Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

BERNARD SHAW… Kara Kız

 


BERNARD SHAW'UN ÖNSÖZÜ

1932 yılında, İngiltere'nin kışına rastlayan Afrika' yazında Knysna'da beş haftalık bir gecikmeyle kaldığım sırada aklıma esti bu öyküyü yazmak. Niyetim, bir oyun yazarı olarak çalış­malarımın normal gidişi içinde bir oyun yazmaktı; ama bir de baktım, oyun yazacağıma kara kızın öyküsünü yazmaya gi­rişmişim ben. Bu öykünün ne anlatmak istediği üzerinde şim­di, yazılıp bittikten sonra düşünüyorum; bununla birlikte, her­kes gibi benim de yorumlarımda yanılabileceğim! ve öncü ya­zarların ' da öteki öncüler —meselâ Colomb— gibi çok kere varmak istediklerinden başka bir yere vardıklarını öyle ikide birde tekrarlayamam ben. Onlar sofuca bir korkuya kapılarak, esinlerinin kendilerini açıkça yönelttiği varış noktalarından ba­zen böyle kaçarlar. Ben de St. Thomas Axuinos gibi, eski ya da modern bütün gerçeklerin Tanrı'dan geldiği tezini savunu­rum; ama dış ve iç gözlemlerim sayesinde esin veren gücün oyuncağı olan aletin çok kusurlu bir alet olabileceğini, hatta Kutsal Savaş'ta Bünyan'ın yaptığı gibi, mesajını çok gülünç bir duruma düşürebileceğini de bilirim.

Her neyse, ben bu konuyu kendimce nasıl değerlendirdi­ğimi anlatayım.

Düşünmeden lâf eden "kişiler çoğunlukla bizim yeni görüş­lere kapalı, tutucu bir tür olduğumuzu söylerler. Benim gördü­ğüm kadarıyla durum hiç de böyle değildir. İnsanların yeni gö­rüşlere nasıl bir açlıkla, nasıl da safça saldırdıklarını görerek çoğu kez hayretler içinde kalmışımdır. İnsanlar kendilerini avu­tan, hoşnut eden ya aa onlara bir çıkar vaad eden her şeye inanırlar. Ben de Stuart Mili gibi, saçma görüşlerin zamanla çekiciliklerini kaybederek moda olmaktan ve var olmaktan çı­kacakları: tutulmayan yalancı vaadlecin alayla karşılandıktan sonra unutulup gidecekleri; yok edilmeleri olanaksız doğru gö­rüşlerin (çünkü doğru görüşler ortaya çıkarılmasalar, unutuısalar bile tekrar tekrar yeni baştan keşfedilirler) işe yaşaya­cakları. bu fikirlerin, bilim adını verdiğimiz, doğrulukları araş­tırılıp ispatlanmış bilgiler yığınına katılacakları düşüncesiyle avunuyorum. Kafalarımızı donattığımız, iyice denenmiş köklü görüşleri bizler bu yoldan ediniriz, okullarla üniversitelerin sah­te, eğitiminden bambaşka olan asıl eğitimi de işte bu donatım­lar meydana getirir.

Ne yazık ki. bu basit varsayımın karşısında, bunun kendi içinde gizli olan bir engel vardır. Bu gizli engel, ihtiyatlı olma­yı salık veren şu eski öğüdün unutulmasıdır: "Temiz su bulma­dan kirli suyu atma." Bu öğüt. "Sana ayrıca şunu söyleyeyim ki. temiz suyu bulunca da kirli suyu mutlaka at ve her ikisinin karışmamasına özellikle dikkat et." öğüdüyle tamamlanmadık­ça. şeytanın ta kendisidir.

İşte bu bizim hiçbir zaman yerine getirmediğimiz şeydir. Temiz suyu kirli suyun içine boşaltmakta ayak direriz, kafala­rımızın hep-bulanık oluşu bundandır. Günümüzün'eğitilmiş in­sanının kafası, içindeki şn yeni ve en değerli şeylerin, müze­lerin döküntü ambarlatma yakışır beş para etmez antikalar­dan. süprüntüden oluşmuş pis kokulu bir yığının üzerine gelişi­güzel atılı bulunduğu bir mağazaya benzetilebilir ancak. Bu mağaza hep iflas halindedir; mağazanın sahipleri arasında I. William ile VII. Henry. Musa ile İsa. St. Augustine ile Sir

Isaac Newton. Calvin ile Wesley, Kraliçe Victoria ile H. G. Wells; mağazanın kökü kurumayan kredi kaynaklan arasında ise. Kari Marx'ı, Einstein'ı ve az çok Stuart Mill'e ve bana benzeyen da­ha düzinelerle insanı sayılabilir. Söyleşine bir kargaşa içinde hiçbir kafa doğru dürüst işleyemez. Yürürlükte bulunan okut­ma, eğitme ve yetiştirme yöntemimiz her yeni kuşak çocuk­larının kafalarında bu kargaşayı yaratmaktan ibaret kaldığı sürece de bizler, çözüme en kestirme yoldan giden devrimci yöntemlere başvurulmasına yol açmış oluyoruz; edindikle­ri üniversite diplomalarıyla başları dönen kişilere ge­lince. bunlar devrim yöntemleri içinde siyasal hakların­dan ister istemez yoksun bırakılacakları, daha doğrusu, ken­dilerine deli gözüyle bakılıp yetersiz sayılacaktan için, işlerin yönetimi kendi kendini yetiştirmiş olanlarla, budalaların eline kalacaktır.

Yeni görüşlerin, üstüne geldikleri eski görüşleri ayıklama­dan durmaksızın alınması yönteminin —bu çılgınca yöntemin— en göze çarpan örneği. İncil'in sanat gücü son derece yüksek İngilizce çevirisi dolayısıyla okurlar üzerinde büyüleyici bir etki uyandırdığı ülkelerde hâlâ ayakta durmasıdır Bu büyüleyici et­ki kaybolmaya yüz tutmuş bulunuyor; zira onaltıncı yüzyıl İn­gilizcesi can çekişen bir dil olduğundan, halk yığınlarının eski çeviriyi artık anlayamamaları basit gerçeği bizi yeni çeviriler yapmaya zorlamaktadır. Bu yeni çeviriler —iyileri hayran olu­nacak sadelikleriyle, sıradan olanları da gazetelerde her gün karşılaştığımız cinsten nitelikleriyle— İncil'deki öyküleri birden­bire şu, alışılagelmiş gerçekçilik ışığına çıkararak, okurları, onu öyküleri sağduyunun süzgecinden geçirmeye zorluyor.

Yalnız, bu modern çevirilerin etkisi henüz büyük bir yay­gınlık kazanmış değildir. Bana öyle geliyor ki. eski çeviriyi an­laşılmaz bulanlar, sıkıcı bulanlar, yeni çevirilere başvurmuyor­lar: İncil okumaktan vazgeçiyorlar, o kadar. Yeni çevirilere ken­dilerini kaptıran, bu çevirilere İlgi duyan birkaç kişi ise bu ye­ni çevirilere kazara rastlayanlardır ki  bu rastlantılar, kazara meydana gelişleri dolayısıyla, pek enderdir. Ne var ki, bunlar, kiliselerde özellikle saygılı bir tonla Kitabı Mukaddesin eski çevirisinden parçalar okunduğunu hâlâ duymaktadırlar; Pazar Okulu'nda ([1]) çocuklara hâlâ Kitabı Mukaddes'ten ayetler ezberletilmekte, ezberleyenlere de ödül olarak Kitabı Mukaddes' ten belirli parçaları taşıyan kartlar verilmektedir; yatak odala­rı, çocuk odaları daha hâlâ Kitabı Mukaddesin emirleriyle, tembihleriyle ve avuntularıyla süslenmektedir. Ingiliz Kitabı Mu­kaddes Cemiyeti ile yabancı Kitabı Mukaddes cemiyetleri ge­çen yüzyılın her on iki ayında üçer milyon nüshadan fazla İncil dağıtmıştır; çoğu, Pazar günleri kilise âyinlerini kaçırma­yanların kiliseye giderken yanlarından eksik etmedikleri, ama Pazar günleri dışında da hiç açmadıkları birer göstermelikten de ibaret olsa, vaftiz analarla vaftiz babaların sırtlarından bir yük atar gibi yerine getirdikleri görevlerinde kullanılan birer hediyelikten de ibaret bulunsa, bu İncillerin yine de hesaba ka­tılmaları gerekir. Şeriatta hâlâ hiçbir devlet adamının kaldır­maya cesaret edemediği bir yasa vardır; bu yasa, Kitabı Mu­kaddesin bir kelimesinin bile bilimsel gerçekliğinin ya do doğa­üstü yetkisinin, Hıristiyanlık ikrarında bulunmuş bir kimse ta­rafından tartışılmasını ağır suç sayar ve koyduğu cezalar, bu suçu işleyeni yasa dışı ilan etmeye kadar varır. Anglikan Kilisesi'nin Şeriat maddelerinden biri İncil'in yanlışsız bir ansik­lopedi olarak kabulünü zorunlu kılarken, bir başka madde de —hem de birinci madde— Kitabı Mukaddesin ilk beş kitabın­da Tanrı'nın sahip olduğu ileri sürülen bedensellik ve doymaz­lık niteliğini açıkça inkâr eder.

Bütün bu durumlarda söz konusu olan İncil denilince, ak­la eski Yahudilerin siyasal, tarihsel, şiirsel, törel ve duygu­sal edebiyatlarının en güzel örneklerinin, Kral Birinci James'in verdiği yetkiyle yapılan çevirileri gelir. Bu çeviri olağanüstü bir mükemmelliğe ulaşmıştı, zira çevirenler için çevirdikleri şey. dığını, sırf Protestan dostlarımın gönlü hoş olsun diye, kabul etmeye hazırım. Bir elinde İnciri, öbür elinde silâhını tutan as­ker. Cromwell'in, Guillaume de Orange'ın, Gustavus Adolphus' un emrinde, on asker gücüne denk bir güçle çarpışmıştı. Eski kafalılar, La Rochelle'deki Huguenotlar'a ([2]) ait öykülerle; Dunbar'daki Ironsides için düzülmüş mezmurlarla ([3]) zinciri kırıp Londonderry ablukasını (“*) yaran gemilerle hatta Dugald Dalgetty'ye ([4]) ait masallarla daha bir parça gönül avutabilirler. Ne var ki, Guelphler'le (“) Ghibellinler ([5]) arasındaki mü­cadele öyle kesin sonuçlanmıştır ki, 1914-18 savaşında Guelph kralının bakanları, Guelph adının ne anlama geldiğinden bile haberleri olmadığı için, Ghibelline Kayzeri ve Roma İmparator­luğu önünde, krallarına bu adı bıraktırmalardı. Bu savaş hortlatıldığında, bir iki atom bombasıyla donatılmış bulunan asker, milyonlarca askerin gücüne denk bir güçle dövüştü; oysa, Yeşu'nun (“*‘| savaşları zamanındaki ruhla dolu, putlaştırılmış İncil hâlâ, geniş halk yığınlarının okuduğu gazetelerin arka sayfa­larındaki yerini korumakta, kılıcımızı Rabbin ve Gideon'un (•[6]) kılıcı diye göstererek bizi, şu modern Amaleklileri ve Kenânlıları, yani putperestler ve şeytanın dölleri saydığı Almanları kır­maya sürmekteydi. Formül (Kral ve Yurt) değişik olmakla bir­likte ruh aynıydı: Yehova'nın Baal'e karşı hayal ürünü o eski düşmanlığının aynı. Yalnız, Almanlar da Kral ve Yurt için dö­vüştükleri ve bizim gibi onlar da savaşların hükümdarı, güç ve kuvvetin sembolü Rab Yehova'nın kendi Tanrıları olduğuna, bizim Tanrımızın ise onların Tanrısının düşmanı olduğuna inan­dıkları için, bizim kadar sıkı vuruştular, kendilerini bizim kadar erdemli saydılar. Beri yanda uygarlık öyle derin yaralar aldı ki, bu yaraların uygarlığı bir gün öldürüp öldürmeyeceğini daha bilemiyoruz, zira Eski Ahit Ruhu, Eski Ahit yöntemleri ve kör inançları bu yaraları hâlâ işletmektedir.

,Durum ucuz atlatılmıştır. Eskiden Yehova'ya tapan, kılıç ve mızrakla silâhlı oldukları halde zeki bir oğlanın elindeki sapandan ödleri kopan askerler, yığın halinde kırım, yığın ha linde yıkım yapamıyorlardı. Ama bizler, milyonlarca insan ha­yatının ışığa ve ısıya, suya ve besine, kocaman kocaman çe­likten yürekler ve damarlar gibi bir merkezden yönetilen me­kanik organlarla bağlı bulunduğu, bir bombardıman uçağında; ki oğlan tarafından yarım saatte yerle bir edilebilecek şehir­lere karşı kullanılan makineli tüfekleri, hem karada hem suda gidebilen tankları, uçakları, zehirli gaz bombalarını elinde tu­tan oğlanın Nuh'tan da, Yeşu'dan da çok daha iyi eğitilmiş, olmasına gerçekten de büyük dikkat göstermek zorundayız. Açıkçası, biz İncil'i saf dışı edemediğimize göre, onu "gereken ruhla" —ben bunu İncil'in, tanrısal yetke sahiplerinin hikmet­leriyle dolu ve tanrısal yetke iddiası taşıyan her satırını oku­mayı namuslu düşünürler için bir zorunluk haline getiren dü-: şünce dürüstlüğü diye^kabul ediyorum— okumadığımız ve tıp­kı Kur'an'ı, Binbir Gece Masalları'nı, Upenişad'ı ([7]), The Times' ın bugünkü başyazısını, ya da Punch'ın geçen haftaki sayısında yer alan karikatürü yargıladıkları gibi, bütün yazılı kelime­lerin sonsuzluk pınarından akan esinlere de. yanlışlara da aynı derecede açık olabileceklerini bilerek yargılamadığımız takdirde, İncil bizi saf dışı edecektir.

Öyleyse bugün İncil'e, eski eser meraklılarıyla edebî eser uzmanlarından gayrisinin ne ihtiyacı var yani? Tekmeyi vu­rup, niye çöp sepetine atmayalım onu? Ha, bu düşüncenin kar­şısına çıkabilecek bir prima focîe([8]) vardır. Önce, ona hakkı­nı verelim.

Yasaları taşıyan tabletler neydi, On Emir neydi? Musa'nın, daha sonra gelen Muhammet gibi ancak doğaüstü bir yoldan kendisine vahyolundukları iddiasıyla saygı kazandırabildiği On Emir, bunları zorla kabul ettirdiği o göçebe çöl kavmine bile yetmemişti. On Emir'in, bugün en koyu dindar Yahudi'nin bile modern ahlâk kurallarımızı ya da ceza yasamızı çiğnemeden boyun eğemeyeceği Levililer Kitabı'ndaki ve Tesniye Kitabı'ndaki biraz daha işlenmiş yasalarla tamamlanması gerekmişti. Bugün için bunlar bir alay boş lâftan ibarettir; zira onlardan daha basit, geçerli yasalar zorunlu olarak insan toplumunun günlük hayatına girdiği gibi, bunlar ne İncil tarafından esinlen­mek, ne de tanrısal bir yetke taşımak gereksinimi duyar. Müslümanlar tarafından ciddiye alınan ikinci emrin (“) güzel sa­natların büyüleyiciliğine karşı yaptığı uyarma, her ne kadar üze­rinde derin derin düşünülmeye değerse de (gerçi bu emrin ya­zarı oyma putun büyüleyiciliğini bildiği kadar kelime musikîsi­nin büyüleyiciliğini de bilmiş olsa bizim İncil'i putlaştırmamıza karşı da bir uyarmada bulunurdu ya), bu emre Hıristiyanlık dün­yasında hiç kulak asılmamış ve emir durmadan çiğnenmiştir. Toplumumuzun törel temelini kökünden sarsan ve gözümüzü açmadığımız takdirde, Rusya'da olduğu gibi ezici bir çökün­tüyle bizi ağır ağır toplumsal çürümeye mahkum edecek olan, soyguncular tarafından yasalaştırılmış soygun biçimlerine kar­şı tek kelime etmediği için, bu On Emir'in tümü, çağdaş gerek­sinimlerimize cevap veremeyecek kadar uygunsuz ve yetersiz­dir.

Emirlerin ne olmadıkları yönünden insanı dehşete düşü­ren bu örneklerin yanısıra bir de bunların ne oldukları üstüne örnekler vardır. "Rabbe bir sunak yaptığı ve her temiz kuştan aldığı ve sunak üzerinde yakılan takdimeler arzettiği" ([9]) za­man, Nuh'un burnuna gelen kızarmış et kokusu gibi bir ko­kudan duyduğu zevkle insan ırkını ikinci bir tufanda mahvol­maktan kurtarmaya razı olan, cani ruhlu kabile tanrısını ya­tıştırmak için yapılan canavarca, rezilce insan kurban etme âyini gibi... Bu âyin daha sonraki kitanlarda şiddetle lânetlendiği ve bu âyinin tanrı mertebesindeki kurucusu. Peygam­ber Mika tarafından —Yahudiler kültür alanında ilerledikçe bu huzur ekmeğinin nasıl onlara yetmediğini gösteren anlamlı bir dille— reddedildiği halde, öcünden ancak gaddarca ve iğrenç kan sunma yoluyla sakınılabilecek, gözünü kan bürümüş bir tanrıya kan sunma geleneği Yeni Ahit sayfaları boyunca bile sık sık kendini göstermekte, aynı zamanda İsa Mesih'in Romalı Kudüs Valisi tarafından işkenceye konulması, öldürülmesi ola­yına sarılarak, Nuh tarzı bu dehşet verici olayı, sayesinde he­pimizin kendi vicdanlarımızı aldatabileceğimiz, törel sorumlu­luklarımızdan sıyrılabileceğimiz, bütün rezaletlerimizi İsa Me­sih'in kamçılanmış omuzlarına yüklemek suretiyle utancımızı kendi kendimizi kutsama vesilesi haline getirebileceğimiz bir araç olarak putlaştırmaktadır. Bundan daha umut kırıcı, Hıris­tiyanlığa bundan daha aykırı bir doktrin düşünmek zordur: Ger­çekten de, Birleşmiş Milletler Kültürel İşbirliği Komisyonu da Katolik Kilisesi'nin izinden giderek —İncil'in doğaüstü yetke­lere sahip bulunduğu şeklindeki iddialar kesinlikle ve kaçamak yoluna sapmaksızın bırakılıncaya kadar— İncil'in (titiz bir ma­nevi yol göstermeyi hedef tutan koşullar dışında) her önüne gelen tarafından yayılmasına karşı çıkmış olsa, bu davranış hiç de akla uygun olmayan bir davranış sayılmazdı.

İncil'deki bilime gelince, bu bilimin ondokuzuncu yüzyıl tar­zı maddeci biyotofiye bir üstünlüğü vardır, bu da onun, haya­tın yerine fizik ve kimyayı koyma girişimi değil, kendisinin bir hayat bilimi oluşudur; ne var ki, İncil'deki bilim, evrim kura­mından çok önceye ait olduğu için, bu bilimden hiçbir yaroı beklenemez: İncil'deki .hayatın asıllarıyla ilgili tariflerin bulun­duğu ahlâk dersleri, hiç kuşku yok ki, birer masaldan ibaret­tir; İncil'deki astronomi, yeryüzünü evrenin merkezi olarak gös­terir; İncil'deki, yıldızlar dünyasıyla ilgili kavramlar çocukça­dır; İncil'deki tarih destanlara ve söylencelere dayanır; kısaca, bu dallardaki eğitimini İncil'den almış olan kimseler kamu hiz­metlerinde çalıştırılmaya, analık babalık sorumluluğu yüklen meye ya da analık babalık haklarını kullanmaya yeterli sayıla­mayacak kadar yanlış bilgilerle donatılmışlardır. Bundan ötürü İncil, bir ansiklopedi olarak, insanların bir zamanlar nelere inandıklarının bir belgesi aynı zamanda insanların geçerliği kalmamış inançlarını ne derece geride bıraktıklarının bir ölçü­sü durumundaki ilk baskı Ansiklopedi Britanika ile aynı sınıfa sokulmalıdır.

Bütün bunlardan sonra, İncil'in büyük bir bölümünün bu sabahki gazetelerden ya da dün akşamki meclis görüşmelerin­den daha büyük bir canlılığa sahip bulunduğu da bir gerçek­tir. İncil'deki tarihçeler, günümüzde istekle karşılanan tarih kitaplarının çoğundan daha iyi birer okuma parçası oldukları gibi, bunlarda bile bile söylenmiş yalana da daha az rastlanır. Devrimci sövüp saymalar ve ham hayaller alanında İncil. Ruskin'i de. Carlyle'ı da. Kari Marx'ı da yaya bırakır; büyük ön­derlerin, büyük alçakların destanları alanında Homer. İncil'in yanında yüzeysel, Shakespeare ise dengesiz kalır. İncil'deki bir büyük aşk şiiri ise, gerçekten âşık bir erkeği doyurabilecek bi­ricik aşk şiiridir. Bu şiire oranla Shelly'in "Epipsychidonsu edebî bir hava-cıvadan başka bir şey değildir.

