Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

HENRY CORBIN İslam Felsefesi Tarihi

 



CİLT 2

İbni Rüşd'ün Ölümünden Günümüze

Histoire de la philosophie islamique

ÇEVİREN ve NOTLANDIRAN

Ahmet Arslan

ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ

Elinizde tuttuğunuz kitap (veya kitapçık) Heıiry Corbin'in lslam Felsefesi Tarihi (Histoire de la Philosophie Islamique) adlı eserinin bir kısmının çevirisidir. Bu eser esas olarak iki kısımdan meydana gelmektedir: Başlangıçtan lbni Rüşd'ün Ölümüne (59511198) Kadar adım taşıyan ve tüm eserin aşa­ğı yukan üçte ikilik bir bölümünü oluşturan birinci kısım ile -bu arada bu kısmın yazılışına Seyyid Hüseyin Nasr ile Osman Yahya'nın katkıda bulunduğunu da belirtelimCorbin'in yalnız başına kendisinin yazdığı lbni Rüşd'ün Ölümün­den Günümüze Kadar adım taşıyan ve tüm eserin aşağı yukan üçte birlik bir bölümünü oluşturan ikinci ve son kısım­dan. Daha önce ayrı başına bir kitap olarak Gallimard Yayınevi'nin "Idees" dizisinde yayımlanmış olan birinci kısım Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'nin çevirisi ve bu çeviriye eklediği sunuş ve notlarıyla birlikte İletişim Yayınlan arasında çık­mıştı: Henry Corbin, lslam Felsefesi Tarihi, Başlangıçtan lbni Rüşd'ün Ölümüne Kadar (1198), 1. Baskı, 1986, il. Baskı, Eylül 1994, lletişim Yayıncılık, İstanbul. lbni Rüşd'ün Ölü­münden Günümüze Kadar adım taşıyan ikinci ve son kısım

ise bizim bu çevirimizin konusunu teşkil etmektedir.

Aslında bu eser biraz oransızdır. Çünkü yukarıda işaret ettiğimiz gibi Corbin, İslam felsefesinin başlangıçlarından lbni Rüşd'ün ölümüne kadar olan dönemine ki bu dönem aşağı yukarı dört yüz yıla tekabül etmektedir; çünkü Mu'tezile Kelamı ile başlamakta ve 1198'de lbni Rüşd'ün ölümü ile sona ermektedir. Mu'tezile'nin başlangıçlarını IX. yüz­yılın başlan olarak alırsak ortaya 4 yüzyıllık bir dönem çık­maktadır kitabının üçte ikilik bölümünü tahsis etmekte, buna karşılık Xlll-XX. yüzyıllar arası takribi sekiz yüzyıllık döneme tam da birinci kısma ayırdığı yerin yarısı kadar, ya­ni üçte birlik bir yer ayırmaktadır.

Bunun nedeni İslam felsefesinin asıl önemli, özgün, yara­tıcı döneminin XII. yüzyılın sonu, yani Ibni Rüşd'ün ölümü ile bittiği, bu tarihten itibaren klasik İslam filozofları olan, lbni Sina, İbni Rüşd çapında bir filozofun veya daha küçük çapta filozofların, düşünürlerin artık ortaya çıkmadığı şek­lindeki geleneksel görüş müdür? İlginç olan şudur ki Corbin tam da bunun aksi görüştedir. Elinizde tuttuğunuz ki­tabın hemen ilk bölümünde, "Toplu Bakış"ta İbni Rüşd'ün 1198'deki defin töreninin İslam felsefesinin defin töreni an­lamına gelmediğini, onunla ortadan kalkan şeyin sadece İs­lam felsefesinin "Arap Aristolesçiliği" diye adlandırılan dö­nemi olduğunu, buna karşılık Sühreverdi, lbni Arabi gibi isimlerle yepyeni bir dönemin başladığını, İslam felsefesi­nin sahnesinin bunlarla birlikte Doğu'ya, özel olarak İran'a kaydığını, İran dünyasında en ünlüleri Mir Damad ve Mol­la Şirazi olmak üzere daha birçok büyük filozof ve düşünü­rün, okulun ortaya çıktığını, böylece felsefi düşüncenin ta günümüze kadar özellikle bu bölgede canlılık ve zenginli­ğini koruduğunu ve devam ettirdiğini söylemektedir. Nite­kim bu dönemde ortaya çıkan üç belli başlı düşünce akımı veya grubu içinde de -Sünni Düşünce, Tasavvuf Metafiziği ve

Şii DüşüncesiCorbin toplam olarak aşağı yukarı kırk beş ki­şi, akım veya grubu saymaktadır.

O halde söz konusu oransızlığın nedeni iki döneme ait düşünürlerin çap veya sayısındaki oransızlık değildir. Çok daha basit olarak şudur: lslam Felsefesi Tarihi'nin bu çeviri­de kendisine dayandığımız 1986 Gallimard baskısının iç ka­pağının hemen arkasında verilen bilgiden de anlaşıldığı gi­bi Corbin bu iki kısmı ayn zamanlarda yazmış ve onları ayn programların bir parçası olarak tasarlamıştır. Birinci kı­sım yukarıda işaret ettiğimiz gibi ayn başına Gallimard'ın "ldees" dizisinde yayımlanmıştır. lkinci kısım ise Corbin'in Pleiade dizisinde çıkmasını tasarladığı cilt içinde (Histoire de la Philosophie, III) yer almak üzere tasarlanmış kısa ver­siyondur. Nasıl birinci kısımda Seyyid Hüseyin Nasr ve Os­man Yahya ile birlikte çalışmışsa Corbin bu ikinci kısım ile ilgili olarak da profesör S. J. Ashtiyani'nin yardımını almak ve böylece bu ikinci kısmı genişletip geliştirmek istemektey­di. Ancak 1978 yılındaki ölümü onun bu projesini gerçek­leştirmesine engel olmuş görünmektedir.

Bunun yanında Corbin'in birinci kısımda tüm kitabına gi­riş veya hazırlık olarak veya daha doğrusu lslam felsefesi hakkındaki özel görüşüne bir temel sağlama olarak 1slam'da Felsefi Düşüncenin Kaynaklan, Şiilik ve Peygamberlik Felsefesi'ne, bu cümleden olmak üzere Oniki İmamcı Şiilik'le, 1smaili Şiilik'ine hemen hemen bu kısmın yarısını ayırmış olduğu­nu da hatırlatmamız yerinde olacaktır. Kendisine dayandığı­mız ve yukarıda işaret ettiğimiz Fransızca baskısında bu ko­nuya ayrılmış olan sayfalar (154 sayfa), birinci kısmın tümü­nün (348 sayfa) aşağı yukanyarısını tutmaktadır.

Her ne hal ise ikinci kısmın içine aldığı filozoflar, düşü­nürler ve okulların sayısının çokluğu ve önemi ile oran­sız olan küçük hacmi ortaya ciddi bir sorun çıkarmaktadır. Bu, bu kısımda yer alan kişiler, okullar ve onların görüşle­ri, sistemleri hakkında verilen bilgilerin çok özet, hatta ha­zan bir ansiklopedide olduğundan bile daha özet olmak zo­runda kalmasıdır. Toplu bir göz atıldığında görüleceği üze­re bu kısımda yer alan kişi veya okulların her birine ayrı­lan, ortalama 2-3 sayfadır. Bu sayfaların aşağı yukarı yansı­nı da söz konusu kişilerin hayatına, belli başlı eserlerine, öğ­rencilerine, onların belli başlı eserlerine tahsis edilen bilgi­lerin tuttuğu düşünülürse bu düşünürlerin felsefi görüşleri­ni, düşüncelerini, sistemlerini tahlil etmeye ve değerlendir­meye ayrılan yerin ne kadar yetersiz kalmak zorunda oldu­ğu ortaya çıkmaktadır.

Ancak Corbin bununla da kalmamaktadır; sık sık ele al­dığı yazar, filozof ve düşünürlerin kendileri, eserleri, sis­temleri ile ilgili olarak Batı felsefesi tarihi, dinler, mezhep­ler ve düşünce tarihi içinde yer alan kişiler, eserler, sistem­ler, görüşler, kavramlar vb. ile karşılaştırmalar, yakınlaştır­malar da yapmaktadır. Ancak bir taraftan konuya ayrılan yerin sınırlılığı öte yandan ve daha önemlisi Corbin'in dü­şünce ve bilgi dünyasının zenginliği, çağrışımlarının bollu­ğu göz önüne alınırsa bu karşılaştırma ve yakmlaştırmalan bir ima, telmih, anma veya işaret olmaktan ileri gitmemek­tedir. Corbin'in bilgi, erüdisyon ve düşünce dünyasının zen­ginliği içinde Yunanca, Latince, Arapça, Farsça felsefi, dini, mezhepsel deyim ve kavramlar birbirlerini izlemekte, felse­fi, dini, mezhepsel okullar, tartışmalar, sistemler birbirleri­ne karışmaktadır: Rüzbihan'm bir diarium spirituale'si, Necmüddin Kübra'nm bir mundus imaginalis ontolojisi vardır. Ismaililer'e göre Resurrectio non est factum historicum,, sed mysterium liturgicum'dur. Recep Ali Tebrizi'de varlığın ilkesi ve kaynağı varlığa aşkındır. Bundan dolaonu ancak per viam negationis1e ifade edebiliriz. Recep Ali Tebrizi'nin bir öğ­rencisi onun famulus'u olmuştur vb. Corbin sık sık örnekle­rini gördüğümüz üzere bu Latince terim, kavram, cümlele­ri eserinin sayfaları içine serpiştirmekle kalmaz. Bizzat Fran­sız dilinin kendisinde de raslanmadık, en hacimli bir Fran­sızca sözlükte, hatta felsefe sözlüğünde bile çok zor rastlana­bilecek kavramlar kullanır veya uydurur: Keşif olaylan ola­rak "theophanie"lerle yapılması mümkün olan tarih felsefesi değildir, "historiosophie"dir. "Historiosophie"nin verileri bir "hierohistoire"ın verileridir vb. Corbin'in yapuğı sürekli kar­şılaştırmalar, yaklaştırmalar, benzetmelerin bir iki örneğini verelim: Fahrüddin Razi'nin doğduğu yer olan ve kendisine Razi denmesinin nedeni olan Rey şehri, Avesta'nm Ragha'sı, Tobie'nin Kitabı'nın Raghes'idir. Rüzbihan Bakli Şirazi'nin Fedeli d'Amore gibi İbrani Leon (Leon l'Hebreu) ile benzerli­ği vardır. lbni Arabi'nin teosofisinde karşımıza çıkan isimle­rin südüru ile ilgili olarak III. Hanoh diye bilinen lbrani Hanoh Kitabı'ndaki südüru düşünmeliyiz. Abdülkerim Cili'nin Kamil lnsan'ı Yahudi Philon'un l'anthropos genikos'una ben­zer. Haydar Amüli ile Mir Damad ve öğrencileri arasında Batı'da XIV. yüzyıl Hıristiyan skolastik düşünürleriyle Röne­sans düşünürleri arasında olduğundan daha az fark vardır. Aslında burada daha çok günümüze kadar devam edecek ve zenginleşecek olan bir Chartres okulunu düşünmemiz gere­kir. Benzeri şekilde lbni Arabi ve Arabicilik XIX. yüzyılın bi­rinci yansında ortaya çıkan Sağ Hegelciliğin Tanrıbilimci fi­lozoflarının düşünceleriyle benzerlik gösterir. lbni Arabi'nin ayan-ı sdbite'si Ortaçağ Hıristiyan skolastik felsefesinin haecceitas'ı ile aynıdır vb.

Netice olarak Corbin'in bu eseri çevrilmesi ve anlaşılma­sı oldukça zor bir eserdir. Bu zorluğun en büyük nedeni ise yine yukarıda işaret ettiğimiz gibi önce bu kadar çok sayıda insana, okula, gruba bu kadar az sayfa tahsis etmesi, ikin­ci olarak nereye gittiği, neyi kastettiği belli olmayan çok sa­yıda ima, telmih, karşılaştırma, benzetme içermesidir. Mir Damad ve okulu vesilesiyle düşünmemiz gereken Chartres okulu nedir, mensupları kimlerdir ve bu okul ile diğeri ara­sındaki benzerlikle kastedilen nedir? Bunu keşfetmek çevir­menin ve okuyucunun ferasetine kalmıştır. lbni Arabi Sağ Hegelcilik'in tanrıbilimci düşünürleriyle hangi bakımdan benzeşmektedir? Çünkü Sağ Hegelcilik bir sürü alanda bir sürü farklı görüşleri olan bir sürü insandan meydana gelir. Benzetme bunlardan hangileriyle ve hangi konuyla ilgili ola­rak yapılmaktadır? Bunu sezmek veya yorumlamak da yine çavirmenin ve okuyucunun ferasetine kalmıştır. Ortaçağ Hı­ristiyan düşüncesinde Duns Scotus'un ortaya attığı haecceitas kavramının içeriği ve işlevi bilinmektedir. Corbin'in lbni Arabi'nin ayan-ı sdbite'sini neden her seferinde bu kavram­la karşılamak istediğini anlamak yine okuyucunun bilgisine ve ferasetine kalmıştır.

Bu noktayı böylece belirterek çeviriye eklediğimiz notlar konusuna geçmek istiyoruz. Yukarıda söylediğimiz özellik­lerinden ötürü Corbin'in metnine ilgili ve gerekli yerlerin­de notlar eklemek yararlı olacaktı. Nitekim lslam Felsefesi Tarihi'nin "lbni Rüşd'ün Ölümüne Kadar" olan birinci kıs­mının çevirisini yapan Prof.Dr. Hüseyin Hatemi de çevirisi­ne bol sayıda not eklemiştir. Ancak bu notlamanın aşırı öl­çülere vardırılması da mahzurlu olacaktı. Çünkü çağdaş bir çevirmenin yapması gereken şey neticede çevirdiği metne haşiyeler, talikatlar eklemesi, onu şerh etmesi değildir. He­le hele metnin asıl sahibinin beğenmediği veya hoşlanmadı­ğı veya doğru olmadığını düşündüğü düşünceleri, görüşle­ri üzerinde ahkam kesmek, hüküm vermek, değerlendirme­ler yapmak hiç değildir. Çok istiyorsa yapması uygun olan şey, aynı konuda kendi düşünce ve görüşlerini, yorumları­nı içerecek bir eser kaleme almasıdır. Yine bu paralelde ol­mak üzere Corbin'in ele aldığı düşünürlerin felsefeleri, sis­temleri hakkında verdiği özet bilgileri tamamlamak veya genişletmeyi de uygun bulmadığımızı belirtmeliyiz. Çünkü onlarla ilgili geniş bilgi vermeyi gerekli gören birinin yap­ması gereken şey yine bu geniş bilgileri kendi teli{ edeceği bir eserde ortaya koymasıdır. Bu nedenlerle doğrusu sayın Hüseyin Hatemi kadar notları geniş tutmayı uygun görme­dik. Sadece okuyucunun adlarıyla ilk defa karşılaştığı, fazla ünlü veya artık hiç ünlü olmayan kişiler veya eserlerle ilgili olarak haklarında bilgi bulabildiğimiz kadarı ile tanıtıcı bil­giler vermeyi gerekli gördük. Bunun yanında eserde karşı­mıza çıkan bazılarına yukarıda işaret ettiğim Corbin'in ben­zetmeleri, karşılaşnrmalan, telmihleri ile ilgili olarak bun­lardan neyi kastettiği hakkında tahminlerde bulunduğu­muz bazı notlar eklemeyi de yararlı gördük. Eserde geçen bazı dini, felsefi terimler, kavramlar hakkında da okuyucu­ya yararlı olacağı ümidiyle temel bazı bilgiler vermenin uy­gun olacağını düşündük.

Bu önsözde Corbin'in eserleri ve düşünceleri hakkında bi­raz bilgi vermeyi de yararlı görüyoruz. Corbin 1903-1978 yıllan arasında yaşamış olan ünlü bir şarkiyatçi, daha özel olarak bir Iran uzmanıdır. Ancak bu bilim adamı ve uzman­lığı yanında aynı zamanda filozof yönü olan veya daha iyisi felsefi iddiası olan da bir adamdır.

Sırasıyla Berlin'de (1935), Türkiye'de (1939), Iran'da (1945) resmi görevlerde bulunmuş, Tahran'da Fransız Enstitüsü'nün Iran Araştırmaları Bölümü'nü kurmuş, 1954 yı­lında da L'Ecole Pratique des Hautes Etudes'te Isla.mi Araş­tırmalar kürsüsünün başkanı olarak L. Massignon'un göre­vini devralmışur.

Bu kitabın Bibliyografya bölümünde de görüleceği üzere Corbin Islam tasavvufu, Islam felsefesi üzerine birçok Fars­ça ve Arapça kaynak eserin neşrini ve bazılarının Fransız­ca'ya çevirisini gerçekleştirmiştir. Bunlar arasında Rüzbihan Bakli Şirazi'nin Sadıklann Yasemini, yine aynı yazarın Sufilerin Şathiyatı Üzerine Şerh'i, Şebisteri'nin Gülşen-i Rdz'ı vb. vardır. Bundan başka İbni Sina, İbni Arabi, Molla Sadra gi­bi ünlü Islam filozofları, mutasavvıfları üzerine incelemeleri (örnek olarak Avicenne et le Recit Visionnaire (Bibliotheque lranienne, 1954), L'lmagination Creatrice dans le Soufisme d'lbn Arabi (Flammarion, 1958), aynca ağırlıklı olarak İran tasavvufu, İran felsefesi İran teosofisi üzerine kitapları (En Islam iranien: Aspects spiritels et philosophiques (4 cilt, Gallimard, 1971-1972), L'Homme de Lumiere dans le Soufisme iranien (Editions Presences, 1971), La Philosophie iranien Islamique aux XVII et XVIII. Siecles (Buchet-Chastel, 1981), Iran et la Philosophie (Fayard, 1990) vb. vardır. Bunların dışında Corbin'in kendi şahsi felsefesi diyebileceğimiz hermenötikfenomenoloji alanına sokulması gereken başka bazı çalışma­ları da vardır (Temple et Contemplation.(Flammarion, 1981), Face de Dieu, Face de l'Homme (Flammarion 1983). Bu arada felsefi ilgisinin niteliği hakkında bir fikir vermek üzere ba­sılan ilk eserinin Heidegger'in ünlü Metafizik Nedir? adlı ki­tabının Fransızca çevirisi (Gallimard, 1938) olduğunu ek­leyelim.

Biraz da Corbin'in lsla.m Felsefe Tarihi'ne yönelttiği anla­şılan felsefeye, İslam'a ve İslam felsefesine ilişkin temel gö­rüş ve iddialarından söz edelim. Corbin bu görüş ve iddiala­rını özel olarak lsliim Felsefesi Tarihi'nin önsözünde, birin­ci kısmın ilk iki bölümünde, yani lsliim'da Felsefi Düşünce­nin Kaynaklan ve Şiilik ve Peygamberlik Felsefesi bölümle­rinde dile getirmektedir. Ancak eserinin geri kalan kısmın­da da zaman zaman buralarda dile getirdiği görüş ve iddiala­rını tekrarlamaktadır.

1)    Corbin'e göre Ortaçağ'dan bu yana kullanma alışkanlı­ğında olduğumuz Arap Felsefesi ifadesi doğru değildir. Bu­nun yerine lsla.m Felsefesi tabirini kullanmak gerekir. Çün­kü günümüzde Arap kelimesi belli bir etnik, ulusal ve poli­tik kavrama gönderir. Oysa lslam bir din olarak Araplar'dan çok daha geniş bir insan grubunu içine aldığı gibi -Araplar Islam dünyası içinde yalnızca bir azınlığı temsil etmektedir­lerOrtaçağ ve daha sonraki dönemde Islam dünyası için­de yetişmiş olan ve yaptıkları işin "felsefi" diye nitelendiri­lebileceği şahsiyetlerin büyük bir bölümü de ne etnik olarak Arap'tır, hatta ne de eserlerini sadece Arapça kaleme alan in­sanlardır. Arap felsefesi yerine lsliim felsefesi deyimi, hare­ket noktasını ve modalitesini esas olarak Islam dini ve ma­nevi olanın teşkil etmesi olgusuna gönderme yapması açı­sından da uygun bir deyimdir.

2)    lsliim felsefesi deyimi veya kavramı, yine Ortaçağ'dan bu yana genellikle kabul edildiği veya benimsendiği gibi sadece Yunan tarzında felsefe yapan insanlarla, yani Farabi, lbni Sina, Ibni Rüşd gibi filozoflarla (Jelasife ile) sınırlandırılmamalıdır. Dola sıyla onun Ibni Rüşd'ün ölümüy­le birlikte ortadan kalktığı da düşünülmemelidir. Felasife'nin temsil ettiği hareket lsliim felsefesi denen genel hare­ketin ancak küçük bir parçasıdır (hatta Corbin'e göre ger­çek Islam felsefesi diye adlandırılması gereken harekete nisbetle önemsiz, değersiz bir parçasıdır). Doğu Islam dünya­sı Ibni Rüşdçülüğü tanımadığı gibi onun ölümünden de et­kilenmemiştir. Hele Gazali'nin lbni Sinacı geleneğe yönelt­tiği eleştiriden veya saldırıdan sonra lslam dünyasında fel­sefenin gözden düştüğü ve ortadan kalktığı görüşü tama­men yanlıştır.

3)    Doğu lslam dünyasında felsefeden anlaşılan şeyle Batı Hıristiyan dünyasında ondan anlaşılan şey aynı değildir. Ba­tı Hıristiyan dünyasında kaynağı Ortaçağ Skolastiğine daya­nan temel bir aynın, felsefe ile Tanrıbilim (theologie) ayrı­mı vardır. Bu ayrım felsefenin Tanrıbilimin hizmetinde olan, yani ondan tabiatıyla farklı olan bir şey olduğu fikrini içe­rir. Başka deyişle felsefe Batı Hıristiyan dünyasında erken bir tarihten itibaren sekülarize olmuştur. Filozof, doğal ak­lının imkanlarıyla doğal-insani konular üzerinde düşünen adamdır. Bu arada şüphesiz doğal tanrıbilim aracılığıyla da doğal aklını dinin hizmetine vermesi gereken adamdır. Oy­sa lslam dünyasında felsefe ile din arasındaki ilişkiler böy­le olmamışur. Felsefe onda dinden ayn, ondan kopuk, dünyevi-seküler bir şey olarak algılanmamıştır. İslam dünyasın­da hikmet (yani felsefe), Yunanca sophia teriminin karşılİğı olarak alınır. Yine bu dünyada hikmet-ilahiyye de Yunanca theosophia'ya tekabül eder. Bu şu demektir: lslam dünyasın­da felsefe hikmet, hikmet ise özü itibariyle ilahi hikmet (ya­ni hikmet-i ilahiyye) olarak anlaşılmıştır. Corbin'e göre bu normaldir ve doğrudur. İslam'da felsefe, ancak hikmet, da­ha da ileri giderek ilahi hikmet, teosofi olduğunda kendini evinde hissetmiştir. Öte yandan bu ilahi hikmetin veya teosofinin, yani Tanrı hakkında sahip olunan bilginin veya bil­geliğin kaynağı esas itibariyle peygamber ve onun varisleri­dir. Corbin'in kendi sözleriyle "lslam'da ortaya çıkan baş­ka her türlü düşünce biçiminden daha fazla peygamberliğe dayanan bir dinin ruhuna özü gereği uygun düşen şey pey­gamberlik felsefesidir" (Fransızca metin s. 69; Hatemi çevi­risi s. 90). O halde lslam felsefesinin doğal ve asli konusunu peygamberliğin, vahyin ve bunların devamı olan velayetin, imametin teşkil etmesi doğaldır. Başka deyişle İslam felsefe­sinin doğal ve asli konusunu peygamberlik kuramı veya öğ­retisi veya nazariyesi (prophetologie) ile imamlık kuramı, öğretisi veya nazariyesinin (imamologie) oluşturmuş olma­sı doğrudur. Peygamberlik (nübüvvet) ve velilik (velayet) veya imamlık (imamet), içerdikleri hermenötik durumlar ve problemlerle birlikte İslam felsefesinin esas konusu ol­muştur (Fransızca metin s. 14; Hatemi çevirisi s. 15). Bu­nun sonucu ise Corbin'in hermenötik (batini) lsmaili Şiilik'le Oniki imam Şiiliğini ve onların görüşlerini lslam'da gerçekten lslami denmesi mümkün olan felsefe hareketinin esas temsilcileri sayması ve diğer gruplara, yani felasifeye, Kelamcılara ancak bu özellikleri gösterdikleri ölçüde değer vermesi, bunun dışında ise tüm kitabı boyunca açık olarak gözlemlendiği üzere onlara karşı açık bir küçümseme gös­termesidir (sırası gelmişken ülkemizde pek tutulan ve he­men hemen tüm eserleri dilimize çevrilmiş olan Seyyid Hü­seyin Nasr'ın da gerçek Is lam felsefesinin ne olduğu veya zamanımızda da ne olması gerektiği konusunda benzeri bir görüşü savunduğunu söyleyelim).

Corbin'in lslam Felsefe Ta rihi'ni yönlendirdiğini gördüğü­müz bu temel görüş ve tutumu hakkında yukarıda bu kita­bın çevirisi boyunca izleyeceğimizi vaat ettiğimiz tutumla tam olarak uyuşmasa da birkaç şey söylemekten kendimi­zi alamayacağız.

Birinci olarak Corbin'in Arap felsefesi kavramı yerine Islam felsefesi kavramını geçirmek istemesi onun da işaret et­tiği nedenlerle şüphesiz doğrudur ve zaten içinde bulundu­ğumuz yüzyılda konuya, yani lslam dünyasında veya uygarlı­ğında ortaya çıkan felsefi nitelikteki düşünce ve hareketlerin incelenmesine ilişkin kitaplar bu başlığı taşımaktadır.

lslam felsefesinin Gazali'nin saldırılan ile gözden düştüğü ve lbni Rüşd'ün ölümüyle birlikte (1198) ortadan kalkmış olduğu şeklindeki görüşün arnk terkedilmesi gereken hata­lı bir görüş olduğu yönündeki uyarısında da Corbin haklı­dır. Gerçekten de bu görüş lslam'da felsefeyi sadece Yunan tarzında felsefe yapan filozofların (felasife) yapnğı işle sınır­lı tutmakta, onlardan başka ve yine yapnklan şeylere felsefi denmesi mümkün olan başka bazı grupları, yani Kelam Tanrıbilimcilerinin ve nazari tasavvufun temsilcilerinin etkin­liklerini, felsefi diye nitelendirilmesi gereken etkinlikleri­ni haksız olarak bir kenara itmektedir. Oysa bu son iki gru­bun bazı çok önemli temsilcilerinin, örneğin Kelam'da Fahrüddin Razi, Nasırüddin Tüsi, ki, Cürcani'nin, nazari ta­savvufta veya tasavvuf metafiziğinde Sühreverdi, lbni Ara­bi vb.nin lbni Rüşd'ün ölümünü takip eden dönemde orta­ya çıktıkları bir vakıadır. Kaldı ki bizzat yunan tarzında fel­sefe geleneğinin lbni Rüşd'le birlikte ortadan kalktığını söy­lemek de tarihi olgularla pek uyuşmayan bir tutum içinde ol­mak anlamına gelmektedir. Çünkü M. Mehdi'nin haklı ola­rak lslam'da felasife geleneğinin, daha özel olarak lbni Rüşdçülüğün bir devamı olarak düşündüğü Ibni Haldun'un Ibni Rüşd'ten aşağı yukarı iki yüzyıl sonra ortaya çıktığını ha­tırlamamız gerekir. Nihayet Corbin'in yine haklı olarak işa­ret ettiği gibi lbni Rüşd bir bakıma lslam felsefe tarihinden daha çok Batı Hıristiyan felsefe tarihi geleneğine aittir. lbni Rüşd'ün eserleri ve kuramının Batı Hıristiyan Ortaçağ'ı filo­zofları üzerinde bilinen büyük etkisinin tersine Doğu lslam dünyasında genel olarak tanınmadığını gördüğümüz gibi (XV. yüzyılda Fatih Sultan Mehmed'in tertiplettiği bir yarış­mada Te hafütler aracılığıyla felasife ile Kelamcılar arasındaki tartışmaları kendi paylarına ele alıp değerlendirmeye çalışan Hocazade ve A. TO.si'nin eserlerinde lbni Rüşd'ün adı geç­memektedir), Gazali'nin lbni Sinacı Yeni-Platonculuğa karşı yaptığı saldırının da özellikle lran-Şii dünyasınca hiç ciddiye alınmadığını kabul etmek gerekir.

Ancak Corbin'in yukarıda çok kısa bir biçimde özetleme­ye çalıştığımız üçüncü tezi diğerleri ile aynı türden olma­yıp üzerinde ciddi tartışmalar yapılması ve itiraz edilmesi mümkün bir tutuma ve iddialara işaret etmektedir. Bu te­zin ve tutumun kitabın bütün sayfalarına sinmiş olan açık bir lran-Şii sempatizanlığı ile sonuçlandığı noktasını ve iti­razını bir yana bırakalım. Burada yapmayı uygun bulduğu­muz esas itiraz Corbin'in lslam felsefesinin özü itibariyle bir peygamberlik felsefesi, bir hikmet-i ilahiyye olması gerek­tiği şeklindeki temel varsayımınadır. Corbin'in bu iddiası­nın sonucu Sühreverdi ve lşrak felsefesine, diğer birçok dü­şünür yanında lbni Arabi tarafından temsil edilen tasavvuf metafiziğine, N. Tüsi, Mir Damad, Molla Sadra gibi isimle­rin temsilcileri olduğu Şii metafiziğine asıl, gerçek, otantik İslam felsefesi olarak işaret etmesi ve bunların dışında kalan Kelam Tanrıbilimcileriyle Yunan tarzında felsefe yapan filo­zofları açıkça küçümsemesidir. Oysa genel olarak felsefe­nin teosofi olmasının onun için pek de iyi bir şey olmadığı­m söylemek mümkün olduğu gibi -ki ben öyle düşünenler­den biriyimevrensel felsefenin tarihinde felsefeyi bir teosofi olarak alanların sayısının pek fazla olmadığını ileri sür­mek de mümkündür. Antik Yunan felsefesi tarihinde felse­feyi teosofi olarak düşünen en ünlü grup yeniPlatoncu fi­lozoflar grubudur. Orta ve Yeni çağlarda Batı dünyasında bu eğilimi temsil eden kişilerin sayısı da doğrusu bir elin par­maklarım aşmazlar (Paracelsus, Böhme, Schelling vb.). Bu isimler dışında kalan yüzlerce büyük filozof, felsefenin esas işinin Tanrı'nın bilgisine, hikmetine sahip olmak ve böylece insan hayatının anlamını açıklığa kavuşturarak onu kur­tarmak, mutlu etmek olduğu görüşünü hiç de paylaşan in­sanlar olmamışlardır. Daha da ileri giderek teosofinin ve­ya hikmet-i ilahiyye'nin gerçek felsefe olmadığını, felsefemsi bir kılık altında bir sahte-bilim, bir karanlık-bilim, sim­ya, büyücülük, astrolojiye benzer bir şey olduğunu söyle­mek de mümkündür. Bir Bertrand . Russel kadar mistisizmin mantığa zıt olduğunu, onun gerçek bir felsefi tutuma işaret etmediğini söylemek sınırına kadar gitmesek de lbni Hal­dun gibi tasavvufun felsefeleşmesini hem tasavvufa, hem de felsefenin kendisine zararlı bir olgu olarak görebiliriz. Mis­tisizm ile felsefeyi birbirinden ayıran sınırlan görmezlikten gelmek, daha da ileri giderek felsefeyi sadece teosofiye in­dirgemek felsefe hakkında benimsenmesi hiç de zorunlu ol­mayan, doğrusu bizim de pek hoşlanmadığımız bir tutumu ifade etmektedir (Ibni Haldun'un felsefe, Kelam ve tasavvuf


arasındaki "doğru" ilişkiler ve lslam kültüründe "yeniler" [müteahhirin] diye adlandırdığı kişilerin Kelam'ı ve tasav­vufu başlanğıçtaki "doğru" tutumundan saptırarak felsefeleştirmeleri konusundaki görüş ve eleştirileri için şu eseri­mize bakılabilir: lbni Haldun'un llim ve Fikir Dünyası, Anka­ra, 1997, s. 458 vb.

Corbin Islam felsefesinin Islam denen dini ve manevi ola­ya dayandığı, ondan hareket etmesi gerektiği için bir pey­gamberlik felsefesi, giderek bir imamet nazariyesi olma­sı gerektiğini, bunların ise doğal olarak bir hermenötik yo­rum gerektirdiğini vb. söylemektedir. Bu bir görüştür. An­cak benimsenmesi zorunlu olmayan bir görüştür. Aynı dö­nemde ortaya çıkan Hıristiyan felsefesi neden bir peygam­berlik felsefesi ve bir hermenötik olmak ihtiyacını duymamışur?. Herhalde hiç kimse Katolik kilisesinin resmi felsefi öğretisi olan Aziz Thomas'nm öğretisinin bir peygamberlik felsefesi veya teosofi olduğunu ileri süremez. O halde vah­ye ve peygamberliğe dayandığı için lslam'da gelişmesi müm­kün olan felsefenin bir peygamberlik felsefesi, bir hermenötik olmak zorunda olduğu görüşü yazarın bir tercihinden başka bir şey değildir.

Corbin Kelam'a ve Kelamcılara ayırdığı sayfalarda açık­ça görüldüğü üzere Kelam'dan ve Kelamcılardan fazla hoşlanmamaktadır. Onları kuru mantıkçı, diyalektikçi olarak görmektedir. Ona göre Kelam, hele özellikle Sünni Kelam'ı kesinlikle felsefi bir erimden yoksundur. Felasifeye kar­şı ise biraz daha anlayışlıdır. Ancak örneğin Farabi ve lbni Sina'ya ayırdığı sayfalarda görüldüğü gibi onlardan da ya imamcı, ya işrakçı temaları seslendirmeleri ölçüsünde hoşlanmaktadır. lbni Sina'nın felsefesinde değerli bulduğu onun Doğu Hikmeti (hikmeti meşrikıyye) projesidir. Ta­savvufa karşı tavrı ise tasavvufun ruhi bir tecrübe olması yanında özellikle bir teosofiye doğru gitmesi ölçüsünde da20

ha sempatiktir. Ona göre lslam'da felsefe tarihi ile manevi­yat veya tinsellik tarihi birbirinden ayrılamaz. Mutasavvıf­lar ise bu maneviyatı en iyi bir biçimde temsil eden insan­lardır. Bundan dolayı özellikle son dönem mutasavvıfları, yani lbni Arabi gibi büyük kozmogonileri, antropogonileri, kısaca metafizikleri olan mutasavvıflar daha değerlidirler. Bizce Corbin'in düşünce dünyasını en iyi bir şekilde tem­sil eden bir bölüm olarak bu .kitabın lbni Haldun'a ayrılan bölümü dikkatle okunmalıdır. Corbin lbni Haldun'un lbni Arabi ve vahdet-i vücutçu bilgi teorisine, varlık anlayışı­na yönelttiği eleştirilerden hoşlanmamaktadır. Onu felsefe­nin, yani hikmet-i ilahiyyenin ruhunu anlamamakla suçla­maktadır. lbni Haldun'un yapmaya çalıştığı şeyin felsefe de­ğil bilim olduğu, felsefeyi bilimin yani sosyolojinin hizme­tine koşmayı istemekle onun ruhunu yok ettiği eleştirisini yapmakta ve lbni Haldun'a karşı duyulan hayranlığı alaycı bir üslupla eleştirmektedir.

Felsefenin bilim olmadığı, örneğin siyaset felsefesi ile si­yaset biliminin birbirinden farklı şeyler olduğu, bundan do­layı bir sosyoloji olmaktan fazla şey olmak istemeyen bir ku­rama felsefi olmadığı eleştirisini yapmak mümkün ve makuldur. Ancak felsefe ile bilim, felsefe ile akıl, felsefe ile akıl yürütme, felsefe ile kanıt veya kanıtlama, felsefe ile temel­lendirme arasındaki ilişkileri ortadan kaldırarak felsefeyi en iyi şeklinde bir şiire, daha az iyi anlamında Amaldez'in mut­lu deyimi ile teosofik bir fantasmagori'ye dönüştürmenin felsefe için daha iyi bir şey olacağı şüphelidir.

Önsözü bitirmeden önce çeviride Arapça Farsça yazar, fi­lozof, eser adlarının yazılışında izlediğimiz tutum hakkın­da da bir iki şey söyleyelim. Bu çeviri profesyonel felsefe uz­manlarına veya şarkiyatçılarına değil de ortalama Türk oku­yucusuna, aydınına hitap etmek durumunda olduğu için eserde adı geçen yazarların ve eserlerin isimlerinin yazılı­şında yumuşak davranmaya çalıştık. Farabi, lbni Sina, lbni Rüşd, Gazali vb. gibi Türk okuyucusu tarafından çok tanı­nan isimlerinin yazılışında herhangi bir transkripsiyona git­medik (yani onları Farabi, tbni Sina, lbni Ruşd, Gazali vb. şeklinde yazmadık). Buna karşılık Türk okuyusunca bilin­mediğini düşündüğümüz daha az veya çok az tanınan Arap veya İranlı yazarların isimlerini kim olduklarının teşhis edi­lebilecekleri bir şekilde belli bir transkripsiyon uygulayarak gösterdik (Örneğin Gazi Sa'id Kummi, Mir Fendereski, Şeyh Ebu'l Kasım tbrahimi diye yazdık). Bununla birlikte bu az tanınmış veya ortalama Türk okuyucusu tarafından muhte­melen tanınmayan kişilerin ilk adlarını da Türkçe'de bilinen şekillerinde karşıladık (Muhammad değil Muhammed, Husayn değil Hüseyin, 'Abd al-Razzak değil Abdürrezzak vb. şeklinde). Kitap ve eser adlarında da yine fazla sert olmayan, Arapça-Osmanlıca kelimelere birazcık aşina olan insanların telaffuz etmekten, akılda -tutmaktan hoşlanacakları bir ya­zılış veya karşılama şeklini tercih ettik. Örneğin F. Razi'nin ünlü eserini al-Matalib al-'Aliyya şeklinde koyu, ağdalı bir yazılışla değil de Arapça okunduğu gibi el-Metalibü'l Aliyye şeklinde, lbni Haldun'un ünlü eserini Şifa al-Sa'il şeklin­de değil de yine okunduğu gibi Şifaü's-Sail vb. şeklinde ver­meyi tercih ettik.

Son olarak eserde sık sık geçen Latince ibarelerin Türk­çe'ye çevirisinde yardımını gördüğüm sayın Prof. Dr. Hasan Malay'a teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

Prof Dr. Ahmet Arslan

TOPLU BAKIŞ

Sekiz yüzyıllık (XIII. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar) lslam fel­sefesini tek bir dönem alunda toplamak paradoksal görüne­bilir. Ancak bu paradoksal olay, sadece İslam felsefesini fel­sefe tarihinde alışageldiğimiz dönemlere ayırmayla uyuşan bir dönemlere ayırmada var olan güçlüğü ortaya koyar. Her şeyden önce şu noktaya işaret edelim ki İslami takvime gö­re konuşursak, bu süre Hicret'in Vll. yüzyılından XIV. yüz­yıl sonuna kadar uzanır ve düşünürün iç hayatının hicri za­mana veya miladi zamana yerleştirilmesine göre tarihin ken­disi ve dönemlerine ilişkin zamansallık tamamen aynı de­ğildir. Bizim Antikçağ, Ortaçağ, Yeniçağ şemamız İslami za­man anlayışında kendisine karşılık olacak temellere sahip olamaz. Şüphesiz takvimler arasında uyuşturmalar kurabili­riz. Ancak onlar tamamen dışsal, tamamen pragmatiktirler. Gerçek, varoluşsal eşzamanlılıklan ifade etmezler. O halde ilk problem doyurucu bir dönemlere ayırma problemi ola­rak görünmektedir.

İbni Rüşd 595/1198'de ölür. Uzun zaman onun defin tö­reninin aynı zamanda lslam felsefesinin defin töreni olduğu düşünüldü. lbni Rüşd'le lslam felsefesinin "Arap Aristotelesçiliği" (peripatetisme arabe) diye adlandırılan döneminin sona ermiş olması anlamında bu görüş doğru idi. Ancak lbni Rüşd'ün ölümü ile yeni bir şeyin, Sühreverdi (587/1191) ve Muhyiddin Arabi'nin (638/1240) adlan ile temsil edilen bir şeyin başladığı olgusunun gözden kaçırılmasından dola­yı bu görüş tam doğru değildi. Burada yeni bir olay, lslam düşüncesinin gelişiminde kesin bir değişmeyi ifade eden bir şey söz konusudur. Şu anlamda ki: lbni Arabi ile ortaya çı­kan ve kökleri ta Almeria okuluna (Şii ve lsmaili etkiler) ge­ri giden bu (yeni şey) günümüze kadar lslam düşünce dün­yasına hakim olacaktır. 1

1 Almeria Okulu: Almeria (Arapça adı el-Meriye), Ispanya'nın güneyinde Andalusia bölgesinde Almeria ilinin merkezi olan bir liman kentidir. Corbin'in Almeria okuluyla kastettiği şeyin lbni Meserre'den kaynaklanan okul olduğunu (bkz. s. 79) lbni Arabi'ye ilişkin olarak sarfettiği bir ibareden anlamaktayız: "... lbni Meserre'nin okulu olan Almeria okulunun...". Corbin Islilm Felsefesi Tarihi'nin birinci kısmında lbni Meserre ve Almeria okuluna özel bir alt bölüm tah­sis etmiştir (Fransızca metin ss. 307-313; Hatemi çevirisi ss. 383-391). Onun bu alt-bölümde verdiği bilgilere lslilm Ansiklopedisi'nin lbni Meserre madde­sinden derlediğimiz şu ek bilgileri ilave edelim:

lbni Meserre IX-X. yüzyıllar arasında yaşamış (883-931) yeni-platoncu bir filozoftur. Felsefesi bütün niteliklerden bağımsız erişilemez, tanımlanamaz mutlak bir varlık, yani Tanrı fikrine dayanmaktadır. Yeni-Platoncu okul tar­zında ancak negatif olarak tanımlanması mümkün olan, hakkında hiç bir müsbet vasfın söylenmesi mümkün olmayan (negatif teoloji) bu varlıktan geri ka­lan varlıklar veya evren yine yeni-platoncu bir tarzda tasarlanan bir südiir veya feyz (emanation) yoluyla çıkmaktadır. Bu varlık bir ilk maddeye (Arapça adı Heyula, Yunanca adı ile Hyle) istinat eder ve bu ilk madde vasıtasıyla da on­dan südiir veya tecelli hasıl olur. Bu maddeden ilk çıkan şey Tanrı'nın bütün bilgilerle mücehhez kıldığı Akıl'dır (bu Akıl, Plotinos'un ikinci hipostazı olan Akıl'a veya Yunanca adıyla Nous'a tekabül eder). Daha sonra bu Akıl'dan Ev­rensel Ruh veya Alem Ruhu çıkmış -bu Alem Ruhu da Plotinos'un sudur teo­risinde üçüncü hipostaz olan Ruh'a tekabül eder görünmektedir-, bu ruh ise Doğa' meydana getirmiştir. Evrensel Ruh ve Doğa ise evrensel cisim'i meyda­na geti.rirler. Böylece lbni Meserre'de Madde (veya llk Madde, Heyula), Akıl, Evrensel Ruh, Doğa ve Evrensel Cisim olmak üzere beş töz mevcuttur (buna karşılık Plotinos'da Tanrı, Akıl ve Ruh olmak üzere ancak üç tane töz veya hi­postaz mevcuttur).

lbni Meserre'nin panteist karakterli bu felsefi sistemi yanında cehennem azabını inkar ettiği, insanın kendi çabasıyla ilahi bir mertebeye yükselebi-

Sühreverdi'nin "lşrak" teosofisi gibi Ibni Arabi'nin mis­tik teosofisinde Islam'da Sünni Kelam Tanrıbilimcileri (theologiens) ile Yunan tarzı filozoflar (felasife) arasında varlığı­nı sürdüren çatışma son bulmaktadır. Ibni Arabi ile sahne­ye çıkan akım gerek öncülleri, gerek uzannlan bakımından hem Kelam Tanrıbiliminden hem de Yunan tarzı felsefeden (la philosophie hellenisante) farklıdır;2 bu berikilerin kendi aralarında birbirlerinden farklı oldukları kadar onların her ikisinden farklıdır. Onda gerçek anlamda Islami özgünlüğe sahip felsefi bir düşünce, teemmül ve tecrübe karşısında bu-

leceği ve dolayısıyla peygamberlik derecesine erişebileceği görüşünü savıınduğu ve bundan dolayı tanrıtanımazlıkla itham edildiği, hatta bundan dola­yı bir süre için doğduğu ve yaşadığı kent olan Kurtuba' terke mecbur kılın­dığı rivayet edilmektedir Ehl-i sünnet görüş sahibi muanzlannın genel olarak panteizmini, daha özel olarak bu son iki görüşünü mahkum etmelerine rağ­men bu sistem ve görüşlerin Endülüs'ün çeşitli şehirlerinde (Kurtuba, Algarve ve Almeria) hararetli taraftarları olduğu anlaşılmaktadır. Hatta lbni Meserre'nin etkisiyle lspanya'da bazı s1lfiler toplu yaşama cemaatleri tesis etmiş­lerdir. lbni Meserre'nin ölümünden aşağı yukarı iki buçuk yüzyıl sonra doğ­muş olan lbni Arabi'nin Mürsiye'de bu tarihte hiilii mevcut ve lbni Meserre'nin sisteminin hakim olduğu böyle bir tasavvuf okulunda yetiştiği anlaşıl­maktadır. (Corbin 78. sayfada bu okul ve özellikleri hakkında daha başka bil­giler de vermektedir.)

2 Yunan Tarzı Felsefe: Fransızca la philosophie helltnisante kavramını bu deyim­le karşılıyoruz. lsliim dünyasında Platon, Sokrates, Empedokles, Plotinos gibi eski Yunan filozoflarının izinden giden, onların ele aldıkları problemleri on­lar tarzında ele alıp devam ettiren Farabi, lbni Sina, lbni Rüşd vb. kişilere Yu­nanca philosophos kelimesinin Arapça'ya dönüşmüş şekli ile feylesü.f (çoğulu felasife), bunların yaptığı işe veya etkinliğe ise Yunanca philosophia kelimesi­nin Arapça'ya dönüşmüş şekli ile felsefe denir. Bu bu filozofların antik Yunan filozoflarının kölece izlerinden gittikleri veya onların ele almamış oldukları lsliim'a has bazı olaylan (peygamberlik, vahiy, iman ile akıl arası ilişkiler vb.) ele almadıkları anlamına gelmez. Sadece bu deyim, esas amaçlan lsliim dog­malarını veya inanç unsurlarını aklileştirmek ve takip öğretilere karşı koru­mak, savunmak (apoloji) olan Nazzam, Cahiz, Bakıllani vb. gibi Keliimcılarla hiç olmazsa başlangıçlarında esas amaçlan spekülasyon olmayıp lsliim'ı iç­ten yaşamak, Peygamber'in yaşadığı tecrübeyi tekrar etmek isteyen Beyazıd-ı Bestami, Cüneyd, Hallac Mansur vb. gibi mutasavvıflardan onları ayırma imkiinını sağlar. Bu üç etkinlik grubunun birbirleriyle ilişkileri ve felsefi bakım­dan değerlendirilmeleri ile ilgili geniş bilgi için bizim şu makalemize bakıla­bilir: "Bir lsliim Felsefesi Var mıdır?" lslam Felsefesi Üzerine içinde, Ankara, 1999, ss. 9"46.

lunmaktayız. Buna karşılık bu akım Sühreverdi'nin Işrak fel­sefesi ve (Oniki) imam Şiiliğinin felsefesinin akımları ile ke­siştiği gibi çeşitli yollarla daha önceki lsmaili düşünceleri ile kesişir. Aynı şekilde Sühreverdi ile ortaya çıkan akım, yani lşrakilik, mantıkçı Yunan tarzı filozoflar ile karşılaştırılırsa, "Sufilik Kelam'a göre ne ise lşrakilik de Yunan tarzı felsefeye göre odur" şeklindeki ünlü sözü doğuracak kadar özgündür. İşte Ibni Rüşd'ün ölümünden önce ve sonraki dönem olarak İslam felsefesinin iç bölümlenmesinin kendilerine dayandı­ğı verilerimiz ana hatları ile bunlardır.

Şüphesiz miladi XVI. yüzyıldan itibaren Safevi Rönesansı'm ve Isfahan Okulu'nu özellikle vurgulayarak bu sekiz yüzyıllık süreyle uyuşan bir dönemlere ayırmayı teklif ede­biliriz. Nitekim daha önce buriu yaptık. Bu şu olgudan ötü­rü haklı bir dönemlere ayırmadır ki İranlılar ta başlangıçtan itibaren lslam'da felsefi düşüncenin ilerlemesinde önemli bir paya sahip oldukları gibi lbni Rüşd'ün ölümünden son­ra İslam felsefesinin sahnesinin kesin olarak Batı İslam dün­yasından, Endülüs'ten Doğu İslam dünyasına, lran'a taşın­mış olduğu söylenebilir. Ancak bu da şüphesiz dışsal, yü­zeysel bir dönemlere ayırma olacaktır. Çünkü bir Haydar Amuli (XIV. yüzyıl) ile Mir Dâmâd veya öğrencileri (XVI. ve daha sonraki yüzyıllar) arasında miladi XIV. yüzyıl Hı­ristiyan skolastik düşünürleriyle Rönesans düşünürleri ara­sında olabileceği kadar büyük bir fark yoktur. Burada daha ziyade günümüze kadar devam edecek ve git gide zenginle­şecek bir Chartres okulunu düşünmek gerekir.3 Ancak bu

3 Chanres Okulu: Özellikle XII. yüzyılda ortaya koymuş olduğu çalışmalar ve temsilcileri ile tanınmış teolojik-felsefi okuldur. Temsilcileri arasında Bernard de Chartres (Chanres'h Bemard) ve kardeşi Theodoric, bunların öğrencileri Gilbert de la Porree vb. vardır. Bu okul esas itibariyle Latin Platonculugu'nun merkezi olmuştur. Bu sıfan ile de tümeller, idealar, madde-form, alem ruhu vb. gibi Platoncu kavramlar veya temalar üzerine görüşler geliştirmişlerdir. Chartres okulu Aristoteles'i daha az değerli görür. Ancak onda Boethius'un et­kisi altında Aristoteles'le Platon'u birbirleriyle uzlaşnrma yönünde denemeler karşılaştırma, tarihi "yeniden yapma"nın yöntemi olamaz.

Sahip olduğumuz yerin çok dar olması nedeniyle dönemle­ri fazla parçalara ayırmamızın bütünsel bakışımızı parçalama tehlikesinden korkmalıyız. Dolayısıyla burada adını zikrede­ceğimiz her filozof ile ilgili olarak eseri hakkında tam bir fikir vermemiz imkansız olacaktır. Onların çoğu ile ilgili olarak sa­dece eserlerinin adım zikretmekle yetineceğiz ve bu arada ba­zıları da zorunlu olarak dışarıda kalacak. Bu husustaki boş­lukların bir diğer nedeni de araştırmalarımızın şu andaki du­rumudur. Kant'tan Heidegger'e bir Alman felsefe tarihini he­men hemen sadece kütüphanelerde dağınık bir şekilde bulu­nan el yazmaları veya bizzat kendisi söz konusu eserlerin yayınlayıcısı değilse onların nadir taş basma neşirleri üzerinde çalışarak yazmak zorunda olan bir tarihçi ne kadar nankör bir işle karşı karşıya bulunacaktır! İşte bir lslam felsefesi tarihçi­sinin aşağı yukarı durumu budur ve onun incelemek zorunda olduğu muazzam bir kütüphane vardır.

Sadece yukarıda belirttiğimiz nedenle değil aynı zaman­da "lslam felsefesi" kavramının kendisine saygımızdan ötü­rü burada yalnızca geleneksel (lslam) felsefesinin söz konu­su olduğunu belirtelim. "Modemizm" adı altında toplanabi­lecek bütün çabalar ayn başına bir bölüm oluşturmaktadır­lar. Bu çabaların değeri, onların kendilerini gerçekleştirenler

de yapılmışur. Sonuç olarak bu okul genel olarak felsefi bir kılık alunda Tanrıbilimle meşgul olmuştur. Corbin'in burada bu okulu zikretmekle neyi kastet­tiğini çok iyi anlamıyoruz. Ancak Haydar Amüli (XIV. yüzyıl) ile Mir Diimiid ve öğrencileri (XVI. ve daha sonraki yüzyıllar) arasında XIV. yüzyıl skolastik düşünürleri ile Rönesans düşünürleri arasında olduğu kadar büyük bir fark olmadığını söylediğine, öte yandan XN. yüzyıl Hıristiyan skolastik düşünür­lerinin daha ziyade Aristotelesçi olmalanna karşılık Rönesans düşünürlerinin daha ziyade Platoncu olduklanna göre Haydar Amüli'den Mir Dıımad ve öğ­rencilerine giden sürecin Batı Hıristiyan dünyasında olduğu gibi Aristotelesçilikten Platonculuğa değil, Platonculuktan daha gelişmiş ve zenginleşmiş bir Platonculuğa gidiş süreci olduğunu kastediyor olması gerekir. Çünkü Chartres okulu yukanda verdiğimiz bilgide görüldüğü gibi esas itibariyle Platoncu bir okuldur.

tarafından az veya çok özümlenmiş olan Batı felsefelerinin etkisinin sonuçlan olmaları ölçüsünde azdır. Buna karşılık geleneksel İslam felsefesi, Batı'da şu veya bu tarzda gelenek kavramından ve onun içerdiği normlardan esinlenen insan­ların çabalarında bir devamım bulmaktadır. Bir "gelenek"in, ancak sürekli bir "yeniden doğuş"la canlı bir biçimde akta­rılması ölçüsünde önümüzde bulunan durumda Doğu'nun kendisinde bile "Doğu" geleneğinin yeniden doğuşu, ancak gerek Doğu'da, gerekse Batı'da kelimenin gerçek anlamında, yani İşraki düşünürlerin kastettikleri "metafizik" anlamda, "Doğulular"ın (Orientaux) ortak çabalan ile mümkün ola­caktır. Günümüzde Batı'da mantar gibi biten sahte batıniliklere (esoterismes) gelince, onlar Doğu'da düşüncenin sahte Batılılılaştınlmalannın acınacak bir karşılığını oluşturmak­tadır. Etimolojik olarak ele alındığında "batınilik" (esoterisme) "kelimesi, İbrahim ümmetinin üç kolu ile ilgili ola­rak onlar arasında manevi bir topluluğa, filozoflara, gerekir­se Tarih'in dış yüzünü oluşturan zahiri (exoterique) güçlerle ters düşme pahasına muhafızları, devam ettiricileri olma gö­revinin düştüğü manevi bir topluluğa işaret eder. Bu üç top­luluğun ortak kaynağında, felsefenin kendisine getirebilece­ği bütün zenginleştirmeler altında peygamberlik nazariyesinin (prophetologie) özel mevkiini içeren "Kutsal Kitap ol­gusu" bulunur.[4]

işte tam da yukarıda "lslam felsefesi" kavramını kendisi­ne dayandırdığımız bu "Kutsal Kitap olgusu"ndan hareket­le ileriki sayfalarda kendileriyle karşılaşacağımız düşünür grupları ortaya çıkmaktadır. Sünnilik ve Şiilik arasındakiayrıi:nın nasıl esas itibariyle "Kutsal Kitap olgusu"ndan, yani Kur'an vahyinden hareketle tasarlanması gerektiğini yukarı­da gösterdik: Bu ayrımın nedeni basit olarak Şiiliğe göre bu­gün elimizde bulunan Kur'an'm tahrif edilmiş bir Kur'an ol­ması değildir; Kutsal Kitap hakkında sahip olduğumuz ha­kikatin onun gizli derinliklerinde, hatmi anlamlarının çok­luğunda aranması gerektiği fikridir. Onun derinliklerinin anahtarı, peygamberliğin gizli yanı olarak Şii lmam ve Vela­yet (Velilerin, yani "Tanrı Dostları"nın ezeli karizması) öğretisidir.5 Bu bakış açısından, felsefenin işi temelde yorum­cudur (hermeneutique).

