Bahriye
ÜÇOK
Bu
kitabı Annem Nadire Bektaşoğlu’nun aziz hatırasına en derin saygı duygularımla
sunuyorum.
1957
yılında yayınladığım şimdi tükenmiş olan “İslâm Tarihinde İlk Sahte Peygamberler”
adlı kitabımı bu kez bazı değişiklikler ve genişletmelerle “tslâmdan Dönenler
ve İlk Yalancı Peygamberler” adı ile okuyuculara sunuyorum.
Araplarda
tek Tanrı düşüncesinin doğmasından ve Haniflerin ortaya çıkmalarından Ebu
Bekr'in hilâfet zamanına değin ,siyasî ve dinî bir takım olayları açıklarken bu
olayları yaratan veya onlarla ilgili olan şahısların birbirine yakın
söylenişteki —örneğin, Hüseyn, Husayn, Nemir, Nümeyr gibi adlarını bir
yanlışlığa yer vermemek için kitabın sonuna eklediğim indekste, parantez
içinde, transkripsiyon ile gösterdim.
Ordu-1967
Dinler
tarihi araştırılırken, her gerçek peygamberin yaşadığı devirde omı taklid eden
bir kaç menfaat veya şöhret düşkünü insanın da peygamberlik iddiasında
bulunduğunu, görmek zor değildir. Bu sebepten hemen her devirde faaliyette
bulunan yalancı peygamberler hakkında semavî kitaplarda bazı âyetler yer
almıştır; Kur’an VI., 93:
“Allah’a
iftira eden veya kendisine bir şey vahyedilmediği hâlde “Bana valıyolundu”,
“Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zâlim kim olabilir
?....”
İncil
Matta VII, 15-20,: “Yalancı peygamberlerden sakının; onlar size koyun kılığında
gelirler. Fakat iç yüzden kapıcı kurtlardır. Onları meyvelerinden
tanıyacaksınız. İnsanlar dikenlerden üzüm yahut deve dikenlerinden incir
toplarlar mı? Her iyi ağaç iyi meyve verir; fakat çürük ağaç kötü meyve verir.
İyi ağaç kötü meyve vermez, çürük ağaç da iyi meyve vermez. İyi meyve vermeyen
her ağaç kesilir ve ateşe atılır. Öyleyse, onları meyvelerinden tanıyacaksınız.”
Monoteist
yüksek bir dinin iyice yerleşmiş bulunduğu bir bölgede faaliyette bulunan böyle
sahte peygamberler, cahil halk kütleleri arasında bir zaman için kendilerine
taraftar bulmakta ve zararlı faaliyetlerini genişletmekte güçlük çekmemişlerse
de, ya mevcut monoteist dinin taraftarlarının gecikmeyen reaksiyonları veya
devlet otoritesinin işe müdahelesi üzerine, kısa zamanda kendileriyle birlikte
yaymaya çalıştıkları sahte din de yok olmuştur. Monoteist yüksek bir dinin
henüz yerleşmekte olduğu bir bölgede, böyle yalancı peygamberlerin meydana
çıkmaları ise, bu yeni din için büyük bur tehlike teşkil etmekten geri
kalmamış, yeni din bir yandan bütün bir bölgeyi, güçlükler içinde kazanmak,
bir yandan da bu yalancı ve köksüz rakipleriyle uğraşmak mecburiyetinde
kalmıştır.
İşte
İslâmiyet’in yayılma ve yerleşmesi sıralarında Arabistan'ın çeşitli
bölgelerinde ortaya çıkmış olan sahte peygamberler, İslâmiyet’i ileride de
bahsedeceğimiz büyiik güçlüklerle karşı karşıya bırakmışlardır. Bununla
beraber, ötedenberi peygamber olduğunu iddia ederek ortaya atılanlardan
hangilerinin hakikî ve hangilerinin sahte olduğunu tesbit edecek bir kıstastan
da mahrûm bulunulduğunu itiraf etmek mecburiyetindeyiz. Bu konuda şimdiye
kadar birçok fikirler ileriye sürülmüş olmakla beraber kesin bir kıstas elde
etmek mümkün olmamıştır. Eğer gene de bir kıstas tesbit etmek istersek, o zaman
ancak sübjektif olarak, kendisinin peygamber olduğuna ve Tanrıdan vahiyler
aldığına bütün varlığı ile inanan ve bu vahiylerle vaazda bulunduğu kütlelerin
ahlâkî, sosyal, hukukî durumlarını yükseltmeğe çalışarak bunda muvaffak olan,
bütün kalbiyle inandığı bu dâva uğrunda hayatım bile fedad an çekinmeyen ve
kendisi öldükten sonra dahi eseri yaşıyan, fikirleri büyük kütleleri hâkimiyeti
altma alan ve esrlerinin izleri hiçbir suretle silinip kaldırılması mümkün
olmıyan kimseler hakikî peygamberdir Gerçekten de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] resûllüğe seçildikten
sonra, Tanrının emirlerini kütleler arasında yaymak hususunda hiçbir korku
hissetmemiş, üstelik kendisine putperestler tarafından reva görülen her türlü
kötü muameleye tahammül etmek ve karşı koymak hususunda gereken insan üstü
kudreti kolayca gösterebilmiş, dâvası uğrunda her zaman hayatım tehlikelere
mâruz bırakmaktan bile çekinmemiştir. Musa dinin ve Roma devletinin hâkim
bulunduğu Flistin’e gönderilmiş bulunan Hazreti îsâ da bu her iki devlete karşı
dinini yaymak mücadelesinde çeşitli işkencelere katlanmış, nihayet (Hristiyanların
inancına göre) hayatım feda etmiş. fakat kurmuş olduğu din yaşamıştır. Buna
karşılık sahte peygamberler içinde dâvaları uğrunda hayatlarını feda edenler
çıkmışsa da bunların eserleri kısa bir zamanda bütün izleriyle kaybolmakta
gecikmemiştir. Bu itibarla hakikî peygamberliğin kıstaslarından
sayabileceğimiz “Peygamberliğe seçilmiş olduğuna inanmak” ve dâvası uğrunda
hiçbir şeyi fedadan çekinmemek gibi sübjektif bir esasın yanında, insanlığı
yükseltmek, doğru yola sevketmek ve hu yoldaki çalışmalarının semere ve izleri
yüzyıllarca kuvvetinden kaybetmiyerek devam etmiş olmak gibi objektif bir esas
daha, önemli bir yer almaktadır.
İslâmiyet’in
yayılma ve yerleşmesi sırasında peygamberlik iddiasiyle ortaya çıkmış bulunan
kimselerin peygamberliklerinin sahteliğini göstermek için biz de yukarıda
kısaca açıklamış bulunuduğumuz iki kıstası ve bilhassa bunlardan İkincisini
kullanacağız.
Peygamberlik
iddiasıyla ortaya çıktıkları görülen kimselerden yalnız İslâm dini ve
devleti bakımından kısa bir zaman için de olsa büyiik bir tehlike teşkil etmiş
olan Esved, Tuleyha, Secah ve Müseylime’yi bu melememize konu olarak seçmiş
bulunuyoruz. Konuyu dağıtmamak için bazı kaynaklarda peygamberlik iddia
ettikleri ileri sürülen, meselâ Lak ît bin Mâlik gibi ne prensipleri , ne de
iddiaları açıkça belli olmayan, daha çok fırsat kollayıcı, âsi kimseleri bu
çalışmanın dışında bırakmış bulunuyoruz. İncelememizde ilk defa sahte
peygamberlerin ortaya çıkış sebeplerini genel olarak ele almayı ve sonra her
birinin ortaya çıkışlarındaki özel sebepleri göstermeyi, daha sonra da
şahıslarının tarihçesini yapmayı ve doktrinleri hakkında bilgi vermeyi faydalı
bulduk. Ayrıca incelememizin dayandığı kaynaklar ve etüdler hakkında da küçük
bir tenkidi bölümü başa eklemeyi yerinde bulduk.
11.
BİBLİYOGRAFYAYA
GENEL BİR BAKIŞ
Hazreti
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hayatının sonuna doğru veya
vefatından hemen sonra ortaya çıkmış olup İslâmiyet’in hu en kritik devrinde,
yeni din için mânevi bakımdan olmasa bile siyasî balımdan büyük bir tehlike
teşkil etmiş olan dört sahte peygamber’in hayatları, ortaya çıkış sebepleri,
dinî ve siyasî faaliyetleri ve bunların Islâm tarihindeki yerleri toplu olarak
hiçbir eserde henüz incelenmiş değildir. Bu husssta bilgi ihtiva eden kitap
veya makaleleri üç gruba ayırarak incelemek mümkündür:
1
.— Kaynak
eserler; 2.Seyahatnameler; 3.Etüd mahiyetindeki eserler.
Bibliyografyada
vermiş olduğumuz kaynaklardan İbni Hişâm, İbni Sa’d, Buharî, Belâzûrî, Taberî
Ebu’l-Fereç gibi müelliflerin tarih, hadis, ve edebî tarih mahiyetinde olan kitaplarında,
konumuzla ilgili hususlar toplu bir şekilde incelenmediği gibi, vak’alarm sebep
ve neticeleri üzerinde de durulmamış, yalnız muhtelif rivayetler tarihteki
eski nakîlci metodun bir sonucu olarak, arka arkaya sıralanmakla yetinilmiştir.
Böylece bizim için en önemli dayanağı teşkil eden bu kitaplarda bazen aynı
olayların başka başka şekillerde anlatıldığı, hatta aynı mesele hakkında
tamamiyle birbirine zıt rivâyetlerin nakledildiği görülmektedir. Bu durum
karşısında bu rivayetlerden hangisinin hakikate en uygun veya en yakın olduğunu
arayıp bulmak oldukça güç, hatta bazen imkânsız olmuştur.
Belli
bir devrin olaylarını nakleden kaynak mahiyetindeki bu ana kitaplar yanında,
konumuzla yakından ilgili “Ridde” meselesi hakkında bilgi veren mahdut sayıda
hususî kaynaklar da mevcuttur. Bunlardan Vâkıdî’nin Kitab ür-Ridde’sinin
biricik yazma nüshası Hindistan’ da Bankipore’dadır ve henüz yayınlanmamıştır.
Bu itibarla bu kitaptan faydalanmak imkânından mahrum kaldık. Bununla beraber,
ana kaynakların birçoğunda diğer rivayetler yanında Vâk ıdî’nin konumuzla
ilgili rivâyetleri de yer almış bulunmaktadır.
Hicrî
237’de ölmüş bulunan Vesîme’nin Kitab ür-Ridde’sine gelince. Bu eser Alman
orientalistlerinden Höhnerb ach tarafından îbni Hacer el-Askalanî’nin İsâbe’sinden
çıkartılarak 1951 yılında yayınlanmıştır. Bu kitap konumuzla ilgili birçok
değerli bilgiyi ihtiva etmektedir.
Konumuzla
ilgili meseleleri aydınlatmak bakımından İslâm tarihine, sosyolojisine ve
İslâmî âdetlere derin vukufu bulunan kimseler tarafın dan Arabistan’ın sahte
peygamberlerin çıkmış oldukları bölgelerinde yaptıkkları seyahatlerde
gördüklerini ve işittiklerini tarafsız bir şekilde bize bildirecek olan
seyahetnameler ne yazık ki mevcut değildir. Böyle seyahatnameler mevcut olsaydı,
bu sahte peygamberlerden Arabistan’ın ilgili bölgelerinde bâzı izlerin mevcut
olup olmadığım ve oralarda hâlâ bunlara ait hâtıraların muhafaza edilip
edilmediğini öğrenmek belki münmkün olurdu. Arabistan’da seyahat etmiş olan
kimselerin yazmış oldukları seyahatnameler içinde yalnız bir tanesi, o da
yalnız Müseylime ve Secah’dan bahsetmektedir. Bu da V. G. Palgrave’ın “une
annee de voyage dans FArabie Centrale, 1862 1863” adlı seyahetnamesidir. Ancak
Palgrave bu seyahetnamesinde bir yandan bize Yemame’de Müseylime hakkında
beslenen hürmet hisleri ve ona ait hâtıralar üzerinde bilgiler verirken, bir
yandan da Yemen’le hiçbir ilgisi olmayan Secâh’ı Yemcn’den getirmek ve
hattâMüseylime’nin ölümünden sonra Secâh’ın döktüğü göz yaşlarının şiddeti
hakkında bilgi vermekle, kendisinin bu iki sahte peygamberin şahısları hakkında
hiç bir fikri olmadığını, görüp işitttiklerine bir hayli hayal mahsulü ilâveler
yaptığını ispat etmektedir. Böylce bu kitap, araştırmalarımıza müspet bir tesir
yapmaktan uzak kalmıştır. İçindeki büyük yanlışlara ve hayâl mahsulü romanesk
tasvislere rağmen, JRAS, 1903 S. 484’deki yazısı için Margoliouth’un, İslâm
Ansiklopedisindeki Müseylime maddesini yazmak için de Franz Buhl’ün nasıl olup
da bu seyahatnameden faydalanmış olduklarına şaşmamak mümkün değildir.
3. Etüd
mahiyetindeki eserler:
Etüd
mahiyetindeki eserlere gelince, bunları yabancı orientalistler tarafından
yazılmış olanlar ve Müslüman müellifler tarafındn yazılanlar diye ikiye ayırmak
mümkündür. Yabancı orientalistler tarafından yazılmış olan eser ve makalelerde
sahte peygamberlere temas edildiği zaman, bunların ya sahte peygamberleri
mühimsiyerek, onları Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
seviyesine çıkarmak veya Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i
küçümsiyerek onların seviyesine indirmek' gayretini güttükleri ve bazı peşin
hükümlerden hareket ettikleri görülmektedir. Meselâ konumuzla ilgili
meşelere en çok temas etmiş olan Caetani, sahte peygamber Müseylime’den
bahsederken “... bu yüzden muhaddisler İslâmiyet ile Müseylime arasındaki
nizam hakîkî sebebini meydana vurmuşlardır. Bu da Arabistan'1 da her
ikisi de nüfuzi cisnıanî ve ruhanîye göz dikmiş iki peygamberin ve iki dinin
mevcudiyetinden ibarettir. Binaenaleyh bu iki din yan yana yaşıyamazlardı”
(Caetani, Islâm tarihi, IX., S. 27) demekle Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] [salla'llâhü aleyhi ve
sellem]’i Müseylime’nin seviyesine indirmek istemiştir. Gene böyle bir
gayretle Caetani, asıl kaynak olan Seyf’i bırakarak, İbni Haldun’a dayanan bir
rivâyetin birinci bölümünün Seyf tarafından teyid edildiği için doğru
olduğunu, fakat ikinci bölümünün tamamen sonradan uydurulmuş bulunduğunu hiçbir
müsbet delile dayanmaksızın iddia etmekte, hâlbuki Seyf haberin ikinci bölümünü
de teyid etmektedir (bk. a. g. e. VIII., S. 280). Ayrıca gene VI. cildin 289.
sayfasında 3. no. not ile IX. cildin 303. sayfasındaki 1 no. notlar da okunacak
olursa bu iddiamızın yerinde olduğu açıkça görülür. Bununla beraber Ridde dolaysısıyla
da olsa konumuzla ilgili meselelere en çok yer tahsis eden müellif gene Caetani
olmuştur.
Caetani’den
daha önce, bilhassa Cahiliyye Devri ve İslâmiyet’in ilk zamanları hakkında
yapmış olduğu incelemelerle büyük bir şöhret kazanmış olan ve Caetani’nin de
kendisinden çok istifade ettiği Alman orientalisti Wellhausen’da da aynı
gayretlerin mevcut olduğu maalesef görülmektedir. Meselâ Skizzeu und
Vorarbeiten S. 18’de Wellhausen, yalancı peygamber Müseylime’den bahsederken,
Taberî’nin Müseylime hakkında kaydettiği “Rebi’a’nın yalancısı” sözünü kabile
nefretinden dolayı, Müseylime’ye edilmiş bir iftira kabul etmekte ve bunu
göstermek için ileri sürdüğü delil ise pek zayıf kalmaktadır.
Vesîme’nin
Kitab ür-Ridde’sine değerli bir giriş yazmış olan Dr. Höhnerbach’da sahte
peygamberler bakımından, Wellhausen ve Caetani’nin fikirlerini tekrarlamaktan
uzaklaşılmıştır. Halbuki bizzat yayınladığı bu kitapta bu fikirleri çürütecek
birçok deliller mevcuttur. Bununla beraber orientalistler arasında mümkün
olduğu kadar objektif kalmayı başarmış olanlar da yok değildir. Meselâ Muir,
Annal of the early Caliphate’da, Charles Lyall, JRAS 1903’ S. 773 de yazmış
olduğu Hanif ve Müslim kelimelerinin etimolojisi ile ilgili makalelerde, Tor
Andrae, Molıamet sa vie et sa doctrine, Paris 1945 de olduğu gibi.
Müslüman
müellifler tarafından yazılmış olan kitap ve makalelerde ise, bu konu sahte
peygamberlere karşı duyulan nefretten dolayı, ya hiç yer almamakta veya gayet
kısa geçilmektedir.
III. YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA
ÇIKIŞ SEBEPLERİ
İslâmiyette
ilk Yalancı Peygamberlerin, ortaya çıkışlarının muhtelif sebepleri vardır.
Bunları aşağıdaki şekilde tasnif ve izah etmeği faydah bulduk:
1.
İSLÂMÎ YETİN
ÇIKIŞI SIRASINDA
ARABİSTAN’DA DİNÎ DURUM
islâmiyetin
çıkşı sırasında Arap yarımadasının içinde bulunduğu dinî durumun, yalancı
peygamberlerin ortaya atılmasında oldukça büyük bir tesiri olmuştur. Bundan
ötürü Yarımadanın o zamanki dinî durumunu incelemek gerekir.
İslâmiyetin
çıkışı sırasında Arapların genel olarak dini putperestlik idi. Fakat Yarımada,
Kızıldeniz ve Basra Körfezi vasıtasiyle Habeşistan’a ve İran’a, kuzeyden ise
Mezopotamya ve Suriye bölgelerine komşu olduğu için, bu memleketlerdeki
dinlerin sınır bölgelerinden Yarımadanın içerisine doğru sızıntı hâlinde
girdiği gerçek bir olaydır. Bu cümleden olarakBahreyn, Oman, Yemen, Necran
bölgelerin de Mecûsîlik, Hristiyanlık, Musevîlik saydabileceği gibi, ayrıca
Hristiyanlığın Yakûbîlik ve Nestûrîlik şekli de burada kendine taraftar
bulabilmiştir. Fakat ticaret yollarının âdeta kavşak noktası ve bir yıllık
panayır yeri olan Mekke ve etrafı Hicaz’da bu dinlerden hiç biri yerleşmemiştir.
Orada ecdadın yaptığı putlar, Kabe’nin içini süslemektedir, Kureyşli Araplar’ın
kutsal tanıdığı ve taptığı putların sayısı ise üçyüz altmışı bulmakta idi.
Kabe’nin en önemli putu Hubel, Kureyş kabilesinin putu idi. Savaşa gidecek
olan bir kimse, başını tıraş ettirip onu ziyaret ederdi. Fakat bundan da daha
önemli olan Hacer-i Esved vardı. Bazı kabilelerde mâbudlar insan, arslan, at,
kuş şekillerinde tasvir edilmişti. Meselâ Mekke yakınındaki Hüzeyl kabilesinin
putu kadın şeklinde, Kelb ve Tayy kabilelerininki arslan şeklindeydi. Ye m
en’de Hamdan denilen yerdeki halk at şeklinde bir mabuda, Himyerîler ise
Kerkenez kuşuna taparlardı. Evs ve Hazrec’lilerin Menat adında bir mâbudları
vardı ki, hu bir kayaydı ve kurbanlarının kanlarını onun üzerine sürerler,
kıtlık olursa ondan yağmur yağdırmasını isterlerdi.
Kabe
her nekadar putperest Araplar’ın müştereken kutsal tanıdığı bir yer olmuşsa da
bundan gayri, Yarımadanın başka başka yerlerinde yüz kadar tapınak daha
vardı ve onların da etrafı tavaf edilir, kurbanlar kesilir, bunlara hediyeler
sunulurdu. Bunların da Kabe gibi kayyumları ve hâcibleri bulunurdu. Bununla
beraber Kabe daima en üstün yeri alır ve Araplar buranın Hazreti İbrahim’in
mescidi olduğunu tasdik ederlerdi. Bu cümleden olarak Uzza tapınağı, gene
Kureyşlilerin Mekke dışında, Batn-ı ..N alile’deki kutsal yerlerinden biriydi
ve bakımı S üley m kabilesine aitti. S akîf kabilesinin T âif’de Lât, Rebia
kabilesinin Rıda’, Hiray erile r’in San’a’da Risâm adında birer tapmakları
mevcuttu.
Araplar
cinlere de inanır, bunları Allah’ın kızları sayarlardı. Bu inançta Arabistan
ikliminin ve coğrafî durumunun tesirleri olsa gerektir. Cinler hayır ve şer
işledikleri için onlara hürmet ve ibadet gerekirdi. Bunlar ekseriya bir taşın
veya ağacın içini mesken tuttuklarından, o ağaç veya taşa ibadet edilirdi.
Gene bu ağaç ve taşlardan bazı sesler işitildiğinden onlara kehanet
atfedilirdi. Mselâ Lât, Uzza ve Menat’da böyle birer cin bulunur ve bunlar
konuşurlardı. Bu işi tapınaklardaki kâhinlerin idare ettikleini talimin
etmek güç değildir!.
Milâttan
sonra VI. Yüzyılın ortalımda Arabistan’da putlara artık eskisi gibi rağbet eden
kalmamıştı. Araplar taştan ağaçtan yapılmış tanrıların dünyayı ve kâinatı idare
edemiyecekleri inancına artık varabilmişlerdi. Her ne kadar başları darda
kalınca gene onlara müracaat ediyor, kurbanlar kesip kanlarını bu putların
üstlerine sürüyorlar idiyseler de, amaçları gerçekleşmeyince onlara
küfretmekten de geri kalmıyorlardı. Hattâ Beni Hanife’nin uzun yıllar boyunca
taptığı putu bir kıtlık sırasında yemiş olması, Araplar’ın tanrılarına
bağlılıklarının ne derece gevşediğini göstermeğe yarayacak bir örnek teşkil
etmektedir.
Tanrılara
olan bağ böyle zayıflayınca, kabile üyeleri arasındaki bağın da zayıfhyacağı
akla gelmemelidir. Çünkü Araplar’da asıl birlik din yolu
2
Dozy, Tarih-i İslamiyet, İst. 1908 / 9, C. I-, S. 16.
ile
değil, kan yolu ile kurulmuştu. Meselâ VI. Yüzyılda bir kabilenin başka başka
kolları, ayrı ayrı tanrılara tapıyordu. Sonunda tanrıya nispetle amlan
kabileler boş yere bu adları taşıdılar. Çünkü zamanla tanrı ile, adını taşıyan
kabile arasında gerçek bir bağ ispat edilemez olmuştu. Bu şöyle olmuştu:
Kabileler veya kabilelerin bir kısmı mecburî olarak yerlerini terkettiklcTİ
zaman, bunların putları ve tapınakları eski yerinde kalırdı; yeni gelenler
kendi tanrılarını terketmemekle beraber, yeni tapınağı ve tanrısını kabul
ederler ve yılda bir iki defa da eski tanrılarına kurbanlar sunmak üzere eski
yurtlarına giderlerdi. Böylce din kabile mensubiyetini kaybedip âdeta tevhidi
bir mahiyet almaya başlamış bulunuyordu. Bu yoldaki gelişme tanrıların
birbirleiyle birleşmesine yardım etmiş ve b öylece monoteizme müsait bir zemin
hazırlanmıştır . VI. ve VII, Yüzyıllarda artık kudretin asıl sahibi
ve tanrıların üstünde sayılan bir Allah ’m mevcudiyetine inanıldığı
kitabelerden ve şiirlerden anlaşılmaktadır. Zira bu devirde yemin edilirken
putlar üzerine değil, Allah adına yemin edilmeğe başlanmıştır. Putun adına,
bazen şiirlerin mısrâlaıı arasında rastlanırsa da bu, çok kere, o putun bağh
bulunduğu tapınağın bahse konu teşkil etmesinden ileri gelmekte idi Her kabilenin mensupları kendi tanrılarından
bahsederken, onun doğrudan doğruya adını söylemez “Rabbi” veya “Rabbena”
(=efendim veya efendimiz) diye onu anardı. Bazan “İlâhi” de denirdi.
Meselâ Sakîfler’de el-Lât, Rabb’in müennesi idi. Her kabile “Allah”
diyor, fakat kendi tanrısını kastediyordu. Ancak böylece konuşma dilinde tam
hâkimiyet elde eden “Allah” kelimesi, her tarafta bir olan, her
kabilenin sayılan genel bir Tanrı fikrine geçişi temin etmiş oldu ve genelliği
bakımından diğer tanrılardan ayrılıp onlrın üstüne yükseldi. Böylce çok kere
olduğu gibi dil, gene akıldan evvel harekete geçmiş, genel bir kavram meydana
getirmişti. Araplar’da putperestlik artık samimî ve kalbı olmaktan çok uzaktı;
kütle hâlinde İslâmiyet! kabul etmeleri, hem de kolayca kabul etmeleri bunu
gösterir . Kur’andaki:
(XXXIX/3) yâni “Biz onlara ancak bizi
Tanrı'ya yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” âyeti de bu fikri kuvvetle teyid
etmeğe yeter bir delildir.
işte
bu misâller bize gösteriyor ki, İslâmiyet doğmadan biraz evvel, Araplar kâinatı
kuran, düzenleyen bir tanrının varlığına hükmetmişlerdi. Fakat onunla
kendileri arasında henüz bir münasebet kurulamamıştı. Gerçi, tek tanrılı dinler
ötedenberi Yarımadada bilinirdi. Fakat Isâ ve Mûsa dinleri, hürriyetlerine son
derece bağlı olan Araplar, tarafından itibar görmemişti. Çünkü bu iki dinden
biri tamamiyle millî idi, diğeri ise aslında esaret hayatı yaşayan ve hâkim
sınıfların zulmünden ümitsizliğe düşen kavimlere sabır ve tahammülü tavsiye
ediyordu. Araplar, öyle bir yanağına tokat vuran kimseye, öteki yanağını
uzatacak kadar müsamahakâr yaradılışta değillerdir. Esasen Araplar başka dinlere
karşı pek lâkayt idiler. Bir kabile içinde ayrı ayrı dinî inanca sahip
kimselerin bulunmasına, o kabile üyeleri hiç ses çıkarmazlardı. Bu lâlâkaydî o
dereceye varmıştı ki, Kabe’nin direkleri üzerinde Meryem ve oğlu İ s â’nın
resimleri yer alıyor s, öte yandan putperest olan birçok şairler ve
bu arada İmru’ul Kay s muallakasmda, yolunu şaşırmış seyyahlara meşalelerle yol
gösteren Hristiyan münzevilerini anıyordu.
Gene
bu hoş görürlük sebebiyledir ki, ilk zamanlarda Hazret i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’in dinini yaymasına Mekkeliler ses çıkarmadılar; fakat o,
putlara hücuma başlayınca durum değişti. Ancak bundan sonradır ki, gururlan
zedelenen Araplar, putların ortadan kalkmasıyla Mekke’nin İktisadî merkez olma
durumunu kaybedeceğinden korkarak İslâmiyet’e karşı cephe aldılar.
B.
Arabistan’a
sızmış olan yabancı dinler
Arabistan’da
hâkim olan putperestliğin yanında komşu ülkelerden, bilhassa sınır bölgelere,
çeşitli yollar ve şekillerle, bir takım yabancı dinler girmiş ve taraftarlar
kazanmış bulunuyordu.
a.
Sabitlik:
Sâbiîlik birbirinden farklı iki mezhebe ayrılmıştı: 1) Mandeenler yahut
Subbalar, 2) Harran Sâbiîleri. Birincisi Mezopotamya’da Musevîlik ve
Hristiyanlık’la karışmış bir mezheptir. İkincisi daha çok eski Bâbil dininden
müteessir olan ay ve yıldızları kutsal tanımış, putperestliğe yakın bir
mezheptir ve uzun zaman Islâm hâkimiyeti altında devam etmiştir. Doktrinleri
ve yetiştirdiği âlimlerin değeri bakımından enteresandır. Kur’anda bile Mûsevîlerle
Hristiyanlar arasında Ehl al Kitab olarak üç yerde zikredilmiş olan (S. II, A.
64) her hâlde bu Mandeenler olmalıdır.
IV.
Yüzyıldan sonra Arap yazarları Harran Sâbiîler’inden sık sık bahsetmektedirler . Bunlar Şehristanî’ye göre iki
feylesof peygamberi dinlerinin kurucusu olarak tanımaktadırlar. Bu peygamberler
Set ve Idris ile aynı olan Kermes ve Azimen’dir. Orfeus da bunların
peygamberlerinden sayılmaktadır. Sahiller esasında hâkim, mukaddes, yaratılmamış
bir yaratıcıya inanmaktadırlar ki, büyüklüğü kavranamaz ve ancak ruhlar
vasıtasiyle ona ulaşılabilir. Bu ruhlar en büyük varlığın yamnda şefaatçidirler
ve kudreti, İlâhî büyüklükten alıp aşağıdaki alçak varlıklara indirirler. Bu
alçak varlıkları da ilk başlangıçtan olgunlaşmaya doğru götürürler. İşte yedi
gezegen yıldız bu ruhlardan olup her birinin birer de tapınağı vardır. Bu
yddızlar Sâbiîlerde bazen “babalar”, hava ve su gibi unsurlar ise “analar”
adını taşımaktaydılar. Sâbiler öyle inanırlardı ki, bu ruhların yâni
yıldızların faaliyetleri, muhitlerini harekete getirmek ve böyle unsurları ve
fizik kâinatı tesir altına almaktan ibaretti Arap Yarımadasına da inmiş olan Sâbiîlik,
İslâmiyet’in yayıldığı zamana kadar oralarda yaşamıştır. Ömer hin Hattab İslâmiyet’i
kabul ettiği sırada, yanlış olarak onun hakkında arkadaşları “Ömer Sâbiî
olmuş'' demişlerdiB, tkk zamanlarda henüz İslâmiyet anlaşılmadan
önce, Müslümanlar’a hu adın verilmesi, Sabitliğin Yarımadada taraftarlar bulmuş
olduğunu ve hatta putperest Hicaz’da bile adım tanıttığım bize göstermektedir.
Her ne kadr Arapçada “Sâbiî” dinden sapmış mânasına gelmekte ise de,
buradaki Sâbiî kelimesinin yukarda bahsettiğimiz mânada kullanılmamış olması
daha muhtemeldir.
b.
Mecûsîlîk:
Mecusîliğin bir adı da Zerdüştîlik’ dir. Kurucusu Zerdüşt Maveraünnehr’ de veya
Harizm’de doğmuş dinini gene bu bölgede yaynuya devam etmiştir. Mecusîliğin
Avesta adlı din kitabına Pehlevî dilinde bir şerli yazıldı. Bu iki kitaba
birden“Zend-Avesta” dendi ve Mecûsîler’in mukaddes kitabım teşkil etti. Bu
dinde iki büyük tanrı vardır: Bunlar birbirleriyle dâimi bir şekilde
çarpışmaktadırlar. Bu tanrılardan birinin adı “ Ahuramazda” (= Hürmüz) dır;
o,bütün unsurları ihata eden, kurtaran, dünyayı yaratan ve onun nizamım, plânım
hazırlayan, hayat veren tanrıdır. İkincisi “Angramanyu” (== Ehrimen) kötülük
ve karanlığı temsil eden tanrıdır. Bu iki tanrı birbirleriyle aynı zamanda ikiz
kardeştirler. Bir gün bu iki tanrı arasındaki savaşta, Ahuramazda’mn üstünlük
elde etmesiyle dünyanın sonu gelmiş ve böylece Ahuramazda’mn saltanatı ebedî
olarak kurulmuş olacaktır. O gün erimiş demirden ırmak, müminler için ıhk bir
süt kadar hoş görünürken, günahkârları yakıp mahvedecektir, iyiler yeni ve iyi
bir dünyaya ulaşacaklardır î0. Bu iki kuvvetin yanında daha bir
takım isimler yer almakta ise de, bu isimlerin yukarda adlan geçen tanrılar
kadar küvet ve nüfuz sahibi olmaktan çok uzak bulunan ve bazan görevlendirilmiş
melekleri, hazan da tanrıların muhtelif sıfatlarını ifade etmekte oldukları
anlaşılmaktadır.
Islâmiyetin
yayıldığı sıralarda, bu dinin mensuplerma daha çok Oman, Bahreyn ve Yemen’de
rastlamakta idi .
e.
Musevîlik: Musevîlik herkesin malûmu en eski monoteist dinlerden
olduğundan, bu dinin mahiyeti hakkında kısa da olsa bilgi vermeği
lüzumsuz buluyoruz. Burada sadece İslâmiyet’in zuhuru sırasında Museviliğin
Arabistan’da nerelere kadar yayıldığım bildirmekle yetineceğiz, Mûsâ dini,
komşu bulunduğu memleketler içinde en ziyade Arap Yarımadasında taraftar
bulabildi. Çünkü İbrahim’in Rabbi’ne karşı Beni İsmail’in hürmeti büyüktü.
Millî bir din olması onun başka ülkelerde geniş kütleleri içine almasına engel
olmuştu. Musevîlik Arabistan’da bazı önemli münbit yerleri eline geçirmiş,
buralarda kuvvet ve nüfuza sahip olabilmişti. Böylce Arabistan’ın kuzey
batısındaki vahaları, belki de daha Yemen’e yerleşmeden önce, elde etmiş
bulunuyordu. Bunlar Teyma, Hayber, Yesrib, Fedek vahalarıdır . Himyer, Kinâue, Hâris bin Kâ’b
kabilelerinin bir kısmı da bu dine dahil olmuşlar, hatta Yemen hükümeti bir ara
devletin resmî dini olarak Mûsevîliği kabule kadar gitmiştir. Ayrıca Mûsevîlik
Bahreyn ve Oman’da da yerleşmeğe muvaffak olabilmiştir.
d.
Hristiyanlık: Hristiyanlık Arabistan’a iki ana yoldan girmeğe muvaffak
olmuştu. Bunlardan birincisi, kuzeyden Suriye, İkincisi güneyden Habeşistan’dan
Kızddeniz vasıtasiyle Yemen’e ulaşan yoldur. Bu yollardan Hristiyanlık kâh
barışçd bir şekilde, kâh savaş ve istilâ ile Yarımadanın bazı bölgelerine
yayılmış, bazı bölgelerinde ise, umdeleri, efsaneleri ve ibadet şekilleri,
inanmıyan Azaplar tarafından öğrenilmişti. Hristiyanlığın Arabistan’a barışçd
bir şeküde sızmasına, Hristiyan esirler ve bilhassa Arabistan’dan Habeşistan’a,
Suriye ve İran’ın Hristiyan olmuş bölgelerine giden şarap tüccarları sebep
olmuşlardır.
Yarımadada
Hristiyanlık en büyük zaferini Necran şehrinde kaydetti. iddiaya göre bu dini
oraya götüren, salih Phemion adh bir şahıstır. Esir olarak oraya
satıldığı sırada dinî vaızlarıyla Necran halkını Hristiyanlaştırmağa muvaffak
olmuştur .
Esirlerin
bu yolda faaliyetlerine paralel olarak Yarımadanın en uzak köşelerine kadar
giden şarap tüccarları da bu dinin yayılmasında büyük rol oynamışlardır. Ancak,
geleneklerine sadık müşriklerin din hususundaki geniş müsamahalarına rağmen
(bk. yk. S. 12 v. ö.), atalarının taptıkları putları, pek hayalî kabul
ettikleri çarmıha gerilmiş bir tanrı uğruna kolay kolay terke yanaşamadıkları
da bir gerçektir. Esasen bunlar sınırdaki kabileler gibi Ârâmî tesirlere
fazlaca maruz da değillerdi.
Ayrıca
Arap Yarımadasından dışarıya giden tüccarlar, gittikleri yerlerde Hristiyanlığın
başka başka mezhepleri ile temasa geçerek bu din hakkındaki çeşitli bilgilerini
arttırmak fırsat ve imkânlarını buluyorlardı. Hristiyanlığın bu şekilde
barışçıl bit yolla Arabistan’a girmesine karşılık, diğer taraftan Habeşîlerin
Yememi istilâsı üzerine bu dinin Melkit mezhebi Yarımadanın güneybatısında bazı yerlere iyice
yerleşmiştir. Sonra Irauhların Habeşîleri koğup hâkimiyeti ellerine geçirmeleri
üzerine de aynı dinin Nestûrî mezhebi burada teşvik görmüş, fakat ne bütün güney
Arabistan’ı ne de bu bölgede halkın çoğunluğunu kendine bağhyan bir kilise
kurulamamıştır.
Kuzey
bölgesine gelince, burada Kuzaa, Taglib kabileleri Dumet ül Cendel bölgesi
sakinleri, Hristiyanlığı sathî bir şekilde de olsa kabul etmiş, Hîre’deki Lâhmî
sülâleleri, hükümdarlarının putperest ve hedevî kalmasına rağmen,
hristiyanlaşmışlardı. Gene Arapçayı yazı dili olarak kullanan Anbarlı Ib adîler
de Hristiyan olmuşlardı’5. Bu sınır ülkelerinin kapılarından
Yarımadanın içerlerine doğra yayılan Hristiyanhk Tanuh, Taglib kabilelerinin
bir kısmını ve Bahreyn, Far ân halkından bazı toplulukları da içine alıyordu.
Bundan başka Wellhausen, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] zamanında
Tayy’ların, hattâ Temim ve Reb ia kabilelerinin arasına kısmen de olsa Hristiyanlığın
girdiğiui iddia etmektedir .
Ayrıca Himyerler, Cezemler ve Esed kabilelerinde Hristiyan topluluklarının
bulunduğunu ve Basra Körfezinin güney kıyılarında ise beş piskoposluğun mevcut
olduğunu öğreniyoruz .
C.
Arabistan’da
putların üstünde bir tanrı
kavramının teşekkülü ve Hanîflik
Hazret-i
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’den evvel Mekke , Tâif ve Medine’de
bazı insanların putperestlikle tatmin olunmayıp yeni bir din aramaya
başladıklarını, bunu bulmak ümidi ile de Tevrat ve Incil’i incelediklerini
Islâm kaynaklan bize haber vermektedirler. Hanîf adı verilen bu arayıcılar,
Musa ve Isa dinlerine karşı belki sempati duymuşlarsa bile, onları kabul
etmemişlerdi. Bunlar kendilerinin atası ve Kabe’nin kurucusu addettikleri
Hazreti İbrahim’in dinini araştırıyor ve bu dini ihya edecek yeni bir
peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Fakat aralarında bir birlik ve müşterek
bir ibadet şekli mevcut değildi. Bunlar sadece tek tannya inanıyorlar ve hu
tanrının görünen, bilinen herşeyin üstünde olup ona şerik koşulamıyacağına,
onun doğmamış ve doğurmamış olduğuna, onun bütün mahlûkatı yarattığına iman
ediyorardı. Kelime olarak H ani f , doğruya meyleden kimse demektir.
Kur’an’da “Hanîf” adı birkaç yerde geçmekte ve bunlara Müslim de denmektedir.
Islâm da zaten insanın kendisini İlâhî yola terketmesi demektir .
Bakara sûresinin 136. âyetinde.
Yâni
“Onlar dediler ki, Yahudi veya Hristiyan olunuz, hidayet bulur sunuz, deki
hayırbiz Hanif olan İbrahim dinine gireriz,zira İbrahim müşriklerden değil
idi"', gene Al-i İmren sûresinin 95.
âyetinde İbrahim milletinin hanefî olduğu ve İbrahim’in putperest olmadığı
bildirilmektedir.
