BERNARD
SHAW'UN ÖNSÖZÜ
1932 yılında, İngiltere'nin kışına rastlayan Afrika'
yazında Knysna'da beş haftalık bir gecikmeyle kaldığım sırada aklıma esti bu
öyküyü yazmak. Niyetim, bir oyun yazarı olarak çalışmalarımın normal gidişi
içinde bir oyun yazmaktı; ama bir de baktım, oyun yazacağıma kara kızın
öyküsünü yazmaya girişmişim ben. Bu öykünün ne anlatmak istediği üzerinde şimdi,
yazılıp bittikten sonra düşünüyorum; bununla birlikte, herkes gibi benim de
yorumlarımda yanılabileceğim! ve öncü yazarların ' da öteki öncüler —meselâ
Colomb— gibi çok kere varmak istediklerinden başka bir yere vardıklarını öyle
ikide birde tekrarlayamam ben. Onlar sofuca bir korkuya kapılarak, esinlerinin
kendilerini açıkça yönelttiği varış noktalarından bazen böyle kaçarlar. Ben de
St. Thomas Axuinos gibi, eski ya da modern bütün gerçeklerin Tanrı'dan geldiği
tezini savunurum; ama dış ve iç gözlemlerim sayesinde esin veren gücün
oyuncağı olan aletin çok kusurlu bir alet olabileceğini, hatta Kutsal Savaş'ta
Bünyan'ın yaptığı gibi, mesajını çok gülünç bir duruma düşürebileceğini de
bilirim.
Her neyse, ben bu konuyu kendimce nasıl değerlendirdiğimi
anlatayım.
Düşünmeden lâf eden "kişiler çoğunlukla bizim yeni
görüşlere kapalı, tutucu bir tür olduğumuzu söylerler. Benim gördüğüm
kadarıyla durum hiç de böyle değildir. İnsanların yeni görüşlere nasıl bir
açlıkla, nasıl da safça saldırdıklarını görerek çoğu kez hayretler içinde
kalmışımdır. İnsanlar kendilerini avutan, hoşnut eden ya aa onlara bir çıkar
vaad eden her şeye inanırlar. Ben de Stuart Mili gibi, saçma görüşlerin zamanla
çekiciliklerini kaybederek moda olmaktan ve var olmaktan çıkacakları:
tutulmayan yalancı vaadlecin alayla karşılandıktan sonra unutulup gidecekleri;
yok edilmeleri olanaksız doğru görüşlerin (çünkü doğru görüşler ortaya
çıkarılmasalar, unutuısalar bile tekrar tekrar yeni baştan keşfedilirler) işe
yaşayacakları. bu fikirlerin, bilim adını verdiğimiz, doğrulukları araştırılıp
ispatlanmış bilgiler yığınına katılacakları düşüncesiyle avunuyorum.
Kafalarımızı donattığımız, iyice denenmiş köklü görüşleri bizler bu yoldan
ediniriz, okullarla üniversitelerin sahte, eğitiminden bambaşka olan asıl
eğitimi de işte bu donatımlar meydana getirir.
Ne
yazık ki. bu basit varsayımın karşısında, bunun kendi içinde gizli olan bir
engel vardır. Bu gizli engel, ihtiyatlı olmayı salık veren şu eski öğüdün
unutulmasıdır: "Temiz su bulmadan kirli suyu atma." Bu öğüt. "Sana
ayrıca şunu söyleyeyim ki. temiz suyu bulunca da kirli suyu mutlaka at ve her
ikisinin karışmamasına özellikle dikkat et." öğüdüyle tamamlanmadıkça.
şeytanın ta kendisidir.
İşte bu bizim hiçbir zaman yerine getirmediğimiz şeydir.
Temiz suyu kirli suyun içine boşaltmakta ayak direriz, kafalarımızın
hep-bulanık oluşu bundandır. Günümüzün'eğitilmiş insanının kafası, içindeki şn
yeni ve en değerli şeylerin, müzelerin döküntü ambarlatma yakışır beş para
etmez antikalardan. süprüntüden oluşmuş pis kokulu bir yığının üzerine gelişigüzel
atılı bulunduğu bir mağazaya benzetilebilir ancak. Bu mağaza hep iflas
halindedir; mağazanın sahipleri arasında I. William ile VII. Henry. Musa ile İsa.
St. Augustine ile Sir
Isaac Newton. Calvin ile Wesley, Kraliçe Victoria ile H. G.
Wells; mağazanın kökü kurumayan kredi kaynaklan arasında ise. Kari Marx'ı,
Einstein'ı ve az çok Stuart Mill'e ve bana benzeyen daha düzinelerle insanı
sayılabilir. Söyleşine bir kargaşa içinde hiçbir kafa doğru dürüst işleyemez.
Yürürlükte bulunan okutma, eğitme ve yetiştirme yöntemimiz her yeni kuşak
çocuklarının kafalarında bu kargaşayı yaratmaktan ibaret kaldığı sürece de
bizler, çözüme en kestirme yoldan giden devrimci yöntemlere başvurulmasına yol
açmış oluyoruz; edindikleri üniversite diplomalarıyla başları dönen kişilere
gelince. bunlar devrim yöntemleri içinde siyasal haklarından ister istemez
yoksun bırakılacakları, daha doğrusu, kendilerine deli gözüyle bakılıp
yetersiz sayılacaktan için, işlerin yönetimi kendi kendini yetiştirmiş
olanlarla, budalaların eline kalacaktır.
Yeni görüşlerin, üstüne geldikleri eski görüşleri ayıklamadan
durmaksızın alınması yönteminin —bu çılgınca yöntemin— en göze çarpan örneği. İncil'in
sanat gücü son derece yüksek İngilizce çevirisi dolayısıyla okurlar üzerinde
büyüleyici bir etki uyandırdığı ülkelerde hâlâ ayakta durmasıdır Bu büyüleyici
etki kaybolmaya yüz tutmuş bulunuyor; zira onaltıncı yüzyıl İngilizcesi can
çekişen bir dil olduğundan, halk yığınlarının eski çeviriyi artık
anlayamamaları basit gerçeği bizi yeni çeviriler yapmaya zorlamaktadır. Bu yeni
çeviriler —iyileri hayran olunacak sadelikleriyle, sıradan olanları da
gazetelerde her gün karşılaştığımız cinsten nitelikleriyle— İncil'deki öyküleri
birdenbire şu, alışılagelmiş gerçekçilik ışığına çıkararak, okurları, onu
öyküleri sağduyunun süzgecinden geçirmeye zorluyor.
Yalnız, bu modern çevirilerin etkisi henüz büyük bir yaygınlık
kazanmış değildir. Bana öyle geliyor ki. eski çeviriyi anlaşılmaz bulanlar,
sıkıcı bulanlar, yeni çevirilere başvurmuyorlar: İncil okumaktan
vazgeçiyorlar, o kadar. Yeni çevirilere kendilerini kaptıran, bu çevirilere
İlgi duyan birkaç kişi ise bu yeni çevirilere kazara rastlayanlardır ki bu rastlantılar, kazara meydana gelişleri
dolayısıyla, pek enderdir. Ne var ki, bunlar, kiliselerde özellikle saygılı bir
tonla Kitabı Mukaddesin eski çevirisinden parçalar okunduğunu hâlâ
duymaktadırlar; Pazar Okulu'nda ([1]) çocuklara hâlâ
Kitabı Mukaddes'ten ayetler ezberletilmekte, ezberleyenlere de ödül olarak
Kitabı Mukaddes' ten belirli parçaları taşıyan kartlar verilmektedir; yatak
odaları, çocuk odaları daha hâlâ Kitabı Mukaddesin emirleriyle, tembihleriyle
ve avuntularıyla süslenmektedir. Ingiliz Kitabı Mukaddes Cemiyeti ile yabancı Kitabı Mukaddes
cemiyetleri geçen yüzyılın her on iki ayında üçer milyon nüshadan fazla İncil
dağıtmıştır; çoğu, Pazar günleri kilise âyinlerini kaçırmayanların kiliseye
giderken yanlarından eksik etmedikleri, ama Pazar günleri dışında da hiç
açmadıkları birer göstermelikten de ibaret olsa, vaftiz analarla vaftiz
babaların sırtlarından bir yük atar gibi yerine getirdikleri görevlerinde
kullanılan birer hediyelikten de ibaret bulunsa, bu İncillerin yine de hesaba
katılmaları gerekir. Şeriatta hâlâ hiçbir devlet adamının kaldırmaya cesaret
edemediği bir yasa vardır; bu yasa, Kitabı Mukaddesin bir kelimesinin bile bilimsel
gerçekliğinin ya do doğaüstü yetkisinin, Hıristiyanlık ikrarında bulunmuş bir
kimse tarafından tartışılmasını ağır suç sayar ve koyduğu cezalar, bu suçu
işleyeni yasa dışı ilan etmeye kadar varır. Anglikan Kilisesi'nin Şeriat
maddelerinden biri İncil'in yanlışsız bir ansiklopedi olarak kabulünü zorunlu
kılarken, bir başka madde de —hem de birinci madde— Kitabı Mukaddesin ilk beş
kitabında Tanrı'nın sahip olduğu ileri sürülen bedensellik ve doymazlık
niteliğini açıkça inkâr eder.
Bütün bu durumlarda söz konusu olan İncil denilince, akla
eski Yahudilerin siyasal, tarihsel, şiirsel, törel ve duygusal edebiyatlarının
en güzel örneklerinin, Kral Birinci James'in verdiği yetkiyle yapılan
çevirileri gelir. Bu çeviri olağanüstü bir mükemmelliğe ulaşmıştı, zira
çevirenler için çevirdikleri şey. dığını, sırf Protestan dostlarımın gönlü hoş
olsun diye, kabul etmeye hazırım. Bir elinde İnciri, öbür elinde silâhını tutan
asker. Cromwell'in, Guillaume de Orange'ın, Gustavus Adolphus' un emrinde, on
asker gücüne denk bir güçle çarpışmıştı. Eski kafalılar, La Rochelle'deki
Huguenotlar'a ([2]) ait öykülerle; Dunbar'daki
Ironsides için düzülmüş mezmurlarla ([3]) zinciri kırıp
Londonderry ablukasını (“*) yaran gemilerle hatta Dugald Dalgetty'ye ([4]) ait masallarla daha bir
parça gönül avutabilirler. Ne var ki, Guelphler'le
(“) Ghibellinler ([5])
arasındaki mücadele öyle kesin sonuçlanmıştır ki, 1914-18 savaşında Guelph
kralının bakanları, Guelph adının ne anlama geldiğinden bile haberleri olmadığı
için, Ghibelline Kayzeri ve Roma İmparatorluğu önünde, krallarına bu adı
bıraktırmalardı. Bu savaş hortlatıldığında, bir iki atom bombasıyla donatılmış
bulunan asker, milyonlarca askerin gücüne denk bir güçle dövüştü; oysa, Yeşu'nun
(“*‘| savaşları zamanındaki ruhla dolu, putlaştırılmış İncil hâlâ, geniş halk
yığınlarının okuduğu gazetelerin arka sayfalarındaki yerini korumakta,
kılıcımızı Rabbin ve Gideon'un (•[6])
kılıcı diye göstererek bizi, şu modern Amaleklileri ve Kenânlıları, yani
putperestler ve şeytanın dölleri saydığı Almanları kırmaya sürmekteydi. Formül (Kral ve Yurt) değişik olmakla birlikte ruh
aynıydı: Yehova'nın Baal'e karşı hayal ürünü o eski düşmanlığının aynı. Yalnız,
Almanlar da Kral ve Yurt için dövüştükleri ve bizim gibi onlar da savaşların
hükümdarı, güç ve kuvvetin sembolü Rab Yehova'nın kendi Tanrıları olduğuna,
bizim Tanrımızın ise onların Tanrısının düşmanı olduğuna inandıkları için,
bizim kadar sıkı vuruştular, kendilerini bizim kadar erdemli saydılar. Beri
yanda uygarlık öyle derin yaralar aldı ki, bu yaraların uygarlığı bir gün
öldürüp öldürmeyeceğini daha bilemiyoruz, zira Eski Ahit Ruhu, Eski Ahit
yöntemleri ve kör inançları bu yaraları hâlâ işletmektedir.
,Durum ucuz atlatılmıştır. Eskiden Yehova'ya tapan, kılıç
ve mızrakla silâhlı oldukları halde zeki bir oğlanın elindeki sapandan ödleri
kopan askerler, yığın halinde kırım, yığın ha linde yıkım yapamıyorlardı. Ama
bizler, milyonlarca insan hayatının ışığa ve ısıya, suya ve besine, kocaman
kocaman çelikten yürekler ve damarlar gibi bir merkezden yönetilen mekanik
organlarla bağlı bulunduğu, bir bombardıman uçağında; ki oğlan tarafından yarım
saatte yerle bir edilebilecek şehirlere karşı kullanılan makineli tüfekleri,
hem karada hem suda gidebilen tankları, uçakları, zehirli gaz bombalarını elinde
tutan oğlanın Nuh'tan da, Yeşu'dan da çok daha iyi eğitilmiş, olmasına
gerçekten de büyük dikkat göstermek zorundayız. Açıkçası, biz İncil'i saf dışı
edemediğimize göre, onu "gereken ruhla" —ben bunu İncil'in, tanrısal
yetke sahiplerinin hikmetleriyle dolu ve tanrısal yetke iddiası taşıyan her
satırını okumayı namuslu düşünürler için bir zorunluk haline getiren dü-:
şünce dürüstlüğü diye^kabul ediyorum— okumadığımız ve tıpkı Kur'an'ı, Binbir
Gece Masalları'nı, Upenişad'ı ([7]), The Times' ın bugünkü başyazısını,
ya da Punch'ın geçen haftaki sayısında yer alan karikatürü yargıladıkları gibi,
bütün yazılı kelimelerin sonsuzluk pınarından akan esinlere de. yanlışlara da
aynı derecede açık olabileceklerini bilerek yargılamadığımız takdirde, İncil
bizi saf dışı edecektir.
Öyleyse bugün İncil'e, eski eser meraklılarıyla edebî eser
uzmanlarından gayrisinin ne ihtiyacı var yani? Tekmeyi vurup, niye çöp
sepetine atmayalım onu? Ha, bu düşüncenin karşısına çıkabilecek bir prima
focîe([8]) vardır. Önce, ona hakkını
verelim.
Yasaları taşıyan tabletler neydi, On Emir neydi? Musa'nın,
daha sonra gelen Muhammet gibi ancak doğaüstü bir yoldan kendisine
vahyolundukları iddiasıyla saygı kazandırabildiği On Emir, bunları zorla kabul
ettirdiği o göçebe çöl kavmine bile yetmemişti. On Emir'in, bugün en koyu
dindar Yahudi'nin bile modern ahlâk kurallarımızı ya da ceza yasamızı
çiğnemeden boyun eğemeyeceği Levililer Kitabı'ndaki ve Tesniye Kitabı'ndaki
biraz daha işlenmiş yasalarla tamamlanması gerekmişti. Bugün için bunlar bir
alay boş lâftan ibarettir; zira onlardan daha basit, geçerli yasalar zorunlu
olarak insan toplumunun günlük hayatına girdiği gibi, bunlar ne İncil
tarafından esinlenmek, ne de tanrısal bir yetke taşımak gereksinimi duyar. Müslümanlar
tarafından ciddiye alınan ikinci emrin (“) güzel sanatların büyüleyiciliğine
karşı yaptığı uyarma, her ne kadar üzerinde derin derin düşünülmeye değerse de
(gerçi bu emrin yazarı oyma putun büyüleyiciliğini bildiği kadar kelime
musikîsinin büyüleyiciliğini de bilmiş olsa bizim İncil'i putlaştırmamıza
karşı da bir uyarmada bulunurdu ya), bu emre Hıristiyanlık dünyasında hiç
kulak asılmamış ve emir durmadan çiğnenmiştir. Toplumumuzun törel temelini kökünden sarsan ve gözümüzü açmadığımız
takdirde, Rusya'da olduğu gibi ezici bir çöküntüyle bizi ağır ağır toplumsal
çürümeye mahkum edecek olan, soyguncular tarafından yasalaştırılmış soygun
biçimlerine karşı tek kelime etmediği için, bu On Emir'in tümü, çağdaş gereksinimlerimize
cevap veremeyecek kadar uygunsuz ve yetersizdir.
Emirlerin ne olmadıkları yönünden insanı dehşete düşüren
bu örneklerin yanısıra bir de bunların ne oldukları üstüne örnekler vardır. "Rabbe
bir sunak yaptığı ve her temiz kuştan aldığı ve sunak üzerinde yakılan
takdimeler arzettiği" ([9]) zaman, Nuh'un burnuna
gelen kızarmış et kokusu gibi bir kokudan duyduğu zevkle insan ırkını ikinci
bir tufanda mahvolmaktan kurtarmaya razı olan, cani ruhlu kabile tanrısını yatıştırmak
için yapılan canavarca, rezilce insan kurban etme âyini gibi... Bu âyin daha
sonraki kitanlarda şiddetle lânetlendiği ve bu âyinin tanrı mertebesindeki
kurucusu. Peygamber Mika tarafından —Yahudiler kültür alanında ilerledikçe bu
huzur ekmeğinin nasıl onlara yetmediğini gösteren anlamlı bir dille—
reddedildiği halde, öcünden ancak gaddarca ve iğrenç kan sunma yoluyla
sakınılabilecek, gözünü kan bürümüş bir tanrıya kan sunma geleneği Yeni Ahit
sayfaları boyunca bile sık sık kendini göstermekte, aynı zamanda İsa Mesih'in
Romalı Kudüs Valisi tarafından işkenceye konulması, öldürülmesi olayına
sarılarak, Nuh tarzı bu dehşet verici olayı, sayesinde hepimizin kendi
vicdanlarımızı aldatabileceğimiz, törel sorumluluklarımızdan
sıyrılabileceğimiz, bütün rezaletlerimizi İsa Mesih'in kamçılanmış omuzlarına
yüklemek suretiyle utancımızı kendi kendimizi kutsama vesilesi haline
getirebileceğimiz bir araç olarak putlaştırmaktadır. Bundan daha umut kırıcı,
Hıristiyanlığa bundan daha aykırı bir doktrin düşünmek zordur: Gerçekten de,
Birleşmiş Milletler Kültürel İşbirliği Komisyonu da Katolik Kilisesi'nin
izinden giderek —İncil'in doğaüstü yetkelere sahip bulunduğu şeklindeki
iddialar kesinlikle ve kaçamak yoluna sapmaksızın bırakılıncaya kadar— İncil'in
(titiz bir manevi yol göstermeyi hedef tutan koşullar dışında) her önüne gelen
tarafından yayılmasına karşı çıkmış olsa, bu davranış hiç de akla uygun olmayan
bir davranış sayılmazdı.
İncil'deki bilime gelince, bu bilimin ondokuzuncu yüzyıl
tarzı maddeci biyotofiye bir üstünlüğü vardır, bu da onun, hayatın yerine
fizik ve kimyayı koyma girişimi değil, kendisinin bir hayat bilimi oluşudur; ne
var ki, İncil'deki bilim, evrim kuramından çok önceye ait olduğu için, bu
bilimden hiçbir yaroı beklenemez: İncil'deki .hayatın asıllarıyla ilgili
tariflerin bulunduğu ahlâk dersleri, hiç kuşku yok ki, birer masaldan ibarettir;
İncil'deki astronomi, yeryüzünü evrenin merkezi olarak gösterir; İncil'deki,
yıldızlar dünyasıyla ilgili kavramlar çocukçadır; İncil'deki tarih destanlara
ve söylencelere dayanır; kısaca, bu dallardaki eğitimini İncil'den almış olan
kimseler kamu hizmetlerinde çalıştırılmaya, analık babalık sorumluluğu yüklen
meye ya da analık babalık haklarını kullanmaya yeterli sayılamayacak kadar
yanlış bilgilerle donatılmışlardır. Bundan ötürü İncil, bir ansiklopedi olarak,
insanların bir zamanlar nelere inandıklarının bir belgesi aynı zamanda insanların
geçerliği kalmamış inançlarını ne derece geride bıraktıklarının bir ölçüsü
durumundaki ilk baskı Ansiklopedi Britanika ile aynı sınıfa sokulmalıdır.
Bütün bunlardan sonra, İncil'in büyük bir bölümünün bu
sabahki gazetelerden ya da dün akşamki meclis görüşmelerinden daha büyük bir
canlılığa sahip bulunduğu da bir gerçektir. İncil'deki tarihçeler, günümüzde
istekle karşılanan tarih kitaplarının çoğundan daha iyi birer okuma parçası
oldukları gibi, bunlarda bile bile söylenmiş yalana da daha az rastlanır.