Çok ana hatlarla burada teklif edildiği biçimde düşünce gruplarının smıflandınlması, kaynağını felsefeye karşı temel tutumda bulmaktadır. Bir yanda Kelam (kelime anlamı bakı­mından "söz, konuşma") denilen şeyin, yani Islam skolasti­ğinin temsilcilerinin tutumu vardır. Örnek olarak bir Molla Şirazi'ye göründükleri şekilde bunlar kendilerinde bilginin öznesiyle nesnesinin birbirleriyle kavga ettiği, diyalektikle­ri kuramsal olmayan hiçbir kaygının varlığına işaret etmi­yor gibi görünen uzun diskürsif metinleri devam ettiren dü­şünürlerdir. Onlar Yunan felsefesine borçlu oldukları diya­lektik imkanları Islam dogmasını desteklemek üzere kulla­nan insanlardır. Onlar özellikle savunmacı bir çabayı üstlen-

5 Şit İmam ve velayet öğretisi Corbin'in bu kitabında kendisine dayandığı ana kavram veya öğretilerden bir diğeridir. Bu konuyla ilgili bilgi vermek yerine okuyucunun lsldm Felsefesi Tarihi'nin birinci kısmındaki ilk-iki bölüme git­mesini ve orada Oniki İmam Şiiliği ve İsmaili Şiilik, bunların ana öğretileri, te­mel kavramları (şeriat, tarikat, hakikat, zahir, batın, nübüvvet, velayet, imamet vb.) üzerine Corbin tarafından verilen bilgileri, yapılan yorum ve değerlendir­meleri okumasını istemek zorundayız.

mek göreviyle karşı karşıya kalmışlardır. ister eş'arici, ister mu'tezileci olsun, Sünni Kelam'ı bu çabayı mükemmel bir biçimde yerine getirmiştir.. Onlar karşılarında Yunan tarzın­da felsefe yapanları (Jelasife) bulmuşlardır. Şüphesiz bir Şii Kelam'ı da vardır, ancak Şiiliğin geleneksel verilerinin (ha­dis) felsefi düşünceyi davet ve tahrik eden bir hikmeti (gnose) içinde bulundurmasından ötürü felsefenin konumunun Sünnilik ve Şiilikte farklı olması ölçüsünde Şii Kelam'ı ken­di kendine yeterlik iddiasında bulunamaz.

Felsefi spekülasyonlar, Kur'an'ın tefsiri ve hukuki prob­lemler arasında derin bağlantılar vardır. Örneğin Fahrüddin Razi gibi Sünni bir düşünürde onun büyük Kelam eser­leri ile anıtsal Kur'an tefsiri arasında bir bağlantı vardır. Bu bağlantının doğası işte tam da bir Haydar Amuli veya Sadra Şirâzî'nin kendisiyle asla yetinemeyecekleri teolojik ve fel­sefi pozisyonu belirler. Şii fıkıhçılarının Ahbariler (Ahbariyyün) ve Usüliler (Usüliyyün) denen iki büyük okula ayrılma­larında da sıkıntı vardır.6 Çünkü onların öncülleri fıkıhla sı-

6 Ahbariler ve Usültler: Corbin 158. sayfada Şii fıkıhçılarının iki ana grubu olan Ahbartler ve UsOliler hakkında daha geniş bilgi verecektir. Buna göre ka­baca Ahbartler temelci (fundemantalist) ilahiyatçılar, UsOliler ise "eleştirici ilahtyatçılar"dır. ikinciler, yani usüli fıkıhçıları veya ilahiyatçıları Şii hadisleri­nin meydana getirdiği külliyata "dış eleştiri"yi uygulamaktan çekinmezler. Bu­na karşılık Ahbartler bu külliyatı olduğu gibi kabul etmekte ve onun üzerinde herhangi bir "dış eleştiri"yi kesinlikle reddetmektedirler. O halde bu iki grup veya okul arasındaki çanşma, esasta şeriatla, fıkıhla ilgili bir çanşmadır. Ancak bu çanşma şeriaun, fıkhın alanını aşarak başka alanlarda da kendisini göster­mektedir. Ahbartler ne müçtehidlerin otoritesini, ne hadis nakilcilerinin otori­tesini kabul etmeyip Şii imamlardan rivayet edilen hadislerin içeriğine önem verirler veya kendilerini bağlarlar. Usültler ise içtihat imkanını kabul ederler. Kendi doğrultularında düşünce üreterek siyaseti ve bütün sosyal hayatı içi­ne alan öğretiler geliştirirler. Başlangıçta "gelenekçi ve metinci" diyebileceği­miz Ahbartlerin ağır basmasına ka ılık ("Ahbar" zaten Arapça "haberler"in ço­ğuludur. Sözü edilen haberler ise Şii lmamlan'ndan nakledilen hadisler olan "haberler"dir) XVIII. yüzyıl başlarından itibaren Ahbartler gerilemeye başlamış ve Usüliler güçlenmiştir. Şii velayet ve velayet-i fakıh öğretisinde devrimci bir değişiklik yapan Humeyni bu ikinci gruba aittir (Bu son konuyla ilgili geniş bil­gi için bkz. Taha Akyol, Osmanlı'da ve Iran'da Mezhep ve Devlet, İstanbul 1999, ss. 171-172).

nırlı değildir, felsefeye kadar uzanır. Muhsin Feyz ve Gazi Said Kummi gibi büyük Şii teosofların Ahbariler olmaları bir tesadüf değildir. Kelilm'm diyalektiğinin sonucu olan ke­sinlikten başka bir kesinlik derecesinin hissedilmesi ve arzu edilmesi ölçüsünde Kelam tanrıbilimcilerinin tutumu meta­fizikçi teosofların tutumu tarafından aşılmış bulunur.

Kelam ile hikmet-i ilahiyye (metafizik, kelime anlamı ba­kımından "tanrısal felsefe", etimolojik olarak theosofia), irJan (mistik teosofi), hikmet-i işrakiyye (doğu teosofisi), hikmet-i yemeniyye ("yemen" teosofisi, yemen kelimesi ile iman kelimesi arasındaki bağlantıdan ötürü) arasında, ku­ramsal bilginin kesinliğini (ilmü'l-yakin) kişisel olarak ka­zanılan ve yaşanan bilginin kesinliğinden (hakk'ül-yakin) ayıran uzun bir mesafe vardır.7 Molla Sadra Şirazi'nin öğ-

7 Teosofi (Theosophia): Etimolojik olarak ilahi hikmet veya hikrnet-i ilahiyye an­lamına gelen bu kavramla kastedilen Tanrı'nın bilgisi değil, insanın Tanrı hakkındaki bilgisi veya derin bilgisidir. Bu bilgi Tanrı'nın varlığı, özü, doğası, sıfat­ları vb. hakkında doğrudan sezgi ile elde edildiği kabul edilen bilgidir. Teosoflar sezgiyle veya aydınlanına yolu ile evrenin temel ilkesi hakkında gerçek bilgiye sahip olınak, dünya ile Tanrı arasındaki ilişkinin gerçek mahiyetini bilmek, bu bilgiye uygun olarak yaşamak suretiyle insanı özgürleştirmek, insan hayatının anlamını onaya koymak ve böylece insanı mutlu etmek iddiası ve amacına sa­hiptirler. Yunan felsefesinde teosofik öğretiler özellikle son dönemde onaya çı­karlar ve onların en ünlü temsilcisi olarak yeni-Platonculuk zikredilebilir. Hıris­tiyanlığın ilk yüzyıllarında ortaya çıkan gnostik sistemler de esas olarak teosofık sistemler diye adlandınlabilir. Modem Ban felsefesinde teosofik öğretilere örnek olarak iseJacob Böhme, Paracelsus, Schelling'in öğretileri verilebilir.

Teosofiyi Tanrı hakkında akılla edilen bilgi anlamına gelen teolojiden, ya­ni Tanrıbilimden (ilahiyyat) ayırmak gerekir. Öte yandan pratikte her zaman mümkün olmasa da ilke olarak teosofiyi mistisizmden de ayırmak gerekir. Çünkü mistisizm esas olarak Tanrı susuzluğu, görünmeyene karşı duyulan öz­lem demektir ve dini duygunun bir tezahürüdür. Başka deyişle mistisizm bir­çok büyük mistik tarafından haklı olarak üzerinde durulduğu ve örneğinin de verildiği üzere esas olarak duygusal, heyecansal bir olay, dolayısıyla bir pratik­tir. Bununla birlikte İbni Arabi'nin en iyi bir örneğini teşkil ettiği bir mistik­ler grubu mistisizm ile teosofiyi ayıran sınırlan görmezlikten gelmek veya ka­bul etmemek eğiliminde de olmuştur. Dolayısıyla bu kitapta da sık sık örnek­leri görüleceği üzere çoğu zaman teosofi ile mistisizm veya Islam'daki adıyla tasavvuf birbiri içine girmiş veya birbiriyle kanşmış durumda bulunmaktadır.

Buna karşılık teosofiyle teoloji ve mistisizm veya tasavvuf ile teoloji araretisini izleyerek yine çok ana hatlarıyla ifade edersek bu mesafenin aşılmasının bilen öznede tam bir değişme gerek­tirdiğini söyleyebiliriz. Bilen özne ontolojik yoksulluğu­nun, yani varlık bakımından kendi kendine yetme, var ol­mak için gerekli olana sahip olma konusundaki yetersizliği­nin bilincine varırken aynı zamanda kendinde kaldığı süre­ce bilme konusundaki güçsüzlüğünün -çünkü bilme bizati­hi var olmanın formudurde farkına varır. Bir tarafta kendi benliği (ananiyya) içine çekilmiş bir özne, ben, onun kar­şısında ise kendi bilinemezliği içine çekilmiş, ondan tama­men ayn bir nesne, sen, tanrısal bir Varlık olduğu sürece, bu Varlık için kabul edilen İsimler ve Sıfatlar ne olursa ol­sun, bu nesnenin hakkını verecek bir bilgi mevcut olamaz.

Bu nesne ancak kendisine diyalektik olarak yaklaşılmamasıyla, bilen özneye yine bilen özne tarafından onun açıl­ması ile bilinebilir. Bu kendini açma, tecelli, tezahür (epip-

smdaki sınırlar gerek Batı Hıristiyan literatüründe gerekse Doğu lslam lite­ratüründe daha belirgin bir biçimde belirlenmiş olarak yaşamasına devam et­miştir. islim dünyasında teolojinin karşılığı Tanrıbilim veya daha açık bir ifa­de ile Kelim Tanrıbilimidir. Aslında islim dünyası ile ilgili olarak bir başka ay­nın yapmak da gereklidir. Bu ayrım ise Farabi, lbni Sina gibi Yunan tarzı felse­fe yapan ve kendilerine feylesoflar (çoğulu felasife) denen grubun Tanrı ftzerine öğretileri, yani geniş anlamda Tanrıbilimleri ile Nazzam, Allaf, Eş'ari, Gaza­li gibi dar anlamda Kelimcılar denen grubun Tanrı üzerine öğretileri, yani Tanrıbilimleri arasında yapılması gereken ayrımdır. Her ne kadar yine literatürde Aristoteles'in Tanrıbilimi, Platon'un Tanrıbilimi, lbni Sina'nın tanrıbilimi veya teolojisi gibi kavramlara rastlanmakta ise de bu filozoflann Tanrı nazariyeleri veya öğretileri ile diğer dar anlamda KelAmcılann Tanrı bilimleri veya Tanrı öğretileri arasında gerek kaynaklan, gerekse amaçlan bakımından esaslı farklı­lıklar olduğu gözden kaçınlmamalıdır (konu hakkında geniş bilgi için yukanda 2 numaralı dipnotta zikrettiğimiz şu makalemize bakınız: "Bir İslim Felse­fesi Var mıdır"). Bu çeviride biz anlatılması uzun olacak bazı şekilsel ve içeriksel gerekçelerle teosofi ve teosof kelimelerini hikmeti-ilahiyye, hikmeti-ilahiyyeci veya ilihi hikmet, ilihl hikmetçi terimleriyle karşılamamayı uygun bul­duk. Böylece, yani Batı dillerindeki karşılıklanyla olduklan gibi kullanmayı tercih ettik. Buna karşılık teolojiyi Tanrıbilim olarak çevirdik. Kelim söz konu­su olduğunda ise yine Kelim Tanrıbilimininin özelliklerini göz önünde tutarak onu da olduğu gibi bıraktık ve hazan ise ilgili yerlerinde dikkatle bakıldığın­da görüleceği üzere zorunlu olarak Kelam Tanrıbilimi demek zorunda kaldık.

hanie) bizzat başlangıçtaki özne yerine, bu öznenin bilgisi­nin nesnesi olarak kavramaya çalıştığı mutlak Özneyi geçi­rir. Tanrı hiçbir zaman bir nesne değildir. O ancak kendisi tarafından, her türlü sahte nesnellikten korunmuş mutlak Özne olarak bilinebilir. Her türlü Tanrı bilgisinin canlı öz­nesi gerçekte tanrısal Öznedir. insan aklının kendisi hakkındaki düşüncesinde kendini düşünen O'nun kendisidir. Çün­kü bu düşüncede kendini kendine açan "Gizli Hazine"dir (kenz-i mahji). Bu durum akılsal olan her şey (intelligible) için de geçerlidir (örneğin akılsal bir ağaç, insan zihnin­de bilfiil hale geçen formda kendi kendini düşünen ağaçtır). Ve bu derin özdeşlik, mistik gibi metafizikçi için de geçerlidir. Onlar arasındaki sınırlar belirsizdir. Her ikisi de "Ben onun kendisiyle gördüğü gözüm; kendisi ile duyduğu kula­ğım vb" diyen kudsi hadisin hakikatini yaşarlar.

Burada lbni Arabi'nin veya onunla akraba olan düşünür­lerin bir okuyucusu için tanıdık olmayan hiçbir şey yok­tur. lslam düşüncesinin bu bölgesine ilk defa yaklaşan Batı­lı okuyucuyu kaba bir tarzda yönlendirmek için onun XIX. yüzyılın birinci yansında "Sağ Hegelcilik" olarak adlandırı­lan ve bu tarihten sonra da tam olarak unutulmasa da or­tadan çekilen tanrıbilimci filozofların düşünceleriyle ba­zı benzerlikler gösterdiğini söyleyelim. 8 Bu ortadan çekil­

, 8 Sağ Hegelcilik: Felsefe tarihinde Sağ Hegelcilik olarak bilinen şey, Hegel'in ılnlü "gerçek olan aklidir akli olan da gerçektir" formıllılnde birinci kısma ağırlık veren, yani gerçek olanın aynı zamanda akılsal olduğunu savunan gö­rüş ve bu görılşıln temsilcileridir. Bunun sonucu olarak Sağ Hegelciler mev­cut düzenin akılsallığını, dolayısıyla doğruluğunu, meşruiyetini kabul eder­ler. Buna karşılık içlerinde en ünlü temsilcileri olarak Marx'ın bulunduğu Sol Hegelcilik ancak akılsal olanın var olduğunu veya var olması gerektiği­ni, dolayısıyla mevcut olan, ancak kusurlu, eksik olan gerçekliğin akılsallığa, yani haklılığa kavuşturulması yönünde bir çabanın gerektiği görüşünü savunur.

Burada Corbin'in Sağ Hegelcilik derken neyi söylemek istediği tam olarak an­laşılamamaktadır. Ancak o muhtemelen yukarıda kısaca tanunlamaya çalışuğımız şeyden daha dar bir şeyi, Hegelcilik içinde Tanrıbilimsel konularla ilgili bir sağ-sol yönelimini, Tanrıbilimsel anlamda bir Sağ-Sol Hegelciliği kast etmektemenin nedeni de belki Islam'da lbni Arabi kaynaklı akımı temsil eden şeye çok sayıdaki batılı araştırın.ayıcı dikkatsiz kılan, onu anlamamasına ve ona haksız davranmasına yol açan aynı nedendir. Batı'da Sağ Hegelciliğin spekülatif Tanrıbiliminin ortadan kalkışı, lslam'da ise Ibni Arabi'nin teosofisinin varlığını sürdürmesi: işte karşılıklı nedenleri so­nuçta hiç şüphesiz Hıristiyanlık olayı ile İslam olayım birbi­rinden ayıran şeyde aranması gereken zıt iki belirti.

Sağ Hegelciliğin tanrıbilimci filozoflarının tüm şeması Iznik Konsilinde karara bağlanan Teslis dogmasına dayanmaktadır.9 Oysa lslam teosofisinde tanrısal Öznenin kendi

dir. Konuya bu açıdan bakarsak şunu söyleyebiliriz ki eski veya klasik Hegelciler genellikle Hıristiyanlığın savunucuları olmuşlar, hatta bazıları Hegel'i teistik bir yönde yorumlamışlardır. Buna karşılık Ludwig Feuerbach Hegelci bir zemine dayanarak insanın ölümden sonraki hayatım reddetmiş ve Hegelciliği gelenek­sel Hıristiyanlığın anlayışının tersine, bir panteizm olarak yorumlamak gerekti­ğini söylemiştir. Tanrıbilim konusunda Hegelciliğin kişisel ölümsüzlük proble­minden daha öneınli bir problem ise burada tam da Corbin'in üzerinde durduğıı İsa nazariyesi (Christologie) ile ilgili olarak ortaya çıkmışur. Yine bir ijegelci olan D. F. Strauss ünlü Isa'nın Hayatı adlı eserinde Yeni Ahit'te lsa'ya izafe edi­len mucizelerin ve doğa-üstü özelliklerin tarihsel gerçekliğini reddeuniştir. Ona göre lsa'run kişiliğine ilişkin ilk Hıristiyanlığın yaratmış olduğıı bu efsanede bir gerçeklik payı vardır. O, insanın içinde tanrısal bir doğayı, özü barındırdığıdır. Başka deyişle Tanrı'mn insan kılığına bürünmesi (incanıation) bir insanda, yani lsa'da değil tür olarak insanda, insanlıkta gerçekleşmiştir.

lsa'nın kişiliği üzerine bu görüş tahmin edileceği üzere Hegelcilik içinde büyük gürültü koparır. Strauss, lsa'nın kişiliği, Tanrı'nın insan kılığına girme­si konusunda deyim yerindeyse tanrıbilimsel bir sol Hegelciliği temsil eder. Bunun karşısında Bruno Bauer, Gabler gibi tanrısal olanın şahıslarda ve onun gösterdiği mucizelerde tam olarak tecessüm ettiğini savunan diğerleri ise yi­ne tanrıbilimsel olarak Sağ Hegelciliği temsil ederler. Bu iki grup arasında da lncil'de ifade edilen birçok mucize hakkında şüphesini izhar eunekle birlikte Mutlak'ın gene de tek bir şahısta tezahür etmesi gerektiğini savunan Rosenkranz gibi merkezde yer alanlar vardır. Şimdi metinde Corbin'in üzerinde durduğıı şey lznik konsili'nde Teslis dogması üzerinde yapılan tartışmalar olduğıına ve yine o burada Sağ Hegelciliğe mensup tanrıbilimci filozofların şema­sından söz ettiğine göre kastettiği şeyin yukarıda hakkında kısaca bilgi verdi­ğimiz tanrıbilimsel anlamda Sağ Hegelcilik olması gerekir.

9 İlk lznik Konsili: Burada kastedilen İznik Konsili Arius'un sapkın görüşü ile ilgili olarak 325 yılında yaptlan konsildir. Bu Konsil, Arius ve onun sapkın diye nite­lendirilecek olan görüşü dolayısı ile yapıldığı için önce Arius ve onun söz konukendisini düşünürken varlık ve kendini açığa vuran varlık (Deus revelatus) olarak belirlenme kazandığı Düşünce "bi­rinci" ile aynı töze sahip olan "ikinci Şahıs" değildir. Her türlü "aynı tözden pay alma" (homoousie) düşüncesinden uzak olan bu teosofi, kendisi de Arius'un İsa nazariyesini (christologie) model alan kur'ani Isa nazariyesi izler. llk tecelli, yaratıkların ilki ve en yücesidir (Protoktistos= mahluk-u evvel, yaratılan ilk varlık), ancak hangi adla kendisi­ne işaret edilirse edilsin (Hakk-ı mahluk= yaratılmış Tanrı; hakikat-ı muhammediye= metafizik muhammedi hakikat;

su görüşü hakkında bilgi vermek gerekir. Ariuslsa'dan sonra 250 civarında doğ­muş ve 336 yılında ölmüş olan ve lsa'nın kişiliği üzerine özel görüşünden dola 321 yılında önce lskenderiye'de, daha sonra 325 yılında toplanan ilk İznik Konsil'inde aforoz edilmiş ve bu görüşünün kendisi de Kilise tarafından sapkın görüş olarak nitelendirilmiş bir şahısur. Arius'un lsa'nın kişiliği üzerine olan bu görü­şü en basit olarak onun Tanrısallıguun reddedilmesi olarak tanımlanabilir.

Hıristiyanlığın temel dogması olan Teslis'de, yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesinde Oğul'un Baba ile ilişkisi nedir? Bu soru milattan sonra 60 ve 200 llan arasında birçok gnostik-teosofik sisteme yol açmıştır. Katolikler lsa'nın, yani Oğul'un gerçekten Tanrı'nın oğlu olduğunu vegerçekten Tanrı olduğunu savunurlar. Arius ise lsa'yı, yani Oğul'u Baba'dan, yani Tanrı'dan aşağı, ikinci dereceden bir varlık olarak kabul eder. Ona göre sadece Tanri ezelidir, meyda­na gelmemiştir. Buna karşılık Oğul, yani Isa meydana gelmiştir. Bu tezin man­tıki sonucu lsa'nın Tanrı ile aynı doğaya, aynı mahiyete, aynı töze sahip olma­dığıdır. Yine Arius'e göre Yuhanna'nın yücdttiği Kelam (Logos, Verbe) tanrı­sal özün bir niteliği, sıfatıdır. Evet, o Tanrı'nın doğasının bir özniteliğidir (attribut), ancak ondan ayn bir şahıs değildir.

lşte bu görüşün Hıristiyan dünyası içinde yarattığı fırtınanın sonucu olarak 320 veya 32l'de lskenderiye piskoposu Aziz Aleksandros lskenderiye'de bir konsil toplar ve Mısır ve Libya'dan gelen yüzden fazla Piskopos Arius'u aforoz ederler. Ancak mesele kapanmaz. Constantine imparatorluğa bağlı bütün ül­kelerin piskoposlarını acele lznik'te toplantıya çagınr. Hatta Roma imparator­luğu dışındaki bölgeden (örneğin lran'dan) da bazı piskoposlar gelir. Katılan kişi sayısı tartışmalıdır. Ancak üç yüz civarında kişinin katıldığı hesaplanmak­tadır. Katılan piskoposların çoğu Yunanlıdır. Konsil bizzat imparator Konstantin tarafından açılır. lmparator Latince bir konuşma yapar ve dinsel barışın tekrar tesis ettirilmesini ister. Katılanların çoğunluğu Arius'un görüşlerine şid­detle karşı çıkarlar. lsa'nın veya Oğul'un Baba ile aynı tözden olduğunu (homoouision ta patri) kabul ederler. lsa'nın meydana gelmiş olduğunu, ezeli ol­madığını, yoktan var edilmiş olduğunu (ex ouk onton) veya Baba'dan ayn bir hipostazdan veya tözden olduğunu, değişmeye tabi olduğunu ileri süren kişiyi, yani Arius'u mahküm ve Ariusçuluğu sapkın görüş ilan ederler. nür-ı muhammedi =muhammedi ışık; akl-1 evvel= ilk akıl) o bir yaratıktır. Başka bir açıdan bakıldığında, Doğu Ortodoksluğu'nun filioque'u [5] reddederek ruhbani işlevle peygambersi işlev arasındaki dengeyi muhafaza ettirdiği farkedilecektir. Ancak Sağ Hegelciliğin Tanrıbilimcileri, Doğu Ortodoksluğu'nun Tanrıbilimcileri değildiler. Bununla bir­likte gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra (mutatis mutandıs) bu şekilde korunan denge ile Şii teosofisinin mu­hammedi hakikat kavramının kendisinde devam ettirdiği denge arasında bir benzerlik görülebilir: Bu onun iki cep­hesi, zahiri ve hatmi cepheleri, yani bir peygamber tarafın­dan getirilmiş olan dinsel yasa (şeriat) ile onun yorumcusu (hermeneute) olan Ruh'un teşkil ettiği iki cephe arasındaki dengedir; peygamberin mesleği ile velayetin peygamberli­ğin batınını teşkil ettiği lmam'ın mesleği arasındaki denge­dir. Hadislere göre Oniki lmam'ın her biri kendisinin Tanrı'nın insanlara açığa vurulmuş Yüz'ü, tecellisi olduğunu söyleyebilir. Aynı zamanda o imanının formu olduğu için insanın Tanrı'ya gösterdiği Yüz'dür. Aradaki fark şudur: Hıristiyanlıkta "epiphanie" (Tanrı'nın tezahürü, tecellisi) varlık problemini mastar olarak (var olma=etre) veya özne olarak (var olan=etant) değil, emir olarak (var olsun=esto) ortaya koyar. llk tecelli olarak Protoktistos (mahluk-u evvel, yaratılan ilk varlık) bu ilk emrin kendisidir ve bundan do­layı da tecelli özü itibariyle yaratılışa aittir. Bütün bunlar­dan "tarih" anlayışında önemli bir farklılık çıkar.

Tanrı'mn insan şeklinde tecessüm etmesi dogmasını (Incamation) tarihin içinde meydana gelen bir olay olarak kabul edip bir "tarih felsefesi" geliştirmek mümkündür. Ama mükaşefe olaylan olarak tecellileri kabul edip tarih felsefesi yap­mak zordur. Bu ikincilerin uygun olarak mümkün kılacakla­rı şey, "hikmet-tarih"dir (historiosophie). Bir tarih felsefesi hatta açık olarak bilinemezci olabilir. O sonuçta tecrübi dün­ya düzeyinde allanan olayların örgüsünde ancak bir iç ne­denselliği göz önüne alabilir; Bunu yaparsa mutlak Ruh'un (Tin) dünyevileştirilmesini gerçekleştirmiş olur. Buna karşı­lık metafizik ve hikmet-tarih hiçbir bilinemezcilik biçimi ile uyuşamaz. Hikmet-tarih, tecrübi dünyadan başka bir dün­ya seviyesinde (yazarlarımız "melekut dünyasının keşfi sevi­yesinde" diyeceklerdir) olayların al lanmasını gerektirir. O esas itibariyle ruhsal güçler ve dünyamızdaki izlerini bırakan üst evrenler peşindedir. Hikmet-tarihin verileri bir kutsal ta­rihin (hierohistoire) verileridir. Şiiliğin peygamberlik döne­mi, velayet veya ruhsal inisyasyon dönemi aynını, lbni Ara­bi'de peygamberler tipolojisi, işte Bau'da "felsefe tarihi" ola­rak değil de "hikmet-tarih" olarak adlandırılan alana ait ve­rilerin konularına ayrılma biçimleri. İşte burada söz konu­su olacak olan düşünce ve düşünceleri yerlerine yerleştirmek söz konusu olduğunda her türlü karşılaşurmalı fenomenolojiye kendini kabul ettirecek sınırlamalar.

Şunu da söylemek gerekir ki Batı'da "spekülatif tanrıbilim" denen şeyi lslam'da batıniliğin teosofik metafiziğinin tekabülü olarak ortaya koyduğumuzda "felsefe" ve "Tanrıbilim" terimlerimizin yetersizliği ortaya çıkmaktadır. Bu ye­tersizlik bizim düşünürlerimiz için birbirlerinden ayrılma­sı mümkün olmayan iki şeyin böylece birbirinden ayrılması durumu ortaya çıktığı için daha ciddidir. "Spekülatif' keli­mesinin gerçek anlamı ancak speculum (ayna) ile ilişkiye ge­tirilerek anlaşılır. Spekülatif Tanrıbilimin aklı Tanrı'yan­sıtan bir ayna, kendisiyle Tanrı'nın kendisini açığa vurdu­ğu bir ayna görevini yerine getirir (F. von Baader'in sözü: spekulieren heisst spiegeln, yani "spekülasyon yapmak, yan­sıtmaktır"). lslam teosofisinde bütün bunların tam bir kar­şılığını bulmaktayız: Ana tema olan ayna (mir'at) kendisin­de, kendisi tarafından ve kendisi için tecellinin, görünmenin (zuhur) meydana geldiği, görünmenin yeri ve sureti olan (mazhar) insandır. Ama söz konusu olan tecelli, görünme­dir, tecessüm değil. Bir imge aynada görünür, tecessüm et­mez. Spekülatif olan, hatmi olandır. Bundan dolayı hikmet­i ilcıhiyye teriminin doğru çevirisi felsefe veya tanrıbilimden ziyade "teosofi"dir. Bu basit hanrlatına teosofiyi felsefe programının dışına atmaya çalışan her türlü itirazın önünü keser. Burada teosof, felsefeyi sınırına götürmek arzusunda­dır. Bu olmazsa düşünürlerimiz felsefenin zahmete değme­yecek bir şey olduğunu düşünürler. Aklın felsefi kullanımı, naklin tanrıbilimsel işlenmesi zirve noktalarını ancak üçün­cü bir faaliyet biçiminde, "ayna"da kendini gösteren şeyin keşfinde, açılmasında, sezgisel algısında bulurlar.

Bu şemanın bütün "spekülatif" düşünürlerimizdeki uygu­lamasını tahkik edemeyeceğiz. Ancak yukarıda yaptığımız taslak filozofa hiç olmazsa Sühreverdi ve Ibni Arabi'den bu yana İslam felsefesinin doğrultusunun Ruh'un (Tin) hangi destanını temsil ettiği hakkında bir fikir verecek ve onun bu­rada kısa ve öz olmak zorunda olacak olan işaretler labirenti içinde yönünü bulmasına yardımcı olacaktır. Tanrısal tecel­li, varlığın ve varlık formlarının tecelli işlevi ile ilgili olarak buraya kadar hatırlattıklarımız Oniki lmamcı veya Ismaili Şii teosofi için olduğu gibi tasavvuf metafiziği için de geçerlidir. Bununla birlikte arada bazı farklar mevcuttur.

Bu farklılıkların ilki sayısal dağılımın sonucu olarak tasav­vufun çoğunluğunun Sünni çoğunluk içinde bulunmasıdır. Bununla birlikte tasavvuf, zorunlu olarak (v olens nolens) Şii teosoflar tarafından da kutsal imamların öğretisinden kay­naklanan düşünce ve maneviyatın (spritualite) bir temsilcisi olarak görülür. Haydar Amuli'nin güçlü bir biçimde bize hanrlatmayı üstleneceği şey budur. Günümüz araştırmacısının kendi payına Almeria okulunun İbni Arabi için ne ifade etfiğini hatırlaması yeter. Bir Şii'ye tasavvuf metafiziğinin ba­zı cepheleri, adını koyamayan veya artık adını koymaya ce­saret edemeyen bir imamet nazariyesinin (imamologie) cep­heleri olarak görünür.

İkinci olarak şüphesiz çok sayıda Şii süfi olmuştur. "Ta­rikat" kelimesi "yol" anlamına gelir ve o bu yolun maddi "gerçekleşmeler"i olarak süfi topluluklara verilmiştir. Geç­mişte çok canlı Şii süfi tarikatleri olmuştur ve bugün de var­dır. Öte yandan süfilerle aynı dili konuşan, ancak onlarla karıştırılmak istemeyen ve hiçbir zaman mevcut bir tarika­ta bağlı olduğunu söylemeyen birçok Şii teosof olmuştur ve bugün de vardır. Bunun birinci nedeni yukarıda söylediği­miz gibi Sünni müminden farklı olarak Şii müminin İmam­ların hatmi öğretisini kabul ettiği anda manevi yola da gir­miş bulunmasıdır. İkinci bir neden tasavvufun bir türünün bir çeşit dindarca bilinemezcilikten ötürü (evet, bu da var­dır) bilgiyi küçümsemiş olmasıdır. Hatta Molla Sadra on­lara karşı bir kitap yazmak zorunda kalmıştır. Safevi döne­mi esnasında bu tasavvufun bunalımının belirtilerinden biri olmuştur. Bunun sonucu şudur ki genellikle Batı'da düşün­düğümüz gibi İslam'da tasavvuf veya süfilik kavramı mistik olayın (gerek spekülatif mistik, gerekse tecrübi mistik) tü­münü kapsamaz. Günümüzde hala İran'da tercih edilen ir­fan ve 'urefa (arifler) kelimelerinin yaygın kullanılmaları­nın nedeni budur.

Bu kısa toplu özetten sonra eserde yine kısaca ele alacağı­mız konulan üç başlık altında sürdürmeyi düşünüyoruz.

llk olarak gerek felasife geleneğini izleyen, gerekse Kelam okullarına mensup olan düşünürlerle onların hasımlarını içine alan Sünni düşünceyi ele alacağız.

ikinci olarak yukarıda haurlatUğımız "spekülatif' metafi­zik anlamında tasavvuf metafiziğini -ki bu metafizik soyut mantıksal kavramlar üzerinde düşünmek yerine duyusalüstü dünyalar ve olaylara nüfuz etmekten ibarettirele ala­cağız. Bu grupta hem Sünni hem Şii manevi mürşitlerle bu gruba aidiyetleri şüpheli olan kişilerle karşılaşacağız. Bu bö­lüm üçüncü bölüme geniş bir giriş oluşturacakur.

Üçüncü olarak Nasırüddin TO.si'den başlayan XVI ve XVII. yüzyıllarda Isfahan okuluyla zirvesine ulaşan Şii dü­şüncesini inceleyeceğiz. Bu düşüncenin çabası dört yüzyıla yayılmıştır ve temsil ettiği örnek günümüzde de bir yeniden doğuşa (palingenesie) davet niteliğindedir.


BiRiNCi BÖLÜM

SÜNNi DÜŞÜNCE

A.     Filozoflar

1.    Ebheri

Filozoflarımızın bu dünyayı terk ettikleri tarihe dayanan tamamen dışsal kronolojik sıraya göre ilk olarak 633/1264 yılma doğru ölmüş olan filozof, matematikçi ve astronom olan Esirüddin Mufazzal el-Ebheri'yi zikrediyoruz. Kısmen Musul'da, kısmen Anadolu'da geçirdiği anlaşılan hayatı hak­kında çok az şey bilinmektedir. Kitapları az sayıda olmakla birlikte büyük bir öneme sahiptir. Çünkü onlar ders kitabı ödevi görmüşler ve sık sık şerh edilmişlerdir. Böylece onun Porphyrios'un Isagüci'sinin bir uyarlaması olan ve Şemsüddin Fenari (834/1470) tarafından şerh edilmiş olan bir kita­bı, Kitclbü'l-lsagüci'si elimizde bulunmaktadır. Üç kısımlık (mantık, fizik, metafizik) Felsefe Kılavuzu (Hidayetü'l-Hikmet) diğerleri yanı sıra Mir Hüseyin Meybüdi (880/ 1475'de) tarafından şerh edilmiştir. Fakat bütün eserleri arasında en önemlisi ve Iran'da en fazla okunanı Molla Sadra Şirazi ta­rafından yazılmış olan çok kişisel şerhtir. Ebheri'nin bir di­ğer eseri, Keşfü'l-Hekaik (Metafizik Hakikatlerin Keşfi) filo­zofumuzun işraki öğretiye yakınlıklarını ele verir. Eserin sı­rası en fazla izlenen sıranın tersidir: Önce mantık sergilenir, arkasından metafizik, en sonra fizik gelir. Metafiziğin öte­ki dünya (ahiret) kuramı ile ilgili (eschatologique) kısmının lşrak şeyhi Sühreverdi'den olduğu gibi alınulanmış bazı say­faları içermesi dikkate değerdir.

2.    lbni Seb'in

Bu filozofla Endülüs'e veda ediyoruz. Muhammed tbni Abdülhak lbni Seb'in Mürsiye'de 614/1217-1218'de doğ­muştur. O halde kendisi de 560/1165'de Mürsiye'de doğan lbni Arabi'nin kısmen çağdaşıdır ve onun gibi Doğu'ya göç etmiştir. Önce Fas'ta Septe'de kalacak, sonra 669/1270'de Mekke'ye giderek orada ölecektir. Cesur ve koğuşturmalarla (persecutions) dolu filozof hayaunda hiçbir şey eksik değil­dir: Onda hem hatırası üzerine sadık öğrenci ve hayranları­nın yansıttıkları şaşaa, hem de bu dünyada benzerlerinin ka­deri olan inatçı kinlerin, sıkınu ve zulme uğramaların gölge­si ile karşılaşmaktayız. Vizigotlara kadar uzayan soyu Endü­lüs lslam uygarlığının en ünlü ve gerçek temsilcileri arasın­daki yerini sağlamlaşurmaktadır.

Şahsiyetinin gücü, öğretiminin lslam filozofları ve mutasavvıflarmın miraslarını bünyesine katmış olmakla birlik­te kendine özgü eğilimleri olan bir okulun ortaya çıkması­na yol açmış olması olgusunda kendisini göstermektedir. Bu okulun öğrencileri hocalarınm adıyla Seb'inciler (Seb'iniyyün) diye adlandınlmaktaydılar. Onlar arasında ilk planda gelen, Kadiz'de doğmuş, ancak Fas'la yaşamış ve ölmüş olan ve L. Massignon'un "Verlaine'in spontanlığına sahip bir şa­ir" olarak nitelediği Şuşteri'dir (668/1269). Şiirlerinden bi­ri Seb'incilerin kendilerine kurdukları manevi soy zincirini

(isnad) göstermektedir. Bu şiirde sadece İbni Arabi ile bir­likte Sühreverdi'nin adına rastlanmaz, aynı zamanda Sühreverdi gibi Hermes'in manevi soyundan geldiğini iddia ede­rek lbni Seb'in okulu, işraki düşünürlerin eğilimlerine olan yakınlıklannı da ortaya koyar (bkz. Üçüncü Bölüm, 3. mad­de).Gelecekteki araştırmalann İbni Seb'in'in özgürce seçti­ği ölümünün sım üzerine bize biraz ışık tutacağını ummalıyız. Söylendiğine göre Mekke'de "Tanrı'yla birleşmek arzusu ile" intihar etmiştir. Damarlanm kesmiş, kanını akıtmış ve 2 Şevval 669/19 Mayıs 1270'te, yani Mürsiyeli ünlü hemşerisi lbni Arabi'nin 1240 yılında Şam'da meydana gelen ölümün­den otuz yıl sonra hayata gözlerini yummuştur.

Ibni Seb'in Septe'deki ikameti sırasında Muvahhid hükümdan Abdülvahid tarafından Sicilya kralı imparator il. Frederik Hohenstaufen'in gönderdiği bir dizi soruyu cevaplamak üzere görevlendirilmiştir. Konuya ilişkin eserinin adı bura­dan gelmektedir: Sicilya Sorulan üzerine Konuşma (el-Mesa'ilü'l-Sıkıliyye). Aslında Batı'da bugüne kadar lbni Seb'in'in şöhretini sağlamış olan bu eserdir. İmparator tarafından dört soru sorulmuştu. Bunlar dünyanın ezelden beri (ab aeterno) var olup olmadığı, Tanrıbilimin öncülleri ve doğası, Aristote­les'in Kategoriler'i ve ruhun doğası ve ölümsüzlüğü üzerine sorulardı. Bu son soruya ek olarak imparatorun Aristoteles ile şerhçisi Aphrodisyaslı Aleksandros (tskender) arasında­ki görüş aynlıklan üzerine yaptırdığı bir soruşturma da var­dı. Bu mektuplaşmanın anlamı, onu bir yandan İbni Seb'in'in eserlerinin ve İslam felsefesinin bağlamı, diğer yandan Batı bağlamı içine yerleştirmek suretiyle derinleştirilmelidir. Ba­tı bağlamından kastettiğimiz il. Frederik'in araştıncı olarak sonsuz merakı, dünyanın merkezi, kozmosun imparatoru olarak Kamil İnsan (tnsan-ı Kamil) fikri ile birlikte bir mesihçilik -bu, kendileriyle şiddetli çatışmalara girmeksizinJoachim'cilerin (Joachim de Flore'un öğrencilerinin) mesihçiligiyle uyuşması mümkün olmayan bir mesihçiliktiüzerine dayanan bir "imparatorluk Tanrıbilimi" rüyasıdır.1

Ibni Seb'in'in kendi eserlerinin bağlamına gelince, bu ko­nuda yayımlanması umulan eserlerini beklememiz gereke­cektir. Ana eseri olan Buddü'l-Arif(Arifin kaçışı gibi bir şey) aynı eserin anahtarı olan eserle (Bursa Eminiyye kütüpha­nesinde muhafaza edilen dünyada tek nüshası bilinen Miftah-ı Buddü'l-Arij) birlikte ilginç ve cesur fikirlerle doludur. Farabi, Ibni Sina, Gazali, Ibni Rüşd'e ilişkin tasvirleri, Islam felsefesinde psikolojik yorum yönündeki ilk denemedir. Bü­tün bu eserlerin çoktan yayımlanmış olması gerekirdi (Buddü'l-Arif 1978 de Beyrut'ta yayımlanmıştır). Bundan sonra ele alacağımız filozoflar bizi Endülüs'ten Iran topraklarına götürecektir.

1 Joachimciler ve Joachim de Flore: Corbin'in sözünü ettiği Joachim de Flore ltalya'da takribi olarak 1135-1202 yıllan arasında yaşamış olan bir Hıristiyan tarih filozofudur. Bu şahsın hayatı boyunca yaşamış olduğunu ileri sürdüğü iki ilham veya keşif olayından biri Hıristiyanlığın temel dogması olan Teslis'in gerçek anlamı üzerinedir. Buna göre iki Ahit (Eski ve Yeni Ahit'ler) aslında iki döneminde tarihi temsil ederler. Tarihi üçlü bakış açısından yorumlayanjoachim'e göre tarih Baba'nın (Yasa) çağından Oğul'un (Sevgi) çağına, oradan da Kutsal Ruh'un (manevi anlam) çağına doğru gelişmektedir. Ancak bu üçüncü çağ, birinci ve ikinci çağdan, yani Baba ve Oğul'un çağlarından ikili bir çıkış (procession) ile olmaktadır. Bu üçüncü çağ veya durum (status) tarihin Tanrılaştınlması anlamına gelınektedir. Joachim bu çağı son çağ, yedinci çağ (Sabbat çağı) olarak da adlandırmakta ve onu Deccal'ın ortaya çıkışı ile tarihin so­nu arasına yerleştirmektedir. Kendisini ise bu son çağdan önce gelen çağın son iki neslinin başında olduğunu düşünmektedir.

Netice itibariyle görüldüğü gibi bu.tarih felsefesi başka birçok benzeri gi­bi bir tür mehdiciliktir (messianisme, mesihçilik) ve bütün mehdiciliklerde ol­duğu gibi de içinde ihtilalci tohumlar içermektedir. Joachim her ne kadar Kut­sal Metinlerin ve Kilise'nin otoritesinin tarihin sonuna kadar devam edeceğini belirterek ve bu üç çağın tarihi çağlar olmaktan ziyade manevi durumlar ola­rak yorumlanması gerektiğini söyleyerek öğretisinin tehlikeli sonuçlarından kaçınmak istemişse de ondan esinlenen bazı fanatik gruplann üçüncü ve son çağın gelıniş olduğu, dolayısıyla bundan böyle mevcut kilise kurumunun orta­dan kalkması gerektiği yorumlarına engel olamamıştır. Bazıları tarafından sap­kın görüşlü, bazıları tarafından ise bir aziz olarak görülenjoachim ve ona dayananjoachimcilik XIH-XVI. yüzyıllar arasında ortaya çıkan iyimser tarih yorumlannın ilham kaynağı olmuştur.

3.    Katibi Kazvini

Hem lakabının Arapça biçimiyle Katib (yazar), hem Fars­ça biçimiyle Debiran olarak tanınmış olan Necmüddin Ali Katibi (675/1276) dönemin parlak filozofları, astronomla­rı ve matematikçileri arasında bulunmaktadır. Felsefede Allame Hilli ile Kutbüddin Şirazi'nin hocalarından biri ve ken­disi de Nasırüddin Tüsi'nin (bkz. Üçüncü Bölüm, 1. mad­de) öğrencisi olmuştur. 657/1259 da Azerbaycan'da Moğol hükümdarı Hulagu Han'ın girişimiyle başlatılan Meraga ra­sathanesinin inşaı projesine katılmıştır. Uzunca süre Kazvin'de hocalık yapmıştır. Şafii olduğu ve bu mezhep de Şii­likle özel olarak yakın ilişkiler içinde bulunduğundan Nasırüddin Tüsi'ye karşı duyduğu hayranlığın da sonucunda bu mezhebe karşı güçlü bir yakınlık duymuşa benzemektedir. Ona felsefi bilimlere ilişkin belli sayıdaki eseri borçluyuz. Felsefi ve mistik sorunların bütününü kucaklayan Kitab Hikmetü'l-Ayn'ı Allame Hilli ve başka birçokları tarafından şerh edilmiştir. En çok zikredilen eseri, aralarında Sa'düddin Taftazani ve Kutbüddin Razi'ninkiler de olmak üzere birçok şerhin konusu olmuş olan mantık üzerine yazdığı bir ders kitabı niteliğindeki Risaletü'ş-Şemsiyye'sidir.

4.    Reşidüddin Fazlullah

Reşidüddin Fazlullah 645/1247 sıralarında Hemedan'da doğmuş ve (düşmanlarının entrikaları sonucunda dokuzun­cu lran tlhan'ı sultan Ebu Sa'id'in emri üzerine idam edile­rek) Tebriz'de 718/1318'de acıklı bir şekilde ölmüştür. Ev­rensel bir deha olan Reşidüddin Fazlullah bugüne kadar özellikle parlak tarih eseri ile tanınmıştır. Önce Moğol hü­kümdarı Abagha Han döneminde (1265-1282) hekimlik mesleğini icra etmiş, sonra Gazan Han zamanında (1295-

1304) sarayın tarihçisi olmuştur. Cdmiü't-Te varih (Tarihle­rin Sentezi) adlı anıtsal tarihi eserinin yazımına bu sonuncu­nun emri üzerine girişmiştir. Kısa bir süre sonra eserin ta­sarımı genişlemiş ve evrensel tarih boyutlarını kazanmıştır. Ancak bu eser yanın kalmıştır (harikulade yazmalarla süs­lü el yazmaları mevcuttur). Reşidüddin Fazlullah bu eser­de hekimlik şöhretini sağlayan aynı olağanüstü bilgileri ser­giler. Daima kaynaklara gider, ilk elden bilgiler peşinde ko­şar. Bu bilgiler, eğer söz konusu olan Hindistan ise bir bikşu'dan (bhikshu),[3] Çin ise Çinli aydınlardan derlenir. Hay­ranlık uyandırıcı araştırmalarının çeşitlliliği bakımından bir Leonardo da Vinci'nin benzeri olan Fazlullah, meteoroloji, ağaç kültürü, ancılık, mimari ve gemi yapımı konularını iş­lediği bugüne kadar maaalesef bulunmamış olan büyük bir eser (Kitabü'l-Ahya v'el-Asar) kaleme almıştır.

Yaratıcı faaliyetini göstermek için yeterli olan bu eserler bütünü dışında çalışmasının bugüne kadar yayımlanmamış olan bir başka bölümü felsefe ve felsefe tarihini daha doğru­dan ilgilendirmekte olan bölümdür. Bu bölüm felsefe, mis­tik Tanrıbilimi, Kur'an tefsirleri ve aynca içlerinde Tanrıbilim ve tıpla ilgili konuların ' karışık olarak ele alındığı bir mek­tuplar grubundan oluşmaktadır.

1969 Kasım'ında Tahran ve Tebriz üniversitelerinde Reşidüddin'in ölümünün altı yüz ellinci yıl dönümünü an­mak üzere bir İran araştırmacıları kongresi düzenlenmiş­tir. Burada alınan kararlar makul bir gelecekte onun sözünü ettiğimiz henüz yayımlanmamış eserlerinin yayımlanacağı ümidini vermektedir.

5.    Kutbüddin Razi

766/1364'te ölmüş olan Kutbüddin Razi (Muhammed lbni Ali Cafer), dönemin adı özellikle iyi bilinen bir filo­zofudur. Soyu bazılarına göre Deylem'deki Büveyhi emir­lerine, bazılarına göre ise (ünlü şeyh Sadük'un bir üye­sini teşkil ettiği) Kum'daki büyük Şii Babüyi ailesine ge­ri gitmektedir. Allame Hilli'nin en meşhur öğrencilerin­den biri olmuştur. Ona on beş kadar eser ve şerh borç­luyuz. Bu eserler arasında İran lbni Sinacılığının tarihi için en önemli olanı, içinde Fahrüddin Razi ve Nasırüddin Tüsi'nin lbni Sina'nın lşarat'ı üzerine kaleme aldıkları iki büyük şerhlerinde var olan farklı görüşlerinin bilanço­sunu çıkarmak ve karara bağlamak amacım güttüğü Kitabü'l-Muhakemat'ıdır

Hocası Allame Hilli'nin verdiği mezuniyet diplomasında (icazet) öğrencisine dizdiği övgüler, öte yandan, Molla Sad­ra Şirazi'nin öğrencisi ve kendisi de lşarat üzerine çok kişisel büyük bir şerhin sahibi olan Abdürrezzak Lahici'nin, Kutbüddin Razi'nin Ibni Sina'nın eseri üzerinde düşünen Nasırüddin Tiisi'nin derin niyetlerini anlamak için gerekli kapa­siteye sahip olmadığını düşünmesine mani olmamıştır.

B.    Kelam Tanrıbilimcileri

1.   Fahrüddin Razi

Razi adı her zaman Tahran'm on iki kilometre kadar gü­neyinde bulunan eski Rey şehrine (Avesta'nın Ragha'sı, Tobie'nin Kitabı'mn[4] Raghes'i) geri giden kişisel veya ailesel bir kökene işaret eder. Rey'de 543/1149'da doğmuş olan Fahrüddin çok gezen biri idi. Harezm'de ve Mu'tezililerle ha­raretli tartışmalara girdiği Maveraünnehir'de karşımıza çık­maktadır. Buhara'da, sonra bir okul açtığı Herat'ta, bun­dan sonra Semerkant'ta, arkasından Hindistan'da kalır. Da­ha sonra nihai ve kesin olarak yine Herat'a döner ve orada 607/1209'da ölür.

Karmaşık bir kişilik olan Fahrüddin Razi lslam'daki fark­lı düşünce akımlarına hakim olmak ve onları bağdaştırmak ister. Buna gücü var mıydı? Gençliğinde onu yakından tanı­mış olan lşrak şeyhi Sühreverdi bundan emin değildi. Hem eş'arici -ancak atomculuk karşıtıolan, hem de Yunan tarzı Müslüman filozoflar (Farabi, Ibni Sina; bundan başka ese­rinde Ebul'l Berekat el-Bağdadi'den önemli alıntılar da var­dır) hakkında derin bilgi sahibi olan Fahrüddin Razi büyük dogmatik sentezini gerçekleştirmek için onların diyalekti­ğinin bütün imkanlarını kullanır. "Felsefenin tanrıbilimle (Kelam) uzlaşması onda son tahlilde Timaios'tan türeyen Platoncu bir sistem planında gerçekleşmiştir" (P. Kraus). Bu konuda karar vermek için Razi'nin tüm varlık metafiziğini kaynağında yeniden ele almak gerekir. Burada bir yanda öz­lere (essences) veya mahiyetlere (quiddites) uiaşma hakkı­na sahip olan bir şey olarak mantığın kabulü (Platoncu eği­lim olarak adlandırılabilecek bir şey), diğer yanda öz meta­fiziği çizgisinde kalan ve varlığı özlere dışardan eklenen bir şey olarak gören bir ontoloji karşımıza çıkmaktadır. Böyle olması doğaldır, çünkü mahiyet, şu veya bu mahiyet olarak (var) olması bakımından belli bir varlığa sahip olduğu için bu varlık fiili mahiyeti, varlığının fail nedeni olarak meyda­na getirmesi için yeterlidir. Ancak varlık, mahiyete ait değil­dir. Bundan dolayı düşünce varlık (etre) ve öz arasında ay­rım yapar. Bununla birlikte meydana gelmiş olması (constitue) bakımından mahiyet var olmak için gerekli olan şeye

sahiptir. Burada problem lbni Sina ile ilgili olarak tam bir zi­hin özgürlüğü ile ele alınmıştır. Ancak Fahrüddin Razi'nin çözüm biçimi varlık metafiziğinde köklü bir devrim gerçek­leştirecek olan bir Molla Sadra Şirazi'nin eleştirisinden zor kurtulacakur.

