İngiliz Misyoneri Nasıl Yetiştiriliyor?
Yzb. Ahmed Hamdi Bey
Yayına
Hazırlayan: Zafer Çınar
Misyonerlik ve Misyonerler Üzerine Birkaç Söz
Misyoner,
ülke içinde ve yabancı ülkelerde Hıristiyanlığı yaymayı vazife edinmiş kişileri
nitelendirmek amacıyla kullanıla gelen bir terimdir.
Kilise terminolojisinde bir vazife ifa etmek gayesiyle gönderilen delegasyonu
yahut daha özel anlamıyla "İncil'i Hıristiyan olmayan halklara"
yaymayı ifade etmek için de misyon kelimesi kullanılmıştır .
Misyonerlik
Hz. İsa'nın göğe kaldırılmasından sonra Havarileri tarafından Hıristiyanlığı
yaymak amacıyla oluşturulmuş dinî bir yapılanmadır. Hz. İsa'nın Havarilerine
söylediği rivayet edilen, "Gidiniz! Gerçeği (Kutsal Kitabı) onlara
anlatınız" buyruğu misyonerliğin temel gerekçesini oluşturmuştur. Bu
şekilde kurulan misyonerlik sonraki devirlerde insanları sadece Hıristiyanlığa
davet etmekle yetinmemiş, belirli mezheplere yönlendirme gayesi de gütmüştür
.
Misyonerliğin
amacı Hıristiyanlığı dünyaya hakim kılmak şeklinde ifade edilmiştir.
Misyonerler bu gayelerine erişebilmek için gittikleri her yerde bağlı
bulundukları mezhebin kilisesini kurarak halkı bu kiliselerin etrafında
toplamaya çalışmışlardır. Bu amaçla, başta Asya ve Afrika olmak üzere dünyanın
değişik bölgelerinde faaliyet göstermişler, emperyalist devletlerle işbirliği
içinde hareket etmişler, onlara müsait zemin hazırlamışlardır3.
Farklı dinlere mensup büyük devletlerin birbirleriyle din uğruna yaptıkları
savaşların en yoğun olduğu dönem Haçlı Seferleri'ne kadar uzanmaktadır.
Haçlı
Seferleri'nin başlamasında önemli pay sahibi olan Papa II. Urbanus, geniş
Hıristiyan kitlelerini Müslümanlara karşı savaşmaya teşvik etmeye sadece, iyi
ücret vaat etmenin yeterli olmayacağını düşünmüş, bu savaşı daha da çekici bir
hale sokmak için dinî hisleri de ön plana çıkarmıştır. Zira, Batı dünyası,
Bizans'ın elde edeceği başarılardan ziyade, maddî bakımdan kendi çıkarlarına
uygun düşecek, manevî bakımdan ise, dinî hislerini şevk ve galeyana getirecek
bir çağrının uyandıracağı cazibe ile doğuya gitmek hevesine kapılabilirdi. Öyleyse
Doğu'ya düzenlenecek sefer, İsa aşkına, din uğruna fedakârlık ve sevgi teması
üzerine oturtulmalı, çağrı bu doğrultuda yapılmalıydı ; Gerçekten
de Haçlı Seferleri, Papa Urbanus'un gayelerine ulaşması noktasında önemli bir
etken oldu. Haçlı Seferleri sonucunda yapılan fetihler bir anlamda Papa'nın
fetihleriydi. Fetihlere kilise açısından bakıldığında, Papa'nın hakimiyet
sahası muazzam bir genişliğe kavuşmuştu. Hıristiyanların yaşadığı bölgelerde
bulunan cemaatler onun yüksek hakimiyetini tanımışlar, misyonerleri Habeşistan
ve Çin'e kadar ulaşmışlardı .
"Haçlı
Seferleri Dönemi" olarak adlandırılan 1096-1291 arasındaki devrenin,
başından beri Haçlılara karşı mücadele veren Türkler tarafından Haçlıları
Yakındoğu'dan atmalarıyla sona erince, Yakındoğu'da yayılma anlayışı
Hıristiyan devletler tarafından bir ideoloji halinde yaşamaya devam etti. Bu
yüzden olsa gerek XIV. yüzyıldan itibaren daha asırlarca devam edecek zihniyetin
eylemi olarak, yapılan seferlere "Geç Dönem Haçlı Seferleri" adı
verilmiştir. Yakındoğu'ya hakim olmak; Doğu'nun zenginliklerini ele geçirmek
-ister Haçlı zihniyeti, ister başka bir sözcükle ifade olunsun. Avrupa'nın
yaklaşık dokuz yüz asırdır vazgeçemediği bir tutkusu haline geldi .
Haçlı
Seferleri döneminden itibaren başlayan misyonerlik hareketleri Türklerin
Yakındoğu'ya hakim olmasıyla birlikte daha da hızlandı. Bilhassa İstanbul'un
fethinden itibaren İngiltere ve Fransa gibi politik güç merkezleri, Türkleri
Avrupa ve Anadolu'dan atmak için bir yandan aralarında yeni haçlı ittifakı
oluştururken bir yandan da Anadolu'ya misyonerler göndermeye başlamışlardır
. Misyonerlik, bilhassa XHI. Louis döneminde (1601-1643), Papaz
Joseph'in de etkileriyle Müslümanlara karşı yepyeni bir Haçlı metodu olarak ön
plana çıkarıldı . Osmanlı Devleti ile Fransa Krallığı arasmda
başlayan dostluğun bir sonucu olarak, bilhassa Galata'da yerleşen, Katolik
mezhebine mensup Cizvitler vasıtasıyla misyonerlik faaliyetleri Osmanlı
topraklarında da görülmeye başlamıştır. Galata'da Saint Benoit Kilisesi'ne
yerleşen ve burada Saint Benoit Okulu'nu kuran Cizvitler, ilk olarak Müslüman
halk üzerinde faaliyet göstermeye çalışmış, ancak, başarılı olamayınca Ermeniler
üzerinde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir . Bu dönemden itibaren
Osmanlı topraklarında yerleşmeye başlayan bu ilk misyonerler yazdıkları
eserlerle daha sonraki dönemlerde aynı yolu takip edecek meslektaşlarına ön
ayak olmuşlardır .
Misyonerler,
Haçlı Seferleri sırasında Müslüman Türklere karşı alman ağır mağlubiyet
sonrasında Hıristiyan aleminin tekrar dirilişini temin etme sorumluluğunu
üstlenmişlerdir. Hıristiyan dünyası misyonerler vasıtasıyla yürüttüğü
"oryantalizm" politikası sayesinde Müslüman toplumlar üzerinde kendi
hegemonyalarını kurmayı hedeflemiştir.
Doğu
Araştırmaları alanında çalışan batılı ilim adamları olan oryantalistler,
nüfusunun büyük çoğunluğunu Müslüman halkın oluşturduğu bazı Asya ve Afrika
ülkelerinin din, inanç, kültür ve folklor gibi bir millete vücut veren, onu
diğer milletlerden ayıran, daha da önemlisi halkın gündelik hayatına,
inançlarına ve düşüncelerine tesir eden faktörler üzerinde araştırmalar
yapmışlardır . Sözü edilen bu oryantalistlerin büyük çoğunluğunun
aynı zamanda birer misyoner olmaları, teşkilatın tarihi seyri ve üstlendiği
fonksiyon itibarıyla son derece önemli sonuçlar doğurmuştur.
İlk
defa 1815 yılında Viyana Kongresi'nde bir Rus delegesi tarafından ortaya ablan
ve daha sonraki dönemlerde bazı diplomatlar tarafından da değişik anlamlarıyla
benimsenen "Şark Meselesi" terimi, bu yüzyılda Osmanlı Devleti
bünyesinde misyonerliği ifade etmek için de kullanılmıştır . Batılı
oryantaüstler, artık top ve tüfek ile taarruz yerine, ekonomik, kültürel ve
sanatsal yönleri kullanarak Müslüman toplundan dejenere etmeye gayret
etmişlerdir . Şark Meselesi'nin kukla oyuncuları ise Ermeniler ve
Müslüman Araplar olmuştu . Mesela, İngilizler, 1840'tan itibaren
Lübnan ve Suriye bölgelerinde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında meydana gelen
çatışmalardan faydalanarak kendi mezheplerinden olanları himaye etmek
bahanesiyle olaylara müdahale etmişler, bu vesileyle nüfuzlarını
kuvvetlendirmeye çalışmışlardır. İngilizler nüfuzlarını güçlendirmek amacıyla
misyonerleri kullanmışlardır .
Bu
dönemden itibaren Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıkların haklarını koruma
bahanesiyle, dış güçler tarafından sürekli olarak devletin iç işlerine
müdahale edilmiş, misyonerler siyasî propagandanın en önemli elemanları olarak
görev yapmışlardır. İtalya ve Avusturya Katolikleri, İngiltere, Almanya ve
Amerika Birleşik Devletleri Protestanları, Rusya ise Ortodoksları himaye
bahanesiyle Osmanlı Devleti'nin iç işlerine müdahale etmeye çalışmışlar, bu
müdahaleyi de çoğunlukla gönderdikleri misyonerleri vasıtasıyla
gerçekleştirmişlerdir. Aslında, buradaki asıl hedefin gizli anlaşmalarla
paylaşılmış Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılması ve Müslüman dünya üzerine
Hıristiyan hakimiyeti kurmak olduğu anlaşılmıştır. Sözü edilen bu devletler,
Osmanlı ülkesindeki bu hedeflerini kolayca gerçekleştirebilmek için çok sayıda
misyoner yetiştirmişlerdir .
XIX.
yüzyılın başarından itibaren, bu devletler tarafından Osmanlı ülkesi dahilinde
olan Afrika, Arabistan ve Asya kıtalarındaki topraklara çok sayıda misyonerler
gönderilmiştir. Bu misyonerlerin pek çoğu, yukarıda da belirtildiği üzere,
genellikle ilim adamı yahut araştırmacı kimliği ile toplumun arasına girmiş,
uzun süre onlarla birlikte yaşayıp güvenlerini kazanırken, bir taraftan da
bulundukları bölgeler hakkında stratejik değer taşıyan bilgileri hamileri olan
ülkelere bildirmişlerdir.
Misyonerlik
faaliyetlerinin en etkili unsurlarından birisi azınlık okulları olmuştur.
Batılı büyük devletler, Osmanlı topraklarında himayeleri altına aldıkları
azınlıklar için kurmuş oldukları okullarında, etnik azınlıkları kendi
taraflarına çekmeyi başarmışlardır . Misyoner okullarında eğitim
gören azınlıklar, bir süre sonra Osmanlı idaresine karşı ayaklanmış, bu
okullarda öğretmen yahut din adamı olarak görev yapan misyonerler de bu ayaklanmaların
meydana gelmesinde en önemli rolü üstlenmişlerdir. Misyonerlik gönüllülük
esasına dayandığı için okulların yanı sıra, bazı dönemlerde kilise ve
hastanelerin de bu amaca hizmet ettiklerine şahit olunmaktadır.
Osmanlı
Devleti'nin son dönemlerinde bilhassa üç misyoner okulu çok önemli üç misyonu
üstlenmişti. Bunlardan birisi olan Robert Koleji'ne Bulgar ayrılıkçılığının
liderleri yerleştirilmişti. Harput'taki Fırat Koleji, Ermeni ayrılıkçılığının
liderlerinin yerleştirildiği okuldu. Merzifon'da kurulmuş olan Amerikan Koleji
ise daha ziyade Pontus hareketinin merkezi durumundaydı . Orta
Doğu'da bu misyonu en iyi yerine getiren bir diğer okul ise Beyrut'taki
Amerikan Üniversitesi idi. Bu okul 1866 yılında misyonerler tarafından
kurulmuştu. Suriye'deki ilk Protestan Koleji olarak kurulan bu okulun etkileri
bütün Arap dünyasında kısa süre içerisinde hissedildi. Bu okulda okuyan
Müslüman öğrenciler hileli yollarla kendi dinlerinden uzaklaştırılmış, kendi
dinlerine zıt doktrinlerle eğitilmişlerdi. Bu propaganda neticesinde,
öğrenciler son sınıfa geldiklerinde kendi dinlerine karşı hararetli birer
muhalif haline gelmişlerdi. Bu okuldan mezun olan öğrenciler daha sonraki
dönemde Arap milliyetçiliğinin en ateşli savunucuları ve yeni oluşan Arap devletlerinin
liderleri olmuşlardır .
Misyonerler
iyi bir eğitim almanın yanı sıra, görevlendirildikleri ülkenin coğrafî,
ekonomik, kültürel, siyasî durumu hakkında da bilgi sahibi olmuşlardır.
Misyonerlerin hedef aldıkları bölgelere, kitlelere ve toplamlara yönelik ayrı,
özel program ve metotları olduğu gibi zaman ve şartlara göre değişen metotları
da olmuştur . Mesela, Protestan misyonerler propaganda yaptıkları
insanları değiştirmeyi, düşüncelerine, yaşam tarzlarına müdahale etmeyi
düşünmüşler, kurdukları okullar ve yayınladıkları kitaplarla bu amaçlarına
ulaşmaya çalışmışlardır . Faaliyet gösterdikleri bölgelerde yaşayan
yerli halkın dillerini, dinlerini, örf ve adetlerini en ince ayrıntısına kadar
öğrenmişler ve bu konular' üzerinde akademik sayılabilecek çalışmalar
yapmışlardır. Bu misyonerler, Batılı devletlerin genelde Müslüman toplumlarla,
özelde İse Osmanlı Devleti ile tarihsel hesaplaşmalarında baş rolü
üstlenmişlerdir. Başlangıçta masum bir dinî iletişim, sosyolojik bir
araştırma, bilimsel araştırma vs. gibi gerekçelerle başlayan ilişkiler yumağı,
daha sonra dış güçlerin ülkenin iç işlerine müdahalesi yahut sözü edilen
misyoner/din-bilim adamları tarafından stratejik bilgilerin dışa
sızdırılmasıyla sonuçlandı. Devletin kuvvetli yahut zayıf yönlerinin
anlaşılmasından sonra ise, siyasi müdahale kaçınılmaz bir sonuç haline geldi
. İşte bu nedenden ötürü olsa gerek, Atatürk, misyoner okulları için
"bunlar mektep değil, memleketimizde düşmanın işgali altındaki
kalelerdir" cümlesini sarf ediyordu .
