Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Adrian Furnham Gerçekten Bilmeniz Gereken 50 Psikoloji Fikri






gerçekten bilmeniz gereken

50

psikoloji fikri

Adrian Furnham

psikoloji fikri

Adrian Furnham

Çeviri: Sumru Ağıryürüyen


Giriş

 Psikolojiyi savunanlar kadar onu yerin dibine batıranlar da vardır. Kimileri için "sosyal bilimlerin kraliçesi"dir: Gelişimi, yaklaşımı ve uygulamalarıyla günümüzde sağlık, mutluluk ve ilerlemenin anahtarı haline gelmiştir. Psikolojiyi karalayanlarsa, psikologları aklı çelinmiş bulmakla kalmaz, sağduyu yoksunu, hatta yanlış düşünce ve uygulamaların tehlikeli failleri olarak görür.

Psikoloji resmi olarak 1870'lerde doğdu. Psikologlar uluslararası düzeyde etkili aktörler olarak kabul gördüler. Darwin ve Marx'ın yanı sıra, Freud'un da 19. yüzyılın en etkili düşünürü olduğu rahatlıkla ileri sürülebilirdi. Watson, Skinner, Milgram ve diğerleri de, insanların çocuk yetiştirip eğitmekten, işyerlerine eleman seçip yönetmeye kadar yaptıkları her şeyde büyük etki sahibi oldular. Nihayet, 21. yüzyıla gelindiğinde, ikinci kez bir psikolog Nobel Ekonomi Ödülü'nü kazandı.

Psikoloji günümüzde toplumun her alanına girmiş durumdadır. Psikolojik bakış açısına sahip olmayan bir suç romanı, belgesel, sohbet programı ya da tıbbi danışmanlık eksik sayılır. Arabamızın, evimizin tasarımı; giysi, tüketim eşyası ve partner seçimlerimiz; çocuklarımızı eğitim biçimimiz, tamamen psikolojik araştırmaların konusudur ve bunların etkisi altında biçimlenir. Psikolojinin yönetim, spor ve tüketici pazarlama tekniklerindeki rolü de kabul edilmektedir.

Psikoloji hem kuramsal hem de uygulamalı bir bilimdir. Davranışları ve bunun yanı sıra, fikirleri, duyguları ve düşünceleri etkileyen temel mekanizma ve süreçleri anlamayı amaçlar. İnsana dair sorunları da çözmeye çalışır. Anatomi, tıp, psikiyatri ve sosyolojinin yanı sıra, ekonomi, matematik ve zooloji gibi birçok alanla yakından ilişkili olduğundan birçok disiplinle kesişir.

Psikolojiye yeni başlayanlar, rüyalardan megalomaniye; bilgisayar fobisinden kanserin nedenlerine; bellekten sosyal hareketliliğe; tutum oluşumundan alkolizme, bir psikoloğun incelediklerinin çapını görünce genellikle çok şaşırırlar. Psikolojinin önemli ve yararlı bir yanı da, insanlara davranışları tanımlayıp açıklayabilecekleri zengin bir sözcük dağarcığı kazandırmasıdır: Psikoloji, öğrencilere davranışlarımızı tanımlayacak ve açıklayacak dili verir.

Kimi psikoloji kuramları toplumdaki genel kabullere aykırı, kimileri ise oldukça uyumludur. Umarım, elinizdeki kitapta, ilki konusunda açıklayıcı, ikincisine ise aydınlatıcı olabilmişimdir.

01 Anormal Davranış

Anormal psikolojisi -klinik psikoloji de denir- anormal davranışlan inceler. Bozulmuş alışkanlıklar, düşünceler ya da dürtülerin kökenleri, kendini gösterme biçimleri ve tedavileriyle ilgilenir. Bunlann nedenleri çevresel, bilişsel, genetik ya da nörolojik etmenler olabilir.

Anormal psikolojisiyle ilgilenen uzmanlar psikolojik sorunların değerlendirilmesi, tanısı ve yönetilmesiyle uğraşırlar. Dolayısıyla, bunlar kaygı (anksiyete) bozuklukları (kaygı, panik, fobiler, travma sonrası stres bozuklukları); duygudu- mm bozuklukları (depresyon, iki uçlu bozukluk, intihar); madde bozuklukları (alkol, uyarıcılar, halüsinojenler vb.) ya da şizofreni gibi çok karmaşık bozuklukların tedavisinde uzmanlaşmış hem bilim insanları hem de pratisyenlerdir. Klinik psikoloji, psikolojide tam anlamıyla merkezi önemde bir yer tutar. Konuya dışarıdan bakanlarsa, bunu kesinlikle uygulamalı psikolojinin en ilginç ve en önemli uzmanlık dalı olarak görürler.

Anormallği tanımlamak Sıkıntı içinde olan ya da tuhaf davranan insanları fark etmek görece kolayken, anormalliği tanımlamak çok daha zordur. "Anormal" normdan uzaklaşmak demektir. Yani, çok uzun ya da çok kısa insanlar, tıpkı çok yavaş öğrenen ya da çok yetenekli kişiler gibi anormaldirler. Dolayısıyla, lafı dolandırmadan söyleyecek olursak, Einstein ve Michelangelo da, Bach ve Shakespeare de anormaldiler.

Klinik psikoloji açısından, konu danışın anormalliğinden ziyade kişiyi strese sürükleyecek ve sosyalliğini bozacak davranış uyumsuzluM olup olmadığıdır. Kişinin davranışı akıldışıysa ya da kendisine ve diğerlerine zarar verme potansiyeli taşıyorsa, bunu anormal görme eğilimi taşırız. Psikolog için bu psikopatoloji, sıradan insan içinse, delilik ya da aklını kaçırmışlıktır.

Normal ile anormal arasında hassas bir ayrım yapmak açısından hepimiz kesinlik ve netlik peşindeyiz. Yine de, anormal kabul edilen şeyin tarih ve kültür

donem 1600 1773

Büyücülük uygulamalarına ilk kez karşı çıkılması

İlk akıl hastanesi ABD'de Williamsburg'da
kuruldu.

tarafından biçimlendirildiğini de biliyoruz. Psikiyatri ders ki-tapları bu durumu çok güzel yansıtmaktadır. Eşcinsellik pek deuzak olmayan bir geçmişe kadar akıl hastalığı kabul ediliyordu.Mastürbasyon 19. yüzyılda anormal sayılıyordu.

Sosyoekonomik konum, cinsiyet ve ırk da anormallikle ilişki-lidir. Anoreksiya, bulimiya ya da kaygı bozuklukları kadınlardaerkeklerdekine göre daha fazla görülürken, erkekler maddekötüye kullanımına daha açıktır. Yoksullarda şizofreni tanısı ola-sılığı, zenginlerdekinden daha yüksektir. Amerikalı çocuklardaaşırı kontrol bozukluğuna göre, yetersiz kontrol bozukluğu dahasıktır, öte yandan Batı Hint Adaları'nda durum tam tersidir.

"Yıllar bu anormal terimi üzerine çok fazla değer yargısı yükledi. Artık tercihe göre birçok eşanlamhsmdan birini seçebiliyoruz: uyumsuz (maladaptive), sapkın vb."

A. Reber, 1985

Anormallik konusundaki ilk yaklaşımlar tuhafa davranışlara ruhunele geçirilmesi gibi açıklamalar getiriyordu. İnsanlar animalizme -hayvanlara ben-

zediğimizi kabul eden inanış- inanıyor ve deliliğin de kontrol dışı regresyonun(gerileme) bir sonucu olduğunu düşünüyorlardı. Eski Yunanlar anormalliklerin vegenel sıkıntıların nedenini beden sıvıları ya da "humorlar"da arıyordu. Sonuç ola-rak, deliliğin ilk tedavisi tecrit etmek ve candıraktı. On dokuzuncu yüzyılakadar gerçek anlamda insani bir tedaviden söz etmek makün değildi.

Genel tabul gören ölçütler Günümüzde, psikoloji açısından anormallik tanımları genel kabul gören birkaç ölçüt etrafında dönmektedir. Bunlar 4D olarak bilinir: distress (sıkıntı), detıiance (sapma), dysfurıctition (işlev bozukluğu), danger (tehlike). Anormallik genel olarak, acı ve bir yönüyle akut ve kronik bireysel acı çekmek demek olan ıstütırabı kapsar. Kriterlerden biri kötü uyum, yani işini elinde tutmak, insanlarla mutlu ilişkiler yütütmek ya da gelecek planları yapmak gibi yaşamın günlük gerekliliklerini yerine getirememektir.

Çok yaygın bir başka ölçüt de, fiziksel ya da sosyal dünya ve sıklıkla da, ruhani dünya hakkında yersiz, mantıksız inançlara sahip olmak şeklindeki irrasyonalitedir (usdışılk).

Anormal kişilerin davranışı genellikle diğerleri tarafından anlaşılmaz. Çoğu kez tahminlere uymayan; bir aşırı uçtan diğerine çok değişkenlik gösterebilen

1890’lar

1940’lar

1952

Hipnoz ve psikanaliz başladı.

Davranış terapisi uygulandı.

İlk iyi tanı elkitabı basıldı.

Normallik ve Anormallik

Öznel Kendimizi, kendi davranış ve değerlerimizi normallik ölçütü olarak kabul eden en ilkel fikir, belki de budur. Bu tam da özdeyiş ve atasözlerini andıran bir saçmalıktır ("elini bir kez hırsızlığa alıştıran, her zaman çalar"; "avam kadar tuhafı yoktur"). Yani, bizim gibiler normal, bizden farklı olanlarsa anormaldir. Bu yaklaşım basit kategoriler ya da örtüşmeyen türler kapsamında düşünmeye yönelimlidir: normal-anormal-çok anormal.

Normatif Bu ise, kişinin nasıl düşünüp davranacağına dair arzu edilen, ideal bir durum fikridir. Bu mükemmel dünya görüşü, genellikle din ve siyaset alanındaki düşünürler tarafından dile getirilir. Normallik mükemmelliktir: Normallikten ne kadar uzaklaşılırsa, o kadar anormallik var demektir. Duruma "akla yatkın olasılık"tan ziyade "olması gereken" çerçevesinde bakar. Kimse mükemmel olmadığından hiçbir şey normal değildir.

Klinik Sosyal bilimciler ve tıbbi klinisyenler kişinin işlev görme halini etkililik, örgütlenme ve uyumluluk açısından değerlendirmeye çalışırlar. Hangi boyutun değerlendirildiğine bağlı olarak çok şey fark eder. Klinisyenler, güvenilir bir tanı peşinde koşsalar da, normal-anormal ayrımının gri ve bir ölçüde öznel olduğunu kabul ederler. Anormallik genellikle uyum zayıf

lığı, acı ya da tuhaf davranışlarla ilişkilendirilir. Kültürel Kültür giyimden tavırlara, dilden aşka kadar her şeydeki eğilimleri belirler. Kültür bize, davranışların nasıl olması gerektiğini söyler ya da onları mahkUm eder. Bazı şeyler tabu, bazıları da yasadışıdır. Bu durumda da, kişi kültürel normlardan ne kadar uzaklaşırsa, bir o kadar anormal sayılır. Öte yandan, kültürel inanışlar ya da uygulamalar değiştikçe, normallik tanımları da değişir. Eşcinsel davranış olgusu bu duruma çok güzel bir örnektir.

istatistiksel istatistikçilerin tümü çan eğrisi ya da normal dağılım kavramına aşinadır. Bu eğrinin belli özellikleri vardır ve en çok da zeka alanında uygulanır. Bu durumda, ortalama puan 100, popülasyonun yüzde 66'sının puanı 85 ile115 arasında, yaklaşık yüzde 97'si- ninkiyse 70 ile 130 arasındadır. Yani, puanınız 70'in altı ya da 130'un üstüyse sıra dışısınızdır; yine de, sizin için "anormal" sözcüğü kullanılmayacaktır. Bir davranışın sık görülmesi, mutlaka sağlıklı ya da arzulanan bir davranış olduğunu göstermeyeceğinden, bu modelin kusurları vardır. Ayrıca, doğrudan ölçülebilir yetenekler için uygulanabilirken, kişilik ya da zihinsel hastalık gibi daha örtük ve çok boyutlu konularda daha güç uygulanabilir.

ve sıklıkla da davranışlarını kontrol edemeyen kişilerdir. Danışları genellikle çok uygunsuzdur.

Neredeyse tamamen tanıma uygun şekilde, anormallikleri alışılmadık, genellikle de nadir görülen istenmeyen davranışlarla ayırt edilir. Ayrıca, anormalliğin ahlaki bir boyutu da vardır. Kuralların yıkılması, ahlak standartlarının

ihlali ve sosyal normların tanınmamasıyla ilişkilidir. Yasadışı, ahlakdışı, nahoş davranış anormaldir.

Anormallikle ilgili bir diğer ilginç ölçüt de, anormal dav-ranışa maruz kalan insanlardaki huzursuzluk duygusudur.Ortamda anormalliğe dair net bir kanıt varsa, gözlemcilersıklıkla kendilerini huzursuz hissederler.

Kavr SOm Anormallik tanımlarının tümününsorunlu olduğu aşikârdır. İlk olarak, sağlıksız bir toplumda ya-şayan sağlıklı bir insan genellikle anormal olarak nitelenir.Toplumların, kendi dar (sağlıksız, uyumsuz) inanç ve davra-nış standartlarına boyun eğmeyenlere fazlasıyla tahammülsüzdavrandıklarına dair çok sayıda örnek vardır. İkinci olarak,

"Anormalden hiç hoşlanmadığım söyler sürekli, çok aleni

bir şeydir ona göre anormallik. Normal ise kesinlikle daha karmaşık ve ilginçtir onun için." G. Stein, 1935

uzman gözlemciler normale karşı anormalin ne olduğunun sınıflandırılmasıkonusunda elbette birleşememektedir. Çok sayıda anormallik ölçütü belirlendi-ğinde bile, bir kişinin belli bir anlamda anormal sayılıp sayılmayacağı hakkındatemel fikir ayrılıkları ortaya çıkmaktadır. Üçüncüsü, aktör-gözlemci farklılığı diye

bir şey vardır: Yargıyı hangisi verecektir? Aktörler kendilerini nadiren anormalbulurlar: Çoğumuz elbette kendi hakkımızda olumlu düşünürüz ve gerçekten,diğerlerinin sahip olamayacağı kadar bilgiye sahibizdir. Yine de, kendi kendinetanı koymanın çok iyi bilinen tuzakları ve tehlikeleri mevcuttur. Diğerlerinigözlemleyip, özellikle de bizlerden farklılarsa ya da bizim için tehdit unsuru oluş-turuyorlarsa, anormal etiketi yapıştırmak daha kolaydır.

Kendine tanı kokmak Danışmanlık, eğitim ve terapinin birincil hedeflerinden biri de, insanların kendine dair farkındalığını artırmaktır. Elbette, zihinsel rahatsızlıkları bulunan ya da normal kabul edilen insanlardan bazılarının kendi sorunlarıyla ilgili içgörüleri azdır. Akılları karışmış görünürler. Öte yandan, anormal psikolojisi alanında çalışan öğrenciler, ders kitaplarını okuduklarında kendilerinde belli zihinsel hastalıklar olduğunu fark ettiklerini söylerler. Böyle olmasının nedeni, çoğumuzun kimi özel, paylaşılmayan, hatta "yasak" ya da onaylanmayan düşünce ve davranışların yalnızca bize ait olduğuna dair abartılı bir inanca sahip olmasıdır. Hepimiz bazı yönlerimizi saklarız; ancak, bir gün aniden her türlü anormal davranışı sıralayan ders kitaplarında bunlardan bahsedildiğini görüveririz.

>> fikrin özü

“Normal” davranış nedir?

02 Plasebo Etkisi

Meşhur doktor tavsiyesidir: "Şu iki hapı al ve sabah beni ara." Doktorlar tüm (fiziksel) tedavilerin hastada fiziksel değişim sağlayacak aktif bileşenler ve prosedürler içerdiğini bilseler de tedavide psikolojik etmenlerin gücünü de göz ardı etmezler. Zihnin maddeye etkisi, sağlık dünyasında yüzyıllardır bilinen bir kavramdır.

Neddir Latince kökenli bir kelime olan plasebo "hoşnut etmek" demektir. Plasebo, kısaca, şifa verici bir değer taşımayan ve farmakolojik etkileri bulunmayan preparat olarak tanımlanır. Aktif plaseboysa, araştırılan bir ilacın yan etkilerini taklit eden, ancak onun beklenen özgül, tedavi edici etkilerine sahip olmayan preparattır.

"Flüt sesi epilepside ve siyatik gutta şifa sağlar." Teofrastos, iö300

Kimilerine göre, plasebo etkisi psikolojik hastalıklarda fiziksel hastalıklar-dakine göre daha güçlüdür. Son zamanlarda yapılmış önemli bir çalışmada,plasebo kontrollü hastaların yaklaşık yüzde 60'ında, bekleme listesindekikontrol hastalarında elde edilen ortalamaya göre daha iyi sonuçlar alındığınıngösterilmesi, plasebonun gücünü ortaya koymuştur.

Tarihçe Bu alandaki modem araştırmaların geçmişi, genellikle 50 yılı aşkınbir süre önce American Dental Association]oumal'da yayımlanan bir makaleyedayandırılır. Henry Beecher, yalnızca şekerli hap vermek, hatta şefaatli fizikmuayene gibi plasebo uygulamalarının, hastaların yüzde 30'unun durumundaiyileşme sağlayacağını savunarak tıp dünyasında şaşkınlık yaratmıştı. Günü-müzde, bu tahmin, astımdan Parkinson'a çeşitli sorunlarla boğuşan hastalarınbir dizi tedaviden sonra gerçekten kalıcı düzelmeler görülen yarısına ya dadörtte üçüne kadar yükselmiştir.Farklı plasebolar Soru şudur: Hangi tip plasebo en iyisidir? Deney ortamlarında kapsüllerin ve hapların rengi ve boyutu devamlı değiştirilmekteyse

dönem

1500-1900

Her çeşit maddeye tedavi edici özellikler atfedildi.

20. yüzyıl öncesi

Modern çağlara kadar kullanılan herilaç plasebonun tarihini oluşturur.

Her derde deva mı?

Ortodoks bir tıbbi çerçevede uygulanan plaseboların, alerji, angina pektoris, astım, kanser, beyin enfarktüsü, depresyon, diyabet, gece yatak ıslatma, epilepsi, uykusuzluk, Meniere hastalığı, migren, multipl skleroz,

nevroz, göz patolojileri, Parkinson hastalığı, prostat hiperplazisi, şizofreni, deri hastalıkları, ülserler ve siğiller gibi etkileyici ölçüde geniş bir hastalık yelpazesinde iyileşme sağladığı gösterilmiştir.

de, bunun gerçekten güvenilir bir etkisi olduğu pek söylenemez. Bu uygulama büyük bir fark yaratıyor görünmemektedir. Bir bilim insanı, bir plasebonun en üst düzeyde etkili olabilmesi için, çok büyük ve kahverengi ya da mor veyahut da çok küçük ve parlak kırmızı ya da parlak sarı olması gerektiğini bildirmiştir.

Daha ciddi, "majör" ya da invazif girişimler daha güçlü plasebo etkileri sergiler görünmektedir. Enjeksiyonlar nitelikleri gereği, haplardan daha etkili görünmekte, plasebo ameliyatlarda bile (insanların kesilip hiçbir şey yapılmaksızın ya da pek az bir şey yapılarak dikildikleri) yüksek oranda olumlu yanıtlar alınmaktadır.

Tedavinin hangi tarzda uygulandığının ve terapistin diğer niteliklerinin de tedavinin etkisine başlı başına katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Hastalarıyla daha yakından ilgilenen, tedavilerine daha çok güvenen ve profesyonellik düzeyleri daha yüksek terapistlerin hastalarında daha güçlü plasebo etkisi yarattığı görülmektedir.

"Akrabalık şifa getirir: Hepimiz birbirimizin hekimiyiz."

Oliver Sacks, 1973

19501er

19601ar

19801er

Plaseboyla ilgili ilk araştırmalar

Plasebo kontrollü denemeler başladı.

Doktorların yüzde SO'i hala plasebo kullandığını kabul ediyor.

Nasd işliyor? Plasebo etkisinin cazibesi, aslında nasıl işlediğine dair birçok fikir ve kuram geliştirilmesine yol açtı. Edimsel (operant) koşullanma, klasik koşullanma, suçluluk duygusunu azaltmak, aktarım (transferans), önerme, ikna, rol talebi, inanç, umut, etiketleme, seçici semptom monitorizas- yonu, yanlış nedene yüklemek, bilişsel uyumsuzluğu azaltmak, kontrol kuramı, kaygıyı azaltmak, beklenti etkisi ve endorfin salgılanması gibi çeşitli kavramlar öne sürüldü.

Rastgele yöntemli, ççift-kör, kontrollü denemeler Plasebo etkisi hem nimet hem de lanettir. Reçeteye hangi tedaviyi yazıyor olursa olsun, tüm terapistler için bir nimettir. Girişimlerin asıl etkisini değerlendirmeye çalışan bilim insanları içinse bir lanet. Plasebo kontrollü, rastgele yöntemli, çift-kör çalışmalar, her türlü plasebo etkisinin dışlanıp tedavirıin değerlendirilmesinde, bilimsel araştırmanın altın standardı olmuştur.

"Bizi affettiren rahip değil, itirafımızdır." Oscar Wilde, 1890

Buradaki fikir, insanların bir kısmının tedavi uygulanmayacakkontrol gruplarına, bir kısmınınsa alternatif tedavi gruplarına ya daplasebo tedavisi gruplarına rastgele yöntemle ayrılmasıdır. Dahhası,bu yöntemde, ne doktor/bilim irısanı/terapist ne de danışabostahangi tedavinin uygulandığını bilmez.

İlk rastgele yöntemli, kontrollü tedavi İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından yapılmıştı. Ancak, 20 yıl öncesine kadar "kör yöntemli" bir çalışma yoktu. Psikolojik etmenlerin tedaviye yanıtı etkileyebileceği düşünüldüğürıde, hastanın verilen tedavinin ne olduğuna karşı "körleştirilmesi" gerektiği de fark edildi. Hem hasta hem de klinisyen verilen tedavinin ne olduğundan habersiz olduğunda (mesela, ilaca karşı plasebo), denemeye çift-kör denir. Klinisyen bilip, hasta bilmediğindeyse deneme tek-kör yöntemlidir.

Sorunlar Plasebo kontrollü, rastgele yöntemli, çift-kör yaklaşımda da güçlükler yaşanmaktadır. ilki, farklı tedavi gruplarına atanan hastaların karşılaşıp tedavilerini tartışma olasılıklarından kaynaklanan sorunlardır. Hastaları doğal gruplara atamak (örneğin, iki okulun ya da iki coğrafi bölgenin karşılaştırılması) rastgele yönteme tercih edilebilir. İkincisi, körleştirme bazı tedaviler için uygun olmayabilir. Ne doktor ne de hasta gerçek tableti şeker hapından, yani plasebo tabletten ayırabilir, öte yandan bazı tedavilerde plasebo ilaçlara net bir eşdeğer bulunamaz. Üçüncüsü, çalışmaya katılmak, katılımcı hastaların davranışlarını etkileyebilir. Düzenli olarak izlenip değerlendiriliyor olmak bile kendi başına yararlı bir etki oluşturabilir.

Dördüncüsü, bir çalışmada yer almayı kabul eden katılımcılar, o özel soruna sahip genel hasta topluluğunun tipik özeliklerini taşımıyor olabilir. Bir çalışmaya giriş ölçütlerinin grupların karşılaştırılabilmesi™ sağlayacak ve bir tedavinin yararının gösterilmesine en yüksek düzeyde şans tanıyacak kesinlikte olması gerekir. Bir diğer sorun da, plasebo tedavisi alıyor olma olasılığının tedaviye uyumu azaltmasıdır. Hastalar, kendilerine plasebo alıyor olabilecekleri söylendiyse, hızlı En iyi deva etki görülmediğinde tedaviden vazgeçmeye daha fazla eğilimli olabilirler. kahkahadır." Altıncı olarak, çalışmada standart tedavi vermek hem yapay kalabilir hem Pindaros, iö soo de klinik uygulamalarla hayli ilgisiz olabilir. Dolayısıyla, daha esnek bir hasta merkezli yaklaşımın önünü kesebilir. Böylece de, çalışma, tedaviyi klinik uygulamadaki şekliyle gerçekten sınayamamış olur ve hastanın gereksinimleri araştırma şartlarıyla çelişebilir. Bir diğer sorun, yanıttaki bireysel farklılıkların, yalnızca ortalama grup yanıtlarını dikkate alan bir analizde göz ardı edilebilmesidir. Bildirilen sonuçlarda, tedaviyle daha kötü sonuç alan hastalara, özellikle aşikar olan yan etkilerden yakınmadıkları sürece, yeterince dikkat edilmeyebilir.

Sekizincisi, plasebo tedavisi uygulandığında ya da hasta veya klinisyen bellibir tedaviyi açıkça diğerine tercih ettiğinde olduğu gibi, çeşitli açılardan etiksorunlarla karşılaşılabilmesidir. Dokuzuncu olarak, klinik değerlendirmeye venesnel testlere dayalı ana sonlanım ölçütü, hastaların önemli ve yararlı birdeğişimin nelerden oluştuğu hakkındaki bakış açılarını yansıtmıyor olabilir.

Hastalar, kimi zaman biyokimyasal parametrelerdeki ya da diğer hasta-lık göstergelerindeki değişikliklerle yakından bağlantılı olmayabilecekşekilde, yaşam kaliteleriyle daha fazla ilgileniyor olabilirler. Son olarakda, bir tedaviyi karşılaştırılabilir bir plaseboyla ilişkisi açısından değerlen-dirirken plasebo etkisinin elenmesi, önemli psikolojik etkilerin göz ardıedilmesi anlamına gelebilir. Terapistin özellikleri ve hastanın tedaviyekarşı tavrı, hastanın tedaviye uyumu ve hastalığa karşı tutumunun önemlibelirleyicileri olabilecekken, nadiren tıbbi çerçevede incelenmektedir.

''Tıp, kaderi ölmemek olan insam iyileştirir." Atasözü

>> fikrin özü

Duyarlılık. tedavi sonuçlarını etkiler

03 Alışkanlıktan Kurtulmak

"İptilanın her türlüsü kötüdür, narkotik ister alkol, ister morfin, ister idealizm olsun." Cari Jung, 1960

Çoğu kimse, bağımlılıkları esas olarak uyuşturucu maddeler kapsamında düşünür. Oysa insanların bağımlı olduğu ya da olabileceği maddelerin listesi epey uzundur. Bu maddelere alkol, uyarıcılar (kokain gibi), opiyatlar, halüsinojen- ler, marihuana, tütün ve barbitüratlar da dahildir.

Bağımlılık bir şeyle karşılaştıktan sonra, bu deneyimi tekrar ve çok sık arama davranışı gelişmesidir. Zamanla bağımlılık iyice kökleşir. Alışkanlıklarının pahalı, sağlıksız ve olasılıkla yasadışı olduğunu bilen, ancak bundan vazgeçemiyor görünen kullanıcılar arasında düzenli ve giderek artan bir tüketim söz konusudur. Bu biyolojik, psikolojik ve sosyal faktörleri kapsayan karmaşık bir süreçtir.

"Başkalarının sağlığına içip, kendimizinkini mahvediyoruz." Jerome K. Jerome, 1920

Kimi bağımlılık araştırmacıları, belli maddelerin ya da et-kinliklerin neden bağımlılık oluşturmaya bu denli yatkınolduğuna kafa yorar. Diğerleriyse, kimi bireylerin nedenbaşkalarından daha duyarlı olduğu konusunu ilginç bulur.Kimi bilim insanları bağımlılık olasılığını artırıp azaltançevresel ve sosyal koşullar ve özelliklerle ilgilenirken, di-

ğerleri de bağımlılıktan kurtulma çabalarına ve nüks konusuna yoğunlaşır.

Bağımlılığı ve kötüye kulamm Maddeler bağlamında, psikiyatri yazını madde bağımlılığını madde kötüye kullanımından ayrı tutar. Bu ikisi teknik açıdan farklı anlam taşır. Bağımlılık tolerans (belirli bir etki için giderek daha fazlasının gerekmesi); yoksunluk belirtileri (madde alınmadığında); maddeyi elinde bulundurmaya çalışmak türünden saplantılar; tüm sosyal, mesleki ve boş zaman etkinliklerinde kötüye gitme ve maddenin yarattığı tüm zararın

donem

1875 1919-33

San Francisco afyonu yasakladı.

ABD'de yasaklandı.

Sigara kullanmak

En çok tartışılan iki bağımlılıktan biri sigara, diğeri alkol kullanmaktır. Çoğu Batı ülkesinde nüfusun yaklaşık dörtte birinden yarısına kadar olan bir bölümü halen sigara kullanmaktayken, sigaranın tüm kanserlerin üçte birine yol açtığı düşünülmektedir. Sigara kullanmak birçok nedeni olan, artık udam- galanmış bir alışkanlık"tır. Kişinin sigaraya başlamasına yol açan etmenlerle (sosyal baskı, rol modelleri) devam etmesine neden olanlar genellikle birbirinden farklıdır. Nikotin güçlü bir uyarıcıdır: Kalp hızını ve kan basıncını artırır, vücut sıcaklığını düşürür, hipofiz bezinden salınan hormonları değiştirir, adrenalin salınımını tetikler. Beyindeki dopamin salınımı nikotin bağımlılığını pekiştirir. Daha da önemlisi, insanlar ortaya çıkan kaygı, baş

ağrısı, huzursuzluk ve uykusuzluk gibi nahoş yoksunluk semptomları yüzünden de sigaraya devam ederler. Sigarayı bırakmanın hızla gelişen ve uzun süren etkileri vardır.

Çoğu kimse sigarayı azaltmaya ya da bırakmaya çalışmaktadır. Hükümetlerin reklam yasakları, satışları ve tüketim yerlerini kısıtlamaya gitmesi, fiyatları artırması ve bunun yanı sıra sağlık ve eğitim kampanyalarına başvurması, mütevazı bir etki yaratmaktadır. Kişiler nikotin flasterlerinden ve sakızlarından psikoterapi ve hipnoza ve nihayetinde irade gücüne kadar her şeyi denemektedir. Görsel, kokusal, fizyolojik ve sosyal bir dizi etmen sigara ihtiyacını tetiklediğinden, çoğu sigara tiryakisi bu alışkanlıktan kurtulmanın imkansız olduğunu düşünür.

tamamen farkında olunmasına karşın kullanmayı sürdürme gibi çok özgül özellikler sergiler.

Kötüye kıulm ise bir maddenin okul, ev ve işte yerine getirilmesi gereken zo runluluklara karşın, tehlikeli durumlarda (araç kullanırken, işyerinde); yasadışı davranış sayılmasına ve ısrarcı olumsuz yan etkilerine karşın kullanılmasıdır.

Başka kişilik Önceleri, insanlarda onları belli bir bağımlılığa ya da tüm bağımlılıklara yatkın kılan belirli bir profil ya da kusur veya kırılganlık olduğu varsayılıyordu. Ancak bu kavram tutmadı. Kimi psikiyatrlar, bağımlılığın depresyon ya da anti-sosyal kişilik bozukluğu gibi bir zihinsel hastalığın sonucu olduğunu düşünmektedir. İleri sürülen görüş, risk almayı sevenlerin ya da zihinsel hastalıkları olanların destek olarak madde kullanmaya yaslanmak gibi bir zayıflıkları olduğudur. Bu kişiler olabilecek her türden istenmeyen sonucu deneyimlemek, yok saymak ya da önemsememek eğilimindedirler.

1935

1960’lar

2000’ler

Adsız Alkolikler kuruldu.

Karşı kültür psikoaktif maddeleri savunuyor.

Halka açık yerlerde sigarakullanmanın yaygın olarakyasaklanması

Madde bağımlılığının psikolojik kriterleri

On iki aylık dönem içinde herhangi bir zaman görülebilecek ve aşağıda yer alan tablodaki özelliklerin birçoğunun bulunduğu, kötüleşme ya da sıkıntıya yol açan madde kullanımı şeklindeki uyumsuzluk kalıbı.

  1. Sarhoşluk/"kafayı bulma" haline ya da istenen etkiye ulaşmak için ihtiyaç duyulan madde miktarının giderek çarpıcı düzeyde artmasıyla ve/veya madde aynı miktarda sürekli kullanılırken etkisinin çarpıcı şekilde azalmasıyla tanımlanan tolerans.

  2. Belirli bir maddeyle ilgili yoksunluk sendromu ya da aynı (veya yakından ilişkili) madde yoksunluk sendromlarını gidermek ya da önlemek için alındığında ortaya çıkan yoksunluk.

  3. Maddenin, genellikle, niyetlenilenden daha çok miktarda ya da daha uzun süre kullanılması.

  4. Maddeyi bırakmaya ya da kullanımını kontrol

altına almaya yönelik ısrarlı bir istek ya da başarısız girişimler.

  1. Kişinin zamanının çoğunu maddeyi elde etme ya da etkilerini hafifletme çabalarıyla harcaması.

  2. Madde kullanımı yüzünden önemli sosyal, ailesel, mesleki ya da boş zaman etkinliklerinden vazgeçilmesi ya da bunlara ayrılan zamanın azaltılması.

  3. lsrarcı ya da tekrarlayan fiziksel ya da psikolojik bir soruna yol açmış ya da onu kötüleştirmiş olabileceği açıkça bilindiği halde, kullanılan maddeye devam edilmesi.

Terapistler müptelaların, yani madde bağımlısı kişilerin, bu maddeleri telafi ya da baş etme amaçlı kullandığına da işaret etmektedir. Madde duygulan köreltmek, acı veren duygusal durumları hafifletmek ya da iç çatışmaları azaltmak için kullanılır. Yalnızlığı unutturmak ya da diğer inanlarla mutlu ilişki eksikliğinin üstünü örtmekte de yararlı olabilir. Madde kullananlar, istediklerini, ancak maddenin etkisi altındayken dillendirip hayata geçirebildiklerini ve bu yüzden de, etkili bir sosyal işlevsellik için zamanla belirli bir maddeye bağımlı hale geldiklerini hissederler. 

Bu kurama göre, sistemler uyaranlara onların ilketkilerine karşı çıkarak tepki gösterir ve uyum sağlar. Bir şeye karşı, herhangibir madde kullanımından önce var olmayan bir arzu ya da açlık hissi, o madde

alındığında artar. Birtakım olgular tüm bağımlılık ve tiryakilik türle-riyle ilgili görülmektedir. İlki, afektif haz, yani kullanımı izleyen fizikselve duygusal haz halidir. Gevşeme, stresin boşalması ya da ani bir enerjipatlaması hissi gibi olabilir. Sonrasında afektif tolerans, yani kişininaynı hali yaşayabilmek için hep daha fazla miktarda maddeye ihtiyaçduyması söz konusudur. Üçüncü sırada, madde alınmadığında ortayaçıkan afektif yoksunluk gelir. Böylece madde, tekrarlanan kullanımdagiderek güçlenen karşıt bir etki yaratan bir sürece yol açar. Bu da afek-
tif zıtlıktır. Kullanım arttıkça, başat tepki olumsuza gider. Böylece, kişinötr hali sağlayabilmek için maddeye ihtiyaç duyar, ama artık madde

"Kokain alışkanlık yapmaz. Benden iyi kim bilebilir ki, yıllardır kullanıyorum." Tallulah Bankhead, 1960

ona çok küçük bir haz verir.

Pozitif pekiştme kuramı Madde insana kendini iyi, hatta müthiş coşkulu hissettirebilir. 1960'larda, psikologlar maymunların "kendi kendilerine" morfin uygulamalarına izin verdiklerinde, maymunlar bağımlılığın tüm belirtilerini sergilemişlerdi. Psikologlar giderek beyindeki madde ödül yolaklarıyla, özellikle de, besin ve seks gibi "doğal ödüllere" karşılık "madde ve beynin elektrikle uyarılması" gibi yapay uyaranlarda rol oynaması olası beyin bölgeleri ve nörotransmitterlerle ilgilenmeye başladılar. Kokain ve amfetaminler gibi maddelerin beynin nukleus akkumbens denen bölgesinde sinaptik dopaminleri artırdığı bilinmektedir. Yani, çoğu madde bize kendimizi öyle iyi hissettirir ki, bu deneyimi tekrarlamak isteriz.

Öğrenme kuramları Madde almak ve bundan haz duymak, görüntü ve sesler gibi çok özgül durumlarla da bağlantılıdır. Dolayısıyla, insanlar alkolden amfetaminlere kadar birçok maddeyi çok özel işaret ve hatırlatıcılarla ilişki- lendirir. İnsanları belirli ortamlara sokun, madde açlığı hissedeceklerdir; yani, alkolikler için barlar ya da nikotin tiryakileri için sigara kokusu açlığı tetikler. Maddenin yakınlaştığına dair işaretler, "mutlaka" tatmin edilmesi gereken güçlü arzular uyandırır. Birçok bakımdan bu, eski moda bir davranışçılık ve koşullama kuramı sayılır.

04 Kayıp Dokunuş

Çoğu insana bir şizofrenle tanışma olasılığı ürkütücü gelir. Şizofrenlerin deli, tehlikeli, ne yapacağı bilinmez ve kontrol edilemez oldukları düşünülür. Konuya açıklayıcı yaklaşmak yerine, safsataları sürdüren film ve kitapların da bu durumda payı olsa gerektir. Şizofreni, düşünce ve algıda, davranış ve duygu durumunda bozukluklarla seyreden bir psikotik hastalıktır.

Görülme sğı Şizofreni 100 kişiden birini etkiler ve zihinsel bozukluk-ların en ciddisidir. Kabaca hastaların üçte birinin uzun süreli bakım kurumlarınayatırılması gerekir. Üçte birinde düzelme görülür ve şifaya kavuştukları kabuledilebilir; diğer bir üçte birinde ise, “nomialleşme" dönemlerinin izlediği semp-tomlu dönemler görülür. Şizofrenler, normal insanlarla karşılaştırıldığında,sergiledikleri semptomlar (pozitif) ve sergilemedikleri semptomlar (negatif)bakımından farklıdırlar. Çok çeşitli düşünce bozuklukları (dezorganize, usdışı

"Umutsuzluk anlaşılmadan şizofreni anlaşılamaz." R. D. Laing, 1955

düşünme), delüzyonlar (sanrı) ve halüsinasyonlardan (varsanı) oluşanbir tablo sergilerler. Eğilim olarak enerji, inisiyatif ve sosyal temas yok-luğu görülür. Duygusal yönden donukturlar, çok az şeyden haz alırlar veiçekapanıktırlar.

Şizofreni sıklıkla büyük sosyal ve mesleki sorunlara yol açar. "Ataklar"uzun sürebilir ve yineleyebilir. Hepsi için olmasa da, çoğu için düşkün-leştirici ve uzun süreli bir sorundur.

Tarihçe ve yhş fikirler Şizofreniyle ilgili ortalıkta birçok yanlış fikir dolaşmaktadır. Bunlardan ilki, şizofrenlerin tehlikeli, kontrol edilemez ve ne yapacakları bilinmez olduklarıdır; halbuki çoğu oldukça utangaç, içekapanık ve kendi sorunlarıyla uğraşan insanlardır. İkincisi, Dr. Jeykll ve Mr. Hyde tipi bir kişilik yarılması yaşadıklarıdır, oysaki, bu yarılma duygusal (afektif) ve bilişsel (düşünce) yönden gerçektir. Üçüncüsü, çoğu insan bu kişilerin iyileşmediğini,

Kraepelin şizofreniyi tanımladı.

Bleuler ilk kez #şizofreniterimini kullandı.

iyileşemeyeceğini ve bir kez şizofren olanın daima şizof-ren kalacağını düşünür.

Alman psikiyatr Emil Kraepelin'in ilk psikiyatrik sı-nıflama sistemini oluşturması için 20. yüzyılın başınıbeklemek gerekti. Onun prediktif bozulma anlamınagelen dementia praecox adını verdiği ve çeşitli davranışsa!işaretlerle tanımladığı bozukluğa, günümüzde şizofrenidiyoruz. Kraepelin, bu alandaki pek çok kişiyi nedenin,dolayısıyla da "şifa"nın biyomedikal olduğu konusundakiinancıyla etkilemişti. Yirminci yüzyılın başlarında birdiğer Alman, Adolph Meyer ise, hastalığın fizyolojik birtemeli olmadığını, küçüklükteki öğrenme sorunlarındanve insanlar arasındaki az gelişmiş süreçlerden kaynaklan-dığını ileri sürmüştü.

Siniflandlrma Şizofreninin sınıflandırılması,semptomların çeşitliliği nedeniyle halen karmaşık birkonudur. Bu semptomlar delüzyonlar; halüsinasyonlar;dezorganize konuşma (tutarsız, bağlantısız, anlamsızkelime kullanımı); dezorganize davranış (giyim, bedenduruşu, kişisel hijyen); olumsuz, donuk duygular; sorun-lara yaklaşımda zayıflık ve depresyondur.

Tanıyla ilgili komplikasyonlardan dolayı, birçok alt tür isimlendirilmiştir. Bunlararasında paranoid ve katatanik şizofreni sayılabilir. Katatonikler (Yunanca "gerginve katı durmak"tan) sıklıkla tuhaf pozlarda kımıldamadan uzun süre dururlar.Paranoid şizofrenler ise kontrol, büyüklük ve kötülük görme konusunda delüz-yonlara sahiptir ve sürekli etraflarından kuşkulanırlar. Dezorganize şizofrenlertuhaf düşüncelere sahiptirler ve garip bir dil kullanırlar, beklenmedik yersiz duy-gusal patlamalar yaşarlar. Kimi psikiyatrlar basit ya da farklılaşmış şizofrenidensöz eder. Diğerleri de akut (ani ve ciddi başlangıçlı) ve kronik (uzun süreli, kade-meli başlangıçlı) ayrımı yaparlar. Bir başka ayrım da, Tip l (çoğunlukla pozitifsemptomlar) ve Tip 11 (çoğunlukla negatif semptomlar) arasındadır.

Kavramsal tartışma

Tanı açısından "şizofreni" terimi psikiyatrlar, hastalar ve halk arasında başlı başına bir tartışma nedenidir. En yaygın itiraz, bu terimin, nedenleri ve semptomlarıyla bambaşka farklı bozuklukları kapsayan yararsız bir genelleme olduğu yönündedir. Dolayısıyla, bu güvenilmez bir tanıdır. Kimileri, psikozla, özellikle de şizofreniyle ilişkili kişilik özelliklerinin ve deneyimlerin kesintisiz bütünlüğü anlamına gelen şizotipifikrini savunur. Bu, "sizde bu sorun ya vardır ya yoktur" şeklindeki sınıflandırıcı görüşten farklıdır.

T. S. Eliot "yarılmış kişilik"ten bahsetti.

Zihin sağlığı yardımlaşmacemiyeti (MIND) kuruldu.

Etkili antipsikotik ilaçların geliştirilmesi

"Psikofreni: psödo sosyal gerçekliklere uymamak için başarıla bir girişim." R. D. Laing, 1958

İşlev görmedeki kesin "kusurlar" ya da alt tipler hakkında tambir görüş birliği bulunmasa da, bunlar genellikle dört başlıkta in-celenir: bilişsel ya da düşünmeyle ilgili; algısal ya da görmeyleilgili; motor ya da hareketle ilgili; emosyonel ya da duygularlailgili. Araştırmacılar kimi insanlarda şizofreni gelişmesine yolaçan "hassaslık" alanlarının kaynağını ya da nedenini aramayadevam etmektedir. Böylece, özellikle gebelik komplikasyonlarını

ve travmatik çocukluk deneyimlerini, beynin çalışmasını ve ailesel ve kültürel etkileri inceleyen çalışmaların yanı sıra, genetik çalışmalar da giderek derinleşmektedir.

Tıp dünyasından insanlar ve sıradan insanlar kadar, araştırmacılar da şizofreninin nedenini ve tedavisini tanımlayan farklı yaklaşımlara inanmakta ya da bunları takip etmektedir. Bunlar esas olarak, genetik, biyokimyasal ve beynin yapısıyla ilgili nedenleri vurgulayan biyolojik modeller ile yaşamın ilk dönemlerinde iletişim ve cezalandırma sorunlarına odaklanan sosyopsikolojik yaklaşımlar olarak ikiye ayrılabilir. Davranışsal genetik ve beyinle ilgili bilim dallarındaki gelişmeler neden ve tedavi açısından biyolojik yaklaşıma daha fazla ilgi duyulmasına yol açmıştır.

Tıbbi model Bu modelde şizofren kişilere çoğu durumda "hasta" denir ve bu kişiler "hastane"lerde bakılır, "tanı" alırlar; "prognoz" saptanır ve ardından "tedavi" edilirler. Tıbbi model şizofren hastada görülen türden zihinsel işlev bozukluğuna, öncelikle beyinde olmak üzere, fiziksel ve kimyasal değişikliklerin bir sonucu olarak bakar. İkiz ve evlatlık çalışmaları, çoğu araştırmacıyı genetik etmenin rolü konusunda ikna etmiştir. Diğer araştırmacılar da beynin biyokimyası üzerinde yoğunlaşmıştır. Kimileri de şizofrenlerde, olasılıkla bir virüsün yol açtığı beyin anormallikleri bulunduğu hipotezini ileri sürmektedir. Tedavi öncelikle tıbbi ve kimi zaman da cerrahi girişimleri kapsamaktaysa da, esas olarak nöroleptik (antipsikotik) ilaç kullanımına dayanır.

Ahlak davranış modeli Bu modele göre şizofrenler "günahkar" ya da sorunlu davranışlarından ötürü acı çekmektedirler. Çoğu durumda şizofren davranışlar ahlaki ve yasal ilkeleri ihlal eder, bu da bozukluğun anlaşılmasının ve tedavi edilmesinin anahtarıdır. Tedavi, günümüzde gelişmiş ülkelerde nadiren ele alınan ahlaki davranış modelinin en önemli yönüdür. Davranış ister günahkar, ister sorumsuz, ister yalnızca uyumsuz ya da ister sosyal sapkınlık olarak görülsün, temel mesele, bunun toplum içinde kabul edilebilecek şekilde

"Çift taraftan kıstırılan bir kişide şizofreni semptomları gelişebileceği öne sürülür."

G. Bateson, 1956

değiştirilmesidir. Kullanılan yöntemlerse, yalnızca ahlak nasihatlerinden, birdavranış değiştirme biçimi olan "token" ekonomisine, sözlü davranış kontrolüve sosyal beceri eğitimi gibi karmaşık davranışsa! tekniklere kadar çeşitlilikgösterir.

Psikanalitik model Psikanalitik model, hastaya anlamlı bir eylem

gerçekleştirme yetisi olan bir unsur olarak davranan yorumlayıcı yak-laşımıyla diğerlerinden ayrılır. Şizofrenleri, kendilerini belli şekillerdedavranmaya zorlayan çeşitli güçlerin (biyolojik ya da çevresel) "etkisialtında kalmış" insanlar olarak görmek yerine, hastaların niyetleri, güdü-leri ve gerekçeleriyle ilgilenir. Psikanalitik modele göre, yaşamın erkendönemlerinde yaşanan sıra dışı ya da travmatik deneyimler ya da kimikritik duygusal gelişim evrelerinin aşılamaması şizofreninin temel ne-denleridir. Şizofren kişinin davranışı sembolik olarak yorumlanmalıdır;buradaki şifreyi çözmek terapiste düşer. Eğitimli bir psikanalistle uzunsüreli, baş başa tedavi, bu modelin önerdiği birincil yöntemdir.

Sosyal model Bu modelde, zihinsel hastalık kısmen "hasta" bir topluma ait bir semptom olarak görülür (diğerleriyse yüksek boşanma oranları, iş baskıları, asi gençlik, artan madde bağımlılığıdır). Modem dünyanın baskıları yoksul ve mağdur kesimi daha fazla ezdiğinden, bu kesimden insanlar "hastalık" olarak tanımlanan şeyden daha fazla etkilenirler. Sosyal modelde bireysel tedavi yoktur. Bunun yerine, bireyler üzerindeki baskının, dolayısıyla da, zihinsel hastalık sıklığının azaltılmasına yönelik geniş ölçekli toplumsal değişimler gerekir.

Konspirasyon modeli Konspirasyon kuramı şizofreniyle ilgili belki de en radikal model olup, zihinsel hastalığın (fiziksel bir bozukluk olarak) varlığını reddeder ve medikal modele tamamen karşı çıkar. Zihinsel hastalık "bir kişinin sahip olduğu şey" değil, "bir kişinin yaptığı ya da olduğu şey"dir. Bu modele göre, psikiyatrik tanılar, davranışlarıyla diğerlerini hedef alan ya da diğerlerinin canını sıkan kişilere yapıştırılan etiketlerden başka bir şey değildir ve aykırı, radikal ya da siyasal bakımdan zararlı etkinliklerin kontrol edilmesine yarar.

05 Nevrotik Değil, Yalnızca Farklı

"Tüm yaşamımız kendi güvenliğimiz hakkında endişelenmek, yaşam için hazırlanmakla geçip gidiyor; öyle ki, gerçekte asla yaşamıyoruz." Lev Tolstoy, 1900

Psikiyatrların ellerindeki güce, uygulama ve iddialarına öteden beri karşı çıkanlar vardır. Farklı ülkelerden eleştirmenler, muhalifler ve reformcular, farklı zamanlarda, geleneksel akademik ve biyolojik psikiyatriye iğneleyici hamleler yapmıştır.

Siyaset ve psikiyatri Psikiyatri, tıbbi uygulama olarak giderek yerleşip kurumsallaştıkça, kaçınılmaz şekilde, psikiyatrların ellerindeki güçten ve etiketlerinden hoşlanmayan hasımları da olmuştur. Birtakım "akıl" hastalıklarına uygulanan belirli tedavilere (ilaçlar, elektroşok ve cerrahi) şiddetle karşı çıkan çeşitli sanatçılar, yazarlar ve hasta grupları fikirlerini açıklamaktadır. Nazi Almanya'sı ve Sovyet Rusya'da psikiyatrinin nasıl baskıcı bir siyasal güç olarak kullanıldığını gösteren önemli vakalar vardır. Görünen odur ki, kimi durumlarda psikiyatrlar devletin baskıcı eli olarak kullanılmışlardır.

Psikiyatriyi eleştirenler üç şeyi sorgular: deliliğin tıbbileştirilmesi, zihinsel hastalığın varlığı ve psikiyatrların birtakım bireylere zorla tanı koyup onları tedavi etme gücü. Antipsikiyatri, gözetime karşı çıkmakla kalmamıştır: Devlete de karşı çıkmasıyla, anarşiyi savunuyor olduğu söylenebilir. Çoğu devlet kurumunu ve özellikle akıl hastanelerini, insan ruhunu ve birçok gruptaki potansiyeli zedeleyen ve baskılayan bir unsur olarak görmüştür.

1960'lara kadar "antipsikiyatri" terimi duyulmamıştı. Bu genel terimin şemsiyesi altında birleşen çeşitli grupların birtakım farklı dalları vardı. lşe bakın ki, B t kendilerine en büyük eleştiriyi getirenler, belki de yine psikiyatrlardı.

Hareketin tarihçesi Hareketin üç ana kökü vardı. İlki Freud'dan esinlenen psikanalizci psikiyatrlar ile yeni biyolojik-fiziksel psikiyatrlar arasındaki savaşın sonucu olarak, 1950'lerin başında ortaya çıktı. Güç kaybetmekte olan ve dinamik, konuşmaya dayalı uzun süreli tedavileri savunan ilk grubun karşısındaki ikinci grup, bu yaklaşımı yalnızca masraflı ve işe yaramaz değil, üstüne üstlük kesinkes bilim dışı görmekteydi. Biyolojik psikolojik tedaviler cerrahi ve farmakolojikti ve bunlar başlarda önemli başarı kazandı. Eski gardiyan yeni gardiyana meydan okumuştu.

İkinci atak 1960'larda, farklı ülkelerde psikiyatrinin toplumsal normlardan sapanları kontrol etmekte kullanıldığı iddiasıyla seslerini yükselten David Cooper, R. D. Laing ve Thomas Szasz gibi isimlerle başladı. Cinsel, siyasal ya da ahlaki yönden sapkın ya da farklı görülenler psikiyatrik işlemlere ve kontrollere tabi tutuluyordu. Szasz'ın ünlü kitabı The Myth of Mental Ilness [Zihinsel Hastalık Miti] bu durumu çok iyi anlatmaktadır.

Tımarhanede aklı başında biri

En ünlü antipsikiyatri çalışmalarından biri 1970'1erin başlarında yapıldı. "Normal", zihinsel yönden sağlıklı sekiz araştırmacı, tanı alıp kendilerini Amerikan akıl hastanelerine yatırt- maya çalıştı. Bildirdikleri tek semptom sesler işitmeydi. Araştırmacılardan yedisi şizofreni tanısıyla hastaneye yatırıldı. Ancak hastaneye yatırılınca normal davranmaya başladılar; ne var ki, kibarca kendilerine bilgi verilmesini istediklerinde, reddedildiler. Daha sonra da, şizofreni tanısıyla yaftalanmanın, hastanede düşük statü ve güçsüzlük anlamına geldiğini bildirdiler.

Bir süre geçince, udurumu itiraf edip" semptomları olmadığını ve kendilerini iyi hissettiklerini açıkladılar. Yine de, taburcu edilmeleri, genel

olarak "remisyonda şizofreni" tanısıyla olmak koşuluyla, üç haftayı buldu. Demek ki, normal, sağlıklı insanlara da kolayca "anormal" tanısı konulabiliyordu. Peki, bunun tersi de olamaz mıydı? Aynı araştırmacılar, psikiyatri hastanesi personeline, şizofren taklidi yapan sahte ya da düzmece hastaların hastaneye yatmaya çalışabileceğini bildirdiler. Sonrasında, 19 gerçek hastanın, biri psikiyatr olmak üzere personelden birkaçı tarafından kuşkuyla karşılandığını öğrendiler.

Sonuç, akıl sağlığı yerinde olan bir kişinin olmayanlardan ayrılmasının imkansız olduğuydu. Bu ünlü çalışma, etik ve deney zemininde büyük eleştirilere maruz kaldıysa da, antipsikiyatrinin gelişimine büyük ivme kazandırdı.

1967

1980’lerden sonra

haç şirketlerine karşı geniş çaplı eleştiriler

Cooper, Psychiatry and

Anti-psychiatry

Akıl hastanelerinin yaygın biçimde kapatılması

Üçüncü güçse, psikiyatrinin düzenbaz gücünü ve insanları damgalama, etiketleme ve hastaneye tıkma konusundaki etkilerini gören Amerikalı ve Avrupalı , sosyologlar, özellikle de Erving Goffman ve Michel Foucault idi.

Bu hareketin en üst noktası 1960'larda, dönemin karşı-kültürel, meydan okuyucu ruhudur. Bu şekilde, biyolojik psikiyatrlara, devlet servislerine ve uygulamalarına meydan okuyan popüler filmler (Guguk Kuşu gibi) ve radikal dergiler ortaya çıkmıştır.

Antipsikiyatri hareketi sosyal eylem grupları arasında hep gevşek bir koalisyon oluşturdu ve bunlar şizofreni ve cinsel bozukluklar gibi belli birtakım sorunlar üzerinde odaklanmaya eğilimliydi. Farmasötik girişimler yerine özgünlük ve özgürleşmeden, yetki tanınmasından ve kişisel yönetimden söz ettiler. Çoğu da ilaç sanayine ve Viktorya dönemi akıl hastaneleri gibi yerleşik kurumlara saldırmaya başladı.

Temel kabUer Söz konusu hareket, bazı temel kabul ve kaygıları paylaşı-

yordu. Bunlardan ilki, kişinin biyolojik işlevleri ya da genetik yapısı kadar aileler,kurumlar ve devletin de bir hastalık nedeni olduğuydu. İkinci olarak, hareketisavunanlar, medikal hastalık ve tedavi modeline karşı çıkıyorlardı. italara göre,

farklı davranış kodlarıyla yaşayanlar yanlışlıkla ve tehlikeli bir şekilde, delüzyonluolarak etiketleniyordu. Üçüncü ola-

Yeni psikiyatri

rak, bazı dinsel ve etnik grupların,bazı bakımlardan anormal görü-lerek baskı altında tutulduklarına

Psikiyatrların çoğu özgül ilkeleri ya da kılavuzlarıbenimseyerek antipsikiyatrinin eleştirilerine yanıt vermeyeve böylelikle aşağıdaki ilkeleri yerleştirmeye çalıştı.

Öncelikle, tedavinin hedefinin yalnızca içgörü ya dakendini anlama düzeyini artırmak değil, daha iyi olmakolduğunu kabul et. İkincisi, tedavi kanıta dayalı olmalı veyalnızca kanıtlanmış tedaviler kullanılmalıdır. Üçüncüsü,hastaların dosyalarını görme, tanılarını bilme, hangitedavilerin mevcut olduğunu ve risklerini öğrenme haklarıolduğunu kabul et. Hastalar ve psikiyatrlar hangi tedavininya da terapinin ne yapabileceği ve ne yapamayacağıkonusunda gerçekçi beklentiler içinde olmalıdır. Psikiyatrikhastalığı olan herkes bakım, şefkat ve saygıyı hak eder.

inanıyorlardı. Bu insanlar hastalıklı olarak nitelendirilip tedaviye gereksinimleri olduğuna inandırılıyordu.

Hareket, tanı yaftalarının gücüyle çok yakından ilgilendi. Bu yaftaları sahte bir kesinlik ve değişmezlik izlenimi yaratmanın bir yolu olarak gördü. Tanı yaftaları ve elkitapları, insanlar çok sayıda ölçüte uygun oldukları (ya da hiçbirine uymadıkları) için ve uzmanlar arasında çok az görüş birliği olduğundan reddedildi.

yerine geçer.

Tedaviye salddar Hareket, itirazlarını çok özgül tedaviler, özelliklede, birincil olarak çocukluk çağı sorunları (DEHB, dikkat eksikliği ve hiperak-tivite bozukluğu) ve depresyonu tedavi etmek için tasarlanmış ilaçlar üzerindeyoğunlaştırdı. Bunları hedef almasının nedeni, maliyetleri ve yanetkileri olduğu kadar, hastalara bunlar hakkında gerçeklerin anlatıl- Nevroz daima
mamasıydı. Antipsikiyatri eylemcileri, ilaç şirketlerinin davranışlarını meşru bir ıstırabın

tüm yönleriyle mercek altına alıp, verileri çarpıttığını ve ilaçları içinaşırı bedeller talep ettiğini savundular. Bu sayede, sanayinin dikkatle

izlenmesi ve kanunlarla bağlanması sağlanmış oldu. Cari Jung, 1951

Diğer hedefler ise, elektro-konvülzif tedavi (ET) ve bir o kadar da beyin ameliyatı (prefrontal lobotomi) gibi çok özel girişimlerdi. Başarıları bir ölçüde kanıtlanmış olsa da, eleştirmenler bunların masum hastalara "zorla uygulandığını" ve muazzam kalıcı yan etkileri olduğunu öne sürdüler.

Psikiyatrların hastaları ayrıştırma ve zorla hastaneye tıkma konusunda ellerindeki güç de hareketin hedefi olmuştur. Çoğu eleştirmen, profesyonel psikiyatrları devletin bir kolu olarak, polisler, yargıçlar ve jürilerle bir tutmaktadır.

Antipsikiyatri savunucuları daha insani bir psikiyatri için çağrıda bulundular. Halen de psikiyatri diline ve biyolojik ve genetik açıklamalar peşindeki biyome- dikal, bilimsel psikiyatri yanılsamasına meydan okumaya devam etmektedirler. Bu çerçevede, örneğin depresyonun en büyük nedeninin, nörotransmitter işlev bozukluğu değil, yoksulluk olduğunu savunmaktadırlar.

Bu hareketler ilk çıktığında, ideoloji temelli, ağır şekilde politize ve indirge- mecilik karşıtıydılar. Psikiyatriyi içindeki şeytandan kurtarmaya ve rehabilite etmeye çalışıyorlardı. "Sisteme" karşıydılar. Birçok bakımdan da başarıya ulaştılar: Çoğu tedavi durduruldu; çoğu akıl hastanesi kapanıldı. Psikiyatrik yaftalar değiştirildi ve daha dikkatli kullanılır oldu.

Antipsikiyatri hareketi hasta temelli tüketici hareketine dönüştü. Artık, örgütlü psikiyatrinin tasfiyesine değil, hastaların hakları ve gücü konusuna odaklanılmaktadır.

'V-

06 Aklı Başında Görünüyor

"Psikopatların vicdanı yoktur ve kendilerinden başka kimseye karşı empati, suçluluk ya da bağlılık duymazlar."

Paul Babiak ve Robert Hare, 2006

İnce farklılıklar Psikopat ("psikopat kişilik" ve "sosyopat" bazen eşanlamlı kullanılır) tartışmalı bir kavramdır. Psikopatlık, bilincin yerinde olmaması ve kendinden başka kimseye karşı empati, suçluluk ya da bağlılık duymamak şeklinde bir kişilik bozukluğudur. Sosyopati ise psikiyatrik olmayan bir durum olup, antisosyal ve suçlu kişileri ve belirli bir alt kültürün normlarını takip edenleri tanımlar. "Antisosyal kişilik bozukluğu" her iki durumu da kapsayan geniş bir kategoridir.

Kimileri, bir kişiye psikopat tanısı koymanın ya da onu bu şekilde nitelen-dirmenin kuşkulu, çelişkili ve psikiyatrlar tarafından, tanı koymanın çok güçya da tehlikeli olduğu kişilere uygulanan genel geçer bir kategori olduğunainanmaktadır. Bununla birlikte, bu tanı H. Cleckley'in The Mask of Sanity

[Aklıselim Maskesi) adlı kitabı yayımlandığından ( 1941)beri ün kazanmıştır.

Benmerkezcilik ve yalmanlar Psikopat olmak kişi-nin yaşamının her alanını etkiler. Psikopatlar genel eğilimolarak düşüncesiz ve sorumsuz olup, bu kişilerin yaşamdakiamaçları da pek belli değildir. Otoriteyle sorun yaşamış-lardır ve davranışlarını pek de kontrol edemezler. Empatikuramazlar, yaptıklarından pişman olmazlar ve bunlarınsorumluluğunu da asla üstlenmezler.

döneni _

"Psikopatlar diğerlerinin duygularım ya da toplum kurallarım umursamaktan acizdir. Birileri bir şey kurmaya çalışırken, onlar yıkar." Oldham ve Morris, 1995

1990’lar İV-U

"Yalnızca kötü değil, deli ve kötü" fikri ilk kez ortaya atıldı.

Cleckley, The Mask ofSanity

Tanı kriterleri

  1. Psikopatlar diğerlerinin haklarını görmezden gelir ve ihlal ederler. Geçmişlerinde genellikle zor, suçlu ya da tehlikeli görülme öyküsü vardır.

  2. Yasalara saygılı davranıp sosyal normlara uygun davranmayı beceremezler (tutuklanmaya, hapse atılmaya ve ciddi olarak gözetimde tutulmaya yol açan davranışları tekrarlarlar). Bunların arasında yalancılık, hırsızlık ve dolandırıcılık sayılabilir.

  3. Tekrar tekrar yalan söylemek, takma adlar kullanmak, kişisel çıkarve zevkleri için başkalarını kandırmak gibi davranışların da ortaya koyduğu gibi, daima dalavere peşindedirler.

  4. Genel olarak dürtülerini izler, ileriye yönelik plan yapamazlar. Yalnızca o anda ve o an için yaşarlar.

  5. Tekrarlanan fiziksel kavgalar ya da saldırıların da ortaya koyduğu gibi huzursuzluk ve saldırganlık sergilerler. Asla sakin duramazlar.

  6. Başkalarının fiziksel ve psikolojik güvenliğini asla umursamazlar.

  7. Daima sorumsuzdurlar. İşle ilgili tutarlı bir tutum içine girmekte ya da parasal yükümlülükleri üstlenmekte başarısızlık, en belirgin özellikleridir.

  8. Pişmanlık duygusundan yoksundurlar. Birinin canını yakmak, kötü davranmak ya da malını çalmak konusunda kayıtsız davranırlar ya da bunu rasyonalize ederler. Hatalarından asla ders almazlar. Bu kişileri antisosyal olarak nitelemek çok hafif kalır.

ilişkileri yapay olduğundan ve kendilerinden başkasına bağlılık hissetmediklerinden, samimiyetsiz bulunurlar. Kim olduklarına dair pek az fikirleri vardır ve bir değer sistemleri ya da uzun erimli hedefleri yoktur. Çoğu sabırsızdır. Her şey şimdi, burada ve müthiş olsun isterler. Denge ve rutinden çekinirler. Bunun ötesinde, sosyal ve fiziksel kaygıları yokmuş gibi görünür.

Yüzeysellik Psikopatlık hemen her zaman yasalarla ve otorite figürleriyle başının derde girmesi anlamına gelir. Bu kişilerin başını belaya sokan kendi düşüncesizlikleridir. Geleceği planlamaz ve işledikleri suçun kurbanlarını ya da kendileri açısından sonuçlarını pek az düşünürler. Suçları sıklıkla adi, hilekârlığa dayalı hırsızlıklar, en sık da dolandırıcılık, evrak sahteciliği ve borçların ödenmemesidir.

İlk tanı ölçütleri/listesi geliştirildi.

McCord, The Psychopath: An Essay on the Criminal Mind

Babiak ve Hare, Snakes in Suits: When the Psychopath Goes To Work

Yakalandıklarında ilk tepki olarak ortaklarını, ailelerini ya da alacaklılarını ortada bırakıp kaçmaya kalkışırlar. Bundan ötürü vicdan azabı da duymazlar. Bundan sonra sıra, ebeveynlerine ve sevdikleri insanlara bile tüm inandırıcılıklarıyla yeminler ederek yalan söylemeye gelir. Toplumsal kurallar ve düzenlemeler sanki onlar için değilmiş gibi davranırlar. Otoritelere ve ku- rumlara, ailelere ve geleneklere saygıları yoktur.

Psikopatlar dürtülerinin esiridir. Nevrotikler aşırı kontrollü olma eğilimin- deyken, psikopatlar yeterli kontrol sağlayamazlar. İstedikleri bir şeyin hemen tümüyle yerine getirilmesini istemek gibi çocukça tavırlar sergilerler. Genellikle alkol, madde, kumar ve sekse ilişkin macera peşinde koşarlar.

Empati kuram Psikopatlar kaçınılmaz olarak sorunlu ilişkiler yaşarlar. Birtakım nedenlerden, sevme ya da derin dostluklar kurma becerileri yok gibidir. Empati, değerbilirlik ve özveri gibi duyguları neredeyse hiç yoktur. Bencildirler, kendilerini asla feda etmezler. En önemlisi de, başkalarının duygularını anlamazlar. Başkalarından gördükleri yardım ve şefkatduygularına hiç değer vermezler. Diğerleri, onlar yüzünden ne kadar rahatsızlık, düş kırıklığı ve acı çekerse çeksin, birer kazanç ve haz kaynağıdır. Başkalarının ihtiyaçları çok önemsizdir.

Kendini beğenmişlik ve empati yoksunluğu, psikopatların başkalarının nasıl davranacağını ve hangi davranışları karşılığında cezalandırılacaklarını tahmin edemedikleri anlamına gelir. Psikopatlar özünde tamamen ahlak dışıdır. Eylemlerinin sorumluluğunu asla üstlenmedikleri için kabahatlilik, suçluluk, utanma ya da pişmanlık duymazlar. Başkalarının yararını gözettiklerine dair ağızlarından basmakalıp sözler ve bahaneler eksik olmaz. Aslında, inandırıcı bir yetkinlik ve olgunluk maskesi takarlar. llgili, zarif, olgun ve güvenilir görünseler de, bu görünümü sürdürmekte zorlanırlar. Bu görünümleri ancak işi alana, hatta evlenene kadar sürer; devamını getiremezler.

Çan psikopatlar llk soru, neden belirli işlere ilgi duydukları ve neden o işlerde tercih edildikleridir. Görünüşe göre girişime dayalı, yeni kurulan ya

"Psikopatlar genelde birbirleriyle iyi geçinemezler. Benmerkezci, bencil, talepkar, duygusuz bir kişinin yamnda isteyeceği en son kişi, kendisi gibi biridir." Robert Hare, 1999

da yönetici kademelerini değiştirmek gibi radikal değişimler geçirmekte olan işlere ilgi duyarlar. En iyi performanslarını işler kaotik durumdayken sergilerler.

Çalışan psikopatlara genelde "normal" ya da endüstriyel, hatta "başarılı" psikopatlar denir; çünkü işte görece normal ve başarılı görünürler. Başarılı olmalarının nedenleri çeşidiyse de, esasen onları başarıya götüren stratejileri benimseme eğilimindedirler. Güçlü, yararlı ve etkili kişilerle birebir ilişkilerinden oluşan bir ağ kurarlar. Çeşitli insanlardan nasıl yararlanacaklarını, onları nasıl sömüreceklerini ve sonra da verdikleri sözleri hesaba katmaksızın, nasıl kullanacaklarını araştırırlar.

Herkese farklı şeyler söylediklerinden ve tutarlı bir görünüm ve ses tonunu sürdürmeyi başaramadıklarından, grup/kurul toplantılarından kaçınırlar. Çalışma arkadaşları, iş arkadaşları ve raporlar, işleri bitince bir tarafa atılır. Kendileri hakkındaki bilginin paylaşılmasını önlemek için kişileri birbirine düşürmekte başarılıdırlar. Tüm iftiracılar, şiddete ya da tehdide pek gerek kalmadan, daha ziyade dürüstlükleri, bağlılıkları ve meziyetleri konusunda kuşku uyandırılarak "etkisiz" hale getirilir. Psikopatlar değişim geçirmekte olan ve izleme sistemleri zayıf kuruluşlara girmeye çalışırlar; bu durumda, kendilerini tehdit edecek ya da karşılarına çıkacak kimse pek bulunmaz.