Fahrüddin Razi Kelam, felsefe, Kur'an tefsiri, bunlardan başka up, astroloji, simya, firaset ilmi, mineroloji gibi yak­laşık on beş konuyu içine alan önemli bir külliyat bırakmışur. Burada sadece şunları zikretmekle kendimizi sınırlaya­cağız: llkin lbni Sina'nın lşdrdt'ına yaptığı şerh ve Nasırüddin Tüsi'nin bu şerh hakkında yaptığı derin eleştirisi. Yuka­rıda işaret ettiğimiz gibi Kutbüddin Razi daha sonra bu ikisi arasında "hakemlik" yapmaya çalışacaktır. !kinci olarak fi­lozoflarla (hukema) önceki ve sonraki dönem Kelam bilgin­lerinin (scolastiques) öğretilerine ilişkin bir sistematik ge­niş özet (Summa) (Muhassal).[5] Üçüncü olarak "Şark Mese­leleri" (el-Mebahisü'l-Meşrikıyye) adını taşıyan, ancak baş­lığındaki bu "şark" kelimesinin anlamının belirsiz kaldığı, her halükarda lşrakilerin kastettikleri teknik anlama yaban­cı olduğU çok büyük bir eser. Bu, varlık ve ana nitelikleri, zorunlu olmayan varlık, Zorunlu Varlık(akılsal tanrıbilim) büyük kategorileri üzerine üç kitaplık bir sistematik geniş özettir. Dördüncü olarak büyük oğlu Mahmud için yazdığı dört bölümlük(henüz yayımlanmamış) bir başka sistematik geniş özet. Beşinci olarak yolculukları esnasında hemen he­men her yerde ve hemen hemen bütün okulların temsilcile­riyle yapmış olduğu tartışmaları(münazara) anlatan bir ki­tap. Altıncı olarak soru ve araştırmaların çokluğu ile yine bir sistematik geniş özet düzeyine yükselen sekiz kalın ciltten oluşan büyük Kur'an tefsiri (Mefatihü'l-Gayb). Diğer bir çok üretken düşünürde olduğu gibi Razi hakkında da henüz bü­tünsel bir incelemenin olmaması bizi şaşırtmamalıdır.

Fahrüddin Razi'nin giriştiği uzlaştırma, "belki öğretile­ri uzlaşrma teşebbüsünden çok ...farklı zihinlere ortak bir düşünce alanı sunma çabasıdır.(...) O, akıl ile imandan çok filozof ile mümin arasında bir uzlaştırmadır"(Roger Arnaldez). Belki de onda mükemmel bir "karşılaştırmalı felse­fe" programı söz konusudur. Ancak bu teşebbüste Razi'nin elinde sadece, savunmacı bir diyalektik olan, spekülatif ve­ya bauni felsefenin öznede meydana getirdiği yapısal değişi­me hiçbir zaman yükselemeyen yukarıda toplu bakışta zik­rettiğimiz teknik anlamda Kelam vardı. Problemin aşılması için bu düzeye ulaşılmasının gerekmesine karşılık insan ak­lı ile Kutsal Ruh olarak faal akıl arasında dönüştürücü birli­ği işin içine katmaksızın Fahrüddin Razi sadece çıkarsamacı(discursif) aklın imkanlarını seferber etmektedir. Çok an­lamlı bir çizgi: Fahrüddin Razi hatta Şii filozofların savun­duğu biçimde metafizik İmam ve İmamlık kavramından ha­berdar görünmemektedir. Sadra Şirazi'nin bu noktada ken­disine yapacağı ayrıntılı eleştiri özellikle bir örnek teşkil edi­ci niteliktedir.

Kısaca Razi tipik bir Kelamcı, Kelam diyalektiğinin mü­kemmel bir skolastiğidir. Çok okunmuştur. Muhassal'ı lbni Teyıniye, lbni Haldun tarafından incelenmiştir. lbni Ara­bi onunla yazışmıştır. Bau'da Dominiken tarikatine mensup İspanyol Raymond Martin (XIII. yüzyıl) Pugio Fidei'de onu zikretmektedir.

2.    İci

Felsefenin ve Kelam tanrıbiliminin üstün bir temsilci­si, yine bir İranlı olan Adudüddin İci, Moğol istilasının ilk dalgasının geri çekildiği bir dönemde Fars'ta, Şiraz yakınla­rındaki lc'de, 700/1300 civarında doğmuştur. Şiraz'da kadı ve müderrislik yapmıştır. 756/1355 yılında, doğduğu şeh­re hakim bir tepe üzerinde bulunan Diraimiyan kalesinde mahpus olarak ölmüştür. Felsefi ve tanrıbilimsel düşünce­sine kaynak teşkil eden etkiler arasında, öncelikle hocası Ahmed lbni Hasan Careberdi'nin (746/1345) etkisi ile kla­sikleşmiş Kur'an tefsiri dışında Metaliü'l-Envar (Nürlann Yükselişi adını taşımakla birlikte bu adda da lşrakilik'e her­hangi bir atıf söz konusu değildir) başlıklı bir Kelam siste­matik geniş özetini (summa, somme) kaleme almış olan Beydavi'nin (685/1286 civarı) eserini zikretmek gerekir. Başlı­ca eseri bir Kelam sistematik geniş özeti olan Kitabü'l-Mevakıftır (Duraklar Kitabı). Bu eser altı büyük kısımdan (ve­ya duraktan) oluşmaktadır: 1) Bilgi kuramı. 2) Varlık bilimi ile ilgili genel ilkeler. 3) Arazlar, yani tözün dışındaki kate­goriler kuramı. 4) Tözler, basit ve bileşik cisimler, unsurlar, göksel cisimler kuramı. 5) Ruh, akıl ve meleki akıllar kura­mı, yani akılsal tanrıbilim (Tanrı'nın özü, Tanrı'mn isimle­ri ve sıfatları, Tanrı'nm fiilleri). 6) Peygamberlik nazariyesi ve öteki dünya halleri nazariyesi (eschatologie). (Kendi­sine yapılan şerhlerle birlikte hicri 1325'de Kahire'de bası­lan Mevakıf dört büyük kısımdan meydana gelen sekiz bü­yük cilt tutmuştur.)

İci'nin bir St. Thomas veya Molla Sadra Şirazt'nin eserleri­nin bizde uyandırdıkları bir sistematik geniş özet anlamında, yani başından sonuna kadar yazara ait düşüncelerin kendisi­ne hakim olduğu kişisel bir sistem düşüncesine sahip bir sis­tematik geniş özet anlamında gerçekten bir Kelam eseri inşa ettiği söylenebilir mi? Ancak böyle bir inşa gücüne Fahrüddin Razi dahil belki hiçbir Kelamcı sahip olmamıştır. Bu ka­yıtla Kelam alanında ve Kelam'm bakış ufkundan İci'nin dö­nemin felsefi-Tanrıbilimsel bir sistematik geniş özetini mey­dana getirdiği kabul edilecektir. Bu sırada Kelam'ın ken­di üzerine kapanarak tükenme dönemine ulaştığını düşün­mek haksız olmaz. Ancak burada iki diğer mülahaza da göz­den kaybedilmemelidir: Birinci olarak düşünürlerimizi şerh ve yorumlan arttırmalarından ötürü kınamamak gerekir. lleride tekrar söylemek fırsatımız olacağı gibi bu onlar için "araştırma" anlamına gelmekteydi. Onlarda bir metne bağ­lı olmak, kişisel düşüncenin bir yetersizliğinin işareti değil­di; tersine verilmiş olan bazı noktalar üzerinde onu en doğ­rudan bir biçimde ifade etme aracıydı. İkinci olarak İci'in ta­savvuf metafiziğinin kendisinde bir zirveye ulaşmış olduğu bir Simnani'nin, lbni Arabi'nin düşüncesiyle temas sonucu Şii felsefesinin kendisiyle yeni bir atılım kazandığı bir Hay­dar Amuli'nin çağdaşı olduğunu düşünmek gerekir. Belki de kendi üzerine kapanmış olan Kelam, bir medrese skolastiğin­de tıkanma noktasına gelmişti. Canlı düşünceyi başka akım­larda aramamız gerekir. Şii metafızikçileri hem Kelam'a, hem filozofların metafiziğine, hem de ınistiklerin teosofısine ha­kim olacaklardır. O zaman Kelam verimli bir hazırlık (propedeutique) olarak hayatını sürdürebilecektir.

İci'nin Mevakıfı içlerinde en ünlüsü Sa'düddin Taftazani olan öğrencileri tarafından şerh edilecektir. Ancak onun kla­sik şerhi, doğrudan öğrencileri çevresine ait olmayan bir dü­şünürden, Mir Şerif Curcani'den gelecektir.

3.    Taftazani

İci'nin öğrencisi ve şerh_çisi olan Sa'düddin Taftazani 722/1322'de (lran'ın kuzey doğusunda) Horasan bölgesi­nin bir kasabası olan Taftazan'da doğmuş ve 792/1322'de Semerkant'ta ölmüştür. Günümüze kadar medreseler­de okutulan birçok elkitabını kaleme almıştır. Bunlar ara­sında Katibi Kazvini tarafından yazılmış olan mantık kita­bı üzerine şerhi, ünlü Risaletü'ş-Şemsiyye'si de vardır. Taftazani bir eş'arici idi. Ama tam bir zihin özgürlüğü içinde dönemin tartışmaları içinde yer alan tehlikeli konuları ele alan bir eş'arici. Özellikle hiçbir zaman insanın ahlaki bir sorumlulukla donatılmış olduğu ve Tanrı önünde sorum­lu olduğundan şüphe edilmeksizin lslam'da tutkulu bir bi­çimde tartışılmış olan ciddi cüz'i irade ve kader sorununda benimsediği pozisyona işaret etmek gerekir. Taftazani'ye göre insan fiillerinde hem insanın, hem de Tanrı'nın pa­yı vardır. Bu fiillerin hiçbiri yekpare bir fiil değildir, tersi­ne son derece karmaşık bir süreçtir. Taftazani Tanrı ve in­sanın bu süreçte mecazi bir anlamda değil, gerçek anlamda bir payları olduğundan kesin olarak emindir. Tanrı insana, onun seçmiş olduğu fiili gerçekleştirme yönünde bir güç de vermesi anlamında insan fiillerinin yaratıcısıdır. Belki bu noktada Taftazani Maturidi okuluna Eş'ari okulundan daha yakındır.

Filozoflar arasındaki ilişkiler her zaman kolay değildir. Taftazani meslektaşı ve dostu Mir Şerif Curcani'yi Şiraz'da 779/1377'de Şah Şuca'yla tanıştırmak girişiminde bulun­muştur. Timurlenk şehri aldığında her ikisi Semenkant'a gö­türülmüşlerdir. lki dost Timur'un huzurunda büyük bir söz yarışması, bir tartışma oturumuna davet edilmişlerdir. Dost­lukları bu olaydan sonra devam etmemiştir.


Esterabad menşeli bir aileden gelen Mir Seyyid Şerif Curcani Hazar Denizi'nin güney doğusunda bulunan Gurgdn'da (Curcdn, Curcdnf Farsça kelimelerin Arapça okunuşuna karşılık olan yazılışlardır) 740/1339 yılında doğmuştur. Dönemin büyük isimlerinden biri olmuştur. Kutbüddin Razi'nin öğrencisi olmuştur. Celalüddin Devvani'nin ise ho­cası olacaktır. Çok yolculuk yapan biri olarak 766/1365'de Herat'ta, sonra Mısır'da karşımıza çıkmaktadır. lstanbul'u ziyaret eder (776/1374); daha sonra 779/1377'de Şah Şuca tarafından müderris olarak atandığı Şiraz'a gider. Birkaç satır yukarıda Semerkant'a mecburi göçünden ve bunun sonuçlarından söz ettik. Timurlenk'in ölümüyle (1405), 816/1413 yılında öleceği Şiraz'a geri döner. Çok dolu bir hayat. Seyahatlerine esas olarak birçok yüzyıl boyunca genç filozoflar ve tanrıbilimcilere el kitabı ödevi görmüş olan teknik eserler olduklarından ötürü Mir Şerifin şöhretini oluşturan yirmi beş tane civarında eserinin kaleme alınma­sı eklenir. Yukarıda İci'nin Mevakıfı üzerine büyük şerhin­den söz ettik. Onun dışında burada ancak Tanımlar Kitabı'nı (Kitabü't-Tdrifat) zikredebiliriz. Bugün bile son dere­ce değerli olan bu eser Arapça'da filozofların teknik termi­nolojilerine ilişkin büyük sözlüğün nüvesini teşkil eder. Bu, binlerce ve binlerce sayfanın taranmasını gerektirdiği için günümüzde de daha uzun bir süre teşebbüs edilemeyecek olan .bir girişimdir.

Şii: ateşliliği içinde Gazi Nurullah Şuşteri büyük eserinde (Mecalisü'l-Mü'minin=Müminler Meclisi) mümkün olan en büyük sayıda bilim adamım imamet davasıyla birleştirmek­tedir. Aynı şeyi Curcani ile ilgili olarak da yapmaktadır. Bu­nun nedeni Nürbahşiye süfi sülalesine (silsile) adını vermiş olan Seyyid Muhammed Nürbahş (869/1465) ile lbni Ehi


Cumhür Ahsa'i'nin onu bir Şii olarak göstermeleridir. Ancak o bir Sünni görünmektedir. Buna karşılık oğlu Seyyid Şemsüddin Şii olmuştuı;. Torunu Mirza Mahdüm ise gene Sün­ni olmuştur. lleride tekrar söyleme fırsatımız olacağı gibi za­manın kötülükleri yüzünden Şiilerin uydukları "gizlilik di­siplini", çoğu zaman mensubiyet sorunlarını çözmeyi güç­leştirmektedir.

C.    Filozojl.ann Hasımlan

1.    lbni Teymiye ve Öğrencileri

Filozof şu veya bu nedenle araştırmasının meşruluğu­na karşı çıkanların saldırılarını tamamen bilmezlikten gel­mez. Onların itirazı felsefe tarihinin bir çeşit negatif kop­yasını temsil eder. Bu bakımdan bilinemezcilik (agnosticisme), savunduğu red nedenleri birbirlerinden farklı olmak­la birlikte, belki her zaman var olmuştur. Bu nedenler bir­birlerine zıt bir durumda ortaya çıkabilirler. Bununla birlik­te filozofun gözünde onlar arasında bir olgu ortaklığı var­dır. Bir yandan eleştiri ve pozitivizmin çeşitli biçimlerin­den doğmuş olan, her felsefeye gerçek bir "öte"den söz et­meyi yasaklamak üzere -çünkü gerçeğin, metafiziğin ele al­dığı şeyin dışında bir şey olduğu düşünülmektedirpsika­nalize, sosyolojiye, lengüstiğe başvuran çağdaş bilinemezci­lik vardır. Ancak öte yanda filozoflar tarafından sorulan so­rulan reddeden, bu sorulan sorma yönündeki her türlü te­şebbüsü, bu teşebbüsün kendini "akılcılığa"(rationalisme) yöneltilmiş bir meydan okuma olarak ortaya koyduğu du­rumda bile, "akılcılık" olarak ihbar eden saf müminlerin bi­linemezciliği vardır. Bu dindar bilinemezcilerin tüm "kitap­lı toplumlar"da (Ehlü'lKitap), lbrahimi geleneğin üç ko­lunda temsilcileri olmuştur. Bilinemezciliğin farklı biçimle­rinde böylece ortaya çıkan "nesnel" ortaklığın daha yakın­dan incelenmesi gerekir. Metafizikçi onlann ne birini ne di­ğerlerini ikna etmeyi ümit edebilir. Her türlü tartışma kısır­dır. Ortada bir kanıt meselesi değil, kabiliyet meselesi var­dır. O sadece organı olduğu için kabul etmek zorunda ol­duğu dünya görüşüne tanıklık eder. Böylece de ışık gelene­ğini (traditio lampadis) devam ettirebilir.

661/1263'de Harran'da (Mezopotamya) doğmuş, 728/ 328'de Şam'da hapiste ölmüş olan lbni Teymiye, bir hanbeli Tanrıbilimcisi, dolayısıyla filozoflannkine en zıt olan eğili­min temsilcisi olmuştur. Polemikçi ve kavgacı biri olarak herkese, ama herkese cesaret ve ateşlilikle saldınr. Onu oku­yunca metafizikçi hiç olmazsa filozof olmayana kendi çaba­sı ile ilgili olarak her zaman anlaşılmaz olarak kalacak olan şeyin ne olduğunu anlar. Eğer tbni Teymiye gibi bir şahsiyet yazılan ile birkaç yüzyıl sonra çağdaş hanbeli rönesansı ola­rak adlandınlabilecek olan şeyi, yani XVIII. yüzyılın vahhabi hareketini, daha sonra da XIX. yüzyıldaki selefi reformu­nu doğurmuşsa, filozof bu kişiliğin çok özel olarak dikkati­mizi çekmesi gerekmektedir.

En ünlü hocaları arasında 663/1265'ten itibaren Şam'da Hanbelilerin büyük kadısı olan Şeıiısüddin el-Makdisi var­dı. lbni Teymiye'nin külliyatı oldukça büyüktür. H. Laoust tarafından ayrıntılı olarak incelenmiştir. Burada maalesef ancak onlardan bazılarının adlarını zikredebileceğiz. Onlar arasında 705/1305'te Mısır'a hareketinden önce Şam'da ya­zılmış Rıfat süfi tarikatina karşı bir eseri vardır. Mısır'daki kalışı esnasında (705/1305-712/1312) Yunan mantığını ve büyük lslam filozoflarının, özellikle Farabi, lbni Sina, lbni Seb'in'in ana tezlerini çürütmeye çalıştığı ünlü Mantık­çılara Reddiye'sini (Reddü'l-Mantıkiyyin) kaleme alır. Ancak en önemli ve en karakteristik eseri 716/1316-720/1320 yıl­lan arasında yazılmış olan Minhacü'l-Sünnet'dir (Sünniliğin

Yolu). Bu, Nasırüddin Tüsi'inin öğrencisi ünlü Şii Tanrıbilimcisi Allame Hilli (726/1326) tarafından yazılmış Minhacü'l-Keramet' e (Keramet Yolu) karşı yöntemli ve ağır bir po­lemiktir.

Şüphesiz nasılkifelsefe Gazali'nin saldırısından sonra ya­şamasına devam etmişse Şiilik de bu saldırıdan sonra aynı sağlamlıkla varlığını sürdürmüştür. Öte yandan eser Sünni İslam anlayışı ile Şii İslam anla şı arasındaki temel zıtlığı anlamak bakımından büyük değer taşımaktadır. Fakat kar­şılaştırma aracı yetersizdir; çünkü burada her şey bir Hay­dar Amuli'nin veya Sadra Şirazi'nin teosofileri seviyesin­de değil, Kelam seviyesinde cereyaı;ı eder. Bununla birlik­te ondan yazarın kendilerini anladığı ve onlara karşı hıncı­nı oluşturan şekilde düşünce okulları hakkında sa sız bilgi edinilmektedir. lbni Sina vesilesiyle yazar Yaratıcı' kendi mutlaklığı tarafından belirlenmiş Mutlak Varlık olarak dü­şünenleri eleştirir. lbni Seb'in de Zorunlu Varlık ile zorun­lu olmayan varlık arasındaki ilişkiyi bir madde-form ilişki­si tarzında yaratılmış gibi tasarlayanları eleştirir. lbni Arabi ile ilgili olarak (lbni Arabi'nin ayan-ı sabitelerine, yani ezeli ilk örneklerine [hecceites etemelles] karşı bilfiil varoluş ile özlerin basit pozitif gerçeklikleri arasında aynın yapanlara saldırır. Sadrüddin Konevi vesilesiyle Zorunlu Varlık'ı mut­lak ve böyle olmasından ötürü koşulsuz vs. varlıkla özdeşleştirenlere hücum eder.

Öğrencileri arasında burada hiç olmazsa onların en sadık­larını, yani eserlerini öğreten, şerh 'eden ve hiç olmazsa iki kez onunla birlikte hapse girmiş olan lbn'ül Kayyim el-Cevziyye'nin (751/1350) adını analım. Ölülerin ve yaşayanların ruhlarını ele alan Ruh Hakkında'sını (Kitabü'r-Ruh) zikrede­lim. Diğer eserleri gibi (onlardan yedi sekiz tane vardır) bu eser de basit bir tahlilden fazlasını haketmektedir.


D.     Ansiklopediciler

1.   Zekeriya Kazvini

Burada "Ansiklopediciler" geniş başlığı altında topladığı­mız kişileri ele alacağız. Özellikle bu kişiler arasında ilk iki­si filozoflarla aynı "dünya fenomeni"ni tasvir ederler. An­cak Ansiklopediciler yukarıda tespit ettiğimiz gibi bu filo­zofların birçoğunun gerçek anlamda ansiklopedist zihniyete sahip insanlar olmalarına karşılık fizik ve metafiziğe ilişkin eserlerinde göz önüne almak durumunda olmadıkları ayrın­tıları ve bakış açılarını derinleştirirler. Bu ayrıntılar görüntü­leri kurtarmak (sozein ta phainomena), yani kendilerine gö­ründükleri şekilde fenomenleri temellendiren şeyin ne ol­duğunu açıklamak ilkesine dayanan fenomenolojik araştır­ma için önemlidirler. Fenomenolojinin önem verdiği maddi veriler değildir. Bu verilerle ilgili olarak onların "aşılmış" ol­duklarını söylemek çok kolaydır (çağdaş bilimimizin verile­ri on sene sonra daha da kolayca "aşılmış" olacaklardır). Fenomenolojinin keşfetmeye çalıştığı şey, bu fenomenlerin al­gılama organı ve formu olan ana İmge, a priori evren imgesi'dir (lmago Mundi apriori). Yazarlarımızın önemi böylece devam etmektedir.

Kazvini'nin eseri ender zenginliktedir. (Tahran'm yüz elli kilometre kadar batısına düşen) Kazvin'de doğmuş, E.sirüddin Ebheri'nin öğrencisi olmuş, 682/1283'de ölmüş olan ya­zanınız her zaman yeni bilgiler peşinde koşan, ortaya çıkan bütün olaylara karşı uyanık, doymak bilmez merak sahi­bi bir kafaydı. Eserini hangi sınıfa koymak gerektiği zor bir meseledir. O, çeşitli alemler içinde kendini gösteren her şe­yi ele alan bütün bilimleri içeren kelimenin en geniş etimo­lojik anlamında bir "kozmografya"dır.

lki büyük eseri vardır. Birincisi başlığının haber verdiği mümkün her türlü bilgiyi bir araya toplayan geniş bir derle-

se


me olan Asaru'l-Bilcid ve Ahbaru'l-Ibd'dır (Anıtlar ve insanlar gibi bir şey). Bu, ülkelerdeki "kalıntılar"dan ve insanlar hak­kında sahip olunan bilgilerden söz eden bir kitaptır. İkinci­si 'Acaibü'l-Mahlükat ve Garaibü'l-Mevcüdat (Yaratıklarda­ki Harikuladelikler ve Varlıklann Tuhajlıklan veya daha iyi­si Harikulade Yaratıklar ve Acaip Varlıklar) adını taşir. Arap­ça kaleme alınmış bu kitabın Farsça çevirileri vardır. Bura­da birkaç satırda yapabileceğimiz en iyi şey, bu kozmografya hakkında kısa bir özet vermek olacaktır.

Eser iki büyük kitaba ayrılır. Birinci kitap yukarı, ikincisi aşağı alemlerin gerçekliklerini ele alır. Ansiklopedik prog­ramım yerine getirmek üzere birinci kitap dokuz gök kü­resinin (felek) her birinin özelliklerini ele alan astronomi hakkında uzun bir sunuşla başlar ve bu bilimle ilgisi olan iki bilimle, yani farklı melekler ve göksel Ruhlar kategori­lerini ele alan melekler nazariyesi (angelologie) ile özü ba­kımından zamanın ve onun görüntülerinin, yani farklı çağ­ların, takvimlerin ve takvim düzenlemelerinin bilimi olan kronolojiyle biter. lkinci kitabın ele aldığı konular ise şun­lardır: Unsurlar alemi; Ateş küresi ve gök taşlan; Hava kü­resi ve genel meteoroloji (yağmurlar, rüzgarlar, yıldırım); Su küresi (okyanuslar, denizler ve onlarda yaşayan hayvan­ların tasvirini içerir); Toprak küresi (Genel coğrafyayı, ya­ni yedi iklimi, dağlar bilimini içerir). Sonra şu konular ge­lir: mineroloji (metaller, mineraller); botanik ve bitkilerin özellikleri; zooloji; her cephesiyle insan bilimi (anthropologie): insanın ve düşünen ruhun özü, ahlak, embriyoloji, in­san anatomisi ve fizyolojisi, iç ve dış algı organlan, kavrayı­cı yetiler (bu bölümde filozoflar tarafından sergilenen akıl­lar kuramıyla karşılaşırız: Doğuştan akıl, bilfiil akıl (intellect in habitu), kazanılmış akıl, faal akıl; adetleriyle ırklar ve milletler; insan fiilleri ve faaliyetleri (Üçüncü Bölüm mad­de 8'de Mir Fendereski'nin eserine bakınız); bilimsel aletler

(usturlab, tılsımlar); kimya; kokular; zararlı hayvanların ve kötü ruhlu cinler ve şeytanların etkilerine karşı korunma; fantastik ve doğa-üstü hayvanlar

O halde bu kitap dönemin bilincinde var olan lmge'nin algısına izin verdiği ölçüde tüm dünya bilgisinin bir "ayna"sıdır. Buna (kahramansı, romansı ve mistik üç biçimi altında) İran destan edebiyau yazmaları ile birlikte bu kita­bın yazmalarının da, ta Kaçar dönemine kadar minyatürcülerin sanatını çok büyük bir ölçüde etkilemiş olduğunu ek­leyelim. Yine bu açıdan bu yazmalar filozof için de canlı ha­yal gücünün nasıl işlediğini göstermek bakımından son de­rece büyük bir değere sahiptir.

2.    Şemsüddin Muhammed Amuli

(Hazar Denizi'nin güneyinde Taberistan bölgesinde yer alan) Amul menşeli bu diğer ansiklopedist düşünürün (onu 133. sayfada sözü edilecek olan Seyyid Haydar Amuli ile karıştırmamak gerekir) ne doğum, ne ölüm tarihi ke­sin bir tarzda bilinmektedir. Kendisiyle görüş alışverişin­de bulunduğu ve tartışmalara girdiği İci'nin çağdaşı olan Amuli, bir VIII/XIV. yüzyıl insanıdır. Aynca Şiiliğin "gizli­lik disiplini"ne uyan birçok çağdaşı için söz konusu oldu­ğu gibi onun da bazı sözleri hazan bir Sünninin hazan bir Şiinin sözleri olarak yorumlanabilmiştir. 716/1316'da, Sul­tan Muhammed Gazan Han'ın kardeşi Olcaytu'nun (Sultan Muhammed Hudabende) hükümdarlığının sonuna doğru Azerbaycan'da Sultaniye medresesinde müderris olmuştur. Şerefüddin llaki'nin tıp ansiklopedisiyle lbni Sina'nın Kanun'una bir şerh yazmıştır. Ancak özellikle Nefaisü'l-Fünün (Değerli veya Aranan Bilimler gibi bir şey) adlı geniş ansik­lopedisiyle tanınmıştır.

Bu ansiklopedinin bütünü yüz yirmi beş bilimin tasvir,

tahlil ve tarihini kapsamaktadır (eski taşbasma yayını beş yüz sayfadan fazla tutuyordu; yeni Tahran tipo baskısı üç kalın ciltten oluşmaktadır). Eser iki büyük kısma ayrılmak­tadır: Birinci kısım eskilerin bilimlerini, yani Yunanlılar­dan gelen ve varlıklarını İslam dünyasında sürdürmüş ve­ya geliştirmiş olan klasik bilimleri ele almaktadır. lkinci kı­sım asıl anlamında Islami bilimleri, Islam'ın kendi talepleri ile ortaya çıkmış bilimleri ele alır. Zekeriya Kazvini için yap­tığımız gibi bu eser hakkında kısa bir özet vermek için bi­le yerimiz yok. Onun hakkında yapılacak analitik bir incele­me hiç olmazsa daha sonraki bir döneme ait ve daha sınırlı olan Mir Fendereski'niıi ve daha da doğrudan bir şekilde tbni Haldun'un eseri ile karşılaştırmak yönünde acil bir ihtiya­ca cevap verecektir.

3.    lbni Haldun

Bu büyük düşünür gerek kafasının çapı; gerekse gerçek­leştirdiği eserin büyüklüğü bakımından burada ansiklope­diciler arasında yer almayı hak etmektedir. Batılı tarihçile­rin kendisine olağanüstü bir rol verdirmiş olmalarından ötü­rü de -hakkındaki bibliyografya kocamandırbunu özellikle hak etmektedir. Ibni Rüşd'ten sonra Islam felsefesinin çölün kumlan arasında kaybolduğu, kabul gören bir görüşdür. Bu görüşe göre aşağı yukarı iki yüzyıl sonra bu çölde sadece lbni Haldun'un eşsiz kişiliği ortaya çıkmıştı. O, geleneksel İs­lam kültüründen kopmuş ve batılılar tarafından değeri keş­fedilmeden önce maalesef hiç kimse tarafından takip edil­memiş bir öncü olarak selamlanmaktaydı. Ondan sonra yine çöl hüküm sürmüştü. Şimdi eğer Batılı tarihçiler bir öncü­nün büyüklüğü olarak gördükleri şeyden büyülenmiş idiy­seler, bu, bu öncünün düşüncesinin asıl anlamında İslami olandan uzak olması ölçüsünde olmuştu. Nihayet onlar lbni

Haldun'da "felsefi" gördükleri bir şeyi bulmaktaydılar. An­cak bu şey de maalesef geleneksel filozoflann gözünde ar­tık felsefi olmayan bir şeydi. Öte yandan geleneksel filozoflann programında bulunan sorunlann çoğunluğunu günü­müz Batılılan felsefe ile ilgisi olmayan sorunlar olarak gör­mektedirler. Kısacası tam bir yanlış anlama söz konusudur ve lbni Haldun'un eseri bugün Batı'da gördüğü itibar saye­sinde gerek kaynaklan, gerekse uzak sonuçlan bakımından bu yanlış anlamanın tahlil edilebileceği en uygun yerlerden birini temsil etmektedir.

Bu sonuçlar çok ilerilere gitmektedir. lbni Haldun'a me­ziyet olarak fazla kolayca Voltaire'den önce bir "Voltaire'ci alay" (ironie) atfedildi ve Islam dünyasının tüm genç ente­lektüelleri (intelligentia) bu hususta birleştiler. Onda tarihi eleştirinin kurucusu, çağdaş sosyolojinin öncüsü selamlan­dı. Kendilerini ifade edecek kelimeler henüz var değilken bilinemezcilik ve tarihsicilik, pozitivizm ve sosyolojizm lslam'da onunla birlikte ortaya çıkmışlardı. lbni Haldun ola­yının ortaya koyduğu soru şudur: Felsefenin kendi kendi­sini ve konusunu inkar ederek bir felsefe sosyolojisine in­dirgenmesi için hangi öncüllerin var olduğu, başka hangi­lerinin var olmaması gerektiği farz edilmelidir? Latin Ortaçağı'mız dinbilimin hizmetkarı (ancilla theologia) olan bir felsefeden söz etmişti. Felsefe eğer sosyolojinin hizmetkan (ancilla sociologiae) olursa, bu kimin yarannadır? Güneşin doğuşunun işareti olarak kabul edilen şey, belki onun batı­şından başka bir şey değildi ve eğer lbni Haldun'un eserinin yankısı lslam'da başka yerlere ulaşmamışsa bunun nedeni belki de bu batışın gölgesinin başka yerde varlığını sürdürmemesiydi. Çünkü tam da bize Islam kültürünün tükeni­şinden söz edildiği anda tasavvuf metafiziği ile Şii metafizi­ği (bir Simnani, bir Haydar Amuli, bir lbni Ehi Cumhur vb. ile) lsfahan okulunun doğuşunu hazırlayarak müthiş bir yenilenmeye tanıklık etmekteydi. O halde felsefi düşünce için Şiiliğin uyarıcı değerine, onsuz hikmet-tarihin olama­yacağı bir öte dünya kuramına dikkat etmemiz gerekmek­tedir. O zaman lbni Haldun örneğinde trajik bir büyüklü­ğü seve seve kabul edeceğiz. Ama bu büyüklük belki başka_. lannın görmekten hoşlandıkları yerde bulunmamaktadır.

lbni Haldun 732/1331 yılında Tunus'ta doğmuştu. 806/1406 yılında Kahire'de öldü. Şöhretini teşkil eden anıtsal eseri yakınlarda İngilizce'ye de çevrilmiş olan Mukaddime'sidir. Yazar bu eseri kırk yaşında iken kaleme almışur. Bir dizi mutsuz deneyler sonucu hayau politik olarak tehlikeye gir­diğinde ailesi ile birlikte (Cezayir'de eski Tiaret eyaletindeki) Beni Salame kalesinde inzivaya çekilmişti. Aynca bir evrensel tarih (Kitabü1-İber=Bir Ders, İbret lfade Eden Olaylan İncele­yen Kitap), bir otobiyografi, belki kendisinin olan ve tasavvu­fu ele almak iddiasında olan, ancak şüphesiz bir mistik tara­fından yazılmamış olan Şifaü's-Sail'i kaleme aldı.

Mukaddime lbni Haldun'un tasarladığı şekilde görevini yerine getirebilmek üzere tarihçi için zorunlu olan bilgile­ri içeren bir ansiklopedi olarak görünmektedir. Bu noktada lbni Haldun haklı olarak yeni ve bağımsız bir bilim, insani toplumsal hayat (el-umranü'l-beşeri) ve toplumsal olayların bütününü oluşturan konusu tarafından belirlenen bir bilim kurduğu bilincindedir. Mukaddime alu büyük kısımda insan toplumunu (etnoloji, antropoloji), kırsal uygarlıkları, yöne­tim biçimleri ve kurumlan, şehir uygarlığına dayanan toplumları, ekonomik şartlar ve olaylan, bilimleri ve edebiya­tı, kısaca bugün "kültürel tezahürler" olarak adlandırdığı­mız her şeyi inceler.

Böyle bir soruşturma şüphesiz geleneksel felsefenin konu­su olan metafizik araştırmaya aykırı, yeni bir şeyi temsil et­mektedir. Onda "çağdaş" pozitivizmin öncüsünü görmek belki İslam kültürü, daha kesin bir ifade ile lslam felsefesi içinde lbni Haldun'un eserini değerlendirmenin en iyi yolu değildir. Onun ait olduğu uygarlığın son günlerini yaşadığı­nın bilincinde olduğunu söylemek olaylar olup bittikten son­ra (post eventum) yapılan kehanet sınıfına girer ve bu, baş­ka yerde, özellikle lran'da şüphesiz farklı olan ve daha uzun yüzyıllar boyunca varlığını sürdürecek olan bir lslam uygar­lığının ve lslam felsefesinin yaşayacağı parlak atılımı tama­men gözden kaçırmak demektir. Ibni Haldun'a spekülatif fel­sefenin binasını yıkarak tercihini "gerçek" yönünde yaptı­ğı övgüsü yapılmaktadır. Ancak bu "gerçek"in ne olduğu ve onu karşılamak üzere hangi Arapça kelimeyi düşündüğümüz üzerinde anlaşmamız lazım. Çünkü eğer "gerçek" denen şeyi birdenbire bilinemezciliğin dayattığı boyutlara indirgersek, bir iddiayı kanıt olarak kullanma hatasına (petition de principe) düşmüş oluruz. Metafizikçinin kendisi de "gerçek"e sa­hip olduğu düşüncesindedir. Yalnız önemli olacak olan şey başta dediğimiz gibi hikmet-tarih ile tarih felsefesi arasında özenle ayrım yapılmasıdır. Birincisi bu dünyaya duyusal-üstü dünyaların tanrısal güçlerinin müdahele ettiğini farz eder. ikincisi her türlü aşkınlığı dışarıda bırakan bir nedensellik üzerine kurulabilir. O birincinin radikal bir laikleştirilme­si olabilir ve lbni Haldun'un eseri bu tür bir laikleştirme ve­ya dünyevileştirmeyi temsil etmektedir. Şii felsefesi ise bugü­ne kadar felsefe tarihçilerinin hemen hemen pek dikkatlerini çekmemiş olan bir hikmet-tarih ileri sürmüştür. Buna karşı­lık lbni Haldun'un alayları onu metafizikçilerin Kutsal-Ruh'a özdeş kılınan faal akıl ile insan aklının birleşmesinden anla­dıkları ve yaşadıkları şeye tamamen yabancı göstermektedir. Onda Kutsal-Ruh fenomenolojisinin yerine bir sosyoloji geç­miş bulunmaktadır: Kutsal-Ruh'un aşkın hipostazı yerine sa­dece tarihsel insanlıkta içkin bulunan bir evrensel aklı tanı­yan bir sosyoloji.

Bu anlımda lbni Haldun bazı ateşli hayranlarına kuşaklar

arasındaki farkların kendisine farklı ekonomik hayat tarzla­rının bir yansıması olarak görünmesi ölçüsünde Kari Man:'ın bir öncüsü olarak görünebilmiştir. Bunun antitezini hatır­latmak, insanlığın sosyal, ekonomik, politik hayatını tam da her türlü deneysel veriden önce kendisine hayatının ve kade­rinin anlamını açan bir ilk algıya dayanarak düzenleyip dü­zenlemediğini sormak fuzuli bir soru mudur? İslam felsefe­si ve maneviyatı bu soruya cevap vermiş ve insanın yöneli­minin eksenini tayin etmiştir. Simya kadar belirleyici önem taşıyan bir bölümde tbni Haldun'un gerçek sorunun ötesine geçtiğini görmek anlamlıdır. Çağdaşı Celdeki'nin özü itiba­riyle doğa ve insana ilişkin manevi bir bilim olarak muazzam bir simya binası geliştirmesine karşılık tbni Haldun simyada "üfürükçülük"ten başka bir şey görmemiştir.

Kısaca tbni Rüşd'ün ölümünden sonra manevi lslam'a ger­çek ereğini gösteren tbni Arabi mi olmuştur, yoksa tbni Hal­dun mu? Günümüzün radikal bunalımının uzak nedeni tbni Haldun'un takip edilmemiş olması olayı mıdır? Yoksa tersine o çağdaş dünyevileştirmenin lbni Haldun'un prog­ramını gerçekleştirirken tbni Arabi'nin eskiden temsH etti­ği ve halen bugün de temsHetmeye devam ettiği şeyin orta­dan kalkmasına katkıda bulunmasından mı ileri gelmekte­dir? Her iki durumda da filozofun karşısına çıkan soru "tan­rısal bilimler"in "insan bilimleri"ne indirgenmesinin insan kaderine cevap verip vermediği sorusudur. Burada söz ko­nusu olan sadece İslam felsefesinin kaderi değildir, tslam'ın bu dünyadaki misyonunun kendisi, onun on dört yüzyıl bo­yunca bu dünyada yüklendiği tanıklığın geçerliliğidir. tbni Haldun'un eserinin şüphesiz trajik olan büyüklüğü, bize bi­lincimizi bu sorulan sormaya sevketmesi olayında yatıyor görünmektedir.


iKiNCi BÖLÜM
TaSavvuf Metaf1Z1G1

Tasavvuf sadece felsefeden başka bir şey teklif etmekle kal­maz, aynı zamanda kendine göre sınırlandırıcı (limitatiD bir akılcılıkla özdeşleşmiş olması ölçüsünde onun en canh bir eleştirisini yapar. Öte yandan tasavvuf, felsefe ile metafi­ziğin birbirlerine özdeş olmamaları ölçüsünde tüm bir me­tafizik de içerir. Toplu bakışta belirttiğimiz gibi burada "ta­savvuf metafiziği" denen şey genel olarak "nazari tasavvuf' terimi ile anlaşılan şeye karşılıktır. Nasıl bir Maitre Eckhart'sız bir Alman felsefe tarihi olması mümkün değilse ay­nı şekilde bir lbni Arabi de bir lslam felsefe tarihinin dışın­da tutulamaz. Bu metafiziği daha önceki düşünürlerin me­tafiziğinden ayıran şey, çok kısa bir şekilde söylemek gere­kirse, ilmü'l-yakfn (kuramsal bir bilginin sonucu olan ke­sinlik, örneğin ateşin özelliklerini bilmek) ve hakkü'l-yakfn (şahsen yaşanan bir hakikatin kesinliği, örneğin bizzat ken­disinin ateş olması) teknik terimleri ile işaret edilen mesafe­dir. Tasavvuf metafizikçilerinde son derece karmaşık evren şemalarıyla karşılaşmaktayız (örneğin Yahudi Kabbalacılarının nazariyeleriyle birleşen Arş hakkındaki nazariyeler), ancak hiçbir zaman iç manevi hayattan soyutlanmış kuram­sal bir bilgi söz konusu değildir. Bu açıdan bakılırsa, nasıl varlık tarzı (modi essendi) ile bilgi tarzı (modi intelligendi) birbirlerinden ayrılamazlarsa metafizikle mistik antropolo­ji de birbirlerinden ayrılamazlar. Nasıl ki bir aşk mistisizmi tüm bir metafiziği ihtiva edebilirse nazari bir mistisizm ay­nı zamanda bir aşk mistisizmi olabilir.

lşrakilerin Aristotelesçilerin felsefelerine göre olan mane­vi mevkilerinin (situs sprituel) tasavvufçuların Kelam'a olan manevi mevkilerinin aynı olması ölçüsünde aradaki sınırın belirsiz olduğunu daha önce hatırlattık. Bir İşraki kelimenin geniş anlamında bir s-0.fi olarak göz önüne alınabilir. O şüp­hesiz s-0.filere, Kelamcılara veya akılcı filozoflara olabilece­ğinden daha yakındır. Bununla birlikte saf ve basit halde bir s-0.fi olarak ele alınamaz.

Tasavvufun kaynağı ile ilgili olarak benimsenen tez ne olursa olsun bu bölümde Sünniler ve Şiiler yer alacaktır. Her ikisinin de ortak yanlan tasavvuflandır. Ancak bu kısa say­falar boyunca kesinlikle bir tasavvuf tarikatlari tarihini yaz­maya teşebbüs söz konusu olmayacaktır. Onlardan ancak zaman zaman söz edeceğiz.

Ayrıca iki olaya dikkat çekmemiz gerekmektedir. Çün­kü bu olaylar bizi tasavvufun lslam'da mistik maneviya­tı tek başına kapsamadığını göz önüne almaya zorlamak­tadır. Önce biraz yukarıda sözünü ettiğimiz lşrakiler ola­yı var. Şiilerde özellikle Molla Sadra'dan itibaren İşrakîlerle karşılacağız. Sonra maneviyatlarının (batınilik, derunilik) kaynağı kutsal imamlardan bu yana aktarılmış öğre­tim olan ve burada tahliline giremeyeceğimiz nedenlerden ötürü Safevî çağından itibaren tasavvuf ve s-0.filer (s-0.fiye) kelimelerinden ziyade irfan ve 'urefa kelimelerini kullan­mayı tercih eden bu aynı Şiilerin olayı var. Bir maneviyatçı "tarikat"e girme mecburiyeti olmaksızın Şiiliğin Şiilik ola­rak Şii maneviyatı için "tarikat" olması ölçüsünde Şiiliğin içinde maddi izler, arşiv belgeleri bırakmamış olan bir ta­savvuf var.

Nihayet burada aralarında hiçbir geçiş olmayan bölmeler gibi bir şeyi düşünmekten kaçınmak gerekir. XIII. yüzyıldan günümüze kadar lbni Arabi'nin öğretisi lşrakiler kadar süfiler, 'urefa kadar hükema üzerinde varlığını hissettirmektedir.

1.   Ruzbihan Bakli Şirazi

Bu çok büyük mistiğin önemi ve rolü, Iran tasavvuf ta­rihindeki mevkii ancak eserlerinin yakın zamanlarda ya­yımlanmasından bu yana ortaya çıkmaya başlamıştır. Şiraz bölgesinde yer alan bir kasaba olan Pasa'da 522/1128'de doğmuş, 606/1209'da Şiraz'da ölmüştür. Kısmen lbni Ara­bi'nin çağdaşı olmuştur ve Hallac'ın bir eserinin tek nüs­hasının muhafazasını ona borçluyuz. Ancak kişiliğini ve öğretisini tanımlamak üzere onu Hallac'la lbni Arabi ara­sına yerleştirmek kafi değildir. lnsanj aşkla ilahi aşkı kar­şı karşıya getiren bir çileciliği reddetmesi ile önceki sftfilerden ayrılmaktadır. Onların ikisini bir ve aynı aşkın iki biçimi olarak görür. Onda insani bir "nesne"nin ilahi bir "nesne"ye nakli değil, "özne"nin tam bir dönüşümü (metamorphose), biçim değiştirmesi (transfiguration) söz konu­sudur. "Sadıklann Yasemini" adlı eseri bir yandan güzelli­ğin peygambersi anlamını sergiler; lslam peygamberini gü­zellik dininin peygamberi olarak temaşa eder. Diğer yan­dan Platoncu bir esinlenmenin tüm imkanlarıyla ezeli-ebedi Şahit ve ezeli-ebedi Nişanlı büyük temalarını birleştir­mek üzere aşkın yaratım öncesi kaynağına yükselir. Bun­dan (gerek Arapça gerek Farsça mistik destanda Tristan ve lsolde'un karşılığı olan) Mecnun ve Leyla çiftinde öznenin dönüşümünün tipleştirilmesi ortaya çıkar. Aşkının doruk noktasında Mecnun "Tanrı'nın aynası" olur. Sevenin bakı­şı sayesinde sevilende kendi ezeli-ebedi yüzünü seyreden, Tanrı'nın kendisidir.

Rüzbihan'ın Fedeli d'Amore gibi lbrani Leon (Leon l'Hebreu) 1 ile benzerliğini gösteren bu öğretinin kayna­ğında tüm nazari tasavvufun gıdasını teşkil etmiş olan kudsi hadiste ifade edilen metafizik sezgi vardır: "Gizli Hazine" bilinmek ister ve bilinmek ve kendisini yaratıklannda tanımak için evreni yaratır. Ruh, Kutsal Ruhların, varlıkların yaratım öncesi tinsel örneklerin kendisiyle var­lıklarını devam ettirdikleri ilk varlıktır. Şüphesiz her var­lık zerresi, kendisine kaynağını vermiş olan Nür'u tema­şa etmeye dalmış bir gözdür. Ancak bu safhada ilahi Var­lık kendi kendisini kıskanır. Kendini açtığında, kendini kendisine nesne haline getirdiğinde artık kendi kendisi­nin Şahidi değildir. Onun kendisi dışında bir Şahid, ken­dinden bir başka olan vardır ve bu ilk Perde'dir. Bunun sonucunda ilahi Varlık tekrar kendisine kavuşmak ister. Bu Ruh'un kendisini seyretmesine engel olur ve onu ken­di kendisini seyretmeye yöneltir. İşte bu kendisinin kendi tarafından görülmesi ikinci Perde'dir. Perde sınavı Yaratım'ın ve Kutsal Ruhlar'ın bu aleme inişlerinin anlamının kendisidir. Sınavdan geçmek mistik için Tanrı'nın kendi kendisini seyrettiği bakış olarak kendisi hakkındaki bilgi­sini keşfetmektir. O zaman perde, ayna olur. Çünkü Tanrı Yaratım'dan bu yana kendisinden başka olan bir dünyayı hiçbir zaman seyretmemiştir. Ondan dehşet duyar. Ancak Tanrı'nın kendileriyle kendi kendisinin Şahidi olduğu Şa­hitler olma bilincine ulaşanlar, Tanrı'nın kendileriyle ev-

1 İbrani Leon (veya Fransızca karşılığıyla Leon l'Hebreu), Yahudi asıllı devlet adamı, filozof ve Kutsal Kitap yorumcusu Don Isaac Abravanel'in oğludur. Liz­bon'da 1460-1520 yıllan arasında yaşamıştır. Hekim, şair ve filozof olup Platoncu bir mistisizmin izlerini taşıyan Dialoghi d'Amore'nin yazandır. Bu eser döneminde büyük yankı uyandırmış ve birçok dile çevrilmiştir.

rene baktığı gözlerdir. Burada daha şimdiden lbni Arabi'ye oldukça yakınız.

Bir dostunun isteği üzerine Rüzbihan elli beş yaşınday­ken gençliğinden bu yana gördüğü rüyaların günlüğünü kaleme almıştır. Bu belki tüm zamanların mistik litera­türünün tek örneğidir. Onda büyük meleklerin (Archanges), göksel biçimlerin, peygamberlerin, kızıl şafakların, gül bahçelerinin görülmesi söz konusudur. Tüm bu mane­vi günlük (diarum sprituale) aynı zamanda hem "var olan", hem "var olmayan" insan lmge'sinin ikiz anlamı (amphibolie) teması üzerinde bir dizi 'çeşitlemedir. Her duyu­lan, görülen, işitilen şey bir ikiz anlamdır, ikili bir anlama sahiptir, çünkü o görülmeyeni, işitilmeyeni açığa vurur. Saf özün soyulup ortaya çıkarılması (tenzih) ile bir çeliş­ki meydana getirmeksizin yaratıklarının güzelliğinin yan­sıtıcı (theophanique) işlevi zaten budur. Rüzbihan'ın dü­şüncesi kavramsal bir diyalektikle değil, bir imgeler diya­lektiği ile ilerler. Kitaplarını çevirmek zordur, ancak onlar her türlü hayal gücü metafiziği açısından temel bir öneme sahiptir. Rüzbihan aşın heyecanlılığı sonucu "yıkıcı para­dokslar", mistiklerce söylenen "şathiyat"ın adamı olmuş­tur. Tasavvuf üstadlarımn belli başlı sözlerini önce Arapça olarak derlemiş, sonra öğrencilerinin isteği üzerine onları Farsça olarak genişletmiştir. Zamanının tasavvufunun sis­tematik bir geniş özetini teşkil eden bu eser çok hacimli ve çevirilmesi zor bir eserdir.

Rüzbihan tarikatı Şiraz'da birçok kuşak boyunca devam etmiştir. Çok yakınlarda türbesi muhteşem bir şekilde res­tore edilmiştir. RO.zbihan'in eserini iyi inceleyen biri, ünlü hemşerisi büyük şair Hafız'm (791/1389) Dfvan'mın günü­müzde nasıl lran sO.ftlerince mistik bir Kitab-ı Mukaddes gi­bi okunabildiğini anlayacaktır.

2.    Nişaburlu Attar

Rfizbihan güney-doğu İranlı idi. Feridüddin Attar ise lran'ın kuzey-doğusundan biri, bir Horasanlı'dır. Nişabur'da doğum tarihi üzerinde hemen hemen bir uzlaşma varsa da maalesef bu dünyayı terkedişinin kesin tarihini tespit et­mekte belli bir güçlük söz konusudur. Uzun bir gelenek ölüm tarihi olarak 627/1230 veya 632/1235 yılını kabul et­mektedir. Bu durumda ona olağanüstü uzun bir ömür tanın­mış olmaktadır. Helmut Ritter ise 589/1193 tarihini öner­mekteydi. Ancak bu sefer de belki bu süre fazla kısadır. Her neyse burada bu sorun kesin karara bağlanmayacaktır.

Hayatının eserini lran'ın en büyük mistik şairlerinden bi­ri olan bu insana adayan H. Ritter, Attar'ın eserinin Doğu­lu bir şairde ender raslanan bir özelliği gösterdiği noktası­na işaret etmişti:Bu kendisinde bir iç gelişmenin merhale­lerini izlememizin mümkün olduğu bir eser olma özelli­ğidir. Ritter'i izleyerek Attar'ın iç biyografisinde esas ola­rak üç merhale ayırt edeceğiz: Birincisi şairin inanılmaz bir malzeme toplayarak hikaye sanatında giderek ustalaştı­ğı gençlik dönemi, ikincisi anafor tekniğinin bütün araçla­rıyla ortaya çıktığı, şairin sanatının dünya literatüründe sa­yı ve hacim bakımından benzerlerine ancak güçlükle rast­lanabilecek olan eserlerde kendini gösterdiği dönem, niha­yet üçüncüsü Şii ihtiyarlık dönemidir. Burada maalesef ne Attar'ın Şiiliğe geçişi önemli olayı üzerinde, ne de ister ha­kiki, ister {bir Attar II ile olan isim benzerliğinden dola­yı) ona aidiyeti şüpheli olan eserlerinin ayrıntıları üzerin­de uzun uzun duramayacağız. Hakiki eserlerini tespit et­mek zor değildir, çünkü Attar'm kendisi son eseri olan Lisanü'l-Gayb'te (Bilinmeyenin Dili) bunları zikretmiştir: Bun­ların sayısı on beşten biraz fazladır. Başlıcaları llahi-name (llahi Kitap), Mantıkü't-Tayr (Kuşlann Dili), Musibet-name

(Bela Kitabı), Esrar-name. (Sırlar Kitabı), Uştur-name (Deve Kitabı) vb. Kurucusu olarak kabul edilmesi mümkün olan Hakim Sana'i'den (545/1151 civarında ölmüştür) sonra Attar, Cami (bkz. s. 104) ile birlikte Fars tasavvuf destanının en önemli temsilcisidir. Bu destanın sürekli bir hikaye oluş­turabileceğini açıklığa kavuşturalım. O bundan başka is­ter konusunun bu konuyu örneklerle gösteren hikayelere aynlmasıyla, ister keşfi okuyucunun tahminine bırakılmış olan görünmez bir bağla birbirlerine bağlanmış olan hika­yelerin birbirlerini takip etmesi ile mistik bir rapsodi şekli­ni de sergileyebilir.

llahi-name ve (Simurg'un olağanüstü mistik yolculuğu­nu hikaye eden) Kuşlann Dili Fransızca'ya çevrilmiş olduğu için bir fikir vermek üzere burada bütün diğerleri gibi he­nüz herhangi bir Batı diline bir çevirisi olmayan Musibet-name'nin çok kısa bir tahlilini vermeyi istiyoruz. Bu esas itiba­riyle bir inziva döneminin mistik tefekkürü esnasında ru­hun yolculuğunun hikayesidir. Bu inzivanın kırk gününe ruhun kırk durağı tekabül eder. "Zihinde yolculuk" insanın etten ve kandan fazla bir şey olduğunu, evreni içinde taşıdı­ğını veya daha ziyade evrenin kendisi olduğunu keşfetme­sinin aracı olur. Yolcumuz gece gündüz dinlenmez. Bir sür­günün kalbini kırıp geçiren acıya çare bulmak amacıyla sı­rasıyla dört büyük melekten, Cebrail, Israfil, Mikail ve Azra­il'den, sonra kozmik Arş'ı (Kürelerin Küresi) taŞıyan melek­leri temsil eden Melek'ten, Sabit Yıldızlar küresinden, Levhi Mahfuz'dan (Alem ruhu), Kalem'den (Akıl), Cennet'ten, Cehennem'den, gökten, Güneş'ten, Yer'den, dört unsur'dan, Nuh'un gemisinin üzerine konduğu dağdan, denizden, ma­denlerden, bitkilerden, vahşi hayvanlardan, kuşlardan, Şeytan'dan, nihayet ruhlardan, insandan, Adem'den ve Muhammed'e gelinceye kadar diğer peygamberlerden, duyu al­gısından ve aklın kavrayışından yardım ister. En sonunda

kalp ve ruhun durağına gelir ve burada kendisine şu söy­lenir: "Sonuçta benim olan denizin kıyısına gelinceye ka­dar bütün evreni boşuna dolaştın. Aradığın şey, sendedir. Seni ondan ayıran yine sensin. Benim olan bu denize gir ve onda yok ol." "Niçin o kadar uzaklara kadar gitmek zorun­da kalmıştır?" "Değerimi bilmeyi öğrenmen için." Bilge biri ona şöyle açıklar: "Senin arayışının kendini arayan bir Tan­rı dostunun arayışı olduğunu anlamalısın." O zaman yolcu bütün evrenlerin kendisinde olduğunu anlar. Nihayet ruhu­nun sımm bilir. O zamana kadar Tanrı'ya doğru yolculuk etmişti, bundan böyle Tanrı'da yolculuk edecektir. Sonuç sadece diğer destanların değil, aynı zamanda bütün mistik metafizikçilerin sonucuyla birleşir (Üçüncü Bölüm madde 9'da Molla Sadra'da "dört manevi yolculuk"a bakınız)..

