Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

İSLAM ÂLEMİ VE İNGİLİZ MİSYONERİ

 


İngiliz Misyoneri Nasıl Yetiştiriliyor?

Yzb. Ahmed Hamdi Bey

Yayına Hazırlayan: Zafer Çınar

Misyonerlik ve Misyonerler Üzerine Birkaç Söz

Misyoner, ülke içinde ve yabancı ülkelerde Hıristiyanlığı yaymayı vazife edinmiş kişileri nitelendirmek amacıyla kulla­nıla gelen bir terimdir. Kilise terminolojisinde bir vazife ifa etmek gayesiyle gönderilen delegasyonu yahut daha özel an­lamıyla "İncil'i Hıristiyan olmayan halklara" yaymayı ifade etmek için de misyon kelimesi kullanılmıştır .

Misyonerlik Hz. İsa'nın göğe kaldırılmasından sonra Ha­varileri tarafından Hıristiyanlığı yaymak amacıyla oluşturul­muş dinî bir yapılanmadır. Hz. İsa'nın Havarilerine söylediği rivayet edilen, "Gidiniz! Gerçeği (Kutsal Kitabı) onlara anlatı­nız" buyruğu misyonerliğin temel gerekçesini oluşturmuştur. Bu şekilde kurulan misyonerlik sonraki devirlerde insanları sadece Hıristiyanlığa davet etmekle yetinmemiş, belirli mez­heplere yönlendirme gayesi de gütmüştür   .

Misyonerliğin amacı Hıristiyanlığı dünyaya hakim kılmak şeklinde ifade edilmiştir. Misyonerler bu gayelerine erişebil­mek için gittikleri her yerde bağlı bulundukları mezhebin kili­sesini kurarak halkı bu kiliselerin etrafında toplamaya çalış­mışlardır. Bu amaçla, başta Asya ve Afrika olmak üzere dün­yanın değişik bölgelerinde faaliyet göstermişler, emperyalist devletlerle işbirliği içinde hareket etmişler, onlara müsait ze­min hazırlamışlardır3. Farklı dinlere mensup büyük devletlerin birbirleriyle din uğruna yaptıkları savaşların en yoğun olduğu dönem Haçlı Seferleri'ne kadar uzanmaktadır.

Haçlı Seferleri'nin başlamasında önemli pay sahibi olan Papa II. Urbanus, geniş Hıristiyan kitlelerini Müslümanlara karşı savaşmaya teşvik etmeye sadece, iyi ücret vaat etmenin yeterli olmayacağını düşünmüş, bu savaşı daha da çekici bir hale sokmak için dinî hisleri de ön plana çıkarmıştır. Zira, Batı dünyası, Bizans'ın elde edeceği başarılardan ziyade, maddî bakımdan kendi çıkarlarına uygun düşecek, manevî bakımdan ise, dinî hislerini şevk ve galeyana getirecek bir çağrının uyan­dıracağı cazibe ile doğuya gitmek hevesine kapılabilirdi. Öy­leyse Doğu'ya düzenlenecek sefer, İsa aşkına, din uğruna fe­dakârlık ve sevgi teması üzerine oturtulmalı, çağrı bu doğrul­tuda yapılmalıydı ; Gerçekten de Haçlı Seferleri, Papa Urbanus'un gayelerine ulaşması noktasında önemli bir etken oldu. Haçlı Seferleri sonucunda yapılan fetihler bir anlamda Papa'nın fetihleriydi. Fetihlere kilise açısından bakıldığında, Papa'nın hakimiyet sahası muazzam bir genişliğe kavuşmuştu. Hıristiyanların yaşadığı bölgelerde bulunan cemaatler onun yüksek hakimiyetini tanımışlar, misyonerleri Habeşistan ve Çin'e kadar ulaşmışlardı .

"Haçlı Seferleri Dönemi" olarak adlandırılan 1096-1291 arasındaki devrenin, başından beri Haçlılara karşı mücadele veren Türkler tarafından Haçlıları Yakındoğu'dan atmalarıy­la sona erince, Yakındoğu'da yayılma anlayışı Hıristiyan dev­letler tarafından bir ideoloji halinde yaşamaya devam etti. Bu yüzden olsa gerek XIV. yüzyıldan itibaren daha asırlarca de­vam edecek zihniyetin eylemi olarak, yapılan seferlere "Geç Dönem Haçlı Seferleri" adı verilmiştir. Yakındoğu'ya hakim olmak; Doğu'nun zenginliklerini ele geçirmek -ister Haçlı zihniyeti, ister başka bir sözcükle ifade olunsun. Avrupa'nın yaklaşık dokuz yüz asırdır vazgeçemediği bir tutkusu haline geldi .

Haçlı Seferleri döneminden itibaren başlayan misyonerlik hareketleri Türklerin Yakındoğu'ya hakim olmasıyla birlikte daha da hızlandı. Bilhassa İstanbul'un fethinden itibaren İngil­tere ve Fransa gibi politik güç merkezleri, Türkleri Avrupa ve Anadolu'dan atmak için bir yandan aralarında yeni haçlı itti­fakı oluştururken bir yandan da Anadolu'ya misyonerler gön­dermeye başlamışlardır . Misyonerlik, bilhassa XHI. Louis dö­neminde (1601-1643), Papaz Joseph'in de etkileriyle Müslümanlara karşı yepyeni bir Haçlı metodu olarak ön plana çıka­rıldı . Osmanlı Devleti ile Fransa Krallığı arasmda başlayan dostluğun bir sonucu olarak, bilhassa Galata'da yerleşen, Ka­tolik mezhebine mensup Cizvitler vasıtasıyla misyonerlik faa­liyetleri Osmanlı topraklarında da görülmeye başlamıştır. Ga­lata'da Saint Benoit Kilisesi'ne yerleşen ve burada Saint Benoit Okulu'nu kuran Cizvitler, ilk olarak Müslüman halk üzerinde faaliyet göstermeye çalışmış, ancak, başarılı olamayınca Ermeniler üzerinde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir . Bu dönemden itibaren Osmanlı topraklarında yerleşmeye başlayan bu ilk misyonerler yazdıkları eserlerle daha sonraki dönemlerde aynı yolu takip edecek meslektaşlarına ön ayak olmuşlardır .

Misyonerler, Haçlı Seferleri sırasında Müslüman Türklere karşı alman ağır mağlubiyet sonrasında Hıristiyan aleminin tekrar dirilişini temin etme sorumluluğunu üstlenmişlerdir. Hıristiyan dünyası misyonerler vasıtasıyla yürüttüğü "oryan­talizm" politikası sayesinde Müslüman toplumlar üzerinde kendi hegemonyalarını kurmayı hedeflemiştir.

Doğu Araştırmaları alanında çalışan batılı ilim adamları olan oryantalistler, nüfusunun büyük çoğunluğunu Müslüman halkın oluşturduğu bazı Asya ve Afrika ülkelerinin din, inanç, kültür ve folklor gibi bir millete vücut veren, onu diğer millet­lerden ayıran, daha da önemlisi halkın gündelik hayatına, inançlarına ve düşüncelerine tesir eden faktörler üzerinde araştırmalar yapmışlardır . Sözü edilen bu oryantalistlerin büyük çoğunluğunun aynı zamanda birer misyoner olmaları, teşkilatın tarihi seyri ve üstlendiği fonksiyon itibarıyla son derece önemli sonuçlar doğurmuştur.

İlk defa 1815 yılında Viyana Kongresi'nde bir Rus delegesi tarafından ortaya ablan ve daha sonraki dönemlerde bazı dip­lomatlar tarafından da değişik anlamlarıyla benimsenen "Şark Meselesi" terimi, bu yüzyılda Osmanlı Devleti bünyesinde misyonerliği ifade etmek için de kullanılmıştır . Batılı oryantaüstler, artık top ve tüfek ile taarruz yerine, ekonomik, kültürel ve sanatsal yönleri kullanarak Müslüman toplundan dejenere etmeye gayret etmişlerdir . Şark Meselesi'nin kukla oyuncula­rı ise Ermeniler ve Müslüman Araplar olmuştu . Mesela, İngi­lizler, 1840'tan itibaren Lübnan ve Suriye bölgelerinde Müs­lümanlarla Hıristiyanlar arasında meydana gelen çatışmalar­dan faydalanarak kendi mezheplerinden olanları himaye et­mek bahanesiyle olaylara müdahale etmişler, bu vesileyle nü­fuzlarını kuvvetlendirmeye çalışmışlardır. İngilizler nüfuzları­nı güçlendirmek amacıyla misyonerleri kullanmışlardır .

Bu dönemden itibaren Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlık­ların haklarını koruma bahanesiyle, dış güçler tarafından sü­rekli olarak devletin iç işlerine müdahale edilmiş, misyonerler siyasî propagandanın en önemli elemanları olarak görev yap­mışlardır. İtalya ve Avusturya Katolikleri, İngiltere, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri Protestanları, Rusya ise Orto­doksları himaye bahanesiyle Osmanlı Devleti'nin iç işlerine müdahale etmeye çalışmışlar, bu müdahaleyi de çoğunlukla gönderdikleri misyonerleri vasıtasıyla gerçekleştirmişlerdir. Aslında, buradaki asıl hedefin gizli anlaşmalarla paylaşılmış Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılması ve Müslüman dünya üzerine Hıristiyan hakimiyeti kurmak olduğu anlaşılmıştır. Sözü edilen bu devletler, Osmanlı ülkesindeki bu hedeflerini kolayca gerçekleştirebilmek için çok sayıda misyoner yetiştir­mişlerdir .

XIX. yüzyılın başarından itibaren, bu devletler tarafından Osmanlı ülkesi dahilinde olan Afrika, Arabistan ve Asya kıta­larındaki topraklara çok sayıda misyonerler gönderilmiştir. Bu misyonerlerin pek çoğu, yukarıda da belirtildiği üzere, genel­likle ilim adamı yahut araştırmacı kimliği ile toplumun arasına girmiş, uzun süre onlarla birlikte yaşayıp güvenlerini kazanır­ken, bir taraftan da bulundukları bölgeler hakkında stratejik değer taşıyan bilgileri hamileri olan ülkelere bildirmişlerdir.

Misyonerlik faaliyetlerinin en etkili unsurlarından birisi azınlık okulları olmuştur. Batılı büyük devletler, Osmanlı top­raklarında himayeleri altına aldıkları azınlıklar için kurmuş oldukları okullarında, etnik azınlıkları kendi taraflarına çekmeyi başarmışlardır . Misyoner okullarında eğitim gören azınlıklar, bir süre sonra Osmanlı idaresine karşı ayaklanmış, bu okullarda öğretmen yahut din adamı olarak görev yapan misyonerler de bu ayaklanmaların meydana gelmesinde en önemli rolü üst­lenmişlerdir. Misyonerlik gönüllülük esasına dayandığı için okulların yanı sıra, bazı dönemlerde kilise ve hastanelerin de bu amaca hizmet ettiklerine şahit olunmaktadır.

Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde bilhassa üç misyo­ner okulu çok önemli üç misyonu üstlenmişti. Bunlardan birisi olan Robert Koleji'ne Bulgar ayrılıkçılığının liderleri yerleşti­rilmişti. Harput'taki Fırat Koleji, Ermeni ayrılıkçılığının lider­lerinin yerleştirildiği okuldu. Merzifon'da kurulmuş olan Amerikan Koleji ise daha ziyade Pontus hareketinin merkezi durumundaydı . Orta Doğu'da bu misyonu en iyi yerine geti­ren bir diğer okul ise Beyrut'taki Amerikan Üniversitesi idi. Bu okul 1866 yılında misyonerler tarafından kurulmuştu. Suri­ye'deki ilk Protestan Koleji olarak kurulan bu okulun etkileri bütün Arap dünyasında kısa süre içerisinde hissedildi. Bu okulda okuyan Müslüman öğrenciler hileli yollarla kendi din­lerinden uzaklaştırılmış, kendi dinlerine zıt doktrinlerle eği­tilmişlerdi. Bu propaganda neticesinde, öğrenciler son sınıfa geldiklerinde kendi dinlerine karşı hararetli birer muhalif hali­ne gelmişlerdi. Bu okuldan mezun olan öğrenciler daha sonra­ki dönemde Arap milliyetçiliğinin en ateşli savunucuları ve yeni oluşan Arap devletlerinin liderleri olmuşlardır .

Misyonerler iyi bir eğitim almanın yanı sıra, görevlendiril­dikleri ülkenin coğrafî, ekonomik, kültürel, siyasî durumu hakkında da bilgi sahibi olmuşlardır. Misyonerlerin hedef al­dıkları bölgelere, kitlelere ve toplamlara yönelik ayrı, özel program ve metotları olduğu gibi zaman ve şartlara göre deği­şen metotları da olmuştur . Mesela, Protestan misyonerler propaganda yaptıkları insanları değiştirmeyi, düşüncelerine, yaşam tarzlarına müdahale etmeyi düşünmüşler, kurdukları okullar ve yayınladıkları kitaplarla bu amaçlarına ulaşmaya çalışmışlardır . Faaliyet gösterdikleri bölgelerde yaşayan yerli halkın dillerini, dinlerini, örf ve adetlerini en ince ayrıntısına kadar öğrenmişler ve bu konular' üzerinde akademik sayılabi­lecek çalışmalar yapmışlardır. Bu misyonerler, Batılı devletle­rin genelde Müslüman toplumlarla, özelde İse Osmanlı Devleti ile tarihsel hesaplaşmalarında baş rolü üstlenmişlerdir. Baş­langıçta masum bir dinî iletişim, sosyolojik bir araştırma, bi­limsel araştırma vs. gibi gerekçelerle başlayan ilişkiler yumağı, daha sonra dış güçlerin ülkenin iç işlerine müdahalesi yahut sözü edilen misyoner/din-bilim adamları tarafından stratejik bilgilerin dışa sızdırılmasıyla sonuçlandı. Devletin kuvvetli yahut zayıf yönlerinin anlaşılmasından sonra ise, siyasi müda­hale kaçınılmaz bir sonuç haline geldi . İşte bu nedenden ötü­rü olsa gerek, Atatürk, misyoner okulları için "bunlar mektep değil, memleketimizde düşmanın işgali altındaki kalelerdir" cümlesini sarf ediyordu .

Yukanda sözü edilen vasıfların hemen hemen tamamına sahip misyonerlerden birisi bu eserin kahramanlarından Şeyh Abdullah Mansur idi. Abdullah Mansur, Yemen'de botanik bilimcisi olarak faaliyet gösteren, aynı zamanda da Müslüman kimliği altında, bölge halkının kendisine çok önem verdiği bir şeyh olarak güçlü bir nüfuza da sahip olmayı başaran bir mis­yonerdi. Üstelik o bu bölgede bulunan tek misyoner de değil­di. Elinizdeki kitabın yazan Osmanlı ordusunda görev yapan Yüzbâşı Ahmed Hamdi Bey, Yemen'de bulunduğu sıralarda, bölgede yoğun olarak çalışan misyonerler hakkında yaptığı araştırmada; Şeyh Mansur gibi misyonerlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmakla birlikte, görüştüğü Misyon Cemiyeti'nin önde gelen üyeleri, bölgede bilhassa İngiliz desteği ile yetişen misyonerlerin yetişme şekilleri, faaliyet sahaları, bağlantılı olduklan kimseler hakkında detaylı bilgi vermekte, misyoner­lik teşkilatının işleyişini de gözler önüne sermektedirler.

İSLAM ÂLEMİ VE İNGİLİZ MİSYONERİ

İngiliz Misyoneri Nasıl Yetiştiriliyor?

AHMED HAMDİ BEY

Kitabımın başlığı amacımın ne olduğunu gayet açık bir şe­kilde ortaya koyduğundan, eserin içeriğinden bahsetmeye ve bu suretle laf kalabalığı yapmaya gerek görmedim, bu nedenle bir önsöz yazmadım.

Yemen'de devlet hizmetinde bulunduğum yıllarda, San'a'da Hacı Halil ve Menaha'da da Abdullah Mansur ismin­de, Müslüman olmuş iki İngiliz'in bulunduğu ve bunların ye­rel halkla yakın bir ilişki içerisinde olduklarını duymuştum.

Hava değişimi amacıyla Hadîde'den San'a'ya giderken Tehâme ile dağları ayıran bölgede yer alan ve asıl adı Vasi olup halk arasında Evsel adıyla bilinen bir yere gelmiş ve bu­ranın şeyhi olan Şeyh Kanes'in evine inmiştim. Şeyh Kanes'in evi Vasi tepesinin zirvesinde kagir olarak yapılmış korunaklı bir mekândı. Bu evin terasından her yer görülebiliyordu. Şibam ve Mesâr tepeleri görüldüğü gibi, Saf an Dağı da boylu boyunca seyrediliyor; yine Hiyca vadisinin dolambaçlı şekli oldukça hoş bir manzara sergiliyordu. Vasi bölgesi Tehâme'de yaşayan askerlerimiz için pek güzel bir sanatoryum olabilir. Buranın havası ılıman, suyu ise tertemizdir. Rüzgâra karşı son derece korunaklıdır. Sıcaktan veya soğuktan muzdarip olanlar burada rahata kavuşabilirler.

Erkan-ı Harbiye Yüzbaşısı olduğum sırada, misyonerlerle karşılaşmış olan Kaymakam Rizeli Kaptan Mustafa Bey'in bir anısını dinlemiş, anlattıklarından kendime epeyce dersler çı­karmıştım. Kaptan, iki İngiliz mühtedisinden bahsetmişti. Bu İngilizler kabileler arasında yaşıyorlardı. Bu adamların, neden kabileler arasında yaşadıklarım çok merak etmiştim. Kendi kendime, bunun sebeplerini öğrenmemin vicdanî bir görev olduğuna hükmettim. İşte bu yüzden, başka bir yerde iki saat rahat rahat dinlenmek yerine, Şeyh Kanes'in evini ziyaret et­meyi tercih ettim.

Şeyh Kanes halis diplomat olacak bir adamdır. Sözünü, sohbetini, nerede ne söyleyeceğini çok iyi bilir, konuşurken her yanı kollar, karşısındaki insanın konuştuğu kelimelerden, du­ruşundan, hatta yüzünün aldığı renkten niyetinin ne olduğunu az çok anlar ve ona göre sözler söyler. Çok zeki bir insan ol­duğu için Yemen'in tarihinden, yani Ad ibn-i İvaz'dan başlar, İrem Bağlan'ndan söz eder ve sözü daha da uzatarak Kahtân bin Hud'dan, onun oğlu Ya'reb'den, Yeşceb ve Amr'dan bahis­ler açar, daha sonra Himyer hakkında detaylı bilgiler verdik­ten sonra Nu'man, Baran, Cebare, Necran ve Abin ile ilgili de pek çok şey söyler. Benimle konuşurken bunlardan bahsettik­ten sonra, Abin'in savaşlarıyla ilgili pek çok hikâye de anlattı. Yine konuşmasının içinde, îskender-i Zülkameyn'in Yemen hükümdarı oluşunu, Ebrehe'nin Mekke kuşatmasını ve Belkıs ile Hazreti Süleyman arasındaki ilişkiyi anlatmayı da ihmal etmedi.

Hedhad'ın amcası Yamir oğlu Şemmer-i Ber'aş'ın Kudüs'e gidip duvarına yazdırdığı, "Himyer'in Tanrısı Allah'ın adıyla, Kral Zü-Meraş buraya ulaşmıştır. Benden önce kimse buraya ulaşmadığı gibi, benden sonra da ulaşamayacaktır" şeklindeki cümleyi de ezberinden okudu. Zeyd, Malik, Akran, Züceyşan, Tübbâ, Esad, Ebu Kerb gibi Yemen hükümdarlarının faaliyet­lerini kısaca anlattı. Hükümdar Seni'a'nın zalimce uygulama­larını eleştirip, Zû Nuvas'ın yüceliklerini hayırla yâd etti.

Görüldüğü gibi Şeyh Kanes hiç de yabana atılmayacak de­recede bilgili bir adamdır. Bana, Seyf Zülyezen'in bütün dün­yaca bilinen cesaret ve şanını takdir ederek anlattı. Adil Nuşirevan fikrinden vazgeçmesi için yapılan para teklifine karşılık, Seyf Zülyezen'in verdiği "Vatanımın dağlan taşlan altın ve gümüştür, vatanımı düşmanların elinden kurtarmayı yürekten istiyorum. Bu nedenle böyle bayağı şeylere rağbet ve tenezzül edecek karakterde birisi değilim. Var gücümle bu kutsal gaye için savaşacağım, bu uğurda gerekirse canımı feda edeceğim. Bana yardım edin ki ayaklar altında çiğnenen na­mus ve şerefimizi kurtarayım, bana destek olun ki, her gün yoktan yere kanlan akıtılan yüz binlerce masumu bu vahşi, acımasız düşmanların zulmünden ve hakaretinden kurtara­yım. Bana lütfedin ki, bu kutsal milleti Habeş serserilerine hizmetkârlık yapmaktan, kulluk etmekten kurtarayım. Sizin herkesçe bilinen merhametinizden, kereminizden ve inayeti­nizden istifade etmek için buraya kadar koşup geldim. Hiç sanmıyorum ki, sizin gibi yüce bir hükümdar beni huzurun­dan mahzun ve melûl bir şekilde göndersin" cevabını yaşlı gözlerle anlattı. Ardından Yemen'de İslamiyet'i ilk defa kabul eden Bâzân'ı rahmetle yâd etmeyi de unutmadı.

Yemen'de görev yapan ashabdan Hazreti Ali, Muaz b. Ce­bel, Ebû Musa el-Eş'ârî, Halid b. Velid, Ziyad b. Lebid, Ebân b. Sa'îd ve Muaviye b. Kinde hakkında mütalaada bulundu. Hat­ta Yemen'e, Zeydiyye mezhebini getirip yayanın, Hz. Ali'nin sekizinci göbekten torunu olup, (Hicrî) 254 yılında Medine'de dünyâya gelen Yahya b. Hüseyin olduğunu, bu şahıstan sonra imamlığa sırasıyla, İmam Nasır Ahrned b. Yahya, el-Mansur Yahya, el-Muntasır Yahya ve Yusuf b. Yahya'nın geçtiklerini, H. 404'ten, H. 912'ye kadar Yemen'in imamsız kaldığını ifade ettikten sonra, Zeydî mezhebinde on dört şartı bünyesinde barındıran birisinin İmam olabileceği için, bu tarihten sonra, İmam Şerafeddin'in imamete geçtiğini söyledi. Sözlerini biti­rince ben de, "Bundan sonrası Osmanlı tarihine aittir, biliyo­rum, biraz da Yemen'in bitki ve hayvanlarından bahseder mi­siniz?" dedim. Şeyh Kanes şöyle cevap verdi: Bizim ülkemiz­de, özellikle de, Tihame'de, yumurtadan çıkan piliç haftasında öter, altıncı ayında yumurtlar. Başka türlerde, farklı renklerde kuşlar vardır. Fakat, başka ülkelere seyahat etmediğim için, bu ülkelerdeki kuşlar ile aralarında fark olup olmadığını bilmiyo­rum. Ancak, geceleri Menaha'da, kalıp vaktini Beyt-i Müddei' isimli köyde geçiren, Abdullah Mansur adında Müslüman ol­muş bir İngiliz vardır. Bu şahıs, Londra Hayvan İlimleri Cemi­yeti üyesi olup, avcılıkla uğraşmaktadır. O, bütün kuş türlerini ve aralarındaki farkları bilir. Kendisiyle görüşüp, bu konuda epeyce bilgi alabilirsiniz. Ancak, bir şey daha söylemek iste­rim; Menaha kasabasına bağlı olan, Harâz kazasının sınırları içinde kalan bölgede öyle kuşlar varmış ki, dünyanın hiçbir yerinde benzerlerine rastlamak mümkün değilmiş. Bu hayvan­cıkları avlamak için ömrünü kazamızda geçiren Abdullah Mansur'un hareketlerinden, sözlerinden, çok para harcamak suretiyle, bu bölgedeki insanların kalplerini kazanma konu­sundaki becerisinden ve benzer davranışlarından ötürü kendi­sinden şüpheleniyorum.

Mutlaka, yerel idare bu adam hakkında gerekir takibat ve soruşturmayı yapıyordur. Ama kesin olarak bildiğim ve anla­dığım bir şey varsa, o da, Abdullah Mansur'un çok zengin ol­duğudur. Para harcarken sağına soluna bakmaz. Yemen'de dinini dinara satan çok adam var. Bu yüzden, bazı vatandaşla­rımız kendisine çokça bağlıdırlar. Harâz'a küçük bir kaza de­yip geçmeyin. Burası, çok önemli bir kavşak noktasıdır. Cebel ve Tihame'ye karşı önemli bir manevra merkezidir. Yani, bu iki şehrin kontrolünde ana üs konumundadır. Harâz bu iki şehre karşı sallanabilecek [Tihame ve Cebel], iki tarafı keskin bir kılıca benzer. Buradan her iki tarafa da asker sevk edilebi­lir. Menahe, San'a ve Hadîde gibi memur sayısı fazla olan bir şehir değildir. Abdullah Mansur serbestçe bezini dokuyor. Allah sonunu hayır etsin. Hz. Peygamber, "Tedbir, yaşamanın, dostluk aklın yarısıdır" (Deylemî, el Firdevs bi-Me'sûr'il-Htfâb, II, 75) buyuruyor, diyordu. "Tedbir, yani, halkla iyi geçinip, âle­min nefretini kazanmamak, aklın yarısıdır" buyurmuştur. Ha­disi izah eden kişi bunu şu şekilde izah ediyor: "İki türlü zen­gin vardır. Birincisi elde ettiği mal ile zengin olur, İkincisi ise mala mülke ihtiyaç duymadan zengin olur". Siyasette, devlet işlerinin yönetiminde hiçbir şeye ihtiyaç duymamak budalalık­tır. Bu hususta peygamerimiz "Önce deveni bağla, sonra Allah'a tevekkül et" (İbn Hıbbân, Sahih, II, 510) buyuruyor. Tedbirde kusur edip de, "tevekkül ettim" demek yanlıştır, caiz değildir. Bu hadis aynı zamanda, tedbirin kaderle olan ilişkisini de tayin etmektedir.

Konu, böylesine belirgin, herkesin malumu, hatta Yemen'li bir köylünün bile net bir şekilde kavrayabileceği bir haldeyken, bizim devletimizin görevlileri hâlâ derin bir uykudaydılar.

Harâz kazasında Zeydiler ve Mükerrremîler yaşamakta­dırlar. Mükerrremîler, devletle yakın ilişki içerisindedirler ve dostluklarını daima göstermişlerdir. Zeydilerle savaşlarında, sürekli olarak ordunun yanında yer almışlardır. Menaha'ye vardığım zaman, Mükerrremîlerin önde gelen ismi Şeyh Nasır Paşa ile Şeyh Naci beniz ziyarete geldiler.

Bu iki şahıstan, mühtedi Abdullah Mansur hakkında bilgi istedim. Bu konuda Şeyh Naci bana şunları anlattı: Abdullah Mansur, "Bery Ailesi'ne" mensup bir İngiliz'dir. Londra Hay­van İlimleri Cemiyeti üyesidir. Şark Okulu'nda öğrenimini tamamladıktan sonra, uzun yıllar Arabistan'da kalmış olduğu için çok iyi Arapça bilir ve konuşur. Yaklaşık yedi yıl Aden şehrinde kalmış, cinsine ender rastlanan’ pek çök kuş toplamış­tır. Fakat bu avlar sırasında daha neler yaptığını bilmiyorum. Yine de duyduğum kadarıyla, çok iyi harita yaparmış ve gittiği her yerde araziyi incelermiş. Hatta, para vermek suretiyle, ku­yular kazdırıp, içlerinden çıkardığı taşları mikroskopla inceler, inceleme sonuçlarını, cebinde bulundurduğu defterine yazar, taşlardan bazılarını alıp saklarmış. Küçük kıtada bazı aletler kullanır, yanında çok sayıda fotoğraf makineleri bulundurur, bazı bölgelerin fotoğraflarını çekermiş. Ben kendisiyle defalar­ca görüştüm. Dindar bir kişilik sergilemeye çalışmasına rağ­men, laf arasında Bektaşîlik ile Protestanlık arasında çok az fark olduğunu söylemekten çekinmiyor. Bu adam, namazını vaktinde kıldığını, orucunu tuttuğunu, "emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker"e tâbi olduğunu ileri sürer, Pazartesi ve Perşembe günleri oruçlu olduğunu söyleyerek, belirtilen gün­lerde evinden dışarı çıkmaz, hareminden başka hiç kimseyi kabul etmez. Diğer günler serbesttir. Bana göre, Abdullah Mansur, Peygamber efendimizin, "Bir adama günah olarak, her yaptığını ve işittiğini söylemesi yeter" (Müslüm, el-Câmi'us-Sahîh, 1,10, no:5) hadisinden hareketle, böyle sözler söylüyor.