Peygamberimizden
önce ve onun yaşadığı yıllarda, adları ve iddiaları belli Hanîfler
yaşamışlardır. Bunlardan en meşhurları şunlardır: Varaka bin Nevfel, Ubeydullah
bin Cahş, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr bin Nevfel, Umeyye bin Ebi Salt, Kus
bin Sâide, Hâlid bin Sinan, El-’Aşâ bin Kay s. Bunlardan Varaka bin Nevfel ile
Osman bin Huveyris, Hazreti Hadice’nin amcası oğludurlar. Varaka, Hazreti Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e görünen meleğin, Musa’ya görünen Cebrail
olduğunu ve onun Peygamberliğini ilk müjdeleyen şahıstır. Bu meşhur
Hanifler’den dördü, Varaka bin Nevfel, Osman hin Huveyris, Zeyd bin Anır,
Ubeydullah bin Cahş bir gün, Mekke halkının her yıl kurban kestiği ve dilekler
dilediği bir puta, o yıl da nasd merasim yapıldığım bir kenara çekilip
seyrederler. Putlara gösterilen hu saygı, onlarda artık tahammül edilmez bir
nefret uyandırır ve ar alarmda Hanîf dinini, İbrahim’in şeriatını aramak üzere
ayrı ayrı yönlere seyahat etmek kararını verirler . Mahmud Esad
Efendinin, Ibni Ishak’dan aldığı bu rivayet, Hanîfler’in putperestlikten ne
kadar uzak olduğunu bize göstermektedir. Ayrıca, kuvvetli bir şair olan Umeyye
hin Ebi Salt ise şiirleriyle Hanifliğin prensiplerini çok güzel ifade
etmiştir. Kendisi Mûsa ve İsa dinlerini incelemiş, fakat bunlardan hiç birini
kabul etmemişti. O, bir âhır zaman Peygamberinin geleceğini söylemişti; fakat
bu peygamberliğin kedisine nasip olacağını umuyordu. Bu yüzden Hazreti Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] Resûl
olduğunu ilân edince memnun olmadı ve İslâmiyet’i kabul etmedi. Bununla beraber,
onun şiirleri âdeta mü’min bir Müslümanm ağzından çıkmış gibidir: “... Sağ
olduğum müddetçe Cenab-ı Hakka hamd-ü sena etmekten ve O’nu yüceltmekten geri
durmam. O’mutlak hâkimdir; ne O’nun üstünde bir Allah, ne O'na yakın
sayılabilecek bir mâbud vardır. Ey insan fenalıkltan kaçın... Cenab-ı Ilakk’dan
bir şey gizleyemezsin... Ya Allah sen benim mâlikimsin, ümidim şendedir. Senden
başka bir mâbud tanımam... Ona sorsunlar ki sabahleyin doğup, dünyayı
aydınlatan güneş kimindir. Yerde otları bitiren, mahsûlleri yetiştiren ve
yeniden tohum husule getiren kimdir? Ya Rabb senin adını takdis ettiğim
gibi günahlarımın affını da temenni ederim. Ya Rabb beni rahmetine nail et,
beni ve evlâtlarımı mesut kıl”. Hanif adı verilen ve asıl Tanrıyı arayan bu
insanlar çok sayıda olup bütün Arabistan’da tek tanrılı bir dinî havanın
teşekkülüne sebep olmuşlardır.
D.
Netice
Yukarıda
söylediğimiz gibi uzun yıllar boyunca sürüp giden bedevîlik, putların
karışmasına, sonunda da bir tek Tanrı anlamının doğmasına vesile olmuştu. Gene
yukarda, Musa ve İsa dinlerinin Yarımadanın bazı bölgelerinde nasıl yerleştiğini,
bazı bölgelerde ise hüsni kabul görmese bile Araplar tarafından nasıl
tanındığım ifadeye çalıştık. Şimdi ise Hanifler Arabistan’ı dolaşarak kâh veciz
nutuklar (Kus bin Saide’nin nutku gibi), kâh tesirli şiirler söyliyerek
putperestliği küçümseyip hakîkî dini acıyarak, Araplar’m putlara karşı
olan bağlarının daha da gevşemesine vesile oluyorlardı. Böylece Araplar
tek tanrdı bir dini telkin edecek bir peygamberi kolayca kabûle hazar hâle
gelmiş bulunuyorlardı. İşte bu suretle bir taraftan Yemen ve Yemame’de, diğer
taraftan Esed ve Temim kabileleri arasında peygamnerlik iddiasında bulunan bazı
insanlar kendilerini, fikirlerini kabule hazır dinî bir atmosfer içinde
buluvermişlerdi. Tarihte sahte peygamberler adıyla anılan kimselerin ortaya
çıkma senepleri arasında “Ridde” olaylarım da saymak gerekir.
2.
RİDDE
Hicret’in
10. ve 11. yıllarında dinî ve hukukî bakımdan henüz pek yeni bir teşekkül olan
İslâm devletini büyük sarsıntılara mâruz bırakan Ridde olayı en eski İslâm
kaynaklarında oldukça geniş bir yer işgal etmektedir. Ridde, İslâmiyet’in bu
devri için o kadar önemli olmuştur ki, bazı tarihçiler sadece 10 11. yıllarda
cereyan eden isyan ve irtidatlan canlandırabilmek için hususî kitaplar vücuda
getirmeğe mecbur kalmışlardır. Vâkıdî’nin biricik nüshası Bankipore’da bulunan
Kitab al-Ridde’si ile Vesîme’nin İbni Hacet tarafından İsabe’ye alınan Kitab al
Ridde’si bunların en önemli örneklerini teşkil eder.
İslâm
tarihinde çeşitli sebeplerle meydana gelmiş olan Ridde “İslâm’dan dönmek, İslâm
dinini reddetmek” anlamına gelmektedir.
Arap
yarımadasının çeşitli bölgelerine yayılmış bulunan İslâm dini, Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hastalanması ve ölümü üzerine, gene bu bölgelerin
çoğunda yaşayan Araplar tarafından reddedilmiş, İslâmiyet’in yüklediği malî
mükellefiyetlerden kurtulmak isteyenlerde eski putlara dönme temayülü artmış,
bazı kabileler ise Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in tanıttığı
tek ve her şeye kâdir olan yüce Tanrıya ibadeti terketmemekle beraber İslâm
dininin gerektirdiği zekâttan muaf tutulmak istemişlerdi.
Ridde’nin
sebeplerini gösterebilmek için önce İslâmiyet’in Arap yarımadasında hangi
kabileler tarafından kabul edilmiş olduğnu belirtmek gerekmektedir: Hudeybiye
barış andlaşmasından sonra bütün Yarımadada yaşıyan Araplar, Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dinî ve İdarî nüfuzunun gün geçtikçe
arttığım gördüler. Esasen bu sırada putlara olan bağlılığın zayıflamış
olmasından ve Yarımadanın tek tanrılı yüksek bir dini kabule hazır bir durumda
da bulunmasından dolayı Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in tekliflerini
ulaştıran elçilerin müsait karşılanmaları ve bu arada İslâmiyet’in bu kabileler
tarafindan kabul edilip onun icap ve mükellefiyetlerinin derhâl yerine
getirilmesi kolayca mümkün oldu.
Hicretin
10. yılında Medine, Arabistan’ın dört bucağından gelen ve çeşitli kabilelerin
ihtida haberlerini getiren heyetlerle dolup taştı. Yemen’den, Yemame’den,
Necid’den, Oman’dan, Bahreyn’den, Belka’dan, Hadramavt’tan birçok Müslüman
olmuş kabileler, dinî ve siyasî bağlılıklarını bildirmeğe memur temsilcilerini
en kısa bir zamanda Medine’ye gönderdiler; böylece Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’in Vedâ Haccma hazırlandığı tarihlerde artık Arap
Yarımadasının her bölgesinde Medine hükümetine dînen ve siyaseten bağlı birçok
kabileler bulunduğu gibi, eski kitabî dinlere bağlı veya Mecusîlik, Sabiîlik
gibi kitabî muamelesi görmüş din sâliklerinin cizye vererek Müslüman
himayesini elde etmiş toplulukları da vardı .
Ridde’nin
İslâmiyet için en tehlikeli örneklerini vermeden önce, 10. yılda Arap
yarımadasındaki İslâmlaşma hareketine kısa bir göz atmak gerekmektedir.
Hicret’in 10. yılının Rebi’ al Evvel
ayında Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] dört yüz kişi ile birlikte Hâlid bin Velid’i
Necran’da yaşı yan Benu al-Hâris bin Kâab'lara gönderip onları İslâm’a
dâvet etmesini, kabul etmezlerse silâh kullanmasını emretti. Hâlid, puta tapan
Benu al Hâris’leri Müslümanlığa girmeğe ikna etti ve yeni dinin prensiplerini
onlara öğretebilmek için de Necran’da iki ay kalmağa mecbur oldu. Bu arada da
Hz. Peygaınber’e şöyle bir mektup yazdı: “Ey Tanrı Elçisi, sana esenlikler
dilerim ve sana hak mâbud olan Tanrıyı överim. Hamdii senadan sonra...........................................
ben Benu al Haris bin Kâab'ların
illerine geldikten sonra, emrettiğin gibi onları üç gün İslâmiyet'e çağırdım.
Etrafa süvariler göndererek Müslüman olunuz, emniyete ve selâmete
kavuşursunuz, diye ilân ettirdim. Onlar benimle savaşmadan Müslüman oldular.
Ben onlara Tann'nın emirlerini öğreterek ve yasak ettiği işlerden onları
meneyliyerek aralarında yaşıyorum ”
dedi. Bu mektubu alan Hz. Peygamber de Hâlid’e,
artık
Medine’ye dönmesini ve Benu al-Hâris bin Kâab’lardan bir heyeti misafir olarak
beraberinde getirmesini emreder mahiyette bir cevap gönderdi . Hâlid beraberinde Benu al-Hâris bin
Kâab’lann ileri gelenlerinden bir toplulukla Medine’ye döndü. Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] bunlarla
görüştü ve içlerinden Yezid Bin Husayn'ı reis tâyin etti. Necran’a
dönecekleri vakitte âdet olan hediyeleri dağıttı. Elçiler yurtlarına döndükten
sonra, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] onlara Ensar’ın Benu Neccâr kolundan
Amr binal-Hazm’ı öğretmen ve mâliye memuru olarak gönderdi. Amr orada dinî
tavsiyelerde bulunup zekât mallarını toplayacaktı.
Ibni İshak’a dayanan bir rivayet, bize
Amr binHazm al Ansârî’ye Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] tarafından yazılmış bir talimat mektubunun,
Kuran tarihi bakımından çok değerli bir haberi ihtiva ettiğini göstermektedir.
Mektup şu yoldadır:. “ Bismillâhirrahmanirrahim, ey müminler ahd ve
anlaşmalarınızı yerine getiriniz bu,
Tanrı Elçisi Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] 'in
Yemen’e
gönderdiği Amr bin al-Hazm için yazdığı mektuptur. Tanrı Elçisi ona bütün
işlerinde TanrTdan sakınarak hareket etmesini emretti. Çünkü Tanrı kendisinden
sakınan ve hayr ve iyiliklerde bulunanlarla birliktedir. Tanrı Elçisi ona,
Tanrı nasıl emrettiyse hak ve hukuka o şekilde riâyet ile iş görmesini,
insanlara hayrı müjdelemesini, Kur’an’ın ve İslâm dininin kaidelerini
öğretmesini, kötülüklerden menetmesini emreder. Temiz olmıyan kimseler Kurbanı
ellerine almasınlar. Ahaliye leh ve aleyhlerinde olan emir ve hükümleri
anlatsın.....” . Mektup bundan sonra
daha bir hayli uzar. Fakat bizim için mühim olan cihet yukarıya aldığımız, Temiz
olmıyanların Kurbana el sürmelerinin yasak olduğunu emreden cümledir. Zira
böylece peygamberin mümessillerinin Yarımadada İslamiyet! öğretmek ve yaymak
üzere gittikleri zaman, bunu, ancak ezberlerinde olduğu kadarını söylemek
suretiyle yapmadıklarını, nazil olmuş âyetlerin yazılı nüshalarını da beraber
götürdüklerini ispat eder. Bunun önemini Caetani ve Frants Bulıl (is. Ans. S.
1Ö0İ, Caetani, C. VIII. S. 26) de kabul etmekte fakat haberin doğruluğu
hususunda her ikisi de şüphelerini açıklamaktadırlar.
Bu
nokta üzerinde ısrarla durmamızın sebebi, Caetani’nin aşikar olan bir yığın
tarihi vesika krşısmda” Yemen’in Müslüman olmadığım, tam bir istiklâl içinde
bulunuduğunu, orada Esved’in isyanı başlayınca da Peygamberin, bu hâdiselere
zerre kadar önem vermediğini iddia etmesidir.
Hz.
Peygamberin elçilerine yazdığı ve yukarıya aldığımız mektuplar ile onlardan
gelen cevaplar, Kur’an halikındaki kayıtlar, ana kaynak olan Belâzûrî, Taberî,
Buharî, Ibni Sa’d tarafından teyid edilmektedir.
Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Esved’in isyanını önlemek için bütün
gücüyle çalışmıştır. Şu hâlde Caetani’nin bu yoldaki iddiaları doğru
olamaz (VII. S. 36).
Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Yemen’i İslâmlığa kazanmak
hususundaki gayretleri bitmemiştir. Birçok kollara aynlan Benu al Haris bin
Kâ’blar’a mektuplar ve elçiler yollıyarak, kimine amanname verip kiminin bazı
sulak arazideki haklarını tanıyarak ümit ettiği müsbet sonucu elde etmiştir.
Peygamber Veda Haccma çıkmadan önce Muaz bin. Cebel ile Ebu Musa’al Aş’arî’yi
İslâmiyet’i yaymaları için Yemen’e yolladı ve kendilerine talimat verirken “herşeyi
kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, fenalık değil, iyilikler yapınız, hasmâıne
değil dostâne duygular taşıyınız” dedi. Aş’arî, Yemenin daha çok kıyı
bölgelerine, Muaz bin Cebel ise yukarı bölgelerine memur edilmişlardi. Fakat
Yemen gibi verimli ve geniş bir bölgede yaşıyan pek çeşitli boy ve soydaki
insanların hepsini, birdenbire İslâmlığa kazanmak pek tabiidir ki, mümkün
olamamıştır. Bunu Belâzûrî’de gördüğümüz Muaz bin Cebel'in şu
mektubundan kolayca anlamaktayız: “Yağmur suyu ile yahut akar sularla sulanan
toprakların mahsulünden onda biri, sunî şekilde sular akıtmak suretiyle sulanan
yerlerden bunun yarısı alınır. Olgunluk çağına gelenlerden, nüfus başına bir
dinar veya bunun karşılığı dokuma bez alınır. Yahudi, yahudîlikten
döndürülemez”. Böylece yalnız Müslümanların ve Yahudilerin değil, Yemen’de
oturmakta olan Mecûsîler’in de Medine’ye tâbi bir durumda yaşadıkları gene
Belâzûrî’de aynı sayfadaki şu kayıttan anlaşılmaktadır: “Peygamber Heccr ve
Yemen Mecusîlerinin olgunluk çağma gelenlerinden adam başına bir dinar vergi
alınmasını emretmiştir”. 10, yılın Ramazan ayında büyük Mezhic kabilesinin
Yemen’de oturan Ans, Murad, Sa’d al-Aşire, Ca'fi, Zebid ve diğer
kollarım İslâmiyet’e davet için, başlarında Ali bin Ebî Talib’in bulunduğu ve
tahminen 300 kişiden meydana gelmiş bir sefer heyeti hazırlandı. Bir rivayete
göre, Ali savaşarak, İslâmiyet’i kabul ettirdi. Taberî’ye göre ise (Tab. Ter.
II. 2,. S. 830) Mezhicler derhâl İslâmiyet’i kabul ettiler. Yahudi
Hahamı, Kâab alAhbar da bu yıl ihtida etmiştir.
EZD
kabilesinden 10 kişinin başında bulunan Sarrad bin Abdullah al-Ezdi gene
aynı yılda Müslüman olmuş ve kendisi gibi İslâmiyet’i kabul etmiş bulunan
Ezd’lerin başına geçerek Cereş şehrini kuşatmıştı. Kuşatma uzun sürmüş,
sonunda Müslümanlar üstün gelerek, Sarrad, Cereş ve Tebale şehirlerine baş
eğdirmiş ve oraları İslâmhğa kazandırmışlardır.
HEMDANLAR’ın
İslâmiyet’i kabul ettikleri haberi ise, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in secdeye kapanıp Allah’a şükretmesine ve Hemdanlar’a selâmımdır,
Hemdanlar’a selâmımdır sözünü tekrarlamasına sebep olmuştur (Tab. Ter, II, 2.,
S. 831).
ABD
al KAYS delegeleri de bu yıl Peygamberi ziyaret ettiler ve içlerinde Hristiyan
dinine girmiş olanlar bile İslâmiyet’i kabul ettiler.
Aralarında
bulunan Amr bin Cârud kendi kavmi dinden, döndüğü zaman bile Müslüman
kaldı .
Gene
10. yılda Becîleler’den Cerir bin Abdullah Bedii. maiyetindeki 150 kişi
ile birlikte Hz. Muhammed’e bağhhğııu bildirmeğe geldi. Hepsi kelime-i şahadet
getirdiler. Peygamber onlara söylediği nutukta, göndereceği valinin bir Habeşli
bile olsa, ona itaat etmeleri lüzûmundan bahcetmiş ve döndükleri zaman Zu’l-Hulâsa
putunu yıkması için Cerir bin Abdullah’a emir vermiştir. O da bu emri
derhal yerine getirmiştir.
Zebidler’in,
Sadefler’in elçileri de aynı şekilde Medine’yi ziyaret edip aldıkları hediye
gümüşlerle memleketlerine döndüler.
Muradlar’a
gelince, bunlarla Hemdanlar arasında büyük bir geçimsizlik vardı. İşte
İslâmiyet bu geçimsizlikten bir hayli is tifade etti. Ferve bin Müseyk al
Murâdî, müttefiklerinden olan Kindeler’in emrinden ayrılıp Medine’ye geldi;
İslâmiyet’i kabul etti. Haz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] de onu, mükâfat olarak, Muradlar, Mezhicler ve
Zebidler üzerine kendi temsilcisi tâyin etti.
Arabistan’ın
âdeta zahire anban durumunda olan ve Hicaz’ın doğusuna düşen Yemâme bölgesinde
büyük REBÎA kabilesinin bir kolu olan H a n i f e kabilesine gelince, bunların
7. yılda başkanlan olan Hevze hin Ali’nin İran yoluyla gelen Hristiyanlığı
kabul etmiş olması muhtemeldir. Peygamber ona, Salit bin Amr al-Amiri
eliyle bir mektup yolladığı zaman o Peygamber’e, kendisinin şair ve hatip
olduğunu, şayet kendisine bir pay verilecek olursa, İslâmiyet’e gireceği
yolunda bir cevap yolladı. Bundan sonra, Hanife kabilesinden 10 kişilik bir
heyet Medine’ye geldi içlerinde bulunan Müseylime de aynı şekilde ortaklık
peşinde koşmuş, Peygamber’den kendisine bir menfaat temin edemeyince Peygamberlik
iddiasına koyulmayı en uygun bir yol zannetmişti. Hâlbuki gene Hanîfe
kabilesinin mühim bir kısmına hükmeden Sümame bin Usâl, maceralı bir şekilde de
olsa önceden İslâmiyet’e girmiş ve bu uğurda Yemâme’de sonradan İslâm’ı
terkedenlerle bir hayli uğraşmıştır .
Bundan
başka önemli bir kabile olan Kindeler’den de Eş’as bin Kays seksen kişilik bir
temsilci topluluğu ile Medine’ye gelmişti. Kinde Araplarmın saçları pek
dikkatli taranmış, gözleri de sürmelenmişti. Meşlâhları renkli ve altın
pullarla işlenmişti. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] bu pek süslü giyimi beğenmedi. Elçiler
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Peygamberin emriyle süslü elbiselerini
çjkarmaya mecbur oldular (Tab. Leyden basısı, I., S. 1739).
Hz.
Peygamber T a y y 1 a r’ın da sefaret heyetlerini kabul etmiş ve onların
kollarından olan bütün kabilelere mektuplar yazmıştır. Tayylar İslâmiyet’i
büyük bir çoğunlukla kabul etmişlerdi.
10.
yıldan önce İslâmiyet’i kabul etmiş bulunan E s e d 1 e r’e Peygamber mektup
yazarak Esedler’in, Tayylar’ın sularına saldırmamalarını arazilerine
girmemelerini ihtar etti.
Gene
İbni Sa’ d’dan aldığımız bilgiye göre Hadramavt büyüklerine Hz. Peygamber
mektuplar yazmıştır. Bunlar arasında da İslâmiyet’in kabul edildiği yazılmış
olan bir beyitten anlaşılmaktadır.
Sekizinci
Hicret yılında Müslüman olan Oman halkı, yâni Ezdler’ den olan halk, İslâmın
inceliklerini öğrenmek isteyince, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] onlara Amr bin al-As'ı yolladı.
Buraya
kadar 10. yılda İslâmlaşmış büyük, küçük bazı kabilelerin İslâmiyet’e nasıl
girmiş olduklarım, bir yığın karışık haberler arasından, mümkün olduğu kadar
seçmeğe çalıştık. Şimdi Yarımada’nın Bahreyn gibi bazı bölgelerinin 10.
yıldan önce nasıl olup da İslâmiyet’e dahil olduklarına işaret eden kısa
misâller vererek, yaıımada’da yeni semavî dini tanımamış veya bundan haberdar
olmamış bir köşenin kalmadığım ispat etmek mecburiyetindeyiz. Öyleki, Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] öldüğü
zaman İslâmiyet, âdeta henüz Hicaz bölgesinin sınırlarım aşamamıştı iddiasında
bulunan müsteşriklere bu iddialarında haklı olmadıkları cevabını verebilelim.
Bahreyn’i
8. yılda Fars ülkesinin bir parçası gibi telâkld edenler vardı. Orada Abd
al-Kayslar’la Bekr binVâil ve Temim Araplarından birçokları yaşardı. Hz.
Peygamber zamanında orada Farslar’ın vâlisi Münzir bin Sava idi. Hz.
Peygamber buranın büyüklerine İslâmiyet’i veya cizye vermeği kabul etmelerini
bildiren bir mektup yazdı Ora halkından ata tapanların bir kışımı ve başkanları
Müslüman oldular; Mecusî, Yahudi ve Hristiyan olan ahalisi ise al-Alâ bin
al-Hadramî ile banş yaptı. İbni Abbas'm rivayetine bakılırsa, Hz.
Peygamber’in Bahreyn halkına şöyle bir mektup yazdığı görülür: “Tanrıyı
ululadıktan sonra, siz namaz kılar zekât verir Tanrı ve Elçisine kalbden
inanır, hurmalığınızın mahsûlünden onda birini, ekinlerinizden yirmide birini
verir, çocuklarınızı Mecûsî yapmaz iseniz, siz andlaşmada anılan şartlarla emniyet
içindesiniz. Ancak ateşgedeler Tanrı ve Elçisinin emriyle yıkılıcaktır. Ancak
İslâmiyet’i kabul etmez iseniz sizden cizye alınacaktır.” Mecusîlerle
Yahudîler İslâmiyet’e yanaşmadan cizyeyi Ödemeği kabul ettiler (Belâzûrî, ter.
I. S. 130).
Necran’ın
Hristiyan halkından da bir heyet gelip Hz. Muhammed ile cizye vererek
dinlerinde serbest kalmak şartı ile bir andlaşma yaptılar. Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in bunlara yazdığı mektubun metni çok enteresandır.
(fazla bilgi edinmek için bk. Taberî Leyden basısı, I., S. 1740). Böylece
Necran’ın Hristiyan halkı da dinen olmasa bile, hukuken Medine hâkimiyetini
tanımak mecburiyetinde kalmıştır.
Arap
Yarımadasının kuzey bölgesinde oturan ve Hristiyan Bizans ile en yakın teması
bulunan Gassaniıla r’dan da 10. yılda bir elçilik heyetinin geldiği Vâkıdî
tarafından zikredilmiştir 2S. Gelen heyetin geri döndüğü zaman
İslâmlığı yaymayı başarıp başaramadığı hakkında kesin bir vesikaya malik
değiliz.
Kuzey doğu bölgesine gelince,
kuzeyden, Mezopotamya’dan Bahreyn’e doğru uzanan topraklara yayılmış bulunan
büyük Temim kabilesi Hicretin 9. yılında Utarit bin Hâcib, el Akra’ bin Habis,
al Zibrikan Bin Bedr, Amr bin al Ahtem, Nu’aym bin Zeyd, Kays bin Asım ve
başkalarından müteşekkil bir heyeti Hz. Peygamber’e yolladı. Mekke fethinde Hz.
Peygamber ile birlikte hazır bulunan el Akra’ bin Habis ile Fezâre kabilesinden
Uyeyne bin Hısn da bu gelen heyetin içine girmişlerdi. Önce meziyet ve fazilet
yolunda bir yarışma yapıldı; Temim kabilesinin hatiplerinden Utârid bin Hâcib’e
Sâbit bin Kays ile Peygamberin meşhur şairi Hassan hin Sâbit cevap verdi.
Sonunda Müslümanların üstünlüğünü kabul eden Temimler İslâmiyet’i kabul ederek
memleketlerine döndüler37. .
Yukarıda
da söylediğimiz gibi, Arabistan’ın hemen her bucağında dinen ve siyaseten Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e bağlı kabileler, topluluklar veya bazı
kabilelerin ileri gelen şahsiyetleri vardı.
C.
Riddenin Sebepleri
Vedâ
Haccından yorgun ve zayıf düşmüş bir hâlde dönen Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] Muharrem ve S af er
aylarını Medine’de sâkin bir şekilde geçirdi. 11. yılın Muharrem ayında Şam
üzerine yürümek maksadıyla seferberlik ilân etti ve ordunun başkomutanlığına
azatlı kölesinin oğlu olan Usame bin Zeyd'i tâyin etti. Tam bu sırada
Peygamber, ölümüne sebep olan hastalığa yakalandı. Bu haber çarçabuk
Arabistan’ın dört bucağına yayıldı, Hristiyanlar ve Yahudiler fırsattan
istifade ederek İslâmiyet’i yeni kabul etmiş olan kabile mensuplarını dinden
dönmeğe teşvik ettiler. Yemen gibi Ebna, Arap, Yahudi
kabileleri ile meskûn ve çeşitli dinî inançlara bağlı toplulukların yaşadığı
bir bölgede bu haber daha büyük bir tepki unsuru hâline geldi. Esasen Arap
yarımadasının büyük bir kısmının İktisadî ve siyasî bakımdan Medine hükümetine
bağlanmış bulunması bazı kabile ileri gelenlerinin haset ve kıskançlığını
uyandırmıştı. Medine artık zengin ganimet mallarının, zekât ve cizyenin ve
binnetice siyasî ve askerî nüfuzun toplandığı bir başkent hâline gelmişti.
Yarımadanın dört bucağına oradan emirler veriliyor, elçiler, memurlar
müşküllerini hal etmek için gene oraya koşuyorlardı. Yarımadanın en akla
gelmez köşeleri, Peygamber Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’ifı
himayesine sığındıkları için komşu kabilelerin baskın korkusundan uzak olarak
yaşıyorlardı.
Tanrı
Elçisinin hastalanması haberi bir takım kabile şeflerinin siyasî gayelerini
açığa vurmalarına fırsat verdi. Bunlar topraklarım Medine hükümetinin
nüfuzundan sıyırarak zekât ve şâir adlarla toplanan vergileri, kendi şahsî
menfaatlerine veya gene kabilelerinin korunmasını temine tahsis etmek
maksadiyle göndermediler. Bu hareket Medine hükümeti tarafindan isyan sayıldı.
Bazıları isyan etmeden önce, ince plânlar düşündüler; muvaffak olmak için Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] gibi
görünmenin en iyi çare olacağı kanaatine ulaştılar. Böylece dinden dönen kabilelerin
bazılarının başında peygamberlik iddiasında bulunan bir takım âsi şefler
görüyoruz ki, bunlar Islâm tarihinin ilk devirlerinde ortaya çıkan ve bazıları
sonradan iyi bir Müslüman olarak tanınan yalancı peygamberlerdir. Arabistan’ı
bir yangın gibi saran Ridde’nin başlıca sebeblerini şöylece sırahyabiliriz: 1)
Peygamber’in hastalanması ve ölümü; 2) Siyasî arzularını tatmin etmek
istiyenlerin çeşitli vasıtalara baş vurmaları, halkı isyana teşvik etmeleri;
3) Halkın zekât ve cizyeden muaf tutulmak istenmeleri; 4) Kabile asabiyetinden
dolayı Kureyş hâkimiyeti altına girmek istenmemesi; 5) Yeni dinin ibâdet usullerinin
ve mükellefiyetlerinin Yanmada’da henüz tam mânasıyla kavranamamış bulunması.
D.
Riddenin
Yayılması ve Önlenmesi
Böylece
Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in son günlerinde başlamış
olan Ridde Ebu bekr zamanında gittikçe yaygın bir hâl aldı ve Esedler,
Gatafanlar, Eşca’lann bir kısmı, Temimler, Süleymler’den bazıları,
Havazinler’iıı bir kısmı, Beni Hilaflar, Imru’ul-Kayslar, Zekvanlar, Beni
Câriyeler, Hanîfeler, Bahreyn ahâlisi, Benu Bekr bin Vâiller, Oman Ezdler’inden
Dehalar, Nemr bin Kasıtlar, Kelbler, Kudaalar’dan bazıları, Beni Âmirlerin
hepsi vsr. dinden döndüler.
Sadık
kalanlara gelince, onlar da şunlardır: “İki Mescid (yâni Mekke ile Medine)
arasındaki kabilelerle Eşlemler, Gtfarlar, Cüheyneler, Miizeyneler, Kâab
ve Sakîfler.”, Ayrıca Tayylar, Hüzeyller. Beciteler, Has’amlar,
Tihame yakınındaki Havâzinler, Cüşemler, Sa’d bin Bekrler de sadık
kaldılar. Gene sadık kalanlar arasında Bahreyn’de Abdülkayslardan
bazdan, bazı Yemenliler, Yemen’de Kindeler, Hadramavthlar, Cendel,
Zebid kabilelerini de saymak gerekir.
Ebu
Bekr hâlife olmadan önce, Üsâme, Peygamber’in emriyle Suriye seferine
hazırlanmış, fakat onun hstahğı bu seferin bir zaman için geri bırakılmasını
gerektirmişti. Ebu Bekr Halifelik makamına geçer geçmez yukarıda bahis konusu
ettiğimiz irtidad ve isyanlara bakmadan Usâme’yi Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’in emridir diye Suriye’ye yolladı. İşte, bunu fırsat bilen
mürtedler, Medine’de Müslümanların sayısının az olduğunu düşünerek bir gece
baskınına hazırlandılar. Ebu Bekr ise bunu önceden tahmin edip Müslümanların
Mescid’de hazır bulunmalarım emretmişti. İrtidad edenler Kureyşlilerle Ensar
arşındaki nefretten istifade edeceklerini sanıyor, müşterek düşman karşısında
bu nefretin ortadan kalkacağım hiç hesaba katmıyorlardı
Ebû
Bekr isyan ve irtidad haberlerini aldıkça, vâlilere haberciler yollamak
suretiyle bir müddet oyalama siyaseti tâkîp etti. Maksadı Usâme
ordusunun dönmesini beklemekti. Fakat Abs ile Zübyan kabileleri
acele olarak Medine üzerine yürüyünce, Ebû Bekr artık Usâme’yi bek leyemedi.
Kuzeyde bulunan Kelb ve Kusanlar da dinden dönmüşlerdi. Bunun
üzerine Ebu Bekr dinden dönüp Tuleyha bin Hııveylid'm etrafında
toplanan Tayy, Esed ve Gatafanve Kinanelerin bir kısmı üzerine
yürüdü ve ileride Tuleyha bölümünde etraflıca göreceğimiz üzere Zul’Kassa ve
el’Ahrak savaşlarında bunları yendi. Bu işi bitirip Medineye dönen Ebu Bekr
artık elçilerle oyalama politikasını bir yana bırakıp onbir birlik kurarak
bunlara komutanlar tâyin edip isyan eden bölgelere yolladı. Bunlardan birisinde
yalancı peygamber Tuleyha üzerine giden birlikti ki, komutanlığına Hâlid bin
Velid tâyin edilmişti. Zu’l Kassa savaşının Müslümanların haşarısı
ile sonuçlandığım gören müteredditler derhâl İslâm ordusuna iltihak ettiler.
Böylece Hâlid’in kuvvetleri yol aldıkça, yuvarlandıkça büyüyen bir çığa
benzedi. Ebu Bekr, Hâlid’e Tuleyha’nın işini bitirdikten sonra Temimler’den
olan Mâlik bin Nüveyre’nin üzerine, yâni Butah bölgesine hareket
etmesi emrini de verdi. Ayrıca teşkil ettiği onbir birliğin komutanlrına da
birbirinin aynı olan
ve
kendisinin emir ve tavsiyelerini ihtiva eden bir mektup verdi2S. Bu
birlikler şöylece düzenlenmişti:
1)
Hâlid bin
Velid, Tuleyha bin Huveylid ve Butah’daki Mâlik bin
Nüveyre üzerine;
2)
tkrime bin Ebi
Cehl, Yemâme’ye, Müseylime üzerine;
3)
Muhâcir bin
Ebi Umeyye, yalancı peygamber Esved al Ansî’nin
Kays bin Makşuh ile birleşen adamlarını yenebilmesi için Yemen’ deki Ebnaya
yardımcı olarak gidecek sonra da şimdi kısmen mürtedlerin tarafını tutmaya
başlıyan Hadramavt’ı istila edecekti.
4)
O sırada
Yemen’den gelmiş bulunan Hâlid bin Said bin al-As’ı, Suriye yaylasında
bir yer olan Hamkateyn üzerine;
5)
Amr bin al As,
Kudaalar, Vedia ve Hâris topluluğu üzerine;
6)
Huzeyfe bin
Mıhsan, Deba ahâlisi üzerine;
7)
Arfaca bin
Hersume, sonradan Huzeyfe ile birleşmek üzere Mehre’ye;
8)
Şurahbil bin
Hasene de îkrime bin Ebi Cehl’in arkamdan ona yardımcı
olarak Yemâme’ye yüriyecek, orası fethedilince birlikte Kudaalar üzerine
gideceklerdi;.
9)
Tureyfe
(Yahut Ma’n) bin Haciz, Süelymler ve Havâzinlerin Süelymler ile bitişmiş
olanları üzerine;
10)
Süveyd bin
Mukarrin, Yemen’de Tihâme’ye;
11)
Ala bin
al-Hadrami, Bahreyn’e gidecekti M.
Hâlid
, Gamr denilen yerde toplanmış olan âsileri de dağıttıktan sonra Ümmü ZemTin
isyân ve irtidadını ortadan kaldırdı. Bu Ümmü Zeml meşhur Ümmü Kırfe
binti Rebıa nın kızıdır; babası da Mâlik bin Huzeyfe bin Bedr'dir. Ümmü
Zeml Selma binti Mâlik, Hz. Peygamber zamanında esir edilmiş ve ganimet
olarak Hz. Ayşe'ye verilmişti. Hz. Ayşe onu azad etmişti. Hz.
Peygamber ölüp kabileler isyân edince Ümmü Kırfe’nm kızı Ümmü Zeml
Selma binti Mâlik, anasının devesine binerek irtidad etmiş ve isyancıların
başına geçerek Hâlid’in ordusunu bir hayli yıpratmıştı. Selma’nın etrafına
toplananlar sadece kendi Huab kabilesinin erkekleri değildi. Şuradan buradan
kaçıp gelmiş olan maceraperestler de onun tarafım tutmuşlardı. Hâlid bu haris
kadının devesinin bulunduğu yere bütün gücüyle hücum edip hatta Selma’nın
devesini vurana 100 deve bağışlayacağını vâdetmeseydi, savaş belki de daha çok
28
İbn al Esîr, Üsd al Gâbe, III.. S. 65.
29
Tabrî, de Goeje baskısı, I. S. 1881. uzayabilecekti; fakat Hâlid askerî
dehası sayesinde, oldukça önemli bir zayiat vermiş olmakla beraber, Selma ve
taraftarlarım mağlup etti ve Selmayı’da harp meydanında katlettirdi.
Mezopotamya’dan
Yemâme’ye kadar yayılmış olan büyük Temim kabilesi dört esaslı kola ayrılır: 1)
S’ad bin Zeyd Menatlar; 2 ) Amr bin Temim; 3)) Hanzala; 4) Rîbablar. Amr
bin Temim ve Ribâb kabileleri Islama sadık kalmışlardı. Birinci koldan olup
Muka’is ve Butun adlarını taşıyan kabilelerin valisi olanKays hin Asım bir
müddet tereddüt içinde beklemişti; Ribâb, Avf ve Ebnâ’nın valisi olan Zibrikan
bin Bedr zekâtı toplayıp Ebu Bekr’e teslim ederse, kendisi onun aksini
yapacaktı. Çünkü bu ikisinin araları açıktı. Biri diğerinin yaptığını yapmak
istemi yordu. Zibrikan bin Bedr Hz. Peygamber zamanındaki ahdini yerine
getirdi. Zekât develerini Ebu Bekr’e teslim etti. Fakat Kays bin Âsim tereddüt
geçirdiğinden, sonunda pişman oldu. Al Alâ bin al-Hadramî tarafından kuşatılınca
vergi malları ile birlikte onu karşıladı ve tereddüdünün sebeplerini açıkladı.
Bu sırada Hanzala kolundan Yerbu’lann başkanı bulunan Mâlik hin Nüveyre ile
ayni koldan olan Mâlikler’in başkanı Veki’bin Mâlik dinden dönmüşlerdi.
Bahreyan’deki
Ridde’nin önlenmesine gelince: Seyf yoluyla elde ettiğimiz haberlere bakılırsa Bahreyn’de İslâmiyet’i kabul etmiş bulunan
bazı kabileler dinden dönmüşlerdi. Bunların başında Kays bin Sa’lebe koluna
mensub olan Hutam dinden döndükten sonra kendisine tabi bulunan Bekr bin
Vâil’lerle birlikte harekete geçip Katif ve Hecer’e gitti. Orada yaşıyan Zât
ve Sebabice’leri doğru yoldan şaşırttı. Abd al Kays’lar ise Hutam’a
uymayıp bilâkis Münzir bin Sûra’ya ve diğer Müslümanlara yardıma
koşuyorlardı. Ama Hutam bu yardımı kesmemek için elinden geleni yaptı ve
Müslümanları kuşattı. Ebu Bekr bu sırada al Alâ bin al Hadramî’yi Miirtedlerle
savaşmak üzere Bahreyn’e yolladı. Yolda Yemâme civarından geçerken Müslümanlara
katdanlar oldu. Meşhur Stıtnâme bin Usâl bunların başında gelmektedir. Kays bin
Asım da bu yolculuk sırasında topladığı zekât deve ve atlarını getirip al-’Alâ’yu
teslim etmiş, daha önce geçirdiği tereddütten pişmanık duyarak al-’Alâ ile
birlikte Bahreyn Tilere karşı savaşmak üzere yola çıkmıştı . Dehna çölünün ortasında bir gece
yarısı develerin ürkerek kaçması askerin cesaretini fazlasıyla kırdaysa da,
çölde gördükleri bir su onları yeniden hayata bağladı, bu sefer de meşhur Ebu
Hüreyre de bulunuyordu. Al-Alâ, Hecer’e yakın bir yere kadar ilerledi.
Mürtedler
Hutam’m.,
Müminler al ’Alâ'mn komutası altında günlerce çarpıştılar; sonunda
yaralı Hutam, Kays bin Âsim tarafından öldürüldü, önemli bir mevkii olan al-Garûr
esir edildiyse de sonunda affa nail oldu. Ganimet malları tslâmiyetin emrettiği
üzere askerlere dağıtıldı. Dinden dönmüş olanlar sağa sola kaçışmak
teşebbüsünde bulundukça, Müslüman valiler al-’Alâ’dan aldıkları emir üzerine
bunları yakalıyorlardı. Kaçanlar, Müslümanlığı kabul ediyorlar, yahut
memleketlerine dönmekten alakonuluyorlardı; Diğer bir kısmı ise Dârin’e
geliyorlardı Al-Alâ. Bahreyn’ de Müslüman olanların artık bir tecavüze
mâruz kalmıyacaklanndan emin olunca, askerleri ile Dârin üzerine yürüdü; orayı
zaptetti ve durumu Ebu Bekr’e bir mektupla bildirdi. Ebu Bekr ona Şeybanlar
üzerine yürümesini emreden bir cevap yolladı.
Oman
ve Mehre’de Ridde’nin önlenmesine gelince : Hicretin 12. yılında Oman’da
Esd’lerin başında bulunan Lakît bin Mâlik al-Ezdî isyan etti. Şeref bakımından
üstünlük iddialarında bulunan ve bir rivayete göre peygamberlik de iddia eden
Lakît îslâmlar’dan Ceyfer ve AbbâtTı dağlara sığınmak zorunda
bıraktı. Bunlar Halife’deıı yardım istediler. Ebu Bekr Ezdler’den Arfece
ile Himycrler’den Huzeyfe’yi yardıma memur etti. Ayrıca Halife kendi
emirlerini Yemâme’de tutmıyan Ikrime’ye. Huzeyfe ve Arfece'ye
yardım ettiği ve büyük bir başarı kazandığı takdirde onu affedeceğini yazdı. Lakît
taraftarlarını çoğaltırken, Müslümanlar da kuvvetlerini arttırmışlardı.
Sonunda iki taraf De&û’da karşılaştılar. Naciye oğullan ile Abd
al Kays ’lardan kuvvetli bir yardam ekibi gelmeseydi, az kalsın, Lakît
bin Mâlik savaşta üstün gelecekti. Taberî bu savaşda mürtedlerin 10
000 kişi kaybettiklerini yazmaktadır 3i.
