ve Esed kabileleri, mütereddit kalan Havâzin ve KuzâaTarın elçileri, Hazreti Peygamberin ölümünden on gün sonra Medine’ye gelip Müslümanlar’ın önemli aile­lerinin evlerine misafir oldular. Yalnız Abbas bunlardan kimseyi mi­safir etmedi. 0 sırada üsâme de Suriye seferine çıkmıştı ve ancak kırk gün sonra geri dönecekti. İsyan eden kabilelerin delegeleri Ebu Bekr’in huzuruna çıktıkları zaman, namazı kılacaklarını, fakat zekâtı vermekten affedilmek istediklerini, dilekleri kabul edildiği takdirde bir barış andlaşması yapacaklarım söylediler. Bu teklif bir çok sahabe tarafından da uygun görüldü. Az kalsın elçiler maksatlarına ereceklerdi. Fakat Ebu Bekr bu isteği şiddetle reddetti  ve heyetleri geri çevirdi. Bu hususta kaynaklar menşei Ömer’e kadar dayanan, aşağıdaki rivâyeti kayde­derler: Ömer ve diğer Eshâb, Halife Ebu Bekr’e gidip: “Bırak insanları, zekât vermeden namaz kılsınlar; zira yüreklerine iman girseydi onu da kabul ederlerdi” dediler. Buna Ebu Bekr’in verdiği cevap şöyle olmuş­tur: “Tanrıya and içerim ki, göklerden yere düşmek, uğrunda döğüştüğü bir işi bırakmaktan nice daha hoştur. Hiç böyle bir şey uğrunda savaşmaz olur muyum?”   Belâzûrî (Fütuh, S. 91), de ise bu nokta şöyle aydın­latılmıştır: Sahabilerin yukarıda söylediğimiz teklifi üzerine, Ebu Bekir onlara: “Bir devenin yularını dahi eksik verseler, onlarla savaşırım” cevabında bulundu. Süyutî (Tarih ül Hülefa, S. 29)’de de bu hususta şunlar yazılıdır: Ömer buna karşılık, Peygamberin “Ben , Tanrıdan başka bir Tanrı yok, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  de onun elçisidir diyinceye kadar, onlarla savaşmaya emredildim, her kimki bunu söylerse, malını ve kanını benden korumuş olur1 dediğini hatırlattı. Ebu Bekr ise “Namaz ile zekât ara­sında bir fark gören herkesle savaşacağım, çünü zekât maldan alman bir haktır, Peygamber de haktan bahsetmiştir'” dedi.

Gene tekrar edelim ki, dinden dönüp ayrıca savaştan da kaçınmayan­lar dâima İktisadî gayelerle harekete geçmiş bulunuyorlardı.

Halife ile bir anlaşmaya varamayan kabile üyeleri kendi yerlerine döndükleri zaman, kabüedaşlarına Müslümanların sayısının az olduğunu söyleyerek onları Medine üzerine akın etmeğe heveslendirdiler. Ebu Bekr ise bunu önceden tahmin edip Medine’lilerin Mescitte hazır bulun­malarını, mürtedler tarafindan bir hücuma mâruz kalmalımın muhakkak olduğunu haber verdi. Bu sırada Süleym kabilesi kısmen dinden dön müş, Havazin’ler mütereddit, Sakîfler ise Islâmiyette sabit kalmış­lardı. İsyan edenler Kureyşlilerle Ensar arşındaki anlaşmamazhğı unut­turup bunların birleşmelerine sebep olacaklarını hiç hatırlarına getir­memişlerdi.

Biraz sonra Peygamberin şuraya buraya tâyin ettiği valilerden, her yerde toptan veya kısmen irtidat ve isyan olduğu haberleri geldi. Müslümanlar’ın uğradıkları felâketler dillerde dolaşmaya haşladı. Ebu Bekr, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in yaptığı gibi ihtilâlcileri elçilerle oyaladı. Valilerin elçilerini yeni emirlerle geri çevirdi; başka elçiler de gönderdi. Maksadı Usâmc ordusunun geri döneceği zamana kadar vakit kazan­maktı.

Ebu bekr’in ilk savaşı Abs ile Zubyân kabilelerine karşı oldu. Bunlar acele ile Medine üzerine yürüdükleri için Ebu Bekr, Üsûme’nin dönüşünü beklemeden bunları karşılamak mecburiyetinde kaldı. Kuzey­de bulunan Kelb ve Kuzâa’hlar da irtidat etmişlerdi. Tuleyha'nın etra­fında toplanan Tay, Esed ve Gatafan’laıdem pek azı Müslüman kalmıştı. Kinâne kabilesinden bazdan da isyanedar a katılmışlardı. Tuleyha çoğalan taraftarlarım ikiye böldü. Bunlardan bir grubu el Abrak, bir grubu da Zul Kassa'ya gönderdi ve HabbaVi de bunlara komutan tâyin etti.

Çok kısa bir zaman sonra mürtedlerin hücuma geçeceklerini anlayan Ebu Bekr, Medine yollarını gözetlemek üzere, Ali, Zübeyr, Talha ve Abdullah bin Mesııd’u gönderdi. Camide topladığı halka da, isyanedann Medine’den bir merhale uzakta olduklarını haber verdi. Bundan üç gün sonra isyanedar Medineye bir gece baskını yaptılar. Bunu haber alan Ebu Bekr camide bulunan halkın başında, baskım yapanlara karşı çıktı ve onları kaçmıya mecbur etti. Ebu Bekr onları, Tuleyha’nin yedek kuvvetlerinin buluduğu yere kadar kovaladı. Fakat bu yedek kuvvetler, hava doldurulmuş tulumları Müslümanlar’ın develerinin ayakları altına yuarlayarak ürküttükleri için, develer dört nala koşarak Medine’ye geri döndüler. Bu çarpışmada hiç bir Müslüman ölmemiştir. İsyanedar, Müslümanları zayıf sanarak Zu'İ-Kassa'Aa bulunan arkadaşlarım kendi yanlarına çağırdılar.

D.    Zn’l-Kassa savaşı:

Ebu Bekir bu sırada, bütün geceyi askerlerini nizama koymakla geçirmişti. Ertesi gün, gün doğmadan hücuma geçti. Güneş doğarken miirtedler bozulup bir hayli adam kaybettiler. Tuleyha’mn yeğeni Habbâl de bu sırada öldürüldü   . Ebu Bekr ilerleyip, Zu'l-Kassa'yA indi. Numan bin Mukarrin'i bir bölük askerle orada bırakıp kendisi Medine’ye döndü. Bu savaştan Tuleyha taraftarlarının cesareti kırddı. Zubyânlar, Abs’ler Müslüman kalmış olanların üzerine atılıp çeşitli işkencelerle, onları öldürdüler. Ebu Bekr bunu haber alınca, öldürülen Müslüman sayısı kadar, belki de daha fazlasıyla, daha şiddetli bir tarzda karşı taraf­tan adam öldüreceğine and içti. Zu'l-Kassa savaşı sonunda Müslümanlar’ın cesaretleri arttı. Irtidad edenler arasında yeniden dine dönenler ço­ğaldı. Bunun sonucu olarak da Medine’ye her taraftan zekât, sadaka mal­lan gelmeğe başladı. Bu olayın üstünden birkaç gün geçtikten sonra Usâme, Suriye seferinden döndü. Ebu Bekir onu askelerle birlikte Medine’ de bırakıp kendisi Zu'l-Hulâsa ve Zul-Kassa'0* mevkilerine hareket etti. El Abrak denilen yere gelince, orada Abs, Zubyân, Abdu Menat bin Kınane’lerden bir toplulukla savaştı: onları da bozguna uğrattı. Bu ara­da Ebu Bekr’e (Ebu Fasîl’e) tâbi olmayız diyen şair Hutay'e de esir düştü. Bundan sonra Medine’ye dönen Ebu Bekir, artık elçi gönderme işini durdurdu ve onbir birlik kurarak bunlara komutanlar tâyin edip isyan eden bölgelere yolladı Bunlardan biri de Tuleyha üzerine giden bir birlikti ki, komutanlığına Hâlid bin Velid tâyin edilmişti . Halid’in elinde de öteki komutanların sahip oldukları gibi, Ebu Bekir’in emirleri­ni ihtiva eden iki mektup vardı. Seyf bin Ömer’in rivayetine göre mek­tuplardan birinin önemli kısımları, aynen şöyledir: “.... Ben size eşi ol­mayan tek ve bir Tanrıyı över ondan başka mâbud bulunmadığına ve Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in onun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederim.... Tanrı elçisi dâvetini kabul ettirinceye kadar savaştı..... Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ancak Tanrı el­çisidir. Ondan önce birçok resuller gelip geçmişlerdir. O ölür veya öl­dürülürse, siz yüz çevirip dönecek misiniz ? Her kim yüz çevirip irtidad

ederse yüce Tann’ya bir zarar vermez.... Aranızda Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e ta­panlar varsa o ölmüştür. Tanrıya ibadet edenler için ise Tanrı her vakit vardır. Onnn hiçbir ortağı yoktur............................ Ben sizi Tann’nın dinine sıkı

bir surette riayete çağırıyorum.. Bana aranızdan bir kısmınızın Müs­

lüman olup İslâm dini ile amel ettikten sonra Tanrı’yı aldatarak, ne yap­tığını bilmiyerek, şeytanın çağrışım kabul ederek, dininden dönmüş olduğu haber verildi... Ben size Muhacir, Ensâr ve Allah’ın bir lûtfu olarak Tanrı yoluna gidenlerden bir ordu ile falan komutanı gönderi­yorum. Ona, Tanrı dinine çağırmadan önce, kimse ile savaşmamasını ve kimseyi öldürmemesini... salih olanlara yardımını esirgememesini., çağrısını kabul etmeyenlerle savaşmasını, onlardan ele geçirebildiği kimseleri sağ bırakmamağım, onları ateşte yakmasını ve her türlü işkence ile öldürmesini,,, emrettim... İslâmiyet! bırakan Tanrı’yı âciz bıraka­maz.... gönderdiğim elçime, bu mektubumu her toplantıda size okumasını, ezan, okuyarak namaza çağırmasını emrettim. Ezan okumadıkları tak­dirde onları cezaya çarptırınız dedim. Ezan okudukları takdirde onlardan Müslüman olup olmadıklarını, sorunuz, İslâmiyet! ikrar etmezlerse on­ları cezaya çarptırınız diye emrettim....”

İkinci mektup ise doğrudan doğruya komutanlarına emir ve tavsi­yelerini ihtiva etmekte idi. Buradan gittikleri her yerde halkı Tann’nın emirlerine davet etmelerini, kabul edenlerin İslâmiyet’in onların üzerine yüklediği bütün hükümleri, hak ve vazifeleri tam olarak vaktinde yerine getirmelerine önem vermeleri yazılı idi   .

Diğer komutanlar gibi Hâlid bin Velid de Zu’-l-Kassa’dan ordu­sunun başında harekete geçti. O sırada, Tuleyha ile Gatafan kabilesi başkanı Uyeyne bin Hısn1XI, Buzaha suyu üzerinde bulunuyorlardı. Es-Serfnin Sey/’den aldığı rivayete göre Müslümanlar bu sırada Esed kabilesinden birini yakalayıp Hâlid’in yanına getirmişlerdi. Hâlid ona: "Bize onun hakkında bilgi ver. O size neler söylüyor?” diye sordu. Yakalanan Esed’li Tuleyha’nın kendisine şöyle bir âyetinmiş olduğunu iddia ettiğini söyledi: “Güvercin ve dâima oruçlu olan kuş adına andiçerim ki, Tanrı sisin bu ülkeleri yıllarca koruyacağınızı mülk ve devletinizin, Şam ve Irak'a kadar uzanacağını temin etmiştir” (Taberî, Tür. ter.,III., S, 103).

Yukarıda Tuleyha’nın âyet diye iddia ettiği sözler, onun halkı nasıl kandırdığına bir misâl teşkil ettiği gibi, gene onun şahsî hırs ve emelleri­nin ne kadar geniş ve kolay tatmin edilemez olduğunu açıkça göstermek­tedir.

Hâlid yolu üzerindeki kabileleri kâh tehdit, kâh dostluk yoluyla kendisine yardım etmeğe mecbur kılarak ilerledi. Bu cümleden olarak Adî hin Hatim ’in Tayy ve Cedîleleri islâmhğa kazanmış olması başta sayılmak gerekir. Kelbî’nin rivayetine göre Hâlid Mürted’lere yaklaştığı sırada, keşif yaptırmak üzere Ükkâşe bin Mihsan ile Sabit bin Ekran’ı yolladı. Bunlar yolda Tuleyha ile kardeşi Seleme’ye rastladılar ve onların âni hücumu ile şehid edildiler   Gamr halkı Buzaha’ya sığındıktan sonra Tuleyha onlara “Sîzlerin bir taş de­ğirmen yapmanız bana emredildi; Tanrı onunla istediği kimseleri vuracak ve yukardan aşağıya yuvarlanacak olan kimseler onun üzerine fırlıyacakZardır” dedi. Her hâlde Tuleyha bu sözleriyle, üstünlüklerini kaybede­ceğini umduğu Müslüman askerlerini kastetmektedir. Tuleyha yanında Gatafan kabilesinden Hârice bin Hısn ül Fezârî ve Manzur bin Zubyan ül Fezârî bulunduğu hâlde Hâlid’in ordusu ile karşı­laştı. Hâlid geldiği zaman, o deriden çatılmış bir evde Ashabı ile birlikte oturuyordu. Hâlid onlara: “Söyleyin Tuleyha çıkıp bana gelsin” dedi. Tuleyha’nın adamları ise: “Peygamberi küçültme, Tuleyha değil Talka’ dır” dediler. Biraz sonra o çadırından çıkıp geldi. Hâlid ona: “Helifemizin öğüdü şudur ki: seni Tann’nm birliğine ve Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in onun kulu ve elçisi olduğunu tasdik etmeğe çağırıyor” dedi. Tuleyha da ona: “Ey Hâlidl Bir Tanrı’dan başka Tanrı olmadığını, kendimin de Tann’nm resûlü olduğunu bilip bildiririm”  . dedi. Bu cevabı alan Hâlid askerine hücum emri verip savaşa başladı. Müslümanlar mürtedleri fena hâlde sıkış­tırdılar. Bir ara komutanlardan Fezâreli Uyeyne bin Hısn, Tuleyha’nınyamnagelerek, sana Cebrail geldi mi? diye sordu. Savaşta durum o kadar kötüleşti ki, Uyeyne her hâlde böylece Tuleyha’nın güya peygam­berliğinden ve kehanetinden bir kuvvet almak istiyordu. Tuleyha ona: “Hayır gelmedi” diye cevap verince tekrar savaş meydanına döndü; fakat savaşmaktan yorulup tekrar onun yamna geldi: “Tanrı seni baş­kasının yardımına muhtaç eylemesin; ben yanından ayrıldıktan sonra Cebrail geldi mi?” diye sordu. Tuleyha gene gelmediğini söyledi Uyeyne üçüncü gelişinde Tuleyha ona: “Senin de onunki gibi bir değirmen taşın var, senin de unutamıyacağm sözlerin var, diye söyledi” dedi; Üyeyne: “Tanrı onun yakın bir zamanda halk arasında bir hikâye konusu teşkil edeceğini bilmiş olacaktır. Ey Fezâre oğulları bu köyledir-, geriye dönünüz, Tuleyhayalancıdır” dedi ve Fezârelileri alıp çekildi. ibni Ishak’dan (Taberî, III, 231 232) alman hu rivayetin daha birçok değişik şekillerine tesadüf etmek mümkündür. Meselâ Beyhakî (Kitab ül Mehâsin, 32 34): Tuleyha güya vahiy bekler gibi harmanisinin içine büzülmüş bir halde dururken Uyeyne ona “Cebrail gelmedi mi ?” diye sorar. 0 da “Henüz gelmedi” cevabını verir Üyeyne “Ocağın sönsün” diyerek onun örtüsünü çeker. Tuleyha bundan kızar, “Allah lâyığını versin, bu peygam­berlik icabıdır” deyip oturur. Uyeyne “Sana ne söyledi” diye gene sorar. Tuleyha bu defa “Muhakkak sana (göğünj değirmeni gibi bir değirmen var, bir de iş var ki, unutma onu dendi” cevabını ve­rir. Uyeyne “Şüphesiz yüce Tanrı senin başına unutmıyacağın bir iş gele­ceğini bildi” der ve onun yalancı olduğunu ilân eder.

İbni Haldûn’ (İber, II., S. 71) da, Tuleyha “Evet geldi, gök değir­meni gibi bir değirmenin vardır ve unutmıyacağın sözü vardır âyetini ge­tirdi” diye cevap verdi.

Bclâzûrî bu noktayı şöyle açıklamaktadır: *“Tuleyha “Evet geldi, ve şunu söyledi: Senin de onunkine benzer bir değirmen taşın var” dedi. Uyeyne cevap olarak “Vallahi senin unutmıyacağın bir günün olacaktır” dedi.

Yakut (Mu’cem ül Buldan, II. S. 16016I)’da: Üyeyne İslâm kılıçlarının kendi askerlerini doğradığını görünce Tuleyha'ya koşup dedi ki, “Ebu Fasîl'in neler yaptığını görüyor musun? Zu'n-Nûn sana bir şey dedi mi?” Tuleyha “Evet” dedi “sen öyle bir gün göreceksin ki, başı senin olmayacak, fakat sonu senin olacaktır ve Hâlid'in orduları senin ordularını nasıl öğüteceklerse, sen de onun ordusunu bir değirmen taşı gibi Öğüteceksin ve hiç unutmıyacağın bir vaka ile karşılaşacaksın” diye cevap verdi.

İbn ül Esir’de ((Üsd ül Gâbe, III. 65) Üyeyne üçüncü defa Cebrail'in bir şey söyleyip söylemediğini sorunca, Tuleyha gene “Hayır” cevabını verdi. O zaman Üyeyne ona “Cibril seni kendisine en muhtaç olduğun bir zamanda bıraktı” dedi. O zaman Tuleyha “Şerefiniz için döğüşünüz, yoksa ortada din falan yok” diye cevap verdi, ibn ül-Esir’ in bu kaydı daha sonra görüleceği üzere Müseylime için de söylenmiş bir sözü pek andırmaktadır. Tuleyha’nın “ortada din falan yoktur” sözü­nü böyle nâzik bi zamanda söylemesi bizzat Tuleyha’nın şahsı için her halde pek tehlikeli olacağından, onun böyle bir söz söylemiş olmasını şüphe ile karşılamamız gerekmektedir. Tuleyha’nın etrafındakilerin onu Peygamber değilse bile bîr kâhin olarak kabul ettikleri muhakkaktır ve bir kâhin de olsa kendilerini aldatmasını elbette hoş görmeyecek olan Araplara onun böyle bir söz söylemesi tabiatiyle imkânsızdır.

Zehebî Tecrid’inde (S. 299) îbn ül Esir’in söylediklerini aynen tekrar etmektedir.

Mirhond’da (Ravzat us Safa, II., S. 222): Tuleyha, Üyeyne’ye üçüncü gelişinde şöyle söyledi: “Cebrail geldi. Senin ümidin Hulid'in ümidi ile aydınlanmaz ve aranızda bir vaziyet var ki onu unutmamalı”. Üyeyne: “Allaha kasem ederim ki, yakın bir zamanda sana bir hâl gelecek. Bu asla senin hatırından çıkmayacak” dedi. Mirhond başka bir rivayete dayanarak, Üyeyne İslâmiar’ın savaşı kazanacaklarını anlayınca gay­retten âciz kalıp kaçmaya yüz tuttu. O zaman Tuleyha kendisine “Ne­reye gidiyor suni” diye sordu. Üyeyne, “Bizim cenk nöbetimiz sona er­di. Cebrail’e de ki, elini muharebe kolundan dışarı çıkarsın1. Artık nöbet onundur”. Bu nokta üzerine Muir (Annal of the early Califate, S. 25) Tuleyha’mn sözlerini “başına onun gibi bir boyunduruk geçecek ve öyle bir iş gelecek ki, sen onu unutmıyocaksın” şeklinde kaydediyor.