Tedavi Ne tür bir tedavi önerileceği ve bunların merhamet, planlama ve dürüstlük öğretmekte yararlı olup olmayacağı konusunda uzmanlar bölünmüş durumdadır. Kimi tedavi etmekten değil, yönetmekten bahseder. Kimi BDT'nin (bilişsel davranış terapisi) yararlı olduğunu savunurken, kimi en tehlikelilerinin güvenli hastanelerde tutulmasından yanadır.

Psikopatlara karşı dikkatli olunmasından, sorunların belgelenmesinden ve psikopatların pek çok oyuna başvurabileceğinden söz eden çeşitli kitaplar vardır. Çekici, zeki ve iyi eğitimliyseler, daha da tehlikeli oldukları aşik§rdır. Macera filmi yönetmenlerinin senaryolarında bu zihinsel bozukluğu diğerlerinden daha fazla tercih etmesine şaşırmamak gerek.



07 Stres

Stres sözcüğü, Latince gerilmek anlamındaki stringere'den gelir. Çeşitli tanımlan vardır: Kimine göre stres öznel olarak tanımlanabilir ve böyle de tanımlanmalıdır (kendimi nasıl hissettiğim konusunda söylediğim şey); kimileriyse nesnel bir tanım gerektiğini düşünür (belki de tükürük, kan ya da nabız gibi fiziksel ölçümler). Araştırmacılardan bazıları genel bir tanımın uygun olduğuna inanırken (stres denen tek bir genel şey vardır); diğerleri stresin birden çok boyutu olduğunu vurgular (çok sayıda farklı özellikten meydana gelir).

Tarihsel eğilimler

On sekizinci yüzyıla kadar "stres" günlük dilde katılık, güçlük ya da elem (stresin özgül tipleri) anlamına geliyordu. Sonraları fizikçiler tarafından bir nesne üzerinde uygulanan kuvveti tanımlamak için kullanıldı. Bunun sonucu cismin hacmi, biçimi ve ölçülerinde ortaya çıkan değişiklikler de "zorlanma" olarak tanımlandı. Yani stresler ve zorlanmalar.

On dokuzuncu yüzyılda, sabit bir içsel durum arayışı ve bunun sağlanması, "özgür ve bağımsız bir yaşam"ın özü sayıldı. Dengeye yönelik bu motivasyona, Yunanca benzer an

lamındaki homoios ve durum anlamına gelen stasis sözcüklerinden "homeostaz" denildi. Stres homeostaza karşı bir tehdit (yani "kayığı sallamak") olarak görüldü.

1950'1erin ortalarına gelindiğinde, araştırmacılar "işlev ya da hasar nedenli, özgül olmayan tüm değişikliklerin toplamı" şeklindeki yanıt temelli stres tanımı konusunda anlaşmış görünüyorlardı. Daha sonra, tanım daha kapsayıcı şekilde, "bedenin, kendi üzerindeki her türlü talebe karşı özgül olmayan yanıtı" şeklinde ifade edildi.


1964

Han Selye'nin ilk stres tanımı

Tip A, stres ve kalp hastalığı

Stresi, buna neden olan dış uyarı etmenleriyle mi, yoksa kişinin buna verdiği yanıtla mı tanımlamak gerekir? Yani kişi stresli bir şey yaşamıyorsa, buna gerçekten stres etmeni denebilir mi?

Talepler ve kontrol Stresi tanımlamaya ve anlamaya çalışan çeşitli modeller ya da kuramlar vardır. Bunlardan en basiti, kişinin belli bir şekilde davranması yönünde üzerine binen çeşitli psikolojik ve fiziksel talepleri ve bunları gerçekleştirmedeki kontrol ya da karar boyutunu dikkate alan talep-kontrol kuramıdır. Talebin yüksek, kontrolün düşük olduğu durumlar en kötüsüdür. Talep-kontrol modeli meydan okuma-destek olarak da tanımlanabilir.

Üç bileşen Öncelikle, stres, bireyin kişisel düzeninin, özellikle de kişiliğinin, yeteneğinin ve özgeçmişinin bir fonksiyonu olabilir. İkinci olarak, tamamen olmasa da, genellikle iş çevresi şeklinde algılanan çevreyle ilgili özellikler (iş, aile, örgüt) gelir. Üçüncü sırada, kişinin ve çevresinin stresi, zorlanmaları ve baskıları nasıl algıladığı, nasıl tanımladığı, ama en önemlisi, bunlarla nasıl baş etmeye çalıştığı yer alır.

Birey Birinci sırada tedirgin endişeliler (kimi zaman nevrotik olarak adlandırılırlar) vardır. "Olumsuz duygulu", yani, kaygı, huzursuzluk, nevrotiklik ve kendini küçük görme karışımı hisleri olan insanlar, daha az üretken, işinden memnuniyetsiz ve işe gitmemeye daha yatkın olma eğilimindedir.

İşyerinde meydan okuma ve destek

Çok destek, az meydan okuma Bu durumdaki insanlar teknik ve sosyal destek açısından daha şanslı konumdadırlar, ama kendilerine yeterli düzeyde meydan okunmadığından, performansları düşük olabilir. Sıkıntı ve tekdüzelik yüzünden strese giriyor olabilirler.

Çok destek, çok meydan okuma Bu bileşim genellikle, üstleri, ortakları ve müşterileri tarafından "daha usta olmaları" şeklinde kendilerine meydan okunan, öte yandan başarılı olmaları için gerekli destek de sağlanmış çoğu insanın durumuna uyar.

Az. destek, çok meydan okuma Bu talihsiz ve pek yaygın durumsa, herhangi bir yöneticideki stresin başlıca nedenidir. Çünkü bu kişi daima çok sıkı çalışmaya zorlanıp, çok düşük düzeyde duygusal, bilgisel (geribildirim) ve fiziksel (ekipman) destek alır.

Az destek, az meydan okuma Bazı bürokratik işlerde çalışan kişiler, sessiz ve stressiz bir yaşam sürerler çünkü ne meydan okumayla karşılaşır ne de desteklenirler. Bu da, genelde, ne kendilerinin ne de çalıştıkları işin yararına bir durumdur.

Tükenmişlik kavramı ilk kez dillendirildi.

Travma sonrası stres bozukluğu geniş çaplı araştırıldı.

lşyeri stresi terimi mahkemelerdeki davalarda geniş yer buldu

"stres net fiziksel semptomları olmayan abes bir kavrama

!kinci sırada kaderciler vardır. Yaşadıkları şeylerin kendi davranışlarıve/veya yetenekleri, kişilikleri ve çabalarının sonucu olduğuna inanan-lar, yaşamlarındaki olayların şans, kısmet, kader, Tanrı, kendilerindengüçlü başkaları ya da kontrol edemedikleri güçlere bağlı olduğunu dü-şünenlere göre daha stressizdirler.

dönüşmüştür."
R. Briner, 2001

Üçüncü olarak, rekabetçi dürtüler ve zamanında hareket etmek konu-sunda aşırı duyarlı rekabetçi ve çılgın tipler vardır. Bu kişilerde yoğun

ve sürekli bir başarma arzusu, rekabet hırsı, sürekli takdir görme isteği, zamansınırı olan etkinliklere atılma, zihinsel ve fiziksel işlevleri hızlandırma eğilimi,sürekli tetikte olma hali görülür.

İş (örgüt) ya sosyal çevre Bazı işler diğerlerinden daha streslidir. İşin karar almaya, makinelerin ya da ayrıntıların sürekli izlenmesine, başkalarıyla sürekli bilgi alışverişinde bulunmaya, yapısı belli görevlerden ziyade belirsiz işlerle uğraşmaya ne kadar bağlı olduğu ve nahoş fiziksel koşulların derecesi, strese neden olma derecesini de belirler.

Kimi insanlar rollerle oynamak, yani bir rol ya da bir etkinlik türünden diğerine (patrondan arkadaşa, öğretmenden sevgiliye, kanun adamından günah çıkartan papaza) hızla geçmek zorunda kalır. Kişiler sorumluluklarının sınırlarından, kendilerinden ne beklendiğinden ve zamanlarını çeşitli görevler arasında nasıl paylaştıracaklarından emin olmadıklarında, rol muğlaklaşabilir.

Aşırı ya da yetersiz yük stresi ise, işin çok az ya da çok fazla olmasından kaynaklanır. Çoğu kişi astlarının sorumluluğunu taşır (ya da taşımalıdır): Onları motive etmek, ödüllendirmek ve cezalandırmak, onlarla iletişim kurmak, onları dinlemek vb. zorundadır. Sosyal olarak yalıtılmak ya da göz ardı ediliyor olmak da başka bir stres kaynağıdır. Bir yönetici, desteğin az olduğu ya da hiç destek bulamadığı zamanlarla karşılaştırdığında, zor zamanlarda dostlara ve destekçilere sahipken, stres yaratan olayların daha az tehdit edici ve kontrolünün de daha kolay olduğunu görür. Kararlara katılmamak, bir tür çaresizliğe ve yabancılaşmaya neden olur.

Baş etmek Sn baş etme (sorunu çözmeyi ya da stres kaynağını

değiştirmek için bir şeyler yapmayı hedefleyen) ve duygu odaklı baş etme (belli bir koşula bağlı ya da onunla tetiklenen duygusal stresi azaltmayı ya da yönetmeyi amaçlayan) arasında ayrım yapılmıştır. Duygu odaklı yanıtlara inkar dahil

olabilir; bunun yanı sıra, olayların olumlu bir bakışla yeniden yorumlanması, hatta sosyal destek aranması da sayılabilir. Aynı şekilde, sorun odaklı baş etme de planlama, doğrudan harekete geçme, yardım alma, belli etkinlikleri tarama ve bazen de uzunca bir süre o etkinliği bırakma gibi birçok farklı eylemi kapsar.

İyimserlik: strese karşı tampon İyimser kişi yaşama umutla bakar, çok çeşitli durumları olumlu tarafından yorumlar ve iyi şeyler olacağını, iyi sonuçlar elde edeceğini düşünme eğilimindedir. Karamsar kişi ise, çoğu durumu olumsuz yorumlar, olumsuz şeyler olacağını, olumsuz sonuçlarla karşılaşacağını düşünür. İyimserler sorun odaklı baş etmeye, yani stres kaynaklarını alt etmek için özel planlar yapıp bunları harekete geçirmeye yoğunlaşırlar. Ayrıca, dostlarının ve başka kişilerin öneri ve yardımları şeklinde sosyal destek ararlar ve mevcut sorunlar çözülene ve stres azalana kadar diğer etkinliklerden çekilirler.

Sertlik: stresi meydan okma olarak göne Sert kişiler diğerlerinden üç yönden ayrılır. Yüksek düzeyde bağlılık (işlerine ve diğer yaşam etkinliklerine daha sıkı bağlıdırlar); kontrol (yaşamlarındaki önemli olayları ve alacakları sonuçları etkileyebileceklerine gerçekten inanırlar) ve meydan okuma (değişimi bir meydan okuma ve güvenliklerine karşı bir tehditten ziyade ilerleme fırsatı olarak algılarlar) sergilerler.

Stresin sonuçlan Dış görünüşün dikkat çekici düzeyde kötüleşmesi; kronik yorgunluk ve bitkinlik; sık sık enfeksiyona, özellikle solunum yolları enfeksiyonuna yakalanma, baş ağrısı, sırt ağrısı, mide ve deri sorunları gibi sağlık şikayetleri; depresyon bulguları; kilo ve yeme alışkanlıklarında değişimler.

Duygusal semptomlar can sıkıntısı ve kayıtsızlık; çaresizlik; sinizm ve öfkeli- lik; üzüntülü görünüm, üzgün ifadeler, çökmüş duruş; sinirli, gergin, ağlamaklı ifadelerdir.

Davranışsal semptomlarsa, devamsızlık; kazalar; alkol ve kafein tüketiminde artış; sigara kullanımında artış; egzersiz yapma takıntısı; usdışı ve kolay öfkelenir olma; üretkenlikte azalma; bir işe yoğunlaşamama ya da onu bitirememe halidir.

08 Görsel Yanılsamalar

Sanatçılar görsel ve optik yanılsamalara her daim ilgi duymuştur. Eseher gibi bazı sanatçılar kafa kanştıncı ve gerçek olması imkansız figürleriyle tanınır. Sadece "op art" değil, neredeyse tüm sanat ekolleri, gerek "sabit" gerek hareketli sanat olsun, görsel ve optik yanılsamalan keşfe koyulmuştur.

Biçim ve kalıpla ilgili yanılsamaların yanı sıra, parlaklık ve renkle ilgili yanılsamalar da vardır. Fiziksel nedenleriyle insanı "şaşırtan" fizyolojik yanılsamalar varsa da, çoğu bilişsel yanılsamalardır. Birçoğu, Necker küpü ya da Poggendorf yanılsaması gibi, onları keşfedenlerin adıyla anılır.

Tüm yanılsamaların şu dört gruptan birine ait olduğu düşünülmektedir: belirsizlikler, bükülmeler, paradokslar ve bölüntüler. Görsel bilimciler ve bilişsel psikologlar algı sürecine ilişkin çok önemli ipuçları sunan yanılsamalara özel ilgi göstermişlerdir.

Mekanizzmalar Algı, duyu organlarımızın bize ilettiği bilgiyi fark etme sürecimizdir. Hızlı, otomatik, öte yandan bilinçli olmayan bir süreçtir bu. Düşünmeye dayalı bir süreç değildir ve görsel algı sürecine ilişkin farkındalığımız, genellikle ancak süreç tamamlandıktan sonra oluşur: Biz tamamlanmış ürünü elde ederiz, sürecin ayrıntılarını değil.

Peki, süreç nasıl işler? Enformasyon duyularımızla alınınca ve biz orada ne olduğunu algılamaya başlayınca neler olmaktadır gerçekten? Bunu anlamak epey zordur; psikologların süreci açıklamak için buldukları en başarılı yollardan biri de görsel yanılsamaların anlamlarını incelemektir.

Descartes büyüklük Newton gökkuşağı

değişmezliği hakkında yazdı. yanılsamasını açıkladı.

Şekil ve zemin Gördüğümüz, baktığımız nesne (şekil) ve (art) zemin ola-
rak ikiye ayrılır. Bir şeyin şekil ya da zemin olarak sınıflandırılması, nesneninkendine has özelliği değil, gözlemciye bağlı bir durumdur. Kimi zaman nesne-nin hangisi, zeminin hangisi olduğu hakkında kuşkulu ipuçları alsak da, bunlarıdaima birbirlerinden ayırabiliriz. Şekil 1'deki nesneye bakın, vazo mu yoksa ikisurat mı? Şekil ve zemin, iki farklı resim ortaya çıkaracak şekilde birbiri yerinegeçebilir. Şekil 2'deki saksafoncuyla kadın yüzünü görebiliyor musunuz? Öncehangisini ve neden ilk onu gördünüz?

Surlar Biçim algısının en önemli yönlerinden biri, sınırların varlığıdır.Görsel alan parlaklık, renk ya da dokuda keskin ve belirgin bir değişim sağ-lıyorsa, bunu bir kontur olarak algılarız. Şekil 3 ve 4, farazi konturları (varolmayan hatlar) nasıl "gördüğümüzü" göstermektedir. Her iki resmin ortasın-daki üçgenler resmin kalanından daha aydınlıktır. Bu, şekilleri tamamlama veboşlukları doldurmaya eğilim gösterdiğimizi söyleyen gestalt "kapama" ilkesineuygun bir durumdur.

Gestalt ökeleri Psikologlar, doğal olarak, dünyamızı nasıl gördüğümüzkonusuna tüm yönleriyle ilgi duymuştur: rengi, hareket ve derinliği nasılgörürüz, nesneleri ve insanları nasıl tanırız ve aslında, bilinçdışı algılama hak-kındaki tüm tartışma. En soyut düzeyde, üç sürecin varlığından söz edilebilir:ışık dalgalarının kornea ve iris tarafından algılanması; fiziksel enerjinin (ışık)beyne gönderilecek nörokimyasal mesajlar halinde şifrelenmesi, yani çeviri; so-nunda da, bunların şifrelerinin çözülmesi ya da çevrilmesi.

Ayrı ayrı aldığımız enformasyon parçacıklarını "bir araya getirip", tam resminasıl oluşturduğumuz önemli bir araştırma konusudur. Birinci ve İkinci Dünyasavaşları arasında, gestalt psikologları algısal örgütleme denen konuyu ince-lediler. Bu psikologlar, örüntüleri soyut şekiller halinde nasıl gördüğümüzüaçıklamaya çalışan birtakım "yasalar", yakınlık ve iyi devamlılık yasalarıbelirlediler. Bunlar bir arada, gruplama yasaları olarak kabul edildi ve nasılgördüğümüze dair doğru tanımlar olarak kaldı.

Gestaltçiler, gördüğümüzün kesinliği konusuyla da özel olarak ilgilendiler. On
dokuzuncu yüzyılın sonlarında bir grup Alman psikolog, gestalt psikolojisini

Şekil 1

Şekil 2

Şekil 3

Şekil 4

Helmholtz "akıllı göz" hakkında yazdı.

Müller-Lyer yanılsaması yayımlandı.

Gregory ve Gombrich, 11/usions in Nature and Art


Şekil 5

Şekil 6

OOOOOO


OOOOOO

OO

OO

OO

••••••


OOOOOO

OO

OO

OO

OOOOOO


OOOOOO

OO

OO

OO

••••••


OOOOOO

OO

OO

OO

OOOOOO


OOOOOO

OO

OO

OO

••••••


OOOOOO

OO

OO

OO

"Bir çizginin algılanan uzunluğu, etrafındaki diğer çizgilerin biçimi ve konumuna bağlıdır." A. Reber, 1985

-nasıl algıladığımızı açıklayan pragnanz ("iyi şekil" demek) yasa-larına dayalı bir biçim algısı kuramı- geliştirdiler. Benzerlik (Şekil

5) bir şeklin benzer parçalarının daha fazla birbirlerine ait olarakalgılanması eğilimidir. Bu biçim, renk, büyüklük ya da parlaklık ilişkilerine

bağlı olabilir. Yakınlık (Şekil 6) ilkesi ise, birbirine yakın yüzeyler ya da sınır-ların uzaktakilere göre, aynı cismin parçası olarak algılanma olasılığının dahafazla olmasıyla ilgilidir. Diğer ilkeler ise, devamlılık, ortak kader ve simetridir.

Ponzo yanılsaması ve Müller-Lyer yanılsamaları Bu yanılsamaların, üç boyutlu nesnelere ait önceki bilgilerin yanlışlıkla bu iki boyutlu örüntülere uygulandığı farz edilerek açıklanabileceği ileri sürülmüştür.

Ponzo yanılsamasında (Şekil 7), alttaki çizginin çok daha kısa görünmesine karşın, iki yatay çizgi tamamen aynı uzunluktadır. Bunun nedeni, tren yolunun birbirine yaklaşan çizgilerinin yarattığı doğrusal perspektifin üstteki çizgiyi daha uzakta gibi düşündürmesidir. Aynı retina boyutunda olup daha uzaktaysa, demek ki daha büyük olmalıdır; yani, algı sistemimiz yanlışlıkla, uzaklığı hesaba katmaktadır.

Müller-Lyer yanılsamasının da (Şekil 8) benzer bir açıklaması vardır. Soldaki çizgi binanın köşelerini dıştan, sağdaki ise içten gösteriyor gibidir. lç köşeler, bir anlamda dış köşelere göre uzaklaşmaktadır; dolayısıyla, sağdaki çizgi uzaklaşıyor gibi görünür ve yine Ponzo yanılsamasındaki mantıkla, aynı retina boyutunda olduğundan daha uzunmuş gibi algılanır. Bu yanılsamalar, algının

t

uyarıdan başka etmenler taamdan (bu durumda, algılanan uzaklık ve öncekideneyim) etkilendiğini ortaya koyar.

Değişmezler Nesneler, farklı ışıklar altında yakına ya da uzağa doğru ha-reket ettiğinde ya da kendi etrafında döndüğünde, bunları olduklarından farklıya da değişen nesneler ya da değişen ama yine de aynı kalan nesneler olarakgörme eğilimindeyizdir. Biçim, boyut, renk, parlaklık gibi, görsel yanılsamalarıaçıklamaya yardımcı farklı değişmez süreci tipleri vardtr.

Bu kitabı alıp tam karşınızda tutun. Bu bir dikdörtgendir. Şimdi sırasıyla dikeyve yatay yönlerde hafifçe oynatın. Artık şekli aynı olmasa da kitabın aynı kitapolduğunu görmektesiniz. Bu, biçim değişmezidir. Aynı şekilde, bizden uzaklaşanbir fil de, retinadaki görüntüsü küçülüyor gibi olsa da aslında küçülmeyecektir.

Kültk ve şekli şemali farklı dünya Tek bir düz çizgi bulunmayanbir ortamda yetiştiğinizi hayal edin: Ne dört köşe evler, dümdüz giden yollar,upuzun direkler ne de o bildik dikdörtgen masalar var. Evleriniz de tarlalarınızda yusyuvarlak olsun. Yollarınız kıvrıla kıvrıla gitsin. Acaba yine de görselyanılsamalar sizi şaşırtır mıydı? Asla düz bir kara ya da tren yolu görmemişolsaydınız, Ponzo yanılsaması; odanızda ya da evinizde hiç köşe olmasaydı,

Müller-Lyer yanılsaması yaşar mıydınız?

Öğrenme ve deneyimin, yanılsamaları yorumlama biçimlerimizi nasıletkilediğine ilişkin görüşleri sınamak için kırsal Afrika ve Aborijingruplarının incelendiği çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çalışmalardanbirinde, Ames penceresi denen ve kendi etrafında dönen ikizkenaryamuk bir şekle tek gözle bakan kentli ve kırsal kesimden Afrika-lılar karşılaştırılmıştır. Tahmin edildiği gibi, kırsal grup bunu 180derece kadar salınıyor olarak görmüştür. Bir diğer çalışmada, Güney

Afrika'dan Zulular'da ise, olasılıkla geniş ve açık alanlara daha alışık olduklarından, Güney Afrikalı beyazlara göre daha fazla Ponzo yanılsaması deneyimi görülmüştür. Dolayısıyla, kişisel ve kültürel deneyimler bizi görsel yanılsamalara daha yatkın ya da daha kapalı kılabilir.

"Biçim algısı tamamen deneyim meselesidir." John Ruskin, 1890

>> fikrin özü

Gözlerimiz neden bizi kandırır "?

09 Psikofizik

Psikofizik (zihnin fiziği), bir uyaranın fiziksel özellikleriyle yarattığı duyu arasındaki ilişkiyi inceleyen sistematik çalışmadır. Bu tanım işlevseldir yani süreç odaklıdır, çünkü duyu sistemlerinin yapısından (fizyoloji) ziyade işleyiş süreçleri ile ilgilenir.

uyu fiziği Psikofizik bizlere "Bir uyaranla başlayıp, 'parlak kırmızı' ya da 'yüksek ses' gibi kararlar vermemize yol açanolaylar zinciri nedir?" gibi basit bir soru sorabilir. Bu olaylar dizisinin ayrıntıları, elbette her bir duyu için farklıdır; ancak, daima üç temel adımdan söz edilebilir: duyu almacına (reseptör) giden bir uyaran; bu uyaranm yol açtığı sinirsel olaylar zinciri - elektrik sinyaline, sonra da sinirsel impulsa dönüşmesi; mesaja karşı fizyolojik yanıt (duyum}.

Eşikler İlk psikologlar, algı olgusunu incelemek için insanların duyu al-gılarını ölçecek güvenilir yollar bulmak zorundaydılar. Psikofiziğin merkezikavramlarından biri eşiktir. Bu, bir uyaranın yanıt oluşturmak için ne kadar

yoğun olması gerektiğini gösterir. Mutlak eşik, yanıt almak için gerekli en

düşük enerji düzeyini belirtir. Dolayısıyla, kişi, bu eşiğe göre, en hafif sesi yada en zayıf ışığı başkalarından önce fark edebilir. Fark eşiği, kişinin uyaranın

"Bir duyu algılamasının büyüklüğü, ona yol açan uyaranın şiddetiyle logaritmik orantılıdır." Fechner yasası, 1860

değiştiğini sezebileceği en küçük değişikliktir.

Ancak ayırt edilebilir fark (just-noticeable
difference, jnd) Fark eşiği ya da jnd benzer iki uyaranarasında ayırt edilebilen en küçük farklılık olarak tanımlanır.Bu, yanıtın büyüklüğüne olduğu kadar şiddetine de bağlıdır.Gustav Fechner, 1850'lerde insanın parlaklığa karşı yanıtınıölçmek için yaptığı ünlü deneyinde jnd'yi kişilerde duyu algı-sını ölçmek üzere ilk kullanan bilim insanı olmuştur. Her denekparlaklıkları ayarlanabilen iki ışıklı diske bakıyordu. Bunlardan

dönem

1834

Weber yasası

1860

Fechner yasası

birinin parlaklığı, denek farkı sezene kadar artırılıyor ve bunun değeri 1 kabul

ediliyordu. Ardından diskler ilk konuma getirilip tekrar 1 jnd sezilebilene kadar parlaklık artırılıyordu. Bu işlem, kişinin parlaklık uyaranını

algılama aralığı saptanana dek tekrar ediliyordu. Psikofizik yasası:

fiziksel uyaran ve duyu süreci arasındaki ilişkiye dair herhangi bir formülasyon." J. Drever, 1966

Psikofiziğin temel yasalarından biri Fechner'in adıyla anılır: Duyum,uyaran şiddetinin logaritmik fonksiyonu olarak artar. Yani, belli birduyumun bildirilen kuvveti, duyuya yol açan uyaranın şiddetindençok daha yav artar. Dolayısıyla, bir ışığın diğerinden iki kat parlakolduğunu söyleyen kişi açısından, karşılaştırılan ışığa göre fark, as-lında iki kattan daha fazla olmalıdır.

Emst Heinrich Weber de bir başka ünlü psikofizik yasasına adını

vermiştir. Weber, fark eşiğinin, bir uyaranın şiddetinin diğerinin şiddetine oranıyla ilişkili olduğunu keşfetmiştir. Dolayısıyla, bir kişiye 50 desibellik bir ses dinlettiğinizi düşünün; ancak 55 desibellik bir sesi duyabilsin, ama 54 desibeli duyamasın: Ses 70 desibelse, aradaki farkı duyabilmesi için 77 desibele çıkmanız gerekecektir; 30 desibelse, 33; 100 ise 110 desibel gerekecektir. Her durumda, oran 1:10 sabitidir. 1940'larda yapılan çalışmalarda, bu gibi sayılar belirlenebilmiştir: parlaklık için %1,2 fark, tattaki tuzluluk için %20.

Yöntemler llk psikofizikçiler ve bu alanda çalışmalarını sürdüren günümüz psikofizikçileri, konularını incelemek için yeterince denenmiş, güvenilir yöntemler geliştirmişlerdir. Bunlardan biri ayarlama yöntemidir {ya da ortalama hata). Buna göre insanlar bir sesi, ışığı ya da kokuyu, kendi açılarından, daha önce karşılıkları şeyle özdeşleştirerek ayarlarlar. Limitler yönteminde ise, bir kişiye ikinci bir uyaranın şiddeti açısından daha önceden görülmüş bir uyarandan daha fazla mı, daha az mı ya da ona eşit mi olduğu sorulur. Sabit uyaran yönteminde, insanlardan farklı bir dizi çalışmada yer alan bir uyaranı tanımaları istenir.

Ölçeklenme Ölçmek psikofiziğin hassas dünyasında çok büyük önem taşıdığından, ölçüm için iyi ölçeklere sahip olmak şarttır. Tüm ölçeklerin dört ana özelliği bulunur: llk olarak, farklılığı {erkek ya da kadın, sıcak ya da soğuk);

18701er 1901 1960

Psikofizik bilimsel araştırmanın başlangıcını müjdeliyor.

Stevens yasası

Sinyal saptama kuramı geliştirildi.

"Göz görmem dese olmaz Kulağımızdaki sesler istesek susmaz Bedenimiz hisseder hissedileceği Biz istesek de istemesek de."

W. Wordsworth, 1847

ikinci olarak büyüklüğü (Büyük Danualar, Jack Russell teriyerlerden iridir); üçüncüsü, eşit aralıkları (kefeler arasındaki fark eşittir, yani 5 ile 8 kilogram arasındaki fark, 22 ile 25 kilogram arasındaki fark kadardır) ortaya koyarlar. Son özellikse, ölçülen şeyin o noktada mevcut olmadığını gösteren gerçek bir sıfır noktası bulunmasıdır.

Psikologlara göre dört ayrı ölçek vardır: farkı gösteren isimsel (nominal); farkı ve büyüklüğü gösteren sırasal (ordinal); farkı, büyüklüğü ve eşit aralıkları gösteren aralık.sal (interval) ve diğer üç bileşenle birlikte OTûrual (ratio). Bu durumda sınav notlarında, aralıksal gibi görünmekle birlikte sırasal; ısıyı, ağırlığı ve gözlemleri ölçtüğümüzde oransal ölçekler kullanırız.

Sinyal saptama kurU Sinyal saptama kuramı (signal detection theory, SDT) psikologlar belirsizlik ortamında nasıl karar verdiğimizi ölçmek istediklerinde işe yarar. İnsanlar, bir uyaranı hissetseler de hissetmeseler de, hem duyu organlarının hem de uyaran kadar motivasyonlarının da isabetli olması beklentilerine bağlı olarak, karar vermek zorundadırlar.

SDT günümüz araştırmalarında yaygın olarak kullanılmakta olup, belki de,

Olaysinyal parazit

Yanıt

"evet"

isabet

yanlış alarm

"hayır"

kaçırma

doğru red

psikofiziğin son dönemdeki en büyük mirasıdır.Saptanmasında iki insani etmen büyük rol oynadı-ğından, eşik sabit bir değer değildir. Bunlardan biriduyarlılıktır: Öznenin uyaranı ne kadar iyi görebildiğiya da işitebildiğidir. Diğeri ise yanıt yanlılığıdır: Eminolmadıklarında, bir uyarana "evet" demeye ne kadarhazır olduklarıdır. SDT, karar verenin pasif bir bilgialıcısı olmadığını; aksine, belirsizlik ortamında, aktifşekilde, daha sistemli bir sinyal saptama aracılığıylaalgıya dayalı zor yargılara vardığını kabul eder.

Bunun için, deneyi gerçekleştirenler deney sırasında

uyaranın değiştirilmediği (parazit) ve yanıtın kontrol

edildiği "tuzak sorular" koyarlar (tabloya bakınız). Sinyal saptama terminolojisi bir uyarana "evet" yanıtı verildiğindeki isabetler, "hayır" yanıtı verildiğindeki kaçırmalar, değişim olmamasına rağmen verilen "evet" yanıtlarına karşılık gelen yanlış alarmlar ve doğru "hayır" için doğru redl.erden oluşur. Eğer kişi uyaranlardaki tüm değişimleri yakaladığından emin olmak istiyorsa, daha çok isabet için daha fazla yanlış alarm riski alacaktır. Aksine, kimileri de sırf yanlış alarmdan kaçınmak için "kaçırma" yaparlar. Kişinin yanıt yanlılığı araştırmacının eşik saptama tahmini açısından açıkça geri tepme yaratabilir. Bunu düzeltmek için, psikologlar kişinin yanıt yanlılığını tedbirli şekilde yönlendirip bu yönlendirmelerin öznenin kararları üzerindeki sonuçlarını gözlerler. Bu etkiler grafik yoluyla alıcı işletim karakteristiği (receiver operating characteristic, ROC) eğrisi üzerinde gösterilir.

Akupunkturla ilgili bir SDT çalışması

Akupunkturla ilgili en önemli sorulardan biri şudur: "İğneler acıyı azaltıyor mu, yoksa hastalar kendilerine söylenene ikna mı oluyor?" Eleştirenler, gerçekten iğnelerin analjezik etkisinin mi, yoksa hastanın öznel ağrı eşiğinin yükselmiş olabileceğinin mi etkili olduğunu sorgulamaktadır. Bu ikincisinde kasıt, hastaların tedavi sırasında ağrı eşikleri yükseldiğinden kendilerini iyi hissetmeleridir. ilk çalışmalardan birinde bu ağrı eşiği hipotezi incelenmiştir. insanlara ön koldan, uyaran olarak sıcaklık uygulanmış ve bunu 1 ile 12 (yok-dayanılmaz) arasında değerlendirmeleri istenmiştir. Değerlendirmeler akupunkturdan önce, akupunktur sırasında ve sonrasında yapılmıştır. Tedavi acıyı azaltmışsa da, veriler akupunktura bağlı olarak hastaların ağrı eşiklerinin yükseldiğini ortaya koymuştur.

SDT kişilerin algıdaki değişiklik durumuna duyarlılıklarını saptamanın en iyi yoludur. Kişi bir uyaranın gerçekleşip gerçekleşmediğine karar verir, dolayısıyla motivasyon ve önceki deneyim gibi başka etmenler de işin içine karışır.

» fikrin özü

Özne! duyular ve algılar ölçülebilir

10 Halüsinasyonlar

"Uğursuz görüntü, göze var ele yok musun sen? Kafamdaki bir hançer misin yoksa? Ateşli beynim mi yarattı seni?" Shakespeare: Macbeth 1606*

Tamm Halüsinasyon (varsam) kelimesi köken olarak iki özelliği barındırır: "düş görmek" ve "aklı başından gitmek". Latince alucrıari, yani, "aklın içinde şaşkın gezinmek" sözcüğünden geldiği düşünülmektedir. Normalde insanlar zihnen etraflarında olan bitenle fazlasıyla meşgul ya da ilgili olduklarında, halüsinasyon gördüklerinden değil, zihinlerinin "kendilerine oyun oynadığından" bahsedebilirler.

Halüsinasyon, en basit şekliyle, orada olmayan bir şeyin -bir ses, koku, görüntü- algılanmasıdır. Halüsinasyon, gerçekte fiziksel olarak var olmayan bir şeyin, kişi uyanık ve bilinçliyken, var gibi hissedilmesidir. Bu, uyaran olmaksızın alınan bir duyumdur. Duyusal halüsinasyon çoktan ölmüş ya da efsanevi kişilerin seslerini duymak, teninizin üstünde ya da altında böceklerin kaynaştığını hissetmek şeklinde olabilir. Kişi parlak ışıkta dans eden melekler ya da periler gördüğünü sanabilir. Bazı halüsinasyonlar son derece kendine has, çoğu geçici, gerçekdışı ve şaşırtıcıdır.

Halüsinasyonları yanılsamalardan ve delüzyonlardan (sanrı) ayırt etmek önemlidir. Yanılsama yanlış nedene bağlanan gerçek bir duyuya verilen gerçek bir yanıttır. Sanatsal ya da görsel yanılsamaların ya da insanları testereyle ikiye bölmek gibi olanaksız işler yapıyor görünen "illüzyonistlerin" büyüsüne kapılmak böyle bir şeydir. Delüzyon ise, gerçek bir duyuya verilen gerçek bir tepki olmakla birlikte, buradaki duyuya yol açan gerçekdışı, olanaksız, tuhaf ya da aşırı derecede anlam yüklenen bir şeydir.

Farklı türler Halüsinasyonların uyku (özellikle uykusuz kalmak), belli ilaçların kullanımı (adı üzerinde halüsinojenler), zihinsel hastalık (özellikle psikoz) ve belirli nörolojik hastalıklar gibi birçok şeyle ilgisi olduğu bilinmektedir.

dönem

*

1950’ler

1960’lar

Penfield beyni elektriksel yolla uyararak halüsinasyon oluşturdu.

LSD deneyleri yapanlar zengin halüsinasyonlar bildirdi.

Halüsinasyonlar şizofreni ataklarında sık görülür ve psikiyatri elkitaplarında"kendi hakkında durmadan yorumlarda bulunan konuşmalar duymak ya da
iki veya daha çok kişinin birbiriyle sohbet ettiğini duymak" olarak tanımlanır.

Bunlardan bazıları, uykuya dalarken görülen hipnagojik tür gibi hafif ve yay-gın halüsinasyonlar, bazıları da tam tersine uyanırken görülen hipnopopompik
halüsinasyonlardır. Çoğu kez, belli bazı ilaçlar kullanıldığında çok tuhafhalüsinasyonlar görülür. Kromatopsi herkesi ve her şeyi tek renk görmektir.
Lilliput halüsinasyonları görenlerse, hayali minyatür insanlar görürler veçoğunlukla da buna hoş hisler eşlik eder. Öte yandan, Brodnin halü-sinasyonlarda ise herkes deve dönüşür.

Ayrıca, psödo-halüsinasyon denilen ve pek sık rastlanmayan ilginç olgularda vardır. Bunlar kişilerin canlı halüsinasyon gördüğü, ancak halüsinasyongördüğünü bildiği, durumlardır: gördüklerinin herhangi bir dış temeli ol-madığının farkındadırlar. Halüsinasyon atakları belli bir seyir izleyebilir.Önce, belli bir anı ya da ses gibi bir şey halüsinasyonu tetikler. Bundansonra kişi bunun gerçek olup olmadığını anlamaya çalışır ve gerçekliğineinanmaya başlar. Fantezi, çarpıklık ve gerçekdışılık artmaya devam eder vegerçek algıyla karışmaya başlar.

"Halüsinasyon: gerçek bir duyusal hissin tüm zorlayıcı öznel niteliklerini taşıyan ama bu duyusal hareketliliği yaratacak normal fiziksel uyaranın bulunmadığı algı deneyimi." A. Reber, 1985

İşitsel halüsinasyonlar "Sesler duymak", belki de, "deliliğin en iyi bilinen bulgularından" biridir. Özellikle şizofreni gibi psikotik bozukluklarda rastlanır. İnsanlar, yanlarındakiler bu sesleri işitmezken, belli ya da tanımadıkları birinin seslerini işitirler. İşitsel halüsinasyonlan olanların, sesleri duyabilmek için ileri uzandığı görülür. Kimi de, sanki birisiyle karşılıklı konuşuyor gibi ara ara durarak kendi kendine konuşur. Bazen de fiziksel olarak var olmayan kişilere aniden bağırırlar.

Sesler duymak, kişi gerçek biriyle konuşurken daha az ortaya çıkar. Kişiler en çok yalnızken sesler duyar. Diğer işitsel halüsinasyonlar arasında müzik duymak yer alır; bu genellikle çok güçlü duygusal bağlantıları olan pek bildik bir müziktir. Bu durum, çok uzun süre çok yüksek sesle müzik dinlendiğinde ortaya çıkabilir.

1980’ler 1980’ler 2000’ler

Halüsinoz tanımlandı.

Daha iyi antipsikotikler geliştirildi.

Halüsinasyona bağlı ve onunla ilişkili bozukluklar arasında ayrım

Nedenler

İsrarlı ve genellikle sıkıntı yaratan halüsinas- yonlar görmenin çok çeşitli nedenleri olabilir. Aslında, insanlarda halüsinasyonlar "yaratmak" mümkündür. insanlar çölde duyusal yoksunluk içindekaldıklarında ya da "beyin yıkama" amaçlı hücreye kapatıldıklarında, sık sık sesler duyup halüsinasyon görürler. Aynı şekilde, uzun süre uykusuz kalanlar ya da çok uzun süre tekdüze işlerle uğraşanlar da halüsinasyon görebilir.

Nedenlerin başında, alkol, marihuana, kokain, "crack", eroin ya da LSD gibi maddeler gelir. ikinci olarak, özellikle çok genç ya da yaşlı insanlarda yüksek ateş sayılmalıdır. Üçüncü olarak, halüsinasyonlar körlük ya da sağırlık gibi çok belirli duyusal sorunları olanlarda ortaya çıkabilir. Kulakları iyiden iyiye ağır işitmeye başlayanlar sık sık sesler duyduklarından bahsederler. Benzer şekilde, kolu ya da bacağı kesilenler, tüm hareketi, hatta acıyı hissettikleri hayalet uzuv deneyimi yaşayabilirler.

Bunların yanı sıra, beyin kanseri, böbrek ya da karaciğer yetmezliği gibi ciddi fiziksel hastalıkları olanlar da halüsinasyon görebilir. Beşinci

olarak, alkole bağlı delirium tremens ya da yaşlılık demansı yaşayanlarda halüsinasyon olabilir ve olur. Altıncı olarak, travma sonrası stres bozukluğu ve şizofreni gibi belli, ağır, psikotik bozukluklara bağlı halüsinasyonlar olabilir. Travma sonrası stres bozukluğu olanlar sık sık geri dönüşler yaşar. Dolayısıyla, belli sesler işittiklerinde ya da belli kokular duyduklarında aniden travma anlarına (savaş ya da kaza gibi) dönerler ve belli olaylara dair güçlü geri dönüş halüsinasyonları yaşarlar. Büyük stres ya da acı dönemlerinde de, insanlar kendilerini sakinleştiren sesler duyar.

Beyin üzerine araştırma yapanlar, beynin belli bölgelerinin uyarılmasının uyuşma, çınlama, sıcak ya da soğuk veya akan su hissi gibi halüsi- nasyonlara yol açabildiğini 50 yıldır bilmektedir. Beyin hasarı ya da dejeneratif dokuları olan hastalar koklamayla ilgili (hemen hemen daima nahoş), işitsel tatsal halüsinasyonlar (hoş ya da nahoş) yaşayabilir. Aynı şekilde, görece iyi bildiğimiz epilepsiden Meniere hastalığı gibi daha az bilinenlere kadar belli nörolojik sorunlar, sıklıkla çok belirgin ve genellikle de tuhaf halüsinasyon- lara yol açabilir.

Görsel halüsinasyonlar İnsanlar var olmayan hayvanlar, doğal nesneler ve kişiler gördüklerini bildirmektedirler. Bunlar "hayaletler" ya da "melekler" olabildiği gibi, kimi zaman da oldukça karmaşık sahneler ya da tuhaf durumlar şeklinde görülebilir. Görsel halüsinasyonlardan bazıları sessizken, bazılarında kişiler doğrudan halüsinasyon gören kişiye seslenip özel komutlar verir. Her biri farklı bir tanıya karşılık gelen geniş bir özgül görsel halüsinasyonlar tablosu vardır. Örneğin, dismegalopsi nesneleri yanlış şekillerde görmek ya da tuhaf/alışılmadık formlarda nesneler görmek; mikropsi ve makropsi nesneleri olduğundan küçük ya da büyük görmektir. Allestez:i nesneleri

bulundukları yerlerden başka yerlerde görmek, Mmpsi ise bir cismi göz önünden kaldırıldıktan sonra orada görmeye devam etmektir.

Tam ve tedavi Tanı koyanlar halüsinasyonların birincil nedenlerini belirlemek için yapılandırılmış ve sistemli bir tıbbi öykü almaya çalışırlar. h- celikle, halüsinasyonların özel niteliklerini soruştururlar; neye benziyor, ilk ne zaman ortaya çıktı, tipik olarak ne zaman ortaya çıkıyor, ne kadar sürüyor gibi. Ardından, alkol, madde ve diğer ilaçlarla ilgili sorular sorarlar. Travmatik ya da duygusal olayların yanı sıra, ajitasyon, konfüzyon, ateş, baş ağrısı ve kusma gibi eşzamanlı fiziksel durumlara dair bulguları araştırırlar.

Klinik tedavi, "kültürel olarak kabul gören durumlar çerçevesinde" (örneğin, dinsel festival, müzik konserleri vb.) kullanılan belli maddelere karşı olası tıbbi ya da nörolojik nedenleri ya da tepkileri belirlemeye çalışmakla başlar. Herhangi bir ciddi psikiyatrik tanı, ancak halüsinasyonun doğası ve bundan kaynaklanabilecek "semptomlar" çok yakından incelendikten sonra konabilir.

Açdalar Halüsinasyonların ortaya çıkması psikolojik açıdan birçok şekilde açıklanmaktadır. Freudcular halüsinasyonları bilinçdışı arzuların ya da isteklerin yansıtılması olarak görür. Bu durumda, kişinin "gerçek" bir şeyler hissettiği, ancak bu şey bilinçdışında olduğundan bunu ifade edemediği öne sürülür.

Bilişsel psikologlar biliş sürecindeki sorunlara, özellikle de, olaylara dair diğerlerinin kavrayışlarıyla ilgilenen üstbilişe dikkat çeker. Yani halüsinasyonlar, başkalarının davranışlarının yanlış yorumlanmasıdır.

Bununla birlikte, nedenlerle en net uğraşanlar biyopsikologlardır. Halüsinasyonları öncelikle beyindeki hasarlardan ya da kimyasal dengesizliklerden kaynaklanan kusurlarla açıklamaya çalışırlar. Beyindeki bölgeleri saptayıp, ha- lüsinasyonlara yol açan farmasötik süreçleri belirlemeyi başarmışlardır.

Yine de, belli bir kişinin neden çok belirli bir halüsinasyonu gördüğü halâ gizemini korumaktadır.



  1. Delüzyonlar

"Yetenek gösterisine katılan biri şarkı söyleme yeteneği konusunda açıkça kendini kandınyordur."

"Şu zavallı siyasetçi de kendini büyük görmek denen kandırmacaya kapılmış."

"Terfi etmeyi dahi umduğuna göre, korkanın kendini kandınyor."

Nedir? Delüzyon ya da sanrı, gerçekte hiçbir temeli olmayan sabit, değiştirilemez, ısrarlı, yanlış inanıştır. Bir kişi ya da grubun kapıldığı, yanlışlığı gösterilebilir, tamamen hayal ürünü ya da daha çok, kişinin kendi kendini aldattığı inanışlardır. Genellikle, delüzyonlu kişinin inancına güveni tam ve mutlaktır. Bu inanışlar pek düzeltilemez; yanlış olduğunu açıkça gösteren tartışılmaz görüş ve kanıtlara da dirençlidir.

Bazı dinsel delüzyonların doğrulanması ya da tam tersine yanlışlanması da olanaksızdır. Aynı şekilde, bazı delüzyonlarda kendi kendini kanıtlama öğesi bulunur; örneğin, kıskanç bir kişi masum partnerini suçladığında, partner bunun üzerine onu terk edip başkasına gidebilir. Bu anlamda, delüzyonlarının gerçekleşmesine yol açmış olur.

Her tden Koku (olfaktor), tat (gustatuar), sıcaklık (termoseptif) ve dokunmayla (taktil) ilgili delüzyonlar olabilir. Belli birini gördüklerinde çok rahatsız edici ya da çok güzel ya da çok tuhaf kokular duyabilirler. Sıradan besinleri (portakal, çikolata, süt) her zamankinden ya da başkalarından daha farklı tatta hissederler. Soğuk nesneleri el yakıcı, sıcakları da dondurucu soğuk hissedebilirler. Yumuşak ve pürüzsüz kabul edilen nesneleri de (balon ya da kedi kürkü) çok sert ya da pürtüklü hissedebilirler.

Tüm delüzyonlar içinde hakkında en sık yazılan paranoyanın çeşitli evreleri olduğugösterilmiştir: genel kuşkuculuk; diğerlerine karşı seçici algı; düşmanlık; her şeyinyerli yerine oturduğuna dair paranoid "aydınlanma" ve son olarak da paradoksal., etkilenme ve kötülük görme sanrıları.

donem

Eski Yunanlar paranoid delüzyonlar hakkında yazdı.

Kraepelin paranoid şizofreniyi tanımladı.

Delüzyonlar genellikle insanları tamamen avucuna alır ve onlarda büyük sıkıntı yaratır. Delüzyonların yanılsamalardan farklı olduğu unutulmamalıdır. Görsel ve işitsel yanılsamalar yaşayabiliriz, örneğin, Güneş'in Dünya'nın etrafında döndüğünü ya da vantrilokların kamından konuştuğunu düşünebiliriz.

Psikiyatri ve delüzyonel bozulduk Psikiyatrlar belli birtakım durumlarda kişiye delüzyonel bozukluk tanısı koyabilirler. Bunun için öncelikle, kişinin en az bir aydır tuhaf olmayan bir ya da daha fazla delüzyon yaşamış olması gerekir. İkincisi, kişi şizofren olarak sınıflandırılmasına yol açacak diğer davranışsal ölçütleri karşılıyor olmamalıdır. Üçüncüsü, işitsel ve görsel halüsinasyonlar belirgin olmamalıdır; ancak dokunmayla ve kokuyla ilgili halüsinasyonlar belirgin olabilir. Dördüncüsü, delüzyonlara ya da bunların davranışsal sonuçlarına karşın, kişinin psikososyal işlevleri, temel olarak, onun özellikle tuhaf ya da gülünç olduğunu düşündürecek kadar bozulmamış olmalıdır. Beşinci olarak, belli delüzyonlar kişinin duygudurumunu etkiliyorsa, bu duygudurum değişiklikleri çok uzun sürmemelidir. Altıncı olarak, rahatsızlık fizyolojik ya da tıbbi koşullardan (kişinin aldığı ilaç tedavisi gibi) kaynaklanıyor olmamalıdır.

Kimi zaman psikiyatrlar bunun hipokondriyazdan (özellikle kendinin pek farkında olmayanlar arasında); beden dismorfik bozukluğu (hayali beden kusurlarına kafayı takmış olmak); obsesif-kompülsif bozukluk ya da paranoid kişilik bozukluğu gibi bozukluklardan ayırt edilmesinin güç olduğunu söyler.

Şizofrenlerdeki delüzyonlar belirgin şekilde tuhaftır. Örneğin, biri beyninin başka birininkiyle yer değiştirdiğine ya da boyunun metrelerce uzadığına inanıyor olabilir. Diğer yandan, tuhaf olmayan delüzyonlar da mümkündür. ÖÖrneğin, biri izlendiğine, fotoğraflarının çekildiğine ya da hareketlerinin kaydedildiğine inanırken, bir diğeri biri tarafından yavaş yavaş zehirlendiğini, bir başkası da, partnerinin onu aldattığını ya da patronunun veya komşusunun kendisine aşık olduğunu iddia edebilir.

Neden Aslında nedenleri bilinmemektedir. Son dönemlerde, ilginin nörop- sikoloji üzerinde yoğunlaşması, kimilerini soruna işlev bozukluğunun neden olduğu ya da bunu alevlendirdiği yollu fikirler ileri sürmeye yöneltmiştir. Kimilerine göre, beyindeki bazal gangliyonlar gibi yapılar, kimilerine göre limbik

Freud kötülük görme delüzyonlarınınbastırma ve yansıtmayla ilgiliolduğunu öne sürdü.

Paylaşılmış psikotik bozukluk (foliedeux) delüzyonel bozukluk olarak tanımlandı.

Paranoya delüzyonel bozukluk olarak yeniden sınıflandırıldı.

Delüzyon türleri

Psikiyatrlara göre belirgin beş delüzyon türü vardır.

Erotomanlk Bu kişiler bir başkasının kendine aşık olduğuna ciddi ciddi inanır. Hollywood filmlerindekine benzer, hatta cinselden çok ruhani bir aşktır bu. Söz konusu kişi genellikle ünlü bir şahsiyettir (film yıldızı, ünlü bir sporcu). ancak işyerindeki güçlü bir üst de olabilir. Bu tür delüzyonu olanların çoğu bunu sır olarak saklayıp pek harekete geçmese de, e-postalarla, ziyaretlerle, hatta gizlice izleyerek delüzyonel aşıklarıyla temas kurabilmek için büyük güç harcayanlar da vardır. Çoğu kadındır; ancak delüzyonlu erkekler, özellikle "sevgililerinin" başının dertte olduğuna inanırlarsa, daha cüretkar davranma eğilimi gösterir, yasalarla başlarını derde sokarlar.

Grandlyöz Bunlara kimi zaman büyüklük delüzyonları denir ve bu durumdaki kişi (ortada hiç kanıt yokken) özel olduğuna inanır. Örneğin, müthiş yetenekleri, kavrayışları vardır ya da yaşamsal önemde bir şeyler keşfetmiştir. Delüzyonlar sıklıkla dinsel niteliktedir ve bu bozukluğu olanlar "Tanrı" ile benzersiz ve ayrıcalıklı bir ilişkisi olduğuna inanır. Kimi zaman ünlü bir insan olduklarını ve diğer ünlü kişilerle özel ilişkileri olduğunu sanırlar.

Kıskanç Bu, partnerin sadakatsiz olduğuna ve

aldattığına dair güçlü, ancak oldukça da temelsiz bir inanç tablosuyla kendini belli eder. Bu suçlama için tuhaf "kanıt" kırıntıları öne sürülür. Hatta özel dedektif tutup partnerini hapse attırmaya çalışanlar ya da sevgililerine fiziksel olarak ya da sözle saldıranlar da vardır.

Takipçi Bu da birinin ya da bir grubun kendine komplo kurduğu inancıdır. Bu kişiler kandırıldıklarına, izlendiklerine, taciz edildiklerine, haklarında dedikodu yapıldığına, zehirlendiklerine ya da kendilerine gizlice ilaç verildiğine inanırlar. Genelde, kesinlikle haksızlığa uğradıklarını düşündüklerinden öfkeli ve kızgındırlar. Çoğu yasal yollarla ya da yetkililere başvurarak peşlerindekilerden kurtulmaya çalışır. Tüm delüzyonel bozukluklar içinde en yaygın görülenidir. Hatta kimileri, kendilerini hedef aldığına inandıkları kişilere karşı saldırganlık gösterip şiddete başvurabilir.

Somatik Kişinin bedenini tuhaf bulması ya da bir yerlerinin düzgün çalışmadığını düşünmesi şeklindeki delüzyondur. Tuhaf koktuğunu düşünmek ya da bazı bölgelerinin (burun, memeler, ayak) özellikle tuhaf, çirkin ya da şekli bozuk olduğuna inanmak şeklinde de kendini gösterebilir. Bu tür delüzyonu olanlar, sıklıkla içlerinde, onları içten içe kemiren ya da bedenlerinin özel olarak bir bölgesini etkileyen bir böcek ya da parazit olduğuna inanırlar.

"Neye inandığınıza dikkat edin, orada gördükleriniz dev değil, yel değirmenleri."

Miguel de Cervantes, 1605

sistem, kimileri için de neokorteks bundan sorumludur. Bazıları da, delüz- yonel bozuklukları olan birçok kişinin birinci dereceden akrabalarında bu ve benzeri bozukluklar olması gerçeğinden harekede, genetik açıklamaların en iyisi olduğunu düşünmektedir.

Bununla birlikte, diğer araştırmacılar, bu bozukluğa sahip birçok kişinin, dengesizlik ve çalkantı, vurdumduymazlık ve soğukluk içinde geçmiş "zor" çocukluklar yaşadığına dikkat çekmektedir. Dolayısıyla, kimi psikanaliz eğilimli psikologlar delüzyonları ego (benlik) savunma sisteminde kişinin kendini korumaya ve desteklemeye yönelik çabaları olarak yorumlanacak bir bozukluk şeklinde görür. Dolayısıyla, paranoid ya da kötülük görme delüzyonlarını, kişilerin kendilerinde varlığını kabul etmedikleri şeyleri başkalarına yansıtma çabası olarak yorumlarlar. Tedavide danışmanlık ve psikoterapi kullanılmaktaysa da, antipsikotik ilaçların da yeri vardır.

Dissimülasyon ve delüzyonlar

Çoğu kişi, haklı olarak, insanların görüşmelerde ya da soru formlarında yalan söylediğini, sahte yanıtlar verdiğini ya da doğruyu söylemediğini düşünür. Psikologlar buna "dissimülasyon" adını verirler; ancak, son zamanlarda bunun iki türünü birbirinden ayırt etmişlerdir. ilkine izlenim yönetimi denir. Kişinin, bazı şeyleri belki de işine geldiği gibi unutup, diğer şeyler hakkında da küçük "masum yalanlar" söyleyerek kendini olumlu gösterme çabasıyla ilgilidir. İkincisine kendini kandırma denir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu bir yalancılık değildir, daha çok delüzyon gibidir. Eğer biri çıkıp da çok

esprili olduğunu söylüyor, ama onu tanıyan hiç kimse buna katılmıyorsa, o kişi kendini kandırıyor demektir. Benzer şekilde, eğer kişi kendini çirkin ya da basit buluyorsa, diğer herkes de aksi kanıdaysa, burada olumsuz bir kendini kandırma söz konusudur. Delüzyonları değiştirmek çok daha zor olsa da, görüşmelerde, bazı kendini kandırma biçimlerinin delüzyonlara yakınlık göstermeye başladığı anlaşılır. Gerçekten de, sürekli geribildirimde bulunulursa, kişinin kendini kandırma eğilimlerinin "şifa bulma" ya da en azından hafifleme eğilimi gösterdiği bilinmektedir.

  1. Bilincin

Yerinde mi?

Bizler çoğu zaman kendimizin, bedenimizin, duyulanmızın ve düşüncelerimizin farkındayızdır. Bilincin yerinde olması demek, bir ölçüde kontrollü düşünce ya da gözlemle algılamak ya da dikkat etmek demektir. Yani, farkında, uyanık, tetikte olmaktır.

Etrafındaki dünyaya yanıt verebilecek yetenekte görünen her yaratık için bilinçli denebilir: uyanık ve canlıdır; kendinin bilincindedir ve kendinin farkındadır. Bazı yorumcular, düşünceyi düşünmek ya da algıyı algılamak demek olan ulaşılabilir (access) bilinç ile şeylerin niteliği hakkında fikirleri ya da hayalleri olmak anlamındaki olgusal (phenomenal) bilinç arasında ayrım yaparlar. Zihinde ya da beyinde gelişen ve ulaşamadığımız olaylara bilinçdışı olaylar denir. Ancak, bilinçlilik dile ya da yalnızca kendinin farkında olmaya bağlı değildir. Örneğin, müziğe daldığımızda kendimizi unutabiliriz; ama bu fiziksel olarak kopmuş olmak demek değildir.

İnsanlar uyku, madde ya da hastalık nedeniyle bilinçli olmadıklarında bu tanımı

"Bilinç... evrenin varhğımım ta kendisinin anlaşılmasmı sağlayan olgudur." Roger Penrose, 1989

yapmak, bize muhtemelen daha kolay gelecektir. "Kendindengeçmiş" ya da "kendinde olmayan" insanlardan bahsederiz. Beyniaraştıran ve "bilincin yerini" belirlemeye çalışan çoğu bilim in-sanı için, kimilerinin masif beyin hasarı yaşayıp da genel bilincinikaybetmemiş olması tam bir bilmecedir. Beyin hasarı, elbette, bi-lincin belli alanlarında belli kayıplara yol açabilir, ancak bilincinkendini ortadan kaldırmaz. Bilinç nöropsikolojisini araştırmanın,öncelikle bu deneyimi yaşamamızın nedenlerini anlamaya çalış-maktan daha kolay olduğu öne sürülmüştür.

Locke modern anlamı geliştirdi.

Çiçero terimi ilk kez kullandı.

Bilinçlilik deneyeni Bilinç deneyiminin birçok özelliği vardır. Özeldir; şeyleri çok çeşitli duyularla (dokunma, tatma, ses, görme) dene- yimlemekle ilgilidir; nasıl düşündüğümüzden çok, düşünmenin ürünleri ya da sonuçları hakkındadır ve sürekli bir akış ya da değişim halindedir. Söz gelimi, "bilinç akışı"ndan bahsederiz. Yaşadıklarımızın, o şeyi daha önce gördüğümüzün bilincinde olabiliriz.

"o halde bilinç, dış dünyayı nesneler ve eylemlerde analiz biçimimizdir.''

Etrafındaki tüm olguların bilincinde olup, daha önce yaşanmış aynı yada benzer olaylarla karşılaştıkları zamanların anılarına erişemeyen beyin

J. Bronowski, 1970

hasarlı kişiler psikologların özel ilgisini çekmektedir. Çoğu psikolog bilincinbeyin etkinliklerinden kaynaklandığını düşünür. Kimileri için beyin hasarı vebeyin kimyası bilinci etkilediğine göre, burada fiziksel bir neden söz konusudur.

Tarihsel spekülasyonlar Eski Yunanlar birçok psikoloji konusu üzerine epeyce eser vermişlerse de, bilinç bu konulardan biri olmamıştır. Bilincin düşünce ve kişisel kimlik açısından temel önemde olduğuna inananlar Rene Descartes (1640) ("düşünüyorum, o halde, varım") ve John Locke'tur (1690). Uzun bir süre etimolojik olarak benzer sözcükler olan "conscious" (bilinç) ve "conscience" (vicdan) birbiriyle bağlantılı kaldı. Anlamları 1 7. yüzyıla gelene kadar birbirinden ayrılmadı: "conscious" kişisel kimlik düşünceleri, "conscience" ise ahlaki yargılar olarak kabul edildi.

Bilimsel psikoloji kurulurken, Alman psikologlar "akıl" ve "bilinçliliği" birbiri yerine kullanıp, bunları araştırmak için de iç gözlem yöntemine başvurdular. Davranışçılık, bilinçliliği bilimsel araştırmaya değer bir konu olarak ortadan kaldırmaya yeltendi. Bilişsel psikologlar bile, dilin kavranması gibi konularla ilgilendiler ve bellek bu alanda pek ilgi uyandırmadı. Ancak, son 20 yıldır tekrar ciddi bir konu olarak ele alınmaya başlandı.

Yeni bilim Bilinçle ilgilenen yeni bilim, öznel deneyimlerin nöral etkinlikten nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışır. Araştırmacılar belki bir gün, beyindeki kan dolaşımı örüntülerine bakıp kişinin ne düşündüğünü çıkarabileceklerdir. Dahası, belli bölgelerin elektrik ya da ilaçla, hatta cerrahi olarak

Konuya bilişsel nörobilimsel yaklaşım

Dennett, Consciousness Explained

Pinker, The Language Instinct

uyarılmasıyla gerçeklikten neredeyse ayırt edilemeyecek kadar sahici kokular, görüntüler ve sesler yaşatabileceklerdir. Bu bilim insanları duyulardan gelen verilerin nasıl işlendiğini; bazı bilgi türlerine erişilebiliyorken neden bazılarının gizli kaldığını incelemektedirler. Kimileri de, bilinçteki kesin nöral bağları saptamanın mümkün, hatta görece kolay olduğunu düşünmektedir. Onlara daha zor gelen ise, beyindeki etkinlikleri kişisel iç deneyimle ilişkilendirmektir.

İşlevler Kaçınılmaz olarak, psikologlar bilincin işlevi konusunda farklı bakış açılarına sahiptir. Aristocular bilincin fiilen beynin bir hali olduğunu ileri sürmüştür. Radikal davranışçılar ise, pek bir hikmeti olmadığını, ikinci dereceden bir olgu olduğunu düşünerek, bunu göz ardı etmeyi yeğlemişlerdir.

Psikologlar bilinci bilgi işleme terimleri içinde düşünürler. Bizler bilgiyle ilgilenip onu işleriz. Etrafımızdaki her türden bilgiyi saptamakta ve işlemekte mahirizdir. Bunu nasıl yaptığımızın farkında olmaksa, özellikle yeni, zor ya da karmaşık bilgiler söz konusu olduğunda, tam anlamıyla bilinçlilik demektir. Ayrıca, başkalarının aynı olaya bilinçleriyle bizden farklı yaklaştıklarının da farkında oluruz ya da böyle farz ederiz. İşlevselci okulun sorunu, onların tanımlarıyla hareket etmeye kalkarsak, makinelerin de bilinci olduğunu söyleyebilmemizdir.

Evrimsel psikologlar işlevselcidir. Korteksin gelişimini dil gelişimi ve sosyal gelişim kadar, planlamaya da yarayan bir sağkalım işlevi olarak görürler. Bilince dair çetrefilli bir davranışsa! ölçüt kendini tanımaktır: kişinin aynaya baktığında kendini tanıyabilme yeteneği. Dolayısıyla, bilinç zeki bir sosyal hayvanda seçici baskıya yanıt olarak gelişmiştir. Bilinç, algıları temsil etmek, depolamak ve aydınlatmak, yani yeni ve belirsiz durumlara anlam vermek ve daha iyi kararlar vermek şeklinde işlev gösterir: Bilinç, yüksek canlı türlerinin düşünceli ve planlı kararlar ve tepkiler geliştirmesini sağlayan bir sağkalım kitidir.

Bilinçli bilinçsizlik: hipnoz olgusu Hipnoz altındaki kişiler olan bitenin ne ölçüde farkında ve bilinçlidirler? Tam anlamıyla hipnotize edilen kişiler net olarak "bambaşka bir hale" geçerler: derin bir rahatlama ve etkilere açık olma hali. Kimilerinin hipnoza çok yatkın, kimilerinin de çok dirençli olduğunu biliyoruz. Hipnotize olmuş insanlar etki altına alınabilir ve yönlendirilebilirler. Etkinin ne kadar çarpıcı olduğu, hipnoz uygulayan kişi, hipnoz sonrası bellek kaybı (hipnozla ilgili bir şey hatırlamama) ve aynı zamanda, kişilerin olaydan sonra da hipnoz altında verilen tuhaf ama özel yönlendirmelere uymaları şeklinde hipnoz sonrası etki hali oluşturmaya çalıştığında anlaşılır.

Beyin taramaları, kimileri tarafından ucuz bir gösteriden ancak biraz fazlası sayılan bu olguyu anlamamızı kesinlikle kolaylaştırmıştır. Son dönemdeki çalışmalar, hipnoz sürecinde beyinde bilinci etkilediği düşünülen bölgelerin tümü net olarak etkilendiğinden, hipnozun gerçekten de değiştirilmiş bir bilinç durumu olduğunu düşündürmektedir. Hipnotik bellek kaybında, kişiye bir şeyi unutması söylenebilir, en önemlisi, çoğu kez bu şey, sonrasında ancak çok özel koşullarda hatırlanabilir. Hipnotik analjezi ise, ağrıyı azaltmayı amaçladığından, özellikle doktorların ve diş hekimlerinin ilgisini çekmektedir.

Bununla birlikte, kimi gözlemciler hipnotizmanın aşikar başarısına sıradan açıklamalar getirmektedir. Örneğin, insanlara acıyı bir sıcaklık ya da uyuşma hissi olarak yaşatma fikri çok etkili bir baş etme stratejisi olarak düşünülebilir. Aksine, belki de her şey, kişilerin bazı deneyimlere diğerlerinden daha az yoğunlaşmaya yönlendirilmesinden ibarettir. Yeni-dissosiyasyon kuramına göre, düşüncelerimizin merkezi kontrolünü hipnozcuya teslim ederiz. "Non-state" kuram ise hipnozun oyunculuk, hayal gücü ve bir rolü canlandırmaktan biraz fazlası olduğunu ve bilincin değiştirilmiş bir durumu olmadığını öne sürer. Hipnotize olmuş, etkiye açık kişiler, trans benzeri özel bir duruma geçmek şöyle dursun, hipnoz yapanın hoşuna gidecek şekilde yalnızca kendilerinden ne bekleniyorsa onu yapmaktadırlar.

Freudcu bilinçdışı

Psikologlar uzun zamandır bilinçlilikle değil, tersiyle ilgilenmektedir. Kimileri ön-bilinç ve bilinçdışı (unconscious) arasında bir ayrım olduğunu düşünür.

Ön-bilinçteki fikirler, arzular ve istekler çok zorlanmadan bilince taşınabilir. Aslında, tedavinin amacı karanlık, bilinemeyen bilinçdışındaki şey

lerin ön-bilince ve sonra da bilince taşınmasıdır. Kendinin farkında olmak, esasen tedavinin en önemli kısmıdır: Yani, kişinin neden belli şekilde davrandığının farkına varması ya da bilincinde olmasıdır. Analizciler rüya analizleriyle, dil sürçmeleriyle ve serbest çağrışımla, hastalarına bilindışına bir göz atma fırsatı yaratabileceklerine inanırlar.

■.;

  1. Pozitif Psikoloji

insanlara mutlu olmayı öğretebilir misiniz? Para mutluluk getirir mi? Neden kimileri diğerlerine göre daima mutlu görünür? insanlık haline ilişkin bu yaygın ve temel sorunlar, yakın geçmişe kadar psikologlar tarafından nispeten göz ardı edilmiştir.

Pozitif psikoloji Pozitif psikoloj i bireylerde ve gruplarda olumlu duygulara, erdemli davranışlara ve optimum performansa neden olan etmenleri ve süreçleri araştırır. Esasen az sayıda "kendilik (self) psikoloğu" sağlıkla, uyumla ve doruk perfornla daima ilgilenmiş olsa da, mutluluk üzerine çalışma yapmak önemsiz, hatta abes bulunmuştur. Bu muhtemelen hala geçerli bir görüştür: Her 100 ciddi psikoloji kitabı ve makalesinden 99'u depresyonla ilgiliyken yalnızca biri mutluluğu konu alır. Öte yandan, mutluluğun mutsuzluğun karşıtı olmadığını da 50 yıldır biliyoruz. Hatta bunlar nerdeyse birbirleriyle ilişkisiz kavramlardır.

Mutluluk psikolojisi üzerine ilk kitaplar 1980'lerde görülmeye başlandı. Ar-

"Mutluluk din gibi bir sırdu ve asla rasyonelleştlrllmemelldir." G. K. Chesterton, 1920

dından bu konuda uzman birkaç akademik dergi ortayaçıktı. Pozitif psikoloji hareketinin adamakıllı bir bursdesteğiyle canlanması içinse, yeni milenyumu beklemekgerekti. Bundan sonra pozitif psikoloji birçok ünlü psi-koloğun araştırma odağını oluşturdu; bugünse, mutluluküzerine çalışmalardan daha geniş bir alanı kaplamaktadır.

Temel kondular Mutluluk psikolojisi filozoflar, teologlar ve siyasetçilerin yıllardır peşinden koştuğu bazı temel soruları yanıtlamaya çalışır. llk soru dizisi mutluluğun tanımı ve ölçütleriyle ilgilidir; ikincisi neden bazı grupların böyle- sine mutlu ya da mutsuz olduğu; üçüncüsü ise, mutluluğu artırmak için kişinin ne yapması (ya da yapmaması) gerektiğidir.

Bilim tanımlarla başlar. O halde, mutluluk nedir? Kimi zaman iyi olmakla,

dönem

Bradburn, The Structure of Psycho/ogical Welf Being

Argyle, The Psychology of Happiness

halinden memnun olmakla, huzur ve tatmin duygusuyla tanımlanır ya da yaşamdan memnun olmakla ya da bir o kadar psikolojik bir sıkıntı bulunmamasıyla ilgili görülür. Haz, keyif ve neşe bağlamında da tanımlanmaya çalışılmıştır. Akış halinde olmak mutlu olmak demektir.