Oman
bölgesindeki mürtedlerin işini bitirdikten sonra, Ikrime bin Ebu Cehl
kendi askerlerinin başında olduğu hâlde Mehre’ye gitti, Orada biri Şehrit'in
diğeri Muharip oğullarından MusabbihAn idaresinde toplanmış
bulunan iki kuvvetle karşılaştı, Şehrit ile Musahhih’in araları
açık olduğu için İkrime’nin işi kolaylaştı; önce Şehrit’i Müslüman olmaya
davet etti. O, ilk çağnşta îslâmı kabul etti. Arkasında bulunan kabileklerin
hepsi Şehrit’in izinden gittiler. Ikrime, onunla birleşerek Musahhih
kuvvetleri üzerine yürüdü. Dehâ’dakinden daha şiddetli olan bir savaş sonunda
mürtedler yenildiler. Müslümanlar bir hayli esir ve ganimet elde ettiler. Ayrıca
bütün Mehre’nin Medine’ye boyun eğmesini sağlamış oldular.
Bu
arada Yemen’de de ikinci bir ridde vuku bulmuştu: Halife Ebu Bekr âsi Eseed’in
öldürülmesinde büyük bir rolü olan Firûz’u Yememe vali tâyin etmişti. Yukarıda
bahsedildiği üzere Yemen’in isyanı, esasında bir Arap Ebna mücadelesi
idi. Âsi Esved, Ebna’dan olan Firûz al Deykmî’nin de büyük gayretleri
ile ortadan kaldırıldıktan sonra, hu mücadele ancak çok kısa bir zaman için
önlenebildi. Ebu Bekr’in Yemen’e Firûz al Deylemî’yi vali tâyin etmesi, onun Cilşeyş
al Deylemî ve Dazaveyh gibi hemşehrileriyle birlikte iş görmesi,
ırkan Arap olan Kays bin Makşuh al Muradî’yi son derece kıskandırdı.
Zira Yemen’in isyan ve irtidadında o da İslâmlarla birlikte hareket etmiş ve
bir hayli tehlikeleri göze almıştı. Buna rağmen, Yemen ötedenberi olduğu üzere
gene Ebna’nın hükmü altına verilmiş, Kays ise beklediği mükâfatı elde
edememişti. işte bu yüzden o da hileye baş vurarak Eâna’dan olan Dazaveyh,
Firûz ve Cüşeyş’i öldürürse, yâni Halife’nin Yemen’e memur ettiği
kimseleri ortadan kaldırırsa, Yemen’in idaresini kendi eline geçirebileceğini
ümit etti. Kısa bir devre için işler Kays bin Makşuh’un ümit ettiği gibi
cereyan etti. O, önce Dazaveyh’i öldürdü. Fakat evine davet ettiği diğer
iki kişi bir tesadüf eseri olarak onun plânlarını öğrendiler ve Havlanlar’u
sığınmak üzere kaçtılar. Kays bin Makşuh al-Muradî, San’a şehrini zaptetti;
vergileri kendi namına topladı; Ebna’yı üçe böldü. Bir kısmım deniz yoluyla
Aden’den, bir kısmını karadan İran’a sevketmek istedi. Firuz al Deylemî ise
boş durmadı Ukayl ile /Ifc’lerden aldığı yardımcı kuvvetlerle Kays’ın
üzerine yürüdü. Kays bin Makşuh al Muradî ise Esved’in şurada burada başı hoş
bir hâlde dolaşan süvarilerini kendisiyle birleşmeğe çağırdı. Onlar Kays bin
Makşuh al Muradî’nin bu teklifini kabul ettiler. Firûz al Deylemî ise Ebu
Bekr’in gönderdiği elçi ve mektuplardan sonra Tibâme ahalisinden olan Tâbir
bin Ebi Hâle-’nin idare ettiği kuvvetlerle, Muhacir bin Ümeyye komutasında
Medine’den gönderilen bir ordunun yardımlarıyla takviye edilmişti.
İki
düşman San’a yakınında çarpıştılar. Arap Kays, yâni Kays bin Makşuh al
Muradî savaşı kaybetti; kaçtı. Bir müddet sonra Kays’a uymuş olan Artır bin
Ma’di Kerib, Muhacir bin Umeyye’nin kuvvetlerinin çokluğu karşısında
kurtuluşu Müslümanlara teslim olmakta görerek, âmân ahdi bile almaya lüzum
görmeden Kays’dan ayrılıp Müslüman karargâh’ına geldi. Az sonra Kays bin
Makşuh al Muradî de Müslüman! ar’ın eline esir düştü. Her ikisi zincirlerle
bağlanarak Medine’ye Hâlifenin yanına gönderildiler. Muhacir bin Umeyye,
San’a’ya girdikten sonra memleketi çapulculardan ve Esved’in artakalan
süvarilerinden temizledi. Orada sükûnet ve düzeni yeniden kurdu. Medine’de
bulunan iki esirden, bilhassa Dazaveyh’in katili olan Kays için,
Ebu Bekr idam
Cezası
verdi ise de o, bu cinayeti işlememiş olduğunu, Peygamberin minberi önünde
elli kere yemin etmek suretiyle teyid ettiği için affa nail oldu, ’Amr hin
Ma’di Kerih de aynı zamanda affedildi.
Muhacir
bin Umeyye ise Yemen valiliğini Hadramavt valiliğine
tercih etti ve Firûz ile birlikte Yemen’i idare etti.
Hadramavt
hâdiselerine gelince: Bu sırada Hadramavt valisi Ziyad bin Lebid idi.
Hz. Mulıammed’den sonra zekât ödeme vakti geldiğinde, Ziyad bin Lebid
halkı Peygamberin emirlerini eskiden olduğu gibi yerine getirmeğe davet etti.
Bu emirler ise Hadramavt zekâtının Kinde'de, Kinde’nin zekâtının ise
Hadramavt’ta dağıtılması yolunda verilmişti. Hadranıavthlar Kinde’nin
isteklerini yerine getirmedilerjdinden dönüp dönmemek hususunda da tereddüt
geçiriyorlardı. Ziyad bin Lebid onlara karşı harekete geçmedi, Muhacir bin
ümeyye’nin gelmesini bekledi. Muhacir bin Umeyye, San’a’ya gelince Hz. Ebu
Bekr’e bir mektup yazdı; gelen cevapta, Muhacir ile Ikrime’nin Hadramavt’a
kadar ilerlemeleri emrediliyordu. Muhacir hin Umeyye, îkrime bin Ebu Cehl,
Ziyad bin Lebid ve daha ikinci derecede bazı Müslüman komutanların yardımlarıyla
kindeler’den ve Riyad’da bulunan ’Amr bin Muaviyye’lerden küfre sapanlar
cezalandırıldılar.
Hadramavtlular’dan
pek az insan dinden dönenlere yardımda bulunmuştur. Hadramavtlular her zaman
Ziyad bin Lebid’i korudular.
Kindeler’in
bozguna uğramasından sonra, Nuceyr kalesinde esir edilenlerden Eş’as bin
Kays, îkrime bin Ebu Cehl’den aman alarak Muhacir bin Ümeyye’nin karşısına
çıktı ve kendisiyle birlikte dokuz esire de aman taleb etti. Sonunda iş
Halife’ye havale edildi. Halife Hz. Ebu Bekr büyük bir mevki sahibi olan Eş,as\
affedip kendi kız kardeşi ile onun evlenmesine müsaade etmiştir .
Buraya
kadar yazdıklarımızla Ridde’nin ana çizgilerini göstermiş ve bu arada en önemli
Ridde olaylarını özetlemiş bulunuyoruz. Oysa Arabistan’da Ridde’nin tarihine,
yazımıza başlarken de bildirmiş olduğumuz gibi, ilk Islâm tarihçileri
tarafından başlı başına bir kitap dolduracak kadar yer verilmiştir.
Yukarda
açıkladığımız sebeplerden de anlaşılıyor ki, orientalistlerin Hicretin 11 12.
yıllarında Arap kabilelerinin Ebu Bekr’e vergi vermeği reddetme mânasında
anladıkları Ridde tamamiyle
siyasî ve İktisadî sebeplerden doğmuştur. Ridde Kureyş hükümetine karşı bir
ayaklanmaydı; yoksa her yerde dinden ayrılma demek değildi. Başa geçen
mütenebbîler atrık bir putun adına değil, tıpkı Hazret-i Muhaınmed gibi
Allah’ın adına ortaya çıktıklarını iddia ediyorlardı. Ayaklanmaların Medine
hükümetine yönelmiş bulunan nefreti, sadece zekât vermek mükellefiyetinden
değil, Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hükümetinin
sonlarına doğru, hukuk ve din bakımından aydınlatılmaları ve onlardan vergileri
toplamaları için kabileler arasına gönderdiği zekât âmillerinin uyandırmış
oldukları hoşnutsuzluktan da doğmaktaydı . Merkezden gönderilmiş veya yerliler
arasından tâyin edilmiş bulunan bu vergi âmilleri hem vergileri toplar, hem de
yerli aristokrasiyi mürakebe ederek, buralarda Medine merkezî hükümetini
temsil ederlerdi.
Hazret-i
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölümü üzerine bu vergi âmilleri,
eğer İslâmiyet’e sadık kalan bir azınlığa sığınamadılarsa kaçmak mecburiyetinde
kalmışlardı. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılıyor ki. İslâmiyet din olarak
bazı bölgelerde henüz derinleşememiş, siyasî kuvvet olarak da henüz iyice
yerleşememişti. Yâni dinî ödevlerine iyice alışamamış olanların ayaklanması
din olarak İslâmiyet’in oralarda sathî olduğuna, Kureyş’e vergi vermemek için
ayaklananların durumu ise, siyasî bir kuvvet olarak İslâmiyet’in bazı
bölgelerde henüz kuvvetlenmemiş bulunduğuna örnek teşkil etmektedir.
Böylece
Ridde bu devirdeki ruhî, sosyal ve siyasî durumun gizli sebeplerini ortaya
çıkarmak bakımından araştırılması gereken bir konu olduğu gibi, yalancı
peygamberlerin faaliyetlerine uygun bir bölge temin etmesi bakımından da büyük
bir önem taşımaktadır.
3.
DİĞER SEBEPLER
Yalancı
peygamberlerin ortaya çıkış sebepleri arasında kabile rekabeti, kabile
istiklâline bağlılık, politik ihtiras, kâhinlik yoluyla nüfuz kurmak da
sayılabilir.
A.
Kabile
rekabeti ve kabile istiklâline bağlılık:
Araplar’da
kabileler arasında ötedenberi rekabet eksik olmamıştır. Hatta bunu, kuvvetini
kaybetmiş, zayıflamış bir hâlde zamanımızda bile görmek mümkündür. Şairlerin bu
yolda, gerek irticalen, gerek hazırlıklı olarak söyledikleri birçok şiirler,
bize kadar gelebilmiştir. Her Arap, kendi kabilesinin üstünlüğünü fırsat
düştükçe, muvaffak olabileceği nisbette müdafaayı âdeta bir vazife bilir ve
hürriyetine olduğu kadar, asaletine de düşkünlük gösterirdi. Vâkıdî’nin
Kitab-ül-Megâzi’ sinde bu hususta şöyle bir misal mevcuttur: “Fezâre’illerden
Uyeyne bin Hısn; Temim kabilesine bir baskında bulunmuş, onbir erkek, onbir
kadın ve otuz çocuk esir getirmişti. Bunun üzerine Temim kabilesinden on elçi
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ,e geldiler ve
bunlardan birisi, Temim kabilesi nin, doğunun en asil, en zengin ve en
kalabalık kabilesi olduğu hakkında bir söylev verdi. Bunun üzerine Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] Sabit bin
Kays’ı çağırdı. Sabit hazırlıklı olmadığı hâlde, Resûlullah ve taraftarları
hakkında bir methiye söyledi. Bunun üzerine Temimîlerin şairi Zibrikan bin
Bedr, Temimîleri öğen birkaç beyitle bunu karşılamaya çalıştı: “Biz en
asilleriz, hiçbir kabile bize yetişemez, kıratlar da bizim aramızdadır ve bizde
kiliseler yapıhrl” dedi Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
emri üzerine Zibrikan’a, Hassan bin Sabit, Muhacirûn ve Ensar’ı metheden bir kaside
ile cevap verdi. Temimî’ler yalnız kahnca bu yarışmada yenilmiş olduklarını
kabul ettiler ?e.
İleride
de açıklanacağı üzere, bu kabile rekabeti, kabile asabiyeti ve ittifakları Araplar’da VII. Yüzyılın ilk yarısına doğru
dinî inançlardan da bazen üstün bir yer tutuyordu. Nitekim Halid bin Velid,
Yemame savaşı sırasında ele geçen esirlere sorular sorduğu zaman, onlar
kendisine “Biz diyorduk sizde bir peygamber, bizde de bir peygamber olsun”
dediler. Yâni Araplar Kureyş’den çıkan
Peygamber’e tâbi olmaktansa, kendi kabileleri arasında çıkıp peygamberlik iddia
eden birinin göstereceği yolda yürümeği daha uygun görecek kadar bu hususta
ileri gidiyorlardı.
Kabile
asabiyetinin en güzel örneklerinden birini daha Taberî’de buluyoruz .
Talhat ün-Nemrî Yemâme'ye geldi ; ahalisinden “Müseylime nerede?” diye
sordu. Ona, “Sen onu Müseylime adıyla anmaktan sakın, Tanrı elçisi nerede?”
diye sor dedikleri zaman o, “Hayır kendisini görmeden, onu Tanrı elçisi diye
anamam” cevabında bulundu. Müseylime onun yanma geldiğinde, “Müseylime sen
misin” diye sordu; o, “Evet benim” diye cevap verdi. Talha ondan “Senin yanma
kim geliyor?’’ diye sordu; o, “Rahman geliyor” dedi. Talha ondan “Karanlıkta mı
geliyor, aydınlıkta mı geliyor?’’ diye sorduğunda, o, “Karanlıkta geliyor’’’
cevabını verdi. Bunun üzerine Talha “Senin yalancı olduğuna tanıklık ederim;
fakat Rebia oğullarından olan bir yalancı, bizim için, Mudarların doğru olan
peygamberinden daha iyidir” diye söyledi.
Makrizî’nin
“en Niza ve t-tehasum fi ma beyne beni Ümeyye ve beni Hâşim” adh kitabı
da başından sonuna kadar Emevî ve Haşimî kollan arasında yıllarca sürüp giden
bu kabile rekabetini anlatmaktadır .
Yukarıdaki
misâller gösteriyor ki, Esved, Tuleyha, Secah ve Müseylime gibi yalancı
peygamberlerin, çok sayıda ve oldukça nüfuzlu insanlar tarafından tanınmış
olmalannın sebepleri arasında kabile asabiyeti ve kabile istiklâline bağhlık da
yer almaktadır.
B.
İktisadî ve
siyasî sebepler:
İslâmiyet
Arap Yarımadasmda geniş halk kütleleri tarafından kabul edilince, Medine şehri
hem dinî, hem siyasî bir merkez hâlini almaya başlamıştı. Bunun tabiî bir
sonucu olarak İktisadî bakımdan da bu şehrin önemi artmıştı; çünkü Islâmın
şartlarından birisi olan zekât ve savaşlardan elde edilen ganimetler gene
Medine’de toplanıyordu. Bu, otelci büyük kabilelerin, bilhassa Temîmve Hanîfe
kabilelerinin tamamı ve kıskançlığını mucip oluyordu. Bu yüzden Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ölünce,
Esed, Gatafan ve Tayy kabilelerinden bazı kollar Medine’ye elçiler göndererek, dinde
sabit kalacaklarını, namazı kılacaklarını, fakat zekâttan muaf tutulmak
istediklerini bildirdiler. Bu teklifi başta Ömer bin Hattab olmak üzere
Sehâbe çok müsait karşıladılar. Çünkü hemen her kabileden irtidad yoluna
sapanların sayısı gittikçe artmakta olduğu gibi, üsâme ordusu da Suriye’den
Medine’ye henüz dönmemişti. Taberî’deki bir rivâyete göre ancak Kureyş ve Sakîf kabileleri irtidad
etmemişti. Havazinler ise mütereddit kalmışlardı Bu elçilere Ebu Bekr’in
verdiği cevabı gene Taberî şu
şekilde anlatır: “Zekât olarak vermekte olduğunuz hayvanların bağlarını
vermediğiniz takdirde bile sizinle savaşacağım”, Peygamberin ölümü üzerine
her tarafta baş gösteren dinden ayrılma ve isyanlar zekât vermek istemiyen
kabilelerin işine gelmiş, bu suretle de Medine’ye gönderilmek için hazırlanan
zekât devleri yeniden eski sahiplerine iade edilmiş veya kabile şeflerine
teslim edilmişti. Ömer bin. Hattab’ın da söylediği gibi Araplar yalnız mallan için hasistiler.
Bu
İktisadî ve siyasî durumdan faydalanmak isteyen bazı kimseler, kendi kasaba ve
bölgelerini Medine hükümetinin nüfuzundan sıyırarak kendi şahıslarına bağlamak
ve böylece zekât veya başka adlarla toplayacakları vergileri, kendilerinin ve
kabilelerinin refah seviyesini arttırmak için kullanmak istiyorlardı. İşte
böyle bir gayeye ulaşabilmek için bazı kimseler peygamberlik iddiasını da
kendilerine uygun bir yol olarak seçtiler.
Dikkati
çeken bir cihet de ele aldığımız dört mütenebbinin dördünün de dinî
hüviyetlerinin yanı başında, siyasî hüviyetlerinin, yâni şeflik arzularının yer
almış olmasıdır. Esved ül Ansî, Tuleyha, Secah, Müseylime, hepsi de birer
siyasî, hatta askerî şef idiler. Esved kısa zamanda güney Arabistan’ı Hicaz
sınırına kadar eline geçirmeğe muvaffak olmuş, Secah Medine hükümetinin zayıf
anlarını beklemiş, Tuleyha İslâmlar üzerine ilk akıncı kuvvetlerini yollamış,
Müseylime ise Yemâme topraklarını kırkbin asker ile savunmuştur.
Bütün
bu hareketlerin meydana gelebilmesi için, bu siyasî şahsiyetlerin hususî kabiliyetlere
sahip olmaları gerekiyordu. Nitekim her şeyden önce bunlar, mensup bulundukları
kabilelerin en yüksek tabakasından idiler veya doğrudan doğruya bu kabilelerin
başkanlan idiler. Ayrıca kâhindiler de.
Araplar’da
kâhinlerin verdikleri hükümler itirazsız kabul edilirdi. Bunların halk
üzerindeki nüfuzları çok büyüktü ve onların hu nüfuzları çok kere kendi
kabilelerinin sınırlanışı aşmıştı. Bir kabiledeki kâhin ekseriya kabilenin
seyyidi olup idareci, münevver zümresine dahildi . İncelediğimiz
mütenebbiler den olan Müseylime, Tuleyha, Esved ve Secah da kâhin idiler .
Bunlar kabiledaşlanndauyanmış olan dinî temayüllerden kâhinlerin eski ifade
vasıtaları olan secili konuşma uslûbu ile söz söyliyerek kendi hesaplarına
istifade etmesini bilmişlerdi.
IV. YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞLARI
VE BUNLARIN HAYAT VE FAALİYETLERİ
Yalancı
peygamberlerin meydana çıkmasının sebeplerini genel olarak yukarıda açıklamış
bulunuyorum. Şimdi bu dört şahsın tarih sırasıyla hayat ve faaliyetlerini
gözden geçireceğiz.
1.
ESVED ÜL ANSI
Sahte
peygamberlerin en tehlikelilerinden ve ilklerinden sayılan Esved ül-Ansî,
adında da anlaşılacağı üzere Yemen bölgesinde oturan Ans kabilesine mensuptu
. Asıl adı Ab hal a bin Kââb bin Avf olan Esved’e Zul’l Hımar (hı ile), yahut Zu’l Hımar (ha
ile) da denmektedir. Birincisi peçeli, İkincisi eşekli demek olan bu iki lâkabın
her ikisi de doğru olabilir. Çünkü Esved’in aşağıda göreceğimiz üzere, bazı
marifetler yapan bir eşeği varmış. Diğer yandan Esved’in her zaman bir peçe ile
örtülü olarak gezmesinden dolayı Zu’l -Hımar (hı ile) lâkabım taşımış olması da
muhtemeldir . Zira Samîler’de kâhinlerin ve peygamberlerin çok kere
bir peçe taşımaları eski bir gelenek icabı idi Musa Peygamberin de böyle bir peçe
taşıdığı Incil’de yazılıdır
B,
Esved’in
olağanüstü kabiliyetleri ve faaliyetleri:
Esved
bin Kâ’b hin Avf önceleri kâhinlik eder, çok güzel konuşur, tatlı sözleriyle
olduğu gibi halka gösterdiği bir takım hokkabazlıklarla da cahil insanları
aldatmasını pek iyi bilirdi . Asıl yurdu ve doğduğu yer Kehf-i
Hubbân idi. Esved öyle acâip maharetler gösteriyordu ki, Mezbiç kabilesinden
birçoklan onun her arzusuna baş eğecek duruma gelmişlerdi. Onun bir eşeği
vardı. Esved hayvanın kulağına eğilip: “Rabhine secde et” dediği vakit,
o secde eder, “Kalk” diye emir verdiğinde de, kalkardı. Pek çeşitli
hayvanların alıştırıldıktan takdirde yaptıkları birçok marifetlerden biri olan
bu hareket o zaman Esved’e itibar edenler tarafından miihimsenmişti. Sırası
gelince anlatılacağı üzere Esved tertiplediği bir nümayiş gününde, yüz kadar
hayvanı bir çizgi çizip bunun üzerinde sıraya dizer ve gene sırasıyla hepsini
mızraklar. Halkı dehşet içinde bırakan bu vahşiyane işi bitirinceye kadar,
hiçbir hayvan çizginin üstünden kımıldamaz. Birçok inanılır kaynakların
verdiği bu haberler, bizde onun kâhinliğinin yanı sıra, kuvvetli bir
ipnotizmacı olduğu kanaatini hakh olarak uyandırmaktadır.
Hicret’in
10. yılında Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] veda baççından dönerken, hastalanınca
İslâmiyet’in henüz tam mânasiyle benimsenmemiş olduğu, yahut başka dinlerle
omuz omuza yaşadığı bazı bölgelerde, bu haber vahim sonuçlar doğuracak bir
şekilde yayıldı. Bir müddettenberi sessiz çalışan Esved bu haberi duyar duymaz
peygamberliğini ilân etti. Kendisine “Rahman ül-Yemen” adını verip kâhinlerin
kıyafetiyne bürünmüş bir hâlde dolaşmağa ve gittiği yerlerde “Rahman” adına
konuşmağa haşladıî3. Esved’in ortaya atıldığı haberi duyulur
duyulmaz Ansve Mezhiç kabilelerinden başkaları da ona mektuplar yollayarak,
ondan taraf olduklarını bildirdiler. Bu arada Hristiyanların en kesif olduğu
Necran şehri halkı da Esved’e kolaylıklar gösterdi Yemen’de o sırada Efcnd’lar hâkimdi .
Habeş boyunduruğundan kurtulmak için İranlılar’ı yardıma çağırmış olan
Yemenliler, bu sefer de yıllarca süren İran boyunduruğu altında yaşamağa mecbur
kalmışlardı. İşte bu İranhlar’la Yemen’deki Araplar’ın karışmasından meydana
gelen yeni nesle Ebnâ adı verilmiştir.
Peygambcr’in
hastahğı haberi Esved’e ulaşır ulaşmaz, o kendisinin de bir peygamber olduğunu
iddia ve her tarafta ilân etmekle kalmayıp bütün Yemen’i kendi hâkimiyeti
altına almaya teşebbüs etmişti. Yukarda da söylendiği gibi Mezhiç
kabilesi onun göstrdiği acaip maharetlere hayran kalmış ve onun
peygamberliğini kabul etmişti, Necranhlar da ona. bazı vaitlerde bulunmuşlardı.
O sırada Necran valisi, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
oraya tâyin etmiş olduğu Attır bin Hazm, Hemdanlarınki Amir bin Şehr,
San’a valisi ise Şehr bin Bâzan idi. Mu’az bin Cebel ise
Ilazret-i Muhammet! tarafından Yemen’e gönderilen vali ve memurların,
vergileri hakkıyla alıp almadıklarını kontrol etmek ve Islâm dininin teferruatı
hakkındaki bilgileri halka öğretmek maksadıyla oraya yollanmış bulunuyordu . Ebu’l Fida der ki , “Esved
irtidad edip peygamberliğini iddia eden yalancılardandır. Necran halkı
ona mektup yazdı. Necran’da Müslilmanlar’dan Amr bin Hazm ile Hâlid bin Said
bin el-As bulunuyordu. Necran halkı bunları sürüp şehri
Esved’e teslim ettiler'”. Esved’in irtidad ettiğini ileri süren hu ünlü
tarihçinin iddiasını öyle kolayca kabul etmemiz mümkün değildir. Zira Tab erî
de onun İslâmiyet’i kabul ettiğine dair bir kayda tesadüf etmediğimiz gibi,
Belâzûrî’de bunun tam aksini ispat edecek olan şu sözleri görüyoruz: “Tanrı
Elçisi öldüğü yıl, Cerir bin Abdullah BecelVyi İslâmiyet’i kabule çağırmak
üzere Esved'e gönderdi. Cerir o yıl Müslüman olmuştu. Esved İslâmiyet’i kabul
etmedi .” Esved’in
İslâmiyet’i kabul etmediğine dair başka bir delili de S ey f’iıı rivayetinde
buluyoruz Yemen’de isyan
başlayınca Peygamberin tâyin etmiş olduğu Âmir bin Şehr ül Hemedânî, Firuz,
Dazaveyh gibi önemli memurlar Peygamber den aldıkları mektuplar üzerine
hazırlanmağa başlamışlardı ki, EsvetFden de bir mektup aldılar. 0, mektubunda
“Ey yabancılar, ilimizden aldığınız toprakları bize veriniz. Topraklarınızı
bize bırakınız; biz bu toprak ve toplanan mallara, sizden ziyade müstehakız,'>
diyordu. Esved Müslüman olsaydı, Müslüman memurlara böyle bir mektup yazmazdı.
Anlaşılıyor ki, Esved Medine hükümetinin Yemenli Müslüman halktan topladığı
zekât malları ile Musevî, liri s t iy an ve Mecûsî’Ierden aldığı cizyeye muhalefet
etmekle kalmayıp Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hasta
olmasından faydalanarak, Kmeyşliler’in Yemen’deki hâkimiyetini de yıkmak
istiyordu. Şu hâlde Ebu’l-Fida’mn söylediği gibi Esved’in dinden dönmüş olması
bahis konusu olamaz. Bu ayaklanma, sadece Medine hükümetine karşı değil, aynı
zamanda İslâmiyet sayesinde üstünlüğünü muhafaza eden Ebnâ’lara karşı idi de.
İşte
böylece millî bir isyanın başına geçmiş bulunan Esved yeni bir din kurmaktan
ziyade, yeni ülkeler fethetmeğe önem vermiş, peygamberlik iddialarım ise
sâdece bu emelinin tahakkuk etmesi için bir vasıta olarak kullanmıştı.
Esved’in
isyanı kısa zamanda bir yangın gibi güney Arabistan’a yayıldı. Buna karşı,
Hazret’i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , hasta olmasına rağmen,
emirlerini ve tavsiyelerini bildiren mektuplar yolhyarak Hicaz’dan çok uzakta
bulunan bu bölgelerdeki isyan hareketlerini bastırmağa koyul du. Yemen’deki
Ebnâ’lara bir elçi göndererek Esved’Ie savaşmalarım ve onlara yazmış olduğu
mektupta adları bildirilen bazı kimselerden yardım istemelerini emretti. Aynı
zamanda bu kimselere de, Ebnâ’lara yardım etmelerini bildirdi. Böylece Veber
bin Yuhannes’i, Firûz ile Cüşeyş üd-Deylemî ve Dazavehy’i
İstahrî’ye ve Cerir bin Abdullah’ı ise Zu-l-kilâ ile Zu Zuleym’e elçi olarak
yolladısi.
îbni
Abbas’a göre Esved ül-Ansî’ye kendi ülkesinde ilk karşı koyanlar Âmir bin Şehr
ül Hemedânî ile Firûz ve Dazaveyh 'olmuşlardır . Mirhond daha önce ölmüş bulunan
Bâzân’m Müslüman olduğunu 03 ve Yemen halkını İslâm’a teşvik ettiğim
kaydetmiştir ki, Medine ile Yemen arasında bir ihtilâfın mevcut olmaması, onun
vâliliği sırasında Yemen’de Islâmiyetin yayılmaya başlaması, bu iddianın
doğruluğuna bizi inandırmaktadır6+.
Bâzân’ın
oğlu Şehr, Esved’in ortaya atıldığı sırada San’a valisi bulunuyor ve pek tabiî
olarak onu en biiyiik düşman kabul ediyordu. Çünkü Necran’daki Müslümanlar’dan
olan Ben ül-Hâris’ler bile irtidad ederek Esved’i Necran’a davet etmişlerdi.
Zefiid’lerden, MezAiç’Ierden, Üded’lerden birçoğu ona uymuşlardı. Ziyad
ül-Kindî ile zekât meselesi yüzünden meydana gelen anlaşmazlık sebebiyle
Kinde halkı da irtidad edip Esued’den taraf olmuşlardı . Böylece kuvvetlenen Esved,
Necran’a doğru ilerledi ve isyamn onuncu gününde Necr an’ı zaptetti. Birkaç
gün sonra Müslüman kuvvetleri, onun Şaııb bölgesinde olduğu haberini
alddar. Şehr bin Bâzân da isyanın yirminci gecesinde Esved’e karşı harekete
geçti. Şehr bin Bâzân, San’a’dan dışarı çıktı. Esved’in yanında Kays bin
Abd-i Yegus (buna Kays bin Hübeyre Makşulı Muradî de denmektedir) ss
Muaviye bin Kays ül Cenbî, Yezid bin Husayn ül Hârisî ve Yezid bin el Efkel ül
Ezdî gibi şahsiyetler vardı ki, bunlar mensup oldukları kabilelerin en ileri
gelen insanlaıındanddar; San’a’ya doğru yürüdüler ve zafer rüzgârı pek de
umulmadığı hâlde Esved tarafına esti. Esved Şehr’i öldürdü 61,
San’a’yı zaptetti, çok kere âdet olduğu üzere mağlûp başkanın karısı Merzubâne
Âz ad ile evlendi .
Esved
kendi peygamberliğini kabul etmek istenıiyen Eânû’lara pek fena muamelelerde
bulundu; Müslüman olanlar da ya kaçmak yahut dinlerinden dönmüş görünmek
mecburiyetinde kaldılar. Bu arada Peygamberin Yemen’e, vergi âmillerini
kontrol etmesi ve Islâm dinini oradakilere öğretmesi için görevlendirip
yolladığı Muâz bin Cebel de kaçtı; Mârib’de Ebu Musa el Eşârİ'ye
rastladı. İkisi birden Hadramavt bölgesine sığınddar. Muâz bin Cebel Sekun
kabilesine, Ebu Musa da Sekâsik kabilesine misafir oldular. Diğer
Müslüman memurların her biri o günlerde sığınacak yerler aradılar ve bu arada Ak
kabilesi de bunların âdeta hâmisi olmuştu . Bu süre içinde Esved,
Hadramavt bölgesi sınırından Tâif vilâyetine ve Bahreyn bölgemden Aden’e kadar
olan bütün topraklan eline geçirmiş bulunuyordu . Yalnız Âk
kabilesi kıyı bölgelerde Esved’e boyun
eğmemişti. Bu sırada Esved’in başarısı daha da arttı, bazı kıyı bölgeleri eline
geçirmeğe muvaffak oldu. Aser, Şerce, Galâfika, Aden ve el Cend’i hükmü altına
aldı. Geri kalan bölgelerde, Müslüman’lar ona karşı cephe aldılar. Esved
böylece geniş topraklara sahip olunca, vilâyetlerin idaresini bazı kimselere
vermeği uygun buldu. Askerin komutasını Amr bin Mâdikerib’in yeğeni Kays bin
Abd-i Yegûs’a Ebnâ’lann
idaresini Firûz ve Dazaveyh’e, Mezhiç kabilesi valiliğini de Amr bin
Mâdikerih’e vermişti . Esved hu büyük ve kolay zaferlerden pek
ziyade gurura kapddı; komutanlarından ve Ehnâ’dan olan Firûz, Dazeveyh ve
Kays’ı küçümsemeğe, onlardan yüz çevirmeğe meyletti. Bu sırada Peygamberim
Sekun’lara sığınmış olan memurlarından Muâz bin Cebel hu kabilenin bir
kolu olan Beni Bekr’den bir kadınla evlendi; karısına duyduğu hayranhk
onu bu kabileye son derece sıkı bağlarla bağladı. Bu suretle de birçok Müslüman
memurlar Muâz sayesinde bu kabile mensuplan tarafından himaye gördüler. işte
tam bu sırada Hazret-i Muhanınıed’in mektubu bunlara ulaştı. Seyf’in bu
husustaki rivâyetine bakılırsa, mektubu getiren Veber bin Yuhannes'ür
(Taberi, tür., ter. III. S. 47). Bu mektupta Hazret-i Mumed, dinin korunmasını,
dinden dönenlerle savaşılmasın!, Esved’in hiyle yoluyla yahut çarpışılarak
ortadan kaldırılmasını, yardımı ümid edilen ve dininde sebat gösteren herkese
sözlerimin eriştirilmesin! emrediyordu. Muâz bin Cebel, Peygamberim emirlerini
yerine getirmek için derhal harekete geçti. O, Kays’ın Esved’den korktuğunu ve
belki bir gün kendisini ortadan kaldırmak istemeği düşündüğünü tahmin etmişti.
Bunun için Muâz ve arkadaşları Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] 'in
emirlerini Kays’a anlattılar. Kays bu dâveti gökten inmiş bir müjde gibi
sevine sevine kabul etti. ~ ı
Kays
hakkında buraya kadar verdiğimiz bilgi Belâzûrî’de biraz daha değişik olarak
şöyle anlatılmaktadır: Hazret-i Muİıammcd, Kays bin Makşuh ül-Muradî’yi
Ebnâ’ları kendi tarafına kazanmak için Ferve bin Müsîk ül-Muradî ile
birlikte Yemen’e yollamış, bunlar ise San’a civarına gelince Esved’den taraf
görünerek, Mezhiçliler, Hamdanhlar ve başkalarınan müteşekkil bir
birlikle şehre girme müsaadesini alabilmişlerdi. Şehre girdikten sonra
Ebnâ’lardan olan Firûz’u kendi taraflarına meylettirmeğe muvaffak olmuşlardı
.
Bizce
Taberî’nin Seyf’den aldığı yakanda yazılı birinci rivayet daha doğrudur. Zira
Esved gibi cebbar ve zeki bir adamın, Kays gibi taraftarlara sahip ve kuşku
uyandıran önemli bir şahsı, hem de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] tarafından memur edilmiş bir
şahsı, safdilâne bir şekilde San’a’ya kabul etmesi, öyle kolayca tasvib
edilebilecek iddialardan değildir. Esasen Belâzûrî menşeini göstermediği bu
rivayetin hemen altında şöyle demektedir: Onlar Yemen’e geldiklerinde Hazret’i
Muhanımed’in ölüm haberini aldılar (Belâzûrî, Tür. Ter. I., 172). Bu rivayet
ise ileride de gösterileceği gibi, birçok kaynakların verdikleri haberlere
aykırı düşmekte, hatta bizzat Belâzûrî (Ter. Ter. I. 173), bu rivayeti gene
adlarını açıklamadığı râvilcre dayanarak Geriletmektedir.
Esved’in
öldürülmesinden sonra vukubulan Yemen’deki ikinci Ridde sırasında, Kaysın
Halife Ebu Bekir’e karşı cephe alması, Ebna’yı sürüp çıkarması da, Seyf’in
verdiği haberlerin doğruluğunu teyid etmeğe yardım etmektedir. Eğer Kays samimî
bir Müslüman olsaydı, Esved’in öldürülmesinden sonra Yemen’de ikinci bir ridde
olayını ortaya çıkarmak suretiyle İslâmlığın başına yeni bi gaile açmazdı.
Böylece
Müslümanlar’dan Cüseyş üd-Deylemî, Firûz, Dazaveyh, Kays bin Abd-i Yegûs
çalışmaya koyuldular ve gereken yerlere mektuplar yolladılar. Fakat Esved bu
hususta casusları vasıtasiyle bazı haberler almış olacak ki, Kays bin Abd-i
Yegûs’u çağırtıp ona: “Ey Kays, o (Yâni Esved'in şeytanı) neler söyledi
biliyor masun?'17 dedi, “Neler” diye sorunca, “Şeytan
diyor ki, sen Kays’ı yakın adamlarından kıldın, o şeref derecesinde sana denk
olduktan sonra, senin düşmanlarının tarafına geçti, ihaneti içinde sakladı,
Şeytan bana, Ey Esved, Ey Esved, onun şerrinden sakın, ağaçtan meyve koparır
gibi, onun başını kopar; yoksa devletini elinden alçak, yahut başını kesecek”
diye söylüyor dedi. Kays on dan bu sözleri işittikten sonra korktu;
Zu’l-Himar’ın başına andiçerek, Şeytan’ın yalan söylediğine, Esved’i kendi
vücudundan daha aziz tuttuğuna ve hiyanet fikrinden çok uzak bulunduğuna, onu
inandırmağa çalıştı. Kays’ın bu hararetli konuşmasından, Esved’in şüpheleri
belki de biraz hafiflemiş olacak ki, onu serbest bıraktı. Kays arkadaşlarının
yanına koşup durumu anlattı. Onlar Esved’in şüphelerinin ortaya çıkardığı bu
büyük tehlike ve tehdit altında ne yapacaklarını düşünürlerken, Âmir bin
Şehr, Zi Zûd, Zi Merran, Zi Kilâb, Zi Zuleym’m Esved’e karşı harekete
geçtiklerini ve kendilerine yardım vaadlerini ihtiva eden haber-
(Seyf’e
göre) bir takım misâllerle Yemen’in birinci Riddesinde açıkça görüyoruz”. Bunun
için Belâzûrî’nîn yazdığı doğru olamaz diyor. Hâlbuki Kays asıl, Yemen’in
ikinci Ridde’sinde Müslümanlara karşı iyi davranmamıştır. Bu nokta
Höhnerbach’ın gözünden kaçmış olmalı. Höhnerbach, a. g. e. S. 71.
leri
aldılar. San’a’dakiler, yâni Kays, Firûz, Dazaveyh, Cüşeyş ve taraftarları
onlara , kendilerinden emir almadan harekete geçmemelerini yazdılarsa da,
dinletemediler. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber’den Esved’e karşı bir hareket
hazırlamaları için mektup almışlardı
San’a’dakiler
Esved’in şüphelerinin artmasından ve kendilerinden önce harekete geçmesinden
korktukları için evvelce Şehr bin Bâzânla bunun öldürülmesinden sonra da
Esved’in karısı olan A zad ile işbirliği yapmak gerektiğine karar verip
A-ad'm amcasıoğlu olan, Firûz üd-Deylemî’yi saraya gönderdiler7*.
Burada Taberî (Tür. Ter. III., S. 50) S ey fin bizzat Cüşeyş’den
naklettiği birinci rivayete dayanarak, Cüşeyş’in Âzad’a gönderildiğini
yazmaktadır. Gene Seyf bu defa menşei Firûz’a dayanan (Taberî, Tük. Ter. III.,
60) rivayetleri naklederken, Firûz üd-Deylemî’nin Âzad’ı ziyaret ettiğini
söylemektedir. Bu iki rivâyetten hangisinin doğru olduğunu kesin olarak
söylemek güç olmakla beraber, Merzubâne Âzad’ı ziyaret eden kimsenin, onun
amcası oğlu olan Firûz olduğunu kabul etmek her hâlde daha doğrudur. Çünkü
Cüşeyş, kendisinin saraya iki defa gittiğini bildirmekle beraber, üçüncü
ziyareti Firûz’un yaptığını bizzat itiraf etmektedir. Birinci rivayette Esved,
Cüşeyş’den şüphelendiği için onu döver. Merzubâne imdada koşup akrabası
olduğunu söyliyerek, belki de öldürülmekten onu kurtarır. Sonra Firûz saraya
gönderilir; hemen hemen aynı vak’a tekrarlanır. Âzad Firûz’un süt kardeşi
olduğunu ve onunla her zaman konuşacağını söyler; ama Esved bu söze hiç
bakmaz, Firûz’u dışarı çıkartır. Şu halde Firûz’un saraya gittiği muhakkaktır ; yâni Seyf’in Firûz’a dayanan
ifâdesi her iki rivayette de mevcut olduğuna göre ikinci rivayet esas olarak
alınabilir. Ancak hâdiseler, ikinci rivayette daha kısa, daha kestirme olarak
anlatılmıştır. Şöyle ki: Firûz saraya gider, amcasının kızı Merzubâne Âzad’ın
yanına girer ve Esved’in yaptığı kötülükleri ona hatırlatır. Eşini öldürdükten
başka halkı sefil ettiğini, kadınların şeref ve haysiyetlerini çiğnediğini,
artık onu yok etmek zamanı geldiğini söyler ve ondan yardım ricasında bulunur.