Yukanda
sözü edilen vasıfların hemen hemen tamamına sahip misyonerlerden birisi bu
eserin kahramanlarından Şeyh Abdullah Mansur idi. Abdullah Mansur, Yemen'de
botanik bilimcisi olarak faaliyet gösteren, aynı zamanda da Müslüman kimliği
altında, bölge halkının kendisine çok önem verdiği bir şeyh olarak güçlü bir
nüfuza da sahip olmayı başaran bir misyonerdi. Üstelik o bu bölgede bulunan
tek misyoner de değildi. Elinizdeki kitabın yazan Osmanlı ordusunda görev
yapan Yüzbâşı Ahmed Hamdi Bey, Yemen'de bulunduğu sıralarda, bölgede yoğun
olarak çalışan misyonerler hakkında yaptığı araştırmada; Şeyh Mansur gibi
misyonerlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmakla birlikte, görüştüğü Misyon
Cemiyeti'nin önde gelen üyeleri, bölgede bilhassa İngiliz desteği ile yetişen misyonerlerin
yetişme şekilleri, faaliyet sahaları, bağlantılı olduklan kimseler hakkında
detaylı bilgi vermekte, misyonerlik teşkilatının işleyişini de gözler önüne
sermektedirler.
İSLAM ÂLEMİ VE
İNGİLİZ MİSYONERİ
İngiliz Misyoneri Nasıl
Yetiştiriliyor?
AHMED HAMDİ BEY
Kitabımın
başlığı amacımın ne olduğunu gayet açık bir şekilde ortaya koyduğundan, eserin
içeriğinden bahsetmeye ve bu suretle laf kalabalığı yapmaya gerek görmedim, bu
nedenle bir önsöz yazmadım.
Yemen'de
devlet hizmetinde bulunduğum yıllarda, San'a'da Hacı Halil ve Menaha'da da
Abdullah Mansur isminde, Müslüman olmuş iki İngiliz'in bulunduğu ve bunların
yerel halkla yakın bir ilişki içerisinde olduklarını duymuştum.
Hava
değişimi amacıyla Hadîde'den San'a'ya giderken Tehâme ile dağları ayıran
bölgede yer alan ve asıl adı Vasi olup halk arasında Evsel adıyla bilinen bir
yere gelmiş ve buranın şeyhi olan Şeyh Kanes'in evine inmiştim. Şeyh Kanes'in
evi Vasi tepesinin zirvesinde kagir olarak yapılmış korunaklı bir mekândı. Bu
evin terasından her yer görülebiliyordu. Şibam ve Mesâr tepeleri görüldüğü
gibi, Saf an Dağı da boylu boyunca seyrediliyor; yine Hiyca vadisinin
dolambaçlı şekli oldukça hoş bir manzara sergiliyordu. Vasi bölgesi Tehâme'de
yaşayan askerlerimiz için pek güzel bir sanatoryum olabilir. Buranın havası
ılıman, suyu ise tertemizdir. Rüzgâra karşı son derece korunaklıdır. Sıcaktan
veya soğuktan muzdarip olanlar burada rahata kavuşabilirler.
Erkan-ı Harbiye Yüzbaşısı olduğum sırada, misyonerlerle karşılaşmış olan Kaymakam Rizeli Kaptan Mustafa Bey'in bir anısını dinlemiş, anlattıklarından kendime epeyce dersler çıkarmıştım. Kaptan, iki İngiliz mühtedisinden bahsetmişti. Bu İngilizler kabileler arasında yaşıyorlardı. Bu adamların, neden kabileler arasında yaşadıklarım çok merak etmiştim. Kendi kendime, bunun sebeplerini öğrenmemin vicdanî bir görev olduğuna hükmettim. İşte bu yüzden, başka bir yerde iki saat rahat rahat dinlenmek yerine, Şeyh Kanes'in evini ziyaret etmeyi tercih ettim.
Şeyh
Kanes halis diplomat olacak bir adamdır. Sözünü, sohbetini, nerede ne
söyleyeceğini çok iyi bilir, konuşurken her yanı kollar, karşısındaki insanın
konuştuğu kelimelerden, duruşundan, hatta yüzünün aldığı renkten niyetinin ne
olduğunu az çok anlar ve ona göre sözler söyler. Çok zeki bir insan olduğu
için Yemen'in tarihinden, yani Ad ibn-i İvaz'dan başlar, İrem Bağlan'ndan söz
eder ve sözü daha da uzatarak Kahtân bin Hud'dan, onun oğlu Ya'reb'den, Yeşceb
ve Amr'dan bahisler açar, daha sonra Himyer hakkında detaylı bilgiler verdikten
sonra Nu'man, Baran, Cebare, Necran ve Abin ile ilgili de pek çok şey söyler.
Benimle konuşurken bunlardan bahsettikten sonra, Abin'in savaşlarıyla ilgili
pek çok hikâye de anlattı. Yine konuşmasının içinde, îskender-i Zülkameyn'in
Yemen hükümdarı oluşunu, Ebrehe'nin Mekke kuşatmasını ve Belkıs ile Hazreti
Süleyman arasındaki ilişkiyi anlatmayı da ihmal etmedi.
Hedhad'ın
amcası Yamir oğlu Şemmer-i Ber'aş'ın Kudüs'e gidip duvarına yazdırdığı,
"Himyer'in Tanrısı Allah'ın adıyla, Kral Zü-Meraş buraya ulaşmıştır.
Benden önce kimse buraya ulaşmadığı gibi, benden sonra da ulaşamayacaktır"
şeklindeki cümleyi de ezberinden okudu. Zeyd, Malik, Akran, Züceyşan, Tübbâ,
Esad, Ebu Kerb gibi Yemen hükümdarlarının faaliyetlerini kısaca anlattı.
Hükümdar Seni'a'nın zalimce uygulamalarını eleştirip, Zû Nuvas'ın
yüceliklerini hayırla yâd etti.
Görüldüğü
gibi Şeyh Kanes hiç de yabana atılmayacak derecede bilgili bir adamdır. Bana,
Seyf Zülyezen'in bütün dünyaca bilinen cesaret ve şanını takdir ederek
anlattı. Adil Nuşirevan fikrinden vazgeçmesi için yapılan para teklifine
karşılık, Seyf Zülyezen'in verdiği "Vatanımın dağlan taşlan altın ve
gümüştür, vatanımı düşmanların elinden kurtarmayı yürekten istiyorum. Bu
nedenle böyle bayağı şeylere rağbet ve tenezzül edecek karakterde birisi değilim.
Var gücümle bu kutsal gaye için savaşacağım, bu uğurda gerekirse canımı feda
edeceğim. Bana yardım edin ki ayaklar altında çiğnenen namus ve şerefimizi
kurtarayım, bana destek olun ki, her gün yoktan yere kanlan akıtılan yüz
binlerce masumu bu vahşi, acımasız düşmanların zulmünden ve hakaretinden
kurtarayım. Bana lütfedin ki, bu kutsal milleti Habeş serserilerine
hizmetkârlık yapmaktan, kulluk etmekten kurtarayım. Sizin herkesçe bilinen
merhametinizden, kereminizden ve inayetinizden istifade etmek için buraya
kadar koşup geldim. Hiç sanmıyorum ki, sizin gibi yüce bir hükümdar beni
huzurundan mahzun ve melûl bir şekilde göndersin" cevabını yaşlı gözlerle
anlattı. Ardından Yemen'de İslamiyet'i ilk defa kabul eden Bâzân'ı rahmetle yâd
etmeyi de unutmadı.
Yemen'de
görev yapan ashabdan Hazreti Ali, Muaz b. Cebel, Ebû Musa el-Eş'ârî, Halid b.
Velid, Ziyad b. Lebid, Ebân b. Sa'îd ve Muaviye b. Kinde hakkında mütalaada
bulundu. Hatta Yemen'e, Zeydiyye mezhebini getirip yayanın, Hz. Ali'nin
sekizinci göbekten torunu olup, (Hicrî) 254 yılında Medine'de dünyâya gelen
Yahya b. Hüseyin olduğunu, bu şahıstan sonra imamlığa sırasıyla, İmam Nasır
Ahrned b. Yahya, el-Mansur Yahya, el-Muntasır Yahya ve Yusuf b. Yahya'nın
geçtiklerini, H. 404'ten, H. 912'ye kadar Yemen'in imamsız kaldığını ifade
ettikten sonra, Zeydî mezhebinde on dört şartı bünyesinde barındıran birisinin
İmam olabileceği için, bu tarihten sonra, İmam Şerafeddin'in imamete geçtiğini
söyledi. Sözlerini bitirince ben de, "Bundan sonrası Osmanlı tarihine
aittir, biliyorum, biraz da Yemen'in bitki ve hayvanlarından bahseder misiniz?"
dedim. Şeyh Kanes şöyle cevap verdi: Bizim ülkemizde, özellikle de, Tihame'de,
yumurtadan çıkan piliç haftasında öter, altıncı ayında yumurtlar. Başka
türlerde, farklı renklerde kuşlar vardır. Fakat, başka ülkelere seyahat
etmediğim için, bu ülkelerdeki kuşlar ile aralarında fark olup olmadığını
bilmiyorum. Ancak, geceleri Menaha'da, kalıp vaktini Beyt-i Müddei' isimli
köyde geçiren, Abdullah Mansur adında Müslüman olmuş bir İngiliz vardır. Bu
şahıs, Londra Hayvan İlimleri Cemiyeti üyesi olup, avcılıkla uğraşmaktadır. O,
bütün kuş türlerini ve aralarındaki farkları bilir. Kendisiyle görüşüp, bu
konuda epeyce bilgi alabilirsiniz. Ancak, bir şey daha söylemek isterim; Menaha
kasabasına bağlı olan, Harâz kazasının sınırları içinde kalan bölgede öyle
kuşlar varmış ki, dünyanın hiçbir yerinde benzerlerine rastlamak mümkün
değilmiş. Bu hayvancıkları avlamak için ömrünü kazamızda geçiren Abdullah
Mansur'un hareketlerinden, sözlerinden, çok para harcamak suretiyle, bu
bölgedeki insanların kalplerini kazanma konusundaki becerisinden ve benzer
davranışlarından ötürü kendisinden şüpheleniyorum.
Mutlaka,
yerel idare bu adam hakkında gerekir takibat ve soruşturmayı yapıyordur. Ama
kesin olarak bildiğim ve anladığım bir şey varsa, o da, Abdullah Mansur'un çok
zengin olduğudur. Para harcarken sağına soluna bakmaz. Yemen'de dinini dinara
satan çok adam var. Bu yüzden, bazı vatandaşlarımız kendisine çokça
bağlıdırlar. Harâz'a küçük bir kaza deyip geçmeyin. Burası, çok önemli bir
kavşak noktasıdır. Cebel ve Tihame'ye karşı önemli bir manevra merkezidir.
Yani, bu iki şehrin kontrolünde ana üs konumundadır. Harâz bu iki şehre karşı
sallanabilecek [Tihame ve Cebel], iki tarafı keskin bir kılıca benzer. Buradan
her iki tarafa da asker sevk edilebilir. Menahe, San'a ve Hadîde gibi memur
sayısı fazla olan bir şehir değildir. Abdullah Mansur serbestçe bezini dokuyor.
Allah sonunu hayır etsin. Hz.
Peygamber, "Tedbir, yaşamanın, dostluk aklın yarısıdır" (Deylemî,
el Firdevs bi-Me'sûr'il-Htfâb, II, 75) buyuruyor, diyordu. "Tedbir,
yani, halkla iyi geçinip, âlemin nefretini kazanmamak, aklın yarısıdır"
buyurmuştur. Hadisi izah eden kişi bunu şu şekilde izah ediyor:
"İki türlü zengin vardır. Birincisi elde ettiği mal ile zengin olur,
İkincisi ise mala mülke ihtiyaç duymadan zengin olur". Siyasette, devlet
işlerinin yönetiminde hiçbir şeye ihtiyaç duymamak budalalıktır. Bu hususta
peygamerimiz "Önce deveni bağla, sonra Allah'a tevekkül et" (İbn
Hıbbân, Sahih, II, 510) buyuruyor. Tedbirde kusur edip de, "tevekkül
ettim" demek yanlıştır, caiz değildir. Bu hadis aynı zamanda, tedbirin
kaderle olan ilişkisini de tayin etmektedir.
Konu,
böylesine belirgin, herkesin malumu, hatta Yemen'li bir köylünün bile net bir
şekilde kavrayabileceği bir haldeyken, bizim devletimizin görevlileri hâlâ
derin bir uykudaydılar.
Harâz
kazasında Zeydiler ve Mükerrremîler yaşamaktadırlar. Mükerrremîler, devletle
yakın ilişki içerisindedirler ve dostluklarını daima göstermişlerdir.
Zeydilerle savaşlarında, sürekli olarak ordunun yanında yer almışlardır.