Büyük destanlarının ve mutasavvıfların hayat hikayele­rini içeren geniş bir eserin (Tezkiretü'l-Evliya) dışında Attar geniş bir derleme, Farsça kaleme alınmış binlerce beyit­ten meydana ' gelen bir Divan bırakmıştır. Bazıları bir mey­dan okumanın ateşliliğine sahiptir: "Sık sık Mubidlenn ma­bedini ziyaret eden kişi hangi mezheptendir?Hangi iba­dete uymaktadır? -Ben İyi ve Kötü'nün, küfr ve dinin, teori ve pratiğin ötesindeyimÇünkü bütün bu şeylerin ötesinde daha birçok merhaleler var."

Burada Eski Pers dünyasının zerdüştçü Mazdeizm'inden gelen ve Sühreverdi'nin İşrakilik'i ile gizli yakınlıkları da açı­ğa vuran canlı bir imgeler ağının teşekkül ettiğini görüyo­ruz. Mubidler mabedi, Mubidlerin başrahibi ve başrahibesi, Mubidlerin oğlu, Mubidler şarabı, bütün bunlar sembo­lik olarak tasavvufun kavram ve pratiklerine işaret eden de­yimlerdir.

Şüphesiz Batı'da apriori olarak Mazdeizm'in İslam lran'ı üzerinde hiçbir etkisi olmadığı kabul edildiğinden bu sözlü­ğün önemini küçümseme eğilimi var olmuştur. Ancak İran

tasavvufunun üstadlarının görüşü haklı olarak tamamen farklıydı. Attar'ın mazdekçi sembolizm taşıyan bu gazelle­ri İran Safevi hanedanının atası olarak kabul ettiği Şeyh Safiyüddin Erdebili (735/1334) tarafından uygun bir biçimde şerh edilmiştir. Onu burada anıyoruz, çünkü bundan son­raki sayfalar boyunca İranlı 'urefa grubuna mensup bir di­ğer şeyhin (Esferayin'de 866/l461-l462'de ölmüş olan) şeyh Azeri Tüsi'nin şerhleri üzerinde duramayacağımız gibi bu konuya da bir defa daha dönme fırsatımız olmayacaktır.

3.    Ömer Sühreverdi

Her ikisi de (lran'ın kuzey-batısında yer alan Zencan eya­letindeki) Sühreverd şehrinden gelmekle birlikte Bağdat'ta yerleşmiş büyük tasavvuf şeyhi Şihabüddin Ömer Sühreverdi ile eski Pers felsefesi ve teosofisinin yeniden canlandırıcı lşrakilik şeyhi Şihabüddin Yahya Sühreverdi'yi (587/1191) birbirine karıştırmamak gerekir. Şihabüddin Ömer Sühreverdi 539/1145'de doğmuş, 632/1234-1235'de Bağdat'ta öl­müştür. Tasavvuf yolundaki ilk adımlarına amcası Ebu'l Ne­cip Sühreverdi (ölümü 563/1167-1168) kılavuzluk etmiştir. Her ikisi de günümüze kadar varlığını sürdürmüş olan süfi Sühreverdi tarikatının kuruculanndandır.

Esas itibariyle büyük bir süfi şeyhi olmakla birlikte Ömer Sühreverdi birçok bakımdan felsefe tarihini ilgilendirmek­tedir. Yunan felsefesine veya daha doğru bir ifadeyle Yunan tarzında felsefe yapan filozoflara, yani fe lasifeye karşı bir eser yazmıştır (bu eser Mu'inüddin Yezdi tarafından 774/ 1372-1373'te Farsça'ya çevrilmiştir). Eserle ilgili herhangi bir ön inceleme mevcut olmadığı ve yazmalarına ulaşmak da zor olduğu için burada onun niyeti hakkında bir açıkla­maya girişemeyeceğiz. Bununla birlikte eserin bölümlerin­den birinin "ikinci doğuş"u ele alması ve öte yandan Ömer

Sühreverdi'nin Avarifü'l-Maarif (Manevi Bilgilerin Faydala­n) adıyla kaleme aldığı mükemmel tasavvuf sistematik ge­niş özetinin de kendi felsefi öğretisini içermesi durumunu göz önüne alarak bu niyeti sezebiliriz. lkna olmak için ese­rin zihin, ruh ve aklı ele alan LVI. bölümünü okumak ka­fidir. Bu sistematik geniş özetin kendisi yüzyıllar boyu ta­savvufun sürekli okunan bir el kitabı olarak kalmıştır. Eser XIII-XVI. yüzyıllar arasında Farsça ve Türkçe çeviri ve şerhlerin konusu olmuştur. Bütün süfiler onu okumuşlar­dır. Yazmaları bol olmakla birlikte maalesef hala gerçek bir edisyon kritiği mevcut değildir.

Ömer Sühreverdi'nin eserinin felsefeyi ilgilendiren bir başka cephesi vardır: Sözünü ettiğimiz, Jütüvvet üzerine iki risalesidir. Arapça olan bu kelime (Farsça'sı civanmerdi), "gençlik, delikanlılık" anlamına gelir. Feta, civanmerd, genç adamdır. Ancak teknik kullanımında kelime fizik yaş de­ğil de manevi gençlik anlamına gelir. Fütüvvet lslam'da batıniliğin sosyal gerçeklikle özel ilişkisinin aldığı biçimi ifa­de eder. Diğer süfilerin onu tasvir ettikleri şekilde bu fe­nomen kaynağını tasavvufta bulur ve meslek faaliyetlerine uzanır (fütüvvet aynı zamanda Batı'daki şövalyelik ve lon­ca kavramına tekabül eder). Kaynağını tasavvur etmeye yö­nelik sembolik hikayeye gelince, ileride Hüseyin Kaşifi'nin eseri vesilesiyle ona tekrar dönme fırsatımız olacaktır. Bu­rada esas olarak şu noktaya dikkat çekeceğiz ki tasavvufun dışına taştığında fütüvvet bütün mesleki faaliyetleri kutsal­laştırmaya, onların hareketlerini törensel fiillere dönüştür­meye yönelir. Fütüvvete bir giriş (initiation) merasimi ile girilir. Bu merasimin adayın aralarında seçim yapmak du­rumunda olduğu üç şekli vardır. Söz vermek suretiyle gi­riş şekli, kılıç almak suretiyle giriş şekli ve nihayet merasim kupasından içmek suretiyle giriş şekli. Birbirlerine bir kar­deşlik andı ile bağlanmış olan lonca mensuplarının faaliyeti

bir şövalyelik hizmeti seviyesine yükselir. Her mensup bir civanmerddir.

Ömer Sühreverdi'nin Abbasi halifesi Nasır Lidinillah'm (575/1180 652/1225) ilahiyat danışmanı olduğunu hatırla­tacağız. İmamcı, hatta lsmaili Şiiliğine karşı güçlü sempatile­ri olan halife lslam dünyasının bir ucundan diğerine fütüvveti manevi aileleler arasında bir bağ yapma, pan-lslamcı fütüvvet gibi bir şey yaratma yönünde büyük bir proje tasar­lamıştır. Aristokratik bir fütüvvet, bir "saray fütüvvet"i diye adlandırılan şey ortaya çıkmıştır. Ancak bu aristokratik şö­valyelik yalnız başına onun Batı'daki bir şövalyelik tarikatinin aynısı olduğu görüşünü haklı çıkarmaz. Çünkü onu an­lamak için fütüvvetin kendisi için kabul ettiği manevi soy ağacına ve ahlakının kurallarına bakmak gerekir. Moğol is­tilaları Nasır Lidinillah'ın büyük projesini maalesef yıkacak­tır, ancak bu felaket kesinlikle manevi şövalyelik olarak fütüvvetin ortadan kaybolmasını doğurmamıştır. Yüzyıllar bo­yu fütüvvet kitapları birbirlerini izlemiştir. Ömer Sühreverdi'nin kitapları çizgisinde kendisi de Sühreverdi tarikatinin mensubu olan Necmüddin Zerküb Tebrizı'nin (712/1313) Fütüvvet-name'sini zikredeceğiz. Şüphesiz bütün bu kitaplar tasavvufun damgasını taşımaktadır. Bunun nedeni fütüvvetin manevi şövalyelik fikrinin tasavvufa nüfuz edişini ifade etmesidir (Batı'da benzeri bir fenomen Rhenan okulu misti­sizminde ortaya çıkmıştır). A ı zamanda fütüvvet, ka ağı itibariyle tasavvufun türemiş bir dalı olduğunun bilincinde­dir. Zaten o bu yolla her birine ona uygun düşen bir fütüvvet biçimi teklif ederek çeşitli zümre ve mesleklere nüfuz edebil­miştir. Gerçekten o lslam toplumuna teklif edilen bir manevi ideal doruğunu temsil etmektedir.

Ayrıca fütüvvet fikrinin Şiiliğin velayet fikrinden ayrıla­maz göründüğünü unutmamalıyız. Velayet kelimesinden şövalyece bir hizmet türüne dayanarak Tanrı ile insan ara­sında ilişkiyi düzenleyen ilahi dostluk andını (Farsça dustf), Tanrı Dostları Andı'nı (Dustdn-ı Hakk) anlamamız gerekir. Ne yazık ki kelimeyi vilayet diye okuma alışkanlığını sür­dürür ve onu da "ermişlik, velilik" diye çevirirsek her şey değişir. Velayet, Tanrı'nın girişimi ile "Tanrı Dostları"nda birinden diğerine aktarılır. "Aktarılabilir" bir ermişliğin, veliliğin ne anlama gelebileceği görülmemektedir.

Ömer Sühreverdi'nin tasavvuf üzerine etkisi büyük ol­muştur. Burada ancak iki ada işaret edebiliriz: Şeyhimizin Zadü'l-Musafir (Yolcunun Azığı) adlı küçük bir tasavvuf el kitabı yazmış olan oğlu Muhammed lbni Ömer (dördüncü Sühreverdi) ve Misbahü'l-Hidayet (Doğru Yolun Sabah Işığı) adlı Farsça önemli bir eser bırakmış olan lranlı süfi lzzüddin Mahmud Kaşani'nin (735/1334-1335) adlarına.

4.    lbni Arabi ve Okulu

Bundan önce gelen kişiler kısmen lbni Arabi'nin çağdaş­ları idiler. Bu dünyadan ayrılış tarihleri bize bunu göster­mektedir. Şimdi ucu bucağı olmayan bir denizin kıyısına, doruğu bulutlar arasında kaybolan bir dağın eteğine varı­yoruz. Bütün bu benzetmeler doğrudur, çünkü bütün za­manların en büyük keşf sahibi teosoflarından biri olan lbni Arabi'nin eseri gerçekten devasa bir büyüklüktedir. Han­gi itiraf edilmemiş bir önyargıdan kaynaklandığı bilinme­yen, bu eserin ortaya çıkışında tasavvufun altın çağının so­na erişini gören yanlış bakış açısını tamamen yıkmak gere­kir. Bu görüşün tersine, bu eserle birlikte yeni ve özgün bir şeyin, ancak lbrahimi batıniliğin bünyesinde ve onun üç dalı arasında da lslami batıniliğin bünyesinde ortaya çıkma­sı mümkün olacağı kadar özgün bir şeyin başladığını söy­leyebiliriz. Yunan tarzındaki filozofların felsefesi, skolastik­lerin Kelam'ı, ilk dindar süfilerin çilesi, bütün bunlar naza­ri bir metafiziğin ve şimdiye kadar görülmemiş bir keşf gü­cünün seli içinde akıp gitmişlerdir. O zaman mistik teosofinin altın çağı başlamıştır. lbni Arabi'nin teosofisi ile Şühreverdi'in işraki teosofisi arasında çok açık bağlar vardır. Kut­sal imamlardan çıkmış Şii teosofisiyle birleşecekleri zaman lran'da (Haydar Amuli, lbni Ehi Cumhur, Molla Sadra vb. ile) imkanlan günümüze kadar hala tüketilmemiş olan Şii metafiziğinin büyük hamlesi gerçekleşecektir.

lbni Arabi lspanya'nın güneyinde Mürsiye'de 17 Ramazan 569/28 Temmuz 1165'de doğmuştur. tık eğitim ve çıraklık yıllanm lspanya'da geçirmiştir. On yedi yaşında iken lbni Arabi filozof lbni Rüşd'le olağanüstü bir konuşma yapar. lbni Rüşd'ün küllerinin Kurtuba'ya nakledileceği güne kadar bir daha birbirleriyle karşılaşmayacaklardır. lbni Arabi bu merasime kanlmış ve bu vesileyle irticalen birkaç dokunak­lı beyit söylemiştir. Bu beyitlerinde lslam felsefesi ve mane­viyatının kendisiyle birlikte alacağı istikametin bir ön işareti görülebilir. lbni Meserre'nin okulu olan Almeria okulunun eğilimi üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bu okul lsmaili ve Şii davetçilerin öğretimini içinde bulundurmaktaydı. Bun­dan dolayı daha sonra Molla Sadra ile birlikte Isfahan okulu lbni Arabi'nin öğretilerini kabul ettiğinde gördüğümüz şey kaynağa yeniden dönüşün meydana getirdiği muhteşem da­iredir. Bu arada metni harfi harfine almaktan uzaklaşan bi.:. ri için İspanya'da kalmak imkansızlaşmaktaydı. İbni Arabi Doğu'ya gitmeyi tercih etti. Bir sembol değeri verdiği bir göç gerçekleştirdi. Hayranlık verici dolu bir hayat ve üretken bir yazarlık faaliyetinden sonra 28 Rebiülahir 638/16 Kasım 1240'ta Şam'da dostlanyla çevrilmiş olarak huzur içinde öl­dü. lki oğlu ile birlikte orada, Kassiyun dağı eteğinde gömü­lüdür ve mezan günümüze kadar çok sayıda hacı tarafından ziyaret edilmektedir.

Burada birkaç satırla lbni Arabi'nin öğretilerini özetlemek söz konusu olamaz. Sadece birkaç dokunuşla bazı esas nok­talar üzerinde duracağız. Onun sisteminin temelinde, de­yim yerindeyse, bütün hikmetlerde, irfanlarda (gnose) oldu­ğu gibi bilinemez, hakkında bir şey söylenemez ve dile geti­rilemez saf bir Öz'ün sım yatmaktadır. Tanrısal tecelliler se­li işte bu dipsiz uçurumdan çıkar ve ilahi Sıfatlar kuramı on­dan doğar. tbni Arabi bu noktada Tanrı'ya herhangi bir sı­fat izafe etmeyi yasaklayan negatif teolojinin (theologie apopathique) yasa ve sonuçlarını kararlı bir şekilde sürdüren lsmaili ve Oniki imam Şiiliğinin teosofileri ile derin bir uyum içindedir. Ismaili teosofinin varlığın ötesinde üst-varlık (super-etre) olarak varlığın kaynağı kavramını devam ettirme­sine karşılık lbni Arabi bu ifade edilemez olana Saf Nur adı­nı verdiğinde veya onu Salt Varlık'a özdeş kıldığında bir ko­pukluk mu meydana gelmektedir? Bu veya diğer yorumdan kendisi ile ilgili olarak birçok yanlışın yapıldığı varlığın aş­kın birliğinin (vahdet-i vücud) anlamı çıkar.

Bu ilahi uçurum, bilinmek isteyen ve kendilerinde ken­di bilgisinin nesnesi olmak için yaratıkları yaratan "gizli hazine"nin sımmiçinde barındırır. Bu ilahi varlığın kendini açığa vurması (revelation) bir üç dereceli ilahi tecelliler di­zisi olarak gerçekleşir. Bu üç derecenin birincisi ancak ima yoluyla kendisinden bahsedilmesi mümkün olan llahi Öz'ün kendi kendisine tecellisidir. Tanrısal Öz'ün kendilerinde ve kendileriyle ilahi İsimler biçiminde, yani mutlak gizin sım içindeki varoluşlarıyla ilgili varlık formlarında kendini ken• dine açtığı ilahi tecelliler toplamı, ikinci tecelli derecesidir. Üçüncü ise ilahi İsimlere somut ve görünen bir varlık vere­rek somut bireysel formlarda ilahi tecellidir. Öz'ün kendisi olan bu İsimler tlahi Öz'de ezelden beri mevcutturlar. Çün­kü onların işaret ettikleri sıfatlar llahi Öz'e özdeş olmamak­la birlikte ondan farklı da değildirler. Bu İsimlere tamamen hipostazlann görünüşüne sahip olan Efendiler (Rablar) de­nir. (Burada III. Hanoh diye bilinen ibrani Hanoh kitabında­ki ilahi İsimlerin süduru düşünülsün.)[6]

Deneysel olarak onları ancak kendi hakkımızda sahip ol­duğumuz bilgi sayesinde biliyoruz. Tanrı bizim aracılığı­mızla bize kendisini tasvir etmektedir. Başka deyişle Ilahi İsimler esas olarak kendi varlık tarzlarında ve kendi var­lık tarzlarına göre kendilerini keşfettikleri ve tecrübe ettik­leri şekilde kendilerini adlandıran varlıklara görelidirler. Bundan dolayı bu İsimler varlık seviyelerini veya planla­rım oluşturan şeyler olarak da adlandırılırlar (Raymondus Lullus'un çevirdiği gibi katlar [hazarat, presencesJ, mev­kiler [dignites] olarak). İçlerinde yedisi isimlerin İmamla­rıdır. Diğerlerine "mabedin muhafızları" (sadana) denir. llahi İsimler kuramı genel hazarat kuramı modelini tek­rar eder. Ilahi İsimler ancak tezahür biçimleri olan varlık­lar (mazharlar, mezahir) aracılığıyla ve bu varlıklar için an­lam ve tam gerçekliğe sahiptirler. Ilahi İsimlerin taşıyıcıla­rı olan bu biçimler yine ezelden beri Ilahi Öz'de var olmuş­lardır. Onlar bizim kuvve halindeki kendi varlıklarımızdır, ayan-ı sabite (hecceites etemelles) olarak, ilk asli örnekler olarak kendi varlıklarımız. [7] Ezelden beri açığa vurulmak,

!anımda Ayan-ı Sabite denir. Bu Plotinos'un Bir Olan'ından sonra gelen ikin­ci hipostaz, yani Akıl veya Nous'a tekabül eder. Bu alemden Tanrı'nın isim­leri ve sıfatları zuhur eder ve bunlar da maddeden ayrı, maddeden bağım­sız, maddesi olmayan ruhlar veya nefsler alemi demek olan Melekiit alemini meydana getirirler. Bu üçüncü kademenin de aşağı yukarı Plotinos'un üçün­cü hipostazı olan Ruh'a tekabül ettiği söylenebilir. Bu Melekiit aleminden sonra gelen alem ise içinde yaşadığımız maddiduyusal, mülk alemi denen alemdir. Mülk alemine duyulan, görülen, duygu ve görgü alemi anlamında Şehadet ve His alemi de denir. Bu sonuncu ise Plotinos'ta varlığın yokluğa kavuşmasından önceki son görüntüsü demek olan maddi-duyusal aleme, do­ğaya tekabül etmektedir. Bu sonuncunun bir hipostaz olarak adlandırılabi­leceği şüphelidir (geniş bilgi için bkz. Abdülbaki Gölpmarlı, 100 Soruda Ta­savvuf, Gerçek Yayınevi, lstanbul 1969, s. 61 vd.).

Haecceitas veya Hecceites: Corbin'in sık sık kullandığı ve Arapça felsefi kar­şılığı olarak ayan-ı sabite'yi verdiği bu kavram hakkında da biraz açıklama ver­meyi yararlı görüyoruz. Haecceitas kavrarm esas olarak Batı Hıristiyan Ortaçağı'nda Duns Scotus'un ortaya attığı bir kavramdır ve kelime anlamı olarak tam kaılığı "şimdi ve burada olmaklık, şu olmaklık"tır (thisness). Bilindiği üze­re Aristoteles'in varlık öğretisine göre asıl var olan veya birincil töz olan şey bi­reydir. Birey ise madde ve formdan meydana gelir. Şimdi bir türün bütün bi­reyleri aynı formu paylaşırlar. Birbirlerinden ise ancak maddeleri ile ayrılır­lar. Örneğin insan türü içine giren bütün insanlarda insan formu veya özü, ya­ni "düşünen hayvan" özelliği ortak olarak bulunur. O zaman insan türü için­deki şu insanı diğerinden, Ahmet'i Mehmet'ten ayıran şey nedir? Aristoteles bu ayırıcı, bireyselleştirici ilkeyi maddede bulunur. Her varlık gibi bir insan da bir madde ve formdan meydana geldiğine ve form insan türünün bütün bi­reylerinde ortak olduğuna göre onları ancak maddeleri birbirlerinden ayırabi­lir. O halde kısaca madde bireyselleştirici ilkedir. Ancak öte yandan Aristote­les'in bilgi kuramına göre bilginin konusu olan şey ise ancak formdur. Çünkü madde belirsiz olandır ve bilinemez. Başka deyişle madde aslında forma göre­li olan şey, kendisi bakımından belirsiz olan şeydir. Bu durumda Aristoteles'in varlık kuramıyla bilgi kurarm arasında ciddi bir çelişki meydana gelmektedir. Çünkü varlık kuramına göre asıl var olan bireylerdir. Bilgi kurarmna göre bi­reyler, bireyler olarak bilinemezler. Bu problemi çözmek üzere Ortaçağ Hıris­tiyan dünyasının ünlü Tanrıbilimcisi Duns Scotus işte bu haecceita kavrarmnı ortaya atmıştır. Scotus maddenin bireyselleştirici ilke olduğu görüşünü red­detmiştir. Çünkü bu durumda birey, birey olarak bilinememekte bu ise hatta Tanrı'nın tek tek bireyleri bireyler olarak bilme imkanını tehlikeye düşürmek­tedir. (Aynı itirazı daha önce de Tanrı'nın bu dünyadaki tikelleri, yani yine bi­reyleri veya tikel olaylan bu özellikleri bilemeyeceği, onları ancak tümel görü­nümleri altında bilebileceği yönünde felasifenin tezlerine karşı Gazali de orta­ya atmış ve hatta bilindiği ünlü Teha.füt'ünde felasifeyi kafir oltnakla suçladığı üç tezden birisini bu tez olturmuştu.) Bu güçlüğü çözmek için Duns Scotus bireyselliği sağlayan şeyin madde veya maddi bir ilke değil, yine form veya formel ilke, örneğin "Sokrateslik" olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre her birey genel olarak bu "Sokrateslik"te olduğu gibi kendisine ait olan ve sadece kendigörülmek isteyenler de işte bu kuvve halindeki varlıklar­dır (individualites). Bu bilinmek isteyen "gizli hazine"nin özleminin kendisidir. Henüz bilinmeyen ilahi İsimleri ve ilahi İsimlerin kendileri sayesinde ve kendileri için bilfi­il tezahür edeceği varlıkları bilfiil varlığa geçiren rahmani Nefes ezeli olarak buradan südür eder. Böylece her varlık gizli varlığında, varlık veren ilahi rahmetin hır nefesidir ve Al-lah ismiRahman, acıyan, esirgeyen adının eşlamlısıdır.

Bu "rahmani nefes"Bulut ('ama) diye adlandırılan çok in­ce yapıya sahip bir kitlenin kaynağıdır. O, aynı zamanda hem bütün biçimleri kabul eden, hem varlıklara formlarım veren bir ilk buluttur. O, aynı zamanda aktif ve pasif, şekil verici ve kabul edicidir. llk bulut, varlık verici rahmet, ak­tif, mutlak veya tecelli eden hayal gücü, bütün bu kelimeler bir aynı ilk gerçekliğe işaret ederler. O yaratılmış ve kendi­sinden her yaratığın yaratıldığı Tanrı'dır (hakk mahluk). O yaratılmış-Yaratan, tezahür etmiş-Gizli, zahiri-Batıni, sonllk vb.'dir. işte bu Figür sayesindedir ki İslam'da hatmi teosofi yukarıda toplu bakışta kısaca temas ettiğimiz nazari ila­hiyat mevkiine yerleşir. Bu ilkBulut'un içinde ilk-Yaratılmış (mahluk evvel, Protoktistos), Muhammed'in Kutsal Ruh'u (ruh muhammedi) diye de adlandırılan muhamınedi Kelam, Muhammed'in metafizik hakikatidir (hakikat muhammediye). Bu Kutsal-Ruh Yeni-Platoncuların, Gnostiklerin, Philon'un ve Origenesçilik'in ilahiyatını kendine özgü özellik­lerle tekrar eden bir Kelam ve Ruh ilahiyatının kaynağı ve menşeini meydana getirir.

Yaratılmış-Yaratan (hakk-halk) çifti ilahi tecellilerin her düzeyinde, "varlığın inişi"nin her derecesinde tekrarlanır.

sine has olan bir bireysellik formuna (şimdi ve burada olan şu varlık olma for­muna, "şu"luğa (haecccit.a, thisness) sahiptir. Şimdi H. Corbin'in bu haecceita kavramının tbni Arabi'nin teosofısinde Tanrı'nın zihninde var olan ilk örnek­ler (archetypes) grubuna (ayan-ı sabite'ye) karşılık oldugunu düşündüğü an­laşılmaktadır. Bunlar bireyselliği olan değişmez örnek fomılar, asli formlardır.

Bu ne bir monizm, ne panteizmdir. Daha çok eğer istenir­se bir teomonizm veya panenteizmdir. Teomonizm sade­ce Yaratan ve Yaratılmış'ı birbirlerine bağlayan felsefi koşu­lu bildirir. Ancak bu ilahi tecelliler seviyesinde böyledir. Bu, Efendiliğin ("Rabb"lik, rububiyyet), yani Efendi (Rabb) ile onu Efendi olarak seçen arasındaki karşılıklı bağlılığın, bi­ri olmaksızın diğerinin varlığını devam ettiremeyeceği bağ­lılığın sımdır. Halılık (uluhiyyet) saf Öz seviyesinde bulu­nur. Efendilik ("Rabb"lik, Rububiyyet), kendisine baş vuru­lan kişisel Efendi'nin ilahlığıdır. Al-lah sıfatlannın bütünüy­le vasıflandınlmış Ilahi Öz'e işaret eden lsim'dir. Buna kar­şılık Rab, Efendi, isim veya sıfatlannın birinde şahıslaşmış ve özelleşmiş ilahi Varlıktır. llahi isimlerin ve lbni Arabi'nin "inançlarda yaratılmış Tanrı" veya daha çok bu inançlarda kendi kendini yaratan Tanrı olarak adlandırdığı şeyin sım budur. Ve bundan dolayıdır ki Tanrı'mn bilgisi gnostik için sınırsızdır. Çünkü Yaratılışın tekran, ilahi tecellilerin değiş­meleri varlığın yasasının kendisidir.

Bu birkaç satır sistemleştirmeye değil, sadece fikir ver­meye yöneliktir. lbni Arabi devasa verimlilikte bir yazar olmuştur. Osman Yahya'mn örnek teşkil edecek nitelikte­ki çalışmasına borçlu olduğumuz eserler listesi, beş yüz el­li tanesi bize ulaşmış olan ve iki bin dokuz yüz on yedi yaz­manın otantikliğine tanıklık ettiği sekiz yüz elli altı ese­ri kapsamaktadır. En tanınmış şaheseri Mehhe Manevi Fe­tihleri Kitabı (Kitabü'l-Futühati'l-Mehhiye) adlı büyük boy üç bin sayfa civanndaki dev eseridir. Bu eserin kritik edisyonu Osman Yahya'mn çabalanyla çıkmak üzeredir. Eser yüzyıllar boyunca bütün Islam filozoftan ve mutasavvıfta­n tarafından okunmuştur. Aynı şeyi bir peygamberler tari­hinden ziyade onlar arasında yirmi yedisinde ilahi Vahy'in ilk, asli örneklerini (archetypes) ele alan nazari bir tefek­kürden ibaret bir eser olan Peygamberlerin Bilgelikleri Mü­cevherleri (Fususü'l-Hikem) adlı özet kitabı (compendium) için de söyleyebiliriz. Eserin kendisi de "vahyedilmiş Kitap olayı" ile ilgilidir, çünkü lbni Arabi onu Peygamber tarafın­dan gökten ilham edilmiş bir eser olarak takdim etmekte­dir. Eserin Sünni ve Şii şerhleri vardır. Osman Yahya (aşağı yukarı yüz otuz tanesi lranlı mutasavvıfların eseri olan) yüz elli tane şerhini saymıştır. Bu şerhler hiç de zararsız yorum­lar değildirler, çünkü lbni Arabi'nin eseri bir yandan ateş­li öğrencilerinin hayranlığını doğurmuşsa, öte yandan tut­kulu düşmanlarının öfke ve ağır eleştirilerine yol açmıştır.

Fusus'un diğer ünlü şerhleri arasında Sünni Davud Kayseri'nin (751-1350-1351) ve (735-1334 ile 751-1350-1351 yıllan arasında ölmüş) ve kendisine aynca Kur'an'ın tasavvufi bir şerhini, tasavvuf sözlüğü ile ilgili bir eseri ve fütüvvet üzerine bir eseri borçlu olduğumuz ünlü Şii düşünü­rü Kemalüddin-Abdürrezzak Kaşani'nin şerhleri vardır. Ay­nı şekilde tüm velayet felsefesini ilgilendiren bir konuda Davud Kayseri'nin acımasız bir eleştirisini de içinde bulundu­ran Haydar Amuli'nin büyük şerhini de zikretmek gerekir.

Basit bir soru: Bütün bu metinler derinliğine incelenme­den lslam felsefesinin eksiksiz bir tarihi nasıl düşünülebilir? Ancak bunun için de ne kadar zaman gerekir?

Burada lbni Arabi okulunun, özet bile olsa, bir tarihini yazmak söz konusu olamaz. Ama Sadrüddin Konyevi'nin (Konyevi, yani Konyalı, eski adı ile 1coniumlu. Ancak ekse­riya yanlış olarak Konevi diye yazılmaktadır) adını zikret­meden de geçemeyiz. Sadrüddin (671/1272 veya 673/12731274) öğretileri düşüncesini derinden etkilemiş olan tbni Arabi'nin hem öğrencisi, hem de damadı idi. Birçok önemli eser bırakmışur. Kişiliği bir çeşit tek başına bir kavşak oluş­turması bakımından büyük değer taşımaktadır. Celalüddin Rumi, Sa'düddin Hamfiyi (veya Hamu'i) ile ilişki içinde ol­muş ve diğer büyük şeyhler yanında büyük Şii filozofu Nasiruddin TO.si ile yazışmıştır. Düşüncesini tahlil etmek için zo­runlu olan hiçbir metni henüz yayımlanmamıştır.

5.    Necmüddin Kübra ve Okulu

Yukarıda İbni Arabi'nin, Doğu'ya coğrafi göçüne sembo­lik bir değer verdiğine işaret etmiştik. Aynı dönemde Cengiz Han'ın Moğol istilası önünde tamamen ters yönde bir hare­ket kendini gösterir: Orta Asya tasavvufunun İran, Anadolu ve Mezopotamya'ya geri dönüşü olayı. Bu Orta Asya tasav­vufuna bu dönemde hakim olan Necmüddin Kübra'mn bü­yük kişiliğidir. Onun öğrencilerinin tbni Arabi'nin öğrenci­leri ile karşılaşması Doğu İslam'ın manevi geleceği için bü­yük ve belirleyici öneme sahip bir olay olmuştur. Bu kar­şılaşmanın geometrik yeri olarak Sühreverdi'nin Doğu nur (ışık) teosofisini gösterebiliriz, çünkü Necmüddin Kübra'mn öğretisi de tecrübi bir Nur mistisizmidir. Nasıl XVI. yüzyılda Batı Rönesansı'nm yakın nedeni, Türkler'in İstan­bul'u fethinden sonra Bizanslı bilginlerin İtalya'ya geri git­meleri olayı olmuşsa, benzeri bir olayın iki buçuk yüzyıl ön­ce burada meydana geldiğini söyleyebiliriz. İşte bundan do­layıdır ki İslam felsefesine Batı felsefesinin dönemlendirmesini uygulayamayız. Öte yandan lran'da safevi rönesansından bahsetmek doğru olsa da moğol rönesansmdan bahset­mek tamaman abartılı olacaktır. Göz önüne alınması gere­ken şey, üstadlar ve okulların teması, meyveleri zamanın kö­tülüklerini telafi edecek olan temaslardır.

540/l l 46'da doğmuş olan Necmüddin Kübra'nın ha­yatının ilk bölümünün tümünü uzun yolculuklar (Nişabur, Hemedan, İsfahan, Mekke, İskenderiye) işgal eder. 580/1184'de Harezm'e geri döner. Tüm faaliyeti, içlerin­de yalnızca on ikisini yakınlan ve dostları kabul ettiği bir­çok öğrencisinin olduğu Orta Asya'da gerçekleşir. Cengiz

Han, Harezm'i kuşatması sırasında ona bir mesaj göndererek kendisine sığınmasını teklif eder. Ancak Necmüddin Kübra uzun yıllardır birlikte yaşadığı Harezm sakinlerini terketmeyi kabul edemez ve Reşidüddin Fazlullah'ın (bkz. s. 45) an­lattığına göre Moğollara karşı şehrin savunmasına katılarak kahramanca ölür (618/1221).

Orta Asya tasavvufunun özelliğini belirleyen şey, Necmüddin Kübra'mn tasavvuf üstadlan arasında dikkatini ke­şiflerdeki renk olaylan, mutasavvıfın manevi halleri esna­sında algıladığı renkli ışıklar (photismes) üzerinde yoğun­laştıran ilk kişi olmasıdır. Necmüddin, bu renk dereceleri­ni mutasavvıfın manevi halinin ve manevi yükselme dere­cesinin göstergeleri olarak tasavvur etmeye önem vermiştir. Şüphesiz burada dış duyu organlarının verdiği fiziksel algı­lar söz konusu değildir. Birçok kez Necmüddin Kübra bu renkli ışıklara "gözlerimizi kapadığımızda" gördüğümüz bir şey, bir ışığın (aura) algılanması ile ilgili bir olay olarak işa­ret eder. Bu şekilde tasavvur edilen olayların Sühreverdi'nin lşraki metafiziğiyle birleşecek ve bu metafizik gibi bir "im­geler dünyası" (mundus imaginalis=alemü'l misal) ontoloji­sini ileri sürecek olan bir nür metafiziği oluşturmaya doğru gittiğini hissetmekteyiz.4

4 İmgeler Dünyası (mundus iınaginalis, alemü'l-misal): Bu kavram esas olarak Sühreverdi tarafından ortaya atılacak ve daha sonra Molla Sadra tarafından özel olarak işlenecek ve geliştirilecektir. Corbin bu kavramla ilgili olarak lslam Felsefesi Tarihi'nin birinci kısmında oldukça geniş bilgi vermektedir. Corbin'i izleyerek burada okuyucuya bu kavrama ilişkin biraz bilgi vermeyi ya­rarlı görüyoruz.

tşrak felsefesi geleneğinde olan filozoflar insan felsefelerine (antropoloji) ve bu felsefelerinde kabul ettikleri insanın üçlü yapısına (beden, ruh ve akıl) te­kabül eden üçlü bir evren tasarımı (duyusal, imgesel ve akılsal evrenler) geliş­tirmişlerdir. Sühreverdi'nin evren şemasında şu dünyalar vardır. 1) Saf Akıllar dünyası (Bu dünya Ceberut dünyasıdır). 2) Gök kürelerinin (felekler) ve ay-altı alemindeki unsurların dünyası (bu dünya Mülk dünyasıdır). 3) Bu iki dünya arasında bulunan dünya (bu dünya misaller veya imgeler dünyasıdır: Alemü'lmisal). Şimdi birinci dünya saf nurdan bir yapıda olan varlıklardan meydana gelen akılsal dünya, ikinci dünya ise duyusal-cisimsel bir yapıda olan varlıklar-

Şüphesiz fiziksel renklerle "ışık" (aura) renkleri arasın­da, fiziksel renklerin kendilerinin de moral ve tinsel bir ni­teliğe sahip olmaları anlamında yakınlık ve karşılıklılık var­dır. Manevi bir üstada bu duyusal-üstü algılan bugün "halüsinasyonlar" olarak adlandırdığımız şeyden ayırma yö­nünde bir kontrol aracından yararlanma imkanını veren bu karşılıklılıktır. Teknik olarak "keşfi bir algı"dan söz et­mek uygundur. Ona karşılık olan olay, başka bir şeye indir­genmesi imkansız bir ilk ve asli olaydır. Bu algının organı­na ve onu mümkün kılan varlık tarzına gelince, onlar Necmüddin Kübra'nın "duyusal-üstünün ince duyulan"nın fel­sefesi diye adlandırdığı şeyin alanına girerler: "Ey dostum, araştırma nesnesinin Tanrı olduğunu ve arayan öznenin, O'ndan gelen bir nur olduğunu öğren. Arayan, tutsak olan m1run kendisinden, 'nur insanı'ndan başka biri değildir". Dünya insanından çıkan ışıksal (aurique) alevi karşılamak üzere Gök'ten bir alev iner ve onların yanmasında Necmüddin Kübra "Göksel Şahit"in, "duyusal-üstü kişisel rehber"in varlığını fark eder veya hisseder. Necmüddin Kübra'nın eseri (renkli ıiürlar [ışıklar] kuramı, ışıklar metafiziği, ince

dan meydana gelen maddi-duyusal dünyadır. imgeler dünyası ise bu iki dün­ya arasında aracı dünya veya ara-dünyadır (intermonde). Bu dünya Platon'un saf akılsallarının, yani -her ne kadar Arapça'da idealar misal kelimesinin çoğu­lu olan müsül kelimesi ile karşılanmaktaysa daidealanmn dünyası değildir, formların ve imgelerin dünyasıdır. Bu dünya duyusal dünyanın bütün zengin­liği ve çeşitliliğini kendisinde teluar bulduğumuz, ancak ince (subtil) bir şekil­de bulduğumuz, idealar dünyasının eşiğini teşkil eden dünyadır.

Corbin bu ara dünya ontolojisini ilk ortaya atanın Sühreverdi olduğunu ve onun daha sonra bütün lsliim mistikleri ve gnostikleri tarafından benimsenip genişletildiğini söylemektedir. Yine ona göre bu dünya son derece hayati bir öneme haizdir. Onun üç fonksiyonu vardır. Önce ölümden sonra diriliş onun­la gerçekleşir, çünkü o ince (subtil) cisimlerin yeridir. Sonra gerek peygamber­lerin kullandıklan semboller, gerekse tüm mükaşefe tecrübeleri onun sayesin­de gerçeklik kazanırlar. Nihayet felsefe ve Tanrıbilim, bilme ile inanma, sembol ile tarih arasındaki çatışma onun sayesinde çözülür. Böylece nazari felsefe ile Tanrıbilim arasında üçüncü bir yol, Doğu teosofısi yolu açılır (Fransızca metin ss. 297-298); Hatemi çevirisi ss. 369-371).

organlar fizyolojisi), Alaüddevle Simnani (aşağıya bakınız) tarafından hayranlık verici bir biçimde tamamlanmıştır.

Necmüddin Kübra'nın doğrudan öğrencileri arasında bu­rada yine maalesef çok hızlı olarak Celalüddin Rümi'nin öz babası Bahaüddin Veled'i (628/1230-1231), hiçbiri henüz yayımlanmamış eserlerinin okunması zor olduğu kadar çe­kici olan Sa'düddin Hamüyi'yi (veya Hamü'i) zikretmemiz gerekir. Sa'düddin Hamüyi aritmosofi, sembolik diyagram­lar sanauyla uğraşmaktaydı ve ateşli bir Şii olarak halen gaib olan Xll. lmam'a karşı kişisel bir bağlılık duygusuna sahip­ti. Necmüddin Daye Razi (654/1256) de Necmüddin Kübra'nın doğrudan öğrencisi olmuştur. Şeyhinin emri üzerine Cengiz Han'ın istilasından kaçmak üzere Batı'ya sığınmıştır. Konya'da Sadrüddin Konyevi ve Celalüddin Rumi ile ilişki içinde olmuştur. Bugün hala lran'da çok okunan Farsça ki­taplarının birinde, Tanrı Insanlannın Büyük Yolu'nda (Mırsadü'l-Ibad) renkli ışıklar kuramına kendi kişisel katkısını yapmışur. Aynca ona 53. Süre'den (Necm) öteye götürememiş olduğu tasavvufi bir Kur'an tefsirini borçluyuz. Simnani bir batınilik şaheseri olan, yani Kur'an verilerinin radikal bir iç­selleştirilmesini temsil eden bir eserle bu tefsiri çok kişisel bir tarzda tamamlamıştır.

Azizüddin Nesefi (700/1300-130l'e doğru) Sa'düddin Hâmuyî'nm öğrencisi olmuştur. Farsça eserlerinin çoğu (Metafizik Hakikatlerin Açığa Çıkanlması=Keşfü’l-Heka'ik, En Yüksek Gaye=Maksad-ı Aksa ve Mükemmel 1nsan=el-1nsanü'l Kamil adı altında toplanan risaleler derlemesi) yayımlanmışur. Teosofisi, lsmaili irfanmki ile uyuşan bir dev­ri dünya dönemleri kuramı sunar. Bu da Orta Asya lsmaililerinin niçin onu kendilerinden biri olarak gördükleri­ni açıklar. Teomonizmi (vahdet-i vücud) lbni Arabi'ninkiyle uyuşmaktadır. Onda Allah, er-Rahman ve er-Rahim (Tan­rı, Esirgeyen, Bağışlayan) isimleriyle ifade edilen bir Tanrı

üçlemesi düşüncesiyle karşılaşılmaktadır. Bu düşünce daha açık bir yeni-Platoncu havada Haydar Amuli tarafından tek­rar ele alınacaktır. Nihayet madenden insan bilinci düzeyi­ne kadar bilginin yükselişi fikri, Molla Sadra Şirazi'nin en karakteristik sezgilerinden birini haber vermektedir.

6.    Simnani

Necmüddin Kübra'dan çıkan Kübreviyye tarikati silsile­sinde Alaüddevle Simnani (736/1336) önemli bir yer işgal eder. Bundan sonraki satırların kısalığı Simnani'ye başka yerde tahsis ettiğimiz incelemeyle telafi edilebilecektir. Simnani, 659/126l'de doğmuştur ve on beş yaşında uşak olarak Moğol hükümdarı Argun'un hizmetine girmiştir. Yirmi dört yaşında Kazvin önünde Argun'un ordusuyla kamp kurduğu sırada derin bir manevi buhran geçirir. Hükümdardan izin ister ve hayatının geri kalan kısmında kendini tasavvufa ve­rir. Esas olarak o zamandan bu yana mezarının bir hac yeri olmaktan kesilmeyeceği (Tahran'ın iki yüz kilometre kadar doğusunda bulunan) Simnan'da yaşar. Gerek Arapça gerek Farsça kaleme alınmış eserJeri çok sayıdadır YE: hiçbiri he­nüz yayımlanmamışur. Simnani, Necmüddin Kübra'nın sö­zünü ettiği "nur insanı fizyolojisi"ni aynntılannda derinleş­tirmiş ve onu, büyük ölçüde kişisel sezgisinin eseri olduğu anlaşılan muhteşem bir kozmogoni ve kozmoloji şeması içi­ne yerleştirmiştir.

Simnani'nin eserlerinin tepesine belki Necmüddin Daye Razi'nin ölümü ile kesintiye uğramış olan eserini tamamla­dığı Kur'an tefsirini koymamız uygundur. Bu eser, Hıristi­yanlık'ta ve Yahudi irfanında ancak az sayıdaki eserin ken­disiyle karşılaştırılabileceği Kur'an üzerine bir manevi yo­rum abidesi, radikal bir hatmi yorum şaheseridir. Schiller'in sende olan "kaderinin yıldızlan"ndan söz edeceği gibi Simnani de Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an geleneğine ait peygam­berlerin her birinden çıkan verileri sırasıyla bu peygam­berlerin biriyle tipleştirilen ince fizyoloji merkezlerine ge­ri götürmek üzere "senin varlığının peygamberleri"nden söz eder. İşte peygamberlik kuramının verileri "iç tarih"in bu düzeylerinde okunmalı ve anlaşılmalıdır. Yedi ince mer­kezden her biri renkli bir ışık veya hale (Adem'den Muhammed'e kadar aşağıdan yukarıya doğru: duman grisi, mavi, kırmızı, beyaz, san, açık siyah, zümrüt yeşili) ile belirtilir. Bu mistik antropolojinin ince (latiD organlarının oluşumu­nun kendisinden çıktığı kozmogoniye gelince, o üç temel noktadan, Öz (varlık), Teklik (hayat) ve Birlik'ten (ışık) ha­reketle tüm bir metafizik ilkeler sistemini sergiler. Bu koz­mogonide ilk tözler (Taht veya Alem ruhu, tık madde (Materia prima), llk Form (Forma prima) ve ilk hakikatler (Işık Kabı veya Muhammedi Kutsal Ruh, Işık Mürekkebi veya Muhammedi Nur, Kelam, Akıl vb.) vardır. Sembolik adlar taşıyan bu ilkelerden her biri kademeli bir oranda ince or­ganların meydana gelişinde rol oynar. Simnani'nin eserin­de bundan başka olağanüstü bir manevi günlüğün (diarium sprituale) unsurları yanında kendi hayat hikayesine ilişkin değerli bilgiler serpiştirilmiş bulunur.

7.   Ali Hemedani

Seyyid Ali Hemedani de (786/1385) Kübreviyye tarikatinin önemli bir simasıdır. Seyyid unvanının gösterdiği gibi (IV. İmam Ali Zeynel Abidin kanalıyla) Peygamber'in aile­sinden gelmekteydi ve adının gösterdiği gibi, 714/1314'de doğduğu Hemedanlıydı (eski Ekbatan). On iki yaşında ta­savvufa girmiş ve o tarihten itibaren hayatını uzun yolcu­luklarla geçirmiştir. Daha sonra 1380'de ilk Müslüman ha­nedanının dördüncü hükümdarı olan Kutbüddin Hindu yönetiminde bulunan Kasmir'e gelmiştir (Kasmir'de bu ha­nedan varlığını 156l'e kadar sürdürmüştür). Hemedani burada Şii tasavvufunu yaymakla meşgul olarak altı yıl kal­mış ve lran'a, (Hind-Afgan sınırında bulunan) Pakli'ye dö­nüş yolunda iken ölmüştür. Oğlu Mir Mahmud Hemedani on iki yıl Kasmir'de kalmış ve babasının manevi ese­rini sağlamlaştırmıştır. Ali Hemedani'nin eserleri ve risale­leri, hemen hemen tümü yayımlanmamış olmak üzere, çok sayıdadır.

Burada birkaç satır onun düşüncesinin karakteristik biçi­mi hakkında bir fikir verebilir. Bu satırlar, hakkındaki bilgi­mizi onu incelemiş olan Fritz Meier'e borçlu olduğumuz rü­ya tabiri ile ilgili bir eserin metafizik öncüllerinden alınmış­tır. Ali Hemedani bu eserde varlığın üç tezahür biçiminden söz eder: Mutlak bir biçim, negatif bir biçim ve göreli bir bi­çim. insanlar tarafından algılanamaz olan birinci, Nür sure­sinde (24-35. ayetler) gizil olarak var olan bir telmihe da­yanılarak ve zerdüştçü kozmolojiyk uyum içinde olarak Nür'un (Işık) kendisine özdeş kılınır. lkinci biçim de in­sanlar tarafından algılanamaz, çünkü varlık onda zıt kut­buna (antipole), içinde kaybolduğu dereceye ulaşır. Varlı­ğın bu var-olmama derecesi, yani var-olmayan Mutlak Karanlık'a özdeş kılınır. Bu ikisi arasında gündüz, Aydınlık ve Karanlık'ın birbirine karıştığı aydınlık bulunur. Burada in­sanın görebileceği bir şeyi meydana getirmek üzere onların karşılıklı yoğunluk dereceleri azalmaktadır. Varlığın teza­hürü üçlüsünde bu üçüncü biçim, göreli varlık ve Tanrı'nm görünen biçimidir. Böylesine vaat edici bir başlangıç, filozo­fa Seyyid Ali Hemedani'nin eserlerinden, bu eserler sonun­da yayımlandığında, çok şey bekleme hakkım vermektedir.

Ali Hemedani'den sonra Necmüddin Kübra'nın Kübreviyye tarikatı iki dala ayrılmıştır (bkz. 111. sayfada Zehebiyye).

8.    Celalüddin Rumi ve Mevleviler

Yazmış olduğumuz bu isim uzun zamandan beri Batı'da Fars dilinin en büyük süfı şairlerinden biri olarak tanınan saygın bir isimdir. O hangi açıdan metafıziği ilgilendirmek­tedir? Burada anlatmaya çalışacağımız budur. Doğu'da yay­gın olarak Mevlana veya Mevlevi (üstadımız, dostumuz ve rehberimiz) olarak tanınan Celalüddin Rumi, 6 Rebiülevvel 604/30 Eylül 1207'de Orta Asya'da Belh'te doğmuştur. Yu­karıda babası Bahaüddin Veled'in Necmüddin Kübrâ’nın öğ­rencileri arasında olduğuna işaret ettik. Uzun zamandan be­ri devam eden bir rivayete göre Bahaüddin Veled, Fahrüddin Razi ile acı verici bir Kelam tartışmasına girmiş (Daha önce de belirttiğimiz gibi Razi her yerde biraz bu tartışma­ları yapmıştır) ve Razi'nin koruyucusu Harezm hükümdarı Muhammed lbni Takas'ın emri üzerine 609/1212'de Belh'i terketmek zorunda kalmışır. Ancak işin kötü yanı şudur ki Fahrüddin Razi belki hiçbir zaman Belh'e gelmemiştir ve 1209 yılında ölmüştür. Öte yandan Moğol tehdidi karşısın­da bulunan Harezm hükümdarının kafasında Kelamcılar ile mutasavvıflar arasındaki tartışmalardan bambaşka endişele­rin olmuş olması muhtemeldir.

Belh 617/1220'de Moğollar tarafından fethedilmiştir. Bahaüddin ve ailesinin Batı'ya doğru göçü bundan kısa bir sü­re önce vuku bulmuş ve yukarıda Orta Asya süftleri vesile­siyle sözünü ettiğimiz genel göç hareketi içinde yer almış olmalıdır. Durum ne olursa olsun, göç eden aile kaynakla­rın üzerinde uzlaşma halinde olmadıkları bir tarihte Anado­lu'da Konya'ya yerleşmeden önce Bağdat, Şam ve Mekke'de kalmıştır. Saygın bir rivayete göre o zaman küçük bir çocuk olan Celalüddin'in ileride büyük bir insan olacağını söyle­yen Feridüddin Attar'la karşılaşması, bu göç güzergahı üze­rindeki Nişabur'da vuku bulmuştur (ancak bu rivayeti kabul etmek için Attar'ın çok uzun zaman yaşadığını kabul etmek gerekir. Bu ise daha önce de söylediğimiz gibi biraz şüphe­lidir). Bir başka rivayet Şam'da lbni Arabi'nin genç Celalüddin'i tasavvufa soktuğunu söylemektedir. Bütün bu hikaye­ler tarihi olarak şüpheli olmakla birlikte derin bir sembo­lik hakikati içlerinde barındırmaktan geri kalmazlar: On­lar sufilerin, üç büyük üstadlan arasında gördükleri mane­vi soy ağacı bağına işaret etme değerine sahiptirler. Celalüddin'in Konya'da lbni Arabi'nin öğrencisi ve damadı Sadrüddin Konyevi ile ilişki içinde olmuş olduğu söylenmektedir. Sadrüddin doğal olarak İbni Arabi ile Celalüddin Rumi ara­sında manevi bağ olmuştur. Babasının 628/1230-1231'de ölümü üzerine Celalüddin 5 Cemaziyülahir 672/17 Aralık 1273 tarihinde meydana gelen ölümüne kadar Konya'da vaız ve müftü olarak babasının yerine geçmişir.