Devrimci sövüp saymalar ve ham hayaller alanında İncil. Ruskin'i de. Carlyle'ı
da. Kari Marx'ı da yaya bırakır; büyük önderlerin, büyük alçakların destanları
alanında Homer. İncil'in yanında yüzeysel, Shakespeare ise dengesiz kalır. İncil'deki
bir büyük aşk şiiri ise, gerçekten âşık bir erkeği doyurabilecek biricik aşk
şiiridir. Bu şiire oranla Shelly'in "Epipsychidonsu edebî bir hava-cıvadan
başka bir şey değildir.
Sözün
kısası İncil, "Tanrı'nın seçkin kavmi" oldukları ve dolayısıyla,
öteki dünyanın mutlu ebediliğine göçtüklerinde bütün yeryüzü nimetlerine
konacakları kuruntusundan güç alarak gaddarca fetihler yoluyla ulus haline
gelmiş, saldırganlıklarıyla üstünlük sağlayan imgelemi güçlü insanlardan
kurulu bir aşiret tarihinin, heyecan verici örneklerle süslü bir özetidir. Bu özet, en sonunda bu kuruntunun kendi erdemleriyle kazandıkları
Tanrı sevgisinin kendi tekellerinde bulunduğuna en aşağı Yahudiler kadar emin
oldukları halde, bütünüyle hükümdarlara. bu hükümdarların elleri altındaki
öteki Tanrı ve peygamberlerini benimsemek suretiyle Yahudilere iltifattan geri
kalmayan daha disiplinli devletlerin. Yahudi ulusunu dağıtmalarına. ulusal
hak ve hukuklarını kaldırmalarına, onlara sofuca işkence etmelerine yol açtığı
olgusunu da asla saklamamaktadır.
Karacahil bir yabani ile böyle bir özeti (çevirilerin doğru
dürüst anlaşılmayan dillerden yapılmış olmasının doğurduğu insanın soyu sopuyla
ilgili boş lâfları ve arasıra rastlanan bazı saçmalıkları atlayarak) okumuş
bir kişi arasında dağlar kadar fark vardır. Ailede ve okulda kendisine böyle
bir tarih öğretim programı zorla kabul ettirilmiş bir toplum, hiçbir şey okumayan
ya da sadece saçmasapan romanları, futbol maçı sonuçlarını, şehir haberlerini
izleyen bir topluma oranla, komşuları için daha tehlikeli olduğu gibi, bu
toplumun kendisi de, hoşgörüsüzlük ve megalomanlıktan ötürü, daha büyük bir çöküş
tehlikesi içindedir, ama bu toplumun ötekine oranla daha çok eğitilmiş bir
toplum olduğu su götürmez bir gerçektir. İşte bundan dolayı. İncil eğitiminin
yerine uygulanacak eğitim olarak liberal eğitimden başka eğitim yöntemleri de
bulunduğu halde. İncil'i gözlerinde büyütmeyen ve onun kusurlarını pekâlâ
anlamış bulunan pek çok insanın, faute de mieux ([10]) İncil
eğitiminden yana oy kullanmasına hiç şaşmamak gerekir. İncil eğitimine
yöneltilen eleştirilen bir başlarına çök az etkili oluşları da bundandır. Eski
İbrani tarih ve edebiyatını —bu tarih ve edebiyat yarı masal da olsa— öğrenmek,
hiç tarih ve edebiyat öğrenmemekten iyidir; ben kendi hesabıma, hele kafam kısa
zamanda ona gerçek değerini verecek kadar güçlendiği için, İncil eğitimi
gördüğüme pişman değilim. İncil bir çocuğa en azından, köprüaltına oranla daha
iyi. bir başlangıç sağlar hayatta.
Bu tanıklık bizim İncil putperestlerinin hoşuna gidecektir;
ama bu sakın ola onları yanıltıp da, buna göre. Londralı bir sokak çocuğu
olmaktansa bir Nuh, bir İbrahim ya da bir Isaac Newton olmanın yeğ tutulması
gerektiği iddiasıyla fetişizmlerini savunabileceklerine inandırmasın. Zorunlu
ilköğrenimin var olduğu günümüzde, sokak çocuklarına pek sık rastlanmıyor.
Bugün Tekvin kitabını kaldırmak, herkesin karacahil bırakılması anlamına
gelmez; onun yerine konacak kitap yok değil: H G. Wells'in Tarihin Anahtarları
kitabı ve bu kitabın dev başarısı üzerine ona ek olarak, onu taklit ederek
yazılmış daha bir sürü kitap var. Son iki yüz yıl içinde, İncil'i esinleyen ve
yaratan aynı esrarlı güdü, bir alay tarih, edebiyat, şiir, bilim ve sanat
eseri esinlemiş, yaratmış bulunuyor. Bütün bu dallarda İncirin adı bile
okunmaz. Bugünün karacahili, İncil eğitimi görmüş olandır. Bundan kuşkunuz
varsa, eyleme dayanan herhangi bir iş için açılmış sınavda, sorulara İncil'den
cevaplar vererek geçmeyi bir deneyin bakalım. Zırdeli biye boynunuza yafta
asmayın da sizi sadece sınavdan atmakla yetinirlerse şansınız var demektir. İncil,
bir zamanlar, şaşmaz bir yetkeyle tamamını kapsadığına inanılan bilim
alanlarının biri hariç hepsinde, artık işe yaramayacak kadar aşılmıştır.
Aşılamadığı alan ise —bilgili kişilerin dedikleri gibi— bizim maddeci
bilginler tarafından horgörülerek, kendisine bilim adı verme hakkı bile
tanınmayacak kadar metafizikse! olan, Tanrıbilim alanıdır.
Oysa, pratik çalışmalarda ne kadar güçlü olursa olsun, bir
kafanın aşağılık ve esasta anlayış yeteneğinden yoksun olduğunu ortaya koyan
en kesin belirti, metafiziği hor görmektir. Kişi, son derece üstün yetenekli
bir matematikçi, bir mühendis, taktiği güçlü bir meclis üyesi ya da bir
sisteme dayanarak rulet oynayan bir kumarbaz olabilir; ama eğer bu kişi evreni
bütün hayatı boyunca, "Yahu, bütün bunların anlamı nedir?" diye bir
kere bile sormadan seyretmişse, o (erkek ya da dişi), Calvin'in haklarındaki
hükmünü, onları alınyazılarının önceden lânetlendiği kişiler sınıfına sokmakla
verdiği insanlardan biridir.
Başka her bakımdan bilimselliğini yitirmiş olan İncil, İşte
bu yüzden,' evrenin bildiğimiz kadarının varoluş nedenini, kökenini. amacını
açıklama yolunda uygar insanlığın ilk çabası olan Tanrı kavramının, yıldırımlar
yağdıran, depremler yaratan, kıtlık getiren, salgın çıkaran, kör eden, sağır
eden, öldüren: bütün kadiri mutlaklığı yıkıcılıkta toplanmış bir Gulyabani
kavramından kurtulup gelişerek, gecenin ve gündüzün, güneşin ve ayın; tohumdan
ve hasattan mucizeleriyle dört mevsimin yaratıcısı haline: daha cesurca
idealleştirilmiş iyilikçi bir bilge haline; haksever bir yargıç sevecen bir
baba haline ve en sonunda, —modem bilimin, meseleyi Vis Naturae ([11]) ile. Elan
Vital"lel[12]).
Hayat Gücü'yle, Evrinme Iştahı'yla, bunların tümünden soyut. Kategoriler
Zorunluluğu ile ve daha bilmem nelerle ele aldığı noktada —hiçbir zaman et
haline dönüşmeyen o cisimsiz kelime haline nasıl geldiğinin ilgi çekici bir
belgesi olarak kalmaktadır.
Şimdi bu tarihi varsayımın yabancı putperestlikten çıkıp
gelişerek son derece işlenmiş bir metafizik haline gelişi tarihini incelemek,
açık ve dürüst her kafa için, herhangi bir inceleme kadar ligi çekici,
öğretici ve bütün kuşku artıklarını ortadan kaldırıcı niteliktedir. Ne var ki,
biz bu incelemeyi, o tembelce ve şapşalca davranışımızla, yani temiz suyu
bulduğumuz zaman pis suyu atmama alışkanlığımızla berbat ediyoruz. İncil
önümüze, her biri bir öncekinin şaşılacak kadar gelişmişi olan ve insanoğlunun
daha soylu, daha derin bir doğa kavramı düzeyine çıkışındaki, hayat suyunun
ardıldığı, teknenin daha temiz ve daha taze suyla doldurulmadan önce iyice
boşaltılıp tertemiz edildiği basamakları belirleyen bir tanrılar dizisi koyar.
Ama bizler yeni pınardan aldığımız suyu eski pis teknenin içindekilere
karıştırarak bu nimeti boşa harcarız ve kafalarımızın içi, metafiziğe ihtiyaç
duymayan, metafiziğin karışık ve saçma yanlarından başka hiçbir yanını
göremeyen yüzeysel, ama duru kafalı tanrısızların bize acıyarak bakmalarına
sebep olacak karmakarışık bir pislik kumkuması haline gelene kadar da bu
çılgınlığı sürdürürüz. Pratik iş adamları ise. bu gibi kaçıklıklarla
canlarınrhiç üzmezler.
Durumu,
İncil sayfaları boyunca izlediği gelişme içinde, ayrıntılarıyla alınız. Nuh'un
Tanrısı, Eyüb'ün Tanrısı değildir. Kötülüklerinden iğrendiği için, her türden bir aile hariç,
yeryüzündeki bütün canlıları kudurgan bir öfke anında suda boğan, sonra da
canlı kalmış biricik insan ailesi reisinin, onu yanan bir et yığınının "hoş
kokusu" ([13]) ile hoşnut etmesine
izin veren öfkeli Tanrı'yı düşününüz önce! Bu Tanrı, şeytanı teklifsizce ağırlayıp, onunla, Eyub'a
tanrısal iyilikten umut kestiremeyeceğine dair bahse tutuşan, hoşgörülü,
tartışmacı, akademik, şehirli filozof kafasına sahip Tanrı'yla aynı mıdır
şimdi? Bu iki Tanrı arasındaki farkı göremeyenler, en ilkel zekâ testini bile
geçemezler: Benzer ile benzemezi ayırt edemez onlar.
Ama Eyüb'ün Tanrısı, Nuh'un Tanrısından çok ileri olduğu
halde, zayıf bir tartışmacıdır, meğer ki, "Sıkıştığın zaman kendi davanı
savunmayı bırak; hasmının kişiliğine saldırmaya bak." şeklindeki eski bir
tartışma hilesine başvurarak kendini yenilgiden kurtarışından ona bir onur payı
çıkaralım biz. Eyub kötülüğün varlığı ve kötülüğün, kadiri mutlağın iyiliğiyle
uyuşmazlığı sorununu ortaya atınca, Tanrı'nın onunla, bir balina yaratamıyor
ya da bir balinayla kuş gibi oynayamıyor diye alay etmesi geçerli bir cevap
değildir. Ayrıca Eyüb'ün kuşkularını paylaşmakla ona suc ortaklığı eden
arkadaşlarının bu suçlarını bağışlamak için Eyüb'ün Tanrısının yaptığı
teklifte —bu teklifin yedi boğa ile yedi koçun kurban edilmesi olduğu düşünülürse—
uzaktan uzağa da olsa Nuh'un Tanrısını hatırlatan biı yan vardır. Tanrı'nın
doğrudan dcğruyo kendisinin bir tartışmaya girişmesi, Elihu'nun (*)
alaylarının tekrarından, işlenmişinden başka bir şey değildir ve bunlar Elihu'nun
alaylarına öyle damdan düşercesine eklenmektedir ki, insan bunun, gerçekte
Yaratıcı Evrim kuramının ortaya çıkışına kadar olduğu gibi, şiirin aslında da
sorunun çözülmeden. Eyüb'ün eleştirmesinin de cevapsız kaldığı olgusunu
saklamak için din gayretiyle girişilmiş bir edebî sahtekârlık olduğu sonucuna
varmaktadır.
Mika'ya geldiğimiz zaman, onun pis suyu hiç korkmadan
attığını görüyoruz. Mika, kan sunmayı şiddetle yererek reddedişiyle ve
esininin tekrar tekrar aklına getirdiği, t...Hak olanı yapmak, ve merhameti
sevmek, ve Allah'ınla alçakgönüllü olarak yürümekten başka Rab senden ne isterki
('*) sorusuyla, Tana kavramını o güne kadar bu kavramın ulaşabildiği en yüksek
düzeye çıkarmaktadır.
İnsan ruhunun ilkel kör inanca karşı kazandığı bu zafe₺
önünde. Nuh'un Tanrısı da Eyüb'ün Tanrısı
da birer kuklahedef gibi devrilir gider: Onlar, sonu olan Tanrılardır. Halbuki
çocuklarımıza, Gulyabani'nin saldığı hayvanca korku karşısında tinsel
derinliğin kazandığı bu zafere sevinmeleri değil, Mika'nın da, Nuh'un da,
Eyüb'ün da Tanrılarının bir ve aynı olduğuna inanmaları; her çocuğun,
hakseverlik ruhuna, merhamete, alçakgönüllülüğe duyması gereken saygıyı denk
bir iştahı, yanmış ete ve insan kurban edilmesine de duyması gerektiğine
inanmaları öğretilmekte, hiçbir ayırım gözetmeyen bu saçma sapan saygı anlayışı
da din diye talim ettirilmektedir.
Arkadan, bir kat daha yukarı çıkmak cesaretini gösteren İsa
gelir. İsa, tanrılığın insanda —örneğin kendisinde— ortaya çıkan bir şey
olduğunu aşılar; bu aşılamada, Yehova'nın kendisinde bedenleştiği şeklinde
korkunç bir iddiadan başka bir şey göremeyen dinleyicileri tarafından da hemen
taşa tutulur. Pis su teolo|isinin tipik bir örneği olan
bu yanlış anlamayı, bin sekiz yüz yıl sonra Emanuel Swedonborg dinsel bir
makale konusu yapmıştır. Halbuki İsa'nın
anlaşılmaz yanı bulunmayan aşılaması, Mika'nın teolojisinin gelişmiş bir
biçimidir; zira kendi dışındaki bir Tanrı önünde boynu bükük yürüyen insan,
kendi içindeki tanrılık kıvılcımından başka hiçbir kılavuzu bulunmaksızın
Tanrı'nın aleti ve cisimlenmiş sureti olarak araştırma yapan insanla
karşılaştırıldığında, zavallı bir yaratık kalır. Bu, hiç kuşkusuz, İncil'de,
Eski Ahlt'le Yeni Ahit arasındaki en büyük ayrılıktır. Ne var ki. pis su yine
de bu ayrılığı bulandırmaya devam etmektedir; zira Pavlus'un, İsa'yı, Efesasluların
gözünde "...hoş kokulu bir rayiha olmak üzere... Allah'a adak ve
kurban..." ([14]) olarak yücelttiğini,
böylelikle de Hıristiyanlığı geriletip Nuh'un düzeyine indirdiğini görüyoruz.
Havarilerin hiçbiri bu düzeyin üstüne çıkamamıştır; bunun sonucunda da. İsa
ile Mika'nın çıktığı basamaklar yok kabul edilip, tarihsel Hıristiyanlık,
kurban İsa olmak üzere, Yehova'nın kurban taşı üzerine kurulmuştur. İsa ile
Mika geri dönebilselerdi de, adlarının ve onurlarının o derece tiksindikleri
putperestliğe bağlandığını görselerdi ne derlerdi acaba? Ne diyeceklerini ancak
Mika'yı ve İsa'yı anlayıp, onların duygularını paylaşanlar tasavvur edebilir.
Seçebileceği gerçek Hırlstiyanlar bulunduğuna
inanabilseydik, İsa'ya çömezlerini cok akılsızca seçtiği için sitem edebilirdik.
öyle anlar oluyor ki, İsa'nın çömezleri arasında bir tane bile gerçek
Hıristiyan bulunmadığını, bir parçacık sağduyu pırıltısını ise sadece Yahuda'nın
gösterdiğini söyleyeceği geliyor insanın. İsa onların akıl ve anlayış gücünün
çok üstünde bir akıl ve anlayış gücüne sahip olduğu için onlar İsa'ya insanüstü,
gerçekten de doğaüstü bir fenomen olarak taptılar ve onun anısını, kendi kaba
kör inançlarının; bir bölümü yeterince temiz, dürüst ve yumuşak olan, ama
hiçbir zaman İsa düzeyine çıkmayan, en kötüsü de, daha sonraki dönemlerin din
savaşlarına gebe; Torquemada yönetiminde Yahudilerin yakılmasına, bu iğrenç
cezanın bu yüzyılda Hitler tarafından hortlatılmasına gebe, kendi basit
ahlâklarının çekirdeği yaptılar.
İsa'nın ölümü ne yazık ki, onun ününün
soysuzlaştırılmasına, doktrininin bulandırılmasına yaradı. Romalılar, kendi içlerinden
siyasal suçluları Tarpiyon Kayası'ndan atarak idam ettikleri halde, ayaklanan
köleleri çarmıha gererek cezalandırırlardı. İsa'dan yüz yıl önce devrimci
gladyatör Spdrtaküs'ün ardınca giden altı bin kişiyi çarmıha germişlerdi;
Yahudi başpapazı tarafından Romalılara, Spartaküs'le aynı soydan bir tahrikçi
diye ihbar edilen İsa da dolayısıyla bu iğrenç usulle işkenceye konulup
öldürüldü ve İsa'nın ölümü, ölüm biçiminden bin kere iğrenç olan bir sonuç
—haçın ve ona yapılan işkencelerde kullanılan bütün âletlerin, üç yüz yıl
sonra onun adına kurulan dinin sembolleri haline getirilmesi sonucunu— doğurdu.
Bu aletler Hıristiyanlık dininde hâlâ bu dinin sembolleri sayılmaktadır.
Böylece. balmumundan insan sureti Dehşet Müzesi için ne bakımdan önem
taşıyorsa, çarmıhta İsa heykeli veya resmi de kiliseler için aynı bakımdan
—çocuklarla yetiş kin putperestlerin en hamlarını karşı konulmaz bir güçle
çeken eğlence olmak bakımından— önem taşır hale geldi. İsa'nın temiz hayat
suyu; kendi atalarının putperestliğinden sızan pis suyla kirleniyor; bizim
başpiskoposlarımız, bizim genel valilerimiz de. Kayafa (*) ile Pontuslu
Pilatus'un ([15] [16])
hor görüp bir kenara atıverdikleri kurban adına, kendilerine Kayafa ve Pontuslu
Pilatus'u örnek alıyor. İnsanın gaddarlığını, haktanımazlığını, zavallılığını,
deliliğini, giderilmesi olanağı bulunmadığı anlaşılan siyasal yetersizliğini ve
çömezleriyle büyük insan kalabalıklarının kendisine taptıklarını görünce
—Swlft'ln, Ruskln' in ve daha birçoklarının kafasını allak bullak eden aynı umutsuzlukla—
sarsılan İsa'nın, Petrus'un onu Mesih olduğuna, ölümün ona hükmü geçmeyeceğine
ve dünyayı yargılamak, yeryüzünde sonsuz hükümdarlığını kurmak üzere dönmesine
engel olamayacağına inandırmasına göz yumuşu acı gerçeği, durumu büsbütün
içinden çıkılmaz hale getiriyor. İsa'nın doktrininin, onun çömezlerinin akıl
sınırları dışında kalışına karşılık, aynı çömezlerin akıllarının bu masala
kolaylıkla yatışı dolayısıyla. "Crosstlanity" ([17])
İsa'nın kendi yetkesine dayanılarak kurulmuş oldu. Daha sonra, sersemce bir
davranışla' Vahiy adı altında kilisece resmen tanınmış kitaplar arasına alınan,
bir afyonkeşin kuruntularının meraklı tarihçesinde, İsa'nın vaad ettiği gibi
dönmesi için geçmesi gereken süre 1.000 yıl olarak takdir edildi. M.S. 1000
yılında, İsa'nın vaad ettiği dönüşün gerçekleşmesi için son umut da söndü; ne
var ki, bu bin yıl içinde insanlar beklemeye öyle alışmış bulunuyorlardı ki.
İkinci Gellş'i kaldırıp, onun yerine İkinci Erteleme'yl koydular hemen.
Sahte-Hıristiyanlık öteden beri olgulara kapalıydı, sonsuza kadar da öyle
kalacaktır.
Bütün meselenin böylesine uzun süren bir bulanıklık içinde
oluşu, sadece, İsa'nın görüşlerinin en iyi kafalardan gayrı bütün kafaların
çapı dışında kalmasından değil, aynı zamanda İsa'nın ortaya çıkışını uygarlık
tarihinde Karanlık Çağ dediğimiz ve pençesinden henüz, İsa'nın görüşlerini
havarilerle onların ardıllarının bu görüşlere karıştırdıkları pis su içinden
süzerek şöyle böyle ayırmaya ancak başlayabilecek kadar kurtulmakta olduğumuz
bozulma döneminin izlemesindendlr.