Yukarıdan beri zikrettiğimiz kaynakların hiçbirinde bu boyunduruk sözüne rast gelmedik. Çeşitli kayank ve tetkiklerde gene çeşitli şekillerini kaydettiğimiz “değirmen taşı” mecazi sözünün hakikî mânasını an­lamak biraz güç olmakla beraber, elimizde bazı anahtarlar var ki, bun­larla bilmeceye pek benzeyen Tuleyha’mn iması açıklanabilir. Bir kere, “değirmen taşı” mecâzî sözünün İslâmî devirlerde olsun, ondan çok önce olsun, nasıl bir anlama geldiğini araştırmamız gerekir. Marcus İncil’nde buna dair şöyle bir âyet vardır (IX., 42): “Her kim bana iman eden bu küçüklerden birini sürçtürürse, boynuna büyük bir değirmen taşı takılıp denize atılması kendisine daha iyidir”, Tuleyha’mn halka güya İlâhî bir emirmiş gibi anlattığı, biraz önce bahsettiğimiz, “Sîzlerin bir taş değirmen yapmanız bana emredildi, Tanrı onunla istediği kimseleri vura­cak           ” sözünün de Isa’dan beri, belki de daha önceki devirlerdenberi

değirmen taşının Önasya’da bir ceza aracı anlamı taşıdığını ifade etmek­tedir. Şimdi bu tâbiri cümlenin içinde araştıracak olursak: Belâzûrî, Taberî, İbni Haldun “Senin de bir değirmen taşın...” demekle, değir­men taşma Uyeyneyi sahip olacakmış gibi göstermektedirler. O halde değirmen taşı kimin elindeyse, kuvvet, iktidar ondadır, anlamı çıkmakta­dır. Yakut’da, Tuleyha, Üyeyne’ye savaşın sonucu hakkında cesaret vermektedir. Beyhakî’de ise bu husus açık değildir. Bu dört değerli tarihçinin ve mantığımızın bize gösterdiği yolda yürüyecek olursak, Tuleyha’nın bu güya âyet olan sözü, kumandanı olan Üyeyne’ye sırf bir cesaret vermek için söylediği kanaatine varırız. Aksi hâlde en nâzik bir anda müttefiki olan Fezâreliler’in komutanını kızdırmak amacıylaMuir’in kabul ettiği gibi, senin de boynuna bir boyunduruk geçecek veya ezileceksin anlamına — söz söylemesi tamamiyle menfaatine aykırı olurdu. Halid’in kuvvetlerinin üstünlüğü karşısında zayıf imanlı miîrted Üyeyne, Tuleyha’yı da yarı yolda bırakmış, yediyüz süvarisi ile birlik­te çekilip gitmiştir. Bunun üzerine Tuleyha’nın taraftarları, Tuleyha’ya gelip ‘‘Bize ne emrediyorsun” diye sorunca, o, daha önceden hazırladığı bineklere eşi Nevvar ile birlikte atlayarak kaçmaya hazırlandı ve bu arada, “Elinden gelen herkes benim gibi yapsın’ kendisini ve ailesini kur­tarsın” diye cevap verdi.

Böylece kurtuluşu kaçmakta bulan Tuleyha Şam’a geldi. Arkada bıraktığı Süleym, Havâzin ve Âmir kabileleri yeniden dine dönüp, af dileyip, İslâmiyet’in, malları ve şahısları hakkındaki hüküm ve emir­lerine baş eğdiler 11+.

Vâkidî’nin beyanına göre Hâlid, Üyeyne’yi de esir almıştı ve Öldür­mek istiyordu. Fakat Halid’in bir akrabası onu bu fikirden vaz geçirdi ise de, Tuleyha’nın annesinin intiharım önliyemediler. Ona Müslüman olması teklif edilmişti, o bu teklifi kabul etmeyip bir şiir soyliyerek Hâlid’in daha önceden hazırlattığı ateşlerden birine kendini alıvermişti113 Hâlid’in baza esirleri ateşte yaktı girdiği rivayeti doğru ise, bunun mühim, bir sebebi olmahdır. Esed ve Havazinlerden bazı kimselerin Peygamber’ in aleyhinde sarfettikleri bir takım sözlerin buna sebep teşkil ettiği İbni Hubeyş tarafından ifade edilmiştir. Taberî’de de bazı esirlerin ateşte yakıldıkları, bazılarının okla vurulduğu v. s. anlatılmakta, fakat bunların daha önce Müslümanları aynı şekilde öldürenler oldukları da açıklanmaktadır.

Buzaha olayından sonra Tuleyha, Beyhakî’ye göre (Kitb ül Mehasin, 32 34) Şam’a gitti , “Şeytanı onu bırakmadı”; Ebu Bekir ölün­ceye kadar Gassanhlardan Cef ne oğullarının yanında kaldı. İbni Haldûn (Kitab ül Iber, II., S. 71) Tuleyha’nın kaçıp Kclp kabilesine sı    ğındığım sonra Müslüman olduğu, Ömer zamanında Umre için Mek­ke’ye gittiğini zikreder. Süleyman Nedvî (Asr-ı Saadet, VI., S. 81) onun ilk olarak Ömer’e biat ettiğini daha doğru bulmuş, Ebu Bekir yaşadığı müddetçe de Kelb kabilesi yanında misafir kaldığını kabul etmiştir. Taberî’ye gelince (III. S. 232, Tür. ter., III., S. 104), o da Tuleyha’nm Kelb kabilesine sığındığım , fakat Umre Haccına, îbni Haldûn ve Ibn iil Esir’iıı yazdıkları gibi Ömer zamanında değil, Ebu Bekir zamanında gittiğini yazmaktadır. Hattâ Ebu Bekir’e, “İşte Tuleyhal Yakalatınız?' dedikleri zaman, o “Onu serbest bırakın; Tanrı onu doğru yola şevketti, Müslüman oldu. Onu ne yapayım'’’ diye cevap vermiş­tir.

Ebu Bekir’in ölümü ve Ömer’in başa geçmesi üzerine, Tuleyha biat etmek için Medine’ye geldi. O zaman, Ömer ona: “Sen Ukkâşe ile Sabit' in kaatilisin. Seni hiç sevmiyeceğim" dedi. Tuleyha: “Ey Müminlerin emiri, Allah'ın benim elimle şereflendirdiği ve beni onların elleriyle küçült­mediği bu iki adama neden bu kadar önem veriyorsun ?” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ömer biati kabul edip ona : “Ey aldatıcıl Hilekârl Kâhinliğinden ne kaldı bakalım" diye sordu. Tuleyha bu soru karşısında malıçup olarak: “Onlar bir çift ciğerden çıkan bir iki nefesten başka bir şey değildi" diye mukabelede bulundu  .

E.    Tuleyha Müslüman askeri:

Bundan sonraki askerî hayatı uzun ve methe lâyik olan Tuleyha, Esedlerden kurulmuş olan kuvvetlerin başında olduğu hâlde, Kadisiye savaşma katıldı. Cel ûla’ya Müslüman piyadesini şevketti. Nihavend zaferi onun hücum plânı ile kazanddı. Onun değerli bir savaşçı olup bin süvariye eşit sayılabileceği iddia edildiği halde, kısa süren asi­lik hayatı göz önünde tutulursa şef olma kabiliyetinin, şairlik, kâhinlik, hatiplik vasıflan yanında çok zayıf olduğu meydana çıkmaktadır. Esasen bunu Ibn ül Esir’in şu mühim kaydından da  anlamaktayız: “Ömer bin Hattâb, Numan bin Muharriri e şöyle yazmıştı: Savaş işlerinde Tuleyha ile Amr bin Ma'diker ib'den istifade et. Onlara danış; fakat onla­ra hiçbir komutanlık verme. Her işçi kendi işini daha iyi bilir".

Tuleyha’mn Kadisiye ve Nihavend savaşlarındaki büyük başarı­larından Vâkıdî, Vesîme ve Seyf bahsetmektedirler . Kadisiye savaşında Tuleyha düşman ordugâhına yalnız başına giderek bir çadırın iplerini kesip üç at kaçırdı. Takıp edenleri kılıçtan geçirdi; bir adamı da esir olarak beraberinde getirdi. Nihavend savaşının Islâmlar için çok tehlikeli anlarında keşfe çıkmak vazifesi gene Tuleyha’ya verilmişti. Beni Esed’in eski peygamberi olan Tuleyha bu vazifesinden dönmekte o derece gecikmişti ki, askerler meraklanarak aralarında, “Yoksa Tuley­ha gene mi dinden döndü?” diye söylenmeğe başladılar. Bu sebepten Tuleyha dönünce, tekbir sedaları yükseldi. Bunun duyan Tuleyha, ken­disi yokken ortaya çıkan kanaatten haberdar olup “Tanrıya and içerim ki, aramızda din bağı olmayıp da sadece Araplık bağı olsaydı, gene şu Farslara katılmazdım" diye cevap vermişti  

Genel olarak onun H. 21 yılında öldüğü söylenirse de, H. 24 yılında onu 500 Müslüman askeri ile birlikte Kazvin’i savunurken görüyoruz. Böylece ölüm yılı şüpheli kalıyor. H. 21 yılı Hâlid’in, Numan bin Mukarrir’in, Arar bin Ma’dikerib’in ölüm yılları olarak gösterilir J2°

F.    Tuleyha’nm doktrini:

Tuleyha’nın doktrini hakkında elimizde pek az bilgi var. O, bir pey­gamberden çok bir kâhin gibi ortaya çıkmakta ve vahiy diye söylediği sözlerden birkaçı o zamanki hâdiselerle ilgili arzularım ifade etmektedir. Her kâhin gibi, kısa ve secili konuşan Tuleyha’da hiç bir dinî sistem görülmemektedir. O, günümüzde bile eşine pek çok rastlanabilen parapsikolojik kuvvetlere sahip insanlardan biridir.

Onun Cebrâil yahut Zu’n-Nun adlı bir melekten aldığını iddia etti­ği vahiyleri hakkında da az şey bilmekteyiz. Bunlardan birisi, yukarda açıkladığımız:

“Güvercin ve her zaman oruçlu olan kuş üzerine yemin ederek, Esedlerin Şam ve Irak topraklarım fethedeceklerine” dair olan sözleri­dir. İkincisi, bir gün Tuleyha:

121 yâni “Birkaç fersah öteye giderseniz su bulursunuz" demesi ve gerçekten orada az miktarda su bulunması, birtakım Araplar’ı Tuleyha’nın peygamber olduğu inancına sevketmiştir. Zamanımızda da, nerede su veya bazı mâdenlerin bulunduğunu bilen genç ihtiyar birçok insanlar vardır. Üçüncü mûcize gösterişine gelince: Hâlid, Medine’den çıkıp Tuleyha’mn üzerine yöneldiği zaman Tuleyha halka “Alınları akıtmalı, ayakları sekili atlara binen insanların kendilerine doğru geldiklerini" haber verdi. Gönderilen öncüler, bunlara tesadüf ettiler, tarife tamamiyle uygun olduklarım gördüler. Beyhakî burada, Üyeyne’nin önceden casus­ları vasıtasiyle gelenler hakkında haber alıp bunu hemen Tuleyha’ya bildirdiğini ileri sürmektedir  

Tuleyha’nın ibadet hakkındaki tavsiyeleriyle ilgili olarak Yâkut’da şöyle bir kayda rastlıyoruz:

Allahı ayakta zikrediniz; Allahın, yüzünüzü topraklara sürmenizle ve secde ederken aldığınız çirkin şekille ne işi var  

Bazı tarihçiler Tuleyha’nın peygamberliğinin, halkı namaz ve oruç­tan muaf tuttuğu, zinayı da mubah kıldığı ve bunun gibi şeytanî işlerde kolaylık gösterdiği için kabiledaşları tarafından kolayca kabul edildiğini kaydetmişlerdir  

Cahiliyye devrinde belli günlerde veya mühim teşebbüslerden önce putlarım hatırlayıp ziyaret ve onlara ibadet eden Araplar’ı, henüz pek yeni olan Islâm dininin, her gün beş vakit namazı şart kılan sıkı kaidele­rinden kurtaran yeni bir peygamber, sahte de olsa, bu toplum içinde ko­layca taraftar kazanabilirdi. Ancak peygamberlik iddia eden bir kim­senin zinayı mubah kılacağım kabul etmek biraz güçtür. Bu itibarla yu­karıdaki iddiaları ileri sürerken tarihçilerin, sahte peygamberlere karşı duymuş oldukları kızgınlıktan ötürü, objektif davranamamış olduklarım hesaba katmak yerinde olur. Kaynaklar, Esved’iıı meleğine olduğu gibi, Tuleyha’nın Zu’n-Nun adlı meleğine de şeytan demekte, olayları hakikata uygun bir şekilde anlatırken, onların sahte olduklarını belirte­bilmek için, zaman zaman hakikat yolundan sapmaktadırlar. Hattâ bunu bazen Taberî ve Mirhond gibi tarihçilerde bile müşahede et­mek mümkündür.

Yukarıdan beri söylenenler göz önüne getirilirse Tuleyha’nın paien kabile şefi tipini tam bir şekilde canlandırdığı, ayrıca kâhinlik, şairlik ve savaşçılık vasıflarına da sahip olduğu için müttefikler bulduğu, fakat Üyeyne’nin Fezarelileri alıp çekilmesi yüzünden, kurmak istediği siyasî otoriteyi kuramadığı anlaşılmaktadır.

Tuleyha’nın savaşta yenilmesi üzerine, dinden dönen o civardaki Esed, Gatafan gibi kabilelerin mensuplarının gerektiğinden fazla vergiyi hemen Hâlid’e veya E bu Bekir’e götürüp teslim ettiklerini görüyoruz. Ayrıca bunların vergiyi ödememiş olmayı, haisislikleriyle izah etmeleri, onların Tuleyha’ya bağlılıklarının din yoluyla olmayıp İktisadî yolla olduğunu bir kere daha göstermektedir (îbni Hubeyş, bk. Caetani, VIII. S. 312).

G.    Netice:

Görülüyor ki, Tuleyha hakîkî bir peygamber değildir. Eğer hakîkî bir peygamber olsaydı her şeyden önce, yeniden İslâmiyet’i kabul et­mez ve İslâmiyet uğrunda hayatını tehlikelere atmazdı. Onun çok iman­lı bir Müslüman olarak Iran savaşlarında nasıl fedakârlıklarda bulundu­ğunu biraz önce anlatmş bulunuyoruz. O, sadece Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hastalanmasından ve sonra ölümünden istifade ederek Kureyş hâkimi­yetinden kurtulmak ve kabile otoritesini yeniden tesis etmek, ayrıca Haz­ret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  gibi başka ülkeleri (Şam ve Irak gibi) kendine bağlamak hevesinde, oldukça kuvvetli bir kabile şefi ve iyi bir asker olmaktan ileri geçememiş, siyasi bir maceraperestti. Siyasî nufuzu gibi bildirdiğini iddia ettiği dini de tarihte hiçbir iz bırakmadan kaybolup gitmiştir.

3.    SECÂH

İslâm tarihinde görülen ilk yalancı peygamberlerden üçüncüsii olan Secâh, ne Esved gibi önemli toprakları eline geçirmeğe muvaffak olmuş bir komutan, ne de ileride göreceğimiz Müseylime gibi Kureyş hâkimiyetini tanımamak dâvası uğrunda hayatım fedaya razı gelmiş bir idealisttir. Fakat gene de tarihe malolmuş, ilgi çeken bir şahsiyettir; çünkü Secâh Arabistan gibi bir bölgede, hâkimiyet yolunda ortaya atıl­mış bir kadındır ve onun hayatı Yemâme’nin başkanı yalancı Müseylime’nin hayatı ile pek sıkı bir şekilde ilgilidir.

Aslen Mezopotamyalı olan Secâh, sadece peygamberlik iddia­sında bulunmakla kalmamış, mensup olduğu büyük kabilenin önemli erkeklerini, dâvasına iştirak ettirerek önce RibaiYlara ve Medine üzeri­ne sefer açmak istemiş. Ribab’lar onu yenilgiye uğratınca Yemâme üzerine yürümüştür. Arabistan gibi bir bölgede, bir kadının bu derece kuvvet ve nüfuz elde etmesi, hattâ peygamber olduğunu iddia ederek bir takım insanları, samimî bir inançla olmasa bile arkasından sürükleme­si hayretle karşılanacak bir olay gibi görünmekte ise de, tarih bize bunun daha önceki devirlerde mevcut örneklerini vermektedir: Kuzey Arabis­tan’da Zehihi’lerin ve Şemsî’lerin melikelerinin bulunduğunu Hors ab ad paralarından öğrendiğimiz gibi, Tedmür’deki Arap melikesi Zenobiya da konumuz için güzel bir örnek teşkil etmektedir. Hattâ bu sonuncusunun Roma imparatoru Aurelianus ile savaşacak dere­cede cesaret sahibi olduğu da anlatılmaktadır .

Secâh da diğer yalancı peygamberler gibi, peygamberlik iddiasına başlamadan önce bir kâhindi. Mes’ûdî (Müruc üz Zeheb, IV., S. 199) onun Satîh, İbni Selmâ, el Me’mun el Hârisî ve ’Amr gibi bir kâhin olduğunu kabul ediyor.

Beni Temim gibi çok geniş bir kabileye mensup bulunan S e e â h’ın son derece giizel ve secili sözler söylemesi ve kâhine olması kabilesi için­de ona üstün bir durum teminine yardım etmiştir. Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölümü haberi büyük Temim kabilesi içinde bazı rakabetlerin ve Ridde’nin doğmasına sebep olunca. Secâh bundan istifade etmek maksadiyle Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] i taklid ederek, kendi peygamerliğini iddiaya başladı. Çok eski devirlerdenberi Temim kabilesi birçok kollara ayrılmış bir hâlde Yemâme ile Fırat Dicle arasındaki meralara yayıl­mıştı. Bu kabilenin bazı kolları Hristiy anlığı kabul etmiş olduğu hâlde, büyük kısmı putperest kalmayı tercih etmişlerdi.

Hudeybiye barış andlaşması ile, kurulmakta olan yeni İslâm devletinin Kureyşliler tarafından tanınması üzerine, Arap kabileleri Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e temsilci heyetleri göndermeğe başlamış­lardı. Hudeybiye’den beri fiilî olarak tanınan bu Islâm siyasî varhğı, Mekke’nin fethedilmesi üzerine tam bir devlet hâlinde kendisini göste­rince , Arabistan’ın bütün kabilleri heyetler göndererek, Medine hükü­metine bağlılıklarım bildirdiler. İşte bunun için bu yda “Senet ülVüfud” denilmektedir ki, bu Hicretin 9. yılıdır (bk. Sahih-i Buharı, Tür, ter., X., S. 400). Gene bu yılda yukarıda bahis konusu olan Beni Temim’in temsilcileri, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e gelip İslâmiyet’i kabul ederek, kendi memleketlerine dönmüşlerdi. Buharı  Beni Temim’den Medineye gelenlerin 70 80 kişi olduklarım kaydettikten sonra, İbni İshak’a dayanarak, içlerinde eşraftan şunlar vardı diyor: Ka’ka’a bin Ma’bed, Utârid bin Hâcib, İkra’ bin Habis, Zibrikan bin Bedr, Amr bin el Ehtem (el Ehsem diye yazdmıştır). Hammad bin Yezid, Nuaym bin Yezid, Kays bin Âsim, Üyeyne hin Hısn. Bunlar bir öğle sıcağında Medine’ye gelmişler ve huşunetle: “Ya Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  bize çıksana!” diye bağırmışlardır. Bunun üzerine Kur’amn (XLIX., 4-5) “Keşke sen onlara çıkıncaya kadar sabretselerdi; sana hücrelerin gerisinde bağıranlar şüphesiz akılları ermeyen kimselerdi!” âyetinin geldiği, sonra bunların İslâmiyet’i kabul ettikleri, Peygamber’in onlan affettiği ve bazı hediyelerle taltif ettiği gene Buhârî tarafından ayni sahifede bildirilmektedir.

Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , beni Temim’in ileri gelenlerinden biraz önce adlarım yazdığımız bazılarını vergi âmili ve vali olarak kendi kabilelri üzerine tâyin etmişti. Fakat 11. yılda birçok kabile şefleri Peygamber’in ölümünü, onun eserlerinin de sonu zannettiler ve vegileri topladıkları hâlde , teslim etmediler; yeniden halka dağıttılar. Bu arada İslam’a sadık kalanlar da oldu. Bu iki zihniyet arasında ciddî rekabetlerin bulunması ve Secâh’ın tam bu sırada ortaya çıkması, bu rekabetlerin yer yer savaş hâline inkılâp etmesine sebep oldu.

