CİLT 2
İbni Rüşd'ün Ölümünden Günümüze
Histoire de la
philosophie islamique
ÇEVİREN ve NOTLANDIRAN
Ahmet Arslan
ÇEVİRENİN
ÖNSÖZÜ
Elinizde tuttuğunuz kitap (veya kitapçık) Heıiry
Corbin'in lslam Felsefesi Tarihi (Histoire de la Philosophie Islamique) adlı
eserinin bir kısmının çevirisidir. Bu eser esas olarak iki kısımdan meydana
gelmektedir: Başlangıçtan lbni Rüşd'ün Ölümüne (59511198) Kadar adım
taşıyan ve tüm eserin aşağı yukan üçte ikilik bir bölümünü oluşturan birinci
kısım ile -bu arada bu kısmın yazılışına Seyyid Hüseyin Nasr ile Osman
Yahya'nın katkıda bulunduğunu da belirtelimCorbin'in yalnız başına kendisinin
yazdığı lbni Rüşd'ün Ölümünden Günümüze Kadar adım taşıyan ve tüm eserin
aşağı yukan üçte birlik bir bölümünü oluşturan ikinci ve son kısımdan. Daha
önce ayrı başına bir kitap olarak Gallimard Yayınevi'nin "Idees"
dizisinde yayımlanmış olan birinci kısım Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'nin çevirisi
ve bu çeviriye eklediği sunuş ve notlarıyla birlikte İletişim Yayınlan arasında
çıkmıştı: Henry Corbin, lslam Felsefesi Tarihi, Başlangıçtan lbni Rüşd'ün
Ölümüne Kadar (1198), 1. Baskı, 1986, il. Baskı, Eylül 1994, lletişim
Yayıncılık, İstanbul. lbni Rüşd'ün Ölümünden Günümüze Kadar adım
taşıyan ikinci ve son kısım
ise bizim bu çevirimizin konusunu teşkil etmektedir.
Aslında bu eser biraz oransızdır. Çünkü yukarıda işaret
ettiğimiz gibi Corbin, İslam felsefesinin başlangıçlarından lbni Rüşd'ün
ölümüne kadar olan dönemine ki bu dönem aşağı yukarı dört yüz yıla tekabül
etmektedir; çünkü Mu'tezile Kelamı ile başlamakta ve 1198'de lbni Rüşd'ün ölümü
ile sona ermektedir. Mu'tezile'nin başlangıçlarını IX. yüzyılın başlan olarak
alırsak ortaya 4 yüzyıllık bir dönem çıkmaktadır kitabının üçte ikilik bölümünü tahsis etmekte, buna
karşılık Xlll-XX. yüzyıllar arası takribi sekiz yüzyıllık döneme tam da birinci
kısma ayırdığı yerin yarısı kadar, yani üçte birlik bir yer ayırmaktadır.
Bunun nedeni İslam felsefesinin asıl önemli, özgün, yaratıcı
döneminin XII. yüzyılın sonu, yani Ibni Rüşd'ün ölümü ile bittiği, bu tarihten
itibaren klasik İslam filozofları olan, lbni Sina, İbni Rüşd çapında bir
filozofun veya daha küçük çapta filozofların, düşünürlerin artık ortaya
çıkmadığı şeklindeki geleneksel görüş müdür? İlginç olan şudur ki Corbin tam da bunun aksi görüştedir.
Elinizde tuttuğunuz kitabın hemen ilk bölümünde, "Toplu Bakış"ta
İbni Rüşd'ün 1198'deki defin töreninin İslam felsefesinin defin töreni anlamına
gelmediğini, onunla ortadan kalkan şeyin sadece İslam felsefesinin "Arap
Aristolesçiliği" diye adlandırılan dönemi olduğunu, buna karşılık
Sühreverdi, lbni Arabi gibi isimlerle yepyeni bir dönemin başladığını, İslam
felsefesinin sahnesinin bunlarla birlikte Doğu'ya, özel olarak İran'a
kaydığını, İran dünyasında en ünlüleri Mir Damad ve Molla Şirazi olmak üzere
daha birçok büyük filozof ve düşünürün, okulun ortaya çıktığını, böylece
felsefi düşüncenin ta günümüze kadar özellikle bu bölgede canlılık ve zenginliğini
koruduğunu ve devam ettirdiğini söylemektedir. Nitekim bu dönemde ortaya çıkan
üç belli başlı düşünce akımı veya grubu içinde de -Sünni Düşünce, Tasavvuf
Metafiziği ve
Şii DüşüncesiCorbin toplam olarak aşağı yukarı kırk beş kişi,
akım veya grubu saymaktadır.
O halde söz konusu oransızlığın nedeni iki
döneme ait düşünürlerin çap veya sayısındaki oransızlık değildir. Çok daha
basit olarak şudur: lslam Felsefesi
Tarihi'nin bu çeviride
kendisine dayandığımız 1986 Gallimard baskısının iç kapağının hemen arkasında
verilen bilgiden de anlaşıldığı gibi Corbin bu iki kısmı ayn zamanlarda yazmış
ve onları ayn programların bir parçası olarak tasarlamıştır. Birinci kısım
yukarıda işaret ettiğimiz gibi ayn başına Gallimard'ın "ldees"
dizisinde yayımlanmıştır. lkinci kısım ise Corbin'in Pleiade dizisinde
çıkmasını tasarladığı cilt içinde (Histoire de
la Philosophie, III)
yer almak üzere tasarlanmış kısa versiyondur. Nasıl birinci kısımda Seyyid
Hüseyin Nasr ve Osman Yahya ile birlikte çalışmışsa Corbin bu ikinci kısım ile
ilgili olarak da profesör S. J. Ashtiyani'nin yardımını almak ve böylece bu
ikinci kısmı genişletip geliştirmek istemekteydi. Ancak 1978 yılındaki ölümü
onun bu projesini gerçekleştirmesine engel olmuş görünmektedir.
Bunun yanında Corbin'in birinci kısımda tüm
kitabına giriş veya hazırlık olarak veya daha doğrusu lslam felsefesi
hakkındaki özel görüşüne bir temel sağlama olarak 1slam'da Felsefi Düşüncenin Kaynaklan, Şiilik ve
Peygamberlik Felsefesi'ne,
bu cümleden olmak üzere Oniki İmamcı Şiilik'le, 1smaili
Şiilik'ine hemen hemen bu kısmın yarısını ayırmış olduğunu da hatırlatmamız
yerinde olacaktır. Kendisine dayandığımız ve yukarıda işaret ettiğimiz
Fransızca baskısında bu konuya ayrılmış olan sayfalar (154 sayfa), birinci
kısmın tümünün (348 sayfa) aşağı yukanyarısını tutmaktadır.
Her ne hal ise ikinci kısmın içine aldığı
filozoflar, düşünürler ve okulların sayısının çokluğu ve önemi ile oransız
olan küçük hacmi ortaya ciddi bir sorun çıkarmaktadır. Bu, bu kısımda yer alan
kişiler, okullar ve onların görüşleri, sistemleri hakkında verilen bilgilerin
çok özet, hatta hazan bir ansiklopedide olduğundan bile daha özet olmak zorunda
kalmasıdır. Toplu bir göz atıldığında görüleceği üzere bu kısımda yer alan
kişi veya okulların her birine ayrılan, ortalama 2-3 sayfadır. Bu sayfaların
aşağı yukarı yansını da söz konusu kişilerin hayatına, belli başlı eserlerine,
öğrencilerine, onların belli başlı eserlerine tahsis edilen bilgilerin
tuttuğu düşünülürse bu düşünürlerin felsefi görüşlerini, düşüncelerini,
sistemlerini tahlil etmeye ve değerlendirmeye ayrılan yerin ne kadar yetersiz
kalmak zorunda olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ancak Corbin bununla da kalmamaktadır; sık sık
ele aldığı yazar, filozof ve düşünürlerin kendileri, eserleri, sistemleri ile
ilgili olarak Batı felsefesi tarihi, dinler, mezhepler ve düşünce tarihi
içinde yer alan kişiler, eserler, sistemler, görüşler, kavramlar vb. ile
karşılaştırmalar, yakınlaştırmalar da yapmaktadır. Ancak bir taraftan konuya
ayrılan yerin sınırlılığı öte yandan ve daha önemlisi Corbin'in düşünce ve
bilgi dünyasının zenginliği, çağrışımlarının bolluğu göz önüne alınırsa bu
karşılaştırma ve yakmlaştırmalan bir ima, telmih, anma veya işaret olmaktan
ileri gitmemektedir. Corbin'in bilgi, erüdisyon ve düşünce dünyasının zenginliği
içinde Yunanca, Latince, Arapça, Farsça felsefi, dini, mezhepsel deyim ve
kavramlar birbirlerini izlemekte, felsefi, dini, mezhepsel okullar,
tartışmalar, sistemler birbirlerine karışmaktadır: Rüzbihan'm bir diarium
spirituale'si, Necmüddin Kübra'nm bir mundus imaginalis ontolojisi
vardır. Ismaililer'e göre Resurrectio non est factum historicum,, sed
mysterium liturgicum'dur. Recep Ali Tebrizi'de varlığın ilkesi ve kaynağı
varlığa aşkındır. Bundan dolayı onu ancak per viam negationis1e
ifade edebiliriz. Recep Ali Tebrizi'nin bir öğrencisi onun famulus'u
olmuştur vb. Corbin sık sık örneklerini gördüğümüz üzere bu Latince terim,
kavram, cümleleri
eserinin sayfaları içine serpiştirmekle kalmaz. Bizzat Fransız dilinin
kendisinde de raslanmadık, en hacimli bir Fransızca sözlükte, hatta felsefe
sözlüğünde bile çok zor rastlanabilecek kavramlar kullanır veya uydurur: Keşif
olaylan olarak "theophanie"lerle yapılması mümkün olan tarih
felsefesi değildir, "historiosophie"dir.
"Historiosophie"nin verileri bir "hierohistoire"ın
verileridir vb. Corbin'in yapuğı sürekli karşılaştırmalar, yaklaştırmalar,
benzetmelerin bir iki örneğini verelim: Fahrüddin Razi'nin doğduğu yer olan ve
kendisine Razi denmesinin nedeni olan Rey şehri, Avesta'nm Ragha'sı,
Tobie'nin Kitabı'nın Raghes'idir. Rüzbihan Bakli Şirazi'nin Fedeli
d'Amore gibi İbrani Leon (Leon l'Hebreu) ile benzerliği vardır. lbni
Arabi'nin teosofisinde karşımıza çıkan isimlerin südüru ile ilgili olarak III.
Hanoh diye bilinen lbrani Hanoh Kitabı'ndaki südüru düşünmeliyiz.
Abdülkerim Cili'nin Kamil lnsan'ı Yahudi Philon'un l'anthropos
genikos'una benzer. Haydar Amüli ile Mir Damad ve öğrencileri arasında Batı'da
XIV. yüzyıl Hıristiyan skolastik düşünürleriyle Rönesans düşünürleri arasında
olduğundan daha az fark vardır. Aslında burada daha çok günümüze kadar devam
edecek ve zenginleşecek olan bir Chartres okulunu düşünmemiz gerekir. Benzeri
şekilde lbni Arabi ve Arabicilik XIX. yüzyılın birinci yansında ortaya çıkan
Sağ Hegelciliğin Tanrıbilimci filozoflarının düşünceleriyle benzerlik
gösterir. lbni Arabi'nin ayan-ı sdbite'si Ortaçağ Hıristiyan skolastik
felsefesinin haecceitas'ı ile aynıdır vb.
Netice olarak Corbin'in bu eseri çevrilmesi ve
anlaşılması oldukça zor bir eserdir. Bu zorluğun en büyük nedeni ise yine
yukarıda işaret ettiğimiz gibi önce bu kadar çok sayıda insana, okula, gruba bu
kadar az sayfa tahsis etmesi, ikinci olarak nereye gittiği, neyi kastettiği
belli olmayan çok sayıda ima, telmih, karşılaştırma, benzetme içermesidir. Mir
Damad ve okulu vesilesiyle düşünmemiz gereken Chartres okulu nedir, mensupları
kimlerdir ve bu okul ile diğeri arasındaki benzerlikle kastedilen nedir? Bunu
keşfetmek çevirmenin ve okuyucunun ferasetine kalmıştır. lbni Arabi Sağ
Hegelcilik'in tanrıbilimci düşünürleriyle hangi bakımdan benzeşmektedir? Çünkü
Sağ Hegelcilik bir sürü alanda bir sürü farklı görüşleri olan bir sürü insandan
meydana gelir. Benzetme bunlardan hangileriyle ve hangi konuyla ilgili olarak
yapılmaktadır? Bunu sezmek veya yorumlamak da yine çavirmenin ve okuyucunun
ferasetine kalmıştır. Ortaçağ Hıristiyan düşüncesinde Duns Scotus'un ortaya
attığı haecceitas kavramının içeriği ve işlevi bilinmektedir. Corbin'in
lbni Arabi'nin ayan-ı sdbite'sini neden her seferinde bu kavramla
karşılamak istediğini anlamak yine okuyucunun bilgisine ve ferasetine
kalmıştır.
Bu noktayı böylece belirterek çeviriye
eklediğimiz notlar konusuna geçmek istiyoruz. Yukarıda söylediğimiz özelliklerinden
ötürü Corbin'in metnine ilgili ve gerekli yerlerinde notlar eklemek yararlı
olacaktı. Nitekim lslam Felsefesi Tarihi'nin "lbni Rüşd'ün Ölümüne
Kadar" olan birinci kısmının çevirisini yapan Prof.Dr. Hüseyin Hatemi de
çevirisine bol sayıda not eklemiştir. Ancak bu notlamanın aşırı ölçülere
vardırılması da mahzurlu olacaktı. Çünkü çağdaş bir çevirmenin yapması gereken
şey neticede çevirdiği metne haşiyeler, talikatlar eklemesi, onu şerh etmesi
değildir. Hele hele metnin asıl sahibinin beğenmediği veya hoşlanmadığı veya doğru
olmadığını düşündüğü düşünceleri, görüşleri üzerinde ahkam kesmek, hüküm
vermek, değerlendirmeler yapmak hiç değildir. Çok istiyorsa yapması uygun olan
şey, aynı konuda kendi düşünce ve görüşlerini, yorumlarını içerecek bir eser
kaleme almasıdır. Yine bu paralelde olmak üzere Corbin'in ele aldığı
düşünürlerin felsefeleri, sistemleri hakkında verdiği özet bilgileri
tamamlamak veya genişletmeyi de uygun bulmadığımızı belirtmeliyiz. Çünkü onlarla
ilgili geniş bilgi vermeyi gerekli gören birinin yapması gereken şey yine bu
geniş bilgileri kendi teli{ edeceği bir eserde ortaya koymasıdır. Bu nedenlerle
doğrusu sayın Hüseyin Hatemi kadar notları geniş tutmayı uygun görmedik.
Sadece okuyucunun adlarıyla ilk defa karşılaştığı, fazla ünlü veya artık hiç ünlü
olmayan kişiler veya eserlerle ilgili olarak haklarında bilgi bulabildiğimiz
kadarı ile tanıtıcı bilgiler vermeyi gerekli gördük. Bunun yanında eserde
karşımıza çıkan bazılarına yukarıda işaret ettiğim Corbin'in benzetmeleri,
karşılaşnrmalan, telmihleri ile ilgili olarak bunlardan neyi kastettiği
hakkında tahminlerde bulunduğumuz bazı notlar eklemeyi de yararlı gördük.
Eserde geçen bazı dini, felsefi terimler, kavramlar hakkında da okuyucuya
yararlı olacağı ümidiyle temel bazı bilgiler vermenin uygun olacağını
düşündük.
Bu önsözde Corbin'in eserleri ve düşünceleri
hakkında biraz bilgi vermeyi de yararlı görüyoruz. Corbin 1903-1978 yıllan
arasında yaşamış olan ünlü bir şarkiyatçi, daha özel olarak bir Iran uzmanıdır.
Ancak bu bilim adamı ve uzmanlığı yanında aynı zamanda filozof yönü olan veya
daha iyisi felsefi iddiası olan da bir adamdır.
Sırasıyla Berlin'de (1935), Türkiye'de (1939),
Iran'da (1945) resmi görevlerde bulunmuş, Tahran'da Fransız Enstitüsü'nün Iran
Araştırmaları Bölümü'nü kurmuş, 1954 yılında da L'Ecole Pratique des Hautes
Etudes'te Isla.mi Araştırmalar kürsüsünün başkanı olarak L. Massignon'un görevini
devralmışur.
Bu kitabın Bibliyografya bölümünde de
görüleceği üzere Corbin Islam tasavvufu, Islam felsefesi üzerine birçok Farsça
ve Arapça kaynak eserin neşrini ve bazılarının Fransızca'ya çevirisini
gerçekleştirmiştir. Bunlar arasında Rüzbihan Bakli Şirazi'nin Sadıklann
Yasemini, yine aynı yazarın Sufilerin Şathiyatı Üzerine Şerh'i,
Şebisteri'nin Gülşen-i Rdz'ı vb. vardır. Bundan başka İbni
Sina, İbni Arabi, Molla Sadra gibi ünlü Islam filozofları, mutasavvıfları
üzerine incelemeleri (örnek olarak Avicenne et le Recit Visionnaire
(Bibliotheque lranienne, 1954), L'lmagination Creatrice dans le Soufisme
d'lbn Arabi (Flammarion, 1958), aynca ağırlıklı olarak İran tasavvufu, İran
felsefesi İran teosofisi üzerine kitapları (En
Islam iranien: Aspects spiritels et philosophiques
(4 cilt, Gallimard,
1971-1972), L'Homme de Lumiere dans le Soufisme iranien (Editions
Presences, 1971), La Philosophie iranien Islamique aux XVII et XVIII.
Siecles (Buchet-Chastel, 1981), Iran et la Philosophie (Fayard,
1990) vb. vardır. Bunların dışında Corbin'in kendi şahsi felsefesi
diyebileceğimiz hermenötikfenomenoloji alanına sokulması gereken başka bazı
çalışmaları da vardır (Temple et Contemplation.(Flammarion, 1981), Face
de Dieu, Face de l'Homme (Flammarion 1983). Bu arada felsefi ilgisinin
niteliği hakkında bir fikir vermek üzere basılan ilk eserinin Heidegger'in
ünlü Metafizik Nedir? adlı kitabının Fransızca çevirisi (Gallimard,
1938) olduğunu ekleyelim.
Biraz da Corbin'in lsla.m Felsefe Tarihi'ne
yönelttiği anlaşılan felsefeye, İslam'a ve İslam felsefesine ilişkin temel görüş
ve iddialarından söz edelim. Corbin bu görüş ve iddialarını özel olarak lsliim
Felsefesi Tarihi'nin önsözünde, birinci kısmın ilk iki bölümünde, yani lsliim'da
Felsefi Düşüncenin Kaynaklan ve Şiilik ve Peygamberlik Felsefesi
bölümlerinde dile getirmektedir. Ancak eserinin geri kalan kısmında da zaman
zaman buralarda dile getirdiği görüş ve iddialarını tekrarlamaktadır.
1)
Corbin'e göre Ortaçağ'dan bu yana kullanma alışkanlığında
olduğumuz Arap Felsefesi ifadesi doğru değildir. Bunun yerine lsla.m
Felsefesi tabirini kullanmak gerekir. Çünkü günümüzde Arap kelimesi
belli bir etnik, ulusal ve politik kavrama gönderir. Oysa lslam bir din
olarak Araplar'dan çok
daha geniş bir insan grubunu içine aldığı gibi -Araplar Islam dünyası içinde
yalnızca bir azınlığı temsil etmektedirlerOrtaçağ ve daha sonraki dönemde
Islam dünyası içinde yetişmiş olan ve yaptıkları işin "felsefi" diye
nitelendirilebileceği şahsiyetlerin büyük bir bölümü de ne etnik olarak
Arap'tır, hatta ne de eserlerini sadece Arapça kaleme alan insanlardır. Arap
felsefesi yerine lsliim felsefesi deyimi, hareket noktasını ve modalitesini
esas olarak Islam dini ve manevi olayının teşkil etmesi olgusuna
gönderme yapması açısından da uygun bir deyimdir.
2)
lsliim felsefesi deyimi veya kavramı, yine Ortaçağ'dan bu
yana genellikle kabul edildiği veya benimsendiği gibi sadece Yunan tarzında
felsefe yapan insanlarla, yani Farabi, lbni Sina, Ibni Rüşd gibi filozoflarla (Jelasife
ile) sınırlandırılmamalıdır. Dola sıyla onun Ibni Rüşd'ün ölümüyle birlikte
ortadan kalktığı da düşünülmemelidir. Felasife'nin temsil ettiği hareket lsliim
felsefesi denen genel hareketin ancak küçük bir parçasıdır (hatta Corbin'e
göre gerçek Islam felsefesi diye adlandırılması gereken harekete nisbetle
önemsiz, değersiz bir parçasıdır). Doğu Islam dünyası Ibni Rüşdçülüğü
tanımadığı gibi onun ölümünden de etkilenmemiştir. Hele Gazali'nin lbni Sinacı
geleneğe yönelttiği eleştiriden veya saldırıdan sonra lslam dünyasında felsefenin
gözden düştüğü ve ortadan kalktığı görüşü tamamen yanlıştır.
3)
Doğu lslam dünyasında felsefeden anlaşılan şeyle Batı
Hıristiyan dünyasında ondan anlaşılan şey aynı değildir. Batı Hıristiyan
dünyasında kaynağı Ortaçağ Skolastiğine dayanan temel bir aynın, felsefe ile Tanrıbilim (theologie) ayrımı
vardır. Bu ayrım felsefenin Tanrıbilimin hizmetinde
olan, yani ondan tabiatıyla farklı olan bir şey olduğu fikrini içerir. Başka
deyişle felsefe Batı Hıristiyan dünyasında erken bir tarihten itibaren
sekülarize olmuştur. Filozof, doğal aklının imkanlarıyla
doğal-insani konular üzerinde düşünen adamdır. Bu arada şüphesiz doğal
tanrıbilim aracılığıyla da doğal aklını dinin hizmetine vermesi gereken
adamdır. Oysa lslam dünyasında felsefe ile din arasındaki ilişkiler böyle
olmamışur. Felsefe onda dinden ayn, ondan kopuk, dünyevi-seküler bir şey olarak
algılanmamıştır. İslam dünyasında hikmet (yani felsefe), Yunanca sophia
teriminin karşılİğı olarak alınır. Yine bu dünyada hikmet-ilahiyye de
Yunanca theosophia'ya tekabül eder. Bu şu demektir: lslam dünyasında
felsefe hikmet, hikmet ise özü itibariyle ilahi hikmet (yani hikmet-i
ilahiyye) olarak anlaşılmıştır. Corbin'e göre bu normaldir ve doğrudur.
İslam'da felsefe, ancak hikmet, daha da ileri giderek ilahi hikmet, teosofi
olduğunda kendini evinde hissetmiştir. Öte yandan bu ilahi hikmetin veya teosofinin,
yani Tanrı hakkında sahip olunan bilginin veya bilgeliğin kaynağı esas itibariyle peygamber
ve onun varisleridir. Corbin'in kendi sözleriyle "lslam'da ortaya çıkan
başka her türlü düşünce biçiminden daha fazla peygamberliğe dayanan bir dinin
ruhuna özü gereği uygun düşen şey peygamberlik felsefesidir" (Fransızca
metin s. 69; Hatemi çevirisi s. 90). O halde lslam felsefesinin doğal ve asli
konusunu peygamberliğin, vahyin ve bunların devamı olan velayetin, imametin
teşkil etmesi doğaldır. Başka deyişle İslam felsefesinin doğal ve asli
konusunu peygamberlik kuramı veya öğretisi veya nazariyesi (prophetologie) ile
imamlık kuramı, öğretisi veya nazariyesinin (imamologie) oluşturmuş olması
doğrudur. Peygamberlik (nübüvvet) ve velilik (velayet) veya imamlık (imamet),
içerdikleri hermenötik durumlar ve problemlerle birlikte İslam felsefesinin
esas konusu olmuştur (Fransızca metin s. 14; Hatemi çevirisi s. 15). Bunun
sonucu ise Corbin'in hermenötik (batini) lsmaili Şiilik'le Oniki imam Şiiliğini
ve onların görüşlerini lslam'da gerçekten lslami denmesi mümkün olan felsefe
hareketinin esas
temsilcileri sayması ve diğer gruplara, yani felasifeye, Kelamcılara ancak bu
özellikleri gösterdikleri ölçüde değer vermesi, bunun dışında ise tüm kitabı boyunca
açık olarak gözlemlendiği üzere onlara karşı açık bir küçümseme göstermesidir
(sırası gelmişken ülkemizde pek tutulan ve hemen hemen tüm eserleri dilimize
çevrilmiş olan Seyyid Hüseyin Nasr'ın da gerçek Is lam felsefesinin ne olduğu
veya zamanımızda da ne olması gerektiği konusunda benzeri bir görüşü
savunduğunu söyleyelim).
Corbin'in lslam Felsefe Ta rihi'ni
yönlendirdiğini gördüğümüz bu temel görüş ve tutumu hakkında yukarıda bu kitabın
çevirisi boyunca izleyeceğimizi vaat ettiğimiz tutumla tam olarak uyuşmasa da
birkaç şey söylemekten kendimizi alamayacağız.
Birinci olarak Corbin'in Arap felsefesi kavramı
yerine Islam felsefesi kavramını geçirmek istemesi onun da işaret ettiği
nedenlerle şüphesiz doğrudur ve zaten içinde bulunduğumuz yüzyılda konuya,
yani lslam dünyasında veya uygarlığında ortaya çıkan felsefi nitelikteki
düşünce ve hareketlerin incelenmesine ilişkin kitaplar bu başlığı taşımaktadır.
lslam felsefesinin Gazali'nin saldırılan ile
gözden düştüğü ve lbni Rüşd'ün ölümüyle birlikte (1198) ortadan kalkmış olduğu
şeklindeki görüşün arnk terkedilmesi gereken hatalı bir görüş olduğu yönündeki
uyarısında da Corbin haklıdır. Gerçekten de bu görüş lslam'da felsefeyi sadece
Yunan tarzında felsefe yapan filozofların (felasife) yapnğı işle sınırlı
tutmakta, onlardan başka ve yine yapnklan şeylere felsefi denmesi mümkün olan
başka bazı grupları, yani Kelam Tanrıbilimcilerinin ve nazari tasavvufun temsilcilerinin etkinliklerini,
felsefi diye nitelendirilmesi gereken etkinliklerini haksız olarak bir kenara
itmektedir. Oysa bu son iki grubun bazı çok önemli temsilcilerinin, örneğin
Kelam'da Fahrüddin Razi, Nasırüddin Tüsi, ki, Cürcani'nin, nazari tasavvufta veya tasavvuf metafiziğinde Sühreverdi, lbni Arabi
vb.nin lbni Rüşd'ün ölümünü takip eden dönemde ortaya çıktıkları bir vakıadır.
Kaldı ki bizzat yunan tarzında felsefe geleneğinin lbni Rüşd'le birlikte
ortadan kalktığını söylemek de tarihi olgularla pek uyuşmayan bir tutum içinde
olmak anlamına gelmektedir. Çünkü M. Mehdi'nin haklı olarak lslam'da felasife
geleneğinin, daha özel olarak lbni Rüşdçülüğün bir devamı olarak düşündüğü Ibni
Haldun'un Ibni Rüşd'ten aşağı yukarı iki yüzyıl sonra ortaya çıktığını hatırlamamız
gerekir. Nihayet Corbin'in yine haklı olarak işaret ettiği gibi lbni Rüşd bir
bakıma lslam felsefe tarihinden daha çok Batı Hıristiyan felsefe tarihi
geleneğine aittir. lbni Rüşd'ün eserleri ve kuramının Batı Hıristiyan Ortaçağ'ı
filozofları üzerinde bilinen büyük etkisinin tersine Doğu lslam dünyasında
genel olarak tanınmadığını gördüğümüz gibi (XV. yüzyılda Fatih Sultan Mehmed'in
tertiplettiği bir yarışmada Te hafütler aracılığıyla felasife ile Kelamcılar arasındaki
tartışmaları kendi paylarına ele alıp değerlendirmeye çalışan Hocazade ve A.
TO.si'nin eserlerinde lbni Rüşd'ün adı geçmemektedir), Gazali'nin lbni Sinacı
Yeni-Platonculuğa karşı yaptığı saldırının da özellikle lran-Şii dünyasınca hiç
ciddiye alınmadığını kabul etmek gerekir.
Ancak Corbin'in yukarıda çok kısa bir biçimde özetlemeye
çalıştığımız üçüncü tezi diğerleri ile aynı türden olmayıp üzerinde ciddi
tartışmalar yapılması ve itiraz edilmesi mümkün bir tutuma ve iddialara işaret
etmektedir. Bu tezin ve tutumun kitabın bütün sayfalarına sinmiş olan açık bir
lran-Şii sempatizanlığı ile sonuçlandığı noktasını ve itirazını bir yana
bırakalım. Burada yapmayı uygun bulduğumuz esas itiraz Corbin'in lslam
felsefesinin özü itibariyle bir peygamberlik felsefesi, bir hikmet-i ilahiyye
olması gerektiği şeklindeki temel varsayımınadır. Corbin'in bu iddiasının
sonucu Sühreverdi ve lşrak felsefesine, diğer birçok düşünür yanında lbni Arabi tarafından temsil edilen tasavvuf
metafiziğine, N. Tüsi, Mir Damad, Molla Sadra gibi isimlerin temsilcileri
olduğu Şii metafiziğine asıl, gerçek, otantik İslam felsefesi olarak işaret
etmesi ve bunların dışında kalan Kelam Tanrıbilimcileriyle Yunan tarzında
felsefe yapan filozofları açıkça küçümsemesidir. Oysa genel olarak felsefenin
teosofi olmasının onun için pek de iyi bir şey olmadığım söylemek mümkün
olduğu gibi -ki ben öyle düşünenlerden biriyimevrensel felsefenin tarihinde
felsefeyi bir teosofi olarak alanların sayısının pek fazla olmadığını ileri sürmek
de mümkündür. Antik Yunan felsefesi tarihinde felsefeyi teosofi olarak düşünen
en ünlü grup yeniPlatoncu filozoflar grubudur. Orta ve Yeni çağlarda Batı
dünyasında bu eğilimi temsil eden kişilerin sayısı da doğrusu bir elin parmaklarım
aşmazlar (Paracelsus, Böhme, Schelling vb.). Bu isimler dışında kalan yüzlerce
büyük filozof, felsefenin esas işinin Tanrı'nın bilgisine, hikmetine sahip
olmak ve böylece insan hayatının anlamını açıklığa kavuşturarak onu kurtarmak,
mutlu etmek olduğu görüşünü hiç de paylaşan insanlar olmamışlardır. Daha da
ileri giderek teosofinin veya hikmet-i ilahiyye'nin gerçek felsefe olmadığını,
felsefemsi bir kılık altında bir sahte-bilim, bir karanlık-bilim, simya,
büyücülük, astrolojiye benzer bir şey olduğunu söylemek de mümkündür. Bir
Bertrand . Russel kadar mistisizmin mantığa zıt olduğunu, onun gerçek bir
felsefi tutuma işaret etmediğini söylemek sınırına kadar gitmesek de lbni Haldun
gibi tasavvufun felsefeleşmesini hem tasavvufa, hem de felsefenin kendisine
zararlı bir olgu olarak görebiliriz. Mistisizm ile felsefeyi birbirinden
ayıran sınırlan görmezlikten gelmek, daha da ileri giderek felsefeyi sadece
teosofiye indirgemek felsefe hakkında benimsenmesi hiç de zorunlu olmayan,
doğrusu bizim de pek hoşlanmadığımız bir tutumu ifade etmektedir (Ibni
Haldun'un felsefe, Kelam ve tasavvuf
arasındaki "doğru" ilişkiler ve lslam
kültüründe "yeniler" [müteahhirin] diye adlandırdığı kişilerin
Kelam'ı ve tasavvufu başlanğıçtaki "doğru" tutumundan saptırarak
felsefeleştirmeleri konusundaki görüş ve eleştirileri için şu eserimize
bakılabilir: lbni Haldun'un llim ve Fikir Dünyası, Ankara, 1997, s. 458 vb.
Corbin Islam felsefesinin Islam denen dini ve
manevi olaya dayandığı, ondan hareket etmesi gerektiği için bir peygamberlik
felsefesi, giderek bir imamet nazariyesi olması gerektiğini, bunların ise
doğal olarak bir hermenötik yorum gerektirdiğini vb. söylemektedir. Bu bir
görüştür. Ancak benimsenmesi zorunlu olmayan bir görüştür. Aynı dönemde
ortaya çıkan Hıristiyan felsefesi neden bir peygamberlik felsefesi ve bir
hermenötik olmak ihtiyacını duymamışur?. Herhalde hiç kimse Katolik kilisesinin
resmi felsefi öğretisi olan Aziz Thomas'nm öğretisinin bir peygamberlik
felsefesi veya teosofi olduğunu ileri süremez. O halde vahye ve peygamberliğe
dayandığı için lslam'da gelişmesi mümkün olan felsefenin bir peygamberlik
felsefesi, bir hermenötik olmak zorunda olduğu görüşü yazarın bir tercihinden
başka bir şey değildir.
Corbin Kelam'a ve Kelamcılara ayırdığı
sayfalarda açıkça görüldüğü üzere Kelam'dan ve Kelamcılardan fazla hoşlanmamaktadır.
Onları kuru mantıkçı, diyalektikçi olarak görmektedir. Ona göre Kelam, hele
özellikle Sünni Kelam'ı kesinlikle felsefi bir erimden yoksundur. Felasifeye
karşı ise biraz daha anlayışlıdır. Ancak örneğin Farabi ve lbni Sina'ya
ayırdığı sayfalarda görüldüğü gibi onlardan da ya imamcı, ya işrakçı temaları
seslendirmeleri ölçüsünde hoşlanmaktadır. lbni Sina'nın felsefesinde değerli
bulduğu onun Doğu Hikmeti (hikmeti meşrikıyye) projesidir. Tasavvufa karşı
tavrı ise tasavvufun ruhi bir tecrübe olması yanında özellikle bir teosofiye
doğru gitmesi ölçüsünde da20
ha sempatiktir. Ona göre lslam'da felsefe
tarihi ile maneviyat veya tinsellik tarihi birbirinden ayrılamaz. Mutasavvıflar
ise bu maneviyatı en iyi bir biçimde temsil eden insanlardır. Bundan dolayı
özellikle son dönem mutasavvıfları, yani lbni Arabi gibi büyük kozmogonileri,
antropogonileri, kısaca metafizikleri olan mutasavvıflar daha değerlidirler.
Bizce Corbin'in düşünce dünyasını en iyi bir şekilde temsil eden bir bölüm
olarak bu .kitabın lbni Haldun'a ayrılan bölümü dikkatle okunmalıdır. Corbin
lbni Haldun'un lbni Arabi ve vahdet-i vücutçu bilgi teorisine, varlık anlayışına
yönelttiği eleştirilerden hoşlanmamaktadır. Onu felsefenin, yani hikmet-i
ilahiyyenin ruhunu anlamamakla suçlamaktadır. lbni Haldun'un yapmaya çalıştığı
şeyin felsefe değil bilim olduğu, felsefeyi bilimin yani sosyolojinin hizmetine
koşmayı istemekle onun ruhunu yok ettiği eleştirisini yapmakta ve lbni Haldun'a
karşı duyulan hayranlığı alaycı bir üslupla eleştirmektedir.
Felsefenin bilim olmadığı, örneğin siyaset
felsefesi ile siyaset biliminin birbirinden farklı şeyler olduğu, bundan dolayı
bir sosyoloji olmaktan fazla şey olmak istemeyen bir kurama felsefi olmadığı
eleştirisini yapmak mümkün ve makuldur. Ancak felsefe ile bilim, felsefe ile
akıl, felsefe ile akıl yürütme, felsefe ile kanıt veya kanıtlama, felsefe ile
temellendirme arasındaki ilişkileri ortadan kaldırarak felsefeyi en iyi
şeklinde bir şiire, daha az iyi anlamında Amaldez'in mutlu deyimi ile teosofik
bir fantasmagori'ye dönüştürmenin felsefe için daha iyi bir şey olacağı
şüphelidir.
Önsözü bitirmeden önce çeviride Arapça Farsça
yazar, filozof, eser adlarının yazılışında izlediğimiz tutum hakkında da bir
iki şey söyleyelim. Bu çeviri profesyonel felsefe uzmanlarına veya
şarkiyatçılarına değil de ortalama Türk okuyucusuna, aydınına hitap etmek
durumunda olduğu için eserde adı geçen yazarların ve eserlerin isimlerinin
yazılışında yumuşak
davranmaya çalıştık. Farabi, lbni Sina, lbni Rüşd, Gazali vb. gibi Türk
okuyucusu tarafından çok tanınan isimlerinin yazılışında herhangi bir
transkripsiyona gitmedik (yani onları Farabi, tbni Sina, lbni Ruşd, Gazali vb.
şeklinde yazmadık). Buna karşılık Türk okuyusunca bilinmediğini düşündüğümüz
daha az veya çok az tanınan Arap veya İranlı yazarların isimlerini kim
olduklarının teşhis edilebilecekleri bir şekilde belli bir transkripsiyon
uygulayarak gösterdik (Örneğin Gazi Sa'id Kummi, Mir Fendereski, Şeyh Ebu'l
Kasım tbrahimi diye yazdık). Bununla birlikte bu az tanınmış veya ortalama Türk
okuyucusu tarafından muhtemelen tanınmayan kişilerin ilk adlarını da Türkçe'de
bilinen şekillerinde karşıladık (Muhammad değil Muhammed, Husayn değil Hüseyin,
'Abd al-Razzak değil Abdürrezzak vb. şeklinde). Kitap ve eser adlarında da yine
fazla sert olmayan, Arapça-Osmanlıca kelimelere birazcık aşina olan insanların
telaffuz etmekten, akılda -tutmaktan hoşlanacakları bir yazılış veya karşılama
şeklini tercih ettik. Örneğin F. Razi'nin ünlü eserini al-Matalib
al-'Aliyya
şeklinde koyu, ağdalı bir yazılışla değil de Arapça okunduğu gibi
el-Metalibü'l Aliyye şeklinde, lbni Haldun'un ünlü eserini Şifa
al-Sa'il
şeklinde değil de yine okunduğu gibi Şifaü's-Sail vb. şeklinde vermeyi tercih ettik.
Son olarak eserde sık sık geçen Latince
ibarelerin Türkçe'ye çevirisinde yardımını gördüğüm sayın Prof. Dr. Hasan
Malay'a teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Prof Dr. Ahmet
Arslan
TOPLU BAKIŞ
Sekiz yüzyıllık (XIII. yüzyıldan XX. yüzyıla
kadar) lslam felsefesini tek bir dönem alunda toplamak paradoksal görünebilir.
Ancak bu paradoksal olay, sadece İslam felsefesini felsefe tarihinde
alışageldiğimiz dönemlere ayırmayla uyuşan bir dönemlere ayırmada var olan
güçlüğü ortaya koyar. Her şeyden önce şu noktaya işaret edelim ki İslami
takvime göre konuşursak, bu süre Hicret'in Vll. yüzyılından XIV. yüzyıl
sonuna kadar uzanır ve düşünürün iç hayatının hicri zamana veya miladi zamana
yerleştirilmesine göre tarihin kendisi ve dönemlerine ilişkin zamansallık
tamamen aynı değildir. Bizim Antikçağ, Ortaçağ, Yeniçağ şemamız İslami zaman
anlayışında kendisine karşılık olacak temellere sahip olamaz. Şüphesiz
takvimler arasında uyuşturmalar kurabiliriz. Ancak onlar tamamen dışsal,
tamamen pragmatiktirler. Gerçek, varoluşsal eşzamanlılıklan ifade etmezler. O
halde ilk problem doyurucu bir dönemlere ayırma problemi olarak görünmektedir.
İbni Rüşd 595/1198'de ölür. Uzun zaman onun
defin töreninin aynı zamanda lslam felsefesinin defin töreni olduğu düşünüldü.
lbni Rüşd'le lslam felsefesinin "Arap Aristotelesçiliği"
(peripatetisme arabe) diye adlandırılan döneminin sona ermiş olması anlamında
bu görüş doğru idi. Ancak lbni Rüşd'ün ölümü ile yeni bir şeyin, Sühreverdi
(587/1191) ve Muhyiddin Arabi'nin (638/1240) adlan ile temsil edilen bir şeyin
başladığı olgusunun gözden kaçırılmasından dolayı bu görüş tam doğru değildi.
Burada yeni bir olay, lslam düşüncesinin gelişiminde kesin bir değişmeyi ifade
eden bir şey söz konusudur. Şu anlamda ki: lbni Arabi ile ortaya çıkan ve
kökleri ta Almeria okuluna (Şii ve lsmaili etkiler) geri giden bu (yeni şey)
günümüze kadar lslam düşünce dünyasına hakim olacaktır. 1
1
Almeria Okulu: Almeria (Arapça adı el-Meriye), Ispanya'nın güneyinde Andalusia
bölgesinde Almeria ilinin merkezi olan bir liman kentidir. Corbin'in Almeria
okuluyla kastettiği şeyin lbni Meserre'den kaynaklanan okul olduğunu (bkz. s.
79) lbni Arabi'ye ilişkin olarak sarfettiği bir ibareden anlamaktayız:
"... lbni Meserre'nin okulu olan Almeria okulunun...". Corbin Islilm Felsefesi Tarihi'nin birinci kısmında lbni Meserre ve Almeria okuluna özel bir
alt bölüm tahsis etmiştir (Fransızca metin ss. 307-313; Hatemi çevirisi ss.
383-391). Onun bu alt-bölümde verdiği bilgilere lslilm Ansiklopedisi'nin lbni Meserre maddesinden derlediğimiz şu ek bilgileri
ilave edelim:
lbni
Meserre IX-X. yüzyıllar arasında yaşamış (883-931) yeni-platoncu bir
filozoftur. Felsefesi bütün niteliklerden bağımsız erişilemez, tanımlanamaz
mutlak bir varlık, yani Tanrı fikrine dayanmaktadır. Yeni-Platoncu okul tarzında ancak
negatif olarak tanımlanması mümkün olan, hakkında hiç bir müsbet vasfın
söylenmesi mümkün olmayan (negatif teoloji) bu varlıktan geri kalan varlıklar
veya evren yine yeni-platoncu bir tarzda tasarlanan bir südiir veya feyz (emanation)
yoluyla çıkmaktadır. Bu varlık bir ilk maddeye (Arapça adı Heyula, Yunanca
adı ile Hyle) istinat eder ve bu ilk madde vasıtasıyla da ondan südiir
veya tecelli hasıl olur. Bu maddeden ilk çıkan şey Tanrı'nın bütün bilgilerle
mücehhez kıldığı Akıl'dır (bu Akıl, Plotinos'un ikinci hipostazı olan Akıl'a
veya Yunanca adıyla Nous'a tekabül eder). Daha sonra bu Akıl'dan Evrensel Ruh
veya Alem Ruhu çıkmış -bu Alem Ruhu da Plotinos'un sudur teorisinde üçüncü
hipostaz olan Ruh'a tekabül eder görünmektedir-, bu ruh ise Doğa'yı
meydana getirmiştir. Evrensel Ruh ve Doğa ise evrensel cisim'i meydana
geti.rirler. Böylece lbni Meserre'de Madde (veya llk Madde, Heyula), Akıl,
Evrensel Ruh, Doğa ve Evrensel Cisim olmak üzere beş töz mevcuttur (buna
karşılık Plotinos'da Tanrı, Akıl ve Ruh olmak
üzere ancak üç tane töz veya hipostaz mevcuttur).
lbni
Meserre'nin panteist karakterli bu felsefi sistemi yanında cehennem azabını
inkar ettiği, insanın kendi çabasıyla ilahi bir mertebeye yükselebi-
Sühreverdi'nin "lşrak" teosofisi gibi
Ibni Arabi'nin mistik teosofisinde Islam'da Sünni Kelam Tanrıbilimcileri (theologiens)
ile Yunan tarzı filozoflar (felasife) arasında varlığını sürdüren çatışma son
bulmaktadır. Ibni Arabi ile sahneye çıkan akım gerek öncülleri, gerek uzannlan
bakımından hem Kelam Tanrıbiliminden hem de
Yunan tarzı felsefeden (la philosophie hellenisante) farklıdır;2 bu
berikilerin kendi aralarında birbirlerinden farklı oldukları kadar onların her
ikisinden farklıdır. Onda gerçek anlamda Islami özgünlüğe sahip felsefi bir
düşünce, teemmül ve tecrübe karşısında bu-
leceği ve dolayısıyla
peygamberlik derecesine erişebileceği görüşünü savıınduğu ve bundan dolayı
tanrıtanımazlıkla itham edildiği, hatta bundan dolayı bir süre için doğduğu ve
yaşadığı kent olan Kurtuba'yı terke mecbur kılındığı rivayet
edilmektedir Ehl-i sünnet görüş sahibi muanzlannın genel olarak panteizmini,
daha özel olarak bu son iki görüşünü mahkum etmelerine rağmen bu sistem ve
görüşlerin Endülüs'ün çeşitli şehirlerinde (Kurtuba, Algarve ve Almeria)
hararetli taraftarları olduğu anlaşılmaktadır. Hatta lbni Meserre'nin etkisiyle
lspanya'da bazı s1lfiler toplu yaşama cemaatleri tesis etmişlerdir. lbni
Meserre'nin ölümünden aşağı yukarı iki buçuk yüzyıl sonra doğmuş olan lbni
Arabi'nin Mürsiye'de bu tarihte hiilii mevcut ve lbni Meserre'nin sisteminin
hakim olduğu böyle bir tasavvuf okulunda yetiştiği anlaşılmaktadır. (Corbin
78. sayfada bu okul ve özellikleri hakkında daha başka bilgiler de
vermektedir.)
2 Yunan Tarzı
Felsefe: Fransızca la philosophie helltnisante kavramını bu deyimle
karşılıyoruz. lsliim dünyasında Platon, Sokrates, Empedokles, Plotinos gibi
eski Yunan filozoflarının izinden giden, onların ele aldıkları problemleri onlar
tarzında ele alıp devam ettiren Farabi, lbni Sina, lbni Rüşd vb. kişilere Yunanca
philosophos kelimesinin Arapça'ya dönüşmüş şekli ile feylesü.f
(çoğulu felasife), bunların yaptığı işe veya etkinliğe ise Yunanca philosophia
kelimesinin Arapça'ya dönüşmüş şekli ile felsefe denir. Bu bu
filozofların antik Yunan filozoflarının kölece izlerinden gittikleri veya
onların ele almamış oldukları lsliim'a has bazı olaylan (peygamberlik, vahiy,
iman ile akıl arası ilişkiler vb.) ele almadıkları anlamına gelmez. Sadece bu
deyim, esas amaçlan lsliim dogmalarını veya inanç unsurlarını aklileştirmek ve
takip öğretilere karşı korumak, savunmak (apoloji) olan Nazzam, Cahiz,
Bakıllani vb. gibi Keliimcılarla hiç olmazsa başlangıçlarında esas amaçlan
spekülasyon olmayıp lsliim'ı içten yaşamak, Peygamber'in yaşadığı tecrübeyi
tekrar etmek isteyen Beyazıd-ı Bestami, Cüneyd, Hallac Mansur vb. gibi
mutasavvıflardan onları ayırma imkiinını sağlar. Bu üç etkinlik grubunun
birbirleriyle ilişkileri ve felsefi bakımdan değerlendirilmeleri ile ilgili
geniş bilgi için bizim şu makalemize bakılabilir: "Bir lsliim Felsefesi
Var mıdır?" lslam Felsefesi Üzerine içinde, Ankara, 1999, ss.
9"46.
lunmaktayız. Buna karşılık bu akım
Sühreverdi'nin Işrak felsefesi ve (Oniki) imam Şiiliğinin felsefesinin
akımları ile kesiştiği gibi çeşitli yollarla daha önceki lsmaili düşünceleri
ile kesişir. Aynı şekilde Sühreverdi ile ortaya çıkan akım, yani lşrakilik,
mantıkçı Yunan tarzı filozoflar ile karşılaştırılırsa, "Sufilik Kelam'a
göre ne ise lşrakilik de Yunan tarzı felsefeye göre odur" şeklindeki ünlü
sözü doğuracak kadar özgündür. İşte Ibni Rüşd'ün ölümünden önce ve sonraki
dönem olarak İslam felsefesinin iç bölümlenmesinin kendilerine dayandığı
verilerimiz ana hatları ile bunlardır.
Şüphesiz miladi XVI. yüzyıldan itibaren Safevi
Rönesansı'm ve Isfahan Okulu'nu özellikle vurgulayarak bu sekiz yüzyıllık
süreyle uyuşan bir dönemlere ayırmayı teklif edebiliriz. Nitekim daha önce
buriu yaptık. Bu şu olgudan ötürü haklı bir dönemlere ayırmadır ki İranlılar
ta başlangıçtan itibaren lslam'da felsefi düşüncenin ilerlemesinde önemli bir
paya sahip oldukları gibi lbni Rüşd'ün ölümünden sonra İslam felsefesinin
sahnesinin kesin olarak Batı İslam dünyasından, Endülüs'ten Doğu İslam
dünyasına, lran'a taşınmış olduğu söylenebilir. Ancak bu da şüphesiz dışsal,
yüzeysel bir dönemlere ayırma olacaktır. Çünkü bir Haydar Amuli (XIV. yüzyıl)
ile Mir Dâmâd veya öğrencileri (XVI. ve daha sonraki yüzyıllar) arasında miladi
XIV. yüzyıl Hıristiyan skolastik düşünürleriyle Rönesans düşünürleri arasında
olabileceği kadar büyük bir fark yoktur. Burada daha ziyade günümüze kadar
devam edecek ve git gide zenginleşecek bir Chartres okulunu düşünmek gerekir.3
Ancak bu
3 Chanres Okulu:
Özellikle XII. yüzyılda ortaya koymuş olduğu çalışmalar ve temsilcileri ile tanınmış
teolojik-felsefi okuldur. Temsilcileri arasında Bernard de Chartres (Chanres'h
Bemard) ve kardeşi Theodoric, bunların öğrencileri Gilbert de la Porree vb.
vardır. Bu okul esas itibariyle Latin Platonculugu'nun merkezi olmuştur. Bu
sıfan ile de tümeller, idealar, madde-form, alem ruhu vb. gibi Platoncu
kavramlar veya temalar üzerine görüşler geliştirmişlerdir. Chartres okulu
Aristoteles'i daha az değerli görür. Ancak onda Boethius'un etkisi altında
Aristoteles'le Platon'u birbirleriyle uzlaşnrma yönünde denemeler karşılaştırma, tarihi
"yeniden yapma"nın yöntemi olamaz.
Sahip olduğumuz yerin çok dar olması nedeniyle
dönemleri fazla parçalara ayırmamızın bütünsel bakışımızı parçalama
tehlikesinden korkmalıyız. Dolayısıyla burada adını zikredeceğimiz her filozof
ile ilgili olarak eseri hakkında tam bir fikir vermemiz imkansız olacaktır.
Onların çoğu ile ilgili olarak sadece eserlerinin adım zikretmekle yetineceğiz
ve bu arada bazıları da zorunlu olarak dışarıda kalacak. Bu husustaki boşlukların
bir diğer nedeni de araştırmalarımızın şu andaki durumudur. Kant'tan
Heidegger'e bir Alman felsefe tarihini hemen hemen sadece kütüphanelerde
dağınık bir şekilde bulunan el yazmaları veya bizzat kendisi söz konusu
eserlerin yayınlayıcısı değilse onların nadir taş basma neşirleri üzerinde çalışarak
yazmak zorunda olan bir tarihçi ne kadar nankör bir işle karşı karşıya
bulunacaktır! İşte bir lslam felsefesi tarihçisinin aşağı yukarı durumu budur
ve onun incelemek zorunda olduğu muazzam bir kütüphane vardır.
Sadece yukarıda belirttiğimiz nedenle değil
aynı zamanda "lslam felsefesi" kavramının kendisine saygımızdan ötürü
burada yalnızca geleneksel (lslam) felsefesinin söz konusu olduğunu
belirtelim. "Modemizm" adı altında toplanabilecek bütün çabalar ayn başına
bir bölüm oluşturmaktadırlar. Bu çabaların değeri, onların kendilerini
gerçekleştirenler
de yapılmışur. Sonuç olarak bu okul genel olarak felsefi
bir kılık alunda Tanrıbilimle
meşgul olmuştur. Corbin'in burada bu okulu zikretmekle neyi kastettiğini çok
iyi anlamıyoruz. Ancak Haydar Amüli (XIV. yüzyıl) ile Mir Diimiid ve
öğrencileri (XVI. ve daha sonraki yüzyıllar) arasında XIV. yüzyıl skolastik
düşünürleri ile Rönesans düşünürleri arasında olduğu kadar büyük bir fark
olmadığını söylediğine, öte yandan XN. yüzyıl Hıristiyan skolastik düşünürlerinin daha ziyade
Aristotelesçi olmalanna karşılık Rönesans düşünürlerinin daha ziyade Platoncu
olduklanna göre Haydar Amüli'den Mir Dıımad ve öğrencilerine giden sürecin
Batı Hıristiyan dünyasında olduğu gibi Aristotelesçilikten Platonculuğa değil,
Platonculuktan daha gelişmiş ve zenginleşmiş bir Platonculuğa gidiş süreci
olduğunu kastediyor olması gerekir. Çünkü Chartres okulu yukanda verdiğimiz
bilgide görüldüğü gibi esas itibariyle Platoncu bir okuldur.
tarafından az veya çok özümlenmiş olan Batı
felsefelerinin etkisinin sonuçlan olmaları ölçüsünde azdır. Buna karşılık
geleneksel İslam felsefesi, Batı'da şu veya bu tarzda gelenek kavramından ve
onun içerdiği normlardan esinlenen insanların çabalarında bir devamım
bulmaktadır. Bir "gelenek"in, ancak sürekli bir "yeniden
doğuş"la canlı bir biçimde aktarılması ölçüsünde önümüzde bulunan durumda
Doğu'nun kendisinde bile "Doğu" geleneğinin yeniden doğuşu, ancak
gerek Doğu'da, gerekse Batı'da kelimenin gerçek anlamında, yani İşraki
düşünürlerin kastettikleri "metafizik" anlamda,
"Doğulular"ın (Orientaux) ortak çabalan ile mümkün olacaktır.
