Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Allah ve Rasülünü Aşkla Sevmenize Neden Olacak Vertecübi Beyanları



Rûzbihân- Baklî, Arâisü'l-Beyân fi Hakâiki'I-Kur'ân'dan

 İbn Atâullah-ı İskenderiden naklen der ki: "Sofîlerin, Allah'ın ve Resûlullah'ın kelâmını alışılmışın dışındaki (garîb) manalarla yorumlamaları, âyetin zâhirî manasım değiştirmek olarak değerlendirilmemelidir. Âyetin zâhirî manası, bağlam ve dilin delalet ettiği şekilde anlaşılır. Ancak bu zâhirî manayla birlikte âyet ve hadislerde, Allah tarafından basireti açılan kimselerin anladığı birtakım bâtınî manalar da mevcuttur. Bazı kimselerin, 'Sûfîler, Allah ve Resûlü'nün sözlerini değiştirdi’ şeklindeki itirazları doğru değildir. Eğer sûfîler, 'Bu âyetin bu yorumdan başka manası yoktur' deselerdi o zaman bu yorum Allah ve Resûlü'nün sözlerini değiştirmek olurdu. Aksine onlar, önce zahiri manayı olduğu gibi kabul ediyor, onu amelde esas alıyor, daha sonra, Allah'ın kendilerine öğrettiği bir takım ince hikmet ve manaları ilave ediyorlar" (El-Bahru'l-Medid. 1/49-50).

Şöyle denilmiştir: Allah Teâlâ, vasıtaları (peygamberleri ve velileri) kulları için, kendisine götüren bir yol yaptı; onları hak yollarına birer alamet ve kendileriyle hidayetin bulunduğu birer nur olarak gönderdi. Onlara hak yolu ve dinin hakikatini öğretti. Cenâb-ı Hakk bu durumu ifade için,

"O Allah, resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi" buyurdu.

   Arâisü'l-Beyân , 2/13 

**

Vertecübî  der ki: "Fatiha süresindeki âyetlerin bir manası da şudur: Yâ Rabbi, bizi, bizden istediğin şeye ulaştır. Çünkü doğru yol, Cenâb-ı Hakk'ın kulluk ve hizmetinde insanlardan istediği sadakat ve ihlâs yoludur."

Arâisü'l-Beyân,, 1/24

**

Vertecübî demiştir ki: "Sıbgatullah (Allah'ın boyası), Âdem'in yaratılışının gerçekleştirildiği özel bir sıfattır; bu sıfat, veraset yoluyla Hz. Âdem'in zürriyeti içindeki peygamber ve velilerin ruhlarında devam edegelmiştir."

Devamında der ki: "Allah o ruhu, kendine yakınlık suyu ile suladı: ona özel rabbânî ilimler ilham etti; böylece ruh marifet nuruyla aydınlandı, rubûbiyyet denizine (rabbânî sırlara) daldı. Ondan vahdaniyyetin sırlarının tecellileri ortaya çıktı, ruh ilâhı sıfatların boyası ile olgunlaştı, kemale erdi."

Araisü’l-Beydn, 1 /63-64

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), "Bizi bağışla" âyetine şu manayı vermiştir:

"Bizim seni az tanıma halimizi bağışla, sana yaptığımız ibadetlerdeki kusurlarımızı affet, vuslatına ve müşahedene ulaştırarak bizlere merhamet et!"

Arâisü'l-Beyan, 1/123

**

 "Ebû Said-i Harrâz şöyle demiştir: Allah'ın öyle kullan vardır ki onlarda birtakım noksanlıklar bulunur. Bu noksanlıklar onları azgınlıktan korur. Eğer böyle olmasaydı hepten bozulur ve kendilerini dağıtırlardı. Onlar ilimden belli bir noktaya gelir, fakat bazan hakkında hiçbir âyet, hadis ve haber bulunmayan cahili oldukları bir durumla karşılaşırlar; kendileri ona bir cevap bulamaz, ancak gerçek akıl sahibi ârifler, güzelce hüküm çıkarma kabiliyetleri ve marifetleriyle onun için kitaptan ve sünnetten bir delil çıkarıp meseleyi hallederler. Allah Teâlâ, 'Onu, içlerinden işin iç yüzünü anlayanlar bilir' buyurmuştur."

Baklî, Arâısü'l-Beyân, 1/265.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî, Arâisü’l-Beyân adlı tefsirinde) demiştir ki: "'Peygamberler içinde Hz. Musa (aieyhisseiâm , Cenâb-ı Hakk'ı görme talebinde erken davrandı, fakat Hakk Teâlâ onu kelâmını işitme makamında tuttu; kendisini açıkça cemalini müşahede etmekten menetti. Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem) ise ilâhı sırların ağırlığını yüklendi, kendisine verilen inbisat (genişlik ve huzur) haliyle Cenâb-ı Hakk'ı açıkça müşahede etmeyi istemedi; Allah onu yüce zatını müşahede makamına ulaştırdı, sonra arada bir perde ve vasıta olmaksızın kendine kelâmını işittirdi. Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

"Allah kuluna (Muhammed'e) vahyettiğini vahyetti. Onun gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı" (Necn 53/10-11)

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), tefsirinde demiştir ki: "Âyette, Allah'ın hukukunu iyi bilen rabbânî âriflerle, Allah'a isyan edenlere azabının, itaat edenlere de sevabının olduğunu bilen âlimlere bir uyan vardır. Bu uyan onlara, hakkı inkâr eden, haddi aşan, hak yoldan çıkıp nefis yoluna meyleden kimseleri uyarma konusunda sessiz kalmamaları için yapılmıştır. Hakk Teâlâ, şu mesajı verdi: Kim dininde gevşeklik gösterirse âlim ve rabbânî de olsa azaba uğrar." ’

Bir haberde şöyle nakledilmiştir "Bir âlim, bir kötülük görür de (yapanı uyarma imkânı ve gücü olduğu halde) sükût ederse Allah'ın lâneti üzerine olsun!"

Arâisü'l-Beyân, 1/320.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî)  tefsirinde demiştir ki: ''Allah Teâlâ peygamberine, kulluk hükümleriyle ilgili kendisine indirdiği şeyleri halka tebliğ etmesini emretti; fakat ona, Rabb'i ile arasında kalacak sırlan onlara öğretmesini emretmedi. Aynı şekilde, Allah ile peygamberleri ve velileri arasında kalacak sırlar vardır. Sonra Allah şöyle buyurdu: "Seni Allah korur." Yani, senin bana varan yolunda, insanlardan birinin seni bir yanıltma, karışıklık ve hileye düşürmesinden Allah seni korur. Bu, peygamber göndermede kendi ihtiyari ile hareket ettiği içindir.

Peygamberlerdeki risaletin hakikati, rubûbiyyet nurlannın kalbinde zuhur etmesi ve kulluk hükümlerinin, onun sırrında açıklanmasıdır. Üstat Kuşeyrî der ki: "Allah seni insanlardan korur" âyeti hakkında şöyle de denilmiştir ki: Allah seni korur, böylelikle vehim denizine dalmazsın, insanları ve eşyayı olduğu gibi müşahede edersin, onların başının ve sonunun yokluğa gittiğini görürsün ..."

Arâisü'l-Beyân, 1/322.

**

Resûl-i Ekrem Efendimiz [salla'llâhü aleyhi ve sellem], Allah'a ibadet edenlerin ilkiydi ve Mevlâ'sına ilk yönelen de kendisiydi. Allah Teâlâ buyurur ki:

"De ki: Eğer Rahnıân'ın hır çocuğu olsaydı: ona ilk ibadet eden benim!" (Zuhruf 43/81) Şayet Allah için bir çocuk edinmek câiz olsaydı, buna en evla olan benim; çünkü O'na ilk ibadet eden ben olurdum.