Abdullah Mansur, vaktinin çoğunu Beyt-i Müddei' kö­yündeki evinde geçirdiği için, şayet Menahe'de ise, bugün ak­şamüzeri, değilse haber gönderirim, yarm sabahleyin gelir. Öğleye bir saat kala, yanınıza getirip sizinle görüştürürüm. Abdullah Mansur, bir İngiliz olduğu halde, aralarında yaşadığı Araplar gibi yer, içer, giyinir ve yatıp kalkar. Asla içki içmez, aynı Araplar gibidir. Fakirlere sadaka verir, ihtiyacı olana yar­dım eder, dostlarına ikramda asla kusur etmez. Son derece içten pazarlıklı birisidir. İngiltere'de bu tip insanlara "Misyo­ner" diyorlamuş. Ben, bu cahil halimle, yabanîliğimle bile an­lıyorum ki, bu adam gizemli birisidir. Elbette, devlet görevlile­ri bu şahsın kim olduğunu çok iyi biliyorlardır. Çünkü "Subaşı olursa uyanık; su, başından olmaz bulanık" derler.

Şeyh Naci ile görüştüğüm gün, Menaha Kaymakamı Mehmed Bey'i de gördüm ve ondan da bu misyoner hakkında bana bilgi vermesini rica ettim. Mehmed Bey de bu şahısla ilgili şunları söyledi: Menaha'da ve Beyt-i Müddei' köyünde yaşayan mühtedi bir İngiliz vardır. Kendisiyle birkaç defa gö­rüştüm. Av meraklısı olduğu için, avı çok olan Harâz kazasın­da vakit geçiriyor. İlim ve fenle uğraşanların zihninde siyasete yer yoktur. Bu yüzden, onun siyasi açıdan tehlikeli bir insan olduğunu sanmıyorum. Hayvan İlimleri Cemiyeti üyesi oldu­ğu için, ömrünü bu uğraşa, ilmini tamamlamak ve artırmak için gerekli olan türleri toplamaya adamış ve bu amaçla faali­yet göstermiştir.

Bunun üzerine ben de, "Söylemiş olduğunuz sözler sizin kendi fikirlerinizdir. Acaba, böyle bir adamın ne yaptığını tam olarak araştırmak gerekmez mi? Bunun için bir memur görev­lendireniz, ya da bağlantısı olan adamlardan bilgi alsanız ol­maz mı? Bilgili ve faziletli olanlar, aynı zamanda meraklı da olurlar. Bilhassa siyasetle uğraşanların hemen hepsi ilim adamlarıdır. Cahilden diplomat olmaz, bazı madrabazlar çıksa da onların mumu da yatsıya kadar yanar, etkilerini kaybeder­ler. Bu yüzden, "İlim ve fenle uğraşanların zihinlerinde siyase­te yer olmadığı'na dair görüşünüzün pek bir geçerliliği olmasa gerektir" dedim.

Bunun üzerine, Mehmed Bey, "Hacı Ali isminde, bundan daha hilekâr, daha bilgili ve zeki birisi daha var. Bu şahıs bir buçuk yıldır, Yemen vilayetinin merkezi olan San'a'da, vali ve kumandanların gözünün önünde oturuyor. İmamla haberleşi­yor, cami, mescid, meclis, çadır gibi yerlerde yapılan sohbet toplantılarına katılıyor. Hükümet bu duruma aldırış bile etmi­yor. Tek bir polisi olan Menaha'da ben ne yapabilirim? Nere­den memur bulayım? Hadi bulsam bile, maaşını nasıl ödeye­yim. Bu konuda idareden bir talepte bulunamam. Canı ne is­terse yapsın. Şayet bir gün bu şahıstan bir kötülük meydana gelirse, o zaman üstlerime, bildiririm, ne yapacağımı sorarım ve ne söylerlerse onu yaparım" dedi.

Hâlbuki "gizli ödenek" adıyla bilinen paranın boşa har­canmaması ve böyle önemli işler için kullanılması gerekiyor­du. Ertesi gün, öğleye bir saat kala, Şeyh Naci, yanında Abdul­lah Mansur olduğu halde, misafiri olduğum, Heciyle Nahiyesi Müdürü Mehmed Ali Rıza Efendi'nin evine geldiler. Onları gayet iyi karşıladım. Övgü dolu sözlerden sonra, Abdullah Mansur'a, avcılıkla meşgul olduğunu duyduğumu söyledim. Abdullah Mansur, Fransızca olarak, şu cevabı verdi: "Hayvan İlimleri Cemiyeti üyesiyim ve kuşlar bölümünde çalışıyorum. Bütün hayatımı ve servetimi, uzmanı olduğum bu ilim dalının ilerlemesine adadım. Babamdan kalan bütün servetimi bu iş için harcıyorum. Harâz, kuşların toplandığı, yuva yaptığı ve çoğaldığı bir yerdir. Bu kazanın yeşil vadilerinde rastladığım rengârenk kuşları, dağlık bölgelerden yakaladığım kahraman tavırlı kuşları dünyanın hiçbir yerinde görmedim. Burada, değişik türlere mensup pek çok kuşlar görüyorum. Harâz'dan Cebel'e doğru ilerledikçe, ılıman veya sert iklimli ülkelere öz­gü kuşlar, Hâze bölgesinde, Tahame'de ve sahilde sıcak ülke­lere özgü kuşlar vardır. Kuşların efendisi olarak bilinen ve kutan adı verilen kuşun farklı renklerini buldum. Kuşların yediği böceklerin her çeşidini yakaladım. Çeşit çeşit göçmen kuşlar avladım. Özellikle, puhular pek korkunç görünüyorlar, hüdhüdlerin çok sevimli tüyleri var. Şakraklarla sakalar sabah­ları beni çok eğlendirirler. Yürüyen kuşlar arasında karatavuk da vardır. Yırtıcı kuşlar, Harâz'm Şibam ve Kâhil dağlarında kümeler halinde gezerler. Mesâr dağındaki ala kargalar gözle­rimi kamaştırır. Şerb vadisinde sürüyle ağaçkakan topladım. Benî Ahmed'deki yaban ansı kuşlarının bağırıp, çağırmaları insanın kulak zarlarını tırmalıyor. Gezdiğim bölgelerde körü körüne dolaşmam, genel durumu hakkında da bilgi toplarım.

Mesela, Ouz Kıtası hakkında yazdığım Land of Ouz adlı eser, oldukça faydalıdır, okursanız memnun kalırsınız. Size bir nüs­hasını takdim ederim. Benim adım Abdullah Mansur olup, İngilizce ismim ise, G. Wyman Bury'dir. Doğu dilleri arasında en zengin dil olan Arapça'yı öğrendim. Bu dili öğrenmiş ol­maktan son derece memnunum. Çünkü bu dil bana, doğru yolu gösterdi, Rabbim'in rızasını öğrenmemi sağladı, hidayet erişti, Allah'ın birliğine inandım, ahiretimi kazandım. Bundan sonra, Arap milleti içinde yaşamaya, vird ve Allah zikri ile ruhumu teslim etmeye ahdettim. İşte, gördüğünüz gibi şu an­da burada yaşıyorum. Londra'da akrabalarım ve nişanlım var. Sömürge ticareti ve sanayi ile uğraşan Henry Kimbert ve Sos­yolog Charles Bush benim sevdiğim dostlarımdır. Onlarla ha­berleşmek için, üç ayda bir Hadide'ye iner ve konsolosumuz Richardson'a misafir olurum. İnşallah, döndüğümde Hadide'de tekrar sizinle müşerref olurum" dedikten sonra, izin isteyip ayrıldı.

Bu sırada, Nasır Paşa da kaldığım yere gelmişti. Nasır Pa­şa, çok temkinli bir kimse olduğu için, çok az konuşur, laf ağ­zından sanki dirhemle çıkardı. Bana dönerek, "sizin şüpheleri­nizi giderecek ve' doğru bilgiler verecek bir adam buldum, isterseniz sizi onun yanma gönderebilirim" dedi. Memnuniye­timi dile getirdikten sonra, bu adamın kim olduğunu sordum. Paşa, bu adamın Abdullah Mansur'un hizmetçisi ve koruması Ta'iz'li Mehmed Ali olduğunu ve akşamüzeri Şeyh Naci ile birlikte göndereceğini söyleyip gitti.

Akşamüzeri Şeyh Naci ve sözü edilen Mehmed Ali yanıma geldiler. Yemen halkını söyletmek için nargile ikram etmek, kahve kabuğu içirmek ve bahşiş verileceğini hissettirmek la­zımdır. Bu hususları tam olarak yerine getirmekle beraber, gülümseyerek, Mehmed Ali'ye nereli olduğunu sordum. Ta'iz sancağının Katabe kazası sınırı yakınlarında bulunan Teneb köyüne mensup ve Dâli' sultanına tâbi olduğunu söyledi. Da­ha sonra, beş yıldır Abdullah Mansur'un hizmetinde çalıştığı­nı, Şafii mezhebinden olduğunu ve Zeydîleri sevmediğini ek­ledi. Ona, Abdullah Mansur'un ne işle meşgul olduğunu sor­dum. Bu şeytan adam şöyle cevap verdi: "Öğrenmek ve anla­mak; hatta iş görmek için, gezmek, dolaşmak ve her bucağa girmeye çalışmak gerekiyor. Şeyh Abdullah Mansur da bunu yapıyor. Daha sonra da, uzun uzun mektuplarla, gördüğü şey­leri mensup olduğu yere bildiriyor. Elbette, benim gibi cahil bir bedevi onun niyetinin ne olduğunu anlayamayacağı için, benden hiç şüphelenmiyor. Bu konuda size bütün söyleyebile­ceklerim bunlarla sınırlıdır. Ancak size, Abdullah Mansur'un kabileler arasında ve Lehe arazisinde çektirdiği resimleri ve bazı başka resimleri verebilirim. Bu resimler sizi pek çok ko­nuda aydınlatabilir" dedi ve ardından, "Bir kimsenin evinde ne olduğunu öğrenmek isteyenin, ev sahibi tarafından gözünün çıka­rılması helaldir” (Tirmizî, İsti'zan, 17) hadisini okudu.

Gerçekten, Abdullah Mansur bir bukalemun gibi renkten renge, şekilden şekle giren birisidir. Manahe'de gördüğüm zaman sakallı ve sarıklıydı. Daha sonra, Hadide'de gördü­ğümde ise, Avrupai kıyafet giymiş ve değişik bir külah takmış­tı. Bazen Arap gibi görünmek, bazen de her anlamıyla bir İngi­liz olmak epey bir aktörlük yeteneği gerektirir. İnsanlar hedef­lerine ulaşabilmek için her şekle giriyorlar. Hâlbuki İngiliz ve Arap ırkları arasında hiçbir yakınlık ve benzerlik yoktur. Dille­ri birbirine zerre kadar benzemez. Hatta bugüne kadar, ne İn­gilizce'den Arapça'ya, ne de Arapça'dan İngilizce'ye bir keli­me geçtiğini sanıyorum.

Şimdi size, Bahriye [Denizcilik] kaymakamlarından Rizeli Mustafa Bey Kaptan'm bir anısını anlatayım. Bu, bana göre çok önemli ve gereklidir. Yirmi beş yıl önce dinlediğim ve önemli bazı kısımlarını not aldığım bir anıyı aktarırken, olayın üze­rinden hayli zaman geçtiği için bazı isimlerde yanılabilirim, ama hikâye aynen anlattığım gibidir. Sevabı ve günahı sahibi­ne aittir.

Rahmetli Mustafa Bey şunları anlatmıştı:

"Sultan Abdülmecid Han'ın padişahlığı devrinde, Bahriye'de bölük komutanıydım. O zamanlar, Fethiye kalyonu ma­kine konması için İngiltere'ye gönderilmişti. Geminin müret­tebatı içinde ben de vardım. İstanbul'dan hareketle, Akdeniz'i geçtikten sonra, Cebelitarık Boğazı'na yöneldik. Tam boğazı geçtiğimiz sırada, şiddetli bir fırtınaya yakalandık. Kırılmadık yelken, kopmadık ip kalmamıştı. Yarı bozuk dümenle, kapta­nın ustalığı sayesinde, mümkün olan tamiratı yapıp, gerekli tedbirleri alarak, binbir güçlükle ve büyük tehlikeler atlatarak, İngiltere'nin Britanya Adası sahilinde bulunan Pİymoth Limanı'na ulaştık. Eski denizciler yelkenli gemileri yüzdürme ko­nusunda çok maharetliydiler. Hatta Sultan II. Mahmud dev­rinde, İngiltere'den hediye olarak gönderilen Ta'ir-i Bahri va­puruna tâyin edilen süvari, "ben arabacı değil, gemiciyim; ma­kineyle yürüyen gemiye kaptan olamam" diyerek istifa etmiş­tir. O dönemde denizcilerin, asıl ustalık ve becerisi, tehlikeli durumlarda gemiyi güvenli bir şekilde sahile yanaştırması ve istenilen hedefe ulaştırmasıyla ölçülürdü.

Gemimiz limana girip, gerekli işlemler tamamlandıktan sonra, yanımıza iki İngiliz geldi. Adamlardan birisi bıyıklı di­ğeri bıyıksız olup, her ikisi de sakalsızdı. Yaşlan kırkın üzerin­de görünüyordu. İngilizler bize "hoş geldiniz" dediler. O ka­dar mükemmel Türkçe konuşuyorlardı ki, hepimiz hayran kalmıştık. Gayet kibar insanlardı. Her bir nefere ayrı ayrı hal hatır sordular. Gemidekilerden sadece ben okuma yazma bili­yordum. Hatta içlerinde en akıllı ve yakışıklı olanı da bendim. Bu yüzden, İngilizler bana daha çok yakınlık gösteriyorlardı. Bu İngilizlerden birisinin adı Mr. John idi. Bu şahıs bana daha sıcak davranıyor, sohbet etme arzusunu dile getiriyordu. Adamların bu tarz hareketleri beni oldukça meraklandırmıştı. Kim olduklarını ve Türkçe'yi nerede öğrendiklerini anlamak amacıyla, Mr. John'a daha samimi davranmaya başladım. Hat­ta birlikte kıyıya çıkıp, Flymoth'un çarşı ve pazarlarını, görül­meye .değer yerlerini gezdik ve bir gazinoda oturduk. Akşa­müzeri gemiye dönmek için izin istediğimde;

"-Peki, Mustafa Efendi, yarın ben gelir seni gemiden alı­rım, akşam yemeğini bizim evde yeriz. Sizi Mrs. John ve oğ­lum Ernest ile tanıştırırım sonra da hep birlikte tiyatroya gide­riz" dedi.

Bunun üzerine, ben, gündüz görüşebileceğimizi, fakat ge­ce karaya çıkmamıza izin verilmediğini söyledim.

Mr. John;

"-Öyleyse, birkaç gün içinde ben size gerekli izni getiri­rim" dedi. Bu şekilde ayrıldık ve ben doğruca gemiye gittim. Görüşmemizin üzerinde on beş gün geçtikten sonra, Mr. John gemiye geldi. Elinde, süvarimize getirdiği bir telgraf vardı. Bahriye Nezaretinden gönderilmiş olan bu telgrafta, geminiz mürettebatından isteyenlerin gece dışarıda kalmalarına, hatta Londra'ya kadar seyahat etmelerine izin verildiği yazılıydı. Londra elçimiz, bu emri bize tebliğ edince, biz de serbestçe dolaşmaya, geceleri de dışarıda kalmaya başladık. On beş gün­lük bir süre zarfında, İstanbul'dan böylesine bir emir getirtebi­lecek gücün ne olduğunu bir türlü aklım almıyordu. Her halü­kârda, Mr. Jolın'un evine gittim, eşi ve oğlu Ernest ile tanıştım. Yemekten sonra hep birlikte tiyatroya gittik. Tiyatrodan çıkın­ca, benim için ayarlanmış muhteşem bir otel odasında istiraha­ta çekildim. Bu şekilde birkaç gün geçti. Günlerden bir gün, sohbet sırasında, Mr. John'a, Türkçe'yi nerede öğrendiğim sordum. Bana,

"Canım, Mustafa Efendi, ne kadar meraklı ve evhamlısın, "Kim bir milletin dilini öğrenirse, onların hilelerine karşı gü­vendedir" hadisini ne çabuk unuttun, ben de Türklerin düzen ve hilelerinden kurtulmak için bu dili öğrendim" dedi.

Bunun üzerine ben,

"-Siz Türkçe'yi, İngiliz şivesiyle değil, tıpkı bir Türk gibi konuşuyorsunuz, bu benim daha çok ilgimi çekiyor" dedim.

Mr. John,

"-Öyleyse, yarın öğle yemeğinden sonra, maceramı anla­tayım da, merakınızdan kurtulun" dedi.

Konuşma bittikten sonra gemiye gittim. Ama gece merak­tan gözüme uyku girmemişti. Sabah olur olmaz, geminin gü­vertesinde, Mr. John'un yolunu gözlemeye başladım. Öğleye iki saat kala, Mr. John filikasıyla geldi, beni alıp evine götürdü. Sıradan bazı konuşmalardan sonra, merakımı bir an önce gi­dermek için, başından geçenleri dinleme konusunda çok sabır­sızlandığımı söyledim.

"-Öğle yemeğinden sonra, anlatacağıma söz vermiştim, önce yemek yiyelim" dedi ve yemekten sonra, söz verdiği gibi anlatmaya başladı.

Azizim Mustafa Efendi, Protestan mezhebinin dünyadaki en doğru ve hak mezhep olduğunu söyleyemem. Çünkü her­kes kendi dinini doğru olarak kabul eder ve buna İman eder. Ancak, mevcut dinler içinde, en rahat, serbest ve müsamaha­kâr olanı Protestanlıktır. Protestanlığın her boyutuyla benim­sendiği bir yerde, harika bir düzen ve iyi bir idare var demek­tir. Bu mezhebin mensupları, fedakâr ve çalışkan insanlardır. Hristiyanlığı sadeleştiren ve bazı kurallarını kaldıran bu mez­hebin yayılması için, ne yapılması gerekiyorsa, hiç çekinmeden ve tereddüt etmeden yaparlar, bunu yapmakta asla ihmalkâr­lık etmezler. Son derece geniş bir teşkilatları vardır. Hatta İn­giltere'de, oldukça güçlü, zengin ve faal bir "Misyon Cemiye­ti" vardır. Bu cemiyet hayal edebileceğinizin de ötesinde işler yapmaktadır. Şundan emin olunuz ki, İngiliz halkı ve İngiltere hükümeti bu cemiyete derin bir şükran duyarlar. Zira, dünya yüzündeki, dört yüz milyon nüfusu İngiltere'ye bağlayıp ve onlara İngiliz kültürünü tanıtan işte bu Misyon Cemiyeti'dir. Bununla birlikte, ticaret ve servet de, İngiltere'yi hâkim bir güç haline getirmiştir. Misyonerler, Halid b. Bermekî'nin oğlu Fazl'a ait olan ve gerçekten de çok hoş bir söz olarak kabul edilen, "Kararlı kişi, elindekini koruyan ve bugünün işini yarı­na bırakmayandır" nasihatiyle hareket etmeye mecburdurlar. Ellerindekini en iyi şekilde korumakla beraber, bugünün işini yarma bırakma gafletini göstermezler.

Misyonerler çocuk yaşta hizmete alınırlar. İleride görev­lendirilecekleri işe göre, İlmî, ahlakî ve fikrî eğitim alırlar. Me­sela, İngiliz Misyoner Cemiyeti'nin bu konuda izlemiş olduğu yol şu şekildedir. Cemiyet, her yıl, ihtiyaca göre, okullarda eğitim gören çocukların en zekilerinden, babalarının da iznini almak suretiyle, otuz-kırk tanesini seçer. Seçilen bu öğrenciler devlet güvencesi altına alınır. Öğrenciler, yeteneklerine göre, üçer-beşer ayrılarak, dünya üzerinde, İngiliz devleti için önem arz eden bölgelere gönderilirler. Mesela, ikisini Türkiye'ye, üçünü Nûbî'ye ve Sudan'a, dördünü Hindistan'a, üçünü Ti­bet'e, beşini Rusya'ya vs. yerlere yerleştirirler. Bu çocuklar, gittikleri ülkelerdeki İngiliz elçilik ve konsolosluklarına ema­net edilirler.

Cemiyetin, bütün İngiliz elçilik ve konsolosluklarına kesin talimatı vardır. İşte bu talimata göre çocuklar büyütülür, oku­tulur, eğitilir ve yetiştirilir. Ben ve arkadaşım Herbert, on ya­şımıza geldiğimizde, cemiyet tarafından İstanbul'a gönderil­miştik. Doğruca elçiliğimize gittik. Elçi, beni, elçilikte hizmetçi­lik yapan ve Cihangir’de oturan Ali Ağa'ya teslim etti. Teslim ederken de;

"-Ali Ağa, bu çocuğun adı İbrahim'dir ve senin oğlundur, herkese öyle söyleyeceksin. Sana her ay on lira vereceğiz, bu parayla, çocuğu mahallenizin mektebinde okutacaksın ve tıpkı efendi soyundan gelmiş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve giydireceksin. Âdet ve geleneklerinize göre yetiştireceksin, ayda bir geceleri elçiliğe getirip bana göstereceksin" diye tem­bihte bulundu.

Kavvâs Ali Ağa, beni kolumdan tutarak evine götürdü. Karısı Gülsüm Hanım'a "İşte sana evlat getirdim, bunu büyü­teceksin" diyerek, beni ona teslim etti. Burada benim için, don, mintan ve entari yaptılar, beni güzelce giydirdiler, ayağıma iki takunya geçirdiler ve bir gün elime on paralık kâğıt helvası sıkıştırıp mahalle çocuklarının arasına salıverdiler. Başlarda birkaç ay sıkıntı çektim. Türkçe bilmediğim için kimse beni önemsemiyor, dilsiz olduğumu düşünüyorlardı. Benimle alay ediyorlardı. Fakat evde sürekli Türkçe konuşulduğu için ve mahalle mektebinde de yine, Türkçe'den başka dil konuşan olmadığı için, yavaş yavaş, kulak dolgunluğuyla Türkçe'yi öğrenmeye başladım. Akşamüzeri evimizin önüne toplanan çocuklarla top oynamaya başladım. Bir yıl sonra, çocukların elebaşı olmuştum. Mektepte de Hoca Efendi benimle yakından ilgileniyordu. Sesim gür ve berrak olduğu için, Amme cüzünü gayet güzel okuyordum. Hatta kısa süre içinde bu sureyi ez­berledim ve derslerimde çok ileri seviyeye yükseldim. Fakat biraz haşan bir öğrenciydim. Yaşıtlarıma nispetle, daha çok param olduğu için, cebime kuruyemiş ve kırmızı şeker koyar, tam arkadaşlarımdan birisi Kur'an okumaya başladığı sırada ağzıma atıp şapır şupur yerdim. Arkadaşım yutkunmaktan Kur'an okuyamazdı. Hoca Efendi bunu görüp, elindeki sırığı başıma indirmek için kaldırdığında hemen yanımdaki arkada­şımın üstüne kapaklanırdım ve sınk darbesi arkadaşıma gelir­di. Aslında, Hoca Efendi hoş bir insandı. Hiç aklımdan çıkmaz, bir defasında şubeyiti okuyarak beni sırık dayağına çekmişti:

O kadar yer, o kadar yer, o kadar yer ki yemiş

Boğulur Kur'an okurken bu bizim hayvan İbiş

Hoca Efendi ara sıra bana iltifat da ederdi. Hatta diğer ta­lebelere, defalarca, "Ulan tembeller içinizde şu sarı yılan kadar çalışanınız yoktur" dediğini hatırlarım. Hâsılı, bu şekilde ilk ve orta öğrenimimi tamamladıktan sonra, Beyazıt Camii'nde mü­derris olan Palabıyık Ali Efendi'nin ders halkasına katıldım. Cübbem, pabuçlarım, sarığım, gayet güzel, düzgün ve temizdi. Yolda karşılaştığım hiç kimse, bana bir kere bile yobaz demedi. Sürekli, "ne kadar efendi bir çocuk" derlerdi. Elimde tespih, kolumda kitap olduğu halde, evimden medreseye ve camiye, oradan da evime gider-gelir, geceleri derslerime çalışırdım. Küçük sarı sakallarımı taramak için şimşir tarağım ve pak diş­lerim için küçük misvakım cebimden; divitim belimden eksik olmazdı. Annem Gülsüm Hanım, beni yatırıncaya kadar uyu­maz, daima zihnimin açık olması için dua ederdi. Kavas Ali Ağa'nın çocuğu olmadığı için, Gülsüm Hanım'ın öz evladı, hatta gözünün nuruydum. Sarf, nahiv, a'vâmil, kâfiye, mantık, tasavvurat, tasdikat, kelam, fıkıh, tefsir ve benzeri daha pek çok kitapları sırasıyla okuyup öğrendim. Bu dersleri pek çok arkadaşım da okuyordu. Ancak, öğrenenler birkaç kişiyi geç­miyordu. Bu eğitimi aldıktan sonra, Fransızca öğrenmeye ka­rar verdim. Bu iş için Dellaloğlu Dikran Efendi adında bir Er­meni buldum. Bu adam çok iyi Türkçe ve Fransızca biliyordu.

Dikran Efendi'nin evine giderek ders almaya başladım. Usul dersini o kadar mükemmel anlatıyordu ki, kısa süre için­de Fransızca konuşmaya başladım. Arapça derslerinde arka­daşlarımın içinde birinciydim. Hocama öyle sorular sorardım ki, bazen cevap veremediği bile olurdu. En sonunda, ismimin başına, "zeki"lik unvanı eklendi. Bundan sonra, bu unvanla anılmaya başladım. Camide aldığım, dersleri tamamlayarak icazet aldım. Yaşım otuzdu ve artık Sünnî bir müderristim.

İstanbul'a geldiğim zamandan, müderrislik icazeti aldığım yıla kadar geçen süre zarfında, ayda bir kere geceleyin elçiliğe gider, elçinin iltifatına mazhar olurdum. İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Arapça konuşup yazabildiğim için Bâb-ı Âlî'ye de­vam etmeye başladım. Hariciye Nezareti [Dışişleri Bakanlığı] tercüme kaleminde görevlendirildim. Maaşım beş yüz kuruş oldu.

Bir gün, İngiltere elçisi, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'yı ziyarete gelmişti. Konuşma esnasında,

"-Elçilik görevlisi Ali Ağa'nın oğlu İbrahim Zeki Efendi'nin, beş yüz kuruş maaşla Bab-ı Âlî'de görevlendirildiğini söylediler, bu habere çok sevindim, teşekkürlerimi arz ederim" demiş.

Sadrazam Reşid Paşa da;

"-Tercüme odasına birkaç kâtip almışlar, fakat hangisinin bahsettiğiniz şahıs olduğunu bilmiyorum, çağıralım da bir görelim" diye buyurmuş.

Bu emir üzerine, beni derhal huzurlarına çıkardılar. Reşid Paşa, benimle yakında ilgilenip, iltifat etti. O günden sonra, katında çok itibar görmeye başladım. Dış ilişkilerde ve politi­kayla ilgili konularda sürekli beni görevlendiriyordu. İngiliz elçiliğiyle alâkalı her konuda elçiliğe ben giderdim. Kısa süre içinde, maaşım iki bin kuruşa çıkarılarak, Dış İşleri Tercüme Odası'na başvekil tayin edildim.