Günümüzde Batı'da mantar gibi biten sahte batıniliklere (esoterismes) gelince,
onlar Doğu'da düşüncenin sahte Batılılılaştınlmalannın acınacak bir karşılığını
oluşturmaktadır. Etimolojik olarak ele alındığında "batınilik"
(esoterisme) "kelimesi, İbrahim ümmetinin üç kolu ile ilgili olarak onlar
arasında manevi bir topluluğa, filozoflara, gerekirse Tarih'in dış yüzünü
oluşturan zahiri (exoterique) güçlerle ters düşme pahasına muhafızları, devam
ettiricileri olma görevinin düştüğü manevi bir topluluğa işaret eder. Bu üç
topluluğun ortak kaynağında, felsefenin kendisine getirebileceği bütün
zenginleştirmeler altında peygamberlik nazariyesinin (prophetologie) özel
mevkiini içeren "Kutsal Kitap olgusu" bulunur.[4]
işte tam da yukarıda "lslam
felsefesi" kavramını kendisine dayandırdığımız bu "Kutsal Kitap
olgusu"ndan hareketle ileriki sayfalarda kendileriyle karşılaşacağımız
düşünür grupları ortaya çıkmaktadır. Sünnilik ve Şiilik arasındakiayrıi:nın
nasıl esas itibariyle "Kutsal Kitap olgusu"ndan, yani Kur'an
vahyinden hareketle tasarlanması gerektiğini yukarıda gösterdik: Bu ayrımın
nedeni basit olarak Şiiliğe göre bugün elimizde bulunan Kur'an'm tahrif
edilmiş bir Kur'an olması değildir; Kutsal Kitap hakkında sahip olduğumuz hakikatin
onun gizli derinliklerinde, hatmi anlamlarının çokluğunda aranması gerektiği
fikridir. Onun derinliklerinin anahtarı, peygamberliğin gizli yanı olarak Şii
lmam ve Velayet (Velilerin, yani "Tanrı Dostları"nın ezeli
karizması) öğretisidir.5 Bu bakış açısından, felsefenin işi temelde yorumcudur
(hermeneutique).
Çok ana hatlarla burada teklif edildiği biçimde
düşünce gruplarının smıflandınlması, kaynağını felsefeye karşı temel tutumda
bulmaktadır. Bir yanda Kelam (kelime anlamı bakımından "söz,
konuşma") denilen şeyin, yani Islam skolastiğinin temsilcilerinin tutumu
vardır. Örnek olarak bir Molla Şirazi'ye göründükleri şekilde bunlar
kendilerinde bilginin öznesiyle nesnesinin birbirleriyle kavga ettiği,
diyalektikleri kuramsal olmayan hiçbir kaygının varlığına işaret etmiyor gibi
görünen uzun diskürsif metinleri devam ettiren düşünürlerdir. Onlar Yunan
felsefesine borçlu oldukları diyalektik imkanları Islam dogmasını desteklemek
üzere kullanan insanlardır. Onlar özellikle savunmacı bir çabayı üstlen-
5 Şit İmam ve
velayet öğretisi Corbin'in bu kitabında kendisine dayandığı ana kavram veya
öğretilerden bir diğeridir. Bu konuyla ilgili bilgi vermek yerine okuyucunun
lsldm Felsefesi Tarihi'nin birinci kısmındaki ilk-iki bölüme gitmesini
ve orada Oniki İmam Şiiliği ve İsmaili Şiilik, bunların ana öğretileri, temel
kavramları (şeriat, tarikat, hakikat, zahir, batın, nübüvvet, velayet, imamet
vb.) üzerine Corbin tarafından verilen bilgileri, yapılan yorum ve değerlendirmeleri
okumasını istemek zorundayız.
mek göreviyle karşı karşıya kalmışlardır. ister
eş'arici, ister mu'tezileci olsun, Sünni Kelam'ı bu çabayı mükemmel bir biçimde
yerine getirmiştir.. Onlar karşılarında Yunan tarzında felsefe yapanları (Jelasife) bulmuşlardır. Şüphesiz bir Şii Kelam'ı da vardır, ancak
Şiiliğin geleneksel verilerinin (hadis) felsefi düşünceyi davet ve tahrik eden bir
hikmeti (gnose) içinde bulundurmasından ötürü felsefenin konumunun
Sünnilik ve Şiilikte farklı olması ölçüsünde Şii Kelam'ı kendi kendine
yeterlik iddiasında bulunamaz.
Felsefi spekülasyonlar, Kur'an'ın tefsiri ve
hukuki problemler arasında derin bağlantılar vardır. Örneğin Fahrüddin Razi
gibi Sünni bir düşünürde onun büyük Kelam eserleri ile anıtsal Kur'an tefsiri
arasında bir bağlantı vardır. Bu bağlantının doğası işte tam da bir Haydar
Amuli veya Sadra Şirâzî'nin kendisiyle asla yetinemeyecekleri teolojik ve felsefi
pozisyonu belirler. Şii fıkıhçılarının Ahbariler
(Ahbariyyün) ve Usüliler (Usüliyyün) denen iki büyük okula ayrılmalarında da sıkıntı vardır.6
Çünkü onların öncülleri fıkıhla sı-
6 Ahbariler ve
Usültler: Corbin 158. sayfada Şii fıkıhçılarının iki ana grubu olan Ahbartler
ve UsOliler hakkında daha geniş bilgi verecektir. Buna göre kabaca Ahbartler
temelci (fundemantalist) ilahiyatçılar, UsOliler ise "eleştirici
ilahtyatçılar"dır. ikinciler, yani usüli fıkıhçıları veya ilahiyatçıları
Şii hadislerinin meydana getirdiği külliyata "dış eleştiri"yi
uygulamaktan çekinmezler. Buna karşılık Ahbartler bu külliyatı olduğu gibi
kabul etmekte ve onun üzerinde herhangi bir "dış eleştiri"yi
kesinlikle reddetmektedirler. O halde bu iki grup veya okul arasındaki çanşma,
esasta şeriatla, fıkıhla ilgili bir çanşmadır. Ancak bu çanşma şeriaun, fıkhın
alanını aşarak başka alanlarda da kendisini göstermektedir. Ahbartler ne
müçtehidlerin otoritesini, ne hadis nakilcilerinin otoritesini kabul etmeyip
Şii imamlardan rivayet edilen hadislerin içeriğine önem verirler veya
kendilerini bağlarlar. Usültler ise içtihat imkanını kabul ederler. Kendi
doğrultularında düşünce üreterek siyaseti ve bütün sosyal hayatı içine alan
öğretiler geliştirirler. Başlangıçta "gelenekçi ve metinci" diyebileceğimiz
Ahbartlerin ağır basmasına ka ılık ("Ahbar" zaten Arapça
"haberler"in çoğuludur. Sözü edilen haberler ise Şii lmamlan'ndan
nakledilen hadisler olan "haberler"dir) XVIII. yüzyıl başlarından
itibaren Ahbartler gerilemeye başlamış ve Usüliler güçlenmiştir. Şii velayet ve
velayet-i fakıh öğretisinde devrimci bir değişiklik yapan Humeyni bu ikinci
gruba aittir (Bu son konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Taha Akyol, Osmanlı'da
ve Iran'da Mezhep ve Devlet, İstanbul 1999, ss. 171-172).
nırlı değildir, felsefeye kadar uzanır. Muhsin
Feyz ve Gazi Said Kummi gibi büyük Şii teosofların Ahbariler olmaları bir tesadüf değildir. Kelilm'm diyalektiğinin
sonucu olan kesinlikten başka bir kesinlik derecesinin hissedilmesi ve arzu
edilmesi ölçüsünde Kelam tanrıbilimcilerinin tutumu metafizikçi teosofların
tutumu tarafından aşılmış bulunur.
Kelam
ile hikmet-i ilahiyye (metafizik, kelime anlamı bakımından "tanrısal
felsefe", etimolojik olarak theosofia), irJan (mistik teosofi), hikmet-i işrakiyye (doğu teosofisi), hikmet-i
yemeniyye ("yemen"
teosofisi, yemen kelimesi ile iman kelimesi arasındaki bağlantıdan ötürü)
arasında, kuramsal bilginin kesinliğini (ilmü'l-yakin) kişisel olarak kazanılan ve yaşanan bilginin
kesinliğinden (hakk'ül-yakin) ayıran uzun bir mesafe vardır.7 Molla Sadra Şirazi'nin öğ-
7
Teosofi (Theosophia): Etimolojik olarak ilahi hikmet veya hikrnet-i ilahiyye anlamına
gelen bu kavramla kastedilen Tanrı'nın bilgisi değil, insanın Tanrı hakkındaki bilgisi veya derin bilgisidir. Bu bilgi Tanrı'nın varlığı, özü, doğası, sıfatları vb. hakkında doğrudan
sezgi ile elde edildiği kabul edilen bilgidir. Teosoflar sezgiyle veya
aydınlanına yolu ile evrenin temel ilkesi hakkında gerçek bilgiye sahip olınak,
dünya ile Tanrı arasındaki ilişkinin gerçek
mahiyetini bilmek, bu bilgiye uygun olarak yaşamak suretiyle insanı
özgürleştirmek, insan hayatının anlamını onaya koymak ve böylece insanı mutlu
etmek iddiası ve amacına sahiptirler. Yunan felsefesinde teosofik öğretiler
özellikle son dönemde onaya çıkarlar ve onların en ünlü temsilcisi olarak
yeni-Platonculuk zikredilebilir. Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında ortaya
çıkan gnostik sistemler de esas olarak teosofık sistemler diye adlandınlabilir.
Modem Ban felsefesinde teosofik öğretilere örnek olarak iseJacob Böhme,
Paracelsus, Schelling'in öğretileri verilebilir.
Teosofiyi
Tanrı hakkında akılla edilen
bilgi anlamına gelen teolojiden, yani Tanrıbilimden
(ilahiyyat) ayırmak gerekir. Öte yandan pratikte her zaman mümkün olmasa da
ilke olarak teosofiyi mistisizmden de ayırmak gerekir. Çünkü mistisizm esas
olarak Tanrı susuzluğu, görünmeyene karşı
duyulan özlem demektir ve dini duygunun bir tezahürüdür. Başka deyişle
mistisizm birçok büyük mistik tarafından haklı olarak üzerinde durulduğu ve
örneğinin de verildiği üzere esas olarak duygusal, heyecansal bir olay, dolayısıyla
bir pratiktir. Bununla birlikte İbni Arabi'nin en iyi bir örneğini teşkil
ettiği bir mistikler grubu mistisizm ile teosofiyi ayıran sınırlan
görmezlikten gelmek veya kabul etmemek eğiliminde de olmuştur. Dolayısıyla
bu kitapta da sık sık örnekleri görüleceği üzere çoğu zaman teosofi ile
mistisizm veya Islam'daki adıyla tasavvuf birbiri içine girmiş veya birbiriyle
kanşmış durumda bulunmaktadır.
Buna karşılık teosofiyle teoloji ve mistisizm
veya tasavvuf ile teoloji araretisini
izleyerek yine çok ana hatlarıyla ifade edersek bu mesafenin aşılmasının bilen
öznede tam bir değişme gerektirdiğini söyleyebiliriz. Bilen özne ontolojik
yoksulluğunun, yani varlık bakımından kendi kendine yetme, var olmak için
gerekli olana sahip olma konusundaki yetersizliğinin bilincine varırken aynı
zamanda kendinde kaldığı sürece bilme konusundaki güçsüzlüğünün -çünkü bilme
bizatihi var olmanın formudurde farkına varır. Bir tarafta kendi benliği (ananiyya) içine çekilmiş bir özne, ben, onun karşısında ise kendi
bilinemezliği içine çekilmiş, ondan tamamen ayn bir nesne, sen, tanrısal bir
Varlık olduğu sürece, bu Varlık için kabul edilen İsimler ve Sıfatlar ne olursa
olsun, bu nesnenin hakkını verecek bir bilgi mevcut olamaz.
Bu nesne ancak kendisine diyalektik olarak
yaklaşılmamasıyla, bilen özneye yine bilen özne tarafından onun açılması ile
bilinebilir. Bu kendini açma, tecelli, tezahür (epip-
smdaki sınırlar gerek Batı Hıristiyan literatüründe gerekse
Doğu lslam literatüründe daha belirgin bir biçimde belirlenmiş olarak
yaşamasına devam etmiştir. islim dünyasında teolojinin karşılığı Tanrıbilim veya daha açık bir ifade ile Kelim Tanrıbilimidir. Aslında islim dünyası ile ilgili olarak bir başka
aynın yapmak da gereklidir. Bu ayrım ise Farabi, lbni Sina gibi Yunan tarzı
felsefe yapan ve kendilerine feylesoflar (çoğulu felasife) denen grubun Tanrı
ftzerine öğretileri, yani geniş anlamda Tanrıbilimleri
ile Nazzam, Allaf, Eş'ari, Gazali gibi dar anlamda Kelimcılar denen grubun Tanrı üzerine öğretileri, yani Tanrıbilimleri arasında yapılması gereken ayrımdır. Her ne kadar
yine literatürde Aristoteles'in Tanrıbilimi,
Platon'un Tanrıbilimi, lbni Sina'nın
tanrıbilimi veya teolojisi gibi kavramlara rastlanmakta ise de bu filozoflann Tanrı nazariyeleri veya öğretileri ile diğer dar anlamda
KelAmcılann Tanrı bilimleri veya Tanrı
öğretileri arasında gerek kaynaklan, gerekse amaçlan bakımından esaslı farklılıklar
olduğu gözden kaçınlmamalıdır (konu hakkında geniş bilgi için yukanda 2
numaralı dipnotta zikrettiğimiz şu makalemize bakınız: "Bir İslim Felsefesi
Var mıdır"). Bu çeviride biz anlatılması uzun olacak bazı şekilsel ve
içeriksel gerekçelerle teosofi ve teosof kelimelerini hikmeti-ilahiyye, hikmeti-ilahiyyeci
veya ilihi hikmet, ilihl hikmetçi terimleriyle karşılamamayı uygun bulduk.
Böylece, yani Batı dillerindeki karşılıklanyla olduklan gibi kullanmayı tercih
ettik. Buna karşılık teolojiyi Tanrıbilim
olarak çevirdik. Kelim söz konusu olduğunda ise yine Kelim Tanrıbilimininin özelliklerini göz önünde tutarak onu da olduğu
gibi bıraktık ve hazan ise ilgili yerlerinde dikkatle bakıldığında görüleceği
üzere zorunlu olarak Kelam Tanrıbilimi demek
zorunda kaldık.
hanie) bizzat başlangıçtaki özne yerine, bu
öznenin bilgisinin nesnesi olarak kavramaya çalıştığı mutlak Özneyi geçirir.
Tanrı hiçbir zaman bir nesne değildir. O ancak kendisi tarafından, her türlü
sahte nesnellikten korunmuş mutlak Özne olarak bilinebilir. Her türlü Tanrı
bilgisinin canlı öznesi gerçekte tanrısal Öznedir. insan aklının kendisi
hakkındaki düşüncesinde kendini düşünen O'nun kendisidir. Çünkü bu düşüncede
kendini kendine açan "Gizli Hazine"dir (kenz-i mahji). Bu
durum akılsal olan her şey (intelligible) için de geçerlidir (örneğin akılsal
bir ağaç, insan zihninde bilfiil hale geçen formda kendi kendini düşünen
ağaçtır). Ve bu derin özdeşlik, mistik gibi metafizikçi için de geçerlidir.
Onlar arasındaki sınırlar belirsizdir. Her ikisi de "Ben onun kendisiyle
gördüğü gözüm; kendisi ile duyduğu kulağım vb" diyen kudsi hadisin
hakikatini yaşarlar.
Burada lbni Arabi'nin veya onunla akraba olan
düşünürlerin bir okuyucusu için tanıdık olmayan hiçbir şey yoktur. lslam
düşüncesinin bu bölgesine ilk defa yaklaşan Batılı okuyucuyu kaba bir tarzda
yönlendirmek için onun XIX. yüzyılın birinci yansında "Sağ
Hegelcilik" olarak adlandırılan ve bu tarihten sonra da tam olarak
unutulmasa da ortadan çekilen tanrıbilimci filozofların düşünceleriyle bazı
benzerlikler gösterdiğini söyleyelim. 8 Bu
ortadan çekil
, 8 Sağ
Hegelcilik: Felsefe tarihinde Sağ Hegelcilik olarak bilinen şey, Hegel'in ılnlü
"gerçek olan aklidir akli olan da gerçektir" formıllılnde birinci
kısma ağırlık veren, yani gerçek olanın aynı zamanda akılsal olduğunu savunan
görüş ve bu görılşıln temsilcileridir. Bunun sonucu olarak Sağ Hegelciler mevcut
düzenin akılsallığını, dolayısıyla doğruluğunu, meşruiyetini kabul ederler.
Buna karşılık içlerinde en ünlü temsilcileri olarak Marx'ın bulunduğu Sol
Hegelcilik ancak akılsal olanın var olduğunu veya var olması gerektiğini,
dolayısıyla mevcut olan, ancak kusurlu, eksik olan gerçekliğin akılsallığa,
yani haklılığa kavuşturulması yönünde bir çabanın gerektiği görüşünü savunur.
Burada Corbin'in Sağ Hegelcilik derken neyi
söylemek istediği tam olarak anlaşılamamaktadır. Ancak o muhtemelen yukarıda
kısaca tanunlamaya çalışuğımız şeyden daha dar bir şeyi, Hegelcilik içinde Tanrıbilimsel konularla ilgili
bir sağ-sol yönelimini, Tanrıbilimsel anlamda
bir Sağ-Sol Hegelciliği kast etmektemenin nedeni de
belki Islam'da lbni Arabi kaynaklı akımı temsil eden şeye çok sayıdaki batılı
araştırın.ayıcı dikkatsiz kılan, onu anlamamasına ve ona haksız davranmasına
yol açan aynı nedendir. Batı'da Sağ Hegelciliğin spekülatif Tanrıbiliminin
ortadan kalkışı, lslam'da ise Ibni Arabi'nin teosofisinin varlığını sürdürmesi:
işte karşılıklı nedenleri sonuçta hiç şüphesiz Hıristiyanlık olayı ile İslam
olayım birbirinden ayıran şeyde aranması gereken zıt iki belirti.
Sağ Hegelciliğin tanrıbilimci filozoflarının
tüm şeması Iznik Konsilinde karara bağlanan Teslis dogmasına dayanmaktadır.9
Oysa lslam teosofisinde tanrısal Öznenin kendi
dir. Konuya bu açıdan bakarsak şunu
söyleyebiliriz ki eski veya klasik Hegelciler genellikle Hıristiyanlığın
savunucuları olmuşlar, hatta bazıları Hegel'i teistik bir yönde
yorumlamışlardır. Buna karşılık Ludwig Feuerbach Hegelci bir zemine dayanarak
insanın ölümden sonraki hayatım reddetmiş ve Hegelciliği geleneksel
Hıristiyanlığın anlayışının tersine, bir panteizm olarak yorumlamak gerektiğini
söylemiştir. Tanrıbilim konusunda Hegelciliğin kişisel ölümsüzlük probleminden
daha öneınli bir problem ise burada tam da Corbin'in üzerinde durduğıı İsa
nazariyesi (Christologie) ile ilgili olarak ortaya çıkmışur. Yine bir ijegelci
olan D. F. Strauss ünlü Isa'nın Hayatı adlı eserinde Yeni Ahit'te lsa'ya
izafe edilen mucizelerin ve doğa-üstü özelliklerin tarihsel gerçekliğini
reddeuniştir. Ona göre lsa'run kişiliğine ilişkin ilk Hıristiyanlığın yaratmış
olduğıı bu efsanede bir gerçeklik payı vardır. O, insanın içinde tanrısal bir
doğayı, özü barındırdığıdır. Başka deyişle Tanrı'mn insan kılığına bürünmesi
(incanıation) bir insanda, yani lsa'da değil tür olarak insanda, insanlıkta
gerçekleşmiştir.
lsa'nın kişiliği üzerine bu görüş tahmin
edileceği üzere Hegelcilik içinde büyük gürültü koparır. Strauss, lsa'nın
kişiliği, Tanrı'nın insan kılığına girmesi konusunda deyim yerindeyse
tanrıbilimsel bir sol Hegelciliği temsil eder. Bunun karşısında Bruno Bauer,
Gabler gibi tanrısal olanın şahıslarda ve onun gösterdiği mucizelerde tam
olarak tecessüm ettiğini savunan diğerleri ise yine tanrıbilimsel olarak Sağ
Hegelciliği temsil ederler. Bu iki grup arasında da lncil'de ifade edilen
birçok mucize hakkında şüphesini izhar eunekle birlikte Mutlak'ın gene de tek
bir şahısta tezahür etmesi gerektiğini savunan Rosenkranz gibi merkezde yer
alanlar vardır. Şimdi metinde Corbin'in üzerinde durduğıı şey lznik konsili'nde
Teslis dogması üzerinde yapılan tartışmalar olduğıına ve yine o burada Sağ
Hegelciliğe mensup tanrıbilimci filozofların şemasından söz ettiğine göre
kastettiği şeyin yukarıda hakkında kısaca bilgi verdiğimiz tanrıbilimsel
anlamda Sağ Hegelcilik olması gerekir.
9 İlk lznik Konsili: Burada kastedilen İznik Konsili
Arius'un sapkın görüşü ile ilgili olarak 325 yılında yaptlan konsildir. Bu
Konsil, Arius ve onun sapkın diye nitelendirilecek olan görüşü dolayısı ile
yapıldığı için önce Arius ve onun söz konukendisini düşünürken varlık
ve kendini açığa vuran varlık (Deus revelatus) olarak belirlenme
kazandığı Düşünce "birinci" ile aynı töze sahip olan "ikinci
Şahıs" değildir. Her türlü "aynı tözden pay alma" (homoousie)
düşüncesinden uzak olan bu teosofi, kendisi de Arius'un İsa nazariyesini
(christologie) model alan kur'ani Isa nazariyesi izler. llk tecelli,
yaratıkların ilki ve en yücesidir (Protoktistos= mahluk-u evvel, yaratılan
ilk varlık), ancak hangi adla kendisine işaret edilirse edilsin (Hakk-ı
mahluk= yaratılmış Tanrı; hakikat-ı muhammediye= metafizik muhammedi
hakikat;
su
görüşü hakkında bilgi vermek gerekir. Ariuslsa'dan sonra 250 civarında doğmuş
ve 336 yılında ölmüş olan ve lsa'nın kişiliği üzerine özel görüşünden dola 321
yılında önce lskenderiye'de, daha sonra 325 yılında toplanan ilk İznik Konsil'inde
aforoz edilmiş ve bu görüşünün kendisi de Kilise tarafından sapkın görüş olarak
nitelendirilmiş bir şahısur. Arius'un lsa'nın kişiliği üzerine olan bu görüşü
en basit olarak onun Tanrısallıguun reddedilmesi olarak tanımlanabilir.
Hıristiyanlığın
temel dogması olan Teslis'de, yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesinde Oğul'un
Baba ile ilişkisi nedir? Bu soru milattan sonra 60 ve 200 yıllan
arasında birçok gnostik-teosofik sisteme yol açmıştır. Katolikler lsa'nın, yani
Oğul'un gerçekten Tanrı'nın oğlu olduğunu vegerçekten Tanrı olduğunu savunurlar.
Arius ise lsa'yı, yani Oğul'u Baba'dan, yani Tanrı'dan aşağı, ikinci dereceden bir varlık olarak kabul eder.
Ona göre sadece Tanri ezelidir, meydana gelmemiştir. Buna karşılık Oğul, yani
Isa meydana gelmiştir. Bu tezin mantıki sonucu lsa'nın Tanrı ile aynı doğaya,
aynı mahiyete, aynı töze sahip olmadığıdır. Yine Arius'e göre Yuhanna'nın
yücdttiği Kelam (Logos, Verbe) tanrısal özün bir niteliği, sıfatıdır. Evet, o
Tanrı'nın doğasının bir özniteliğidir (attribut), ancak ondan ayn bir şahıs
değildir.
lşte bu
görüşün Hıristiyan dünyası içinde yarattığı fırtınanın sonucu olarak 320 veya
32l'de lskenderiye piskoposu Aziz Aleksandros lskenderiye'de bir konsil toplar
ve Mısır ve Libya'dan gelen yüzden fazla Piskopos Arius'u aforoz ederler. Ancak
mesele kapanmaz. Constantine imparatorluğa bağlı bütün ülkelerin
piskoposlarını acele lznik'te toplantıya çagınr. Hatta Roma imparatorluğu
dışındaki bölgeden (örneğin lran'dan) da bazı piskoposlar gelir. Katılan kişi
sayısı tartışmalıdır. Ancak üç yüz civarında kişinin katıldığı hesaplanmaktadır.
Katılan piskoposların çoğu Yunanlıdır. Konsil bizzat imparator Konstantin
tarafından açılır. lmparator Latince bir konuşma yapar ve dinsel barışın tekrar
tesis ettirilmesini ister. Katılanların çoğunluğu Arius'un görüşlerine şiddetle
karşı çıkarlar. lsa'nın veya Oğul'un Baba ile aynı tözden olduğunu (homoouision
ta patri) kabul ederler. lsa'nın meydana gelmiş olduğunu, ezeli olmadığını,
yoktan var edilmiş olduğunu (ex ouk onton) veya Baba'dan ayn bir hipostazdan
veya tözden olduğunu, değişmeye tabi olduğunu ileri süren kişiyi, yani Arius'u
mahküm ve Ariusçuluğu sapkın görüş ilan ederler. nür-ı muhammedi =muhammedi ışık; akl-1 evvel= ilk akıl) o bir
yaratıktır. Başka bir açıdan bakıldığında, Doğu Ortodoksluğu'nun filioque'u
[5] reddederek ruhbani
işlevle peygambersi işlev arasındaki dengeyi muhafaza ettirdiği farkedilecektir.
Ancak Sağ Hegelciliğin Tanrıbilimcileri, Doğu Ortodoksluğu'nun Tanrıbilimcileri
değildiler. Bununla birlikte gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra (mutatis
mutandıs) bu şekilde korunan denge ile Şii teosofisinin muhammedi hakikat
kavramının kendisinde devam ettirdiği denge arasında bir benzerlik görülebilir:
Bu onun iki cephesi, zahiri ve hatmi cepheleri, yani bir peygamber tarafından
getirilmiş olan dinsel yasa (şeriat) ile onun yorumcusu (hermeneute)
olan Ruh'un teşkil ettiği iki cephe arasındaki dengedir; peygamberin mesleği
ile velayetin peygamberliğin batınını teşkil ettiği lmam'ın mesleği
arasındaki dengedir. Hadislere göre Oniki lmam'ın her biri kendisinin Tanrı'nın
insanlara açığa vurulmuş Yüz'ü, tecellisi olduğunu söyleyebilir. Aynı zamanda o
imanının formu olduğu için insanın Tanrı'ya gösterdiği Yüz'dür. Aradaki fark
şudur: Hıristiyanlıkta "epiphanie" (Tanrı'nın tezahürü, tecellisi)
varlık problemini mastar olarak (var olma=etre) veya özne olarak (var olan=etant)
değil, emir olarak (var olsun=esto) ortaya koyar. llk tecelli olarak Protoktistos
(mahluk-u evvel, yaratılan ilk varlık) bu ilk emrin kendisidir ve
bundan dolayı da tecelli özü itibariyle yaratılışa aittir. Bütün bunlardan
"tarih" anlayışında önemli bir farklılık çıkar.
Tanrı'mn insan şeklinde tecessüm
etmesi dogmasını (Incamation) tarihin içinde meydana gelen bir olay
olarak kabul edip bir "tarih felsefesi" geliştirmek
mümkündür. Ama mükaşefe olaylan olarak tecellileri kabul edip tarih felsefesi
yapmak zordur. Bu ikincilerin uygun olarak mümkün kılacakları şey,
"hikmet-tarih"dir (historiosophie). Bir tarih felsefesi hatta açık
olarak bilinemezci olabilir. O sonuçta tecrübi dünya düzeyinde algılanan
olayların örgüsünde ancak bir iç nedenselliği göz önüne alabilir; Bunu yaparsa
mutlak Ruh'un (Tin) dünyevileştirilmesini gerçekleştirmiş olur. Buna karşılık
metafizik ve hikmet-tarih hiçbir bilinemezcilik biçimi ile uyuşamaz.
Hikmet-tarih, tecrübi dünyadan başka bir dünya seviyesinde (yazarlarımız "melekut
dünyasının keşfi seviyesinde" diyeceklerdir) olayların al lanmasını
gerektirir. O esas itibariyle ruhsal güçler ve dünyamızdaki izlerini bırakan
üst evrenler peşindedir. Hikmet-tarihin verileri bir kutsal tarihin
(hierohistoire) verileridir. Şiiliğin peygamberlik dönemi, velayet veya ruhsal
inisyasyon dönemi aynını, lbni Arabi'de peygamberler tipolojisi, işte Bau'da
"felsefe tarihi" olarak değil de "hikmet-tarih" olarak
adlandırılan alana ait verilerin konularına ayrılma biçimleri. İşte burada söz
konusu olacak olan düşünce ve düşünceleri yerlerine yerleştirmek söz konusu olduğunda
her türlü karşılaşurmalı fenomenolojiye kendini kabul ettirecek sınırlamalar.
Şunu da söylemek gerekir ki Batı'da
"spekülatif tanrıbilim" denen şeyi lslam'da batıniliğin teosofik
metafiziğinin tekabülü olarak ortaya koyduğumuzda "felsefe" ve "Tanrıbilim" terimlerimizin
yetersizliği ortaya çıkmaktadır. Bu yetersizlik bizim düşünürlerimiz için
birbirlerinden ayrılması mümkün olmayan iki şeyin böylece birbirinden
ayrılması durumu ortaya çıktığı için daha ciddidir. "Spekülatif' kelimesinin
gerçek anlamı ancak speculum (ayna) ile ilişkiye getirilerek anlaşılır.
Spekülatif Tanrıbilimin aklı Tanrı'yı yansıtan
bir ayna, kendisiyle Tanrı'nın kendisini açığa vurduğu bir ayna görevini
yerine getirir (F. von Baader'in sözü: spekulieren heisst spiegeln, yani "spekülasyon yapmak,
yansıtmaktır"). lslam teosofisinde bütün bunların tam bir karşılığını
bulmaktayız: Ana tema olan ayna (mir'at) kendisinde, kendisi tarafından
ve kendisi için tecellinin, görünmenin (zuhur) meydana geldiği, görünmenin yeri
ve sureti olan (mazhar) insandır. Ama söz konusu olan tecelli, görünmedir,
tecessüm değil. Bir imge aynada görünür, tecessüm etmez. Spekülatif olan,
hatmi olandır. Bundan dolayı hikmeti ilcıhiyye teriminin doğru
çevirisi felsefe veya tanrıbilimden ziyade "teosofi"dir. Bu basit
hanrlatına teosofiyi felsefe programının dışına atmaya çalışan her türlü
itirazın önünü keser. Burada teosof, felsefeyi sınırına götürmek arzusundadır.
Bu olmazsa düşünürlerimiz felsefenin zahmete değmeyecek bir şey olduğunu
düşünürler. Aklın felsefi kullanımı, naklin tanrıbilimsel
işlenmesi zirve noktalarını ancak üçüncü bir faaliyet biçiminde,
"ayna"da kendini gösteren şeyin keşfinde, açılmasında,
sezgisel algısında bulurlar.
Bu şemanın bütün "spekülatif"
düşünürlerimizdeki uygulamasını tahkik edemeyeceğiz. Ancak yukarıda yaptığımız
taslak filozofa hiç olmazsa Sühreverdi ve Ibni Arabi'den bu yana İslam
felsefesinin doğrultusunun Ruh'un (Tin) hangi destanını temsil ettiği hakkında
bir fikir verecek ve onun burada kısa ve öz olmak zorunda olacak olan
işaretler labirenti içinde yönünü bulmasına yardımcı olacaktır. Tanrısal tecelli,
varlığın ve varlık formlarının tecelli işlevi ile ilgili olarak buraya kadar
hatırlattıklarımız Oniki lmamcı veya Ismaili Şii teosofi için olduğu gibi tasavvuf
metafiziği için de geçerlidir. Bununla birlikte arada bazı farklar mevcuttur.
Bu farklılıkların ilki sayısal dağılımın sonucu
olarak tasavvufun çoğunluğunun Sünni çoğunluk içinde bulunmasıdır. Bununla
birlikte tasavvuf, zorunlu olarak (v olens nolens) Şii teosoflar
tarafından da kutsal imamların öğretisinden kaynaklanan düşünce ve maneviyatın
(spritualite) bir temsilcisi olarak görülür. Haydar
Amuli'nin güçlü bir biçimde bize hanrlatmayı üstleneceği şey budur. Günümüz
araştırmacısının kendi payına Almeria okulunun İbni Arabi için ne ifade etfiğini
hatırlaması yeter. Bir Şii'ye tasavvuf metafiziğinin bazı cepheleri, adını
koyamayan veya artık adını koymaya cesaret edemeyen bir imamet nazariyesinin
(imamologie) cepheleri olarak görünür.
İkinci olarak şüphesiz çok sayıda Şii süfi
olmuştur. "Tarikat" kelimesi "yol" anlamına gelir ve o bu
yolun maddi "gerçekleşmeler"i olarak süfi topluluklara verilmiştir.
Geçmişte çok canlı Şii süfi tarikatleri olmuştur ve bugün de vardır. Öte
yandan süfilerle aynı dili konuşan, ancak onlarla karıştırılmak istemeyen ve
hiçbir zaman mevcut bir tarikata bağlı olduğunu söylemeyen birçok Şii teosof
olmuştur ve bugün de vardır. Bunun birinci nedeni yukarıda söylediğimiz gibi
Sünni müminden farklı olarak Şii müminin İmamların hatmi öğretisini kabul
ettiği anda manevi yola da girmiş bulunmasıdır. İkinci bir neden tasavvufun
bir türünün bir çeşit dindarca bilinemezcilikten ötürü (evet, bu da vardır)
bilgiyi küçümsemiş olmasıdır. Hatta Molla Sadra onlara karşı bir kitap yazmak
zorunda kalmıştır. Safevi dönemi esnasında bu tasavvufun bunalımının
belirtilerinden biri olmuştur. Bunun sonucu şudur ki genellikle Batı'da düşündüğümüz
gibi İslam'da tasavvuf veya süfilik kavramı mistik olayın (gerek spekülatif
mistik, gerekse tecrübi mistik) tümünü kapsamaz. Günümüzde hala İran'da tercih
edilen irfan ve 'urefa (arifler) kelimelerinin yaygın kullanılmalarının
nedeni budur.
Bu kısa toplu özetten sonra eserde yine kısaca
ele alacağımız konulan üç başlık altında sürdürmeyi düşünüyoruz.
llk olarak gerek felasife geleneğini izleyen,
gerekse Kelam okullarına mensup olan düşünürlerle onların hasımlarını içine
alan Sünni düşünceyi ele alacağız.
ikinci olarak yukarıda haurlatUğımız
"spekülatif' metafizik anlamında tasavvuf metafiziğini -ki bu metafizik
soyut mantıksal kavramlar üzerinde düşünmek yerine duyusalüstü dünyalar ve
olaylara nüfuz etmekten ibarettirele alacağız. Bu grupta hem Sünni hem Şii
manevi mürşitlerle bu gruba aidiyetleri şüpheli olan kişilerle karşılaşacağız.
Bu bölüm üçüncü bölüme geniş bir giriş oluşturacakur.
Üçüncü olarak Nasırüddin TO.si'den başlayan XVI
ve XVII. yüzyıllarda Isfahan okuluyla zirvesine ulaşan Şii düşüncesini
inceleyeceğiz. Bu düşüncenin çabası dört yüzyıla yayılmıştır ve temsil ettiği
örnek günümüzde de bir yeniden doğuşa (palingenesie) davet
niteliğindedir.
BiRiNCi BÖLÜM
SÜNNi DÜŞÜNCE
A.
Filozoflar
1. Ebheri
Filozoflarımızın bu dünyayı terk ettikleri
tarihe dayanan tamamen dışsal kronolojik sıraya göre ilk olarak 633/1264 yılma
doğru ölmüş olan filozof, matematikçi ve astronom olan Esirüddin Mufazzal
el-Ebheri'yi zikrediyoruz. Kısmen Musul'da, kısmen Anadolu'da geçirdiği
anlaşılan hayatı hakkında çok az şey bilinmektedir. Kitapları az sayıda
olmakla birlikte büyük bir öneme sahiptir. Çünkü onlar ders kitabı ödevi
görmüşler ve sık sık şerh edilmişlerdir. Böylece onun Porphyrios'un
Isagüci'sinin bir uyarlaması olan ve Şemsüddin Fenari (834/1470) tarafından
şerh edilmiş olan bir kitabı, Kitclbü'l-lsagüci'si elimizde
bulunmaktadır. Üç kısımlık (mantık, fizik, metafizik) Felsefe Kılavuzu
(Hidayetü'l-Hikmet) diğerleri yanı sıra Mir Hüseyin Meybüdi (880/ 1475'de)
tarafından şerh edilmiştir. Fakat bütün eserleri arasında en önemlisi ve
Iran'da en fazla okunanı Molla Sadra Şirazi tarafından yazılmış olan çok
kişisel şerhtir. Ebheri'nin bir diğer eseri, Keşfü'l-Hekaik
(Metafizik Hakikatlerin Keşfi) filozofumuzun işraki öğretiye
yakınlıklarını ele verir. Eserin sırası en fazla izlenen sıranın tersidir:
Önce mantık sergilenir, arkasından metafizik, en sonra fizik gelir. Metafiziğin
öteki dünya (ahiret) kuramı ile ilgili (eschatologique) kısmının lşrak
şeyhi Sühreverdi'den olduğu gibi alınulanmış bazı sayfaları içermesi
dikkate değerdir.
2. lbni Seb'in
Bu filozofla Endülüs'e veda ediyoruz. Muhammed
tbni Abdülhak lbni Seb'in Mürsiye'de 614/1217-1218'de doğmuştur. O halde
kendisi de 560/1165'de Mürsiye'de doğan lbni Arabi'nin kısmen çağdaşıdır ve
onun gibi Doğu'ya göç etmiştir. Önce Fas'ta Septe'de kalacak, sonra 669/1270'de
Mekke'ye giderek orada ölecektir. Cesur ve koğuşturmalarla (persecutions) dolu
filozof hayaunda hiçbir şey eksik değildir: Onda hem hatırası üzerine sadık
öğrenci ve hayranlarının yansıttıkları şaşaa, hem de bu dünyada benzerlerinin
kaderi olan inatçı kinlerin, sıkınu ve zulme uğramaların gölgesi ile
karşılaşmaktayız. Vizigotlara kadar uzayan soyu Endülüs lslam uygarlığının en
ünlü ve gerçek temsilcileri arasındaki yerini sağlamlaşurmaktadır.
Şahsiyetinin gücü, öğretiminin lslam
filozofları ve mutasavvıflarmın miraslarını bünyesine katmış olmakla birlikte
kendine özgü eğilimleri olan bir okulun ortaya çıkmasına yol açmış olması
olgusunda kendisini göstermektedir. Bu okulun öğrencileri hocalarınm adıyla Seb'inciler
(Seb'iniyyün) diye adlandınlmaktaydılar. Onlar arasında ilk planda gelen,
Kadiz'de doğmuş, ancak Fas'la yaşamış ve ölmüş olan ve L. Massignon'un
"Verlaine'in spontanlığına sahip bir şair" olarak nitelediği
Şuşteri'dir (668/1269). Şiirlerinden biri Seb'incilerin kendilerine kurdukları
manevi soy zincirini
(isnad) göstermektedir. Bu şiirde sadece İbni
Arabi ile birlikte Sühreverdi'nin adına rastlanmaz, aynı zamanda Sühreverdi
gibi Hermes'in manevi soyundan geldiğini iddia ederek lbni Seb'in okulu,
işraki düşünürlerin eğilimlerine olan yakınlıklannı da ortaya koyar (bkz.
Üçüncü Bölüm, 3. madde).Gelecekteki araştırmalann İbni Seb'in'in özgürce seçtiği
ölümünün sım üzerine bize biraz ışık tutacağını ummalıyız. Söylendiğine göre
Mekke'de "Tanrı'yla birleşmek arzusu ile" intihar etmiştir. Damarlanm
kesmiş, kanını akıtmış ve 2 Şevval 669/19 Mayıs 1270'te, yani Mürsiyeli ünlü
hemşerisi lbni Arabi'nin 1240 yılında Şam'da meydana gelen ölümünden otuz yıl
sonra hayata gözlerini yummuştur.
Ibni Seb'in Septe'deki ikameti sırasında
Muvahhid hükümdan Abdülvahid tarafından Sicilya kralı imparator il. Frederik
Hohenstaufen'in gönderdiği bir dizi soruyu cevaplamak üzere
görevlendirilmiştir. Konuya ilişkin eserinin adı buradan gelmektedir: Sicilya Sorulan üzerine Konuşma (el-Mesa'ilü'l-Sıkıliyye). Aslında Batı'da bugüne kadar lbni Seb'in'in
şöhretini sağlamış olan bu eserdir. İmparator tarafından dört soru sorulmuştu.
Bunlar dünyanın ezelden beri (ab aeterno) var olup olmadığı, Tanrıbilimin öncülleri ve doğası,
Aristoteles'in Kategoriler'i ve ruhun doğası ve ölümsüzlüğü üzerine
sorulardı. Bu son soruya ek olarak imparatorun Aristoteles ile şerhçisi
Aphrodisyaslı Aleksandros (tskender) arasındaki görüş aynlıklan üzerine
yaptırdığı bir soruşturma da vardı. Bu mektuplaşmanın anlamı, onu bir yandan
İbni Seb'in'in eserlerinin ve İslam felsefesinin bağlamı, diğer yandan Batı
bağlamı içine yerleştirmek suretiyle derinleştirilmelidir. Batı bağlamından
kastettiğimiz il. Frederik'in araştıncı olarak sonsuz merakı, dünyanın merkezi,
kozmosun imparatoru olarak Kamil İnsan (tnsan-ı Kamil) fikri ile birlikte bir
mesihçilik -bu, kendileriyle şiddetli çatışmalara girmeksizinJoachim'cilerin
(Joachim de Flore'un öğrencilerinin) mesihçiligiyle uyuşması
mümkün olmayan bir mesihçiliktiüzerine dayanan bir "imparatorluk Tanrıbilimi"
rüyasıdır.1
Ibni Seb'in'in kendi eserlerinin bağlamına
gelince, bu konuda yayımlanması umulan eserlerini beklememiz gerekecektir.
Ana eseri olan Buddü'l-Arif(Arifin kaçışı gibi bir şey) aynı eserin anahtarı olan eserle
(Bursa Eminiyye kütüphanesinde muhafaza edilen dünyada tek nüshası bilinen Miftah-ı
Buddü'l-Arij) birlikte ilginç ve cesur fikirlerle doludur. Farabi, Ibni
Sina, Gazali, Ibni Rüşd'e ilişkin tasvirleri, Islam felsefesinde psikolojik
yorum yönündeki ilk denemedir. Bütün bu eserlerin çoktan yayımlanmış olması
gerekirdi (Buddü'l-Arif 1978 de Beyrut'ta yayımlanmıştır). Bundan sonra ele
alacağımız filozoflar bizi Endülüs'ten Iran topraklarına götürecektir.
1 Joachimciler ve Joachim de Flore: Corbin'in
sözünü ettiği Joachim de Flore ltalya'da takribi olarak 1135-1202 yıllan
arasında yaşamış olan bir Hıristiyan tarih filozofudur. Bu şahsın hayatı
boyunca yaşamış olduğunu ileri sürdüğü iki ilham veya keşif olayından
biri Hıristiyanlığın temel dogması olan Teslis'in gerçek anlamı üzerinedir.
Buna göre iki Ahit (Eski ve Yeni Ahit'ler) aslında iki döneminde tarihi temsil
ederler. Tarihi üçlü bakış açısından yorumlayanjoachim'e göre tarih Baba'nın
(Yasa) çağından Oğul'un (Sevgi) çağına, oradan da Kutsal Ruh'un (manevi anlam)
çağına doğru gelişmektedir. Ancak bu üçüncü çağ, birinci ve ikinci çağdan, yani
Baba ve Oğul'un çağlarından ikili bir çıkış (procession) ile olmaktadır. Bu
üçüncü çağ veya durum (status) tarihin Tanrılaştınlması anlamına gelınektedir. Joachim bu çağı son çağ,
yedinci çağ (Sabbat çağı) olarak da adlandırmakta ve onu Deccal'ın ortaya
çıkışı ile tarihin sonu arasına yerleştirmektedir. Kendisini ise bu son çağdan
önce gelen çağın son iki neslinin başında olduğunu düşünmektedir.
Netice itibariyle görüldüğü gibi bu.tarih
felsefesi başka birçok benzeri gibi bir tür mehdiciliktir (messianisme,
mesihçilik) ve bütün mehdiciliklerde olduğu gibi de içinde ihtilalci tohumlar
içermektedir. Joachim her ne kadar Kutsal Metinlerin ve Kilise'nin
otoritesinin tarihin sonuna kadar devam edeceğini belirterek ve bu üç çağın
tarihi çağlar olmaktan ziyade manevi durumlar olarak yorumlanması gerektiğini
söyleyerek öğretisinin tehlikeli sonuçlarından kaçınmak istemişse de ondan
esinlenen bazı fanatik gruplann üçüncü ve son çağın gelıniş olduğu, dolayısıyla
bundan böyle mevcut kilise kurumunun ortadan kalkması gerektiği yorumlarına
engel olamamıştır. Bazıları tarafından sapkın görüşlü, bazıları tarafından ise
bir aziz olarak görülenjoachim ve ona dayananjoachimcilik XIH-XVI. yüzyıllar
arasında ortaya çıkan iyimser tarih yorumlannın ilham kaynağı olmuştur.
3. Katibi Kazvini
Hem lakabının Arapça biçimiyle Katib
(yazar), hem Farsça biçimiyle Debiran olarak tanınmış olan Necmüddin
Ali Katibi (675/1276) dönemin parlak filozofları, astronomları ve
matematikçileri arasında bulunmaktadır. Felsefede Allame Hilli ile Kutbüddin
Şirazi'nin hocalarından biri ve kendisi de Nasırüddin Tüsi'nin (bkz. Üçüncü
Bölüm, 1. madde) öğrencisi olmuştur. 657/1259 da Azerbaycan'da Moğol hükümdarı
Hulagu Han'ın girişimiyle başlatılan Meraga rasathanesinin inşaı projesine
katılmıştır. Uzunca süre Kazvin'de hocalık yapmıştır. Şafii olduğu ve bu mezhep
de Şiilikle özel olarak yakın ilişkiler içinde bulunduğundan Nasırüddin
Tüsi'ye karşı duyduğu hayranlığın da sonucunda bu mezhebe karşı güçlü bir
yakınlık duymuşa benzemektedir. Ona felsefi bilimlere ilişkin belli sayıdaki
eseri borçluyuz. Felsefi ve mistik sorunların bütününü kucaklayan Kitab
Hikmetü'l-Ayn'ı Allame Hilli ve başka birçokları tarafından şerh
edilmiştir. En çok zikredilen eseri, aralarında Sa'düddin Taftazani ve
Kutbüddin Razi'ninkiler de olmak üzere birçok şerhin konusu olmuş olan mantık
üzerine yazdığı bir ders kitabı niteliğindeki Risaletü'ş-Şemsiyye'sidir.
4. Reşidüddin Fazlullah
Reşidüddin Fazlullah 645/1247 sıralarında
Hemedan'da doğmuş ve (düşmanlarının entrikaları sonucunda dokuzuncu lran
tlhan'ı sultan Ebu Sa'id'in emri üzerine idam edilerek) Tebriz'de 718/1318'de
acıklı bir şekilde ölmüştür. Evrensel bir deha olan Reşidüddin Fazlullah
bugüne kadar özellikle parlak tarih eseri ile tanınmıştır. Önce Moğol hükümdarı
Abagha Han döneminde (1265-1282) hekimlik mesleğini icra etmiş, sonra Gazan Han
zamanında (1295-
1304) sarayın tarihçisi olmuştur. Cdmiü't-Te varih (Tarihlerin Sentezi) adlı anıtsal tarihi eserinin yazımına bu
sonuncunun emri üzerine girişmiştir. Kısa bir süre sonra eserin tasarımı
genişlemiş ve evrensel tarih boyutlarını kazanmıştır. Ancak bu eser yanın kalmıştır
(harikulade yazmalarla süslü el yazmaları mevcuttur). Reşidüddin Fazlullah bu
eserde hekimlik şöhretini sağlayan aynı olağanüstü bilgileri sergiler. Daima
kaynaklara gider, ilk elden bilgiler peşinde koşar. Bu bilgiler, eğer söz
konusu olan Hindistan ise bir bikşu'dan (bhikshu),[3] Çin ise Çinli aydınlardan derlenir. Hayranlık
uyandırıcı araştırmalarının çeşitlliliği bakımından bir Leonardo da Vinci'nin
benzeri olan Fazlullah, meteoroloji, ağaç kültürü, ancılık, mimari ve gemi
yapımı konularını işlediği bugüne kadar maaalesef bulunmamış olan büyük bir
eser (Kitabü'l-Ahya v'el-Asar) kaleme almıştır.
Yaratıcı faaliyetini göstermek için yeterli
olan bu eserler bütünü dışında çalışmasının bugüne kadar yayımlanmamış olan bir
başka bölümü felsefe ve felsefe tarihini daha doğrudan ilgilendirmekte olan
bölümdür. Bu bölüm felsefe, mistik Tanrıbilimi, Kur'an tefsirleri ve aynca içlerinde Tanrıbilim ve tıpla ilgili konuların ' karışık olarak ele
alındığı bir mektuplar grubundan oluşmaktadır.
1969 Kasım'ında Tahran ve Tebriz
üniversitelerinde Reşidüddin'in ölümünün altı yüz ellinci yıl dönümünü anmak
üzere bir İran araştırmacıları kongresi düzenlenmiştir. Burada alınan kararlar
makul bir gelecekte onun sözünü ettiğimiz henüz yayımlanmamış eserlerinin
yayımlanacağı ümidini vermektedir.
5. Kutbüddin Razi
766/1364'te ölmüş olan Kutbüddin Razi (Muhammed
lbni Ali Cafer), dönemin adı özellikle iyi bilinen bir filozofudur. Soyu
bazılarına göre Deylem'deki Büveyhi emirlerine, bazılarına göre ise (ünlü şeyh
Sadük'un bir üyesini teşkil ettiği) Kum'daki büyük Şii Babüyi ailesine geri
gitmektedir. Allame Hilli'nin en meşhur öğrencilerinden biri olmuştur. Ona on
beş kadar eser ve şerh borçluyuz. Bu eserler arasında İran lbni Sinacılığının
tarihi için en önemli olanı, içinde Fahrüddin Razi ve Nasırüddin Tüsi'nin lbni
Sina'nın lşarat'ı üzerine kaleme aldıkları iki büyük şerhlerinde var
olan farklı görüşlerinin bilançosunu çıkarmak ve karara bağlamak amacım
güttüğü Kitabü'l-Muhakemat'ıdır
Hocası Allame Hilli'nin verdiği mezuniyet
diplomasında (icazet) öğrencisine dizdiği övgüler, öte yandan, Molla Sadra
Şirazi'nin öğrencisi ve kendisi de lşarat üzerine çok kişisel büyük bir
şerhin sahibi olan Abdürrezzak Lahici'nin, Kutbüddin Razi'nin Ibni Sina'nın
eseri üzerinde düşünen Nasırüddin Tiisi'nin derin niyetlerini anlamak için
gerekli kapasiteye sahip olmadığını düşünmesine mani olmamıştır.
B.
Kelam Tanrıbilimcileri
1.
Fahrüddin Razi
Razi adı her zaman Tahran'm on iki kilometre
kadar güneyinde bulunan eski Rey şehrine (Avesta'nın Ragha'sı, Tobie'nin
Kitabı'mn[4] Raghes'i)
geri giden kişisel veya ailesel bir kökene işaret eder. Rey'de 543/1149'da doğmuş olan Fahrüddin
çok gezen biri idi. Harezm'de ve Mu'tezililerle hararetli tartışmalara girdiği
Maveraünnehir'de karşımıza çıkmaktadır. Buhara'da, sonra bir okul açtığı
Herat'ta, bundan sonra Semerkant'ta, arkasından Hindistan'da kalır. Daha
sonra nihai ve kesin olarak yine Herat'a döner ve orada 607/1209'da ölür.
Karmaşık bir kişilik olan Fahrüddin Razi
lslam'daki farklı düşünce akımlarına hakim olmak ve onları bağdaştırmak ister.
Buna gücü var mıydı? Gençliğinde onu yakından tanımış olan lşrak şeyhi
Sühreverdi bundan emin değildi. Hem eş'arici -ancak atomculuk karşıtıolan, hem
de Yunan tarzı Müslüman filozoflar (Farabi, Ibni Sina; bundan başka eserinde
Ebul'l Berekat el-Bağdadi'den önemli alıntılar da vardır) hakkında derin bilgi
sahibi olan Fahrüddin Razi büyük dogmatik sentezini gerçekleştirmek için
onların diyalektiğinin bütün imkanlarını kullanır. "Felsefenin tanrıbilimle
(Kelam) uzlaşması onda son tahlilde Timaios'tan türeyen Platoncu bir sistem
planında gerçekleşmiştir" (P. Kraus). Bu konuda karar vermek için Razi'nin
tüm varlık metafiziğini kaynağında yeniden ele almak gerekir. Burada bir yanda
özlere (essences) veya mahiyetlere (quiddites) uiaşma hakkına sahip olan bir
şey olarak mantığın kabulü (Platoncu eğilim olarak adlandırılabilecek bir
şey), diğer yanda öz metafiziği çizgisinde kalan ve varlığı özlere dışardan
eklenen bir şey olarak gören bir ontoloji karşımıza çıkmaktadır. Böyle olması
doğaldır, çünkü mahiyet, şu veya bu mahiyet olarak (var) olması bakımından
belli bir varlığa sahip olduğu için bu varlık fiili mahiyeti, varlığının fail
nedeni olarak meydana getirmesi için yeterlidir. Ancak varlık, mahiyete ait
değildir. Bundan dolayı düşünce varlık (etre) ve öz arasında ayrım yapar.
