Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

TÜRK HRİSTİYANLARIN PATRİKHANESİ

 

Hazırlayan: SÜLEYMAN YEŞİLYURT

Elinizdeki kitap büyük ölçüde Türk Hristiyanlar'ın Patrikhanesi'ni ihtiva etse de, yıllar içerisinde onlarla büyük çekiş­meler içerisine giren Fener Rumları'nı da değerlendirmeye al­mış bulunmaktadır. Tabii ki burada yazarın (konuların detayına inebilmesi açısından) Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol ve aile bireyleriyle müteaddit defalar görüşmesi, gözardı edilemez. Şimdiye kadar Türk Ortodokslar hakkındaki kitaplar genellikle kaynakça kullanılarak yazıldığından, bazı bilinmeyen gerçekle­rin gün yüzüne çıkmadığı kaçınılmaz bir durumdur. İşte bu ne­denle yazar, uygulamaya koyduğu farklı tarzdaki üslup ve ça­lışma sistemiyle Selçuk Erenerol ve kızı Sevgi Hanım'la yakın temas kurarak, hatta onların atalarının doğum yeri Akdağmadeni'ne kadar giderek Erenerol ailesinin Türk olup olmadıkla­rına dair yıllardır tartışılan ikilemlerin belgelerini ortaya çıkar­mıştır. Türk Ortodokslar'ın kurulduklarından bugüne kadar ki mücadelelerini, Atatürk'ten ve gelmiş geçmiş tüm hükümetler­den gördükleri yardımları, tarihi hatalarını, Fener Rumları'na karşı yeterli direnci gösteremediklerini "Türk Hristiyanlar'ın Patrikhanesi"nde tüm açıklığıyla öğrenip, hakikatlann tanığı olacaksınız...

Kültür Sanat Yayınları

ÖNSÖZ

1994 yılı Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı halen üyesi bu­lunduğum "İlesam" ın ev sahipliğinde Ankara da yapıldığın­dan, Sovyet rejiminin yıllarca baskısı altında kalmış olan bir­çok değerli Türk yazarı tanımak mutluluğuna eriştim. Bu de­ğerli yazarlarla zaman içerisinde konuşma.fikir teatisinde bu­lunma ve kitaplar üzerinde değerlendirmelerimiz oldu. Kitaplaruı telif hakları ve yayınevleri' nin durumlarından bahseder­ken, topluluktaki Gökoğuz Türkleri’ nden birkaç yazar, Anka­ra'da Türk Ortodoks Kilisesi' nin var olup olmadığını sordular. O güne kadar kiliselerle ilgilenmediğimden, bu hususta yeterli bilgimin olmadığını söyledim.

Türk Ortodoks ismi beni düşündürdüğü için, Rum Ortodoks İstanbul'da bir hayli var ama, Türk Ortodoks' un olması müm­kün değil demiştim. Gökoğuz asıllı yazarlar, siz yanılıyorsunuz, 1922 yılmdan bu yana İstanbul'da bir Türk Ortodoks Patrikhane'si ve dört kilise'si vaı: Bizler orada ruhani orun bile yaptık diyorlardı.

Sovyetler’den koparak bağımsızlıklarına kavuşan ''Türk Cumhuriyetleri' ndeki bir kısım Türkler'in Hristiyan ve Şamanist olduklarını bildiğim halde, Türkiye'de böyle bir patrikha­ne' nin varlığından habersiz olmam, beni fazlasıyla etkilemişti.

Kaldı ki, yakın tarih araştırmacısı bir yazar olarak bu konuda­ki bilgi yetersizliğim asla geçerli mazeret sayılamazdı.

Bugünkü patrik' in Selçuk Erenerol adında bir Türk olması, ilgimi daha da artırarak, Türkiye'deki Türk Hristiyan Orto­doks' ları araştırmama neden oldu. Derin araştırmalarım neti­cesinde tıpkı benim gibi birçoklarının da bilmediği Türk Hristiyanları tanıtırken, herkesçe bilinen Fener Rumları' nın patrik­hane ve kiliselerini de yeterince tanıtıp! her iki patrikhane ara­sındaki çekişmelerin değerlendirmesini yaparak gerçekleri or­taya çıkarmaya çalıştım. Böylesine önemli hususlar ve Fener Rumlar' ı hakkında kendisinden bir hayli detay belgeler aldı­ğım Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol' u (beklentileri doğ­rultusunda tarafgir bir davranış sergilemediğim için) kırdığımı da bilmekteyim. Ne var ki gerçek yazar, gördüklerini yazabilen yazard11: Bu nedenle Fener Rum Ortodoksları'nı eleştirmemin yanında, Türk Ortodoksları'nın da hatalı taraflarını yazmış­sam ortaya objektif bir eser çıkmış demektir. Bu kitabın hazır landığı anlarda İstanbul ve Ankara'da müşterek görüşmeleri­miz olan Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol ve sevgili kız­ları bazı gerçekleri kabullenmek zorundadırlaı:

Fener Rumları' ı Cumhuriyetten bu yana hıyanetleri ne kadar büyükse, Türk Ortodoksları' nın da ihmalkarlıkları o ka­dar büyüktür!.

Yakın tarihin perde arkasında kalarak, toplumumuzda pek tamnmayan Türk Hristiyan Ortodoksları'yla, yıllardır bilinen Fener' in Rum Ortodoksları' 11 okuduğunuzda bazen üzülecek, bazen de güleceksiniz...

Yaşadığımız zaman devram içerisinde hep üzüntüler olsay­dı, sonuçta ruhsal problemler doğabileceğinden, gerçek hayat­tan kesitler vererek (yazılarımdaki esprilerle) üzüntüyle-gülme arasındaki dengeyi sağlamış olduğum inancındayım.

Türk Ortodokslar' ın Atatürk' ün bilgisi dahilinde kurulup Kayseri' den İstanbul' a nasıl geldiklerini, Fener Rum Patrikha­nesiyle olan mücadelelerinde başarılı olup olamadıklarını ya­kından müşahede edip gördükten sonra, Fener Rumları'nı okur­ken; Canavar Papaz Yakovas' ı, il. Cumhurbaşkanı İsmet İnö­nü' nün Amerika' dan Çankaya'ya davet ettiği çift pasaportlu it­hal Patrik Athenagoras' ı, özürlü (homoseksüel) Papaz Meliton ve Heybeliada Ruhban Okulunu tanıdığınızda, üzüntüyle mem­leket sevdasını birarada yaşayacaksınız...

Türk Ortodoks Patriği' nin çıkarılan özel kanunla mabed dışında ruhani kıyafet giyebilir serbestliğinin belgelerini gö­rünce, Türk Müslüman din adamlarına neden yasak var diye belki de uygulanan çifte standart' a karşı olup, bu yasayı ya kal­dırın, ya da hakkaniyeti sağlayın deyip, yeni bir çığırın başlan­gıcının yolunu açarak, çok bilmiş geçinen ulemaları makam hırsı uykularından uyandırıp, hakikatları hayata geçiren ger­çek bilgeler olduğunuzu ğöstereceksiniz.

Türk ve Rum Hristiyan Ortodokslar' ı çok net ve duru bilgi­lerle tanımladığım, kaynakça olarak umumiyetle Patrik Selçuk Erenerol'dan muhtelif görüşmelerimiz esnasında (sözlü ve ya­zılı belge içeren) önemli bilgiler aldığım eserimdeki konular, geçmişten giinümüze tamamiyle yaşanmış olaylardır.

Yaşanmamışı yaşanmış gibi yazmak, zaten araştırma ve bel­gesel eserlere yakışmayan bir dıırumdw:

Şu kadarım açıklıkla söyleyebilirim ki öykü ve roman yaz­madığımı:..: göre, bu tür ciddi araştırmalarda birtakım çekintilerin girdabına kapılıp belirgin saklantıların içerisine girerek hakikatlardan uzak kalmak, ölmüş insana elbise giydirmek gibi bir şey olur.

Gerçeklerin ışığında bu iki patrikhane hakkında (benden çok) kendi değer ölçülerinizle karar verip, hakkaniyetin denge­si olacaksınız.

Benim şahsi kanaatime göre ülkemizin ebedi rahatsızlığı olan patrikhane, kilise ve manastır' !ar, varlıklarını sürdürdük­leri müddetçe gelecek kuşakların vazgeçilmez sıkıntıları olmak­tan geri kalmayacaklardu: Tabii ki burada yüzyıllardır ülkemiz­de çöreklenen ve Hahambaşılar'ın yönettiği Yahudiler' in ibadet yerleri olan, eskilerin tabiriyle (havra) adıyla bilinen sinagog­ları da gözardı etmememiz gerekb:

Bu ve benzeri nedenlerden dolayı yaşadığımız coğrafyada­ki hıyanet yuvalarını yakından tanımak, ülkemiz insanlarının vazgeçilmez ülküleri olacağmdan, bizden sonrakilere müreffelı bir Türkiye bırakabilmek ümidiyle, bütün mutluluklann Türk İslam alemine ebedi olmasını en kalbi duygulanmla te­menni ederim...

GİRİŞ

Koca bir İmparatorluğa payitahtlık yapmış İstanbulumuz' un içerisinde Rum, Ermeni, Yahudi azınlıkların patrikhane, ki­lise ve sinagogları 'nın olması, Osmanlı'dan günümüze her Türk insanı tarafından bilinen bir gerçektir. Türk Hristiyanlar'a ait olan patrikhane ve kiliselerin varlıkları ise, ancak araştırma­cıların bir kısmı tarafından bilinmekteydi.

Gökoğuz (Gagauz) Türkleri'nden adını duyduğum böylesi bir Türk Hristiyan Patrikhanesi, benim ülkemde olmamalıydı ve olmasını düşünmek bile istemiyordum.

İstanbul 'u fetheden yüce Fatih 'ten Cihan Padişahı Kanu­ni 'ye, Kanuni'den Egemenlik Meclisi'ne kadar, ancak azınlık­ların açabildikleri patrikhane ve kiliseler'i Türk vatandaşlarının hayata geçirebileceklerine hiç mi hiç, ihtimal vermiyordum.

Bir vesile ile görüşme imkanı sağlayabildiğim Türk Hristiyanlar'ın Patriği Selçuk Erenerol 'la 6 Temmuz 1995 perşembe öğleden sonrası karşılaşmamız, hüzünle şaşkınlığımın arasında bir münazara içinde geçmişti ...

Patrik'le karşılaşmadan önce, Karaköy 'deki geniş avlulu pembe binayı uzaktan gördüğümde, Türk bayrağı giriş kapısı­nın üst kısmında nazlı nazlı dalgalanıyordu.

İnanmadıklarını ve inanmak istemediklerimi, gözlerimle gör­meye başlamıştım. Ana kapının girişinde, Türk Hristiyan Ba­ğımsız Anadolu Ortodoks Patrikhanesi yazmaktaydı. Avlu­dan beş on adım yürüdüğümde karşıma patrikhane 'nin ibadet yeri olan Panayia Kilise'si çıkıyordu. Az daha ileriye gittiğim­de beni kapıda beyazlar giymiş güleryüzlü bir bayan rahibe karşıladı. Bayan rahibe'nin göğsünde oldukça büyük altın bir ay-yıldız ve boynunda da istavroz haç, kolye takılıydı. ..

Aman Allah'ım ay-yıldızla, haç'ın belirgin bir tezat teşkil etmesi hazanla baharın mevsimler boyu birleşmeyen zıt iklim­ler oluşları gibiydi. ..

Beni ikinci kata patrik'in yanma çıkaran ve düzgün Türkçesiyle dikkatimi çeken rahibe'nin, çok geçmeden patrik'in kızı Sevgi Hanım olduğunu öğreniyordum. Patrikhane 'nin geniş sa­lonunda karşılaştığımız Selçuk Erenerol bana hitaben, hakkı­nızda edindiğim bilg!lere göre "Siz Oğuz Türklerindensiniz, ben de Gökoğuzlar'm Turani boyundanım" anlaşılıyor ki her ikimiz de özbe öz Türk'üz diyordu...

Bir nehrin iki kola ayrılması gibi "Siz Müslüman Türkler'den, biz de Hristiyan Türkler'deniz" sözlerini kullanırken içimdeki üzüntüleri bilmelerini istemiyordum. Patrik'in beni hiçbir zaman tatmin etmeyen bu sözleri içimi sızlatsa da, çok önemli bilgileri elde edebilmem gayesiyle, duygularımı belli etmemem gerekirdi.

Selçuk Erenerol, 1991 yılında ağabeyi II. Patrik Doktor Tur­gut Erenerol'un ölümü üzerine 2780 sayılı yasa gereği III. Türk Hristiyan Ortodoks Patriği olduğunu söylüyordu.

III. Patrik, uzun görüşmelerimiz esnasında patrikhane'nin lehinde olan her yazara kapılarının açık olduğunu söylemekten geri kalmazken, Fener Rum' Patrikhanesi 'nin bazı Türk yazar­ları kendileri aleyhine teşvik ettiklerini belirtmekteydi.

Türk Ortodoks Patriği, her sene bin kadar Türk gencinin müracaatta bulunup Hristiyan olmak istediklerini belirtirken, kendilerine çok hazırlıklı gittiğim için "Sizin babanız Keskin Metropoliti iken neden Fener Rum Patrikhanesi 'nin emrinde çalışıyordu" demekten kendimi alamadım.

Benim felsefemde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan Rum, Ermeni Hristiyan ve Musevi azınlık olabilirdi, fakat gerçek bir Türk, Müslüman doğar, Müslüman ölürdü. Şanlı tarihimizin akışı içerisinde Türk deyince Müslüman, Müslüman deyince Türk akla gelmeliydi...

Patrik Selçuk Erenerol, son derece hassas ve dikkatli soru­larım karşısında, bu bir devlet politikası olduğundan Anado­lu'daki Türk Hristiyan'lar İstanbul Fener'e bağlı bulundukları için, bilerek veya bilmeyerek Rumlar Ortodokslar'a hizmet et­mişlerdir demekteydi.            •

Efendim siz kiliselerin üst kurulları olan Sen Sinod üyele­rinin belirlediği kurallara göre bir metropolit'in albay, patrik'in paşa rütbesine haiz olduğunu biliyorsunuz da, babanızın bilerek veya bilmeyerek Fener Rum Patrikhanesi'ne hizmet edip etme­diğini nasıl bilmiyorsunuz? diye sorduğumda; bana cevaben "aradan yıllar geçmiş, şimdi bugünkü Türk Hristiyantar'ı tartı­şalım" demekle yetiniyordu...

Bütün eserlerimde olduğu gibi, araştırmalarımı ciddi ve ti­tiz yapmak vazgeçilemez prensibim olduğundan, Selçuk Erenerol 'la uzun süren karşılıklı görüşmemizdeki ilk intibamdan sonra bu patrikhane'yi öncelikle (ruhani ve siyasi olmak üzere) bilinmeyen yönleriyle ele almakta kararlıydım.

Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin nüvesini teşkil eden Türk çocukları da vardı ve bu durum beni çok mu çok üzüyordu.

Ancak şu an kendini büyük Türkçü gösterip, Gökoğuzlar'ın Turani Türklerindenim diyen Selçuk Erenerol'un atalarının gerçek Türk olduklarına kalben ve ruhen inanmıyordum.

İnanmamak çözüm olmadığına göre, siz değerli okuyucula­rım ve hedef durumundaki sevgili patrik, mutlaka belge isteye­ceklerdir. Bu belgeleri kitabımın içeriğinde bulduğunuzda; Bu­günkü Türk Ortodoks Hristiyanları'nın Patriği Selçuk Erenerol'un Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu halde, soykökü' nün Türk olup olmadığına belgelerin ışığında, benden ziyade sizler karar vereceksiniz.

Gayemiz hiçbir zaman insanları karalamak değildir ve ol­mayacaktır da. Selçuk Erenerol'un ahfadı ne kadar Türktür, ne kadar değildir, bunu hep birlikte görüp öğreneceğiz...

Patrikhane'nin ruhani işyarlığı ve politik konumundan çe­kinen bazı dostlarım, bana sakın böyle birşey yapma ve yazma öğüdünde bulundular. Ben de onlara "Böylesine manasız ür­küntülerle sanki bu ülke'de kendimi azınlık gibi hissediyorum; Diyanetten, hatta devletin yetkili kurumlarından çekinmeyen insanlarımız, patrikhane'den çekiniyorlar, bu acz ifadeleri bizler için ne büyük ayıptır" diyordum.

Türk Hristiyan Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol 'un şahsı­ma bazı sıkıntılar verebileceğini hiç önemsemeden, Türk İslilm sentezinin gerçek doğrultusunda siz okuyucularımı detay bilgi­lerle aydınlatmak bana yeryüzündeki saadetlerin en büyüğünü bahşedecektir.

Doğruları yazmak ve doğrulardan ayrılmamak ana prensi­bim olduğuna göre, bu eserdeki gerçekler doğrultusunda, tarihi 14

şanlarla şereflerle dolu bir ülkenin içerisinde Türk Hristiyan Patrikhanesi olmaz, olamaz diyorum!..

Bazı büyüklerimizin yetmiş küsur yıldır söyledikleri gibi, burası Fener Rumları'na karşı devlet tarafından kurulmuş bir patrikhane, aman zarar vermeyelim derken, öyle zaman gele­cek ki bu ülkenin asil evlatları olan anası babası Müslüman Türk çocuklarını bir bir kaybedeceğiz.

O zaman yapılacak tek şey, Türkiye'nin hayrına olmayan her iki patrikhane'yi de kapatmak olacaktır. Kapatmak olamı­yorsa ıslahları cihetine gidilmesi, sanırım en akılcı yoldur. Bu eseri hazırlarken yukarıda da belirttiğim gibi "aman dikkatli ol, 'Jurası uluslararası alanda Fener'e karşı bir denge unsurudur, zarar vem1eyelim" sözleriyle hep karşılaştım. 1922'den günü­müze varlığını sürdüren Türk Ortodoks Patrikhanesi, Rum'un Fener Patrikhanesi'ne karşı denge unsuru mu olmuştur? Yoksa Rumlar'ı hiç sevmedikleri halde, dirsek temasında mı bulun­muşlardır? Bunları hep birlikte belgeleriyle göreceğiz.

Hakikaten Türk Ortodoks Patrikhanesi amacı doğrultusun­da çalışmış olsaydı, azınlık statüsündeki Fener Rum Patrikhanesi'nin durumu aradan geçen üç çeyrek asırlık zaman sürecin-' de yok olma noktasına gelirdi. Ne acıdır ki, Türk kimliğini ta­şıyan ve devletin maddi manevi bütün imkanlarından faydala­nan Türk Ortodoks'ları, Rum'un azınlık Fener Patrikhanesi karşısında kendileri azınlık durumuna düşmüşlerdir. Bu duru­mun tek sorumlusu, zaman içerisinde Rumlar'la başta din olgu­su olmak üzere kilise ve mezarlık müştereğinde birleşen Türk Ortodoks Patrik'leri olmuşlardır.

Burada Türk Ortodoks Patrikhanesi'ni yönetenler, mazeret beyan edemezler. Uluslararası tüm milli davalarda Fener'in da­nışıp icazet alması gereken yer Türk Ortodoks Patrikhanesi ol-

duğuna göre, bu güne kadar Fener'e yapılacak olanı yapmamış­larsa, (geçmişten günümüze) birleştikleri dini konular nedeniy­le bundan sonra da yapamayacaklardır.

İşte bu yüzdendir ki, bugünkü Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin varlığıyla, çalışma sistemi tartışılır duruma gelmiştir. Öyleyse bunu hep birlikte tartışalım...

Buradan üçüncü Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol'a soruyorum, Türk Devleti devamlı olarak sizlerin yanında oldu­ğu halde babanız Papa Eftim'den bu yana; Fener Rum Patrik­hanesi 'nin CIA Ajanı ve Yunan istihbarat görevlisi Yakovas'ı, hain Papaz Athenagoras'ı, onun akıl hocası Patrik Meliton'u Amerika'dan ithal edilen bir başka akıl hocası Meletyos'u durduramamışsanız, kimi, kime şikayet ediyorsunuz? Üstad Te­oman Ergene 1951 yılında yazdığı "Türk Ortodoksları" adlı eserinde, hıyanet yuvası Fener'i karşısına alıp, sizlere olanca desteğini verdiği halde cemaatlerinizin yansından fazlasını ço­ğalacağız ihtirasıyla Rumlar'dan seçmeniz, bazı kiliselerinize Rum papaz'lar almanız, ölme noktasına gelen ve bu devleti dünya'ya Jurnalleyen, hain Fener Rumları'nı ve papazları'nı sayenizde hayata döndürmüştür. Siz Türk Ortodoks 'lan, bu in­sanlarla dil birliği, din birliği derken tarihi fırsatı kaçırdıktan sonra, yaşadığınız saray hayatı ve dersaadete rağmen haHl. ilgi­sizlikten yakınıyorsunuz. Bu memleketin yazarları çizerleri, 1922'den bu yana yanınızda olup, aleyhinizde kalem bile oy­natmadılar. Artık sizler yeterince çalışmadığınız için, bu görev Türk tarihinin araştırmacı yazarlarına düşmektedir. Burada ku­rulduğu günden bu yana Türk Ortodoksları'nı ve vurdumduy­mazlıklarını anlatırken, Türkiyemiz'in ebedi kamburu fesatlık­ların anası, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi 'nin ihanetlerini gözler önüne sereceğim... Sırasıyla üç patrik gören Türk Orto16

doks'lar, bütün imkanlara sahipken, Fener'in büyük Bizans ha­yaliyle yanan palikaryalarını yok edip bitiremeyişlerinin öte­sinde bugünkü konumlarıyla azınlık durumuna düşmüşlerse, bunu kendi acizliklerinde aramalıdırlar. Lozan sonrası mübade­ledeki büyük değişimin kendilerini engellediği bir gerçektir. Ortada tevil edilemez bir gerçek varsa, o da 1. Türk Ortodoks Patriği Papa Eftim'in tarihi yanılgısıdır.

Büyük zaferden sonra, Fener Rum Patrikhanesi'nin Sen Sinod Meclisindeki metropolitleri'nin görevlerine son verilmiştir. Yeni seçilen Sen Sinod heyetinin başkanlığına Rum asıllı İznik Metropoliti Kilinkos getirilir. İlk iş olarak Fener Rum Patriği' nin ruhani işyarlığına son verilip, Papa Eftim Fener Rum Orto­doks Patrik Vekili seçilerek görevine başlar. Kendi ifadesiyle Turani Türkleri'nden olduğunu söyleyen ve İstiklfil Harbinde Anadolu'nun yanında yer alan Eftim, Sen Sinod Meclisi'nin papazları'nı Rumlar'dan seçerek, hayatının tarihi hatasını yap­mıştır. Yeni patrik seçilinceye kadar Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin vekaleten mümessilliğini yürüten Eftim, patrikhane'nin iç işlerini yönetmek için Rum asıllı Maçka Metropo­liti Kirillos ve Niksar Metropoliti Potosingeleos 'u önemli gö­revlere tayin edince, kendi ipini kendisi çekmiş oluyordu. Bu görevlere Türk Hristiyan papazları'nı atamış bulunsaydı, belki de bugün (sırtımızdan bir türlü atamadığımız) Fener belası Türk Milletinin kamburu olmayacaktı. ..

Böylesine kritik bir dönemde, Ankara'ya ziyarete giden Eftim, kendi seçtiği Sen Sinod Meclisi'nin papazlar'ı tarafından aldatılarak gıyabında yapılan seçimle, vekaleten yürüttüğü Fener Rum Patrikliğini Kadıköy Metropoliti Girigoryos 'a kaptırır.

Bu haberi Ankara' da devlet görevlilerinden öğrenen Eftim çılgına döner. Hiç beklemeksizin aile efradıyla birlikte alelace­le İstanbul'a dönen Eftim, kendi seçtiği Rum asıllı Sen Sinod azaları ve metropolitlere, Fener Rum Patrikhanesi'ne el koydu­ğunu söyler.

Kural dışı davranışıyla Milli Egemenlik Hükümeti'ni ulus­lararası platformda zor durumda bırakan Eftim, işgali altında bulundurduğu Fener Rum Patrikhanesi'ni on yedi gün sonra terketmeye mecbur kalır.

Eftim'in bizzat atadığı Rum asıllı Sen Sinod azaları tarafın­dan patrik seçilen Girigoryos, yapılan danışıklı oylama netice­sinde Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'ne resmen oturur.

Rum azalar atayarak patrikliği kaptıran Eftim, Fener Rum ' Patrikhanesi'ni elinden kaçırarak, Türk Devleti'nin baş belası olan bu hıyanet yuvasını farkında olmadan bizlere ebedi ema­net bırakır. Sonradan ki çırpınışlar fayda vermeyeceğinden, Eftim için tek çare Kayseri'deki Türk Ortodoks Hristiyan Patrikhanesi'ni İstanbul'a taşımak olacaktır. Ekim 1922'den itibaren Fener Rum Ortodoksları'na alternatif gösterilen Türk Hristiyan Ortodoks Patrikhanesi, milletçe çok arzul.adığımız halde hain Fener Ortodoksları'nı söndürmüş müdür? Yoksa kendileri mi sönmüştür? Hep birlikte göreceğiz. Başlangıçta tarihi fırsatı ka­çıran Papa Eftim ve ondan sonraki ahfadı, Türkiye Cumhuriye­ti topraklarında Yunanistan Hükümeti adına çalışan Fener'in hain Rum papazları'na ne yapmışlardır veya ne yapabilmişler­dir? Bütün bu gerçekleri, yakın tarihin ışığı altında, Türk Mil­letinin asil insanlarına belgeleriyle açıklamak en kaçınılmaz görevlerimizin ana ögesi olacaktır..'.

AKDAGMADENLİ HRİSTİYAN TÜRKLER

Bozok Vilayetine bilhassa Osmanlı'nın kuruluş yıllarından sonra, Orta Asya'nın Turani boylarından Hristiyan Türk ve Müslümanların yerleştiği bir gerçektir. Gökoğuzlar'ın Turani boylarının zaman içerisinde Romalı'lar tarafından Hristiyanlaştırıldığı bütün tarihçiler tarafından kabul görmüştür. Anado­lu'da Hristiyan ve Müslüman Türkler'in yanısıra; Ermeni, Sür­yani Kadim Cemaatine ait topluluklar ve yerli Rumlar da otur­duklarından, bu azınlıklar Müslüman Türkler'le birlikte asırlar boyu aynı topraklarda içiçe yaşamışlardır.

Osmanlı'nın son dönemlerinde İstanbul'da altı ruhani met­ropolit bulunurken, Anadolu kiliseleri yetmiş iki metropolitlik'ten ibaretti. Anadolu'da bu kadar fazla ruhani topluluk teş­kil ettiği halde, bu bölgelerdeki Hristiyan din adamlarının ta­mamı Fener Rum Patrikhanesi'nin hizmeti ve emrindeydi. Or­ta Asya Gökoğuz Turanileri'nden olduğu kendi aile bireyleri tarafından açıklanan ve sonraları Türk Ortodoks Hristiyan Pat­riği ünvanına erişen Papa Birinci Eftim, Bozok Vilayeti'nin[1] Akdağmadeni ilçesinde ( 1300-1884) senesinde dünyaya gelir.

Ailenin daha önce doğan iki çocukları yaşamadığından, üçüncü çocuk Eftim, bezirgan babanın gözbebeği olur. Bezir­ganlık, yani bugünün manifaturacılığı, o günlerde Anadolu'da katır sırtında köyden köye ve kasabalara gidilerek yapıldığın­dan, küçük Eftim'in babası Baraş Efendi o yörenin insanlarına pazen türü kumaşlar satarak, parasını hannandan hannana (ha­sat zamanı) alırdı.

Harman kalkınca köylUden alınan arpa, buğday, mısır gibi ürünler Bozok pazarında paraya çevrilince, küçük Eftim'in ba­bası zaman içerisinde katır sırtındaki meşakkatlı işi bırakarak, Akdağmadeni'nde İstanbul'lu Mahallesi yakınlarında bir mani­faturacı dükkanı açar.

O zamanlar Müslüman Türk insanlarına bu tür ticari faali­yetler yasak olduğundan, Müslüman ve Hristiyan vatandaşların büyük çoğunluğu Eftim 'in babasının dükkanından alışveriş ya­parlardı. Buraya gelen papazlar'dan feyz alan küçük Eftim, İsa Mesihi ve Hristiyanlığı öğrenmek için büyük gayretler sarfederdi. Çok geçmeden Akdağmadeni'ndeki Hristiyan cemaatin ileri gelenleri 22 yaşındaki Eftim' i kendilerine ruhban yaparlar. Eftim'in başarılı çalışmaları yerli Rumlar'ın takdirini kazandı­ğından; bu durum bağlı bulundukları Fener'e bildirilir. Fener Rum Patrikhane'si 1918 yılında Eftim'i ahimandirit rütbesiyle Keskin Metropolit'i tayin eder. Eftim, Keskin Metropolit'i se­çildiği yıllarda Ankara ile arası iyi olduğundan, Milli Mücade­le başlayınca çoğunlukta Yahudi ve Ermeniler'in oturduğu Samanpazan'ndaki Gayrimüslim Mahallesine yerleşir. İstanbul işgal altında bulunduğundan, Fener Patrikhane'si doğal olarak İngiliz yanlısıdır. Yunanlılar'ın, İtilaf devletleri ve İngilizler' in desteğiyle Anadolu'yu mutlaka almasını isterler. Zira Büyük Bizans hayalleri bu patrikhanenin vazgeçilemez ihtiraslarından başlıcasıdır. Bilerek veya bilmeyerek ilk ahimandirit olduğu günden bu yana, Fener Rum Patrikhanesi 'ne Anadolu'nun bir kanadı olarak hizmet veren Eftim, 1920 yılında Fener Patriği Doreteos'a isyan bayrağını açar. Ankara'nın her yerinde ateşli nutuklar atarak, halkı galeyana getirir. Atatürk'ün tabiriyle Eftim, artık bizden biridir. Başta Başbakan Rauf (Orbay) olmak üzere, Hükümet Erkanı da kendisini benimser. İşte tam o gün­lerde üç kız çocuğunun ardından, 1920 yılında Eftim'in[2] dör­düncü çocuğu Turgut (Yorgi) dünya'ya gelir.

Burada düşünülmesi gereken bir konu, Metropolit Eftim bu ateşli nutuklarını acaba gelecekteki Türkiye Cumhuriyeti Dev­letinin kurtuluşu için mi, yoksa bağımsız bir Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin lideri olmak için mi atmıştır?

Bütün bunları belgeleriyle gün ışığına çıkarmak, araştırma­cı bir yazarın en kaçınılmaz görevi olduğuna göre, genellikle alakalı kişilerle birebir görüşerek elde ettiğim kaynak bilgilerin kılavuzluğunda gerekeni yaptığıma içtenlikle inanmaktayım.

O dönemin ünlü simalarıyla yakın dostluklar kurması nede­niyle Milli Mücadele günlerinin Antalya Mebusu (dönemin Milli Eğitim bakanı ve Türk Ocakları'nın kurucusu) Hamdul­lah Suphi Tanrıöver, Eftim'in en büyük destekçileri arasındadır.

Burada birşeye açıklık getirmek tazım, 1914'te patlak ve­ren Birinci Cihan Harbi Osmanlı'nın kayıp yılları ve l 918 Ankarası 'nın zor ve bitkin bir halde olduğu zamanlardır. Papa Eftim bu zor yıllarda değil de, Anadolu'daki tüm isyanlar bastırıl­dıktan sonra Kuvayı Seyyare fesh edilip, düzenli ordular kuru­lunca neden ateşli bir Ankara taraftarı oluvermiştir? Artık har­bin seyri büyük ölçüde şekillendiğine göre, nutuk atmak çok kolaydı ve öyle de olmuştur.

Papa Eftim hakkındaki yorumumu belgelerin işığında kita­bımın son bölümlerine bıraktığımdan, Türk Ortodoks Hristiyan Patrikhanesi 'nin kuruluşundan bahsederek, yakın tarihin ger­çeklerini ortaya çıkarrnak daha faydalı olacaktır görüşündeyim.

Eftim, Ankara Taşhan[3] ve Egemenlik Meclisi'nin duvarla­rında attığı nutuklarda "Harbi mutlaka kazanacağız" derken, o günün hükümet büyüklerine telkinlerde bulunarak Kayseri'de, Fener'e alternatif bir Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin kurulma­sını mutlaka istiyordu. Bazı muhalif milletvekilleriyle hükümet üyeleri ise ne Rum Fener, ne Türk Ortodoks istiyoruz, biz bize yeteriz diyorlardı.

Zaferden sonra Eftim 'in İstiklal Madalyası hamili olması bazı çevrelerce yadırganırken, kendi tabiriyle Turani Türk'ü olan bu zat "Anadolu'daki metropolitlerimle işgalcilerin işbir­likçisi Fener'i ben susturdum, zaferi kazanmakta payım vardır; benim bağımsız bir patrikhane kurma isteğimi mutlaka yerine getirmelisiniz" diye diretmekteydi.

KAYSERİ'DE KURULAN TÜRK HRİSTİYAN
ORTODOKS PATRİKHANESİ

Adliye (Adalet) Bakanlığı 'ndan patrikhane kurulması için izin alarak, Nevşehir ve Ürgüp bölgelerini dolaşıp oralardaki Ortodoks Hristiyanlar'la görüşerek günlerce konaklayan Papa Eftim, bu gezintilerinden sonra Kayseri'ye gelir.

Uzunca bir süre Kayseri'de kalan Eftim, burada çok iyi kar­şılanır ve Zincidere[4] Manastırı'nda misafir edilir. Bu Manastır'da yapılan toplantıda Türk Hristiyanlar tarafından ateşli nu­tuklar atılır. Heyecanlı nutukları söyleyenlerden Antalya'lı Çeneoğlu Filip ve sonralan Eskişehir'den üç dönem milletvekili seçilen İstamat Zihni (Özdamar) göze çarpanlar arasındaydı. Papa Eftim'in ilk büyük başarısı, Adliye Bakanlığıyla kurduğu diyalog neticesinde Kayseri cezaevindeki otuz kadar mahkumu serbest bıraktırmasının yanısıra Erzurum'da sürgünde bulunan bin beşyüz kadar Hristiyan'ı kefaletle evlerine döndürmek ol­muştu. Bu yaptıklarından dolayı Ortodoks Hristiyanlar arasın­da Eftim 'in yıldızı parlar.

Bilhassa Türk Hristiyanlar arasında itibarı artan Eftim, Fener'e bağımlı olup tereddüt içinde bulunanları da teşkilatına al­mayı başarır.

Birinci Cihan Harbi sonunda İstanbul işgal edilince, Fener Rum Patrikhanesindekiler kilise kanunlanna aykırı davranarak, (İngilizler ve İtilaf devletlerinin destekleriyle) Yunan tebasından Meletyos'u patrik seçerler. Aslında kiliseler'in yürürlükte­ki kanunlarına göre patrik'in mensubu bulunduğu devletin tebasından olması gerekirdi.

Yasadışı patrik olan Meletyos, yapılan ilk toplantıda gayri kanuni Sen Sinod Meclisi kurarak, dini politikaya alet etmiştir. Fener Rum Patrikhanesi'nin bu kanun tanımaz tahrikleri karşı­sında, bilhassa Anadolu'daki Hristiyanlar üzerinde büyük et­kinliği olan Papa Eftim, zaferden sonra bir Türk Ortodoks Hristiyan Patrikhanesi'ni kurmayı ne pahasına olursa olsun gerçek­leştirmek ister.

İşte bu günlerde (21 Eylül 1922) Kayseri Zincidere Manastr'nda Konya Metropoliti Prokobiyos'un başkanlığında topla­nan kongre üyeleri Çeneoğlu Filip, Boyacıoğlu Kazma, Kasta­ki, Fehmi, Yorgi Orologos, Teofilos, Ayhanoğlu Todor, Çömlekçioğlu Mihaliki, Bulluoğlu İstamat Zihni 'nin oy çokluğuyla al­dığı kararlar neticesinde, Kayseri'de ilk Bağımsız Türk Orto­doks Hristiyan Patrikhanesi'ni kurarlar. Artık bu patrikhane'nin baş ekiskopos'u Eftim[5] Efendidir.

Aslında dünyadaki bütün Hristiyanlar, daha önceleri Roma Merkez Kilisesi'ne bağlıydılar. Zamanla şarktaki Hristiyan ce­maat ve kiliseleri, Roma'nın ve onun Sen Sinod üyelerinin yü­rürlükteki mevcut kilise anayasasına aykırı hareket ettiklerini iddia ederek, İstanbul'a yeni Roma adını verip, bu tarihi şehri bütün kiliseler'in merkezi haline getirmişlerdir. Böylece Garb Katolik Roma'ya, Şark Kiliseleri İstanbul'a bağlanmış oluyor­du. İşte bugün İstanbulumuz'da bulunan hıyanet yuvası Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi 'nin hikayesi böyle başlamıştır. Kayseri'de Papa Eftim'in kurduğu Tilrk Hristiyanlar'ın Orto­doks Patrikhanesi "Bu palikaryalar üzerinde ne kadar etkili ol­muştur, ne kadar olamamıştır?" Yetkili kaynaklardan aldığım bilgiler ve gerçek belgelerle, bu konuları kitabımın içerisinde açıklamaya çalışacağım.

Türk Ordusu'nun büyük zaferinden sonra, İstanbul Ferıer Rumları'nı bir korku sarmış ve htikümet'in patrikhane'yi yık­mak için Papa Eftim'e Kayseri'de Türk Ortodoks Patrikhane­si 'ni kurdurttuğu şaiyalarını, her yere yaymaya başlamışlardı. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali bu dedikodular Pa­pa Eftim'i Kayseri'den ayırarak, Ankara'da yaşamak mecburi­yetinde bırakmıştır.

Hayli gergin geçen Lozan görüşmelerinde yapılan andlaşmaya göre Anadolu Türk Ortodoksları'nın kiliseleri'nin kapan­masına karar verilmesi, Fener Rum Patrikhanesi'nin korkuları­nı bir nebze olsun gideriyordu. Fener Rumlar'ı büyük bir başa­rı elde etmişçesine böbürleniyor ve Türk Ortodoksları 'nın patrikhane'sini kapattırdık diyorlardı.

Bu olumsuz gelişmeler neticesinde Ankara'da yaşayan Pa­pa Eftim'e o günlerin Başbakanı Fethi Okyar, Kayseri'deki patrikhane'nin kapanmasını uluslararası anlaşmaların gereği olduğunu hatırlatıyordu. Bunun böyle kabul edilmesini, başka­ca yapılacak birşey olmadığını beyanla, tesellide bulunmaktay­dı. Aralarında geçen konuşmalar esnasında Fethi Okyar, maddi manevi destek verdiği Papa Eftim'e şunları söylüyordu:

"Hükiimet adına sizden yeni hizmetler beklemekteyiz.

Ne gibi hizmetler efendim?

"Lozan Andlaşması[6] gereği, İstanbul Fener Rum Patrikha­nesi ve İstanbul Rumları mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Yalnızca Anadolu Rumları Yunanistan' a gönderilerek mübade­le edileceklerdil: Bu sebeple patrikhane, lıükümetimizle kestiği ilişkilerini yenilemek zorundadır. Biz hükümet olarak, Rum Patrikhanesi' nin bu isteklerini pek dikkate almadık. Bu şartlar­da sizi İstanbul'a göndererek patrikhane'yle gayri resmi temas kurdurup, edindiğimiz bilgiler neticesinde, kati kararımızı ver­meyi düşündük. İstanbul'da onların dindaşı sıfatıyla fikirlerini anlamak fırsatını bulup, Rumlar' 11 hükümetimiz ile anlaşma arzuları varsa, yola geleceklerini ve verecekleri her sözü tuta­caklarını garanti ediyorlarsa, durumu bana bildirip, vereceğim talimatı beklerseniz. Rumlar patrikhane' nin vaziyetini arzula­dığımız şekilde düzene koysunlar ki, kendileriyle öyle anlaşabi­lelim. Bu surette sîzler kilisenize ve İstanbul’da yaşayacak din­daşlarınıza şefaat etmiş olursunuz. "

. Başbakan Fethi Okyar'ın bu teklifini tereddütsüz kabul eden Papa Eftim, hemen hazırlanarak Ankara Emniyet Müdürü Dilaver Bey'in kardeşi Saffet'le birlikte akşam trenine binerek İstanbul'a gider. Papa Eftim'i, Haydarpaşa Garı'nda patrikhane'den karşılayan bir tek papaz yoktur. Çünkü o Fener'deki Sen Sinod üyeleri ve metropolitler tarafından istenilmeyen bir adamdı. Bu durum karşısında hayli tedirgin olan Eftim, Erme­ni asıllı Tokatlıyan kardeşlerin oteline yerleşir. Bu arada Fener Rum Patrikhanesi'ne .nasıl gireceğini düşünmektedir. Geçen zaman içerisinde Ortodokslarla kurduğu yakın temaslar sonucu Papa Eftim'i otelde birçok Rum ve Ermeni ziyaret etmişti. An­kara Hükümetiyle anlaşma isteğinde bulunan patrikhane, dün­ya görüşlerine ters düşen Papa Eftim'i bir türlü davet etmiyor­du. Nihayet Ankara Hükümeti'nin de ısrarlarıyla mecbur kalan Fener Rum Patrikhanesi, Tokatlıyan Oteline Maçka Metropoliti'nin başkanlığında bir heyet gönderir. Ayağına kadar gelen bu fırsatı kaçırmak istemeyen Papa Eftim, hemen ertesi günü Fe­ner Rum Patrikhanesi'ne iadei ziyarete gider. Patrikhane'nin cümle kapısında elindeki asa ile istavroz çıkarttıktan sonra, baş diyokos konumundaki iki papaz ve yetkililer tarafından gayri memnun bir şekilde karşılanmıştı.

Papa Eftim, patrik odasına girince şaşkınlık geçirir. Buna sebep, patrik'lik makamına patrik değil, Sen Sinod Meclisi Baş­kanı Kayseri Metropoliti Nikolaos'un oturmasıydı. Nikolaos'un sağında ve solunda da ikişer metropolit oturmaktaydılar. Papa Eftim hürmet göstermek için, Patrik Vekili Nikolaos'un önün­de eğilip daha sonra da elini öper. Buna karşılık Nikolaos da Eftim'in alnından öper. Kendisine gösterilen yeri nezaketle red eden Papa Eftim,[7] papazlar'a dönerek şu söylevde bulunur:

"Şeraflü aziz başkan babalar; kutsal huzurunuza kabulünıden dolayı minnet ve şükranlarımı arzederim. Şu anda kendimi Hristiyanlığın en mesut bir ferdi addediyorum ve büyük bir if­tihar duyuyorum. Bildiğiniz gibi kutsal kilisemiz' in son günler­de karşılaştığı zorlukları izale etmek ve vaziyeti tanzim ile, es­ki şerefli mevkiine yükseltmek için siz babalanma yardımda bu­lunmak vazgeçilmez görevimdü: Hepinizin sağ elini öperek, de­rin saygı ve hürmet eylerim."

Ankara Hükümeti'nin Başbakan'ı Fethi Okyar, desteğini baştan sona esirgemediği Papa Eftim'i patrikhane'ye çeki dü­zen ver diye gönderiyor; sözde büyük Turani Türkü olduğunu iddia eden Eftim, yukarıda belirttiği acz ifade eden sözleriyle, dindaşları olan bu Rum palikaryalarının karşısında adeta ezilip büzülüyordu.

İşte yıllardır bazı büyüklerimin bana, yazma-çizme de­dikleri büyük papa, sözde Türk Ortodoks'u Eftim'in, Fe­ner Rum Patrikhanesi'ne karşı ilk icraatı böylesine bir ezil­mişliğin içerisinde başlıyordu...

Biz Türk çocukları, Papa Eftim'den İstiklal Harbinin zor günlerinde Egemenlik Meclisi'nin önünde ve Anadolu'da attı­ğı ateşli nutukları, burada kendi dindaşlarının yanında da atma­sını beklerdik. Ne yazık ki din bağı bazı şeylere mani oluyordu.

Ertesi günlerde yapılan görüşmelerde, Papa Eftim 'e haklı olarak bazı telkinler yapılmış olacak ki, Eftim nazik tavrını de­ğiştirerek, patrikhanede karargah kurup büyük Bizans hayaliy­le yaşayan Rum papazlar'ın üzerlerine gider. Bu şartlarda An­kara Hilkümeti'nin arzuladığı durumlar olmadıkça, herhangi bir şekilde münasebet kurulmasının imkansız olduğunu belirtir. Hükümetin; Fener Rum Patrikhanesi 'nden istediği konulara ay­kırı olarak yapılan hataların acilen düzeltilmesi gerektiğini söy­ler. Başbakan Fethi Okyar Kabinesi amansız bir Türk düşmanı olan ve yurt dışına kaçan, aynı zamanda Yunan tebasında bulu­nan Patrik Meletyos'un Sen Sinod Meclisi'nce patriklik'ten iskatını istemektedir. Papa Eftim'in kararlılık içerisindeki bu söz­leri Rum Sen Sinod Meclisi'ni şaşırtır. Sen Sinod Başkanı kısa bir tereddütten sonra "Evladım Papa Eftim, bu hususta bizlerle konuşmaya yetkilimisin" diye çıkışta bulunur.

Bu soruya karşılık, Papa Eftim:                                    '

"Hükümet bu iş için patrikhane'ye resmi bir memur gönde­rilmesini arzu etseydi, herhalde beni göndermezdi. Ben ancak Anadolu kilise ve cemaatleri genel vekili olarak bu görevi ya­pıyorum, demekle yetiniı:"

Papa Eftim'den şifahi izahatlarının karşılığı yazı vermesi istenir. Aynı gün Tokatlıyan Oteline dönen Eftim, izahatnameyi ve söylemiş olduğu sözleri yazıya alarak, yardımcılarıyla patrikhane'ye gönderir. Eftim, verdiği gözdağıyla işleri hallolmuş kabul ediyor ve birkaç güne kadar patrikhane'nin yola gelece­ğini düşünüyordu.

Ertesi gün Rumca gazeteleri okuduğunda, hayretler içeri­sinde kalmıştı. Rumca yayınlanan gazeteler, Papa Eftim'in hiç­bir resmi sıfatı olmadığı halde, patrikhane'ye hükümet adına bazı tekliflerde bulunduğunu yazıyorlardı. Rumca gazetelerin yaptıkları bu yayın, Sen Sinod üyelerinin Papa Eftim'e karşı oyalayıcı siyasetlerini belirlediği gibi, eskiden bu yana patrikhane'nin faaliyetlerini beğenmeyen muhalif Rumlar'ı da hare­kete geçirmiş oluyordu.

İstanbul'daki gidişattan memnun olmayan Rumlar, müba­delede Yunanistan'a gönderilmediklerinden dolayı hükümete şirin görünmek için günü kurtarmak gayesiyle şartların gereği Papa Eftim'in yanında yer alarak, patrikhane'ye tavır koymuş­lardı. Tokatlıyan Oteli'nin bir odasında Ankara'ya dönme ha­zırlığı yapan Eftim, sürprizden de öte şaşkınlık içerisinde kala­balık bir ziyaretçi topluluğuyla karşılaşıyordu. Gelenler Galata, Kurtuluş, Kumkapı ve Balat Rum Ortodoks cemaatlerinin grup­larıydı. Papa Eftim'i, Fener Patrikhanesi'ni yönetenlere karşı ruhani bir kurtarıcı ve hak yoluna bir ulaştırıcı olarak gördük­lerini söylemekteydiler.

Bu insanlar can derdine düşmüş olacaklar ki İstanbul, İngiliz işgali altındayken Fener Rum Patrikhanesi'ne biat edip, kayıtsız şartsız bağlı kalmışlardı. Şimdi ise kendileri­ni kurtarmak gayesiyle, Türk Ortodokslar'ın ruhani lideri Eftim'e yardakçılık yaparak Ankara Hükümetine şirin gö­rünmenin gayretleri içerisindeydiler.

Rumca gazetelerin yazdıklarını lanetleyerek, Fener Rum Patrikhanesi'nin iki güne kadar Sen Sinod[8] Meclisi'ni toplayıp, hayırlı kararlar alacağını söylemekteydiler. Bu sözleri yalvarıp gözyaşı dökerek söylediklerinden, Papa Eftim "üzülmemelerini Allah'ın ve İsa Mesih'in yanlarında olduğunu" belirterek gö­nüllerini alıyordu.

Kendisine gösterilen yakın ilgiden dolayı Ankara'ya dön­mekten vazgeçen Eftim, Sen Sinod Meclisi'ne etrafında topla­nan şakşakçı Ortodoks Rumları'yla gelerek, patrikhane'de ha­zır bulunacaktı. Bu karma cemaatlerdeki her fert, Papa Eftim'e itaat edeceklerine dair yemin etmişlerdi.