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: De ki: Bana O'na teslim olanların ilki olmam emredildi' âyetinin manası şudur Ben kâinatın yaratılmasında ilk cevher olarak ilâhı huzurda benden başka kimse yokken, bana muhabbette, aşk ve şevkte bütün varlıkların ilki olmam emredildi ve halkın içinde muhabbet sıfatımla Allah'a ilk boyun eğen, O'nun rabliğini gönülden ilk kabul eden olan, dilediği her işte kendisine hiç itiraz etmeyen benim olmam istendi."

Velilerden biri demiştir ki: "Hakk ortaya çıktığında ona ilk boyun eğen ben olurum."

Arâisü'l-Beyân, 1/349.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) âyetin tefsirinde demiştir ki: "Allah Teâlâ, habibi Hz. Muhammed'e salla'llâhü aleyhi ve sellem, kendisinden önceki peygamberlere dinin edepleri konusunda uymayı emretmiştir; çünkü onun bu emri aldığı zamanda manevi derecelere yükselmesi için bazı vasıtalara ihtiyaç vardı. Cenâb-ı Hakk, habibini bütünüyle kendisine ulaştırıp sırlarının gözünü rubûbiyet nurlarıyla süsleyince, onu zatında müstakil, halinde müstakim yaptı. Kendisini irade sınırından marifet ve istikamet sınırına çıkardı ve o noktada kendisine önceki vasıtaları terketmesini emretti. Öyle bir noktaya geldi ki Allah Resulü şöyle buyurdu:

'Eğer Musa hayatta olsaydı, kendisine, bana uymaktan başkası uygun olmazdı.' Bunun dışındaki hadisler de bu hakikati ortaya koymaktadır." 

Ebü'l-Hasan-ı Şâzelî (rahmetullahi aleyh] demiştir ki: "Allah Teâlâ habi-bine, diğer peygamberlere kendisiyle ortak oldukları konularda uymasını emretti, onların dışında sadece Allah Resûlü'ne tahsis edilmiş pek çok durum vardır."

Arâisü'l-Beyân, 1 /381.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), "Kendisiyle sükûn bulması için zevcesini yarattı" âyeti hakkında demiştir ki: "Hz. Âdem aleyhisselâm, cennette ancak Hakk Teâlâ'nın tecellisini buldu; bu tecelli nurunun yoğunluğundan dolayı neredeyse eriyip yok olacaktı Cenâb-ı Hakk, onun, bu tecellinin ağırlığını kaldıramayacağını, zat-ı bârinin güzelliğinin nuru içinde eriyip gideceğini bildi. Zaten cennette ulan her şey, bu nurun içinde kaybolmuş durumdaydı. Hz. Âdem için cennetteki bu güzelliğin yanında bir de ceberût ve melekûtun ziyası eklenince, tahammülü zor bir durum oldu. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk, kendisiyle huzur ve sükûn bulsun diye, Hz. Âdem için, kendi vücudundan eşi Havva'yı yarattı; Hz. Âdem onunla meşgul olup ilâhı tecellilerin şiddetinden bir derece uzak kaldı. Sürekli İlâhî tecelliler altında olduğundan dolayı Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellem de bazen, Hz. Âişe'ye, 'Benimle biraz konuş ey Hümeyrâ " derdi. el-Vertecübî, sözüne şöyle devam ediyor

"Ariflerden biri demiştir ki: Allah Teâlâ Havva'yı, Âdem kendisiyle huzur ve sükûn bulsun diye yarattı. Hz. Âdem, onunla sükûn bulması ve meşgul olması sebebiyle hakikatle muhatap olmaktan gafil kalınca, yasak ağaçtan yeme olayı başlarına geldi." *

Her kim Allah Teâlâ'dan başka biriyle sükûn bulursa bu huzur ve sükûnu onun için bir bela ve imtihan olur, kendisini marifet cennetinden çıkarır. En doğrusunu Allah Teâlâ bilir.

Arâisü'l-Beyân, 1/501

**

Şeytanın, "Ben Allah'tan korkanın" sözünün manası şudur: Ben, bana meleklerden bir zarar gelmesinden yahut Allah'ın beni helak etmesinden korkarım. Buna göre, âyetin "hatırlayın" dediği vakit, şeytanın onlara yardım etme sözünde bulunduğu vakittir; çünkü şeytan o zaman, daha önce görmediği şeyleri görmüştür.

Birinci görüş (şeytanın vesvese yoluyla kâfirlere yaptıklarını güzel göstermesi), Hasan-ı Basriye aittir. İbn Bahr (Câhiz)da bu görüşü tercih etmiştir.’

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Şeytan, 'Ben Allah'tan korkarım' dedi. Bu, ben Allah'ın azabından korkarım, demektir. Şeytan bunu, tehlikeyi gördükten sonra söylemiştir. Bu kendisine bir fayda vermez. Eğer o, Allah'tan gerçek manada korksaydı, O'na bir an olsun isyan etmezdi ..,"

Arâisü'l-Beyân, 1 /533.

**

Sonra Vertecübî, âriflerden birinin şöyle söylediğini nakleder:

"Peygamberlerin tövbesi, halka tebliğ sırasında müşahedelerindeki kusurlarındandır; çünkü peygamberler (kalpleriyle) İlâhî huzurdan ayn kalmazlar onlar, (varlıklarla meşgulken de) gaybet halleri içinde (ilâhı tecellilerden habersiz) bulunmazlar. Çünkü onlar sürekli aynü'l-cem'  hali içindedirler."

Arâsu'l Beyan, 2/55.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın, 'Sizin sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir' âyetinin bir manası şudur: Bizim hakka aykırı davranmamız, hevâmıza tâbi olmamız ve kalbimizin Cenâb-ı Hakk'tan perdelenmesi ona ağır gelir. Âlimlerden biri demiştir ki: "Sizin, dine ters işler yapmanız (günaha düşmeniz) ona ağır gelir." Sehl b. Abdullah-ı Tüsteri demiştir ki: "Bir an bile olsa, sizin Allah'tan gafil olmanız ona ağır gelir, onu üzer."

Vertecübî, sonra "Senden yüz çevirirlerse, 'Allah bana yeter' de" âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, Resûlü salla'llâhü aleyhi ve sellem insanların hidayete gelmesini çok arzularken, onların kendisine tâbi olmaktan yüz çevirmesinden dolayı onun kalbini teselli etti; 'Allah sana yeter' buyurdu. Yani O, seni kendisinden başka hiç kimseye muhtaç etmez."

Arâisü 'I-Beyân, 2 / 60-6 1

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), A'râf sûresinin 54. âyetinin tefsirinde rinde demiştir ki: "Allah Teâlâ arşı, kudsî tecellisinin bir aynası ve sevdiği kulların ruhlarının konaklama yeri yaptı."

Sonra şöyle demiştir: "Allah, 'öyleyse O'na kulluk edin' âyetiyle, kullarını, marifetinden sonra kendisine kulluk etmeye davet etti."

Arâisu l-Beyân, 2/64.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Allah Teâlâ, peygamberi Hz. Nuh'a [aleyhisselâm], sadece kadere uygun şeyleri istemesi konusunda edep öğretti. Hakk Teâlâ'nın ezelî ilmindeki muradına uygun olmayan her dua, dua edenin muradı doğrultusunda bir sonuç vermez.

"O, salih bir amel değildir" âyetinin manası, "Onun ameli sünnete (İlâhî hükme) uygun değildir" demektir.

Cenâb-ı Hakk, sonra Hz. Nuh'a öğüt vererek şöyle buyurdu: "Cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum. "Cahil, Allah'ın kaderdeki hükmünü bilmeyen kimsedir. Âyetin manası şu olur: "Seni, dua ve isteğinde usule aykırı olarak kötü edep içinde olmaktan uzak tutuyorum."

tbn Atâullah-ı tskenderi, Hikem adlı eserinde der ki:

"Asıl iş, senin Allah'tan bir şey istemen değil, CKndan bir şey isterken edep sahibi olmandır."