Bu arada onun manevi hayat hikayesini yönlendiren bü­yük olaylar meydana gelir. Bahaüddin'in ölümünden bir yıl sonra Konya'ya vaktiyle babasının öğrencisi olmuş olan Burhanüddin Muhakkik gelir. O, Celalüddin'e babasının sadece bir vaız ve hukukçu, zahiri din ilimlerinde bir üstad olmadığını, aynı zamanda derin bir mutasavvıf olmuş oldu­ğunu açıklar. Böylece kendi babasının bir öğrencisi vasıta­sıyla, Celalüddin babasının mistik öğretisine girmiş olur. Bu öğretiden bize dev bir eser kalmıştır: Çoğunlukla me­tin olarak Kur'an'daki bir ayetten veya bir hadisten hareket eden ve dinleyicileri tarafından toplanmış, yazıya geçirilmiş olan üç kitaplık (Farsça) bir vaazlar veya öğütler derlemesi. Bu vaazlar çekici oldukları kadar özgün olan mistik bir öğ­retiyi sergilerler. Biraz estetik temaşa havasına sahip bir ha­vada sürdürülen bir içe bakışın bütün cephelerini geliştirir­ler. Babanın Ma'drifinin öğretimini oğulun dev Mesnevi'sinin öğretimi ile ayrıntılı olarak karşılaştırmak acil, ancak çok karmaşık bir görevdir.

642/1244-1245'de Konya'ya Şems Tebrizi adıyla bilinen esrarengiz bir insan gelir. O günden sonra Celalüddin'in bütün zamanım işgal eden "Temaşa Şahidi" olacak olan genç ve yakışıklı bir derviştir bu. Celalüddin, büyük Dtvan'ı veya tasavvufi şiirler derlemesini ona ithaf etmekten daha iyisini yapar: Bu divanı mahlas olarak onun adıyla (Şems= Güneş) yayımlar. Bundan sonra şüphesiz kıskançlığın do­ğurduğu saldırılardan bıkmış olan Şems Tebrizi ortadan kaybolur. Ancak görünmeyen varlığıyla Celalüddin'in üs­tadı ve iç rehberi, Necmüddin Kübra ve öğrencilerinin sö­zünü ettikleri "gaib şeyh"i olur. Bu gaib şeyh süfilerde, Şiilerdeki görünmeyen, ama kalplerde var olan lmam'ın yeri­ni tutar. Bu varlığı Celalüddin'in oğlu Sultan Veled çok gü­zel mısralarla tasvir etmişir. Öte yandan Şems iki de görü­nür halef bırakmıştır: Önce Selahüddin Zerkub ve onun ölümünden sonra Mesnevi-i Mevlevi'nin ilham vericisi olan Hüsamüddin Hasan.

Sufilerin Farsça Kur'an (Kur'an-ı Farsi) diye adlandırmak­tan hoşlandıkları bu Farsça büyük mistik rapsodi, birkaç sa­tırda özetlenemez. Ünlü başlangıcı, doğduğu topraktan ko­partılmış ve yerine dönmeyi arzulayan neyin şikayeti, onun temel havası hakkında bir fikir vermektedir. Rapsodi, daha sonra, yinni altı binden fazla beyit içeren altı kitapta ruhun gizli destanım ifade eden uzun bir sembolik hikayeler dizisi­ni birbirine bağlar. Bu saf tasavvufi aşk öğretisini filozofların akılsal yöntemleri karşısına koymak bir gelenektir. Gerçek­ten de Mesnevi filozoflara karşı birden fazla şiddetli saldınyı içermektedir. Ancak hangi filozoflara karşı?

Mesnevi, filozofları diyalektik ve mantığa olan köle­liklerinden, manevi hakikatleri görme konusundaki ye­teneksizliklerinden ötürü kınar. Onlarda Toprak, Ateş, Su'yun ilan ettikleri şeyi anlamak için gerekli olan du sal-üstünün duygusu yoktur. Onlar bugünün deyimi ile

"teknokratlar"dır. Onların alet ve kanıtlara ihtiyaçları var­dır. Canlı hayalgücü öğretileri yoktur. Bununla ilgili olan her şeyi, hayali görüntüler olarak görürler. Bundan dolayı cennet özlemi ve arzusu içinde olanlar, filozofların ve felse­fenin zararlarından kaçınırlar.

Şimdi Molla Sadra, hatminin kendisini saf mümine akılcı ilahiyatçıya olduğundan çok daha yakın hissettiğini söyleye­cektir ve Celalüddin'in filozoflara yönelttiği bütün eleştirile­ri, işraki şeyhi Sühreverdi daha önce hemen hemen dile getir­miştir. Ceberse'de gördüğü rüyadaki görüşmeleri esnasında Aristoteles'e sftfilerin "gerçek anlamın filozofları" oldukları­nı söyletmemiş miydi? Ancak arada şüphesiz şu fark vardır ki Sühreverdi, öğrencisinin bir defa tasavvufi hayata girdikten sonra artık yolunu kaybetmemesi için bir sınav olarak Aristotelesçilerin tüm öğretilerinden geçmelerini ister. O halde felsefe ile metafızik arasında kesin bir aynın yapmak gerekir. Bilinemezci bir felsefe olabilir, ama bilinemezci bir metafızik olamaz. Tasavvuf bir felsefe değildir, ama bir tasavvuf metafıziği vardır. Zaten işrakt filozoflar, nasıl aralarındaki farkla­ra rağmen bir lbni Arabi veya Celalüddin'e karşı çıkmamış­larsa, Mesnevi'nin felsefe düşmanlığından da hiçbir zaman ra­hatsız olmamışlardır. Ta XIX. yüzyılda Molla Hadi Sebzevari derin bir işraki teosof olarak Mesnevi üzerine sftfilerin kendi­leri tarafından yapılmış olan sayısız şerhlerin yanında gurur­la yer alan geniş bir şerh yapacaktır. Nihayet bugün sembo­lik formlar fenomenolojisi, hayal gücü metafıziği vb. dediği­miz şeyler, R. A. Nicholson'un yapuğı tam İngilizce çeviri sa­yesinde İranlı olmayan birinin de kolayca ulaşabileceği Mesnevi'de sayısız malzeme bulmaktadır.

Celalüddin Rumi nesir tarzında eserler de bırakmıştır (mektuplar, vaazler, Fihi ma Fih adlı sohbetler, vaizler [Logia} derlemesi). Hüsamüddin 684/1285-1286'daki ölümü­ne kadar Mevlana'mn halefi olmuştur. O zaman daha ön-

ce Mevlana'nm doğrudan halefi olmayı reddetmiş olan oğ­lu Sultan Veled (ölümü 712/1312-1313) Mevlevi tarikatinin şeyhi olmuştur. Sultan Veled sistemli bir örgütleme ve pro­paganda faaliyetinde bulunmuş, üçlü bir Mesnevi ve dedesi tarzında bir Ma'arif derlemesi kaleme almıştır. Onunla Tür­kiye'de ve Türkiye dışındaki Mevlevi tarikatinin uzun hika­yesi başlamaktadır.

9.    Mahmud Şebisteri ve Şemsüddin Llhici

Azerbaycan'ın büyük süfi şeyhlerinden biri olan Mahmud Şebisteri Iran irfan tarihinin önde gelen bir şahsiyeti­dir. 687/1288'de Tebriz yakınında Şebister'da doğan Şebisteri, esas olarak moğol hükümdarlarının yönetiminde sa­yısız bilgin ve yüksek şahsiyetlerin bir buluşma yeri olan Azerbaycan'ın başkenti olan Tebriz'de yaşamıştır. Çok yol­culuk yapmış, çok sayıda arifle görüşmüş veya mektuplaşmıştır. 720/1320-1321'de henüz gençliğinin bahannda iken otuz üç yaşında yine Tebriz'de ölmüştür.

Gerek nesir, gerek şiir olarak birçok eser bırakmıştır. Özellikle Sırlann Gülbahçesi (Gülşen-i Raz) adlı mesnevi­siyle tanınmıştır. Bu eserde o Mir Hüseyni Sadat Herevi'nin mistik teosofi (irfan) ve manevi yol (sülük) hakkında ken­disine sormuş olduğu on yedi soruya cevap verir. Aşağı yukan bin beyit içeren bu şiir, tasavvufun bütün büyük temalannı (mistik arayış ve nesnesi, Kamil İnsan, öğle zamanı, Sina, Simurg ve Kaf Dağı sembolleri, Araf, ara dünya, koz­mik Kur'an, Ilahi isimlerin yedi lmam'ı, kendinde yolculuk vb.) ele alır. Kuşaklar boyu okunmuş, yeniden okunmuş, üzerinde düşünülmüş olan bu şiir, İranlı mutasavvıfların bir çeşit el kitabı (vade-vacuum) olmuştur. Ancak o "kapa­lı dil"le yazılmıştır ve telmihleri, şerhlerin yardımı olmak­sızın hemen hemen anlaşılamaz. Bu şerhler ise yirmi civanndadır. Onlar arasında gerek Ismaililer, gerekse Şiiler siv­rilmektedir.

Tüm bu şerhler içinde tasavvuf metafiziğinin gerçek sis­tematik geniş özeti olan Şemsüddin Muhammed Gilani Lahici'ninki önem bakımından öne çıkmaktadır. Yukarı­da Ali Hemedani'den sonra Kübreviyye tarikatinin iki da­la ayrıldığını söylemiştik. Gülşen-i Raz'ın Zehebfyye'ye men­sup olan şerhçileri de vardır. Şemsüddin, Nürbahşiyye dalı­na mensuptu. Adının gösterdiği gibi Hazar Denizi kıyısın­da bir eyaletin güney-doğusunda yer alan Gilan'ın küçük bir şehri olan Lahicanlı idi. Ünlü Seyyid Muhammed Nürbahş'ın (869/1464-1465; Nürbahş, "ışık bahşeden" anlamı­na gelir) öğrencisi olmuştur. Nürbahş'ın ölümünden son­ra onun kendisinden daha meşhur halefi olmuştur. Şiraz'a yerleşmiş, burada Nüriye Hangah'ında (bu kez süfi dergahı­na verilen bir ışık sıfatı daha) kalmıştır. Burada 912Jl5061507'de ölmüştür. 904/1498 911/1505 yıllan arasında bir tarihte ölmüş olan) filozof, matematikçi ve astronom Meybudi Gazi Mir Hüseyin, Şemsüddin'in dört yüksek meta­fizik mevkiye (nasüt, lahüt, meleküt, ceberut) aşina biri ol­duğunu söylemektedir. Sadrüddin Deşteki ve Celal Devvani (bkz. 134-135) gibi diğer filozoflar da ona benzeri öv­güler dizmektedirler. Gülşen-i Raz şerhi, daha önce dediği­miz gibi, bir sistematik geniş özet özelliği taşıyan Fars di­linde kaleme alınmış hacimli ve yoğun bir eserdir. Eser, Sırlann Gülbahçesi’nin Şerhiyle Mucizevi Tedavinin Anahtarlan (Mefatihü'l l'caz fi Şerh-i Gülşen-i Raz) adını taşımaktadır. Yazar bundan başka remil falı (geomancie) ile ilgili bir eser­le beş bin civarında beyit içeren bir tasavvufi şiirler Divan'ı bırakmıştır.

Şemsüddin Ll.hici her zaman siyah elbiseler giymekteydi. Şah İsmail bunun sebebini sorduğunda ona Kerbela faciası­na ve ebediyete kadar Şii gönüllerinde sürecek olan mateme

atıfta bulunarak verdiği cevap, Llhici'nin Necmüddin Kübra okulunun renkler metafiziği çizgisinde yer alan bir renkler sembolizmi duygusunu gösterir. "Siyah Nur" (NO.r-ı siyah) teması, Llhici'nin şerhinde önemli bir rol oynar ve sonuçla­n çok ilerilere gider. Necmüddin Daye Razi'nin işaret ettiği gibi bu şekilde belirtilen zıtlann buluşması (coincidentia oppositorum), zerdüştçü Mazdeizm'in bir anısı olarak, Işık ve Karanlık'ın ta başlangıçtan itibaren ve eşzamanlı olarak or­taya konduğunu, Karanlık'ın dolaylı ve türemiş bir yaratı­mın sonucu olarak varlığa gelmediğini haber verir. Bu du­rumda kaynak olma önceliğini hazan öze, hazan varlığa ve­ren klasik varlık metafiziği aşılmış olmaktadır. Böylece Şeyh Ahmed Ahsa'i'nin metafiziği, varlık ve özün ta başlangıçtan beri (ab initio) eşzamanlı olarak var olduğunu ortaya koya­caktır. Ancak Molla Hadi Sebzevari de bunu şiddetle redde­decektir. Burada da tasavvuf metafiziği büyük problemlerin merkezinde bulunmaktadır.

10.    Abdülkerim Gili

Bu çok önemli mistik teosofun hayat hikayesi ile ilgi­li bugüne kadar çok az şey biliyoruz. Abdülkerim Gili ve­ya Gilani adı (Cili, Cilani bu adın Arapçalaşmış şekilleridir) ailenin kökünün lran'ın Gilan eyaleti (yukanda Şemsüddin Llhici'de olduğu gibi) olduğunu göstermektedir. Bu ad, ay­nı zamanda onun süfi kadiri tarikatinin kurucusu Abdülkadir Gili veya Gilani'nin (Geylani. Ölümü 560/1164-1165 veya 562/1166-1167) soyundan geldiğini hatırlatmaktadır. Abdülkerim ondan "Şeyhimiz" diye söz etmektedir ki bu da kendisinin bu tarikate mensup olduğunu gösterir gibidir. Bizzat kendisi Yemen'de doğrudan şeyhi Şerefüddin İsmail Ceberti ile birlikte yaşadığını ve Hindistan'a yolculuk ettiği­ni söylemektedir. 805/1403'de bu dünyayı terketmiş görün­mektedir. Henüz yayımlanmamış (yayın ve inceleme safha­sında) yirmi tane kadar eser bırakmışur. Eserlerinden birço­ğu da kaybolmuş olmalıdır. Büyük eserlerinden biri olan En Büyük Kanun (el-Namusu'l-Azam) kırk kitaptan oluşmuş ol­malıdır. Ancak günümüze on tane kadarı kalmış görünmek­tedir (tabii eğer bu eseri bitirebilmişse). Bugüne kadar şöh­retini meydana getirmiş olan eserinin adı ise Kamil lnsan'dır (Kitabu-lnsanü'l-Kamil). Bu eserin 80 sene .kadar önce hicri 1304'de Kahire'de yapılmış vasat bir baskısı vardır.

Kamil insan (anthropos teleios) bir ayna gibi sadece doğa­nın güçlerini değil, ilahi güçleri de yansıtır. Bu ayna (speculum) "nazari" teosofinin yeridir. Bu bağlamda haklı ola­rak Philon'un "cins insan'.'ı (anthropos genikos) zikredilmiş­tir "en yüce cins"(summus genikos) olarak göksel insan, "en yüce tür" (summa species) olarak bu dünyadaki insan). Gili, lbni Arabi'nin teomonizmini (v ahdeti vucud) savunur. İsim­ler ve Sıfatların kendisine ait olduğu tek Öz iki görünüş arz eder: llahi Varlık (Hak) olan Saf Varlık ve yaratılmış varlık­lar dünyası (halk) olan var olmayanla birlikte bulunan var­lık. Saf Öz ancak tecellileri sürecinde sıfatlara bürünür. Bu açıdan Öz ile Sıfatlar arasında bir farklılaşma vardır. Bu­nunla birlikte neticede her ikisi su ile buz gibi tek bir şey­dirler. Fenomenal dünya burada tecelli eden dünyadır. Do­layısıyla o kesinlikle bir hayal değildir. Gerçekten vardır, çünkü tecellidir, Mutlak'ın diğer yüzüdür. Bu bakımdan Öz ile Sıfatlar arasında gerçek bir farklılık yoktur. Varlık düşünceye özdeştir. lbni Arabi ile aynı görüşü paylaşarak Gili şöyle yazabilir: "Biz, kendileriyle Tanrı' tasvir ettiği­miz Sıfatların kendileriyiz (Şii imamlar hadislerinde şöy­le derler: "Biz isimler, Sıfatlanz". Böylece onlar nazari teosofiye imamcı temelini sağlarlar). Kamil insan, kozmik dü­şünce, bütün sıfatların kendisinde birleştikleri mikrokozmostur. Mutlak onda kendi kendisinin bilincine varır. llahi tecelliler üçlü bir aşama gösterirler: Birliğin tecellisi (Ka­mil İnsan'ın kendileriyle birleştiği İsimlerin tecellisi); Ken­diliğin (lpstite) tecellisi veya Sıfatların tecellisi; tlahi Benli­ğin (Egoite) tecellisi veya Zatın, Özün tecellisi. O zaman Ka­mil İnsan tam gerçeğine ulaşmış, Mutlak kendine dönmüş olur. Her devirde saf Muhammedi Hakikat'in, Muhammedi Kelam'm veya ebedi Peygambersi Hakikat'in tecellileri olan Kamil İnsanlar vardır.

Bu son cümle Şii peygamberlik kuramından kaynak­lanan ve ilk Yahudi-Hıristiyan peygamberlik kuramının ana çizgilerini tekrar eden bir peygamberlik kuramı (Hak Peygamber=Yerus Propheta teması) tesis eder. Biraz önce­ki birkaç satır da kendi paylarına yukarıda toplu bakış kıs­mında XIX. yüzyıl başlarındaki "Sağ Hegelcilik"in "nazari ilahiyatçıları"nı niçin zikrettiğimizi kavratacaktır. Şüphesiz arada şu fark vardır ki Yuhanna'nın Kelam'ı Arius'un lsa nazariyesi ile aynı türde tasarlanmıştır. Aynca Gili'nin kitabı­nın havası bütün irfancıların yakından bildikleri dramatik bir sembolizme sahiptir. O, Ruh'un bir destanı, "hikaye tarzın­da anlatılan bir metafizik"tir. Ruh'u temsil eden Yabancı'nm uzun sürgün ve esaretinden sonra Ruh ülkesine nasıl dön­düğü ve Hızır'ın "görünmeyen ülkenin insanları"nı yönettiği büyük şehre nasıl girdiğini anlatır. Ibni Arabi ile Gili arasın­da derin benzerlikler vardır. Ama bu benzerlikler farklılıkları ortadan kaldırmaz (bu farklılıklar ilahi tecelliler kuramında gözlenebilir). Araştırmalarımızın bugünkü durumunda bu benzerlikler ve farklılıkları tespit etmek için henüz erkendir.

11.    Ni'metullah Veli Kirmani

Bu isim yedi yüzyıldan bu yana Iran'da Şii tasavvufun ta­rihinden ayrılamaz. Emir Nureddin Ni'metullah, soylarını V. imam Muhammed el-Bakir'e (115-733) geri götüren bir

Seyyidler ailesinde 730/1329-1330'da doğmuştur. Yedi yıl kaldığı ve Şeyh Abdullah el-Yafi'i'nin (768/1366-1367) bel­li başlı öğrencilerinden biri olduğu Mekke'ye hac ziyaretin­de bulunduğunda yirmi dört yaşındaydı. Sırasıyla Semerkant, Herat ve Yezd'de yaşamıştır. Timurlenk'in oğlu Şahruh'un ihsan ve himayesinden yararlanmış ve sonunda ha­yatının son yıllarını geçirdiği ve öğrencilerinin akın etti­ği İran'ın güney doğusunda yer alan Kirman yakınlarında­ki Mahan'a yerleşmiştir. Burada yüz yaşım geçmiş olarak 22 Recep 834/5Nisan 143l'de ölmüştür. Bazı kaynakların ölüm tarihi olarak 820/14 i 7-834/1431 yıllan arasını verdik­leri de bir gerçektir. Bir tasavvufi şiirler Divan'ı dışında top­lam olarak bin sayfa civarında yüz kadar eser bırakmıştır. Henüz baskı safhasında olduklarından bu eserler üzerine bir sentez taslağı için zorunlu olan yöntemsel bir sınıflandırma­yı bile verememekteyiz.

Bu eserler her zaman (bir Kur'an ayeti, lmamlar'dan bir hadis, tbni Arabi'nin bir pasajı etrafında) mistik teosofide yaygın bir temayı ele alırlar ve tercihen (XII. lmam, Kutsal lmamlar'ı kutsallaştıran ve peygamberliğin hatmi yönünü ifade eden içten sevgi olarak velayet gibi) Oniki lmam Şii­liği ile ilgili bir motifi işlerler. "Velayetin hatmi yüzü, mut­lak Gizlilik (Absconditum) olan Özsel Birlik'i içerir. Bilgilerin çokluğu ise ezeli ilk örnekler (hecceites) seviyesidir. Çünkü ezeli-ebedi olarak Tezahür eden, çokluğa bürünür. Ezeli ilk örnekler llahi İsimlerin bilgi seviyesindeki formlarıdır. Çün­kü llahi isimlerin ve Sıfatların tecellisi, kendilerine mahsus özellikleri bakımından, İsimlerin çoğalmasını gerektirir."

Mahan bugün lran tasavvufunun sayısız hacı tarafın­dan idare edilen bir mabedidir. Ni'metullah, dervişlerin Şahı olarak yüceltilmektedir. Onun adı "Şah Ni'metullah Veli"dir. lleride bu sıfatın onun tarikatinde, günümüzde lran'da var olan Şii tarikatlerinin çoğunluğunun bağlı ol-

duğu Ni'metullah tarikatinde yayılacağını göreceğiz. (Diğer tarikatlerin bağlı olduğu ise Zehebi tarikatidir.)

12.    Hurufiler ve Bektaşiler

Burada hurftfi okuluna, yani "harflerin felsefi ilmi"ni uy­gulayan insanlara ancak birkaç satırla işaret edebilmek­ten ötürü üzgünüz. Bu ilmin, kavram ve yöntemleri Yahu­di Kabbala'nınkilerin aynı olan bir metafizik cebir olduğu­nu söyleyebiliriz. Aslında bu felsefi harfler ilmi ta başlangıç­tan itibaren mevcuttur. Gelenek onun lslam'da ortaya çıkışı­nı VI. lmam Cafer el-Sadık'a bağlamaktadır. Kuşaktan kuşa­ğa mistik teosoflarımızın çoğunluğunda onun izlerine rastlanmaktadır. Ancak hurüfi okulundan veya hurüfi mezhe­binden söz edildiğinde kastedilen, kaynağını Timurlenk'in 804/1401-1402'de idam ettirdiği Esterabadlı Fazlullah'a borçlu olan özel okuldur. Fazlullah'ın öğretisi varlık derece­lerinin tepesine varlığın ve var olanların mahrem, batını te­meli olarak Kelam derecesini yerleştirir. Bu batını yüzün or­taya çıkması için Kelam'm telaffuz edilmesi ve bunun için de bir "çatışma" gerekir. Fakat bu temel telaffuz olayının kay­nağı, şeylerin ve çatışan varlıkların dışında değildir, o içer­den, varlıklar ve şeylerin hatmi yüzünden çıkar.

Kurumlaşmış bir okul olarak hurüfi mezhebi çabucak or­tadan kalkmış görünmektedir. O lran'dan bektaşi dervişle­rinin temsilcileri ve öğretilerinin savunucuları olacağı Tür­kiye'ye geçmiştir. Bektaşi tarikatinin kaynağı Hacı Bektaş'tır (738/1337-1338) ve acımasız zulümlere rağmen bu tarikatin eski Türkiye'nin manevi ve kültürel hayatındaki rolü, bu yüzyılın otuzlu yıllarına kadar gerçekten büyük olmuştur. Ancak bu tarikat, öğretilerinin incelenmesini kolaylaştırma­yan sıkı bir batıniliğe riayet etmiştir. Bu batınilikte Yeni-Platonculuğun güçlü izleri yanında şeyler hakkında temelde

Oniki İmamcı bir anlayışla karşılaşılmaktadır. İnsan fizyono­misinin çizgilerinin sembolik incelenmesiyle hat sanaunın en şaşırtıcı ürünleri arasında kurdukları bağlantı özel olarak zikredilmelidir. Burada da sembolik formlar fenomenolojisi için tükenmez bir maden kendini göstermektedir.

13.    Cami

817/l4l4'de Cam'da doğan ve büyük yolculuklardan (Meşhed ve Mekke'ye iki hac yolculuğu, Bağdat, Şam ve Tebriz'de kalış) 898/l 492'de hayatının sona ereceği Herat'a yerle­şen Horasanlı bir İranlı olan Molla Nurüddin Abdurrahman Cami'nin eserinin bize takdim ettiği yine sembolik formlar­dır. "Cami, lran'ın ortaya koyduğu en dikkate değer dehalar­dan biri idi; çünkü o aynı zamanda büyük bir şair, büyük bir bilgin ve mutasavvıftı" (E. G. Browne). Nakşibendi sufi tarikatine mensuptu. Şeyhi, bu tarikatin kurucusu olan Hoca Bahaüddin Nakşibend'in (790/1388) öğrencisi ve halefi olmuş olan şeyh Sa'düddin Muhammed Kaşgari idi.

Camt'nin eserinin bütünü tasavvuf metafiziğini ilgilen­dirmektedir. Nesir şeklinde yazılmış büyük kitapları vardır. Bunlar arasında (698/1289 civarında ölmüş olan) ünlü Fahrüddin 'lrakt'nin Konya'da dinlemiş olduğu Sadrüddin Konyevi'nin (bkz. s. 85) dersleri vesilesiyle kaleme almış oldu­ğu küçük kitabı Panltılar (Lema'at) üzerine yazdığı bir şerh bulunmaktadır. 'lraki, şöhret kaygısı olmayan, sadece ebe­di güzelliğin aynası olarak insan güzelliği ile ilgilenen tipik bir gezgin dervişti (kalender). Bundan başka Cami büyük bir mutasavvıflar biyografisi (Nefahatü'l-Üns=llilhi Yakınlı­ğın Nefesleri) kaleme almıştır. Küçük eserler külliyatı (ope­ra minora) lbni Arabi ve Sadrüddin Konyevi'ye ilişkin şerh­ler içerir. Eserlerinin yayınlan ve hakkında yapılmış incele­meler olmadığından onunla ilgili bütünsel bir açıklama tas-

lağına girişmek zordur. Şiirsel eseri esas olarak bir "Yediler Bilimi"ni (Heft Oreng=Yedi Taht veya Renk) içine alır. Onu teşkil eden yedi andan özellikle burada üç mistik destanı, Yusuf ile Züleyha, Mecnun ile L la (Iran tasavvuf destanının Tristan ve lsolde'u) ve Salaman ile Absal'ı zikretmek gerekir. Bu sonuncu sembolik hikayenin iki versiyonu vardır: On­lardan biri lbni Sina'nınki ile Nasırüddin Tüsi'nin bir öze­tinden bildiğimizdir. Diğer versiyon, hermesçi kaynaklıdır. Cami'nin uzun bir şiir olarak düzenlediği, lbni Sinacı değil, hermesçi versiyondur.

14.    Hüseyin Kaşifi

Hüseyin Va'iz Kaşifi (910/1504-1505) zamanının büyük İranlı vaizi ve mutasavvıfı olmuştur. Mistik teosofınin çeşit­li sorunları ile ilgili otuza yakın eser bırakmışur. Aynca bü­yük bir tasavvufi Kur'an tefsiri, peygamberlerin ve lmamlann uğradıkları zulümleri, özellikle Kerbela faciasını yorum­layan bir Şehitler Bahçesi veya Şehitlere Ağıt (Ravzatü'ş-Şüheda) vardır. Öte yandan lran dehasının ahlaktan ziyade meta­fizikte ve tasavvufta mükemmelliğe ulaşmış olmasına karşı­lık geçen yüzyılda baulı şarkiyatçılar özellikle Hüseyin Kaşifi tarafından yazılmış olan ve aynı türün diğer iki örneğini, ya­ni sırasıyla Nasırüddin Tüsi'nin Ahlak-ı Nasıri'si ve Celaluddin Devvani'nin Ahlak-ı Celc:lli'sini izleyen pratik felsefe an­siklopedisi Ahlak-1 Muhsint ile ilgilenmişlerdir.

Bununla birlikte eğer burada Kaşifi'yi zikrediyorsak, bu­nu özellikle büyük bir eserinden, Fütüvvet-name'sinden do­layı yapıyoruz. O bu eserde Ömer Sühreverdi'nin eseri vesi­lesiyle işaret ettiğimiz bir temayı, manevi yiğitlik ve dostluk demek olan fütüvveti ele alır. İslam toplumuna has olan bu fenomeni anlamak için geleneğin sahip olduğu verilerin bü­tününü özetler. Fütüvvet düşüncesi, özü itibariyle, Şiiliğin tasarladığı biçimde peygamberlik misyonu ile Oniki İmamcı karizma arasındaki ilişkiye bağlı bir şey (peygamberliğin hatmi yüzü olarak velayet) olarak ortaya çıkar. Bu açıdan fütüvvet, Hz. Adem'in oğlu ve Imam'ı, "ilk süfi" olan Şit'le başlamıştır. Şit'in şahsında fütüvvet henüz tarikatten, yani mistik yoldan veya tasavvuftan farklılaşmamıştır (burada Şit'in irfancılardaki rolü, hermesçilerin Agathodaimon'una özdeş kılınması düşünülürse, uzak yankıların varlığı farkedilecektir). İnsanların artık tasavvuf hırkasını taşımaya güç­leri yetmediğinde fütüvveti tasavvuftan ayn bir şey olarak ortaya koyan Hz. lbrahim olmuştur. Hz. lbrahim'in şahsın­da peygamberlik misyonu artık bir yiğitlik hizmetine dö­nüşmüştür. Peygamberlik dairesiyle velayet dairesini yeni­den birleştirenfütüvvet, hikmet-tarihin dönemlerini belir­ler. Peygamberlik dairesinin başlangıcında Hz. Adem bu­lunur, kutbu Hz. lbrahim'dir. Bu daireyi kapatan mühür ise Hz. Muhammed'dir. Fütüvvet dairesinin başında bulu­nan Hz. lbrahim, kutbu 1. lmam, mührü Yeniden Diriliş'in lmam'ı, halen gaib olan Beklenen lmam XII. lmam'dır. Fütüvvetin bütün Kitap Ehli olan toplumlarda üyeleri oldu­ğundan Hz. lbrahim, hatmi evrenselciliği (oecumenisme) lbrahimi geleneğin üç dalını birleştiren bir manevi yiğitli­ğin babasıdır (ebu'l-fityan).

15.    Abdülgani Nablüsi

1143/1731'de Şam'da ölmüş Suriyeli bir teosof ve muta­savvıf olan Abdülgani Nablüsi (yani Samariye'de Nabluslu) lbni Arabi çizgisinde üretken bir yazar olmuştur (büyük ebatta iki koca ciltten oluşan mükemmel bir Füsüs şerhi bı­rakmıştır). Eseri en çeşitli temaları ele alan yüzden az sayıda olmayan başlık içerir (Ibnü'l-Ferid'in tasavvufi Ode'ları üze­rine şerhi ünlüdür). Aynı zamanda iki tarikate, mevlevi ve nakşibendi tarikatlarine mensuptu. lbni Arabi'nin öğrenci­si olarak başarılı bir şekilde yapılması için iyi bir felsefi for­masyon gerektiren teomonizm ( vahdeti vücud) meselesini ele almak zorunda kalmışur.

Nablüsi bu konuda şu açıklamayı vermektedir: Bu aşkın birlik, zorunlu olmayan varlığın (halk, yaratım) Zorunlu Varlık'tan (Hak, ilahi Varlık) kesinlikle bağımsız olmadığı ve O'nun varlığının dışında olamayacağı anlamına gelmek­tedir. Evet, onlar birbirlerinden ayrıdırlar, ancak her ikisinin kendisiyle var olduğu varlık, tektir. Çünkü Zorunlu Varlık'm varlığı özünün aynıdır. Oysa bir başlangıcı olan, varlı­ğa gelen varlık, Zorunlu Varlık'ın özünün aynı olan bu var­lıkla var olur. Ancak nasıl ki Zorunlu Varlık, başlangıcı olan varlığın özünün aynı değilse, aynı şekilde bu başlangıcı olan varlığın varlığı Zorunlu Varlık'm özünün aynı değildir. Bir ve aynı olan "var olmak", Zorunlu Varlık'a özü gereği aittir, zorunlu olmayan varlığa ise Zorunlu Varlık'la aittir. Birin­cide o koşulsuz, tektir; ikincide ise koşulludur. Gerek Nablüsi'nin eserlerinin tam bir baskısı, gerekse onun hakkında bütünsel bir inceleme temenniye şayandır.

Aynı dönemde Osmanlı lmparatorluğu'nda Ragıp Paşa'nın (1176/1763) eserine işaret edelim: "1756'dan l763'e kadar sadrazamlık yapmış ve güzel bir kütüphanenin sahi­bi olan Ragıp Paşa, İslam kültürünün belli başlı problemleri üzerine ilginç görüşler içeren bir eser bırakmışur" (L. Massignon).

16.    Nur Ali Şah ve XVIII. Yüzyılın Sonunda

Tasavvufun Yenilenmesi

Daha önce başka bir yerde eksiksiz Şiiliği savunan batmilere şer'i ve zahiri dinle yetinen dindaşlarına karşı sıkı bir gizlilik disiplini uygulama görevini yükleme konusunda­ki çelişik duruma işaret etmiştik. Bu disiplin herhangi bir sufi tarikatin dışında uygulandığında belki daha da etkilidir, çünkü burada her türlü dış işaret de ortadan kalkar. Ayrı­ca adında (Safiyüddin Erdebili) süfi kaynağının izlerini taşı­yan safevi hanedanının başlangıcından itibaren öyle bir po­litik bulaşma ve bu bulaşma ile birlikte de tasavvuf zihniye­tinde ve adetlerinde öyle bir gevşeme ortaya çıku ki bunun sonucunda tasavvuf ve sufi kelimeleri artık şüpheli hale gel­diler ve bu tarihten itibaren onların yerine irfan (mistik teosofi) ve 'urefa (mistik teosoflar) kelimeleri tercih edildi. Böylece iç hayaunda bir sOfi olan büyük filozof Molla Sadra tüm bir gevşek ahlaklı ve cahil sOfi grubuna karşı bir kitap yaz­mak zorunda kaldı. Bundan başka daha önce işaret ettiği­miz durumu da göz önüne almak gerekir: Bir Şii mutasavvı­fı herhangi bir kurumlaşmış sOfi tarikate katılmak zorunda kalmaksızın Aziz lmamlar'ın eksiksiz öğretisini takip etme­si ve benimsemesi olayının kendisiyle zaten tasavvuf yoluna girmiş olduğu duygusuna sahiptir. Bu bakımdan bireyden bireye, dudaktan kulağa aktarılan tarikatler olabilir. Bunlar ne maddi bir iz, ne belge bırakmışlardır. Kısaca bu bölüm­de zikredeceğimiz kişiler sayesinde tüm bir felsefi ve mane­vi hayat varlığını sürdürürken, öte yandan safevi dönemi so­nunda lran tasavvufu kurumlaşmış bütün tarikatlerin zayıf­laması ve çözülmesi ile kendini gösteren bir gerileme içine girmişti. Bu dönemde artık sadece Meşhed'de nurbahşi tarikatine mensup birkaç sufi ile Şiraz'da zehebi tarikatine ait bazıları ortada kalmıştı

işte bu ortamda Hindistanlı bir ni'metullahi sofisi veya dervişi olan Ma'sum Ali deniz yönünden Fars (lran'da bir eyalet) kıyılarına yaklaşır ve 1190/1776-1193/l 779 arası bir tarihte ailesi ile Şiraz'a yerleşir. O lran'da ni'metullahi tarikatini yenilemek üzere hocası şeyh Şah Ali Rıza Dikkani tarafından Hindistan'dan görevli olarak gönderilmiştir. Bu ni'metullahi tarikati şüphesiz adım Ni'metullah Veli'den (bkz. s. 101) alır, ancak Ma'ruf Kerhi (200/815-816) yo­luyla köklerini Şiiler'in VIII. lmam'ma, İmam Ali Rıza'ya (203/ 818) geri götürebilir. Ma'sum Ali-Şah manevi yenile­me görevini başarıyla yerine getirir. Burada karşımıza yeni:.. den Iran tasavvufu tarihinde önemli bir sima çıkmaktadır: Nur Ali-Şah.

İsfahan'da 1170/1756-1757 veya ll72/l759'da doğmuş olan Nur Ali-Şah, Feyz Ali-Şah'm (Mirza Abdül-Hüseyin) oğluydu. Feyz Ali-Şah'm kendisi ise orta çölün kuzey do­ğusunda bir vaha olan Tebesli İmam Cuma Molla Muhammed-Ali'dir. Ma'sum Ali'nin gelişinin yaratmış olduğu yeni­lemenin yankılan İsfahan'a kadar ulaşır ve baba-oğul birlik­te Şiraz'a gitmeye karar verirler. Orada Ma'sum Ali-Şah'm tarikatine intisap ederek birbirlerinin manevi kardeşi olur­lar. Onlarla ilgili anlatılanlardan yakışıklılığı ile meşhur olan Nur Ali-Şah'ın kişiliğinin büyüleyici olduğu anlaşılmakta­dır. Maalesef öğrencilerin şevk ve sadakatini sofu dindarla­rın ve zahir ehlinin ateşli kinleri dengelemiştir. Nur Ali-Şah 1212/l797-l798'de kırk yaşları cıvannda ölür ve Musul'a gömülür. Onun Revnak Ali-Şah'm kızkardeşi olup manevi ve şiirsel yeteneklere sahip ve kendisi de Hayyati mahlası ile bir Şiir Divanı kaleme almış olan bir hanımla evlenmiş oldu­ğunu da zikredelim.

Nur Ali-Şah'm eseri on kadar kitabı içerir. Bunlar arasın­da yeni baskısında küçük ebatta bin iki yüz sayfa tutan Mis­tik Buluşma Cenneti (Cennetü'l-Visal) adlı büyük Farsça rap­sodisi özel olarak sivrilmektedir. Bu anıtsal eserde tasavvuf teosofisi ve tecrübi mistisizminin büyük temaları bir ara­ya toplanmış ve tamamen yazara (veya yazarlara) özgü bir tarzda ele alınmıştır. Eser (cennetin "sekiz kapısı"mn sem­bolleri olan) sekiz kitaptan oluşacaktı. Ancak eksik kalmış­tır. Nur Ali-Şah daha üçüncü kitabı bitiremeden ölmüştür.

Kayın biraderi ve halefi olan Revnak Ali-Şah (ölümü 1225/ 1810 veya 1230/1814-1815) eseri devam ettirmiş, üçüncü kitabı tamamlamış ve dördüncü ve beşinci kitapları kale­me almıştır. Nizam Ali-Şah Kirmani de (1242/1826-1827) kendi payına altıncı ve yedinci kitapları yazmıştır. Tarika­tın bazı üyeleri çok üretken yazarlar olmuşlardır. Muzaffer Ali-Şah diğerleri yanında (1215/1800-1801, Kirmanşah'ta) içinde lbni Arabi'nin ve irfanla en fazla yüklü Şii hadisleri­nin öğretilerinin birbirleriyle birleştikleri Denizlerin Kavuş­tuğu Yer (Mecme'ü'l-Bihar) adlı bir kitap, Felsefe Taşı (Kibriti'l-Ehmer), Mistik Sırlar Denizi (Bahr'ül-Esrar) vb. ad­lı kitaplar yazmıştır. O Kirman'da bir halk ayaklanmasında (1206/ 1791-1792) tasavvuf şehidi olarak hayatım kaybe­den Müştak Ali-Şah'm öğrencisi olmuştur.

XIX. yüzyılın ilk yansında Şiraz'da yerleşmiş bulunan bir derviş de Sayyaf mahlası ile adı Nur Ali-Şah'ınkini hatırlatan büyük bir rapsodi yazmıştır: KenzÜ'l-Esrar ve Cennetü'l-Visal (Mistik Sırlar Hazinesi ve Mistik Buluşma Cenneti). Eser de­vasadır: Yeni yapılmış olan baskısında üç bin sayfa civarın­da. On iki kitapta tüm mistik irfan sahasını kapsar. Nazım şeklinde yazılmış şerhe giriş için ana motif ödevi gören, ek­seriya lmamlar'm birinden nakledilen sözlerdir.

1270/1853-1854 yılında Şiraz'da doğmuş, 1344/19251926'da ölmüş olan bir diğer Ma'sum Ali-Şah, diğer eser­leri yanında büyük bir Farsça genel tasavvuf ansiklope­disi (yakınlarda yapılan baskısı üç cilt olan Tera'ikü'lHekaik=Hakikatin Yollan) bırakmıştır.

Burada 1251/1835-1836'da lsfahan'da doğmuş Safi AliŞah'ı da zikretmeliyiz. O sayısız öğrenciler tarafından çev­rilmiş olarak 1316/1898-1899'da öleceği Tahran'a yerleş­meden önce Hindistan'da kalmıştır. Zamanın İran toplu­mu üzerine etkisi büyük olmuştur. Diğer eserleri yanında nazım olarakKur'an'ın dev bir mistik tefsirini (1318/1950 baskısında tek yüze basılmış sekiz yüz otuz altı yaprak) bı­rakmıştır. Safi Ali-Şah'ın tarikati günümüzde de çok canlı­dır. Bundan başka Horasan'da Gunabadlı Sultan Ali-Şah'ı da (1327/1909) zikredelim. Onun halefi de etkisi ve eseri bü­yük olan oğlu Nur Ali-Şah Il (1337/1918-1919) olmuştur. Gunabad bugün hala Iran toplumunun tüm saflarına nüfuz etmiş olan geniş bir tasavvuf ağının karargahı durumunda­dır. Birçok diğer ni'metullahi şeyhlerini de burada anmamız gerekir. Günümüzde Tahran'daki Ni'metullah hangahının kutbu, olağanüstü faal olan Dr. Cevad Nürbahşi'dir. Onun yönetimi altında hangah yeniden yapılmış ve bir sufi üni­versitesi boyutlarında genişletilmiştir (yazma eserler kütüp­hanesi, hat müzesi vb.). Dr. Nürbahşi eski metinlerin yayın­larını çoğaltmaktadır ve son seneler zarfında Iran genelinde elii civarında yeni hangahlar kurmuştur. Sufi şeyh otoritesi­ne psikanalizin sınırlarının tamamen farkında olan nöropsikolog doktorun uzmanlığını katmıştır.

17.    Zehebiler

Yukarıda söylediğimiz gibi Kübreviyye süfi tarikatı Seyyid Ali Hemedani'nin ölümünden sonra iki dala ayrılmıştır. Öğ­rencisi Hace lshak Hutellani, halefi olarak Seyyid Muhammed Nürbahş'ı (795/1390-869/1464) tayin etmişti. Ancak maalesef Mir Şihabüddin Abdullah Berzişabadi onu tanıma­yı reddetmiştir. O günden sonra iki kol, Nürbahşiler ve Zehebiler kolu ortaya çıktı. Bu sonuncular manevi cedlerinin Ma'ruf Kerhi (200/815-816) kanalı ile (Ni'metullahiler gi­bi) VIII. İmam Ali Rıza'ya (203/818) çıktığı konusunda ıs­rar ederler. Oniki lmam Şiici ateşlilikleri tasavvuf metafiziği eserlerinde açıkca görülmektedir.

Onlar arasında özellikle zehebi şeyhi Necibüddin Rıza'yı anmak gerekir. Tebriz doğumlu olup lsfahan'a yerleş­miş ve orada Şah Süleyman'ın (1666-1694) hükümdarlığı esnasında 1080/1670'de ölmüştür. İki önemli eseri yayım­lanmıştır: Hidayet Işığı (Nüru'l-Hidayet) ve XJI. 1mam Mes­nevisi (Se'bü'l-Mesani). İki zehebi yayın merkezi özellikle canlı olmuştur: Şiraz ve Tebriz. Şiraz'da daha çok onur ifa­de eden "Baba-yi Şirazi" veya bir mahlas olan "Raz-ı Şirazi" adıyla bilinen ve ölümünden sonra yerine oğlu Mecdü'l-Eşrafın (1264/1848-1330/1912) geçtiği Şeyh Ağa Mirza EbulKasım'm eserleri yayımlanmışur. Ebu'l-Kasım'a ayrıca mis­tik teosofinin iki önemli kitabını borçluyuz. Bunlardan biri 1. İmama atfedilen ünlü bir irfancı vaazın şerhidir (Hutbetü'lBeyan). Marifet Nürlannın Yolu (Menahic Envarü'lMa'rifet) adını taşıyan diğeri Vl. İmam Caferü'l-Sadık'a izafe edi­len bir kitabın şerhidir: (Misbahü'l-Şeriat=Şeriat'ın Lamba­sı). Tebriz'de bunun öğrencilerinden birinin, Mirza Abdülkerim Rayizüddin Şirazi'nin veya tarikatteki adıyla "Acube Arif Ali-Şah"m (1299/1882) eserlerinin, bu arada diğerleri yanında Mahmud Şebisteri'nin (bkz. s. 97) Gülşen-i Rdz'ına ilişkin değerli bir incelemesinin yayımına başlanmıştır. Arif Ali Şah kırk bir civarında kitabı içeren yazma halinde hatırı sayılır bir külliyat bırakmıştır. Şemsüddin Pervizi onları ya­yımlamayı üstlenmiştir.

Bu birkaç sayfa belki tasavvuf ve onun metafiziği hakkın­da bir fikir verecektir. Şüphesiz o gerçekleştirilmesi gereken büyük çabalar hakkında da fikir vermiş olacaktır. Bir sonra­ki bölümün de iletmek istediği izlenim budur.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Şti DÜŞÜNCESİ

1.    Nasırüddin Tüsi ve Şii "Kelam"ı

Bir Şii Kelam'ı vardır. Kelam'la kastedilen Yunan filozofla­rından tevarüs edilen diyalektiğin imkanlarını Kur'an'ın ve Hadis'in takdim ettiği dinsel kavramların hizmetine koşan çıkarsamacı açıklama yöntemidir. Sırf Kelamcı (mütekellim) tip olarak zahirci bir ilahiyatçıyı temsil eder. Fakat bir ay­nı dinsel tema Kelam'm zahirci bakış açısından incelenebil­diği gibi tasavvuf metafiziğinin bundan önceki kısımda ünlü örneklerini bize verdiği mistik teosofinin bütün imkanlarıy­la da ele alınabilir. Bir aynı düşünür hem Kelamcının hem de kavramlar üzerinde düşünmekle yetinemeyen filozof ve mis­tik teosofun yeteneklerini şahsında toplayabilir. Şiilikte en sık rastlanan durum da budur. Bu durumun bir ilk nedeni­ni Kutsal imamların öğretiminin kendisinde bulabiliriz. Nasırüddin Tüsi de bu durumun en iyi örneğidir.

Zamanın kültürünün izin verdiği biçimde evrensel deha­ya sahip (bibliyografyası seksen eser başlığı içermektedir) bir insan olan Hoca (Hace) Nasır (en sık zikredilen adıyla

Üstad Nasır) 11 Cemaziyülevvel 597/18 Şubat 1201'de Ho­rasan'da Tüs şehrinde doğmuş ve 18 Zilhicce 672/26 Ocak 1274'de Bağdat'ta ölmüştür. Gençlik lları maceralı geç­miştir. Kuhistan'da İsmaili hükümdarların hizmetinde bu­lunmuştur ki bu olay müstahkem Alamut kalesindeki ka­lışını ve ileride kendisinden söz edeceğimiz İsmaili bir ese­rin kaleme alınışını açıklar. Moğollar Alamut kalesini el­lerine geçirdiklerinde (654/1256) durumu güçleşmiş, an­cak bu durumdan usta bir şekilde kurtulmuş, hatta Hulagu Han'ın danışmanı, onun nezdinde İmamiye Şiilerinin şefa­atçisi olmuş ve Bağdat'ın Moğollar tarafından alınması sıra­sında (656/1258) bu sonuncuları birçok zulümden kurtar­maya muvaffak olmuştur. Daha sonra Moğol hükümdarını Azerbaycan'da Meraga şehrindeki büyük rasathaneyi inşa etmeye ikna edende o olmuştur.

Hoca (Hace) Nasır bir matematikçi ve astronomdu (Euklides'in Elementler'ini, Batlamyus'un el-Mecisti'sini şerh et­miş, geometrik ve fizyolojik optik konularıyla ilgili bir eser yazmıştır). Felsefede tbni Sina'nın 1şiiriit'ı üzerine dört yüzl sonra Abdürrezzak Lahici'nin İbni Sinacılığın meydana getirmiş olduğu en mükemmel eser olarak gördüğü şerh bi­çiminde bir inceleme kaleme almıştır. Hoca Nasır, Şehristani'ye cevaben yazmış olduğu özel bir eserde de yaptığı gi­bi bu eserde de İbni Sina' Fahrüddin Razi'ye karşı savu­nur. Eğer çok erkenden ortadan kalkmış olan Latin İbni Sinacılığı'ndan farklı olarak İran İbni Sinacılığı'nın günümüze kadar devam ettiği söylenebilirse, Nasırüddin Tüsi onun bir yaratıcısı olmuştur.

Şii Kelam'ında ana eserleri Tecridü'l-Akaid (inanç Unsurlannın Ortaya Konulması), Kava'idü'l-Akaid (inanç Unsurlannın Temelleri), Füsıll'dur (Farsça yazılmış "Fasıllar"). Bu kitaplarda Şii düşüncesinin büyük temaları (lmamet, XII. İmam vb.) sistemleştirilmiştir. tık iki kitap yüzyıllar boyun­ca yetmiş inceleme ve şerhin konusunu oluşturmuştur ve bunların bir an önce envanterinin çıkarılması, tahlilinin ya­pılması, tarihlerinin yazılması gerekir. Hoca Nasır'ın eseri ve manevi fizyonomisinin zirve noktasını pratik felsefeden (Ahlak-ı Nasın adlı eser) çok Evsafü'l-Eşraf (Şerefli Ruhlann Nitelikleri) adlı küçük risalede sergilenmiş olan Şii olduğu kadar derin mistik tasavvufu oluşturmaktadır. Şiiliğin İran dinsel bilincininin özlemlerini özetlemesi, felsefenin Darü'l İslam'ın geri kalan bölgelerinde son nefesini vermesine kar­şılık İran okullarında canlı bir şekilde varlığını sürdürmesi olgularını göz önüne alırsak, Hoca Nasır'ın Şii düşüncesinin önde gelen temsilcisi olmasını anlarız.

Hoca Nasır'ın öğrencileri ve en yakın insanları arasında Kemalüddin Meysem Behrani'yi zikretmek uygundur. Bir rivayete göre Behrani'nin felsefede Nasır'ın öğrencisi olma­sına karşılık Nasır da fıkıhta onun öğrencisi olmuştur. Öte yandan Behrani, Allame Hilli'nin hocalarından biri olmuş­tur (biraz aşağıya bakınız). Ona birçoğu Şii İmamlarının İmamet problemleri ile ilgili on beş civarında eser borçlu­yuz (bu eserlerin daha yazmaları bile tam olarak tespit edile­memiştir). Behrani özellikle Birinci Imam'ın sözleri, vaazları ve mektuplarının bir derlemesi olan (yirmi ciltten fazla tu­tan) Nehcü'l-Belagat (Belagatın Işıklı Yolu) adlı eser üzerine çift şerhiyle ünlüdür. O Kelam, felsefe ve tasavvufu (irfan) bir araya getiren Şii düşünürlerinden biri olmuştur. Haydar Amuli onu peygamberlerin mirasçısı olan ve zahiri bilgiyle yetinemeyen gerçek filozoflar arasına koymaktadır:

"Onlar arasında Nehcü1-Belagat üzerine büyük ve küçük iki şerhinde kaynaklarını ve hırkalarını Birinci lmam'a çıka­ran vahdet-i vücudçu irfancıların yöntemlerini bilginlerin ve felsefe uzmanlarının yöntemlerine tercih eden mükemmel şeyh Meysem el-Behrani'yi zikredebiliriz. Aynı şekilde o, Bi­rinci Imam'ın sözlerine ilişkin bir derleme olan Centriloqium adlı eser üzerine yaptığı şerhte, üzerinde hiçbir şüphenin ol­madığı hakikatin, su.fi diye adlandırılan Allah dostları arasın­daki vahdet-i vücud yolu olduğunu savunmaktadır."

Hoca Nasır'ın en ünlü öğrencisi şüphesiz 648/1250125l'de Hille'de doğmuş ve 726/1326'da aynı yerde ölmüş olan Allame Hilli'dir (tam adı, Cemalüddin Ebu Mansur Hasan tbni Yusuf İbni Mutahhar el-Hilli). Onun diğer hocala­rı arasında Katibi (Debiran), Kazvini (bkz. s. 45) ve Mey­sem Behrani vardır. Hilli, Meysem Behrani ve Hoca Nasır gibi Moğol zulmünü görmüş ve Nasır'ın oynadığına benzer bir rol oynamıştır. Şii tarihçilerin tanıklıklahna göre Olcaytu'nun farklı dini mezheplerin liderlerini davet ettiği toplan­tılarda Hilli'nin rolü belirleyici olmuştur. Cevaplarının mü­kemmelliği sonucunda Şiilik o dönemde İran'ın resmi di­ni olarak kabul edilmiş ve yer altından çıkabilmiştir. Allame Hilli üretken bir yazar olmuştur (Yazdığı kitapların sa­yısı birkaç yüzü bulmaktadır. Eserlerinden bir kısmı yayım­lanmıştır. Diğerleri ise henüz yazmalarının aranması safha­sındadır).