Bununla birlikte meydana gelmiş olması (constitue) bakımından mahiyet var olmak
için gerekli olan şeye
sahiptir. Burada problem lbni Sina ile ilgili
olarak tam bir zihin özgürlüğü ile ele alınmıştır. Ancak Fahrüddin Razi'nin
çözüm biçimi varlık metafiziğinde köklü bir devrim gerçekleştirecek olan bir
Molla Sadra Şirazi'nin eleştirisinden zor kurtulacakur.
Fahrüddin Razi Kelam, felsefe, Kur'an tefsiri,
bunlardan başka up, astroloji, simya, firaset ilmi, mineroloji gibi yaklaşık
on beş konuyu içine alan önemli bir külliyat bırakmışur. Burada sadece şunları
zikretmekle kendimizi sınırlayacağız: llkin lbni Sina'nın lşdrdt'ına yaptığı
şerh ve Nasırüddin Tüsi'nin bu şerh hakkında yaptığı derin eleştirisi. Yukarıda
işaret ettiğimiz gibi Kutbüddin Razi daha sonra bu ikisi arasında
"hakemlik" yapmaya çalışacaktır. !kinci olarak filozoflarla (hukema)
önceki ve sonraki dönem Kelam bilginlerinin (scolastiques) öğretilerine
ilişkin bir sistematik geniş özet (Summa) (Muhassal).[5] Üçüncü olarak "Şark Meseleleri"
(el-Mebahisü'l-Meşrikıyye) adını taşıyan, ancak başlığındaki bu
"şark" kelimesinin anlamının belirsiz kaldığı, her halükarda
lşrakilerin kastettikleri teknik anlama yabancı olduğU çok büyük bir eser. Bu,
varlık ve ana nitelikleri, zorunlu olmayan varlık, Zorunlu Varlık(akılsal tanrıbilim)
büyük kategorileri üzerine üç kitaplık bir sistematik geniş özettir. Dördüncü
olarak büyük oğlu Mahmud için yazdığı dört bölümlük(henüz yayımlanmamış) bir
başka sistematik geniş özet. Beşinci olarak yolculukları esnasında hemen hemen
her yerde ve hemen hemen bütün okulların temsilcileriyle yapmış olduğu
tartışmaları(münazara) anlatan bir kitap. Altıncı olarak soru ve araştırmaların
çokluğu ile yine bir sistematik geniş özet düzeyine yükselen sekiz kalın
ciltten oluşan büyük Kur'an tefsiri (Mefatihü'l-Gayb). Diğer bir çok
üretken düşünürde olduğu gibi Razi hakkında da henüz bütünsel bir incelemenin
olmaması bizi şaşırtmamalıdır.
Fahrüddin Razi'nin giriştiği uzlaştırma,
"belki öğretileri uzlaştırma teşebbüsünden çok ...farklı zihinlere ortak bir düşünce
alanı sunma çabasıdır.(...) O, akıl ile imandan çok filozof ile mümin arasında
bir uzlaştırmadır"(Roger Arnaldez). Belki de onda mükemmel bir
"karşılaştırmalı felsefe" programı söz konusudur. Ancak bu
teşebbüste Razi'nin elinde sadece, savunmacı bir diyalektik olan, spekülatif veya
bauni felsefenin öznede meydana getirdiği yapısal değişime hiçbir zaman
yükselemeyen yukarıda toplu bakışta zikrettiğimiz teknik anlamda Kelam vardı.
Problemin aşılması için bu düzeye ulaşılmasının gerekmesine karşılık insan aklı
ile Kutsal Ruh olarak faal akıl arasında dönüştürücü birliği işin içine
katmaksızın Fahrüddin Razi sadece çıkarsamacı(discursif) aklın imkanlarını
seferber etmektedir. Çok anlamlı bir çizgi: Fahrüddin Razi hatta Şii
filozofların savunduğu biçimde metafizik İmam ve İmamlık kavramından haberdar
görünmemektedir. Sadra Şirazi'nin bu noktada kendisine yapacağı ayrıntılı
eleştiri özellikle bir örnek teşkil edici niteliktedir.
Kısaca Razi tipik bir Kelamcı, Kelam
diyalektiğinin mükemmel bir skolastiğidir. Çok okunmuştur. Muhassal'ı
lbni Teyıniye, lbni Haldun tarafından incelenmiştir. lbni Arabi
onunla yazışmıştır. Bau'da Dominiken tarikatine mensup İspanyol Raymond Martin
(XIII. yüzyıl) Pugio
Fidei'de onu zikretmektedir.
2.
İci
Felsefenin ve Kelam tanrıbiliminin üstün bir
temsilcisi, yine bir İranlı olan Adudüddin İci, Moğol istilasının ilk
dalgasının geri çekildiği bir dönemde Fars'ta, Şiraz yakınlarındaki lc'de,
700/1300 civarında doğmuştur. Şiraz'da kadı ve müderrislik yapmıştır. 756/1355
yılında, doğduğu şehre hakim bir tepe üzerinde bulunan Diraimiyan kalesinde
mahpus olarak ölmüştür. Felsefi ve tanrıbilimsel düşüncesine kaynak teşkil
eden etkiler arasında, öncelikle hocası Ahmed lbni Hasan Careberdi'nin
(746/1345) etkisi ile klasikleşmiş Kur'an tefsiri dışında Metaliü'l-Envar (Nürlann Yükselişi adını taşımakla birlikte bu adda da
lşrakilik'e herhangi bir atıf söz konusu değildir) başlıklı bir Kelam sistematik
geniş özetini (summa, somme) kaleme almış olan Beydavi'nin (685/1286
civarı) eserini zikretmek gerekir. Başlıca eseri bir Kelam sistematik geniş
özeti olan Kitabü'l-Mevakıftır (Duraklar Kitabı). Bu eser altı büyük kısımdan (veya duraktan)
oluşmaktadır: 1) Bilgi kuramı. 2) Varlık bilimi ile ilgili genel ilkeler. 3)
Arazlar, yani tözün dışındaki kategoriler kuramı. 4) Tözler, basit ve bileşik
cisimler, unsurlar, göksel cisimler kuramı. 5) Ruh, akıl ve meleki akıllar kuramı,
yani akılsal tanrıbilim (Tanrı'nın özü, Tanrı'mn isimleri ve sıfatları,
Tanrı'nm fiilleri). 6) Peygamberlik nazariyesi ve öteki dünya halleri
nazariyesi (eschatologie). (Kendisine yapılan şerhlerle ■ birlikte hicri 1325'de Kahire'de basılan Mevakıf
dört büyük kısımdan meydana gelen sekiz büyük cilt tutmuştur.)
İci'nin bir St. Thomas veya Molla Sadra
Şirazt'nin eserlerinin bizde uyandırdıkları bir sistematik geniş özet
anlamında, yani başından sonuna kadar yazara ait düşüncelerin kendisine hakim
olduğu kişisel bir sistem düşüncesine sahip bir sistematik geniş özet
anlamında gerçekten bir Kelam eseri inşa ettiği söylenebilir mi? Ancak böyle
bir inşa gücüne Fahrüddin Razi dahil belki hiçbir Kelamcı sahip olmamıştır. Bu
kayıtla Kelam alanında ve Kelam'm bakış ufkundan İci'nin dönemin felsefi-Tanrıbilimsel bir sistematik
geniş özetini meydana getirdiği kabul edilecektir. Bu sırada Kelam'ın kendi
üzerine kapanarak tükenme dönemine ulaştığını düşünmek haksız olmaz. Ancak
burada iki diğer mülahaza da gözden kaybedilmemelidir: Birinci olarak
düşünürlerimizi şerh ve yorumlan arttırmalarından ötürü kınamamak gerekir.
lleride tekrar söylemek fırsatımız olacağı gibi bu onlar için
"araştırma" anlamına gelmekteydi. Onlarda bir metne bağlı olmak,
kişisel düşüncenin bir yetersizliğinin işareti değildi; tersine verilmiş olan
bazı noktalar üzerinde onu en doğrudan bir biçimde ifade etme aracıydı. İkinci
olarak İci'in tasavvuf metafiziğinin kendisinde bir zirveye ulaşmış olduğu bir
Simnani'nin, lbni Arabi'nin düşüncesiyle temas sonucu Şii felsefesinin
kendisiyle yeni bir atılım kazandığı bir Haydar Amuli'nin çağdaşı olduğunu
düşünmek gerekir. Belki de kendi üzerine kapanmış olan Kelam, bir medrese
skolastiğinde tıkanma noktasına gelmişti. Canlı düşünceyi başka akımlarda
aramamız gerekir. Şii metafızikçileri hem Kelam'a, hem filozofların
metafiziğine, hem de ınistiklerin teosofısine hakim olacaklardır. O zaman
Kelam verimli bir hazırlık (propedeutique) olarak hayatını sürdürebilecektir.
İci'nin Mevakıfı içlerinde en ünlüsü Sa'düddin Taftazani olan öğrencileri
tarafından şerh edilecektir. Ancak onun klasik şerhi, doğrudan öğrencileri
çevresine ait olmayan bir düşünürden, Mir Şerif Curcani'den gelecektir.
3.
Taftazani
İci'nin öğrencisi ve şerh_çisi olan Sa'düddin
Taftazani 722/1322'de (lran'ın kuzey doğusunda) Horasan bölgesinin bir
kasabası olan Taftazan'da doğmuş ve 792/1322'de Semerkant'ta ölmüştür. Günümüze
kadar medreselerde okutulan birçok elkitabını kaleme almıştır. Bunlar arasında
Katibi Kazvini tarafından yazılmış olan mantık kitabı üzerine şerhi, ünlü Risaletü'ş-Şemsiyye'si
de vardır. Taftazani bir eş'arici idi. Ama tam bir zihin özgürlüğü içinde
dönemin tartışmaları içinde yer alan tehlikeli konuları ele alan bir eş'arici.
Özellikle hiçbir zaman insanın ahlaki bir sorumlulukla donatılmış olduğu ve
Tanrı önünde sorumlu olduğundan şüphe edilmeksizin lslam'da tutkulu bir biçimde
tartışılmış olan ciddi cüz'i irade ve kader sorununda benimsediği pozisyona
işaret etmek gerekir. Taftazani'ye göre insan fiillerinde hem insanın, hem de
Tanrı'nın payı vardır. Bu fiillerin hiçbiri yekpare bir fiil değildir, tersine
son derece karmaşık bir süreçtir. Taftazani Tanrı ve insanın bu süreçte mecazi
bir anlamda değil, gerçek anlamda bir payları olduğundan kesin olarak emindir.
Tanrı insana, onun seçmiş olduğu fiili gerçekleştirme yönünde bir güç de
vermesi anlamında insan fiillerinin yaratıcısıdır. Belki bu noktada Taftazani
Maturidi okuluna Eş'ari okulundan daha yakındır.
Filozoflar arasındaki ilişkiler her zaman kolay
değildir. Taftazani meslektaşı ve dostu Mir Şerif Curcani'yi Şiraz'da
779/1377'de Şah Şuca'yla tanıştırmak girişiminde bulunmuştur. Timurlenk şehri
aldığında her ikisi Semenkant'a götürülmüşlerdir. lki dost Timur'un huzurunda
büyük bir söz yarışması, bir tartışma oturumuna davet edilmişlerdir. Dostlukları
bu olaydan sonra devam etmemiştir.
Esterabad menşeli bir aileden gelen Mir Seyyid
Şerif Curcani Hazar Denizi'nin güney doğusunda bulunan Gurgdn'da (Curcdn,
Curcdnf Farsça kelimelerin Arapça okunuşuna karşılık olan yazılışlardır)
740/1339 yılında doğmuştur. Dönemin büyük isimlerinden biri olmuştur. Kutbüddin
Razi'nin öğrencisi olmuştur. Celalüddin Devvani'nin ise hocası olacaktır. Çok
yolculuk yapan biri olarak 766/1365'de Herat'ta, sonra Mısır'da karşımıza
çıkmaktadır. lstanbul'u ziyaret eder (776/1374); daha sonra 779/1377'de Şah Şuca
tarafından müderris olarak atandığı Şiraz'a gider. Birkaç satır yukarıda
Semerkant'a mecburi göçünden ve bunun sonuçlarından söz ettik. Timurlenk'in
ölümüyle (1405), 816/1413 yılında öleceği Şiraz'a geri döner. Çok dolu bir
hayat. Seyahatlerine esas olarak birçok yüzyıl boyunca genç filozoflar ve
tanrıbilimcilere el kitabı ödevi görmüş olan teknik eserler olduklarından ötürü
Mir Şerifin şöhretini oluşturan yirmi beş tane civarında eserinin kaleme alınması
eklenir. Yukarıda İci'nin Mevakıfı üzerine büyük şerhinden söz ettik.
Onun dışında burada ancak Tanımlar Kitabı'nı (Kitabü't-Tdrifat)
zikredebiliriz. Bugün bile son derece değerli olan bu eser Arapça'da
filozofların teknik terminolojilerine ilişkin büyük sözlüğün nüvesini teşkil
eder. Bu, binlerce ve binlerce sayfanın taranmasını gerektirdiği için günümüzde
de daha uzun bir süre teşebbüs edilemeyecek olan .bir girişimdir.
Şii: ateşliliği içinde Gazi Nurullah Şuşteri
büyük eserinde (Mecalisü'l-Mü'minin=Müminler Meclisi) mümkün olan en
büyük sayıda bilim adamım imamet davasıyla birleştirmektedir. Aynı şeyi
Curcani ile ilgili olarak da yapmaktadır. Bunun nedeni Nürbahşiye süfi
sülalesine (silsile) adını vermiş olan Seyyid Muhammed Nürbahş (869/1465) ile
lbni Ehi
Cumhür Ahsa'i'nin onu bir Şii olarak
göstermeleridir. Ancak o bir Sünni görünmektedir. Buna karşılık oğlu Seyyid Şemsüddin
Şii olmuştuı;. Torunu Mirza Mahdüm ise gene Sünni olmuştur. lleride tekrar
söyleme fırsatımız olacağı gibi zamanın kötülükleri yüzünden Şiilerin
uydukları "gizlilik disiplini", çoğu zaman mensubiyet sorunlarını
çözmeyi güçleştirmektedir.
1.
lbni Teymiye ve Öğrencileri
Filozof şu veya bu nedenle araştırmasının
meşruluğuna karşı çıkanların saldırılarını tamamen bilmezlikten gelmez.
Onların itirazı felsefe tarihinin bir çeşit negatif kopyasını temsil eder. Bu
bakımdan bilinemezcilik (agnosticisme), savunduğu red nedenleri birbirlerinden
farklı olmakla birlikte, belki her zaman var olmuştur. Bu nedenler birbirlerine
zıt bir durumda ortaya çıkabilirler. Bununla birlikte filozofun gözünde onlar
arasında bir olgu ortaklığı vardır. Bir yandan eleştiri ve pozitivizmin
çeşitli biçimlerinden doğmuş olan, her felsefeye gerçek bir "öte"den
söz etmeyi yasaklamak üzere -çünkü gerçeğin, metafiziğin ele aldığı şeyin
dışında bir şey olduğu düşünülmektedirpsikanalize, sosyolojiye, lengüstiğe
başvuran çağdaş bilinemezcilik vardır. Ancak öte yanda filozoflar tarafından
sorulan sorulan reddeden, bu sorulan sorma yönündeki her türlü teşebbüsü, bu
teşebbüsün kendini "akılcılığa"(rationalisme) yöneltilmiş bir meydan
okuma olarak ortaya koyduğu durumda bile, "akılcılık" olarak ihbar
eden saf müminlerin bilinemezciliği vardır. Bu dindar bilinemezcilerin tüm
"kitaplı toplumlar"da (Ehlü'lKitap), lbrahimi geleneğin üç kolunda
temsilcileri olmuştur. Bilinemezciliğin farklı biçimlerinde böylece ortaya
çıkan "nesnel" ortaklığın daha yakından incelenmesi gerekir.
Metafizikçi onlann ne birini ne diğerlerini ikna etmeyi ümit edebilir. Her
türlü tartışma kısırdır. Ortada bir kanıt meselesi değil, kabiliyet meselesi
vardır. O sadece organı olduğu için kabul etmek zorunda olduğu dünya görüşüne
tanıklık eder. Böylece de ışık geleneğini (traditio lampadis) devam
ettirebilir.
661/1263'de Harran'da (Mezopotamya) doğmuş,
728/ 328'de Şam'da hapiste ölmüş olan lbni Teymiye, bir hanbeli Tanrıbilimcisi, dolayısıyla
filozoflannkine en zıt olan eğilimin temsilcisi olmuştur. Polemikçi ve kavgacı
biri olarak herkese, ama herkese cesaret ve ateşlilikle saldınr. Onu okuyunca
metafizikçi hiç olmazsa filozof olmayana kendi çabası ile ilgili olarak her
zaman anlaşılmaz olarak kalacak olan şeyin ne olduğunu anlar. Eğer tbni Teymiye
gibi bir şahsiyet yazılan ile birkaç yüzyıl sonra çağdaş hanbeli rönesansı olarak
adlandınlabilecek olan şeyi, yani XVIII. yüzyılın vahhabi hareketini, daha
sonra da XIX. yüzyıldaki selefi reformunu doğurmuşsa, filozof bu kişiliğin çok
özel olarak dikkatimizi çekmesi gerekmektedir.
En ünlü hocaları arasında 663/1265'ten itibaren
Şam'da Hanbelilerin büyük kadısı olan Şeıiısüddin el-Makdisi vardı. lbni
Teymiye'nin külliyatı oldukça büyüktür. H. Laoust tarafından ayrıntılı olarak
incelenmiştir. Burada maalesef ancak onlardan bazılarının adlarını
zikredebileceğiz. Onlar arasında 705/1305'te Mısır'a hareketinden önce Şam'da
yazılmış Rıfat süfi tarikatina karşı bir eseri vardır. Mısır'daki kalışı
esnasında (705/1305-712/1312) Yunan mantığını ve büyük lslam filozoflarının,
özellikle Farabi, lbni Sina, lbni Seb'in'in ana tezlerini çürütmeye çalıştığı
ünlü Mantıkçılara Reddiye'sini (Reddü'l-Mantıkiyyin) kaleme
alır. Ancak en önemli ve en karakteristik eseri 716/1316-720/1320 yıllan
arasında yazılmış olan Minhacü'l-Sünnet'dir (Sünniliğin
Yolu). Bu, Nasırüddin Tüsi'inin öğrencisi ünlü Şii Tanrıbilimcisi Allame Hilli
(726/1326) tarafından yazılmış Minhacü'l-Keramet' e (Keramet Yolu)
karşı yöntemli ve ağır bir polemiktir.
Şüphesiz nasılkifelsefe Gazali'nin
saldırısından sonra yaşamasına devam etmişse Şiilik de bu saldırıdan sonra
aynı sağlamlıkla varlığını sürdürmüştür. Öte yandan eser Sünni İslam anlayışı
ile Şii İslam anla şı arasındaki temel zıtlığı anlamak bakımından büyük değer
taşımaktadır. Fakat karşılaştırma aracı yetersizdir; çünkü burada her şey bir
Haydar Amuli'nin veya Sadra Şirazi'nin teosofileri seviyesinde değil, Kelam
seviyesinde cereyaı;ı eder. Bununla birlikte ondan yazarın kendilerini
anladığı ve onlara karşı hıncını oluşturan şekilde düşünce okulları hakkında
sa sız bilgi edinilmektedir. lbni Sina vesilesiyle yazar Yaratıcı' kendi
mutlaklığı tarafından belirlenmiş Mutlak Varlık olarak düşünenleri eleştirir.
lbni Seb'in de Zorunlu Varlık ile zorunlu olmayan varlık arasındaki ilişkiyi
bir madde-form ilişkisi tarzında yaratılmış gibi tasarlayanları eleştirir.
lbni Arabi ile ilgili olarak (lbni Arabi'nin ayan-ı sabitelerine, yani ezeli
ilk örneklerine [hecceites etemelles] karşı bilfiil varoluş ile özlerin basit
pozitif gerçeklikleri arasında aynın yapanlara saldırır. Sadrüddin Konevi
vesilesiyle Zorunlu Varlık'ı mutlak ve böyle olmasından ötürü koşulsuz vs.
varlıkla özdeşleştirenlere hücum eder.
Öğrencileri arasında burada hiç olmazsa onların
en sadıklarını, yani eserlerini öğreten, şerh 'eden ve hiç olmazsa iki kez
onunla birlikte hapse girmiş olan lbn'ül Kayyim el-Cevziyye'nin (751/1350)
adını analım. Ölülerin ve yaşayanların ruhlarını ele alan Ruh Hakkında'sını
(Kitabü'r-Ruh) zikredelim. Diğer eserleri gibi (onlardan yedi sekiz tane
vardır) bu eser de basit bir tahlilden fazlasını haketmektedir.
1.
Zekeriya Kazvini
Burada "Ansiklopediciler" geniş
başlığı altında topladığımız kişileri ele alacağız. Özellikle bu kişiler
arasında ilk ikisi filozoflarla aynı "dünya fenomeni"ni tasvir
ederler. Ancak Ansiklopediciler yukarıda tespit ettiğimiz gibi bu filozofların
birçoğunun gerçek anlamda ansiklopedist zihniyete sahip insanlar olmalarına
karşılık fizik ve metafiziğe ilişkin eserlerinde göz önüne almak durumunda
olmadıkları ayrıntıları ve bakış açılarını derinleştirirler. Bu ayrıntılar
görüntüleri kurtarmak (sozein ta phainomena), yani kendilerine göründükleri
şekilde fenomenleri temellendiren şeyin ne olduğunu açıklamak ilkesine dayanan
fenomenolojik araştırma için önemlidirler. Fenomenolojinin önem verdiği maddi
veriler değildir. Bu verilerle ilgili olarak onların "aşılmış" olduklarını
söylemek çok kolaydır (çağdaş bilimimizin verileri on sene sonra daha da
kolayca "aşılmış" olacaklardır). Fenomenolojinin keşfetmeye çalıştığı
şey, bu fenomenlerin algılama organı ve formu olan ana İmge, a priori
evren imgesi'dir (lmago Mundi apriori). Yazarlarımızın önemi böylece
devam etmektedir.
Kazvini'nin eseri ender zenginliktedir.
(Tahran'm yüz elli kilometre kadar batısına düşen) Kazvin'de doğmuş, E.sirüddin
Ebheri'nin öğrencisi olmuş, 682/1283'de ölmüş olan yazanınız her zaman yeni
bilgiler peşinde koşan, ortaya çıkan bütün olaylara karşı uyanık, doymak bilmez
merak sahibi bir kafaydı. Eserini hangi sınıfa koymak gerektiği zor bir
meseledir. O, çeşitli alemler içinde kendini gösteren her şeyi ele alan bütün
bilimleri içeren kelimenin en geniş etimolojik anlamında bir
"kozmografya"dır.
lki büyük eseri vardır. Birincisi başlığının
haber verdiği mümkün her türlü bilgiyi bir araya toplayan geniş bir derle-
se
me olan Asaru'l-Bilcid ve Ahbaru'l-Ibd'dır
(Anıtlar ve insanlar gibi bir şey). Bu, ülkelerdeki
"kalıntılar"dan ve insanlar hakkında sahip olunan bilgilerden söz
eden bir kitaptır. İkincisi 'Acaibü'l-Mahlükat ve Garaibü'l-Mevcüdat
(Yaratıklardaki Harikuladelikler ve Varlıklann Tuhajlıklan veya daha iyisi
Harikulade Yaratıklar ve Acaip Varlıklar) adını taşir. Arapça kaleme
alınmış bu kitabın Farsça çevirileri vardır. Burada birkaç satırda
yapabileceğimiz en iyi şey, bu kozmografya hakkında kısa bir özet vermek
olacaktır.
Eser iki büyük kitaba ayrılır. Birinci kitap
yukarı, ikincisi aşağı alemlerin gerçekliklerini ele alır. Ansiklopedik programım
yerine getirmek üzere birinci kitap dokuz gök küresinin (felek) her birinin
özelliklerini ele alan astronomi hakkında uzun bir sunuşla başlar ve bu bilimle
ilgisi olan iki bilimle, yani farklı melekler ve göksel Ruhlar kategorilerini
ele alan melekler nazariyesi (angelologie) ile özü bakımından zamanın ve onun
görüntülerinin, yani farklı çağların, takvimlerin ve takvim düzenlemelerinin
bilimi olan kronolojiyle biter. lkinci kitabın ele aldığı konular ise şunlardır:
Unsurlar alemi; Ateş küresi ve gök taşlan; Hava küresi ve genel meteoroloji
(yağmurlar, rüzgarlar, yıldırım); Su küresi (okyanuslar, denizler ve onlarda
yaşayan hayvanların tasvirini içerir); Toprak küresi (Genel coğrafyayı, yani
yedi iklimi, dağlar bilimini içerir). Sonra şu konular gelir: mineroloji
(metaller, mineraller); botanik ve bitkilerin özellikleri; zooloji; her
cephesiyle insan bilimi (anthropologie): insanın ve düşünen ruhun özü, ahlak,
embriyoloji, insan anatomisi ve fizyolojisi, iç ve dış algı organlan, kavrayıcı
yetiler (bu bölümde filozoflar tarafından sergilenen akıllar kuramıyla
karşılaşırız: Doğuştan akıl, bilfiil akıl (intellect in habitu),
kazanılmış akıl, faal akıl; adetleriyle ırklar ve milletler; insan fiilleri ve
faaliyetleri (Üçüncü Bölüm madde 8'de Mir Fendereski'nin eserine bakınız);
bilimsel aletler
(usturlab, tılsımlar); kimya; kokular; zararlı
hayvanların ve kötü ruhlu cinler ve şeytanların etkilerine karşı korunma; fantastik
ve doğa-üstü hayvanlar
O halde bu kitap dönemin bilincinde var olan lmge'nin
algısına izin verdiği ölçüde tüm dünya bilgisinin bir "ayna"sıdır.
Buna (kahramansı, romansı ve mistik üç biçimi altında) İran destan edebiyau
yazmaları ile birlikte bu kitabın yazmalarının da, ta Kaçar dönemine kadar
minyatürcülerin sanatını çok büyük bir ölçüde etkilemiş olduğunu ekleyelim.
Yine bu açıdan bu yazmalar filozof için de canlı hayal gücünün nasıl
işlediğini göstermek bakımından son derece büyük bir değere sahiptir.
2.
Şemsüddin Muhammed Amuli
(Hazar Denizi'nin güneyinde Taberistan
bölgesinde yer alan) Amul menşeli bu diğer ansiklopedist düşünürün (onu 133.
sayfada sözü edilecek olan Seyyid Haydar Amuli ile karıştırmamak gerekir) ne
doğum, ne ölüm tarihi kesin bir tarzda bilinmektedir. Kendisiyle görüş
alışverişinde bulunduğu ve tartışmalara girdiği İci'nin çağdaşı olan Amuli,
bir VIII/XIV. yüzyıl insanıdır. Aynca Şiiliğin "gizlilik
disiplini"ne uyan birçok çağdaşı için söz konusu olduğu gibi onun da bazı
sözleri hazan bir Sünninin hazan bir Şiinin sözleri olarak yorumlanabilmiştir.
716/1316'da, Sultan Muhammed Gazan Han'ın kardeşi Olcaytu'nun (Sultan Muhammed
Hudabende) hükümdarlığının sonuna doğru Azerbaycan'da Sultaniye medresesinde
müderris olmuştur. Şerefüddin llaki'nin tıp ansiklopedisiyle lbni Sina'nın Kanun'una
bir şerh yazmıştır. Ancak özellikle Nefaisü'l-Fünün (Değerli veya Aranan
Bilimler gibi bir şey) adlı geniş ansiklopedisiyle tanınmıştır.
Bu ansiklopedinin bütünü yüz yirmi beş bilimin
tasvir,
tahlil
ve tarihini kapsamaktadır (eski taşbasma yayını beş yüz sayfadan fazla
tutuyordu; yeni Tahran tipo baskısı üç kalın ciltten oluşmaktadır). Eser iki
büyük kısma ayrılmaktadır: Birinci kısım eskilerin bilimlerini, yani
Yunanlılardan gelen ve varlıklarını İslam dünyasında sürdürmüş veya
geliştirmiş olan klasik bilimleri ele almaktadır. lkinci kısım asıl anlamında
Islami bilimleri, Islam'ın kendi talepleri ile ortaya çıkmış bilimleri ele
alır. Zekeriya Kazvini için yaptığımız gibi bu eser hakkında kısa bir özet
vermek için bile yerimiz yok. Onun hakkında yapılacak analitik bir inceleme
hiç olmazsa daha sonraki bir döneme ait ve daha sınırlı olan Mir
Fendereski'niıi ve daha da doğrudan bir şekilde tbni Haldun'un eseri ile
karşılaştırmak yönünde acil bir ihtiyaca cevap verecektir.
3.
lbni Haldun
Bu büyük düşünür gerek kafasının çapı; gerekse
gerçekleştirdiği eserin büyüklüğü bakımından burada ansiklopediciler arasında
yer almayı hak etmektedir. Batılı tarihçilerin kendisine olağanüstü bir rol verdirmiş
olmalarından ötürü de -hakkındaki bibliyografya kocamandırbunu özellikle hak
etmektedir. Ibni Rüşd'ten sonra Islam felsefesinin çölün kumlan arasında
kaybolduğu, kabul gören bir görüşdür. Bu görüşe göre aşağı yukarı iki yüzyıl
sonra bu çölde sadece lbni Haldun'un eşsiz kişiliği ortaya çıkmıştı. O,
geleneksel İslam kültüründen kopmuş ve batılılar tarafından değeri keşfedilmeden
önce maalesef hiç kimse tarafından takip edilmemiş bir öncü olarak
selamlanmaktaydı. Ondan sonra yine çöl hüküm sürmüştü. Şimdi eğer Batılı
tarihçiler bir öncünün büyüklüğü olarak gördükleri şeyden büyülenmiş idiyseler,
bu, bu öncünün düşüncesinin asıl anlamında İslami olandan uzak olması ölçüsünde
olmuştu. Nihayet onlar lbni
Haldun'da "felsefi" gördükleri bir
şeyi bulmaktaydılar. Ancak bu şey de maalesef geleneksel filozoflann gözünde
artık felsefi olmayan bir şeydi. Öte yandan geleneksel filozoflann programında
bulunan sorunlann çoğunluğunu günümüz Batılılan felsefe ile ilgisi olmayan
sorunlar olarak görmektedirler. Kısacası tam bir yanlış anlama söz konusudur
ve lbni Haldun'un eseri bugün Batı'da gördüğü itibar sayesinde gerek
kaynaklan, gerekse uzak sonuçlan bakımından bu yanlış anlamanın tahlil
edilebileceği en uygun yerlerden birini temsil etmektedir.
Bu sonuçlar çok ilerilere gitmektedir. lbni
Haldun'a meziyet olarak fazla kolayca Voltaire'den önce bir "Voltaire'ci
alay" (ironie) atfedildi ve Islam dünyasının tüm genç entelektüelleri (intelligentia)
bu hususta birleştiler. Onda tarihi eleştirinin kurucusu, çağdaş sosyolojinin
öncüsü selamlandı. Kendilerini ifade edecek kelimeler henüz var değilken
bilinemezcilik ve tarihsicilik, pozitivizm ve sosyolojizm lslam'da onunla
birlikte ortaya çıkmışlardı. lbni Haldun olayının ortaya koyduğu soru şudur:
Felsefenin kendi kendisini ve konusunu inkar ederek bir felsefe sosyolojisine
indirgenmesi için hangi öncüllerin var olduğu, başka hangilerinin var
olmaması gerektiği farz edilmelidir? Latin Ortaçağı'mız dinbilimin hizmetkarı (ancilla
theologia) olan bir felsefeden söz etmişti. Felsefe eğer sosyolojinin
hizmetkan (ancilla sociologiae) olursa, bu kimin yarannadır? Güneşin
doğuşunun işareti olarak kabul edilen şey, belki onun batışından başka bir şey
değildi ve eğer lbni Haldun'un eserinin yankısı lslam'da başka yerlere
ulaşmamışsa bunun nedeni belki de bu batışın gölgesinin başka yerde varlığını
sürdürmemesiydi. Çünkü tam da bize Islam kültürünün tükenişinden söz edildiği
anda tasavvuf metafiziği ile Şii metafiziği (bir Simnani, bir Haydar Amuli,
bir lbni Ehi Cumhur vb. ile) lsfahan okulunun doğuşunu hazırlayarak müthiş bir yenilenmeye tanıklık
etmekteydi. O halde felsefi düşünce için Şiiliğin uyarıcı değerine, onsuz
hikmet-tarihin olamayacağı bir öte dünya kuramına dikkat etmemiz gerekmektedir.
O zaman lbni Haldun örneğinde trajik bir büyüklüğü seve seve kabul edeceğiz.
Ama bu büyüklük belki başka_. lannın görmekten hoşlandıkları yerde
bulunmamaktadır.
lbni Haldun 732/1331 yılında Tunus'ta doğmuştu.
806/1406 yılında Kahire'de öldü. Şöhretini teşkil eden anıtsal eseri yakınlarda
İngilizce'ye de çevrilmiş olan Mukaddime'sidir. Yazar bu eseri kırk
yaşında iken kaleme almışur. Bir dizi mutsuz deneyler sonucu hayau politik
olarak tehlikeye girdiğinde ailesi ile birlikte (Cezayir'de eski Tiaret
eyaletindeki) Beni Salame kalesinde inzivaya çekilmişti. Aynca bir evrensel
tarih (Kitabü1-İber=Bir Ders, İbret lfade Eden Olaylan İnceleyen
Kitap), bir otobiyografi, belki kendisinin olan ve tasavvufu ele almak
iddiasında olan, ancak şüphesiz bir mistik tarafından yazılmamış olan Şifaü's-Sail'i
kaleme aldı.
Mukaddime lbni Haldun'un tasarladığı şekilde görevini yerine
getirebilmek üzere tarihçi için zorunlu olan bilgileri içeren bir ansiklopedi
olarak görünmektedir. Bu noktada lbni Haldun haklı olarak yeni ve bağımsız bir
bilim, insani toplumsal hayat (el-umranü'l-beşeri) ve toplumsal olayların
bütününü oluşturan konusu tarafından belirlenen bir bilim kurduğu
bilincindedir. Mukaddime alu büyük kısımda insan toplumunu (etnoloji,
antropoloji), kırsal uygarlıkları, yönetim biçimleri ve kurumlan, şehir
uygarlığına dayanan toplumları, ekonomik şartlar ve olaylan, bilimleri ve
edebiyatı, kısaca bugün "kültürel tezahürler" olarak adlandırdığımız
her şeyi inceler.
Böyle bir soruşturma şüphesiz geleneksel
felsefenin konusu olan metafizik araştırmaya aykırı, yeni bir şeyi temsil etmektedir.
Onda "çağdaş" pozitivizmin öncüsünü görmek belki İslam kültürü, daha
kesin bir ifade ile lslam felsefesi içinde lbni Haldun'un eserini değerlendirmenin en iyi yolu
değildir. Onun ait olduğu uygarlığın son günlerini yaşadığının bilincinde
olduğunu söylemek olaylar olup bittikten sonra (post eventum) yapılan
kehanet sınıfına girer ve bu, başka yerde, özellikle lran'da şüphesiz farklı
olan ve daha uzun yüzyıllar boyunca varlığını sürdürecek olan bir lslam uygarlığının
ve lslam felsefesinin yaşayacağı parlak atılımı tamamen gözden kaçırmak
demektir. Ibni Haldun'a spekülatif felsefenin binasını yıkarak tercihini
"gerçek" yönünde yaptığı övgüsü yapılmaktadır. Ancak bu
"gerçek"in ne olduğu ve onu karşılamak üzere hangi Arapça kelimeyi
düşündüğümüz üzerinde anlaşmamız lazım. Çünkü eğer "gerçek" denen
şeyi birdenbire bilinemezciliğin dayattığı boyutlara indirgersek, bir iddiayı
kanıt olarak kullanma hatasına (petition de principe) düşmüş oluruz.
Metafizikçinin kendisi de "gerçek"e sahip olduğu düşüncesindedir.
Yalnız önemli olacak olan şey başta dediğimiz gibi hikmet-tarih ile tarih
felsefesi arasında özenle ayrım yapılmasıdır. Birincisi bu dünyaya duyusal-üstü
dünyaların tanrısal güçlerinin müdahele ettiğini farz eder. ikincisi her türlü
aşkınlığı dışarıda bırakan bir nedensellik üzerine kurulabilir. O birincinin
radikal bir laikleştirilmesi olabilir ve lbni Haldun'un eseri bu tür bir
laikleştirme veya dünyevileştirmeyi temsil etmektedir. Şii felsefesi ise bugüne
kadar felsefe tarihçilerinin hemen hemen pek dikkatlerini çekmemiş olan bir
hikmet-tarih ileri sürmüştür. Buna karşılık lbni Haldun'un alayları onu
metafizikçilerin Kutsal-Ruh'a özdeş kılınan faal akıl ile insan aklının
birleşmesinden anladıkları ve yaşadıkları şeye tamamen yabancı göstermektedir.
Onda Kutsal-Ruh fenomenolojisinin yerine bir sosyoloji geçmiş bulunmaktadır:
Kutsal-Ruh'un aşkın hipostazı yerine sadece tarihsel insanlıkta içkin bulunan
bir evrensel aklı tanıyan bir sosyoloji.
Bu anlımda lbni Haldun bazı ateşli hayranlarına
kuşaklar
arasındaki farkların kendisine farklı ekonomik
hayat tarzlarının bir yansıması olarak görünmesi ölçüsünde Kari Man:'ın bir
öncüsü olarak görünebilmiştir. Bunun antitezini hatırlatmak, insanlığın
sosyal, ekonomik, politik hayatını tam da her türlü deneysel veriden önce
kendisine hayatının ve kaderinin anlamını açan bir ilk algıya dayanarak
düzenleyip düzenlemediğini sormak fuzuli bir soru mudur? İslam felsefesi ve
maneviyatı bu soruya cevap vermiş ve insanın yöneliminin eksenini tayin
etmiştir. Simya kadar belirleyici önem taşıyan bir bölümde tbni Haldun'un
gerçek sorunun ötesine geçtiğini görmek anlamlıdır. Çağdaşı Celdeki'nin özü
itibariyle doğa ve insana ilişkin manevi bir bilim olarak muazzam bir simya
binası geliştirmesine karşılık tbni Haldun simyada "üfürükçülük"ten
başka bir şey görmemiştir.
Kısaca tbni Rüşd'ün ölümünden sonra manevi
lslam'a gerçek ereğini gösteren tbni Arabi mi olmuştur, yoksa tbni Haldun mu?
Günümüzün radikal bunalımının uzak nedeni tbni Haldun'un takip edilmemiş olması
olayı mıdır? Yoksa tersine o çağdaş dünyevileştirmenin lbni Haldun'un programını
gerçekleştirirken tbni Arabi'nin eskiden temsH ettiği ve halen bugün de
temsHetmeye devam ettiği şeyin ortadan kalkmasına katkıda bulunmasından mı
ileri gelmektedir? Her iki durumda da filozofun karşısına çıkan soru "tanrısal
bilimler"in "insan bilimleri"ne indirgenmesinin insan kaderine
cevap verip vermediği sorusudur. Burada söz konusu olan sadece İslam
felsefesinin kaderi değildir, tslam'ın bu dünyadaki misyonunun kendisi, onun on
dört yüzyıl boyunca bu dünyada yüklendiği tanıklığın geçerliliğidir. tbni
Haldun'un eserinin şüphesiz trajik olan büyüklüğü, bize bilincimizi bu sorulan
sormaya sevketmesi olayında yatıyor görünmektedir.
iKiNCi BÖLÜM
TaSavvuf Metaf1Z1G1
Tasavvuf sadece felsefeden başka bir şey teklif
etmekle kalmaz, aynı zamanda kendine göre sınırlandırıcı (limitatiD bir
akılcılıkla özdeşleşmiş olması ölçüsünde onun en canh bir eleştirisini yapar.
Öte yandan tasavvuf, felsefe ile metafiziğin birbirlerine özdeş olmamaları
ölçüsünde tüm bir metafizik de içerir. Toplu bakışta belirttiğimiz gibi burada
"tasavvuf metafiziği" denen şey genel olarak "nazari tasavvuf'
terimi ile anlaşılan şeye karşılıktır. Nasıl bir Maitre Eckhart'sız bir Alman
felsefe tarihi olması mümkün değilse aynı şekilde bir lbni Arabi de bir lslam
felsefe tarihinin dışında tutulamaz. Bu metafiziği daha önceki düşünürlerin metafiziğinden
ayıran şey, çok kısa bir şekilde söylemek gerekirse, ilmü'l-yakfn
(kuramsal bir bilginin sonucu olan kesinlik, örneğin ateşin özelliklerini
bilmek) ve hakkü'l-yakfn (şahsen yaşanan bir hakikatin kesinliği,
örneğin bizzat kendisinin ateş olması) teknik terimleri ile işaret edilen
mesafedir. Tasavvuf metafizikçilerinde son derece karmaşık evren şemalarıyla
karşılaşmaktayız (örneğin Yahudi Kabbalacılarının nazariyeleriyle birleşen Arş
hakkındaki nazariyeler), ancak hiçbir zaman iç manevi hayattan soyutlanmış kuramsal bir bilgi
söz konusu değildir. Bu açıdan bakılırsa, nasıl varlık tarzı (modi essendi) ile bilgi tarzı (modi intelligendi) birbirlerinden ayrılamazlarsa
metafizikle mistik antropoloji de birbirlerinden ayrılamazlar. Nasıl ki bir
aşk mistisizmi tüm bir metafiziği ihtiva edebilirse nazari bir mistisizm aynı
zamanda bir aşk mistisizmi olabilir.
lşrakilerin Aristotelesçilerin felsefelerine
göre olan manevi mevkilerinin (situs sprituel) tasavvufçuların Kelam'a olan
manevi mevkilerinin aynı olması ölçüsünde aradaki sınırın belirsiz olduğunu
daha önce hatırlattık. Bir İşraki kelimenin geniş anlamında bir s-0.fi olarak
göz önüne alınabilir. O şüphesiz s-0.filere, Kelamcılara veya akılcı
filozoflara olabileceğinden daha yakındır. Bununla birlikte saf ve basit halde
bir s-0.fi olarak ele alınamaz.
Tasavvufun kaynağı ile ilgili olarak benimsenen
tez ne olursa olsun bu bölümde Sünniler ve Şiiler yer alacaktır. Her ikisinin
de ortak yanlan tasavvuflandır. Ancak bu kısa sayfalar boyunca kesinlikle bir
tasavvuf tarikatlari tarihini yazmaya teşebbüs söz konusu olmayacaktır.
Onlardan ancak zaman zaman söz edeceğiz.
Ayrıca iki olaya dikkat çekmemiz gerekmektedir.
Çünkü bu olaylar bizi tasavvufun lslam'da mistik maneviyatı tek başına
kapsamadığını göz önüne almaya zorlamaktadır. Önce biraz yukarıda sözünü
ettiğimiz lşrakiler olayı var. Şiilerde özellikle Molla Sadra'dan itibaren
İşrakîlerle karşılacağız. Sonra maneviyatlarının (batınilik, derunilik) kaynağı
kutsal imamlardan bu yana aktarılmış öğretim olan ve burada tahliline
giremeyeceğimiz nedenlerden ötürü Safevî çağından itibaren tasavvuf ve
s-0.filer (s-0.fiye) kelimelerinden ziyade irfan ve 'urefa kelimelerini kullanmayı tercih eden bu aynı
Şiilerin olayı var. Bir maneviyatçı "tarikat"e girme mecburiyeti
olmaksızın Şiiliğin Şiilik olarak Şii maneviyatı için "tarikat" olması
ölçüsünde Şiiliğin içinde maddi izler, arşiv belgeleri bırakmamış olan bir tasavvuf
var.
Nihayet burada aralarında hiçbir geçiş olmayan
bölmeler gibi bir şeyi düşünmekten kaçınmak gerekir. XIII. yüzyıldan günümüze
kadar lbni Arabi'nin öğretisi lşrakiler kadar süfiler, 'urefa kadar hükema üzerinde varlığını hissettirmektedir.
1.
Ruzbihan Bakli Şirazi
Bu çok büyük mistiğin önemi ve rolü, Iran
tasavvuf tarihindeki mevkii ancak eserlerinin yakın zamanlarda yayımlanmasından
bu yana ortaya çıkmaya başlamıştır. Şiraz bölgesinde yer alan bir kasaba olan
Pasa'da 522/1128'de doğmuş, 606/1209'da Şiraz'da ölmüştür. Kısmen lbni Arabi'nin
çağdaşı olmuştur ve Hallac'ın bir eserinin tek nüshasının muhafazasını ona
borçluyuz. Ancak kişiliğini ve öğretisini tanımlamak üzere onu Hallac'la lbni
Arabi arasına yerleştirmek kafi değildir. lnsanj aşkla ilahi aşkı karşı
karşıya getiren bir çileciliği reddetmesi ile önceki sftfilerden ayrılmaktadır.
Onların ikisini bir ve aynı aşkın iki biçimi olarak görür. Onda insani bir
"nesne"nin ilahi bir "nesne"ye nakli değil,
"özne"nin tam bir dönüşümü (metamorphose), biçim değiştirmesi
(transfiguration) söz konusudur. "Sadıklann Yasemini" adlı
eseri bir yandan güzelliğin peygambersi anlamını sergiler; lslam peygamberini
güzellik dininin peygamberi olarak temaşa eder. Diğer yandan Platoncu bir
esinlenmenin tüm imkanlarıyla ezeli-ebedi Şahit ve ezeli-ebedi Nişanlı büyük
temalarını birleştirmek üzere aşkın yaratım öncesi kaynağına yükselir. Bundan
(gerek Arapça gerek Farsça mistik destanda Tristan ve lsolde'un karşılığı olan)
Mecnun ve Leyla çiftinde öznenin dönüşümünün tipleştirilmesi ortaya çıkar.
Aşkının doruk noktasında Mecnun "Tanrı'nın aynası" olur. Sevenin bakışı
sayesinde sevilende kendi ezeli-ebedi yüzünü seyreden, Tanrı'nın kendisidir.
Rüzbihan'ın Fedeli d'Amore gibi lbrani
Leon (Leon l'Hebreu) 1 ile benzerliğini gösteren bu öğretinin kaynağında
tüm nazari tasavvufun gıdasını teşkil etmiş olan kudsi hadiste ifade edilen
metafizik sezgi vardır: "Gizli Hazine" bilinmek ister ve bilinmek ve
kendisini yaratıklannda tanımak için evreni yaratır. Ruh, Kutsal Ruhların,
varlıkların yaratım öncesi tinsel örneklerin kendisiyle varlıklarını devam
ettirdikleri ilk varlıktır. Şüphesiz her varlık zerresi, kendisine kaynağını
vermiş olan Nür'u temaşa etmeye dalmış bir gözdür. Ancak bu safhada ilahi Varlık
kendi kendisini kıskanır. Kendini açtığında, kendini kendisine nesne haline
getirdiğinde artık kendi kendisinin Şahidi değildir. Onun kendisi dışında bir
Şahid, kendinden bir başka olan vardır ve bu ilk Perde'dir. Bunun
sonucunda ilahi Varlık tekrar kendisine kavuşmak ister. Bu Ruh'un kendisini
seyretmesine engel olur ve onu kendi kendisini seyretmeye yöneltir. İşte bu
kendisinin kendi tarafından görülmesi ikinci Perde'dir. Perde sınavı Yaratım'ın
ve Kutsal Ruhlar'ın bu aleme inişlerinin anlamının kendisidir. Sınavdan geçmek
mistik için Tanrı'nın kendi kendisini seyrettiği bakış olarak kendisi
hakkındaki bilgisini keşfetmektir. O zaman perde, ayna olur. Çünkü Tanrı
Yaratım'dan bu yana kendisinden başka olan bir dünyayı hiçbir zaman
seyretmemiştir. Ondan dehşet duyar. Ancak Tanrı'nın kendileriyle kendi
kendisinin Şahidi olduğu Şahitler olma bilincine ulaşanlar, Tanrı'nın kendileriyle ev-
1
İbrani Leon (veya Fransızca karşılığıyla Leon l'Hebreu), Yahudi asıllı devlet
adamı, filozof ve Kutsal Kitap yorumcusu Don Isaac Abravanel'in oğludur. Lizbon'da
1460-1520 yıllan arasında yaşamıştır. Hekim, şair ve filozof olup Platoncu bir
mistisizmin izlerini taşıyan Dialoghi d'Amore'nin yazandır. Bu eser
döneminde büyük yankı uyandırmış ve birçok dile çevrilmiştir.
rene baktığı gözlerdir. Burada daha şimdiden
lbni Arabi'ye oldukça yakınız.
Bir dostunun isteği üzerine Rüzbihan elli beş
yaşındayken gençliğinden bu yana gördüğü rüyaların günlüğünü kaleme almıştır.
Bu belki tüm zamanların mistik literatürünün tek örneğidir. Onda büyük
meleklerin (Archanges), göksel biçimlerin, peygamberlerin, kızıl şafakların,
gül bahçelerinin görülmesi söz konusudur. Tüm bu manevi günlük (diarum
sprituale) aynı zamanda hem "var olan", hem "var
olmayan" insan lmge'sinin ikiz anlamı (amphibolie) teması üzerinde bir
dizi 'çeşitlemedir. Her duyulan, görülen, işitilen şey bir ikiz anlamdır,
ikili bir anlama sahiptir, çünkü o görülmeyeni, işitilmeyeni açığa vurur. Saf
özün soyulup ortaya çıkarılması (tenzih) ile bir çelişki meydana
getirmeksizin yaratıklarının güzelliğinin yansıtıcı (theophanique)
işlevi zaten budur. Rüzbihan'ın düşüncesi kavramsal bir diyalektikle değil,
bir imgeler diyalektiği ile ilerler. Kitaplarını çevirmek zordur, ancak onlar
her türlü hayal gücü metafiziği açısından temel bir öneme sahiptir. Rüzbihan
aşın heyecanlılığı sonucu "yıkıcı paradokslar", mistiklerce söylenen
"şathiyat"ın adamı olmuştur. Tasavvuf üstadlarımn belli başlı
sözlerini önce Arapça olarak derlemiş, sonra öğrencilerinin isteği üzerine
onları Farsça olarak genişletmiştir. Zamanının tasavvufunun sistematik bir
geniş özetini teşkil eden bu eser çok hacimli ve çevirilmesi zor bir eserdir.
Rüzbihan tarikatı Şiraz'da birçok kuşak boyunca
devam etmiştir. Çok yakınlarda türbesi muhteşem bir şekilde restore
edilmiştir. RO.zbihan'in eserini iyi inceleyen biri, ünlü hemşerisi büyük şair
Hafız'm (791/1389) Dfvan'mın günümüzde nasıl lran sO.ftlerince mistik bir
Kitab-ı Mukaddes gibi okunabildiğini anlayacaktır.
2.
Nişaburlu Attar
Rfizbihan güney-doğu İranlı idi. Feridüddin
Attar ise lran'ın kuzey-doğusundan biri, bir Horasanlı'dır. Nişabur'da doğum
tarihi üzerinde hemen hemen bir uzlaşma varsa da maalesef bu dünyayı
terkedişinin kesin tarihini tespit etmekte belli bir güçlük söz konusudur.
Uzun bir gelenek ölüm tarihi olarak 627/1230 veya 632/1235 yılını kabul etmektedir.
Bu durumda ona olağanüstü uzun bir ömür tanınmış olmaktadır. Helmut Ritter ise
589/1193 tarihini önermekteydi. Ancak bu sefer de belki bu süre fazla kısadır.
Her neyse burada bu sorun kesin karara bağlanmayacaktır.
Hayatının eserini lran'ın en büyük mistik
şairlerinden biri olan bu insana adayan H. Ritter, Attar'ın eserinin Doğulu
bir şairde ender raslanan bir özelliği gösterdiği noktasına işaret etmişti:Bu
kendisinde bir iç gelişmenin merhalelerini izlememizin mümkün olduğu bir eser
olma özelliğidir. Ritter'i izleyerek Attar'ın iç biyografisinde esas olarak
üç merhale ayırt edeceğiz: Birincisi şairin inanılmaz bir malzeme toplayarak
hikaye sanatında giderek ustalaştığı gençlik dönemi, ikincisi anafor
tekniğinin bütün araçlarıyla ortaya çıktığı, şairin sanatının dünya
literatüründe sayı ve hacim bakımından benzerlerine ancak güçlükle rastlanabilecek
olan eserlerde kendini gösterdiği dönem, nihayet üçüncüsü Şii ihtiyarlık
dönemidir. Burada maalesef ne Attar'ın Şiiliğe geçişi önemli olayı üzerinde, ne
de ister hakiki, ister {bir Attar II ile olan isim benzerliğinden dolayı) ona
aidiyeti şüpheli olan eserlerinin ayrıntıları üzerinde uzun uzun
duramayacağız. Hakiki eserlerini tespit etmek zor değildir, çünkü Attar'm
kendisi son eseri olan Lisanü'l-Gayb'te (Bilinmeyenin Dili) bunları
zikretmiştir: Bunların sayısı on beşten biraz fazladır. Başlıcaları llahi-name
(llahi Kitap), Mantıkü't-Tayr (Kuşlann Dili), Musibet-name
(Bela Kitabı), Esrar-name. (Sırlar Kitabı),
Uştur-name (Deve Kitabı)
vb. Kurucusu olarak kabul edilmesi mümkün olan Hakim Sana'i'den (545/1151
civarında ölmüştür) sonra Attar, Cami (bkz. s. 104) ile birlikte Fars tasavvuf
destanının en önemli temsilcisidir. Bu destanın sürekli bir hikaye oluşturabileceğini
açıklığa kavuşturalım. O bundan başka ister konusunun bu konuyu örneklerle
gösteren hikayelere aynlmasıyla, ister keşfi okuyucunun tahminine bırakılmış
olan görünmez bir bağla birbirlerine bağlanmış olan hikayelerin birbirlerini
takip etmesi ile mistik bir rapsodi şeklini de sergileyebilir.
llahi-name ve (Simurg'un olağanüstü mistik yolculuğunu hikaye eden) Kuşlann
Dili Fransızca'ya çevrilmiş olduğu için bir fikir vermek üzere burada bütün
diğerleri gibi henüz herhangi bir Batı diline bir çevirisi olmayan Musibet-name'nin
çok kısa bir tahlilini vermeyi istiyoruz. Bu esas itibariyle bir inziva
döneminin mistik tefekkürü esnasında ruhun yolculuğunun hikayesidir. Bu
inzivanın kırk gününe ruhun kırk durağı tekabül eder. "Zihinde
yolculuk" insanın etten ve kandan fazla bir şey olduğunu, evreni içinde
taşıdığını veya daha ziyade evrenin kendisi olduğunu keşfetmesinin aracı
olur. Yolcumuz gece gündüz dinlenmez. Bir sürgünün kalbini kırıp geçiren acıya
çare bulmak amacıyla sırasıyla dört büyük melekten, Cebrail, Israfil, Mikail
ve Azrail'den, sonra kozmik Arş'ı (Kürelerin Küresi) taŞıyan melekleri temsil
eden Melek'ten, Sabit Yıldızlar küresinden, Levhi Mahfuz'dan (Alem ruhu), Kalem'den (Akıl),
Cennet'ten, Cehennem'den, gökten, Güneş'ten, Yer'den, dört unsur'dan, Nuh'un
gemisinin üzerine konduğu dağdan, denizden, madenlerden, bitkilerden, vahşi hayvanlardan,
kuşlardan, Şeytan'dan, nihayet ruhlardan, insandan, Adem'den ve Muhammed'e
gelinceye kadar diğer peygamberlerden, duyu algısından ve aklın kavrayışından yardım
ister. En sonunda
kalp ve ruhun durağına gelir ve burada
kendisine şu söylenir: "Sonuçta benim olan denizin kıyısına gelinceye kadar
bütün evreni boşuna dolaştın. Aradığın şey, sendedir. Seni ondan ayıran yine
sensin. Benim olan bu denize gir ve onda yok ol." "Niçin o kadar
uzaklara kadar gitmek zorunda kalmıştır?" "Değerimi bilmeyi öğrenmen
için." Bilge biri ona şöyle açıklar: "Senin arayışının kendini arayan
bir Tanrı dostunun arayışı olduğunu anlamalısın." O zaman yolcu bütün
evrenlerin kendisinde olduğunu anlar. Nihayet ruhunun sımm bilir. O zamana
kadar Tanrı'ya doğru yolculuk etmişti, bundan böyle Tanrı'da yolculuk
edecektir. Sonuç sadece diğer destanların değil, aynı zamanda bütün mistik
metafizikçilerin sonucuyla birleşir (Üçüncü Bölüm madde 9'da Molla Sadra'da
"dört manevi yolculuk"a bakınız)..