Bu durumu parlak bir ışık altında tâkîp edebilmek için Temim kabilesinin kollarım ve bunların şeflerini tanımak gerekir. Seyf’e göre 121 Temîmler dört esas kola ayrılır: 1) Sa’d bin Zeyd Menât’lar, bunlar Avf, Ebnâ, Mukais ve Butûn kollarına ayrılırlar; 2) Amr bin Temim, bunlar da Behdâ ve Haddâm olmak üzere ikiye ayrılırlar; 3) Hanzala, bunlar Yerbu’ ve Mâlik’ler diye ikiye ayrılır; 4) Ribâb, bunlar Abdu Menât ve Dabbe olmak üzere ikiye ayrılırlar. Amr ve Ribâb kabileleri Islâm’a sadık kaldüar. Mukais’lerle Butûn’un valisi olan Kays bin Âsim bir müddet tereddüt içinde bekledi. Ribâb, Avf ve Ebnâ’ların valisi olan Zibrikan zekâtı Ebu Bekir’e teslim ederse, Kays bin Asım onun aksini yapacaktı; çünkü araları açıktı, Biri diğerinin yaptığını yapmak istemiyordu. Zibrikan vâdini yerine getirdi; zekât develerini Ebu Bekir’e teslim etti. Kays tereddüt geçirdiğinden pişman oldu. El Alâ bin ül Hadramî tarafından kuşatılınca zekât develeri ile bir­likte onu karşıladı ve tereddüdünün sebeplerini açıkladı. Bu sırada Yerbu’larm başkanı Mâlik hin Nüveyre ve Mâlik’lerin başkam Vakî, kabileleri ile birlikte dinden dönmüşlerdi. İşte Benî Temîm içinde kabilelerin bir kısmı dinden dönüp, bir kısmı tereddüt içinde fırsat bekler, rekabet ve düşmanlık hisleri içinde birbirleriyle meşgul olurlarken, Hâris'in kızı Secâh ansızın Mezopotamya’dan çıka geldi.

A.    Secâh’ın soyu:

Belâzûrî’de , Secâh’ın soyu iki şekilde gösterilmiştir: 1) Umm-ü Sadır Secâh bint-i Evs hin Hikk bin Usâme bin ül Guneyz bin Yerbu’ bin Hanzale bin Mâlik bin Zeyd Menât bin Temîm; 2) Secâh bint ülHâris bin Ukfan bin Süveyd bin Hâlid bin Usâme.

El Vatvat’da: Secâh bint-i Süveyd hin Halef bin Usâme bin ül Anber bin Yerbu’dur.

îbni Kuteybe, Secâh’ın sadece Beni Yerbu’dan olduğunu kay­dedip geçmiştir.

Mes’udî, Belâzûrî’nin verdiği ikinci şecereyi hemen hemen tekrar etmiş, ancak Usâme yerine bin Yerbu demiştir.  

İbni Haldûn, Taglib’in batınlarından Beni Ukfan soyundan Süveyd bin ül Hâris’in kızı olduğunu söylemiştir.

Taberî’ye gelince, onun Haris bin Süveyd bin Ukfa’nın kızı ol­duğunu söyler .

Böylece Belâzûrî, Mes’ûdî ve Taberî’nin pek az farklı bir şekilde kaydettikleri, Beni Yerbu’dan olan Secâh’ın soyunu kısaca: Secâh bint ül Haris bin Süveyd hin Ukfan olarak tespit etmemiz gerekir.

B.    Secâh’ın Peygamberlik iddiasında bulunması ve taraftarları:

Annesi tarafından Taglib kabilesine mensup bulunan Secâh, gene Taglib’lerin bölgesinde peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Nemir kabilesinden Ukbe bin Hilâl, Şeybanların başında bulunan Selil bin Kays ile Ziyad bin Bil âl’i ve bu arada Huzeyl bin Umran’ı kendi tarafına kazanmağa muvaffak olmuştu. Bunlar arasında Huzeyl Hristiyan olduğu hâlde kendi dinini bırakıp Secâh’ın dinine girmişti . Esasen Secâh da Tagliblcr arasında Hristiyan olarak yetiş­mişti  ve bu dinin inceliklerine vâkıftı.Secâh her biri kendi şef ve komu­tanı tarafından idare edilen kabilelerin başında olarak Mezopotamya’ dan hareket edip Arabistan’a girmiş ve Ebu Bekr’e karşı savaşmak için hazırlık yapmak üzere Hasn denilen yerde konaklamıştı.

Secâh’ın peygamberliğini iddiaya başlaması Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölümünden sonradır. Bütün kaynaklar hattâ tetkikler, en kü­çük bir şüpheye yer vermeden bunu kabul ettikleri hâlde, Caetani sadece kendi mülâhazalarını (VIII, S. 340) esas tutarak, onun Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölümünden sonra değil daha önce peygamberliğini ilân etmiş olduğunu kabul ediyor. Hattâ daha da ileri giderek, Esed ve Hanife kabileleriy­le rekabet olsun diye gayrimüslim Temiın’lerin onu kendi lerinin peygamberi ilân ettiklerini ilâve ediyor. Hâlbuki Taberî (III., S. 237), İhni Haldûn (tber, İL, S. 72), Ebu’l-Fereç (Agani, XVIII., S. 165), El Vatvat (Gurer, 131), Ebu’l-Fida (I., 165) Zehebî (Tarih ül İslâm, I., S. 356), Muir (Annal, S. 30 31), Vacca (Ene. de l’îsl. IV., 46) gibi müellifler Secâh’ın Peygamber­den sonra ortaya çıktığını açıkça belirtmektedirler. Caetani bu iddiasını ispat için zaman meselesini öne sürmekte ve Hâlid’in Butah üzerine yâni Mâlik bin Nüveyre üzerine hareketi anına kadar geçen zamanın, Secâh’ın Mezopotamya’dan Yemâme’ye gelip tekrar geri dönmesi için kâfi gelemiyeceğini yazmaktadır. Hâlbuki Peygamberin ölümünden Buzalıa ve Butah hareketlerinin olduğu tarihe kadar üç bu­çuk, dört ay kadar bir zaman geçmiştir. Bu zaman ise Secâh’ın esasen çok kısa olan savaş ve anlaşmaları için pek âlâ kâfidir. Nitekim Yemen hâdiseleri sırasında Esved’in üç ay gibi kısa bir süre içinde peygamber­liğini ilân ederek bütün Yemen’i, Necran’ı Tâif sınırına kadar güney Arabistan’ı eline geçirdiğini ve gene bu üç ay içinde bir suikast tertiplenerek öldürülmüş olduğunu göz önüne getirirsek, E s ve d gibi büyük askerî başardar kazanamamış olan Secâh’ın kısa süren Yemâme harekâtının üç aydan çok daha az bir zamanda bile yapılmasının müm­kün olduğunu kabul etmemek için mâkul bir sebep yoktur.

Secâh, Hazn’den Yerfiu’lann başkanı olan Mâlik bin Nüveyreye haber gönderip bir anlaşma yapmağı teklif etti. Mâlik bin Nüveyre onun bu teklifini kabul etti. Fakat Ebu Bekir üzerine yürümekten vaz geçmesini de tavsiye etti. Zira o sırada Beni Temim’in bir kısmı Secâh’a karşı cephe almış bulunuyordu. Mâlik bin Nüveyre Secâh’ın önce bu kavimler üzerinde hâkimiyet kurması gerektiğini ileri sürdü. Secâh bu teklifi kabul etti ve Mâlik bin Nüveyre’ye: “İstediğin gibi iş gör, ben Beni Yerbu'dan bir kadınım, neticede bir hükümranlık bahse konu olursa, bu da size ait aolacaktır1'’^ dedi. Ayrıca Beni Mâlik bin Hanzala soyuna da haber yollıyarak, onlarla da barış yapmak istedi ise de, bu kabilenin ileri gelenlerinden birçokları, bu arada Utarit bin Hâcib kaçıp Beni Anb.er’lere sığındılar; fakat Mâlik’lerden Vaki’, Secâh’ın elçi­leriyle anlaşma yapıp, onun tarafına geçti.

C.    Secâh’ın savaşları:

Böylece Vakî’ ve Mâlik bin Nüveyre, Secâh ile birlikte olup İslâmiyet’e sadık kalmış olan Rib âb’lann üzerine hücum ettiler. Çünkü Bibâb’lar kendilerini savunmak için coğrafî bir engele bile sahip değildiler. Mâliktin Nüveyre, Ribâb’larm zor durumda kahnca Decânî ve Dehânî’ye sığınmalarına engel olmak üzere, önceden bu yerleri işgal etti. Fakat Ribâb’lar bunu haber alıp oraya gittiler. Savaş sonunda Ribâb’lar ile Dabbe’ler Secah kuvvetlerine birçok zararlar verdirerek üstün geldiler. Taraftarlarından birçoklarım esir aldılar. Ka’ka’ ve Vaki’ de bu arada esir düşmüşlerdi. Secâlı galiplerle barış yaparak, esirleri kurtardı. Mezopotamyah askerleri ile birlikte Nebâc denilen yere hareket etti. Orada E vs bin Huzeyme komutasındaki Beni Amr’lar ile savaşa tutuştu. Bu karşılaşma sonunda da zayiat verdi ve bu defa adamlarından Ukka ile Huzeyl düşmanlarının eline esir düştüler. Secâlı hu adamlarını kur­tarmak için Temîmler ile uzlaşmağa mecbur kaldı ve onların topraklarını tamamen terkederek Yemâme üzerine yürümeye karar verdi, kararını da şu sözlerle kavmine bildirdi: “Yemâme ahalisi çok kuvvetli ve şevket­lidirler. Müseylime kuvvetlenmiştir. Siz Yemâme üzerine yürüyünüz. Güvercin yürüyüşü gibi yavaş yavaş ilerleyiniz. Bu kesin bir savaştır; bundan sonra azar işitmiyeceksiniz” (Taberi, Tür. ter., II., 123). El-Vatvat, Gurer iil Hasâis’inde (S. 131) bu konuda şöyle demektedir: Seeâh bu sırada Müseylime hakkmdaki rivâyetleri duyunca,

“Haydi Yemâme üzerine yürüyelim ve güvercinler gibi oraya koşalım, orada Müseylime bin Sümâmeyi bulalım. Eğer peygamber ise işaretleri vardır. Yalancı ise kavmine pişmanlık vardır" dedi ve Yemâme’de oturan Beni Hanife üzerine yürüdü. Welllıausen (Skizzen, VI, S, 14). Taberî (Tür. ter., III., 128)’de mecut olan bir rivâyete dayanarak, Tenıîmlerden Zibrikan’ın da dinden çıkıp daha birçok kimselerle birlikte Secâh’m yanı sıra Yemâme’ye hareket ettiğini Kelbî’ye atfen yazmakta ise de, bu rivayet Kelbî’nin değil, Taberi’de bulunan daha önceki anonim rivaye­tin bir devamıdır. Bu anonim rivâyetlerin ise, son derece müstehcen olma­ları itibariyle, râvilere kadar ulaşmalarına imkân yoktur. Wellhausen da bu rivâyetlerin tamamiyle Seeâh ve Müs ey lime’yi küçültmek mak­sadıyla uydurulmuş olduğunu bütün yazarlar gibi kabul etmektedir. İşte Kelbî bu anonim rivayetin sonunda, sadece bir cümlesi ile yer al­makta, arkasından gelen “Zibrikan, Utarit, Anır... Secâh'ın yanında olduğu hâlde memleketine döndü'' cümlesi ise Kelbî’nin bir cümlelik rivâyctindcn hemen önceki anonim rivâyeti tamamlamaktadır. Bu iti­barla, WeUhausen’ın dayandığı Taberi’deki anonim rivayete değer vermek doğru değildir. Zaten bu konuda Seyf’in rivayetini şüphe ile karşılamak mecburiyetinde kalsak bile, Ve s im e (Höhnerbach, S. 50), Kitab üt Ridde’sinde Zibrikan’m durumunu açıklamakta ve “ezZibrikan bin Bedr, Peygamber onu halkının sadaka âmili yapmıştır; Ridde sırasında bu vergileri Ebu Bekr’e vermiş, o da onun vazifesini devam ettirmişti,, demektedir, O hâlde bu konuda Wellhausen’a değil S ey f’e hak vermek gerekmektedir. Ayrıca Gurer ül Hasâis’de Utarit ve Anır bin ül Ehtem vs. kimseler Secâh’la birlikte sayıldığı hâlde Zibrikan’m adına asla tesadüf edilmemektedir.

Askerleri ile Yemâme üzerine yollanan Secâh, Ebu5! Ferec’e göre (XVIII., S. 165) kabilesi mensuplerma şöyle demişti: “Ey sakınan mü­minler, dünyanın yarısı bizim yarısı Kureyşindir. Fakat Kureyş kabilesi azgın bir kavimdir  . Ey Temim kabilesi Yemâme bölgesine gidiniz. Ora­da bulduğunuz insanları öldürünüz ve yakıcı bir ateşle yakınız ki, orası siyah bir güvercin gibi kalsın. Bu iş {yâni peygamberlik) Rebia kavimlerine verilmemiş ancak Mudar kabilelerine verilmiştir. Bu topluluk üzerine yürüyünüz. Onu dağıttıktan sonra Kureyş üzerine dönersiniz”. Müseylime bunları duyunca canı sıkıldı. Çünkü etrafında bulunan Müs­lüman kabilelerin ve bunların başında bulunan kendisine rakip Sümâme bin Üsâl ve Şurahbilbin Hasenc’nin Hacer’i ellerine geçirmelerinden kor­kuyordu. Bu yüzden Secâh’la dost olmak çarelerini aradı ve Ebu’l-Ferec’e göre    Secah’a şöyle bir haber yolladı: “Ulu Tanrı sana ve bana vahiy gönderdi; biz birleşelim ve Tanrı’nın bize gönderdiğini tetkik edelim. Hakkı bilen, diğerine tâbi olsun. Böylece toplanıp benim ve senin kavminle Arapları idaremizealırız.” Taberî, İbni Haldun ve el Vatvat 134 Müseylime’ııin adam göndererek Secâh’dan aman istediğini, aman verdiği takdirde yanına geleceğini bildirdiğini kaydetmişlerdir. Secâh aman verdi. Müseylime onun yanına geldi ve “Yer yüzünün yarısı bize aittir, adalet ile iş görselerdi kalan yarısı Kureyş'e ait olacaktı. Tanrı Kureyş'in reddettiği bu yarıyı sana bağışladı. Hâlbuki kabul ettiği takdirde bu pay Kureyş’in olacaktı” dedi. Bunun üzerine Secâh, Müseylime’ye: “Bu payı ancak doğruluktan, adaletten sapanlar reddederler...” diye cevap verdi. Müseylime ona: “Tanrı kendisinin sözlerini dinliyenlerin sözlerini işitti. Ümit edenlere, hayır ümidini verdi. Rabbimiz daima kendisini sev­diren işlere dair emirler verir. Bu emirlerin yerine getirldiğini gördüğün­de sizi takdis eder. Sizi korkulu hâllerden uzaklaştırır. Kendisinin ceza ve mükâfatlandırma günü için sizi kurtarır. Bize azgın toplulukların ibadeti değil, hayırlı ve salih kütlelere mahsus olanların namaz ve dualarını meşru kılar ki, salih insanlar uyumadan geceleri ibadetle geçirirler....'"

Kabilinden âyet diye iddia ettiği sözleri söyliyerek dostluk teklifin­de bulundu ve Yemâme’nin bir yıllık mahsûlünün yarısını Secâh’a ver­mek şartıyle barış yaptı. Secâh, gelecek yılın mahsûlünün yansım da almak için İsrar edince, Müseylime buna da razı oldu ve onun gelecek yılın mahsûllerini götürmek için vekil bırakıp kendisinin bu yılın mah­sûlünden payını alıp memleketine dönmesini teklif etti. Secalı bunu kabul etti; Hüzeyl, Ukka ve Ziyad’ı vekil bırakarak Mezopotamya’ya döndü. Hâlid’in ordusunun bu sıralarda yaklaşması bunların dağılmasına sebep oldu. Secâh ise Cemaat yılı’na kadar 133 Taglibler arasın­da yaşadı  

Buraya kadar anlatılanlar gösteriyor ki, Müseylime rakib kabile şeflerinin ve Ehıı Bekr’in, etrafını gittikçe bir ağ gibi sarmakta olduk­larını gördüğünden Secâh’ı ve ordusunu barış yoluyla Yemâme’den uzak­laştırmak politikasını kendisi için en uygun çare olarak kabul etmiş­ti.

Secâh’a gelince, büyük ümitlerle atıldığı bu maceranın, daha ilk de­nemelerde iyi sonuçlar vermediğini, bir yandan da Hâlid'in Esed’leri yen­mesi üzerine adamları tarafından terkedildiğini görüp Müseylime ile anlaşmayı menfaatine en uygun hareket tarzı saymış, böylece küçük bir menfaatin temini ile yetinerek, görünüşü kurtarmak istemişti. Fakat hüküm ve nüfuzunun birkaç gün içinde mahvolduğuna iyice kanaat getirince çarçabuk ve sessizce geldiği yere dönmeğe mecbur olmuştu. Bu andan, Muaviye zamanında Kûfe’ye nakledilinceye kadar geçen za­man içinde Secâh’ın ne yapmış olduğu hakkında elimizde hiçbir bilgi yoktur, Yukarıdan beri anlattıklarımız, S eyf’in bize verdiği haberlere dayanmaktadır. Taberî’deki anonim rivayet Secâh’ın Benî Hanîfe yanındaki macerasını başka türlü anlatır. Bu arada Fütuh ül Büldân, Agânî, Iber, Kitab ül Maarif, Gurer ül Hasâis, Kavzat üs Safa, Tarih-i E bu’l-Fi da gibi kitaplarda da vak’a aşağı yukarı Taberî’deki anonim rivayete uygun olarak şu yolda anlatı­lır: Müseylime onunla buluşmak üzere deriden bir otağ kurdurur; içinde güzel kokulu bitkiler yaktırır. Kokunun çok olmasına bilhassa dikkat edilmesini emreder. Bu işler bitince Müseylime sözcüsü ile onu ota­ğa dâvet eder, Secâh ona, “Sana ne vahy edildi” diye sorar. O da kadın­da cinsî duygular uyandıracak müstehcen sözleri, güya kendisine vahy edilmiş, âyetlermiş gibi söyler. Secâh bunun üzerine, onun peygamber­liğini kabul eder ve kendisine de ayni şeyler vahy edildiğini bildirip Müseylime’nin kendisini kavminden istemesini teklif eder. Sonunda evlenirler. Uç gün sonra da Secah kendi adamlarının yanına döner. Kabi­lesinden olanlar, mehirsiz evlendiği için onu ayıplarlar ve Müseylime’den mebiz istemeğe onu zorlarlar. Secâh, tekrar Müseylime’nin yanma gider, Müseylime ona şehir kapılarını açmadan, ne istediğini sorar. Sonra Secâh’ın müezzini Şebes bin Rib’î’yi   çağırıp ona: “Allah’ın resulü Müseylime, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in kendilerine farzettiği sabah ve yatsı namazlarını üzerinizden kaldırdı; bunu kabilelerinize bildir** der . İbni Haldun ve Mirhond gibi tarihçiler bu konuda Yemâme mah­sûlünün bir yıllığının yarısının mehir olarak bu sırada verilmiş olduğunu kabul ederler (İbni Haldûn, II. S. 73, Mirhond, II., 224 /5).

Secâh böylece komutanlarına vâdettiği büyük menfaatleri temin edememiş olarak geldiği yere dönmeğe koyulunca, ona uyanlardan bir­çokları pişman olup kendisini terkettiler. Kaynaklar bu münasebetle yazılan şiirlerden bilhassa bir tanesini naklederler ki, o da “Bizim pey­gamberimiz kadın olup biz onun etrafında tavaf ediyoruz. Başka kimselerin peygamberleri ise erkekdirler” mısra! arıdır ,3!). Gene, Hakim bin Kel­li î’ye atfedilen bir şiirde “Sizi doğru ve sabit bir dini kabule çağırdılar; siz onu bırakarak, sihir ve efsaneler defterine yazılmış, hüküm ve amelde kalmış sözlere inandınız” denilmektedir.