İsa'dan altı yüz yıl
sonra Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem], cansız puta tapıcılıktan son
derece aydın bir Ünitarizm'e götüren dev gibi bir adım attı; ama Muhammet, bir
fatih olarak öldüğü ve dolayısıyla Araplara ait bir Dehşet Müzesi'nin belli
başlı seyir ve eğlence öğesi olmaktan kurtulduğu halde, günahkârlar, bedenlerinin
ölümünden sonra sonsuza dek sürecek iğrenç işkencelere konulacakları tehdidiyle
korkutmadan, dindarları ise tatlı bir hayata kavuşacakları vaadi ile kandırmadan,
ayrıca ardınca gidenlerin çocuksu kör inançlarıyla kendine bağlamak istedikleri
kendisinin ise birkaç kere içten
itirazlarla karşıladığı doğaüstü karakteri kabul etmeden, Arapların kontrol
altında tutamayacağını anlamıştı. İşte bu yüzden, Müslümanlığın yaşayan bir
din olarak tekrar yeryüzüne dönmesi için, şimdi Muhammed'in [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] de gerçek niteliğiyle yeniden keşfedilmesi gerekiyor.
Kara kızın serüvenlerinde artık benim için kapalı bir yan
kalmadığı gibi, bu serüvenleri herkesin de anlayacağını sanıyorum. Bu
serüvenler, daha doğduğu günden itibaren kafası kiliselerin
Sahte-Hıristiyanlığı ile doldurulan herhangi bir beyaz kızın başından
geçemezdi. Misyonerin, kara kızı doğrudan doğruya kabilesinin fetişizminden
alıp, Tanrı kavramının Ebedi Gulyabani kavramından, Barışın Beyi kavramından
geçerek, gelişmesindeki evreleri belirleyen tanrılar dizisine sahip İncil'üzerine
tarafsız bir gözle düşünebilme düzeyine çıkardığını varsayıyorum. Ama yine de,
Anglikan Kilisesi'nin. Tanrı'yı hiçbir şeye eğilimi, hatta hiçbir tutkusu
bulunmayan —dolayısıyla da insanı, Luka İncili'ne rağmen, Tanrı'nın sevgi
olmadığı sonucuna vardıran— bedensiz bir ruh haline yüceltişi üzerinde durmak
gereğini duyar kara kız. Sevgi yetmez ona (sevginin yetmediğini. Yurtseverlik
konusunda anlamıştı Edith Cavell) ([18])
ve kara kız topuzuyla sağa sola girişmekle evrenin tam bir açıklamasını
bulabileceğini hayal ederek ömrünü harcamaktansa. Voltaire'in öğüdünü tutup
kendi bahçesini terbiye-etmeyi, kendi kara bebeklerini yetiştirmeyi daha
akıllıca bulur.
Ama yolun açılabilmesi için yine de. topuzun kullanılması
gerekmektedir. Agnostisizmin bir başına polise hayrı dokunmaz. Yüksek uygarlık
İçin can alacak bir nokta da şudur-, Nuh' un putunun varlığı sorunu; çocuklarımızın
ona tapmak, günahlarından ötürü ona kurban edilmek, ya da daha ucuz tarafından,
bu puta kurban edilen başka birinin ardına saklanmak üzere yetiştirilmeye
devam edip etmeyeceği sorunu ortaya çıktığı zaman, topuzunu vargücüyle
indirmekte kim elini sakınırsa, o modern bir devlet yönetiminde herhangi bir
rol almak için uygun değildir. Tiyatro edebiyatının sırtındaki ağır yükü sahne
için yeni bir komedi yazarak ağırlaştıracağıma bana bu öyküyü yazdıran ani ve
tuhaf esinimin altında belki de. içinde yaşadığımız dünya buhranları sırasında
bu amaca yönelmiş bir mesaj iletmenin önemi yatmaktadır.
Ayot St. Lawrence 1932-46
Bernard SHAW
KARA KIZ
Kara kız, ana din değiştirten misyonere, "Tanrı nerede?"
dedi.
Misyoner, "Tanrı, ‘Arayın, beni bulursunuz,' demiş,"
dedi.
Misyoner, daha otuzuna varmamış ufak tefek bir beyaz
kadındı: Yurdu İngiltere'de, saygıdeğer ve oldukça varlıklı ailesinin yanında
ruhunu bir türlü doyuramayıp, Afrikalı küçük çocuklara Mesih'i sevmeyi, haça
tapmayı öğretmek için Afrika'da ormana yerleşmiş, ufacık tefecik acayibin
biriydi. Anadan, doğma bir sevgi havarisiydi. Okulda öğretmenlerinden bir
ikisini, bütün burun kıvırmalara karşı koyan taparcasına bir hayranlıkla
sevmiş, ama kendi yaşındaki, kendi akranı kızlara hiçbir zaman fazla bir sevgi
duymamıştı. On sekizine gelince ağırbaşlı papazlara âşık olmaya başladı ve
bunlardan altısıyla arka arkaya nişanlandı. Ama her seferinde de, tam en son
kertede nişanlarını bozdu; zira başlangıçta çıldırtıcı bir mutluluk ve umutla
dolu olan bu aşk serüvenleri her nedense gerçek dışı hale gelip, sonunda onu
kaçırıyordu. Böyle birdenbire, sebebi anlaşılmadan atlatılan papazlar, duydukları
ferahlığı her zaman saklamıyor ve sanki onlar da hu düşün bir düş, ya da
sahicisini ifade etmekte kullandıkları bir mecaz olduğunu, ama sahicisi
olmadığını anlamışlar gibi, kaçıyorlardı.
Bununla birlikte atlatılanlardan biri kendi canına kıydı;
bu trajedi ise kıza olağanüstü bir haz verdi. Sanki bu olay onu yalancı
mutlulukla dolu aldatıcı aşk diyarından alıp, şiddetli acıların, insanı
kendinden geçiren bir haz haline dönüştüğü gerçek aşk diyarına götürmüştü.
Ama bu olay, onun acayip nişanlarının sonu oldu.
Nişanlanacak başka biri çıkmadığından değil. Zekâsından azıcık korktuğu ve ona
dobra dobra cilveli diyen, âşık atlatan diyen, bu dünyanın insanlarından bir
yeğeni onu, son nişanlarında bir başkasının daha intiharına sebep olacak
biçimde işve yapmakla suçlayıp, bundan çok daha hafif nedenlerle birçok kadının
ipi boyladığını söyledi de ondan. Kız bir bakıma bunun gerçek olmadığını ve bu
dünyanın kadınlarından olan yeğeninin bunu anlamadığını bildiği halde, dünya
işleri açısından bakıldığında yeteri kadar gerçeklik taşıdığını, erkekleri
baştan çıkararak onları, hiçbir zaman sonuna kadar götüremeyeceğini şimdi
öğrendiği nişana zorlama şeklindeki bu tuhaf oyunundan vazgeçmesi gerektiğini
da anladı. Böylece. altıncı din adamını da atlatıp, haçı Afrika'nın en
karanlık yerine dikmeye gitti; giderken de, günah diye elinin tersiyle ittiği
şeyle ilgili olarak duyduğu son heyecan, kendi atlattığı papaz onun yeğeniyle
evlenerek bütün yetersizliğine rağmen, yeğeninin bu dünyaya yakışır zekâsı ve
aklı sayesinde piskopos olunca, yüreğini saran öfke ateşi oldu.
İpek gibi cildi ve ışıl ışıl kasları yanında beyaz misyonerlerin
soluk birer hayalet gibi kaldıkları nefis bir yaratık olan kara kız, ilgi
çekici, ama istenileni vermemiş bir dönmeydi; zira Hıristiyanlığı kendisine
öğretildiği gibi tatlı bir uysallıkla kabul edeceği yerde, umulmadık
tepkilerle, sorularla karşılayıp, öğretmenini o anın dürtüsüyle doktrin üzerine
öyle cevaplar uydurmak, öyle kanıtlar icad etmek zorunda bırakmıştı ki, en
sonunda öğretmen, kendi anlattığına göre, Evanjelistler hayatta bulunmuş
olsalar da tümünün kendi yetkilerine dayanılarak ileri sürüldüğünü işitmiş
olsalar, onlara hayretten küçük dillerini yutturacak kadar bol düzmece ayrıntı
ve doktrinin İsa'nın hayatına sonradan eklenmiş olduğunu kendinden bile
saklayamaz hale gelmişti. Misyoner hanım tarafından uydurulmuş inanç pudingindeki
en nefis eriklerden bazılarıyla, dekorlar ve dramatis personae her ne kadar İncil'den
alınma ise de, böylelikle elde edilen dinin —bu derleme öğesine rağmen— aslında
misyonerin kendi esininin ürünü olduğunu rakip bir misyonerin ortaya çıkarması
olasılığı bulunduğundan, çok uzak bir bölgede yerleşmek, bunu başlangıçta
dinsel duygularla yeğleyen misyoner hanım için kısa 'zamanda bir zorunluluk
halini aldı. Misyoner hanım ancak ıssız bir köşede misyonerlik etmekle
kilisesine sahip olabilir ve kâfir diye aforoz edilmek korkusu bulunmadan bu
kilisenin yasalarını belirleyebilirdi.
Ne var ki, okumasını Öğretir öğretmez kara kıza doğum
gününde bir İncil vermekle belki de tedbirsizlik etmiş oldu. Zira sorduğu
sorulara öğretmeninin verdiği cevapları fazlaca harfi harfine kabul eden kara
kız, topuzunu omuzuna vurup Tanrı'yı aramak için Afrika ormanına daldığı
zaman, kılavuz olarak yanına İncil'i aldı.
İlk karşısına çıkan, kızdırıldığında insana saldıran birkaç
zehirli yılandan biri, bir mamba yılanı oldu. Hayvanlara sevgi gösteren, hiç
soru Sormayan yaratıklar oldukları için onları eli altında bulundurmayı pek
seven misyoner hanım, kara kıza, zorda kalmadıkça hiçbir şeyi öldürmemesini,
hiçbir şeyden korkmamasını aşılamıştı. Bu yüzden, kara kız topuzunu biraz
sıkıca kavrayıp, marabaya, "seni kimin yarattığım ve neden sana beni öldürme
isteği ile öldürebilmen için bu zehiri verdiğini merak ediyorum," dedi.
Mamba hemen ona başıyla, kendisini izlemesini işaret edip,
kara kızı bir kaya yığınının yanma götürdü. Kayaların üstündeki bir tahtta
yakışıklı, biçimli yüzü, sarıya çalar beyaz, azametli bir sakalıyla, yine
sarıya çalar beyaz, gür dalgalı saçları ve hain denecek kadar haşin bir yüz
ifadesi olan aristokrat görünüşlü, sağlam yapılı bir beyaz adam oturuyordu.
Elinde hem kral asasına, hem büyük bir bastona, hem de hafif bir mızrağa
benzeyen biz sopa tutuyordu; taparcasına bir sevgiyle kendisine sokulmakta
olan suçsuz mambayı, elindeki bu sopayla hemen öldürüverdi.
Hiçbir şeyden korkmamayı öğrenmiş olan kara kız kısmen,
güçlü kuvvetli erkeklerin yalnız karaların içinden çıkabileceğini ve Sadece
misyoner hanımların beyaz olduklarını düşündüğü, kısmen, bu adam onun arkadaşı
yılanı öldürdüğü, kısmen de, gülünç bir beyaz fistan giydiği, dolayısıyla da
kara kıza, öğretmeninin ona hiçbir zaman benimsetmediği biricik noktayı, yani
kişinin kendi kendinden utanarak fistan giymesi gerektiği hususunu yeniden
hatırlattığı için, bu adama karşı içinde bir nefret uyandığını hissetti. Ona
seslenirken sesinde açıktan açığa bir aşağılama vardı.
"Tanrı'yı arıyorum" dedi. "Sen bana yol
gösterebilir misin?"
"Tanrı'yı buldun işte," diye cevap verdi beyaz
adam. "Hemen'şimdi diz çök ve tapın bana ey kibirli yaratık yoksa
gazabımdan kork. Ben Cenabı Hak'ım: Gökleri ve yerleri, ve onların içinde
olanları ben yarattım. Yılana zehirini, ananın göğsüne sütü ben verdim. Ölümü
ve bütün hastalıkları, gökgürlemesini ve şimşeği, fırtınayı ve vebayı've
büyüklüğümün, ululuğumun bütün öteki kanıtlarını elimde tutuyorum. Diz çök,
kız; bir dahaki sefere huzuruma çıktığın zaman da, çocuklarının içinden en
sevdiğini bana getir ve burada, önümde boğazlayarak kurban et; çünkü ben taze
kan kokusunu severim."
"Benim çocuğum yok ki," dedi kara kız. "Kızoğlan
kızım ben."
"Öyleyse babanı al getir, o seni boğazlasın,"
dedi Cenabı Hak. "Hemen akrabalarının da bana sürü sürü koçlar, keçiler,
koyunlar getirip, öfkemi yatıştırmak için huzurumda kızartmalarını sağla,
yoksa aman vermem, Tanrı olduğumu öğrensinler diye onları en korkunç salgınlarla
çarparım."
Kara kız, "Ben ne böyle kötü saçmalara inanacak kadar
bebeğim, ne de yetişkin bir budala," dedi; "hem Sen o zavallı mambayı
nasıl tepelediysen, aradığım gerçek Tanrı adına ben de seni öyle tepeleyeceğim."
Kara kız böyle deyip topuzunu savurarak, kayaların üzerinden seke seke ona
doğru seyirtti.
Ama tepeye vardığında ortada bir şey yoktu. Bu onu öyle
hayrete düşürdü ki, yere oturup, danışmak için İncil'ini açtı. Gelgelelim,
karıncalandı eline mi geçmişti, yoksa çok eski bir kitap olduğu için kendiliğinden
mi çürümüştü, her ne ise, ilk sayfalar olduğu gibi toz haline gelmişti ve kara
kız kitabı açar açmaz bu tozlar rüzgârda savruldu gitti.
Bunun üzerine kara kız içini çekti, ayağa kalktı ve yeniden
aramaya koyuldu. Tam o sırada, halkalı denilen cinsten bir kobra yılanını
ürküttü; yılan kara kıza bir tükürük atıp uzaklaşırken, kara kız, "bana
tükürmeye kalkışayım demeyesin," dedi. "Seni kimin yarattığını, niye
hiç bana benzer yerin olmadığını öğrenmek istiyorum. Mambanın Tanrısı işime
yaramadı: Topuzumla onu bir yoklayayım dedim, sahici olmadığı meydana çıktı.
Hadi sen beni kendi Tanrı'na götür."
Bunun üzerine yılan dönüp geldi ve ona başıyla kendisini
izlemesini işaret etti, kara kız da yılanın ardına düştü.
Yılan onu ormanın içinde güzel bir çayırlığa götürdü;
burada, üstünde bir dolu el yazması şiirler ve meleklerin kanat teleklerinden
yapılma mürekkepli kalem saplan bulunan beyaz örtülü bir masanın başında,
yumuşacık gümüşî saçlı, gümüşî sakallı, yine beyaz fistanlı yaşlıca bir bey
oturuyordu. Oldukça iyi yürekli birine benziyordu; ama burma bıyıklan, burma
kaşları, kara kıza pek saçma gelen kendini beğenmiş, kurnazca bir ifade*
taşıyordu.
Adam, yılana, "Aferin sana küçük tükürükçü; benimle
tartışacak birini getirmişsin,!" dedi ve ona bir yumurta verdi, yılan da
yumurtayı alıp sevinçle ormana götürdü.
Adam, kara kıza, "Benden korkma," dedi, "Ben
acımasız bir tanrı değilim: İnsaflı bir Tanrıyımdır ben. Tartışmaktan başka
kötülüğüm yoktur. Tartışmada, karşımdakini can evinden mıhlarım. Mıhçıyım ben.
Bana tapma. Sitem et bana. Kusur bul. Gücenirim diye hiç çekinme. Yeter ki,
üzerinde tartışabileceğim bir konu at sen ortaya."
Kara kız, "Dünyayı sen mi yarattın?" diye sordu.
"Tabii ben yarattım," dedi öbürü.
Kara kız, "Niye bunca kötülükle birlikte yarattın?"
dedi.
"İşte bunu çok beğendim!" dedi Tanrı. "Tam bana sormanı istediğim
şey bu. Sen aklı başında, zeki bir kızsın. Vaktiyle, benimle tartışsın diye
tuttuğum, Eyüp adında bir kulum vardı; ama o öylesine alçakgönüllü, öylesine safdı
ki, ağzından bir şikâyet çıkana kadar onu kışkırtabilmek için en korkunç
felâketleri yağdırdım üzerine. Karısı ona, bana lânet okuyup ölse daha iyi
olacağını söyledi; zavallı kadına hiç şaşmıyorum, zira sonradan bütün
Çektiklerinin karşılığını ödedimse de, dehşetli günler yaşattım Eyub'a.
Sonunda onu tartışmaya sürüklediğim vakit, çizmeden yukarıya çıktı. Ama kısa
zamanda ona haddini bildirdim, öyle bir güzel yere serdim ki onu!"
Kara kız, "Ben tartışmak istemiyorum," dedi. "Dünyayı
sahiden sen yarattınsa, niye bu kadar kötü yarattın, onu öğrenmek istiyorum."
"Kötü yaratmışım!" diye bağırdı. "Ya! Demek
bana kafa tutuyor, bana hesap sormaya kalkıyorsun! Kuzum sen kim oluyorsun da,
beni eleştirmeye kalkıyorsun? Sen kendin daha iyi bir dünya yaratabilir misin
sanki? Hele bir dene bakalım; dene şöyle bir. Bir zerresini yaratmayı dene.
Meselâ bir balina yarat. Bitirdiğin zaman da burnuna bir halka takıp bana getir
onu. Hey gidi böcekçik, hey! Sen biliyor musun ki, ben sadece balinayı değil, o
içinde yüzsün diye denizi de yarattım? O ulu denizi, baştanbaşa, ta dipsiz
derinliğinden, göklerin çatısına kadar. Kolay sanıyorsun sen. Bak, sana bir şey
diyeyim, genç kadın: Senin burnunu yere sürtmek gerek. Kendin bir sıçan bile
yaratamazken, bir dinozor yaratmış olan bana kafa tutuyorsun. Kendin ufacık
bir göl yaratamazken, yedi denizlerin yaratıcısı olan bana kafa tutuyorsun. Sen
elli yıl içinde yaşlanıp çirkinleşecek ve öleceksin, oysa benim şanım sonsuza
dek sürecek; ama sen kalkmışsın, burada beni çocuk gibi azarlıyorsun. Kendini Tanrı'dan
üstün tutuyorsun, değil mi? Bu kanıta ne diyeceksin, bakalım?"
Kara kız, "Bu bir kanıt değil ki." dedi, "hor
görerek alaya alma bunu. Anlaşılan, sen kanıtın ne olduğunu bilmiyorsun daha."
Adamakıllı tepesi atan, ama durumu iyice kavrayamayacak
kadar afallamış olan yaşlı bey, "ne!" dedi. "Bütün
dünyanın kabul ettiği gibi Eyüb'ün sırtını yere getiren ben, kanıtın ne
olduğunu bilmeyeceğim! Gülerim sana, çocuk!"
"Bana gülmen vız gelir," dedi kara kız; "yalnız,
sen bana dünyayı iyi ve kötü karışımı olarak yaratacağına neden tüm olarak iyi
yaratmadığını anlatmadın daha. Benim daha iyisini yaratıp yaratamayacağımı
sormak bir cevap değil. Ben Tanrı olsaydım, çeçe sinekleri olmazdı. Halkım
ateşli nöbetlerle yerlere serilmez, korkunç şişler çıkarmaz, günah işlemezdi.
Başka yılanlar bal gibi zehirsiz geçinip gidebildiği halde, neden mambanın
ağzına zehir kesesini koydun? Neden maymunları o kadar çirkin, kuşları o kadar
sevimli yarattın?"
"Neden yaratmayayım? Sen buna cevap ver." dedi
yaşlı bey.
Kara kız, "Yaramazlıktan hoşlanmadıkça, neden yaratasın?"
dedi.
Yaşlı bey, "Kelime oyunları yaparak soru sormak, tartışma
değildir," dedi. "Mızıkçılık derler buna."
Kara kız, "Sorularıma cevap vermeyen bir Tanrı bana
yaramaz," dedi. "Hem, her şeyi sahiden de sen yaratmış olsaydın,
balinayı niye resimlerindeki gibi çirkin yarattığını da bilirdin."
"Onu komik görünüşlü yaratarak gönlümü eğlendirmek
istedimse, bundan sana ne?" dedi Tanrı. "Sen kim oluyorsun da bana,
neyi nasıl yaratacağımı öğretiyorsun?"