Araştırmacılar tarafından kullanılan terim, genellikle "öznel iyilik hali"dir. Bi-reylerin kendi yaşamları ve genel taoninleri hakkında nasıl genel ve kişisel birdeğerlendirme yaptıklarını ifade eder. Yani, kendi iyilik halini değerlendirenbireyin kendidir; ne koçları, danışmanları ya da günah çıkarttığı papazlar, ne

de öğretmenleri, terapistleri ve kuramcılardır.

Bu kişisel değerlendirmeler iki alana ayrılabilir: işte ve evdememnun olmak; kendinden ve başkalarından memnun olmak.Kişi kendini bu alanlardan birinde daha memnun, diğerindedaha memnuniyetsiz hissedebilir; ancak yine de bunlar birbirle-rine sıkı sıkıya bağlılık gösterme eğilimindedir. Şansın iyi gitmesi

Kişi mutlu olmayı seçtiği sürece mutludur."

A. Soljenitsin, 1968

(piyangoda kazanmak) ya da çok ciddi bir kaza geçirmek (felçli kalmak) gibiözel durumlara göre dalgalanmalar olabilir ve olur da zaten; ancak görece kısabir süre sonra, kişinin karakteristik düzeyine geri döner.

Mutluluğu ölçmek Çoğu mutluluk ölçümü standardize anketler ya da görüşme listeleriyle yapılır. Bilgilendirilmiş gözlemciler, yani kişiyi iyi tanıyan ve sürekli gören kişiler tarafından da yapılabilir. Bir de, kişilerin kendilerini bir gün, hafta ya da ay içinde kaç kez ne kadar mutlu hissettiklerini bildirdiği ve bu derecelendirmelerin toplanıp değerlendirildiği deneyim ömeklemi yöntemi vardır. Bir başka ölçümde de, kişinin belleğine başvurulup, geçmiş hakkında kendini ağırlıklı olarak mutlu mu yoksa mutsuz mu hissettiğine bakılır. Sonuncu olarak, beynin taranmasından rükürükte kortizol düzeylerine kadar her şeyi inceleyen ve henüz oturmamış ama gelişmekte olan fiziksel ölçümler vardır. Mutluluğu güvenilir ve geçerli olacak şekilde ölçmek çok da zor değildir.

Mutluluk bir işe yarar U? Elbette! Araştırma kanıtlarına göre, bağışıklık sistemleri de güçlü olduğundan, mutlu kişiler mutsuzlardan daha sağlıklı ve daha uzun bir hayat sürerler. İşlerinde daha başarılı olma ve daha iyi sosyal

1988 1999 2002

Pozitif Psikolojin in resmi kuruluş tarihi

Buckingham ve Clifton, First Break al/ the Rules

Seligman, Authentic Happiness

ilişki kurma eğilimi gösterirler. Diğerlerinden daha çekicidirler. Mutsuz kişilere göre kendileriyle daha barışıkttrlar ve her türden aksilikle daha iyi baş ediyor görünmektedirler. Mutlu kişiler daha yerinde kararlar verir ve daha yaratıcı olma eğilimi taşırlar. Mutsuz kişilerse, tehlike ya da başarısızlık işaretlerine karşı tetikte bekleyerek zamanlarını ve enerjilerini boşa harcıyor görünürler. Bu da onları tüketir.

Kendini iyi hissetme halinin kalıtsal olduğuna dair kanıtlar vardır. İkiz çalışmalarında, kişilerin depresyona eğilim ve yatkınlıkta olduğu gibi, mutluluğa eğilim ve yatkınlığı da kalıtsal olarak devraldıkları gösterilmiştir. Ancak, özellikle yaşamın ilk dönemlerindeki aile ve ev ortamı gibi çevre etmenlerinin de mutlaka rolü vardır. Ayrıca, insanların, kendilerini aşırı mutlu ya da mutsuz edecek olaylar yaşasalar da, hızla başladıkları noktaya dönme eğiliminde olduğunu bilmekteyiz.

"Mutlu olmak istiyorsan, ol." Lev Tolstoy, 1900

Bazı toplumların ve bireylerin, tek kelimeyle diğerlerinden daha mutluolduğuna dair kanıtlar da vardır. Örneğin, Latin halkları Pasifik Kıyı-ları halkından daha mutlu görünmektedir. Topyekfin ulusal mutlulukiki şeyle ilgili görünmektedir: insanların içinde yaşadıkları toplumun

refah, denge ve demokratik niteliği; olumlu duyguları yaşayıp olumsuzlardan kaçınma arzusunu yöneten toplumsal norm ve gelenekler. Kanıtlara göre, şiddetli yoksulluk insanları kesinkes mutsuz kılarken, büyük bir zenginlik insanın kendini iyi hissetmesine pek az katkıda bulunur. Çalışmalar, kişilerin maddecileştikçe daha mutsuz olduklarını da göstermiştir. En mutlu kişilerin tümü de iyi dostlara sahip görünmektedir.

Mutlu otoayı öğrenmek İnsanların daha mutlu olmak için yapabilecekleri basit birçok şey vardır. llki, başarıyı mutlulukla karıştırmamaktır. İkincisi, kendi hayatının ve programının kontrolünü eline almaktır. Mutlu davranışlar sergilemeniz (gülümseyerek, iyimser ve canayakın davranarak) başkalarının da size farklı yaklaşmasını sağlar ve kendinizi gerçekten de mutlu hissedersiniz. Yetenek ve tutkuları geliştirecek işler ve boş zaman etkinlikleri yaratmak da çok yararlı olur. Düzenli egzersiz yapmak, düzenli uymak ve sağlıklı yemek insana kendini iyi hissettirir. llişkilere zaman ayırmak ve özen göstermek mutluluk açısından önemlidir. Başkalarını onaylamak, yardım etmek ve yaşadığına şükretmek de, en iyi ifadeyle inanç sahibi olmak şeklinde tanımlanabilecek bir amacı ve umudu olmak kadar mutluluğu artıracakttr.



Pozitif psikoloji, odak noktasını, kişisel zayıflıkları araştırıp onları düzeltmek ya da değiştirmekten, güçlü yanların ve meziyetlerin incelenmesine kaydırmaktadır. Amacı, gerçek mutluluğu ve iyi yaşam sürmeyi destekleyerek sağlığı da desteklemektir. Hem popüler yazarlar hem de araştırmacılar için, pozitif psikolojiye giriş kapsamında, güçlü yanlar ve değerler listelenmeye ve sınıflandırılmaya çalışılmıştır. Bu çaba hayata geçirilmiş olmakla birlikte, halen görüş ayrılıkları mevcuttur. Aşağıda en güncel liste yer almaktadır:

  • Bilgelik ve bilgi - yaratıcılık, merak, açık fikirli olmak, öğrenme sevgisi, bakış açısı.

  • Cesaret - yüreklilik, sebat, dürüstlük, dirilik.

  • İnsanlık - sevgi, nezaket, sosyal zeka.

  • Adalet - vatandaşlık, adillik, liderlik.

  • llımUl:ık - bağışlayıcılık ve merhamet, edep ve tevazu, kendine hakim olmak.

  • AşkmUk - güzellik ve mükemmelliği takdir, kadir bilme, umut, mizah duygusu, ruhanilik.

Mutluluğa dair safsatalar

Araştırmacılar, mutluluğun doğası ve kaynağına ilişkin birtakım görüşler sıralamışlardır. Aşağıda, yaygın olarak inanılan, ama aslı astarı olmayan bu safsatalardan bazıları yer almaktadır.

  • Mutluluk başınıza gelen şeylerin niteliğine ve niceliğine bağlı bir şeydir.

  • insanlar eskisine göre daha mutsuzdur.

  • Ciddi fiziksel engelleri olanlar daima daha mutsuzdur.

  • Hayatının baharındaki gençler yaşlılardan daha mutludur.

  • Çocuklar evli çiftlerin mutluluğuna mutluluk katar.

  • Çok para kazanmak insanları uzun vadede daha mutlu kılar.

  • Genelde erkekler kadınlardan daha mutludur.

  • Mutluluk peşinde koşan mutluluğu kaybeder.

Pozitif psikoloji ekonomistlerin, hatta teologların ve iş çevrelerinin de ilgisini çekmeye başlamıştır. Bir disiplin olarak giderek hız kazanmakta ve alanını tüm insan halleri içinde insanın bu en temel halini bilimsel olarak ıncelemeye dönüştürmekted ir.

>> fikrin özü

Mutlu olmayı öğrenebiliriz

14 Duygusal Zeki

"Duygusal zeka duygulan anlama, yönetme ve kullanmayla ilgili yetenekleri sınıflandırmaya yarayan tasnifleyici bir çerçevedir." P. Salovey ve J. Mayer, 1994

"Duygusal zeka" (emotional intelligence, El) teriminin izi 40 yıl kadar önceye dek sürülebilse de, esasen 1990'da yayımlanan etkili bir makaleye ve Daniel Goleman'ın 1995 tarihli popüler kitabı Emotiorıall Intelügence'a (Duygusal Zeka] dayandırılır. Özellikle işinde başarı kazanmak isteyenleri ilgilendiren muazzam bir sanayi yaratmıştır. Birçok kitapta, bilişsel yetenek ya da geleneksel akademik zekanın genel yaşam başarısının (akademik, kişisel ve iş) yüzde 20'sine katkıda bulunurken, kalan yüzde 80'inin tamamen El'ye atfedilebileceğine dair çarpıcı iddialarda bulunulmuştur.

El'nin bileşenleri El'yi oluşturan özelliklerin, etmenlerin, yeteneklerin ve becerilerin neler olduğu konusunda bir fikir birliğinden söz edilemez. El ile ilgili piyasadaki testlerin ve kitapların sayısı arttıkça, durum iyileşeceğine kötüleşmektedir. Kuramlar ve sistemlerin tümü olmasa da çoğunda, duygusal farkındalık ve düzenlemeden söz edilmektedir.

Bu konudaki çözülmemiş soruların en önemlilerinden biri, El'yi oluşturan alanların ya da bileşenlerin ne olduğudur. Nitekim, ilk modellerde bireyin kendindeki ve başka kişilerdeki duygunun algılanması, onaylanması ve ifade edilmesi; düşünmeyi kolaylaştırmak için duyguya başvurulması; duyguları analiz etmek için duygusal bilginin kullanılması, büyümeyi desteklemek için duyguların düşünceye dayalı olarak düzenlenmesi arasında ayrım yapılmıştır. Kimi yazarlar duygusal okuryazarlık (kişinin kendi duygularına ve bunların mekanizmasına dair bilgisi ve kavrayışı), duygusal zindelik (dürüstlük ve duygusal dayanıklılık ve esneklik), duygusal derinlik (duygusal gelişme ve yoğunluk) ve duygusal simyadan (yaratıcı fırsatları keşfetmek için duyguları kullanmak) söz ederler. Diğerleri El'yi öz-far- kındalık, öz-düzenleme, öz-güdülenme, empati ve sosyal beceri gibi etmenlere

"Sosyal zeka" kavramı ortaya atıldı.

Konuyla ilgili ilk bilimselmakale yayımlandı.

ayırır. On beş bileşenden oluşan daha popüler bir kavram da bulunmaktadır. Bu alanlar birbirinden bağımsız, ama ilişkili dört etmende toparlanabilir: iyi olmak, kendini kontrol etme becerileri, duygusal beceriler ve toplumsal beceriler.

Belli başlı Duygusal Zeki modallermm ortak yönleri

Ortak yönler

Kendini bu özelliklere sahip gören yüksek puanlılar...

Uyumluluk

Esnek ve yeni koşullara uymaya istekli

iddiacılık

Açıksözlü, dürüst ve diğerlerinin hakkını koruyan

Duygunun ifadesi

Duygularını diğer insanlara aktarma yeteneğine sahip

Duygu yönetimi (diğerleri)

Diğerlerinin duygularını etkileme yeteneğine sahip

Duygu algısı (kendi ve diğerleri)

Kendi duygularından ve karşısındakinin duygularından emin

Duygunun düzenlenmesi

Duygularını kontrol edebilme yeteneğine sahip

Düşünmeden hareket etme (düşük)

Düşünceli ve hemen telaşa kapılmayan

ilişki becerileri

Kişisel ilişkilerinin içini doldurma yeteneğine sahip

Özgüven

Başarılı ve kendinden emin

Kendini motive etme

Motive ve terslik çıktığında hemen pes etmeyen

Sosyal yetenek

Mükemmel sosyal becerileri olan başarılı ağ kurucular

Stres yönetimi

Baskıya dayanıklı ve stres yönetme yeteneğine sahip

Empati özelliği

Başkasının gözünden bakma yeteneğine sahip

Mutluluk özelliği

Neşeli ve yaşamından memnun

iyimserlik özelliği

Kendine güvenli ve "bardağın dolu tarafını" görmeye eğilimli

Ölçüm El sıklıkla duygusal zeka katsayısıyla (emotional intelligence quo- tient, EQ) ölçülür. Psikometri uzmanları, maksimum performans (örneğin, IQ testleri - doğru ve yanlış yanıtlar) ve tipik yanıt ölçümleri (örneğin, kişilik anketleri - tercihli yanıtlar) arasında bambaşka anlamlara gelecek farklılıklar görürler. Kişinin kendi bildirimine dayalı ölçüm, El'nin esas olarak bir kişilik özelliği ("El özelliği" ya da "duygusal öz-etkinlik") olduğu fikrini doğurur. Potansiyel maksimum performans ölçütü ise, El'yi bilişsel bir yetenek ("El yeteneği" ya da "bilişsel-duygusal yetenek") olarak gören fikirlere yol açar.

Üzerinde tartışılan daha temel bir konu, El'nin bilişsel yetenek testleriyle gerçekten de ölçülüp ölçülemediğidir. Yani, duygusal düzenleme gibi El kamları,

Goleman, Emotional İntelligence

Öz-bildirime dayalı ilkpopüler anket geliştirildi.

ilk yetenek ölçümü geliştirildi.

İşyerinde EQ

EQ iş başarısı açısından ne kadar önemli yahut bununla ne kadar bağlantılıdır? Bunun için, EQ'nun işyerinde nasıl etki gösterdiğine ve El'si yüksek kişilerin neden daha başarılı görüldüğüne dair bazı açıklamalara göz atalım. Öncelikle, yüksek EQ'lu kişiler fikirlerini, niyetlerini ve hedeflerini aktarmakta daha başarılıdır. Düşündüklerini daha iyi ifade edebilirler, daha iddiacı ve duyarlıdır- lar. İkincisi, işte çok önemli olan EQ, takım çalışması yapabilme becerileriyle yakın ilişkilidir. Üçüncüsü, EQ'su yüksek iş liderleri, kurumsal bağlılığı artıran ve böylece de başarıya götüren destekleyici ortamlar kurarlar.

Dördüncüsü, yüksek EQ'lu liderler kavrayışı yüksek kişiler olarak, takımlarının ve kendilerinin güçlü ve zayıf yanlarını bildikleri için, güçlü yönlerini geliştirip zayıflıklarını telafi edebilirler. Beşincisi, EQ, insanların talepler, baskı ve stresle etkin ve etkili şekilde baş edebilme becerileriyle ilişkilidir. Altıncısı, yüksek EQ'lu liderler takipçilerinin ne hissettiğini ve ihtiyaçlarını doğru tespit edebilir, daha teşvik edici ve destekleyici olabilirler. Heyecan, şevk ve iyimserlik yayarlar. Yedincisi, yüksek EQ'lu yöneticiler, düşük EQ'luların aksine, olumsuz, savunmacı ve yıkıcı baş etme ve karar alma tarzlarına daha uzaktır.

duygusal deneyimin öznelliği nedeniyle, nesnel yetenek testleriyle güvenilir ve geçerli biçimde asla ölçülemez. Kimileri El özelliğinin, davranışsal eğilimleri ve aktüel bilişsel yetenekler karşısında kişinin kendi algısına göre yeteneklerini kapsadığını ve kişilik alanına girdiğini öne sürmektedir. Aksine, aktüel yetenekleri kapsayan yetenek El'si, temelinde bilişsel yetenek alanına aittir. Esas olarak, kişilik testlerine benzeyen, bir düzineden fazla özellik El'si testi vardır.

Öte yandan, EI’yi bu şekilde ölçülmesi gereken "gerçek" zekâ ya da yetenek olarak görenler de vardır. En kabul gören ölçüt MSCEIT'dir ve dört etmeni ölçer: duyguları kavramak ve tanımlamak (kendinizi nasıl hissettiğinizi ve çevrenizdekilerin kendini nasıl hissettiğini kavrama becerisi); düşünmeyi kolaylaştırmak için duygulardan yararlanmak (duygu oluşturma ve bu duyguyla akıl yürütme becerisi); duyguları anlama (karmaşık duyguları ve duygu "zincirlerini" ve duyguların nasıl geliştiğini anlama becerisi) ve duyguları yönetme (kendindeki ve başkalarındaki duyguları yönetme becerisi).

MSCEIT testinde kişilerden şunlar istenir:

  • gördükleri yüzde ya da çizimlerde ifade edilen duyguyu tanımlamaları

  • bir duygudurumu oluşturup sorunları bu duygudurumuyla çözmeleri

  • farklı duyguların nedenlerini tanımlamaları

  • duyguların nasıl geliştiğini anlamaları

• kendilerini ya da başkalarını ilgilendiren durumlarda duygu-nun düşünceye en iyi nasıl katılacağını tanımlamaları.

Bu durumda, El'yi ölçmenin birbirinden epeyce farfarklı iki yön-temi olduğu söylenebilir. Biri kişilik testine benzer ve El'yi tamanlamıyla bir kişilik özelliği olarak görür. Diğeriyse, daha çok biryetenek testine benzer. llki diğerine göre daha kolay ve uygulamasıdaha rafsız bir ölçme yöntemidir. Ancak, asıl soru, hangisinindaha güvenilir ve hassas olduğudur. Çalışmalar, her iki testteki pu-anların pozitif yönde bir miktar bağlantılı olduğunu göstermiştir.Tartışmarun özünde ise, El'nin yalnızca bir başka kişilik özelliği mi,yoksa gerçek zekânın bir bölümü mü olduğu sorusu yatmaktadır.

"Duygusal zeki: zihinsel yeteneğin uzun süre ihmal edilmiş esas bileşeni ya da kitlesel olarak ticarileştirilmiş kafa karıştıran bir fikir ve gelip geçici bir moda." A. Furnham, 2001

Duygusal emek

Birçok işte fiziksel ve zihinsel emek, bazılarındaysa duygusal emek harcamak gerekir. Hizmet elemanları, gerçekten öyle hissetseler de hissetmeseler de, belli duyguları ifade etmek zorundadırlar. Gülümsemeleri, olumlu olmaları, o sırada ne yaşıyor olurlarsa olsunlar huzurlu görünmeleri gerekir. Buna "yüzeysel davranış" denir. Ancak, öyle işler vardır ki, sergilediğiniz duyguları neredeyse gerçekten yaşamanız da beklenir. Buna "derinlemesine davranış" denir. Bu işlerde kimi müşteriler numara yaptığınızı hissedebileceğinden, uiçten gülümseme"yi öğrenmeniz şartır.

Duyguları işverenleri tarafından yönetilen ve kontrol edilen kimi hizmet emekçileri, asıl duygularına yabancılaşmaya başlar. Bir yandan sabır, dostluk ve merak gösterirken, içlerindeki sıkıntı, öfke ve hiddeti bastırmaları

gerekebilir. Bunu yapmanın bir yolu, senaryolardan yararlanmaktır. Hizmet elemanları repliklerini öğrenip bir karakter çizerek oyunculuk yapmaya teşvik edilirler. Bu şekilde uygun duyguyu öğrenebilirler. Üniformaları da sahne kostümü işlevi görür. Üniforma bilgi verir ve korur.

Tüm hizmet çalışanlarının kabinlerde, vestiyerde, mutfakta bir ukulisleri" vardır. Burada kendileri olabilir, nefes alır ve doğal halleriyle davranabilirler. Sahne arkasında zor müşterilerle dalga geçebilirler. Böylece, yaşadıklarının acısını çıkarıp, ezilenler arasındaki dayanışmanın keyfini sürerler. Molalar kendileri gibi olmalarına olanak tanır; bunlar makyajlarından kurtulup kendi değerlerini onarma ve duygusal emekten bir süreliğine uzaklaşma zamanlarıdır.

>> fikrin özü

El kişilikle nıi bilişsel yetenekle rni ilgilidir?

15 Duygular Neye Yarar?

Duygular güçlü toplumsal sinyallerdir. "Duygu" (emosyon) ve "motivasyon" (güdülenme), Latince "hareket etmek" anlamındaki aynı kökten gelir. Duygular bize, çevreye yanıt verebilmemizi sağlayan hızlı ve güçlü fiziksel mesajlar gönderir. isteyerek ya da istemeden iletişim içinde olmamızı sağlar.

Evrim bize, hepsi de belirli hayatta kalma sorunlarını çözmek için tasarlanmış,bir dizi yüksek dereceli uyum programı bırakmıştır. Hepimizde, geçmişteki bir-

çok karşılaşmanın sonucu olan, gelişkin makro ve mikro duygusal programlarvardır. Kime güveneceğimizi, cinsel sadakatsizliği nasıl ortaya çıkaracağı-

mızı, başarısızlık ve statü kaybıyla nasıl baş edeceğimizi, ölüm karşısında nasıl

"Duygular bağlılığı garantileyen zihinsel araçlardırMark Ridley, 1996

davranacağımızı çok önceden öğrenmiş bulunuyoruz. Birçokduygunun otomatik, istemsiz ifadesi, sosyal türümüzün başarılıbir sosyal yaşam sürdürebilmesinin kilit özelliğidir. Toplumsaletkileşimi kolaylaştıracak zengin ve çözülebilir bir duygusal sin-yal repertuarımız vardır. Duygular, soruna yönelik birçok sistemihep birlikte canlandırıp harekete geçirir.

Korku Pek çok insan karanlıkta takip edilmekten, pusuya düşürülmekten ya da saldırıya aktan korkar. Bu korku bir koşullar ya da rutinler dizisini harekete geçirir. !lk olarak, belli görsel ya da işitsel işaretlere karşı dikkat kesilirsiniz; ikinci olarak, öncelikleriniz ve hedefleriniz değişir: Açlık, acı ve susuzluk, güvenlik uğruna geri plana itilir. Üçüncü olarak, bilgi toplama sistemleriniz belli konulara odrnır. Dördüncü olarak, kolay ve zordan tehlikeli ve güvenliye bazı basit kavramlar ortaya çıkar ya da değişim gösterir. Beşinci olarak, bu duruma benzeyen geçmiş olayların anıları tetiklenir. Altıncı olarak, pek alışılmadık şekillerde, örneğin bağırarak ya da haykırarak haberleşme çabaları gösterirsiniz ya da tam tersine, korkudan kıpırdayamaz hale gelip ses bile çıkaramazsınız. Yedinci donem .

1872 1967

Darwin, The Expression of
Emotions in Man and Animals

Morris, Çıplak Maymun

olarak, neler olduğunu ve bir sonraki adımda neler olabileceğini anlamaya çalıştığınızı gösterir şekilde bir çıkarsama yapma ve hipotez sınama sistemi harekete geçer. Sekizinci olarak, öğrenme sistemleri ve ardından, dokuzuncu olarak da, psikolojik sistemler devreye girer. Her şey, belki de ardından bir dizi davranışsal karar alma kuralını uygulamaya koyacak "savaş ya da sıvış" yanıtı içindir. 

Tartışmalar sürmekteyse de, çoğu araştırmacı birbi

rinden ayrılabilen altı temel duygu bulunduğu konusunda hemfikirdir:


  • sürpriz öfke

  • mutluluk üzüntü iğrenme korku

Sözsüz duygusal ifadeler üzerine ilk bilimsel incelemeyi kaleme alanCharles Darwin, temel duygusal hallere karşılık gelen farklı yüz ifa-delerini ayırt edebileceğimizi öne sürer. Bunlar, evrimsel geçmişimizinparçası olan ve öğrenilmemiş, aleni duygulardır. Körler, görenlerlehemen hemen aynı yüz ifadelerini sergiler. Yüzde son derece ifadeli,farklı bölgeler vardır, tümü de duygulara dair sinyaller gönderebilir.Gözler kocaman açılıp kısılabilir, gözbebekleri genişleyebilir ya da de-ğişmeden kalır, kaşlar kalkabilir ya da çatılabilir. Kişi aşırı göz kırpabilirya da gözlerini dikip bakar. Ağzı açık kalır ya da sımsıkı kapanır; yyukaarı

"Duygular herhangi bir nedenle uyum engellendiği anda ortaya çıkar." E. Claparede, 1928

doğru kıvrılır ya da aşağı doğru sarkar; dişler ve dil görünebilir ya da saklanır.

Ten, terleyerek ya da terlemeksizin kızarabilir ya da kızarmaz. Burun delikleriaçılıp kapanabilir. Öfkeli yüz ifadesi, açılmış gözler ve burun delikleri, alt dişleriortaya çıkaracak kadar açılmış dudaklar ve irileşmiş gözlerle ürkütücüdür.

Yüzdeki ve diğer sözel olmayan ifadeler duygudurumunun okunmasını sağlar. Ancak burada, iki uyarıyı dikkate almak gerekir. İlki, kontrol konusu olup, duygularımızın fiziksel tezahürlerini kolayca ve doğru şekilde kontrol edip edemediğimizdir. Şaşırmak ya da şoke olmak veya saldırıya uğramak, otonom sinir sistemi aracılığıyla ani ve güçlü tepkilere yol açar. Bazı duygular diğerlerinden daha çok kontrol altında tutulabilir. Dolayısıyla, araştırmalar stres altındayken özel jestler ve ayak hareketleriyle duygularımızı sıkça "açık ettiğimizi" göstermekteyse de, jestlerimizi ve beden hareketlerimizi daha kolay

Argyle, Bodily Communication

Duygu bilimi kavramıkullanıldı.

Collett, The Book of Telis

kontrol edebildiğimizi farz edebiliriz. Aynı şekilde, çoğumuz gözbebeklerimizin büyümesini ve nabzımızı kontrol edemediğimizi hissedebiliriz.

İkinci konu (bilinçli) duygu farkındalığıyla ilgilidir. Kimi zaman, yüz kızardığında olduğu gibi, hem duygu mesajını gönderen hem de alan kişi, her şeyin tamamen farkındadır. Öte yandan, kimse bakışlardaki hafif kaymaları, kaş hareketlerini ya da gözbebeklerindeki büyümeyi fark etmeyebilir. Uzmanlar duygusal durumlara dair, dudaklar sıkılı gülümseme, esneme ve baş hareketleri gibi belli söz dışı özellikleri fark etmek üzere eğitim alırlar. Son olarak, duygu mesajı yollayanlar mesajlarının farkında olabilirler, ama bir şeyleri saklamaya çalıştıklarında, alıcılar bu mesajı alamayabilir.

Mesajla şifrelemek ve şresini çözmek İnsanlar duygularıylailetişim kurarlar: Duygularımızı yüz ifadelerimizle, seslerimizdeki değişikliklerle,beden hareketlerimiz ve duruşumuzla belli ederiz. Fizyolojik uyarılma, karakte-

ristik ifadelere yol açan belirli tepkilerdoğurur. Bu nedenle, korku deriye vekaslara kan akışını azaltırken (dolayı-sıyla yüzün rengi atar), öfke tersine yolaçar (öfkeden kıpkırmızı olmak).

Seyreden insan

Desmond Morris'in 1967'de yayımlanan kitabı Çıplak Maymun, insan davranışının evrim penceresinden değerlendirmesidir. Morris'in burada ileri sürdüğü görüş, bizlerin hayvan (bir tür primat) ve dolayısıyla da, biyoloji kurallarına bağlı bir biyolojik olgu olduğumuzdur. Davranışların ya da belirli hareketlerin anlamını çözmeye çalışan bir zoolog olarak Morris'in yöntemi, Homo sapiens'i gözlemlemekti. Buna göre, evrim kuramına dayalı bir zooloji eğitimi ve yakın gözlem sayesinde, insan davranışı açısından bir alan kılavuzu geliştirebiliriz. Bu kılavuz da, günlük davranışlarımızın, jestlerimizin, gönderdiğimiz ve aldığımız duygusal açıdan ilişkili içerikteki sinyallerin birçoğunu açıklayabilir.

Çocuklar, çok küçük yaştan itibaren,kendilerine bakan kimselerin farklıduygularını sezip tepki gösterirler.Öfkeye, tiksintiye ve korkuya karakte-ristik tepkiler verirler. Daha sonra da,karakteristik ve saptanabilir duygusaldurumlar sergilerler: sıkıntı (ağlama,elini ağzına sokma); öfke (çığlık atma,öfke nöbetleri); hayal kırıklığı (be-denini tırmıklama, diş gıcırdatma,ayakları ovuşturma).

Kitaba duyulan büyük ilginin nedeni, gözünü dikip bakma, kendine dokunma ya da statü göstergeleri gibi belirli davranışların yakından tanımlanması ve anlamlarıyla işlevlerinin evrimsel bir bakış açısıyla açıklanmış olmasıydı.

Belli duyguları şifrelemeye programlan-dığımız ama bir yandan da öğrendiğimizgibi, bunları çözmeyi de öğreniriz. llkçalışmalar, insanların neşe, korku, şaş-kınlık ve öfke gibi duygularını açıkçaifade ettiğini göstermiştir.

Kimi deneklere sessiz filmler, diğerlerine sesli filmler gösterilirken, kimilerine de sadece filmlerin sesleri dinletilmiştir. Şaşkınlık ve küçümseme en zor çözülen ya da en zor anlaşılan duygular; korku, öfke ve neşe ise en kolay anlaşılanlar olmuştur.

lnsanlar karşısındakinin duygularını çözmek için birçok ipucundan yararlanır. Ancak, gülümsediği halde ifadesiz gözlerle bakan birinde olduğu gibi çelişkili ipuçları da vardır. Aslında, daha açık ve aldatmacaya başvurulması daha zor olduğundan, sözsüz iletişimin sözlü ya da sesli iletişimden daha güçlü olduğu düşünülebilir.

Duym ölçmek Psikologlar, bu alandaki birçok şeyi ölç-mek için dört yönteme başvurur. llki öz-bildirim, yani kişilerinkendi hakkında söyledikleridir. Bu, görüşme ya da anket şeklindeyapılabilir. İkincisi gözlem ya da diğerlerinin tanıdıkları veya göz-lemledikleri kişi hakkında söyledikleridir. Üçüncü yöntem, kişinindavranışını bir görev sırasında ölçmektir. Sonuncusuysa, kan ve

"Hüzün, duyguyla
hatırlanan
sükunettir."
Dorothy Parker, 1939

tükürük örneklerinden, kalp ve solunum izlenmesine ve beyindeki elektrik

sinyallerine kadar her şeyi kapsayan fizyolojik ölçümdür.

Bu yöntemlere göre, kişiden hislerini tanımlamasını, yani kendini nasıl hissediyor ya da hissetmiş olduğunu söylemesini isteyebilirsiniz. Ya da bir gözlemciye veya gruba belli birinin konuşurken nasıl göründüğünü sorabilirsiniz. Kişinin ne kadar hızlı ya da yavaş konuştuğunu ya da belli bir durumda normaldekine kıyasla nasıl davrandığını ölçebilirsiniz. Ya da belli bir dönemden hemen sonra veya o sırada kişinin nabzını, solunumunu, kortizol düzeyini ölçersiniz.

Sorun kısmen, çeşitli ölçümlerin birbirleriyle pek az uyumlu olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla, kişi çok sinirli olduğunu söylerken gözlemciler bunu fark edememiş olabilir. Aynı şekilde, kişi belli bir performans sırasında hiç gergin olmadığını bildirirken, çeşitli fizyolojik ölçümleri çok yüksek çıkabilir. Bir başka ilişkili sorun, farklı duyguların farklı fizyolojik göstergeleri olmasıdır. Fizyolojik ölçümler çok kaba olabileceğinden, bu verilere dayanarak kişinin nasıl hissettiğini ya da hissetmiş olduğunu tarif etmek güçtür.

>> fikrin özü

16 Bilişsel Terapi

"Atfetme süreçlerinin, yalnızca bireye kendi dünyasına dair gerçeğe uygun bakış açısı sağlayan bir araç olarak değil, bireyin bu dünyada etkili bir kontrol kurabilmesini destekleyen ve sağlayan bir araç olarak da anlaşılması gereklidir."

H. H. Kelley, 1972

Alm öncüleri Genelde, bilişsel terapinin (BT) 1960'larda başladığı kabul edilir. Bu tarz psikoterapinin babası ise, 1967'de Depression: Causes and Treat [Depresyon: Nedenleri ve Tedavisi] ve 1976'da ise Cognitive Therapy and the Emcndtional Disorders [Bilişsel Terapi ve Duygusal Bozukluklar] adlı kitapları yazmış olan Aaron Beck kabul edilir. Bu yaklaşımın bir diğer kurucusu ise, akılcı duygusal davranış terapisini geliştirmiş olan Albert Ellis'tir (1914-2007). Ellis akıldışı inanışların ABC'sinden bahseder: harekete geçirici olay, bununla ilişkili inanış ve bu yaklaşımın sonuçları (duygusal ve davranışsal). Olayların yeniden yorumlanmasını ve sağlıklı baş etme stratejileri geliştirilmesini teşvik eden tekniğine, yeniden söze dökmek ya da yeniden yorumlamak adı verilmiştir. Bir terapi biçimi olarak, kendine yüksek standartlar koyanlar ya da kendini yetersiz görüp bu konuda sürekli düşünüp suçluluk duyanlar üzerinde özellikle etkili olduğu kanıtlanmıştır.

Düşünce terapisi Bilişsel terapiden önce, kimi zaman davranış değiştirme (modifikasyonu) de denilen davranış terapisi gelmiştir. Böylece, fobik bir birey, bu korkuların nesnel hiçbir temeli olmadığını kanıtlamak için yavaş yavaş ama bile bile, kendisini korkutan durumlarla karşılaştırılır. Davranış değiştirme, tatsız bir deneyimi özel bir etkinlikle eşleştiren -alkolik bir kişiye içki içtiği zaman onu kusturacak bir ilaç vermek; tırnak yiyenlerin tırnaklarına acı bir cila sürmek gibi- caydırıcı terapiye de başvurur. Kurumlarda, kişilere kendine söyleneni yaptıklarında simgesel bir ödülün (çeşitli mal ya da ayrıcalıklarla değiş tokuş yapmak üzere) verildiği "token" ekonomisinden de geniş

Davranışçılar özel düşüncelerin davranış olduğunu kabul ettiler.

Beck, Depression: Causes and Treatment

çapta yararlanılır. İyi davranış göstermek, kişi gönüllü olarak her iyi davranış sergilediğinde, simgesel bir armağan verilerek ödüllendirilir ve bir yandan da, gülümseme ya da sohbetle de bu davranışı teşvik edilir.

Buradaki temel fikir, insanların dünyalarını nasıl algılayıp yorumladıklarının, olaylar hakkında ne düşündüklerinin ve bunları nasıl hatırladıklarının ve daha özel olarak da bunların nedene katkısının terapistler tarafından araştırılması gereğidir. Dolayısıyla, "bilişsel" sözcüğü, bilişleri keşfedip değiştirmeye yönelik terapi fikrini tanımlar.

Bilişsel terapistler, dünyaya bakma biçimlerimiz ya da bakarkenkifiltrelerimiz olan şe-mafarfan söz eder. İnsanlar olayları görüş ve yo-rumlamadaki seçici biçimler demek olan bilişsel yanlılıklar geliştirir.Böylece de, tüm okul yaşamlarını epeyce seçici ve genelleştirilmiş şe-kilde, itilip kakılma, başarısızlık ve mutsuzluk anılarıyla ya da başarı,dostluk ve tatminle hatırlarlar. Hepimiz, şimdiye ve geleceğe ilişkingörüşlerimizde olduğu gibi, geçmişe ilişkin anılarımızda soyut, seçici vesıklıkla da genellemeler yapmaya eğilimli görünürüz.

Bilişsel terapi, düşüncede değişiklikler yaratarak davranış kalıbını kır-mayı, ardından da değiştirmeyi hedefler. Hedef, olayların yorumlanmasıaracılığıyla, kısır döngünün yerini bereketli bir döngüye bırakmasıdır.Örneğin, kişi bir partiye gidip insanlarla konuşamayabilir, bu yüzden de

kendini hiç çekici olmayan sıkıcı biri gibi görmeye başlar. Bunun sonucunda da, kederlenip başka partilere gitmekten kaçınır ya da davetleri reddeder; böylece de daha az davet almaya başlar. Bu durumda, toplumsal becerilerinin olmadığını, çirkin ya da beceriksiz olduğunu düşünür. Terapi ilk önce o özel partide neden çok az insanın kendisiyle konuştuğuna dair diğer nedenleri ve bunu izleyen sözde "mantık"taki değişiklikleri değerlendirerek başlar.

"Bilişsel davramş terapisi kendini daha iyi hissetmek isteyen insanlara yardımcı olacak müthiş bir tedavidir."

British Medical Journal, 2000

Depresyonda bilişsel terapi (BT) BT, depresyonlu çoğu insanın, çocuklukta ya da ergenlikteki ilk deneyimler aracılığıyla hayli olumsuz bir dünya görüşü ya da şeması öğrendiğini öne sürer. Bunun birçok nedeni olabilir: ebeveynlerdeki depresyon, ebeveyn ya da akranlar tarafından eleştirilmek

Ellis, Reason and Emotion in Psychotherapy

Stres inokülasyon terapisi tanımlandı.

BDT en yaygın uygulanan terapi haline geldi.

ya da reddedilmek; anne ya da babanın ölümü ya da boşanması. Bu kişiler kendini başarısız, çaresiz ve umutsuz hissederler; neye el atsalar batıracaklarını düşünürler. BT terminolojisinde, negatif şema (karamsar dünya görüşü) bilişsel yanlılıklara (asılsız inançlar) yol açar; bunlar da negatif şemalara temel oluşturup, kendi kendini doğrulayan kehanetler aracılığıyla kişiyi başarısızlığa sürükler.

"Terapistlerin katıldığı anketler, uygulama alanındaki pslkologların çoğunluğunun hızla BDT'ye yöneldiğini göstermektedir." Brandon Gaudiano, 2008

Depresyonlu kişiler kendilerine ve başkalarına olanlara özel anlamlar yükler ya da bambaşka bir açıklama tarzıyla yaklaşırlar. Bunun üç bileşeni vardır: içsel-dışsal (nedenin kendilerine içsel mi dışsal mı göründüğü), kararlı-kararsız (nedenin ruh hali gibi geçici mi, yoksa yetenek gibi daha sabit bir şey mi olduğu), ve genel-özel (kişinin yaşamının tüm yönlerini mi, yoksa yalnızca çok belirli alanlarını mı etkilediği).

Dolayısıyla, negatif ya da depresif yükleme tarzı, başarısızlığı (sınavdaki, terfi konusundaki, bir ilişkideki) içsel, kararlı (benim yeteneksizliğim yüzünden, kişililik yapımın tuhaflığından ) ve genel (hayatımın her alanını etkileyecek) görecektir. Oysa kişi ehliyet sınavını geçememesini dışsal (ehliyet hocası ya da o günkü hava şartları yüzünden), kararsız (değişebilecek ya da kesinlikle değiştireceği bir şey) ve özel (yalnızca ehliyetle ilgili bir şey) olarak yorumlayabilir.

Bilişsel <daw terapisi (BD Günümüzde çok çeşitli durumlarda başvurulan tüm terapiler içinde belki de en yaygın kullanılanı olan B]DT, bilişsel terapi, akılcı duygusal davranış terapisi ve davranış modifikasyonundan geliştirilmiştir. BDT dört varsayım üzerine kuruludur. Birincisi, insanlar gerçekte kendilerine ne olduğunu anlamak yerine olayları yorumlamayı tercih ederler. İkincisi, düşünceler, hisler ve davranışlar birbirine kenetlenmiş, iç içe geçmiş ve birbiriyle ilişkili durumdadır. Üçüncüsü, terapinin işe yaraması için, kişilerin kendisi ve diğerleri hakkında ne düşündüğü netleştirilmeli ve ardından değiştirilmelidir. Dördüncüsü, terapi hem inançları hem de davranışları değiştirmeyi hedeflemelidir; çünkü, her ikisi birden hedef alındığında yararı ve etkisi daha büyük olacaktır.

Tipik adımlar arasında, günün önemli olayları ve bunlarla ilgili tüm düşünceler, duygular ve davranışları kapsayan ayrıntılı bir davranış günlüğü tutulması; uyumsuz ya da yararsız tüm inanç ve davranışların sorgulanması; bundan sonra da, belli durumlara çok farklı bir düşünce yapısıyla yaklaşmaya çalışılırken diğerlerinden kaçınılması yer alır. Gevşeme teknikleri gibi başka yöntemler de

Tedavi başarısı

BDT'yi destekleyenler bu yöntemin maliyet-et- kin, uyarlanabilir olduğunu ve işe yaradığını öne sürmektedir. Bazı bildiriler, kısa süreli "kür"lerin yüzde 50 "şifa" sağladığını düşündürmektedir. Bu büyük bir başarı sayılmaktadır. Yani, kişi haftada bir 16 özel seansa katılırsa, psikiyatrik belirtilerinden kurtulma ve bunların tekrarlamama şansı 50:50'dir. Ağır vakalarda BDT, uygun ilaçla birlikte uygulandığında, özellikle depresyonlu bir kişiye yardım etme şansı en fazla olan yol gibi görünmektedir.

Bilişsel davranış terapisi tek başına bilişsel terapiden daha etkilidir. Ancak, her ikisi de, şizofreni gibi ciddi psikotik hastalıklarda mütevazı bir etki sağlar. Bilişsel terapistler depresyon, elem ve çoğu zihinsel hastalıkta önemli rol oynadığını anlamaya başladığımız fiziksel etmenleri ve fizyolojik süreçleri hafife alma eğilimindedir. Dahası, bilişsel terapinin

kimi insanlardaki akıldışı ve bozulmuş düşünceyi, uyumsuz davranışlar üzerinde fazla etki ya da değişim yaratmaksızın, gerçekten değiştirebildiği gösterilmiştir.

Herhangi bir terapinin gerçek etkisini ölçmek birçok nedenden zordur. Hastalar durumlarının ağırlığına göre farklılık gösterirler. Terapistin kişilik, yetenek ve becerileri ve hasta ile terapistin birbirine "uyumu" ya da aralarındaki kimya pek çok şeyi etkiler. Kısa süreli etkiler kaybolabilir, pek çok kez nüks görülebilir ve ölçümlere uzun süre devam edilmesi gerekebilir. Kimileri terapiden ayrılır ve bunun nedeni de bilinmez. Dahası, çoğu hasta -genellikle terapistfarkında olmaksızın- alternatif ve tamamlayıcı tıp, yoga, vitamin destekleri, kendi kendine yardım gibi başka terapiler alır. Bu nedenle, hangi etkiye neyin yol açtığını bilmek güçleşir.

öğretilebilir. Kişiye kendisi, başkaları ve genelde dünya hakkında gerçekte ne düşündüğünü ve nasıl tepki verdiğini inceleyerek kendini izlemesi ve bir iç bakış geliştirmesi için destek verilir.

Odak noktası daima bilişler ve yanlılıklar!a çarpıtmaların daha gerçekçi ve olumlu inanışlarla değiştirilmesidir. BDT'nin hedefi kişiyi genellikle depresyona sürükleyen otomatik, akıldışı düşüncelerdir. Özellikle kaygı, depresyon, obsesif-kompülsif bozukluk ve panik ataklardan yakınanlarda etkili görünmektedir.

gösterir." L. Peter, 1968

IQ'nun anlamı

Sir Francis Galton zeka testlerini açıkça savunan ilk kişiydi.

Zekanın, büyük ölçüde kalıtsal yolla edinilen, hızlı problem çözme ve diğer benzeri süreçlerle en iyi ölçülebilecek tek bir genel yetenek olduğuna inanmış görünüyordu.

Uzmanlar halen zekanın kesin tanımı konusunda görüş birliğine varmaktan uzak olsalar da, tanımların birçoğundaki ortak tema, zekanın deneyimlerden öğrenme ve çevreye uyum sağlama yeteneği olduğudur.

17 IQ ve Siz

"Zeka testi bazen kişinin o testi yaptırmayacak kadar zeki olmadığını

Kimileri gözümüze zeki, algısı keskin, parlak, göz ka-maştırıcı, zehir gibi yetenekli, keskin zekftlı ve hızlıgörünür. Diğerleriyse sönük, donuk, yarım akıllı,yavaş ya da aptaldır. Birinci kesimdekiler analitik vederdini iyi ifade edebilen insanlardır: Hızlı öğrenirler,hafızaları iyidir, karmaşık sorunlara iyi açıklamalargetirebilirler. İkinciler ise tam tersidir. Zeki insanlarokulda ve işte daha başarılı olabilirler.

Popüler göraşler "Zekâ, zekâ testiyle ölçülenşeyden ibarettir." Çoğu insan zekâ testlerinin kul-lanımına kuşkuyla bakmaktadır. Peki, bunda haklıolabilirler mi?

Zeki bir insanın problem çözmede iyi olduğu, man-tıklı düşündüğü, bilgili ve bunların yanı sıra da, hemgünlük hayatta hem de akademik alanda bu bilgiyidengeleme ve zekâsını sergileme kapasitesine sahipolduğu kabul edilir. Sıradan insanlar sıradan yollardışında düşünüp hareket etmeyi önemseyerek analitik

düşünceyi hafifseme yoluna giderler. Estetik beğeni, hayal gücü, meraklılık,sezgisellik de sıradan kuramların parçası olup, çoğu psikolojide bilinen ya-ratıcılık testlerinin epey ötesine gider.

Birçok çalışmada, erkeklerin zekâ (bilişsel kapasite), özellikle de uzamsal ve matematiksel zeka konusunda kadınlardan daha yüksek puanlar alacaklarını tahmin ettikleri, duygusal zekayla ilgili tahminlerininse tam ters

dönem

1903

Binet okullarda kullanılmak üzere Fransız zeka testini geliştirdi.

1904

Thorndike, An Introduction to the Theory
of Mental and Social Measurements

vasathğa ulaşır,

yönde olduğu gösterilmiştir. Ancak, genelde, insanlar aldıkları puanları tahminetmekte o kadar da iyi değildir. Bir kısmı tevazu gösterdiğinden gerçek kapasi-tesini olduğundan az tmin ederken, diğerleri kibir yüzünden aldıkları puanınüzerinde tahminlerde bulunmaktadır.

' "Bazıları vasat

Testlerin thçesi 1904'te Fransa Eğitim Bakanlığı, psikolog doğar, bazıları

Alfred Binet'den, normal sınıflara devamda zorluk çekecek çocuklarıbelirlemeye yarayan bir test geliştirmesini istedi. Binet de, kişilerin

akıl yürütme ve hüküm verme yeteneklerini ölçecek bir test tasarladı. bazılarmaysa Test maddelerini belirlerken, farklı yaşlardan ortalama düzeydeki ço- vasatlık dayatılır " cukların yanıtlayabileceği sorular olmasına dikkat etti.

Joseph Heller, 1961

Çocuğa önce yaşına göre biraz daha hafif sorular soruluyor, sonra soruların zorluk derecesi artırılıyordu. Çocuk belli bir yaş düzeyindeki soruların tümünü yanıtlayamadığında test durduruluyordu. Binet'nin testi, çocuğun tüm sorularını doğru yanıtladığı yaş düzeyine göre puanlandırılıyor, ardından da bir sonraki düzeyden doğru yanıtladığı her soru için fazladan puan ekleniyordu. Eğer çocuk 9 yaş düzeyinden tüm sorulara doğru yanıt verip 9 yaş düzeyinin üzerinden de üç soruyu doğru yanıtlamışsa, "zeka yaşı" 9 yıl 6 ay kabul ediliyordu.

Binet'nin testi Lewis Terman tarafından ABD'ye getirildi. Terman, Binet gibi zeka yaşını hesaplamak yerine, zeka yaşının kronolojik yaşa bölünüp lOO'le çarpıldığı zeka katsayısı (intelligence quotient, IQ) denen bir ölçüm kullandı. Dolayısıyla, zeka yaşı 10 olan 8 yaşındaki bir çocuğun IQ'su 125 olacaktı (10 bölü 8 eşittir 1,25; 1,25 çarpı 100 eşittir 125). 1960'a kadar IQ bu şekilde hesaplandı; bundan sonraysa, kişinin puanının nüfus genelinden alınan puanların dağılımıyla karşılaştırıldığı sapma IQ değeri denilen bir ölçüme geçildi. Bu ölçüm, kişinin aynı yaş ve gruptan (etnik, dinsel, ulusal) diğerlerine göre nerede durduğunu gösterir. Böylece, insanların yüzde 66'sının IQ puanının 85 ile 115 arasında, yüzde 97'sininkinin ise 70 ile 130 arasında olduğunu biliyoruz. Az sayıda da dahi (130 üzeri) ya da zeka geriliği olan (70 altı) insan bulunmaktadır. Yapılan çalışmalara göre, mesleğinde uzman olanların çoğunun puanı 120'nin üzerindeyken, vasıfsız işlerde çalışanların puanları 90 ile 110 arasındadır.

1916

1923

1939

Stanford-Binet testi yayımlandı.

Spearman, The Nature of /ntel/igence
and the Principles of Cognltion

Wechsler Erişkin Zeka Testi geliştirildi.

Özetle psikologlar zeka konusunda ne düşünüyor? Zeka üzerine epey tartışmalı bir kitabın (The Bell Curve [Çan Eğrisi], Richard }. • Herrnstein ve Charles Murray) yayımlanması ve bunu izleyen tutkulu -ama pek bilgiye dayalı görünmeyen- tartışma, dünyadaki uzmanların SO'den fazlasını psikologların zeka hakkında ne düşündüklerine dair mükemmel ve net bir açıklama yapmaya yönlendirdi.

Zekanın anlamı ve ölçülmesi

  • Zeka akıl yürütme, planlama, problem çözme, soyut düşünme, karmaşık fikirleri anlayabilme, hızlı öğrenme ve deneyimlerden öğrenmeyi kapsayan genel zihinsel bir kapasitedir.

  • İnsanların düşükten yükseğe kesintisiz bir IQ hattı boyunca yayılımı, çan eğrisiyle (normal eğri) isabetli şekilde temsil edilebilir.

  • Zeka testleri herhangi bir ırk grubu açısından kültürel yanlılık taşımaz.

  • Zekanın ardında yatan beyindeki süreçler henüz pek az anlaşılmıştır.

Grup farklılıkları

  • Her IQ düzeyinde, her ulusun ırksal ya da etnik grubundan bireyler bulunabilir.

  • Beyaz ırktan olanlar çan eğrisinde 100 IQ çevresinde yoğunlaşırken, Amerikalı ve Afrikalı siyahlar çan eğrisinde 85 IQ çevresinde yoğunlaşır.

Uygulamadaki önemi

  • IQ birçok önemli eğitimsel, mesleki, ekonomik ve sosyal sonuçlarla yakından ilişkilidir ve yaşamın bazı alanlarında (eğitim, askeri eğitim) çok güçlü, bazılarında orta derecede güçlü ama sağlam (sosyal yetenek), bazılarında ise mütevazı ama tutarlıdır (kanuna saygılı olma).

  • IQ testiyle ölçülen her şey pratik ve sosyal açıdan büyük önem taşır.

  • Yüksek IQ yaşamda üstünlük sağlar çünkü tüm etkinliklerimiz akıl yürütme ve karar vermeyi gerektirir. Hayatta başarının garantisi yoksa da, toplumu- muzda yüksek IQ ile başarılı olma şansı her zaman daha fazladır.

  • IQ'su yüksek olanlar daha önemli, daha karmaşık işlerde/görevlerde (yeni, belirsiz, değişen, öngörülemeyen ya da çok yönlü) çalışırlar.

  • Zeka farklılığı elbette eğitim, öğrenim ve iş farklılıklarında etkili olan tek etmen değilse de, zeka bunların içinde genellikle en önemlisidir.

  • Kişilik özellikleri, yetenekler, mesleki beceriler ve fiziksel yetenekler birçok iş için önemlidir ama bunların hiçbiri zeka kadar önemli değildir.

Grup içi farkhlıkların kaynağı ve dengesi

  • Kalıtsallık tahminleri 0,4 ile 0,8 arasındadır (O ile 1 arası bir ölçekte); kişilerarası IQ farklılıkları yaratmak açısından genetik, çevreye göre daha büyükrol oynar.

  • Aynı aileden kişilerin zekası genetik ve çevresel nedenlerden ötürü birbi-

rinden farklıdır.

  • IQ çevre ve insanlardan etkilenir. İnsanlar dünyaya sabit, de-ğişmez zeka düzeyiyle gelmezler.

  • Uzmanlar henüz IQ'nun kalıcı olarak nasıl yükseltileceğini yada düşürüleceğini bilmemektedir.

  • Genetik nedenli farklılıklar illa ki değiştirilmez değildir.

Gruplar arası farklılıkların kaynağı ve dengesi

  • Farklı ırksal ya da etnik grupların IQ'ları birbirineyakınlaşmaktad ır.

  • IQ'daki ırksal farklılıklar, gençler okula girerken de mezunolurken de aynıdır.

  • Beyazların zekası kendi aralarında neden farklıysa, siyahla-rınki de o nedenle farklıdır.

  • Irksal-etnik gruplar arasında neden farklılıklar olduğununbelli bir yanıtı yoktur.

  • Aynı sosyoekonomik geçmişe sahip bireyler için ırksal farklılıklar dahaküçük olmakla birlikte yine de önemlidir.

  • Zekâ üzerine araştırmalar kişinin kendini hangi ırktan gördüğü beyanınadayandığından, farklı bulgular, gruplar arasında net olmayan sosyal ve biyo-lojik farklılıkların karışımından kaynaklanır (kimse aksini ileri sürmez).

"Zeki kavrama çabukluğudur. Kavranan şey karşısında akıllıca hareket etmek anlamına gelen 'Yetenek'ten farklıdır."

A. N. Whitehead, 1960

Toplumsal politika açısından sonuçlan

  • Araştırma bulguları belli bir toplumsal politikayı ne belirler ne de engeller.

>> fikrin özü

Zeka katsayısı nedir?

:•; ü’e 1 bel i dr h i‘i-tt •..••

18 Flynn Etkisi

Öğrenciler artık daha mı zeki? Görünen o ki, birçok ülkede okul ve üniversite hedefleri sürekli yükselişte. Her geçen yıl hükümetler, okullarda daha iyi eğitim verilmesi ve tesislere daha çok yatırım yapılması gibi etmenlere bağlı olduğunu ima ederek bu sonuçlan şişirip duruyorlar. Kimileri, durumun sınavların kolaylaşmasından ibaret olduğundan dem vuruyor. Tabii, yüksek sonuçlar öğrencilerin daha sıkı çalışmasına ve daha fazla görev bilinciyle hareket etmesine de bağlı olabilir. Yoksa gerçekten de daha mı zeki bu çocuklar?

ne kadar zeki? Gerçekten iyi, hassas ve adil bir zekft testi var olduğunu hayal edelim. Bu test sizin toplam entelektüel yetenekleriniz ve kapasitesiniz hakkında net ve özgül bir saptama yapmayı da garantilesin. Tüm zekâ testleri gibi, bu test de sizi lOOün ortalama puan olduğu bir çan eğrisi üzerinden puanlayacaktır (bkz. Bölüm 17). Şimdi, insanların yüzde 66'sının puanının 85 ile 115, yüzde 97'sininkinin 70 ile 130 arasında olduğunu biliyoruz. Puanınız 135 ise, bu, nüfusun üst yüzde l'i içinde yer aldığınız ve bayağı zeki olduğunuz anlamına gelecek.

"ia terimi zekâmın tek, sabit ve önceden belirlenmiş bir

şey olduğuna dair
mitlere dayamr."

D. Reschly, 1981

IQ puanınızı hatırlıyor musunuz? Ama dürüst olun, böbürlenmeye yada sahte tevazuya gerek yok! Peki, ya ebeveynlerinizinki? Babanızınki,aıınenizinki kaç? Ya dedelerinizin, büyükannelerinizinki? Peki, çocuk-larınızın puanını tahmin edebilir misiniz? Kuşaktan kuşağa puanlardabir değişiklik var mı?

Bu alanda yapılan araştırmalar, insanların her yeni kuşakta yaklaşık4-6 puan ilerleme olduğuna inandığını göstermektedir. Dolayısıyla,anne babanız, kendi anne babalarından daha parlaktı, çocuklarınız dasizden daha parlak olacaklar. Her 10 ya da 15 yılda bir, ulusal IQ düze-

yinde de bir sıçrama görüyoruz.

dönem

1987

1990’lar

Flynn, "14 ülkede kitlesel10 artışı

Flynn'in birçok örnekle doğrulanması

Keşif Peki insanlar böyle düşünüyor olabilir de, bu inancın aslı var mı? Bu "etki"ye adını veren kişi, Yeni Zelanda'da çalışmalarını sürdüren Amerikalı siyaset bilimci James Flynn'dir. Flynn, ünlü ve saygın IQ test kitapçıklarını incelediğinde iki şey dikkatini çekmişti. Birincisi, farklı yaş, cinsiyet ve ırk grupları için tipik puanları tanımlayan normların çok sık değiştirilmek zorunda kalmasıydı. İkincisi de, birkaç yılda bir, aynı yaş grubundaki puanların artışıydı. Kısacası, insanlar zamanla daha iyi puanlar alıyordu. Ya testler kolaylaşıyor ya da tür olarak bizler daha zekileşiyor olmalıydık, ya da bunların ikisi de doğruydu. Yani, 1990'da alınan iyi bir puan 1970'in parlak puanıyken, 2005'te orta halli bir puan sayılmaktaydı.

Kontrol edilmesi gereken ilk şey, bu etkinin birçok ülke ve birçok testiçin geçerli olup olmadığıydı. Bu amaçla Amerika, Avustralya'danBelçika, Brezilya ve İngiltere'ye kadar 20'den çok ülkenirı verileriincelendi. Üstelik, bu etki akışkan zekaya ya da problem çözme zeka-sına ilişkin testler için olduğu kadar, bilgi temelli söz haznesi testleriya da kristalize zeka testleri gibi farklı test türleri için de doğruydu.Çok zengin bir veri kaynağı da, askere alım sırasında, kişinin savaşpilotu mu, denizaltı subayı mı, aşçı mı, yoksa askeri polis mi olacağınıanlamak için ordu tarafından ölçülen IQ'ların kayıtlarıydı. Verileregöre, aynı ülkedeki binlerce genç erkeğin ortalama IQ'larının grafiğisürekli şekilde ve acımasızca yükseliyor görünmektedir.

"Flynn, üniversite hocalarının öğrencilerin yeni tarz kavrayış ve yaratıcılıkları karşısında pek de mutlu görülmediklerini söylerken epey

Flynn'in iddia ettiği "kitlesel IQ artışları" etkileyici şekilde kanıt- haklıydı."

lanmış görünüyor. Ancak buradaki temel soru bunun neden böyle Chris Brand 1996 olduğudur. Gerçekten daha mı zekileşiyoruz? Tabii, bu da bizleri daha temeldeki bir başka soruya, testlerin gerçekten de zekayı mı, yoksa zekayla ilgili başka bir şeyi mi ölçtüğü sorusuna getiriyor. Flm IQ testlerinin eğitimde ya da işte kullanımlarında güvenilirlik, geçerlilik ve yararlarını asla sorgulamamıştır.

Başlangıçta, gerçek IQ değişmediği halde IQ puanlarının yükselmesinin iki nedeni olabileceği ileri sürüldü:

zamanla daha zeki insanlar teste tabi tutuluyordu

Flynn, •Adalet arayışı", American Psycho/ogist

1990'1arda lO'nun doruk yaptığına dair kanıt

Flynn, What is lntelligence7

Nedenler

Bazı alanlarda bu durumu açıklama girişimleri olmuştur.

Eğitim Çoğu ülkede, her kuşaktan insanın okulda ve daha iyi tesislerde geçirdiği zaman artmıştır. Okula gitmek zorunludur ve insanlar geldikleri yer neresi olursa olsun, öğrenmeye ve sınanmaya alışmışlardır. Zeka öğrenmeyle ilişkili bir şeydir; dolayısıyla, eğitim iyileştikçe ve yaygınlaştıkça, puanlar da yükselmiştir.

Beslenme Artık insanlar, özellikle çocuklukta daha iyi beslenmekte, bu da nüfustaki "geri zekalılık" oranını düşürmektedir. Gençliğinde kötü beslenen insan sayısı azaldığından, dağılımın dip bölümü ortadan kalkmış, böylece de ortalama puan yükselmiştir.

Sosyal eğilimler Süre kısıtlaması olan testlere ve zamana karşı çalışmaya artık hepimiz daha çok aşinayız. Testlere ve sınanmaya alışık insanlar daha iyi sonuçlar elde etmektedir.

Ebeveynlerin rolü Ebeveynlerin çocukları için daha zengin bir ev ortamı sağladıkları ve onlara kendi aldıklarından daha iyi eğitim vermek istedikleri öne sürülmektedir. Ebeveynlerin beklentileri yükselmiştir ve olaya daha çok katılmaktadırlar. Ebeveynlerin her bir çocuğa daha fazla yatırım yapabileceği daha küçük aileler kurma eğilimi de önemli bir etmen olabilir.

Sosyal çevre Dünya karmaşıklaşmakta ve uyaran düzeyi de artmaktadır. Modernleşme ve yeni teknolojiler insanların soyut kavramlarla daha çok oynamaları anlamına gelmektedir. Bu da zeka testlerinin ölçtüğü şeyin ta kendisidir.

insanlar okulda test uygulamasına giderek alıştıkları için testlerde daha iyi sonuçlar alıyorlardı: uygulama etkisinin kanıtı.

Bazıları da Flynn etkisinin gerçek olduğunu savunmaktadır. Bunu desteklemek için de, boy uzunluğunun kuşaktan kuşağa artmasını örnek göstermektedirler. Madem boyumuz uzuyor, neden zekâmız da artıyor olmasın? Ancak, okullarda ya da üniversitelerde, patent büroları ya da Nobel Ödülü kurullarında, bu (görece kısa) zaman dilimi içinde IQ artışına dair kayıtlı gerçek bir kanıt yoktur.

Flynn etkisi açıklama bekleyen bir olgudur.

Bu araştırnarnn kesinlikle gösterdiği bir şey varsa, o da testlerin düzenli ve rutin olarak tekrar tekrar standardize edilmesi gerektiğidir. Bu birçok yanlış anlaşılmayı ortadan kaldıracaktır. Bu yüzden insanlar hatalı şekilde sınıflandırılmaktadır. Örneğin, insanların yaşlandıkça problem çözme becerisinin azaldığı farz edilir. Oysa bunun nedeni, karşılaştığımın günümüz gençlerine

göre yapılmasıdır. Elli yıl önceki kendi araştırma gruplarının puanlarıyla karşı-

ltırılsa, bu değişikliklerin minimum düzeyde olduğu görülecektir.

Flynn etkisi, zekadaki değişimlerin genetikten ziyade çevresel ne-denlere bağlı olduğunu düşündürmektedir. Zeki insanların kendilerive çocukları için, IQ artırıcı daha uyarıcı çevrelerde yaşamayı tercihettiklerini öne sürmek pekalâ ikna edici bir görüş olabilir; ancak,bu aynı zamanda doğa ve çevreyle ilgili eski tartışmayı alevlendire-cektir. Bu nedenle, Flynn etkisinin işlemesi için, çevre etkilerininde her iki yönde işleyebilmesi gerekir. Dolayısıyla, zengin bir çevreve sürekli çaba, IQ'nun yükselmesine neden olabilir. Aynı şekilde,kötü, kirli bir çevre ve kişisel gelişimle hiç ilgisi olmayan insanlarsöz konusu olduğunda, tam tersi bir etki ortaya çıkar.

"insanlar zekanında, kuşaktan kuşağa artan boy ortalaması gibi artıp artmadığını merak etmeye başladı."

Chris Brand, 1996

Yükselişin sonu mu? Flynn etkisirıin azalıp azalmadığı da sorulmaya başlanmıştır: Görülen yükseliş artık inişe mi geçmiştir? Bu, gelecek kuşağın bu kuşağın puanlarının üzerine çıkamayacağı anlamına gelir. Gerçekte, bazı ülkelerden, IQ puanlarının düşüşe geçtiğirıe ya da öğretmenlerden çocukların sınav notlarının artarken zekalarının da keskirıleştiğine dair bir kanıt göremediklerine ilişkin bildirimler geldikçe, bu konuya kuşkuyla yaklılır olmuştur. Kanıtlara göre, Flynn etkisi bir ara gerçekten doğru olsa bile, artık bu yükseliş yalnızca durmakla kalmayıp geriye dönmüş görünmektedir. Kimileri, nüfusun zekasında bir yükseliş değil, genel bir düşüş olduğuna inanmak için yeterli gerekçe bulunduğunu savunmaktadır.

Flynn etkisi ya da bunun tam tersi olan Lynn etkisi (Richard Lynn'den) hak- kındaki tartışmalar, zekanın, özellikle eğitim ve aynı zamanda da iş ortamı açısından tanımı ve ölçülmesiyle ilgili hem akademik hem de popüler tartışmaları tetiklemiştir. Hükümetler, ebeveynler ve öğretmenler de çocukların zekasını "artıracak" ve böylece hayatla daha iyi b etmelerini sağlayacak tekniklere ilgi duymuşlardır. Bu durum, tüm yetenek testlerirıi yayınlayanları da etkileyip, normlarına daha dikkatli yaklaşmalarını ve pahalı, ancak çok temel nitelikteki testleri düzenli olarak "tekrar normlara uygun hale getirme" işine girişmelerini sağlamıştır.

>> fikrin özü

Galiba herkesin zekası artıyor

"Hayır olmalı"

19 Çoklu Zeki

"Matematik zekası sahip olunabilecek en özel yeteneklerden biri olsa da, matematikçilerin genel yetenek ya da yeteneksizlik açısından toplumun kalanından farklı bir sınıf olduğu iddia edilemez." G. H. Hardy, 1940

Tek çok mu? Zekâ, "tek bir şey" midir, yoksa farklı zekalardan mı oluşur? 1920'den beri psikologlar akademik becerilerden çok sosyal becerilerle ilgili "sosyal zekalar"dan söz etmektedir.

İstifçiler ve rndin"İstifçiler" "g" (genel) kavramını vurgularken, "dallandırıcılar" zekânın yakın ilişkili olmayan farklı özel yeteneklerden oluştuğunu savunur. istifçiler bireylere bir dizi farklı yetenek testi (sözel akıl yürütme, uzamsal zeka, bellek) verildiğinde, bunlarda genellikle birbirine yakın puanlar aldıklarını düşündüren kanıtlara dikkat çekerler. Yani, parlak kişiler, bunların tümünde başarılı olma, vasatlar vasat düzeyde başarılı olma, daha az zeki olanlarsa başarısız olma eğilimindedir. Dallandıncılar ise, bir alanda müthiş yeteneği olup diğerlerinde yeteneksiz olan çok sayıda kişiyi örnek gösterir.

Akademik psikologların çoğu, insanların çok farklı testlerde benzer puanlar aldıkları gerçeğine dikkat çeken mevcut çok sayıda kanıta inanan istifçilerdir. Gerçekte, geleneksel test ölçümünün altında yatan varsayım budur.

Testler neyi ölçer? IQ testleri pek çok boyut açısından birbirinden farklıdır: Kimi akıl yürütmeye kimi belleğe; kimi bilgiye kimi de kuralların uygulanmasına odaklanır. Testlerde sözcük, sayı, biçim, hatırlama bilgisi ve pratik eylemlerin anlaşılması sınanır. O halde soru, çok geniş bir örnekleme dayalı test puanları arasındaki bağıntının ne olduğudur. Yanıt, genel zekaya inananları, yani istifçileri destekler niteliktedir. Tüm bağıntılar pozitiftir: Kimi 0,5 ortalamayla, 0,8'e kadar yükselir. Bu, testlerdeki büyük çeşitliliğe karşın,

dönem

1904 1981

Spearman ve genel zeka faktörü (g)

Jensen, Straight Talk about
Mantal Tasts

bir testte iyi puan alan birinin diğer bütün testlerde de iyi puan alma eğilimigösterdiği anlamına gelir.

Ancak, bu ilişkiler geniş gruplarda gösterildiğinden, kimi testlerde çok yüksekpuan alırken kimilerinde çok kötü puanlar alan, daha az tutarlı bireylerin bu-lunma olasılığı da pekala mevcuttur. İkincisi, kimi testler kaçınılmaz olarak,

tanımlanabilir kümeler oluşturmak açısından birbirle-riyle diğerlerinden daha çok bağıntılıdır. Bu kümelerdekipuanlar birbiriyle bağıntı sergiliyorsa, puanlar daha dayüksektir. Testleri yanıtlayanlar bu durumda tüm test-lerde çok iyi, ortalamaya yakın ya da kötü sonuçlaralırlar. Sonuçlar, zeka ya da bilişsel yetenek olarak eti-ketlenebilecek genel zihinsel yeteneği ya da kapasiteyigösterir. Bu, en azından 400 çalışmada gözlemlenmiş birdurumdur.

"iyi yargılayabilmek, iyi anlayabilmek, iyi akıl yürütmek. Bunlarım hepsi de zekinm temel etkinlikleridir."

A. Binet ve T. Simon, 1916

Akışkan ya da risttalize Psikologlara göre, yetenek farklı düzeylerde ölçülebilir. Dolayısıyla, kişi, psikologların kristalize zeka dedikleri şeye ait olup, aslında da genel zekanın bir parçası olan, çapraz bulmaca gibi çok özel bir genel bilgi testini alabilir. Aynı şekilde, biri de Sudoku gibi, akışkan zekayı ya da etkili problem çözmeyi ölçen soyut problem çözmeyle ilgili testi alır. Böylece, kişiye verilen testlerin çeşitlenmesinin daha iyi olduğunu, çünkü bu uygulamanın kişiye özel zeka düzeyini daha güvenilir, daha net anlamamızı sağlayacağını düşünürüz.