Nihayet beklenen gün geldiğinde Papa Eftim, Saffet Bey ve umumi katibi Yakup'la patrikhane kapısının önünde otomobil­den inince, kendisini heyecanla bekleyen bir kalabalıkla karşı­laşır. Bu kalabalığın önünde Sen Sinod Meclisi Başkatibi Met­ropolit Yennonos ve birçok papaz'lar da vardı. Papa Eftim'i hür­metle selamlayan Yermonos, kendilerini makam odasına kabul ederler. Bu sırada Papa Eftim, Sen Sinod Meclisi'nin kendisini çağırmasını beklemekteydi. O esnada korkudan sararmış bir vaziyette olan Metropolit Yermonos, titreyerek:

"Papa Eftim Efendi, size Sen Sinod Meclisi namma şu kı­sacık kararı tebl(qe nıemurwn. Sizden başka izahat almnıasma lüzum görülmemektedİI:" diyordu.

Papa Eftim sinirle karşarını çatarak, hızla yerinden kalkıp dışarıya çıkar. Dışarıdaki (kendisiyle gelen Rum cemaatlere) Sen Sinod Meclisi'nin hakkındaki olumsuz kararını, usta ve kışkırtıcı bir üslupla söyler:

"Böyle karşılanacağımı bildiğim için Ankara'ya dönmeye karar vermiştim, beni ne diye yolumdan ayırdınız ve bu haka­rete uğramama neden sebep oldunuz?"

Bunun üzerine halk coşmuş, hep bir ağızdan:

"Kodoi sindos. Ana o Eftim (Sen Sinod dışarı, Eftim yu­karı) diye ba,qırmaktaydılm: "

Çoğunluğu İstanbul Rum 'u olan halkın gösterdiği bu coş­kun tezahüratla, sesini biraz daha yükselten Papa Eftim:

"Vekiliniz olarak, arzularımzı yerine getirmek vazifesinin artık bana düştüğünü anlıyorum. Haydi arkamdan geliniz" di­yerek, tepkisini gösteriı: Daha sonra korkudan tir tir titreyen Metropolit Yernıonos' a "düş önüme, bizi Sen Sinod' un olduğu salona götür" diye haykırır.

Papa Eftim ve Saffet Bey önde olmak üzere, arkadan gelen Rum cemaatle birlikte hızla içeriye girerler.

Toplantı halinde bulunan Sen Sinod Meclisi azaları bu ani baskın karşısında şaşırıp kalmışlardır. Sen Sinod Başkanı Nikolaus korkudan ayağa kalkarak, Papa Eftim'e cevap vermeye ça­lışmaktaydı.

Papa Eftim gürleyerek:

"-Dinleyin beni, buraya kilise ve cemaat genel vekilleri sı­fatıyla geldim. Yazılı olarak daha önce bildirdiğim ve uzlaşma­ya yanaşmadığınız isteklerim hakkında sizlere son ihtarda bu­lunuyorum. Daha fazla beklemeye tahammülüm kalmamıştır.

Bu sebeple Meclisinize yarım saat müsaade veriyorum. Ak­si halde Sen Sinod' ufeshedip, hepinizi bir daha geri dönmemek üzere kilise'den deledeceğim."

Sen Sinod'un azalan uğradıkları bu ani baskın karşısında aralarında sessiz bir şekilde fısıldaşıyorlardı. Başgösteren ses­sizliğe tamamen sinirlenen Papa Eftim, daha şiddetli bir çıkış­ta bulununca, bu çıkış tesirini göstermişti.

Bezgin ve bitap durumda oturduğu koltuktan kalkan Sen Sinod Başkanı Nikolaus, ellerini oğuşturarak:

"Oğlum Papa Eftim! .. İnan ki teklifleriniz hakkında hiç vakit kaybetmeden müzakereye başlayıp, sizi memnun eden bir karar alacağız. Yüce Hristos[9] adına bundan emin olabilirsin."

Papa Eftim, Nikolaus'un bu teklifi karşısında:

"Kararınızı salon kapısı önünde bekleyeceğim. Tekrar ediyorum; müzakereyi oyalama bahanesiyle münakaşaya dö­küp bizi kapı kenarında uzun müddet bekletmeyiniz!" diyerek, hızla salonu terkeder.

Aradan geçen kısa bir süre içerisinde kararını veren Sen Sinod Meclisi üyeleri, kaçak Patrik Meletyos'un iskat edildiğini, kendilerine tevdi edilen diğer istek ve tekliflerin peyderpey gö­rüşülerek karara bağlanacağını belirtmekteydiler. Papa Eftim, zaman kazanmak için böyle davranıldığını anlamakta gecikme­di. İşte o anda hırçınlaşan Eftim 'in yüksek sesi patrikhane'yi çınlatıyordu ...

Metropolit Yermonos'a öfkeyle bağırarak:

"Şimdi git içerdeki Sen Sinod üyelerine, kilise ve cemaat­lerine kararımı tebliğ et! Sen Sinod' un faaliyetlerine şu andan itibaren son verilmiştir. Hiçbir mazaret üretmeden derhal salo­nu terk etsinler."

Papa Eftim bu kararını açıklayıp Fener Rum Patrikhanesi'nin Sen Sinod'unu ve kaçak Patrik Meletyos'u gıyabında iskat ettikten sonra, patrikhane'de boş bulduğu odalardan birine topladığı kendine yakın cemaat üyeleri ve diğer alakalılarla be­raber, yeni Sen Sinod Meclisi'nin teşekkülüne koyulmakta ge­cikmedi.

Azalardan altısını öteden beri Patrik Meletyos'la arası açık metropolitler'den, diğer altısını da Sen Sinod'un içinde etkin konumda bulunan Rum görevlilerinden seçer.

Araştırmalarımın giriş bölümünde bahsettiğim gibi, Pa­pa Eftim patrik olma uğruna Rumlar'a akılalmaz tavizler vererek, onları Sen Sinod üyeleri yapıp, bir tane Hristiyan Türk'ü yetkili olarak görevlendirmemiştir. Yetmiş küsur yıldır yazılamayan ve çizilemeyen gerçek budur. İşte bu ne­denlerden dolayı Türk Ortodoksları devletten sağladıkları bütün imkanlara rağmen, hıyanet yuvası Fener Patrikhanesi'ne karşı hiçbir zaman alternatif olamamışlardır. Papa Eftim, bu tarihi hatasını yapmamış olsaydı, bugün başımı­zın derdi hain Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi diye bir şey olmayacaktı. Loı.an Andlaşması hükümleri söz konusu olduğu halde henüz mübadele başlamamış, Anadolu'da bin­lerce Hristiyan Türk cemaatten söz ediliyor, buna rağmen fesh edilen patrikhane'nin Sen Sinod'unu yeniden Rumlar' la teşekkül etmek, onulmaz hataların en büyüğüdür. Ana­dolu kahramanı olduğunu her yerde söyleyen sözde Turani Türk'ü Papa Eftim, neden ve niçin Fener Patrikhanesi'nin Sen Sinod'una yeniden Rumlar'ı seçtirmiştir? Anlamak mümkün değil!..

Yeni Sen Sinod'un Başkanlığını Papa Eftim'in huzurunda İznik Metropoliti Kilinikos yapmaktaydı. İlk işleri, dağılan Sen Sinod ve kaçak patrik Yunan vatandaşı Meletyos'un görevlerine son vererek, tasdikli ilan etmeleri oluyordu.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi bir şekilde elde edilmiş­ti, ama Sen Sinod üyelerinin Rum asıllı olmaları, ileride mutla­ka bir terslik çıkartabilirdi.

O günlerdeki patrikhane operasyonundan dolayı çok yorul­muş olan Eftim, biraz dinlenmek ve elde ettiği başarıyı Anka­ra'ya bildirmek gayesiyle yeni Sen Sinodlar'dan izin alarak da­ha önce kalmakta olduğu Tokatlıyan Oteline gitmek istedi. Bu durum karşısında Sen Sinod'lar, yeni mümessilimiz olduğunu­za göre patrikhane'de kalmanız gerekmektedir, ikazında bulu­nurlar. Tokatlıyan Oteline bir görevli gönderen Papa Eftim he­sabını kapatarak, eşyalarını istetir. Şimdilik mümessil komımunda olan Eftim'i, kendi seçtiği Sen Sinod'lar en kısa zaman­da mutlaka asli patrik yapacaklardır görüşü herkeste hakimdi ...

Eftim'in de bundan hiç kuşkusu yoktu. Yalnız unuttuğu bir şey vardı, o da bizzat kendisinin seçtiği bütün azaların tamamı­na yakınının Rum olmalarıydı. Bütün bu handikaplara rağmen Papa Eftim vekaleten de olsa Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin tek yetkilisiydi.

Çok geçmeden şahsi eşyalarının gelmesiyle birlikte patrikhane'ye yerleşen Eftim'e Sen Sinod azalarının hepsi de iltifatlar yağdırıp, mükellef sofralar hazırlamaktaydılar. Papa Eftim de bu hain palikarya dindaşlarına inanarak, gözlerinden akan yaşları sile sile mukaddes kitaptan ve İsa Mesih'ten bahisle:

"Kilise, tüm Ortodokslar' m selamet ve saadeti için yapıl­ması gerekli gördüğü şeyleri hayata geçirmek vazifesini benim aciz ve cahil şahsiyetime mukadder etti, ne mutlu bana! Benim vasıtamla vatan ve milletime, kilise ve din kardeşlerime yaptığı bu büyük iyilikten dolayı Tanrı'ya binlerce şükür olsun..."

Orada hazır bulunan Rum asıllı Sen Sinod azalan, Papa Eftim 'in bu sözlerinden ruhani zevk duyduklarını belirterek, ken­disini uzun uzun alkışlarlar.

Ertesi gün toplantı halindeki Sen Sinod Meclisi, yeni patrik seçilinceye kadar patrikhane işlerini idare edecek şahısların ta­yinlerini yapar. Patrikhane'nin özel işleri için, Kirillos ve Nik­sar Metropoliti Potosingeleos göreve getirilirler.

Hani nerede sözde büyük Türkçü Eftim Efendi'nin Anadolu'daki binlerce cemaatinden bir tek insan yokmuydu da, Ankara'dan büyük yetkiler aldığı halde bu Rum pa­likaryalarını önemli görevlere getirmekteydi. Çünkü bu hain Rum'lar, kendisine Fener'in asli patriği olacağı garan­tisini vermişlerdi. Bu sahte pohpohlamalar, yıllarca Keskin Metropolitliği yapan Akdağmaden'li Eftim'in işine geliyor­du. Ne de olsa İstanbul'da ruhani liderlik yapmak, Anado­lu'dan çok farklıydı...

Buarada büyük zaferden sonra alınan kararlar doğrultusun­da İngilizler de, yavaş yavaş İstanbul'u terke mecbur kalıyor­lardı. Aslında Eftim'in korkacağı hiçbir şey kalmamıştı. Emni­yet açısından herşey istediği doğrultuda seyrediyordu. Kendile­rine iletilen ulak habere göre, üç gün sonra Şükrü Naili Paşa kumandasındaki kuvvetler resmen İstanbul'a gireceklerdi. Bü­tün Müslüman vatandaş ve kurumlar paşa'yı ve kuvvetlerini karşılamak için büyük hazırlıklar yapmaktaydılar.

Papa Eftim ise, karşılama merasiminde Fener Rum Orto­doks Patrikhanesi adına papazlar heyeti ile büyük bir Rum ka­labalığı konuşlandırmak ve samimi gösterilerde bulunmak isti­yordu. İstanbul'un ve Anadolu'nun işgal günlerinde Türkler'e yapılmış hıyanetlerin Rum Milleti'ne değil de, bir kısım gözü dönmüş siyaset ve ikbal düşkünü işbirlikçi Rumlar'a maledilmesini anlatmak düşüncesindeydi.

Burada patrik olma uğruna Eftim'in unuttuğu bir şey vardı. Şükrü Naili Paşa'yı karşılamak için topladığı ve ma­sum göstermek istediği bu yerli Rumlar, işgal kuvvetleri İs­tanbul'a girdiğinde, İngiliz askerlerini Galata Köprüsün­den Pera'ya kadar sırtlarmda taşımışlardır.

Bir cumartesi günü Papa Eftim, kendi oluşturduğu Sen Sinod Meclisi'ni bu husus için toplantıya çağırdıktan sonra dü­şüncelerinin kabul edilmesini sağlar. Alınan karar gereği dört metropolitten müteşekkil bir karşılama heyeti seçilerek, heyet başkanlığına da Papa Eftim getirilir. Bu heyet Hristiyan cemaa­tinden oluşan büyük bir kalabalıkla, Rum papazlan'yla birlikte Türk Ortodokslar'ı adına; İstanbul'a giren Türk askerlerini Sirkeci'de karşılar. Heyet bilahere Şükrü Naili Paşa'yı, üniversite binasını karargah olarak kullandığı yerde ziyaret eder. Yetkili subaylar bu ziyaret ve karşılamanın Papa Eftim'in ısrarıyla ya­pıldığını anlamakla birlikte, Rum papazlar'a gayet iyi davranır­lar. Eftim'in yardımcısı konumundaki Rum metropolit'ler ise hiç ummadıkları bu iyi muameleden dolayı hem sevinirler, hem de şaşırırlar. Ne olursa olsun Şükrü Naili Paşa'nın maiyetinde­ki subay ve erler tarafından gösterilen bu iyi niyet, yerli Rum 'lar üzerinde gayet olumlu tesir yapmıştı. Papa Eftim ise, bu durum­dan son derece memnun kalarak, hayatının her döneminde bağ­lılığı ile iftihar ettiğini söylediği Türk Milleti adına sevinç duy­muştu. Bu aşırı heyecan esnasında meydana gelen bir dalgınlık Papa Eftim'in geçici de olsa canını yakar. Sirkecide'ki coşkulu karşılama merasiminden sonra ordugah'a gitmek için otomobi­line binerken sağ elini kapıya sıkıştıran Eftim, (Selçuk Erenerol 'un anlattıklarına göre) kanayan eline tütün döktürerek sargı beziyle bağlatıp, tören kafilesini takip etmişti.

Karargahı ziyaret ve tazim esnasında Şükrü Naili Paşa, Pa­pa Eftim'e sargılı elini sorar. Bakışlarını imalı bir şekilde, paşa'ya doğru gezdiren bir gülüşle:

"Paşam ödenmesi icabeden kanı, ben ödemiş oldum" de­mekle yetinir.

Şükrü Naili Paşa ise; "Müsterih olunuz" diyerek, Papa Eftim'in yanındaki metropolit ve papazlar'a tebessüm dolu bakış­larını gezdirerek, onlara kan dökülmeyeceği hususunda ümit vermiş oluyordu.

O güne kadar, tereddütler içerisinde bulunan yerli Rum'lar ve patrikhane'nin işgalcilerle işbirliği yapan hain palikaryaları mutluluktan sevinç çığlıkları atıyorlardı.

Osmanlı'dan bu güne, Türk insanlarından daima iyi mu­amele gördükleri halde sanki bütün bunları unutmuşlar gibi, ge­reksiz kuşkuları biranda mutluluğa dönüşmüştü...

Hain Rum papaz'lar bu arada Papa Eftim'e azizler arasında yer vererek, istavroz çıkartarak takdis etmeyi de unutmamışlar­dı. Mutlu ve rahat bir hayat sürdürebilmek uğruna Rumlar için hiçbir şey farketmezdi. Dün işgalci İngiliz Generali, bu gün de Papa Eftim takdis olunuyordu. Rum Milleti 'nin hasletindeki sahte olgu, kim gelirse gelsin el etek öpüp, günü kurtarmaktan başka bir şey değildi.

O günlerde, Papa Eftim'in tek düşüncesi patrikliğe kimin seçileceği idi. Metropolitler'in kendisine üstü kapalı sorduğu sorulara cevap vermediğinden dolayı, Ortodoks cemaatini teş­kil eden bir çok kimseler patrikliğe Eftim 'in seçileceğini söylü­yorlardı. Eftim, her ne kadar Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin (geçici konumdaki) yetkili mümessili olsa da, bu patrikhane'yi Türklüğe bağlı bir "Metropol" olarak hayata geçirmeyi düşün­düğünü, Sen Sinod Meclisi azalarına belirttiği gibi bu konuda Ankara'ya gidip hükümet yetkililerinin fikirlerini almayı mü­nasip görüyordu.

Başlangıçta Eftim'in tarihi hatasından bahsetmiştim. İşte bu görüşlerini (Fener'in, Türk Ortodoks ismini alması düşünce­sini) Rum Sen Sinod Meclisi üyelerine anlatması, uyuyan Rumlar'ı uyandırınca, bu hain papaz'lar kendilerince başlarına gelecek felaketi çoktan hesaplamaya başlamışlardı.

Papa Eftim, bu hususta Ankara'ya gideceğini yalnızca Sen Sinod azalarına bildirmişti. Ankara' da trenden iner inmez doğ­ruca Adalet Bakanlığına giden Eftim, İstanbul Fener Rum Patrikhanesi'nin vekili olduğunu belirterek vekaletnameyi Adalet Bakanlığı'nın masasına koyar.

Bu durumu, Türk basını ve (Anadolu'daki halk arasında yerli Rum tabir edilen) Türk Ortodoks Hristiyanlar'ı hoş karşı­lamazlar. Papa Eftim'in (patrik olma uğruna) Fener Rum Patrikhanesi'nin vekilliğini kabul etmesi, çeşitli dedikodulara ne­den olur.

Burada sırası gelmişken Ortodoks'!ar adına tarihi ve kıy­metli bir vesika addedilen (bizzat Selçuk Erenerol'dan temin ettiğim) Türk Ortodoks Patriği Eftim'in, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'ne vekalet ettiği beyannameyi aynen aktarıyorum:

"İSTANBUL PATRİKHANESİ PROTOKOL Nü: 4825

İstanbul'da mevcut metropolitlerden müteşekkil Sen Sinod Meclisi derecat itibariyle Erdek Metropoliti Kilinkos Efendi' nin tahtı riyasetinde olarak 4 Teşrinievvel 1339 (1923) tarihine müsadifPerşembe, günü içtimaında, Türkiye Biiyiik Millet Mec­lisi Hükümeti’ nin nezdinde bir patrikhane mümessilliği ihdası­na müttefikan karar verildi.

Anadolu’daki Türk Ortodoks kiliseleriyle, cemaatlerinin vekili umumisi İkonomos Eftim Efendi' nin gerek lıiikümeti mulzteremimize ve gerek ise Anadolu' daki Ortodoks Hristiyanları' na ve kiliseleri' ne sepkat eden hizmet meşkııresi Sen Sinod Mec­lisince takdir olunarak, Türkiye Biiyiik Millet Meclisi Hiikiimeti nezdinde selahiyeti vasia ile mwnaileyh Papa Eftim Efendi müttefikan, patrikhane mümessili ve vekili umumisi intihap ve tayin edilmiştİI: 4 Teşrinievvel 1923. İş im mazbatai intihahiye, Ankara' da Biiyiik Millet Meclisi Hiikiimetine ibraz etmek üzere cihan patrikhanesi ıniiınessili İkonomos Eftim Efendi'ye vesika olarak ita kılındı.

Cihan Ortodoks Patrikhanesi 4 Teşrinievvel 1339 (1923) tarihinde Sen Sinod' u temsil edenler:

Reisi: Erdek Metropoliti Kilinkos. Azalar: Kadıköy Metro­politi Girigoryos, Niksar Metropoliti Agathangelos, Silivri Met­ropoliti Evgenyos, Söke Metropoliti Tomas. İznik Metropoliti

Vasiliyos, Bursa Metropoliti Konstantinos, İnoz Metropoliti İakim, Maçka Metropoliti Kirilfos.

Cihan Ortodoks’ ları merkez Patrikhanesi ni temsil ettiğini, Sen Sinod'un yukarıdaki umumi vekaletnamesinin sureti aslma mutabık olduğu tasdik kılıım: "

Katibi adil mührü...

Yukarıdaki Sen Sinod üyelerinin isimlerinden anlaşıldığı gibi, Papa Eftim'in ekibinde bir tane Türk Hristiyan Ortodoks' un olmadığı görülmektedir.

Burada tarafıma gelecek her türlü itiraz ve eleştirilere hazı­rım. Eftim Efendi, Milli Mücadelede ruhani işyarlık hedefleri­ne ulaşabilmek için azınsanmayacak gayretlerde bulunduğu halde, patrikhane olayında ise Rumlar'la dirsek temasında ol­duğu apaçık görülmektedir. Benim şahsi görüşüm, patrikhane tarihçesini en ince ayrıntılarına kadar araştırdığım için söylüyo­rum; Papa Eftim patrikhane olayında, Fener Rum Ortodoks ve­ya Türk Hristiyan Ortodoks farketmez düşüncesinin ihtirasına kapılmıştır. Gerçekten fikirlerindeki büyük Türkçülüğü savu­nan bir insan Hristiyan bile olsa, patrikhane'deki Sen Sinod azalarından hiç değilse bir tanesini Türk Ortodokslar'dan se­çerdi. 4 Teşrinievvel 1339 (1923) tarihli protokoldaki Rum asıl­lı yönetici ve metropolitleri gördükten sonra, Akdağmaden'li Papa Eftim'in ahfadının Türk olup olmadığından kuşkulu oldu­ğumu söyleyebilirim. Kitabımın içeriğinde, bilhassa masa başı kitap ve makaleler yazan akademisyenlerin üç çeyrek asırdır gündeme getirmedikleri bu hususları (belgeleri ve detaylarıyla) hep birlikte tartışacağız.

Papa Eftim, Ankara'da olduğu günlerden birinde patrikhane'den bir mektup almıştı. Mektupta "Anadolu'da bulunan bü­tün Ortodoks Hristiyanlar'ın boşanma işlerine Şeriat Mahke­meleri müdahale ediyor" yetkililerle görüşerek, biran önce bu­nun önüne geçiniz denilmektedir.

Papa Eftim fevkalade hassasiyet içeren bu durumu pek uy­gun görmese de, patrikhane ile arayı açmamak için vaziyeti il­gili makamlara isteksiz bir şekilde bildirir. Bizzat görüşüp bil­gi aldığı Adalet Bakanı, yakında yürürlüğe girecek medeni ka­nunla bütün bu eksikliklerin kökünden halledileceğini söyler.

Zaferden sonraki zor geçiş günlerinde, Batı Trakya'daki Müslüman Türkler'e Yunanlı'lar tarafından ağır işkenceler ya­pıldığı haberleri duyulunca, bu durum haklı olarak Türk halkı­nı galeyana getirmişti. Böylesine zıt kutuplaşmalar temin edil­mek istenen huzuru bozduğundan, Türkiye'deki azınlıklar te­dirgin durumdaydılar.

Ankara'da yapılan görüşmeler neticesinde, Batı Trakya Türkleri'ne yapılan zulüm ve işkencelere biran önce son veril­mesi istenmekteydi.

Türk halkı, tahammül sınırlarının dayanılmaz hale geldiği günlerde Batı Trakya'da dindaşlarımıza yapılan zulmün aynısı­nın, İstanbul'daki Rumlar'a yapılmasını ve intikam alınmasını istiyordu. Hükümet üyeleri gazetelere beyanatlar vererek, gale­yana gelen milletimizin haklı isteğinin biran önce yerine getirleceğine dair sözler veriyorlardı. Meydanlarda yapılan heyecan­lı mitingler, gazetelerdeki üzücü haberler Papa Eftim'i Fener Rum Patrikhanesi'nin Patrik Vekili olması sıfatıyla, çok güç durumlara düşürmekteydi.

Eftim içine düştüğü bu sıkıntılardan kurtulmak gayesiyle, Cumhuriyet Hükümeti'nin yeni Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Vekili İsmet (İnönü)'yü ziyaret eder. İsmet Paşa, o güne kadar şahsen tanışıp görüşmediği, daha önceki Başbakanlar Rauf (Orbay) ve Fethi (Okyar)'la aralarının iyi olduğunu bildiği Papa Eftim'i çok iyi karşılar. Milli Mücadeledeki ateşli tavırlarından dolayı Eftim'in Türkler'in arasında bir Hristiyan Türk Orto­doks olarak huzur içinde yaşamak hakkına sahip olduğunu be­lirterek, kendisini tebrik eder. Bu övgüler, Eftim 'in günlerdir kafasında yerleşen olumsuz düşünceleri silmeye fazlasıyla ye­terli olmuştu.

Eftim patrik vekilliğini koruyup, patrik olabilmek gayesiy­le, Yunanlı'lar tarafından Batı Trakya'daki Türkler'e yapılan işkenceleri verdiği yazılı ve sözlü demeçlerle devamlı surette telin edip lanetliyordu. Tabii ki bütün bunlar politik varyasyon­lardan başka birşey değildi. Bu arada vaziyeti idare etmek iki­lemiyle Rum halkının suçsuz olduğunu belirterek, onları adeta savunuyordu. Makam ve mevki uğruna verilen böylesine çeliş­kili beyanatlar, Büyük Turani Türk'ü Eftim'e yakışan şeyler de­ğildi. Ama bir yerde patrik'liği korumak sevdasıyla, dindaşları­nı Türk olmasalar da savunmak mecburiyetinde kalıyordu. Pa­pa Eftim'in seçtiği Sen Sinod Meclisi'nin Rum azaları ise; Ba­tı Trakya'daki Müslüman Türkler'e yapılan bu işkenceleri ses­siz bir şekilde izliyorlardı. ..

Şahsına atfedilen övgü dolu sözlerden sonra İsmet Paşa'nın huzurundan büyük bir sevinçle çıkan Papa Eftim, derhal postahaneye giderek patrikhane'ye şu telgrafı çeker:

"Yunanlılar tarafından Garbi Trakya'daki Türkler' e yapıl­dığı sizlerce de malum olan mezalimin insaniyet nam111a patrik­hane' ce protesto edilmesi, İstanbul'daki dindaşlarımızın bu­günkü ve yarınki selamet ve menfaatleri icap ve iktizasındadır, kanaatindeyim. İcabının derhal icrasını rica ederim. "

Fener Rum Ortodoks Patrik Vekili Eftim.

Bu telgraf, Fener Patrikhanesi'nin Sen Sinod üyeleri arasın­da tepkiyle karşılanır. Ç9k güvendiği bu Rum azaları, büyük Türk' çü Eftim Efendi bizzat kendisi seçmişti. Ama onlar yine de bildiklerini okuyorlardı.

Fener Patrikhanesi'nin Rum asıllı Sen Sinod üyeleri hiç beklemeden, Ankara'daki mümessilleri Eftim Efendi'ye protes­to niteliğinde sert üsluplu bir mektup gönderdiler. Bu mektupta şu ibareler yer almaktadır:

"Patrikhane, mektubunuzu siyasi mahiyyette gördüğünden bu hususta şahsınıza bildirildiği gibi, herhangi bir teşebbüste bulunamayacağımızı ve sizin de mümessilimiz sıfatıyla bu gibi işlerle meşgul olmamanızı, Sen Sinod Meclisi emriyle, size teb­liğ ve bu tebliğe riayet etmenizi tavsiye eylerim."

Hiç beklemediği böylesine sert üslfıplu mektubu alan Papa Eftim, beyninden vurulmuşa döner. Bu arada hükümet üyeleri tarafından Büyük Millet Meclisine bir takrir (önerge) verilerek, İstanbul Rumları'nın tamamının sürülmesi istenmişti.

Ne yazık ki, İsmet Paşa (İnönü) Papa Eftim'e verdiği (rahat olunuz) mahiyetindeki sözünde durarak, Büyük Millet Mecli­si 'ne verilen takriri reddettirerek, İstanbul Rumları'nı bekleyen acı akibetten kurtarmaya muvaffak olmuştu!..

Yıllar yılı başımızın belası olan Fener Rum Patrikhanesi'nin bu iki büyük kurtarıcısına, Fener Rum Patrikhanesi kutlu mutlu olsun...

Her platformda Fener'i iki kez söndürdük diyen Türk Hristiyan Ortodokslar'ın III. patriği Selçuk Erenerol, bu gerçeklerin aksini iddia edebilir mi? Kendileri sözde azılı bir Rum düşma­nıdırlar. Keşke şimdiki düşmanlıkları başlangıçta peder beyleri zamanında olsaydı da, bu günlere gelmeseydik.

İstanbul'dan-Ankara'ya gelen Papa Eftim, ziyaretinin on beşinci gününde aldırdığı İstanbul gazetelerinde gördüğü ha­berleri okuyunca kahrolmuştu. Gazetelerin yazdıklarına göre, Fener Rum Patrikhanesi Eftim'i tanımıyor ve alacağı hiçbir gö­revi kabul etmiyordu. Üstelik o günlerde Eftim Efendi, Ankara Hükümetine, İstanbul Rumları'nın suçlu olmadıklarını devam­lı söylemekteydi.

30 Ocak 1923'te Lozan'da imzalanan muahedenin (aradan geçen on aylık zamanda) mürekkepleri henüz kurumadan, Yunanlı'lar İstanbul'da Fener papazları'yla elele vererek, çeşitli entrikalar çevirmeye başlamışlardı. İstanbul'da misafir olan Yu­nanistan'ın Ankara Büyükelçisi Politis, bir bahane ile Anka­ra'ya dönmeyi geciktirerek, Rum papazlar'la işbirliği yapıp, Papa Eftim'in gıyabında Sen Sinod Meclisi'ni toplatır. Burada­ki toplantının esas gayesi, patrikhane'nin Yunanistan'ın tali­matları doğrultusunda hareket etmesidir. Devamlı olarak Eftim'in tarihi yanılgısından bahsetmiştim. Olayların akışına bak­tığımızda, bu yanılgı tarihin hiçbir döneminde tevil edilemez. Eftim, patrikhane'yi ele geçirdiğinde patrik vekili olarak inan­dığı metropolitler arasından Sen Sinod üyelerini seçmişti. Bu üyelerden hiçbirinin Türk Hristiyan olmadığını, hepsinin Rum asıllı papaz'lar olduklarını isimleriyle belirttim. İşte bu Rum papazlar'dan Eftim'in en güvendiği ve Sen Sinod'un baş azası olan Kadıköy Metropoliti Girigoryos, yapılan gizli toplantı so­nucu resmen Fener Rum Ortodoks Patriği oluvermiştir. Hem de Eftim Ankara'da iken, Sen Sinod Meclisi'nin tamamının ço­ğunluk oylarıyla seçilmişti. Eftim Efendi, Ankara'da bu insan­ların haklarını savunacağım ve kahramanlık yapacağım derken, zor şartlarda ele geçirdikleri hıyanet yuvası Fener Patrikhanesi' ni kendi hatalarıyla ve affedilemez yanılgılar içerisinde (Başbakan 44

sıfatına haiz) bir devlet büyüğümüzle birlikte, Türk Milletine ebedi miras olarak bırakmışlardır.

Sonradan İstanbul'da Atatürk'ün bilgisi dahilinde hü­kümet üyelerinin destekleriyle açılan Türk Hristiyan Orto­doks Patrikhane'si, Fener'e karşı denge unsuru olacak diye hep boş hayaller kuruldu. Ne yazık ki Papa Eftim, büyük fırsatı baştan kaçırmıştı. Bu tarihi fırsat, tarihi yanılgıya dönüşmüşse, bugünkü Türk Ortodokslar'ın ağlamaya sız­lamaya, şikayete hakları yoktur, olmayacaktır da! •.

Eftim, Ankara'dan patrikhane'ye yazdığı acılı mektupta seç­tirdiği Sen Sinod üyelerine sitemler yağdırıyor. Çok inandığı kadim dostu Kadıköy Metropoliti Girigoryos'un patrik'lik ma­kamına getirilişine inanmak istemiyordu.

Eftim mektubunda, patrikhane'nin matbuata verdiği "Patrik seçimi" haberlerinin tekzib edilmesini istiyordu. Hiçbir basın organında tekzib olmadığı gibi İstanbul' da Rumca yayın yapan gazeteler, Papa Eftim'in Sen Sinod üyelerini tehdit ettiğini yaz­maktaydılar.

Ankara'da Adalet Bakanı'nı ziyarete giden Eftim, oradaki görevliler tarafından eline tutuşturulan İkdam Gazetesinde bu haberleri okuyunca, çılgına dönmüştü. Olumsuz gelişmeler kar­şısında paniğe kapılan Eftim, ne yapacağını şaşırmış vaziyet. teydi. Aynı gün patrikhane'ye ivedi telgraf çeken Eftim'in telg­rafına gelen karşı cevapta: "İstanbul'a gelmeniz şimdilik muva­fık görülmemiştir" yazılıydı.

Bu duruma fena halde sinirlenen Eftim, patrikhane'ye yeni­den bir telgraf çekerek, patrik seçiminin ileri bir tarihe atılma­sını istemekteydi.

Esas gayesi, Sen Sinod üyelerine bir müddet daha Anka­ra'da kalacakmış hissi vererek, aniden İstanbul'a gitmekti. Ay­nı günün akşamı Papa Eftim, aile efradıyla adamlarını yanına alarak apar topar İstanbul'a hareket eder. Ertesi sabah Haydar­paşa Garı'na vasıl olduklarında, kendine yapılanları hazmede memiş olacak ki hâlâ sinirden tir tir titriyordu.

Ailesini Beyoğlu 'ndaki akrabalarının yanına bırakan Eftim, habersiz bir şekilde patrikhane'ye gider. Ani gelişi, patrikhanedekileri fazlasıyla telaşlandırmıştı. Herkeste bir tedirginlik ve panik hasıl olmuş durumdaydı. Diğer . üyelerin çekintilerine rağmen Sen Sinod Başkanı Kilinikos, Papa Eftim'le yüz yüze gelerek konuşmak cesaretini gösterebilmişti. Geniş salonun or­tasında sakalını sıvazlayarak yürüyen Kilinikos:

"Efendi siz patrikhane'nin vekilisiniz değil mi?

-    Evet aziz başkan baba, sözüm ona vekilinizim.

-    Aynı zamanda buranın papazı'sm da!..

-    Eeeh, şöyle böyle...

-   Bu şartlarda bizden müsaade almadan İstanbul'a gelme­nizin büyük suç teşkil edeceğini bilmeniz gerekir.

-   Kilinikos Hazretleri, şunu iyi bilmeniz gerekir ki bana iti­mat göstermeyip, beni kandırıp oyalayanların, entrikalarla patrik vekili .seçenlerin isteklerine boyun eğecek kadar aptal değilim."

Hayli gergin olan Papa Eftim, o geceyi Beyoğlu'nda misa­fir kaldığı akrabalarının evinde geç vakte kadar çalışarak geçi­rir. Tek düşüncesi Sen Sinod üyelerini yola getirmekti.

Sabahleyin evden çıkıp, patrikhane'ye gitmek üzere adam­larını bir taksi çağırmaları için gönderir. Bu kadar gerginliğe rağmen hemen sonra, patrikhane'nin otomobillerinden bir tane­si Papa Eftim'i almak için kapıya yanaşır. Eftim, kendisi için sürpriz sayılabilecek bu nazikane hareketi pek hayra yorma­makla birlikte memnun görünür. Rumca konuşan şoför, otomo­bilin kapısını açarken şunları söyler:

"Ankara'ya avdet buyuracağınız giinc kadar emrinizde bulunmak için, Kilinikos başkammızdan emir aldım Papa Haz­retleri...

"Ya öyle mi? Sağ olsun başkan babalar" demekle yetini­yordu.

Sen Sinod Meclis'inin her günkünden erken toplanışına bir mana vermeyen Eftim, bunun sebebini birkaç saat sonra öğre­nebiliyordu. Çünkü günün ilk ışıklarında yapılan tcplantıda ge­reken bütün kararlar alınmıştı.

Patrikhane'nin salonlarında sinirli bir şekilde dolaşarak bek­leyen Eftim, Papa Tor'la karşılaşır. Aralarında geçen kısa bir konuşmadan sonra Papa Tor, alaycı bir tavırla:

"Ne o Papa Eftim Hazretleri, lıala Sen Sinod'dan haber mi bekliyorsunuz? Tavşan kaçtı, dağlan da aştı hala senin ha­berin yok. Patrik seçimi sabaha karşı çoktan oldu bitti bile, çek arabam buradan!"

Söylediklerinin tam aksine patrikhane'yi hızla kendisi terkeden Papa Tor, Eftim 'i fazlasıyla üzmüştü. Anlaşılan o ki, evi­ne kadar gönderilen özel otomobil de Sen Sinod üyeleri tarafın­dan uygulanan aldatmacanın bir parçasıydı.

Oysa bundan kısa bir süre önce Eftim, bu insanları Anka­ra'da devletin yetkililerine karşı savunmuş ve Başbakan İsmet (İnönü)'ye Rum'lar suçlu değillerdir demişti. Şimdi ise kendisi boşluğa düşmüş vaziyetteydi.

Papa Eftim, kendisine gıyabında oynanan bu oyunlardan son derece müteessir bir durumdaydı. O güne kadar sarfettiği emekler, dindaşlarına olan hoşgörüsü nedeniyle onların adına Ankara'da yaptığı çalışmalar hep boşa gitmişti. Her şeye rağ­men gayesine güzellikle ulaşmak istediğini belirtiyordu.

Aynı gün, daha önce kendisinin seçtirdiği Sen Sinod azalarından dört metropolit, kapısını vurmaya gerek bile görmeden Eftim'in bulunduğu patrik odasına girerler. Odasında kendisine yapılan bu hürmetsizliğe karşı Eftim, yalvarıcı bir sesle:

"Aziz babalar, yapılan bu emrivaki karşısında beni aydın­latmanızı istiyorum. Bu yaptığınız kanunsuz patrik seçimi, kili­semiz' in hayrına değildil: Bu hareketiniz evvelce yaptığımız ko­nuşma ve anlaşmalara aykırıdır. Yangından mal kaçırır gibi, ben yokken patrik seçtiniz. Hristos (İsa) aşkına söyleyin, bana bunu neden ve niçin yaptınız?..’’

Metropolit'ler, Papa Eftim 'in bu sözlerini sanki hiçbir şey­den haberleri yokmuş gibi dikkate almıyorlardı. Nihayet, cevap vermeye gerek bile duymadan, alaycı tavırlarla ard arda odadan çıkıvermişlerdi. Patriklik beklerken yapılan danışıklı toplantıy­la mümesillikten de (Patrik Vekilliğinden) iskat edilen Eftim, kahır içerisinde başını sallamakla yetiniyordu. Çünkü çok gü­vendiği kadim dostu Girigoryos patrik seçilmişti. O üzülmesin de, kimler üzülsün dü ...

Papa Eftim, metropolitler'in bu garip halleri karşısında (safiyane duygularla), Sen Sinod azalarının patrik seçiminden ha­berleri olmadığı zehabına kapılır.

El insaf doğrusu! •.

Eftim Efendi, matbuat herşeyi baştan sona yazmış, Sen Sinod gıyabınızda toplamp patrik seçmiş, siz hala bu insan­lara güvenip, patrik'in seçildiğine inanmamaktasmız...

Nihayet akşama doğru gerçekleri kabul eden Eftim, patrik­hane mümessilliği görevinde kalmanın manasız ve gülünç ol­duğunu anlamıştı. Bu şartlarda hemen ilişkisini kesip patrikhane'den ayrılmak ve ondan sonra da neler yapacağının düşünce­leri içerisindeydi. Karmaşık duygular içerisinde ellerini başına koyup odasında bir istifa mektubu hazırlayarak, Sen Sinod Başkanı'na gönderir. Kendisini kaale almadıkları için, bu istifaya Sen Sinod 'lar arasında aldırış eden bile olmamıştı. Hatta orada­ki metropolitlerle papazlar, alaycı tavırlar takınıp gülmekten kendilerini alamıyorlardı.

İstifa mektubundan sonra, çeşitli yerlere telefonlar açan Eftim, Sen Sinod üyeleri arasında büyük kuşkular uyandırır. Aca­ba bir baskın mı olacak gibilerden düşünceler, ortalıkta kol gez­meye başlamıştı. Şahsına yapılan kandırmacalar karşısında bir anda kararını değiştiren Papa Eftim, geçte olsa herşeyi anladı­ğından, kendisine biat etmeyen patrikhane görevlilerini dize getirip kıvrandırmaya kararlıydı.

Vakit ertesi gün öğleden sonradır, Eftim patrik'liğe seçilen Kadıköy Metropoliti Girigoriyos'a bir mektup yazar. Bu mek­tupta, "Kanunlara aykırı bir şekilde patrik seçildiğini ve derhal istifa etmesi gerektiğini" bildirir. Papa Eftim bu mektubunu el­den, Girigoryos'un oturduğu Kadıköy Metropolithanesi'ne gönqerir. Artık olan olmuş ok yaydan çıkmıştı. Papazlar'ın arasın­daki ruhani kavganın dönüşü yok gibiydi. Türkiye'nin başının belası olan Fener Rum Patrikhanesi çok şeylere gebe görünü­yordu. Girigoryos'a yazdığı mektubun cevabını hiç bekleme­den özel adamlarına emirler veren Eftim, ani bir baskınla tüm patrikhane çalışanlarının içtimaya dizilmesini sağlar.

Akşam olduğunda burada görevli bulunan papaz, memur ve tüm müstahdemler tir tir titriyorlardı. Daha önce yasal olarak ele geçirdiği bu hıyanet yuvasını kendi hatalarından dolayı kap­tırınca, patrik olma ihtirasıyla kanunsuz bir şekilde basan Eftim, maddi manevi desteğini gördüğü Türk Devletini de zora sokmuş oluyordu.

Olay akşamı patrikhane'de adeta esir aldığı bütün görevli­lere hışmını gösteren Eftim:

"Şu andan itibaren tüm Ortodoks Kilise ve Cemaatle­ri Umumi Vekili olarak patrikhane'ye el koyuyorum, işle­rinde sadakatla kalmak isteyenler kalabilir" diyerek, kal­mak istemeyenleri hiç beklemeksizin kapı dışarı eder.

Anadolu Ortodoks Hristiyanı olması nedeniyle mübadele hükümleri gereği ailesiyle birlikte Yunanistan'a gönderilmek­ten (Atatürk'ün dahliyle) son anda kurtulan Eftim, makam mev­ki uğruna hatalı adımlar atmaya başlamıştı. Zorla da olsa ipler eline geçince, kendisinden izin alınmadıkça hariçten gelecek hiçbir Sen Sinod üyesi, metropolit ve papaz'ın patrikhane'ye alın­maması hakkında talimatlar veriyordu.

Bu esnada bütün adanılan, patrikhane'nin önemli yerlerine gruplar halinde gelerek yerleşmişlerdi. O geceyi uykusuz geçi­ren Eftim, patrikhane'nin her tarafını baştan aşağı dolaşarak, görevlilerin ne gibi işlerle meşgul olduklarını dikkatli bir şekil­de kontrol eder. Bu girişim, aslında geç kalınmış bir kurnazlıktı.Fener Patrikhanesi'ne yasal uygulamalarla geçme şansı elde edilmişken, antiyasal olarak birtakım şeyleri zorlamak, ülkemi­zin hayrına olmazdı.

Eftim Efendi Rum Ortodoks Patriği olacak diye Fener Pat­rikhanesi 'ndeki sözde Türk Hristiyanlar için, (Türk Devleti'nin itibarını) kanun dışı kilise baskınıyla kimsenin zedelemeye hakkı olamazdı.

Yaptığı ani denetim ve kontroller esnasında Papa Eftim, ba­zı papazlar'la, diyokos ve hademelerin kumar oynadıklarını gö­rünce son derece sinirlenir. Böylesi bir durumda Türk Hristiyan olsa ne olur, Rum Hristiyan olsa ne olur. Anlatmak istediğimiz, bu insanlar ruhani orun yapılan patrikhane'de kumar oynayabiliyorlarsa, dinlerine karşı ne kadar bağlı olduklarını da açıkça belirginleştirmiş oluyorlardı.

Kumar oynayanlara nasihatlerde bulunan Papa Eftim, sini­ri yatışınca hepsine nazikane davranmaya başlamıştı. Bir bakı­ma onları kendi saflarına çekme düşüncesindeydi.

Bu arada yeni bir ihanetle karşılaşırım kuşkusuyla, sabaha kadar pencereden patrikhane 'nin kapısını kontrol etmeye ko­yulmuştu. Daha önce Sen Sinod davasında başına gelenlerden dolayı, görevli memurların yanısıra diyokos ve odacılara da iti­. mat edemiyordu.

Nihayet, sabaha karşı bu düşüncelerinde yanılmadığını an­lamıştı. Patrikhane'nin ana kapısından girdiğini gördüğü dört insanı tam olarak teşhis edemez. Rum asıllı kapıcılar da, içeri girenleri bilinçli bir şekilde görmezlikten gelmişlerdi. Durum­dan şüphelenen Papa Eftim, yaptığı kısa bir araştırma sonucu, içeri girenlerin dört Sen Sinod azası olduğunu görmüş ve yaka­lamıştı. Karşısında duran bu kişilerden Sen Sinod azası papaz Yermonos'a hitapla:

"Ben seni dürüst ve şahsiyetli bir insan sandığım için, yaptığım son değişiklikle Sen Sinod’da bıraktım. Artık yamldı-

ğımı anladım. İyi niyet sahibi bir insan olsaydın, ne yapar eder gıyabımda yapılan bu emrivaki patrik seçimini önlerdin. Kilise ve cemaatlerin umumi vekili sıfatıyla, şu andan itibaren görevi­ne son veriyorum. Arkana bile bakmadan patrikhane'yi derhal terk et."   .

Papa Eftim, sarfettiği bu öfkeli sözlerin ardından Yermonos'un dışarı çıkmasında ısrarcı davranmaya başladı. Beklen­medik bir direniş göstererek patrikhane'den çıkmayan Yermonos, muhatabına kafa tutmaya başlayınca, Eftim ve çevresinde­kiler bu papazı kollarından tutup sürüyerek, zorla dışarıya çıka­rırlar. İçerdeki hava son derece gergin bir hal almıştı. Fener Or­todoksları, baskıncılara nefretle bakıyorlardı. Bu esnada Papa Eftim, diğer metropolit ve Sen Sinod üyelerine de kibarca yol vererek büyük ölçüde rahatlamıştı.

Fener papazlar'ı, patrikhane'den zorla alaşağı edilip kovul­duktan sonra Kadıköy Metropolitliği'nde, Girigoryos'un etra­fında toplanmaya başlamışlardı. Papaz'lar kendi aralarında he­yetler kurup İstanbul Valiliğine müracaat ederek, gelişmeler hak­kında ayrıca telgrafla hükümete de bilgi vermişlerdi.

Başlangıçta Rum papazlar'a inandığı için kandırılan Eftim, şimdi ise mutad adamları vasıtası ile bunlar hakkında günü gü­nüne bilgiler ediniyordu. Basın ve matbuata, "Sen Sinod Meclisi'nin kanunsuz patrik seçimi nedeniyle patrikhane'ye el koy­duğunu ve en kısa zamanda yeni Sen Sinod üyelerinin seçilece­ğini" açıklamaktaydı.

Faaliyetlerine kararsızlıklar içerisinde devam eden Papa Eftim, el altından müracaatla azalık teklif ettiği çoğunluğu Rum asıllı olan metropolitler'in bu teklife yanaşmadıklarına bizzat tanık oluyordu. Anadolu'daki bazı metropolitler de, Fener Rum Patrikhanesi 'ne Sen Sinod azası olmak istemiyorlardı.

İstanbul'daki metropolitler'in hemen hepsi Girigoryos'la elele verip, Papa Eftim 'le uğraşmaya karar alırlar. Hayatlarının her gününde "Büyük Bizans" hayaliyle yaşayan bu papazlar, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına saygılı gibi görünseler de, Yu­nanistan'dan aldıkları talimatlara göre hareket etmekteydiler. Bu arada Papa Eftim taraftarı olan Rumlar'ı da, türlü vaad ve tertiplerle kandırmaya çalışıyorlardı. İlgili makamlar Eftim'in yanında yer alarak, Rum papazlar'ın şikayetlerine pek ehemmi­yet vermemişlerdi. Bu duruma hayli öfkelenen Rum papaz'lar, başta Girigoryos olmak üzere bütün gazetelere Rumca beyanat­lar vererek; Papa Eftim'in patrikhane'ye cerhi müdahalesi ve Sen Sinod'a uyguladığı taarruzunu, hükümet'in desteklediğini söylemekten çekinmezler.

Bu arada anavatanları Yunanistan'ı gelişmelerden haberdar eden Rum papaz'lar, Venizelistleri[10] (Venizelos yanlılarını) ve kenrli taraftarı Yunan gazetelerini ayaklandırarak, Türkiye aley­hine ağır yazılar yazdırmaya başlamışlardı.

Papa Eftim, yaptığı kural tanımaz hareketlerin Türkiye aley­hine çirkin dedikodular meydana getirmesine son derece üzülü­yor ve devamlı diken üzerinde duruyordu.