Pişmanlık çok geçmeden bütün Temimlerde kendisini gösterdi. Mâlik’lerin başkanı bulunan Vaki’ bin Mâlik zaman kaybetmeden İslâmiyet’e döndü. Halbuki Yarbu’ların başında bulunan Mâlik bin Nüveyre biraz geçikmiş olmasının cezasını hayatıyla ödedi.

D.    Secâh’m Müslüman oluşu:

Secâh Mezopotamya’ya, Basra’ya, döndükten sonra nelerle meş­gul oldu bilmiyoruz. Kaynaklar onun, Muaviye’nin üstünlük elde ettiği yıllara kadar nasıl yaşadığı hakkında bir bilgi vermediklerinden, Secâh’ın bu yıllar arasındaki hayatı büsbütün karanlıklar içinde kalmış­tır.

Muaviye, Irak halkı kendisine biat ettikten sonra birçok aileleri olduğu gibi Secâh ve adamlarımı da bulundukları yerden başka tarafa, Kûfe’ye nakletmiştir. işte bu sırada Secâh’m Müslümanlığı kabul et­tiğini , hem de iyi bir Müslüman olduğunu bütün tarihler ittifakla yaz­maktadırlar. Fakat bazı kaynaklar onun, Kûfe’de değil Basra’da Müslüman olup gene orada Müslüman olarak öldüğünü açıklarlar   . Onbirinci yılın ortalarında meydana çıktığı kesin olarak belli olmakla beraber ölüm tarihi kesin olarak belli değildir. Ancak Hicrî 41’den önce ölmemiş olduğu anlaşılmaktadır.

E.    Secâh’m doktrini:

Şecâh’ın kendisine tâbi olanlara oruç, namaz, zekât veya sadakayı emretmiş olduğu ancak domuzeti yemeğide mubah kddığı iddia olunmak­tadır . Onun, Hristiyanlığı pek iyi bildiği ve büyük kısmı Müs­lümanlıktan dönmüş olan Temimlere dayandığı gözönündetutulursa, peygamberlik iddialarını, hu iki büyük dinden aldığı ilhamlarla beslemiş olduğu tahmin olunabilir. Onun vahiy adı altında yukarıda bahsettiği­miz sözleri, taraftarlarını savaşa katılmağa sevketmek ve menfaatler elde etmek için verilmiş komutanca emirlerden ibarettir.

Secâh’m kurmak istediği dinden zamanımıza kadar gelmiş bir ka­lıntı yoktur. Ancak eğer Secâh gerçekten Müseylime ile evlenmiş ise ve mehil1 verme meselesi doğru ise, o takdirde Ebu’I-Ferec’in yaşadığı H. 508 597 yıllarında Temimler’in Müslüman oldukları hâlde ikindi namazını kılmamış olduklarım Secâh’m kurmak istediği mezhebin bir kalıntısı olarak kabul etmek gerekir (Agânî, XVIII., S. 165; el Vatvat, Gıırer ül Hasâis, 131). Fakat Secâh’m istilâ maksadı ile gittiği Yemâme’den bir miktarcık mahsûl ve hediye ile dönerken, esasen tatmin edil­memiş olan kavminin önünde, üç gün gibi kısa bir süre için evlenmeyi göze alması, peygamberlik iddiasında bulunan bir kadın hakkında pek mâkul görünmemektedir. Seyf’dcn başka bu konuda yazı yazmış olan hemen bütün İslâm tarihçilerinin kabul ettikleri Secâh Müseylime ev­lenmesini gene de şüphe ile karşılamak mecburiyetindeyiz. Bizi buna yö­nelten başlıca sebep Taberî ve Ebu’l-Ferec’deki asılsız ve hayasız rivayetin gittikçe hafifleyerek Mirhond, Ebu’l-Fida ve diğer tarih­çiler tarafından nakledilmiş olmasıdır. Hiç şüphe yok ki, bu derece müstehçen bir konuşma başkalarının yanında cereyan edemez ve başkalarına anlatılamazdı. O hâlde bunu hangi râvi kimden alarak nakletti? Bu, belli olmamıştır. Taberî her rivâyetin sahibini yazdığı hâlde, burada hiç­bir isim kaydetmemiş “bu konuda başkaları şunları söyler” diyerek ih­timal ki, İslâmiyet’in düşmanı olan bu iki insana karşı, sırf İslâmî bir gayret güderlikle uydurulan ve ağızdan ağıza yayılmış olduğu muhakkak olan halk şayialarım kitabına almıştır.

Secâh Müseylime evlenmesi kendi tâbileri arasında Secâh’m pres­tijini kaybetmesi bakımından da bize imkânsız görünüyor’42. Şayet böyle bir evlenme vâki olmuşsa bu, sırf politik mecburiyetlerden doğmuştur. Müseylime İslâmlara karşı bir müttefik bulmak ümidiyle onunla evlen­miş olabilir; fakat Secâh’m kurmak istediği dini, Müseylime’ninki ile birleştirmesi, sonra onun peygamberliğini tanıyıp ona tâbi olduğunu ilân etmesi     sabah ve yatsı namazlarının kaldırılmasına baş eğmesi gibi rivâyetler, kabul edilmesi pek güç olan âdeta çocukça iddialardır. Seyf’in bu konulardaki sükûtunu onun, Temimi olması dolayısıyla, Wellhausen ve Caetani’nin iddia ettikleri gibi taraf tutma gayreti diye vasıflandır* mamız ne dereceye kadar doğru olur bunu cevaplandırmak pek güçtür.

F.    Netice:

Hemen söyleyelim ki, Secâh da Esved ve Tuleyha gibi hakikî bir peygamber olmaktan çok uzak olup sadece bir kâhine idi ve Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölümünden sonra Temimler arasında çıkan karışıklıktan ve irtidadtan faydalanmak istemişti. Fakat alelâde bir kadın değil, dinî bilgilere sahip şair, hüküm ve emretme kabiliyeti gibi birçok meziyet­leri bulunan haris bir kadındı. Fakat İslâmiyet bakımından onun hare­ketleri, ne Esved ve Tuleyha, ne de ileride göreceğimiz Müseylime gibi tehditkâr olamamıştır. O, kuvvetli bir rüzgâr gibi kuzey doğudan Arap yarımadasına esmiş, fakat önce Müslüman Ribâb ve Amrlar kayalığına çarparak kuvvetini kaybetmiş, Yemâme’de Hacer ve Hadikat ür Rahman surlarına ulaştığı zaman, dinî ve siyasî küvet ve hüviyetini büsbütün kaybetmişti.

Secâh’ın sonradan İslâmiyet’i kabul etmesi, onun hakikî bir peygam­ber olmadığının en büyük delilidir. O, sadece Hazret-i Mulıammed’i kendisine örnek tutarak iktidar sahibi olmıya çalışan iktidar heveslisi bir kadındı.

İslâm dininin ve Halifelerin geniş müsamahası Tuleyha gibi Secâh’m da hayatını bağışlamış ve bu suretle belki de din uğrunda ölenler hakkın­da sonradan halk arasında çıkan ve bazen tehlikeli durumlar yaratan inanışların doğması ihtimali önlenmiştir.

4.    MÜSEYLİMET ÜL-KEZZÂB

Bir gün Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  mimbere çıkarak, halka şöyle hitap etti: ‘'Ey nasl Ben Kadir gecesi bir rüya görmüş ve sonra onu unut­muştum. Rüyamda kollarımda iki altın bilezik gördüm, bu ikisinden nef­ret ettim, onlara üfürdüm, onlar da uçup kayboldular. Ben bu iki bileziği Yemen’de ve Yemâme’de çıkan bu iki yalancı ile yorumladım” (îbnilshak, İbni Hişam, IV., S. 246). İşte Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in rüyasını yorum­larken bahsettiği Yemâme’de çıkan yalancı, Yemâme’ye hükmeden ve peygamberlik iddiasında bulunan MüseyJime’dir.

Necid alçak yaylasının güneydoğusunda ve Bahreyn’in batısında bulunan Yemâme toprakları Hanife kabilesinin elinde idi. Hanifeliler ziraate pek elverişli olan topraklarında elde ettikleri ürünleri satarak geçimlerini rahatça sağlıyabiliyorlardı.

A.    Hanife kabilesi ve dini:

Büyük Bekir bin Vâil kabilesinin bir kolu olan Hanifeliler, top­raklarının verimliliği bakımından diğer memleketler için, bilhassa tahı­la muhtaç bulunan Hicazlılar için en önemli bir kabile idi. Hicretin 6-7. yıllarında Hanife kabilesinin haşkammn, İbni Sa’d, İbni Hişam ve T ab e TÎ’nin bize bildirdiklerinden Hevze bin Ali olduğu anlaşılmaktadır.

Hevze bin Ali, İran yoluyla gelen Hristiyanhğı kabul etmiş görünüyorsa da Hanife kabilesinin bu yolda onu ne dereceye kadar ta­kip ettiği pek aşikâr değildir. Diğer Arap kabileleri gibi İslâmiyet çıkın­caya kadar putperest olarak yaşıyan bu kabilenin pek az bir kısmının Hevze ile birlikte Hristiyanhğı kabul etmiş olması muhtemel ise de,   Hicretin 7. yılından sonra Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hanifelileri İslâmiyet’e daveti üzerine, yüksek tabakadan birçoklen gibi aşağı sınıf halktan da birçoklarının Müslüman olduğunu en eski ve tarafsız kayalıklardan anlamaktayız. Her ne kadar Caetani Hanife kabilesinin ve onun son başkam Müseylime’nin Hristiyan olduğunu savunmakta ise de (Caetani, IX., S, 7. v. öt), bu iddiasında pek hakh olmadığım, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hristiyanlara karşı gösterdiği müsamaha ile ispat etmek mümkündür. Gerçekten Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Ehl-i kitap sayılmaması gereken Mecûsîleri bile vergiye bağlamak şartıyla serbestilerini tammış hattâ kendi zamanında onun bu hareketi dedi kodu konusu teşkil etmek­ten geri kalmamıştı. Eğer Beni Hanife büyük bir çoğunlukla Hristiyan olmuş olsaydı, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Müeylime’yi bir Hristiyan re­formisti gibi kabul edip Haııifelilerin vicdan hürriyetlerini tanırdı. Eğer Müseylime ve Beni Hanife tamamiyle Hristiyan olsa idiler, o zaman Müseylime’nin yeni bir din ortaya koyarak Islâm topraklarından ayrı bir teşekkül olarak kalmayı istemesine lüzum yoktu; zira Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Tebiik seferinden sonra birçok Hristiyan heyetleri kabul etmiş ve onların cizye vermeyi taahhüt etmeleri üzerine kendileri ile anlaşmalar yapmıştı. Margoliouth ve Muir de Beni Hanife’nin Hristiyanlığım kabul etmemektedirler (Margoliouth, JRAS, 1903, S. 486; Muir, Annal, S. 38).

Beni Hanife’nin Müslümanlığına gelince: gene İbni Sâ’d 14i, Beni Hanife’den Medine’ye gönderilmiş olan elçilerin on kişi kadar olup ara­larında er Rehhâl bin Unfuva, Seleme bin Hanzele es Suheymî ve Talk hin Ali, Humran bin Câbir ve Mesleme bin Habib (veya Hayyib) vs. bulunduğunu, bunların RemZeTerin evin­de misafir kaldıklarını, sonra camie gelip hakikata şahadet ettiklerini yazmakta, fakat bu sırada Müseylime’nin at ve develere bekçilik ettiğini kaydetmektedir. Daha buna benzer şurada burada rastlanan birçok kayıtlar vardır ki, önemli birçok şahısların Peygamber’! ziyaret edip İslâm’ı kabul ettiklerini bildirmektedir. Konumuzun sonlarına doğru bunların adlarım kaynak göstererek belirteceğiz. Mui’rin de kabul etti­ği gibi (S. 38) kısmen putperest kısmen Hristiyan olan Beni Hanife, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e boyun eğmişti. Fakat İslâmiyet’i kabul etmiyen bir kısım halk sonradan peygamberliğini iddia eden Müseylime’nin et­rafında toplanmaktan da geri kalmadı. Öyle anlaşılıyor ki, Hevze zamanında Hanife kabilesi iki kuvvetli idarecinin hâkimiyet yolunda  ki rekabetleri yüzünden t amamiyle birbirine zıt iki varlık haline gel­mişti. Bu rakiplerden birisi Sümâme bin Üsâl, diğeri Hevze bin Ali idi.

İbni Sa’d ve Belâzûri’nin anlattıklarına göre  , Hicretin 6 7. yıllarında Peygamber muhtelif hükümdarlara mektup yazdığı sırada Yenıâıne başkanı Hevze bin Ali’ye ve Yemâme halkına Salît bin Amr ül Âmiri eliyle bir ektup göndererek, onları Müslüman olmaya davet etmişti . Hevze misafiri kabul edip hediyeler verdi ve Peygambere şöyle bir cevap yazdı: “Senin davet ettiğin şey çok iyi ve güzeldir. Ben kavmimin şair ve hatibiyim. Araplar benim mevkiimi takdir ederler; bunun için sen bana bu işte pay ver sana tâbi olurum.” Hevze mektupla birlikte giyinmesi için Sâlit’e Hacer kumaşlarından elbiseler de verdi. Sâlit Peygambere onun mektubunu ulaştırdığı vakir, Pey­gamber “küçük bir menfaat bile istese vermem, o yok olacak” dedi (İbni Sâ’d, II, 1., S. 18)  .

Bir müddet sonra, Hicretin 8. yılında Hevze öldü. Onun yerine Müseylime Beni Hanife’nin hükümdarlığını eline geçirdi.

B.    Müseylinıe’nin soyu:

ibni Kuteybe’ye göre (Kitab ül-Maarif, S. 206 7) Müsylime’nin babası Beni Hanife’den Habib, dedesi Liiceym künyesi Ebu Sumâme’dir. Belâzûrî onun Sümâme yahut Sünıâle bin Kesir bin Habib bin Sümâme bin Üsâl bin Habib bin Hanife bin ’Icl olduğunu kaydetmektedir. İbni Hişam’da Müseylime bin Sümâme ve künyesi Ebu Sümâme kaydı vardır. Diyarbekrî (Tarih-i Hâmis, II., S. 174) ise onun dedesinin Hârun, lâkabının Ebu Sümâme olduğunu yazmaktadır.

C.    Miiseylime’nin, Hanifelilerin emirliğini elde etmesi:

Yemâme’nin hâkimi olup 8. yılda ölmüş olan Hevze’nin yerine, nasıl olup da Miiseylime’nin geçtiğini kaynaklardan öğrenmek im­kânsızdır. Fakat Müseylinıe’nin şahsiyeti araştırıldığı zaman onun birçok meziyetlerle birlikte, kabilesinin en ileri gelen bir şahsiyeti oldu­ğu görülür. Böylece de onun Hevze’nin yerini almakta güçlük çekmediği kolayca tahmin edilebilir.

Müseylime’nin Yemâme amirliği ile birlikte büyük bir gaileyi de üzerine almış olduğu muhakkaktır. Buda Hanife kabilesinin önemli bir kısmına hükmeden ve İslâmiyet’i kabul etmiş bulunan Sümâme’nin rekabetidir . Sümâme Mekke’nin fethinden epeyi önce Müslüman ol­muş ve Hamlelilerden İslâmiyet’i kabul edenler onun etrafında toplan­dığından kuvveti artmıştı. Ayrıca Medine hükümeti de Müslüman olması dolayısiyle Sümâme’nin tabiî bir müttefiki sayılıyordu. Bu durum karşısında şair, hatip ve kâhin olan Müseylime zengin topraklara ve nüfus çokluğuna sahip bulunan Yemâme’yi Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in her gün biraz daha artan nüfuzu altına girmekten kurtarabilmek amacıyla kendisinin de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  gibi yeni bir dinin müj­decisi olduğunu ilân etti ve Kur’an a nazireler söylemeğe başladı.

D.   Müseylime’nin Medine’yi ziyaret edip etmediği meselesi ve peygamberlik iddiası:

En güvenilir kaynaklarımız arasında bulunan Buharî, Vâkîdî ve İbni Ab bas, Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i bir heyetle bir­likte ziyaret etmiş olduğunu idia emektedirler. Müseylime bu ziyareti, Arap yarımadasının merkezîleşmekte olan idaresinin Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’ den sonra kendisine intikalini istemek üzere tertip etmiş ve şöyle demiş­tir: “Eğer Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  kendinden sonra beni halef tâyin ederse, kendisine tâbi olurum”. Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ise o sırada elinde bulunan hurma dalını göstererek: “Elimde bulunan şu dal parçasını istesen, onu bile sana vermem. Sen de Allah'ın halikındaki hüküm ve nüfuzunu tecavüz edemezsin. Eğer sen bana ve hakka muhalefet edersen. Allah seni muhakkak lıelâk eder ve ben muhakkak sanırım ki, sen onda gördüğüm eşkâle göre, bana gösterilen kişisin” 15°. Ibni Hişam hu hususta daha geniş bilgi ver­mekte ve Müseylime’nin Ensâr’dan, Nece ar oğullarından, Hâris’in kızının (Hâris’in kızı Müseylime’nin karısı idi. Büharî III., S. 52) evinde misafir edildiğini, Hanifelilerin onu bir örtü ile örtüp Pey­gamberin yamna getirdiklerini, yukarıda bahsettiğimiz rivâyetlere ilâve etmektedir. Gene Ibni İshak (İbni Hişam. IV., S. 222) bu rivayetin başka bir şeklini dinlemiş olduğunu nakleder: “Beni Hanife mensupları Pey­gamberin huzuruna gelmişler, ama Müseylime’yi at ve develerin yanına bırakmışlar; bu heyet İslâmiyet’i kabul edip arkadaşlarının (yâni Müseylime’nin) durumunun ne olcağmı sorduklarında, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  onlara, bekçilik edenin durumunun beraber gelenlerinkinden aşağı olmadığım bildirmiş 131, fakat Allah’ın düşmanı Müseylime Yemâme’ye gidince bu sözü menfaatlerine hizmet edecek bir şekilde değiştirerek, ben onunla peygamberlik işinde ortak edildim diye iddialara koyul­muş 132,

Medainî’nin aynı konudaki rivâyetini nakleden İbni Sa’d (Siret, S. 115) da dahil, Müseylime’nin Medine’yi ziyaret ettiğini diğer bir­çok kaynaklar yazmaktadırlar. Gene bu eserler, Hanife heyetinden olan ve Müslümanhğı kabul edip Bakara sûresini öğrenmiş bulunan er-Reccâl’in Müseylime’ye yol gösterdiği ve Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Müseylime’yi kendisine ortak ettiği yolunda yalan şehadette bulun­duğunu bildirmektedirler. Ayrıca Belâzûrî (Tür. ter. III., S. 142) ve İbni Sa’d (Tabakat, II., S. 37) başta olmak üzere gene bu kaynak­lar Hazret-i Peygamber’in bir mektup yazarak ed-Damerî vasıtasiyle Müseylime’yi Müslüman olmaya dâvet ettiğini, sonra Müseylime’nin bu mektupa cevap yazdığını da açıklamaktadırlar. Ibni Hişam, Belâzûrî, Taberî, Beyhakî, el Vatvat, gibi tarihçiler bu mektubun Hicret’in 10. yılında yazıldığım kayd ve kabul etmiş­lerdir 1M. Pek önemsiz farklarla hepsinde tekrar edilen mektu-

150 Buharı, Tecrid-i Sarih,X,, S. 410’da İbni Abbasi, bu son cümlenin mânasını Ebu Hürey-'e’den sorar ve ondan bununla Peygamber’in baş tarafa aldığımız, rüyasını ima etmek istediği cevabım alır.

151 Taberî, tür. ter., II., 2., S. 838 v. öt’de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  gelen heyete bağışlarda bulundu. Bu arada Müseylime’nin payım da verdi, denilmektedir.