Âzad, kocasının katili olan Esved’ in dünyada en çok nefret ettiği insan
olduğunu, kendileriyle hemen işbirliği yapmağa hazır bulunduğu karşılığını
verir . İşte bu sırada içeriye
Esved
bin Kâ’b girer; Firûz’un karısı Âzad ile böyle samimî bir şekilde hasbihal
ettiğini görünce, fena hâlde kızar; Firûz’un üstüne atılıp başına vurmağa
başlar. Fakat Âzad, onun kendi akrabası olduğunu söyleyerek,
kocasını muaheze edince, Esved yaptığı hareketten utanç duyup özür diler 7S.
Firûz
bu tehlikeli işten böylece kurtulup arkadaşlarının yanına geldi. Esved, Firûz’u
sarayında görünce şüpheleri büsbütün arttı. Esasen Hazret-i Peygamber’in
mektubunu almış bulunan Necran’ın Müslüman kalan ahalisi de başka tarafa göç
edip bir araya toplandıklarından, Esved’in şüpheleri korku hâlini almağa
başlamıştı. Bir gün, o, San’a meydanında nefret uyandıran müthiş bir sahne
hazırladı: Şehir halkını meydana topladı. Elinde hükümdarlık mızrağı olduğu
hâlde sarayından çıktı. Topluluğun ortasında durdu. Sonra hükümdarlık atım
getirtti, hayvanın ağzına mızrağı ile vurduktan sonra onu sahverdi. At kanlar
içinde sokaklarda koşmağa başladı ve sonunda yere yıkıldı; öldü. Esved bundan
sonra yüz kadar deve ve inek getirtti; meydanda kumun üzerine bir çizgi çizip
bu hayvanlan çizginin boyunca hep bir lıizaya dizdi. Bundan sonra elindeki
mızrağı ile hayvanlara vurmağa başladı. Hayvanlardan hiçbiri çizginin öte
tarafına geçmiyordu. O, bundan sonra hayvanları bıraktı. Hazır bulunanlar bu
müthiş manzara karşısında, hayret, nefret ve korku içinde kalmışlardı. Daha
sonra Esved mızrağı elinde olduğu hâlde yere kapandı . Bunca hayvanı uğruna kurban ettiği
ruhun sesini duymak istermiş gibi kulağını yere vermişti. Böylce bir müddet
durduktan sonra, başını yerden kaldırıp: Yanımda bulunan melek bana, ey
Esved, Kays bin Makşuh âsidir, onun başını kes” diyor, dedi. Gene başım
yere koyup dinledikten sonra, bu defa şeytanın: “Ey Esved, Firûz âsi ve azgınlardandır,
onun sağ elini ve sağ ayağını kes'’'’ dediğini haber verdi E0 Firûz
bu sözleri duyunca kalabalığın içinde kaybolmağa teşebbüs etti Fakat evine
yaklaştığı sırada Esved’in adamlarından birinin, onu yakalayıp “Hükümdar
seni çağırıyor, sen ise tilkilik ediyorsun” demesi üzerine, hayatından pek
fazla ümidi kalmamış bir hâlde bu adamı tâkîbe mecbur kaldı. Zu’l-Himar’ı
devirmek isteyenlerin hepsinde olduğu gibi, Firûz’da da bir hançer saklı idi.
O, bu sırada nefsini korumak gerekeceğini düşünerek, silâhım gizlice hazırladı.
Şaycd Esved kendisini öldürmek isterse, aha evvel davranarak, onu ve sonra
yanında bulunan adamlarım hançerliyeeekti. Esved onu görür görmez, niyetini
yüzünden anlamış olmalı ki, kendisine yaklaştırmadan, San’a halkına biraz evvel
öldürdüğü hayvanların etlerini bölmesini emretti. Firûz onun emrini yerine
getirdi. Fakat, az önce Esved’in davetini kendisine tebliğe gelen adama pay vermedi.
O da Firûz’u Esved’e şikâyete gitti. Firûz etlerin dağıtılmasında gereken
ihtimamı gösterdikten sonra, yaya olarak Esved’in yamna geldiği sırada onu,
Tanrı adını anarak kendisini işkenceli bir şekilde öldüreceğini, adama
vâdederken buldu. Fakat bu sözleri işittiğini hissettirmeden, emri yerine
getirdiğini haber verip çekildi. Artık her ne bahasına olursa olsun, vakit
geçirmeden sııikasdi sonuçlandırmak gerekiyordu.
Bunun
için Esved’in düşmanları, Merzubâne’ye bir adam yollayıp tertibat almak üzere
kendilerine yardım etmesi gerektiği haberini ulaştırdılar. Merzubâne, Firûz’u
tekrar saraya çağırtarak, sarayın arka tarafında bir duvarın iç kısmından
beraberce bir delik açıp sonra perdesini indirdiler. Buradan odaya geçtiler ve
Esved’in o gece öldürüleceğini Firûz, Âzad’a söyledi
Önce
suikastçiler geç vakit arkadaşlarına direktifler verdikten sonra sarayın arka
tarafına açılmış bulunan deliği genişletmeğe koyuldular. Sonra Kays bin Abd-i
Yegûs, Firûz, Dâzaveyh hep birlikte bu delikten içeriye süzüldüler. Esasen,
Himyer ve Hamdân’lara haber gönderildiğinden, onlar da muhafız kuvvetler
olarak vazife görmekte idiler. Esved’i öldürmek işini Dâzaveyh, ihtiyarlığım
ileri sürerek s2, reddetti. Kays ise ben gürültü ederim, Esved
uyanabilir, diyerek Firûz’un onu öldürmesini teklif etti ve buna karar verildi
Firûz kılıcım arkadaşlarının yanına bırakarak (ihtimal unutmuş olacak),
Esved’in yattığı odaya, bir kandil ışığını tâkîp ederek vardı. Onu yatağın
içinde başı ayağı ne tarafta olduğu belirsiz bir şekilde yatmış ve horluyor
buldu. Âzad, onun başımn bulunduğu tarafı Firûz’a işaret etti. Esved her hâlde
bu gece iyice sarhoştu. Firûz, Esved’e yaklaşıp onun yüzünü görünce, korku ve
şaşkınlık içinde kaldı. Çünkü o, gözlerini açmış Firûz’a bakıyor, bir yandan da
“şeytanıyla konuştuğu hususî dille” birşeyler söylüyordu. Fırsatı kaçırdığı
takdirde herşeyin mahvolacağını bilen Firûz, bir eliyle onun sakalım tutup,
boynunu kardı; öldüğünü sanarak arkadaşlarına haber vermeğe koşarken Âzad onun
eteğini çekip, Esved’in henüz ölmediğini söyledi. Firûz arkadaşlarının yanma
koşup kılıcım aldı (Cüşeyş’in rivayetine göre hep birlikte, Firûz’un rivayetine
göre de Firûz yalnız olarak), tekrar onun odasına döndü. Ancak hepsinin
birlikte onun odasına girmiş olmaları ihtimali daha kuvvetlidir. Belli kaynaklarımız,
Kays ve ötekilerin Firûz’a yardım ettikleri hussunda birleşmektedirler. öyle
anlaşılıyor ki, Kays ve diğerleri onun göğsüne oturdular. Firûz onun başını
gövdesinden ayırırken Esved öyle şiddetli bir “böğürtü” çıkardı ki, odanın
dışarısında bulunan muhafızlar koşuştular, kapıyı vurarak bu sesin nerden
geldiğini sordular. Âzad onlara “ Peygambere vahiy geliyor” dîye
seslendi Böylece muhafızları
kapıdan uzaklaştırmağa muvaffak oldu. Dazaveyh, Firûz ve Arap Kays o geceyi
sarayda Merzubâue’nin yanında, ne yapacaklarım, etrafa nasıl haber salacaklarım
konuşmakla geçirdiler. Sabaha karşı saraydan çıkıp arkadaşlarının yanma
geldiler. Ezd kabilesine mensup Veber bin Yuhannes’i de alarak şehrin en yüksek
kalesine çıktılar. Veber oradan şöyle bir ezan okudu: “Tanrı uludur, Tanrı
uludur, bir Tanrıdan başka Tanrı yoktur; Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in Tanrı elçisi olduğuna tanıklık ederim. Esved Tanri’nm düşmanıdır” Ezam işiten halk kalenin önünde
toplanmış Veber’i, bu cüretkar Müslüman’ı Esved’in ne şekilde
cezalandıracağını merakla beklerlerken, Veber’in yanında bulunanlar Esved’in
öldürülmüş olduğunu ilân edip teyid makamında onun başını halka fırlattılar.
Hayret ve korku içinde kalan Esved taraftarları kaçıştılar; kaçarlarken de
önlerine gelen yerli, yahut Ebnâ’dan olan kimselerin bilhassa bunların
çocuklarım rehine olarak beraberlerinde götürdüler. Buna karşılık Firûz ve
Kays’in vaktinde aldıkları tedbirler sayesinde, onların arkalımdan adamlar
yetişip yetmiş kadar süvariyi esir almaya muvaffak oldular. Boylece
San’a’yıterketmeğe mecbur kalan Esved taraftarları, San’a ile JNecran
şehirleri arsında dolaşıp durdular. Bu arada, küçük büyük yediyüz kişinin eksik
olduğunu farkedip oların serbest bırakılmasını Müslümânlardan istediler. Bu
teklif kabul edildi. Karşılık olarak, alman rehineler geri verildi.
Taberî’nin
dayandığı râvilerin hepsi Esved’in Firûz tarafından öldürüldüğünü
kaydediyorlarsa da, bazı kayanklarıu ifadeleri bu iddaya uymamaktadır. Meselâ Ibni
Sâ'd (Kitab üt Tabakat, V. S. 383) Kays bin Hubeyre Makşuh’un peygamberlik
iddiasında bulunan Esved îil Ansî’yi öldürdüğünü yazmaktadır. Bundan başka,
Belâzûri de (Fütulı ül Büldân, tür., ter., I., S. 173) esas olarak Kays’ın
Esved’i öldürdüğünü anlatmakta ve biraz aşağıda bazı râvilerin onun Firûz
tarafından öldürüldüğünü zikrettiklerini pek kısa olarak kaydedip geçmektedir.
Mirond’ (Ravzat üs Sefa, II., S. 222) da ise bu rol Kays ile Firûz arasında
bölünmüştür. Burada Firûz’un silâhsız olarak Esved’in odasına girdiğini,
Esved’in boynunu kırdığım, sonra geri dönüp arkadaşları ile birlikte tekrar
Âzad’ın yanına döndüklerini, o zaman Kays’ın onun başını gövdesinden ayırdığını
yazmaktadır. Halbuki Buharî (Sahih-i Buhârî, III., S. 52). Zehebî (Tarih ül
İslâm, I., 341.), Ebu’l-Fida (Tarih I., 164), El Vatvat (S. 131) gibi kaynak
kitaplar, onun Firûz tarafından katledildiğini pekâlâ yazdıkları gibi, En
Nevevî (I., S. 52), İbni Haldûn (Kitab ül îber, II., 60), Taberî (Tür., Ter.,
III., 57) gibi tarihçiler de Peygambcr’in ölmeden önce, İlâhî bir kaynaktan
alarak, haber verdiği “Esved öldürüldü; onu salih bir insan olan Firûz
üd-Deylemi Öldürmüştür” sözlerine dayanarak Esved’in katilinin Firûz olduğu
yolundaki kanaatlerini açıkça belirtmişlerdir. Ayrıca İbni Sâ’d gene (V., S.
389), Peygamber’in gaipten aldığı bu haberi kaydettikten sonra, “Esved’i
öldürenler arasında Firûz üd-Deylemî dahi vardı” demekle Firûz’u Kays ile
işbirliği hâlinde göstermektedir. Dikkat edilirse, Firûz’un Esved’i katlettiği
hususundaki haberler daha ağır basmaktadır. Esasen Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in bu yoldaki “Esved öldürüldü, onu sâlih
bir insan olan Firûz üd-Deylemi öldürmüştür” hadisinin kitaplarda daima
tekrar edilmesi, hâdiseye en yakın olan çağda bile inancın bu yolda olduğunu
teyid eder.
Yukarıda
açıklandığı gibi, Yemen bölgesi Esved gibi bir müstebitten kurtulduktan sonra,
Müslüman memurlar gene eski yerlerine dönmeğe başladılar. Fakat, aralarından
birini başkan seçmek hususunda anlaşamaddar. Nihayet Medine’den yeni bir emir
gelinceye kadar Sehabe’den olan Mu’az bin Cebel’i seçtiler . Bir
yandan da bütün olup bitenleri mektupla Peygamber’e bildirdiler; fakat mektup
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e değil, Halifesi Ebu Bekr’in
eline varabilmişti. Zira bazı tarihler, onun Esved’in öldürülmesinden bir gün
sonra öldüğünü kaydetmişlerdir ,
Belâzûri (Fûtun ül Buldan, tür., ter,, I., 173) onun Peygamber’in ölümünden
beş gün önce öldürüldüğünü ve bu haberin Ebu Bekr’in Hilâfete geçişinin onuncu
gününde Medine’ye ulaştığım yazmaktadır. Bu suretle Esved’in hükümdarlığı
bacılarına göre üç ay sürmüştür. Seyf yoluyla bize kadar gelen Firûz’un
rivayeti, onun Kehf-i Hubhan’da isyana başlamasından ölümüne kadr geçen zamanın
ancak dört ay olduğu yolundadır. Böylece Esved’in H. 11. yılın Rebi’ül-evvel
ayının sonunda katledildiği meydana çıkmış oluyor 38
Esved’in
öldürülmesi ile Yemen’de İslâmiyet yeniden zafer kazanmış oldu. Fakat çok kısa
bir zaman için, Çünkü Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölüm
haberi, Cahiliye devri âdet ve İnançlarını bırakmış ve îslâmiyt’i henüz pek
sathî bir şekilde kabul etmiş olan Yemen’li bir kısım halkın yeniden irtidadına
vesile olmuştur.
Denebilir
ki, Kays bin Makşuh ül Muradı, Yemen’de ikinci Ridde’nin Önderliğim yapmıştır.
Halife Ebu Bekr, Firûz’u Yemen’e vah tâyin etmişti. Daha önce Dazaveyh, Firûz,
Cüşeyş hemen hemen birlikte San’a’da iş görmekte ve Yemen’i idare etmekte
idiler. Firûz’un Halife tarafından , onlardan üstün bir mevkie geçirilişi, Arap
Kays’ı kıskandırdı ve bundan dolayı Ezva’yı (Himyerî hükümdarlarının adı ve
Zu’nun çoğuludur), “Ebnâ’lar sizin memleketinizde yabancı ve göçmen bir
kavimdirler. Onları kendi hâllerine bırakırsanız daima saltanat süreceklerdir.
Ben onların başkanlarını öldürerek geri kalanlarını memleketten sürüp
çıkaracağım” diye tahrik etti .
Fakat Himyerli Zu’l-Kilâ ile arkadaşları onun hu fikrini kabul etmediler. Ama
Ebnâ’lara da yaklaşmadılar. Kays gayesine erişmek için, gösterdiği bu boş
gayretten sonra, şurada burada dolaşan Esved’in süvarileri ile temasa geçti ve
onlarda kendisine bir dayanak buldu. Esasen serseri bir hayat süren Esved’in
süvarileri, güya San’a’yı tehdide başladılar. Şehir halkı telâşa düştü. Kays
ise herkesten ziyade korkmuş göründü. Firûz ve Dazaveyh ile istişarede bulundu;
onlarla dostmuş gibi hareket etti. Hattâ ertesi gün için onları yemeğe dâvet
etti ve ilk gelen Dâzaveyh’i öldürdü. Firûz yolda iken iki kadın arasında geçen
konuşmadan bunu öğrenip kendisi için de aym akıbetin hazırlanmış olduğunu
anlıyarak kardeşi Gusna ile Havlan’lara sığındı. Kays, rakiplerini böylece
uzaklaştırınca San’a’da idareyi eline aldı; Ebnâ’nm bir kısmım da zorla İran’a
yolladı. Fakat bazı Arap kabileleri, arzulan hilâfına, göç etmeğe mecbur
bırakılan bu aileleri kendi topraklanndan geçtikleri sırada himayelerine
aldılar ve Kays tarafından görevlendirilmiş olan muhafızları öldürdüler. Bu
kabileler, bu işi Firûz’un teklifine uyarak yapmışlar ve onun Kays’la savaşa
başlama imkânını sağlamışlardı. Bilhassa yîk’ler, Tâhir bin Ebi Hâlenin
idaresindeki kuvvetlerle Firûz’a yardım ettiler. Firûz, Kays’a aleyhtar
olanları toplayıp San’a yakınında Kays ile savaştı ve onu yendi. Kays daha önce
Esved’in süvarilerinin dolaştığı San’a ile Necran arasındaki bölgeye kaçmak
suretiyle kurtuldu.
Bu
sırada Ebu Bekr, elçiler ve mektuplarla Tihâme ahâlisine, Tâhir bin Ebi
Hâle komutasında , Firûz’a yardım etmelerim bildirdi; arkasından da Muhacir bin
Emeyye’nin komutasında bir orduyu Yemen’e yolladı. Muhacir Yemen’de teşekkül
eden kuvvetlerle birleşerek kendi kuvvetini arttırdı. Bu sırada memleketine
dönmüş bulunan Kays bin Makşuh ile Amr bin Ma’dikerib iyi
geçinemiyorlardı. Muhâcir’in kuvvetlerinin çokluğu da Amr’ı korkuttuğundan,
Kays’dan ayrılıp Müslüman olmadan
ve aman bile elde etmeden
Müslüman karargâhına gelip teslim oldu. Biraz sonra Kays bin Makşuh da
Müslümanlara esir düştü ve her ikisi zincirle bağlanarak Medine’ye Halife’nin
yanına götürüldü.
Mulıâcir
San’a’ya gelince memleketi çapulculardan ve Esved’in arla kalan süvarilerinden
temizledi. Sükûnet ve düzeni yeniden kurdu,
Medine’de
bulunan iki esirden bilhassa Dâzaveyh’in katili Kays için Ebu Bekir, hiçbir
vicadan azabı duymadan idam kararı verdiyse de, cinayeti işlemiş olduğuna dair
elde müspet bir delil bulunmadığından ve Kays’ın Peygamber’in minberi önünde,
elli kere Dâzaveyh’i öldürmediğini yeminle teyid etmesi üzerine31
Ebu Bekir onu affetti. Ma’dikerib de affa nâil olup her ikisi ailelerinin yanma
dönme müsaadesini alabildiler.
Ana
kaynaklara dayanarak buraya kadar incelediğimiz Esved’in hayatı, görüldüğü
gibi, biri dinî, diğeri siyasî olmak üzere iki tarafhdır. Gene görülüyor ki,
geçici bir zaman için de olsa gösterdiği ipnotizmacıhk mârifetleriyle
etrafındaki bazı insanları kendi peygamberliğine inandırmış olmasına rağmen 9Z,
onun bu tarafı çok hareketli geçmiş bulunan siyasî hayatına nispetle pek sönük
kalmıştır,
Esved
yeni bir din kuramamış, her ne kadar yakın taraftarlarından bir kısmım kendi
peygamberliğine inandırmağa muvaffak olmuşsa da, yeni ve kutsal bir kitap da bırakamamıştır.
O, her ne kadar Rahman’m adına konuşmakta olduğunu ve bir melek
vasıtasıyle vahiy aldığım sık sık söylemişse de, bunlar kaynaklara nazaran daha
çok kendi şahsî kuvvetini tanıtmak maksadiyle söylenmiş sözler olup İlâhî bir
takım emirlere benzemekten tamamiyle uzaktırlar. Bununla beraber Esved’in
Mûsevî, Hristiyan ve İslâm monoteizminin tanınmış ve yerleşmiş bulunduğu
Yemen’de bir putun adına değil, görünmiyen yüksek bir Tanrının adana ortaya
çıktığım iddia etmiş olduğu muhakkaktır.
Esved
hakikî hüviyetiyle , sadece seziş kuvveti fazla olan kurnaz, cesur ve iktidar
ihtirası ile dolu, mahir bir siyaset adamı idi. O, Peygamher’in hastalığı
haberinden ve Yemen’deki bazı kabileler arasındaki vergi meselelerinden doğan
Ridde’den istifade etmesini bilmiş ve gizliden gizliye hazırlanmaya
başlamıştı. Esasen, Yemen din bakımından olduğu gibi, sâkinleri bakımından da
heterogen bir bölge idi. Bu durum da Esved’in çabuk muaffakiyet elde etmesine
yardım etmiştir. Yâni Esved’in in bir çok taraftar bulmasının sebebi, halkın
ona sırf dinî bir inançla bağh bulunmasından ileri gelmiyordu. Yemen’de uzun
yıllardan beri hâkim bir zümre hâlinde yaşıyan Iranhlar’m çocukları olan
Ebnâlar artık Yemen Arapları’mn tahammül edemedikleri ve memleketlerinden uzaklaştırmak
istedikleri bir sınıf hâline gelmiş idi. İşte Esved Ebnâ’nm Yemen’deki
nüfuzunu tamamiyle kırmış, onlara hâkim olmuş ve Ebnâlarm idarelerini de
kendilerinden olan Dâzaveyh ve Firûz’a vermek suretiyle, onları kendine
bağlamıştı. Bir yandan da gün geçtikçe, eski dinlerini bırakıp İslâmiyet’i
kabul ederek Medine hükümetine bağlanan halkı, öteden beri ticaretlerine vergi
almak suretiyle engel teşkil eden, Kureyş’ in hâkimiyetine tâbi kılmamak ve
Yemenliler’! din bakımından da kendisine bağlamak için peygamberlik iddiasında
bulunmuştur.
Esved
savaşçı bir peygamber sıfatiyle ortaya atılmış ve kısa zamanda büyük topraklan
eline geçirmiş, fakat bundan dolayı o kadar çok gurura kapılmıştır ki,
arkadaşlanm küçümsemeğe, halka zulmetmeğe ve fazlaca sarhoş olmağa başlamıştır.
Daha önce belirtildiği üzere bu durum onun hayatına malolmuştur,
Yukarıdanberi
anlatılanlar da gösteriyor ki, Esved bir millî isyanın önderliğini üzerine
almıştır. Eğer o, hakîkî bir peygamber olarak tanınsaydı, ölümünden sonra dinî
eserinin devam etmesi, hiç olmazsa bunun kalıntılarının daha sonraki devirlerde
yaşıyan râvilere bir nebze olsun malzeme teşkil etmesi gerekirdi.
Esved’in
ölümü ile birlikte , onun peygamberliği de derhal unutulmuş, fakat önderliğini
üzerine almış olduğu millî hareket Arap Kays’la gene de devam etmiştir.
2.
TULEYHA BİN
HUVEYLİD
Sahte
peygamberlerden İkincisi olarak inceleyeceğimiz; Tuleyha, şahsiyet itibariyle
diğer sahte peygamberler kadar kuvvetli olmamakla beraber, bir aralık Medine’yi
tehdit edecek derecede cesaret göstermiş, daha sonra da Hâlid bin Velid’in
ordularım ciddî şekilde uğraştırmış olduğundan tarihte oldukça önemli bir yer
kazanmıştır.
Asıl
adı “Talha” olan Tuleyha, Necid’de oturan Esed kabilesinin ileri
gelenlerindendir. Müslümanlar ona kızdıkları için “Tuleyha” yâni “Talhacık”
adım verdiler.
Ibn
ül Esîr’e göre onun soyu şöyledir :
Tuleyha bin Hiiveylid bin Nevfel bin Nadle bin ül-Eşter hin Hecvan bin Fak’as
bin Tureyf bin Anır bin Müseyl bin ül Haris bin Dudan bin Esed bin Hüzeyme bin
Müdrike bin îlyas bin Mudar ül Esedî ül Fakasî. Zehebî bu soy kütüğünü daha
kısa gösterir, şöyle ki s+: Tuleyha bin Hüveylid bin Nevfel bin
Nadlet ül Esedî ül Fakasî.
B.
Tuleyha’nm
birinci defa İslâmiyet! kabulü:
Tuleyha’nm
hayatını tarihen malûm en eski günlerinden alarak inceleyecek olursak, onu
Hicretin 5. yılında putperest Kureyşlilerle birlikte Medine’yi kuşatmış bir
düşman, 9. yılında kabilesinden bir heyetle birlikte Medine’ye gelip
İslâmiyet’i kabul etmiş bir mümin, Hicretin, 10, yılında mürtedlerin başına
geçmiş, peygamberlik iddiasında bir komutan, Buzaha savaşından bir müddet
sonra ise Kadisiye ve Nihâvent savaşlarında İslâm ordusunun zafer plânlarım
hazırlayan kıymetli bir Müslüman askeri olarak görmek mümkündür.
En
kısa şekilde yukarıya aldığımız; Tuleyha’nın maceralı hayatının tarihi de bize
gösteriyor ki, o hiitiin iddialarına rağmen hakîkî bir peygamber değildi’; o,
sadece bir kâhindi. Bir iki kehanet sözü, Peygamber’in ölüm haberi, bunun
sonucu olan Ridde, bazı kabile ileri gelenlerinin menfaat ümitleri, Tuleyha’nın
etrafına adam toplamasına fırsat vermişti.
Tuleyha’nın
adı tarihte ilk önce Gatafan seferinde İslâmlar tarafından yenilgeye
uğratılmış bir Esedî olarak geçer. Bundan bir yıl sonra, Hendek savaşı
sırasında Esed kabilesinin başında Tuleyha bin Huveylid’i, Ebu Süfyan ve
Fezareli’lerin başbuğu Uy ey ne ile birlikte yeniden Islâmlar’a karşı harekete
geçmiş görüyoruz2’. Bundan dört yıl sonra, yâni Hicretin 9. yılında,
içinde Tuleyha’nın da bulunduğu, Esed kabilesinden bir heyet Peygamber’i
ziyaret edip ona “Ey Tann’nın elçisil Biz sana Tann’nın birliğine ve senin
Tanrı elçisi olduğuna tanıklık etmek üzere geldik. Bu iş için sen, bize haber
yollamadın, biz arkada kalan kabilemizi burada temsil ediyoruz” dedi. İbn ül Esîr’in Vâkıdî’den aldığı bu
rivayet Tuleyha’nın 9. yılda kabilesi ile birlikte İslâmiyeti kabul ettiğini
apaçık anlattığı hâlde, en küçük teferruatı bile didik didik eden Caetani,bu
önemli noktayı atiayıvermiştir.Ona göre, Tuleyha ve taraftarları hiçbir vakit
Müslüman olmamışlardı ki, İslâmiyet’in mürtedleri sayılsınlar .
Caetani, Hâlid’ in savaştan önce Tuleyha’yı İslâmiyet’e davet edişini, onun
daha evvel Müslüman olmadığının bir delili sayıp bu iddiasını kuvvetlendirmeğe
çahşmaktadır. Böyle bir iddia tamamiyle yanlış bir görüşün ifadesidir. Zira
Hâlid sadece eskiden beri putperest kalmış Arapları doğru yola dâvet ile
görevlendirilmemiş, daha ziyade İslâm’ı terketmiş olanları dine dâvet ve dinde
kalanlara da bir takım vaızlarda bulunmak üzere Ebu Bekr tarafından gönderilmiştir.
Tuleyha’yı da bu düşünce ile ve aym emri yerine getirmiş olmak amacı ile dine
dâvet etmiştir. Yoksa Tuleyha putperest kalmakta devam ettiği için değil.
İrtidadla mücadelenin daha sonraki olaylarında da görüleceği üzere Hâlid, Ebu
Bekr’in kendisine verdiği mektuptan da anlaşıldığı gibi, her yerde önce dinden
dönenleri dine davet emiş, kabul etmeyenlerle de savaşmıştır.
Bu
noktaya kadar hâdiseleri olduğu gibi açıkhyan Vacca (Ene. de de l’Islâm, IV,
874), sıra kendi fikrini yazmağa geldiğinde, belki de Caetani’nin tesiri ile,
yalnız Tuleyha ’nın İslâmiyet’i kabul ettiğini ve bunun da siyasî bir inkiyadı
gösterdiğini söylemekte, arkasından bütün bunların (ileride görüleceği üzere)
Müseylime’nin Medine’yi ziyaretine bir nazire olarak uydurulmuşa benzediğini
ilâve etmektedir. Halbuki, Medine’ye gelen Esed’li heyetlerin sözlerinin
Yemâme’den gelen Hanîfe heyetinin sözleri ile hiçbir benzerliği yoktur. Bunlara
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in davranışı başka ,
Hanife’lilere söylediği sözler gene bambaşkadır. Gene Ibn ül Esir bu heyetin,
Hazret-i Mulıammed’e gelip kendiliklerindenMüslüman olduklarını söylemeleri
üzerine, Peygambere aşağıdaki âyetin inmiş olduğunu kaydediyor ki, bu suretle
Tuleyha’mn Medine’ye gelip İslâmiyet’i kabul ettiği inkâr edilemez bir
vesika ile teyid edilmiş oluyor:
“9S
(= Onlar: Müslüman olduk diye seni minnet altında bırakmak istiyorlar, de ki:
Müslüman olduk diye siz beni minnet altına sokamazsınız. Belki siz, sizi
inanma yoluna ileten Allah’a karşı minnettar oluyorsunuz; eğer doğru kimseler
iseniz.”
Tuleyha’mn
İslâmiyet’i kabul ettiğini, hem de mensup olduğu kabile üyeleri ile birlikte
kabul ettiğini biz İbni Sa'd’da da görmekteyiz". İbni Sa’d’a göre Tuleyha
kardeşi Seleme ile birlikte Peygamberim savaşlarına katılmak üzere hareket
etti. Allahın Resûlü Mulıammed, Seleme’yi çağırıp ona, sancak verdi ve
Muhacirin ile Ensar’dan yüz elli kişiyi de emrine verip ona, “Benî Esed’in
toprağına varıncaya kadar yürü, onlara baskın yap”. dedi. Bunun üzerine
Seleme üç çobanı ve deve sürülerini ganimet olarak alıp Medine’ye dönmüştü. En
inanılır kaynakların aslâ İslâmî bir gayretkeşlik gütmeden verdiği hu küçük,
küçük haberler bize Esed kabilesinin Tuleyha’ya uyarak Vacca’nın iddiası
hilâfmaIslâmiyet’i kabul etmiş olduklarını açıkça gösterir.
Biraz
sonra Tuleyha’mn peygamberlik iddialarında bulunduğunu anlatırken Mûsâ bin
Vesime’nin bize verdiği ip uçlan bu vadideki tenkîdlerimizde ne kadr haklı
olduğumuzu bir kere daha ortaya koyacaktır.
C.
Tuleyha’mn
ayaklanması ve peygamberlik iddia etmesi:
Hazret-i
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] vedâ haccından döndükten sonra uzun süren bir
hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı haberinin sür’atle etrafa yayıl ması, bazı kabilelerin dinden dönmelerine sebp
oldu. Bundan istifade etmesini bilen Tuleyha bin Hüveylid, kâhinliğinin de
yardımıyla, peygamber olduğunu iddiaya koyuldu. Musevilerden birçokları ona
yardım ettiler. Tuleyha, Semira denilen yere gelip ordugâh kurdu. Halkın aşağı
tabakası ona uydu. Az zamanda Tuleyha’mn taraftarları çoğaldı. Tuleyha yeğeni
Habbâl’i bir anlaşmaya varmak için Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’e gönderdi. Habb âl, Tuleyha’mn peygamberliğinden, ona “Zu’n-lVun”
adında bir meleğin vahiy getirdiğinden bahsetti. Peygamber ona, “Bir de
melek mi buldu?” deyince, Habbâl iftiharla, “Ben Huveylid’in oğluyum”
diye cevap verdi. Peygamber o zaman ona, “Allah seni kahretsin ve şehadet
rütbesinden mahrum kılsın” dedi. Taberî’nin (Arap. Metin, III, 189)
kaydettiği bu haberi Caetani kendine göre özetlendirinekte ve akla gclmiyecek
bir mantıkla şöylece münakaşa etmektedir: “.... Bundan şu sonuçlan
çıkarırın: Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Tuleyha’mn peygamberlik
iddialarını müsamaha ile karşılıyor. O, buna hiddet etmedikten başka,
Tuleyha’mn kendisine vahiy getirdiğini iddia ettiği Zu’n-Nun adındaki melek
hakkında da Müslümanlara açıklamada bulunuyor 10°”.
Biz
yukarıya aldığımız/, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ile Habbâl’m konuşmasında müsamahaya delâlet
eden bir husus göremiyoruz. Bilâkis Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] , “Bir de melek mi buldu?” sözleriyle önce istihza etmiş sonra
da Tuleyha’mn temsilcisi ve yeğeni olan Habbâl’e beddua etmiştir. Caetani hemen
bu Öszlerin arkasından, en güvendiği kaynakların verdikleri bilgilere aykırı
olarak, Tuleyha’ya tâbi olanların, daha önceleri Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’e tâbi olmadıklarını Medine’ye karsı hiçbir anlaşmayı ihlâl
etmemiş olarak Tuleyha ile birleşmiş bulunduklarını ilâve etmekle, Esed’lerin,
Gatafan’lann Fezâre’lilerin İslâmiyet’i kabul etmemiş olduklarım bir kere daha
tekrar ediyor. Bu hususta Alman orientalisti Dr. Höhnerhach’ın fikri de
Wellhausen ve Caetani’nin tamamiyle tesiri altındadır. Büyük bir değer taşıdığı
açık olan Vesîme’nin Kitab ür Ridde’sini Ibni Haeer’den çıkararak yayınlayan
Höhnerhach’ın neden kendi yayınladığı bu kitaptaki kayıtlara bu derece lâkaydi
göstermiş olduğunu anlıyamadığımızı söylemek mecburiyetindeyiz. En eski İslâm
kaynaklarından olan Vesîme’nin Kitab ür Ridde’si bize aşağıdaki ip uçlarım
vermekle Tuleyha ve taraftarlarının daha önce Müslüman olduklarım şüphe
götürmez bir şekilde anlatmaktadır. Meselâ: Zübyân bin Rebia el-Esedi
adındaki şahıstan bahseden Vesîme (S. 40), onun Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ile buluştuğunu
söyledikten sonra, “Tuleyha peygamberlik iddiasında bulunduktan sonra, ondan
ayrılıp, ona şöyle demiştir; Sen yalnız bir kâhinsin
ki, kâh isabet ettirir, kâh isabet ettirmezsin; bize Kupana benzer bir şey getirsene.
Eğer bunda muvaffak olamazsan, bırak bizi senden ayrılalım” demiş olduğunu
bize bildirmektedir. Gene Vesîme’nin bize bildirdiğine göre: Hubeyş
ül-Esedî, hükemâdan Galip bin Bişr ül-Esedî, Yezid bin Huzeyfe el-Esedî, Eşraftan
Zufar, Tuleyha'dan ayrılıp İslâmiyet’te sabit kalanlardandır. Harim bin Kutbe
bin Sinan el-Fezâri de İslama sadık kalmış ve Uyeyne bin Hısn’a da Islâmda
sadık kalmasını tavsiye etmiştir. Uyeyne bunu dinlememiş ve bunun üzerine
Harim de onun hakkında bir şiir yazmıştır. (Harim Cahiliyye devrinde yargıç
idi). Zimman bin Ammar el-Fezâri, Tuleyha ile birlikte irtidad edip
Müslümanlarla mücadele edenlerdendir; fakat sonra pişman olup Yemâme’ye
gitmiştir. Ahaliye irtidadın kötü sonuçlarını anlatmış ve onları İslâm’a davet
etmiştir. El Haris Mâlik üt Taî: Peygamberle bir arada bulunmuştur. Ridde
sırasında sâdık kalıp zekâtı Ebu Bekir’e vermiştir.
îbni
Sa’d (Tabakat, IV. I., S. 177) da bize bu yolda misaller vermektedir: “Et-Tufeyl
irtidad konusunda Tuleyha işine karışmış ve Necid’i tekrar İslâmlığa iade
işinde büyük hizmeti olmuş, sonra Ye mânı e'ye. gitmiştir”. Daha birçok
ilâvelerle zenginleştirilmesi mümkün olan yukarıdaki misaller bize Tuleyha
başta olmak üzere Esed, Gatafan, Fezare ve Tay kabilelerinin, kalben olmasa
hile, şeklen İslâmiyet! kabul etmiş olduklarını ve Medine hükümetine bağlı bulunduklarını pek
güzel ispat etmekte iken, Höhnerbach, İslâm tarihçilerinin Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in şahsiyetini idealleştirmek maksadiyle düşman
kabilelerin elçilerini bile ihtida etmiş gösterdiklerini iddia ediyor ve bu
arada önce hakîkaten Müslüman iken irtidad eden Müccâa, Mâlik bin Nüveyre gibi
temsilcileri de iddiasına misal olarak gösteriyor (Höhnerbach. a. g. e. S. 88)
ve Halid’in bunların üzerine yürümesini—gene Cactani’nin tesiriyle — ülkeler
fethetmek arzusundan doğan bir hareket, karşı tarafın mukavemetini ise ilk
defa fethedilen bir memleketin direnmesi saymak gerektiğini ilâve ediyor.
Höhnerbach’m
bu husustaki kanaatlerinin sarsılmazhğına ileride Müseylime ve Yemâme konusunda
daha da açık misâller vereceğiz. Ceatani ve Höhnerbach gibi değerli
Oricntalistlerin, nasd bir düşünüşün tesiri altında, apaçık tarihî hakikatleri
reddettiklerini anlamak zordur.
Habbâl
memleketine döndükten sonra Allah’ın resûlü Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] derhal Dırar hin ül E zver’i
Esed’lerin ülkesindeki valilerine göndererek dininden dönen herkese karşı
harekete geçmelerini ve tedbir almalarını emretmişti . Bn emir
üzerine onlar ciddî tedbirler aldılar ve Tuleyha’yı korkuttular. Müslünıanlar
Varidat denilen yerde, mürtedler ise Semira’da toplandılar. Bu sırada
Tuleyha’nın taraftarları gittikçe azaldı. Müslüman ordusuna katılanlar ise her
an çoğaltmaktaydı. Nihayet Di rar onu sağ olarak ele geçirmek istediğinden
üzerine yürüdü. Karşılaştıkları zaman keskin kılıcı ile Tuleyha’ya vurdu fakat
kılıç Tuleyha’ya işlemedi. Bu olay Tuleyha’nın halk arasındaki itibarını arttırmaya
yardım etti. “Ona kılıç işlemedi” sözü gittikçe yayıldı . Müsliimanlar Tuleyha’nın isyânı ile
uğraşırlarken, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in öldüğü
haberi geldi. Bu defa halk Tuleyha’nın etrafında toplanmaya başladı. Tuleyha
artık kabına sığamaz oldu. Zı'l-Himarîn Avf Cezmî ona
Cedîle’lerdenbeşyüz kişiyi istediği anda yardımcı olarak vereceği haberini
yolladı. Gacs’ların başkanı da aynı şekilde Tuleyha’ya yardım vâdetti, Uyeyne
bin Hısn ise Gatafan’ların başına geçip “Ben Esed'lerle aramızdaki eski
anlaşma bozulduktan sonra Gatafan yurdunun sınırlarını tanımıyorum. Şimdi ise
Cahiliyye devrinde Eesed’lerle aramızda mevcut olan anlaşmayı yenileyeceğim ve
Tuleyhafa yardım edeceğim. Tanrı adına yemin ederim ki, müttefikimiz olan iki
kabilenin, peygamberine tâbi olmayı Kureyşli Peygambere tâbi olmağa tercih
ederim. Hem Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ölmüştür.'; Tuleyha ise sağdır ve kavmi ona
uymuştur”LM dedi. Sonra kabilesi ile birlikte Tuleyha’nın yanı
başında yer aldı. Böylece Esed Gatafan ve Tayy kabileleri dinden dönüp
Cahiliyye devrindeki anlaşmalarım yenilediler .
Sahte
peygamberlerin ortaya çıkış sebeplerini genel olarak açıkladığımız zaman
gösterdiğimiz üzere, Tuleyha’nın ortaya çıkışında ve kuvvetlenişinde de
kabile şeflerinin siyasî nüfuzlarım arttırmak hevesleri, bunların,
birbirleriyle başkalarına karşı birleşmeleri, zekât ve sadaka vergisinden
kurtulmak istekleri büyük rol oynamıştır. Peygamber’in ölümü de Islâm dinini
henüz pek yeni kabul etmiş ve henüz hazmetmemiş olan bu insanları bir şaşkınlık
ve bocalama devresine sürüklemişti. Kabileler olgun ekinler gibi, kuvvetli esen
rüzgârın önünde baş eğiyorlardı.