Nihayet, Misyon Cenüyeti'nden gelen bir emir üzerine, Londra'ya dönmem gerektiği için sakal ve bıyıklarımı tıraş ettim, ilim adamı kisvemi çıkardım, bir Avrupalı kıyafeti gi­yip, başıma silindir bir şapka takarak, sevgili arkadaşlarımla vedalaşıp İngiltere'ye geri döndüm. Yeni kılığım, doğal olarak beni tanıyan arkadaşlarımı hayrete düşürmüştü.

Beni bu şekilde görevlendiren Misyon Cemiyeti, arkada­şım Herbert'e de Bektaşî tarikatını öğrenme görevi vermişti. Herbert de, benim gibi yetiştirildikten, yani, Sünnîliği, dört mezhebin esaslarını en iyi şekilde öğrendikten sonra Konya'ya gönderildi. Herbert, İngilizliğe taban tabana zıt olarak, gayet rahat, disiplinsiz, vurdumduymaz birisiydi. Rind meşrepliği sever, akşamcılığa bayılır, dünya malına değer vermez, kimse­nin aleyhinde konuşmaz, her şeye eyvallah derdi. Sanki tam bir Bektaşî idi. Şiire son derece düşkün olan Herbert, Türkçe, Arapça ve Farsça birçok kaside, mersiye ve methiyeler ezber­lemişti. Sırası geldikçe okurdu.

Mr. Herbert'e Mehmed Ali ismi verilmişti. Mehmed Ali her akşam kahvehane ve bozahanelere devam etti. Orada kar­şılaştığı insanlarla dost oldu. Çünkü Türkiye'deki meyhane­lerde, bir iki kadeh rakı yuvarladıktan sonra, insan önüne ge­lenle dost olur. Herbert, hemen her gece dostlarına ikramda bulundu. Bu iş için çok paralar harcadı. Herbert, misafirlerinin başlan dönmeye başladıktan sonra, bütün becerisini ortaya koyar ve onların can alacak noktalarına temas edecek şekilde konuşmaya başlar, ardından bir iki mersiye okurdu. Herbert'in her hali, dostlarının ona karşı muhabbetini biraz daha artırırdı.

Erenlerden biri;

"-Adına kurban olayım Mehmed Ali, imanım, sen canlara tabisin, ham ruhlar arasında yoktur yerin, tek eksiğin nasib almamaklığındır, haydi Pîr evine gidelim, o merasimi de yapa­lım, olsun bitsin" dedi.

Orada bulunanlar bu teklifi alkışladılar. Herbert yani Mehmed Ali de;

"-Hay hay, canıma minnet, gidelim elbette. Ehl-i Beyt'e, Âl-i Âbâ'ya canım feda" dedi.

İki üç günlük süre zarfında, adet gereği hazırlıklar yapıldı, hediyeler hazırlandı, paralar toplandı ve Pîr evine gidildi. Bu­rada ayinler icra edildi. Böylece, Herbert yahut Müslüman adıyla Mehmed Ali, Bektaşî tarikatına intisab etti. İlerleyen dönemde, bu tarikat içinde, halifeliğe kadar yükseldi. Herbert kısa süre önce buradaydı. Hatta genıiniz Plymoth'a geldiğiniz sırada, sizi ziyarete onunla birlikte gelmiştik. Ancak, geçtiği­miz hafta iş gereği Londra'ya gitti. Onunla inşallah Londra'da görüşürüz.

İşte, misyonerler bu anlattığım şekilde yetiştiriliyor. Hin­distan'da, Çin'de, Belucistan'da, hatta o çetin Afganistan'da, Afrika, Amerika, Avustralya'da ve bu ülkelerin en ücra köşele­rinde, adalarda kısacası dünyanın her yerinde, bizim gibi yetiş­tirilmiş, oraların inançlarını, örf ve adetlerini, kurallarını gö­rüp, öğrenmiş hatta uzmanlaşmış şahıslar var. Bunların bir araya gelmesiyle Misyon Cemiyeti oluşuyor. Misyon Cemiyeti'nin görevi dışarıdan, Protestanlığı yaymakmış gibi görünür. Ancak, asıl gizli görevi, İngiliz siyasetini ve çıkarlarını koru­mak için araştırmalarda bulunmak ve İngiliz propagandası yapmaktır.

Mustafa Efendi, şunu çok iyi bilmelisin ki, ne bir insan ne de bir iktidar, durumunu, gücünü bilmediği bir bölgede; ahla­kını, adet ve geleneklerini bilmediği bir kavim veya kabile ara­sında uzun süre kalamaz. Körü körüne istila edilen yerde fazla kalınamadığına dair, tarihte pek çok örnek vardır. İngiltere, hâkimiyeti altındaki bölgeleri çok iyi bildiği gibi, istila etmeyi düşündüğü bölgeler hakkında da önceden epeyce bilgi toplar, daha sonra, siyasî vasıtalarla alt yapıyı hazırlar. Sonra, bir gün aniden o bölgeyi istila eder. İstila ettiği bölgeye girdiği zaman, yabancı bir ülkenin toprağına değil de, sanki kendi ülkesinin arazisine giriyormuş gibi girer. Sizin, Hazreti Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin de, kendi dönemindeki civar kabile ve iktidarlar hakkında eni­ne boyuna bilgi edinmekten geri kalmadığını çok iyi bilmeniz gerekir. Hatırlarsanız, Hudeybiye Barışı'nın devam ettiği on günlük dönemde Mekke'ye; Bedir Savaşı öncesinde de Şam'a, Huza'a Kabilesine mensup kâşifler göndermişti. Bu şekilde hareket etmek Müslümanlar için çok faydalı sonuçlar getiri­yordu, fakat her nedense daha sonraki dönemlerde bu hassa­siyet gösterilmedi.

Ancak, İngilizler faydalı şeyleri hiçbir zaman ihmal etmez­ler ve ayrım gözetmeksizin, gelmiş geçmiş bütün büyük adam­ların vasiyetlerini de yerine getirirler. İngilizler soğukkanlı bir millettir. Kendilerinden başkasını beğenmezler. Her işlerini, daha önceden uzun uzadıya planlanmış bir program çerçeve­sinde yaparlar, başarılı olurlar ya da olamazlar, bu konuda bir şey söyleyemem. Ama şundan emin ol ki, yüz yıl sonra yapıl­ması planlanan bir işin hazırlıkları bugünden tamamlanmış­tır."

Mr. John'un bu sözlerini dinlerken, içimden İngilizlere o kadar bahriyeli küfürleri sallıyordum ki, çoğunun yakası açıl­mamıştı. Biz uyurken, İngilizler bezlerini dokuyorlar, uyandı­ğımızda o bezlerin çoktan pazara çıkarıldığını görüyoruz.

Bir gün, bütün masrafları Mr. John tarafından karşılanan bir Londra seyahati yaptık. Londra'da muhteşem bir otele var­dık. Mr. John'un oğlu Ernest de bizimle birlikteydi. Bu zeki çocuk yanımdan hiç ayrılmaz ve ikide bir,

"-Mustafa Efendi, babam seni çok seviyor, keşke Protestan olsan da Allah'ın lütfuna ve mükâfatına mazhar olsan. Dün­yada Protestanlık kadar kolay bir din yoktur" derdi.

Ben de;

"-Protestanlığın ne olduğunu tam manasıyla öğrenmeden dinimi nasıl değiştiririm, önce bir araştırıp öğreneyim, doğru­luğuna aklım yatarsa kabul ederim" derdim.

Mr. John, Misyoner Cemiyeti'ne gitti ve başkanlarıyla görüştükten sonra otele geri döndü. Akşamüzeri Misyoner Ce­miyeti başkam, yanında daha önce kendisinden söz ettiğimiz Herbert ve diğer bir şahıs olduğu halde ziyaretimize geldi. Üçüncü şahıs, Misyon Cemiyeti'nin Farmason şubesinin mü­dürüymüş. Bunlar bizi, ertesi gün için Misyon Cemiyeti'nin idare merkezine davet ettiler. Merkezi ziyaret ettikten sonra, akşamüzeri Cemiyet başkanının evine gideceğimizi ve akşam yemeğini orada yiyeceğimizi anladım. Biraz sonra, başkan, ve Farmason şubesi müdürü gittiler. Herbert ve Mr. John ise ya­nımda kaldılar. Biz, geride kalanlar, koyu bir sohbete koyul­duk. Sohbet sırasında, Mr. Herbert'e, Cemiyet başkanının adını sordum. O da bana, başkanın adının Mr. Botingres, Farmason şubesi başkanmm adının ise, Mr. Woylsteyd olduğunu söyledi.

Mr. Herbert'in anlattığına göre, Mr. Botingres, kelimelerini tartarak söyleyen, son derece ihtiyatlı bir kimseymiş. Eğitimini Hindistan'da tamamlamış, yerel ahaliyle iç içe yaşanuş, Gücerat lehçesini ve Hindistan dilini en iyi şekilde öğrenmiş. 1810 yılına kadar, Hindistan'da bir hayli seyahat etmiş, yazılar kaleme alnuş ve çok güzel bir eser yazmıştır. Buna göre, Hin­distan'da pek çok dil konuşulmaktadır. Ancak en yaygın olan­ları şunlardır: 1Hindu 2Pencâbi 3Behârî 4Sindi 5-, Marvari 6Meratihî 7Kuçî 8Güceratî 9Halebî 10Uriyâ 11Bengalî 12Urdu 13Asâmîs 14Tâmil 15Telûgî 16Künorî 17Malâyâm 18Tülü 19Konet.

Sadece Hindistan'da değil, dünyanın neresinde olursa ol­sun, işinizi tam anlamıyla yapabilmek için, ilk önce o bölgenin dilini öğrenmeniz gerekir. Mesela, Hindistan'da, halkın sek­sen yedi milyonu Hindu dili, yirmi milyonu Meratihî, kırk beş milyonu Bengalî ve on altı milyonu da Telûgî dillerini konu­şur. Bunlar arasında propaganda yapabilmek için bu dilleri bilmek gerekir. Bu nedenle, İngiliz misyonerleri bütün Hindis­tan dillerini bilirler. Zira ahalisinin iki yüz milyonu putperest, seksen milyonu Müslüman olan koskoca Hindistan'ı sadece üç milyon Hristiyan ile idare etmenin ne kadar zor bir iş olduğu­nu takdir edersiniz.

Hind'de Emir Kasım'm, Mahmud Gaznevî'nin, Şehabeddin Gurî'nin, Kudbeddin Aybek'in, Şemsettin Altamış'ın, Sul­tan Belbin'in ve Şir Şah'm telkin ettikleri dinî hisler ile Hüma­yun, Cihangir ve Şah Cihan'ın telkin ettikleri mezhebi taassup­lar; Babür Şah, Alemgir, Şah-ı Alem Bahadır, Ferruh Şir ve Muhammed Şah gibi gece gündüz demeden şarap içen hü­kümdarların meydana getirdikleri karışıklıklarla, bir parça zafiyete uğramışsa da, yine de son derece güçlüdürler. Doğal olarak, Müslümanlar putperestlerden daha fazla dikkat çeki­yorlar. Müslümanlar birlik içindedirler. Putperestler ise, beş bin mezhebe ayrılmışlardır.

Mr. Woylsteyd ise, 1829'dan 1.835'e kadar Tur-ı Sina Yarı­madasıyla, Arabistan ve Nûbî taraflarını dolaşmış, Umman ve Hadramut'ta hayli işler görmüştü. Arapça ve Nûbîce'yi çok güzel konuşur. VVoylsteyd o kadar ağzı sıkı birisidir ki, gördü­ğünüz gibi, size adını bile söylemedi. Gözlerinin son derece parlak ve hareketli olması zekâsının göstergesidir. Gezdiği bölgelerin, coğrafî durumu, kültürü ve bibliyografyası hakkın­da yazdığı eserler İngiltere'de son derece rağbet görmüştür. Woylsteyd aynı zamanda iyi bir ressamdır.

Bunların her ikisi de yetmiş yaşını geçkin adamlardır. Mr. John kadar boşboğaz bir adam yoktur herhalde. Bana, hem kendi anılarını, hem de benîm özgeçmişimi size anlattığını söyledi. Doğrusu ne kadarından bahsettiğini tam olarak bile­miyorum, ama geri kalanını da ben anlatayım. Anlatacaklarım, kısa ama son derece anlamlıdır. Azizim, Araplar, "sırrını sak­layan işine hâkim olur" derler. Bir de dervişçe bir söz vardır: "Sır verilir, ama açığa dökülmez". Bu düsturu size hatırlattık­tan sonra, şunu ifade etmek isterim ki, Bektaşîlik ve Protestan­lık arasında benzerlik vardır. Bakınız, bizde teslis inancı var­dır. Biz, "Baba, Oğul ve Ruhu'l Kuds birdir" diyoruz. Bektaşîler ise, "Allah, Muhammed ve Ali birdir" diyorlar. Bizde on iki havari, Bektaşîlerde ise, on iki imam vardır.

Kadd-i yâre kimi ar ar dedi kimi elif

Herkesin maksudu bir amma rivayet muhtelif

(Sevgilinin boyu için kimisi boylu posludur der, kimisi de elif gibi kısa ve sabittir der; Herkesin amacı aynıdır ama ifade ve tarzları farklıdır.)

Biz, tevellî ve teberrî üzerine ikrar verdik, (yani, Hz. Ali ve evlatlarına yürekten bağlandık, Muaviye ve evlatlarından nef­ret ettik.) Mürşidim Allah ve Ali'dir. Rehberim Muhammed Nebi'dir. Üçünü bir tanıdık, bir gördük, bir bildik. Biri üç öğ­renip, ona taptık. Üç düğümlü kemendi takındık, mürşide da­yandık, anlaşıldı mı? Ben her ne kadar misyoner de olsam, Bektaşîliğimi kimselere vermem. Zaten isimler ve bedenler ayrı olsa da, ruh birdir" dedi.

Ertesi gün, sabahleyin Mr. John ve Mr. Herbert ve Ernest ile birlikte Misyoner Cemiyeti'nin büyük binasına gittik. Botingres'i ziyaret edip kendisiyle görüştük. Bu binada, çok sayıda muhteşem daireler vardır. Her daire farklı bir dine mahsustur. İslâm dairesi, muhtelif şubelere ayrılmıştır. Sünnî kısmının dört, Alevî, yani Şii kısmının yirmi beş masası vardır. Her bir tarikata mensup misyonerler vardır. Her dairenin, bir kütüphanesi ve toplantı salonu vardır. Bu kütüphanelerde, bugüne kadar yayınlanmış bütün İlmî eserler bulunmaktadır. Hatta Arap dini ile ilgili yüzlerce el yazması eser dahi vardır. Bizzat kendi gözlerimle, ceylan derisine yazılmış birkaç tane Kur'an-ı Kerim gördüm. Bir parçasını alıp yüzüme gözüme sürdüm. Bu Kur'an-ı Kerim'ler böylesine kirli insanların eline düştüğü için gözlerimden yaşlar boşandı. Mr. John beni bu halde görünce,

"-Vay Mustafa Efendi, sen bu kadar tutucu muydun? An­laşılan seni bir türlü yola getiremeyeceğiz" dedi.

Bu şekilde diğer daireleri de gezdik. O ana kadar isimlerini bile duymadığım bazı dinler varmış, hatta bir tanesinin adı şimdi bile aklımda. Bu, Zerdüşt isminde bir adamın kurduğu bir dinmiş, adına da Mazdeizm diyorlar. Bu dinin mensupları iki ilahın varlığına inanıyorlarmış. Bunlardan birisi iyilik ilahı, diğeri ise kötülük ilahıymış. Bunu duyunca çok şaşırmıştım. Bu din mensuplarının ateşe de hürmet beslediklerini söyledi­ler. Ben, "O halde, bunlar bizim bildiğimiz ateşperestler, yâni, Mecusîler olmalı" dedim. Orada bulunan misyonerlerden biri­si bana bu konuda daha ayrıntılı bilgi verdi ve şunları söyledi: "Türkler arasında Zerdüşt denilen Zoroastre adındaki, eski İranlılann şâri'i/peygamberi olan bir adamın, insanlara tebliğ ettiği bu mezhep hakkında bildiklerimi kısaca şu şekilde özet­leyebilirim. Evet, bu din, sizin Mecusîlik olarak bildiğiniz di­nin ta kendisidir. Bu din, Keyanilerden Keştâs'ı zamanında, Belh şehrinde ortaya çıkmıştır. Bu bölgede yaşayan insanlar, o zamana kadar, bir takım devleri ilah edinmişler ve onlara tapı­yorlardı. Bu şahıs, bu ilahları kaldırarak, biri nur ve gündüz­den ibaret olup iyiliği simgeleyen, diğeri ise, çile ve geceden ibaret olup kötülükle eşdeğer olarak görülen Hürmüz ve Ehrima adlarındaki iki unsura inanmayı telkin etti. Bu dinin kaidelerini ve önemli öğütlerini belirten "Zend" isminde bir kitap yazdı. Bu kitap "Avesta" ismini taşıyan tefsiriyle birlikte, günümüzde "Zend Avesta" adıyla bilinen, Mecusîlerin kutsal kitabıdır.

İran Şahı Keştâsb, Zerdüşt'ün dinini kabul ettikten sonra, hem kendisi hem de oğlu İsfendiyar, bu dinin İran'da yayılma­sı için uğraştılar. Bu arada, Turânî denilen Türklerle pek çok savaşlar yapıyorlardı. İranlılar bu savaşları kazanarak, birçok ateşgedeler inşa ettiler. İran halkının büyük bir kısmı, Zer­düşt'ten önce, yıldızlara tapan Sabiîn'den idiler.

Zerdüşt'e gelince; bu şahıs, aslen Hindliydi. Brahmanîlerin Dîvâ adıyla ibadet ettikleri birçok ilahı inkâr edip, bunlara şeytan gözüyle baktığı için oradan kovulmuştu. Ülkesinden kovulan Zerdüşt, Belh şehrine göç etti. Dirayetli bir şahıs ol­ması dolayısıyla, Keştâsb tarafından son derece iyi karşılandı, bu sayede yeni kurduğu mezhebi İran'da kolayca yaymayı başardı. Zend kitabı Sanskrit diliyle yazılmıştı. Zerdüşt'ün getirmiş olduğu bu din, İran'da Hz. Ömer zamanına kadar kabul gördü. İran'ın, Sa'd b. Ebî Vakkas tarafından İslam top­rağı haline getirildiği sırada, Zerdüşt dini de ortadan kalktı. Bazı İranlılar, inançlarını terk etmeyerek, Hindistan'a göç etti­ler. Günümüzde, Hindistan'da bunlara, Fârîs [İrânî] derler. Bunlar halen Zerdüşt dinine inanırlar. Geride kalanların ta­mamı Müslüman oldular.

Mecusiler, âlemi yaratan tanrının, iyilik tanrısı, Şeytanın ise, kötülük tanrısı olduğuna inanırlar. Bunlar, her iki tanrının da eşit güçte olduklarına, bu yüzden birbirlerini imha edeme­diklerine inanırlar. Cenab-ı Hak, evvelâ 'nur'u yarattığında ve ziyâ ve ateş de bu nurun bir parçası kabul edildiğinden, onlar vasıtasıyla Allah'ta talepte bulunurlar" dedi. Ben de;

"-Allah'ın üç olduğuna inananlar olduğuna göre, iki oldu­ğuna inananlar da olabilir. Esas olan, Allah'a ve onun eşi ve benzeri olmadığına inanmaktır" dedim.

Mr. John derhal araya girerek, "Doğru söylüyorsun Musta­fa Efendi, biz Afrika'da, San'a'da, bunca fedakârlıklar yapma­mıza rağmen, sadece beş-on kişiyi Protestan yapabiliyoruz. Şu karışık, üç'ün birliğini anlatmakta zorlanıyoruz. Sizin, kestir­meden, "Allah birdir" şeklindeki kestirme telkininiz akla daha uygun geliyor ve bu şekilde binlerce dinsiz birden Müslüman olabiliyor. Ancak, şunu belirtmeliyim ki, elinizde böylesine bir güç varken, Anadolu'nun göbeğinde yaşayan ve "Melek Tâvus" adıyla şeytanın temsilcisi olan, tunçtan yapılmış bir horo­za tapan Yezidîleri hâlâ Müslüman yapamadınız.

'Ey huzur ve saadet kaynağı' diyerek kadının cinsel orga­nına tapan Nusayrîleri yola getiremediniz. Altı devrede kâinatı yaratıp göklere yükselirken, bir fırtına ve bora tarafından son­suz zerrelere ayrılıp şekil itibarıyla mahvolan hayalî bir ilaha tapınan ve aralarında Allah'ın tecellisini en fazla aksettiren, yâni, o sonsuz zerrelerin büyük kısmına sahip olan en zeki bir adamı ilah olarak gören Dürzîlere derdinizi anlatamadınız. Fenikeliler zamanından kalma bazı inançları benimseyen Kızılbaşları ıslah edemediniz. Öğrenemediğiniz daha nelerim vardır. Fakat sizi daha fazla meşgul etmemek için sözü uzat­mak istemiyorum. Peygamberlerin vârisleri olduklarını iddia eden âlimlerinizin kusurları pek çoktur. Ancak, yine de onların uyanmaları bizim aleyhimize olacağı için, bu gafletlerinden dolayı kendilerine teşekkür ediyoruz. Onların, "Âlimler pey­gamberlerin varisleridir" (Buharı, İlim-10) hadisine uymaları ge­rekmektedir. Yine, Kur'an-ı Kerim'de, "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklamaları, gizlememeleri için söz almıştır. Fakat onlar sözlerinde durmamışlar, onları kulak ardı edip, basit dünya menfaatine değiştirmişlerdir. Ne kötü bir değiş-tokuştur bu! "(Âli İmran-187) mealinde bir ayet vardır, okumuyorlar.

Ben yavaş yavaş, teslis inancının bir şekle dönüştürülmesi hususu karşısında savaşmak gerektiğini düşünüyorum. İkinci bir reformda bu tarafı düzeltilmiş olunacaktır. Ne çare ki, kalp­lere yerleşmiş olan iman, belleklere işlenen itikad kolay kolay silinmiyor. Şimdi bizden biri böyle bir hisse kapılsa, büyük bir nefretle karşılanır ve herkes ona lanet okur. Gelecekte, ortaya çıkacak gelişmeler, bu konuda araştırma yapanların sayısını artıracak, bu husus da, daha sağlam bir esasa dayandırılacak­tır. Ah, kahpe dünya! İnsanları nasıl da yanlış yola sürüklüyor! Geçim derdi, çoluk çocuk telaşı, şahsî ihtiraslar, dünya üzerin­de yaşayanları nasıl da yalancılığa sürüklüyor! Dinler bile, insanlara güzel ahlakı, doğru yolu gösterdikleri ve öğrettikleri halde, menfaat aracı haline geliyor’ar.

Bildiğimiz Allah'ın, tasavvur ettiğimiz yaradan ve her şeye gücü yeten rabbimizin kitabı birdir ve değişmemiştir. Gerçi, kutsal kitaplardaki ayetler, iniş sebepleri dikkate alınmak sure­tiyle açıklanmalıdır, her birinde değişik hikmetler vardır di­yorlar. Ben anlamıyorum, bizim Incil'imizden bahsetmiyorum. Zira bu kitap, Hz. İsa'nın hayat hikâyesinden bahseden sayfa­lardan başka bir şey değildir. İsa'nın tavsiyeleri üç bab içeri­sinde yazılı birkaç maddedir. Bunlar da, Allah'ın değil, Al­lah'ın oğlunun, havarileri tarafından nakledilen sözleridir.

Matta İncili'nin beşinci babının on yedinci ayeti şu şekil­dedir: "Ben şeriatı ve Peygamberi iptal etmek için geldim zan­netmeyiniz. Onları iptal etmek için değil, bilakis tamamlamak için geldim. Zira, şunu bir gerçek olarak size açıkça bildiririm ki, yer ve gök yok olmadıkça, şeriatın cümlesi tamamlanıncaya kadar ondan bir harf ve nokta yok olmayacaktır". îşte Meryem oğlu Mesih'in sözü budur. Belki de başka türlü bir öğüt bıra­kacaktı. Fakat ne çare ki, koşullar uygun değildi. İsa Mesih de zorunlu olarak kendisini Tevrat'tan ayıramıyordu. Kutsal ki­taplar, birbirlerinden alıntı yapılıruş pek çok emir barındırırlar. Ben de bugün, Mesih kadar korkarak söylüyorum. Çünkü, söylediklerim dışarıda duyulursa, konumum sarsılır. Meryem oğlu İsa Mesih, yahut, İsa Mesih ibn Yusuf ibn Davud ibn İb­rahim bir filozof, bir sosyalistti. O, "Her kim senin sağ yanağı­na vurursa, sen diğer tarafını çevir, oraya da vursun. Seninle dava edip entarini almak isteyene cübbeni de bırak. Seni bir mil yürümeye zorlayan bir kimseyle iki mil yürü. Senden dile­nene ver, borç isteyenden yüz çevirme. Düşmanlarınızı sevi­niz, beddua edenlere, hayır duasıyla karşılık veriniz. Size zul­medenlere iyilikle karşılık veriniz, sizi incitenlere güler yüzle karşılık veriniz" diyordu. Bunlar kötü nasihatler değildir. An­cak, üzülerek belirtmeliyim ki, bunların birini bile yerine geti­ren yoktur. Bu durumda, İsa'nın nasıl doğup, ne şekilde bü­yüdüğünü, neler yapıp söylediğini yazan, nakil ve hikâye eden bir kitap nasıl Allah'ın kitabı olabilir? Bilhassa, yazarları, Mat­ta, Markos, Luka, Yuhanna olan bu kitaplarda, "Allah böyle emrediyor, şöyle yapınız" denmiyor. İsa, Allah'ın oğlu olunca, havarilerini de peygamber olarak kabul etmek gerekiyor. Do­ğal olarak, İsa nebilikten ilahlığa yükselince, onun yardakçıları da, velilikten peygamberliğe yükselmiş oluyorlar. İşte, bu şa­hısların kendi adlarına yazdıkları risaleler, Incil'de, "Resullerin İşleri" ismiyle geçmektedir. Felsefî bazı görüşleri içerirler. Ne şekilde ve tarzda yazılırlarsa yazılsınlar ve nereden ilham alır­larsa alsınlar, neticede insan kelamıdırlar. Ben, Allah kelamını başka türlü anlıyorum, fakat insanları avutmak için din lazım­dır. Hatta Jean Jack Rousseau, "İnsanları doğru yola ulaştır­mak için, Allah yoksa bile icad edilmelidir" diyordu.

Tevrat ise, uydurma bir tarih ile Musa'nın on emrini kap­samaktadır. Evrenin ömrü ile ilgili koyduğu sınırı jeologlar kabul etmiyorlar. Mahlûkahn yaradılışı ile ilgili konulara bü­tün âlimler itiraz ediyor. Zebur'a gelince, okudukça'insanın yüzü kızarıyor. Lut'un kızlarıyla olan ilişkisini hiçbir-kutsal kitapta görmek istemem. Şundan emin ol ki, bu söylediklerim aldığım eğitimin ve araştırmalarımın sonucudur. Talih ve ka­der, beni şimdi yaptığım işe sevk etti. İngiliz olmak, bu işi yap­mayı gerektiriyor. Bu nedenle, mesleğimi size tanıtmaya ça­lışmak zorundayım" dedi. Bunun üzerine ben de şu beyitleri okudum:

"Hak daima üstündür, iftiraya rağbet olmaz Allah büyüktür, hile ve tuzaklar faydasızdır

' Niceleri vardır ki, doğru sözü ayıplarlar
Bunun Akıbeti ise bozuk bir anlayıştır."