Nihayet bu davranışlarının uygun bir durum olmadığına ka­rar veren Eftim, işgali altındaki patrikhane'yi on yedi gün son­ra terkediyordu. Hatta bu yüzden hükümet'le, Yunanistan ara­sında çıkabilecek muhtemel ihtilaflara neden olduğunu açıkça kabulleniyordu. Hep söylediğim gibi, Papa Eftim Patrik Vekili iken gerekeni yapmalıydı. İkinci hareketi ülkemizin geleceği açısından son derece hatalı ve olmaması gereken bir durumdu. Lozan Muahedesi hükümlerinde alınan kararlar gereği İstanbul

Rumları Yunanistan'a gönderilemediklerine göre, şartlar ne olursa olsun "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" bir patrikhane baskınıyla yıpratılmamalıydı.

Artık bundan böyle Papa Eftim, patrikhane dışında savaşı­na devam etmeye kararlıydı. Hiçbir yetkili makamdan bu hu­susta yazılı ve sözlü emir almayan Eftim, patrikhane'yi bir za­manlar çok güvendiği yeni Patrik Girigoryos'a kendi elleriyle teslim ediyordu. İstanbul'daki Yunan ve Rum Ortodokslar, Eftim'in patrikhane'yi hükümetin baskısıyla terkettiği şaiyasını yayıyorlar ve bu yalanlarıyla taraflar arasında yeni bir kargaşa yaratmaya çalışıyorlardı.'

Papa Eftim, patrikhane'den çekildikten sonra Beyoğlu Tarlabaşında kiraladığı bir eve beş çocuklu ailesiyle birlikte yerle­şir. Artık hiç dışarı çıkmıyor, yakın arkadaşları haricinde kim­senin ziyaretini kabul etmiyordu. Tam bu sıralarda Galata Rum Ortodoks Cemaati arasında bir ihtilaf belirlemişti. Bu ihtilaf ki­lise hususi heyetleri içerisinde idari olmaktan çok siyasiydi. Hiçbir zaman Türkiye'nin yanında olmayan bu palikaryalar, Venizelist ve Kralcılar olmak üzere ikiye ayrılmışlardı. Sözde dinle uğraşıyor görünüyorlar, ama siyasetin dik alasını yapmak­tan geri kalmıyorlardı.

O günlerde Patrik Girigoryos'a şiddetli bir muhalefet gös­teren Galata Rum Ortodoks Merkez Heyeti Başkanı Damyanidis, Fener papazlar'ı tarafından aforoz edilmek isteniyordu. Bu kargaşaya, Damyariidis'in daha önceki Patrik Meletyos'u tanı­mayıp gayrimeşru ilan etmesi neden olmuştu. Kendisine yapı­lan bu davranıştan hayli müteessir olan Damyanidis, Sen Sinod azalarını mahkemeye vermişti. Bu tartışmalardan dolayı Gala­ta Rumlarıyla, Fener Patrikhanesi arasında fırtınalar esiyordu. Uzun yargılamalar neticesinde Damyanidis'i haklı gören mah­keme, davalıları hapse atarak tazminata mahkum etmişti. O sı­ralarda birbirleriyle kavgalı grupların aracısı olarak gönüllerini yapan Papa Eftim, her iki tarafı da davalarından vazgeçirerek yeni bir barış paktı kurmaya çalışır.

Aradan geçen zaman içerisinde kavga yeniden nüksedince Fener Rum Patrikhane'si taraftarları, Galata Kilisesi'nin Damyanidis'in elinden alınmasını istiyorlardı. Bu sebeple kalabalık bir cemaatle Patrik Girigoryos'a başvurarak, gereken işlemin yapılmasını istemekteydiler.

Patrik Girigoryos, Damyanidis'in Eftim'in tarafında olduğu­nu hissettiğinden tarafları kuşkulandırmak istemediği için Fener . yanlısı Rumlar'ın bütün isteklerini geri çevirir.

Böyle bir karar beklemeyen Fener taraftarları, Damyanidis ile kendilerinin şahsen uğraşmaları gayesiyle izin isterler. Pat­rik, dindaşlarının bu ricalarını bizzat yerine getirerek, kabul eder. Müracaatçılara hizmetleri karşılığında ayrıca para yardı­mında bulunulacağını da vaadetmişti. Bunun üzerine Damyani, dis ve arkadaşlarıyla sözde ona bağlı gibi davranan Rum Or-1 todokslar, Papa Eftim 'e katılmayı kararlaştırırlar. Bu bölün­meler tamamiyle çıkar amaçlıydı. Çok geçmeden Galatalı'lar, Fener Patriği Girigoryos'tan aldıkları muvaffık vekaletname­yi Papa Eftim'e sunarlar.

Papa Eftim İstanbul'da Galata'lı Rumları kendi saflarına çekmeye uğraşırken, Lozan şartlarına göre mübadele kaçınıl­maz oluyordu. Hamdullah Suphi Tanrıöver'in bütün yalvarma­larına karşın Atatürk, Anadolu'daki Ortodoks Hristiyanlar'ın, Batı Trakya ve Yunanistan'daki Müslüman Türkler'le mübade­le edilip değiştirilmelerini istemekteydi. Atatürk'ün bu hususta , duygusal davranması gayet doğaldı. Zira kendisi de Makedon­ya sınırları içerisinde dünyaya gelmiş bir Rumeli'liydi.

Hamdullah Suphi Tanrıöver, Atatürk'e: "Yapmayın paşam, bunlar özbe öz Türk'türler, bu insanlar Rum değillerdir, bunla­rı mübadeleye tabi tutmayalım" demiştir.

Anadolu Ortodoks 'lan, her ne kadar Gökoğuz ve Turani Türkleri'nin soyundan geldiklerini söyleseler de Hristiyan ol­duklarından, Türk halkına göre büyük bir bölümü Rum kabul ediliyorlardı. Aslında Yunan'la işbirliği yapan yerli Rumlar'ın büyük bir bölümü Trakya sınırını aşarak, çoktan kaçmışlardı. Anadolu'da kalan bir kısım yerli Rum da, Türk Ortodokslar'la birlikte ruhani orunlarını yapmaktaydılar.

Yıllar sonra Celal Bayar'la, Hamdullah Suphi Tannöver aralarında geçen bir konuşma esnasında; Celal Bayar, Hamdul­lah Suphi 'ye:

"Atatürk' ün Anadolu'daki Türk Ortodoksları'nı Yunanis­tan' a göndermesinden dolayı çok üzüldüğünü bizzat duydum" demesi, Hamdullah Suphi' nin (mübadele hususunda) Atatürk' e olan kırgınlığını gideremez.

Hamdullah Suphi, Celal Bayar'a:

"Ben zamanında söylemiştim.fakat geç duyulmuş bir piş­manlık, demekle yetiniyordu."

Hamdullah Suphi geç duyulmuş pişmanlık diyordu ama, özbe öz Türk dediği bu insanlardan İstamat Zihni, kilise'yi birlikte kurduğu Eftim'e daha sonraları hıyanet içerisinde bulunarak, kendimi Türk gibi hissetmiyorum deyip, din birliği içinde olduğu Rumlar'a ölümüne kadar hizmet et­meyi şeref saymıştır. Üstelik bu insan Türk Ortodoks Kilisesi'nin icazetiyle üç dönem Türkiye Cumhuriyeti'nin Eski­şehir Milletvekilliğini yaptığı dönemlerde, İsmet Paşa'nın da gözde adamı olmuştur.

Lozan Muahedesine göre (30 Ocak 1923), aylardan sonra Türkiye'nin Anadolu'sunda bulunan yerli Rum ve Türk Orto­doks Hristiyan 'lar münavebeli olarak Yunanistan'a gönderile­rek, karşılıklı mübadele edilmişlerdir. İstanbul Rumlar'ı patrik­hane ile birlikte, altı kilise ve görevlileri mübadeleden muaf tu­tulurlar. Daha önce de belirttiğim gibi Türk Ortodokslan'ndan Papa Eftim ve aile efradı Atatürk'ün emirleri gereği 2 Ağustos (1340) 1924 tarihinde Yunanistan'a gönderilmemek üzere, da­imi olmak suretiyle İstanbul'da ikamet ettirilirler. Bu tarihi ka­rarın belgesini kitabımın son bölümlerinde yayınlayarak, siz okurlarımı bilgilendirmiş olacağım.

Karşılıklı uygulanan mübadele gereği Türk Ortodokslar'ın tamamına yakını, yerli Anadolu Rumları'yla birlikte Yunanis­tan'a gönderilirler. Lozan'dan sonraki o karışık günlerde bu in­sanların Hristiyan Türk, Helen veya Rum olduğunu ayırmak çok zor olduğundan, hatalarıyla sevaplarıyla onbinlerce kişi de­ğişime uğramıştır.

Burada birilerini siz bunları göndermeliydiniz veya göndermemeliydiniz diye suçlamak, yanlış olur kanaatindeyim. Aslın­da mübadele şartlarına göre, gerekli olan işlem yapılmıştır. O günün şartlarında Türk Hristiyan'lar ve Anadolu Rumlar'ı mü­badeleye tabi tutulmasalardı, Yunanistan ve Batı Trakya'daki Müslüman Türkler'.i kurtarmak hiçbir zaman mümkün olmaya­caktı. Bu husustaki en büyük itiraz, Yunanistan'daki işe yara­maz çingenelerin bizim tarafa gönderilmeleriydi. Ve bu şikayet­ler mübadeleden bu yana halfi süregelmektedir.

Anlaşmalar ve mütarekeler ahvalinde, devletler önce kendi ırk ve dindaşlarını düşünmek zorundadırlar. O günlerdeki Ege­menlik Hükümeti 'nin Kayseri 'ye bir Türk Ortodoks Patrikha­ne 'si açtırması ne kadar yanlış ise, hatalardan erken dönülerek bu insanların zorunlu mübadeleye tabi tutulmaları da, o kadar doğru harekettir görüşünü kabullenmek gerekir. Çünkü Anado­lu topraklan, bugünkü şartlarda sayıları tükenme noktasına gel­se de Türk'ün Hristiyanı'nı bağrında taşıyamaz.

Ailesiyle birlikte mübadeleden muaf tutulan Eftim'in en bü­yük arzusu, Fener Rum Patrikhanesi'ni elden kaçırdığına göre İstanbul sınırları içerisinde yeni bir Türk Ortodoks Patrikhane­si kurmak doğrultusundaydı. Mübadele gereği yeterli cemaati kalmadığından, Papa Eftim'in bu isteği yetkili kurumlar tara­fından bir süre beklemeye terkedilir. Doğal olarak en sıkıntılı dönemlerini yaşayan Eftim için beklemekten başka çare yoktu.

Nihayet 18 Mart 1926 tarihinde, patrikhane'nin Kayseri Zincidere'den İstanbul'a taşınmasına karar verilir. O güne kadar Fener Rum Ortodoks Patrik Vekilliğini kısa bir süre de olsa yü­rüten Eftim, prezbiterlik dinsel aşamasındaydı. Panayia Kilisesi'nde yapılan ruhani törenle, ekiskoposluk aşamasına yükselir. Bu ünvanların neticesinde yeterli cemaate de ulaştığından, İs­tanbul Galata Kiliseleri ve Türk Ortodoksları'nın Patriği olma­ya hak kazanmıştı.

Eftim'i Kayseri Metropoliti Amarsiyos, Erdek Metropoliti Kirillos, Adalar Rum Metropoliti Agatangelos, Panayia Kilise­sinde takdis ederler.

Artık, bundan böyle İstanbulumuz'da Türk ve Rum Hristiyan Ortodoks olmak üzere iki patrikhane vardır.

Türk Hristiyan Ortodoks ve Fener Rum Ortodoks Patrikha­neleri, dini yönden müşterek, ırki yönden kısmen de olsa ayrı­lıklar teşkil etmekteydiler.

Galata Kiliseleri ve Rumları 'yla birleşen Eftim, Damyanidis'in katkılarıyla Panayia, Hristos, Aya Yani, Aya Nikola Kiliselerini ruhani oruna açar.           ;

Kongre üyelerinin ittifakla aldıkları karar gereği patrikhane'nin bahçesindeki Panayia Kilisesi, Türk Ortodoksları'nın merkezi seçilmişti.

Kimdir bu Kongredeki Türk Ortodokslar'ın isimleri, hep birlikte görüp kararımızı verelim.

Eftim'in ruhani reisliğindeki kongre üyeleri; İstamat Zihni Özdamar, Damyanos Damyanidis, Zamba ZambaoğIu, Dimosteni Papadopulas, Yani Bilbiloğlu, Koço Papadopulas, Sokrat Karahisarlıoğlu (Eftim'in amcası), Kiryak Gölcüoğlu, Anastas Manoloğlu, Nikola Vasilyadis ve Kiryako Pamukoğlu Efendilerdir.

Yukarıdaki isimlerden de anlaşılacağı üzere hıyanet yuvası Fener'e alternatif olacak Türk Ortodoksları'nın Turani Türkler'i bu hazretler ise, benim felsefemin doğrultusunda bunlar değil Turani, olsa olsa ruhani Türkleri'dir, kanaatindeyim.

Muhtelif platformlarda devamlı görüşüp aynı masalarda yemek yediğim bugünkü Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol, [11] belirttiğim isimlerden bir tanesinin Türk olduğunu ispat etsin, bütün sözlerimi geri almaya hazırım. Kongrenin en etki­li isimlerinden İstamat Zihni'nin oğlu Yorgo Özdamar'ın yirmi yıl önce Yunanistan'a kaçtığını (çocukluk arkadaşı olmaları ne­deniyle) kendileri çok iyi bilmektedirler. Bu şartlarda zikretti­ğim isimlerin, Türk Ortodoks Patrikhanesi 'nin kurulduğu gün­den bu yana Fener'e denge unsuru olabilmeleri nasıl mümkün olabilir? Yoksa buradakiler kendilerini Türkleştirilmiş Rum ka­bul ederek, zamanla Fener Ortodoksları 'yla işbirliği mi yap­mışlardır, bunu hep birlikte göreceğiz.

Fener Patriği Meletyos'un 10 Temmuz 1923'te sürgün edi­lerek Aynaroz'a kaçmasıyla, aynı senenin kasım ortalarında Eftim Ankara'da iken Sen Sinod'un seçtiği Girigoryos, Rum Ortodokslar'ın Patriği olarak görevine iştahla sarılmıştı.

Bilindiği gibi Eftim Fener Patrik Vekili iken, Girigoryos Sen Sinod azası idi. Şimdi ise iki eski kadim dost ayrı patrikhaneler'in patrikleri olarak, amansız birer rakiptiler.

Olayı Türk Hükümeti açısından düşünecek olursak, yetkili makamlara bilgi verilmeden seçilen Girigoryos'un patrik'liği yasal değildir. Ayrıca Panayototos ve İkomenikos rütbesinde olan bu kişinin hükümete danışmadan patrik olması, kural dışıdır. Eftim'in tarihi yanılgısıyla, Sen Sinod tarafından patrik seçilen Girigoryos'un haksız seçimi, bugünkü Fener Patriği Bartholomeos'un patrikliğini gayri kanuni hale getirmektedir. Hu­kuki bir dava açılacak olursa Cumhuriyet'in kuruluşundaki ka­nunsuz patrik seçimi, bugünkü patriğe emsal gösterilerek, tari­hi hata düzeltilmiş olur. Bu şartlar altında patrik Bartholomeos' un patrikhanesi meşru olmaktan öte, gayrimeşrudur. Bu gayri­meşru yere gerekenin yapılamayacağını bildiğim halde, sizleri aydınlatmakta fayda görmekteyim.

1926 yılı sonlarına doğru Papa Eftim'i bazı Fener papazlar'ı da ziyaret ederler. Aslında mütevazi bir tarafı olan Eftim, Tranda ve Kileobas adındaki Rum diyokoslar'ı kendisine bağ­lamıştı. Galata, Fener, Feriköy ve Balat Rumları Eftim'in ce­maatlerinin çoğunluğunu teşkil etmekteydiler. Hal böyle iken çok azı Turani ve Gökoğuz (Hristiyan Gagauz) Türk'ü olan bir kilise'de, Fener Patrikhanesi'yle nasıl mücadele edilebilirdi? Edilemeyeceği gün gibi aşikardı.

Tam bu sıralarda eski kadim dost, sonraki amansız düşman Patrik Girigoryos, sektei kalpten hayata veda eder. İdeallerine kavuşamayan ve Fener Patrikhanesi'ni ona kaptıran Eftim, bü­yük bir sevinç içerisindeydi...

Fener'li bütün metropolit ve ahimandirit'ler Venizelist ol­duklarından, kralcılarkendi adamlarının patrik seçilmesini iste­mekteydiler. Nihayet Yunan'lılar ve yerli Rum 'lar usulen de ol­sa Eftim'e danışarak, yeni patrik adaylarının nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu sorarlar. Eftim, Konstantinos'un Fener Patrikli­ğine layık bir zat olduğunu açıklıkla söyler.

Papa Eftim Efendi, Türkiye Cumhuriyeti bütün imkan­larını sana seferber ederek, İstanbul'un en gözde yerinde Türk Ortodoks Patrikhanesi açacak, sen de Fener Rumları'nın patrik adayına olur vereceksin. Bu nasıl muhalefet, nasıl denge unsurudur anlamak mümkün değil!..

Nihayet Yunanistan'da çok güçlü olan kralcılar, Venizelistlerin adayını devre dışı bırakarak Konstantinos 'u patrik seçtirmeye muvaffak olurlar. Şimdi buradan soruyorum? Hani Fener Patrikhanesi Yunanistan bağlantılı değildi!..

KİMDİR BU KONSTANTINOS

Türk Hristiyan Ortodoks Patriği Eftim Efendi'nin olumlu gördüğü Konstantinos, 17 Kasım 1926 günü ölen VII. Patrik Girigoryos'un yerine, Yunanistan'daki kralcıların Sen Sinod Meclisine tesir etmesiyle oldu bittiye getirilerek, alelacele VI11. Fener Rum Ortodoks Patriği seçilir.

Patrik Konstantinos, Cumhuriyet hükümetince mübadeleye tabi tutulan Rumlardan' dır. Kendisi de bunu inkar etmediği hal­de, metropolit konumunda olduğundan istisna tutulmasını ister. Mübadele hükümlerinde istisna diye bir kayıt yoktur. Devlete zararlı görülen her azınlık, makamı ve mevkisine bakılmaksızın mübadeleye tabi tutulabilir, hükümleri geçerlidir. Bu şartlarda ister vatandaş, ister metropolit olsun Konstantinos 'un konumu sade bir Rum' dan farksız olmaktadır.

Girigoryos gibi patrikliği yasal olmayan Konstantinos, pat­riklik makamına oturur oturmaz kendini müdabeleden kurtar­mak için provokatif girişimlere başlar. Çok geçmeden dünya ki­liselerine telgraflar çekilerek; patrikhane 'nin tehdit altında bu­lunduğu, patrik sınır dışı edilip, büyük kilise'nin yıkılmak isten­diği yalanlarını söylüyordu.

Görüyormusunuz, Büyük Türkçü Eftim Efendi'nin be­nimsediği Rum Patrik Konstantinos'un Türkiyemiz'e yap­tıklarını ve dünya'yı ayağa kaldırdığını!

Yunan Hükümeti meselenin Lahey Adalet divanına götü­rülmesini kararlaştırarak, Cemiyeti Akvan'a başvurur. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti her yönüyle kararlı olması nedeniyle bu palikaryaların önü arkası kesilmeyen şikayetlerine taviz ver­mez. Ve vermemiştir de...

İşte Papa Eftim'in dünya görüşü, işte Türk Hükümeti'nin şahsiyetli kararı.

Bütün dünya kiliseleri birlik olduğu halde, Fener Rum Pat­riği Konstantinos 30 Ocak 1927 sabahı henüz iki aylık patrik' ken, Polis Müdürü İsmail Hakkı Bey ve iki görevli memur ta­rafından patrikhane'den alınarak, Sirkeci Garı'na getirilip, Av­rupa Ekspresiyle Selanik'e gönderilir. Her fırsatta kargaşa ya­ratan bu hain kara cübbelilere o günlerde verilmeyen tavizler, bugün de verilmemiş olsaydı, Türkiyemiz dünya'nın en müref­feh ülkelerinden birisi olurdu.

Hemen bu olayın akabinde Atina, sanki bir savaş hali var­mış gibi umulandan fazla askeri silah altına alır. Yunan Hükü­meti Lozan şartlarının çiğnendiğini söyleyerek Fransa ve İngil­tere'den, Türkiye'ye müdahele etmelerini ister. İki ülke arasın­daki savaş biteli birkaç yıl olduğu halde, basit meselelerden do­layı bir bardak suda fırtına koparılmak isteniyordu.

Yunan kiliseleri bütün dünya metropollerine gönderdikleri ültümatomda, Türkiye'ye karşı harekete geçilmesini deklare et­mekteydiler. O günlerde bu protestoların en büyük destekçisi Korfu Metropoliti Athenagoras'tır. Aynı protestocu Athenagoras, 1949 yılında Türkiye'ye Amerika'clan ithal edilen Fener Rum Ortodoks Patriği olacaktır...

Konstantinos'un sürülmesiyle, Yunan İçişleri Bakanı Gene­ral Kondilis, patrik'in hiç bekletilmeksizin İstanbul'a geri dön-

mesini ister. Yunan basını, Başbakan Mihelekopulos'un Genel­kurmayla Yunan Ordusunun durumunu görüştüğünü ve Türki­ye ile savaşa hazır olduklarını belirtiyordu.

Türk Ortodoks Patriği Eftim'in desteklediği Konstantinos, Avrupa ve Amerika liderlerine beyanatlar verip Türkiye'yi ka­ralayarak, Türkler bir asır evvel "Ortakapı"da Patrik V. Girigoris'u idam ettikleri gibi, bu defa da milletlerarası andlaşmaları hiçe sayarak, bir patrik'i sürgün ettiler demekteydi...

Lozan'da Yunanistan'ın büyük savunucusu İngiliz heyeti­nin temsilcisi Lord Curzon, bu meselenin halledilmesi için patrikhane'nin nakli gerekir savunusunu öne sürer. Konstantinos ve eski sürgün Patrik Meletyos da patrikhane'nin Selanik'e ta­şınmasını isterler. Ne var ki bizim hazretler bu hususta herşeyi ağızlarına yüzlerine bulaştırdıklarından, patrikhane 'nin İstan­bul'da kalmasına adeta göz yummuşlardır.

Zaman içerisinde Yunanistan'ın (patrik'in sürgünü) hakkındaki çırpınışları bir netice vermeyince, eski Terkos Metropoliti ve Fener Rum Patriği Arapoğlu Konstantinos, Selanik'ten (Yu­nan İçişleri Bakanı Kondilis'in bilgisi dahilinde) zorunlu istifa mektubunu Türkiye'ye gönderir. Sanki gnödermekle Yunanis­tan bağlantılı bu hain palikaryaların sonları mı gelecekti!..

PAPA EFTİM VE HAMDULLAH SUPHİ
TANRIÖVER DOSTLUGU

Sen Sinod üyelerini umumiyetle Rum azalardan seçen Türk Ortodoksları'nın, bu şartlarda Fener Rum Ortodoksları'yla mü­cadele vermesi çok zor bir durumdu. Papa Eftim'in cemaatini genişletebilmesi için Hamdullah Suphi Tanrıöver[12] büyük gay­retler gösterir. 1935 yıllarında Romanya'da Büyükelçilik yapan Hamdullah Suphi, Romanya'nın birçok bölgelerini dolaşarak, oradaki Hristiyan Türkler'le yakından ilgilenir. "Şu gördüğü­müz nehir bu kasabayı ikiye bölüyor. Bunların biri Müslüman, diğeri Hristiyan söğütçesidiı: Her ikisinde de aynı coğrafya ay­nı iklim,'aynı ırk mevcuttur Ayrıldıkları tek yön dindir. Biri Müslüman, diğeri Hristiyandır" sözlerini sarfeden Hamdullah Suphi, bu tavrıyla Türk Hristiyanları 'na ne kadar değer verdi­ğini gösterir. Hamdullah Suphi'nin en büyük ideallerinden biri de Romanya'daki Hristiyan Türkleri, İstanbul ve çevresine yer­leştirmekti. İkinci Dünya Savaşının patlak vermesi ve Dobruca şehrinin işgal edilmesiyle, bu isteklerini gerçekleştiremez. An­cak Hamdullah Suphi, İkinci Dünya Harbinden önce 1935 yıl­

lannda yetmiş kadar kızlı erkekli Hristiyan genci İstanbul'a ge­tirterek, çeşitli mekteplere yerleştirir.

Okullarını bitiren bu gençlerin nüfus cüzdanlarına Cumhur­başkanı İsmet İnönü 'nün onayıyla, 16 Eylül 1943 'te çıkan bir kararla Hristiyan Türk Ortodoks yazılır. Artık onlar Hamdullah Suphi ve onun gibi düşünenlere göre özbeöz Türktürler. Bu gençler Papa Eftim'in has müridleri olup, Panayia kilise koro­sunun değişmez müdavimleri arasında yer alırlar. Zaman içeri­sinde istikbal kuşkusuna düşen Romen asıllı Türk Ortodoks gençlerin büyük çoğunluğu kendi istekleri doğrultusunda sözde Müslüman olurlar. Tabii ki pek de inandırıcılık arzetmeyen bu takiyeye, menfaat gözetiminin söz konusu olabileceğini de çe­kinmeden söyleyebiliriz.

Sanki bu gençler zorla İslamlaştırılmışlar gibi Papa Eftim, Hamdullah Suphi'ye: "Benim yetmiş kişilik gencime sahip çık­madınız. Müslümanlığın kitabında yetmiş kişi mi noksandı" di­ye sitem etmiştir. Romanya'dan getirilen bu devşirme insanlar topluluğunun, Galatasaray Sultanisi ve Darülfünun mekteplisi Hamdullah Suphi'nin bir fantezisi olduğunu düşünmek doğru olur inancındayım.

Dağların yükseklerine yağan karlar, nasıl şiddetli bir lodos esince bir oraya, bir buraya düşerlerse, bu Romen gençlerin ya­ğan karlar misali bir o dinde, bir bu dinde olmaları pek tabii bir olaydır. O nedenledir ki Türk tebasına geçirilen bu Romen gençlerin ne tam Hristiyan, ne de tam Müslüman olmaları dü­şünülmez ve düşünülemezdi. Çünkü böylesine suni değişimler, hangi milliyetten olursa olsun insanların öz benliklerini kaybet­melerinden başka hiçbir işe yaramaz.

Papa Eftim'e göre Romen gençlerin Müslümanlaştırılması, Türk Ortodoks Hristiyanlar'ın ikinci yıkımları oluyordu. Birin­cisinde Anadolu Ortodokslan Yunanistan'a, sizler Rumsunuz 66

diye gönderilmişlerdi. Bütün bu olaylarda Papa Eftim'in serze­nişleri kendi açısından haklı olabilirdi, ne var ki İstikliil Harbin­den çıkmış bir millet, Pontus Rumlan'nı ve yerli Rumlar'ı mü­badele ederken, bunlarla aynı kiliselerde ruhani ayin yapan Türk Ortodoks Hristiyanları'nı, o kargaşada siz Türksünüz ve­ya değilsiniz diye tam olarak ayırd edemezdi.

Aynca yıllar içerisinde Yunanistan'da işkence gören onbinlerce Müslüman Türkü düşünmek zorunluğu kaçınılmaz oldu­ğuna göre, bu karşılıklı değişim o günkü Egemenlik Hükümeti'nin yapması gereken önemli görevlerinden bir tanesiydi. Müs­lüman Türk'ler esaret altında iken, zaman içerisinde dinsel orun­larda Rumlar'la birlikte olan Türk Ortodokslan'na kıyıldı de­mek, yanlış olur kanaatindeyim. Ancak herşeye rağmen Fener Patrikhanesi ve İstanbul Rumlar'ı kesinlikle gönderilmeliydi. Türk Ortodokslar, bir nebze burada haklı olabilirler. Yetmiş küsiir yıldır bizim Türk Ortodoks cemaatimiz dağıtıldı diyerek, bu devlete hergün sitem edeceklerine, bir cemaatin insanları sınır ötesine mübadele edilirlerken, onların baş ekisposu konumun­daki Papa Eftim'in binlerce insanının önünde kendisi gitmesi gerekirdi. Asıl liderlik vasfı da budur.

Türkiye'deki rahat hayatı tercih ederek, değişimleri haklı veya haksız, kendi insanlarını yalnız bırakan bir ruhban liderin, o insanların arkalarından ağlamaya hakkı yoktur. Ve olamaz da. Hak var denilecekse, bu insanların en başında (iyi günde, kötü günde) diye söyledikleri gibi, kendileri olmalıydı...

Bu günkü Türk Ortodoks Bağımsız Patrikhanesi 'nin duvar­larında, Anadolu Kilise'si yazmaktadır. Gelin görün ki bu te­amüle hiç uyulmayıp, Anadolu Kilise'si isim olarak var, cisim olarak yoktur. Patrikhane'nin içindeki kilise'nin adı Anadolu yerine Panayiadır. Hem Türk Ortodoks 'um diyeceksiniz, sonra da kiliselerinize Yunanca Hristos, Aya Yani ve Aya Nikola gibi isimler koyacaksınız. Bu gün bile Türk Ortodokslar'ın yasal kuruluşlarındaki Anadolu ismini tabelada kullanıp, tatbikatta neden kullanmadıklarını anlamış değilim...

Kurulduğunuz günden bu yana devletten her türlü maddi imkanı sağlayıp hıyanetler yuvası Fener Patrikhanesi 'ne karşı denge unsuruyuz diyeceksiniz, kilise ve mezarlık müştereğinde hemfikir olup, din bağını ırki bağa tercih ederek, manevi birle­şimin içine gireceksiniz.

Asıl önemli faktör, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak­tan ziyade, sizlere Türk Ortodoks Hristiyanlar olarak verilen hüviyete sahip çıkmanızdır. Bütün kuruluşlarınıza Helenizmi çağrıştıran Yunanca isimler vererek Türklüğe sahip çıkıyoruz derseniz, bu aldatmacalara ancak kendinizi ve din bağınız bu­lunan Rum Ortodokslar'ı inandırırsınız.

Galata Kiliseleri 'nin kendilerine katılmasıyla güçlenen Pa­pa Eftim, 6 Haziran 1926 tarihinde Panayia Kilisesi'nde bir kongre yapar. İstanbul 'un muhtelif semtlerinde oturan Rum Or­todoks cemaatleriyle mübadeleden muaf tutularak İstanbul'a yerleşmiş Anadolu Türk Ortodoksları 'nın murahhasları, büyük bir topluluk halinde bu kongreye iştirak ederler. Kongrede alı­nan kararlar şu noktada toplanmıştı:

1-Fener Rum Patrikhanesi'yle kesin olarak bütün alakala­rın kesilmesi.

2-  Kayseri'de daha önce kurulmuş olan Türk Ortodoks Mer­kez Kilisesi' nin İstanbul' a nakli ve başkanlığa Papa Eftim' in ge­tirilmesi.

3-           Ortodoks Kilisesi'nin bağımsız olması.

4-   Panayia Kilisesi'nin, Türk Ortodoksluğu'nun merkezi olarak tanınması.

Büyük bir katılımla gerçekleşen kongrede alınan kararlan hükümete tasdik ettiren Eftim, resmen Türk Ortodoksları 'nın başkanı oluyordu olmaya da; ya bu topluluğun içerisindeki Rumlar'la nasıl başedecekti? Tabii ki bu hayli zor bir durumdu. Fener Patrikhanesi 'nin metropolitleriyle papazları, içerdeki ve dışardaki elemanlarını Eftim'e musallat etmeye başlamışlardı.

Galata Kiliseleri 'nin Eftim 'in elinden alınması için her tür­lü çareye başvuruyorlardı. Rum Ortodokslar kendilerine ait ol­duğunu iddia ettikleri bu kiliselerin, hemen teslimini istemek­teydiler. Bu girişimlerinde başarılı olamayan Fener'li Ortodoks' lar, Eftim 'in Rumlar'ı Türkleştirdiğini söylüyorlardı.

Büyük Turani Türkü olduğunu her ortamda söyleyen Eftim 'in, ne yazık ki Türk Devleti'nin kendisine verdiği imkanla­rı sağlıklı kullandığı söylenemez. Sözde Fener'e karşı denge unsuru olacağım diye patrikliğe soyunan bu hazret, cemaatinin artması gayesiyle herkese inanıp, önüne geleni aynın yapma­dan Türk Ortodoks Kilisesi'ne davet etmiştir. Fener Ortodoks­ları 'nın casus olarak Türk Ortodoksları 'na gönderdikleri Kavala'lı Dimitro Zaharos ve Korfu'lu Rum Konstantin Teofanidis ile adamlarını Panayia Kilisesi'ne kabul eden Eftim, bu davra­nışıyla kendini ateşe atmış oluyordu. İstanbul'a sahte pasaport­larla gelen bu insanlar, birer Eftim hayranı görünerek kilise'de kalmaya başlarlar. Papa Eftim, artık bu iki azılı casusun dert or­tağıdır. Bu Rum casuslar, Fener Patrikhanesi 'nden B arba Çorbacıoğlu ve Kiryoki Sotirakis'e Türk Ortodokslar'ı hakkında devamlı olarak bilgi verirler. Kısa zamanda Türk Ortodoks Pat­rikhanesi abluka altına alınmış vaziyetteydi. Papa Eftim'e kar­şı son derece samimi davranıp, Türk dostu gibi görünmeyi ba­şarırlar. İstanbul Rumları'nın büyük bölümünün Fener'den ko-. panlarak, Türk Ortodoksları 'na kazandırılacağını söyleyen Dimitro Zaharos ve Konstantin Teofanidis, kısa zaman içerisinde patrikhane 'ye göstennelik cemaatler getirirler. Ayrıca Yunanis­tan'daki Türk Ortodoksları'nı getirebilmek için emir bekledik­lerini Papa Eftim'e sahte gözyaşları dökerek söyleyip, inandırı­cı olurlar. Eftim, bu Rum asıllı insanların gösterdiği aşırı dere­cede atılganlıklarını, Türklüğe olan bağlılıklarının icabı sayı­yordu. Bu gizli bozguncular, bir taraftan da Eftim'in papaz ve diyokoslarına el atıyorlardı. Papazlar'a, Eftim 'in kiliselere bak­madığını ve devletten sağladığı imkanları çarçur edip zimmeti­ne para geçirdiğini aşılayıp, artık uyanın demekteydiler. Zaten çokları Rum asıllı olan Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin papazlar'ı, kandırılmaya her an müsait durumdaydılar.

Yunan pasaportu taşıyan bu casuslar, Papa Eftim'in külli­yetli miktarda parası olduğunu, bu paraları el altından istedik­lerine dağıttığını söyleyerek, papazlar'ı asıl yerleri olan Fener Rum Patrikhanesi'ne ilticaya teşvik ediyorlardı. Nihayet aradan geçen birkaç haftalık zaman süreci içerisinde (papaz ve diyokoslar 'ı) Eftim'den soğutmayı başarırlar.

Şimdiye kadar Fener'i elde etmek için birçok fırsatlar kaçıran Papa Eftim, bu papazlar'm gidişlerini haklı bulup, onları özürlü insanlar saymıştı.

Papa Eftim Efendi, sizin büyük Türkçülüğünüz böyle mi olmalıydı? Sizden bu yana ahfadınız, yetmiş küsur yıldır Fener Patrikhanesi'yle mücadele ettiğini söyler durur. Mücadele, gi­denleri affetmek ve ne olduğu belli olmayan bu Rum casusları­nı devlet'in size emanet ettiği Türk Ortodoksları'nın yanına al­mak değildir.

Bu Patrikhane Türkiye Cumhuriyeti'nin maddi manevi des­tekleriyle size Fener'i söndürün diye açıldığı halde, siz din bir­liği yaptığınız casus kimliğine bürünmüş vatan hainlerinin kar­şısında ne yazık ki kendiniz sönmüşsünüz...

İSTAMAT ZİHNİ'NİN İHANETİ

Kimdir bu İstamat Zihni? Kendisini her fırsatta büyük Turani Türkü gösteren bu insan Eftim Efendi'nin gözdesidir. Pat­rikhane arşivleri ve güvenilir kaynaklara göre Kayseri Zincidere Manastırı'nda ilk Türk Ortodoks Patrikhanesi'ni kuranların ateşli öncülerinden sayılır. Zaman içerisinde Fener'in hain papazları'yla işbirliği yapan bu insan, Damyanos Damyanidis, Zamba Zamboğlu ve Papadopulas'la birlikte kadim dostları Eftim'e isyan bayrağını açıp, Hristiyan olduklarından kendile­rini Türk gibi hissedemediklerini söylerler. Cumhuriyet ku­rulduğundan bu yana, devletin her türlü imkanlarından yararla­nan bu insanlar daima hoş tutulmuş, ne acıdır ki Eftim'e ihanet ettikleri yetmiyormuş gibi, Türk Devleti'nin de kara gölgesi ol­muşlardır. Fener'deki kara cübbelilerin karanlık emellerine alet olan bu insanlar, onlara iltihak ettikten sonra birbirlerini tebrik edip, Rum papazlar'a el etek öpmeye başlamışlardı. Cumhuriyet döneminin Denizli Hakimi ve Avukatı, sözde Turani Türkü ol­duğunu söyleyen İstamat Zihni, diğer heyet azaları ile birlikte Panayia Kilisesi'ni ani bir ziyaretle, patrikhane hesaplarını tet­kik etmek isterler. Aslında baskın tarzındaki bu hareketlerini Fener'in emriyle yapıyorlardı. Hep hata ve yanılgıların içeri­sinde olan Papa Eftim, geç de olsa aklı başına geldikten sonra bu has adamlarına nihayet "ideal dönekleri" diyebiliyordu. Ma­kam ve mevki uğruna bütün muarızlarına hoşgörülü davranan

Eftim, aynı hoşgörüyü dünün eski dostları, bugünün hain bas­kıncılarına da göstermişti. Tam bu sıralarda Eftim, önemli bir yerlerden akıl almış olacak ki, son anda kilise defterlerini ince­letmekten imtina eder. Olumsuz gelişmeler nedeniyle hayli si­nirlenen İstamat Zihni ve arkadaşları mahkemeye başvururlar. Bu insanlar verdikleri ifadelerde Papa Eftim'in iki yüzlü bir ki­şi olduğunu, Türk dost ve taraftarlığı kisvesine bürünüp, el al­tından Yunanlılar'la anlaştığını söylüyorlardı. Neydi bu dönek insanların ve sözde eski dostların ciddi iddiaları:

"İstanbul limanındaki Kılkış Krüvazöründe papaz !ık eden eski arkadaşını ve hain iki Yunanlı'yı Eftim'in koruduğu, kilise'ye ait paraları, bu papaz' la benzeri insanlara harcadığını isnat ve iddia etmekteydileı: "

Eftim'in beraber yola çıktığı bunca insan böyle ciddi şeyle­ri hep bir ağızdan söylüyorlarsa, vardır bir bildikleri. ..

Türk Ortodoks Patrikhanesi'ni Fener'e alternatif olsun diye kuran bu insanlar, üç kuruşluk menfaatler uğruna ihtilafa dü­şüp, mahkeme salonlarında (ağza alınmayacak sözlerle) birbir­lerine hakarete varan tartışmalarda bulunmaktan çekinmiyor­lardı. Nihayet gecikmeli de olsa uyanan Papa Eftim, en güven­diği gözdesi Avukat İstamat Zihni'nin hareketini "kahpece" de­mekle yorumluyordu. Bu dönek insanların Eftim'e yaptıkları menfi davranışları duyan Fener Patrikhanesi'nin kovduğu Feri­köy Rum papazlar'ı, çok geçmeden Türk Ortodoks cemaatine dahil olurlar. Tam bu sıralarda İstanbul Rumları'ndan birçok topluluk da Eftim 'e katılarak, destekten ziyade sığınacak bir li­man bulmuş oluyorlardı.

Şimdi burada yıllarca Türk Ortodoksları hakkında yaz­mayan, çizmeyen üstadlarıma soruyorum. Bu kadar Rum'u 72

bünyesinde barındıran Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin Fener'den bir farkı var mıdır acaba?

Papa Eftim, cemaatinin yüzde sekseni Rum olan bu toplu­lukla Balıklı Hastahanesini ele geçinneye teşebbüs eder. Niha­yet Fener Rumlan'na karşı olan bu teşebbüsünde muvaffak olur. Menfaat tatlı bir şey olduğundan Balıklı Hastahanesi ida­re heyetine ginnek isteyenler, birer ikişer Eftim'in kapısını aşın­dırıyorlardı. Bunların arasında Fener Patrikhanesi 'ne iltihak et­tikten sonra, Eftim'le mahkemelik olan İstamat Zihni de vardı. Eftim'in kendisine kırgın olduğunu bildiğinden, görüşmekten çekiniyordu. İstamat Zihni, sinsice bir taktikle Halk Partili dost­larına başvurarak, o zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'dan kendisini Papa Eftim 'le barıştınnasını ister. Önceleri şahsını Türk gibi hissetmediğini söyleyebilen bu insan, birtakım men­faatler uğruna tekrar dönek olabiliyordu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın tarafların arasına ginnesiyle, Papa Eftim kilise baskı­nında "kahpe" dediği İstamat Zihni'yle yeniden barışıyordu. Bü­tün bu tulfiat oyunları aklın alacağı işler değildi. Eftim, kendi listesinin başına yazdığı bu dönek insanı, Balıklı Hastahanesi' nin Başkanı seçtirir. Kısa bir süre sonra da (sanki kavga eden­ler onlar değilmiş gibi) İstamat Zihni, Eftim 'in tavassutuyla Es­kişehir'den milletvekili seçilir.

İstamat Zihni'nin milletvekilliğinden; Ermeni, Yahudi, Rum Asıllı Milletvekilleri adlı kitabımda detaylı bir şekilde bahsetmiştim. Fener Patrikhanesi 'yle kol kola olan bu insan, kısa bir müddet sonra Eftim'e yeniden isyan bayrağını açar. İstamat Zihni bu ebedi dönekliğinde Fener Rumlar'ı adına, Papa Eftim'i ve herşeyini yıkmaya kararlıydı. Oysa ki bu insanlar, Cumhuriyet öncesi birlikte yola çıkmışlardı. Kendini Rum gibi hissettiğini söyleyen İstamat Zihni, başta Hastahane Başhekimi Doktor Yusuf Pertaki olmak üzere Balıklı Hastahanesindeki bütün Türk Ortodoks'ları kovar.

Kayseri'de sıradan bir papazken Papa Eftim'i kendisinin yarattığını ve asla Turani Türkü olmadığını belirterek, onu ken­di elleriyle bitireceğini söylüyordu.

İstamat Zihni 'nin bu tür açıklamalarından sonra başlangıç­ta Türk müdür, değil midir diye tereddüt ettiğim Eftim'i, kita­bımın sonuç bölümünde üç kuşak özgeçmişiyle ele alacağım.

Papa Eftim, cemaatini güçlendirip geliştirmek gayesiyle, hiçbir aynın gözetmeksizin her önüne geleni patrikhane'ye ka­bul ettiğinden, tahminlerin tam aksine yalnızlığa terkedilir. Ar­tık çevresinde (maddi yönden güçlendirdiği) akraba ve yakın dostlarından başka kimseler yoktu.

Zorunlu olarak amcazadelerini, yeğenlerini ve o sıralarda tıp tahsili yapan oğlu Turgut'u da (Yorgi) papazlığa aday gös­terir. Heyette bulunan yüz kırküç kişi, Papa Eftim'in gösterdiği adayları, kutsal ve ruhsal işyarlığa uygun görerek kabul ederler. Kilise konumuna uygun olarak alınan bu kararla amcazadesi Akdağmaden'li Sokrat Ermiş ve yeğeni Nikola'ya (Daran) ad­larını vererek papazlığa, büyük oğlu Turgut'u da diyokosluğa tayin edip her üçünü de ruhani ayinle takdis eder. Geleceğin il. Türk Ortodoks Patriği Turgut (Erenerol) böylece ruhani hayata atılmış oluyordu.

Papa Eftim'i hatalarıyla sevaplarıyla, Milli Mücadeleden bu günlere kadar anlattık. Şimdi de Fener'in çift pasaportlu it­hal papazlarını anlatalım ki, imtiyazlı bir Rum Patriği Cumhur­başkanlığı Köşkü 'nde nasıl karşılanmış; geleceğe ümitle bakan Müslüman Türk gençleri, geçmişte yaşanan bu acı gerçekleri bütün yönleriyle görsünler...

AMERİKA'DAN İTHAL EDİLEN FENER RUM
PATRİGİ ATHENAGORAS

Athenagoras, 1886 yılında Osmanlı topraklarına bağlı Yanya'da doğar. 1910 yılında Heybeliada Ruhban Okulu'nu bitirir. 1923 yılında Korfu Metropolitliği'ne getirilen bu çift pasaport­lu papaz, 1931 yılından 1948 yılına kadar Kuzey ve Güney Ame­rika Metropolitliği yapar. Hayatının 1919'la 1923 yıllan bir sır gibi gizlidir. O yıllarda Mavri-Mira Rum çeteleriyle Osmanlı vilayetlerinde casusluk faaliyetlerinde bulunup ülkeyi yıkma propagandalarında rol oynadığı, tarihi kaynakların arşiv belge­lerinden anlaşılmaktadır.

Amerikan Devlet Başkanı Truman'ın 1949 yılında Türki­ye'ye patrik diye gönderdiği, (Amerikan vatandaşı) Athenagoras'ı, Ankara Hükümeti sanki siyasi bir zafer kazanmış gibi se­vinçle karşılamıştır.

Athenagoras'ın gelmesiyle birlikte, İsmet İnönü döneminde Amerika'nın dayatmasıyla Fener Rum Patrikhanesi'ne yeniden siyasi hüviyet veriliyordu.

1948 yılının son aylarında Amerika'da patrik olan Athenagoras, 1949 yılının ilk günlerinde Devlet Başkam Truman'ın özel uçağıyla İstanbul'a gelir. Birkaç gün sonra Anadolu Eksp­resine bağlanan özel vagonlarla, maiyetindekilerle birlikte An­kara'ya vasıl olur. Ankara Garı'nda Athenagoras ve metropolit!erini Cumhurbaşkanı adına Özel Kalem Müdürü Haldun De­rin, Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Ali Derinsu, İstanbul Mil­letvekili Hamdullah Suphi Tannöver ve bir Yunan Ataşemiliter karşılarlar. Sanki bir Hristiyan papazı değil de Amerikan Dev­let Başkanı Türkiye'nin başkentine geliyordu. Bu imtiyazlı du­rum karşısında Türk heyetindekiler, adeta şaşkınlık içerisindey­diler. Amerikan Devlet Başkanı'nın patriğine, Ankara'ya ayak basar basmaz Şemsettin Günaltay Hükümeti özel iltifatlarda bulunmaktan geri kalmaz. Athenagoras'ın ilk isteği Papa Eftim'in kilise'sini dağıtmaktır. Aslında Eftim, eline geçirdiği ta­rihi fırsatları değerlendirmiş olsaydı, işler bu safhaya hiç mi hiç gelmeyecekti. Rumlar'la dirsek temasında olması, kimlik ayrı­mı yapmaksızın kendisine müracaat eden herkesi cemaatine ka­bul etmesi onu bugünlere getirmiştir. Eftim Efendi, şahsına ve kilisesi'ne yapılan ihanetler nedeniyle daha sonralan amansız bir Rum düşmanı kesilmiştir, ama neye yarar. ..

O günlerin Başbakanı Şemsettin Günaltay ve kabinesi gü­cünü yitiren Eftim'e, yeni seçilen Rum Ortodoks Patriği'ne bo­yun eğmesini bildirir. Bunların başlıca sebebi, Amerikan yardı­mının o dönemde başlamış olmasıydı. Neydi bu Amerikan yar­dımı? Türkiye ile arası açık olan Rusya, Fener Patrikhanesi 'ni mutlaka ele geçirmek istiyordu. Türkiye geçmişte Kars, Arda­han ve boğazlar meselesinde Rusya'ya taviz vermemişse, şart­lar ne olursa olsun patrik konusunda da Amerika'ya taviz ver­memeliydi. Amerika, Athenagoras'ın patrik'lik makamına otur­masını, Rusya'ya karşı Türkiye'nin lehine Amerikan yardımı olarak kabul ediyordu. Sen Sinod Meclisi tarafından 18 Ka­sım 1948'de ittifakla seçilen Athenagoras, Türkiye' deki Fe­ner Rumları'nın ilk ithal patriğidir.