Büyük destanlarının ve mutasavvıfların hayat
hikayelerini içeren geniş bir eserin (Tezkiretü'l-Evliya) dışında Attar
geniş bir derleme, Farsça kaleme alınmış binlerce beyitten meydana ' gelen bir
Divan bırakmıştır. Bazıları bir meydan okumanın ateşliliğine sahiptir:
"Sık sık Mubidlenn mabedini ziyaret eden kişi hangi mezheptendir?Hangi
ibadete uymaktadır? -Ben İyi ve Kötü'nün, küfr ve dinin, teori ve pratiğin
ötesindeyimÇünkü bütün bu şeylerin ötesinde daha birçok merhaleler var."
Burada Eski Pers dünyasının zerdüştçü
Mazdeizm'inden gelen ve Sühreverdi'nin İşrakilik'i ile gizli yakınlıkları da
açığa vuran canlı bir imgeler ağının teşekkül ettiğini görüyoruz. Mubidler
mabedi, Mubidlerin başrahibi ve başrahibesi, Mubidlerin oğlu, Mubidler şarabı,
bütün bunlar sembolik olarak tasavvufun kavram ve pratiklerine işaret eden deyimlerdir.
Şüphesiz Batı'da apriori
olarak Mazdeizm'in İslam lran'ı üzerinde hiçbir etkisi olmadığı kabul
edildiğinden bu sözlüğün önemini küçümseme eğilimi var olmuştur. Ancak İran
tasavvufunun üstadlarının görüşü haklı olarak
tamamen farklıydı. Attar'ın mazdekçi sembolizm taşıyan bu gazelleri İran Safevi hanedanının atası olarak kabul ettiği Şeyh Safiyüddin
Erdebili (735/1334) tarafından uygun bir biçimde şerh edilmiştir. Onu burada
anıyoruz, çünkü bundan sonraki sayfalar boyunca İranlı 'urefa grubuna
mensup bir diğer şeyhin (Esferayin'de 866/l461-l462'de ölmüş olan) şeyh Azeri
Tüsi'nin şerhleri üzerinde duramayacağımız gibi bu konuya da bir defa daha
dönme fırsatımız olmayacaktır.
3.
Ömer Sühreverdi
Her ikisi de (lran'ın kuzey-batısında yer alan
Zencan eyaletindeki) Sühreverd şehrinden gelmekle birlikte Bağdat'ta yerleşmiş
büyük tasavvuf şeyhi Şihabüddin Ömer Sühreverdi ile eski Pers felsefesi ve
teosofisinin yeniden canlandırıcı lşrakilik şeyhi Şihabüddin Yahya
Sühreverdi'yi (587/1191) birbirine karıştırmamak gerekir. Şihabüddin Ömer Sühreverdi
539/1145'de doğmuş, 632/1234-1235'de Bağdat'ta ölmüştür. Tasavvuf yolundaki
ilk adımlarına amcası Ebu'l Necip Sühreverdi (ölümü 563/1167-1168) kılavuzluk
etmiştir. Her ikisi de günümüze kadar varlığını sürdürmüş olan süfi Sühreverdi
tarikatının kuruculanndandır.
Esas itibariyle büyük bir süfi şeyhi olmakla
birlikte Ömer Sühreverdi birçok bakımdan felsefe tarihini ilgilendirmektedir.
Yunan felsefesine veya daha doğru bir ifadeyle Yunan tarzında felsefe yapan
filozoflara, yani fe lasifeye karşı bir eser yazmıştır (bu eser Mu'inüddin
Yezdi tarafından 774/ 1372-1373'te Farsça'ya çevrilmiştir). Eserle ilgili
herhangi bir ön inceleme mevcut olmadığı ve yazmalarına ulaşmak da zor olduğu
için burada onun niyeti hakkında bir açıklamaya girişemeyeceğiz. Bununla
birlikte eserin bölümlerinden birinin "ikinci doğuş"u ele alması ve
öte yandan Ömer
Sühreverdi'nin Avarifü'l-Maarif (Manevi
Bilgilerin Faydalan) adıyla kaleme aldığı mükemmel tasavvuf sistematik geniş
özetinin de kendi felsefi öğretisini içermesi durumunu göz önüne alarak bu
niyeti sezebiliriz. lkna olmak için eserin zihin, ruh ve aklı ele alan LVI.
bölümünü okumak kafidir. Bu sistematik geniş özetin kendisi yüzyıllar boyu tasavvufun
sürekli okunan bir el kitabı olarak kalmıştır. Eser XIII-XVI. yüzyıllar
arasında Farsça ve Türkçe çeviri ve şerhlerin konusu olmuştur. Bütün süfiler
onu okumuşlardır. Yazmaları bol olmakla birlikte maalesef hala gerçek bir
edisyon kritiği mevcut değildir.
Ömer Sühreverdi'nin eserinin felsefeyi
ilgilendiren bir başka cephesi vardır: Sözünü ettiğimiz, Jütüvvet
üzerine iki risalesidir. Arapça olan bu kelime (Farsça'sı civanmerdi), "gençlik,
delikanlılık" anlamına gelir. Feta, civanmerd, genç adamdır. Ancak
teknik kullanımında kelime fizik yaş değil de manevi gençlik anlamına gelir. Fütüvvet
lslam'da batıniliğin sosyal gerçeklikle özel ilişkisinin aldığı biçimi ifade
eder. Diğer süfilerin onu tasvir ettikleri şekilde bu fenomen kaynağını
tasavvufta bulur ve meslek faaliyetlerine uzanır (fütüvvet aynı zamanda
Batı'daki şövalyelik ve lonca kavramına tekabül eder). Kaynağını tasavvur
etmeye yönelik sembolik hikayeye gelince, ileride Hüseyin Kaşifi'nin eseri
vesilesiyle ona tekrar dönme fırsatımız olacaktır. Burada esas olarak şu
noktaya dikkat çekeceğiz ki tasavvufun dışına taştığında fütüvvet bütün mesleki
faaliyetleri kutsallaştırmaya, onların hareketlerini törensel fiillere
dönüştürmeye yönelir. Fütüvvete bir giriş (initiation) merasimi ile girilir.
Bu merasimin adayın aralarında seçim yapmak durumunda olduğu üç şekli vardır.
Söz vermek suretiyle giriş şekli, kılıç almak suretiyle giriş şekli ve nihayet
merasim kupasından içmek suretiyle giriş şekli. Birbirlerine bir kardeşlik
andı ile bağlanmış olan lonca mensuplarının faaliyeti
bir şövalyelik hizmeti seviyesine yükselir. Her
mensup bir civanmerddir.
Ömer Sühreverdi'nin Abbasi halifesi Nasır
Lidinillah'm (575/1180 652/1225) ilahiyat danışmanı olduğunu hatırlatacağız.
İmamcı, hatta lsmaili Şiiliğine karşı güçlü sempatileri olan halife lslam
dünyasının bir ucundan diğerine fütüvveti manevi aileleler arasında bir bağ
yapma, pan-lslamcı fütüvvet gibi bir şey yaratma yönünde büyük bir proje tasarlamıştır.
Aristokratik bir fütüvvet, bir "saray fütüvvet"i diye adlandırılan
şey ortaya çıkmıştır. Ancak bu aristokratik şövalyelik yalnız başına onun
Batı'daki bir şövalyelik tarikatinin aynısı olduğu görüşünü haklı çıkarmaz. Çünkü onu
anlamak için fütüvvetin kendisi için kabul ettiği manevi soy ağacına ve
ahlakının kurallarına bakmak gerekir. Moğol istilaları Nasır Lidinillah'ın
büyük projesini maalesef yıkacaktır, ancak bu felaket kesinlikle manevi
şövalyelik olarak fütüvvetin ortadan kaybolmasını doğurmamıştır. Yüzyıllar boyu
fütüvvet kitapları birbirlerini izlemiştir. Ömer Sühreverdi'nin kitapları
çizgisinde kendisi de Sühreverdi tarikatinin mensubu olan Necmüddin Zerküb
Tebrizı'nin (712/1313) Fütüvvet-name'sini zikredeceğiz. Şüphesiz bütün bu
kitaplar tasavvufun damgasını taşımaktadır. Bunun nedeni fütüvvetin manevi
şövalyelik fikrinin tasavvufa nüfuz edişini ifade etmesidir (Batı'da benzeri
bir fenomen Rhenan okulu mistisizminde ortaya çıkmıştır). A ı zamanda
fütüvvet, ka ağı itibariyle tasavvufun türemiş bir dalı olduğunun bilincindedir.
Zaten o bu yolla her birine ona uygun düşen bir fütüvvet biçimi teklif ederek
çeşitli zümre ve mesleklere nüfuz edebilmiştir. Gerçekten o lslam toplumuna
teklif edilen bir manevi ideal doruğunu temsil etmektedir.
Ayrıca fütüvvet fikrinin Şiiliğin velayet
fikrinden ayrılamaz göründüğünü unutmamalıyız. Velayet
kelimesinden şövalyece bir hizmet türüne dayanarak Tanrı ile insan arasında ilişkiyi düzenleyen ilahi dostluk andını (Farsça dustf), Tanrı Dostları
Andı'nı (Dustdn-ı Hakk) anlamamız gerekir. Ne yazık ki kelimeyi vilayet
diye okuma alışkanlığını sürdürür ve onu da "ermişlik, velilik" diye
çevirirsek her şey değişir. Velayet, Tanrı'nın girişimi ile "Tanrı
Dostları"nda birinden diğerine aktarılır. "Aktarılabilir" bir
ermişliğin, veliliğin ne anlama gelebileceği görülmemektedir.
Ömer Sühreverdi'nin tasavvuf üzerine etkisi
büyük olmuştur. Burada ancak iki ada işaret edebiliriz: Şeyhimizin Zadü'l-Musafir
(Yolcunun Azığı) adlı küçük bir tasavvuf el kitabı yazmış olan oğlu
Muhammed lbni Ömer (dördüncü Sühreverdi) ve Misbahü'l-Hidayet (Doğru Yolun
Sabah Işığı) adlı Farsça önemli bir eser bırakmış olan lranlı süfi lzzüddin
Mahmud Kaşani'nin (735/1334-1335) adlarına.
4.
lbni Arabi ve Okulu
Bundan önce gelen kişiler kısmen lbni Arabi'nin
çağdaşları idiler. Bu dünyadan ayrılış tarihleri bize bunu göstermektedir.
Şimdi ucu bucağı olmayan bir denizin kıyısına, doruğu bulutlar arasında
kaybolan bir dağın eteğine varıyoruz. Bütün bu benzetmeler doğrudur, çünkü
bütün zamanların en büyük keşf sahibi teosoflarından biri olan lbni
Arabi'nin eseri gerçekten devasa bir büyüklüktedir. Hangi itiraf edilmemiş bir
önyargıdan kaynaklandığı bilinmeyen, bu eserin ortaya çıkışında tasavvufun
altın çağının sona erişini gören yanlış bakış açısını tamamen yıkmak gerekir.
Bu görüşün tersine, bu eserle birlikte yeni ve özgün bir şeyin, ancak lbrahimi
batıniliğin bünyesinde ve onun üç dalı arasında da lslami batıniliğin
bünyesinde ortaya çıkması mümkün olacağı kadar özgün bir şeyin başladığını söyleyebiliriz.
Yunan tarzındaki filozofların felsefesi, skolastiklerin Kelam'ı, ilk dindar
süfilerin çilesi, bütün bunlar nazari bir metafiziğin ve şimdiye kadar
görülmemiş bir keşf gücünün seli içinde akıp gitmişlerdir. O zaman mistik
teosofinin altın çağı başlamıştır. lbni Arabi'nin teosofisi ile Şühreverdi'in
işraki teosofisi arasında çok açık bağlar vardır. Kutsal imamlardan çıkmış Şii
teosofisiyle birleşecekleri zaman lran'da (Haydar Amuli, lbni Ehi Cumhur, Molla
Sadra vb. ile) imkanlan günümüze kadar hala tüketilmemiş olan Şii metafiziğinin
büyük hamlesi gerçekleşecektir.
lbni Arabi lspanya'nın güneyinde Mürsiye'de 17
Ramazan 569/28 Temmuz 1165'de doğmuştur. tık eğitim ve çıraklık yıllanm
lspanya'da geçirmiştir. On yedi yaşında iken lbni Arabi filozof lbni Rüşd'le
olağanüstü bir konuşma yapar. lbni Rüşd'ün küllerinin Kurtuba'ya nakledileceği
güne kadar bir daha birbirleriyle karşılaşmayacaklardır. lbni Arabi bu merasime
kanlmış ve bu vesileyle irticalen birkaç dokunaklı beyit söylemiştir. Bu
beyitlerinde lslam felsefesi ve maneviyatının kendisiyle birlikte alacağı
istikametin bir ön işareti görülebilir. lbni Meserre'nin okulu olan Almeria
okulunun eğilimi üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bu okul lsmaili ve Şii
davetçilerin öğretimini içinde bulundurmaktaydı. Bundan dolayı daha sonra
Molla Sadra ile birlikte Isfahan okulu lbni Arabi'nin öğretilerini kabul
ettiğinde gördüğümüz şey kaynağa yeniden dönüşün meydana getirdiği muhteşem dairedir.
Bu arada metni harfi harfine almaktan uzaklaşan bi.:. ri için İspanya'da kalmak
imkansızlaşmaktaydı. İbni Arabi Doğu'ya gitmeyi tercih etti. Bir sembol değeri
verdiği bir göç gerçekleştirdi. Hayranlık verici dolu bir hayat ve üretken bir
yazarlık faaliyetinden sonra 28 Rebiülahir 638/16 Kasım 1240'ta Şam'da
dostlanyla çevrilmiş olarak huzur içinde öldü. lki oğlu ile birlikte orada,
Kassiyun dağı eteğinde gömülüdür ve mezan günümüze kadar çok sayıda hacı
tarafından ziyaret edilmektedir.
Burada birkaç satırla lbni Arabi'nin
öğretilerini özetlemek söz konusu olamaz. Sadece birkaç dokunuşla bazı esas noktalar üzerinde
duracağız. Onun sisteminin temelinde, deyim yerindeyse, bütün hikmetlerde,
irfanlarda (gnose) olduğu gibi bilinemez, hakkında bir şey söylenemez ve dile
getirilemez saf bir Öz'ün sım yatmaktadır. Tanrısal tecelliler seli işte bu
dipsiz uçurumdan çıkar ve ilahi Sıfatlar kuramı ondan doğar. tbni Arabi bu
noktada Tanrı'ya herhangi bir sıfat izafe etmeyi yasaklayan negatif teolojinin
(theologie apopathique) yasa ve sonuçlarını kararlı bir şekilde sürdüren lsmaili
ve Oniki imam Şiiliğinin teosofileri ile derin bir uyum içindedir. Ismaili
teosofinin varlığın ötesinde üst-varlık (super-etre) olarak varlığın kaynağı
kavramını devam ettirmesine karşılık lbni Arabi bu ifade edilemez olana Saf
Nur adını verdiğinde veya onu Salt Varlık'a özdeş kıldığında bir kopukluk mu
meydana gelmektedir? Bu veya diğer yorumdan kendisi ile ilgili olarak birçok
yanlışın yapıldığı varlığın aşkın birliğinin (vahdet-i vücud) anlamı çıkar.
Bu ilahi uçurum, bilinmek isteyen ve
kendilerinde kendi bilgisinin nesnesi olmak için yaratıkları yaratan
"gizli hazine"nin sımmiçinde barındırır. Bu ilahi varlığın kendini
açığa vurması (revelation) bir üç dereceli ilahi tecelliler dizisi olarak
gerçekleşir. Bu üç derecenin birincisi ancak ima yoluyla kendisinden
bahsedilmesi mümkün olan llahi Öz'ün kendi kendisine tecellisidir. Tanrısal
Öz'ün kendilerinde ve kendileriyle ilahi İsimler biçiminde, yani mutlak gizin
sım içindeki varoluşlarıyla ilgili varlık formlarında kendini ken• dine açtığı
ilahi tecelliler toplamı, ikinci tecelli derecesidir. Üçüncü ise ilahi İsimlere
somut ve görünen bir varlık vererek somut bireysel formlarda ilahi tecellidir.
Öz'ün kendisi olan bu İsimler tlahi Öz'de ezelden beri mevcutturlar. Çünkü
onların işaret ettikleri sıfatlar llahi Öz'e özdeş olmamakla birlikte ondan
farklı da değildirler. Bu İsimlere tamamen hipostazlann görünüşüne sahip olan
Efendiler (Rablar) denir. (Burada III. Hanoh diye bilinen ibrani Hanoh
kitabındaki ilahi İsimlerin süduru düşünülsün.)[6]
Deneysel olarak onları ancak kendi hakkımızda
sahip olduğumuz bilgi sayesinde biliyoruz. Tanrı bizim aracılığımızla bize
kendisini tasvir etmektedir. Başka deyişle Ilahi İsimler esas olarak kendi
varlık tarzlarında ve kendi varlık tarzlarına göre kendilerini keşfettikleri
ve tecrübe ettikleri şekilde kendilerini adlandıran varlıklara görelidirler.
Bundan dolayı bu İsimler varlık seviyelerini veya planlarım oluşturan şeyler
olarak da adlandırılırlar (Raymondus Lullus'un çevirdiği gibi katlar [hazarat,
presencesJ, mevkiler [dignites] olarak). İçlerinde yedisi isimlerin İmamlarıdır.
Diğerlerine "mabedin muhafızları" (sadana) denir. llahi
İsimler kuramı genel hazarat kuramı modelini tekrar eder. Ilahi İsimler
ancak tezahür biçimleri olan varlıklar (mazharlar, mezahir)
aracılığıyla ve bu varlıklar için anlam ve tam gerçekliğe sahiptirler. Ilahi
İsimlerin taşıyıcıları olan bu biçimler yine ezelden beri Ilahi Öz'de var
olmuşlardır. Onlar bizim kuvve halindeki kendi varlıklarımızdır, ayan-ı sabite
(hecceites etemelles) olarak, ilk asli örnekler olarak kendi
varlıklarımız. [7] Ezelden
beri açığa vurulmak,
!anımda Ayan-ı
Sabite denir. Bu Plotinos'un Bir Olan'ından sonra gelen ikinci hipostaz,
yani Akıl veya Nous'a tekabül eder. Bu alemden Tanrı'nın isimleri ve sıfatları
zuhur eder ve bunlar da maddeden ayrı, maddeden bağımsız, maddesi olmayan
ruhlar veya nefsler alemi demek olan Melekiit alemini meydana getirirler. Bu
üçüncü kademenin de aşağı yukarı Plotinos'un üçüncü hipostazı olan Ruh'a
tekabül ettiği söylenebilir. Bu Melekiit aleminden sonra gelen alem ise içinde
yaşadığımız maddiduyusal, mülk alemi denen alemdir. Mülk alemine duyulan,
görülen, duygu ve görgü alemi anlamında Şehadet ve His alemi de denir. Bu
sonuncu ise Plotinos'ta varlığın yokluğa kavuşmasından önceki son görüntüsü
demek olan maddi-duyusal aleme, doğaya tekabül etmektedir. Bu sonuncunun bir
hipostaz olarak adlandırılabileceği şüphelidir (geniş bilgi için bkz.
Abdülbaki Gölpmarlı, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yayınevi, lstanbul
1969, s. 61 vd.).
Haecceitas
veya Hecceites: Corbin'in sık sık kullandığı ve
Arapça felsefi karşılığı olarak ayan-ı sabite'yi verdiği bu kavram hakkında da
biraz açıklama vermeyi yararlı görüyoruz. Haecceitas kavrarm esas
olarak Batı Hıristiyan Ortaçağı'nda Duns Scotus'un ortaya attığı bir kavramdır
ve kelime anlamı olarak tam karşılığı "şimdi ve burada olmaklık, şu
olmaklık"tır (thisness). Bilindiği üzere Aristoteles'in varlık öğretisine
göre asıl var olan veya birincil töz olan şey bireydir. Birey ise madde ve
formdan meydana gelir. Şimdi bir türün bütün bireyleri aynı formu paylaşırlar.
Birbirlerinden ise ancak maddeleri ile ayrılırlar. Örneğin insan türü içine
giren bütün insanlarda insan formu veya özü, yani "düşünen hayvan"
özelliği ortak olarak bulunur. O zaman insan türü içindeki şu insanı
diğerinden, Ahmet'i Mehmet'ten ayıran şey nedir? Aristoteles bu ayırıcı,
bireyselleştirici ilkeyi maddede bulunur. Her varlık gibi bir insan da bir
madde ve formdan meydana geldiğine ve form insan türünün bütün bireylerinde
ortak olduğuna göre onları ancak maddeleri birbirlerinden ayırabilir. O halde
kısaca madde bireyselleştirici ilkedir. Ancak öte yandan Aristoteles'in bilgi
kuramına göre bilginin konusu olan şey ise ancak formdur. Çünkü madde belirsiz
olandır ve bilinemez. Başka deyişle madde aslında forma göreli olan şey,
kendisi bakımından belirsiz olan şeydir. Bu durumda Aristoteles'in varlık
kuramıyla bilgi kurarm arasında ciddi bir çelişki meydana gelmektedir. Çünkü
varlık kuramına göre asıl var olan bireylerdir. Bilgi kurarmna göre bireyler,
bireyler olarak bilinemezler. Bu problemi çözmek üzere Ortaçağ Hıristiyan
dünyasının ünlü Tanrıbilimcisi Duns Scotus işte bu haecceita kavrarmnı
ortaya atmıştır. Scotus maddenin bireyselleştirici ilke olduğu görüşünü reddetmiştir.
Çünkü bu durumda birey, birey olarak bilinememekte bu ise hatta Tanrı'nın tek tek bireyleri bireyler olarak bilme imkanını
tehlikeye düşürmektedir. (Aynı itirazı daha önce de Tanrı'nın bu dünyadaki tikelleri, yani yine bireyleri veya
tikel olaylan bu özellikleri bilemeyeceği, onları ancak tümel görünümleri
altında bilebileceği yönünde felasifenin tezlerine karşı Gazali de ortaya
atmış ve hatta bilindiği ünlü Teha.füt'ünde felasifeyi kafir oltnakla suçladığı
üç tezden birisini bu tez oluşturmuştu.) Bu güçlüğü çözmek için Duns Scotus
bireyselliği sağlayan şeyin madde veya maddi bir ilke değil, yine form veya formel
ilke, örneğin "Sokrateslik" olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre her
birey genel olarak bu "Sokrateslik"te olduğu gibi kendisine ait olan
ve sadece kendigörülmek isteyenler de işte bu kuvve
halindeki varlıklardır (individualites). Bu bilinmek isteyen "gizli
hazine"nin özleminin kendisidir. Henüz bilinmeyen ilahi İsimleri ve ilahi
İsimlerin kendileri sayesinde ve kendileri için bilfiil tezahür edeceği
varlıkları bilfiil varlığa geçiren rahmani Nefes ezeli olarak buradan südür
eder. Böylece her varlık gizli varlığında, varlık veren ilahi rahmetin hır
nefesidir ve Al-lah ismiRahman, acıyan, esirgeyen adının eşlamlısıdır.
Bu "rahmani nefes"Bulut ('ama)
diye adlandırılan çok ince yapıya sahip bir kitlenin kaynağıdır. O, aynı zamanda
hem bütün biçimleri kabul eden, hem varlıklara formlarım veren bir ilk
buluttur. O, aynı zamanda aktif ve pasif, şekil verici ve kabul edicidir. llk
bulut, varlık verici rahmet, aktif, mutlak veya tecelli eden hayal gücü, bütün
bu kelimeler bir aynı ilk gerçekliğe işaret ederler. O yaratılmış ve kendisinden
her yaratığın yaratıldığı Tanrı'dır (hakk mahluk). O yaratılmış-Yaratan, tezahür etmiş-Gizli,
zahiri-Batıni, sonllk vb.'dir. işte bu Figür sayesindedir ki İslam'da hatmi teosofi
yukarıda toplu bakışta kısaca temas ettiğimiz nazari ilahiyat mevkiine
yerleşir. Bu ilkBulut'un içinde ilk-Yaratılmış (mahluk
evvel, Protoktistos), Muhammed'in Kutsal Ruh'u (ruh muhammedi) diye de adlandırılan muhamınedi Kelam, Muhammed'in
metafizik hakikatidir (hakikat muhammediye). Bu Kutsal-Ruh Yeni-Platoncuların, Gnostiklerin, Philon'un
ve Origenesçilik'in ilahiyatını kendine özgü özelliklerle tekrar eden bir
Kelam ve Ruh ilahiyatının kaynağı ve menşeini meydana getirir.
Yaratılmış-Yaratan (hakk-halk) çifti ilahi tecellilerin her düzeyinde, "varlığın
inişi"nin her derecesinde tekrarlanır.
sine has olan bir bireysellik formuna (şimdi ve
burada olan şu varlık olma formuna, "şu"luğa (haecccit.a, thisness) sahiptir. Şimdi H. Corbin'in bu haecceita kavramının tbni Arabi'nin teosofısinde Tanrı'nın zihninde var olan ilk
örnekler (archetypes) grubuna (ayan-ı sabite'ye) karşılık oldugunu düşündüğü
anlaşılmaktadır. Bunlar bireyselliği olan değişmez örnek fomılar, asli
formlardır.
Bu ne bir monizm, ne panteizmdir. Daha çok eğer
istenirse bir teomonizm veya panenteizmdir. Teomonizm sadece Yaratan ve
Yaratılmış'ı birbirlerine bağlayan felsefi koşulu bildirir. Ancak bu ilahi
tecelliler seviyesinde böyledir. Bu, Efendiliğin ("Rabb"lik, rububiyyet),
yani Efendi (Rabb) ile onu Efendi olarak seçen arasındaki karşılıklı
bağlılığın, biri olmaksızın diğerinin varlığını devam ettiremeyeceği bağlılığın
sımdır. Halılık (uluhiyyet) saf Öz seviyesinde bulunur. Efendilik
("Rabb"lik, Rububiyyet), kendisine baş vurulan kişisel Efendi'nin
ilahlığıdır. Al-lah sıfatlannın bütünüyle vasıflandınlmış Ilahi Öz'e
işaret eden lsim'dir. Buna karşılık Rab, Efendi, isim veya sıfatlannın
birinde şahıslaşmış ve özelleşmiş ilahi Varlıktır. llahi isimlerin ve lbni
Arabi'nin "inançlarda yaratılmış Tanrı" veya daha çok bu inançlarda kendi kendini yaratan Tanrı olarak adlandırdığı şeyin sım budur. Ve bundan dolayıdır
ki Tanrı'mn bilgisi gnostik için sınırsızdır.
Çünkü Yaratılışın tekran, ilahi tecellilerin değişmeleri varlığın yasasının
kendisidir.
Bu birkaç satır sistemleştirmeye değil, sadece
fikir vermeye yöneliktir. lbni Arabi devasa verimlilikte bir yazar olmuştur.
Osman Yahya'mn örnek teşkil edecek nitelikteki çalışmasına borçlu olduğumuz
eserler listesi, beş yüz elli tanesi bize ulaşmış olan ve iki bin dokuz yüz on
yedi yazmanın otantikliğine tanıklık ettiği sekiz yüz elli altı eseri
kapsamaktadır. En tanınmış şaheseri Mehhe Manevi Fetihleri Kitabı
(Kitabü'l-Futühati'l-Mehhiye) adlı büyük boy üç bin sayfa civanndaki dev
eseridir. Bu eserin kritik edisyonu Osman Yahya'mn çabalanyla çıkmak üzeredir.
Eser yüzyıllar boyunca bütün Islam filozoftan ve mutasavvıftan tarafından
okunmuştur. Aynı şeyi bir peygamberler tarihinden ziyade onlar arasında yirmi
yedisinde ilahi Vahy'in ilk, asli örneklerini (archetypes) ele alan
nazari bir tefekkürden ibaret bir eser olan Peygamberlerin Bilgelikleri Mücevherleri
(Fususü'l-Hikem) adlı özet kitabı (compendium) için de söyleyebiliriz.
Eserin kendisi de "vahyedilmiş Kitap olayı" ile ilgilidir, çünkü lbni
Arabi onu Peygamber tarafından gökten ilham edilmiş bir eser olarak takdim
etmektedir. Eserin Sünni ve Şii şerhleri vardır. Osman Yahya (aşağı yukarı yüz
otuz tanesi lranlı mutasavvıfların eseri olan) yüz elli tane şerhini saymıştır.
Bu şerhler hiç de zararsız yorumlar değildirler, çünkü lbni Arabi'nin eseri
bir yandan ateşli öğrencilerinin hayranlığını doğurmuşsa, öte yandan tutkulu
düşmanlarının öfke ve ağır eleştirilerine yol açmıştır.
Fusus'un diğer ünlü şerhleri arasında Sünni Davud Kayseri'nin
(751-1350-1351) ve (735-1334 ile 751-1350-1351 yıllan arasında ölmüş) ve
kendisine aynca Kur'an'ın tasavvufi bir şerhini, tasavvuf sözlüğü ile ilgili
bir eseri ve fütüvvet üzerine bir eseri borçlu olduğumuz ünlü Şii düşünürü
Kemalüddin-Abdürrezzak Kaşani'nin şerhleri vardır. Aynı şekilde tüm velayet
felsefesini ilgilendiren bir konuda Davud Kayseri'nin acımasız bir eleştirisini
de içinde bulunduran Haydar Amuli'nin büyük şerhini de zikretmek gerekir.
Basit bir soru: Bütün bu metinler derinliğine
incelenmeden lslam felsefesinin eksiksiz bir tarihi nasıl düşünülebilir? Ancak
bunun için de ne kadar zaman gerekir?
Burada lbni Arabi okulunun, özet bile olsa, bir
tarihini yazmak söz konusu olamaz. Ama Sadrüddin Konyevi'nin (Konyevi, yani
Konyalı, eski adı ile 1coniumlu. Ancak ekseriya yanlış olarak Konevi diye
yazılmaktadır) adını zikretmeden de geçemeyiz. Sadrüddin (671/1272 veya
673/12731274) öğretileri düşüncesini derinden etkilemiş olan tbni Arabi'nin hem
öğrencisi, hem de damadı idi. Birçok önemli eser bırakmışur. Kişiliği bir çeşit
tek başına bir kavşak oluşturması bakımından büyük değer taşımaktadır.
Celalüddin Rumi, Sa'düddin Hamfiyi (veya Hamu'i) ile ilişki içinde olmuş ve
diğer büyük şeyhler yanında büyük Şii filozofu Nasiruddin
TO.si ile yazışmıştır. Düşüncesini tahlil etmek için zorunlu olan hiçbir metni
henüz yayımlanmamıştır.
5.
Necmüddin Kübra ve Okulu
Yukarıda İbni Arabi'nin, Doğu'ya coğrafi göçüne
sembolik bir değer verdiğine işaret etmiştik. Aynı dönemde Cengiz Han'ın Moğol
istilası önünde tamamen ters yönde bir hareket kendini gösterir: Orta Asya
tasavvufunun İran, Anadolu ve Mezopotamya'ya geri dönüşü olayı. Bu Orta Asya
tasavvufuna bu dönemde hakim olan Necmüddin Kübra'mn büyük kişiliğidir. Onun
öğrencilerinin tbni Arabi'nin öğrencileri ile karşılaşması Doğu İslam'ın
manevi geleceği için büyük ve belirleyici öneme sahip bir olay olmuştur. Bu
karşılaşmanın geometrik yeri olarak Sühreverdi'nin Doğu nur (ışık) teosofisini
gösterebiliriz, çünkü Necmüddin Kübra'mn öğretisi de tecrübi bir Nur
mistisizmidir. Nasıl XVI. yüzyılda Batı Rönesansı'nm yakın nedeni, Türkler'in
İstanbul'u fethinden sonra Bizanslı bilginlerin İtalya'ya geri gitmeleri
olayı olmuşsa, benzeri bir olayın iki buçuk yüzyıl önce burada meydana
geldiğini söyleyebiliriz. İşte bundan dolayıdır ki İslam felsefesine Batı
felsefesinin dönemlendirmesini uygulayamayız. Öte yandan lran'da safevi
rönesansından bahsetmek doğru olsa da moğol rönesansmdan bahsetmek tamaman
abartılı olacaktır. Göz önüne alınması gereken şey, üstadlar ve okulların
teması, meyveleri zamanın kötülüklerini telafi edecek olan temaslardır.
540/l l 46'da doğmuş olan Necmüddin Kübra'nın
hayatının ilk bölümünün tümünü uzun yolculuklar (Nişabur, Hemedan, İsfahan,
Mekke, İskenderiye) işgal eder. 580/1184'de Harezm'e geri döner. Tüm faaliyeti,
içlerinde yalnızca on ikisini yakınlan ve dostları kabul ettiği birçok
öğrencisinin olduğu Orta Asya'da gerçekleşir. Cengiz
Han, Harezm'i kuşatması sırasında ona bir mesaj
göndererek kendisine sığınmasını teklif eder. Ancak Necmüddin Kübra uzun
yıllardır birlikte yaşadığı Harezm sakinlerini terketmeyi kabul edemez ve
Reşidüddin Fazlullah'ın (bkz. s. 45) anlattığına göre Moğollara karşı şehrin
savunmasına katılarak kahramanca ölür (618/1221).
Orta Asya tasavvufunun özelliğini belirleyen
şey, Necmüddin Kübra'mn tasavvuf üstadlan arasında dikkatini keşiflerdeki renk
olaylan, mutasavvıfın manevi halleri esnasında algıladığı renkli ışıklar
(photismes) üzerinde yoğunlaştıran ilk kişi olmasıdır. Necmüddin, bu renk
derecelerini mutasavvıfın manevi halinin ve manevi yükselme derecesinin
göstergeleri olarak tasavvur etmeye önem vermiştir. Şüphesiz burada dış duyu
organlarının verdiği fiziksel algılar söz konusu değildir. Birçok kez
Necmüddin Kübra bu renkli ışıklara "gözlerimizi kapadığımızda"
gördüğümüz bir şey, bir ışığın (aura) algılanması ile ilgili bir olay olarak
işaret eder. Bu şekilde tasavvur edilen olayların Sühreverdi'nin lşraki
metafiziğiyle birleşecek ve bu metafizik gibi bir "imgeler dünyası" (mundus
imaginalis=alemü'l misal) ontolojisini ileri sürecek olan bir nür
metafiziği oluşturmaya doğru gittiğini hissetmekteyiz.4
4
İmgeler Dünyası (mundus iınaginalis, alemü'l-misal): Bu kavram esas olarak
Sühreverdi tarafından ortaya atılacak ve daha sonra Molla Sadra tarafından özel
olarak işlenecek ve geliştirilecektir. Corbin bu kavramla ilgili olarak lslam
Felsefesi Tarihi'nin birinci kısmında oldukça geniş bilgi vermektedir. Corbin'i
izleyerek burada okuyucuya bu kavrama ilişkin biraz bilgi vermeyi yararlı
görüyoruz.
tşrak
felsefesi geleneğinde olan filozoflar insan felsefelerine (antropoloji) ve bu
felsefelerinde kabul ettikleri insanın üçlü yapısına (beden, ruh ve akıl) tekabül
eden üçlü bir evren tasarımı (duyusal, imgesel ve akılsal evrenler) geliştirmişlerdir.
Sühreverdi'nin evren şemasında şu dünyalar vardır. 1) Saf Akıllar dünyası (Bu
dünya Ceberut dünyasıdır). 2) Gök kürelerinin (felekler) ve ay-altı alemindeki
unsurların dünyası (bu dünya Mülk dünyasıdır). 3) Bu iki dünya arasında
bulunan dünya (bu dünya misaller veya imgeler dünyasıdır: Alemü'lmisal).
Şimdi birinci dünya saf nurdan bir yapıda olan varlıklardan meydana gelen akılsal
dünya, ikinci dünya ise duyusal-cisimsel bir yapıda olan varlıklar-
Şüphesiz fiziksel renklerle "ışık" (aura)
renkleri arasında, fiziksel renklerin kendilerinin de moral ve tinsel bir niteliğe
sahip olmaları anlamında yakınlık ve karşılıklılık vardır. Manevi bir üstada
bu duyusal-üstü algılan bugün "halüsinasyonlar" olarak
adlandırdığımız şeyden ayırma yönünde bir kontrol aracından yararlanma
imkanını veren bu karşılıklılıktır. Teknik olarak "keşfi bir algı"dan
söz etmek uygundur. Ona karşılık olan olay, başka bir şeye indirgenmesi
imkansız bir ilk ve asli olaydır. Bu algının organına ve onu mümkün kılan
varlık tarzına gelince, onlar Necmüddin Kübra'nın "duyusal-üstünün ince
duyulan"nın felsefesi diye adlandırdığı şeyin alanına girerler: "Ey
dostum, araştırma nesnesinin Tanrı olduğunu ve arayan öznenin, O'ndan gelen bir
nur olduğunu öğren. Arayan, tutsak olan m1run kendisinden, 'nur insanı'ndan
başka biri değildir". Dünya insanından çıkan ışıksal (aurique)
alevi karşılamak üzere Gök'ten bir alev iner ve onların yanmasında Necmüddin
Kübra "Göksel Şahit"in, "duyusal-üstü kişisel rehber"in
varlığını fark eder veya hisseder. Necmüddin Kübra'nın eseri (renkli ıiürlar
[ışıklar] kuramı, ışıklar metafiziği, ince
dan meydana gelen maddi-duyusal
dünyadır. imgeler dünyası ise bu iki dünya arasında aracı dünya veya
ara-dünyadır (intermonde). Bu dünya Platon'un saf akılsallarının, yani -her ne
kadar Arapça'da idealar misal kelimesinin çoğulu olan müsül
kelimesi ile karşılanmaktaysa daidealanmn dünyası değildir, formların ve
imgelerin dünyasıdır. Bu dünya duyusal dünyanın bütün zenginliği ve
çeşitliliğini kendisinde teluar bulduğumuz, ancak ince (subtil) bir şekilde
bulduğumuz, idealar dünyasının eşiğini teşkil eden dünyadır.
Corbin bu ara dünya ontolojisini ilk ortaya
atanın Sühreverdi olduğunu ve onun daha sonra bütün lsliim mistikleri ve
gnostikleri tarafından benimsenip genişletildiğini söylemektedir. Yine ona göre
bu dünya son derece hayati bir öneme haizdir. Onun üç fonksiyonu vardır. Önce
ölümden sonra diriliş onunla gerçekleşir, çünkü o ince (subtil) cisimlerin
yeridir. Sonra gerek peygamberlerin kullandıklan semboller, gerekse tüm
mükaşefe tecrübeleri onun sayesinde gerçeklik kazanırlar. Nihayet felsefe ve Tanrıbilim, bilme ile inanma,
sembol ile tarih arasındaki çatışma onun sayesinde çözülür. Böylece nazari
felsefe ile Tanrıbilim arasında üçüncü bir
yol, Doğu teosofısi yolu açılır (Fransızca metin ss. 297-298); Hatemi çevirisi
ss. 369-371).
organlar fizyolojisi), Alaüddevle Simnani
(aşağıya bakınız) tarafından hayranlık verici bir biçimde tamamlanmıştır.
Necmüddin Kübra'nın doğrudan öğrencileri
arasında burada yine maalesef çok hızlı olarak Celalüddin Rümi'nin öz babası
Bahaüddin Veled'i (628/1230-1231), hiçbiri henüz yayımlanmamış eserlerinin
okunması zor olduğu kadar çekici olan Sa'düddin Hamüyi'yi (veya Hamü'i)
zikretmemiz gerekir. Sa'düddin Hamüyi aritmosofi, sembolik diyagramlar
sanauyla uğraşmaktaydı ve ateşli bir Şii olarak halen gaib olan Xll. lmam'a
karşı kişisel bir bağlılık duygusuna sahipti. Necmüddin Daye Razi (654/1256)
de Necmüddin Kübra'nın doğrudan öğrencisi olmuştur. Şeyhinin emri üzerine
Cengiz Han'ın istilasından kaçmak üzere Batı'ya sığınmıştır. Konya'da Sadrüddin
Konyevi ve Celalüddin Rumi ile ilişki içinde olmuştur. Bugün hala lran'da çok
okunan Farsça kitaplarının birinde, Tanrı Insanlannın Büyük Yolu'nda (Mırsadü'l-Ibad) renkli ışıklar kuramına
kendi kişisel katkısını yapmışur. Aynca ona 53. Süre'den (Necm) öteye
götürememiş olduğu tasavvufi bir Kur'an tefsirini borçluyuz. Simnani bir
batınilik şaheseri olan, yani Kur'an verilerinin radikal bir içselleştirilmesini
temsil eden bir eserle bu tefsiri çok kişisel bir tarzda tamamlamıştır.
Azizüddin Nesefi (700/1300-130l'e doğru)
Sa'düddin Hâmuyî'nm öğrencisi olmuştur. Farsça eserlerinin çoğu (Metafizik
Hakikatlerin Açığa Çıkanlması=Keşfü’l-Heka'ik, En Yüksek Gaye=Maksad-ı Aksa
ve Mükemmel 1nsan=el-1nsanü'l Kamil adı altında toplanan risaleler
derlemesi) yayımlanmışur. Teosofisi, lsmaili irfanmki ile uyuşan bir devri
dünya dönemleri kuramı sunar. Bu da Orta Asya lsmaililerinin niçin onu
kendilerinden biri olarak gördüklerini açıklar. Teomonizmi (vahdet-i vücud)
lbni Arabi'ninkiyle uyuşmaktadır. Onda Allah, er-Rahman ve er-Rahim
(Tanrı, Esirgeyen, Bağışlayan) isimleriyle ifade edilen bir Tanrı
üçlemesi düşüncesiyle karşılaşılmaktadır. Bu düşünce daha
açık bir yeni-Platoncu havada Haydar Amuli tarafından tekrar ele alınacaktır.
Nihayet madenden insan bilinci düzeyine kadar bilginin yükselişi fikri, Molla
Sadra Şirazi'nin en karakteristik sezgilerinden birini haber vermektedir.
6. Simnani
Necmüddin Kübra'dan çıkan Kübreviyye tarikati silsilesinde
Alaüddevle Simnani (736/1336) önemli bir yer işgal eder. Bundan sonraki
satırların kısalığı Simnani'ye başka yerde tahsis ettiğimiz incelemeyle telafi
edilebilecektir. Simnani, 659/126l'de doğmuştur ve on beş yaşında uşak olarak
Moğol hükümdarı Argun'un hizmetine girmiştir. Yirmi dört yaşında Kazvin önünde
Argun'un ordusuyla kamp kurduğu sırada derin bir manevi buhran geçirir.
Hükümdardan izin ister ve hayatının geri kalan kısmında kendini tasavvufa verir.
Esas olarak o zamandan bu yana mezarının bir hac yeri olmaktan kesilmeyeceği
(Tahran'ın iki yüz kilometre kadar doğusunda bulunan) Simnan'da yaşar. Gerek
Arapça gerek Farsça kaleme alınmış eserJeri çok sayıdadır YE: hiçbiri henüz
yayımlanmamışur. Simnani, Necmüddin Kübra'nın sözünü ettiği "nur insanı
fizyolojisi"ni aynntılannda derinleştirmiş ve onu, büyük ölçüde kişisel
sezgisinin eseri olduğu anlaşılan muhteşem bir kozmogoni ve kozmoloji şeması
içine yerleştirmiştir.
Simnani'nin eserlerinin tepesine belki Necmüddin Daye
Razi'nin ölümü ile kesintiye uğramış olan eserini tamamladığı Kur'an tefsirini
koymamız uygundur. Bu eser, Hıristiyanlık'ta ve Yahudi irfanında ancak az
sayıdaki eserin kendisiyle karşılaştırılabileceği Kur'an üzerine bir manevi yorum
abidesi, radikal bir hatmi yorum şaheseridir. Schiller'in sende olan
"kaderinin yıldızlan"ndan söz edeceği gibi Simnani de Kitab-ı Mukaddes ve
Kur'an geleneğine ait peygamberlerin her birinden çıkan verileri sırasıyla bu
peygamberlerin biriyle tipleştirilen ince fizyoloji merkezlerine geri
götürmek üzere "senin varlığının peygamberleri"nden söz eder. İşte
peygamberlik kuramının verileri "iç tarih"in bu düzeylerinde okunmalı
ve anlaşılmalıdır. Yedi ince merkezden her biri renkli bir ışık veya hale
(Adem'den Muhammed'e kadar aşağıdan yukarıya doğru: duman grisi, mavi, kırmızı,
beyaz, san, açık siyah, zümrüt yeşili) ile belirtilir. Bu mistik antropolojinin
ince (latiD organlarının oluşumunun kendisinden çıktığı kozmogoniye gelince, o
üç temel noktadan, Öz (varlık), Teklik (hayat) ve Birlik'ten (ışık) hareketle
tüm bir metafizik ilkeler sistemini sergiler. Bu kozmogonide ilk tözler (Taht
veya Alem ruhu, tık madde (Materia prima), llk Form (Forma prima) ve ilk hakikatler (Işık Kabı
veya Muhammedi Kutsal Ruh, Işık Mürekkebi veya Muhammedi Nur, Kelam, Akıl vb.)
vardır. Sembolik adlar taşıyan bu ilkelerden her biri kademeli bir oranda ince
organların meydana gelişinde rol oynar. Simnani'nin eserinde bundan başka
olağanüstü bir manevi günlüğün (diarium
sprituale)
unsurları yanında kendi hayat hikayesine ilişkin değerli bilgiler
serpiştirilmiş bulunur.
7. Ali Hemedani
Seyyid Ali Hemedani de (786/1385) Kübreviyye
tarikatinin önemli bir simasıdır. Seyyid unvanının gösterdiği gibi (IV. İmam
Ali Zeynel Abidin kanalıyla) Peygamber'in ailesinden gelmekteydi ve adının
gösterdiği gibi, 714/1314'de doğduğu Hemedanlıydı (eski Ekbatan). On iki
yaşında tasavvufa girmiş ve o tarihten itibaren hayatını uzun yolculuklarla
geçirmiştir. Daha sonra 1380'de ilk Müslüman hanedanının dördüncü hükümdarı
olan Kutbüddin Hindu yönetiminde
bulunan Kasmir'e gelmiştir (Kasmir'de bu hanedan varlığını 156l'e kadar
sürdürmüştür). Hemedani burada Şii tasavvufunu yaymakla meşgul olarak altı yıl
kalmış ve lran'a, (Hind-Afgan sınırında bulunan) Pakli'ye dönüş yolunda iken
ölmüştür. Oğlu Mir Mahmud Hemedani on iki yıl Kasmir'de kalmış ve babasının
manevi eserini sağlamlaştırmıştır. Ali Hemedani'nin eserleri ve risaleleri,
hemen hemen tümü yayımlanmamış olmak üzere, çok sayıdadır.
Burada birkaç satır onun düşüncesinin
karakteristik biçimi hakkında bir fikir verebilir. Bu satırlar, hakkındaki
bilgimizi onu incelemiş olan Fritz Meier'e borçlu olduğumuz rüya tabiri ile
ilgili bir eserin metafizik öncüllerinden alınmıştır. Ali Hemedani bu eserde
varlığın üç tezahür biçiminden söz eder: Mutlak bir biçim, negatif bir biçim ve
göreli bir biçim. insanlar tarafından algılanamaz olan birinci, Nür suresinde
(24-35. ayetler) gizil olarak var olan bir telmihe dayanılarak ve zerdüştçü
kozmolojiyk uyum içinde olarak Nür'un (Işık) kendisine özdeş kılınır. lkinci
biçim de insanlar tarafından algılanamaz, çünkü varlık onda zıt kutbuna
(antipole), içinde kaybolduğu dereceye ulaşır. Varlığın bu var-olmama
derecesi, yani var-olmayan Mutlak Karanlık'a özdeş kılınır. Bu ikisi arasında
gündüz, Aydınlık ve Karanlık'ın birbirine karıştığı aydınlık bulunur. Burada insanın
görebileceği bir şeyi meydana getirmek üzere onların karşılıklı yoğunluk dereceleri
azalmaktadır. Varlığın tezahürü üçlüsünde bu üçüncü biçim, göreli varlık ve Tanrı'nm görünen biçimidir.
Böylesine vaat edici bir başlangıç, filozofa Seyyid Ali Hemedani'nin
eserlerinden, bu eserler sonunda yayımlandığında, çok şey bekleme hakkım
vermektedir.
Ali Hemedani'den sonra Necmüddin Kübra'nın
Kübreviyye tarikatı iki dala ayrılmıştır (bkz. 111. sayfada Zehebiyye).
8. Celalüddin Rumi ve Mevleviler
Yazmış olduğumuz bu isim uzun zamandan beri
Batı'da Fars dilinin en büyük süfı şairlerinden biri olarak tanınan saygın bir
isimdir. O hangi açıdan metafıziği ilgilendirmektedir? Burada anlatmaya
çalışacağımız budur. Doğu'da yaygın olarak Mevlana veya Mevlevi (üstadımız,
dostumuz ve rehberimiz) olarak tanınan Celalüddin Rumi, 6 Rebiülevvel 604/30
Eylül 1207'de Orta Asya'da Belh'te doğmuştur. Yukarıda babası Bahaüddin
Veled'in Necmüddin Kübrâ’nın öğrencileri arasında olduğuna işaret ettik. Uzun
zamandan beri devam eden bir rivayete göre Bahaüddin Veled, Fahrüddin Razi ile
acı verici bir Kelam tartışmasına girmiş (Daha önce de belirttiğimiz gibi Razi
her yerde biraz bu tartışmaları yapmıştır) ve Razi'nin koruyucusu Harezm
hükümdarı Muhammed lbni Takas'ın emri üzerine 609/1212'de Belh'i terketmek
zorunda kalmışır. Ancak işin kötü yanı şudur ki Fahrüddin Razi belki hiçbir
zaman Belh'e gelmemiştir ve 1209 yılında ölmüştür. Öte yandan Moğol tehdidi
karşısında bulunan Harezm hükümdarının kafasında Kelamcılar ile mutasavvıflar
arasındaki tartışmalardan bambaşka endişelerin olmuş olması muhtemeldir.
Belh 617/1220'de Moğollar tarafından
fethedilmiştir. Bahaüddin ve ailesinin Batı'ya doğru göçü bundan kısa bir süre
önce vuku bulmuş ve yukarıda Orta Asya süftleri vesilesiyle sözünü ettiğimiz
genel göç hareketi içinde yer almış olmalıdır. Durum ne olursa olsun, göç eden
aile kaynakların üzerinde uzlaşma halinde olmadıkları bir tarihte Anadolu'da
Konya'ya yerleşmeden önce Bağdat, Şam ve Mekke'de kalmıştır. Saygın bir
rivayete göre o zaman küçük bir çocuk olan Celalüddin'in ileride büyük bir
insan olacağını söyleyen Feridüddin Attar'la karşılaşması, bu göç güzergahı
üzerindeki Nişabur'da vuku bulmuştur (ancak bu rivayeti kabul etmek için Attar'ın çok uzun zaman yaşadığını kabul etmek gerekir. Bu
ise daha önce de söylediğimiz gibi biraz şüphelidir). Bir başka rivayet Şam'da
lbni Arabi'nin genç Celalüddin'i tasavvufa soktuğunu söylemektedir. Bütün bu
hikayeler tarihi olarak şüpheli olmakla birlikte derin bir sembolik hakikati
içlerinde barındırmaktan geri kalmazlar: Onlar sufilerin, üç büyük üstadlan
arasında gördükleri manevi soy ağacı bağına işaret etme değerine sahiptirler.
Celalüddin'in Konya'da lbni Arabi'nin öğrencisi ve damadı Sadrüddin Konyevi ile
ilişki içinde olmuş olduğu söylenmektedir. Sadrüddin doğal olarak İbni Arabi
ile Celalüddin Rumi arasında manevi bağ olmuştur. Babasının 628/1230-1231'de
ölümü üzerine Celalüddin 5 Cemaziyülahir 672/17 Aralık 1273 tarihinde meydana
gelen ölümüne kadar Konya'da vaız ve müftü olarak babasının yerine geçmişir.
Bu arada onun manevi hayat hikayesini
yönlendiren büyük olaylar meydana gelir. Bahaüddin'in ölümünden bir yıl sonra
Konya'ya vaktiyle babasının öğrencisi olmuş olan Burhanüddin Muhakkik gelir. O,
Celalüddin'e babasının sadece bir vaız ve hukukçu, zahiri din ilimlerinde bir
üstad olmadığını, aynı zamanda derin bir mutasavvıf olmuş olduğunu açıklar.