Daha önce de hatırlatıldığı gibi Hilli'nin Şii İmamet kavra­mı üzerine eserlerinden biri (Minhacü'l-Keramet) İbni Teymiye tarafından yapılan şiddetli bir Sünni saldırının konusu­nu teşkil etmiştir (bkz. s. 55). Bazı fıkıh eserleri dışında Hilli ilkeleri daha sonra usülilerle (usüliyyün) ahbarileri (haberiyyün) birbirleriyle kavgaya sürükleyecek bir Hadis ilminin sistemleştirmesini gerçekleştirmiştir (bkz. s. 158). Kelam'da en eski İmamiye Kelamcılanndan biri (350/96l'e doğru öl­müş olan Ebu ishak İbrahim Nevbehti) tarafından yazılmış en erken eserlerden biri üzerine bir şerh yazmıştır (Envarü'lMelekut). Aynı şekilde Hoca Nasır'ın yukarıda zikredilen iki eserini (Tecrid ve Kavd'id) şerh etmiş ve bu şerhler daha son­ra araştırmacı kuşaklar tarafından yeniden ve yeniden okun­muş, incelenmiş ve şerh edilmiştir. Hocası Meysem Behrani'nin Nehcü'l-Belagat üzerine yaptığı geniş şerhin bir öze­tini vermiştir. Aynı zamanda bir Kelamcı ve filozof özellikle­rini sergileyerek lbni Sina'nın lşarat'ı ve Şifa 'sı üzerine incele­meler; Sühreverdi'nin Te lvihat'ının güçlükleri üzerine bir çö­züm denemesi (Hillü'l-Müşkilat); Eş'ariciler ve Sofistleri kar­şılaştıran bir eser (Tenasüh), iki ansiklopedik kitap, yani fel­sefi bilimlerdeki Gizli Sırlar (el-Asarü'l-Hafiyye) -Bu eserin yazar elinden çıkma yazması Neceftedir-ve felsefe ve Kelam üzerine Tam Bir Öğretim (Ta'lim Tamm) vb. kaleme almış­tır. Hocası Nasırüddin Tüsi'nin Sühreverdi'den ilham alarak yaptığı gibi Hilli de "Bir'den ancak Bir çıkabilir" (Ex Uno non fit nisi Unum) ilkesinden şüphe eder. Molla Sadra'nın kura­mını haber veren bir tözler içi (intrasubstantiel) hareketi ka­bul eder.

Kısaca eseri, bütünsel bir monografiden önce gelmesi ge­reken ayrıntılı incelemeler yapılmasını hala beklemekteyse de Hilli'nin verdiği örnek ve kitaplarının felsefenin Şiilik'te kendini "evinde hissetmesi" ve şeriat bilginlerinin saldırıla­rına karşı felsefeyi koruması bakımından belirleyici bir rol oynamış olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.

Allame Hilli'den çıkan silsile uzundur ve Şii nomenklaturasının şerefli "şehid"ler, yani Kutsal lmamlar'ın da­vasının gerçek şahidi olarak ölen kişiler diye adlandırdı­ğı üç insanın şahsında Şii Kelam'ıyla Sünni Kelam'ının tra­jik çatışmasına bizi götürür. Bu şehitlerden ilki (Şehid-i Evvel=protomartyr) 751/1350'de on yedi yaşındayken Allame Hilli'nin oğlu Fahrü'l-Muhakkik'in'in öğrencisi olmuş olan şeyh Şemsüddin Muhammed'dir. Şemsüddin Muhammed yirmiye yakın eser bırakmış ve 786/1384'de Şam'da idam edilmiştir. İkinci şehid (Şehid-i Sani), Allame Hilli'nin öğrencilerinin (altıncı kuşaktan) öğrencisi olmuş olan şeyh Zeynüddin lbni Ali'dir. O da çok sayıda eser bırakmış (sek­sen civarında eser adı) ve 966/1558-1559'da lstanbul'da Sul­tan Selim'in (?) emri üzerine idam edilmiştir. Üçü arasında en tanınmışı, ailesi iV. imam Zeynel-Abidin'e kadar geri gi­den Gazi Nurullah Şuşteri'dir. Bir filozof ve Kelamcı, mate­matikçi ve şair olan Şuşteri, en ünlüsü Farsça yazılmış Mecalisü'l-Müminin (Müminlerin Meclisleri) adlı büyük kitap olan yetmiş civannda eser bırakmıştır. Bu kitapta on iki bö­lümde her türden (filozof, Kelamcı, sufi vb.) büyük Şiiler hakkında kısa notlar verilmektedir. Şuşteri, Hint-Moğol hü­kümdarı Şah Ekber'in cömert reformu döneminde (1556­1605) meydana gelen Hindistan ve Iran arasındaki gidiş ge­lişlere katılmıştır ve bir süre Lahor'da kalmıştır.

Sünni bir Eş'arici, Fazlullah lbni Ruzbihan Isfahanı, Allame Hilli'nin eserlerinden birine (Nehcü'l-Hakk ve Keşfü'sSıdk=Hakikatin Yolu ve Doğruluğun Keşfi adını taşıyan ese­re) karşı şiddetli bir saldırıda bulunmuştu. Fazlullah'ın ese­rinin adı lbtalü'l Bıitıl'dı (Yanlışın lbtali). Nurullah lhkakü'l Hak (Doğrunun Hakkının Tesisi) adlı (büyük boy beş yüz say­falık) kocaman bir cevapla buna karşılık vermiştir. Bu kitap Sünni ileri gelenlerce ihbar edilmiş, Şah Ekber'in halefi olan Cihangir (1605-1628) yazan mahkeme önüne çıkartmıştır. Mahkemeden 1019/1610-16ll'de Gazi Nurullah'ın şiddet­li bir ölüme mahkum edilmesi karan çıkartılmıştır. Böylece o üçüncü şehid (Şehid-i suvvum) olmuştur. lhkakü'l Hak adlı eser hukuki bir kısım yanında geniş ve zengin felsefi bir bölümü içermektedir. lbni Teymiye ve Fazlullah Ibni Ruzbihan'ın Allame Hilli'ye saldırılan, Nurullah Şuşteri'nin müdahelesi ve trajik sonu göz önünde tutulursa, bütün bunla­rın derinlemesine bir bütünsel incelemeyi hak ettiği anlaşı­lacaktır. Bu inceleme olmadıkça Islam felsefesinin bu önem­li bölümüne ancak böylece işaret edilebilir.

Burada Ibni Yunus Nebeti 'Amili'yi de (877/1472-1473) zikredeceğiz. 'Amili, şöhreti esas olarak biri imamet üzerine olan (Kitab Siratü'l-Müstakim=Doğru Yol Kitabı), diğeri Nefs

Ve Ruh Hakkında Söylenen Şeylere Açılan Kapı adını taşıyan iki büyük eserden ileri gelen Şii bir filozoftur. Bu ikinci, Meclisi'nin Şii hadisleri üzerine olan büyük ansiklopedisinde, yani Biharü7 Envar'da kaynaklan arasında zikrettiği eserdir. 'Amili mantık, Kelam, imamet, ilahi isimler üzerine başka eserler de yazmıştır.

Nihayet bir Kelamcı olduğu için değil, araştırmaların ha­lihazırdaki durumunda Nasırüddin Tüsi ile henüz iyi be­lirlenmemiş olarak kalan ilişkilerinden ötürü burada zik­redeceğimiz çok orijinal bir filozof, Efzalüddin Kaşani var­dır. Tüsi bazı rivayetlere göre belki de Kaşani'nin dayısı idi. Doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmemekle birlik­te hayatı XIII. yüzyılın ilk üçte ikilik döneminde yer almak­tadır. Hulagu Han zamanında yaşamış ve söylendiğine göre Moğolların yanında Hoca Nasır'ın oynadığı aynı hayırlı ro­lü oynamıştır. Gerçekten o yaşadığı Kaşan şehrini tahripten kurtarmaya muvaffak olmuştur.

Efzalüddin'in Tüsi'nin yakın tanıdıkları arasında olduğu­nu Tüsi'nin ona övgü olarak yazdığı iki beyit göstermekte­dir. Bundan başka te'vil, yani Kur'an ayetleri ve hadislere Efzalüddin tarafından uygulanan sembolik yorumun bazı Ismaili yakınlıklar gösterdiği tespit edilmiştir. Bu olgu, ken­di bauniliğine Efzalüddin'in bir öğrencisinden aldığı bir şey olarak işaret eden Hoca Nasır'ın bazı ifadeleriyle gayet iyi uyuşmaktadır. Filozof ve (Baba Efzal takma adıyla) şair Efzalüddin tümüyle Farsça yazılmış bir eser bırakmıştır. Bu eseri on iki civarında kitaptan oluşmaktadır. Burada sade­ce mükemmel bir felsefi antropoloji sergilemesi olan Medaricü'l-Kemal'i (Mükemmellik Dereceleri); filozofumuzun in­sanın kendi hakkındaki bilgisini ele aldıktan sonra şeylerin kaynağı ve sonunu "gökteki bir başlangıç ve bitiş" olarak in­celediği belki en orijinal eseri olan Cavidan-Name'yi (Ebe­di Olanın Kitabı) zikredeceğiz. Efzalüddin'in (Aristoteles'e izafe edilen sahte eser olan) Liber de Pomo'yu1 (Elma Kitabı) ve Arapça bir versiyonu da bulunan Hermesçi Yenbu'el-Hayat"ı (Hayat Pınan) (Bu kitabın Latince çevirisi De castigatione animae [Ruhun Cezalandmlması Üzerine] adıyla yayım­lanmıştır) Farsça'ya çevirdiğine işaret edelim. Bu son kita­bın bazı paralel pasajlarına Corpus Hermeticum'un (Hermesçi Metinler) Yunanca metninde rastlanabilmiştir. (tdris'le, Hanoh'la özdeşleştirilmiş olan) Hermes'e gösterilen bu ilgi lşrak Şeyhi Sühreverdi ile bir yakınlığı haber vermektedir.

Büyük kitabı Camiü'l-Esrar boyunca teşebbüs ettiği filozof­ların eleştirel tarihinde Haydar Amuli açık olarak, Efzalüddin'i felsefe ve resmi zahir ilimlerini derinleştirdikten sonra "Tanrı dostlan"nın yoluna dönmüş olan kişiler arasında sa­yar: "Efzalüddin, en büyüklerinden biri olmuştur" der.

2.    lsmaililer

lsmaililiğin kaynaklan ve lsmaili metafiziğin ana motif­leri hakkında daha önce ana hatlarıyla bilgi verdik. Birkaç satırla büyük olaylan hatırlatalım: Fatimi halifesi el-Mustansır Billah öldüğünde (487/1094) yerine kimin geçece­ği meselesi Ismaili toplulukta parçalanmaya yol açtı. Birin­ci olarak imam el-Musta'li'nin meşruiyetini kabul edenler vardı. Bunlar günümüze kadar eski Fatimi davasını devam ettireceklerdir. Ancak son İmam unvanına sahip halife el-

1 Liber de Pomo veya KitabütTüffahe (Elma Kitabı): Bu gerçekte Aristoteles'e ait olmadığı halde geç antik ve Ortaçağ'da Aristoteles'e izafe edilen yeni-platoncu özellikli sahte eserlerden biridir. Bu kitapta Aristoteles Platon'un Sokrates'in ölümünden önceki son anlarını ve öğrencileriyle konuşmalarını anlatan Phaidon'da Sokrates'in oynadığı role benzer bir rol oynamaktadır. Ölüme yaklaşnğı sırada öğrencilerine varlık ve ruhun ölümsüzlüğü konusundaki görüşlerini açıklamaktadır. Kitabın Elma Kitabı olarak adlandırılmasının nedeni, Aristote­les'in bu konuşma boyunca elinde bir elma tutması ve hayat kudretine sahip olmaya devam ettikçe elmanın kokusunu muhafaza etmesi, sonunda eli kuv­vetsiz kalınca elınanın yere düşmesidir (bkz. T.J. De Boer, lsldm'da Felsefe Ta­rihi, çev. Yaşar Kutluay, Ankara 1960, ss. 20-21).

Emir'in öldürülmesinden (524/1130) bu yana Oniki İmamcı Şiiler gibi pratikte İmam'ın gaybubeti dönemi içinde bu­lunmaktadırlar. Onlar Yemen'e çekildiler. XVI. yüzyılda genel karargahları Hindistan'a taşındı ve burada Buhralar olarak tanındılar. İkinci olarak, İmam Nizar'ın meşruiyeti­ne sadık kalanlar vardı. Nizar'ın sadık müritleri tarafından mucizevi bir şekilde hayatı kurtarılan torunu lran'da müs­tahkem Alamut kalesinde güven altına alındı. Yine bura­da 8 Ağustos 1164'de imam Hasan 'ala zikrihi'selam -adının anılmasına selam olsun(her zaman ona bu şekilde işaret edilir) Büyük Diriliş'i ilan etti. Bu olay Ismaililiği saf bir ir­fan (gnose), saf bir kişisel diriliş dini haline getirmekteydi. Bu ilanın anlamına gelince, burada en doğrusu şu sözü tek­rar etmektir: Resurrectio non est factum historicum, sed mysterium liturgicum (Diriliş tarihsel bir olay değildir, litürjik bır sırdır). Aradan henüz bir yüzyıl geçmemiştir ki (1256) müstahkem Alamut kalesi ve lran'daki diğer Ismaili karar­gahlar Moğollar tarafından tahrip edilir. Son İmam Rükneddin Şah katledilir, ancak onun oğlu ve sülalesi, tasav­vuf kılığı altında önce Güney Kafkasya'da, sonra (Hemedan ve Isfahan arasındaki) Ancudan'da varlıklarını devam etti­rirler. Günümüze, Kerim Ağa Han IV'e kadar varlığını de­vam ettiren işte Alamut'ta yeni biçim kazanmış olan bu İsmaili İmamlar soyudur. Bu kol, esas olarak İran merkezle­rinde, Orta Asya'nın yüksek yaylalarında, müritlerinin Ho­calar olarak bilindikleri Hindistan'da kök salmıştır.

Bu şema olmaksızın felsefe tarihi içinde Ismaililiğin yeri­ni anlamak imkansızdır. Alamut literatürü, kütüphanesinin tahribi sırasında yok edilmiştir. O zamandan bu yana şartlar uygunsuz olduğundan üretim çok zayıf kalmıştır. Buna kar­şılık Buhralar kolu tüm koleksiyonları muhafaza etmiştir. Filozof için trajedi şudur ki daha liberal olan Hocalar Ismaililiği tanıtmak üzere metinler yayımlamaya hazırdırlar. An­cak ne yazık ki bütün yazmalar Buhralar'ın elindedir. Bun­lar ise öyle sıkı bir gizlilik disiplinine riayet etmektedirler ki merhum W. lvanof tarafından sayımı yapılmış 760 civarında eserden (bu sayıya Dürzü metinler de dahildir) bugüne ka­dar sadece yirmi, otuz tanesi erişilebilir durumdadır.

Fatimilerin ortadan kalkışından bu yana Musta'li kolu­nun önce yeni-yemenli diye adlandırılan dönemde bazı üretken yazarları olmuştur. Burada başlıca işleri lsmaili me­tafizik ve imamet nazariyesine ilişkin hacimli sistematik ge­niş özetler ortaya koymak olan Yemenli bazı büyük davetçilerin (da'i) adlarını zikretmekle yetinmek zorundayız. Bun­lar ikinci davetçi İbrahim ibn el-Hüseyin el-Hamidi (557/ 1162); üçüncü davetçi Hatim İbni İbrahim; beşinci davetçi Ali lbni Muhammed ibnü'l-Velid (612/1215) (bu sonun­cuya diğerleri yanında el yazması bin iki yüz sayfa tutan ve şu anda baskı ve inceleme safhasında olan hacimli bir ese­ri, Gazali'nin Ismaili karşıu büyük polemik eserine [el-Mustazhiri] bir cevap teşkil eden eseri borçluyuz); sekizinci davetçi Hüseyin İbni Ali (657/1268) diğerleri yanında lsmaili metafizik ve öte dünya kuramı üzerine bir özet (compendium) bırakmıştır (eser basılmıştır). On dokuzuncu davetçi İdris Imadüddin (872/1468) tarihçi ve filozof olarak önemli bir eser bırakmıştır (özellikle inceleme ve baskı safhasında olan Zehrü'l-Meani). Bütün bunlar bizi Hindistan dönemine kadar götürmektedir ve bu dönemle ilgili olarak Hasan İbni Nuh el-Hindi'nin el-Benişi'nin (939/1533) yedi büyük cilt­lik devasa sistematik geniş özetini zikredeceğiz. Bu eserin özeti bilinmektedir. Onun kendisinin bir yazmasına ulaşa­cağımız gün lsmaili tarih ve metafiziğin tüm esasını görmek imkanına kavuşacağız. Bu dönemde Musta'li kolu iki alt ko­la, Davudçu ve Süleymancı kollara ayrılır. Burada yine onlar­ca eserin adını biliyoruz. Ancak onlar bugüne kadar araştır­macılar için sadece adlardan ibarettirler.

Tümü Farsça kaleme alınmış nizari literatüründen, yani yeni biçim almış Alamut lsmaililiğinden çok şükür zamanı­mıza Nasırüddin TO.si'nin iki eseri muhafaza edilmiştir. Bu eserlerin Ismaili çevrelere yakınlığından yukarıda söz et­tik (en önemlisi Ravzatü't-Teslim adını taşıyan bu iki ese­rin TO.si'ye ait olduğundan şüphe etmemizi gerektiren hiç­bir neden yoktur). lsmaililik, Alamut kalesinin yıkılma­sından sonra Iran'da tasavvuf kılığı (hırka) altında varlığı­m sürdürmüştür ve bu dönemden itibaren tasavvuf litera­türünün kendisinde her zaman bir karışıklık vardır. Mahmud Şebiştari'nin (bkz. s. 97) büyük şiiri, Ismaili izleri açı­ğa vurur ve Gülşen-i Rdz'ın kısmi bir lsmaili şerhi vardır (bu eser basılmıştır). Alamut geleneğine ait nizari literatürü de çoğunlukla manzum tarzda kaleme alınmış eserler halin­de varlığını sürdürmüştür. 720/1320'ye doğru ölen KO.histani, Ismaili öğretileri ifade etmek için tasavvuf termino­lojisinden yararlanan ilk kişi görünmektedir. (Şah Kalen­der takma adıyla) Ancudan'da oturmuş ve gömülmüş olan İmam Celalüddin Mustansır Billah II (880/1480) bir Ci­vanmertliğe Teşvik (Pendiyat-ı Civanmerdi) kaleme almış­tır. Bu civanmertlik kavramının Şiilik ve tasavvuf için an­lamını daha önce belirtmiştik. (856/l 452'de yazan) Seyyid Sühreb Veli Bedehşani ve (XV. yüzyılın ikinci yansında ya­şayan) Ebu İshak Kuhistani'nin her biri lsmaili felsefe hak­kında güzel bir takdim yapmışlardır. Üretken bir yazar olup (960/1553'den sonra ölmüş olan) Heratlı Hayırhah (Benevolens) Ebu ishak Kuhistani'nin Yedi Bölüm'ünün bir geniş­letilmesi olan ve Nasırüddin TO.si'nin Ravzatü't-Teslim'i ile birlikte Alamut geleneğine ait lsmaili felsefe hakkında bize en tam bir bilgiyi veren Kelam-ı Pir'in esas sorumlusudur. (1056/1645'de yazan) Haki Horasani ve oğlu Rekkami Dizbadi'den uzun felsefi şiirler kalmıştır. Gulam Ali Ahmednigar (1110/1690) ise bize manzum bir eser, Lema'atü't-Tahirin'i (Çok Temizlerin Pınltılan) bırakmıştır. Bu, bin yüz say­fadan az olmayıp felsefi ana fikirleri şiir şeklinde ifade eden biraz karışık bir eserdir. 18SO'de doğup henüz gençliğinin baharında 1884'de ölen Pir Şihabüddin Şah Hüseyni (Ağa Han II'nin oğludur) hiç olmazsa lsmaili irfanın mükemmel özetlerini teşkil eden birçok eser bırakmıştır.

Aynı döneme ait Oniki Imamcı Şii yazarlarının görünüşe göre bildikleri biricik eserler olan Alamut Ismaililiğinin baş­lıca eserleri bunlardır. Belki bu eserler yeni-yemenli davetçilerin devasa eserleri karşısında aynı ağırlığa sahip değildir. Filozofun gözünde trajedinin ne olduğuna yukarıda işaret ettik. Bu trajedinin sonucu miladi X. ve XI. yüzyıllarda lslam'da metafizik düşüncenin cesurluğunun öncüsü olan Ismaililiğin yüzyıllardan beri pratikte sessizliğe bürünmesi ol­muştur. Onun bugün aynı zamanda hem orijinal hem gele­neksel sesini duyurması gerekir. Genç Ismaililer bu kaygıya sahip gibi görünmektedirler.

3.    lşraki Akım

Eski Pers bilgelerinin teosofilerini canlandırmak üzere Şeyhü'l-lşrak Sühreverdi'nin (587/1191) Hikmetü1-1şrak ad­lı kitabında gerçekleştirdiği temel reformdan çıkan işraki akım, Iran Işrakilerinin ("Iran Platoncuları"nın) akımı, Ibni Arabi'nin Şii metafiziğiyle bütünleştirilmesi sonucu daha sonraki yüzyıllarda Iran İslam felsefesine özel çehresini ver­meye katkıda bulunacaktır. Bundan ötürü burada hepsi Şii­liğe bağımlı olmasalar da eserleriyle bu akımın oluşmasına katkıda bulunmuş olan düşünürleri bir araya topladık. On­ların eserleri meyvelerini Şii düşüncesinde vermiştir ve onla­rın katkılarını yerinde göstermek uygun olacaktır.

Bu "Iran Platoncuları" silsilesinin başında Şemsüddin Şehrezflri (Vll/XIII. yüzyıl) gelmektedir. Kendisinden önce gelenlerin malzemelerini toplayarak tüm bir eserini (Nüzhetü'l-Ervah) filozoflann hayat hikayelerine ayırmasına karşı­lık bu filozofun kendisinin hayatı hakkında hiçbir şey bil­mememiz paradoksaldır. Ona özellikle kendi zamanına ka­dar lslam dünyasında yaratılmış tüm felsefe hakkında dev bir sistematik geniş özeti borçluyuz. Bu eserin adı Jlahf Ağaç ve Teosofik Sırlar Kitabı'dır ve onun çok daha önceden in­celenmiş ve yayımlanmış olması gerekirdi (680/1282'de bi­tirilmiştir. Müstensihin bir notu yazann 687/1288'de hala hayatta olduğunu düşünmemize imkan vermektedir). Bun­dan başka ona Sühreverdi'nin iki büyük eserinin, yani Telvihat ve Hikmetü'l-lşrdk'ın iki geniş şerhini borçluyuz. Baş­ka şerhçilerin eserlerinde bu şerhlere ait sayısız sayfayı aktanlmış görmekteyiz. Şehrezüri yürekten bir lşrakidir. O ken­di zamanı için Sühreverdi'nin d,aha önceden "Kitabın Koru­yucusu" (Kayyim bi'l-Kitab) olarak adlandırdığı kişi oldu­ğu duygusuna sahiptir. "Hikmetü'l-lşrak Kitabının Koruyu­cusu" adının Şiiliğin zahiri ve bauni bütünlüğünde "Kitabın (Kur'an'ın) Koruyucusu" olarak lmamlan adlandırmasıyla bir benzerliği olduğuna işaret edelim (çünkü bu adlandırma muhtemelen bir raslantı değildir).

(683/1284'de ölmüş olan) Ibni Kemmüne de (Sa'd Ibni Mansur) dönemin büyük bir filozofudur. Bir Yahudi olan veya dedesi (Hibetullah, Nathanael) tarafından Yahu­di soyundan gelen lbni Kemmüne'nin eserlerinde gözlem­lenen bazı işaretler Şii yazarlanna onu bir Oniki imamcı fi­lozof olarak görme imkanını vermiştir. Sühreverdi'nin Taht ve Arş ile Jlgili Açıklamalar Kitabı adlı güç eserinin üç bölü­mü (mantık, fizik, metafızik) üzerine çok orijinal ve en cid­di şerhlerden birini (667-1268'de tamamlanmıştır) yazmış­tır. Bundan başka aralannda üç büyük din, Yahudilik, Hı­ristiyanlık ve lslam'ın incelenmesi konusunda Tartışmalann Açıklığa Kavuşturulması (Tenkihü1-Ebhas) adlı kitabının da bulunduğu bir düzine kadar eser bırakmıştır. Bu eser Bağ­dat'ta Sünni çevrelerde epeyi gürültü koparmıştır. Anlaşıldı­ğına göre bu. eserde o lbrahimi evrenselcilikten (oecumenisme) esinlenmekteydi.

Şiraz'da 634/1237'de doğan, Tebriz'de 710/13ll'de ölen Kutbüddin Şirazi (Mahmud lbni Mes'üd) belki dönemin fi­lozofları arasında en ünlü simadır. Matematikçi, astronom, filozof ve süfi olan Kutbüddin'in ünlü hocaları olmuştur: Nasırüddin Tüsi, Sadrüddin Konyevi, Katibi Kazvini. O ara­larında Farsça bir felsefe ansiklopedisinin de bulunduğu on beş civarında eser kaleme almıştır. Tacın incisi (Dürretü'tTac) adım taşıyan bu ansiklopedi Şehrezüri'nin Arapça fel­sefe ansiklopedisinin benzeridir ve (Tahran'da 1320/1942 yılında yayımlanmış olan) iki kısımdan meydana gelmekte­dir: Birinci kısım, bilgi konusuna giriş, mantık, ilk felsefe, fizik, metafizik ve rasyonel ilahiyatı, ikinci kısım ise Euklides'in geometrisi, astronomi, aritmetik ve müziği kapsamak­tadır. Kutbüddin Şirazi Sühreverdi'nin Hikmetü'l-lşrak'ı üze­rine günümüze kadar bir elkitabı olarak kalmış olan ve Sühreverdi'nin çok öz olan metninin anlaşılması için vazgeçil­mez olan bir şerh yapmıştır.

Şiraz yakınlarında Devvan'da 830/1426-1427'de doğ­muş ve aynı yerde 907/1501-1502'de ölmüş olan Celalüddin Devvani Kelam, felsefe, ilahiyyat ve tasavvufla ilgili çe­şitli problemleri ele alan çok üretken bir yazar olmuştur. Şiraz'da eğitim görmüş ve hemen hemen her yere, lran'a, Hindistan'a, Irak'a yolculuklar yapmış, gördüğü bir rüya so­nucu Şiiliğe girmiştir. Burada esas olarak felsefeyle ilgilenen herkesin okumuş olmasından dolayı sayısız el yazması bulu­nan, Sühreverdi'nin Nur Heykelleri (Mabetleri) üzerine şer­hinden söz edeceğiz. Bu şerhin o kadar çok el yazmasının bulunmasının bir nedeni de Gıyasüddin Mansur Şirazi'nin (949/1542. Bkz. s. 134) bir karşı-şerhine yol açmış olması­dır. Aynca bu iki filozofun üzerinde çatıştık.lan tek nokta da bu değildir.

Yeri gelmişken (birçok öğrencisi olmuş olan) Celalüddin Devvani'nin öğrencilerinden birini, 904/1498-1499 veya 911/1505-1506'da ölmüş olan ve Şii yazarlarının çoğunluğunca haklı olarak bir Şii olduğu kabul edilen Emir Hüseyin Meybudi'yi (Meybud, Şiraz yakınında bir kasa­badır) zikredelim. Meybudi on civarında eser bırakmış­tır. Bunlar arasında biri Esirüddin Ebheri'nin Kitabü'l Hidayet'i (bkz. s. 41), diğeri giriş bölümünün kendisine ta­savvuf metafiziğinin büyük temalarını ele alıp genişletme imkanını verdiği Birinci lmam'ın Divıln'ı üzerine iki ince­lemesi mevcuttur.

Az bilinen iki kişiyi de burada zikretmeliyiz. Vedud Tebrizi 930/1524'de Sühreverdi'nin (Anadolu Selçuklu emiri) lmadüddin'e lthaf Edilen Levhalar Kitabı adlı eserine sistem­li bir şerh yazar. Vedud Tebrizi'nin kendisinde,n daha da az bilinen bir çağdaşı Necmüddin Mahmud Tebrizi Hikmetü'l1şrak üzerine şerhler yazar. Nihayet Sühreverdi belli sayıda­ki küçük eserlerini (opera minora) Farsça yazmışsa da, onun büyük eserleri Arapça yazılmıştı. 1008/1600'de Muhammed Şerif lbni Herevi adında biri sadece Hikmetü'l-lşrak'ın girişi ve ikinci kısmını teşkil eden beş kitabı değil, aynı zamanda Kutbüddin Şirazi'nin şerhini de Farsça işler. Çevirmenin or­taya koyduğu Hindistan'la ilgili şeyler üzerine bilgisi, onun bu girişimini yukarıda sözünü ettiğimiz Şah Ekber'in teşeb­büs ettiği dini reformun esinlendirdiği cömert ilgilere bağla­mamızı mümkün kılmaktadır. Gerçekten lşrak felsefesi, Şah Ekber'in tasarladığı "cihanşümul (oecumenique) din" proje­si üzerine büyük etkide bulunmuştur.

XVII. yüzyıl sonu-XVIII. yüzyıl başlarında cemaati ile bir­likte Hindistan'a göç etmiş olan Şiraz'daki büyük Zerdüşt rahibi Azer Keyvan'm hikayesi de bu aynı felsefi ve dini fi­kirler kaynaşması ile ilgilidir. Bu dönemde yazılmış Fars­ça büyük bir eser, Debistan-1 Mezahib (Dini Bilimler Okulu), içinden Desatir-Name (Eski Iran Peygamberlerinin Kutsal Kitabı) gibi bir kitabın çıktığı zamanın zerdüştçü ortamın­da hüküm süren durum hakkında bize bilgi veren tek kay­naktır. Bu kitap, kendisinde ilk Zerdüştçülükle ilgili belge arayan tarihçi veya filozofu sadece hayal kırıklığına uğrata­bilir. Buna karşılık o en yüksek ölçüde felsefeyi ilgilendir­mektedir. Çünkü açık izlerini taşıdığı lşraki felsefenin ya­yılmasına tanıklık etmektedir. Azer Keyvan'ın grubu için­de Sühreverdi'nin ateşli hayranları ve çevirmenleri, özel­likle 1048/1638'de yaşayan ve bulunmamış çevirileri dışın­da Dört Bahçeli Şehir (Şaristan-1 Cehar-1 Çemen) adlı Fars­ça büyük bir eser bırakmış olan Ferzane Behram vardı. Ay­nı gruptan çıkmış olan bir başka Farsça kitap Ayin-i Huşeng (Huşeng'in Dini; Huşeng eski lran peygamberlerindendir) adını taşır. Parsiler bu kitaplarla onları yayımlayacak ölçü­de ilgilenmişlerdir. Onlar Descltir'i yan parsı bir kitap ola­rak görürler ve bu konuda onlarınkinden daha iyi hüküm veremeyiz. O halde burada insanı heyecanlandıracak tarzda Sühreverdi'nin projesine cevap veren ve XVII. yüzyıl Hindistanı'nda onun felsefesinin etkisine tanıklık eden (şu an­da henüz inceleme halinde bulunan) zerdüştçü bir litera­türle karşı karşıya bulunmaktayız.

Şüphesiz işraki akımın gücü lşrak Şeyhi'nin şu veya bu ki­tabını açık bir şekilde şerh etmiş olanlarla sınırlı değildir. Aşağıda Molla Sadra Şirazi'nin Hikmetü'l-Işrak üzerine ola­ğanüstü şerhlerinden oluşan büyük bir cilt yazdığım belirte­ceğiz. Ancak lşrak'ın etkisi burada zikredilecek birçok İran­lı düşünür üzerinde artarak devam edecektir. Abdürrezzak Kaşanı gibi bir lbni Arabi şerhçisi Füsüs üzerine şerhin­de lşrakilerin hermesçi yakınlıklarına dikkat etmiştir. lşraki akımla tbni Arabi kaynaklı akımın Şii teosofısinin büyük te-

malanyla birleşmesi lran-lsla.m felsefesine belirleyici formu­nu verecektir. Daha lbni CumhO.r'da bu birleşme olup bit­miş bir olaydır (bkz. s. 134).

4.    Şiilik ve Simya: Celdeki

Böylece kurulacak "nazari" teosofiye, (öznenin kendisin­de şeylerin ve olayların gerçekleştiği ayna olduğunun bi­lincine vardığı teosofiye) esas katkısı olarak "peygamberlik nazariyesi"ni içeren ve zirvesini simyada bulan bir Doğa teosofisi tekabül eder. Büyük simyacı Aytemur Celdeki'nin gös­terdiği bu bağdır. Cabir lbni Hayyan'ı lsmaili irfana bağlayan bu bağa, Celdeki'nin simyasım Oniki İmamcı Şiiliği peygam­berlik teosofisine bağlayan bağ tekabül eder. Celdeki bir yan­dan uygulamalı simyanın usullerini tasvir ederken öte yan­dan manevi bir ilim olarak simya hakkında çok canlı bir bi­lince sahipti. Hem uygulamalı hem sembolik olan simya, hem ilk maddede (materia prima), hem de insanın derin varlığın­da gerçekleşir. Simya kavramı ile Şii İmamet nazariyesi arasın­da ve bu sonuncu aracılığıyla da simya ile kozmik bir kurtu­luş talebi seviyesine yükseltilmiş manevi civanmertlik hizmeti arasında özsel bir bağ vardır. O halde burada simya günümüz kimyasının tarihinin bir tarih-öncesi değildir.

Aytemur Celdeki (doğru okunuşu budur, Cildeki değil­dir) Horasan'da Meşhed'in on sekiz kilometre kadar kuze­yinde bir kasaba olan Celdekli bir İranlıdır. Şam'da ve daha sonra 750/1349-1350 ve 762/1360-1361 yıllan arasında ha­yata gözlerini yumduğu Kahire'de yaşamıştır. Simya ile ilgili bugüne kadar pek incelenmemiş olan on beş civarında eser bırakmıştır. Burada ancak onun Denge 1lminin Sırlan lle il­gili Burhan Kitabı'nı (Kitabü'l -Burhan fi Esrar 1lmü'l-Mizan) zikredebiliriz. Bu, dört büyük ciltte dört kısımdan meydana gelen Arapça devasa bir eserdir.

llk okuyuşta, Birinci İmam'a izafe edilen en irfancı hut­belerin, bunlar arasında daha önce zikredilen Beyan Hutbesi'nin bu eserde oynadığı rol bizi şaşırtır. İkinci kısmın be­şinci bölümünde Celdeki şunları söyler: "Simya ancak fel­sefe (hikmet) hakkında yüksek bilgiye sahip olanlar ve pey­gamberlerin mesajını tasdik edenlerde sağlamdır. Çünkü bu mesaj, şeriatın zahiri emirleri yanında üstün felsefi bilgeliğin bazı sırlarını içine alır. Bundan dolayı Birinci İmam simya­nın "peygamberliğin kardeşi" olduğunu söylemiştir. "Çün­kü simya bilgis(peygamberlerin sahip oldukları bilgiler ara­sındadır". "Peygamberliğin kardeşi" derken İmam zımni olarak onun hikmeti (felsefeyi, teosofik bilgeliği) ifade et­menin bir tarzı olduğunu söylemek istemiştir. İmdi hikme­tin peygamberliğin kardeşi olduğuna şüphe yoktur. Böylece bu aynı bölüm, açıklaması fütüvvet ağacının üstünden ve peygamberlik nurlarının yuvasından konuşan kişiden isten­mesi gereken bir birleşmenin bildirilmesi ile sona ermekte­dir. Bu satırlar bir sonraki bölüme geçiş ödevi görmektedir. Bu bölümde ise Tyanalı (Kemerhisarlı) Apollonius'un inisyatik bir roman havasına sahip bir eseriyle, Yedi Heykel Kitabı'yla karşılaşmaktayız (Ecole Pratique des Hautes Etudes'ün Annuaire'ine, dini bilimler bölümüne, 1972-1973 dersleri üzerine rapora bakınız).

Aşağıda biri Mir Fendereski'ye, diğeri Bidabadi'ye ait sim­yayla ilgili iki küçük eserden daha söz edeceğiz. Aynı şekilde Şeyh Ahmet Ahsa'i'de ve onun okulunda "dirilen beden"in doğurduğu problemler simya uygulamalarının birbirini ta­kip eden safhalarına başvurularak ele alınmıştır.

5.    İbni Arabi'nin Şii Metafiziğiyle Bütünleştirilmesi

Şii düşünürlerin İbni Arabi'nin es€rinde kendilerine uy­gun şeyleri bulmuş olmaları yukarıda temel değere sahip olarak işaret edilen olaylardan biridir. Doğal olarak o lbni Arabi'nin Endülüs'te aldığı ilk eğitimin ne olduğunu sorgu­lamaya yönelmektedir. Öte yandan en büyüküstad'm (Doctor maximus=el-Şeyhü'l-Ekber) şahsına ve eserine karşı bu saygı her Şii düşünür için öğretiyle ilgili kesin önemi haiz bazı noktaların reddedilmesini kesinlikle dışlamamaktaydı. Bunun bir örneğini Haydar Amuli'de göreceğiz.

Tarih sırasına uygun olarak önce Türkistan'da Hocand menşeli ve sonunda gelip lsfahan'a yerleşmiş olan aynı Şii ailesine mensup iki veya üç kişilik bir grubu zikredeceğiz. Sadrüddin Ebu Hamid Muhammed Türki lsfahani (VIIVIII/XIII-XIV. yüzyıl. Kesin tarihler bilinmiyor) Haydar Amuli'nin salt kuramsal bir felsefeyle yetinememiş düşünür­ler arasında övgüyle sözünü ettiği kişilerden biridir: "O da biliminden ve felsefesinden tasavvuf bilimine ve insanlarına dönmüştür ve bu konuyla ilgili birçok kitap ve risale kaleme almıştır. Bunlar arasında mutlak varlık üzerine bir kitap var­dır". Haydar Amuli bu noktada filozofumuzun bu eserinden uzun bir sayfa nakletınektedir. Sadrüddin gerçekten metafi­ziği ele alan birçok eser bırakmıştır. Bu eserler arasında en önemlisi Tevhidle llgili Temel Tezler adını taşır.

Torunu Sa'inüddin Ali Türki lsfahani (830/1426-1427 ve 836/1432-1433 tarihleri arasında ölmüştür) anlaşılması son derece güç bu eserin Mutlak Varlıkla llgili Temel Tezlerin Geliştirilmesi (Temhidü'l-Kava'id fi'l-Vucudü'el-Mutlak) adı­nı taşıyan ve Şiilik metafiziğinin incelenmesi ile ilgili olarak en büyük öneme haiz olan bir şerhini yapmıştır. Sa'inüddin gerek Farsça, gerek Arapça son derece kişisel nitelik­te birçok eser bırakmıştır: Bunlar lbni Arabi'nin Füsusü'lHikem'inin bir şerhi, b,ir Derinleştirmeler Kitabı, Kur'an'ın "Ayın Yarılması"yla ilgili ayeti (54/1) üzerine bir inceleme­dir (bu ayetin hatmi anlamı Sa'inüddin'e içinde döneminin belli başlı bütün okullarının yer aldığı orijinal bir dini tipoloji sunma imkanını verir). Aynca ona Muhammed Şebisteri, lbn'ül-Ferid'in bir kasidesi vb. üzerine incelemeler borçluyuz. (Kırk civarındaki Farsça eserlerinin baskısı Tahran'da devam etmektedir.)

Kuzeni Efzalüddin Muhammed Sadr Türki Isfahani'nin, Şehristani'nin dinler ve felsefi okullar üzerine büyük eseri­nin (Kitabü'l Milel ve'l-Nihel) Farsça çevirisi ile kendini gös­terdiğini söyleyelim. Çalışma 843/1439-1440'da lsfahan'da bitirilmiş ve aynı eser üzerine bir inceleme ile tamamlan­mıştır. Bu girişim lran-lslam felsefesi tarihinde şüphesiz bir çağ açmıştır. Ancak ne yazık ki Timur'un oğlu Şahruh'un emriyle 850/1447'de yazaqnın idam edilmesine mal olmuş­tur. Öte yandan bu kötü fiil Şahruh'a bir mutluluk getirme­miştir. Çünkü o da bu olaydan seksen gün sonra ölmüştür.

Bir diğer eser, (lrak'ta Burs menşeli) Recep Bursi'nin ese­ri VIIVXIV. yüzyılın ikinci yansında (kesin tarihler bilin­memektedir) yer alır. Bu eser de Şii felsefesinin bu dönemi için birinci derecede önem taşır. Yazmış olduğu sekiz civa­rında eserleri arasındaMeşarikü'! Envar (Nürlann Doğulan), imamlara atfedilen en karakteristik irfancı vaazları bir araya toplayan, Şii teosofisine mükemmel bir giriştir. Bu eser Sebzevar menşeli olup Meşhed'e yerleşmiş bir bilginin, el-Hasan el-Hatib el-Kari'nin gayretleriyle devasa bir genişletme­nin, büyük boy birkaç bin sayfalık Farsça bir şerhin konusu olmuştur. Yazar Şah Süleyman Safevi'nin (1666-1699) em­riyle çalışmasını 1090/1680'de tamamlamıştır. Eser özellik­le muhammedi Kelam, "varlık kitabının bütün kelimeleri"ni içinde bulunduran ezeli-ebedi peygamberlik hakikati tema­sını ele alır. Bu Kelam, Tanrı' gösteren bir ayna, iki boyutlu biricik Nfır'dur. Bu iki boyut, peygamberlik görevi olan za­hiri boyutla, Velayet, lmam'da gerçekleşmiş ilahi tercih olan hatmi boyuttur.

Bununla birlikte yöntemli işlenişinde göz önüne alınan bütünleşme olayı ile ilgili olarak ilk planda gelen ve be­lirleyici öneme sahip olan eser, Seyyid Haydar Amuli'nin külliyatıdır. Amuli'nin hayat hikayesini ve külliyatının bir kısmını ancak yakınlarda yeniden tesis edebildik. Bu külliyat Arapça ve Farsça otuz civarında başlıktan iba­ret olmakla birlikte ezici bir etkide bulunmuştur. Sadece Amuli'nin İbni Arabi'nin Füsüs'u üzerine şerhinin girişi (Me­tinler Metni=Nassü'l-Nusüs) tam bir cilt tutan dikkate değer öğretisel bir sistematik geniş özet oluşturmaktadır. (Hazar Denizi'nin güneyinde) Taberistan eyaletinin başkenti olan Amul'da 720/1320'de doğmuş olan ve çok eski bir Şii aile­sinden gelen Seyyid Haydar parlak bir gençlik geçirir. Otuz yaşındayken derin bir manevi buhran geçirir. Bütün dünyevi tutkularını terk eder ve Irak'ta Şiilerin kutsal yerlerine yer­leşmeye gider. Bilinen en son eseri 787/1385 tarihlidir.

Nasıl Sühreverdi eski İranlıların teosofisini lslam felsefe­siyle yeniden birleştirmek istemişse Haydar Amuli de Şiilik­le tasavvuf metafiziğini birleştirmeye çalışmıştır. Onun tevhid öğretisi İbni Arabi'nin vahdet-i vücud öğretisine daya­nır. Buna göre ilahi birliği tasdik eden ("Bu" Tanrı'dan baş­ka Tanrı yoktur) zahiri bir teolojik tevhid vardır. Bu, pey­gamberlerin insanları kendisine davet ettiği tevhiddir. Bu­nun yanında varlığın birliğini tasdik eden ("Var olan" sade­ce Tanrı'dır) hatmi bir ontolojik tevhid vardır. Bu ise Tan­rı dostlarının insanları kendisine davet ettikleri tevhiddir. İmamların hadislerinin kullanılmasından peygamber­, lik kuramı ve İmamet kuramının tüm durumu, peygam­berlik görevi (risalet), peygamberlik durumu (nübüvvet) ve peygamberliğin batını, İmamlara has karizma olan vela­yet arasındaki git gide artan içsellik çıkar. Artık kapanmış olan bir peygamberlik halkası vardır. Onu velayet veya ma­nevi inisiyasyon halkası takip eder. Peygamberliğin müh­rü, son peygamber Muhammed olmuştur. Velayetin müh­rü, Birinci lmam'ın (mutlak velayet mührü) ve Onikinci lmam'ın (Muhammad-sonrası velayet mührü) ikili şahsın­da Muhammedi lmamlıktır. lbni Arabi'ye gösterdiği bütün saygıya rağmen Haydar Amuli'nin lsa'yı mutlak veya evren­sel velayetin mührü olarak kabul etmesinden dolayı ona şiddetli ve yöntemsel eleştiri yönelttiği nokta burasıdır. (Şii velayet [Farsça düsti] kavramının tanrısal dostuluğun ka­rizması anlamına geldiğini tekrar edelim. O tasavvufta yay­gın olan ve genellikle yanlış olarak "azizlik" diye çevrilen velayet kavramının tam olarak aynı değildir.) Bir peygam­berin evrensel velayetin mührü olması çelişiktir. Söz konu­su olan, yukarıda girişteki özette işaret ettiğimiz gibi, bir ta­rih felsefesinden fazla bir şey, Şiiliğin tüm hikmet-tarihi, bundan böyle hakim olacak ve karşılaştırma noktasını Batı'dajoachim de Flore'un vejoachim'cilerin hikmet-tarihinde bulacak olan kutsal tarihin (hierohistoire) bir dönemle­re ayrılmasıdır.

lbni Ehi Cumhur (804/1401-1402) ve büyük kitabı (Kitabü'l-Mucli) ile Sühreverdi'nin lşrak teosofısi, Ibni Arabi'nin teosofisi ve Şii geleneği arasındaki mükemmel dayanışma ar­tık sağlamlaşmıştır. Tıpkı Haydar Amuli gibi lbni Ehi Cum­hur açık olarak Onikinci lmam'ı halen gaib olan, ancak or­taya çıkması beklenen lmam'ı, Yuhanna lncili'nde varlığı ha­ber verilen Paraclet'e özdeş kılar. Böylece Şii teosofisi Paraclet'çi ve Yuhanna'cı bir görünüm kazanır. füraz önce Batı felsefesindejoachim'ciliğe atıfta bulunmamızın nedeni budur.

6.    Sadrüddin Deşteki ve Şiraz Okulu

Isfahanlı Türki ailesi örneğinde olduğu gibi burada da fi­lozoflardan oluşan bir aile hanedanıyla karşılaşıyoruz. Baba Sadrüddin Muhammed Deşteki Şirazi (kendisi de bir Sadrüddin Muhammed Şirazi olan Molla Sadra ile karıştırılma­ması gereken Emir Sadrüddin veya Büyük Sadrüddin), IX/ XV. yüzyılın en büyük imamcı düşünürlerinden biri olmuş­tur. 824/1424 -1425'de doğmuş, 903/1497'de Türkmenler tarafından öldürülmüş ve Şiraz'da gömülmüştür. Celalüddin Devvani'nin güçlü bir şekilde tecrübe ettiği büyük bir tartış­ma yeteneğine sahipti (bkz. s. 126). On civarında eser bırak­mıştır. Bu eserler içinde Nasırüddin Tüsi'nin Tecrid'ini ve şerhlerini konu alan iki inceleme grubu vardır. Molla Sad­ra büyük eseri Esfiirda (bkz. s. 143) onun düşüncede olan varlık, "zihni varlık"la ( vucüd zihni) ilgili tezlerini zikreder ve tartışır.

Bazı hayat hikayesi yazarlarının biraz tumturaklı "Onbirinci Akıl" lakabını (bu lakap başkalarına da verilmiştir) verdikleri oğlu Giyasüddin Mansur Şirazi (ölümü 940/1533 veya 949/1542) hem Arapça hem Farsça otuz civarında, belli başlıları Kelam, felsefe, tasavvufla, ancak aynı zaman­da astronomi ve tıpla ilgili felsefi ve teolojik bir külliyat bı­rakmıştır. Giyasüddin hemen hemen bütün hayatını, safevi hükümdarı Şah Tahmasp'ın (1524-1576) kendisi için kurduğu Mansüriye medresesinin bulunduğu Şiraz'da öğ­retim yaparak geçirir. Gençliğinde aldığı öğretim o zaman­lar Şiraz'da hüküm süren zihni ve felsefi faaliyet hakkında en iyi fikri vermektedir. Babası Sadrüddin, oğlunun ateş­li bir şekilde katıldığı tartışma toplantıları düzenlemektey­di. En ünlü muhatapları çoğu zaman kötü muamele gör­müş olan filozof Devvani ile lmamiyye hukukçusu (Muhak­kik Karki lakaplı olup 940/1533'de ölmüş olan) Ali lbni Abdül-Ali Karki idi. Çok sayıda kitabında, örneğin Nasırüd• din Tüsi'nin Tecrid'i ile ilgili kitaplarında kaydedilmiş olan, bu toplantıların sonuçlandır. Ancak en önemli kitabı, Devvani'ninkine cevap olarak yazdığı Suhreverdi'nin Nur Hey­kelleri (Mabetleri) üzerine şerhidir. Bu eser sadece polemi­ğinin önemi bakımından değil, aynı zamanda dönemin fel­sefesi üzerinde lşrak'm etkisine ve yazann tasavvufa olan eğilimine tanıklık etmesi bakımından ilgi çekicidir. Bu bağ­lamda o Molla Sadra Şirazi'nin kuracağı sentezi haber verir. Bundan dolayı da Molla Sadra Giyasüddin Mansür'a çok de­ğer verir (bundan sonra gelecek diğerleri gibi bu düşünür­lerin de eserlerinin yayımlanma ve incelenmeye ne kadar layık olduklarına burada bir kez daha işaret edelim).

Sadrüddin Deşteki'ni torunu ve Giyasüddin Mansür'un oğlu da belli bir ün kazanmıştır. Genellikle o Emir Sadrüddin il (ölümü 961/1553-1554'e doğru) diye bilinir. Dede­si gibi o da madenler bilimiyle ilgilenmekteydi ve kendisine kıymetli taşların özellikleri üzerine Farsça bir kitabı (Cevahir-Nâme) borçluyuz.

Sadrüddin Deşteki'nin en ünlü öğrencilerinden biri, filozof olarak büyük bir şöhret kazanmış olan ve devrinde Şiraz'da büyük bir manevi etkiye sahip olmuş görünen Şemsüddin Muhammed Heferi'dir (935/1528-1529 veya 957/1550). Yu­karıda adı geçen Muhakkik Karki yolculukları sırasında onu ziyaret etmekten hoşlanıyordu. Heferi, Ayetül-Kürsi üzeri­ne bir tefsirden başka felsefe alanında on civarında eser bı­rakmıştır. Burada onun öğrencilerinden birini, Şah Tahir lbni Raziyüddin Ismaili Hüseyni'yi de zikretmek doğru olacak­tır. Bu zat sonunda Hindistan'a yerleşmiş ve orada 952/1545 veya 956/1549'da ölmüştür. Ancak az sayıda'eser bırakmıştır. Bu eserlerden biri lbni Sina'nm Şifâ'sı üzerine bir araştırma­dır. Ateşli bir Oniki imamcı olup Şii düşüncesinin Hindistan'a yayılmasında etkili bir katkıda bulunmuştur.

Nihayet burada yukarıdaki şahıslarla tek bağı kendisinin de Şiraz ortamına ait olması olsa da olağanüstü bir şahsi­yetten, Hoca (Hace) Muhammed lbni Mahmud Dehdar'dan söz etmek uygun olacaktır (oğlunun adı Mahmud lbni Muhammed olduğundan katlar ona ait olanla oğluna ait ola­nı çok açık tarzda a rmamaktadır). Hayat hikayesi ile ilgi­li tüm söyleyebileceğimiz 1013/1604-1605'de hayatta oldu­ğu ve Şiraz'da Hafiziye'ye gömülmüş olduğudur. Recep Bursi çizgisinde Şiiliğin mistik teosofisini en mükemmel şekil­de temsil etmektedir. Bundan başka cifr, aritmosofi, kısaca İslam irfanında Kabbala'nın tekniklerinin eşdeğeri olan bi­limleri uygulamaktaydı. Tümü incelenmeyi hakkeden on ci­varında eser bırakmıştır. Burada sadece kozmik insanı ve­ya makrokozmos derecesine kadar ruhun dereelerinin bil­gisini ele alan Yetimin incisi ve insan Şeklinin Sembolü olarak Elif Harfi'ni zikredeceğiz. Bu kitapta şununla karşılaşmakta­yız: "İnsanın metafizik hakikatinin Muhammed'in metafizik hakikati olduğunu bil." Bundan dolaiki sürenin tefsiriy­le başlayacağım. Onlardan biri Duha suresidir: "Rabbin seni yetim bulup barındırmadı mı?" (93/6).

Şimdi bu sure, İsmaili irfanın sadakanın hatmi anlamını, onu almaya muktedir olana irfanın bahş edilmesi olarak te­mellendiren suredir ve t.üm İsmaili "civanmertlik", bu kav­ramın destekçisidir. Böylece birçok yankının varlığı hisse­dilmektedir.

7.    Mir Damad ve lsfahan Okulu

İran imparatorluğunun yeniden kurulması ve Şah 1. Abbas'ın hükümdarlığı (1587-1629) ile İsfahan, İslami sanat ve bilimin metropolü ve lran'da manevi kültürün merkezi haline geldi. Daha önce bir başka yerde bu dönemde Iran'da^ ortaya çıktığım gördüğümüz düşünürler bolluğunu "Isfa­han Okulu" adı altında toplamayı teklif etmiştik. Bu şekilde adlandırdığımız okulun içinde birçok farklı istikamet mev­cuttur. Aşağıda onları göreceğiz. Öte yandan bu okul ken­diliğinden ve bir anda ortaya çıkmamıştır. Burada daha ön­ce adı geçen düşünürler onun hazırlıklarını gerçekleştirmiş­lerdi. Ancak Şiilik kesin olarak gizlilikten çıkuğında içlerin­de felsefı İmamların hadislerinin meyvesini toplayan büyük eserlerin (Molla Sadra'nın, Gazi Said Kummi'nin ve diğerle­rinin eserlerinin) ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu da bu tarihten itibaren filozofların artık her türlü rahatsız edil­meden korunmuş oldukları anlamına gelmez.

Ortaya atılacak büyük temalar öncelikle zaman, vaka problemi, imgeler aleminin (alemü'l-misal, berzah) gerçek­liği ve buna bağlı olarak Molla Sadra'da varlık metafiziğin­de bir devrim içeren yeni bir bilgi kuramı, aktif hayalgücünün ön plana çıkarılması, metamorfozları ve yeniden diriliş­leri açıklayan tözsel (intrasubstantiel) hareket kavramı, Mu­hammedi Kelam'ın çift boyutu üzerine dayanan bir hikmettarih, metafizik Muhammedi Nur veya Gerçeklik (peygam­berliğin zahiri, imamet kuramının batını) olacak, netice ola­rak lbni Haldun'un teklif ettiği şeyden çok XIX. yüzyıl baş­larındaki Batı'nın büyük felsefi sistemlerine yakın olan muh­teşem bina ortaya çıkacaktır.