Athenagoras'ı 1949 Şubatında görkemli bir şekilde karşıla­yanlar onun sıradan bir kilise papaz'ı olduğunu unutup, devlet başkanı muamelesi yapmışlardır. Acı ve ıstırap verici bir olay­dır ki bu Amerikan papaz'ı, Cumhuriyet tarihinde ilk defa Çan­kaya'ya çıkan patrik ünvanına sahip oluyordu. Athenagoras'ı Çankaya Köşkü'nün merdivenlerinde bizzat karşılayan Milli Şef İsmet İnönü, bu çift pasaportlu ithal papaz'ı samimi bir dost gibi içtenlikle kucaklamıştı.

İnönü'nün yanında uzunca bir süre kalan Athenagoras, da­ha sonra Hariciye Köşkü'ne giderek Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak'ı ziyaret eder. Yeni patrik'in şerefine Ankara Palas'ta bir öğle yemeği verilir. Ziyarette hükümeti Milli Eğitim Baka­nı Tahsin Banguoğlu temsil eder. Milletvekilleıjnden Feridun Fikri Düşünsel, Raif Karadeniz, İçişleri Bakanlığı Müsteşan Nihat Pepeyi, İstanbul Valisi Lütfi Kırdar ve Emniyet Genel Müdürü Gafur Soylu da yemekte bulunurlar. Hayatı Türk Dev­leti 'ne hıyanetlerle geçmiş bir papaz'ı düşman çatlatacak kadar ihtişamlı bir şekilde karşılamak, ancak böylesine yüce devlet büyüklerine yakışırdı. Acaba değil Amerika'ya, dünya'nın kü­çük bir Hristiyan ülkesine bizim din adamlanmızdan bir tanesi gitse, böyle karşılanırlar mı?

Bu hain Rum papazı 'nı baştacı ederek ihtişamlı bir şekilde karşılayan devletliler, bir de istavroz çıkartsalar herşey daha güzel ve ahenkli olurdu sanının. Din adamı olması nedeniyle, siyasi demeç vermemesi gereken patrik, Ankara Radyosuna gö­türülerek orada Amerikan milletine hitaben bir konuşma yapar. Konuşmasının son bölümünde ise şunları söylüyordu:

"Amerikan sahillerinden ayrıldım diye, aralarında 18 yıl yaşadığım ve sevdiğim Amerikan milletini ve hükümetini unu­tacağımı zannetmeyin. Öte yandan tekrar edeyim ki, esas vatamm sevgili Türkiye'me avdet etmek ve aziz Türk Milleti arasın­da yaşamaktan bahtiyarım."

Atatürk için: "Hatırası daima içimde yaşayacak olan büyük inkılapçı" diye bahsedt:r. İnönü hakkında ise şöyle diyordu:

"Cumhurbaşkanı Ekselans İsmet İnönü tarafından lütfen kabul olundum. Kendilerine kalbi şükran ve minnettarlığımı ifa­de ederim. Daima benim hayranlığımı cezbeden bu muazzam şahsiyet, şimdi benim kalbimi tamamen fethetmiş bulunuyor. O cesur ve şanlı bir milletin, vazifesini tamamen müdrik bulunan büyük ve hakikaten ilham kaynağı olan bir lideridir. Türkiye, muazzam bir telakki yolunda ilerlerken, Cumhurbaşkanı İnönü Türk tarihinin parlak bir sayfasını teşkil ediy01: "

Athenagoras; bütün teamülleri altüst ederek Ankara Radyo­su mikrofonlarına İncil'den bazı bölümler ve Ortodoks Kilisesi'nin dualarını da okumayı ihmal etmez.

"Kudretli Tanrı'ya gökyüzünden bütün insanlara iyi ni­yet göndermesi için dua ediyoruz.

Tanrı, sevgili Cumhurbaşkanımız Ekselans İnönü'yü ve Türkiye'yi taziz etsin" gibi dualar eder.

Bunlarla da yetinmeyen siyasi casus Athenagoras; yeni bir patrikhane binasının en kısa zamanda inşasını ister. 1941 yılın­da yangın geçiren Fener Patrikhanesi 'nin büyütülmesi için, Amerika'lı zengin Rum'lar patrik'e yarım milyon dolarlık ba­ğışta bulunurlar. Patrik yeni binanın Ayasofya stilinde olaca­ğından bahsederek, hayallerindeki "Büyük Bizans"ı yeniden hayata geçirmek istiyordu.

Aynca, Heybeliada Ruhban Okulu'nun genişletilmesi de is­tekleri arasındadır. Athenagoras, bu okula Yunanistan'dan daha fazla öğrenci getirilmesini ve buranın akademi olmasını istiyor­du. Bütün bunlar yetmemiş olacak ki İstanbul Rumları'nın sos­yal ve hayır işlerinin teşkilatlandırılmasına, cemiyetlerinin pat­rikhane tarafından idaresine de izin istemekteydi. Bu kabul olu­namaz istekler, İsmet İnönü'nün zor şartlarda imzaladığı Lozan Andlaşmasına tamamiyle aykırı hükümlerdi. Ne kadar aykırı olursa olsun kısa zamanda gardı düşen İnönü, bu hain papaz'a boyun eğmek zorunda kalmıştı.

Athenagoras bu isteklerinin büyük bir bölümünü elde etme­ye eder ama, Cumhuriyetle birlikte kurulmuş Halk Partisi'nin de sonunu hazırlar.

Aslında ana temamız Türk Ortodoks Patrikhanesi ve Rum patrik'ler olduğu halde, konunun akışı itibariyle istemesek de zorunlu siyasi anlatımlar yapabiliyoruz.

Türkiye bilhassa o günlerde muhafazakar bir İslam toplulu­ğuna sahip olduğundan, Halk Partisi Hükümetinin Patrik Athenagoras 'ı karşılamasını pek kabullenemez. Türk Halkı bu tep­kilerini 1950'deki 14 Mayıs seçimlerinde sandıkta göstererek, Halk Partisi 'ni iktidardan, ebedi iktidarsızlığa iter.

O günlerin ( 1949) Başbakan 'ı Şemsettin Günaltay, Türk Ortodokslar'ın Patriği Eftim'e zorunlu telgraf çektirerek, Athenagoras'a bağlılığını teyid ettirir. Zaman zaman eleştirdiğimiz Eftim, tercihlerini iyi kullanabilmiş olabilseydi, bu Amerikan casusu ithal papaz'a zorunlu bağlılık telgrafı çekmezdi.

Yeni patrik, düşüncelerindeki gizli hedeflerle, Türkiye'yi adeta Vatikan[13] gibi Hristiyan Devleti yapmak istiyordu.

1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle Athenagoras'ın Ayasofya stilinde yaptırmak istediği yeni patrikhane, Baş­bakan Menderes'in taviz vermez tutumlarıyla kursağına tıkılır kalır. Artık değil yeni patrikhane inşa etmek, Fener Rumlar'ı 1989 yılına kadar mevcut patrikhanelerine tamirat bile yapa­mazlar. Aslında Athenagoras'ın ustası Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye'den kaçan Yunan vatandaşı Meletyos'tu. Meletyos'un çırağı casus papaz, Türkiye'ye içinde yaşattığı kin to­humlarını ekmeye gelmişti. Heybeliada Ruhban Okulu, onun gelmesiyle Yunanhlar'la doldurulur. Bizler ne diyelim, onu Tür­kiye'ye Amerika'dan ithal edip çift pasaportlu getirenler utan­sınlar. Bu ayıp onlara yeter de artar bile!..

1948 'in sonlarına kadar Türkiye'deki Fener Rum Ortodoks patrikleri, Girigoryos'un hileli seçimi haricinde, çalışmaları hak­kında az veya çok hükümetlere bilgi vermişlerdir. Athenagoras 'ın gelmesiyle birlikte çözülemez meseleler ve uçurumlar başlamıştı. Artık bundan böyle İstanbul kiliseleri'ni Yunan pa­saportlu papaz'lar yönetmekteydiler. Aslında o günlerin hükü­met yetkilileri bu CIA Ajanı 'nı ihtişamlı bir şekilde karşılaya­rak, patrikhane problemini kendileri yaratmışlardı.

Athenagoras, patrikhane'ye yerleştikten sonra ilk iş olarak Sen Sinod'u kendi belirlediği isimlerden seçip, yeni bir ivme kazandırır. Bununla da yetinmeyip Yunan vatandaşı olan genç papazlar'ı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına aldırarak, pat­rikhane kadrosunu kabarık ve kuvvetli bir hale getirir.

Athenagoras'ın yakın mesai arkadaşları Gökçeada'lı hain Yakovas, Emilyanos ve Meliton adındaki papazlar'dır. Milli Şef İnönü dönemindeki yüce devlet büyükleri bu casus papaz­ları, Yunan pasaportu taşıdıkları halde Amerikan Başkanı Truman'ın talebi üzerine acilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ya­pıverirler. Devlet Erkanı'nın böylesine cömert davrandığını gö­ren Athenagoras, yoğun çalışmalar neticesinde İstanbul kilise­lerine Yunan vatandaşlarını doldurmaya koyulur. Bu insanların bir kısmı Ruhban Okulu'nu bitirmiş, büyük bir bölümü de ale­lacele Yunanistan'dan getirilmişlerdir. Amerika'nın desteğiyle tamamen şımaran Athenagoras; Galata Aya Nikola Papazı Panayot Ksenos, Heybeliada Papazı Anastos Ksenos, Beyoğlu Aya Trinda Papazı Andan Reponolis, Kumkapı Aya Kiryaler Papa­zı Konstantinos Fransıs, Yeniköy Papazı Torna Talleris, Yenişe­hir Kilisesi Papazı Nikolaus Kutrumbis, patrikhane'de görevli Evangelos Galanis ve Miran Metropoliti Emilyos Kostanidis'i, Bakanlar Kurulu kararıyla Yunan vatandaşlığından, Türk va­tandaşlığına kabul ettirir.

Aslında bu durum Lozan'ı imzalayan İsmet Paşa'nın Lozan hükümlerine de -aykırıydı. Lozan hükümleri; İstanbul patrikha­ne ve kiliselerinde görev alan patrik, metropolit ve papaz'lar, Türkiye Cumhuriyeti doğumlu olmalıdır şartlarını öngörüyor­du. Bu sekiz Yunan vatandaşı ithal papaz, mevcut hükümleri hiçe sayarak İstanbul kiliseleri'nde görev alırlar. Athenagoras, kısa denilebilecek bir zamanda (imtiyazlı olması nedeniyle) dü­şüncelerindeki casusluk Şebekesini tam teşekküllü olarak haya­ta geçirmiş oluyordu.

1962 senesine gelindiğinde, o günün idarecileri sanki geç­mişten ders almamışlar gibi, 29.5.1962 tarih ve 6549 sayılı Ba­kanlar Kurulu kararıyla 1928 doğumlu Yunan pasaportlu, (Pa­pa Eftim döneminde Türk Ortodoks kiliseleri'nde ve Rum Or­todoks kiliseleri'nde görev yapmış) Evangelos Galanis, Türki­ye Cumhuriyeti vatandaşı yapılıyordu.

Gördünüzmü büyük Türkçü Eftim Efendi, sizin kilise­lerinizden yetişen Yunan pasaportlu casuslar, Rum Patriği

Athenagoras'm yanında yer alıp, Türkiye Cumhuriyeti va­tandaşı olabiliyorlar. Sizin bu insanlarla Fener'i yıkmanız zaten mümkün olamazdı ve olmamıştır da„.

Acaba bugün bile Lozan hükümlerini ve mevcut kanunları çiğneyip, Yunan pasaportuyla Rum kiliseleri 'nde görev yapan papaz'lar yok mudur?

Burada Türk Milleti adına, çok acı bir konuya temas etmek­ten kendimi alamayacağım. Athenagoras'ın İstanbul'a patrik ola­rak geldiği 1949 senesinde, Heybeliada Ruhban Okulunda 11 öğ­retmen ve 16 öğrenci bulunmakta olup, bunların tamamı Rum asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıydı. O yıllarda İstanbul Rum Erkek Lisesi'nde bulunan iki bin'in üzerindeki öğrenci­den yüzde biri bile Heybeliada Ruhban Okulu 'na gitmek iste­miyorlardı. Patrikhane ve Athenagoras'a verilen tavizlerle bu öğrencilerin çokları kendilerine yapılan tazyikler neticesinde Ruhban Okulu 'na gönderilmişlerdir.

1962'lerdeki (ihtilal sonrası) Gürsel ve İnönü dönemine ge­lindiğinde, 81 öğrencisi bulunan Heybeliada Ruhban Okulu' nun 11 öğrencisi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, 70 öğrencisi ise Yunanistan'dan maksatlı bir şekilde getirilen papaz adayları­dır. 1963 yılında ise 76 öğrenciden yalnızca 12'si Türkiye Cum­huriyeti vatandaşı statüsündeki öğrencilerdir. O günlerdeki hü­kümetimiz, Ruhban Okulundaki Yunan uyruklu öğrencilere ile­ride nelerin olabileceğini hesaplamadan ikamet tezkereleri ve­rir. Kanunlara aykırı olduğu halde patrikhane, Yunan uyruklu gençleri kiliseler'de stajyer papaz olarak görevlendirdiğini be­lirtiyordu. Bunların büyük bölümü Türkiye aleyhine faaliyet gösteren casuslardı.

1957 senesinde Başbakan Adnan Menderes, Patrik Athenagoras 'ın bu siyasi oyunlarını hemen farkederek Yunan uyruklu öğrencilerin Heybeliada Ruhban Okulu dışındaki kiliselerde staj yapmalarına izin vermez. Sıkı bir gözetim altına alınan bu Yunan pasaportlu öğrenciler, yetkili makamlardan izin almadan Ruhban Okulu 'ndan dışarı çıkamazlar.

Her ne hikmetse 1962'lerde yeniden izin verilen bu Yunan uyruklu papaz adayları, Türkiyemiz'in içerisinde casusluk fa­aliyetlerini "Büyük Bizans" ve "Kutsal Ayasofya" adına yürüt­mekten çekinmezler. Bu tarihi hatalardan 1971 senesinde annılarak, Ruhban Okulu'nun (Akademi) bölümü gecikmeli de ol­sa Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla iptal edilir.

Bu Fener Rum papazları'na neden CIA ajanı diyorsunuz soruları, mutlaka karşımıza çıkacaktır. Amerika'nın Türkiye'ye gönderdiği Athenagoras'ın, en has adamlarından Rum Ortodoks Papazı Yakovas, tescilli bir CIA ajanıdır. Yakovas, Amerikan idarecileri tarafından maddi manevi desteklenen Yunan dikta rejiminin ve ihtilaciler grubu olarak anılan "Albaylar Cuntası­nın" savunuculuğunu da yapmıştır.

Yunan Milli İstihbaratı, gizli faaliyetlerde bulunması için çok büyük miktarda paralan Yakovas'a vermiştir. Yakovas'ın, ülkemizi yıkmak gayesiyle yaptığı faaliyetler anlaşıldığı anda, kendileri 1958 yılında sınırdışı edilirken, Türk Emniyet teşkila­tının yetkilileri bu hain papaz'ın Yunan İstihbaratı adına çalış­tığını söylemişlerdir.

Atina Hükümeti bu iddialara itiraz ederek, Türkiye 'nin ana gayesinin Fener Rum Patrikhanesi'ni yıkmak olduğunu deklare ediyordu. Yıllar sonra Yunan basın mensupları bile Yakovas'ın Türkiye'de, Atina adına casusluk yaptığını başmanşetten haber verirlerken, şer güçleri bu gerçekleri kabullenmiş oldukları halde, hain haçlı ittifakı ise suspus olmaktan öteye gidememişti.

Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu, Yorgi Yakovas adın­daki Yunan casusunu Türk vatandaşlığına neden almıştır? Bu hususu açıklamakta yarar görüyorum.

Aile kökeni Gökçeada olmasına rağmen 1920 (1336) yılın­da Yunanistan'da doğan Yakovas, 1941'de Yunanistan Alman işgaline uğrayınca Türkiye'ye sığınarak, eğitimini Heybeliada Ruhban Okulu 'nda tamamlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kanun­larındaki yasakları bildiği halde, Yunan vatandaşı olarak dört yıl İstanbul'daki Ortodoks kiliseleri'nde görev yapar. Athenagoras 1949'da Fener Rum Patriği olunca, her yönüyle çok beğen­diği bu papaz'ı Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriye­ti vatandaşlığına kabul ettirir. Metropolitlik yaptığı on üç yıllık süre içerisinde Yakovas Türkiye'ye değil, ruhani ve siyasi yön­den bağımlı olduğu başka' ■ ülkelere hizmet etmiştir. 1958'de ca­susluk faaliyetlerinden dolayı sınırdışı edilirken, hiç utanıp sı­kılmadan:

"Atatürk ilkelerine bağlıyım, vatanıma karşı her zaman vazifemi yaptım" demekle yetiniyordu.

Yeşilköy Havaalanı'ndan Amerikan vizesiyle Newyork'a giden casus Papaz Yakovas, hemen akabinde ustası ve akıl ho­cası Athenagoras tarafından terfi ettirilerek Newyork Başpisko­posluğuna atanır.

Buradan da anlaşılıyor ki gerek Patrik Athenagoras, gerek­se canavar Papaz Yakovas, hiç tartışmasız Amerikan ve Yunan casusudurlar. Athenagoras 7 Temmuz 1972'de öldüğünde, per­de arkasındaki Meliton, patrik'lik için Yunanistan ve Amerika tarafından da destekleniyordu.

Daha önceleri on yıl İngiltere'de yaşamış olan Papaz Meliton, çok özel durumu nedeniyle, Yunanistan ve Amerika'nın 84

sesini kendiliğinden kestirmeye yetmişti. Bir türlü açıklanma­yan bu hal o kadar açık ve seçikti ki, Meliton 'u destekleyen ül­keler, çıkacak bir skandaldan çekinerek desteklerini sessizce geri çekmişlerdir. Neydi bu özel durum denilecek olursa, Meliton çok genç papaz adayı diyokoslar'ı hiç yanından ayırmaz ve hep onların gönüldaşı olurdu.

Burada Fener Rum Patrikhanesi'nden veya devletlera­rası bir durumdan çekinip, bazı şeyleri üstü kapalı yazdı­ğım sanılmasın. Türk İslam sentezi terbiye ve ahlakıyla ye­tişen bir yazar, ancak bu kadarını açıklayabilir. Sizlerin de ne demek istediğimi, anladığınızı sanmaktayım.

Amerika ve Yunanistan'da, hatta Hristiyan aleminde böylesine gayri ahlaki ilişkiler normal olduğundan, haçlı ittifakını destekleyen ülkeler ısrarla Meliton'un patrikliğini istedikleri halde, Türkiye'nin bu tür hayasız durumları kabullenemeyece­ğini bildiklerinden, zorunlu olarak geri adım atmak durumunda kalmışlardır.

Meliton'un bu arzuları yerine gelmeyince, Athenagoras'ın yerine; Fener Rum Patriği Dimitrios Papadopulos olur. Fa­kat gene de perde arkasındaki asıl patrik ve akıl hocası Meliton Sotiri Hacis'tir...

Meliton, aslında 1913 yılında İstanbul'da doğduğu halde yasalara aykırı olmasına rağmen Yunan pasaportu ile dolaşıyor­du. Zaten ondan Türk olması beklenemezdi. 1937 yılında Heybeliada Ruhban Okulu'nu bitirdiğinde, Fener Patrikhanesi'nin Sen Sinod Meclisi tarafından İngiltere'ye özel görevle gönde­rilmişti. Gerekçe, lisan eğitimi bahanesiydi. İngiltere'de hem özel, hem de tüzel görevlerde bulunan Meliton, 1947 yılında ye­niden İstanbul'a patrikhane'ye dönüyordu.

O günlerin Rum Ortodoks Patriği Athenagoras ve Amerika Devlet Başkanı Truman'ın arzularıyla, İsmet İnönü'nün delale­tindeki Şemsettin Günaltay Hükümeti, Meliton'u[14] 4 Mart 1949 gün ve 3l8912 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cum­huriyeti vatandaşlığına kabul eder. Daha sonraları İmroz ve Bozcaada Metropolitliği yapan Meliton "İmroz ve Bozcaada Yunan adaları idi, ne yazık ki şimdi Türkler'indir" diyerek, es­ki defterleri karıştırıp tahrik unsuru olmaya başlamıştı. Bu İn­giliz casusu, Yunan uşağı papaz'ı Türkiye Cumhuriyeti vatan­daşlığına getiren heyeti zevat, kara cübbelilere boyun eğdikleri için yüzlerce binlerce kez utanmalıdırlar. O günlerde bu talih­siz kararları verenlerin bir diyokos olmadıkları kalmış, belki bu hain papaz'lar teklif etse idiler, kilise'ye gidip o görevleri de ifa etmekten geri kalmazlardı.

Kıymetli büyüklerimiz Türkiye'ye emanet bıraktığınız böylesine acı miraslar, bugünkü Müslüman Türk gençliğinin yıllar boyu ebedi ıstırapları olmuştur. Sizlerin sözde çağdaşlaşma uğ­runa hayata geçirdiğiniz, belki de telafisi asırlara dayanacak bu affedilemez olumsuzlukları hangi tarih tekzip edebilir?..

Özel hayatı kendi cemaati tarafından da bilinen bu özürlü papaz, İmroz ve Bozcaada Metropoliti olduğu zamanlarda, bütün Rum okullarını kendi yönetimi altına alır. Daha da ileri giderek İmroz ve Bozcaada Rumları'nı tamamen Yunanlaştırmak için, büyük gayretler gösterir. O dönemlerde Rum gençle­rin eğitimi Yunanistan'dan gelen Yunan vatandaşı öğretmenle­rin idaresine terkedilmişti. Rum liselerini bitirenler İstanbul ye­rine, Atina'ya yüksek öğrenime gönderilmekteydiler. Meliton'a göre Bozcaada'dan esen rüzgarlar, Yunanistan'la birleşiyordu.

Bidayette Amerika'ya göç etmiş zengin İmroz'lu Rum'lar, Tür­kiye aleyhindeki keskin çıkışları nedeniyle Meliton'la devamlı ilişki içerisindeydiler. Meliton, "Yeni Dünya"daki[15] Rumlar'ın İmroz' a dönmeleri için hep çırpınıp durmuştur.

1963 yılında sözde İmroz'dan uzaklaştırılan Meliton, Aydın Metropolitliğine getirilir. Aydın'da üç yıl kaldıktan sonra, metropolitliklerin en kıdemlisi ve en gözde yeri olan İstanbul Ka­dıköy Metropolitliğine atanır. Geldiği sene içerisinde Meliton, patrikhane'nin kendisine verdiği görev nedir bilinmez, kalaba­lık bir heyetle birlikte Moskova ziyaretine gider. 1966 senesi Mart aylarında Sovyet Ortodoks Patrikliği ile uzun görüşmeler yapan Meliton'un, devamlı irtibat halinde olduğu Amerikan is­tihbarat elemanlarının bilgisi dahilinde Moskova'ya gittiği bili­nen bir gerçektir. Meliton bu seyahatlerden sonra, Atina'da al­baylar cuntasının gerçekleştirdiği ihtilal neticesinde Yunanis­tan'a giderek Girit Adasını dolaşır. Oradan Yunan hariciyesinin bir görevlisi ile gizlice Kıbrıs'a geçerek, Makarios'la görüşme­ler yapar. Yakovas gibi bir canavar papaz, Yunan istihbaratı ve CIA ile temas edip yıkıcı faaliyetlerde bulunur da, bu özürlü metropolit hiç bulunmaz mı? Elbette bulunur. ..

Sözde din işleriyle uğraşır görünen Meliton, sanki devletle­ri birbirlerine düşürüp yıkmak için tayin edilmiş bozguncu bir kurye gibi çalışmıştır. Metropolit olduğu halde, Athenagoras' tan sonraki Patrik Dimitrios Papadopulos hep Meliton'un göl­gesinde kalıp, ondan daima akıl ve görüş almıştır. Türk Orto­doks Patrikhanesi'ndekiler ise bu hain papazlar'ın faaliyetleri­ni yalnızca seyretmekle yetinmişlerdir.

Nasıl seyretmekle yetinmişlerdir denilecek olursa; Cumhu­riyet döneminde belirlenen yedi Rum Metropolitliği 'ne Patrik Athenagoras ve perde gerisindeki Meliton, çok kısa denilebile­cek bir zamanda on üç metropolit'lik ihdas ederek mevcut sa­yıyı yirmiye çıkarırlar.

Bu siyasi casus papaz'lar, Lozan hükümlerine aykırı davra­nıp, doğu ve batı kiliseleri 'ni birleştirme yoluna giderek, Girit Adası'nı ve Aynaroz'u Türk Hükümetine danışma gereği bi­le duymadan Fener Rum Patrikhanesi'ne bağlamışlardır. Ayrı­ca Metropolit Yakovas Amerika'ya giderek, Türkiye'nin aley­hine çalışacak senatörleri Amerikan Parlamentosuna sokmayı başarıp, yıkıcı faaliyetleriyle (pasaportunu taşımaktan gurur duyduğu) Yunan milletine hizmet etmiştir. Cumhuriyet kanun­ları metropolitlikleri yedi olarak sınırladığına göre, sonradan Fener'e bağlanan on üç metropolit'lik asla meşru değildir. Bü­tün bunları gerçekten çok arzuluyorlarsa; Yunan Hükümeti Ati­na veya kutsal din merkezleri Aynaroz'a[16] bağlasın ki, devleti­miz sırtındaki on üç hörgüçten kurtulup, geriye kalan yedi kam­buru bertaraf etmeye çalışsın.

Çoğalan bu metropolitlikler hep Athenagoras, Yakovas ve Meliton üçgeni zamanlarında teşekkül etmiştir.

Burada devletin yıllar içerisinde maddi manevi büyük im­kanlar sağladığı Türk Ortodoks Patrikhane'si köşesine çekile­ceğine, her şeye rağmen Papa Eftim'in başkanlığında kaçınıl­maz mücadelesini vermeliydi. Rum Ortodokslar'ın metropolitlikleri politik kurnazlıklar neticesinde çoğalıp, aynı zamanlarda Heybeliada Ruhban Okulu'na Yunanistan'dan ithal öğrenciler getirilerek bu yer yüksek okul seviyesine ulaşmışsa; bunlara al­ternatif patrikhane'yiz diyen Türk Ortodoksları'na mevcut ahimandirit, papaz ve diyokoslarınızı da Rumlar'a kaptırıp, ken­di sonunuzu kendiniz hazırlamışsınız derim.

Türk Ortodoks'ları, zaten sizin papazlarınız ve cema­atinizin yarıdan çoğu Rum değil miydi? Hal böyle olunca kişilerin özüne dönmesi hayatın kaçınılmaz gerçekleridir. Büyük Turani Türk'ü dediğiniz, kilisenizin Par-l Eftim'den sonraki büyüğü (aynı zamanda Eskişehir Milletvekili sıfatı­na haiz olan) hain İstamat Zihni bile oğlu Yorgo'ya Yuna­nistan'a gitmesini vasiyet etmemiş miydi? Oğul Yorgo da diğer kardeşi Niko'yla birlikte Yunanistan'a iltica ettikle­rinde, yerden aldıkları Yunan toprağını öperek ana vatanı­mıza kavuştuk diye ağlamamışlar mıydı?

Bugünkü Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol, Yorgo Özdamar sizin çocukluk arkadaşınız değil mi? Anlaşıldı­ğı kadarıyla siz onu bizlerden daha iyi bilirsiniz. Demekki din birliği günün birinde ne kadar olmaz denilse de, insan­ları gönüllerinden kopan ruhani duygularla gerçek vatan­larına bağlayabiliyor.

Türk Devletinin bugünkü idare edenleri asıl önemli olan şu­dur ki; Rum Ortodoks, Türk Ortodoks, bunlar Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan bu yana (eskilerin tabiriyle) her ne kadar it dalaşı yapsalar da, din bağıyla bir yerde birleşmektedirler. Yük­sek menfaatleri uğruna düşman gibi görünen, Hristos ve Panaiya adına yaptıkları ruhani orunlarda hemfikir olan bu Hristiyanlar'ın mezarları da müşterektir. Aynca doğal olarak vazge­çilemez kutsal kitap bağları da vardır. Bu sebepledir ki sakın ola bunlardan biri faydalı, diğeri zararlı deyip, bir yerlere yaranmak uğruna hamaset yaparak geçmişteki gafletlere kapılmayın. Gö­rüldüğü kadarıyla, Gayrimüslimlerden oy almak uğnina işi politize edip siyaset yapmanın modası çoktan geçti. Yapabiliyorsanız her iki patrikhane'nin de ıslahı veya iskatı cihetine gidi­niz. Onlar gittikleri yerlerde (tıpkı burada olduğu gibi) ara ara kavga etseler de, bir yerde birleşeceklerdir. Onun içindir ki Fatihler'in, Kanuniler'in İstanbul'una camiler, külliyeler, medre­seler yakışır. Kilise'ler, patrikhane'ler, sinagog'lar ana vatanla­rına dönsünler ki; bizler bizlerle başbaşa kalalım. Bu ebedi sa­adet hepimize yeter de artar bile ...

FENER RUM ORTODOKS PATRİKHANESİ'NİN
RESTORASYONU

1941 senesinde Fener Rum Patrikhanesi'nin bir bölümü yangından zarar görür. 1949 senesinde Ankara'ya ziyarete ge­len Patrik Athenagoras o günlerin Şemsettin Günaltay Hükü­metinden tamirat için şifai söz aldığı halde, 1950 ilkbaharında tam yazılı kanun çıkacakken iktidar değişir. Aslında daha önce de belirttiğimiz gibi, Patrik Athenagoras'ın en büyük isteği Eyüp ve Unkapanı sahil yolunda Ayasofya büyüklüğünde bir kilise yaptırmaktır. Bu casus papaz, içinde yaşattığı muhteris arzularıyla sanki Eyüp Sultan'a ve Ayasofya'ya nazire yapa­caktı. Değil yeni kilise yaptırmak, Adnan Menderes ve kabine­sinden yanan patrikhane'nin restore işlerine araya giren hatırlı ülkelere rağmen bir türlü izin alamazlar.

1959 senesine gelindiğinde İstanbul büyük bir imarın içeri­sine girmişti. Yunanistan'dan getirilen mimarlar eski patrikha­ne 'nin tamirini ve Eyüp'te yeni kilise'nin yapımını mutlaka is­temekteydiler. Tam o günlerde Tophane Caddesinden yol geç­mesi mecburiyeti hasıl olunca, Türk Ortodokslar'ın Hristos Kilise'si[17] istimlak edilerek yıkılır. PapaEftim ve oğlu Turgut Erenerol, yıkıma çok üzüldükleri halde şartların gereği duruma say­gı duyarlar. O senelerde, bu günkü Tarabya Oteli'nin olduğu yer Ortodoks Rumları'nın Büyük Kiliseleri'ydi. Adnan Men­deres'in yoğun Kıbrıs görüşmeleri yaptığı günlerde kilise'nin önünden imar geçince, Rum'lar bu uygulamada kasıt arayarak dünya'yı ayağa kaldırırlar. Başbakan Menderes, Türk Ortodokslar'ın bir kilise'si yıkıldı, İstanbul 'un imarı için sizin büyük ki­liseniz de yıkılacaktır demekteydi. Kamuoyunu ve Avrupa'yı günlerce meşgul eden bu durum karşısında Menderes, Mart ayı­nın ortalarında papazlar'ın ağlayıp sızlamalarına aldırmadan tarihi kilise'yi yıktırır. Athenagoras, Rum dindaşlarına "yıktıramazlar" ben varım diyordu. Menderes de İstanbul yansa bu kilise'yi yıkacağım, Türkiye bağımsız ve hür bir devlettir diye haykırmaktaydı. Bu kilise yıkılınca, şimdiki patrikhane' nin de yıkılmasına kesin gözüyle bakılır. İmar Bakanlığı, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin yıkılması yolunda blok istimlak ha­zırlıklarına başlar. O yıllardaki plana göre Fener mutlaka istim­lak edilecektir; kararı gündemde bulunur. Bu durum karşısında ABD başta olmak üzere Türkiye'ye, dünya'dan ve Hristiyan ale­minden tepkiler yağmaktadır. Menderes bunlara hiç aldırmaz. Bir büyük devlet adamının hayata geçirmek istediği manevi ar­zular tam gerçekleşecekken, 1960 ihtilalinin ağır darbesiyle, patrikhane 'nin yıkımı maalesef akim kalır! ..

İstanbul'a her gidişimde, Büyük Tarabya Otelini beyaz bir martı gibi gördüğümde, burada yıkılan kapkara kilise'nin şimdi beyazlar içerisinde olması, rahmetli Mende­res'in ruhunun aydınlığıdır diyorum.

1980 yılında Amerika'da patrik olan Türkiye sürgünü cana­var papaz Yakovas, Amerika eski Başkanı Carter'i devreye so­karak, Fener Rum Patrikhanesi 'nin tamirini ister. Adnan Men­deres 'in yıkmak istediği bu hıyanet yuvasına, yıllar sonra 1989 92

yılında o günün Amerikan bağlantılı (Turgut Özal. Hükümeti) restorasyon izni verir.

Yunanistan ve Amerika'nın katkılarıyla büyük bir restoras­yon geçiren Fener Rum Patrikhane'si, 1989'da müthiş bir Rum Ortodoks şovuyla açılış merasimi yapar. Yunanistan'dan ba­kanlar, hükümet sözcüleri, Meclis Başkanı ve birçok işadamı bu açılışta hazır bulunurlar. Ünlü Türk büyükleri; Sosyal De­mokrat İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen, sözde büyük milliyetçi Turizm Bakanı İlhan Aküzüm ve İstanbul Valisi Ca­hit Bayar vatan kurtaran kahramanlar gibi basın mensuplarına poz vererek, Rum palikaryaların arasından etrafa gülücükler saçmaktaydılar. Bu restorasyonda en büyük pay sahibi olan Be­lediye Başkanı Nurettin Sözen, sarmaş dolaş kucaklaştığı papazlar'ın karşısında adeta Kavala Kadısı gibi sırıtıyordu. Bir tek ellerinde asalarıyla, boyunlarında istavroz haçları eksikti. Bir de o olsaydı, o zaman Patrik Athenagoras'tan ne farkınız kalırdı? Sonralan valilikten alınan Cahit Bayar, Kıbns'a Büyü­kelçi olur. Demek ki bu palikaryalar kendilerine hizmet edenle­ri unutmuyorlardı. Makam mevki uğruna üçbuçuk oy için bü­tün bunlara değer miydi, sevgili Türk büyükleri! .. Sizler bu patrikhane'yi ihya etmekle, içi kokuşmuş bir viraneyi kaşaneye çevirdiniz. Dünya kamuoyunun dikkatini çektirerek, bu Rum palikaryalara sözde Vatikan olma yolundaki 540 senelik hayal­lerinin ilk adımını attırdınız. Merasime katılan siz Türk büyük­lerine, kara cilbbelilerin "Megalo idea'sı" kutlu olsun. Sizlere de bu yakışırdı zaten...

Fener Rum Patrikhanesi'nin restorasyonu nedeniyle yapı­lan açılışına, Nurettin Sözen'in katılması gayet doğal bir du­rumdu. Konumuzun dışında olduğu halde Sözen'in öğrencilik dönemlerine kısaca bir göz gezdirecek olursak, arkadaşlıkları uzun yıllara dayanan saygın Rum dostları olduğunu görürüz. Şu 'anda Atina'da öğetim üyesi olan Profesör Doktor Neoklis Sarris, 1960'lı yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi gençlik hare­keti içerisinde Nurettin Sözen'le birlikte en ateşli öncülerdendi. O yıllarda Yunanistan'da üniversite tahsili yapan Doktor Neoklis Sarris, Demokrat Parti iktidarını yıkabilmek için, Halk Par­tisi gençlik hareketinde etkin bir kişi olduğunu kendisi itiraf ediyor. Ailesi İstanbul Galata'da oturan Neoklis Sarris, Atinaİstanbul gidiş gelişlerinde, yıkıcı politik faaliyetlere nasıl za­man ayırmış, anlamak mümkün değil!..

Nurettin Sözen'le öylesine sıkı dostlukları olmuş ki, ev oturmaları, akşam davetleri ve Doktor Sözen'in Madam Sarris'i tedavi seansları bu iki gözüpek politik insanı sık sık biraraya getirmiş. Doktor Neoklis Sarris'le, Nurettin Sözen'in sar­sılmaz dostlukları Rum asıllı Sarris ailesinin Türk vatanına za­rarlı faaliyetlerde bulundukları sebebiyle, 1964 yılı Temmuz'unda uygulanan ebedi sürgünle sona erer.

Nurettin Sözen'in ateşli eylemci, Rum kökenli dava arka­daşı Doktor Neoklis Sarris, bugün Atina Üniversitesinde profe­sör sıfatıyla görevini sürdürürken Türkiye aleyhine yazılar yaz­mayı da ihmal etmiyor. Nurettin Sözen gibi Türk büyüklerinin gençlik yıllarında Rum asıllı Sarris'le, Halk Partisi gençlik ha­reketinin içerisinde bulunması çok olağan bir durumdur. Bu se­bepledir ki Nurettin Sözen'in Fener Rum Patrikhanesi'nin res­torasyonuna sıcak bakıp açılışına katılması, Yunan asıllı eski Rum dostlara gösterilen bir vefa örneği olsa gerek!..

Anlaşılan o ki, anne ve babasıyla birlikte yıllarca bu vata­nın ekmeğini yiyen Neoklis Sarris ve ailesi, zararlı faaliyetle­rinden dolayı yedikleri 1964 sürgününü hala içlerine sindirememişlerdir.

Neoklis Sarris, artık Osmanlı'nın elinden kaçan topraklarda yaşayanlardan değil, saygıyla yaklaşılması gereken Yunan ulu­sunun varlığından bahsedelim diyor. Türkiye sürgünü bu Rum vatandaşı, Atina Üniversitesinde hergün Yunan 'lı öğrencilere, İzmir ve İstanbul'u alma hayalleri yaşatmakta! Hatta İzmir' den, Yunanca "Symirna" diye bahsetmektedir.

Neoklis Sarris bir zamanlar Türkiye'de sol bir partinin gençlik temsilcisiydi. Üstelik Nurettin Sözen gibi bir Türk büyüğünün de dava arkadaşıydı. Şimdilerde ise Atina'dan, Türkiye'ye yıkıcı fikir eylemlerinde bulunuyor. Tıpkı Tür­kiye'den sürülmeden önce, İstanbul'da yaptıkları gibi...

Bütün bu durumları gördükten sonra, Harput'lu Türk büyü­ğü Sözen'le, Atina'lı Rum Sarris'in siyasi dostluklarını yadır­gamak politikanın ahlakına ters düşer. Her asrın sonunda böylesi büyük politikalar çıkacak ki, ülkeler huzur ve saadete ersin. Yoksa bizler Yunan'lı palikaryaların patrikhanesi'nde eğilip, el oğuşturacak insanları nasıl bulabiliriz ki? Merak etmeyin sayın Sözen, bu asırdakiler göremese de, bundan sonraki kuşak Fener Rum Patrikhanesi'nin ebedi kapanışını mutlaka görecektir. Zi­ra tünelin ucundaki ışık görünmeye başladı bile! .. Harput'lu Sözen siz bu palikaryalar'la dostluk kurmaya devam edin, za­ten politik miadınız çoktan doldu. Anlamadığım tek şey, eski Yahudi Hahambaşısı David Aseo ile de yakın dostluğunuz var­dı. İnsan, ister istemez kuşku duyuyor. Yoksa ceddinizin bu di­nozorlarla özel bir bağlantısı mı var?..

il. TÜRK ORTODOKS PATRİĞİ

TURGUT ERENEROL

Sene 1960 Şubat ayı, 1. Eftim 76 yaşındadır. Sağlığı günden güne bozulan Türk Ortodoks Patriği Eftim, yaşadığı streslerin neticesinde felç geçirir. Birinci Meclis'in kurulduğu günlerde Ankara'da dünya'ya gelen büyük oğul Turgut Erenerol, 2780 sayılı yasa gereği il. Eftim, Türk Ortodoks Patriği olur. İstan­bul Tip Fakültesini bitiren patrik, 1955 yılında Amerika'nın Newyork kenti Sörler Hastahanesinde doktorasını yapmıştır. Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin hıyanetlerini hep açık­larken, üzülerek de olsa; Türk Ortodokslar'ın aczlerini (edindi­ği bilgiler doğrultusunda izah etmek) bir araştırmacının en ka­çınılmaz görevidir.

Burada Turgut Erenerol ve şu anki Patrik Selçuk Erenerol Türk isimleri taşırken, Turani Türk'ü olduklarını iddia eden bu insanların, 1990 yılında Amerika' nın Dallas şehrinde ölen en büyük ablaları ve diğer iki kız kardeşlerinin neden Türk isimle­ri kullanmadıklarını açıklamaktan kaçınmayacağım.

Ben, bu insanlar Hristiyan Ortodoks olmalarına rağmen Türk değillerdir demiyorum; olabilirler de, olmayabilirler de!..

Bu fevkalade hassas konuyu, son Patrik Selçuk Erenerol'u tüm detaylarıyla anlattıktan sonra, isim isim izaha çalışacağım. Şişli Rum Mezarlığı, konusu itibariyle hassas bir öneme haiz 96

olduğundan, bu hususta (bana patrikhane'nin kapılarını açan) Selçuk Erenerol 'la muanz olacağımı bildiğim halde, Papa Eftim ve Turgut Erenerol'un mezarlarının neden burada oldukla­rını belirtmek durumundayım. Papa Eftim hayatını hatalarıyla sevaplarıyla dine vakfettiği halde, il. Patrik Turgut Erenerol patrik seçildiği 1960 yılından itibaren, kilise ve çevresini ticari bir konuma getirmeye çalışır. Bu girişimleriyle de yetinmeyip, kardeşlerini ve amcalarını din üzerinden ticarete yönlendiriyor­du. Papa Eftim, Osmanlı ve Cumhuriyet kuşağının insanı oldu­ğundan, bu durumlara katiyetle müsaade vermemekteydi.

Uzun süren hastalık döneminden sonra Eftim, 14 Mart 1968 senesinde seksen dört yaşında hayata veda eder. Patrikhane o güne kadar devletin sağladığı bütün imkanlara rağmen mezar meselesini halletmediğinden, Eftim'in cenazesi mecburen Şişli Rum Mezarlığına[18] gömülecektir.

Türk Ortodokslar, hiç istemedikleri halde yıllardır haklı ve­ya haksız mücadele içinde oldukları Fener Patrikhanesi'nden mezar izni isterler. Fener Patriği defin için izin vermeyince, ce­naze zorunlu olarak Şişli Rum Mezarlığına getirilir. Beyoğlu Metropoliti, Fener Patriğinden izin alınmadan cenazenin gö­mülemeyeceğini söyler. İki Hristiyan cemaat arasındaki olaylar büyüyünce, İstanbul Emniyetinin müdahalesiyle Papa Eftim'in mezarı emrivaki ikazlarla kazdırılarak defin işlemi yapılır. Pa­pa Eftim'in ölümü İsmet İnönü'yü derinden etkilemiş olacak ki, Türk Ortodoks Patrikhanesine çektiği uzun telgraf, milliyet­çi övgüler içermektedir. Turgut Erenerol'a görevinin devamın­da başarılar dileyen İnönü'nün temennisi, Fener'e karşı müca­dele yönünden değil de, ticari yönden ne kadar başarılı olabil­miştir, hep birlikte göreceğiz. Papa Eftim'in ölümünden sonra, Galata Aya Yani Kilisesi'nin karşısına Erenerol ailesinin iş han­larının temeli atılır. Paşa İşhanı adı verilen bu altı katlı geniş bi­na, o günlerin mega iş yerlerinden birisi sayılabilirdi. Devletin tahsis ettiği vakıf mallarına dokunulamaz kaidesini dinlemeyen il. Patrik Turgut Erenerol, Panayia Kilise'si ve patrikhane 'nin bulunduğu geniş alanın dış çevresine muhtelif iş yerleri açtıra­rak, buraları kiraya vennekten çekinmez.

Bu gün tapuda kendi mülkiyetleri olarak görünen Paşa İşhanı hariç, vakıf yasasına tabi bu yerlerin gelirleri, bir cemaat­ten ziyade, bir ailenin tekeline gitmektedir. Şu anda Panayia Kilise'si ruhani oruna kapalı olduğuna göre, işlevi olmayan bir yerin etrafındaki iş yerlerini patrik değil, ancak vakıflar kiraya verebilir. Patrikhane kisvesi altındaki bir aile şirketinin, vakıf mallarını Türk insanlarına kiraya vererek nasıl lüks yaşadıkla­rını yerinde gönnek ve bilmek gerekir.         

Değerlendinnelerime göre Necatibey Caddesiyle,[19] Karaköy Fransız çıkmazı civarlarında bir çok iş yerleri kiraya veril­miş durumdadır. Ülkemizde resmi göreve haiz hiçbir Müslü­man din adamının aleni ticaretle uğraşmadığı bilinirken, Türki­ye Cumhuriyeti vatandaşı Türk Ortodoks Patriği Turgut Erenerol, devletin imkanlarını aile bireylerine seferber ederek de­vamlı olarak ticaretle iştigal etmiştir.

Türk Ortodoksları tarafından yıllardır Fener Ortodoksları 'na karşı verilen mücadele, yabancı eşlerle evlilik ve çocukların dünya görüşlerinin değişmesi, din tercihinden sonra, milliyet tercihi meselesini de yavaş yavaş ortadan kaldırır. Ailenin yeti­şen gençleri papaz'lık, diyokos'luk yerine, patrik hazretlerinin izinden yürüyerek ticari faaliyetleri tercih ederler. Bu tercihler, Fener Rumları'yla uğraşmak yerine, devlet'in vakıf mallarını kiraya verip, havadan kazanılan paralarla Avrupa ve Fransa'da şatafatlı hayatlar yaşamaktan geçer. Aile şirketi olarak tezgahı öyle güzel kurmuşlar ki, "Biz olmazsak Fener Patrikhanesi'nin faaliyetlerine mani olamazsınız" demekteler. Üstelik kurulduk­ları günden bu yana kendi keselerini doldurmaktan başka hiç­bir iş yapmadıkları halde...

Bu insanlara (hatalarıyla, sevaplarıyla) ya babanız Eftim gi­bi ödevlerinizi yerine getirin, ya da oraları bırakın gidin demek gerekmektedir. Papa Eftim, ruhani görevlerinde sadakat sahibi olduğu halde, yıllar içerisinde süregelen yanılgılarıyla Türk Or­todoks Patrikhanesi'nin sonunu bizzat hazırlamıştır. Bugün tica­ri işlev yapan ve devlete faydası olmayan bir yer, ancak geri ia­de edilir. Edilmezse Akdağmadeni'nden, İstanbul'a uzanan dersaadet, nesiller boyu sürecek demektir...

il. PATRİK TURGUT ERENEROL
VE KIYAFETİ

Kişilik olarak, aslında Türk İslam sentezini yaşayan bir ya­zar olduğumu devamlı belirttiğim halde, burada bilhassa kıya­fet yönünden haklarını yeteri kadar aramayan bazı büyükleri­mizin (uygulamasalar bile) haklarının verilmesi düşüncesinde­yim. Bunlar belgeli gerçekler olduğundan bu durumun uygula­ması yetkili makamlara kalmaktadır. Kitabımın son bölümle­rinde deklare edeceğim belgeleri, bizzat III. Patrik Selçuk Erenerol 'dan almış bulunmaktayım.

Sene 1964, il. Patrik Turgut Erenerol yetkili makamlara mü­racaatta bulunarak, mabet dışında ruhani kıyafetle dolaşmasına izin verilmesini ister. Esasen 12.6.1935 yılında çıkan bir kanun­la, Türk Ortodokslar'ın[20] (T.C. vatandaşı olmaları nedeniyle) dı­şarıda ruhani kıyafetle dolaşmaları yasaklanmıştır.

1964'lü yıllardaki geçiş dönemlerinin Cumhurbaşkanı Ce­mal Gürsel, Koalisyon Hükümetinin Başbakan'ı ise İsmet İnö­nü'dür. Türk Ortodoks Patriği'nin mabed dışında ruhani kıya­fetle dolaşabilmesine, 5 Şubat 1964 tarihli Bakanlar Kurulu ka­rarıyla izin verilir. Bu durum 19 Mart 1964 tarihli resmi gaze­tenin 11660 sayılı bölümünde yayınlanır. il. Patrik Turgut Erenerol, bu tarihten 1991 yılındaki ölümüne kadar kilise dışında ru­hani kıyafetle serbestçe dolaşabilmiştir. Amerika'da Sörler Hastahanesinde tahsil gören il. Patrik, bu kararı o günün hüküme­tine nasıl çıkarttırabilmiştir, anlamak mümkün değil!..