Böylece kendi babasının bir öğrencisi vasıtasıyla, Celalüddin babasının mistik
öğretisine girmiş olur. Bu öğretiden bize dev bir eser kalmıştır: Çoğunlukla metin
olarak Kur'an'daki bir ayetten veya bir hadisten hareket eden ve dinleyicileri
tarafından toplanmış, yazıya geçirilmiş olan üç kitaplık (Farsça) bir vaazlar
veya öğütler derlemesi. Bu vaazlar çekici oldukları kadar özgün olan mistik bir
öğretiyi sergilerler. Biraz estetik temaşa havasına sahip bir havada
sürdürülen bir içe bakışın bütün cephelerini geliştirirler. Babanın
Ma'drifinin öğretimini oğulun dev Mesnevi'sinin öğretimi ile ayrıntılı olarak
karşılaştırmak acil, ancak çok karmaşık bir görevdir.
642/1244-1245'de Konya'ya Şems Tebrizi adıyla
bilinen esrarengiz bir insan gelir. O günden sonra Celalüddin'in bütün zamanım
işgal eden "Temaşa Şahidi" olacak olan genç ve yakışıklı bir
derviştir bu. Celalüddin, büyük Dtvan'ı veya tasavvufi şiirler derlemesini ona
ithaf etmekten daha iyisini yapar: Bu divanı mahlas olarak onun adıyla (Şems=
Güneş) yayımlar. Bundan sonra şüphesiz kıskançlığın doğurduğu saldırılardan
bıkmış olan Şems Tebrizi ortadan kaybolur. Ancak görünmeyen varlığıyla
Celalüddin'in üstadı ve iç rehberi, Necmüddin Kübra ve öğrencilerinin sözünü
ettikleri "gaib şeyh"i olur. Bu gaib şeyh süfilerde, Şiilerdeki
görünmeyen, ama kalplerde var olan lmam'ın yerini tutar. Bu varlığı
Celalüddin'in oğlu Sultan Veled çok güzel mısralarla tasvir etmişir. Öte
yandan Şems iki de görünür halef bırakmıştır: Önce Selahüddin Zerkub ve onun
ölümünden sonra Mesnevi-i Mevlevi'nin ilham vericisi olan Hüsamüddin
Hasan.
Sufilerin Farsça Kur'an (Kur'an-ı Farsi)
diye adlandırmaktan hoşlandıkları bu Farsça büyük mistik rapsodi, birkaç satırda
özetlenemez. Ünlü başlangıcı, doğduğu topraktan kopartılmış ve yerine dönmeyi
arzulayan neyin şikayeti, onun temel havası hakkında bir fikir vermektedir.
Rapsodi, daha sonra, yinni altı binden fazla beyit içeren altı kitapta ruhun
gizli destanım ifade eden uzun bir sembolik hikayeler dizisini birbirine
bağlar. Bu saf tasavvufi aşk öğretisini filozofların akılsal yöntemleri
karşısına koymak bir gelenektir. Gerçekten de Mesnevi filozoflara karşı
birden fazla şiddetli saldınyı içermektedir. Ancak hangi filozoflara karşı?
Mesnevi, filozofları diyalektik ve mantığa olan köleliklerinden,
manevi hakikatleri görme konusundaki yeteneksizliklerinden ötürü kınar.
Onlarda Toprak, Ateş, Su'yun ilan ettikleri şeyi anlamak için gerekli olan du sal-üstünün
duygusu yoktur. Onlar bugünün deyimi ile
"teknokratlar"dır. Onların alet ve
kanıtlara ihtiyaçları vardır. Canlı hayalgücü öğretileri yoktur. Bununla
ilgili olan her şeyi, hayali görüntüler olarak görürler. Bundan dolayı cennet
özlemi ve arzusu içinde olanlar, filozofların ve felsefenin zararlarından
kaçınırlar.
Şimdi Molla Sadra, hatminin kendisini saf
mümine akılcı ilahiyatçıya olduğundan çok daha yakın hissettiğini söyleyecektir
ve Celalüddin'in filozoflara yönelttiği bütün eleştirileri, işraki şeyhi
Sühreverdi daha önce hemen hemen dile getirmiştir. Ceberse'de gördüğü
rüyadaki görüşmeleri esnasında Aristoteles'e sftfilerin "gerçek anlamın
filozofları" olduklarını söyletmemiş miydi? Ancak arada şüphesiz şu fark
vardır ki Sühreverdi, öğrencisinin bir defa tasavvufi hayata girdikten sonra
artık yolunu kaybetmemesi için bir sınav olarak Aristotelesçilerin tüm
öğretilerinden geçmelerini ister. O halde felsefe ile metafızik arasında kesin
bir aynın yapmak gerekir. Bilinemezci bir felsefe olabilir, ama bilinemezci bir
metafızik olamaz. Tasavvuf bir felsefe değildir, ama bir tasavvuf metafıziği
vardır. Zaten işrakt filozoflar, nasıl aralarındaki farklara rağmen bir lbni
Arabi veya Celalüddin'e karşı çıkmamışlarsa, Mesnevi'nin felsefe
düşmanlığından da hiçbir zaman rahatsız olmamışlardır. Ta XIX. yüzyılda Molla
Hadi Sebzevari derin bir işraki teosof olarak Mesnevi üzerine sftfilerin
kendileri tarafından yapılmış olan sayısız şerhlerin yanında gururla yer alan
geniş bir şerh yapacaktır. Nihayet bugün sembolik formlar fenomenolojisi,
hayal gücü metafıziği vb. dediğimiz şeyler, R. A. Nicholson'un yapuğı tam
İngilizce çeviri sayesinde İranlı olmayan birinin de kolayca ulaşabileceği Mesnevi'de
sayısız malzeme bulmaktadır.
Celalüddin Rumi nesir tarzında eserler de
bırakmıştır (mektuplar, vaazler, Fihi ma Fih adlı sohbetler, vaizler [Logia}
derlemesi). Hüsamüddin 684/1285-1286'daki ölümüne kadar Mevlana'mn halefi
olmuştur. O zaman daha ön-
ce Mevlana'nm doğrudan halefi olmayı reddetmiş
olan oğlu Sultan Veled (ölümü 712/1312-1313) Mevlevi tarikatinin şeyhi
olmuştur. Sultan Veled sistemli bir örgütleme ve propaganda faaliyetinde
bulunmuş, üçlü bir Mesnevi ve dedesi tarzında bir Ma'arif derlemesi kaleme almıştır. Onunla Türkiye'de ve Türkiye
dışındaki Mevlevi tarikatinin uzun hikayesi başlamaktadır.
9.
Mahmud Şebisteri ve Şemsüddin Llhici
Azerbaycan'ın büyük süfi şeyhlerinden biri olan
Mahmud Şebisteri Iran irfan tarihinin önde gelen bir şahsiyetidir. 687/1288'de
Tebriz yakınında Şebister'da doğan Şebisteri, esas olarak moğol hükümdarlarının
yönetiminde sayısız bilgin ve yüksek şahsiyetlerin bir buluşma yeri olan
Azerbaycan'ın başkenti olan Tebriz'de yaşamıştır. Çok yolculuk yapmış, çok
sayıda arifle görüşmüş veya mektuplaşmıştır. 720/1320-1321'de henüz gençliğinin
bahannda iken otuz üç yaşında yine Tebriz'de ölmüştür.
Gerek nesir, gerek şiir olarak birçok eser
bırakmıştır. Özellikle Sırlann Gülbahçesi (Gülşen-i Raz) adlı mesnevisiyle
tanınmıştır. Bu eserde o Mir Hüseyni Sadat Herevi'nin mistik teosofi (irfan)
ve manevi yol (sülük) hakkında kendisine sormuş olduğu on yedi soruya
cevap verir. Aşağı yukan bin beyit içeren bu şiir, tasavvufun bütün büyük temalannı
(mistik arayış ve nesnesi, Kamil İnsan, öğle zamanı, Sina, Simurg ve Kaf Dağı
sembolleri, Araf, ara dünya, kozmik Kur'an, Ilahi isimlerin yedi lmam'ı,
kendinde yolculuk vb.) ele alır. Kuşaklar boyu okunmuş, yeniden okunmuş,
üzerinde düşünülmüş olan bu şiir, İranlı mutasavvıfların bir çeşit el kitabı (vade-vacuum)
olmuştur. Ancak o "kapalı dil"le yazılmıştır ve telmihleri,
şerhlerin yardımı olmaksızın hemen hemen anlaşılamaz. Bu şerhler ise yirmi
civanndadır. Onlar arasında gerek Ismaililer, gerekse Şiiler
sivrilmektedir.
Tüm bu şerhler içinde tasavvuf metafiziğinin
gerçek sistematik geniş özeti olan Şemsüddin Muhammed Gilani Lahici'ninki önem
bakımından öne çıkmaktadır. Yukarıda Ali Hemedani'den sonra Kübreviyye
tarikatinin iki dala ayrıldığını söylemiştik. Gülşen-i Raz'ın Zehebfyye'ye
mensup olan şerhçileri de vardır. Şemsüddin, Nürbahşiyye dalına
mensuptu. Adının gösterdiği gibi Hazar Denizi kıyısında bir eyaletin
güney-doğusunda yer alan Gilan'ın küçük bir şehri olan Lahicanlı idi. Ünlü
Seyyid Muhammed Nürbahş'ın (869/1464-1465; Nürbahş, "ışık bahşeden"
anlamına gelir) öğrencisi olmuştur. Nürbahş'ın ölümünden sonra onun
kendisinden daha meşhur halefi olmuştur. Şiraz'a yerleşmiş, burada Nüriye
Hangah'ında (bu kez süfi dergahına verilen bir ışık sıfatı daha) kalmıştır.
Burada 912Jl5061507'de ölmüştür. 904/1498 911/1505 yıllan arasında bir tarihte
ölmüş olan) filozof, matematikçi ve astronom Meybudi Gazi Mir Hüseyin,
Şemsüddin'in dört yüksek metafizik mevkiye (nasüt, lahüt, meleküt, ceberut)
aşina biri olduğunu söylemektedir. Sadrüddin Deşteki ve Celal Devvani (bkz.
134-135) gibi diğer filozoflar da ona benzeri övgüler dizmektedirler. Gülşen-i
Raz şerhi, daha önce dediğimiz gibi, bir sistematik geniş özet özelliği
taşıyan Fars dilinde kaleme alınmış hacimli ve yoğun bir eserdir. Eser, Sırlann
Gülbahçesi’nin Şerhiyle Mucizevi Tedavinin Anahtarlan (Mefatihü'l l'caz fi
Şerh-i Gülşen-i Raz) adını taşımaktadır. Yazar bundan başka remil falı
(geomancie) ile ilgili bir eserle beş bin civarında beyit içeren bir tasavvufi
şiirler Divan'ı bırakmıştır.
Şemsüddin Ll.hici her zaman siyah elbiseler
giymekteydi. Şah İsmail bunun sebebini sorduğunda ona Kerbela faciasına ve
ebediyete kadar Şii gönüllerinde sürecek olan mateme
atıfta bulunarak verdiği cevap, Llhici'nin
Necmüddin Kübra okulunun renkler metafiziği çizgisinde yer alan bir renkler
sembolizmi duygusunu gösterir. "Siyah Nur" (NO.r-ı siyah) teması,
Llhici'nin şerhinde önemli bir rol oynar ve sonuçlan çok ilerilere gider.
Necmüddin Daye Razi'nin işaret ettiği gibi bu şekilde belirtilen zıtlann
buluşması (coincidentia oppositorum), zerdüştçü Mazdeizm'in bir anısı
olarak, Işık ve Karanlık'ın ta başlangıçtan itibaren ve eşzamanlı olarak ortaya
konduğunu, Karanlık'ın dolaylı ve türemiş bir yaratımın sonucu olarak varlığa
gelmediğini haber verir. Bu durumda kaynak olma önceliğini hazan öze, hazan
varlığa veren klasik varlık metafiziği aşılmış olmaktadır. Böylece Şeyh Ahmed
Ahsa'i'nin metafiziği, varlık ve özün ta başlangıçtan beri (ab initio)
eşzamanlı olarak var olduğunu ortaya koyacaktır. Ancak Molla Hadi Sebzevari de
bunu şiddetle reddedecektir. Burada da tasavvuf metafiziği büyük problemlerin
merkezinde bulunmaktadır.
10.
Abdülkerim Gili
Bu çok önemli mistik teosofun hayat hikayesi
ile ilgili bugüne kadar çok az şey biliyoruz. Abdülkerim Gili veya Gilani adı
(Cili, Cilani bu adın Arapçalaşmış şekilleridir) ailenin kökünün lran'ın Gilan
eyaleti (yukanda Şemsüddin Llhici'de olduğu gibi) olduğunu göstermektedir. Bu
ad, aynı zamanda onun süfi kadiri tarikatinin kurucusu Abdülkadir Gili veya
Gilani'nin (Geylani. Ölümü 560/1164-1165 veya 562/1166-1167) soyundan geldiğini
hatırlatmaktadır. Abdülkerim ondan "Şeyhimiz" diye söz etmektedir ki
bu da kendisinin bu tarikate mensup olduğunu gösterir gibidir. Bizzat kendisi
Yemen'de doğrudan şeyhi Şerefüddin İsmail Ceberti ile birlikte yaşadığını ve
Hindistan'a yolculuk ettiğini söylemektedir. 805/1403'de bu dünyayı terketmiş
görünmektedir.
Henüz yayımlanmamış (yayın ve inceleme safhasında) yirmi tane kadar eser
bırakmışur. Eserlerinden birçoğu da kaybolmuş olmalıdır. Büyük eserlerinden
biri olan En Büyük Kanun (el-Namusu'l-Azam) kırk kitaptan oluşmuş olmalıdır.
Ancak günümüze on tane kadarı kalmış görünmektedir (tabii eğer bu eseri
bitirebilmişse). Bugüne kadar şöhretini meydana getirmiş olan eserinin adı ise
Kamil lnsan'dır (Kitabu-lnsanü'l-Kamil). Bu eserin 80 sene .kadar önce
hicri 1304'de Kahire'de yapılmış vasat bir baskısı vardır.
Kamil insan (anthropos teleios) bir ayna
gibi sadece doğanın güçlerini değil, ilahi güçleri de yansıtır. Bu ayna (speculum)
"nazari" teosofinin yeridir. Bu bağlamda haklı olarak Philon'un
"cins insan'.'ı (anthropos genikos) zikredilmiştir "en
yüce cins"(summus genikos) olarak göksel insan, "en yüce
tür" (summa species) olarak bu dünyadaki insan). Gili, lbni
Arabi'nin teomonizmini (v ahdeti vucud) savunur. İsimler ve Sıfatların
kendisine ait olduğu tek Öz iki görünüş arz eder: llahi Varlık (Hak)
olan Saf Varlık ve yaratılmış varlıklar dünyası (halk) olan var
olmayanla birlikte bulunan varlık. Saf Öz ancak tecellileri sürecinde sıfatlara
bürünür. Bu açıdan Öz ile Sıfatlar arasında bir farklılaşma vardır. Bununla
birlikte neticede her ikisi su ile buz gibi tek bir şeydirler. Fenomenal dünya
burada tecelli eden dünyadır. Dolayısıyla o kesinlikle bir hayal değildir.
Gerçekten vardır, çünkü tecellidir, Mutlak'ın diğer yüzüdür. Bu bakımdan Öz ile
Sıfatlar arasında gerçek bir farklılık yoktur. Varlık düşünceye özdeştir. lbni
Arabi ile aynı görüşü paylaşarak Gili şöyle yazabilir: "Biz, kendileriyle Tanrı'yı tasvir ettiğimiz
Sıfatların kendileriyiz (Şii imamlar hadislerinde şöyle derler: "Biz
isimler, Sıfatlanz". Böylece onlar nazari teosofiye imamcı temelini
sağlarlar). Kamil insan, kozmik düşünce, bütün sıfatların kendisinde
birleştikleri mikrokozmostur. Mutlak onda kendi kendisinin bilincine varır.
llahi tecelliler
üçlü bir aşama gösterirler: Birliğin tecellisi (Kamil İnsan'ın kendileriyle
birleştiği İsimlerin tecellisi); Kendiliğin (lpstite) tecellisi veya Sıfatların tecellisi; tlahi Benliğin
(Egoite) tecellisi veya Zatın, Özün tecellisi. O zaman Kamil İnsan tam
gerçeğine ulaşmış, Mutlak kendine dönmüş olur. Her devirde saf Muhammedi
Hakikat'in, Muhammedi Kelam'm veya ebedi Peygambersi Hakikat'in tecellileri
olan Kamil İnsanlar vardır.
Bu son cümle Şii peygamberlik kuramından kaynaklanan
ve ilk Yahudi-Hıristiyan peygamberlik kuramının ana çizgilerini tekrar eden bir
peygamberlik kuramı (Hak Peygamber=Yerus Propheta teması) tesis eder. Biraz önceki birkaç satır
da kendi paylarına yukarıda toplu bakış kısmında XIX. yüzyıl başlarındaki
"Sağ Hegelcilik"in "nazari ilahiyatçıları"nı niçin
zikrettiğimizi kavratacaktır. Şüphesiz arada şu fark vardır ki Yuhanna'nın
Kelam'ı Arius'un lsa nazariyesi ile aynı türde tasarlanmıştır. Aynca Gili'nin
kitabının havası bütün irfancıların yakından bildikleri dramatik bir
sembolizme sahiptir. O, Ruh'un bir destanı, "hikaye tarzında anlatılan
bir metafizik"tir. Ruh'u temsil eden Yabancı'nm uzun sürgün ve esaretinden
sonra Ruh ülkesine nasıl döndüğü ve Hızır'ın "görünmeyen ülkenin
insanları"nı yönettiği büyük şehre nasıl girdiğini anlatır. Ibni Arabi ile
Gili arasında derin benzerlikler vardır. Ama bu benzerlikler farklılıkları
ortadan kaldırmaz (bu farklılıklar ilahi tecelliler kuramında gözlenebilir).
Araştırmalarımızın bugünkü durumunda bu benzerlikler ve farklılıkları tespit
etmek için henüz erkendir.
11. Ni'metullah Veli Kirmani
Bu isim yedi yüzyıldan bu yana Iran'da Şii
tasavvufun tarihinden ayrılamaz. Emir Nureddin Ni'metullah, soylarını V. imam
Muhammed el-Bakir'e (115-733) geri götüren bir
Seyyidler ailesinde 730/1329-1330'da doğmuştur.
Yedi yıl kaldığı ve Şeyh Abdullah el-Yafi'i'nin (768/1366-1367) belli başlı
öğrencilerinden biri olduğu Mekke'ye hac ziyaretinde bulunduğunda yirmi dört
yaşındaydı. Sırasıyla Semerkant, Herat ve Yezd'de yaşamıştır. Timurlenk'in oğlu
Şahruh'un ihsan ve himayesinden yararlanmış ve sonunda hayatının son yıllarını
geçirdiği ve öğrencilerinin akın ettiği İran'ın güney doğusunda yer alan
Kirman yakınlarındaki Mahan'a yerleşmiştir. Burada yüz yaşım geçmiş olarak 22
Recep 834/5Nisan 143l'de ölmüştür. Bazı kaynakların ölüm tarihi olarak 820/14 i
7-834/1431 yıllan arasını verdikleri de bir gerçektir. Bir tasavvufi şiirler
Divan'ı dışında toplam olarak bin sayfa civarında yüz kadar eser bırakmıştır.
Henüz baskı safhasında olduklarından bu eserler üzerine bir sentez taslağı için
zorunlu olan yöntemsel bir sınıflandırmayı bile verememekteyiz.
Bu eserler her zaman (bir Kur'an ayeti,
lmamlar'dan bir hadis, tbni Arabi'nin bir pasajı etrafında) mistik teosofide
yaygın bir temayı ele alırlar ve tercihen (XII. lmam, Kutsal lmamlar'ı
kutsallaştıran ve peygamberliğin hatmi yönünü ifade eden içten sevgi olarak
velayet gibi) Oniki lmam Şiiliği ile ilgili bir motifi işlerler.
"Velayetin hatmi yüzü, mutlak Gizlilik (Absconditum) olan Özsel Birlik'i içerir. Bilgilerin çokluğu
ise ezeli ilk örnekler (hecceites) seviyesidir. Çünkü ezeli-ebedi olarak
Tezahür eden, çokluğa bürünür. Ezeli ilk örnekler llahi İsimlerin bilgi
seviyesindeki formlarıdır. Çünkü llahi isimlerin ve Sıfatların tecellisi,
kendilerine mahsus özellikleri bakımından, İsimlerin çoğalmasını
gerektirir."
Mahan bugün lran tasavvufunun sayısız hacı
tarafından idare edilen bir mabedidir. Ni'metullah, dervişlerin Şahı olarak
yüceltilmektedir. Onun adı "Şah Ni'metullah Veli"dir. lleride bu
sıfatın onun tarikatinde, günümüzde lran'da var olan Şii tarikatlerinin
çoğunluğunun bağlı ol-
duğu Ni'metullah tarikatinde yayılacağını
göreceğiz. (Diğer tarikatlerin bağlı olduğu ise Zehebi tarikatidir.)
12.
Hurufiler ve Bektaşiler
Burada hurftfi okuluna, yani "harflerin
felsefi ilmi"ni uygulayan insanlara ancak birkaç satırla işaret edebilmekten
ötürü üzgünüz. Bu ilmin, kavram ve yöntemleri Yahudi Kabbala'nınkilerin aynı
olan bir metafizik cebir olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu felsefi harfler
ilmi ta başlangıçtan itibaren mevcuttur. Gelenek onun lslam'da ortaya çıkışını
VI. lmam Cafer el-Sadık'a bağlamaktadır. Kuşaktan kuşağa mistik
teosoflarımızın çoğunluğunda onun izlerine rastlanmaktadır. Ancak hurüfi
okulundan veya hurüfi mezhebinden söz edildiğinde kastedilen, kaynağını
Timurlenk'in 804/1401-1402'de idam ettirdiği Esterabadlı Fazlullah'a borçlu
olan özel okuldur. Fazlullah'ın öğretisi varlık derecelerinin tepesine
varlığın ve var olanların mahrem, batını temeli olarak Kelam derecesini
yerleştirir. Bu batını yüzün ortaya çıkması için Kelam'm telaffuz edilmesi ve
bunun için de bir "çatışma" gerekir. Fakat bu temel telaffuz olayının
kaynağı, şeylerin ve çatışan varlıkların dışında değildir, o içerden,
varlıklar ve şeylerin hatmi yüzünden çıkar.
Kurumlaşmış bir okul olarak hurüfi mezhebi
çabucak ortadan kalkmış görünmektedir. O lran'dan bektaşi dervişlerinin
temsilcileri ve öğretilerinin savunucuları olacağı Türkiye'ye geçmiştir.
Bektaşi tarikatinin kaynağı Hacı Bektaş'tır (738/1337-1338) ve acımasız
zulümlere rağmen bu tarikatin eski Türkiye'nin manevi ve kültürel hayatındaki
rolü, bu yüzyılın otuzlu yıllarına kadar gerçekten büyük olmuştur. Ancak bu
tarikat, öğretilerinin incelenmesini kolaylaştırmayan sıkı bir batıniliğe
riayet etmiştir. Bu batınilikte Yeni-Platonculuğun güçlü izleri yanında şeyler
hakkında temelde
Oniki İmamcı bir anlayışla karşılaşılmaktadır.
İnsan fizyonomisinin çizgilerinin sembolik incelenmesiyle hat sanaunın en
şaşırtıcı ürünleri arasında kurdukları bağlantı özel olarak zikredilmelidir.
Burada da sembolik formlar fenomenolojisi için tükenmez bir maden kendini
göstermektedir.
13.
Cami
817/l4l4'de Cam'da doğan ve büyük
yolculuklardan (Meşhed ve Mekke'ye iki hac yolculuğu, Bağdat, Şam ve Tebriz'de
kalış) 898/l 492'de hayatının sona ereceği Herat'a yerleşen Horasanlı bir
İranlı olan Molla Nurüddin Abdurrahman Cami'nin eserinin bize takdim ettiği
yine sembolik formlardır. "Cami, lran'ın ortaya koyduğu en dikkate değer
dehalardan biri idi; çünkü o aynı zamanda büyük bir şair, büyük bir bilgin ve
mutasavvıftı" (E. G. Browne). Nakşibendi sufi tarikatine mensuptu. Şeyhi,
bu tarikatin kurucusu olan Hoca Bahaüddin Nakşibend'in (790/1388) öğrencisi ve
halefi olmuş olan şeyh Sa'düddin Muhammed Kaşgari idi.
Camt'nin eserinin bütünü tasavvuf metafiziğini
ilgilendirmektedir. Nesir şeklinde yazılmış büyük kitapları vardır. Bunlar
arasında (698/1289 civarında ölmüş olan) ünlü Fahrüddin 'lrakt'nin Konya'da
dinlemiş olduğu Sadrüddin Konyevi'nin (bkz. s. 85) dersleri vesilesiyle kaleme
almış olduğu küçük kitabı Panltılar (Lema'at) üzerine yazdığı bir şerh
bulunmaktadır. 'lraki, şöhret kaygısı olmayan, sadece ebedi güzelliğin aynası
olarak insan güzelliği ile ilgilenen tipik bir gezgin dervişti (kalender).
Bundan başka Cami büyük bir mutasavvıflar biyografisi (Nefahatü'l-Üns=llilhi
Yakınlığın Nefesleri) kaleme almıştır. Küçük eserler külliyatı (opera
minora) lbni Arabi ve Sadrüddin Konyevi'ye ilişkin şerhler içerir.
Eserlerinin yayınlan ve hakkında yapılmış incelemeler olmadığından onunla
ilgili bütünsel bir açıklama tas-
lağına girişmek zordur. Şiirsel eseri esas
olarak bir "Yediler Bilimi"ni (Heft Oreng=Yedi Taht veya Renk)
içine alır. Onu teşkil eden yedi andan özellikle burada üç mistik destanı, Yusuf
ile Züleyha, Mecnun ile L la (Iran tasavvuf destanının Tristan ve lsolde'u)
ve Salaman ile Absal'ı zikretmek gerekir. Bu sonuncu sembolik hikayenin
iki versiyonu vardır: Onlardan biri lbni Sina'nınki ile Nasırüddin Tüsi'nin
bir özetinden bildiğimizdir. Diğer versiyon, hermesçi kaynaklıdır. Cami'nin
uzun bir şiir olarak düzenlediği, lbni Sinacı değil, hermesçi versiyondur.
14.
Hüseyin Kaşifi
Hüseyin Va'iz Kaşifi (910/1504-1505) zamanının
büyük İranlı vaizi ve mutasavvıfı olmuştur. Mistik teosofınin çeşitli
sorunları ile ilgili otuza yakın eser bırakmışur. Aynca büyük bir tasavvufi
Kur'an tefsiri, peygamberlerin ve lmamlann uğradıkları zulümleri, özellikle
Kerbela faciasını yorumlayan bir Şehitler Bahçesi veya Şehitlere
Ağıt (Ravzatü'ş-Şüheda) vardır. Öte yandan lran dehasının ahlaktan
ziyade metafizikte ve tasavvufta mükemmelliğe ulaşmış olmasına karşılık geçen
yüzyılda baulı şarkiyatçılar özellikle Hüseyin Kaşifi tarafından yazılmış olan
ve aynı türün diğer iki örneğini, yani sırasıyla Nasırüddin Tüsi'nin Ahlak-ı
Nasıri'si ve Celaluddin Devvani'nin Ahlak-ı Celc:lli'sini izleyen pratik
felsefe ansiklopedisi Ahlak-1 Muhsint ile ilgilenmişlerdir.
Bununla birlikte eğer burada Kaşifi'yi
zikrediyorsak, bunu özellikle büyük bir eserinden, Fütüvvet-name'sinden
dolayı yapıyoruz. O bu eserde Ömer Sühreverdi'nin eseri vesilesiyle işaret
ettiğimiz bir temayı, manevi yiğitlik ve dostluk demek olan fütüvveti
ele alır. İslam toplumuna has olan bu fenomeni anlamak için geleneğin sahip
olduğu verilerin bütününü özetler. Fütüvvet düşüncesi, özü itibariyle,
Şiiliğin tasarladığı biçimde peygamberlik misyonu ile Oniki İmamcı karizma
arasındaki ilişkiye bağlı bir şey (peygamberliğin hatmi yüzü olarak velayet)
olarak ortaya çıkar. Bu açıdan fütüvvet, Hz. Adem'in oğlu ve Imam'ı,
"ilk süfi" olan Şit'le başlamıştır. Şit'in şahsında fütüvvet
henüz tarikatten, yani mistik yoldan veya tasavvuftan farklılaşmamıştır
(burada Şit'in irfancılardaki rolü, hermesçilerin Agathodaimon'una özdeş
kılınması düşünülürse, uzak yankıların varlığı farkedilecektir). İnsanların
artık tasavvuf hırkasını taşımaya güçleri yetmediğinde fütüvveti tasavvuftan
ayn bir şey olarak ortaya koyan Hz. lbrahim olmuştur. Hz. lbrahim'in şahsında
peygamberlik misyonu artık bir yiğitlik hizmetine dönüşmüştür. Peygamberlik
dairesiyle velayet dairesini yeniden birleştirenfütüvvet,
hikmet-tarihin dönemlerini belirler. Peygamberlik dairesinin başlangıcında Hz.
Adem bulunur, kutbu Hz. lbrahim'dir. Bu daireyi kapatan mühür ise Hz.
Muhammed'dir. Fütüvvet dairesinin başında bulunan Hz. lbrahim, kutbu 1. lmam,
mührü Yeniden Diriliş'in lmam'ı, halen gaib olan Beklenen lmam XII. lmam'dır.
Fütüvvetin bütün Kitap Ehli olan toplumlarda üyeleri olduğundan Hz. lbrahim,
hatmi evrenselciliği (oecumenisme) lbrahimi geleneğin üç dalını birleştiren bir
manevi yiğitliğin babasıdır (ebu'l-fityan).
15.
Abdülgani Nablüsi
1143/1731'de Şam'da ölmüş Suriyeli bir teosof
ve mutasavvıf olan Abdülgani Nablüsi (yani Samariye'de Nabluslu) lbni Arabi
çizgisinde üretken bir yazar olmuştur (büyük ebatta iki koca ciltten oluşan
mükemmel bir Füsüs şerhi bırakmıştır). Eseri en çeşitli temaları ele alan
yüzden az sayıda olmayan başlık içerir (Ibnü'l-Ferid'in tasavvufi Ode'ları üzerine
şerhi ünlüdür). Aynı zamanda iki tarikate, mevlevi ve nakşibendi tarikatlarine
mensuptu. lbni Arabi'nin öğrencisi olarak başarılı bir şekilde yapılması için
iyi bir felsefi formasyon gerektiren teomonizm ( vahdeti vücud)
meselesini ele almak zorunda kalmışur.
Nablüsi bu konuda şu açıklamayı vermektedir: Bu
aşkın birlik, zorunlu olmayan varlığın (halk, yaratım) Zorunlu
Varlık'tan (Hak, ilahi Varlık) kesinlikle bağımsız olmadığı ve O'nun
varlığının dışında olamayacağı anlamına gelmektedir. Evet, onlar
birbirlerinden ayrıdırlar, ancak her ikisinin kendisiyle var olduğu varlık,
tektir. Çünkü Zorunlu Varlık'm varlığı özünün aynıdır. Oysa bir başlangıcı
olan, varlığa gelen varlık, Zorunlu Varlık'ın özünün aynı olan bu varlıkla
var olur. Ancak nasıl ki Zorunlu Varlık, başlangıcı olan varlığın özünün aynı
değilse, aynı şekilde bu başlangıcı olan varlığın varlığı Zorunlu Varlık'm
özünün aynı değildir. Bir ve aynı olan "var olmak", Zorunlu Varlık'a
özü gereği aittir, zorunlu olmayan varlığa ise Zorunlu Varlık'la aittir. Birincide
o koşulsuz, tektir; ikincide ise koşulludur. Gerek Nablüsi'nin eserlerinin tam
bir baskısı, gerekse onun hakkında bütünsel bir inceleme temenniye şayandır.
Aynı dönemde Osmanlı lmparatorluğu'nda Ragıp Paşa'nın
(1176/1763) eserine işaret edelim: "1756'dan l763'e kadar sadrazamlık
yapmış ve güzel bir kütüphanenin sahibi olan Ragıp Paşa, İslam kültürünün
belli başlı problemleri üzerine ilginç görüşler içeren bir eser
bırakmışur" (L. Massignon).
16.
Nur Ali Şah ve XVIII. Yüzyılın Sonunda
Tasavvufun Yenilenmesi
Daha önce başka bir yerde eksiksiz Şiiliği
savunan batmilere şer'i ve zahiri dinle yetinen dindaşlarına karşı sıkı bir
gizlilik disiplini uygulama görevini yükleme konusundaki
çelişik duruma işaret etmiştik. Bu disiplin herhangi bir sufi tarikatin dışında
uygulandığında belki daha da etkilidir, çünkü burada her türlü dış işaret de
ortadan kalkar. Ayrıca adında (Safiyüddin Erdebili) süfi kaynağının
izlerini taşıyan safevi hanedanının başlangıcından itibaren öyle bir politik
bulaşma ve bu bulaşma ile birlikte de tasavvuf zihniyetinde ve adetlerinde
öyle bir gevşeme ortaya çıku ki bunun sonucunda tasavvuf ve sufi kelimeleri
artık şüpheli hale geldiler ve bu tarihten itibaren onların yerine irfan
(mistik teosofi) ve 'urefa
(mistik teosoflar) kelimeleri tercih edildi. Böylece iç hayaunda bir sOfi olan
büyük filozof Molla Sadra tüm bir gevşek ahlaklı ve cahil sOfi grubuna karşı
bir kitap yazmak zorunda kaldı. Bundan başka daha önce işaret ettiğimiz
durumu da göz önüne almak gerekir: Bir Şii mutasavvıfı herhangi bir
kurumlaşmış sOfi tarikate katılmak zorunda kalmaksızın Aziz lmamlar'ın eksiksiz
öğretisini takip etmesi ve benimsemesi olayının kendisiyle zaten tasavvuf
yoluna girmiş olduğu duygusuna sahiptir. Bu bakımdan bireyden bireye, dudaktan
kulağa aktarılan tarikatler olabilir. Bunlar ne maddi bir iz, ne belge
bırakmışlardır. Kısaca bu bölümde zikredeceğimiz kişiler sayesinde tüm bir
felsefi ve manevi hayat varlığını sürdürürken, öte yandan safevi dönemi sonunda
lran tasavvufu kurumlaşmış bütün tarikatlerin zayıflaması ve çözülmesi ile
kendini gösteren bir gerileme içine girmişti. Bu dönemde artık sadece Meşhed'de
nurbahşi tarikatine mensup birkaç sufi ile Şiraz'da zehebi tarikatine ait
bazıları ortada kalmıştı
işte bu ortamda Hindistanlı bir ni'metullahi sofisi veya dervişi olan Ma'sum Ali deniz yönünden Fars
(lran'da bir eyalet) kıyılarına yaklaşır ve 1190/1776-1193/l 779 arası bir
tarihte ailesi ile Şiraz'a yerleşir. O lran'da ni'metullahi tarikatini yenilemek üzere hocası şeyh Şah Ali Rıza
Dikkani tarafından Hindistan'dan görevli olarak gönderilmiştir. Bu ni'metullahi tarikati şüphesiz adım
Ni'metullah Veli'den (bkz. s. 101) alır, ancak Ma'ruf Kerhi (200/815-816) yoluyla
köklerini Şiiler'in VIII. lmam'ma, İmam Ali Rıza'ya (203/ 818) geri
götürebilir. Ma'sum Ali-Şah manevi yenileme görevini başarıyla yerine getirir.
Burada karşımıza yeni:.. den Iran tasavvufu tarihinde önemli bir sima
çıkmaktadır: Nur Ali-Şah.
İsfahan'da 1170/1756-1757 veya ll72/l759'da
doğmuş olan Nur Ali-Şah, Feyz Ali-Şah'm (Mirza Abdül-Hüseyin) oğluydu. Feyz
Ali-Şah'm kendisi ise orta çölün kuzey doğusunda bir vaha olan Tebesli İmam
Cuma Molla Muhammed-Ali'dir. Ma'sum Ali'nin gelişinin yaratmış olduğu yenilemenin
yankılan İsfahan'a kadar ulaşır ve baba-oğul birlikte Şiraz'a gitmeye karar
verirler. Orada Ma'sum Ali-Şah'm tarikatine intisap ederek birbirlerinin manevi
kardeşi olurlar. Onlarla ilgili anlatılanlardan yakışıklılığı ile meşhur olan
Nur Ali-Şah'ın kişiliğinin büyüleyici olduğu anlaşılmaktadır. Maalesef
öğrencilerin şevk ve sadakatini sofu dindarların ve zahir ehlinin ateşli
kinleri dengelemiştir. Nur Ali-Şah 1212/l797-l798'de kırk yaşları cıvannda ölür
ve Musul'a gömülür. Onun Revnak Ali-Şah'm kızkardeşi olup manevi ve şiirsel
yeteneklere sahip ve kendisi de Hayyati mahlası ile bir Şiir Divanı kaleme
almış olan bir hanımla evlenmiş olduğunu da zikredelim.
Nur Ali-Şah'm eseri on kadar kitabı içerir.
Bunlar arasında yeni baskısında küçük ebatta bin iki yüz sayfa tutan Mistik
Buluşma Cenneti (Cennetü'l-Visal) adlı büyük Farsça rapsodisi özel olarak
sivrilmektedir. Bu anıtsal eserde tasavvuf teosofisi ve tecrübi mistisizminin
büyük temaları bir araya toplanmış ve tamamen yazara (veya yazarlara) özgü bir
tarzda ele alınmıştır. Eser (cennetin "sekiz kapısı"mn sembolleri
olan) sekiz kitaptan oluşacaktı. Ancak eksik kalmıştır. Nur Ali-Şah daha
üçüncü kitabı bitiremeden ölmüştür.
Kayın biraderi ve halefi olan Revnak Ali-Şah
(ölümü 1225/ 1810 veya 1230/1814-1815) eseri devam ettirmiş, üçüncü kitabı
tamamlamış ve dördüncü ve beşinci kitapları kaleme almıştır. Nizam Ali-Şah
Kirmani de (1242/1826-1827) kendi payına altıncı ve yedinci kitapları
yazmıştır. Tarikatın bazı üyeleri çok üretken yazarlar olmuşlardır. Muzaffer
Ali-Şah diğerleri yanında (1215/1800-1801, Kirmanşah'ta) içinde lbni Arabi'nin
ve irfanla en fazla yüklü Şii hadislerinin öğretilerinin birbirleriyle
birleştikleri Denizlerin Kavuştuğu Yer (Mecme'ü'l-Bihar) adlı bir
kitap, Felsefe Taşı (Kibriti'l-Ehmer), Mistik Sırlar Denizi (Bahr'ül-Esrar)
vb. adlı kitaplar yazmıştır. O Kirman'da bir halk ayaklanmasında (1206/
1791-1792) tasavvuf şehidi olarak hayatım kaybeden Müştak Ali-Şah'm öğrencisi
olmuştur.
XIX. yüzyılın ilk yansında Şiraz'da yerleşmiş
bulunan bir derviş de Sayyaf mahlası ile adı Nur Ali-Şah'ınkini hatırlatan
büyük bir rapsodi yazmıştır: KenzÜ'l-Esrar ve Cennetü'l-Visal (Mistik
Sırlar Hazinesi ve Mistik Buluşma Cenneti). Eser devasadır: Yeni
yapılmış olan baskısında üç bin sayfa civarında. On iki kitapta tüm mistik
irfan sahasını kapsar. Nazım şeklinde yazılmış şerhe giriş için ana motif ödevi
gören, ekseriya lmamlar'm birinden nakledilen sözlerdir.
1270/1853-1854 yılında Şiraz'da doğmuş,
1344/19251926'da ölmüş olan bir diğer Ma'sum Ali-Şah, diğer eserleri yanında
büyük bir Farsça genel tasavvuf ansiklopedisi (yakınlarda yapılan baskısı üç
cilt olan Tera'ikü'lHekaik=Hakikatin Yollan) bırakmıştır.
Burada 1251/1835-1836'da lsfahan'da doğmuş Safi
AliŞah'ı da zikretmeliyiz. O sayısız öğrenciler tarafından çevrilmiş olarak
1316/1898-1899'da öleceği Tahran'a yerleşmeden önce Hindistan'da kalmıştır.
Zamanın İran toplumu üzerine etkisi büyük olmuştur. Diğer eserleri yanında
nazım olarakKur'an'ın dev bir mistik tefsirini (1318/1950 baskısında tek yüze
basılmış sekiz yüz otuz altı yaprak) bırakmıştır. Safi Ali-Şah'ın tarikati
günümüzde de çok canlıdır. Bundan başka Horasan'da Gunabadlı Sultan Ali-Şah'ı
da (1327/1909) zikredelim. Onun halefi de etkisi ve eseri büyük olan oğlu Nur
Ali-Şah Il (1337/1918-1919) olmuştur. Gunabad bugün hala Iran toplumunun tüm
saflarına nüfuz etmiş olan geniş bir tasavvuf ağının karargahı durumundadır.
Birçok diğer ni'metullahi şeyhlerini de burada anmamız gerekir.
Günümüzde Tahran'daki Ni'metullah hangahının kutbu, olağanüstü faal olan Dr.
Cevad Nürbahşi'dir. Onun yönetimi altında hangah yeniden yapılmış ve bir sufi
üniversitesi boyutlarında genişletilmiştir (yazma eserler kütüphanesi, hat
müzesi vb.). Dr. Nürbahşi eski metinlerin yayınlarını çoğaltmaktadır ve son
seneler zarfında Iran genelinde elii civarında yeni hangahlar kurmuştur. Sufi
şeyh otoritesine psikanalizin sınırlarının tamamen farkında olan nöropsikolog
doktorun uzmanlığını katmıştır.
17.
Zehebiler
Yukarıda söylediğimiz gibi Kübreviyye süfi
tarikatı Seyyid Ali Hemedani'nin ölümünden sonra iki dala ayrılmıştır. Öğrencisi
Hace lshak Hutellani, halefi olarak Seyyid Muhammed Nürbahş'ı
(795/1390-869/1464) tayin etmişti. Ancak maalesef Mir Şihabüddin Abdullah
Berzişabadi onu tanımayı reddetmiştir. O günden sonra iki kol, Nürbahşiler ve
Zehebiler kolu ortaya çıktı. Bu sonuncular manevi cedlerinin Ma'ruf Kerhi
(200/815-816) kanalı ile (Ni'metullahiler gibi) VIII. İmam Ali Rıza'ya
(203/818) çıktığı konusunda ısrar ederler. Oniki lmam Şiici ateşlilikleri
tasavvuf metafiziği eserlerinde açıkca görülmektedir.
Onlar arasında özellikle zehebi şeyhi
Necibüddin Rıza'yı anmak gerekir. Tebriz doğumlu olup lsfahan'a yerleşmiş
ve orada Şah Süleyman'ın (1666-1694) hükümdarlığı esnasında 1080/1670'de
ölmüştür. İki önemli eseri yayımlanmıştır: Hidayet Işığı (Nüru'l-Hidayet)
ve XJI. 1mam Mesnevisi (Se'bü'l-Mesani). İki zehebi yayın
merkezi özellikle canlı olmuştur: Şiraz ve Tebriz. Şiraz'da daha çok onur ifade
eden "Baba-yi Şirazi" veya bir mahlas olan "Raz-ı Şirazi"
adıyla bilinen ve ölümünden sonra yerine oğlu Mecdü'l-Eşrafın
(1264/1848-1330/1912) geçtiği Şeyh Ağa Mirza EbulKasım'm eserleri
yayımlanmışur. Ebu'l-Kasım'a ayrıca mistik teosofinin iki önemli kitabını
borçluyuz. Bunlardan biri 1. İmama atfedilen ünlü bir irfancı vaazın şerhidir (Hutbetü'lBeyan).
Marifet Nürlannın Yolu (Menahic Envarü'lMa'rifet) adını taşıyan diğeri Vl.
İmam Caferü'l-Sadık'a izafe edilen bir kitabın şerhidir: (Misbahü'l-Şeriat=Şeriat'ın
Lambası). Tebriz'de bunun öğrencilerinden birinin, Mirza Abdülkerim
Rayizüddin Şirazi'nin veya tarikatteki adıyla "Acube Arif Ali-Şah"m
(1299/1882) eserlerinin, bu arada diğerleri yanında Mahmud Şebisteri'nin (bkz.
s. 97) Gülşen-i Rdz'ına ilişkin değerli bir incelemesinin yayımına
başlanmıştır. Arif Ali Şah kırk bir civarında kitabı içeren yazma halinde
hatırı sayılır bir külliyat bırakmıştır. Şemsüddin Pervizi onları yayımlamayı
üstlenmiştir.
Bu birkaç sayfa belki tasavvuf ve onun
metafiziği hakkında bir fikir verecektir. Şüphesiz o gerçekleştirilmesi
gereken büyük çabalar hakkında da fikir vermiş olacaktır. Bir sonraki bölümün
de iletmek istediği izlenim budur.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Şti DÜŞÜNCESİ
1.
Nasırüddin Tüsi ve Şii "Kelam"ı
Bir Şii Kelam'ı vardır. Kelam'la kastedilen
Yunan filozoflarından tevarüs edilen diyalektiğin imkanlarını Kur'an'ın ve
Hadis'in takdim ettiği dinsel kavramların hizmetine koşan çıkarsamacı açıklama
yöntemidir. Sırf Kelamcı (mütekellim) tip olarak zahirci bir ilahiyatçıyı
temsil eder. Fakat bir aynı dinsel tema Kelam'm zahirci bakış açısından
incelenebildiği gibi tasavvuf metafiziğinin bundan önceki kısımda ünlü
örneklerini bize verdiği mistik teosofinin bütün imkanlarıyla da ele
alınabilir. Bir aynı düşünür hem Kelamcının hem de kavramlar üzerinde
düşünmekle yetinemeyen filozof ve mistik teosofun yeteneklerini şahsında
toplayabilir. Şiilikte en sık rastlanan durum da budur. Bu durumun bir ilk
nedenini Kutsal imamların öğretiminin kendisinde bulabiliriz. Nasırüddin Tüsi
de bu durumun en iyi örneğidir.
Zamanın kültürünün izin verdiği biçimde
evrensel dehaya sahip (bibliyografyası seksen eser başlığı içermektedir) bir
insan olan Hoca (Hace) Nasır (en sık zikredilen adıyla
Üstad Nasır) 11 Cemaziyülevvel 597/18 Şubat
1201'de Horasan'da Tüs şehrinde doğmuş ve 18 Zilhicce 672/26 Ocak 1274'de
Bağdat'ta ölmüştür. Gençlik yılları maceralı geçmiştir. Kuhistan'da
İsmaili hükümdarların hizmetinde bulunmuştur ki bu olay müstahkem Alamut
kalesindeki kalışını ve ileride kendisinden söz edeceğimiz İsmaili bir eserin
kaleme alınışını açıklar. Moğollar Alamut kalesini ellerine geçirdiklerinde
(654/1256) durumu güçleşmiş, ancak bu durumdan usta bir şekilde kurtulmuş,
hatta Hulagu Han'ın danışmanı, onun nezdinde İmamiye Şiilerinin şefaatçisi olmuş
ve Bağdat'ın Moğollar tarafından alınması sırasında (656/1258) bu sonuncuları
birçok zulümden kurtarmaya muvaffak olmuştur. Daha sonra Moğol hükümdarını
Azerbaycan'da Meraga şehrindeki büyük rasathaneyi inşa etmeye ikna edende o
olmuştur.
Hoca (Hace) Nasır bir matematikçi ve astronomdu
(Euklides'in Elementler'ini, Batlamyus'un el-Mecisti'sini şerh etmiş,
geometrik ve fizyolojik optik konularıyla ilgili bir eser yazmıştır). Felsefede
tbni Sina'nın 1şiiriit'ı üzerine dört yüzl sonra Abdürrezzak Lahici'nin İbni
Sinacılığın meydana getirmiş olduğu en mükemmel eser olarak gördüğü şerh biçiminde
bir inceleme kaleme almıştır. Hoca Nasır, Şehristani'ye cevaben yazmış olduğu
özel bir eserde de yaptığı gibi bu eserde de İbni Sina' Fahrüddin Razi'ye karşı
savunur. Eğer çok erkenden ortadan kalkmış olan Latin İbni Sinacılığı'ndan
farklı olarak İran İbni Sinacılığı'nın günümüze kadar devam ettiği
söylenebilirse, Nasırüddin Tüsi onun bir yaratıcısı olmuştur.
Şii Kelam'ında ana eserleri Tecridü'l-Akaid (inanç
Unsurlannın Ortaya Konulması), Kava'idü'l-Akaid (inanç Unsurlannın Temelleri),
Füsıll'dur (Farsça yazılmış "Fasıllar"). Bu kitaplarda Şii
düşüncesinin büyük temaları (lmamet, XII. İmam vb.) sistemleştirilmiştir. tık
iki kitap yüzyıllar boyunca yetmiş inceleme ve şerhin konusunu oluşturmuştur ve bunların bir an
önce envanterinin çıkarılması, tahlilinin yapılması, tarihlerinin yazılması
gerekir. Hoca Nasır'ın eseri ve manevi fizyonomisinin zirve noktasını pratik
felsefeden (Ahlak-ı Nasın adlı eser) çok Evsafü'l-Eşraf (Şerefli Ruhlann Nitelikleri) adlı küçük risalede
sergilenmiş olan Şii olduğu kadar derin mistik tasavvufu oluşturmaktadır.
Şiiliğin İran dinsel bilincininin özlemlerini özetlemesi, felsefenin Darü'l
İslam'ın geri kalan bölgelerinde son nefesini vermesine karşılık İran
okullarında canlı bir şekilde varlığını sürdürmesi olgularını göz önüne alırsak, Hoca Nasır'ın Şii düşüncesinin
önde gelen temsilcisi olmasını anlarız.
Hoca Nasır'ın öğrencileri ve en yakın insanları
arasında Kemalüddin Meysem Behrani'yi zikretmek uygundur. Bir rivayete göre
Behrani'nin felsefede Nasır'ın öğrencisi olmasına karşılık Nasır da fıkıhta
onun öğrencisi olmuştur. Öte yandan Behrani, Allame Hilli'nin hocalarından biri
olmuştur (biraz aşağıya bakınız). Ona birçoğu Şii İmamlarının İmamet
problemleri ile ilgili on beş civarında eser borçluyuz (bu eserlerin daha
yazmaları bile tam olarak tespit edilememiştir). Behrani özellikle Birinci
Imam'ın sözleri, vaazları ve mektuplarının bir derlemesi olan (yirmi ciltten fazla
tutan) Nehcü'l-Belagat (Belagatın Işıklı Yolu) adlı eser üzerine çift şerhiyle ünlüdür. O
Kelam, felsefe ve tasavvufu (irfan) bir araya getiren Şii düşünürlerinden biri
olmuştur. Haydar Amuli onu peygamberlerin mirasçısı olan ve zahiri bilgiyle
yetinemeyen gerçek filozoflar arasına koymaktadır:
"Onlar arasında Nehcü1-Belagat üzerine büyük ve küçük iki şerhinde kaynaklarını
ve hırkalarını Birinci lmam'a çıkaran vahdet-i vücudçu irfancıların
yöntemlerini bilginlerin ve felsefe uzmanlarının yöntemlerine tercih eden
mükemmel şeyh Meysem el-Behrani'yi zikredebiliriz. Aynı şekilde o, Birinci
Imam'ın sözlerine ilişkin bir derleme olan Centriloqium adlı eser üzerine yaptığı
şerhte, üzerinde hiçbir şüphenin olmadığı hakikatin, su.fi diye adlandırılan
Allah dostları arasındaki vahdet-i vücud yolu olduğunu savunmaktadır."
Hoca Nasır'ın en ünlü öğrencisi şüphesiz
648/1250125l'de Hille'de doğmuş ve 726/1326'da aynı yerde ölmüş olan Allame
Hilli'dir (tam adı, Cemalüddin Ebu Mansur Hasan tbni Yusuf İbni Mutahhar
el-Hilli). Onun diğer hocaları arasında Katibi (Debiran), Kazvini (bkz. s. 45)
ve Meysem Behrani vardır. Hilli, Meysem Behrani ve Hoca Nasır gibi Moğol
zulmünü görmüş ve Nasır'ın oynadığına benzer bir rol oynamıştır. Şii
tarihçilerin tanıklıklahna göre Olcaytu'nun farklı dini mezheplerin liderlerini
davet ettiği toplantılarda Hilli'nin rolü belirleyici olmuştur. Cevaplarının
mükemmelliği sonucunda Şiilik o dönemde İran'ın resmi dini olarak kabul
edilmiş ve yer altından çıkabilmiştir. Allame Hilli üretken bir yazar olmuştur
(Yazdığı kitapların sayısı birkaç yüzü bulmaktadır. Eserlerinden bir kısmı
yayımlanmıştır. Diğerleri ise henüz yazmalarının aranması safhasındadır).
Daha önce de hatırlatıldığı gibi Hilli'nin Şii
İmamet kavramı üzerine eserlerinden biri (Minhacü'l-Keramet) İbni Teymiye
tarafından yapılan şiddetli bir Sünni saldırının konusunu teşkil etmiştir
(bkz. s. 55). Bazı fıkıh eserleri dışında Hilli ilkeleri daha sonra usülilerle (usüliyyün)
ahbarileri (haberiyyün) birbirleriyle kavgaya sürükleyecek bir Hadis ilminin
sistemleştirmesini gerçekleştirmiştir (bkz. s. 158). Kelam'da en eski İmamiye
Kelamcılanndan biri (350/96l'e doğru ölmüş olan Ebu ishak İbrahim Nevbehti)
tarafından yazılmış en erken eserlerden biri üzerine bir şerh yazmıştır
(Envarü'lMelekut). Aynı şekilde Hoca Nasır'ın yukarıda zikredilen iki
eserini (Tecrid ve Kavd'id) şerh etmiş ve bu şerhler daha sonra
araştırmacı kuşaklar tarafından yeniden ve yeniden okunmuş, incelenmiş ve şerh
edilmiştir. Hocası Meysem Behrani'nin Nehcü'l-Belagat üzerine yaptığı
geniş şerhin bir özetini vermiştir. Aynı zamanda bir Kelamcı ve filozof
özelliklerini sergileyerek lbni Sina'nın lşarat'ı ve Şifa 'sı
üzerine incelemeler; Sühreverdi'nin Te lvihat'ının güçlükleri üzerine
bir çözüm denemesi (Hillü'l-Müşkilat); Eş'ariciler ve Sofistleri karşılaştıran
bir eser (Tenasüh), iki ansiklopedik kitap, yani felsefi bilimlerdeki Gizli
Sırlar (el-Asarü'l-Hafiyye) -Bu eserin yazar elinden çıkma yazması
Neceftedir-ve felsefe ve Kelam üzerine Tam Bir Öğretim (Ta'lim Tamm)
vb. kaleme almıştır. Hocası Nasırüddin Tüsi'nin Sühreverdi'den ilham alarak
yaptığı gibi Hilli de "Bir'den ancak Bir çıkabilir" (Ex Uno non fit nisi Unum) ilkesinden şüphe eder. Molla Sadra'nın kuramını haber
veren bir tözler içi (intrasubstantiel) hareketi kabul eder.