Arâisü'l-Beyân, 2/122

**

Vertecübî (Kûzbıhân-ı Baklî), "Gerçekten İbrahim çok halim ve çok içli biriydi" âyetinin tefsirinde demiştir ki: "Hz. İbrahim çok halim biriydi; çünkü o, kavmine beddua etmezdi. Tam aksine, şöyle demiştir: ‘Rabbim, onlardan kim bana tâbi olursa o, betidendir; kim bana isyan ederse şüphesiz sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin' (İbrahim 14/36). Hz. İbrahim, Rabbini cemaline olan şevkinden dolayı kalbi yanar ve çok inlerdi. Âşıkların vasfı böyledir."

Vertecübî sonra şöyle demiştir: "Hz İbrahim'in kavmini koruma mücadelesi, cehaletten değil, ileri derecedeki bast halindendir. Hz. İbrahim, çok şefkatli, iyilik sahibi ve cömert biriydi. Nefsinin dostluk mahallinde olduğu ve ezelî ilimde Allah tarafından seçilmiş olduğunu gördü. Baktı ki Allah Teâlâ, âriflerin (kendi rızası için) gazaplanmasıru, sevenlerin gayretini, sıddıkların mücadelesini ve âşıkların rahat davranmasını seviyor; hatta onlan buna teşvik ediyor. Hz. Peygamber (MilüUhu aleyhi v ese hem) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

"Mi raca çıkarıldığım gece, ildhl huzurda yüksek sesle mücadele eden bir adam gördüm; Cibril'e, ‘Bu kimdir?' diye sordum. Cibril, 'Bu, kardeşin Musa'dır; kendisine verilen genişlikten dolayı Rabb’iyle böyle yüksek sesle ve rahat konuşuyor!' dedi. Ben, 'Bu onun için uygun mudur?' diye sordum, Cibril, ’Rabb'i onu tanıyor; bunun için yaptıklarına tahammül ediyor, hoş görüyor' dedi." 

Vertecübî daha sonra demiştir ki: "İlâhî huzurda rahat davranmak, ancak bu sıfatta olan kimseler için câizdir."

Arâisül-Beyân, 2/129.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), Cafer-i Sâdık'ın (rahmetullahı aleyh) şöyle dediğini nakletmiştir: "Nefsinize meyletmeyin, gerçekten o zalimdir."

Arâisü'l-Beyân, 2/140.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), demiştir ki: "Allah Teâlâ, bir kulunu peygamber veya veli olarak seçtiği zaman, ona yavaş yavaş kendi sıfatlarından giydirir; sıfatından bir nur verir. Cenâb-ı Hakk'ın ezelî ve ebedî ilmiyle kulların farkedemeyecegi şekilde uyguladığı gizli planları da bu sıfatlar içindedir Allah Teâlâ bu sıfatıyla Hz. Yusuf'un kalbine tecelli ederek, ona da bu ilimden öğretmiştir. O da Allah'ın ezelî ilmine bakarak hareket etmiş; o işteki İlâhî sırlan tanımış, Allah'ın fiil ve kudretindeki hakikatleri bilmiştir,"

Ariisü'l-Beyân, 2/ 188-189

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk, 'Her ecel için bir kitap vardtr' buyurarak mucizenin belirlenmiş bir vakitte meydana geleceğini açıkladı. Yani olması murat ve takdir edilen her şeyin, Allah'ın ilminde belirlenmiş bir vakti vardır."

Arâisü'l-Beyân, 2/246.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), “Şüphesiz onların sözlerinden dolayı göğsünün daraldığını biliyoruz" âyetinin tefsirinde demiştir ki:

Cenâb-ı Hakk, Habibini, düşmanlarından işittiği şeylerden dolayı teselli ederek ona dedi ki:

"Sen bizim gözetimimiz altındasın. Cahillerin bizim hakkımızda, zatımıza layık olmayan birtakım şeyler söylemeleri seni üzmektedir. Bu senin letafetinden (temizlik ve nezaketinden) ileri gelmektedir. Öyleyse sen de, onların zatımız hakkında söylediklerine karşılık bizi tenzih et (Zatımızı bütün noksan sıfatlardan uzak tut). Bizi, başkası değil, senin gibi biri en güzel şekilde tenzih ve teşbih eder. Sen ayrıca secde edenlerden ol; tâ ki bildiğin vasıfta bizi göresin ve cemalimizi müşahede ile göğsündeki daralma ve sıkıntı gitsin. Bizi gördüğün zaman, onların sözlerinden dolayı oluşan göğüs darlığın ve iç sıkıntın gider."'

Araisü'l-Beyin. 2/306

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Onlar Allah ve Resülü'ne karşı samimi olduklarında ..." âyetinin bir manası da şudur: Allah'ın kullarına Allah'ın yolunu tanıttıklarında Ve Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem sünnetini en güzel örnek olarak öğrettiklerinde, onlara karşı samimiyet göstermiş, Allah ve Resûlü için samimi olarak nasihat etmiş olurlar.''"

Havâriler Hz. İsa'ya aleyhisselâm, "Ey Allah'ın ruhu, Allah için samimiyet nedir?" diye sorduklarında, Hz. İsa aleyhisselâm şöyle cevap verdi:

"Allah'ın hakkını, insanların hakkından önde tutmaktır."

 Araisül-Beyûn, 2/37 

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) âyetin tefsirinde demiştir ki:

" Allah Teâlâ kullarını, kendi sıfatlarıyla (kendilerine uygun şekilde) sıfatlanmaya davet etti. Onlardan bazısı şunlardır: Adalet, ihsan, şefkat, rahmet, kusurlu hallerden uzaklık, zatına layık olmayan şeylerden temizlik. Yüce Allah adalet sahibidir, ihsan edendir, sonsuz rahmet ve merhamet sahibidir. Zalim değildir, kimseye haksızlık etmez. O, bütün kusur ve ayıplardan uzaktır. Kim, bu sıfatların nurlarının tecellisine mazhar olur, onları bizzat tadarak ve yaşayarak elde eder ve onların terbiyesiyle süslenirse şu sıfatlara sahip bir insan olur: Adaletli, ihsan sahibi, çok seven, çok merhametli, kötü hal ve sıfatlardan temizlenmiş, özü, sözü, işi doğru, veli, Allah'ı seven, Allah tarafından sevilen, Allah rızasını isteyen, Allah tarafından özel olarak seçilen, hak ve hukuku güzel koruyan.

Bu sıfatlan elde eden kimse, nefsine karşı adaletli davranıp onu şek ve şirkten, Allah'tan başkasını hakiki güç sahibi görmekten, kulluğunda bir karşılık beklemekten uzak tutar. Nefsinden, kendisiyle Allah'ın kullan arasında insaflı olmasını ister. Kendisine kötülük edene iyilik eder. Allah'a, O'nu basiretiyle görme ve gaybını müşahede etme sıfatına sahip olarak kulluk yapar. Müridlerden ve sadıklardan oluşan yakınlarının marifet ve muhabbet konusundaki haklarını gözetir, onlara bu konuda ihsanda bulunur. Cahil Müslümanlara merhamet eder. Nefsini, kendini beğenme hastalığından, hevâsına uymaktan ve şehvetine dalmaktan meneder. Onu, büyüklenerek kulluktan uzaklaşma zulmünden alıkoyan Nefsine, Allah'ın dostlarına boyun eğerek, onlann ayaklarının toprağına yüz sürmesini (sırat-ı müstakim üzere onların izinde gitmesini) emreder. Nefsin Cenâb-ı Hakk ın kulluğunda teslimiyet halini elde etmesi, O'nun rubûbiyyet saltanatını, ceberut ve gayb âlemindeki hükümranlığını, O'nun zerrelere varana kadar kâinattaki her şeyi ilim ve kudretiyle ihata etmesini, bütün yaratılmış varlıkların O'nun varlığı yanında fâni oluşunu hatırlayıp O'na tam manasıyla teslim olması için böyle yapar."