"Mustafa Efendi, ben de benzer anlamlar içeren birkaç be­yit okuyabilirim. Fakat sanırım, biz seni Protestan yapmaya çalışırken, sen bizi hakiki Müslüman yapacaksın. O yüzden bu konuları daha fazla kurcalama. Daha önce, bizim asıl amacı­mızı ima eden birkaç söz söylemiştim. Geleneğimiz ve aile bağlarımız nedeniyle, size göre, zayıf fikirlerle dolu olan bu meslekten kurtulamıyoruz. Zaten, iman eylediğiniz Kur'an'da "Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini de delalete sürük­ler" mealinde bir ayet vardır. Bu yüzden, bizi itham etmeme­niz gerekir. Her iş Allah'a kalır. Dinlerin asıl amacı, Allah'ın rızasını kazanmak olduğuna göre, mademki Allah bizim hida­yete erişmemizi istemiyor, biz de Allah'ın rızasını kazanmak için Müslüman olmuyoruz. Bu konuyla ilgili bir hikâye anlat­mak istiyorum. Gençliğimde, yaşlı bir Yahudi kadından din­lemiştim. O kadar hoşuma gitmişti ki, bir türlü unutamıyo­rum. Hikâye şöyleydi: Bir zamanlar, doğuda bir hükümdar varmış. Bu hükümdarın, çok kıymetli, eşi benzeri olmayan bir zümrüt yüzüğü varmış. Bu yüzüğü parmağından hiç çıkar­mazmış. Zaman geçmiş, hükümdar yaşlanmış. Hayatının son günlerini yaşıyormuş. Öldüğünde, örf gereği, çok sevdiği üç oğlundan büyüğü hükümdar olacak, diğer iki ciğerparesine hükmedecekmiş. Yaşlı hükümdar üç oğlunu da aynı derecede seviyormuş. En az tahtı kadar kıymetli olan yüzüğünü hangi oğluna vereceğine bir türlü karar veremiyormuş. Döneminin en iyi kuyumcusunu çağırmış ve parmağındaki yüzüğü göste­rerek, aynısından iki tane daha yapmasını emretmiş. Kuyumcu uzun süre araştırmış, nihayet hükümdara giderek, bu zümrüt taşının aynısını bulmanın mümkün olmadığını, ancak taklidi­nin yapılabileceğini arz etmiş. Kral kuyumcunun teklifini ka­bul etmek zorunda kalmış. Taklit iki yüzük yapılıp getirilmiş, gerçeği ile karıştırılmış, hangilerinin taklit, hangisinin gerçek olduğu ayırt edilemez olmuş. Hükümdar, ilk önce, gizlice bü­yük oğlunu huzuruna çağırmış. Yüzüklerden birisini ona vere­rek, kardeşlerine söylememesini tembihlemiş. Ertesi gece, ikin­ci oğlunu çağırmış, aynı şekilde ona da bir yüzük vererek, kar­deşlerine söylememesini tembihlemiş. Üçüncü gece, küçük oğlunu çağırmış. Diğerlerine söylememesi şartıyla, son yüzüğü de ona vermiş. Kardeşlerin her biri, yüzük kendisine verildiği için oldukça memnunlarmış. Babaları ise, oğullarının her birini muradına erdirdiği için gayet huzurluymuş. Babaları, yüzük­lerin hangisinin gerçek, hangisinin taklit olduğunu bilmiyor, çocuklarından her biri ise, yüzük kendisinde olduğu için ha­linden memnun. Gerçeği ise bilmiyorlar. Gerçeği sadece ku­yumcu biliyor. Biz de, tıpkı bu hikâyedeki yüzük sahipleri gibiyiz. Her birimiz, "gerçek din benimkidir" deyip gidiyoruz. Bana göre, gerçek hâlâ ortaya çıkarılmış değildir. “Gaybm anah­tarları Allah'ın yanındadır, Onları O'ndan başkası bilmez"(En'am59) ayeti buna delildir. Burası şimdilik düşünülecek şey değil­dir. Kısacası, dünyanın her tarafına gönderilmiş olan misyo­nerler üç ayda bir Misyon Cemiyeti'ne rapor gönderirler. Bu raporlar, ilgili birimlere havale edilerek, incelenir. Daha sonra, rapor sahiplerine, yapılması gerekenleri içeren cevaplar yazılır. Raporların incelenmesiyle elde edilen sonuçlar, Protestan Dairesi'ne arzedilir. Orada izlenmesi gereken yol tayin edilir. Pro­testan Dairesi'nin başkanı, aynı zamanda Misyon Cemiyeti'nin de başkanıdir. Katolikler ve Ortodokslar, her ne kadar Hristiyan dinine mensup olsalar da, İngilizler, Hristiyanlığın Protestanlar tarafından temsil edilmesini istiyorlar. Hâlbuki Protestanlığın da birçok mezhepleri vardır" dedi.

"Ne diyelim, Allah bir milletin zillete düşmesini İsterse, onlara kötü şeyleri güzel gösterir. Demek ki, İngilizlerin müş­rik kalmaları ilahi takdire yakındır. En güçlü koruyucu olan Allah, İslam dinini her türlü fenalıklardan korumuştur. Bu dini çok iyi öğrenen ve idrak eden şu âlim misyonerlere Allah'ın hidayeti erişmemişse ne yapabilirler ki! Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de gayet açık bir şekilde, "Allah, kullarından dilediğim doğru yola sevk eder" (Bakara-142) yani "Allah, dilediğim hidayete eriştirir"(Hac-16) buyurmaktadır. Artık bu İlahî irade üzerine daha ne söyleyebilirim ki!

Biz eskiden beri din olarak sadece Müslümanlık, Musevi­lik, Hristiyanlık ve putperestlik var sanırdık. Dünya üzerinde, üç bin otuz civarında din ve mezhep olduğunu söylediklerinde hayretler içinde kaldım. İnsanoğlunun şüphesiz dine ihtiyacı vardır, tabiat kanunu bunu gerekli kılıyor. İnsanları, böyle bir akideye zorunlu olarak sürüklüyor. Hatta Amerika'nın vahşi bir kavmi içine, Amerika'nın ve Avustralya'nın dağlı ve yam­yamları arasına, dışarıdan tanınmış bir mürşid girmediği hal­de, içlerinden akıllı biri, ilham, İlahî yönlendirme yahut tabiatı gereği bir yaratıcı arıyor, düşünsel yeteneği ve kültürel düze­yine göre, ya hayalî bir yaratıcıyı, bir taş veya ağacı, ya da bir hayvanı yaratıcı olarak kabul ediyor. Hedef ve arzularının ger­çekleşmesini ondan istiyor ve herkesi kendi fikrine tabî kılma­ya, bilgi seviyesine, atalarından kalan gelenek ve yaşam tarzı­na değinen tatlı sözlerle, vaatlerle davet ve sonra da mecbur ediyor. Bu yolda başarıya ulaşıyor. Onun getirmiş olduğu öğ­reti, o kavim için bir din, getiren o adam da, kutsal ve doğaüs­tü bir yaratık, bir peygamber haline geliyor. Fakat bir dinin kabul görebilmesi için, akıl ve mantık erbabı tarafından, akla ve mantığa uygunluğunun tasdik edilmesi gerekir. Hakkında bilgi sahibi olduğum mevcut dinler arasında, İslam'ı diğerleri­ne oranla, en fazla akla ve mantığa yatkın ve en aşikâr din ola­rak görüyorum. Teslis'e bir türlü aklım ermiyor. Özellikle, Hristiyanlığın "gizli sırlar" denilen inançlarına bir anlam ve­remiyorum. Bu nedenle, İslamiyet ve Hristiyanlık arasında büyük farklar vardır. Şayet, dinler birbirlerine biraz olsun ben­zemiş olsalar, birinden diğerine geçmek çok kolay olur. Müs­lüman birisinin Hristiyan olması mümkün değildir. Baskı ve zorlamayla belki... Baskı olduğu sürece zorla Hristiyanlık de­vam eder" dedim.

Mr. John üzüntülü bir çehreyle, "Mustafa Efendi, siz daha gençsiniz, yeterince bilginiz yoktur; dinler tarihi okumamışsı­nız, bir filozof gibi düşünemiyorsunuz. Bakınız, İslam âle­minin övünç kaynağı olan büyük âlim, faziletli ve şöhretli filo­zof Ebu Bekr Muhammed Muhyiddin ibn Arabi, "Ya Rabbi, insanlar, taşa ve toprağa da tapmış olsalar, ibadet senden baş­kasına değildir, sadece ve sadece şarta mahsustur" buyuruyor. Bu şekilde, felsefî düşünüldüğü takdirde, dinler arasında itikadî açıdan pek de fark olmadığı görülür. Sadece dış görü­nüşte ve ritüellerde bazı farklılıklar vardır. Bunun da çok fazla önemi yoktur. “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız" (Buharî, Edeb, 80) emrine dayanarak, dinlerin, en kolay icra edilenini size kabul ettirerek, kazanılacak zamandan, sizi çalışma ve gayrete yöneltmek ve faydalandırmak istiyoruz. Çalışmak bizden, ka­bul etmek veya etmemek sizdendir.

Misyon Cemiyeti gece-gündüz bu tarz işlerle uğraşır ve İngiltere hükümetinin ilgili birimleriyle yakın ilişki içerisinde­dir" dedi ve sohbetimizi burada noktaladık.

Misyonerlik hakkında epeyce bilgi sahibi olduğum için, gayet memnun bir şekilde otelimize geri döndük. Aynı günün akşamı, Misyon Cemiyeti Başkanı Botingres'in evine akşam yemeğine davetli olduğumuz için, Mr. Jolın ve Emest ile birlik­te oraya gittik. Vardığımızda, Mr. Woylsteyd ve Her bert de oradalardı. Kısa bir sohbetten sonra mükemmel hazırlanmış bir sofraya oturduk. Yemek sırasında Mr. Botingres şunları söyledi: "Mustafa Efendi kardeşimizin hanemizi ziyaret etmiş olmasından son derece memnun kaldığımı ifade etmek isterim. Kendisi, genç bir asker olduğu halde. Misyon Cemiyeti başkanının evine misafir olarak kabul edildiğine hiç şaşırmasın. Misyonerler, rütbe, makam, gençlik, yaşlılık, zenginlik, yoksul­luk, güzellik ya da çirkinlik gibi durumları pek önemsemezler. Onlar, bir insanın kişiliğine ve zihnî yapısına bakarlar. Mustafa Efendi, şu anda yaradılış itibarıyla kendisiyle aynı seviyede olan adamlar arasındadır. Çünkü bütün yaratılmışlar, yarata­nın aynasıdır. Hangi din veya milletten olurlarsa olsunlar, bü­tün insanlar kardeştirler. "Yoktur bu vücudun itibarî Hak ayine­dir cihan gabari” (Bu varlığın değeri yoktur Hak bir aynadır, dünya da tozudur.) Mustafa Efendi ile aramızda çok ufak bir fark varsa, o da eğitimimizin ve tecrübelerimizin farklı olma­sıdır. Gerçi meslek gereği, öbür dünyaya dair işlere pek vakit ayıramıyor olsalar da, yine de uhrevî olarak kabul. ettiğimiz dinlerin dünya hayatı ve ahlakı üzerinde ne derece güçlü etki­ye sahip olduklarını kabul etmekte tereddüt etmezler. Aslında, biz İngilizler, genellikle Türklere ve diğer Müslümanlara pek de kötü gözle bakmayız. Her ne kadar, aşırı fikirler taşıyan bazı İngilizler bu güzel bakışı ortdan kaldırmaya çalışsalar da, genelde hâkim olan bu manevi hisleri tamamen yok edemiyor­lar. Sizin içinizde de tutucular yar. Kendi kulağımla duydum: "Şu şeytanlık ve hile yuvası Britanya Adası tastamam denizin dibine girmeyince dünya rahat edemeyecektir" diyorlar. An­cak, eksik tarih bilgimize rağmen, Türk milletinin ortaya çıkış ve gelişmesindeki güç ve kararlılığını takdir ediyorsak da, hâ­lihazırdaki gerilemesine bizzat şahit olduğumuz için, bu gerileyişin sebepleriyle ilgili birkaç söz söylemekten kendimi ala­mıyorum. Her millet yaşadığı çevre, iklim ve atalarından miras kalan bir karaktere, yani mizacı, tabiatı ve inancı gereği bazı huy ve adetlere sahiptir. Bu özellikler korunduğu müddetçe, o millet gelişimini sürdürür, varlığını korur. Şayet, güçlü bir karaktere sahipse, hiçbir etki altında kalmıyorsa, o milletin varlığından şüphe edilmemelidir. Çünkü o karakterlerin her biri bir fazilettir. Fazilet, sosyal yapının güçlenmesini, varlığını devam ettirmesini sağlar. Çinlilerin, istikrarsız idareler tara­fından yönetilmiş olmalarına rağmen varlıklarını hâlâ koruyor olmaları bu sözüme en güzel örnektir. İranlılar da bu şekilde­dir. Hangi millet, iyice inceleyip araştırmadan, itiraz etmeksi­zin yabancı milletlerin adet ve geleneklerini benimser ise, yı­kılmaya yüz tutar. Biz İngilizler, dünyanın her köşesine yayıl­mış bir milletiz. Farklı kavimlerle ilişki içindeyiz. Ancak, hiçbir zaman onlarla karışmayız ve hiçbir etkiyle milli karakterimizi bozmayız. Günümüzden, beş on bin yıl önce, bir İngiliz ne idiyse, şimdi de o İngiliz'in torunu dedesinin aynısıdır. Bugün, bir İngiliz, Büyük Britanya'da nasıl yaşıyorsa Afrika'da da aynı şekilde yaşar. Britanya adasındaki bir İngiliz hangi adet ve geleneklere sahipse ve nasıl bir itikada sahipse, Kap'tâ, Hindistan'da, Yeni Zelanda'da, Amerika'da ve diğer yerlerde­ki İngilizler de aynı adet, gelenek ve inanca riayet ederler. İşte bu sayede İngilizler, bütün dünyaya dağıldıkları halde milli­yetlerini korumuşlardır. Hristiyan bir İngiliz asla kendi dinine mahsus bir mabedden başkasına gitmez. Bir İngiliz kendi tüc­carından başka hiçbir tüccardan alışveriş yapmaz. İngilizler kendileri içindir, başkaları için olamazlar ve herkesi İngilizler için hazırlamaya çalışırlar. Hâlbuki bu hal Türklerde yoktur. Siz fazlasıyla taklitçisiniz. "Türkler herkes içindir, çünkü ken­dileri için olamıyorlar" diye biliyoruz. İşte bu yüzden sürekli kaybediyorsunuz. Acaba eski geleneklerinizden kaçı kaldı? Eski Türklükten bir eseriniz var mı? Macar ovalarının, Bizans surlarının, Balkan yaylalarının, Kafkas dağlarının size takdim ettiği o sırma saçlı, ahu ve ela gözlü, güzel vücutlu kızlarla şekliniz düzeldi; ama bu karışma size bazı yeni adetler de ka­zandırdı, bunu inkâr edemezsiniz. Allah aşkına söyleyin; anne­lerinizden aldığınız İliç hisseniz yok mudur? İranlıların on beşinci yüzyılda yedikleri darbenin intikamını almak için, ül­kenize soktukları bazı, aşırı abartılı itikadlar dikkat çekecek derecede kötü etkiler bıraktı. Celâliler, Ahiler, Dervişler Şiiliği temsil ediyorlar ve bu inanç genişlemeye devam ediyor. Av­rupalIların dostane bir tavırla içinize sızmalarına cemiyetimi­zin ön ayak olduğunu söylerken doğrusu kızarıyorum.

Siyaset dolabını istenildiği gibi çevirmek için iki yol vardır. Bunlardan birisi misyonerlik, diğeri farmasonluktur. Ayrıca dervişliği de hesaba katmak gerekir. Siz Türkler Avrupa'yı yeni görmeye ve tanımaya başladınız. Avrupa'nın iki pencere­si vardır: Birincisi ve pek büyük olanı, sefahet, sefalet ve israf penceresidir. Sakın Avrupa'ya bu pencereden bakmayın. Piş­man ve perişan olursunuz. Diğer pencere ise, ilim, ticaret, zira­at ve sanayi penceresidir. Ancak, bu pencere çok küçüktür. Onu bulmak için iyice aramak gerekir. Bu pencereyi bulmaya ve Avrupa'ya buradan bakmaya çalışınız. Avrupa zihniyetini iyi tanırsanız mutlu olursunuz. Avrupa'nın huylarını ve âdet­lerini incelemeden, tetkik etmeden kabul ederseniz yanarsınız. Çünkü sizi ahlaksızlaştırır. Ahlakı bozulmuş bir milletin ise geleceği yoktur. Avrupa adetlerinin iyi taraflarını, size faydalı kısımlarını; adetlerinizi ve ırkınızın yapısını bozmaması şartıy­la kopya ediniz ki Avrupalılarla uyuşasınız. İç işlerinizin ida­resi ve hareket tarzınıza gelince: İftihar ettiğiniz, övündüğü­nüz tarihiniz sizin ne şekilde yolsuz hareketlere kalkıştığınızı, karanlık yollara saptığınızı gösteriyor.

1734 senesinden bu yana bütün gerileme belirtileri görül­meye başladı. Asıl Türkler pek namuslu bir millettirler. Bilhas­sa zanaatla, sanatsal mesleklerle meşgul olanlar, pek olgun ve haysiyet sahibi insanlardır. İmrenilecek bir bağlılık ile itaat, samimiyet ve yararlıklar göstererek diğer unsurlardan ayrılır­lar. Fakat sizler yani Kayı Hanı ve Selçuk Türklerinin arta ka­lanlarıyla Rumdan dönme yeniçerilerin birleşmesinden mey­dana gelen muhtelif Türkler, Türklüğe has her türlü ahlakî faziletleri tabiaten terke -suçu kimseye atmayınız-ve kendi kendinizin sonunu getirmeye, niyet etmişsiniz gibi geliyor. Daima "Hâkimiyet Galip Olanındır!" düsturuna uyuyorsu­nuz. Hakkı aramazsınız. Bilhassa her şeye esas olan lisanınızı bile bir türlü düzeltemediniz. Doğru dürüst imlanız yoktur. Daha doğrusu yazılan kelimatı sesli okutacak bir alfabeniz yoktur (Sokra) yazarsınız (sonra) okursunuz; (üstübec) dersiniz (istifindac) yazarsınız; (Baka) yazarsınız, (bana) okursunuz; Bu nasıl şeydir? Gerçi bizim lisanımızda da bu gibi bazı uygun­suzluklar vardır. Fakat sizinkine nisbetle azdır. Aydınlarınızın yazdıkları eserler anlaşılır değildir ve belirsizlik taşımaktadır. Arapça; Farsça bilmeyenler yazılmış kitaplarınızdan hiçbirini anlayamazlar. Osmanlı Türkçesi'nin en belagatlısı İstanbul lisanıdır diyorlar; İstanbul'da okuma yazma bildiği ve kendi dili olan Türkçe'yi pek güzel konuştuğu halde yine yazılan eserleri doğru dürüst okuyamayanlar ve manasını anlayama­yanlar pek çoktur. Köylüleriniz ise kara cahillerdir. Diğer ırk­lardan olan halkınıza Türkçeyi bir türlü öğretemiyorsunuz; hâlbuki milletin çoğunluğunu köylüler teşkil ediyorlar. İlkokul eğitimine hiç önem vermiyorsunuz; iyi biliniz ki ilk temel bil­giler, ilkokuldan alınır. Yüksekokulların önemi ise ikinci dere­cede kalır. İşte bu sebepten dolayı Türkiye'de ilerleme olamı­yor. Türkiye gelişime doğru bir adım atamıyor. Hatta Doğu Türkleri: "Osmanlı Türkleri Türkçe bilmezler" diyorlar.

Osmanlı Devleti'nin resmî dini İslam ve resmî dili Türkçe olduğu hiç bir vakit gözden uzak tutulmamalıydı ve aşamalı olarak okullarda doğal örgütlenme yoluyla İslam şeriatı gibi öğretilmeliydi. Ancak bunu yapmadınız ve hala da yapamı­yorsunuz. Camilerle mescitler ve Hac ibadeti vesilesiyle Mekke ve Medine'de bir araya gelme güzel bir vasıtadır ama değe­rini bilmiyorsunuz. Peygamberinizin gayet zeki bir diplomat olduğu size bildirildiği emirlerle sabittir, üzülerek belirteyim ki anlamıyorsunuz. Giyim tarzmızı da bir türlü düzenleyemediniz. Türkiye büyük birkaç inkılâp görmelidir. İnkılâplar ön­celikle eğitsel sonra ahlakî ve dinî en sonra da İdarî olmalıdır. Bu sıra bozulursa düzen ve ilerleme sağlanamaz. Karga sürüsü gibi düzensiz gidiş yakanızı bırakmaz. Rahat olamazsınız, merhum Sultan Mahmud bunca arzularına rağmen gölgelikli şapkayı ’ kabul ettiremedi. Bu bir cahilane bir tutuculuktur. Bütün vücudunuzu Avrupalı şeklinde örtüyorsunuz da şap­kanızı benzetmekten çekiniyorsunuz. Gölgelikli şapkaları Avrupalılar Araplardan aldılar ki başa ve göze pek faydalıdır. Avrupa elbisesi ise zararlıdır. Sizin şalvarlarınız bizim panto­lonlardan daha çok sağlıklıdır. Sağlığa zararlı olanları kabulde tereddüt etmiyorsunuz; sağlığa faydalı olanları reddediyorsu­nuz. Bu ne haldir? Ülkeniz bir harabeye dönmüştür; arazisi bomboştur. Ziraat yok, ticaret yok, hiçbir şey yoktur. Doğu illerinizde halk köstebek gibi yeraltında yaşıyor. Onları bile yeryüzüne çıkarıp bir insan gibi yaşatamadınız. Gidip de ora­larda insanların hayvanlarla yeraltında ve bir ahırda beraberce nasıl yaşadıklarını görmek gerekir. Her şeyden mahrum çare­siz adamlara merhamet etmediniz. Anayasanızda bir kanun var ki o da "Millette kabiliyet olmazsa hükümet o milletin önüne düşer ve ona ne yapacağım öğretir" der. Bunu ne vakit yaptınız? Selçuklu Türkleri sizden daha medeniydiler. Onların bıraktık­ları medeniyet eserlerini kökten yıktınız. Amasya, Sivas ve Konya'da görülen Selçukî medeniyeti harabeleri insanları de­rinden etkiliyor. Siz Sebatay'ı, Cengiz, Hülagu ve Timurlenk'i taklit ediyorsunuz. Bu haliniz ne zamana kadar devam edecek­tir? Hâlbuki halis Türk milleti buna mânidir.

Görüyoruz ki ne dininizden ve ne de milletinizden istifade edebiliyorsunuz; Bunun üzerine Mustafa Efendi, biz sizi Pro­testanlık ile ikaz etmek ve bu yolsuzluklardan kurtarmak isti­yoruz. Sizi ekonomiyle uğraşmaya sevketmeyi arzu ediyoruz. Kadınlarınızı da faaliyete sokmak niyetindeyiz. Tabi bunun yanında kadınlarda namus ve iffetin kaybolması ahir zamana alamettir. Namus ve iffetin kaybolmamasına önem verilmeli­dir. İşe alt tabakadan başlamak uygun geldi. Biz de onu yap­maya savaşıyoruz. Yarın Ağustos'un birinci günüdür, bütün Protestan kiliselerinde, dünya yüzünde ne kadar müslüman varsa hepsinin protestan olmaları için dua okunacak ve ayin yapılacaktır. Yarın siz de geliniz, duamıza katılınız, her sene Ağüstosun birinci günü mutlaka bu ayin yapılır fakat "Allah'ın ayetlerini inkâr edip haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanlar içinden adaletle emredenlerin canına kıyanlar var ya, işte onlara korkunç bir azabı haber ver"(Âli İmran-21) ayetine dayanarak büyük bir azâba yakalanacaklarına inandığınız Yahudilere her manasıyla düşmanız. Yahudiler ahlak cihetiyle sevilir yaratık­lar değildirler, yılana benzerler. Kurtarıcımız Hazreti İsa'ya yaptıkları zulüm ve hakaret aslmda inancımıza göre bizim günahlarımızı affettirmek için Allah tarafından takdir edilmiş olsa bile yine de tahammül edilir gibi değildir. Gerçi Hazreti İsa'ya bu şekilde zulüm ve haksızlık yapılmasaydı belki o da İsrailoğulları peygamberlerinden biri sayılacaktı ve Hristiyanhk meydana çıkmayacaktı; fakat yine Yahudiler bu hareketleriyle yeryüzünde yaşayanların düzenli hayatlarını yerle bir ettiler. Hiçbir felaket ve musibet yoktur ki içinde Ya­hudi parmağı bulunmasın. Savaşlar ancak Yahudi bankerlerin yüzünden çıkar ve Yahudiler hiçbir savaştan olumsuz etki­lenmezler. Yahudiler dünyayı birbirine karıştırarak ve kapıştı­rarak uzaktan seyretmeyi ve o sırada külah kapmayı çok arzu­larlar. Paragöz ve şahsî menfaatlerini toplum ve insanlık men­faatleri yerine tercih eden bu kavim nerede faaliyet gösterir ve güç kazanırlarsa orada büyük bir sefalet ve musibetin yüz gös­tereceğinden emin olmak gerekir. Kendi çıkarlarını diğer in­sanların felaketinde arayan böyle hilekâr bir halk ile bunca peygamber ve anlayışlı, alim ve zeki insanlar uğraşmışlarsa da bir şey yapamamışlardır. Faizin, vurgunculuk ve madrabazlı­ğın mucidi onlardır. Kuvvete karşı mazlum, fırsat bulunca zalim ve elde ettikleri servetle dünyada gizli fırıldaklar çeviren bu dağınık halde bulunan on milyonluk esnek kavmi Allah'ın yok edici İlahî gücü yeryüzünden kaldırmadıkça rahat ve hu­zur görmek mümkün olamaz^

Tuhaf olan şu ki, bu cimri halk dört yüz milyonluk Islamiyyetin ve beş yüz milyonluk Hristiyanlığın kuvvetini ve büyüklüğünü kâle almayarak onlara inat Filistin topraklarına yerleşmeyi ve orada bir İsrail Devleti kurmayı en büyük ülkü­leri olarak benimsemişlerdir. Dünya servetinin üçte ikisine sahip oldukları zaman bu amaçlarına ulaşacaklarını belirten ve müjdeleyen bir kâhinin sözüne dayanarak para biriktirmeye çalışıyorlar. Fakat boş bir beklentiye kaplıyorlar. Hristiyanların kâbesi olan Kudüs Müslümanlarca da kutsaldır, başka ele geçmesine şüphesiz ki rıza göstermezler. Hristiyanlar arasın­daki mezheplerin çatışmaları dolayısıyla Kudüs'ün daima Müslümanların elinde kalmasına taraftarız.

İşte Mustafa Efendi, görüyorsunuz ki Yahudilerle gelenek­sel bir düşmanlığımız vardır; fakat Müslümanlarla, geçmişten gelen hiçbir dinî sorunumuz yoktur. Kur'an bile Yahudiler aleyhinde birçok ayeti ve kâfirler hakkında da kesin kat'i emir­leri içeriyor iken Hristiyanlar için içtihat farkından başka her­hangi bir olumsuz yorumda bulunmuyor. Bununla beraber, İslamiyet ve Müslümanlar bizim gözümüzde muhteremdirler. Hatta Hazret-i Muhammed, Rahip Bahira için çok beğenilen ve muhterem biri idi. Yalnız siyasî olaylar, aranuzda düşmanlık yaratıyor. Fakat bu hal Hristiyanlann kendi aralarında bile ortaya çıkabiliyor." dedi. Ben de "Düşünmek gibi ibadet ola­maz" dedim.