Kısaca eseri, bütünsel bir monografiden önce
gelmesi gereken ayrıntılı incelemeler yapılmasını hala beklemekteyse de
Hilli'nin verdiği örnek ve kitaplarının felsefenin Şiilik'te kendini
"evinde hissetmesi" ve şeriat bilginlerinin saldırılarına karşı
felsefeyi koruması bakımından belirleyici bir rol oynamış olduğunu şimdiden
söyleyebiliriz.
Allame Hilli'den çıkan silsile uzundur ve Şii
nomenklaturasının şerefli "şehid"ler, yani Kutsal lmamlar'ın davasının
gerçek şahidi olarak ölen kişiler diye adlandırdığı üç insanın şahsında Şii
Kelam'ıyla Sünni Kelam'ının trajik çatışmasına bizi götürür. Bu şehitlerden
ilki (Şehid-i Evvel=protomartyr) 751/1350'de on yedi yaşındayken Allame
Hilli'nin oğlu Fahrü'l-Muhakkik'in'in öğrencisi olmuş olan şeyh Şemsüddin
Muhammed'dir. Şemsüddin Muhammed yirmiye yakın eser bırakmış ve 786/1384'de
Şam'da idam edilmiştir. İkinci şehid (Şehid-i Sani), Allame Hilli'nin
öğrencilerinin (altıncı kuşaktan) öğrencisi olmuş olan şeyh Zeynüddin lbni
Ali'dir. O da çok sayıda eser bırakmış (seksen civarında eser adı) ve
966/1558-1559'da lstanbul'da Sultan Selim'in (?) emri üzerine idam edilmiştir.
Üçü arasında en tanınmışı, ailesi iV. imam Zeynel-Abidin'e kadar geri giden
Gazi Nurullah Şuşteri'dir. Bir filozof ve Kelamcı, matematikçi ve şair olan
Şuşteri, en ünlüsü Farsça yazılmış Mecalisü'l-Müminin (Müminlerin
Meclisleri) adlı büyük kitap olan yetmiş civannda eser bırakmıştır. Bu
kitapta on iki bölümde her türden (filozof, Kelamcı, sufi vb.) büyük Şiiler
hakkında kısa notlar verilmektedir. Şuşteri, Hint-Moğol hükümdarı Şah Ekber'in
cömert reformu döneminde (15561605) meydana gelen Hindistan ve Iran arasındaki
gidiş gelişlere katılmıştır ve bir süre Lahor'da kalmıştır.
Sünni bir Eş'arici, Fazlullah lbni Ruzbihan
Isfahanı, Allame Hilli'nin eserlerinden birine (Nehcü'l-Hakk ve Keşfü'sSıdk=Hakikatin
Yolu ve Doğruluğun Keşfi adını taşıyan esere) karşı şiddetli bir
saldırıda bulunmuştu. Fazlullah'ın eserinin adı lbtalü'l Bıitıl'dı (Yanlışın
lbtali). Nurullah lhkakü'l Hak (Doğrunun Hakkının Tesisi) adlı
(büyük boy beş yüz sayfalık) kocaman bir cevapla buna karşılık vermiştir. Bu
kitap Sünni ileri gelenlerce ihbar edilmiş, Şah Ekber'in halefi olan Cihangir
(1605-1628) yazan mahkeme önüne çıkartmıştır. Mahkemeden 1019/1610-16ll'de Gazi
Nurullah'ın şiddetli bir ölüme mahkum edilmesi karan çıkartılmıştır. Böylece o
üçüncü şehid (Şehid-i suvvum) olmuştur. lhkakü'l Hak adlı eser
hukuki bir kısım yanında geniş ve zengin felsefi bir bölümü içermektedir. lbni Teymiye
ve Fazlullah Ibni Ruzbihan'ın Allame Hilli'ye saldırılan, Nurullah Şuşteri'nin
müdahelesi ve trajik sonu göz önünde tutulursa, bütün bunların derinlemesine
bir bütünsel incelemeyi hak ettiği anlaşılacaktır. Bu inceleme olmadıkça Islam
felsefesinin bu önemli bölümüne ancak böylece işaret edilebilir.
Burada Ibni Yunus Nebeti 'Amili'yi de
(877/1472-1473) zikredeceğiz. 'Amili, şöhreti esas olarak biri imamet üzerine
olan (Kitab Siratü'l-Müstakim=Doğru Yol Kitabı), diğeri Nefs
Ve Ruh Hakkında Söylenen Şeylere Açılan Kapı adını taşıyan iki büyük eserden ileri gelen
Şii bir filozoftur. Bu ikinci, Meclisi'nin Şii hadisleri üzerine olan büyük
ansiklopedisinde, yani Biharü7 Envar'da kaynaklan arasında zikrettiği
eserdir. 'Amili mantık, Kelam, imamet, ilahi isimler üzerine başka eserler de
yazmıştır.
Nihayet bir Kelamcı olduğu için değil,
araştırmaların halihazırdaki durumunda Nasırüddin Tüsi ile henüz iyi belirlenmemiş
olarak kalan ilişkilerinden ötürü burada zikredeceğimiz çok orijinal bir
filozof, Efzalüddin Kaşani vardır. Tüsi bazı rivayetlere göre belki de
Kaşani'nin dayısı idi. Doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmemekle birlikte
hayatı XIII. yüzyılın ilk üçte ikilik döneminde yer almaktadır. Hulagu Han
zamanında yaşamış ve söylendiğine göre Moğolların yanında Hoca Nasır'ın
oynadığı aynı hayırlı rolü oynamıştır. Gerçekten o yaşadığı Kaşan şehrini
tahripten kurtarmaya muvaffak olmuştur.
Efzalüddin'in Tüsi'nin yakın tanıdıkları
arasında olduğunu Tüsi'nin ona övgü olarak yazdığı iki beyit göstermektedir.
Bundan başka te'vil, yani Kur'an ayetleri ve hadislere Efzalüddin
tarafından uygulanan sembolik yorumun bazı Ismaili yakınlıklar gösterdiği
tespit edilmiştir. Bu olgu, kendi bauniliğine Efzalüddin'in bir öğrencisinden
aldığı bir şey olarak işaret eden Hoca Nasır'ın bazı ifadeleriyle gayet iyi
uyuşmaktadır. Filozof ve (Baba Efzal takma adıyla) şair Efzalüddin tümüyle
Farsça yazılmış bir eser bırakmıştır. Bu eseri on iki civarında kitaptan
oluşmaktadır. Burada sadece mükemmel bir felsefi antropoloji sergilemesi olan Medaricü'l-Kemal'i
(Mükemmellik Dereceleri); filozofumuzun insanın kendi hakkındaki bilgisini
ele aldıktan sonra şeylerin kaynağı ve sonunu "gökteki bir başlangıç ve
bitiş" olarak incelediği belki en orijinal eseri olan Cavidan-Name'yi
(Ebedi Olanın Kitabı) zikredeceğiz. Efzalüddin'in (Aristoteles'e
izafe edilen sahte eser olan) Liber de Pomo'yu1 (Elma
Kitabı) ve Arapça bir versiyonu da bulunan Hermesçi Yenbu'el-Hayat"ı
(Hayat Pınan) (Bu kitabın Latince çevirisi De castigatione animae
[Ruhun Cezalandmlması Üzerine] adıyla yayımlanmıştır) Farsça'ya
çevirdiğine işaret edelim. Bu son kitabın bazı paralel pasajlarına Corpus
Hermeticum'un (Hermesçi Metinler) Yunanca metninde rastlanabilmiştir.
(tdris'le, Hanoh'la özdeşleştirilmiş olan) Hermes'e gösterilen bu ilgi lşrak
Şeyhi Sühreverdi ile bir yakınlığı haber vermektedir.
Büyük kitabı Camiü'l-Esrar boyunca
teşebbüs ettiği filozofların eleştirel tarihinde Haydar Amuli açık olarak,
Efzalüddin'i felsefe ve resmi zahir ilimlerini derinleştirdikten sonra
"Tanrı dostlan"nın yoluna dönmüş olan kişiler arasında sayar:
"Efzalüddin, en büyüklerinden biri olmuştur" der.
2.
lsmaililer
lsmaililiğin kaynaklan ve lsmaili metafiziğin
ana motifleri hakkında daha önce ana hatlarıyla bilgi verdik. Birkaç satırla
büyük olaylan hatırlatalım: Fatimi halifesi el-Mustansır Billah öldüğünde
(487/1094) yerine kimin geçeceği meselesi Ismaili toplulukta parçalanmaya yol
açtı. Birinci olarak imam el-Musta'li'nin meşruiyetini kabul edenler vardı.
Bunlar günümüze kadar eski Fatimi davasını devam ettireceklerdir. Ancak son
İmam unvanına sahip halife el-
1 Liber
de Pomo veya KitabütTüffahe (Elma Kitabı): Bu gerçekte
Aristoteles'e ait olmadığı halde geç antik ve Ortaçağ'da Aristoteles'e izafe
edilen yeni-platoncu özellikli sahte eserlerden biridir. Bu kitapta Aristoteles
Platon'un Sokrates'in ölümünden önceki son anlarını ve öğrencileriyle
konuşmalarını anlatan Phaidon'da Sokrates'in oynadığı role benzer bir
rol oynamaktadır. Ölüme yaklaşnğı sırada öğrencilerine varlık ve ruhun
ölümsüzlüğü konusundaki görüşlerini açıklamaktadır. Kitabın Elma Kitabı
olarak adlandırılmasının nedeni, Aristoteles'in bu konuşma boyunca elinde bir
elma tutması ve hayat kudretine sahip olmaya devam ettikçe elmanın kokusunu
muhafaza etmesi, sonunda eli kuvvetsiz kalınca elınanın yere düşmesidir (bkz.
T.J. De Boer, lsldm'da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay,
Ankara 1960, ss. 20-21).
Emir'in öldürülmesinden (524/1130) bu yana
Oniki İmamcı Şiiler gibi pratikte İmam'ın gaybubeti dönemi içinde bulunmaktadırlar.
Onlar Yemen'e çekildiler. XVI. yüzyılda genel karargahları Hindistan'a taşındı
ve burada Buhralar olarak tanındılar. İkinci olarak, İmam Nizar'ın
meşruiyetine sadık kalanlar vardı. Nizar'ın sadık müritleri tarafından
mucizevi bir şekilde hayatı kurtarılan torunu lran'da müstahkem Alamut
kalesinde güven altına alındı. Yine burada 8 Ağustos 1164'de imam Hasan 'ala
zikrihi'selam -adının anılmasına selam olsun(her zaman ona bu
şekilde işaret edilir) Büyük Diriliş'i ilan etti. Bu olay Ismaililiği saf bir
irfan (gnose), saf bir kişisel diriliş dini haline getirmekteydi. Bu
ilanın anlamına gelince, burada en doğrusu şu sözü tekrar etmektir: Resurrectio
non est factum historicum, sed mysterium liturgicum (Diriliş tarihsel bir olay
değildir, litürjik bır sırdır). Aradan henüz bir yüzyıl geçmemiştir ki
(1256) müstahkem Alamut kalesi ve lran'daki diğer Ismaili karargahlar Moğollar
tarafından tahrip edilir. Son İmam Rükneddin Şah katledilir, ancak onun oğlu ve
sülalesi, tasavvuf kılığı altında önce Güney Kafkasya'da, sonra (Hemedan ve
Isfahan arasındaki) Ancudan'da varlıklarını devam ettirirler. Günümüze, Kerim
Ağa Han IV'e kadar varlığını devam ettiren işte Alamut'ta yeni biçim kazanmış
olan bu İsmaili İmamlar soyudur. Bu kol, esas olarak İran merkezlerinde, Orta
Asya'nın yüksek yaylalarında, müritlerinin Hocalar olarak bilindikleri
Hindistan'da kök salmıştır.
Bu şema olmaksızın felsefe tarihi içinde
Ismaililiğin yerini anlamak imkansızdır. Alamut literatürü, kütüphanesinin
tahribi sırasında yok edilmiştir. O zamandan bu yana şartlar uygunsuz
olduğundan üretim çok zayıf kalmıştır. Buna karşılık Buhralar kolu tüm
koleksiyonları muhafaza etmiştir. Filozof için trajedi şudur ki daha liberal
olan Hocalar Ismaililiği tanıtmak üzere metinler yayımlamaya
hazırdırlar. Ancak ne yazık ki bütün yazmalar Buhralar'ın
elindedir. Bunlar ise öyle sıkı bir gizlilik disiplinine riayet etmektedirler
ki merhum W. lvanof tarafından sayımı yapılmış 760 civarında eserden (bu sayıya
Dürzü metinler de dahildir) bugüne kadar sadece yirmi, otuz tanesi
erişilebilir durumdadır.
Fatimilerin ortadan kalkışından bu yana Musta'li
kolunun önce yeni-yemenli diye adlandırılan dönemde bazı üretken yazarları
olmuştur. Burada başlıca işleri lsmaili metafizik ve imamet nazariyesine
ilişkin hacimli sistematik geniş özetler ortaya koymak olan Yemenli bazı büyük
davetçilerin (da'i) adlarını zikretmekle yetinmek zorundayız. Bunlar
ikinci davetçi İbrahim ibn el-Hüseyin el-Hamidi (557/ 1162); üçüncü davetçi
Hatim İbni İbrahim; beşinci davetçi Ali lbni Muhammed ibnü'l-Velid (612/1215)
(bu sonuncuya diğerleri yanında el yazması bin iki yüz sayfa tutan ve şu anda
baskı ve inceleme safhasında olan hacimli bir eseri, Gazali'nin Ismaili karşıu
büyük polemik eserine [el-Mustazhiri] bir cevap teşkil eden eseri
borçluyuz); sekizinci davetçi Hüseyin İbni Ali (657/1268) diğerleri yanında
lsmaili metafizik ve öte dünya kuramı üzerine bir özet (compendium)
bırakmıştır (eser basılmıştır). On dokuzuncu davetçi İdris Imadüddin (872/1468)
tarihçi ve filozof olarak önemli bir eser bırakmıştır (özellikle inceleme ve
baskı safhasında olan Zehrü'l-Meani). Bütün bunlar bizi Hindistan
dönemine kadar götürmektedir ve bu dönemle ilgili olarak Hasan İbni Nuh
el-Hindi'nin el-Benişi'nin (939/1533) yedi büyük ciltlik devasa sistematik
geniş özetini zikredeceğiz. Bu eserin özeti bilinmektedir. Onun kendisinin bir
yazmasına ulaşacağımız gün lsmaili tarih ve metafiziğin tüm esasını görmek
imkanına kavuşacağız. Bu dönemde Musta'li kolu iki alt kola, Davudçu
ve Süleymancı kollara ayrılır. Burada yine onlarca eserin adını
biliyoruz. Ancak onlar bugüne kadar araştırmacılar için sadece adlardan
ibarettirler.
Tümü Farsça kaleme alınmış nizari
literatüründen, yani yeni biçim almış Alamut lsmaililiğinden çok şükür zamanımıza
Nasırüddin TO.si'nin iki eseri muhafaza edilmiştir. Bu eserlerin Ismaili
çevrelere yakınlığından yukarıda söz ettik (en önemlisi Ravzatü't-Teslim
adını taşıyan bu iki eserin TO.si'ye ait olduğundan şüphe etmemizi gerektiren
hiçbir neden yoktur). lsmaililik, Alamut kalesinin yıkılmasından sonra
Iran'da tasavvuf kılığı (hırka) altında varlığım sürdürmüştür ve bu
dönemden itibaren tasavvuf literatürünün kendisinde her zaman bir karışıklık vardır.
Mahmud Şebiştari'nin (bkz. s. 97) büyük şiiri, Ismaili izleri açığa vurur ve Gülşen-i
Rdz'ın kısmi bir lsmaili şerhi vardır (bu eser basılmıştır). Alamut geleneğine
ait nizari literatürü de çoğunlukla manzum tarzda kaleme alınmış eserler
halinde varlığını sürdürmüştür. 720/1320'ye doğru ölen KO.histani, Ismaili
öğretileri ifade etmek için tasavvuf terminolojisinden yararlanan ilk kişi
görünmektedir. (Şah Kalender takma adıyla) Ancudan'da oturmuş ve gömülmüş olan
İmam Celalüddin Mustansır Billah II (880/1480) bir Civanmertliğe Teşvik
(Pendiyat-ı Civanmerdi) kaleme almıştır. Bu civanmertlik kavramının Şiilik
ve tasavvuf için anlamını daha önce belirtmiştik. (856/l 452'de yazan) Seyyid
Sühreb Veli Bedehşani ve (XV. yüzyılın ikinci yansında yaşayan) Ebu İshak
Kuhistani'nin her biri lsmaili felsefe hakkında güzel bir takdim yapmışlardır.
Üretken bir yazar olup (960/1553'den sonra ölmüş olan) Heratlı Hayırhah (Benevolens)
Ebu ishak Kuhistani'nin Yedi Bölüm'ünün bir genişletilmesi olan ve Nasırüddin
TO.si'nin Ravzatü't-Teslim'i ile birlikte Alamut geleneğine ait lsmaili
felsefe hakkında bize en tam bir bilgiyi veren Kelam-ı Pir'in esas
sorumlusudur. (1056/1645'de yazan) Haki Horasani ve oğlu Rekkami Dizbadi'den
uzun felsefi şiirler kalmıştır. Gulam Ali Ahmednigar (1110/1690) ise bize
manzum bir eser, Lema'atü't-Tahirin'i (Çok Temizlerin Pınltılan) bırakmıştır. Bu,
bin yüz sayfadan az olmayıp felsefi ana fikirleri şiir şeklinde ifade eden
biraz karışık bir eserdir. 18SO'de doğup henüz gençliğinin baharında 1884'de
ölen Pir Şihabüddin Şah Hüseyni (Ağa Han II'nin oğludur) hiç olmazsa lsmaili
irfanın mükemmel özetlerini teşkil eden birçok eser bırakmıştır.
Aynı döneme ait Oniki Imamcı Şii yazarlarının
görünüşe göre bildikleri biricik eserler olan Alamut Ismaililiğinin başlıca
eserleri bunlardır. Belki bu eserler yeni-yemenli davetçilerin devasa eserleri
karşısında aynı ağırlığa sahip değildir. Filozofun gözünde trajedinin ne
olduğuna yukarıda işaret ettik. Bu trajedinin sonucu miladi X. ve XI.
yüzyıllarda lslam'da metafizik düşüncenin cesurluğunun öncüsü olan Ismaililiğin
yüzyıllardan beri pratikte sessizliğe bürünmesi olmuştur. Onun bugün aynı
zamanda hem orijinal hem geleneksel sesini duyurması gerekir. Genç Ismaililer
bu kaygıya sahip gibi görünmektedirler.
3.
lşraki Akım
Eski Pers bilgelerinin teosofilerini
canlandırmak üzere Şeyhü'l-lşrak Sühreverdi'nin (587/1191) Hikmetü1-1şrak adlı
kitabında gerçekleştirdiği temel reformdan çıkan işraki akım, Iran
Işrakilerinin ("Iran Platoncuları"nın) akımı, Ibni Arabi'nin Şii
metafiziğiyle bütünleştirilmesi sonucu daha sonraki yüzyıllarda Iran İslam
felsefesine özel çehresini vermeye katkıda bulunacaktır. Bundan ötürü burada
hepsi Şiiliğe bağımlı olmasalar da eserleriyle bu akımın oluşmasına katkıda
bulunmuş olan düşünürleri bir araya topladık. Onların eserleri meyvelerini Şii
düşüncesinde vermiştir ve onların katkılarını yerinde göstermek uygun
olacaktır.
Bu "Iran Platoncuları" silsilesinin
başında Şemsüddin Şehrezflri (Vll/XIII. yüzyıl) gelmektedir. Kendisinden önce
gelenlerin malzemelerini toplayarak tüm bir eserini (Nüzhetü'l-Ervah)
filozoflann hayat hikayelerine ayırmasına karşılık bu filozofun kendisinin
hayatı hakkında hiçbir şey bilmememiz paradoksaldır. Ona özellikle kendi
zamanına kadar lslam dünyasında yaratılmış tüm felsefe hakkında dev bir
sistematik geniş özeti borçluyuz. Bu eserin adı Jlahf Ağaç ve Teosofik
Sırlar Kitabı'dır ve onun çok daha önceden incelenmiş ve yayımlanmış
olması gerekirdi (680/1282'de bitirilmiştir. Müstensihin bir notu yazann
687/1288'de hala hayatta olduğunu düşünmemize imkan vermektedir). Bundan başka
ona Sühreverdi'nin iki büyük eserinin, yani Telvihat ve Hikmetü'l-lşrdk'ın
iki geniş şerhini borçluyuz. Başka şerhçilerin eserlerinde bu şerhlere ait
sayısız sayfayı aktanlmış görmekteyiz. Şehrezüri yürekten bir lşrakidir. O kendi
zamanı için Sühreverdi'nin d,aha önceden "Kitabın Koruyucusu" (Kayyim
bi'l-Kitab) olarak adlandırdığı kişi olduğu duygusuna sahiptir.
"Hikmetü'l-lşrak Kitabının Koruyucusu" adının Şiiliğin zahiri ve
bauni bütünlüğünde "Kitabın (Kur'an'ın) Koruyucusu" olarak lmamlan
adlandırmasıyla bir benzerliği olduğuna işaret edelim (çünkü bu adlandırma
muhtemelen bir raslantı değildir).
(683/1284'de ölmüş olan) Ibni Kemmüne de (Sa'd Ibni
Mansur) dönemin büyük bir filozofudur. Bir Yahudi olan veya dedesi (Hibetullah,
Nathanael) tarafından Yahudi soyundan gelen lbni Kemmüne'nin eserlerinde
gözlemlenen bazı işaretler Şii yazarlanna onu bir Oniki imamcı filozof olarak
görme imkanını vermiştir. Sühreverdi'nin Taht ve Arş ile Jlgili
Açıklamalar Kitabı adlı güç eserinin üç bölümü (mantık, fizik, metafızik)
üzerine çok orijinal ve en ciddi şerhlerden birini (667-1268'de
tamamlanmıştır) yazmıştır. Bundan başka aralannda üç büyük din, Yahudilik, Hıristiyanlık
ve lslam'ın incelenmesi konusunda Tartışmalann Açıklığa Kavuşturulması
(Tenkihü1-Ebhas) adlı kitabının da bulunduğu bir düzine kadar eser
bırakmıştır. Bu eser Bağdat'ta Sünni çevrelerde epeyi gürültü koparmıştır.
Anlaşıldığına göre bu. eserde o lbrahimi evrenselcilikten (oecumenisme)
esinlenmekteydi.
Şiraz'da 634/1237'de doğan, Tebriz'de
710/13ll'de ölen Kutbüddin Şirazi (Mahmud lbni Mes'üd) belki dönemin filozofları
arasında en ünlü simadır. Matematikçi, astronom, filozof ve süfi olan
Kutbüddin'in ünlü hocaları olmuştur: Nasırüddin Tüsi, Sadrüddin Konyevi, Katibi
Kazvini. O aralarında Farsça bir felsefe ansiklopedisinin de bulunduğu on beş
civarında eser kaleme almıştır. Tacın incisi (Dürretü'tTac) adım taşıyan
bu ansiklopedi Şehrezüri'nin Arapça felsefe ansiklopedisinin benzeridir ve
(Tahran'da 1320/1942 yılında yayımlanmış olan) iki kısımdan meydana gelmektedir:
Birinci kısım, bilgi konusuna giriş, mantık, ilk felsefe, fizik, metafizik ve
rasyonel ilahiyatı, ikinci kısım ise Euklides'in geometrisi, astronomi,
aritmetik ve müziği kapsamaktadır. Kutbüddin Şirazi Sühreverdi'nin Hikmetü'l-lşrak'ı
üzerine günümüze kadar bir elkitabı olarak kalmış olan ve Sühreverdi'nin çok
öz olan metninin anlaşılması için vazgeçilmez olan bir şerh yapmıştır.
Şiraz yakınlarında Devvan'da 830/1426-1427'de
doğmuş ve aynı yerde 907/1501-1502'de ölmüş olan Celalüddin Devvani Kelam,
felsefe, ilahiyyat ve tasavvufla ilgili çeşitli problemleri ele alan çok
üretken bir yazar olmuştur. Şiraz'da eğitim görmüş ve hemen hemen her yere,
lran'a, Hindistan'a, Irak'a yolculuklar yapmış, gördüğü bir rüya sonucu
Şiiliğe girmiştir. Burada esas olarak felsefeyle ilgilenen herkesin okumuş
olmasından dolayı sayısız el yazması bulunan, Sühreverdi'nin Nur Heykelleri
(Mabetleri) üzerine şerhinden söz edeceğiz. Bu şerhin o kadar çok el
yazmasının bulunmasının bir nedeni de Gıyasüddin Mansur Şirazi'nin (949/1542.
Bkz. s. 134) bir karşı-şerhine yol açmış olmasıdır. Aynca bu iki filozofun üzerinde çatıştık.lan tek nokta
da bu değildir.
Yeri gelmişken (birçok öğrencisi olmuş olan)
Celalüddin Devvani'nin öğrencilerinden birini, 904/1498-1499 veya
911/1505-1506'da ölmüş olan ve Şii yazarlarının çoğunluğunca haklı olarak bir
Şii olduğu kabul edilen Emir Hüseyin Meybudi'yi (Meybud, Şiraz yakınında bir
kasabadır) zikredelim. Meybudi on civarında eser bırakmıştır. Bunlar arasında
biri Esirüddin Ebheri'nin Kitabü'l Hidayet'i (bkz. s. 41), diğeri
giriş bölümünün kendisine tasavvuf metafiziğinin büyük temalarını ele alıp
genişletme imkanını verdiği Birinci lmam'ın Divıln'ı üzerine iki incelemesi
mevcuttur.
Az bilinen iki kişiyi de burada zikretmeliyiz. Vedud Tebrizi
930/1524'de Sühreverdi'nin (Anadolu Selçuklu emiri) lmadüddin'e lthaf
Edilen Levhalar Kitabı adlı eserine sistemli bir şerh yazar. Vedud
Tebrizi'nin kendisinde,n daha da az bilinen bir çağdaşı Necmüddin Mahmud
Tebrizi Hikmetü'l1şrak üzerine şerhler yazar. Nihayet Sühreverdi belli
sayıdaki küçük eserlerini (opera minora) Farsça yazmışsa da, onun büyük
eserleri Arapça yazılmıştı. 1008/1600'de Muhammed Şerif lbni Herevi adında biri
sadece Hikmetü'l-lşrak'ın girişi ve ikinci kısmını teşkil eden beş
kitabı değil, aynı zamanda Kutbüddin Şirazi'nin şerhini de Farsça işler.
Çevirmenin ortaya koyduğu Hindistan'la ilgili şeyler üzerine bilgisi, onun bu
girişimini yukarıda sözünü ettiğimiz Şah Ekber'in teşebbüs ettiği dini
reformun esinlendirdiği cömert ilgilere bağlamamızı mümkün kılmaktadır.
Gerçekten lşrak felsefesi, Şah Ekber'in tasarladığı "cihanşümul (oecumenique)
din" projesi üzerine büyük etkide bulunmuştur.
XVII. yüzyıl sonu-XVIII. yüzyıl başlarında
cemaati ile birlikte Hindistan'a göç etmiş olan Şiraz'daki büyük Zerdüşt
rahibi Azer Keyvan'm hikayesi de bu aynı felsefi ve dini fikirler kaynaşması ile
ilgilidir. Bu dönemde yazılmış Farsça büyük bir eser, Debistan-1 Mezahib
(Dini Bilimler Okulu), içinden Desatir-Name (Eski Iran
Peygamberlerinin Kutsal Kitabı) gibi bir kitabın çıktığı zamanın zerdüştçü
ortamında hüküm süren durum hakkında bize bilgi veren tek kaynaktır. Bu
kitap, kendisinde ilk Zerdüştçülükle ilgili belge arayan tarihçi veya filozofu
sadece hayal kırıklığına uğratabilir. Buna karşılık o en yüksek ölçüde
felsefeyi ilgilendirmektedir. Çünkü açık izlerini taşıdığı lşraki felsefenin yayılmasına
tanıklık etmektedir. Azer Keyvan'ın grubu içinde Sühreverdi'nin ateşli
hayranları ve çevirmenleri, özellikle 1048/1638'de yaşayan ve bulunmamış
çevirileri dışında Dört Bahçeli Şehir (Şaristan-1 Cehar-1 Çemen) adlı
Farsça büyük bir eser bırakmış olan Ferzane Behram vardı. Aynı gruptan çıkmış
olan bir başka Farsça kitap Ayin-i Huşeng (Huşeng'in Dini; Huşeng eski
lran peygamberlerindendir) adını taşır. Parsiler bu kitaplarla onları
yayımlayacak ölçüde ilgilenmişlerdir. Onlar Descltir'i yan parsı bir kitap olarak
görürler ve bu konuda onlarınkinden daha iyi hüküm veremeyiz. O halde burada
insanı heyecanlandıracak tarzda Sühreverdi'nin projesine cevap veren ve XVII.
yüzyıl Hindistanı'nda onun felsefesinin etkisine tanıklık eden (şu anda henüz
inceleme halinde bulunan) zerdüştçü bir literatürle karşı karşıya
bulunmaktayız.
Şüphesiz işraki akımın gücü lşrak Şeyhi'nin şu
veya bu kitabını açık bir şekilde şerh etmiş olanlarla sınırlı değildir.
Aşağıda Molla Sadra Şirazi'nin Hikmetü'l-Işrak üzerine olağanüstü
şerhlerinden oluşan büyük bir cilt yazdığım belirteceğiz. Ancak lşrak'ın
etkisi burada zikredilecek birçok İranlı düşünür üzerinde artarak devam
edecektir. Abdürrezzak Kaşanı gibi bir lbni Arabi şerhçisi Füsüs üzerine şerhinde
lşrakilerin hermesçi yakınlıklarına dikkat etmiştir. lşraki akımla tbni Arabi
kaynaklı akımın Şii teosofısinin büyük te-
malanyla birleşmesi lran-lsla.m felsefesine
belirleyici formunu verecektir. Daha lbni CumhO.r'da bu birleşme olup bitmiş
bir olaydır (bkz. s. 134).
4. Şiilik ve Simya: Celdeki
Böylece kurulacak "nazari" teosofiye,
(öznenin kendisinde şeylerin ve olayların gerçekleştiği ayna olduğunun bilincine
vardığı teosofiye) esas katkısı olarak "peygamberlik nazariyesi"ni
içeren ve zirvesini simyada bulan bir Doğa teosofisi tekabül eder. Büyük
simyacı Aytemur Celdeki'nin gösterdiği bu bağdır. Cabir lbni Hayyan'ı lsmaili
irfana bağlayan bu bağa, Celdeki'nin simyasım Oniki İmamcı Şiiliği peygamberlik
teosofisine bağlayan bağ tekabül eder. Celdeki bir yandan uygulamalı simyanın
usullerini tasvir ederken öte yandan manevi bir ilim olarak simya hakkında çok
canlı bir bilince sahipti. Hem uygulamalı hem sembolik olan simya, hem ilk
maddede (materia prima), hem de insanın derin varlığında gerçekleşir.
Simya kavramı ile Şii İmamet nazariyesi arasında ve bu sonuncu aracılığıyla da
simya ile kozmik bir kurtuluş talebi seviyesine yükseltilmiş manevi
civanmertlik hizmeti arasında özsel bir bağ vardır. O halde burada simya
günümüz kimyasının tarihinin bir tarih-öncesi değildir.
Aytemur Celdeki (doğru okunuşu budur, Cildeki
değildir) Horasan'da Meşhed'in on sekiz kilometre kadar kuzeyinde bir kasaba
olan Celdekli bir İranlıdır. Şam'da ve daha sonra 750/1349-1350 ve
762/1360-1361 yıllan arasında hayata gözlerini yumduğu Kahire'de yaşamıştır.
Simya ile ilgili bugüne kadar pek incelenmemiş olan on beş civarında eser
bırakmıştır. Burada ancak onun Denge 1lminin Sırlan lle ilgili Burhan
Kitabı'nı (Kitabü'l -Burhan fi Esrar
1lmü'l-Mizan) zikredebiliriz.
Bu, dört büyük ciltte dört kısımdan meydana gelen Arapça devasa bir eserdir.
llk okuyuşta, Birinci İmam'a izafe edilen en
irfancı hutbelerin, bunlar arasında daha önce zikredilen Beyan Hutbesi'nin bu eserde oynadığı rol bizi şaşırtır. İkinci kısmın
beşinci bölümünde Celdeki şunları söyler: "Simya ancak felsefe (hikmet)
hakkında yüksek bilgiye sahip olanlar ve peygamberlerin mesajını tasdik
edenlerde sağlamdır. Çünkü bu mesaj, şeriatın zahiri emirleri yanında üstün
felsefi bilgeliğin bazı sırlarını içine alır. Bundan dolayı Birinci İmam simyanın
"peygamberliğin kardeşi" olduğunu söylemiştir. "Çünkü simya
bilgis(peygamberlerin sahip oldukları bilgiler arasındadır".
"Peygamberliğin kardeşi" derken İmam zımni olarak onun hikmeti
(felsefeyi, teosofik bilgeliği) ifade etmenin bir tarzı olduğunu söylemek
istemiştir. İmdi hikmetin peygamberliğin kardeşi olduğuna şüphe yoktur. Böylece
bu aynı bölüm, açıklaması fütüvvet ağacının üstünden ve peygamberlik nurlarının
yuvasından konuşan kişiden istenmesi gereken bir birleşmenin bildirilmesi ile
sona ermektedir. Bu satırlar bir sonraki bölüme geçiş ödevi görmektedir. Bu
bölümde ise Tyanalı (Kemerhisarlı) Apollonius'un inisyatik bir roman havasına
sahip bir eseriyle, Yedi Heykel Kitabı'yla karşılaşmaktayız (Ecole Pratique
des Hautes Etudes'ün Annuaire'ine, dini bilimler bölümüne, 1972-1973 dersleri
üzerine rapora bakınız).
Aşağıda biri Mir Fendereski'ye, diğeri
Bidabadi'ye ait simyayla ilgili iki küçük eserden daha söz edeceğiz. Aynı
şekilde Şeyh Ahmet Ahsa'i'de ve onun okulunda "dirilen beden"in
doğurduğu problemler simya uygulamalarının birbirini takip eden safhalarına
başvurularak ele alınmıştır.
5.
İbni Arabi'nin Şii Metafiziğiyle Bütünleştirilmesi
Şii düşünürlerin İbni Arabi'nin es€rinde
kendilerine uygun şeyleri bulmuş olmaları yukarıda temel değere sahip olarak
işaret edilen olaylardan biridir. Doğal olarak o lbni Arabi'nin Endülüs'te
aldığı ilk eğitimin ne olduğunu sorgulamaya yönelmektedir. Öte yandan en
büyüküstad'm (Doctor maximus=el-Şeyhü'l-Ekber) şahsına ve eserine karşı bu saygı her Şii
düşünür için öğretiyle ilgili kesin önemi haiz bazı noktaların reddedilmesini
kesinlikle dışlamamaktaydı. Bunun bir örneğini Haydar Amuli'de göreceğiz.
Tarih sırasına uygun olarak önce Türkistan'da
Hocand menşeli ve sonunda gelip lsfahan'a yerleşmiş olan aynı Şii ailesine
mensup iki veya üç kişilik bir grubu zikredeceğiz. Sadrüddin Ebu Hamid Muhammed
Türki lsfahani (VIIVIII/XIII-XIV. yüzyıl. Kesin tarihler bilinmiyor) Haydar
Amuli'nin salt kuramsal bir felsefeyle yetinememiş düşünürler arasında övgüyle
sözünü ettiği kişilerden biridir: "O da biliminden ve felsefesinden
tasavvuf bilimine ve insanlarına dönmüştür ve bu konuyla ilgili birçok kitap ve
risale kaleme almıştır. Bunlar arasında mutlak varlık üzerine bir kitap vardır".
Haydar Amuli bu noktada filozofumuzun bu eserinden uzun bir sayfa
nakletınektedir. Sadrüddin gerçekten metafiziği ele alan birçok eser
bırakmıştır. Bu eserler arasında en önemlisi Tevhidle
llgili Temel Tezler adını
taşır.
Torunu Sa'inüddin Ali Türki lsfahani
(830/1426-1427 ve 836/1432-1433 tarihleri arasında ölmüştür) anlaşılması son
derece güç bu eserin Mutlak Varlıkla
llgili Temel Tezlerin Geliştirilmesi (Temhidü'l-Kava'id fi'l-Vucudü'el-Mutlak) adını taşıyan ve Şiilik metafiziğinin incelenmesi
ile ilgili olarak en büyük öneme haiz olan bir şerhini yapmıştır. Sa'inüddin
gerek Farsça, gerek Arapça son derece kişisel nitelikte birçok eser
bırakmıştır: Bunlar lbni Arabi'nin Füsusü'lHikem'inin bir şerhi, b,ir Derinleştirmeler Kitabı, Kur'an'ın "Ayın Yarılması"yla ilgili ayeti
(54/1) üzerine bir incelemedir (bu ayetin hatmi anlamı Sa'inüddin'e içinde
döneminin belli başlı bütün okullarının yer aldığı orijinal bir dini tipoloji sunma imkanını verir).
Aynca ona Muhammed Şebisteri, lbn'ül-Ferid'in bir kasidesi vb. üzerine
incelemeler borçluyuz. (Kırk civarındaki Farsça eserlerinin baskısı Tahran'da
devam etmektedir.)
Kuzeni Efzalüddin Muhammed Sadr Türki
Isfahani'nin, Şehristani'nin dinler ve felsefi okullar üzerine büyük eserinin (Kitabü'l Milel ve'l-Nihel) Farsça çevirisi ile kendini gösterdiğini
söyleyelim. Çalışma 843/1439-1440'da lsfahan'da bitirilmiş ve aynı eser üzerine
bir inceleme ile tamamlanmıştır. Bu girişim lran-lslam felsefesi tarihinde
şüphesiz bir çağ açmıştır. Ancak ne yazık ki Timur'un oğlu Şahruh'un emriyle
850/1447'de yazaqnın idam edilmesine mal olmuştur. Öte yandan bu kötü fiil
Şahruh'a bir mutluluk getirmemiştir. Çünkü o da bu olaydan seksen gün sonra
ölmüştür.
Bir diğer eser, (lrak'ta Burs menşeli) Recep
Bursi'nin eseri VIIVXIV. yüzyılın ikinci yansında (kesin tarihler bilinmemektedir)
yer alır. Bu eser de Şii felsefesinin bu dönemi için birinci derecede önem
taşır. Yazmış olduğu sekiz civarında eserleri arasındaMeşarikü'! Envar (Nürlann Doğulan), imamlara atfedilen en karakteristik irfancı vaazları bir
araya toplayan, Şii teosofisine mükemmel bir giriştir. Bu eser Sebzevar menşeli
olup Meşhed'e yerleşmiş bir bilginin, el-Hasan el-Hatib el-Kari'nin
gayretleriyle devasa bir genişletmenin, büyük boy birkaç bin sayfalık Farsça
bir şerhin konusu olmuştur. Yazar Şah Süleyman Safevi'nin (1666-1699) emriyle
çalışmasını 1090/1680'de tamamlamıştır. Eser özellikle muhammedi Kelam,
"varlık kitabının bütün kelimeleri"ni içinde bulunduran ezeli-ebedi
peygamberlik hakikati temasını ele alır. Bu Kelam, Tanrı'yı gösteren bir
ayna, iki boyutlu biricik Nfır'dur. Bu iki boyut, peygamberlik görevi olan zahiri
boyutla, Velayet, lmam'da gerçekleşmiş ilahi tercih olan hatmi
boyuttur.
Bununla birlikte yöntemli işlenişinde göz önüne
alınan bütünleşme olayı ile ilgili olarak ilk planda gelen ve belirleyici
öneme sahip olan eser, Seyyid Haydar Amuli'nin külliyatıdır. Amuli'nin hayat
hikayesini ve külliyatının bir kısmını ancak yakınlarda yeniden tesis
edebildik. Bu külliyat Arapça ve Farsça otuz civarında başlıktan ibaret
olmakla birlikte ezici bir etkide bulunmuştur. Sadece Amuli'nin İbni Arabi'nin Füsüs'u üzerine şerhinin
girişi (Metinler
Metni=Nassü'l-Nusüs) tam bir cilt tutan
dikkate değer öğretisel bir sistematik geniş özet oluşturmaktadır. (Hazar
Denizi'nin güneyinde) Taberistan eyaletinin başkenti olan Amul'da 720/1320'de
doğmuş olan ve çok eski bir Şii ailesinden gelen Seyyid Haydar parlak bir
gençlik geçirir. Otuz yaşındayken derin bir manevi buhran geçirir. Bütün
dünyevi tutkularını terk eder ve Irak'ta Şiilerin kutsal yerlerine yerleşmeye
gider. Bilinen en son eseri 787/1385 tarihlidir.
Nasıl Sühreverdi eski İranlıların teosofisini
lslam felsefesiyle yeniden birleştirmek istemişse Haydar Amuli de Şiilikle
tasavvuf metafiziğini birleştirmeye çalışmıştır. Onun tevhid öğretisi İbni
Arabi'nin vahdet-i vücud öğretisine dayanır. Buna göre ilahi birliği tasdik
eden ("Bu" Tanrı'dan başka Tanrı yoktur) zahiri bir teolojik tevhid vardır.
Bu, peygamberlerin insanları kendisine davet ettiği tevhiddir. Bunun yanında
varlığın birliğini tasdik eden ("Var olan" sadece Tanrı'dır) hatmi
bir ontolojik tevhid vardır. Bu ise Tanrı dostlarının insanları
kendisine davet ettikleri tevhiddir. İmamların hadislerinin kullanılmasından peygamber, lik kuramı ve İmamet
kuramının tüm durumu, peygamberlik görevi (risalet), peygamberlik durumu
(nübüvvet) ve peygamberliğin batını, İmamlara has karizma olan velayet
arasındaki git gide artan içsellik çıkar. Artık kapanmış olan bir peygamberlik
halkası vardır. Onu velayet veya manevi inisiyasyon halkası takip eder.
Peygamberliğin mührü, son peygamber Muhammed olmuştur. Velayetin mührü, Birinci lmam'ın (mutlak
velayet mührü) ve Onikinci lmam'ın (Muhammad-sonrası velayet mührü) ikili
şahsında Muhammedi lmamlıktır. lbni Arabi'ye gösterdiği bütün saygıya rağmen
Haydar Amuli'nin lsa'yı mutlak veya evrensel velayetin mührü olarak kabul
etmesinden dolayı ona şiddetli ve yöntemsel eleştiri yönelttiği nokta
burasıdır. (Şii velayet [Farsça düsti] kavramının tanrısal dostuluğun karizması
anlamına geldiğini tekrar edelim. O tasavvufta yaygın olan ve genellikle
yanlış olarak "azizlik" diye çevrilen velayet kavramının tam olarak
aynı değildir.) Bir peygamberin evrensel velayetin mührü olması çelişiktir.
Söz konusu olan, yukarıda girişteki özette işaret ettiğimiz gibi, bir tarih
felsefesinden fazla bir şey, Şiiliğin tüm hikmet-tarihi, bundan böyle hakim
olacak ve karşılaştırma noktasını Batı'dajoachim de Flore'un vejoachim'cilerin
hikmet-tarihinde bulacak olan kutsal tarihin (hierohistoire) bir dönemlere
ayrılmasıdır.
lbni Ehi Cumhur (804/1401-1402) ve büyük kitabı
(Kitabü'l-Mucli) ile Sühreverdi'nin lşrak teosofısi, Ibni Arabi'nin
teosofisi ve Şii geleneği arasındaki mükemmel dayanışma artık sağlamlaşmıştır.
Tıpkı Haydar Amuli gibi lbni Ehi Cumhur açık olarak Onikinci lmam'ı halen gaib
olan, ancak ortaya çıkması beklenen lmam'ı, Yuhanna lncili'nde varlığı
haber verilen Paraclet'e özdeş kılar. Böylece Şii teosofisi Paraclet'çi ve
Yuhanna'cı bir görünüm kazanır. füraz önce Batı felsefesindejoachim'ciliğe
atıfta bulunmamızın nedeni budur.
6.
Sadrüddin Deşteki ve Şiraz Okulu
Isfahanlı Türki ailesi örneğinde olduğu gibi
burada da filozoflardan oluşan bir aile hanedanıyla karşılaşıyoruz. Baba
Sadrüddin Muhammed Deşteki Şirazi (kendisi de bir Sadrüddin Muhammed Şirazi
olan Molla Sadra ile karıştırılmaması gereken Emir Sadrüddin veya Büyük
Sadrüddin), IX/ XV. yüzyılın en büyük imamcı düşünürlerinden biri olmuştur.
824/1424 -1425'de doğmuş, 903/1497'de Türkmenler tarafından öldürülmüş ve
Şiraz'da gömülmüştür. Celalüddin Devvani'nin güçlü bir şekilde tecrübe ettiği
büyük bir tartışma yeteneğine sahipti (bkz. s. 126). On civarında eser bırakmıştır.
Bu eserler içinde Nasırüddin Tüsi'nin Tecrid'ini ve şerhlerini konu alan iki
inceleme grubu vardır. Molla Sadra büyük eseri Esfiirda (bkz. s. 143)
onun düşüncede olan varlık, "zihni varlık"la ( vucüd zihni)
ilgili tezlerini zikreder ve tartışır.
Bazı hayat hikayesi yazarlarının biraz
tumturaklı "Onbirinci Akıl" lakabını (bu lakap başkalarına da
verilmiştir) verdikleri oğlu Giyasüddin Mansur Şirazi (ölümü 940/1533 veya
949/1542) hem Arapça hem Farsça otuz civarında, belli başlıları Kelam, felsefe,
tasavvufla, ancak aynı zamanda astronomi ve tıpla ilgili felsefi ve teolojik
bir külliyat bırakmıştır. Giyasüddin hemen hemen bütün hayatını, safevi
hükümdarı Şah Tahmasp'ın (1524-1576) kendisi için kurduğu Mansüriye
medresesinin bulunduğu Şiraz'da öğretim yaparak geçirir. Gençliğinde aldığı
öğretim o zamanlar Şiraz'da hüküm süren zihni ve felsefi faaliyet hakkında en
iyi fikri vermektedir. Babası Sadrüddin, oğlunun ateşli bir şekilde katıldığı
tartışma toplantıları düzenlemekteydi. En ünlü muhatapları çoğu zaman kötü
muamele görmüş olan filozof Devvani ile lmamiyye hukukçusu (Muhakkik Karki
lakaplı olup 940/1533'de ölmüş olan) Ali lbni Abdül-Ali Karki idi. Çok sayıda
kitabında, örneğin Nasırüd• din Tüsi'nin Tecrid'i ile ilgili
kitaplarında kaydedilmiş olan, bu toplantıların sonuçlandır. Ancak en önemli
kitabı, Devvani'ninkine cevap olarak yazdığı Suhreverdi'nin Nur Heykelleri
(Mabetleri) üzerine şerhidir. Bu eser sadece polemiğinin önemi bakımından
değil, aynı zamanda dönemin felsefesi üzerinde lşrak'm
etkisine ve yazann tasavvufa olan eğilimine tanıklık etmesi bakımından ilgi
çekicidir. Bu bağlamda o Molla Sadra Şirazi'nin kuracağı sentezi haber verir.
Bundan dolayı da Molla Sadra Giyasüddin Mansür'a çok değer verir (bundan sonra
gelecek diğerleri gibi bu düşünürlerin de eserlerinin yayımlanma ve
incelenmeye ne kadar layık olduklarına burada bir kez daha işaret edelim).
Sadrüddin Deşteki'ni torunu ve Giyasüddin
Mansür'un oğlu da belli bir ün kazanmıştır. Genellikle o Emir Sadrüddin il
(ölümü 961/1553-1554'e doğru) diye bilinir. Dedesi gibi o da madenler
bilimiyle ilgilenmekteydi ve kendisine kıymetli taşların özellikleri üzerine Farsça
bir kitabı (Cevahir-Nâme) borçluyuz.
Sadrüddin Deşteki'nin en ünlü öğrencilerinden
biri, filozof olarak büyük bir şöhret kazanmış olan ve devrinde Şiraz'da büyük
bir manevi etkiye sahip olmuş görünen Şemsüddin Muhammed Heferi'dir
(935/1528-1529 veya 957/1550). Yukarıda adı geçen Muhakkik Karki yolculukları
sırasında onu ziyaret etmekten hoşlanıyordu. Heferi, Ayetül-Kürsi üzerine bir tefsirden başka felsefe alanında on civarında
eser bırakmıştır. Burada onun öğrencilerinden birini, Şah Tahir lbni
Raziyüddin Ismaili Hüseyni'yi de zikretmek doğru olacaktır. Bu zat sonunda
Hindistan'a yerleşmiş ve orada 952/1545 veya 956/1549'da ölmüştür. Ancak az
sayıda'eser bırakmıştır. Bu eserlerden biri lbni Sina'nm Şifâ'sı
üzerine bir araştırmadır. Ateşli bir Oniki imamcı olup Şii düşüncesinin
Hindistan'a yayılmasında etkili bir katkıda bulunmuştur.
Nihayet burada yukarıdaki şahıslarla tek bağı
kendisinin de Şiraz ortamına ait olması olsa da olağanüstü bir şahsiyetten,
Hoca (Hace) Muhammed lbni Mahmud Dehdar'dan söz etmek uygun olacaktır (oğlunun
adı Mahmud lbni Muhammed olduğundan kayıtlar ona ait olanla oğluna
ait olanı çok açık tarzda a rmamaktadır). Hayat hikayesi ile ilgili tüm söyleyebileceğimiz
1013/1604-1605'de hayatta olduğu ve Şiraz'da Hafiziye'ye gömülmüş olduğudur.
Recep Bursi çizgisinde Şiiliğin mistik teosofisini en mükemmel şekilde temsil
etmektedir. Bundan başka cifr, aritmosofi, kısaca İslam irfanında Kabbala'nın
tekniklerinin eşdeğeri olan bilimleri uygulamaktaydı. Tümü incelenmeyi hakkeden
on civarında eser bırakmıştır. Burada sadece kozmik insanı veya makrokozmos
derecesine kadar ruhun dereelerinin bilgisini ele alan Yetimin incisi ve insan Şeklinin Sembolü olarak Elif Harfi'ni zikredeceğiz. Bu kitapta
şununla karşılaşmaktayız: "İnsanın metafizik hakikatinin Muhammed'in
metafizik hakikati olduğunu bil." Bundan dolayı iki sürenin tefsiriyle başlayacağım. Onlardan biri Duha
suresidir: "Rabbin seni yetim bulup barındırmadı mı?" (93/6).
Şimdi bu sure, İsmaili irfanın sadakanın hatmi anlamını,
onu almaya muktedir olana irfanın bahş edilmesi olarak temellendiren suredir
ve t.üm İsmaili "civanmertlik", bu kavramın destekçisidir. Böylece
birçok yankının varlığı hissedilmektedir.
7. Mir Damad ve lsfahan Okulu
İran imparatorluğunun yeniden kurulması ve Şah
1. Abbas'ın hükümdarlığı (1587-1629) ile İsfahan, İslami sanat ve bilimin
metropolü ve lran'da manevi kültürün merkezi haline geldi. Daha önce bir başka
yerde bu dönemde Iran'da^ ortaya çıktığım gördüğümüz düşünürler bolluğunu
"Isfahan Okulu" adı altında toplamayı teklif etmiştik. Bu şekilde
adlandırdığımız okulun içinde birçok farklı istikamet mevcuttur. Aşağıda
onları göreceğiz. Öte yandan bu okul kendiliğinden ve bir anda ortaya
çıkmamıştır. Burada daha önce adı geçen düşünürler onun hazırlıklarını
gerçekleştirmişlerdi. Ancak Şiilik kesin olarak gizlilikten çıkuğında içlerinde felsefı İmamların
hadislerinin meyvesini toplayan büyük eserlerin (Molla Sadra'nın, Gazi Said
Kummi'nin ve diğerlerinin eserlerinin) ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu da
bu tarihten itibaren filozofların artık her türlü rahatsız edilmeden korunmuş
oldukları anlamına gelmez.
Ortaya atılacak büyük temalar öncelikle zaman,
vaka problemi, imgeler aleminin (alemü'l-misal, berzah) gerçekliği ve
buna bağlı olarak Molla Sadra'da varlık metafiziğinde bir devrim içeren yeni
bir bilgi kuramı, aktif hayalgücünün ön plana çıkarılması, metamorfozları ve
yeniden dirilişleri açıklayan tözsel (intrasubstantiel) hareket kavramı, Muhammedi
Kelam'ın çift boyutu üzerine dayanan bir hikmettarih, metafizik Muhammedi Nur
veya Gerçeklik (peygamberliğin zahiri, imamet kuramının batını) olacak, netice
olarak lbni Haldun'un teklif ettiği şeyden çok XIX. yüzyıl başlarındaki
Batı'nın büyük felsefi sistemlerine yakın olan muhteşem bina ortaya
çıkacaktır.