Arâisül,-Beyân, 2/332.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) âyetin tefsirinde demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın insanı şereflendirmesi, onu ruhu ile bütün varlıklardan önce yaratmasıdır. Ruh, Allah'ın sıfatından insanlar edilmiş, İlâhî irade ile yaratılmış ve O'nun ezelî dilemesiyle vücut bulmuştur. Allah Teâlâ, diğer varlıkları rahmetiyle yarattı; Hz Adem'i ve zürriyetini ise keremiyle (özel ihsanı ve ikramı olarak) yarattı. Bütün insanlar, İlâhî rahmetin içindedir; Hz. Âdem ve zürriyeti ise özel ihsanın içindedir. Rahmet bütün insanlara aittir; keramet (özel ihsan) ise seçilmiş kimselere mahsustur. Cenâb-ı Hakk, bütün varlıktan Hz. Âdem ve zürriyeti için yaratmıştır. Bunun için Hakk Teâlâ (Hz. Musa'ya),

"Seni kendim için seçtim" (Tâhâ 20/41) buyurdu.

Allah Teâlâ, Hz. Âdem'i (aleyhisselâm) halifesi yaptı, onun zürriyetini ise babaları Âdem'in halifesi yaptı. Melekler ve cinler insanların hizmetindedir. İlâhî emir, nehiy ve hitap onlara yapılmaktadır İlâhî kitaplar onlara indirilmiştir. Cennet, cehennem, gökler, yer, güneş, ay, yıldızlar ve bütün deliller insanlar için yaratılmıştır. Bütün varlıklar, insanların hizmetindedir. Baksana Allah Teâlâ, habibi Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) için ne buyurdu:

"Eğer sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım."

**

Vertecübî sonra der ki: “Kul 'Allah' deyince, O'nun dışında her şeyi yok eder. Kul, 'Rahman' deyince ise sıfat ve birleme yönünden diğer bütün sıfatlan sabit tutmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarla sıfatlanması rahmâniyeti yönündendir; tek oluşu ise ilâhlığı yönündendir."

Arâisü'l-Beyân, 2/388-389.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), "Biz onların hidayetini artırdık ... "âyeti hakkında demiştir ki:

"Âyette şu deniyor: Biz onlara cemalimizden verdiğimiz nuru artırdık, böylece onlar, onunla zatımıza ve sıfatlarımıza ait bilgilere ulaştılar. Bu nur, onlar için ebediyen artar durur; çünkü benim nurum için bir son yoktur."

 Araisü'l-Beyân, 2/103.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) âyetin tefsirinde demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk'ın cemali (ve cemal tecellileri) onları sarınca, ateşte bulunmanın bir önemi yoktur; bu durumda orası da cennetliklere hoş gelen bir yer olur. Biri bu manada şöyle demiştir:

'Selma (sevgili) bir vadiye inince, oranın suyu tatlanır ve selsebil olup akar. Oranın ırmağı, herkesin başında toplanacağı su kaynağı olur.'"

Arâisü'l-Beyân, 2/468.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Halil İbrahim |aleyhisselâm), Allah'ın nuru ile nurlanmıştı. Ateşin yakması da Allah'ın fiilindendir. Bu durumda, Allah'ın sıfatına ait nur, fiilinin nuruna galip geldi (aşk, ateşe galip geldi; nur, nârı söndürdü). Eğer Hz. İbrahim ateşe atılınca, ateş olduğu gibi dursaydı, Hz. İbrahim ona ulaşınca yok olup giderdi. Allah Teâlâ bunu bildiği için ateşe,

'İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol' buyurdu. Böylece onun mucizesinin ortaya çıkması ve kerametinin belli olması için ateş kaldı, fakat yakmadı.

Arâisü'l-Beyan, 2/519.

Onun bahsettiği bu durumu, şu hadis-i şerif doğrulamaktadır. Kıyamet günü mümin sırattan geçerken cehennem kendisine, "Çabuk geç ey mümin, nurun alevimi söndürecek!" der.

En doğrusunu Allah Teâlâ bilir.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Cüneyd-i Bağdâdiye, Hz. Eyyûb'un 'Bana zarar dokundu ..." sözünden sorulunca şöyle demiştir: "Allah Teâlâ ona ilâhı nimetlerinden ihsan etmek için, kendisine, ihtiyaç halinde nasıl isteneceğini öğretti."

Arâisü’l-Beyân, 2/522

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) “Onlar, bir tuzak kurdular; biz de kendileri farkında

değilken onlara bir tuzak kurduk" âyeti hakkında demiştir ki: "İlâhî tuzağın bir şekli de insanları, ezelî sirrı öğrenmekten menetmektir. Hal böyle olunca, O'nun tuzağından kim kurtulabilir? Sonradan yaratılmış varlık, Cenâb-ı Hakk'ın ezelde takdir ettiği ilme vâkıf olamaz. Allah'ın tuzağı ve kahrı, O'nun zatından ayrılmayan iki vasıftır. O'nun zatı ise ebedîdir."

Arâisül-Beyân, 3/69-70.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Hz. Şuayb (aleyhisselâm), peygamberlik nuıu ile Hz. Musa'nın kemal derecesine sekiz senede ulaşacağını ve bundan sonra bir terbiyeye ihtiyacı olmayacağını gördü. O ayrıca, Hz. Musa'nın olgunluk halinin kemaline ermesinin de on senede gerçekleşeceğini gördü. Çünkü o, on seneden sonra, Hz. Musa'nın irade (rehber yanında terbiye alma) makamında kalmayacağını, bundan sonra hür olacağını gördü ve bunun için, 'Ondan sonra sana meşakkat vermek istemiyorum' dedi."

Arâisü l-Beyân, 3/85.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), "Musa, ailesi ile yola çıktı" âyeti hakkında demiştir ki: "Şunu iyi anla: Peygamberlerin ve velilerin bütün vakitleri, hak yola girişin başından itibaren nurlar âlemine doğru İlâhî sırlarda seyir vaktidir."

Vertecübî, "Ben bir ateş gördüm" âyeti hakkında der ki: "Bundaki hikmet şudur İnsan tabiatı, alışıp bildiği şeylere meyleder. Hz. Musa, ateşi tanıdığı için, nur onda tecelli etti. İnsan özellikle kış ayında ateşle daha içli dışlıdır. Hz. Musa, Tûr'a geldiği zaman, mevsim kış ayı idi. Bunun için Hakk Teâlâ, nuruyla ateş şeklinde tecelli etti; çünkü Hz. Musa ateş arıyordu. Cenâb-ı Hakk, onun muradını kendisinden aldı ve irade ettiği yerde tecelli etti. Bu, Allah Teâlâ'nın uyguladığı bir kanunudur."

Allah Teâlâ'nın, "Ona ağaçtan şöyle seslenildi" âyeti hakkında deriz ki: Hz. Musa'ya ağaçtan hakikaten seslenildi. Çünkü bu kâinatta Allah Teâlâ'nm tecellilerinden ve varlıklarda zuhurundan başka bir şey yoktur; Cenâb-ı Hakk, kuluyla, dilediği şekilde ve yerde konuşur.

İmam Sühreverdî, Avârifü'l-Maârif adlı eserinde demiştir ki: "Sûfi, gönlünü bütün varlıklardan çekip yüce Mevlâ'ya yöneldiğinde, kendisine Kuran okuyanı, Allah Teâlâ'nm, Hz. Musa'ya, "Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur" hitabını kendisine işittirdiği ağaç gibi müşahede eder; öyle görür (Cenâb-ı Hakk'ın onun diliyle okunan âyetiyle kendisine hitap ettiğini düşünür)."

Arâisü'l-Beyân, 3/85-86

**

Vertecübî demiştir ki; "İnsana verilen en özel şey, Cenâb-ı Hakk’ın zatî tecellilerinden bir güzelliğin onun suretine yansımasıdır. Bu durum, 'Ona ruhundan üfürdü ' âyetinde dile getirilmiştir.'