Bu
durum karşısında Kuzâa’h Sinan ve Dırar bin el Ezver, Esed’ler arasındaki bütün
diğer Müslüman memurlar kaçıp Medine’ye Ebu Bekr’ e geldiler. Durumu kendisine
anlattılar. Ebu Bekr’in bu haberleri endişe ile değil âdeta memnuniyetle
dinlediğini Taberî (Ter. ter. III., S. 98), Dırar’m ağzından anlatmaktadır. Bu
sırada G-atafan ve Esed kabileleri, mütereddit kalan Havâzin ve KuzâaTarın
elçileri, Hazreti Peygamberin ölümünden on gün sonra Medine’ye gelip
Müslümanlar’ın önemli ailelerinin evlerine misafir oldular. Yalnız Abbas
bunlardan kimseyi misafir etmedi. 0 sırada üsâme de Suriye seferine çıkmıştı
ve ancak kırk gün sonra geri dönecekti. İsyan eden kabilelerin delegeleri Ebu
Bekr’in huzuruna çıktıkları zaman, namazı kılacaklarını, fakat zekâtı vermekten
affedilmek istediklerini, dilekleri kabul edildiği takdirde bir barış
andlaşması yapacaklarım söylediler. Bu teklif bir çok sahabe tarafından da uygun
görüldü. Az kalsın elçiler maksatlarına ereceklerdi. Fakat Ebu Bekr bu isteği
şiddetle reddetti ve
heyetleri geri çevirdi. Bu hususta kaynaklar menşei Ömer’e kadar dayanan,
aşağıdaki rivâyeti kaydederler: Ömer ve diğer Eshâb, Halife Ebu Bekr’e gidip: “Bırak
insanları, zekât vermeden namaz kılsınlar; zira yüreklerine iman girseydi onu
da kabul ederlerdi” dediler. Buna Ebu Bekr’in verdiği cevap şöyle olmuştur:
“Tanrıya and içerim ki, göklerden yere düşmek, uğrunda döğüştüğü bir işi
bırakmaktan nice daha hoştur. Hiç böyle bir şey uğrunda savaşmaz olur muyum?”
Belâzûrî (Fütuh, S. 91), de ise bu nokta şöyle
aydınlatılmıştır: Sahabilerin yukarıda söylediğimiz teklifi üzerine, Ebu Bekir
onlara: “Bir devenin yularını dahi eksik verseler, onlarla savaşırım” cevabında
bulundu. Süyutî (Tarih ül Hülefa, S. 29)’de de bu hususta şunlar yazılıdır:
Ömer buna karşılık, Peygamberin “Ben , Tanrıdan başka bir Tanrı yok, Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] de onun
elçisidir diyinceye kadar, onlarla savaşmaya emredildim, her kimki bunu
söylerse, malını ve kanını benden korumuş olur1” dediğini
hatırlattı. Ebu Bekr ise “Namaz ile zekât arasında bir fark gören herkesle
savaşacağım, çünü zekât maldan alman bir haktır, Peygamber de haktan
bahsetmiştir'” dedi.
Gene
tekrar edelim ki, dinden dönüp ayrıca savaştan da kaçınmayanlar dâima İktisadî
gayelerle harekete geçmiş bulunuyorlardı.
Halife
ile bir anlaşmaya varamayan kabile üyeleri kendi yerlerine döndükleri zaman,
kabüedaşlarına Müslümanların sayısının az olduğunu söyleyerek onları Medine
üzerine akın etmeğe heveslendirdiler. Ebu Bekr ise bunu önceden tahmin edip
Medine’lilerin Mescitte hazır bulunmalarını, mürtedler tarafindan bir hücuma
mâruz kalmalımın muhakkak olduğunu haber verdi. Bu sırada Süleym kabilesi
kısmen dinden dön müş, Havazin’ler mütereddit, Sakîfler ise Islâmiyette sabit
kalmışlardı. İsyan edenler Kureyşlilerle Ensar arşındaki anlaşmamazhğı unutturup
bunların birleşmelerine sebep olacaklarını hiç hatırlarına getirmemişlerdi.
Biraz
sonra Peygamberin şuraya buraya tâyin ettiği valilerden, her yerde toptan veya
kısmen irtidat ve isyan olduğu haberleri geldi. Müslümanlar’ın uğradıkları
felâketler dillerde dolaşmaya haşladı. Ebu Bekr, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’in yaptığı gibi ihtilâlcileri elçilerle oyaladı. Valilerin
elçilerini yeni emirlerle geri çevirdi; başka elçiler de gönderdi. Maksadı
Usâmc ordusunun geri döneceği zamana kadar vakit kazanmaktı.
Ebu
bekr’in ilk savaşı Abs ile Zubyân kabilelerine karşı oldu. Bunlar
acele ile Medine üzerine yürüdükleri için Ebu Bekr, Üsûme’nin dönüşünü
beklemeden bunları karşılamak mecburiyetinde kaldı. Kuzeyde bulunan Kelb
ve Kuzâa’hlar da irtidat etmişlerdi. Tuleyha'nın etrafında toplanan Tay,
Esed ve Gatafan’laıdem pek azı Müslüman kalmıştı. Kinâne
kabilesinden bazdan da isyanedar a katılmışlardı. Tuleyha çoğalan taraftarlarım
ikiye böldü. Bunlardan bir grubu el Abrak, bir grubu da Zul Kassa'ya
gönderdi ve HabbaVi de bunlara komutan tâyin etti.
Çok
kısa bir zaman sonra mürtedlerin hücuma geçeceklerini anlayan Ebu Bekr, Medine
yollarını gözetlemek üzere, Ali, Zübeyr, Talha ve Abdullah bin
Mesııd’u gönderdi. Camide topladığı halka da, isyanedann Medine’den bir merhale
uzakta olduklarını haber verdi. Bundan üç gün sonra isyanedar Medineye bir gece
baskını yaptılar. Bunu haber alan Ebu Bekr camide bulunan halkın başında,
baskım yapanlara karşı çıktı ve onları kaçmıya mecbur etti. Ebu Bekr onları,
Tuleyha’nin yedek kuvvetlerinin buluduğu yere kadar kovaladı. Fakat bu yedek
kuvvetler, hava doldurulmuş tulumları Müslümanlar’ın develerinin ayakları
altına yuarlayarak ürküttükleri için, develer dört nala koşarak Medine’ye geri
döndüler. Bu çarpışmada hiç bir Müslüman ölmemiştir. İsyanedar, Müslümanları
zayıf sanarak Zu'İ-Kassa'Aa bulunan arkadaşlarım kendi yanlarına
çağırdılar.
Ebu
Bekir bu sırada, bütün geceyi askerlerini nizama koymakla geçirmişti. Ertesi
gün, gün doğmadan hücuma geçti. Güneş doğarken miirtedler bozulup bir hayli
adam kaybettiler. Tuleyha’mn yeğeni Habbâl de bu sırada öldürüldü . Ebu Bekr ilerleyip, Zu'l-Kassa'yA
indi. Numan bin Mukarrin'i bir bölük askerle orada bırakıp kendisi
Medine’ye döndü. Bu savaştan Tuleyha taraftarlarının cesareti kırddı.
Zubyânlar, Abs’ler Müslüman kalmış olanların üzerine atılıp çeşitli işkencelerle,
onları öldürdüler. Ebu Bekr bunu haber alınca, öldürülen Müslüman sayısı kadar,
belki de daha fazlasıyla, daha şiddetli bir tarzda karşı taraftan adam
öldüreceğine and içti. Zu'l-Kassa savaşı sonunda Müslümanlar’ın
cesaretleri arttı. Irtidad edenler arasında yeniden dine dönenler çoğaldı.
Bunun sonucu olarak da Medine’ye her taraftan zekât, sadaka mallan gelmeğe
başladı. Bu olayın üstünden birkaç gün geçtikten sonra Usâme, Suriye
seferinden döndü. Ebu Bekir onu askelerle birlikte Medine’ de bırakıp kendisi Zu'l-Hulâsa
ve Zul-Kassa'0* mevkilerine hareket etti. El Abrak
denilen yere gelince, orada Abs, Zubyân, Abdu Menat bin Kınane’lerden
bir toplulukla savaştı: onları da bozguna uğrattı. Bu arada Ebu Bekr’e (Ebu
Fasîl’e) tâbi olmayız diyen şair Hutay'e de esir düştü. Bundan sonra
Medine’ye dönen Ebu Bekir, artık elçi gönderme işini durdurdu ve onbir birlik
kurarak bunlara komutanlar tâyin edip isyan eden bölgelere yolladı Bunlardan
biri de Tuleyha üzerine giden bir birlikti ki, komutanlığına Hâlid bin Velid
tâyin edilmişti . Halid’in elinde de öteki komutanların sahip
oldukları gibi, Ebu Bekir’in emirlerini ihtiva eden iki mektup vardı. Seyf
bin Ömer’in rivayetine göre mektuplardan birinin önemli kısımları, aynen
şöyledir: “.... Ben size eşi olmayan tek ve bir Tanrıyı över ondan başka mâbud
bulunmadığına ve Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in onun kulu ve
elçisi olduğuna tanıklık ederim.... Tanrı elçisi dâvetini kabul ettirinceye
kadar savaştı..... Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ancak Tanrı elçisidir. Ondan önce birçok
resuller gelip geçmişlerdir. O ölür veya öldürülürse, siz yüz çevirip dönecek
misiniz ? Her kim yüz çevirip irtidad
ederse yüce Tann’ya bir zarar
vermez.... Aranızda Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e tapanlar varsa
o ölmüştür. Tanrıya ibadet edenler için ise Tanrı her vakit vardır. Onnn hiçbir
ortağı yoktur............................
Ben sizi Tann’nın dinine sıkı
bir surette riayete çağırıyorum.. Bana aranızdan bir kısmınızın Müs
lüman
olup İslâm dini ile amel ettikten sonra Tanrı’yı aldatarak, ne yaptığını
bilmiyerek, şeytanın çağrışım kabul ederek, dininden dönmüş olduğu haber
verildi... Ben size Muhacir, Ensâr ve Allah’ın bir lûtfu olarak Tanrı yoluna
gidenlerden bir ordu ile falan komutanı gönderiyorum. Ona, Tanrı dinine çağırmadan
önce, kimse ile savaşmamasını ve kimseyi öldürmemesini... salih olanlara
yardımını esirgememesini., çağrısını kabul etmeyenlerle savaşmasını, onlardan
ele geçirebildiği kimseleri sağ bırakmamağım, onları ateşte yakmasını ve her
türlü işkence ile öldürmesini,,, emrettim... İslâmiyet! bırakan Tanrı’yı âciz
bırakamaz.... gönderdiğim elçime, bu mektubumu her toplantıda size okumasını,
ezan, okuyarak namaza çağırmasını emrettim. Ezan okumadıkları takdirde onları
cezaya çarptırınız dedim. Ezan okudukları takdirde onlardan Müslüman olup
olmadıklarını, sorunuz, İslâmiyet! ikrar etmezlerse onları cezaya çarptırınız
diye emrettim....”
İkinci
mektup ise doğrudan doğruya komutanlarına emir ve tavsiyelerini ihtiva etmekte
idi. Buradan gittikleri her yerde halkı Tann’nın emirlerine davet etmelerini,
kabul edenlerin İslâmiyet’in onların üzerine yüklediği bütün hükümleri, hak ve
vazifeleri tam olarak vaktinde yerine getirmelerine önem vermeleri yazılı idi .
Diğer
komutanlar gibi Hâlid bin Velid de Zu’-l-Kassa’dan ordusunun başında harekete
geçti. O sırada, Tuleyha ile Gatafan kabilesi başkanı Uyeyne bin Hısn1XI,
Buzaha suyu üzerinde bulunuyorlardı. Es-Serfnin Sey/’den aldığı rivayete
göre Müslümanlar bu sırada Esed kabilesinden birini yakalayıp Hâlid’in yanına getirmişlerdi.
Hâlid ona: "Bize onun hakkında bilgi ver. O size neler söylüyor?” diye
sordu. Yakalanan Esed’li Tuleyha’nın kendisine şöyle bir âyetinmiş olduğunu
iddia ettiğini söyledi: “Güvercin ve dâima oruçlu olan kuş adına andiçerim
ki, Tanrı sisin bu ülkeleri yıllarca koruyacağınızı mülk ve devletinizin, Şam
ve Irak'a kadar uzanacağını temin etmiştir” (Taberî, Tür. ter.,III., S,
103).
Yukarıda
Tuleyha’nın âyet diye iddia ettiği sözler, onun halkı nasıl kandırdığına bir
misâl teşkil ettiği gibi, gene onun şahsî hırs ve emellerinin ne kadar geniş
ve kolay tatmin edilemez olduğunu açıkça göstermektedir.
Hâlid
yolu üzerindeki kabileleri kâh tehdit, kâh dostluk yoluyla kendisine yardım
etmeğe mecbur kılarak ilerledi. Bu cümleden olarak Adî hin Hatim ’in Tayy ve
Cedîleleri islâmhğa kazanmış olması başta sayılmak gerekir. Kelbî’nin
rivayetine göre Hâlid Mürted’lere yaklaştığı sırada, keşif yaptırmak üzere
Ükkâşe bin Mihsan ile Sabit bin Ekran’ı yolladı. Bunlar yolda Tuleyha ile
kardeşi Seleme’ye rastladılar ve onların âni hücumu ile şehid edildiler Gamr halkı Buzaha’ya sığındıktan sonra Tuleyha
onlara “Sîzlerin bir taş değirmen yapmanız bana emredildi; Tanrı onunla
istediği kimseleri vuracak ve yukardan aşağıya yuvarlanacak olan kimseler onun
üzerine fırlıyacakZardır” dedi. Her hâlde Tuleyha bu sözleriyle,
üstünlüklerini kaybedeceğini umduğu Müslüman askerlerini kastetmektedir.
Tuleyha yanında Gatafan kabilesinden Hârice bin Hısn ül Fezârî ve Manzur bin
Zubyan ül Fezârî bulunduğu hâlde Hâlid’in ordusu ile karşılaştı. Hâlid geldiği
zaman, o deriden çatılmış bir evde Ashabı ile birlikte oturuyordu. Hâlid
onlara: “Söyleyin Tuleyha çıkıp bana gelsin” dedi. Tuleyha’nın adamları
ise: “Peygamberi küçültme, Tuleyha değil Talka’ dır” dediler. Biraz
sonra o çadırından çıkıp geldi. Hâlid ona: “Helifemizin öğüdü şudur ki: seni
Tann’nm birliğine ve Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in onun kulu ve
elçisi olduğunu tasdik etmeğe çağırıyor” dedi. Tuleyha da ona: “Ey
Hâlidl Bir Tanrı’dan başka Tanrı olmadığını, kendimin de Tann’nm resûlü
olduğunu bilip bildiririm” .
dedi. Bu cevabı alan Hâlid askerine hücum emri verip savaşa başladı.
Müslümanlar mürtedleri fena hâlde sıkıştırdılar. Bir ara komutanlardan
Fezâreli Uyeyne bin Hısn, Tuleyha’nınyamnagelerek, sana Cebrail geldi mi?
diye sordu. Savaşta durum o kadar kötüleşti ki, Uyeyne her hâlde böylece
Tuleyha’nın güya peygamberliğinden ve kehanetinden bir kuvvet almak istiyordu.
Tuleyha ona: “Hayır gelmedi” diye cevap verince tekrar savaş meydanına
döndü; fakat savaşmaktan yorulup tekrar onun yamna geldi: “Tanrı seni başkasının
yardımına muhtaç eylemesin; ben yanından ayrıldıktan sonra Cebrail geldi mi?”
diye sordu. Tuleyha gene gelmediğini söyledi Uyeyne üçüncü gelişinde Tuleyha
ona: “Senin de onunki gibi bir değirmen taşın var, senin de unutamıyacağm
sözlerin var, diye söyledi” dedi; Üyeyne: “Tanrı onun yakın bir zamanda
halk arasında bir hikâye konusu teşkil edeceğini bilmiş olacaktır. Ey Fezâre
oğulları bu köyledir-, geriye dönünüz, Tuleyhayalancıdır” dedi ve Fezârelileri
alıp çekildi. ibni Ishak’dan (Taberî, III, 231 232) alman hu rivayetin daha
birçok değişik şekillerine tesadüf etmek mümkündür. Meselâ Beyhakî (Kitab ül
Mehâsin, 32 34): Tuleyha güya vahiy bekler gibi harmanisinin içine büzülmüş
bir halde dururken Uyeyne ona “Cebrail gelmedi mi ?” diye sorar. 0 da “Henüz
gelmedi” cevabını verir Üyeyne “Ocağın sönsün” diyerek onun örtüsünü çeker.
Tuleyha bundan kızar, “Allah lâyığını versin, bu peygamberlik icabıdır” deyip
oturur. Uyeyne “Sana ne söyledi” diye gene sorar. Tuleyha bu defa “Muhakkak
sana (göğünj değirmeni gibi bir değirmen var, bir de iş var ki, unutma onu
dendi” cevabını verir. Uyeyne “Şüphesiz yüce Tanrı senin başına unutmıyacağın
bir iş geleceğini bildi” der ve onun yalancı olduğunu ilân eder.
İbni
Haldûn’ (İber, II., S. 71) da, Tuleyha “Evet geldi, gök değirmeni gibi bir
değirmenin vardır ve unutmıyacağın sözü vardır âyetini getirdi” diye cevap
verdi.
Bclâzûrî
bu noktayı şöyle açıklamaktadır: *“Tuleyha “Evet geldi, ve şunu söyledi:
Senin de onunkine benzer bir değirmen taşın var” dedi. Uyeyne cevap olarak
“Vallahi senin unutmıyacağın bir günün olacaktır” dedi.
Yakut
(Mu’cem ül Buldan, II. S. 16016I)’da: Üyeyne İslâm kılıçlarının kendi
askerlerini doğradığını görünce Tuleyha'ya koşup dedi ki, “Ebu Fasîl'in neler
yaptığını görüyor musun? Zu'n-Nûn sana bir şey dedi mi?” Tuleyha “Evet” dedi
“sen öyle bir gün göreceksin ki, başı senin olmayacak, fakat sonu senin
olacaktır ve Hâlid'in orduları senin ordularını nasıl öğüteceklerse, sen de
onun ordusunu bir değirmen taşı gibi Öğüteceksin ve hiç unutmıyacağın bir vaka
ile karşılaşacaksın” diye cevap verdi.
İbn
ül Esir’de ((Üsd ül Gâbe, III. 65) Üyeyne üçüncü defa Cebrail'in bir şey
söyleyip söylemediğini sorunca, Tuleyha gene “Hayır” cevabını verdi. O zaman
Üyeyne ona “Cibril seni kendisine en muhtaç olduğun bir zamanda bıraktı” dedi.
O zaman Tuleyha “Şerefiniz için döğüşünüz, yoksa ortada din falan yok” diye
cevap verdi, ibn ül-Esir’ in bu kaydı daha sonra görüleceği üzere Müseylime
için de söylenmiş bir sözü pek andırmaktadır. Tuleyha’nın “ortada din falan
yoktur” sözünü böyle nâzik bi zamanda söylemesi bizzat Tuleyha’nın şahsı
için her halde pek tehlikeli olacağından, onun böyle bir söz söylemiş olmasını
şüphe ile karşılamamız gerekmektedir. Tuleyha’nın etrafındakilerin onu
Peygamber değilse bile bîr kâhin olarak kabul ettikleri muhakkaktır ve bir
kâhin de olsa kendilerini aldatmasını elbette hoş görmeyecek olan Araplara onun
böyle bir söz söylemesi tabiatiyle imkânsızdır.
Zehebî
Tecrid’inde (S. 299) îbn ül Esir’in söylediklerini aynen tekrar etmektedir.
Mirhond’da
(Ravzat us Safa, II., S. 222): Tuleyha, Üyeyne’ye üçüncü gelişinde şöyle
söyledi: “Cebrail geldi. Senin ümidin Hulid'in ümidi ile aydınlanmaz ve
aranızda bir vaziyet var ki onu unutmamalı”. Üyeyne: “Allaha kasem ederim ki,
yakın bir zamanda sana bir hâl gelecek. Bu asla senin hatırından çıkmayacak”
dedi. Mirhond başka bir rivayete dayanarak, Üyeyne İslâmiar’ın savaşı
kazanacaklarını anlayınca gayretten âciz kalıp kaçmaya yüz tuttu. O zaman
Tuleyha kendisine “Nereye gidiyor suni” diye sordu. Üyeyne, “Bizim
cenk nöbetimiz sona erdi. Cebrail’e de ki, elini muharebe kolundan dışarı
çıkarsın1. Artık nöbet onundur”. Bu nokta üzerine Muir (Annal of
the early Califate, S. 25) Tuleyha’mn sözlerini “başına onun gibi bir
boyunduruk geçecek ve öyle bir iş gelecek ki, sen onu unutmıyocaksın”
şeklinde kaydediyor.
Yukarıdan beri zikrettiğimiz
kaynakların hiçbirinde bu boyunduruk sözüne rast gelmedik. Çeşitli kayank ve
tetkiklerde gene çeşitli şekillerini kaydettiğimiz “değirmen taşı”
mecazi sözünün hakikî mânasını anlamak biraz güç olmakla beraber, elimizde
bazı anahtarlar var ki, bunlarla bilmeceye pek benzeyen Tuleyha’mn iması
açıklanabilir. Bir kere, “değirmen taşı” mecâzî sözünün İslâmî devirlerde
olsun, ondan çok önce olsun, nasıl bir anlama geldiğini araştırmamız gerekir.
Marcus İncil’nde buna dair şöyle bir âyet vardır (IX., 42): “Her kim bana
iman eden bu küçüklerden birini sürçtürürse, boynuna büyük bir değirmen taşı
takılıp denize atılması kendisine daha iyidir”, Tuleyha’mn halka güya İlâhî
bir emirmiş gibi anlattığı, biraz önce bahsettiğimiz, “Sîzlerin bir taş
değirmen yapmanız bana emredildi, Tanrı onunla istediği kimseleri vuracak ” sözünün de Isa’dan beri, belki
de daha önceki devirlerdenberi
değirmen
taşının Önasya’da bir ceza aracı anlamı taşıdığını ifade etmektedir. Şimdi bu
tâbiri cümlenin içinde araştıracak olursak: Belâzûrî, Taberî, İbni Haldun “Senin
de bir değirmen taşın...” demekle, değirmen taşma Uyeyneyi sahip olacakmış
gibi göstermektedirler. O halde değirmen taşı kimin elindeyse, kuvvet, iktidar
ondadır, anlamı çıkmaktadır. Yakut’da, Tuleyha, Üyeyne’ye savaşın sonucu
hakkında cesaret vermektedir. Beyhakî’de ise bu husus açık değildir. Bu dört
değerli tarihçinin ve mantığımızın bize gösterdiği yolda yürüyecek olursak,
Tuleyha’nın bu güya âyet olan sözü, kumandanı olan Üyeyne’ye sırf bir cesaret
vermek için söylediği kanaatine varırız. Aksi hâlde en nâzik bir anda müttefiki
olan Fezâreliler’in komutanını kızdırmak amacıylaMuir’in kabul ettiği gibi,
senin de boynuna bir boyunduruk geçecek veya ezileceksin anlamına — söz
söylemesi tamamiyle menfaatine aykırı olurdu. Halid’in kuvvetlerinin üstünlüğü
karşısında zayıf imanlı miîrted Üyeyne, Tuleyha’yı da yarı yolda bırakmış,
yediyüz süvarisi ile birlikte çekilip gitmiştir. Bunun üzerine Tuleyha’nın
taraftarları, Tuleyha’ya gelip ‘‘Bize ne emrediyorsun” diye sorunca, o,
daha önceden hazırladığı bineklere eşi Nevvar ile birlikte atlayarak kaçmaya
hazırlandı ve bu arada, “Elinden gelen herkes benim gibi yapsın’ kendisini
ve ailesini kurtarsın” diye cevap verdi.
Böylece
kurtuluşu kaçmakta bulan Tuleyha Şam’a geldi. Arkada bıraktığı Süleym, Havâzin
ve Âmir kabileleri yeniden dine dönüp, af dileyip, İslâmiyet’in, malları ve
şahısları hakkındaki hüküm ve emirlerine baş eğdiler 11+.
Vâkidî’nin
beyanına göre Hâlid, Üyeyne’yi de esir almıştı ve Öldürmek istiyordu. Fakat
Halid’in bir akrabası onu bu fikirden vaz geçirdi ise de, Tuleyha’nın annesinin
intiharım önliyemediler. Ona Müslüman olması teklif edilmişti, o bu teklifi
kabul etmeyip bir şiir soyliyerek Hâlid’in daha önceden hazırlattığı ateşlerden
birine kendini alıvermişti113 Hâlid’in baza esirleri ateşte yaktı
girdiği rivayeti doğru ise, bunun mühim, bir sebebi olmahdır. Esed ve
Havazinlerden bazı kimselerin Peygamber’ in aleyhinde sarfettikleri bir takım
sözlerin buna sebep teşkil ettiği İbni Hubeyş tarafından ifade edilmiştir.
Taberî’de de bazı esirlerin ateşte yakıldıkları, bazılarının okla vurulduğu v.
s. anlatılmakta, fakat bunların daha önce Müslümanları aynı şekilde öldürenler
oldukları da açıklanmaktadır.
Buzaha
olayından sonra Tuleyha, Beyhakî’ye göre (Kitb ül Mehasin, 32 34) Şam’a gitti ,
“Şeytanı onu bırakmadı”; Ebu Bekir ölünceye kadar Gassanhlardan Cef ne
oğullarının yanında kaldı. İbni Haldûn (Kitab ül Iber, II., S. 71) Tuleyha’nın
kaçıp Kclp kabilesine sı ğındığım sonra Müslüman olduğu, Ömer zamanında
Umre için Mekke’ye gittiğini zikreder. Süleyman Nedvî (Asr-ı Saadet, VI., S.
81) onun ilk olarak Ömer’e biat ettiğini daha doğru bulmuş, Ebu Bekir yaşadığı
müddetçe de Kelb kabilesi yanında misafir kaldığını kabul etmiştir. Taberî’ye
gelince (III. S. 232, Tür. ter., III., S. 104), o da Tuleyha’nm Kelb kabilesine
sığındığım , fakat Umre Haccına, îbni Haldûn ve Ibn iil Esir’iıı yazdıkları gibi
Ömer zamanında değil, Ebu Bekir zamanında gittiğini yazmaktadır. Hattâ Ebu
Bekir’e, “İşte Tuleyhal Yakalatınız?' dedikleri zaman, o “Onu serbest
bırakın; Tanrı onu doğru yola şevketti, Müslüman oldu. Onu ne yapayım'’’
diye cevap vermiştir.
Ebu
Bekir’in ölümü ve Ömer’in başa geçmesi üzerine, Tuleyha biat etmek için
Medine’ye geldi. O zaman, Ömer ona: “Sen Ukkâşe ile Sabit' in kaatilisin.
Seni hiç sevmiyeceğim" dedi. Tuleyha: “Ey Müminlerin emiri,
Allah'ın benim elimle şereflendirdiği ve beni onların elleriyle küçültmediği
bu iki adama neden bu kadar önem veriyorsun ?” diye cevap verdi. Bunun
üzerine Ömer biati kabul edip ona : “Ey aldatıcıl Hilekârl Kâhinliğinden ne
kaldı bakalım" diye sordu. Tuleyha bu soru karşısında malıçup olarak: “Onlar
bir çift ciğerden çıkan bir iki nefesten başka bir şey değildi" diye
mukabelede bulundu .
Bundan
sonraki askerî hayatı uzun ve methe lâyik olan Tuleyha, Esedlerden kurulmuş
olan kuvvetlerin başında olduğu hâlde, Kadisiye savaşma katıldı. Cel ûla’ya
Müslüman piyadesini şevketti. Nihavend zaferi onun hücum plânı ile kazanddı.
Onun değerli bir savaşçı olup bin süvariye eşit sayılabileceği iddia edildiği
halde, kısa süren asilik hayatı göz önünde tutulursa şef olma kabiliyetinin,
şairlik, kâhinlik, hatiplik vasıflan yanında çok zayıf olduğu meydana
çıkmaktadır. Esasen bunu Ibn ül Esir’in şu mühim kaydından da anlamaktayız: “Ömer bin Hattâb, Numan bin
Muharriri e şöyle yazmıştı: Savaş işlerinde Tuleyha ile Amr bin Ma'diker ib'den
istifade et. Onlara danış; fakat onlara hiçbir komutanlık verme. Her işçi
kendi işini daha iyi bilir".
Tuleyha’mn
Kadisiye ve Nihavend savaşlarındaki büyük başarılarından Vâkıdî, Vesîme ve
Seyf bahsetmektedirler . Kadisiye savaşında Tuleyha düşman
ordugâhına yalnız başına giderek bir çadırın iplerini kesip üç at kaçırdı.
Takıp edenleri kılıçtan geçirdi; bir adamı da esir olarak beraberinde getirdi.
Nihavend savaşının Islâmlar için çok tehlikeli anlarında keşfe çıkmak vazifesi
gene Tuleyha’ya verilmişti. Beni Esed’in eski peygamberi olan Tuleyha bu
vazifesinden dönmekte o derece gecikmişti ki, askerler meraklanarak aralarında,
“Yoksa Tuleyha gene mi dinden döndü?” diye söylenmeğe başladılar. Bu sebepten
Tuleyha dönünce, tekbir sedaları yükseldi. Bunun duyan Tuleyha, kendisi yokken
ortaya çıkan kanaatten haberdar olup “Tanrıya and içerim ki, aramızda din
bağı olmayıp da sadece Araplık bağı olsaydı, gene şu Farslara katılmazdım"
diye cevap vermişti
Genel
olarak onun H. 21 yılında öldüğü söylenirse de, H. 24 yılında onu 500 Müslüman
askeri ile birlikte Kazvin’i savunurken görüyoruz. Böylece ölüm yılı şüpheli
kalıyor. H. 21 yılı Hâlid’in, Numan bin Mukarrir’in, Arar bin Ma’dikerib’in
ölüm yılları olarak gösterilir J2°
Tuleyha’nın
doktrini hakkında elimizde pek az bilgi var. O, bir peygamberden çok bir kâhin
gibi ortaya çıkmakta ve vahiy diye söylediği sözlerden birkaçı o zamanki
hâdiselerle ilgili arzularım ifade etmektedir. Her kâhin gibi, kısa ve secili
konuşan Tuleyha’da hiç bir dinî sistem görülmemektedir. O, günümüzde bile eşine
pek çok rastlanabilen parapsikolojik kuvvetlere sahip insanlardan biridir.
Onun
Cebrâil yahut Zu’n-Nun adlı bir melekten aldığını iddia ettiği vahiyleri
hakkında da az şey bilmekteyiz. Bunlardan birisi, yukarda açıkladığımız:
“Güvercin
ve her zaman oruçlu olan kuş üzerine yemin ederek, Esedlerin Şam ve Irak
topraklarım fethedeceklerine” dair olan sözleridir. İkincisi, bir gün Tuleyha:
121
yâni “Birkaç fersah öteye giderseniz su bulursunuz" demesi ve
gerçekten orada az miktarda su bulunması, birtakım Araplar’ı Tuleyha’nın
peygamber olduğu inancına sevketmiştir. Zamanımızda da, nerede su veya bazı
mâdenlerin bulunduğunu bilen genç ihtiyar birçok insanlar vardır. Üçüncü mûcize
gösterişine gelince: Hâlid, Medine’den çıkıp Tuleyha’mn üzerine yöneldiği zaman
Tuleyha halka “Alınları akıtmalı, ayakları sekili atlara binen insanların
kendilerine doğru geldiklerini" haber verdi. Gönderilen öncüler,
bunlara tesadüf ettiler, tarife tamamiyle uygun olduklarım gördüler. Beyhakî
burada, Üyeyne’nin önceden casusları vasıtasiyle gelenler hakkında haber alıp
bunu hemen Tuleyha’ya bildirdiğini ileri sürmektedir
Tuleyha’nın
ibadet hakkındaki tavsiyeleriyle ilgili olarak Yâkut’da şöyle bir kayda
rastlıyoruz:
Allahı
ayakta zikrediniz; Allahın, yüzünüzü topraklara sürmenizle ve secde ederken
aldığınız çirkin şekille ne işi var
Bazı
tarihçiler Tuleyha’nın peygamberliğinin, halkı namaz ve oruçtan muaf tuttuğu,
zinayı da mubah kıldığı ve bunun gibi şeytanî işlerde kolaylık gösterdiği için
kabiledaşları tarafından kolayca kabul edildiğini kaydetmişlerdir
Cahiliyye
devrinde belli günlerde veya mühim teşebbüslerden önce putlarım hatırlayıp
ziyaret ve onlara ibadet eden Araplar’ı, henüz pek yeni olan Islâm dininin, her
gün beş vakit namazı şart kılan sıkı kaidelerinden kurtaran yeni bir
peygamber, sahte de olsa, bu toplum içinde kolayca taraftar kazanabilirdi.
Ancak peygamberlik iddia eden bir kimsenin zinayı mubah kılacağım kabul etmek
biraz güçtür. Bu itibarla yukarıdaki iddiaları ileri sürerken tarihçilerin,
sahte peygamberlere karşı duymuş oldukları kızgınlıktan ötürü, objektif
davranamamış olduklarım hesaba katmak yerinde olur. Kaynaklar, Esved’iıı
meleğine olduğu gibi, Tuleyha’nın Zu’n-Nun adlı meleğine de şeytan demekte,
olayları hakikata uygun bir şekilde anlatırken, onların sahte olduklarını
belirtebilmek için, zaman zaman hakikat yolundan sapmaktadırlar. Hattâ bunu
bazen Taberî ve Mirhond gibi tarihçilerde bile müşahede etmek mümkündür.
Yukarıdan
beri söylenenler göz önüne getirilirse Tuleyha’nın paien kabile şefi tipini tam
bir şekilde canlandırdığı, ayrıca kâhinlik, şairlik ve savaşçılık vasıflarına
da sahip olduğu için müttefikler bulduğu, fakat Üyeyne’nin Fezarelileri alıp
çekilmesi yüzünden, kurmak istediği siyasî otoriteyi kuramadığı
anlaşılmaktadır.
Tuleyha’nın
savaşta yenilmesi üzerine, dinden dönen o civardaki Esed, Gatafan gibi
kabilelerin mensuplarının gerektiğinden fazla vergiyi hemen Hâlid’e veya E bu
Bekir’e götürüp teslim ettiklerini görüyoruz. Ayrıca bunların vergiyi ödememiş
olmayı, haisislikleriyle izah etmeleri, onların Tuleyha’ya bağlılıklarının din
yoluyla olmayıp İktisadî yolla olduğunu bir kere daha göstermektedir (îbni
Hubeyş, bk. Caetani, VIII. S. 312).
Görülüyor
ki, Tuleyha hakîkî bir peygamber değildir. Eğer hakîkî bir peygamber olsaydı
her şeyden önce, yeniden İslâmiyet’i kabul etmez ve İslâmiyet uğrunda hayatını
tehlikelere atmazdı. Onun çok imanlı bir Müslüman olarak Iran savaşlarında
nasıl fedakârlıklarda bulunduğunu biraz önce anlatmş bulunuyoruz. O, sadece
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hastalanmasından ve sonra
ölümünden istifade ederek Kureyş hâkimiyetinden kurtulmak ve kabile
otoritesini yeniden tesis etmek, ayrıca Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] gibi başka ülkeleri (Şam ve
Irak gibi) kendine bağlamak hevesinde, oldukça kuvvetli bir kabile şefi ve iyi
bir asker olmaktan ileri geçememiş, siyasi bir maceraperestti. Siyasî nufuzu
gibi bildirdiğini iddia ettiği dini de tarihte hiçbir iz bırakmadan kaybolup
gitmiştir.
3.
SECÂH
İslâm
tarihinde görülen ilk yalancı peygamberlerden üçüncüsii olan Secâh, ne Esved
gibi önemli toprakları eline geçirmeğe muvaffak olmuş bir komutan, ne de
ileride göreceğimiz Müseylime gibi Kureyş hâkimiyetini tanımamak dâvası uğrunda
hayatım fedaya razı gelmiş bir idealisttir. Fakat gene de tarihe malolmuş, ilgi
çeken bir şahsiyettir; çünkü Secâh Arabistan gibi bir bölgede, hâkimiyet
yolunda ortaya atılmış bir kadındır ve onun hayatı Yemâme’nin başkanı yalancı
Müseylime’nin hayatı ile pek sıkı bir şekilde ilgilidir.
Aslen
Mezopotamyalı olan Secâh, sadece peygamberlik iddiasında bulunmakla kalmamış,
mensup olduğu büyük kabilenin önemli erkeklerini, dâvasına iştirak ettirerek
önce RibaiYlara ve Medine üzerine sefer açmak istemiş. Ribab’lar
onu yenilgiye uğratınca Yemâme üzerine yürümüştür. Arabistan gibi bir
bölgede, bir kadının bu derece kuvvet ve nüfuz elde etmesi, hattâ peygamber
olduğunu iddia ederek bir takım insanları, samimî bir inançla olmasa bile
arkasından sürüklemesi hayretle karşılanacak bir olay gibi görünmekte ise de,
tarih bize bunun daha önceki devirlerde mevcut örneklerini vermektedir: Kuzey
Arabistan’da Zehihi’lerin ve Şemsî’lerin melikelerinin bulunduğunu Hors ab ad
paralarından öğrendiğimiz gibi, Tedmür’deki Arap melikesi Zenobiya da konumuz
için güzel bir örnek teşkil etmektedir. Hattâ bu sonuncusunun Roma imparatoru
Aurelianus ile savaşacak derecede cesaret sahibi olduğu da anlatılmaktadır
.
Secâh
da diğer yalancı peygamberler gibi, peygamberlik iddiasına başlamadan önce bir
kâhindi. Mes’ûdî (Müruc üz Zeheb, IV., S. 199) onun Satîh, İbni Selmâ, el
Me’mun el Hârisî ve ’Amr gibi bir kâhin olduğunu kabul ediyor.
Beni
Temim gibi çok geniş bir kabileye mensup bulunan S e e â h’ın son derece giizel
ve secili sözler söylemesi ve kâhine olması kabilesi içinde ona üstün bir
durum teminine yardım etmiştir. Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in ölümü haberi büyük Temim kabilesi içinde bazı rakabetlerin ve
Ridde’nin doğmasına sebep olunca. Secâh bundan istifade etmek maksadiyle
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] i taklid ederek, kendi
peygamerliğini iddiaya başladı. Çok eski devirlerdenberi Temim kabilesi birçok
kollara ayrılmış bir hâlde Yemâme ile Fırat Dicle arasındaki meralara yayılmıştı.
Bu kabilenin bazı kolları Hristiy anlığı kabul etmiş olduğu hâlde, büyük kısmı
putperest kalmayı tercih etmişlerdi.
Hudeybiye
barış andlaşması ile, kurulmakta olan yeni İslâm devletinin Kureyşliler
tarafından tanınması üzerine, Arap kabileleri Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’e temsilci heyetleri göndermeğe başlamışlardı.
Hudeybiye’den beri fiilî olarak tanınan bu Islâm siyasî varhğı, Mekke’nin
fethedilmesi üzerine tam bir devlet hâlinde kendisini gösterince ,
Arabistan’ın bütün kabilleri heyetler göndererek, Medine hükümetine
bağlılıklarım bildirdiler. İşte bunun için bu yda “Senet ülVüfud”
denilmektedir ki, bu Hicretin 9. yılıdır (bk. Sahih-i Buharı, Tür, ter., X., S.
400). Gene bu yılda yukarıda bahis konusu olan Beni Temim’in temsilcileri,
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e gelip İslâmiyet’i kabul
ederek, kendi memleketlerine dönmüşlerdi. Buharı Beni Temim’den Medineye gelenlerin 70 80 kişi
olduklarım kaydettikten sonra, İbni İshak’a dayanarak, içlerinde eşraftan
şunlar vardı diyor: Ka’ka’a bin Ma’bed, Utârid bin Hâcib, İkra’ bin Habis,
Zibrikan bin Bedr, Amr bin el Ehtem (el Ehsem diye yazdmıştır). Hammad bin
Yezid, Nuaym bin Yezid, Kays bin Âsim, Üyeyne hin Hısn. Bunlar bir öğle
sıcağında Medine’ye gelmişler ve huşunetle: “Ya Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] bize çıksana!”
diye bağırmışlardır. Bunun üzerine Kur’amn (XLIX., 4-5) “Keşke sen onlara
çıkıncaya kadar sabretselerdi; sana hücrelerin gerisinde bağıranlar şüphesiz
akılları ermeyen kimselerdi!” âyetinin geldiği, sonra bunların İslâmiyet’i
kabul ettikleri, Peygamber’in onlan affettiği ve bazı hediyelerle taltif ettiği
gene Buhârî tarafından ayni sahifede bildirilmektedir.