İranlı yazar ve eser listelerimiz çoğu zaman
Aristotelesçilerle (Meşşa'iyyün) Platoncular (lşrakfyyün)
arasında basit bir sınıflama ile yetinirler. Oysa önce
"Aristotelesçi" kavramı filozoflarımızda, en aşağısından başucu
kitapları olan Aristoteles'in Teolojisi diye bilinen kitaptan ötürü tam
olarakbizim ondan anladığımız anlama sahip değildir. Öte yandan burada saf bir
Aristotelesçi olan, az veya çok Platonculuktan etkilenmiş olmayan, dolayısıyla
da biraz lşraki olmayan bir filozof bulmak istisnai bir durumdur. Bir ilk ve
ünlü örnek birçok Şii filozof kuşağının "düşünce üstadı", lsfahan
okulumuzun başında gelen isim olan Mir Damad'dır (Muhammed Bakır Esterabadi)
(ölümü 1040/1631-1632). Mir Damad genellikle Aristotelesçiler arasında
sayılmaktadır ve bu yanlış değildir. Ancak bu Aristotelesçi bize içimize işleyen
güzellikte çoşkulu itiraflar bırakmıştır. Bu itiraflarda ise Sühreverdi'nin çok
açık iziyle karşılaştığımız gibi Molla Sadra müstear ad olarak da lşrak'ı
seçmiştir. Ders verdiği okul, Sadr medresesi büyük bahçesiyle hala mevcuttur ve
lsfahan'da çalışmasını sürdürmektedir.
Mir Damad gerek Arapça gerek Farsça kırk
civarında eser bırakmıştır. Bu eserler zor anlaşılmaları ile ünlüdür ve parlak
öğrencisi Molla Sadra'nın eserleri sanki kendilerini gölgede bırakmış gibi
büyük bölümüyle de yayımlanmamışlardır. Burada onun lbni Sina'cı
araştırmalarının bir sistematik geniş özeti olan Arapça Kızgın Kömürler
Kitabı'm (Kabasat), Farsça Kızgın Közler Kitabı'm (Cezevat) (bu
imge-başlıklar, kitapların son derece ciddi olan içeriğini etkilememektedir)
zikredeceğiz (Mir Damad ikinci kitapta belki kişisel görüşlerine daha fazla
yer vermektedir). Diğerleri yanında onu meşgul eden bir problem, kozmolojinin
(ünlü) dilemmasına bir çözüm bulma problemiydi: Dünya ezelden beri (ab
aeterno) mi mevcuttur, yoksa (Kelamcıların ileri sürdükleri gibi) henüz
zamanın var olmadığı bir zamanda mı meydana gelmiştir? Mir Damad ezeli olarak
meydana gelmiş olanla zamanda meydana gelen olay arasında çıkış yolunu ezeli
olarak meydana gelen (hudus dehri), ezeli olarak yeni olan olay kavramında
bulmaya çalışıyor. Bu kutsal tarih olaylan için önemli sonuçlara gebe olan ve
şiddetli tartışmalar doğuracak olan bir "hayali zaman" kavramını peşinden
sürükleyecek olan bir kavramdır.
Mir Damad'ın sayısız öğrencileri arasında
burada Molla Sadra Şirazi'nin (bkz. s. 143) dışında yalnızca en önemli bazılarını
zikredeceğiz. tık olarak onun genç kuzeni olup daha sonra öğrencisi ve damadı
olacak Seyyid Ahmed lbni Zeynelabidin Alevi (1054/1644 ve 1060/1650 yıllan
arasında ölmüştür) vardır. Alevi'ye on civarında kitaptan oluşan önemli bir
felsefi külliyat borçluyuz. Onun hocasının güç eserleri üzerine şerhlerinden
başka lbni Sina'nın Şifa'sı üzerine Şifa'nın Anahtan adını
taşıyan hacimli bir eseri vardır. Bu eserde yazar açıkca lbni Sina'mn
"doğu felsefesi"ne (hikmet meşrikiyye) atıfta bulunur. Bundan
başka onun Kur'an'ın felsefi ve teosofik bir tefsirine uzun bir girişi (Farsça Letaifi
Gayb) vardır vb.
Bir başka öğrencisi Kızgın Kömürler Kitabı
üzerine büyük boy bin iki yüz sayfa tutan ve tüm hayatının eseri olan dev bir
şerh yazmıştır. Bu öğrencinin ne yazık ki sadece adım (Muhammed lbni Ali Rıza
lbni Elci.cani) ve bu çalışmasını tamamladığı tarihi (1071/1661) bilmekteyiz.
Elimizde bu eserin yazarının elinden çıkmış yazması olduğu için onun
yayımlanmasının ne kadar önemli olduğunu belirtebilir ve yayıncısını bulma
konusundaki ümidimizi dile getirebiliriz. Mir Damad'ın bir başka öğrencisinin
söz konusu kitap hakkında bir başka şerhi de vardır. Bu öğrencinin adım bilmiyoruz;
çünkü aynı boyutlara sahip olmakla birlikte bu yazmanın baş kısmı bozuk
durumdadır. Bu şerhler yazarlarının şahsi felsefi ilhamlanm serbestçe ifade
ettikleri gerçek araştırmalardır.
Mir Damad'ın bir başka öğrencisi olan Kutbüddin
Muhammed Eşkevari'ye (1075/1664-1665'de ölmüş olan bu düşünür Şerif Lahici
olarak da adlandırılır) Arapça-Farsça büyük bir rapsodiyi borçluyuz. Yazar bu
eserini İslam-öncesi eski bilgelere, Sünni lslam filozofları ve maneviyatçılanna,
nihayet İmamlara ve büyük Şii düşünürleri ve maneviyatçılanna ilişkin
rivayetler, zikirler ve yorumlan içeren üç büyük döneme bölmüştür. Zerdüşt
üzerine bölüm Şiilerin Onikinci lmam'ı ile Saoşyant (Saoshyant)[8] veya Zerdüştçülerin
eskatolojik Kurtancılan arasında dikkate değer bir benzerlik kurmayı içerir.
Lahici'ye aynca imgeler alemi (mundus imaginalis) üzerine bir eserle Şii
sembolik yorumlamayı (te'vil) uygulayan bir Kur'an tefsirini borçluyuz.
Son olarak bugüne kadar kütüphanelerin
sessizliği içinde kalmış (on beş civarında kitaptan oluşan) külliyau yeniden
tesis edildikçe önemi git gide artar gibi görünen Molla Şemsa Gilani'den
bahsedeceğiz. Hazar Denizi kıyılarından bir lranlı olan Gilani uzun yıllar Mir
Damad'ın derslerini takip etmiştir ve kitaplarında onun öğretilerini
genişletmiştir. Çok yolculuk yapan biri olmuştur (hemen hemen bütün lran'ı,
sonra Irak, Suriye, Hicaz'ı ziyaret etmiştir). Molla Sadra'dan daha genç bir
öğrenci olan Gilani, ondan farklı olarak öz metafiziğine sadık kalmıştır.
Eserlerinde birbirlerine yaptıkları eleştiriler dostça mektuplaşmalarına engel
olmamıştır. Burada onun Kesinlik Yollan Kitabı, Hakikat Dostlannda
Mükemmelliğin Tezahürü Kitabı ve yukarıda kısaca kendisine işaret
ettiğimiz Mir Damad'm tezini savunduğu Dünyanın Meydana Gelişi Kitabı'm
zikredeceğiz.
8.
Mir Fendereski ve Öğrencileri
lsfahan'da birçok öğrenci kuşağına felsefi ve
teolojik ilimleri öğreten Mir Ebu'l Kasım Fendereski (1050/1640-1641) belli
bir esrar perdesiyle örtülü kalan güçlü bir şahsiyet idi. Büyük şöhreti göz
önüne alınırsa bıraktığı eser şaşırtıcı azlıktadır. Şehzade Dara Şaküh'un
kendini gösterdiği Sanskritçe metinlerin Farsça'ya çevrilmesi teşebbüsüne
katılmıştır. Başlıca eseri insan fiil ve faaliyetleri üzerine Farsça çok orijinal
bir kitaptır. O bu fiil ve faaliyetlerin hiyerarşik bir sınıflamasını verir ve
bu sınıflamada zirveyi filozoflarla peygamberler işgal eder. Bu iki grup insan
da "peygamberlik felsefesi" bölümünde birleştirilirler. Bu bölüm
hermenötik ve batıniliğe açılır ve her şey varlık merdiveninin basamaklarının bir
sistemleştirilmesi ile son bulur. Bu noktada İranlı bir filozofta Ehrimen'in
adının ve gölgesinin tekrar ortaya çıktığını şaşırmadan görürüz. Fendereski
"Aristotelesçi" filozoflar arasında zikredilir. Gerçekten de hareket
üzerine anti-Platoncu olma idiasında olan bir kitap yazılmıştır. Ancak öte
yandan Michael Maier'in bu çağdaşı simya üzerine hatmi öğretisini içerir
görünen bir kitap da yazmıştır.
Dinleyicileri ve öğrencileri arasında
genellikle Molla Sadra zikredilir. Ancak bu hiç de kesin değildir; çünkü Sadra
bu konuda tek söz etmemektedir. Buna karşılık Recep Ali Tebrizi'nin (bkz. s.
147) onun derslerini takip ettiği kesindir. Felsefede hocaları olduğu diğer
öğrenciler arasında özellikle (1076/1607-1608'de doğmuş, 1098/1686-1687'de
lsfahan'da ölmüş olan) Hüseyin Hansari'yi zikretmek uygundur. Bu, matematik,
astronomi, felsefe ve din bilimlerindeki (fıkıh, tefsir, Kelam, Hadis)
uzmanlığı kendisine "her şeyde her şeyin üstadı" unvanı verilmesine
neden olan bir şahsiyettir. Ona on beş civarında eseri, özellikle kader ve
özgür irade üzerine bir kitabı, lbni Sina'nm Şifıı'sı ve lşılrdt'ı, Nasırüddin
Tüsi'nin Tecrid'i, (Ali) Kuşçu'nun astronomi kitabı üzerine
incelemeleri, tık Şehit'in (Şehid-i Evvel, bkz. s. 117) dersleri üzerine
bir şerhi borçluyuz.
Hansari'nin de kendi payına çok sayıda
öğrencisi olmuştur. Bunlar iki oğlu (1121/1709 veya 1125/l 713'de ölmüş olan)
Seyyid Cemalüddin Hansari, Seyyid Razi Hansari; başlıca iki eseri, Zorunlu
Varlık üzerine bir kitapla Şeyh Müfid'in lrşad'ı üzerine Farsça şerhi
bilinen Molla Mesiha Pesaı Şirazi (1130/1717-1718 veya 1115/l703-l703'de ölmüştür);
tbni Sina'nın lşıırat ve Şifıı'sı, Şeyh Müfid'in lrşad'ı üzerine
incelemeler, Şah Süleyman'a ithaf edilmiş Nurlar Bahçesi adlı büyük bir
genel kültür kitabı bırakmış olan Muhammed Bakır Sebzevari (takma adı Muhakkik
Sebzevari olup 1098/1686-1687'de ölmüştür); kendisine on civarında kita-
hı, özellikle büyük Şii eserleri olan
Kuleyni'nin Kafi'si (Farsça kişisel bir incelemeyle, el-Şeceratü'l llahıyye der Usül-ı Kafi ile tamamlanmıştır) Şeyh Müfid'in lrşcld'ı, iV. Imam'm Mezamiri, Nasırüddin Tüsi'nin lşarat Şerhi üzerine felsefi araştırmaları borçlu olduğumuz
Mirza Nafi'a Na'ini'dir (ölümü 1080/1670 veya 1082/1671-1672).
9.
Molla Sadra Şirazi ve Öğrencileri
Burada son yüzyılların Iran-lslam felsefesinin
en yüksek tepesine ulaşıyoruz. Yaygın olarak Molla Sadra diye bilinen
Sadrüddin Muhammed Şirazi (979/1571-1572'de doğmuş ve 1050/1640-164l'de
ölmüştür) şimdiye kadar işaret ettiğimiz farklı akımların güçlü bir kişisel
sentezini başarıyla gerçekleştirmiştir. Düşüncesi günümüze kadar tüm Iran
felsefesine, daha geniş bir şekilde söylersek felsefi ifade seviyesinde Şii
bilincine kişisel damgasını vurmuştur. Bıraktığı eser anıtsaldır: Birçoğu
büyük boy kırk beşten fazla kitap adı. lbni Sina'mn Şifa'sının metafizikle ilgili bölümünün kenarına yazılmış şerh onun
reformunu haber verir. Sühreverdi'nin Hikmetü'l-lşrak'ına tahsis etmiş olduğu şerh lşrak'a en güvenilir
bir temel sağlar. Şaheseri olan Ruhun Dört Yolculuğu (büyük boy bin sayfa tutan el-Esfarü'l Erba'a) o zamandan bu yana Iran düşünürlerinin çoğunluğunun
üzerinde yaşadığı bir sistematik geniş özetidir. Burada diğer eserlerinin
isimlerini teker teker saymak mümkün değildir. Sadece Şiiliğin temel
kitaplarından biri olan Kuleynı'nin Usülü'l Kclff'sinin şerhi olan ve ne yazık ki
tamamlanmamış olarak kalan büyük eserini hatırlatalım. Bu kitapta hiç şüphesiz
Iran Platoncularının en ünlüsü olan Sadra'nın, "peygamberlik
felsefesi"ne bir anıt diktiğini görüyoruz. Bu, içinde Seyh Sadük Ibni
Babüyi tarafından kaleme alınmış olan "iman sembolü"ne geri giden
Şiilik ve Platonculuk arasmda bir ilişkinin tasdik edildiği bir anıttır. Sadra'nın
Kur'an'ın birçok suresi üzerine yazdığı tefsirleri de anmamız gerekir. Bu,
Molla Sadra'yı felsefenin Darü'l-lslam'ın geri kalan kısmında
sessizliğe bürünürken Şii lslam'da nasıl varlığını sürdürdüğünü ve yeni bir hamle
yaptığını anlamamıza imkan veren bir başka anıttır.
Molla Sadra varoluşa, öze göre öncelik vererek
geleneksel özler metafiziği yerine bir varoluş metafiziğini geçirmek suretiyle
varlık metafiziğinde gerçek bir devrim gerçekleştirmiştir. Değişmez (immuable)
özlerin olmadığı, her özün varoluş fiilinin yoğunluk derecesine göre
belirlendiği ve değişebilir olduğu tezi, bir başka tezi beraberinde getirir:
Bu, töz kategorisinin kendisine de hareketi sokan töz-içi (intrasubstantiel)
veya töz-ötesi (transsubstantiel) hareket tezidir. Molla Sadra gerçek
değişimler (metamorphoses), tözsel değişimler (transsubstantiations)
filozofudur. Onun antropolojisi Şiiliğin öte dünya öğretisinin ileri sürdüğü
şeyle tam uyum halindedir. Kamil lnsan'ın ortaya çıkışı olarak XII. lmam'ın
zuhurunu bekleme kavramına dayanır. Bu antropolojinin kendisi muhteşem bir
kozmogoni ve psikogoniyle ilişkilidir: Ruhun uçurumların en derinine düşüşü,
Meleküt'un, yani fizik-ötesi tinsel dünyanın eşiğinde doğuş noktası demek olan
insan şekline ulaşıncaya kadar derece derece tekrar yükselişi, antropolojinin
bir yeniden diriliş fiziği ve metafiziğine dönüşerek devam edişi. Sadra'nın
madde kavramı, ne materyalistlerin ne de spritüalistlerin madde kavramıdır.
Madde sonsuz hallerden geçer. lnce, tinsel (madda rühaniya), hatta ilahi
bir madde vardır. Sadra bu noktada F. C. Oetinger'le olduğu gibi
(Geistleiblichkeit) Cambridge Platonculanyla da derin bir uyum
içindedir.
Her varlığın ve her şeyin üçlü varoluş tarzı
vardır. Duyusal alem düzeyinde, imgeler alemi (alem-i misal) düzeyinde ve
nihayet saf Akıllar alemi düzeyinde (varoluş). Sühreverdi, imgeler alemi
ontolojisini sağlam bir şekilde ortaya koymuştu. Sadra aktif hayalgücünün
madde-dışılığını tesis ederek lşrak şeyhinin öğretisine kaçınılmaz olan nihai
şeklini verdiğinin bilincindedir. Aktif hayalgücü onda artık fiziksel
organizmaya bağlı olan ve onunla birlikte yok olan bir yeti değildir. Tamamen
tinsel bir yeti, bir çeşit ruhun ince kılıfıdır. Bu andan itibaren Sadra, her
ruhun kendi cenneti veya cehennemini yaratmasından dolayı ruhun yaratıcılığını
(hallakiya) kabul eder. Çünkü tüm varlık ve algı tarzları aynı birlik
yasası tarafından yönetilmektedir. Bu birlik akıl düzeyinde akılla kavrama
(intellection), akılla kavrayan özne ve akılla kavranan Formun birliği, sevgi,
seven ve sevilenin birliği ile aynı olan birliktir. Bu açıdan bakıldığında
Sadra için bilme fiilinin en yüksek bilincinde insan ruhunun, Kutsal Ruh
(Ruhü'l-Kudüs) olan faal akılla birleştirici birliğinin ne anlama geldiği
sezilmektedir. Burada asla sayısal bir birlik değil, akılsal bir birlik söz
konusudur. Bu, derinden değişime uğrattığı ruhta faal akıl tarafından kavranan
Form'un (ldeanın), kendi kendini kavrayan bir Form olduğunu ve dolayısıyla
ruhun kavrama fiilinde faal akıl veya Kutsal Ruh'un (Ruhü-1 Kudüs) kendi
kendini kavradığını, buna karşılık ruhun kendi kendini kavrayan Form olarak
kendini faal akıl tarafından kavranan Form olarak kavradığını bize gösteren
bir karşılıklılığa imkan veren akılsal bir birliktir. Molla Sadra (yukarıda
giriş kısmında yaptığımız toplu bakışta belirttiğimiz anlamda)
"spekülatif' felsefenin gerçek bir temsilcisidir. Bu felsefe bir
Kutsal-Ruh fenomenolojisine açılır.
Bu kadar yoğun olan eserinin günümüze kadar
yazarlarımızın haşiye veya şerh olarak adlandırdıkları, bizim ise inceleme ve
araştırma olarak adlandıracağımız birçok şeyi teşvik etmiş olmasına
şaşırmayacağız. Molla Sadra'nın çok fazla sayıda öğrencileri olmuştur. Burada
ancak onlardan büyük şöhret sahibi üç doğrudan öğrencisini sayacağız.
Bunlardan ilk ikisi sadece öğrencileri değil aynı zamanda damadan olmuştur.
Ona en yakın olanı hiç şüphesiz (1091/1680'de
ölmüş olan} ve Molla Sadra'nın yarattığı filozof ve teosof tipinin en yüksek
ölçüde temsilcisi olan bir simayı oluşturan Molla Muhsin Feyz Kaşani'dir. Onun
kendisi lsfahan'da Abdullah Şüşteri medresesinde -ki bu medrese günümüzde de
varlığını sürdürmektedir ve onda Kaşani'nin oturduğu daireyi ziyaret etmek
mümkündürders vermiştir. Hem Arapça, hem Farsça üretken bir yazar olmuştur.
Bibliyografyası yüz yirmiden fazla başlığı içerir. Onların ne kadar değişik
alanlara ait olduğu hakkında bir fikir vermek bile mümkün değildir, çünkü
programda yer alan bütün inceleme alanlarını kapsarlar. Gazali'nin büyük eseri
Ihya.ü'l-'Ulüm'u Şii bakış açısından tümüyle yeniden yazmış olduğunu
zikredelim. Kaşani'nin Gazali'ye karşı lbni Arabi'ye karşı duyduğu hayranlığı
kesinlikle engellemeyen bir ha anlığı vardı. Büyük eserlerinden bir diğeri
('Aynü'l-Yakfn=Kesin Olarak Bilme) Kuleyni'nin Ka.ff'sinin büyük şerhini
ve Kur'an Şerhini tamamlayan kişisel bir sentezi ifade eder.
Molla Muhsin'in bacanağı olan ve
1072Jl661-1662'de ölmüş olan Molla Abdürrezzak I...ahici tamamen başka bir tür
insan olarak karşımıza çıkmaktadır. O kayınbabası Molla Sadra'nın derslerini
uzun zaman takip etmiştir. Ancak Sadra'cı tezlerin bütününde şahsi felsefesi
konusunda bir tatmin bulamamış görünmektedir. Gerçekten hazan sanki içinde bir
çatışma varmış ve dış dünya ve çevresi kendisini korkutuyormuş gibi aşın
görüşler arasında sallanıp durur gibi görünmektedir. Her ne ise bazı
listelerin yapUğı gibi onu saf ve basit olarak Aristotelesçi olarak nitelemek
fazla basit olacaktır. Gevher-i Murad (Arzu Edilen Şeyin Özü) adlı
eserinin gösterdiği gibi tasavvufa ilişkin şüphesiz şahsi bir tecrübesi vardı.
On iki civarında eser bırakmıştır. Büyük boy iki cilt halinde yayımlanmış olan
Nasirüddin Tüsi'nin Tecrid'i üzerine şerhine bu alanda yazılmış olan en
mükemmel eser olarak bakılır. lbni Sina'nın lşarat'ının şerhindeki
doğa felsefe kısmı üzerine haşiyeleri henüz yayımlanmamışur. Onlar çok özgün
tavır alışları ifade ederler. Oğullarından birinin, 1121/l709-l710'da ölmüş
olan Mirza Hasan Lahici'nin özel olarak Şii imamet felsefesi üzerine bir düzine
civarında eser bıraktığını zikredelim.
Molla Sadra'nm bir diğer doğrudan öğrencisi,
1104/16921693 de bir hac ziyaretinden dönüşte Mekke ile Medine arasında vefat
etmiş olan Hüseyin Tunikabuni de Molla Sadra'nm sadık bir yorumcusu, örnek bir
lşraki filozof olmuştur. Dünyanın meydana gelişi, varlığın aşkın birliği
üzerine birçok küçük risalesi yanında lbni Sina'nın Şifa'sı, Nasirüddin
Tüsi'nin Tecrid'i ve yukarıda adı geçen Heferi'nin el kitabı üzerine
araşurmaları ona borçluyuz.
10.
Recep Ali Tebrizi ve Öğrencileri
(1080/1169-ll70'de ölen), adının da işaret
ettiği gibi Tebriz menşeli olan ve birçok defa ziyaretiyle kendisini şereflendiren
Şah Abbas II'nin (1642-1666) çağdaşı olan Recep Ali Tebrizi ile Molla
Sadra'nmkinden farklı bir atmosfere giriyoruz. Hatta filozofumuzun büyük
Sadra'cı tezlerin tersini (varoluş metafiziğinin, töz-ötesi hareketin, gerçek
varlığa sahip olan bir şey olarak zihni varlığın vb. reddi) savunduğunu görmek
oldukça ilginçtir.
Bunun nedeni Recep Ali'nin ta baştan itibaren
Zorunlu Varlık ve zorunlu olmayan varlıklarla ilgili olduğunda varlık
kavramının eşanlamlılığını (analogie) değil, çok anlamlılığını (equivocite)
ileri süren bir varlık metafiziğiyle kendisini göstermesidir. O halde varlık
terimini kullanırken, kavra:mdan ortak pay alma değil, sadece bir eşseslilik
(homonymie) söz konusudur. Çünkü bizim varlık kavramımız ancak yaratılmış
varlığın var olma olgusuna erişir. Varlığın ilkesi ve kaynağı ise varlığa
aşkın olarak kalır. Onu ancak olumsuzlama yoluyla (per viam negationis,
tenzih), yani negatif (apopathique) teolojiyle kuşatabiliriz. O halde
vahdet-i vücut (theomonisme), yani yaratılmamış olanla yaratılmış olanı
içine alan aşkın bir birlik söz konusu olamaz. Recep Ali kendisine böyle bir
varlık metafiziğini kimsenin ileri sürmemiş olduğu söylenerek karşı
çıkılabileceğini gayet iyi bilir. Buna cevap olarak bu metafizik geleneğini
ortadan kaldırmak için korkunç iftiralar uydurulmuş olduğunu söyler. O, Kutsal
İmamlar geleneğinin kendi arkasında olduğunu bilir; ancak bu noktada lsmaili
irfanla buluştuğundan ve kendisini de Şeyhi okulunun teosofisinin (bkz. s. 156)
izleyeceğinden haberdar değildir. Ancak bu onun Sühreverdi'ninkine çok yakın
bir "huzüri bilgi" (connaissance presentielle) öğretisini ortaya
atmasına engel olmaz.
Recep Ali Tebrizi'nin sayısız öğrencileri
olmuştur. Onların en ünlüsü Gazi Sa'id Kummi'dir (aşağıya bakınız). Ondan başka
hocasının hizmetkarı (famulus) ve katibi olan Muhammed Rafi'
Pir-Zade (tarihler belli değildir) vardır. Yaşlandığında Tebrizi'ye eserlerini
kendisinin kaleme alması zahmet vermeye başlamıştı. Hocasının talimatı üzerine
öğrencisi, Recep Ali'nin öğretimini hem muhafaza eden hem de devam ettiren el-Ma'arifü'l-llahıye
(llahı Bilgiler) adlı büyük bir eser kaleme aldı. Pir-Zade'den başka
(1101/1689-1690'dan sonra ölmüş olan) Abbas Mevlevi vardır. Abbas Mevlevi, Şah
Süleyman'a (1666-1694) ithaf edilmiş olan ve Şii felsefesini özetleyen iki
büyük sistematik geniş özet, (1101/16891690'da tamamlanmış) el-Envarü'l-Süleymaniyye
(Süleyman'a lthaf Edilmiş Nurlar Kitabı) ve (1084/1673-1674'te tamamlanmış)
el-Fevaidü'l-Ustiliyye (Temel Görüşler) bırak-
mıştır. Daha az şöhrete sahip diğer iki
öğrenci, Molla Muhammed Tunikabuni ve Mir KavamRazi'dir.
11. Gazi Sa'id Kummi
Bu düşünür ve maneviyatçı burada birkaç satırla
sınırlı olsa bile kendisine ayrı bir bölüm tahsis etmek gerekecek kadar
önemlidir. Gazi Sa'id 1043/1633'de Kum'da doğmuş, hayatının en büyük bölümünü
hocalık yaparak geçirmiş ve yine aynı yerde 1103/1651-1652'de ölmüştür.
İsfahan'da Recep Ali Tebrizi'nin öğrencisi olmuştur. Ancak aynı zamanda
Muhsin Feyz'in ve (yanında Sühreverdi'nin Hikmetü'l-lşrcık'ını incelediği) Abdürrezzak Lahici'nin öğrencisi olmuştur.
Öyle ki bunun sonucunda o şahsında ve düşüncesinde iki geleneği
birleştirmektedir.'
Gazi, Oniki İmamcı mistik teosofinin yüksek bir
temsilcisidir. Eserlerinin tümü çok önceden yayımlanmış olması gereken Şii
bir lşrakidir. Onların hesabını çıkarmak oldukça zordur; çünkü yazarın zihninde
kitaplarının birçok külliyat oluşturması gerekiyordu. Bu külliyatlar ise
tamamlanmamıştır. Böylece hocası Recep Ali'nin savunduğu varlığın çok
anlamlılığı kuramını yeniden ele aldığı Farsça Kelid-i Beheşt (Cennetin Anahtan) kitabından sonra Recep Ali son derece yoğun,
ancak yirmi sekizinci hadisten ileri gitmemiş olan Kırk Hadis Şerhi'ne; sadece on tanesini veya belki on bir tanesini yazmış
olduğu Kırk Eser Kitabı'na girişmektedir. Bunlardan başka
filozoflarımızın her zaman okudukları Anstoteles'in Teolojisi denen eser üzerine bir şerhler defteri bırakmıştır.
Nihayet onun ana eseri (magnum
opus) vardır. Nasıl
Molla Sadra Kuleyni'nin K4fi'sini şerh ederek Şiiliğin teosofik metafiziğinin
gerçek bir sistematik geniş özetini yazmışsa, Gazi Sa'id de Saduk Ibni
Babüye'nin Te vhid'ini şerh ederek kendi sistematik geniş
özetini ortaya koymuştur. Bu kitap da tamamlanmamışur. Ama Gazi Sa'id'in yazabildiği üç
ciltlik bir anıttır.
Sadük'un kitabı, hem negatif (apopatik) teoloji
için hem de ondan çıkan İmamet nazariyesi için temel olan İmamların
hadislerinin geniş bir bütününü içerir. Bu hadisler hazan Gazi'nin şerhi
içinde genişletilen bağımsız eserleri oluştururlar. Gazi Sa'id'in lslam'ın beş
temel kuralının hatmi anlamlarına ilişkin incelemesinde bu durum söz konusudur.
Kabe'nin küp şeklindeki yapısından Gazi Oniki İmam İmamlığının yapısını
çıkartır. İmamlığın manevi mabedine dönüştürülen taş Mabet, insan hayatının
sırnnm kendisi, hayatın safhalarına özdeş kılınan bir haccın kıblesi olur.
Felsefe yeniden (Schelling'in dileğine uygun olarak) bir "anlatı
felsefesi" (philosophie narrative) olur. "Oniki Nur Perdesi"
hadisi, Muhammedi Nur'un Miraç'taki (Plerome) dotaşmalarını, daha sonra
dünyadan dünyaya yetmiş bin perdeden geçerek içinde bulunduğumuz dünyaya
"inişlerini sembolik olarak yorumlamak suretiyle İmamet nazariyesini hem
kozmogoniyle hem de tarihin ve meta-tarihin teosofisiyle birleştirir. Oniki Nur
Perdesi, Oniki İmam ve onların on iki bin yıllık dönemler olarak rakamlanan
oniki evrenidir. Bu oniki evren velayet devrinin ilk örneğidir (archetype). Velayet devri bu oniki evrenin tersine çevrilmiş imgesini
temsil eder; çünkü velayet, dönüş ve tekrar yükseliş yönünde gelişir. Burada
Aion'un eski Yunan-İran teolojilerinin sanki bir yeniden ortaya çıkışı söz
konusudur. Gazi, imgeler alemi (alem-i misal) ve latif (subtile) cisim ontolojisiyle
tutarlı bir zaman anlayışı geliştirir. Her varlığın ona has olan bir zaman
miktarı, şahsi bir zamanı vardır. Bir balmumu parçasını sıkıştırdığımızda veya
uzatuğımızda başına ne gelirse, bu zamanın da başına o gelir: Miktar sabittir,
ancak tıkız (compact) ve yoğun bir zaman, duyusal dünyanın zamanı vardır. Onun
yanında ince, yumuşak bir zaman, imge-
ler aleminin zamanı vardır. Nihayet son derece
ince, yumuşak bir zaman, saf Akıllar aleminin zamanı vardır. Eşzamanlığın
(contemporaneite) boyutları, varoluş tarzının inceliğine, yumuşaklığına göre
artar. O halde tinsel bir insana verilen zaman, varlığın uçsuz bucaksızlığını
kucaklayabilir; şimdiki zaman, geçmiş ve geleceği içine alabilir. Bu açıdan
"Beyaz Bulut" hadisi veya hikayesinin yorumu, çarpıcıdır.
12.
lsfahan Okulundan Tahran Okuluna
Şimdi filozoflar için güç olmuş olan ve onların
tarihçileri olmak isteyen meslektaşları için öyle kalan bir döneme varıyoruz.
Bunun nedeni durumun çok karışık, el yazmalarının dağılmış olması ve ancak
kataloglar yayımlandıkça tekrar ortaya çıkmasıdır. Duruma hakim olan olay,
Safevilerin lsfahanı'nın ve Sultan Hüseyin'in hükümdarlığının sonunu getirmiş
olan felaket, yani kelimelerle anlatılmaz zulümlerle dolu bir kuşatmadan sonra
şehrin (1135/21 Ekim 1722'de) Afganlar tarafından alınmasıdır. Filozof lsmail
Hacü'i'nin olaya ayırdığı bir sayfa bu kuşatmanın dokunaklı bir tasvirini
vermektedir. Afgan hakimiyeti sadece sekiz veya dokuz yıl sürmüştür. Safevi
hanedanı Tahmasp il ve Abbas III'ün şahsında 1736'a kadar ismen varlığını
sürdürmüştür. Nadir Şah'ın, Şiraz'da Zend hanedanının saltanatları ortaya
çıkmıştır. Kısaca Kaçar hanedanının gelişine kadar uzun bir karışıklık ve
istikrarsızlık dönemi geçmiştir (Aga Muhammed Han'ın saltanatı gerçekte
1779'da başlamıştır. Fakat o ancak 1796'da taç giymiştir). Feth Ali Şah'la
(1757-1834) İran entellektüel ve kültürel hayatının merkezi kesin olarak
lsfahan'dan Tahran'a geçecektir. Felsefi açıdan bu dönemin özelliği
çağdaşlarının ne çok iyi anlamış, ne de kabul etmiş oldukları Molla Sadra'nın
gittikçe artan önemidir. Biraz açıklık sağlamak için burada geçici olarak
filozofları dört gruba ayıracağız.
Birinci olarak felakete çok yakın bir zamanda
yaşayanlar vardır. ilkin (1134/1721-1722'de İsfahan'ın kuşatıldığı yıl
ölmüş olan) Muhammed Sadık Erdestani vardır. Aynı zamanda büyük bir
maneviyatçı olan bu filozof zor sınavlardan geçmiştir; çünkü Şah Sultan
Hüseyn'in öfkesini üzerine çekmişti. Elimizde başlıca iki eseri bulunmaktad!r.
En önemlisi, ruhu ve onun duyusal-üstü yetilerini inceleyen, Molla Sadra'
izleyerek aktif hayalgücünün madde-dışılığı görüşünü benimseyip açık olarak
lbni Sina'ya ve genel olarak lbni Sinacılığa karşı tavır alan Hikmeti Sadikiyye'dir (yazarın, yani Sadık
Erdestı:lnf'nin Şahsi Felsefesi). Ancak Erdestani evrensel ruhun cisimlerle bağlantısını
açıklamakta daha fazla güçlükle karşılaşmışa benzemektedir. Bu bağlantı bir tecelli, zuhurdan (epiphanie) ibarettir ve bireysel düşünen ruhlar
evrensel ruhtan ışıyan ışınlardır. Ancak evrensel ruhun şu an için askıda olan
bu tecellisi, bu "iniş"i (tedelli, Kur'an 53/S'e bakınız) esas olarak neden
ibarettir? Eser gerçekte üstadın derslerine bağlı olarak bir öğrenci, kendisi
de Erdestani gibi lsfahan'ın kuşatılması esnasında 1134/17211722'de ölmüş olan
Molla Hasan Gilani tarafından kaleme alınmıştır. Buna karşılık bir başka
öğrenci, Muhammed Ali lbni Muhammed Rıza, uzun bir giriş yazmıştır.
Bir diğer çağdaş, Ibni Sina'nın kitaplarını
okutan İnayetullah Gilani'dir. Fazıl Hindi Isfahanı (1135/1572) on beş
civarında eser bırakmıştır. Mirza Muhammed Taki Elması (1159/1746), Muhammed
Taki Meclisi'nin (1070/16591660) torunu, Muhammed Bakır Meclisi'nin (1111/16991700)
babasıdır. Günümüze kadar lran'da bolca okunan tarih ve nasihat kitapları
yanında büyük Şii ansiklopedisi Bihıarü'l Envı:lr'ın (Nur
Denizleri) yazandır. Elması
bundan başka XII. lmam'm büyük gaybubeti üzerine bir kitap yazmıştır.
Kutbüddin Muhammed Neyrizi Şirazi (1173/17591760) saf bir lşrakidir:
"Aristotelesçilerin mantığı hataya karşı korunmuş değildir. O kendi
kendine yetmez. Yoldan sapmanın kaynağıdır. Bana gelince, ariflerin mantığını
gerçekte metafiziğin mantığı olarak kabul ediyorum". (1171/ 1757-1758
veya 1173/1759-1760'da lsfahan'da ölmüş olan) ve kuşatmanın bütün dehşetini
gören İsmail Hac-Ci'i büyük Şii temaları (İmamet üzerine bir eser) felsefi
sorular ve çeşitli bilimlerin bütünü üzerine yüz elli civarında eser kaleme
almıştı. O özellikle "mevhum (imaginaire) zaman" {"imgesel
[imaginal] zaman" değil) kavramına karşı yazdığı güçlü bir eserle
tanınmaktadır. Bu eser Cemalüddin Hansari'ye (bkz. s. 142) karşı yöneltilmiştir
ve Mir Damad'ın zaman kuramım ele alır.
İkinci olarak Aga Muhammed Bidabadi (1198/17831784)
ve öğrencileri vardır. Şeyh Bidabadi'nin kendisi Mirza Muhammed Taki Elmasi ve
İsmail Hacü'i'nin öğrencisi olmuştu. İsfahan'da Molla Sadra'mn kitaplarım okutmaktaydı.
Esfa.r üzerine
verdiği derslerin metni muhafaza edilmiştir. Mir Fendereski gibi simya üzerine,
1209/17941795'de Isfahanlı bir hekim, Mirza Muhammed Rıza lbni Recep Ali
tarafından geniş olarak şerhedilen bir eser yazmıştır. Çok sayıda öğrencisi
olmuştur. Bunlar arasında Molla Mihrab Gilani (1217/1802-1803), esas olarak
Şii temaları üzerine (örneğin Kuleyni'nin Ka.fi'si üzerine) yazmış olan Ebu'l Kasım Hatünabadi
(1203-1788-1789), aynı zamanda İsmail HacO.'i'nin de öğrencisi olmuş olan
Mehdi Neraki (1209/1794-1795) vardır. Güçlü bir şahsiyet, bir eylem adamı olan
ve hiçbir çabadan kaçınmayan Mehdi Neraki, hukuk bilimlerinde olduğu kadar (Ahbarilere karşı güçlü bir biçimde Usulflerin yanını tutmuştur) felsefe, ahlak ve matematikte
de yetkili biri olmuştur. Varlık ve öz sorunu gibi klasik sorunlarla ilgili
hepsi şahsi damgasını taşıyan bir düzine civarında eser bırakmıştır. Büyük
ahlak eseri Ca.miü'sSaadet hala yaygın bir şekilde okunmaktadır. Burada
Mol-
la Sadra'mn Kitabü'l
Meşa'ir'i üzerine önemli bir
şerhin yazan olan ve hakkında sadece 1225/1.SlO'da Şiraz'da çalıştığım
söyleyebileceğimiz Mirza Ahmed Erdekani Şirazi'yi de anmamız gerekir.
Üçüncü olarak Molla Cemşid Ali tbni Cemşid Nuri
(1246/1830-1831) ve öğrencileri vardır. Molla Ali Nüri, Muhammed Bidabadi'nin
en ünlü öğrencilerinden ve devrin en tanınmış hocalarından biri olmuştur.
lsfahan'a yerleşmeden önce Mazenderan ve Kazvin'de eğitim görmüştür. Ona Molla
Sadra'mn birçok eseri, Şeyh Ahmed Ahsa'i'nin Fevaid'i (Öğretimler) üzerine önemli dersler, Tevhid
suresinin büyük bir tefsiri ve bir Hıristiyan misyonerinin polemiğine verdiği
cevabı borçluyuz. Burada ancak bazılarının isimlerini zikredebileceğimiz bir
sürü öğrencisi olmuştur: Kendisi de Molla Sadra'mn birçok eseri üzerine önemli
dersler bırakmış olan Molla İsmail tsfahani (1277/1860-1861), hem Molla Ali
Nuri, hem Molla lsmail lsfahani'nin öğrencisi olmuş olan Molla Agay-ı Kazvini,
Molla Sadra'nm Meşa'ir'i ve Hikmet-i
Arşiye'si (Arş Hikmeti)
üzerine çok geniş bir şerh yazmış olan Muhammed Cafer Lengerüdi (Nasırüddin
Tusi'nin Tecrid’i üzerine şerhi 1255 tarihlidir). Molla Ali
Nuri'nin öğrencileri arasında en önemlileri, aşağıda zikredilecek olan
Abdullah Zunuzi ile Hadi Sebzevari'dir.
Dördüncü olarak Tahran okulu vardır. Feth Ali
Kaçar'ın saltanatı döneminde (1797-1834) Tahran'da Han Mervi medresesi kurulur.
Burada ders vermesi için Molla Ali Nuri'ye çağrıda bulunulur. Ancak o en parlak
öğrencilerinden birini, Molla Abdullah Zunuzi'yi (1257/1841-1842) göndermeyi
tercih eder. Bu çağrı bir tür lslami bilimlerin merkezinin lsfahan'dan
Tahran'a taşınmasının işareti olur. Birçok büyük filozof ününü sağlamak üzere
oraya giderler. Bunlar arasında ilk olarak o halde önce Kerbela, daha sonra
Kum ve en sonunda Molla Nuri'nin felsefe alanında öğrencisi olduğu Isfahan'da eğitim görmüş olan (Tebriz
yakınlarındaki ZunO.z doğumlu) Abdullah ZunO.zi vardır. ZunO.zi, tümü
Sühreverdi ve Molla Sadra zihniyetinde birçok büyük eser bırakmıştır. Bu
eserlerin yakınlarda yayımlanacağını umarız. Onun iki oğlu vardı. Onlardan biri
Hüseyin ZunO.zi matematik ve astronomide uzman olmuşur. Diğeri,
(1307/1889-1890'da ölmüş olan müderris, yani en yüksek hoca lakablı) Ağa Ali
ZunO.zi, filozof olarak babasının ünü düzeyine ulaşmıştır. O da okuttuğu ve
şerh ettiği Molla Sadra'nm çizgisinde birçok eser, özellikle kendisi de Molla
Sadra' Farsça'ya çeviren prens lmadüddevle Bedi'ü'l-Mülk Mirza'nın sorduğu yedi
soruyu cevaplamak için yazdığı Farsça bir eser (Bedayi'ül-Hikem)
bırakmıştır. Molla Sadra'nın ateşli bir tilmizi olan Muhammed Rıza Kumşahi
(1306-1888-1889), çok asil bir ahlaki şahsiyet olması yanında bir metafızikçi
idi. Isfahan'da Molla Ali NO.ri ve Muhammed Cafer Lengerüdi'nin öğrencisi
olmuş, daha sonra Tahran'a yerleşmiştir. Burada Sadr Medresesi'nde esas olarak
Molla Sadra'nm Esfar'ını ve Ibni Arabi'nin Füsüs'unu okutmuştur. Aynı
çizgide ve diğerleri gibi ünlü bir hoca olan Seyyid Ebu'l Hasan Celve (1315/
1896) Tahran'da Darü'ş-Şifa Medresesinde kırk yıl ders vermiştir. O
da töziçi hareket üzerine bir kitap, Sadra'nm Esfdr'ı, lbni Sina'nın Şifd'sı,
Ebheri'nin Hidayet'i vb. üzerine çok sayıda dersler bırakmıştır.
Bu üstadların öğrencilerinin sadece adlarım
zikretmek bile imkansızdır. Kuşaktan kuşağa, eserlerini zikretmeksizin sadece
Mirza Tahir TunikabO.ni, Mirza Mehdi Aştiyani, Mirza Muhammed Ali Şahabadi,
Seyyid Hüseyin Bako.behi'nin adlarım vereceğiz. Necefte hocalık yapmış olan bu
sonuncu, iki büyük geleneksel çağdaş filozofun, Tahran tlahiyat Fakültesinde
profesör Seyyid Kazım Assar ile Kum llahiyat Üniversitesi'nde profesör Şeyh
Allame Muhammed Hüseyn Tebateba'i'nin hocası olmuştur. Tebateba'i'ye diğerleri
ya-
nmda Molla Sadra'mn Esfa.r'mın yeni bir
neşri ile Kur'an'ın felsefi bir tefsirini borçluyuz.
13.
Şeyh Ahmed Ahsa'i ve Kirman'da Şeyhi Okulu
Biraz önce zikrettiğimiz filozofların çağdaşı
olan Şeyhi okulu tamamen ayrı bir yer işgal eder. "Şeyhilik" ve
"Şeyhi" adlarına gelince, kendisini adlandırmak üzere bu adlan seçen
okulun kendisi değildir. Mensuplarım çok kısa olarak Şeyh'in, yani Şeyh Ahmed
Ahsa'i'nin öğrencileri olarak adlandırmak üzere bu adlan onlara veren,
"başkalan"dır. Hatta Ahsa'i hiçbir zaman bir okul kurmayı
düşünmemiştir. O sadece Oniki imam Şiiliğinin imamlarının eksiksiz teosofik
öğretisine sıkıca sadık kalmak suretiyle başkalarından farklı olmaya
çalışmaktaydı. Bu öğretimi, tüm hayatının ürünü olan şahsi düşüncesiyle
derinleştirmişti. Bu öğretimin teminatını, yegane üstadlan olarak kabul ettiği
bu imamlarla rüyada yaptığı konuşmaların desteklediği bir iç tecrübede bulmuştu.
Bu eksiksiz lmamcılık, tarihi pek örnek alınmaması gereken inatçı bir
anlayışsızlıkla karşılaşmıştı. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki o lslam
dünyasında başka yerlerde ortaya çıkan "reformcu" hareketlerden
tamamen farklı bir şeyi hedefleyen bir metafizik "reformasyon"
özelliğine sahipti.
Kimsenin hiçbir zaman itiraz etmediği bir
"Tanrı dostu"nun (veli) bütün özelliklerini sergileyen yüksek bir
manevi şahsiyet olan Şeyh Ahmet Ahsa'i, 1166/1753'de Bahreyn topraklan
üzerindeki Ahsa'da doğmuştu. (X. yüzyılda Karmatlar'ın Nasır-ı Hüsrev'in
ziyaret ettiği küçük bir ideal devlet kurmuş oldukları) Arabistan'ın Basra
körfezi kıyısındaki bu bölgede doğan Şeyh Ahmed, saf Arap soyundan gelme
görünmektedir. Ancak yaklaşık on beş yılı lran'da geçirmiştir ve şahsiyeti ve
öğretiminin Iran'da yarattığı. yankı ve şevk olmamış olsaydı, Şeyhilik diye bir
şey şüphesiz olmayacaktı. Manevi yoldaki başlangıçlarını kendi elinden çıkmış
hayat hikayesinden biliyoruz. Şeyhi gelenek onun öğrencisi olduğunu ileri
sürebileceği hiçbir üstadı tanımamaktadır. Her şey sanki şu "üstad-ı
gaybi", şu başka süfiler tarafından da varlığı ileri sürülen "iç
üstad"dan başka bir hocası olmamış gibi cereyan etmektedir. Ancak bu iç
üstad onun durumunda açık olarak sırasıyla "Ondört Masum"a işaret
etmektedir. Bununla birlikte onun derslerini dinlediği bazı üstadlarının adlan
bilinmektedir. Olağanüstü dolu, ateşli öğrencilerinin bağlılığı yanında
maalesef bazı meslektaşlarının da çok insani kıskançlığını uyandırdığı bir
hayattan sonra 124 l/1826'da Medine'ye üç konaklık bir mesafede ölmüştür.
Ailesiyle Mekke'ye yerleşmek niyetindedir. Eseri hatırı sayılır büyüklüktedir:
Yüz otuz iki başlık. Aslında bu sayı çok daha büyüktür; çünkü bazı eserleri
birçok kitap içeren mecmualardır. Onların hemen hemen tümü taş baskı
yayımlanmıştır.
Şeyh Ahmed'in haleflerinin tümü büyük
düşünürler ve manevi üstadlar olmuştur. Ancak bu onların başlarına gelecek
sıkıntılara engel olmamıştır. llkin (Hazar Denizi'nin güney doğusundaki)
Reşt'te 1212/1798'de doğan ve 1259/ 1843'te Bağdat'ta ölen ve gerçekten onun
manevi oğlu olan Seyyid Kazım Reşti vardır. Derin metafizik spekülasyonlar
konusunda ender bir yeteneğe sahip olan Seyyid Kazım da maalesef bir kısmı
Kerbela'daki evini tahrip eden iki yağmalama olayı sırasında (kendi elinden
çıkmış birçok yazmayla birlikte) kaybolmuş olan hatın sayılır miktarda eser
bırakmıştır. Şeyh Ahmed'in ikinci halefiyle okul, merkezini (lran'ın güney
doğusunda) bir ilahiyat medresesi, bir kolej ve matbaaya sahip olduğu Kirman'a
taşır. (Kirman'da 1225/1809'da doğmuş, 1288/1870'de ölmüş olan) Şeyh Muhammed
Kerim-Han Kirmani, baba tarafından, o sırada lran'da hüküm sürmekte olan
kraliyet ailesine mensuptu. Kerbela'da Seyyid Kazım'ın öğrencisi olmuş ve
simya, tıp, optik ve müzik de dahil olmak üzere lslami ve felsefi bilimler
alanının bütününü kapsayan etkileyici bir külliyat (iki yüz yetmiş sekizden
fazla eser adı) bırakmıştır. Oğlu Şeyh Muhammed Han Kirmani
(1263/1846-1324/1906) onun yerine geçmiş ve o da koca bir külliyat
bırakmıştır. Baba ile oğul arasında, Muhammed Han'la onun halefi olan ve aynı
ölçüde büyük külliyatı kısmen yayımlanmamış olarak kalan küçük kardeşi Şeyh
Zeynel Abidin-Han Kimıini (1276/ 1859-1360/1942) arasında tekrarlanan derin
entelektüel ve manevi bir bağ vardı. Nihayet beşinci halef, "Serkar
Aga" denen Şeyh Ebu'l Kasım lbrahimi (1314/1896-1389/1969) de en ateşli
sorunlarla uğraşmak zorunda kaldığı önemli bir külliyat bırakmıştır. Onun
halefi ise şu ana ana kadar birçok eseri yayımlanmış olan oğlu Abdürrıza Han
Ibrahimidir. Kirman'da muhafaza edildikleri şekilde üstadlann eserlerinin
bütünü bin civarında başlıktan oluşmaktadır ve onların şimdiye kadar ancak
yansı yayımlanabilmiştir.
Özellikle XVI. yüzyıldan bu yana Şii düşünürler
arasında iki tavır alış, büyük bir zıtlık meydana getirmiştir: Bir yanda
kabaca "eleştirici ilahiyatçılar" denebilecek "Usüliler" (Usüliyyün),
öbür yanda "temelci (fundemantalist) ilahiyatçılar"olarak ortaya
çıkan "Ahbariler" (Ahbariyyun) vardır. Birinciler Şii
hadislerin meydana getirdiği koca külliyata, hiçbir kesinliğe götürmeyen
"dış eleştiri"yi uygulamaktadırlar. lkinciler ise bu külliyatın
bütünlüğünü kabul ederek bu eleştiriyi reddetmektedirler. İkinci grubun lideri
Muhammed Emin Esterabadi'ydi (1033/1623-1624). "Temelciler", mistik
teosofinin hiçbir sorununu işin içine karıştırmayan basit insanlar olarak
geçinirler. Ancak bu onlar arasında Muhsin Feyz ve Gazi Sa'id Kummi (bkz. s.
146148) gibi yüksek düzeyde metafızikçilerin çıkmasına engel olmamıştır.
Bunun nedeni, iki okul arasındaki zıtlık görünüşte özellikle şeriatle ilgili
ise de gerçekte Ahbarilerin hermenötik öncüllerinin etkilerini geleneksel
metafiziğin kaynaklan üzerinde göstermiş olmasıdır. Ahbariler ne müçtehidlerin
otoritesine, ne hadis nakilcilerinin insani otoritesine başvurmayıp İmamlardan
gelip gelmediği konusunda karar vermek üzere hadislerin içeriğinin kendisine
baş vururlar. Bu öncüllerden dolayı Ahbariliğin metafizik ve teosofik bir
derinleşmeyi beraberinde getirmesi ölçüsünde şeyhi okulun temel pozisyonunu,
yani ara (intermediaire), ancak Ahbarilerinkine daha yakın olan pozisyonunu
anlayabilir ve yerine yerleştirebiliriz.
Şeyh Ahmed Ahsa'i ve ondan sonra halefleri
Şiiliğin negatif (tenzihi) Kelam'ınm sonuçlarını sıkı bir şekilde takip
etmişlerdir. Genel olarak filozofların kullandıkları şekilde "mutlak"
varlık fikri, ilk (initiale) bile değildir. Çünkü bu ism-i meful, yani
"mutlak" (absolu), varlığı özgürlüğe kavuşturan bir çözücü
(absolvens), varlığın bir çözülmesi, ayrışmasını (absolution)
varsayar. Bunu onu ne mastar halinde (var olma=esse), ne ism-i fail
olarak (var olan=ens) ortaya koyarak değil, emir halinde (var olsun=esto)
tesis ederek yapar. Kozmogoni aşkın bir Adem kuramı biçiminde kendini
gösterir. Kendi kendini yaratan fiilinin aynı zamanda öznesi, nesnesi, maddesi,
formu ve ereği olan ezelilik-öncesi ilk irade, metafizik ilk Adem (Ademü'l
Ekber, Adam le Majeur, Homo maximus) olarak ortaya çıkar ve bu Adem'in eşiti olan
metafizik Havva, yokluktan, Büyük Uçurum'dan kurtulmuş olan varlığın
özgürlügüne kavuşmasıdır. Adem Maximus olan bu zirveden babasız ve
anasız ortaya çıkmış "babamız" olan Adem ortaya çıkar ve o da
dünyevi tarihimizin zirvesini teşkil eder. Aslında o üçüncü Adem'dir, çünkü
ilk ikisi arasında Muhammed'i Kelam veya Ondört Nurdan meydana gelen Muhammed'i
Nur (Işık) olan "lkin-
ci Adem" vardır. Burada Aristotelesçi
madde-formculuğun (hylemorphisme) terimlerinin yönü tersine dönmüştür. Madde, nürdur,
varlığın kendisidir, varoluştur. Form, mahiyettir, merhamettir, bu nüru
sabitleştiren ve sınırlandıran gölgeli boyuttur. Bundan dolayı madde baba,
erkek olandır; buna karşılık form, anne, dişi olandır ve bireyselleştirme ilkesi
"imgesel form"dur (suret misaliyya) Böylece VI. imam Cafer Sadık'ın hadisi
doğrulanmış olur: "Anne ve babalarından dolayı mümin müminin kardeşidir.
Onların babalan Nür, anneleri Merhamettir."
Kutsal lmamlann hadislerinden aynı tür bir
yararlanmayla Şeyh Ahmet, okulunun özelliği olan antropolojiyi geliştirmiştir.