152 İbni Hişam, Siret, IV., S. 222; Buharî, Sahih, III., S. 52; Buharî, Tecrid-i Sarih, X., S. 410; Belâzûrî, Fütuh, arap., S. 97.

153 tbni Hişam, Siret, IV., S. 246; İbni Sâ,d, Tabakat, I., 2., S. 25 v. öt. ve II., S. 37; Belâzûrî, a. g. e., tür ter. S. 143 v. Öt.; Taherftür ter., II., 2., S. 852; Beyhakî, a. g. e., S. 32 v. öt.; el-Vatvat, Gurer, S. 131; Mirhond, Ravza, II., S. 224; Eyyüb Sabri, Mahmud üs-Siyer, S. 472. bun metni aşağı yukarı şöyledir: “Tanrı Elçisi Müsey lime'den, Tanrı Elçisi Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ,e mektuptur. Sana esenlikler dilerim; ben peygamberlikte sana ortak edildim. Yer yüzünün yarısı bize, yansı Kureyş’e aittir. Fakat Kureyşliler insaf ve adaletle hareket etmezler”. Müseylime bu mektubu Anır bin Cârud’a yazdırıp müezzini Nevvâha’ nın oğlu Ubâde bin Haris ile göndermiştir. Peygamber bu mektubu okuyunca, elçilere: “Siz bu mesele hakkında ne düşünüyorsunuz 1” diye sormuş. Onlar da, “Biz de ayni fikirdeyiz” diye cevap verince, Hazret-i Peygamber “Elçilerin öldürülmesi câiz olsaydı, başınızı keserdim” diye cevap verip (Belâzûrî aynı S.) Müseylime’ye şöyle bir mektup yazdır­mıştır: “Bu, Tanrı Elçisi Muharnrned'in yalancı Müseylime’ye mektubu­dur. TanrTya hamd-ü senadan sonra; yalan ve iftara dolu mektubunuz bana geldi. Yeryüzü Yüce TanrTnındır. O, kullarından istediği kimseleri, yer yüzüne vâris kılar. Tanrı m.n bağışlıyacağı iyi sonuç kendisinden sakı­nanlar içindir. Selâm doğru yolda olanlara olsun  . İbni İshak, bu mek­tubun Hicrî 10. yılın sonunda yazıldığım ileri sürerken, bizzat Taberî, Müseylime ve emsali gibi peygamberlik iddialarında bulunan kimselerin, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in vedâ baççından sonraki hastalığı sırasında orta­ya çıktıklarım ilâve etmektedir. Fakat Peygamber hasta olduğu hâlde, bu yalancı peygamberlerle mücadeleden geri durmamış (bk. yk. Esved ve Tuleyha konularına), hattâ bu münasebetle Furat bin Hayyân ül Iclî’yi aynı maksatla Yemâme’deki Müslümanların başkanı bulunan Sümâme bin Üsâl’e yollamıştı (Taberî, tür. ter., II., 2., S. 918).

Eski ve yeni tarihçilerden bâzılan Müseylime’nin peygamberlik iddiasına başlamadan önce Medine’ye gelerek İslâmiyet’i kabul etmiş olduğunu kaydetmekte iseler de   büyük bir kabilenin başkam ve çok önemli bir askerî kuvvetin de komutam bulunan Müseylime’nin Medine’ye gelip önce Müslüman olması, sonra Medine’ye boyun eğ­memek için bütün gücü ile savaşması, kabilesi ile birlikte kanının son damlasını bu uğurda harcaması, bizi bu iddiaları şüphe ile karşılamaya sevketmektedir. Müseylime’nin Beni Hanife’ye hâkim olduktan sonra değil de Hevze’nin başkanlığı sırasında, Hanife heyetine dahil üyeler­den biri olarak, Medine’ye gelmiş olduğunu kabul etsek bile, onun Müslüman olduğunu ispat etmemiz gene güçtür. Zira kaynaklar açık­tan açığa onun İslâmiyet’i kabul etmiş olduğunu söylememektedirler; onu ya bir örtü altında Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e getirilmiş, yahut develeri beklediği için Müslüman olan Hanife heyetinin içinde buluna­mamış gösterirler. İbni îslıak ve Medâinî’ye dayanan rivayetler onun Peygamberde olan konuşmasından sonra Müslümanlığı kabul ettiğim açıkça söyliyememcktedirler. Fakat daha sonraki tarihçiler (İbni Haldûn, iber, İT., 2., S. 74; Ebu’l-Fida, Tarih, L, S. 163 6; Mah­mut Esat, Tarih-i din-i İslâm, IV,, S. 548; Dinet et Siliman ben İbrahim, La vie de Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , S. 255) onu dinden dönmüş, Tanrı düşmanı diye tavsif etmişlerdir. Şayet Müseylime’nin bir heyetle birlikte Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i ziyaret ettiği doğru ise bu ziyaret samimî bir şekilde İslâ­miyet’i kabul etmek için değil, aksine Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’ten sonra hâkimiyetin Beni Hanife’ye intikalini temin etmek maksadiyle yapılmış olmalıdır. Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  bunu hiddet ve şiddet ile reddedince, Müseylime yavaş yavaş İslâmiyet’in Yemâme’ye tesir etmekte olduğunu gördüğünden memleketini bu tesirden kurtarmak için iki çareye baş vurmak gerektiğini anladı. Bunlardan birisi dinî bir yol açmak ve İs­lâmiyet’in Yemâme’de yayılmasını önlemek; İkincisi ve son çare ise sa­vaş yoluyla Kureyş ve Ensâra karşı koymaktı, işte böylece Peygamber’ den red cevabı alan Müseylime, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i örnek tutarak, Yemâme’de peygamberliğini ilân etti ve güya âyet olan bir takım söz­leri sıraladı. Şairlik ve hatiplik gibi meziyetleri yanında kâhinlik vasfı da bu vadide ona yardımcı olmuştu.

E.    Müseylime’nin portresi ve hokkabazlığı:

Kısa boylu, çok sarı benizli, basık ve kalkık burunlu 136 olan Müsey­lime’nin neyrenciyat ile meşgul bulunuduğu, yumurtayı şişeye ilk sokan adam olduğu iddia edilmektedir l37. Gene onun herkesle konuşup herkese rüşvet vererek etrafını memnun ettiği Taberî’de, Sümâme hin Üsâl’in maiyetinde bulunan Üsâl ül Hanefî tarafından rivayet edilmektedir. Usâl şunları da anlatmaktadır: Peygamber’in yanında bulunup Kur’andan parçalar öğrenmiş olan Reccâl bin Uııfuva ona her işinde arka­daşlık ederdi. Halbuki Peygamber onu Yemârne halkına öğretmen olarak göndermiş, Yemâme’de Müseylime aleyhine çalışmağım emretmişti. Fakat o, Beni Hanife için fitne ve fesat kaynağı olmaktan başka bir işe yaramadı. O, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Müseyliıne’yi peygamberlik işinde kendisine ortak yapmış olduğuna tanıklık etti. Hanifeliler onun söz­lerine kandılar ve Müseylime’nin peygamberliğini kabul ettiler. Bir gün     Üınm ül Heysem adında bir kadın Müseylime’nin yanma gelerek, “Hurma ağaçlarımız uzun ve meyvesizdir, kuyularımız kurumuştur. Sen de Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in her zaman halkına dua ettiği gibi, bizim hurmalık ve sularımızın düzelmesi için dua et" dedi. Bu söz üzerine Müsylime ya­nında bulunan Nihai ür Reccâl bin Unfuva’nııı, kadının bu sözleri hakkında ne düşündüğünü sordu. Er Reccâl şu cevabı verdi; “Her zaman ahalisi Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in yanma gelerek , kuyuların derin ve susuz olduğundan ve hurma ağaçlarının meyvesizliğinden şikâyat ederdi. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  de onlar için dua ederdi. Bunun üzerine hurma ağaçları büyü­dü , dalları yere sarktı, hattâ bu dallar kök saldı, bunlar kesilince de çiçek açıp meyve verdi. Kuyuların su dolması için de su dolu bir kova getirtti; buradan su alıp ağzını çalkalayıp gene kovaya püskürttü. Bu kovadan birer parça kuyulara döküldü; kuyulardan sular fışkırdı. Müseylime Reccâl’in bu sözlerinden sonra su dolu bir kova getirtti ayni şekilde hareket etti. Fakat ku­yuların suyu yerin dibine geçti. Müseylime’nin duasının tersleşir etmiş ol­duğu ancak o öldükten sonra anlaşıldı".Râvi sözlerine devamla,Mü'seyIime’ ye: “Sen Beni Hanife’ninyeni doğan çocuklarını takdis et” dedi. Müseylime ondan, bunu ne şekilde yapacağını sordu. Reccâl ona “Hicaz ahalisi doğ­duktan sonra çocuklarını Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e getirirler, o da hurma kabilinden olan bir şeyi çiğneyerek çocuğa yutturur, çocuğun başını okşardı'' diye cevap verdi. Müseylime’nin yanına getirilen ve bir şey yutturularak takdis edilen her çocuk kel ve peltek oldu. Çocukların bu hâlleri ancak Müsylime öldükten sonra meydana çıktı. Gene bir kadın, Müseylime'’nin yanına gelerek hayır duada bulunsun diye hurmalığına gelmesini rica etti. Bu yüzden kadının hurmaları Akraba savaşı sırasında kesildi."

Yukarıdan beri Us âl tarafından (Taberî, tür. ter., III., S. 146 -8) anlatılan ve Müseylimc’yi küçültmek gayretinden do­ğan bütün bu rivâyetler, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i bir takım asılsız isnatlara mâruz bırakmaktadır. Bu haberlerin uydurulması ihtimâl ki, Akraba savaşından sonra Müseylime’nin öldürülüp kuyuların, bağ ve bahçelerin savaş sırasında harap edilmesinden, çocukların sıhhatlerini kaybetmelerinden, Müseylime’nin hakikî bir peygamber olmadığı, ken­dilerini aldatmış bulunduğunun anlaşılmasından doğmuş olabilir. Yahut da Caetani’nin iddia ettiği gibi, Müseylime’nin bütün bunlara rağmen nasıl olup da taraftar bulduğuna bir cevap teşkil etsin diye, râviler bütün bunların Ycmâme savaşından sonra olduğunu ilâve etmek zaruretini duymuşlardır.

Taherî’nin, naklettiği Müseylime’nin “herkesle konuşup herkese rüşvet verdiği"'’ yolundaki bilgi ise, her hâlde onun mütevazı, cömert ve hayırsever bir insan olduğunu göstermektedir. Bunların dışında Müseylime’nin portresini daha keskin çizgilerle çizmek imkânlarını bize verecek olan bilgilerden mahrûm bulunmaktayız.

F.    Müseylime’nin peygamberlik iddiasına ne zaman başlamış ol­duğu meselesi:

Bazı orientalistler, Yemâme rahmanı adı verilen Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’ten çok önce peygamberlik iddiasında bulun­duğunu, bir takım yanlış yollardan yürüyerek ve yanlış tefsirlerede bulu­narak iddia etmişlerdir. Bunlar Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’den çok önce peygamberlik etmekte olduğunu, Kur’anın ilk âyetlerinin Müseylime’nin âyetlerinden alman tesirle bildirilmiş olduğunu ileriye sürmüşlerdir. Hattâ bunlar arasında Margoliouth, Müslim ve Hanif kelimelerinin ilkönce Müseylime tarafından kullanddığını, bunların monotheist anlamına geldiğini, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in bu terim­leri aynen kabul etmiş bulunduğunu öne sürerek, Taberî ve diğer kay­nakların vermiş olduğu malzemeleri bir yığın hayâl mahsûlü rivayetler olarak tavsif etmekten çekinmemiştir. Margoliouth’a göre  Müseylime Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’den en az yirmi yıl önce peygamberlik iddi­alarına başlamıştır. Bunu da İbni Ishâk’m başka râviler tarafından bir kere daha teyid edilmeyen tek cümlesine dayanarak ileri sürmektedir. O cümle ise Hirschfeld ve Frants Buid’ün işaret ettikleri : “Biz şuna kani olduk ki, bunları sana Yemâme'den Rahman denilen bir adam Öğ­retiyor-, fakat biz rahmana hiçbir zaman inanmayız" cümlesidir. Bu cüm­leyi bir Kureyşli, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  henüz Mekke”de iken kendisi­ne söylemiş. Bazıları da Kur’anın XLHI. sûresinin 65. âyetinin.

(—-Allah benim de sizin de rabbinizdir, O'na tapınız, doğru yol işte budur) sırf bu cümleye cevap olmak üzere indiğini iddia etmişlerdir. Fakat burada hem bir öğretmeni veya öğreticiyi ima eder bir anlamın bulunmadığı aşikârdır, hem de Katâde ve Mukaatil’in bu âyetin medenî olduğunu beyan etmeleri, yukarıdaki şüpheleri tamamiyle yersiz kılmaktadır. (Hirschfeld, a. g. e. S. 25). Sonradan birkaç kitapta daha tekrar edilmekle beraber İbni Hişam’daki bu garip cümle hiçbir suretle teyid edilmemiştir. Belki de bu Musevî veya Hristiyan râviler tarafından îbni Ishâk’a ilham edilmiş, o da hunu mevsuk sanarak kitabına almıştır. Fakat bu tek cümle asılsız bir rivayet olarak kalmaya mahkûmdur   . Her ne kadar Ravd ül Unf sahibi Süheylî ile Harîrî müfessiri Şerişi (Ravd ül Unf, I., S. 200; Şerişî, S. 241) Vesîme’ye dayanarak Müseylime’nin, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in babası Ab­dullah doğmadan çok önce “Rahman” adıyla anılmakta olduğunu yaz­mışlarsa da, pek mübalâğalı görünen bu haber Müseylime’nin peygam­berlik iddiasının çok eski olduğunu teyid edici bir delil değildir. Çünkü Fesfme’nin (Şcrişî aynı S.) verdiği bu haberin hemen devamı İbni İskam­daki o meşhur cümledir; yâni Fesime’nin bu iki cümlesinin İbni İshuk'a dayandığı açıkça görülmektedir. Müseylime’nin Rahman adım eskiden heri kullanmakta olduğunu kabul etsek hile, onun Rahman adını peygamberlik maksadıyla mı yoksa başka bir maksatla mı kullandığım açıklamak imkânlarına maalesef sahip değiliz. Onun için Beni Hanife’ nin bir şairi şöyle bir mısra söylemiş: “Sen insanlar için bir lütuf sun. Her zaman rahman halasın” (Zemahşerî, el Keşşaf, S. 5). Eğer şâirin dediği doğru ise, buradaki “Rahman” onun peygamberlik iddiasını ifade eder görünmemektedir.

Taberî (Tür. ter., II., 2., S. 916)’de Hazret-i Muhammed, Üsâme komutasında Şam’a asker göndermek için seferberlik ilân ettiği hâlde, Müseylime’nin isyanı buna engel oldu ve seferberlik işi tamamlanamadı kaydı vardır. Bu ifade de Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’ten önce peygamberlik iddiasında bulunmamış olduğunu açıklamaktadır. Eğer Yemâme’de daha önceden Medine hükümetini maddî mânevi bakım­dan tehdit eden bir tehlike mevcut olsaydı, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  orduyu Şam’a göndermek için değil, Hanifeliler üzerine sevketmek için hazırlardı.

Gene Margoliouth, Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i taklit etmediğim, bilâkis Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in, Müseyliıne’yi taklit ettiği­ni de söylemektedir. Çok şükür ki, aynı mecmuanın 773. sayfasında Charles Lyall, Hanif ve Müslim kelimeleri üzerinde etimolojik ve tarihî incelemeler yaparak Margoliouth’a gereken doğru cevabı verip bu konuda okurları yanhş bir inanca sahip olmaktan kurtarmıştır ısı.

Eğer Müseylime Hazret-i Muhammed’den önce peygamberlik iddia­sına başlamış olsaydı, tek tanrılı bir dini arayan ve onu kabule hazır bir duruma gelmiş bulunan Araplar tarafından İslâmiyet’in değil, Müsey­lime’nin kurmak istediği dinin kabul edilmesi gerekmez miydi?

İslâm dininin doğması ve Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in başarılan çok geçme­den komşu devletler tarafından öğrenilmiş, bunların bilhassa Bizans kay­naklarında oklukça geniş bir yer işgal etmiş olmasına rağmen, bu yabancı kaynaklarda Müseylime hakkında en küçük bir kayda bile tesadüf edil­meyişi dikkat nazarına alınmak gerekmez mi ?

Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’den çok önce peygamberlik iddia etmediğini gösterecek daha başka deliller de vardır. Meselâ: Müsey­lime savaş meydanında çevik bir muharip olarak çarpışmıştır. İddia edildiği gibi 150 yaşında, yahut biraz insafla 85 yaşında olsaydı (Mar goliouth’un hesabı üzere) savaş meydanına atılmaması gerekmez miy­di?

Ayrıca Kur’amn VI. sûresinin 94. âyetinin,

(=Allah'a iftira eden ve kendisine hiçbirşey vahyedilmediği hâlde bana vahyedildi ve Allah’ın indirdiği şeyler gibi ben de indireceğim diyen­den daha zâlim kim olabilir) peygamberlik iddia edenler hakkında indi­ğini ve bunlardan bilhassa Müseylime’yi kastettiğini İkrime ve Katâde rivayet etmişlerdir . Ayetin Medine’de inmiş olduğunu İbni Abbas’ın teyid etmesi, bunun hem Müseylime’yi kasdettiği hakkmdaki ihtimali kuvvetlendirmekte, hem de onun ancak onuncu yıldan sonra peygamberlik iddiasına başladığına başka bir delil daha ka­zandırmaktadır, denilebilir.

G.   Hanife kabilesinin irtidadı:

Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hicretin 10. yılında, veda harcından hastalanarak dönmesi, bir müddet sonra hastalığının arttığı haberinin yarımadada yayılması, Müseylime’nin cesaretni arttırdı. Etrafına büyük bir kalabalık toplamağa muvaffak oldu. Bazı tarihler onun 40000 kişi­lik bir orduya sahip bulunduğunu yazarlar. Yukarıda bahsedildiği üzere Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  bu haberi duyunca, Beni Hanife arasında çıkacak bir ayaklanmayı önlemesi için Sümâme’nin tedbirli olmasını tavsiye et­mek üzere Fûrat bin Hayyân ül-’ıclî’yi Yemâme’ye yolladı; fakat Müseyiime’nin kendi kabilelerinden olması ve onun Hazret-i Muhammed aleyhinde çalışması Sümâme tarafında bulunan birçok Müslüman Ha­mlelinin, Sümâme’yi terkederek Müseylime tarafına geçmelerine sebep oldu. Sümâme’nin ve onun gibi samimî Müslümanların Müseyiime’nin karşısında tutunmaları artık güçleşmişti. Netekim biraz sonra açıkla­yacağımız üzere, Yemâme’nin en önemli mevkilerini işgal eden bir ta­kım insanların bu yüzden memleketlerini terketmek zoruna kaldık­ları görülür.

Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in 11. ydm Rebiülevvel ayında, bu dünyayı terketmesi ve bu arada Arap yarımadasında çıkan isyan ve irtidad­lar Müseyiime’nin, dâvasını gerçekleştirmek hususundaki cesaretini büsbütün arttırmıştı. Bir takım kabile şefleri, kimi askerî güçlerine ve ittifaklara güvenerek,kimi kâhinlik kuvvetlerini peygamberlik iddialarına vasıta kılarak ve kabile asabiyetine dayanarak çabucak dinden döndüler. Topladıkları vergileri yeniden halka dağıtarak etraflarına kolayca adam toplamağa muvaffak oldular. Gene bu arada, Tuleyha ve Secâh konularında incelendiği üzere Medine ve Mekke’ye en yakın kabilelerin bile dinden dönmüş oldukları görüldü. İşte, İslâmiyet’in henüz kuvvetle yerleşmemiş olduğu Arap yarımadasının bu karmakarışık devrinde Ebu Bekir gibi ileriyi gören ve yapacağını çok iyi bilen bir şefe ihtiyaç vardı.