Menaha'ye vardığım zaman, Mükerrremîlerin önde gelen ismi Şeyh Nasır Paşa ile
Şeyh Naci beniz ziyarete geldiler.
Bu
iki şahıstan, mühtedi Abdullah Mansur hakkında bilgi istedim. Bu konuda Şeyh
Naci bana şunları anlattı: Abdullah Mansur, "Bery Ailesi'ne" mensup
bir İngiliz'dir. Londra Hayvan İlimleri Cemiyeti üyesidir. Şark Okulu'nda
öğrenimini tamamladıktan sonra, uzun yıllar Arabistan'da kalmış olduğu için çok
iyi Arapça bilir ve konuşur. Yaklaşık yedi yıl Aden şehrinde kalmış, cinsine
ender rastlanan’ pek çök kuş toplamıştır. Fakat bu avlar sırasında daha neler
yaptığını bilmiyorum. Yine de duyduğum kadarıyla, çok iyi harita yaparmış ve
gittiği her yerde araziyi incelermiş. Hatta, para vermek suretiyle, kuyular
kazdırıp, içlerinden çıkardığı taşları mikroskopla inceler, inceleme
sonuçlarını, cebinde bulundurduğu defterine yazar, taşlardan bazılarını alıp
saklarmış. Küçük kıtada bazı aletler kullanır, yanında çok sayıda fotoğraf
makineleri bulundurur, bazı bölgelerin fotoğraflarını çekermiş. Ben kendisiyle
defalarca görüştüm. Dindar bir kişilik sergilemeye çalışmasına rağmen, laf
arasında Bektaşîlik ile Protestanlık arasında çok az fark olduğunu söylemekten
çekinmiyor. Bu adam, namazını vaktinde kıldığını, orucunu tuttuğunu,
"emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker"e tâbi olduğunu ileri
sürer, Pazartesi ve Perşembe günleri oruçlu olduğunu söyleyerek, belirtilen günlerde
evinden dışarı çıkmaz, hareminden başka hiç kimseyi kabul etmez. Diğer günler serbesttir. Bana
göre, Abdullah Mansur, Peygamber efendimizin, "Bir adama günah olarak,
her yaptığını ve işittiğini söylemesi yeter" (Müslüm, el-Câmi'us-Sahîh,
1,10, no:5) hadisinden hareketle, böyle sözler söylüyor.
Abdullah
Mansur, vaktinin çoğunu Beyt-i Müddei' köyündeki evinde geçirdiği için, şayet
Menahe'de ise, bugün akşamüzeri, değilse haber gönderirim, yarm sabahleyin
gelir. Öğleye bir saat kala, yanınıza getirip sizinle görüştürürüm. Abdullah
Mansur, bir İngiliz olduğu halde, aralarında yaşadığı Araplar gibi yer, içer,
giyinir ve yatıp kalkar. Asla içki içmez, aynı Araplar gibidir. Fakirlere
sadaka verir, ihtiyacı olana yardım eder, dostlarına ikramda asla kusur etmez.
Son derece içten pazarlıklı birisidir. İngiltere'de bu tip insanlara
"Misyoner" diyorlamuş. Ben, bu cahil halimle, yabanîliğimle bile anlıyorum
ki, bu adam gizemli birisidir. Elbette, devlet görevlileri bu şahsın kim
olduğunu çok iyi biliyorlardır. Çünkü "Subaşı olursa uyanık; su, başından
olmaz bulanık" derler.
Şeyh
Naci ile görüştüğüm gün, Menaha Kaymakamı Mehmed Bey'i de gördüm ve ondan da bu
misyoner hakkında bana bilgi vermesini rica ettim. Mehmed Bey de bu şahısla
ilgili şunları söyledi: Menaha'da ve Beyt-i Müddei' köyünde yaşayan mühtedi bir
İngiliz vardır. Kendisiyle birkaç defa görüştüm. Av meraklısı olduğu için, avı
çok olan Harâz kazasında vakit geçiriyor. İlim ve fenle uğraşanların zihninde
siyasete yer yoktur. Bu yüzden, onun siyasi açıdan tehlikeli bir insan olduğunu
sanmıyorum. Hayvan İlimleri Cemiyeti üyesi olduğu için, ömrünü bu uğraşa,
ilmini tamamlamak ve artırmak için gerekli olan türleri toplamaya adamış ve bu
amaçla faaliyet göstermiştir.
Bunun
üzerine ben de, "Söylemiş olduğunuz sözler sizin kendi fikirlerinizdir.
Acaba, böyle bir adamın ne yaptığını tam olarak araştırmak gerekmez mi? Bunun
için bir memur görevlendireniz, ya da bağlantısı olan adamlardan bilgi alsanız
olmaz mı? Bilgili ve faziletli olanlar, aynı zamanda meraklı da olurlar.
Bilhassa siyasetle uğraşanların hemen hepsi ilim adamlarıdır. Cahilden diplomat
olmaz, bazı madrabazlar çıksa da onların mumu da yatsıya kadar yanar,
etkilerini kaybederler. Bu yüzden, "İlim ve fenle uğraşanların
zihinlerinde siyasete yer olmadığı'na dair görüşünüzün pek bir geçerliliği
olmasa gerektir" dedim.
Bunun
üzerine, Mehmed Bey, "Hacı Ali isminde, bundan daha hilekâr, daha bilgili
ve zeki birisi daha var. Bu şahıs bir buçuk yıldır, Yemen vilayetinin merkezi
olan San'a'da, vali ve kumandanların gözünün önünde oturuyor. İmamla haberleşiyor,
cami, mescid, meclis, çadır gibi yerlerde yapılan sohbet toplantılarına
katılıyor. Hükümet bu duruma aldırış bile etmiyor. Tek bir polisi olan
Menaha'da ben ne yapabilirim? Nereden memur bulayım? Hadi bulsam bile, maaşını
nasıl ödeyeyim. Bu konuda idareden bir talepte bulunamam. Canı ne isterse
yapsın. Şayet bir gün bu şahıstan bir kötülük meydana gelirse, o zaman
üstlerime, bildiririm, ne yapacağımı sorarım ve ne söylerlerse onu
yaparım" dedi.
Hâlbuki
"gizli ödenek" adıyla bilinen paranın boşa harcanmaması ve böyle
önemli işler için kullanılması gerekiyordu. Ertesi gün, öğleye bir saat kala,
Şeyh Naci, yanında Abdullah Mansur olduğu halde, misafiri olduğum, Heciyle
Nahiyesi Müdürü Mehmed Ali Rıza Efendi'nin evine geldiler. Onları gayet iyi
karşıladım. Övgü dolu sözlerden sonra, Abdullah Mansur'a, avcılıkla meşgul
olduğunu duyduğumu söyledim. Abdullah Mansur, Fransızca olarak, şu cevabı
verdi: "Hayvan İlimleri Cemiyeti üyesiyim ve kuşlar bölümünde çalışıyorum.
Bütün hayatımı ve servetimi, uzmanı olduğum bu ilim dalının ilerlemesine
adadım. Babamdan kalan bütün servetimi bu iş için harcıyorum. Harâz, kuşların
toplandığı, yuva yaptığı ve çoğaldığı bir yerdir. Bu kazanın yeşil vadilerinde
rastladığım rengârenk kuşları, dağlık bölgelerden yakaladığım kahraman tavırlı
kuşları dünyanın hiçbir yerinde görmedim. Burada, değişik türlere mensup pek
çok kuşlar görüyorum. Harâz'dan Cebel'e doğru ilerledikçe, ılıman veya sert
iklimli ülkelere özgü kuşlar, Hâze bölgesinde, Tahame'de ve sahilde sıcak ülkelere
özgü kuşlar vardır. Kuşların efendisi olarak bilinen ve kutan adı verilen kuşun
farklı renklerini buldum. Kuşların yediği böceklerin her çeşidini yakaladım.
Çeşit çeşit göçmen kuşlar avladım. Özellikle, puhular pek korkunç görünüyorlar,
hüdhüdlerin çok sevimli tüyleri var. Şakraklarla sakalar sabahları beni çok
eğlendirirler. Yürüyen kuşlar arasında karatavuk da vardır. Yırtıcı kuşlar,
Harâz'm Şibam ve Kâhil dağlarında kümeler halinde gezerler. Mesâr dağındaki ala
kargalar gözlerimi kamaştırır. Şerb vadisinde sürüyle ağaçkakan topladım. Benî
Ahmed'deki yaban ansı kuşlarının bağırıp, çağırmaları insanın kulak zarlarını
tırmalıyor. Gezdiğim bölgelerde körü körüne dolaşmam, genel durumu hakkında da
bilgi toplarım.
Mesela,
Ouz Kıtası hakkında yazdığım Land of Ouz adlı eser, oldukça faydalıdır,
okursanız memnun kalırsınız. Size bir nüshasını takdim ederim. Benim adım
Abdullah Mansur olup, İngilizce ismim ise, G. Wyman Bury'dir. Doğu dilleri
arasında en zengin dil olan Arapça'yı öğrendim. Bu dili öğrenmiş olmaktan son
derece memnunum. Çünkü bu dil bana, doğru yolu gösterdi, Rabbim'in rızasını
öğrenmemi sağladı, hidayet erişti, Allah'ın birliğine inandım, ahiretimi
kazandım. Bundan sonra, Arap milleti içinde yaşamaya, vird ve Allah zikri ile
ruhumu teslim etmeye ahdettim. İşte, gördüğünüz gibi şu anda burada yaşıyorum.
Londra'da akrabalarım ve nişanlım var. Sömürge ticareti ve sanayi ile uğraşan
Henry Kimbert ve Sosyolog Charles Bush benim sevdiğim dostlarımdır. Onlarla haberleşmek
için, üç ayda bir Hadide'ye iner ve konsolosumuz Richardson'a misafir olurum.
İnşallah, döndüğümde Hadide'de tekrar sizinle müşerref olurum" dedikten
sonra, izin isteyip ayrıldı.
Bu
sırada, Nasır Paşa da kaldığım yere gelmişti. Nasır Paşa, çok temkinli bir
kimse olduğu için, çok az konuşur, laf ağzından sanki dirhemle çıkardı. Bana
dönerek, "sizin şüphelerinizi giderecek ve' doğru bilgiler verecek bir
adam buldum, isterseniz sizi onun yanma gönderebilirim" dedi. Memnuniyetimi
dile getirdikten sonra, bu adamın kim olduğunu sordum. Paşa, bu adamın Abdullah
Mansur'un hizmetçisi ve koruması Ta'iz'li Mehmed Ali olduğunu ve akşamüzeri
Şeyh Naci ile birlikte göndereceğini söyleyip gitti.
Akşamüzeri
Şeyh Naci ve sözü edilen Mehmed Ali yanıma geldiler. Yemen halkını söyletmek
için nargile ikram etmek, kahve kabuğu içirmek ve bahşiş verileceğini
hissettirmek lazımdır. Bu hususları tam olarak yerine getirmekle beraber,
gülümseyerek, Mehmed Ali'ye nereli olduğunu sordum. Ta'iz sancağının Katabe
kazası sınırı yakınlarında bulunan Teneb köyüne mensup ve Dâli' sultanına tâbi
olduğunu söyledi. Daha sonra, beş yıldır Abdullah Mansur'un hizmetinde
çalıştığını, Şafii mezhebinden olduğunu ve Zeydîleri sevmediğini ekledi. Ona,
Abdullah Mansur'un ne işle meşgul olduğunu sordum. Bu şeytan adam şöyle cevap
verdi: "Öğrenmek ve anlamak; hatta iş görmek için, gezmek, dolaşmak ve
her bucağa girmeye çalışmak gerekiyor. Şeyh Abdullah Mansur da bunu yapıyor.
Daha sonra da, uzun uzun mektuplarla, gördüğü şeyleri mensup olduğu yere
bildiriyor. Elbette, benim gibi cahil bir bedevi onun niyetinin ne olduğunu
anlayamayacağı için, benden hiç şüphelenmiyor. Bu konuda size bütün söyleyebileceklerim
bunlarla sınırlıdır. Ancak size, Abdullah Mansur'un kabileler arasında ve Lehe
arazisinde çektirdiği resimleri ve bazı başka resimleri verebilirim. Bu
resimler sizi pek çok konuda aydınlatabilir" dedi ve ardından, "Bir
kimsenin evinde ne olduğunu öğrenmek isteyenin, ev sahibi tarafından gözünün
çıkarılması helaldir” (Tirmizî, İsti'zan, 17) hadisini okudu.
Gerçekten,
Abdullah Mansur bir bukalemun gibi renkten renge, şekilden şekle giren
birisidir. Manahe'de gördüğüm zaman sakallı ve sarıklıydı. Daha sonra,
Hadide'de gördüğümde ise, Avrupai kıyafet giymiş ve değişik bir külah takmıştı.
Bazen Arap gibi görünmek, bazen de her anlamıyla bir İngiliz olmak epey bir
aktörlük yeteneği gerektirir. İnsanlar hedeflerine ulaşabilmek için her şekle
giriyorlar. Hâlbuki İngiliz ve Arap ırkları arasında hiçbir yakınlık ve
benzerlik yoktur. Dilleri birbirine zerre kadar benzemez. Hatta bugüne kadar,
ne İngilizce'den Arapça'ya, ne de Arapça'dan İngilizce'ye bir kelime
geçtiğini sanıyorum.
Şimdi
size, Bahriye [Denizcilik] kaymakamlarından Rizeli Mustafa Bey Kaptan'm bir
anısını anlatayım. Bu, bana göre çok önemli ve gereklidir. Yirmi beş yıl önce
dinlediğim ve önemli bazı kısımlarını not aldığım bir anıyı aktarırken, olayın
üzerinden hayli zaman geçtiği için bazı isimlerde yanılabilirim, ama hikâye
aynen anlattığım gibidir. Sevabı ve günahı sahibine aittir.