Çoklu zeka Howard Gardner ( 1983) zekayı "sorun çözme ya da tek veya birden çok kültürel ortamda geçerli ürünler yaratmak" olarak tanımlayıp yedi zeka türü ileri sürdüğünden beri, çoklu zeka kavramı hayatımıza girmiştir. Gardner, linguistik/sözel ve mantıksal/matematiksel türlerin eğitsel ortamlarda en değerli türler olduğunu söyler. Linguistik zeka konuşma ve yazı diline yatkınlık ve dil öğrenme yeteneğidir. Mantıksal/matematiksel zeka ise sorunları mantık yoluyla irdeleme, matematik problemlerini çözme ve sorunları bilimsel olarak inceleme yeteneğidir. Zeka testlerinde ağırlık bu iki zeka türündedir.

Gardner, Frames of Mind

Sternberg, Beyond /Q

Gardner, Intelligence Reframed

Diğer üç çoklu zeka ise sanat temellidir: performans, besteleme ve müzikal örüntüleri anlama becerilerini kapsayan müzik zek§.sı; bedenin tümünün ya da bir bölümünün sorun çözmede ya da moda ürünlerinde kullanımını temel alan bedensel kinestetik zeka ve son olarak da, uzamdaki kalıpları fark etme ve bunları manipüle etme yeteneği olan uzamsal zekadır.

lki kişisel zeka türü daha bulunmaktadır: başka insanların niyet, güdü ve duygularını anlamaya ve onlarla etkin biçimde birlikte çalışabilme kapasitesi olan kişiler arası (interpersonal) zeka ve kişinin kendini anlama ve bu bilgiyi kendi hayatını düzenlemede etkili olarak kullanabilme Ünlü ve popüler kapasitesi olan öze dönük (intrapersonal) zeka.

olmak için IQ'ya saldırmamız yeter;

saldırımız ne kadar anlamsız ve sunduğunuz sözde kantlar ne kadar zayıf olursa olsun." Hans Eysenck, 1998

Üç zeki Gardner, son kitabında (Intetfige

Reframed, 1999) zekayı "bir kültür ortamında, sorun çözme ya dabir kültür için değerli olacak ürünler yaratmak için etkinleştiri-lebilen, bilgi işlemeye yönelik biyo-psikolojik potansiyel" olaraktanımlamıştır. Gardner kitapta, üç yeni zeka adayından söz eder.Ancak, bir tek yeni zeka türü eklemiştir, o da kişinin çevresin-deki çeşitli türleri (flora ve fauna) tanıma ve sınıflandırmadakiuzmanlığı olan natüralistik zekadır. Bu da taksonomizasyon, yani,aynı grubun üyelerini tanıma, bir türnn üyelerini ayırt edebilmeve çeşitli türler arasındaki ilişkileri resmi ya da gayrı resmi şekildeşemalaştırabilme kapasitesidir. Zeka sayılmayarak reddedilen ikitür ise, spiritüel ve varoluşsal zekalardır.

Pratik zeki Robert Stemberg'in "başarılı" zekanın "triarşik" kuramı diye bilinen bir çoklu modeli daha vardır. Bu model, insan zekasının bile- şensel, deneyimsel ve bafamd olmak üzere üç yönü daha olduğunu varsayar. Bileşensel yön kişinin yeni şeyler öğrenme, analitik düşünme ve sorun çözme yeteneğidir. Zekanın bu yönü, standart zeka testlerinde yetenek ve genel bilgi gerektiren aritmetik ve sözcük haznesi gibi alanlarda daha iyi performans gösterilmesiyle sergilenir. Deneyimsel yön ise, kişinin farklı deneyleri benzersiz ve yaratıcı bir şekilde birleştirebilme yeteneğidir. Hem sanat hem de bilimde özgün düşünme ve yaratıcılıkla ilgilidir. Son olarak, bağlamsal yön de kişinin çevrenin pratik yönlerini ele alma, yeni ve değişen koşullara uyum sağlama yeteneğidir. Zekanın bu yönü sıradan insanların "sokak zekası" dedikleri şeye benzemektedir.

İş zekası

işte başarılı olmak için özel yeteneklere mi ihtiyacınız var? Çoğu kişi bilimsel ya da akademik ia ve duygusal zekanın yeterli olduğunu düşünür. Ancak kimi psikologlar, kaçınılmaz biçimde tartışmalı olmakla birlikte, çeşitli başka özel yetenekler olduğunu ileri sürmektedir.

Politik IQ, belirsizlik ve hesaplanabilirlik düzeylerinin tavır ve imajların biçimlendirilmesine izin verdiği durumlarda siyasal güç kullanarak kaynaklara erişme yeteneğidir.

İş IQ'su ise, politikalar, işlemler, planlama süreçleri ve denetimlerle iş yapabilme bilgisidir. Aslında, resmi formel organizasyon kurallarını kavrama ve işleri belli bir organizasyon çerçevesinde gerçekleştirme yeteneğidir.

Sosyokültürel IQ, gerçekten de kültürel bilgi

ve kültür hakkındaki belirli ipuçlarını tercüme etme ya da bütünleştirme yeteneğidir. Şirket normlarının, saiklerinin ve emeğin kavranmasıyla ve tanınmasıyla ilgilidir.

(network) IQ'su, esasen örgütler arası iş idaresi ve başka birimler aracılığıyla işleri yürütmeyle ilgilidir.

Organizasyon IQ'su, organizasyondaki işlerin nasıl "halledileceği" hakkında ayrıntılı ve kesin bir kavrayış sahibi olmakla ilgilidir.

Tekrar söylemek gerekirse, bu fikir her ne kadar danışmanlara ve yöneticilere çekici gelse de, kişileri bu "zekâlar"la etiketlemek aslında yanıltıcıdır. Bunları büyük ölçüde öğrenilmiş yetenekler olarak nitelendirmek daha hassas bir yaklaşım olacaktır.

Çoklu zeka fikrinin yarattığı heyecan yeni zeka türlerinin "keşfine" yol açmıştır. Örneğin, "cinsel zeka", eş seçmeyle ilgili olmalıdır. Çoklu zekayla ilgili sorun, bu yeni "zekaların" aslında öğrenilmiş beceriler ya da kişilik etmenleri değil, gerçekten de zeka olduklarının, daha da önemlisi, birbirlerinden bağımsız olduklarının kanıtlanamamasıdır. Çoklu zekaların birbirleriyle ilişkili (bağıntılı) ya da gerçekten birbirlerinden bağımsız olduklarına dair altta yatan varsayımların sınanması mümkündür. Aslında, veriler tersini göstermekte ve genel zihinsel yetenekten yana yaklaşımı desteklemektedir.

>> fikrin özü

Farklı zeka türleri vardır

20 Bilişsel Farklılıklar

Siyaseten doğruluk gereği, zekada ya da aslında her alanda cinsiyet kaynaklı farkhlıklan olduğunu iddia etmek için yürekli, naif ya da aptal olmamız gerekir. Nitekim, çoğu insan erkeklerin ve kadınlann yalnızca potansiyel olarak değil yetenek açısından da eşit olduklanna inanmak ister. Küçük farklılıklar olsa bile, her iki cinste de bölücü etki yaratacağından bunlann araştınlmaması ya da açıklanmaması gerektiğini savunurlar. Araştırmacılar "o alana girme" diye uyanlırlar.

"Zeka, son 1 O yıldır ilk defa kızlar için sosyal hayatta faydalı bir şey haline geldi." Tom Wolfe, 1987

Farklı insan grupları arasındaki farkı tartışmak, buna inanmak ve bunu açıkla-maya çalışmak yakında ideolojik bir mesele haline gelecektir. Konu kaçınılmazşekilde, doğa-çevre fikirleriyle ve bu nedenle de sol ve sağ kanat siyasetiyle

ilişkili görünmektedir. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca "fark var" ve "fark yok"görüşlerinin bir diğerine göre önem kazandığı dönemler oldu. 1960'lardanbu yana gelişen çevrecilik ve feminizm, cinsiyetler arasında gözlemle-nebilir herhangi bir farklılığın sosyalleşme/öğrenme sonucu olduğunudüşündürdü. Ancak, 1990'lardan sonra ibre, cinsiyet farkını tanıyan ve"tanımlayan" daha biyolojik ve evrimsel bir bakış açısı yönüne döndü.

CCbısîyet mi topl cinsiyet mi? Psikologlar cinsel akimlik (bi-yolojik cinsiyete dayalı), toplumsal cinsiyete (gender) dayalı kimlik (cinsiyetfarkındalığına dayalı), cinsel rol (bir cinsiyetten insanların nasıl davran-maları gerektiğine dair beklentiler) ve cinsiyete bağlı davranış (bir kültürün

o cinsiyet için tasvip ettiği ve yasakladığı davranışlar) arasında ayrım yaparlar.

Yaşam Gerçekten de yaşamın tüm evrelerinde cinsiyet

farklılıkları gözlemlenir. Dolayısıyla, bebeklik çağında oğlanların daha ha. reketli olup zamanın çoğunu uyanık geçirdiklerini, kızlarınsa fiziksel olarak

donem _

1928 1972

İngiliz kadınlar oy hakkıelde etti.

Money, Man and Woman, Boy snd Gir/

daha gelişkin ve koordine olduklarını; kızların beş aylıkken sağ ellerini tercih ettiklerini (oğlanların değil); kızların işitmede ve sesle ifade etmede daha iyi olduklarını; kızların daha fazla göz teması kurduklarını ve toplumsal ve duygusal uyaranlara daha açık olduklarını; oğlanların nesneler ve düzeneklerle daha çok ilgilendiklerini biliriz.

Okul öncesi dönemde oğlan çocukların bloklarla bir şeyler inşa etmekle
ve taşıtlarla daha çok ilgilendiklerini; kızların bebek oyunları, el işleri ve
ev işlerine ilgi duyduklarını; oğlanların itiş kakışlı oyunları sevdiklerini;
kızların daha duygusal ve sakin olduklarını, oğlanların ilgi alanlarının
dar, kızlarınkinin erkeklere özgü etkinlikler de dahil, daha geniş olduğunu
(asimetrik cinsel tipleme) biliriz. Toplumsal cinsiyet ayrışması (hemcinsle-
riyle oyun kurma) hem kızlar hem de oğlanlarda görülür. Oğlan çocukların
grupları daha geniştir ve genellikle bir diğerine üstün olma çabası görülür;
kızlarsa iki-üç kişilik gruplarda oynarlar ve daha paylaşımcı, daha adildirler.

Kızların sözcük haznesi daha geniştir, daha karmaşık dil yapıları kurarlar,
telaffuzları daha iyidir ve daha iyi okurlar. Oğlanlar o kadar sohbet canlısı
değillerdir ve dili ancak gereksinimleri için kullanırlar (ne istediklerini
söylemek için); çift dil öğrenerek gelişmekte zorlanırlar (örneğin, bellek
kusurları ortaya çıkar), kızlarsa bunu sorunsuz atlatır.

"Kadın olmanın büyük ve belki de tek konforu, daima olduğundan daha aptalmış gibi davranabilmektir ve buna kimse şaşırmaz." Freya Stark, 1970

Ortalama olarak oğlanlar matematiksel akıl yürütmede; dart oynamada, karmaşık desenlerdeki geometrik biçimleri bulma ve nesneleri döndürmede daha iyidir. Kızlarsa, yer değiştirmiş nesneleri bulmakta, öyküleri hatırlamakta, iyi motor koordinasyona yönelik kesinlik görevlerinde daha iyidir.

Oğlanlar yaşadıkları her başarısızlığı az çaba göstermelerine bağlarken, kızlar kendi başarısızlıklarını yeteneksizliklerine bağlı görürler. Kızlar başkalarının duygularıyla daha çok ilgili ve genelde "akıl okumakta" daha iyidirler. Oğlanlar kayıp, ayrılık, anne depresyonu vb. durumlardan daha çok etkilenirlerse de, kayıp ya da üzünrüyü inkar etme eğilimindedirler.

Elbette bunların tümü de birleştirilmiş ortalamalara dayalıdır ve bireysel farklılıkları açıklayamaz.

Cinsiyet Ayrımı Hareketi Ingiltere'ye tanıtıldı.

Baron-Cohen, The

Essentia/ Difference

Sandra Bern androjinikavramını ortaya attı.

IQ'da cinsiyet farklılıklarına dair altı durum

  1. Zeka kesin olarak ölçülemediğinden, bu alanda cinsiyet farklılığının varlığını ya da yokluğunu kanıtlamak zordur. Bu görüş, 5. ideolojik olarak testlere karşı olan eğitimciler, gazeteciler ya da siyasetçiler tarafından sık sık gündeme getirilmektedir.

  2. Şu iki nedenden biri nedeniyle hiçbir fark yoktur: Birincisi, farkın varlığını destekleyen doğru dürüst evrimsel ya da çevresel bir kuram yoktur. ikincisi, ilk dönemdeki testler fark olmadığını gösterecek kadar gelişkin testlerdir. Yani, alt testler eklenip çıkarılmış ve hiçbir cinsiyetin diğerinden üstün ya da aşağı olmadığı gösterilmiştir.

  3. Cinsiyetler arasında ortalama farklılıkları olmasa da, uçlarda farklılık vardır. Erkekler 6. çan eğrisinin her iki ucunda daha fazla temsil ediliyor görünmektedirler (bkz.

Bölüm 17). En zekiler erkekler arasındadır ve en çok sınananlar da onlardır. Bu da, ortalamanın aynı, ama erkekler için dağılımın daha geniş olduğunu gösterir.

  1. Genelde zekayı oluşturan tüm yetenekler açısından, çok sayıda gösterilebilir ve tekrarlanabilir cinsiyet farklılıkları vardır. Bunlar

evrimle açıklanabilecek bir nedene bağlıdır.

Ortaya çıkan cinsiyet farklılıkları gerçek değildir. Üç nedenle ortaya çıkarlar: İlk olarak, kızlara alçakgönüllü, erkeklere hırslı olmaları öğretilir. Bu sosyal mesaj da onların testlere farklı yaklaşmalarına yol açar. İkinci olarak, kızların zeki olması toplumsal bir zorunluluk gibi görülmediğinden (özellikle eş seçmede), eğitime ve beceri geliştirmeye daha az yatırım yaparlar. Son olarak da, kadınlar erkeklere göre duygusal olarak daha az dengeli oldukları için endişeleri test performanslarına yansır. Dolayısıyla, ortaya çıkan herhangi bir farklılık altta yatan gerçekliği yansıtmaz.

Cinsiyetler arasında, 15 yaşından sonra erkekler lehine dikkat çekmeye başlayan dört-sekiz puanlık bir üstünlükle gerçek bir farklılıkvardır. Ergenlikten önce, aslında kızlar üstündür. Cinsiyetler arasındaki farklılık, uzamsal zekada en fazladır. Farklılık erkekle kadın arasında beyin boyutundaki farklılıkta da (beden ölçüsüne göre düzeltilmiş fark) kendini gösterir. Dahası, bu "gerçek" farklılık erkeğin sanatta, iş dünyasında, eğitimde ve bilimdeki üstünlüğünü "açıklar".

Bir fark var Zehda cinsiyetler arası farklılığın gerçek ve önemli olduğunu dillendirenler vardır. Bunlar beş sav ileri sürerler.

  • Zaman, kültür ve türlere göre hep benzer farklılıklar gözlemlenmiştir (dolayısıyla, bunlar öğrenilmiş olamaz).

  • Belli farklılıklar evrimsel uzmanlaşma temelinde (avcı/savaşçı ve toplayıcı/ bakıcı/eğitimci) tahmin edilebilir durumdadır.

  • Beyindeki farklılıklar doğum öncesi cinsiyet hormonlarıyla belirlenir; daha sonra da, hormonlar yetenek profillerini etkiler (örneğin, uzamsal zeka öst- rojenle bastırılır, hormon yerine koyma tedavisi sözel belleği korur).

  • Cinsiyet tiplemeli etkinlik toplumsal cinsiyet-rol farkındalığından önce ortaya çıkar. Kızlar 2 yaşına geldiklerinde daha iyi konuşurlar, oğlanlarsa yapı-inşa işlerinde daha iyidir. Bu, öğrenilen bir şey değildir.

  • Çevresel etkiler (örneğin beklentiler, deneyim eğitimi) minimum düzeydedir. Bunlar farklılıkları aşırılaştırabilir (ya da belki azaltır).

Doğa çe'vre mi? Cinsiyet farklılığı fikrini çürütenler, yine de, ta

mamen öğrenilen bir şey olduğunu savundukları toplumsal cinsiyet farklılığı olasılığını kabul etmektedirler. Bunların her kültürde öğrenilen bir şey olduğu, dolayısıyla dikkat çekecek düzeyde kültürel farklılıklar bulunduğu ileri sürülmektedir. Dahası, kültüre yaklaşımımız da toplumsal cinsiyet farklılıklarında değişmelere yol açar.

"Bir kaden,

Çoğu kültürde erkekler araçsal (iddialı, yarışmacı, bağımsız), kadınlarsa et-kileyici (işbirliğine giren, duyarlı, destekleyici) kabul edilir. Ama tümündeböyle değildir. Kimi kültür farklılıklarının biyolojik farklılıklardan kaynak-lanıyor olabileceği, ancak toplumsal etmenlerin bunu geçersiz kıldığı önesürülmektedir. Biyoloji bir kader değildir. Medya, toplumsal cinsiyet rolügelişimini güçlü biçimde etkilemekle suçlanmıştır.

Son 30-40 yıldır, toplumsal cinsiyet farklılıklarının ortaya çıkışı üzerine çeşitlikuramlar ortaya atılmıştır. Sosyal öğrenme farrame çocukların uygun cinsiyetrolü davranışını yaşamlarının önemli bir evresinde üç tür öğrenme yoluylakazandıklarını ileri sürer: doğrudan öğretme, taklit ve gözlemsel öğrenme. Top-
lummsal cinsiyet şşeması kurarru, çocuklara cinsiyetle ilgili olarak, onlara dünyayıtanıyıp, bu dünyada davranış sergilemelerine yardımcı olacak şema diye adlan-dırılan belli inanç, fikir ya da yapılar oluşturmalarının öğretildiğini savunur.

özellikle bir şeyler bilmek gibi bir tallhslzllk içindeyse,

bunu elinden geldiğince gizlemelidir.'' Jane Austen, Northanger Abbey, 1803

İnsanlar rol davranışlarında güçlü biçimde erkek, dişi ya da bunların her ikisi (androgynous) ya da hiçbiri (farklılaşmamış) olabilirler. Uzun süre, androjini- nin "en iyi" ya da "en sağlıklı" uzlaşma olduğu düşünülmüştür. Bu, günümüzde "metroseksüel" kişi kavramıyla karşılanmaktadır.

>> fikrin özü

21 Rorschach Mürekkep Lekesi Testi

insanlar en derindeki korkularını, umutlarım ve amaçlarını paylaşmakta isteksizlerse ya da paylaşamıyorlarsa, acaba resimlerde ne gördüklerini sorarak bunları anlayabilir miyiz? Kabul edilemez, belki de yasaklanmış rüyalarım ve fantezilerini öykülere ya da resimlere "yansıtabilirler" mi? Popüler psikolojide çok yaygın olan bu görüş, seçimlerin ve tanımlamaların "kişi hakkında size çok şey anlatacağını" ileri sürer. Seksen yılı aşkın bir süre önce bu konudaki ünlü testi geliştiren, İsviçreli psikolog Hermann Rorschach'tır. Fikri 1895'te ortaya atansa, daha sonra ilk IQ testiyle ün kazanan Binet olmuştur.

Testin en çok bilinen versiyonunda üzerlerinde simetrik mürekkep lekeleri bulunan, yarısı renkli yarısı tek renkte on adet kart bulunur. Bu şekiller tanı açısından en isabetli olduğu saptananlardır. Testi yapan, karşısındaki kişiye kartları teker teker uzatarak ne gördüğünü sorar. Testi yapanlar, söylenenleri, kişinin her karta ne süreyle baktığını, onu hangi yönde tuttuğunu vb. not eder.

Testin praı Testi kurallara sıkı sıkıya bağlı kalarak uygulamak için dört adımı izlemek gerekir. Performans evresinde, testi alan kişiden her bir kartta ne gördüğünü karta bakar bakmaz söylemesi istenir. Söylenen her şey kaydedilmelidir. İkincisi daha yapılandırılmış soruşturma evresidir. Testi veren kişi iki şeyi öğrenmeye çalışır ve her kartın üzerinden tekrar geçer. Araştırdığı şey yer ve ayrıntılardır. Testi veren, testi yanıtlayanın mürekkep lekesine bir bütün olarak bakıp bakmadığını, bakmıyorsa, hangi bölümlerinin dikkatini „„ çektiğini anlamaya çalışır. Soruşturma aynı zamanda testi yanıtlayanın lekeyi donem

1921 1939

Rorschach, Psychodiagnostik Yeni yansıtma teknikleri

kavramı

belli bir şeye benzetmesine neyin neden olduğunun anlaşılmasını hedefler:Biçim mi, hareket mi, gölgeleme mi, renk mi?

Üçüncü evreye analoji evresi denir. Burada testi veren, testi yanıtlayanınseçimlerini araştırır ve bunların ne anlama geldiğini ya da neye işaret ettiği an-lamaya çalışır. En son sınırları sınama evresinde, testi veren, başka "popüler"algıları ortaya serer ve testi yanıtlayanın bunları görüp görmediğini araştırır.

Ardından sıra yorumlamaya gelir. Bu inanılmayacak kadar incelikli bir iştirve puanlayanların farklı olguları göstermek için kullandığı bir dizi harf vardır.Örneğin, M imgeleme ve okumaların ne kadar "insanlı" olduğuna karşılıkgelir. K kaygıya karşılık gelir ve renk ile hareketten yola çıkılarak belirlenir.D testi uygulayanın, kişinin sağduyusunu ölçmesini sağlar. S testi yanıtlayanınzıt eğilimlerini gösterir ve beyaz alanın ya da çok küçük ayrıntıların yorum-lanmasıyla seçilir. Puanlama sistemi bir yemek tarifi kitabıyla bir büyü kitabıarası tuhaf bir karmadır.

"Bireyler Rorschach'm mürekkep lekelerini mürekkep lekesi olarak tanımlarlarsa, bu savunma yanıtı olarak kabul edilir." Paul Kline, 1993

Aşağıdakiler tipik yorumlardan bazılarıdır.

Yanıt

Yorum

Sıklıkla mürekkep lekesi desenlerinin küçük ve çok belli kısımlarına yanıtlar

Mükemmeliyetçilik ve titizlikle seyreden takıntılı kişilik

Sıklıkla hareketli hayvanlar görüyor

lmpulsif, derhal haz talep eden

Yanıtlar sıklıkla tamamen renkle tanımlanıyor (yalnızca)

Duygusal olarak kontrolsüz, patlayıcı

Sıklıkla küçük, pasif hayvanlar görüyor

Pasif, bağımlı kişilik ve tavırlar

Harita görme eğilimi

Savunmacı ve kaçamak

Sıklıkla yüz maskeleri görüyor

Gerçek benliğini göstermeye isteksiz

Bu testi puanlamak için farklı uzn sistemler varsa da, çoğu kartların farklı yönlerine bakar. Buradaki arafikir, tanı koymak ya da gerçek bireye dair bir profil oluşktır. İddialardan biri, am gerçek güdüleri, umutları ve hırslarinin doğru şekilde bahsedemeyecekleri ya da bahsetmeyecekleridir. Bunu yaplar, çünkü ya güçlü, derin bilinçdışı güdüleri hakkında içgörü sahibi değildirler ya da yalnızca bunları dile getirmekten acizdirler. Ya da insanlar en derinlerdeki

943 1954 2004

Tematik Algı Testi

En ünlü Rorschach puanlama yöntemi geliştirildi.

The Cult of Personality'de A. Paul tarafından şiddetli saldırı

arzuları, umutları ve hırsları hakkında gerçeği söylemezler. Psikologlar iki tür rol yapma (dissimülasyon) ya da yalandan endişe duyar: izlenimi yönetme, yani kendi hakkında yalnızca olumlu izlenim uyandıracak şeyleri söyleme; kendini kandırma, yani insanın kendiyle ilgili doğruları söylediğine inanmasına karşılık aslında gerçek durumun bu olmaması. Mürekkep lekesi analizi gibi yansıtma tekniklerinin bu sorunların üstesinden geleceği düşünülmektedir.

Psikolojideki yansıtma teknikleri mürekkep lekesi testlerinden ibaret değildir. Bunların ortak yönü, kişiye bir uyaran verip (genellikle bir resim, bir ses ya da koku), bunlar aracılığıyla o an, en derindeki ve en yoğun duygularını, düşünce ve arzularını yansıtmasını sağlamalarıdır. İnsanlar belirsiz bir uyaran karşısında ne hissettiklerini söylerler. Uyaran ne kadar belirsiz ve bulanıksa, kişi kendine ait o kadar fazla yansıtmada bulunacaktır.

Yansıtma testlerinin beş kategorisi

Mürekkep lekesi ya da soyut resimler Bunlar bir sayfanın ortasına koca bir damla mürekkep düşürülüp sayfa ikiye katlanarak oluşturulur; sonra da ortaya çıkan desene bakılır.

Sesler İnsanlara sesler (şarkılar, bebek ağlamaları, araba kazası sesi) ya da müzik dinletilip ne hissettikleri anlattırılır.

Cümle tamamlama insanlar şöyle bir cümleyi tamamlarlar: "Asla ... olmasın isterdim",

"Ben ...", "En büyük korkum..., "Ancak, .... gurur duyuyorum."

Serbest çizim insanlardan belli bir şekil (ev, araba, ebeveyn) çizmesi ve sonra bununla ilgili soruları yanıtlaması istenir.

Katı nesneler Kişiye ne yaptığını anlatarak, katı bir nesneyle (bebek, blok, kum) oynaması, bundan bir şeyler yapması ya da bunlara manevra yaptırması istenir.

Yansıtma hipotezi, kısmen psikologların insanların güdülerini, özellikle de başarılı olmak ve bir şeylere ulaşmak konusundakileri açığa çıkarmakta pek de iyi olmamalarından ötürü, psikolojide uzun süre varlığını sürdürmüştür. Derken, psikolojide en ünlü ikinci yansıtma testini (bir dizi mürekkep lekesi yerine, bir dizi çizimden oluşan Tematik Algı Testi) yaygın şekilde uygulayan David McClelland, testin tüm dürtülerin ya da ihtiyaçların en önemli ve temel nitelikteki üçünü ortaya çıkardığını öne sürmüştür. Bunlar başarı, güç ve yakınlık ihtiyacıdır. Bu fikre göre, insanların bu resimlere bakarak anlattığı öyküler, aslında dillendiremeyecekleri dürtüleri hakkındaki içgörülerini ortaya koyacaktır.

Testlere eleşriler Bu testlerin bilimsel zeminde kullanılmasına karşı,kimilerinin yıkıcı bulduğu dört itiraz yükselmektedir. Birincisi, farklı uzmanlar

ya da puanlarla epey farklı yorumlara ulaşıldığından, bunların güvenilir olma-

masıdır. Testi yapanlar anlamlar hakkında uzlaşamıyorlarsa, hiçbiryere varılamaz. İkincisi, puanlar herhangi bir şeye dair tahmin sağ-lamadığından, geçersizdir. Kısacası, ölçtüklerini iddia ettikleri şeyiölçmezler. Üçüncüsü, bağlama göre her şey tümden değişir. Kişininduygudurumu, testi verenin özellikleri ve test ortamı sonuçları tü-müyle etkileyeceğinden, testlerin altta yatan temel etmenleri değil,önemsiz olanları yakalayacağı düşünülebilir. Dördüncüsü, testi uygu-layanlar testin neyi ölçtüğü konusunda hemfikir değildir: Tutumlarmı, yetenekler mi, savunmalar mı, güdülenme mi, yoksa derinlerdekiarzular mı? Her şeyi ölçerek aslında hiçbir şeyi ölçmüyor olabilirler.

O halde, bu testler neden hala kullanılmaktadır? Bu (ipliği pazara çı-karılmış) testleri kullananlar tembel gazeteciler, şarlatan psikologlarya da saf yöneticiler midir? Tüm eksikliklerine rağmen neden halakullanılmaktadır bunlar?

"Kısacası, belirli bir yamta iliştirilebilecek biricik, mutlak bir anlam yoktur; her şey görelidir ve yorum yapmak

sağlam bir eğitim
ve deneyim ister.’
E. J. Phares, 1984

  • Çünkü başka türlü bu kadar ucuz, hızlı ve kolayca elde edilemeyecek kadar benzersiz ve ilgi çekici veriler sunarlar.

  • Becerikli ve eğitimli uygulayıcılar, başka test ve görüşmelerden elde edemeyecekleri etkileyici, güvenilir ve içgörü sağlayıcı bulgular elde ettiklerini düşünmektedir.

  • Verilerin zenginliği karşısında diğer test verileri genellikle kaba, renksiz ve kabız görünür.

  • Diğer bulgu ve fikirleri tamamlayıp doğrulayabilirler.

Böylece, kimi psikologlar neredeyse 100 yıl sonra, kişiliği anlamak için hala mürekkep lekelerini kullanmaktadır; ancak bu test geçerli ve güvenilir yöntemlerin peşindekiler için giderek daha az kabul edilebilir bir yöntem haline gelmiştir.

>> fikrin özü

Mürekkep lekeleri kişiliği anlamaya yardımcı mı?

22 Yalanları Yakalamak

Yalanlan yakalamak için güvenilir ve psikoloji temelli bir yaklaşım geliştirme fikri, özellikle bilimkurgu aşkıyla yanıp tutuşan 20. yüzyıl insanlarına daima çekici gelmiştir. Yalan makinesi ikiyüzlülüğü fiziksel yöntemlerle saptamaya çalışır. Kimileri pek de başarılı olmayan farmakolojik, yani doğruyu söyleten ilaç yöntemleri de geliştirmeye çalışmıştır.

orayu söyletmek Yalan makinesi benzeri saptayıcıların ilk kayıtlarına eski Hinduların ve ortaçağ Kilisesi'nin doğruyu söyletme yöntemlerinde rastlanmaktadır. Şüphelilere çeşitli maddeleri çiğneyip ardından da tükürmeleri söylenirdi. Maddenin rahat çiğnenmemesi ve tükürüğün yapışkanlığı suçu yansıtırdı. Bu kişilerin gözlemlediği şey, korkunun salya miktarını azaltıp daha yapışkan kılmasıydı. Günümüzde kaygının tükürük salgılamasını kontrol eden otonom sinir sistemini etkilediğini söyleyebilmekteyiz.

On dokuzuncu yüzyılda, çeşitli bilim irüinsanları korkuya eşlik ettiğini düşündükleri diğer belirtileri ölçmeye çalıştılar. Şüphelileri sorgulamada, kollardan birindeki nabız ve basıncını ve bunların yanı sıra, parmak titremesini, tepki ramanını, sözcük bağlantılarını vb. kaydeden "pletismograf" gibi çeşitli araçlar kullanıldı.

Yalan makinesinin tarihçesi Yalan makinesi ya da poligraf, 1930'larda geliştirildi; ancak, 1970'lerin ortasından itibaren, çeşitli psikologlar ciddi araştırmalar başlattıkları yalan makinesini toptan mahkOm ettiler. ABD'de 1988'de çıkarılan Yalan Makinesine Karşı Koruma Yasası, işverenlerin çalışanlarından bu testi istemesini ya da şart koşmasını yasakladı. Ancak, halen Amerikan eyaletlerinin yarısında kanıt sağlamak için yalan makinesine başvurulabilmektedir. Yalan makineleri, sınırlı şekilde de olsa, günümüzde Ka- nada'dan Tayland'a, lsrail'den Tayvan'a birçok ülkede kullanılmaktadır.

donem

1938 1960’lar

Marston, The Lie Detector Test

Yalan makineleri iş dünyasında yaygın olarak kullanıldı.

Yalan maUnesinin geçer Bir test olarak kabul edilebilmesi için, yalan makinesinin bazı ölçütleri karşılaması gereklidir. Öncelikle, tamamen tanımlanmış, net ve tekrarlanabilir standart bir uygulama yöntemine sahip olmalıdır. İkincisi, nesnel bir puanlama yöntemi bulunmalıdır. Üçüncüsü, dışta da geçerli ölçütleri olmalıdır; gerçek ve yalanı birbirinden daima ve kesin olarak ayırabildiği gösterilmelidir.

Araştırmacılar değerlendirme sırasında dört etmenin dikkate alınması gerektiğini söylemektedir:

kesinlik tıe yararlılık arasındaki fark - yalan makinesinin kesin sonuçlar vermese bile nasıl yararlı olabileceği

Yalan makinesi nasıl çalışır?

Yalan makinesi, göğüs, parmaklar gibi bedenin çeşitli bölümlerine iliştirilmiş sensörler aracılığıyla otonom sinir sistemi etkinliğini ölçer. Bu sensörler nefes alıp verme (derinlik ve hız), kalp etkinliği (kan basıncı) ve terlemedeki değişiklikleri saptar. Beynin elektriksel etkinliğini ölçmek de mümkündür. Göstergeler yalnızca, genellikle duygularla tetiklenen fizyolojik değişimleri gösterir. Makine, bedenin belli bölgelerine yerleştirilmiş sensörlerin topladığı sinyalleri büyütür. Yalanları değil, belli duyguların (korku, öfke, suçluluk) -ancak bunlardan hangisi olduğu net değildir- sonucu olan fiziksel değişiklikleri saptar. Kişilere "sıcak" ya da konuyla ilgili soruların yanı sıra, "soğuk" ya da kontrol soruları yöneltilir. Masumların, konuyla ilgili sorulara ve kontrol sorularına yanıt verme biçimlerinde fiziksel bir farklılık olmayacağı kabul edilir. Ancak, kimi insanlar diğerlerinden daha tepkisel olabilir. Otonom sinir sistemini baskılamak için ilaçlar

kullanılabilir; böylece herhangi bir fizyolojik kaydım etkisiz olması sağlanır. Daha da endişe verici olan, insanların birtakım tekniklerle testleri yanıltmak üzere eğitilebilmesidir. Bu durumda testler güvenilmez olmakla kalmaz, amaçlanana ters bir etki de yaratır: Masum insanları suçlayıp yanlış sınıflandırarak, suçluların paçayı kurtarmasını sağlar.

Yalan makinesi, üç farklı bağlamda halen kullanılmaktadır: kriminal sorgular, güvenlik incelemesi ve personel seçimi. Kimileri temel yalancılık oranının kesinlik sağlamayacak kadar düşük olduğunu iddia etmektedir. Diğerleri, testlerin zayıf bir izlenim yaratacağını düşünmektedir. Ancak, kimilerine göre, testin uygulanması ya da bunun tehdidi bile, insanların aksi halde kabul etmeyecekleri şeyleri kabul etmelerini sağlamaktadır. Dolayısıyla, test kesin olmasa bile yararlı olabilmektedir.

ABD'de Yalan Makinesine Karşı Koruma Yasası kabul edildi.

Vrij, Detecting Lies snd Deceit

ABD'de halen yılda bir milyondan fazlayalan makinesi testi yapılmaktaydı.

Duygusal "kaçaklar"

Yatan söylemekle ilgili birçok ipucu duygusal ve sözel işaretlerle (konuşma dilinde) ilgilidir.

  • Yanıtın gecikmesi, yani sorunun bitimiyle yanıtın başlangıcı arasında geçen süre. Bu süre yalancılarda daha uzundur.

  • Duraklamaların sıklığı ya da uzunluğu, yani kişinin ne söyleyeceğinden ya da söylediği şeyden kaç kez emin değilmiş gibi göründüğü.

  • Kullanılan dildeki mesafelilik - kendi yaşadığı olayları hatırlarken bile "ben", "o" diye değil, soyut konuşmak.

  • Konuşma yanlışları - duraksama, Freudcu sürçmeler, "eee", "şey" gibi ifadelerin aşırılığı ve konuşma hızındaki ani değişiklikler.

  • Yavaş ama düzensiz ritimli konuşma - konuşurken düşünmeye çalışmak, ama hazırlıksız yakalanmak. Bu, belli bir sorun nedeniyle ritimdeki değişikliktir ve bir şeylerin doğru gitmediği hakkında ipucu verir.

  • Sessizlikleri doldurma çabası - gerekmediği halde konuşmak. Yalancılar genellikle kısa boşlukları doldurmak için aşırı çaba

gösterirler ve bunlardan çok rahatsız olurlar.

  • Konuşmada çok fazla "tizleşme" -yani, yanıtın sonunda tonun düşmesi gerekirken, bir soruda olduğu gibi yükselmesi. Mesela, "Bana inandınız mı şimdi?" gibi tınlaması.

  • Seste rezonans kaybı - sesin mat, derinliksiz ve daha monoton olması.

Elbette sözel olmayan işaretler de vardır.

  • Kıvranmak - sandalyede sürekli kıpırdanmak. Çok sayıda tuhaf baş, ayak, bacak ve gövde hareketleriyle kendini gösterir.

  • Çok fazla göz teması kurmak- çünkü yalancılar aşırı inandırıcı olmaya çalışır.

  • Mikro ifadeler (mimikler) - ya da o an dondurulmadıkça fark edilemeyecek anlık ifadeler (şaşırma, kırılma, öfke)

  • Rahatlama jestlerinde artış - kendi yüzüne ve üst bedenine dokunma.

  • Yüz ifadesinde değişiklik- özellikle gülümseme, göz kırpma ve bakış kalıpları.

... tamamen yalan olan bir ya lam anlamak ve karşı hamle yapmak mümkün olabilir. Ancak, kısmen doğru olan bir yalanla başa çıkmak çok daha zor bir meseledir." Alfred Lord Tennyson, 1859

"Yüzde yalan söylendiğini gösterecek birçok ipucu vardır: mikro ifadeler, bastırılmış ifadeler, güvenilir kaslarda kaçaklar, göz kırpıştırma, gözbebeklerlnde genişlemeler, terleme, yüzün kızarması ve solması, asimetri, zamanlama hataları, konum hataları ve sahte gülümsemeler. Bunlardan bazıları saklanmaya çalışılan bilgiyi dışarı sızdırır; bazıları bir şeyler saklandığına dair ipucu verirken bunun ne olduğu konusunda yardımcı olmaz;

bazıları da yalnızca ifadenin sahte olduğunu gösterir."

Paul Ekman, 1976

  • kesin referans arayışı - yalancıların kim olduğu kesinlikle bilinemezken, bir yalan makinesinin kesinliğini saptamanın ne kadar zor olduğu

  • temel yalan söyleme oranı - çok kesin bir testin, şüpheliler grubunda çok az sayıda yalancı bulunduğunda nasıl birçok yanlış sonuca varacağı

  • yalan söylemekten caydırma - soruşturuluyor olma tehdidinin, soruşturma işlemleri hatalı dahi olsa, kişilerin yalan söylemesini nasıl engelleyeceği.

Deney koşullarında, insanlar yanlış sınıflandırılır: Şaşırtıcı derecede yüksek bir suçlu yüzdesinin masum olduğu ya da tam tersi düşünülür. Soru bunun neden ve ne kadar olduğudur? Tabii bir de hangi sonuçlara yol açtığı. Yanlış sınıflandırma oranı yüzde 2 ila lO'u bulabilmektedir. Bu, doğruyu söyleyen gergin insanların yalancılıklarına, psikopat yalancılarınsa doğruyu söylediklerine kanaat getirmenin bir sonucudur; dolayısıyla hükümetleri ve aydın toplumları yalan makinesini yasaklamaya ya da en azından kullanımını tartışmaya açmaya yöneltmektedir.

Meyi alt etmek Yalan makinesini alt edebilir misiniz? Aslında bunu yapmanın iki yolu vardır: fiziksel ya da zihinsel. Fiziksel önlemler kendi canını yakmaktır (dilini ısırmak, ayakkabıya raptiye saklamak, kasları gerip gevşetmek). Zihinsel yöntemler de tersen saymak ya da akla erotik düşünceler ya da fanteziler getirmektir. llki gerçek, çarpıcı ama yanıltıcı okumalar sağlar.

>> fikrîn özü

Yalan makineleri kullanılabilir ama kötüye de kullanılabilir

23 Yetkeci Kişilik

Nazi ideolojisini kabul edip soykırımda rol oynayanlar ne tür insanlardı? insanların yalnızca kendi inandıklarının doğru, diğerlerininkinin yanlış olduğundan bu kadar emin olmalarını sağlayan nedir? Neden bunca konuya bu kadar köktenci yaklaşabiliyorlar?

Kişilik ve Nm Bu sorulan İkinci Dünya Savı'ndan sonra Amerika'da yaşayan ve balarını Theodor Adorno'nun çektiği bir grup toplumbilimci sordu. Daha sonra da, 1950'de The Authoritarian Pmanal.ity [Otoritaryen Kişilik Üstüne] yayımlandı.

Kuramları, sosyal kötülüklerin nedeni olarak bireye odaklanmaktaydı. Temel görüşleri şuydu: Ebeveynler çocuklarının en ufak kabahatlerini daima ve ciddi şekilde cezalandırıp onları ayıplayarak yetkeciliğin oluşmasına meydan vennektedir. Bu durum, çocukların ebeveynlerine, tüm yetkeci figürlere ve iktidarı elinde tutan herkese düşman kesilmesine yol açar. Ancak, çocuk bu saldırganlığı bilinçli olarak sergilememektedir, çünkü aksi halde daha fazla cezalandırılabilir. Aynı zamanda, çocuklar, seviyor olmaları beklenen ebeveynlerine bağımlıdırlar. Dolayısıyla, bu görüşe göre, baskılanmış antagonizmleri yer değiştirir ve toplumun daha zayıf üyeleri üzerine yansıtılır. Yetkeci tipteki kişiler, hemen hemen her daim etnosantriktirler. Yani, diğer gruplardan herkesi küçümseyerek kendi ırksal, kültürel ve etnik gruplarının üstünlüğüne dair kesin, yalın ve sarsılmaz bir inanç beslerler. Bu da kolayca vahşet, saldırganlık ve aleni, açık önyargıya götürebilir.

Yerkeci düşünce ve davranışın gelişmesine yol açan birçok başka etmenin varlığı ve önyargılı davranışın güçlü konumsal etmenler peşindeki bekaları tarafından da biçimlendirilmesi nedeniyle, bu fikir kabul gördüğü ölçüde, eleştirilere de maruz kalmıştır (bkz. Bölüm 24 ve 25).

dönem

1950

1954

Adorno ve arkadaşları, The
Authoritarian Persona/ity

Eysenck, The Psychology of Politics

Yetkecilerin herhangi bir belirsizlik içeren durumlardan kaçtıkları ve "iyi insanların" hem iyi hem de kötü özellikleri olabileceğine inanmaya gönülsüz oldukları gösterilmiştir. Bununla birlikte, sıklıkla siyasal işlerle daha az ilgili, siyasal ve toplumsal etkinliklere fazla katılmıyor ve güçlü liderleri tercih ediyor görünmektedirler.

Yetkeciliği ölçmek Yetkeciliğin bir dizi ölçütü vardır; en bilineni (ve en yaygın kullanılanı) da, ilk kez The Autmtarn Pers<onality'de yayımlanan önyargı ve katı düşünceyi ölçmeye çalışan Kalifomiya F skalasıdır. Kutuda ska- lanın her bir bölümünü yansıtan dokuz etmen ve cümle bulunmaktadır.

Kalifomiya F skalası

Alışılmışa Bağlılık Alışılmış orta sınıf değerlerine sıkı sıkıya bağlılık. ("Yetkeye itaat ve saygı göstermek, çocukların öğrenmesi gerekli en önemli erdemlerdir.")

Yetkeci teslimiyet Yetkenin sorgusuz kabulü. ("Gençler kimi zaman isyankar fikirlere kapılabilirler ama büyüdükçe bunlardan vazgeçip durulmalıdırlar.")

Yetkeci saldırganlık Geleneksel normları ihlal eden herkesi mahkûm etme eğilimi. ("Kötü huylara ve alışkanlıklara sahip kötü yetiştirilmiş bir insanın nezih insanlarla bağdaşma umudunun gerçekleşmesi zordur.")

Cinsellik Düzgün cinsel davranışlarla ilgili abartılı endişe. ("Eşcinseller suçlulardan daha masum değildir ve ağır şekilde cezalandırılmalıdır.")

Anti-intrasepsiyon Zayıflığın ya da duygu

sallığın reddi. ("işadamları ve sanayiciler, bir toplum için sanatçı ve profesörlerden daha önemlidir.")

Batıl inançlar ve stereotipi Eylemlerin mistik güçlerce belirlendiğine inanma ve katı, sınıflandırıcı düşünme. ("Gün gelecek, astrolojinin nelere kadir olduğu anlaşılacak.")

Güç ve sertlik Başkaları üzerinde egemenlik kurmakla uğraşma. ("İrademiz yeterince güçlüyse, hiçbir zorluk ya da zayıflık bizi yolumuzdan alıkoyamaz.")

Yıkıcılık ve olumsuzculuk Genele yönelik düşmanlık ve öfke duyguları. ("insan doğası bu; her zaman savaşlar ve çatışmalar olacaktır.")

Yansıtmacılık içteki duygu ve dürtüleri dışa yansıtma eğilimi. ("Çoğu kişi hayatlarımızı karanlık köşelerde hazırlanan planların kontrol ettiğinin farkında değil.")

Rokeach, The Open and C/osed Mind

Wilson, The Psycho/ogy of Conservatism

Altmeyer, Right-Wing Author'tarianism

Etnosanm ve bereizlikten karna Yetkecilikle ilişkili çok çeşitli kavramlar vardır. Bunlar tutuculuk, dogmacılık ve etnosantrizmdir. Kimi düşünme tarzına kimi de önyargıya odaklanır. Çoğu kişi, bir kişilik özelliğinin değil de, bu "tutumsal sendromun" hem genetik/kalıtsal hem de çevresel etmenleri akla getirdiğini ileri sürer. Bu kuramların merkezinde, karmaşıklık ve belirsizlikle karşılaşıldığında kaygı ve tehdit hissi duymaya genelleşmiş yatkınlık olduğu fikri bulunur.

"Bazı yetke sistemleri, tamamen müşterek yaşamın gerekliliğidir ve ancak, münzevi yaşayan insan, başkalarının emirlerine, onlara karşı gelerek ya da boyun eğerek, yanıt vermek zorunda

kalmaz."

Stanley Milgram, 1974

Dolayısıyla, birçok nedenden -yetenek ve kişilik, yaşamınilk evrelerindeki ve güncel koşullar- yetkeciler kendile-rini önemsiz ve güvensiz hissederler; ayrıca ortada netlikolmaması onları ürkütür. Bu yüzden, güdüleri belirsizliktenkaçınmaktır. Yetkeciler karmaşıklık, yenilik, yeni icatlar,risk ya da değişim getirecek şeylerden ya da kişilerden hoş-lanmazlar. Kurallara, normlara, geleneklere uyarlar ve dahada önemlisi, diğerlerinin de uyması için ısrar ederler.

Dolayısıyla, tutucular ve yetkecilerin iç ve dış dünyalarınıkontrol etmek ve düzene sokmak gibi takıntıları vardır. Ba-site indirgenmiş, katı ve esnek olmayan görevleri, yasaları,ahlak kurallarını, zorunlulukları ve kuralları severler. Bu, sa-natsal seçimlerinden kullandıkları oya kadar her şeyi etkiler.

Kapalı fikirli, dogmacı, yetkeci kişiler üç özellikle nitelendi-rilebilir: kendi fikirlerine karşı olan tüm fikirleri reddetmeyekarşı güçlü bir arzu; farklı inançları arasında zayıf bir bağlantı

olması; inandıkları şeyler ya da konular hakkında inanmadıklarına nazaran çok sayıda daha karmaşık ve olumlu fikirler.

Sağ mat yetkeciler Bu alandaki en yeni çalışma, sağ kanat yetkecilik (SKY) üzerine yapılmıştır. Bu ayrım, Stalinistler ya da Troçkistler gibi sol kanattan kişilerin de aynı şekilde yetkeci olabildikleri görüldüğü için getirilmiştir. SKY'nin üç tutum ve tavır kümesinden oluştuğu düşünülmektedir. llki, yerleşik otoriteye tam teslimiyet, ikincisi bu otoritenin tüm "düşmanlarına" karşı genel bir şiddet ve üçüncüsü de yerleşik sosyal normlara ve geleneklere körü körüne bağlılıktır. Dolayısıyla, güçlü SKY inanç sahipleri mutlakiyetçi, kabadayı, dogmacı, ikiyüzlü ve partizandır. Her tür cezanın heyecanlı savunucuları olup liberaller ve özgürlükçülük hakkında kuşkucudurlar. Destekledikleri şeyleri asla eleştirmezler ve zaman zaman tutarsız ve hatta zıt fikirleri savundukları da

Dogmacılık

Tutucu görüşlülük ve dogmacılık, yetkecilikle yakından ilişkili kavramlardır. Bunun zekayla ilgisi yoksa da, açık fikirli insanların sorunları daha hızlı çözme eğiliminde olup, bilgilerini yeni fikirlerle daha hızlı sentezlediği düşünülmektedir. Bu nedenle, açık görüşlüleryeni, zor ve tuhaf sorunlardan daha fazla keyif alır görünmektedir. Tutucular ise yeni fikirlerle karşı karşıya kaldıklarında saldırgan ya da çekingen davranma eğilimindedirler. İfadelerinde şu tarz cümlelere rastlanır:

  • Bu karmaşık dünyamızda, yalnızca güven veren önderlerin ya da uzmanların dediklerine bakarak neler olup bittiğini anlayabiliriz.

  • Birisi hatalı olduğunu inatla reddettiğinde kan beynime sıçrar.

  • Bu dünyada iki tür insan vardır: doğrunun peşindekiler, doğruya karşı olanlar.

  • Çoğu kişi, kendi için neyin iyi olduğunun farkında bile değildir.

  • Bu dünyada var olan farklı felsefeler içinde yalnızca biri doğru olabilir.

  • Bugünlerde yayımlanan fikirlerin çoğu kağıt israfından başka bir şey değil.

olur. Çifte standartçılık eleştirilerine dikkat çekecek kadar açıkken, bir yandan kendilerini haklı görürler ve asla mütevazı ya da özeleştiri yanlısı değildirler.

Yetkeciler, özel değerlerine uygun işlere ve dinlere ilgi duysalar da, yaşamın her alanında varlık gösterebilirler. Kendilerini yetkeci değil, "doğru düşünen", ahlaklı, akılcı, kibar ve dürüst insanlar olarak tanımlama eğilimindedirler. Ancak, siyasal ve dinsel inançları sayesinde tanınmaları görece kolaydır.

24 Yetkeye İtaat

"Bu yüzyılın sosyal psikolojisinden alınacak en büyük ders şudur: insanın nasıl davranacağını belirleyen, genellikle aslında onun ne tür bir insan olduğu değil, kendini içinde bulduğu durumdur."

Stanley Milgram, 1974

AdolfEichmann soykırımdaki rolü yüzünden yargılandığında, savunması, "ben yalnızca emirleri yerine getiriyordu" olmuştu. Vietnam'da My Lai'de Teğmen Calley'nin emirlerini uygulayan Amerikan askerleri de aynı şeyi söylemişlerdi. Savaş sırasında deliye dönmüş insanların bu tür davranışlarda bulunabileceklerini, ancak sizin bizim gibi insanların başına böyle bir şey gelmeyeceğini öne sürmek kolaydır. Ancak, psikologlar bunun mümkün olabileceğini ve olduğunu göstermişlerdir.

Uyum ve itaat

Neden bazıları başkalarının emirlerine uyar, boyun eğer, itaat eder? İtaat ve uyum (Bölüm 25) aynı şey değildir ve şu yönlerden birbirlerinden ayrılır:

  • Açıklık itaatte eylemin tarifi (emir) açıktır, uyumda ise grupla birlikte hareket etme gereği ima edilir.

  • Hiyerarşi Uyum, statüleri eş konumdaki sü- jelerin davranışlarını düzenlerken, itaat bir

statüyü diğerine bağlar.

  • Taklit Uyum suniyken, itaat değildir.

  • Gönüllülük Uyum örtülü bir baskıya yanıt olduğundan, süje kendi davranışını gönüllü olarak yorumlar. Ancak, itaat durumu aleni olarak gönüllük dışı bir şey olarak tanımlanmıştır ve dolayısıyla süje eylemini tam anlamıyla açıklamaya kalktığında, duruma getirilen genel tanımın gerisine düşebilir.

Milgram'ın bu alandaki ilk çalışmaları

Vietnam'da My Lal katliamı

Ünlü çalışma Belki de 20. yüzyılda psikoloji alanında yapılmış en çarpıcı deney, Stanley Milgram'ın (1974) ortalıkta fırtınalar estiren deneyidir. Çalışmanın gösterdiği şey, kibar ve normal orta sınıf Amerikalıların, kelime çiftlerini hatırlamakta yeterince başarılı olmayan masum bir insana öldürücü derecede şok uygulamaya hazır olduklarıydı.

Gönüllülere insanın öğrenme süreciyle ilgili bir deneye ka-tılacakları söylenmişti. Kendilerine düşen görev, eşlenmişkelimeler arasındaki ilişkiyi öğrenmeye çalışan karşılarındakideneğe, yaptığı her yanlış için elektrik şoku uygulamaktı. Gö-nüllüler, "gönüllü arkadaşlarının" bir sandalyeye bağlandığını,elektrotların kollarına tutturulduğunu da görmüşlerdi. Kimi

"insanlığım elinden gelen tüm iyilik itaat sınırları içindedir." John Stuart Mili, 1859

durumlarda, "öğrenci" konumundaki gönüllünün deneyi yöneten kişiye kal-binde bir sorun olduğundan bahsettiğini de duymuşlardı; ancak deneyi yönetenkişi, şokun acı verse de kalıcı bir doku hasarı yaratmayacağına dair garanti

vermişti.

Deneyi yöneten kişi, "öğretmen”i (hiçbir şeyden haberi olmayan "naif" gönüllü) başka bir odaya alıp, ona "ceza"yı uygulayacağı makineyi göstermişti. Bu, düğmeler aracılığıyla 15 voltluk artışlarla 15'ten 450 volta kadar elektrik şoku uygulayan ürkütücü bir makineydi. Sayısal etiketlerin altında şokun şiddetini belirten etiketler vardı. Bunlar da, en alttaki "HAFİF ŞOK" tan, ortadaki "ŞİDDETLl ŞOK", sonraki "TEHLİKE: AÖIR ŞOK" ve en sondaki çıplak gerçek "XXX"e kadar gidiyordu.

Öğretmen öğrenciye ilk yanlış yanıt için 15 voltluk bir şok verecek ve her yanlışta şok verme işlemini tekrarlayacaktı. Öğretmen cezasını her yanlış yanıtta bir derece (15 volt) artıracaktı. Öğrenci aslında deneyi yöneten kişinin arkadaşıydı; tek gerçek şok, öğretmene kendinde denemesi için verilen şoktu. Tabii, öğretmen bunu bilmiyordu.

Seanslar yeterince masumane başladı: Öğrenci bazı çiftleri doğru bildi ama az sonra hata yaptı ve ilk 15 voltluk şokunu yedi. Öğretmen 75 volta kadar öğrencinin canını yaktığına dair bir işaret görmedi. Ancak, 75 voltta öğrenci acıyla

1974 2000 2007

Milgram, Obedience to Authority

Tekrarlanan deneylerde benzer etkiler gösterildi.

Zimbardo, The Lucifer Effect

sızlandı. Öğretmen öğrenciyle aralarındaki duvardan bu sesi duyabiliyordu. Öğrenci, 120 voltta haykırarak şokların acı vermeye başladığını söyledi. Ardından, 150 volta gelindiğinde, öğrenci, "Çıkartın beni buradan! Deneye devam etmek istemiyorum artık!" diye bağırdı. Giderek daha fazla bağıran öğrenci sonunda şok 270 volta ulaştığında acı içinde haykırmaya başlamıştı. Deneyi yöneten kişi ve öğretmen artık kelimenin fâm anlamıyla işkence yapmaktaydılar.

"Size itaat edilmesini istemiyorsamz, asla komutaya geçmeyin."

Anonim

İşkence ve ölüm Nihayet 300 volta gelindiğinde, öğrenci artık umutsuz-luk içinde, kelime çiftlerine yanıt veremeyeceğini haykırdı. Deneyi yöneten,yani soğukkanlı, çelikten otorite figürümüz, prosedür gereği, gönüllüye "ya-nıtsız" kalan soruları "hatalı yanıt" sayarak şok uygulamaya devam etmesinisöyledi. Bu noktadan sonra, gönüllü, öğrencinin sesini duymuyor, halen yaşa-

yıp yaşamadığını bilmiyordu. Gönüllü, işkencenin artık her halükardaamaçsız hale geldiğini elbette anlayabilirdi: zira öğrenci artık yanıtvermediği için bir öğrenme deneyinde yer alamayacağı da kesindi.Gönüllü, şok tablosunun sonuna eriştiğinde, kendisine bundan son-raki tüm "yanlışlar" için son düzeydeki şoku vererek devam etmesisöylendi. Gönüllüler, fiziksel olarak deneyi terk etmekte ve kurbanınacılarına son vermekte elbette özgürdüler. Kurban içeride bağlı durum-daydı, ama süjenin elini kolunu bağlayan bir şey yoktu.

Deneye katılan 40 erkek gönüllüden 26'sı sonuna kadar gitti; aynı sa-

yıda kadın, yani 40'ından 26'sı yine sonuna kadar gitti. Tamamen itaat eden süjeler kurbana 450 voltluk şok uygulamayı ancak deneyi yöneten kişi durmalarını söylediğinde bıraktılar.

Diğer çalışma

 Çalışma birtakım özellikleri itaat üzerindeki etkilerini gösterecek şekilde değiştirilerek tekrarlandı. Sonraki çalışmalar şunları ortaya koydu:

  • Kurbanın yakınında olmak - süjeler acı çeken kurbana yakınlaştıkça daha fazla itaat ederler.

  • Otoritenin yakınında olmak - süjeler kendilerine emri veren otoriteden uzaklaştıkça daha az itaat ederler.

  • Kurumsal ortam - deneyleri izbe bir ofiste yapmak, itaati belli belirsiz değiştirir.

  • Uyum baskısı - itaatkar akranlar süjenin itaat düzeyini artırır; asi akranlar itaati büyük ölçüde azaltır.

  • Emirleri veren kişinin rolü - insanlar başkalarına en çok, bu kişileri yasal yetkili gördüklerinde itaat ederler. Milgram çalışmalarında süjeler genellikle

deneyi yöneten kişiye itaat etmişler, ama diğer süjelere etmemişlerdir.

  • Kişilik özellikleri - Milgram çalışmalarında değerlendirilen özellikler itaatle zayıf bağıntı sergilemiştir.

  • Kültürel fark - farklı kültürlerde tekrarlanan çalışmalar, kültürden kültüre bazı değişiklikler olabileceğini gösterse de, itaat, hangi kültürde olursa olsun, yüksek olma eğilimi göstermiştir.

  • Tu.tu.msal ve ideolojik etmenler - dindar kişiler Milgram türü deneylerde daha itaatkâr davranmıştır.

Milgram deneyindeki itaat, gönüllülerin iradesini deneyi yöneten kişiye teslim ettikleri türden değildir; daha çok, deneyi yöneten kişinin onları, devam etmenin ahlaki bir zorunluluk olduğuna ikna etmesi söz konusudur. Deneyi yöneten kişiyle gönüllü ilişkisinin "ahlaki" yönü, deneyi yöneten kişinin davranışlarının kişisel olmayan doğasıyla da kısmen desteklenmiştir.

Araştırmacılar dikkatlerini bazı kişilerin nasıl ve neden direndiğini anlamaya ve bunu öğretmeye çevirmişlerdir. Milgram deneyi, belki de hala psikolojideki en ünlü deneydir ve bunun nedenini anlamak da çok zor değildir.

Alternatif açıklamalar Değerlendirilme tedirginliği İnsanlar bir araştırma projesine katıldıklarında, genellikle araştırmacının kendilerini değerlendirdiğini hissederler. Yardımcı ve unormal" davranmak için, normal durumda yapmayacakları şeyler bile olsa, deneyi yöneten kişi ne isterse yaparlar.

Süje rolleri Araştırma katılımcıları çalışmaya girdiklerinde oynadıkları süje rolüne bağlı olarak da farklı davranabilirler. Kimileri, yönergeleri dikkatle takip edip araştırmanın tüm gereklerini vicdanen yerine getirerek "iyi süje" rolünü layığıyla oynamaya çalışır. Kimileriyse, kötü ya da olumsuz süje rolünü benimseyebilir: Araştırmanın saçma ve yavan olduğundan şikAyet edip, her bir adımda araştırmacıyla işbirliği yapmayı reddederler.

Deneyi yöneten kişiden kaynaklanan etkiler Talebin özellikleri, gönüllülerin kendilerinden belli bir şekilde davranmalarının istendiğine (ya da bunun şart koşulduğuna) inandıkları durumların özellikleridir. Milgram deneyini gerçekleştiren kişi adamakıllı userinkanlı"ydı.

>> fikrin özü

Neden söz dinleriz, boyun eğeriz ve itaat ederiz?

25 Uyum Göstermek

Sosyoloji ders kitaplannda sapkınlık; psikoloji ders kitaplannda ise uyumluluk üzerine bölümler yer alır. Sosyologlar toplumun kurallarına ve normlanna başkaldıran, bunlardan sapan ya da bunlara uyum göstermeyen insanlarla ilgilenir ve onlara hayret ederler. Gruplara ve toplumlara "analiz birimi" olarak bakarlar.

Analiz birimi olarak bireyi (ya da en fazlası, küçük grubu) kabul eden psikologlar, halkın uyum gösterme nedenleri karşısında da şaşkınlığa düşmektedir. Okul üniforması giymemek için onca uğraş veren ergenlerin hepsi neden aslında aynı şekilde giyinir? Neden körü körüne ve onca para vererek kalabalığı izleyen "moda kurbanlarımız" var? İnsanları diğerlerinin davranışlarını ya da önderliğini izlemeye iten gerçek ya da hayali sosyal baskılar nelerdir?

Deneyler Uyumla ilgili iki ünlü çalışma vardır: biri karanlıkta tahmin yürütme; diğeri gün gibi aşikfu: bir durumda karar verme. Muzaffer Şerif tarafından 80 yıl önce yapılan bir çalışmada, öğrencilerden kapkaranlık bir odada oturup tek bir ışık noktasına bakmaları istendi. Bu nokta hareket ettiğinde haber verecekler ve nereye doğru, ne kadar hareket ettiğini de söyleyeceklerdi. Aslında ışık sabitti. Ancak odada, deneyi gerçekleştiren kişinin işbirlikçileri ya da "yardakçıları" vardı ve yüksek sesle ışığın hareket ettiğini iddia ediyorlardı. Buldukları şey, sıradan insanların işbirlikçilerden etkilendiği ve onların yargılarını kabul etme eğilimi sergilediğiydi. Eninde sonunda, "gerçek" yargımız sabit ışığın hareket ettiğine ikna ediliyordu. Demek ki, belirsiz ve net olmayan durumlarda, insanlar güvendikleri ve tutarlı akranlarının davranışlarını izlemeye eğilimlidir. Bizler, neler olup bittiği konusunda bizi aydınlatacak başka kişilere bakarız.

dönem

1936 1952

Şerif, Sosyal Kuralların
Psikolojisi

Asch en ünlü çalışmayı yayımladı.


i'vrn- / •’rjiiEl

İkinci çalışma 1952'de Solomon Asch adlı psikolog tarafından yürütüldü.

Beşerlik gruplara ayrılmış öğrencilere bir algılama çalışmasına katılacaklarısöylendi. Öğrencilere, biri "standart kart" diğeri "karşılaştırma kartı" olmak

üzere yaklaşık 30 çift kart gösterildi. Standart kartta tek bir çizgi,karşılaştırma kartında ise, A, B, C şeklinde belirtilmiş, birbirindençok farklı uzunluklarda üç çizgi vardı. Yapılacak iş, standart karttakiçizginin bu üç çizgiden hangisiyle aynı uzunlukta olduğunu söyle-mekten ibaretti. Yanıt çok basit ve açıktı. Ancak, asıl denek diğerdört gönüllü öğrencinin işbirlikçi olduklarını bilmiyordu ve sırala-mada, diğerlerinin yanıtlarını işittikten sonra kendi yanıtını yükseksesle söyleyecek şekilde, en sona yerleştirilmişti. Herkes kendi yanı-

"Uyumluluk insanın bir yönüyse, benzersizlik de diğer yönüdür." Cari Jung, 1960

tını yüksek sesle söyledi: A, A, A, A... Ama A (kesinlikle) doğru yanıt değildi.Yanlış (uyumlu) yanıt A; doğru yanıt B ya da diğer yanlış (uyum karşıtı, doğruolmayan) yanıt da C idi ve denek bunlardan hangisini söyleyecekti?

Katılımcılardan üçte bir kadarı grupla uyumlu olmaktan yana davrandı. Bazıları doğru yanıt verdi, ama bunu yaparken açıkça huzursuzdu. Bu, uyuma dair çok önemli bir kanıttı

Diğer çalışar Asch'ın deneyi, çeşitli özellikleri, uyumu nasıletkiledikleri araştırılmak üzere değiştirilerek, pek çok kez tekrarlandı.
Görevin zorluğu ve belirsizlik - Görev ne kadar zorsa ya da uya-ran ne kadar belirsizse, denekler bilgi kaynağı olarak, özellikle detoplumsal gerçekliğe atıfta bulunan görüş ve yeteneklerle ilgilikonularda, o kadar çok diğerlerine bakar.

  • Uyaranın doğası - Uyum davranışı insanlardan ne tipte bir kararvermelerinin istendiğine bağlı olarak da büyük ölçüde değişir:sorun ne kadar hakiki ve netse, uyum o kadar azdır.

"Amerikan ideali, her şeyin ötesinde, herkesin mümkün olduğunca birbirine benzemesini ister." James Baldwin, 1955

  • Kaynağın kesinliği - Kişi, etki kaynağının (karar veren diğerleri) güvenilirliği ve doğruluğundan ne kadar eminse, onlara uyma eğilimi o kadar fazladır.

  • Grup büyüklüğü - Araştırmacılar, grup büyüklüğü ve uyum arasında doğrusal (daha büyükse daha güçlü demek) bir ilişki mi, yoksa eğrisel (optimum sayıda insanla bu durum gerçektir, sonrasında etki azalır) bir ilişki mi olduğu

1955

1960’lar

1980’ler

Boyun eğenlerin kişili{liyle ilgili ilk araştırma

Uyumlulukta kültürel farklılıklar üzerine çalışmalar

Uyumluluk kavramları satış tekniklerinde kullanıldı.

konusunda fikir birliği içinde değildir. Ancak, optimum uyum sağlayan bir grup büyüklüğü var gibi görünmektedir.

  • Oybirliğine da.yalı grup karan - Grup kararı ne kadar oybirliğine dayalıysa, uyum da o kadar artar; çoğunluğun içindeki çok küçük sapmalar bile, uyumlu yanıtlarda büyük azalmalara yol açar.

  • Grup bileşimi ve çekicilik - Yüksek statülü birbirine bağlı gruplar ve prestijli erkekler daha fazla uyumlu yanıt verilmesini sağlama eğilimindedir. Grup ne kadar çekiciyse, kişinin bundan etkilenme olasılığı o kadar artar.

  • Grup tarafından kabul düzeyi - Yüksek starülü insanların "sapma kredisi" vardır ve çok düşük statülü ya da reddedilen grup üyeleri gibi sapma gösterebilirler. Genellikle en fazla uyum gösterenler orta starüden kişilerdir.

  • Özel ya da. kamusal davranışlar - İnsanlar en çok, özel olarak değil de, herkes içindeyken yargılarını belirtmeleri ya da davranmaları gerektiğinde uyum sergileme eğilimindedirler. İsmin açıklanmaması, uyum üzerinde çok güçlü etki gösterir.

  • Grubun ıdaha önceki başarısı ya da. başarısızlığı - İnsanlar sürekli kaybeden bir gruba değil, başarılı geçmişi olan bir gruba uyum gösterirler.

  • Azınlığın hlığı - İnandırıcı, birbirine bağlı bir azınlığın oluşturduğu, temsil niteliğinde bir alt grup, çoğunluğun fikrini büyük ölçüde etkileyebilir. Çoğunluk üzerinde herhangi bir etki yaratmak için azınlığın konumunu koruması çok önemlidir.

"Neden diğer herkes gibi uyumsuz olmak zorundasınız?" James Thurber, 1948

Neden başkalarını izleriz? O halde temel soru, insanla-rın neden uyum sergilediğidir. Buna kısaca, çünkü insanlar haklıolmak ve sevilmek isterler, şeklinde yanıt verilebilir. İnsanlarbilgisel etkilere ve normatif etkilere yanıt verirler.

Nasıl davranacakları konusunda başkalarında ipuçları ararlar.

Doğru etiket hangisidir? Kendimizin daha az, etrafımızdakilerin daha fazla şey

bildiğine inandığımız ölçüde “kalabalığın peşinden gideriz". Bu akla uygun bir süreç gibi görünmektedir. Uyum göstermemizin bir nedeni de, "uyma"yı, toplumda kabul görmeyi sevmemizdir. Bu tam da toplumsal baskının özüdür. Ait olma gereksinimimiz yüzünden böyle davranırız. Çoğumuz kendimizi bir sosyal grubun üyesi olarak görürüz. Üye olmak için de kuralları ve normları izlememiz gerekir. Demek ki, sosyal uyum, kendimizi bir grup üyesi olarak görmemize ve bunun gerçekleşmesine yardımcı olur. Bu durumda, zaman zaman ya da yer yer, grup normlarına uyar ya da ters düşeriz. Hatta anti-konformist bile olabiliriz.

Elbette, uyum konusunda kişilik ve kültür bakımından Çalıştığınız Şirketin

tahmin etmenleri bulunmaktadır. Kendine güveni az vedaha yetkeci tutum içinde olanlar daha fazla uyum gösterir.