Başta Wellhausen olmak üzere Caetani ve Höhnerbach, Beni Hanife’nin riddesini şiddetle reddetmişlerdir. Wellhausen olsun Caetani olsun, Sümâme’nin tarafını tutan pek az bir topluluğun Müslüman ol­duğunu söylemişlerdir. Höhnerbach ise, bu konuda daha ileriye giderek, İslâm tarihçilerinin, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in şahsiyetini idealleştirmek için bütün Arabistan’ın ihtidasını onun eseri olarak göstermeğe çalıştıkla­rını iddia etmektedir, Höhnerb ach’a göre, sonradan irtidad ve isyan hareketleri, İslâm tarihçileri tarafından Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in bütün Arabistan’a İslâmiyet’i kabul ettirdiğini iddia maksadıyla uydurul­muştur (Höhnerbach a. g. e., S. 8 9); yoksa ashnda Esed’lerin başbuğu Tuleyha, Beni Hanife’nin veftinde bulunan er Rece âl (veya er Rchhâl) ile Mücca’a, Temimlerden Mâlik bin Nüveyre daha başkaları Müslüman olmamışlardır. Bu iddianın yerinde olmadığı Tu­leyha ve Secâh konularında kendiliğinden cevaplandırılmıştır. Ayrıca ilâve etmeliyiz ki, İslâmî kaynaklar bütün Arap yarımadasını Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  devrinde dine girmiş göstermekten uzak kalmışlardır. Me selâ, Taberî tetkik edildiği zaman, Yemen, Bahreyn, Oman ve daha birçok yerlerde Müslümanlığı kabul etmeyen kabilelerin cizye ver­mek şartıyla Hristiyanlık, Musevîlik veya Mecûsîlik gibi dinleri muha­faza ettikleri görülür. Arabistan yarımadası Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’ in hayatında, tamamiyle İslâmiyet’i kabul etmiş değildir. Fakat yarı­madanın Hicaz’a en uzak bölgelerinde bile Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dinini şeklen de olsa kabul etmiş topluluklar vardır. Böylece birçok böl­geler İslâmiyet’i benimsememekle beraber, İslâm hâkimiyetini kabul etmişlerdi. İşte Ebu Bekir bunların irtidad ve isyanına karşı onbir birlik teşkil etmek mecburiyetinde kalmış ve bunları yarımadanın en uzak bölgelerindeki isyan ve irtidadlara karşı yollamıştı.

Ridde’yi küçümsemek için Höhnerbach’m sarfettiği gayret bizce boşuna olmuştur. Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in şahsiyetini idealleştirmek, onun daha hayatta iken, kurduğu binanın çöküntülere mâruz kaldığını göstermekle olmaz kanaatindeyiz. Islâm kaynakları onbirınci yılda Ebu Bekr’in başarmağa mecbur olduğu savaşları nakletmekle, yâni Islâm’ı kabul etmiş olan kabilelerin çoğunun irtidad ettiğini ve İslâm­lık için büyük bir tehlike doğduğunu yazmakla hakikati ifâde etmişler­dir. Tuleyhave Mâlik bin Nüveyre gibi şahsiyetler için, Medine’ ye gelerek İslâmiyet’i kabul ettiklerini beyan eden kaynaklar, Esved’ in dâvet edildiği yeni dini reddettiğini; Secâh’m ve Hevze’nin Hıris­tiyan olduklarım, Kisra’nın Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dine dâvet mektubunu parçaladığım da yazmakta, hattâ Müseylime’nin Müslüman olduğunu kesin olarak iddia cihetine gitmemektedirler. Eğer Höhnerhach’ın iddiaları yerinde olsaydı, o zaman Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in bu en önemli düşmanlarının da İslâmiyet’i daha önce kabul ettikleri aynı kaynaklar tarafından iddia edilmek gerekirdi. Gene Höhnerbach’m Islâm tarihçilerinin bu peygamberlik tashyanlara karşı tarafsız hareket edemediklerini ispat için verdiği bazı örnekler vardır. Bunlar Müslümanlar’ın mürtedleri fizik ve ahlâk bakımından küçümsemeleri ve onlar hakkında tahkir dolu sözler sarfetmeleri gibi şeylerdir. Meselâ, Müseyli­me’nin Kezzâb lâkabmı taşıması, basık burunlu, saramuk, cüce olarak gösterilmesi; Tuleyha’nın Talha değil de Tuleyha olarak çağrılışı, “Allah düşmanı''’ sayılması, Müslimlerin “akıllı”, mürtedlerin “aptal” kabul edilmesi ve birincilerin, İkincilerin yanında çok üstün tutulması, böylece bir ak kara şemasının ortaya çıkması gibi Örneklerdir. Böyle sıfatlar ve takma adlar hiç şüphesiz sonradan tarihçiler tarfından uydurulmayıp Tuleyha’nın ve Müeylime’nin yaşadığı tarihlerde Müs­lümanları ar afından bunlara verilmiştir. Gene pek iyi bilinir ki, Araplar’ da bu derece düşmanlık olmadan bile karşı tarafa adlar ve lâkablar verilirdi. Meselâ Hâlid, Yemâme savaşını bitirip Müccaa’nın kızı ile evlendikten sonra Ebu Bekir’den, Ömer bin Hattab’m teşvi­kiyle, ağır bir mektup aldığı zaman, “Bu o solağın (= Uaysir'in) işidir” demişti. Gene Esedler, Gatafanlar ve şâir kabileler dinden dön ün ce “Biz o sıska deve yavrusunun babasına (—Ebu Fasil'e) zekât vermeyiz” demişlerdi. Konumuzla ilgili olan bu küçük misâller de bize gösteriyor ki, kaynaklar, bazı hususlarda tarafsızlıklarını muhafaza edememekle beraber, biraz Önce bahsettiğimiz küçültücü isim ve sıfatları kullanır­larken tarafgir olmaktan bir hayli uzaktırlar.

Aynı konuda C aet ani’de   Yemâme’nin hiçbir zaman irtidad etmiş sayılamıyacağım, Beni Hanife ile yapılan Akraba savaşının ise, sırf Hâlid’in fetih arzularından doğmuş olduğunu ileriye sürmektedir. Bir de şimdi Höhnerbach’ın yayınlamış olduğu Vesime’nin Kitab ür Ridde’sine bakalım. Birinci derecede bir kaynak olan bu kitab belli bir gayeyi hedef gütmeksizin tek tek şahıslara ait, parça parça bilgileri içine almaktadır. Biz bunlardan Yem â m e’nin irtidadı ile yakından alâkalı olan bazılarını hemen göstermeği yukarıda adları yazılı orientalistlerin iddialarına bir cevap teşkil edeceği düşüncesiyle faydah bul­duk fHöhnerbach, Vesime S. 13 / 55J ; “ElSa’b bin Osman el-Suheymi el Yemâmî, büyük bir başkan olup hayli yaşadı. Cahiliyye devrinde Hire hükümdarlarından el-Numan bin ül-Münzire'in katma çıktı. Sonra İslâmiyet geldi, bu zat Müslüman oldu. Müseylime peygamberlik iddia edince bu zat kavmine irtidad etmemeleri için nasihat etti.”

(S. 13/55,): “El-Batîn bin Abdullah el-Hanife. Hanife kabile sinden­dir. Müslüman olmuştur. Peygamberin ölümünden sonra dininde sabit kalmıştır.”

(S. 14/55^: “Suhbûn bin Şems bin Amr el-Hanefi el-Yemami. Hanife kabilesi Müseylime ile birlikte (!) irtidad ettikleri zaman onun hakkında Vesime bir hikâye anlatmaktadır. Bu zat Ebu Bekr'e şöyle bir mektup yazmış: “Halk burada üçe ayrılmıştır. Birinci kısım doğru yoldan ayrılmış kâfirlerdir, ikinci kısım haksızlığa uğramış müminlerdir, üçüncü kısım ise üzüntü içinde kalan müteredditlerdir. Bu zat aynı mektupta şu beyti de söylemektedir: Ben Sıddık'a suçsuz olduğumu bildirir, yalancı Müseylime'nin uydurdukları şeylerden dolayı özür dilerim. Müslümanlar bu mektubu aldıkları zaman çok sevindiler, şairleri de bu zat hakkında şu beyti söyledi: Suhbân bin Şems çok iyi bir insandır; o, kavmi arasında soyu yüksek, dini sağlam bir insandır.”

(S. 14/55,): “ Abdurahman bin el Mutarrah elHanefi. Cahiliyye devrinde yaşamış, Yemâme halkı irtidad ettiği zaman Müseylime’ye ve kendi kavmine karşı gelmiş ve Ebu Bekr'e mektup yazarak, onların suç­larını kendisine anlatmıştır

(S. 15/56J: “ElSâ’ib bin Katâde el-Hanefî elYemâmî. Bu zat Yemâme savaşlarında esir edilmiştir. Çok yaşlı idi. Islâm dininde sabit kaldı ve Müseylime ile (!) kavmini irtidad etmekten mene çalıştı. Hâlid bin Velid kendisini görerek, esaretini affetti. Bu şahıs büyük bir şeyh idi.

(S. 15“El-Heysem el-Hanefî. Bu da İslâmiyet'de sabit kaldığını ispat eder mahiyette bazı şiirler yazmıştır. Heysem, Hâlid bin Velid ordusu tarafından esir edilmiş ve bu hususta şu beyitleri söylemiştir: Acaba Hâlid bizi yalancı, sarı adamın suçundan dolayı öldürecek midir? Biz Peygamher'ın dinini bırakmadık, ne de onu terkederek geriye döndük."

S. 21 / 63: “Muccâ'a bin Mürrareel Hanefî el-Yemâmî. Hanife kabilesi başkanlarmdan olup Peygamberdin huzuruna gelmiş, ona biat etmişti ve Yemâme gününde esir edilenlerdendir."

S. 13 / 53 : “Sümâme bin Usâl bin el-Numân bin Seleme... el-Hanefî el-Yemâmî. Bu konudaki haberi Buhari'den alan Peşime (Not 150’deki bilgiyi aynen kaydettikten sonra) İbni İshak’ın bu konudaki şu rivayetini de kısaltarak ilâve .etmektedir: Sümâme Yemâme halkı irtidad ettiği zaman kendisi dininde sabit kaldı ve halka şöyle vazetti: “içinde ışık oltnıyan karanlık bir işten çekininizl Bu karanlık işe başlamış olanlara, Allah'ın göndermiş olduğu bir kötülüktür ve içinizden bu yola sapacak olanları da ayni âkibet beklemektedir. Onlar Sümâme’yi dinleme­yip Müseylime'yi takip etmeğe karar verince, Sümâme de bunlardan ayrıl­maya karar verdi. Tam bu sırada el'Alâ bin el-Hadramî refaketindekilerle birlikte Bahreyn'e Hutam'm idaresindeki mürtedlere doğru gitmek üzere Yemâme civarından geçmekte idi. Sümâme bunu haber alınca kabiledaşlarına şöyle dedi: Bu yenilik taraftarı olanların yanında daha fazla kalmak istemiyorum. Gerçekten Allah onları mukavemet edilemez bir kötü­lükle vuracaktır. Gayelerini bildiğim ve şimdi tam buradan geçmekte olan ve Müslüman olanlardan geri kalmamak, onlarla birlikte gitmekten başka birşey istemiyorum. Bunun üzerine Müslümanlarla birlikte el-Alâ'nın yardımcısı olarak yola çıktı, Beni Hanife'nin el-Alâ'ya yardım ettiğini duyan düşman ordusu sarsıldı. Sümâme el-Alâ ile birlikte el-Hutam'a karşı savaşa katıldı.... ve sonunda satın aldığı bir ganimet hırkasını giymiş olmasından dolayı düşmanın askerlerinden birisi onu şehit etti."

S. 16/58: “limeyr b. Dâbî el Yeşkurî. Sadıklardan ve kabi­le şeflerinden biridir. Hâlîd ona Kureyş'illerden olsaydın, Halife olacak adamdın demiş".

S. 17 / 58: '‘Muhriz bin Katade bin Mesle.met el-Hanefi. Yemâmelilere demiş ki, suphan Allah, sizin durumunuz ne kadar acâip. Bir peygamber sizi dine soktu. Bir yalancı ise ondan çıkardı. Vallahi o hayatta olsaydı basık burunlu yalancı sizinle bu oyunu oynayamazdı. Sizin için azaptan korkuyorum. Bunun üzerine mürtedler ona dediler ki, biz seni babanın hatırı yüzünden affediyoruz. Çünkü o bizim başbuğlarımızdandi”.

S. 18/60: “Mu’ammer bin Kilâb el Zimmânî. Müseylime'ye (!) ve Beni Ilanife'ye Ridde'ye sapmamaları için vazeden adamdır. Süınûmenin komşusu idi. Tavsiyelerini dinletemeyince Medine'ye doğru yola çıkmış fakat Sümâme onu geri çevirmiştir’”.

Konumuzdan uzaklaşmamak için, yukandanberi verdiğimiz mi­sâllere daha pek çok ilâveler yapmaktan vazgeçiyoruz. Herbiri dikkatle gözden geçirildiği zaman görülüyorki, Caetani’nin ve diğer orientalistlerin Beni Hanife’nin irtidad etmediklerini, çünkü bunların esasen İslâmiyet’i kabul etmemiş bulundukları yolundaki iddiaları herhalde haklı görülemez  . Bilhassa Suhbân bin Şemssin mektubundan halkın üç kısma ayrılmış olduğunu, bir kısmının tereddüt içinde bulunup bir kısmının dinden döndüklerini, üçüncü kısmının ise sadık kaldığını öğ­renmemiz, Yemâme’dcki Müslüman sayısının hiçte küçümsenmiyccek bir topluluk teşkil ettiğini açıklamamıza yardım etmektedir.

H. Müseylime ile savaş ve Müseylime’nin öldürülmesi:

11. nci Hicret yılında Ebu Bekir halife seçilince, Habib bin Abdul­lah el-EnsarTyi, Beni Hanife’deki irtidada mâni olmak için Yemâme’ye elçi olarak gönderdi. Bu zat, Beni Hanife ileri gelenlerinin ön­lerinde Kurbanı okudu ve ateşli hitaplarda bulundu. Fakat Müseylime onu öldürttü . Bundan sonra Ebu Bekr Sümâme’ye yardımcı olsun diye îkrime’yi bir miktar kuvvetle Yemâme’ye yolladı ise de,-bunun da tesiri olmadı. Arkasından Şurahbil bin Hasene’yi gönderdi. Şurahbil gelmeden önce, Ikrime şeref ve şöhret kazanmak ümidiyle acele edip Müseylime üzerine yürüdü. Fakat Yemâme’liler onu bozguna uğ­rattılar. O da çekilip gitmek zorunda kaldı. Şurahbil de aynı şekilde Ebu Bekir’den, yeni bir emir alıncaya kadar yerinden ayrılmamasını bildiren bir mektup aldı. Fakat o da şeref peşinde koştuğundan Ikrime gibi emre itaat etmeyerek Miiseylime’nin üzerine saldırdı ve bozguna uğradı.

Bu sırada, Butah savaşım kazandıktan sonra öldürttüğü Mâlik bin Nüveyre’nin karısı ile evlenmesi yüzünden suçlu duruma düşmüş bulunan Hali d Medine’ye gelmişti. Ebu Bekir onun suçunu affedip kendisini, Ensâr ve Muhacir’lerden meydana getirdiği kuvvetlerin baş­komutanlığına tâyin ederek Müseylime ile savaşması için Ye mâ me’ye yolladı   . Müseylime, Hâlid’in yaklaşmakta olduğu haberini ahuca, Akraba’da ordugâh kurdu ve seferberlik ilân etti. Bu esnada Muccâ’a bir takım şahsî sebeplerden dolayı, Mâlikler’den ve Temimler’ den öç almak için, küçük bir birliğin başına geçmiş ve yola çıkmıştı,

Zeyd ile Ebu Huzeyfe’yi ordusunun sağ ve sol kanatlarının başına geçirmiş bulunan Hâlid yanında Şurahbil de bulunduğu halde savaş alanına doğru ilerledi ve el-Urd’da konakladı, ikiyüz kişilik bir birlikle gece baskını yaptırdı. Bunlar başlarında Muccâ’a bin Murrare el Hanefî bulunan bir birliği uykuda iken esir aldılar (İbni Sa’d, Tabakat, V., S. 400). Esirler Hâlid’in yanma getirlince onlardan “Islâmlar’a sığınmak üzere mi yola çıktınız" ? diye soruldu. Bunlar mert­lik gösterip hakikati söylediler. Hâlid de bunların kendisine sığınmak maksadiyle yola çıkmadıklarını öğrenince Muccâ’a’dan başka hepsini öldürttü ve Akraba’ya gitti.

Bu konuda Ebu Hüreyre’nin verdiği haberlere, İbn İshak şun­ları ilâve etmektedir: Esir edilenler ertesi gün Hâlid’in karşısına çıkarıl­dılar. Hâlid onlara, “ey Hanife oğulları! Siz bu hususta ne düşünüyor­sunuz" diye sordu. Onlar, “Sizde bir peygamber, bizde bir peygamber" diye cevap verdiler. îşte bu söz üzerine Hâlid, onların başlarını vurdurdu 167, Hâlid sadeceMuccâ’a’nm, “Ben Müsey lime'nin akrabası veya adamı değilim. Resulullah'a gittim. Müslüman oldum. Ondan sonra ne değiştim, ne değiştirdim". demesi üzerine, onu zincirlerle köstekleyip komutanlık çadırındaki karısı Ummü Temim’ e teslim etti . Sonra Yemâme’ye bakan bir kum tepesinin üzerine ordugâh kurdu. Sağ ve sol kanatlarının başına Muhakkim ile Reccâl’i geçirmiş bulunan Müseylime ise Hanife oğullarına, “Yenildiğiniz takdirde kadın ve kızlarınız esir edilip tahkir edileceklerdir-, bugün şerefinizi ve kadınlarınızı korumak için sava­şınız” diye onları iyi savaşmağa teşvik ediyordu. Nihayet iki ordu karşı­laştı. Peygamber’in sohbetinde bulunup Bakara sûresini ezberledikten sonra, irtidad eden ve Müseyliıne’nin en yakın dostu hâline gelen El Reccâl de öncü kuvvetlerin başında ilerliyordu.

Bir ara Hâlid, Hanifeliler arasında kılıç parıltıları gördü ve Beni Hanife arasında anlaşmazlık çıktığım zannederek sevindi ise de esir Muccâ’a bunun bir anlaşmazlığı ifade etmediğini, Hanifeliler’in yumu­şatmak için kılıçlarını güneşe tuttuklarım açıkladı.

iki taraf savaşa katıldıktan bir müddet sonra Müslümanlar geri çekilmek mecburiyetinde kaldılar. Hâlid çadırını hattâ eşini bile bıra­karak geri çekildi. Hanifeliler onun çadırına girdiler. Eğer “Yemâme Muccffı” adı verilen Muccâ’a bin Murrare, Ummü Temim’i himaye etmese idi, Hanifeliler onu öldüreceklerdi. Ycmâme’liler canlarım Öyle heder edercesine çarpışıyorlardı ki. vaktiyle Peygamber’in amcası Hamza’yı öldürmüş olan Vahşi bin Harb bile onların bu kahraman­lıklarım şu sözlerle açıklamaktan kendini alamamıştır: “Ölüme Müseylime’nin adamları kadar sabırlı ve tahammüllü kimseyi görmedim”11’'1

Ibni Sa’d’a göre (Tabakat, VII., 2., S. 136 v. öt.) Müslüman­ların bu geri çekilmeleri iki veya üç defa tekrarlanmıştır.

Hâlid savaşın yenilgi ile sonuçlanmasından fena hâlde endişeye kapıldığından Ensâr ve Muhacirlerin de tekliflerine uyarak zaafın nereden geldiğini anlamak maksadiyle askerlerini göçebe ve şehirli ol­mak üzere ikiye ayırıp öylece savaşmağa başladı,

Savaş o kadar şiddetli ve her iki taraf için öylesine ölüm kalım savaşı oldu ki, göçebelerin rai yoksa şehirlilerin mi daha iyi çarpıştığı farkcdilmedi. Müseylime’nin en önemli ve kahraman komutanı mukavemet edebilmek için askerlerine “Hadikat ür Rahman” adı verilen (sonradan Hadikat ül Mevt adı verilmiştir) etrafı çevrik bir bağın içine girmeleri emrini verdi. Müseylime de bu bağa sığınmıştı. Müseylime öldürül­medikçe, savaşın sona ermeyeceğini anhyan Hâlid, düşman kuvvetlerinin arkalarının bırakılmaması emrini verdi. Müslümanlar arasında o günün parolası “Ey Bakara sûresinin sahipleri”idillû.