‘'Düşünmek gibi ibadet olamaz” (Beyhakî, 4-58) hadis-i şeri­fiyle bizi derin düşünmeye davet eden Yüce Peygamberimizin öğütlerine dayanarak bir parça bu konularla uğraştığımdan müsadenizle size birkaç cümle ile cevap vereceğim. Allah'ı ve Allah'ın mukaddes, iyilik ve hayır üzerine kurulu olan ahlakı­nı, sıfatlarını, fiillerini, eserlerini düşünmek her şeyden daha üstün bir erdemdir. İçinde yaşadığımız kâinatta Allah'ın il­minden, iradesinden yaratma gücünden ve iradesinden başka hiçbir şey olamadığına ve olamayacağına inanıyoruz. Akıllı bir adam bir kere kendine, bir de âleme bakar ve görür ki her nok­tada daima bir değişim ve başkalaşım vardır. Bu değişimler hiç şaşmayan, seyrini değiştirmeyen, bir kurum, nizam ve düzen dairesinde olup gidiyor.

Canda, tende, yerde, gökte hiçbir zerre yoktur ki bu ka­nundan bağımsız hareket etsin. Her şey yartılışındaki özelliği­ne göre iş ve güçtedir. İşte dünyada bulunan en büyük kürreden en küçük zerreye kadar bütün varlıkları yaratıp iste­diği gibi oynatan, değişime uğratan ve her varlığa kendi hâl. ve şekliyle uyumlu olarak bu özelliği veren kuvvet ve kudreti erdemli olan insanlar "Allah" diye yüceltirler. "Ancak Allahtır ki her şeyi yaratıcıdır "(En'am-102) ayeti bize kesin bir emir ola­rak bildirilmiştir. Bu emre dayanarak Allah için şekil, suret, zaman, mekân, acizlik, eksiklik, ortaklık düşüncesi bizce caiz olamaz. Özellikle astronomi ve kozmagrafya okuyanlar kâina­tın ne olduğunu bugünkü keşifler derecesinde bildiklerinden kâinatın diğer inanışlarda, Tevrat, Zebur ve Incil'de olduğu gibi küçültmemelidirler ve Allah ile bir varlık veyahut hayalî bir şey arasında benzerlik iddia etmemelidirler. İnsan aklının bir türlü kavrayamadığı ve anlayamadığı Cenab-ı Hak, yarat­tığı bir kanuna göre kâinatı yaratmış ve o kanuna insanlar, "Doğa Kanunları" adını vermişlerdir:

Doğa kanunlarının bir maddesi de "Basamaklı Evrim"'dir. Doğa kanunlarının, ilk uygulanışından beri ne kadar zaman geçtiğine dair hiçbir âlim kesin bir zaman tayin edemediği gibi, milyonlarca seneden beri devam etmekte olup Allah'ın takdirine bağlı olan yok olacağı zamana kadar, değişime, bo­zulmaya uğramayarak belli kuralları çerçevesinde hareketlili­ğine devam edeceğine geçmişine bakarak karar vermek gere­kiyor. Cenab-ı Hak bütün yarattığı canlılarda olduğu gibi in­san sınıfının olgunlaşmasını da yine basamaklı, dereceli olarak buyurduğunu sayısız delillerle göstermektedir. İnsanlar, sırf duyularına dayanan ilimleri ile hiçbir şeyin aslından, hakika­tinden haberdar olamıyor. Bütün bildikleri sonuç olarak bir bilinmezliğe dayanıyor. Zekâsı, irfanı, bilgisi, sağlığı, serveti, netice olarak her şeyi onu umutsuzluğa yakalatan bilinmezliği halletmeye yetmiyor. "(Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki kalacaktır." (Rahman, 26-27) ve "Onun zatından başka her şey yok olacak­tır. "(Kasas-88) ayetleri bize Allah'tan gayrı var olan her şeyin fani olduğunu gösteriyor.

Merhum Fuzulî bile "Fani-i mutlakım, kabul etmem minnet-i Hızır ile Zülal-i beka." diyor. İşte bu faniler arasında bulunan Hazret-i İsa, hâşâ nasıl Allah olur? İnsanlar, basamaklı evrime göre "her şeyden mahrumiyet" derecesinden yavaş yavaş ol­gunluk derecesine yaklaşıyorlar. Anlayış ve kavrayış gücü meydana çıkıyor. Âlimlerimiz bu olgunlaşmayı üçe ayırıyor­lar; Birincisini "İnsanın dünyasını tanıması"; İkincisini: "İnsa­nın kendisini tanıması", üçüncüsünü de: "İnsanm yaratıcısını, Rabbini tanıması" olarak tabir ediyorlar. Bu üç yolun her bi­rinde büyük bir ilerleme, gelişim vardır. "Olgunlaşma" kav­ramı mevcut dinlerde de bu esasa uygun olarak benimsenmiş­tir. Dinlerin en sonuncusu ve doğrusu İslam'dır. Bunca ilim ve faziletinizle gerçek bir Müslüman olup İslamiyetin genişleme­sine, güçlenmesine çalışsanız ne kadar iyi olurdu. Çünkü za­manın değişimi ile hükümlerin de değişebileceği İslam huku­kunca kabul edilmiştir. Protestanlık ise, temelsiz bir binadır; o binayı nasıl genişletip, yayabilirsiniz? Bize Avrupalılar tara­fından bizzat veya çeşitli yollarla sokulan fesat, dinimize olan bağlılığımızı kuşattı; yoldan çıktık. Bundan dolayı her İdarî şubemizi, her türlü hayat ve giyim tarzımızı, her hareketimizi, tenkit ediyorsunuz. Şu üzücü durumumuzun sebebi olduğu­nuz için, başarınızdan memnun olarak bizleri bu halimizden dolayı cesaretlendirmen ve tebrik etmeliydiniz ki, daha çok sapkın olalım.

"Yalnız şunu belirtmek isterim ki Müslümanlar tamamen dinsiz olabilirler fakat hiçbir vakit Hristiyan olamazlar." de­dim. Bu kesin sözümden alınmış olan Botingres, Mustafa Efendi; "Yine derim ki Din İlmi okumamışsınız, bilmezsiniz. Size bir parça bilgi vereyim. Semavî dinler denilen Haniflik, Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet diğer mevcut dinlerin en iyileridir. Bununla beraber, bu dinlerde de itiraz olunacak pek çok noktalar, hükümler vardır. Diğer dinlerde de kabul etmeye değer, mantığa ve akla uygun pekçok noktalar ve hükümler vardır. Semavî dinlerimiz diğer dinlerden alıntılarda bulun­muşlardır. Dünyada "Tabu" denilen yani "Galip bir kuvvetin zararından kurtulmak için "takayyüd meselesi" ilk din olarak meydana çıkmış ve bu "tabu" semavî dinlere taşınmıştır.. Me­sela Tevrat'ta On Emir eski bir tabu ilkesinin değiştirilmesin­den ibarettir. Yine Tevrat'ta: Cenab-ı Hak Adem'e: "Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesinden yemeyiniz ve ona dokunma­yınız ki ölmeyesiniz demiştir." cümlesi yazılıdır. Bu ağaç bir tabudur, bir tekindir, haramdır ve bu durum Hristiyanlıkta da, İslamiyette de vardır. Şarap, kumar, domuz eti, vesaire İslam tabusudur. Sonraları bu tabu geleneğine bir de Ruhçuluk (Animizm) katılıp her şeyde bir ruh bulunması inancı ortaya çıktı. Bundan sonra Putperestlik (Fetişizm) inancı meydana geldi ki, maddî olan eşyaya tapınmak demektir. Bu da sihir gibi işlerle karıştı. Arkasından Totemizm yani toplumun ken­dine koruyucu olarak bir insanı veya hayvanı ve bitkiyi ve belki bir maden parçasını kabul etmesi inancı yayıldı. Bunlar da semavî dinlere nakil olundu. Mekke'deki Hacerü'l Esved totemden başka bir şey değildir. Ahid Sandığı, Yahudiliğin; haç, Hristiyanlığm bir. totemidir. Bizim Ortodoks ve Katoliklerin resimleri, tabloları putperestlerin heykelleri birer tabu ve totemdir. Bu arada Avrupa'da Derusizidm adlı vahşi bir din meydana çıktı. Ve doğada bulunan bütün maddelerin hepsini terk ederek ağaçlara tapınmayı emretti. Hâlbuki aynı asırda Mısır'da da milyonlarca insan "Apis" isminde bir öküz resmi­ne tapıyordu. Fakat iş putperestliğe, hayvanperestliğe dönünce tek Tanrı inancına yaklaşmak çaresi de bulundu. Bir inek res­mini Tanrı edinmektense varlıklar arasında en zeki, kıymetli, en marifetli ve faydalı olan insanlara benzetilmiş şekilde hayal edilen bir ilaha tapınmak öncelikli görüldü. Sabiî dini ve Mecusî,inancı boy gösterdi. Bazı yerlerde, sonraları Politeizm fikri uyandı. Gökyüzü bu ilahlara mesken olarak kabul edildi. "Arş-ı Kürsi" ve "Eflak" gibi kelimeleri Kur'an'da da gördük fakat Kur'an bunlardan bahsetmekle beraber sırasını değiştire­rek Allah'a "Ben sana şah damarından daha yakınım" (Kâf-16) dedirtiyor. Bazı âlimler, İbrahim Peygamberin Hanif Dini'nin tek Tanrı inancını açık olarak öğrettiğini, Museviliğin bunu yaydığını, İslamiyetin ise bunu açıklayıp, desteklediğini söy­lüyorlar. Ben bunu daha evvelce söylenmiş, telkin edilmiş bir düşünce sayarım. Çünkü Mısırlılar "Osiris"in putu önünde: "Sen ilk ve sonsun, sen açık ve gizlisin, sen her şeyi bilirsin ve her şeye güç yetirensin, kâinatın ruhusun, sensiz kâinat cansız bir cisim olur." tarzındaki yakarışı sunarlardı ve bu cümlelerin yazılmış olduğu levhaları Osiris'in resminin her tarafına asar­lardı.

Meksika'da Nezkuku Prensi Tezahu Algupotal büyük bir din devrimi yaptı. Bu kişi, bir zamanlar devletin tahtı başına geçme hakkı gasb edildiğinden dolayı uzun bir süre dünyayı dolaştıktan sonra tekrar taht hakkını elde etmiş ve babasından miras olarak kalan devletin tahtına oturmuştu. Bu adam, "Kâi­natın, gözle görülmesi mümkün olmayan ilahi bir iktidarı var­dır. Bu Yaratıcıya şekil ve suret verilemez ve bu Allah'a insan­dan değil hayvandan bile kurban kesilmez ve onun için kan dökülmez." düşüncesini ortaya koymuş ve resimsiz, sade bir tapınak inşa ettirmişti.

Peru'da, Kupak Yüpangi adındaki bir prens, birçok araş­tırmalardan sonra, "Beni de Güneşin oğlu olarak benimsiyor­sunuz; fakat görüyorum ki atam Yüce Güneş bir yol üzerinde yürüyor, yolunu hiç değiştirmiyor ve istese de değiştiremiyor. Demek ki, atam hareketlerinde serbest değildir, o da bir kuv­vetin esiridir o kuvvet her halde atamdan daha kuvvetli ve kudretli olduğundan dolayı atam Güneş onun emrinden dışarı çıkanuyor. İşte güneşin de amiri olan o kuvvete tapalım, bizi ancak o kurtarır." demiştir. Bunlar pek güzel sözlerdir. Tote­mizm, bize kehanet ve sihir inançlarını getirdi. Kehanet ise mucize ve kerameti doğurdu. Kehanetin zamanımızda bilinen kısımları ise sihir, fal, ispiritizma, manyetizma, hipnotizma denilen ilimlerdir. Putperest dinleri de ikiye ayrılmıştır: Birin­cisi, yok olmuş putperest dinler; İkincisi ise mevcut putperest dinlerdir. Yok olmuş olanlar; Mısır, Keldan, Asur, Arap, Suri­ye, Fenike, Filistin, Yunan, Roma, Cermen, İslav, Seled dinleri­dir. Mısır dininde, basit hayvanlara tapınmaktan, Bedâ’ ile ' Kur'an'ın benzerinin insanlar tarafından oluşturulabileceğini iddia edip Allah'ın insanlan bundan alıkoyduğunu savunan düşünce. Vahdet-i Vücud inancına kadar birbirine zıt birçok inanç görü­lüyor. Bu inançlar zaman zaman gelişim sürecinde aynı nokta­larda kesişmişlerdir. Yeni gelen din, eskiyi mahvetmemiş ve hatta milletler eski’inançlarını muhafaza etmişlerdir ve hiçbir etki bu hali sınırlandırmaya cesaret edememiştir. Böylece bir­biri üzerine gelmiş ve yayılmış inançlar olmak üzere Eski Mı­sır'da Animizm, Fetişizm, Naturalizm, Şemsperesti, Şirk ve Tevhid inançları görülmektedir. Mesela Hristiyanlık teslisine eşdeğer Mısırlılarda da RA ve Horus ve İzis gibi baba ve oğul ve anneden oluşan bir ilahi ortaklık inancı var idi. Geçen za­man içerisinde birçok araştırmalar sonucunda tek Tanrı inan­cına yöneldiler ve Vahdet-i Vücud'a "Fenâ" adını verdiler. "Fenâ kâinata ezeli mimarıdır ve abidesidir" dediler. Fenâ'nın diliyle şu cümleyi söylüyorlardı: "Ben Oyum ki var idim, va­rım ve var olacağım; beni örten perdeyi hiçbir fani kaldıra­maz. "

Keldâniler de son devirlerinde tek Tanrı inancına yöneldi­ler ve o Tanrı'yı "Vahde lâ şerike leh" sıfatıyla tarif ettiler. Çin İmparatoru "Fuhi Vinti"nin milattan dört bin sene evvel bütün Çin halkına hitaben gerçekleştirmiş olduğu bildiride: "Ey yara­tıcının itaatkâr ve hakbilir kulları Çinliler! Hükümdarınız ve yol göstericiniz sıfatıyla size söyleyeceğim geçmişteki öğütlere uymanızı bildiririm. Gördüğünüz ve göremediğiniz zerreler­den meydana gelen, bütün varlıkları yoktan var eden kuvvet ve kudrete, "Büyük Allah" diyeceğiz. O'na, inanacağız; O'na tapacağız; O'ndan yardım bekleyeceğiz. Sabah uykudan kal­kınca, ilk işimiz yerlere kapanarak o yaratıcıya teşekkür etmek; gece yatarken yine yerlere kapanarak o Allah'a memnuniyeti­mizi arz etmek olacaktır. Bu iki vakitteki kutsal vazifemizi te­miz elbiselerimizle, gayet temiz vücudumuzla, başlarımızı açarak yapacağız; aklımız yalnız Allah'ı düşünecek vücudu­muzun her zerresi onun için titreyecektir. Yürekten dilek iste­yen mahzun olmaz. Canıgönülden yardım isteyen karşılıksız bir bekleyişte kalmaz. Ondan gaynsmdan yardım istemek ah­maklıktır. Kimin elinden ne gelir ki!"

İşte mükemmel bir tavsiye ki semavî kitaplara aynen nak­ledilmiştir. Çing Tung aynı düşünceyi takib etti. Konfüçyüs ise Şamanizmi yok etmeye son derece çalıştı ve şöyle dedi: "Be­nim imanım Paoş'un imanıdır. Ben eskilerin ahlakî usullerini, din ve siyaset yöntemlerini okuyup onları size öğretiyorum ve onlarm hikmetini size anlayabileceğiniz bir dille yazıyorum? Ben Allah'a iman ediyorum; çünkü bu öteden beri var olan en eski imandır. Her kim gökyüzünün sultanmı inkâr ederek is­yan ederse başka bir koruyucu bulamaz". Bu sözlerle İsa'nın vasiyetleri arasında bir fark yoktur. Konfüçyus'un dini, doğa­cılık yani Naturalizm fikrine dayanır. Hikmetinin temeli ise "varolandan daha iyisi mümkün olamaz" hakikatidir.

Çin âlimlerinden Lâutsu ise, ahlak ve maneviyatı ileri sü­rer ve Hazreti İsa gibi insanları insanlık sıfatından çıkartıp meleklik derecesine vardırmaya çalışır. İlim, servet, arzu ve istekleri terk ettirip, insanları bir tarikata bağlanan müslümanlar gibi "fenafillâh" mertebesine sokmak ister. Yani bu dine göre cehaleti tercih, çalışmayı terk etmek, alçakbğı, sefaleti seçmek makbul ve itibarlıdır. Lautsu "Bir yanağına vururlarsa diğerini çevir, gömleğini isteyene donunu da ver" derdi. İncile geçen bu cümle, bu güzel nasihat Hazret-i İsa'dan birkaç asır evvel söylenmişti.

"Arif olmaz kim bilir dünya ve mâfihâ nedir

Arif oldur, bilmeye dünya ve mâfihâ nedir."

(Dünya ve içindekileri bilen arif değildir

Arif dediğin kişi dünya nedir onu bilmez)

beyti Lautsu'nun dünya görüşünü tasvir eder. Buda inancı Hindistan'da pek eski vakitlerde mevcut idi. Lautsu onu da geliştirdi. Çinli âlimlerden biri olan Yanğsu da "Herkes kendi nefsinedir bundan dolayı nefsin neyi isterse onu yapmalısın; bu âlemde her şey hiçtir, fazilet, manasız bir kelimedir. Hayat­tan sonra Şanlı bir nam bırakacağım diye uğraşmak boşuna bir zahmettir. Hayatın sefasını sürüp, sonra tam bir olgunlukla ölümü beklemek gerekir." diyordu. Bu da bir inançtır. Çinli âlimlerin sonuncusu olan Ming Teşu ise, her şeyden evvel hal­kı iyi idare etmekle yükümlü olan hükümetin kuruluş ve işle­yişinin, halkın saadete ermesinin en önemli kaidesi olduğuna kanaat getirmişti. "Evlat, babanın oğlu olduğu gibi hükümet de milletin evladıdır, bununla beraber insanları erdemli olma­ya sevk eden yollar; akıl ve zekâ, insaniyet, haysiyet, adalet, doğru yol, hal hareket ve tavırlarda nezaket, düzen ve nizam­dır." der. Ve eğer herkes kendi tabiatı ve arzusu ile harekette serbest bırakılırsa âlemin düzeni bozulur; her ferde karşı kont­rol ve gözetim zaruridir." vasiyetinde bulunurdu.

Japonya'da akla ve mantığa dayanan "Budizm" ve nakille­re ve hayalî şeylere dayanan "Şintoizm" dinleri ile ikisi arasın­da "Riyubu" dini hüküm sürer. Fakat Japon kavmi akıllıdır; ne kendi eski dinlerine pek riayetkârdırlar, ne de bizim Hristiyanlığa önem veriyorlar. Mevcut dinleri inceliyorlar, iyi yönlerini toplayıp yeni bir din meydana getireceklerdir. Purşaspan'm oğlu Zeruaster (Zerdüşt)'ün Mecusî dini de bir­çok hükümleri içerir; bütün bütüne Animizme boğulmuştur.

Sonuç olarak özet şeklinde anlattığım bu dinlerin bizim semavî dinlerimizden pek farkları yoktur. Kitaplarımızda yazı­lı pek büyük kelamlar hep, beş on bin sene evvel bir Çinli veya Hindli veyahut Japonyalı tarafından söylenmiş sözlerdir. Bu­nunla beraber Mustafa Efendi size tavsiye ederim, din ilimleri­ni okuyunuz, ondan sonra yola geleceğinize ümitvar olurum.

Bu konulara dair hayli malumat verebilirdim, fakat vaktimiz müsait değildir. Yemeğimiz sona erdi; kahvemizi de içtik, in­şallah birkaç sene sonra görüşürsek, siz de iyi bir tartışmaya hazırlanmış bulunursanız, anlaşırız". Sözünü bir türlü bitir­mek istemeyen Mr. Botingres dış işlerinden bir nebze bahis açtı ve şöyle söyledi:

"Mustafa Efendi, İngiliz siyasi memurları tam bir özen ve itina ile yetiştiriliyorlar. Emin olunuz ki, her elçinin binbir tür­lü karanlık, kapalı, baskılı işlerde parmağı vardır. Elçiler amaç­larına ulaşmak için her türlü fedakârlıkta bulunmaktan asla çekinmezler, bulundukları memleketlerin ruhuna girerler. Biz İngilizler, fırsattan istifadeyi pekiyi biliriz. Mesela namusun­dan şüphe edilen bilinçsiz, duygusuz bir yabancı memurun yanlış uygulamalarını hemen programımıza uygun gelecek bir şekle sokarız. Bizimle temasta bulunacak yabancı memurlar çok düşünülerek seçilmelidirler. Siyasetteki ustalığımız, sab­rımız, ileriyi düşünerek yavaşça hareketimiz, açıkça söyleye­yim merhametsizliğimiz bizi yeryüzüne hâkim kıldı ve kıla­caktır. Diplomatlarımız menfaatimize temas eden işlerde insaf, merhamet, insaniyet, hamiyet, iffet ve istikamet gibi şeyleri hatıra bile getirmezler. Bu sözleri unutmayınız Mustafa Efendi. Siz gençsiniz ve sizi aydın fikirli görüyorum, ülkenize döndü­ğünüzde arkadaşlarınıza bunları anlatıp onları uyanışa davet ediniz. Ben İngilizim hem de halis, su katılmamış bir İngilizim. Az laf söylemek bizim meslek, huy ve tabiatımızın yapısındandır; ne çare ki Osmanlıları severim ve onlara meylim var­dır. Onun için sizinle bir doğulu gibi görüştüm, aklımda yer alan gizli saklı ne var ise size açtım." dedi.

Biz de teşekkür ettikten sonra müsaade alarak ve yanından ayrılarak otelimize döndük. Ertesi günün sabahında büyük protestan kilisesine gittik. Kilise bir hayli kalabalıktı. Ork çalı­nıyor, çocuklar ilahi okuyorlardı. Resim ve benzeri süslemelerden uzak olan bu kilisede yüksekçe bir mahfil vardı. Oraya sakalsız, bıyıksız bir herif çıktı ve bir saat devam eden bir nu­tukta bulundu. Ondan sonra yine ork çalındı, beraberce ilahi okundu ve merasim sona erdi. Mistir Jolın'a: "İbadetiniz bu kadar mı?" diye sordum., "Daha ne istersin, kâfi değil mi? Al­lah'ı da uzun uzadıya rahatsız etmeye gerek yoktur. Cenab-ı Hak her şeyi bilendir, âlimdir. Kur'an'da "Şüphesiz ki ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah' a gizli kalmaz..."(Ali İmran-5) ayeti yazılı değil midir? "Hiç kuşkusuz Allah kullarım hakkıyla gö­rür. "(Ali İmran~15) ayetini okumadın mı? "Ve insanlardan, Allah'ın rızasını dileyerek kendi nefsini satan kimseler vardır. Ve Allah, kullarına karşı Rauf'tur (çok şefkatlidir). "(Bakara-207) İlahî emrini de mi görmedin? Her camide, her tekkede duvarlara asılı lev­halarda “Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Bunlar birbirinden gelme bir nesillerdir. Allah işiten ve bilendir."(Âli İnıran-33,34) ve "Onları (Bedir'de düşmanı) siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; (Ok, mızrak) attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işi­tendir, biIendir."(Enfal-17) ayetleri yazılı değil midir? "İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversi­niz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıkla­rında "İnandık" derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. Deki: Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmek­tedir."(Ali İmran-119) ayetinide mi bilmiyor musun? Mustafa Efendi sen Müslümanlık iddiasındasın ama dinini benim ka­dar bilmiyorsun dedi." Ben de: "Efendim, ben müderris olma­dım, denizci oldum, elbette sizin kadar bilmem. Yalnız, ben bilmediğim halde iman ediyorum, siz hakikati bildiğiniz halde iman etmiyorsunuz, müşriksiniz; Cenab-ı Hak Nisa Suresi'nde: "Gerçekten, Allah, Kendisi’ne şirk koşulmasını bağışlamaz.

Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşar­sa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. "(Nisa-48) ye "De ki: "Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür?" De ki: "Allah benimle sizin aranızda şahiddir. Sizi -ve kime ulaşırsakendisiyle uyarmam için bana şu Kur anı vahyedildi. Gerçekten Allah 'la bera­ber başka ilahların da bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz?" De ki: "Ben böyle bir şeye şahitlik etmem." De ki: "O, ancak bir tek olan İlah'tır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.”(En'am-19) buyuruyor. Mademki diğer ayetleri bili­yor ve okuyorsunuz, bu ayet hiç gözünüze ilişmedi mi?" de­dim. O da "Mustafa Efendi, ben Kur'anı ezbere biliyorum. Bu­na benzer şekilde Nisa Suresi'nde başka bir ayet daha vardır ki o da "Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Al­lah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. "(Nisa-116) ayetidir. Ben her ikisini de biliyorum; hatta size şunu hatırlatı­rım ki Cenab-ı Hak bütün kullarına: "Bir iyiliği açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedici­dir, güç yetirendir."(Nisa-149) olduğunu bildiriyor. Son nefesi­mizde ne olacağımız nereden bilinebilir? "Arif olan anlar" der­ler. Yüce Allah'tan ne istersen kısaca söylersin olur biter; hatta bağırıp çağırmaktansa zihnen ve kalben söylemek de yeterlidir. Fakat bu ayinleri, kiliseleri, süsleri boşa atmayınız. Halk tabakasını yola getirmek için başka çare de yoktur." dedi.

Şimdi şurada bir şey hatırıma geldi; atalarımız, "Ahir za­manda büyük Hristiyan milletlerinden birisi Müslüman ola­caktır!" derlerdi. Biz de aklımızca bu millet olsa olsa İngiliz milletidir derdik. Hâlbuki İngilizler Müslüman olmaktan baş­ka biz Müslümanları dinimizden döndürmek istiyorlar. Ne boş bir fikir! Ne beyhude bir maksat! Âlemlerin yüce Rabbi Al­lah'ın kudretini, büyüklüğünü, bulunduğu yüce makamda mümkün olduğu kadar gösteren ve kolaylıkla anlaşılan bir dini bırakıp da; yüceliğe layık şanlı bir peygamber olduğunu inandığımız Hazreti İsa aleyhisselam gibi nesli Davud pey­gamberden yetişmiş bir İsrailoğlu'nun, kâinat içinde bir zerre bile olamayan dünyaya Allah olarak indiğini, hemcinsleri elinde öldüğünü, sonra da Allah'ın sağ eliyle göğe yükseltildi­ğini iddia eden bir dine nasıl yönelebiliriz? Allah insan şeklin­de değildir ki eli ayağı olsun. Yüce Kur'an'da "Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyid ettik."(Bakara-86) yüce ayeti vardır. Çocuk babasına benzese gerektir. Cenab-ı Hak ölümsüzdür. İsa ise öldü. Allah, Rezzak (rızkı veren) ve hafızdır (koruyandır). İsa ise bu özelliklerden hiç birine sahip değildir. Hiçbir şey Allah'tan gizli kalamaz. Hâlbuki İsa bir şey bilmezdi. "Allah yemez, içmez, uyumaz. İsa ise yer, içe'r, uyur."(Maide-75) İşte süratle zihnimden geçen bu farklarla İsa aleyhisselamın hâşâ Allah veyahut Allah'ın oğlu olduğunu bir türlü inanamıyorum. Çünkü "Allah 'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın." (Nisa~36) ayetine dayanarak Allah'a ortak koşamayız. İsa'nın cismen göğe yükselmesine aklım eremiyordu. Gökyüzü kavramı, belki de'zaman İsa(as.) zamanında başka türlü tasvir ve hayal ediliyordu. Bugün gö­ğün sonsuz bir boşluk olduğunu biliyoruz. Böyle bir sonsuzluk içinde tayin edilen yer neresidir? Yüce Allah her yerde hazır ve nazırdır, lâkin mekânı yoktur. İşte burasını herkes anlamakta güçlük çeker. Hazreti Muhiddin Arabi'nin Farsça'dan tercüme olarak: (Molla Cami)

Ben bilmezdim gizli âyân hep sen imişsin.