Daha olgun kişiler ve ego güçleri daha yüksek olanlar dahaaz uyum gösterir. Kültür etmenlerinin de uyumda rol oyna-

dığına dair kanıtlar vardır. Bireyselliğe daha eğilimli kültürler, daha kolektif olanlara nazaran uyum için daha az baskı yaparlar. Aynı şekilde, aynı güçlü dinsel ya da siyasal ideolojiler etrafında toplanmış kültürlerde daha fazla uyum görülür.

tarzım benimseyin." Chesterfield Kontu, 1747

Uyumlu kılmak

Siyasetçiler ve anne babalar, satıcılar ve öğretmenler, karşılarındakini uyumlu kılmak için birçok teknik kullanırlar.

"Ayağınızı kapı arasına koyun" Önce çok küçük ya da önemsiz bir şey isteyin (dilekçeyi imzala, değiştir); sonra da daha büyük, gerçekten istediğiniz şeyi. ilk istek, insanları ne yaptıkları hakkında düşündürmeye yetecek büyüklükteyse ve ayrıca, bunu "özgür iradeleriyle" reddedebileceklerine inanmışlarsa, bu yöntem işe yarayacaktır. Fikir, insanları bir şeylere yardımcı olduklarına inandırmaktır; böylece daha büyük ikinci isteği kabul edeceklerdir.

"Kapı yüzünüze kapansın" Bunun için, yüksek ölçekte bir şeyler istemeyi denersiniz

("bana 50 TL verir misin?"; "bugün arabanı alabilir miyim?"), sonra da (reddedilince), çok daha küçük bir istekle şansınızı denersiniz. Bu ayrıcalıklı ve uzlaştırıcı isteğe geri çekilme manevrası, karşılıklılık ilkesini harekete geçirir. işe yaraması için, ilk isteğin geri çevrilmesi, ikinci istekte bulunanın da aynı kişi olması ve hedef kişinin karşılık verme baskısı hissetmesi gerekir.

"Bununla da kalmıyoruz, bir de şunu veriyoruz" Birine bir teklifte bulunursunuz; ancak size yanıt vermeden önce, önerinizin elini yükseltirsiniz. Örneğin fiyatı düşürür, miktarı artırır ya da ekstralar eklersiniz. Bu da üstteki ilkelere göre işler. Yardımcı olmak için çırpınır ve sevilirsiniz... Tabii onlar da aynı şeyi hisseder.

>> fikrin özü

Uyum göstermek için ne yapıyoruz?

■hTÜii i»t-lf»|}>%;

26 Fedakirlık mı,

Bencillik mi?

Neden kimileri "kahramanlık yapma sevdasındayken", diğerleri tehlike içindeki insanların durumlanm görmezden gelir? Neden kimileri aileleri için hayatlarını harcamaktan mutludur da, arkadaşlan için harcamak istemez? Hiç bencil olmamak mümkün mü?

Her ggün toplumsal alışveriş ya da toplumsal ekonomiye teslim oluyoruz. Veriyoruz ve karşılığında alıyoruz. Kimileri çıkarlarını gizlediğini umarak insanlara yardım ediyor ve çeşitli işleri yapmaya gönüllü oluyorlar. Kimileri beceri kazanmak, iş beklentilerini zenginleştirmek, gruplara kabul edilmek ya da onaylarımak, suçluluk duygusunu azaltmak, özgüvenlerini artırmak ya da kendi kişisel değerlerini ifade edebilmek için "fedakârca" gönüllü oluyor.

İyi SriyeU Özgeci bir kişilik türü olarak birçok kişi tarafından kesin hatlarla tanımlanabilecek bir insan tipi var mıdır? Bir çalışmada, özgeci davranışlarıyla tanınan belirli bireyler tanımlandı. Araştırmanın hedefi, bu bireylerin ortak noktalarını bulmaktı. En kritik yaşam öyküsü etmeninin erken yaşta travmatik bir kayıp (ebeveynlerden birinin ölmesi gibi) yaşamak ve hemen ardından neredeyse eşzamanlı olarak bir kurtarıcıyla karşılaşmak olduğu bulundu. Çalışma, daha sonraki dönemdeki özgeciliğin, acı verici bağımlılık duygularıyla ve kayıpla ilgili öfke ve kaygı duygularıyla baş etmeye yaradığını düşündürdü.

Hepimiz bazı arabaların yolda kalmış bir motosikletin yanından umursamadan geçip gittiğine şahit olmuşuzdur. Peki, neden bazı ikanlar diğerlerinden daha yardımseverdir? Bu konuda cinsiyet farklılığına dair kanıtlar varsa da, bu, özgeciliğin miktarıyla değil, türüyle ilgili görünmektedir. Erkeklerde daha çok şövalyece, cesur, kahramanca eylemler toplum yararına davranış olarak görülürken, kadınlarda da çok beslemek ya da bakmakla ilgili davranışlar ağır basmaktadır.

dönem

İÖ 100

iyi Samiriyeli meseli

Nazi Almanya'sında Yahudilerifedakarca kurtaranlarla yapılan,savaş sonrası çalışmalar

İnsanlar kendi kültürlerinden olan diğer kişilere yardım etme eğilimindedirler. Yani, aynı etnik, dinsel, dilsel ya da demografik grubumuzdan birine yardım etme olasılığımız başka gruptan birine yardım etme olasılığımızdan dikkat çekici ölçüde fazladır. Çapraz kültürel çalışmalarda, bireyci kültürlere sahip ülkelerle karşılaştırıldığında, kolektivist kültürü olan ülkelerde daha fazla yardım etme eğilimi görülmüştür. Bir başka bulguda, İspanyolca

"'Fedakir' kişi, kendisi ve en yakım akrabaları için toplumdan karşılık bekler."

Andrew Marvell, 1650

"dostane", "yardımsever", "kibar" anlamına gelen simpdtico kelimesine atıfta bulunulmaktadır. Kimi çalışmalarda, gerçekten de en yüksek özgeciliği, İspanyolca konuşan ülkelerden ve Latin Amerika ülkelerinden insanların sergilediği gösterilmiştir.

Bir araştırma dizisi, "iyi hisset: iyilik yap" etmenini ortaya koymuştur. Çeşitli ça

lışmalarda, insanların kendilerini iyi hissettiklerinde, diğerlerine karşı daha fazla

yardımsever davrandıkları gösterilmiştir. Birine küçük bir hediye verin, güzel bir

şeyler çalın, iltifat edin; göreceksiniz, diğerlerine yardım etmeye daha fazla gönüllü olacaktır. Ancak, kimi zaman üzgün ve sıkıntılı durumdaki insanların da kendilerini iyi hissetmek ve acılarından kurtulmak için diğerlerine yardım ettiklerini ileri süren, olumsuz durumdan kurtulma hipotezini destekleyen kanıtlar da vardır. Aynı şekilde, kendini suçlu hisseden insanların da, olasılıkla suçluluk duygularını azaltmak için yardımseverlik düzeylerini artırdıkları gösterilmiştir. Bütün bunlar, duygu durumumuzu etkileyen fazlasıyla gelip geçici nitelikteki etmenlerin ihtiyaç içindeki insanlara yardım düzeyimizi gerçekten etkilediği anlamına gelmektedir.

"Suçluluk, öz-yıkım, cinsel mücadele ve eşcinsellikle ilgili çatışma, cömertlik ve özgeciliğin altında yatan temel güçlerdir.''

Sigmund Freud

Freudcu spekülasyonlar Psikanalistler, özellikle altta yatan bir çatışmayı ifade ettiğini gördüklerinde, davranışlarda daima 1930 daha derin bir anlam ararlar. Aynı özgeci davranışı bambaşka iki dürtünün kendini göstermesi olarak yorumlayabilirler. Kimi cömert, yardımsever eylemlerin nedeni "kurban"la kendimizi özdeşleştirmemizdir. Özgeci kişiler geçmişlerindeki ebeveynler ya da öğretmenler gibi yardımsever figürlerle özdeşlik kurarlar.

Ancak, Freudcular özgeciliğin olumsuz bir dürtüye karşı bir savunma, yani kaygı, suçluluk ya da düşmanlık duygularıyla baş etmeye yönelik nevrotik bir sendrom

1968 1980 1990’lar

Seyirci kalanın müdahalesiyle ilgili çalışmalar

Dawkins, Gen Bencildir

Yardım dernekleri özgeciliği nasıl sömüreceklerini araştırıyorlar.

"Tüm hayatımı iki erkek kardeşim ya da sekiz

olabileceğine de inanmaktadırlar. Bu duurumda, yoksunluk içindebüyüyen bir rcük, daha sonraı cömert bir verici olabilir. Etraftanihtiyaç içindekilerle sarılmışken kendini çaresiz hissetmek yerine,yarclım ederler ve böylece hem veren hem alan olurlar.

kuzenim için feda

edebilirdim '' Diğerleri de kendi hırsları ve hasetlerinden ötürü yaşadıkları suç-lulukla baş etmek için verici olabilir. Kimi suçluluğunu azaltmakJ. B. S. Ha|dane, 1974 için vererek borçlanır. Bunun ötesinde ve çelişkili bir şekilde,Freudcular düşmanlık temelli tepki oluşumlu vermeden söz ederler._Burada verici, yar-

dımseverlik maskesi ardına saklanarak öfke ifadesini gizlemeye çalışmaktadır.

Yam etmenin evrimsel psikolojisi Bu yaklaşımın temeli akraba seçimi kavramıdır. Bir kişiyle ne kadar gen paylaşıyorsanız (akraba), ona yardım etme olasılığınız o kadar artacaktır. Böylece, kendi genlerinizi taşıyan birine yardım ederek, kendi genlerinizin hayatta kalmasını garantilemiş olursunuz. Biyolojik önem kuralı insan davranışına yerleşir ve bilinçli değildir. Ancak, evrimciler karşılıklılık normunu önerirler. Bu da, başkalarına yardım etmenizin, onların da size yardım etmelerini sağlayacağını kabul eden "her şey karşılıklı" davranışıdır. Açık konuşmak gerekirse, bu özgecilikten ziyade, salt yardım etmektir. Ancak, toplumun normlarını ve kültürlerini öğrenip uygulayan insanların daha rahat hayatta kalacağı çünkü kültürlerin hayatta kalma becerilerini ve kooperatif davranışları öğrettiği ileri sürülmüştür. Demek ki, insanlar özgeciliğe dair kültürel normları da enmek üzere programlanmaktadır. Öte yandan, hiç tanımadığınız kişilere karşı ihmca, yaşamınızı hiçe sayan fedakârlıklar göstermenize getirilecek evrimsel açıklama hiç de inandırıcı olmayacaktır.

Bağlan ve kararlar Konumsal etmenler kişisel etmenlerden daha önemli olabilir. Küçük kentlerde ya da kırsal bölgelerde yaşayan insanlar, kentlilere göre daha yardımsever olabilmektedir. Kentsel aşın yüklenme hipotezi, büyük, kalabalık kentlerde yaşayanların, her türden uyarana maraz kalıp genellikle de bu yükün altında ezildikleri için, kendileriyle baş başa kalmayı tercih ettiklerini ve kırsal bölge insanlarına göre başkalarına daha az yardım ettiklerini ileri sürer. İnsan bir bölgede ne kadar uzun yaşar ve kendini o topluma ne kadar ait hissederse, o kadar yardımsever olabilir. Yer değiştirme etmeni yüksekse, toplumla bağ da o denli dengesiz olacak, her türden yardım konusu da o denli az gündeme gelecektir. Komünal ilişkiler içindeki insanlar topluluklarının uzun dönemli geleceğine daha fazla yatırım yapar ve dolayısıyla daha fazla yardım önerme eğiliminde olurlar.

Kuşkusuz, bu alandaki en ünlü ve aklı zorlayan bulgu, seyirci kalma etkisidir ve rakamlara güven olmayacağını gösterir. Kısaca tanımlamak gerekirse, acil ya da yardım

gerektiren bir durumda, seyirci (ya da tanık) sayısıne kadar kabarıksa, içlerinden herhangi bir bire-yin çıkıp yardımcı olma olasılığı o denli az olur.

Bu araştırma beş adımlık seyirci müdahalesikarar modelinin geliştirilmesine yol açmıştır.Buna göre, insanlar yardım etmeye beş adımdakarar verirler.

  • Öncelikle olay net şekilde dikkatlerini çek-miş olmalıdır. Acelesi olan, cep telefonuylakonuştuğu için ya da başka bir nedenle dik-kati başka yöne çekilmiş olan kişi acil birdurumu fark etmeyebilir.

Yardımcılık ve özgecilik (altruizm)

Yardımcılık ve özgecilik birbirinden farklı şeylerdir. İkincisinin özünde, insanların, karşılığında herhangi bir dış kaynaktan ödül beklemeksizin yardım etmesi yatar.

Psikologlar, toplum yanlısı davranış diye bir şeyden söz ederler. Bu, bir başkasına yardım etmek için yapılan herhangi bir harekettir. Burada, kendi zararına da olsa diğerlerine yardım etme dürtüsü olan güdü, fedakarlık amaçlı olabilir ya da olmayabilir. Kimileri için bu, kendini ihtiyaç içindeki birinin yerine koyduğu için, tamamen "içindeki iyilikle" bir şeyler yapması demektir.

  • Olayı yardım gerektiren bir acil durum olarakyorumlamalıdırlar. Birçok acil durum kafakarıştırıcıdır. İnsanlar ne olduğunu anlamakiçin etraflarına bakınırlar. Eğer, diğerleriilgisiz görünüyorsa, kendileri de tepki göster

meyebilir. Durumun belirsizliği yanlış yorumlamaya ve eylemsizliğe yol açabilir.

  • Bir tür sorumluluk hissetmelidirler. Bunun başkalarının değil, kendi sorumlu-lukları olduğuna karar vermelidirler. Sorumluluğu yalnızca kendi omuzlarındahissetmelidirler.

  • Nasıl yardım edeceklerini bildiklerini düşünmelidirler. Kendi yetkinliklerini algılayışlarıyla ilgili sayısız nedenden ötürü yardım önermeyen insanlar vardır. Mekanik konularla ilgili kendini yetersiz hissetmek, insanların başı dertte olan bir motorcuya neden yardım etmediklerini açıklar.

  • Yardım etmeye karar vermelidirler. İnsanlar birçok nedenle başkalanra yardımcı olmazlar. Geçmişte, yardıma gönüllü olduklarında durumun yanlış yorumlanması nedeniyle terslendiklerini hatırlayıp sıkıntı duyuyor olabilirler. İhtilaflı toplum- larda, belli durumlarda (küçük çocuklar, yırtılmış giysiler) yardım etmenin yasal sonuçlarıyla ilgili endişe duydukları ya da sadece yardım etmenin kendilerine pahalıya patlayacağını (zaman açısından ya da olasılıkla parasal açıdan) düşündükleri için geri durabilirler.

>> fikrin özü

Özgecilik diye bir şey var mıdır gerçekten?

27 Bilişsel Uyumsuzluk

Çoğumuz ne kadar tuhaf ya da saçma olursa olsun, yapnklanmızı mazur gösterme ihtiyacı duyarız. Sigara içenler nikotin bağımlılığının sağlığa ciddi şekilde zarar verdiğinin pekala farkındadırlar. Öte yandan, genellikle, kendini haklı çıkarma ilminin üstadı olmuşlardır. "Sigara kullanmak denildiği kadar da tehlikeli değil" ya da "70 yıl boyunca günde üç paket . sigara içen bir amcam vardı, go'ında mutlu mesut öldü" gibi şeyler söylerler.

Kuram Bilişsel uyumsuzluk kamına göre, inançlarımız ve tutumlarımıza uymayan davranışlarda bulunduğumuzda, bilişsel uyumsuzluk denilen olumsuz bir duruma düşeriz ve bu kez, tutarsızlığı hafifletmek için tutum ya da davranışlarımızı (ya da ikisini birden) değijtirerek bu durumdan kurtulmaya çalışırız. Yani, tutumlarımızı, inanç ve düşüncelerimizle (bilişler) tutarlılıklarını korumak için güçlü bir güdülenme duyduğumuzdan değiştiririz. Bizler, uyuma ulaşmak için güçlü bir motivasyon hissederiz. Dolayısıyla, davranış değişiminin tutürn

Sihirbazlık sanatı değişimi sağlaması diğer yöndeki değişimden daha kolay olur.

esasen uyumsuzluk yaratıyorsa ve insan doğası gereği uyumsuzluktan

Bilişsel uyumsuzluk "haklı göstermede yetersizlik etkisi"ni ilaneder: Eylemlerimiz tamamen dış ödüllerle (para gibi) ya da zor-lamayla (emir gibi) açıklanamadığında, ancak yaptığımızı haklıgöstererek azaltabileceğimiz bir uyumsuzluk hissederiz.

nefret ediyorsa, Koşular Uyumsuzluk baş gösterdiğinde, bunun çok özel

neden sihir sanatı hala gelişmekte?" R. B. Zajonc, 1960

koşullar altında azaltılması gerekir. Yalnızca davranışımızıntutumlarımızla tutarsız olduğunu fark etmemiz yetmez. Öncelikle,insanlar tutumlarının özgür iradeleriyle gerçekleştirilmiş, tamamengönüllü olduğunu ve bunun kişisel sorumluluğunu taşıdığını

dönem

hissediyor olmalıdır. Bir dış gücün zorlaması ya da tehdidiyle (ya da

1930’lar

"Tutarlılık ilkesi" üzerine yazılar

1946

Heider'in denge kuramı

U'.uiî' iu

"'Bilişsel uyumsuzluk' hipotezi ... Amerikalılarım bir olaydan diğerine tutarsız davrandıklarım ya da karşılıklı olarak tutarsız amaçlara sahip olduklarım fark etmeleriyle ortaya çıkmış, kültüre özgü bir huzursuzluk gibi görünmektedir."

N. Much, 1995

seçeneksizlikten) hareket ediyorlarsa, uyumsuzluk baş göstermesi şan değildir. Bir çalışmada, öğrenciler, kişisel olarak desteklemedikleri tanışmalı bir konu hakkında bir deneme yazmaları rica edilerek ya da emredilerek test edilmiştir. En çarpıcı inanç kayması, denemeyi kendi isteğiyle nlarda görülmüştür.

İkincisi, bireyler bu tutuma uzak davranışın ciddi şekilde bile isteye ve geri dönüşsüz olduğunu hissetmelidir. Davranış kolayca değiştirilebilirse, bu uyumsuzluğu hafifletir. Bir çalışmada, insanlara, geçmişte olumsuz duygular besledikleri herkes tarafından bilinen bir kişiyle (kurban) buluşabilecekleri ya da buluşamayacakları söylendi. Özür dileyebileceklerine inananlar, söylediklerini geri alamayacaklarını bilenlerden daha az uyumsuzluk hissetti.

Üçüncüsü, kişiler davranışlarının kendileri ve başkaları için önemli sonuçlara yol açacağına inanmalıdırlar. Bu sonuçlar önemsiz ya da küçükse, herhangi bir uyumsuzluk hissetmeleri de pek olası değildir. Son olarak, insanlar en çarpıcı uyumsuzluk baskısını, sorun olan belli tutumları ya da davranışları, kendilik kavramları, özsaygıları ve değerlerinin temelini oluşturuyorsa hissederler.

Bir başka çalışmada, öğrencilere kendi fikirlerinden epey farklı fikirleri ifade eden denemeler yazmaları istendi. Kimilerinin denemeleriyle ilgilenilmedi, hatta kimilerininki yırtıldı; kimilerine de yazdıklarının reklam amaçlı olarak ya da in- temette yayınlanacağı söylendi. Kendi tutumlarına ters görüşlerinin açıklanma olasılığı olanlar, kendi uyumsuzluklarını hafifletmek için, tutumlarını değiştirmeye en fazla hevesli olanlardı.

Uyumsuzluk padoksu Bu kurama göre:

kişi, kendi inancına ters davranmaya zorlanırsa, uyumsuzluk hisseder

1957

1960’lar

1980’ler

Festinger'in bilişsel uyumsuzluk kuramı tanımlandı.

Karar sonrası uyumsuzlukla ilgili ilk çalışmalar yürütüldü.

Kuram "ikna edici iletişimler"de yaygın olarak kullanıldı

  • davranışa zorlayan güç ne kadar fazlaysa uyumsuzluk o kadar az, tersi durumdaysa o kadar fazla olur

  • uyumsuzluk tutumlar değiştirilerek azaltılabilir

  • tutum değişimi, zorlayan güçler minimum olduğunda paradoksal olarak en üst düzeydedir.

Bu durum, 1959'da yürütülen ünlü çalışmayla gösterilmiştir. Üç grup öğrenciden uzun, saçma sapan, yinelemeye dayalı, tekdüze bir görevi yapmaları istendi. Kimine bir dolar, kimine 20 dolar verilirken, kontrol grubuna hiçbir şey ödenmedi. Sonra, görevi değerlendirmeleri istendi. Yalnızca 1 dolar alanlar, 20 dolar'alan- larla karşılaştırıldığında görevin daha eğlenceli ve ilginç olduğuna kendilerini daha çok inandırmışlardı. Yalnızca 1 dolar alanların bir ikilemi vardır: Ucuza kapatıldıklarını ya da çok düşük bir rüşvet aldıklarını kabul edebilirler mi ya da etmeli midirler? Bu o kadar da kolay değildir. O zaman, onlar da durumu yeniden yorumladılar. Öte yandan, 20 dolar alanların sorunu daha küçüktür: Para iyiyse insan neler yapmaz.

Kendimizi masum insanlara zarar ya da sıkıntı vermeyi asla düşünmeyen, adil, iyi, ahlaklı, nazik insanlar olarak görmeyi severiz. Dolayısıyla birine zarar verecek bir şey yaptığımızda, örneğin bağırdığımızda, onu yok saydığımızda, hatta ona vurduğumuzda, uyumsuzluk baş gösterir. Bu davranışı özür dileyerek ya da bedelini ödeyerek

Topluluğa kabul törenleri

Bilişsel uyumsuzluk kuramı, insanların, acı çekmelerine yol açan şeyleri neden sevdiklerine ve onayladıklarına dair de tahmin yürütebil- memizi sağlar. Örneğin, bedensel ceza (okulda dayak yemek) çekenler bunun kendi iyilikleri için olduğunu, aslında onlara zarar vermediğini, başkalarının da bundan yararlanacağını iddia edebilirler. Benzer şekilde, acı veren ya da utandırıcı yöntemlerle gruplara ya da topluluklara kabul törenlerinden geçenler, daha sonra bunları destekleme ve değerli bulma eğilimindedir. Uyumsuzluk kuramı, acı veren deneyimlerimizi, bu acıya yol açan grubun konumunu yükselterek haklı gösterdiğimizi öne sürer. Bu, kimi zaman

topluluğa kabul sınavının ağırlığı demektir.

Bir çalışmada, kadınlara cinsellik hakkında oldukça saçma ve amaçsız bir grup tartışması hakkında ne düşündükleri soruldu. Bunun için bir taramadan geçmeleri gerekiyordu. Bunun için bir gruptan hafif cinsel anlamları olan kelimelerden (örneğin, fahişe) oluşan bir listeyi, diğerindense, erotik romanlardan açık saçık sözcüklerle dolu bölümler okumaları istenmişti. Amaç taramayı çok utandırıcı kılmak ya da kılmamaktı. Daha sonra da doğrulanan tahmine göre, utanan grup "tarama testlerini" haklı bulacak, ancak tartışmayı utanmayan gruptan daha ilginç bulduğunu söyleyecekti.

"telafi edemezsek", ikilemden kurtulmanın enkestirme yolu, aslında ne kadar kötü olduğunu,yaptığımız bu kötü davranışı tamamen hak ettiğiniileri sürerek, kurbanımızı alçaltmaktır.

Uyumsuzl satmak ve ikna etmek
Satıcılar tutarlılığın toplum tarafından değer veri-len bir şey olduğunu bilirler: Tutarsızlık, ikiyüzlülükya da dürüst olmamak şeklinde algılanabilir. Tutar-lılık bizi daha etkili kılar çünkü her yeni durumagöre yeni bir karar süreci işletmemiz gerekmez.

Buradaki fikir, bir seçim yaptığımızda ya da birtavır aldığımızda, bir söz verdiğimizde, bununlatutarlı davranmak için kişisel ya da kişiler-den gelen bir baskı hissettiğimizdir. Bu yüzdensatıcılar, "Fiyat uygun olsaydı satın alır mıydı-nız?" türünden sorular sorarlar. Amaçları sizi,düşünmenize izin vermeden, alelacele, vaatte bu-lunacağınız bir konuma sokmak ve size kendinizionurlu davranmak zorunda hissettirmektir.

Böylece, bu "uyumlu kılma profesyonelleri",ister doktor, ister satıcı, ister öğretmen olsunlar,insanlardan daha sonra böyle bir istekle karşılaş-tıklarında gösterecekleri davranışla uyumlu bir sözalmaya çalışırlar. Bu vaatler herkes içinde veril-mişse, bir miktar çaba gösterilmişse ve tamamenbile isteye verilmiş olarak algılanmışsa, çok dahaetkili olur. Genellikle insanlar, daha önceki karar-larının yerindeliğini destekleyecek yeni gerekçelerbulurlar. Yani, tutarlı görünme ve tutarlı olmadürtümüz satış taktikleri açısından öyle güçlü bir

Kararlardan sonra uyumsuzluk

Verdiğimiz çoğu önemli kararda, örneğin bir işi kabul ederken ya da bir ev alırken, zorlu seçimler de yaparız. Çoğu insan, enikonu düşünüp iyi bir seçim yapabilmek için, artılar-eksiler listesi hazırlamaktan medet umar. Bu anlamda, insanlar bilişsel uyumsuzluklarının fena halde farkındadırlar.

Birbirinin peşi sıra yapılan çalışmaların gösterdiğine göre, bir kez karar verdikten sonra, verdiğimiz kararı üste çıkarıp vazgeçtiğimiz seçeneği yerin dibine batırarak, kararımızı haklı çıkarmaya çalışırız. Buna "satıcı nostaljisi" denir. insanlar daha sık satın aldıkları ürünlerle ilgili reklamları, heyecanla ve alışverişi yaptıktan hemen sonra (önce değil) okurlar. Bir kez

karar verdikten sonra, çitin öte yanındaki çimenler daha solgun görünür.

Çalışmalara göre, kumarbazlar ellerini oynadıklarında, bundan öncesine göre, kendilerini kazanmaya daha yakın hissettiklerini söylerler. Oy kullananlar da oy kullanmadan öncekine göre, oy kullandıktan sonra, adaylarının kazanacağına daha inançlı olurlar.

silahtır ki, çıkarlarımıza uymayacak şekillerde davranmamıza bile neden olabilir.

>> fikrin özü

Tutarsızlıktan kaçınmak güçlü bir motivasyondur

UiptUHl

28 Kumarbaz Yanılgısı

Sevgili Abby: Kocam ve ben tasa bir süre önce sekizinci çocuğumuzu kucağımıza aldık. Bir kızımız daha oldu. Hayallerimin tamamen yıkıldığım söylemeliyim. Elbet kızımız sağlıklı olduğu için Tann'ya şükretmeliyim ama artık bu seferki oğlan olmalıydı. Doktor bile, ortalama şansın 1' e 100 bizden yana olduğunu söylemişti?

1 Abigail Van Buren'in United Press Syndicate'teki Sevgili Abby köşesinden.

Romalı filozof Çiçero'dan Rönesans'a ve oradan da günümüze, rahipler,

matematikçiler ve bilim insanları kendilerini olasılık yasalarını anlamaya

adamışlardır. Ne var ki, çoğu insan için şans, risk ve olasılıklar konusu halen, gizemli bir şekilde bulanıktır. Örneğin, Sevgili Abby'deki "mutsuz kadın"a

Olasıhk en l'e 100 olasılıkla oğlu olacağını söyleyen doktoru ele alalım. Gerçekte,

önemli yaşam kılavuzudur."

Çiçero, iö 100

doğumdan önce, yalnızca iki olası sonuç vardır: kız ya da oğlan bebek.Dolayısıyla, oğlan doğurma şansı l'e 100 değil l'e 1 idi. Peki, doktor nasılbu kadar yanılabilmişti? Bu yanıltıcı derecede basit sorunun yanıtı bizeinsanların düşünme biçimleriyle ilgili pek çok şey söylemektedir.

Yamlgı üzerine kurulu kent Doktor hastasının şimdiye kadar tam yedi kız çocuğu olduğunu düşünerek oğlan doğurma şansının yüksek olduğuna inanıyordu. Gelen son yedi sayı siyah olduğu için kırmızıya oynayan rulet oyuncuları da aynı mantıkla hareket eder. Sorun, rulet çemberinin belleği ol- mamasındadır; her tur bir öncekinden bağımsızdır. Kaç kez siyah gelmiş olursa olsun, kımızı gelme olasılığı aynıdır. Aynı şekilde, oğul sahibi olma olasılığı da, daha önceki doğumlardan tamamen bağımsızdır. Bunu kavrayamama haline kumarbaz yamlgısı adı verilir. Muhtemelen ünlü kumarhane kentinin zenginliğine büyük katkısından ötürü, Monte Carlo yanılgısı olarak da anılır.

İÖ 100 1713

Çiçero: Kararlar olasılıklaragöre alınmalıdır.

Bernoulli: Olasılıklar hesaplanabilir.

Kumarbaz yanılgısı, insanların karmaşık yargılara nasıl vardıklarına dair bir bakış sunduğundan psikologlar için önemlidir.

Temsil kısayolu Pek çok yargıda bilgi işleme kapasitemizi aşan biliş-sel talepler rol oynar. Bu durumda, kısayollar -hızla ve etkili şekilde yargıdabulunmamızı sağlayan zihinsel kestirmeler- dediğimiz stratejilere güvenerek

işin içinden çıkmaya çalışırız. Bu pratik kurallar sezgilere benzer, sorunları ta

ilk ilkelerinden itibaren ele almak için duraklamadan çalışabilmemizisağlar. Buradaki sorunsa, bu kısayolların genellikle işe yaraması, öteyandan bizi yanlışa da sürükleyebilmesidir. Bunun bir örneği, tem-sil kısayolu ya da en basit şekliyle, bir olayın gerçekleşme olasılığınıdeneyimimizi ne kadar "temsil ettiğine" göre saptamamızdır. Temsilkısayolu genelde bizi iyi kararlara götürse de, bu her zaman doğru ol-mayabilir. Emeğin, aşağıdaki probleme bakalım:

"Görme duyusu
zihnin kendi
yamlsamasıdır."
Pierre Simon
Laplace, 1825

Bir kentteki tüm altı çocuklu ailelerle görüşüldü. Yetmiş iki ailede erkek ve kız çocukların doğum sırası KOKOOK (K= kız, O = oğlan) idi. Sizce görüşülmüş aileler içinde çocuklarının doğum sırası OKOOO olanların sayısı kaçtır?

Her doğum bağımsız bir olay olduğundan, bu iki doğum sırasının gerçekleşme olasılığı tamamen aynıdır (tüm diğer doğum sıraları gibi). Yine de, Nobel Adayı Daniel Kahneman ve arkadaşı Amos Tversky, bu soruyu üniversite eğitimi almış insanlara sorduklarında, bu iarın %80'inden fazlası ikinci doğum sırasının ilkinin ancak yarı olasılığında gerçekleşeceğine inanmıştır. Şu şekilde akıl yürütmüşlerdir: İlk dizide 3 erkek ve 3 kız vardır; bu da, nüfus genelini ikinci doğum sırasındaki 1 'e 5'1ik orandan daha iyi temsil eden bir orandır. llk doğum sırasının daha "geneli temsil eder" nitelikte olduğu düşünülerek, daha olası olduğuna karar verilmiştir. "Hayalleri yıkılmış" kadının doktoru için de, art arda yedi kız çocuğu, kız ve erkek çocukların nüfustaki 50:50'lik dağılımını temsil etmiyordu. Bu nedenle, doktor gelen bebeğin oğlan olarak dengeyi düzelteceğini tahmin etmişti.

Kumardan fazlası Temsil edilebilirlik çok zorlayıcı bir yöntemdir; sağlık konusunda panik yarattığı bile olur. Örneğin, zaman zaman, belli işyerleri,

1770 1057 1972

P. Simon Laplace: Yanılgılar bilişsel aldanmalardır.

H. Siman: Yargılar bilişsel kapasiteyi aşar.

Kahneman ve Tversky: buluşsal yargı yöntemleri

okul ya da hastanelerde "normal" sayının üzerinde kanser vakası yaşandığı gözlenir. Bunlara kanser kümeleri denir. Bu durumda genel tepki, çevresel bir neden aramaktır: örneğin, yüksek gerilim hatları ya da hava kalitesi ya da baz istasyonları. Kamu baskısı nedeniyle, sağlık yetkilileri kısıtlı kaynaklarını bu nedeni bulmaya adar. Ancak, nadiren bir nedene ulaşırlar, zira öncelikle gözlem kusurludur. Kanser vakalarının her binada ve her işyerinde nüfus geneliyle aynı dağılımı sergilemesini beklemek, her ailede aynı sayıda erkek ve kız çocuk olmasını ya da rulette her turda aynı sayıda kırmızı ve siyah gelmesini beklemekle aynı şeydir. Rastgele olaylar kümeler oluşturabilir ve oluşturur. Bunu anlayamamak, gereksiz paniğe ve hayali sorunlar yerine gerçek sorunlara harcanması iyi olacak değerli kaynakların heba edilmesine yol açar.

Riski anlamak Davranışsa! ekonomistler, yoksulların istatistiksel yaklaşımla düşünme konusunda nasıl olduklarını göstermiştir: Genellikle sayılardan anlamazlar. Şu örneğe bir bakalım:

"Fred'i tanıyanlar, onunsakin, içe dönük, çalışkan biri olduğunu söylerler. Ayrıntılara önem veren, ne fazla iddialı ne de girişken biri."

Sizce, ondan bir kütüphaneci mi, yoksa satıcı mı olur? Yanıtınız için nesine iddiaya girersiniz? Demek, "fazla zeka gerektirmeyen bir iş", yani eşittir tam bir kütüphane memuru. Ama durun bir dakika: Bu ülkede kaç kütüphaneci, kaç satıcı var? Kütüphanecilerden en az 100 kat fazla, satış işinde çalışan insan olmalı. Üstelik ne sattıklarına göre de aralarında büyük farklılıklar vardır. Fred de, pekâlâ, araştırma yapan bilim insanlarına çok özel, teknik

Piyangoda büyük ikramiye nasıl vurur?

İşte psikoloji bilginizin işe yarayabileceği bir örnek. Eğer Sayısal Loto oynuyor ve kazancınızı en üst düzeye çıkarmak istiyorsanız, ardışık altı sayı seçin (1, 2, 3, 4, 5, 6 ya da 22, 23, 24, 25, 26, 27 ya da başka benzer bir sıralama). Bunlar çoğu insan için gerçekçi bir sonucu "temsil" etmeyeceğinden, bu sırala

mayla seçim yapan insan sayısı az olacaktır. Tüm sıralamalar aynı kazanma şansına sahip olacağından (yani pratik olarak hiç), altı ardışık sayı seçmekle daha az ya da çok şansa sahip olmayacaksınız. Ancak, şansa, sizin sayınız çıkarsa, en azından ödülü başkasıyla paylaşmazsınız.

ekipmanlar satıyor olabilir. Bu duruma, "temel oranı göz ardı etmek", yani herhangi bir durumdaki tüm olasılıkları bilmek denir.

Ehlinizdeki olasılıklan bmek Piyangoyu kazanma olasılığınız nedir? Yıldırım tarafından çarpılma, zehirli bir yılan tarafından ısırılma ya da uçak kazası geçirme olasılığınızdan daha azdır. İnsanlar, 30 yıl önce çekilmiş Jaws filmi yüzünden, asla köpekbalığı görülmeyen sularda halen köpekbalığından korkarlar. Sigorta yaptırmak konusunda da aynısı söylenebilir. Kendinizi uçak kazasına mı, yoksa hırsızlığa karşı mı sigorta- latırdınız? Elbette ikincisine, çünkü daha sık rastlanır. Şükür ki, ilki çok nadir görülüyor.

Bu temel oran konusundan çok farklı olarak, bir de, istatistiksel hatalara yol açan şu ünlü "büyüklük yanlılığı" var. İnsanlar küçük sayılara gösterdikleri dikkatten fazlasını büyük sayılara gösterirler. Sayılara karşı duyarsızlık en bariz olarak, insanların kendi paraları hakkında düşünme ve yine kendi paralarını kullanma biçimlerinde görülür. Gary Belsky ve Thomas Gilo- vich -davranışsal ekonomi üzerine 1999 tarihli y Smart People Make Big Money Mistakes [Akıllı İnsanlar Neden Para Konusunda Büyük Hatalar Yapar?] adlı kitabın yazarları- kötü istatistiksel akıl yürütmelerden kurtulmak için bazı yararlı önerilerde bulunmuşlardır:

  1. Kısa dönemli başarılardan etkilenmeyin: Daima uzun dönemli eğilimlere bakın.

  2. Ortalama düzeyde oynayın; çünkü şans yatırımlarda büyük rol oynar ve kısa dönemli şans etmenleri tarafından baştan çıkarılmak kolaydır.

  3. Zamanın sizden yana olduğu zamanı bilin: Erken başlayın, enflasyonun gücünü hafife almayın.

  4. Temel oranlara karşı dikkatli olun ve bunları bilin.

  5. Küçük puntolu yazılan mutlaka okuyun. Çünkü iri puntolu yazıların verdiğini, küçük puntolular geri alır.

>> fikrin özü - - . : - .

:,,-;} ı;. *!. ı-.> i-ja-o:;,-..:"' ı; -,_ı;?>ji •i -;,1 . ıi 4 ;; i '.‘ .-:.:.

,:-. ,:.:. ,, J .. -.:. »-,_. i J ", , ..

•. —-■:' ....... * : ;_ ' i :- :, _' - 7 * 1 -■ . • . ‘

29 Yargı ve Sorun Çözme

"O insanlan iyi tanıyor." "Bana kalsa, onun yargısına güvenmezdim." "Kanımca, çözdüklerinden çok daha fazla sorun üretip duruyorlar." "Bu karar önemli olduğundan bir komisyon oluşturmamız lazım." Sorun çözme, düşünme psikolojisinin tam kalbinde yer alır. Birbirinden farklı ilişki öbeklerini ele alır.

Sorun çözmek, amacı olan, hedefe yönelik entelektüel bir etkinliktir. Kimi "problemler" neredeyse kendiliğinden, çabucak çözülür, çünkü her zaman karşılaşılan cinstendir. Öte yandan, yeniden yapılandırma, kavrayış ve yeniden hesaplama gerektiren sorunlar da vardır. Gestalt psikologlarından öğrendiğimiz kadarıyla, sorun değiştiği için belli sorunlar karşısında iyice bellediğimiz yanıtlar artık işe yaramadığından, kimi zaman önceki deneyimler, sorun çözme yeteneğimizi azaltıp iyice bozabilir.

"Akıldışı biçimde ele alman doğrular, gerekçelendirmen hatalardan daha zararlı olabilir."

Kısayo "Heuristic" (kısayol) sözcüğü keşfetmek anlamınagelir. Psikolojide insanların sorun çözmeye çalışırken kullandık-ları yöntemlerden birini (genellikle kestirme yol) tanımlamak içinkullanılır. Kısayol, sorun çözmenin "pratik yolu"dur. Kimi zaman,sorun çözmenin karmaşık, mantıksal, işlemlere bağlı yöntemi olanalgoritmalardan oluşur.

 Karar verici konumdaki insanlar her gün, çoğunlukla etkili, kesin

ve çok sayıda olan basit kısayollardan yararlanır. Bunlar hızlı karar vermek gerektiğinde çok yararlıdır ve genellikle de daha fazla bilgiye kolayca erişilemeyen durumlarda kullanılırlar. Aslında, tek bir sorunu çözerken aynı anda birden çok kısayola başvurulabilir.

Beyin fırtınası fikri ortaya atıldı.

Riskli grup kararı alma gösterildi.

Bizler "bilişsel cimriler" olduğumuzdan, kısayollara emin olmadığımız durumlarda başvururuz. Kısayollar, evrim süreçleri ya da öğrenmeyle edindiğimiz basit, etkili kurallardır. İnsanların, karmaşık sorunlar ya da eksik bilgi karşısında tipik olarak nasıl karar verdikleri, yargıya vardıkları ve sorun çözdüklerini açıklamak için ileri sürülmüşlerdir. Aşağıdaki örneklere bakalım.

"Herkes

Temsil kısayolu Bu varsayıma göre, en sık bir grup ya dakategorinin tipik (ya da temsil edici) üyeleriyle karşılaşırız.Burada temel oran bilgisi ya da sorunun toplulukta genelortaya çıkışı ya da grubun topluluktaki yerini göz ardı etmeeğilimi vardır. Çalışmalara göre, insanlar küçük örneklem-lerden gelen sonuçları büyük örneklemlerden gelenler kadargeçerli sayma eğilimindedirler (bkz. Bölüm 8).

Bulunabilirlik kısayolu Bu, anları ya da olayları ve yargıüzerindeki etkilerini akla getirme kolaylığıyla ilgilidir. Hatır-

belleğinden yakınıyor, ama kimse yargıya varamamaktan şikiyetçl değil." Dük François de la Rochefoucauld, 1678

lanması kolay, canlı, göz önüne getirilebilir anlara olması gerekenden dahafazla önem veririz. İnsanlar, olayları ya da somut örnekleri daha canlı hatır-

ladıklarında, daha az hatırladıkları olaylar karşısında, bunların önemini ya dayinelenme olasılığını abartırlar. Bir başka örnek de, insanların bir araba ka-zasında değil de, uçak kazasında ölebileceklerine inanmalarıdır. Çünkü uçakkazası vakaları basında daha geniş yer bulur ve dolayısıyla da hatırlanmasıkolaydır.

Referans noktalı kısayol Bu, insanların karar verirken bir özelliğe ya da bilgi parçasına çok fazla güvenme ya da bağlanma şeklindeki yaygın eğilimlerini anlatan bilişsel yanlılıktır. Bu kısayola göre, insanlar üstü kapalı önerilmiş bir referans (bağlanma) noktasıyla yola çıkıp tahminlerine ulaşmak için bunda ayarlamalar yaparlar. Bir çalışmada, araştırmacılar Birleşmiş Milletler'deki Afrikalı ulusların yüzdesi sorulduğunda, önce "yüzde 45'ten az mı, çok mudur?" şeklinde soru yöneltilenlerin, sorunun "yüzde 65'ten az mı, çok mu?" şeklinde sorulduğu deneklere göre daha düşük değerler verdikleri gösterilmiştir. Referans noktası almak ve ayarlamak adil ücret ve iyi pazarlık algıları gibi diğer tahmin türlerini de etkiler.

1972 1982 2002

“Grup düşüncesi" kavramı tanımlandı.

Kahneman, Slovic ve Tversky, Judgement
under Uncertainty: Heuristics and Biases

Psikolog Kahneman Nobel Ekonomi Ödülü'nü kazandı.

İş dünyasındaki yMar Sorun çözmedeki yanlılıklar ya da ha-taların iş dünyasına uyarlanmasına davranışsa! elrni denir. Bu alan, paraylailgili konulara ilişkin yaygın karar verme tutumlarına odaklanır. Bunlar aşağı-dakileri kapsar:

  • doğrulama yanlılığı ya da yalnızca sizi doğrulayan veya fikirlerinizle örtüşenbilgileri aramak

  • iyimserlik yanlılığı, yani diğerlerinden daha iyi bir yargıç olduğunuza vekötü talihin olasılıkla diğerlerinin başına geleceğine inanmak

  • kontrol yanlılığı, yani örgütsel ya da ulusal olayların sonuçlarını, yapabile-ceğinizden çok daha fazla etkileyeceğinize inanmak

  • aşırı güven yanlılığı, yani tahminlerinizin ve yargılarınızın daima en iyisiolduğuna inanmak

  • zihinsel katılık, yani günlük olaylara aşırı ya da gereğinden az tepki vermek.

Bu örnekler çoğaltılabilir ve kararlarının müthiş, parlak ve akla uygun oldu-ğuna inanan birçok kişinin canını sıkabilir.

Beyin fırtınası Beyin fırtınası üzerine çalışmalar özellikle şaşırtıcı ol-muştur. İnsanların beyin fırtınası gruplarında çalışırken vardıkları sonuçların,yalnız başına çalıştıkları zamanla karşılaştırıldığında, daha fazla ve daha "ya-

ratıcı" olduğu öne sürülmüştür. Buradaki fikir, bir süreci izlemek

üst düzey ("ne kadar çok o kadar iyi", serbest atış yüreklendirilir, eleştiriye

zekanın göstergesi, hata yapma kapasitesidir." 

izin verilmez) ve harika sonuçlar almaktır. Ancak, veriler aksinisöylemektedir: Tek başına çalışan insanlar daha iyi sonuçlar alıyorgörünmektedir. Peki, neden? Öncelikle, değerlendirilme endişesi söz

konusudur; yani, insanlar grup içindeyken sıkılgan olduklarından,
H Price 1953 diğerlerinin onaylamayabileceği düşüncesiyle iyi fikirleri kendikendilerine sansürleyebilirler. İkinci olarak, toplumsal aylaklık rol

oynar, yani grup içindeki insanlar tüm işleri başkalarına bırakabilirler. Üçüncü olarak, üretitimin engellenmesi sorunu vardır; insanlar etraf gürültülüyken net düşünemediklerini söylemektedirler. İşte jüri geri dönüyor... Yaratıcı bir sorun üzerinde tek başına çalışan insanların aldıkları sonuçları topladığınızda, beyin fırtınası grubundakine göre daha iyi ve daha çok yanıt ürettiklerini görürsünüz.

Gruplarda karar Peki, insanlar grup içindeyken mi, yalnızken

mi daha iyi yargılara varırlar? Bu konudaki sosyal psikoloji yazını epey eğlenceli ve şaşırtıcıdır. Karar alırken birçok adımdan geçtiğimiz ileri sürülmektedir: Durumu irdeleriz ve hedefleri saptarız; ardından nasıl karar vereceğimize karar

veririz (kim, ne zaman, nasıl, nerede), bundan sonra da iyi alternatif çözümleri aramaya başlarız. Daha sonra, alternatifleri değerlendirir, seçim yapar, bunu değerlendirir ve sonuçlarından ders çıkarırız. Nasıl karar verdiğimiz genellikle hafife aldığımız önemli sorulardan biridir: Tek başına mı karar vermeliyiz, uzmanlara mı danışmalıyız, komisyon mu kurmalıyız?

Grup içi kutuplaşma Yine ilginç bir çalışma da, grup içinde kutuplaşmayla ilgilidir. Çoğu insana göre, kararlar bireyler tarafından teker teker değil de, grup tarafından alındığında (yönetim kurulu toplantısı ya da mahkeme jürisi gibi) daha ılımlı olur ve uç kararlara pek gidilmez. Halbuki grup içinde karar alma süreci sık sık daha uç kararlara götürür. llk olarak, çoğu kişi toplumsal karşılaştırmalar yapar; yani, kendini gruptaki diğerleriyle karşılaştırır. Bunu yaparken de, hakkaniyet, doğruluk, risk vb. ile ilgili belli kültürel değerlere daha sıkı sarılmaya çalışır. Dolayısıyla, çevre kirliliği ya da çocukların korunması gibi konularda, gruplar çok tutucu ve riskten kaçınan kararlar alabilirken (bireylerden daha fazla), iş değişiklikleri ya da macera tatilleri gibi diğer konularda tavsiye verirken aksi yönde davranırlar. Bunun yanı sıra, gruplarda güvenilir ve iyi konuşan birinin verdiği son derece ikna edici bilgi, grup üyelerini kolayca belli bir pozisyona yönlendirebilir.

Grup düşüncesi

Çok kötü kararlar almış gruplarla ilgili birçok çalışma, grup düşüncesi kavramının geliştirilmesine yol açmıştır. Bu, grupların kendilerinin zarar görmeyeceği şeklinde bir yanılsamaları olduğunda ve bahaneler bulmaya fazla zaman harcadıklarında (ellerindeki konu hakkında akılcı davranmak yerine) görülmektedir. Gruplar, kendilerinin ahlaken ve etik olarak diğerlerinden üstün olduğuna tamamen inanma eğilimindedirler ve gerçek

ten de diğerlerini olumsuzlamakla çok fazla zaman harcarlar. Aynı zamanda, "emirlere uymak" ya da "bağlılığını açıklamak" konusunda güçlü ve sağlıksız bir uyum baskısı yaratırlar. Bu da onları muhalif fikirleri oto sansürlemeye ve iyi ya da önemli karşı fikirler geliştirmeye yöneltir. Aslen, bu gruplar genellikle herkesin aynı şekilde düşünmesini sağlayan "fikir muhafızları"dır. Bu da, aslında hiç ortada olmayan bir ittifak izlenimi yaratır.

>> fikrin özü

Yargı çoğunlukla bağlam tarafından etkilenir

30 Vazgeçemeyecek Kadar Fazla Yatırım Yapmak

En sevdiğiniz tiyatrocu kentinize geliyor ve sizde de bilet var. Gösteri günü, canınızı sıkan iki şey öğreniyorsunuz: Yıldızınızın durumu iyi olmadığından yerine bir yedek oyuncu sahneye çıkacak ve aynca, ulaşımda grev olduğundan gösteri yerine gidip gelmek tam bir kabus olacak. Biletleriniz bir müşterinizden ya da dostunuzdan hediyeyse ne yapardınız? Peki, ya her bir bilet için kendi cebinizden tam 100 dolar ödediyseniz?

"Hiç aşık olmamaktansa aşık olup kaybetmiş olmak daha iyidir." Alfred Lord Tennyson, 1880

Batık maliyet yanılgısı, insanların bilet parasını kendileri ödediği takdirde,tanımadıkları birinin bile olsa, o konsere gitmek için ellerinden geleni ya-pabileceklerini açıkça göstermektedir. Konferans organizatörleri de aynı. şeyisöyler: İnsanlar ne kadar çok ödeme yapmışlarsa, katılma (dolayısıyla da iptal

etmeme) olasılıkları o kadar fazladır. Bu, klasik kayıptan kaçınma davranı-şıdır. Kullanılmamış bir bilet kayıp demektir; daha da kötüsü, savurganlıkyaptığınız anlamına gelir.

İşten eve giderken müthiş bir fırsat gördünüz: Normal fiyatın yüzde 25'iindirimle şahane bir hazır yemek. Bir porsiyon kapıp eve gittiğinizde,bir arkadaşınızı da çağırmak istiyorsunuz. Telefon ediyorsunuz, daveti-nizi kabul ediyor, hemen bir porsiyon daha yemek ısmarlamalısınız. Amaşansa bakın ki, özel kampanya bitmiş, bu durumda yemeği esas fiyattanısmarlamanız gerekiyor. Bu kadarla kalsa iyi: Her iki yemeği de ısıttığınızsırada arkadaşınız telefon ediyor ve bir işi çıktığını, gelemeyeceğini söy-

lüyor. Şimdi elinizde iki adet sıcak ve tekrar ısıtılamayacak yemekle kaldınız:

ilk klasik deney

Beklenti kuramı tartışıldı.

Birini atmalısınız. Yemeklerin ikisi de aynı, ama bu durumda insanlar neredeyse daima tam fiyat ödedikleri yemeği yiyorlar.

Ekonomik düşülmek Ekonomistler batık maliyetlerin akılcı kararlar alınırken hesaba katılmadığını öne sürmekteler. Bunun klasik örneği şudur: Yanlış filme bilet aldınız ve bileti geri veremiyorsunuz. Bu batık maliyettir. Önünüzde iki şık var:

madem bilet parasını ödediniz, görmek istemediğiniz filmi seyredersiniz

madem bilet parasını ödediniz, üstüne bir bardak soğuk su içip o zamanı

daha eğlenceli bir şey yaparak geçirirsiniz.

Yani, bileti aldığınıza üzülseniz de, şu anki kararınız, bilet parasın-dan bağımsız olarak, sanki bambaşka bir filmle ilgili karar verirmişgibi, tamamen o filmi seyretmek isteyip istemediğinize bağlı ola-cak. İkinci seçenek yalnızca tek bir yönden (parayı harcadınız/ziyan ettiniz), ilk seçenekse iki yönden ziyan getireceği (hem para
dem de zaman harcanıyor) için, akılcı düşünenler ikinci seçeneğinkesinlikle daha iyi olduğunu söyleyeceklerdir.

"Geçmiş yabancı bir ülkedir. Orada işler başka türlü yürür." L. Hartley, 1950

Çoğu insan, kaynaklarını "çarçur etmekten" nefret eder. Birçokları, aslında hiç istemese de, diğer türlü davranmayı onca zahmetle kazanılmış, vergisi peşin ödenmiş bilet parasını çöpe atmak saydığından, kendini filme gitmek zorunda hisseder. Batık maliyet yanılgısı işte budur: "Yanılgı" dediğimize dikkat edin. Bu davranış kesinlikle akıldışıdır: Anlamsızdır, çünkü verilen kararla hiç alakası olmayan bir bilgi üzerinden, kaynakların (zaman) yanlış kullanımı söz konusudur.

Batık maliyetler genellikle bütçeyi fena halde aşan maliyetlere yol açar. Son-

radan beklenenden daha düşük değeri olduğu ya da en kötüsü artıkhiç para etmediği ortaya çıkan bir fabrikaya, makineye ya da araştırmaprojesine yapılmış yatırım, batık maliyetlere örnek verilebilir. Bir hü-kümet gerçekten gerekli bir nükleer santral kurmak için 50 milyonsterlin harcamış, ancak parası tükenmiş olsun. Santralin şimdiki değerisıfırdır, çünkü tamamlanmamıştır. Öte yandan, 20 milyon sterlin daha

"Rüyalar daima geçmişte geçer."

A. Phillips, 1993

Belsky ve Gilovichkaybetmekten korkanlarayardım ediyor.

Cohen, The Psychology of the Stock Market

bulunsa santral tamamlanabilir ya da tamamen terk edilip topu topu 1 O milyon sterlin verilerek yeşil enerji kullanımını destekleyen bir rüzgar santrali kurulabilir olsun. İlk harcamayı tamamen zarar saymak anlamına gelse dahi, bundan vazgeçip alternatif santrali inşa etmek en akılcı karardır. Yatırılan 50 milyon sterlin batık maliyettir. Peki, sizce, politikacılar ne sıklıkta (ekonomik açıdan) akıldışı davranır ve projenin tamamlanması yoluna giderler?

Psikologlara göre, batık maliyetler kayıptan kaçınma yüzünden alınacak kararları etkiler: Geçmişte ödenmiş bedel, alınacak kararla ilgisiz olmalıyken ve gerçekten de öyleyken, şimdi ve gelecekteki değer için bir kıstas olmaktadır. Dolayısıyla, bu akılcı olmayan bir davranıştır. İnsanlar geçmişlerine kısılır kalır, kayıplarını telafi etmek için almış oldukları kötü kararları kapatmaya çalışırlar.

Klasik çalışma

1968'de, belki de en klasik batık maliyet deneyinde, iki araştırmacı 141 at yarışı bahisçisiyle görüştü. Bunlardan 72'si, son 30 saniye içinde 2 dolarlık bahis oynamıştı; 69'u bir sonraki 30 saniye içinde 2 dolar oynamak üzereydi. Hipotezleri, şimdiden yaptıkları eylemle kendilerini bağlamış olanlarda (2 dolarlık bahisle) karar sonrası sıkıntının, bu kez kazanan atı seçtiklerine her zamankinden daha güçlü inanmaları sayesinde daha az olacağıydı. Bahisçilere atlarının kazanma şansını yedi puanlık bir cetvelde değerlendirmeleri söylendi.

Henüz bahis oynamamış olanlar, atlarının kazanma şansını, aslında "ortalama kazanma şansı"nı ifade eden ortalama 3,48 puan olarak bildirirken, bahsi oynamış olanlar "iyi kazanma şansı" anlamına gelen ortalama 4,81 puan olarak bildirdiler. Böylece, araştırmacıların hipotezleri doğrulanmış oldu - 2 dolarlık bir bağlanma sonrasında insanlar kendi bahislerinin kazanacağına daha çok güveniyorlardı. Araştırmacılar, at sahiplerine de ikincil bir test uyguladılar ve (normalleştirme sonrası> hemen hemen aynı sonuçları almayı başardılar.

Batık maliyet yanılgısı, Avrupa'da "Concorde etkisi” olarak da adlandırılır. İngiliz ve Fransız hükümetleri 1950'lerde ve 1960'larda, sesten hızlı fantastik Concorde uçağını geliştirmek için, artık ekonomik bir kazanç getirmeyeceği ortaya çıktığı halde, ortaklığa gitmişlerdi. Bu kaybedilmiş bir paraydı. Özellikle de, İngiliz hükümeti bu ortaklığın, asla başlatılmaması gereken "ticari bir felaket" olduğunu biliyordu. Ancak bu, sadece kötü karar vermekten çok, kamuoyu önünde madara olmak ve siyasal zorunluluklarla ilgili bir durumdu.

Pa üstüne pa kaybetmek Davranışsa( ekonomistler kayıptan kaçınma ve batık maliyet yanılgısına yatkın insanların özelliklerini tanımlamışlardır. Onlara göre klasik bulgu, önemli harcama kararlarını, bir proje için ne kadar harcamış olduğunuza bağlı olarak alıp almadığınızdır. Kayıptan kaçınmanın da, kazananlar yerine kaybeden yatırımları satma ve fiyatlar düştüğünde borsadaki parayı çekme eğilimiyle ilişkili olduğuna dikkat çekmektedirler. Daha iyi karar vermeye yardımcı olacak önerileri şöyledir:

  • Riske toleransınızı değerlendirin, kayıp ve işler kötü gittiğinde paniğe kapılma eşiğinizi test edin; en azından, kendinizi daha iyi tanımış olursunuz.

  • İşinizi/yatırımlarınızı/çalışmanızı çeşitlendirin; böylece, işler bir yönde kötü giderse, daha az duygusal ve daha anlamlı tepki gösterebilirsiniz.

  • Uzun süreli hedeflere ve stratejilere bakarak, resmin tama

mına odaklanın; böylece, işler kötüye gittiğinde derhal aşırı Geçmişi kontrol tepki gösterme olasılığınız azalır. eden geleceği de

  • Geçmişi unutun; köprünün altından çok sular aktı; kötü tali- kontrol eder " hin ya da berbat hataların kurbanı olmayın. Unutmayın, bu

geçmişi haklı göstermek filan değildir. Geçmişe değil, şim- George Orvell, 1948 diye ve gelecekteki duruma bakın.

  • Kayıplarınızı kazanç olarak yeniden yorumlamaya çalışın. Bir zarardan paha biçilmez dersler alabilir, örneğin, bu sayede vergi yükünüzü azaltabilirsiniz. Geçmişi değiştiremezsiniz, ama geçmiş hakkındaki düşüncelerinizi değiştirebilirsiniz.

  • Kazançlarınızı yayın, kayıplarınızı birleştirin. Olumlu sonuçların farklı zamanlara yayılmasını, kötü haberlerin tek seferde gelmesini sağlamaya çalışın; böylece bununla başa çıkabilir ve kurtulabilirsiniz.

  • Yatırımlarınızla daha az ilgilenin. Her gün fonlarınıza bakmaktan vazgeçin, haftada bir kez yeterlidir. Doğal kayıptan kaçınma tutumunuzun huzurunuzu bozmasına izin vermeyin.

>> fikrin özü

Batık maliyetler kararlarımızı etkiler

'"7 ■ »t- s’;.j m t'.Ahri?

31 Akılcı Karar Verme

"İnsan bir doğal dürtüye değil de diğerine teslim olduğu için neden pişman olur; ve hatta neden bu hareketinden pişmanlık duyması gerektiğini hisseder? Bu bakımdan daha alt türdeki hayvanlardan ciddi şekilde ayrılır insan." C. Darwin, 1862

Sorun çözmek karar vermeye benzemekle birlikte, onunla aynı şey değildir. Sorun çözerken, yerinde alternatif çözümler yaratmaya çalışır, karar verirken de bunların arasından seçim yaparsınız. İnsanlar alıştıkları karar verme yöntemlerini kullanmaya eğilimlidirler. Belki, artıları eksileri listeler, belki de başkalarına danışırlar. Kararlar tek başına ya da birileriyle birlikte, serinkanlılıkla ya da epey duygusallıkla verilebilir.

"Hiçbir yaşam yoktur ki, pişmanlıksız ve avuntusuz geçsin." A. Bennett, 1995

Çoğumuz genellikle akılcı kararlar verdiğimize inanmak isteriz.Ekonomi jargonunda, buna fayda maksimizasyonu denir. Olmasıen muhtemel seçenekler (olasılık anlamında) ve bunların bizimaçımızdan değeri (yararı) üzerinde çalışırız. Sonra bu ikisini çarparve içlerinden en iyisini seçeriz. Buna normatif kuram denir. Ancakburada çok önemli bir sorun vardır: Karar veren insanlarla yapılançalışmalar, bu şekilde karar vermeyi sevmediklerini göstermiştir.Özellikle kazanç ve kayıplar konusda. Bizler kazançtan çok kayıp

olasılığıyla ilgileniriz.

Beklenti kuramı Kahneman ve Tversky, risk içeren, yani sonuçları belirsiz, ancak olasılıkları bilinen alternatifler arasında karar vermeyi tanımlayan beklenti kuramı üzerine çalışmalarıyla 2002’de Nobel Ekonomi ülü’nü kazandılar.

dönem

1947

1981

Normatif karar verme kuramları

Çerçevelemenin önemitanımlandı.

Çalışmalar, insanların kaybetmeye karşı, kazanmaktan daha duyarlı oldukla-rını gösterdi. Öyle ki, kayıpları önlemek için sık sık ciddi riskleri göze almakisteğindeydiler. İnsanların borsa düştüğünde hisselerini satmaları (akılsızca);birçok kez tamirat parası verdikleri gerekçesiyle eski, çalışmayan bir arabayı

tekrar tekrar tamire götürmeleri işte böyle bir şeydir.

İnsanlar hangi sonuçları temelde aynı gördüklerine göre karar verirlerve bir referans noktası seçerek daha düşük sonuçları zarar, daha yüksekolanları kazanç olarak nitelendirirler. S eğrisinin asimetrisi, WarrenBuffet'ın "kayıplar kazançların duygusal tepkisinden iki kat fazla kazaa-
nır" bulgusunu ortaya koyar. İnsanlar kazançlarla ilgili olarak risktenkaçınma (güvenli oynama), kayıptan kaçınma (kayıptan kaçınmaiçin kumar oynama) tavrı içine girerler. Büyük kazancın &nel değeri,küçük bir kazancınkinden çok da fazla değildir. Dolayısıyla, kazancınıartırmak için kumar oynayan insanların ödülü pek de büyük olmaz.

Beklenti kuramının önemli bir uygulaması, riskli durumların çerçevelenme- sidir. Aşağıdaki örnek, çerçevelemenin insanlar üzerindeki etkisini çok iyi göstermektedir.

İnsanlardan, az rastlanan ve 600 kişiyi öldürmesi beklenen bir salgın hastalıküzerinde çalışan bir bilim insanı olduklarını düşünmeleri istendi. Hastalıkla sa-vaşmak için iki farklı program önerildi. llk grup katılımcıya bu iki programdan

birini seçme hakkı tanındı:

Program A: 200 kişi kurtarılacak.

Program B: 600 kişinin kurtarılma olasılığı üçte bir; üçte iki olasılıklakimse kurtulamayacak.

Bu grupta, katılımcılardan yüzde 72'si program A'yı seçerken, kalanyüzde 28 de program B'den yana tercih kullandı.

İkinci gruba sunulan tercihler ise şöyleydi:

"Doktor düşünürken hasta ölür." İtalyan atasözü

Program C: 400 kişi ölecek.

Program D: kimsenin ölmeme olasılığı üçte bir, üçte iki olasılıkla 600 kişi ölecek.

Beklenti kuramı ortaya atıldı.

Karar verme bilimi gelişti.

Kahneman ve Tversky Nobel Ödülü aldı

Bu karar çerçevesinde ise, katılımcıların yüzde 78'i program D'yi tercih ederken kalan %22 program C'den yana tercih kullandı. Oysa program A ve C ile B ve D, etki bakımından özdeşti. İki katılımcı grubunda, karar çerçevesinde yapılan değişiklik, tercihleri tam tersi yönde etkiledi, ilk grup program A/C'yi, ikinci grup B/D'yi tercih etti.

Çerçeveleme etkisi Bir durumu nasıl sunduğunuz, makyajladığınız ya da çerçevelediğiniz, insanların tepkisini kuvvetle etkiler. Yüzde 5 indirimli olanı mı, yoksa yüzde 5 zam yapılmamışı mı tercih edersiniz? Ücretteki aynı, ama farklı çerçevelenmiş değişiklik tüketici davranışlarını büyük ölçüde etkiler ve pazarlama açısından büyük önem taşıyan bir alandır. Dolayısıyla, tipik olarak şöyle reklamlarla karşılaşırız: "Ayın 15'ine kadar başvurmazsanız şu kadar kaybınız olacak...”

Seçeneklerde olası kazançlardan söz edildiğinde, insanlar riskten kaçınmak isteyeceklerdir; seçeneklerde olası kayıplardan söz edildiğindeyse, bu kayıpları minimize etmek için risk alacaklardır. Geçmişi ve yaşı ne olursa olsun herkes, kazancın keyfini maksimize etmek yerine kaybın üzüntüsünü minimize etmeye çalışır.

Karar verememe durumu

Beklenti kuramı, hem neden davranmamamız gerektiği gibi davrandığımızı hem de neden davranmamız gerektiği gibi davranmadığımızı açıklar. Ne ilginçtir ki, hayatta insanın önüne ne kadar çok seçenek çıkarsa, hiçbir şey yapmama olasılığı o kadar fazla, seçenekler ne kadar çekiciyse, karar vermede gecikme ya da karar verememe hali o kadar beterdir. Seçme özgürlüğü ciddi sorunlar yaratabilmektedir. Karar vermeyi ne kadar geciktirirseniz, tereddüdünüzü yenme olasılığınız o kadar azalır. Bir çalışmada insanlara güzel bir ödül için bir ankete yanıt vermeleri söylendi. Kimine 5 gün, kimine 21 gün süre tanındı, üçüncü grubaysa süre sınırı konulmadı. Sonuçlar: 5 gün süreli grupta yüzde 66, 21 gün süreli grupta yüzde 40, süresiz gruptaysa yüzde 25 geri dönüş oldu.

Karar veremeyen insanlara şu önerilerde bulunulmaktadır:

  • Karar vermemenin de bir karar olduğunu fark edin. Ertelemek, pasif agresiflik ve sürüncemede bırakmak, statükoda bir tür güven sergilemek adına iyi yollar değildir.

  • Fırsatları kullanmamanın bedellerini hafife almayın. Hiçbir şey yapmamanın bedeli, "yeterince iyi olmayan" bir şey yapmanın bedelinden daha ağır olabilir.

  • Belli kuralları izlemenizi ve çok sayıda karar vermekle oyalanmamanızı sağlayacak bir oto pilot sistemi geliştirin.

  • Şeytanın avukatlığını yapmayı unutmayın: Varsayımlara meydan okuyun, bugün olduğunuz yerden değil, sıfırdan başlayın. Sorunu alt üst edip inceleyin.

Bir çalışmada, kadınları meme muayenesi ve mamografi yaptırmayaikna etmeye çalışan sağlıkla ilgili iki video çekildi. İkisi de hemenhemen aynı tıbbi ve istatistiksel gerçeklerden söz ediyordu. Ancak biritarama yaptırmanın kazançlarını, diğeriyse yaptırmamanın risklerinivurgulamaktaydı. Kuramın öngördüğü gibi, riske odaklanan filmi izle-yen kadınlardan daha çoğu tarama yaptırmayı seçti.

Çalışmalara göre, insanları sağlıklı önlem almaya yöneltmek isti-yorsanız (doğum kontrol hapları ve prezervatif kullanmak gibi), eniyi mesaj verme yöntemi bunları kullanmanın yararlarını öne çı-

karmaktır. Aksine, insanları saptama testlerine (HIV testleri) yönlendirmek istiyorsanız da, olumsuzluklara odaklanmanız en iyi sonucu verecektir. Kayba ya da kazanca göre çerçevelenmiş mesajlardan hangisinin daha fazla işe yaracağını, kişinin davranışları düşük ya da yüksek riskli olarak görüp görmemesi belirler.

“Kararsızlıktan başka bir alışkanlık sahibi olmayandan daha mutsuz bir insan olamaz." W. James, 1890

Burada kayıp gerçekliği değil, kayba ilişkin algı önemlidir. Bir kez, herhangi bir neden için fazlasıyla zaman, para ya da enerji adadıysak, bizi bunun iyi ya da desteklenmeye değer bir fikir olmadığına inandırmak artık zordur.

Girişimcilikle ilgili risk alma Risk alma esasen bir kişilik etmeni midir? Daima riskten kaçınan ya da daima risk alan bireyler vardır. Peki, riskten kaçınan insanlar güvenlik konusunu çok önemserken, risk alanlar risk peşinde koşan, kazanma hırsı içindeki insanlar mıdır? Aslında, risk peşinde koşanlar olası kayıplar söz konusu olduğunda cesaret gösterirken, riskten kaçınanlar, kazanma olasılığında aynını yapar.

Başarılı girişimcileri kapsayan çalışmalarda, bu kişilerin asla riskten kaçınmadıkları gösterilmiştir. Bu kişiler son derece aktif ve hevesli olup "orta" düzeyde risk almaya istekli olma eğilimindedirler. Enerjik, başarı odaklı ve iyimserdirler. Başarısızlıkları kabul etmeye hazır olup hatalarından ders alırlar. Fırsatları kollarlar. Beklenti kuramı terimleriyle konuşursak, kayıp ve riskten kaçınma eğilimleri azdır ve risk peşinde koşarlar. Kararlarını yeniden çerçeveleme eğilimindedirler, böylece olaylara olumlu bakarlar ve karar verememe durumuna nadiren düşerler.