Rahmetli
Mustafa Bey şunları anlatmıştı:
"Sultan
Abdülmecid Han'ın padişahlığı devrinde, Bahriye'de bölük komutanıydım. O
zamanlar, Fethiye kalyonu makine konması için İngiltere'ye gönderilmişti.
Geminin mürettebatı içinde ben de vardım. İstanbul'dan hareketle, Akdeniz'i
geçtikten sonra, Cebelitarık Boğazı'na yöneldik. Tam boğazı geçtiğimiz sırada,
şiddetli bir fırtınaya yakalandık. Kırılmadık yelken, kopmadık ip kalmamıştı.
Yarı bozuk dümenle, kaptanın ustalığı sayesinde, mümkün olan tamiratı yapıp,
gerekli tedbirleri alarak, binbir güçlükle ve büyük tehlikeler atlatarak,
İngiltere'nin Britanya Adası sahilinde bulunan Pİymoth Limanı'na ulaştık. Eski
denizciler yelkenli gemileri yüzdürme konusunda çok maharetliydiler. Hatta
Sultan II. Mahmud devrinde, İngiltere'den hediye olarak gönderilen Ta'ir-i
Bahri vapuruna tâyin edilen süvari, "ben arabacı değil, gemiciyim; makineyle
yürüyen gemiye kaptan olamam" diyerek istifa etmiştir. O dönemde
denizcilerin, asıl ustalık ve becerisi, tehlikeli durumlarda gemiyi güvenli bir
şekilde sahile yanaştırması ve istenilen hedefe ulaştırmasıyla ölçülürdü.
Gemimiz
limana girip, gerekli işlemler tamamlandıktan sonra, yanımıza iki İngiliz
geldi. Adamlardan birisi bıyıklı diğeri bıyıksız olup, her ikisi de
sakalsızdı. Yaşlan kırkın üzerinde görünüyordu. İngilizler bize "hoş
geldiniz" dediler. O kadar mükemmel Türkçe konuşuyorlardı ki, hepimiz
hayran kalmıştık. Gayet kibar insanlardı. Her bir nefere ayrı ayrı hal hatır
sordular. Gemidekilerden sadece ben okuma yazma biliyordum. Hatta içlerinde en
akıllı ve yakışıklı olanı da bendim. Bu yüzden, İngilizler bana daha çok
yakınlık gösteriyorlardı. Bu İngilizlerden birisinin adı Mr. John idi. Bu şahıs
bana daha sıcak davranıyor, sohbet etme arzusunu dile getiriyordu. Adamların bu
tarz hareketleri beni oldukça meraklandırmıştı. Kim olduklarını ve Türkçe'yi
nerede öğrendiklerini anlamak amacıyla, Mr. John'a daha samimi davranmaya
başladım. Hatta birlikte kıyıya çıkıp, Flymoth'un çarşı ve pazarlarını, görülmeye
.değer yerlerini gezdik ve bir gazinoda oturduk. Akşamüzeri gemiye dönmek için
izin istediğimde;
"-Peki,
Mustafa Efendi, yarın ben gelir seni gemiden alırım, akşam yemeğini bizim evde
yeriz. Sizi Mrs. John ve oğlum Ernest ile tanıştırırım sonra da hep birlikte
tiyatroya gideriz" dedi.
Bunun
üzerine, ben, gündüz görüşebileceğimizi, fakat gece karaya çıkmamıza izin
verilmediğini söyledim.
Mr.
John;
"-Öyleyse,
birkaç gün içinde ben size gerekli izni getiririm" dedi. Bu şekilde
ayrıldık ve ben doğruca gemiye gittim. Görüşmemizin üzerinde on beş gün
geçtikten sonra, Mr. John gemiye geldi. Elinde, süvarimize getirdiği bir
telgraf vardı. Bahriye Nezaretinden gönderilmiş olan bu telgrafta, geminiz
mürettebatından isteyenlerin gece dışarıda kalmalarına, hatta Londra'ya kadar
seyahat etmelerine izin verildiği yazılıydı. Londra elçimiz, bu emri bize
tebliğ edince, biz de serbestçe dolaşmaya, geceleri de dışarıda kalmaya
başladık. On beş günlük bir süre zarfında, İstanbul'dan böylesine bir emir
getirtebilecek gücün ne olduğunu bir türlü aklım almıyordu. Her halükârda,
Mr. Jolın'un evine gittim, eşi ve oğlu Ernest ile tanıştım. Yemekten sonra hep
birlikte tiyatroya gittik. Tiyatrodan çıkınca, benim için ayarlanmış muhteşem
bir otel odasında istirahata çekildim. Bu şekilde birkaç gün geçti. Günlerden
bir gün, sohbet sırasında, Mr. John'a, Türkçe'yi nerede öğrendiğim sordum.
Bana,
"Canım,
Mustafa Efendi, ne kadar meraklı ve evhamlısın, "Kim bir milletin dilini
öğrenirse, onların hilelerine karşı güvendedir" hadisini ne çabuk
unuttun, ben de Türklerin düzen ve hilelerinden kurtulmak için bu dili
öğrendim" dedi.
Bunun
üzerine ben,
"-Siz Türkçe'yi, İngiliz şivesiyle
değil, tıpkı bir Türk gibi konuşuyorsunuz, bu benim daha çok ilgimi
çekiyor" dedim.
Mr. John,
"-Öyleyse, yarın öğle yemeğinden
sonra, maceramı anlatayım da, merakınızdan kurtulun" dedi.
Konuşma
bittikten sonra gemiye gittim. Ama gece meraktan gözüme uyku girmemişti. Sabah
olur olmaz, geminin güvertesinde, Mr. John'un yolunu gözlemeye başladım.
Öğleye iki saat kala, Mr. John filikasıyla geldi, beni alıp evine götürdü.
Sıradan bazı konuşmalardan sonra, merakımı bir an önce gidermek için, başından
geçenleri dinleme konusunda çok sabırsızlandığımı söyledim.
"-Öğle
yemeğinden sonra, anlatacağıma söz vermiştim, önce yemek yiyelim" dedi ve
yemekten sonra, söz verdiği gibi anlatmaya başladı.
Azizim
Mustafa Efendi, Protestan mezhebinin dünyadaki en doğru ve hak mezhep olduğunu
söyleyemem. Çünkü herkes kendi dinini doğru olarak kabul eder ve buna İman
eder. Ancak, mevcut dinler içinde, en rahat, serbest ve müsamahakâr olanı
Protestanlıktır. Protestanlığın her boyutuyla
benimsendiği bir yerde, harika bir düzen ve iyi bir idare var demektir. Bu
mezhebin mensupları, fedakâr ve çalışkan insanlardır. Hristiyanlığı
sadeleştiren ve bazı kurallarını kaldıran bu mezhebin yayılması için, ne
yapılması gerekiyorsa, hiç çekinmeden ve tereddüt etmeden yaparlar, bunu
yapmakta asla ihmalkârlık etmezler. Son derece geniş bir teşkilatları vardır.
Hatta İngiltere'de, oldukça güçlü, zengin ve faal bir "Misyon Cemiyeti"
vardır. Bu cemiyet hayal edebileceğinizin de ötesinde işler yapmaktadır. Şundan
emin olunuz ki, İngiliz halkı ve İngiltere hükümeti bu cemiyete derin bir
şükran duyarlar. Zira, dünya yüzündeki, dört yüz milyon nüfusu İngiltere'ye
bağlayıp ve onlara İngiliz kültürünü tanıtan işte bu Misyon Cemiyeti'dir.
Bununla birlikte, ticaret ve servet de, İngiltere'yi hâkim bir güç haline
getirmiştir. Misyonerler, Halid b. Bermekî'nin oğlu Fazl'a ait olan ve
gerçekten de çok hoş bir söz olarak kabul edilen, "Kararlı kişi,
elindekini koruyan ve bugünün işini yarına bırakmayandır" nasihatiyle
hareket etmeye mecburdurlar. Ellerindekini en iyi şekilde korumakla beraber,
bugünün işini yarma bırakma gafletini göstermezler.
Misyonerler çocuk yaşta hizmete
alınırlar. İleride görevlendirilecekleri işe göre, İlmî, ahlakî ve fikrî
eğitim alırlar. Mesela, İngiliz Misyoner
Cemiyeti'nin bu konuda izlemiş olduğu yol şu şekildedir. Cemiyet, her yıl,
ihtiyaca göre, okullarda eğitim gören çocukların en zekilerinden, babalarının
da iznini almak suretiyle, otuz-kırk tanesini seçer. Seçilen bu öğrenciler devlet güvencesi altına
alınır. Öğrenciler, yeteneklerine göre, üçer-beşer ayrılarak, dünya üzerinde,
İngiliz devleti için önem arz eden bölgelere gönderilirler. Mesela,
ikisini Türkiye'ye, üçünü Nûbî'ye ve Sudan'a, dördünü Hindistan'a, üçünü Tibet'e,
beşini Rusya'ya vs. yerlere yerleştirirler. Bu çocuklar, gittikleri ülkelerdeki
İngiliz elçilik ve konsolosluklarına emanet edilirler.
Cemiyetin,
bütün İngiliz elçilik ve konsolosluklarına kesin talimatı vardır. İşte bu
talimata göre çocuklar büyütülür, okutulur, eğitilir ve yetiştirilir. Ben ve
arkadaşım Herbert, on yaşımıza geldiğimizde, cemiyet tarafından İstanbul'a
gönderilmiştik. Doğruca elçiliğimize gittik. Elçi, beni, elçilikte hizmetçilik yapan ve Cihangir’de
oturan Ali Ağa'ya teslim etti. Teslim ederken de;
"-Ali
Ağa, bu çocuğun adı İbrahim'dir ve senin oğlundur, herkese öyle söyleyeceksin.
Sana her ay on lira vereceğiz, bu parayla, çocuğu mahallenizin mektebinde
okutacaksın ve tıpkı efendi soyundan gelmiş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve
giydireceksin. Âdet ve geleneklerinize göre yetiştireceksin, ayda bir geceleri
elçiliğe getirip bana göstereceksin" diye
tembihte bulundu.
Kavvâs
Ali Ağa, beni kolumdan tutarak evine götürdü. Karısı Gülsüm Hanım'a "İşte
sana evlat getirdim, bunu büyüteceksin" diyerek, beni ona teslim etti.
Burada benim için, don, mintan ve entari yaptılar, beni güzelce giydirdiler,
ayağıma iki takunya geçirdiler ve bir gün elime on paralık kâğıt helvası
sıkıştırıp mahalle çocuklarının arasına salıverdiler. Başlarda birkaç ay
sıkıntı çektim. Türkçe bilmediğim için kimse beni önemsemiyor, dilsiz olduğumu
düşünüyorlardı. Benimle alay ediyorlardı. Fakat evde sürekli Türkçe konuşulduğu
için ve mahalle mektebinde de yine, Türkçe'den başka dil konuşan olmadığı için,
yavaş yavaş, kulak dolgunluğuyla Türkçe'yi öğrenmeye başladım. Akşamüzeri
evimizin önüne toplanan çocuklarla top oynamaya başladım. Bir yıl sonra,
çocukların elebaşı olmuştum. Mektepte de Hoca Efendi benimle yakından
ilgileniyordu. Sesim gür ve berrak olduğu için, Amme cüzünü gayet güzel
okuyordum. Hatta kısa süre içinde bu sureyi ezberledim ve derslerimde çok
ileri seviyeye yükseldim. Fakat biraz haşan bir öğrenciydim. Yaşıtlarıma
nispetle, daha çok param olduğu için, cebime kuruyemiş ve kırmızı şeker koyar,
tam arkadaşlarımdan birisi Kur'an okumaya başladığı sırada ağzıma atıp şapır
şupur yerdim. Arkadaşım yutkunmaktan Kur'an okuyamazdı. Hoca Efendi bunu görüp,
elindeki sırığı başıma indirmek için kaldırdığında hemen yanımdaki arkadaşımın
üstüne kapaklanırdım ve sınk darbesi arkadaşıma gelirdi. Aslında, Hoca Efendi
hoş bir insandı. Hiç aklımdan çıkmaz, bir defasında şubeyiti okuyarak beni
sırık dayağına çekmişti:
O
kadar yer, o kadar yer, o kadar yer ki yemiş
Boğulur
Kur'an okurken bu bizim hayvan İbiş
Hoca Efendi ara sıra bana iltifat da
ederdi. Hatta diğer talebelere, defalarca, "Ulan tembeller içinizde şu
sarı yılan kadar çalışanınız yoktur" dediğini hatırlarım.
Hâsılı, bu şekilde ilk ve orta öğrenimimi tamamladıktan sonra, Beyazıt
Camii'nde müderris olan Palabıyık Ali Efendi'nin ders halkasına katıldım.
Cübbem, pabuçlarım, sarığım, gayet güzel, düzgün ve temizdi. Yolda
karşılaştığım hiç kimse, bana bir kere bile yobaz demedi. Sürekli, "ne
kadar efendi bir çocuk" derlerdi. Elimde tespih, kolumda kitap olduğu
halde, evimden medreseye ve camiye, oradan da evime gider-gelir, geceleri
derslerime çalışırdım. Küçük sarı sakallarımı taramak için şimşir tarağım ve
pak dişlerim için küçük misvakım cebimden; divitim belimden eksik olmazdı.