"Canımı sıktın artık," dedi kara kız. "Her
seferinde aynı edepsizliği ele alıyorsun. Senin bir şey yaratmış olabileceğine
inanmıyorum. Eyüp safmış ki, senin iç yüzünü anlamamış. Bu ormanda da,
tanrılık savında bulunan ihtiyarlardan geçilmiyor."
Topuzunu kaldırdığı gibi yaşlı beyin üzerine atıldı kara
kız; ama öbürü atik davranıp masanın altına dalıverdi ve kara kıza, sanki yer
yarılmış da, masa yerin dibine girmiş gibi geldi, zira oraya vardığında hiçbir
şey bulamadı ortada. Kara kız tekrar İncil'ine başvurduğunda, rüzgâr İncil'den
otuz sayfayı daha alıp, toz halinde ağaçların tepelerine savurdu.
Bu serüvenden sonra kara kızın bayağı canı sıkıldı. Tanrı'yı
bulamamıştı; İncil'i yan yarıya işe yaramaz hale gelmişti ve kara kız iki kez
öfkelenmiş, ama iki seferinde de hırsını alamamıştı. Beyaz sakalları,
yaşlılığı, gecelik fistanları tanrısallık belirtileri olarak gözünde fazla
büyütüp büyütmediğini sormaya başladı kendi kendine. Dikkati çekecek kadar
yakışıklı, tertemiz tıraşlı, Yunan entarisi giymiş genç bir adama
rastladığında, ne iyi ki, bu ruh durumu içindeydi kara kız. Bu adam gibisini
daha önce hiç görmemişti. Hele adamın
kaşlarının dış uçlarının öyle bir yukarı
kalkışı, kıvrılışı vardı ki, bu kara kızın hem ilgisini çekti, hem de itti onu.
"Affedersin, efendi," dedi kara kız. "Gözlerinden
bilgili olduğun anlaşılıyor da. Ben Tanrı'yı arıyorum. Bana yol gösterebilir
misin?"
"Üzme tatlı canını bununla," dedi genç adam. "Dünyayı
olduğu gibi kabul et; zira onun ötesinde hiçbir şey yoktur. Bütün yollar mezara
çıkar, mezar da hiçliğin kapısıdır; hiçliğin gölgesinde ise. her şey böştur.
Sen benim öğüdümü dinle de, burnundan ötesini arama. Burnunun ötesinde bir şey
bulunduğunu hep bileceksin, bu bilgi de seni umutlu ve mutlu kılacaktır."
"Benim aklım burnumun ötesinden ilerilere gidiyor,"
dedi kara kız. "İnsanın gözlerini kapaması doğru değil. Tanrı'yı bilmeyi
mutluluktan da, umuttan da çok istiyorum. Benim umudum, benim mutluluğum Tanrı'dır."
Genç adam, "ya Tanrı diye bir şey olmadığını anlarsan?"
dedi.
Kara kız, "Tanrı'nın var olduğunu bilmeseydim, kötü bir
kadın olurdum," dedi.
"Kim söyledi sana bunu?" dedi genç adam. "Kafanı
böyle sınırlamalarla bağlamalarına izin vermemen gerekirdi. Hem, kötü kadın
olsan ne çıkar yani?"
"Saçma," dedi kara kız. "Kötü kadın olmak
demek, olmaman gereken bir şey olman demektir."
"Öyleyse, iyi bir kadın mı, yoksa kötü bir kadın mı
olduğunu bilebilmen için, önce ne olman gerektiğini anlamalısın."
"Burası doğru," dedi kara kız. "Ama iyi
olmak kötü de olsa, iyi bir kadın olmam gerektiğini biliyorum ben."
"Bu bir anlam ifade etmiyor," dedi genç adam.
"Şenin istediğin cinsten bir anlam ifade etmiyor, ama Tanrı'nın
istediği cinsten bir anlam ifade ediyor," dedi kara kız. "Benim
istediğim de bu cinsten olan anlam; bu anlama kavuştuğum zaman, Tanrı'yı
bulabileceğim gibi geliyor bana."
Genç adam, "Ne bulacağını nereden bilebilirsin?"
dedi. "Benim sana öğüdüm, önüne çıkan bütün işleri yapabildiğin sürece
elinden geldiği kadar iyi yapman ve böylelikle, ne bir öğüt, ne iş, ne bilme,
ne de hatta var olmanın bulunacağı kaçınılmaz sondan önce sana kalan günlerini
yararlılık ve onurla doldurmandır."
Kara kız, "Öldüğüm zaman bir gelecek olacak,"
dedi. "Bu geleceği yaşayamasam da bilebilirim."
"Geçmişi biliyor musun?" dedi genç adam. "Gerçekten
var olmuş bulunan geçmişi bilmezken, henüz var olmamış bulunan geleceği
bilmeyi nasıl umabilirsin?"
Kara kız, "Ama yine de var olacak; bunu, güneşin her
gün doğacağını sana söyleyebilecek kadar biliyorum," dedi.
Genç bilge, "Bu da boş," dedi. "Güneş
yanıyor ve bir gün gelecek, yana yana bitecek ister istemez."
"Hayat, hep yana yana biten bir alevdir; ama her çocuk
doğuşta yeniden tutuşur. Hayat ölümden, umut da umutsuzluktan büyüktür, önüme
çıkan işi ancak onun iyi bir iş olduğunu bilirsem yaparım ben; onun iyi bir iş
olup olmadığını anlayabilmek için de geçmiş ve geleceği ve de Tanrı'yı öğrenmem
gerek."
Genç bilge ona sert sert bakarak, "Yani, Tanrı olman
gerek, demek istiyorsun," dedi.
"Elimden geldiği kadar," dedi kara kız. "Teşekkür
ederim. Asıl akıllı olan biz gençleriz: Tanrı'yı bilmenin Tanrı olmak demek
olduğunu senden öğrendim. Ruhumu güçlendirdin sen benim. Seni bırakıp gitmeden
önce, bana kim olduğunu söyle."
Genç bilge, "Ben, birçoklarının Vaiz diye bildiği
Koheleth'im," diye cevap verdi. "Eğer bulabilirsen, Tanrı seninle
beraber olsun! Benimle beraber değil o. Yunanca öğren: Bilgeliğin dilidir
Yunanca. Hoşça kal."
Vaiz, dostça bir işaret yapıp, yürüdü gitti. Kara kız da
öbür yana gitti, her zamankinden zorlu düşünmeye başladı; ama Vaiz'in kara kızı
saldığı düşünceler öyle karmaşık, öyle içinden çıkılmaz hale geldi ki, en
sonunda kara kız uyuyakaldı ve hiç durmadan uykusunda yürümeye devam etti.
Derken, bir aslan kokusu aldı ve birdenbire uyanınca, tam yolunun üzerinde, ocak
önündeki bir kedi gibi oturmuş güneşlenen aslanı gördü; yelesi taraz taraz
olmayıp, düzgün ve yakışıklı olduğu için yelesiz denilen cinsten bir aslandı
bu.
Aslanın yanından geçerken, onun, —parmaklarına sanki
dağtepesindeki sıcacık bir yosun demetini çekiyormuş hissini veren— gerdanını
okşar gibi hafifçe çeken kara kız, "Tanrı adına, Kocaoğlan," dedi.
Kral Richard tatlı tatlı baktı ve kara kızla birlikte
gezintiye çıkmayı birdenbire canı çekmiş gibi, gözleriyle onu izledi; ne var
ki, kara kız onun bu isteğini kursağında bıraktı ve ormanda aslandan daha az
uysal, ama daha güçlü yaratıklar bulunduğunu hatırlayarak, eskisinden ihtiyatlı
ilerlemeye başladı. Derken, dalgalı siyah saçlı, koskocaman burunlu esmer bir
adama rastladı. Adamın ayaklarındaki çarıklardan başka hiçbir şey yoktu
üstünde. Yüzü kırış kırıştı; ama bu kırışıklıklar acıma ve iyilikten meydana
gelmiş kırışıklardı, buna karşılık geniş delikleri olan kocaman burnu vardı ve
ağzının kenarları direşkenlik, dayanıklılık ifade ediyordu. Kara kız onu
görmeden önce sesini duydu, zira adam kükrer gibi, ulur gibi sesler
çıkarıyordu, görünüşe göre de başı dertteydi. Kara kızı görünce kükremeyi
bıraktı, hiçbir derdi yokmuş gimi, kaygısız görünmeye çalıştı.
"Şey, efendi," dedi kara, kız, "hani şu
çırılçıplak soyunup, çakallargibi uluyarak, baykuşlar gibi yaslı yaslı
bağırarak dolaşan peygamber sen misin?"
Esmer adam, özür diler gibi, "Böyle şeyler yaparım
azıcık," dedi. "Adım, Mika'dır: Moreşetli Mika. Sana bir yardımda
bulunabilir miyim?"
Kara kız, "Tanrı'yı arıyorum ben," diye cevap
verdi "Buldun mu bari?" dedi Mika.
"Pişmiş et kokusunu sevdiği için ona hayvan kızartmamı
ve çocuklarımı kurban taşında kurban etmemi isteyen yaşlı bir adam buldum."
Bunun üzerine Mika öyle acıklı bir feryat kopardı ki. Kral
Richard telâşla kendini ormana atıp saklandı ve oturup kuyruğunu kamçı gibi
sallayarak oradan gözetlemeye başladı.
Mika, "O düzmece bir tanrıdır, korkunçtur," diye
kükredi. "O'nun karşısına, yakılan adaklarla, bir yıllık buzağılarla çıkabileceğini aklın alıyor mu? Senin ona
yüreğinle bağlanman yerine, binlerce koçlardan,... yağ sellerinden Rab hoşlanır
mı?... Bedeninin semeresini,. . ilk çocuğunu(Eski Ahit Mika 6.8.).. kurban etsen Rab hoşlanır mı? O neyin iyi
olduğunu senin yüreğine açık etmiş: Yüreğin de sana O'nun doğru dediğini
söylemiş. Hak olanı yapmak ve merhameti sevmek ve Allah'ınla alçakgönüllü
olarak yürümekten başka Rab semden ne ister?" ([19])
, "Bu da bir üçüncü Tanrı," dedi kara kız; "kurban
isteyen Tanrı'yla zayıflığımı ve cahilliğimi alaya almak için benimle
tartışmak isteyen Tanrı'dan daha çok sevdim bunu. Ama insan, efendi ya da
yargıç olmadıktan sonra, hak olanı yapmak ve merhamet göstermek, hayatın sadece
ufak bir bölümüdür. Hem, nereye yürüdüğünü bilmezsen, alçakgönüllü olarak yürümenin
yararı ne?"
Peygamber, "Sen alçakgönüllü olarak yürü, Tanrı sana
yol gösterir," dedi. "Tanrı'nın seni ne yana götürdüğünden sana ne?"
"Kendi yolumu kendim bulayım diye bana göz vermiş.
Tanrı," dedi kara kız. "Bana bir akıl vermiş ve bu aklı kullanmayı da
bana bırakmış. Şimdi ben ondan, benim yerime görüp, benim yerime düşünmesini
nasıl isteyebilirim?"
Mika'nın buna verdiği biricik cevap, korkunç bir kükreme
oldu, hem de öyle korkunç bir kükreme ki, Kral Richard ok gibi fırlayıp, hiç
durmadan üç kilometre kaçtı. Aynı şeyi, ters yönde olmak üzere kara kız da
yaptı, ama o sadece bir buçuk kilometre kaçtı.
Kendini toplayarak, "Neden kaçıyorum ben?" diye
sordu kendi kendine. "O iyi yürekli gürültücü ihtiyardan korkmuyorum ki."
Hemen yanıbaşından, girintili çıkıntılı bir kütüğün üstünde
oturmakta olan, aşırı derecede miyop, gözlüklü, yaşlıca bir adamdan gelen bir
ses, "Korkuların ve umutların hep kuruntudan ibarettir," dedi. "Kaçmakla,
şartlı reflekslerden birine göre davranıyordun. Çok basit. Aslanlar içinde
yaşadığın için, daha çocukluğunda edindiğin izlenimler dolayısıyla, aslan
kükremesi sana ölüm tehlikesini çağrıştırıyor. İşte o kör inançlı kart eşek
anırdığı zaman, hiç düşünmeden tabanları yağlaman bundandır. Bu önemli keşfi
yapabilmek için tam yirmi beş yıl kendimi tamamıyla buna vererek çalıştım, .bu
süre içinde sayısız köpeğin beynini kestim, dilleri yerine yanaklarında
açtığım deliklerden salgıladıkları tükrükleri üzerinde gözlemlerde bulundum.
Bu muazzam başarıya olan hayranlıkları ve bu başarının insan davranışıyla
ilgili büyük sorunlara tuttuğu ışıktan ötürü duydukları şükran yüzünden,
bütün bilim dünyası önümde yere kapanmış bulunuyor""
"Niye bana sormadın?" dedi kara kız. "O
zavallı köpeklerin canlarını yakmadan, yirmi beş saniyede söylerdim ben sana."
"Cahilliğin ve kibrin ağza alınacak gibi değil,"
dedi ihtiyar miyop. "Şartlı refleksi bir olgu olarak doğallıkla her çocuk
bilir; ama bu bir laboratuvarda deneysel olarak hiç kanıtlanmamıştı; bundan
ötürü de, bilimsel olarak hiç bilinmiyor demekti. Benim elime bilimsellikten
uzak bir varsayım halinde gelen bu olguyu ben bilim olarak devrettim. Sen hiç
deney yaptın mı, sorabilir miyim?"
"Çook," dedi kara kız. "Bir tane de şimdi
yapacağım. Neyin üstüne oturduğunu biliyor musun sen?"
"Gayet rahatsız kaba bir kabukla kaplı, yaşlılıktan
kurşunî renk almış bir kütüğün üstünde oturuyorum," dedi miyop.
"Yanılıyorsun," dedi kara kız. "'Uyuyan bir
timsahın üstünde oturuyorsun."
Miyop, Mika'yı kıskandıracak bir çığlıkla yerinden
fırlayıp, deli gibi yakındaki bir ağaca koştu ve bu kadar yaşlı bir bey için
insanüstü sayılacak bir kedi çevikliğiyle, tepesine tırmanıverdi.
"în aşağı," dedi kara kız. "Timsahların
yalnız ırmak kıyılarında bulunduğunu bilmen gerekirdi. Sadece bir deney
yapıyordum ben. în aşağı."
Miyop, tiril tiril titreyerek, "Nasıl ineyim?"
dedi. "Boynumu kırarım sonra."
"Ya nasıl çıktın?" dedi kara kız.
Miyop ağlamaklı, "Bilmiyorum," dedi. "Bu
bile insanı mucizelere inandırmaya yeter. Bu ağaca tırmanmama olanak yoktu;
ama buradayım işte, bir daha da hiç aşağı inemeyeceğim."
"Çok ilgi çekici bir deney oldu, değil mi?" dedi
kara kız.
"Çok zalimce bir deneydi; utanmalısın; kötü kız."
diye inledi miyop. "Beni öldürebileceğini hiç düşünmedin mi Allah aşkına?
Benimki gibi nazik bir bünye şiddetli bir sarsıntı geçirir de, bunun kalp
üzerinde son derece ciddi,, belki de öldürücü bir etkisi olmaz mı sanıyorsun?
Bir daha hayatımın sonuna kadar, kütük üstünde oturamayacağım. Sanırım nabzım
çok anormal atıyordur, gerçi sayamam ama; zira bu dalı bırakırsam taş gibi
düşerim aşağıya."
"Tükürük salgısı üzerinde hiçbir tepki uyandırmadan
bir köpeğin yarı beynini kesip çıkarabildikten sonra, hiç üzülme sen," dedi kara kız sakin sakin. "Bana
kalırsa Afrikalı büyücü, senin köpekler yoluyla yaptığın falcılıktan çok daha
güçlü. Bir kelime söyleyip, kedi gibi ağaca tırmandırdım seni. İtiraf et ki,
bir mucizeydi bu."
"Keşke bir kelime daha söylesen de beni aşağı
indirsen, kahrolası kara cadı," diye homurdandı miyop.
"Olur, söylerim," dedi kâra kız. "Tam
ensenin dibinde seni koklayan bir yılan var."
Göz açıp kapayana kadar, miyop kendini yerde buldu. Gerçi
yere basar basmaz sırt üstü yuvarlandı, âmâ hemen toparlanıp ayağa kalktı ve "Bana
yurtturduğunu sanma," dedi. "Sırf beni korkutmak için yılan masalım
uydurduğunu çok iyi biliyorum."
Kara kız, "Ama sahiden de yılan varmış gibi korktun,"
dedi.
Miyop, köpürerek, "Hiç de korkmadım," dedi. "Zerre
kadar korkmadım."
"Ama korkmuş gibi, bir solukta indin ağaçtan aşağı,"
dedi kara kız.
Artık kendini güven içinde hisseden miyop, kendini
toplayarak, "İşin ilgi çekici yanı da bu zaten," dedi. "Bu da
bir şartlı refleksti. Acaba bir köpeği ağaca tırmandırabilir miyim?"
"Niye tırmandıracaksın?" diye sordu kara kız.
"Niye olacak, bu fenomeni bilimsel bir temele oturtmak'
için," dedi miyop.
"Saçma!" dedi kara kız. "Köpekler ağaca
tırmanamaz."
"Hayal ürünü timsah olmasa ben de tırmanamazdım,"
dedi profesör. "Köpeğe timsahı nasıl hayal ettirsem acaba?"
"Önce köpeğe birkaç tane sahici timsah gösterirsin,"
dedi kara kız.
Miyop, kaşlarını çatarak, "Bu çok pahalıya patlar,"
dedi. "Profesyonel köpek hırsızlarından aldığın ya da köpek vergisi ödeme
zamanı geldiğinde toptan alıp depo ettiğin vakit ucuza geliyor köpekler; ama
timsahlar çok tuzluya oturur. Bunu iyice bir düşünmem gerek." .
Kara kız, "Gitmeden önce, Tanrı'ya inanıp inanmadığını
söylesene bana," dedi.
"Tanrı, gereksiz ve işe yaramaz diye kenara atılmış
bir varsayımdır." dedi miyop. "Evren, sarsıntıların tekrar tekrar
yeniden ürettiği dev bir refleksler sisteminden ibarettir. Dizine bir vursam,
ayağın? sallarsın."
"Ben de topuzumla sana vururum; onun için sakın
vurmaya kalkma," dedi kara kız.
"Konuyla ilgili olmayan böyle yan refleksleri bilimsel
amaçlarla önlemek için, deneyde kullanılan şeyi yatırıp bağlamak zorunluğu
vardır," dedi profesör. "Bununla birlikte bu yan refleksler, çağrışım
yoluyla meydana gelen refleks örnekleri olmaları bakımından da konuyla ilgilidir.
Bunların etkilerini incelemek için yirmi beş yıl harcadım."
Kara kız sordu: "Neyin üzerindeki etkilerini?"
"Bir köpeğin tükürük salgısı üzerindeki etkilerini,"
diye cevap verdi miyop.
"Bari bilgeliğin arttı mı?" dedi kara kız.
"Bilgelik beni ilgilendirmez," diye cevap verdi
miyop; "aslında bunun ne olduğunu bile bilmiyorum ve böyle bir şeyin
varolduğuna inanmak için bir neden göremiyorum. Benim işim, daha önce
bilinmeyen şeyleri öğrenmektir. Bu bilgiyi dünyaya bildirir, böylelikle,
doğruluğu kesinleşmiş bilimsel gerçekler yığınına bir katkıda bulunmuş olurum."
"Ortada merhamet diye bir şey kalmayıp, her şey bilgiden
ibaret olunca dünya çok mu daha iyi olacak?" dedi kara kız. "Bilmek
istediğini öğrenmek için bundan daha insanca bir yol bulacak kadar aklın yok mu
senin?"
Miyop, kulaklarına inanamamış gibi, "Akıl!" diye
bağırdı. "Sen görülmemiş derecede bir karacahil olmalısın, kadın. Bilim
adamlarının baştan ayağa akıl olduklarını bilmiyor musun?"
"Sen onu timsaha anlat," dedi kara kız. "Bana
yalnız şunu söyle. Yaptığın deneylerin başkalarının kafaları ve karakterleri
üzerindeki etkilerini biç düşündün mü? Bir köpeğin tükürüğüyle ilgili bir şeyi
anlatmak, kendi ruhunu kaybedip, başkalarının ruhunu lânetlemeye değer mi?"
Miyop, "Hiçbir anlam ifade etmeyen kelimeler
kullanıyorsun," dedi. "Ruh dediğin organın nasıl işlediğini ameliyat
masasının üzerinde ya da teşrihhanede gösterebilir misin? Lânetleme dediğin
şeyi laboratuvarda meydana getirebilir misin?"