>> fikrin özü

‘fi Sorun ş.ı<>.-

32 Geçmişte Kalan Anılar

"Anılar güneşsiz kalmaktan kurumuş sardunyalarla ve çatlaklardaki tozlarla ve sokaklara sinmiş kestane ve kuytu odalara sinmiş kadın kokularıyla ve koridorlardaki sigara ve barlardaki kokteyl kokularıyla üşüşür zihnimize." T. S. Eliot, 1945

Hemen herkesi "geçmişine götüren" belli şarkılar, kokular ve tatlar vardır. Farklı bir koku aniden güçlü anıları tetikleyebilir. Ergenlik yıllarından kalma bir şarkı bizi uzun zamandır unuttuğumuz bir döneme ve o duygulara geri götürebilir. Çocukluğumuzdaki ya da anayurdumuzdaki bir yemeğin tadı aniden ve bazen de hiç ummadığımız anıları canlandırabilir.

Pazarlamayla uğraşanlar bunu iyi bilirler. Dükkanların içirıe, alışveriş yapanın ruh halini ve dolayısıyla satın alma arzusunu etkileyeceği beklentisiyle yılın o

Unutmak

Yaşlıların çoğu ortaokul günlerinde olup bitenleri geçen yıl olanlardan daha iyi hatırlayabilir. ilginçtir ki, yüzleri hatırlama yeteneğimiz onları isimlendirme yeteneğimizden daha dayanıklı görünmektedir.

Eğer okulda ya da üniversitede bir dil öğ- rendiyseniz, bunun büyük bölümünü iki ila dört yıl içinde unutursunuz; ama unutma

dığınız bölümü öyle sağlamdır ki, 40 yıl ya da daha uzun bir süre sonra bile hatırlanır. Yüzmek, araba kullanmak, paten kaymak bir kez öğrenilirse -yani, beceri, net şekilde bir eylemin diğerine götürdüğü kapalı halkalardan oluşuyorsa- belleğinize kolayca yerleşir. Daktiloyla yazmak gibi, eylemleri birbiriyle bağlantılı olmayan açık halkalı beceriler için bu geçerli değildir.

dönem

1880’ler

1913-27

Galton otobiyografik belleği inceledi.

Proust, Kayıp Zamanın izinde

dönemini (Noel zamanı çam, yaz için hindistancevizi kokusu)ya da bir niteliği (temizlik ya da sıcaklık) vurgulayan kokularsıkarlar. Uygun müziklerle de aynı etkiyi yaratmaya çalışırlar.

Otobiyografik bellek Hepimizin geçmişe ait anılarıvardır: çocukluğumuz, okul yıllarımız, ergenliğimiz, ilk işimiz.Çok özel olaylara dair anılarımız olduğu gibi daha genel olay-ları da hatırlarız. Çok özel durumlara ilişkin bazı anılarımızın(düğün günümüzdeki hava durumu; ilk arabamız) doğruluğu

"Hatırlananların çoğu, saklanmış parçaların yeniden bir

araya getirilmesiyle oluşur."

J. Fodor, 1975

kanıtlanabilir. Geriye dönük olarak, insanların en güçlü anıları hayatlarınıniki dönemine aittir: ergenlik ve ilk erişkinlik (12-25 yaş diyelim) ile son altı yıl.

Çoğumuzda infantil amnezi vardır: llk yıllarımıza ait pek az şey hatırlarız. Bu konuda farklı fikirler ileri sürülmektedir. Beyin o dönemde tam gelişmemiştir ve bu nedenle bilgi depolayamaz ya da bu anıları depolayacak kadar yetkin bir dilimiz yoktur. Belki de çocuğun dünyaya bakışı erişkininkinden o kadar farklıdır ki, anılar orda olsa bile, onlara erişmemizin gerçekten hiçbir yolu yoktur.

Bu olguyu incelemenin bir yöntemi de, çocukları ve annelerini birtakım ayrıntılarla, örneğin bir kardeşin doğumuyla ilgili sorgulamaktır. Onlara annenin ne zaman hastaneye gittiği ya da gidip gitmediği, gittiyse çocuğu kime bıraktığı, ne tür ve kaç kez kontrole gidildiği vb. sorulabilir. Bu teknik kullanılarak yapılan çalışmalarda, çocukların annelerinin hatırladıklarının üçte ikisine varan bir bölümünü hatırladıkları, ancak üç yaş öncesine dair hemen hemen hiçbir şey hatırlamadıkları anlaşılmıştır.

Hangi "olguları" hatırladığımız ve hangilerini unuttuğumuz kadar bunların sistematik olarak mı bozuldukları da çok önemli bir sorudur. Geçmişi hatırlama kapasitemiz elbette birçok farklı şeyden, örneğin insanların günlük tutup tutmadıklarından ya da çeşitli olaylara dair ses ya da video kaydı yapılıp yapılmadığından etkilenebilir. Anılar zamanla bozulabilir, yapılandırılabilir ve yeniden yapılandırılabilir; özellikle de, olaylar sıkça ya da çok nadiren yeniden dillendiriliyorlarsa. İnsanlar olayların ayrıntılarından çok anlamını ya da önemini yorumlar. Aynı şekilde, ellerinde bir bütüne ait bir ya da iki adet çok

Biyoveri araştırması başladı.

Günlük çalışmaları başladı.

Flaş bellek kavramı sunuldu.

güçlü imge (resim, ses) vardır. Otobiyografik bir olgu ile jenerik kişisel bellek arasındaki fark işte budur.

Yöntemler 1880'lerde kişisel hatıraları ilk kez incelemeye başlayan büyük lngiliz psikolog Sir Francis Galton'dır. Bunun için insanlara "ev" ya da "baba" gibi tek bir sözcük verip, bu adla ilgili bazı özel hatıralarını dillendirmelerini istemiştir. Bu sırada ayrıntı, ton ve canlılığı da puanlamıştır. Diğer araştırmacılarsa, kişinin insanlar ve olaylarla ilgili hatıralarını haritalandırmaya çalışmak ve bunları yaratan süreci anlamak için bir görüşme şeması geliştirmişlerdir. Bilimsel çalışmanın gelişmesinde temel sorun, bu gerçek anıların doğrulanmasıdır.

"Belleğimiz, kontrolümüz altında olmayan yetkililerin danışıp karmakarışık biçimde tekrar yerine koyduğu kartotekslerdir." Cyril Connolly, 1950

Bundan başka, altı yıldan uzun bir süre kendi otobiyografik anılarıüzerinde çalışan bir Hollandalı psikoloğun müthiş kayıtlan vardır.Psikolog, her gün başından geçen birkaç olayı kaydederek sonunda2400 olay kaydetmiştir. Daha sonra, her 12 ayda bir bunlarla ilgilibelleğini kontrol etmek için, kim, ne, nerede ve ne zaman soru-larına yanıt verip veremediğine bakmıştır. En büyük zorluğu "nezaman" sözcüğünün çıkardığını bulmuştur. Ayrıca, pek de şaşırtıcıolmamakla birlikte, en sıra dışı ve en duygusal olayların en iyi ha-tırda kaldığını bulmuştur. İlginç olansa, en nahoş anıların hemenunutulmaya yüz tutmasıdır. Tamamen unutulmuş görünen bazı şey-lerse, yeterli teşvik ya da ipucuyla tamamen hatırlanmıştır.

Çalışmalar, anıların nasıl araştırıldığının da hatırlanma düzeylerini etkilediğini göstermiştir. Şeylerin hatırlanmasının değil de tanınmasının istenmesi, ikincisi lehine çok etkilidir. Aynı zamanda, olayların önceden günlüğe (video günlüğü bile olsa) kaydedilmiş olup olmaması da çok şeyi belirlemektedir.

Bozulma, puslanma ve masal uyduna Doğru ve kesin arasında ayrım yapılması önemlidir. Kişi bir durumun özünü (genelde yaşananlar ve hissiyat) hatırlıyorsa, buna doğru denebilir; ancak kesin olması için, her ayrıntının doğru olması gerekir. Bu anlamda otobiyografik bellek genellikle doğrudur. Normal insanların büyük bölümünün otobiyografik anıları, yaşadıklarını genel hatlarıyla doğru şekilde hatırladıklarından, görece yanlışsızdır; ancak kendilerinden ayrıntılı bilgi istenirse, hata yaparlar.

Kimilerinin, genellikle de beyin hasarı nedeniyle amnezi yaşayanların belleği pusludur. Yani, kimi zaman hatırlar, kimi zamansa tamamen kaybolurlar. Dolayısıyla, bilgileri saklanmış durumda olsa da, zaman zaman buna erişim güç gibidir. Başka beyin hasarlı hastalarsa, yaşadıklarına dair son derece ayrıntılı, ama açıkça yanlış otobiyografik değerlendirmeler yaparlar. Kimileri gerçekle uydurma anılar arasında ayrım yapamıyor görünmektedir ve "yönetsel işlevlerde bozukluk" sorunları vardır. Ancak, bu duruma nadir rastlanır.

Flaş bellek

Bu, genellikle önemli bir olay hakkında, kolay hatırlanabilecek çok özel kişisel hatıralarla ilgili bir terimdir. Terim 1977'de, John F. Kennedy'ye 1963 yılında yapılan suikastla ilgili anılar araştırılırken ortaya atılmıştır. Flaş bellekle ilgili altı etmenden söz edilebilir:

  • yer ya da olay mahalli

  • o sırada süregiden olay ya da o sırada ne yaptığınız

  • bilgi verenin niteliği, yani bilgiye nasıl ulaştığınız

  • diğer insanlar üzerindeki etkisi

  • kendi duygusal tepkiniz

  • bu olayın hemen ardından ortaya çıkan kötü sonuçlar

Kimi zaman otobiyografik bellek buna benzemekle birlikte, genelde daha çok ünlü tarihsel olaylarla ilgilidir.

Biyoveri Birçok insan için geçmiş bugünü öngörür. Yani, kişisel tarihiniz, büyük ölçüde nasıl bir insan olduğunuzu anlatır. Bu yüzden biyografiler bu kadar büyüleyicidir. Gerek klinik psikologlar gerek iş psikologları insanların belli işlerde ne kadar iyi performans göstereceklerinin tahmini için -kaç farklı okula gittiğiniz, ilk çocuk olup olmadığınız, okulda sınıf başkanı seçilip seçilmediğiniz, kaç yaşında evlendiğiniz gibi konuları inceleyerek- bu olguya eğilmişlerdir. Tipik olarak, veriler kişinin sağlığı, ilişkileri, hobileri, parasal ve kişisel alışkanlıklarını da kapsayacak şekilde eğitim, iş ve kişisel tarihiyle ilgilidir. Bu seçme yöntemi yalnızca biyografik olguların kanıt olarak bildirilmesini sağlamaya çalışır.

>> fikrin özü

Belleği farklı uyaranlar tetikleyebilir

33 Tanık Ne Gördü?

Bugün gazete aldığınız kişiyi doğru tarif edebilir misiniz? Peki, diyelim bir hırsız yüzünden uyandınız ve adamı bir an görebildiniz; karakolda "parmağınızı" birçok insan içinden doğru kişiye yöneltebileceğinizden emin misiniz? Sırf "suçlu tipine" uyduklan için, kimlik tespitinde kendinden emin, ama yanlış ifadeler yüzünden kaç kişi hapislerde çürüyor, biliyor musunuz? Ya ağır suç işlemiş kaç kişi en az bir tanık tarafından tespit edilmediği için dışanda elini kolunu sallayarak geziyor?

"Görgü tanığının belleği, özellikle soru sorma biçimine karşı hassastır." S. Fiske ve S. Taylor, 1991

Görgü tanıklığı psikolojisinin tanımlanması uygulamalı psi-kolojinin, psikolojiyle hukukun kesişme noktasında yer alanen önemli alanlarından biridir. Avukatlar, hakimler, polis vepsikologlar haksız mahkumiyet kararları nedeniyle sık sık adlihatalar oluştuğunun fazlasıyla farkındadırlar. Özellikle tanık net,kendine güvenli ve ifadesi güçlü biri gibi göründüğünde, zanlıyıteşhis etmenin jüri üzerinde ne kadar güçlü bir etki yarattığınıda bilirler.

Jüri üyeleri, görgü tanığı bildirimlerine aşırı önem vermektedirler: Tek bir tanığın ifadesiyle mahkûmiyet oranları yüzde 20'den yüzde 70'e yükselmektedir. Çoğu insan, ne kadar çok etmenin olayları yanlış hatırlaıza neden olabildiğinin farkında değildir. Kötü görüş koşulları, kişiyi kısa süre görmüş olmak, stres bunlar içinde en iyi bilinenlerdir. Ek olarak, beklentiler, yanlılıklar, kişisel stereotipler ve yönlendirici sorular da yanlış bildirimlere yol açabilir.

Tanık Etmenlerin bazıları tanığın kendisiyle ilgilidir: Cinsiyeti, yaşı, ırkı ve bunların yanı sıra kişilik ve eğitimi; belki de en önemlisi, insanları ve olayları gözlemlemeye ilişkin eğitim ve deneyimi hatırlanan şeyin doğruluğunu etkileyebilir. Kadınlar erkeklerden farklı şeylere dikkat ederlerse de, cinsiyet farklılığının görgü tanıklığının doğruluğunu etkilemesi konusunda ancab sınırlı

•L’J IW11 1890 1904

William James hayali bellekten bahsetti.

Olayların hatırlanmasıyla ilgiliçalışmalar başladı.

kanıt vardır. Yalıların görme keskinliği ve belleği zayıflamış olabilir: Bu açıdan en iyi durumdakilerin genç erişkinler olduğunu biliyoruz. Kendi ırkımızdan insanları saptamakta da daha iyiyizdir.

Bağlamsal etmenler Tanık olunan olayla ilgili çok sayıda durumsal et-menin varlığından söz edebiliriz. Bunlar suçun türü, karmaşıklığı, olayın süresive tanığın olaya karışıp karışmadığı ve yanı sıra, ortamın ne kadar karanlık ol-

duğu, olayın nün hangi zamanında gerçekleştiği ve başka kaç kişi bulunduğu

gibi basit etmenlerdir. Görgü tanığı ne kadar stresliyse, doğruhatırlama olasılığı da o kadar azalacaktır. Ayrıca, olayda ateşlisilah ya da bıçak kullanıldığında, silahların ilginin büyük kısmınıüzerlerine çekerek görgü tanığını doğru tanıma olasılığını azalt-tığı "silaha odaklanma" etkisi, kabul gören bir durumdur.

"Bu tür bellek 'geri dönüşleri' yarattığım iddia eden tüm

tekniklerin -ki en büyük Toplumsal etmenler örneği hipnozdur- eksik

Duruşma salonunun getirdiği zorlayıcı durumlar ve kurallarla ve ayrıca sorgulayanın sosyal

statüsüyle ilişkili toplumsal etmenler de vardır. İnsanların bek- olduğu görülmüştür...
lentileri çok güçlü etkiler yaratabilir. Kültüre bağlı yanlılıklar, Bant kaydı kuramı
gizli önyargılar, siyasal tutumlar da etkili olabilir. Mahkemede

kullanılan dilin kendisi de güçlü bir etmendir. Ünlü bir çalış- yanlıştır.

mada, bir araba kazası hakkında farklı sözcükler kullanıldı: Henry Gleitman, 1981
"darbe", "çarpışma", "değme", "vurma", "parçalanma". Sözcükler

daha sonraki hatırlamayı etkiledi. Dolayısıyla, "darbe" sözcüğü değil de, "parça-lanma" sözcüğü kullanıldığında, insanlar hatalı olarak, cam kırıkları gördüğünüsöyleme eğilimi gösterdiler.

Sorguya bağlı SOnlar Teşhis için insanların sıraya dizilmesi, robot resimler, eşkal tespiti gibi sorgu yöntemleri ve gereçleriyle ilgili birçok önemli etmen vardır. "Sıraya dizme" ile ilgili çok basit ama önemli yöntemi ele alalım. llk soru: Zanlı sırada olacak mı, olmayacak mı? Suçun gerçek faili bulunmadığında, polisin elindeki zanlının yanlış teşhis edilme olasılığının yüksek olduğuna dair kanıtlar mevcuttur. Tanığa suçlunun orada olabileceği gibi olmayabileceği de söylendiğinde, yanlış yapma olasılığı, tanığın suçlunun orada olduğunu farz ettiği duruma göre keskin biçimde düşmektedir.

1976

1979

1988

Görgü tanıklığı ifadesiyle ilgili Ingiliz hukuk konseyi (Devlin)

Loftus, Eyewitness Testimony

Bilişsel görüşme tekniği geliştirildi.

Sırayı yöneten kişinin bilgi "sızdırma" ve böylece tanığı etkileme olasılığı da yüksektir. Dolayısıyla, bu işin olayla ilgili olmayan biri tarafından üstlenilmesi önerilir. Ek olarak, tanıklara suçla ilişkili olmadıkları halde sırada yer alan ve "masum oldukları bilinen kişileri" seçtiklerinde, bu hatalarının söylenmesi de yararlı olabilir. Elbette, masumlar ya da "sıra dolduran kişiler" tanıkların tariflerine benzemelidir. Suçlu uzun boylu, kel, zayıf ve gözlüklü olarak hatırlanmı.şsa, masum kişilerin de bu şekilde seçilmesi gerekir. Çünkü bu özelliklerdeki herhangi birinin (suçlu ya da masum) gösterilmesinin daha olası olduğunu biliriz. Ayrıca, insanlara sıradakilerin tek tek değil de tamamının birden gösterilmesinin de hata yapma olasılığını artırdığını biliyoruz.

İnsanlar görgü tanığı olarak zanlıyı teşhis ettiklerinde, ortada daima bir kuşku kalır. Ancak, durum görece belirsiz bile olsa, karar verdikleri sırada değil de, daha sonra daha güvenli olma eğilimindedirler. "Belki" ya da "olasılıkla", çoğu kez "kesinlikle"ye döner. Dolayısıyla, hataları azaltmak için, tanığın ilk teşhis sırasında kendine güvenip güvenmediğinin de kaydedilmesi önerilir.

Deneysel çalışma llk dönemlerde yapılan bir deneyde, insanlara bir araba kazasıyla ilgili bir çekim gösterilip, araçların birbirlerine "değdiği" ya da birbirlerine "girdiği" durumlardaki hızlarının ne olduğunu tahmin etmeleri istendi. Yanıt tamamen kullanılan fiilin düşündürdüğüne bağlı olarak saatte 41 km'den 60 km'ye değişiyordu. Yönlendirici sorular sorularak, yani, kullanılan kelimelerdeki çok örtülü değişmeler sonucu tanık ifadelerinde çok farklı etkiler yaratıldığına dair, tekrarlanan çok sayıda bulgu elde edildi: Örneğin, soru "Bir araba gördün mü?" yerine "Arabayı gördün mü?" şeklinde tek kelimedeki değişiklikle sorulduğunda, yanıt veren etkilenebilmekteydi.

Tanıkların çoğu, yardım etmeye istekli olduklarından işbirliği yapar; bir şiddet suçu ya da tecavüz vakasında ise, caniyi yakalaması için polise yardımcı olmaya daha da heveslidirler. Tanıklar polisin elinde suçlu olma ihtimali kuvvetli bir zanlı olmaksızın teşhis sırası oluşturmayacağını düşünür. Tanıklar gerçek suçluyu teşhis etmek için ellerinden geleni yapsalar da, emin olmadıklarında ya da sıradaki kimse hatırladıkları kişiye tam olarak uymadığında, genellikle, suçluya dair hatırladıklarına en fazla uyan kişiyi teşhis ederler. Tabii, genellikle de seçimleri yanlış olur.

Jüridekiler, silaha odaklanma etkisi gibi görgü tanıklarının algılarını etkileyebilecek ya da daha önceden suçlu teşhisinde yer almış olma etkisi gibi bellek deposunu etkileyebilecek etmenlerden haberdar olmayabilirler. Bu da, 205 hatalı tutuklama vakasını inceleyen bir çalışmada, vakaların yüzde 52'sinin hatalı görgü tanığı ifadelerinden kaynaklanmasının nedenini açıklar.

Dikkate alınması gereken etmenler

Avukatlar ve jüri üyelerine, sık sık, dikkatlerini görgü tanığının ifadesine yöneltmeden önce, birtakım konulara önem vermeleri tavsiye edilmektedir.

  • Tanığın, kişiyi gözlemlemek için yeterli fırsatı olmuş mu?

  • Tanığın kapasitesi alkol, madde ya da yaralanma nedeniyle engellenmiş mi?

  • Tanık ve zanlı birbirlerini tanıyor mu?

  • ikisi de aynı ırktan mı?

  • Olay ne kadar süre önce gerçekleşmiş?

  • Zanlı nasıl teşhis edilmiş (fotoğraflardan mı, teşhis sırasındaki kişiler içinden mi)?

  • Tanık ilk tespit sırasında ne kadar kendinden emindi?

Güven verici ve olumlu bir ortamda verilen herhangi bir tanık ifadesinin daha doğru ve güvenilir bulunduğu kabul edilmektedir. Olay ne kadar eskiyse, o kadar azını hatırlayacağımızı biliyoruz. Aynı zamanda, canlı, çarpıcı ya da yeni olan sahnelerin sıradan sahnelere göre daha iyi hatırlandığını da biliyoruz. Dolayısıyla, görgü tanığının hatırlamasını artıracak bilişsel görüşme gibi çeşitli teknikler geliştirilmiştir. Bu tekniklerle çeşitli özel eylemler cesaretlendirilir: öyküyü ileri ve geri sararak ve farklı bakış açılarından tekrar değerlendirmek, ne kadar saçma olursa olsun hatırlanan her ayrıntıyı bildirmek.

>> fikrin özü

Görgü tanıklıklarına dayalı tespitler sıklıkla yanlıştır

34 Yapay Zeki

"Zihinsel olgulan anlamak için, olası bir elektronik bilgisayar ile bir açıklamaya ulaşabiliyorsak, herhangi bir varlık ya da güçten medet um- mamalıyız." M. G. Kendall, 1950

Gerçek mi, kuru mu? Çoğu kişi zeki makineler yapmanın düşünükurmuş, bazıları da bunu gerçekleştirmiştir: araba montajı yapabilen robot-lar, satranç oynayabilen ve büyük ustaları alt eden makineler. Eski mitlerinbirçoğunda, düşünen makinelerden, köle benzeri otomatlardan ya da bir kezyaratıldı mı kontrol dışına çıkan korkunç canavarlardan bahsedilir. Fütüristler,geçtiğimiz yüzyılda, makinelerin tüm angaryaları ortadan kaldırdığı ya da dünyayı ele geçirdiği muhteşem yenidünyalardan bahseden yazılaryazdılar. Günümüzdeyse, robotlardan ve tıbbi tanı gereçlerindengelişmiş oyuncaklara kadar her şeyin kalbinde yapay zeka (YZ)yer alıyor.-

"Bir kitap ne kadar hatırlaya biliyorsa, bir makine de ancak okadar düşünebilir."
L. S. Hearshaw, 1987



YZ'yi tanımlamak YZ'nin modem tanımı, zeki ajanlar,
yani çevrelerini algılayıp başarı şanslarını en üst düzeye çıkaracakeylemlerde bulunan sistemler üzerinde çalışılması ve bunların

tasarımıdır. YZ terimi, makine ya da programların bir özelliğini tanımlamakiçin de kullanılır: sistemin sergilediği zekâ. Araştırmacılar, makinelerin akılyürütme, bilgi, planlama, öğrenme, iletişim, algı ve hareket etme ve nesnelerimanipüle etme yetenekleri sergileyeceğini umuyorlar. Gl zeka (ya da "güçlüYZ") henüz başarılmış olmayıp YZ araştırmalarının uzun dönemdeki hedefidir.

Tarihçe YZ taş çatlasın 60 yıllık bir konudur. Parlak matematikçiler ve mühendisler, karmaşık mantık problemlerini çözebilecek hatta konuşabilecek ilk bilgisayarları inşa edip programladılar. Hükümetler ve üniversiteler bu araştırmaya büyük para akıttılar. 1960'larda makinelerin daha neler yapmaya programlanacağına dair iyimser tahminler vardı. Ancak, bunu 1980'lerden sonra 2000'lere kadar hayal kırıklığı ve umutsuzluk izledi. Milenyum ise, çok

dönem

1941

ilk elektronik bilgisayar

1955

ilk YZ programı geliştirildi.

özel sorunların çözümüne yardımcı olma çabala-rının yanı sıra, bilgisayar gücündeki büyük artışsayesinde, büyük bir geri dönüşe sahne oldu.

Yöntemler Kimi makineler özel görevlerde in-sanları alt etmek üzere geliştirildi. Bunun ünlü birörneği, Mayıs 1997'de zamanın büyük ustası GaryKasparov'u satrançta mat eden Deep Blue'dur.Bunun gibi programlar, yalnızca tek bir alana özel-dir ve bilgilerinin zemini de onlar için insanlartarafından yaratılmıştır.

YZ araştırmacıları, zorlu görevlerini başarmalarınayardımcı olmak üzere tasarlanmış bir dizi araç ya dayöntem geliştirirler. Bunlar arasında arama fonk-siyonu ya da hedefin nasıl keşfedileceği yer alır.Bundan sonra, bir mantık sistemine gerek vardır.Bunlar sonuçlara varacak bir olasılıklar sistemine

"Sormak istediğimiz şu:
'Bir dijital bilgisayar, tamımı
gereği düşünebilir mi?' Yani,

'doğru bilgisayar programına düşünmesi için yeterli ya da onu uygun şekilde kuracak doğru girdiler ve çıktllar sağlanması ya da uygulanması, düşünmek anlamana gelir mi?' İşte bu sorunun yanıtı... kesinlikle 'hayır'dır." John Searle, 1984

yönlendirilir. İşin merkezinde, bilgiyi sınıflandırmaya yarayan sistemler ve bilgi sınıflandırıldıktan sonra eylemleri kontrol eden sistemler vardır.

Bilgisayar programlan deneyimden öğrenmek üzere geliştirilmiştir. Buna bir örnek olarak, sorunları bir ilk durumla başlayıp son duruma ulaşana kadar operatörlerden geçiren Soar ("state, operate and result''; durum, operatör ve sonuç) verilebilir. Soar bir açmazın üstesinden yaratıcı şekilde gelebilir ve çözümleri gelecekte benzer bir problemle karşılaştığında kullanmak üzere depolayarak deneyimden öğrenme kapasitesine sahiptir. Çok çeşitli sorunları daha etkili şekilde çözebildiği için bu, YZ gelişimi açısından önemlidir. Ancak, daha da etkilisi, Soar'un sorun çözen bir insan gibi davranmasıdır. İkisi de, deneyimden öğrenir, sorun çözer ve benzer biçimli öğrenme eğrileri sergiler.

Zeki maneler ne yapabilmelidir? Güçlü YZ savunucuları, makinelerin insanın düşünme, sorun çözme ve öğrenme kapasitelerini alt etmesi ve aşması gerektiğini ve bunu başaracağını ileri sürmektedir. Bu sektörün

[1964 1970 1997

Bulanık mantık fikri ortaya atıldı.

Uzmanlaşmış sistemler geliştirildi.

Deep Blue Gary Kasparov'u yendi.

YZ etiği

Eleştirmenler YZ ile eskiden beri en çok ilgilenenlerin savunma ajansları ve özellikle bilgisayar şirketleri gibi büyük firmalar olduğuna dikkat çekiyorlar. Peki, bu, VZ ile ilgili olası etik sorunlar üzerinde düşünmemiz gerektiğini gösterir mi? Elbette, tüm bilimsel gelişmelerin sosyal sonuçları

vardır. Bilgi güçtür: Çoğunlukla nötrdür ve farklı yollarda kullanılabilir. Örneğin, hem nükleer enerjimiz hem de nükleer silahlarımız var. Hem suçlular hem de suçu önlemeye çalışan profesyoneller veri elde etmek ve işlemek için tıpatıp aynı ekipmanı kullanabilirler.

merkezinde, ilk olarak YZ araştırmacılarının sorunları etkili, doğru ve tutarlı biçimde çözebilecek sistemler inşa etme yetenekleri vardı. Bu kapsamda, şifre kırma ya da bilmece çözme gibi şeyleri yapabilecek algoritmalar yazdılar. Böylece, makinelere akıl yürütme, yani mantıksal tümdengelimin öğretilebileceği gibi bir durum ortaya çıktı. Birçok psikoloji çalışmasının insanların sorun çözme konusunda sıklıkla mantıksız, akıldışı ve etkisiz olduğunu göstermiş olması gerçeği de, YZ araştırmacılarını insanları nasıl alt edeceklerini sergileme konusunda yüreklendirdi. Son zamanlarda, araştırmacılar makinelerin eksik, alakasız ve bozulmuş enformasyonu dahi karar vermek için kullanabileceğini ortaya koydular.

Planlına, saklft ve örenme yz teknolojisi gelecek hakkında tahminlerde bulunma ve bunu planlamada kullanılmaktadır. Bu da, kaçınılmaz olarak, bir planlama fonksiyonunun işe katılması demektir. Hedefler ve amaçlar belirleyip ya da seçip, bunları gerçekten başarabilecek zeki makineler yapabilir miyiz?

YZ araştırmacıları, yalnızca "düşünmek"ten daha da fazlasıyla, bilgiyle de ilgilenmektedirler. YZ ile ilgili temel bir mesele de, makinelerin bilgiyi nasıl alıp sınıflandırdıkları ve bilgiye eriştikleridir. Bu da, öğrenme kavramıyla ilişkili bir konudur. Peki, makinelere öğrenmek öğretilebilir mi? Doğru ve yanlış perfore- ları hatırlayıp, ilkinden daha fazla sonrakinden <daha azını başarmayı öğrenebilirler mi? Yepyeni bir bilgiyi, bünyelerindeki programlamaya göre işleyebilirler mi?

Makineler karmaşık duyusal algılar için de programlanmaktadır. Bunlar sinyalleri görme (kameralar), dinleme (mikrofonlar) ya da hissetme (ses) ve sonra da gerçek nesneleri tanıma olabilir. Buradan da nesne tanımaktan yüz ve insan tanıma gibi çok daha heyecan verici bir alana doğru ilerlenmektedir.

Yapay Zeka

YZ araştırmaları ayrıca doğal dil işlemleme gibi önemli ve zorlu bir konuylada ilgilemektedir. Çoğu insan söylediklerini yazabilecek bir makine hayal et-miştir. Aynı şekilde, kitap okuyabilen (yüksek sesle), hatta bir dili diğerinedoğru şekilde çeviren makineler hayal edenler de vardır. Tüm bu cephelerdeilerlemeler kaydedilmektedir.

Ya yaratıcı mmeler? Yaratıcı makineler tasarlayabilir miyiz? Ya-ratıcılık genellikle hem yeni hem de yararlı bir şeyler üretmek demektir.Toplumsal ve duygusal zekâsı olan makineler yaratılması da aynı derecede tar-tışmalı bir fikirdir. Bu nitelikleri taşıyabilmek için, makinenin öncelikle birbaşkasının (insan ya da makine) duygularını okuyup saptayabilmesi, sonra dao kişiye ya da makineye uygun tepki verebilmesi gerekir. Duygusal zekası olan,toplumsal beceriler kazandırılmış bir makinenin yalnızca kibar olması yetmez,

tatmin edici ve duyarlı olması da beklenir.

Trâg testi 1950'de, İngiliz matematikçi Alan Turing çokbasit bir ölçüt ortaya attı: Bir bilgisayarın zeki olarak nitelendirile-bilmesi için, bir insanı, kendisinin de insan olduğuna inandırmasıgerekir. 1960'ların başlarında, araştırmacılar PARY adlı paranoidbir bilgisayar programı geliştirdiler. Program iki durumdan birineayarlanabiliyordu: hafif ya da şiddetli paranoid. Test, bir grup ger-çek, kalifiye psikiyatrın tele-yazışmayla "hasta"yı sorgulaması üzerinekurulmuştu. Çalışma, psikiyatrlardan hiçbirinin bir bilgisayarla gö-rüştüğüne inanmadığını gösterdi. Daha da ilginci, bir grup psikiyatra,

kimi gerçek kimi de bilgisayarın ürettiği paranoid hastalarla yapılmış görüşmelerin çözümlemeleri gönderildi. Tabii, bunları birbirinden ayırt edemediler.

Turing testi ölçütüne göre, uzun zamandır zeki makinelerimiz var: insan gibi davranabilen programlanabilir bilgisayarlar. 1960'lardan beri, bilgisayarlar, psikiyatri görüşmelerindekiler dahil, her konuda ciddi şekilde soruları alıp yanıtlayarak sohbet edebiliyor. Kesin konuşmak gerekirse, dinlemiyorlar ya da konuşmuyorlar ama soruları yazılı verdiğinizde yazılı yanıtlarla size dönüyorlar. Eğer muhataplarını gerçek bir insanla konuştuğuna inandırabiliyorlarsa da, testi geçiyorlar.

>> fikrin özü

Makineler insanlar gibi düşünebilir mi?

"Asal soru, makinelerin değil, insanlann düşünüp düşünmediğidir." B. F. Skinner, 1969


35 İhtimal ki Düş Görürsün

Gece boyu uyurken neden birçok kez ffantezi dünyasına dalıyoruz? Neden hayali olaylaryaşayıp hayali davranışlarda bulunuyoruz ve bütün bunlar ne anlama geliyor? Düşler bilinçdışımıza bir geçit mi? Düşlerimizi gerçekten de yorumlayabilir miyiz?

Düşler korkutucu ya da rahatlatıcı olabilir. Düşler olanaksız, mantıksız şeyleri oldurabildikleri ya da oldurdukları için fantastiktir. Düşlerinizde uçabilirsiniz; ölmüş insanlar canlanır, cansız nesneler konuşur.

"Rüya, bilinçdışı yaşantı dalgalanmalarının, hayal gücü zeminine yansımasıdır."

EM uykusu Çoğumuz her gece ortalama bir ya daiki saat türlü çeşitli düşler görürüz. Düşlerin çoğu tamamenunutulduğundan kimileri hiç düş görmediğini iddia eder. Araş-tırmacılar, insanların uykunun hızlı göz hareketi (rapid eyemovement, REM) evresinden hemen sonra uyandırıldığında,

H. Amiel 1989 rüyalarını çoğunlukla oldukça doğru hatırlayabildiklerini gös-termiştir. REM uykusundan uyandırılan biri rüyasını daima vegenellikle de tüm ayrıntılarıyla hatırlar. Bu bildirimler insanların, her zaman

yaşadıklarını hatırlayamasalar da, uyku sırasında da bilinçli olduklarını gös-terir. Beyin dalgası incelemeleri, uyku sırasında son derece aktif olduğumuzuortaya koymaktadır. Aynı zamanda, bu evrede erkeklerin ereksiyon yaşadığını,kadınların da vajinasına daha fazla kan akımı olduğunu biliyoruz.

Düş tipleri Düş ("dream") sözcüğünün "neşe" ve "müzik"ten türediği söylenir. Çoğu insan, çok çeşitli rüyalar anlatır: fazlasıyla berrak ama aynı zamanda belirsiz düşler; kabuslar ve tatlı düşler. Çocuklar 3 yaşından 8 yaşına kadar genellikle kabus gördüklerini söylerler; ancak 3 ya da 4 yaşından önce kendilerini

dönem

İS 50

1899

Incil'in birçok yerinde rüyalardanbahsediliyordu.

Freud, The Interpretation of Dreams

ihııınaı Ki fiııs Gni’mım

rüyalarında pek görmezler. Çoğu tekrarlanan rüyalar bildirir; bunlardan bazıları korktukları, diğerleriyse görmeye bayıldıkları rüyalardır. Kimileri rüyalarının kehanet özelliği taşıdığına inanır. İnsanların yaklaşık üçte ikisi dejil-vu düşleri gördüğünü iddia eder.

Tabii, bir de her kültürden insanların daima gördükleri ortakdüşler vardır. Uçma düşü bunlardan en bilinenidir: İnsanlar,belki de kurbağalama yüzmeye benzeyen hareketlerle kuş gibiuçabildiklerini bildirirler. Diğerleriyse, yüksek binalardan aşağıya da karanlık kuyuların dibine doğru düştükçe düştükleri rü-yalardan söz ederler. Ya da yalnızca birçok kez düşerler. Birçokrüyada da aniden çıplak kalmak ve başkalarının önünde utan-

"Rüyalar yalmzca rüyayı görenin yaşamı çerçevesinde anlam taşır." D. Broadribb, 1987

mak vardır. Takip etme rüyaları da sıktır: En çok, birileri tarafından amansızcatakip edilir ya da belki siz onları takip edersiniz. Öğrencilerse, önceden çalışmışolmalarına rağmen sınav kâğıdına boş boş baktıkları ya da tutulup tek satıryazamadıkları sınav rüyaları görürler. Dişini kaybetme rüyası da ilginç şekilde

yaygındır.

Yoar Bu rüyalara elbette çeşitli yorumlar getirilmektedir. Dişlerle ilgili rüya acaba fiziksel çekiciliğimizle fazlasıyla meşgul olduğumuzun mu işaretidir? Yoksa güç kaybetme ve yaşlanma ya da artık asla sözünü dinletemeyecek ya da dikkate alınmayacak olma kaygılarını mı temsil eder? Belki de dişleriniz sözlü silahlarınızda ve başkaları hakkında doğru olmayan şeyler söylediğiniz için dökülür. Bunun parayla ilgili olduğu bile söylenmiştir: Sihirli bir diş perisi gelip size bol bol para getirecektir.

Peki, çıplaklık rüyasını nasıl yorumlamalı? Tamamen kırılganlık ve utanmayla mı ilgilidir? Örneğin, bir bilgi saklıyorsunuz, gizli bir ilişkiniz var, yapmamanız gereken bir şey yapıyorsunuz ve kendinizi suçlu hissediyorsunuz. En fenası, keşfedilmekten, alay edilmekten ve rezil olmaktan korkuyorsunuz. Yoksa önemli bir test ya da görev için hazır olmadığınız anlamına mı geliyor? Çok ilginç bir durum da, rüyanızda çıplak olduğunuzu fark ediyorsunuz, ama kimse buna aldırış eder görünmüyor. Bu da endişeleriniz olduğu, ama aslında bunların temelsiz olduğunu içten içe hissettiğinizi gösteriyor olabilir.

934 1957 2004

Jung, Memories, Dreams, Reflections

REM uykusu ve rüya görme bağlantısı

Lohff, The Dream Directory

Freudcu görüşler Sigmund Freud düşlerin bilinçdışı arzularımız iletoplumdan öğrendiğimiz ve bu arzulara karşı çıkan engeller arasındaki iç çatış-malarımızdan kaynaklandığını söylemiştir. Dolayısıyla, tüm düşler, içeriklerisimgesel olarak gizlenen doyurulmamış istekleri temsil eder. Gizil içerik, söy-

lenene göre, kişinin bilinçdışı arzularını açığa çıkarmak içinaçıklanması gereken açık içeriğe (senaryo) dönüşür. Düşler sim-geseldir, yani altta yatan gerçek duygularımızın metaforlarıdır.

"Günün tortusu, bir düş çalışmasıyla düşe

dönüşür ve uyku onu zararsız kılar."

Sigmund Freud, 1932

Düş yorumu Freud'un bu çatışmayı anlamak için en gözde yön-temiydi ve bu nedenle de, insanları gördükleri düşler hakkındasınırsızca konuşmaya teşvik ediyordu. Ona göre, düşler kişiningeçmişi ve bugünüyle ilgili olup, zihindeki bilinmeyen bölge-

lerden kaynaklanır. Her bir düşün özünde, arzuların doyurulma çabası yatar.Düşler "bilinçdışına giden kral yolu"dur. Düş görürken, temaların açık bir kapıya da derin akan bir nehir şeklinde tek bir görüntüye indirgendiği, yoğunlaşma
gibi birçok süreç ortaya çıkar. Analizciler özellikle, insanların, şeylerin ve belli

etkinliklerin birbirleri yerine geçtiği yer değiştirme ile ilgilenirler. Bundan başka insanların daha büyük, daha küçük, daha yaşlı daha genç, daha güçlü, daha güçsüz hale girdikleri dönüşüm vardır.

Freudcu kuram, düş görmeyle ilgili çeşitli tahminlerde bulunmaktadır. Bu bağlamda, erkekler kadınlardan daha fazla hadım edilme korkusuna dair düş görüyor olmalıdırlar. Kadınlarsa, penis hasedine dair daha fazla düş görüyor

Evrimsel psikoloji

Evrimsel psikologlar birçok düşün tehdit ve tehlikeyle ilgili olduğuna dikkat ederek, bunların işlevinin gerçek, gündelik tehditleri temsil ettiğini, böylece farklı tepkileri önceden yaşayıp prova edebilmemize olanak sağladığını öne sürmüşlerdir. Bu gerçek olsaydı, çoğu insanın şimdiki ya da geçmişteki çevresel tehditler hakkında gerçekçi düşler anlatması gerekirdi. Ancak, bu açıklamanın da üç sorunu var

görünmektedir. İlki, birçok düş olumlu olaylar ve duygularla, özellikle de cinsel tatminle ilgilidir. İkincisi, birçok rüya o gün ya da yakın geçmişte olmuş ve stresli ya da tehdit edici olması gerekmeyen bir bilginin "işlenmesiyle" ilgili görünmektedir. Üçüncüsü, evrimsel psikolojinin özündeki kavram olan, düş görmenin daha iyi uyum sağlamamızı gerçekten nasıl öğreteceği ya da teşvik edeceği pek açık değildir.

İhtimal ki Düş Görürsün

"Rüyamın, anlamım -zaten bilinen ancak, bilinçten haince gizleniyor denebilecek bir anlam- arkasında saklayan bir 'ön cephe' olduğu konusunda Freud ile hiç anlaşamadım."

Cari Jung, 1963

olmalıdır. Yine erkekler düşlerinde daha fazla yabancı erkek (gelişimin ödipal evresindeki baba) görüp onlarla savaşacaklardır.

Bu noktada eleştirmenler, eğer düşler arzuların tatmin edilmesiyle ilgiliyse, neden bu kadar çok olumsuz düş olduğunu sorar. İkincisi, Freud, kuramını hastaları tarafından hatırlanan ve anlatılan az sayıda düşe (yüzde lO'dan az) dayandırır. Üçüncüsü, farklı terapistler bambaşka yorumlarda bulunduğundan, düşlerin yorumlanmasında güvenilirlik sorunu vardır. Dördüncüsü, Jung'un da belirttiği gibi, düşler zaman ve kültür içinde, derinden baskılanmış ya da şaşırtıcı biçimde özgür olup olmadıklarından bağımsız şekilde, benzer içeriklere sahip görünmektedir.

Fizziksel ççalışmalar Araştırmacılar düş görmekle ilgili, bilinçdışı çatışmalar ya da arzular dışında bir açıklama önermişlerdir. Uykunun REM evresinde, beynin pons bölgesinde asetilkolin salan nöronlar aktifleşip hızlı göz hareketlerini, serebral korteks aktivasyonunu ve kas felcini tetikler ve bu da bizim imajlar görmemize neden olur. Rüya görmekte olan bir kişinin göz hareketleri, rüyanın içeriğiyle mantıklı bir uyum sergiler; göz hareketleri, rüyadaki olaylar gerçekten olsaydı, görülebilecek hareketlerdir. Görüntüler çok yakında geçmiş ya da kişinin son zamanlarda düşündüğü birbirinden bağımsız anı epizotlarını andırır. Olasılıkla, bundan sorumlu nöron devreleri, yakın zamanlı kullanımlarından ötürü daha fazla etkilenmiştir. Büyük bir ameliyat olmayı bekleyen hastalar, operasyondan iki-üç gece öncesinden itibaren düşlerinde bu korkularını açığa vururlar. Neşter ya da ameliyathaneyle ilgili korkuları nadiren doğrudan ifade edilir. Referansları dolaylıdır, yoğun simgesel biçimlerdedir. Düşler, kişinin yaşamında o sırada en önemli neyse, onu açığa vurur ve derinde yatan arzuları tatmin etme kavramıyla ilişkisi yoktur.

>> fikrin özü

Düşler bilinçdışımızı kavramamızı sağlar mı?

 

36 Unutmayı Dene

"Bir çocukta değiştirmek istediğimiz bir şey varsa, öncelikle durup düşünmeli ve o şeyi kendimizde değiştirmenin daha doğru bir seçenek olmadığından emin olmalıyız." Cari Jung, 1954

Bastırma kavramının özünde, bir şeyin reddedilmesi ya da itilmesi yatar. Psikolojide bu kavram sıkıntı yaratacak duygulardan kurtulmak için belli zihinsel içeriklerin bilinçten uzaklaştırılması fikridir.

Divan, sinema ve duruşma salonu

Bastırma görüşme odasında, labo- ratuvarda ve duruşma salonunda araştırılmıştır. Tüm psikoloji olguları içinde en heyecan verici olanların bir bölümü özünde bastırmayla ilgilidir. Bu bağlamda, genellikle travmaya bağlı tam bellek yitimi yaşayanlarda füg durumu

olarak tanımlanan histerik amnezi vakalarından söz edebiliriz. Ayrıca, aynı ölçüde ender bir vaka olan ve insanlarda birbirinden haberdar olmayan farklı birçok kişiliğin yaşadığı çoklu kişilik vardır. Bu vakalar özellikle roman yazarlarının ve film yapımcılarının ilgisini çekmektedir.

Yeniden hatırlanan dar "Bastırılmış anıların yeniden hatırlanması" sayesinde çocuk taciziyle ilgili sayısız dava açılmıştır. Şiddet suçu işlemiş kişiler, bunu olasılıkla bastırmış olduklarından, suçu kesin hatlarla hatırlayamıyor görünmektedir. Terapi sırasında erişkinlerin çocukluk dönemi tacizine ilişkin uzun süredir bastırmış oldukları anılarını hatırlayabildikleri öne sürülmektedir. Hem tacizci hem de kurbanın korkunç olayları bastırmak için gerekçeleri olsa da, elbette bunun ispatı çok zordur. Geçmişe dair anıların terapide ya da duruşma salonlarında hangi yöntemlerle aydınlığa çıkarıldığına göre, kolayca çarpıtıldığı da iddia edilmektedir. Deneysel çalışmalar, normal,

_ dönem

1894

Freud, Studies in

Hysteria

1915

Freud, Repression

sağlıklı bireylerin yanlış, hatalı anıların gerçekliğine inandırılabileceğini açıkça göstermiştir. Klinisyenler, insanların "bastırılmış ve sonra da yeniden hatırlanmış" anılardan çok "hayali" anılar yaratmalarının da oldukça mümkün olduğunu kabul ederler.

Yeniden hatırlanan anıların benzer özellikleri olduğu kesinlikle bilinmektedir. Kadınların birkaç epizotluk anılarının çoğunda, babanın sekiz yaşından önce uygunsuz cinsel tavırlarda bulunduğuna rastlanır. Bu anılar terapide "yeniden hatırlanır" ve beşte bir oranında polise bildirilir. llginç olan, doğrulanmış taciz çalışmalarında, taciz yaşının daha büyük ve çok nadiren de tacizin baba ya da üvey baba tarafından gerçekleştirilmiş olduğunun bulunmasıdır.

Freud ve bastıma Herhangi bir zaman, bilinçli olarak farkında olduğumuz şey, buzdağının tepesidir: Düşünce ve fikirlerimizin çoğu, o an için tamamen erişilmez (ön-bilinç) ya da tamamen erişilmezdir (bilinçdışı). Bi- linçdışının büyük bölümü de, tehditkar ya da hoşa gitmeyen deneyimlerin "unutulması" şeklindeki bastırmaya aittir. Bunlar, bilinçli farkındalığımızdan uzakta bir yerlere kapatılarak erişilmez olabilirler. Bu ego savunmasının majör bir biçimidir. Freud, bunu "psikanalizin tüm yapısının dayandığı" bir temel taşı olarak göstermektedir. En önemli kısım budur.

Bastırma, düşünceleri bilinçdışına çekip acı verici ya da tehlikeli düşüncelerin bilince girmesini önleme işlemidir ve açıklanamaz bir naiflik, bellek boşlukları ya da kişinin kendi durumu ya da içinde bulunduğu koşullardan habersiz olması şeklinde kendini gösterir. Duygu oradadır, ancak onun ardındaki fikir mevcut değildir.

"Uygarlık ve yüksek eğitim, önceden makbul olan bir şey artık kabul edilemez görüldüğünden ve olabilecek tüm fiziksel güçlerle reddedildiğinden ... bastırmanın gelişmesinde büyük ölçüde etkilidir."

Sigmund Freud, 1920

1957 1961 1990

Çoklu kişilik tanımlandı.

Bastırıcılar ve duyarlılaştırıcılar

Savunmacı bastırmacıbaş etme tarzı

Freud'a göre, hepimizin içindeki savaşların aana hatları aynıdır. Çatışma, idden kaynaklanan itkiler ve bunlarla ilgili çeşitli anılar bilinçdışına itildiğinde ortaya çıkar. Ancak, bu itkiler altta kalmayı reddeder ve vekil çıkış noktaları bularak özgün bastırmayı güçlendiren, idden kaynaklanan sele karşı koyan ve egonun özsaygısını korumasını sağlayan ek koruma mekanizmalarının geliştirilmesiyle sonuçlanır. Bastırma id ile ego arasındaki zıtlaşmanın en merkezinde yer alır.

Freud fikirlerini histeri üzerinde çalışırken geliştirmiştir. Bastırmanın bilinç ile egoyu ayırdığına ve kişilik bölünmesine yol açtığına inanmıştır. Bastırma süreci sağlıklı ve normal duygu ve heyecanların açığa vurulmasını önler. Bunları ketler. Aynı zamanda, birtakım fikirlerin diğer fikirlerle ilişkilenmesini de önlediğinden inançların birbirleriyle kaynaşması da engellenmiş olur. Bastırma, kişiliği temelinden zayıflatır: Bölünmelere ve yarılmalara neden olan içimizdeki sabotajcıdır. Daha sonraları Freud, bunun normal, sağlıklı ve yaygın bir savunma mekanizması olduğunu düşünmüştür.

Ki§ide bastırma iki evrede ortaya çıkar. Birincil bastırma kendinin ne, diğerinin ne olduğu, neyin iyi, neyin kötü olduğunu belirleme sürecidir. Bu evrenin sonunda çocuk arzularını, korkularını, kendisini ve diğerlerini ayırt edebilir. İkincil bastırma çocuğun bazı duygularla hareket etmenin kaygı yaratabildiğini fark etmesiyle başlar. Bu kaygı arzunun bastırılmasına yol açar. Ceza tehdidi, bu kaygı biçimiyle ilişkilidir ve içselleştirildiğinde, egonun arzularına karşı, tanımlanabilir bir dış tehdide gerek bırakmadan arabuluculuk yapan süperegoya dönüşür.

Travmatik olayların bastırıldığı, ancak travmanın yükselen duygusal ya da fiziksel duyular nedeniyle anıları çok daha güçlendirdiği de sık öne sürülen görüşlerdendir. Nesnel araştırma açısından sorun, o sıradaki düşünce ve gü- dülenmeler nedeniyle filtrelenebilecek bir "anı"nın, kişinin eylemleri ya da bilinçli ifadeleriyle ölçülmesi ve kaydedilmesi gereğidir.

Bastırma özel 1960'ların başında, psikologlar bastırıcı ya da duyar- lılaştırıcı insanlardan bahsediyorlardı. Birkaç hafta içinde ciddi bir operasyon geçirmek zorunda olduğunuzu düşünün. Kimileri bunu zihnin gerisine atmaya ve zamanını dikkat dağıtıcı etkinliklerle doldurmaya çalışırken (bastırıcılar), diğerleri devamlı bundan bahseder (duyarlılaştırıcılar). Her ikisi de kaygısıyla farklı yollardan baş etmeye çalışmaktadır. Bu durumda, hangi yaklaşımın psikolojik açıdan daha sağlıklı ve uyum sağlayıcı olduğu sorusu akla gelir. Bu fikir 1990'larda, araştırmacılar bastırıcıları kaygı ve savunmacılık şeklindeki iki etmenle belirlenen bir kişilik özelliği olarak tanımladıklarında tekrar

gündeme geldi. Başarıcılar kaygı düzeyi düşük, hayli savunmacı kişilerdir vekendilerini diğerlerine göre, olumsuz duygulara yatkın olmadıklarına sürekliinandırmakla meşgul görünürler. İlginç ve sıra dışıdırlar, çünkü daima sağlıklıve uyumlu olduklarını ileri sürerler; ancak, bir şeylere karşı fizyolojik ve dav-ranışsa! yanıtlarını, özellikle olumsuz duygularını ölçtüğünüzde, çok şiddetlitepki verirler. Ya kendilerini kandırıyor olmalıdırlar ya da bu kavramlardan

ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, soğukkanlı, esnek ve sakin izlenimi vermeye

çalışmaktadırlar.

Bilişsel psikoloji Motivasyonun hem bilinçdışı hem devazgeçirici olduğu "güdülenmiş unutma" düşüncesi kontrollü araş-tırmalarda gösterilememiştir. Bilişsel psikologlar açısından bastırmahoşa gitmeyen bir şeyin unutulmasından ibarettir. Dolayısıyla, deneyiyürütenlerin bir şeyler öğrenmeye çalışan insanlara sevimsiz (ya dahoş) davrandığı çalışmalar yapılmış ve deneyim olumsuz olduğundaolumlu olduğundakinden daha az şey hatırlandığı gösterilmiştir.

‘‘Yaşamın dördüncü yılı dolaylarında başlayan bastırma işlemi, zekini m keskinleştiği

anlarda askıya alınır."

Karl Marx, 1920

Çalışmalarda, insanlara 8 yaşına kadarki çocukluk dönemlerini yaz-maları söylendiğinde, insanların yaklaşık yüzde 50 kadarı ağırlıklıolarak olumlu anılarını, yüzde 30'u olumsuz olanları, yüzde 20'si denötr olanları hatırlamıştır. Ancak bu yine de bastırma sayılmayabilir:

Belki de insanların çoğu mutlu bir çocukluk geçirmiştir. Birbaşka çalışmadaysa,bastırmayla ilgili iyi kanıtlar elde edilmiştir: Yeni doğum yapmış annelere azönce çektikleri sancıların niteliği ve niceliği sorulmuştur. Birkaç ay sonra aynısoru tekrar sorulduğunda, hepsi de daha hafif bir ağrı çektiğini bildirmiştir.

Bastırmaya dair bir başka tanımlayıcı kuram da, bunun yalnızca özel bir geri çağırma (hatırlama) başarısızlığı durumundan ibaret olduğudur. Belki de, anılar bir sensörle gerilerde tutulmuyor da, geri çağırmak için ipuçları bulunmadığından bunlara kolay ulaşılamıyordur. Kaygı da, geri çağırmakla ilgili ipuçlarının yeniden doldurulmasını ya da yakınlaşmasını sağlayarak bunda rol oynuyor olabilir. Bastırmaya ilişkin bu geri çağırma-bloklama yorumu, daha genel bir yaklaşımın parçasıdır.

>> fikrin özü

37 Dilinin Ucunda
Fenomeni

Televizyon karşısında oturmuş bir yanşma programı izliyorsunuz. İyi bildiğiniz konulardan bir som geliyor. Yanıtı bildiğinizden eminsiniz, ama bir türlü aklınıza gelmiyor. Sanki tam dilinizin ucunda. Yanıt B ile başlıyor, üç heceli, ama bir türlü gelmiyor aklınıza işte. Demek ki, sizde geri çağırma (hatırlama) bloku var. Bir çalışmada, Almanca Kepler adım hatırlamaya çalışan insanlar incelenmişti. İnsanlar bunun "yabancı" bir ad olduğunu, K ile başladığını biliyorlardı; bu durumda Keller, Kellet, Kendler ve Klemperer adlannı denediler. Keller'in en yakın ad olduğunu da biliyorlar ama bir türlü doğruyu bulamıyorlardı.

Hatırlamak otomatik bir süreçtir; bir uyarana yanıt olarak bilginin bellekten geri çağrılması belleğin otomatik olan özel bölümüdür. Kimi zaman zahmetli olan şeyse, bilginin geri çağrılmasına neden olan iç düşünceleri ortaya çıkarmaktır. Örtülü anıların geri çağrılması otomatiktir: Belli bir uyaran otomatik bir yanıtı davet eder. Örneğin, bisiklet sürmek ya da birinin adını yazmak - bunları nasıl otomatik olarak ve doğru şekilde yapıyoruz?

ucunda fenomeni Ancak bellek sık sık takılır; hatalar yapar ve aradığımız bilgiyi geri çağırabilmek için uğraşır duz. Psikologlar, bunun neden böyle olduğunu sorar. Bu durum belleğimizin işleyişine dair bize ne gösterir? Bu alandaki önemli bir konu, dilinin ucunda (tip-of-the-tongue, TOT) fenomenidir ve o sırada hatırlanamayan bir şeyi biliyor olma anıdır. Dilinin ucunda fenomeni, hemen hemen evrensel bir deneyim olarak, çok iyi bilinen bir kelimenin ya da bildik bir ismin hatırlanmasında zorluk şeklinde kendini gösteren bir bellek çağırma durumudur. Dilinin ucunda hali yaşanırken, insanlar bloklanmış kelimenin neredeyse anımsanacağını hissederler. Sözcüğü bulmakta başarısız olmalarına rağmen, bloklanmış sözcüğün kelimenin tam

donem

İÖ 300 1965

Aristo dilinin ucunda fenomeninin öıellikle adlar için geçerli olduğunu bildirdi.

ilk 6biliyorum ama çıkaramıyorum hissr çalışması

anlamıyla "dillerinin ucunda" olduğuna dair bir hisleri vardır. Erişilmezlik ve her an erişilebilecekmiş duygusu dilinin ucunda fenomenini tanımlayan iki temel özelliktir. Dilinin ucunda haliyle kendini gösteren, uygun yanttı çağıran uyaranı aktif arama sürecine hatırlama denir.

Bilme hissi

Psikolojide bilme hissiyle ilgili karmaşık deneyler ve kuramlar mevcuttur. İçsel izleme olarak adlandırılan görüşe göre, udizinde yer alan bir maddeyle ilgili bir envanterimiz yoksa" biliyor hissine kapılırız. Sorunun bilgiyi şifreleme ve bu şifreyi çözme yöntemimizle ilgili olup olmadığı üzerine önemli bir tartışma sürmektedir.

Yani, bu durum bilginin nasıl geri çağrıldığıyla değil de, nasıl ve nerede saklandığıyla mı ilgilidir? Ayrıca, insanların hatırlamayla bilmenin öznel halleri arasında ayrım yapabildiklerini de biliyoruz: hatırlamak bilinçli bir geri çağırmayken, bilmek hatırlayamazken kendini aşina hissetmektir.

İlk dönem çalışmalar Söz konusu fenomen, ilk ampirik çalışmanın yürütüldüğü 1966'dan bu yana kapsamlı olarak incelenmektedir. İnsanların dillerinin ucundaki bir sözcükle ilgili birçok şey hatırlayabildikleri ve kendilerine gösterildiğinde sözcüğü hemen tanıdıkları anlaşılmıştır. Daha sonra araştırmacılar "çirkin abla etkisi" dedikleri ve kişinin doğru sözcüğü hatırlamaya uğraşırken, tekrar tekrar yanlış/farklı sözcüklerin ortaya çıktığına dair kanıtlar bulmuşlardır. Çirkin abla sözcükler yüzeysel olarak benzer olup, blok- lanan sözcükten daha sık kullanılıyor görünmektedir.

İnsanlar kendilerindeki çok engelleyici olabilen bu "blokları kaldırmak" için her tür tekniğe başvururlar. İç ve dış dünyalarını çözüm uğruna gözden geçirirler. Kimileri alfabeyi baştan sona geçer ya da ilgili bir şeyi gözünün önüne getirmeye çalışır. Kimileri başka birilerine sorar ya da etrafı araştırır. Kimi zaman sözcük kendiliğinden ve durup dururken "ortaya çıkıverir".

Bir kişiye ipuçları ya da anahtarlar verildiğinde, kimi zaman bunun olumsuz etki yaratması ve insanların daha başarısız olması da ayrı bir merak

1966

1984

1991

ilk dilinin ucunda fenomeni çalışması

ilk •çirkin abla etkisi" çalışması

ilk inceleme makalesi

konusudur. İnsanlar bellek taraması yaparken, bu ipuçları onları geciktiriyor görünmektedir.

Peki ne öğrenddik? Her şeyden önce bu, evrensel olmasa da, çok yaygın bir durumdur. Bir araştırmacı, 51 dili incelemiş ve 45'inde dilinin ucunda fenomenini tanımlamak için kullanılan ifadelerde "dil" sözcüğünün geçtiğini görmüştür. İkincisi, bu durum genellikle haftada bir gibi yüksek bir sıklıkta görülür ve bu sıklık yaşla artar. Üçüncüsü, genellikle özel isimleri kapsar ve genellikle sözcüğün ilk harfi hatırlanır. Kişinin hobilerini, mesleğini ve saç rengini hatırlarız da, adı bir türlü aklımıza gelmez. Dördüncüsü, şükür ki, yüzde 50 durumda sorunu kendi başımıza çözeriz.

Kurdar Bir kuramda, dilimin ucunda fenomeninin nedeninin, sözcüğün sesinde aranması gerektiği öne sürülmüştür. Semantik bilginin -sözcüğün anlamının- önemine odaklanmaktansa, sözcüğün sesinin daha önemli olması mümkündür. Sözcükler aşağıdaki gibi çeşitli bilgiler taşır:

  • semantik bilgi (anlam)

  • leksikal bilgi (harfler)

  • fonolojik bilgi (ses).

Bu tür bilgiler belleğin farklı bölümlerinde toplanır. Elbette birbirleriyle iliş-

"Kayıp bir sözcüğün ritmi, onu kaplayacak ses olmaksızın orada duruyor olabilir. Herkes unutulmuş bir dizenin, kişinin kafasında durmaksızın

dönüp duran ve sözcüklerle doldurulmaya can atan ezgisiz ritminin kıvrandırıcı etkisine aşina olmalıdır." Wllliam James, 1890

kilidirler; örneğin, "Cırt cırt" sözcüğünü okuduğunuzda,harfler ilişkili ses bilgisini ve ilişkili anlam bilgisini te-tikler; böylece de size sözcüğün nasıl okunacağını veanlamını bildirir. Bir sözcüğü düşünmeyi denediğinizde,yani sözcük size verilmediğinde, genellikle anlamıyla işebaşlarsınız ("şu bir tarafı tüylü diğer tarafı minik kancalıyapışkan şey"). Anlamla ses bilgisi arasındaki bağlantıyeterince güçlü değilse, ses bilgisi size sözcüğün tümünühatırlatmaya yetecek şekilde harekete geçirilemeyecektir.

Başka kuramcılar, dilinin ucunda fenomeninin sözcüğünanlamı ve sesi arasındaki zayıf bağlantılar nedeniyle ortayaçıktığını düşünürler. Bağlantılar kullanıldıkça güçlenir. Yenikullanılmışlarsa daha güçlüdürler. Yaşlanma da bağlantılarızayıflatıyor olabilir. Bu durum, neden akla birdenbire yanlışbir sözcüğün geliverdiğini de açıklayabilir. Bu, hedefsözcüğeses bakımından benzeyen bir sözcük olabilir.

i w

Dilinin ucunda fenomeni, üç farklı alt disiplinle incelenmiştir: psi-kolinguistik, bellek perspektifleri ve üstbiliş (metacognition). llkikisi doğrudan erişimle ilişkilidir ve dilinin ucunda fenomenine,leksikal geri çağırmada geçici bir aksaklık olarak bakar. Bu yakla-şım dilinin ucunda fenomenini, konuşma dilindeki dil sürçmelerive ses ya da hecelerin yerini değiştirme gibi diğer hatalara bağlar.Dilinin ucunda fenomeni çarpık hatırlama süreçlerinin işaretidir.Psikolinguistik yaklaşım bu fenomene sözcük geri çağırmaya dairbir pencere olarak bakar.

Psikolinguistik ve bellek perspektiflerinin doğrudan erişim bakışıüç temel hipotez ortaya atar. llki bloklama hipotezidir ve dilininucunda fenomeninin ortaya çıkmasının nedeninin insanların

"Bellek kimi zaman öylesine kuvvetli, öylesine elverişli, öylesine uysal -kimi zaman da öylesine şaşkın ve öylesine zayıf- ve yine kimi

zaman bir o kadar gaddar ve kontrol ötesidir."

bloklanan sözcükleri yanlış kabul etmeleri, ancak, doğru ve ya- Jane Austen 1810
saklanmış hedefi hatırlayamamaları olduğunu ileri sürer. İkincisi,

eksik etkinleşme hipotezidir ve söz konusu fenomenin bellekteki hatırlan-

mamış bir hedefin varlığına karşı bir duyarlılıktan kaynaklandığını, buna dahedefin bilinçli belleğe taşınamamasının eşlik ettiğini söyler. Üçüncü hipo-tezse, iletim kusuru modelidir ve bu fenomenin, sözcüğün semantik temsilietkinleşmiş olduğunda, ancak hedef sözcüğün tam fonolojik temsili henüz hazır

değilken ortaya çıktığını söyler.

Doğrudan erişim görüşlerine destek sağlayan şey, araştırma süjelerinin dilinin ucunda fenomeninin hedeflerini tanımaları ve bu fenomenin hedeflerine kısmi bilgi verme kapasiteleridir. Dilinin ucunda fenomeni yaşandıktan sonra doğru hedefin tanınması, süjelerin dilinin ucunda fenomeni yaşamaksızın doğru hedefi tanımasından daha büyük bir şeydir. Dahası, insanlar dilinin ucunda fenomeni hedefleriyle ilgili fonolojik bilgiyi, örneğin sözcüğün ilk harfini, hece sayısını ve vurgunun nerede olduğunu genellikle hatırlayabilirler.

Üstbilişsel modeller izleme ve denetleme süreçlerinin biliş üzerinde oynadığı role odaklanır. Bu yaklaşım, fenomeni, hatırlayanlar için erişilebilir olan hedef dışı bilgiye dayalı çıkarsamalar olarak görür.

>> fikrin özü

Yaptığımız hatalar belleğin nasıl işlediğini ele verir

38 Psikoseksüel

Evreler

"Freud'un cinsellik kavramı öylesine elastik ve öylesine belirsizdir ki, hemen her şey buna dahil edilebilir." Cari Jung, 1960

Freud kendimiz hakkında düşünme ve konuşma biçimimizi değiştirdi. Onun temel görüşlerinden çoğu popülerleşti; kuramlarına ait "anal-takıntılı", "fallik sembol" ya da "penis hasedi" gibi çeşitli terimler gündelik dile yerleşti. Freud son derece ilginç bir figür olarak, hiç kuşkusuz, 19. ve 20. yüzyılların en büyük düşünürlerinden biriydi. Kişilik gelişimi, zihin sağlığı ve hastalığı hakkında son derece tartışmalı bir kuram, hatta kuramlar geliştirdi.

Freud kuram — temeller Freud kuramlarında birtakım varsayımlar mevcuttur:

  • Davranış güçlü ve genellikle bilinçdışı dürtüler, güdüler ve gereksinimler arasındaki savaşların ve uzlaşmaların bir sonucudur.

  • Davranış bir güdüyü çok ince ya da üstü örtülü şekilde yansıtabilir.

  • Aynı davranış farklı zamanlarda ya da farklı insanlarda farklı güdüleri yansıtıyor olabilir.

  • İnsanlar kendilerini belli bir davranışa yönlendiren güçlerin ve onları güden çatışmaların az çok farkında olabilirler.

  • Davranış bir enerji sistemi tarafından yönetilir ve herhangi bir zamanda görece sabit bir enerji mevcuttur.

  • Davranışın hedefi hazdır (gerilimin azaltılması, enerjinin serbest bırakılması) - haz ilkesi.

  • İnsanlar öncelikle cinsel ve saldırgan içgüdüler tmdan yönetilirler.

  • Bu güdülerin ifade edilmesi, toplumun talepleriyle çatışabilir - bu durumda dönem

1901 1908

Freud, The Psychopatho/ogy of Everyday Life

Freud ana! erotizm üzerine yazar.

"ilk çocukluktaki bedensel etkinliğe dair, ancak eski çağdan kalma bir önyargının cinsel olarak adlandırmayı reddedebileceği netlikte bulgular vardır." Sigmund Freud, 1920

söz konusu güdülerin doyurulması için açığa çıkacak enerjibaşka yollardan açığa vurulmak zorunda kalır.

Hem yaşam (eros) hem de ölüm (thanatos) içgüdüsü vardır.

Psikoseksüel kuramı açıklamaya geçmeden önce söylenmesigereken iki şey var: ilki, insanlarda üç farkındalık düzeyi söz konu-sudur: bilinç (neyin farkında olduğumuz), ön-bilinç (dikkatimiziverirsek neyin farkında olabileceğimiz) ve bilinçdışı (ayrıcalıklıdurumlar dışında farkında olamayacağımız şeylerle ilgili). Terapi,sıklıkla ve kesinlikle bilinçdışmı bilince taşımayı hedefler.

li, kişiliğin bir yapısı vardır. Bu da üç şeyin sonucudur: kişili-

ğin biyolojik temeli olan bilinçsiz ve her daim mevcut id; yaşamın ilk yılı gelişen ve kişiliğin psikolojik yöneticisi olan kısmen bilinçli ego; 3 yaşından 5 yaşına kadar gelişen ve kişiliğin toplumsal ve ahlaki bileşeni olan sego.

Freud'un psikoseksüel evreler kuramı, her biri hazzın birincil sesine karşılık gelen belli bir erotojen bölgeyle tanımlanan dört evreden söz eder: oral, ana!, fallik ve genital. Kurama göre, erişkin kişiliğin merkezinde bir evreden sonrakine taşınan sorunlar yer alır. Eğer kişi bir durumdan herhangi bir kkriz, saplantı ya da regresyon olmaksızın geçerse, bu evreler erişkinlikte kişiliğinde iz bırakmaz ya da onu etkilemez. Ancak, bu evrelerden kaynaklanan sorunlar kişinin yaşamında iz bırakır, onu etkiler ya da biçimlendirir. Dolayısıyla, çocukluk deneyimlerinden kaynaklanan erişkin kişilik özelliklerinden söz edilir. Dahası, aynı soruna tepki olarak zıt kalıplar görülebilir.