Annem Gülsüm Hanım, beni yatırıncaya kadar uyumaz, daima zihnimin açık olması
için dua ederdi. Kavas Ali Ağa'nın çocuğu olmadığı için, Gülsüm Hanım'ın öz
evladı, hatta gözünün nuruydum. Sarf, nahiv, a'vâmil, kâfiye, mantık, tasavvurat,
tasdikat, kelam, fıkıh, tefsir ve benzeri daha pek çok kitapları sırasıyla
okuyup öğrendim. Bu dersleri pek çok arkadaşım da okuyordu. Ancak, öğrenenler
birkaç kişiyi geçmiyordu. Bu eğitimi aldıktan sonra, Fransızca öğrenmeye karar
verdim. Bu iş için Dellaloğlu Dikran Efendi adında bir Ermeni buldum. Bu adam
çok iyi Türkçe ve Fransızca biliyordu.
Dikran
Efendi'nin evine giderek ders almaya başladım. Usul dersini o kadar mükemmel
anlatıyordu ki, kısa süre içinde Fransızca konuşmaya başladım. Arapça derslerinde
arkadaşlarımın içinde birinciydim. Hocama öyle sorular sorardım ki, bazen
cevap veremediği bile olurdu. En sonunda, ismimin başına, "zeki"lik
unvanı eklendi. Bundan sonra, bu unvanla anılmaya başladım. Camide aldığım,
dersleri tamamlayarak icazet aldım. Yaşım otuzdu ve artık Sünnî bir
müderristim.
İstanbul'a
geldiğim zamandan, müderrislik icazeti aldığım yıla kadar geçen süre zarfında,
ayda bir kere geceleyin elçiliğe gider, elçinin iltifatına mazhar olurdum.
İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Arapça konuşup yazabildiğim için Bâb-ı Âlî'ye
devam etmeye başladım. Hariciye Nezareti [Dışişleri Bakanlığı] tercüme
kaleminde görevlendirildim. Maaşım beş yüz kuruş oldu.
Bir
gün, İngiltere elçisi, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'yı ziyarete gelmişti.
Konuşma esnasında,
"-Elçilik
görevlisi Ali Ağa'nın oğlu İbrahim Zeki Efendi'nin, beş yüz kuruş maaşla Bab-ı
Âlî'de görevlendirildiğini söylediler, bu habere çok sevindim, teşekkürlerimi
arz ederim" demiş.
Sadrazam
Reşid Paşa da;
"-Tercüme
odasına birkaç kâtip almışlar, fakat hangisinin bahsettiğiniz şahıs olduğunu
bilmiyorum, çağıralım da bir görelim" diye buyurmuş.
Bu emir üzerine, beni derhal huzurlarına
çıkardılar. Reşid Paşa, benimle yakında ilgilenip, iltifat etti. O günden
sonra, katında çok itibar görmeye başladım. Dış ilişkilerde ve politikayla
ilgili konularda sürekli beni görevlendiriyordu. İngiliz elçiliğiyle alâkalı
her konuda elçiliğe ben giderdim. Kısa süre içinde, maaşım iki bin kuruşa
çıkarılarak, Dış İşleri Tercüme Odası'na başvekil tayin edildim.
Nihayet,
Misyon Cenüyeti'nden gelen bir emir üzerine, Londra'ya dönmem gerektiği için
sakal ve bıyıklarımı tıraş ettim, ilim adamı kisvemi çıkardım, bir Avrupalı kıyafeti
giyip, başıma silindir bir şapka takarak, sevgili arkadaşlarımla vedalaşıp
İngiltere'ye geri döndüm. Yeni kılığım, doğal olarak beni tanıyan arkadaşlarımı
hayrete düşürmüştü.
Beni
bu şekilde görevlendiren Misyon Cemiyeti, arkadaşım Herbert'e de Bektaşî
tarikatını öğrenme görevi vermişti. Herbert de, benim gibi yetiştirildikten,
yani, Sünnîliği, dört mezhebin esaslarını en iyi şekilde öğrendikten sonra
Konya'ya gönderildi. Herbert, İngilizliğe taban tabana zıt olarak, gayet rahat,
disiplinsiz, vurdumduymaz birisiydi. Rind meşrepliği sever, akşamcılığa
bayılır, dünya malına değer vermez, kimsenin aleyhinde konuşmaz, her şeye
eyvallah derdi. Sanki tam bir Bektaşî idi. Şiire son derece düşkün olan
Herbert, Türkçe, Arapça ve Farsça birçok kaside, mersiye ve methiyeler ezberlemişti.
Sırası geldikçe okurdu.
Mr.
Herbert'e Mehmed Ali ismi verilmişti. Mehmed Ali her akşam kahvehane ve
bozahanelere devam etti. Orada karşılaştığı insanlarla dost oldu. Çünkü
Türkiye'deki meyhanelerde, bir iki kadeh rakı yuvarladıktan sonra, insan önüne
gelenle dost olur. Herbert, hemen her gece dostlarına ikramda bulundu. Bu iş
için çok paralar harcadı. Herbert, misafirlerinin başlan dönmeye başladıktan
sonra, bütün becerisini ortaya koyar ve onların can alacak noktalarına temas
edecek şekilde konuşmaya başlar, ardından bir iki mersiye okurdu. Herbert'in
her hali, dostlarının ona karşı muhabbetini biraz daha artırırdı.
Erenlerden
biri;
"-Adına
kurban olayım Mehmed Ali, imanım, sen canlara tabisin, ham ruhlar arasında
yoktur yerin, tek eksiğin nasib almamaklığındır, haydi Pîr evine gidelim, o
merasimi de yapalım, olsun bitsin" dedi.
Orada
bulunanlar bu teklifi alkışladılar. Herbert yani Mehmed Ali de;
"-Hay
hay, canıma minnet, gidelim elbette. Ehl-i Beyt'e, Âl-i Âbâ'ya canım feda"
dedi.
İki
üç günlük süre zarfında, adet gereği hazırlıklar yapıldı, hediyeler hazırlandı,
paralar toplandı ve Pîr evine gidildi. Burada ayinler icra edildi. Böylece,
Herbert yahut Müslüman adıyla Mehmed Ali, Bektaşî tarikatına intisab etti.
İlerleyen dönemde, bu tarikat içinde, halifeliğe kadar yükseldi. Herbert kısa
süre önce buradaydı. Hatta genıiniz Plymoth'a geldiğiniz sırada, sizi ziyarete
onunla birlikte gelmiştik. Ancak, geçtiğimiz hafta iş gereği Londra'ya gitti.
Onunla inşallah Londra'da görüşürüz.
İşte,
misyonerler bu anlattığım şekilde yetiştiriliyor. Hindistan'da, Çin'de,
Belucistan'da, hatta o çetin Afganistan'da, Afrika, Amerika, Avustralya'da ve
bu ülkelerin en ücra köşelerinde, adalarda kısacası dünyanın her yerinde,
bizim gibi yetiştirilmiş, oraların inançlarını, örf ve adetlerini, kurallarını
görüp, öğrenmiş hatta uzmanlaşmış şahıslar var. Bunların bir araya gelmesiyle
Misyon Cemiyeti oluşuyor. Misyon Cemiyeti'nin görevi dışarıdan, Protestanlığı
yaymakmış gibi görünür. Ancak, asıl gizli görevi, İngiliz siyasetini ve
çıkarlarını korumak için araştırmalarda bulunmak ve İngiliz propagandası
yapmaktır.
Mustafa
Efendi, şunu çok iyi bilmelisin ki, ne bir insan ne de bir iktidar, durumunu,
gücünü bilmediği bir bölgede; ahlakını, adet ve geleneklerini bilmediği bir
kavim veya kabile arasında uzun süre kalamaz. Körü körüne istila edilen yerde
fazla kalınamadığına dair, tarihte pek çok örnek vardır. İngiltere, hâkimiyeti
altındaki bölgeleri çok iyi bildiği gibi, istila etmeyi düşündüğü bölgeler
hakkında da önceden epeyce bilgi toplar, daha sonra, siyasî vasıtalarla alt
yapıyı hazırlar. Sonra, bir gün aniden o bölgeyi istila eder. İstila ettiği
bölgeye girdiği zaman, yabancı bir ülkenin toprağına değil de, sanki kendi
ülkesinin arazisine giriyormuş gibi girer. Sizin, Hazreti Muhammed salla'llâhü
aleyhi ve sellemin de, kendi dönemindeki civar kabile ve iktidarlar hakkında
enine boyuna bilgi edinmekten geri kalmadığını çok iyi bilmeniz gerekir.
Hatırlarsanız, Hudeybiye Barışı'nın devam ettiği on günlük dönemde Mekke'ye;
Bedir Savaşı öncesinde de Şam'a, Huza'a Kabilesine mensup kâşifler göndermişti.
Bu şekilde hareket etmek Müslümanlar için çok faydalı sonuçlar getiriyordu,
fakat her nedense daha sonraki dönemlerde bu hassasiyet gösterilmedi.
Ancak,
İngilizler faydalı şeyleri hiçbir zaman ihmal etmezler ve ayrım gözetmeksizin,
gelmiş geçmiş bütün büyük adamların vasiyetlerini de yerine getirirler.
İngilizler soğukkanlı bir millettir. Kendilerinden başkasını beğenmezler.
Her işlerini, daha önceden uzun uzadıya planlanmış bir program çerçevesinde
yaparlar, başarılı olurlar ya da olamazlar, bu konuda bir şey söyleyemem. Ama
şundan emin ol ki, yüz yıl sonra yapılması planlanan bir işin hazırlıkları
bugünden tamamlanmıştır."
Mr.
John'un bu sözlerini dinlerken, içimden İngilizlere o kadar bahriyeli küfürleri
sallıyordum ki, çoğunun yakası açılmamıştı. Biz uyurken, İngilizler bezlerini
dokuyorlar, uyandığımızda o bezlerin çoktan pazara çıkarıldığını görüyoruz.
Bir
gün, bütün masrafları Mr. John tarafından karşılanan bir Londra seyahati
yaptık. Londra'da muhteşem bir otele vardık. Mr. John'un oğlu Ernest de
bizimle birlikteydi. Bu zeki çocuk yanımdan hiç ayrılmaz ve ikide bir,
"-Mustafa
Efendi, babam seni çok seviyor, keşke Protestan olsan da Allah'ın lütfuna ve
mükâfatına mazhar olsan. Dünyada Protestanlık kadar kolay bir din yoktur"
derdi.
Ben
de;
"-Protestanlığın
ne olduğunu tam manasıyla öğrenmeden dinimi nasıl değiştiririm, önce bir
araştırıp öğreneyim, doğruluğuna aklım yatarsa kabul ederim" derdim.
Mr.
John, Misyoner Cemiyeti'ne gitti ve başkanlarıyla görüştükten sonra otele geri
döndü. Akşamüzeri Misyoner Cemiyeti başkam, yanında daha önce kendisinden söz
ettiğimiz Herbert ve diğer bir şahıs olduğu halde ziyaretimize geldi. Üçüncü
şahıs, Misyon Cemiyeti'nin Farmason şubesinin müdürüymüş. Bunlar bizi, ertesi
gün için Misyon Cemiyeti'nin idare merkezine davet ettiler. Merkezi ziyaret
ettikten sonra, akşamüzeri Cemiyet başkanının evine gideceğimizi ve akşam
yemeğini orada yiyeceğimizi anladım. Biraz sonra, başkan, ve Farmason şubesi
müdürü gittiler. Herbert ve Mr. John ise yanımda kaldılar. Biz, geride
kalanlar, koyu bir sohbete koyulduk. Sohbet sırasında, Mr. Herbert'e, Cemiyet
başkanının adını sordum. O da bana, başkanın adının Mr. Botingres, Farmason
şubesi başkanmm adının ise, Mr. Woylsteyd olduğunu söyledi.
Mr.
Herbert'in anlattığına göre, Mr. Botingres, kelimelerini tartarak söyleyen, son
derece ihtiyatlı bir kimseymiş. Eğitimini Hindistan'da tamamlamış, yerel
ahaliyle iç içe yaşanuş, Gücerat lehçesini ve Hindistan dilini en iyi şekilde
öğrenmiş. 1810 yılına kadar, Hindistan'da bir hayli seyahat etmiş, yazılar
kaleme alnuş ve çok güzel bir eser yazmıştır. Buna göre, Hindistan'da pek
çok dil konuşulmaktadır. Ancak en yaygın olanları şunlardır: 1Hindu 2Pencâbi 3Behârî
4Sindi 5-, Marvari 6Meratihî 7Kuçî 8Güceratî 9Halebî 10Uriyâ 11Bengalî 12Urdu
13Asâmîs 14Tâmil 15Telûgî 16Künorî 17Malâyâm 18Tülü 19Konet.
Sadece
Hindistan'da değil, dünyanın neresinde olursa olsun, işinizi tam anlamıyla
yapabilmek için, ilk önce o bölgenin dilini öğrenmeniz gerekir. Mesela,
Hindistan'da, halkın seksen yedi milyonu Hindu dili, yirmi milyonu Meratihî,
kırk beş milyonu Bengalî ve on altı milyonu da Telûgî dillerini konuşur.
Bunlar arasında propaganda yapabilmek için bu dilleri bilmek gerekir. Bu
nedenle, İngiliz misyonerleri bütün Hindistan dillerini bilirler. Zira
ahalisinin iki yüz milyonu putperest, seksen milyonu Müslüman olan koskoca
Hindistan'ı sadece üç milyon Hristiyan ile idare etmenin ne kadar zor bir iş
olduğunu takdir edersiniz.