Araisül-Beyân, 3/128-129.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), "O Allah size salât eder ..." âyeti hakkında demiştir ki: "Allah'ın salâh (özel rahmeti), kulunu ezelde marifeti ve sevgisi için seçmesidir. Allah bir kulu bunun için özel seçtiğinde, onun hatalarını affeder; meleklerinin en seçkinlerini onun adına istiğfar etmesi için görevlendirir. Bunu, kulun Allah ile meşguliyetinden ve O'nun sevgisinden uzak kalıp nefsi için istiğfara ihtiyaç olmasın diye yapar. Allah bu salâh (rahmeti ve meleklerin istiğfarı) ile, kulunu tabiatın karanlıklarından müşahedenin aydınlığına çıkarır. Bu, O'nun kulunu ezeldeki seçişinden ve ona yeten kudsî rahmetinden ileri gelmektedir. Allah Teâlâ'nın, O, müminlere karşı çok merhamet sahibidir' buyurması bunu gösteriyor. Yani Allah Teâlâ daha onları vücuda getirmeden, kendilerine çok merhamet etti. Şöyle ki hiçbir sebep yokken, onları vücuda getirdi ve kendisine yöneltti."

Arâisü'l-Beyân, 3/144-145.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) ahzab, 45-48 daki "Ey resûlüm, biz seni, hakikate şahit olarak gönderdik" demiştir ki: Sen bizim şahidimizsin. Biz sana şahit olduk, sen de bize şahit oldun. Böylece seni, rubûbiyyetimin nurlarıyla sardım. Kim seni hakikatinle görürse gerçekte bizi görmüş olur."

Rûzbihân-ı Baklî devamla der ki: "Kim sana bakarsa bize bakmış olur. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kim beni tanırsa Hakk'ı tanır; kim beni görürse Hakk'ı görmüş olur. "

Vertecübî, "Resulüm, biz seni ışık saçan bir kandil olarak gönderdik" âyetinin tefsirinde demiştir ki: "Senin nurunu, kendi nurumdan parlattım; böylece sen, benim nurumla mümin kullarımın gözlerini aydınlatırsın; onlar, senin nurunla bana gelirler. Allah Teâlâ sonra, Hz. Peygamber'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem), müminlere, bir perdelenme ve azarlama olmaksızın Allah'ı müşahedeye ulaşacaklarını müjdelemesini emretti."

Araisü'l-Beyan, 3/146.

**

Mümin Süresi 61-65

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) âyetin tefsirinde demiştir ki: "Ayetin manası şudur: Bana, duaya icabet için ayırdığım dua zamanında dua edin. Bana bu vakitlerde dua edin ki duanıza karşılık vereyim. Şüphesiz, o vakitlerde duaya karşılık verilmesi kesindir. Kim dua vakitlerini bilmezse unun duası, edebi terketmektir. Kuşkusuz, istiğfar vaktinde dua etmek, manevi makamlarla ilgili marifetin azlığındandır. Bir sultan kızgın olduğu zaman ondan bir şey istenmez. Sevinç halinde olduğu zaman ise ihsan ve ikram zamanıdır."

Ben (İbn Acibe) derim ki: Bu, Allah'tan ilim alıp İlâhî muradı anlayan seçkin ârifler içindir. Umum halka gelince, onlar için münasip olan, genişlikte ve darlıkta, bütün vakitlerinde dua etmeleridir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Hiç olmazsa onlara azabımız yeldiğinde yalvarıp yakar sal ardı ya! Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi" (En âm 6/43).

Vertecübî, sonra, Ebû Bekir el-Verrâk'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Ayetin manası şudur: Bana, darda kaldığınızda ve tam bir yöneliş halinde dua edin; öyle ki sizin için benden başka hiçbir müracaat yeri ve sığınak kalmasın. İşte o zaman duanıza karşılık veririm."

Arâisü'l-Beyân, 3/238

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Allah ‘a davet eden kimseden daha güzel sözlü kimdir?” âyetinin manası şudur: Yüce Allah'ı müşahede edip zatını severek O'na müştak olduktan sonra kendisini tanıyan ve halkı O'na davet eden kimseden daha güzel sözlü kimdir? Bu kimse, sözünde ve halinde samimi olarak insanları fiilleriyle, samimi sözleriyle ve manevi hallerinin halvetiyle Allah'a çağırmaktadır. Onlara, Cenâb-ı Hakk'ın ezelî sıfatını ve rab olarak kullan üzerindeki hakkını anlatmaktadır. Onlara, Allah Teâlâ'nın sıfatlarını ve zatının yüceliğini tanıtmakta ve Allah'ı kalplerine sevdirmektedir. İşte onun salih ameli budur. Sonra bu kimse, kemal ve temkin halini bulduktan sonra tevazuu, inceliği ve güzel ahlâkından dolayı, "Ben müslümanlardan biriyim!'' demektedir. Halbuki onun İslâm'ı yaşaması istikamet sahiplerinin hallerinin en zirvesindedir.

Sehl b. Abdullah-ı Tüsteri âyete şu manayı vermiştir: "Kullan Allah'a yönlendiren, O'nun ibadetine ve resulünün sünnetine uymaya çağıran, onları haramlardan sakındıran ve Allah'a kullukta sürekli istikamet haline yönelten kimseden daha güzel sözlü kim vardır?"

Vertecübî, "İyilikle kötülük bir değildir” âyeti hakkında demiştir ki: "Allah Teâlâ bu âyette, güzel huyun kötü huy gibi olmadığını açıkladı ve kötü ahlâkın övülen güzel ahlâkla değiştirilmesini emretti. En güzel ahlâk hilmdir yani yumuşak huylu olmaktır. Çünkü hilm sayesinde, önce düşman olan kimse samimi arkadaş, uzak duran kimse yakın olur. Bu, karşısındaki kimsenin kızgınlığını hilmiyle karşıladığında, zulmünü affettiğinde ve kötü davranışına güzel haliyle karşılık verdiğinde gerçekleşir.

Âyetin zımnında şu hale bir işaret vardır: Kim yüce Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanırsa, O'nun sıfatlarıyla kula uygun düşen şekliyle vasıflanırsa, O'nun hizmetinde istikamet üzere bulunursa, O'nun sevgisinde samimi, zatını ve sıfatlarını tanıyan bir kimse olursa o, bu hallere sahip olmayan boş iddia sahibi gibi değildir.

Vertecübî, "Bu ahlâka sadece sabredenler ulaşır" âyetinin tefsirinde demiştir ki: “Allah Teâlâ bu âyette, güzel ahlâka, güzel amellere ve şerefli fiillere sadece Allah'ın bela ve imtihanına sabreden kimselerin ulaşacağını açıkladı. Bu musibetlere ancak O'nun müşahedesinden, O'na yakınlık ve vuslattan büyük pay elde eden, kâmil marifet ve muhabbet sahibi olan kimseler tahammül edebilir. Bu sabrın kemali, Allah'ın sabrıyla sıfatlanmaktır. Sonra, ezelî müşahedede sabır gelir. İlâhî sabırla sıfatlanmak, ebedî müşahede etmek ve cemal tecellilerinden büyük pay sahibi olmak, İlâhî musibet ve belalar anında kulu dengeler, ona kuvvet olur.'”1"

Vertecübî sonra demiştir ki: "Cüneyd-i Bağdadînin şöyle dediği nakledilmiştir: 'Bu makama ulaşmaya sadece Cenâb-ı Hakk'ın inayetinden büyük pay sahibi olanlar muvaffak edilir.'"

Arâisü'l-Beyan, 3/249-250.

**

Allah Teâlâ’nm, "De ki: O Kur'an, imarı edenler için bir hidayet ve şifadır" âyeti hakkında Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "O, ariflerin kalplerini asıl kaynağına yönlendiren bir kitaptır. O kaynak, ebedî zattır. O Kur'an, âşıkların kalpleri, muhabbet hastalarının ve özlemle tutuşanların ruhları için bir şifadır. Çünkü o, sevdiklerinin hitabıdır, kendisine kavuşma şevkiyle yandıkları dostlarının kitabıdır. Onun ibareleriyle lezzet bulurlar, işaretlerinden O'nu tanırlar."

Arâisü'l-Beyân, 3/254.