Sözün kısası İncil, "Tanrı'nın seçkin kavmi" oldukları ve dolayısıyla, öteki dünyanın mutlu ebediliğine göçtüklerinde bü­tün yeryüzü nimetlerine konacakları kuruntusundan güç ala­rak gaddarca fetihler yoluyla ulus haline gelmiş, saldırganlık­larıyla üstünlük sağlayan imgelemi güçlü insanlardan kurulu bir aşiret tarihinin, heyecan verici örneklerle süslü bir özeti­dir. Bu özet, en sonunda bu kuruntunun kendi erdemleriyle ka­zandıkları Tanrı sevgisinin kendi tekellerinde bulunduğuna en aşağı Yahudiler kadar emin oldukları halde, bütünüyle hüküm­darlara. bu hükümdarların elleri altındaki öteki Tanrı ve pey­gamberlerini benimsemek suretiyle Yahudilere iltifattan geri kal­mayan daha disiplinli devletlerin. Yahudi ulusunu dağıtmaları­na. ulusal hak ve hukuklarını kaldırmalarına, onlara sofuca iş­kence etmelerine yol açtığı olgusunu da asla saklamamaktadır.

Karacahil bir yabani ile böyle bir özeti (çevirilerin doğru dürüst anlaşılmayan dillerden yapılmış olmasının doğurduğu insanın soyu sopuyla ilgili boş lâfları ve arasıra rastlanan ba­zı saçmalıkları atlayarak) okumuş bir kişi arasında dağlar ka­dar fark vardır. Ailede ve okulda kendisine böyle bir tarih öğ­retim programı zorla kabul ettirilmiş bir toplum, hiçbir şey oku­mayan ya da sadece saçmasapan romanları, futbol maçı so­nuçlarını, şehir haberlerini izleyen bir topluma oranla, komşu­ları için daha tehlikeli olduğu gibi, bu toplumun kendisi de, hoşgörüsüzlük ve megalomanlıktan ötürü, daha büyük bir çö­küş tehlikesi içindedir, ama bu toplumun ötekine oranla daha çok eğitilmiş bir toplum olduğu su götürmez bir gerçektir. İş­te bundan dolayı. İncil eğitiminin yerine uygulanacak eğitim olarak liberal eğitimden başka eğitim yöntemleri de bulundu­ğu halde. İncil'i gözlerinde büyütmeyen ve onun kusurlarını pekâlâ anlamış bulunan pek çok insanın, faute de mieux ([10]) İncil eğitiminden yana oy kullanmasına hiç şaşmamak gere­kir. İncil eğitimine yöneltilen eleştirilen bir başlarına çök az etkili oluşları da bundandır. Eski İbrani tarih ve edebiyatını —bu tarih ve edebiyat yarı masal da olsa— öğrenmek, hiç tarih ve edebiyat öğrenmemekten iyidir; ben kendi hesabıma, hele kafam kısa zamanda ona gerçek değerini verecek kadar güçlendiği için, İncil eğitimi gördüğüme pişman değilim. İncil bir çocuğa en azından, köprüaltına oranla daha iyi. bir baş­langıç sağlar hayatta.

Bu tanıklık bizim İncil putperestlerinin hoşuna gidecektir; ama bu sakın ola onları yanıltıp da, buna göre. Londralı bir sokak çocuğu olmaktansa bir Nuh, bir İbrahim ya da bir Isaac Newton olmanın yeğ tutulması gerektiği iddiasıyla fetişizmle­rini savunabileceklerine inandırmasın. Zorunlu ilköğrenimin var olduğu günümüzde, sokak çocuklarına pek sık rastlanmıyor. Bugün Tekvin kitabını kaldırmak, herkesin karacahil bırakılma­sı anlamına gelmez; onun yerine konacak kitap yok değil: H G. Wells'in Tarihin Anahtarları kitabı ve bu kitabın dev başarı­sı üzerine ona ek olarak, onu taklit ederek yazılmış daha bir sürü kitap var. Son iki yüz yıl içinde, İncil'i esinleyen ve yara­tan aynı esrarlı güdü, bir alay tarih, edebiyat, şiir, bilim ve sa­nat eseri esinlemiş, yaratmış bulunuyor. Bütün bu dallarda İn­cirin adı bile okunmaz. Bugünün karacahili, İncil eğitimi görmüş olandır. Bundan kuşkunuz varsa, eyleme dayanan herhangi bir iş için açılmış sınavda, sorulara İncil'den cevaplar vererek geç­meyi bir deneyin bakalım. Zırdeli biye boynunuza yafta asmayın da sizi sadece sınavdan atmakla yetinirlerse şansınız var de­mektir. İncil, bir zamanlar, şaşmaz bir yetkeyle tamamını kap­sadığına inanılan bilim alanlarının biri hariç hepsinde, artık işe yaramayacak kadar aşılmıştır. Aşılamadığı alan ise —bilgili ki­şilerin dedikleri gibi— bizim maddeci bilginler tarafından horgörülerek, kendisine bilim adı verme hakkı bile tanınmayacak kadar metafizikse! olan, Tanrıbilim alanıdır.       

Oysa, pratik çalışmalarda ne kadar güçlü olursa olsun, bir kafanın aşağılık ve esasta anlayış yeteneğinden yoksun oldu­ğunu ortaya koyan en kesin belirti, metafiziği hor görmektir. Kişi, son derece üstün yetenekli bir matematikçi, bir mühen­dis, taktiği güçlü bir meclis üyesi ya da bir sisteme dayana­rak rulet oynayan bir kumarbaz olabilir; ama eğer bu kişi ev­reni bütün hayatı boyunca, "Yahu, bütün bunların anlamı ne­dir?" diye bir kere bile sormadan seyretmişse, o (erkek ya da dişi), Calvin'in haklarındaki hükmünü, onları alınyazılarının ön­ceden lânetlendiği kişiler sınıfına sokmakla verdiği insanlardan biridir.

Başka her bakımdan bilimselliğini yitirmiş olan İncil, İşte bu yüzden,' evrenin bildiğimiz kadarının varoluş nedenini, kö­kenini. amacını açıklama yolunda uygar insanlığın ilk çabası olan Tanrı kavramının, yıldırımlar yağdıran, depremler yaratan, kıtlık getiren, salgın çıkaran, kör eden, sağır eden, öldüren: bütün kadiri mutlaklığı yıkıcılıkta toplanmış bir Gulyabani kavramından kurtulup gelişerek, gecenin ve gündüzün, güneşin ve ayın; tohumdan ve hasattan mucizeleriyle dört mevsimin ya­ratıcısı haline: daha cesurca idealleştirilmiş iyilikçi bir bilge haline; haksever bir yargıç sevecen bir baba haline ve en so­nunda, —modem bilimin, meseleyi Vis Naturae ([11]) ile. Elan Vital"lel[12]). Hayat Gücü'yle, Evrinme Iştahı'yla, bunların tümün­den soyut. Kategoriler Zorunluluğu ile ve daha bilmem nelerle ele aldığı noktada —hiçbir zaman et haline dönüşmeyen o cisimsiz kelime haline nasıl geldiğinin ilgi çekici bir belgesi ola­rak kalmaktadır.

Şimdi bu tarihi varsayımın yabancı putperestlikten çıkıp gelişerek son derece işlenmiş bir metafizik haline gelişi tari­hini incelemek, açık ve dürüst her kafa için, herhangi bir in­celeme kadar ligi çekici, öğretici ve bütün kuşku artıklarını ortadan kaldırıcı niteliktedir. Ne var ki, biz bu incelemeyi, o tembelce ve şapşalca davranışımızla, yani temiz suyu bulduğu­muz zaman pis suyu atmama alışkanlığımızla berbat ediyoruz. İncil önümüze, her biri bir öncekinin şaşılacak kadar gelişmişi olan ve insanoğlunun daha soylu, daha derin bir doğa kav­ramı düzeyine çıkışındaki, hayat suyunun ardıldığı, teknenin daha temiz ve daha taze suyla doldurulmadan önce iyice boşaltılıp tertemiz edildiği basamakları belirleyen bir tanrılar di­zisi koyar. Ama bizler yeni pınardan aldığımız suyu eski pis teknenin içindekilere karıştırarak bu nimeti boşa harcarız ve kafalarımızın içi, metafiziğe ihtiyaç duymayan, metafiziğin ka­rışık ve saçma yanlarından başka hiçbir yanını göremeyen yü­zeysel, ama duru kafalı tanrısızların bize acıyarak bakmaları­na sebep olacak karmakarışık bir pislik kumkuması haline ge­lene kadar da bu çılgınlığı sürdürürüz. Pratik iş adamları ise. bu gibi kaçıklıklarla canlarınrhiç üzmezler.

Durumu, İncil sayfaları boyunca izlediği gelişme içinde, ayrıntılarıyla alınız. Nuh'un Tanrısı, Eyüb'ün Tanrısı değildir. Kötülüklerinden iğrendiği için, her türden bir aile hariç, yeryüzündeki bütün canlıları kudurgan bir öfke anında suda boğan, sonra da canlı kalmış biricik insan ailesi reisinin, onu yanan bir et yığınının "hoş kokusu" ([13]) ile hoşnut etmesine izin ve­ren öfkeli Tanrı'yı düşününüz önce! Bu Tanrı, şeytanı teklif­sizce ağırlayıp, onunla, Eyub'a tanrısal iyilikten umut kestire­meyeceğine dair bahse tutuşan, hoşgörülü, tartışmacı, akade­mik, şehirli filozof kafasına sahip Tanrı'yla aynı mıdır şimdi? Bu iki Tanrı arasındaki farkı göremeyenler, en ilkel zekâ tes­tini bile geçemezler: Benzer ile benzemezi ayırt edemez onlar.

Ama Eyüb'ün Tanrısı, Nuh'un Tanrısından çok ileri oldu­ğu halde, zayıf bir tartışmacıdır, meğer ki, "Sıkıştığın zaman kendi davanı savunmayı bırak; hasmının kişiliğine saldırmaya bak." şeklindeki eski bir tartışma hilesine başvurarak kendini yenilgiden kurtarışından ona bir onur payı çıkaralım biz. Eyub kötülüğün varlığı ve kötülüğün, kadiri mutlağın iyiliğiyle uyuş­mazlığı sorununu ortaya atınca, Tanrı'nın onunla, bir balina yaratamıyor ya da bir balinayla kuş gibi oynayamıyor diye alay etmesi geçerli bir cevap değildir. Ayrıca Eyüb'ün kuşkularını paylaşmakla ona suc ortaklığı eden arkadaşlarının bu suçları­nı bağışlamak için Eyüb'ün Tanrısının yaptığı teklifte —bu tek­lifin yedi boğa ile yedi koçun kurban edilmesi olduğu düşünü­lürse— uzaktan uzağa da olsa Nuh'un Tanrısını hatırlatan biı yan vardır. Tanrı'nın doğrudan dcğruyo kendisinin bir tartış­maya girişmesi, Elihu'nun (*) alaylarının tekrarından, işlenmi­şinden başka bir şey değildir ve bunlar Elihu'nun alaylarına öyle damdan düşercesine eklenmektedir ki, insan bunun, ger­çekte Yaratıcı Evrim kuramının ortaya çıkışına kadar olduğu gibi, şiirin aslında da sorunun çözülmeden. Eyüb'ün eleştirme­sinin de cevapsız kaldığı olgusunu saklamak için din gayretiy­le girişilmiş bir edebî sahtekârlık olduğu sonucuna varmakta­dır.

Mika'ya geldiğimiz zaman, onun pis suyu hiç korkmadan attığını görüyoruz. Mika, kan sunmayı şiddetle yererek redde­dişiyle ve esininin tekrar tekrar aklına getirdiği, t...Hak ola­nı yapmak, ve merhameti sevmek, ve Allah'ınla alçakgönüllü olarak yürümekten başka Rab senden ne isterki ('*) sorusuy­la, Tana kavramını o güne kadar bu kavramın ulaşabildiği en yüksek düzeye çıkarmaktadır.

İnsan ruhunun ilkel kör inanca karşı kazandığı bu zafe₺ önünde. Nuh'un Tanrısı da  Eyüb'ün Tanrısı da birer kuklahedef gibi devrilir gider: Onlar, sonu olan Tanrılardır. Halbuki çocuklarımıza, Gulyabani'nin saldığı hayvanca korku karşısın­da tinsel derinliğin kazandığı bu zafere sevinmeleri değil, Mika'nın da, Nuh'un da, Eyüb'ün da Tanrılarının bir ve aynı ol­duğuna inanmaları; her çocuğun, hakseverlik ruhuna, merha­mete, alçakgönüllülüğe duyması gereken saygıyı denk bir iş­tahı, yanmış ete ve insan kurban edilmesine de duyması ge­rektiğine inanmaları öğretilmekte, hiçbir ayırım gözetmeyen bu saçma sapan saygı anlayışı da din diye talim ettirilmektedir.

Arkadan, bir kat daha yukarı çıkmak cesaretini gösteren İsa gelir. İsa, tanrılığın insanda —örneğin kendisinde— ortaya çıkan bir şey olduğunu aşılar; bu aşılamada, Yehova'nın ken­disinde bedenleştiği şeklinde korkunç bir iddiadan başka bir şey göremeyen dinleyicileri tarafından da hemen taşa tutulur. Pis su teolo|isinin tipik bir örneği olan bu yanlış anlamayı, bin sekiz yüz yıl sonra Emanuel Swedonborg dinsel bir makale ko­nusu yapmıştır. Halbuki İsa'nın anlaşılmaz yanı bulunmayan aşılaması, Mika'nın teolojisinin gelişmiş bir biçimidir; zira ken­di dışındaki bir Tanrı önünde boynu bükük yürüyen insan, ken­di içindeki tanrılık kıvılcımından başka hiçbir kılavuzu bulun­maksızın Tanrı'nın aleti ve cisimlenmiş sureti olarak araştır­ma yapan insanla karşılaştırıldığında, zavallı bir yaratık kalır. Bu, hiç kuşkusuz, İncil'de, Eski Ahlt'le Yeni Ahit arasındaki en büyük ayrılıktır. Ne var ki. pis su yine de bu ayrılığı bulandır­maya devam etmektedir; zira Pavlus'un, İsa'yı, Efesasluların gözünde "...hoş kokulu bir rayiha olmak üzere... Allah'a adak ve kurban..." ([14]) olarak yücelttiğini, böylelikle de Hıristiyanlığı geriletip Nuh'un düzeyine indirdiğini görüyoruz. Havarilerin hiç­biri bu düzeyin üstüne çıkamamıştır; bunun sonucunda da. İsa ile Mika'nın çıktığı basamaklar yok kabul edilip, tarihsel Hıris­tiyanlık, kurban İsa olmak üzere, Yehova'nın kurban taşı üze­rine kurulmuştur. İsa ile Mika geri dönebilselerdi de, adlarının ve onurlarının o derece tiksindikleri putperestliğe bağlandığını görselerdi ne derlerdi acaba? Ne diyeceklerini ancak Mika'yı ve İsa'yı anlayıp, onların duygularını paylaşanlar tasavvur ede­bilir.

Seçebileceği gerçek Hırlstiyanlar bulunduğuna inanabilseydik, İsa'ya çömezlerini cok akılsızca seçtiği için sitem edebi­lirdik. öyle anlar oluyor ki, İsa'nın çömezleri arasında bir tane bile gerçek Hıristiyan bulunmadığını, bir parçacık sağduyu pı­rıltısını ise sadece Yahuda'nın gösterdiğini söyleyeceği geliyor insanın. İsa onların akıl ve anlayış gücünün çok üstünde bir akıl ve anlayış gücüne sahip olduğu için onlar İsa'ya insanüs­tü, gerçekten de doğaüstü bir fenomen olarak taptılar ve onun anısını, kendi kaba kör inançlarının; bir bölümü yeterince te­miz, dürüst ve yumuşak olan, ama hiçbir zaman İsa düzeyine çıkmayan, en kötüsü de, daha sonraki dönemlerin din savaş­larına gebe; Torquemada yönetiminde Yahudilerin yakılmasına, bu iğrenç cezanın bu yüzyılda Hitler tarafından hortlatılmasına gebe, kendi basit ahlâklarının çekirdeği yaptılar.

İsa'nın ölümü ne yazık ki, onun ününün soysuzlaştırılmasına, doktrininin bulandırılmasına yaradı. Romalılar, kendi iç­lerinden siyasal suçluları Tarpiyon Kayası'ndan atarak idam ettikleri halde, ayaklanan köleleri çarmıha gererek cezalandı­rırlardı. İsa'dan yüz yıl önce devrimci gladyatör Spdrtaküs'ün ardınca giden altı bin kişiyi çarmıha germişlerdi; Yahudi baş­papazı tarafından Romalılara, Spartaküs'le aynı soydan bir tah­rikçi diye ihbar edilen İsa da dolayısıyla bu iğrenç usulle iş­kenceye konulup öldürüldü ve İsa'nın ölümü, ölüm biçiminden bin kere iğrenç olan bir sonuç —haçın ve ona yapılan işken­celerde kullanılan bütün âletlerin, üç yüz yıl sonra onun adı­na kurulan dinin sembolleri haline getirilmesi sonucunu— do­ğurdu. Bu aletler Hıristiyanlık dininde hâlâ bu dinin sembolleri sayılmaktadır. Böylece. balmumundan insan sureti Dehşet Mü­zesi için ne bakımdan önem taşıyorsa, çarmıhta İsa heykeli veya resmi de kiliseler için aynı bakımdan —çocuklarla yetiş kin putperestlerin en hamlarını karşı konulmaz bir güçle çeken eğlence olmak bakımından— önem taşır hale geldi. İsa'nın te­miz hayat suyu; kendi atalarının putperestliğinden sızan pis suyla kirleniyor; bizim başpiskoposlarımız, bizim genel valileri­miz de. Kayafa (*) ile Pontuslu Pilatus'un ([15] [16]) hor görüp bir kenara atıverdikleri kurban adına, kendilerine Kayafa ve Pon­tuslu Pilatus'u örnek alıyor. İnsanın gaddarlığını, haktanımazlığını, zavallılığını, deliliğini, giderilmesi olanağı bulunmadığı anlaşılan siyasal yetersizliğini ve çömezleriyle büyük insan ka­labalıklarının kendisine taptıklarını görünce —Swlft'ln, Ruskln' in ve daha birçoklarının kafasını allak bullak eden aynı umut­suzlukla— sarsılan İsa'nın, Petrus'un onu Mesih olduğuna, ölü­mün ona hükmü geçmeyeceğine ve dünyayı yargılamak, yer­yüzünde sonsuz hükümdarlığını kurmak üzere dönmesine en­gel olamayacağına inandırmasına göz yumuşu acı gerçeği, du­rumu büsbütün içinden çıkılmaz hale getiriyor. İsa'nın doktri­ninin, onun çömezlerinin akıl sınırları dışında kalışına karşılık, aynı çömezlerin akıllarının bu masala kolaylıkla yatışı dolayısıy­la. "Crosstlanity" ([17]) İsa'nın kendi yetkesine dayanılarak ku­rulmuş oldu. Daha sonra, sersemce bir davranışla' Vahiy adı altında kilisece resmen tanınmış kitaplar arasına alınan, bir afyonkeşin kuruntularının meraklı tarihçesinde, İsa'nın vaad ettiği gibi dönmesi için geçmesi gereken süre 1.000 yıl olarak takdir edildi. M.S. 1000 yılında, İsa'nın vaad ettiği dönüşün gerçekleşmesi için son umut da söndü; ne var ki, bu bin yıl içinde insanlar beklemeye öyle alışmış bulunuyorlardı ki. İkin­ci Gellş'i kaldırıp, onun yerine İkinci Erteleme'yl koydular he­men. Sahte-Hıristiyanlık öteden beri olgulara kapalıydı, sonsu­za kadar da öyle kalacaktır.

Bütün meselenin böylesine uzun süren bir bulanıklık için­de oluşu, sadece, İsa'nın görüşlerinin en iyi kafalardan gayrı bütün kafaların çapı dışında kalmasından değil, aynı zamanda İsa'nın ortaya çıkışını uygarlık tarihinde Karanlık Çağ dediği­miz ve pençesinden henüz, İsa'nın görüşlerini havarilerle on­ların ardıllarının bu görüşlere karıştırdıkları pis su içinden sü­zerek şöyle böyle ayırmaya ancak başlayabilecek kadar kur­tulmakta olduğumuz bozulma döneminin izlemesindendlr.