Tenlerde ve canlarda nihân hep sen imişsin

Senden bu cihan içre nişan ister idim ben

Ahir bunu buldum ki cihan hep sen imişsin

kıtasına pek uygun geldi. Yüce peygamberlerin bize anlattıkla­rı "Allah" kavramının özelliği ise "bir" olması, sahip olduğu kudretle bütün varlıkları yaratması, varoluşlarının sürekliliği ve yokoluşları o büyük, ulu yaratıcının elinde ve arzusunda bulunmasıdır. Yani yaratılmış şeylerin yaratıcıda yok olacakla­rını görmek demektir ki bu ancak zevk ve keşif ile anlaşılabilir bir hakikattir. Bu inanışı terk edip Hazreti İsa aleyhisselanu Allah olarak benimseyen bir dine nasıl yönelebilirim? Müslü­manların en cahili, medenîlikten en uzak olanı bile Hristiyanlık inancını red etmek ve bu dinin yanlışlarını tespit etmekte zerre kadar tereddüt göstermez. Bilhassa baba ile oğul ve kutsal ru­hu birleştirip İlahî bir ortak tanrılık meydana getirmeye hava­rileri mecbur eden ve Hazreti İsa'nın Tanrılık derecesine çık­masına kadar varan bir meselenin onu büyük göstermek arzu­su olduğuna kanaat eden âlimlerimiz bu dini nasıl takdir eder­ler? Hristiyanlığı bir din şekline sokmak için Allah'ı bir ve Hazreti İsa'yı da onun peygamberi olarak benimsemek lazım­dır ki doğrusu da budur. Hazreti İsa, insanların hatta peygam­berlerin, elçilerin en büyüklerinden olabilir fakat hiçbir zaman Yaratıcı olamaz. Çünkü o da yaratılmışlardandır, acizdir. Aciz­likten uzak olan ancak mutlak kudret sahibi olan Allah'tır. "Mimdir Ahmedle Âhad arasındaki fark" diyen şahıslara da itirazım var. Hz. Muhammed şanlı bir peygamberdir, Allah'ın kuludur, Allah olamaz. Cenab-ı Hak Kur'an'ında böyle buyu­ruyor: "Meryem 'in oğlu Mesih, bir resulden başkası değildir. Ondan önce de resuller gelip geçmiştir. Onun annesi de özü-sözü doğru biriydi. İkisi de yemek yerlerdi!"(Maide-75) Yine Kur'an-ı Kerim'de "Dediler ki: "Allah oğul edindi." O, (bu yakıştırmadan) mü­nezzehtir. Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O’na gönülden boyun eğmişlerdir."(Bakara-tl6) ayeti mevcuttur. Yahudilerin "Hazreti Üzeyir Allah'ın oğludur" dediklerini Hristiyanlar da taklit ederek Hazreti İsa'ya Allah'ın oğlu di­yarlar ki hiç doğru ve muhakkak değildir; "Dinde zorlama yok­tur! "(Bakara-256) ilahı emri bizim için pek güzel bir program­dır. Kimseye zor kullanarak dinimizi kabul ettirmeyiz. Siz Hristiyanlar da böyle yapsanız olmaz mı? Kur'an'da yüce pey­gamber Hazreti İsa Aleyhisselam Efendimiz hakkında "Hani Allah, İsa'ya demişti ki: "Ey İsa, doğrusu senin hayatına Ben son vereceğim, seni Kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temiz­leyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkâra sayanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, hakkında anlaşmaz­lığa düştüğünüz şeyde aranızda ben hüküm vereceğim. "(Ali İmran55) ve "Şüphesiz, Allah Katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da hemen olııverdi."(Ali İmran-59) ve "Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah 'm elçisi ve kelimesidir. Onu ('OL' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öy­leyse Allah'a ve elçisine inanınız; "üçtür" demeyiniz. (Bundan) ka­çının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahi­bi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Vekil olarak Allah yeter. "(Nisa-171) yüce ayetleri ile bunlara benzer başka ayetler de vardır.

Hazreti İsa'nın çarmıha gerilmediğine dair Kur'an'da ge­çen mevcut ayet şu şekildedir: “(Bir de) İnkâra sapmaları ve Mer­yem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri, (156) Ve: "Biz, Al­lah ’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" deme­leri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmedi­ler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçek­ten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedir­ler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler." (Nisa-156,157)

Bizim buna iman etmemiz gerekir, gayrisini inkâr ederiz. Hristiyanlar, "İsa insani sıfatıyla asıldı ve ilahi sıfatıyla, göğe yükseltildi" derler. Hakikî İncil dahi bu konuda "Onların (İsrailoğullarının) peygamberlerinin ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde hida­yet ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttcıkiler için yol gösterici ve öğüt olan Incil'i verdik."(MaideM6) yüce ayetine göredir ve biz buna inanırız dedim.

Mr. John, âlim ve erdemli bir kişi olduğundan dolayı söy­lediğim doğru sözlere cevap olarak "Şüphesiz ki Hazreti İsa çarmıha gerildi. Çünkü bu ispatlanmıştır. Allah'ın oğlu olma­sına gelince, şöyle açıklayabilirim; soyları Samilere dayanan Araplarla İsraillilerde bir adet vardır, mesela zengin bir şey­hin birçok kölesi, hizmetkârı olur. O zengin adamlar, köleleri­ne "evlat" tabiriyle hitab ederler ve köleler de efendilerine "Baba" derler. Hatta şeyhlerin birinden "Bu genç kimdir?" diye sorulunca "Bu benim evladımdır." der ve keza kölelerden birisine efendisini sorarsanız "Babam filanca kişidir" der. De­mek ki köleye evlat, efendiye de baba demek Samioğullarınca nezaket ve adettir. Hazreti İsa meselesi de böyle olsa gerektir. Hazreti İsa, Allah'ın kuludur, kölesidir ve yarattığı bir varlık­tır; İsrailoğulları ve Araplar'ın örf ve inanışlarına göre Allah ona evladı demiştir. Allah Hazret-i İsa'nın Rabbi ve yaratıcısı­dır. Mesih olan Hazreti İsa da ona "Baba" demiştir. Kutsal Ruh ise tüm yaratılmışlarda mevcuttur. Kur'an'da "Sana ruhtan sorarlar; de ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir. "(îsra-85) ayeti vardır. Bu emir her yerde geçerlidir. Evrensel olan bir İlahî emrin her tarafta aynı tesirde bulunması lazımdır.

Hz. İsa'nın "Allah ruhtur ve ona secde edenlerin ruh ve haki­katle secde etmeleri gerektir." (Yuhanna 4/24) sözünü unutmaya­lım," dedi. Ben de: "Yahudi ve hristiyanlar; 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz.' dediler. De ki öyleyse niçin günahlarınız yüzünden Allah size azab ediyor? Bilakis siz O’nun yarattıklarından bir insansiniz. O dilediğini bağışlar ve dilediğine azab eder. "(Maide-85) İlahî emri açıkladığınız görüşü geçersiz kılıyor, buna ne buyurur­sunuz?" dedim.

"Ne yapayım, ne diyeyim "Her nefse kazandığının karşılığı tam olarak verilir ve onlara zulm edilmez."(Ali İmran-25) ayetini okur ve geleceği beklerim. Mustafa Efendi, bu bahisleri kapa­yalım da bizim misyonerlik sanatına dair size detaylı bilgi ve­reyim, daha faydalı olur." diyerek sözüne devamla: "Lond­ra'da bir de Misyon Okulu vardır; ülke dışında eğitim gören­ler, Londra'ya dönüşlerinde bu okula devam ederek sınav olurlar; kazanırlarsa misyoner olurlar, kazanmazlarsa tekrar okurlar ve misyoner çıkarlar. Misyoner okulunun en önemli dersi, Hristiyanlık Felsefesidir. Bu derste zayıf olanların mis­yonerlikteki dereceleri aşağı olur. Misyoner olmak için bir çok şart vardır; Bu şartların en mühimi, Londra'daki Misyon Ce­miyeti Okulu'nda tahsil görmek ve pekiyi derecede diploma almaktır. Amerikalı pek çok misyoner olduğu gibi İsveç, Nor­veç, Alman ve Danimarkalı misyonerler de vardır. Protestanlı­ğın yayılmış olduğu her milletten misyoner olabilir. Amerikan misyonerleri Doğu'da ve İngiliz misyonerleri Uzak Doğu'da faaliyettedirler. Protestan olan her memlekette misyoner şir­ketleri mevcuttur. Her şirketin tüzüğü ve bir idare şekli vardır. İngiliz misyonerleri dört sınıftır. Birinci sınıfı ve en büyükleri mürşitlerdir; bunlara profesör diyorlar. İkinci tabakası; misyo­nerlerdir. Üçüncü takımı ise misyoner muavinlerdir. Dördüncü kısmı da gönüllü öğrenci misyoner cemiyetidir. Bu şirkete Students Volunteer Missionary Society diyorlar. Bir de, ayrıca misyoner kadın cemiyeti veya şirketi vardır ki bu şirket asıl İngiliz Mis­yon Şirketi'nin bir şubesidir. Her sınıfın dereceleri vardır. Bu dereceleri aşamayanlar bir üst sınıfa geçemezler. Misyonerlikte kıdemle beraber hizmetin en iyisi, fedakârlık ve görevde başa­rılı olmak göz önünde bulundurularak terfiler gerçekleştirilir ve sınıflar da buna göre ayrılır. Misyonerlerin her sınıfının maaşları ve ayrıca da özel ödenekleri vardır. Bankalarda her misyonerin kendi adına havale edilen paraları mevcuttur. İste­dikleri kadar alabilirler. Fakat bu parayı amaçları doğrultu­sunda sarf ederler. Şimdiye kadar bir misyonerin bu paralarla kötü bir işe bulaştığı işitilmemiştir. Vazife uğrunda hayatını kaybeden misyonerlerin ailelerini İngiltere hükümeti ölünceye kadar mesut ve bahtiyar olarak yaşatmaya ve çocuklarını oku­tup iş ve güç sahibi etmeye mecburdur. Bir misyonerin kendi­sine verilen görevde amacına ulaşmaktan başka hiçbir düşün­cesi yoktur. Misyonerlerin bir kısmı farmasondurlar.

Burada bir miktar duraksayarak misyonerlerin mensup oldukları protestan mezhebi hakkında bilgi verdikten sonra sözüme son vereyim. Ortodoksluk ve Katoliklik on beşinci yüzyıla doğru insanlık âlemine bir bela oldu. Rum kilisesinin zalimce idaresi Ortodoksları dinden imandan çıkardığı gibi Avrupa'nın maddî işlerinin idaresini bile kendi hâkimiyeti altına alan Katolik Vatikan Kilisesi de Katolikleri perişan edi­yordu. Hristiyanlıkta bir devrim ve yenileşme yapılması za­manının geldiğine kanaat getirenler pek çok idi; ancak önayak olmaya cüretkâr kimse bulunmuyordu. Siyasi ihtiraslarla git­tikçe bozulan Vatikan makamı, X. Leon'un kötü yönetimiyle, şeytanî dünya zevklerinin her çeşidiyle kirletilmişti. Cenneti satan, hükümdarları indirip bindiren; zulmü adalet, adaleti zulüm gösteren Papa X. Leon, işe yarayacak güzel nasihatlere de kulak asmıyordu. Erasmus ve Hotten ismindeki şahıslar yazıları ile mücadeleye giriştiler. Luther ve Kalven namındaki rahipler de işe karıştılar. Böylece çatışma başladı. Martın Luther "Hristiyanlıkta ruhbanlık yoktur!" meselesini öne sür­dü. "Allah ile Kul arasında vasıta yoktur." diyordu. Luther, zeki, âlim ve Hak tarafını tutar, körkörüne her şeye inanmaz, yorum gücü kuvvetli bir adam idi. Bu yenilikçinin hitabet gü­cü kuvvetli olduğundan dolayı kendisini dinleyenler adeta büyüleniyor ve onun düşüncelerine bağlanacak derecede tesiri altında kalıyorlardı. Katoliklikten bıkmış usanmış olanlar, Luther'in mezehebine girdiler. Luther Protestanlığı meydana getirdi. İncil ve Hristiyanlık sünnetlerinin yanında Papanın nüfuzunu, dinde sonradan türemiş olan şeyleri, fazladan ayin­leri, ruhanilerin evlenmemelerini ve manastırlara kapanmak usulünü iptal etti. Ve kiliseden resimleri kaldırttı. Bağımsız araştırma ve içtihadı kabul etti. Fakat gerek Luther ve gerekse Kalven eksiksiz ve hatasız insanlar değildiler. Bunların da az çok hataları vardı. Luther'in Kopemikle alay etmesi; Kalven'in Michel (Mişel) Serve hakkında reva gördüğü muamele affedilir hatalardan değildir. Luther, günahların affı usulünü, A'rafı, cüz'i iradeyi, ezelî günah meselesini satırlardı, vaftiz ve ekmek-şarap ayininden başka kilise adet ve sünnetlerinin hepsini yıktı. Avrupa'nın hemen her tarafına protestanlık yayılmaya başladı. Bu hususta, hükümdarların da çok yardımı oldu. Da­ha sonraları Hristiyanhkta, Çuyungli, Knox, Pasteur, Bacon, Descartes, John Locke, Mirabu gibi araştırmacı yenilikçiler, III. ve IV. Pavlos ve V. Pius, Sikestkenet gibi azimli papalar çıktı. Bunlar Hristiyanlığı arındırmaya, seçkin bir; hale getirmeye çalıştılar. Bir kısmı Katolikliği yenilemeye, bir kısmı da Protes­tanlığı yaymaya çalışıyorlardı. 1559 dan 1598 senesine kadar Batı'da devam eden kanlı savaşlar neticesinde protestanlık reformu baş gösterdi ve her millet bu yeni mezhebi yani Pro­testanlığı kendi mizacına, örf ve âdetine uydurarak yeni bir kilise oluşturdu. Sonuç olarak Protestanlık Hristiyanlığın sade, iyileştirilmiş ve arındırılmış halidir. Gitgide daha çok iyileştiri­lecek ve Avrupa medeniyetinin ilerleyişiyle uygun bir seviye­de bulundurulacaktır. "Zamanın değişmesi ile hükümler de deği­şebilir." (Mecelle-39. madde) ilkesi Müslümanlarca da kabul edilmiş olduğundan bazı ictihadlar ile din içerisinde sonradan ortaya çıkan inanışların değiştirilmesi zamanının geldiği kana­atindeyim." dedi. Sonra, veda ederek yanından ayrıldım, Müslümanca ismi İbrahim Hayrullah Zeki olan misyoner John ile ertesi günü Folmut'a döndük.

Merhum Mustafa Bey'in başından geçen macerayı anlatan hikâye burada bitti. Misyonerler merhum Mustafa Bey'i avla­mak için güzel tuzaklar kurmuşlar ama Allah'ın birliğine ina­nan o mümini kandırmayı başaramamışlardı. Allah kendisine rahmet eylesin. Şimdiye kadar geçen, yarım asırdan fazla bir zamanda, doğal olarak Misyon Teşkilatı'nda pek büyük deği­şiklikler olmuştur. İngilizler hem misyonerlerden ve hem de eksplurator denilen kâşiflerden ve zengin gezginlerden pek çok fayda elde ediyorlar. Şimdiye kadar Osmanlı toprakların­da seyahat edip araştırma ve incelemeler gerçekleştirerek eser yazanların elde ettiğim isimlerini buraya aktarıyorum.

Mr. Liac 1216 Rumî senesinde bütün Anadolu ve Arabis­tan'ı dolaştı. Misyonerler içinde "Makdeşu" dilini bilen tek şahıs bu adamdır.

Mr. Zichen 1220 Rumî senesinde aynı şekilde hareket etti. Mr. Linch, Mr. Borfard, Mr. Botingres, Mr. Murier, Mr. Frezes, Chizney, Voylsteyd, Toblers, Robinson, İnsvurt, Ressam, Biyk, Moor, Charl Wilson, Hachif, Burtony, Bellent, Lurats Olifas, Trummer, Layard, Ravvilson, George Schmith, Ramsey, Hogart, Monro, Peters, Leonard, Mutzel, Mases, Mark Sykes, Mis. Luvetyanbil, Mr. Alsvurt Huntingtons, Verde, Belfros, Bellis, Mayles namındaki misyonerler, yazarlar, araştırmacılar ve gezginler çeşitli tarihlerde Osmanlı topraklarını gezdiler. Mr. Linch'in Doğu illerimizin durumunu anlatan güzel bir eseri vardır. Mister Manzonis 1877 miladî yılma denk gelen 1293 Rumî senesinde Hadide ile San'a arasını karış karış geze­rek mükemmel bir harita meydana getirdi, bugün biz bu hari­tadan faydalanıyoruz.

Geçmiş dönemlerde Osmanlı topraklarında incelemelerde bulunmuş olan misyonerler ve araştırmacılar ile kâşifler ise Mr. Dognis, Gulasseres, Horgrunyes, Furtelmutes, Hirshes, Bintis, Muzilis, Zoymers, Hanis, VVeyfel, Wyman Bury ve em­salleridir. Mr. Horgrunyes, altı ay Mekke'de ikamet etti. Mr. Furtelmutes yirmi gün Mekke'de ve on beş gün Medine'de kaldı.

Bu saydığım kişiler önemli eserler meydana getirmişlerdir. Daha birçoklan vardır ki memleketimizi dolaşmışlar ve hala da dolaşmaktadırlar. İsmini saydığım bu kişiler yalnız raporlar düzenleyerek bağlı oldukları makamlara vermekte olup, eser yazmadıklarından dolayı isimlerini hiçbir yerde göremedim. Bugün yüz elli Misyon Cemiyeti veyahut şirketi ve on bin mis­yoner ile ellibin kadar yardımcıları bulunduğu söylenmekte­dir.

Yapılan istatistiklere göre yeryüzünde 240 milyon Katolik, 95 milyon Protestan, 105 milyon Ortodoks ki toplam 445 mil­yon Hristiyan vardır ve 12 milyon da Yahudi mevcuttur.

Bugün yeryüzündeki Müslümanların nüfusu Avrupa ista­tistikçilerinin söylediklerine bakılırsa Hristiyan nüfusundan 80 milyon kadar daha azdır. Osmanlı Devleti'nde 25 milyon, Rusya'nın hükmü altında 35 milyon, İran'da 10 milyon, Hin­distan'da 80 milyon, Çin'de 85 milyon, bütün Afrika'da 90 milyon, Cava, Sind, Sumatra ve diğer bütün doğu adalarında 40 milyon, Afganistan ve Belucistan'da 10 milyon Müslüman vardır diyorlar ki toplamı hemen hemen 385 milyona varıyor. Ben 400 milyon olduğunu tahmin ediyordum. Çünkü Afri­ka'da Müslüman nüfusu yoğun olmasına karşın sayımı yapıl­mamıştır. İslam dini bugün hiç çaba sarfetmeden, masrafsız, propagandasız kendi kendine yayılıyor. Eğer Hristiyanlar gibi bizim de misyonerlerimiz, dini yayma görevlilerimiz olursa, 700 milyonluk putperestleri az zaman zarfında İslam dini ile şereflendireceğimizden şüphem yoktur. "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın resulüdür" diyenler, isterlerse Çinli ve Koreli olsunlar Müslümandır ve diğer ırklara mensup Müslümanların kardeşidirler. İslamiyet'te milliyet dindedir. Müslüman olanın milliyeti İslamiyet'tir demeli ve başka bir şey aranmamalıdır. Bu Sünnî, bu Şii, bu Vahhabi veyahut bu Türk bu Arnavut, Bu Kürt, bu Boşnak, bu Rum, bu Laz, bu Arap diye ayırdınız mı artık İslamiyet'te birlik olmaz, İslami­yet'in kuvveti azalır. Peygamber Efendimiz ilk defa peygam­berliklerini ilan ettikleri zaman "Ey insanlar! 'Allah'tan başka ilah yoktur!' deyin, kurtuluşa erişirsiniz!" diye seslendi. İşte bu cümleyle halkı dine davet etti. Bu cümleye ve bu davete göre artık Müslümanlar arasında ırkların, devletlerin, vs... farklılık­larından dolayı ayrılık olmamalıdır. Her insan kendi yaptıkla­rıyla diriltilir. Bundan sebeple bakış açısından, inancından dolayı bir diğerini suçlu ilan etmeye kimsenin hakkı yoktur. Kim "Allah'tan başka ilah yoktur." diyorsa o benim kardeşim­dir demeli ve bu iş olup bitmelidir.

Müslümanlar arasına ayrımcılık getirenler İslâmî bakış açısınca uygun görülmemektedirler. Çünkü Müslümanlar arasına ayrımcılık sokmakla İslamiyetin en büyük düşmanı olu­yorlar. Peygamber Efendimiz Mina'da dile getirdikleri hutbe­de "Sizin kanınız, mülkünüz, malınız diğerinize haramdır; bilmiş olunuz ki siz kıyamet günü Allah'ın huzurunda topla­nacaksınız ve yaptıklarmız sizlerden sorulacak; amellerinize göre kerşılık alacaksınız. Sakm benden sonra kâfirler gibi gruplara ayrılıp da birbirinizi vurmayınız." buyuruyorlar.

Mevcut dinlerin kitapları meydandadır, okuyunuz. Bir ke­re de Kur'an-ı Kerim'i inceleyiniz; farkını görürsünüz. Dini­miz, mevcut dinlerin en sade ve mükemmelidir. Kitabımız, kitaplarm sonuncusu ve noksansızıdır. Dinimizi beğenmeyen­ler, bu dinden nasibini almamış olanlar ve dinimizi bilmeyen­lerdir. İtiraz için Kur'an'm manasını, hiç olmazsa mealini bil­mek gerekir. Kur'an'ın yüce manasını kimse anlayamazmış ve Kur'an tercüme olunamazmış gibi iddialar ve sözler pek de doğru olmasa gerektir.

Cenab-ı Hak bize bu Kitabı, metninde yazanlara, içindeki­lere uymamız için gönderdi, yoksa anlaşılması zor bir halde gönderip bizi onu çözmeye muhtaç bırakmadı. Kur'an'a bir bilinmezliktir diyenler kendilerinin cehaletlerini örtmek iste­yenlerdir. Kur'an-ı Kerim açık ve anlaşılır bir şekilde yazılmış­tır. Zannederim eski âlimler kendilerine önem verdirmek için yüce Kur'an'ı anlaşılması zor bir bilinmezlik gibi göstermeye çalışmışlardır. Yalnız birkaç kelime vardır ki, neyi ifade ettikle­rine dair âlimler terüddüt ediyorlar.. Mesela: "Ha-Mim", "Ayin Sin Kaf", "Elif Lam Mim", "Kaf Ha Ya Ayın Sad" ve "Elif Lam Ha" gibi. Ben Vahhabi değilim fakat Kur'an'ı olduğu gibi okuyalım ve içinde bulunan emirlere uymak için manasını öğrenelim diyorum. Yüce Peygamberimizin Veda Haccı'nda verdiği emirde "Müminler hep kardeştirler. Kardeş malı kardeşe gönül rıza­sıyla vermiş olması dışında helal olmaz. İşte size İlahî hükümleri tebliğ ettim. Size iki şey bırakıyorum ki onlara sarıldıkça asla doğru yoldan sapmazsınız. Onlardan biri Allah'ın kitabıdır ve diğeri Al­lah'ın peygamberinin sünnetidir."(Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 111) buyurdular. Bizim için uymamız gereken Allah'ın kitabı elimizdedir. Peygamberimizin hadisleri ise birçok eserle nak­ledilmiştir. Peygamberimizin sünnetleri de bilinmektedir. Bun­lardan bulamadığımız mevzuları kıyas ile, ictihad ile, büyük fakihlerin bu konularda hemfikir olup bir ortak bir noktada buluşmaları ile bir karara bağlamak mümkündür. İmam-ı Âzam Ebu Hanife, Hz. Osman ile Hz. Ali arasındaki meseleyi ne güzel halletmiştir. "Biz Osmanla Ali arasındaki meseleyi Al­lah'a bırakırız. Peygamberin sahabelerini destekleriz; onların dışında kimsenin ardından gitmeyiz." buyurmuşlardır. Fakat kimse bu noktayı dikkate almıyor. Yine eski fikirlerinden caymıyorlar. Kimisi Osman tarafını, kimisi de Ali tarafmı tutuyor. Bu yüz­den meydana çıkan Sünnîlik ve Şiilik İslam âlemini cidden sarstı. Ne kadar kanlar döküldü. Vücuda gelen bu düşmanlık hala da bir türlü sönemiyor.

İbn-i Battuta, seyahatnamesinde: "İsfahan en büyük ve en güzel beldelerden biri ise Sünnîler ile Rafızîler arasında fitne kıvıl­cımlarından doğan anlaşmazlık ve ayrılık sebebiyle büyük bir kısmı hala haraptır. Bu kargaşa ve anlaşmazlık bugün hala sürmekte olup bu iki grubun çatışmalarına bir son veremeyeceklerini göstermekte­dir. " diyor. İşte hakikî bir örnek! İşte acmacak bir hakikat! Ar­tık yirminci asırda bu gibi haller olmamalıdır. Hz. Osman ile Hz. Ali gibi iki zatın bin üç yüz sene evvel aralarında tartışılan bir meselenin halli, haklı ve haksızın ayırt edilmesi bize düş. mez. Ahirette Cenab-ı Hakk meseleyi tamamen çözer.

Tarafsızca düşünülürse her ikisinde de itiraz edilecek tavır vardır. Hz. Ali, herkese inanır ve herkesi iyi tanır, mert cesur bir zat olduğundan siyasette kusuru vardı. Hz. Osman'ın ise, taraftarını yanma alarak ve onları yüksek mevkilere geçirerek ellerine büyük yetkiler bahşetmek kusuru vardı. Kusursuz yalnız Allah'tır, kul kusursuz olmaz.

Etbama meylettiği için Hz. Osman

Katlinde Sükût eylediler âl ile ashab

(Hz. Osman kendi yakınlarına meylettiği için

Katledildiğinde sahabeler sessiz kaldılar.)

Her iki tarafın da az çok hatası olunca artık söz söylemeye gerek kalmaz. Her ikisi de ahirette ve dünyada büyük makam­ları, sıfatları .elde etmiş kişilerdir. Bunlara makam ve mevki hırsı yakışmazdı. Rum şairlerinden Pandalides, “Para1. Ey dai­ma kuvvet olan para, senin için padişahlar ve tahtları sarsılır. ” demektedir. Makam ve mevki hırsı servet biriktirmek içindir, servet ise Pandalides'in dediği gibi yapar.

Bu açıdan Müslümanlar arasına ayrılık sokanlar elbette Kur'an'ın ve sünnetlerin dışında hareket etmiş oluyorlar. Fesad tohumu ekmekle kendi adlarını kirletiyorlar, ellerini ve vicdanlarını kana boyuyorlar.

Sözün özü, Allah'ın yüce peygamberi "Kolaylaştırınız, Güç­leştirmeyiniz. " (Buharî, Ahkâm, 60) buyuruyor. İslamiyet'i kolay­laştırmak, herkesi ona ısındırmak, bütün Müslümanların vazi­fesidir.

Yalnız bir şey vardır ki, o da kolaylaştırırken namusu, ada­leti, merhameti kaldırmamaktır. Çünkü "Bir milletin yaşadığı bölgeden bereket, kadınlarından hayâ ve namus, hâkimlerin­den adalet ve insanlarından merhamet kalkarsa o milletin si­yasî hayatının sona erdiğine kanaat getirilmelidir." gibi doğru bir söz var. İşte terk edilmesi gerileme alâmeti olan bu dört maddenin kalkmamasına gayret etmek gerekir. Netice olarak derim ki, Müslüman olanlar birbirlerini sevmelidirler. "İslam Dinini Yayma Cemiyeti" namıyla bir İslam Cemiyeti oluşturarak İslamiyetin yayılmasına ve genişlemesine çalışmalıdırlar. Mis­yonerlerin programları bizim için örnek almacak en güzel yol­dur. Çünkü onların programlan sayısız tecrübe üzerine gelişti­rilerek bugünkü şeklini kazanmıştır. Bizi uzun uzadıya araş­tırma ve incelemelerden kurtaracaktır. "İslâmî Yayma Cemiye­ti" diğer Müslüman ülkelerde şubeler açabileceği gibi oralarda eskiden beri mevcut olan cemiyetlerle de ilişkiler kurabilir.