Burada neredeyse yarım asra yaklaşan bir süre içerisinde, din adına çifte standart uygulandığı apaçık ortadadır. Diyanet İşleri Başkanı veya herhangi bir müftü ile Türk Ortodoks Patri­ği, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliği taşıyorlarsa bu kıya­fet uygulamasındaki çifte standardı ya hepten kaldırın, ya da iki tarafa da uygulayın gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ben tarikat eh­li olmadığım halde bu araştırmaları yapabiliyorsam, çok bilmiş geçinen bazılarına liif üretmeyin haydi iş başına görevinizi ya­pın, kendi özümüze ve manevi değerlerimize uygulanan bu yan­lış kararı düzeltin diyorum. Yok düzeltilmesin diyorsanız, o za­man oturduğunuz sıcak makamlar, sizleri günün birinde farkın­da olmadan bir bir terkederler.

Laf üretme yerine, detay araştırma ve sarih belgeler, bazı yıkılamayan tabuları günün birinde mutlaka yıkacaklardır.

il. Patrik Amerika'da yetiştiğinden, konumu itibariyle lobi­lerin adamı olup bazı açılamayan kapılan açmışsa, din alimle­rimiz ve ulemalarımıza, Turgut Erenerol'a uygulanan bu imti­yazlı kararı iptal ettirmeleri için açık belge sunuyorum. Türk Ortodoks Patrikhanesi, mevcut hükümetlerden yeterli yardım almadığını söyleyip sızlanır durur.

Bundan iyi yardım daha nasıl olabilir?

Bu ülkenin ibadet yaptıran din adamları cami dışında resmi kıyafetlerini giyseler, cezayı müeyyideye tabi tutulurlar. Türk Ortodoks Hristiyan Patriği[21] dünya'yı ruhban kıyafetiyle dolaşsa itibar görür. Bu nasıl iştir, nasıl kanun hükümünde kararna­medir? Bu vaziyeti hep birlikte adaletin terazisine koyup, tarta­rak hakkaniyeti sağlayalım. Aksi halde kıyafettir şekildir der­ken, istisnalar hariç bilinçsiz ve populist kavramlarla yetişmek­te olan Türk çocuklarını bu tavizlerle çok acıdır ki, Papa Eftim 'den sonra belirgin bir cemaat kurma sıkıntısı çeken Hristiyan Türkler'in Patrikhanesi'ne kaptırmamız kaçınılmaz ola­caktır. Büyüklerimizin yıllar yılı Fener'e denge unsuru dedikle­ri Türk Ortodoks Patrikhanesi çok doğrudur ki, bir tek ruhani kıyafette dengeyi sağlayabilmiş!..

Türk Müslüman din adamları da bunların imtiyazlı durum­ları karşısında, boynu bükük öksüz evliit misali önemli haksız­lıklara uğramışlardır.

II. Patrik'in Amerika'da yetiştiğini ve o ülkenin kültürüne göre büyüdüğünü, bugünkü aile bireyleri dahi kabul etmekte­dirler. II. Patrik Turgut Erenerol Amerika'da doktorluk yaptığı yıllarda, Newyork'lu bayan Şarlot'la evlenir. Bu izdivaçtan bir kız ve bir de erkek çocukları olmuştur. Babası Papa Eftim'den sonra tam otuz bir yıl Türk Ortodoks Patrik'liği yapan Turgut Erenerol, 1991 'de öldüğü zaman devrin önde gelen siyasileri cenazesiyle yakından ilgilenirler. Nedenine gelince; sözde çağ­daşlaşma uğruna (sosyete dediğimiz entel kesimin öncülüğün­de) bilhassa son yirmi yılda kiliselere gitmek moda oldu. Bu­nun aksini hangi aklıevvel inkar edebilir! ..

Patrikhane'yi tamamen ticarethaneye dönüştüren II. Patrik lobilerin insanı olduğundan, çok güçlü bir çevreye sahipti. Ba­bası Eftim 'le aralarındaki en belirgin fark birinin yetiştiği dev­rin icaplarına göre içine kapanık ve kuralcı olması, diğerinin ise her yönüyle sosyal bir görünüm ihtiva etmesiydi. II. Patrik ta­rihi fırsatı, 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı nedeniyle İstan­bul 'u terkeden Rumlar'ın yerine, Türk Ortodoks'ları teşkilatlandırmamakla kaçırmıştır. Türk Ortodoks Patrikhanesi (görü­nürde alternatif bir din kurumu hüviyetiyle) gerçek manada denge unsuru olabilmiş duruma gelseydi, o günlerde panik ha­linde olan, cemaatlerinin büyük çoğunluğu Yunanistan'a kaçan Fener'in sonunu hazırlayabilir, hatta bitirebilirdi de!.. Her iki patrikhane'nin din konusunda doğal olarak aynı görüşleri pay­laşmaları, mezarları müşterek kullanmaları, Turgut Erenerol 'un Amerika'lı eşi Şarlot'un Müslüman Türkler'den ziyade Hristiyan azınlıklara sempati duyması, Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin Fener'e karşı olan etkinliğini büyük ölçüde azaltmıştır. Erenerol ailesini Fener'e mahkum bırakan en önemli etken say­dığımız din birliğinin yanında, cenazeler için Rum Patrikhanesi'nden izin almak durumunda olmalarıydı. Türk Ortodokslar' ın neden mezarları yoktu ve Rum mezarlığına gömülüyorlardı; bu konulan detaylarıyla gündeme getirdiğimizde, kendilerinin mutlu hayatlar yaşamak uğruna ne kadar umursamaz bir dünya görüşüne sahip olduklarını hep birlikte göreceğiz...

ŞİŞLİ RUM MEZARLIGI

Ömrümün geçen kırk beş senesinden sonra, ilk defa bir pat­rikhane ve kilise'yi yakından görmüş ve tanımıştım. Şişli'deki Rum Ortodoks Mezarlığına giderken ileri attığım adımlarım, sanki geriye dönüyor gibiydi. Mezarlığın kasvetli taş duvarları­nın önüne geldiğimde, karşıma çıkan keşiş ' suratlı bir papaz, siz kimi ziyaret ediyorsunuz, cenazenize İsa Mesih adına dua ya­payım diyordu. Papaz'ın kötü Türkçe'sine aldırış etmeyip hiç cevap vermeden hızla yürümeye başladım. Bana hep ölümü ha­tırlatıp korku veren selvi ağaçlarının arasından yürürken beyaz mermerli, çoklarının üzerlerinde resimler bulunan mezarlar be­ni tuhaf duygulara sürükleyip fazlasıyla ürkütüyordu. Fatihler'in, Yavuzlar'ın, Kanuniler'in ecdadlarının ülkesinde sanki kendimi . bir başka dünya'da gibi hissediyordum. Mezarlığın içindeki dar patika yoldan az daha yürüdüğümde, gözlerime inanamadım. Kara cübbeli iki papaz, gömütlerdeki mermerle­rin üzerlerine konan taze çiçekleri ziyaretçiler gittikten sonra alelacele toplayıp hırpani kılıklı birilerine veriyorlardı. Genç yaştaki üç dört kişi, papazlar'a para verdikten sonra süratle çi­çekleri dışarıya götürüp, tekrar dönmekteydiler. Gençlerden bir tanesine sorduğumda bana cevaben "Biz Teşvikiye'de çiçekçi­yiz, hergün mezarlıktan parayla çiçek alıyoruz. Yunanistan'dan turlarla sürekli ziyaretçiler geldiğinden, İstanbul 'un en lüks semtlerinde bile olmayan değerli çiçekleri burada bulabilmek 104

mümkün. Üstelik çiçeklerin mezar taşlarının üzerlerinde kuru­malarını da önlemiş oluyoruz. Bu şartlarda papazlar da kazanı­yor, bizler de kazanıyoruz" demekle yetiniyordu.

Anlaşılıyor ki din'in ticareti y-alnız Türk Ortodoks Patrik­hanesi 'nde değil, Şişli Rum Mezarlığında da varmış. 1995 se­nesinin bir Temmuz sabahı, alışılmamış rüzgarın ardından kı­yamet kopacak gibi yağmur yağmaya başladı. Kalben isteme­sem de, hayatımda ilk defa bir Gayrimüslim mezarlığına gel­miştim. Yüce Allah'ım; razı olmamış olacaksın ki şimşekler çaktırıyorsun diye düşüncelere kapılıp, varlığına binlerce defa dualar ediyordum. İnşallah bu ilk ve son gelişim olacaktı. Herşeye rağmen kendilerini Turani Türkleri kabOI eden, Erenerol ailesinin mezarlarını görmeden gitmemeye kararlıydım.

Düzenli ve dar patika yolların arasında yaptığım kısa bir gezintiden sonra, ismiyle ilk defa tanıştığım Mariya Erenerol'un mezarıyla karşılaştım. Eftim eşi yazdığına göre Mariya Hanım, II. Patrik Turgut Erenerol ve III. Patrik Selçuk Erenerol 'un anneleri olmalıydı. 11. Patrik'e ilk iki görüşmemizde an­ne ismini sorduğumda, neden söylemediklerini şimdi çok daha iyi anlıyordum. Mezarlığın en dip tabir edilen köşe kısmına geldiğimde, 1. Patrik Eftim ve 11. Patrik Turgut Erenerol'un gömütleri baba-oğul yan yana bulunmaktaydı. Kimbilir belki de bu durum aile arasında, yaşadıkları yıllarda belirlenen bir vasi­yet olabilirdi. Mezarlığı bir süre daha dolaştıktan sonra, acemi kılavuzlar gibi Rum mezarlığında Türk isimleri aramaya koyul­dum. Oda ne? Sokrat Erenerol, Niko Erenerol, Evanfiye, Resbina ve Meri Erenerol isimleriyle karşılaşıyordum. Bunlar bu­günkü patrik'in baba, ağabey, amca ve halalarıydı. Cumhuriye­tin kuruluşundan buyana bizleri yöneten devlet büyüklerimizin Turani Türkler'i dedikleri insanlar, demek bunlardı. Sokrm ve

Niko Erenerol'un, Eftim'in yardımcı papazlar'ı ve amcazadele­ri olduklarını mezar taşlarından öğreniyordum. Dünyada herşey yalan söyler, ama bir insanın şeceresini yazan mezar taşla­n yalan söylemezlerdi.

Sokrat ismini, çocukluğumda tarih kitaplarında okumuştum ve ünlü bir Yunan bilgini olduğunu hocalarımız anlatmışlardı. Bu Sokrat Erenerol, demek ki büyük Turani Türklerinden'di. Hep söyledikleri gibi Erenerol ailesinin bireyleri gerçekten Türk iseler; peki öyle ise iki ayn millet arasında (Rumlar'la) böylesi bir isim benzerliği nasıl olabilir? Sokrat, Niko, Evanfiye, Mariya, Resbina ve Meri isimlerinin hakemliklerini Türk halkına bırakıyorum.

Gerçekten bu isimlere Turani Türkleri'nin isimleridir der­lerse, benim hiçbir itirazım olmayacaktır. Yok değildir derlerse, bugünkü Patrik Selçuk Erenerol'un ahfadının Türk olduğu tar­tışılır derim. II. Patrik'i anlattıktan sonra, Akdağmaden'li be­zirgan büyükbaba ve eşi büyükanneyi de tanıtınca, biliyorum ki Selçuk Erenerol 'la aramızda fırtınalar kopacak. Roman yazma­dığıma göre, araştırmacı yazarlığın zorlu risklerini şimdiden kabullenmeye hazır olmalıydım. Ve öyle de oldu. Çünkü yuka­rıda belirttiğim isimler, Helen ve Grek isimleriydi. Mezarlıktan üzüntüler içerisinde ayrılırken, bir papaz'a Türk Ortodokslar'ın mezarlarının neden burada olduklarını sordum. Papaz bana "1969 senesinde Ulus Etiler Yahudi Mezarlığı'nın yanında Türk Ortodoks dediklerinize devlet yer gösterdi, orayı beğenmedik­lerini söyleyip burayı kabullendiler. Dinlerimiz ve inandığımız kitap aynı, isimlerimiz benzerlik içerisinde olduğuna göre, ge­risini siz anlayın" demişti. Evet, yukarıda da belirttiğim gibi isimler, Yunan ve Helen isimlerinin aynılanydı. Fakat bu pa­paz, geçmişte yaşanan ihtilaflardan dolayı yanlı konuşabilir di106

ye istemesem de Türk Ortodoks Patrikhanesi 'ne yeniden gidip, Selçuk Erenerol'dan mezarlık gerçeğini öğrenecektim.

Patrikhane'ye yeniden gittiğimde bu hususun en ince ayrın­tılarına kadar yaptığımız karşılıklı söyleşide beni pek ikna ede­meyen III. Patrik, bana 1951 yılında çıkan Türk Ortodoksları' na ait eski bir kitap hediye etti. Ben o kitabı daha önceleri oku­duğumdan bahsedince, patrik bana "bu kitap çıktığında siz kü­çük bir çocuk olmalısınız, hayret kırk dört sene önceki bir kita­bı nasıl buldunuz" diye şaşırıyordu. Aslında patrik'in hediye et­tiği kitabı bir yıl önce okumuş ve karşılıklı çanak soruların de­vamı olan diyaloglarla yazıldığından, kendi düşüncelerime gö­re yetersiz bulmuştum. III. Patrik, "mezarlık konusunda inkar etmiyorum, devlet bize Türk Ortodoks cemaati olarak Ulus Eti­ler Deresi Mahallesindeki Musevi Mezarlığı'nın yanında yer gösterdi. Ağabeyim Turgut ve ben fazla kıyıda köşede olduğun­dan beğenmedik. Sonra başka bir yer gösterdiler, belediye harç rüsum kanunu gibi bürokratik meselelerle uğraşmak istemedi­ğimizden, işin peşini bıraktık" demekle yetiniyordu.

Burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti üzerine düşen gö­revleri fazlasıyla yaparken, Türk Ortodokslar'ı yer beğenmeyip, dinsel birliktelikleri ve isim bağları uyuşan Rum Mezarlığını tercih etmişlerse, biz ne diyebiliriz ki?

Benim anladığım kadarıyla ne hıyanet yuvası Fener, ne de ticaret odağı Türk Ortodoks, Türkiye'nin sırtındaki kambur ol­maktan ileri gidemezler. Görüldüğü kadarıyla bu kamburların tümseği büyük ölçüde erozyona uğramaya başladı. Burada Türk Ortodokslar'a konunun dışında olduğu halde, bir misal göster­mek istiyorum. Çok uzak değil, bundan on yıl kadar önce Mid­yat Darül Zafaran ve Güneydoğu Bölgesinden İstanbul'a gelen Süryaniler'e bile, bu devlet ayırım göstermeden Topkapı Müs­lüman Mezarlığı'nın yanında yer vermiştir.

Bu örnekten yola çıkarak, siz Türk Ortodokslar'a diyorum ki, 1922'den bu yana yetkili makamların size gösterdiği yerle­ri kabfil etmeyip, ölülerinizi Rumlar'ın mezarlığına gömdüyseniz, burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yapacağı daha ne kalmıştır? Kalmadığını sizler de bildiğiniz halde, ikide bir de "alternatif patrikhaneyiz, bize daha fazla sahip çıkılsın" gibiler­den mırıltılar koparıp, başağrısı oluyorsunuz.

Şimdi her cenazeden sonra Fener Patriği izin verecek, Be­yoğlu Metropoliti -sorgüya Çekecek diye düşünün durun baka­lım. Sizler devletten nemalandığınız üç çeyrek asırdır ne yaptı­nız Allah aşkına!..

Fener Patrikhanesi sizden izin alacakken, sizler izin alacak hatta muhatap kabul edilmeyecek duruma düşmüşseniz, hiçbir mazeret üretmeksizin kabahatları kendinizde aramanız gerekir. Ticaret ve safahat tatlı geldiği için ha Rum, ha Yahudi, ha Sür­yani farketmez demişsiniz. Bunun aksini konuşursanız, belgeli gerçekler karşınıza kapı gibi dayanır.

Zorda kalınca biz Türkiye'nin Rumlar'a karşı denge unsu­ruyuz deyip, işin içinden çıkıveriyorsunuz. Sizlerin ve geçmiş­teki devlet büyüklerimizin gafletleri yüzünden, gizli misyoner­lerin teşvikiyle 1986 yılında İstanbul 'un Tünel Semtinde Türk Protestan Kilise'si açıldığı halde, hiç oralı bile olmadığınız bi­linen durumlardır. Dün Ortodoks, bugün Protestan, yarın Kato­lik Kilise 'si açılırsa, ne olacak bu milletin hali!..

Tünel Protestan Kilise'si fazla cemaati olmayan küçük çap­lı bir papaz'ın önderliğinde açılıp, görevli diyokosların yoğun gayretleriyle çağdaş kitap ve kuş resimli amblemlerini ev ev, 108

kapı kapı dağıtarak İsa Mesih'i okuyunuz derlerken, Türkiye'yi ayn mezheplere karşı kendine göre sözde koruma görevi üstle­nen Türk Ortodokslar'ı[22] aile_boyu ticaretinizi yapmaya devam ediniz. Bu davranışlarınızdan dolayı misyonunuzu yitirdiğinizi sizler de bilmektesiniz. Son zamanlarda büyük şehirlerin cadde ve sokaklarında bedava dağıtılan İncil sizlerin marifeti olmasa da, sempatiyle baktığınız bu durum diğer Hristiyan mezhepler­le de dirsek temasında olduğunuzun en belirgin işaretidir. Daha da önemlisi, 22 Haziran 2006'da Bartholomeos'un Ekümenik Patriklik safsatalarına destek için Erivan'dan Türkiye 'ye gelen Ermeni Katolikos'u II. Karekin ve maiyetindeki papazlar'ın Heybeliada Ruhban Okulundaki gövde gösterilerine bilinçli bir şekilde sessiz kalmanız, asla kabul edilemez durumlardır.

Günü geldiğinde bu memleketin asil evlatları; çeşitli grup­lara bölünüp asli görevlerinin dışına çıkan kilise ve patrikhane'lere, gerekli cevabı mutlaka vereceklerdir inancındayım.

1. TÜRK ORTODOKS PATRİGİ
EFTİM'İN ÇOCUKLARI

I. Patrik Papa Eftim'in çocuklarından bahsederken, kitabı­mın konusu itibariyle yalnızca Dr. Turgut ve küçük kardeşi Sel­çuk Erenerol'un isimlerini açıklamıştım.

Papa Eftim, Keskin'de Ahimandirit olduğu günlerde 1908 yılında eşi Mariya'dan bir kız çocuğu sahibi olur. Türk Hristiyanlar o yıllarda Fener Rum Patrikhanesi'ne bağlı oldukların­dan, Anadolu ve İstanbul Ortodoks'ları arasında gözle görülür bir sorun yoktu. Dikkat edilecek olursa Eftim'in iki oğlu 1920 ve 1926 doğumlu olduklarından Türk isimleri almışlardır. Bu tarihler Eftim 'in Fener'le bağlarını kopartıp, Atatürk ve çevre­sine girdiği zamanlardır. 1920'den önce doğan üç kızının isim­leri sırasıyla Meri, Polyanna ve Natalia'dır. Acaba bu çocuk­lar Cumhuriyet sonrası yıllarda dünya'ya gelselerdi, Helen ve Grek isimlerini alabilirler miydi?

Hiç sanmıyorum, zira Eftim'in esnek politikası oğullarına Türk ismi vermesiyle zaten belirlenmiştir. Yalnız büyük oğul Turgut'a (Yorgi) evde Rum, dışarıda ise Türk ismiyle hitabedilmiştir. Kendilerinin iddia ettiği gibi ve bilindiği kadarıyla bu zat Turani Türkler'inden değil miydi? Akdağmadeni nüfus ka­yıtlarındaki şeceresini incelediğimizde önce Gökoğuz Turani Türkleri'nin tarihlerini, sonra da Eftim'in baba ismini belirle­miş olacağım. Buradaki esas gayem, kimseyi yıkmak ve kara­lamak değildir. Büyük tarihçilerin dedikleri gibi isimlerin anla­mı, insanları soyköklerine götürür. Bu tespitten yola çıkarak Türk Hristiyan Ortodoks Bağımsız Patrikhanesi'ni kuran ve bu saltanatı babadan oğula devam ettiren, Eftim ve Mariya Hanım'ın ahfadının soy kütüğüne dikkatli bir araştırma neticesin­de ulaştığımı söyleyebilirim.

Birinci kız Meri Hanım, genç yaşında Türkiye'den ayrıla­rak, hareketli bir hayat yaşadığı Amerika'nın Dallas kentinde 1990 yılında hayata veda eder.

İkinci kız Polyanna hakkında Selçuk Erenerol'la yaptığım müteaddit görüşmeler esnasında yeterli bilgi edinemediğim için, yazmaktan imtina ediyorum.

Üçüncü kız Natalia Hanım, ilerlemiş yaşına rağmen İstan­bul'da mutlu bir evlilik sürdürmekte olup, Kontoğlu soyadını taşımaktadır. Akdağmadeni'nden Keskin'e, Keskin'den Kayseri'ye, Kayseri'den İstanbul'a taşınan bu ihtişamlı hayat, zanne­derim nesilden nesile Türk Devleti'nin sayesinde sürüp gide­cektir. Neredeyse yok denilecek kadar cemaatleri olan bu in­sanlar vakıf mallarını istedikleri gibi kullanıp, hatta işine gelen­leri kiraya vererek refah içerisinde yaşamaktadırlar. Günümüz­de hiçbir ruhani işyarlığı kalmayan bu ailenin elinden devlete ait taşınmazlar neden alınmaz, anlamakta zorluk çekiyorum.

111. PATRİK SELÇUK ERENEROL

Selçuk Erenerol 1926 İstanbul doğumlu, Boğaziçi Lisesi mezunu, 1991 yılında patrik oluncaya kadar ticaretle uğraşmış, patrik olduktan sonra devam eden ticaretine yenilerini ilave et­miş, Sevgi ve Cancan adında iki kız ve ileride hanedanı devam ettirecek Paşa adında bir erkek evlat sahibi, mutlu bir babadır. Paşa'nın anlamı Hristiyanlar'da patrik demek olduğundan, demekki sırada IV. Patrik Paşa Erenerol var! ..

Zaten Karaköy Aya Yani Kilisesi 'nin karşısındaki büyük işhanı'nın adı da, daha önce bahsettiğim gibi paşa amblemini ta­şımaktadır.

Bu kitabın hazırlık ve başlangıç zamanlarında Selçuk Erenerol 'la birçok konularda (fikir alışverişi bakımından) münase­betlerimiz mutlaka olmuştur. Bir konuşma anında ben kendile­rine gördüklerimi yazarım, "Fener'e kızıyorsunuz, fakat kendi faaliyetleriniz hakkında bir broşür dahi çıkarmıyorsunuz" de­miştim. Bunun üzerine patrik gerçekleri görmüş olacak ki, kızı Sevgi'yi çok kısa zamanda patrikhane'nin halkla ilişkiler so­rumlusu yaptı. Kendilerine Aya Yani Kilisesi'nin papaz'ı kim­dir dediğimde, şimdilik orada ibadet yapılmıyor cevabını ver­mekle yetindiler. Israrlı araştırmalarım neticesi, Aya Yani'de Süryani Kadim Cemaati ve Ermeniler'in hafta sonları dinsel orunlarını yerine getirdiklerini gördüm. Pazar ayininden sonra 112

konuştuğum bazı kişiler, burasını Selçuk Erenerol'dan kirala­dıklarını söylüyorlardı.

Buradan bütün Türk Ortodoksları 'na soruyorum, bir mez­hep, kendi cemaatlerinden ayrı bir mezhebe kilise'sini ibadet için verebilir mi? Olsa olsa ticaret için verebilir.

Selçuk Erenerol bu vahim durum karşısında kendilerine, (Fener Patrikhanesi'ne karşı denge unsuru derse) ben de bana onların hakkında incitecek şeyler yazma-çizme diyen büyükle­rimize; "Kilise'nin ticaretinin yapıldığını, çok benimsediğiniz Türk Ortodoksları'nda gördüm" derim.

Bir konuşmamız esnasında III. Patrik, "Senede bin kadar Türk Müslüman çocuğu Hristiyan olmak için geliyor. Hristiyanlar'a yurt dışı vizesi kolay verildiğinden, ticaret için geldikleri­ni anlıyor ve kovuyoruz" diyordu. Kısa süren bir sessizlikten sonra, kabul edilemez bu husus hakkında:

"Evet sayın Patrik, 1 8-25 yaş arası manevi değerlerin bilin­ciyle yetişmeyen insanlara çengel atmak ve onları kilise koı:osuna dahil etmek çok kolaydır. Bu son çağda bazı ailelerin iyi yetiştiremediği çocuklar da çarpık eğilimler olduğunu farketmiş olacaksınız ki, avını koklayan tazı gibi fırsat kolluyorsunuz. Önce siz Fener Rumlarıyla mezar meselenizi halledin de, ondan sonra Türk çocuklarını kovmayı düşünün" diyerek mu­kabelede bulundum. Daha sonra Ankara'ya döndüğümde hızı­mı alamayarak, Selçuk Erenerol'a şu mektubu yazdım:

"Sayın Patrik, bu devlet 1922'den bu yana şahsınızı ve ai­le bireylerinizi himaye edip saltanat sürdürüyor, ama sizler ti­caret yapayım derken hıyanet yuvası Fener' i söndiiremiyorsunuz. Sanırım Rum' un Feneri'ni söndürmek bu memleketin asil çocuklarına nasip olacakw: Panayia kiliseniz' in geniş avlu­sunda çok lüks ve şık giyimli Türk çocukları gördüm, ama sizin gibi sözde Turani değil, gerçek Türk çocukları. Bu duruma çok mu çok üzüldüm. Sizin hiç yaşlı insanınız yokmudur da bu ço­cukları tercih ediyorsunuz? Bunların şık giyisileri bir yerlerden veya bahsettiğiniz gizli misyonerlerden geliyor olmalı ki, yakalarmdaki ay-yıldızlı rozetle, Panayia' nm istavrozu önünde et­rafa mutluluk gülücükleri saçıyorlm: Gördüğüm kadarıyla siz de onların çağdaş kıyafetli, etkileme gücü fevkalade, istikbaliŞişli Rum Mezarlığı'na izinle gidecek olan son patriğisiniz. Patrikhane' nin ilerisindeki Aya Nikola'yı kapalı ve camları kı­rık gördüm, yoksa orayı da Aya Yani gibi bir başka kadim ce­maate verme hazırlığında mısınız? Olur olıa; neden olmasm, çağdaş patriğe de böylesi işler yakış11: Bu kitabımla, işlevini tam olarak yapmayan Türk Ortodoks Patrikhanesi' ni gerçek manada sorguya çekmiş durumdayım. Lozan Andlaşması gere­ğince, vakıf mallarma ilave yapılamaz ve şekli bozulamaz hük­mü getirilmiştil: Sizin patrikhane'nizin dış kısnımdaki kiradaki iş yerlerinin, kilise' nin şeklini bozduğu esası değerlendirilecek olursa, vakıflar yasasına göre açılan bu yerlerin mevcut kanun­lara aykırı davranıldığından hemen kapatılmaları gerekir.

Aslmda ticaret yapacağım diye, asıl göreviniz olan kilise iş­leriyle hiç uğraşmamışsınız. Sıfatınız patrik ama, uğraşmadığı­nız şuradan belli, siz yetmiş küsur yaşmda bir insansınız, bir yıl öncesine kadar babanız Eftim' in Kayseri'de kurduğu ilkpatrikhane'yi dahi bilmiyordunuz. Geçen yıl Kayseri'ye kızınız Sevgi Hanım' la gittiğinizde bir gün aradığınız halde, babanızın yeri­ni bulamadınız. En sonunda bir askeri birliğin içinde kilise var denilince, şahsınıza kılavuzluk eden yük hamalıyla birlikte ora­ya gidip, ilk Ortodoks Patrikhanesi' nin Zincidere semtindeki yerini bulabildiniz. Demek oluyor ki, konumu itibariyle hassa­siyet içeren meseleler size hep uzak kalmış. Bu şartlarda Türki­ye'yi, Fener' e karşı nasıl temsil edeceksiniz? Doğrusu şimdiye kadar yaptığımız İstanbul ve Ankara'daki muhtelifgörüşmelerde bu önemli konuların cevabını alabilmiş değilim. "

Burada okuyucularım tereddüte düşebilirler, Panayia'da ru­hani ayin yapılmıyor; bahçesinde nasıl lüks gençler görebilirsi---  niz,-düşüncesi zihinlerde -doğabilir. —

Komünizmin yıkılmasıyla birlikte, Sovyetler'den koparak bağımsızlığını elde eden Türk Cumhuriyetleri açıldığından bu yana, Orta Asya'dan gelen Gökoğuz'lar, (Gagauz'lar) Çavuş ve Yakut'lar 'devamlı olarak Türk Ortodoks Patrikhanesi'ne[23] uğra­maktadırlar. Benim Panayia Kilisesi'nin bahçesinde gördüğüm Türk insanlar topluluğu bunlardır. Aya Yani Kilisesi'ni ema­neten Süryani ve Ermeniler'e veren bir patrik'in, yıllar süren Sovyet idaresi altında din olgusunu tam olarak kavrayamayan bu Türk çocuklarını Hristiyan cemaatine katmaya hakkı var mı­dır? Bu konu bizleri aştığına göre söz, kilise ve vakıf cemaatle­riyle ilgili devlet büyüklerinindir ...

HEYBELİADA RUHBAN OKULU

Rum Ortodokslar'ın her yıl Nisan ayında Büyükada Aya Yorgi Manastın'nda Paskalya Yortusu bayramlarının olduğu­nu, araştırmalarım doğrultusunda öğrenmiş bulunmaktayım. Yortu bayramından önce Rumlar'ın arife tabir ettikleri 22 Ni­san Espirinos günü, öğleden sonra kutlanan bir ön Yortudur. Önce Heybeliada'daki casus papazlar'ın yetiştiği okulu göre­cek, ondan sonraki günde, Büyükada'ya geçecektim. Yortu Büyükada'da olduğundan, 22 Nisan gününü Heybeli'ye ayırmış­tım. Şehir hatları vapurundan inip kısa süre yürüdükten sonra, Türk denizcilerini yetiştiren Deniz Harbokulu beyaz kanatlı bir martı gibi karşımdaydı. Gördüğüm bu manzara karşısında duy­gulandım, gururlandım. İşte Türk'ün şanlı tarihini yazanların okulları Heybeliada'nın baş köşesinde yeralmış diye, gözlerim yaşardı. Beyazlar içerisindeki Bahriyelileri görünce sevincim bir kat daha arttı. Az daha ileriye gittiğimde Aya Nikola Rum Kilisesi'nin önünde siyah cübbeler giymiş papazlar'la karşılaştı­ğımda, sevincim hüzne dönüşüverdi. Demek benim ülkemde din görünümü altında siyasi casus yetiştiren, Heybeli Ruhban Oku­lu 'nun papazlar'ı bunlardı. Olmaz olamazdı!.. Heybeli Ruhban Akademisi 1971'de kapandığına göre, bu genç papaz'lar kim­lerdi? Yoksa Yunanistan'dan turistik seyahat için mi gelmişler diye, kendi kendime düşünmeye başladım. İçine düştüğüm iki­lemler karşısında merakım daha da artıyordu. Heybeli'de oto­mobil bulunmadığından sahil yolu üzerinde park halinde bekle­yen atlı fayton'a binerek, kısa sayılabilecek bir yolculuktan son­ra Aya Triada Manastırı 'nın bahçesindeki Ruhban Okulu'na geldim. Bahçede sıralanmış genç papaz adayları, on beş yirmi kişilik gruplar halinde başlarındaki yaşlı bir papaz'ın önderli­ğinde Rumlar'ın ünlü halas marşını, ellerindeki kitapçıklardan okumaktaydılar. Bütün bu gelişmeleri pürdikkat gözlemlemeye koyuldum. Bildiğim kadarıyla akademi yasal olarak kapalı ama, papaz adayları marşın bitiminden sonra bahçede bulunan sıra­lara oturarak, ellerindeki kutsal kitaptan sesli bir şekilde dualar mırıldanıyorlardı. Üç dört saatlik ısrarlı bir bekleyişten sonra bu grupların hepsinin, Aya Triada Manastırı'ndaki okul binasına girdiklerini gördüm. Yaşlı papaz ise, bahçede çamların arasın­da gezinmekteydi. Bahçe kapısının önüne doğru geldiğimde, keskin bakışlarını üzerime çeviren yaşlı papaz, bana hitaben:

"Beyefendi siz kimi aradıniz?

-    Papaz Efendi, sizinle görüşebilir miyim.

-    Ne görüşeceksiniz, siz Tiirksiniz sanirim.

-    Evet Türküm ve bu okulu merak ettiğim için geldim.

-    Okulimiz 1971 de kapandı, o gün bugün dir eğitim yoktİI:

-   Papaz Efendi, ya az önce bahçedeki siyah kıyafetli öğren­ciler kimlerdi?

-    Onlar manastir' in papaz adaylaridir.

-   Efendim, bu okul hakkında kitap yazmaktayım, onun için soruyorum.

-   Yaz efendim yaz. Ben Germonos Atayonistos, bu manas­tır' ın papazi'yim. Bahçede çocuklara lıergün dinsel orun yaptiriyorum. Bildiğiniz gibi bizim akademi kapalidir. Kısmetse

burasi yeniden açılacak, Türk Devletine faydalı olacağiz. Yal­nızca lise bölümümüz açiktir. Buraya dafazla öğrenci gelmiyor.

-    Manastır'ı ve okulun içini görmek için buralara kadar geldim. Bir mahsuru yoksa müsaade eder misiniz?

-    Ama şu an ' okula ne siz, ne ben girebilirim. Eski günler için İsa Mesih' e, ulu Pavlos' a hergün dualar ediyorum.

-             Hiç değilse manastır'ın bahçesini gezsem.

-             Bu mümkün değildir. Size güle güle diyorum.

-    Papaz Efendi, şimdi mani olsanız da bir gün mutlaka bu okulun içini göreceğim. Şunu bilinizki böylesinekuralcı yasak­lamalarla bir yere varamazsınız."

Heybeliada Ruhban Okulu Başpapaz'ı Germonos Atayonistos'la aramızda geçen konuşmalar beni fazlasıyla düşündür­dü. Devletimiz 1971'de Ruhban Okulu'nu kapattığı halde, oku­lun içindeki Aya Triada Manastır Kilise'si açık bulunmaktadır. Demekki bu papaz'lar, okul yerine manastır'ın kilise'sini kul­lanıp, ülkemize soktukları casusları şimdi de burada yetiştiriyor olmalıydılar.

Okulun bahçesi kapalı olmadığına göre, yaz eğitimine bu­rada devam ediliyor. Anladığım kadarıyla kış eğitimi de Aya Triada Manastırı 'ndaki kilise'de yapılıyordu. Mübarek okul de­ğil, komando kampı sanki! ..

Gördüğüm genç papaz adayları bir ruhban'dan ziyade, karete yapan sporcular gibilerdi. Okul ne kadar kapalı olursa ol­sun bu hain papaz'lar, dernek oluyor ki kendilerini ve cemaat­lerini perde arkasından verdiği talimatlarla Amerika' dan yöne­ten canavar Yakovas'ın izinden gitmekteydiler. Yakovas şu an­da Amerikan Ortodoks Patriği olduğuna göre, yakında bu hıya118

net yuvasını Avrupa Birliğine girme hayalleriyle yanıp tutuşan anlı şanlı Türk büyüklerine açtırırsa hiç şaşırmam. Zira dünya coğrafyasında ekonomik bağımsızlığı olmayan ülkeler, hep ay­nı yaptırımlarla karşılaşmışlardır.

Ruhban Okulundan inip, Heybeli Vapur İskelesine gelirken sahilin hemen arkasındaki Aya Nikola Kilisesi'nin bahçesinde gezen genç papazlar'ı yeniden görünce, önceleri Ruhbah Okulu'nun büyük bir bölümünü teşkil eden Yunan pasaportlu sahte din adamları aklıma geldi. Devlet bu okulu ne kadar kapatırsa kapatsın, haçlı ittifakı içerisindeki hain papazlar'ı anavatanları­na göndermedikten sonra, kurtuluş mümkün olmayacaktır...

BÜYÜKADA AYA YORGİDEYİM

Tarih 23 Nisan 1995 Rum Ortodokslar'ın Yortu Bayramı. Büyükada Kadıyoran Yokuşu Caddesinden araba parkına doğ­ru yürümekteyim. Herkes kadınlı erkekli, yanlarında çocukla­rıyla en şık giysiler içerisinde, telaşla bir yerlere gidiyordu. Az sonra bu telaşlarını anlamakta gecikmedim. Ada çarşısındaki balıkçının önünde durduğum bir anda, başındaki süslü melon şapkasından ve ağdalı konuşmasından Rum olduğu anlaşılan yaşlı bir madam, ihtiyar balıkçıya siparişler veriyordu:

-    Monguldar Efendi, bilirsiniz ki bugün Kutsal Yortu günidir. Metropolit Simon, Aya Yorgi'ye gelicektir. Şimdi ben gidor, sen benim lakerdaları hazırla, akşama Hristaki benden meze istiyecektir. Benim koca olacak dinozorun huysuzluğini anlat­mama gerek yoktir herhalde?

-    Tamam Madam Eteni, ben gelemor, sen benim yerime de aziz Yorgi'yi taziz ediver.

-    Seni tembel Monguldar seni, dün Espirinos'a gelmorsin, bu günde yortuya gelmorsin, vallahi ulu Hristos'a şikayet edeceğimdir seni... İşin gücün paradir. Naporsin bu paralari? Yok­sa genç bir madam mi var. Ama bu göbek var ya bu göbek, se­ni ihtiyar Evanfiye bile istemez.

-    Madam Eteni, sen benim gençliğimi bilorsun. Seni almadim diye mi böyle dir dır edersin.

-    Tamamdir Monguldm: Sana Hristos adina Aya Yorgi'de, genç bir madam isteyeceğimdil:

-    Bende sana lakerdalarin en feriğini ayıracağım Madam Eleni."

Büyükada çok lüks ve kozmopolit bir yer olduğundan, bura­daki Gayrimüslimler aralarında böyle şakalar yapmaktan çekin­miyorlardı. Genellikle siyahlar giyinmiş şık insanların telaşla­rının Aya Yorgi'ye gitmek olduğunu, Madam Eleni'nin konuş­malarından anlamıştım. İçime tuhaf bir Rum kokusu sinmiş ve kendimi ayrı bir dünya'da, sanki Yunanistan' da gibi hissediyor­dum. Biran aklıma Anadolu'nun tertemiz, pırıl pırıl çocukları geldi. Burada Rum palikaryalar'la, bizim Türk monşerler de vardı. Öylesine içiçe girmişlerki bu insanları ayırdetmek adeta imkansız gibiydi. Ada'nın işçileri, yük taşıyıcıları, gündelikçi kadınları, turistik amaçla hizmet gören at ve eşeklerin bakıcıla­rı bizim insanlarımızdı. Tarihler yaratmış bir milletin bugünkü çocukları, bu palikaryalar'a ve bizim hristik monşerlere karın tokluğuna hizmet etmekteydiler. Her birinin hüznü yüzlerinden okunuyordu. Bu acıların insanları bizim, bu monşerler de bi­zim, ya bu palikaryalar kimindi? Bunların kimin olduğunu bi­lenler, onları ait oldukları yere neden iade etmezler?..

Ada'da çok yaşlı, dinç ve hayli bakımlı zinde insanlar gö­rünce, şaşkınlığımı anlatacak, dertleşecek birilerini arıyordum.

Yollardaki zakkum çiçekleri, bahçelerdeki güzelim begon­ya ve ortancalar, lüks cumbalı evler, anlaşılan bu kranta ihtiyar­ların ömürlerine, ömür katmaktaydılar. Biran düşünüp gördük­lerimin değerlendirmesini yaptıktan sonra ada'da neden çok yaş­lı ve zinde insanlar olduğunu daha iyi anlıyordum.

Anadolu'daki çileli hayat mücadelesi, bu ülkenin asil evlat­larını demek ki erken bitirip tüketiyordu. Ülke tapusunun evlat­ları üvey, mutlu hayatlar yaşayan palikaryalar öz oluyorlarsa, bu durum çok acı ve düşündürücüdür. Aya Yorgi'ye gitmeden önce, kendime otelde bir yer ayırtmak aklımdan geçti. Güzel ve şık bahçeli bir yer olan Spilendit Otele girdiğimde, resepsiyon­daki bayandan oda istedim. Bu arada otelin işletmecisi geldi. Türkçesi kavruk olduğundan, adını sorup Niko olduğunu öğ­rendiğimde, çok açık bir şekilde otelde kalmayacağımı söyle­dim. Oradakiler tuhaf tuhaf bana bakmaya başladılar.

Ömrüm boyunca hiçbir azınlığa bilgim dahilinde para ka­zandırmak gibi bir prensibim olmadığından, o günümü sokakta da geçirsem bu insanlara maddi manevi taviz vermemeye ka­rarlıydım.

Her Türk insanı duyarlı davranmış olsaydı bu palikarya azın­lıklar, anavatanlarına çoktan gitmiş olurlardı. Şimdi ise bizim hristik monşer ailelerle, ada'nın muhteşem sahilleri ve ihtişam­lı köşklerinde hayatın tadını birlikte çıkarıyorlar. Bilmiyorlar ki bu aileler, kendilerinden sonra gelecek nesillere farkında olma­dan acı bir miras bıraktıklarını. İlerde lüks yaşadıkları bu cen­net yerleri, dost geçindikleri palikaryalara te.slim ederlerse hiç şaşırmasınlar. Bu monşerlere ancak şunu söyleyebilirim, insan­lar milleyetleriyle doğar, milliyetleriyle ölürler. Bu sebepledir ki hiçbir Rum, Türk'ün gerçek dostu olamaz!..

Otelde kalmaktan vazgeçtiğimden elimdeki küçük çantam­la Büyükada çarşısı araba parkına geldim. Hristiyanların Kutsal Yortu günü olduğundan burası her zamankinden daha kalaba­lıktı. Atlı faytonlardan bir tanesine binip Dil İskelesi yolundan, yirmi dakikalık bir yolculuk neticesi dinlenme parkının önüne gelerek indim. Karşıda ise ada eşeklerinin kiralama bahçesi bu­lunmaktaydı. Dinlenme parkının önündeki yamaçlı yolun ise Aya Yorgi Manastırı'na gitmekte olduğunu öğrendim. Oldukça dik olan bu yola ya eşekle, ya da yaya gidecektim. Bir eşek ki­ralayarak patika yolundaki çamların arasından kısa sürede Aya Yorgi Manastın'na varmıştım. Rumlar'ın Aziz Yorgi dedikleri bu yer, muhteşem bir tepenin üzerinden İstanbul 'u adeta cennet gibi gösteriyordu. Kendi kendime düşündüm:

"Bu Rumlar mı azınlıktı, yoksa bizler mi? Bu kadar ihtişamm din ve vicdan hürriyetinin içerisinde, bir de bizleri bü­tün diinya'ya şikayet ederler. Tabii ki bütün dertleri ülkeyi ka­rıştırmak! Bu mu Yunan medeniyeti? Barbar dediğiniz Türk' fer kendi vatan topraklarında sîzlere bu dersaadetleri vermiş­se, asıl barbar sizlersiniz, Perikles'in torunları!.. "

Aya Yorgi Manastırı'nın geniş ve bakımlı bahçesi adeta labe leb doluydu. Siyahlar giymiş kranta hanım ve beyler, birbir­lerine gülücükler yağdırıyorlardı. Papazlar' daki ağır parfüm kokuları, sanki ünlü Bozart'ın dükkanı gibiydi. Ahimandirit'ler, papaz'lar, diyokos'lar sıralanmış bir halde canavar Yakovas'ın çırağı Adalar Metropolit'i Simon'u bekliyorlardı. Bir gün ön­ce Espirinos (Arifelerini) kutlayan Rum Ortodoks'lar, bugün de Yortu Bayramlarını yapacaklardı. Nihayet Metropolit Simon atlı bir faytondan, dört kişilik papaz grubuyla birlikte yere indi.

Aman ne inmek, Yunan bayrağının mavisi halılar ayaklarının altına serilmiş, bütün papaz'lar ve yaptıkları makyajdan adeta boyacı küpüne dönmüş lüks bayanlar yerlere kadar eğilerek, etek öpüyorlardı. Büyükada'nın Türk vatandaşı statüsünde­ki Rumlar'ı Paskalya Yortusunu sevinçle kutlarlarken, Yunan'lı dostlarıyla eleleydiler.

Metropolit Simon elindeki haç'la bahçedekileri selamlayıp, Aya Yorgi'nin ana kapısına gelmişti. Bahçedeki piyano, Rum­ların ünlü halas marşını çalınca, orada bulunanlar hepbir ağız­dan coşuverdiler. Daha sonra herkes Metropolit Simon'un ya­nına gidiyor ve ulularına dokunabilmek için izdiham yaratıyor­lardı. Simon kısa bir konuşmadan sonra, takdisleri içeride ya­pacağını söyledi. Bu konuşmanın bitiminde, Rum Ortodoks'lar sırasıyla yavaş yavaş manastır'a girmeye başladılar. Bütün bu olanları bahçenin kenarından seyrediyordum. İçeriye girmez­dim, giremezdim yoksa kendimden şüphe ederdim. Beni bura­larda bir yakınım görse acaba ne derdi? O zaman kimselere bir şey diyemezdim. Artık bahçe dışına çıkıp çam ağacına bağladı­ğım ada eşeğini çözerek, geri dönecektim. Çok merak ettiğim Yortu'yu dışarıdan da olsa görmüştüm. Üzüntülerimin bir baş­ka yönü ise, bu palikaryaları dışarda bekleyen atlı faytoncula­rın hepsinin Türk olmalarıydı. Dün Rum'lar Osmanlı Türkleri' nin hizmetkarlanydı. Bugün tarih ters dönmüş olacak ki, bizim çocuklarımız çok acıdır ki Kostalar'a, Sokratlar'a, Eleniler'e hizmet ediyorlar. Büyük yerlerde oturup büyük geçinenler, kal­kın ayağa ve bu acımasız adaletsizliğe son verin! ..

Aya Yorgi'nin yan yolunda eşekten inerek, yularını elime alıp, yaya yürümeye başladım. Hayatımın her döneminde içim­de yaşattığım milli duygularım beni derin üzüntülere sevketmişti. Bu palikaryalar eşi menendi olmayan vatan topraklarımızda metropolit'likler kurup, has bahçenin vezirleri oluyorlarsa, bi­zim insanlarımızı rezil etmeye kimsenin hakkı yoktu! .. Devlet politikası deyip, Cumhuriyet döneminde yedi olan metropoIit'liği daha sonraki yıllarda yirmiye çıkaranlar, doğru söyleyen tarih sizi hiçbir zaman affetmeyecektir.

Böylesi vatanseverlik duygularıyla dalgın bir halde ilerler­ken, dinlenme parkına geldiğimi farkettim. Az ilerideki eşek bahçesine gidip kiraladığım hayvanı teslim edecektim ki, o da ne üç insan bir eşeği yere yatırıp, ayaklarını bağlamış başında duruyorlardı. Ada eşekleri tavlı[24] olduklarına göre, herhalde çam­lıkta eşek mezbahası var diye düşündüm. Az sonra yanıldığımı anladım. Bahçenin sahipleri hayvanın dişi çürüktür, kaç gündür (sızlanıp anırmaktan) para kazanmıyor. Onun için dişlerini çe­keceğiz diyorlardı. Bahçenin sahibi İzmit'li Abdi Efendi hem gülüyor, hem söyleniyordu:

“Bu papaz lar Aya Yorgi'ye yük taşıyan eşeklere kaba şe­keri fazla verdiklerinden, genç yaşta dişleri çiirüy01:

-   Peki siz nereden biliyorsunuz bu hayvanın yaşının genç olduğunu?

-   Ağabey eşeğin yaşım dişinden, kadar yaşım elinden an­larız. Bunu bana çocukluğumda babam söylemişti. "

Etrafta bir kahkaha fırtınası esince, beni derinden sarsan üzüntülerimi de kaybetmiştim. Hayatımda ilk kez bir eşeğin diş çekimini görmek, hatıralarımda tatlı bir anı olarak kalacaktı. "Çocukluğumun geçtiği batı yakamızm Şiikraniye Köyünde, demirci Ahmet ustanın dişlerimi çektiği kerpetenin bir benzeri­ni de burada görmüştüm." Çok geçmeden Abdi Efendi'nin ya­nındaki iki görevli hayvanın alt ve üst çenesini kalın bir kene­vir ipiyle bağlayıp, ağzını açtılar. Bu durumda operasyon baş­lamıştı. Abdi Efendi'nin elindeki büyük kerpeten, arka arkaya iki çürük dişi çekmişti bile!.. Bir kova su ile pansuman yapılıp, hemen sırtına vurulan sükseli turistik semerle, ada eşeği görev yapmaya hazır ve nazırdı.