İsa'dan altı yüz yıl sonra Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem], cansız puta tapıcılıktan son derece aydın bir Ünitarizm'e götüren dev gibi bir adım attı; ama Muhammet, bir fatih olarak öldüğü ve dolayı­sıyla Araplara ait bir Dehşet Müzesi'nin belli başlı seyir ve eğ­lence öğesi olmaktan kurtulduğu halde, günahkârlar, beden­lerinin ölümünden sonra sonsuza dek sürecek iğrenç işkencelere konulacakları tehdidiyle korkutmadan, dindarları ise tatlı bir hayata kavuşacakları vaadi ile kandırmadan, ayrıca ardın­ca gidenlerin çocuksu kör inançlarıyla kendine bağlamak iste­dikleri  kendisinin ise birkaç kere içten itirazlarla karşıladığı doğaüstü karakteri kabul etmeden, Arapların kontrol altında tutamayacağını anlamıştı. İşte bu yüzden, Müslümanlığın yaşa­yan bir din olarak tekrar yeryüzüne dönmesi için, şimdi Muhammed'in [salla'llâhü aleyhi ve sellem] de gerçek niteliğiyle yeniden keşfedilmesi gerekiyor.

Kara kızın serüvenlerinde artık benim için kapalı bir yan kalmadığı gibi, bu serüvenleri herkesin de anlayacağını sanı­yorum. Bu serüvenler, daha doğduğu günden itibaren kafası kiliselerin Sahte-Hıristiyanlığı ile doldurulan herhangi bir beyaz kızın başından geçemezdi. Misyonerin, kara kızı doğrudan doğ­ruya kabilesinin fetişizminden alıp, Tanrı kavramının Ebedi Gulyabani kavramından, Barışın Beyi kavramından geçerek, geliş­mesindeki evreleri belirleyen tanrılar dizisine sahip İncil'üzerine tarafsız bir gözle düşünebilme düzeyine çıkardığını var­sayıyorum. Ama yine de, Anglikan Kilisesi'nin. Tanrı'yı hiçbir şeye eğilimi, hatta hiçbir tutkusu bulunmayan —dolayısıyla da insanı, Luka İncili'ne rağmen, Tanrı'nın sevgi olmadığı sonucuna vardıran— bedensiz bir ruh haline yüceltişi üzerinde dur­mak gereğini duyar kara kız. Sevgi yetmez ona (sevginin yet­mediğini. Yurtseverlik konusunda anlamıştı Edith Cavell) ([18]) ve kara kız topuzuyla sağa sola girişmekle evrenin tam bir açık­lamasını bulabileceğini hayal ederek ömrünü harcamaktansa. Voltaire'in öğüdünü tutup kendi bahçesini terbiye-etmeyi, ken­di kara bebeklerini yetiştirmeyi daha akıllıca bulur.

Ama yolun açılabilmesi için yine de. topuzun kullanılması gerekmektedir. Agnostisizmin bir başına polise hayrı dokun­maz. Yüksek uygarlık İçin can alacak bir nokta da şudur-, Nuh' un putunun varlığı sorunu; çocuklarımızın ona tapmak, günah­larından ötürü ona kurban edilmek, ya da daha ucuz tarafın­dan, bu puta kurban edilen başka birinin ardına saklanmak üze­re yetiştirilmeye devam edip etmeyeceği sorunu ortaya çıktığı zaman, topuzunu vargücüyle indirmekte kim elini sakınırsa, o modern bir devlet yönetiminde herhangi bir rol almak için uy­gun değildir. Tiyatro edebiyatının sırtındaki ağır yükü sahne için yeni bir komedi yazarak ağırlaştıracağıma bana bu öyküyü yaz­dıran ani ve tuhaf esinimin altında belki de. içinde yaşadığımız dünya buhranları sırasında bu amaca yönelmiş bir mesaj iletmenin önemi yatmaktadır.

Ayot St. Lawrence 1932-46

Bernard SHAW

KARA KIZ

Kara kız, ana din değiştirten misyonere, "Tanrı ne­rede?" dedi.

Misyoner, "Tanrı, ‘Arayın, beni bulursunuz,' de­miş," dedi.

Misyoner, daha otuzuna varmamış ufak tefek bir be­yaz kadındı: Yurdu İngiltere'de, saygıdeğer ve oldukça varlıklı ailesinin yanında ruhunu bir türlü doyuramayıp, Afrikalı küçük çocuklara Mesih'i sevmeyi, haça tapmayı öğretmek için Afrika'da ormana yerleşmiş, ufacık tefecik acayibin biriydi. Anadan, doğma bir sevgi havarisiydi. Okulda öğretmenlerinden bir ikisini, bütün burun kıvır­malara karşı koyan taparcasına bir hayranlıkla sevmiş, ama kendi yaşındaki, kendi akranı kızlara hiçbir zaman fazla bir sevgi duymamıştı. On sekizine gelince ağırbaşlı papazlara âşık olmaya başladı ve bunlardan altısıyla arka arkaya nişanlandı. Ama her seferinde de, tam en son ker­tede nişanlarını bozdu; zira başlangıçta çıldırtıcı bir mut­luluk ve umutla dolu olan bu aşk serüvenleri her neden­se gerçek dışı hale gelip, sonunda onu kaçırıyordu. Böy­le birdenbire, sebebi anlaşılmadan atlatılan papazlar, duy­dukları ferahlığı her zaman saklamıyor ve sanki onlar da hu düşün bir düş, ya da sahicisini ifade etmekte kullan­dıkları bir mecaz olduğunu, ama sahicisi olmadığını an­lamışlar gibi, kaçıyorlardı.

Bununla birlikte atlatılanlardan biri kendi canına kıydı; bu trajedi ise kıza olağanüstü bir haz verdi. San­ki bu olay onu yalancı mutlulukla dolu aldatıcı aşk di­yarından alıp, şiddetli acıların, insanı kendinden geçiren bir haz haline dönüştüğü gerçek aşk diyarına götürmüştü.

Ama bu olay, onun acayip nişanlarının sonu oldu. Nişanlanacak başka biri çıkmadığından değil. Zekâsın­dan azıcık korktuğu ve ona dobra dobra cilveli diyen, âşık atlatan diyen, bu dünyanın insanlarından bir yeğe­ni onu, son nişanlarında bir başkasının daha intiharına sebep olacak biçimde işve yapmakla suçlayıp, bundan çok daha hafif nedenlerle birçok kadının ipi boyladığını söy­ledi de ondan. Kız bir bakıma bunun gerçek olmadığını ve bu dünyanın kadınlarından olan yeğeninin bunu anla­madığını bildiği halde, dünya işleri açısından bakıldığında yeteri kadar gerçeklik taşıdığını, erkekleri baştan çıkara­rak onları, hiçbir zaman sonuna kadar götüremeyeceğini şimdi öğrendiği nişana zorlama şeklindeki bu tuhaf oyu­nundan vazgeçmesi gerektiğini da anladı. Böylece. altıncı din adamını da atlatıp, haçı Afrika'nın en karanlık yeri­ne dikmeye gitti; giderken de, günah diye elinin tersiyle ittiği şeyle ilgili olarak duyduğu son heyecan, kendi at­lattığı papaz onun yeğeniyle evlenerek bütün yetersizli­ğine rağmen, yeğeninin bu dünyaya yakışır zekâsı ve aklı sayesinde piskopos olunca, yüreğini saran öfke ateşi oldu.

İpek gibi cildi ve ışıl ışıl kasları yanında beyaz mis­yonerlerin soluk birer hayalet gibi kaldıkları nefis bir yaratık olan kara kız, ilgi çekici, ama istenileni verme­miş bir dönmeydi; zira Hıristiyanlığı kendisine öğretildi­ği gibi tatlı bir uysallıkla kabul edeceği yerde, umulmadık tepkilerle, sorularla karşılayıp, öğretmenini o anın dürtüsüyle doktrin üzerine öyle cevaplar uydurmak, öyle kanıtlar icad etmek zorunda bırakmıştı ki, en sonunda öğretmen, kendi anlattığına göre, Evanjelistler hayatta bulunmuş olsalar da tümünün kendi yetkilerine dayanı­larak ileri sürüldüğünü işitmiş olsalar, onlara hayretten küçük dillerini yutturacak kadar bol düzmece ayrıntı ve doktrinin İsa'nın hayatına sonradan eklenmiş olduğunu kendinden bile saklayamaz hale gelmişti. Misyoner ha­nım tarafından uydurulmuş inanç pudingindeki en nefis eriklerden bazılarıyla, dekorlar ve dramatis personae her ne kadar İncil'den alınma ise de, böylelikle elde edilen dinin —bu derleme öğesine rağmen— aslında misyonerin kendi esininin ürünü olduğunu rakip bir misyonerin or­taya çıkarması olasılığı bulunduğundan, çok uzak bir böl­gede yerleşmek, bunu başlangıçta dinsel duygularla yeğ­leyen misyoner hanım için kısa 'zamanda bir zorunluluk halini aldı. Misyoner hanım ancak ıssız bir köşede misyo­nerlik etmekle kilisesine sahip olabilir ve kâfir diye afo­roz edilmek korkusu bulunmadan bu kilisenin yasalarını belirleyebilirdi.

Ne var ki, okumasını Öğretir öğretmez kara kıza do­ğum gününde bir İncil vermekle belki de tedbirsizlik et­miş oldu. Zira sorduğu sorulara öğretmeninin verdiği ce­vapları fazlaca harfi harfine kabul eden kara kız, topu­zunu omuzuna vurup Tanrı'yı aramak için Afrika orma­nına daldığı zaman, kılavuz olarak yanına İncil'i aldı.

İlk karşısına çıkan, kızdırıldığında insana saldıran birkaç zehirli yılandan biri, bir mamba yılanı oldu. Hay­vanlara sevgi gösteren, hiç soru Sormayan yaratıklar ol­dukları için onları eli altında bulundurmayı pek seven misyoner hanım, kara kıza, zorda kalmadıkça hiçbir şeyi öldürmemesini, hiçbir şeyden korkmamasını aşılamıştı. Bu yüzden, kara kız topuzunu biraz sıkıca kavrayıp, marabaya, "seni kimin yarattığım ve neden sana beni öl­dürme isteği ile öldürebilmen için bu zehiri verdiğini me­rak ediyorum," dedi.

Mamba hemen ona başıyla, kendisini izlemesini işa­ret edip, kara kızı bir kaya yığınının yanma götürdü. Ka­yaların üstündeki bir tahtta yakışıklı, biçimli yüzü, sa­rıya çalar beyaz, azametli bir sakalıyla, yine sarıya çalar beyaz, gür dalgalı saçları ve hain denecek kadar haşin bir yüz ifadesi olan aristokrat görünüşlü, sağlam yapılı bir beyaz adam oturuyordu. Elinde hem kral asasına, hem büyük bir bastona, hem de hafif bir mızrağa benzeyen biz sopa tutuyordu; taparcasına bir sevgiyle kendisine sokul­makta olan suçsuz mambayı, elindeki bu sopayla hemen öldürüverdi.

Hiçbir şeyden korkmamayı öğrenmiş olan kara kız kısmen, güçlü kuvvetli erkeklerin yalnız karaların için­den çıkabileceğini ve Sadece misyoner hanımların beyaz olduklarını düşündüğü, kısmen, bu adam onun arkadaşı yılanı öldürdüğü, kısmen de, gülünç bir beyaz fistan giy­diği, dolayısıyla da kara kıza, öğretmeninin ona hiçbir zaman benimsetmediği biricik noktayı, yani kişinin kendi kendinden utanarak fistan giymesi gerektiği hususunu yeniden hatırlattığı için, bu adama karşı içinde bir nefret uyandığını hissetti. Ona seslenirken sesinde açıktan açı­ğa bir aşağılama vardı.

"Tanrı'yı arıyorum" dedi. "Sen bana yol gösterebilir misin?"

"Tanrı'yı buldun işte," diye cevap verdi beyaz adam. "Hemen'şimdi diz çök ve tapın bana ey kibirli yaratık yoksa gazabımdan kork. Ben Cenabı Hak'ım: Gökleri ve yerleri, ve onların içinde olanları ben yarattım. Yılana zehirini, ananın göğsüne sütü ben verdim. Ölümü ve bütün hastalıkları, gökgürlemesini ve şimşeği, fırtınayı ve ve­bayı've büyüklüğümün, ululuğumun bütün öteki kanıtla­rını elimde tutuyorum. Diz çök, kız; bir dahaki sefere hu­zuruma çıktığın zaman da, çocuklarının içinden en sevdi­ğini bana getir ve burada, önümde boğazlayarak kurban et; çünkü ben taze kan kokusunu severim."

"Benim çocuğum yok ki," dedi kara kız. "Kızoğlan kızım ben."

"Öyleyse babanı al getir, o seni boğazlasın," dedi Ce­nabı Hak. "Hemen akrabalarının da bana sürü sürü koç­lar, keçiler, koyunlar getirip, öfkemi yatıştırmak için hu­zurumda kızartmalarını sağla, yoksa aman vermem, Tan­rı olduğumu öğrensinler diye onları en korkunç salgınlar­la çarparım."

Kara kız, "Ben ne böyle kötü saçmalara inanacak ka­dar bebeğim, ne de yetişkin bir budala," dedi; "hem Sen o zavallı mambayı nasıl tepelediysen, aradığım gerçek Tanrı adına ben de seni öyle tepeleyeceğim." Kara kız böyle deyip topuzunu savurarak, kayaların üzerinden se­ke seke ona doğru seyirtti.

Ama tepeye vardığında ortada bir şey yoktu. Bu onu öyle hayrete düşürdü ki, yere oturup, danışmak için İncil'ini açtı. Gelgelelim, karıncalandı eline mi geçmişti, yoksa çok eski bir kitap olduğu için kendiliğinden mi çü­rümüştü, her ne ise, ilk sayfalar olduğu gibi toz haline gelmişti ve kara kız kitabı açar açmaz bu tozlar rüzgârda savruldu gitti.

Bunun üzerine kara kız içini çekti, ayağa kalktı ve yeniden aramaya koyuldu. Tam o sırada, halkalı denilen cinsten bir kobra yılanını ürküttü; yılan kara kıza bir tü­kürük atıp uzaklaşırken, kara kız, "bana tükürmeye kal­kışayım demeyesin," dedi. "Seni kimin yarattığını, niye hiç bana benzer yerin olmadığını öğrenmek istiyorum. Mambanın Tanrısı işime yaramadı: Topuzumla onu bir yoklayayım dedim, sahici olmadığı meydana çıktı. Hadi sen beni kendi Tanrı'na götür."

Bunun üzerine yılan dönüp geldi ve ona başıyla ken­disini izlemesini işaret etti, kara kız da yılanın ardına düştü.

Yılan onu ormanın içinde güzel bir çayırlığa götürdü; burada, üstünde bir dolu el yazması şiirler ve melekle­rin kanat teleklerinden yapılma mürekkepli kalem sap­lan bulunan beyaz örtülü bir masanın başında, yumuşa­cık gümüşî saçlı, gümüşî sakallı, yine beyaz fistanlı yaş­lıca bir bey oturuyordu. Oldukça iyi yürekli birine ben­ziyordu; ama burma bıyıklan, burma kaşları, kara kıza pek saçma gelen kendini beğenmiş, kurnazca bir ifade* taşıyordu.

Adam, yılana, "Aferin sana küçük tükürükçü; benim­le tartışacak birini getirmişsin,!" dedi ve ona bir yumurta verdi, yılan da yumurtayı alıp sevinçle ormana götürdü.

Adam, kara kıza, "Benden korkma," dedi, "Ben acı­masız bir tanrı değilim: İnsaflı bir Tanrıyımdır ben. Tar­tışmaktan başka kötülüğüm yoktur. Tartışmada, karşım­dakini can evinden mıhlarım. Mıhçıyım ben. Bana tap­ma. Sitem et bana. Kusur bul. Gücenirim diye hiç çekin­me. Yeter ki, üzerinde tartışabileceğim bir konu at sen ortaya."

Kara kız, "Dünyayı sen mi yarattın?" diye sordu.

"Tabii ben yarattım," dedi öbürü.

Kara kız, "Niye bunca kötülükle birlikte yarattın?" dedi.

"İşte bunu çok beğendim!" dedi Tanrı. "Tam bana sormanı istediğim şey bu. Sen aklı başında, zeki bir kız­sın. Vaktiyle, benimle tartışsın diye tuttuğum, Eyüp adın­da bir kulum vardı; ama o öylesine alçakgönüllü, öylesi­ne safdı ki, ağzından bir şikâyet çıkana kadar onu kış­kırtabilmek için en korkunç felâketleri yağdırdım üzeri­ne. Karısı ona, bana lânet okuyup ölse daha iyi olacağını söyledi; zavallı kadına hiç şaşmıyorum, zira sonradan bütün Çektiklerinin karşılığını ödedimse de, dehşetli gün­ler yaşattım Eyub'a. Sonunda onu tartışmaya sürükledi­ğim vakit, çizmeden yukarıya çıktı. Ama kısa zamanda ona haddini bildirdim, öyle bir güzel yere serdim ki onu!"

Kara kız, "Ben tartışmak istemiyorum," dedi. "Dün­yayı sahiden sen yarattınsa, niye bu kadar kötü yarattın, onu öğrenmek istiyorum."

"Kötü yaratmışım!" diye bağırdı. "Ya! Demek bana kafa tutuyor, bana hesap sormaya kalkıyorsun! Ku­zum sen kim oluyorsun da, beni eleştirmeye kalkıyorsun? Sen kendin daha iyi bir dünya yaratabilir misin sanki? Hele bir dene bakalım; dene şöyle bir. Bir zerresini ya­ratmayı dene. Meselâ bir balina yarat. Bitirdiğin zaman da burnuna bir halka takıp bana getir onu. Hey gidi böcekçik, hey! Sen biliyor musun ki, ben sadece balinayı değil, o içinde yüzsün diye denizi de yarattım? O ulu de­nizi, baştanbaşa, ta dipsiz derinliğinden, göklerin çatısına kadar. Kolay sanıyorsun sen. Bak, sana bir şey diyeyim, genç kadın: Senin burnunu yere sürtmek gerek. Kendin bir sıçan bile yaratamazken, bir dinozor yaratmış olan ba­na kafa tutuyorsun. Kendin ufacık bir göl yaratamazken, yedi denizlerin yaratıcısı olan bana kafa tutuyorsun. Sen elli yıl içinde yaşlanıp çirkinleşecek ve öleceksin, oysa be­nim şanım sonsuza dek sürecek; ama sen kalkmışsın, bu­rada beni çocuk gibi azarlıyorsun. Kendini Tanrı'dan üs­tün tutuyorsun, değil mi? Bu kanıta ne diyeceksin, ba­kalım?"

Kara kız, "Bu bir kanıt değil ki." dedi, "hor görerek alaya alma bunu. Anlaşılan, sen kanıtın ne olduğunu bilmi­yorsun daha."

Adamakıllı tepesi atan, ama durumu iyice kavraya­mayacak kadar afallamış olan yaşlı bey, "ne!" dedi. "Bü­tün dünyanın kabul ettiği gibi Eyüb'ün sırtını yere ge­tiren ben, kanıtın ne olduğunu bilmeyeceğim! Gülerim sana, çocuk!"

"Bana gülmen vız gelir," dedi kara kız; "yalnız, sen bana dünyayı iyi ve kötü karışımı olarak yaratacağına neden tüm olarak iyi yaratmadığını anlatmadın daha. Be­nim daha iyisini yaratıp yaratamayacağımı sormak bir cevap değil. Ben Tanrı olsaydım, çeçe sinekleri olmazdı. Halkım ateşli nöbetlerle yerlere serilmez, korkunç şişler çıkarmaz, günah işlemezdi. Başka yılanlar bal gibi zehir­siz geçinip gidebildiği halde, neden mambanın ağzına ze­hir kesesini koydun? Neden maymunları o kadar çirkin, kuşları o kadar sevimli yarattın?"

"Neden yaratmayayım? Sen buna cevap ver." dedi yaşlı bey.

Kara kız, "Yaramazlıktan hoşlanmadıkça, neden ya­ratasın?" dedi.

Yaşlı bey, "Kelime oyunları yaparak soru sormak, tar­tışma değildir," dedi. "Mızıkçılık derler buna."

Kara kız, "Sorularıma cevap vermeyen bir Tanrı ba­na yaramaz," dedi. "Hem, her şeyi sahiden de sen yarat­mış olsaydın, balinayı niye resimlerindeki gibi çirkin ya­rattığını da bilirdin."