Büyük bir şiddetle “Rahmanın bahçesi” ne saldıran Müslümanlar, sûrlardan dolayı Müseylime ile karşdaşanuyorlardı. Bu arada el Be-

 Belâzûrî, a. g. e., arap., S. 96. râbin el Mâlik kendisini bağın sûrlarından aşağıya attırıp çarpışa çarpışa sûrun kapısına vardı. Kapıyı müslümanlara açıp onlan içeriye aldıktan sonra tekrar kapayıp anahtarı dışarı fırlatıp attı. İşte burada Islâmlar için hattâ İslâmiyet için bir ölüm kalım dâvası görüldü. Bu arada biri yüksek sesle “Siyah bir köle Müseylime'yi öldürdü” diye bağır­dıln.

Müseylime’nin öldürülmüş olması Beni Hanifelilerin cesaretlerinin kırılmasına ve sonunda savaşı kaybetmelerine vesile oldu. Müslümanlar değerli hafızlarından birçoğunu bu savaşta kaybettiler (Ebu’l-Fidâ, Tarih, I., S. 166) Ebu Huzeyfe, Sâbit bin Kays, Zeyd bin Hattab gibi kahramanlar da bu arada şehit düşenler arasında bulunmakta idiler. Buna karşılık el Muhakkim bin Tufeyl, el Reccâl bin Unfuva gibi Müseylime’nin en önemli komutanları, Müseylime’den önce öldürülmüşlerdi. Bu savaşta müslümanlar Hadikat ül-Mevt’de 7000 kişi katlettiler. Bir kısım Hanifeliler de bağdan kaçıp kalelere sığındılar.

Müseylime’yi kimin öldürmüş olduğu tarihlerde kesin olarak belirtilmemiştir. Eski tarihler araştırıldığı zaman bir çok kimselerin Mü­seylime’nin öldürülmesine bizzat iştirâk etmiş olmak gayretini güttük­leri görülür. Bu durum bize şunu gösterir: Düşman İslâmiyet için o derece kuvvetli ve ürkütücü idi ki, savaşta bulunanlar onu yok etmenin şerefini bir türlü paylaşamamışlardır. Aşağıya aldığımız misâller bunun bir delili sayılır: Taberî (arap., III., S. 245 50) Müseyli­me’yi katledenin Vahşi olduğunu, ayrıca Ensâr’dan bir adamın onu vurarak öldürmeğe iştirâk ettiğini kabul eder, Belâzûrî’de (Arap., S. 96) de rivayetler çok farklıdır ve meselâ sırasiyle şöyledir: 1) Onu Haddâş, yâniBeni Âmir bin Luey’lerdenbiri öldürdü. Bunun râvii gene Beni Âmr bin Luey’lerden olduğu için bu şerefi kendi kabilesine tahsis etmek gayesini gütmüş olsa gerektir; 2) Onu Sehhâk bin Hareşe öldürdü. Biraz sonra Sehhâk şehit edildi; 3) Habib bin Zeyd’in kardeşi Abdullah bin Zeyd bin Âsim onu öldürmüştür. Zira bir rivayete göre Müseylime Habib’in iki kolu ile iki bacağını kestirmişti; 4) Habeşli Vahşî bin Harb de Müseylime’yi öldürmüş olduğunu iddia etmekte ve bu konuda şu sözleri söylemektedir: “İnsanların en iyisini (Peygamberim amcası Hamza) ve en kötüsünü Öldürdüm”. Belâzûrî başka bir rivayeti naklederken, yukarıda adları geçenlerin miiş-

171   Taberî’ de bu husustaki rivayetler nıüphemdir.Bunlardan birisi Müseylime’nin Hadika’nın dışında , diğerleri ise Hadika’mn içinde öldürülmüş olduğun ifade etmektedirler. Müseylime’­nin öldürüldüğü hakkındaki muhtelif rivayetler için bk. Taberî, a. g. e., tür. ter., III., S. 153 165, 166.

tereken Müseylinıe’yi öldürdüklerini, hattâ Emevî’ler bile onun Muaviye tarafından katledildiğini iddia etmektedirler, demektedir. îbni Haldun (îber, II., 2., S. 75), Ebu’l-Fidâ (Tarih, I., S. 166), îbni Sa’d (Tabakat, VII., 2., S. 136 7) ve Muir (a. g. e. S. 44) onun Vah­şî tarafından ve Hamza’yı öldüren mızrakla öldürülmüş olduğunu ka­bul etmektedirler. Biz de îbni Sa’d’m bu kaydım esas tutarak onun Vahşî tarafindan öldürülmüş olduğunu kabul etmek zarureti karşı­sındayız. Bu savaşta biraz mübalâğalı da olsa 40,000 kişilik Yemâme ordusu (Caetani, IX, S. 24’de bunu 10.000 kabul eder) bütün kuvvet­lerini harcaymcaya kadar şeref ve hağımsızhklan uğrunda çarpışmıştır. Müseylime son nefesini verinceye kadar, “Ey Hanife oğulları; şerefiniz için, asaletinizi korumak için çarpışınız”, diye ısrarla tekrarlamaktan geri durmamıştır.

Akraba yahut Yemâme savaşının vuku bulduğu tarih, bazı ya­zarlara göre Hicri 11., bazılarına göre ise 12. yıldır. îbni Sa’d (Ta­bakat, III., 1, 274 5) bu savaşın 12. yılda olduğunu, Zeyd bin Hattâb’ın şehit düştüğü yılı yazmak suretiyle belirtmekte, Bel âz ûrî de (Fütûh, S. 101) bunu teyid etmektedir, Zehebî (Tarih ül îslâm, I., S. 259) Ebu Ma’şer’in bu savaşı 12. yılın Rehiiilevvel ayında, Vâkidî ve daha başkalarının gene 12. yılda cerayan ettiğini kabul et­tiklerini kaydettikten sonra, kendi kanaatine göre bu savaşın 11. yılın sonlarında başlayıp 12. yılın başlarında son bulmuş olmasının muhtemel bulunduğunu belirtmektedir. ElN eve vî (Tehzib elEsma, S.95) Halid’in Müseylime üzerine komutan tâyin edilmesi tarihinin 11. yılda olduğunu kaydetmiştir. Her hâlde Zehebî’nin ve Caetani’nin tahmin ettikleri gibi hâdiseler 11. yılın sonlarında başlayıp 12. yıhn başlarında sona er­miş olmalıdır.

Bu savaşta her iki tarafın kaybettiği insan sayısı da savaşın yapıldığı tarih gibi kesinlikten uzaktır. Mes’udî (Et Tenbih, S. 223) Yemâme’de ölen Müslüman askerlerin sayısının 1200 oduğunu, Taberî, Ensâr ve Muhacirlerden topyekûn 600 kişinin şehit düştüğünü, Bel âz ûrî 1700 veya 1200 Müslüman askeri zâyi olduğunu kaydetmektedirler. Beni Hanifenin kayıplan ise daha çok idi, Taberî, Akraba’da 7000 Hadikat ül Mevt’de 7000, sonra tâkipde de 7000 kişinin öldürülmüş olduğunu kaydetmektedir. îbni Sâ’d (Tabakat, III, 1., S. 274 5), Ebu Meryem’e atfettiği bir rivayette, Beni Hanife’den 14.000 kişiden fazla insan kayıp olduğunu zikretmektedir 17k

172   Caetani (a. g. e., IX., S. 227) Mirhond’un bu konuda İram bîr mübalağa ile Hanifelilerden 70.000 kişinin “Hadika-i Mevt” de, 70.000’ninde dışarıda katledildiğini yazmakta olduğunu iddia etmekte ise de Mirhond bu rakamı 70.000, 70.000 değil 7.000, 7.000, yâni bütün katledilen­lerin 14.000 kişi olduğnu söylemiştir (bk. Mirhond, a. g. e,, II., S. 228).

î. Yemâmelilerle barış:

Bu büyük savaş sona erip de Müseylime’nin öldürüldüğü haberi yayıldığı zaman Hâlid bin Velid, Yemâmeli Muccâ’a’yı çağırttı. Muccâ’a zincirler içinde idi. Savaşta ölmüş bulunanlar arasında Müseylime’yi arayıp bulmak üzere savaş meydanında dolaşmaya başladılar. Nihayet Hâlid uzun boylu ve güzel yüzlü birinin önünde durdu ve “İşte peygam­beriniz budur” dedi. Muccâ’a onun Muhakkinı bin Tufeyl olduğunu söyleyince bağa girdiler; Muccâ’a sıska ve burnunun ucu çok kalkık biri­sinin önünde durarak, “Sizi uğraştıran adam işte budur” diyerek Müsey­lime’yi gösterdi. Hâlid ona: “Sizi kendisine itaat ettirerek bunca işleri yaptıran adam bu mudur? diye sordu. Muccâ’a, “Ey Hâlid, iş dediğin gibi oldu. Tanrıya andiçererek bu savaşa askerin henüz öncülerinin acele olarak katılmış olduğunu, asıl kuvvetlerin ve halkın çoğunun kalelerde bu­lunduğunu temin ederim.”dedi. Hâlid bu söz üzerine biraz şaşırdı. Muccâ’a onu, tekrar yemin ederek, hem söylediklerinin doğru olduğuna hem de kavmi adına barış yapmaya ikna etti. Hâlid de ona, Beni Hanife’nin ellerinde bulunan bütün gümüş, zrıh ve esirlerin yansının Müslümanlara bırakdması şartıyla bu teklifi kabul edeceğini söyledi. Muccâ’a, Halid’den banşın şartlarım bildirmek üzere Hanifelilerin yanına gitmek için izin istedi. Kaleye girdikten sonra ne kadar genç kadın varsa, onlara silâh kuşatıp zırh giydirerek kalelerin burçlarına çıkmaları emrini verdi ve tekrar Hâlid’in yanma dönüp kalede bulunanların yapılan barış tekliflerini kabule yanaşmadıklarını bildirdi. îbni İshak’a göre Hâ­lid yeni bir anlaşma ile esirlerin dörtte birini alıp diğer dörtte birinden vazgeçerek barışı kabul etti.

Muccâ’a, Beni Hanife’ye de bu andlaşmayı kabul ettirmişti. Çünkü Seleme bin Umeyr onlara kalenin çok sağlam olduğunu ve bol mik­tarda yiyecek bulunduğunu kışın da yaklaşmakta olduğunu söyliyerek, böyle ağır şartlan kabul etmemeği tavsiye etmişti. Fakat Hâlid’i yakın­dan tanımak fırsatını bulan Muccâ’a, onun gazabından kabile d aşlarım korumak için bütün gücü ile çalışıp Hanifelilere barışı kabul ettirmeğe muvaffak olmuştu.

Bundan sonra Hâlid Muccâ’a’ya, kızını kendisine vermesi tale­binde bulundu ve bu teklifinde İsrar etti. Muccâ’a da kızını vermek mec­buriyetinde kaldı. Bu kadar büyük başarılar kazandığı hâlde, Ebu Bekir, Hâlid’in bu evlenmesini hoş karşılamadı. Ona şiddetli bir dille şunlan yazdı: “Sen kadınlarla evlenmekten kendini alamıyorsun; hâlbuki evinin etrafında 1200 Müslümanın kanı akıyor”. Hâlid bu mektubu oku­yunca, Ömer ibn-i Hattah’ı kast ederek “Bu Uaysir’in (solağın) işidir” dedi. Ebu Bekir’e Hanifelilerden heyetler tertip edip gönderdi. Konak yerini de Ebâz’dan Vâber’e taşıdı . Böylece Yemâme meselesi halledilmiş ve Arabistan’ın bu önemli bölgesi de İslâmi­yet’e kesin olarak kazanılmış ve Medine’ye bağlanmış bulunuyordu.

J.    Müseylime’nin doktrini:

Müseylime’nin doktrini hakkında bize az da olsa bilgi vermeğe yarıyan kaynaklar mevcutsa da, bunların bazıları birbiriyle tezad hâlinde bulunan haberleri ihtiva etmektedir. Meselâ: îbni Sa’d (Siret, Wellhausen, a. g. e. IV., S. 115), îbni Haldûn ve Taberî ile îbni Hişâm aynı konuda birbirine tamamen zıt rivâyetleri sıralamakta­dırlar. Bu yüzden elimizde bulunan bu ana kaynakların verdikleri haber­lerin mümkün mertebe doğru olanını yanlış olanından ayırmak gibi çok güç bir iş ile karşı karşıya bulunmaktayız. Müseylime’nin vahy ol­duğunu iddia ettiği sözlerinden bazılarını kaynaklar bize kadar intikal ettirmişlerdir. Ancak bu gûya vahiylerin hangilerinin hakikaten Müseylime tarafından söylenmiş olduğunu hangilerinin râviler tarafindan son­radan onun ağzına yakı.ştırıldığını ayırt etmek bugün bizim için hemen hemen imkânsızdır. İşte şimdi bize kadar gelmiş olan hu gûya vahiy­lerle, aralarındaki tezatları yukarıda işaret etmiş olduğumuz bil­gilerden, Müseylime’nin doktrini hakkında bir fikir edinmeğe ça­lışacağız.

Hevze bin Ali’den sonra siyasî iktidarı eline geçiren Müseylimet ül Kezzâb, elde ettiği bu siyasî nüfuz ve kudreti, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i örnek tutarak, dinî bir otoriteyle de takviyeye kalkıştı ve evvelce de söylediğimiz gibi âyet adı altında bir takım seci’li sözleri yanyana dizmeğe başladı. Bunların kendisine vahy edilen Kur’an olduğunu ilân etti. Bir takım dinî kaide ve düsturlar koydu. Kur an dilini taklid eden Müseylime, Müslüman namaz sistemine benzer bir sistem de kurmuş, hattâ Kâbe gibi bir de harem bölge (yasak bölge) ihdas etmişti  . Buna muhalefet edenleri de sorumlu tutmuştu. Hâlbuki, râvilere göre Yemâme haremi, Hicaz’m hareminebenzeyememiştir. Harem içinde kalan bazı obalar bolluk yıllarında Yem âme’nin meyve­lerini yağma edip Haremi depo hâline getirmişler, takip edildiklerini an­layınca da kaçıp hareme sığınmışlardı. Bu hâl devam edince ahâli Museylime’den buna engel olmasını istemeğe mecbur kalmıştı. Mü­seylime bunun için gökten gelecek emri bekliyeceğim diyerek, onlara gûya vahiy olan şu sözleri söylemiştir: “Karanlıklan basan gece, siyah kurt ve yaşına basan çatal tırnaklı hayvan adına andiçerek Useyyid’lerin, haremin hürmetini çiğnememiş olduklarını teyid eylerim" Halk ona, “Haram olan malları helâl saymak ve halkın mallarını yağma etmek, tahrip etmek haram değil midir ?”diye sorunca o, yeni bir vahiy beklemişti. Yeni gelen vahiy de, biricisinin hemen hemen aynı idi: “Gece ve geceleyin çok gezen kurt adına andiçerek U s seyy idelerin yaş hurma ağaçlarını kes­mediklerini" te.yid ediyordu. Halk yine şikâyetlerinin bir gerçeği ifade ettiğini İsrarla söyleyince, Müseylime bu defa onlara vahiy diye şunları söyledi: “Beni Temim esir edilmemiş hakir düşmemiş, temiz bir kavimdir. Onlara iğrendirici ve hoş olmayan bir şey isabet etmez. Biz sağ olduğumuz müddetçe onlara, iyliklerde ve bağışlarda bulunarak komşuluk edeceğiz, onları herkesin tecavüzünden koruyacağız. Bizden sonrada esirgiyen Tanrı onları korur" (Taberî tür. ter., III., S. 144 5).

Müseylime Secâh’la karşılaştığı zaman, ona vahiy adı altında şu sözleri söylemişti: "... salih insanlar uyumadan geceleri ibadetle geçirirler, gündüzleri de gökteki bulutların ve yağmurların kuvvetli Tanrısı için oruç tutarlar". Gene onun Beni Hanife için söylediği şu sözler dinî prensipsipleri hakkında bize bilgi vermeğe yardım etmektedir: “Ben yüzlerinin güzelliğini, ten ve vücutlarının saflaştığını ve ellerinin tertemiz olduğunu gördüğümde, onlara şu emri verdim : Siz kadınlara yaklaşmıyacak ve şarap içmeyeceksiniz. Siz hayırlı ve. salih bir topluluksunuz. Bir gün oruçlu, bir gün zahmetli ve yorucu işlerle meşgul olacaksınız. Tanrıyı her eksikten tenzih ederim ki, o dirilme zamanı geldiğinde acaip bir şekilde diriltir. Sizi göğün katına yükseltir. O, sizin hardal tanesi kadar da olsa işlerinizi ve gönlünüzden geçeni bilir; insanların çoğu bu yüzden ziyana uğrar ve lanete katlanırlar"

Kendisine Rahman adını vermiş bulunan Müseylime’nin cinsî bakımdan çekimser olmayı teşvik ettiğini de taraftarlarına verdiği bazı emirlerden anlamaktayız. O bir erkek çoçuğu bulunan erkeğin, karısına yaklaşmasını yasak etmişti. Müseylime çiftçilikle uğraşan kavmine onun anlıyacağı kavramlarla hitap etmiştir: “Renkleri siyah olduğu hâlde sütleri beyaz olan koyunlar üzerine andiçerim ki..." veya “Tohum ekerek, ekin yetiştirenler, ekinleri biçenler, buğdayları savuranlar, sonra öğütenler, onlardan ekmek yapanlar bu ekmeleri ufak ufak doğrıyarak et suyunda ıslatanlar ve bunların üzerine sâde yağ dökerek yiyenler şere­fine andiçerek temin ederim ki, siz hayvan besliyerek çadırda yaşıyanlardan daha meziyetlisiniz. Binalarda yaşıyanlar da size üstün gelmediler.

Mahsûldar yerlerinizi koruyunuz; yoksul olanları yurdunuza kondurunuz, azgınları yurdunuzdan uzaklaştırınız”

Yukarıdanberi örneklerini verdiğimiz Müseylime’nin giiya âyet­leri, onun iktidar mücadelesinde rakibi bulunan Sümâme bin Usâl’in arkadaşı Usâl el Hanefî tarafından naklolunmuştur. Buraya kadar yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere, Müseylime riyazet sahibi, oruca kıymet veren, şarap içmeği meneden kaideler koymuş bir insandı. Gene onun tek ve görünmiyen bir Tanrı adına konuştuğunu, cennet, savap, tekrar dirilme, hardal tanesi ve hayat gibi dinî mânada yükseltilmiş tâbirler kullandığım da görüyoruz. Usâl’in Seyf yoluyla intikal eden bu rivayetlerinin tam aksine îbni İshak (İbni Hişam, IV.S. 222), Mü­seylime’nin içki ve zinayı helâl kılmış olduğunu, namazı kaldırdığını ve Beni Hanife’nin bu yolda ona uymuş olduğunu söylemektedir. Fakat İbni İshak’ın bu rivâyeti, elimizde bulunan diğer kaynakların verdik­leri oldukça geniş bilgiler ile büyük bir tezad teşkil ettiğinden hemen hiçbir değer taşıyamamaktadır. İbni Hubeyş’in Zührî’den naklet­tiği     , Belâzûrî, Taberî ve İbni Haldûn’un da teyid ettikleri bir cihet var ki, o da Müseylime’nin müezzinler kullandığı cihetidir.