Çekim işlemi tamamlandıktan sonra, bahçedeki görevliler artık bu akıllı eşek olur. Bundan sonra çikolata şeker yemez di­ye etrafı kırıp geçiriyorlardı. Peki bu eşek akıllı olmuştu da, ya bu parktaki diğer eşekler akılsız eşekler miydi? Dinlenme par­kından bindiğim bir atlı faytonla Büyükada çarşısına inerek, ada'dan ayrılmak istedim. Bu defa zamandan tasarruf etmek için şehir hatları vapuru yerine deniz otobüsünü tercih ederek, Büyükada, Heybeli, Kınalı, Burgaz ve Kaşık Adalan 'nı seyre­derek buralara veda ediyordum.

Bir gün, ama bir gün mutlaka, bu Ruhban Okulları, manastır'lar, patrikhane'ler ve kilise'ler buralardan başka diyarlara gideceklerdir. Ömrümce ruhumun derinliklerinde yaşattığım bu amansız heyecan ve isteklerimin gerçekleşip, hakikat olacağına kalpten inanmaktayım...

BARTHOLOMEOS VE FENER RUM PATRİKHANESİ

VATİKAN OLMA YOLUNDA

1989 yılında çeşitli ülkelerden İstanbul'a gelen Ortodoks palikaryaların arasında (ezilmişliklerine aldırmadan) restoras­yonu tamamlanan Fener Rum Patrikhanesi'nin açılış merasimi­ne katılan Türk büyükleri Nurettin Sözen, İlhan Aküzüm ve Cahit Bayar, dünya umuru muhterisliğindeki günü kurtarma po­litikalarıyla Patrik 1. Dimitrios'u farkında olmadan onur paye­sine ulaştırmışlardır. 1. Dimitrios'un 1991'deki ani ölümüyle onun yerine görevi üstlenen Bartholomeos, daha keskin çıkış­lar yaparak dikkatleri üzerinde toplamaya başlar. 1989'daki açı­lıştan iki yıl sonra Fener Rumları'nın büyük zaferini Amerika' da kutlayıp taçlandırmak isteyen patrik, ziyaretinin siyasi bir amacı olmadığını söylediği halde, Washington Askeri Hava alanı'nda çift başlı Bizans bayrağının göndere çekilmesiyle karşı­lanır. Bununla da yetinilmeyip Bartholomeos'a devlet başkanları ''düzeyinde bir protokol' düzenlenerek,—yalnızca' devler ' baş■ kanlarına açılan "Blair House" da öğle yemeği verilir. Patrik, Türkiye'ye danışmadan Amerikan Kongresinde Ermeni tasarı-      

sının ev sahipliğini yapan Senatör Robert Dole'un ödül töreni­ne de iştirak eder. Yanlarında Yunan Başbakan yardımcısı oldu­ğu halde, Washington ve her gittiği yerde kendilerinden "Ekümenik Konstantinopolis" patriği diye bahsedilir. Türkiye'de Rum Ortodoks cemaatinin din işlerinden sorumlu ruhani bir patrik olan Bartholomeos, devlet müsaadesi olmadan bu tür si­yasi görüşmelere nasıl katılabilir? Hani laiktik, hani din devlet işlerine karışmayacaktı. Bir Müslüman Türk din adamı bu işle­rin teşebbüsünde dahi bulunsa, başta sosyalist kesimin kalemşörleri olmak üzere, sözde entelektüel geçinen hristik monşerler laiklik elden gidiyor diye bas bas bağırırlar. Bir Rum papaz yurt dışında Konstantinopolis Patriğiyim diyerek Türk Devleti'ni hiçe sayınca, ne yazık ki en yetkili kurumlarımız dahi sus­pus olmaktan öteye gidemezler.

Amerika'nın Fener Rum Patriği'ni böylesine görkemli kar­şılaması, dünya üzerinde yaşayan 250 milyon Ortodoks 'u ken­di etki alanına çekmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Fener Rum Patrikhanesi'nin asıl gayesi ise, dünya Ortodoksları'nın merkezi İstanbul olmak üzere, Cihan Patrikliği ünvanını yeni­den kazanmak istemesidir. Katolik İtalya'nın ortasında nasıl Vatikan devlet içinde devlet'se, İstanbul'umuzun ortasındaki Rum Ortodoks Fener'de tıpkı Vatikan gibi ruhani bir devlet ol­mak hayaliyle yanıp tutuşmaktadır. Bu nedenle patrik'in Ame­rika gezisi din olgusundan ziyade, siyasi evrensellik kazanma yolunda atılan tehlikeli adımlardan biridir.

Bugünkü Patrik Bartholomeos 1991'de Fener Rumları'nın başına geçince, uyguladığı siyasi faaliyetlerin Athenagoras dö­neminden daha tehlikeli boyutlara ulaşmaya başladığı kaçınıl­maz bir hakikattır.

Son iki senedir patrikhane'de dini meclis'ler toplanarak, patrik sık sık yurtdışı seyahatleri yapmakta olup, bu arada Yu­nanistan Hükümeti de boş durmayarak Fener Patriği 'nin Türki­ye Cumhuriyeti kimliği mecburiyetinin insan haklarına aykırı olduğunu belirtip, hiç beklemeksizin kalkmasını istemektedir. Tehlikenin asıl büyüklüğü ise Ayasofya'nın Hristiyan Ortodoks

ibadetine açılması için öngörülen memerandumu Unesco' ya, Avrupa Konseyine, Amerika, Kanada ve Avusturalya Kültür Bakanlarına göndermeleridir. Sovyetler Birliğinde (Komüniz­min yıkılmasıyla birlikte) Kafkaslardaki Türk Cumhuriyetle­ri 'nin kapılan büyük ölçüde açıldığı halde, Moskova'da serma­yesini Yunanlı işadamlannın verdikleri ilk Ortodoks Bank, pat­rik ve yardımcıları konumundaki metropolitler'in gayretleriyle kurulmuş durumdadır. Yunanistan kendi yörüngesindeki din adamlarını okşayarak, Türkiye'ye karşı bir Rus cephesi oluştur­ma gayretleri içerisindedir. Atina ve Moskova arasında yapılan andlaşmaya göre, Balkanlar'dan Kafkasya'ya kadar Türkiye'nin yolu kesilip, ülkemiz sinsice uygulanan planlar neticesinde bir Hristiyan Ortodoks kıskacına alınmak istenmektedir.

Bizim Türk büyüklerinin Hristiyan alemine şirin görünmek uğruna patrikhane'yi merasimle açtıkları günden bu yana, Fener'in casus papazları çevrelerindeki evleri satın alarak, geniş­leme eğilimi tatbikine koyulmuşlardır. Aslında mevcut yasaiara göre patrikhane'nin mülk edinme hakkı olmadığı bilinen bir gerçektir. Fener'in deneyimli politik Rum papazlar'ı bunun da bir formülünü bularak, azınlık statüsündeki sıradan vatandaşla­ra evler satın aldırarak, sonradan patrikhane'ye bağışlatmakta­dırlar. Araştırmalarıma göre bu evleri alanlar oldukça fakir in­sanlardır. Öyle anlaşılıyor ki bu paralan Fener Rum Patrikha­nesi ödüyor, daha sonra da bütün prosedürlerin bitmesiyle bir­likte formalite bağış yaptırıyorlar.

İtalya'nın tam göbeğinde kalbe saplanan hançer gibi, Katolik Vatikan böyle kurulmamış mıydı? Allah İstanbulumuz'u Vatikan olma yolunda karanlık emelleri olanlardan ebediyen korusun .••

Bu durumlara hükümet ve devlet büyüklerimiz her yönüy­le tanık oldukları halde neden suskun kalmaktadırlar? Anlamak mümkün değil!

Türk Hristiyan Ortodoks III. Patriği Selçuk Erenerol, karşı­lıklı yaptığımız uzun bir görüşme esnasında Fener Rumları 'nın (megalo idea'larını) bakınız nasıl telaffuz ediyor:

"Fener Rum Patrikhanesi'ne Lozan'a göre, sadece ruhani alanda faaliyet göstermesi kaydıyla İstanbul'da kalmasına müsade edilmişse de, buna hiçbir zaman riayet edilmeyip, hep siya­si birim olarak faaliyet içerisinde olmuşlardıı: Nitekim patrik in yabancı devlet adamlarıyla görüşmeler yapması hunun en belirgin ispatıdu: Fener Rum Patrikhanesi ideallerinden asla vazgeçmez. Bir gün gelecek İstanbul, Konstantinopolıs olacak ve Ayasofya’da 500 çan çalınacaktır. Bu (ide-a) Fener Rumları'nın 540 senelik hayalleridil: "

Evet bu tehlikeleri Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol çok doğru ve yerinde anlatıyor da, kendileri vicdanlarıyla başbaşa kaldıklarında acaba Ayasofya'da Fener Rurnları'nın hayfil ettikleri çalacak 500 çanı mı isterler, yoksa ezan sesini mi?

Burada gerçekleri objektif bir şekilde değerlendirmek gerekirse, Rumlar'dan ne kadar şikayetçi olursa olsun, Türk Ortodoks Patriği de Hristiyan olması nedeniyle kal­ben de olsa şikayetçi gibi göründüğü; Hristos adına, inandı­ğı din adına o çanların çalmasını mutlaka isteyecektir. Kim­se kimseyi kandırmasın, ne kadar kavgah olursa olsun her Hristiyan günün birinde müşterekte mutlaka birleşir. Bakmaym siz bugün aralarında ayrılık rüzgarları estiğine, din bir, dil bir, kitap bir, bütün semavi dinlerde ırk her zaman son kertede kalır. Türk Ortodoks, Rum Ortodoks kavga­sının Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana var olduğu kaçmılmaz bir gerçektir. Din birliğinde, hepsi de ırki birliğe son verip, tek vücut haçlı oluverirler. Müslüman deyince Türk, Türk deyince Müslüman'm akla geldiği bir ülkede, Türk'ün Hristiyan'mı düşünmek bile; ülke ve millet bütün­lüğü gerçeklerine tamamiyle aykırıdır.

Fener Rum Patrikhanesi Vatikan olma yolunda demiştik, öyleyse anlatalım da, patrikhane açılışında mutluluk gülücükle­ri dağıtan üç Türk büyüğümüz dinlesinler, dinlesinler ki Türk İslam alemi adına ne büyük hatalar yaptıklarını görsünler:

"7 9 Nisan 1994'te İstanbul'da yapılan vicdana çağrı top­lantısında Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos'un da katıldığı uluslararası vicdan, barış ve hoşgörü konferansının bitiminde, (tıpkı Vatikan gibi) Fener Patriğinin Devlet Başkan­lığı sıfatının onaylanmasmın ön görüşmeleri yapılır. Konferan­sın kapamş bildirgesinde İngilizce metni Bartholomeos (Ekümenik Patrik) olarak imzalamıştu: Türkçe metin bu hain papaz için fazla önemli olmadığından, Ekümenik'i kaldırtarak (Pat­rik) olarak imzalar. Ekümenik "Baş" anlamına geldiğine göre bu palikarya Türkiyemiz' in dini Devlet Başkanı'mıdır? Bu top­lantının kapamş bildirgesine, bilinçli bir şekilde Boğaziçi şeh­ri yazıl11: Aslında bu tür toplantılarda, toplantımn yapıldığı şehrin adı bildirgeye mutlaka konw: Bartholomeos, maiyetin­deki Sen Sinod üyeleri ve diğer din temsilcileri için İstanbul yoktur Konstantinopolis vardır. Bu nedenle metne Boğpziçi şehrini koymuşlardır. Nitekim 20 Nisanda Fener Rum Patriği Avrupa parlamentosuna, Devlet Başkanı sıfatıyla çağrılır. Çok acıdır ki, böylesine affedilemez bir ihanete hiçbir Türk yetkili müdahale etmemiştir. Türkiye'de Halifelik Osmanlı' mn biti­miyle kalktığına göre, Bartholomeos arkasına aldığı haçlı itti­fakıyla acaba yeni bir Hristiyan Halifeliği mi yaratmaktadır?"

Bu anlattıklarımı, Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin[25] arşivle­rinde yer alan antentli belgelerden temin ettiğimden dolayı ra­hatlıkla yazabilmekteyim. Böylesine acı gerçekleri üç Türk bü­yüğüne ithaf ederken, yarattıkları onarılması imkansız kara le­keyi nasıl temizlerler bilemiyorum.

Bugün sadece ve sadece Yunan emellerine hizmet eden Fe­ner Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin bütün gelirleri Yunanistan ve dünya'daki diğer Rumlar' dan gelmektedir. Türkiye sınırlan içerisinde olan bu patrikhane'nin geliri hiçbir zaman sorulup denetlenmemiştir.

Tabii ki gelirini dışarıdan sağlayan bu hıyanet yuvası, ken­disine faaliyetini sürdürecek finansı sağlayanlara hizmet etmek zorunluğundadır. Buradaki çifte standart'ın mutlaka kalkması gerekir. Türk Ortodoks ve diğer Gayrimüslim kiliseler'in yanın­da özümüz canımız İslâmî kuruluşlar, vakıflann denetimleri al­tında bulunuyorlarsa, Türk Devleti adına bu Rum palikaryalar'ın Fener Patrikhanesi'de denetlenmeli ve yıllardır gözardı edilen bu ihmal mutlaka düzeltilmelidir.

Bu Rum papazlar'ın özel ayncalıklan mı vardır da, mabedlerinin denetimleri yeterince yapılmıyor? Birileri ortaya çıkıp açıkça söylesinler ki, bizler de gerçekleri öğrenelim. Yoksa yıl­ların ihmalini önlemek asırlara dayanır. Böylesine gaflet uyku­ları bizim insanlarımıza büyük zararlar vereceğinden, kabul edilecek durumlar olamaz.

KİMDİR BU BARTHOLOMEOS

Dünyevi adıyla "Dimitrios Arhondonis" 1940'ın, doğum gününü dört yılda bir kutlayabileceği 29 Şubat'ta Gökçeada' nın Zeytinli Köyünde dünyaya geldi. Arhondonis ve eşi Madam Meropi 'nin üçüncü çocuğuydu. Babası yaşadıkları köyün hem kahvecisi, hem de berberiydi. Bu nasıl olur derseniz, o yıllarda küçük yerlerde ve adalarda, kahvelerle berber dükkanları müş­terekti. Bilhassa bu işleri adalarda genellikle azınlıklar yapıyor­lardı. Kahveci Arhondonis ve eşi Meropi, oğulları Dimitrios'un vaftizini ada'daki Aya Yorgi Kilisesi'nde kutsadılar. Gökçeada Rum İlkokulu 'na devam eden Dimitrios on iki yaşına geldiğin­de, yaz aylarında babasına yardım için küçükkardeşi Andon[26] ile birlikte münavebeli olarak çay dağıtıyor, saç sakal traşı yapıyor­lardı. Ara sıra oynanan kağıt oyunlarının manostınu ise ağabey­leri Niko topluyordu. Öğretmeni Anastasiadis, Dimitros 'u çok zeki bir öğrenci olarak tanımlamakta. Halen hayatta olan bu öğ­retmen (Bartholomeos'la) sık sık görüştüğü gibi eski öğrencisi tarafından kendisine "Arhan" payesi verilmiştir.

Ortaokul çağına gelen Dimitrios, İstanbul'un yolunu tuttu. Aynı ünitede orta bölümü bulunan Zoğrafyon Lisesi 'ne kaydı­nı yaptırdı. Bir yıllık öğretimden sonra Gökçeada'ya dönerek, tahsiline burada devam etti. Kendi tabiriyle sesi çok güzeldi. Çok geçmeden ada'nın kilise korosuna katıldı. Boş zamanların­da buradaki papaz'ın peşine takılır, çantasını taşır, bir eşeğe bi­nerek beraberce Rum köylerini dolaşırlardı.

Dimitrios, ortaokulu bitirdikten sonra yeniden İstanbul'a geldi. Hayallerinin mektebi olan Heybeliada Ruhban Okulu' nun lise bölümüne başladı. Günlerinin büyük bölümünü oku­lun dev kitaplığında geçiriyordu. Burada kompozisyon tekniği­ni hayli ilerletmişti. Doğa sevgisi, kar tutkusu üzerine yazdık­ları yıllar sonra "Kompozisyonlar" adıyla Yunanistan 'da kitaplaştırılacaktı. Yaz aylarında Gökçeada'ya giderek babasına yar­dımcı oluyordu. Kağıt oyunlarının manosunu her zamanki gibi babasıyla ağabeyi Niko topluyor, o ise kardeşi Andon'la birlik­te ocakçılık, çay servisi ve berberlik derken aile bütçesine kat­kıda bulunuyordu.

Yıllar su gibi akıp giderken, Dimitrios Arhondonis 1961 'de Heybeliada Ruhban Okulu'nun yüksek bölümünü birincilikle bitirdi. Çok geçmeden askere gitti. Yedeksubay (Asteğmen) ola­rak İstanbul Tuzla'da gördüğü eğitim sonrasında, Çanakkale Gelibolu-Demirtepe 'den terhis belgesini aldı. Askerlik dönüşü patrikhane'nin finanse ettiği kaynaklarla beş yıl süreyle İtalya ve İsviçre'de Hristiyanlık üzerine İlahiyat hukuku okudu. Ayrı­ca İtalya'daki The Pontifıcal Gregorian Üniversitesi'nde din hukuku doktorası yaptı. En büyük ideali, Heybeliada'daki Ruh­ban Okulu'nda profesör olabilmekti.

Basamakları hızla tırmanan Dimitrios, İtalya dönüşü patrikhane'nin yazı işleri müdürlüğüne getirildi. 1973'te Philadephia (Alaşehir-Manisa) Metropoliti göreviyle, başpiskoposluğa atandı. Manevi babası Metropolit Meliton, takdis anında kula­ğına eğilip fısıldadı: "Tann patrikliği nasip etsin."

Dimitrios Arhondonis, 1974'te Kadıköy Metropoliti sıfa­tıyla patrikhane Sen Sinod üyeliğine getirildi. Kendisi gibi isim adaşı olan Fener Rum Patriği Dimitrios I,[27] 3 Ekim 1991'de kalp krizinden öldü. Dünyadaki 250 milyon[28] Hristiyan Orto­doks, mevcut 14 başpiskopostan hangisinin patrik olacağını ko­nuşmaya başlamıştı. En gözde ve ön plana çıkan aday, Ameri­ka ve Avrupa destekli Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposu Yakovas'tı. Daha önce de belirttiğim gibi bu hain papaz, casus­luk faaliyetlerinden dolayı 1958'de vatandaşlıktan çıkarılarak, Adnan Menderes Hükümetinin aldığı ivedi kararla sınırdışı edilmişti. Bu şartlarda, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre patrik seçilemezdi. Yine de, onun da adının bulunduğu aday lis­tesi İstanbul Valiliğine sunuldu. 22 Ekim 1991'de yapılan açık­lamaya göre; Dimitrios Arhondonis "Bartholomeos" Fener Rum Ortodoks Patriği seçilmişti.

270'nci patrik için 2 Kasım'da görkemli bir tören düzenlen­di. Patrik'in tacını Demre Metropoliti Hrisostomos giydirdi. Asasını Gökçeada ve Bozcaada Metropoliti Fotios'un elinden aldı. Kilise "Asio" (layıktır) diye inlerken Yunanistan Başbaka­nı Konstantin Mitçotakis, yeni patrik'i elini öperek kutsadı. Bu şartlarda patrikhane bir din kurumundan ziyade, siyasi eksenli olduğunu ayan beyan belirginleştiriyordu. Aynı günkü kutsa­mada, dönemin ABD Başkanı George Bush'un ağabeyi William Bush da hatırlı konuklar arasında yer almaktaydı.

Bartholomeos, geçmişteki diğer seleflerinden daha hızlı bir şekilde göreve başlamıştı. Henüz makamına oturmadan, William Bush aracılığıyla George Bush'a Ruhban Okulu'nun bir an önce açılması için mesaj göndermeyi ihmal etmiyordu. Aradan geçen birkaç gün sonra son model mercedes makam aracına özel numara isteyerek, sinsice bir pliinla "34 EPB 12" plakası­nı taktırmıştı. Trafik tescildeki iyi niyetli memurlar fazla dikkat etmemiş olsalar da, buradaki harflerin manası Ekümenik Pat­rik Bartholomeos'tan başka bir şey değildi. Türkiye Cumhuri­yeti Hilafeti terkedeli üç çeyrek asırdan fazla bir zaman olduğu halde, o hala Hristiyan Halifeliği ateşiyle yanıp tutuşuyordu. Bütün bunlarla yetinmeyip, yetkili makamların nabzını yokla­yarak patrikhane'nin önünden geçen "Sadrazam Ali Paşa Caddesi"nin değiştirilmesinin çarelerini aradı. Ancak, bu isteği ger­çekleşmeyince bir müddet sesini kesmekle yetindi. Asıl gerek­çe, patrikhane'nin ortakapı denilen kısmında Patrik Grigoris' un vatana ihanetten dolayı Sadrazam Ali Paşa tarafından astırılmasıydı. Anlaşılan o ki 1840'lardan bu yana süregelen bu kin fırtınası hala dinmemişti. Gerçekten dinmiş olsaydı, Bartholomeos o günden beri bir duvarla örülü olan ortakapıyı açtırır ve bitmek bilmeyen kin fırtınalarına son vermiş olurdu. Patrik, on dört yılı aşkın görev süresinde cemaatinin hızla azalması nede­niyle Türkiye'yi her fırsatta Avrupa ülkelerine şikayet ederek son çırpınışlarını oynamaktadır.

Bir istatistiki bilgi verecek olursak, 1900'lerin başlarında Anadolu ve Trakya'da 2 milyona yakın Rum yaşıyordu. Balkan Harbi ve Birinci Dünya Harbi yıllarında nüfusları büyük ölçü­de azaldı. Lozan Muahedesi gereğince yapılan mübadeleden sonra, demografik yapı tamamen değişti. Her iki taraftan yak­laşık bir milyon yediyüz bin kişi mübadele edilerek, yaşadığı topraklardan koparılıp başka ortamlara yerleştirildi. Bu insanlann bir milyon iki yüzbini Anadolu'dan Yunanistan'a gönde­rilen T.C uyruklu Ortodoks Rumlar; beşyilz bini de Yunanis­tan'dan Tükiye'ye yerleşmek zorunda bırakılmış Türk asıllı Müslümanlardı. Milbadeledeki gelişmelerin en ilginç yanı ise, sayılan ikiyüz bini bulan Karamanlı'nın da Rum kabul edile­rek, Ege'nin karşı kıyısına yani Yunanistan'a gönderilmeleriy­di. Rumlar, yani Doğu Romalılar, Trakya'nın en eski sakinleri olarak tanınmaktalar. 6. yüzyılın ortalarından itibaren Bizans'ın Yunanca'yı resmi dil olarak kabul etmesinden sonra, farklı bir Grekçe konuşmaya başladılar. Tarihi kaynaklara göre araların­da hiç Rumca-Yunanca bilmeyenler de bulunmakta. Onlara "Karamanlı" deniliyor. işte bu Karamanlı'lar, Hristiyan Ortodokslar'dır. Tabii ki bu insanların Türk mü, yoksa Rum Orto­doks mu oldukları hala tartışma konusudur. 1924 'te gerçekle­şen mübadeleden sonra İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada'da yak­laşık yüz seksenbin Rum'un kaldığı istatistiki bir gerçektir.

Şu anda Ocak 2006 itibariyle net rakam vermek gerekirse, Türkiye'de yaşayan Rum asıllı vatandaş sayısı 1214'tür. Bu bil­giler patrikhane'nin arşiv kayıtlarında yer aldığı için, rahatlıkla yazıyorum. Aslında kesin rakam 1852 kişi olmasına rağmen bunların bir kısmı, Yunanistan ile Türkiye arasında mekik dokumaktalar. Patrik Bartholomeos, sayılarını her ne kadar yük­sek göstermeye çalışsa da, kaçınılmaz gerçek bu! Her sene 6 Ocak 'ta İstanbul' un çeşitli sahillerinde şatafatlı kalabalıklarla Rum Ortodoks gençlerini soğuk suya atlatıp denizden haç çı­karma[29] geleneğini sürdürse de, görüldüğü kadarıyla harç bit­miş yapı paydos olmak üzere ...

Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliyadis, tıpkı "Caretta Caretta kaplumbağaları gibi neslimiz tükenmeye başladı" demesine rağmen, inatçı patrik arkasına Amerika'yı alarak, her fırsatta Türkiye'yi karıştırmaya çalış­maktadır. Geride kalan çokları yaşlı 1214 kişilik cemaatiyle Ruhban Okulu'nun yeniden açılması için akla hayale gelmeye­cek planlar: uygulayan Bartholomeos, Avrupa Birliği uydurma­calarıyla siyasi Donkişotluğa soyunup, aklı sıra Türkiye'yi boş­luğa düşürmek istemektedir. Bu sahte kurnazlıklara aklıselim hiçbir yetkili inanmaz. On yıl sonra sayıları beş yüzün altına dü­şecek olan Fener Rumları'nın gidecekleri yegane yer Aynaroz' dur. Şimdiden hepsine kutlu mutlu olsun...

Türk Ortodoksları'na gelince, yaptıkları tarihi hatalar nede­niyle can çekişmekteler. Fener Patrikhanesi'ne alternatif olma hikayeleri, lafıgüzaftan öteye gidemez. Tünelin ucu göründü­ğüne göre, faaliyetlerini farklı ve ticari mecralarda sürdüren bu kurumdan devlet haklı olarak vakıf mallarını geri çekerse, iş­lem bitti demektir. Nasıl olsa Rum Ortodoks, Türk Ortodoks din ve mezar müştereğinde birleşmiyorlar mı? Bundan sonra hayat sürecinde de birlikte olsalar ne farkeder ki!..

Fener Patriği Bartholomeos'a gelince; her ne kadar gizli taktiklerle patrikhane'nin etrafındaki yerleri yüksek paralarla aldırsa da, bunların hepsi boş bir hayal. Kafasının arkasındaki Bizans kurgusuyla İstanbul'u Vatikan'a çevirmesi mümkün de­ğildir. Cemaatinin sayısı 1214olmasına rağmen, patrikhane çev­resindeki Fener ve Balat'ta 10 hane Rum oturmaktadır. Bunun aksini söyleyebilirler mi? Söyleyemeyeceklerine göre hayalle­rindeki Ekümenik Patrik'lik, otomobilinin plakasındaki "EPB 12" ibaresinden öteye gidemez...


22 Kasım 1991'de Fener Rum Ortodoks Patriği seçilen Gökçeada'lı
Dimitrios Arhondonis, o tarihten itibaren 270'nci patrik olarak
Bartholomeos adını aldı.


. Dimitrios Arhondonis (Bartholomeos) Gökçeada'da Rum İlkokulu'nda
öğrenci iken. (Arka sıra sağ başta) yıl 1950.


İki eski berber çırağı birarada

Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos, Fransa'da berberlik
yapan kardeşi Andon'la birlikte görülmekte.


Tıpkı Vatikan'daki gibi Hristiyan Halifeliği hayalleriyle yanıp tutuşan
Bartholomeos, Papa il. Jean Paul'la birlikte.


Bir din adamından çok siyasi görüşleriyle ön pHina çıkan
Bartholomeos, her fırsatta Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması
için ısrarcı olduğu ABD Başkanı George Bush'la görülmekte.

FENER RUM PATRİGİ BARTHOLOMEOS
SİZE AÇIK İTHAFTA BULUNMAKTA
MAHZUR GÖRMÜYORUM

Fener Patriği Bartholomeos; 20 Nisan 1994 tarihinde Avru­pa Parlamentosuna konuşma yapmaya gittiniz. Giderken Türki­ye'yi temsil edeceğinizi bunun da memleketiniz için bir şeref addedileceğini söylemekteydiniz. Acaba sizden Türkiye'yi tem­sil etmenizi kim istemiş ki, aynca böyle bir yetkiye sahip misi­niz? Avrupa Parlamentosu gibi siyasi bir teşekkülde bir din ada­mının ne işi vardır. Size Rum cemaatinin bir patriği ve din ada­mı olduğunuz, cemaatinizin dini ihtiyaçlarını karşılamaktan başka hiçbir görevinizin olmadığı ne zaman hatırlatılacaktır? Bu durum maalesef hiçbir hükümet döneminde hatırlatılmadığı için, zatıalinizin meydanı boş bulduğu kanaatindeyim.

Avrupa Parlamentosu gibi uluslararası bir kurumda, patrik'in (Ekümenik Konstantinopolis Patriği) yani dini devlet baş­kanı olarak takdim edilmesi, Türkiye'yi oldu bittiye getirmeniz­den başka hiçbir şey değildir. Her şeyden önce Avrupa Parla­mentosu size o statüyü vermeye yetkili bir kuruluş mudur?

Bay Bartholomeos, patrik ancak dünya'da bulunan 7 patrik'in ve 14 Bağımsız kilise'nin Sen Sinod azalarının göstere­ceği patrikler'den kurulmuş bir meclis'in onaylan ile tıpkı Va­tikan Devlet Başkanı Papa gibi; (Ekümenik) sıfatına haiz olabi­lir. Siz kendiniz de bunları bilirken, batılı ülkeleri ve bilhassa Amerika'yı Türkiye'nin üzerine göndermeniz fevkalade yanlışqJ.ifTürkiye'de yaşayan insanların %99'unun Müslüman olduğimu yakınen bilmektesiniz. Cumhuriyet'le birlikte Halifeliği kaldıran bir ülke, nasıl olur da bir Hristiyan Halifesini kabul eder? Bildiğiniz gibi (Ekümenik Patrik'lik) Hristiyan Halifeliği ve Devlet Başkanlığı demektir. Siz demek istiyorsunuz ki:

"Patrik Ekümenik sıfatım alacak.

-    Patrikhane[30] Vatikan gibi olacak.

-    Ayasofya Hristiyan Ortodoks ibadetine açılacak.

• —-Patrik’ in Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı mecburiyeti kalkacak.

-     Vatikan’ daki gibi federe devlet isteği gelecek.

-  İstanbul’ un ortasında patrikhane' nin bulunduğu alan ay­bir din devleti olup, mal mülk kabı?! edilecek."

Bay Patrik, burada görülen şudur ki geçmişte Clinton'un Türk yetkililere gönderdiği mektupta, patrikhane'ye işlerlik ka­zandırın denilmektedir. Şimdi de bu görevi "Haydut Devlet’in işgalci başkanı Bush ele almış durumdadır. Hasbelkader azınlık statüsünde T.C vatandaşı olmanıza rağmen bu alkolik zattan al­dığınız güçle işi şımarık)ığa kadar götürüp, sapla samanı birbi­rine karıştırmaktasınız.

Öyle anlaşılıyor ki bu eski kapanmış yarayı, hocanız cana­var Yakovas gibi siz de kaşıyorsunuz.

Yakovas da zamanında hep bu sevdalarla yanıp tutuşurken, 1958 yılında casusluktan sınırdışı edildi. Bütün bunları siz, bizlerden çok daha iyi bilmektesiniz. Türk Milleti ölür, asla İtal­ya'nın ortasındaki Vatikan gibi (Ekümenik) Hristiyan Halifeli­ğini hiçbir zaman kabul etmez.

Biliyorsunuz ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu yıllar­da Patrik Meletyos da hep bu (megalo idea'lann) ateşli destekleyicilerindendi. En sonunda İstanbul'u terkederek zorunlu ola­rak Aynaroz'a sığındı.

Sakın ola Bartholomeos, İstanbul'un ortasında Rum Orto­doks 'lann Vatikan'ını kuracağım derken, sizin sonunuzda Aynaroz'a kaçıp sığınmak olmasın ...

Bazen tarihler tekerrürden ibaret olmaktadırlar. Bilhassa ikibinli yıllardan sonra milli ve manevi değerler yükseliş tren­dine geçtiğine göre; günahlarını denizlerin bile temizleyemeyeceği patrikhane'nin ana vatanınız Yunanistan'a gitmesi gerçek­leşir de, hep birlikte bu megalo sıkıntılardan kurtulmuş oluruz. Şunu hiçbir zaman unutmayınız, imparatorluk'lar kurmuş bir ırkın ahfadı, namusunu şahsiyetini hiçbir şeye değişmez. Bili­niz ki Türkiye Cumhuriyeti egemen bir devlet'tir, bazıları gibi azınlık olmaya tahammül edemez.

FENER RUM PATRİKHANESİ'NİN KONUMU
VE

MUHALİF ORTODOKSLAR

Fener Rum Patrikhanesi'ne; Türkiye'de İstanbul Kadıköy, Tarabya, Adalar, Gökçeada, Bozacaada, yurt dışında ise Girit, Oniki Adalar, Aynaroz Manastırı, Amerika, Ortodoks Mezhebini benimseyen Avrupa ülkeleri, Yeni Zelenda, Ortodoks diyasporası, doğrudan bağlı Ortodoks pisikoposluklar olduğu gibi, bu patrikhane'nin tarihten gelen önemli bir konumu da vardır. Fener Rum Patriği Bartholomeos, dünyadaki tüm patrikler arasında bi­rinci sırayı teşkil etmektedir. Fener Patrikhanesi, Ortodoks Hristiyanlar arasında bir nevi koordinatör konumunda bulunduğun­dan Bartholomeos, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde ve tüm dünyada sözde Ekümenik Unvanını kullanarak, akhsıra Hristiyan aleminin halifesi gibi hareket edip (çapını ve boyunu aşan) kural tanımaz sapkınlıklar sergilemektedir. Bu durumu Türkiye asla kabul etmeyeceği gibi, Fener Patriği 'nin kendi dindaşların­dan sınır ötesi muhaliflerinin de olduğu unutulmamalıdır. Patrik, her ne kadar Amerika'yı arkasına alarak Ekümenik sıfatına haiz olduğunu söylese de özellikle Moskova Patrikliği, Bartholomeos'un hükümranlık kurmaya yönelik davranışlarını kabul etme­mektedir. Her geçen gün yaygınlaşan muhalif çekişmelere, patrikhaneler'in çıkar çatışmaları gözüyle de bakabiliriz. Bu ve ben­zeri olumsuzluklardan dolayı diyaspora'da yaşayan Ortodokslar ve eskiden Sovyetler'e bağlı Doğu Bloku ülkelerindeki kiliseler üzerinde egemenlik elde etme konusunda, Fener Patriği Bartho144

lomeos ve Moskova patriği büyük bir rekabetin içerisindedirler. Hatta aralarında kavgaya varan sürtüşmeler, zaman zaman mah­kemelere bile aksetmektedir.

Burada asıl tuhaf olan ve insanın içini acıtan, Türkiye'nin ko­numudur. Amerika ve Avrupa Birliği ile Rusya'nın post kavgası­na sahne olan Fener Rum Patrikhanesi'ni, hiila topraklarımızda banndırmamızın geçerli bir mazereti olamaz. AB masasındaki temsilcilerimiz patlasalar da, çatlasalar da Hristiyan kulübü statü­sünde olan Avrupa Birliğine bizi almayacaklarına göre, yüce dev-' letlilerimizin yönünü kaybetmiş ama gibi düz yolu bırakıp, dağ yolunu tercih etmelerine bir anlam veremiyorum.

Cumhuriyet'in ilk yıllarında Türkiye'nin, Fener Patrikhanesi üzerinde belirgin bir etkinliği bulunsa da günümüzde bu denetle­yici unsurun yerinde yeller esmektedir. Hep söylediğim gibi Rum cemaatini teşkil eden palikaryaların sayılan bitme noktasına gel­diği halde, ülke yönetiminin tapusunu elinde bulunduranların haç­lı zihniyetine karşı başeğmeleri, kabul edilemez durumlardır. Bu ve benzeri durumlardan dolayı Fener Rum Patrikhanesi, Amerika başta olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri ile ilişkilerini en üst dü­zeyde tutarak bilhassa son zamanlarda, Türkiye Cumhuriyeti ma­kamlarını nazarı itibara almamaktadır. İşin tuhaf tarafı Patrik Bartholomoeos, Sen Sinod Meclisi'ne kanunlara aykırı bir şekil­de yabancı uyruklu üyeleri seçerken, azınlıklardan sorumlu Devlet Bakanlığı'na danışma ihtiyacı bile duymamakta! Bu şartlarda, (dış borçlar nedeniyle ekonomik hürriyetimizi kaybetmiş olsak da) neredeyse son çırpınışlarını oynayan bir fesat yuvasına, umursa­mazlıklar içerisinde belirgin tavizler vermeye hiçbir yetkili kurumun hakkı olamaz. Avrupa Birliği defteri kapandığına göre, Ekümenik Cihan Patrikliği hayalleriyle Türkiye'yi her fırsatta karalayan Bartholomeos'a kendi mezhebinden olan Moskova Patrikliği kadar muhalefet edip bu kara cübbeli papaz'ın sesini kesemiyorsak, gerçekten ağlarız gülünecek halimize ...

TÜRK ORTODOKS PATRİGİ SELÇUK
ERENEROL'UN BELİRTTİGİ GÖRÜŞLERE
AYDINLATICI AÇIKLAMALAR

Bu günkü Türk Ortodoksları'nın Patriği Selçuk Erenerol, Fener Rumları'nın (megalo idealarına) tepki göstererek; Türki­ye Cumhuriyeti Devletinin Hristiyan toprakları üzerinde kurul­duğunu, Hristiyanlar'ın İstanbul ve Anadolu'yu almaya kararlı olduklarını, gün gelecek Türkler'in Hristiyan'lar tarafından geldikleri Orta Asya steplerine geri gönderileceklerini, bu gö­rüşlerin Hristiyanlar'ın vazgeçilmez hayalleri olduğunu belirt­mektedir. Burada Patrik Selçuk Erenerol, bu (megalo ideaları) Fener Rumları'nın, Büyük Bizansı yeniden ihdas etmek adına vazgeçilmez hayalleri olarak atfediyor. Sanki onlar Hristiyan, kendileri değilmiş gibi! ..

Yeri gelmişken Anadolu'nun Hristiyan toprakları üzerinde kurulduğunu düşünen Türk Ortodoks Patriğine, maksatlı bir şe­kilde saptırmak istedikleri bu tarihçe üzerinde aydınlatıcı açık­lamalarda bulunmayı, kendime ödev kabul ediyorum. .

Kutsal Kitabın inanç temellerine dayalı olan Hristiyanlık, aslında Yaruşalem (Kudüs) kökenlidir. Anadolu topraklarmdan yeryüzüne yayıldığı tezi gerçekle alakalı ola­maz. Hristiyanlık önceleri Yahudi topluluğu inancı olarak 146

Yaruşalem'de (Kudüs) şehrinde çıkmışsa, üç semavi dinin kutsal merkezi olan Kudüs, Anadolu toprakları mıdır?

Belli sürelerde muhtelif aralıklarla Osmanlı idaresinde bulunan Kudüs'ü Anadolu toprakları olarak değerlendir­mek yanlış olur. Bir defa bu hayal mahsulü iddia coğrafi açı­dan da mümkün değildir. Hristiyanlar'ın ısrarla savunduk­ları ana felsefe, büyük baskı ve mezalimler sonucu Yaruşalem'de kurulan bu dinin, gene baskılar ve zorluklarla An­takya'yı merkez seçmeleridir. Bugün yurdumuzun güneyin­de yer alan Atatürk'ün (Kırk asırlık Türk yurdu) olarak ta­nımladığı Antakya, anavatana 1939 yılında bağlanmıştır. Burası altmış yedi.yıldır Türkiye Cumhuriyeti'nin bir par­çası olup, ebediyen de olacağı bilinirken, Hristiyanlar asır­lar önce Yaruşalem'e bağlı din merkezleri Antakya'yı, Ana­dolu'nun tamamı olarak deklare edip, Hristiyan'lık Anado­lu'dan dünya'ya yayıldı derlerse, bu saçma teoriyi yeryüzündeki hiçbir topluma kabul ettiremezler. Türkiye'nin bir parçası onun özüdür, fakat tamamı değildir.

Antakya (Hatay) 1939'da Türkiye'ye intikal etmeden gerçekten Yaruşalem'den gelen hicretle, dünya üzerindeki tüm Hristiyanlar'ın ana merkezi durumunda olmuştur. Asır­lar önce olagelen bir durumu Anadolu'muzun tamamına atfetmek tamamiyle hilafı hakikattır.

Antakya'nın Türk yurduna katılmadan önce Hristiyanlığın merkezi olduğu İncil'de şöyle tefsir edilir:

"Stefonos'a çektirilen acı sonunda, darmadağan olanlar Kıbrıs' a ve Antakya' ya gittiler. Tanrı sözünü Yahudiler'den başka hiç kimseye bildirmiyordu. Ama onlardan Kıbrıs' lı ve Ki­rine' fi bazı insanlar Antakya'ya gelip, Yunanlılar'a da, Rab İsa Mesih' in sevindirici haberini bildirdiler. İsa Mesih onları des-

tekliyordu. Bu olayları duyan Yaruşalem' deki kilise topluluğu Barnabası Antakya'ya gönderdi. Barnabas da varıp Rabbin kayrasını görünce sevinç duydu. Böylece büyük bir topluluk Rabba katıldı. Barnabas, Saul' u Tarsus'tan Antakya'ya getirdi. İkisi bir orada o büyük topluluğa bildiklerini öğrettiler. Bura­daki insanlara ilk kez Antakya'da Hristiyan adı verildi."

İncil'in tefsirinden de anlaşıldığı gibi, ilk kilise topluluğu. Yaruşalem'de kurularak Antakya'ya nakledilir. Hristiyanlık asırlar önce ilk adımını Antakya'da atıp yayılmışsa, o dönem­lerde Kudüs'e bağlı olan bir merkezi, dünya üzerindeki hiçbir Hristiyan kuruluşu, Anadolu topraklarının tamamı olarak değer­lendiremez.

Dünya Hristiyanları, (bilhassa Fener'e bağlı Ortodokslar) Anadolu Hristiyanlığın merkezidir diyerek, Antakya'yı Türki­ye'nin tamamı gibi gösterip Avrupa Milletler topluluğunu yan­lış bilgilendinnektedirler.

Aslında Hristiyan 'lar Ankara-Konya 'yı (Galatya), AdanaMersin 'i (Kilikya), Kayseri-Nevşehir'i (Kapadokya), SivasTrabzon'u (Pontus), Kadıköy-Sinop'u (Bitinya), Antalya-Alanya'yı (Psidia), İzmir-Bodrum'u (Truva) gibi bölgelere ayırarak, kendileri İsa Mesih adına dinlerini bilinçli ve maksatlı bir şekil­de Anadolu'ya yaymak istemişlerdir.

Hristiyanlık dini Antakya hariç, Anadolu'nun tamamından dünya'ya yayılmış olsaydı, Hristiyanlar'ın bölgelere ayırdıkla­bu isimler, dinlerinin kurulduğu yıllarda da olurdu. Öyle an­laşılıyor ki Hristiyanlar kendi lehçelerine uygun Helenist bölge isimleri vererek, kendileri Anadolu'ya yayılmak istemişlerdir. Ancak bu emellerini bazı bölgelerde kısmen gerçekleştirselerde, tarihin hiçbir döneminde tam olarak hayata geçirdikleri söy­lenemez. Zaman içerisinde (idealannda) başarılı olamayınca, o 148

yıllarda Kudüs'e bağlı Antakya'yı Anadolu'nun tamamı gibi göstererek "Hristiyanlık Anadolu topraklarından yayıldı, bura­lar Hristiyanlığın ana merkezidir" demişlerdir.

Bu belirtilen bölgelerde başta Antakya ve Trabzon olmak üzere, Hristiyanlar elbette oturmuşlardır. Ana gayeleri Hristiyanlığı Anadolu'ya yaymak olduğu halde, Hristiyanlık Ana­dolu'dan yayıldı terimini kullanmak, madalyonun ters yüzü­nü çevirmek kadar yanlış ve inandırıcı olmayan bir tanımlama­dır. Bir dini yaymakla, yayılması arasındaki çok ince nüansı, Müslüman Türk çocukları çok iyi anlayıp, ona göre değerlen­dirme yapmalıdırlar. Aksi halde Hristiyan alemi bu mesnedsiz iddialan 540 yıllık hayallerini gerçekleştirmek gayesiyle hep söyleyip duracaktır. Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol, as­lında bütün bu anlattıklarımı kendileri de çok iyi bilmekte ol­dukları halde, serde olan Hristiyanlık ağır bastığından, Fener Rumlarıyla her ne kadar zıt iklimler gibi görünür olsa da Ana­dolu'nun tamamını Hristiyan topraklan yapıvermektedirler.

Şu isimleri Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol'a iletir­sem, bu komplikenin Yaruşalem ve Antakya'da toplandığını kendileri ve sözde muhalifleri olan Fener Rum palikaryaları da kabfil edeceklerdir. ..

Antakya şehrinin tüm dünya Hristiyanları için birinci dere­cede önem taşıdığı, Kalkedonya (Kadıköy) Kilise Konsülünün kararları içinde vardır.

Hristiyan kilise tarihleri içerisinde, birçoJ,,. tarihsel kilise topluluklarının ana kürsüleri görülür. Bunlar Antakya Patrikli­ği (Meliki Arap), Ortodoks Antakya Patrikliği, Meliki Katolik Antakya, Yaruşalem Yakındoğu Patrikliği, Süryani Kadim An­takya Patrikliği ve Moranit Kadim Antakya Patrikliği'dir.

Sayın Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol; görüldü­ğü gibi belirttiğim altı yüksek konsül patrikliği Antakya sı­nırları içerisindedir. O zamanlar Antakya'nın önce Kudüs, Suriye ve Fransız bağlantılı olduğunu siz de bilmektesiniz. Antakya sonradan (1939) Türkiye'ye bağlandığına göre, anlaşılıyor ki hep söylediğim gibi, Hristiyanlık dünya'ya Anadolu'dan değil Yaruşalem ve Antakya'dan yayılmıştır. Halen çeşitli mozaiklerin varlığını sürdürdüğü Antakya bu­gün Anadolumuz'un bir parçasıdır, ama tamamı değildir.

Hristiyanlık Anadolu'dan yayılmadığı gibi, İsa Mesih'in irdemen (şakirt) elçilerinden, havari olan Petrus ve Pavlus Hristiyanlığın Anadolu'ya yayıcısı olmuşlardır. Bu irdemenlerden Pavlus'un Tarsuslu olması, tarihin hiçbir döneminde bütün Türk İslam alemine maledilemez.

Genel Hristiyanlık Konsülü önderleri Roma, İstanbul, Yaruşalem, İskenderiye ve Antakya'yı önemli patriklik kürsüle­ri olarak belirlediklerine göre, bu belirlenen isimlerden başka Hristiyanlığın yayıldığı iddia edilen Anadolu'nun, herhangi bir il merkezini gösterebilir misiniz? Sanırım bu mümkün olmaya­caktır. Çünkü gerçekler daima bir tanedir.

Bugün Antakya' da yer alan Sen Piyer Mağara Kilisesi'nde her yıl yapılan "Sen Piyer Bayramı" Hristiyanlar'ca büyük et­kinliklerle kutlanmaktadır.

Hristiyan havarilerinden Pavlus Tarsus'ludur diye, 1992 yı­lında o bölgeye yabancı turistleri çekmek amacıyla ilki yapılan "Tarsus Sen Pol Sempozyumu" etkinlikleri, bütün Tarsus hal­kına maledilmiştir. Görüyorsunuz ki sayın patrik, Hristiyan'Iık ince politikalarını Pavlus bu kentin insanıdır diye, o yörenin in­sanlarına yaymaya çalışmıştır. Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol, siz nasıl olsa Fener Rumları 'yla mücadelede sınıfta kaldınız. Arayışlar içerisinde olacağınıza, Sen Pol (Pavlus) Sem­pozyumunu üç beş Hristiyan turisti cezbedeceğim diye düzen­leyen Tarsus 'un Belediye Meclisi'nde bu kararları verenleri Panayia Kiliseniz'e davet edip takdis ediverin de, onlar da gökler­deki havarileri ulu Pavluslan'na sayenizde kavuşmuş olsunlar. Tarsus'un saygın Belediye Başkanı ve Meclis üyeleri toprağı­nızdan bir Hristiyan Pavlus çıkmış diye, koca bir şehri Pavlus yapamazsınız ki!..

Öyle ise şahsiyeti olmayan bukararlan kendi bölgenizin in­sanlarına danışıp herhangi bir referandum yapmadan, Hristiyan aleminin gönlü olsun diye nasıl verirsiniz?