"Topuzumu yapıştırdım mı, ruhu olan canlı bir yaratığı,
ruhsuz bir ölü haline getirebilirim," dedi kara kız, "sen de yakında
bu ikisi arasındaki farkı görüp, tadacaksın. İnsanlar kötü bir şey yapıp
ruhlarını' lanetledikleri zaman da, aradaki fark hemen görülür."
"Ben ölen insan gördüm, ama ruhunu lânetleyenini hiç
görmedim," dedi miyop.
"Ama insanın köpeklediğini gördün," dedi kara
kız. "Sen kendin de köpekledin, öyle değil mi?"
"Nükteli bir kelime oyunu; hem de, fazlasıyla kişiselliğe
kaçan bir kelime oyunu," dedi miyop tepeden bakarak. "Seni
bırakıyorum."
Miyop böyle diyerek, kendi ağaca tırmanışını bilimsel
olarak kanıtlayabilmek için, bir köpeği ağaca tırmandırabilme çareleri düşüne
düşüne kendi yoluna, kara kız da ters yönde kendi yoluna gitti; kara kız gide
gide doruğunda, mızraklı bir Romalı askerin beklediği kocaman bir haç dikili
olan bir tepeye vardı. Gerek kendi yüreğini, gerek âşıklarının yüreğini
kırmakta bulduğu zevkin aynını İsa' nın çarmıha gerilişindeki dehşet verici
sahnelerde de bulan misyonerin aşılamalarına rağmen, kara kız bu haçtan nefret
etti ve İsa'nın, kız torunlarını (kara kızın imgelemi tabloyu her zaman, en
aşağı yirmi beş tane gelecekleri parlak kara kız torunla tamamlardı) ana
babalarının bencilliklerine, sertliklerine karşı koruyarak, yılların bilge
ligiyle dolu, rahat ve huzur içinde, acı çekmeden eceliyle ölmemiş olması yazık
diye düşündü. Kara kız iğrenen bir ifadeyle başını tam haçtan öteye çevireceği
sırada, Roma lı asker, mızrağım atmaya hazır vaziyette tutarak kara kıza doğru
hızla koşup, hırsla bağırdı: "Roma yasası, Roma düzeni, Roma barışının
aracı ve sembolü önünde diz çök, zenci."
Ne var ki, kara kız yana çekilip mızraktan kurtuldu ve
topuzunu Romalı askerin ense köküne öyle candan yürekten yapıştırdı ki, asker
tepetaklak yeri öptü ve ayaklarının birbirine dolanmasına engel olarak
doğrulmaya çalıştı. Kara kız, topuzunu ona göstererek, "Bu da bütün iyi
şeylerin zenci usulü araç ve sembolüdür. Nasıl, beğendin mi?" dedi.
"Allah kahretsin!" diye homurdandı asker. "Bir
kara cadı onuncu lejyonu tavşan gibi tepelesin! Dünyanın sonu geldi."
Asker debelenmekten vazgeçip, yere uzandı, çocuk gibi sesli sesli ağladı.
Kara kız fazla uzaklaşmadan asker kendine geldi, ama bir
Romalı asker olduğundan, nefsini doyurmak uğruna nöbet yerini bırakamadı.
Tepenin sırtı, Her ikisinin görüş alanını birbirinden ayırmadan önce kara kızın
Romalı askerden gördüğü son şey, askerin ona doğru salladığı yumruğu oldu;
ondan duyduğu son şeyi ise burada tekrarlamak gereksiz.
Bundan
sonraki serüven kara kızın, su içmek için durduğu bir kuyu başında geçti; daha
önce fark etmediği, kuyunun yanma oturmuş bir adam gördü birdenbire. Kara kız
eliyle su alacakken, adam, nerden geldiği belli olmayan bir kupa çıkarıverip
şöyle dedi: "Al, bununla iç, beni hatırlarsın." -
Kara kız, ^Teşekkür ederim, efendi," dedi ve içti. "Çok
teşekkür ederim."
Kara kız kupayı adama geri verdi; o da kupayı bir hokkabaz
gibi yok etti; kara kız buna güldü, adam da güldü.
"Esaslı bir marifetti doğrusu efendi," dedi kara
kız. "Büyük bir sihirbazsın sen. Belki kara kıza sen söylersin. Tanrı'yı
arıyorum ben. Nerede Tanrı?"
"Senin içinde," dedi hokkabaz. "Benim de içimde."
"Öyle sanıyorum." dedi kara kız. "Ama nedir o?" "Babamız,"
dedi hokkabaz.
Kafa kız yüzünü buruşturup, bir an düşündü. Sonra, "Niye
anamız değil?" dedi.
Yüzünü buruşturmak sırası hokkabaza geldi ve hokkabaz
yüzünü buruşturdu. "O zaman analarımız, onları Tanrı'dan önce saymaya
zorlardı bizi," dedi. "Anamın gösterdiği yoldan gitseydim, toplumdan
atılmış biri, bir serseri olacağıma, belki de zengin bir adam olurdum ama Tanrı'yı
bulamazdım."
Kara kız, "Küçüklüğümden, ta ona topuzumla girişecek
kadar büyüyene kadar, babam beni hep dövdü," dedi; "hatta, ondan
sonra da beni, karisini denizlerin öte yanında bırakmış bir beyaz asker
efendiye satmaya kalktı. Ben hiçbir zaman, 'Cennetteki Babamız,' dememişimdir.
Hep 'Büyükbabamız,' derim ben. Babam olacak Tanrı istemem."
Hokkabaz, "Kardeş kardeş birbirimizi sevmemize engel
değil ki bu," dedi gülümseyerek; gülümsedi, zira baba Tanrı'nın büyükbaba
Tanrı olarak değiştirilmesi, mizah duygusunu gıdıklamıştı. Ayrıca, olanak
buldukça gülümseyen iyi huylu bir insandı hokkabaz.
Kara kız, "Bir kadın, erkek kardeşini sevmez,"
dedi "Kadının yüreği, erkek kardeşinden çok yabancılara akar; yüreğimin
sana akışı gibi."
Hokkabaz, "Neyse, aileyi bir kenara, bırakalım: Bu
sadece bir mecazdı," dedi. "Bizler aynı insanlık gövdesinin birer
üyeleri, dolayısıyla da birbirimizin üyeleriyiz. Bunu burada bırakalım."
"Bırakamam, efendi," dedi kafa kız. "Tanrı
bana gövdelerle, analarla, babalarla, erkek kardeşlerle, kız kardeşlerle bir
alışverişi olmadığını söylüyor."
"Bu da, birbirinizi sevin demenin başka bir biçimi:
Hepsi ö kadar," dedi hokkabaz. "Senden nefret
edenleri sev. Sana beddua edenlere hayırdua et. İki siyahın bir beyaz
etmeyeceğini hiçbir zaman aklından çıkarma."
"Herkesin beni sevmesini, istemiyorum ki ben,"
dedi kara kız. "Ben herkesi sevemem. Sevmek istemiyorum. Tanrı bana, sırf
onlardan hoşlanmadım diye insanlara topuzumla vurmamamı, onların benden
hoşlanmamalarının da —şayet benden hoşlanmayanı çıkarsa— bana vurmak hakkını
onlara vermediğini söylüyor. Öbür yandan, başkalarını soyup öldürdükleri için
yılan gibi öldürülmeleri gereken insanlar var."
"Keşke bana onları hatırlatmasaydın," dedi hokkabaz.
"Beni çok mutsuz ediyor onlar."
"Tatsız şeyleri unutmak, her şeyi tatlılaştırır, ama
inanılır yapmaz; doğru da yapmaz" dedi kara kız. "Sen beni gerçekten,
sahiden seviyor musun, efendi?"
Hokkabaz irkildi, ama hemen tatlı tatlı gülümseyerek cevap
verdi: "Bunu kişisel bir mesele haline getirmeyelim."
"Ama kişisel mesele olmazsa bir anlamı kalmaz ki,"
dedi kara kız. "Bana yapmam gerektiğini söylediğin gibi, sana, seni
sevdiğimi Söyledim diyelim! Çizmeyi aştığımı düşünmez misin?"
"Asla!" dedi hokkabaz. "Aklına böyle şey
getirmemelisin. Sen kara, ben beyaz olduğumuz halde, bizi yaratan Tanrı'nın
önünde ikimiz de eşitiz."
"Aklıma böyle şey getirdiğim yok zaten," dedi
kara kız. "Konuşurken, benim kara, senin de zavallı bir beyaz olduğunu
unuttum ben. Beni beyaz bir kraliçe, kendini de beyaz bir kral olarak düşün. Ne
oldu? Niye irkildin?"
"Hiç. Hiçbir şey olmadı," dedi hokkabaz. "Daha
doğrusu Beyazların en yoksuluyum ben; ama yine de kendimi bir kral olarak
düşündüm. Yalnız, insanların kötülüğü beni deliye döndürdüğü zaman oldu bu."
"Ben çok daha kötü krallar gördüm," dedi kara
kız; . "onutı için kızarmana gerek yok. Şimdi sen Kral Süleyman ol, ben
de Saba Melikesi olayım, hani İncil'deki gibi. Geldim ve sana, seni sevdiğimi
söyledim. Bu, sana sahip olmaya geldim demektir. Bir dişi aslanın aşkıyla
geldim, seni yödim ve kendimin bir parçası yaptım. Bu andan itibaren artık
sen, seni neyin hoşnut edeceğini değil, beni neyin hoşnut edeceğini düşünmek
zorundasın. Seninle nefsin arasında, seninle Tanrı arasında ben bulunacağım.
Müthiş bir zorbalık değil mi bu şimdi? Sevgi, yiyici, yutucu bir şeydir.
İçinde sevgi olan bir cennet düşünebiliyor musun?"
"Benim cennetimde sevgiden başka şey yoktur. Cennet,
sevgiden başka nedir ki?" dedi hokkabaz; bunu cesaretle, ama tedirgin
söyledi. ,
"Cennet, Tanrı'nın yüce katıdır. Cennet, Tanrı'nın ve Tanrı'nın
düşüncelerinin evidir. Orada sevişmek yoktur, orada insanlar, kenenin koyuna
yapıştığı gibi yapışmazlar birbirlerine. Misyoner hanım, benim öğretmenim sevgiden
söz eder; halbuki kendisi bütün âşıklarını bırakıp kaçmış, Tanrı işini yapmaya
gelmiştir. Beyazlar, beni severler diye korktukları için gözlerini benden
kaçırırlar. Kendilerini Tanrı işine adamış sürü sürü kadın, sürü sürü erkek
var; ama bunlar kendi gruplarına kız kardeşler birliği ([20]),
erkek kardeşler birliği ([21]) adını verdikleri halde
birbirleriyle konuşmazlar."
"Onlar hesabına daha da yazık ya," dedi hokkabaz.
"Saçma, tabii," dedi kara kız. "İnsanlarla
birlikte yaşamak ve daha iyisi olmadığına göre birbirimizle geçinmek
zorundayız. Ama bu, bedenimizin aşka gereksinimi olduğu kadar ruhumuzun da
yalnızlığa gereksinimi bulunduğunu göstermez mi? Bizler birbirimizin bedeninin
ve kafasının yardımını gerekseriz; ama ruhumuz Tanrı'yla yalnız kalmak ister;
onun için, seni seven ve kafanla bedenin yanı sıra ruhunu da isteyen biri
çıkınca, ‘haddini bil: Ben kendime aitim, sana değil!' diye bağırırız. Şu senin,
‘birbirinizi seviniz' öğütü cinayet ve köleliğe karşı savaşması gereken
savaşçıya ya da öldürmediği takdirde çocuklarının açlıktan öldüğünü görecek
olan avcıya bir alay gibi gelir, ama Tanrı'yı arayan bana daha da beter bir
alay gibi geliyor."
Hokkabaz, "Öyleyse, sizlere şu emri veriyorum: Birbirinizi
öldürünüz mü diyeyim?" dedi.
Kara kız, "Bu, öbürkünün tersine çevrilmişinden başka
bir şey değil," dedi. "Bu iki kurala göre de yaşanmaz. Bence senin bu
her derde deva emirlerin, aşçılık gezginci satıcıların bize sattıkları haplara
benziyor: Yirmi seferde bir sefer yaran dokunur bunların, ama ger kalan on
dokuz seferinde bir işe yaramazlar. Hem, ben emir filan aramıyorum. Tanrı'yı
arıyorum ben."
"Devam et aramana; Tanrı seninle beraber olsun,"
dedi hokkabaz. "Onu bulmak için, benden öteye gitmen gerek." Bunu der
demez, hokkabaz gözden kayboldu.
"En iyi numaran belki de buydu," dedi kara kız. "Ama
yine de seni kaybettiğime üzüldüm; zira kendi aklımca, sevimli ve iyi niyetli
bir adam buldum seni."
Bir buçuk kilometre ilerde, omuzlarında koskocaman bir
katedral taşıyan, çok yaşlı bir balıkçıya rastladı kara kız.
Yardım etmek için balıkçıya doğru koşarak, "Dikkat et,
belceğizini kıracaksın, ihtiyar," diye bağırdı.
Balıkçı neşeyle, "Bu kırmaz benim belimi," diye
cevap verdi. "Bu kilisenin kurulu olduğu kayayım ben."
İhtiyar balıkçının, kilisenin ağırlığı altında her an
ezilip gitmesini bekleyen kara kız, "Ama sen kaya değilsin, üstelik senin
taşıyamayacağın kadar ağır bu," dedi.
Balıkçı ona tatlı tatlı sırıtarak, "Korkma sen,"
dedi "Bu tamamıyla kâğıttan yapılmadır." ihtiyar balıkçı hoplaya
zıplaya kara kızın yanından geçti gitti ve o giderken, katedraldeki bütün
çanlar da neşeli neşeli çaldı
Daha ihtiyar balıkçı gözden kaybolmadan, hepsi de tertemiz
yıkanmış paklanmış, kimi siyah, kimi beyaz çeşitli urbalar giymiş, sırtlarında
yine kâğıttan, ama çoğunlukla ihtiyar balıkçınınkinden daha çirkin kiliseler
taşıyan bir sürü başka adam sökün etti. Hepsi de kara kıza, "Balıkçıya inanma.
Şu ötekilerin sözlerine kulak verme. Gerçek kilise benimkidir," diye
bağırdılar. En sonunda, onlardan kurtulmak için kendini ormana attı kara kız,
zira bu adamlar birbirlerine taş atmaya başlamışlardı. Sanki hepsinin de gözü
körmüş gibi hiçbiri iyi nişan alamadığından, yolun dört bir yanından taşlar
yağıyordu. Bunun üzerine kara kız, bunlar arasında isteğine uygun bir Tanrı
bulamayacağı sonucuna vardı.
Kilise taşıyanlar geçtikten, daha doğrusu taş savaşı sürüp
giderek uzaklaştıktan sonra kara kız tekrar yola döndü ve orada yaşlı bir
serseri Yahudi gördü. Serseri Yahudi ona, "Geldi mi?" diye sordu.
"Kim geldi mi?" dedi kara kız.
"Geleceğini vaad eden," dedi Yahudi. "Kendisi
gelene kadar bana oyalamamı söyleyen. Artık oyalayamaz hale geldim. Eğer yakında
gelmezse iş işten geçecek; zira insanlar birbirlerini gittikçe daha büyük
sayılarda öldürmenin yollarından başka bir şey öğrenmiyorlar."
"Gelecek olan hiçbir kimse bunu durduramaz ki,"
dedi kara kız.
"Ama O, Kudretim sağında oturarak, göğün bulutlan ile
([22]) gelecek," diye
bağırdı. "O öyle dedi. Gelecek ve her şeyi düzeltecek."
Kara kız, "Eğer sen başkalarının gelip de işleri düzeltmesini
beklersen," dedi; "sonsuza dek beklersin." Bunun üzerine Yahudi
umutsuzluğundan bir feryat kopardı, kara kıza tükürdü ve sendeleye sendeleye
uzaklaştı.
Kara kız karşılaştığı yaşlı adamlardan hiç hoşnut kalmamıştı,
o yüzden, Yahudi'yi başından savdığına sevindi. Yürümeye devam etti ve yol
kenarında, gölgelik bir yere geldi; burada, bir grup beyaz bey ve hanımdan
epeyce açıkta oturmuş yemek yiyen, beyazların hamalları oldukları her
hallerinden belli, kendi cinsinden elli kadar zenci gördü. Hanımların
ayaklarında pantolon, başlarında kolonyel şapka olduğu için, kara kız bunların
da erkekler gibi kâşif olduklarını anladı. Yemekten biraz önce kalkmışlardı.
Bir kısmı şekerleme yapıyor, bir kısmı da not defterlerine yazı yazıyorlardı.
Kara kız, hamalların başına, "Ne seferine çıkmış bu
heyet?" diye sordu.
Hamal başı, "Buna Meraklılar Kervanı diyorlar,"
dedi.
"Bunlar iyi beyaz mı, yoksa kötü beyaz mı?" diye
sordu kara kız.
"Düşüncesiz bunlar, olmadık şeyler üzerinde tartışıp
çok zaman kaybediyorlar," dedi hamal başı. "Sırf soru sormuş olmak
için de soru sorarlar."
Hanımlardan biri, "Hey! Sen, oradaki," diye
bağırdı. "Hadi işine git bakayım: Burada duramazsın. Adamları
huylandıracaksın."
"Senden fazla huylandırmam," dedi kara kız.
"Saçmalama, kız" dedi hanımefendi: "Elli
yaşındayım ben. Dişiliğim, erkekliğim kalmamış benim. Hem, onlar bana alışık.
Hadi, git işine."
Kara kız, biraz aşağılayan bir tavırla, "Onlar beyaz
erkek değil, korkma," dedi. "Niye kendinize Meraklılar Kervanı adını
verdiniz siz? Neyi merak ediyorsunuz? Tanrı'yı mı merak ediyorsunuz?"
Kara kızın bu sorusu üzerine öyle yürekten bir kahkaha
koptu ki, şekerleme yapmakta -olanlar uyanıp, neye gülündüğünü anlattırdılar.
Beylerden biri, "Uygar ülkelerde bu konuya artık
yüzyıllardan beridir merak duyulmuyor," dedi.
Bir başkası, "Onbeşinci yüzyıldan beri, diyebiliriz,"
dedi. "Shakespeare bile Tanrısızdı."
Bir üçüncüsü, "Shakespeare herkes değildir," dedi
"Ulusal marşımız onsekizinci yüzyıldan kalmadır. Ulusal marşımızda, Tanrı'ya,
bizim kirli siyasal işlerimizi O'nun yapmasını emrettiğimizi görürsünüz."
İkinci bey, "Aynı Tanrı'ya değil," dedi. "Ortaçağda,
Tanrı'nın bize emrettiği ve bizleri habire çalıştırdığı kabul ediliyordu.
Burjuvazinin yükselişi ve derebeylik aristokrasisi tarafından ayrıcalıklarının
bedeli olan görevlerden yoksun bırakılışıyla, yüksek sınıfların emri altına girerek
habire onlar tarafından çalıştırılan bir tanrı ortaya çıktı. ‘Onların
siyasetlerini karıştır, düzenlerini boşa çıkar' ve buna benzer şeyler."
"Evet," dedi birinci bey; "bir de üçüncü bir
tanrı var: Küçük burjuvaların Tanrı'sı. Bunun görevi de, küçük burjuvalar
ticari namussuzluklarıyla bütün bir hafta, günahları kaydeden meleğin yazboz
tahtasını doldurunca, Pazar günleri kendi kanıyla burjuvaların yazboz
tahtasındaki günahlarını yıkamaktır."
Üçüncü bey, "Bu tanrıların her ikisi de hâlâ güçlüdür,"
dedi. "Bundan kuşkunuz varsa, ulusal marştaki ikinci kıta yerine daha
temiz bir şey koymaya ya da dua kitabından Kefaret bölümünü kaldırmaya,
çalışın."
"Arayışım sırasında* karşılaştıklarım ve sözünün edildiğini
duyduklarımla altı Tanrı ediyor," dedi kara kız. "Ama bunların hiçbiri
benim aradığım Tanrı değil."
"Tanrı'yı mı arıyorsun sen?" dedi birinci bey. "Kendi
Mumbo Jumbo'nla, ya da kabilenin Tanrısı her ne ise onunla yetinsen daha iyi
değil mi? Bizim Tanrılarımızdan hiçbirinde ona oranla bir üstünlük
bulamayacaksın."
"Bizim Tanrı koleksiyonu içinde Mumbo JumboHarın
çeşitlisi vardır," dedi üçüncü bey. "Bunlardan bir tekini bile sana
sahk veremeyiz, dürüst davrandığımız takdirde."
"Olabilir," dedi kara kız. "Ama dikkatli
olsanız iyi edersiniz. Misyonerler bize sizin Tanrılarınıza inanmayı aşılıyor.