Bu antropoloji onu "dirilen beden simyası" diye adlandırabileceğimiz
şeye götürür. Burada o ikili bir etten beden (casad) aynını ile fani etten beden ve baki tinsel
beden (caro spritualis) ile ikili latif cisim (cism) -göksel cisim ve
ilk, asli, arketip cisimaynını yapar Bütün bunlar satır satır yeni-Platoncu
Proclos'taki ikili tinsel bedene (okhema) tekabül eder. (B cesediyle B cisminden meydana
gelen) dirilen vücut olayı, simya işlemine paralel bir şekilde anlatılır ve
burada Batı batıniliğinin öğretimiyle karşılaşırız. Nihayet şeyhi okulunun
özelliği olan bir öğreti, üstadlannın "Dördüncü Sütun" diye
adlandırdıkları öğreti vardır. Bu öğreti kısaca Imamlann bütün "Tanrı
Dostları" (Evliya) ile birlikte olmak ve onlara düşman olan herkesle ilişkiyi
kesmek (Farsça tevella ve teberra) yönündeki öğütlerinin genişletilmesinden
başka bir şey değildir. Ancak "Tanrı Dostları" (Evliya) fikri,
devamlı batini hiyerarşi fikrini ve dolayısıyla içinde yaşadığımız
"gizlilik" devrinde onun varlığını belirleyen şartlan beraberinde
getirir. Alemin "mistik kutbu" olan Imam'ın gizliliği (gaybet), doğal
olarak onun kapısı (bab) olanın ve dolayısıyla da onunla sonuçlanan tüm
hiyerarşinin gizliliğini gerektirir. Genel olarak bu hiye-
rarşiden veya nesilden nesile onun sözcüsü olan
insandan (Natık-ı Vahid) söz edildiğinde, bu bir insan grubuna işaret
eder. Ancak bu kesinlikle bu insanların aleni olarak ortaya çıkmasını, bireysel
olarak onların kim olduklarının söylenmesini gerektirmez. Onların gizliliği
zorunludur. Hiç kimse bu unvana sahip olduğunu ileri süremez. Onlar ancak Imam
tarafından bilinirler. Imam'ın en son mektubunda ortaya konmuş olan nihai
isteği ise kendisi tarafından böyle bir yetkiye sahip kılındığını açık olarak
ilan eden bir kişinin sahtekar olacağıdır. Imam ortaya çıkıncaya, zuhor
edinceye (parousie) kadar gizlilik hali devam edecektir. Şeyhi
okulu üstadlarının bıkıp usanmadan tekrar ettikleri budur. Bundan dolayı ne
kadar ilginç olursa olsun, gaybet halinin sona erdiğini söyleyen her dini
hareket, Şiilikle ilgisini kesmiş demektir ve dolayısıyla Şeyhilikten geldiğini
ileri süremez.
Bu satırlar şeyhi öğretilere kısa bir
değinmeden ibarettir. Söylemek istediğimiz her önüne gelenin bu öğretileri anlama
seviyesinde olmadığı ve tartışmaların hiçbir zaman sokaktaki insanın
seviyesine indirilmemesi gerektiğidir. Ne Şeyhilerin cevabı dikkate alınarak,
ne terminolojilerini anlama zahmetine girilerek aynı itirazlar bıkıp
usanmaksızın tekrarlanmıştır. Şarkiyatçılar, belki Roma Kilisesi'nden başka
bir model bilmediklerinden Şeyh Ahmed'in müçtehidler tarafından
"aforoz" edilmiş olduğunu yazmışlardır. Bu yanlıştır. Hiçbir
müçtehid, lslam'a aforoz kavramını sokmakta hiçbir yetkisi olmayan Molla
Bargani'nin Kazvin'deki tamamen şahsi ve etkisiz entrikasına karışmamıştır.
Şeyh Ahmed aynca Molla Sadra Şirazi'nin iki önemli eseri üzerine iki büyük
inceleme kitabı yazmıştır. Anlaşılmamasından dolayı şaşkın, üzgün ve çaresiz
bir durumda kalan Şeyh Ahmed Isfahan'daki ikinci kalışı sırasında dostlarından
birinden, Muhammed lbni Mukim lbni Şerif Mazenderani'den Hikmeti Arşiye üzerine yazdığı şerhine yöneltilmiş eleştirilere karşı cevap
vermesini istemiştir. (Yayımlanmamış olan) bu esere burada işaret etmemiz
gerekir. Bütün bunlar henüz inceleme safhasındadır. Burada daha fazla şey
söyleyemeyiz.
14.
Cafer Keşfi
Şeyhi okulu ile benzerliği olan bu orijinal
düşünüre de ayrı bir yer ayrılması gerekir. Onun eseri XIX. yüzyıl lranı'nın
teosof-metafizikçilerinin ilgilerini en mükemmel bir biçimde temsil eder.
Keşfi, soyu Vll. lmam Musa Kazım'a (183/799) çıkan bir aileye mensuptu. Fars
bölgesinde Darabgerd'de doğmuş, hayatı süresince Burücerd'de oturmuş ve
1267/1850-185l'de arkasında hem Arapça hem Farsça (halen inceleme safhasında
olan) bir düzine konuyu özetleyen bir külliyat bırakarak ölmüştür. Burada
ancak bir Kaçar prensi, Feth Ali Şah'ın oğlu Şehzade Muhammed -Taki Mirza'nm
isteği üzerine kaleme alınmış Hükümdarlara
Sunulan Hediye (Tuhfetü'l-Muluk) adlı Farsça büyük eserini zikredebiliriz. Bu eser iki
ciltten oluşmaktadır. Birinci cilt sırasıyla birincisi Muhammedi Ruh'a özdeş
kılınan Akıl'ın (nous), ilk hipostazın özünü, ikincisi Akıl'ın tezahürleri (mezahir), varlıklarla ilişkileri ve bağlantı noktalarını, üçüncüsü
Akıl'ın izleri, etkileri, özellikleri ve işaretlerini ele alan üç kitaba
bölünür. lkinci cilt spekülatif felsefe ve hikmet-tarihin geniş bir
ansiklopedik sistemleştirilmesidir. Böylece bütünü Farsça kaleme alınmış olması
daha da önemli olan bir sistematik geniş özet oluşturur.
Cafer Keşfi'nin sisteminin bütünü, Akıl'la
ilgili geleneksel Şii metinlerine, her şeyden önce Kuleyni'nin büyük derlemesindeki
(Kafi) Akıl Kitabı'nın I ve XIV numaralı hadislerine dayanır. 1)
Başlangıçların başlangıcında Akıl'a, yaratıklara dönmek, "dünyaya
inmek" için llke'sinden ayrılmayı emreden buyruk vardır. Bu hareketten,
Akıl'ın peygamberlik görevine (nübüvvet) ve literal vahye (tenzil) tekabül eden zahiri yüzü çıkar. 2) ikinci bir buyruk ona
Ilke'sine dönmeyi emreder. Bu dönüş hareketi Akıl'm zahiri yüzünü hatmi yüzü
üzerine "katlar". Batıni yüz, velayete veya lmam'm karizmasına ve vahyedilmiş metnin
gizli anlamına ve manevi ilk örneğine (archetype) geri götüren te'vil'e tekabül eder. Hangisi olursa olsun herhangi bir
gerçekliğin bilinebilirliği, bu gerçekliğin zıddının tezahürünü ve
bilinebilirliğini gerektirir. Ilahi Öz, ne benzeri ne zıddı olduğu için,
bilinemezdir. insan aklının onunla ilgili olarak bilebileceği şey, ilk tecelli,
yani Akıl-Nur olan ve öyle olması bakımından da Muhammedi Ruh, ebedi Muhammedi
Hakikat olan tecelli seviyesinde ortaya çıkar. Bu Akıl-Nur'un tezahürü,
zıddının, yani gölgenin, karanlığın, bilgisizliğin tezahürünü gerektirir.
Ancak bu, bu zıddın Akıl'ın gölgesi olması demek değildir. Çünkü nurdan bir
varlığın asla gölgesi "' yoktur. Fakat onun durumu güneş doğduğunda
gölgesini gösteren karanlıklara gizlenmiş duvarın durumuna benzer. Böylece
varlığın tecellisi, yokluğu açığa vurur. Ancak bu, yokluğun (non-etre) varlığa
gelmesi demek değildir. Karşı-Varlık (contre-etre) varlığı kabul etmez. Fakat
varlığın, yani Nur'un zıddı olan olumsuzluk, hiçlik vardır.
Böylece Akıl'ın metafizik destanının karşısına
onun zıddının karşı-destanı konur: Birbirleriyle karşılaşmak üzere iki evren
inerler ve çıkarlar ve böylece insan dünyası seviyesinde "Nur'un
çocuklan"yla "Karanlık'ın çocukları"nın karışımlarını meydana
getirirler. Bu metafiziğin havasını İran düşüncesinin temelinde karşılaşılan
kaygının yönetmesi dikkate değer: Ahiret öğretisinin çözüme kavuşturduğu
Nür'la Karanlıklar arasındaki mücadele, Zerdüştçülükte Saoşyant'ın yapacağı
gibi zuhur ettiğinde Onikinci lmam'ın eseri olacak olan "ayırma".
Akıl'ın dönüş ve geriye gidiş zamanları dünyanın çağlarını teşkil eder.
Peygamberlik
zamanının arkasından gelen velayet zamanı Cafer Keşfi'yi daha önce örneğini
gördüğümüz gibi devirlerininJoachim de Flore'un tesis ettiği hikmet-tarihin üç
devrine tekabül ettirilmesi mümkün olan parakletik (paracletique)[9] bir
hikmet-tarihe götürür. Şii metafizik bu noktada zirvelerinden birine ulaşır.
Bu İranlı düşünürün sistemi, Batı'da XIX. yüzyıhn ilk yarısında ortaya çıkan
büyük metafizik "sistemler"in çağdaşıdır.
15.
Horasan Okulları
a) Hadi Sebzevari ve
Sebzevari Okulu
"Sebzevar Bilgesi"nin yüksek
şahsiyeti lran'da bizim XIX. yüzyılımızın tam ortasına tekabül eden döneme
hakimdir. Onun "zamanının Platon'u" olduğu söylenmiştir ve bir denge
sağlamak için "zamanının Aristoteles'i" olduğu da söylenmiştir. Her
halükarda Molla Sadra Şirazi büyük Şah Abbas'ın saltanat döneminde felsefe için
ne olmuşsa Hadi Sebzevari de Nasırüddin Şah Kaçar'm saltanat döneminde
(1848-1897) felsefe için o olmuştur. Böylece o Molla Sadra'nın sadık yorumcusu
olmuş ve Sadra'nın lran filozoflarının "düşünce üstadı" haline
getirilmesine katkıda bulunmuştur. Hatta şunu da ilave edebiliriz ki şartlar
onun mistik filozof dehasını Molla Sadra'dan daha serbest bir tarzda ortaya
koymasına imkan vermiştir. Bunun nedeni bu devirde safevi devrine göre ifade
özgürlüğünün daha fazla gelişmiş olmasıdır.
Molla Hadi Sebzevari 1212/1797-1798 (lran'ın
kuzey doğusunda, Şahrud ile Nişabur arasında) Horasan'ın küçük bir şehri olan
Sebzevar'da doğmuştur. Babası Muhammed Mehdi Sebzevari bu şehrin ileri
gelenlerinden biriydi. Molla Hadi ilk tahsilini burada görmüş ve onu yirmi
yaşına kadar Meşhed'de tamamlamıştır. 1232/1816-1817'de felsefi incelemelerini
derinleştirmek amacıyla lsfahan'a gider. Bu sırada lsfahan gerileme halinde
olmakla birlikte hala felsefi ve teolojik ilimlerdeki en büyük üstadların akın
ettikleri merkezdi. Burada Molla İsmail lsfahani ve Molla Ali lbni Cemşid Nuri
(yukarıya bakınız) onun hocaları olmuştur. On yıl sonra beş yıl süreyle ders
vereceği Horasan'a geri dönmüş, bundan sonra da hac ziyareti için Mekke'ye
gitmiştir. Üç yıllık aradan sonra lran'a döner. Ders verdiği ve evlendiği
Kirman'da bir süre kalır. Sonunda kesin olarak yerleşmek üzere Sebzevar'a geri
döner ve bu tarihten sonra Sebzevar en uzak bölgelerden, Arap ülkelerinden,
Kafkaslar'dan, Azerbeycan'dan ve Hindistan'dan tilmizlerin akm edeceği felsefi
bir öğretim ve manevi hayat merkezi olur. Öğretimle ve önemli bir külliyatın
kaleme alınmasıyla dopdolu bir ömürden sonra Molla Hadi Sebzevart 1295/1878'de
(veya bazı kaynaklara göre 1289-1290/1872-1873'de) ölür.
Bu düşünürün orijinalliği her şeyden önce
eserlerinin kişisel havasında, bu eserlerin öncelikle Molla Sadra'nın kitaplarından,
Sühreverdi'nin Hikmetü’l-lşrâk’ından, lbni Arabi'nin eserinden ve Şii
İmamlarının hadis ve geleneklerinden devşirilmiş olan malzemesinin düzenlenme
yönteminde açıkca görülmektedir. Hadi Sebzevari, Sühreverdi'nin Hikmetü'l-lşrak'ınm
girişinde en üst mevkiye yerleştirdiği bilgeler kategorisini, yani hem
spekülatif felsefe hem manevi tecrübe alanında üstad olan, hem zahiri bilgiye hem yüksek
hatmi ilimlere sahip olan kişileri en mükemmel biçimde temsil etmektedir. O en
mükemmel anlamda bir işraki teosoftur. Bu derhal bazı öğrencileri üzerinde
üstadın öğretisinin uyandırmış olduğu heyecan şokunu anlamamıza imkan
vermektedir. Hadi Sebzevari Mevlana Celalüddin Rümi'nin Mesnevi'sini şerh
etmede ne kadar rahatsa Molla Sadra da varlık metafiziğinin en güç meselelerini
ele almada o kadar rahattır ve Sebzevari'nin okulu Molla Sadra'nın öğretimini
bu yönde devam ettirir. Hadi Sebzevari varlığın, varoluşun mahiyete asli
önceliğini, çokluk ve azlık derecelerinin mahiyetlerin saf Akıllar aleminde,
imgeler aleminde (alemü'lmisal) ve fizik alemdeki varlık tarzlarını belirlediği
varlığın aşkın birliğini kabul eder. Bunun yanında o varlığın değişimlerini
(metamorphoses) ve insan varlığının ölümden sonraki hayatını açıklayan töziçi
(intrasubstantiel) hareket ilkesini kabul eder.
Sebzevar üstadının külliyatı hatırı sayılır
miktardadır: Otuza yakın eser. En çok okunanlardan biri Şerh-i Manzume'dir
(Manzume Şerhi). Bunun temeli, mantık ve felsefeyi ele alan bir
manzumedir. Yazarın kendisi bu manzumenin not ve gözlemlerle doldurduğu bir
şerhini yapar. Neticede bütün, genel metafizik, töz ve ilinek, özel metafizik
veya felsefi teoloji (ilahiyat), fizik, peygamberlik felsefesi ve İmamet
öğretisi, ahiret öğretisi ve ahlak ve töreler bilimi ile ilgili yedi kitap
oluşturur. Yazarın bu şerhi üzerinde öğrenciler ve kendi öğrencileri çok
düşünmüş ve çalışmışlardır: Ahünd Hideci, Şeyh Muhammed-Taki Amuli,
(1372/1952-1953'de ölmüş olan) Aga Mirza Mehdi Aştiyani öylesine çalışmışlardır
ki eser günümüzde geleneksel felsefe alanında her öğrencinin "ders
kitabı"haline gelmiştir.
Molla Sadra'nın eserlerinin şerhleri olarak
kendini takdim eden, ancak gerçekte Hadi Sebzevari'nin kişisel öğretisi ve
öğretimini içeren dört büyük eserden söz edeceğiz. Bunlardan biri Esfar
(Dört Manevi Seyahat) üzerine kendi başına bütünlüğü olan bir eseri teşkil
eden şerhtir. Diğerleri Şevahidü'l Rubübiye (llahi Tecellilerin Şahitleri),
Kitabü'l-Mebde v'el-Me'ad (Varlığın Kaynağı ve Sonu Kitabı) ve Mefatihü'lGayb
(Gaybın Anahtarlan) üzerine şerhlerdir. Bu dört şerh, Molla Sadra'nın
düşüncelerinin meyvelerinin toplandığı, doğurmuş olduğu güçlüklerle
hesaplaşıldığı Sebzevari külliyatını oluşturur. Molla Sebzevari bundan başka
Celalüddin Rümi'nin Mesnevi'sinin altı kitabında bulunan en karanlık veya en
zor pasajlar üzerine bir şerh kaleme almıştır (eserin bütünü 1285/1868-1869
Tahran taş baskısında büyük boy altı yüz sayfadır). Bu eserde süfilerin
mecazlarını aklileştirmeye yönelik bir felsefi teşebbüsün varlığını görmeye
çalışırsak tamamen yanılırız. "Felsefe" terimi üzerindeki her türlü
tartışmayı ortadan kaldırmak üzere burada yine şunu diyelim ki tasavvuf metafiziğinin
Kelam'ın akılcı ilahiyatçıları karşısında durumuna benzer şekilde bu, akılcı
filozoflar karşısında bulunan bir lşraki metafizikçinin eseridir.
Bir diğer büyük eser, Esrdrü'l-Hikem
(Hikmetlerin Sırlan) varlığın meydana gelişi ve öte dünya öğretisiyle
ilgili meselelerin bütününü ele alır ve ibadetlerin hatmi anlamını açıklar.
Yazar kendisini ziyaret etmek üzere Sebzevar'a gelmiş olan Nasırüddin Şah
Kaçar'ın isteği üzerine bu kitabın Hidâyetü’t-Tâlibin (Araştıncılara
Kılavuz) adıyla bir özetini de vermiştir. Molla Sadra, Muhsin Feyz, Gazi
Sa'id Kummi gibi Sebzevar üstadı, İmamların metinlerinde teklif edilen öğretimi
ortaya koymakta çok büyük haşan gösterir. llahi İsimler üzerine büyük
incelemesi (Şerh-i Esma') aslında bir Şii duasının şerhidir. llahi
İsimler (lbni Arabi'ye bakınız) ham kozmogonik, hem de ayinsel bir işleve
sahiptirler. Bu sonuncu işlevleri bakımından onlar varlığın Meleküt'a ve 11ke'ye
dönüşünün organlarıdırlar. Nihayet Arapça ve Farsça on altı kitaptan meydana
gelen çok önemli bir mecmuayı zikretmemiz gerekir. Bu eserin kaleme alınmasını
doğuran sebep, öğrencilerin veya mektup arkadaşlarının sordukları sorular
olmuştur. Burada ancak kendilerine verilen derin cevaplarla birlikte bu
soruların arz ettiği en büyük öneme işaret edebiliriz. Onların çeşitliliği
Molla Hadi Sebzevari için gündemde olan endişelerin neler olduğunu anlamamıza
imkan vermektedir.
Sebzevar felsefi ocağını canlandıran ateşli
heyecanın dönemi için ne ifade ettiğini anlamak için daha önce söylediğimiz
gibi lran'ın bütün bölgelerinden ve başka yerlerden gelen birkaç öğrencinin
adlarım zikretmemiz gerekir. Onlar arasında üçüne yukarıda işaret ettik. Kendi
paylarına onlarla da lran'da geleneksel felsefenin belli başlı öğretim
merkezleri olan Tahran, Tebriz, Kum, Isfahan, Şiraz ve Meşhed'de yeniden
karşılacağız. Araştırmaların şu andaki durumu maalesef sadece en
tanınmışlarının adlarını zikretmemize imkan vermektedir. Bunların eserlerinin
bir araya getirilmesi işi başarıyla sonuçlanmış olmaktan henüz uzaktır. Burada
Meşhed'de ders vermiş ve Şerh-i Manzume üzerine şerhler bırakmış olan Molla
Abdülkerim Küçani'yi, adından Tibetli olduğu anlaşılan ve Hadi Sebzevari'nin
çok değer verdiği Şeyh Ali Fazıl Tebbeti'yi (Tibetli) zikredeceğiz. Yukarıda adı
geçen "on altı kitaplık mecmua" onun tarafından sorulan bir soruyu ■ cevaplandırır. Bu, zahirilerin yaratmış olduğu tehlike ve şüphelere cevap olarak felsefi düşüncenin güzel ve ince bir savunmasıdır. Kendisi de Şiraz'da felsefe okutmuş ve sayısız öğrencileri olmuş olan Mirza Abbas Hakim Darabi
Şirazi'yi (1300/1882-1883'te ölmüştür) ve felsefe ve metafizik hakkında
yeterli bilgisi olmayan birinin Kutsal imamların hadislerini ve geleneklerini
anlayamayacağını söyleyen mükemmel Şii teosofu Molla Kazım Horasani'yi
(1329/19ll'de ölmüştür) de zikrede-
lim. Şeyh Ahmet Ahsa'i'nin, Bilgi Kitabı
vesilesiyle Muhsin Feyz Kaşani'ye (yukarıya bakınız) yöneltmiş olduğu eleştirilere
bir cevap yazmış olan Ağa Mirza Muhammed Yezdi (Fazıl Yezdi) hocasından bu
konuda görüşünü ortaya koymasını ister. Hadi Sebzevari'nin buna cevabı da
"on altı kitaplık mecmua"da içerilmiştir. Mirza Seyyid Ebu Talib Zencani
diğer kitapları yanında Usülilerle Ahbarileri ikiye bölen yukarıda
sözünü ettiğimiz büyük tartışma, yani müçtehidin özellikleri (içtihad-u
taklid) üzerine bir kitap yazmıştır. Hadi Sebzevari Meşhed'de ders verdiği
sırada Molla İsmail Arif Bucnürdi onun derslerini takip etmekteydi. Mirza Hüseyin
Sebzevari Tahran'da ders vermiş ve yukarıda zikrettiğimiz Tahran okulundaki
hocaların meslektaşı olmuştur. Onun da öğrencileri olarak Mirza lbrahim
Zencani, Ahünd Hidaci (yukarıya bakınız) ve Kum llahiyat Üniversitesi'nde ders
vermiş olan Mirza Ali Yezdi vardır.
b) Meşhed Okulu
Bütün Şiilerin hac yeri olan, VIII. lmam'ın, yani
imam Ali Rıza'nm (203/818) mezarını içinde bulunduran, Horasan'ın kutsal şehri
Meşhed, yüzyıllar boyunca içinde hikmet-i ilahfyye (teosofi) öğretiminin
temsil edildiği medreselere sahip olmuştur. Ancak biz burada onu sadece Molla
Sadra'nın ve okulunun Horasan'ın entelektüel ve manevi hayatına verdirdiği
atılımın devam ettiricisi olma özelliği bakımından ele alacağız. Özellikle iki
kişiyi, Sebzevar'da felsefe tahsili görmüş olan Aga Mirza Muhammed Sarükadi ile
Sebzevar'da altı yıl süresince Molla Hadi Sebzevari'nin öğrencisi ve daha sonra
Meşhed'de şeyhülislam olmuş olan Molla Gulam Hüseyin'i (1318/1900-1901)
zikredeceğiz. Bu iki üstaddan da burada Meşhed okulu diye adlandırdığımız şeye
özel çehresini kazandırmış olan diğer iki üstad, Meşhed'de uzun süre ders
vermiş ve felsefede olduğu gibi din bilimlerinde de şöhret kazanmış (müçtehid diye kabul edilmekteydi) Hacı Fazıl Horasani
(1342-1923-1924'te ölmüştür) ile aynı şekilde Meşhed'de felsefe okutmuş ve
tamamen Molla Sadra çizgisini izlemiş olan Aga Buzurg Hakim (1355/1936-1937'de
ölmüştür) çıkmıştır Zahirilerin Şiiliğin sürekli iç dramım devam ettiren
eleştirileri maalesef bu sonuncuyu hocalığı bırakmaya zorlamıştır. Onun ölümü
Horasan'da felsefe öğretiminde büyük bir boşluk bırakmıştır. Bu iki büyük
şahsiyet de öğrenciler yetiştirmiştir. Bu öğrenciler arasında Aga Mirza Han
Bucnürdi din bilimleriyle felsefi bilimlerin öğretimini birleştirme yönündeki
yeteneğiyle temayüz etmiştir.
Bu noktada Iran'ın entelektüel hayatında temel
bir olay araya girer. Bu, şu anda hüküm süren Muhammed Rıza Şah Pehlevi'nin
etkisiyle İran üniversitelerinin çoğalması olayıdır. iki devlet üniversitesi,
Tahran ve Meşhed üniversiteleri, görevi kesinlikle sadece molla yetiştirmek
olmayan, geleneksel felsefeyle ilgili olanlar da dahil olmak üzere Islami
bilimleri geniş ölçüde yaymak olan ilahiyat fakültelerine sahiptir. Meşhed
okulu hakkındaki bu çok kısa hatırlatmamızı Meşhed Üniversitesi tlahiyat
Fakültesi'nde profesör olan genç bir felsefe hocasının, Seyyid Celalüddin Aştiyani'nin
eserini zikrederek bitireceğiz. Onun yönü, faaliyeti ve üretkenliğinin
özelliğini belirtmek için en iyi söyleyebileceğimiz, yeniden canlanan bir
Molla Sadra olduğudur. Yukarıda adı geçen üstadların temsil ettiği geleneksel
felsefeden çıkmış olan eseri daha şimdiden hatırı sayılır büyüklüktedir:
Metafizik ve mistik açıdan varlık üzerine büyük bir kitap, Davud Kayseri'nin
Ibni Arabi'nin Füsüs'u üzerine şerhinin girişi hakkında geniş bir inceleme (bu
incelemenin yedi yüz sayfalık ilk cildi, konuyla ilgili problemleri
derinleştirmekte ve devam ettirmektedir), olağanüstü notlar ve gözlemlerle
donatılmış birçok metin neşri: Molla Sadra'nm Kitabü'l Meşdir'i üzerine
Lengerüdi'nin şerhinin, yine Sadra'nın Sebzevari'nin şerhiyle birlikte
Şevdhid'inin, yukarıda adı geçen "on altı kitaplık mecmua"nm
neşirleri vb., nihayet (Fransız tarafı ile ilgili olarak benim katıldığım) şimdiye
kadar görülmemiş olan büyük teşebbüs, bir XVII. Yüzyıldan Günümüze Kadar
Iran Filozoftan Antolojisi. Bu dizinin bir cildi şimdiden piyasaya
çıkmıştır. Onun beş ciltten oluşması ve kırk civarında İranlı düşünürü eserine
yeni bir soluk vermesi tasarlanmıştır. Amacı bir bilanço değil, bir hareket
noktası olmaktır.
PERSPEKTİF
Burada ilk kez teşebbüs ettiğimiz büyük
düşünürler ailesi tablosu bir sonuç gerektirmemektedir. Çünkü geleneksel
lslam felsefesinin, özellikle Şii geleneği felsefesinin kapanmış olduğunu
düşünmüyoruz. Burada göz önüne aldığımız sadece bu felsefe oldu. Örneğin Muhammed
İkbal gibi şahsiyetlerin eseri bize felsefe tarihinin bir başka bölümüne ait
gibi gelmektedir. Geleneksel felsefenin geleceğine gelince, ondan ancak
tehlike ve ümitleri teşhis ederek söz edebiliriz. Belki hava ulaşımı
genelleşinceye kadar Iran'ın çok uzak kaldığı ve orada geleneksel felsefenin
uzun süre yıkıcı etkilerden korunduğu düşüncesi ileri sürülebilir. Her neyse
bu dönem artık bitmiştir. Bugün tehlike ve umutlar, kaynaklanın hem Doğu'dan
hem Batı'dan almaktadır.
Doğu'yla ilgili olarak şunu diyebiliriz ki ne
geleneksel felsefelerini, ne çağdaş Bau felsefelerini derinliğine özümleyemedikleri
için iyi niyetleri yetersizliklerini telafi etmeyen bazı aceleci sentezler
ortaya atan az çok reformcu çok fazla sayıda denemeci ortaya çıkmıştır.
Bunların eserleri Batı'da gereğinden çok sayıda bulunan sahte batıniciliklerin
doğulu karşılıklarıdır.
Bu her iki grup da karışıklık ve düzensizliği artırmaktan başka bir şey
yapmamaktadır. Burada durum kısaca şu noktaya gelmektedir: İslam ülkelerinde bir
yanda öyle bir aydınlar grubu vardır ki bunların istilacı teknolojiyle
birleşen Batıcılıkları geleneksel manevi kökleri söküp atmış görünmektedir.
Buna karşılık özellikle lran'da ahlaki saygınlıkları ve entelektüel
formasyonlarıyla geleneksel manevi kültürü temsil etme gücüne sahip her yaştan
geniş bir insan kitlesi vardır. Ancak ne yazık ki geleneğin meşalesini (traditio
lampadis) sürdürme gücüne sahip bu insanlar çoğu kez Batı'nın büyük manevi
gelenekleri hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmemektedir. Ortada dil ve
sözlük güçlükleri vardır. Felsefi metinler ekseriya ikinci veya üçüncü elden
çevrilmektedir. Geleceğin problemi şudur: Bir felsefe sadece bir dönemin
toplumsal durumunun ifadesi midir? Eğer öyleyse, geleneksel felsefe, zamanın
toplumsal-siyasi ideolojilerinin baskısı altında buharlaşıp yok mu olacaktır?
Yoksa felsefe meşruiyetini kuşaklardan beri o kadar çok Batı düşünürünü felç
etmiş olan bilinemezcilikte değil de o olmaksızın tarihin bütün rüzgarlarına
kapılacağı metafiziğin varlığını devam ettirmesinde mi bulur? Metafizik asla
toplumsal değişmelerden etkilenmez, o sadece ulaştığı nesne, yani keşfetme ve
derinliğine inme kabiliyetine sahip olduğu manevi evrenler tarafından
belirlenir.
Bu açıdan belki lslam'da düşünürlerimizi o
kadar meşgul etmiş olan imgeler aleminin kaybının ne anlama geldiğini
belirleyebiliriz. Haklı olarak geleneksel uygarlıklarının yapısını tahrip eden
Batı etkisinden söz edilmektedir. Bunun tersi olan bir şeyden de söz etmek
gerekir. Bunca yüzyıldan sonra ilk defa, sahip olduğumuz imkanlar her biri
lbrahimi geleneğin bir dalında çalışan araştırıcıların birbirleriyle iletişim
içine girmesine imkan veraektedir. Tecrit durumunun yerini karşılıklılık
almalıdır. Çünkü günümüzün koymuş olduğu devasa problemlere ancak bütün olarak bu gelenek
karşı koyabilir. Müslüman metafizikçilerimizin verdiği ders, batmililiklerin,
yani iç dünyaya önem vermelerin bir iç yeniden doğliş olmaksızın mümkün
olduğunu düşünmemiş olmalarıdır. Bir gelenek ancak sürekli bir yeniden doğuş
olduğu takdirde canlı olabilir ve canlı bir şey aktarabilir.
B1BL1YOGRAFYA
Kısaltma
zorunluluğundan ve şarkiyatçı olmayan araşurıcıların kullanımını kolaylaşurmak
için bu bibliyografyada istisnai durumlar dışında hiç olmazsa bir Batı dilinde
girişi olmayan Arapça veya Farsça Doğulu eserler veya metin neşirleri yer almamaktadır.
Her bölümde kronolojik sınıflama benimsenmiş, ancak bir aynı yazarın
çalışmaları grup halinde verilmiştir.
BIRlNCI
BÖLÜM
M. HORTEN, Die spekulative und positive
Theologie des Islams nach Razi und ihre Kritik nach Tusi,
Leipzig, 1912H. LAOUST, Essai sur !es doctrines sociales et politiques
de Tak.iddtn Ahmad Ibn Taymiya, le Caire, 1939-1BN SAB'lN, Correspondence philosophique
avec l'Empereur Frtdtric II de Hohenstaufen, yay. Ş. Yaltkaya,
Girişi yazan H. Corbin, lstanbul-Paris, 1943-1BN KHALDUN, The Muqaddimah, an
lntroduction to Histoıy, Arapça'dan çev. F. Rosenthal (Bollingen Series
XUII), Newyork, 1958Discours sur l'histoire universelle (al-Muqaddima),
çev. V. Monteil, Paris, Sindbad, 1967 -Le Voyage d'Occident en Orient,
çev. ve takdim eden A. Cheddadi, Paris, Sindbad, 1980-R. ARNALDEZ, L'Oeuvre de Fakhr
al-Din Rdzi, commentateur du Qordn et philosophe (Cahiers de
civilisation mtditvale, III/3), Poitiers, 1960-M. MAHD1, Ibn Khaldün's Philosophy of History, Chicago, 1964-F. KHOLEIF, A Study on Fakhr
al-Din Razf and his Controversies in Transoxiana (Recherches
publiees sous la direction de l'tnstitut de lettres orientales de Beyrouth.
Seri 1, cilt XXXI) Beyrouth, 1966-]. VAN ESS, Die Erkenntnislehre des 'Adudoddtn
al-lcr (al-lji), Obersetzwıg und Kommentar des ersten Buches seiner Mawclqif,
Wiesbaden, 1966-A. BALYANI (lbni Seb'in'in öğrencisi), Epitre sur lVnicitt
Absolue, çev. M. Chodkiewicz, Paris, les Deux Oceans, 1982.
1K1NC1
BÖLÜM, 1. Madde
RUZBEHAN
BAQLl SHİRAZİ, Le ]asmin des Fidcles d'Amour, Farsça tasavvuf
eseri, H. Corbin ve M. Mo'in tarafından yapılan birinci bölümünün çevirisi ile
birlikte yayınlanmışur, Bibliotheque İranienne, 8. cilt, Teheran-Paris, 1958
-Commentaire sur !es paradoxes des soufis, H. Corbin tarafından
yazılan Fransızca bir önsözle birlikte yayınlanmış olan Farsça metin, Bibi.
lranienne, 12. cilt, Teheran-Paris, 1966-H: CORBİN, En Islam iranien,
aspects spirituels et philosophiques, cilt. Ill, Paris, Gallinıard,
1971-1972 (yeni basımı 1978)
1K1NC1
BÖLÜM, 2. Madde
H.
RİTTER, Das Meer der Seele: Mensch, Welt und Gott in den Geschichten
des Faıiduddin 'Attdr, Brill, 1955 F.'ATTAR, Le Livre
divin (Elahi-Nameh), Fransızca'ya çev. F. Rouhani, Paris, Albin Michel,
1961Le Livre de L'E preuve (Musibatnama), Fransızca'ya çev. 1. de
Gastines, Paris, Fayard, 1981.
1K1NCI
BÖLÜM, 3. Madde
Traitt
des compagnons-chevaliers (Rasd'il-e ]avdnmardiın), M. Sarraf tarafından yayınlanan, H. Corbin'in
analitik bir Giriş'ini yazdığı yedi "Fütüvvet-name" mecmuası, Bibi.
İranienne, 20. cilt, Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1973 -Abü al-Najtb
SOHRAVARDl, A Sufi Rule for Novices (K. Addb al-Muıidin), çev. ve giriş
yazan M. Milson, Harvard, 1975'Omar SOHRAVARDİ, The 'Awdrif al-Ma'drif,
kısmen çev. W. Clarke, Lahore (yeni basımı 1979).
IK1NC1
BÖLÜM, -4. Madde
H.
CORBlN, L'lmagination crtatrice dans le soufisme d1bn 'Arabi,
Paris, Flamnıarion, 1958 (2. baskı 1977)-Creative lmagination in the
Sufism of Ibn 'Arabi, lngilizce'ye çev. R. Mannheim, Bollingen
Series XCI, Princeton, 1969-O. YAH1A, Histoire et classification de l'oeuvre
d'Ibn 'Arabi, lnstitut français de Danıas, 196-4 IBN 'ARABi, Sufis of
Andalusia (Rüh al-quds and al-Durrat al-Fdkhirah), İngilizce'ye
çev. R.W.J. Austin, London, 1971-Les Soufis d'Andalousie, bir önceki eserin
Fransızca versiyonu, çev. G. Leconte, Paris, Sindbad, 1979-The Be:z:els
ofWisdom (Fosus al-Hikam), lngilizce'ye çev. R.W.J. Austin, Paulist Press,
1980L'Alchimie du Bonheur Parfait (Fütühat'ın 167 bölümü), çev. 5.
Ruspoli, Paris, Berg lnternational, 1981 -L'Arbre du Monde (Shajarat
al-Kawn), çev. M. Gloton, Paris, Les Deux Oceans, 1982-Le Livre de
l'Arbre et des quatre Oiseaux (K. al-lttihdd alkawni), çev. D. Gril, Paris,
Les Deux Oceans, 1984EMiR ABD EL-KADER, Ecrits spirituels, çeviren ve
takdim eden M. Chodkiewicz, Paris, le Seuil, 1982 P. LORY, Les Commentaires
tsottriques du Coran d'aprts 'Abd al-Ra:z::z:aq al-Qdshdni, Paris, Les Deux
Oceans, 1980T:IZUTSU, Sufism and Taoism, a Comparative Study of Key
Philosophical Concepts, Tokyo, Iwanami Shoten, gözden geçirilmiş yeni
baskısı 1983.
1K1NC1
BÖLOM, 5. Madde
F. MElER, "Das Problem der Natur im
esoterischen Monismus des lslams", Eranos-Jahrbuch XN, Zurich,
1946-NAJMODDIN KOBRA, Die Fawa'ih al-Jam/11 waFawiU:ih al-]alal. .. eine
Darstellung Mystischer Eıfahrungrn im Islam ... , yay. ve açıklamalar
veren F. Meier, F. Steiner, Wiesbaden, 1957 'Azizoddin NASAFl, Le Livre de
l'Homme Paıfait (K. al-lnsan al-Kamil), Farsça tasavvuf eserleri
mecmuası, bir önsözle birlikte yay. M. Mole, Bibi. lranienne, 11. cilt,
Tt'heran-Paris, 1962 Le Livre de l'Homme Parfait, çev. 1. de Gastines,
Paris, Fayard, -1984 H. CORBIN, L'Homme de Lumitre dans le
soıifısme iranirn, "Presence" yayınlan, 1971 (yeni basımı 1984)The Man
oflight in lranian Sufısm, İngilizce'ye çev. N. Pearson, Lo11don, Shambala,
1978.
lKlNCl BÖLOM,6. Madde
H. LANDOLT, Nüruddin Isfeıiyint ile öğrencisi
'Alaüddevle Simnıini arasındaki mektuplaşmaları içeren Correspondence
spiıitudle, Fransızca bir önsözle birlikte yayınlanmış olan Farsça metin,Bibi.
lranienne, 21. cilt, Tt'heran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1972-Nuruddin
Abdurrahmdn-i lsfarayini (1242-1317), yayın ve çeviri, Paris, Verdier,
1986.
1K1NC1 BÖLOM, 7. Madde
F. MEIER, "Das Problem der Natur im
esoterischen Monismus des lsl.ilms", Eranos-Jahrbuch XVIII, Zurich,
1950-j.K. TEUFEL, Eine Lebrnsbeschreibung des Scheichs 'Alr-e Hamadılni (1385), Leyde,
1962.
1K1NC1
BÖLOM, 8. Madde
JALALODDlN RUMi, The Mathnawi, eleştirel
notlarla yayınlayan, Ingilizce'ye çeviren ve şerh eden R.A. Nicholson, 8 cilt,
Cambridge University Press, 1925-1940 (3 ciltten meydana gelen yeni basım
Luzac, 1977) Discourses (Fihi mafthi), çev. A.j. Arberry,
Newyork, 1972-Divdni Shamsi Tabriz (seçilmiş şiirler), çev. R.A. Nicholson,
Cambridge Univ. Press (yeni basımı 1977) -Mystical Poems (Divani Shamsi
Tabriz'den seçmeler), çev. AJ. Arbe , Chicago Univ. Press, 1968 (yeni
basımı Westview Press, 1978); Le Livre du Dedans, Fihi mafthi'nin De
Vitry-Meyerovitch tarafından yapılmış olan Fransızca çevirisi,Paris, Sindbad,
1978 -A. Schimmel, The Tıiumphal Sun, London, East West Publ., 1978-W.C.
CHITTICK, The Sufi Path of Love, The Spiritual Teachings o/Rumi,
Albany, Suny Press, 1983.
1K1NC1
BÖLOM, 9. Madde
H.
CORBIN, "Symboles choisis de la Roseraie du Mystere de Mahmud Shabestari",
Tıilogielsmatlirnne'de, Bibi. Iranienne, 9. cilt, Teheran-Paris,Adrien-Maisonneuve,
1961-M. SHABESTARI, The Secret Garden (Golshan-e Rıız), çev. J. Pasha,
New York, Duuon, 1974. '
lKlNCl
BÖLÜM, 10. Madde
R.A.
NİCHOI.50N, Studies in Islamic Mysticism, Cambridge Univ. Press,
1921 (Abdülkerim Ctli üzerine önemli bölüm).
lKlNCl
BÖLüM, 11. Madde
N.
POURJAVADY and P.L. Wll.50N, Kings of Love, The Poetry and History
of the Ni'matullilhi Sufi Onkr, Teheran, 1978.
lKlNCl
BÖLÜM, 13. Madde
JAMl, Salaman
va Absal, Fransızca'ya çev. A. Bricteux, Paris-Bruxelles, 1911; Baharestan,
çev. H. Masse, Paris, 1925-Youssouf et Zoleikha, çev. A. Bricteux, Patis,
1927-The Precious Pearl (al-Durrah al-Fakhirah), İngilizce'ye çev. N.
Heer, Albany, 1979 -us Jaillissanents de Lumitre (Lavayeh), çev.
ve önsöz yazan Y. Richard, Paris, Les Deux Oceans, 1982-F.'IRAQl, Divine Flashes
(Lama'dt), çev. W.C. Chittick ve P.L. Wilson, Paulist Press, 1982.
lKlNCl
BÖLüM, 16. Madde
M. DE
MiRAS, La Mtthode spirituelle d'un Maitre du Soufisme iranien: Nllr 'AlfShdh,
Paris, 1974 (H. Corbin'in önsözü ile).
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
R.
STROTHMANN, Die Zwölfer-Schi'a, zwei religionsgeschichtliche Characterbilder
aus der Mongolenzeit, Leipzig, Harrasowitz, 1926 (Nfuöirüddtn
Tiıst üzerine önemli bölümü) -Gnosis-Texte der Ismailiten,
Göttingen, 1943 -Shihaboddin Shilh HOSAYNI, True Meaning of Religion
(Risala dar Haqiqati Din), Farsça metni yayınlayan ve İngilizce çeviriyi
yapan W. İvanow, Bombay, 1933 -W. lvanow, Kaltımi Pır, a Treatise on
Ismaili Doctrine, Also (Wrongly) Called Haft-Babi Shilh Sayyid Nasir,
Bombay, 1935-Ismaili Litterature, a Bibliographical Survey, Teheran, Ismaili
Society Series, no. 15, 1963 -Nasiroddtn TUSl, The Rawdatu't-Taslim Commonly
Called Tasawworat, Farsça metni yayınlayan ve İngilizce'ye çev. W. lvanow,
Leiden, Ismaili Society Series, no 4, 1950 -Allameh AL-HILLI, Al-Babu'l-'Ashar
(A Treatise on the Principles of Shi'ite Theology), çev. W. McElwee Miller,
London, Royal Asiatic Society, 1958-H. CORBlN, Trilogie ismatlienne (Abü
Ya'qüb Sejestilni, Sayyid-nil al-Hosayn ibn 'Ali, Mahmüd Shabestilrt),
Fransızca çeviri ve şerhle birlikte yayınlanan metinler, Bibi. iranienne, 9.
cilt, Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1961 -L'Ecole shaykhie en thtologie
shf'ite, F. Bahmanyar'ın Farsça çevirisi ile birlikte, Teheran, 1967 En Islam
iranien (bkz. ikinci Bölüm, 1. madde), cilt iV (l'ecole d'lspahan, l'ecole
shaykhie, le Douzieme lmilmLa Philosophie iranienne Islamique aux XVII
et XVIII. sitcles, Paris, Buchet-Chastel, 1981. Anthologie des philosophes
iraniens depuis le XVII. sitcle jusqu'a nos jours, Üç Cilt: 1. Mir
Damad'dan Şemsil Gililnt'ye kadar; II. Seyyid Ahmed 'Alevi'den Muhammed Bakır
Sebzevilrt'ye kadar; 111. Gilzi Sa'id Kummi'den Abdürrahim Demilvendt'ye kadar.
Arapça ve Farsça metinler SJ. Ashtivilni tarafından seçilmiş ve takdim edilmiştir; analitik girişler ise H.
Corbin tarafından yazılmıştır (Bibliotheque Iranienne), Teheran-Paris,
Adrien-Maisonneuve, 1972-1976 Molla Sadra SHIRAZI, Le Livre des Penetrations
metaphysiques (Kitilb alMasha'ir), Farsça versiyonu ile birlikte Arapça metni yayınlayan
B.-M. Merza 'Emadoddawlah; Fransızca çeviriyi yapan ve notlar ekleyen H.
Corbin, (Bibliotheque Iranienne, 10. cilt), Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1964
(yeni basınu 1984) The Wisdom of the Throne (al-Hikmat al-'Arshtya),
çev. J.W. Morris, Princeton, 1981 Hadi SABZAWARI, Sharh-i Ghurar al-Fara'id
or Sharh-i Manzumah, Part one: Metaphysics, yay. M. Mogaghegh ve
T. lzutzu; Ingilizce girişi yazan T. lzutsu, Teheran, 1969 The Metaphysics,
Ingilizce'ye çev. M. Mohaghegh ve T. lzutsu, Teheran-Montreal, 1977 Haydar AMOLI,
La
Philosophie
sht'ite Oami'al-asrar ve Fi ma'rifat al-vojud), H. Corbin ve O. Yahia'nın
ikili önsözleriyle yayınlanmış metinler, (Bibliotheque iranienne, 16. cilt),
Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1969Le Texte des Textes (Nass al-Nosüs),
Commentaire des Fosüs al-Hikam d'ibn 'Arabt, H. Corbin ve O. Yahia'mn ikili
önsözleriyle yayınlanmış girişler (Bibliotheque iranienne, 22. cilt),
Teheran-Paris, Adrien-Maisonneuve, 1974P. Antes, Zur Theologie der Scht'a,
cine Untersuchung des Jaml' al-asrar. .. von Sayyed Haidar Amolr,
Fribourg-en-Brisgau, 1971 lBN KAMMUNA, Examination of the Three Faiths,
Arapça'dan bir giriş ve notlar ekleyerek Ingilizce'ye çev. M. Perlmann, Los
Angeles, U.C.L.A., 1971MIR DAMAD, Kitilb alQabasat, T. Izutsu'nun
Ingilizce bir önsözüyle M. Mohaghegh tarafından yayınlanmıştır, Teheran, 1972S.H.
NASR, Sadr al-Dfn Shirıızt and his Transcendent Theosophy, Teheran, 1978D: SHAYEGAN, Hindouisme
et Soufisme, Paris, yay. la Difference, 1979-J.P. DUCASSE, "Sadra
Shirazi (Molla Sadra)", Encyclopaedia Universalis, 14.
Cilt'te, Paris, 1980.
[4] Prophttologie, Corbin'in Isldm Felsefe Tarihi
boyunca sık sık kullandığı temel kavramlardan biridir. Bu kavramı etimolojik
olarak Türkçe'ye peygamberlik bilimi diye çevirmek gerekirdi. Ancak bugün bilim
kavramının anlamı çok belirli ve sınırlıdır. Oysa bu kavramdan kastedilen
peygamberlik üzerine geliştirilen düşünceler, ileri sürülen nazariyeler,
felsefi öğretilerdir. Bundan ötürü bu kavramı kelimesi kelimesine peygamberlik
bilimi diye karşılamak yerine içeriğini daha iyi yansıtan daha yumuşak bir
kavramla, yani peygamberlik nazariyesi, peygamberlik öğretisi veya
peygamberlik kuramı şeklinde çevirmek daha doğrudur. Biz de böyle yapuk. Aynı
durum benzeri bir yapıya sahip olan Fransızca lmamologie kavramı için
de geçerlidir. Bundan dolayı onu da lmambilim veya imamet bilimi yerine imamlık
öğretisi veya imamet nazariyesi şeklinde karşılamayı uygun bulduk.
[5] Filioque: Büyük dogmatik
ve tarihi öneme sahip teolojik bir görüştür. Kutsal Ruh'un Oğul'dan değil
Baba'dan çıktığı görüşüne karşı.filioque, onun hem Baba'dan hem Oğul'dan bir
ilke olarak çıktığı görüşünü ifade eder. Bu dogma dördüncü Cataran (1215),
ikinci Lyon (1274) ve Floransa konsilleri'nde (1438-1445) Katolik Kilisesi'nin
resmi görüşü olarak kabul edilmiştir. Doğu Ortodoks Kilisesi ise 870'de resmen
bu görüşü reddetmiştir.
[3] Bhikshu veya Bhikchou (Dilenci): Bu sözcük başlangıçta
hayata ilişkin bütün ödevleri yerine getirdikten sonra inzivaya çekilen ve
kunuluşunu sağlamaya yönelik çilelere kendini veren brahrnan anlamına
gelmekteydi. Ancak Budizmin onaya çıkışından sonra sadece bu dinin çilecilerine,
günlük yiyeceğini sağlamak için dilenmek zorunda olan kişilere işaret etmek
için kullanılmaktadır.
[4] Tobie'nin Kitabı: Tobie,
milattan önce VII. yüzyılda yaşamış olan Neftali kabilesinden bir Yahudi'dir. Tobie'nin Kitabı ise bu kişinin olaylarla
dolu hayatı hakkında bilgiler veren bir kitaptır. Yazan bilinmeyen bu kitap
Eski Ahit'in bir bölümünü oluşturur. Tobie'nin hayatının çeşitli safhalan
ayrıca birçok ressamın tablosuna konu kaynağı olmuştur.
[5] Summa veya Somme: Latince "summa", Fransızca
"somme" kelimeleri, bir bilime, bir konuya ilişkin bütün bilgileri
özetleyen eser anlamına gelir. Ancak bu • özetleyen eser kavramından
dolayı bu tür eserlerin küçük
hacimli eserler olduklan sonucu çıkanlmamalıdır. Tersine örneğin Aquinalı
Thomas'nm ilahiyata ilişkin ünlü "summa"sı örneğinde (Summa theologica) olduğu gibi böyle bir eser çok hacimli olabilir
(Roma, 1918 Leonine baskısında 8 cilt, IV-XII ciltler). Benzeri şekilde
ileride lsmail1liğe ayırdığı bölümde Corbin el-Hindi el-Beruşi'nin de yedi
büyük ciltlik bir "summa"sından söz edecektir. Bu tür eserlerin bu
özelliklerinin nedeni onlann inceledikleri konuya, alana, disipline ilişkin
bütün tarihi bilgileri, bütün farklı görüşleri, farklı öğretileri içeren bir
çeşit felsefe tarihi veya felsefe ansiklopedisi hüviyetinde olmalandır. Metinde
"summa" veya "somme" kelimelerinin geçtiği her seferinde anlan biz
"sistematik geniş özet" olarak Türkçe'ye çevirdik. Ancak okuyucunun
bu kavramın içeriği ile ilgili olarak yanılmaması için bu açıklamayı vermeyi de
gerekli gördük. Öte yandan Corbin seyrek olarak summa kelimesi ile bir yazann bütün eserlerini, yani külliyat'ını
(corpus) da kastetmektedir. Bu sayısı çok daha az olan yerlerde ise onu külliyat'la
karşıladık.
[6] Hanoh veya Hanok (Fransızcası Enoch) ve Hanoh'un Kitabı: Hanoh veya Hanok, lslam inancında genellikle ldris'le bir
tutulan ve Ahitler literatüründe Tufan öncesinin yedinci peygamberi olarak
kabul edilen kişidir. Hanoh'un Kitaln, büyük Yahudi
vahiy kitaplarından biridir. Dünyanın sonuyla ilgili bir çağrılar ve kehanetler
kitabıdır. Yeni Ahit'te sözü edilen (Yahuda, 14) bu kitabın Hıristiyan
düşüncesi üzerine büyük etkisi olmuştur.
[7] A'ylln-ı Sllbite: lbni Arabi'nin en ünlü temsilcisi olduğu
vahdet-i vücud görüşünde Tanrı'nın özü her
şeyden münezzehtir; fakat O, sıfatlarıyla zuhfir veya tezahür eder. Mutlak
varlık, mutlak gayb, lllhut, ehadiyyet, yani birlik, gaybü'l-guyüb, yani
gizlilikler gizlisi, 'ama, yani yağmur yağdıran ve yoğun olan bulut,
ili-taayyün lllemi, yani belirlenmemişlik lllemi olarak adlandırılan Tanrı'nın ilk zuhfiru, bütün alemin mücmel olarak, yani hulasa,
öz olarak onun bilgisinde tahakkuk etmesi, hulasa, öz olarak onun bilgisinde
sabit olmasıdır. lşte bu ilk zuhfir kademesine, eşyanın Tanrı'nın bilgisinde bilgi sfiretleri olarak sabit olduğu
llleme veya her şeyin bu Tanrı'nın
bilgisindeki sübutuna "değişmez varlıklar" "varlıklann ilk
örnekleri, asli örnekleri" an-
[8] Saoshyant: Eski Iran dilinde "kurtancı" anlamına
gelen bu kelimeye Avesta'nın 45, 46 ve 48. dini şarkılannda rastlanmaktadır.
Zerdüşt buralarda kendisini bir "kurtancı" olarak adlandırmakta,
ancak asıl gerçek "saoshyant" olarak bir
"kurtancı"yı da beklemektedir. Geç Zerdüştçülükte onun on
iki bin dünya yılı sonunda ortaya çıkacak
dünyanın ışığa kavuşması döneminde zuhur etmesi beklenmektedir.
[9] Paraclete: Kutsal Ruh'un bir diğer adıdır. Yunancası
Parakletos, Latincesi Consolator'dur. Kutsal Ruh'un diğer bir adı olarak bu
kelime sadece Yuhanna lncili'nde mevcuttur (XIV, 16, 26; XVI, 7). Kelimenin kök
anlamından da çıkarılabileceği gibi "şefaatçı, yardımcı, teselli
edici" anlamlarına gelmektedir. Yuhanna'ya göre Paraclete'in görevi
lsa'nın görünür varlığı kendilerinden ayrıldıktan sonra tilmizlerinde kalması,
onlarda lsa'nın verdiği öğretiyi yaşatması ve böylece Kurtarıcı'nın öğreti ve
işine tanıklık etmesidir. Paraclete'in bu yardımcı, teselli edici görevini
sadece havarileriyle sınırlandırmamak gerekir. O aynı zamanda Kilise'nin yanılmazlığını
ve kutsallığını da teyit eder, destekler. Her bireysel Hıristiyan ruha da
değişik şekillerde yardım eder.