"Onu komik görünüşlü yaratarak gönlümü eğlendir­mek istedimse, bundan sana ne?" dedi Tanrı. "Sen kim oluyorsun da bana, neyi nasıl yaratacağımı öğretiyorsun?"

"Canımı sıktın artık," dedi kara kız. "Her seferinde aynı edepsizliği ele alıyorsun. Senin bir şey yaratmış ola­bileceğine inanmıyorum. Eyüp safmış ki, senin iç yüzü­nü anlamamış. Bu ormanda da, tanrılık savında bulunan ihtiyarlardan geçilmiyor."

Topuzunu kaldırdığı gibi yaşlı beyin üzerine atıldı kara kız; ama öbürü atik davranıp masanın altına dalı­verdi ve kara kıza, sanki yer yarılmış da, masa yerin di­bine girmiş gibi geldi, zira oraya vardığında hiçbir şey bulamadı ortada. Kara kız tekrar İncil'ine başvurduğun­da, rüzgâr İncil'den otuz sayfayı daha alıp, toz halinde ağaçların tepelerine savurdu.

Bu serüvenden sonra kara kızın bayağı canı sıkıldı. Tanrı'yı bulamamıştı; İncil'i yan yarıya işe yaramaz hale gelmişti ve kara kız iki kez öfkelenmiş, ama iki seferin­de de hırsını alamamıştı. Beyaz sakalları, yaşlılığı, gece­lik fistanları tanrısallık belirtileri olarak gözünde fazla büyütüp büyütmediğini sormaya başladı kendi kendine. Dikkati çekecek kadar yakışıklı, tertemiz tıraşlı, Yunan entarisi giymiş genç bir adama rastladığında, ne iyi ki, bu ruh durumu içindeydi kara kız. Bu adam gibisini daha önce  hiç görmemişti. Hele adamın kaşlarının dış uçlarının öyle bir  yukarı kalkışı, kıvrılışı vardı ki, bu kara kızın hem ilgisini çekti, hem de itti onu.

"Affedersin, efendi," dedi kara kız. "Gözlerinden bil­gili olduğun anlaşılıyor da. Ben Tanrı'yı arıyorum. Bana yol gösterebilir misin?"

"Üzme tatlı canını bununla," dedi genç adam. "Dün­yayı olduğu gibi kabul et; zira onun ötesinde hiçbir şey yoktur. Bütün yollar mezara çıkar, mezar da hiçliğin ka­pısıdır; hiçliğin gölgesinde ise. her şey böştur. Sen benim öğüdümü dinle de, burnundan ötesini arama. Burnunun ötesinde bir şey bulunduğunu hep bileceksin, bu bilgi de seni umutlu ve mutlu kılacaktır."

"Benim aklım burnumun ötesinden ilerilere gidiyor," dedi kara kız. "İnsanın gözlerini kapaması doğru değil. Tanrı'yı bilmeyi mutluluktan da, umuttan da çok istiyo­rum. Benim umudum, benim mutluluğum Tanrı'dır."

Genç adam, "ya Tanrı diye bir şey olmadığını anlar­san?" dedi.

Kara kız, "Tanrı'nın var olduğunu bilmeseydim, kötü bir kadın olurdum," dedi.

"Kim söyledi sana bunu?" dedi genç adam. "Kafanı böyle sınırlamalarla bağlamalarına izin vermemen gere­kirdi. Hem, kötü kadın olsan ne çıkar yani?"

"Saçma," dedi kara kız. "Kötü kadın olmak demek, olmaman gereken bir şey olman demektir."

"Öyleyse, iyi bir kadın mı, yoksa kötü bir kadın mı olduğunu bilebilmen için, önce ne olman gerektiğini an­lamalısın."

"Burası doğru," dedi kara kız. "Ama iyi olmak kötü de olsa, iyi bir kadın olmam gerektiğini biliyorum ben."

"Bu bir anlam ifade etmiyor," dedi genç adam.

"Şenin istediğin cinsten bir anlam ifade etmiyor, ama Tanrı'nın istediği cinsten bir anlam ifade ediyor," dedi kara kız. "Benim istediğim de bu cinsten olan anlam; bu anlama kavuştuğum zaman, Tanrı'yı bulabileceğim gibi geliyor bana."

Genç adam, "Ne bulacağını nereden bilebilirsin?" de­di. "Benim sana öğüdüm, önüne çıkan bütün işleri yapa­bildiğin sürece elinden geldiği kadar iyi yapman ve böy­lelikle, ne bir öğüt, ne iş, ne bilme, ne de hatta var olma­nın bulunacağı kaçınılmaz sondan önce sana kalan gün­lerini yararlılık ve onurla doldurmandır."

Kara kız, "Öldüğüm zaman bir gelecek olacak," dedi. "Bu geleceği yaşayamasam da bilebilirim."

"Geçmişi biliyor musun?" dedi genç adam. "Gerçek­ten var olmuş bulunan geçmişi bilmezken, henüz var ol­mamış bulunan geleceği bilmeyi nasıl umabilirsin?"

Kara kız, "Ama yine de var olacak; bunu, güneşin her gün doğacağını sana söyleyebilecek kadar biliyorum," dedi.

Genç bilge, "Bu da boş," dedi. "Güneş yanıyor ve bir gün gelecek, yana yana bitecek ister istemez."

"Hayat, hep yana yana biten bir alevdir; ama her ço­cuk doğuşta yeniden tutuşur. Hayat ölümden, umut da umutsuzluktan büyüktür, önüme çıkan işi ancak onun iyi bir iş olduğunu bilirsem yaparım ben; onun iyi bir iş olup olmadığını anlayabilmek için de geçmiş ve geleceği ve de Tanrı'yı öğrenmem gerek."

Genç bilge ona sert sert bakarak, "Yani, Tanrı olman gerek, demek istiyorsun," dedi.

"Elimden geldiği kadar," dedi kara kız. "Teşekkür ederim. Asıl akıllı olan biz gençleriz: Tanrı'yı bilmenin Tanrı olmak demek olduğunu senden öğrendim. Ruhu­mu güçlendirdin sen benim. Seni bırakıp gitmeden önce, bana kim olduğunu söyle."

Genç bilge, "Ben, birçoklarının Vaiz diye bildiği Koheleth'im," diye cevap verdi. "Eğer bulabilirsen, Tanrı seninle beraber olsun! Benimle beraber değil o. Yunanca öğren: Bilgeliğin dilidir Yunanca. Hoşça kal."

Vaiz, dostça bir işaret yapıp, yürüdü gitti. Kara kız da öbür yana gitti, her zamankinden zorlu düşünmeye başladı; ama Vaiz'in kara kızı saldığı düşünceler öyle kar­maşık, öyle içinden çıkılmaz hale geldi ki, en sonunda kara kız uyuyakaldı ve hiç durmadan uykusunda yürümeye devam etti. Derken, bir aslan kokusu aldı ve birdenbire uyanınca, tam yolunun üzerinde, ocak önündeki bir kedi gibi oturmuş güneşlenen aslanı gördü; yelesi taraz taraz olmayıp, düzgün ve yakışıklı olduğu için yelesiz denilen cinsten bir aslandı bu.

Aslanın yanından geçerken, onun, —parmaklarına sanki dağtepesindeki sıcacık bir yosun demetini çekiyor­muş hissini veren— gerdanını okşar gibi hafifçe çeken kara kız, "Tanrı adına, Kocaoğlan," dedi.

Kral Richard tatlı tatlı baktı ve kara kızla birlikte gezintiye çıkmayı birdenbire canı çekmiş gibi, gözleriyle onu izledi; ne var ki, kara kız onun bu isteğini kursağın­da bıraktı ve ormanda aslandan daha az uysal, ama daha güçlü yaratıklar bulunduğunu hatırlayarak, eskisinden ihtiyatlı ilerlemeye başladı. Derken, dalgalı siyah saçlı, koskocaman burunlu esmer bir adama rastladı. Adamın ayaklarındaki çarıklardan başka hiçbir şey yoktu üstünde. Yüzü kırış kırıştı; ama bu kırışıklıklar acıma ve iyilikten meydana gelmiş kırışıklardı, buna karşılık geniş delikleri olan kocaman burnu vardı ve ağzının kenarları direşken­lik, dayanıklılık ifade ediyordu. Kara kız onu görmeden önce sesini duydu, zira adam kükrer gibi, ulur gibi ses­ler çıkarıyordu, görünüşe göre de başı dertteydi. Kara kızı görünce kükremeyi bıraktı, hiçbir derdi yokmuş gimi, kaygısız görünmeye çalıştı.

"Şey, efendi," dedi kara, kız, "hani şu çırılçıplak so­yunup, çakallargibi uluyarak, baykuşlar gibi yaslı yaslı bağırarak dolaşan peygamber sen misin?"

Esmer adam, özür diler gibi, "Böyle şeyler yaparım azıcık," dedi. "Adım, Mika'dır: Moreşetli Mika. Sana bir yardımda bulunabilir miyim?"

Kara kız, "Tanrı'yı arıyorum ben," diye cevap verdi "Buldun mu bari?" dedi Mika.

"Pişmiş et kokusunu sevdiği için ona hayvan kızart­mamı ve çocuklarımı kurban taşında kurban etmemi isteyen yaşlı bir adam buldum."

Bunun üzerine Mika öyle acıklı bir feryat kopardı ki. Kral Richard telâşla kendini ormana atıp saklandı ve otu­rup kuyruğunu kamçı gibi sallayarak oradan gözetleme­ye başladı.

Mika, "O düzmece bir tanrıdır, korkunçtur," diye kükredi. "O'nun karşısına, yakılan adaklarla, bir yıllık buzağılarla  çıkabileceğini aklın alıyor mu? Senin ona yüreğinle bağlanman yerine, binlerce koçlardan,... yağ sellerinden Rab hoşlanır mı?... Bedeninin semeresini,. . ilk çocuğunu(Eski Ahit Mika 6.8.)..  kurban etsen Rab hoşlanır mı? O ne­yin iyi olduğunu senin yüreğine açık etmiş: Yüreğin de sana O'nun doğru dediğini söylemiş. Hak olanı yapmak ve merhameti sevmek ve Allah'ınla alçakgönüllü olarak yü­rümekten başka Rab semden ne ister?" ([19])

, "Bu da bir üçüncü Tanrı," dedi kara kız; "kurban is­teyen Tanrı'yla zayıflığımı ve cahilliğimi alaya almak için benimle tartışmak isteyen Tanrı'dan daha çok sevdim bunu. Ama insan, efendi ya da yargıç olmadıktan sonra, hak olanı yapmak ve merhamet göstermek, hayatın sade­ce ufak bir bölümüdür. Hem, nereye yürüdüğünü bilmez­sen, alçakgönüllü olarak yürümenin yararı ne?"

Peygamber, "Sen alçakgönüllü olarak yürü, Tanrı sana yol gösterir," dedi. "Tanrı'nın seni ne yana götürdü­ğünden sana ne?"

"Kendi yolumu kendim bulayım diye bana göz ver­miş. Tanrı," dedi kara kız. "Bana bir akıl vermiş ve bu aklı kullanmayı da bana bırakmış. Şimdi ben ondan, be­nim yerime görüp, benim yerime düşünmesini nasıl iste­yebilirim?"

Mika'nın buna verdiği biricik cevap, korkunç bir kük­reme oldu, hem de öyle korkunç bir kükreme ki, Kral Richard ok gibi fırlayıp, hiç durmadan üç kilometre kaç­tı. Aynı şeyi, ters yönde olmak üzere kara kız da yaptı, ama o sadece bir buçuk kilometre kaçtı.

Kendini toplayarak, "Neden kaçıyorum ben?" diye sordu kendi kendine. "O iyi yürekli gürültücü ihtiyardan korkmuyorum ki."

Hemen yanıbaşından, girintili çıkıntılı bir kütüğün üstünde oturmakta olan, aşırı derecede miyop, gözlüklü, yaşlıca bir adamdan gelen bir ses, "Korkuların ve umut­ların hep kuruntudan ibarettir," dedi. "Kaçmakla, şartlı reflekslerden birine göre davranıyordun. Çok basit. As­lanlar içinde yaşadığın için, daha çocukluğunda edindiğin izlenimler dolayısıyla, aslan kükremesi sana ölüm tehli­kesini çağrıştırıyor. İşte o kör inançlı kart eşek anırdığı zaman, hiç düşünmeden tabanları yağlaman bundandır. Bu önemli keşfi yapabilmek için tam yirmi beş yıl ken­dimi tamamıyla buna vererek çalıştım, .bu süre içinde sa­yısız köpeğin beynini kestim, dilleri yerine yanaklarında açtığım deliklerden salgıladıkları tükrükleri üzerinde göz­lemlerde bulundum. Bu muazzam başarıya olan hayran­lıkları ve bu başarının insan davranışıyla ilgili büyük so­runlara tuttuğu ışıktan ötürü duydukları şükran yüzün­den, bütün bilim dünyası önümde yere kapanmış bulu­nuyor""

"Niye bana sormadın?" dedi kara kız. "O zavallı kö­peklerin canlarını yakmadan, yirmi beş saniyede söyler­dim ben sana."

"Cahilliğin ve kibrin ağza alınacak gibi değil," dedi ihtiyar miyop. "Şartlı refleksi bir olgu olarak doğallıkla her çocuk bilir; ama bu bir laboratuvarda deneysel olarak hiç kanıtlanmamıştı; bundan ötürü de, bilimsel olarak hiç bilinmiyor demekti. Benim elime bilimsellikten uzak bir varsayım halinde gelen bu olguyu ben bilim olarak dev­rettim. Sen hiç deney yaptın mı, sorabilir miyim?"

"Çook," dedi kara kız. "Bir tane de şimdi yapacağım. Neyin üstüne oturduğunu biliyor musun sen?"

"Gayet rahatsız kaba bir kabukla kaplı, yaşlılıktan kurşunî renk almış bir kütüğün üstünde oturuyorum," dedi miyop.

"Yanılıyorsun," dedi kara kız. "'Uyuyan bir timsahın üstünde oturuyorsun."

Miyop, Mika'yı kıskandıracak bir çığlıkla yerinden fırlayıp, deli gibi yakındaki bir ağaca koştu ve bu kadar yaşlı bir bey için insanüstü sayılacak bir kedi çevikliğiyle, tepesine tırmanıverdi.

"în aşağı," dedi kara kız. "Timsahların yalnız ırmak kıyılarında bulunduğunu bilmen gerekirdi. Sadece bir de­ney yapıyordum ben. în aşağı."

Miyop, tiril tiril titreyerek, "Nasıl ineyim?" dedi. "Boynumu kırarım sonra."

"Ya nasıl çıktın?" dedi kara kız.

Miyop ağlamaklı, "Bilmiyorum," dedi. "Bu bile in­sanı mucizelere inandırmaya yeter. Bu ağaca tırmanma­ma olanak yoktu; ama buradayım işte, bir daha da hiç aşa­ğı inemeyeceğim."

"Çok ilgi çekici bir deney oldu, değil mi?" dedi kara kız.

"Çok zalimce bir deneydi; utanmalısın; kötü kız." di­ye inledi miyop. "Beni öldürebileceğini hiç düşünmedin mi Allah aşkına? Benimki gibi nazik bir bünye şiddetli bir sarsıntı geçirir de, bunun kalp üzerinde son derece ciddi,, belki de öldürücü bir etkisi olmaz mı sanıyorsun? Bir da­ha hayatımın sonuna kadar, kütük üstünde oturamayacağım. Sanırım nabzım çok anormal atıyordur, gerçi saya­mam ama; zira bu dalı bırakırsam taş gibi düşerim aşa­ğıya."

"Tükürük salgısı üzerinde hiçbir tepki uyandırmadan bir köpeğin yarı beynini kesip çıkarabildikten sonra, hiç  üzülme sen," dedi kara kız sakin sakin. "Bana kalırsa Af­rikalı büyücü, senin köpekler yoluyla yaptığın falcılıktan çok daha güçlü. Bir kelime söyleyip, kedi gibi ağaca tır­mandırdım seni. İtiraf et ki, bir mucizeydi bu."

"Keşke bir kelime daha söylesen de beni aşağı indirsen, kahrolası kara cadı," diye homurdandı miyop.

"Olur, söylerim," dedi kâra kız. "Tam ensenin dibin­de seni koklayan bir yılan var."

Göz açıp kapayana kadar, miyop kendini yerde bul­du. Gerçi yere basar basmaz sırt üstü yuvarlandı, âmâ hemen toparlanıp ayağa kalktı ve "Bana yurtturduğunu sanma," dedi. "Sırf beni korkutmak için yılan masalım uydurduğunu çok iyi biliyorum."

Kara kız, "Ama sahiden de yılan varmış gibi kork­tun," dedi.

Miyop, köpürerek, "Hiç de korkmadım," dedi. "Zerre kadar korkmadım."

"Ama korkmuş gibi, bir solukta indin ağaçtan aşağı," dedi kara kız.

Artık kendini güven içinde hisseden miyop, kendini toplayarak, "İşin ilgi çekici yanı da bu zaten," dedi. "Bu da bir şartlı refleksti. Acaba bir köpeği ağaca tırmandırabilir miyim?"

"Niye tırmandıracaksın?" diye sordu kara kız.

"Niye olacak, bu fenomeni bilimsel bir temele oturt­mak' için," dedi miyop.

"Saçma!" dedi kara kız. "Köpekler ağaca tırmanamaz."

"Hayal ürünü timsah olmasa ben de tırmanamazdım," dedi profesör. "Köpeğe timsahı nasıl hayal ettirsem aca­ba?"

"Önce köpeğe birkaç tane sahici timsah gösterirsin," dedi kara kız.

Miyop, kaşlarını çatarak, "Bu çok pahalıya patlar," dedi. "Profesyonel köpek hırsızlarından aldığın ya da kö­pek vergisi ödeme zamanı geldiğinde toptan alıp depo et­tiğin vakit ucuza geliyor köpekler; ama timsahlar çok tuz­luya oturur. Bunu iyice bir düşünmem gerek." .

Kara kız, "Gitmeden önce, Tanrı'ya inanıp inanma­dığını söylesene bana," dedi.

"Tanrı, gereksiz ve işe yaramaz diye kenara atılmış bir varsayımdır." dedi miyop. "Evren, sarsıntıların tekrar tekrar yeniden ürettiği dev bir refleksler sisteminden iba­rettir. Dizine bir vursam, ayağın? sallarsın."

"Ben de topuzumla sana vururum; onun için sakın vurmaya kalkma," dedi kara kız.

"Konuyla ilgili olmayan böyle yan refleksleri bilim­sel amaçlarla önlemek için, deneyde kullanılan şeyi yatı­rıp bağlamak zorunluğu vardır," dedi profesör. "Bununla birlikte bu yan refleksler, çağrışım yoluyla meydana ge­len refleks örnekleri olmaları bakımından da konuyla il­gilidir. Bunların etkilerini incelemek için yirmi beş yıl harcadım."

Kara kız sordu: "Neyin üzerindeki etkilerini?"

"Bir köpeğin tükürük salgısı üzerindeki etkilerini," diye cevap verdi miyop.

"Bari bilgeliğin arttı mı?" dedi kara kız.

"Bilgelik beni ilgilendirmez," diye cevap verdi miyop; "aslında bunun ne olduğunu bile bilmiyorum ve böyle bir şeyin varolduğuna inanmak için bir neden göremiyorum. Benim işim, daha önce bilinmeyen şeyleri öğrenmektir. Bu bilgiyi dünyaya bildirir, böylelikle, doğruluğu kesin­leşmiş bilimsel gerçekler yığınına bir katkıda bulunmuş olurum."

"Ortada merhamet diye bir şey kalmayıp, her şey bil­giden ibaret olunca dünya çok mu daha iyi olacak?" dedi kara kız. "Bilmek istediğini öğrenmek için bundan daha insanca bir yol bulacak kadar aklın yok mu senin?"

Miyop, kulaklarına inanamamış gibi, "Akıl!" diye ba­ğırdı. "Sen görülmemiş derecede bir karacahil olmalısın, kadın. Bilim adamlarının baştan ayağa akıl olduklarını bilmiyor musun?"

"Sen onu timsaha anlat," dedi kara kız. "Bana yalnız şunu söyle. Yaptığın deneylerin başkalarının kafaları ve karakterleri üzerindeki etkilerini biç düşündün mü? Bir köpeğin tükürüğüyle ilgili bir şeyi anlatmak, kendi ruhu­nu kaybedip, başkalarının ruhunu lânetlemeye değer mi?"

Miyop, "Hiçbir anlam ifade etmeyen kelimeler kullanıyorsun," dedi. "Ruh dediğin organın nasıl işlediğini ame­liyat masasının üzerinde ya da teşrihhanede gösterebilir misin? Lânetleme dediğin şeyi laboratuvarda meydana ge­tirebilir misin?"