Muhterem Türk Ortodoks Patriği, gördüğünüz gibi Hristiyanlık ülkemiz üzerinde asırlardan bu yana yayılmacı politika­lar içerisindedir. Devletin size ve aile bireylerinize tanıdığı bun­ca haklardan sonra, siz olsun Hristiyanlık Anadolu'dan yayıl­mıştır demeyin. Hristiyanlığın Yaruşalem (Kudüs) ve Antakya' dan yayıldığını detaylı açıklamalarımdan sonra kabulleneceği­nizi sanarak, bu hususta müşterekte birleşeceğimizi düşünmek­teyim. Size, (bugüne kadar hiçbir varlık göstermemiş olsanız da) Fener Rum Ortodoksları'na karşı mücadelenizde başarılar diler, din olgusunu tam olarak tanımayan Türk Cumhuriyetle­rindeki insanlarımıza el atmamanızı tavsiye ederim. Çünkü on­lar yıllar yılı yaşadıkları Sovyet baskısından dolayı hangi yöne gideceklerini tam olarak bilmemektedirler.

Gökoğuz (Gagauz), Çavuş'lar ve Yakutlar'dan almak iste­diğiniz, yetmiş yıldır dünya'ya gözleri kapalı bu insanların, si­zin aile şirketinizin hizmetkarları olmasına hiçbir Türk'ün gön­lü razı olmaz. Bana sorarsanız bu insanlar mutlaka Türk İslam alemine bağlanmalıdırlar. Aksi halde geçmişte cemaatleriniz? ticari menfaatleriniz uğruna Rum palikaryalara kaptırdığınız gibi, bu günahsız insanları da kaptırmanız kaçınılmazdır...

TÜRK ORTODOKS PATRİGİ
SELÇUK ERENEROL'LA ANKARA'DA
SON BULUŞMAMIZ

Türk Ortodoksları'nın Patriği Selçuk Erenerol, Sovyetlere bağlı cumhuriyetler dağıldığından, bu değişimi fırsat bilerek İs­tanbul'da kaybettiği . cemaatini yeniden toparlamak gayesiyle kendileriyle ilgili Devlet Bakanlığına Gökoğuz, Çavuş ve Yakutlar'dan üç bin kadar Türk'ün temin edilmesini ve bu husus­ta bir bütçe ihdasını ısrarla istemekteydi. Bununla da yetinme­yip Mithatpaşa Caddesindeki Kent Otelde karargah kurarak din işleriyle ilgili bakanlıkların kapısını kızı Sevgi Hanım'la birlik­te sürekli aşındırdığı gibi, aile dostu Muzaffer Özdağ'dan nasıl hareket edeceğine dair bilgiler alıyordu. Bu sebeple 18 Tem­muz 1995 günü Ankara'da bulunan patrik ve patrikhane'nin halkla ilişkiler danışmanı kızı Sevgi Erenerol'la, uzun bir ak­şam yemeği görüşmesinde mevcut konuları baştan sona tartış­tık. Kendilerine Gökoğuzlar'ın Hristiyan ve Şamanist oldukla­rını, Sovyet Rusya'daki Komünist rejimin etkisiyle Yakutistan ve Çavuş (Çuvaş) Türkleri 'nin zaman içerisinde din'le uzaktan yakından alakalı olmadıklarını izah ettim.

Aslında Yakutlar'dan olan Kuzeydoğu Sibirya'da yaşa­yan insanlar "Saha" olarak tanımlanmaktadırlar.

Bizans Ortodoks egemenliği her ne kadar bu insanların üzerinde hakim olmuş denilse de, Nataganya ve Tunguskaya bölgelerinde Şamanizm daha hakim görülmektedir. Çavuşistan'da ise, Kazakistan Türkleri bunlarla içiçe yaşa­maktadırlar. Çavuş (Çuvaş), Tatarca yavaş anlamına gel­mektedir. Önceleri Şamanistliği kabullenen Çavuşlar'da sonradan din olgusu kaybolup gitmiştir.

Uzun izahatlarımı dinleyen patrik'ten çok kızı Sevgi Ha­nım, devamlı surette konuşmalarıma cevap vermekteydi. Anka­ra Kent Otelin yemek salonunda içtiği kırmızı şarapla daha ce­sur konuşmaya başlayan patrik'in çok bilmiş kızı, iki patrik' li bir Vatikan'dan bahsederek:

"Ortodokslar da Vatikan'da bir patrik' lik[31] kuracaklar ve Hristiyan'!ık diinya'ya hakim olacak" sözlerini smfedince! Patrik:

"Kmm o senin dediklerin olmaz. İlerde, Katolik-Ortodoks çatışması olur" demekteydi.

Benim anladığım kadarıyla Papa II. Jean Paul ve kardinal­leri Vatikan 'da ayrı bir patrik'lik kurulmasını istemeyecekleri­ne göre; Sevgi Erenerol, herhalde İstanbul'da düşünülen Ekümenik Patrikhane 'nin hayaliyle yaşıyordu. Yoksa onun hararet­le savunduğu bu sapkın düşüncelerin başka türlü izahı olamaz.

Sevgi Hanım uzun yıllar Fransa'da yaşadığından, sanırım Madam Mitterand'ın havasını suyunu teneffüs etmiş olacak ki, babası Selçuk Erenerol'dan çok daha keskin ve farklı düşünmek­teydi. Çünkü Türkiye'nin şartlarını ve manevi değerlere olan

hassasiyetini anlamadığı, her halinden belli oluyordu. Aynı sof­rada ben içki içmediğimi söylediğimde, patrik bana:

"Siz Müslümansınız, içki içmiyorsanız ben de içmeyeyim, bu akşam ayran içelim" demekle yetindi.

Sevgi Erenerol:

"Hristiyanlık çağdaş dindir. Herkes istediği gibi davrana­bilir" sözleriyle ortamı yumuşatıyordu.

Uzun görüşmelerimizden sonra patrik'e:

Cumhuriyet'ten bu yana başta babanız Papa Eftim olmak üzere, Fener Rumları'yla mücadele ettiğinizi söylemektesiniz. Şu anda geçiniz bizleri, ülkemizin yıllardır başağnsı olan Fener Rumlar'ı bile sizin patrikhane'yi ticarethaneye çevirdiğinizi bilmekteler. Bu sebepledir ki Kafkas Cumhuriyetleri'nden gelen Türkler'in, din olgusunu tam manasıyla anlayabilmeleri için İs­lam alemine kazandınlmalanndan yanayım.

Patrik bana:

Yetkili Devlet Bakanlığından karar bekliyorum. Bu karar mutlaka lehimize çıkacak. Bunu siz de göreceksiniz.

Bende:

"Hiç sanmıyorum, Türk Hükümeti gerek Türk Ortodoks, gerek Rum Ortodokslar'ın ıslahı cihetine giderse daha faydalı olur" demekle yetindim.

Anlayamadığım bir konu, Sevgi Erenerol insanların milli­yet tercihi kendilerinin ellerinde değil derken, daha sonra da ben Fransa'da yaşadığım yıllarda Türklüğü savundum diyordu. Hatta devamlı taktığı büyük altın ay-yıldızını unutmuş olacak ki yukarıya çıkıp, tekrar aşağıya göğsüne takılı olarak gelmişti. 154

Gerek patrik, gerekse kızı, Papa Eftim'in büyük Turani Türk'ü olduğundan övgüyle söz etmekteydiler. Aslında doğdu­ğu Akdağmadeni'ne bir kez bile gitmeyen bu insanlar, ataları­nın soyköklerini bilemezlerdi. Aynı günün sabahı yakın aile dost­ları olan eski Milli Birlik Komitesi Üyesi Muzaffer Özdağ'ın evine kahvaltıya gittiklerini söyleyen patrik ve kızının, dinden ziyade siyasi çalışmaların içerisine girdiklerini farketmekte ge­cikmedim. Baba kızın açıklıkla söyledikleri gibi Sevgi Hanım' ın MHP[32] yönetimine girmesi sağlandıktan sonra, Gagauz (Gökoğuz) Türkleri'nden bir grup Hristiyan'ın T.C vatandaşlığı sta­tüsüne kavuşmasıyla, Türk Ortodoks Patrikhanesi yeniden güç­lenmiş olacaktı.

Ayrılmadan önce patrik ve kızına, kitabımda sizleri ameli­yat masasına, Fener Rum Patrikhanesi 'ni de morga yatırdım de­yince, aramızda esprili bir gülüşme geçti. Ve devamla:

"Efendim, babanız Eftim'in sevapları kadar, hataları far­kında olsun veya olmasın çok fazladır. Sen Sinod'a Rum üye­ler almakla Fener'i elinden kaçırmış olduğunu siz de bilmekte­siniz. Sanki bütün bunlar yetmiyormuş gibi dönemin hükümet üyelerine tavsiyelerde bulunup, İstamat Zihni gibi dönek bir in­sanı Eskişehir'den üç defa üst üste milletvekili seçtirmiştir.

"Tamam, İstamat Zihni konusunu kabfil ediyorum. Türk Ortodoks Patrikhanesi 'ni birlikte kurdukları halde maalesef ba­bama iki defa ihanet edip, bizi bu günlere o getirmiştir.

"Aynca devletin patrikhanenize belli kurallarla sağladığı vakıf mallarını inisiyatif kullanarak kiraya veriyorsunuz, bu ol­mamalıdır" diye söylediğimde:

"Herşey mutlaka düzelecektir, düzelecektir" demekle ye­tiniyordu.

Burada daha önce de belirttiğim gibi Türk Ortodoksları 'nı ameliyat masasına aldığımızı ve tedavilerinin iyi bir kontrolle mümkün olabileceğini kabul edebiliriz. Daha da önemlisi ruha­ni işyarlıkları ve cemaatleri bitme aşamasına geldiğinden, dev­let gereğini yapmasa bile görünen o ki, er geç kendilerini tasfi­ye aşamasına gideceklerdir. Çünkü misyonunu yitirmiş hiçbir kurum uzun müddet ayakta kalamaz.

Yıllar boyu hıyanet içerisinde olan, casusluk ve Ekümenik Patrik'lik ihtiraslarını açıklıkla ortaya koyduğumuz Fener Rum Ortodoksları 'nı yazılarımla morga almış durumdayım. Sayıları ne kadar azalsa da, (tünelin ucu büyük ölçüde göründüğü hal­de) inanın morgdaki bu ölüyü kısa vadede kaldırabilecek birilerinin olabileceğini sanmıyorum. O zaman kokuşmakta olan bu palikaryaların mevtaları, çürüyünceye kadar Türkiyemiz'de bekleyecek demektir. Ne yapalım, gelecek nesillerimiz patrikhane'yle birlikte bu hainlerin iskeletlerini, arzuladıkları anava­tanlarına götürürler de, bizlerin beceremediklerini hiç değilse onlar yapmış olurlar. ..

TURANİ TÜRKLERİ VE GÖKOGUZLAR

Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol ve babası Papa Eftim'in, Turani Türk'ü "Gökoğuzlar"dan olduğunu kendilerinin sözlü beyanları ve bana verdikleri muhtelif yazılarından öğren­miş bulunmaktayım. Bu durum karşısında önce Turani Ttirkleri kimdir, nedir tanıyalım ve ondan sonra Papa Eftim'in ailesi ne kadar Türk'tür, değildir bunu tartışalım.

Doğu Avrupa'ya ilk göç eden Turani (Turanlı) Türk toplu­lukları Hunlar'dır. Hun'lar Doğu ve Batı diye ikiye bölündük­ten sonra, bir kısmı batıya giderek, Kazak bozkırlarının güney <■ kısmıyla, Çu ırmağı vadisinde bulunan Doğu Kangük'de bir si­yasi birlik kurarlar. Daha sonraları bunların Kazak bozkırlarına çekildiklerini, doğudan gelen Türk-Moğol karışımı olarak bili­nen Uar-Hunları'nın baskılarıyla Avrupa'da göründükleri, Atil­la dönemlerinde ise Rt1sya ve Avrupa'da büyük bir siyasi birlik kurarak yıllar içerisinde dağıldıklarını, belgelere dayalı tarihsel kaynaklardan anlamaktayız. Burada asıl üzerinde durulması ge­reken konu ise, Avrupa'ya gelen Hunlar'ın (Turanlı) Hristiyanlığı kabullendiklerine dair herhangi bir belge ve bilgiye rastlan­mamış olmasıdır.

Dokümanları dikkatle incelediğimizde Doğu Avrupa step­lerindeki bu Türk topluluklarının önce var olduklarını, sonrala­rı tarihin sahnesinden kaybolduklarını görmekteyiz. Kaybolmak tamamen silinmek anlamına gelmediğinden, egemenliklerinin azaldığını gözardı etmemek daha doğru olur.

Zaman içerisinde bu Turani Türkleri egemenlik hakimiyet­lerini Peçenek, Kuman ve Gökoğuzlar'a (Gagauz) teslim etmiş­lerdir. Daha sonraları Turani Türkleri ve Gökoğuzlar'ı Rornalılar'ın Hristiyanlaştırdığı bir gerçektir. Çoğunluğu Türk-Moğol kanşımı olan bu insanlar topluluğu, Hristiyan oldukları halde, çarlık döneminden sonra katı bir komünizmin hüküm sürdüğü "Bolşevik rejimiyle" birlikte, din olgusunu büyük ölçüde unut­muşlardır.

Turani Türk'leri umumiyetle çekik gözlü, düz diken saçlı ve yuvarlak çehreli insanlardır. Bu insanlar topluluğunun, 1800'lü yıllardan sonra Osmanlı ıslahat döneminde İstanbul ve Anado­lu'ya gelerek yerli Rum ve Ermeniler'le içiçe yaşadığı tarihi bir gerçektir. Bu Hristiyan topluluklan Anadolu'da Süryani Kadim Cemaatiyle de içiçe yaşadıklanndan, birbirlerinden kız alıp verme nedeniyle dörtlü bir mozaik oluşmuştur. Aradan geçen iki yüz senelik zaman zarfında, Anadolu'da katıksız Hristiyan Turani Türk'ü vardır demek doğru olmaz.

Şu anda Kafkaslar'da yaşayan Gökoğuz Turanileri'nin Ruslar'dan ayrı bir görünüm teşkil ettikleri de, kaçınılmaz bir ger­çektir. Bu sebepledir ki, önce asıl konumuz olan Papa Eftim'in ^ıdi el yazılarıyla bizzat deklare ettiği hayat hikâyesini tanı­yalım. Ondan sonra da, hep birlikte Akdağmadeni'ne bir gezin­ti yaparak kafalanmızı hayli meşgul eden Türk Ortodoks Hristiyanlan'nın Patriği I. Eftim ve soykökünü günyüzüne çıkara­lım. Türk dostu denilmesine bile tahammül edemeyip, ben Türk oğlu Türk'üm diyen Papa Eftim'i kendi yazılarıyla başbaşa bırakıyorum. Daha sonra onun hayat hikâyesine, açıklık getireceğimi de hatırlatmak isterim:

"Beni yakından tanıyanlar pekiyi bilirler ki, gösteriş ve şahsi propagandadan hoşlanmam. Bir övünme ve ululunma sa­yılamayacağından emin olarak biraz kendimden, şahsımla ilgi­li gerçeklerden konu açmama müsade edilmesini rica ederim.

Ben, 10 yaşımdan beri mukaddes kitaplarla meşgul olmaya başladım. Mukaddes kitapların leh ve aleyhinde yazılmış neye rastladımsa, hepsini okumaya çalıştım. Bundan başka kırk yıl­dan beri, her gün, en az 3 sabah, 2 akşam gazetesi ve birçok mecmualar okumayı da itiyad edinmişimdir. Diyebilirim ki, ha­yatım geceli gündüzlü, okumak ve yazmakla geçmektedir. Gün­de 6 saat olsun uyumaya kendimi zorlardım. Ruhumu öyle ter­biye etmiştim ki, uykuda bile sanki bana bir çok yeni şeyler öğ­reten bilgilerle meşgul olurum, kendimi bu derece ilm-i ilfana bağladığım halde, yine de bir hiç olduğum kanaatini taşımak­tan asla çekinmemişimdir. Böyle olmakla beraber, ilahi bilgiler ve tecrübeler içinde itikat ve imanımla şu fani ömürden gücüm yettiği kadar zevk duymaktayım. Bunun bana bir ilahi lütufkar­lık olduğuna inanıyorum, çünkü dünya'ya geliş sebebimin in­sanlığa karşı ödevlerimi kavramaktan ileri geldiğine inanıyo­rum. Bu inanış, bedenimi ve ruhumu saadete kavuşturuyor. Ulu Tanrıma şükürler olsun ki, çok mes'ut ve bahtiyarım.

Ben Ortodoks Hristiyan olarak doğdum. Ana dilim Türk­çe'dir. Rumca, Ermenice, Fransızca, Arapça, Farsça da öğren­meye çalıştım. Dinimin ve kilisemin ana dili olan Rumca ile mukaddes kitabı ezberledi,^imden, bu dili çok iyi anlarım. Di­ğer yabancı dilleri ise unutmuş gibiyim.

Milli ve dini duygularınım sağladığı, milliyetimin Türk, din ve mezhebimin ise Ortodoks olduğundan beni hiçbir zaman şüphe ve tereddüte düşürmemiştir. Ruhanilik mesleğine girme­den önce de, yaşayaşımdaki sadelik, ahlak ve karakterimdeki

düzgünlükten ötürü, akraba ve dostlarım beni bir (baba) sayar­lar ve bana öyle hitap ederlerdi. Kendimi tanıdığım ve kavra­dığını günden beri yirmi dört saatin sekiz saatini .ibadet, yani ruhumun gıdası ve saadetimin esası saymış ve asla ihmal etmemişimdiı: Bu ibadetlerimde, bana haksız ve sebepsiz olarak kin ve garaz taşıyanlar hakkında Allalı'ran daima af ve mağfiret di­lemeye kendimi alıştırmışımd11: Bu gibilere karşı gönlümde dargınlık, kırıklık değll, kötülüklerden kendilerini koruyama­dıkları için acı taşırım. Eğer bu duygularımda beni samimi say­mayanlar bulunursa, onlara derim ki, herşeye vakıfolan Allah, eğer zerrece riyaklirlığımı görürse, beni ilahi gazab ile kalır-Ü helak etsin.

İşte bu derece samimiyet içinde olduğum içindir ki, kendi­me düşman olarak yine kendimi bilirim. Fert olarak hiçbir kim­seye zararım ve kötülüğüm dokunmamıştır. Hiç kimse benden, haklı veya haksız bir kötüliik gördüğünü iddia edemez. Vicda­nını o derece rahattır ki, huzur ve saadet içindeyim. Hiç kimse­den ve hiçbir şeyden korkum yoktur. Bu güne kadar korku deni­len varlıktan haberdar olmadım. Atalarımın: "Kendi kusurla­rımdan başka hiçbir şeyden korkum yoktur" sözüne, can ve yü­rekten inanmışımdır.

Milli, vatani, dini, kutsal vazifemin, herşeyden önce doğdu­ğum, yaşadığım yurdumu ve mensup olduğum Türk Milletini sevmek, gücümün yettiği kadar bu iki mukaddes varlığı koru­maktan ibaret olduğuna zerrece şüphem yoktw: Bunu bana, Or­todoks din ve mezhebim de kesin olarak emretmektedil: Bu iman ve kanaatimde benimle beraber olmayan herhangi bir Or­todoks din ve mezhep saliki varsa ortaya çıksın. Onlara derim ki: İsa Mesih, Havariyım ve bütün Hristiyan evliyası, benim iman ve kanaatimin doğruluğuna şahittirler ve bunu emir ve telkin etmişlerdir.

İşte bunun içindir ki ben, geceli, gündüzlü bütün ibadetle­rimde, dualarımda kutsal Türk yurdunu, merd Türk Milletini, onu temsil eden milletvekillerini, devlet ve hükümet başkanlarını, ordusunu, komutanlarını, erlerini, yargıçları, öğretmen ve öğrencileri, doktorları, büyük küçük bütün memurları, erkek kadın ve çocuk bütün yurttaşları ayn ayn anm; onlara sulh ve selamet, sağlık, refah, saadet dilerim. Ve mensup bulundiığum bütün insanlığın da, cins ve mezhep ayırmaksızm cümlesinin sulh ve selamet içinde yaşamasım dilerim. Herkes, gündüz işin­de ve geçim mücadelesinde, gece rahat uykusunda iken ben, kimseden hiçbir karşılık beklemeden bütün insanların yersel ve göksel iyiliğini temenni etmekteyim. Böylece ömrüme saadet, vicdamma rahatlık veren bir kalbi bana ihsan ettiği için Allahım'a minnettarım.

Ben, hissim ile değil, aklım ile hareket ettiğim için yanlrş yola sapmayacağıma inanırım. Bununla beraber, hata etmenin insana mukadder olduğunu bilir, müstahak olduğum bir kötü­lük ile karşılaşmak ihtimalini düşünerek daha beter birfenalıktan korwıduğuma hamlederek hakkımda hayırlı sayarım.

Arasıra maruz kaldığım elem ve kederden de zevk duyarım. Elem, keder ve sıkıntılardan tecrübe, tecrübeden sabır, sabır­dan ise ümid, iman, sevgi doğduğuna, bu manevi duyguların in­san saadete ve rahata kavuşturduğuna çok defa şahit oldum. Otuz dört yıldan beri, hiçbir insanın tahammül edemeyeceği türlü mahrumiyetler içinde tam bir inziva hayatma kendimi mahkum edişim, bana zevk ve saadetten başka bir şey sağlamış değildir. Hayatı, benim gibi gören ve anlayana, ben dahi ne mutlu derim.

Kendimden bu kadarlık bahsettikten sonra, asıl meseleye geçiyorum. Yaptığım mücadeleleri tam kavrayamamış veya bunları olduğu gibi göstermekten kaçınmış olan dostlara ve ba­na doğrudan doğruya husumet besleyenlere, bazı sitemlerde bulunmak isterim:

"Ben Türk dostu Eftim değil, Türk oğlıı Türk Eftim' im."

Bazı Türk gazetecileri beni, Türk dostu Papa Eftim* diye tanımak ve tanıtmak istediler. Kendilerine bir çok defalar bunım yanlışlığını izaha çalıştım ve bu tabirden duyduğum üzün­tüyü açıkladım. Bu arada çok iptidai bir taassuptan doğduğu­na şüphe etmediğim imzasız mektuplarla da bu konuya temas edilmektedir. Bu gibilerin iddiasına göre, benim Türk olabil­mem ancak Müslüman olmamla mümkün imiş. Kendilerini ay­dın sayan bu vatandaşlarımm anlayışsızlıkları karşısında hay­retlere düşmekten kendimi alamıyorum. Bunlar bir insanın Türk olması için mutlaka İslam dininde bulunması şartını nereden çıkarıyorlar? Bunlar bilmiyorlar mı ki, milliyetin din ve mezhep­le hiçbir ilgisi yoktw: Ayrı ayrı ırktan oldukları halde bir çok milletler ve insanlar, aynı dine mensup oldukları gibi, aynı ırk ve milliyet vasfını taşıyanlar da, ayrı din ve mezhebe intisap etmişlerdü: Dinini değiştiren birferdin mutlaka milliyetini de ır­kını da değiştirmesi gerekmez. Esasen buna imkan da yoktur. Din değiştirmek bir arzu ve irade meselesidi1: Irk ve milliyet ise, insanın arzu ve iradesine değil, dile, kültüre, tarihi münasebet­lere bağlıdır. Din. Allah’ a ait ve vicdana merbut bir hadisedir. Milliyet ise tamamiyle içtimai, tarihsel bir vakıadır. Aynı milli­yet içinde çeşitli din ve mezhepler olduğu gibi, aym dine men­sup olanlar da ayrı ırk ve milliyet duyguları taşıyabilirler.

"' Papa Eftim'in kendi el yazısıyla kaleme aldığı görüş ve değerlendirmeleri, Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol'dan alınmıştır.

Milliyeti din esasına bağlayışın pek cahilce bir anlayıştan ileri gelmediğine asla şüphe yoktur. Türk ırkından gelen millet­ler, tarihin kaydettiğine göre, bir çok defa din değiştirdikleri halde, ırk ve millet vasıflarını daima muhafaza etmişlerdil: Türk, Putperest, Hristiyan ve Müslüman olduğu zamanlarda da da­ima Türk kalmıştır. Bu gün yeıyüzünde Müslüman Türk olduğu kadar, Hristiyan, Budist Türkler de mevcuttur. Bu gerçeği daha esaslı kavramak, öğrenmek isteyenlere, büyük hatib, muharrir ve Türk Ocakları'nın kurucusu Hamdullah Suphi Tanrıöver'in (Dağ Yolunda) adlı kitabını dikkatle okumalarını tavsiye ede­rim. O eserde göreceklerdir ki, bir çok Anadolu Ortodoksla­rı' mn halis Türk oldukları ispat edilmiştir. Ana dili Türkçe olan bir Türk vatandaşımn din ve mezhebi ne olursa olsun, Türk oğ­lu Türk olduğundan kimsenin şüphe ve tereddüte düşmeye hak­kı yoktur.

Ben, her zaman her yerde Türk olduğumu beyan ettim. Bir yabancı Türk dostu olabilil: Kendini öyle tanıtabilil: Fakat be­nim gibi halis bir Türk vatandaşının bir yabancı Türk dostu gösterilmesi, onun milliyetinden şüphe edildiğine yol açar ki, bundan incinmemek, teessüfduymamak imkansızdır. Kendi mil­letinin dostu olmak bir Türk için tabii, zaruri, mantıkidir. Bu böyle olunca bir Türk' e, Türk dostu demekle tezada, mantıksız­lığa düşülmüş olmaz mı?

Bana Türk demeyip, Türk dostu diyenleri hiçbir suretle af edemem. Atatürk' ün ve milletin mücadelesi sonunda biz Hristiyan Türkler'de, bütün milletimizle beraber milli istiklalimize kavuştuk ve şimdi övünüyoruz."

PAPA EFTİM'İN DOGDUGU YER

AKDAGMADENİ'NDEYİM

Türk Ortodokslar'ın I. Patriği, "Patriklik'ten önce" Keskin Rum Ortodoks Metropoliti, zaferden sonra Fener Rum Orto­doks Patrik Vekili Papa Eftim'in, 1884 (1300) yılında Akdağmadeni'nde dünya'ya geldiğini kitabımın içeriğinde anlatmış­tım. Kendi ifadelerinden anlaşılacağı gibi "Türk do.ltu Eftim" denilmesine dahi katlanamayan bu zat, Türk oğlu Türk'üm di­yor ve Romalılar'ın Hristiyanlaştırdığı Turani Türkleri'nden ol­duğunu söylüyordu. Bense, Turani Türkleri'nden olmadıklarını düşündüğüme göre, hakikatleri ispatlamak zorunluğundaydım. Akdağmadeni 'ne girdiğim anda hep bu düşünceler içerisinde, şehrin etrafına göz gezdiriyordum. İlk defa geldiğim Akdağmadeni, ormanlıklar içerisinde üç-dört tepenin üzerinde kurulmuş şirin bir kasabaydı.

Akdağ çarşısına vardığımda, esnaf ve halktan bazı insanlar, akşam üzeri işyerlerinin önüne tabureler atmış, sohbet etmek­teydiler. Papa Eftim'in ruhani orunda bulunduğu kiliseleri bu­labilmem için, hep yaşlı insanları arıyordum. Akdağ çarşısının üzerindeki nalbur dükkanının önünde oturan yaşlı bir amcaya, İstanbul'lu Mahallesindeki kilise’yi sorunca ihtiyar, kısa denile­bilecek sessizlikten sonra hemen gürledi:

Sen ne yapacaksın kilise'yi? Hepsi kapalıdır. Bir tanesi cami olmuş, diğer ikisine de Rum 'lar gittiğinden beri uğrayan yoktur. Ayıptır sorması yoksa gavur musun?

Anı.an amca o nasıl söz, ben veatalanın elhamdülillah Türk ve Müslümanız.

O zaman merak edip niye sormaktasın kilise'yi? Bak işte cami karşıdadır.

Beni yanlış anladınız bey amca, ben kitap yazarıyım, o ne­denle geçmişte burada yaşayan Hristiyanlar'ın, tarihleri ve kiliseleri'ni araştırıyorum.

Şimdi oldu işte, görüldüğü kadarıyla sen alim bir insana benziyorsun zaten evlat.

Çok sağolun efendim, beni mahçup ediyorsunuz.

Çarıklı Erkanıharb[33] yaşlı amca, dikkatli bakışlarla yanında­ki gençlerden birine bağırarak:

"Bu alim beyefendiye acele bir kürsü getirin" deyince çok şaşırdım.

Aman bey amca, siz beni alime benzettiniz, ama ben bu­raya konuşma yapmaya gelmedim. Sonra yetkili bir idareci de değilim. Sakın kürsü falan getirtmeyin ...

Olur mu evladım, seni böyle ayakta bekletmek, bizim Anadolu törelerine hiç yakışır mı?      ""'

Ayakta beklemekle, kürsünün alakasını anlamış değilim efendim. Bu ilçe'nin Kaymakamı, Belediye Reisi varken çarşı önündeki insanlara, ben ne konuşabilirim ki?

-   Evlat, ben senden konuşmanı istemiyorum ki, yalnızca oturup bir kahve içimlik dinlenmeni rica ediyorum.

-   O zaman bir tabureye oturup, izninizle biraz dinlendikten sonra kalkıp giderim efendim. Yalnız, kürsünün gelmesini iste­miyorum.

Az sonra, genç birisi elinde kenarları ağaç, üstü hasırdan örülü bir tabure getirerek önüme bıraktı. Hiç tereddütsüz oturup, gelen kahvemi yudumlarken, benimle yakından ilgilenen tat­lı sert mizaçlı ihtiyar amcaya, kürsünün gelmediğine sevindiği­mi söyledim. Yaşlı amca, kahkahalarla gülerek:

-   Eviadım, senin üzerinde oturduğun kürsünün ta kendisi­dir. Onun için, konuşma yaptıracaklar diye korkup durma. Bi­zim buralarda, sizin tabure dediğiniz şeyin adı kürsüdür.

-   Efendim kusura bakmayın, bana bilmediğim bir şeyi öğ­retmiş oldunuz.

Akdağ'h ihtiyar bir tek kelimeyle, alim dediği bizleri hem düşüncelere daldırıyor, hem de kahkahalarla güldürüyordu.

Buralardaki halkın ürettiği bazı mugallit isimler, alim ve bilgin geçinen birçoklarına bilmediklerini öğretirken, çok bilmişliğin ukaialığına kapılanların, Anadolu kültürünün zengin değerlerini kabullenmemeleri haksızlık olur.

Bin okumuşun bilemediğini, bakarsınız bir okumamış bile­bilir. O zaman Anadolu'nun her yöresinden kaptığımız ve bizlere ilham kaynağı olan bu kültür mozayiğine gönülden saygı duymak Iazım.

Akdağ'h ihtiyar amca'nın yanıma verdiği genç bir kılavuz­la, işimin daha kolay olacağını anladım. Yanımdaki genç, beni kısa sayılabilecek bir zamanda Akdağ'ın en yaşlı siması Efra166

him Gökbaş 'ın Tahmaz Mahallesindeki yazlık bahçe evine gö­türdü. Bahçe kapısını açan orta yaşlı hanım, yanındaki karabaş köpeğiyle bize Efrahim Bey'in yazlık evini gösterirken, orta boylu yanık tenli, yaşlı adam birden kapının önünde belirdi. Ba­na bir asırlık ömrü olduğunu söyledikleri halde, daha genç gös­teriyordu. Bize yol gösteren orta yaşlı hanımın, Efrahim Bey'in üçüncü eşi olduğunu öğrenince tamamen şaşırdım. Bana anla­tıldığı kadarıyla bu şahsın Selanik muhaciri olduğunu, Akdağ' ın kamyon ve nakliyat taşımacılığını onunla tanıdığını, yeterin­ce. biliyordum. Beni gayet samimi karşılayan Efrahim Bey, içe­risinin sıcak olacağından, bahçede oturmamızı tavsiye etti. Çe­şit çeşit ağaçlar, lale, sarmaşık ve rengarenk güllerin arasından bahçedeki çardağa doğru yürüyerek hamağın üzerine karşılıklı oturduk. Kısa bir sohbetten sonra hemen konuya girerek, bu canlı tarihten bilgiler almak istedim:

-  Efendim, gördüğüm kadarıyla bu oturduğunuz yazlık ev ve geniş bahçesi Türk Ortodoks Kilise'sine aitmiş. Anlatılanla­ra göre siz buraları satın alarak, Akdağ'da ilk kilise sahibi kişi olmuşsunuz. Şöyle bir anılar denizinde gezinelim mi?

-             Abe çocuğum burası Akdağ'dır, deniz ne gezer burada...

-  Beni yanlış anladınız. Size geçmişinizi ve bu gününüzü soruyorum.

■Evlâdım, ben Selanik muhaciriyim, buralara 1923 'te gel­dim. Yani mübadeleden hemen sonra. O yıllarda bizi Hamalba­şı Mahallesine yerleştirdiler. Bilirsiniz ki, muhacirler çok yok­luk çektiğinden umumiyetle çalışkan olurlar. Çocukluk ve genç­lik dönemlerimde hayli zorluk çekmeme rağmen, azim ve se­batla çalışarak kısa zamanda bir kamyon sahibi, daha sonra da buraların en büyük nakliyecisi oldum. Nihayet bu gördüğünüz ev ve arazisini satın aldım. Bu bahçenin arkasındaki kilise ve Papaz Okulu kesinlikle Rumlar'a aittir. Buralarda Rum ve çok az da Ermeni oturmuştur. İnanmayan gelsin baksın, ben ve ai­lem kilise ve Papaz Okulu'na dokunmadık, olduğu gibi dur­maktadır. Ancak bahçeye ağaç dikerken, zaman zaman Rumca yazılı büyük ve çocuk mezarlarına rastladık. Zaten evimin arka kısmı da, gördüğünüz gibi Rum Mezarlığıdır.

Efendim sözünüzü kesiyorum, bu bölgenin insanı olan Pa­pa Eftim 'i tanır mısınız?

Mübadale gereği benim ve aile büyüklerimin Akdağ'a gel­diklerinde, Rum'lar Yunanistan'a gitmek üzereydiler. Yani bizlerle karşılıklı değişim yapıldılar. Siz Hristiyan Türk diyorsu­nuz, bildiğim kadarıyla bu dedikleriniz Orta Asya'da olabilir. Ancak buradakiler kesinlikle Rumdu. Papa Eftim'i 1924 veya 1925 yılında muhtelif aralıklarla üç defa gördüm. Akdağmadeni 'ne mülklerini satmaya gelmişti. Mübadeleden muaf tutuldu­ğundan, İstanbul'a yerleşmesi kesindi. Ancak sizin Eftim dedi­ğinize, buralarda Pavri diyorlardı. Bizim bu evin arkasındaki kilise eskiyince, "Pavri" Hamalbaşı Mahallesindeki Büyük Rum Kilisesi'nde papaz'lık yapmış.

Efendim, İstanbul'lu Mahallesindeki kilise'nin ne zaman yapıldığını biliyormusunuz?

İstanbul'lu Mahallesindeki kilise, Tahmaz ve Hamalbaşı'ndan sonradır. Bildiğim kadarıyla ve Akdağ'ın yerlilerinden duyduğuma göre Keskin'de ahimandirit olan Pavri, 191O yılın­da İstanbul 'lu Mahalle Kilisesi 'ni yaptırmış. Malı1munuz 10 yıl önce de (1985) bu kilise, cami'ye dönüştü.

Efrahim Beyefendi sizce Pavri yani Eftim, Türk mü, Rum mu, Ermeni mi?

-   Evladım bir defa Pavri Rum ismi değil, Türk ismi de de­ğil, yalnız Pavri'nin annesi Mariya Hanım'ın Rum olduğunu kimse inkar edemez.    .

-   Efendim, zaten kayıtlardan babasının ve annesinin adını çıkarttım. Baba adı Baraş, anne adı da buyurduğunuz gibi Mariya'dır. Görüldüğü kadarıyla burada çok az Ermeni oturmuş. Ancak yerli Rumlar'ın çoğunlukta olduğu bir gerçek.

-   Rumlar'la Ermeniler'in aynı kiliselere gidip, kendi arala­rında kız alıp verme durumları da bilinen bir durumdur. Çocu­ğum, Türk Hristiyan'lar Akdağ'da yaşamıştır olayını aklından çıkar. Bunlar (halkın gavur dediği) yerli Rumlar'dır. Kiliseler' in içini ve gömütleri gördüğüne göre, bunlar sana birşeyler an­latmıştır. Kim bunlara Türk diyorsa, gelsin buraları kontrol et­sin, araştırıp inceleyenler her yerde, her kazıda Rumca isimler bulacaklardır. Abe çocuğum, senin görünümün Türkmenler'e benzer. Sen bu insanların Türk mü, değil mi olduklarını tipceğizlerinden biliverirsin.

Bu arada biz konuşmamıza devam ederken Efrahim Bey'in üçüncü eşi, birer bakır tas soğuk ayran getirdi. Oda ne, ayranın içerisinde saman taneleri bulunmaktaydı. Çok geçmeden hanı­mefendi, "bizim buralarda adettir, saman yavaş içtirdiğinden so­ğuk şeyler insana dokunmaz" diyordu. Böylece biz de Anado­lu'da, bilmediğimiz bazı şeyleri öğrenmiş oluyorduk. Artık ay­rılık zamanı gelmişti. Önce Efrahim Gökbaş Bey'in geniş bah­çesinin arkasındaki kilise'yi resimleyip, daha sonra da bu Selanik'li dinç ihtiyar ve neredeyse torunu yaşındaki eşine nice uzun ömürler dileyerek, veda ediyordum...

Hamalbaşı Mahallesi ve İstanbul'lu yokuşundaki kiliseleri de baştan sona resimlemiş olduğumdan, işlem tamamdı.

Belirttiğim bu üç mahalledeki kiliseler'in Rumlar'a ait ol­duğu, ancak azınlıktaki Ermenilerin de buralarda, ruhani görev­lerini yerine getirdikleri belirgin bir durum oluşturuyordu.

Mahallenin İstanbul'lu olması, Islahat Fermanıyla İstan­bul'dan Akdağmadeni 'ne gönderilen azınlıkların buralarda ika­met etmesindendir. Turani Türkleri'ni anlatırken, bunların Ana­dolu'nun batısına göç ettiklerinden bahsetmiştik. Akdağ halkı (tarihçesinden de anlaşıldığı gibi) umumiyetle Arapkir kökenli ve Selanik muhaciri olduğuna göre, burada (o dönemlerde ya­şayan Rum ve Erıneni azınlıkların haricinde) Hristiyan Türkler'in olması söz konusu değildir. Gökoğuz ve Turaniler'de Mihal, Stefan, İbrahim, Yakup, Halil gibi isimlere rastladığı­mız halde; Pavri, Baraş ve Mariya isimleri kesinlikle yoktur. Yozgat şehri ve Uzunyayla'da bir miktar varolan Hristiyan Turani Ti.irk'ü de Ermeni ve Rumlar'la içiçe olduklarından, ben­liklerini kaybetmişlerdir. Anadolu'da katıksız Hristiyan Türk var demek, abartıdan öte birşey değildir.

Yazılarımın başlangıcında açıkladığım, Papa Eftim'in aile soykökünü burada söylerken, Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol'u çok mu, çok üzeceğimi bilmekteyim.

Akdağmadeni'nde daha çok çocukluğunda, doksan yaşın­daki büyük annesiyle, Eftim'in beraber gittikleri Hamalbaşı Mahallesindeki tarihi kilise'yi uzun uzun inceledim. İki yüz yı­la yakın olan bu yapının iç sütunları günümüzde bile zor yapı­labilirdi. O somaki mermerler ulaşımın kısıtlı olduğu yıllarda nerelerden getirtilmiş, anlamak çok zor. Kendilerini Turani Türkler'i olarak gösteren Erenerol ailesinin soykökünü bulduğuma artık inancım tamdı. Eftim 'in bezirgan babasının adının Baraş, annesinin adının da Mariya olduğunu kayıtlardan öğrenmiştim. Mariya ismini Rumlar'ın ve genellikle Ortodoks Hristiyan170

lar'ın kullandıklarını, tarihle uzaktan yakından ilgilenmeyen insanlarımız dahi rahatlıkla bilebilirlerdi. Tarihi kaynaklara gö­re Baraş ve Pavri isimleri, gerek Süryani Kadim, gerekse eski kuşak Ermeniler'de bulunmaktadır.

Bir ihtimal Kumanlar, zaman içerisinde bu isimleri kullan­mış olabilirler. Mutlu bir tesadüf, Eftim'in eşinin adı da anne­sinin ki gibi Mariya'dır. Cumhuriyet'in ilk yıllarında doğan Turgut Erenerol'un adı daha önce de belirttiğim gibi aile ara­sında Yorgi, dışarıda ise Turgut olarak bilinmiştir. Daha açık bir ifadeyle Papa Eftim'in Milli Mücadelede Ankara'nın yanında yer aldığı zamanlar büyük oğul'un evdeki adı Yorgi, dışardaki adı ise Turgut'tur.

Başlangıçta da söylediğimiz gibi Eftim, önce doğan üç kı­zına Rumca isimler venrken, aralıklarla dünyaya gelen iki er­kek çocuğunu Türk isimleriyle tanıtır. Turgut Erenerol'un Ame­rikalı eşi Şarlot Hanım bile, kocasına hep Yorgi ismiyle hitap etmiştir. Papa Eftim'in nüfus kayıt örneğini aleni yayınlayaca­ğımdan, bu konuda herhangi bir tereddüt'ün olacağını sanmı­yorum. Bu gün Türk Ortodokslar'ın Patriği olan Selçuk Erenerol, baba toprağı diye övündüğü Akdağmedeni'ne bir gün olsun gitmediğinden, oradaki mevcut kiliseler'in yapı ve tarzlarını kendilerine resimlerle göstermiş bulunmaktayım. Hatta Ankara Kent Otel'de yaptığımız kahvaltı esnasında, kızı Sevgi Hanım ve patrik'in ısrarlı istekleri üzerine bu resimlerin büyük bölü­münü takdim etmek hoşgörüsünü gösterdim. Bir insan Müslü­man olsun, Hristiyan olsun doğduğu topraklara karşı bu kadar vefasız olabilir mi?

Hem patrik'im diyeceksiniz, hem de babanızın yaşadığı yer­leri yetıniş yıllık ömrünüzde bir defa olsun görmeyip, bir araş­tırmacının verdiği resimlerden tanıyacaksınız.

Bu sebepledir ki, Fener Rumları size hiç hayat hakkı tanı­mamışlar ve hep ezilmiş büzülmüşsünüz.

Patrik'e verdiğim resimler bir Müslüman'ın, bir Hristiyan'a olan hoşgörüsünün ifadesidir.

Kendi düşüncelerime göre görevlerimi bitirdiğimden dola­yı, Akdağmadeni'nin dik ve yamaçlı yollarından Ankara'ya dö­nerken, tereddütlerini yenmiş insanların mutluluğu içerisindeydim. Hayatı boyunca Türk dostu denilmesine dahi tahammül edemeyen (hatta bu sözü duyunca, karşısındakileri azarlayan) Pavri torunu, Baraş ve Mariya oğlu, 1. Türk Ortodoks Patriği Akdağmaden'li Papa Eftim Türk müdür, değil midir?

Bu uzun ve meşakkath araştınnalanmın değerlendinnesini, sizlere bırakıyor ve kati karar sizlerindir diyorum. Türk Orto­doks Patriği Selçuk Erenerol, objektif davrandığım ve sizin is­tediğiniz gibi yazmadım diye kırılmak gücenmek yok. Bunlar gecikmeli de olsa gün yüzüne çıkan tarihi ve belgesel hakikatlardır. Siz bana Türkiye Cumhuriyeti'nde ana adı Mariya, baba adı Baraş olan bir Türk gösterebilir misiniz?

Gösterdiğiniz anda, her türlü tecziyeyi kabullenmeye hazı­rım. Babanız Eftim'in, Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin Sen Sinod Meclisi'ne neden Feriköy, Galata ve Kumkapı Rumları'nı seçtiğini şimdi çok daha iyi anlamaktayım.

Burada Türk Ocakları'nın kurucusu Hamdullah Suphi Tanrıöver'i hatırlamamak ne mümkün? Çünkü o hayatı boyunca Hristiyan Ortodokslar'ı, yerli Rum olsalar bile Türkleştinne sevdalarıyla yanıp tutuştu. Ne demişti dönemin Milli Eğitim Bakanı, büyük hatip Hamdullah Suphi:

"Bunlar halis muhlis Türk'türler, Rum dediğiniz bu insan­lar Türkçe'nin en güzelini konuşurlar. İtiraj edeyim ki ben Antalya’ da otururken, Ortodoks kadınlarından yüzlerce eski Türk kelimesi öğrendim diyerek "Ankara Tarihi" ni yazan Niğde Mil­letvekili Avram Galanti Bodrumlu’nun bile katıksız Türk oldu­ğunu söylemiştir. Kaldı ki, Galanti’nin baba adı Mişon’dur. Bu zatın annesinin Rum, babasının Yahudi olduğunu hangi tarih tekzip edebilir? Türk Ocaklarının kurucusu Hamdullah Sup­hi' nin değerlendirmeleri böyle ise, vay bu milletin haline... "

Büyük hatip ve devlet kurumlarında önemli etkinliği olan o zamanın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, bugün hayatta olsaydı çok sevdiği milletvekili arkadaşı, (Papa Eftim'in eski dostu) İstamat Zihni'nin çocukları ve torunlarının Yunanistan'a kaçtıklarını gördüğünde, gerçekten bu insanların Turani değil, ruhani Türk'leri olduklarına inanırdı.

Şişli Rum Mezarlığında başlayan büyük kuşkulanın, Akdağmadeni'nde hakikatleri öğrenmeye yetince, Türk Ortodoks Hristiyan Patrikhanesi'ni Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan gü­nümüze kadar üç kuşak yöneten Erenerol ailesini, bunun yanın­da hıyanet ve casusluk yuvası Fener Patrikhanesi'ni, detay araş­tırmalarım neticesinde belgelerle ülkemin insanlarına tanıtmak, bana yeryüzündeki mutlulukların en büyüğünü vermiştir.

Üç çeyrek asrı aşan zaman sürecinde devletten sağladıkları imkanlarla uhdelerindeki vakıf mallarını ülkemizin öz evlatla­rına kiraya vererek, adeta kral hayatı yaşayan Erenerol ailesi bu gerçekleri kabullenmek durumundadır. Herşey ayan beyan be­lirginleştiğine göre (geçmiş dönemlerde olduğu gibi) mazeret üretmeleri, asla ve asla inandırıcı olamaz...

HEYBELİADA AYA TRİADA

MANASTIRINDAKİ İZLENİMLERİM VE
AYA NİKOLA KİLİSESİNDEKİ RUHANİ AYİN

22 Nisan 1995 tarihinde Aya Triada Manastırı 'nın duvarla­rının dışından Ruhban Okulu 'nu izlediğim halde, manastır bah­çesinden içeriye giremediğimden, bu okulu tam manasıyla tanıtamamıştım. Araştırmacı yazarlığın asıl görevi zoru başarmak olduğuna göre, ben de bazı zorlukların üstesinden gelmek mecburiyetindeydim. Aradan geçen dört aylık zaman sürecinde bir fırsatını bulup Aya Triada Manastırı 'na girmeyi, amansız ta­kiplerimin sonucunda nihayet başarmıştım. Daha önceki ziya­retimde yeteri kadar tanıtamadığını bu Rum yuvasını bütün gi­zemiyle anlatabilmek, benim yirmi sekiz yıllık hasretimi bir öl­çüde sona erdiriyordu. Heybeliada Aya Triada Ruhban Okulu' nu ilk görmem 1967 yılının bir sonbaharına rastlar. O gün bu gündür içimdeki acılan sona erdirmek, bu günlere kısmet olu­yordu. Daha önceki gelişimde, Papaz Germanaus'a buraya bir gün mutlaka gireceğim dediğimi, dün gibi hatırlıyorum. O za­man sözümde durmam gerekirdi. 1-15 Ağustos tarihleri Rumlar'ın Panayia günü olduğundan, 10 Ağustos Perşembeyi ken­dime en uygun gün olarak seçmiştim. Panayia ayinleri Heybeliada'nın merkezindeki Aya Nikola Kilisesi'nde kutlanacağın­dan, ada'nın zirvesindeki manastır'a girebilmem daha kolay olacaktı. Bir turizm rehberi arkadaşımın yanındaki sekiz kişilik Fransız turist grupla birlikte Aya Triada Manastm'nın tarihi bahçe kapısının önüne geldiğimizde, bizleri manastır'ın mih­mandarı Dimitri karşıladı. Ada'nın merkezinde ruhani ayin ol­duğundan, manastır'da papaz ve despotlar'ın[34] bulunmayışı, bir bakıma şansımız sayılırdı. Mihmandar Dimitri'ye turistlerin mütercimi olarak tanıtılmıştım. Aya Triada Manastırı'nın daha önceden tanıdığım görkemli bahçesini gezerken, yanımızdaki gruplarla birlikte Ruhban Okulu'nun ana kapısından içeriye gi­riyorduk. Dimitri, ilk etapta kapalı olan akademi'nin sınıflarını gezdirmeye başladı. Sekizer kişilik sınıflar, siyah ve piyano şeklindeki oymalı sıralardan ibaretti. Sağ ara koridorun sol ta­raf kapıları açıldığında, önce yatakhane sonra da toplantı salo­nuyla karşılaştık. Siyah muhkem masa ve koltukların bulundu­ğu salonda, Sağlık Tanrısı Benazis'in som altın kabartmalı res­mi bulunuyordu. Bir sonraki oda ise yemek salonunu teşkil et­mekteydi. Kapı açıldığında çok şaşırmıştım. Bir önceki salonda bulunan resmin daha büyük kabartmalısı, yemek salonunda ası­lı Yunan bayrağı ile yan yanaydı. Bu da Benazis'in daha büyük kabartmalı altın varak bir tablosuydu. Dimitri 'ye, neden iki sa­londa da Benazis'in tablosu bulunduğunu rehber arkadaşım sor­duğunda, Dimitri, Benazis'in Sağlık Tanrısı olduğunu, ona iç­tenlikle inanarak ve dikkatle bakan her hastanın kesinlikle iyi­leştiğini söylüyordu.