Önerne Freudcu kişilik kuramı hepimizin bu evrelerden geçtiğini ve bunların yaşamımızın geri kalanında bizi belirleyebileceğini ve hatta belirlediğini öne sürer. Kuramın kalbinde bu fikir yatar. Böylece, biyopsikologlar dışadönük- lük ve içedönüklük gibi kişilik özelliklerinin fizyolojik süreçlerle belirlendiğini düşünürken, Freudcular kişisel gelişimin, büyük ölçüde unutulmuş ilk çocukluk deneyimlerinden kaynaklandığını ileri sürer. Yani, kuramsal ve belki de bir miktar etik dışı olarak, bir çocuğun kişiliğini ona ilk çocukluk döneminde yaptıklarınızla şekillendirebilirsiniz.

949

1968

1980

Blum psikoseksüel gelişim üzerine ilk geniş çaplı çalışmaları yürütür.

Kline ana! karakter üzerine çalışmalar başlatır.

Kline oral ve ana! tipleri ölçmek için bir anket geliştirir.

Psikoseksüel gelişim emlerinin özellikleri


Anormal

Normal

Anormal

Oral özellikler


iyimserlik

<

kötü mserlik


saflık

-4

kuşkuculuk


manipülatiflik

<

pasiflik


hayranlık

< ———►

haset


kendini beğenmişlik

kendini küçük görme

Anal özellikler


cimrilik

<■ >

aşın cömertlik


kıstırılmışhk

4

konuşkanlık


inat

4

kabul


düzenlilik

dağınıklık


katı dakiklik

4

gecikme


titizlik

<

kirlilik


kesinlik


belirsizlik

Fallik özellikler


kibir

'0

kendinden nefret


gurur

<

alçakgönüllülük


kör cesaret


çekingenlik


küstahlık


utangaçlık


girginlik

4

yalnızlık


moda düşkünlüğü

4

sadelik


iffet


hafifmeşreplik


neşe

<

üzüntü

dönem llk evre olan oral evre, yaklaşık 18 ay sürer. Kritik konu beslenme, erojen bölge ise ağız, dudaklar ve dildir. Mesele hem sıvılardan kesilip katılara geçmek, hem de dişlerin çıkmasıyla ısırmaktır.

Dolayısıyla, bu evrede sorun yaşamış çocuklar, oral kişilik geliştirirler. Çünkü sütten erken ya da çok geç kesilmişler ya da oral yoksunluk ya da aşırı düşkünlük çekmişlerdir. Erişkinlerin birçok eylemi son derece oraldir: yemek, içmek, öpmek, konuşmak, sigara içmek, çiğnemek. Kurama göre, yoksun oral kötümser tip ağzını bir ceza aracı olarak kullanır. Son derece sarkastik olabilir ve avukatlık ya da diş hekimliği gibi ağızla ilgili meslekler seçebilir. Kimi yemekle ilgili tuhaf alışkanlıkları olan, kimi de içki yasaklarını destekleyen biri olabilir. Dil kullanımına aşın özen gösteren, tırnak yiyen, kalem arkası kemiren tiplere dönüşebilir. Bazı Orak.ula filmlerinden hoşlanan ya da vejetaryenliğin erdemlerini savunan bir tip de olabilirler.

Öte yandan, hoşgörülü oral iyimser tipler şeker, şarap ya da yemek konusunda uzmanlık geliştirebilir ya da şakacı karakterde bir insan olabilirler. Sigara içmeye; vurmalı çalgılar değil de nefesli çalgılar çalmaya; sıcak, sütlü ve hafif içeceklere meraklı olabilirler. Dolayısıyla, hem oral iyimserler (hoşgörülü) hem de kötümserler (yoksun) ilk zamanlardaki beslenmeleriyle ilgili sorunlar yaşarlar, ancak tarzları birbirinden çok farklıdır.

Anal dönem İkinci evre anal evredir ve çatışmanın kaynağı tu-valet eğitimidir. Kontrol esas meseledir: Çocuk kakasını yaparak yada tutarak ebeveynlerini kontrol edebileceğini, onları hoşnut edipüzebileceğini fark eder. Freudcular, bu evrenin daha sonraki düş-manca, sadist ve takıntılı davranışlarla ilgili olduğunu düşünürler.

Anal özellikler düzenlilik, cimrilik ve inatçılıktır. Zaman, te-mizlik ve para konusundaki tutumların da bu evreyle bağlantılıve ilişkili olduğu düşünülmüştür. Dolayısıyla, anal eliminatif kişicömert, düzensiz ve dağınıkken, anal retantifler ise cimri, titiz veözenlidir. Bu tam da küçük bürokratların, kalite kontrolcülerin,bankerlerin dünyasıdır. Bu bağlamda, popüler dile geçmiş analfiksasyon (saplantı) ve anal erotizm gibi terimlerimiz de vardır.

Fallik dönem Fallik evre şu ünlü Ödipus (ve Elektra) komp-leksleriyle ayırt edilir. Erojen bölgeler cinsel organlardır ve buevre iki yaşından beş yaşına kadar sürer. Freud bunu nevrozlarınçekirdeği olarak görür. Beş yaşındaki bir erkek çocuğun annesinekarşı derin bir aşk, babasına karşı da nefret duyguları beslediği
farz edilir (bilinçdışı). Ancak hiçbir toplumda enseste hoşgörülübakılmadığından bu hadım edilme kompleksine, yani babanınçocuğun kıskançlığından onu hadım etme yoluyla öç alacağıinancına yol açar, bu da kompleksi geçersiz kılar.

Eleştiri

Freudcu fikirler halen güvensizlik, öfke ve reddedilmeyle karşılanmaktadır.

Kimileri sınanmış ve eksik bulunmuştur. Kimi araştırmacılar kuramın bazı yönlerinin gerçekten doğru olduğunu göstermişlerdir. Elli yıldan uzun bir süredir bu fikirlerin çoğu sınanmaktadır. Belli

hipotezler belli oranda desteklenmişse de, çoğu, titiz bilimsel deneylerin karşısında pek dayanıklı çıkmamıştır. Az. sayıda psikolog fikirlerini ve terapilerini psikoseksüel evrelere dayandırırken, terimlerin pek çoğu sıradan insanlar tarafından heyecanlı bir kabul

Evre, erişkinlikte kibirlilik ya da pervasızlıkla ya da bunların ter- görmektedir. siyle ayırt edilir. Bu çatışmanın tam olarak çözülememesi cinsel ilişkilerde aşırı serbestliğe ya da namus düşkünlüğüne yol açabilir. Kişiyi ebeveyn saplantısına ya da devamlı geçmişe bakmaya yönlendirebilir. Gurur ve kuşku, cüretkârlık ve utangaçlık fallik evreyle ilgili kişilik özellikleridir.

Fallik evreyi erişkinlikte başlayıp devam eden gizlilik (latans) evresi ve ardından genital evre izler. Çatışma kaynakları çok çeşitlidir ve hemen herkesin yaşadığı zorlukların birçoğunu ilgilendirir: sağlıklı ilişkiler kurmak, işe girmek, yaşamdan zevk almak. Bunlar tam da Freudcuların uyumlu ve sağlıklı savunma mekanizmaları dedikleri şeyleri bulmakla ilgilidir.

>> fikrin özü

Psikoseksüel gelişimin dört evresi vardır

Gelişim

39 Bilişsel Evreler

"Ahlaki evrelerin varlığı ahlak gelişiminin temel yapısal bir bileşeni bulunduğunu düşündürür. Öte yandan güdüler ve duygulanımlar ahlak gelişiminde rol oynarken, bunlara büyük ölçüde düşünce kalıplanndaki değişimler aracılık eder." Lawrence Kohlberg, 1973

Freud'un çocukları "çok-biçimli (polimorf) sapkınlar" olarak adlandırması ünlüdür: Burada ileri sürülen fikir, sapkınlığın çeşitli biçimler alabileceğidir. Tüm gelişim psikologları şu akıldışı, mantıkdışı, benmerkezci bebeklerin nasıl olup da işlevlerini yerine getiren, akılcı, mantıklı erişkinler haline dönüşrük- lerini açıklamak gibi zorlu ve büyüleyici bir görevle karşı karşıyadırlar. Sekiz yaşındakiler, 6 yaşındakilerin anlayamadığı bir şeyi nasıl olup da anlamaktadır? Çocuklar çevrelerindeki dünyaya uyum sağlamayı nasıl öğrenir?

Gelişim psikologlarının muhtemelen en ünlüsü ve en etkilisi İsviçreli biyolog Jean Piaget'dir. Bugün hala üzerinde konuşulan, tartışılan ve eleştirilen dört evreli bir bilişsel gelişme kuramı geliştirmiştir.

Temel kaw Kuramın temel meselesi çocukların dünyaya nasıl uyum sağladığıdır. Uyum sağlama ve alışma süreçleri içinde büyümeyle ilgilenir. Kuramda birçok anahtar kavram bulunur. tlki şeemalardır. Şema, dünyayı anlamak ve bilmek için geçerli zihinsel ve fiziksel eylemleri anlatır. Şemalar dünyayı yorumlamamıza ve anlamamıza yarayan bilgi kategorileridir. Bir şema hem bilgi kategorisini hem de bu bilgiye erişme sürecini kapsar.

Deneyimler aracılığıyla, yeni bilgi önceden var olan şemaların uyarlanması, bunlara eklemeler yapılması ya da değiştirilmesinde kullanılır. Örneğin, çocuğun aklında bir ev hayvanı, diyelim ki, köpek hakkında bir şema olsun. Tek deneyimi büyük köpeklerle olmuşsa, çocuk tüm köpeklerin büyük, patırtıcı ve hatta saldırgan olduğuna inanıyor olabilir. Şimdi de, çocuğun minnacık bir

_ dönem

1929 1932

Piaget, The Chi/d's Conceptıon ofthe World

Piaget, The Moral Judgement of the Child

köpekle ilgilendiğini farz edelim. Bu durumda çocuktaki bu yeni enformasyon, önceden var olan şemayı bu yeni bilgiyi kapsayacak şekilde dönüştürecektir.

İkinci kavramsa, kişilerin toplumsal ve fiziksel çevredeki yeni fikirlerle baş etmek üzere nasıl değiştiğini ya da bunlara uyum sağladığını açıklayan düzenlemedir (accommodation). Üçüncü kavram özamlemedir (assimilation). Birey çevreyle kendi bilişsel şemaları çerçevesinde baş eder; yani, yeni bilgiyle, sahip olduğu bilgi temelinde ilgilenir. Eskiyi yeninin içine katar.

Bu da bizi dördüncü kavram olan dengelemeye (equilibrium) götürür. Çocuklar bilişsel gelişim evrelerinde ilerledikçe, önceki bilginin uygulanması (özümleme) ile davranışların yeni bilgiye uyacak şekilde değiştirilmesi (düzenleme) arasında bir denge kurmak önem kazanır. Dengeleme denen bu süreç, çocukların bir düşünce evresinden diğerine nasıl geçebildiğini açıklar. Hoşnutsuzluk yaratan dengesizlik durumuna bir son vermek için yeni bilgiyi ve becerileri kullanma motivasyonu hissederler. Sorunları bir sonraki evreye ilerleyerek çözerler.

Dört ee

  1. Duyusal-motor evre Bu evre doğumdan yaklaşık 2 yaşına kadar sürer. Zekftnın hareketlendiği evredir. Bebek nesneleri iterek, çekerek ve onlara dokunarak ve kendi çevresinde gezinerek birçok bilgi edinir. En temel kazanım, nesnenin kalıcılığı kavramı, yani çocuğun nesnelerin varlığından, onlar görüş alanlarında değilken de haberdar olmasıdır.

  2. İşlem öncesi evre Bu evre 2 yaşından 7 yaşına kadar sürer. Dil gelişimi ve oyunla beraber seyreder. Her şey hala kısmen büyülü ve gerçeklik tam değildir. Bu evredeki düşünme algılama ağırlıklıdır ve çocuk şeylerin her zaman göründüğü gibi olmadığının farkına varır. Bu evredeki çocuklar belli bir durumun yalnızca bir bölümüne dikkat ederler; buna odaklanma. (centration) denir ve korunma (conservation) çalışmalarında gösterildiği üzere hatalara yol açar. Korrunma, belli bir nesnenin, üzerinde birçok değişiklik yapılmasına karşın, birçok bakımdan aaynı kaldığının anlaşılmasıdır.

Kohlberg'in ahlaki gelişim kuramı ilk kez yayımlandı.

Piaget, Biology and Knowledge

Piaget ile ilgili kuşkular ve eleştiriler başladı.

"Bilmek asla gerçekliği kopyalamak anlamina gelmez, daha çok ona tepki göstermek ve onu dönüştürmek demektir." Jean Piaget, 1971

Piaget, ünlü deneyinde, çocuğa içinde aynı miktardasıvı bulunan, aynı büyüklük ve biçimde iki bardak verir.Çocuk iki bardakta da aynı miktarda su olduğunu kabuledince, bardaklardan birindeki suyun tümü daha uzun veince bir başka bardağa dökülür. lşlem öncesi dönemdekiçocuklar, bardakta açıkça aynı miktarda su olmasına kar-şın ya yeni kapta daha çok su olduğunu ("çünkü bu dahauzun") ya da ilk bardakta daha çok su olduğunu ("çünküdaha geniş") söylerler. Çünkü çocuk yalnızca bir boyuta

(uzunluk ya da genişlik) odaklanmıştır.

lşlem öncesi dönemdeki çocuklar geri dönüşlülük denen şeyden, yani önceden yapılan bir işlemi zihinde geri döndürmek ya da başa sarmaktan habersizdir. Algılamaya çok fazla güvenmenin dışında, işlem öncesi evredeki çocuklar benmerkezcilik de sergilerler: Bir konuda kendi düşünme yollarının tek yol olduğunu farz ederler.

  1. Somut işlemler evresi Bu evre, yaklaşık 7 ve 11 yaşları arasında yer alır. Burada çocuğun düşüncesi algısına daha az bağımlıdır ve birkaç mantık-ma- tematik işlemi de yapabilir. Bu işlemler +, -, +, x, >, < ve = gibi yaygın sembollerle gösterilen eylemleri kapsar. Bir şeyden "büyüktür" şeklindeki bir işlem, "küçüktür"le birlikte ele alınmalıdır. Çocuk, "A, B'den büyüktür"ün anlamını, bu cümlenin "B, A'dan küçüktür" cümlesiyle aynı anlama geldiğini anlamadan kavrayamaz. Ancak, bu evrede, çocuğun düşüncesi somut durumlara yönelir. Anlık gerçekliğin sınırlamalarından somut fikirlerin alanına kaçma kapasitesi ancak dördüncü evrede bulunur.

  2. Soyut (formel) işlemler evresi Bu son gelişim evresi çocuk 11 ya da 12 yaşındayken başlar. Bu evrede, dünyanın olası durumları (yalnızca olan değil) çerçevesinde de düşünme yetenekleri geliştirirler. Bir başka deyişle, soyut işlemler evresindeki bireyler, somut işlemler evresindekilere göre, fikirleri çok daha ileri boyutlarda ele alabilme yeteneği sergilerler. Bu evredeki çocuklar için düşünce, daima daha soyut, formel mantık kurallarını izleyen bir şeydir. Çok sayıda hipotez ileri sürebilirler, soyut önermelerde bulunabilirler, hatta "eğer" ve "o halde" adımlarına uygun mantık yürütebilirler.

Piaget'nin kuramı da eleştirilerden nasibini almış olmakla birlikte, çocukların, öğrenmeye hazır olduğu çeşitli evrelerde neler öğrenebildiklerini düşündürdüğü için etkisini bugüne kadar sürdürebilmiştir. Çocuklara bir şeylerin nasıl

öğretilebileceğine, özellikle de bunun, oyuncaklar ve etkinliklere dayalı aktif kendin-keşfet yöntemiyle nasıl yapılabileceğine dair fikir de vermektedir. Kuram aynı zamanda bir çocuğa ne öğretilmesi gerektiğini de söyler.

Evreler mi diziler mi? Hemen hemen tüm "ev-re"li kuramlarda -ister bilişsel/zihinsel evreler, ister kaybauyum sağlama evreleri olsun- iki temel varsayım vardır.tlki, evreler sürekli değil ayrıktır. Evre fikrinde birbirin-den uzak olmak vardır ve bir evrede yapabildiğimiz ya dainandığımız bir şey bir öncekinden ya da sonrakinden haylifarklı olabilir. Gelişimsel terimlerle konuşacak olursak, buda belli bir evreyi gösteren o yeteneklerin ya da bilişselkapasitelerin önceki evrelerde kesinlikle mevcut olmadığıanlamına gelir.

İkincisi, katı dizi kavramıdır. Bu da, kişinin evrelerden yada fazlardan kesinkes belirlenmiş bir düzen içinde geçmesi,hiçbirini atlamaması, hatta daha nadir görülse bile dahaönceki bir evreye gerilememesi gerektiği anlamına gelir.Psikolojik açıdan reaktif evrelerin kimi savunucularınagöre, kişi aslında ileri gidebildiği gibi "geri de gidebilir".Ancak, bu durum bilişsel gelişim literatüründe çok az gö-rülen bir olgudur.

Kanıtlar, bilişsel gelişimin köşe taşlarının ya da evreleri-nin, kuramcıların öne sürmeyi pek sevdikleri gibi kesinya da net olmadığını düşündürmekteyse de gelişimsel birdizi olduğu açıktır. Yedi yaşındakiler 4 yaşındakilerin be-ceremeyecekleri kavramlarda ustalaşabilirler. Gerçektende, eğitim uygulamalarının ve ebeveyn önerilerinin büyükbölümü, mantıksal gelişimsel evre berızeri diziler kavramıüzerinden ifade edilmektedir.

Güncel düşünce

Piaget'nin bilişsel evreleri üzerine yapılan yeni çalışmalar, onun ve çağdaş araştırmacılardan bazılarının çocukların yeteneklerini azımsadığını düşündürmektedir. Aynı zamanda, günümüz düşünürleri performans göstermek (bir görevi yapabilmek) ve kavramak (bir şey hakkında bilgi sahibi olmak) arasında ayrım yapmanın önemli olduğunu söylemektedirler. Çocukları test ettiğimizde, kuramın test edilmesi gereğini düşündürecek şekilde, kavrayışları genellikle performans yeteneklerinden daha fazla görünmektedir.

40 Sıraya Girmiş Ördekler

Arada sırada karşımıza, kendilerinin başka bir tür olduğunu "düşünen" hayvanlar hakkında haberler çıkar. Kendini kedi sanan köpekler; köpek gibi davranan koyunlar ve domuzlar; hatta insanları ana babaları olarak gören ördekler.

lorenz Bu olgunun en ünlü örneği, Nobel ödüllü bir bilim insanı ve hayvan davranışı bilimi olan etolojinin de önemli adlarından olan Konrad Lorenz'in ( 1907-89) çalışmalarında gösterilmiştir. Lorenz, kuluçka makinesinden çıkan boz kazın, özellikle de yaşamının ilk 36 saati içinde, gördüğü ilk hareket eden şeyi "mühürlediğini" keşfetmiştir. Bu sürece, İngilizcede mühürlemek (imprinting) anlamına gelen "damgalamak" (stamping in) adını vermiştir. Bu özel süre de kritik dönem olarak kabul edilmiştir. Kaz yavruları Lorenz'in siyah yürüyüş botlarını mühürleyip, diğerleri kendi annelerini izlerken, Lorenz'in peşine düşmüştür. Lorenz'i, arkasında yavrularla yürürken, hatta "çocuklarıyla" yüzerken gösteren çok hoş fotoğraflar vardır. Lorenz, onu mühürleyen küçük kargaların kendisine tombul kurtlar sunduğunu (genellikle de kulak deliğine) görmüştür. Bereket, küçük kargalar cinsel istekleri için, diğer küçük kargalara yönelmişlerdir; bu da, mühürlemenin kimi davranışları diğerlerinden daha fazla etkilediğini göstermiştir. Ördek yavruları ise, kırmızı balon, hatta karton kutu gibi cansız nesneleri mühürleyebilmektedir.

Yenidoğanların ebeveynlerini tanımaya başladığı bu olguya yavru mühürleme (filial imprinting) adı verilmektedir. Bu süreç, yavrunun daha dünyaya gelmeden ebeveynlerinin sesini ayırt etmesiyle başlar. Mühürlemenin öğrenilmiş değil, doğuştan ve içgüdüsel olduğu öne sürülmektedir. Bu, yaşam ve sağkalım için temel önemdedir. Ancak, doğuştan davranışlar bile öğrenmeyle değişikliğe uğrar. Yani, kediler fare tutmaya "fiziksel olarak bağlı" dahi olsalar, dönem

İÖ 1000 1871

Eski çiftçiler mühürlemeyihayvancılıkta kullandılar.

annelerinden fare yakalama sanatım öğrenmek zorundadır. Aynı şekilde, ötücü kuşlar ötebilir; ancak etrafındakilerden "ezgileri öğrenir".

Modem görüş, mühürlemeye ilk düşünüldüğünden çok daha "esnek" ve "hoşgörülü" bir süreç olarak bakma eğilimindedir. Uygun bir hedef (yani, sosyal bağlanma için bir "anne") olabilmek için, herhangi bir hayvanın ya da cansız nesnenin rahatlatıcı olması gerekir.

Deneysel mühürleme Mühürlemegörme, işitme ve koklama duyularını kapsayabilir. Esas olarak, mühürleme bir hayvan bireyin tür tercihini belirler. Dahası, hayvan stres altındayken mühürleme daha güçlüdür.

Bu kavram, anne babalarından öğrenme şansını kaybetmiş öksüz kuşların (akbabalar, kartallar, kazlar) eğitiminde yardımcı olarak kullanılır. Bu şekilde, minik ışıklı bir uçak kuşlara anne ya da baba kabul ettirilip, gerektiğinde geleneksel göç yolları için bunun takip edilmesi öğretilebilir.

Mühürlemenin işlevi akrabaların tanınmasını sağlamak ve sosyal bağlanmaya ve eş seçimine yardımcı olmaktır. Hayvanlar kendilerini koruyup besleyecek olan anne babalarını hemen tanımalıdır. Bu, yavru ile anne baba arasında güçlü sosyal bağlar kurulmasını garantileyen bir mekanizmadır.

Kritik dönem

Kritik döneme bazen duyarlı dönem de denir. Doğum sonrası yaşamın ilk zamanlarındaki belli bir süredir. Ördeklerde ve kazlarda yumurtadan çıktıktan sonraki ilk 24-48 saattir. Kedilerde 2-7 hafta, köpeklerde 2-1 O hafta ve primatlarda 6-12 aydır.

Mühürleme içgüdüyle öğrenmenin kesiştiği alandır. Yalnızca öğrenme değildir. Bu fikir

üç tür kanıtla desteklenmektedir. İlk olarak, mühürleme yalnızca sabit, kesin bir zaman penceresinde ortaya çıkar. Bu dönemden sonraki öğrenmenin farklı ve daha güçsüz etkileri vardır. İkincisi, mühürlenme işlemi geri dönüşsüzdür - şeyler unutulmaz, sabitlenir. Üçüncüsü, türe özgüdür. Aralarında ne gibi farklılıklar olursa olsun, belli bir türden tüm hayvanların başına gelir.

1900 1935 1957

dönem

İÖ 1000 1871

Eski çiftçiler mühürlemeyi hayvancılıkta kullandılar.

annelerinden fare yakalama sanatını öğrenmek zorundadır. Aynı şekilde, ötücü kuşlar ötebilir; ancak etrafındakilerden "ezgileri öğrenir".

Modem görüş, mühürlemeye ilk düşünüldüğünden çok daha "esnek" ve "hoşgörülü" bir süreç olarak bakma eğilimindedir. Uygun bir hedef (yani, sosyal bağlanma için bir "anne") olabilmek için, herhangi bir hayvanın ya da cansız nesnenin rahatlatıcı olması gerekir.

Deneysel mühürleme Mühürleme görme, işitme ve koklama duyularını kapsayabilir. Esas olarak, mühürleme bir hayvan bireyin tür tercihini belirler. Dahası, hayvan stres altındayken mühürleme daha güçlüdür.

Bu kavram, anne babalarından öğrenme şansını kaybetmiş öksüz kuşların (akbabalar, kartallar, kazlar) eğitiminde yardımcı olarak kullanılır. Bu şekilde, minik ışıklı bir uçak kuşlara anne ya da baba kabul ettirilip, gerektiğinde geleneksel göç yolları için bunun takip edilmesi öğretilebilir.

Mühürlemenin işlevi akrabaların tanınmasını sağlamak ve sosyal bağlanmaya ve eş seçimine yardımcı olmaktır. Hayvanlar kendilerini koruyup besleyecek olan anne babalarını hemen tanımalıdır. Bu, yavru ile anne baba arasında güçlü sosyal bağlar kurulmasını garantileyen bir mekanizmadır.

Kritik dönem

Kritik döneme bazen duyarlı dönem de denir. Doğum sonrası yaşamın ilk zamanlarındaki belli bir süredir. Ördeklerde ve kazlarda yumurtadan çıktıktan sonraki ilk 24-48 saattir. Kedilerde 2-7 hafta, köpeklerde 2-10 hafta ve primatlarda 6-12 aydır.

Mühürleme içgüdüyle öğrenmenin kesiştiği alandır. Yalnızca öğrenme değildir. Bu fikir

üç tür kanıtla desteklenmektedir. ilk olarak, mühürleme yalnızca sabit, kesin bir zaman penceresinde ortaya çıkar. Bu dönemden sonraki öğrenmenin farklı ve daha güçsüz etkileri vardır. İkincisi, mühürlenme işlemi geri dönüşsüzdür - şeyler unutulmaz, sabitlenir. Üçüncüsü, türe özgüdür. Aralarında ne gibi farklılıklar olursa olsun, belli bir türden tüm hayvanların başına gelir.

1900 1935 1957

"Tavuklar tarafından büyütülen su kuşu, cinsel bakımdan tavuk olarak mühürlenir." Konrad Lorenz, 1973

Cinsel mühürleme Buradaki fikre göre, bir hayvan, eğer kendi tü-ründen farklıysa, mühürlediği tür temelinde cinsel tercih geliştirmeye başlar,yani eş seçer. Kimi gözlemciler, bunun kısmen, insanların kauçuk ya da kürkgibi malzemelere, hatta ayakkabı gibi nesnelere karşı duydukları çok çeşitlive genellikle de tuhaf cinsel fetiş ilgilerini açıklayabileceğini öne sürmüştür.

Felaketle sonuçlanabilecek bir döl almayı bastırmak için geliştirilmiş tersbir cinsel mühürleme kalıbı da açıkça gözlenmiştir. Bu etki, yaşamlarınınilk birkaç yılında (yaklaşık 5-6 yaşına kadar) aynı ev içinde birlikte büyü-müş insanların, daha sonra birbirlerini cinsel bakımdan çekici bulmamalarışeklinde kendini gösterir. Öte yandan, doğumda birbirlerinden ayrılmış karşıcinsten kardeşler daha sonra bir araya gelirlerse, cinsel bakımdan birbirleriniçekici bulabilmektedir.

İnsanlara mühürleme Kuşlardaki mühürleme iyi anlaşılmış bir olgudur. Ancak, memelilerde daha nadir gözlenir. Primatlar pek de olgunlaşmamış bir beyinle, çok daha muhtaç ve "eksik" doğar. Anne her bakımdan en önemli tedarikçi ve koruyucu, bakıcı ve yoldaştır. Bağlanma ve büyüme çok daha uzun sürelere yayılır.

Kan pMerlerde mühürleme İnsanlar genellikle arkadaşlarının benzer "tiplerden" hoşlandıklarına dikkat eder. Bir erkek arkadaşınızın daima kısa boylu, siyah saçlı kız arkadaşları varken; kadın arkadaşınız da her daim uzun boylu, çilli adamların peşinden koşuyor olabilir. Freud'un geç dönem çalışmalarında ileri sürdüğü gibi, belki de bizler kendimize özellikle anne babalarımızı hatırlatan kişilere doğru çekiliriz (hatta onlar tarafından reddediliriz). Buradaki fikir de bir mühürleme kavramıdır: Belli ebeveyn özellikleriyle küçük yaşta karşılaşmak, daha sonra erişkinlikteki eş tercihlerimizi etkiler.

Yaşlı babaların kızları yaşlı partnerler seçer, farklı ırk ev!iliklerinin çocukları genellikle ırkına çekmediği ebeveyninin ırkından partner seçerler.


Yaşlı evli çiftlerde, genellikle karı kocayı iki kardeşe benzetmemize neden olan özellikler buluruz; aynı şeklide, uzun zamandır bir arada yaşamış olan köpek ile sahibi arasında da hem komik hem de dokunaklı bir benzerllk olduğu dikkatimizi çekebilir." Konrad Lorenz, 1954

Faza-evreye göre öğrenme

Bir kişinin yaşamında öğrenme açısından kritik dönemler var görünmektedir; işte "mühürleme" terimi de, yaşamın belli bir evresinde ortaya çıkan her türden öğrenmeyi tanımlamak için kullanılmaktadır. ikinci dil öğrenimi için, kritik dönemler olduğuna dair kanıtlar çoğalmaktadır. Beş yaşına kadar olan dönem, başka dillerin akıcı bir şekilde öğrenilmesi için en iyi dönem gibi görünmektedir. Dolayısıyla, herhangi bir (nadir ve şanssız) kişi ergenliğe erişmeden önce herhangi bir dille temas etmezse, görünüşe göre yaşamının sonraki döneminde "anadilinin" sözdizimini asla ge

rektiği gibi öğrenemeyecektir. ikinci bir dil öğrenmek için "biyolojik fırsat penceresi" fikrine de epey karşı çıkılmıştır. Kimileri kritik dönemin yalnızca doğru telaffuz için geçerli olduğunu öne sürerken, diğerleri hem sözdizimi hem de sözcük haznesi için geçerliliğine inanır. Kimilerine göre, müzikal yeteneklerin ve kompozisyon becerisinin kazanılması ve bu konuda kesinlikle bir tercih gelişmesi için bile bir kritik dönem olabilir. Dahası, toplumsal becerilerin ve duygusal zekanın kazanılması da ergenlik civarındaki kritik dönemi işaret ediyor görünmektedir.

Kız evlatlar babalarına, erkek evlatlar ise annelerine benzeyen parmerler seçerler. Aynı şekilde, insanlar benzer göz ve saç renginde insanları seçerler.

İnsanlardaki mühürleme etkisi bir tür sosyal öğrenme biçimidir. Bunun belli bir evre ya da yaşta mı ortaya çıktığı yoksa herkes için mi geçerli olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Mutlaka bebeklikte ortaya çıkması gerekmez.

"insanlar gönüllerinden geçeni yapmakta serbest olduklarında, genellikle birbirlerini taklit ederler." Eric Hoffer, 1955

>> fikrin özü

Yavru ördekler kelimenin tam anlamıyla “kimle birlikteyseler onu sevmeyi” öğrenirler.

41 Tabula Rasa

"Marksizmin ve komünist doktrinlerin en temel görüşlerinden biri, in-sanlann kişiliklerinin kendi ekonomik sınıftan ve sınıf savaşı içindekirolleri tarafından şekillendirildiğidir ve anlaşılabileceği gibi, bu oldukçaçevreci bir yaklaşımdır." George Albee, 1982

Tabula rasa ya da boş levha hipotezi, insanların dünyaya gelirken daha sonragelişecek ya da ortaya çıkacak hiçbir genetik, doğuştan ya da evrimsel içerik yada süreç taşımadığını ileri sürer. İnsanlar daha çok, üzerine bir şeyler yazılacakya da veri yüklenecek boş bir levha, yazılmamış bir diske benzer. Böylece de,kim olduklarını neye dönüşeceklerini ve neye inanacaklarını kişisel deneyim-leri belirleyecektir.

Tarihçe Gerek Aristo gerek Akinolu Thomas, "doğacı" ya da "kalıtsalcı"okullara karşı, bu radikal "terbiyeci" ya da "çevreci" düşünce okulunu benim-sedi. Bu görüşe temel karşı çıkışsa, insan aklının ya da ruhunun göklerdeki

bazı gelişmiş biçimlerde "önceden var olduğu" görüşünü savunanPlatoncu okuldan geldi. Çağdaş kavramsa, zihnin doğumda üze-rinde edineceği ya da depolayacağı herhangi bir bilgi ya da süreçbulunmaksızın bomboş beyaz bir halde ve aynı zamanda da öncedenbelirlenmiş ya da doğuştan gelen güdülerden de özgür olduğunu dü-şünen 17. yüzyıl ampirik filozofu John Locke'a dayandırılmaktadır.

Bu anlamda, insanlar kendi kaderlerini ve kimliklerini yaratmakta özgürdürler. Yani kendi gemilerinin kaptanıdırlar, kaderlerinin efendisidirler, kendi zihinlerinin... ve kaderlerinin yazarıdırlar.

Tabula rasa tartışmaları bir bakıma, doğa mı çevre mi ikilemiyle şekillendi. Psikolojiyi anti-tabula rasa geleneğinin güçlü savunucusu olan öjenik hareket gibi güçlü hareketlerle böldü. Aslında, görüşler aşırı uçlar arasında sarkaç gibi salınıp durmaktadır. Yani toplumsal cinsiyet kimliği, eşcinsellik vb. neredeyse

dönem

"Ağaç yaşken eğilir." Atasözü

İö 300 1700

Aristo, kavramı tanımladı.

Locke'un "özgür yazar fikri

tamamen genetikle belirlenmiş ya da tamamen "toplumsal olarak oluşturulmuş" durumlar olarak görülmektedir.

Birçoğuna göre, doğa ile çevreyi birbirinden ayırmak olanaksızdır. Yine de, genellikle determinizme karşı özgür irade çatışması, tabula rasa tartışmalarının zeminini oluşturmaktadır.

İnsan doğası rndd İnanışlar Jeremy Bentham(1748-1832) insanı aydınlanmış öz çıkarları bağlamında seçimleryapıp kararlar veren ussal bir varlık olarak nitelendirir. Öte yandan,Gustave Le Bon ( 1841-1931) kalabalık içindeki insanın usdışılığınıve düşüncesizliğini vurgulamıştır. Thomas Hobbes (1588-1679)insanı savaşımları güçlü bir yönetim tarafından gemlenmesi ge-reken bencil, tekinsiz ve kaba saba bir varlık olarak görür. JeanJacques Rousseau ( 1712-78) ise, uygarlığın getirdiği kısıtlamaları,doğal insanın soyluluğunu, "soylu vahşi"yi mahveden güç olarakdüşünmüştür.

"Tabula rasa üzerine yazılmış ilk mesajların en zor silinebilenler olması şart değildir."

Jerome Kagan, 1976

Deneysel ve toplumsal psikologlar "rn doğasına ilişkin çeşitli felsefelerin" be-lirleyicilerini, yapısını ve sonuçlarını tanımlaya çalıştılar. Bir psikolog insandoğası hakkında altı temel inanç (ve bunların karşıtları) olduğunu ileri sürdü.llk olarak, insanlar temelde güvenilir, ahlaklı ve sorumluluk sahibidirler (ya dadeğildirler). !kincisi, insanlar yaptıklarının sonuçlarını denetleyebilir ve ken-dilerini anlayabilirler ya da öz-belirlemeden yoksun ve usdışıdırlar. Üçüncüsü,insanlar özgeci ve diğerkfun olup başkalarıyla samimi olarak ilgilenirler ya da

bunun tam tersi özelliktedirler. Dördüncüsü, insanlar grup baskı-larına karşı inançlarını savunabilirler ya da grup ve toplum baskısıkarşısında pes ederler. Beşincisi, kişilikleri ve ilgi alanları birbirindenfarklıdır ve zamanla değişebilirler ya da değiştirilemezler. Altıncısı,insanlar ık ve anlaşılması güç ya da basit ve anlaşılması kolayvarlıklardır. Bütün bunlar iki boyuta indirgenebilir: genelde birbirin-den bağımsız olan olumlu-olumsuz (irade gücü, güven, bağımsızlık,özgecilik) ve çok katmanlı (değişkenlik ve karmaşıklık).

"Hırsız ve katil de, tıpkı bir hayırsever gibi kendi doğasım izler."

T. H. Huxley, 1873

19. yüzyıl 1960'lar 2002

Tüm davranışların nedeni olarak öjenik

Tabula rasa çevrecilik enparlak çeğında

Pinker, Boş Sayfa

Doğa her zaman eöitlmden daha güçlü olmuştur." Voltaire, 1739

Biyoloji, evrim ve oş levha Tabula rasa durumuna en net veen yüksekten karşı çıkış, evrim psikologlarından gelmiştir. Evrim psi-kologları, siyasal zorunluluklar tarafından güdüldüğünü düşündükleri
rasa ve soylu vahşi mitini bilimsel gerçeklik taşımadığını söyle-yerek küçümserler. Determinizm ya da eşitsizlik kavramlarından ya daher ikisinden birden korkan ya da bunlardan hoşlanmayan insanlar,

evrimin karşı konulmaz ve güçlü kanıtlarını inkar etmektedirler.

Evrim psikolojisinin konumu son derece açıktır: İnsan denen varlık (beden ve akıl) doğal seçilimle belli şekillerde davranmak üzere tasarlanmıştır.

insan doğasının politikası

Siyasal nitelikli yazılarda insan doğasının kökenleri hakkında hem açık hem örtülü inanışlar açığa vurulmaktadır. Bu çerçevede, komünizm insan doğasının bencil, rekabetçi ve kendini büyüten yönlerini doğal değil, sosyoekonomik ve siyasal koşulların ürünü olarak görür. Aynı şekilde, liberalizm de tüm insanların tam özgürlük için güçlü bir arzu duyduklarını farz ederken, tutucular insanların doğuştan bencil, saldırgan ve anarşik olduklarına inandıkları olumsuz bir insan görüşüne sahiptirler.

insan doğasının özelliklerine dair inanışlar, bir insanın siyasal yönelimiyle, tahmin edilebilir ve mantıksal şekilde kuvvetli bir bağlılık gösterir mi? Sözgelimi, ele alınan özellik açısından büyük farklılıklar söz konusu olmasına rağmen (örneğin, fiziksel özelliklere karşılık kişilik), sol görüşlüler çoğu insan özelliğinin kökenini çevreye bağlama eğilimindeyken, sağ görüşlüler genetik etmenlere bağlama eğilimindedirler. Böylece, kişinin siyasal yönelimini, doğa-çevre konusu vesaire hakkındaki görüşlerini sorarak anlamak mümkün olabilir.

Beyin evrimsel uyumun ürünüdür. Bizler "fiziksel olarak bağlı" varlıklar olduğumuzdan, bu anlamda belli şekillerde davnmak "kaderimizdir". "Çıplak maymunlar" olmaktan kurtulamayız. Tam da bu yüzden, çocukluk çağında "şeker düşkünlüğümüz" vardır.

Eş seçiminin aslen üretkenlikle ilgili olduğu görüşü ileri sürülmektedir. Buna göre, bizler sağlıklı çocuklar yaratıp, genlerimizin devamlılığını garantileyebileceğimiz insanları bulmak üzere hazırlanmış varlıklarızdır. Dolayısıyla, erkekler esasen çocuk dünyaya getirme yeteneği olan kadınları çekici bulurlar. Beden ölçüleri (beden kütle endeksi) ve biçim (bel-kalça oranı ve bacak-beden oranı) doğurganlık için temel önemde belirtilerdir. Erkekler gençlik ve sağlık peşinde koşmaya "programlanmışlardır". Dolayısıyla, onlar için iri gözler, pürüzsüz ten, simetri, sarışınlık (yalnızca beyaz ırk için) da önemlidir. Kadınlarsa, sağlık, başatlık ve refah belirtilerine önem verirler. Uzun boylu, geniş omuzlu ve geniş çeneli ama dar kalçalı erkekler ararlar. Derin sesli ve sosyal zeka belirtisi gösteren erkeklere çekim duyarlar. Varlıklı olmak da önemlidir, çünkü kadınlar bunu küçük çocuklarına bakmak için bir kaynak olarak görürler.

"Bana bir düzine sağlıklı, iyi gelişmiş bebek ve onları kendi dünyamda yetiştirmem için izin verin; içlerinden rastgele seçilecek herhangi birini allp kendi istediğim herhangi bir dalda uzman olarak -yetenekleri, eğlllmlerl, tutkulan, kapasiteleri, uğraşlları ve atalarımın ırkı ne olursa olsun, doktor, avukat, sanatçı, büyük tüccar ve hatta dilenci, -h1rsız olarak yetiştireceğime garanti veririm."

J. Watson, 1930

Evrim psikologlarının gözünde, bizler eşleşme kalitesini saptayacak şekilde tasarlanmış varlıklarız. Erkekler bilinçsizce, üreme potansiyellerinin doruğundaki kadınlara çekilirler. Evrim psikolojisi şemasına göre, kadınlar "saptama" sorunlarını, çekicilik gibi diğer konular karşısında yüksek statü tercihi geliştirerek (özellikle uzun süreli ilişkilerde) çözerler. Çünkü erkeğin statüsü ne kadar yüksekse, kaynaklar üzerindeki kontrolü o kadar fazladır. Yüksek statü, çoğu toplumda zenginlik ve güçle ilişkilidir; başlı başına arzu edilir özellikler olan zeka, duygusal denge ve dürüstlükle de ilişkili olabilir. Sonuç olarak, erkekler arasındaki kadınların dikkatini çekme rekabeti, kaynaklara dair ipuçlarına sahip olmak ve bunları sergilemek üzerinde yoğunlaşır. Erkeklerde güzellik, kimilerinin alaycı bir şekilde ifade ettiği gibi ancak "cüzdan kadar önemli" bir konudur.

Öte yandan erkekler, kadınlarda doruk üretkenlik potansiyelini saptama sorununu, statü gibi özellikler yerine, yüksek üretkenlik potansiyeli, gençlik ya da doğurganlık gibi özellikleri gösterenleri tercih ederek çözmektedirler. Bu özellikler dolgun dudaklar, pürüzsüz ve parlak ten, parlak saçlar, kas yapısının sağlamlığı ve bedendeki yağ dağılımı ile gençlik saçan bir yürüyüş, canlı bir yüz ifadesi ve yüksek enerji düzeyidir. Hem kadınlar hem de erkekler bir partnerde aynı nitelikleri arıyor olabilirler (çekicilik, statü, duygusal denge gibi), ancak bu özellikleri kendi evrimsel yeteneklerine göre farklı değerlendirirler.

>> fikrin özü

Doğduğumuzda zihnimiz boş bir levha mıdır?

42 Aç Kal

"Eminim, hayvanların yüksek sinir etkinlikleri üzerine yapılan deneylerde, insanların eğitilmesi ve kendini eğitmesi hakkında pek de küçümsenmeyecek yönlendirici çıkarsamalar elde edeceğimize olan inancımı açıklarsam, acelecilik etmiş sayılmam. " l. Pavlov, 1928

Sirk hayvanları, terbiyecilerinin "emirlerine" uyarak çeşitli numaralar yapma yeteneği ve görünür hevesleriyle, bir zamanlar büyüklerimizi eğlendiriyordu. İnsanlar halen fokların, yunusların, hatta katil balinaların halka açık büyük akvaryumlarda numaralar yapmasına bayılır. Burada sorulması gereken, bu hayvanlara böylesi ilginç ve eğlendirici görevleri yapmanın nasıl öğretildiğidir.

Köpekler ve ziler Şartlı refleksi keşfeden Nobel Ödülü sahibi Rus fizyolog lvan Pavlov'dur (1849-1936). Ortaya attığı kavram, ünlü "Pavlov'un köpeği" örneği sayesinde halka mal olmuştur. Her köpek acıktığında ve en sevdiği yemek gösterildiğinde ya da koklatıldığında ağzından salyalar akıtır. Bu, tümüyle yeme ve hazmetme işleminin kolaylaştırılması için tasarlanmış doğal bir reflekstir. Pavlov, ilk olarak etkili hazmetme için yemek hazırlamak amacıyla köpeklerin tükürük salgılamasını nitelik ve miktar bakımından ölçmek üzere bir çalışma yaptı. Pavlov, köpek eti gördükten hemen sonra birkaç kez zil çalarsa, ortada et olmadan da zili çaldığında aynı etkiyi yarattığını buldu. Zil kendi başına fizyolojik sindirim sistemini harekete geçiriyordu. Aynı süreç, her tür besin ve farklı seslerle uygulandığında insanlar için de işliyordu. Koşullanma, şartlı olmayan uyaran (yiyecek) şartlı uyaranla (zil) hemen hemen eşzamanlı olarak ve her iki uyaran da güçlü ve yoğun (büyük, kanlı bir biftek ve yüksek zil sesi) şekilde uygulanırsa daha iyi işler.

*am Şartlı refleks, özel koşullar altında ve kayıtsız (ya da ilgisiz) uyaran genellikle belli bir yanıt üreten özel bir uyaranla eşleştirildiğinde ya da

dönem

1870’ler 1940’lar

Pavlov koşullanmayı ortaya koydu.

Skinner fikri önemli ölçüdegenişletti.

birleştirildiğinde ortaya çıkar. Bu eylem birkaç kez yinelendiğinde, kayıtsız uyaran kendi başına o özel yanıtı üretme gücü kazanır. Bu, refleksi yaratan şartlı uyarandır: şartlı yanıtı tetikleyen kayıtsız uyaran. Refleksi korumak için, ilişkinin sıkılaştırılması gereklidir; zil tekrar tekrar, ancak et olmaksızın çalarsa, yanıtın ortaya çıkma olasılığı azalır. Demek ki:

  • besin şartlı olmayan uyarandır

  • besine yanıt olarak salya salgılanması şartsız reflekstir

  • zil sesi şartlı uyarandır

  • tek başına zil sesi uyaranına karşılık olarak salya salgılanması şartlı reflekstir.

Şartlı yanıt belli bir davranışın ortaya çıkma olasılığını kışkırtıp artırabilir yada o davranışı önlemeye çalışarak azaltabilir. Sonuçlar net ve mantığa uygun-

dur: Koşullanmanın gücü her denemede artar, ancak her deneme pekiştirme

bakımından bir öncekinden daha az etkili olur. Başka şekilde ifade edecek

olursak, bir süre sonra pekiştirmenin gücü azalır.

Şu batıl mı* Psikologların "batıl inançlı davranış"dedikleri şeyi ortaya koyan ünlü bir öykü vardır. Bir hayvan psikoloğunun güvercin dolu bir laboratuvarı vardı. Güvercinlerin farklı

Sopasmı sakınan oğlunu harcar." Atasözü

Sönümlenme

Öte yandan, koşullanma değişebilir. Yaratıldığı kadar kolay ortadan kaldırılabilir de. Bu, deneysel sönümlenme olarak adlandırılan şekilde ve pekiştirilmiş denemeler sonucunda ortaya çıkar. Zamanla, eğer zilden sonra yemek gelmezse, köpek zil sesine yanıt olarak ağzından salyalar akıtmaktan vazgeçecektir. Ancak, salya yanıtı kaybolduğunda,

koşullandırma konumuna geri dönülerek yanıt tekrar ortaya çıkarılabilir. Aslında, görünürdeki sönümlenmeden sonra dahi, pekiştirme denemeleri başlar başlamaz kısa sürede geri dönüş sağlanır. Dahası, sönümlenmiş bir yanıt, bir dinlenme süresinden sonra tekrar görülebilir. Buna da kendiliğinden geri dönüş denir.

1944 1958 1969

Dikkatler cezalandırma üzerinde yoOunlaşmaya başladı.

Sistematik duyarsızlaştırma fikri ortaya atıldı.

Jahoda, The Psychology of Superstition

renkleri ve şekilleri tanıyıp ayırt edebildikleri gösterilmişti. Hayvanlar bildik "doğru yanıt ver, beslen" numarasına oldukça alışmışlardı.

Bir hafta sonu, araştırmacı eve giderken bir sıra güvercinin kafesindeki otomatik yem verme makinesinin zamanlayıcısını kapatmayı unuttu. Dolayısıyla, yarım saat sonra makine yemliği lezzetli yemlerle dolduruverdi. Doğal olarak, kuşlar bunu yaptıkları şeyin ödülü kabul ettiler. Ardından her 30 dakikada bir aynı davranışı gösterdiler ve ödüllerini aldılar. Böylece, kuşlar bu sıklıkta "numaralarını yapmaya" hazırdılar. Kimi kafesi gagaladı, kimi iki kanadını kaldırdı, kimi kafesin dibinde döndü, kimi de mutlu mutlu guruldadı. Yem koşulsuz geliyordu, ama güvercinler "ilişkiyi" ve nedensel bağlantıyı "anlamış" ve bunun ödül olarak geldiğine inanmıştı.

"Açıktır ki, herhangi bir türden eğitim, terbiye ve disipline dayalı farklı alışkanlık türleri, uzun bir şartlı refleksler zincirinden başka bir şey değildir."

1. Pavlov, 1928

Bir başka ünlü çalışmada, 3 ila 6 yaşındaki çocuklar üzerindekideneyi düzenleyenler, ortama bilye koymak için bir plastik kutuve Bobo adlı, çocukların boyu kadar bir mekanik palyaço getir-diler. Deneyin başında, her çocuğun kazanmak istediği küçük biroyuncağı seçmesine izin verildi. Daha sonra Bobo çocuklara tanı-tılarak, arada sırada palyaçonun bir bilye çıkaracağı, çocuğun dabunu plastik kutuya koyması gerektiği söylendi. Yeterli sayıda bilyetoplandığında çocuk oyuncağı almaya hak kazanacaktı. Bobo, ço-cuğun davranışından bağımsız olarak belli bir çizelgeye göre bilyeçıkarmaya programlanmıştı. Çocuklar altı gün boyunca her gün8'er dakika süreyle aynalı cam ardından gözlemlendi. Sonuçlarçocukların yüzde 75'inin fark edilir bir batıl yanıt geliştirdiğinigösterdi. Kimi çocuklar Bobo'nun önünde oturup ona yüzünü ek-şitti; kimi yüzüne ya da burnuna dokundu; kimi de kımıldandı ya

da kalçalarını kıvırdı. Kızlardan biri Bobo'ya gülümserken, diğeri burnuna bir

öpücük kondurdu. Her durumda çocuklar bu davranışları birkaç oturumdatekrarladılar. Tümü de bilyelerin kendi davranışlarının sonucunda geldiğineinanmıştı. Yani klasik olarak koşullanmışlardı.

Müziğin Ücü Reklamcılar insanların bazı ezgileri belli olaylarla, ruh halleriyle ve ürünlerle ilişkilendirdiğini ve bunun da alışveriş davranışlarındaki olasılıkları etkilediğini iyi bilirler. Gerçekten de insanlar, arkadaki müziği tam olarak fark etmeseler bile, müzikal ipuçlarından etkileniyor olabilirler.

Müzik üzerine bir çalışmada, psikologlar müşterilere geleneksel Fransız mü-ziği (akordeon) ya da geleneksel Alman müziği (Bierkeller nefesli orkestrası- "umpah") dinlettiler ve deneye ait şarap raflarından şarap satışlarını izledi-ler. Raflarda Fransız ve Alman şarapları vardı ve hem fiyatları hem de tatlarıdenkti. Fransız müziği çalınan günlerde satılan şarapların yüzde 77'si Fransız,Alman müzik günlerindeyse yüzde 73'ü Alman markaları oldu. İnsanlar çalı-nan müzikle uyumsuz şarap yerine, bundan üç ya da dört kat daha fazla, çalınanmüzikle uyumlu şarap satın alma eğilimi gösterdiler.

Şartlı korku Klasik koşullanma davranışlar kadar duyguları da etkiler.Bir hayvanı belli bir sinyale yanıt vermeye koşullandırdıktan sonra, bu yanıtıelektrik şoku ya da soğuk duş gibi tatsız bir olayla ilişkilendirerek bastırabiliriz.İnsanlarda ise, fobik yanıtları koşullandırmayla ortaya çıkarmak ya da tedavietmek mümkündür. Küçük bir çocuğun kedilerden korkması için bir kedininsesini duyduğu, kediyi gördüğü ya da ona dokunduğu an bağırıp çağırmak ye-terli olabilir. Bu, oldukça kısa sürede "felinofobi" gelişmesiyle sonuçlanacaktır.Öte yandan, çocuk azar azar ve her seferinde ödüllendirici bir uyaranla kediyeyaklaştırılarak bu durum ortadan kaldırılabilir.

Sistematik duyarsızlaştırma, ilk kez yeni-davranışçı Joseph Wolfe (1958) ta-rafından tanımlanmış ve kapalı yer ya da herkes içinde konuşma korkusu gibi

kaygılarından bahseden danışanlar için yararlı bulunmuştur.Terapist danışanlarını rahatlatmaya çalışırken, bir yandan da,zihinlerinde özellikle kendilerini endişelendiren kaygı yaratıcısahneler canlandırmalarını istemiştir. Rahatlama ve kaygıylayüzleşmenin eşleştirilmesi, "karşılıklı inhibisyon" süreciyle bukorkuların azalmasını sağlamıştır. Danışanlar kaygı yaratanuyaranla karşılaştıklarında rahatlama haline geçebilirlerse,uyaran da gücünü kaybedecektir.

"Düşünmeden öğrenmenin yararı yoktur. Öğrenmeden düşünmek ise tehlikelidir.”

Konfüçyüs, 551 479

>> fikrin özü

Tepkiler öğrenilebilir

43 Davranışçılık

"Davranışçı, tüm ortaçağ kavramlarını bir kenara atar. Sözlüğünden duyum, algı, imge, arzular hatta düşünme ve duygu gibi tüm öznel terimleri de atar." J. B. Watson, 1926

Davranışçılığın tarihi

Davranışçılık 100 yıl kadar psikolojide egemen bir güç oldu. Ivan Pavlov'dan (1849-1936) insanların özgür iradesinin ya da ahlaki otonomisinin olduğunu reddeden B. F. Skinner'a (1904-90) kadar, davranışçılık birbirinden pek az farklı biçimlerde 50 yıl boyunca psikoloji düşüncesine ve araştırmalarına hâkim oldu.

Davranışçılar gestalt psikologlarının, psikanalistlerin ve hümanist psikologların büyük düşmanıydılar. John B. Watson gibi ilk davranışçılar "introspeksiyon (iç gözlem)" dedikleri

şeyi terk ettiler. Davranışçılık {yalnızca) gözlenebilen ve güvenilir şekilde ölçülebilenin, yani davranışın bilimiydi. Naif ampirizmi yüceltiyordu.

Davranışçılık, temel ölçütleri, inançları ve aksiyomları olan bir ideolojidir {birçok Hizm" gibi). Kuramları gösterebilmek için gözlemlenebilir davranışsa! kanıtlara gereksinimimiz vardır. Yani, her biriyle ilişkili özel davranışı gözlemleyip ölçmeksizin, iki zihin durumunu {tutumlar, inançlar, değerler vb.) bilemez ya da birbirinden ayıramayız.

Felsefe Davranışçılığın felsefi kökenleri mantıksal pozitivizm ve İngiliz ampirizmi gibi çeşitli felsefi hareketlere dayanır. Mantıksal pozitivistler, zihinsel kavramların aslında davranışsal eğilimlere karşılık geldiğini, dolayısıyla da davranışsal zeminde belirlenebileceğini ve belirlenmesi gerektiğini savunan doğrulama ilkesinde ısrarcıdırlar. İngiliz ampiristleri ise, dünyayı -yalnızca- deney ve gözlemle anladığımızda ısrarcıdırlar. Aynı zamanda, insanların, çevreleri ve hatta diğer insanlar hakkında deneyimler (ya da uyaranlar) ve fikirler (ya da davranışlar) arasında ilişki kuran öğrenmeyle bilgi edindiğine inanırlar. Buna göre, insanlar dünyanın nedensel yapısını klasik ilişkilendir-

, melerle anlarlar.

donem

1913 1927

Kendi anladıkları anlamda psikolojinin, davranış psikolojisi olduğunu (kesin-likle zihin, kalp ya da ruh bilimi değil} iddia eden davranışçılar, psikolojiksüreçleri inançlar ya da anılar gibi iç zihinsel olaylara bakmaksızın anlayabi-leceğimizi savunurlar. İçsel hale ilişkin dilin psikolojiden bütünüyle çıkarılıp

kesinkes davranışsal kavramlarla yer değiştirmesi gerektiği görüşünün ateşli

savunucularıdırlar. Davranışçılık, fizik ya da hayvanbilim gibi doğal bir bilim

olarak görülmeyi ister.

Doğal olarak, yıllar içinde birbirinden hafifçe farklı versiyonlargelişmiştir. Örneğin, klasik ya da fizyolojik davranışçılık vardır.Bu da kendi dilini geliştirmiştir. Köpekler ya da kediler yalnızcabir görevi yerine getirdikten sonra -bir ses duyulduğunda ya dabir ışık yandığında bir kolu itmek ya da belli bir hareket yap-mak- beslendiklerinde, bu davranışı tekrarlama eğilimindedir.Bu durumda, ses ya da ışık, ayırt ettirici uyaran, hareket etme yada kolu itmek yanıt; besin güçlendirici ve tekrarlanan eylemlerde öğrenme öyküsüdür.

Metodolojik davranışçılık, kabul edilir, ampirik, bilimsel bir araştır-manın nasıl yapılacağına ilişkin doktrindir. Her türden iç zihinselolaylar tutarsız özel öğelerdir. Davranışçılık, genellikle, "davra-nışın deneysel analizi" teriminden memnuniyet duyar. Nitekim

Kanımca, davranışın bilimsel analizi, kişinin davranışının, olayı başlatan fail olarak kişinin kendisi tarafından değil, genetik ve çevresel tarihi tarafından

denetlendiğini kabul eder."

B. F. Skinner, 1974

tam da bu adı taşıyan dernekler kurulmuş, akademik dergiler yayımlanmıştır.

Belki de hepsinden çok, B. F. Skinner'ın radikal davranışçılığı bilinir. Skinner davranışçı ütopyalar üzerine romanlar yazmış ve kızını da inanışının sıkı ilkelerine göre yetiştirmiş inançlı bir savunucudur. Radikal davranışçılık, zihin hallerinin varlığına ve "deneyimlenmesine" izin vermez. Davranışçılığın bu çeşidi, duyguların davranışlara neden olmasına da izin vermeyecektir - daha ziyade kimi davranışlar duyguların kendilerini gösterme halleridir.

Davranışçılar, iyi planlanmış pekiştirme çizelgeleriyle biçimlendirilebildiğini öne sürdükleri, çok özgül tanımlanabilir davranışlara odaklanma eğilimindedirler. Ancak, kimileri, kişisel pekiştirme tarihimizin ürünleri olmaktan daha fazlası olduğumuzu kabule hazırdır. Buna göre bizler aynı zamanda kişisel

1938 1950’ler 1977

Skinner, The Behaviour of Organisms

Davranışçılığın üst noktası

Bandura, Social Learning Theory

biyolojik etmenlerimiz ve kimi durumlarda da, aslında klanımızın ya da grubumuzun ortak davranışları olan kültür tarafından etkileniriz.

Davranışçılar dernekler kurmuş, dergiler çıkarmışlardır. Elbette, kaçınılmaz olarak, davranış terapisi denen özel bir terapi tütünü tavsiye etmişlerdir. Bu, belli sorunları olan "normal" erişkinler kadar, zihinsel hastalığı olanların ve sorunlu çocukların tedavisinde de kullanılmıştır.

Özgürük ve onunm ötesi B. F. Skinner -belki de en bilinen, sesi en güçlü çıkan ve en açık düşünen davranışçı- Beyond Freetm and Dignity [Özgürlük ve Onurun Ötesi] adlı popüler bir kitap yazdı. Skinner, insanın kafasının içinde bir homuuncullus, yani "küçük insan" (belki de zihin ya da irade ya da ruh) olduğuna inanan zihinselcilerden nefret ediyordu.

Skinner'ın davranışçılığı determinist ve teknolojikti. Dahası, davranışçılığın nüfus artışı, savaş gibi sosyal sorunların çözümüne bütünüyle yardımcı bir güç olabileceğine inanıyordu. Tüm belirsiz ve yararsız kişisel özgürlük ve onur laflarından vazgeçmemizi istiyordu; çünkü ona göre, bütün bunlar yanlış düşünme tarzıydı.

Skinner özgür iradeye ve dolayısıyla, insanların belli eylemlerinden ötürü övgü alabileceğine ya da suçlanabileceğine ya da böyle olmasına gerektiğine inanmazdı. Tüm davranışlarımız pekiştirme geçmişimiz tarafından şekillendirilir. Yine, insanların kendi davranışları hakkında öz.gür seçimleri olduğunu farz ettiğinden, cezaya da inanmıyordu. Bir kişinin belli bir şekilde davranmak üz.ere eğitildiğini, buna zorlandığını görürsek, öz.gür iradelerinin daha az olduğunu düşünüp, övülmeye ya da suçlanmaya daha az değer olduklarına inanırız. Ne var ki, davranışlarımız böyle biçimlendirilir.

Skinner davranışçılığın kara kutu ya da "boş bir organizma" psikolojisi olduğu fikrine karşı çıkar. Ancak, kendi çevremizin, öğrendiklerimizin ve daha da özel olarak, kendi pekiştirme çizelgemiz.in ürünleri olduğumuz konusunda nettir.

Sosyal Öğrenme Albert Bandura ( 1925), saf ya da radikal dav

ranışçılıktan köken alan sosyal bilişsel kuramı ya da sosyal öğrenme kuramını geliştirdi. Tüm davranışçılar gibi, bir kişinin davranışını, ancak ve ancak o kp şinin seçerek ya da rastlantısal olarak kendini içinde bulduğu sosyal ve fiziksel bağlamı ya da çevreyi dikkate alarak anlayabileceğimize (böylece de tahmin edebileceğimize) inanarak, sosyal öğrenmenin rolünü vurguladı.

Bu konuya ilişkin çok sayıda önemli kavram bulunmaktadır. ilkigözlemsel öğrenme ya da modellemedir. Buradaki fikre göre, bizlergenellikle model olarak davrananları gözlemleyerek ve ardından dataklit ederek öğreniriz. Böylece de, diğerlerinin yaptıkları nedeniyleödüllendirildiğini ya da cezalandırıldığını gördükçe, dolaylı bir pe-kiştirme edinmiş oluruz. Televizyonun ve filmlerin belli ödüller içinbelli şeyler yapan çekici, güven uyandıran oyuncular üzerinden dav-ranışları değiştirmesi de böyle bir güçtür.

"Davramşçıhk, kesin şekilde ve kısaca, psikolojiyi takmayan psikoloji olarak tammlanabllir." G. D. Martin, 1976

Sosyal öğrenme kuramının merkezinde, bireyin belli bir durum ya da belli bir görevle baş etme ya da bu konuda başarılı olma açısından kendi yeteneğine inancı demek olan öz-yeterlilik düşüncesi yatar. Herhangi bir durumda öz-yeterliliğin değerlendirilmesi, dört şeyin fonksiyonudur: benzer durumlardaki başarı ya da başarısızlıkları ya da öğrenme geçmişi; belli başlı temsili deneyimler (diğerlerinin benzer durumlarda nasıl davrandıkları bilgisi); sözlü/sosyal ikna ya da pekiştirme veya o durumda başkalarının kişiyi belli bir davranışı yapmaya ne kadar yüreklendirdiği ya da ikna ettiği; duygusal uyarılma ya da olası başarısızlıkla ilgili kaygı ya da ıstırap duyguları. Okulda, işte ve terapide, öz-yeterlilik yargıları güdülenme, hedef belirleme vb. açısından önemli bir rol oynar. İnsan ne yapacağını bildiğine ne kadar inanırsa, başarı deneyimi ne kadar fazlaysa ve başarısızlıktan ne denli kaçınmak istiyorsa, başarıyı hedefleme ihtimali o denli artar.

Son kavramsa, davranışı kontrol etmek için düşünceleri/inançları kullanmak demek olan öz- düzedir. Bunlar bir tür kendi davranışını ödüllendirme ya da cezalandırma yöntemi olan kişisel kalardır. İnsanların kendi davranışlarını gözlemlemesi, nasıl oluştuklarını değerlendirmesi ve diğerlerinin davranışlarıyla karşılaştırması sonucu onaya çıkar. İnsanlar başarıya keyif ve gururla, başarısızlığa ise acı ve özeleştiriyle karşılık verirler. Öz-düzenleme süreçleri, insanların kendine değer verme ya da özsaygı gibi duygularını anıran şeyleri tekrarlamaya, bozguna uğrama ve kendinden iğrenme gibi duygular uyandıran şeylerden kaçınmaya eğilim gösterdikleri anlamına gelir. Öz-düzenleme, insanları başarabilecekleri ve karşılığında da öz-yeterlilik duygusunu artıracakları standanlar koymaya yöneltir. Böylece, içsel etmenler -kendini gözlemleme, kendine tepki gösterme, kendini pekiştirme- güdüleyici güçler olarak belirir.

>> fikrin özü

Davranış deneyimden etkilenir

Ogrtmme

44 Pekiştirme

Çizelgeleri

"Bilimsel tavnmı açıklayan pekiştireçler arasında başkalarının fikrinin değerli bir yer tutmayacağım tahmin edemezdim, ama sanının durum tam da bu." B. F. Skinner, 1967

Pekiştirme, psikolojide bir yanıtın güçlendirilmesi anlamına gelir. Hayvan terbiyecilerinin en önemli "silah"ıdır. Cangıllardan gelmiş bir file, bir sirk aslanına ya da beyaz deney sıçanına belli bir eylem ya da davranıştan sonra lezzetli bir lokma verildiğini düşünelim. Burada yemek pekiştireçtir. Amacı hayvanı, o eylemi aynı koşullar altında olabildiğince sık ve hızlı bir şekilde yinelemeye teşvik etmektir. Ne türden olursa olsun bir ödülün pekiştirici gücü, verildikten so o davranışı ne kadar çabuk ve düzenli olarak değiştirdiğine göre değerlendirilir.

Farklı pekişştireçler Davranışçılar pekiştireç türleri arasında ayrım yaparlar. Bu bağlamda, hayvanların yaşam boyunca isteyip ihtiyaç duyacağı birincil pekiştireçlerden (besin, cinsellik) söz ederler. Bunların gücü, hayvanın durumuna (ne kadar aç, uykusuz vb. olduğuna) bağlıdır. İforal pekiştireçler ise bir davranışı bir yanıtla eşleştirmenin öğrenilmesiyle ortaya çıkar: akşam yemeği gongu ağzın sulanmasıyla; dezenfektan kokusu hastanelerle. Bu türden her şey ikincil pekiştireç sayılabilir. Para gibi bazıları çok genelken, bazıları (ömeğin, belli bir ses ya da koku) da çok özgüldür. Bir birey {ya da tür) için farklı pekiştireçlerin göreli güçlerini göstererek bir pekiştirme hiyerarşisi kurmak mümkündür.

Terbiyeciler, önderler ve yöneticiler insanları bir pekiştirme çizelgesine oturturlar. Karmaşık yanıtlar istendiğinde, kimi zaman "biçimlendirme" yararlı olabilir. Bu da, istenen yanıt alınana kadar, daha karmaşık bir yanıtın parçası olan olumlu pekiştirici yanıtlarla mümkündür.

dönem

1920’ler 1953

Pavlov ilk kez "pekiştirme#sözcüğünü kullandı.

Skinner olumsuz pekiştirmeden söz etti.


Öğrenme kuramından güdüleme teknikleri

İşlem

İşte

Davranışsal Etki

Olumlu pekiştirme

Yönetici işi zamanında bitiren çalışanı över

İstenen davranışı artırır

Olumsuz pekiştirme

Yönetici işin geciktiği her sefer bir uyarı yollar

İstenen davranışı artırır

Ceza

Yönetici işin geciktiği her sefer çalışanın iş yükünü artırır

İstenmeyen davranışı azaltır

Sönümlenme

Yönetici iş geciktiğinde çalışanı görmezden gelir

İstenmeyen davranışı azaltır

İnsanlar olumlu sonuçlanan davranışlarda ve hoşa gidecek eylemlerde bulunmayı öğrenirler. İnsanların arzulanan sonuçlar verecek hareketler yapmayı öğrenme süreci olumlu pekiştirme olarak bilinir. Bir ödülün olumlu pekiştireç işlevi görmesi için, istenen bir davranışa bağlanması gerekir.

İnsanlar istenmeyen sonuçlardan kaçınmalarını sağlayan hareketleri de öğrenirler. Azarlanma, reddedilme, kovulma, rütbe indirme ya da sonlandırma gibi nahoş olaylar, iş yerindeki belli eylemlerin sonucu karşılaşılan durumlardır. Buradaki süreç de olumsuz pekiştirme ya da kaçınma olarak bilinir.

Cezalandırma; istenmeyen bir davranışa, yine istenmeyen ya da caydırıcı bir sonuçla karşılık verilmesidir. Olumsuz pekiştirme caydırıcı bir uyaranı ortadan kaldırıp sorunun çözülmesini sağlayacak tepkinin gücünü artırırken, cezalandırma caydırıcı bir uyaran uygulayarak, sorunun ortaya çıkmasına yol açan tepkinin gücünü azaltır.

Davranış ve sonuçları arasındaki bağlantı sönümleme süreciyle de zayıflatı- labilir. Bir zamanlar ödüllendirilmiş bir yanıt artık ödüllendirilmediğinde, zayıflamaya yüz tutar ve giderek kaybolur. Talepleri ve davranışları görmezden gelmek bunları sönümlendirmenin belki de en bilinen yoludur.

Pekiştmede olumsal Pekiştirmeyle ilgili dört olumsallık (con- tingency) hoşa giden ya da gitmeyen bir uyaranın sunulması ya da ortadan

Argyle sosyal psikolojide"ödüllendiricilik" sözcüğünükullandı.

Skinner, About Behaviorism

Kohn, Punished by Rewards

kaldırılması bağlamında tanımlanabilir. Olumlu ya da olumsuz şekilde peki§tiri- len davranışlar güçlenir; cezalandırılan ya da sönümlendirilen davranışlar zayıflar.

Uyaranın

Verilmesi ya da çekilmesi

da çeldlmesl

Uyaremn istenilirliği

Olumınsalhğın adı

Yanatın kuvveti

İş örneği

Verildi

Hoşa giden

Olumlu pekiştirme

Artırır

Üstten övgü almak övülen davranışın devamı için yüreklendirir

Hoşa gitmeyen

Cezalandırma

Azaltır

Üstten eleştiri almak cezalandırılan davranışı yapma konusunda cesaret kırar

Çekildi

Hoşa giden

Sönümlenme

Azaltır

Yardımcı bir davranışı övmemek, kişinin gelecekte yardımcı davranış gösterme olasılıklarını azaltır

Hoşa gitmeyen

Olumsuz pekiştirme

Artırır

Gelecekte eleştiri alma olasılığı üstün istediği yapılarak ortadan kaldırılır

Temelde, dört tür pekiştirme çizelgesi vardır.