Hazret-i
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , beni Temim’in ileri gelenlerinden
biraz önce adlarım yazdığımız bazılarını vergi âmili ve vali olarak
kendi kabilelri üzerine tâyin etmişti. Fakat 11. yılda birçok kabile şefleri
Peygamber’in ölümünü, onun eserlerinin de sonu zannettiler ve vegileri
topladıkları hâlde , teslim etmediler; yeniden halka dağıttılar. Bu arada
İslam’a sadık kalanlar da oldu. Bu iki zihniyet arasında ciddî rekabetlerin
bulunması ve Secâh’ın tam bu sırada ortaya çıkması, bu rekabetlerin yer yer
savaş hâline inkılâp etmesine sebep oldu.
Bu
durumu parlak bir ışık altında tâkîp edebilmek için Temim kabilesinin kollarım
ve bunların şeflerini tanımak gerekir. Seyf’e göre 121 Temîmler dört
esas kola ayrılır: 1) Sa’d bin Zeyd Menât’lar, bunlar Avf, Ebnâ, Mukais ve
Butûn kollarına ayrılırlar; 2) Amr bin Temim, bunlar da Behdâ ve Haddâm olmak
üzere ikiye ayrılırlar; 3) Hanzala, bunlar Yerbu’ ve Mâlik’ler diye ikiye
ayrılır; 4) Ribâb, bunlar Abdu Menât ve Dabbe olmak üzere ikiye ayrılırlar. Amr
ve Ribâb kabileleri Islâm’a sadık kaldüar. Mukais’lerle Butûn’un valisi olan
Kays bin Âsim bir müddet tereddüt içinde bekledi. Ribâb, Avf ve Ebnâ’ların
valisi olan Zibrikan zekâtı Ebu Bekir’e teslim ederse, Kays bin Asım onun
aksini yapacaktı; çünkü araları açıktı, Biri diğerinin yaptığını yapmak
istemiyordu. Zibrikan vâdini yerine getirdi; zekât develerini Ebu Bekir’e
teslim etti. Kays tereddüt geçirdiğinden pişman oldu. El Alâ bin ül Hadramî
tarafından kuşatılınca zekât develeri ile birlikte onu karşıladı ve
tereddüdünün sebeplerini açıkladı. Bu sırada Yerbu’larm başkanı Mâlik hin
Nüveyre ve Mâlik’lerin başkam Vakî, kabileleri ile birlikte dinden dönmüşlerdi.
İşte Benî Temîm içinde kabilelerin bir kısmı dinden dönüp, bir kısmı tereddüt içinde
fırsat bekler, rekabet ve düşmanlık hisleri içinde birbirleriyle meşgul
olurlarken, Hâris'in kızı Secâh ansızın Mezopotamya’dan çıka
geldi.
Belâzûrî’de
, Secâh’ın soyu iki şekilde gösterilmiştir: 1) Umm-ü Sadır Secâh bint-i Evs hin
Hikk bin Usâme bin ül Guneyz bin Yerbu’ bin Hanzale bin Mâlik bin Zeyd Menât
bin Temîm; 2) Secâh bint ülHâris bin Ukfan bin Süveyd bin Hâlid bin Usâme.
El
Vatvat’da: Secâh bint-i Süveyd hin Halef bin Usâme bin ül Anber bin Yerbu’dur.
îbni
Kuteybe, Secâh’ın sadece Beni Yerbu’dan olduğunu kaydedip geçmiştir.
Mes’udî,
Belâzûrî’nin verdiği ikinci şecereyi hemen hemen tekrar etmiş, ancak Usâme
yerine bin Yerbu demiştir.
İbni
Haldûn, Taglib’in batınlarından Beni Ukfan soyundan Süveyd bin ül Hâris’in kızı
olduğunu söylemiştir.
Taberî’ye
gelince, onun Haris bin Süveyd bin Ukfa’nın kızı olduğunu söyler .
Böylece
Belâzûrî, Mes’ûdî ve Taberî’nin pek az farklı bir şekilde kaydettikleri, Beni
Yerbu’dan olan Secâh’ın soyunu kısaca: Secâh bint ül Haris bin Süveyd hin Ukfan
olarak tespit etmemiz gerekir.
B.
Secâh’ın
Peygamberlik iddiasında bulunması ve taraftarları:
Annesi tarafından
Taglib kabilesine mensup bulunan Secâh, gene Taglib’lerin bölgesinde
peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Nemir kabilesinden Ukbe bin Hilâl, Şeybanların
başında bulunan Selil bin Kays ile Ziyad bin Bil âl’i ve bu arada Huzeyl bin
Umran’ı kendi tarafına kazanmağa muvaffak olmuştu. Bunlar arasında Huzeyl
Hristiyan olduğu hâlde kendi dinini bırakıp Secâh’ın dinine girmişti .
Esasen Secâh da Tagliblcr arasında Hristiyan olarak yetişmişti ve bu dinin inceliklerine vâkıftı.Secâh her
biri kendi şef ve komutanı tarafından idare edilen kabilelerin başında olarak
Mezopotamya’ dan hareket edip Arabistan’a girmiş ve Ebu Bekr’e karşı savaşmak
için hazırlık yapmak üzere Hasn denilen yerde konaklamıştı.
Secâh’ın
peygamberliğini iddiaya başlaması Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in ölümünden sonradır. Bütün kaynaklar hattâ tetkikler, en küçük bir
şüpheye yer vermeden bunu kabul ettikleri hâlde, Caetani sadece kendi
mülâhazalarını (VIII, S. 340) esas tutarak, onun Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’in ölümünden sonra değil daha önce peygamberliğini ilân
etmiş olduğunu kabul ediyor. Hattâ daha da ileri giderek, Esed ve Hanife
kabileleriyle rekabet olsun diye gayrimüslim Temiın’lerin onu kendi lerinin
peygamberi ilân ettiklerini ilâve ediyor. Hâlbuki Taberî (III., S. 237), İhni
Haldûn (tber, İL, S. 72), Ebu’l-Fereç (Agani, XVIII., S. 165), El Vatvat
(Gurer, 131), Ebu’l-Fida (I., 165) Zehebî (Tarih ül İslâm, I., S. 356), Muir
(Annal, S. 30 31), Vacca (Ene. de l’îsl. IV., 46) gibi müellifler Secâh’ın
Peygamberden sonra ortaya çıktığını açıkça belirtmektedirler. Caetani bu
iddiasını ispat için zaman meselesini öne sürmekte ve Hâlid’in Butah üzerine
yâni Mâlik bin Nüveyre üzerine hareketi anına kadar geçen zamanın, Secâh’ın
Mezopotamya’dan Yemâme’ye gelip tekrar geri dönmesi için kâfi gelemiyeceğini
yazmaktadır. Hâlbuki Peygamberin ölümünden Buzalıa ve Butah hareketlerinin
olduğu tarihe kadar üç buçuk, dört ay kadar bir zaman geçmiştir. Bu zaman ise
Secâh’ın esasen çok kısa olan savaş ve anlaşmaları için pek âlâ kâfidir.
Nitekim Yemen hâdiseleri sırasında Esved’in üç ay gibi kısa bir süre içinde
peygamberliğini ilân ederek bütün Yemen’i, Necran’ı Tâif sınırına kadar güney
Arabistan’ı eline geçirdiğini ve gene bu üç ay içinde bir suikast tertiplenerek
öldürülmüş olduğunu göz önüne getirirsek, E s ve d gibi büyük askerî başardar
kazanamamış olan Secâh’ın kısa süren Yemâme harekâtının üç aydan çok daha az
bir zamanda bile yapılmasının mümkün olduğunu kabul etmemek için mâkul bir
sebep yoktur.
Secâh,
Hazn’den Yerfiu’lann başkanı olan Mâlik bin Nüveyreye haber gönderip bir
anlaşma yapmağı teklif etti. Mâlik bin Nüveyre onun bu teklifini kabul etti.
Fakat Ebu Bekir üzerine yürümekten vaz geçmesini de tavsiye etti. Zira o sırada
Beni Temim’in bir kısmı Secâh’a karşı cephe almış bulunuyordu. Mâlik bin
Nüveyre Secâh’ın önce bu kavimler üzerinde hâkimiyet kurması gerektiğini ileri
sürdü. Secâh bu teklifi kabul etti ve Mâlik bin Nüveyre’ye: “İstediğin gibi
iş gör, ben Beni Yerbu'dan bir kadınım, neticede bir hükümranlık bahse konu
olursa, bu da size ait aolacaktır1'’^ dedi. Ayrıca Beni Mâlik
bin Hanzala soyuna da haber yollıyarak, onlarla da barış yapmak istedi ise de,
bu kabilenin ileri gelenlerinden birçokları, bu arada Utarit bin Hâcib kaçıp
Beni Anb.er’lere sığındılar; fakat Mâlik’lerden Vaki’, Secâh’ın elçileriyle
anlaşma yapıp, onun tarafına geçti.
Böylece
Vakî’ ve Mâlik bin Nüveyre, Secâh ile birlikte olup İslâmiyet’e sadık kalmış
olan Rib âb’lann üzerine hücum ettiler. Çünkü Bibâb’lar kendilerini savunmak
için coğrafî bir engele bile sahip değildiler. Mâliktin Nüveyre, Ribâb’larm zor
durumda kahnca Decânî ve Dehânî’ye sığınmalarına engel olmak üzere, önceden bu
yerleri işgal etti. Fakat Ribâb’lar bunu haber alıp oraya gittiler. Savaş
sonunda Ribâb’lar ile Dabbe’ler Secah kuvvetlerine birçok zararlar verdirerek
üstün geldiler. Taraftarlarından birçoklarım esir aldılar. Ka’ka’ ve Vaki’ de
bu arada esir düşmüşlerdi. Secâlı galiplerle barış yaparak, esirleri kurtardı.
Mezopotamyah askerleri ile birlikte Nebâc denilen yere hareket etti.
Orada E vs bin Huzeyme komutasındaki Beni Amr’lar ile savaşa tutuştu. Bu
karşılaşma sonunda da zayiat verdi ve bu defa adamlarından Ukka ile Huzeyl
düşmanlarının eline esir düştüler. Secâlı hu adamlarını kurtarmak için
Temîmler ile uzlaşmağa mecbur kaldı ve onların topraklarını tamamen terkederek
Yemâme üzerine yürümeye karar verdi, kararını da şu sözlerle kavmine bildirdi: “Yemâme
ahalisi çok kuvvetli ve şevketlidirler. Müseylime kuvvetlenmiştir. Siz Yemâme
üzerine yürüyünüz. Güvercin yürüyüşü gibi yavaş yavaş ilerleyiniz. Bu kesin bir
savaştır; bundan sonra azar işitmiyeceksiniz” (Taberi, Tür. ter., II.,
123). El-Vatvat, Gurer iil Hasâis’inde (S. 131) bu konuda şöyle demektedir:
Seeâh bu sırada Müseylime hakkmdaki rivâyetleri duyunca,
“Haydi
Yemâme üzerine yürüyelim ve güvercinler gibi oraya koşalım, orada Müseylime bin
Sümâmeyi bulalım. Eğer peygamber ise işaretleri vardır. Yalancı ise kavmine
pişmanlık vardır" dedi ve Yemâme’de oturan Beni
Hanife üzerine yürüdü. Welllıausen (Skizzen, VI, S, 14). Taberî (Tür. ter.,
III., 128)’de mecut olan bir rivâyete dayanarak, Tenıîmlerden Zibrikan’ın da
dinden çıkıp daha birçok kimselerle birlikte Secâh’m yanı sıra Yemâme’ye
hareket ettiğini Kelbî’ye atfen yazmakta ise de, bu rivayet Kelbî’nin değil, Taberi’de
bulunan daha önceki anonim rivayetin bir devamıdır. Bu anonim rivâyetlerin
ise, son derece müstehcen olmaları itibariyle, râvilere kadar ulaşmalarına
imkân yoktur. Wellhausen da bu rivâyetlerin tamamiyle Seeâh ve Müs ey lime’yi
küçültmek maksadıyla uydurulmuş olduğunu bütün yazarlar gibi kabul etmektedir.
İşte Kelbî bu anonim rivayetin sonunda, sadece bir cümlesi ile yer almakta,
arkasından gelen “Zibrikan, Utarit, Anır... Secâh'ın yanında olduğu hâlde
memleketine döndü'' cümlesi ise Kelbî’nin bir cümlelik rivâyctindcn hemen
önceki anonim rivâyeti tamamlamaktadır. Bu itibarla, WeUhausen’ın dayandığı
Taberi’deki anonim rivayete değer vermek doğru değildir. Zaten bu konuda
Seyf’in rivayetini şüphe ile karşılamak mecburiyetinde kalsak bile, Ve s im e
(Höhnerbach, S. 50), Kitab üt
Ridde’sinde Zibrikan’m durumunu açıklamakta ve “ezZibrikan bin Bedr,
Peygamber onu halkının sadaka âmili yapmıştır; Ridde sırasında bu vergileri Ebu
Bekr’e vermiş, o da onun vazifesini devam ettirmişti,,
demektedir, O hâlde bu konuda Wellhausen’a değil S ey f’e hak vermek
gerekmektedir. Ayrıca Gurer ül Hasâis’de Utarit ve Anır bin ül Ehtem vs.
kimseler Secâh’la birlikte sayıldığı hâlde Zibrikan’m adına asla tesadüf
edilmemektedir.
Askerleri
ile Yemâme üzerine yollanan Secâh, Ebu5! Ferec’e göre (XVIII., S.
165) kabilesi mensuplerma şöyle demişti: “Ey sakınan müminler, dünyanın
yarısı bizim yarısı Kureyşindir. Fakat Kureyş kabilesi azgın bir kavimdir . Ey Temim kabilesi Yemâme bölgesine
gidiniz. Orada bulduğunuz insanları öldürünüz ve yakıcı bir ateşle yakınız ki,
orası siyah bir güvercin gibi kalsın. Bu iş {yâni peygamberlik) Rebia
kavimlerine verilmemiş ancak Mudar kabilelerine verilmiştir. Bu topluluk
üzerine yürüyünüz. Onu dağıttıktan sonra Kureyş üzerine dönersiniz”. Müseylime
bunları duyunca canı sıkıldı. Çünkü etrafında bulunan Müslüman kabilelerin ve
bunların başında bulunan kendisine rakip Sümâme bin Üsâl ve Şurahbilbin
Hasenc’nin Hacer’i ellerine geçirmelerinden korkuyordu. Bu yüzden Secâh’la
dost olmak çarelerini aradı ve Ebu’l-Ferec’e göre Secah’a şöyle bir haber yolladı: “Ulu Tanrı
sana ve bana vahiy gönderdi; biz birleşelim ve Tanrı’nın bize gönderdiğini
tetkik edelim. Hakkı bilen, diğerine tâbi olsun. Böylece toplanıp benim ve
senin kavminle Arapları idaremizealırız.” Taberî, İbni Haldun ve el Vatvat 134
Müseylime’ııin adam göndererek Secâh’dan aman istediğini, aman verdiği takdirde
yanına geleceğini bildirdiğini kaydetmişlerdir. Secâh aman verdi. Müseylime
onun yanına geldi ve “Yer yüzünün yarısı bize aittir, adalet ile iş
görselerdi kalan yarısı Kureyş'e ait olacaktı. Tanrı Kureyş'in reddettiği bu
yarıyı sana bağışladı. Hâlbuki kabul ettiği takdirde bu pay Kureyş’in olacaktı”
dedi. Bunun üzerine Secâh, Müseylime’ye: “Bu payı ancak doğruluktan,
adaletten sapanlar reddederler...” diye cevap verdi. Müseylime ona: “Tanrı
kendisinin sözlerini dinliyenlerin sözlerini işitti. Ümit edenlere, hayır
ümidini verdi. Rabbimiz daima kendisini sevdiren işlere dair emirler verir. Bu
emirlerin yerine getirldiğini gördüğünde sizi takdis eder. Sizi korkulu
hâllerden uzaklaştırır. Kendisinin ceza ve mükâfatlandırma günü için sizi
kurtarır. Bize azgın toplulukların ibadeti değil, hayırlı ve salih kütlelere
mahsus olanların namaz ve dualarını meşru kılar ki, salih insanlar uyumadan
geceleri ibadetle geçirirler....'"
Kabilinden
âyet diye iddia ettiği sözleri söyliyerek dostluk teklifinde bulundu ve
Yemâme’nin bir yıllık mahsûlünün yarısını Secâh’a vermek şartıyle barış yaptı.
Secâh, gelecek yılın mahsûlünün yansım da almak için İsrar edince, Müseylime
buna da razı oldu ve onun gelecek yılın mahsûllerini götürmek için vekil
bırakıp kendisinin bu yılın mahsûlünden payını alıp memleketine dönmesini
teklif etti. Secalı bunu kabul etti; Hüzeyl, Ukka ve Ziyad’ı vekil bırakarak
Mezopotamya’ya döndü. Hâlid’in ordusunun bu sıralarda yaklaşması bunların
dağılmasına sebep oldu. Secâh ise Cemaat yılı’na kadar 133 Taglibler
arasında yaşadı
Buraya
kadar anlatılanlar gösteriyor ki, Müseylime rakib kabile şeflerinin ve Ehıı
Bekr’in, etrafını gittikçe bir ağ gibi sarmakta olduklarını gördüğünden
Secâh’ı ve ordusunu barış yoluyla Yemâme’den uzaklaştırmak politikasını
kendisi için en uygun çare olarak kabul etmişti.
Secâh’a
gelince, büyük ümitlerle atıldığı bu maceranın, daha ilk denemelerde iyi
sonuçlar vermediğini, bir yandan da Hâlid'in Esed’leri yenmesi üzerine
adamları tarafından terkedildiğini görüp Müseylime ile anlaşmayı menfaatine en
uygun hareket tarzı saymış, böylece küçük bir menfaatin temini ile yetinerek,
görünüşü kurtarmak istemişti. Fakat hüküm ve nüfuzunun birkaç gün içinde
mahvolduğuna iyice kanaat getirince çarçabuk ve sessizce geldiği yere dönmeğe
mecbur olmuştu. Bu andan, Muaviye zamanında Kûfe’ye nakledilinceye kadar geçen
zaman içinde Secâh’ın ne yapmış olduğu hakkında elimizde hiçbir bilgi yoktur,
Yukarıdan beri anlattıklarımız, S eyf’in bize verdiği haberlere dayanmaktadır.
Taberî’deki anonim rivayet Secâh’ın Benî Hanîfe yanındaki macerasını başka
türlü anlatır. Bu arada Fütuh ül Büldân, Agânî, Iber, Kitab ül Maarif, Gurer ül
Hasâis, Kavzat üs Safa, Tarih-i E bu’l-Fi da gibi kitaplarda da vak’a aşağı
yukarı Taberî’deki anonim rivayete uygun olarak şu yolda anlatılır: Müseylime
onunla buluşmak üzere deriden bir otağ kurdurur; içinde güzel kokulu bitkiler
yaktırır. Kokunun çok olmasına bilhassa dikkat edilmesini emreder. Bu işler
bitince Müseylime sözcüsü ile onu otağa dâvet eder, Secâh ona, “Sana ne
vahy edildi” diye sorar. O da kadında cinsî duygular uyandıracak müstehcen
sözleri, güya kendisine vahy edilmiş, âyetlermiş gibi söyler. Secâh bunun
üzerine, onun peygamberliğini kabul eder ve kendisine de ayni şeyler vahy
edildiğini bildirip Müseylime’nin kendisini kavminden istemesini teklif eder.
Sonunda evlenirler. Uç gün sonra da Secah kendi adamlarının yanına döner. Kabilesinden
olanlar, mehirsiz evlendiği için onu ayıplarlar ve Müseylime’den mebiz istemeğe
onu zorlarlar. Secâh, tekrar Müseylime’nin yanma gider, Müseylime ona şehir
kapılarını açmadan, ne istediğini sorar. Sonra Secâh’ın müezzini Şebes bin
Rib’î’yi çağırıp ona: “Allah’ın resulü Müseylime, Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in kendilerine farzettiği sabah ve yatsı
namazlarını üzerinizden kaldırdı; bunu kabilelerinize bildir** der .
İbni Haldun ve Mirhond gibi tarihçiler bu konuda Yemâme mahsûlünün bir
yıllığının yarısının mehir olarak bu sırada verilmiş olduğunu kabul ederler
(İbni Haldûn, II. S. 73, Mirhond, II., 224 /5).
Secâh
böylece komutanlarına vâdettiği büyük menfaatleri temin edememiş olarak geldiği
yere dönmeğe koyulunca, ona uyanlardan birçokları pişman olup kendisini
terkettiler. Kaynaklar bu münasebetle yazılan şiirlerden bilhassa bir tanesini naklederler
ki, o da “Bizim peygamberimiz kadın olup biz onun etrafında tavaf ediyoruz.
Başka kimselerin peygamberleri ise erkekdirler” mısra! arıdır ,3!).
Gene, Hakim bin Kelli î’ye atfedilen bir şiirde “Sizi doğru ve sabit bir
dini kabule çağırdılar; siz onu bırakarak, sihir ve efsaneler defterine
yazılmış, hüküm ve amelde kalmış sözlere inandınız” denilmektedir.
Pişmanlık
çok geçmeden bütün Temimlerde kendisini gösterdi. Mâlik’lerin başkanı bulunan
Vaki’ bin Mâlik zaman kaybetmeden İslâmiyet’e döndü. Halbuki Yarbu’ların
başında bulunan Mâlik bin Nüveyre biraz geçikmiş olmasının cezasını hayatıyla
ödedi.
Secâh
Mezopotamya’ya, Basra’ya, döndükten sonra nelerle meşgul oldu bilmiyoruz.
Kaynaklar onun, Muaviye’nin üstünlük elde ettiği yıllara kadar nasıl yaşadığı
hakkında bir bilgi vermediklerinden, Secâh’ın bu yıllar arasındaki hayatı
büsbütün karanlıklar içinde kalmıştır.
Muaviye,
Irak halkı kendisine biat ettikten sonra birçok aileleri olduğu gibi Secâh ve
adamlarımı da bulundukları yerden başka tarafa, Kûfe’ye nakletmiştir. işte bu
sırada Secâh’m Müslümanlığı kabul ettiğini , hem de iyi bir Müslüman olduğunu
bütün tarihler ittifakla yazmaktadırlar. Fakat bazı kaynaklar onun, Kûfe’de
değil Basra’da Müslüman olup gene orada Müslüman olarak öldüğünü açıklarlar . Onbirinci yılın ortalarında meydana
çıktığı kesin olarak belli olmakla beraber ölüm tarihi kesin olarak belli
değildir. Ancak Hicrî 41’den önce ölmemiş olduğu anlaşılmaktadır.
Şecâh’ın
kendisine tâbi olanlara oruç, namaz, zekât veya sadakayı emretmiş olduğu ancak
domuzeti yemeğide mubah kddığı iddia olunmaktadır . Onun,
Hristiyanlığı pek iyi bildiği ve büyük kısmı Müslümanlıktan dönmüş olan
Temimlere dayandığı gözönündetutulursa, peygamberlik iddialarını, hu iki büyük
dinden aldığı ilhamlarla beslemiş olduğu tahmin olunabilir. Onun vahiy adı
altında yukarıda bahsettiğimiz sözleri, taraftarlarını savaşa katılmağa
sevketmek ve menfaatler elde etmek için verilmiş komutanca emirlerden
ibarettir.
Secâh’m
kurmak istediği dinden zamanımıza kadar gelmiş bir kalıntı yoktur. Ancak eğer
Secâh gerçekten Müseylime ile evlenmiş ise ve mehil1 verme meselesi
doğru ise, o takdirde Ebu’I-Ferec’in yaşadığı H. 508 597 yıllarında Temimler’in
Müslüman oldukları hâlde ikindi namazını kılmamış olduklarım Secâh’m kurmak
istediği mezhebin bir kalıntısı olarak kabul etmek gerekir (Agânî, XVIII., S.
165; el Vatvat, Gıırer ül Hasâis, 131). Fakat Secâh’m istilâ maksadı ile
gittiği Yemâme’den bir miktarcık mahsûl ve hediye ile dönerken, esasen tatmin
edilmemiş olan kavminin önünde, üç gün gibi kısa bir süre için evlenmeyi göze
alması, peygamberlik iddiasında bulunan bir kadın hakkında pek mâkul
görünmemektedir. Seyf’dcn başka bu konuda yazı yazmış olan hemen bütün İslâm
tarihçilerinin kabul ettikleri Secâh Müseylime evlenmesini gene de şüphe ile
karşılamak mecburiyetindeyiz. Bizi buna yönelten başlıca sebep Taberî ve
Ebu’l-Ferec’deki asılsız ve hayasız rivayetin gittikçe hafifleyerek Mirhond,
Ebu’l-Fida ve diğer tarihçiler tarafından nakledilmiş olmasıdır. Hiç şüphe yok
ki, bu derece müstehçen bir konuşma başkalarının yanında cereyan edemez ve
başkalarına anlatılamazdı. O hâlde bunu hangi râvi kimden alarak nakletti? Bu,
belli olmamıştır. Taberî her rivâyetin sahibini yazdığı hâlde, burada hiçbir
isim kaydetmemiş “bu konuda başkaları şunları söyler” diyerek ihtimal
ki, İslâmiyet’in düşmanı olan bu iki insana karşı, sırf İslâmî bir gayret
güderlikle uydurulan ve ağızdan ağıza yayılmış olduğu muhakkak olan halk
şayialarım kitabına almıştır.
Secâh
Müseylime evlenmesi kendi tâbileri arasında Secâh’m prestijini kaybetmesi
bakımından da bize imkânsız görünüyor’42. Şayet böyle bir evlenme
vâki olmuşsa bu, sırf politik mecburiyetlerden doğmuştur. Müseylime İslâmlara
karşı bir müttefik bulmak ümidiyle onunla evlenmiş olabilir; fakat Secâh’m
kurmak istediği dini, Müseylime’ninki ile birleştirmesi, sonra onun
peygamberliğini tanıyıp ona tâbi olduğunu ilân etmesi sabah ve yatsı namazlarının kaldırılmasına baş
eğmesi gibi rivâyetler, kabul edilmesi pek güç olan âdeta çocukça iddialardır.
Seyf’in bu konulardaki sükûtunu onun, Temimi olması dolayısıyla, Wellhausen ve
Caetani’nin iddia ettikleri gibi taraf tutma gayreti diye vasıflandır* mamız ne
dereceye kadar doğru olur bunu cevaplandırmak pek güçtür.
Hemen
söyleyelim ki, Secâh da Esved ve Tuleyha gibi hakikî bir peygamber olmaktan çok
uzak olup sadece bir kâhine idi ve Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in ölümünden sonra Temimler arasında çıkan karışıklıktan ve irtidadtan
faydalanmak istemişti. Fakat alelâde bir kadın değil, dinî bilgilere sahip
şair, hüküm ve emretme kabiliyeti gibi birçok meziyetleri bulunan haris bir
kadındı. Fakat İslâmiyet bakımından onun hareketleri, ne Esved ve Tuleyha, ne
de ileride göreceğimiz Müseylime gibi tehditkâr olamamıştır. O, kuvvetli bir
rüzgâr gibi kuzey doğudan Arap yarımadasına esmiş, fakat önce Müslüman Ribâb ve
Amrlar kayalığına çarparak kuvvetini kaybetmiş, Yemâme’de Hacer ve Hadikat ür
Rahman surlarına ulaştığı zaman, dinî ve siyasî küvet ve hüviyetini büsbütün
kaybetmişti.
Secâh’ın
sonradan İslâmiyet’i kabul etmesi, onun hakikî bir peygamber olmadığının en
büyük delilidir. O, sadece Hazret-i Mulıammed’i kendisine örnek tutarak iktidar
sahibi olmıya çalışan iktidar heveslisi bir kadındı.
İslâm
dininin ve Halifelerin geniş müsamahası Tuleyha gibi Secâh’m da hayatını
bağışlamış ve bu suretle belki de din uğrunda ölenler hakkında sonradan halk
arasında çıkan ve bazen tehlikeli durumlar yaratan inanışların doğması ihtimali
önlenmiştir.
4.
MÜSEYLİMET
ÜL-KEZZÂB
Bir
gün Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] mimbere çıkarak, halka şöyle hitap etti: ‘'Ey
nasl Ben Kadir gecesi bir rüya görmüş ve sonra onu unutmuştum. Rüyamda
kollarımda iki altın bilezik gördüm, bu ikisinden nefret ettim, onlara
üfürdüm, onlar da uçup kayboldular. Ben bu iki bileziği Yemen’de ve Yemâme’de
çıkan bu iki yalancı ile yorumladım” (îbnilshak, İbni Hişam, IV., S. 246).
İşte Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in rüyasını yorumlarken
bahsettiği Yemâme’de çıkan yalancı, Yemâme’ye hükmeden ve peygamberlik
iddiasında bulunan MüseyJime’dir.
Necid
alçak yaylasının güneydoğusunda ve Bahreyn’in batısında bulunan Yemâme
toprakları Hanife kabilesinin elinde idi. Hanifeliler ziraate pek elverişli
olan topraklarında elde ettikleri ürünleri satarak geçimlerini rahatça
sağlıyabiliyorlardı.
Büyük
Bekir bin Vâil kabilesinin bir kolu olan Hanifeliler, topraklarının
verimliliği bakımından diğer memleketler için, bilhassa tahıla muhtaç bulunan
Hicazlılar için en önemli bir kabile idi. Hicretin 6-7. yıllarında Hanife
kabilesinin haşkammn, İbni Sa’d, İbni Hişam ve T ab e TÎ’nin bize
bildirdiklerinden Hevze bin Ali olduğu anlaşılmaktadır.
Hevze
bin Ali, İran yoluyla gelen Hristiyanhğı kabul etmiş görünüyorsa da Hanife
kabilesinin bu yolda onu ne dereceye kadar takip ettiği pek aşikâr değildir.
Diğer Arap kabileleri gibi İslâmiyet çıkıncaya kadar putperest olarak yaşıyan
bu kabilenin pek az bir kısmının Hevze ile birlikte Hristiyanhğı kabul etmiş
olması muhtemel ise de, Hicretin 7. yılından sonra Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hanifelileri İslâmiyet’e daveti üzerine,
yüksek tabakadan birçoklen gibi aşağı sınıf halktan da birçoklarının Müslüman
olduğunu en eski ve tarafsız kayalıklardan anlamaktayız. Her ne kadar Caetani
Hanife kabilesinin ve onun son başkam Müseylime’nin Hristiyan olduğunu
savunmakta ise de (Caetani, IX., S, 7. v. öt), bu iddiasında pek hakh
olmadığım, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hristiyanlara
karşı gösterdiği müsamaha ile ispat etmek mümkündür. Gerçekten Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] Ehl-i
kitap sayılmaması gereken Mecûsîleri bile vergiye bağlamak şartıyla
serbestilerini tammış hattâ kendi zamanında onun bu hareketi dedi kodu konusu
teşkil etmekten geri kalmamıştı. Eğer Beni Hanife büyük bir çoğunlukla
Hristiyan olmuş olsaydı, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Müeylime’yi bir Hristiyan reformisti gibi
kabul edip Haııifelilerin vicdan hürriyetlerini tanırdı. Eğer Müseylime ve Beni
Hanife tamamiyle Hristiyan olsa idiler, o zaman Müseylime’nin yeni bir din
ortaya koyarak Islâm topraklarından ayrı bir teşekkül olarak kalmayı istemesine
lüzum yoktu; zira Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Tebiik seferinden sonra birçok
Hristiyan heyetleri kabul etmiş ve onların cizye vermeyi taahhüt etmeleri
üzerine kendileri ile anlaşmalar yapmıştı. Margoliouth ve Muir de Beni
Hanife’nin Hristiyanlığım kabul etmemektedirler (Margoliouth, JRAS, 1903, S.
486; Muir, Annal, S. 38).
Beni
Hanife’nin Müslümanlığına gelince: gene İbni Sâ’d 14i, Beni
Hanife’den Medine’ye gönderilmiş olan elçilerin on kişi kadar olup aralarında
er Rehhâl bin Unfuva, Seleme bin Hanzele es Suheymî ve Talk hin Ali,
Humran bin Câbir ve Mesleme bin Habib (veya Hayyib) vs. bulunduğunu, bunların
RemZeTerin evinde misafir kaldıklarını, sonra camie gelip hakikata şahadet
ettiklerini yazmakta, fakat bu sırada Müseylime’nin at ve develere bekçilik
ettiğini kaydetmektedir. Daha buna benzer şurada burada rastlanan birçok
kayıtlar vardır ki, önemli birçok şahısların Peygamber’! ziyaret edip İslâm’ı
kabul ettiklerini bildirmektedir. Konumuzun sonlarına doğru bunların adlarım
kaynak göstererek belirteceğiz. Mui’rin de kabul ettiği gibi (S. 38) kısmen
putperest kısmen Hristiyan olan Beni Hanife, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’e boyun eğmişti. Fakat İslâmiyet’i kabul etmiyen bir kısım
halk sonradan peygamberliğini iddia eden Müseylime’nin etrafında toplanmaktan
da geri kalmadı. Öyle anlaşılıyor ki, Hevze zamanında Hanife
kabilesi iki kuvvetli idarecinin hâkimiyet yolunda ki rekabetleri yüzünden t amamiyle birbirine
zıt iki varlık haline gelmişti. Bu rakiplerden birisi Sümâme bin Üsâl, diğeri
Hevze bin Ali idi.
İbni
Sa’d ve Belâzûri’nin anlattıklarına göre , Hicretin 6 7. yıllarında Peygamber
muhtelif hükümdarlara mektup yazdığı sırada Yenıâıne başkanı Hevze bin Ali’ye
ve Yemâme halkına Salît bin Amr ül Âmiri eliyle bir ektup göndererek, onları
Müslüman olmaya davet etmişti . Hevze misafiri kabul edip hediyeler
verdi ve Peygambere şöyle bir cevap yazdı: “Senin davet ettiğin şey çok iyi
ve güzeldir. Ben kavmimin şair ve hatibiyim. Araplar benim mevkiimi takdir
ederler; bunun için sen bana bu işte pay ver sana tâbi olurum.” Hevze
mektupla birlikte giyinmesi için Sâlit’e Hacer kumaşlarından elbiseler de
verdi. Sâlit Peygambere onun mektubunu ulaştırdığı vakir, Peygamber “küçük
bir menfaat bile istese vermem, o yok olacak” dedi (İbni Sâ’d, II, 1., S.
18) .
Bir
müddet sonra, Hicretin 8. yılında Hevze öldü. Onun yerine Müseylime Beni
Hanife’nin hükümdarlığını eline geçirdi.
ibni
Kuteybe’ye göre (Kitab ül-Maarif, S. 206 7) Müsylime’nin babası Beni Hanife’den
Habib, dedesi Liiceym künyesi Ebu Sumâme’dir. Belâzûrî onun Sümâme yahut
Sünıâle bin Kesir bin Habib bin Sümâme bin Üsâl bin Habib bin Hanife bin ’Icl
olduğunu kaydetmektedir. İbni Hişam’da Müseylime bin Sümâme ve künyesi Ebu
Sümâme kaydı vardır. Diyarbekrî (Tarih-i Hâmis, II., S. 174) ise onun dedesinin
Hârun, lâkabının Ebu Sümâme olduğunu yazmaktadır.
C.
Miiseylime’nin,
Hanifelilerin emirliğini elde etmesi:
Yemâme’nin
hâkimi olup 8. yılda ölmüş olan Hevze’nin yerine, nasıl olup da Miiseylime’nin
geçtiğini kaynaklardan öğrenmek imkânsızdır. Fakat Müseylinıe’nin şahsiyeti
araştırıldığı zaman onun birçok meziyetlerle birlikte, kabilesinin en ileri
gelen bir şahsiyeti olduğu görülür. Böylece de onun Hevze’nin yerini almakta
güçlük çekmediği kolayca tahmin edilebilir.
Müseylime’nin
Yemâme amirliği ile birlikte büyük bir gaileyi de üzerine almış olduğu
muhakkaktır. Buda Hanife kabilesinin önemli bir kısmına hükmeden ve İslâmiyet’i
kabul etmiş bulunan Sümâme’nin rekabetidir . Sümâme Mekke’nin
fethinden epeyi önce Müslüman olmuş ve Hamlelilerden İslâmiyet’i kabul edenler
onun etrafında toplandığından kuvveti artmıştı. Ayrıca Medine hükümeti de
Müslüman olması dolayısiyle Sümâme’nin tabiî bir müttefiki sayılıyordu. Bu
durum karşısında şair, hatip ve kâhin olan Müseylime zengin topraklara ve nüfus
çokluğuna sahip bulunan Yemâme’yi Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in her gün biraz daha artan nüfuzu altına girmekten kurtarabilmek
amacıyla kendisinin de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] gibi yeni bir dinin müjdecisi olduğunu ilân
etti ve Kur’an a nazireler söylemeğe başladı.
D.
Müseylime’nin
Medine’yi ziyaret edip etmediği meselesi ve peygamberlik iddiası:
En
güvenilir kaynaklarımız arasında bulunan Buharî, Vâkîdî ve İbni Ab bas,
Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i bir heyetle
birlikte ziyaret etmiş olduğunu idia emektedirler. Müseylime bu ziyareti, Arap
yarımadasının merkezîleşmekte olan idaresinin Hazreti Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’ den sonra kendisine intikalini istemek üzere tertip etmiş
ve şöyle demiştir: “Eğer Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] kendinden sonra beni halef tâyin ederse,
kendisine tâbi olurum”. Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ise o sırada elinde bulunan hurma dalını
göstererek: “Elimde bulunan şu dal parçasını istesen, onu bile sana vermem.
Sen de Allah'ın halikındaki hüküm ve nüfuzunu tecavüz edemezsin. Eğer sen bana
ve hakka muhalefet edersen. Allah seni muhakkak lıelâk eder ve ben muhakkak
sanırım ki, sen onda gördüğüm eşkâle göre, bana gösterilen kişisin” 15°.
Ibni Hişam hu hususta daha geniş bilgi vermekte ve Müseylime’nin Ensâr’dan,
Nece ar oğullarından, Hâris’in kızının (Hâris’in kızı Müseylime’nin karısı idi.
Büharî III., S. 52) evinde misafir edildiğini, Hanifelilerin onu bir örtü ile
örtüp Peygamberin yamna getirdiklerini, yukarıda bahsettiğimiz rivâyetlere
ilâve etmektedir. Gene Ibni İshak (İbni Hişam. IV., S. 222) bu rivayetin başka
bir şeklini dinlemiş olduğunu nakleder: “Beni Hanife mensupları Peygamberin
huzuruna gelmişler, ama Müseylime’yi at ve develerin yanına bırakmışlar; bu
heyet İslâmiyet’i kabul edip arkadaşlarının (yâni Müseylime’nin) durumunun ne
olcağmı sorduklarında, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] onlara, bekçilik edenin durumunun beraber
gelenlerinkinden aşağı olmadığım bildirmiş 131, fakat Allah’ın
düşmanı Müseylime Yemâme’ye gidince bu sözü menfaatlerine hizmet edecek bir
şekilde değiştirerek, ben onunla peygamberlik işinde ortak edildim diye
iddialara koyulmuş 132,
Medainî’nin
aynı konudaki rivâyetini nakleden İbni Sa’d (Siret, S. 115) da dahil,
Müseylime’nin Medine’yi ziyaret ettiğini diğer birçok kaynaklar
yazmaktadırlar. Gene bu eserler, Hanife heyetinden olan ve Müslümanhğı kabul
edip Bakara sûresini öğrenmiş bulunan er-Reccâl’in Müseylime’ye yol gösterdiği
ve Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Müseylime’yi kendisine
ortak ettiği yolunda yalan şehadette bulunduğunu bildirmektedirler. Ayrıca
Belâzûrî (Tür. ter. III., S. 142) ve İbni Sa’d (Tabakat, II., S. 37) başta
olmak üzere gene bu kaynaklar Hazret-i Peygamber’in bir mektup yazarak
ed-Damerî vasıtasiyle Müseylime’yi Müslüman olmaya dâvet ettiğini, sonra
Müseylime’nin bu mektupa cevap yazdığını da açıklamaktadırlar. Ibni Hişam,
Belâzûrî, Taberî, Beyhakî, el Vatvat, gibi tarihçiler bu mektubun Hicret’in 10.
yılında yazıldığım kayd ve kabul etmişlerdir 1M. Pek önemsiz
farklarla hepsinde tekrar edilen mektu-
150
Buharı,
Tecrid-i Sarih,X,, S. 410’da İbni Abbasi, bu son cümlenin mânasını Ebu
Hürey-'e’den sorar ve ondan bununla Peygamber’in baş tarafa aldığımız, rüyasını
ima etmek istediği cevabım alır.
151
Taberî, tür.
ter., II., 2., S. 838 v. öt’de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
gelen heyete bağışlarda bulundu. Bu
arada Müseylime’nin payım da verdi, denilmektedir.