**

Ariflerden biri demiştir ki: "Âh şunu bir bilseydim; Allah ile birlikte bir şey var mı ki O'na benzesin veya benzemesin. Allah Teâlâ ezelde mevcut iken kendisiyle birlikte hiç kimse yoktu; O şu anda da ezeldeki hali üzeredir. Buna göre, 'O'nun benzeri hiçbir şey yoktur!' âyetinin mana sı şudur: O'nunla birlikte hiçbir şey yoktur ki O'na benzesin."

Ârif müfessirlerden Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), Vâsıtî’den naklen demiştir ki: "Tevhidle ilgili her şey bu âyetten çıkmaktadır Şu bir geçektir ki kul hakikat adına ne söylese, onda muhakkak bir kusur vardır,

bu konuda ibareler (söz ve kelimler) noksandır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, kulların ölçülerine göre tanıtılamaz. Bir şeyi tanıtan kimse, tanıttığı şeyi yakından görmelidir. Allah Teâlâ, yüce zatını bir mahlûkun (dünyada, baş gözüyle, perdesiz) görmesinden yücedir."

Arâisül-Beyân, 3/261-262

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Ahiretin mahsulü, Cenâb-ı Hakk'ı müşahede, O'na ulaşma ve yaklaşmadır. Bu, arifler içindir. Dünyanın mahsulü ise zahiri kerametlerdir. Kimi, kerametler meşgul ederse onu haktan perdeler.

Ariflerden biri âyet hakkında demiştir ki: "Kim, bir karşılık bekleyerek değil, sırf Allah'a sevgisinden dolayı Allah için amel ederse, Allah'ın dışındaki her şey onun gözünde küçülür; bundan sonra o, dünyanın kazancını da istemez, ahiretin kazancını da. O, dünyadan ve ahiretten sadece Allah'ı ister."

Vertecübî sonra demiştir ki: "Dünyanın mahsulü ve kazancı, ondan ihtiyacını gidermek, ondan mal toplamak ve onunla övünmektir. Kim böyle olursa, onun ahiretten hiçbir nasibi olmaz.

Arâisül-Beyân, 3/266;

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), "Hâ Mim" hakkında demiştir ki: "Hâ, Hz. Muhammed'e [saiialiahu aleyhi vescilemi has vahiydir. Mîm, Hz. Muhammed'dir (salla'llâhü aleyhi ve sellem). Bu özel vahiy, vasıtasız olup sırdan sırra bir haberdir. Sevenle sevilen arasındaki bu sırra, Allah'ın yarattığı varlıklardan hiçbiri vâkıf değildir. Bakın yüce Allah ne buyurdu:

"Böylece Allah, kuluna vahyedeceğıni vahyetti" (Necm 53/10). Bu âyet, gizlice vahyedilen sırra işaret etmektedir. Bu âyetler bir yemin olup manası şudur: Gizli vahye, sevene, sevilene ve sırlardan bahseden zahir Kur'an'a yemin olsun ki biz onu mübarek bir gecede indirdik."

Arâisül-Beyân, 3/285-286

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Kulun Allah'a yardımı, nefsi, hevâsı ve şeytanı ile mücâhede etmesidir; çünkü onlar Allah'ın düşmanlarıdır. Kul onlarla mücadeleye girince, Allah onu kuvvetlendirir ve düşmanlarına karşı kendisine yardım eder. Bu yardım, düşmanlarının şerrini ondan gidererek, kendisini taatinde istikamet üzere tutarak ve onu cemalinin keşfiyle mükâfatlandırarak gerçekleşir. Nihayet kul, kulluk makamında ve rubûbiyyet nurlarının keşfinde sabit hale gelir."

Arâisül-Beyân, 3/304.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), "Resulüm, kendi günahın için istiğfar et" âyetinin tefsirinde demiştir ki: "Cüneyd i Bağdadî âyete şu manayı vermiştir: "Resûlüm, gerçekten bil ki sen, bizimle, bize ait olarak ve bizimle beraber bizi tanıdın. Bu işte, nefsine ait bir pay görmekten sakın. Eğer O'ndan başka bir şeyi hatırına getirirsen, bu düşüncenden istiğfar et. Bizden başkasına yönelmekten daha büyük bir günah ve kusur yoktur. Bu durum, bir an ve bir nefes olsa da!"

Arâisül-Beyân, 3/308.

Baklî, daha sonra, üstat Kuşeyrî'nin şu açıklamasını nakletmiştir: "Sen Rabb'ini kendi ilminle (ve nefsinle) bildiğini düşündüğünde, bundan dolayı istiğfar et. Şüphesiz, Hakk Teâlâ'nın yüceliğini kendisinden başkası bilemez."

Arâisül-Beyân, 3/310.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), "Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar" âyeti hakkında demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk sonra, Hz. Peygamber'in salla'llâhü aleyhi ve sellem, yüce zatının ve sıfatlarının zuhuru için bir ayna olduğunu belirtti. Bu, İlâhî sıfatların nurlarıyla sıfatlanma makamıdır. Şöyle ki: Zatın nuru, sıfatlarda ortaya çıkar. Zahiri ve sıfatların nuru ayrıca fiilin nurunda ortaya çıkar. O'nun nuruyla sıfatlanan kul, her şeyi ile Onda fâni olur. Çünkü fiil sıfatta, sıfat ise zatta yok olmaktadır. Hallâc-ı Mansûr ve diğerleri, "enelhak" türü sözleriyle bu hale (Allah'ta fâni olmaya ve O’na ait bir hakikati kendi dilleriyle nakletmeye) işaret etmişlerdir.''

Arâisul-Beyân, 3/318.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), “Allah, müminlerden razı oldu ..." (Feth 48/iB) âyetinin tefsirinde demiştir ki: "Yani Allah, müminlerden ezelde, ezelî ilminde razı oldu. O'nun rızası ebede kadar devam eder. Çünkü Allah'ın rızası, dâimi ebedi bir vasıf olup hadiselerin (gece gündüzün) değişmesiyle, vakit ve zamanla, taat ve isyanla değişmez. Onlar, ebediyete kadar Allah'ın seçmesi ve rızası içinde kalırlar. Onlar, birtakım hatalar, beşeri haller ve şehvetlerle bu derecelerinden düşmezler; zira Allah'ın razı olduğu kimseler, O'nun özel himayesi ile korunurlar; onlarda İlâhî rahmetten uzaklaştırılan kimselerin vasıfları bulunmaz. Onlar Allah'ın razı olduğu hal içinde kalırlar. Böylece Allah onlardan razı olduğu gibi, onlar da Allah'tan razı olurlar. Allah Teâlâ onlar hakkında, ‘Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'tan razı oldular' (Mâide 5/119) buyurmuştur. Onların Allah'tan razı olması, kalplerine ünsiyet (özel dostluk) nuru yerleştirildikten sonra gerçekleşir. “Allah onların kalplerine sekînet indirdi' âyetinde bu durum haber verilmektedir. Böylece onların kalpleri, kendisine yakîn indirildiği için Allah ile sükûna erip huzur buldu."

Arâisül-Beyân. 3/321.

**

Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: "Allah, dinini bütün dinlere üstün yapmak için Peygamber'ıni hidayet ve hak din ile gönderendir." Feth Sûresi 28-29Yani Allah peygamberini tevhidle yahut tevhidi (Allah'ın birliğini) öğretmek için hak dinle, İslâm diniyle, imam ve ihsanı açıklamak için gönderdi.

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Hak din, kullara Rabb'ini tanıtmak ve O'nun huzurundaki edebi öğretmektir.’

 Arâisül-Beyân, 3/323.

**

Vertecübî, sonra açıklamalarına şöyle devam ediyor "Ebû Bekir en-Nakkâş demiştir ki: Cüneyd-i Bağdâdî'ye, hakiki kardeşliğin ne olduğunu sordum, şöyle dedi:

'O, hakikatte sensin, fakat o, bedenlerde seni değiştirdi.'