Hind'de
Emir Kasım'm, Mahmud Gaznevî'nin, Şehabeddin Gurî'nin, Kudbeddin Aybek'in,
Şemsettin Altamış'ın, Sultan Belbin'in ve Şir Şah'm telkin ettikleri dinî
hisler ile Hümayun, Cihangir ve Şah Cihan'ın telkin ettikleri mezhebi taassuplar;
Babür Şah, Alemgir, Şah-ı Alem Bahadır, Ferruh Şir ve Muhammed Şah gibi gece
gündüz demeden şarap içen hükümdarların meydana getirdikleri karışıklıklarla,
bir parça zafiyete uğramışsa da, yine de son derece güçlüdürler. Doğal olarak,
Müslümanlar putperestlerden daha fazla dikkat çekiyorlar. Müslümanlar birlik içindedirler.
Putperestler ise, beş bin mezhebe ayrılmışlardır.
Mr.
Woylsteyd ise, 1829'dan 1.835'e kadar Tur-ı Sina Yarımadasıyla, Arabistan ve
Nûbî taraflarını dolaşmış, Umman ve Hadramut'ta hayli işler görmüştü. Arapça ve
Nûbîce'yi çok güzel konuşur. VVoylsteyd o kadar ağzı sıkı birisidir ki, gördüğünüz
gibi, size adını bile söylemedi. Gözlerinin son derece parlak ve hareketli
olması zekâsının göstergesidir. Gezdiği bölgelerin, coğrafî durumu, kültürü ve
bibliyografyası hakkında yazdığı eserler İngiltere'de son derece rağbet
görmüştür. Woylsteyd aynı zamanda iyi bir ressamdır.
Bunların
her ikisi de yetmiş yaşını geçkin adamlardır. Mr. John kadar boşboğaz bir adam
yoktur herhalde. Bana, hem kendi anılarını, hem de benîm özgeçmişimi size
anlattığını söyledi. Doğrusu ne kadarından bahsettiğini tam olarak bilemiyorum,
ama geri kalanını da ben anlatayım. Anlatacaklarım, kısa ama son derece
anlamlıdır. Azizim, Araplar, "sırrını saklayan işine hâkim olur"
derler. Bir de dervişçe bir söz vardır: "Sır verilir, ama açığa
dökülmez". Bu düsturu size hatırlattıktan sonra, şunu ifade etmek isterim
ki, Bektaşîlik ve Protestanlık arasında benzerlik vardır. Bakınız, bizde
teslis inancı vardır. Biz, "Baba, Oğul ve Ruhu'l Kuds birdir"
diyoruz. Bektaşîler ise, "Allah, Muhammed ve Ali birdir" diyorlar.
Bizde on iki havari, Bektaşîlerde ise, on iki imam vardır.
Kadd-i
yâre kimi ar ar dedi kimi elif
Herkesin
maksudu bir amma rivayet muhtelif
(Sevgilinin
boyu için kimisi boylu posludur der, kimisi de elif gibi kısa ve sabittir der;
Herkesin amacı aynıdır ama ifade ve tarzları farklıdır.)
Biz,
tevellî ve teberrî üzerine ikrar verdik, (yani, Hz. Ali ve evlatlarına yürekten
bağlandık, Muaviye ve evlatlarından nefret ettik.) Mürşidim Allah ve Ali'dir.
Rehberim Muhammed Nebi'dir. Üçünü bir tanıdık, bir gördük, bir bildik. Biri üç
öğrenip, ona taptık. Üç düğümlü kemendi takındık, mürşide dayandık, anlaşıldı
mı? Ben her ne kadar misyoner de olsam, Bektaşîliğimi kimselere vermem. Zaten
isimler ve bedenler ayrı olsa da, ruh birdir" dedi.
Ertesi
gün, sabahleyin Mr. John ve Mr. Herbert ve Ernest ile birlikte Misyoner Cemiyeti'nin
büyük binasına gittik. Botingres'i ziyaret edip kendisiyle görüştük. Bu binada,
çok sayıda muhteşem daireler vardır. Her daire farklı bir dine mahsustur. İslâm
dairesi, muhtelif şubelere ayrılmıştır. Sünnî kısmının dört, Alevî, yani Şii
kısmının yirmi beş masası vardır. Her bir tarikata mensup misyonerler vardır.
Her dairenin, bir kütüphanesi ve toplantı salonu vardır. Bu kütüphanelerde,
bugüne kadar yayınlanmış bütün İlmî eserler bulunmaktadır. Hatta Arap dini ile
ilgili yüzlerce el yazması eser dahi vardır. Bizzat kendi gözlerimle, ceylan
derisine yazılmış birkaç tane Kur'an-ı Kerim gördüm. Bir parçasını alıp yüzüme
gözüme sürdüm. Bu Kur'an-ı Kerim'ler böylesine kirli insanların eline düştüğü
için gözlerimden yaşlar boşandı. Mr. John beni bu halde görünce,
"-Vay
Mustafa Efendi, sen bu kadar tutucu muydun? Anlaşılan seni bir türlü yola
getiremeyeceğiz" dedi.
Bu
şekilde diğer daireleri de gezdik. O ana kadar isimlerini bile duymadığım bazı
dinler varmış, hatta bir tanesinin adı şimdi bile aklımda. Bu, Zerdüşt isminde
bir adamın kurduğu bir dinmiş, adına da Mazdeizm diyorlar. Bu dinin mensupları
iki ilahın varlığına inanıyorlarmış. Bunlardan birisi iyilik ilahı, diğeri ise
kötülük ilahıymış. Bunu duyunca çok şaşırmıştım. Bu din mensuplarının ateşe de
hürmet beslediklerini söylediler. Ben, "O halde, bunlar bizim bildiğimiz
ateşperestler, yâni, Mecusîler olmalı" dedim. Orada bulunan misyonerlerden
birisi bana bu konuda daha ayrıntılı bilgi verdi ve şunları söyledi:
"Türkler arasında Zerdüşt denilen Zoroastre adındaki, eski İranlılann
şâri'i/peygamberi olan bir adamın, insanlara tebliğ ettiği bu mezhep hakkında
bildiklerimi kısaca şu şekilde özetleyebilirim. Evet, bu din, sizin Mecusîlik
olarak bildiğiniz dinin ta kendisidir. Bu din, Keyanilerden Keştâs'ı
zamanında, Belh şehrinde ortaya çıkmıştır. Bu bölgede yaşayan insanlar, o
zamana kadar, bir takım devleri ilah edinmişler ve onlara tapıyorlardı. Bu
şahıs, bu ilahları kaldırarak, biri nur ve gündüzden ibaret olup iyiliği
simgeleyen, diğeri ise, çile ve geceden ibaret olup kötülükle eşdeğer olarak
görülen Hürmüz ve Ehrima adlarındaki iki unsura inanmayı telkin etti. Bu dinin
kaidelerini ve önemli öğütlerini belirten "Zend" isminde bir kitap
yazdı. Bu kitap "Avesta" ismini taşıyan tefsiriyle birlikte,
günümüzde "Zend Avesta" adıyla bilinen, Mecusîlerin kutsal kitabıdır.
İran
Şahı Keştâsb, Zerdüşt'ün dinini kabul ettikten sonra, hem kendisi hem de oğlu
İsfendiyar, bu dinin İran'da yayılması için uğraştılar. Bu arada, Turânî
denilen Türklerle pek çok savaşlar yapıyorlardı. İranlılar bu savaşları
kazanarak, birçok ateşgedeler inşa ettiler. İran halkının büyük bir kısmı, Zerdüşt'ten
önce, yıldızlara tapan Sabiîn'den idiler.
Zerdüşt'e
gelince; bu şahıs, aslen Hindliydi. Brahmanîlerin Dîvâ adıyla ibadet ettikleri
birçok ilahı inkâr edip, bunlara şeytan gözüyle baktığı için oradan kovulmuştu.
Ülkesinden kovulan Zerdüşt, Belh şehrine göç etti. Dirayetli bir şahıs olması
dolayısıyla, Keştâsb tarafından son derece iyi karşılandı, bu sayede yeni
kurduğu mezhebi İran'da kolayca yaymayı başardı. Zend kitabı Sanskrit diliyle
yazılmıştı. Zerdüşt'ün getirmiş olduğu bu din, İran'da Hz. Ömer zamanına kadar
kabul gördü. İran'ın, Sa'd b. Ebî Vakkas tarafından İslam toprağı haline
getirildiği sırada, Zerdüşt dini de ortadan kalktı. Bazı İranlılar, inançlarını
terk etmeyerek, Hindistan'a göç ettiler. Günümüzde, Hindistan'da bunlara,
Fârîs [İrânî] derler. Bunlar halen Zerdüşt dinine inanırlar. Geride kalanların
tamamı Müslüman oldular.
Mecusiler,
âlemi yaratan tanrının, iyilik tanrısı, Şeytanın ise, kötülük tanrısı olduğuna
inanırlar. Bunlar, her iki tanrının da eşit güçte olduklarına, bu yüzden
birbirlerini imha edemediklerine inanırlar. Cenab-ı Hak, evvelâ 'nur'u
yarattığında ve ziyâ ve ateş de bu nurun bir parçası kabul edildiğinden, onlar
vasıtasıyla Allah'ta talepte bulunurlar" dedi. Ben de;
"-Allah'ın
üç olduğuna inananlar olduğuna göre, iki olduğuna inananlar da olabilir. Esas
olan, Allah'a ve onun eşi ve benzeri olmadığına inanmaktır" dedim.
Mr.
John derhal araya girerek, "Doğru söylüyorsun Mustafa Efendi, biz
Afrika'da, San'a'da, bunca fedakârlıklar yapmamıza rağmen, sadece beş-on
kişiyi Protestan yapabiliyoruz. Şu karışık, üç'ün birliğini anlatmakta
zorlanıyoruz. Sizin, kestirmeden, "Allah birdir" şeklindeki kestirme
telkininiz akla daha uygun geliyor ve bu şekilde binlerce dinsiz birden
Müslüman olabiliyor. Ancak, şunu belirtmeliyim ki, elinizde böylesine bir güç
varken, Anadolu'nun göbeğinde yaşayan ve "Melek Tâvus" adıyla
şeytanın temsilcisi olan, tunçtan yapılmış bir horoza tapan Yezidîleri hâlâ
Müslüman yapamadınız.
'Ey
huzur ve saadet kaynağı' diyerek kadının cinsel organına tapan Nusayrîleri
yola getiremediniz. Altı devrede kâinatı yaratıp göklere yükselirken, bir
fırtına ve bora tarafından sonsuz zerrelere ayrılıp şekil itibarıyla mahvolan
hayalî bir ilaha tapınan ve aralarında Allah'ın tecellisini en fazla
aksettiren, yâni, o sonsuz zerrelerin büyük kısmına sahip olan en zeki bir
adamı ilah olarak gören Dürzîlere derdinizi anlatamadınız. Fenikeliler
zamanından kalma bazı inançları benimseyen Kızılbaşları ıslah edemediniz.
Öğrenemediğiniz daha nelerim vardır. Fakat sizi daha fazla meşgul etmemek için
sözü uzatmak istemiyorum. Peygamberlerin vârisleri olduklarını iddia eden
âlimlerinizin kusurları pek çoktur. Ancak, yine de onların uyanmaları bizim
aleyhimize olacağı için, bu gafletlerinden dolayı kendilerine teşekkür
ediyoruz. Onların, "Âlimler peygamberlerin varisleridir" (Buharı,
İlim-10) hadisine uymaları gerekmektedir. Yine, Kur'an-ı Kerim'de, "Allah,
kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklamaları, gizlememeleri için
söz almıştır. Fakat onlar sözlerinde durmamışlar, onları kulak ardı edip, basit
dünya menfaatine değiştirmişlerdir. Ne kötü bir değiş-tokuştur bu! "(Âli
İmran-187) mealinde bir ayet vardır, okumuyorlar.
Ben
yavaş yavaş, teslis inancının bir şekle dönüştürülmesi hususu karşısında
savaşmak gerektiğini düşünüyorum. İkinci bir reformda bu tarafı düzeltilmiş
olunacaktır. Ne çare ki, kalplere yerleşmiş olan iman, belleklere işlenen
itikad kolay kolay silinmiyor. Şimdi bizden biri böyle bir hisse kapılsa, büyük
bir nefretle karşılanır ve herkes ona lanet okur. Gelecekte, ortaya çıkacak
gelişmeler, bu konuda araştırma yapanların sayısını artıracak, bu husus da,
daha sağlam bir esasa dayandırılacaktır. Ah, kahpe dünya! İnsanları nasıl da
yanlış yola sürüklüyor! Geçim derdi, çoluk çocuk telaşı, şahsî ihtiraslar,
dünya üzerinde yaşayanları nasıl da yalancılığa sürüklüyor! Dinler bile,
insanlara güzel ahlakı, doğru yolu gösterdikleri ve öğrettikleri halde, menfaat
aracı haline geliyor’ar.
Bildiğimiz
Allah'ın, tasavvur ettiğimiz yaradan ve her şeye gücü yeten rabbimizin kitabı
birdir ve değişmemiştir. Gerçi, kutsal kitaplardaki ayetler, iniş sebepleri
dikkate alınmak suretiyle açıklanmalıdır, her birinde değişik hikmetler vardır
diyorlar. Ben anlamıyorum, bizim Incil'imizden bahsetmiyorum. Zira bu kitap,
Hz. İsa'nın hayat hikâyesinden bahseden sayfalardan başka bir şey değildir.
İsa'nın tavsiyeleri üç bab içerisinde yazılı birkaç maddedir. Bunlar da,
Allah'ın değil, Allah'ın oğlunun, havarileri tarafından nakledilen sözleridir.