Bizim de mürşidlerimiz, dinimizi yaymayı görev edinmiş insanlarımız olursa ve onlar da açgözlülüğü terk ederek yalnız din uğrunda çalışmak şartıyla bu vazifeye kendini adayıp her türlü zorluğa göğüs gererek dünyayı gezerlerse elbette dinimiz daha çok ve daha hızlı yayılır. Fakat İslam Cemiyeti güzel bir okul meydana getirmeli; iyi düşünülmüş, anlaşılır, zihin yor­mayan güzel programlarla o okuldan dinimizi yayma görevli­leri yetiştirmelidir. Bu konu şeyhülislamlık makamının üzerine düşen aslî ve esas bir vazifedir. Az zaman zarfında bu yolda da büyük büyük başarılar elde etmelerini ümid eyleriz.

Merhum Mustafa Bey'in bize nakil ettiği macerada misyo­nerlerin bazı sözlerini reddedecek kişilerin bizde de mevcut olduğuna şüphe edilemez. Bundan dolayı bu durumu onlara terk ederek İslam'ın önde gelen zatlarından bir kişi tarafından söylenilen:

"Huda can-ı cihanest

Ve cihan cümle beden"

(Allah cihanın ruhudur ve o cihanın tamamı bir bedendir.)

mısrasını tekrar ederim. Allah vardır ve insanların hayal edebileceklerinin üstünde büyüktür. "Vahdet-i vücud" ve "Vahdet-i mevcud" fikirleri hakkında da birçok kitap yazılmış­tır. Kanımca hepsi birdir. Merhum Süleyman Çelebi Efendi Mevlid'inde "Birdir Allah ondan artık(gayrı) Tanrı yok" diyor. Resulullah efendimiz de "Allah vardır, ondan başka bir şey yok­tur. " (Buharî, Bed'ill Halk, 59) buyuruyor.

Birlik ebedidir. Herkes nasıl biliyorsa ve ne şekilde kavrar­sa kavrasın "Alah bes, baki heves." (Allah yeter, geri kalan her şey geçicidir.). Hristiyan milletinin bunca çalışmalarına ;karşı ümitsiz olmayalım. Çünkü yüce ve muhterem peygamberimiz "Allah insanları yönetmeyi benim ümmetime layık görmüştür." ha­disiyle İlahî bir lütfü müjdeliyor. Müslümanlar her vakit dev­letler kurmak ve yönetmekle müjdelenmiştir.

Merzifon Amerikan Okulu'nun müdürü olan misyoner Mr. Thris, öğrencilerine verdiği ders esnasında sözü İslam'ın birlik ve bütünlüğüne getirerek: "İslam birliğini, şu ırk ve mezheplerin anlaşmazlıkları arasında gerçekleştirmek, koca gemi halatını iğne deliğinden geçirmekten daha zordur" de­mişti. Ben de o zaman bu sözü işiterek Mr. Thris'e: "O koca halat iğne deliğinden geçecek incelikte iplik saplarının burul­masından meydana gelmiştir. Mevcut, yekpare haliyle geçemese de geçemezse de açılınca ince iplik parçaları pekâlâ o delikten geçirilir ve daha sonra yine burularak halat haline konulur. “Müminler ancak kardeştirler."(Hucurat-10) ayeti, bah­sedilen ırk ayrılığını ortadan kaldırdığı gibi mezheplerin ayrı­lıkları da bizde o derece düşmanlık gerektiren bir durum de­ğildir. Çünkü uyuşulabilir." demiş ve pek yaşlı olduğundan dolayı kendisinin artık istirahate çıkması lazım geldiğini an­latmış idim. Bu sözüme cevaben Mr. Thris: "Boş durmak be­nim için bir cezadır" dedi ve hayatının sonuna kadar çalışaca­ğını bildirdi.

Bunların sayısız engel olma çabalarına rağmen, İslam âle­mini bir merkez etrafında birleştirmek yine mümkündür. Çünkü dünya haritasını göz önüne koyarsak, İslam ülkelerinin birbirine bitişik olduğunu görürüz. İslam memleketleri Kâbe'nin çevresindedirler. Bu durum birleşme amacının gerçek­leşmesi için çok uygundur. Müslümanlar Museviler gibi dö­küntü halinde ve dağınık değillerdir. Zaten Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde Müslümanların bu devlet etrafında toplanıp birleşmelerini sağlayan şey kılıç gücü değil, belki "adaletin dağıtılması" idi. Şahsi muameleleri terk ederek âdi­lâne bir yöntemi izler ve şeriatın emir ve yasaklarını insanlara bildirme yoluna tutunur, insaflıca bir yolu takib etmeyi benim­ser, endişelerden uzak bir hareketle diğer dindaşlarımıza ken­dimizi sevdirirsek birçok vasıta ile bizi ayrılığa ve geriliğe sevketmeye çalışan düşmanlarımıza karşı üstün gelerek ama­cımıza ulaşırız. Sabır, dikkat ve kararlılık her türlü zararlı te­şebbüsleri engeller. Azim ve metanet yükselmenin ve kurtulu­şun yoludur. Sürekli ve çok çalışma başarı ve saadetin anahta­rıdır. Ben Avrupa'da bulundum; askerî ataşelik yaptım. Batlı­ların birçok dini eserini okudum. Doğu vilayetlerimizde dola­şan Amerikan misyonerlerle temasta bulundum ve onlardan birçok şey işittim. İslam âlemi aleyhine yazılmış kitapları göz­den geçirdim. Rabbime şükrederek derim ki, inancımda zerre kadar sarsılma olmadı. Hepimiz İslam'ın esaslarına sarıldıkça, sadık ve riayetkar kaldıkça, sağlam ve güçlü oluruz. Tam aksi­ne İslamiyet'ten uzaklaştıkça ona soğuk bir gözle baktıkça za­yıf ve güçsüz kalınz.

Osmanlı halkının Müslüman kesimi, karakterini, örf ve adetlerini bozmamak üzere "İlerlemeyi batıdan, kuvveti doğu ve güneyden almalıdır". İslamiyet daima, birliği, kardeşliği ve yükselmeyi emreder, miskinliği, gruplaşmayı, düşmanlığı reddeder. Bundan dolayı ötekinin berikinin sözde var olup icraatta var olmayan yükselmeyi ve kardeşliğini değil, İslami­yet'in emrettiği yükselme, kardeşlik, eşitlik, adalet, hürriyet ve ilerlemeyi meydana getirmeliyiz.

Devlet, adaletle ve hatta küfür ile devamlılığını sağlayabi­lir fakat zulümle devam edemez. Âlemlerin Rabbi olan Allah, Kur'an'ı Kerim'de "Allah size emanetleri mutlaka ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hük­metmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür." (Nisa~58) buyuruyor.

Özü sözü doğru, kalbi saf ve pak, fikri hile-hurda ve alda­tıcılıktan uzak, duyguları kin ve nefretten arınmış, iyiliğe, barı­şa, doğru yola, irşada yönelmiş olan bir insan söyleyeceği sözü dile getirmekten çekinmez. Ancak, içi dışına, zahiri batınına (görüneni, görünmeyenine) uymayan ve hareketlerini, fikirle­rini ve maksatlannı açıkça söylemeyen menfaatçi insanlara da her zaman susmak düşer. Bir eserde, "Filistin topraklarında Avrupalı Haçlıları mağlup eden Türkler, din hürriyetine ve insanı duygulara pek saygılı olduklarından haçlılann yardı-

ırandan mahrum kalan Hristiyanlan tamamen Müslüman et­mek işten bile değil iken onları yine dinlerinde serbest bıraktı­lar. Bu hal ve hakikat, Hristiyanlan Türkler hakkında iyi ve samimîce düşündürecek rivayetlerdendir" deniyor ve onlar­dan güzel muamele ve sadakat bekleniyor.

Ne çare ki, yapılan iyilikler çabuk unutuluyor ve bu asırda herkes vicdanını karartarak bir şeyler kazanmak istiyor.

İslam. Dünyası Hakkında Bazı Tarihî Bilgiler

Ebrehe'nin Mekke'yi kuşatmasının 52. ve adaletiyle ta­nınmış İran hükümdarı adil Nûşirevean'ın Sasani tahtına oturmasının 42. ve bir rivayete göre Nuh Tufanı'nın 3882 ve miladî olarak İsa (a.s.)'ın doğumunun 570. senesine tesadüf eden Fil Yılı'nda, Rumî aylardan Nisan ayının 10. ve Arabî aylardan Rebiyülevvel ayının 12.. pazartesi gecesi sabaha doğ­ru dünyaya gelen peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretleri kırk yaşına vardığında Allah tarafından yeni bir din ile insanlara ve cinlere peygamber oldu. Miladın 610. senesinde parlayan bu İslamiyet nuru, az zaman zarfında yeryüzünün birçok yerini aydınlattı. Geçen zaman içinde İslam'm ışığı kuzeyde Sibir­ya'ya ve Kuzey Buz Denizi'ne, doğuda Çin Denizi'ne ve batıda Atlas Okyanusu'na, güneyde Ümit Burnu'na kadar ilerledi ve Asya'nın büyük bir parçasına, Afrika'nın hemen hemen ta­mamına, Avrupa'nın merkezine doğru uzanmak üzere doğu, güney ve güneydoğusuna dek yayıldı. Atlas Okyanusu adala­rına kadar yayıldı. İslamın bu başarısı için çalışan mürşidlerin çoğunun bellerinde ipten bir kuşak, sırtlarında sade bir yelek ve ellerindeki savaş aletlerinden başka ne tantana ve gösteriş­leri ve ne de servet ve zenginlikleri vardı. En büyük kuvvetleri dine bağlılık, iyi niyet, keskin bir azim ve fedakârlıklarıydı.

Sonraları debdebe ve gösteriş, saltanat ve ihtişam devirleri başladı. Fakat dine bağlılıkta, çalışma ve gayrette, fedakârlık, azim ve kararlılıkta sarsıntı olmadı.

İşte bu şerefli şahısların İslam'ı yaydıkları yeryüzü dâhi­linde bir dine ve inanca sahip olarak yaşayan dört yüz küsür milyon halka Müslüman ve onların âlemine de İslam âlemi denir. Bu âlemin coğrafyasını, tarihini, etnografyasını ve şim­diki durumunu Özet halinde bile olsa bilmek bütün müminlere farzdır. Çünkü "Bütün müminler kardeştir"(Hucurat-10) ayetine göre bütün Müslümanlar, ırk ve mezhep ayrımı yapmaksızın kardeştirler ve kardeşler de birbirlerinin halinden haberdar olmalıdırlar. İslamiyet'in ruhu kardeşlik ve karşılıklı samimi­yettir. Bu olmadı mı, "İslamiyet de orada yoktur!" demek ge­rekir.

Avrupalılar daima "Panislamizm" den yani İslam dünya­sının birliğinden bahsedip ondan bir hayli sakındılar ve çekin­diler. Hakları da vardı; üzülerek belirtirim ki bu büyük korku­nun sebebi olan İslam âleminin ne kuvvette olduğunu ve neler yapabileceğini biz Müslümanlar hala bilmiyoruz ve öğrene­medik. Âcizane kaleme aldığım "İslam Âlemi Coğrafyası" adlı eseri İslam âlemine faydalı bir hizmet olmak üzere yakında yayınlattıracağım Hataları belki de pek çoktur; eksiklikleri muhakkak vardır. Onları da bu yolda hizmet edebilecek diğer şahıslar düzeltsinler. Avrupalıları korkutan İslam birliği ma­nevî olarak her vakit mevcuttur. Bu birleşmeyi de faaliyete sokmak, canlandırmak için Müslüman milletlerim birbirine tanıtmak gereklidir. Diğer İslam devletlerinden daha medeni ve uygar olduğu tahmin edilen ve daha geniş olanaklara ve kuvvete sahip olduğu düşünülen Osmanlılar, İslam âleminin her bölge ve parçasını bilmezlerse, Sudan ve Siddi'deki Buse İslam Hükümeti ve halkı, Büyük Okyanus'taki Buru ve Butun Müslüman halkı acaba Osmanlı Devleti'ni nasıl bilebilirler? Şanlı Osmanlı padişahı, kutsal halifelik sıfatıyla şereflendiril­miş ve taçlandırılmış olmasının yanında bu makamın tüm Müslümanlarca benimsenmiş olması hasebiyle İslam âlemince biliniyor, tanınıyor ve itibar görüyor ise de Osmanlı hükümeti yalnız manevî desteğiyle değil maddî gücüyle de kendini gös­terirse, önemi ve değeri artıp o zaman İslam âlemine destek olma vazifesini tam manasıyla gerçekleştireceğinden ümitvar olan Müslüman milletler hükümetimizin her emrine amade olacak şekilde kuvvetli duygular ve güçlü bir bağlılık ile gönül vermiş, bağlanmış olurlar.

Padişahımız ve yüce halifemiz Sultan VI. Mehmet Vahdeddin Hazretleri iffetli, doğru, adil, merhametli, cesur ve bir Müslüman halifesinde bulunması gereken vasıflara sahip ve yaratılışı itibariyle zeki olup, 50 senelik araştırmaları ve tecrübesiyle de o zekâyı takviye ettiği bilinen ve Allah korkusu taşıyan, nefsine bağlı olmaktan sakınan, icraatlarında cesur, yaratıcı fikirler üreten, düzen ve disiplin taraftarı, âlimlere ve fazilete saygılı, çalışırken sabırlı, zalimlere düşman olması gibi seçkin özelliklere ve beğenilen huylara sahip bir padişah sıfatı taşıdığından dolayı, hâkimiyeti döneminde Osmanlı milletinin mesud ve bahtiyar olacağından şüphemiz yoktur.

Adalet, devletleri güçlendirir, yaşatır ve diğer toplulukları kendisine çeker. Adil, güçlü bir Osmanlı Devleti, diğer İslam devletlerini mıknatıs gibi kendine çekebilir. Hırs ve açgözlü­lük, adaletsizlik, keyfî muamele ve taraf tutma, devletleri yok oluşa sürükler. İslamın doğuşundan beri ortaya çıkıp zulüm ve yolsuzluk, dolandırıcılık ve rüşvet, israf ve İslam hukukuna aykırı gizli kapaklı işler yüzünden yokolmuş olan hükümetle­rin isimleri şunlardır:

1-     Ümeyyeoğulları Hükümeti (Emeviler)

2-     Abbasiye Hükümeti (Abbasiler)

3-     Sitemdar Hükümeti

4-     Giylan-ı Cebeliye Hükümeti

5-     Bâvendiye Hükümeti

6-     Rüstemoğulları Hükümeti

7-     Endülüs Hükümetleri (21 hükümet görülmektedir)

8-     Medraroğulları Hükümeti

9-     İdrisiye Hükümeti

10-   Ağlebiye Hükümeti

11-   Fergana Hükümeti

12-   Samanoğulları Hükümeti

13-   Tahiroğulları Hükümeti

14-   Sicilya Emaretleri

15-   Hüseyniye Hükümeti

16-   Alevîye Hükümeti

17-   Safariye Hükümeti

18-   Tulunoğulları Hükümeti

19-   Haşimiye Hükümeti

20-   Tabâtabaoğulları Hükümeti

21-   Hamedanoğulları Hükümeti

22-   Sicistâniye Hükümeti

23-   Ziyadoğulları Hükümeti

24-   İlyasoğulları Hükümeti

25-   Sariye Hükümeti

26-   Âli Büveyh Hükümetleri

27-   İhşidiye Hükümetleri

28-   Salariyeoğulları Hükümeti

29-   Rükniye Hükümeti

30-   Şahinoğulları Hükümeti (Şahiniye)

31-   Asfaroğuüarı Hükümeti

32-   Badîsoğulları Hükümeti

33-   Fatımiye Hükümeti

34-   Kürt Mervanoğulları Hükümeti

35-   Me'mûnoğulları Hükümeti

36-   Ukbeyn Hükümeti

37-   Gazneviye Hükümeti

38-   Mezidoğulları Hükümeti

39-   Kakuyeoğulları Hükümetleri

40-   Hamûdoğulları Hükümetleri

41-   Behamiye Hükümeti

42-   Merdasoğulları Kelebiye Hükümeti

43-   Harmiye yahut Babekî Hükümeti

44-   Selçukîye Hükümetleri

45-   Şevankâre Hükümeti

46-   Murabutun Mulessemun Hükümeti

47-   Selihiye Hükümeti

48-   Felitaoğulları Hükümeti

49-   Artukoğulları Hükümeti

50-   Mengüciye Hükümeti

51-   Aliye Hükümeti

52-   Şeddadoğulları Hükümeti

53-   Kürt Merdasoğulları Hükümeti

54-   İsmail! Batınî Hükümeti

55-   Harezm Hükümeti

56-   Museyyib Ukaybioğulları Hükümeti

57-   Badisiye Hükümeti

58-   Atabeg Hükemetleri (20 kadardır)

59-   Eyyubiye Hükümetleri

60-   Bamiyan Hükümeti

61-   Luristan Hükümeti

62-   Hemmad Bucaye Hükümeti

63-   Âli Sebuktegin Hükümeti

64-   Hafsiyun Hükümeti

65-   Mezidoğulları Hükümeti

66-   Hurşidoğulları Hükümeti

67-   Lâr Hükümeti

68-   Fetâde-i Hüseyniyeoğulları Hükümeti

69-   Hamzaoğulları Hükümeti

70-   Kabliye Hükümeti

71-   Haliciye Hükümeti

72-   Meriniye Hükümeti

73-   Karakurum Hükümeti (Ccngiziyye)

74-   Muvakkidin Hükümeti

75-   Guriye Hükümeti

76-   Karakitay Hükümeti

77-   Vedadiye Hükümeti

78-   Resuliye Hükümeti

79-   Cubaniye Hükümeti

80-   Muzafferoğulları Hükümeti

81-   Ahmeroğulları Hükümeti

82-   Cûciye Hükümeti

83-   Kurt Hükümeti

84-   Bakriyûn Hükümeti

85-   Ak Orda Hükümeti

86-   Pervane Hükümeti

87-   Karaman Hükümeti

88-   İlkaniye Hükümeti

89-   Kızıl Akmedlü Hükümeti

90-   Tuğlukoğulları Hükümeti

91-   Ammariye Hükümeti

92-   İlganiye Hükümeti

93-   İticûye Hükümeti

94-   Tuğmâniye Hükümeti

95-   Meziniye Hükümeti

96-   Behmeniye Hükümeti

97-   Kaşgar Hükümeti

98-   Ramazanoğulları Hükümeti

99-   Karakoyunlu Hükümeti

100- Akkoyunlu Hükümeti

101- Dulkadiroğulları Hükümeti

102- Hazariye Hükümeti

103- Kavusoğulları Hükümeti

104- Cünbur Hükümeti

105- Safeviye Hükümeti

106- Çerkeş Guleman Hükümeti

107- Kalavuniye Hükümeti

108- Sudiye Hükümeti

109- Tahiriye Hükümeti

110- Keraniye Hükümeti

111- Germiyanoğulları Hükümeti

112- Aydınoğulları Hükümeti

113- Cezayir Hükümeti

114- Lûdiye Hükümeti

115- Kırım Hükümeti

116- Vetasoğulları Hükümeti

117- Arnavut Hükümeti

Mevcut tarihler iyice gözden geçirilirse daha birkaç hü­kümet ismi bulunabilir. Bunlar arasında 374 sene ayakta dur­muş Bavendiye Devleti bulunmakla beraber eşkiyalık ve komi­tacılık ile kırk sene hayatını sürdürmüş olan Batiha'da Şahiniye Devleti, dinsizlik, ahlaksızlık ve namussuzluk ile bazı özel ve gizli kuvvetler sayesinde 18 sene kadar yaşamış Batınî İsmailîye Hükümeti de bulunmaktadır.

Bu Müslüman devletlerin yıkılma sebepleri incelendiği zaman karşımıza şu maddeler çıkar:

1-    Dinsizlik, namussuzluk,

2-    Adaletsizlik, zulüm ve yolsuzluk,

3-  Rüşvetçilik, har vurup harman savurmak, aşırı eğlenceye düşkünlük, israf, stokçuluk,

4-    Makam-mevki kavgası, hırs ve açgözlülük,

5-  Dış dünyada olup bitenleri dikkate almama, cehalet, tem­bellik ve ilerlemeden yoksunluk.

 

Bugün dünya üzerinde mevcut İslam Devletleri de şunlar­dır:

1-    Büyük Osmanh Devleti Hükümeti

2-    İran Hükümeti

3-     Afgan Hükümeti

4-    Buhara Hükümeti

5-    Hiva Hükümeti

6-    Bulucistan Hükümeti

7-    Kırım Hükümeti (Yeni teşekkül eden)

8-    Azeristan yahut Azerbaycan Hükümeti (Yeni)

9-    Şimali Kafkas Hükümeti (Yeni)

NOT: Kafkas Dağları'ndan sonra Kuban, Terek, Kazan, Don, Harkuf, Voronej, Saratof, Tambo, Pensa, Simberesk, ülke­leri de bir hükümet teşkil edebilirler.

10-    Malir Kutla Nevvabhğı

11-    Buhara Nevvabhğı

12-    Cinceri Nevvabhğı

13-     Kîce Nevvabhğı

14-     Ahmed Abad Hükümeti

15-     Cunâger Hükümeti

16-     Camenger Hükümeti

17-    Haydar Abad Hükümeti

18-    Kümbat Hükümeti

19-    Palasenbur Hükümeti

20-     Radhenbur Hükümeti

21-     Bohobal Hükümeti

22-     Behelpor Hükümeti

23-     Rampor Hükümeti

24-     Havar Nevvabhğı

25-    Balnebu Nevvabhğı

26-     Kücbehar Nevvablığı

27-     Nizam Hükümeti

28-     Tervare Hükümeti

29-     Salangor Hükümeti

30-     Nagrisemebilan Hükümeti

31-     Cevher Hükümeti

32-     Kedâh Hükümeti

33-     Perlîs Hükümeti

34-     Kelantan Hükümeti

35-     Hayrabor Hükümeti

36-     Ray Hükümeti

37-     Temağganu Hükümeti

38-     Perak Hükümeti

39-     Pehnek Hükümeti

40-     Acin Açe Hükümeti

41-     Padanığ Hükümeti

42-     Senkura Hükümeti

43-     Banka Hükümeti

44-     Riyu Hükümeti

45-     Biltun Hükümeti

46-     Palmibâniğ Hükümeti

47-     Lampuniğ Hükümeti

48-     Nebikolin Hükümeti

49-     Linga Hükümeti

50-     Niyas Hükümeti

51-     Bata Hükümeti

52-     Cambiye Hükümeti

53-     Siyak Hükümeti

54-     Kuvantan Hükümeti

55-     Delhi Hükümeti

56-     Babi Hükümeti

57-     Banyak Hükümeti

58-     Peyti Hükümeti

59-     Tânâhemse Hükümeti

60-     Tânâhalse Hükümeti

61-     Vennenavi Hükümeti

62-     Ratlam Hükümeti

63-     SikunuHükümeti

64-     Nasuvangunu Hükümeti

65-     Buiyyiyat Hükümeti

66-     Baniğkali Hükümeti

67-     Pangsang Hükümeti

68-     Banlav Hükümeti

69-     Butun Hükümeti

70-     Borov Hükümeti

71-     İsindora Hükümeti

72-     Temate Hükümeti

73-     Tidur Hükümeti

74-     Timur Hükümeti

75-     Rutî Hükümeti

76-     Buğur Hükümeti

77-     Şamar Hükümeti

78-     Seram Hükümeti

79-     Pontiyanak Hükümeti

80-     Sombe Hükümeti

81-     Siyantan Hükümeti

82-     Makindav Hükümeti

83-     Matan Hükümeti

84-     Kec Hükümeti

85-     Recnik Hükümeti

86-     Samplinuğ Hükümeti

87-     Bunıney Hükümeti

88-     Dayak Hükümeti

89-     Keşmir Hükümeti

90-     Puti Hükümeti

91-     Bedhişan Hükümeti

92-     Şaravak Hükümeti

93-     Ruşan Hükümeti

94-     Simpanağ Hükümeti

95-     Sintarağ Hükümeti

96-     Kutî Hükümeti

97-     Fantam Hükümeti

98-     Surakarta Hükümeti

99-     Cukcakarta Hükümeti

100-     Samaranağ Hükümeti

101-     Sumbave Hükümeti

102-     Şiribun Hükümeti

103-     Madura Hükümeti

104-     Curbaya Hükümeti

105-     Kambiniğ Hükümeti

106-     Bandoniğ Hükümeti

107-     Maniğkasar Hükümeti

108-     Koninğan Hükümeti

109-     Umman Hükümeti

110-     Burbulingu Hükümeti

111-     Hadramut Hükümeti

112-     Basuruan Hükümeti

113-     Kuveyt İmareti

114-     Katif İmareti

115-     Bahreyn Hükümeti

116-     Necid Emareti

117-     Muhammere Emareti Ciyyaneor

Aden Körfezi civarında yüz elli kadar sultanlık olduğu bildirilmiştir; bilinenleri şunlardır:

118-     Lehe Abdali Sultanlığı

119-     Dali' Sultanlığı

120-     Sibaî Sultanlığı

121-     . Fazli Sultanlığı

122-     Abdülvahid Sultanlığı

123-     Akrabî Sultanlığı

124-     Subeyhi Sultanlığı

125-     Bafi' Sultanlıkları

126-     Havaşib Sultanlığı

127-     Alaki Sultanlığı,

128-     Nesab Sultanlığı

129-     Beyza Sultanlığı

130-     Fas Hükümeti

131-     Tunus Hükümeti

132-     Aşanti Hükümeti

133-     Aşire Hükümeti

134-     Afâr Hükümeti

135-     Aka Hükümeti

136-     Uganda Hükümeti

137-     Ova Hükümeti

138-     Mendere Hükümeti

139-     Basutos yahut Becvane Hükümeti

140-     Busa Hükümeti

141-     Bondo Hükümeti

142-     Tombukto Hükümeti

143-     Fanti Hükümeti

144-     Bambuk Hükümeti

145-     Sirğu Hükümeti

146-     Saklava Hükümeti

147-     Turu Hükümeti

148-     Zengiyar Hükümeti

149-     Sambu Hükümeti

150-      Senegal Hükümeti (Senegal büyük ve geniştir, Hristiyanı da çoktur; fakat iç bölgelerde bir Senegal Müslüman Hükümeti mevcuttur.)

151-     Havdame Hükümeti

152-    Bağirmi Hükümeti

153-    Bamyara Hükümeti

154-    Darfur Hükümeti

155-    Gandu Hükümeti

156-    Sökoto Hükümeti

157-    Huşa Hükümeti yahut Af no Sultanlığı

158-    Vaday Sultanlığı

159-    Bemuh yahut Burnu Hükümeti

160-    Darrunka Emareti

161-    Futaçalun Hükümeti

162-    Futa Hükümeti

163-    Mandenkel Hükümeti

164-    Darferitet Hükümeti

165-    Dayafunu Hükümeti

166-    Kanem Hükümeti

167-    Ditğa Hükümeti

168-    Fula Hükümeti

169-    Katuri Hükümeti

170-     Kabor Hükümeti

171-    Kaoko Hükümeti

172-    Katağum Hükümeti

173-     Kuvar Hükümeti

174-     Komor Hükümeti

175-    Muhli Hükümeti

176-     Mayuta Hükümeti

177-     Hindvane yahut Anjuvan Hükümeti

178-     Manima Hükümeti

179-     Mısır Hükümeti

180-    Senusiye Tarikati (Bir hükümet gibidir)

İsimlerini saydığımız bu hükümetlerin hükümdarları ve ahalisi de tamamiyle Müslümandır. Hükümdarların sarayları, gösterişli bir karizmaları ve vekilleri vardır. Bazılarının düzen­li ordusu da bulunur. Ancak bazıları yan müstakil ve çoğun­luğu Avrupa devletlerinin idareleri altındadırlar. Misyonerler bu İslam devletlerinin topraklarında istedikleri gibi at oynatı­yorlar. Acaba milletimizden kaç kişi buralara seyahat edip onların hallerini bize bildirdiler? Konsoloslarımız ne yaptılar bilemiyorum. Yalnız, üzüldüğüm ve teessüf ettiğim bir konu varsa o da, Avrupa'da kumarhaneden ibaret bir Monako Prensliği, dört jandarmaya sahip bir San Marino Cumhuriyeti aynı kuvvet ve güçte bir de Andora Cumhuriyeti ve Lüksemburg ve Lehistan Dukalık ve Prensliği Avrupa yıllıklarında birer devlet diye zikr edildiği halde milyonlarca insana sahip koca İslam devletlerinden bahsedilmemesidir. İslamiyet'e düşmanlık pek açık ve aşikârdır. Bununla beraber İslam âlemi de kendisini toplayıp kuvvet ve kudretiyle onlara tanıtmalıdır. Hristiyan devletlerin hâkimiyetleri altında bulunan İslam halkı ise Avrupa yıllıklarında kayıtlı ve adları geçiyor olduğundan tekranna lüzum görülmedi.