Ben derim ki; Bunun manası şudur: İnsanlar, hakikatte tek bir zattır; onların birbirinden ayrılması ancak bedenlerde olmuştur. Şu halde hepsi bir kardeştir.

Ebû Osman-ı Hîri demiştir ki: "Din kardeşliği, nesep kardeşliğinden daha sağlamdır. Çünkü nesep kardeşliği, iki kardeşin farklı dinlere sahip olmasıyla kesilir (hükmen biter); din kardeşliği ise kardeşlerin farklı neseplerden gelmesiyle bitmez."

Arâisül-Beyan, 3/129.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), âyet hakkında bazı açıklamalar yaptıktan sonra demiştir ki: "Bu âyette, Allah’ın habibinin şerefi en güzel şekilde açıklanmaktadır. Çünkü Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, O'nu sidretül-mühtehânın yanında bir kez daha gördüğünde, Cenâb-ı Hakk'ı tenzihte mükemmel derecede ilme sahip olduğundan, önceki görüşünün kâinatta yani varlıklardaki tecellilerde olmadığını zannetti. Hakk Teâlâ'yı ikinci kez görünce, O'nu yaratılmış hiçbir varlığın perdelemediğini bildi.

Büyük zatların âdeti şöyledir: Şerefli bir kimse kendilerini ziyarete geldiğinde, onu uğurlarken kendisiyle birlikte kapıya kadar yürürler. Allah Teâlâ da habibıne olan sevgisinin mükemelliğini göstermek için mi'racda böyle iltifatlar göstermiştir.

Ayette şöyle ince bir işaret daha var: Cenâb-ı Hakk, habibine iltibas makamını tanıtmak istedi; bunun için işi (zatına ait tecellileri) farklı gösterdi. Gizli bir tuzak ortaya kondu. Şöyle ki: Cenâb-ı Hakk, sidretü1-mü-htehâ ağacından zuhur etti; Hz. Musa'ya üzüm ağacından zuhur ettiği gibi. Bunu habibinin, kendisini kemal-i marifetle tanıması için yaptı. Çünkü sevgilisini değişik örtüler (farklı haller ve tecelliler) içinde tanımayan kimse arif değildir. Bunun açıklaması, 'O zaman sidreyi bürüyen bürüyordu' âyetinde mevcuttur. Allah Teâlâ onu, ne ile ve nasıl bürüdüğünü gizledi. Zira akıllar, onun hakikatini anlayamaz. Hem yüce Allah, mekânlara ve ağaçlara girmekten münezzehtir. Şu halde ağaç, Cenâb-ı Hakk'ın tecellileri için bir zuhur yeri olmuştur; hem de en latif, en güzel bir zuhur yeri. Onun hakikatini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâye sahibi olanlar, O'nu tanıdıktan sonra, kendisine iman ederler."

Arâisül-Beyân, 3/359-360.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) daha sonra demiştir ki: "Kardeşim, sakın bazı kelâmalann, 'Dağların aklı (dili, konuşması ve teşbihi) yoktur' sözlerine itibar etme! Hiç şüphesiz dağların da ancak Allah'ın bildiği ruhları ve akılları vardır. Âyette şöyle buyrulmaktadır:

‘Ey dağlar! Kuşların eşliğinde Davudla birlikte teşbih edin, dedik' (Sebe 34/10). Eğer dağlarda İlâhî hitabı kabul etme özelliği olmasaydı, Allah onlara, 'Ey dağlar' şeklinde hitap etmezdi. Cenâb-ı Hakk'ın az bir hitabı ve doğrudan emir vermesi sebebiyle dağlardaki kayalar Allah korkusundan aşağı doğru yuvarlanırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

‘Taşlardan bazıları da Allah korkusundan baş aşağı yuvarlanır' (Bakara 2/74). Taşların haşyeti (İlâhî korkuyu hissedip etkilenmeleri), onların Allah'ı bildiklerini ve O'nun hitabını işittiklerini gösterir."

Arâisül-Beyân, 3/415

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), âyet üzerinde bir miktar açıklama yaptıktan sonra demiştir ki: "Allah'ın zikrine koşmak, müridlerin makamıdır. Marifette tahkik haline ulaşmış ârife gelince, Allah'ın bizzat onun kalbinde tecelli etmesiyle, ilâhı zikir ona galip gelip her yanını sarmıştır." (Buna zâti ve sultanî zikir denir).

"Alışverişi terkedin." Yani sizi Allah'tan alıkoyan her şeyi terkedin. Bütün bağ ve alakalan terketmeden kalpte hakikatler tecelli etmez. Sizi meşgul eden her şeyi terketmeniz, eğer bilirseniz yani marifetullah sahibi iseniz sizin için daha hayırlıdır.

"Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın re Allah'ın lutfundan nasibinizi arayın" âyetinin işaretiyle deriz ki: Siz fena fillâh halinden sonra bekâ billâh makamına ulaştığınızda, ubûdiyyet toprağında dağılın; artık tasarruflarınızda izinli, halinizde temkin sahibi olduğunuz ve yakînde yüksek payeye ulaştığınız için, beşeriyet meydanında mubah şehvetlerinizi almada rahat davranın. En kazançlı ticaretlerle Allah'ın ihsanını arayın. Bu ticaret, kullan Allah'a irşad etmektir.

"Allah'ı çok zikredin." Yani Cenâb-ı Hakk'ın tecellilerini her şeyde görerek, her şeyin içinde ve her şeyin yanında Allah'ı zikredin. Hz. Peygamber'in salla'llâhü aleyhi ve sellem, Hz. Muâz'a yaptığı şu vasiyeti de buna işaret etmektedir:

Her taşın her ağacın yanında Allah ı zikret.

Arâisül-Beyân, 3/425

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) Cuma Sûresi 9-11. âyetin tefsirlerinde demiştir ki: "Âyette, müridlere edep öğretilmektedir. Onlar, meşâyihin sohbetini terk edip keramet talebiyle halvete çekilerek kendilerince belirledikleri nâfile ibadetlere yöneldikleri ve halvetlerinde elde ettikleri hallerin, şeyhlerinin sohbetinde elde ettiklerinin yanında bir eğlence sayıldığını bilmedikleri zaman, âyetin uyarısı kapsamına girerler."

Arâisül-Beyân, 3/425.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), 'Biz ona ruhumuzdan üfürdük" âyetinin tefsirinde demiştir ki: "Yani onda önce İlâhî fiilin nuru zuhur etti; sonra fiilin nurunda ilahi sıfatın nuru zuhur etti; peşinden ilâhı sıfatın nurunda yüce zatın nuru zuhur etti. Böylece zatın ve sıfatların nuruyla hayat buldu, O'nun sıfatlarından pay sahibi oldu ve zatının nurunun müşahedesine nazar eden biri haline geldi; artık kendisinden yüce zatın, İlâhî sıfatların ve fiillerin nuru hiç kesilmedi. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ruhundan kendisinde bir iz bulunan kimsenin özelliğidir.

Ariflerden biri demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk, nurundan, kulunun ruhuna üfürdü. Bunu, ruhun bu nurla dirilmesi, o nuru talep etmesi, kendisini nurlandıran Rabb'inden gafil olmaması ve böylece dünyada övülecek bir halde yaşayıp ahirette şahid olarak diriltilmesi için yaptı. Ruh, Cenâb-ı Hakk ile huzur halini bulunca, O'nun âlemdeki zuhurunu tasdik etti Ruh, insanlar için Hakk Teâlâ'nın bir aynasıdır. 'Rabb'inin kelimelerini tasdik etti' âyeti bunu ifade ediyor. Ruha, kudsî nurlar ve Cenâb-ı Hakk ile ünsiyetin hoşluğu ulaşınca, nefis, benlik havası içinde manevi sarhoşluğa meyletti; ancak kendisine ezelde takdir edilen İlâhî inâyet yetişip onu, manevi sarhoşluğa kapılıp sahv (manevi uyanıklık ve amel) makamından düşmemesi için kulluk derecesinde tuttu. Baksana Allah Teâlâ ne buyurdu: 'O, tacil ehlinden oldu.' Yani Rabb'inin marifetinde müstakim oldu, aynca nefsinin kıymetini tanımada ve onun, her an Rabb'ine muhtaç, O'nun emrine bağlı bir varlık olduğunu bilmede istikametini korudu."