Matta
İncili'nin beşinci babının on yedinci ayeti şu şekildedir: "Ben şeriatı
ve Peygamberi iptal etmek için geldim zannetmeyiniz. Onları iptal etmek için
değil, bilakis tamamlamak için geldim. Zira, şunu bir gerçek olarak size açıkça
bildiririm ki, yer ve gök yok olmadıkça, şeriatın cümlesi tamamlanıncaya kadar
ondan bir harf ve nokta yok olmayacaktır". îşte Meryem oğlu Mesih'in sözü
budur. Belki de başka türlü bir öğüt bırakacaktı. Fakat ne çare ki, koşullar
uygun değildi. İsa Mesih de zorunlu olarak kendisini Tevrat'tan ayıramıyordu.
Kutsal kitaplar, birbirlerinden alıntı yapılıruş pek çok emir barındırırlar.
Ben de bugün, Mesih kadar korkarak söylüyorum. Çünkü, söylediklerim dışarıda
duyulursa, konumum sarsılır. Meryem oğlu İsa Mesih, yahut, İsa Mesih ibn Yusuf
ibn Davud ibn İbrahim bir filozof, bir sosyalistti. O, "Her kim senin sağ
yanağına vurursa, sen diğer tarafını çevir, oraya da vursun. Seninle dava edip
entarini almak isteyene cübbeni de bırak. Seni bir mil yürümeye zorlayan bir
kimseyle iki mil yürü. Senden dilenene ver, borç isteyenden yüz çevirme.
Düşmanlarınızı seviniz, beddua edenlere, hayır duasıyla karşılık veriniz. Size
zulmedenlere iyilikle karşılık veriniz, sizi incitenlere güler yüzle karşılık
veriniz" diyordu. Bunlar kötü nasihatler değildir. Ancak, üzülerek
belirtmeliyim ki, bunların birini bile yerine getiren yoktur. Bu durumda,
İsa'nın nasıl doğup, ne şekilde büyüdüğünü, neler yapıp söylediğini yazan,
nakil ve hikâye eden bir kitap nasıl Allah'ın kitabı olabilir? Bilhassa,
yazarları, Matta, Markos, Luka, Yuhanna olan bu kitaplarda, "Allah böyle
emrediyor, şöyle yapınız" denmiyor. İsa, Allah'ın oğlu olunca,
havarilerini de peygamber olarak kabul etmek gerekiyor. Doğal olarak, İsa
nebilikten ilahlığa yükselince, onun yardakçıları da, velilikten peygamberliğe
yükselmiş oluyorlar. İşte, bu şahısların kendi adlarına yazdıkları risaleler,
Incil'de, "Resullerin İşleri" ismiyle geçmektedir. Felsefî bazı
görüşleri içerirler. Ne şekilde ve tarzda yazılırlarsa yazılsınlar ve nereden
ilham alırlarsa alsınlar, neticede insan kelamıdırlar. Ben, Allah kelamını
başka türlü anlıyorum, fakat insanları avutmak için din lazımdır. Hatta Jean
Jack Rousseau, "İnsanları doğru yola ulaştırmak için, Allah yoksa bile
icad edilmelidir" diyordu.
Tevrat
ise, uydurma bir tarih ile Musa'nın on emrini kapsamaktadır. Evrenin ömrü ile
ilgili koyduğu sınırı jeologlar kabul etmiyorlar. Mahlûkahn yaradılışı ile
ilgili konulara bütün âlimler itiraz ediyor. Zebur'a gelince, okudukça'insanın
yüzü kızarıyor. Lut'un kızlarıyla olan ilişkisini hiçbir-kutsal kitapta görmek
istemem. Şundan emin ol ki, bu söylediklerim aldığım eğitimin ve
araştırmalarımın sonucudur. Talih ve kader, beni şimdi yaptığım işe sevk etti.
İngiliz olmak, bu işi yapmayı gerektiriyor. Bu nedenle, mesleğimi size
tanıtmaya çalışmak zorundayım" dedi. Bunun üzerine ben de şu beyitleri
okudum:
"Hak daima üstündür,
iftiraya rağbet olmaz Allah büyüktür, hile ve tuzaklar faydasızdır
'
Niceleri vardır ki, doğru sözü ayıplarlar
Bunun Akıbeti ise bozuk bir anlayıştır."
"Mustafa
Efendi, ben de benzer anlamlar içeren birkaç beyit okuyabilirim. Fakat
sanırım, biz seni Protestan yapmaya çalışırken, sen bizi hakiki Müslüman
yapacaksın. O yüzden bu konuları daha fazla kurcalama. Daha önce, bizim asıl
amacımızı ima eden birkaç söz söylemiştim. Geleneğimiz ve aile bağlarımız nedeniyle,
size göre, zayıf fikirlerle dolu olan bu meslekten kurtulamıyoruz. Zaten, iman
eylediğiniz Kur'an'da "Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini de
delalete sürükler" mealinde bir ayet vardır. Bu yüzden, bizi itham etmemeniz
gerekir. Her iş Allah'a kalır. Dinlerin asıl amacı, Allah'ın rızasını kazanmak
olduğuna göre, mademki Allah bizim hidayete erişmemizi istemiyor, biz de
Allah'ın rızasını kazanmak için Müslüman olmuyoruz. Bu konuyla ilgili bir
hikâye anlatmak istiyorum. Gençliğimde, yaşlı bir Yahudi kadından dinlemiştim.
O kadar hoşuma gitmişti ki, bir türlü unutamıyorum. Hikâye şöyleydi: Bir
zamanlar, doğuda bir hükümdar varmış. Bu hükümdarın, çok kıymetli, eşi benzeri
olmayan bir zümrüt yüzüğü varmış. Bu yüzüğü parmağından hiç çıkarmazmış. Zaman
geçmiş, hükümdar yaşlanmış. Hayatının son günlerini yaşıyormuş. Öldüğünde, örf
gereği, çok sevdiği üç oğlundan büyüğü hükümdar olacak, diğer iki ciğerparesine
hükmedecekmiş. Yaşlı hükümdar üç oğlunu da aynı derecede seviyormuş. En az
tahtı kadar kıymetli olan yüzüğünü hangi oğluna vereceğine bir türlü karar
veremiyormuş. Döneminin en iyi kuyumcusunu çağırmış ve parmağındaki yüzüğü
göstererek, aynısından iki tane daha yapmasını emretmiş. Kuyumcu uzun süre
araştırmış, nihayet hükümdara giderek, bu zümrüt taşının aynısını bulmanın
mümkün olmadığını, ancak taklidinin yapılabileceğini arz etmiş. Kral
kuyumcunun teklifini kabul etmek zorunda kalmış. Taklit iki yüzük yapılıp
getirilmiş, gerçeği ile karıştırılmış, hangilerinin taklit, hangisinin gerçek
olduğu ayırt edilemez olmuş. Hükümdar, ilk önce, gizlice büyük oğlunu huzuruna
çağırmış. Yüzüklerden birisini ona vererek, kardeşlerine söylememesini
tembihlemiş. Ertesi gece, ikinci oğlunu çağırmış, aynı şekilde ona da bir
yüzük vererek, kardeşlerine söylememesini tembihlemiş. Üçüncü gece, küçük
oğlunu çağırmış. Diğerlerine söylememesi şartıyla, son yüzüğü de ona vermiş.
Kardeşlerin her biri, yüzük kendisine verildiği için oldukça memnunlarmış.
Babaları ise, oğullarının her birini muradına erdirdiği için gayet huzurluymuş.
Babaları, yüzüklerin hangisinin gerçek, hangisinin taklit olduğunu bilmiyor,
çocuklarından her biri ise, yüzük kendisinde olduğu için halinden memnun.
Gerçeği ise bilmiyorlar. Gerçeği sadece kuyumcu biliyor. Biz de, tıpkı bu hikâyedeki
yüzük sahipleri gibiyiz. Her birimiz, "gerçek din benimkidir" deyip
gidiyoruz. Bana göre, gerçek hâlâ ortaya çıkarılmış değildir. “Gaybm anahtarları
Allah'ın yanındadır, Onları O'ndan başkası bilmez"(En'am59) ayeti buna
delildir. Burası şimdilik düşünülecek şey değildir. Kısacası, dünyanın her
tarafına gönderilmiş olan misyonerler üç ayda bir Misyon Cemiyeti'ne rapor
gönderirler. Bu raporlar, ilgili birimlere havale edilerek, incelenir. Daha
sonra, rapor sahiplerine, yapılması gerekenleri içeren cevaplar yazılır. Raporların
incelenmesiyle elde edilen sonuçlar, Protestan Dairesi'ne arzedilir. Orada
izlenmesi gereken yol tayin edilir. Protestan Dairesi'nin başkanı, aynı
zamanda Misyon Cemiyeti'nin de başkanıdir. Katolikler ve Ortodokslar, her ne kadar
Hristiyan dinine mensup olsalar da, İngilizler, Hristiyanlığın Protestanlar
tarafından temsil edilmesini istiyorlar. Hâlbuki Protestanlığın da birçok
mezhepleri vardır" dedi.
"Ne
diyelim, Allah bir milletin zillete düşmesini İsterse, onlara kötü şeyleri
güzel gösterir. Demek ki, İngilizlerin müşrik kalmaları ilahi takdire
yakındır. En güçlü koruyucu olan Allah, İslam dinini her türlü fenalıklardan
korumuştur. Bu dini çok iyi öğrenen ve idrak eden şu âlim misyonerlere Allah'ın
hidayeti erişmemişse ne yapabilirler ki! Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de gayet
açık bir şekilde, "Allah, kullarından dilediğim doğru yola sevk
eder" (Bakara-142) yani "Allah, dilediğim hidayete
eriştirir"(Hac-16) buyurmaktadır. Artık bu İlahî irade üzerine daha ne
söyleyebilirim ki!
Biz
eskiden beri din olarak sadece Müslümanlık, Musevilik, Hristiyanlık ve
putperestlik var sanırdık. Dünya üzerinde, üç bin otuz civarında din ve mezhep
olduğunu söylediklerinde hayretler içinde kaldım. İnsanoğlunun şüphesiz dine
ihtiyacı vardır, tabiat kanunu bunu gerekli kılıyor. İnsanları, böyle bir
akideye zorunlu olarak sürüklüyor. Hatta Amerika'nın vahşi bir kavmi içine,
Amerika'nın ve Avustralya'nın dağlı ve yamyamları arasına, dışarıdan tanınmış
bir mürşid girmediği halde, içlerinden akıllı biri, ilham, İlahî yönlendirme
yahut tabiatı gereği bir yaratıcı arıyor, düşünsel yeteneği ve kültürel düzeyine
göre, ya hayalî bir yaratıcıyı, bir taş veya ağacı, ya da bir hayvanı yaratıcı
olarak kabul ediyor. Hedef ve arzularının gerçekleşmesini ondan istiyor ve
herkesi kendi fikrine tabî kılmaya, bilgi seviyesine, atalarından kalan
gelenek ve yaşam tarzına değinen tatlı sözlerle, vaatlerle davet ve sonra da
mecbur ediyor. Bu yolda başarıya ulaşıyor. Onun getirmiş olduğu öğreti, o
kavim için bir din, getiren o adam da, kutsal ve doğaüstü bir yaratık, bir
peygamber haline geliyor. Fakat bir dinin kabul görebilmesi için, akıl ve
mantık erbabı tarafından, akla ve mantığa uygunluğunun tasdik edilmesi gerekir.
Hakkında bilgi sahibi olduğum mevcut dinler arasında, İslam'ı diğerlerine
oranla, en fazla akla ve mantığa yatkın ve en aşikâr din olarak görüyorum.
Teslis'e bir türlü aklım ermiyor. Özellikle, Hristiyanlığın "gizli
sırlar" denilen inançlarına bir anlam veremiyorum. Bu nedenle, İslamiyet
ve Hristiyanlık arasında büyük farklar vardır. Şayet, dinler birbirlerine biraz
olsun benzemiş olsalar, birinden diğerine geçmek çok kolay olur. Müslüman
birisinin Hristiyan olması mümkün değildir. Baskı ve zorlamayla belki... Baskı
olduğu sürece zorla Hristiyanlık devam eder" dedim.
Mr. John üzüntülü bir çehreyle,
"Mustafa Efendi, siz daha gençsiniz, yeterince bilginiz yoktur; dinler
tarihi okumamışsınız, bir filozof gibi düşünemiyorsunuz. Bakınız, İslam âleminin
övünç kaynağı olan büyük âlim, faziletli ve şöhretli filozof Ebu Bekr Muhammed
Muhyiddin ibn Arabi, "Ya Rabbi, insanlar, taşa ve toprağa da tapmış
olsalar, ibadet senden başkasına değildir, sadece ve sadece şarta
mahsustur" buyuruyor. Bu şekilde, felsefî düşünüldüğü takdirde, dinler
arasında itikadî açıdan pek de fark olmadığı görülür. Sadece dış görünüşte ve
ritüellerde bazı farklılıklar vardır. Bunun da çok fazla önemi yoktur. “Kolaylaştırınız,
zorlaştırmayınız" (Buharî, Edeb, 80) emrine dayanarak, dinlerin, en
kolay icra edilenini size kabul ettirerek, kazanılacak zamandan, sizi çalışma
ve gayrete yöneltmek ve faydalandırmak istiyoruz. Çalışmak bizden, kabul etmek
veya etmemek sizdendir.
Misyon
Cemiyeti gece-gündüz bu tarz işlerle uğraşır ve İngiltere hükümetinin ilgili
birimleriyle yakın ilişki içerisindedir" dedi ve sohbetimizi burada
noktaladık.