152
İbni Hişam,
Siret, IV., S. 222; Buharî, Sahih, III., S. 52; Buharî, Tecrid-i Sarih, X., S.
410; Belâzûrî, Fütuh, arap., S. 97.
153
tbni Hişam,
Siret, IV., S. 246; İbni Sâ,d, Tabakat, I., 2., S. 25 v. öt. ve II., S. 37;
Belâzûrî, a. g. e., tür ter. S. 143 v. Öt.; Taherftür ter., II., 2., S. 852;
Beyhakî, a. g. e., S. 32 v. öt.; el-Vatvat, Gurer, S. 131; Mirhond, Ravza, II.,
S. 224; Eyyüb Sabri, Mahmud üs-Siyer, S. 472. bun metni aşağı yukarı şöyledir: “Tanrı
Elçisi Müsey lime'den, Tanrı Elçisi Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ,e
mektuptur. Sana esenlikler dilerim; ben peygamberlikte sana ortak edildim. Yer
yüzünün yarısı bize, yansı Kureyş’e aittir. Fakat Kureyşliler insaf ve adaletle
hareket etmezler”. Müseylime bu mektubu Anır bin Cârud’a yazdırıp müezzini
Nevvâha’ nın oğlu Ubâde bin Haris ile göndermiştir. Peygamber bu mektubu
okuyunca, elçilere: “Siz bu mesele hakkında ne düşünüyorsunuz 1” diye
sormuş. Onlar da, “Biz de ayni fikirdeyiz” diye cevap verince, Hazret-i
Peygamber “Elçilerin öldürülmesi câiz olsaydı, başınızı keserdim” diye
cevap verip (Belâzûrî aynı S.) Müseylime’ye şöyle bir mektup yazdırmıştır: “Bu,
Tanrı Elçisi Muharnrned'in yalancı Müseylime’ye mektubudur. TanrTya hamd-ü
senadan sonra; yalan ve iftara dolu mektubunuz bana geldi. Yeryüzü Yüce
TanrTnındır. O, kullarından istediği kimseleri, yer yüzüne vâris kılar. Tanrı
m.n bağışlıyacağı iyi sonuç kendisinden sakınanlar içindir. Selâm doğru yolda
olanlara olsun . İbni
İshak, bu mektubun Hicrî 10. yılın sonunda yazıldığım ileri sürerken, bizzat
Taberî, Müseylime ve emsali gibi peygamberlik iddialarında bulunan kimselerin,
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in vedâ baççından sonraki
hastalığı sırasında ortaya çıktıklarım ilâve etmektedir. Fakat Peygamber hasta
olduğu hâlde, bu yalancı peygamberlerle mücadeleden geri durmamış (bk. yk.
Esved ve Tuleyha konularına), hattâ bu münasebetle Furat bin Hayyân ül Iclî’yi
aynı maksatla Yemâme’deki Müslümanların başkanı bulunan Sümâme bin Üsâl’e
yollamıştı (Taberî, tür. ter., II., 2., S. 918).
Eski
ve yeni tarihçilerden bâzılan Müseylime’nin peygamberlik iddiasına başlamadan
önce Medine’ye gelerek İslâmiyet’i kabul etmiş olduğunu kaydetmekte iseler de büyük bir kabilenin başkam ve çok
önemli bir askerî kuvvetin de komutam bulunan Müseylime’nin Medine’ye gelip
önce Müslüman olması, sonra Medine’ye boyun eğmemek için bütün gücü ile
savaşması, kabilesi ile birlikte kanının son damlasını bu uğurda harcaması,
bizi bu iddiaları şüphe ile karşılamaya sevketmektedir. Müseylime’nin Beni
Hanife’ye hâkim olduktan sonra değil de Hevze’nin başkanlığı sırasında, Hanife
heyetine dahil üyelerden biri olarak, Medine’ye gelmiş olduğunu kabul etsek
bile, onun Müslüman olduğunu ispat etmemiz gene güçtür. Zira kaynaklar açıktan
açığa onun İslâmiyet’i kabul etmiş olduğunu söylememektedirler; onu ya bir örtü
altında Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e getirilmiş,
yahut develeri beklediği için Müslüman olan Hanife heyetinin içinde bulunamamış
gösterirler. İbni îslıak ve Medâinî’ye dayanan rivayetler onun Peygamberde olan
konuşmasından sonra Müslümanlığı kabul ettiğim açıkça söyliyememcktedirler.
Fakat daha sonraki tarihçiler (İbni Haldûn, iber, İT., 2., S. 74; Ebu’l-Fida,
Tarih, L, S. 163 6; Mahmut Esat, Tarih-i din-i İslâm, IV,, S. 548; Dinet et
Siliman ben İbrahim, La vie de Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , S.
255) onu dinden dönmüş, Tanrı düşmanı diye tavsif etmişlerdir. Şayet
Müseylime’nin bir heyetle birlikte Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’i ziyaret ettiği doğru ise bu ziyaret samimî bir şekilde İslâmiyet’i
kabul etmek için değil, aksine Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
’ten sonra hâkimiyetin Beni Hanife’ye intikalini temin etmek maksadiyle
yapılmış olmalıdır. Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] bunu hiddet ve şiddet ile reddedince,
Müseylime yavaş yavaş İslâmiyet’in Yemâme’ye tesir etmekte olduğunu gördüğünden
memleketini bu tesirden kurtarmak için iki çareye baş vurmak gerektiğini
anladı. Bunlardan birisi dinî bir yol açmak ve İslâmiyet’in Yemâme’de
yayılmasını önlemek; İkincisi ve son çare ise savaş yoluyla Kureyş ve
Ensâra karşı koymaktı, işte böylece Peygamber’ den red cevabı alan Müseylime,
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i örnek tutarak, Yemâme’de
peygamberliğini ilân etti ve güya âyet olan bir takım sözleri sıraladı.
Şairlik ve hatiplik gibi meziyetleri yanında kâhinlik vasfı da bu vadide ona
yardımcı olmuştu.
E.
Müseylime’nin
portresi ve hokkabazlığı:
Kısa
boylu, çok sarı benizli, basık ve kalkık burunlu 136 olan Müseylime’nin
neyrenciyat ile meşgul bulunuduğu, yumurtayı şişeye ilk sokan adam olduğu iddia
edilmektedir l37. Gene onun herkesle konuşup herkese rüşvet vererek
etrafını memnun ettiği Taberî’de, Sümâme hin Üsâl’in maiyetinde bulunan Üsâl ül
Hanefî tarafından rivayet edilmektedir. Usâl şunları da anlatmaktadır:
Peygamber’in yanında bulunup Kur’andan parçalar öğrenmiş olan Reccâl bin
Uııfuva ona her işinde arkadaşlık ederdi. Halbuki Peygamber onu Yemârne
halkına öğretmen olarak göndermiş, Yemâme’de Müseylime aleyhine çalışmağım
emretmişti. Fakat o, Beni Hanife için fitne ve fesat kaynağı olmaktan başka bir
işe yaramadı. O, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
Müseyliıne’yi peygamberlik işinde kendisine ortak yapmış olduğuna tanıklık
etti. Hanifeliler onun sözlerine kandılar ve Müseylime’nin peygamberliğini
kabul ettiler. Bir gün Üınm ül Heysem adında bir kadın Müseylime’nin
yanma gelerek, “Hurma ağaçlarımız uzun ve meyvesizdir, kuyularımız
kurumuştur. Sen de Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in her zaman
halkına dua ettiği gibi, bizim hurmalık ve sularımızın düzelmesi için dua
et" dedi. Bu söz üzerine Müsylime yanında bulunan Nihai ür Reccâl bin
Unfuva’nııı, kadının bu sözleri hakkında ne düşündüğünü sordu. Er Reccâl şu
cevabı verdi; “Her zaman ahalisi Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
yanma gelerek , kuyuların derin ve susuz olduğundan ve hurma ağaçlarının
meyvesizliğinden şikâyat ederdi. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] de onlar için dua ederdi. Bunun üzerine hurma
ağaçları büyüdü , dalları yere sarktı, hattâ bu dallar kök saldı, bunlar
kesilince de çiçek açıp meyve verdi. Kuyuların su dolması için de su dolu bir
kova getirtti; buradan su alıp ağzını çalkalayıp gene kovaya püskürttü. Bu
kovadan birer parça kuyulara döküldü; kuyulardan sular fışkırdı. Müseylime
Reccâl’in bu sözlerinden sonra su dolu bir kova getirtti ayni şekilde hareket
etti. Fakat kuyuların suyu yerin dibine geçti. Müseylime’nin duasının
tersleşir etmiş olduğu ancak o öldükten sonra anlaşıldı".Râvi sözlerine
devamla,Mü'seyIime’ ye: “Sen Beni Hanife’ninyeni doğan çocuklarını takdis
et” dedi. Müseylime ondan, bunu ne şekilde yapacağını sordu. Reccâl ona
“Hicaz ahalisi doğduktan sonra çocuklarını Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’e getirirler, o da hurma kabilinden olan bir şeyi çiğneyerek çocuğa
yutturur, çocuğun başını okşardı'' diye cevap verdi. Müseylime’nin yanına
getirilen ve bir şey yutturularak takdis edilen her çocuk kel ve peltek oldu.
Çocukların bu hâlleri ancak Müsylime öldükten sonra meydana çıktı. Gene bir
kadın, Müseylime'’nin yanına gelerek hayır duada bulunsun diye hurmalığına
gelmesini rica etti. Bu yüzden kadının hurmaları Akraba savaşı sırasında
kesildi."
Yukarıdan
beri Us âl tarafından (Taberî, tür. ter., III., S. 146 -8) anlatılan ve
Müseylimc’yi küçültmek gayretinden doğan bütün bu rivâyetler, Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i bir takım asılsız isnatlara mâruz
bırakmaktadır. Bu haberlerin uydurulması ihtimâl ki, Akraba savaşından sonra
Müseylime’nin öldürülüp kuyuların, bağ ve bahçelerin savaş sırasında harap
edilmesinden, çocukların sıhhatlerini kaybetmelerinden, Müseylime’nin hakikî
bir peygamber olmadığı, kendilerini aldatmış bulunduğunun anlaşılmasından
doğmuş olabilir. Yahut da Caetani’nin iddia ettiği gibi, Müseylime’nin bütün
bunlara rağmen nasıl olup da taraftar bulduğuna bir cevap teşkil etsin diye,
râviler bütün bunların Ycmâme savaşından sonra olduğunu ilâve etmek zaruretini
duymuşlardır.
Taherî’nin,
naklettiği Müseylime’nin “herkesle konuşup herkese rüşvet verdiği"'’
yolundaki bilgi ise, her hâlde onun mütevazı, cömert ve hayırsever bir insan
olduğunu göstermektedir. Bunların dışında Müseylime’nin portresini daha keskin
çizgilerle çizmek imkânlarını bize verecek olan bilgilerden mahrûm
bulunmaktayız.
F.
Müseylime’nin
peygamberlik iddiasına ne zaman başlamış olduğu meselesi:
Bazı
orientalistler, Yemâme rahmanı adı verilen Müseylime’nin Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’ten çok önce peygamberlik iddiasında bulunduğunu,
bir takım yanlış yollardan yürüyerek ve yanlış tefsirlerede bulunarak iddia
etmişlerdir. Bunlar Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’den çok önce peygamberlik etmekte olduğunu, Kur’anın ilk âyetlerinin
Müseylime’nin âyetlerinden alman tesirle bildirilmiş olduğunu ileriye
sürmüşlerdir. Hattâ bunlar arasında Margoliouth, Müslim ve Hanif kelimelerinin
ilkönce Müseylime tarafından kullanddığını, bunların monotheist anlamına
geldiğini, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in bu terimleri aynen
kabul etmiş bulunduğunu öne sürerek, Taberî ve diğer kaynakların vermiş olduğu
malzemeleri bir yığın hayâl mahsûlü rivayetler olarak tavsif etmekten
çekinmemiştir. Margoliouth’a göre Müseylime Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’den en az yirmi yıl önce peygamberlik iddialarına
başlamıştır. Bunu da İbni Ishâk’m başka râviler tarafından bir kere daha teyid
edilmeyen tek cümlesine dayanarak ileri sürmektedir. O cümle ise Hirschfeld ve
Frants Buid’ün işaret ettikleri : “Biz şuna kani olduk ki, bunları
sana Yemâme'den Rahman denilen bir adam Öğretiyor-, fakat biz rahmana hiçbir
zaman inanmayız" cümlesidir. Bu cümleyi bir Kureyşli, Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] henüz
Mekke”de iken kendisine söylemiş. Bazıları da Kur’anın XLHI. sûresinin 65.
âyetinin.
(—-Allah
benim de sizin de rabbinizdir, O'na tapınız, doğru yol işte budur)
sırf bu cümleye cevap olmak üzere indiğini iddia etmişlerdir. Fakat burada hem
bir öğretmeni veya öğreticiyi ima eder bir anlamın bulunmadığı aşikârdır, hem
de Katâde ve Mukaatil’in bu âyetin medenî olduğunu beyan etmeleri, yukarıdaki
şüpheleri tamamiyle yersiz kılmaktadır. (Hirschfeld, a. g. e. S. 25). Sonradan
birkaç kitapta daha tekrar edilmekle beraber İbni Hişam’daki bu garip cümle
hiçbir suretle teyid edilmemiştir. Belki de bu Musevî veya Hristiyan râviler
tarafından îbni Ishâk’a ilham edilmiş, o da hunu mevsuk sanarak kitabına
almıştır. Fakat bu tek cümle asılsız bir rivayet olarak kalmaya mahkûmdur . Her ne kadar Ravd ül Unf sahibi
Süheylî ile Harîrî müfessiri Şerişi (Ravd ül Unf, I., S. 200; Şerişî, S. 241)
Vesîme’ye dayanarak Müseylime’nin, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in babası Abdullah doğmadan çok önce “Rahman” adıyla anılmakta
olduğunu yazmışlarsa da, pek mübalâğalı görünen bu haber Müseylime’nin peygamberlik
iddiasının çok eski olduğunu teyid edici bir delil değildir. Çünkü Fesfme’nin
(Şcrişî aynı S.) verdiği bu haberin hemen devamı İbni İskamdaki o
meşhur cümledir; yâni Fesime’nin bu iki cümlesinin İbni İshuk'a dayandığı
açıkça görülmektedir. Müseylime’nin Rahman adım eskiden heri kullanmakta
olduğunu kabul etsek hile, onun Rahman adını peygamberlik maksadıyla mı yoksa
başka bir maksatla mı kullandığım açıklamak imkânlarına maalesef sahip değiliz.
Onun için Beni Hanife’ nin bir şairi şöyle bir mısra söylemiş: “Sen insanlar
için bir lütuf sun. Her zaman rahman halasın” (Zemahşerî, el Keşşaf, S. 5).
Eğer şâirin dediği doğru ise, buradaki “Rahman” onun peygamberlik
iddiasını ifade eder görünmemektedir.
Taberî
(Tür. ter., II., 2., S. 916)’de Hazret-i Muhammed, Üsâme komutasında Şam’a
asker göndermek için seferberlik ilân ettiği hâlde, Müseylime’nin isyanı buna
engel oldu ve seferberlik işi tamamlanamadı kaydı vardır. Bu ifade de
Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’ten önce
peygamberlik iddiasında bulunmamış olduğunu açıklamaktadır. Eğer Yemâme’de daha
önceden Medine hükümetini maddî mânevi bakımdan tehdit eden bir tehlike mevcut
olsaydı, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] orduyu Şam’a göndermek için değil, Hanifeliler
üzerine sevketmek için hazırlardı.
Gene
Margoliouth, Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i
taklit etmediğim, bilâkis Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in,
Müseyliıne’yi taklit ettiğini de söylemektedir. Çok şükür ki, aynı mecmuanın
773. sayfasında Charles Lyall, Hanif ve Müslim kelimeleri üzerinde etimolojik
ve tarihî incelemeler yaparak Margoliouth’a gereken doğru cevabı verip bu
konuda okurları yanhş bir inanca sahip olmaktan kurtarmıştır ısı.
Eğer
Müseylime Hazret-i Muhammed’den önce peygamberlik iddiasına başlamış olsaydı,
tek tanrılı bir dini arayan ve onu kabule hazır bir duruma gelmiş bulunan
Araplar tarafından İslâmiyet’in değil, Müseylime’nin kurmak istediği dinin kabul
edilmesi gerekmez miydi?
İslâm
dininin doğması ve Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
başarılan çok geçmeden komşu devletler tarafından öğrenilmiş, bunların
bilhassa Bizans kaynaklarında oklukça geniş bir yer işgal etmiş olmasına rağmen,
bu yabancı kaynaklarda Müseylime hakkında en küçük bir kayda bile tesadüf edilmeyişi
dikkat nazarına alınmak gerekmez mi ?
Müseylime’nin
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’den çok önce peygamberlik
iddia etmediğini gösterecek daha başka deliller de vardır. Meselâ: Müseylime
savaş meydanında çevik bir muharip olarak çarpışmıştır. İddia edildiği gibi 150
yaşında, yahut biraz insafla 85 yaşında olsaydı (Mar goliouth’un hesabı üzere)
savaş meydanına atılmaması gerekmez miydi?
Ayrıca
Kur’amn VI. sûresinin 94. âyetinin,
(=Allah'a
iftira eden ve kendisine hiçbirşey vahyedilmediği hâlde bana vahyedildi ve
Allah’ın indirdiği şeyler gibi ben de indireceğim diyenden daha zâlim kim
olabilir) peygamberlik iddia edenler hakkında indiğini ve
bunlardan bilhassa Müseylime’yi kastettiğini İkrime ve Katâde rivayet
etmişlerdir . Ayetin Medine’de inmiş olduğunu İbni Abbas’ın teyid
etmesi, bunun hem Müseylime’yi kasdettiği hakkmdaki ihtimali kuvvetlendirmekte,
hem de onun ancak onuncu yıldan sonra peygamberlik iddiasına başladığına başka
bir delil daha kazandırmaktadır, denilebilir.
G.
Hanife
kabilesinin irtidadı:
Hazret-i
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hicretin 10. yılında, veda
harcından hastalanarak dönmesi, bir müddet sonra hastalığının arttığı
haberinin yarımadada yayılması, Müseylime’nin cesaretni arttırdı. Etrafına
büyük bir kalabalık toplamağa muvaffak oldu. Bazı tarihler onun 40000 kişilik
bir orduya sahip bulunduğunu yazarlar. Yukarıda bahsedildiği üzere Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] bu haberi
duyunca, Beni Hanife arasında çıkacak bir ayaklanmayı önlemesi için Sümâme’nin
tedbirli olmasını tavsiye etmek üzere Fûrat bin Hayyân ül-’ıclî’yi Yemâme’ye
yolladı; fakat Müseyiime’nin kendi kabilelerinden olması ve onun Hazret-i Muhammed
aleyhinde çalışması Sümâme tarafında bulunan birçok Müslüman Hamlelinin,
Sümâme’yi terkederek Müseylime tarafına geçmelerine sebep oldu. Sümâme’nin ve
onun gibi samimî Müslümanların Müseyiime’nin karşısında tutunmaları artık
güçleşmişti. Netekim biraz sonra açıklayacağımız üzere, Yemâme’nin en önemli
mevkilerini işgal eden bir takım insanların bu yüzden memleketlerini terketmek
zoruna kaldıkları görülür.
Hazret-i
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in 11. ydm Rebiülevvel ayında, bu
dünyayı terketmesi ve bu arada Arap yarımadasında çıkan isyan ve irtidadlar
Müseyiime’nin, dâvasını gerçekleştirmek hususundaki cesaretini büsbütün
arttırmıştı. Bir takım kabile şefleri, kimi askerî güçlerine ve ittifaklara
güvenerek,kimi kâhinlik kuvvetlerini peygamberlik iddialarına vasıta kılarak ve
kabile asabiyetine dayanarak çabucak dinden döndüler. Topladıkları vergileri
yeniden halka dağıtarak etraflarına kolayca adam toplamağa muvaffak oldular.
Gene bu arada, Tuleyha ve Secâh konularında incelendiği üzere Medine ve
Mekke’ye en yakın kabilelerin bile dinden dönmüş oldukları görüldü. İşte,
İslâmiyet’in henüz kuvvetle yerleşmemiş olduğu Arap yarımadasının bu
karmakarışık devrinde Ebu Bekir gibi ileriyi gören ve yapacağını çok iyi bilen
bir şefe ihtiyaç vardı.
Başta
Wellhausen olmak üzere Caetani ve Höhnerbach, Beni Hanife’nin riddesini
şiddetle reddetmişlerdir. Wellhausen olsun Caetani olsun, Sümâme’nin tarafını
tutan pek az bir topluluğun Müslüman olduğunu söylemişlerdir. Höhnerbach ise,
bu konuda daha ileriye giderek, İslâm tarihçilerinin, Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in şahsiyetini idealleştirmek için bütün
Arabistan’ın ihtidasını onun eseri olarak göstermeğe çalıştıklarını iddia etmektedir,
Höhnerb ach’a göre, sonradan irtidad ve isyan hareketleri, İslâm tarihçileri
tarafından Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in bütün
Arabistan’a İslâmiyet’i kabul ettirdiğini iddia maksadıyla uydurulmuştur
(Höhnerbach a. g. e., S. 8 9); yoksa ashnda Esed’lerin başbuğu Tuleyha, Beni
Hanife’nin veftinde bulunan er Rece âl (veya er Rchhâl) ile Mücca’a,
Temimlerden Mâlik bin Nüveyre daha başkaları Müslüman olmamışlardır. Bu
iddianın yerinde olmadığı Tuleyha ve Secâh konularında kendiliğinden
cevaplandırılmıştır. Ayrıca ilâve etmeliyiz ki, İslâmî kaynaklar bütün Arap
yarımadasını Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] devrinde dine girmiş göstermekten uzak
kalmışlardır. Me selâ, Taberî tetkik edildiği zaman, Yemen, Bahreyn, Oman ve
daha birçok yerlerde Müslümanlığı kabul etmeyen kabilelerin cizye vermek
şartıyla Hristiyanlık, Musevîlik veya Mecûsîlik gibi dinleri muhafaza
ettikleri görülür. Arabistan yarımadası Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] ’ in hayatında, tamamiyle İslâmiyet’i kabul etmiş değildir. Fakat
yarımadanın Hicaz’a en uzak bölgelerinde bile Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’in dinini şeklen de olsa kabul etmiş topluluklar vardır.
Böylece birçok bölgeler İslâmiyet’i benimsememekle beraber, İslâm hâkimiyetini
kabul etmişlerdi. İşte Ebu Bekir bunların irtidad ve isyanına karşı onbir
birlik teşkil etmek mecburiyetinde kalmış ve bunları yarımadanın en uzak
bölgelerindeki isyan ve irtidadlara karşı yollamıştı.
Ridde’yi
küçümsemek için Höhnerbach’m sarfettiği gayret bizce boşuna olmuştur. Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in şahsiyetini idealleştirmek, onun daha
hayatta iken, kurduğu binanın çöküntülere mâruz kaldığını göstermekle olmaz
kanaatindeyiz. Islâm kaynakları onbirınci yılda Ebu Bekr’in başarmağa mecbur
olduğu savaşları nakletmekle, yâni Islâm’ı kabul etmiş olan kabilelerin çoğunun
irtidad ettiğini ve İslâmlık için büyük bir tehlike doğduğunu yazmakla
hakikati ifâde etmişlerdir. Tuleyhave Mâlik bin Nüveyre gibi şahsiyetler için,
Medine’ ye gelerek İslâmiyet’i kabul ettiklerini beyan eden kaynaklar, Esved’
in dâvet edildiği yeni dini reddettiğini; Secâh’m ve Hevze’nin Hıristiyan
olduklarım, Kisra’nın Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dine
dâvet mektubunu parçaladığım da yazmakta, hattâ Müseylime’nin Müslüman olduğunu
kesin olarak iddia cihetine gitmemektedirler. Eğer Höhnerhach’ın iddiaları
yerinde olsaydı, o zaman Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
bu en önemli düşmanlarının da İslâmiyet’i daha önce kabul ettikleri aynı
kaynaklar tarafından iddia edilmek gerekirdi. Gene Höhnerbach’m Islâm
tarihçilerinin bu peygamberlik tashyanlara karşı tarafsız hareket
edemediklerini ispat için verdiği bazı örnekler vardır. Bunlar Müslümanlar’ın mürtedleri
fizik ve ahlâk bakımından küçümsemeleri ve onlar hakkında tahkir dolu sözler
sarfetmeleri gibi şeylerdir. Meselâ, Müseylime’nin Kezzâb lâkabmı
taşıması, basık burunlu, saramuk, cüce olarak gösterilmesi; Tuleyha’nın Talha
değil de Tuleyha olarak çağrılışı, “Allah düşmanı''’ sayılması,
Müslimlerin “akıllı”, mürtedlerin “aptal” kabul edilmesi ve
birincilerin, İkincilerin yanında çok üstün tutulması, böylece bir ak kara
şemasının ortaya çıkması gibi Örneklerdir. Böyle sıfatlar ve takma adlar hiç
şüphesiz sonradan tarihçiler tarfından uydurulmayıp Tuleyha’nın ve Müeylime’nin
yaşadığı tarihlerde Müslümanları ar afından bunlara verilmiştir. Gene pek iyi
bilinir ki, Araplar’ da bu derece düşmanlık olmadan bile karşı tarafa adlar ve
lâkablar verilirdi. Meselâ Hâlid, Yemâme savaşını bitirip Müccaa’nın kızı ile
evlendikten sonra Ebu Bekir’den, Ömer bin Hattab’m teşvikiyle, ağır bir mektup
aldığı zaman, “Bu o solağın (= Uaysir'in) işidir” demişti. Gene Esedler,
Gatafanlar ve şâir kabileler dinden dön ün ce “Biz o sıska deve yavrusunun
babasına (—Ebu Fasil'e) zekât vermeyiz” demişlerdi. Konumuzla ilgili olan
bu küçük misâller de bize gösteriyor ki, kaynaklar, bazı hususlarda
tarafsızlıklarını muhafaza edememekle beraber, biraz Önce bahsettiğimiz
küçültücü isim ve sıfatları kullanırlarken tarafgir olmaktan bir hayli
uzaktırlar.
Aynı
konuda C aet ani’de Yemâme’nin hiçbir zaman irtidad etmiş
sayılamıyacağım, Beni Hanife ile yapılan Akraba savaşının ise, sırf Hâlid’in
fetih arzularından doğmuş olduğunu ileriye sürmektedir. Bir de şimdi
Höhnerbach’ın yayınlamış olduğu Vesime’nin Kitab ür Ridde’sine bakalım. Birinci
derecede bir kaynak olan bu kitab belli bir gayeyi hedef gütmeksizin tek tek
şahıslara ait, parça parça bilgileri içine almaktadır. Biz bunlardan Yem â m e’nin
irtidadı ile yakından alâkalı olan bazılarını hemen göstermeği yukarıda adları
yazılı orientalistlerin iddialarına bir cevap teşkil edeceği düşüncesiyle
faydah bulduk fHöhnerbach, Vesime S. 13 / 55J ; “ElSa’b bin Osman
el-Suheymi el Yemâmî, büyük bir başkan olup hayli yaşadı. Cahiliyye devrinde
Hire hükümdarlarından el-Numan bin ül-Münzire'in katma çıktı. Sonra İslâmiyet
geldi, bu zat Müslüman oldu. Müseylime peygamberlik iddia edince bu zat kavmine
irtidad etmemeleri için nasihat etti.”
(S.
13/55,): “El-Batîn bin Abdullah el-Hanife. Hanife kabile sindendir.
Müslüman olmuştur. Peygamberin ölümünden sonra dininde sabit kalmıştır.”
(S.
14/55^: “Suhbûn bin Şems bin Amr el-Hanefi el-Yemami. Hanife kabilesi
Müseylime ile birlikte (!) irtidad ettikleri zaman onun hakkında Vesime bir
hikâye anlatmaktadır. Bu zat Ebu Bekr'e şöyle bir mektup yazmış: “Halk burada
üçe ayrılmıştır. Birinci kısım doğru yoldan ayrılmış kâfirlerdir, ikinci kısım
haksızlığa uğramış müminlerdir, üçüncü kısım ise üzüntü içinde kalan
müteredditlerdir. Bu zat aynı mektupta şu beyti de söylemektedir: Ben Sıddık'a
suçsuz olduğumu bildirir, yalancı Müseylime'nin uydurdukları şeylerden dolayı
özür dilerim. Müslümanlar bu mektubu aldıkları zaman çok sevindiler, şairleri
de bu zat hakkında şu beyti söyledi: Suhbân bin Şems çok iyi bir insandır; o,
kavmi arasında soyu yüksek, dini sağlam bir insandır.”
(S.
14/55,): “ Abdurahman bin el Mutarrah elHanefi. Cahiliyye devrinde yaşamış,
Yemâme halkı irtidad ettiği zaman Müseylime’ye ve kendi kavmine karşı gelmiş ve
Ebu Bekr'e mektup yazarak, onların suçlarını kendisine anlatmıştır
(S.
15/56J: “ElSâ’ib bin Katâde el-Hanefî elYemâmî. Bu zat Yemâme savaşlarında
esir edilmiştir. Çok yaşlı idi. Islâm dininde sabit kaldı ve Müseylime ile (!)
kavmini irtidad etmekten mene çalıştı. Hâlid bin Velid kendisini görerek,
esaretini affetti. Bu şahıs büyük bir şeyh idi.
(S.
15“El-Heysem el-Hanefî. Bu da İslâmiyet'de sabit kaldığını ispat eder
mahiyette bazı şiirler yazmıştır. Heysem, Hâlid bin Velid ordusu tarafından
esir edilmiş ve bu hususta şu beyitleri söylemiştir: Acaba Hâlid bizi yalancı,
sarı adamın suçundan dolayı öldürecek midir? Biz Peygamher'ın dinini
bırakmadık, ne de onu terkederek geriye döndük."
S.
21 / 63: “Muccâ'a bin Mürrareel Hanefî el-Yemâmî. Hanife kabilesi
başkanlarmdan olup Peygamberdin huzuruna gelmiş, ona biat etmişti ve Yemâme
gününde esir edilenlerdendir."
S.
13 / 53 : “Sümâme bin Usâl bin el-Numân bin Seleme... el-Hanefî el-Yemâmî.
Bu konudaki haberi Buhari'den alan Peşime (Not 150’deki bilgiyi aynen
kaydettikten sonra) İbni İshak’ın bu konudaki şu rivayetini de kısaltarak
ilâve .etmektedir: Sümâme Yemâme halkı irtidad ettiği zaman kendisi dininde
sabit kaldı ve halka şöyle vazetti: “içinde ışık oltnıyan karanlık bir işten
çekininizl Bu karanlık işe başlamış olanlara, Allah'ın göndermiş olduğu bir
kötülüktür ve içinizden bu yola sapacak olanları da ayni âkibet beklemektedir.
Onlar Sümâme’yi dinlemeyip Müseylime'yi takip etmeğe karar verince, Sümâme de
bunlardan ayrılmaya karar verdi. Tam bu sırada el'Alâ bin el-Hadramî
refaketindekilerle birlikte Bahreyn'e Hutam'm idaresindeki mürtedlere doğru
gitmek üzere Yemâme civarından geçmekte idi. Sümâme bunu haber alınca
kabiledaşlarına şöyle dedi: Bu yenilik taraftarı olanların yanında daha
fazla kalmak istemiyorum. Gerçekten Allah onları mukavemet edilemez bir kötülükle
vuracaktır. Gayelerini bildiğim ve şimdi tam buradan geçmekte olan ve Müslüman
olanlardan geri kalmamak, onlarla birlikte gitmekten başka birşey istemiyorum.
Bunun üzerine Müslümanlarla birlikte el-Alâ'nın yardımcısı olarak yola çıktı,
Beni Hanife'nin el-Alâ'ya yardım ettiğini duyan düşman ordusu sarsıldı. Sümâme
el-Alâ ile birlikte el-Hutam'a karşı savaşa katıldı.... ve sonunda satın aldığı
bir ganimet hırkasını giymiş olmasından dolayı düşmanın askerlerinden birisi
onu şehit etti."
S.
16/58: “limeyr b. Dâbî el Yeşkurî. Sadıklardan ve kabile şeflerinden
biridir. Hâlîd ona Kureyş'illerden olsaydın, Halife olacak adamdın demiş".
S.
17 / 58: '‘Muhriz bin Katade bin Mesle.met el-Hanefi. Yemâmelilere demiş ki,
suphan Allah, sizin durumunuz ne kadar acâip. Bir peygamber sizi dine soktu.
Bir yalancı ise ondan çıkardı. Vallahi o hayatta olsaydı basık burunlu yalancı
sizinle bu oyunu oynayamazdı. Sizin için azaptan korkuyorum. Bunun üzerine
mürtedler ona dediler ki, biz seni babanın hatırı yüzünden affediyoruz. Çünkü o
bizim başbuğlarımızdandi”.
S.
18/60: “Mu’ammer bin Kilâb el Zimmânî. Müseylime'ye (!) ve Beni Ilanife'ye
Ridde'ye sapmamaları için vazeden adamdır. Süınûmenin komşusu idi. Tavsiyelerini
dinletemeyince Medine'ye doğru yola çıkmış fakat Sümâme onu geri çevirmiştir’”.
Konumuzdan
uzaklaşmamak için, yukandanberi verdiğimiz misâllere daha pek çok ilâveler
yapmaktan vazgeçiyoruz. Herbiri dikkatle gözden geçirildiği zaman görülüyorki,
Caetani’nin ve diğer orientalistlerin Beni Hanife’nin irtidad etmediklerini,
çünkü bunların esasen İslâmiyet’i kabul etmemiş bulundukları yolundaki
iddiaları herhalde haklı görülemez .
Bilhassa Suhbân bin Şemssin mektubundan halkın üç kısma ayrılmış olduğunu,
bir kısmının tereddüt içinde bulunup bir kısmının dinden döndüklerini, üçüncü
kısmının ise sadık kaldığını öğrenmemiz, Yemâme’dcki Müslüman sayısının hiçte
küçümsenmiyccek bir topluluk teşkil ettiğini açıklamamıza yardım etmektedir.
H.
Müseylime ile savaş ve Müseylime’nin öldürülmesi:
11.
nci Hicret yılında Ebu Bekir halife seçilince, Habib bin Abdullah
el-EnsarTyi, Beni Hanife’deki irtidada mâni olmak için Yemâme’ye elçi
olarak gönderdi. Bu zat, Beni Hanife ileri gelenlerinin önlerinde Kurbanı
okudu ve ateşli hitaplarda bulundu. Fakat Müseylime onu öldürttü .
Bundan sonra Ebu Bekr Sümâme’ye yardımcı olsun diye îkrime’yi bir miktar
kuvvetle Yemâme’ye yolladı ise de,-bunun da tesiri olmadı. Arkasından Şurahbil
bin Hasene’yi gönderdi. Şurahbil gelmeden önce, Ikrime şeref ve şöhret kazanmak
ümidiyle acele edip Müseylime üzerine yürüdü. Fakat Yemâme’liler onu bozguna uğrattılar.
O da çekilip gitmek zorunda kaldı. Şurahbil de aynı şekilde Ebu Bekir’den, yeni
bir emir alıncaya kadar yerinden ayrılmamasını bildiren bir mektup aldı. Fakat
o da şeref peşinde koştuğundan Ikrime gibi emre itaat etmeyerek Miiseylime’nin
üzerine saldırdı ve bozguna uğradı.
Bu
sırada, Butah savaşım kazandıktan sonra öldürttüğü Mâlik bin Nüveyre’nin karısı
ile evlenmesi yüzünden suçlu duruma düşmüş bulunan Hali d Medine’ye gelmişti.
Ebu Bekir onun suçunu affedip kendisini, Ensâr ve Muhacir’lerden meydana
getirdiği kuvvetlerin başkomutanlığına tâyin ederek Müseylime ile savaşması
için Ye mâ me’ye yolladı .
Müseylime, Hâlid’in yaklaşmakta olduğu haberini ahuca, Akraba’da ordugâh
kurdu ve seferberlik ilân etti. Bu esnada Muccâ’a bir takım şahsî sebeplerden
dolayı, Mâlikler’den ve Temimler’ den öç almak için, küçük bir birliğin başına
geçmiş ve yola çıkmıştı,
Zeyd
ile Ebu Huzeyfe’yi ordusunun sağ ve sol kanatlarının başına geçirmiş bulunan
Hâlid yanında Şurahbil de bulunduğu halde savaş alanına doğru ilerledi ve
el-Urd’da konakladı, ikiyüz kişilik bir birlikle gece baskını yaptırdı. Bunlar
başlarında Muccâ’a bin Murrare el Hanefî bulunan bir birliği uykuda iken esir
aldılar (İbni Sa’d, Tabakat, V., S. 400). Esirler Hâlid’in yanma getirlince
onlardan “Islâmlar’a sığınmak üzere mi yola çıktınız" ? diye
soruldu. Bunlar mertlik gösterip hakikati söylediler. Hâlid de bunların
kendisine sığınmak maksadiyle yola çıkmadıklarını öğrenince Muccâ’a’dan başka
hepsini öldürttü ve Akraba’ya gitti.
Bu
konuda Ebu Hüreyre’nin verdiği haberlere, İbn İshak şunları ilâve etmektedir:
Esir edilenler ertesi gün Hâlid’in karşısına çıkarıldılar. Hâlid onlara, “ey
Hanife oğulları! Siz bu hususta ne düşünüyorsunuz" diye sordu. Onlar,
“Sizde bir peygamber, bizde bir peygamber" diye cevap verdiler.
îşte bu söz üzerine Hâlid, onların başlarını vurdurdu 167, Hâlid
sadeceMuccâ’a’nm, “Ben Müsey lime'nin akrabası veya adamı değilim.
Resulullah'a gittim. Müslüman oldum. Ondan sonra ne değiştim, ne
değiştirdim". demesi üzerine, onu zincirlerle köstekleyip komutanlık
çadırındaki karısı Ummü Temim’ e teslim etti . Sonra Yemâme’ye bakan
bir kum tepesinin üzerine ordugâh kurdu. Sağ ve sol kanatlarının başına
Muhakkim ile Reccâl’i geçirmiş bulunan Müseylime ise Hanife oğullarına, “Yenildiğiniz
takdirde kadın ve kızlarınız esir edilip tahkir edileceklerdir-, bugün
şerefinizi ve kadınlarınızı korumak için savaşınız” diye onları iyi
savaşmağa teşvik ediyordu. Nihayet iki ordu karşılaştı. Peygamber’in
sohbetinde bulunup Bakara sûresini ezberledikten sonra, irtidad eden ve
Müseyliıne’nin en yakın dostu hâline gelen El Reccâl de öncü kuvvetlerin
başında ilerliyordu.
Bir
ara Hâlid, Hanifeliler arasında kılıç parıltıları gördü ve Beni Hanife arasında
anlaşmazlık çıktığım zannederek sevindi ise de esir Muccâ’a bunun bir
anlaşmazlığı ifade etmediğini, Hanifeliler’in yumuşatmak için kılıçlarını
güneşe tuttuklarım açıkladı.
iki
taraf savaşa katıldıktan bir müddet sonra Müslümanlar geri çekilmek
mecburiyetinde kaldılar. Hâlid çadırını hattâ eşini bile bırakarak geri
çekildi. Hanifeliler onun çadırına girdiler. Eğer “Yemâme Muccffı” adı
verilen Muccâ’a bin Murrare, Ummü Temim’i himaye etmese idi, Hanifeliler onu
öldüreceklerdi. Ycmâme’liler canlarım Öyle heder edercesine çarpışıyorlardı ki.
vaktiyle Peygamber’in amcası Hamza’yı öldürmüş olan Vahşi bin Harb bile onların
bu kahramanlıklarım şu sözlerle açıklamaktan kendini alamamıştır: “Ölüme
Müseylime’nin adamları kadar sabırlı ve tahammüllü kimseyi görmedim”11’'1
Ibni
Sa’d’a göre (Tabakat, VII., 2., S. 136 v. öt.) Müslümanların bu geri
çekilmeleri iki veya üç defa tekrarlanmıştır.
Hâlid
savaşın yenilgi ile sonuçlanmasından fena hâlde endişeye kapıldığından Ensâr ve
Muhacirlerin de tekliflerine uyarak zaafın nereden geldiğini anlamak maksadiyle
askerlerini göçebe ve şehirli olmak üzere ikiye ayırıp öylece savaşmağa
başladı,
Savaş
o kadar şiddetli ve her iki taraf için öylesine ölüm kalım savaşı oldu ki,
göçebelerin rai yoksa şehirlilerin mi daha iyi çarpıştığı farkcdilmedi.
Müseylime’nin en önemli ve kahraman komutanı mukavemet edebilmek için
askerlerine “Hadikat ür Rahman” adı verilen (sonradan Hadikat ül Mevt
adı verilmiştir) etrafı çevrik bir bağın içine girmeleri emrini verdi.