İranlı yazar ve eser listelerimiz çoğu zaman Aristotelesçilerle (Meşşa'iyyün) Platoncular (lşrakfyyün) arasında ba­sit bir sınıflama ile yetinirler. Oysa önce "Aristotelesçi" kav­ramı filozoflarımızda, en aşağısından başucu kitapları olan Aristoteles'in Teolojisi diye bilinen kitaptan ötürü tam olarakbizim ondan anladığımız anlama sahip değildir. Öte yan­dan burada saf bir Aristotelesçi olan, az veya çok Platonculuktan etkilenmiş olmayan, dolayısıyla da biraz lşraki olma­yan bir filozof bulmak istisnai bir durumdur. Bir ilk ve ünlü örnek birçok Şii filozof kuşağının "düşünce üstadı", lsfahan okulumuzun başında gelen isim olan Mir Damad'dır (Muhammed Bakır Esterabadi) (ölümü 1040/1631-1632). Mir Damad genellikle Aristotelesçiler arasında sayılmaktadır ve bu yanlış değildir. Ancak bu Aristotelesçi bize içimize işle­yen güzellikte çoşkulu itiraflar bırakmıştır. Bu itiraflarda ise Sühreverdi'nin çok açık iziyle karşılaştığımız gibi Molla Sad­ra müstear ad olarak da lşrak'ı seçmiştir. Ders verdiği okul, Sadr medresesi büyük bahçesiyle hala mevcuttur ve lsfahan'da çalışmasını sürdürmektedir.

Mir Damad gerek Arapça gerek Farsça kırk civarında eser bırakmıştır. Bu eserler zor anlaşılmaları ile ünlüdür ve par­lak öğrencisi Molla Sadra'nın eserleri sanki kendilerini göl­gede bırakmış gibi büyük bölümüyle de yayımlanmamışlar­dır. Burada onun lbni Sina'cı araştırmalarının bir sistematik geniş özeti olan Arapça Kızgın Kömürler Kitabı'm (Kabasat), Farsça Kızgın Közler Kitabı'm (Cezevat) (bu imge-başlıklar, kitapların son derece ciddi olan içeriğini etkilememektedir) zikredeceğiz (Mir Damad ikinci kitapta belki kişisel görüşle­rine daha fazla yer vermektedir). Diğerleri yanında onu meş­gul eden bir problem, kozmolojinin (ünlü) dilemmasına bir çözüm bulma problemiydi: Dünya ezelden beri (ab aeterno) mi mevcuttur, yoksa (Kelamcıların ileri sürdükleri gibi) he­nüz zamanın var olmadığı bir zamanda mı meydana gelmiş­tir? Mir Damad ezeli olarak meydana gelmiş olanla zamanda meydana gelen olay arasında çıkış yolunu ezeli olarak mey­dana gelen (hudus dehri), ezeli olarak yeni olan olay kavra­mında bulmaya çalışıyor. Bu kutsal tarih olaylan için önem­li sonuçlara gebe olan ve şiddetli tartışmalar doğuracak olan bir "hayali zaman" kavramını peşinden sürükleyecek olan bir kavramdır.

Mir Damad'ın sayısız öğrencileri arasında burada Molla Sadra Şirazi'nin (bkz. s. 143) dışında yalnızca en önemli ba­zılarını zikredeceğiz. tık olarak onun genç kuzeni olup daha sonra öğrencisi ve damadı olacak Seyyid Ahmed lbni Zeynelabidin Alevi (1054/1644 ve 1060/1650 yıllan arasında öl­müştür) vardır. Alevi'ye on civarında kitaptan oluşan önem­li bir felsefi külliyat borçluyuz. Onun hocasının güç eser­leri üzerine şerhlerinden başka lbni Sina'nın Şifa'sı üzeri­ne Şifa'nın Anahtan adını taşıyan hacimli bir eseri vardır. Bu eserde yazar açıkca lbni Sina'mn "doğu felsefesi"ne (hikmet meşrikiyye) atıfta bulunur. Bundan başka onun Kur'an'ın felsefi ve teosofik bir tefsirine uzun bir girişi (Farsça Letaifi Gayb) vardır vb.

Bir başka öğrencisi Kızgın Kömürler Kitabı üzerine bü­yük boy bin iki yüz sayfa tutan ve tüm hayatının eseri olan dev bir şerh yazmıştır. Bu öğrencinin ne yazık ki sadece adı­m (Muhammed lbni Ali Rıza lbni Elci.cani) ve bu çalışması­nı tamamladığı tarihi (1071/1661) bilmekteyiz. Elimizde bu eserin yazarının elinden çıkmış yazması olduğu için onun yayımlanmasının ne kadar önemli olduğunu belirtebilir ve yayıncısını bulma konusundaki ümidimizi dile getirebiliriz. Mir Damad'ın bir başka öğrencisinin söz konusu kitap hak­kında bir başka şerhi de vardır. Bu öğrencinin adım bilmi­yoruz; çünkü aynı boyutlara sahip olmakla birlikte bu yaz­manın baş kısmı bozuk durumdadır. Bu şerhler yazarlarının şahsi felsefi ilhamlanm serbestçe ifade ettikleri gerçek araş­tırmalardır.

Mir Damad'ın bir başka öğrencisi olan Kutbüddin Muhammed Eşkevari'ye (1075/1664-1665'de ölmüş olan bu düşünür Şerif Lahici olarak da adlandırılır) Arapça-Farsça büyük bir rapsodiyi borçluyuz. Yazar bu eserini İslam-öncesi eski bilgelere, Sünni lslam filozofları ve maneviyatçılanna, nihayet İmamlara ve büyük Şii düşünürleri ve maneviyatçılanna ilişkin rivayetler, zikirler ve yorumlan içeren üç büyük döneme bölmüştür. Zerdüşt üzerine bölüm Şiilerin Onikinci lmam'ı ile Saoşyant (Saoshyant)[8] veya Zerdüştçülerin eskatolojik Kurtancılan arasında dikkate değer bir benzerlik kurmayı içerir. Lahici'ye aynca imgeler alemi (mundus imaginalis) üzerine bir eserle Şii sembolik yorumla­mayı (te'vil) uygulayan bir Kur'an tefsirini borçluyuz.

Son olarak bugüne kadar kütüphanelerin sessizliği için­de kalmış (on beş civarında kitaptan oluşan) külliyau yeni­den tesis edildikçe önemi git gide artar gibi görünen Molla Şemsa Gilani'den bahsedeceğiz. Hazar Denizi kıyılarından bir lranlı olan Gilani uzun yıllar Mir Damad'ın derslerini ta­kip etmiştir ve kitaplarında onun öğretilerini genişletmiş­tir. Çok yolculuk yapan biri olmuştur (hemen hemen bütün lran'ı, sonra Irak, Suriye, Hicaz'ı ziyaret etmiştir). Molla Sadra'dan daha genç bir öğrenci olan Gilani, ondan farklı olarak öz metafiziğine sadık kalmıştır. Eserlerinde birbirlerine yap­tıkları eleştiriler dostça mektuplaşmalarına engel olmamış­tır. Burada onun Kesinlik Yollan Kitabı, Hakikat Dostlannda Mükemmelliğin Tezahürü Kitabı ve yukarıda kısaca kendisi­ne işaret ettiğimiz Mir Damad'm tezini savunduğu Dünyanın Meydana Gelişi Kitabı'm zikredeceğiz.

8.    Mir Fendereski ve Öğrencileri

lsfahan'da birçok öğrenci kuşağına felsefi ve teolojik ilim­leri öğreten Mir Ebu'l Kasım Fendereski (1050/1640-1641) belli bir esrar perdesiyle örtülü kalan güçlü bir şahsiyet idi. Büyük şöhreti göz önüne alınırsa bıraktığı eser şaşırtıcı az­lıktadır. Şehzade Dara Şaküh'un kendini gösterdiği Sanskritçe metinlerin Farsça'ya çevrilmesi teşebbüsüne katılmıştır. Başlıca eseri insan fiil ve faaliyetleri üzerine Farsça çok oriji­nal bir kitaptır. O bu fiil ve faaliyetlerin hiyerarşik bir sınıf­lamasını verir ve bu sınıflamada zirveyi filozoflarla peygam­berler işgal eder. Bu iki grup insan da "peygamberlik felsefe­si" bölümünde birleştirilirler. Bu bölüm hermenötik ve batıniliğe açılır ve her şey varlık merdiveninin basamaklarının bir sistemleştirilmesi ile son bulur. Bu noktada İranlı bir fi­lozofta Ehrimen'in adının ve gölgesinin tekrar ortaya çık­tığını şaşırmadan görürüz. Fendereski "Aristotelesçi" filo­zoflar arasında zikredilir. Gerçekten de hareket üzerine anti-Platoncu olma idiasında olan bir kitap yazılmıştır. Ancak öte yandan Michael Maier'in bu çağdaşı simya üzerine hatmi öğretisini içerir görünen bir kitap da yazmıştır.

Dinleyicileri ve öğrencileri arasında genellikle Molla Sad­ra zikredilir. Ancak bu hiç de kesin değildir; çünkü Sadra bu konuda tek söz etmemektedir. Buna karşılık Recep Ali Tebrizi'nin (bkz. s. 147) onun derslerini takip ettiği kesin­dir. Felsefede hocaları olduğu diğer öğrenciler arasında özel­likle (1076/1607-1608'de doğmuş, 1098/1686-1687'de lsfahan'da ölmüş olan) Hüseyin Hansari'yi zikretmek uygun­dur. Bu, matematik, astronomi, felsefe ve din bilimlerinde­ki (fıkıh, tefsir, Kelam, Hadis) uzmanlığı kendisine "her şey­de her şeyin üstadı" unvanı verilmesine neden olan bir şah­siyettir. Ona on beş civarında eseri, özellikle kader ve özgür irade üzerine bir kitabı, lbni Sina'nm Şifıı'sı ve lşılrdt'ı, Nasırüddin Tüsi'nin Tecrid'i, (Ali) Kuşçu'nun astronomi kitabı üzerine incelemeleri, tık Şehit'in (Şehid-i Evvel, bkz. s. 117) dersleri üzerine bir şerhi borçluyuz.

Hansari'nin de kendi payına çok sayıda öğrencisi olmuş­tur. Bunlar iki oğlu (1121/1709 veya 1125/l 713'de ölmüş olan) Seyyid Cemalüddin Hansari, Seyyid Razi Hansari; baş­lıca iki eseri, Zorunlu Varlık üzerine bir kitapla Şeyh Müfid'in lrşad'ı üzerine Farsça şerhi bilinen Molla Mesiha Pesaı Şirazi (1130/1717-1718 veya 1115/l703-l703'de ölmüş­tür); tbni Sina'nın lşıırat ve Şifıı'sı, Şeyh Müfid'in lrşad'ı üze­rine incelemeler, Şah Süleyman'a ithaf edilmiş Nurlar Bahçe­si adlı büyük bir genel kültür kitabı bırakmış olan Muhammed Bakır Sebzevari (takma adı Muhakkik Sebzevari olup 1098/1686-1687'de ölmüştür); kendisine on civarında kita-

hı, özellikle büyük Şii eserleri olan Kuleyni'nin Kafi'si (Fars­ça kişisel bir incelemeyle, el-Şeceratü'l llahıyye der Usül-ı Ka­fi ile tamamlanmıştır) Şeyh Müfid'in lrşcld'ı, iV. Imam'm Me­zamiri, Nasırüddin Tüsi'nin lşarat Şerhi üzerine felsefi araş­tırmaları borçlu olduğumuz Mirza Nafi'a Na'ini'dir (ölümü 1080/1670 veya 1082/1671-1672).

9.    Molla Sadra Şirazi ve Öğrencileri

Burada son yüzyılların Iran-lslam felsefesinin en yüksek tepesine ulaşıyoruz. Yaygın olarak Molla Sadra diye bili­nen Sadrüddin Muhammed Şirazi (979/1571-1572'de doğ­muş ve 1050/1640-164l'de ölmüştür) şimdiye kadar işaret ettiğimiz farklı akımların güçlü bir kişisel sentezini başarıy­la gerçekleştirmiştir. Düşüncesi günümüze kadar tüm Iran felsefesine, daha geniş bir şekilde söylersek felsefi ifade se­viyesinde Şii bilincine kişisel damgasını vurmuştur. Bırak­tığı eser anıtsaldır: Birçoğu büyük boy kırk beşten fazla ki­tap adı. lbni Sina'mn Şifa'sının metafizikle ilgili bölümünün kenarına yazılmış şerh onun reformunu haber verir. Sühreverdi'nin Hikmetü'l-lşrak'ına tahsis etmiş olduğu şerh lşrak'a en güvenilir bir temel sağlar. Şaheseri olan Ruhun Dört Yol­culuğu (büyük boy bin sayfa tutan el-Esfarü'l Erba'a) o za­mandan bu yana Iran düşünürlerinin çoğunluğunun üzerin­de yaşadığı bir sistematik geniş özetidir. Burada diğer eser­lerinin isimlerini teker teker saymak mümkün değildir. Sa­dece Şiiliğin temel kitaplarından biri olan Kuleynı'nin Usülü'l Kclff'sinin şerhi olan ve ne yazık ki tamamlanmamış ola­rak kalan büyük eserini hatırlatalım. Bu kitapta hiç şüp­hesiz Iran Platoncularının en ünlüsü olan Sadra'nın, "pey­gamberlik felsefesi"ne bir anıt diktiğini görüyoruz. Bu, için­de Seyh Sadük Ibni Babüyi tarafından kaleme alınmış olan "iman sembolü"ne geri giden Şiilik ve Platonculuk arasmda bir ilişkinin tasdik edildiği bir anıttır. Sadra'nın Kur'an'ın birçok suresi üzerine yazdığı tefsirleri de anmamız gerekir. Bu, Molla Sadra' felsefenin Darü'l-lslam'ın geri kalan kıs­mında sessizliğe bürünürken Şii lslam'da nasıl varlığını sür­dürdüğünü ve yeni bir hamle yaptığını anlamamıza imkan veren bir başka anıttır.

Molla Sadra varoluşa, öze göre öncelik vererek gelenek­sel özler metafiziği yerine bir varoluş metafiziğini geçirmek suretiyle varlık metafiziğinde gerçek bir devrim gerçekleş­tirmiştir. Değişmez (immuable) özlerin olmadığı, her özün varoluş fiilinin yoğunluk derecesine göre belirlendiği ve de­ğişebilir olduğu tezi, bir başka tezi beraberinde getirir: Bu, töz kategorisinin kendisine de hareketi sokan töz-içi (intrasubstantiel) veya töz-ötesi (transsubstantiel) hareket tezi­dir. Molla Sadra gerçek değişimler (metamorphoses), tözsel değişimler (transsubstantiations) filozofudur. Onun an­tropolojisi Şiiliğin öte dünya öğretisinin ileri sürdüğü şey­le tam uyum halindedir. Kamil lnsan'ın ortaya çıkışı ola­rak XII. lmam'ın zuhurunu bekleme kavramına dayanır. Bu antropolojinin kendisi muhteşem bir kozmogoni ve psikogoniyle ilişkilidir: Ruhun uçurumların en derinine düşü­şü, Meleküt'un, yani fizik-ötesi tinsel dünyanın eşiğinde do­ğuş noktası demek olan insan şekline ulaşıncaya kadar de­rece derece tekrar yükselişi, antropolojinin bir yeniden di­riliş fiziği ve metafiziğine dönüşerek devam edişi. Sadra'nın madde kavramı, ne materyalistlerin ne de spritüalistlerin madde kavramıdır. Madde sonsuz hallerden geçer. lnce, tinsel (madda rühaniya), hatta ilahi bir madde vardır. Sad­ra bu noktada F. C. Oetinger'le olduğu gibi (Geistleiblichkeit) Cambridge Platonculanyla da derin bir uyum içindedir.

Her varlığın ve her şeyin üçlü varoluş tarzı vardır. Duyu­sal alem düzeyinde, imgeler alemi (alem-i misal) düzeyinde ve nihayet saf Akıllar alemi düzeyinde (varoluş). Sühreverdi, imgeler alemi ontolojisini sağlam bir şekilde ortaya koy­muştu. Sadra aktif hayalgücünün madde-dışılığını tesis ede­rek lşrak şeyhinin öğretisine kaçınılmaz olan nihai şeklini verdiğinin bilincindedir. Aktif hayalgücü onda artık fizik­sel organizmaya bağlı olan ve onunla birlikte yok olan bir yeti değildir. Tamamen tinsel bir yeti, bir çeşit ruhun ince kılıfıdır. Bu andan itibaren Sadra, her ruhun kendi cenne­ti veya cehennemini yaratmasından dolayı ruhun yaratıcılı­ğını (hallakiya) kabul eder. Çünkü tüm varlık ve algı tarz­ları aynı birlik yasası tarafından yönetilmektedir. Bu birlik akıl düzeyinde akılla kavrama (intellection), akılla kavra­yan özne ve akılla kavranan Formun birliği, sevgi, seven ve sevilenin birliği ile aynı olan birliktir. Bu açıdan bakıldığın­da Sadra için bilme fiilinin en yüksek bilincinde insan ruhu­nun, Kutsal Ruh (Ruhü'l-Kudüs) olan faal akılla birleştirici birliğinin ne anlama geldiği sezilmektedir. Burada asla sayı­sal bir birlik değil, akılsal bir birlik söz konusudur. Bu, de­rinden değişime uğrattığı ruhta faal akıl tarafından kavra­nan Form'un (ldeanın), kendi kendini kavrayan bir Form olduğunu ve dolayısıyla ruhun kavrama fiilinde faal akıl ve­ya Kutsal Ruh'un (Ruhü-1 Kudüs) kendi kendini kavradığı­nı, buna karşılık ruhun kendi kendini kavrayan Form olarak kendini faal akıl tarafından kavranan Form olarak kavradığı­nı bize gösteren bir karşılıklılığa imkan veren akılsal bir bir­liktir. Molla Sadra (yukarıda giriş kısmında yaptığımız top­lu bakışta belirttiğimiz anlamda) "spekülatif' felsefenin ger­çek bir temsilcisidir. Bu felsefe bir Kutsal-Ruh fenomenolojisine açılır.

Bu kadar yoğun olan eserinin günümüze kadar yazarla­rımızın haşiye veya şerh olarak adlandırdıkları, bizim ise inceleme ve araştırma olarak adlandıracağımız birçok şe­yi teşvik etmiş olmasına şaşırmayacağız. Molla Sadra'nın çok fazla sayıda öğrencileri olmuştur. Burada ancak onlar­dan büyük şöhret sahibi üç doğrudan öğrencisini sayaca­ğız. Bunlardan ilk ikisi sadece öğrencileri değil aynı zaman­da damadan olmuştur.

Ona en yakın olanı hiç şüphesiz (1091/1680'de ölmüş olan} ve Molla Sadra'nın yarattığı filozof ve teosof tipinin en yüksek ölçüde temsilcisi olan bir simayı oluşturan Mol­la Muhsin Feyz Kaşani'dir. Onun kendisi lsfahan'da Abdul­lah Şüşteri medresesinde -ki bu medrese günümüzde de var­lığını sürdürmektedir ve onda Kaşani'nin oturduğu daire­yi ziyaret etmek mümkündürders vermiştir. Hem Arapça, hem Farsça üretken bir yazar olmuştur. Bibliyografyası yüz yirmiden fazla başlığı içerir. Onların ne kadar değişik alan­lara ait olduğu hakkında bir fikir vermek bile mümkün de­ğildir, çünkü programda yer alan bütün inceleme alanları­nı kapsarlar. Gazali'nin büyük eseri Ihya.ü'l-'Ulüm'u Şii ba­kış açısından tümüyle yeniden yazmış olduğunu zikrede­lim. Kaşani'nin Gazali'ye karşı lbni Arabi'ye karşı duyduğu hayranlığı kesinlikle engellemeyen bir ha anlığı vardı. Bü­yük eserlerinden bir diğeri ('Aynü'l-Yakfn=Kesin Olarak Bil­me) Kuleyni'nin Ka.ff'sinin büyük şerhini ve Kur'an Şerhini tamamlayan kişisel bir sentezi ifade eder.

Molla Muhsin'in bacanağı olan ve 1072Jl661-1662'de öl­müş olan Molla Abdürrezzak I...ahici tamamen başka bir tür insan olarak karşımıza çıkmaktadır. O kayınbabası Mol­la Sadra'nın derslerini uzun zaman takip etmiştir. Ancak Sadra'cı tezlerin bütününde şahsi felsefesi konusunda bir tatmin bulamamış görünmektedir. Gerçekten hazan sanki içinde bir çatışma varmış ve dış dünya ve çevresi kendisi­ni korkutuyormuş gibi aşın görüşler arasında sallanıp du­rur gibi görünmektedir. Her ne ise bazı listelerin yapUğı gi­bi onu saf ve basit olarak Aristotelesçi olarak nitelemek faz­la basit olacaktır. Gevher-i Murad (Arzu Edilen Şeyin Özü) adlı eserinin gösterdiği gibi tasavvufa ilişkin şüphesiz şahsi bir tecrübesi vardı. On iki civarında eser bırakmıştır. Büyük boy iki cilt halinde yayımlanmış olan Nasirüddin Tüsi'nin Tecrid'i üzerine şerhine bu alanda yazılmış olan en mükem­mel eser olarak bakılır. lbni Sina'nın lşarat'ının şerhinde­ki doğa felsefe kısmı üzerine haşiyeleri henüz yayımlanmamışur. Onlar çok özgün tavır alışları ifade ederler. Oğulla­rından birinin, 1121/l709-l710'da ölmüş olan Mirza Hasan Lahici'nin özel olarak Şii imamet felsefesi üzerine bir düzi­ne civarında eser bıraktığını zikredelim.

Molla Sadra'nm bir diğer doğrudan öğrencisi, 1104/16921693 de bir hac ziyaretinden dönüşte Mekke ile Medine ara­sında vefat etmiş olan Hüseyin Tunikabuni de Molla Sadra'nm sadık bir yorumcusu, örnek bir lşraki filozof olmuş­tur. Dünyanın meydana gelişi, varlığın aşkın birliği üzerine birçok küçük risalesi yanında lbni Sina'nın Şifa'sı, Nasirüddin Tüsi'nin Tecrid'i ve yukarıda adı geçen Heferi'nin el kita­bı üzerine araşurmaları ona borçluyuz.

10.    Recep Ali Tebrizi ve Öğrencileri

(1080/1169-ll70'de ölen), adının da işaret ettiği gibi Teb­riz menşeli olan ve birçok defa ziyaretiyle kendisini şeref­lendiren Şah Abbas II'nin (1642-1666) çağdaşı olan Recep Ali Tebrizi ile Molla Sadra'nmkinden farklı bir atmosfere gi­riyoruz. Hatta filozofumuzun büyük Sadra'cı tezlerin tersi­ni (varoluş metafiziğinin, töz-ötesi hareketin, gerçek varlığa sahip olan bir şey olarak zihni varlığın vb. reddi) savundu­ğunu görmek oldukça ilginçtir.

Bunun nedeni Recep Ali'nin ta baştan itibaren Zorunlu Varlık ve zorunlu olmayan varlıklarla ilgili olduğunda var­lık kavramının eşanlamlılığını (analogie) değil, çok anlam­lılığını (equivocite) ileri süren bir varlık metafiziğiyle kendi­sini göstermesidir. O halde varlık terimini kullanırken, kav­ra:mdan ortak pay alma değil, sadece bir eşseslilik (homonymie) söz konusudur. Çünkü bizim varlık kavramımız ancak yaratılmış varlığın var olma olgusuna erişir. Varlığın ilke­si ve kaynağı ise varlığa aşkın olarak kalır. Onu ancak olumsuzlama yoluyla (per viam negationis, tenzih), yani negatif (apopathique) teolojiyle kuşatabiliriz. O halde vahdet-i vü­cut (theomonisme), yani yaratılmamış olanla yaratılmış olanı içine alan aşkın bir birlik söz konusu olamaz. Recep Ali ken­disine böyle bir varlık metafiziğini kimsenin ileri sürmemiş olduğu söylenerek karşı çıkılabileceğini gayet iyi bilir. Bu­na cevap olarak bu metafizik geleneğini ortadan kaldırmak için korkunç iftiralar uydurulmuş olduğunu söyler. O, Kut­sal İmamlar geleneğinin kendi arkasında olduğunu bilir; an­cak bu noktada lsmaili irfanla buluştuğundan ve kendisini de Şeyhi okulunun teosofisinin (bkz. s. 156) izleyeceğinden ha­berdar değildir. Ancak bu onun Sühreverdi'ninkine çok ya­kın bir "huzüri bilgi" (connaissance presentielle) öğretisini or­taya atmasına engel olmaz.

Recep Ali Tebrizi'nin sayısız öğrencileri olmuştur. Onların en ünlüsü Gazi Sa'id Kummi'dir (aşağıya bakınız). Ondan başka hocasının hizmetkarı (famulus) ve katibi olan Muhammed Rafi' Pir-Zade (tarihler belli değildir) vardır. Yaşlandı­ğında Tebrizi'ye eserlerini kendisinin kaleme alması zah­met vermeye başlamıştı. Hocasının talimatı üzerine öğrenci­si, Recep Ali'nin öğretimini hem muhafaza eden hem de de­vam ettiren el-Ma'arifü'l-llahıye (llahı Bilgiler) adlı büyük bir eser kaleme aldı. Pir-Zade'den başka (1101/1689-1690'dan sonra ölmüş olan) Abbas Mevlevi vardır. Abbas Mevlevi, Şah Süleyman'a (1666-1694) ithaf edilmiş olan ve Şii felsefesi­ni özetleyen iki büyük sistematik geniş özet, (1101/16891690'da tamamlanmış) el-Envarü'l-Süleymaniyye (Süley­man'a lthaf Edilmiş Nurlar Kitabı) ve (1084/1673-1674'te ta­mamlanmış) el-Fevaidü'l-Ustiliyye (Temel Görüşler) bırak-

mıştır. Daha az şöhrete sahip diğer iki öğrenci, Molla Muhammed Tunikabuni ve Mir KavamRazi'dir.

11.    Gazi Sa'id Kummi

Bu düşünür ve maneviyatçı burada birkaç satırla sınırlı ol­sa bile kendisine ayrı bir bölüm tahsis etmek gerekecek ka­dar önemlidir. Gazi Sa'id 1043/1633'de Kum'da doğmuş, ha­yatının en büyük bölümünü hocalık yaparak geçirmiş ve yi­ne aynı yerde 1103/1651-1652'de ölmüştür. İsfahan'da Re­cep Ali Tebrizi'nin öğrencisi olmuştur. Ancak aynı zaman­da Muhsin Feyz'in ve (yanında Sühreverdi'nin Hikmetü'l-lşrcık'ını incelediği) Abdürrezzak Lahici'nin öğrencisi olmuş­tur. Öyle ki bunun sonucunda o şahsında ve düşüncesinde iki geleneği birleştirmektedir.'

Gazi, Oniki İmamcı mistik teosofinin yüksek bir temsilci­sidir. Eserlerinin tümü çok önceden yayımlanmış olması ge­reken Şii bir lşrakidir. Onların hesabını çıkarmak oldukça zordur; çünkü yazarın zihninde kitaplarının birçok külliyat oluşturması gerekiyordu. Bu külliyatlar ise tamamlanma­mıştır. Böylece hocası Recep Ali'nin savunduğu varlığın çok anlamlılığı kuramını yeniden ele aldığı Farsça Kelid-i Beheşt (Cennetin Anahtan) kitabından sonra Recep Ali son derece yoğun, ancak yirmi sekizinci hadisten ileri gitmemiş olan Kırk Hadis Şerhi'ne; sadece on tanesini veya belki on bir ta­nesini yazmış olduğu Kırk Eser Kitabı'na girişmektedir. Bun­lardan başka filozoflarımızın her zaman okudukları Anstoteles'in Teolojisi denen eser üzerine bir şerhler defteri bırak­mıştır. Nihayet onun ana eseri (magnum opus) vardır. Nasıl Molla Sadra Kuleyni'nin K4fi'sini şerh ederek Şiiliğin teosofik metafiziğinin gerçek bir sistematik geniş özetini yazmış­sa, Gazi Sa'id de Saduk Ibni Babüye'nin Te vhid'ini şerh ede­rek kendi sistematik geniş özetini ortaya koymuştur. Bu ki­tap da tamamlanmamışur. Ama Gazi Sa'id'in yazabildiği üç ciltlik bir anıttır.

Sadük'un kitabı, hem negatif (apopatik) teoloji için hem de ondan çıkan İmamet nazariyesi için temel olan İmamla­rın hadislerinin geniş bir bütününü içerir. Bu hadisler ha­zan Gazi'nin şerhi içinde genişletilen bağımsız eserleri oluş­tururlar. Gazi Sa'id'in lslam'ın beş temel kuralının hatmi anlamlarına ilişkin incelemesinde bu durum söz konusu­dur. Kabe'nin küp şeklindeki yapısından Gazi Oniki İmam İmamlığının yapısını çıkartır. İmamlığın manevi mabedi­ne dönüştürülen taş Mabet, insan hayatının sırnnm kendi­si, hayatın safhalarına özdeş kılınan bir haccın kıblesi olur. Felsefe yeniden (Schelling'in dileğine uygun olarak) bir "an­latı felsefesi" (philosophie narrative) olur. "Oniki Nur Per­desi" hadisi, Muhammedi Nur'un Miraç'taki (Plerome) dotaşmalarını, daha sonra dünyadan dünyaya yetmiş bin per­deden geçerek içinde bulunduğumuz dünyaya "inişlerini sembolik olarak yorumlamak suretiyle İmamet nazariyesini hem kozmogoniyle hem de tarihin ve meta-tarihin teosofisiyle birleştirir. Oniki Nur Perdesi, Oniki İmam ve onla­rın on iki bin yıllık dönemler olarak rakamlanan oniki evre­nidir. Bu oniki evren velayet devrinin ilk örneğidir (archetype). Velayet devri bu oniki evrenin tersine çevrilmiş imge­sini temsil eder; çünkü velayet, dönüş ve tekrar yükseliş yö­nünde gelişir. Burada Aion'un eski Yunan-İran teolojilerinin sanki bir yeniden ortaya çıkışı söz konusudur. Gazi, imge­ler alemi (alem-i misal) ve latif (subtile) cisim ontolojisiy­le tutarlı bir zaman anlayışı geliştirir. Her varlığın ona has olan bir zaman miktarı, şahsi bir zamanı vardır. Bir balmu­mu parçasını sıkıştırdığımızda veya uzatuğımızda başına ne gelirse, bu zamanın da başına o gelir: Miktar sabittir, ancak tıkız (compact) ve yoğun bir zaman, duyusal dünyanın za­manı vardır. Onun yanında ince, yumuşak bir zaman, imge-

ler aleminin zamanı vardır. Nihayet son derece ince, yumu­şak bir zaman, saf Akıllar aleminin zamanı vardır. Eşzamanlığın (contemporaneite) boyutları, varoluş tarzının inceliği­ne, yumuşaklığına göre artar. O halde tinsel bir insana veri­len zaman, varlığın uçsuz bucaksızlığını kucaklayabilir; şim­diki zaman, geçmiş ve geleceği içine alabilir. Bu açıdan "Be­yaz Bulut" hadisi veya hikayesinin yorumu, çarpıcıdır.

12.    lsfahan Okulundan Tahran Okuluna

Şimdi filozoflar için güç olmuş olan ve onların tarihçileri ol­mak isteyen meslektaşları için öyle kalan bir döneme varıyo­ruz. Bunun nedeni durumun çok karışık, el yazmalarının da­ğılmış olması ve ancak kataloglar yayımlandıkça tekrar ortaya çıkmasıdır. Duruma hakim olan olay, Safevilerin lsfahanı'nın ve Sultan Hüseyin'in hükümdarlığının sonunu getirmiş olan felaket, yani kelimelerle anlatılmaz zulümlerle dolu bir ku­şatmadan sonra şehrin (1135/21 Ekim 1722'de) Afganlar ta­rafından alınmasıdır. Filozof lsmail Hacü'i'nin olaya ayırdığı bir sayfa bu kuşatmanın dokunaklı bir tasvirini vermektedir. Afgan hakimiyeti sadece sekiz veya dokuz yıl sürmüştür. Safevi hanedanı Tahmasp il ve Abbas III'ün şahsında 1736'a ka­dar ismen varlığını sürdürmüştür. Nadir Şah'ın, Şiraz'da Zend hanedanının saltanatları ortaya çıkmıştır. Kısaca Kaçar ha­nedanının gelişine kadar uzun bir karışıklık ve istikrarsızlık dönemi geçmiştir (Aga Muhammed Han'ın saltanatı gerçek­te 1779'da başlamıştır. Fakat o ancak 1796'da taç giymiştir). Feth Ali Şah'la (1757-1834) İran entellektüel ve kültürel ha­yatının merkezi kesin olarak lsfahan'dan Tahran'a geçecektir. Felsefi açıdan bu dönemin özelliği çağdaşlarının ne çok iyi anlamış, ne de kabul etmiş oldukları Molla Sadra'nın gittikçe artan önemidir. Biraz açıklık sağlamak için burada geçici ola­rak filozofları dört gruba ayıracağız.

Birinci olarak felakete çok yakın bir zamanda yaşayan­lar vardır. ilkin (1134/1721-1722'de İsfahan'ın kuşatıldı­ğı l ölmüş olan) Muhammed Sadık Erdestani vardır. Ay­nı zamanda büyük bir maneviyatçı olan bu filozof zor sınav­lardan geçmiştir; çünkü Şah Sultan Hüseyn'in öfkesini üze­rine çekmişti. Elimizde başlıca iki eseri bulunmaktad!r. En önemlisi, ruhu ve onun duyusal-üstü yetilerini inceleyen, Molla Sadra' izleyerek aktif hayalgücünün madde-dışılığı görüşünü benimseyip açık olarak lbni Sina'ya ve genel ola­rak lbni Sinacılığa karşı tavır alan Hikmeti Sadikiyye'dir (ya­zarın, yani Sadık Erdestı:lnf'nin Şahsi Felsefesi). Ancak Erdestani evrensel ruhun cisimlerle bağlantısını açıklamakta da­ha fazla güçlükle karşılaşmışa benzemektedir. Bu bağlantı bir tecelli, zuhurdan (epiphanie) ibarettir ve bireysel düşü­nen ruhlar evrensel ruhtan ışıyan ışınlardır. Ancak evrensel ruhun şu an için askıda olan bu tecellisi, bu "iniş"i (tedelli, Kur'an 53/S'e bakınız) esas olarak neden ibarettir? Eser ger­çekte üstadın derslerine bağlı olarak bir öğrenci, kendisi de Erdestani gibi lsfahan'ın kuşatılması esnasında 1134/17211722'de ölmüş olan Molla Hasan Gilani tarafından kaleme alınmıştır. Buna karşılık bir başka öğrenci, Muhammed Ali lbni Muhammed Rıza, uzun bir giriş yazmıştır.

Bir diğer çağdaş, Ibni Sina'nın kitaplarını okutan İnayetullah Gilani'dir. Fazıl Hindi Isfahanı (1135/1572) on beş civarında eser bırakmıştır. Mirza Muhammed Taki Elması (1159/1746), Muhammed Taki Meclisi'nin (1070/16591660) torunu, Muhammed Bakır Meclisi'nin (1111/16991700) babasıdır. Günümüze kadar lran'da bolca okunan tarih ve nasihat kitapları yanında büyük Şii ansiklopedisi Bihıarü'l Envı:lr'ın (Nur Denizleri) yazandır. Elması bundan başka XII. lmam'm büyük gaybubeti üzerine bir kitap yaz­mıştır. Kutbüddin Muhammed Neyrizi Şirazi (1173/17591760) saf bir lşrakidir: "Aristotelesçilerin mantığı hataya karşı korunmuş değildir. O kendi kendine yetmez. Yoldan sapmanın kaynağıdır. Bana gelince, ariflerin mantığını ger­çekte metafiziğin mantığı olarak kabul ediyorum". (1171/ 1757-1758 veya 1173/1759-1760'da lsfahan'da ölmüş olan) ve kuşatmanın bütün dehşetini gören İsmail Hac-Ci'i büyük Şii temaları (İmamet üzerine bir eser) felsefi sorular ve çe­şitli bilimlerin bütünü üzerine yüz elli civarında eser kale­me almıştı. O özellikle "mevhum (imaginaire) zaman" {"im­gesel [imaginal] zaman" değil) kavramına karşı yazdığı güç­lü bir eserle tanınmaktadır. Bu eser Cemalüddin Hansari'ye (bkz. s. 142) karşı yöneltilmiştir ve Mir Damad'ın zaman ku­ramım ele alır.

İkinci olarak Aga Muhammed Bidabadi (1198/17831784) ve öğrencileri vardır. Şeyh Bidabadi'nin kendisi Mir­za Muhammed Taki Elmasi ve İsmail Hacü'i'nin öğrenci­si olmuştu. İsfahan'da Molla Sadra'mn kitaplarım okut­maktaydı. Esfa.r üzerine verdiği derslerin metni muhafaza edilmiştir. Mir Fendereski gibi simya üzerine, 1209/17941795'de Isfahanlı bir hekim, Mirza Muhammed Rıza lbni Recep Ali tarafından geniş olarak şerhedilen bir eser yaz­mıştır. Çok sayıda öğrencisi olmuştur. Bunlar arasında Mol­la Mihrab Gilani (1217/1802-1803), esas olarak Şii temala­rı üzerine (örneğin Kuleyni'nin Ka.fi'si üzerine) yazmış olan Ebu'l Kasım Hatünabadi (1203-1788-1789), aynı zaman­da İsmail HacO.'i'nin de öğrencisi olmuş olan Mehdi Neraki (1209/1794-1795) vardır. Güçlü bir şahsiyet, bir eylem ada­mı olan ve hiçbir çabadan kaçınmayan Mehdi Neraki, hu­kuk bilimlerinde olduğu kadar (Ahbarilere karşı güçlü bir biçimde Usulflerin yanını tutmuştur) felsefe, ahlak ve ma­tematikte de yetkili biri olmuştur. Varlık ve öz sorunu gibi klasik sorunlarla ilgili hepsi şahsi damgasını taşıyan bir dü­zine civarında eser bırakmıştır. Büyük ahlak eseri Ca.miü'sSaadet hala yaygın bir şekilde okunmaktadır. Burada Mol-

la Sadra'mn Kitabü'l Meşa'ir'i üzerine önemli bir şerhin ya­zan olan ve hakkında sadece 1225/1.SlO'da Şiraz'da çalıştığı­m söyleyebileceğimiz Mirza Ahmed Erdekani Şirazi'yi de an­mamız gerekir.

Üçüncü olarak Molla Cemşid Ali tbni Cemşid Nuri (1246/1830-1831) ve öğrencileri vardır. Molla Ali Nüri, Muhammed Bidabadi'nin en ünlü öğrencilerinden ve devrin en tanınmış hocalarından biri olmuştur. lsfahan'a yerleşme­den önce Mazenderan ve Kazvin'de eğitim görmüştür. Ona Molla Sadra'mn birçok eseri, Şeyh Ahmed Ahsa'i'nin Fevaid'i (Öğretimler) üzerine önemli dersler, Tevhid suresinin bü­yük bir tefsiri ve bir Hıristiyan misyonerinin polemiğine ver­diği cevabı borçluyuz. Burada ancak bazılarının isimlerini zikredebileceğimiz bir sürü öğrencisi olmuştur: Kendisi de Molla Sadra'mn birçok eseri üzerine önemli dersler bırak­mış olan Molla İsmail tsfahani (1277/1860-1861), hem Mol­la Ali Nuri, hem Molla lsmail lsfahani'nin öğrencisi olmuş olan Molla Agay-ı Kazvini, Molla Sadra'nm Meşa'ir'i ve Hikmet-i Arşiye'si (Arş Hikmeti) üzerine çok geniş bir şerh yaz­mış olan Muhammed Cafer Lengerüdi (Nasırüddin Tusi'nin Tecrid’i üzerine şerhi 1255 tarihlidir). Molla Ali Nuri'nin öğ­rencileri arasında en önemlileri, aşağıda zikredilecek olan Abdullah Zunuzi ile Hadi Sebzevari'dir.

Dördüncü olarak Tahran okulu vardır. Feth Ali Kaçar'ın saltanatı döneminde (1797-1834) Tahran'da Han Mervi medresesi kurulur. Burada ders vermesi için Molla Ali Nuri'ye çağrıda bulunulur. Ancak o en parlak öğrencile­rinden birini, Molla Abdullah Zunuzi'yi (1257/1841-1842) göndermeyi tercih eder. Bu çağrı bir tür lslami bilimle­rin merkezinin lsfahan'dan Tahran'a taşınmasının işareti olur. Birçok büyük filozof ününü sağlamak üzere oraya gi­derler. Bunlar arasında ilk olarak o halde önce Kerbela, da­ha sonra Kum ve en sonunda Molla Nuri'nin felsefe alanın­da öğrencisi olduğu Isfahan'da eğitim görmüş olan (Teb­riz yakınlarındaki ZunO.z doğumlu) Abdullah ZunO.zi var­dır. ZunO.zi, tümü Sühreverdi ve Molla Sadra zihniyetinde birçok büyük eser bırakmıştır. Bu eserlerin yakınlarda ya­yımlanacağını umarız. Onun iki oğlu vardı. Onlardan bi­ri Hüseyin ZunO.zi matematik ve astronomide uzman olmuşur. Diğeri, (1307/1889-1890'da ölmüş olan müderris, yani en yüksek hoca lakablı) Ağa Ali ZunO.zi, filozof olarak ba­basının ünü düzeyine ulaşmıştır. O da okuttuğu ve şerh et­tiği Molla Sadra'nm çizgisinde birçok eser, özellikle kendisi de Molla Sadra' Farsça'ya çeviren prens lmadüddevle Bedi'ü'l-Mülk Mirza'nın sorduğu yedi soruyu cevaplamak için yazdığı Farsça bir eser (Bedayi'ül-Hikem) bırakmıştır. Mol­la Sadra'nın ateşli bir tilmizi olan Muhammed Rıza Kumşahi (1306-1888-1889), çok asil bir ahlaki şahsiyet olması yanın­da bir metafızikçi idi. Isfahan'da Molla Ali NO.ri ve Muhammed Cafer Lengerüdi'nin öğrencisi olmuş, daha sonra Tahran'a yerleşmiştir. Burada Sadr Medresesi'nde esas olarak Molla Sadra'nm Esfar'ını ve Ibni Arabi'nin Füsüs'unu okut­muştur. Aynı çizgide ve diğerleri gibi ünlü bir hoca olan Seyyid Ebu'l Hasan Celve (1315/ 1896) Tahran'da Darü'ş-Şifa Medresesinde kırk l ders vermiştir. O da töziçi hareket üzerine bir kitap, Sadra'nm Esfdr'ı, lbni Sina'nın Şifd'sı, Ebheri'nin Hidayet'i vb. üzerine çok sayıda dersler bırakmıştır.

Bu üstadların öğrencilerinin sadece adlarım zikretmek bi­le imkansızdır. Kuşaktan kuşağa, eserlerini zikretmeksizin sadece Mirza Tahir TunikabO.ni, Mirza Mehdi Aştiyani, Mir­za Muhammed Ali Şahabadi, Seyyid Hüseyin Bako.behi'nin adlarım vereceğiz. Necefte hocalık yapmış olan bu sonun­cu, iki büyük geleneksel çağdaş filozofun, Tahran tlahiyat Fakültesinde profesör Seyyid Kazım Assar ile Kum llahiyat Üniversitesi'nde profesör Şeyh Allame Muhammed Hüseyn Tebateba'i'nin hocası olmuştur. Tebateba'i'ye diğerleri ya-

nmda Molla Sadra'mn Esfa.r'mın yeni bir neşri ile Kur'an'ın felsefi bir tefsirini borçluyuz.

13.    Şeyh Ahmed Ahsa'i ve Kirman'da Şeyhi Okulu

Biraz önce zikrettiğimiz filozofların çağdaşı olan Şeyhi okulu tamamen ayrı bir yer işgal eder. "Şeyhilik" ve "Şeyhi" adlarına gelince, kendisini adlandırmak üzere bu adlan se­çen okulun kendisi değildir. Mensuplarım çok kısa olarak Şeyh'in, yani Şeyh Ahmed Ahsa'i'nin öğrencileri olarak ad­landırmak üzere bu adlan onlara veren, "başkalan"dır. Hat­ta Ahsa'i hiçbir zaman bir okul kurmayı düşünmemiştir. O sadece Oniki imam Şiiliğinin imamlarının eksiksiz teosofik öğretisine sıkıca sadık kalmak suretiyle başkalarından fark­lı olmaya çalışmaktaydı. Bu öğretimi, tüm hayatının ürünü olan şahsi düşüncesiyle derinleştirmişti. Bu öğretimin temi­natını, yegane üstadlan olarak kabul ettiği bu imamlarla rü­yada yaptığı konuşmaların desteklediği bir iç tecrübede bul­muştu. Bu eksiksiz lmamcılık, tarihi pek örnek alınmama­sı gereken inatçı bir anlayışsızlıkla karşılaşmıştı. Ancak şu­nu da belirtmek gerekir ki o lslam dünyasında başka yer­lerde ortaya çıkan "reformcu" hareketlerden tamamen fark­lı bir şeyi hedefleyen bir metafizik "reformasyon" özelliği­ne sahipti.

Kimsenin hiçbir zaman itiraz etmediği bir "Tanrı dostu"nun (veli) bütün özelliklerini sergileyen yüksek bir manevi şahsiyet olan Şeyh Ahmet Ahsa'i, 1166/1753'de Bah­reyn topraklan üzerindeki Ahsa'da doğmuştu. (X. yüzyılda Karmatlar'ın Nasır-ı Hüsrev'in ziyaret ettiği küçük bir ideal devlet kurmuş oldukları) Arabistan'ın Basra körfezi kıyısın­daki bu bölgede doğan Şeyh Ahmed, saf Arap soyundan gel­me görünmektedir. Ancak yaklaşık on beş yılı lran'da geçir­miştir ve şahsiyeti ve öğretiminin Iran'da yarattığı. yankı ve şevk olmamış olsaydı, Şeyhilik diye bir şey şüphesiz olma­yacaktı. Manevi yoldaki başlangıçlarını kendi elinden çık­mış hayat hikayesinden biliyoruz. Şeyhi gelenek onun öğ­rencisi olduğunu ileri sürebileceği hiçbir üstadı tanımamak­tadır. Her şey sanki şu "üstad-ı gaybi", şu başka süfiler tara­fından da varlığı ileri sürülen "iç üstad"dan başka bir hoca­sı olmamış gibi cereyan etmektedir. Ancak bu iç üstad onun durumunda açık olarak sırasıyla "Ondört Masum"a işaret etmektedir. Bununla birlikte onun derslerini dinlediği ba­zı üstadlarının adlan bilinmektedir. Olağanüstü dolu, ateşli öğrencilerinin bağlılığı yanında maalesef bazı meslektaşları­nın da çok insani kıskançlığını uyandırdığı bir hayattan son­ra 124 l/1826'da Medine'ye üç konaklık bir mesafede ölmüş­tür. Ailesiyle Mekke'ye yerleşmek niyetindedir. Eseri hatı­rı sayılır büyüklüktedir: Yüz otuz iki başlık. Aslında bu sa­yı çok daha büyüktür; çünkü bazı eserleri birçok kitap içe­ren mecmualardır. Onların hemen hemen tümü taş baskı yayımlanmıştır.

Şeyh Ahmed'in haleflerinin tümü büyük düşünürler ve manevi üstadlar olmuştur. Ancak bu onların başlarına ge­lecek sıkıntılara engel olmamıştır. llkin (Hazar Denizi'nin güney doğusundaki) Reşt'te 1212/1798'de doğan ve 1259/ 1843'te Bağdat'ta ölen ve gerçekten onun manevi oğlu olan Seyyid Kazım Reşti vardır. Derin metafizik spekülasyon­lar konusunda ender bir yeteneğe sahip olan Seyyid Kazım da maalesef bir kısmı Kerbela'daki evini tahrip eden iki yağ­malama olayı sırasında (kendi elinden çıkmış birçok yaz­mayla birlikte) kaybolmuş olan hatın sayılır miktarda eser bırakmıştır. Şeyh Ahmed'in ikinci halefiyle okul, merkezi­ni (lran'ın güney doğusunda) bir ilahiyat medresesi, bir ko­lej ve matbaaya sahip olduğu Kirman'a taşır. (Kirman'da 1225/1809'da doğmuş, 1288/1870'de ölmüş olan) Şeyh Muhammed Kerim-Han Kirmani, baba tarafından, o sırada lran'da hüküm sürmekte olan kraliyet ailesine mensuptu. Kerbela'da Seyyid Kazım'ın öğrencisi olmuş ve simya, tıp, optik ve müzik de dahil olmak üzere lslami ve felsefi bilim­ler alanının bütününü kapsayan etkileyici bir külliyat (iki yüz yetmiş sekizden fazla eser adı) bırakmıştır. Oğlu Şeyh Muhammed Han Kirmani (1263/1846-1324/1906) onun ye­rine geçmiş ve o da koca bir külliyat bırakmıştır. Baba ile oğul arasında, Muhammed Han'la onun halefi olan ve ay­nı ölçüde büyük külliyatı kısmen yayımlanmamış olarak ka­lan küçük kardeşi Şeyh Zeynel Abidin-Han Kimıini (1276/ 1859-1360/1942) arasında tekrarlanan derin entelektüel ve manevi bir bağ vardı. Nihayet beşinci halef, "Serkar Aga" denen Şeyh Ebu'l Kasım lbrahimi (1314/1896-1389/1969) de en ateşli sorunlarla uğraşmak zorunda kaldığı önemli bir külliyat bırakmıştır. Onun halefi ise şu ana ana kadar bir­çok eseri yayımlanmış olan oğlu Abdürrıza Han Ibrahimidir. Kirman'da muhafaza edildikleri şekilde üstadlann eserleri­nin bütünü bin civarında başlıktan oluşmaktadır ve onların şimdiye kadar ancak yansı yayımlanabilmiştir.

Özellikle XVI. yüzyıldan bu yana Şii düşünürler arasın­da iki tavır alış, büyük bir zıtlık meydana getirmiştir: Bir yanda kabaca "eleştirici ilahiyatçılar" denebilecek "Usüliler" (Usüliyyün), öbür yanda "temelci (fundemantalist) ilahiyatçılar"olarak ortaya çıkan "Ahbariler" (Ahbariyyun) vardır. Birinciler Şii hadislerin meydana getirdiği koca kül­liyata, hiçbir kesinliğe götürmeyen "dış eleştiri"yi uygula­maktadırlar. lkinciler ise bu külliyatın bütünlüğünü kabul ederek bu eleştiriyi reddetmektedirler. İkinci grubun lide­ri Muhammed Emin Esterabadi'ydi (1033/1623-1624). "Temelciler", mistik teosofinin hiçbir sorununu işin içine ka­rıştırmayan basit insanlar olarak geçinirler. Ancak bu on­lar arasında Muhsin Feyz ve Gazi Sa'id Kummi (bkz. s. 146­148) gibi yüksek düzeyde metafızikçilerin çıkmasına engel olmamıştır. Bunun nedeni, iki okul arasındaki zıtlık görü­nüşte özellikle şeriatle ilgili ise de gerçekte Ahbarilerin hermenötik öncüllerinin etkilerini geleneksel metafiziğin kay­naklan üzerinde göstermiş olmasıdır. Ahbariler ne müçtehidlerin otoritesine, ne hadis nakilcilerinin insani otoritesi­ne başvurmayıp İmamlardan gelip gelmediği konusunda ka­rar vermek üzere hadislerin içeriğinin kendisine baş vurur­lar. Bu öncüllerden dolayı Ahbariliğin metafizik ve teosofik bir derinleşmeyi beraberinde getirmesi ölçüsünde şeyhi okulun temel pozisyonunu, yani ara (intermediaire), ancak Ahbarilerinkine daha yakın olan pozisyonunu anlayabilir ve yerine yerleştirebiliriz.

Şeyh Ahmed Ahsa'i ve ondan sonra halefleri Şiiliğin ne­gatif (tenzihi) Kelam'ınm sonuçlarını sıkı bir şekilde takip etmişlerdir. Genel olarak filozofların kullandıkları şekilde "mutlak" varlık fikri, ilk (initiale) bile değildir. Çünkü bu ism-i meful, yani "mutlak" (absolu), varlığı özgürlüğe ka­vuşturan bir çözücü (absolvens), varlığın bir çözülmesi, ay­rışmasını (absolution) varsayar. Bunu onu ne mastar halin­de (var olma=esse), ne ism-i fail olarak (var olan=ens) orta­ya koyarak değil, emir halinde (var olsun=esto) tesis ederek yapar. Kozmogoni aşkın bir Adem kuramı biçiminde ken­dini gösterir. Kendi kendini yaratan fiilinin aynı zamanda öznesi, nesnesi, maddesi, formu ve ereği olan ezelilik-öncesi ilk irade, metafizik ilk Adem (Ademü'l Ekber, Adam le Majeur, Homo maximus) olarak ortaya çıkar ve bu Adem'in eşiti olan metafizik Havva, yokluktan, Büyük Uçurum'dan kurtulmuş olan varlığın özgürlügüne kavuşmasıdır. Adem Maximus olan bu zirveden babasız ve anasız ortaya çık­mış "babamız" olan Adem ortaya çıkar ve o da dünyevi ta­rihimizin zirvesini teşkil eder. Aslında o üçüncü Adem'dir, çünkü ilk ikisi arasında Muhammed'i Kelam veya Ondört Nurdan meydana gelen Muhammed'i Nur (Işık) olan "lkin-

ci Adem" vardır. Burada Aristotelesçi madde-formculuğun (hylemorphisme) terimlerinin yönü tersine dönmüştür. Madde, nürdur, varlığın kendisidir, varoluştur. Form, ma­hiyettir, merhamettir, bu nüru sabitleştiren ve sınırlandıran gölgeli boyuttur. Bundan dolayı madde baba, erkek olandır; buna karşılık form, anne, dişi olandır ve bireyselleştirme il­kesi "imgesel form"dur (suret misaliyya) Böylece VI. imam Cafer Sadık'ın hadisi doğrulanmış olur: "Anne ve babala­rından dolayı mümin müminin kardeşidir. Onların babala­n Nür, anneleri Merhamettir."