Ben inanarak bakmadığıma göre, hasta olsam dahi, demek ki iyileşmem mümkün olmayacaktı.

Böylesi saçma hurafelere inanmak zaten benim işim değil­di. Beni en çok üzen, yemek salonunda bulunan büyükçe Yu­nan bayrağının asılı olmasıydı. Bu manastır'ın ruhban (Orto­doks din adamı) yetiştirmek üzere, Sultan Abdülmecid'in ona­yı ile 15 Eylül 1848 yılında açıldığını öğrenince tamamiyle üzüldüm. Osmanlı Devleti, islahat dönemlerinde bu dünya ha­rikası yeri Rumlar'a manastır olarak açtırmakla, telafisi imkan­sız hatalara düşmüş oluyordu.

Bugün Türkiyemiz'deki hiç bir okul coğrafi olarak, böylesine muazzam ve görkemli değildir. Okulun lise bölümü açık olduğu halde, yaz tatili nedeniyle görevlilerden başka kimseler yoktu. Görevliler, mihmandar, ahçı ve bahçevandan ziyade tıp­kı eğitimli korumalara benzemekteydiler.

Bütün manastır ve kiliseler'in casus yatağı olduğunu daha önceleri bildiğimden, buradaki görevlileri hiç yadırgamamıştım. Heybeliada Aya Triada Manastırı, Osmanlı'dan buyana Ruhban Okulu'nda Konstantin, Meliton, Meletyos, Makarios ve canavar Yakovas gibi birçok casus papaz'lar yetiştirmiş­ti. Bu akademi Avrupa Birliği sevdalan uğruna yıllar sonra tek­rar eğitime açılacak olursa, yeni casus papazlar'ın yetiştirilece­ği gün gibi aşikardı. ..

Dimitri'ye göre Ruhban Okulu[35] son hazırlıklarını yapmış olup, heran eğitime açılabilirdi. Okullarında Yunan bayrağını pervasızca asan bu insanların, ülkemiz aleyhinde neler yapabi­leceklerini kestirebilmek için, kahin olmak gerekmez.

Dimitri konuşmaları arasında, Türk Hükümeti'nin 1971'de Ruhban Akademisi'ni keyfi kararla kapattığını ve bu durumu Fransız turistlere anlatmamızı ısrarla istiyordu. Ben ve turizm rehberi arkadaşım üstü kapalı birşeyler söylüyor, Dimitri'yi zo­runlu oyalıyorduk. Ruhban Okulu'nun arka kapısına doğru yö­neldiğimizde, orta bahçede karşımıza Aya Triada Kilisesi çıkı­yordu. Kilise kapısının sol tarafında beş adet çan bulunmakta olup, bu çanlardan biri diğerlerinden büyüktü. Dimitri, hiç çe­kinmeden büyük çan'm Ayasofya'yı sembolize ettiğini, beş adet çanın ise, günün birinde Ayasofya'da çalınacak beş yüz Bizans çanı'nın sembolik temsilcisi olduğunu söylüyor­du. Çok, ama çok üzülmüştüm. Burgaz'a tepeden bakan, Kaşık Adasını kuşbakışı seyreden, uçsuz bucaksız çam ormanlarıyla kaplı bir manastır'da, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin imkan­larıyla oturan bu insanlar, hala intikam ateşiyle yanıp tutuşuyor­lardı. Kilise'nin arka kapısındaki tarihi patrik köşkü, sanki bir dünya cennetiydi. Fener Rum Patriği Bartholomeos' un dinlen­me yeri olan böylesine muhteşem bir mekan, bu memleketin öz insanı kaç Türk'e nasip olabilirdi...

Aya Triada'nın kilise bahçesinde rastladığım güneş saati, bir hayli ilgimi çekmiş ve ben de büyük merak uyandırmıştı. Kilise'nin arka kısmında spor kompleksine bakan duvarda, se­kiz mezar gömütü bulunmaktaydı. Bunlardan en büyüğü Os­manlı'yı, İngilizler'e teslim ediyorum diyen Patrik Konstantin' in gömütüydü. Diğer yedi gömüt ise Fener Rumları'nın önde gelen metropolitleri'ydi. Manastır ve Ruhban Okulu'nu gezdi­ğim anda, daha önceki gelişimde bahçe kenarında karşılaştığım Papaz Germonos'la karşılaşmamak için, dualar ediyordum. Yok­sa herşey berbat olabilir, istenilmeyen tatsızlıklar_yaşayabilirdik. Kendi açımdan en küçük bir korkum yoktu ama, turizm •• rehberi arkadaşım işinden olsun istemiyordum.

Aya Nikola'da ayin olduğundan, papazlar'ın manastır'da olmayışları da beni bir hayli rahatlatıyordu. Nihayet yemekha-

neye indiğimizde, sanki yüz kişilik yemek hazırlığı yapılıyor gi­biydi. Yaz dönemi okulda kimseler olmadığına göre, bu yemek­ler bir yerlere gidiyor olmalıydı. Manastır yetkilileri, yıllardır kapalı olan akademi 'nin açılacağına kesin gözüyle baktıklarına göre, başta ABD olmak üzere mutlaka bir garanti almış olma­lıydılar ki, böylesine rahat davranıyorlardı.

Burada, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin siyasilerine ve ada çıkartması yapanlara sesleniyorum. Hepinizin bildiği gibi, Aya Triada Manastırındaki Ruhban Okulu bir casus yatağıdır. Üç buçuk oy uğruna vereceğiniz tavizler, ülkemiz aleyhine onarılması imkansız yaralar açar. Geçmişte yetmiş beşbin Rum İstanbul'da yaşarken verilen tavizler, bugün asla verilmemelidir. Bu günkü İstanbul Rumları'nın sayısı bin ikiyüzlere kadar düşmüş durumdadır. Bunların tama­mı oy verse, yarım milletvekili çıkaramazlar. O sebepledir ki akademi'ye asılan kilidi, lise bölümüne de asmak, kam­burun tümseğinden kurtulmak olacaktır. Rumlar son ola­rak Aya Nikola'daki Panayia ayinlerinde yeterli çoğunluğu toplayamadıkları için, Yunan pasaportlu turistler getirte­rek, çoğunluk sağlayıp, Heybeliada halkının gözünü boya­mışlardır. Bunlara kanmayıp duyarlı olursak, kendi hazır­ladıkları bitişlerini, kendileri seyredeceklerdir.

Aya Triada Manastırı'nı yeterince gezip merakımı yendik­ten sonra, on beş dakikalık bir mesafede olan Heybeli sahil cad­desinin arkasındaki Aya Nikola Kilisesi'ndeki ayini izleyip, gö­revimi tamamlamış olacaktım. Heybeli iskelesinin karşısındaki Deniz Harp Okulu'nun bahçe duvarının önünde turizm rehberi arkadaşımı yolcu ederken, ayak üzeri vedalaştık. Bana, Rum Ortodokslar'ın ibadet yeri olan Aya Nikola'da sağladığı rande178

vu için kendisine teşekkür ediyordum. Orada idari işlerden so­rumlu Diyokos Andony'i görecektim.

Akşam saat 18.00 sıralarında ada rıhtımı tıklım tıklım do­luydu. Bu insanların çoğunun Yunan pasaportlu olduğu, kendi­lerini karşılamaya gelen Rumlar'dan anlaşılıyordu. Kısa bir yü­rüyüşten sonra, önceden ayarladığımız Aya Nikola'nın Diyokos'u Rum Andony, siyah bir cübbe içinde kilise bahçesinin önünde duruyordu. Bana ayini ancak, ayin salonunun holünden izleyebileceğimi söyledi. Ben zaten ayin salonuna girmeyi hiç mi, hiç istemiyordum. Dış kapıdan hole geçtiğimde, ayin salo­nu olduğu gibi görünüyordu. Andony'inin anlattığına göre, ho­lün sol yan tarafındaki kapısı siyah perdeli yer ise, günah çıkart­ma odası idi. Kilise 'nin mermer sütunlu büyük cümle kapısın­dan girenler, daha çok gençlerden ibaret gruplardı. Günah oda­sından ayin salonuna gelenler ise, ağır parfüm kokuları içindeki şık giyinimli yaşlı Rum kadınlardan oluşuyordu. Demek bu yaş­lı krantaların günahları daha çok olacak ki önce Hristos'a[36] gü­nah çıkartıyorlar, sonra da ellerindeki mumla ayin salonuna ge­liyorlardı. Holden içeriyi gördüğüm kadarıyla Rum Aya Nikola Papaz'ı Konstantin, siyah cübbesinin yanında boyun kısmından aşağıya kadar kavuniçi peştemal gibi bir şey sarkıtmıştı. Elinde­ki İncil 'le, ileri geri volta atıyor. Daha sonra kürsüdeki diğer pa­paz Niko ve karşısındaki okuyuculara işaretler vererek, koro oluşturuyorlardı. Doğrusu çok yadırgamıştım. Abdest yok, herkez ayakkabılarıyla içeriye giriyor, mini eteklisi, mini şortlusu ayine katılıyordu. Yaşlılar ise daha çok siyah kıyafetleri tercih etmişlerdi. Hol kapısının girişinde bulunan küçük mumları ah­şap ınumluktan parayla alan Rum Ortodoks'lar, ayin salonunun içerisindeki büyük pirinç şamdanlara mum dikiyorlardı. İbade­tin belli bir saati olmadığından üç beş dakikada çıkanlar olduğu gibi, ayakta izleyen veya sıralarda oturanlar da vardı.

Ayin içerde devam ederken holün önünde bir dalgalanma oldu, herkes (Veilis Sarios'un) torunlarının Yunanistan'dan ayi­ne katılmak için geldiklerini söylüyormuş, ama ben Rumca bil­mediğimden durumu kavramak nedeniyle Andony'e sordum. Andony, içeriye giren iki lüks bayan ve erkeğin, çok saygın ki­şiler olduğundan bahsediyordu. Kimdir bunlar dediğimde, Andony bana, bunlar 1964 yılında Türkiye'den sürgün edilen işa­damı Elefthere Veilis Sarios'un torunlarıdır demişti. Ünlü iş adamımız Vehbi Koç'un o yıllardaki en büyük ortağının Elefthere Veilis Sarios adındaki vatan haini, Türkiye sürgünü bir Rum olduğunu öğrenince hayli üzülmüştüm. Ankara'lı Vehbi Beyi­miz, Veilis Sarios'un en büyük ortağıymış da, biz Türkiye'nin mütevazi insanları bu durumları hiç bilmiyormuşuz.

Vatan haini bir Rum'un ortağı olmaktansa, sade bir Türk vatandaşı olarak yaşamak, bence kişiliklerin en erdemlisidir. 1964 senesinde Olimpic Havayollan'ndan gidiş dönüş bileti alan Vehbi Koç'un ünlü Rum ortağı Elefthere Veilis Sarios, bir daha Türkiye'ye dönememişti ama, torunları Heybeli Rum Aya Nikola Kilisesi 'ndeki ayine katılıyorlardı ... Rum Ortodoks'lar­da ibadet haftada bir gün pazarları olduğu halde, 1 Ağustos'tan itibaren on beş gün süreyle devamlı ayin yapılması, Panayia içindi. Bir anlamda Meryem Ana'nın isim gününü kutluyorlar­dı. Diyokos Andony'den günah çıkartma odasını görmek iste­diğimi söylediğimde, ancak birlikte gidebileceğimizi kabullen­di. Ben Müslüman olarak içeriye giremeyeceğimi ve siyah ka­pı perdesinin altından bakmak istediğimi belirttim. Odanın gi­rişine geldiğimizde Andony, perdeyi hafifçe aralayıp içeriyi gösterdi. On metre karelik bir yer olan günah çıkartma odasın­da büyük bir İsa posteri ve diğer Hristiyan ulularının resimleri vardı. O da ne, olmaz, olamaz. Burası bir kilise olduğu halde tavanda odanın ebadında bez bir Yunan bayrağı asılıydı. Anla­şılan kiliseler'in bütün yollan Yunanistan'agidiyordu. Diyokos Andony orada bulunan Rumlar'a günah odasında fazla kalaba­lık bulunmamasının ve çok durulmamasının gerekli olduğunu belirtmekteydi. İçeride gördüğüm iki genç çift, kabartma ikon resimlere kucaklarcasına sarılıp öpüyor ve ağlıyorlardı. Andony bana, bunlar günah çıkartıyorlar deyince, içimden gülmek geldi. Resimlere oda' da sarılıp ağlamakla günah çıkartılıyorsa, "haşa" dünya'daki bütün resimler Tanrı mıdır da, Hristiyan Or­todoks'lar böyle bir yolu seçmişlerdir. Hayatımda ilk defa gör­düğüm bir Rum Ortodoks ayini 'ni sizlere anlatırken, kilise bah­çesinde bir çeşmenin dahi bulunmayışı, İslilmiyet'in ve ata ya­digarı külliyelerimizin yüceliğini bir kez daha ortaya koyuyor­du. Buradaki kişiler belki en şık kıyafetleriyle gelmişlerdi, ama abdestin olmadığı bir ibadet şekli hayli düşündürücüydü. Kili­selere ayakkabılarla girmek, çiftlerin günah çıkartma odasında sarmaş dolaş ağlamaları, temizliğin sembolü olan suyun bulun­mayışı, içeriyi kesif bir mum ve muhtelif parfüm kokularının kaplaması, Grek ve Helenizmi dünya'ya medeni diye gösteren bu insanlar topluluğu, İslamiyetin sembolü olan cami ve med­reselerimizin temizliği karşısında sınıfta kalmışlardır.

Akşam vapurunu kaçırdığımdan, zorunlu olarak Heybeliada'da kalacaktım. Bir otele yerleştikten sonra ada'nın sahil kordonunu gezerken, deniz kenarındaki park restoranda papaz Konstantin, okuyucu Niko ve diğer papazlar'la, kadınlı erkekli grupları yemek yerlerken gördüm. Hepsi alemlerinde olduğu gibi, attıkları kahkahalarla ada sahilini inletiyorlardı. Kadeh ses­lerinin ardı arkası kesilmiyordu. Görüldüğü kadarıyla biralı, rakılı masada, papaz'lar gündüz yapılan ayin yorgunluğunun akşanı sefasını sürüyorlardı. Gülmeler, esprili şakalar ve banttan yayılan Rum müziğiyle Türk adası Heybeli'de, sanki Yunanis­tan' da yaşıyor gibiydiler. Çapar[37] tipli Papaz Konstantin, bir Rum'dan ziyade Arnavut ve Makedonlar'ı andırıyordu. Türki­ye'nin hep aleyhinde olan Ruhban Okulları ve ibadet yaptıkla­rı kiliselerine Yunan bayrağı asma cesareti gösteren bu papaz'lar mutlaka denetlenmeliydi. Devlet bu kiliselere neden görevlile­rini göndermez? Türkiye Cumhuriyeti'nin ekmeğini yiyen ve aleni Yunan'a çalışan bu Rum papazlar'ın saltanatına son vere­cek bir kurum veya denetleyici yok mudur?..

Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol boş demeçler vere­ceği yerde, Rum kiliseleri'nde asılan bu Yunan bayraklarını ye­rinde tespit etmelidir. Yoksa Fener Rumları'yla kuru kuruya mücadele ediyorum demek, hiçbir zaman inandırıcı ohnaz. Al­ternatif bir patrikhane'nin görevi, diğer patrikhane ve kiliseler'in yıkıcı faaliyetlerini yerinde belirlemek olmalıdır. Buyrun sayın yetkililer ve Türk Ortodoks Patriği, Fener Rumları'nın ki­lise ve Ruhban Okulları'nın yıkıcı faaliyetlerini yerinde belirle­dim. Haydi asli mücadelenizi yapın da görelim sizleri!..

Hep söylediğim gibi günümüzde (2006) Fener Ortodoks Rumları'nın sayısı bin ikiyüzlere inmiştir. Türk Ortodoks Hristiyanları ise neredeyse bitme noktasına yaklaşmış durumdadır. Ay­rı kutuplarda görünür gibi olsalar da din ve dil müştereği olan bu insanlar kendi kendilerini bitirirlerse, Türk Devleti sırtındaki çift­li hörgüçten ebediyen kurtulmuş olur. Tünelin ucu göründüğüne göre azınlıksız, Hristiyansız bir Türk İslam dünyası, içinde bu­lunduğumuz asrın ortalarında hepimizin kutlu günü olacaktır. Bu­na bütün benliğimle, gönülden inanmaktayım...

SONUÇ

Sizlere Hristiyan Türkler'in, Türkiyemiz'deki seksen dört yıllık Ortodoks Patrikhaneleri' nin Kayseri' den İstanbul'a ne­den taşındığını, mübadaleden muaf tutularak burada Fener Rumları'yla nasıl mücadele verdiklerini, zaman içerisinde Eftim' in tarihi yanılgılarını, Papa Eftim ailesinin soyköklerini ye­rinde tespitlerle izah etmeye çalıştım.

Bazen esprilerle Türk büyüklerine benzetme yapmaya yel­tendik. Bunda da haklılık payımız var olduğuna inanmaktayım. Türk Ortodoks Patrikhanesi'ni tanımlarken, Türkiyemiz için hala en büyük tehlike unsuru olan Fener Rum Patrikhanesi'ni, Athenagoras' ı, özürlü Meliton' u, canavar Yakovas' ı, sizler de benimle birlikte yaşadınız. Bir Rum Patriği'nin devlet büyükle­ri tarafından karşılanıp ihya edilmesine, benim kadar sizlerin de üzülmüş olduğunuz kanaatindeyim.

Bu arada hep birlikte, Fener Rumları'nın patrikhane çevre­sinden yerler satın alıp, yeni bir Vatikan hayalleri uğraşı içeri­sinde olduklarını gördük. Türk Ortodoksları 'mn yeterli müca­dele veremediklerinden, haklı olarak yakınıp durduk. Bütün bun­lar yakın tarihimizin kaçınılmaz gerçekleridir.

Ekümenik Cihan Patrik' fiği sevdasında olan ve patrikha­ne' nin kapılarını dış dünya'ya kapatan, işgalci Amerika' nın kuk­lası Bartholomeos'un yakasını yaşadıkça hiç, ama hiç bırak­mayacağım. Korkmadan çekinmeden yazıyorum. Dünya' daki bütün patrikhane' !er birer siyasi casus yatağıdırlar. Fener Rum Patrikhanesi, aslında Lozan Muahedesinde Yunanistan'a kala­caktı. Son andaki Venizelos kurnazlığı ile İstanbulumuz' un acı hatırası olmuştur. Asıl gaye, bunlarm casus yatağı olan Ruh­ban Okulları' na izin vermemektir. Şu anda Heybeliada Ruhban Okulu kapalı durumdad11: Bir daha açılacak olursa, işte o za­man felaket geliyor denilebilİl: Bu sebepledir ki, patrikhane anavatanı Yunanistan'a gidinceye kadar mücadeleyi elden bı­rakmamak gerekmektedir. Bugün Türkiye'de dinle ilgili okulla­rımızda belli kuralların dışına çıkılmayıp, hep bilinen şeyler öğretilmektedir. Ben, bu kitabımı hazırlarken yüıün üzerinde yüksek tahsil öğrencisine Türk Ortodoks Patrikhanesi' ni sor­dum, bunların içinde iki fakülte bitirmiş gençler bile yeterli ce­vap \'( remediler. Hatta böyle bir patrikhane' nin olup olmadığı hakkında ucundan kıyıdan da olsa bilgi sahibi değillerdi. Eği­tim kurumlarında hep aym kalıplaşmış konuları öğrenmek, bir yerde belirgin sıkıntılar yarat11:

Bir Türk çocuğu, Fener Rum Ortodoks'unu bildiği kadar, Türk Ortodoks' u, Türk Protestan'ı, Ermeni Katolik' i ve buna benzer kilise teşekküllerini bilmek zorundad11: Dünya' daki bü­tün azmlık bireyleri din üzerine eğitim gören akademiler'de öğ­rencilerine dini telkinler kadar, karşıt görüşler hakkmda da bil­giler vermektedirleı: Hep aynı görüşü okutup öğretmek, bir in­sanın düşmanım ve karşı görüşünü öğrenmesini engeller.

Açık olduğu dönemlerde, Heybeliada Ruhban Okulunda di­ni derslerin yanısıra, öğrencilere istihbarat dersleri de verilmiş ve buradan yetişen papaz' lar ülkemiz aleyhinde zararlr faali­yetlerde bulunmuşlardır. İslamiyette zararlı teşebbüslere elbet­te yer yoktur. Bilinen bir gerçek varsa bizim çocuklarımız da karşı dinler hakkında yeterli bilgilere sahip olsunlar ki, mücadelelerinifikren ve ilmen verebilsinler.

Bakınız bugünlerde Kafkaslar' dan Gökoğuz' lar, Çavuş' lar ve Yakut' far gelmek üzeredirler. Uzun süren katı bir Sovyet ko­münizminin baskısı altında yaşamak zorunda kalan bu insanlar topluluğu din olgusunu bilmedikleri halde, öz be öz Türk oldııklarından hiç şüphe yoktur. Bizim evlatlarımız dünya' ya açılmanıış bu Türk insanlarını, yeterli bilgilere sahip olurlarsa Hristiyan alemine kaptırmazlar. Aksi halde, yeterli bilgilendirmeler olmadığı zaman, haçlı zihniyetine mani olamayız. Köşelerine çekilmiş bazı din ulenıalarınıızın, artık başlarrnı havaya kaldı­rıp gerçekleri görmeleri lazımd11: Fener Rum Ortodoks Patriği başta Amerika olmak üzere bütün Jıaçlr ittifakını arkas111a ala­rak Hristiyan Halifesi olup, İstanbul' un ortasmda bir Vatikan Devleti kurmak istemektedb: Bunlan belgelerin ışığmda söylü­yorum. Bu hain palikaryalara mani olmazsak, sonradan ağla­mak, sızlamak hiçbir işe yaramaz. Belli kapılar arkasma kapa­nan din bilginlerimize, bir üst bilim araştırma merkezi kurmalamıı tavsiye ederim. Bu konuda çok geç kalınnuşt11: Bu üst bi­lim araştırma merkezi kurulunca, Hristiyan ve Musevi alemin­deki yürürlükte olan ekonomi politiği araştırıldığı gibi, kilise­ler' in batı politikalarrm yönlendirmedeki rolleri ortaya çıkmış olıu: Böylelikle İslam, Hristiyan ve Musevi alemi aras111daki ilişkiler belirlenir. Bu suretle memleketimizde sağlıklı bir dış politika uygulanarak, kiliseler' in batı politikalarındaki etkinliklerine mani olunur. Bu gün hangi Müslüman Tiirk, kilise ve pat­rikhaneler' in Türkiye' nin yanrnda olduğunu söyleyebilir. Bu nedenle kurulacak olan üst bilim araştmna merkeziyle, ülkemiz ve ülkemiz dışmdaki Hristiyan ve Musevi cemaatleriyle, gizli faaliyetlerde bulunan misyonerlerin önünü kesebiliriz.

Bir örnek vermek gerekirse; 1958 yılında casuslukfaaliyetlerinden dolayı Türkiye' den kovulan Heybeliada Ruhban Oku­lu mezunu canavar Yakovas, Amerikan senatosundaki parla­menterleri Türkiye aleyhine yönlendirip, ülkemize uzun yıllar azımsanmayacak zararlar verdirmiştir. İleride başka Yakovas' lar görmek istemiyorsak, bilgilendirmelerin ışığında kontrol al­tına aldığımız Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi' nin işlevini genişletmesine imkan tanımayalım. Yoksa gelecek nesillere hiç umulmayan acı miraslar bırakmış oluruz.

Türk Ortodokslar' ın da Rumlar'la din ve mezar birlikteliği olduğundan, geçmiş yıllarda görüldüğü gibi yeterli mücadeleyi verebileceklerini sanmıyorum. Sayıları hayli azalmasına rağ­men, zaman içerisinde kendi aralarında bir haçlı ittifakı oluş­tururlarsa, hiç şaşmamak gerekir.

Türk Ortodokslar'ın patriği son Ankara görüşmemizde, Müslümanlığın Arap milliyetçiliği olduğunu belirttiğinde, he­men müdahale ederek, bunun doğru olmadığını söyledim. Na­sıl Müslümanlar Kur' andaki bütün sureleri Arapça okuyorlar­sa, dünyadaki mevcut Hristiyanlar'da İncil'i Rumca ve İbranice okumaktadırlar. O zaman sayın patrik, Hristiyan'lık Rum milliyetçiliğidir desek kabul eder misiniz? Siz kabul etseniz bi­le, Vatikan ve başka ülkeler kabul ederler mi? Asla!.. Bu şart­larda kutsal kitaplardaki tefsirin orjinini milliyetlere göre ölçü almak yanlış olur...

Bir başka hassas konu ise Heybeliada Ruhban Okulu'dur. Anayasa Mahkemesi kararına göre, 1971 yılında akademi bö­lümü kapatılan bu okulun idarecileri, aym yerin nüvesinde bu­lunan Aya Triada Manastırı'nda gizli eğitim yaptırıp, öğrenci­lerine saçtıkları kin tohumlarıyla ders başlangıcı ve bitiminde intikam yemini ettirmektedirleı: Yaz aylarında bahçeye taşınan bu eğitim, dini faaliyetlerden ziyade siyasi ve yıkıcı emellere dayalıdır. Adalar Metropoliti Simon perde arkasında olduğu halde, Yunan pasaportuyla turist olarak gelen Yunan'lı öğren­cilere, Aya Triada Papazı Germonos'un dini eğitim mi, yoksa siyasi eğitim mi verdiği bilinmemektedir. Bir okulun kanunen kapanması yeterli olmuyor. Bu sebepledir ki, genç nesil Türk çocuklarına buraların yakın takipçisi olmaları öğretilmelidir. Karşı dinlerin faaliyetlerini öğrenmeden, hiçbir yere varılama­yacağını devamlı olarak anlattığımdan, bir defa daha hatırlat­makta fayda görüyorum. Artık eğitimler külliyelerin dışında da, sosyal olarak hayata geçirilmelidir. Yoksa, Hristiyan Halifesi olmak isteyen Fener Rum Patriği Bartholomeos'a mani olama­yız. Son zamanlarda Fener Rum Patrikhanesi' nin yüksek fiatlarla satın aldığı yerler, ikametten ziyade ebedi haç'lı hıyaneti­nin başlangıcıdır. Siyasilerimiz, ada' far ve İstanbul' un muhte­lif semtlerindeki azınlıklardan oy almayı hesaplayacaklarına, onurlu bir şekilde bunların patrikhane, kilise ve manastırları' nı tasfiye etmek için uğraşırlarsa, halkın gözünde daha çok yücelirler. Canavar Papaz Yakovas, seksen yaşını aşkın olduğu halde, bugün Amerika Ortodoks Patriğidir. Bir yerde Fener' e bağlı olması gerekirken, Amerika'dan Fener Patrikhane'sini yö­neten ruhban durumundadır.

Bartholomeos, patrik seçildiği günden buyana Yakovas' ın emir kulu olduğunu inkar edebilir mi? Perde arkasındaki akıl hocası Amerika'dan külliyetli miktarda paralar göndermese, İstanbul'dan mülkiyetler alıp, Vatikan olma hazırlığında bulu­nabilirler mi dersiniz?

Ömrü boyunca Fener Patriği[38] olmak için yanıp tutuşan bu vatansız canavar, vatansızlığı nedeniyle olamadığı Fener Pat­rikliği' ni, ömrünün son demlerinde (Ekümenik) Patrik olarak yaşayıp, görmek istemektedir. Yunan casusluğundan tescilli Amerika Patriği ve Amerikan ajanı canavar Yakovas, yıllar ön­ce seni kovan Türkiye, bir daha asla kabul etmeyecektil: Hıyaİıetlerinizi okyanusların bile temizlemeyeceğini siz de bilmekte­siniz. O halde okyanus ötesindeki Amerika, sizin son durağınızdır. Ondan sonrası Ortodoks mezarlığı, bunu çok yakınınızda hissediyorsunuz. Hissettikleriniz gerçeğe dönüşürse, bütün dün­ya eşi menendi olmayan din adamı görünümündeki bir siyasi casus (dinozordan) kurtulmuş olur.

Yakovas' ın yıllarca yönlendirdiği, Türkiye'deki bütün Rum Ortodoks kiliseleri mutlaka denetlenmelidir. İmtiyazlı davran­mak, imtiyazsız bir gelecek vaadedeı: Bu nedenle bu hıyanet yu­valarını, mutlaka ıslah edelim. Türkiyemiz' in patrikhaneler'le meselesi olmasını bizler de istemeyiz. Ülkemizin aleyhinde ol mayan herkes baştacımızdır. Pek tabii ki, Bartholomeos un

Ekümenik Patrik'lik safsataları hiçbir zaman tasvip görmez. Ve görmeyecektir def Böylesine zararlı faaliyetler gösterenlerin, gidecekleri en son yer ise anavatanlarıdır.

Günün birinde, ülkemizin ebedi ıstırabı patrikhane, Ruh­ban Okulu, kilise ve sinagogları tarihin derinliklerine gömeceklerine gönülden inandığım asil Türk çocuklanna ebedi saadetler dilerim ...

Süleyman Yeşilyurt

Ankara

KAYNAKÇA

Bu eserin kaynakçası, birkaç küçük istisna dışında, tamamiyle araştırma ve özel görüşmeler neticesinde sağlanmıştır.

ÖZEL GÖRÜŞMELER

Selçuk Erenerol: Türk Hristiyan Bağımsız Ortodoks Patri­ği Selçuk Erenerol, 20 Aralık 2002 tarihinde vefat ettikten iki gün sonra (Fener Patrikhanesi'nin muhalefetine rağmen) İstan­bul Emniyet Müdürlüğünden alınan özel izinle Şişli Rum Me­zarlığına defnedilmiştir.

Paşa Erenerol: Patrik'in oğlu ve IV. Patrik adayı.

Sevgi Erenerol: Patrik'in Kızı ve Türk Ortodoks Hristiyan Patrikhanesi Basın ve Halkla İlişkiler görevlisi.

Evseviya Adasoğlu: Halen İstanbul'da yayınlanmakta olan Rum cemaatinin iki gazetesinden "Apoyevmatini"nin en bü­yük hissedarlarından.                      

Dimitri Karayani: İstanbul Balıklı Rum Hastahanesi Mü­tevelli Heyeti Vakfı Başkanı.

Efrahim Gökbaş: Akdağmadeni Eşrafından.

Germonos Atayonistos: Heybeliada Rum Ortodoks Aya Triada Manastırı Papazı.

Dimitri Fangopulo: Zoğrafyan Rum Lisesi Öğretmeni ve Müdürü.

Andony Yumurta: Heybeliada Rum Ortodoks Aya Nikola Kilisesi Diyokosu.

Teoman Ergene: İstiklfil Harbinde Türk Ortodoksları, Karaköy (İstanbul) 1951.

Maruviç Türk Dünyası Tarihi Dergisi: Yayın tarihi (Şu­bat 1993) yalnızca dünya'daki Hristiyanların sayılan için istatistiki bilgi alınmıştır.

Jyrkankallio: Hristiyan Gökoğuz'lann, istatistiki sayılan için bilgi alınmıştır.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Kilise kayıtları: Bu kayıtlara göre Ocak 2005 itibariyle Türkiye'de yaşayan azınlık statüsünde 1244 Rum Ortodoks vardır.

Türk Hristiyan Bağımsız Ortodoks Patrikhanesi Kilise kayıtları ve arşiv bilgileri.

Gökçeada-Bozcaada Metropolitliği arşiv kayıtları: Kay­nak bilgiler Metropolit Krilos Drağunis'ten alınmıştır.

Balıklı Rum Hastahanesi Vakfı[39] 2005 yılı kayıtlan.

İSTATİSTİKİ BİLGİLERE GÖRE

DÜNYADAKİ TÜRK HRİSTİYANLAR

20-23 Ekim 1994 tarihinde İzmir'de yapılan il. Türk Dev­let Toplulukları Dostluk Kurultayında konuşan Çavuşistan Standartlar Enstitüsü Başkanı Veçislav Timotiyev, dünya'daki Türk Hristiyanlar'ın on milyon civarında olduğunu belirtmişse de bu çok abartılı bir rakam olup, önemli ve güvenilir kaynak­lardan temin edilen (2004-2006 yılına ait) gerçeğe yakın istatis­tikler şöyledir:

Gökoğuzlar

: 312.680

2004

Çavuşlar (Çuvaşlar)

: 1.758.400

2004

Yakutlar

: 296.000

2004

Kriyaşen ve Nogay

 

 

Bakları

: 114.860

Toplam ortalama

Beltilerle

: 12.400

Toplam ortalama

Tubalar

: 6.640

Toplam ortalama

Türk Adventistler

: 1.200

2004

İstanbul Tünel

 

 

Protestan Kilisesi

: 180

2006

Türk Ortodokslar

: 200

2006

TOPLAM

: 2.502.520

 

 

Güvenilir kaynakların verileri ve istatistiklerinden anlaşıl­dığına göre, dünyadaki Türk Ortodoks Hristiyan sayısı söylen­diği gibi on milyon değil en iyimser (gerçeğe yakın) rakamlara

göre üç milyon civarındadır. Geçiniz dünyayı, yalnızca Türk İs­lamları 'm düşündüğümüzde, Türk Hristiyanlar'ın bu küçük sa­yılarla gündemde olması dahi şaşırtıcı bir durumdur. Kaldı ki bu Türk topluluklarında bilinen 11.000 Sünni (Çolimer) Şamanist ve (Telegetler'den) 1000 kadar Şamanist ve Lamaist bulun­maktadır. Bir de bunlara din tercihi olmayan Orta Asya'daki (Ateist tabir edilen) büyük çoğunluğu ekleyecek olursak, dün­yadaki Türk Hristiyanlar'ın yok denecek kadar az olduklarım söyleyebiliriz.

Aynca ülkemizdeki Türk Ortodokslar'ın bitme noktasına gelen küçük grupları ise, kendi aile bireyleri ve hatır gönül iliş­kisiyle aralarına aldıkları yakınlarından oluşmaktadır. Bilhassa Patrik Selçuk Erenerol'un 20.12.2002'de geçirdiği kalp krizi neticesinde ölmesinden sonra, patrikhane'nin halkla ilişkiler gö­revini yürüten kızı Sevgi Hamm'ın cemaatlerini büyütüp geliş­tirmek için (yazılı ve görsel medya) dahil olmak üzere önem­li gayretler göstermesine rağmen, başarılı olduğu söylenemez. Bunun en bariz ispatı, patrikhane'nin iç bünyesinde bulunan Panaiya Kilisesi'nin uzun zamandır ibadete kapalı oluşudur. Nasıl Fener Rumlar'ı yüzyirmi binlerden bin ikiyüzlere düş­müşlerse, Türk Ortodoksları da dönülmez akşamın ufkuna yak­laşmış durumdadırlar. Çünkü üçbuçuk yıldır dördüncü patrik'in seçilemeyişi, bunun en belirgin izdüşümüdür. Fener Rumları' nın dinozor papazlar'ı yaşları gereği birer birer hayatı terki salat ettiklerine göre, her iki patrikhane'nin de sonu yakın demek­tir. Görünen o ki, pek uzun sayılmayacak bir zaman devranın­da Türk Ortodokslar'ın kapılarına kilit vurulurken, ülkemizin ebedi başağrısı Fener Patrikhanesi de bitme noktasına gelen ce­maat yetersizliğinden anavatam Aynaroz'a dönmek ve varlığı­m orada sürdürmek zorunda kalacaktır.



[1] Bozok: Cumhuriyet öncesi Yozgat Vilayeti"nin adıdır. Bozok, 24.10.1926 tarih ve 4248 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile Yozgat adını almıştır.

[2] Papa Eftim, o günlerde Yorgi koyduğu oğlunun adını zaman içerisinde sa­mimi olduğu hükümet üyelerine şirin görünmek için, daha sonraları Turgut olarak değiştirmiştir.

[3] Taşhan: Ankara'nın Ulus semtinde 1. Meclis'in karşısındaki tarihi bina; za­man içerisinde yıktırılan bu yerde 1940'lardan buyana Sümerbank bulun­maktadır.

[4] Zincidere: Kayseri'de bir semt.

[5] Papa Eftim'in Kayseri'de patrik seçilmesi hakkındaki bilgiler, İstanbul ve Ankara'da müteaddit defalar görilştUğüm III. Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erencrol'dan alınmıştır.

[6] Lozan Andlaşması gereği yapılan mübadelede Anadolu'daki Rumlar Yuna­nistan'a gönderilirlerken, Pire limanından Türkiye'ye gönderilen bir gemi do­lusu çingene Trakya, Marmara, Ege ve İçanadolu bölgelerindeki kasaba ve köylere yerlqtirilmişlerdir.

[7] Papa Eftim'in Fener Rum Patrikhanesindeki konuşmaları hakkındaki bilgiler, oğlu III. Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol'dan alınmıştır.

[8] Sen Sinod: Patrikhane'de kilise yöneticileri ve patrik seçimleri hakkında önemli kararlar vermeye yetkili ruhani üst meclis kuruludur.

[9] Hristos: Hazreti İsa.

[10] Vcnizelos: Dönemin Yunanistan Başbakanı.

[11] Selçuk Erenerol'un Ankara Kent Otelde verdiği kahvaltı ve yemek davetleri-
ne, Kılıç Ali'nin oğlu Gazeteci Atemur Kılıç da zaman zaman katılmıştır.

[12] Hamdullah Suphi Tanrıöver: İstanbul 1886, Galatasaray Lisesi, Fransızca Li­san, Eğitim ve Diplomasi, Darülfünun (üniversite) Müderrisi, Osmanlı Mec­lisi Mebusanı 1. dönem Antalya, 1, il, III, VIII, X'uncu dönem İstanbul, VII'inci dönem İçel, IX'uncu dönem Manisa Milletvekili. Maarif Vekili (Mil­li Eğitim Bakanı}, ölüm tarihi: 11.6.1966 İstanbul.

[13] Vatikan, İtalya'nın ortasında Kaıolikler'in merkezi olduğu gibi, Athenagoras da İstanbul'daHristiyan Ortodokslar'ın devletini kurmak hayalperestli­ğinin sapkın düşüncelerini taşıyordu.

[14] Meliton Sotiri Hacis'in Türk vatandaşlığına geçmesi: 4 Mart 1949 tarihli resmi gazete ve 3/8912 sayılı Bakanlar Kurulu karan.

[15] Yeni Dünya: Amerika Birleşik Devletleri.

[16] Aynaroz: Yunan ve Rum Ortodokslar'ın kutsal din merkezlerinin bulunduğu bir ada'dır. Buradaki Manastır'da din adamlarının vazgeçilemez hükümran­lıkları nedenleriyle kurallar son derece katı bir şekilde işlemektedir. Sözde kendilerini uygarlığın beşiği sayan Yunanistan'da kadınlar, dişi sineğin bile girmesinin yasak olduğu Aynaroz Manastırı'na girip ibadet edebilmek için büyük mücadele vermektedirler. Yıllar içerisinde Avrupa Parlamentosu da da­hil bütün yetkili kurumlan zorlamalarına rağmen, bu mücadelelerinde başarı­lı olabilmiş değillerdir. Ortodoks papazlar'ın almış oldukları kararlar gereği, Aynaroz'a M.S. 1045 yılından beri kadınların girmeleri yasak. Bu yasağın kaldırılması için Avrupa Parlamentosu'nun 2002 ve 2003'teki çabaları bile gözardı edildi. Kendilerini Avrupa Birliği'nin vazgeçilemez parçası gören hiçbir Yunan Hükümeti, devletin anayasal unsuru sayılan güçlü Ortodoks Kilisesi'ne söz geçiremediği gibi, geçirmesi de mümkün olamaz. Çünkü bu kü­çük ülkede din olgusu, devlet kurumlarının üstünde olmakla kalmayıp ege­men güç olarak varlığını daima hissettirmiştir.

[17] Hristos Kilise'sinin yıkımı hakkındaki bilgiler, Türk Ortodoks Patriği Sel­çuk Erenerol 'dan alınmıştır.

[18] Şişli Rum Mezarlığı'nın 1 8.04. 1968 tarihli defin kayıtları. 1. Türk Ortodoks

Patriği Eftim Erenerol'un gömütü halen burada bulunmaktadır.

[19] Necatibey Caddesi, Karaköy Fransız çıkmazı ve Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin etrafındaki işyerlcrinde bizzat konuştuğum kişiler, buraları patrik Selçuk Erenerol'dan kiraladıklarını söylemişlerdir. Çok eskiler ise, II. Pat­rik Turgut Erenerol zamanından kalma kiracılar olarak iş hayatlarını sür­dürmeye devam ediyorlardı.

[20] Türk Ortodoks din adamlarının mabet dışındaki kıyafetleri hususundaki her iki değişiklik 1935 ve 1964 olmak üzere, İsmet İnönü'nün Başbakanlığı dö­nemlerinde yapılmıştır.

[21] Türk Ortodoks Hristiyan Patriği'nin yanı sıra, Fener Patriği Bartholomeos'da ayrıcalıklı olarak ruhban kıyafetiyle dolaşabilmektedir. Üniter bir hu­kuk devletinde bu tür ayrıcalıkların kaldırılarak, kılık kıyafet kanunundaki kuralların uygulanması gerektiği inancındayım.

[22] Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin Basın ve Halkla İlişkiler sorumlusu Sevgi Ercnerol, 22 Ekim 2002 tarihinde yaptığı basın toplantısında verdiği de­meçte Türkiye'de son iki yılda 200'ü aşkın kilise kurulduğunu, sekiz mil­yon bedava İncil dağıtıldığını, lOO'er USD verilerek Türk gençlerinin Hristiyanlaştırıldığını, en kısa zaman içerisinde İstanbul'un %10'unun Hristiyan yapılmasının temel hedef olduğunu belirtmiştir.

Fener Rum Patrikhanesi 'ne alternatif ve denge unsuru sayılan bir patrikhane'nin sorumlusunun bu açıklamaları, her ne kadar eleştiri gibi algılansa da, bilhassa bedava İncil dağıtımı konusundaki gelişmelerden hoşnut olduğu kanaatini taşımaktadır.

[23] Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol ve kızı Sevgi Hanım'la 22 Ağustos 1998'de III. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın ölüm yıldönümünde Gemlik Umurbey'de karşılaştığımızda, aramızda son derece soğuk bir hava esmiş­ti. Bayar Vakfı 'nın günün anısına dağıttığı benim imzamı taşıyan kitabı, ku­ral gereği baba-kız kerhen de olsa almak mecburiyetinde kaldılar.

[24] Tavlı: Hayvanın bakımlı ve besili olanı.

[25] Türk Ortodoks Patrikhanesi arşivlerinde, Fener Patrikhanesi hakkında res­mi veya gayri resmi bilgiler bulunması gayet doğaldır. Bilhassa son çeyrek asırda, şahsi menfaatleri uğruna her iki patrikhane'nin birbirlerinin açıkla­rını kolladıkları kaçınılmaz bir gerçektir.

[26] Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos'un kardeşi Andon halen Fran­sa'da berberlik yapmaktadır. Ablası Zaharo Atina'da yaşamakta olup Arhondonis ailesinin en büyüğü olan ağabeyi Niko ise Avusturalya'da içkili bar ve restoran işletmektedir. Zeytinli Köyündeki kahvelerini ise yeniden restore ettiren Beşiktaş'ın 1939-43 yıllarındaki altın ayaklı efsane futbolcu­su Hristo Kaplan çalıştırmakta olup, Gökçeada'da halen (2005 yılı istatis­tiklerine göre) 105 hanede 167 Rum yaşamaktadır.

[27] Fener Rum Patriği Dimitrios I, Athenagoras'tan sonra 1972 yılında patrik-
liğe seçilmiş olup, bu görevini kesintisiz olarak 19 yıl sürdürmüştür.

[28] Fener Patriği Bartholomeos bu sayının abartılı olarak 300 milyon olduğu­nu söylese de, istatistiki kayıtlar 250 milyon'u göstermektedir.

[29] Denizden haç çıkarına: Hz. İsa (Hristos), İncil'e göre 25 Aralık günü dün­yaya geldi. 1 Ocak'ta sünnet oldu. Çünkü Yahudiler'de doğumdan hemen sonra bir haftaya kadar sünnet olmak kaidesi vardır. Hz. İsa, yıllar sonra bir 6 Ocak günü Yahudilik'ten Hristiyanlığa geçti. Ortodoks Hristiyanlar bu nedenle 6 Ocak'ı tüm dünyada denize haç atma töreni ile kutlamaktalar.

[30] Patrikhane kayıtlarına göre (2005) Türkiye'deki Rumlar'ın yüzde 70'iııin yaşının 60'ın üzerinde olduğu görülüyor. Balıklı Rum Hastahanesinin "ihtiyarhaııesi"nde 120 yaşlı insan var. Bartholomeos'un doğum yeri Gökçe­ada'daki 167 Rum'un yaş ortalaması 70'in üzerinde. Bu şartlarda patrik'in hayallerindeki Hristiyan Halifeliği, ABD'nin ve Avrupa Birliğinin tüm da­yatmalarına rağmen ebediyen akim kalmaktan öteye gidemez.

[31] Son zamanlarda sürekli televizyonlara çıkan Sevgi Erenerol, o giin söyledi­ği bu sözleri gayet iyi biliyorum ki, inkar edecektir. Zira devletin kendile­rine tahsis ettiği malların ve onların kira gelirlerinin ellerinden alınmasını hiçbir zaman istemezler.

[32] Sevgi Erenerol, bu görüşmemizden kısa bir müddet sonra Milliyetçi Hare­ket Parti 'nin Strazburg Caddesindeki Genel Merkezinde (baba-kız) huzuru­na çıktıkları Alparslan Türkeş'in oluruyla parti yönetimine girdi. Devamlı temas halinde bulundukları Muzaffer Özdağ'ın, Alparslan Türkeş'le arası­nın uzun yıllardır açık olduğunu bildikleri halde patrik ve kızı, menfaatleri icabı her iki tarafa da şirin görünmekten geri kalmıyorlardı.

[33] Çarıklı Erkanıharb: Anadolu'da okumamış, yazmamış çok bilgili ve kurnaz insanlara verilen addır.

[34] Despot: Manastır'ın idarecilik görevini yürüten kişidir.

[35] Heybeliada Ruhban Okulu; yıllar içerisinde devletin önerdiği yabancı öğrenci sayısı kuralına uymadığından, zararlı faaliyetlerinden dolayı (Aka­demi bölümü) 12 Ağustos 1971 tarihinde kapatılmıştır.

[36] Hristos: Rumlar' da İsa Peygambere Hristos diye hitabedilir.

[37] Çapar: Sarışın ve kızıla kaçan ten rengi.

[38] Fener Rum Patriklanesi’ni Amerika'dan hayatının sonuna kadar perde ar­kasından yönlendiren Yakovas, bu kitabın III. baskısının hazırlık aşamasın­da New York'ta öldü.

[39] Balıklı Rum Hastahanesi Vakfı: Patrikhane'den sonra Rumlar'ın en köklü kurumu olarak kabul ediliyor. Şifahane olarak çalıştırılan ilk bina 1456'da Fatih Sultan Mehmed'in fermanıyla kurulmuştur. Tarih boyunca "akliyye" servisi en iyi hastahane olarak kabul görmüş olup, Bakırköy Hastahanesini kuran doktorlar da model olarak Balıklı'yı seçmişlerdir. 300 dönümlük bir arazi üzerinde kurulu tam donanımlı geriatri servisi olan Balıklı Rum, bu hususta tek ayrıcalıklı hastahanedir. Halen 650 yatak kapasitesi olan hastahane tamamiyle doludur.
















Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to