Müseylime de bu bağa sığınmıştı. Müseylime öldürülmedikçe, savaşın sona
ermeyeceğini anhyan Hâlid, düşman kuvvetlerinin arkalarının bırakılmaması
emrini verdi. Müslümanlar arasında o günün parolası “Ey Bakara sûresinin
sahipleri”idillû.
Büyük
bir şiddetle “Rahmanın bahçesi” ne saldıran Müslümanlar, sûrlardan
dolayı Müseylime ile karşdaşanuyorlardı. Bu arada el Be-
Belâzûrî, a. g. e., arap., S. 96. râbin el Mâlik
kendisini bağın sûrlarından aşağıya attırıp çarpışa çarpışa sûrun kapısına
vardı. Kapıyı müslümanlara açıp onlan içeriye aldıktan sonra tekrar kapayıp
anahtarı dışarı fırlatıp attı. İşte burada Islâmlar için hattâ İslâmiyet için
bir ölüm kalım dâvası görüldü. Bu arada biri yüksek sesle “Siyah bir köle
Müseylime'yi öldürdü” diye bağırdıln.
Müseylime’nin
öldürülmüş olması Beni Hanifelilerin cesaretlerinin kırılmasına ve sonunda
savaşı kaybetmelerine vesile oldu. Müslümanlar değerli hafızlarından birçoğunu
bu savaşta kaybettiler (Ebu’l-Fidâ, Tarih, I., S. 166) Ebu Huzeyfe, Sâbit bin
Kays, Zeyd bin Hattab gibi kahramanlar da bu arada şehit düşenler arasında
bulunmakta idiler. Buna karşılık el Muhakkim bin Tufeyl, el Reccâl bin Unfuva
gibi Müseylime’nin en önemli komutanları, Müseylime’den önce öldürülmüşlerdi.
Bu savaşta müslümanlar Hadikat ül-Mevt’de 7000 kişi katlettiler. Bir kısım
Hanifeliler de bağdan kaçıp kalelere sığındılar.
Müseylime’yi
kimin öldürmüş olduğu tarihlerde kesin olarak belirtilmemiştir. Eski tarihler araştırıldığı
zaman bir çok kimselerin Müseylime’nin öldürülmesine bizzat iştirâk etmiş
olmak gayretini güttükleri görülür. Bu durum bize şunu gösterir: Düşman
İslâmiyet için o derece kuvvetli ve ürkütücü idi ki, savaşta bulunanlar onu yok
etmenin şerefini bir türlü paylaşamamışlardır. Aşağıya aldığımız misâller bunun
bir delili sayılır: Taberî (arap., III., S. 245 50) Müseylime’yi katledenin Vahşi
olduğunu, ayrıca Ensâr’dan bir adamın onu vurarak öldürmeğe iştirâk ettiğini
kabul eder, Belâzûrî’de (Arap., S. 96) de rivayetler çok farklıdır ve meselâ
sırasiyle şöyledir: 1) Onu Haddâş, yâniBeni Âmir bin Luey’lerdenbiri öldürdü.
Bunun râvii gene Beni Âmr bin Luey’lerden olduğu için bu şerefi kendi
kabilesine tahsis etmek gayesini gütmüş olsa gerektir; 2) Onu Sehhâk bin Hareşe
öldürdü. Biraz sonra Sehhâk şehit edildi; 3) Habib bin Zeyd’in kardeşi Abdullah
bin Zeyd bin Âsim onu öldürmüştür. Zira bir rivayete göre Müseylime Habib’in
iki kolu ile iki bacağını kestirmişti; 4) Habeşli Vahşî bin Harb de Müseylime’yi
öldürmüş olduğunu iddia etmekte ve bu konuda şu sözleri söylemektedir: “İnsanların
en iyisini (Peygamberim amcası Hamza) ve en kötüsünü Öldürdüm”.
Belâzûrî başka bir rivayeti naklederken, yukarıda adları geçenlerin miiş-
171
Taberî’ de bu
husustaki rivayetler nıüphemdir.Bunlardan birisi Müseylime’nin Hadika’nın
dışında , diğerleri ise Hadika’mn içinde öldürülmüş olduğun ifade
etmektedirler. Müseylime’nin öldürüldüğü hakkındaki muhtelif rivayetler için
bk. Taberî, a. g. e., tür. ter., III., S. 153 165, 166.
tereken
Müseylinıe’yi öldürdüklerini, hattâ Emevî’ler bile onun Muaviye tarafından
katledildiğini iddia etmektedirler, demektedir. îbni Haldun (îber, II., 2., S.
75), Ebu’l-Fidâ (Tarih, I., S. 166), îbni Sa’d (Tabakat, VII., 2., S. 136 7) ve
Muir (a. g. e. S. 44) onun Vahşî tarafından ve Hamza’yı öldüren mızrakla
öldürülmüş olduğunu kabul etmektedirler. Biz de îbni Sa’d’m bu kaydım esas
tutarak onun Vahşî tarafindan öldürülmüş olduğunu kabul etmek zarureti karşısındayız.
Bu savaşta biraz mübalâğalı da olsa 40,000 kişilik Yemâme ordusu (Caetani, IX,
S. 24’de bunu 10.000 kabul eder) bütün kuvvetlerini harcaymcaya kadar şeref ve
hağımsızhklan uğrunda çarpışmıştır. Müseylime son nefesini verinceye kadar, “Ey
Hanife oğulları; şerefiniz için, asaletinizi korumak için çarpışınız”, diye
ısrarla tekrarlamaktan geri durmamıştır.
Akraba
yahut Yemâme savaşının vuku bulduğu tarih, bazı yazarlara göre Hicri 11.,
bazılarına göre ise 12. yıldır. îbni Sa’d (Tabakat, III., 1, 274 5) bu savaşın
12. yılda olduğunu, Zeyd bin Hattâb’ın şehit düştüğü yılı yazmak suretiyle
belirtmekte, Bel âz ûrî de (Fütûh, S. 101) bunu teyid etmektedir, Zehebî (Tarih
ül îslâm, I., S. 259) Ebu Ma’şer’in bu savaşı 12. yılın Rehiiilevvel ayında,
Vâkidî ve daha başkalarının gene 12. yılda cerayan ettiğini kabul ettiklerini
kaydettikten sonra, kendi kanaatine göre bu savaşın 11. yılın sonlarında
başlayıp 12. yılın başlarında son bulmuş olmasının muhtemel bulunduğunu
belirtmektedir. ElN eve vî (Tehzib elEsma, S.95) Halid’in Müseylime üzerine
komutan tâyin edilmesi tarihinin 11. yılda olduğunu kaydetmiştir. Her hâlde
Zehebî’nin ve Caetani’nin tahmin ettikleri gibi hâdiseler 11. yılın sonlarında
başlayıp 12. yıhn başlarında sona ermiş olmalıdır.
Bu
savaşta her iki tarafın kaybettiği insan sayısı da savaşın yapıldığı tarih gibi
kesinlikten uzaktır. Mes’udî (Et Tenbih, S. 223) Yemâme’de ölen Müslüman
askerlerin sayısının 1200 oduğunu, Taberî, Ensâr ve Muhacirlerden topyekûn 600
kişinin şehit düştüğünü, Bel âz ûrî 1700 veya 1200 Müslüman askeri zâyi
olduğunu kaydetmektedirler. Beni Hanifenin kayıplan ise daha çok idi, Taberî,
Akraba’da 7000 Hadikat ül Mevt’de 7000, sonra tâkipde de 7000 kişinin
öldürülmüş olduğunu kaydetmektedir. îbni Sâ’d (Tabakat, III, 1., S. 274 5), Ebu
Meryem’e atfettiği bir rivayette, Beni Hanife’den 14.000 kişiden fazla insan
kayıp olduğunu zikretmektedir 17k
172
Caetani (a. g.
e., IX., S. 227) Mirhond’un bu konuda İram bîr mübalağa ile Hanifelilerden
70.000 kişinin “Hadika-i Mevt” de, 70.000’ninde dışarıda katledildiğini
yazmakta olduğunu iddia etmekte ise de Mirhond bu rakamı 70.000, 70.000 değil
7.000, 7.000, yâni bütün katledilenlerin 14.000 kişi olduğnu söylemiştir (bk.
Mirhond, a. g. e,, II., S. 228).
Bu
büyük savaş sona erip de Müseylime’nin öldürüldüğü haberi yayıldığı zaman Hâlid
bin Velid, Yemâmeli Muccâ’a’yı çağırttı. Muccâ’a zincirler içinde idi. Savaşta
ölmüş bulunanlar arasında Müseylime’yi arayıp bulmak üzere savaş meydanında
dolaşmaya başladılar. Nihayet Hâlid uzun boylu ve güzel yüzlü birinin önünde durdu
ve “İşte peygamberiniz budur” dedi. Muccâ’a onun Muhakkinı bin Tufeyl
olduğunu söyleyince bağa girdiler; Muccâ’a sıska ve burnunun ucu çok kalkık
birisinin önünde durarak, “Sizi uğraştıran adam işte budur” diyerek
Müseylime’yi gösterdi. Hâlid ona: “Sizi kendisine itaat ettirerek bunca
işleri yaptıran adam bu mudur? diye sordu. Muccâ’a, “Ey Hâlid, iş
dediğin gibi oldu. Tanrıya andiçererek bu savaşa askerin henüz öncülerinin
acele olarak katılmış olduğunu, asıl kuvvetlerin ve halkın çoğunun kalelerde bulunduğunu
temin ederim.”dedi. Hâlid bu söz üzerine biraz şaşırdı. Muccâ’a onu, tekrar
yemin ederek, hem söylediklerinin doğru olduğuna hem de kavmi adına barış
yapmaya ikna etti. Hâlid de ona, Beni Hanife’nin ellerinde bulunan bütün gümüş,
zrıh ve esirlerin yansının Müslümanlara bırakdması şartıyla bu teklifi kabul
edeceğini söyledi. Muccâ’a, Halid’den banşın şartlarım bildirmek üzere
Hanifelilerin yanına gitmek için izin istedi. Kaleye girdikten sonra ne kadar
genç kadın varsa, onlara silâh kuşatıp zırh giydirerek kalelerin burçlarına
çıkmaları emrini verdi ve tekrar Hâlid’in yanma dönüp kalede bulunanların
yapılan barış tekliflerini kabule yanaşmadıklarını bildirdi. îbni İshak’a göre
Hâlid yeni bir anlaşma ile esirlerin dörtte birini alıp diğer dörtte birinden
vazgeçerek barışı kabul etti.
Muccâ’a,
Beni Hanife’ye de bu andlaşmayı kabul ettirmişti. Çünkü Seleme bin Umeyr onlara
kalenin çok sağlam olduğunu ve bol miktarda yiyecek bulunduğunu kışın da
yaklaşmakta olduğunu söyliyerek, böyle ağır şartlan kabul etmemeği tavsiye
etmişti. Fakat Hâlid’i yakından tanımak fırsatını bulan Muccâ’a, onun
gazabından kabile d aşlarım korumak için bütün gücü ile çalışıp Hanifelilere
barışı kabul ettirmeğe muvaffak olmuştu.
Bundan
sonra Hâlid Muccâ’a’ya, kızını kendisine vermesi talebinde bulundu ve bu
teklifinde İsrar etti. Muccâ’a da kızını vermek mecburiyetinde kaldı. Bu kadar
büyük başarılar kazandığı hâlde, Ebu Bekir, Hâlid’in bu evlenmesini hoş
karşılamadı. Ona şiddetli bir dille şunlan yazdı: “Sen kadınlarla evlenmekten
kendini alamıyorsun; hâlbuki evinin etrafında 1200 Müslümanın kanı
akıyor”. Hâlid bu mektubu okuyunca, Ömer ibn-i Hattah’ı kast ederek “Bu Uaysir’in
(solağın) işidir” dedi. Ebu Bekir’e Hanifelilerden heyetler tertip edip
gönderdi. Konak yerini de Ebâz’dan Vâber’e taşıdı . Böylece Yemâme
meselesi halledilmiş ve Arabistan’ın bu önemli bölgesi de İslâmiyet’e kesin
olarak kazanılmış ve Medine’ye bağlanmış bulunuyordu.
Müseylime’nin
doktrini hakkında bize az da olsa bilgi vermeğe yarıyan kaynaklar mevcutsa da,
bunların bazıları birbiriyle tezad hâlinde bulunan haberleri ihtiva etmektedir.
Meselâ: îbni Sa’d (Siret, Wellhausen, a. g. e. IV., S. 115), îbni Haldûn ve
Taberî ile îbni Hişâm aynı konuda birbirine tamamen zıt rivâyetleri sıralamaktadırlar.
Bu yüzden elimizde bulunan bu ana kaynakların verdikleri haberlerin mümkün
mertebe doğru olanını yanlış olanından ayırmak gibi çok güç bir iş ile karşı
karşıya bulunmaktayız. Müseylime’nin vahy olduğunu iddia ettiği sözlerinden
bazılarını kaynaklar bize kadar intikal ettirmişlerdir. Ancak bu gûya
vahiylerin hangilerinin hakikaten Müseylime tarafından söylenmiş olduğunu
hangilerinin râviler tarafindan sonradan onun ağzına yakı.ştırıldığını
ayırt etmek bugün bizim için hemen hemen imkânsızdır. İşte şimdi bize kadar
gelmiş olan hu gûya vahiylerle, aralarındaki tezatları yukarıda işaret etmiş
olduğumuz bilgilerden, Müseylime’nin doktrini hakkında bir fikir edinmeğe çalışacağız.
Hevze
bin Ali’den sonra siyasî iktidarı eline geçiren Müseylimet ül Kezzâb, elde
ettiği bu siyasî nüfuz ve kudreti, Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’i örnek tutarak, dinî bir otoriteyle de takviyeye kalkıştı ve evvelce
de söylediğimiz gibi âyet adı altında bir takım seci’li sözleri yanyana dizmeğe
başladı. Bunların kendisine vahy edilen Kur’an olduğunu ilân etti. Bir takım
dinî kaide ve düsturlar koydu. Kur an dilini taklid eden Müseylime, Müslüman
namaz sistemine benzer bir sistem de kurmuş, hattâ Kâbe gibi bir de harem bölge
(yasak bölge) ihdas etmişti .
Buna muhalefet edenleri de sorumlu tutmuştu. Hâlbuki, râvilere göre Yemâme
haremi, Hicaz’m hareminebenzeyememiştir. Harem içinde kalan bazı obalar bolluk
yıllarında Yem âme’nin meyvelerini yağma edip Haremi depo hâline getirmişler,
takip edildiklerini anlayınca da kaçıp hareme sığınmışlardı. Bu hâl devam
edince ahâli Museylime’den buna engel olmasını istemeğe mecbur kalmıştı. Müseylime
bunun için gökten gelecek emri bekliyeceğim diyerek, onlara gûya vahiy olan şu
sözleri söylemiştir: “Karanlıklan basan gece, siyah kurt ve yaşına basan
çatal tırnaklı hayvan adına andiçerek Useyyid’lerin, haremin hürmetini
çiğnememiş olduklarını teyid eylerim" Halk ona, “Haram olan malları
helâl saymak ve halkın mallarını yağma etmek, tahrip etmek haram değil midir
?”diye sorunca o, yeni bir vahiy beklemişti. Yeni gelen vahiy de, biricisinin
hemen hemen aynı idi: “Gece ve geceleyin çok gezen kurt adına andiçerek U s
seyy idelerin yaş hurma ağaçlarını kesmediklerini" te.yid ediyordu.
Halk yine şikâyetlerinin bir gerçeği ifade ettiğini İsrarla söyleyince,
Müseylime bu defa onlara vahiy diye şunları söyledi: “Beni Temim esir
edilmemiş hakir düşmemiş, temiz bir kavimdir. Onlara iğrendirici ve hoş olmayan
bir şey isabet etmez. Biz sağ olduğumuz müddetçe onlara, iyliklerde ve
bağışlarda bulunarak komşuluk edeceğiz, onları herkesin tecavüzünden
koruyacağız. Bizden sonrada esirgiyen Tanrı onları korur" (Taberî tür.
ter., III., S. 144 5).
Müseylime
Secâh’la karşılaştığı zaman, ona vahiy adı altında şu sözleri söylemişti: "...
salih insanlar uyumadan geceleri ibadetle geçirirler, gündüzleri de gökteki
bulutların ve yağmurların kuvvetli Tanrısı için oruç tutarlar". Gene
onun Beni Hanife için söylediği şu sözler dinî prensipsipleri hakkında bize
bilgi vermeğe yardım etmektedir: “Ben yüzlerinin güzelliğini, ten ve
vücutlarının saflaştığını ve ellerinin tertemiz olduğunu gördüğümde, onlara şu
emri verdim : Siz kadınlara yaklaşmıyacak ve şarap içmeyeceksiniz. Siz hayırlı
ve. salih bir topluluksunuz. Bir gün oruçlu, bir gün zahmetli ve yorucu işlerle
meşgul olacaksınız. Tanrıyı her eksikten tenzih ederim ki, o dirilme zamanı
geldiğinde acaip bir şekilde diriltir. Sizi göğün katına yükseltir. O, sizin
hardal tanesi kadar da olsa işlerinizi ve gönlünüzden geçeni bilir; insanların
çoğu bu yüzden ziyana uğrar ve lanete katlanırlar"
Kendisine
Rahman adını vermiş bulunan Müseylime’nin cinsî bakımdan çekimser olmayı teşvik
ettiğini de taraftarlarına verdiği bazı emirlerden anlamaktayız. O bir erkek
çoçuğu bulunan erkeğin, karısına yaklaşmasını yasak etmişti. Müseylime
çiftçilikle uğraşan kavmine onun anlıyacağı kavramlarla hitap etmiştir: “Renkleri
siyah olduğu hâlde sütleri beyaz olan koyunlar üzerine andiçerim ki..."
veya “Tohum ekerek, ekin yetiştirenler, ekinleri biçenler, buğdayları savuranlar,
sonra öğütenler, onlardan ekmek yapanlar bu ekmeleri ufak ufak doğrıyarak et
suyunda ıslatanlar ve bunların üzerine sâde yağ dökerek yiyenler şerefine
andiçerek temin ederim ki, siz hayvan besliyerek çadırda yaşıyanlardan daha
meziyetlisiniz. Binalarda yaşıyanlar da size üstün gelmediler.
Mahsûldar
yerlerinizi koruyunuz; yoksul olanları yurdunuza kondurunuz, azgınları
yurdunuzdan uzaklaştırınız”
Yukarıdanberi
örneklerini verdiğimiz Müseylime’nin giiya âyetleri, onun iktidar
mücadelesinde rakibi bulunan Sümâme bin Usâl’in arkadaşı Usâl el Hanefî
tarafından naklolunmuştur. Buraya kadar yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere,
Müseylime riyazet sahibi, oruca kıymet veren, şarap içmeği meneden kaideler
koymuş bir insandı. Gene onun tek ve görünmiyen bir Tanrı adına konuştuğunu,
cennet, savap, tekrar dirilme, hardal tanesi ve hayat gibi dinî mânada
yükseltilmiş tâbirler kullandığım da görüyoruz. Usâl’in Seyf yoluyla intikal
eden bu rivayetlerinin tam aksine îbni İshak (İbni Hişam, IV.S. 222), Müseylime’nin
içki ve zinayı helâl kılmış olduğunu, namazı kaldırdığını ve Beni Hanife’nin bu
yolda ona uymuş olduğunu söylemektedir. Fakat İbni İshak’ın bu rivâyeti,
elimizde bulunan diğer kaynakların verdikleri oldukça geniş bilgiler ile büyük
bir tezad teşkil ettiğinden hemen hiçbir değer taşıyamamaktadır. İbni Hubeyş’in
Zührî’den naklettiği ,
Belâzûrî, Taberî ve İbni Haldûn’un da teyid ettikleri bir cihet var ki, o da
Müseylime’nin müezzinler kullandığı cihetidir.
Müseylime
müezzinleri vasıtasiyle taraftarlarını namaza çağırdığına göre namazı kaldırmış
olamaz. Şu halde, zina ve şarabı mübah kılmış olması da imkânsız görünmektedir.
Esasen onun vahy adı altında yukarıya aldığımız sözlerinden riyazet sahibi
olduğu açık olarak anlaşılmaktadır. Müseylime’nin birkaç müeezzin kullandığı
görülmektedir. ElReccâl’in de bunlardan birisi olup Müseylime’nin
peygamberliğine tanıklık ettiğini Taberî (Türk, ter., III., S. 143) ve İbni
Haldûn (İber, II., 2., S. 75) yazmaktadırlar. Ayrıca Abdullah bin Nevvâlıa
(Wellhausen, a. g. e. VI., S. 17’de Nevvâlıa ile Hüceyr ayni kimse olarak
gösterilmiştir) ve Hüceyr binÜmeyrde onun müezzinlerindendirler. Belâzûrî’de
(Tür. ter., I., S. 148) ve İbn ül Esîr’de (El Kâmil, S. 274) Hüceyr ezan
okuduğu zaman “Müseylime’nin kendisini Tanrı elçisi diye iddia etmekte
olduğuna tanıklık ederim” diye seslendiğini, Müseylime’nin de ona “Ey
Hüceyrl Fasih konuş” dediği kayıtlıdır. îbni Hübeyş’de ise Hüceyr’in
Hanifelileri ilk defa namaza çağırdığı zaman: “Tanrı’dan başka Tanrı
olmadığına tanıklık ederim, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Tanrının elçisidir ve Müseylime....” deyip
burada durduğu, nihayet Muhakkim’in ona “Çabuk ol Hüceyrl” diye
bağırdığı ve bu sözün Araplar arasında bir tâbir hâline geldiği kayıtlıdır .
Orientalistler,
bilhassa Wellhausen, Müseylime’nin Hazret-i Muh a mm e d’i örnek tutmadığını
ileriye sürmektedirler. Wellalıausen’a göre (Skizzen, VI., S. 19) Müseylime,
Secâh ve diğer peygamberlik iddia edenlerin tarih sahnesine çıkmalarındaki
sebeb, Mekke ve Medine’de İslâmiyet’i meydana getiren sebeple aynıdır.
Hâlbuki, Müseylime, Islâm dinindeki prensiplerin hemen hemen aynını, belki
biraz da Yemâme’nin yabancı bulunmadığı Hristiyanhk’tan aldığı ilhamlarla
zenginleştirerek, kendi kurmak istediği dinin içine almıştır. Günde üç defa
namaz kılmak, oruç tutmak, şarap içmemek gibi kaideler bunu göstermektedir.
Ayrıca müezzinler vasıtasiyle namaza dâvet usulü de her hâlde İslâmiyet’ten
örnek ahnarak kabul edilmiş bir sistemdir. Wellhatisen (Skizzen, VI., S. 17) ve
Caetani, müezzin kelimesini burada Arap tarihçilerinin kolayına geldiği için
Müseylime’nin dinindeki bir din memuru hakkında kullandıklarını ileri
sürmüşlerdir. Bu değerli orientalistler, müezzinin ödevlerini hiç göz önünde
tutmamış olacaklar. Hâlbuki, Taberî’nin , İbni Hubeyş’in ve diğer tarihçilerin
yukarıya aldığımız misâlleriyle El Reccâl, Hüceyr ve diğerlerinin tıpkı
Müslüman müezzinler tarzında iş gördüklerini açıklamış bulunuyoruz. Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’den önce ibadete bu şekilde bir dâvet mevcut
olmadığına göre, Müseylime’nin Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
’i bu yolda da örnek tuttuğu elbette inkâr edilemez bir gerçektir.
Müseylime’nin
baştanberi incelemeğe çalıştığımız dinî ve siyasî hayatı bize gösteriyor ki, o,
gayelerinin gerçekleşmesi uğruna canım fedaya razı gelmiş olmakla beraber
hakikî bir peygamber değildir. Müseylime kavmi olan Beni Hanife’nin
bağımsızlığım Kureyş tehdidinden uzak bulundurmak ve kendi şahsî nüfuz ve
iktidarını devam ettirmek için Hanifeliler’in kabile asabiyetinden ve kendi kâ-
hinlik kuvvetinden istifade ederek
Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i taklit etmiştir. Zeki,
şair, hükümdar yaradılışlı ve kabiliyetli bir adam olan Müseylime, Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in yaptığını yapacak olursa, Yemâme’nin
bağımsızlığını koruyabileceğini sandı. Fakat Hazret-i Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] hakikî bir
peygamberdi, Müseylime ise yalancı, aradaki bu büyük fark Yemâme’nin harab
olmasına ve İslâmiyet’in bu bölgede biraz daha geç yerleşmesine sebep oldu.
Akraba savaşında Müslümanlar İslâm dininin zaferini temin etmek için
çarpışırlarken, Müseylime’nin savaş başlarken sarf ettiği sözlerden de
anladığımız gibi, Hanifeliler ancak şeref ve haysiyetlerini korumak, Kııreyş
hâkimiyetine girmemek için savaşmaktaydılar, *
Müseylime
Kur’an dilini, Kabe’yi, Müslüman namaz sistemini de taklit etmiştir. Eğer o,
hakikî bir peygamber olsaydı, savaşta öldürüldükten sonra da, çarmıha gerilmiş
olan Hazret-i İsa gibi, kurmuş olduğu dinin yaşaması gerekirdi. Müseylime’nin
vahiy olduğunu iddia ettiği sözleriyle Kur’an’ın âyetleri arasında yapılacak
basit bir mukayese Müseylime’nin bir mukallit ve sahte peygamber olduğunu
ishata kâfidir. Nitekim daha kendisi hayatta iken bile kabiledaşı Sümâme bin
Üsâl, Hanifeliler arasında şöyle vâzetmişti: “ Bir dâva üzerinde iki
peygamberin gönderilmesi mümkün değildir ve Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in Allah’ın elçisi olup ondan sonra başka bir peygamberin
gelmiyeceğini ve ona şerik olmıyacağını söyle!” ve sonra şu âyeti okumuştu:
....
(=
Aziz ve âlim olan, suçları affeden, tövbeyi kabul eden cezası şiddetli olan,
pek cömert olan ve ondan başka Tanrı bulunmıyan ve neticede ona varılan
Tann’dan bu kitap nazil olmuştur). Sonra bunu
Müseylime’ nin âyet dediği şu sözlerle mukayese ederek gülünç farkı tebarüz
ettirmiş : “Ey kurbağa öt ne su içmemizi önlersin, ne de suyu
bulandırırsın’'’;
“İşte vallahi görüyorsunuz ki, bu
Tanrı sözleri değildir” demişti (İbni Sa’d, Tabakat, V., S. 401)
Tarih
boyunca pek çok kimse peygamberlik iddiasında bulunagelmiştir. Ama bunlardan hakîkî
peygamber olmayanları faaliyette bulundukları toplamlar ayıramanuşlarsa bile,
tarih onları ayırd etmeğe muvaffak olmuştur. Müseylime, Beni Hanife için
kahraman bir adamdı; fakat peygamber değildi. İslâmiyet Yemen’de, Bahreyn’de,
Esedler’de Temimler’de hatta Yemâme’de Hanifeliler arasında yayılırken
Müseylime’nin kurmağa çabaladığı din, Yemâme’nin bile sınırlarını aşamamıştır.
İslâmiyet’in kötü bir kopyesi olduğu için de, onun Ölümünden soma eserinden,
hiçbir iz kalmamıştır.
Her
nekadar Orta Arabistan’da bir yıl seyahat edip araştırmalarda bulunan Palgrave,
Müseylime’nin Neci d bölgesinde hâlâ bazı kimseler tarafından peygamber
unvanına lâyık görüldüğünü ve Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ile bir tutulduğunu yazmakta ise de, hayal
mahsülü iddia ve tasvirlerle dolu olan bu seyahatnameye güvenmek bir tarafa,
onda küçük bir değer mevcut olduğunu sanmak bile büyük bir hatadır.
Mümin
bir Müslüman için Kur’an ve hadisin, peygamber olarak bine tanıtmadığı kimselerin
peygamberliklerinin sahte olduğunu ispata bile lüzum yoktur. Çünkü her şeyden
önce Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , tarihin ilk
devirlerindenbcri doğru yoldan sapmış insan topluluklarını hakikî ve tek Tanrı
yoluna çağırmak için gönderilmiş olan peygamberlerin sonuncusudur ve ondan
sonra artık bir peygamber gönderilmiyecektir, Bununla beraber biz, İslâm
tarihindeki ilk dört sahte peygamberi incelerken, bunların dördünün de sahte
olduklarını objektif yollardan giderek ve objektif kıstaslar kullanarak ispat
etmiş bulunuyoruz.
Bunlardan
birincisi olan Es ved’in öldürülmesi ile birlikte, krumaya çalıştığı dinî ve
dünyevî sistem derhal yıkılmış, Tuleyha ve Secâh ise sonradan Müslümanlığı
kabul ederek hakikî birer peygamber olmadıklarım, bizzat bu hareketleriyle
ispat etmişlerdir. Nihayet elinde kılıç Akraba savaşında ölmüş bulunan
Müseylime de, taraftarlarım kurmak istediği din uğrunda değil, Beni Hanife’nin
şeref ve haysiyeti uğrunda can vermeğe davet etmiş ve ölümünden sonra da kısa
zamanda kendisine ait bütün izler yok olmuştur. Bu itibarla bahse konu olan
dört yalancı peygamberin hepsi de Hazret-i Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in hastalığı ve ölümü üzerine Arabistan’da duyulan huzursuzluktan ve
birçok kabilelerin Riddeye sapmış olmalarından istifade ile şahsî arzularım
tatmin etmek isteyen ve kabilelerini Kureyş hâkimiyetinden kurtarmıya
çabalıyan birer mukallit olmaktan ileriye geçememişlerdir.
Ancak
bu sahte peygamberlerin faaliyetlerinin Ridde hareketi ile birlikte mütalâa edilmekle
beraber İslâm tarihi bakımından ikisi müspet, biri menfî olmak üzere üç önemli
tesiri olmuştur:
1)
Hazret-i Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in hastalanması ve Tann’ya kavuşması üzerine
Muhacirûn ile Ensâr arasında çıkması beklenilen mücadele, Ridde Hareketi ve bu
harekete yer yer önderlik etmiş olan sahte peygamberlerin faaliyetleriyle
önlenmiştir; Medine etrafında kendilerini nasıl bir tehlikenin tehdid etmek
üzere olduğunu duyan ve gören bu iki grup, tslâmiyeti ve kendi menfaatlerini
korumak için Halife Ebu Bekir’in etrafında toplanmak ve birleşmek
mecburiyetini hissetmişlerdir.
2)
Gene sahte
peygamberlerin ön ayak oldukları Ridde hareketi Arapları, ya o zamana kadar
bağlı bulundukları kabileleri ile birlikte hareket etmeğe yahut da îslâmiyet’de
sebat edip bizzat kendi kabilelerine karşı hareket etmeğe sevketmiştir. Böylece
İslâmiyet veya Ridde yollarından birini seçmek mevkiinde kalanlar, kabileleri
ile kendi aralarındaki bağları koparmışlardır. Birinci yoldan gidenler çok
kere kendi kabilelerine, hattâ yakın akrabalarına karşı hareket etmekten
çekinmemişlerdir. Böylece msl. bir Yerbû’lu Müslüman, Hâlid’in emri altında
bizzat kendi kabilesiyle savaşmış ve bir Esed’li de Beni Esed’in mağlubiyetini
mısralarla terennüm ve tes’it etmiştir. Bir yandan kabile bağları gevşerken bir
yandan da Kur’anın telkin ettiği Allah korkusu zafer kazanmaya başlamıştır. Bir
Müslüman yeğen ile mürted amcasının boğuşması sırasında amcası “Beni
öldürmek mi istiyorsun? Ben senin amcanım” sözüne, Müslüman yeğen “Evet
sen benim amcamsın ama Allah da efendimdir" diye cevap vermiştir.
Böylece
bir yandan Muhacirlin ile Ensâr arasında vuku bulması muhakkak gibi görünen
mücadeleyi önleyen Ridde ve sahte peygamberler, bir yandan da Arap
kabilelerinin içlerindeki kabile ve aile bağlarının çözülmesine ve bunun
yerini bir dereceye kadı Müslüman Araplık hissinin almasına sebep olmuştur.
3)
Sahte
peygamberlerin ortaya çıkışları ve Ridde hareketini benimsiyerek buna önderlik
etmeleri İslâmiyet’in yayılma ve genişlemesini, kısa da olsa, bir müddet için
geciktirmiştir. Eğer Yemâme’de Müseylime büyük bir kuvvet toplamamış olsaydı, o
zaman Hâlid komutasındaki Islâm kuvvetleri, Orta Arabistan’da vakit
kaybetmiyecek, bu kuvvetlerle Suriye ve Irak bölgelerinde başarılı fetih
hareketlerine daha o zaman girişilmiş olacaktı. BİBLİYOGRAFYA
Kur’ân
İncil
Abü’l-Farac,
Kitâb al-Ağânî, Kahire 1323, 21 C.
Abû’l-Fidâ, Târih al-Abı’l-Fidâ
(al-Muhtaşar fi Târih al-Başar), İstanbul 1286, 2 C.
Balâzüri, Futüh al-Buldân,
Kahire 1901. (Türkç. Zâkir Kadiri Oğan, 1955. 2 C).
al-Bayhakî,
Kitâb al-Mahâsirı va’l-Masâvi, Schwally yayım, Leipzig 1902. B o dİ ey
R. V. C., Hazret-i Mııhammed, İst. {Tiirkç. Semih Yazıcıoğlu).
Brockelmann C., Geschichte der arabischen Literatür, 3 cild 1937-1949.
Leyden.
Bub.ârî,
al-Câmi'al Şaftı/ı, al-Matb at al-Şarkiya, 4 cild, Mısır baskısı 1320.
Buhl
Frants, Bas Leben Mııhammeds, Heidelberg 1955.
Bubi
Frants, Encyclopedie de P İslam, Hanif maddesi, II. C. S. 274
Buhl
Frants, Encyclopedie de P'İslam, Musailima maddesi, III. C., S. 796.
Büchner
V. F., Encyclopedie de Plslam, Madjus maddesi, III. C., S. 102.
Caetani Leone, Islâm Tarihi
(Tercüme eden H. C. Yalçın), İstanbul 1926, 10 C.
Dinet et Siliman ben
İbrahim, La vie de Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , 4. bası,
Paris 1947. '
al-Diyârbakrî Şaylj Husayn ibn
Muhammad bin al-Hasan, Târih al-Hamis, Mısır 1302, 2 C.
Dozy, Tarih-i İslâmiyet
(tercüme eden Dr. Abdullah Cevdet, İstanbul 19089, 2 C.
Draz
M. A., Initiation au Koran, Paris 1951.
Eyyûb
Sabrı, Mahmüd al-Siyar, İstanbul 1287.
Fischer
A., Islâm Ansiklopedisi, Kehânet maddesi, cüz 55, S. 72-3.
Gaudefroy-Demomhyn.es et
Platanov, Le Monde Musulman et Byzantin jusqu’aux Croisades, Paris 1931.
al-Hindî rAlâ al-Dîn bin
Husâm al-Dîn al-Muttakî, Afuntahâö Kanz al-'Ummâl fi Sunan al-Ahvâl
va’l-Af'âl, Mısır 1306, 6 C.
Hirschfeld, New Researches into the
composition and exegesis of the Qoran, London 1902.
Höhnerbach, Vaşima’s Kitâb al-Ridda
a us Ibn Hağar’s İşâba, \Viesbaden 1951.
Huart Clement, Histoire des
Arabes, Paris 1912, 2 cild.
al-Husaynî Camâl al-Dîn rAtâ
Allah, Raviat al-Ahbâb, Tercüme eden Benlizade Manisavî, İstanbul 1288,
4 Cild.
H[vândmîr, Habib
al-Siyar, Tahran 1333, 4 C.
Ibn al-Aşîr, Usd al-ğâba fi Ma
rıfat al-Şafyaba, Kahire 1288, 5 C.
Ibn al-Aşîr, al-Kâmil
fi’l-Târih, Leyden 1867, 12 C.
IbnHacar al-rAskalânî,
al-İşâba, fi Tamylz al-Şahaba, Mısır 1323, 8 C. ,
İbn Haldûn, Kitâb al-'lbar,
Mısır 1284, 7 C.
İbn Hişâm, al-Sirat
al-Nabaviya, Kahire 1355, 4 C.
Ibn Kut ayb a, Kitâb al-Ma'ârif,
Wüstenfeld yayını 1850.
İbn Sa'd, Kitâb al-Tabafcât
al-Kabir, Leyden. 1904, 9 kısım.
Ibn Sard, al-Stra,
Wellhausen tercümesi ve yayını, Skizzen ıınd Vorarbeiten, IV. Cild, Berlin
1899.
Ibn al-Tiktaka, al-Fahri,
traduit de I’ Arabe par Emile Amar. Paris 1910.
Juynboll, Encyclopedie de
1’İslam, Azan maddesi, I. C., S. 135.
Lyall Charles, the Words Hanif
end Müslim, JRAS, 1903, S. 773 v. öt.
Mahmud Esad, Tarih-i Din-i
İslâm İstanbul 1328, 3 Cild.
al-Makrîzi Tâki al-Dîn, al-Nizava’l-Tahâşum
fi mâ bayna bani Umayya va bani Hâşim, Mısır 1937.
Margoliouth, On the Origin and
İmport of Names Müslim and Hanif, JRAS, 1903, S. 484 v. öt.
al-Mas'üdî, Murüc al-zahab va
Ma'âdin al-Cavhar, Paris 1814 (Les Prairies d’Or, Texte et traduetion par
C. Barbier de Meynard).
al-Mascudı,
al-Tanbih va’l-İşrâf, Bağdat 1357.
Mirh'"ând,
Ravşat al-Şafâ, Leknov 1914, 7 C.
Muhammad
'Abduh, al-Manâr, 17. 18. ve. 21. C., S. 11 (Tafsir al-Kur’ân al-Hakîm).
Muir, Annal of the early
Caliphate, London 1883.
Nadvî Sulaymân, Asr-i Saadet,
tercüme eden Ömer Rıza Doğrul, İst. 1928.10 C.
al-Navavî İbn Zakaryâ Muhî al-Din bin
Şaraf, Tahzib al-Asma vd’l-Luğöt, Mısır (Tarihsiz)
Ne
her Andre, L’Essence du Prophetisme, Paris 1955.
Palgrave William Gifford, Une annee
de Voyage dans l’Arabie Centrale, Paris 1862 /3, 2 cild.
Schimmel
Annemarie, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955.
al-Suhaylî Abü’l-Kâsim cAbd
al-Rahman bin 'Abd Allah bin Alımad Abi’l-Hasan al-Haş'ami, al-Ravi;
al-’Unf, Mısır 1914, 2 C.
al-Suyütî Calâl al-Din, Târih
al-Hulâfa’, Kahire 1305, 2 Cild.
al-Şarîşî, Şarfı al-Makâmât
al-Haririya, Mısır, Bulak 1384, 2 C, al-Tabarî, Târih al-Umam
va’l-Mulük, Kahire 1328, 13 C., Türkçe tercümesi
“Milletler ve Hükümdarlar Tarihi,
çeviren Zâkir Kâdirî Ugan, Ankara 1955, 6 kitap çıkmıştır.
Tor Andrae, les Origines de l’lslam
et le Christianisme, Trd. par Jules Roche, Paris 1956.
Tor
Andrae, Mahomet sa vie et sa doctrine, Paris 1945.
Vacca
V., Encyclopedie de l’lslam, Sadjah maddesi, IV. C. S. 46.
Varca
V., Encyclopedie de l’lslam, Tulayha maddesi, IV. C., S. 874.
al-Vâkidî,
Kitâb al-Magâzi, Wellhauseıı yayını, Berlin 1882, 1 C.
Vaşîma,
Kitâb al-Ridda, Höhnerbach yayını, Wiesbaden 1951.
al-Vâtvât Abu İshak Burhan al-Din
İbrahim, Gurar al-Haşa’iş al-Vâziha ve 'Urar al-Naka’iş al-Faiifa, Mısır
1318 (cAyn al-Adab va’lsiyasa ve zayn al-Hasab va’l-riyâsa)
Wellhausen, Reste arabischen
Heidentums, Berlin 1899.
Wellhausen, Skizzen und
Vorarbeiten, Berlin 1899, 6 C.
Yâküt bin cAbd Allah
al-Hamavî, Mu cam al-Buldâ.n, Mısır 1906, 8 C.
al-Zabîdî Ahmed b. Ahmed, al-Tacrid
al-Şarih li Ahâdiş al-Camı alŞahllı (tercümesi Kâmil Miras) İstanbul 1946.
al-Zahabî,
Tacrld Asma’ al-Şatıâba, Haydarabad 1315, 2 C.
al-Zahabi, Târih al-İslâm va
Tabakât al-Maşahir va’l-'Alâm, Kahire 136769, 5 cüz.
al-Zamahşarı, Kaşşâf,
Mısır 1307, 2 C.
’Zettersteen, Encyclopedie de
l’lslam, Abna maddesi, I. C. S. 74.