Bu tesbit doğrudur.

Hayırlı işlerde muvaffak olmak ancak yüce Allah'ın yardımıyla mümkündür.

Arâisül-Beyân, 3/437-438.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: 'Allah Teâlâ, şahitlerin toplandığı gün, âşıklarına, sevdiklerine, zatına müştak olan ve O'nu yakînen tanıyan âriflere, bazı has sıfatlarıyla tecelli eder. Bu, ezelî nurlardan bir kısmının, gayret perdesi içinde keşfidir. Bu halde onlar, açılan bu ilâhı sırlan müşahede ederler. Kendilerini azamet nurları sardığı için secdeye çağrılırlar ki has sıfatın sırrının keşfi içinde yanmasınlar. Çünkü o. azamet ve ululuk mahallidir. İlâhî zata ait sırlarının nurları, farklı şekillerde zuhur eder ki peşinden beka olmayan bir fenâ ile kendilerinden geçmesinler. Ondan kasıt, muhabbetin artması ve İlâhî azamete nazar etmektir."

Arâisül-Beyân, 3/445-446.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Allah Teâlâ'nm ezel olan sözü nasıl ağır olmaz; onun yüceliği ve ağırlığı altında ruhlar bedenler ve bütün kâinat erişe yeridir. Cenâb-ı Hakk ın (kelâm) sıfatın ve diğerlerini ancak kendi zatı taşıyabilir, başkası değil. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem Hakk Teâlâ'nın sıfatlarının özel tecellileriyle desteklenmişti, böylece yüce Kuran'ı O'nun yardımıyla taşıyordu."

Arâisül-Beyân, 3/461.

Gece ibadeti, kalp ile dilin uyum içinde olması ve okunan şeyleri tefekkür için daha uygun ve daha verimlidir. Çünkü kalp, geceleyin dünya meşguliyetlerinden uzaklaşıp rahatlamakta, zâti tecellilere ve İlâhî sıfatlan tefekkür denizine daha güzel dalmaktadır.

Şeyh Bâyezid-i Bistâmî, her gece sahraya çıkar, gözünü semaya dikerek ayakta gecelerdi. Bir defasında kendisini bu halde gören birine demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk beni ulvî ve süfli felekte (üste ve altta bulunan âlemlerde) dolaştırdı, melekûtunun acayip sırlarını bana bildirdi."

Onun Cenâb-ı Hakk'ın zâti tecellilerine dalması ve gökteki ve yerdeki bu tecelliler içinde dönmesi ancak fikriyle (kalbiyle) olmaktadır. Onun gece boyunca bu halde ayakta durması manevi halin kendisine hâkim olmasıyla gerçekleşmektedir. Zamanımızda da Allah'ın böyle seçkin kullan mevcuttur. Onlar, bedenleriyle yataklarında otururken, ruhlarıyla bütün âlemi zahmetsizce dolaşmaktadırlar. Bu, onlara verilen müşahede kuvveti ve manevi imkânla olmaktadır.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî), "Herkes kazandığına karşılık bir rehindir" âyetinin tefsirinde demiştir ki: "Bir hale bağlanıp kalan ve bir makama takılan herkes rehindir. Ancak Allah'tan başka her şeyden gönlünü çekenler, kendilerini mâsivanın (dünyanın, manevi halin, makamın, kerametin ve bütün itibarların) bağından âzat etmişlerdir. Onlar, Hakk Teâlâ'yı müşahede eden cennetlik kimselerdir. Onlar, Allah'a yakınlık ve vuslat cennetlerindedirler."

Arâisül-Beyân, 3/467.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Kimin dünyadaki sözü, keşif ve müşahede ile olursa o, dünyada ve ahirette konuşmaya izinlidir; bu kimse, Cenâb-ı Hakla hürmet ve heybetle birlikte rahat konuşur; Allah Teâlâ onun sebebiyle mahlûkatı helâk olma tehlikesinden kurtarır.

Arâisül-Beyân, 3/480.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Şahit de şahit olunan da O'dur; O, zatını hakikatiyle kendisi görür, yani O'nu, kendisi dışında hakikatiyle hiç kimse göremez.

Şahit olan Allah Teâlâ'dır. O, cemal ve güzellik tecellileriyle tecelli ederek şahitliğini yapmıştır. Bu tecellilerin görüldüğü yer ise güzelliği yansıtan bütün varlıklardır.

Şahit olan, Allah Teâlâ; O'nun müşahede edildiği yer ise ariflerin kalpleridir. Ariflerin kalpleri O'nu, keşif yoluyla görür.

Şahit olan, sevenlerin kalpleridir; şahit olunan ise O'na kavuşmaktır. O, sevenlerin hem şahidi hem meşhududur. Allah, ârifin şahididir; ârifde Allah Teâlâ' nın şahididir."

Arâisül-Beyân, 3/498.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki: "Allah nefsin sıfatını düzelterek ona şekil verdi, üzerine ezel nuruyla damga vurdu. Sonra ona lutfu ile zatına giden yolu vasıtasız olarak öğretti. Ona günahın ve takınılın ne olduğunu ilham etti' âyeti bunu haber vermektedir. Nefse önce kahır yolunu (günahı) öğretti, böylece nefis, helak sebebi olacak işleri tanıdı. Sonra ona lutuf yolunu (takvayı) tanıttı, böylece nefis kendisini kurtuluşa erdirecek şeyleri tanıyıp öğrendi. Bundan kasıt nefsin, kahır ve lutuf yoluyla hakkı tanıması ve böylece yüce yaratıcısı hakkında tam bir marifete ulaşmasıdır."

Arâisü‘1- Beyân, 3/509.

**

Vertecübî (Rûzbihân-ı Baklî) demiştir ki;

“'Rabb'ine hamlederek O'nu teşbih et' âyetinin bir manası şudur: Resûlüm sen, kendi yapacağın teşbihle değil, Allah Teâlâ'nın zatını övdüğü şekilde O'nu tesbih et. Ayrıca, senin yaptığın hamd, yüceltme, amel ve elde ettiğin marifetlerdeki kusurların için istiğfar et. Bunların hepsinde bir kusur bulunduğunu bil. Çünkü yaratılmış bir varlığın hali, Rahman olan Allah'ın cemalini hakkı ile idrak etmeye müsait değildir. Yüce Allah'ı en güzel kendisi tanır, över, yüceltir. Bunun için Allah, yüceliğini anlamaktan aciz kalan, O'nun ikram ve ihsanlarını gerçek manada bilmediğini itiraf eden kulun tövbesini kabul eder."’

Arâisü'l- Beyân. 3/530-531.

 

Kaynaklar

*Rûzbihân- Baklî, Arâisü'l-Beyân fi Hakâiki'I-Kur'ân, 2/13 (Beyrut 2008).

*Şeyh seyyid Ahmed İbn Acîbe el-Haseni, el-Bahrü'l-Medîdfi Tefsiri'l-Kur'âni'l-Mecîd, Dr. Dilaver Selvi

**Vertecübî, meşhur işâri tefsirlerden Arâisü'l-Beyân fi Hakâikı’l-Kur ân sahibi Rûzbihân-ı Baklî eş-Şîrâzi el-Fesevidir (v 606/1209) Kendisi Baklî lakabı Şîrâzi ve Mısri nisbeleriyle tanınırken, El-Bahrü'l-Medid' de niçin bu nisbe ile anıldığını tesbit edemedik. Şunu da hatırlatalım ki Ibn Acibe, el-Bahrü'l-Medid’de Vertecübîden yaptığı alıntılan, Abdurrahman-ı Fâsînin Celâleyn Tefsiri üzerine yaptığı Haşiyet u'l-Fâsi isimli eserinden almıştır (Mütercim).


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to