"Topuzumu yapıştırdım mı, ruhu olan canlı bir yara­tığı, ruhsuz bir ölü haline getirebilirim," dedi kara kız, "sen de yakında bu ikisi arasındaki farkı görüp, tadacak­sın. İnsanlar kötü bir şey yapıp ruhlarını' lanetledikleri zaman da, aradaki fark hemen görülür."

"Ben ölen insan gördüm, ama ruhunu lânetleyenini hiç görmedim," dedi miyop.

"Ama insanın köpeklediğini gördün," dedi kara kız. "Sen kendin de köpekledin, öyle değil mi?"

"Nükteli bir kelime oyunu; hem de, fazlasıyla kişisel­liğe kaçan bir kelime oyunu," dedi miyop tepeden baka­rak. "Seni bırakıyorum."

Miyop böyle diyerek, kendi ağaca tırmanışını bilimsel olarak kanıtlayabilmek için, bir köpeği ağaca tırmandırabilme çareleri düşüne düşüne kendi yoluna, kara kız da ters yönde kendi yoluna gitti; kara kız gide gide doruğun­da, mızraklı bir Romalı askerin beklediği kocaman bir haç dikili olan bir tepeye vardı. Gerek kendi yüreğini, gerek âşıklarının yüreğini kırmakta bulduğu zevkin aynını İsa' nın çarmıha gerilişindeki dehşet verici sahnelerde de bu­lan misyonerin aşılamalarına rağmen, kara kız bu haçtan nefret etti ve İsa'nın, kız torunlarını (kara kızın imgele­mi tabloyu her zaman, en aşağı yirmi beş tane gelecekleri parlak kara kız torunla tamamlardı) ana babalarının ben­cilliklerine, sertliklerine karşı koruyarak, yılların bilge ligiyle dolu, rahat ve huzur içinde, acı çekmeden eceliyle ölmemiş olması yazık diye düşündü. Kara kız iğrenen bir ifadeyle başını tam haçtan öteye çevireceği sırada, Roma lı asker, mızrağım atmaya hazır vaziyette tutarak kara kıza doğru hızla koşup, hırsla bağırdı: "Roma yasası, Roma düzeni, Roma barışının aracı ve sembolü önünde diz çök, zenci."

Ne var ki, kara kız yana çekilip mızraktan kurtuldu ve topuzunu Romalı askerin ense köküne öyle candan yü­rekten yapıştırdı ki, asker tepetaklak yeri öptü ve ayaklarının birbirine dolanmasına engel olarak doğrulmaya çalıştı. Kara kız, topuzunu ona göstererek, "Bu da bütün iyi şeylerin zenci usulü araç ve sembolüdür. Nasıl, beğen­din mi?" dedi.

"Allah kahretsin!" diye homurdandı asker. "Bir kara cadı onuncu lejyonu tavşan gibi tepelesin! Dünyanın sonu geldi." Asker debelenmekten vazgeçip, yere uzandı, çocuk gibi sesli sesli ağladı.

Kara kız fazla uzaklaşmadan asker kendine geldi, ama bir Romalı asker olduğundan, nefsini doyurmak uğ­runa nöbet yerini bırakamadı. Tepenin sırtı, Her ikisinin görüş alanını birbirinden ayırmadan önce kara kızın Ro­malı askerden gördüğü son şey, askerin ona doğru salla­dığı yumruğu oldu; ondan duyduğu son şeyi ise burada tekrarlamak gereksiz.

Bundan sonraki serüven kara kızın, su içmek için durduğu bir kuyu başında geçti; daha önce fark etmediği, kuyunun yanma oturmuş bir adam gördü birdenbire. Kara kız eliyle su alacakken, adam, nerden geldiği belli ol­mayan bir kupa çıkarıverip şöyle dedi: "Al, bununla iç, beni hatırlarsın."          -

Kara kız, ^Teşekkür ederim, efendi," dedi ve içti. "Çok teşekkür ederim."

Kara kız kupayı adama geri verdi; o da kupayı bir hokkabaz gibi yok etti; kara kız buna güldü, adam da güldü.

"Esaslı bir marifetti doğrusu efendi," dedi kara kız. "Büyük bir sihirbazsın sen. Belki kara kıza sen söylersin. Tanrı'yı arıyorum ben. Nerede Tanrı?"

"Senin içinde," dedi hokkabaz. "Benim de içimde." "Öyle sanıyorum." dedi kara kız. "Ama nedir o?" "Babamız," dedi hokkabaz.

Kafa kız yüzünü buruşturup, bir an düşündü. Sonra, "Niye anamız değil?" dedi.

Yüzünü buruşturmak sırası hokkabaza geldi ve hok­kabaz yüzünü buruşturdu. "O zaman analarımız, onları Tanrı'dan önce saymaya zorlardı bizi," dedi. "Anamın gös­terdiği yoldan gitseydim, toplumdan atılmış biri, bir ser­seri olacağıma, belki de zengin bir adam olurdum ama Tanrı'yı bulamazdım."

Kara kız, "Küçüklüğümden, ta ona topuzumla girişe­cek kadar büyüyene kadar, babam beni hep dövdü," de­di; "hatta, ondan sonra da beni, karisini denizlerin öte ya­nında bırakmış bir beyaz asker efendiye satmaya kalktı. Ben hiçbir zaman, 'Cennetteki Babamız,' dememişimdir. Hep 'Büyükbabamız,' derim ben. Babam olacak Tanrı is­temem."

Hokkabaz, "Kardeş kardeş birbirimizi sevmemize en­gel değil ki bu," dedi gülümseyerek; gülümsedi, zira ba­ba Tanrı'nın büyükbaba Tanrı olarak değiştirilmesi, mi­zah duygusunu gıdıklamıştı. Ayrıca, olanak buldukça gü­lümseyen iyi huylu bir insandı hokkabaz.

Kara kız, "Bir kadın, erkek kardeşini sevmez," dedi "Kadının yüreği, erkek kardeşinden çok yabancılara akar; yüreğimin sana akışı gibi."

Hokkabaz, "Neyse, aileyi bir kenara, bırakalım: Bu sadece bir mecazdı," dedi. "Bizler aynı insanlık gövdesi­nin birer üyeleri, dolayısıyla da birbirimizin üyeleriyiz. Bunu burada bırakalım."

"Bırakamam, efendi," dedi kafa kız. "Tanrı bana göv­delerle, analarla, babalarla, erkek kardeşlerle, kız kardeş­lerle bir alışverişi olmadığını söylüyor."

"Bu da, birbirinizi sevin demenin başka bir biçimi:

Hepsi ö kadar," dedi hokkabaz. "Senden nefret edenleri sev. Sana beddua edenlere hayırdua et. İki siyahın bir beyaz etmeyeceğini hiçbir zaman aklından çıkarma."

"Herkesin beni sevmesini, istemiyorum ki ben," dedi kara kız. "Ben herkesi sevemem. Sevmek istemiyorum. Tanrı bana, sırf onlardan hoşlanmadım diye insanlara topuzumla vurmamamı, onların benden hoşlanmamaları­nın da —şayet benden hoşlanmayanı çıkarsa— bana vur­mak hakkını onlara vermediğini söylüyor. Öbür yandan, başkalarını soyup öldürdükleri için yılan gibi öldürülme­leri gereken insanlar var."

"Keşke bana onları hatırlatmasaydın," dedi hokka­baz. "Beni çok mutsuz ediyor onlar."

"Tatsız şeyleri unutmak, her şeyi tatlılaştırır, ama inanılır yapmaz; doğru da yapmaz" dedi kara kız. "Sen beni gerçekten, sahiden seviyor musun, efendi?"

Hokkabaz irkildi, ama hemen tatlı tatlı gülümseye­rek cevap verdi: "Bunu kişisel bir mesele haline getirme­yelim."

"Ama kişisel mesele olmazsa bir anlamı kalmaz ki," dedi kara kız. "Bana yapmam gerektiğini söylediğin gi­bi, sana, seni sevdiğimi Söyledim diyelim! Çizmeyi aştı­ğımı düşünmez misin?"

"Asla!" dedi hokkabaz. "Aklına böyle şey getirme­melisin. Sen kara, ben beyaz olduğumuz halde, bizi yara­tan Tanrı'nın önünde ikimiz de eşitiz."

"Aklıma böyle şey getirdiğim yok zaten," dedi kara kız. "Konuşurken, benim kara, senin de zavallı bir beyaz olduğunu unuttum ben. Beni beyaz bir kraliçe, kendini de beyaz bir kral olarak düşün. Ne oldu? Niye irkildin?"

"Hiç. Hiçbir şey olmadı," dedi hokkabaz. "Daha doğ­rusu Beyazların en yoksuluyum ben; ama yine de kendi­mi bir kral olarak düşündüm. Yalnız, insanların kötülüğü beni deliye döndürdüğü zaman oldu bu."

"Ben çok daha kötü krallar gördüm," dedi kara kız; . "onutı için kızarmana gerek yok. Şimdi sen Kral Süley­man ol, ben de Saba Melikesi olayım, hani İncil'deki gibi. Geldim ve sana, seni sevdiğimi söyledim. Bu, sana sahip olmaya geldim demektir. Bir dişi aslanın aşkıyla geldim, seni yödim ve kendimin bir parçası yaptım. Bu andan iti­baren artık sen, seni neyin hoşnut edeceğini değil, beni neyin hoşnut edeceğini düşünmek zorundasın. Seninle nef­sin arasında, seninle Tanrı arasında ben bulunacağım. Müthiş bir zorbalık değil mi bu şimdi? Sevgi, yiyici, yu­tucu bir şeydir. İçinde sevgi olan bir cennet düşünebili­yor musun?"

"Benim cennetimde sevgiden başka şey yoktur. Cen­net, sevgiden başka nedir ki?" dedi hokkabaz; bunu ce­saretle, ama tedirgin söyledi. ,

"Cennet, Tanrı'nın yüce katıdır. Cennet, Tanrı'nın ve Tanrı'nın düşüncelerinin evidir. Orada sevişmek yoktur, orada insanlar, kenenin koyuna yapıştığı gibi yapışmaz­lar birbirlerine. Misyoner hanım, benim öğretmenim sev­giden söz eder; halbuki kendisi bütün âşıklarını bırakıp kaçmış, Tanrı işini yapmaya gelmiştir. Beyazlar, beni se­verler diye korktukları için gözlerini benden kaçırırlar. Kendilerini Tanrı işine adamış sürü sürü kadın, sürü sü­rü erkek var; ama bunlar kendi gruplarına kız kardeşler birliği ([20]), erkek kardeşler birliği ([21]) adını verdikleri hal­de birbirleriyle konuşmazlar."

"Onlar hesabına daha da yazık ya," dedi hokkabaz.

"Saçma, tabii," dedi kara kız. "İnsanlarla birlikte ya­şamak ve daha iyisi olmadığına göre birbirimizle geçin­mek zorundayız. Ama bu, bedenimizin aşka gereksinimi olduğu kadar ruhumuzun da yalnızlığa gereksinimi bulun­duğunu göstermez mi? Bizler birbirimizin bedeninin ve kafasının yardımını gerekseriz; ama ruhumuz Tanrı'yla yalnız kalmak ister; onun için, seni seven ve kafanla be­denin yanı sıra ruhunu da isteyen biri çıkınca, ‘haddini bil: Ben kendime aitim, sana değil!' diye bağırırız. Şu se­nin, ‘birbirinizi seviniz' öğütü cinayet ve köleliğe karşı sa­vaşması gereken savaşçıya ya da öldürmediği takdirde çocuklarının açlıktan öldüğünü görecek olan avcıya bir alay gibi gelir, ama Tanrı'yı arayan bana daha da beter bir alay gibi geliyor."

Hokkabaz, "Öyleyse, sizlere şu emri veriyorum: Bir­birinizi öldürünüz mü diyeyim?" dedi.

Kara kız, "Bu, öbürkünün tersine çevrilmişinden baş­ka bir şey değil," dedi. "Bu iki kurala göre de yaşanmaz. Bence senin bu her derde deva emirlerin, aşçılık gez­ginci satıcıların bize sattıkları haplara benziyor: Yirmi se­ferde bir sefer yaran dokunur bunların, ama ger kalan on dokuz seferinde bir işe yaramazlar. Hem, ben emir fi­lan aramıyorum. Tanrı'yı arıyorum ben."

"Devam et aramana; Tanrı seninle beraber olsun," dedi hokkabaz. "Onu bulmak için, benden öteye gitmen gerek." Bunu der demez, hokkabaz gözden kayboldu.

"En iyi numaran belki de buydu," dedi kara kız. "Ama yine de seni kaybettiğime üzüldüm; zira kendi aklımca, sevimli ve iyi niyetli bir adam buldum seni."

Bir buçuk kilometre ilerde, omuzlarında koskocaman bir katedral taşıyan, çok yaşlı bir balıkçıya rastladı kara kız.

Yardım etmek için balıkçıya doğru koşarak, "Dikkat et, belceğizini kıracaksın, ihtiyar," diye bağırdı.

Balıkçı neşeyle, "Bu kırmaz benim belimi," diye ce­vap verdi. "Bu kilisenin kurulu olduğu kayayım ben."

İhtiyar balıkçının, kilisenin ağırlığı altında her an ezilip gitmesini bekleyen kara kız, "Ama sen kaya de­ğilsin, üstelik senin taşıyamayacağın kadar ağır bu," dedi.

Balıkçı ona tatlı tatlı sırıtarak, "Korkma sen," dedi "Bu tamamıyla kâğıttan yapılmadır." ihtiyar balıkçı hop­laya zıplaya kara kızın yanından geçti gitti ve o giderken, katedraldeki bütün çanlar da neşeli neşeli çaldı

Daha ihtiyar balıkçı gözden kaybolmadan, hepsi de tertemiz yıkanmış paklanmış, kimi siyah, kimi beyaz çe­şitli urbalar giymiş, sırtlarında yine kâğıttan, ama ço­ğunlukla ihtiyar balıkçınınkinden daha çirkin kiliseler ta­şıyan bir sürü başka adam sökün etti. Hepsi de kara kı­za, "Balıkçıya inanma. Şu ötekilerin sözlerine kulak ver­me. Gerçek kilise benimkidir," diye bağırdılar. En sonun­da, onlardan kurtulmak için kendini ormana attı kara kız, zira bu adamlar birbirlerine taş atmaya başlamışlardı. Sanki hepsinin de gözü körmüş gibi hiçbiri iyi nişan ala­madığından, yolun dört bir yanından taşlar yağıyordu. Bunun üzerine kara kız, bunlar arasında isteğine uygun bir Tanrı bulamayacağı sonucuna vardı.

Kilise taşıyanlar geçtikten, daha doğrusu taş savaşı sürüp giderek uzaklaştıktan sonra kara kız tekrar yola döndü ve orada yaşlı bir serseri Yahudi gördü. Serseri Yahudi ona, "Geldi mi?" diye sordu.

"Kim geldi mi?" dedi kara kız.

"Geleceğini vaad eden," dedi Yahudi. "Kendisi gele­ne kadar bana oyalamamı söyleyen. Artık oyalayamaz ha­le geldim. Eğer yakında gelmezse iş işten geçecek; zira insanlar birbirlerini gittikçe daha büyük sayılarda öldür­menin yollarından başka bir şey öğrenmiyorlar."

"Gelecek olan hiçbir kimse bunu durduramaz ki," de­di kara kız.

"Ama O, Kudretim sağında oturarak, göğün bulutla­n ile ([22]) gelecek," diye bağırdı. "O öyle dedi. Gelecek ve her şeyi düzeltecek."

Kara kız, "Eğer sen başkalarının gelip de işleri dü­zeltmesini beklersen," dedi; "sonsuza dek beklersin." Bu­nun üzerine Yahudi umutsuzluğundan bir feryat kopar­dı, kara kıza tükürdü ve sendeleye sendeleye uzaklaştı.

Kara kız karşılaştığı yaşlı adamlardan hiç hoşnut kal­mamıştı, o yüzden, Yahudi'yi başından savdığına sevindi. Yürümeye devam etti ve yol kenarında, gölgelik bir ye­re geldi; burada, bir grup beyaz bey ve hanımdan epeyce açıkta oturmuş yemek yiyen, beyazların hamalları olduk­ları her hallerinden belli, kendi cinsinden elli kadar zen­ci gördü. Hanımların ayaklarında pantolon, başlarında kolonyel şapka olduğu için, kara kız bunların da erkekler gibi kâşif olduklarını anladı. Yemekten biraz önce kalk­mışlardı. Bir kısmı şekerleme yapıyor, bir kısmı da not defterlerine yazı yazıyorlardı.

Kara kız, hamalların başına, "Ne seferine çıkmış bu heyet?" diye sordu.

Hamal başı, "Buna Meraklılar Kervanı diyorlar," dedi.

"Bunlar iyi beyaz mı, yoksa kötü beyaz mı?" diye sor­du kara kız.

"Düşüncesiz bunlar, olmadık şeyler üzerinde tartışıp çok zaman kaybediyorlar," dedi hamal başı. "Sırf soru sor­muş olmak için de soru sorarlar."

Hanımlardan biri, "Hey! Sen, oradaki," diye bağırdı. "Hadi işine git bakayım: Burada duramazsın. Adamları huylandıracaksın."

"Senden fazla huylandırmam," dedi kara kız.

"Saçmalama, kız" dedi hanımefendi: "Elli yaşındayım ben. Dişiliğim, erkekliğim kalmamış benim. Hem, onlar bana alışık. Hadi, git işine."

Kara kız, biraz aşağılayan bir tavırla, "Onlar beyaz erkek değil, korkma," dedi. "Niye kendinize Meraklılar Kervanı adını verdiniz siz? Neyi merak ediyorsunuz? Tanrı'yı mı merak ediyorsunuz?"

Kara kızın bu sorusu üzerine öyle yürekten bir kah­kaha koptu ki, şekerleme yapmakta -olanlar uyanıp, neye gülündüğünü anlattırdılar.

Beylerden biri, "Uygar ülkelerde bu konuya artık yüzyıllardan beridir merak duyulmuyor," dedi.

Bir başkası, "Onbeşinci yüzyıldan beri, diyebiliriz," dedi. "Shakespeare bile Tanrısızdı."

Bir üçüncüsü, "Shakespeare herkes değildir," dedi "Ulusal marşımız onsekizinci yüzyıldan kalmadır. Ulusal marşımızda, Tanrı'ya, bizim kirli siyasal işlerimizi O'nun yapmasını emrettiğimizi görürsünüz."

İkinci bey, "Aynı Tanrı'ya değil," dedi. "Ortaçağda, Tanrı'nın bize emrettiği ve bizleri habire çalıştırdığı ka­bul ediliyordu. Burjuvazinin yükselişi ve derebeylik aris­tokrasisi tarafından ayrıcalıklarının bedeli olan görevler­den yoksun bırakılışıyla, yüksek sınıfların emri altına gi­rerek habire onlar tarafından çalıştırılan bir tanrı ortaya çıktı. ‘Onların siyasetlerini karıştır, düzenlerini boşa çı­kar' ve buna benzer şeyler."

"Evet," dedi birinci bey; "bir de üçüncü bir tanrı var: Küçük burjuvaların Tanrı'sı. Bunun görevi de, küçük bur­juvalar ticari namussuzluklarıyla bütün bir hafta, günah­ları kaydeden meleğin yazboz tahtasını doldurunca, Pazar günleri kendi kanıyla burjuvaların yazboz tahtasındaki günahlarını yıkamaktır."

Üçüncü bey, "Bu tanrıların her ikisi de hâlâ güçlüdür," dedi. "Bundan kuşkunuz varsa, ulusal marştaki ikin­ci kıta yerine daha temiz bir şey koymaya ya da dua ki­tabından Kefaret bölümünü kaldırmaya, çalışın."

"Arayışım sırasında* karşılaştıklarım ve sözünün edil­diğini duyduklarımla altı Tanrı ediyor," dedi kara kız. "Ama bunların hiçbiri benim aradığım Tanrı değil."

"Tanrı'yı mı arıyorsun sen?" dedi birinci bey. "Ken­di Mumbo Jumbo'nla, ya da kabilenin Tanrısı her ne ise onunla yetinsen daha iyi değil mi? Bizim Tanrılarımızdan hiçbirinde ona oranla bir üstünlük bulamayacaksın."

"Bizim Tanrı koleksiyonu içinde Mumbo JumboHarın çeşitlisi vardır," dedi üçüncü bey. "Bunlardan bir tekini bile sana sahk veremeyiz, dürüst davrandığımız takdir­de."

"Olabilir," dedi kara kız. "Ama dikkatli olsanız iyi edersiniz. Misyonerler bize sizin Tanrılarınıza inanmayı aşılıyor. Bize bütün uyanları böyle. Eğer sizin bu tanrıla­ra inanmadığınızı ya da bunların düşmanı olduğunuzu bir anlarsak, gelip sizi öldürebiliriz. Milyonlara varıyor bizim sayımız; hem sizler kadar silâh kullanmasını da biliriz."