Bize bütün uyanları böyle. Eğer sizin bu tanrılara inanmadığınızı ya da
bunların düşmanı olduğunuzu bir anlarsak, gelip sizi öldürebiliriz. Milyonlara
varıyor bizim sayımız; hem sizler kadar silâh kullanmasını da biliriz."
İkinci bey, "Doğru yanı da yok değil hani bu sözün,"
dedi. "Kendi inanmadığımız Şeyleri bu insanlara aşılamaya hakkımız yok.
Gerektiğinden fazla ciddiye alabilirler. Onlara gerçeği, evrenin doğal
ayıklanma yoluyla ortaya çıktığını, Tanrı'nın bir masal olduğunu söylesek ya."
Birinci bey kuşkulu kuşkulu, "Bunu söylersek eski,
lâyık olanın sağ kalacağı anlayışına dönerler," dedi; "onlarla
rekabette ise bizim sağ kalmaya lâyık olduğumıiz pek belli değil. Bu kız insan
türünün mükemmel bir örneği. Sefer heyetimizin işleri için keşke zavallı
beyazları kullanmasaydık: Yerliler daha güçlü, daha temiz ve daha zeki."
Hanımlardan biri, "Daha da terbiyeli," dedi.
"öyle," dedi birinci bey. "Yerliler Avrupalı
tanrısızlığına karşı bir haçlı seferi açtıkları takdirde bize şans tanıyacak
bir tanrıya inanmalarını aşılamayı tercih ederdim onlara; bundan kuşkunuz
olmasın."
Gözlüklü bir hanım, "Evrenle ilgili gerçeği öğretemezsiniz
bu insanlara," dedi. "Matematiksel evreni şimdi biz biliyoruz. Şu
kızdan, bir sayıyı eksi x'in kare köküne bölmesini isteyin, söylediğiniz şey
hakkında, kafasında ufacık bir kavram kırıntısı bulunmadığını göreceksiniz.
Halbuki eksi x*in kare köküne bölme işlemi, evrenin anahtarıdır."
İkinci bey, "tskelet halinde bir anahtar," dedi. "Bence
eksi x*in kare kökü saçmalıktan başka bir şey değildir. Doğal ayıklanma."
Karamsar bir bey, "Ne yararı var bütün bunların?"
diye homurdandı. "Bildiğimiz biricik şey, güneşin ısı kaybettiği ve
hepimizin yakında soğuktan öleceğimizdir. Bu olgu karşısında herhangi bir şeyin
ne önemi var?"
Canlı, genç bir bey, "Neşeniz yerine gelsin, Bay
Şomağızlı," dedi. "Bu sefer heyetinizin başfizikçisi olarak, kozmik
radyasyonlara ve gelgit olaylarının gecikmesi olgusuna. bir itirazınız
bulunmadığı sürece, güneşin sonunda hepimizi diri diri kavuracak biçimde
gittikçe ısındığına dair de aynı derecede inandın" nedenlerin bulunduğunu
size yetkili bir dille bildirecek konumdayım."
"Bunda sevinecek ne var?" dedi Bay Şomağızlı. "Nasıl
olsa öleceğiz yine de."
Birinci bey, "Mutlaka değil," dedi.
Bay Şomağızlı, kaba bir tarzda, "Mutlaka işte,"
dedi, "tçinde hayatın var olabileceği ısı öğeleri tartışma götürmez bir
kesinlikle tesbit edilmiştir. Havanın donduğu ısıda da yaşayamazsınız, bir
kremasyon fırının ısısında da. Dünya bu ısılardan hangisine ulaşırsa ulaşsın,
mahvolacağız."
"Pöh!" dedi birinci bey; "sizin sözünü
ettiğiniz ısıların öldürücü etki yaptığı biricik yerlerimiz, yani bedenle-
rimiz, rahatsız etmeyici bir ısıda tutulan, iyi havalandırma
düzeni bulunan yatak odalarında çok çok bir iki yil yaşar. Ama ya diri bedehle
ölü beden arasındaki farkı meydana getiren şeyddn ne haber? Bu farkı meydana getiren
şeyin ısıya bağlı olduğuna dair en ufak bir kanıt, hatta en ufak bir olasılık
var mı? Bu şey, her ne kadar beden ve organlan kendi istediği biçimde kurmak
gibi ilgi çekici bir niteliğe sahipse de, o hiç kuşkusuz ne kandır", ne
et, ne de kemik. Cisimsizdir o: Eğer onu düşünmeye çalışırsanız, bir
eletktromanyetik dalga olarak, bir titreşim hızı olarak, esir —eğer esir diye
bir şey varsa— girdabı olarak; yani, var ise —var olmadığını da kim iddia
edebilir?— ölü yıldızların en soğuğunda da, güneşin en kızgın kraterinde de var
olabilen bir şey olarak düşünmek zorundasınız."
Hanımlardan biri, "Pekâlâ," dedi, "güneşin
sıcak olduğunu nerden biliyorsunuz?"
Bay Şomağızlı, aşağılayıcı bir tavırla, "Bir de bunu
Afrika'da soruyorsunuz!" dedi. "Yaktığını hissediyorum: îşte hurdan
biliyorum."
Bay Şomağızlı'nın aşağılayıcı tavrına faiziyle karşılık
veren hanım, "Biberin de yaktığını duyarsınız," dedi; "ama
onunla bir kibrit yakamazsınız."
Bir başka hanım, "Piyano klavyesinin sağındaki bir
nota, soldaki bir notadan daha yüksek gelir size, halbuki her ikisi de aynı
düzeydedir," dedi.
Hanımlardan bir başkası da, "Güney Amerika papağanının
renkleri için, ‘ciyak ciyak bağıran renkler' dersiniz, ama onun renkleri de
serçe kuşunun renkleri kadar sessizdir," dedi.
Otoriter bir bey, "Bu iki anlamlı kelime oyunlarına
cevap vermek tenezzülünde bulunmayın," dedi. "Üç kâğıtçılıktan bir
farkı yok bunların. Ben bir
cerrahım; o ba¬kımdan, kadın beynine kan taşıyan damarların çapının, erkek
beynine kan taşıyan damarların çapına —ki normal ölçü budur— oranla çok âşın
olduğunu, kanıtlanmış bir gerçek olarak bilirim. Bu damar genişliğinin sonucu olan aşın kan yükü, imgelemi hem
kamçılar, hem de bulandırır ve böylelikle insana biberden sıcaklığı, tiz
soprano sesinden yüksekliği ve bir Güney Amerika papağanı¬nın parlak
renklerinden yüksek sesi çağrıştıran bir, çift görme durumu yaratır."
Birinci bey, "Edebî üslubunuza diyecek yok,
doktor,"dedi; "ama sizin söylediklerinizin, benim söylemek istediğim
şeyle bir ilgisi yok. Benim anlatmak istediğim, güneşin ısısı ister bir
biberin ısısı, ister bir alevin ısısı olsun; ayın soğukluğu ister bir buz
soğukluğu, isterse bir züppenin yoksul bir akrabasına duyduğu cinsten bir
soğukluk olsun, her ikisinin de dünya kadar oturulmaya elverişli olması
ihtimalinin bulunuşudur."
"Dünyanın en soğuk bölgelerinde oturulmuyor,"
dedi bay Şomağızlı.
"En sıcak bölgelerinde oturuluyor," dedi birinci
bey. "Eğer yeryüzünde, daha elverişli iklimlerde hepimize yetecek kadar
bol yer olmasaydı, belki en soğuk bölgelerde oturulurdu. Hem, Antarktika'daki
İmparator penguenler var ya. Niye güneşte İmparator semenderler olmasın? Kükürt
taşlarından cehenneme inanan büyük ninelerimiz,' ölü bedeni terk ederek hayat
ile ölüm arasındaki farkı meydana getiren şeye verdikleri adla, ruhun, alevler
içinde sonsuza dek yaşayacağını biliyorlardı. Onların bu inançları, şu bizim
Şomağızlı dostumuzun inancından çok daha bilimseldi."
Bay Şomağızlı, "Cehenneme inanan bir insan, artık her
şeye inanır," dedi, "hatta sonradan kazanılan alışkanlıkların
kalıtım yoluyla geçtiğine bile."
Sefer heyetinin doğa bilgini olan bir bey, "Ben senin evrime
inandığını sanıyordum, Şomağızlı," dedi.
Bay Şomağızlı, içtenlikle, "İnanırım evrime,"
dedi.
. "Beni aşın tutucu mu sanıyorsun?"
Tabiat bilgini, "Eğer evrime inanıyorsan, bütün alışkanlıkların
hem sonradan kazanıldığına, hem de kalıtım yoluyla geçtiğine de inanman
gerekir. Ne va ki, daha hepinizin kanında Cennet Bahçesi var sizin. Sizin
böyle, eski fikirleri atmadan yeni fikirleri benimseyişiniz, hepinizi halk
için tehlikeli insanlar haline getiriyor. Esasta hepiniz aşın birer
tutucusunuz; bilim gübresi şöylece üstünüze serpilmiş, içinize işlememiş
sizin. Siyaset alanında tutucuların ve gericilerin en aptalları, bilimde ise
engelleyicilerin en bağnazlan oluşunuz da bundan ileri geliyor. Ne zaman ileri
bir hareket söz konusu olsa, hepiniz hemen aynı görüşle ortaya atılırsınız.
Durdurun bunu, dövün, asın, dinamitleyin, ezin."
Birinci hanım, "Hepsi aynı görüşle ortaya çıkarmış!"
diye inanmayan bir tavırla konuştu. "Hiç onların bir konu üzerinde
birleştikleri görülmüş şey mi?"
Alaycı bir ifadeyle konuşan bir hanım, "Şu anda hepsi
de aynı doğrultuya bakıyorlar," dedi.
"Hangi doğrultuya?" dedi birinci hanım.
Alaycı hanım, kara kızı göstererek, "Şu doğrultuya,"
dedi.
"Sen hâlâ orada mısın?" dedi birinci hanım. "Gitmeni
söylemiştik sana. Hadi, defol."
Kara kız cevap vermedi. Hanımı ciddî bir ifadeyle uzun uzun
süzdü ve topuzunu parmaklan arasında ağır ağır salladı. Sonra matematikçi
hanıma bakarak, "Nerede yetişir o?" dedi.
"Ne nerede yetişir?" dedi matematikçi hanım.
"Hani şu sözünü ettiğin kök," dedi kara kız. "Aksi
ikiz kökü."
"Kafada yetişir," dedi hanım. "Bir sayıdır
o. Birden beriye doğru sayabilir misin sen?"
Kara
kız parmaklarının da yardımıyla, "Bir, iki, üç, dört, beş mi demek
istiyorsun yani?" diye sordu.
"öyle,"
dedi hanım. "Şimdi birden geriye doğru say bakalım."
"Bir,
bir eksik, iki eksik, üç eksik, dört eksik."
Hepsi
birden alkışladılar. "Mükemmeli" diye bağırdı içlerinden biri. Bir
başkası, "Newton!" dedi. "Leibniz!" dedi'bir üçüncüsü. Bir
dördüncü ise, "Einstein!" dedi. Sonra, hep bir ağızdan, "Olağanüstü,
olağanüstü!"
Sefer
heyetinin etnologu olan bir hanım, "Gelecekte uygarlığın bir kara uygarlık olacağını hep
söyler dururdum size," dedi. "Beyaz adamın işi bitmiştir, bunu kendi
de biliyor ve elinden geldiği' kadar çabuk intihar etmeye bakıyor."
. "Bu kadar ufacık bir şeye neden öyle şaşırdınız?"
dedi kara kız. "Siz beyazlar neden bir türlü büyüyüp biz karalar gibi
ağır başlı olmuyorsunuz? Cam boncukları ilk gördüğüm zaman olağanüstü
bulmuştum; ama kısa zamanda alıştım onlara, İçinizden biri ne zaman saçma bir
lâf etse, hemen olağanüstü diye çığlığı basıyorsunuz. Sahip olduğunuz en
olağanüstü şey, tüfekleriniz sizin. Tanrı'yı bulmak, tüfeğin nasıl yapıldığını
bulmaktan daha kolay olsa gerek. Ama sizin Tanrı'ya aldırış ettiğiniz yok: Yalnız
tüfekleriniz önemli sizin için. Bizi köle haline getirmekte kullanırsınız
tüfeklerinizi. Sonra da, ateş edemeyecek-kadar tembel olduğunuzdan, tüfekleri
bizim elimize verir, sizin yerinize biz ateş" edelim diye, nasıl kullant
lacağını öğretirsiniz bize. Yakında tüfeklerin nasıl yapıldığını da
öğreteceksiniz, zira kendiniz yapamayacak kadar tembelsiniz. Erkeklere Tanrı'yı
unutturan, vicdanlarını uyutup onlara cinayeti bir zevk gibi gösteren içkiler
yapmayı öğretmişsiniz. Bu içkileri bize satıp, nasıl yapılacaklarını öğretirsiniz.
Bir yandan da durmadan topraklarımızı çalar, bizi açlıktan kırdırır,
yılanlardan nefret ettiğimiz gibi kendinizden nefret ettirirsiniz. Ne olacak
bunun sonu? Birbirinizi öyle çabuk geberteceksiniz ki, geriye kalanlarınız,
sizin sihirli içkilerinizle midelerini doldurup sizi kendi tüfeklerinizle
öldürecek olan milyonlarca savaşçımıza karşı duramayacak kadar azalmış olacak.
Ondan sonra da bizim savaşçılarımız, tıpkı sizin yaptığınız gibi, bir birlerini
gebertmeye başlayacak, meğer ki, Tanrı onları durdura. Ah Tanrı'yı nerde bulabileceğimi bir bilsem!
Aramama hiçbiriniz yardım etmeyecek misiniz? Hiçbirinizin umurunda değil mi?"
O ana kadar konuşmaları fazla derin bulan kızgın bir bey, "Tüfeklerimiz
sizi insan yiyen aslandan, insanları ezen filden kurtarmadı mı?" dedi.
"Onlardan kurtarıp, insan döven esir sürücüsünün, insanları
ezen efendinin eline teslim etti," dedi kara kız. "Aslan ve fil,
toprağı bizimle paylaşırdı. Onlar bedenlerimizi yedikleri ya da ezdikleri
zaman, ruhlarımıza dokunmazlardı. Yeteri kadar yediler mi, daha fazlasını
istemezlerdi. Ama sizin açgözlülüğünüzü hiçbir şey doyuramaz. Kuşaklar ve
kuşaklar boyu biz karaları ölesiye çalıştırır, her biriniz, bizden yüz kişinin
yiyebileceğinden, harcayabileceğinden fazlasına sahip olursunuz; ama yine de
bizleri, gittikçe daha az besin, gittikçe daha az giyecek karşılığında, hem
daha sıkı, hem daha uzun süre çalışmaya zorlarsınız. Kendiniz için yeter
olanın ya da bizler için yeterden az olanın ne demek olduğunu bilmezsiniz.
Hem'bize sattığınız mallan alacak paramız yok diye durmadan homurdanırsınız,
hem de bize hep daha az para vermekten başka çare bulamazsınız. Hepiniz sahte Tanrıların
kullarısınız da ondan. Putperestsiniz, yabanisiniz sizler. Sizler ne
yaşamasını, ne de yaşatmasını bilirsiniz. Tanrı'yı bulduğum zaman, sizleri
yokedecek, halkıma ise kendi kendilerini yoketmemeyi öğretecek kafa gücüne
sahip olacağım."
Birinci hanım, "Bakın!" diye bağırdı. "Adamları
baştan çıkarıyor. Böyle yapacağını söylemiştim size. Deminden beri bunun
ayartıcı saçmalarını dinliyorlar. Gözlerine bakın adamların. Tehlikeli bunlar.
Şu kıza bir kurşun yapıştıracağım; siz erkekler yapmazsanız, ben yapacağım
bunu."
Hanımın gözü öyle korkmuştu ki, sahiden de tabancasına el
attı. Ama tabancayı daha kılıfından çıkaramadan kara kız onun üzerine atıldı;
en sevdiği vuruşla, topuzunu hanıma indirdi ve ok gibi fırlayıp ormana daldı.
Bütün kara derili hamallar sevinçten kendilerinden geç-; tiler.
Birinci bey, "Kara kız neşeyi geri getirdiği için ona
teşekkür borçluyuz," dedi. "Bir ara işler iyice kötüye gider
gibiydi. Şimdi düzeldi. Doktor; Miss Fitz-Jones'un kafatasına bir baksanıza."
Doğa bilgini, "Biz hatayı, ona yiyeceğimizden ikram
etmemekle işledik," dedi.
Kara kız, ardından kovalayan olmadığına iyice güven
getirene kadar saklandı. Yaptığı şeyin cezasının kamçı dayağı olduğunu ve bir
beyaz davacı karşısında hiçbir kara derili davalının cezadan kurtulamayacağını
biliyordu. Atlı polisten korkmuyordu, zira bu bölgede atlı polisler çok azdı.
Ama kervanın yolu üstüne çıkmamak için durmadan saklanmak da istemiyordu; amacı
bakımından her yön birbirinin aynı olduğu için de, geldiği yoldan'geri döndü
(zira kervan ileri doğru gidiyordu) ve akşama doğru kendini yine, hokkabazla
konuştuğu kuyu başında buldu. Orada bir panayır sergisi gördü; sergide,
ağaçtan, alçıdan ve fildişinden yapılmış bir sürü suret satışa çıkarılmıştı,
serginin hemen yanı başında, yerde, tahtadan kocaman bir haç üstünde de, ayak
bilekleri birbiri üstüne getirilmiş, kolları gerilmiş durumda hokkabaz
yatıyordu.
Sergiyi tutan adam büyük bir el çabukluğu ve ustalıkla,
hokkabazın tahtadan bir heykelini yontuyordu. Kuyunun tepeliğine oturmuş,
kuşağına pala sokulu, başı sarıklı, yakışıklı bir Arap beyi de, bir yandan
parmaklarıyla sakalını tarayarak onları seyrediyordu.
Arap beyi, "Niye
böyle yapıyorsun dostum?" dedi. "Böyle yapmakla Tanrı'nın Musa'ya
verdiği ikinci emri bozduğunu biliyorsun. Hakçası, palamı çekip seni öldürmem
gerekir; ne var ki, soğukkanlılıkla hiçbir hayvanı, hatta bir insanı bile
öldüremem' ben, yüreğim o kadar yufkadır. Bu yufka yüreğim yüzünden de bütün
hayatım boyunca az çekmedim, az günah işlemedim. Niye-böyle yapıyorsun?"
"Açlıktan ölmemek için başka ne yapabilirim ki?"
dedi hokkabaz. "İnsanlar beni aralarından öyle bir atış attılar ki
biricik geçim yolunu, bu haçın üzerinde bütün gün yatmam için bana saatine altı
metelik ödeyen bu iyiliksever sanatçıya modellik etmekte buldum. Kendisi de
geçimini benim bu gülünç pozdaki suretlerimi satarak sağlıyor. İnsanlar polis
haberlerinden başka şeye ilgi duymadıklarından, beni ölen Suçlu diye
putlaştırıyorlar. Sanatçı yeteri kadar suret yapıp depo ettiği, ben de altı
meteliklerden yeteri kadar biriktirdiğim zaman tatil yaparak dolaşıyor,
insanlara iyi öğütler, ahlâka yararlı gerçekler veriyorum. Beni dinlemiş
olsalar, şimdikinden çok daha mutlu, çok daha iyi durumda olurlardı. Ne var
ki, ancak onlara hokkabazlık numaralan gösterdiğim zaman dinliyorlar beni;
hokkabazlık numaralan gösterdiğim zaman da sadem bir metelik, bazen bîr mangır
atın, benim harika bir adam olduğumu, yeryüzünü benim gibisinin gelmediğini
sövlüvoriar: ama vine de budalalıklarını, kötülüklerini ve zalimliklerini
sürdürüyorlar. Bazı zamanlar, Tanrı'nın beni terk ettiğini düşünecek hale
geliyordu."
Arap harmanisinin kıvrımlanın kendisine daha yakışacak
biçimde düzeltip, "Mangır dediğin nedir?" diye sordu.
"Üç meteliklik sikke," dedi hokkabaz. "Bana
tek metelik verirken görülmekten utandıkları, altı meteliği de fazla
gördükleri için üç meteliklik sikke yaptı insanlar."
"İnsanlar bana böyle davranacak olsalar hiç hoşuma
gitmezdi," dedi Arap. "Benim de insanlara vereceğim bir Tanrı haberi
var. Kendi hallerine bırakılsalar, benim halkım yere kapanır, bu sergideki
bütün suretlere tapardı. Suret bulamasalar taşa taparlardı. Benim getirdiğim haber,
bir ve biricik, yüce ve ulu Allah'tan başka kudret ve kuvvet olmadığıdır.