Müseylime müezzinleri vasıtasiyle taraftarlarını namaza çağırdığına göre namazı kaldırmış olamaz. Şu halde, zina ve şarabı mübah kılmış olması da imkânsız görünmektedir. Esasen onun vahy adı altında yuka­rıya aldığımız sözlerinden riyazet sahibi olduğu açık olarak anlaşılmak­tadır. Müseylime’nin birkaç müeezzin kullandığı görülmektedir. ElReccâl’in de bunlardan birisi olup Müseylime’nin peygamberliğine tanıklık ettiğini Taberî (Türk, ter., III., S. 143) ve İbni Haldûn (İber, II., 2., S. 75) yazmaktadırlar. Ayrıca Abdullah bin Nevvâlıa (Wellhausen, a. g. e. VI., S. 17’de Nevvâlıa ile Hüceyr ayni kimse olarak gösterilmiştir) ve Hüceyr binÜmeyrde onun müezzinlerindendirler. Belâzûrî’de (Tür. ter., I., S. 148) ve İbn ül Esîr’de (El Kâmil, S. 274) Hüceyr ezan okuduğu zaman “Müseylime’nin kendisini Tanrı elçisi diye iddia etmekte olduğuna tanıklık ederim” diye seslendiğini, Müseylime’nin de ona “Ey Hüceyrl Fasih konuş” dediği kayıtlıdır. îbni Hübeyş’de ise Hüceyr’in Hanifelileri ilk defa namaza çağırdığı za­man: “Tanrı’dan başka Tanrı olmadığına tanıklık ederim, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Tanrının elçisidir ve Müseylime....” deyip burada durduğu, nihayet Muhakkim’in ona “Çabuk ol Hüceyrl” diye bağırdığı ve bu sözün Araplar arasında bir tâbir hâline geldiği kayıtlıdır  .

Orientalistler, bilhassa Wellhausen, Müseylime’nin Hazret-i Muh a mm e d’i örnek tutmadığını ileriye sürmektedirler. Wellalıausen’a göre (Skizzen, VI., S. 19) Müseylime, Secâh ve diğer peygamberlik iddia edenlerin tarih sahnesine çıkmalarındaki sebeb, Mekke ve Me­dine’de İslâmiyet’i meydana getiren sebeple aynıdır. Hâlbuki, Müsey­lime, Islâm dinindeki prensiplerin hemen hemen aynını, belki biraz da Yemâme’nin yabancı bulunmadığı Hristiyanhk’tan aldığı ilham­larla zenginleştirerek, kendi kurmak istediği dinin içine almıştır. Günde üç defa namaz kılmak, oruç tutmak, şarap içmemek gibi kaideler bunu göstermektedir. Ayrıca müezzinler vasıtasiyle namaza dâvet usulü de her hâlde İslâmiyet’ten örnek ahnarak kabul edilmiş bir sistemdir. Wellhatisen (Skizzen, VI., S. 17) ve Caetani, müezzin kelimesini burada Arap tarihçilerinin kolayına geldiği için Müseylime’nin dinindeki bir din memuru hakkında kullandıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu değerli orientalistler, müezzinin ödevlerini hiç göz önünde tutmamış olacaklar. Hâlbuki, Taberî’nin , İbni Hubeyş’in ve diğer tarihçilerin yukarıya aldığımız misâlleriyle El Reccâl, Hüceyr ve diğerlerinin tıpkı Müslüman müezzinler tarzında iş gördüklerini açıklamış bulunuyo­ruz. Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’den önce ibadete bu şekilde bir dâvet mevcut olmadığına göre, Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i bu yolda da örnek tuttuğu elbette inkâr edilemez bir gerçektir.

K.    Netice:

Müseylime’nin baştanberi incelemeğe çalıştığımız dinî ve siyasî hayatı bize gösteriyor ki, o, gayelerinin gerçekleşmesi uğruna canım fedaya razı gelmiş olmakla beraber hakikî bir peygamber değil­dir. Müseylime kavmi olan Beni Hanife’nin bağımsızlığım Kureyş tehdidinden uzak bulundurmak ve kendi şahsî nüfuz ve iktidarını devam ettirmek için Hanifeliler’in kabile asabiyetinden ve kendi kâ-

hinlik kuvvetinden istifade ederek Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i taklit etmiştir. Zeki, şair, hükümdar yaradılışlı ve kabiliyetli bir adam olan Müseylime, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in yaptığını yapacak olursa, Yemâme’nin bağımsızlığını koruyabileceğini sandı. Fakat Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  hakikî bir peygamberdi, Müseylime ise yalancı, aradaki bu büyük fark Yemâme’nin harab olmasına ve İslâmiyet’in bu bölgede biraz daha geç yerleşmesine sebep oldu. Akraba savaşında Müslümanlar İslâm dininin zaferini temin etmek için çarpışırlarken, Müseylime’nin savaş başlarken sarf ettiği sözlerden de anladığımız gibi, Hanifeliler ancak şeref ve haysiyetlerini korumak, Kııreyş hâkimiyetine girmemek için savaşmaktaydılar, *

Müseylime Kur’an dilini, Kabe’yi, Müslüman namaz sistemini de taklit etmiştir. Eğer o, hakikî bir peygamber olsaydı, savaşta öldürüldük­ten sonra da, çarmıha gerilmiş olan Hazret-i İsa gibi, kurmuş olduğu dinin yaşaması gerekirdi. Müseylime’nin vahiy olduğunu iddia ettiği sözleriyle Kur’an’ın âyetleri arasında yapılacak basit bir mukayese Mü­seylime’nin bir mukallit ve sahte peygamber olduğunu ishata kâfidir. Nitekim daha kendisi hayatta iken bile kabiledaşı Sümâme bin Üsâl, Hanifeliler arasında şöyle vâzetmişti: “ Bir dâva üzerinde iki peygamberin gönderilmesi mümkün değildir ve Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Allah’ın elçisi olup ondan sonra başka bir peygamberin gelmiyeceğini ve ona şerik olmıyacağını söyle!” ve sonra şu âyeti okumuştu:

....

(= Aziz ve âlim olan, suçları affeden, tövbeyi kabul eden cezası şid­detli olan, pek cömert olan ve ondan başka Tanrı bulunmıyan ve neticede ona varılan Tann’dan bu kitap nazil olmuştur). Sonra bunu Müseylime’ nin âyet dediği şu sözlerle mukayese ederek gülünç farkı tebarüz ettir­miş : “Ey kurbağa öt ne su içmemizi önlersin, ne de suyu bulandırırsın’'’;

“İşte vallahi görüyorsunuz ki, bu Tanrı sözleri değildir” demişti (İbni Sa’d, Tabakat, V., S. 401)

Tarih boyunca pek çok kimse peygamberlik iddiasında bulunagelmiştir. Ama bunlardan hakîkî peygamber olmayanları faaliyette bulun­dukları toplamlar ayıramanuşlarsa bile, tarih onları ayırd etmeğe mu­vaffak olmuştur. Müseylime, Beni Hanife için kahraman bir adamdı; fakat peygamber değildi. İslâmiyet Yemen’de, Bahreyn’de, Esedler’de Temimler’de hatta Yemâme’de Hanifeliler arasında yayılır­ken Müseylime’nin kurmağa çabaladığı din, Yemâme’nin bile sınır­larını aşamamıştır. İslâmiyet’in kötü bir kopyesi olduğu için de, onun Ölümünden soma eserinden, hiçbir iz kalmamıştır.

Her nekadar Orta Arabistan’da bir yıl seyahat edip araştırmalarda bulunan Palgrave, Müseylime’nin Neci d bölgesinde hâlâ bazı kimseler tarafından peygamber unvanına lâyık görüldüğünü ve Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ile bir tutulduğunu yazmakta ise de, hayal mahsülü iddia ve tasvirlerle dolu olan bu seyahatnameye güvenmek bir tarafa, onda kü­çük bir değer mevcut olduğunu sanmak bile büyük bir hatadır.

V. UMUMİ NETİCE

Mümin bir Müslüman için Kur’an ve hadisin, peygamber olarak bine tanıtmadığı kimselerin peygamberliklerinin sahte olduğunu ispata bile lüzum yoktur. Çünkü her şeyden önce Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , tarihin ilk devirlerindenbcri doğru yoldan sapmış insan topluluklarını hakikî ve tek Tanrı yoluna çağırmak için gönderilmiş olan peygamber­lerin sonuncusudur ve ondan sonra artık bir peygamber gönderilmiyecektir, Bununla beraber biz, İslâm tarihindeki ilk dört sahte peygamberi incelerken, bunların dördünün de sahte olduklarını objektif yollardan giderek ve objektif kıstaslar kullanarak ispat etmiş bulunuyoruz.

Bunlardan birincisi olan Es ved’in öldürülmesi ile birlikte, krumaya çalıştığı dinî ve dünyevî sistem derhal yıkılmış, Tuleyha ve Secâh ise sonradan Müslümanlığı kabul ederek hakikî birer peygamber olmadık­larım, bizzat bu hareketleriyle ispat etmişlerdir. Nihayet elinde kılıç Akraba savaşında ölmüş bulunan Müseylime de, taraftarlarım kur­mak istediği din uğrunda değil, Beni Hanife’nin şeref ve haysiyeti uğ­runda can vermeğe davet etmiş ve ölümünden sonra da kısa zamanda kendisine ait bütün izler yok olmuştur. Bu itibarla bahse konu olan dört yalancı peygamberin hepsi de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hastalığı ve ölümü üzerine Arabistan’da duyulan huzursuzluktan ve birçok kabilelerin Riddeye sapmış olmalarından istifade ile şahsî arzularım tatmin etmek iste­yen ve kabilelerini Kureyş hâkimiyetinden kurtarmıya çabalıyan birer mukallit olmaktan ileriye geçememişlerdir.

Ancak bu sahte peygamberlerin faaliyetlerinin Ridde hareketi ile birlikte mütalâa edilmekle beraber İslâm tarihi bakımından ikisi müspet, biri menfî olmak üzere üç önemli tesiri olmuştur:

1)    Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hastalanması ve Tann’ya kavuşması üzerine Muhacirûn ile Ensâr arasında çıkması beklenilen mücadele, Ridde Hareketi ve bu harekete yer yer önderlik etmiş olan sahte peygamberlerin faaliyetleriyle önlenmiştir; Medine etrafında kendilerini nasıl bir tehlikenin tehdid etmek üzere olduğunu duyan ve gören bu iki grup, tslâmiyeti ve kendi menfaatlerini korumak için Halife Ebu Bekir’­in etrafında toplanmak ve birleşmek mecburiyetini hissetmişlerdir.

2)     Gene sahte peygamberlerin ön ayak oldukları Ridde hareketi Arapları, ya o zamana kadar bağlı bulundukları kabileleri ile birlikte hareket etmeğe yahut da îslâmiyet’de sebat edip bizzat kendi kabilelerine karşı hareket etmeğe sevketmiştir. Böylece İslâmiyet veya Ridde yol­larından birini seçmek mevkiinde kalanlar, kabileleri ile kendi aralarında­ki bağları koparmışlardır. Birinci yoldan gidenler çok kere kendi kabi­lelerine, hattâ yakın akrabalarına karşı hareket etmekten çekinmemişler­dir. Böylece msl. bir Yerbû’lu Müslüman, Hâlid’in emri altında bizzat kendi kabilesiyle savaşmış ve bir Esed’li de Beni Esed’in mağlubi­yetini mısralarla terennüm ve tes’it etmiştir. Bir yandan kabile bağları gevşerken bir yandan da Kur’anın telkin ettiği Allah korkusu zafer kazanmaya başlamıştır. Bir Müslüman yeğen ile mürted amcasının bo­ğuşması sırasında amcası “Beni öldürmek mi istiyorsun? Ben senin am­canım” sözüne, Müslüman yeğen “Evet sen benim amcamsın ama Allah da efendimdir" diye cevap vermiştir.

Böylece bir yandan Muhacirlin ile Ensâr arasında vuku bulması muhakkak gibi görünen mücadeleyi önleyen Ridde ve sahte peygamber­ler, bir yandan da Arap kabilelerinin içlerindeki kabile ve aile bağ­larının çözülmesine ve bunun yerini bir dereceye kadı Müslüman Araplık hissinin almasına sebep olmuştur.

3)    Sahte peygamberlerin ortaya çıkışları ve Ridde hareketini benimsiyerek buna önderlik etmeleri İslâmiyet’in yayılma ve genişlemesini, kısa da olsa, bir müddet için geciktirmiştir. Eğer Yemâme’de Müseylime büyük bir kuvvet toplamamış olsaydı, o zaman Hâlid komutasındaki Islâm kuvvetleri, Orta Arabistan’da vakit kaybetmiyecek, bu kuvvet­lerle Suriye ve Irak bölgelerinde başarılı fetih hareketlerine daha o za­man girişilmiş olacaktı. BİBLİYOGRAFYA

Kur’ân

İncil                                                                                        

Abü’l-Farac, Kitâb al-Ağânî, Kahire 1323, 21 C.

Abû’l-Fidâ, Târih al-Abı’l-Fidâ (al-Muhtaşar fi Târih al-Başar), İstanbul 1286, 2 C.

Balâzüri, Futüh al-Buldân, Kahire 1901. (Türkç. Zâkir Kadiri Oğan, 1955. 2 C).

al-Bayhakî, Kitâb al-Mahâsirı va’l-Masâvi, Schwally yayım, Leipzig 1902. B o dİ ey R. V. C., Hazret-i Mııhammed, İst. {Tiirkç. Semih Yazıcıoğlu). Brockelmann C., Geschichte der arabischen Literatür, 3 cild 1937-1949.

Leyden.

Bub.ârî, al-Câmi'al Şaftı/ı, al-Matb at al-Şarkiya, 4 cild, Mısır baskısı 1320.

Buhl Frants, Bas Leben Mııhammeds, Heidelberg 1955.

Bubi Frants, Encyclopedie de P İslam, Hanif maddesi, II. C. S. 274

Buhl Frants, Encyclopedie de P'İslam, Musailima maddesi, III. C., S. 796.

Büchner V. F., Encyclopedie de Plslam, Madjus maddesi, III. C., S. 102.

Caetani Leone, Islâm Tarihi (Tercüme eden H. C. Yalçın), İstanbul 1926, 10 C.

Dinet et Siliman ben İbrahim, La vie de Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , 4. bası, Paris 1947.    '

al-Diyârbakrî Şaylj Husayn ibn Muhammad bin al-Hasan, Tâ­rih al-Hamis, Mısır 1302, 2 C.

Dozy, Tarih-i İslâmiyet (tercüme eden Dr. Abdullah Cevdet, İstanbul 1908­9, 2 C.

Draz M. A., Initiation au Koran, Paris 1951.

Eyyûb Sabrı, Mahmüd al-Siyar, İstanbul 1287.

Fischer A., Islâm Ansiklopedisi, Kehânet maddesi, cüz 55, S. 72-3.

Gaudefroy-Demomhyn.es et Platanov, Le Monde Musulman et Byzantin jusqu’aux Croisades, Paris 1931.

al-Hindî rAlâ al-Dîn bin Husâm al-Dîn al-Muttakî, Afuntahâö Kanz al-'Ummâl fi Sunan al-Ahvâl va’l-Af'âl, Mısır 1306, 6 C.

Hirschfeld, New Researches into the composition and exegesis of the Qoran, London 1902.

Höhnerbach, Vaşima’s Kitâb al-Ridda a us Ibn Hağar’s İşâba, \Viesbaden 1951.

Huart Clement, Histoire des Arabes, Paris 1912, 2 cild.

al-Husaynî Camâl al-Dîn rAtâ Allah, Raviat al-Ahbâb, Tercüme eden Benlizade Manisavî, İstanbul 1288, 4 Cild.

H[vândmîr, Habib al-Siyar, Tahran 1333, 4 C.

Ibn al-Aşîr, Usd al-ğâba fi Ma rıfat al-Şafyaba, Kahire 1288, 5 C.

Ibn al-Aşîr, al-Kâmil fi’l-Târih, Leyden 1867, 12 C.

IbnHacar al-rAskalânî, al-İşâba, fi Tamylz al-Şahaba, Mısır 1323, 8 C.            ,

İbn Haldûn, Kitâb al-'lbar, Mısır 1284, 7 C.

İbn Hişâm, al-Sirat al-Nabaviya, Kahire 1355, 4 C.

Ibn Kut ayb a, Kitâb al-Ma'ârif, Wüstenfeld yayını 1850.

İbn Sa'd, Kitâb al-Tabafcât al-Kabir, Leyden. 1904, 9 kısım.

Ibn Sard, al-Stra, Wellhausen tercümesi ve yayını, Skizzen ıınd Vorarbeiten, IV. Cild, Berlin 1899.

Ibn al-Tiktaka, al-Fahri, traduit de I’ Arabe par Emile Amar. Paris 1910.

Juynboll, Encyclopedie de 1’İslam, Azan maddesi, I. C., S. 135.

Lyall Charles, the Words Hanif end Müslim, JRAS, 1903, S. 773 v. öt.

Mahmud Esad, Tarih-i Din-i İslâm İstanbul 1328, 3 Cild.

al-Makrîzi Tâki al-Dîn, al-Nizava’l-Tahâşum fi mâ bayna bani Umayya va bani Hâşim, Mısır 1937.

Margoliouth, On the Origin and İmport of Names Müslim and Hanif, JRAS, 1903, S. 484 v. öt.

al-Mas'üdî, Murüc al-zahab va Ma'âdin al-Cavhar, Paris 1814 (Les Prairies d’Or, Texte et traduetion par C. Barbier de Meynard).

al-Mascudı, al-Tanbih va’l-İşrâf, Bağdat 1357.

Mirh'"ând, Ravşat al-Şafâ, Leknov 1914, 7 C.

Muhammad 'Abduh, al-Manâr, 17. 18. ve. 21. C., S. 11 (Tafsir al-Kur’ân al-Hakîm).

Muir, Annal of the early Caliphate, London 1883.

Nadvî Sulaymân, Asr-i Saadet, tercüme eden Ömer Rıza Doğrul, İst. 1928.10 C.

al-Navavî İbn Zakaryâ Muhî al-Din bin Şaraf, Tahzib al-Asma vd’l-Luğöt, Mısır (Tarihsiz)

Ne her Andre, L’Essence du Prophetisme, Paris 1955.

Palgrave William Gifford, Une annee de Voyage dans l’Arabie Centrale, Paris 1862 /3, 2 cild.

Schimmel Annemarie, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955.

al-Suhaylî Abü’l-Kâsim cAbd al-Rahman bin 'Abd Allah bin Alımad Abi’l-Hasan al-Haş'ami, al-Ravi; al-’Unf, Mısır 1914, 2 C.

al-Suyütî Calâl al-Din, Târih al-Hulâfa’, Kahire 1305, 2 Cild.

al-Şarîşî, Şarfı al-Makâmât al-Haririya, Mısır, Bulak 1384, 2 C, al-Tabarî, Târih al-Umam va’l-Mulük, Kahire 1328, 13 C., Türkçe tercümesi

“Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çeviren Zâkir Kâdirî Ugan, Ankara 1955, 6 kitap çıkmıştır.

Tor Andrae, les Origines de l’lslam et le Christianisme, Trd. par Jules Roche, Paris 1956.

Tor Andrae, Mahomet sa vie et sa doctrine, Paris 1945.

Vacca V., Encyclopedie de l’lslam, Sadjah maddesi, IV. C. S. 46.

Varca V., Encyclopedie de l’lslam, Tulayha maddesi, IV. C., S. 874.

al-Vâkidî, Kitâb al-Magâzi, Wellhauseıı yayını, Berlin 1882, 1 C.

Vaşîma, Kitâb al-Ridda, Höhnerbach yayını, Wiesbaden 1951.

al-Vâtvât Abu İshak Burhan al-Din İbrahim, Gurar al-Haşa’iş al-Vâziha ve 'Urar al-Naka’iş al-Faiifa, Mısır 1318 (cAyn al-Adab va’lsiyasa ve zayn al-Hasab va’l-riyâsa)

Wellhausen, Reste arabischen Heidentums, Berlin 1899.

Wellhausen, Skizzen und Vorarbeiten, Berlin 1899, 6 C.

Yâküt bin cAbd Allah al-Hamavî, Mu cam al-Buldâ.n, Mısır 1906, 8 C.

al-Zabîdî Ahmed b. Ahmed, al-Tacrid al-Şarih li Ahâdiş al-Camı alŞahllı (tercümesi Kâmil Miras) İstanbul 1946.

al-Zahabî, Tacrld Asma’ al-Şatıâba, Haydarabad 1315, 2 C.

al-Zahabi, Târih al-İslâm va Tabakât al-Maşahir va’l-'Alâm, Kahire 1367­69, 5 cüz.

al-Zamahşarı, Kaşşâf, Mısır 1307, 2 C.

’Zettersteen, Encyclopedie de l’lslam, Abna maddesi, I. C. S. 74.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to