İkinci bey, "Doğru yanı da yok değil hani bu sözün," dedi. "Kendi inanmadığımız Şeyleri bu insanlara aşılama­ya hakkımız yok. Gerektiğinden fazla ciddiye alabilirler. Onlara gerçeği, evrenin doğal ayıklanma yoluyla ortaya çıktığını, Tanrı'nın bir masal olduğunu söylesek ya."

Birinci bey kuşkulu kuşkulu, "Bunu söylersek eski, lâyık olanın sağ kalacağı anlayışına dönerler," dedi; "on­larla rekabette ise bizim sağ kalmaya lâyık olduğumıiz pek belli değil. Bu kız insan türünün mükemmel bir ör­neği. Sefer heyetimizin işleri için keşke zavallı beyazları kullanmasaydık: Yerliler daha güçlü, daha temiz ve daha zeki."

Hanımlardan biri, "Daha da terbiyeli," dedi.

"öyle," dedi birinci bey. "Yerliler Avrupalı tanrısız­lığına karşı bir haçlı seferi açtıkları takdirde bize şans ta­nıyacak bir tanrıya inanmalarını aşılamayı tercih ederdim onlara; bundan kuşkunuz olmasın."

Gözlüklü bir hanım, "Evrenle ilgili gerçeği öğrete­mezsiniz bu insanlara," dedi. "Matematiksel evreni şim­di biz biliyoruz. Şu kızdan, bir sayıyı eksi x'in kare kö­küne bölmesini isteyin, söylediğiniz şey hakkında, kafa­sında ufacık bir kavram kırıntısı bulunmadığını görecek­siniz. Halbuki eksi x*in kare köküne bölme işlemi, evre­nin anahtarıdır."

İkinci bey, "tskelet halinde bir anahtar," dedi. "Ben­ce eksi x*in kare kökü saçmalıktan başka bir şey değil­dir. Doğal ayıklanma."

Karamsar bir bey, "Ne yararı var bütün bunların?" diye homurdandı. "Bildiğimiz biricik şey, güneşin ısı kay­bettiği ve hepimizin yakında soğuktan öleceğimizdir. Bu olgu karşısında herhangi bir şeyin ne önemi var?"

Canlı, genç bir bey, "Neşeniz yerine gelsin, Bay Şomağızlı," dedi. "Bu sefer heyetinizin başfizikçisi olarak, koz­mik radyasyonlara ve gelgit olaylarının gecikmesi olgu­suna. bir itirazınız bulunmadığı sürece, güneşin sonunda hepimizi diri diri kavuracak biçimde gittikçe ısındığına dair de aynı derecede inandın" nedenlerin bulunduğunu size yetkili bir dille bildirecek konumdayım."

"Bunda sevinecek ne var?" dedi Bay Şomağızlı. "Na­sıl olsa öleceğiz yine de."

Birinci bey, "Mutlaka değil," dedi.

Bay Şomağızlı, kaba bir tarzda, "Mutlaka işte," dedi, "tçinde hayatın var olabileceği ısı öğeleri tartışma götür­mez bir kesinlikle tesbit edilmiştir. Havanın donduğu ısı­da da yaşayamazsınız, bir kremasyon fırının ısısında da. Dünya bu ısılardan hangisine ulaşırsa ulaşsın, mahvola­cağız."

"Pöh!" dedi birinci bey; "sizin sözünü ettiğiniz ısıla­rın öldürücü etki yaptığı biricik yerlerimiz, yani bedenle-

rimiz, rahatsız etmeyici bir ısıda tutulan, iyi havalandır­ma düzeni bulunan yatak odalarında çok çok bir iki yil yaşar. Ama ya diri bedehle ölü beden arasındaki farkı meydana getiren şeyddn ne haber? Bu farkı meydana ge­tiren şeyin ısıya bağlı olduğuna dair en ufak bir kanıt, hatta en ufak bir olasılık var mı? Bu şey, her ne kadar beden ve organlan kendi istediği biçimde kurmak gibi il­gi çekici bir niteliğe sahipse de, o hiç kuşkusuz ne kandır", ne et, ne de kemik. Cisimsizdir o: Eğer onu düşünmeye çalışırsanız, bir eletktromanyetik dalga olarak, bir titre­şim hızı olarak, esir —eğer esir diye bir şey varsa— gir­dabı olarak; yani, var ise —var olmadığını da kim iddia edebilir?— ölü yıldızların en soğuğunda da, güneşin en kızgın kraterinde de var olabilen bir şey olarak düşün­mek zorundasınız."

Hanımlardan biri, "Pekâlâ," dedi, "güneşin sıcak ol­duğunu nerden biliyorsunuz?"

Bay Şomağızlı, aşağılayıcı bir tavırla, "Bir de bunu Afrika'da soruyorsunuz!" dedi. "Yaktığını hissediyorum: îşte hurdan biliyorum."

Bay Şomağızlı'nın aşağılayıcı tavrına faiziyle karşılık veren hanım, "Biberin de yaktığını duyarsınız," dedi; "ama onunla bir kibrit yakamazsınız."

Bir başka hanım, "Piyano klavyesinin sağındaki bir nota, soldaki bir notadan daha yüksek gelir size, halbuki her ikisi de aynı düzeydedir," dedi.

Hanımlardan bir başkası da, "Güney Amerika papa­ğanının renkleri için, ‘ciyak ciyak bağıran renkler' dersi­niz, ama onun renkleri de serçe kuşunun renkleri kadar sessizdir," dedi.

Otoriter bir bey, "Bu iki anlamlı kelime oyunlarına cevap vermek tenezzülünde bulunmayın," dedi. "Üç kâ­ğıtçılıktan bir farkı yok bunların. Ben bir cerrahım; o ba¬kımdan, kadın beynine kan taşıyan damarların çapının, erkek beynine kan taşıyan damarların çapına —ki normal ölçü budur— oranla çok âşın olduğunu, kanıtlanmış bir gerçek olarak bilirim. Bu damar genişliğinin sonucu            olan aşın kan yükü, imgelemi hem kamçılar, hem de bulandırır ve böylelikle insana biberden sıcaklığı, tiz soprano sesinden yüksekliği ve bir Güney Amerika papağanı¬nın parlak renklerinden yüksek sesi çağrıştıran bir, çift görme durumu yaratır."

Birinci bey, "Edebî üslubunuza diyecek yok, doktor,"dedi; "ama sizin söylediklerinizin, benim söylemek istediğim şeyle bir ilgisi yok. Benim anlatmak istediğim, gü­neşin ısısı ister bir biberin ısısı, ister bir alevin ısısı olsun; ayın soğukluğu ister bir buz soğukluğu, isterse bir züp­penin yoksul bir akrabasına duyduğu cinsten bir soğuk­luk olsun, her ikisinin de dünya kadar oturulmaya elve­rişli olması ihtimalinin bulunuşudur."

"Dünyanın en soğuk bölgelerinde oturulmuyor," dedi bay Şomağızlı.

"En sıcak bölgelerinde oturuluyor," dedi birinci bey. "Eğer yeryüzünde, daha elverişli iklimlerde hepimize ye­tecek kadar bol yer olmasaydı, belki en soğuk bölgelerde oturulurdu. Hem, Antarktika'daki İmparator penguenler var ya. Niye güneşte İmparator semenderler olmasın? Kü­kürt taşlarından cehenneme inanan büyük ninelerimiz,' ölü bedeni terk ederek hayat ile ölüm arasındaki farkı meydana getiren şeye verdikleri adla, ruhun, alevler için­de sonsuza dek yaşayacağını biliyorlardı. Onların bu inanç­ları, şu bizim Şomağızlı dostumuzun inancından çok daha bilimseldi."

Bay Şomağızlı, "Cehenneme inanan bir insan, artık her şeye inanır," dedi, "hatta sonradan kazanılan alışkan­lıkların kalıtım yoluyla geçtiğine bile."

Sefer heyetinin doğa bilgini olan bir bey, "Ben senin evrime inandığını sanıyordum, Şomağızlı," dedi.

Bay Şomağızlı, içtenlikle, "İnanırım evrime," dedi.

. "Beni aşın tutucu mu sanıyorsun?"

Tabiat bilgini, "Eğer evrime inanıyorsan, bütün alış­kanlıkların hem sonradan kazanıldığına, hem de kalıtım yoluyla geçtiğine de inanman gerekir. Ne va ki, daha he­pinizin kanında Cennet Bahçesi var sizin. Sizin böyle, es­ki fikirleri atmadan yeni fikirleri benimseyişiniz, hepini­zi halk için tehlikeli insanlar haline getiriyor. Esasta hepi­niz aşın birer tutucusunuz; bilim gübresi şöylece üstünü­ze serpilmiş, içinize işlememiş sizin. Siyaset alanında tu­tucuların ve gericilerin en aptalları, bilimde ise engelle­yicilerin en bağnazlan oluşunuz da bundan ileri geliyor. Ne zaman ileri bir hareket söz konusu olsa, hepiniz he­men aynı görüşle ortaya atılırsınız. Durdurun bunu, dö­vün, asın, dinamitleyin, ezin."

Birinci hanım, "Hepsi aynı görüşle ortaya çıkarmış!" diye inanmayan bir tavırla konuştu. "Hiç onların bir ko­nu üzerinde birleştikleri görülmüş şey mi?"

Alaycı bir ifadeyle konuşan bir hanım, "Şu anda hep­si de aynı doğrultuya bakıyorlar," dedi.

"Hangi doğrultuya?" dedi birinci hanım.

Alaycı hanım, kara kızı göstererek, "Şu doğrultuya," dedi.

"Sen hâlâ orada mısın?" dedi birinci hanım. "Git­meni söylemiştik sana. Hadi, defol."

Kara kız cevap vermedi. Hanımı ciddî bir ifadeyle uzun uzun süzdü ve topuzunu parmaklan arasında ağır ağır salladı. Sonra matematikçi hanıma bakarak, "Nerede yetişir o?" dedi.

"Ne nerede yetişir?" dedi matematikçi hanım.

"Hani şu sözünü ettiğin kök," dedi kara kız. "Aksi ikiz kökü."

"Kafada yetişir," dedi hanım. "Bir sayıdır o. Birden beriye doğru sayabilir misin sen?"

Kara kız parmaklarının da yardımıyla, "Bir, iki, üç, dört, beş mi demek istiyorsun yani?" diye sordu.

"öyle," dedi hanım. "Şimdi birden geriye doğru say bakalım."

"Bir, bir eksik, iki eksik, üç eksik, dört eksik."

Hepsi birden alkışladılar. "Mükemmeli" diye bağırdı içlerinden biri. Bir başkası, "Newton!" dedi. "Leibniz!" dedi'bir üçüncüsü. Bir dördüncü ise, "Einstein!" dedi. Son­ra, hep bir ağızdan, "Olağanüstü, olağanüstü!"

Sefer heyetinin etnologu olan bir hanım, "Gelecekte  uygarlığın bir kara uygarlık olacağını hep söyler durur­dum size," dedi. "Beyaz adamın işi bitmiştir, bunu kendi de biliyor ve elinden geldiği' kadar çabuk intihar etmeye bakıyor."

. "Bu kadar ufacık bir şeye neden öyle şaşırdınız?" de­di kara kız. "Siz beyazlar neden bir türlü büyüyüp biz karalar gibi ağır başlı olmuyorsunuz? Cam boncukları ilk gördüğüm zaman olağanüstü bulmuştum; ama kısa zaman­da alıştım onlara, İçinizden biri ne zaman saçma bir lâf etse, hemen olağanüstü diye çığlığı basıyorsunuz. Sahip olduğunuz en olağanüstü şey, tüfekleriniz sizin. Tanrı'yı bulmak, tüfeğin nasıl yapıldığını bulmaktan daha kolay olsa gerek. Ama sizin Tanrı'ya aldırış ettiğiniz yok: Yal­nız tüfekleriniz önemli sizin için. Bizi köle haline getir­mekte kullanırsınız tüfeklerinizi. Sonra da, ateş edeme­yecek-kadar tembel olduğunuzdan, tüfekleri bizim elimi­ze verir, sizin yerinize biz ateş" edelim diye, nasıl kullant lacağını öğretirsiniz bize. Yakında tüfeklerin nasıl yapıl­dığını da öğreteceksiniz, zira kendiniz yapamayacak kadar tembelsiniz. Erkeklere Tanrı'yı unutturan, vicdanlarını uyutup onlara cinayeti bir zevk gibi gösteren içkiler yap­mayı öğretmişsiniz. Bu içkileri bize satıp, nasıl yapılacak­larını öğretirsiniz. Bir yandan da durmadan topraklarımızı çalar, bizi açlıktan kırdırır, yılanlardan nefret ettiği­miz gibi kendinizden nefret ettirirsiniz. Ne olacak bunun sonu? Birbirinizi öyle çabuk geberteceksiniz ki, geriye ka­lanlarınız, sizin sihirli içkilerinizle midelerini doldurup sizi kendi tüfeklerinizle öldürecek olan milyonlarca savaş­çımıza karşı duramayacak kadar azalmış olacak. Ondan sonra da bizim savaşçılarımız, tıpkı sizin yaptığınız gibi, bir birlerini gebertmeye başlayacak, meğer ki, Tanrı onları durdura. Ah  Tanrı'yı nerde bulabileceğimi bir bilsem! Aramama hiçbiriniz yardım etmeyecek misiniz? Hiçbiri­nizin umurunda değil mi?"

O ana kadar konuşmaları fazla derin bulan kızgın bir bey, "Tüfeklerimiz sizi insan yiyen aslandan, insanları ezen filden kurtarmadı mı?" dedi.

"Onlardan kurtarıp, insan döven esir sürücüsünün, in­sanları ezen efendinin eline teslim etti," dedi kara kız. "Aslan ve fil, toprağı bizimle paylaşırdı. Onlar bedenleri­mizi yedikleri ya da ezdikleri zaman, ruhlarımıza dokun­mazlardı. Yeteri kadar yediler mi, daha fazlasını istemez­lerdi. Ama sizin açgözlülüğünüzü hiçbir şey doyuramaz. Kuşaklar ve kuşaklar boyu biz karaları ölesiye çalıştırır, her biriniz, bizden yüz kişinin yiyebileceğinden, harcaya­bileceğinden fazlasına sahip olursunuz; ama yine de bizleri, gittikçe daha az besin, gittikçe daha az giyecek karşı­lığında, hem daha sıkı, hem daha uzun süre çalışmaya zor­larsınız. Kendiniz için yeter olanın ya da bizler için yeter­den az olanın ne demek olduğunu bilmezsiniz. Hem'bize sattığınız mallan alacak paramız yok diye durmadan ho­murdanırsınız, hem de bize hep daha az para vermekten başka çare bulamazsınız. Hepiniz sahte Tanrıların kullarısınız da ondan. Putperestsiniz, yabanisiniz sizler. Sizler ne yaşamasını, ne de yaşatmasını bilirsiniz. Tanrı'yı buldu­ğum zaman, sizleri yokedecek, halkıma ise kendi kendi­lerini yoketmemeyi öğretecek kafa gücüne sahip olaca­ğım."

Birinci hanım, "Bakın!" diye bağırdı. "Adamları baş­tan çıkarıyor. Böyle yapacağını söylemiştim size. Demin­den beri bunun ayartıcı saçmalarını dinliyorlar. Gözlerine bakın adamların. Tehlikeli bunlar. Şu kıza bir kurşun ya­pıştıracağım; siz erkekler yapmazsanız, ben yapacağım bunu."

Hanımın gözü öyle korkmuştu ki, sahiden de taban­casına el attı. Ama tabancayı daha kılıfından çıkarama­dan kara kız onun üzerine atıldı; en sevdiği vuruşla, to­puzunu hanıma indirdi ve ok gibi fırlayıp ormana daldı. Bütün kara derili hamallar sevinçten kendilerinden geç-; tiler.

Birinci bey, "Kara kız neşeyi geri getirdiği için ona teşekkür borçluyuz," dedi. "Bir ara işler iyice kötüye gi­der gibiydi. Şimdi düzeldi. Doktor; Miss Fitz-Jones'un ka­fatasına bir baksanıza."

Doğa bilgini, "Biz hatayı, ona yiyeceğimizden ikram etmemekle işledik," dedi.

Kara kız, ardından kovalayan olmadığına iyice gü­ven getirene kadar saklandı. Yaptığı şeyin cezasının kam­çı dayağı olduğunu ve bir beyaz davacı karşısında hiçbir kara derili davalının cezadan kurtulamayacağını biliyor­du. Atlı polisten korkmuyordu, zira bu bölgede atlı polis­ler çok azdı. Ama kervanın yolu üstüne çıkmamak için durmadan saklanmak da istemiyordu; amacı bakımından her yön birbirinin aynı olduğu için de, geldiği yoldan'geri döndü (zira kervan ileri doğru gidiyordu) ve akşama doğ­ru kendini yine, hokkabazla konuştuğu kuyu başında bul­du. Orada bir panayır sergisi gördü; sergide, ağaçtan, alçıdan ve fildişinden yapılmış bir sürü suret satışa çıkarıl­mıştı, serginin hemen yanı başında, yerde, tahtadan koca­man bir haç üstünde de, ayak bilekleri birbiri üstüne ge­tirilmiş, kolları gerilmiş durumda hokkabaz yatıyordu.

Sergiyi tutan adam büyük bir el çabukluğu ve ustalıkla, hokkabazın tahtadan bir heykelini yontuyordu. Kuyunun tepeliğine oturmuş, kuşağına pala sokulu, başı sarıklı, ya­kışıklı bir Arap beyi de, bir yandan parmaklarıyla sakalı­nı tarayarak onları seyrediyordu.

Arap beyi, "Niye böyle yapıyorsun dostum?" dedi. "Böyle yapmakla Tanrı'nın Musa'ya verdiği ikinci emri bozduğunu biliyorsun. Hakçası, palamı çekip seni öldür­mem gerekir; ne var ki, soğukkanlılıkla hiçbir hayvanı, hatta bir insanı bile öldüremem' ben, yüreğim o kadar yufkadır. Bu yufka yüreğim yüzünden de bütün hayatım boyunca az çekmedim, az günah işlemedim. Niye-böyle yapıyorsun?"        

"Açlıktan ölmemek için başka ne yapabilirim ki?" de­di hokkabaz. "İnsanlar beni aralarından öyle bir atış at­tılar ki biricik geçim yolunu, bu haçın üzerinde bütün gün yatmam için bana saatine altı metelik ödeyen bu iyilikse­ver sanatçıya modellik etmekte buldum. Kendisi de geçi­mini benim bu gülünç pozdaki suretlerimi satarak sağlı­yor. İnsanlar polis haberlerinden başka şeye ilgi duyma­dıklarından, beni ölen Suçlu diye putlaştırıyorlar. Sanatçı yeteri kadar suret yapıp depo ettiği, ben de altı metelik­lerden yeteri kadar biriktirdiğim zaman tatil yaparak do­laşıyor, insanlara iyi öğütler, ahlâka yararlı gerçekler ve­riyorum. Beni dinlemiş olsalar, şimdikinden çok daha mut­lu, çok daha iyi durumda olurlardı. Ne var ki, ancak on­lara hokkabazlık numaralan gösterdiğim zaman dinliyor­lar beni; hokkabazlık numaralan gösterdiğim zaman da sadem bir metelik, bazen bîr mangır atın, benim harika bir adam olduğumu, yeryüzünü benim gibisinin gelmedi­ğini sövlüvoriar: ama vine de budalalıklarını, kötülükle­rini ve zalimliklerini sürdürüyorlar. Bazı zamanlar, Tanrı'nın beni terk ettiğini düşünecek hale geliyordu."

Arap harmanisinin kıvrımlanın kendisine daha yakı­şacak biçimde düzeltip, "Mangır dediğin nedir?" diye sordu.

"Üç meteliklik sikke," dedi hokkabaz. "Bana tek me­telik verirken görülmekten utandıkları, altı meteliği de fazla gördükleri için üç meteliklik sikke yaptı insanlar."