Hiçbir ölümlü; O'nun suretini yapmaya cüret edememiştir. Eğer eden çıksaydı,
Allah'ın merhametli olduğunu unutur ve yufka yürekliliğimi yener, onu kendi
elimle keserdim. Ama Allah'ın büyüklüğünü bir cisim biçiminde kim düşünebilir
ki? Onun güzelliği, O'nun büyüklüğü hakkında en yavuz bir atın sureti bile bir
fikir veremez, işte, onlara bunu söylediğim zaman, benden de hokkabazlık
numaralan yapmamı istiyorlar; onlara benim de onlar gibi bir insan olduğumu,
Allah'ın koyduğu yasaları kendisinin bile bozamayacağını —Allah'ın yasadışı
bir iş yaptığı düşünülebilirse— anlattığım vakit de, çekilip gidiyor ve benim
mucizeler yarattığım yalanını yayıyorlar. Ama kendileri inanıyorlar; zira
kuşkulanacak olsalar, onları inancı bütün olanlara kestiririm. Senin de böyle
yapman gerekir, dostum."
"Ama benim getirdiğim tanrı haberi, insanların birbirlerini
öldürmemeleri gerektiğidir," dedi hokkabaz. "Bir öyle, bir böyle
söylemek olmaz ki."
"Kendi aralarındaki kavgalar bakımından doğrudur bu,"
dedi Arap. "Ama yaşamaya lâyık olmayanları öldürmeliyiz. Bahçeyi
suladığınız gibi, zararlı otlardan da temizlemeliyiz."
Hokkabaz, "Yaşamaya kimin lâyık. olduğuna, kimin
olmadığına kim karar verecek?" dedi. "En yüksek makamlar,
imparatorun valileri, başpapazlar benim yaşamaya lâyık olmadığıma karar
verdiler. Belki de onlar haklıydı."
"Benim hakkımda da aynı karara varmışlardı," dedi
. Arap. "Kaçtım ve yeteri kadar sayıda pehlivan yapılı genci,
büyüklerinin benim' hakkımda yanıldıklarına, aslında yaşamaya lâyık
olmayanların ötekiler olduğuna inandırıncaya kadar saklandım. Sonra pehlivan
gençlerle dönüp, bahçeyi zararlı otlardan temizledim."
Hokkabaz:, "Cesaretine ve pratik bilgeliğine hayranım,"
dedi; "ne yapalım ki, ben öyle yaratılmamışım."
"Böyle niteliklere hayran olma," dedi Arap. "Bu
niteliklerimden utanıyorum bile ben. Çöldeki her şeyhte bol bol vardır bu
niteliklerden. Ben, beni tanrısal vahyin aracı yapan akıl üstünlüğüme bakarak
değerlendiririmken konuşmayı esinliyor."
Hokkabaz, üzüntülü, "Hayır," dedi. "Keşke
yazabilseydim; o zaman bu yorucu haçtan kurtulabileceğim gibi, haberimi de
basılı olarak bütün dünyaya yayabilecek kadar para kazanırdım. Ama ben yazar
değilim. İçinde bütün esasları taşıdığını umduğum, kısacık bir dua söyle. dim,
o kadar. Ne yapalım ki, Tanrı bana yazmayı değil, konuşmayı ilham ediyor."
"Yazmak, faydalıdır," dedi Arap. "Adı
mübarek Allah'ın kelâmından birçok bölümleri yazmak vahiy olundu bana. Ama
Allah'ın yarattığı dünyada, Allah'ın kendileriyle uğraşmayı gereksiz saydığı
insanlar vardır. O'nun kelâmı bu insanlara bir şey ifade etmez; o bakımdan, ben
bunlarla hesaplaşmak zorunda kaldığım vakit artık vahiy almaz olduğumdan, ister
istemez kendi buluşlarıma, kendi zekâma başvururum. Bunlar için Mahşer'e,
günahkârların sonsuza dek azap çekmek üzere gideceği cehenneme dair korkunç
masallar yazarım. Bu dehşet verici sahnelerin karşısına, Allah'ın istediğini
yapanlara ayrılmış cennete dair büyüleyici tablolar koyarım. Hani onları baştan
çıkaracak cinsten bir cennet: Bahçelerden meydana gelmiş, güzel kokularla,
güzel kadınlarla dolu bir cennet"
"Peki Allah'ın istediğinin ne olduğunu nerden bili yorsun?"
diye sordu hokkabaz.
"Onlar Allah'ın istediğini anlayamayacaklarından, Allah'ın
istediği yerine benim istediğimi koymak gerekiyor," dedi Arap. "Benim
istediğimi anlayabilirler, aslında benim istediğim de Allah'ın istediğidir;
gerçi istediklerim, benim ölümlü tutkularım ve ihtiyaçlarımla biraz toprağa
bulanmıştır, ama yine de onlara sağlayabileceğimin en iyisidir. Bu olmasa beni
hemen bırakır, onlara yeryüzünde vuracakları daha büyük bir vurgun vaad eden
ilk şeyhin ardı sıra giderlerdi. Ama başka hangi şeyh, kendi buluşlarını gerçek
vahiyin görkemine büründürebilecek bir akıl yetkinliğiyle böyle bir kitap
yazarak onlara öldükten sonra sonsuz mutluluğa ereceklerini vaad edebilirdi?"
Hokkabaz, terbiyeli terbiyeli, ama biraz da gıptayla, "Sende
başarı için gerekli bütün nitelikler var," dedi.
Arap, "Benim başım gökte, ayağım yerdedir," dedi.
"Bununla birlikte, gençliğimde bir dulun develerini gütmekten gurur
duyardım. Şimdi Allah'ın boynu bükük kuluyum, O'nun adına insanları güdüyorum.
Zira ululuğu ve yüceliği başka bir şeyde tanımıyorum ve Şeytan'dan, Şeytan'ın
döllerinden Allah'a sığınıyorum."
Deminden beri sessiz sedasız bir yandan onları dinleyip,
bir yandan işini yapmakta plan oymacı, "Bunca kudret ve kuvvet, onu
zamanın değiştirip bozamayacağı suretler halinde cisimlendirecek güzellik
anlayışıyla ustalık olmadıktan sonra neye karar?" dedi. "Suret
yapmayı yasaklayan senin Allah'ın benim işime gelmez."
Arap, "Şunu bil ki, ey kâfir köpek," dedi, "hayvan
sureti bile olsalar, suretlerde, insanları yere kapandırıp onlara taptıracak
kudret yoktur.*
Lâfa karışan hokkabaz, "Hattâ marangoz oğullarının
sureti bile olsalar," dedi.
Araya sıkıştırılan bu lâfa pek de dikkat etmeyen Arap
sözünü sürdürerek, "Deve güttüğüm zamanlar," dedi, "denklerin
içinde atmaca başlı, ellerinde kamçı tutan, tahtlara kurulmuş adamların
putlarını taşırdım. Tanrı'ya insan suretinde tapmaya başlayan Hıristiyanlar,
şimdi O'na kuzu suretinde tapıyorlar. Onun ellerinden çıkan eseri taklide
yeltendikleri için onlara Allah'ın takdir ettiği cezadır bu. Ama sakin ola bu
yüzden, Allah'ın güzellik anlayışını inkâra kalkışmayasın. Şurada senin günahım
paylaşmakta olan modelin bile sana, Allah'ın zambaklarının, Süleyman'ın bütün
fistanlarından daha güzel olduğunu hatırlatacaktır. Allah gökleri Kendi
resimleri diye, Çocuklarını Kendi heykelleri diye yapar ve bunları bizim
dünyevî görüşümüzden uzak tutmaz. O senin güzel fistanlar, eyerler, koşumlar
ve üzerinde O'na secde edeceğin seccadeler yapmana, kıymetli taşlardan çiçek
tarhlarına benzeyen pencereler yapmana izin verir. Ama sen kalkar, O'nun
Kendine ayırdığı işe burnunu sokarsın. Allah saklasın böyle günah işletmekten
benim halkımı!"
"Pöh!" dedi heykeltıraş, "senin Allah'ın
aceminin biri; bunu kendi de biliyor. Sergimin perdeyle ayrılmış bir köşesinde
öyle güzel Yunan tanrıları var ki, senin Allah' in bunları kendi amatör işi
eserleriyle karşılaştırsa, kıskançlıktan çatlar. Ben sana derim ki, Allah benim
ellerimi, kendi eleri —eğer elleri varsa, tabiî— çok beceriksiz olduğu için
yarattı. Sanatçıların tanrısı. Kendi ‘eseriyle hiçbir zaman tatmin olmayan
eserini kudretinin son sınırına kadar hem mükemmelleştiren, bu sınıra ulaştığı
zaman durması gerektiğini bildiği haldd, sınırın ötesinde de bir mükemmelliğin
bulunduğunun ve bu mükemmellik olmayınca resmin hiçbir anlam taşımayacağının
hep farkında olan bir sanatçıdır. Senin Allah'ın bir kadın yaratabilir. Ama
Aşk Tanrıçası'nı yaratabilir mi? Hayır: Bunu ancak bir sanatçı yaratabilir.
Bak!" diyerek kalkıp sergisinden içeri girdi. Perdeyle ayrılmış köşeden
mermer bir Venüs aldı, getirip onu tezgâhın üstüne koyarak, "Allah bunu
yaratabilir mi?" dedi.
Deminden beri kimsenin dikkatini çekmeden dinlemekte olan
kara kız, "Kolları, bacakları soğuk bunun," dedi.
"Çok güzel bir söz!" diye bağırdı Arap. "Canh
bir başarısız eser, ölü bir başeserden iyidir: sen bir sözcükle canını almamış
olsaydın benim öldürmem gereken, putperestlerin şu en küstahına karşı Allah
böylece haklı çıktı."
Kılı bile kıpırdamayan sanatçı, "Hâlâ sağım ben,"
dedi. "Şu kızın kollan, bacakları bir gün gelecek, bütün mermerlerden daha
soğuk olacak. Benim Tanrıçamı ortadan ikiye böl, yine de özüne kadar mermer
olarak kalacaktır. Palanla şu kızı ikiye biç de bak, ne göreceksin."
"Sözlerin artık beni ilgilendirmiyor," dedi Arap.
"Kız: Evimde bir kanlık yer daha var. Güzelsin sen: Cildin kara ipek
gibi: Hayat dolusun."
"Kaç karın var senin?" dedi kara kız.
"Çoktandır saymayı bıraktım," diye cevap verdi
Arap, "Ama sana deneyimli ve kadınları Allah'ın izniyle mutlu etmesini
bilen bir koca olduğumu göstermeye yetecek kadar var."
"Ben muıtluluğu aramıyorum; Tanrı'yı arıyorum,"
dedi kara kız.
"Daha bulamadın mı O'nu?" dedi hokkabaz.
"Bir sürü Tanrı buldum," dedi kara kız. "Her
karşıma çıkan önüme bir Tanrı sürdü! Şu suret yapıcısının da bir dükkân dolusu
tanrısı var. Ama bana göre bunların hepsi de yan ölü, yalnız şu rafın
üstündeki, hani şu yarısı keçi, yansı insan, ağız orgu çalan gibi yan hayvan,
yan insan olanlar hariç. Bu, doğaya çok sadık; zira ben kendimde, bir Tanrıça
olmayı istesem bile, yarı keçi yarı kadın olduğumu biliyorum. Yalnız şu yansı
keçi olan tanrıların bile yarısı erkek. Niye hiçbir zaman yanları kadın
olmuyor?"
Suret yapıcısı, Venüs'ü göstererek, "Ya bu ne?"
dedi
Kara kız, "Niye alt yarısı çuval içinde saklı onun?"
dedi. "O ne tanrıça, ne de kadın: Kendi bedeninden utanıyor o; üst
yansına gelince, beyazların hanım dediklerine benziyor. Hanımefendi gibi bu
kadın; güzel de. Bir beyaz genel vali onu evinin baş köşesine oturtmaktan zevk
duyabilir; ama bana göre vicdanı yok bu kadının, vicdanı olmayışı da onu,
tanrıya benzemeksizin, insan dışı yapıyor. Yaramaz bana o."
"Kelâm beden olacaktır ([23]),
mermer değil," dedi hokkabaz. "Bu tanrılar insan bedenine sahip diye
şikâyet etme. Senin için insan kılığına bürünmeselerdi, bir insan olan sen
onlarla nasıl herhangi bir yakınlık kurabilirdin? Tanrılık ile arasında bir
bağlantı kurulması için, bazı tanrıların insan olması gerekmektedir."
"Ya da bazı kadınların Tanrı olması," dedi kara
kız. "Böylesi çok daha iyi olurdu, zira insan olmak tenezzülünde bulunan
Tanrı alçalır; halbuki Tanrı olan kadın yücelir."
"Allah beni bütün ukalâ kadınlardan saklasın,"
dedi Arap, "rastladığım kadınların en ukalâsı bu. Allah'ın işinden sual
olunmaz, işte böyle, kadınları güzel yaptı mı, ukalâ da yapar. Allah onlara
hoşnut olsunlar diye ne kadar çok verirse, onlar o kadar hoşnutsuz olurlar. Bu
ise, bütün kudret ve kuvvete sahip Allah'ın kendisinden bile hoşnutsuz. Ey,
kız, Yüce Allah seni hoşnut edemedikten sonra hangi tanrı ya da tanrıça seni
hoşnut edebilir?"
"Adını duyduğum, daha iyi bilmek istediğim bir tanrıça
var," dedi kara kız. "Adına ‘Aksi' diyorlar; bana öyle geliyor ki,
başka hiçbir tanrının veremeyeceği bir şey var onda."
Suret yapıcısı, "Böyle bir tanrıça yoktur," dedi.
"Benim yarattıklarımdan başka hiçbir tanrı ya da tanrıça yoktur; bense,
Aksi adında bir tanrıça yapmadım."
"Var olduğuna hiç kuşku yok," dedi kara kız, "zira
beyaz hanım ondan saygıyla söz etti ve evrenin anahtarının, bu tanrıçanın
kadınlığının kökü olduğunu, bu kökün sayı gibi sonsuz olduğunu, zira bir eksik,
iki eksik, eksik eksik diye ne kadar saysan başlangıca ulaşamayacağın gibi,
bir fazla, iki fazla, fazla, fazla diye ne kadar saysan sonuna da
ulaşamayacağını, böylece sonsuzu ancak sayılar yoluyla bulabileceğini söyledi."
"Sonsuzluk, bir başına hiçtir," dedi Arap. "Ben
sonsuz gerçeği bulamadıktan sonra, sonsuzluktan bana ne?"
Kara kız, "Yalnız sayıların gerçeği sonsuzdur,"
dedi. "Bütün öteki gerçekler, çocukluğumuzdaki kuruntularımız gibi ya
göçüp gider, ya da yanlış çıkar; ama sekiz ile iki, bir ile dokuz, on olarak
sonsuza dek kalacaktır. Bundan ötürü bana sayılarda tanrısal bir şey var gibi
geliyor""
Suret yapıcısı, "Sayılan yiyip, sayıları içemezsin,"
dedi. "(Onlarla evlenemezsin."
"Tanrı bize yiyip içmemiz için başka şeyler ihsan etmiş,"
dedi kara kız, "evlenmeye gelince, birbirimizle evlenebiliriz."
"Ama onlarla ne çizgi çizebilir, ne de onları bir kalıba
sokabilirsin," dedi suret yapıcısı. "Bu kadarı da bana yeter."
"Biz Araplar bunu yapabiliriz," dedi Arap; "Bu
işaretle de dünyayı fethedeceğiz. Bakın!" Arap böyle diyerek yere eğildi
ve kumun üzerine birtakım işaretler çizdi.
Kara kız, "Misyoner Hanım, Tanrı'nın sihirli bir.
sayı, yani, bir içinde üç, üç içinde bir olduğunu söylüyor." dedi.
"Bu çok kolay," dedi Arap. "Ben babamın
oğlu, oğullarımın babasıyım, bir de beni ekle: Bir içinde üç, üç içinde bir.
İnsan'ın niteliği çok katlıdır; bir olan yalnız Allah'tır. O birliktir. O,
soğanın cücüğüdür; onsuz hiçbir şeyin olmayacağı cisimsiz merkezdir O; O,
sayısız yıldızların sayısı, tartıya gelmez havanın ağırlığıdır."
"Sen muhakkak bir şairsin," dedi suret yapıcısı.
Böyle lâfı yanda kesilen Arap kıpkırmızı oldu, ayağa
fırladı, palasını sıyırdı. "Beni aşağılık bir türkü taciri olmakla mı
suçluyorsun?" dedi. "Bu hakareti ancak kan temizler."
"Affedersin," dedi suret yapıcısı. Kötü bir niyetle söylemedim. Her budalanın
yaratabileceği ve kokusundan ölmemek için toprağın altına saklamak zorunda
kalacağı bir ceset yaratmaktan utanmıyorsun da, binlerce insan ömründen daha uzun
zaman yaşayan bir türkü yaratmış olmaktan niye utanıyorsun?"
Silâhını kınına sokup yerine oturan Arap, "Doğru
söyledin," dedi. "Şeytan kirli beyitler düzdüğü zaman Allah'ın
bunları temizlemek için tanrısal bir nağme gönderişi de, O'nun sual olunmayan
hikmetlerindendir. İtiraf ederim, türkü çığırmaya pek meraklıydım gerçi, artık
namuslu bir deve güdücüydüm ben, hiçbir zaman çığırdığım türkülere karşılık
para almadım."
"Ben de öyle fazla büyütülecek bir dürüstlük gösterebilmiş
değilim," dedi hokkabaz. "Bana obur ve bekri derlerdi. Hiç oruç
tutmadım. Sebti bozdum. İyi olmaları gerektiği kadar iyi olmayan kadınlara ince
davrandım. Anama kabalık ettim, ailemden kaçındım; zira bir adamın gerçek aile
ocağı, Tanrı'nın baba, bizim de onun çocukları olduğumuz aile ocağıdır, yoksa
erkeğin ta memeden kesilene kadar anasının dizi dibinde oturacağı küçültücü
ev ya da dükkân değildir."
Arap, "Bu kafa krampından kurtulmak için erkeğin
birçok karısı, büyük bir ailesi olmalıdır," dedi. "Erkek sevgisini
dağıtmalıdır. Erkek birçok karı tanımadan, birinin değerini bilemez; zira
değer, bir ölçüştürme sorunudur. Son karımın ne olduğunu görene kadar, ilk
karımın nasıl bir yaşlı melek olduğunu anlamamıştım ben."
Kara kız, "Peki, ya karıların?" dedi. "Onlar
da senin değerini anlamak için pek çok erkek tanıyacaklar mı?"
"Bu Şeytan'ın kara kılından Allah'a sığınırım,"
diye feryat etti Arap. "Erkekler konuştuğu, konuştukları konu da bilgelik
olduğu zaman, dilini tutmasını bil, kadın. Tanrı, kadını yaratmadan önce
erkeği yarattı."
"Sonradan akla gelen düşünceler en iyi düşüncelerdir,"
dedi kara kız. "Eğer dediğin gibiyse, Tanrı kadını herhalde, erkeği
yetersiz bulduğu için yaratmış olmalı. Sen hangi hakla elli karı istiyorsun da,
her birini tek kocaya mahkum ediyorsun?"
Arap,
"Yeniden hayata gelecek olsaydım," dedi, "bir* keşiş olur,
kapımı bütün kadınlara ve onların sorularına kapardım. Yalnız şunu aklına koy. Birçok kadın benim mükemmelliğim
ve kendi ferasetleri oranında paylarına düşecek kadar bana sahip olmak
isteyebileceği halde, tek karım olunca hepsini paylarından yoksun bırakmış olurum.
Çocukları için en iyi babayı isteyen aydın kafalı kadın, kendisini ona hiç
vermeyecek bütün bit koca yerine, benim ellide bir parçamı ister. Böylece bu
adaletsizliği önlemek varken, niye bunun acısını çeksin?"
"Peki ama kadın seni elli erkekle ölçüştürmeden, değerini
nerden bilecek?" diye sordu kara kız.
"Elli babası olan çocuğun babası yoktur," diye bağırdı
Arap.
"Anası olduktan sonra ne zararı var?" dedi kara
kız. "Hem, senin dediğin doğru da değil. Elli tanesinden bir tanesi
çocuğun babası olur."