Sabit aralıklı çizelgeler, pekiştirmenin, belli bir süreden sonra istenen davranış ilk kez gerçekleştiğinde uygulandığı düzenlerdir. Ödüller düzenli ve sabit şekilde verilir. Sabit aralıklı çizelgeler yaygın olarak kullanılsa da, istenen iş performansını elde etmekte o kadar da etkili değildir.

Değişken aralzklı çizelgeler, pekiştireçlerin uygulanmasının üstünden farklı sürelerin geçtiği düzenlerdir. Emeğin, çeşitli ofislere ortalama 8 hfâda bir (örneğin, bir seferinde 6 hafta, diğer sefer 10 hafta arayla) sürpriz ziyaretlerde bulanan bir denetçi, değişken aralıklı çizelge kullanmaktadır. Çalışan ne zaman ödüllendirileceğini bilmediğinden, görece uzun bir süre iyi performans göstermeye eğilimli olur.

Sabit oraanlı çizelgeler, pekiştirecin, istenen davranış belli sayıda tekrarlandıktan sonra ilk kez gösterildiğinde uygulandığı düzenlerdir. Her türden parça başı ödeme sistemi sabit oranlı pekiştirme çizelgesini oluşturur.

Değişken oranlı çizelgeler, pekiştireçlerin uygulanması arasında değişken sayıda istenen yanıt (belli bir ortalamaya dayalı) geçmesinin beklendiği düzenlerdir. Değişken oranlı çizelgelerin etkililiğine klasik bir örnek olarak, tek kollu canavar da denen kumar makinelerinde kumar oynamak verilir.

Kavrama getirilen standart eleştiri döngüsel olmasıdır: yanıt gücü yanıt gücünü artıran şeylerle artar. Öte yandan, savunucular da pekiştireçlerin, davranış

üzerindeki etkileri yüzünden böyle olduğuna (diğer türlü olma-dığına) dikkat çekerler.

ödül cezalandırma Çocuklar yıldızlarla, ödüllerlehatta para ödülleriyle desteklendiklerinde okulda daha mıbaşarılı olurlar? Teşvik planları işte üretkenliği artırır mı? Per-formansa ödeme yapmak yerine onu övmek daha mı iyidir?

Kimi çalışmalarda, çocukların problem çözdükleri için ödül-lendirildiklerinde, ödüllendirilmemiş çocuklardan daha yavaş,yaratıcı sanatçıların ise sipariş üzerine çalıştıklarında daha az
yaratıcı olduğu; sigarayı bırakma ya da emniyet kemeri takmagibi duyarlı davranışları karşılığı ödüllendirilen kişilerin, ödül-lendirilmeyenlere göre, uzun dönemde, davranışlarını daha azdeğiştirme eğilimi gösterdiği ortaya konmuştur.

Pekiştirmenin başlıca ilkelerine karı çıkan Alfie Kohn, kişiyiherhangi bir etkinliği (üretkenlik, akademik başarılar, yaratı-cılık) için ne kadar çok pekiştirirseniz, tam da ödüllendirildiğietkinliğe karşı ilgisini o kadar yitireceğini ileri sürer. Yani, dış-sal güdülenme (ödül alma) içsel güdülenmeyi (etkinliğin keyfi)

Kohn, ödül sisteminin ucuz (örneğin, altın yıldızlar), uygulaması kolay ve hızlı sonuçlar almaya yönelik gibi göründüğünü; halbuki uzun dönemde çeşitli nedenlerle başarısız kaldığını söylemektedir.

Günümüzün kapsamlı akademik, deneysel literatürünün Kohn'un görüşlerini destekleyip desteklemediği konusunda hatırı sayılır tartışmalar vardır. Tartışma sürerken, bir yandan da, insanları işte ve okulda pekiştirme uygulamak ve belki de bunun kötüye kullanılması üzerinde ciddi şekilde düşünmeye yönlendirmiştir.

"Bir bebeğin ağlamasına koşmak, ağlamayı pekiştirmekten fazlasına da yarıyor görünmektedir. Dış dünyaya ulaşıp insanlardan ve nesnelerden tepki alınmasını sağlayarak çevreyle etkin baş etme davranışını pekiştirmektedir." L. Yarrow, 1975

azaltmaktadır.

>> fikrin özü

45 Karmaşıklığı Denetlemek

"Psikolojiyi sanki yalnızca davranışla ya dayalnızca bilgi işlenmesiyle ya da yalnızca çevreyle olan birtakım alt düzey etkileşimlerle ilgilenirmiş gibi tanımlamak ve edinç (competence) diye adlandırdığım çalışma alanını psikolojinin dışında tutmak gibi beni çok şaşırtan bir eğilim var." N. Chomsky, 1977

Psikoloji 1960'lara kadar bir üçlü bir hükümranlık arasında paylaşılmaktaydı: eski moda psikanalizciler; "cesur yeni dünya" davranışçıları ve ayrılıkçı hümanistler. Ancak, 1960'lara gelindiğinde, yüzyılın sonuna kadar sürecek bir hareket başladı: bilişsel devrim. Bu hareketin başlama nedeni, davranışçıların yüksek düzeydeki yetilerimizde nasıl ustalaştığımızı, yani nasıl konuştuğumuz, nasıl akıl yürüttüğümüz ve nasıl öğrendiğimizi açıklamakta oldukça yetersiz kalmalarıydı.

Gözlemsel öğrenme Davranışçılar pratikte hemen her şeyi edimsel (operant) koşullanmayla öğrendiğimizi ısrarla savunsalar da, sosyal öğrenme kuramcıları, gözlemle de çok çabuk ve etkili şekilde öğrendiğimizi ileri sürmektedir. Bilgimizi ve becerilerimizi başkalarını (modeller) yakından gözlemleyerek geliştiririz. Çocuklar ve erişkinlerin birçok şeyi diğer insanların ne yapağını ve eylemlerinin sonuçlarını izleyerek dolaylı yoldan öğrendikleri oldukça aşikardır.

Örneğin, çoğu insan çocukların televizyondan bir şeyler "kapacağından" endişelenir. Çocukların gördüklerini, yani kötü kelimeler, şiddet, bencillik gibi şeyleri kopyalayacaklarından korkarlar. Yine de, ilginçtir ki, televizyonu erdemli ve iyi davranışlar için kullanmak konusuna pek de kafa yormazlar. Halbuki çocuklar hem saldırgan hem de özgeci modelleri kopyalarlar.

dönem

1960 1965

Bandura gözlemsel öğrenmeyi gösterdi.

Chomsky dilde devrimbaşlattı.

Bir oyuncak bebeğin kullanıldığı ünlü bir çalışmada, çocuklar üç gruba ayrıldılar. Her birine öfkeli bir erişkinin şişme bir bebeğe çekiçle vurduğu, onu havaya savurduğu ve "bam!'', "güm!" gibi çizgi film ifadeleriyle bağırdığı bir film gösterildi. llk durumda, filmde başka bir erişkin belirip oyuncuya bu büyük performansı için şekerlemeler veriyordu; ikincisinde bebeğe kötü davrandığı için oyuncuyu azarlıyor ya da şaplak atıyordu, üçüncü durumdaysa hiçbir şey yapmıyordu. Deneye katılan çocuklara daha sonra aynı bebek verildi. Tahmin edildiği gibi, şiddet gösterdiği için modelin ödüllendirildiğini görenler de şiddet eğilimi sergilediler.

öreme Öğrendiğinizi fark etmeden öğrenebilir misiniz? Örtülü öğrenmede, insanlara kesin olarak ne öğrendiklerini bilinçli olarak hatırlamayacakları şekilde karmaşık bilgileri edindikleri gösterilebilir.

Beynin farklı bölümlerinin örtülü öğrenme yerine, açık öğrenmeden sorumlu olduğuna dair kanıtlar mevcuttur. Açık öğrenmeyi örtülü öğrenmenin izleyip izlemediği ya da tam tersinin gerçekleşip gerçekleşmediği halen kesin olarak bilinmemektedir. Böylece, örtülü belleğin tam tersine, insanların bilinçli sözel tanımlar verebildikleri açık bellekten söz edebiliyoruz. Bu farklılık kimi zaman

Uzmanlık

Çoğu profesyonel çok etkileyici bir dizi beceri geliştirir. Bunların bir kısmı Wimbledon standartlarında tenis oynamayı öğrenme ya da bir satranç üstadı olmayı "öğrenmek" gibi "algısal motor" becerilerdir. Bu becerileri edinmenin belli evreleri vardır: bilişsel evre, yani anlama evresi; ardından alıştırma yapma, yani ilişki- lendirme evresi; son olarak da, insanların daha hızlı ve daha kesin olduklan özerk evre.

Psikologlar uzmanlarla acemileri karşılaştır

dıkları çalışmalar yürütmüşlerdir. Uzmanlar, geçmişte ortaya çıkmış olası olaylar/pozisyon- lar/koşullarla ilgili bilgileri ya da kalıpları çok organize şekilde saklıyor görünmektedirler. Neredeyse hiç düşünmeksizin, durumları etkili şekilde taramayı, araştırmayı ve değerlendirmeyi net olarak öğrenmişlerdir. Uzmanlık geliştirmek yalnızca yeteneğin ve pratik yapmanın ötesinde bir şeydir. işleri çok iyi yapmakta yararlanılmış işlemsel bilgiye ilişkin bir depo oluşturmayı kapsar.

1980’ler

1990’lar

2000

Örtülü öğrenme üzerine çalışmalar başladı.

insanların nasıl uzmanlaştıkları üzerine çalışmalar

Öğrenmenin bilişsel nöropsikolojisinde gelişmeler

bildirimsel (declarative) ve işlemsel (procedural) bellek terimleriyle ifade edilir. Buna iyi bir örnek olarak, her tür zekice fiziksel hareketi öğrenmiş, ancak ne yaptığını anlatamayan usta ve yetenekli sporcuları izlemek ve onlarla konuşmak verilebilir.

Dil öremek Dil öğrenmek yaşamak için temel önem taşır. Ancak, kişinin anadilinde ustalaşması, hemen her çocuğun aleni bir kolaylıkla becerdiği ve açıkça çok karmaşık bir süreçtir.

Davranışçılar, dilin tıpkı davranış repertuarındaki diğer şeyler gibi edinildi- ğini savunurlar. Çocuk bir söz söylediğinde ödüllendirilir ya da pekiştirilirse, bunu tekrar eder. Doğru konuşmaya başarıyla yaklaşan çocuklar anne babaları ya da bakıcıları tarafından güçlü bir şekilde, devamlı olarak ve heyecanla ödüllendirilirler. Bu ilk olarak, basit, klasik davranışçı ilkeler doğrultusunda, taklide başlar.

Çalışmalarda, anne babaların çocuklarının dil gelişimine gerçekten büyük ilgi gösterdikleri ortaya konmuştur. Konuşma "nazik ve doğru sözlü" olduğu kadar gramer bakımından doğru bulunduğunda da ödüllendirilir.

Davranışçıların kuramlarındaki sorun, çocukların dili taklit ve pekiştirme ilkeleriyle olamayacak kadar hızlı ve doğru öğrenmeleridir. Çocuklar konuşurken epey yaratıcı davıdırlar ve sıklıkla aniden önceden hiç duymadıkları cümleler söyleyiverirler. Bu durumda kuram karmaşık gramer kurallarının hızla gelişmesini açıklamakta alenen yetersiz kalır. Çok açık bir gerçek olarak, anne babalar çocuklarının "gramerini biçimlendirmek" için fazlaca zaman harcamazlar; ancak, çocuklar bunu şaşırtıcı bir hızla öğrenirler.

Bu bakımdan en ilgili görünen konu çocuk-anne etkileşimidir ve dikkatle incelenmiştir. Çoğu anne çocuklarıyla günlük olaylar ve bildik nesneler hakkında konuşur ve monologlarının konusunu o sırada çocuğun ilgisini çeken nesneler yönünde sık sık değiştirir.

Anneler kısa, basit ve çok tanımlayıcı cümleler kurdukları "annece" ile işe başlıyor görünmektedir. Çocuk büyüdükçe, cümleler uzar ve karmaşıklaşır, ancak anne hep çocuğun "başında" olup ona öğretme ve onu teşvik etme çabasındadır. Tüm bu yardıma ve gerek özgül gerek özgül olmayan pekiştirmeye karşın, bu sürecin tüm dünyada, tüm diller ve tüm tarih çağları için dil gelişimini sağlayıp sağlamadığı açık değildir.

Chomsky ve derin yapı Elli yılı aşan bir süre önce, Noam Chomsky davranışçı değerlendirmeye çok açık ve çok etkili şekilde meydan okudu. Çocukların insan dilinin yapısına ilişkin bilgiyle doğduklarını öne süren "nativist" bir kuram ortaya attı. Ona göre, tüm kültürlerdeki tüm insanlarda doğal bir dil edinme aygıtı vardı.

Chomsky, derin ve yüzeysel yapılar ayrımı yapmaktadır. Yüzeyselolan, aktüel linguistik ifadeye, derin ise bunun anlamına ilişkin-dir. Bu durumda, "O senin için çalışırsa, şanslısın" cümlesinin ikianlamı vardır: "Eğer senin organizasyonunda çalışmayı seçerse senşanslısın" ya da "Ona herhangi bir iş yaptırabilirsen şanslı sayılır-sın". Benzer şekilde, aynı anlama gelebilecek, yani derin yapılarıaynı, iki farklı (yüzeysel yapıları farklı) cümlemiz de olabilir. Yani,

"insanlardan ve nesnelerden tepki almak için dış dünyaya uzanmak." L. Yarrow, 1975

"Yaşlı profesör dersi anlattı" cümlesi, "Ders yaşlı profesör tarafından anlatıldı"cümlesiyle tamamen aynı anlama gelmektedir.

llişkili bir başka kavram da, doğuştan geldiği düşünülen dönüşümsel gramerdir. Bu bizim sözcüklerle anlamı doğru ifade etmemizi sağlayan mekanizmadır. Chomsky, bu kuramı destekleyecek dilbilimsel evrenselleri göstermeyi başarmıştır. Yani, tüm insan dillerinde birçok ortak özellik vardır: adlar, fiiller ve sıfatların yanı sıra, sesli ve sessiz harfler. Bu da, çocukların anadilleri olsun olmasın, duydukları herhangi bir dili, neden hemen kaptıklarını açıklar.

Nativist açıklamaya göre, dil öğrenme biyolojik olgunlaşmaya bağlıdır. Yöneltilen eleştiriler, yaklaşımın açıklayıcı değil, daha çok tanımlayıcı olduğu şeklindedir. Yani, bu yaklaşım, dil öğrenmenin tam anlamıyla nasıl gerçekleştiğini ayrıntılı ve kesin şekilde anlatmamaktadır. Çocukların kişisel deneyimlerinin de dil gelişimlerini etkilediği aşikardır. Dil evrensellerinin insanların tüm kültürlerde aynı isteklerle karşılaştıkları gerçeğini yansıtıyor olabileceği ve dili biçimlendiren şeyin, doğuştan bir gereç değil, tam da bu durum olduğu ileri sürülmüştür.

>> fikrin özü

Yüksek düzeyde öğrenme için koşullanmadan fazlası gerekir

46 Frenoloji

"Sorunu [frenolojinin gerçek olup olmadığı] sükûnetle ele alan hiçbir fizyolog... beynin farklı bölümlerinin farklı türden zihinsel eylemlere hizmet ettiği inancı karşısında uzun süre direnemez."

Herbert Spencer, 1896

Frenoloji, günümüzde de geçerli basit bir fikre dayanır. Beyin, "zihnin bir organı"dır ve yapısı, farklı bölümleri farklı işlevler gösterecek şekilde düzenlenmiştir. Bu nedenle, beynin farklı niteliklerini kontrol eden farklı bölümleri, kafa yapısına yansımaktadır. Öte yandan, frenologlar her şeyden önce, belli bir işleve "adanmış" beyin alanı büyüklüğünün, o zihinsel niteliğin "önemiyle" orantılı olduğuna inanmaktadırlar. İkinci olarak, kranyometri (kafatası büyüklüğü ve şekli gibi şeylerin ölçümü) beynin biçimini ve böylelikle de tüm insan işlevlerini temsil eder. Üçüncü olarak, hem ahlaki hem entelektüel özellikler doğuştan gelir.

Tarihçe Frenolojinin kökleri en azından eski Yunan uygarlığına, hatta büyük olasılıkla bundan da eskiye gider. Birçok hekim aslen fizyonomdu, yani şeylerin biçimine bakıp doğasını okuyordu. Özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda sanat ve bilim üzerine yazılmış birçok kitapta fizyonomi ilkelerine göre çizilmiş resimler, siluetler ve çizimler vardı. Modem sistemse, tezini 1819'da yayımlayan Franz Gall tarafından geliştirildi. Gall beyin haritasının, nitelik olarak adlandırdığı özel işlevleri yerine getiren ve organ dediği beyin bölgelerini birbirine bağladığına inanıyordu.

1896'da Sizer ve Drayton, Heads and Faces, and. How to Study Them [Kafalar ve Yüzler ve Bunları İnceleme Yöntemleri] başlıklı bir frenoloji el kitabı yayımladılar. Kitapta aptalları ve şairleri, hatta ahlaklı ya da suçlu tipleri nasıl tanıyabileceğimize dair çizimler de vardı. Bu çizimler günümüz insanının gözüne, eğlendirici ile tuhafarası bir yerlerde görünür.

dönem

1810 1824

Gali sistemi geliştirdi.

Phreno/ogy Journal
yayın hayatına başladı.

Victoria dönemi insanları frenolojiyi bayağı ciddiye aldı-lar. Büstleri, kalıpları, dergileri, kumpasları ve makineleri--özellikle Londra Frenoloji Şirketi tarafından üretilmiş inceporselenden büstler- o zamandan bugüne kalmıştır. Victoriaçağında frenoloji ameliyatları, okulları, besinleri ve hekimlerivardı. Kafalar heyecanla ölçülüyordu: Kafa ölçüsü beyin öl-çüsü demekti; bu da, zihinsel güç ve huy anlamına geliyordu,ya da onlar buna inanıyorlardı. Sıradan erkeğin Wa ölçüsü 56cm idi, kadınınki ise bundan 1,25 ila 2 cm küçüktü. Kafa öl-çüsü, hidroansefaller hariç, beyin kapasitesi ve zekayla doğruorantılıydı. Ancak biçim, büyüklükten daha önemliydi. İyibir kranyoskopide özel yeteneklerin de görülebildiğine inanı-yorlardı. Frenologlar güdüler, yetenekler ve huyla ilgili tanılarkoyup tahminlerde bulunurdu. Kısacası, kafa bir kişinin aklı-nın ve ruhunun aynasıydı.

"Frenoloji elektroa nsefalografinin kabataslak da olsa bir tür öncüsü sayıldığımdan, günümüzde frenoloji nörobilimciler arasında Freudcu psikiyatriden daha itibarlıdır." Tom Wolfe, 1997

Victoria dönemi frenologları, bir tür yetenek avcısı gibiydiler. Kimileri, İn- gilizler ile Fransızlar arasındaki farklara bakarak uluslararası karşılaştırmalar yaptılar. Frenologlar, Başpiskopos Thomas Beckett'ın kafatası ve kemikleri gibi iskeletleri incelediler. Kraliçe Victoria da çocuklarını frenologlara "okuttu"; çünkü frenologlar hem öz-bilgi hem de gelişimsel, ahlaki ve mesleki başarı anahtarları konusunda uzmandılar.

Çeşitli grup ve kişiler frenolojinin meşalesini taşıdılar. Bunlar arasında belli grupların üstünlüğüne dair frenolojik kanıtları kullanmak isteyen Naziler ve sömürgeciler yer alır. Bu da frenolojinin o tarihten bu yana damgalanmasına neden olmuştur.

Kafayı o& Geleneksel "kafa okuma" ilk olarak kafanın genel biçimini değerlendirmekle başlar. Yuvarlak bir kafanın güçlü, kendine güvenli, cesur, kimi zaman da huzursuz bir tabiatı gösterdiği fara edilir. Köşeli bir kafa ise, sağlam, güvenilir bir yapıyı, derin düşünen ve azimli bir tabiatı ortaya koyar. Geniş kafa enerjik, dışa dönük bir karakteri; dar kafalarsa daha içine kapalı, içe bakan bir tabiatı düşündürür. Yumurta biçimi kafa entelektüel

insanlara aittir. Bunun ardından, frenolog parmaklarını acıtmadan ama sıkıca kafatasında gezdirerek kafatasının hatlarını hissetmeye çalışır. Her niteliğin boyutlarını ve kafanın diğer bölümlerine oranla ne kadar kabarık olduğunu tek tek ölçmelidir. Beynin iki yarıküresi olduğundan, her nitelik çift olabilir; bu durumda, kafatasının iki yanı da kontrol edilmelidir.

Diğerlerinin yanında yeterince gelişmemiş bir nitelik, kişilikte o belli özelliğin eksikliğine işaret ederken, iyi gelişmiş olanlar da, o özelliğin hatırı sayılır derecede bulunduğunu gösterir. Dolayısıyla, "tat almaya ilişkin" organın küçüklüğü, az ve titiz bir yeme alışkanlığını ve belki de ağzına içki koymayan bir kişiliği gösterirken; bu nitelik iyi gelişmişse, kişinin yemekten ve içmekten haz aldığını düşündürür; fazla gelişmişse de, olasılıkla aşırı içen pisboğaz bir kişiliğe işaret eder.

Frenolojide, hangi liste ya da sisteme göre okunduğuna bağlı olarak, bir kafada 40'tan fazla bölge vardır. Kiminde, topluma, kurallarına ve kurumlarına saygı göstermek demek olan 20 "Hürmet", şen ve espritüel olma anlamına gelen 26 "Neşeli olma" ve ulvi kavramları sevmek demek olan 24 "Ulvilik" gibi oldukça eski moda kavramlar vardır. Bunun yanı sıra, 1 "Sevilesi olma" (cinsel çekicilik); 3 "Çocuk sevgisi" (anne baba, çocuk aşkı); 10 "Tat düşkünlüğü" (iştah, yeme aşkı); 31 "Olası sonuçlar" (bellek) ve 5 "Yerleşiklik" (ev aşkı) gibi kafa bölgeleri de vardır.

Duygular ve eğilimler

Kafadaki bölgeler, ayrıca, sekiz adet duygu ve eğilim bölgesini gösterecek şekilde tanımlanıp sınıflandırılmıştır.

  • "Evcil" e(Jilimler insana ve hayvana özgü nitelikler olup, kişinin duygularından ve nesnelerle olaylara karşı içgüdüsel tepkilerinden sorumludur.

  • "Bencil" eğilimler kişinin isteklerini elde etmesini sağlayıp, kendini korumasına ve sakınmasına yardımcı olur.

  • "Kendini önemseme" duyguları kişisel çıkar ve kişiliğin ifadesiyle ilgilidir.

  • "Algısal" nitelikler etrafımızdakilerin farkına varmamızla ilgilidir.

  • "Sanatsal" eğilimler sanat ve sanatsal yaratılar açısından duyarlılığa ve yetene{ıe yol açar.

  • Edebiyat, müzik ve dil gibi alanlarda "yarı-algısal" nitelikler, kültürel çevrenin değerlendirilmesinden sorumludur.

  • "Derin düşünme", "akıl yürütme", "sezgi" nitelikleri düşünme tarzlarıyla ilişkilidir.

  • Dinsel nitelikler dahil "ahlaki" duygular, karakterin insanlaşmasını ve yükselmesini sağlar.

Eleşri Ana akım bilim, tüm popülerliğine rağmen frenolojiyi daima bir şarlatanlık ve sözde bilim olarak görüp dışarıda bıraktı. Kafadaki "çıkıntılar"ın kişilik yapısı ve ahlaki gelişimle ilgili olması fikri saçma bulundu. Bu konudaki kanıtlar değerlendirilerek eksik oldukları ortaya kondu.

Nörobilimin yükselişi, frenolojinin iddialarından büyük bir bölümünün sahteolduğunu gösterdi. Ancak, yine de gündelik yaşamda beynimizin ancak yüzde

lO'unu kullandığımız gibi popüler mitler günümüze kadar geldi.Bugün, frenoloji kadar makul görünen beyin enerjisi, beyinakortları ve beyin tonikleri gibi mitlerden de söz edilebilir.

Ancak, frenolojinin kimi yönleri bugün de anlamlı görün-mektedir. Örneğin, tek tür için ya da türler arasında beyinbüyüklüğünün, zihinsel yeteneği ölçen test sonuçlarıyla olumlubağıntı gösterdiğini biliyoruz. Aynı zamanda, kafa ölçüsününbeynin büyüklüğüyle bağıntılı olduğunu da biliyoruz. Aslında,psikologlar yaklaşık 100 yıldır, kafa ölçüsüyle (en ve boy) IQarasında ılımlı bir ilişki olduğunu göstermektedirler. Bununlabirlikte, beden ölçüsüne göre düzeltildiğinde, bu ilişki azalmaktahatta olasılıkla kaybolmaktadır. Bilim insanları, kapsamlı beyintarama yöntemleriyle, beyin büyüklüğü ve IQ arasındaki ilişkiyikanıtlamaya çalışmışlardır. Sonuçlar ise halen açık değildir.

"Kafatasımdaki çıkıntıların beynin aşım

gelişmiş bölümlerine karşılık geldiği görüşü elbette saçmadır. Gall'm blllmsel itibarı da ortaya attığı frenoloji yüzünden ağır hasar görmüştür." R. Hogan ve R. Smither, 2001

Elbette, yeni teknolojik gelişmeler bilişsel nöropsikoloji ve psikiyatriye ilişkin bilgimizi ve ilgimizi artırmaktadır. Artık beynin elektronik ve metabolik haritasını çıkarabilmekteyiz. Kaza kurbanları ve "normal" kişiler üzerinde yapılan çalışmalarla, beynin ayrıntılı, yeni bir haritasını çıkarıp hangi "kısımların" öncelikle hangi işlevlerden sorumlu olduğunu saptayabiliyoruz. Ancak, deneysel bilgiye dayandığından sözünü ettiğimiz "elektrofrenoloji"nin, frenolojinin kurucularının o eski, bilim öncesi, ahlaki fikirleriyle hiçbir ilişkisi yoktur.

>> fikrin özü

Frenoloji bazı yönleriyle günümüzde halen ilgi görmektedir

Sı:ym

47 Ayrılmak Zor Zanaat

Çoğumuz kendimizi serinkanlı, akılcı ve nesnel buluruz. Verilere dayalı, analitik mantıktan hoşlanınz. Yaşamımız boyunca akılcı şekilde düşünüp taşınarak kararlar vermeyi umanz. Hepimiz, "aklıyla yaşayan insanlar" olmak isteriz. Kalbimizin aklımıza hükmetmemesi gerektiği yolunda uyanlınz. Büyük kararlar arifesindeyken, bir gün daha beklememiz önerilir. Ve bizler elbette aynızamandakalbiyle yaşayan insanlanz.

Kişiliğimizin ve davranışlarımızın iki yönü olduğu fikri çok çekicidir. Şunun şurasında hepimizde iki göz, iki el, iki bacak yok mudur? Dahası iki kulağımız ve iki kolumuz, duruma göre de ya iki mememiz ya da iki testisimiz vardır. En önemli organlarımızdan ikisinde de ayrı ve birbirinden ayrılabilen iki bölüm bulunur. Sonuç olarak, sol ve sağ beyin yapılarından ve işlevlerinden bahsetmek de popüler bir fikirdir. Bu konu yüzyıllardır gündemdedir. İki taraflılığın cazibesi, sayısız tuhaf fikre ve uygulamaya yol açmıştır. Kimileri beynin ikili bir kişiliğe neden olduğunu düşünmüştür. Kimileri de ortada bir iyi-kötü boyutu olduğuna inanmıştır. Böylece sağ -soldan daha güçsüz olan- beyin ilkel, uygarlaşmamış ve kaba görülmüştür. Sol ise, buyurgan sağ beynin hükmü altındaki yaratıcı, dişil, girişimci taraf olarak kabul edilmiştir.

Söz konu mitin bir bölümü dille ilişkilidir. Latin, Anglosakson ve Fransızca "sol" sözcüklerinin hepsi de olumsuz özelliklere gönderme yapar: çirkin, beceriksiz, yararsız ya da zayıf. Öte yandan sağ ile ilgili anlamlar da doğru, becerikli ve usta sözcükleriyle ilişkilidir.

Mit Heri sürülen fikir şudur: Sol beyin mantıksal beyindir. Olguları, bilgiyi, emirleri ya da kalıpları işleyen yarıküredir. Ayrıntı yönelimli soyut düşünme

dönem

1888 1960

El biçiminde cinsiyet farklılıklarına ilk ayrık beyin operasyonu

dair (20/40 oranı) ilk makale

ve işleme merkezidir. Sol beyin sözcükleri "mantıksal", "ar-dışık", "ussal", "analitik", "nesnel" ve "kısım yönelimli"dir.Çoğu eğitim ya da iş organizasyonu sol beyinli insanlar tara-fından, sol beyinlik işleri sol beyinli bir tarzda yapmak üzeregerçekleştirilir. Dünya sağ elini kullananlar -tabii sol beyintarafından kontrol edilen- tarafından yönetildiğinden, sağbeyinlerinin kontrolündeki sıra dışı solakların sayısı küçükbir azınlık oluşturur (yaklaşık yüzde 10).

Öte yandan sağ beynin biraz bulanık olduğu da söylenmek-tedir. Burası duyguların, simgelerin ve imgelerin yeridir.Felsefe ve dinin işlemden geçirildiği yer de burasıdır. Büyükresmin ülkesi; fantezinin ve olasılıkların alanıdır. Sağ beyninsözcükleri "rastgele", "sezgisel", "bütüncül", "sentezleyici" ve

"iki yarıkürenin akılcı ve sezgisel düşünce ya da analitik ve sanatsal işlemler ya da Batılı ve Doğulu yaşam felsefeleri arasındaki ayrıma karşılık gelmesine inanmak için bir neden yoktur." H. Gleitman, 1981

"öznel"dir. Sağ beyinli öğrenciler büyük resme, yani ayrıntılardan önce anahatlara bayılırlar. Yine de, sırasıyla planlamayla ya da yazılanların kontrol

edilmesiyle ya da kelimelerin okunuşuyla ya da... diğer fani ayrıntılarla hiçilgilenmezler. Simgeleri sevmezler, ama sezgiye gelince gözleri parlar. Tutarlılıkve anlamı severler, ancak dünyaları gerçekliğe değil, fanteziye dayalıdır.

"İki beyin" kuramını benimseyen danışmanlar, eğitimci ve terbiyeciler genellikle, yarıküreler arasındaki geçidin -corpus callosum- kesildiği ayrık beyin deneyinden söz ederler. Ayrıca, iki sağ, iki sol imgeden yüzlerin birleştirildiği çalışmaları belge olarak gösterirler. Ancak bu noktadan iki beyin kuramına, kanıta dayanmayan hızlı ve (daha çok sağ beyinlerini kullanarak) hayalci bir sıçrama yapmış olurlar.

Aynk bern araşm Ayrık beyin operasyonları ilk kez 1960'larda, tedaviye dirençli epilepsiyi hafifletmek için yapıldı. Bu da iki yarımın diğerini engellemeden nasıl çalıştığının araştırılabilmesini sağladı. Böylece, sol beynin sağ beynin yapamadığı şeyleri (örneğin, dil), sağ beynin de sol beynin yapamadıklarını yapıyor göründüğü anlaşıldı. Son derece önemli dil işlemlerinin sol yarıkürede görüldüğü, ancak, çocuklarda burada hasar varsa, söz konusu işlevlerden bazılarının sağ yarıküre tarafından üstlenildiği ortaya kondu. Bu

Sağ-sol beyinde "düşünme, yönetme ve yaratıcılık" üzerine popüler kitaplar

Akademik dergi Laterality kuruldu

McManus, Right Hand Left Hand

alandaki ara§tırmalar sürmekte ve beynin işlevlerini araştıran yeni teknolojilerden büyük ölçüde yararlanılmaktadır.

Gerçek beyin bilimcileri, bu sol-sağ beyin konusunun büyük bölümünün bir metafordan olsa olsa biraz fazlası olduğu görüşündedir. İnsanlar sol ya da sağ beyinli olmazlar - ancak, bilim insanları, kimi zaman sol, kimi zaman da sağ beyinde yer alan bazı bölümlerin farklı işlevleri denetlediğini iyi bilmektedirler.

Yananalaşma (lateralite) Kesin konuşmak gerekirse, yanallaşma tamamen bir tercih meselesidir. Ağırlıklı olarak sol ya da sağ kulak, el ya da ayağımızı kullanıyor olabiliriz. Genelde, insanların yüzde 85-90'ı baskın olarak sağ elini ve ayağını kullanır; baskın olarak sağ gözünü ve sağ kulağını kullananların sayısıysa daha azdır. Hayvanlarda da tercihler görülür ve her iki tarafın da aynı ustalıkla kullanılması çok seyrek bir olgudur. Karma el kullanımı (çap- raz-baskınlık) daha yaygındır ve insanların farklı işleri (yazmak, tenis oynamak ya da keman çalmak) daha rahat ve doğru yapmak için bir eli diğerine yeğlediğini gösterir.

Sağ el kullananların nüfus içinde ağırlıklı olması nedeniyle, dünya onlara göre tasarlanıyor görünmektedir. Dolayısıyla konserve açacakları ve makaslar solaklar için sorun olabilmektedir. Sağ elle yemek kimi kültürlerde bir zorunluluktur; durum, sol elle kotarmanın çok zor olduğu Çin kaligrafisine gelince daha da karmaşıklaşır. Yine de, solaklar kimi sporlarda, özellikle de sağ el kullananlarla karşılıklı oynadıkları bire bir sporlarda avantajlıdır. Aynı şekilde, kısmen karşılarındakini şaşırtabilecekleri için, düelloda da çok başarılı olurlar.

El kullanımındaki farklılıkları açıklamaya çalışan ve kimi diğerlerinden daha çok ampirik kanıt sunan çok çeşitli kuramlar vardır. Solakların sava§ta üstünlük kazandıkları için hayatta kaldığını savunan evrimsel kuramlar vardır. Aynı şekilde, solaklığı doğum stresine bağlayan çevreci kuramlar da mevcuttur. Sosyolojik ve antropolojik kuramlar solaklık yüzünden toplum içinde lekelenmeye

"Şunları ispat edebileceğime inanıyorum: 1. Her beyin, bir düşünce organı olarak diğerlerinden farklı ve mükemmel bir bütündür. 2. Her bir beyinde farklı ve ayrı düşünme ve akıl yürütme işlemleri eşzamanlı yürütülebilir."

A. Wigan, 1844

Beden asimetrisi

Beden asimetrisi de araştırılmıştır. Ayak ve el bileği çaplarının, kulak uzunluğunun, el ve ayak parmaklarının uzunluğunun, dirsek genişliğinin bireyler arası farklılıklara dikkat ederek ölçülme- siyle dalgalı asimetriyi saptamak mümkündür. Çeşitli çalışmalarda bozulmuş sağlık durumuyla ilgili simetri bozuklukları gösterilmiştir. Bedeninizde ne kadar asimetri varsa, sorun yaşama olasılığınız da o kadar fazladır. Ancak, bu konu halen çok az araştırılmıştır.

Aynı şekilde, sistematik cinsiyet farklılıklarını ortaya koyan ve çeşitli yeteneklerle tercihlere bağlanmış cinsiyete göre simetri farklılıkları, özellikle de, aşağıda ele alınan 20/40 parmak oranına ilgi artmaktadır. Çalışmalarda, her bir eldeki iki parmak uzunluğu arasındaki fark gibi çok basit bir ölçümle ilişkili oldukları oranda iş seçiminden müziğe ve ilgi alanlarına kadar her

şeye bakılmıştır. Çok tartışmalı olmakla birlikte, bu durumlar cinsel yönelimle, çekicilik ve saldırganlıkla ilişkili bulunmuştur.

Erkeklerin işaret (20) ve yüzük parmakları (40) arasındaki uzunluk oranı, kadınlarınkine göre tutarlı olarak daha azdır. Buradaki anafb kir, parmak uzunluğunun, kişinin az ya da çok maskülenleşmesine yol açan ve saldırganlıktan homo ya da heteroseksüel partner tercihlerine kadar birçok şeyi etkileyen "ana karnındayken testosteronla yıkanmanın" (doğum öncesinde androjenlere maruz kalmak) sonucu olduğudur.

Söz konusu olgu, 100 yıldan uzun bir süredir bilinmekle birlikte, bu alanda ancak son on yıldır çalışma yapılmaktadır. Bu, birçok kuşkulu bulgunun ortaya konduğu, aktif ve son derece karşı çıkılan bir araştırma alanıdır.

ve solakların gerek öğretmenleri gerek anne babaları tarafından zorlandığına dikkat çeker.

Ancak, günümüzde el tercihinin aile içinde iletildiğini oldukça açık biçimde gösteren genetik ve biyolojik kuramlardan yana fikir birliği söz konusudur. Bu kuramlar doğuştan, eğitilmiş ve patolojik solaklar arasında önemli bir ayırım yapar. Kimi sorgulanmaya çok açık da olsa, her tür veri, solaklığın, zihinsel gerilik gibi çok özgül psikolojik sorunlarla ya da yaratıcılık gibi olumlu şeylerle ilişkili olduğunu düşündürmektedir. Bu da, kimi kanıtlanmamış kuramlara ve daha fazla mit geliştirilmesine yol açmaktadır.

>> fikrin özü

48 Afazi

Kimi zaman, yorulduğumuzda ya da çok üzgün veya çakırkeyif olduğumuzda, çok iyi bildiğimiz bir şey için "doğru sözcüğü bir türlü bulamayız". Ya da aynı şekilde, durup dururken, üstelik aynı dili konuşuyor olmamıza karşın, karşımızdakinin ne dediğini anlayamayız. İşte bu yaşadığımız şey, geçici hafif afazi olabilir.

Tanım

Afazi, bu işlevlere ayrılmış beyin alanlarının hasar görmesi sonucu, dili konuşma ve/veya anlama yetisinin yitirilmesidir. Tipik psikoloji jargonunda, "dinleme, okuma, konuşma ve dillendirmede sorunlara yol açan, anlamlı linguistik öğelere karar verme (yorumlama) ve şifrelerini çözme (formüle etme) kapasitesinde, çoklu-modalite şeklinde azalma"

olarak tanımlanmıştır. 1880'1erde, afazinin yalnızca, sözcük yitimi değil, aynı zamanda bilgiyi iletecek uygun kelimeleri bulup kullanma becerisinin de yitimi olduğu öne sürülmüştür. Bu durum ne duysal, entelektüel ya da psikiyatrik işlevlerdeki kusurlara, ne de kas zayıflığı ya da bilişsel bozukluğa bağlıdır.

Özel soar Afazi sözcüğü, esasen sözlü ya da yazılı dille ilgili, sıklıkla oldukça çeşitli bir iletişim bozuklukları ailesini tanımlar. Bu bağlamda, beyin hasarının ardından, hastalar okumakta ve olasılıkla yazmakta güçlük çekme gibi çok özgül sorunlar yaşayabilirler. Kimi düşüncesini tamamlayacak doğru sözcükleri geri çağıramadığı/anımsayamadığı için başladığı sözü tamamlayamaz. Kimi sorulara tutarsız ve uygunsuz şekilde ya da bir sürü uyduruk sözcük kullanarak (neolojizm) yanıt verir. Bu durumda afazi, çeşitli dil sorunlarını kapsayan geniş bir tanımdır. Tümü de afazinin semptomlarından kabul edilen bir düzineden çok semptomu (örneğin, nesneleri adlandıramamak ya da

Platon konuşamamayı tarif etmek için bu terimi kullandı.

1864

Trousseau terimi yenidencanlandırdı.

duyulan bir cümleyi tekrarlayamamak; kendi kendine konuşmak, hatta okumak) bu şemsiye altında listelemek mümkündür.

Kimi insanlar özellikle sözcüklerin sesi ve anlamıyla ilgili belleğini kaybeder-ken, kimi de sözcükleri doğru söyleyebilmek için dillerini ve dudaklarını nasıl

koordine edeceklerini unutmuş görünür. Tam anlamıyla, bazı sözcüklerde

"ağızlarını toplayamazlar".

Afazili hastalarla yapılan ilk çalışmalarda, beyinde baskınlık keşfedil-miştir: beyin hasarıyla ilişkili olarak sol (sağ değil) yarıkürede hasarbulgusu. Gerçekten de, afazi beyin haritası çıkaran ve beyindeki belliözel iletişim sorunlarıyla ilişkili çok özgül lezyon/hasar bölgelerini ha-ritalamaya çalışan psikologları daima heyecanlandırmıştır.

"Konuşma insanın en faydalı yetisi ve açık ara büyük başarısıdır." N. Wiener, 1950

Afanazinin yerini belirlemek Genellikle, afaziler beyindeki dil bölgelerinde gelişen hasarlar (lezyonlar) sonucu ortaya çıkar. Bu afanbe hemen her zamman sol yankürededir ve çoğu insanda burası dil üretme ve anlama yeteneğinin bulunduğu yerdir. Ancak, çok az sayıda insanda dil yeteneği sağ yarıkürede bulunur. Her durumda, bu dil bölgelerinin uğradığı  inme ya da travmatik beyin harı neden olur. Afazi, bir beyin tümönde olduğu gibi, yavaş yavaş da gelişebilir.

Farklı afazi türlerine beyin hasarının farklı bölgelerde yer alması neden olur. Enyaygın görülen akıcı olmayan ve alıa (reseptif) afaziler, hasarlar sırasıyla Bro

bölgesi ve Wemicke bölgesinde olduğunda ortaya çıkar. Akıcı olmayan afazi

ağır, zahmetli ve akıcı olmayan konuşmayla ayırt edilir. Psikologlar bundan, sol

alın lobundaki motor asosiasyon korteksinde bulunan Broca bölgesininmotor bellekten sorumlu olduğunu öğrenmişlerdir: söz üretmek için ge-reksindiğimiz kas hareketlerinin sıralanması. Dahası, Broca bölgesininhasarlanması sıklıkla agramatizme yol açar - bundan etkilenenler kar-maşık sözdizimi kurallarını anlayamazlar (örneğin, işlevsel sözcüklerinadiren kullanırlar).

"Kitap gibi değil, bir hanımefendi gibi konuşmak istiyorum."

Wemicke bölgesinin konuşmanın anlaşılmasından sorumlu olduğu dü- G. B. Shaw, şünülmektedir ve alıcı afazi de konuşmayı güç anlamak ve anlaşılmaz Pygmalion 1912

ilk sınıflandırma

Broca normalden sapmış dildenbeynin bir bölümünün sorumluolduğuna işaret etti.

Hale, The Man Who Lost His Language

sözcükler üretmekle tanımlanır. Bu sorundan etkilenmiş insanlar, kendi konuşmalarını bile tam ve doğru olarak anlamadıklarından, genellikle bozukluğun farkında bile değildir. Wemicke bölgesinin sözcükleri oluşturan ses dizisi belleğinin depolandığı yer olduğu düşünülmektedir.

"Çok düşün, az konuş, daha da az yaz." Julian Schnabel

Bir dil modelinde, gelen dil işitsel korteks tarafından alınıp anlaşılmaküzere Wemicke bölgesine gönderilir. Eğer yanıt gerekiyorsa, Broca böl-gesine bir mesaj yollanır; buradan da yanıtın dillendirilmesi için kaslarıorganize eden birincil motor kortekse mesajlar yollanır.

Afazi üzerine yapılan çalışmalar, psikologların dili anlamasına yardımcı olmanın dışında, yer belirleme ilkesiyle -özgül işlevlerin yerine getirilmesinde beynin hangi bölgesinin kullanıldığı- ilgili modem araştırmaların temelini oluşturmuştur.

Mi *leri Bilimde her şeyin başı sınıflandırmadır. Bir zihinsel ya da fiziksel sorunu tanımlarken, daima alt tipleri ya da grupları belirlemeye çaba gösterilir; afazi de bunun dışında kalmaz. Kimi klinisyenler, afazi hastaları kadar çok afazi biçimi bulunduğuna ve onları sınıflandırmaya çalışmanın da nafile olduğuna inanırlar. Diğerleri ise hastaları arasındaki şaşırtıcı benzerliklerden etkilenip, çok özgül belli semptomların hasta alt grupları tarafından paylaşıldığını düşünür.

Kimi taksonomiler, konuşma kusurlarına (semiyolojik) dayanırken, diğerleri de zihnin mekanizmalarına ya da beyindeki nöbetin yerleşimine dayanır. En iyi taksonomiler, tüm olguların üçte ikisini karma halde bırakırken, üçte birini kuşkuya yer bırakmadan açıkça tek bir grup içinde sınıflandırıyor görünmektedir.

llk fizyolojik ya da davranışsa! sınıflandırma, yalnızca konuşmanın bozulup yazmanın bozulmadığı genel dil yeteneği alanındaydı. Daha sonra, konuşamayanlarla konuşan ama çok hata yapanlar arasında bir ayrım yapıldı.

Çok çeşitli tipte taksonomiler vardır. Bağlantıcı taksonomiler beynin özgül kısımlarıyla ilgili özgül linguistik güçlüklere bakar. Seçici lezyonlar özgül dili etkileyen sinirsel ağları bozar. llk araştırmacılar bu nedenle motor afaziden (hareket duyumlarına ilişkin bellek), duyusal afaziden (telaffuz edilmiş konuşmayı çözmeye dair işitme duyusu belleği) ve iletim afazisinden (üstteki ikisi) bahsetmişlerdir.

Bağlantıcılar subkortikal, kortikal ve transkortikal tipler gibi çeşitli farklı tipler ve ayrımlar öne sürmüşlerdir. Broca afazisi, Wemicke afazisi gibi kimi tipler, araştırmacılarının adıyla anılmıştır. Diğer psikologlar da sözcük sağırlığı ve sözcük körlüğü arasında ayrım yapmışlardır.

Başka birçok taksonomi vardır; kimileri özgül kuramlara kimileride gözleme dayanır. Freud, üç katlı sınıflandırmasını savunurken,diğerleri de hastaların bir dizi testteki perfornartsını değerlendiren,daha istatistiksel yaklaşımları benimsemişlerdir. Kimileri de önce-likle konuşmanın linguistik özelliklerinden etkilenmiştir. Yine de,bu alanda bir fikir birliğinden söz etmek mümkün değildir.

Terapi Sesli çıktıyı ya da konuşmayı bozan afazi bir konuşma pa-tolojisi kabul edilmektedir. Konuşma patolojisi ilk olarak bir eğitimsorunu şeklinde algılanmışsa da, beyin hasarını inceleyen nörolog-ların yanı sıra, psikolog ve psikiyatrların da ilgi alanına girecekuyum sorunlarına yol açabilir. Kimi konuşma bozuklukları tama-

"Kimi beyin şoklarından sonra, kişi konuşabilse de, sanki Broca bölgesi alt üst olmuş gibi,

ağzmdan sıklıkla yanlış sözcükler dökülür ne yazık ki." W. Thompson, 1907

men fizikseldir ve nöromüsküler etkinliklerdeki sorunlara dayanır. Konuşma

bozuklukları, anlamlı semboller ve düşüncelerle iletişim kurmakta sorunlardemek olan dil bozukluklarından farklıdır.

Tüm terapiler adlandırma, sözcük ve cümle tamamlama, sözcükleri ve cümleleri okuma ve duyduğunu yazma gibi birincil dil işlemlerini ölçmeye çalışan tanı testleriyle başlar. Farklı sorunlara farklı terapiler önerilir. Kimi nörologlar, sorunun nedeninin ne olduğu konusundaki görüşleri bağlamında, dil terapisinin değerine kuşkuyla bakar. Diğerleri, herhangi bir tedavi uygulanmadan, önceki dil bilgisi ve yeteneklerinin tam ya da kısmi olarak yerine gelmesi demek olan kendiliğinden iyileşmenin kanıtlarına dikkat çekmiştir. Yine de, afazi hastalarıyla uzun süre geçiren ve sorunlarının nedenini anlamanın yanı sıra daha iyi iletişim kurmalarını sağlamaya çalışan profesyonel konuşma terapistleri vardır.

>> fikrin özü

Dilin temeli dil bozulduğunda ortaya çıkar

Bt:yiıı

49 Disleksi

"Okuma ve yazma görevlerinde başan açıkça modern toplumlardaki sosyal ffarklılaşmanın en önemli eksenlerinden biridir."

J. Goody ve J. Watt, 1961

Anne babalar ve öğretmenler aynı yaştaki çocuklardan büyük bölümünün yalnızca zevk ve huy bakımından değil, beceriler geliştirme bakımından da birbirlerinden farklı olduğunu iyi bilirler. Kimi okumayla ilgili birtakım konularda yaşıtlarından daha büyük zorluk yaşar ve onların gerisinde kalır. Zekaları normal görünse de, okumayı bir türlü sökemezler. Disleksikler kısa sürede bir kısır döngünün içine düşer. Okumaları yavaş, zahmetli ve sıkıntı vericidir. Hiçbir eğlenceli tarafı yoktur. Çok büyük çabayla çok az başarı gösterirler, okumaktan kaçınırlar; bu nedenle de, beceri edinmede diğerlerine ayak uydurmaları asla mümkün olmaz. Okumakla ilgili birincil sistemler söz konusu olsa da, düşük öz-saygı ve sosyo-duygusal uyumla ilgili ikincil özellikler de işin içindedir.

Tm Disleksi, sözcükler konusunda sorun yaşamak demektir. Sözcük körlüğü ve özel bir okuma-yazma kusuru olarak nitelenir. Profesyoneller ta- rafındansa önemli ve ısrarcı okuma zorluklarını belirtmek için kullanılır. Esas olarak, iyi bir öğrenim ve sıkı çalışmaya karşın normal okuma yeteneğinin kazanılmasında zorluk olarak tanımlanır. Geleneksel disleksiye kimi zaman ge- fyimsel disleksi denir ve beceriyi edinmedeki zorlukla ilgilidir. Edinilmiş disleksi ise, genellikle, okumada ustalaştıktan sonra, yaşanan bir travmaya bağlı olarak okumada zorluklar görülmesidir.

Özünde, tanının karşısındaki birincil sorunlar, esas olarak kişinin sözü seslendirme yani fonolojik sistemi nedeniyle, sözcüğün şifresinin çözülmesi ve telaffuz edilmesidir. Sorunun yetersiz eğitim olanakları, işitme ya da görme bozuklukları, nörolojik bozukluklar ya da majör sosyo-duygusal zorluklardan kaynaklanmadığına emin olmak gerekir. Doğru ve akıcı sözcük okuma ve/veya a, telaffuz etme yeteneği yavaş, yetersiz ve büyük zorlukla gelişiyorsa, disleksi

donem

1887 1896

Sözcük ilk kez bir Alman ilk kez çocukluk çağı

oftalmolog tarafından kullanıldı. disleksisi tanımlandı.

tanısı açıktır. Disleksi aynı aile içinde görülme eğilimi sergiler ve erkek çocuklar kızlara göre daha çok etkilenirler. Bu da genetik etmenlerin önemli olabileceğini düşündürür.

Tarihçe

1960'1arın başlarında genel okuma geriliği için üç ana neden öne sürülmüştü: kötü resmi eğitim öğretim ve ev yaşantısındaki yoksunluklar gibi çevresel etmenler; duygusal uyumsuzluk; kimi organik ve yapısal etmenler.

Araştırmacılar, normal okuma yeteneğini, ortalamanın çok üzerindekilerin tepede, kötü

okuyucularınsa dipte yer aldığı devamlılık ya da basit çan eğrisi şeklinde düşünmenin anlamlı olup olmadığını tartışmaktadır. Kimileri durumun bu olduğuna emindir ve okuma güçlüklerinin ayrık durumlar değil, bir ölçek üzerinde dilbilimsel bir kesme noktası olduğunu ileri sürmektedir. Diğerleriyse, bunun bambaşka bir bilişsel beceri kümesi ya da kalıbı olduğunu düşünmektedir.

Okumayı sökmek ve okuduğunu Okumak iki temel

süreci kapsar. Öncelikle bir dizi harfi tanımanız ve bunlardan oluşan sözcüğün şifresini çözmeniz gerekir. Kişi harflerin "seslerini" ve hecelerin nasıl oluştuğunu öğrenmelidir. Bu yavaş ve zahmetli bir iştir, ancak genelde birdenbire ve kendiliğinden okuyuvermekle sonuçlanır.

İkinci süreç daha soyuttur. Metni anlamlı ve deneyime bağlı kılar. Anlamadan, boş boş, sözlere anlam katmadan okumak da mümkündür. Disleksikler sözcüklerin yazımı (ortografi), sözcüklerin anlamı (semantik), cümle kurulması (sözdizimi) ve sözcüklerin kökler, ön ve son eklerden nasıl oluştuğuna (biçim bilimi) dair özel zorluklar yaşayabilirler.

Psikologlar sözcük şifresini çözme testleri geliştirerek, kişinin normal düzeye göre ne durumda olduğunu ölçmeyi amaçlamışlardır. Testi yanıtlayanlardan sözcüklerin ve sözcük olmayan şeylerin şifresini çözmeleri istenmiştir. Araştırma, birincil sorunun fonolojik beceriler olduğunu göstermiştir. Disleksikler sözcüklerin ses yapısıyla ve yeni sözcükleri, özellikle de adları hatırlamakla ilgili

1920 1949 1967

Nedenine ilişkin ilk kuram

Uluslararası DisleksiDerneği kuruldu.

ilk kez alt gruplar önerildi.

belirli sorunlar yaşıyor görünmektedir. Karmaşık sözcükleri ve sözcük olmayan şeyleri tekrarlamakta da zorluk çekerler. Bir başka testte, kişinin okuduğunu anlaması, duyduğunu anlamasıyla karşılaştırılmıştır.

Alt gnıplar Uzmanlar, hemen hemen tüm psikolojik sorunlarda olduğu gibi, bu sorunu yaşayanların hiç de tek tip olmadıklarına ve genellikle de alt gruplarda toplanabileceklerine dikkat çekmektedir. Bu alt grupların tanımlanma işlemi, genellikle hassas tanı konulmasına ve kuramın oluşturulmasına da yardımcı olur. Bu ince ayrımları yapmaktaki sorun, uzmanlardan gruplar ve terminoloji konusunda görüş birliği beklemektir. 1960'larda önerilen ilk ayrım, işitsel disleksi (ses birimlerini ayırt etmek ve bunları bir sözcüğe bağlamak ya da bir sözcük oluşturacak şekilde bir araya getirmekle ilgili sorunlar) ile görsel disleksi (harfleri ve sözcüklerin görüntülerini yorumlamak, hatırlamak ve anlamakta güçlükler) arasındaydı. İşitsel disleksikler b ve p ya da d ve t gibi benzer sesli harfleri ayırt etmekte güçlük çekerler. Görsel disleksikler ise sözcüklerin görsel biçimlerini tanımakta zorlanırlar; bu durumda, "sap" sözcüğü "pas", "naz" ise "zan" olarak anlaşılabilir. Aynı zamanda, sözcükleri de duydukları gibi, yani İngilizcede "what" için "wot, "rough" için "ruff'' şeklinde yazarlar.

Bundan sonra, disfonik disleksiyle (işitsel sorunlar) diseidetik disleksi (sözcükleri birim olarak algılama sorunları) arasında ayrım yapılmış ve aleksi (karma şekilde işitsel ve görsel işlem sorunları) tanımlanmıştır. Disleksiklerin üçte ikisinin disfonik, onda birinin diseidetik ve dörtte birinin de aleksik olduğu düşünülmektedir.

İnsanların okurken farklı stratejiler geliştirdikleri anlaşılmıştır. İngilizcede fonolojik stratejide, ortak harf grupları -ist, ough, th- kümeler, sonra da heceler halinde şifrelenir. Bu stratejiyi benimseyenler sözcükleri sesli okurlar. Diğerleri tam sözcük ya da ortografik okuma yapmayı dener. Böylece, aleksi ya da ortografik aleksi veya bunların karması şeklinde alt grupların bulunduğu öne sürülmüştür. Çocuklar sözcük olmayan "frin", "weg”, "sper" gibi kümeleri ya da "cough", "bough" gibi fonetik olmayan sözcükleri okurken test edilmişlerdir. Yine de, kişideki okuma güçlüklerine tanı koymanın en iyi yolu, kullandığı işlemlere dikkatle bakmaktır: Neyi doğru ve kolay yapmakta, neyi yapamamaktadır.

Kendi kendine tanısı mı? Disleksi tanısı, sıklıkla

çoğu anne baba ve çocuğa rahatlık sağlar görünmesiyle sıra dışı bir durumdur. Zeki ya da başka bir yetenek bakımından sorunlu oldukları düşünülmüş olan

Araştırma

Bu alandaki psikologlar, her türden yönteme başvurmaktadır. Kimileri belli bireyler üzerinde yoğun, derinlemesine olgu çalışmaları yapar. Karşılaştırmalı yöntemde, mümkün olduğunca özdeş (yaş, 10 ve sosyal arka plan açısından) iki büyük grup birçok testle öl

çülmektedir. Uzunlamasına çalışmalarda da okuma sorunlarının ve zorluklarının gelişimi incelenir. Deneysel çalışmalarda insanlar belli koşullaraltında teste tabi tutulurlar. Beyin işlevi çalışmaları ise, belli koşullar altında uyanık durumda beyin haritalamasını kapsamaktadır.

çoğu erişkin, kendilerine doğru "tanı" konmadığını açıklayarak, bu durumla neredeyse övünürler. Çünkü etiketler zeka kıtlığını değil (hatta kimi zaman tam tersi), çok özel bir işlevsel yetersizliği işaret etmektedir. Ciddi akademik makalelerde sık sık aslında disleksinin var olup olmadığı sorgulanır ve bu durum, küskün okuma yetersizliği araştırmacılarının hararetli itirazlarına yol açar. Savunucular, disleksiklerin, yüksek olmasa da, normal zekada olduklarına dair kanıtlara ve bilinen öğretme tekniklerine karşın, okuma ya da hecelemedeki özel hatalarıyla kötü okuyuculardan ayrıldıklarına dikkat çekerler.

Eleştirenler ise, bunun bir orta sınıf durumu olduğunu ve hali vakti yerinde anababaların, çocuklarının çok parlak olmadığı gerçeğiyle yüzleşemediklerini ya

da yüzleşmediklerini, bu durumda da, eğitim sistemiyle kendilerine üstünlüksağlayacak şekilde oynadıklarını savunurlar. Diğerleri bu saldırıyı zarar verici,acıtıcı ve temelsiz bulup bazı anne babaların çocuklanndan çok fazla şey um-

masıyla ilişkili olabileceğini söylerler.

Önemli bir konu da disleksiyle IQ ilişkisidir. Göründüğükadarıyla sönük, tembel, dikkatsiz ya da uyumsuz olarak ni-telenen çok parlak disleksiklerin varlığına dair yaygın birinanç mevcuttur. Disleksi kavramının kilit etmenlerindenbiri, diğer öğrenme becerilerine göre beklenmedik ölçüdekötü olan okuma düzeyidir. Diğer birçok IQ alt testiylekarşılaştırıldığında, bunlarla okuma testlerindeki yetenekarasında bir tutarsızlık var gibi görünmektedir.

"İngiliz imlası arkaik, ağır ve etkisizdir: sindirilmesi çok zaman ve emek ister: sindirilmemiş olduğunu saptamaksa kolaydır." Thornstein Veblen, 1899

>> fikrin özü

Disleksinin bir çok türü vardır


50 Bu da Kim?

Sizi aslında hiç benzemediğiniz birine benzettikleri oldu mu? Ne sıklıkla bir insanı tanıdığınızı bilip de adını çıkaramadığınız oluyor? Bu kişinin uzun mesafe koşucusu ya da siyasetçi olduğunu da biliyorsunuz, ama adı bir türlü aklınıza gelmiyor. Aynı şekilde, belki bir yüz çok tanıdık geliyor, ama onu nereden tanıdığınızı çıkaramıyorsunuz.

İnsanlar "bir yüzü asla unutmadıklarını" söylerler: Ancak, kendileri de bilirler ki, çoğu zaman unuturlar. Araştırmacılar, insanların bu konudaki düşünceleriyle aslında durumun ne olduğu arasında hiçbir ilişki olmadığını göstermişlerdir. Yüzleri hatırlamakta başkalarından daha iyi olanların yalnızca görsel belleklerinin daha iyi olduğuna dair kimi kanıtlar bulunmaktadır. Yani, bu kişilerin tabloları, haritaları ve yazıları hatırlamakta ortalamanın üzerinde bir yeteneği vardır. Söz konusu tipteki kişilerin resimler ve görüntülerle ilgili özel bir ustalıkları var görünmektedir.

"Yüz ve yüzdeki ifade bizim benzersizliğimizi ve bireyselliğimizi tammlar ve hem açığa vurur hem de gizler." J. Cole, 1977

rosopagnosia İnsanları tanımak ve teşhis etmek günlükyaşantımızda çok temel önem taşır. Kalabalığın içinde partne-rinizi ya da bir partide anne babanızı ya da ofiste patronunuzutanıyamadığınızı bir düşüünsenize. Yüz belleğinin önemi, en çar-pıcı olarak prosopagnosia (yüz körlüğü) denen sorunda görülür.Bu sorunu olanlar bildik insanların yüzlerini, hatta bazen aynadakendi yüzünü bile tanıyamaz. ncak, prosopagnosia sorunu olanhastaların birçoğu, yüzleri ayırt edemezken, birbirine benzeyenaraba, kitap gibi nesneleri, hatta gözlük tiplerini kolayca ayırtedebilir.

Psikoloji açısından önemli sorulardan biri, yüz tanımada diğer nesnelerin tanınmasından farklı, özel ve özgül bir yüz-işlemleme mekanizması olup olmadığıdır. Bu, iki çok özel ve (şükür ki) ender türde insanın tanımlanmasını

dönem

1510 18.-19. yüzyıllar

Leonardo da Vinci çeşitli burun tipleri çizdi.

Karikatürcüler ve çizgi romancılaren parlak döneminde

"Küçük alımlı erkekler hercaidir; alın yuvarlak ve tümsekllyse, o kişiler kolay öfkelenen tiptedir. Düz kaşlar yumuşak karaktere işaret eder, yay kaşlarsa mizah ve ikiyüzlülüğün delilidir. Doğrudan bakan gözler arsızlığı, kırpışıp duran gözler kararsızlığı gösterir. İri kepçe kulaklar tutarsız konuşma ya da gevezelik eğilimine işarettir."

Aristo, iö 350

ve araştırılmasını gerektirir: yüz tanımada normal ama diğer nesneleri tanımada zayıf olanlar (görsel agnozi) ve tam tersine, prosopagnosiası olanlar. Biliş nöropsikologlan açısından soru, yüz tanıma ve nesne tanımaya adanmış ve bundan sorumlu ayrı beyin bölgeleri ve mekanizmalarını tanımlayıp tanımlayamayacağımızdır.

Açıkçası, bugüne kadar elde edilen kanıtlar, beyni hasar görmüş ve beyni hasar görmemiş prosopagnosia hastalarında, çok özgül beyin bölgelerinin (orta füziform girus ve oksipital girus) yüz tanımadan sorumlu olabileceğini düşündürmektedir.

Bütün ve prçn Yüz ve nesne tanıma arasında ayrım yapacak iki işlem modeli önerilmiştir. İşlemlerden birine bütüncül (holistik) banaliz denir ve bu "büyük resmin" işlenmesini kapsar: genel düzen, genel yapı. Bu, ayrıntılara odaklanıp, ardından bunları bir araya getirmeye çalışan parçalara göre aınalizin tam tersidir. Buradaki anafikir, yüz tanımanın nesne tanımadan çok daha fazla bütüncül analiz gerektirdiğidir.

Bu görüş foto-fit teknolojisiyle çok iyi ortaya konabilir. 1970'lerde, kişinin çok çeşitli parçalardan "tek bir yüz oluşturması" demek olan foto-fit sistemi geliştirildi. Bu sistemde, bilinen tüm tipleri temsil eden çok sayıda burun resmi bulunmaktaydı. Aynı şekilde, ağız, göz ve saç vb. için de resimler vardı. Bu durum, doğruluğun sınandığı çok sayıda deney yapılmasına yol açtı. İnsanlar partnerlerinin, ünlü bir siyasetçinin, hatta kendilerinin iyi, tanınabilir

Foto-fit sistemi bulundu.

Lord Devlin dayanaksız görgütanıklığında yüz tanımayagüvenilemeyeceğini ileri sürdü.

V. Bruce, Recognising Faces

"Yüzlerden ziyade, akıllar farklıdır." Voltaire, 1750

bir resmini oluşturabilecekler miydi? Bunun için, belli bir ağız, göz vb.biçimini önceden bilerek seçmeleri gerekliydi. Sonuçlar insanların par-çalardan yola çıkıp bütün bir kalıp oluşturma görevinde ne kadar yetersizolduklarını ortaya koydu.

Ayrıca, çalışmalarda bir kişinin bir yönünün gizlenmesinin tanınmasınınasıl da imkansız hale getirdiği gösterilmiştir. Suçluların çok uzun zamandırbildikleri gibi, bir peruk, sakal ya da gözlükle yüzün tanınması son derece güçleşmektedir. İnsanlara yüzü, "cepheden" değil de, profilden ya da üç çeyrek oranında göstermek bile çarpıcı bir etkiye neden olmaktadır. Görünüşe göreinsanlar tam yüzü/örüntüyü parçalar halinde değil, bütün olarak işlemektedir.Dahası, yüzleri kişisel özelliklere göre işliyor görünmektedirler. Bu nedenle in-sanlar sağlam ve iyi bakan, dürüst bir yüzden, nazik ya da sahtekar suratlardansöz ederler. Winston Churchill'in ya da Nelson Mandela'nın yüzlerini nasıltanımlardınız? Bunu ağız büyüklüğü ya da göz biçimlerine mi dayandırırdınız?Genellikle, hayır.

Bu alandaki birçok ilginç çalışma, biçimsiz resimler üretmeyle ilgilidir. Kimilerinde yüz ve ağzın yeri değiştirilerek, hatta tüm yüz ters yöne çevrilerek düzen bozulmuştur. Diğerlerinde de, bileşenler değiştirilmiş; örneğin, dişler karartılarak, tek bir bileşen bozulmuştur. Çalışmalarda, bileşen bozulduğunda, bunun hemen daima saptanabildiği görülmüştür. Ancak, düzen bozulduğunda durum değişmiştir. Dolayısıyla, prosopagnosianın bütüncül ya da düzensel işlemle- menin bozulmasıyla, görsel agnozininse bütüncül ve analitik işlemlemenin bozulmasıyla ilgili olduğu kabul edilmiştir.

İşlemi etkileyen etmenler

Bu işlemle ilgili çalışmalardan, kimileri diğerlerine göre daha mantıklı olan bazı ilginç sonuçlar elde edilmiştir.

  • Bir yüzü ne kadar uzun süre görürseniz, tanımanız o kadar kolay olur.

  • Yüz, tanığın kendi yüzüne ne kadar az benziyorsa, tanınması o kadar zor olur.

  • Yüz tanıma yeteneği zaman geçtikçe pek

azalmaz: geçen sürenin etkisi minimumdur.

  • Kişilerin birbirlerini "canlı" mı, videoda mı yoksa fotoğraflarda mı gördükleri fazla fark etmez, tanıma hemen hemen aynı düzeydedir.

  • Baş aşağı fotoğraflar orantısız şekilde zor tanınırlar.

  • Bir yüz "farklı" ise (alışılmadık, tipik olmayan), tanınması kolaylaşır.

İşlemin bileşenleri

Psikologlar karmaşık yüz tanıma işlemini

anlamak için, tüm sistemin üretilmesinde birlikte çalışan birbirinden

farklı bileşenler olduğunu öne sürmüşlerdir. Bunlar arasında, içselduygusal durumları yüz ifadelerinden ve özelliklerinden anlamak

demek olan ifade analizi gibi beceriler yer alır. Bundan başka, konuşu-lanı daha iyi anlamak için "dudak okuma" yeteneği şeklindeki yüzdenkonuşma analizi vardır. Elbette, yüzün, özellikle göz ifadeleri ve farklıyüz ifadeleri gibi belli seçilmiş yönlerini işleme yeteneği olan görsel
işlemleme de unutulmamalıdır. Bir diğeri de, yüzün kişiye ait yapısı(uzun, yuvarlak, üzgün) hakkında bilgi veren yüz tamma birimleridir.

"Yüzünüz, soylu efendim, herkesin tuhaf şeyleri okuyabileceği bir kitap gibi." Shakespeare, Macbeth 1606

Bunlara ek olarak, belli bireyler hakkındaki ayrıntıları -yaşı, ilgileri, işi vb.- saklamamıza yarayan kişisel kimlik ipuçları gibi kişinin adını da sakladığımızı (bellekte) gösteren isim oluştumıa süreçleri vardır. Son olarak da, insanlar hakkında bir tür bilgi deposu olan (örneğin, zinde görünen sporcular, çekici artistler, kırmızı suratlı alkolikler vb.) genel bilişsel sistem ya da bilgi sistemi vardır.

Bu sistemlerin birinde bir sorun olması tüm işlemi etkiler. Gündelik yüz tanımada en önemli görünen bileşenler şunlardır:

  • yapısal şifre çözme: insanların bir yüzde neye dikkat ettiklerini ve bunların benzersiz şifrelerini belleğe kaydetmek ve

  • isim oluşturma.

Yüz tanıma, güvenlik aleminde giderek daha da önem kazanan uygulamalı psikoloji araştırmalarının aktif ve önemli bir alanıdır. Gerçekten de, bilgisayarlara insanları tanımayı ve hatırlamayı öğretmek, tüm bu araştırma girişimciliğinin en açık uygulamasıdır.

>> fikrin özü

Yüz belleği bize beynin nasıl işlediği hakkında çok şey söyler


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to