"İnsanlar bana böyle davranacak olsalar hiç hoşuma gitmezdi," dedi Arap. "Benim de insanlara vereceğim bir Tanrı haberi var. Kendi hallerine bırakılsalar, benim hal­kım yere kapanır, bu sergideki bütün suretlere tapardı. Suret bulamasalar taşa taparlardı. Benim getirdiğim ha­ber, bir ve biricik, yüce ve ulu Allah'tan başka kudret ve kuvvet olmadığıdır. Hiçbir ölümlü; O'nun suretini yap­maya cüret edememiştir. Eğer eden çıksaydı, Allah'ın merhametli olduğunu unutur ve yufka yürekliliğimi yener, onu kendi elimle keserdim. Ama Allah'ın büyüklüğünü bir cisim biçiminde kim düşünebilir ki? Onun güzel­liği, O'nun büyüklüğü hakkında en yavuz bir atın sureti bile bir fikir veremez, işte, onlara bunu söylediğim za­man, benden de hokkabazlık numaralan yapmamı istiyor­lar; onlara benim de onlar gibi bir insan olduğumu, Al­lah'ın koyduğu yasaları kendisinin bile bozamayacağını —Allah'ın yasadışı bir iş yaptığı düşünülebilirse— anlat­tığım vakit de, çekilip gidiyor ve benim mucizeler yarat­tığım yalanını yayıyorlar. Ama kendileri inanıyorlar; zira kuşkulanacak olsalar, onları inancı bütün olanlara kesti­ririm. Senin de böyle yapman gerekir, dostum."

"Ama benim getirdiğim tanrı haberi, insanların bir­birlerini öldürmemeleri gerektiğidir," dedi hokkabaz. "Bir öyle, bir böyle söylemek olmaz ki."

"Kendi aralarındaki kavgalar bakımından doğrudur bu," dedi Arap. "Ama yaşamaya lâyık olmayanları öldürmeliyiz. Bahçeyi suladığınız gibi, zararlı otlardan da te­mizlemeliyiz."

Hokkabaz, "Yaşamaya kimin lâyık. olduğuna, kimin olmadığına kim karar verecek?" dedi. "En yüksek ma­kamlar, imparatorun valileri, başpapazlar benim yaşama­ya lâyık olmadığıma karar verdiler. Belki de onlar hak­lıydı."

"Benim hakkımda da aynı karara varmışlardı," dedi . Arap. "Kaçtım ve yeteri kadar sayıda pehlivan yapılı gen­ci, büyüklerinin benim' hakkımda yanıldıklarına, aslında yaşamaya lâyık olmayanların ötekiler olduğuna inandırıncaya kadar saklandım. Sonra pehlivan gençlerle dönüp, bahçeyi zararlı otlardan temizledim."

Hokkabaz:, "Cesaretine ve pratik bilgeliğine hayra­nım," dedi; "ne yapalım ki, ben öyle yaratılmamışım."

"Böyle niteliklere hayran olma," dedi Arap. "Bu ni­teliklerimden utanıyorum bile ben. Çöldeki her şeyhte bol bol vardır bu niteliklerden. Ben, beni tanrısal vahyin ara­cı yapan akıl üstünlüğüme bakarak değerlendiririmken konuşmayı esinliyor."

Hokkabaz, üzüntülü, "Hayır," dedi. "Keşke yazabilseydim; o zaman bu yorucu haçtan kurtulabileceğim gibi, haberimi de basılı olarak bütün dünyaya yayabilecek ka­dar para kazanırdım. Ama ben yazar değilim. İçinde bü­tün esasları taşıdığını umduğum, kısacık bir dua söyle. dim, o kadar. Ne yapalım ki, Tanrı bana yazmayı değil, konuşmayı ilham ediyor."

"Yazmak, faydalıdır," dedi Arap. "Adı mübarek Al­lah'ın kelâmından birçok bölümleri yazmak vahiy olun­du bana. Ama Allah'ın yarattığı dünyada, Allah'ın kendi­leriyle uğraşmayı gereksiz saydığı insanlar vardır. O'nun kelâmı bu insanlara bir şey ifade etmez; o bakımdan, ben bunlarla hesaplaşmak zorunda kaldığım vakit artık vahiy almaz olduğumdan, ister istemez kendi buluşlarıma, ken­di zekâma başvururum. Bunlar için Mahşer'e, günahkâr­ların sonsuza dek azap çekmek üzere gideceği cehenne­me dair korkunç masallar yazarım. Bu dehşet verici sahnelerin karşısına, Allah'ın istediğini yapanlara ayrılmış cennete dair büyüleyici tablolar koyarım. Hani onları baş­tan çıkaracak cinsten bir cennet: Bahçelerden meydana gelmiş, güzel kokularla, güzel kadınlarla dolu bir cennet"

"Peki Allah'ın istediğinin ne olduğunu nerden bili ­yorsun?" diye sordu hokkabaz.

"Onlar Allah'ın istediğini anlayamayacaklarından, Al­lah'ın istediği yerine benim istediğimi koymak gerekiyor," dedi Arap. "Benim istediğimi anlayabilirler, aslında be­nim istediğim de Allah'ın istediğidir; gerçi istediklerim, benim ölümlü tutkularım ve ihtiyaçlarımla biraz toprağa bulanmıştır, ama yine de onlara sağlayabileceğimin en iyisidir. Bu olmasa beni hemen bırakır, onlara yeryüzünde vuracakları daha büyük bir vurgun vaad eden ilk şeyhin ardı sıra giderlerdi. Ama başka hangi şeyh, kendi buluşla­rını gerçek vahiyin görkemine büründürebilecek bir akıl yetkinliğiyle böyle bir kitap yazarak onlara öldükten son­ra sonsuz mutluluğa ereceklerini vaad edebilirdi?"

Hokkabaz, terbiyeli terbiyeli, ama biraz da gıptayla, "Sende başarı için gerekli bütün nitelikler var," dedi.

Arap, "Benim başım gökte, ayağım yerdedir," dedi. "Bununla birlikte, gençliğimde bir dulun develerini güt­mekten gurur duyardım. Şimdi Allah'ın boynu bükük ku­luyum, O'nun adına insanları güdüyorum. Zira ululuğu ve yüceliği başka bir şeyde tanımıyorum ve Şeytan'dan, Şeytan'ın döllerinden Allah'a sığınıyorum."

Deminden beri sessiz sedasız bir yandan onları din­leyip, bir yandan işini yapmakta plan oymacı, "Bunca kud­ret ve kuvvet, onu zamanın değiştirip bozamayacağı su­retler halinde cisimlendirecek güzellik anlayışıyla ustalık olmadıktan sonra neye karar?" dedi. "Suret yapmayı ya­saklayan senin Allah'ın benim işime gelmez."

Arap, "Şunu bil ki, ey kâfir köpek," dedi, "hayvan sureti bile olsalar, suretlerde, insanları yere kapandırıp onlara taptıracak kudret yoktur.*

Lâfa karışan hokkabaz, "Hattâ marangoz oğullarının sureti bile olsalar," dedi.

Araya sıkıştırılan bu lâfa pek de dikkat etmeyen Arap sözünü sürdürerek, "Deve güttüğüm zamanlar," de­di, "denklerin içinde atmaca başlı, ellerinde kamçı tutan, tahtlara kurulmuş adamların putlarını taşırdım. Tanrı'ya insan suretinde tapmaya başlayan Hıristiyanlar, şimdi O'na kuzu suretinde tapıyorlar. Onun ellerinden çıkan ese­ri taklide yeltendikleri için onlara Allah'ın takdir ettiği cezadır bu. Ama sakin ola bu yüzden, Allah'ın güzellik anlayışını inkâra kalkışmayasın. Şurada senin günahım paylaşmakta olan modelin bile sana, Allah'ın zambakları­nın, Süleyman'ın bütün fistanlarından daha güzel oldu­ğunu hatırlatacaktır. Allah gökleri Kendi resimleri diye, Çocuklarını Kendi heykelleri diye yapar ve bunları bizim dünyevî görüşümüzden uzak tutmaz. O senin güzel fis­tanlar, eyerler, koşumlar ve üzerinde O'na secde edeceğin seccadeler yapmana, kıymetli taşlardan çiçek tarhlarına benzeyen pencereler yapmana izin verir. Ama sen kalkar, O'nun Kendine ayırdığı işe burnunu sokarsın. Allah sak­lasın böyle günah işletmekten benim halkımı!"

"Pöh!" dedi heykeltıraş, "senin Allah'ın aceminin bi­ri; bunu kendi de biliyor. Sergimin perdeyle ayrılmış bir köşesinde öyle güzel Yunan tanrıları var ki, senin Allah' in bunları kendi amatör işi eserleriyle karşılaştırsa, kıs­kançlıktan çatlar. Ben sana derim ki, Allah benim elleri­mi, kendi eleri —eğer elleri varsa, tabiî— çok beceriksiz olduğu için yarattı. Sanatçıların tanrısı. Kendi ‘eseriyle hiçbir zaman tatmin olmayan eserini kudretinin son sını­rına kadar hem mükemmelleştiren, bu sınıra ulaştığı za­man durması gerektiğini bildiği haldd, sınırın ötesinde de bir mükemmelliğin bulunduğunun ve bu mükemmellik ol­mayınca resmin hiçbir anlam taşımayacağının hep farkın­da olan bir sanatçıdır. Senin Allah'ın bir kadın yaratabi­lir. Ama Aşk Tanrıçası'nı yaratabilir mi? Hayır: Bunu an­cak bir sanatçı yaratabilir. Bak!" diyerek kalkıp ser­gisinden içeri girdi. Perdeyle ayrılmış köşeden mermer bir Venüs aldı, getirip onu tezgâhın üstüne koyarak, "Al­lah bunu yaratabilir mi?" dedi.

Deminden beri kimsenin dikkatini çekmeden dinle­mekte olan kara kız, "Kolları, bacakları soğuk bunun," dedi.

"Çok güzel bir söz!" diye bağırdı Arap. "Canh bir başarısız eser, ölü bir başeserden iyidir: sen bir sözcükle canını almamış olsaydın benim öldürmem gereken, putpe­restlerin şu en küstahına karşı Allah böylece haklı çıktı."

Kılı bile kıpırdamayan sanatçı, "Hâlâ sağım ben," de­di. "Şu kızın kollan, bacakları bir gün gelecek, bütün mermerlerden daha soğuk olacak. Benim Tanrıçamı orta­dan ikiye böl, yine de özüne kadar mermer olarak kala­caktır. Palanla şu kızı ikiye biç de bak, ne göreceksin."

"Sözlerin artık beni ilgilendirmiyor," dedi Arap. "Kız: Evimde bir kanlık yer daha var. Güzelsin sen: Cildin ka­ra ipek gibi: Hayat dolusun."

"Kaç karın var senin?" dedi kara kız.

"Çoktandır saymayı bıraktım," diye cevap verdi Arap, "Ama sana deneyimli ve kadınları Allah'ın izniyle mutlu etmesini bilen bir koca olduğumu göstermeye yetecek ka­dar var."

"Ben muıtluluğu aramıyorum; Tanrı'yı arıyorum," dedi kara kız.

"Daha bulamadın mı O'nu?" dedi hokkabaz.

"Bir sürü Tanrı buldum," dedi kara kız. "Her karşı­ma çıkan önüme bir Tanrı sürdü! Şu suret yapıcısının da bir dükkân dolusu tanrısı var. Ama bana göre bunların hepsi de yan ölü, yalnız şu rafın üstündeki, hani şu yarı­sı keçi, yansı insan, ağız orgu çalan gibi yan hayvan, yan insan olanlar hariç. Bu, doğaya çok sadık; zira ben ken­dimde, bir Tanrıça olmayı istesem bile, yarı keçi yarı ka­dın olduğumu biliyorum. Yalnız şu yansı keçi olan tan­rıların bile yarısı erkek. Niye hiçbir zaman yanları kadın olmuyor?"

Suret yapıcısı, Venüs'ü göstererek, "Ya bu ne?" dedi

Kara kız, "Niye alt yarısı çuval içinde saklı onun?" dedi. "O ne tanrıça, ne de kadın: Kendi bedeninden utanı­yor o; üst yansına gelince, beyazların hanım dediklerine benziyor. Hanımefendi gibi bu kadın; güzel de. Bir beyaz genel vali onu evinin baş köşesine oturtmaktan zevk du­yabilir; ama bana göre vicdanı yok bu kadının, vicdanı olmayışı da onu, tanrıya benzemeksizin, insan dışı yapı­yor. Yaramaz bana o."

"Kelâm beden olacaktır ([23]), mermer değil," dedi hok­kabaz. "Bu tanrılar insan bedenine sahip diye şikâyet et­me. Senin için insan kılığına bürünmeselerdi, bir insan olan sen onlarla nasıl herhangi bir yakınlık kurabilirdin? Tanrılık ile arasında bir bağlantı kurulması için, bazı tan­rıların insan olması gerekmektedir."

"Ya da bazı kadınların Tanrı olması," dedi kara kız. "Böylesi çok daha iyi olurdu, zira insan olmak tenezzü­lünde bulunan Tanrı alçalır; halbuki Tanrı olan kadın yücelir."

"Allah beni bütün ukalâ kadınlardan saklasın," dedi Arap, "rastladığım kadınların en ukalâsı bu. Allah'ın işin­den sual olunmaz, işte böyle, kadınları güzel yaptı mı, ukalâ da yapar. Allah onlara hoşnut olsunlar diye ne ka­dar çok verirse, onlar o kadar hoşnutsuz olurlar. Bu ise, bütün kudret ve kuvvete sahip Allah'ın kendisinden bile hoşnutsuz. Ey, kız, Yüce Allah seni hoşnut edemedikten sonra hangi tanrı ya da tanrıça seni hoşnut edebilir?"

"Adını duyduğum, daha iyi bilmek istediğim bir tan­rıça var," dedi kara kız. "Adına ‘Aksi' diyorlar; bana öyle geliyor ki, başka hiçbir tanrının veremeyeceği bir şey var onda."

Suret yapıcısı, "Böyle bir tanrıça yoktur," dedi. "Be­nim yarattıklarımdan başka hiçbir tanrı ya da tanrıça yoktur; bense, Aksi adında bir tanrıça yapmadım."

"Var olduğuna hiç kuşku yok," dedi kara kız, "zira beyaz hanım ondan saygıyla söz etti ve evrenin anahtarı­nın, bu tanrıçanın kadınlığının kökü olduğunu, bu kökün sayı gibi sonsuz olduğunu, zira bir eksik, iki eksik, eksik eksik diye ne kadar saysan başlangıca ulaşamayacağın gi­bi, bir fazla, iki fazla, fazla, fazla diye ne kadar saysan sonuna da ulaşamayacağını, böylece sonsuzu ancak sayı­lar yoluyla bulabileceğini söyledi."

"Sonsuzluk, bir başına hiçtir," dedi Arap. "Ben son­suz gerçeği bulamadıktan sonra, sonsuzluktan bana ne?"

Kara kız, "Yalnız sayıların gerçeği sonsuzdur," dedi. "Bütün öteki gerçekler, çocukluğumuzdaki kuruntuları­mız gibi ya göçüp gider, ya da yanlış çıkar; ama sekiz ile iki, bir ile dokuz, on olarak sonsuza dek kalacaktır. Bun­dan ötürü bana sayılarda tanrısal bir şey var gibi geliyor""

Suret yapıcısı, "Sayılan yiyip, sayıları içemezsin," dedi. "(Onlarla evlenemezsin."

"Tanrı bize yiyip içmemiz için başka şeyler ihsan et­miş," dedi kara kız, "evlenmeye gelince, birbirimizle evle­nebiliriz."

"Ama onlarla ne çizgi çizebilir, ne de onları bir kalı­ba sokabilirsin," dedi suret yapıcısı. "Bu kadarı da bana yeter."

"Biz Araplar bunu yapabiliriz," dedi Arap; "Bu işa­retle de dünyayı fethedeceğiz. Bakın!" Arap böyle diyerek yere eğildi ve kumun üzerine birtakım işaretler çizdi.

Kara kız, "Misyoner Hanım, Tanrı'nın sihirli bir. sayı, yani, bir içinde üç, üç içinde bir olduğunu söylüyor." dedi.

"Bu çok kolay," dedi Arap. "Ben babamın oğlu, oğul­larımın babasıyım, bir de beni ekle: Bir içinde üç, üç içinde bir. İnsan'ın niteliği çok katlıdır; bir olan yalnız Allah'tır. O birliktir. O, soğanın cücüğüdür; onsuz hiçbir şeyin olmayacağı cisimsiz merkezdir O; O, sayısız yıldız­ların sayısı, tartıya gelmez havanın ağırlığıdır."

"Sen muhakkak bir şairsin," dedi suret yapıcısı.

Böyle lâfı yanda kesilen Arap kıpkırmızı oldu, ayağa fırladı, palasını sıyırdı. "Beni aşağılık bir türkü taciri ol­makla mı suçluyorsun?" dedi. "Bu hakareti ancak kan temizler."

"Affedersin," dedi suret yapıcısı.  Kötü bir niyetle söylemedim. Her budalanın yaratabileceği ve kokusun­dan ölmemek için toprağın altına saklamak zorunda kala­cağı bir ceset yaratmaktan utanmıyorsun da, binlerce in­san ömründen daha uzun zaman yaşayan bir türkü yaratmış olmaktan niye utanıyorsun?"

Silâhını kınına sokup yerine oturan Arap, "Doğru söyledin," dedi. "Şeytan kirli beyitler düzdüğü zaman Al­lah'ın bunları temizlemek için tanrısal bir nağme gönde­rişi de, O'nun sual olunmayan hikmetlerindendir. İtiraf ederim, türkü çığırmaya pek meraklıydım gerçi, artık na­muslu bir deve güdücüydüm ben, hiçbir zaman çığırdı­ğım türkülere karşılık para almadım."

"Ben de öyle fazla büyütülecek bir dürüstlük göste­rebilmiş değilim," dedi hokkabaz. "Bana obur ve bekri derlerdi. Hiç oruç tutmadım. Sebti bozdum. İyi olmaları gerektiği kadar iyi olmayan kadınlara ince davrandım. Anama kabalık ettim, ailemden kaçındım; zira bir ada­mın gerçek aile ocağı, Tanrı'nın baba, bizim de onun çocukları olduğumuz aile ocağıdır, yoksa erkeğin ta meme­den kesilene kadar anasının dizi dibinde oturacağı küçül­tücü ev ya da dükkân değildir."

Arap, "Bu kafa krampından kurtulmak için erkeğin birçok karısı, büyük bir ailesi olmalıdır," dedi. "Erkek sevgisini dağıtmalıdır. Erkek birçok karı tanımadan, biri­nin değerini bilemez; zira değer, bir ölçüştürme sorunu­dur. Son karımın ne olduğunu görene kadar, ilk karımın nasıl bir yaşlı melek olduğunu anlamamıştım ben."

Kara kız, "Peki, ya karıların?" dedi. "Onlar da senin değerini anlamak için pek çok erkek tanıyacaklar mı?"

"Bu Şeytan'ın kara kılından Allah'a sığınırım," diye feryat etti Arap. "Erkekler konuştuğu, konuştukları konu da bilgelik olduğu zaman, dilini tutmasını bil, kadın. Tan­rı, kadını yaratmadan önce erkeği yarattı."

"Sonradan akla gelen düşünceler en iyi düşünceler­dir," dedi kara kız. "Eğer dediğin gibiyse, Tanrı kadını herhalde, erkeği yetersiz bulduğu için yaratmış olmalı. Sen hangi hakla elli karı istiyorsun da, her birini tek ko­caya mahkum ediyorsun?"

Arap, "Yeniden hayata gelecek olsaydım," dedi, "bir* keşiş olur, kapımı bütün kadınlara ve onların sorularına kapardım. Yalnız şunu aklına koy. Birçok kadın benim mükemmelliğim ve kendi ferasetleri oranında paylarına düşecek kadar bana sahip olmak isteyebileceği halde, tek karım olunca hepsini paylarından yoksun bırakmış olu­rum. Çocukları için en iyi babayı isteyen aydın kafalı ka­dın, kendisini ona hiç vermeyecek bütün bit koca yerine, benim ellide bir parçamı ister. Böylece bu adaletsiz­liği önlemek varken, niye bunun acısını çeksin?"

"Peki ama kadın seni elli erkekle ölçüştürmeden, de­ğerini nerden bilecek?" diye sordu kara kız.

"Elli babası olan çocuğun babası yoktur," diye ba­ğırdı Arap.

"Anası olduktan sonra ne zararı var?" dedi kara kız. "Hem, senin dediğin doğru da değil. Elli tanesinden bir tanesi çocuğun babası olur."

"Öyleyse şunu bil ki," dedi Arap, "sayısız erkek bilen utanmaz kadınlar vardır; ama onlar çocuk doğurmaz, hal­buki gözümü diktiğim her çekici kadına arzu duyan ve ona sahip olan ben, geniş bir zürriyete de sahibim. Bundan da, kadınlara karşı adaletsizliğin, Allah'ın sual olunmaz hik­metlerinden biri olduğu açıkça anlaşılır; Allah'a isyan ise boşunadır. Allah büyük ve uludur; kudret ve kuvvet yal­nız O'nundur; adaleti ise bizim idrakimizin sınırı dışın­dadır. Bolluk içinde fazla şımaran karılarım acılar için­de doğururlar çocuklarını; çığlıklarını duyduğum zaman yüreğim parçalanır. İşte bu acılardan biz erkekler esirgenmişizdir. Bu adaletsizliktir; ama bu adaletsizliği düzelt­mek için, erkeklerin yaptığını kadınların, kadınların yap­tığını da erkeklerin yapmasından başka çare olmadığına göre, sen kalkıp da bana çocuk doğurmamı mı söyleye­ceksin? Sana sadece, Allah'ın buna izin vermeyeceği ce­vabını veririm. Doğaya aykırıdır bu."