Samsameyi* eyledikçe teslil

Teslim-i süyûf ederdi a'da

Tarih diyor ki bî mubaha

Bir orduyu bir er etti tenkil.

(Samsame gibi bir kılıcı kınından çektikçe

Düşman kendi kılıcını teslim ederdi

Tarih abartısız diyor ki

Bir asker bir orduyu mağlub etti)

‘ Samsame: Hz. Ali'nin kılıcı Zülfekar'dan sonra gelen Amr bin As'ın meşhurlarıdır. Beyitte sadece kılıç anlamında kullanılmaktadır.

İslamiyet pek büyüktür, pek güçlüdür, pek etkili ve önem­lidir. Ancak adaletsizlik ve idaresizlik, memnuniyetsizlik ve daha nice nice üzücü haller bu heybetli gücü küçük küçük kuvvetlere ayırdı. Dinin emrettiği adalet ve doğru yolu takip, yine o 'küçük kuvvetleri birleştirebilir. Bu birleşmenin gerçek­leşmesi ise dünyayı titretir. Bir erin bir orduyu mağlub etmesi gibi bir er de bu oluşumu vücuda getirebilir. Mevcut İslam devletleri ile ilişkiler kurulması ve kültürel bir birlik meydana getirilmesi, çalışılacak önemli bir meseledir.

Şimdi, hayal ettiğimiz "İslam Dinini Yayma Cemiyeti"nin bir teşkilatlanmasını yapalım.

İslam Dinini Yayma Cemiyeti

İslam'ı Yayma Cemiyeti yüce Osmanlı Devleti'nin ve Müs­lüman milletlerin nakit yardımlarıyla iş görebilir. İslam'ı Yay­ma Cemiyeti, İngilizlerin misyonerliğine benzer bir vazife ger­çekleştirmekle yükümlü olacağından, Misyoner Teşkilatı, İngi­liz hükümeti ve milletinden ne gibi yardımlar alıyorsa ve ne gibi hizmetler gerçekleştirebiliyorsa bizim İslam Cemiyetimiz de Osmanlı hükümeti ile aynı ilişkiler içerisinde bulundurul­malıdır. Bu şekilde büyük faydalar elde edilebilir. Yoksa İstan­bul'da Cağaloğlu'nda, kapısının üstünde "Cemiyet-i Hayriye-i Islamiye" levhası yazılı bir evde binlerinin toplantılarından İbaret bir halde kalacaksa bu cemiyetin kurulmasına teşebbüs bile edilmemelidir.

Kısacası, misyonerlerin Müslümanlar hakkında uygula­maya çalıştıktan yöntem çerçevesinde onlara karşı aynı şekilde karşılık verecek bir işe girişmek gerekiyor. Bunun da en önem­li şartı: Sahibinden himmet ve çalışanlardan büyük bir gayret ve geleceği göz önüne alarak geçici olan hayatı düşünmeyerek önlemler almaktır. Zaten dünya nedir ki ikbali ne olsun!

Nîk-i bahtan revnek-i ikbale mağrur olmasın

Lâbekadır aksi ikbalin bulur bir gün zeval.

(Bahtı açık olanlar ikbalin parlaklığıyla gurura kapılmasın

İkbal ebedî değildir, bir gün yok olup gider)

En yakın yüzyıllarda, siyaset arenasında istediği gibi ko­şan, arzularına ulaşan ve savaş meydanlarında zaferler kaza­nan Napoleon ve Frederick gibi zamanlarının büyük adamları bugün kara toprakta çürümüş, ünvanları ve nişanları paçavra parçalarından yapılmış kâğıt sayfalarında kalmıştır. Eğer bu parçavra parçalarının içinde anlatılanlara önem veriliyorsa, ahirete iman edilmese bile bir miktar vicdanî hareket lazımdır. Kıymet verilmiyorsa, dine bağlılık bulunmuyorsa ve her ne yapılsa toplum tarafından hikmetin kaynağı ve keramet olarak benimseniyorsa, işte böyle dönemlerde de akla geleni yapmak gerekir. Yapılan şey dinimizce aykırı değilse ve dinimizden bir itiraz görmüyorsa helaldir, meşrudur, uygundur. Hatta çaresiz Ferit Paşa için haksız olarak söylenmiş bir kasidede:

"Hâsıl-ı dünya ve mâ fihâyı herc-ü merc edip

Kendime nam-ı Hülagû Han'ı unvan eylerim."

(Dünya malını ve ona dâhil olan şeyleri harcayıp

Kendime Hülagû Han'ın ünvanını alırım.)

diyorlardı ki bu kişi evine gitmek için belli bir yoldan başka bir istikametten geçemeyecek kadar beceriksizdi. Milletimiz pireyi deve yapar. Acaba haddini aşan icraatlarda bulunanlar için neler söylenmiyor?

Vidinli Tevfik Paşa'nın bir sözünü söylemek isterim. Mer­hum Tevfik Paşa bir resmî toplantıda "Bu memlekette ciddiyet takdir edilmez. İyi fena, fena iyi görülür. Burada ciddiyetten bahsetmek Saksonya tabağıyla eşeğe saman vermek gibidir" demişti. Ne doğru bir sözdür. Memleketimizde şahsiyetle uğ­raşmak her dönemde yeni modadır. İktidar sahiplerini sön­dürmek her zaman geçerli, rağbet edilen bir uğraştır. Türki­ye'nin geri kalmasına sebep olan nedenlerden biri, belki de birincisi budur. BenAlfred De Vigny gibi:

Ağlamak, inlemek, yalvarmak alçakçadır

Kaderin seni çağırdığı bu yolda

Şu zor görevini layıkınca, coşkuyla yap

Ve sonra benim gibi sessizce öl.

demedim. Saf vicdanımın yönlendirmesiyle ve bilgim de­recesinde kendi akıl ve mantığıma göre bazı düşünce ve yo­rumlarda bulundum. Doğru olabildiği gibi eğri ve yanlış da olabilir. Amacım bizden olanlara hizmettir. Kusurlu da olsa, zamanımızın sistemine de dokunsa hoş görülmelidir.

Eski sadrazamlardan merhum Fuat Paşa'nın yarım asır önce ölüm döşeğinde iken cennetmekân Sultan Abdülaziz Han'a yazdığı vasiyetnamede bazı mühim cümleler vardır. Onların bir kısmını buraya naklediyorum. Her devir için dik­kate değer cümlelerdir:

"Padişahım, Cenab-ı Hak sizi şerefli olduğu kadar da tehlikeli olan bir vazife ile vazifelendirmiş ve mübarek zatınızın dahi bu vazi­feyi hakkıyla yerine getirmesi için "Osmanlı saltanatı tehlikededir" sözünü iyice düşünmeniz zarurî bir hal almıştır. Komşularımızın hızla ilerleyişleri ve atalarımızın akıl erdirilemeyecek hataları bugün şu vahim durumda bulunmamıza sebep olmakla böyle dehşetli bir tehlikeden korunmak için zat-ı şahaneniz de geçmişi bir kenara bıra­karak bizi yeniden bir yükseliş yoluna sevketmeniz lazımdır. Bu bizi mahveden beladan kurtulabilmemiz İngiltere kadar paraya, Fransa kadar eğitim gücüne, Rusya kadar askere sahip olmaya bağlıdır. Bi­zim için lazım olan kalkınma Avrupa milletleri derecesine yüksel­mektir. İslamiyet, insanı ve dinî yükselişe hizmet eden bütün yolları bünyesinde bulundurması itibariyle; siyasî ve mülkî müesseselerimizi değiştirmek, kanunları mevcut gelişim ve ilerleme ile paralel olarak yemlemek İslam'ın esaslarının dışında bir şey değildir. Mademki bizim inancımıza göre İslamiyet bütün hakikatleri, bütün Sim ve irfanı kapsamaktadır; o halde faydalı keşifler ve yeni ilimler bulun­dukları yer neresi olursa olsun ve hangi milletin elinde bulunursa bulunsun onu almak ve anlamak vazifesiyle yükümlüyüz. Düşman­larımızı kendi başımıza yenmeye gücümüz olmadığı için dışarıdan bir dost ve müttefik aramaya mecburuz. Çeşitli ırklara mensup Hristiyan halkımız arasında dinî bir birlik oluşturmalarını engelle­meye çalışmak gerekir. Devlet kavramını onların bütün dinî mesele­leri üzerinde bulundurmak kadar uygun bir idare yöntemi olamaz. Ancak Osmanlı, kendisini oluşturan çeşitli unsurları ırk ve mezhep ayrımı yapmadan bir arada tutmalı ve birbirlerinin menfaatlerine hizmet edecekleri koşulları oluşturmalıdır."

Bugün ayru sözler tekrar edilebilir.

Şu vasiyetleri Müslümanlar için faydalı bir ders olarak göz önünde bulunduracak olan İslâmî Yayma Cemiyeti ve İslam Dini'ni yayma görevlileri çok büyük hizmetler gerçekleştirebilirler.

Çünkü din, felsefesiz olamadığı gibi siyasetsiz de olamaz. Bununla beraber dine iki noktadan bakmak gerekir. Dinin bi­rinci kısmı manevî, ikinci kısmı siyasîdir. Manevî yönü doğru­dan doğruya fertler ve şahısların vicdanı üzerine etkili olur. Siyasî kısmı ise o dine mensup toplumun yaşam ve saadet yo­ludur.

Bu eseri yazmaktan maksadım İslam âlemini uyarmaktır, bölücülük değildir. Alemlerin Rabbi Allah, Kur'an-ı Kerim'de "O fasıklar Allah’ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bun­lardır. "(Bakara-27) buyuruyor. Tam bir iman ile inandığım Cenab-ı Hak beni hüsranda bırakmasın. Âmiri.

Ben, halkı imandan uzaklaştırmıyorum. Halk ile alay et­meyiniz, dünyanın düzenini sağlayan, insanların barış ve kur­tuluşunu temin eden şeyleri uygulayınız demek istiyorum. Cenab-ı Hak bütün iman edenleri lütfuyla ıslah eylesin, gaza­bıyla yok etmesin. Zira artık zulme ve gazaba tahammülümüz kalmadı.

Osmanlı'da siyasî sorunlar eksik olamaz; biri geçici bir sü­re için giderilir ve sonra, hiç hatır ve hayale gelmeyen bir diğe­ri meydana çıkar. Çünkü biz Müslümanlara; Hristiyan olma­dıkça dünya üzerinde rahat ve huzur gösterilmemesi Haçlılar tarafından kararlaştırılmıştır. Bu kitapçıkta, başkaları tarafın­dan söylenip naklolunan ve tarafımdan da bazı vesilelerle dile getirilen görüşü Avrupalılar hiç de dikkate almıyorlar. Biz Müslümanlar birlikçiyiz, tek Tanrıcıyız Teslis'e, üçlemeye inanmıyoruz, inanmayız ve hiçbir vakit inanmayacağız. Çün­kü olamaz. Kozmografya hakkında yüzbinlerce sayfa eser ya­zan, araştırma ve keşiflerde bulunan, felsefe yolunda eserler meydana getiren ve akılları her halde her şeye herkesten daha fazla eren bilgili Avrupa senyörleri eğer hakikati anlamakta acizlik gösterir ve babalarına da atalarından nakledilmiş olan uygunsuz ve uydurma bir inanca inanırlar ve bizleri de o köh­ne ve batıl inanca sürüklemek fikrinde bulunurlarsa, bu herif­lerde akıl, anlayış, yorumlama gücü ve mantık namına bir şey yoktur derim. Allah'tan bulsunlar deyip geçerim ve hiçbir va­kit pek doğru ve makul olan dinimden vazgeçemem. Müslü­manlık, her manasıyla Müslümanlık bizi asla ve kimseye karşı çaresiz bırakmaz.

Cennetmekân Fatih Sultan Mehmet Han gibi her türlü öv­gü ve methe layık şanlı bir padişaha, Bizans İmparatorluğu'nu yıkmış ve dünyanın merkezi olan İstanbul'u zabt etmiş, Avru­pa, Asya ve Afrika'ya fermanlar göndermiş kudretli bir sulta­na, Unvansız bir papa, saksağanvari yazdığı bir mektupla: "Eğer kendinizle beraber halkınız İslam'ı terkederseniz doğu hristiyanhğına hâkim olmak üzere fetva vereceğim ve artık her şey unutulacaktır" demişti. Değil doğu Hristiyanhğına, hatta dünya Hristiyanhğına hâkimiyeti vaad etseydi, sultan Mehmet Han gibi iktidar sahibi bir padişah değil, Bahçeköylü cahil bahçıvan Mehmed Ağa acaba bu teklifi kabul eder miydi? Pa­pa bunu hiç düşünmemişti, şimdi de İngiliz ve Fransızlar dü­şünmüyorlar.

Öteden beri İnglizler, bu dinî mesele ile meşgul oluyorlar fakat bir türlü başarılı olamıyorlardı. Bugün İngilizler, Hz. İsa'yı şehid ettiklerine bütün dünya Hristiyanlarının inanmış oldukları İsrailoğullarına bile, özellikle Müslümanlar'a zarar vermek maksadıyla bir siyasî mevki vermeye çalışıyorlar. Ku­düs'ü bol keseden bunlara veriyorlar. Ümit etmem ki diğer Hristiyan milletler bu zehirli lokmayı yutsunlar. Dünyada Hristiyan olanlar yalnız İngilizlerle onların azmanı olan Ame­rikalılar olsaydı belki bu iş gerçekleşebilirdi. Fakat Hristiyanların çoğu bu iki milletten başka olan milletlerdendir. Dört beş bin kişilik Eşkinazi* alayı Kudüs'ü değil, dünyanın hiçbir köyünü alamazlar. Acaba bu Yahudi alayı, kaç jandarma muhafızı ile Kudüs'e geldiler? İngilizler de artık siyaset işini pek cıvıttılar. Almanları ezmek için dinî gelenek ve görenekle­rini dahi ayaklar altına aldılar ki bundan daha bayağı, daha aşağı bir şey olamaz. Galiba İngiliz lordları arasında Eşkinazi dostlarımızdan çok sayıda üye var. Fakat bunların kararları ancak birkaç ay için geçerli olabilir. Sonrası paramparça bir vaziyettir. Ben, bizim ticaretle meşgul Musevilere, bu dalavere­lere kanmamalarını, iş ve güçleriyle meşgul olarak rahat otur­malarını tavsiye ederim. Doğu Avrupa kökenli Yahudilere verilen isim olan Eşkinazi, "aşkenaz" sözcü­ğünden türemiş ve günümüzde kimi Müsaviler tarafından soyadı olarak kullanıl­maktadır.

Bu gibi meseleler geçmiş dönemlerde de ortaya atılmışsa da Sultan II. Abdülhamit Han tarafından şiddetle reddedilmiş­tir. Merhum Sultan Abdülhamit, İslam dünyası için çok zararlı olacak bu gibi meseleler karşısında en ince detayına dek gayet akıllıca kararlar verirdi. Ne yazık ki çevresindekiler iyi değildi. Şimdi o dönem maziye karıştı; tarihe gömüldü. Günümüzde ise gerçek Müslümanlar her şeyin iyi ve kötü taraflarını bilmeli fakat Allah'ın takdirini beklemelidirler.

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.

Allah o kadar yüce, o kadar adildir ki, O'nun yaptığını hiçbir kul yapamaz. îmhal eder ama ihmal etmez (Mühlet verir ama ihmal etmez.). Allah her şeyi bilir ve görür. Ona göre ya­rattıkları arasında adaletini dağıtır.

Müslümanlar arasında ayrılıkları, bölünmeleri ve bunların nedenlerini ortadan kaldırmak gerekir. Müslüman Türkler, birbiriyle vuruşan taraflardan daima zayıf olanına yardım ederler. 1. Dünya Savaşı'nda aynı şeyi yaptılar. Düşmanlarımız 1 milyar 150 milyon nüfus ve o ölçüde para ve imkâna sahipti­ler. Müttefiklerimiz ise 150 milyon nüfus ve o derecede para ve imkâna sahiptiler. İşte bu iki taraftan zayıf olana yardıma koş­tuk. Fakat yardımına koştuğumuz milletlerin nankörlükleri de gazetelerde bile yer almıştır.

Bize bizden olur her ne olursa

Bunu bilmek ve ona göre hareket etmek gerekir. Asıl üzü­cü olan nokta ise Müslümanların hala birbirlerine düşman gözüyle bakmalarıdır. Bu ne kötü bir durumdur.

Ahlakı bozuk olan bir Müslümanın bile, herhalde bir ya­bancıdan daha az zararlı olduğunu bilmeli ve son zamanlarda görülmeye başlayan yüzeysel düşünceleri zihinlerimizden silmeli, birbirimize güvenip dört elle sarılmalıyız. Aksi halde felaket kaçınılmazdır. "Çok çalışmalıyız!" kelimesini tembel olanlar bile dillerinden düşürmemektedirler. Elbette çok ça­lışmalıyız. Fakat nasıl? Hamallar da sabahtan akşama kadar durmadan çalışırlar. Bunlara asla tembel diyemeyiz. Acaba bu şekilde çalışmak bizi kurtarırını? Dinimiz bize çalışmakla ilgili birçok ilke öğretiyor. Ahlak ve davranışlarımız hakkında bir­çok emir veriyor, tavsiyelerde bulunuyor., İzleyeceğimiz siya­seti gösteriyor. İşte bunları öğrenmeli, bilmeli ve ona uygun olarak hareket etmek gerekir. Can, mal ve ırz güvenliği olan yerde insanlar refaha ulaşırlar. Halkın refahının sağlandığı ülkelerde din, adalet, hürriyet, medeniyet vardır ve kalkınma gerçekleşir. Refah ve saadet olmayan yerde, saydıklarımın hiç biri yoktur ve sırasıyla sefahat, zulüm ve yolsuzluk başgösterir; sefalet, zaruret yol alır netice olarak ise o ülke yıkı­lış ve yokoluşa sürüklenir. Çünkü bütün dinlerin, insanoğlu­nun aldığı bütün önlemlerin ve devletlerin varoluş amaçlarn toplumları daha yüksek bir hayat standardına taşımaktır. Ama denilecek ki; "dünyada hakikat yoktur ve olamaz, bütün var­lıklar yaratılıştan beri mevcuttur, yenilik ve gelişme yoktur". Tekrar diyorum ki refah ve saadet varsa din, devlet, hakikat ve her şey vardır. Yoksa her şey yoktur. Toplumun refah seviye­sini yükseltmek, ekonomiyi güçlendirmek, toplumu kusurla­rından arındırmak gereklidir ki toplumsal ahlak düzelsin, ba­rınacak mekân, refah, bolluk, geçim kolaylığı, devamlı güveni­lir bir ortam ve gelecekten emin olabilmek mümkün olsun.

İslam dini geniştir ve bir fıtrat dinidir. "Her çocuk İslam fıt­ratı üzerine doğar. Sonra onu ana babası Yahudileştirir veya Hristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. " (Buharî, Cenaiz, 80) hadisi buna delalet eder. "Bir kimse zamanı gelmeden bîr şeyi isterse, ondan mahrum kalır." Sözü de doğrudur. İnşallah durumu­muzun düzelme vakti gelmiştir ve işler yoluna girer.

Biz dinimize dört elle sarılalım, güzel ahlak sahibi olalım da bakınız işlerimiz nasıl ve ne kadar kısa bir zamanda düze­lir. Sonuç olarak derim ki, tam anlamıyla Müslüman olursak Cenab-ı Hak, hiç hatır ve hayale gelmeyen, ne Alman parası ve ne de İngiliz dubarasıyla gerçekleşeceğine inanmadığım, Rus­ya devrimi gibi devrimleri ardı ardına büyük devletlerin de başına gelmesini sağlayarak bizi kurtarır.

İnançsızlık, dinsizlik hiçbir amaca ulaşmayı sağlamaz.

Şimdi hayal ettiğim "İslam'ı Yayma Cemiyeti"nin nasıl teşkilatlanacağından bahsedelim.

1-    Bir reis ile yirmi dört üyeden oluşan bir İslam Kurulu Merkezi.

2-    İslam Dairesi

3-    Mevcut olan diğer dinler dairesi (Çeşitli Şubeleri Ola­caktır)

4-    Coğrafya Dairesi, haritacılar, fotoğrafçılar ve ressamlar

5-    Tarih Dairesi

6-    Eski İslam Eserleri Dairesi (İslam Müzesi)

7-    Müslüman Milletler Dairesi (Etnograf!)

8-    Kitap ve İslam Eserleri Dairesi (İslam Kütüphanesi)

9-    Propaganda Dairesi

10-    Muhasebe Dairesi ve Evrak Kalemi

11-    İslâmî Yayma Görevlilerini Eğitim Okulu

İslam Dinini Yayıcılar Okulu ile dini yaymak ile görevli olanlar Propaganda Dairesi'ne bağlı olmalıdır. Din yayıcıları­nın bütün raporları o daireye gelerek incelenmeli ve sonra İs­lam Dairesi'ne verilmelidir. Orası da, inceledikten sonra dü­şüncesini bildirmeli ve kararım vermelidir. Cemiyetin genel reisi Propaganda Dairesi'nin de fahrî reisi olmalıdır.

Cemiyetin on iki üyesi, İslam âleminde en gözü açık, âlim, zeki ve iş bilenlerden seçilmelidir. Diğer on ikisi, Osmanlı âlimlerinden ve düşünürlerinden olmalıdır. Bu kurul, müm­künse tüm ümmetin oy birliği ile seçilmelidir ki dedikodu ve söylentiye mahal kalmasın. Müslümanların önemli bir kesi­minden gelmiş, iyi tanınmış, saygın ve kendisine itibar edilen adamlar doğal olarak birçok şeyi gerçekleştirebilirler. Çünkü bu kuruldakiler bütün Müslümanların en sevdiği, iftihar ettiği ve en güvendiği kişilerden olacaktır. Bütün Müslümanlar, bü­tün Müslüman elçiler, konsoloslar, valiler, mutasarrıflar, kay­makamlar ve hatta bütün memurlar bu cemiyetin fahrî üyesi olmalı ve çalışmalıdırlar. İnsanlar fanidir, bâki ancak Allah'tır. Onun "Hak" ismine nisbetle sevdiği hakikat uygundur. Biz insanlar bugün varız, yarın yokuz, faniyiz. Dünyada en büyük rütbe en şerefli derece iyi bir nam bırakmaktır. Kutsal olan o nam ise Müslümanlar arasından İslamiyet'e hizmet edenlere layıktır.

İslam Dinini Yayma Okulu'nun Programı:

Bu okula girecek öğrenci, Rüşdiye Mektebi (Orta Okul)'nden pekiyi dereceli diploma almış, soyunun nereye dayandığı, kimlerden olduğu bilinmeli ve uygun bulunmalı­dır.

Okulda okunacak dersler:

—Detaylı Genel Coğrafya ve İslam Âlemi Coğrafyası

—Teorik ve uygulamak olarak Devlet ve Siyaset

—Uygulamalı Kimya

—Kozmoğrafya ve Astronomi

—Madencilik ve Jeoloji

—Botanik

—Zooloji

—Beden Eğitimi

—Anahatları ile Tıp

—Peygamberimizin Sünnetleri

—Soy Bilimi

—Müslüman Milletlerin Etnografyası

—Tarih

—Din Bilimleri ve Dinler Tarihi

—Dinler Felsefesi

—Kelam

—Fıkıh

—Tefsir

—Hadis

—İslam felsefesi

—Dil Dersi (Din Yayıcısının gideceği bölgeye göre)

     İnşaat ve Mimarî

     Eski Eserler ilmi

     Eski İslam Eserlerini Araştırma

—Topografya

     Fotoğrafya ve Resim

     Anahatları ile Kara ve Denizde Askerî Teşkilatlanma

     Devlet Yönetimi ve İdarî Teşkilatlarıma

     Siyasal Bilimler ve İslamın Amaçları

—Çocuk Terbiyesi

—Toplumsal Görevler

—Ailevî Görevler

—İslam Beldeleri'nin İklimsel Durumları.

Okulun öğretmenleri, en âlim ve aydın fikirli insanlardan olmalıdır. Yalnız bu öğretmen kadrolarının atanmasında ke­sinlikle adam kayırma söz konusu olmamalıdır.

Öğretmenler, öğrencinin anlayacağı bir üslûp takınarak; tantanalı, tumturaklı kelimeler kullanmadan, dersi masal söy­ler gibi tekrar etmeli ve bu ders konularını öğrencinin mantı­ğına ve ruhuna hitab etmelidirler. Hatta dersler karşılıklı ko­nuşma ve tartışma tarzında ve uygulamalı bir şekilde gerçekleştirilmelidir. Bunun için okulun kütüphanesi, müzesi, birçok kabartma vesaire şekilde haritaları, şekilleri, resimleri, numu­neleri bulunmalıdır.

Amerikan Misyon Heyeti'nin Anadolu'daki Misyon Daire­leri dağılımını gösteren bir haritasıyla Merzifon Mektebi'nin ve 110 İslam Âlemi ve İngiliz Misyoneri bazı kısımlarının resimleri ve talim heyetinin fotoğrafları ese­rimizde mevcuttur.

İstanbul'daki Robert Koleji gözümüzün önünde duruyor; bu gibi okullara rakip bir okulumuzu gösterebilir miyiz?

Bugün her ferd, elinden geldiği ve aklı erdiği kadar devle­te yardım etmekle yükümlüdür. Devlet, üstlendiği gayet zor ve hassas derecede önemli görevleri arasında her işin detayıyla uğraşamaz. Maksadım, bulunduğumuz bu buhranlı ve nazik dönemde devletin önde gelenlerinin öngörü ve dikkatlerine pek büyük bir gerçeği, gayet önemli bir meseleyi arz etmek ve durumun sebeplerini dikkate almalarını kendilerinden temen­ni etmektir. Gerçeği bütün çıplaklığıyla gösterdiğimi ve açık bir dille söylediğimi belki içinde bulunduğumuz dönem adına uygun ve gerçekçi bulmayanlar olmayabilir. Ben hamdolsun Müslümanım ve Müslüman bir devletin ferdi olmakla iftihar ediyorum ve bununla beraber Müslümanca düşünürüm. Başka türlü fikirler zihnimde yer bulamaz. Hatalarım varsa iyi niye­time yorulmalıdır. "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göre­dir". Maksadım, devletime ve milletime gücüm yettiği kadar hizmet etmek ve gelecek kuşaklar için yapılması gayet zarurî olan bir işi şimdiden devletin önde gelen sorumlularının ileri görüşlülüklerine arz etmektir. Bu kitapçık çok önemli bir gerçekten bahsediyor. O gerçeği, duruma, zamana, bölgeye ve siyasete göre aynen veya daha uygun bir biçimde uygulamak devletimizin yönetiminde bulunan şahıslar aittir. Cenab-ı Hak onları her türlü işte ve bu meselede İlahî yardımı ve doğru yolu ile şereflendirsin. Âmin.

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to