"Öyleyse şunu bil ki," dedi Arap, "sayısız
erkek bilen utanmaz kadınlar vardır; ama onlar çocuk doğurmaz, halbuki gözümü
diktiğim her çekici kadına arzu duyan ve ona sahip olan ben, geniş bir
zürriyete de sahibim. Bundan da, kadınlara karşı adaletsizliğin, Allah'ın sual
olunmaz hikmetlerinden biri olduğu açıkça anlaşılır; Allah'a isyan ise
boşunadır. Allah büyük ve uludur; kudret ve kuvvet yalnız O'nundur; adaleti
ise bizim idrakimizin sınırı dışındadır. Bolluk içinde fazla şımaran karılarım
acılar içinde doğururlar çocuklarını; çığlıklarını duyduğum zaman yüreğim
parçalanır. İşte bu acılardan biz erkekler esirgenmişizdir. Bu adaletsizliktir;
ama bu adaletsizliği düzeltmek için, erkeklerin yaptığını kadınların,
kadınların yaptığını da erkeklerin yapmasından başka çare olmadığına göre, sen
kalkıp da bana çocuk doğurmamı mı söyleyeceksin? Sana sadece, Allah'ın buna
izin vermeyeceği cevabını veririm. Doğaya aykırıdır bu."
"Doğaya aykırı gidemeyeceğimizi biliyorum," dedi
kara kız. "Sen çocuk doğuramazsın; ama bir kadının birçok kocası olabilir
ve kadın yine de, her seferinde bir kocayla yatmak şartıyla, çocuk
doğurabilir."
"Allah'ın öbür adaletsizliklerinden biri de, son sözün
kadınlara bırakılması kuralını koymuş olmasıdır," dedi Arap. "Ben
dilimi yuttum."
Suret yapıcısı, "Ya bir erkeğin çevresini elli kadın
alıp da, her biri son sözünü söyleyince ne olur?" dedi.
Arap, gayet dokunaklı bir edayla, "O bir tek erkeğin,
bütün günahlarının kefaretini ödeyip Allah'a sığındığı cehennem olur,"
dedi.
Kara kız arkasını dönüp giderken, "Erkeklerin kadınlardan
söz ettiği yerde Tanrı'yı bulamam ben," dedi.
Suret yapıcısı, "Kadınların erkeklerden söz ettiği yerde
de bulamazsın," diye onun ardından seslendi.
Kara kız, hakkın var der gibi elini salladı ve onların
yanından ayrıldı. Ondan sonra, kara kız son derece cici küçük bir villiaya
gelene kadar önemli bir şey olmadı. Villanın acemi bir heveslinin elinden çıkma
bahçesini, buruşuk derili, yaşlı bir bey çapalamaktaydı; yaşlı beyin öyle
etkileyici gözleri vardı ki, bütün yüzü sırf gözmüş gibi görünüyordu. Öyle
dikkati çeken bir burnu vardı ki bütün yüzü sırf burunmuş gibi görünüyordu;
komik denecek kadar muzip bir edası olan ağzı öyle güçlü bir ifade taşıyordu
ki, bütün yüzü sırf ağızmış gibi görünüyordu, ama kara kız bu üç uyuşmazı
birleştirince, yaşlı beyin yüzünün sırf zekâ olduğu kararına vardı.
"Affedersin efendi," dedi kara kız. "Seninle
konuşabilir miyim?"
"Ne istiyorsun?" dedi yaşlı bey.
"Tanrı'ya giden yolu sormak istiyorum," dedi kara
kız. "Gördüğüm bütün yüzler içinde en bilgilisi seninki olduğu için, sana
sorayım dedim."
"İçeri gel," dedi yaşlı bey. "Uzun boylu
düşündükten sonra, Tanrı'nın en iyi aranılacağı yerin bahçe olduğuna karar
verdim ben. Burasını kazıp, O'nu arayabilirsin."
Kara kız, hayal kırıklığına uğrayarak, "Ben Tanrı'yı
hiç de böyle aramayı düşünmüyorum," dedi. "Yoluma devam edeyim ben,
teşekkür ederim."
"Kendi düşüncem dediğin şey seni şimdiye kadar O' na
ulaştırabildi mi?"
Kara kız durarak, "Hayır," dedi, "ulaştırdığını
söyleyemem. Ama senin düşünceni de beğenmedim."
"Tanrı'yı bulan pek çok insan O'nu beğenmemiş ve
ömürlerinin geri kalan kısmını O'ndan kaçarak geçirmişlerdir. Sen O'nu
beğeneceğini nerden biliyorsun?"
"Bilmiyorum," dedi kara kız. "Ama misyonerin
şiirlerinden birinin bir dizesi var ki, en yüceyi gördüğümüz zaman onu ister
istemez seveceğimizi söylüyor."
"O şair budalanın biriydi," dedi yaşlı bey. "Biz
en yüceyi gördüğümüz zaman ondan nefret ederiz; onu çarmıha gereriz; baldıran
zehiri içirerek öldürürüz, bir odun yığınının üstüne bağlar, diri diri yakarız.
Ben bütün hayatımda, karınca kararınca Tanrı'nın işini yapmaya ve O'nun
düşmanlarına kendi kendilerine gülmeyi öğretmeye çalıştım; ama bana Tanrı'nın
şu yoldan geldiğini söyleyecek olsaydın, hemen en yakındaki sıçan deliğine
girer, O geçip gidene kadar korkudan soluk bile alamazdım. Zira eğer Tanrı beni
görecek, kokumu alacak olsa, emirlerimi dinlemeyen her zehirli böceği ben nasıl
eziyorsam, O da beni ayağının altında ezmez miydi? 'Ah, Tanrı'yı nerede
bulabileceğimi bir bilsem,' diye Tanrı'nın ardından koşanlar, O'nun önünde
durabileceklerini sandıklarına göre, herhalde kendilerini müthiş bir şey
sanıyor olmalılar. Misyoner sana hiç Jüpiter'le Semele'nin öyküsünü anlattı
mı?"
"Hayır," dedi kara kız. "Neymiş bu öykü?"
Yaşlı bey, "Jüpiter, Tanrı'nın adlarından biridir,"
dedi. "Tanrı'nın birçok adı olduğunu biliyorsun değil mi?"
"Son karşılaştığım adam ona Allah diyordu."
"Tamam işte," dedi yaşlı bey. "Ha, Jüpiter,
Semele' ye âşık olmuş ve insaf edip onun karşısına ademoğlu kılığında çıkmış,
ademoğlu gibi davranmış. Ne var ki, Semele kendisini, bir tanrı tarafından,
tanrılığın bütün büyüklüğü ile sevilmeye lâyık görmüş. Jüpiter'in, baştan
aşağı Tanrılığının parlak kisvesine bürünerek gelmesi için ısrar etmiş."
"Jüpiter öyle yapınca ne olmuş?" diye sordu kara
kız.
"Semele'nin birazcık aklı olsa, ne olacağını bilmesi
gerekirdi," dedi yaşlı bey; "tabiî olan olmuş ve Semele büzülüp,
kurumuş, ateşe atılan bir pire gibi çatlamış, O' nun için, sen de gözünü aç.
Semele gibi budalalık etme. Tanrı senin dirseğinin dibinde, öteden beri orada
duruyor; ama O'nu çok yakından tanıyıp da aklını kaçırmayasın diye, Tanrısal
merhameti yüzünden kendini sana göstermiyor. Kendine küçük bir bahçe yap:
Bahçeni çapala, ek, zararlı otlardan temizle, buda; bahçene gerektiği gibi bakmadığın
zaman eğer Tanrı senin dirseğini dürterse ya da iyi baktığın zaman seni
kutsarsa, buna sevin ve bu kadarıyla yetin."
"Peki O'nu olduğu gibi görmeye hiçbir zaman dayanamayacak
mıyız?" dedi kara kız.
"Bana kalırsa, dayanamayacağız," dedi yaşlı
filozof. "Zira O'nun bütün amaçlarını yerine getirerek kendimiz de birer
tanrı olmadıkça, O'nu olduğu gibi görmeye dayanamayız. Ama O'nun amaçları
sınırsızdır, bizler ise kısacık bir süreyle sınırlıyız, onun için de, Tanrı'ya
şükürler olsun, O'nun amaçlarının hepsine hiçbir zaman ulaşamayacağız.
Böylesi bizim için çok daha iyi. Eğer işimiz bitseydi, bize gerek kalmazdı:
Sonumuz gelirdi; zira, bizi, kısa ömürlü böcekleri sırf seyretmek için hayatta
tutmazdı Tanrı. Onun için gel içeriye de, O'nun rızasına bu bahçeyi terbiye
etmeye yardım et. Geri kalanını O'na bırak, daha iyi."
Böylece kara kız topuzunu yere bırakıp, içeri girdi ve
yaşlı filozofla birlikte bahçıvanlık etmeye başladı. Zaman zaman başkaları da
gelip yardım ediyordu. Başlangıçta kara kız bunu kıskandı; ama kıskançlık gibi
duygulardan nefret ettiği için, çok geçmeden başkalarının da gelip gitmesine
alıştı.
Günün birinde, sebze yetiştirdikleri arka bostanda kızıl
saçlı İrlandalı bir adamın çalıştığını gördü.
"Kim soktu sent buraya?" diye sordu adama.
"İnanç" dedi İrlandalı, "ben kendim girdim.
Niye girmeyeyim?"
"Ama bahçe yaşlı beye aittir," dedi kara kız.
"Ben sosyalistim," dedi İrlandalı, "bahçelerin
ona buna ait olmasına akhm ermez benim öyle. O ihtiyar kaçığın biri, üstelik
içi geçmiş, elinden iş çıkmıyor, patatesleri onun yerine ekecek biri gerek. O
patates ekmesini öğrendiğinden bu yana patatesler üzerinde sürüyle yeni bilgiler
ortaya çıktı."
"Demek sen buraya Tanrı'yı aramaya gelmedin?" dedi
kara kız.
"Aramanın canı cehenneme," dedi İrlandalı. "Canı
isterse Tanrı beni arasın. Hem benim inancım şu ki, kendini tanrı diye ortaya
koyan şey, ortaya koyduğu şeyden ibaret değildir. Bizim içimizde ve dışımızda,
tanrıya ulaşmaya çalışan bir şey var: Burası muhakkak; bunun dışında muhakkak
olan biricik şey ise, ona ulaşmaya çalışan şeyin, ulaşmak isterken bir sürü
yanlış yaptığıdır. Sen ve ben, o şeyi oraya ulaştırmak için elimizden geleni
ardı-, miza koymamalıyız; zira Allah'ın cezası bir yığın insan, var ki,
midelerinden başka bir şey düşünmüyorlar." İrlandalı böyle diyerek
avuçlarına tükürdü ve çapalamaya devam etti.
Kara kız da, yaşlı filozof da İrlandalıyı biraz fazla kaba
buldular (gerçekten de öyleydi), ama yaran dokunduğu, ve bir türlü çekilip
gitmediği için, ellerinden geldiği kadar ona, daha ince davranış usulleri
edinmeyi, daha temiz bir dille konuşmayı öğretmeye çalıştılar. Bununla birlikte,
Tanrı'nın sonsuz, ama henüz gerçekleştirilmemiş bir amaçtan daha somut, daha
elverişli bir şey olabileceğine ya da bu amacın gerçekleştirilmesi sosyalizm
tarafından akla yakın, kolay, umut verici hale getirilmedikçe, amacın herhangi
bir suretle gerçekleştirilebileceğine asla kandıramadılar İrlandalıyı.
Buna rağmen, İrlandalıya terbiyeli davranmayı, temizliği
öğrettikten sonra ona, hatta onun korkunç şakalarına bile alıştılar. Bir gün
yaşlı bey, kara kıza, "Senin gibi üstün meziyetleri olan genç bir kadının
kocasız, çocuksuz kalması doğru değil," dedi. "Ben sana göre çok
yaşlıyım, onun için şu İrlandalıyla evlensen iyi edersin."
Kara kız, yaşlı beye çok bağlanmış olduğundan, onun
kendisini başka birine vermek istemesine müthiş kızdı, hatta bütün geceyi, İrlandalıyı
topuzuyla kovmak için planlar kurmakla geçirdi. Yaşlı beyin, kendisinin dengi
olabilmek için gerektiğinden altmış yıl erken doğduğunu doğa yasalarına uyup
yakında ölerek onu eşsiz bırakacağını bir türlü kabul etmek istemiyordu. Ama
yaşli'bey bu apaçık gerçekleri, kara kız üzerinde işleyerek onun kafasına öyle
bir yerleştirdi ki, sonunda kara kız pes etti ve ikisi birlikte bostana gidip, İrlandalıya,
kara kızın onunla evleneceğini söylediler.
İrlandalı yaslı bir feryat koparıp, küreğini kaptığı gibi
bahçe kapısına doğru fırladı. Ne var ki, kara kız önceden tedbiri alıp, kapıyı
kilitlemişti; İrlandalı kapıya tırmanamadan ona yetişip, sımsıkı yakaladılar.
İrlandalı, son zamanlarda edindiği ince konuşma usullerini
bir anda unutuverip, "Bu kara barbarla, bu zenci karısıyla ben mi
evleneceğim," diye acıklı acıklı bağırdı. "Bıraksanıza beni be. Ben
kimseyle evlenmek istemiyorum."
Ama kara kız onu demirden bir kıskacı (bununla birlikte,
sertliği duyurulmayan bir kıskacı) andıran parmaklarıyla yakalamıştı; yaşlı
bey de İrlandalıya, kaçtığı takdirde, Tanrı'yı aramak istemeyen ve kendisinin
alıştığı bu ipek gibi parlak kara cilt yerine soluk, sararmış bir cildi
bulunan herhangi yabancı bir kadının pençesine düşeceğini anlattı. Neyse ki,
yarım saat kadar süren ağız kavgalarından, nice dil dökmelerden ve İrlandalıyı
yüreklendirmek için yaşlı beyin en nefis Burgonya şarabından ikram ettiği bir
kadehten sonra, İrlandalı, "Eh, bir itirazım yok evlenmeye," dedi.
Böylece evlendiler; kara kız, İrlandalı ile çocuklara
(çocukların tatlı bir kahverengi derileri vardı) çok güzel bakıyordu, hatta
onlara çok düşkün olmuştu. Kocası, çocukları, bahçe işleri ve kocasının
çamaşırlarını tamir (kocasını çamaşır giymekten bir türlü vazgeçirememişti) etme
işi onu o kadar uğraştırıyordu ki, çoğu zaman bu kadar iş arasında Tanrı'yı
arama işini düşünmeye vakti olmuyordu; bununla birlikte bazı anlarda,
özellikle de, çok sessiz ve yumuşak, olan en sevgili bebeğini yıkadıktan sonra
kurulurken, eski arayışını hatırlamadığı olmuyor değildi. Yalnız şimdi,
misyoner tarafından Tanrı'ya, O'nun yaptığı her şeyi gözlemekten, onun
kurtuluşunu dert edinmekten başka işi olmayan bir kimse gözüyle bakması öğretilmiş,
tedirgin edilmiş, kendini evrenin merkezi sanan bir kızın Tanrı'yı ziyarete
kalkışması ona gülünç geliyordu. Hatta bebeğini gıdıklayarak ona şöyle sorduğu
olurdu: "Ya Tanrı'yı evde bulsaydım da, O bana, yanında fazla kaldığımı,
kendisinin daha başka işleri olduğunu ima etseydi, ne yapardım?"
Bebekçiğin cevap verebileceği bir soru değildi bu: O, kendinden geçercesine
güler, annesinin bileklerini yakalamaya çalışırdı. Ancak bebekler büyüyüp,
annelerinin bakımından çıktıktan sonradır ki, İrlandalı, kara kız için, onun
bedeninin bir parçası gibi bilinçdışı bir alışkanlık haline geldi ve kocasıyla
çocukları bütün düşüncelerini, bütün zamanını almadığından, kara kız kendisini
tekrar, bu gibi sorunlara dönmesini sağlayan bir işsizlik ve yalnızlık içinde
buldu. Bu zamana kadar da, güçlenen kafası onu, topuzla putları kırmaktan zevk
duyduğu dönemde bulunduğu aşamanın çok ötelerine götürmüştü.
[1] Kiliselerde Pazar günleri verilen Kitabı Mukaddes
dersleri.
[2] Batı Fransa’da, -Atlantik kıyısında bir liman olan La Rochelle, Reformasyon döneminde, ilk ağızda Calvinism’in belli başlı
merkezlerinden biri haline geldi ve din savaşları sırasında bu şehir. Katolik
gemilerini vurmak üzere sivil gemileri silâhlandırdı. 1571’de bu şehirde, bir
iman ikrarı kaleme almak üzere, Beza’nın başkanlığında bir Protestan sinodu
toplandı. St. Barthelemy kırımından sonra şehri kuşatan Katolik ordusuna karşı
Protestanlar altı buçuk ay dayandılar ve Katolikler 20.000 ölü verdikten sonra
kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldılar. -La Rochelle deki Huguenotlar» sözüyle
(«Huguenot» deyimi, tıp- . kı Protestanların Katoliklere «Papistes» adını
verdikleri gibi. Katoliklerin Protestanlara verdiği; ad olduğundan)
Protestanların bu şehirde din gayretiyle yaptıkları bu başarılı savunma
anlatılıyor.
[3] 1650 Eylül’ünün 3 ünde (13’ünde) Cromwell’in kumandasındaki
İngiliz ordusuyla, sonradan Lord Newark adıyla tanınan David Leslie
kumandasındaki İskoç ordusu arasında geçen savaşmada İngilizler her bakımdan
elverişsiz koşullar altında bulunmalarına rağmen, kendilerinden üç kat
kalabalık İskoç ordusundan, piyadenin tamamı dahil olmak üzere on bin esir
almış, üç bin kişiyi öldürmüş, buna karşılık kendileri topu topu yirmi kayıp
vermişlerdi. Bu savaşmada Cromvvell’in kumandasında «demirden bir irade»
göstererek, savaşan İngilizlere «Ironsides» adı verilmiştir. «Ironsides» için
düzülen mezattırlar sözüyle («mezmurlar» kelimesi îbranice «tehillim»
kelimesinin çevirisi olduğuna ve «tehillim»de «övgü şarkıları» anlamına
geldiğine göre) «îngilizleri öven kasideler anlatılıyor.)
[4] Dugald Dalgetty (Captain Dalgetty),
İskoçların «Mon- trose Efsanesinde adı geçen bir serüvensever, ücretli
askerdir. Söylentiye göre gençliğinde ilAhiyat öğrenimi gördükten sonra ücretli
asker olmuştur ve yine söylentiye göre cesareti kadar, «iyi para- verildiği
takdirde» güvenilir oluşuyla ünlüdür. Bu efsanevi kişinin aslının Munro adlı
bir çete reisi olduğu sanılmaktadır.
(“*) Ghibelline: Guelphler'in muhalifleri, İmparatora karşı
Papa’yi tutanlar. İtalya ortaçağ tarihinin 1155’ten 1.348'e kadarki dönemi,
Kuzey İtalya şehirlerinde, özellikle Flo- . ransa ve Siena’da bu iki grup
arasındaki mücadelelerle doludur.
[6] Musanın on üç atalar sıptmdan her biri için Kenan diyarına
yolladığı on üç adamdan biri; Musa'nın «Yeşu» adını verdiği, Efraim sıptından
Nun oğlu Hoşea.
(*****) Emrindeki üç yüz kişiyle
büyük bir orduyu yenen. Rabbin sevgili kulu, Yeaş’m oğlu Gideon (Yerubbaal).
[7] Eski Hint din kitaplarından biri.
[8] Aksi sabit olmadıkça yeter ve geçerli sayılan kanıt.
(“1 «Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda
yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın...»
Eski Ahit, Tesniye, 5.8.
[9] Eski Ahit Tekvin, 8.20.
[10] Daha iyisi olmadığı için.
[11] Hayat Gücü.
[12] Hayat Hamlesi.
[13] Eski Ahit, Tekvin: 21.
(*)Eyub kendisini Tanrı'dan haklı çıkardım için ona kızan. Ram
aşiretinden Buzlu Barakel’in oğlu Elihu. Eski Ahit. Eyyub. 32.2.
(“) Eski
Ahit. Mika. 6.8.
[14] Yeni Ahit, Efesoslulara, 5.2.
[16] Isa’yı ölüme mahkûm eden, Kudüs’ün Romalı Genel Valisi.
[17] «Cross» (Hac) kelimesinden, «Christianity» (Hıristiyanlık)
kelimesine benzeterek türettiği bu kelimeyle Bemard Shaw, «Mesih'in Dini»nin,
«Haça tapıcılık» haline geldi ğini anlatıyor.
[18] Edith Louisa Cavell (1895-1915). Birinci Dünya Savaşı sırasında
Brüksel’deki Hemşire Okulu müdiresi iken Almanlar .tarafından. Belçikalı.
Fransız ve İngiliz esirleri Hollanda yoluyla kaçırmakla suçlandırılarak ölüme
mahkûm edilen, sonradan kahraman ilân edilerek londra, Kanada ve Paris'te
adına anıtlar dikilen İngiliz kadını.
[19] Eski Ahit Mika 6.8.
[20] Rahibeler birliği.
[22] Yeni -Markça» 14.62; Luka 22.60.
[23] Yeni Ahit, Yuhanna, 1.4. «Ve Kelâm beden olup.»