"Doğaya aykırı gidemeyeceğimizi biliyorum," dedi kara kız. "Sen çocuk doğuramazsın; ama bir kadının bir­çok kocası olabilir ve kadın yine de, her seferinde bir ko­cayla yatmak şartıyla, çocuk doğurabilir."

"Allah'ın öbür adaletsizliklerinden biri de, son sözün kadınlara bırakılması kuralını koymuş olmasıdır," dedi Arap. "Ben dilimi yuttum."

Suret yapıcısı, "Ya bir erkeğin çevresini elli kadın alıp da, her biri son sözünü söyleyince ne olur?" dedi.

Arap, gayet dokunaklı bir edayla, "O bir tek erkeğin, bütün günahlarının kefaretini ödeyip Allah'a sığındığı cehennem olur," dedi.

Kara kız arkasını dönüp giderken, "Erkeklerin kadın­lardan söz ettiği yerde Tanrı'yı bulamam ben," dedi.

Suret yapıcısı, "Kadınların erkeklerden söz ettiği yer­de de bulamazsın," diye onun ardından seslendi.

Kara kız, hakkın var der gibi elini salladı ve onların yanından ayrıldı. Ondan sonra, kara kız son derece cici küçük bir villiaya gelene kadar önemli bir şey olmadı. Villanın acemi bir heveslinin elinden çıkma bahçesini, bu­ruşuk derili, yaşlı bir bey çapalamaktaydı; yaşlı beyin öyle etkileyici gözleri vardı ki, bütün yüzü sırf gözmüş gibi görünüyordu. Öyle dikkati çeken bir burnu vardı ki bütün yüzü sırf burunmuş gibi görünüyordu; komik dene­cek kadar muzip bir edası olan ağzı öyle güçlü bir ifade taşıyordu ki, bütün yüzü sırf ağızmış gibi görünüyordu, ama kara kız bu üç uyuşmazı birleştirince, yaşlı beyin yü­zünün sırf zekâ olduğu kararına vardı.

"Affedersin efendi," dedi kara kız. "Seninle konuşa­bilir miyim?"

"Ne istiyorsun?" dedi yaşlı bey.

"Tanrı'ya giden yolu sormak istiyorum," dedi kara kız. "Gördüğüm bütün yüzler içinde en bilgilisi seninki olduğu için, sana sorayım dedim."

"İçeri gel," dedi yaşlı bey. "Uzun boylu düşündük­ten sonra, Tanrı'nın en iyi aranılacağı yerin bahçe oldu­ğuna karar verdim ben. Burasını kazıp, O'nu arayabilir­sin."

Kara kız, hayal kırıklığına uğrayarak, "Ben Tanrı'yı hiç de böyle aramayı düşünmüyorum," dedi. "Yoluma devam edeyim ben, teşekkür ederim."

"Kendi düşüncem dediğin şey seni şimdiye kadar O' na ulaştırabildi mi?"

Kara kız durarak, "Hayır," dedi, "ulaştırdığını söyle­yemem. Ama senin düşünceni de beğenmedim."

"Tanrı'yı bulan pek çok insan O'nu beğenmemiş ve ömürlerinin geri kalan kısmını O'ndan kaçarak geçirmiş­lerdir. Sen O'nu beğeneceğini nerden biliyorsun?"

"Bilmiyorum," dedi kara kız. "Ama misyonerin şiir­lerinden birinin bir dizesi var ki, en yüceyi gördüğümüz zaman onu ister istemez seveceğimizi söylüyor."

"O şair budalanın biriydi," dedi yaşlı bey. "Biz en yüceyi gördüğümüz zaman ondan nefret ederiz; onu çar­mıha gereriz; baldıran zehiri içirerek öldürürüz, bir odun yığınının üstüne bağlar, diri diri yakarız. Ben bütün ha­yatımda, karınca kararınca Tanrı'nın işini yapmaya ve O'nun düşmanlarına kendi kendilerine gülmeyi öğretmeye çalıştım; ama bana Tanrı'nın şu yoldan geldiğini söyleye­cek olsaydın, hemen en yakındaki sıçan deliğine girer, O geçip gidene kadar korkudan soluk bile alamazdım. Zira eğer Tanrı beni görecek, kokumu alacak olsa, emirlerimi dinlemeyen her zehirli böceği ben nasıl eziyorsam, O da beni ayağının altında ezmez miydi? 'Ah, Tanrı'yı nerede bulabileceğimi bir bilsem,' diye Tanrı'nın ardından koşan­lar, O'nun önünde durabileceklerini sandıklarına göre, herhalde kendilerini müthiş bir şey sanıyor olmalılar. Mis­yoner sana hiç Jüpiter'le Semele'nin öyküsünü anlattı mı?"

"Hayır," dedi kara kız. "Neymiş bu öykü?"

Yaşlı bey, "Jüpiter, Tanrı'nın adlarından biridir," de­di. "Tanrı'nın birçok adı olduğunu biliyorsun değil mi?"

"Son karşılaştığım adam ona Allah diyordu."

"Tamam işte," dedi yaşlı bey. "Ha, Jüpiter, Semele' ye âşık olmuş ve insaf edip onun karşısına ademoğlu kılı­ğında çıkmış, ademoğlu gibi davranmış. Ne var ki, Seme­le kendisini, bir tanrı tarafından, tanrılığın bütün büyük­lüğü ile sevilmeye lâyık görmüş. Jüpiter'in, baştan aşağı Tanrılığının parlak kisvesine bürünerek gelmesi için ısrar etmiş."

"Jüpiter öyle yapınca ne olmuş?" diye sordu kara kız.

"Semele'nin birazcık aklı olsa, ne olacağını bilmesi gerekirdi," dedi yaşlı bey; "tabiî olan olmuş ve Semele büzülüp, kurumuş, ateşe atılan bir pire gibi çatlamış, O' nun için, sen de gözünü aç. Semele gibi budalalık etme. Tanrı senin dirseğinin dibinde, öteden beri orada duruyor; ama O'nu çok yakından tanıyıp da aklını kaçırmayasın di­ye, Tanrısal merhameti yüzünden kendini sana göstermi­yor. Kendine küçük bir bahçe yap: Bahçeni çapala, ek, za­rarlı otlardan temizle, buda; bahçene gerektiği gibi bak­madığın zaman eğer Tanrı senin dirseğini dürterse ya da iyi baktığın zaman seni kutsarsa, buna sevin ve bu kada­rıyla yetin."

"Peki O'nu olduğu gibi görmeye hiçbir zaman daya­namayacak mıyız?" dedi kara kız.

"Bana kalırsa, dayanamayacağız," dedi yaşlı filozof. "Zira O'nun bütün amaçlarını yerine getirerek kendimiz de birer tanrı olmadıkça, O'nu olduğu gibi görmeye da­yanamayız. Ama O'nun amaçları sınırsızdır, bizler ise kı­sacık bir süreyle sınırlıyız, onun için de, Tanrı'ya şükür­ler olsun, O'nun amaçlarının hepsine hiçbir zaman ulaşa­mayacağız. Böylesi bizim için çok daha iyi. Eğer işimiz bitseydi, bize gerek kalmazdı: Sonumuz gelirdi; zira, bizi, kısa ömürlü böcekleri sırf seyretmek için hayatta tutmaz­dı Tanrı. Onun için gel içeriye de, O'nun rızasına bu bah­çeyi terbiye etmeye yardım et. Geri kalanını O'na bırak, daha iyi."

Böylece kara kız topuzunu yere bırakıp, içeri girdi ve yaşlı filozofla birlikte bahçıvanlık etmeye başladı. Za­man zaman başkaları da gelip yardım ediyordu. Başlan­gıçta kara kız bunu kıskandı; ama kıskançlık gibi duygu­lardan nefret ettiği için, çok geçmeden başkalarının da gelip gitmesine alıştı.

Günün birinde, sebze yetiştirdikleri arka bostanda kızıl saçlı İrlandalı bir adamın çalıştığını gördü.

"Kim soktu sent buraya?" diye sordu adama.

"İnanç" dedi İrlandalı, "ben kendim girdim. Niye gir­meyeyim?"

"Ama bahçe yaşlı beye aittir," dedi kara kız.

"Ben sosyalistim," dedi İrlandalı, "bahçelerin ona bu­na ait olmasına akhm ermez benim öyle. O ihtiyar kaçı­ğın biri, üstelik içi geçmiş, elinden iş çıkmıyor, patates­leri onun yerine ekecek biri gerek. O patates ekmesini öğ­rendiğinden bu yana patatesler üzerinde sürüyle yeni bil­giler ortaya çıktı."

"Demek sen buraya Tanrı'yı aramaya gelmedin?" de­di kara kız.

"Aramanın canı cehenneme," dedi İrlandalı. "Canı isterse Tanrı beni arasın. Hem benim inancım şu ki, ken­dini tanrı diye ortaya koyan şey, ortaya koyduğu şeyden ibaret değildir. Bizim içimizde ve dışımızda, tanrıya ulaş­maya çalışan bir şey var: Burası muhakkak; bunun dışın­da muhakkak olan biricik şey ise, ona ulaşmaya çalışan şeyin, ulaşmak isterken bir sürü yanlış yaptığıdır. Sen ve ben, o şeyi oraya ulaştırmak için elimizden geleni ardı-, miza koymamalıyız; zira Allah'ın cezası bir yığın insan, var ki, midelerinden başka bir şey düşünmüyorlar." İrlandalı böyle diyerek avuçlarına tükürdü ve çapalamaya de­vam etti.

Kara kız da, yaşlı filozof da İrlandalıyı biraz fazla ka­ba buldular (gerçekten de öyleydi), ama yaran dokundu­ğu, ve bir türlü çekilip gitmediği için, ellerinden geldiği kadar ona, daha ince davranış usulleri edinmeyi, daha te­miz bir dille konuşmayı öğretmeye çalıştılar. Bununla bir­likte, Tanrı'nın sonsuz, ama henüz gerçekleştirilmemiş bir amaçtan daha somut, daha elverişli bir şey olabileceğine ya da bu amacın gerçekleştirilmesi sosyalizm tarafından akla yakın, kolay, umut verici hale getirilmedikçe, ama­cın herhangi bir suretle gerçekleştirilebileceğine asla kandıramadılar İrlandalıyı.

Buna rağmen, İrlandalıya terbiyeli davranmayı, te­mizliği öğrettikten sonra ona, hatta onun korkunç şaka­larına bile alıştılar. Bir gün yaşlı bey, kara kıza, "Senin gibi üstün meziyetleri olan genç bir kadının kocasız, ço­cuksuz kalması doğru değil," dedi. "Ben sana göre çok yaşlıyım, onun için şu İrlandalıyla evlensen iyi edersin."

Kara kız, yaşlı beye çok bağlanmış olduğundan, onun kendisini başka birine vermek istemesine müthiş kızdı, hatta bütün geceyi, İrlandalıyı topuzuyla kovmak için plan­lar kurmakla geçirdi. Yaşlı beyin, kendisinin dengi ola­bilmek için gerektiğinden altmış yıl erken doğduğunu doğa yasalarına uyup yakında ölerek onu eşsiz bırakacağını bir türlü kabul etmek istemiyordu. Ama yaşli'bey bu apa­çık gerçekleri, kara kız üzerinde işleyerek onun kafasına öyle bir yerleştirdi ki, sonunda kara kız pes etti ve ikisi birlikte bostana gidip, İrlandalıya, kara kızın onunla ev­leneceğini söylediler.

İrlandalı yaslı bir feryat koparıp, küreğini kaptığı gibi bahçe kapısına doğru fırladı. Ne var ki, kara kız ön­ceden tedbiri alıp, kapıyı kilitlemişti; İrlandalı kapıya tırmanamadan ona yetişip, sımsıkı yakaladılar.

İrlandalı, son zamanlarda edindiği ince konuşma usul­lerini bir anda unutuverip, "Bu kara barbarla, bu zenci karısıyla ben mi evleneceğim," diye acıklı acıklı bağırdı. "Bıraksanıza beni be. Ben kimseyle evlenmek istemiyo­rum."

Ama kara kız onu demirden bir kıskacı (bununla bir­likte, sertliği duyurulmayan bir kıskacı) andıran parmak­larıyla yakalamıştı; yaşlı bey de İrlandalıya, kaçtığı tak­dirde, Tanrı'yı aramak istemeyen ve kendisinin alıştığı bu ipek gibi parlak kara cilt yerine soluk, sararmış bir cil­di bulunan herhangi yabancı bir kadının pençesine düşe­ceğini anlattı. Neyse ki, yarım saat kadar süren ağız kav­galarından, nice dil dökmelerden ve İrlandalıyı yüreklendirmek için yaşlı beyin en nefis Burgonya şarabından ik­ram ettiği bir kadehten sonra, İrlandalı, "Eh, bir itirazım yok evlenmeye," dedi.

Böylece evlendiler; kara kız, İrlandalı ile çocuklara (çocukların tatlı bir kahverengi derileri vardı) çok güzel bakıyordu, hatta onlara çok düşkün olmuştu. Kocası, ço­cukları, bahçe işleri ve kocasının çamaşırlarını tamir (ko­casını çamaşır giymekten bir türlü vazgeçirememişti) et­me işi onu o kadar uğraştırıyordu ki, çoğu zaman bu ka­dar iş arasında Tanrı'yı arama işini düşünmeye vakti ol­muyordu; bununla birlikte bazı anlarda, özellikle de, çok sessiz ve yumuşak, olan en sevgili bebeğini yıkadıktan sonra kurulurken, eski arayışını hatırlamadığı olmuyor değildi. Yalnız şimdi, misyoner tarafından Tanrı'ya, O'nun yaptığı her şeyi gözlemekten, onun kurtuluşunu dert edin­mekten başka işi olmayan bir kimse gözüyle bakması öğ­retilmiş, tedirgin edilmiş, kendini evrenin merkezi sanan bir kızın Tanrı'yı ziyarete kalkışması ona gülünç geliyor­du. Hatta bebeğini gıdıklayarak ona şöyle sorduğu olur­du: "Ya Tanrı'yı evde bulsaydım da, O bana, yanında fazla kaldığımı, kendisinin daha başka işleri olduğunu ima etseydi, ne yapardım?" Bebekçiğin cevap verebileceği bir soru değildi bu: O, kendinden geçercesine güler, annesinin bileklerini yakalamaya çalışırdı. Ancak bebekler büyüyüp, annelerinin bakımından çıktıktan sonradır ki, İrlandalı, kara kız için, onun bedeninin bir parçası gibi bilinçdışı bir alışkanlık haline geldi ve kocasıyla çocukları bütün düşün­celerini, bütün zamanını almadığından, kara kız kendisini tekrar, bu gibi sorunlara dönmesini sağlayan bir işsizlik ve yalnızlık içinde buldu. Bu zamana kadar da, güçlenen kafası onu, topuzla putları kırmaktan zevk duyduğu dö­nemde bulunduğu aşamanın çok ötelerine götürmüştü.



[1] Kiliselerde Pazar günleri verilen Kitabı Mukaddes dersleri.

[2] Batı Fransa’da, -Atlantik kıyısında bir liman olan La Rochelle, Reformasyon döneminde, ilk ağızda Calvinism’in belli başlı merkezlerinden biri haline geldi ve din savaş­ları sırasında bu şehir. Katolik gemilerini vurmak üzere sivil gemileri silâhlandırdı. 1571’de bu şehirde, bir iman ikrarı kaleme almak üzere, Beza’nın başkanlığında bir Protestan sinodu toplandı. St. Barthelemy kırımından son­ra şehri kuşatan Katolik ordusuna karşı Protestanlar altı buçuk ay dayandılar ve Katolikler 20.000 ölü verdikten sonra kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldılar. -La Rochelle deki Huguenotlar» sözüyle («Huguenot» deyimi, tıp- . kı Protestanların Katoliklere «Papistes» adını verdikleri gibi. Katoliklerin Protestanlara verdiği; ad olduğundan) Protestanların bu şehirde din gayretiyle yaptıkları bu başarılı savunma anlatılıyor.

[3] 1650 Eylül’ünün 3 ünde (13’ünde) Cromwell’in kumanda­sındaki İngiliz ordusuyla, sonradan Lord Newark adıyla tanınan David Leslie kumandasındaki İskoç ordusu ara­sında geçen savaşmada İngilizler her bakımdan elve­rişsiz koşullar altında bulunmalarına rağmen, kendile­rinden üç kat kalabalık İskoç ordusundan, piyadenin ta­mamı dahil olmak üzere on bin esir almış, üç bin kişiyi öldürmüş, buna karşılık kendileri topu topu yirmi kayıp vermişlerdi. Bu savaşmada Cromvvell’in kumandasında «demirden bir irade» göstererek, savaşan İngilizlere «Ironsides» adı verilmiştir. «Ironsides» için düzülen mez­attırlar sözüyle («mezmurlar» kelimesi îbranice «tehillim» kelimesinin çevirisi olduğuna ve «tehillim»de «övgü şarkıları» anlamına geldiğine göre) «îngilizleri öven ka­sideler anlatılıyor.)

[4] Dugald Dalgetty (Captain Dalgetty), İskoçların «Mon- trose Efsanesinde adı geçen bir serüvensever, ücretli askerdir. Söylentiye göre gençliğinde ilAhiyat öğrenimi gördükten sonra ücretli asker olmuştur ve yine söylen­tiye göre cesareti kadar, «iyi para- verildiği takdirde» güvenilir oluşuyla ünlüdür. Bu efsanevi kişinin aslının Munro adlı bir çete reisi olduğu sanılmaktadır.

(“*) Ghibelline: Guelphler'in muhalifleri, İmparatora karşı Papa’yi tutanlar. İtalya ortaçağ tarihinin 1155’ten 1.348'e kadarki dönemi, Kuzey İtalya şehirlerinde, özellikle Flo- . ransa ve Siena’da bu iki grup arasındaki mücadelelerle doludur.

[6] Musanın on üç atalar sıptmdan her biri için Kenan diya­rına yolladığı on üç adamdan biri; Musa'nın «Yeşu» adını verdiği, Efraim sıptından Nun oğlu Hoşea.

(*****) Emrindeki üç yüz kişiyle büyük bir orduyu yenen. Rabbin sevgili kulu, Yeaş’m oğlu Gideon (Yerubbaal).

[7] Eski Hint din kitaplarından biri.

[8] Aksi sabit olmadıkça yeter ve geçerli sayılan kanıt.

(“1 «Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşa­ğıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın...» Eski Ahit, Tesniye, 5.8.

[9] Eski Ahit Tekvin, 8.20.

[10] Daha iyisi olmadığı için.

[11] Hayat Gücü.

[12] Hayat Hamlesi.

[13] Eski Ahit, Tekvin: 21.

(*)Eyub kendisini Tanrı'dan haklı çıkardım için ona kızan. Ram aşiretinden Buzlu Barakel’in oğlu Elihu. Eski Ahit. Eyyub. 32.2.

(“) Eski Ahit. Mika. 6.8.

[14] Yeni Ahit, Efesoslulara, 5.2.

pi Isa’yı Romalılara ihbar eden Yahudi Başpapazı.

[16] Isa’yı ölüme mahkûm eden, Kudüs’ün Romalı Genel Valisi.

[17] «Cross» (Hac) kelimesinden, «Christianity» (Hıristiyanlık) kelimesine benzeterek türettiği bu kelimeyle Bemard Shaw, «Mesih'in Dini»nin, «Haça tapıcılık» haline geldi ğini anlatıyor.

[18] Edith Louisa Cavell (1895-1915). Birinci Dünya Savaşı sıra­sında Brüksel’deki Hemşire Okulu müdiresi iken Almanlar .tarafından. Belçikalı. Fransız ve İngiliz esirleri Hollanda yo­luyla kaçırmakla suçlandırılarak ölüme mahkûm edilen, son­radan kahraman ilân edilerek londra, Kanada ve Paris'te adına anıtlar dikilen İngiliz kadını.

[19] Eski Ahit Mika 6.8.

[20] Rahibeler birliği.

21) Rahipler birliği.

[22] Yeni -Markça» 14.62; Luka 22.60.

[23] Yeni Ahit, Yuhanna, 1.4. «Ve Kelâm beden olup.»

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to