Kutsal lmamlann hadislerinden aynı tür bir yararlanmay­la Şeyh Ahmet, okulunun özelliği olan antropolojiyi geliş­tirmiştir. Bu antropoloji onu "dirilen beden simyası" di­ye adlandırabileceğimiz şeye götürür. Burada o ikili bir et­ten beden (casad) aynını ile fani etten beden ve baki tin­sel beden (caro spritualis) ile ikili latif cisim (cism) -göksel cisim ve ilk, asli, arketip cisimaynını yapar Bütün bunlar satır satır yeni-Platoncu Proclos'taki ikili tinsel bedene (okhema) tekabül eder. (B cesediyle B cisminden meydana ge­len) dirilen vücut olayı, simya işlemine paralel bir şekilde anlatılır ve burada Batı batıniliğinin öğretimiyle karşılaşı­rız. Nihayet şeyhi okulunun özelliği olan bir öğreti, üstadlannın "Dördüncü Sütun" diye adlandırdıkları öğreti var­dır. Bu öğreti kısaca Imamlann bütün "Tanrı Dostları" (Ev­liya) ile birlikte olmak ve onlara düşman olan herkesle iliş­kiyi kesmek (Farsça tevella ve teberra) yönündeki öğütleri­nin genişletilmesinden başka bir şey değildir. Ancak "Tan­rı Dostları" (Evliya) fikri, devamlı batini hiyerarşi fikrini ve dolayısıyla içinde yaşadığımız "gizlilik" devrinde onun var­lığını belirleyen şartlan beraberinde getirir. Alemin "mistik kutbu" olan Imam'ın gizliliği (gaybet), doğal olarak onun kapısı (bab) olanın ve dolayısıyla da onunla sonuçlanan tüm hiyerarşinin gizliliğini gerektirir. Genel olarak bu hiye-

rarşiden veya nesilden nesile onun sözcüsü olan insandan (Natık-ı Vahid) söz edildiğinde, bu bir insan grubuna işaret eder. Ancak bu kesinlikle bu insanların aleni olarak ortaya çıkmasını, bireysel olarak onların kim olduklarının söylen­mesini gerektirmez. Onların gizliliği zorunludur. Hiç kim­se bu unvana sahip olduğunu ileri süremez. Onlar ancak Imam tarafından bilinirler. Imam'ın en son mektubunda or­taya konmuş olan nihai isteği ise kendisi tarafından böyle bir yetkiye sahip kılındığını açık olarak ilan eden bir kişinin sahtekar olacağıdır. Imam ortaya çıkıncaya, zuhor edinceye (parousie) kadar gizlilik hali devam edecektir. Şeyhi okulu üstadlarının bıkıp usanmadan tekrar ettikleri budur. Bun­dan dolayı ne kadar ilginç olursa olsun, gaybet halinin so­na erdiğini söyleyen her dini hareket, Şiilikle ilgisini kesmiş demektir ve dolayısıyla Şeyhilikten geldiğini ileri süremez.

Bu satırlar şeyhi öğretilere kısa bir değinmeden ibarettir. Söylemek istediğimiz her önüne gelenin bu öğretileri anla­ma seviyesinde olmadığı ve tartışmaların hiçbir zaman so­kaktaki insanın seviyesine indirilmemesi gerektiğidir. Ne Şeyhilerin cevabı dikkate alınarak, ne terminolojilerini an­lama zahmetine girilerek aynı itirazlar bıkıp usanmaksızın tekrarlanmıştır. Şarkiyatçılar, belki Roma Kilisesi'nden baş­ka bir model bilmediklerinden Şeyh Ahmed'in müçtehidler tarafından "aforoz" edilmiş olduğunu yazmışlardır. Bu yan­lıştır. Hiçbir müçtehid, lslam'a aforoz kavramını sokmakta hiçbir yetkisi olmayan Molla Bargani'nin Kazvin'deki tama­men şahsi ve etkisiz entrikasına karışmamıştır. Şeyh Ahmed aynca Molla Sadra Şirazi'nin iki önemli eseri üzerine iki bü­yük inceleme kitabı yazmıştır. Anlaşılmamasından dolayı şaşkın, üzgün ve çaresiz bir durumda kalan Şeyh Ahmed Isfahan'daki ikinci kalışı sırasında dostlarından birinden, Muhammed lbni Mukim lbni Şerif Mazenderani'den Hikmeti Arşiye üzerine yazdığı şerhine yöneltilmiş eleştirilere karşı cevap vermesini istemiştir. (Yayımlanmamış olan) bu esere burada işaret etmemiz gerekir. Bütün bunlar henüz incele­me safhasındadır. Burada daha fazla şey söyleyemeyiz.

14.    Cafer Keşfi

Şeyhi okulu ile benzerliği olan bu orijinal düşünüre de ayrı bir yer ayrılması gerekir. Onun eseri XIX. yüzyıl lranı'nın teosof-metafizikçilerinin ilgilerini en mükemmel bir biçimde temsil eder. Keşfi, soyu Vll. lmam Musa Kazım'a (183/799) çıkan bir aileye mensuptu. Fars bölge­sinde Darabgerd'de doğmuş, hayatı süresince Burücerd'de oturmuş ve 1267/1850-185l'de arkasında hem Arapça hem Farsça (halen inceleme safhasında olan) bir düzine konu­yu özetleyen bir külliyat bırakarak ölmüştür. Burada ancak bir Kaçar prensi, Feth Ali Şah'ın oğlu Şehzade Muhammed -Taki Mirza'nm isteği üzerine kaleme alınmış Hükümdarla­ra Sunulan Hediye (Tuhfetü'l-Muluk) adlı Farsça büyük eseri­ni zikredebiliriz. Bu eser iki ciltten oluşmaktadır. Birinci cilt sırasıyla birincisi Muhammedi Ruh'a özdeş kılınan Akıl'ın (nous), ilk hipostazın özünü, ikincisi Akıl'ın tezahürleri (mezahir), varlıklarla ilişkileri ve bağlantı noktalarını, üçüncüsü Akıl'ın izleri, etkileri, özellikleri ve işaretlerini ele alan üç kitaba bölünür. lkinci cilt spekülatif felsefe ve hikmet-tarihin geniş bir ansiklopedik sistemleştirilmesidir. Böylece bütünü Farsça kaleme alınmış olması daha da önemli olan bir sistematik geniş özet oluşturur.

Cafer Keşfi'nin sisteminin bütünü, Akıl'la ilgili gelenek­sel Şii metinlerine, her şeyden önce Kuleyni'nin büyük der­lemesindeki (Kafi) Akıl Kitabı'nın I ve XIV numaralı hadis­lerine dayanır. 1) Başlangıçların başlangıcında Akıl'a, yara­tıklara dönmek, "dünyaya inmek" için llke'sinden ayrılmayı emreden buyruk vardır. Bu hareketten, Akıl'ın peygamber­lik görevine (nübüvvet) ve literal vahye (tenzil) tekabül eden zahiri yüzü çıkar. 2) ikinci bir buyruk ona Ilke'sine dönmeyi emreder. Bu dönüş hareketi Akıl'm zahiri yüzünü hatmi yü­zü üzerine "katlar". Batıni yüz, velayete veya lmam'm kariz­masına ve vahyedilmiş metnin gizli anlamına ve manevi ilk örneğine (archetype) geri götüren te'vil'e tekabül eder. Han­gisi olursa olsun herhangi bir gerçekliğin bilinebilirliği, bu gerçekliğin zıddının tezahürünü ve bilinebilirliğini gerekti­rir. Ilahi Öz, ne benzeri ne zıddı olduğu için, bilinemezdir. insan aklının onunla ilgili olarak bilebileceği şey, ilk tecelli, yani Akıl-Nur olan ve öyle olması bakımından da Muham­medi Ruh, ebedi Muhammedi Hakikat olan tecelli seviyesin­de ortaya çıkar. Bu Akıl-Nur'un tezahürü, zıddının, yani göl­genin, karanlığın, bilgisizliğin tezahürünü gerektirir. Ancak bu, bu zıddın Akıl'ın gölgesi olması demek değildir. Çünkü nurdan bir varlığın asla gölgesi "' yoktur. Fakat onun duru­mu güneş doğduğunda gölgesini gösteren karanlıklara giz­lenmiş duvarın durumuna benzer. Böylece varlığın tecellisi, yokluğu açığa vurur. Ancak bu, yokluğun (non-etre) varlı­ğa gelmesi demek değildir. Karşı-Varlık (contre-etre) varlı­ğı kabul etmez. Fakat varlığın, yani Nur'un zıddı olan olum­suzluk, hiçlik vardır.

Böylece Akıl'ın metafizik destanının karşısına onun zıddının karşı-destanı konur: Birbirleriyle karşılaşmak üzere iki evren inerler ve çıkarlar ve böylece insan dünyası sevi­yesinde "Nur'un çocuklan"yla "Karanlık'ın çocukları"nın karışımlarını meydana getirirler. Bu metafiziğin havası­nı İran düşüncesinin temelinde karşılaşılan kaygının yö­netmesi dikkate değer: Ahiret öğretisinin çözüme kavuş­turduğu Nür'la Karanlıklar arasındaki mücadele, Zerdüşt­çülükte Saoşyant'ın yapacağı gibi zuhur ettiğinde Onikinci lmam'ın eseri olacak olan "ayırma". Akıl'ın dönüş ve geriye gidiş zamanları dünyanın çağlarını teşkil eder. Peygamber­lik zamanının arkasından gelen velayet zamanı Cafer Keşfi'yi daha önce örneğini gördüğümüz gibi devirlerininJoachim de Flore'un tesis ettiği hikmet-tarihin üç devrine te­kabül ettirilmesi mümkün olan parakletik (paracletique)[9] bir hikmet-tarihe götürür. Şii metafizik bu noktada zirve­lerinden birine ulaşır. Bu İranlı düşünürün sistemi, Batı'da XIX. yüzyıhn ilk yarısında ortaya çıkan büyük metafizik "sistemler"in çağdaşıdır.

15.    Horasan Okulları

a)    Hadi Sebzevari ve Sebzevari Okulu

"Sebzevar Bilgesi"nin yüksek şahsiyeti lran'da bizim XIX. yüzyılımızın tam ortasına tekabül eden döneme hakimdir. Onun "zamanının Platon'u" olduğu söylenmiştir ve bir den­ge sağlamak için "zamanının Aristoteles'i" olduğu da söy­lenmiştir. Her halükarda Molla Sadra Şirazi büyük Şah Abbas'ın saltanat döneminde felsefe için ne olmuşsa Hadi Sebzevari de Nasırüddin Şah Kaçar'm saltanat döneminde (1848-1897) felsefe için o olmuştur. Böylece o Molla Sadra'nın sadık yorumcusu olmuş ve Sadra'nın lran filozofla­rının "düşünce üstadı" haline getirilmesine katkıda bulun­muştur. Hatta şunu da ilave edebiliriz ki şartlar onun mis­tik filozof dehasını Molla Sadra'dan daha serbest bir tarzda ortaya koymasına imkan vermiştir. Bunun nedeni bu devir­de safevi devrine göre ifade özgürlüğünün daha fazla geliş­miş olmasıdır.

Molla Hadi Sebzevari 1212/1797-1798 (lran'ın kuzey do­ğusunda, Şahrud ile Nişabur arasında) Horasan'ın küçük bir şehri olan Sebzevar'da doğmuştur. Babası Muhammed Meh­di Sebzevari bu şehrin ileri gelenlerinden biriydi. Molla Hadi ilk tahsilini burada görmüş ve onu yirmi yaşına kadar Meşhed'de tamamlamıştır. 1232/1816-1817'de felsefi inceleme­lerini derinleştirmek amacıyla lsfahan'a gider. Bu sırada lsfahan gerileme halinde olmakla birlikte hala felsefi ve teolo­jik ilimlerdeki en büyük üstadların akın ettikleri merkezdi. Burada Molla İsmail lsfahani ve Molla Ali lbni Cemşid Nu­ri (yukarıya bakınız) onun hocaları olmuştur. On yıl sonra beş yıl süreyle ders vereceği Horasan'a geri dönmüş, bundan sonra da hac ziyareti için Mekke'ye gitmiştir. Üç yıllık ara­dan sonra lran'a döner. Ders verdiği ve evlendiği Kirman'da bir süre kalır. Sonunda kesin olarak yerleşmek üzere Sebzevar'a geri döner ve bu tarihten sonra Sebzevar en uzak böl­gelerden, Arap ülkelerinden, Kafkaslar'dan, Azerbeycan'dan ve Hindistan'dan tilmizlerin akm edeceği felsefi bir öğretim ve manevi hayat merkezi olur. Öğretimle ve önemli bir kül­liyatın kaleme alınmasıyla dopdolu bir ömürden sonra Mol­la Hadi Sebzevart 1295/1878'de (veya bazı kaynaklara göre 1289-1290/1872-1873'de) ölür.

Bu düşünürün orijinalliği her şeyden önce eserlerinin ki­şisel havasında, bu eserlerin öncelikle Molla Sadra'nın ki­taplarından, Sühreverdi'nin Hikmetü’l-lşrâk’ından, lbni Ara­bi'nin eserinden ve Şii İmamlarının hadis ve geleneklerin­den devşirilmiş olan malzemesinin düzenlenme yönteminde açıkca görülmektedir. Hadi Sebzevari, Sühreverdi'nin Hikmetü'l-lşrak'ınm girişinde en üst mevkiye yerleştirdiği bil­geler kategorisini, yani hem spekülatif felsefe hem mane­vi tecrübe alanında üstad olan, hem zahiri bilgiye hem yük­sek hatmi ilimlere sahip olan kişileri en mükemmel biçimde temsil etmektedir. O en mükemmel anlamda bir işraki teosoftur. Bu derhal bazı öğrencileri üzerinde üstadın öğretisi­nin uyandırmış olduğu heyecan şokunu anlamamıza imkan vermektedir. Hadi Sebzevari Mevlana Celalüddin Rümi'nin Mesnevi'sini şerh etmede ne kadar rahatsa Molla Sadra da varlık metafiziğinin en güç meselelerini ele almada o kadar rahattır ve Sebzevari'nin okulu Molla Sadra'nın öğretimini bu yönde devam ettirir. Hadi Sebzevari varlığın, varoluşun mahiyete asli önceliğini, çokluk ve azlık derecelerinin ma­hiyetlerin saf Akıllar aleminde, imgeler aleminde (alemü'lmisal) ve fizik alemdeki varlık tarzlarını belirlediği varlı­ğın aşkın birliğini kabul eder. Bunun yanında o varlığın de­ğişimlerini (metamorphoses) ve insan varlığının ölümden sonraki hayatını açıklayan töziçi (intrasubstantiel) hareket ilkesini kabul eder.

Sebzevar üstadının külliyatı hatırı sayılır miktardadır: Otuza yakın eser. En çok okunanlardan biri Şerh-i Manzume'dir (Manzume Şerhi). Bunun temeli, mantık ve felsefe­yi ele alan bir manzumedir. Yazarın kendisi bu manzume­nin not ve gözlemlerle doldurduğu bir şerhini yapar. Netice­de bütün, genel metafizik, töz ve ilinek, özel metafizik veya felsefi teoloji (ilahiyat), fizik, peygamberlik felsefesi ve İma­met öğretisi, ahiret öğretisi ve ahlak ve töreler bilimi ile ilgi­li yedi kitap oluşturur. Yazarın bu şerhi üzerinde öğrenciler ve kendi öğrencileri çok düşünmüş ve çalışmışlardır: Ahünd Hideci, Şeyh Muhammed-Taki Amuli, (1372/1952-1953'de ölmüş olan) Aga Mirza Mehdi Aştiyani öylesine çalışmışlar­dır ki eser günümüzde geleneksel felsefe alanında her öğren­cinin "ders kitabı"haline gelmiştir.

Molla Sadra'nın eserlerinin şerhleri olarak kendini tak­dim eden, ancak gerçekte Hadi Sebzevari'nin kişisel öğretisi ve öğretimini içeren dört büyük eserden söz edeceğiz. Bun­lardan biri Esfar (Dört Manevi Seyahat) üzerine kendi başına bütünlüğü olan bir eseri teşkil eden şerhtir. Diğerleri Şevahidü'l Rubübiye (llahi Tecellilerin Şahitleri), Kitabü'l-Mebde v'el-Me'ad (Varlığın Kaynağı ve Sonu Kitabı) ve Mefatihü'lGayb (Gaybın Anahtarlan) üzerine şerhlerdir. Bu dört şerh, Molla Sadra'nın düşüncelerinin meyvelerinin toplandığı, do­ğurmuş olduğu güçlüklerle hesaplaşıldığı Sebzevari külli­yatını oluşturur. Molla Sebzevari bundan başka Celalüddin Rümi'nin Mesnevi'sinin altı kitabında bulunan en karanlık veya en zor pasajlar üzerine bir şerh kaleme almıştır (eserin bütünü 1285/1868-1869 Tahran taş baskısında büyük boy altı yüz sayfadır). Bu eserde süfilerin mecazlarını aklileştirmeye yönelik bir felsefi teşebbüsün varlığını görmeye çalışır­sak tamamen yanılırız. "Felsefe" terimi üzerindeki her tür­lü tartışmayı ortadan kaldırmak üzere burada yine şunu di­yelim ki tasavvuf metafiziğinin Kelam'ın akılcı ilahiyatçıları karşısında durumuna benzer şekilde bu, akılcı filozoflar kar­şısında bulunan bir lşraki metafizikçinin eseridir.

Bir diğer büyük eser, Esrdrü'l-Hikem (Hikmetlerin Sırlan) varlığın meydana gelişi ve öte dünya öğretisiyle ilgili mese­lelerin bütününü ele alır ve ibadetlerin hatmi anlamını açık­lar. Yazar kendisini ziyaret etmek üzere Sebzevar'a gelmiş olan Nasırüddin Şah Kaçar'ın isteği üzerine bu kitabın Hidâyetü’t-Tâlibin (Araştıncılara Kılavuz) adıyla bir özetini de vermiştir. Molla Sadra, Muhsin Feyz, Gazi Sa'id Kummi gibi Sebzevar üstadı, İmamların metinlerinde teklif edilen öğre­timi ortaya koymakta çok büyük haşan gösterir. llahi İsim­ler üzerine büyük incelemesi (Şerh-i Esma') aslında bir Şii duasının şerhidir. llahi İsimler (lbni Arabi'ye bakınız) ham kozmogonik, hem de ayinsel bir işleve sahiptirler. Bu so­nuncu işlevleri bakımından onlar varlığın Meleküt'a ve 11ke'ye dönüşünün organlarıdırlar. Nihayet Arapça ve Fars­ça on altı kitaptan meydana gelen çok önemli bir mecmua­yı zikretmemiz gerekir. Bu eserin kaleme alınmasını doğu­ran sebep, öğrencilerin veya mektup arkadaşlarının sorduk­ları sorular olmuştur. Burada ancak kendilerine verilen de­rin cevaplarla birlikte bu soruların arz ettiği en büyük öne­me işaret edebiliriz. Onların çeşitliliği Molla Hadi Sebzevari için gündemde olan endişelerin neler olduğunu anlamamı­za imkan vermektedir.

Sebzevar felsefi ocağını canlandıran ateşli heyecanın dö­nemi için ne ifade ettiğini anlamak için daha önce söyle­diğimiz gibi lran'ın bütün bölgelerinden ve başka yerler­den gelen birkaç öğrencinin adlarım zikretmemiz gerekir. Onlar arasında üçüne yukarıda işaret ettik. Kendi payları­na onlarla da lran'da geleneksel felsefenin belli başlı öğre­tim merkezleri olan Tahran, Tebriz, Kum, Isfahan, Şiraz ve Meşhed'de yeniden karşılacağız. Araştırmaların şu andaki durumu maalesef sadece en tanınmışlarının adlarını zikret­memize imkan vermektedir. Bunların eserlerinin bir araya getirilmesi işi başarıyla sonuçlanmış olmaktan henüz uzak­tır. Burada Meşhed'de ders vermiş ve Şerh-i Manzume üzeri­ne şerhler bırakmış olan Molla Abdülkerim Küçani'yi, adın­dan Tibetli olduğu anlaşılan ve Hadi Sebzevari'nin çok de­ğer verdiği Şeyh Ali Fazıl Tebbeti'yi (Tibetli) zikredece­ğiz. Yukarıda adı geçen "on altı kitaplık mecmua" onun tarafından sorulan bir soruyu cevaplandırır. Bu, zahirile­rin yaratmış olduğu tehlike ve şüphelere cevap olarak fel­sefi düşüncenin güzel ve ince bir savunmasıdır. Kendisi de Şiraz'da felsefe okutmuş ve sayısız öğrencileri olmuş olan Mirza Abbas Hakim Darabi Şirazi'yi (1300/1882-1883'te öl­müştür) ve felsefe ve metafizik hakkında yeterli bilgisi ol­mayan birinin Kutsal imamların hadislerini ve gelenekleri­ni anlayamayacağını söyleyen mükemmel Şii teosofu Mol­la Kazım Horasani'yi (1329/19ll'de ölmüştür) de zikrede-

lim. Şeyh Ahmet Ahsa'i'nin, Bilgi Kitabı vesilesiyle Muhsin Feyz Kaşani'ye (yukarıya bakınız) yöneltmiş olduğu eleşti­rilere bir cevap yazmış olan Ağa Mirza Muhammed Yezdi (Fazıl Yezdi) hocasından bu konuda görüşünü ortaya koy­masını ister. Hadi Sebzevari'nin buna cevabı da "on altı ki­taplık mecmua"da içerilmiştir. Mirza Seyyid Ebu Talib Zencani diğer kitapları yanında Usülilerle Ahbarileri ikiye bölen yukarıda sözünü ettiğimiz büyük tartışma, yani müçtehidin özellikleri (içtihad-u taklid) üzerine bir kitap yazmıştır. Hadi Sebzevari Meşhed'de ders verdiği sırada Molla İsmail Arif Bucnürdi onun derslerini takip etmekteydi. Mirza Hü­seyin Sebzevari Tahran'da ders vermiş ve yukarıda zikret­tiğimiz Tahran okulundaki hocaların meslektaşı olmuştur. Onun da öğrencileri olarak Mirza lbrahim Zencani, Ahünd Hidaci (yukarıya bakınız) ve Kum llahiyat Üniversitesi'nde ders vermiş olan Mirza Ali Yezdi vardır.

b)    Meşhed Okulu

Bütün Şiilerin hac yeri olan, VIII. lmam'ın, yani imam Ali Rıza'nm (203/818) mezarını içinde bulunduran, Hora­san'ın kutsal şehri Meşhed, yüzyıllar boyunca içinde hikmet-i ilahfyye (teosofi) öğretiminin temsil edildiği medre­selere sahip olmuştur. Ancak biz burada onu sadece Mol­la Sadra'nın ve okulunun Horasan'ın entelektüel ve mane­vi hayatına verdirdiği atılımın devam ettiricisi olma özelli­ği bakımından ele alacağız. Özellikle iki kişiyi, Sebzevar'da felsefe tahsili görmüş olan Aga Mirza Muhammed Sarükadi ile Sebzevar'da altı yıl süresince Molla Hadi Sebzevari'nin öğrencisi ve daha sonra Meşhed'de şeyhülislam olmuş olan Molla Gulam Hüseyin'i (1318/1900-1901) zikredeceğiz. Bu iki üstaddan da burada Meşhed okulu diye adlandırdığımız şeye özel çehresini kazandırmış olan diğer iki üstad, Meşhed'de uzun süre ders vermiş ve felsefede olduğu gibi din bilimlerinde de şöhret kazanmış (müçtehid diye kabul edil­mekteydi) Hacı Fazıl Horasani (1342-1923-1924'te ölmüş­tür) ile aynı şekilde Meşhed'de felsefe okutmuş ve tama­men Molla Sadra çizgisini izlemiş olan Aga Buzurg Hakim (1355/1936-1937'de ölmüştür) çıkmıştır Zahirilerin Şiiliğin sürekli iç dramım devam ettiren eleştirileri maalesef bu so­nuncuyu hocalığı bırakmaya zorlamıştır. Onun ölümü Ho­rasan'da felsefe öğretiminde büyük bir boşluk bırakmıştır. Bu iki büyük şahsiyet de öğrenciler yetiştirmiştir. Bu öğren­ciler arasında Aga Mirza Han Bucnürdi din bilimleriyle fel­sefi bilimlerin öğretimini birleştirme yönündeki yeteneğiy­le temayüz etmiştir.

Bu noktada Iran'ın entelektüel hayatında temel bir olay araya girer. Bu, şu anda hüküm süren Muhammed Rıza Şah Pehlevi'nin etkisiyle İran üniversitelerinin çoğalması ola­yıdır. iki devlet üniversitesi, Tahran ve Meşhed üniversi­teleri, görevi kesinlikle sadece molla yetiştirmek olmayan, geleneksel felsefeyle ilgili olanlar da dahil olmak üzere Islami bilimleri geniş ölçüde yaymak olan ilahiyat fakültele­rine sahiptir. Meşhed okulu hakkındaki bu çok kısa hatır­latmamızı Meşhed Üniversitesi tlahiyat Fakültesi'nde pro­fesör olan genç bir felsefe hocasının, Seyyid Celalüddin Aştiyani'nin eserini zikrederek bitireceğiz. Onun yönü, faali­yeti ve üretkenliğinin özelliğini belirtmek için en iyi söy­leyebileceğimiz, yeniden canlanan bir Molla Sadra olduğu­dur. Yukarıda adı geçen üstadların temsil ettiği geleneksel felsefeden çıkmış olan eseri daha şimdiden hatırı sayılır bü­yüklüktedir: Metafizik ve mistik açıdan varlık üzerine bü­yük bir kitap, Davud Kayseri'nin Ibni Arabi'nin Füsüs'u üze­rine şerhinin girişi hakkında geniş bir inceleme (bu incele­menin yedi yüz sayfalık ilk cildi, konuyla ilgili problemleri derinleştirmekte ve devam ettirmektedir), olağanüstü not­lar ve gözlemlerle donatılmış birçok metin neşri: Molla Sadra'nm Kitabü'l Meşdir'i üzerine Lengerüdi'nin şerhinin, yine Sadra'nın Sebzevari'nin şerhiyle birlikte Şevdhid'inin, yuka­rıda adı geçen "on altı kitaplık mecmua"nm neşirleri vb., ni­hayet (Fransız tarafı ile ilgili olarak benim katıldığım) şim­diye kadar görülmemiş olan büyük teşebbüs, bir XVII. Yüz­yıldan Günümüze Kadar Iran Filozoftan Antolojisi. Bu dizinin bir cildi şimdiden piyasaya çıkmıştır. Onun beş ciltten oluş­ması ve kırk civarında İranlı düşünürü eserine yeni bir so­luk vermesi tasarlanmıştır. Amacı bir bilanço değil, bir hare­ket noktası olmaktır.


PERSPEKTİF

Burada ilk kez teşebbüs ettiğimiz büyük düşünürler aile­si tablosu bir sonuç gerektirmemektedir. Çünkü gelenek­sel lslam felsefesinin, özellikle Şii geleneği felsefesinin ka­panmış olduğunu düşünmüyoruz. Burada göz önüne aldığı­mız sadece bu felsefe oldu. Örneğin Muhammed İkbal gibi şahsiyetlerin eseri bize felsefe tarihinin bir başka bölümüne ait gibi gelmektedir. Geleneksel felsefenin geleceğine gelin­ce, ondan ancak tehlike ve ümitleri teşhis ederek söz edebili­riz. Belki hava ulaşımı genelleşinceye kadar Iran'ın çok uzak kaldığı ve orada geleneksel felsefenin uzun süre yıkıcı etki­lerden korunduğu düşüncesi ileri sürülebilir. Her neyse bu dönem artık bitmiştir. Bugün tehlike ve umutlar, kaynakla­nın hem Doğu'dan hem Batı'dan almaktadır.

Doğu'yla ilgili olarak şunu diyebiliriz ki ne geleneksel fel­sefelerini, ne çağdaş Bau felsefelerini derinliğine özümleyemedikleri için iyi niyetleri yetersizliklerini telafi etmeyen ba­zı aceleci sentezler ortaya atan az çok reformcu çok fazla sa­yıda denemeci ortaya çıkmıştır. Bunların eserleri Batı'da ge­reğinden çok sayıda bulunan sahte batıniciliklerin doğulu karşılıklarıdır. Bu her iki grup da karışıklık ve düzensizli­ği artırmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Burada durum kısaca şu noktaya gelmektedir: İslam ülkelerinde bir yanda öyle bir aydınlar grubu vardır ki bunların istilacı teknolojiy­le birleşen Batıcılıkları geleneksel manevi kökleri söküp at­mış görünmektedir. Buna karşılık özellikle lran'da ahlaki saygınlıkları ve entelektüel formasyonlarıyla geleneksel ma­nevi kültürü temsil etme gücüne sahip her yaştan geniş bir insan kitlesi vardır. Ancak ne yazık ki geleneğin meşalesini (traditio lampadis) sürdürme gücüne sahip bu insanlar çoğu kez Batı'nın büyük manevi gelenekleri hakkında hemen he­men hiçbir şey bilmemektedir. Ortada dil ve sözlük güçlük­leri vardır. Felsefi metinler ekseriya ikinci veya üçüncü el­den çevrilmektedir. Geleceğin problemi şudur: Bir felsefe sa­dece bir dönemin toplumsal durumunun ifadesi midir? Eğer öyleyse, geleneksel felsefe, zamanın toplumsal-siyasi ideolo­jilerinin baskısı altında buharlaşıp yok mu olacaktır? Yoksa felsefe meşruiyetini kuşaklardan beri o kadar çok Batı düşü­nürünü felç etmiş olan bilinemezcilikte değil de o olmaksı­zın tarihin bütün rüzgarlarına kapılacağı metafiziğin varlı­ğını devam ettirmesinde mi bulur? Metafizik asla toplumsal değişmelerden etkilenmez, o sadece ulaştığı nesne, yani keş­fetme ve derinliğine inme kabiliyetine sahip olduğu manevi evrenler tarafından belirlenir.

Bu açıdan belki lslam'da düşünürlerimizi o kadar meşgul etmiş olan imgeler aleminin kaybının ne anlama geldiğini belirleyebiliriz. Haklı olarak geleneksel uygarlıklarının ya­pısını tahrip eden Batı etkisinden söz edilmektedir. Bunun tersi olan bir şeyden de söz etmek gerekir. Bunca yüzyıldan sonra ilk defa, sahip olduğumuz imkanlar her biri lbrahimi geleneğin bir dalında çalışan araştırıcıların birbirleriyle ileti­şim içine girmesine imkan veraektedir. Tecrit durumunun yerini karşılıklılık almalıdır. Çünkü günümüzün koymuş olduğu devasa problemlere ancak bütün olarak bu gelenek karşı koyabilir. Müslüman metafizikçilerimizin verdiği ders, batmililiklerin, yani iç dünyaya önem vermelerin bir iç yeni­den doğliş olmaksızın mümkün olduğunu düşünmemiş ol­malarıdır. Bir gelenek ancak sürekli bir yeniden doğuş oldu­ğu takdirde canlı olabilir ve canlı bir şey aktarabilir.


B1BL1YOGRAFYA

Kısaltma zorunluluğundan ve şarkiyatçı olmayan araşurıcıların kullanımını kolaylaşurmak için bu bibliyografyada istisnai durumlar dışında hiç olmazsa bir Batı di­linde girişi olmayan Arapça veya Farsça Doğulu eserler veya metin neşirleri yer al­mamaktadır. Her bölümde kronolojik sınıflama benimsenmiş, ancak bir aynı yaza­rın çalışmaları grup halinde verilmiştir.

BIRlNCI BÖLÜM

M. HORTEN, Die spekulative und positive Theologie des Islams nach Razi und ihre Kritik nach Tusi, Leipzig, 1912H. LAOUST, Essai sur !es doctrines sociales et politiques de Tak.iddtn Ahmad Ibn Taymiya, le Caire, 1939-1BN SAB'lN, Correspondence philosophique avec l'Empereur Frtdtric II de Hohenstaufen, yay. Ş. Yaltkaya, Girişi yazan H. Corbin, lstanbul-Paris, 1943-1BN KHALDUN, The Muqaddimah, an lntroduction to Histoıy, Arapça'dan çev. F. Rosenthal (Bollingen Series XUII), Newyork, 1958Discours sur l'histoire universelle (al-Muqaddima), çev. V. Monteil, Pa­ris, Sindbad, 1967 -Le Voyage d'Occident en Orient, çev. ve takdim eden A. Cheddadi, Paris, Sindbad, 1980-R. ARNALDEZ, L'Oeuvre de Fakhr al-Din Rdzi, commentateur du Qordn et philosophe (Cahiers de civilisation mtditvale, III/3), Poitiers, 1960-M. MAHD1, Ibn Khaldün's Philosophy of History, Chicago, 1964-F. KHOLEIF, A Study on Fakhr al-Din Razf and his Controversies in Transoxiana (Recherches publiees sous la direction de l'tnstitut de lettres orientales de Beyrouth. Seri 1, cilt XXXI) Beyrouth, 1966-]. VAN ESS, Die Erkenntnislehre des 'Adudoddtn al-lcr (al-lji), Obersetzwıg und Kommentar des ersten Buches seiner Mawclqif, Wiesbaden, 1966-A. BALYANI (lbni Seb'in'in öğrencisi), Epitre sur lVnicitt Absolue, çev. M. Chodkiewicz, Paris, les Deux Oceans, 1982.

1K1NC1 BÖLÜM, 1. Madde

RUZBEHAN BAQLl SHİRAZİ, Le ]asmin des Fidcles d'Amour, Farsça tasavvuf eseri, H. Corbin ve M. Mo'in tarafından yapılan birinci bölümünün çevirisi ile bir­likte yayınlanmışur, Bibliotheque İranienne, 8. cilt, Teheran-Paris, 1958 -Commentaire sur !es paradoxes des soufis, H. Corbin tarafından yazılan Fransızca bir ön­sözle birlikte yayınlanmış olan Farsça metin, Bibi. lranienne, 12. cilt, Teheran-Paris, 1966-H: CORBİN, En Islam iranien, aspects spirituels et philosophiques, cilt. Ill, Paris, Gallinıard, 1971-1972 (yeni basımı 1978)

1K1NC1 BÖLÜM, 2. Madde

H. RİTTER, Das Meer der Seele: Mensch, Welt und Gott in den Geschichten des Faıiduddin 'Attdr, Brill, 1955 F.'ATTAR, Le Livre divin (Elahi-Nameh), Fransız­ca'ya çev. F. Rouhani, Paris, Albin Michel, 1961Le Livre de L'E preuve (Musibatnama), Fransızca'ya çev. 1. de Gastines, Paris, Fayard, 1981.

1K1NCI BÖLÜM, 3. Madde

Traitt des compagnons-chevaliers (Rasd'il-e ]avdnmardiın), M. Sarraf tarafından yayınlanan, H. Corbin'in analitik bir Giriş'ini yazdığı yedi "Fütüvvet-name" mec­muası, Bibi. İranienne, 20. cilt, Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1973 -Abü al-Najtb SOHRAVARDl, A Sufi Rule for Novices (K. Addb al-Muıidin), çev. ve giriş yazan M. Milson, Harvard, 1975'Omar SOHRAVARDİ, The 'Awdrif al-Ma'drif, kıs­men çev. W. Clarke, Lahore (yeni basımı 1979).

IK1NC1 BÖLÜM, -4. Madde

H. CORBlN, L'lmagination crtatrice dans le soufisme d1bn 'Arabi, Paris, Flamnıarion, 1958 (2. baskı 1977)-Creative lmagination in the Sufism of Ibn 'Arabi, lngilizce'ye çev. R. Mannheim, Bollingen Series XCI, Princeton, 1969-O. YAH1A, Histoire et classification de l'oeuvre d'Ibn 'Arabi, lnstitut français de Danıas, 196-4 IBN 'ARABi, Sufis of Andalusia (Rüh al-quds and al-Durrat al-Fdkhirah), İngiliz­ce'ye çev. R.W.J. Austin, London, 1971-Les Soufis d'Andalousie, bir önceki ese­rin Fransızca versiyonu, çev. G. Leconte, Paris, Sindbad, 1979-The Be:z:els ofWisdom (Fosus al-Hikam), lngilizce'ye çev. R.W.J. Austin, Paulist Press, 1980L'Alchimie du Bonheur Parfait (Fütühat'ın 167 bölümü), çev. 5. Ruspoli, Paris, Berg lnternational, 1981 -L'Arbre du Monde (Shajarat al-Kawn), çev. M. Gloton, Paris, Les Deux Oceans, 1982-Le Livre de l'Arbre et des quatre Oiseaux (K. al-lttihdd alkawni), çev. D. Gril, Paris, Les Deux Oceans, 1984EMiR ABD EL-KADER, Ecrits spirituels, çeviren ve takdim eden M. Chodkiewicz, Paris, le Seuil, 1982 P. LORY, Les Commentaires tsottriques du Coran d'aprts 'Abd al-Ra:z::z:aq al-Qdshdni, Paris, Les Deux Oceans, 1980T:IZUTSU, Sufism and Taoism, a Comparative Study of Key Philosophical Concepts, Tokyo, Iwanami Shoten, gözden geçiril­miş yeni baskısı 1983.

1K1NC1 BÖLOM, 5. Madde

F. MElER, "Das Problem der Natur im esoterischen Monismus des lslams", Eranos-Jahrbuch XN, Zurich, 1946-NAJMODDIN KOBRA, Die Fawa'ih al-Jam/11 waFawiU:ih al-]alal. .. eine Darstellung Mystischer Eıfahrungrn im Islam ... , yay. ve açık­lamalar veren F. Meier, F. Steiner, Wiesbaden, 1957 'Azizoddin NASAFl, Le Livre de l'Homme Paıfait (K. al-lnsan al-Kamil), Farsça tasavvuf eserleri mecmuası, bir önsözle birlikte yay. M. Mole, Bibi. lranienne, 11. cilt, Tt'heran-Paris, 1962 Le Livre de l'Homme Parfait, çev. 1. de Gastines, Paris, Fayard, -1984 H. CORBIN, L'Homme de Lumitre dans le soıifısme iranirn, "Presence" yayınlan, 1971 (yeni ba­sımı 1984)The Man oflight in lranian Sufısm, İngilizce'ye çev. N. Pearson, Lo11don, Shambala, 1978.

lKlNCl BÖLOM,6. Madde

H. LANDOLT, Nüruddin Isfeıiyint ile öğrencisi 'Alaüddevle Simnıini arasında­ki mektuplaşmaları içeren Correspondence spiıitudle, Fransızca bir önsözle birlikte yayınlanmış olan Farsça metin,Bibi. lranienne, 21. cilt, Tt'heran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1972-Nuruddin Abdurrahmdn-i lsfarayini (1242-1317), yayın ve çevi­ri, Paris, Verdier, 1986.

1K1NC1 BÖLOM, 7. Madde

F. MEIER, "Das Problem der Natur im esoterischen Monismus des lsl.ilms", Eranos-Jahrbuch XVIII, Zurich, 1950-j.K. TEUFEL, Eine Lebrnsbeschreibung des Scheichs 'Alr-e Hamadılni (1385), Leyde, 1962.

1K1NC1 BÖLOM, 8. Madde

JALALODDlN RUMi, The Mathnawi, eleştirel notlarla yayınlayan, Ingilizce'ye çeviren ve şerh eden R.A. Nicholson, 8 cilt, Cambridge University Press, 1925-1940 (3 ciltten meydana gelen yeni basım Luzac, 1977) Discourses (Fihi mafthi), çev. A.j. Arberry, Newyork, 1972-Divdni Shamsi Tabriz (seçilmiş şiirler), çev. R.A. Nicholson, Cambridge Univ. Press (yeni basımı 1977) -Mystical Poems (Divani Shamsi Tabriz'den seçmeler), çev. AJ. Arbe , Chicago Univ. Press, 1968 (yeni basımı Westview Press, 1978); Le Livre du Dedans, Fihi mafthi'nin De Vitry-Meyerovitch tarafından yapılmış olan Fransızca çevirisi,Paris, Sindbad, 1978 -A. Schimmel, The Tıiumphal Sun, London, East West Publ., 1978-W.C. CHITTICK, The Sufi Path of Love, The Spiritual Teachings o/Rumi, Albany, Suny Press, 1983.

1K1NC1 BÖLOM, 9. Madde

H. CORBIN, "Symboles choisis de la Roseraie du Mystere de Mahmud Shabestari", Tıilogielsmatlirnne'de, Bibi. Iranienne, 9. cilt, Teheran-Paris,Adrien-Maisonneuve, 1961-M. SHABESTARI, The Secret Garden (Golshan-e Rıız), çev. J. Pasha, New York, Duuon, 1974.                                                 '

lKlNCl BÖLÜM, 10. Madde

R.A. NİCHOI.50N, Studies in Islamic Mysticism, Cambridge Univ. Press, 1921 (Abdülkerim Ctli üzerine önemli bölüm).

lKlNCl BÖLüM, 11. Madde

N. POURJAVADY and P.L. Wll.50N, Kings of Love, The Poetry and History of the Ni'matullilhi Sufi Onkr, Teheran, 1978.

lKlNCl BÖLÜM, 13. Madde

JAMl, Salaman va Absal, Fransızca'ya çev. A. Bricteux, Paris-Bruxelles, 1911; Baharestan, çev. H. Masse, Paris, 1925-Youssouf et Zoleikha, çev. A. Bricteux, Pa­tis, 1927-The Precious Pearl (al-Durrah al-Fakhirah), İngilizce'ye çev. N. Heer, Albany, 1979 -us Jaillissanents de Lumitre (Lavayeh), çev. ve önsöz yazan Y. Richard, Paris, Les Deux Oceans, 1982-F.'IRAQl, Divine Flashes (Lama'dt), çev. W.C. Chittick ve P.L. Wilson, Paulist Press, 1982.

lKlNCl BÖLüM, 16. Madde

M. DE MiRAS, La Mtthode spirituelle d'un Maitre du Soufisme iranien: Nllr 'AlfShdh, Paris, 1974 (H. Corbin'in önsözü ile).

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

R. STROTHMANN, Die Zwölfer-Schi'a, zwei religionsgeschichtliche Characterbilder aus der Mongolenzeit, Leipzig, Harrasowitz, 1926 (Nfuöirüddtn Tiıst üzeri­ne önemli bölümü) -Gnosis-Texte der Ismailiten, Göttingen, 1943 -Shihaboddin Shilh HOSAYNI, True Meaning of Religion (Risala dar Haqiqati Din), Farsça met­ni yayınlayan ve İngilizce çeviriyi yapan W. İvanow, Bombay, 1933 -W. lvanow, Kaltımi Pır, a Treatise on Ismaili Doctrine, Also (Wrongly) Called Haft-Babi Shilh Sayyid Nasir, Bombay, 1935-Ismaili Litterature, a Bibliographical Survey, Teheran, Ismaili Society Series, no. 15, 1963 -Nasiroddtn TUSl, The Rawdatu't-Taslim Commonly Called Tasawworat, Farsça metni yayınlayan ve İngilizce'ye çev. W. lvanow, Leiden, Ismaili Society Series, no 4, 1950 -Allameh AL-HILLI, Al-Babu'l-'Ashar (A Treatise on the Principles of Shi'ite Theology), çev. W. McElwee Miller, London, Royal Asiatic Society, 1958-H. CORBlN, Trilogie ismatlienne (Abü Ya'qüb Sejestilni, Sayyid-nil al-Hosayn ibn 'Ali, Mahmüd Shabestilrt), Fransızca çeviri ve şerh­le birlikte yayınlanan metinler, Bibi. iranienne, 9. cilt, Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1961 -L'Ecole shaykhie en thtologie shf'ite, F. Bahmanyar'ın Farsça çe­virisi ile birlikte, Teheran, 1967 En Islam iranien (bkz. ikinci Bölüm, 1. mad­de), cilt iV (l'ecole d'lspahan, l'ecole shaykhie, le Douzieme lmilmLa Philosophie iranienne Islamique aux XVII et XVIII. sitcles, Paris, Buchet-Chastel, 1981. Anthologie des philosophes iraniens depuis le XVII. sitcle jusqu'a nos jours, Üç Cilt: 1. Mir Damad'dan Şemsil Gililnt'ye kadar; II. Seyyid Ahmed 'Alevi'den Muhammed Ba­kır Sebzevilrt'ye kadar; 111. Gilzi Sa'id Kummi'den Abdürrahim Demilvendt'ye ka­dar. Arapça ve Farsça metinler SJ. Ashtivilni tarafından seçilmiş ve takdim edilmiş­tir; analitik girişler ise H. Corbin tarafından yazılmıştır (Bibliotheque Iranienne), Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1972-1976 Molla Sadra SHIRAZI, Le Livre des Penetrations metaphysiques (Kitilb alMasha'ir), Farsça versiyonu ile birlikte Arapça metni yayınlayan B.-M. Merza 'Emadoddawlah; Fransızca çeviriyi yapan ve notlar ekleyen H. Corbin, (Bibliotheque Iranienne, 10. cilt), Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1964 (yeni basınu 1984) The Wisdom of the Throne (al-Hikmat al-'Arshtya), çev. J.W. Morris, Princeton, 1981 Hadi SABZAWARI, Sharh-i Ghurar al-Fara'id or Sharh-i Manzumah, Part one: Metaphysics, yay. M. Mogaghegh ve T. lzutzu; Ingilizce girişi yazan T. lzutsu, Teheran, 1969 The Metaphysics, Ingilizce'ye çev. M. Mohaghegh ve T. lzutsu, Teheran-Montreal, 1977 Haydar AMOLI, La Philosophie sht'ite Oami'al-asrar ve Fi ma'rifat al-vojud), H. Corbin ve O. Yahia'nın ikili önsözleriyle yayınlanmış metinler, (Bibliotheque iranienne, 16. cilt), Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1969Le Texte des Textes (Nass al-Nosüs), Commentaire des Fosüs al-Hikam d'ibn 'Arabt, H. Corbin ve O. Yahia'mn ikili önsöz­leriyle yayınlanmış girişler (Bibliotheque iranienne, 22. cilt), Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1974P. Antes, Zur Theologie der Scht'a, cine Untersuchung des Jaml' al-asrar. .. von Sayyed Haidar Amolr, Fribourg-en-Brisgau, 1971 lBN KAMMUNA, Examination of the Three Faiths, Arapça'dan bir giriş ve notlar ekleyerek Ingilizce'ye çev. M. Perlmann, Los Angeles, U.C.L.A., 1971MIR DAMAD, Kitilb alQabasat, T. Izutsu'nun Ingilizce bir önsözüyle M. Mohaghegh tarafından yayınlan­mıştır, Teheran, 1972S.H. NASR, Sadr al-Dfn Shirıızt and his Transcendent Theosophy, Teheran, 1978D: SHAYEGAN, Hindouisme et Soufisme, Paris, yay. la Difference, 1979-J.P. DUCASSE, "Sadra Shirazi (Molla Sadra)", Encyclopaedia Universalis, 14. Cilt'te, Paris, 1980.



[4] Prophttologie, Corbin'in Isldm Felsefe Tarihi boyunca sık sık kullandığı temel kavramlardan biridir. Bu kavramı etimolojik olarak Türkçe'ye peygamberlik bilimi diye çevirmek gerekirdi. Ancak bugün bilim kavramının anlamı çok belirli ve sınırlıdır. Oysa bu kavramdan kastedilen peygamberlik üzerine ge­liştirilen düşünceler, ileri sürülen nazariyeler, felsefi öğretilerdir. Bundan ötü­rü bu kavramı kelimesi kelimesine peygamberlik bilimi diye karşılamak ye­rine içeriğini daha iyi yansıtan daha yumuşak bir kavramla, yani peygamber­lik nazariyesi, peygamberlik öğretisi veya peygamberlik kuramı şeklinde çe­virmek daha doğrudur. Biz de böyle yapuk. Aynı durum benzeri bir yapıya sa­hip olan Fransızca lmamologie kavramı için de geçerlidir. Bundan dolayı onu da lmambilim veya imamet bilimi yerine imamlık öğretisi veya imamet nazariyesi şeklinde karşılamayı uygun bulduk.

[5] Filioque: Büyük dogmatik ve tarihi öneme sahip teolojik bir görüştür. Kut­sal Ruh'un Oğul'dan değil Baba'dan çıktığı görüşüne karşı.filioque, onun hem Baba'dan hem Oğul'dan bir ilke olarak çıktığı görüşünü ifade eder. Bu dog­ma dördüncü Cataran (1215), ikinci Lyon (1274) ve Floransa konsilleri'nde (1438-1445) Katolik Kilisesi'nin resmi görüşü olarak kabul edilmiştir. Doğu Ortodoks Kilisesi ise 870'de resmen bu görüşü reddetmiştir.

[3] Bhikshu veya Bhikchou (Dilenci): Bu sözcük başlangıçta hayata ilişkin bütün ödevleri yerine getirdikten sonra inzivaya çekilen ve kunuluşunu sağlamaya yö­nelik çilelere kendini veren brahrnan anlamına gelmekteydi. Ancak Budizmin onaya çıkışından sonra sadece bu dinin çilecilerine, günlük yiyeceğini sağlamak için dilenmek zorunda olan kişilere işaret etmek için kullanılmaktadır.

[4] Tobie'nin Kitabı: Tobie, milattan önce VII. yüzyılda yaşamış olan Neftali ka­bilesinden bir Yahudi'dir. Tobie'nin Kitabı ise bu kişinin olaylarla dolu hayatı hakkında bilgiler veren bir kitaptır. Yazan bilinmeyen bu kitap Eski Ahit'in bir bölümünü oluşturur. Tobie'nin hayatının çeşitli safhalan ayrıca birçok ressa­mın tablosuna konu kaynağı olmuştur.

[5] Summa veya Somme: Latince "summa", Fransızca "somme" kelimeleri, bir bili­me, bir konuya ilişkin bütün bilgileri özetleyen eser anlamına gelir. Ancak bu • özetleyen eser kavramından dolabu tür eserlerin küçük hacimli eserler olduklan sonucu çıkanlmamalıdır. Tersine örneğin Aquinalı Thomas'nm ilahi­yata ilişkin ünlü "summa"sı örneğinde (Summa theologica) olduğu gibi böyle bir eser çok hacimli olabilir (Roma, 1918 Leonine baskısında 8 cilt, IV-XII cilt­ler). Benzeri şekilde ileride lsmail1liğe ayırdığı bölümde Corbin el-Hindi el-Beruşi'nin de yedi büyük ciltlik bir "summa"sından söz edecektir. Bu tür eserle­rin bu özelliklerinin nedeni onlann inceledikleri konuya, alana, disipline iliş­kin bütün tarihi bilgileri, bütün farklı görüşleri, farklı öğretileri içeren bir çeşit felsefe tarihi veya felsefe ansiklopedisi hüviyetinde olmalandır. Metinde "summa" veya "somme" kelimelerinin geçtiği her seferinde anlan biz "sistematik ge­niş özet" olarak Türkçe'ye çevirdik. Ancak okuyucunun bu kavramın içeriği ile ilgili olarak yanılmaması için bu açıklamayı vermeyi de gerekli gördük. Öte yandan Corbin seyrek olarak summa kelimesi ile bir yazann bütün eserlerini, yani külliyat'ını (corpus) da kastetmektedir. Bu sayısı çok daha az olan yerler­de ise onu külliyat'la karşıladık.

[6] Hanoh veya Hanok (Fransızcası Enoch) ve Hanoh'un Kitabı: Hanoh veya Hanok, lslam inancında genellikle ldris'le bir tutulan ve Ahitler literatüründe Tu­fan öncesinin yedinci peygamberi olarak kabul edilen kişidir. Hanoh'un Kitaln, büyük Yahudi vahiy kitaplarından biridir. Dünyanın sonuyla ilgili bir çağrılar ve kehanetler kitabıdır. Yeni Ahit'te sözü edilen (Yahuda, 14) bu kitabın Hıris­tiyan düşüncesi üzerine büyük etkisi olmuştur.

[7] A'ylln-ı Sllbite: lbni Arabi'nin en ünlü temsilcisi olduğu vahdet-i vücud görü­şünde Tanrı'nın özü her şeyden münezzehtir; fakat O, sıfatlarıyla zuhfir ve­ya tezahür eder. Mutlak varlık, mutlak gayb, lllhut, ehadiyyet, yani birlik, gaybü'l-guyüb, yani gizlilikler gizlisi, 'ama, yani yağmur yağdıran ve yoğun olan bulut, ili-taayyün lllemi, yani belirlenmemişlik lllemi olarak adlandırı­lan Tanrı'nın ilk zuhfiru, bütün alemin mücmel olarak, yani hulasa, öz ola­rak onun bilgisinde tahakkuk etmesi, hulasa, öz olarak onun bilgisinde sa­bit olmasıdır. lşte bu ilk zuhfir kademesine, eşyanın Tanrı'nın bilgisinde bil­gi sfiretleri olarak sabit olduğu llleme veya her şeyin bu Tanrı'nın bilgisindeki sübutuna "değişmez varlıklar" "varlıklann ilk örnekleri, asli örnekleri" an-

[8] Saoshyant: Eski Iran dilinde "kurtancı" anlamına gelen bu kelimeye Avesta'nın 45, 46 ve 48. dini şarkılannda rastlanmaktadır. Zerdüşt buralarda kendi­sini bir "kurtancı" olarak adlandırmakta, ancak asıl gerçek "saoshyant" olarak bir "kurtancı" da beklemektedir. Geç Zerdüştçülükte onun on iki bin dünya lı sonunda ortaya çıkacak dünyanın ışığa kavuşması döneminde zuhur etme­si beklenmektedir.

[9] Paraclete: Kutsal Ruh'un bir diğer adıdır. Yunancası Parakletos, Latincesi Consolator'dur. Kutsal Ruh'un diğer bir adı olarak bu kelime sadece Yuhanna lncili'nde mevcuttur (XIV, 16, 26; XVI, 7). Kelimenin kök anlamın­dan da çıkarılabileceği gibi "şefaatçı, yardımcı, teselli edici" anlamlarına gel­mektedir. Yuhanna'ya göre Paraclete'in görevi lsa'nın görünür varlığı kendi­lerinden ayrıldıktan sonra tilmizlerinde kalması, onlarda lsa'nın verdiği öğ­retiyi yaşatması ve böylece Kurtarıcı'nın öğreti ve işine tanıklık etmesidir. Paraclete'in bu yardımcı, teselli edici görevini sadece havarileriyle sınırlan­dırmamak gerekir. O aynı zamanda Kilise'nin yanılmazlığını ve kutsallığı­nı da teyit eder, destekler. Her bireysel Hıristiyan ruha da değişik şekillerde yardım eder.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to