Misyonerlik
hakkında epeyce bilgi sahibi olduğum için, gayet memnun bir şekilde otelimize
geri döndük. Aynı günün akşamı, Misyon Cemiyeti Başkanı Botingres'in evine
akşam yemeğine davetli olduğumuz için, Mr. Jolın ve Emest ile birlikte oraya
gittik. Vardığımızda, Mr. Woylsteyd ve Her bert de oradalardı. Kısa bir
sohbetten sonra mükemmel hazırlanmış bir sofraya oturduk. Yemek sırasında Mr.
Botingres şunları söyledi: "Mustafa Efendi kardeşimizin hanemizi ziyaret
etmiş olmasından son derece memnun kaldığımı ifade etmek isterim. Kendisi, genç
bir asker olduğu halde. Misyon Cemiyeti başkanının evine misafir olarak kabul
edildiğine hiç şaşırmasın. Misyonerler, rütbe, makam, gençlik, yaşlılık,
zenginlik, yoksulluk, güzellik ya da çirkinlik gibi durumları pek
önemsemezler. Onlar, bir insanın kişiliğine ve zihnî yapısına bakarlar. Mustafa
Efendi, şu anda yaradılış itibarıyla kendisiyle aynı seviyede olan adamlar
arasındadır. Çünkü bütün yaratılmışlar, yaratanın aynasıdır. Hangi din veya
milletten olurlarsa olsunlar, bütün insanlar kardeştirler. "Yoktur bu
vücudun itibarî Hak ayinedir cihan gabari” (Bu varlığın değeri yoktur Hak
bir aynadır, dünya da tozudur.) Mustafa Efendi ile aramızda çok ufak bir fark
varsa, o da eğitimimizin ve tecrübelerimizin farklı olmasıdır. Gerçi meslek
gereği, öbür dünyaya dair işlere pek vakit ayıramıyor olsalar da, yine de
uhrevî olarak kabul. ettiğimiz dinlerin dünya hayatı ve ahlakı üzerinde ne
derece güçlü etkiye sahip olduklarını kabul etmekte tereddüt etmezler. Aslında,
biz İngilizler, genellikle Türklere ve diğer Müslümanlara pek de kötü gözle
bakmayız. Her ne kadar, aşırı fikirler taşıyan bazı İngilizler bu güzel bakışı
ortdan kaldırmaya çalışsalar da, genelde hâkim olan bu manevi hisleri tamamen
yok edemiyorlar. Sizin içinizde de tutucular yar. Kendi kulağımla duydum:
"Şu şeytanlık ve hile yuvası Britanya Adası tastamam denizin dibine
girmeyince dünya rahat edemeyecektir" diyorlar. Ancak, eksik tarih
bilgimize rağmen, Türk milletinin ortaya çıkış ve gelişmesindeki güç ve
kararlılığını takdir ediyorsak da, hâlihazırdaki gerilemesine bizzat şahit
olduğumuz için, bu gerileyişin sebepleriyle ilgili birkaç söz söylemekten
kendimi alamıyorum. Her millet yaşadığı çevre, iklim ve atalarından miras
kalan bir karaktere, yani mizacı, tabiatı ve inancı gereği bazı huy ve adetlere
sahiptir. Bu özellikler korunduğu müddetçe, o millet gelişimini sürdürür,
varlığını korur. Şayet, güçlü bir karaktere sahipse, hiçbir etki altında
kalmıyorsa, o milletin varlığından şüphe edilmemelidir. Çünkü o karakterlerin
her biri bir fazilettir. Fazilet, sosyal yapının güçlenmesini, varlığını devam
ettirmesini sağlar. Çinlilerin, istikrarsız idareler tarafından yönetilmiş
olmalarına rağmen varlıklarını hâlâ koruyor olmaları bu sözüme en güzel
örnektir. İranlılar da bu şekildedir. Hangi millet, iyice inceleyip
araştırmadan, itiraz etmeksizin yabancı milletlerin adet ve geleneklerini
benimser ise, yıkılmaya yüz tutar. Biz İngilizler, dünyanın her köşesine yayılmış
bir milletiz. Farklı kavimlerle ilişki içindeyiz. Ancak, hiçbir zaman onlarla
karışmayız ve hiçbir etkiyle milli karakterimizi bozmayız. Günümüzden, beş on
bin yıl önce, bir İngiliz ne idiyse, şimdi de o İngiliz'in torunu dedesinin
aynısıdır. Bugün, bir İngiliz, Büyük Britanya'da nasıl yaşıyorsa Afrika'da da
aynı şekilde yaşar. Britanya adasındaki bir İngiliz hangi adet ve geleneklere
sahipse ve nasıl bir itikada sahipse, Kap'tâ, Hindistan'da, Yeni Zelanda'da,
Amerika'da ve diğer yerlerdeki İngilizler de aynı adet, gelenek ve inanca
riayet ederler. İşte bu sayede İngilizler, bütün dünyaya dağıldıkları halde
milliyetlerini korumuşlardır. Hristiyan bir İngiliz asla kendi dinine mahsus
bir mabedden başkasına gitmez. Bir İngiliz kendi tüccarından başka hiçbir
tüccardan alışveriş yapmaz. İngilizler kendileri içindir, başkaları için
olamazlar ve herkesi İngilizler için hazırlamaya çalışırlar. Hâlbuki bu hal
Türklerde yoktur. Siz fazlasıyla taklitçisiniz. "Türkler herkes içindir, çünkü kendileri için
olamıyorlar" diye biliyoruz. İşte bu yüzden sürekli
kaybediyorsunuz. Acaba eski geleneklerinizden kaçı kaldı? Eski Türklükten bir
eseriniz var mı? Macar ovalarının, Bizans surlarının, Balkan yaylalarının,
Kafkas dağlarının size takdim ettiği o sırma saçlı, ahu ve ela gözlü, güzel
vücutlu kızlarla şekliniz düzeldi; ama bu karışma size bazı yeni adetler de kazandırdı,
bunu inkâr edemezsiniz. Allah aşkına söyleyin; annelerinizden aldığınız İliç
hisseniz yok mudur? İranlıların on beşinci yüzyılda yedikleri darbenin
intikamını almak için, ülkenize soktukları bazı, aşırı abartılı itikadlar
dikkat çekecek derecede kötü etkiler bıraktı. Celâliler, Ahiler, Dervişler
Şiiliği temsil ediyorlar ve bu inanç genişlemeye devam ediyor. AvrupalIların
dostane bir tavırla içinize sızmalarına cemiyetimizin ön ayak olduğunu
söylerken doğrusu kızarıyorum.
Siyaset
dolabını istenildiği gibi çevirmek için iki yol vardır. Bunlardan birisi
misyonerlik, diğeri farmasonluktur. Ayrıca dervişliği de hesaba katmak gerekir.
Siz Türkler Avrupa'yı yeni görmeye ve tanımaya başladınız. Avrupa'nın iki
penceresi vardır: Birincisi ve pek büyük olanı, sefahet, sefalet ve israf
penceresidir. Sakın Avrupa'ya bu pencereden bakmayın. Pişman ve perişan
olursunuz. Diğer pencere ise, ilim, ticaret, ziraat ve sanayi penceresidir.
Ancak, bu pencere çok küçüktür. Onu bulmak için iyice aramak gerekir. Bu
pencereyi bulmaya ve Avrupa'ya buradan bakmaya çalışınız. Avrupa zihniyetini
iyi tanırsanız mutlu olursunuz. Avrupa'nın huylarını ve âdetlerini incelemeden,
tetkik etmeden kabul ederseniz yanarsınız. Çünkü sizi ahlaksızlaştırır. Ahlakı
bozulmuş bir milletin ise geleceği yoktur. Avrupa adetlerinin iyi taraflarını,
size faydalı kısımlarını; adetlerinizi ve ırkınızın yapısını bozmaması şartıyla
kopya ediniz ki Avrupalılarla uyuşasınız. İç işlerinizin idaresi ve hareket
tarzınıza gelince: İftihar ettiğiniz, övündüğünüz tarihiniz sizin ne şekilde
yolsuz hareketlere kalkıştığınızı, karanlık yollara saptığınızı gösteriyor.
1734
senesinden bu yana bütün gerileme belirtileri görülmeye başladı. Asıl Türkler
pek namuslu bir millettirler. Bilhassa zanaatla, sanatsal mesleklerle meşgul
olanlar, pek olgun ve haysiyet sahibi insanlardır. İmrenilecek bir bağlılık ile
itaat, samimiyet ve yararlıklar göstererek diğer unsurlardan ayrılırlar. Fakat
sizler yani Kayı Hanı ve Selçuk Türklerinin arta kalanlarıyla Rumdan dönme
yeniçerilerin birleşmesinden meydana gelen muhtelif Türkler, Türklüğe has her
türlü ahlakî faziletleri tabiaten terke -suçu kimseye atmayınız-ve kendi
kendinizin sonunu getirmeye, niyet etmişsiniz gibi geliyor. Daima "Hâkimiyet Galip
Olanındır!" düsturuna uyuyorsunuz. Hakkı aramazsınız. Bilhassa her şeye
esas olan lisanınızı bile bir türlü düzeltemediniz. Doğru dürüst imlanız
yoktur. Daha doğrusu yazılan kelimatı sesli okutacak bir alfabeniz yoktur
(Sokra) yazarsınız (sonra) okursunuz; (üstübec) dersiniz (istifindac)
yazarsınız; (Baka) yazarsınız, (bana) okursunuz; Bu nasıl şeydir? Gerçi
bizim lisanımızda da bu gibi bazı uygunsuzluklar vardır. Fakat sizinkine
nisbetle azdır. Aydınlarınızın yazdıkları eserler anlaşılır değildir ve
belirsizlik taşımaktadır. Arapça; Farsça bilmeyenler yazılmış kitaplarınızdan
hiçbirini anlayamazlar. Osmanlı Türkçesi'nin en belagatlısı İstanbul lisanıdır
diyorlar; İstanbul'da okuma yazma bildiği ve kendi dili olan Türkçe'yi pek
güzel konuştuğu halde yine yazılan eserleri doğru dürüst okuyamayanlar ve manasını
anlayamayanlar pek çoktur. Köylüleriniz ise kara cahillerdir. Diğer ırklardan
olan halkınıza Türkçeyi bir türlü öğretemiyorsunuz; hâlbuki milletin
çoğunluğunu köylüler teşkil ediyorlar. İlkokul eğitimine hiç önem
vermiyorsunuz; iyi biliniz ki ilk temel bilgiler, ilkokuldan alınır. Yüksekokulların
önemi ise ikinci derecede kalır. İşte bu sebepten dolayı Türkiye'de ilerleme
olamıyor. Türkiye gelişime doğru bir adım atamıyor. Hatta Doğu Türkleri:
"Osmanlı Türkleri Türkçe bilmezler" diyorlar.
Osmanlı
Devleti'nin resmî dini İslam ve resmî dili Türkçe olduğu hiç bir vakit gözden
uzak tutulmamalıydı ve aşamalı olarak okullarda doğal örgütlenme yoluyla İslam
şeriatı gibi öğretilmeliydi. Ancak bunu yapmadınız ve hala da yapamıyorsunuz.
Camilerle mescitler ve Hac ibadeti vesilesiyle Mekke ve Medine'de bir araya
gelme güzel bir vasıtadır ama değerini bilmiyorsunuz. Peygamberinizin gayet
zeki bir diplomat olduğu size bildirildiği emirlerle sabittir, üzülerek
belirteyim ki anlamıyorsunuz. Giyim tarzmızı da bir türlü düzenleyemediniz.
Türkiye büyük birkaç inkılâp görmelidir. İnkılâplar öncelikle eğitsel sonra
ahlakî ve dinî en sonra da İdarî olmalıdır. Bu sıra bozulursa düzen ve ilerleme
sağlanamaz. Karga sürüsü gibi düzensiz gidiş yakanızı bırakmaz. Rahat
olamazsınız, merhum Sultan Mahmud bunca arzularına rağmen gölgelikli şapkayı ’
kabul ettiremedi. Bu bir cahilane bir tutuculuktur. Bütün vücudunuzu Avrupalı
şeklinde örtüyorsunuz da şapkanızı benzetmekten çekiniyorsunuz. Gölgelikli
şapkaları Avrupalılar Araplardan aldılar ki başa ve göze pek faydalıdır. Avrupa
elbisesi ise zararlıdır. Sizin şalvarlarınız bizim pantolonlardan daha çok
sağlıklıdır. Sağlığa zararlı olanları kabulde tereddüt etmiyorsunuz; sağlığa
faydalı olanları reddediyorsunuz. Bu ne haldir? Ülkeniz bir harabeye
dönmüştür; arazisi bomboştur. Ziraat yok, ticaret yok, hiçbir şey yoktur. Doğu
illerinizde halk köstebek gibi yeraltında yaşıyor. Onları bile yeryüzüne
çıkarıp bir insan gibi yaşatamadınız. Gidip de oralarda insanların hayvanlarla
yeraltında ve bir ahırda beraberce nasıl yaşadıklarını görmek gerekir. Her
şeyden mahrum çaresiz adamlara merhamet etmediniz. Anayasanızda bir kanun var
ki o da "Millette kabiliyet olmazsa hükümet o milletin önüne düşer
ve ona ne yapacağım öğretir" der. Bunu ne vakit yaptınız?
Selçuklu Türkleri sizden daha medeniydiler. Onların bıraktıkları medeniyet
eserlerini kökten yıktınız. Amasya, Sivas ve Konya'da görülen Selçukî
medeniyeti harabeleri insanları derinden etkiliyor. Siz Sebatay'ı, Cengiz,
Hülagu ve Timurlenk'i taklit ediyorsunuz. Bu haliniz ne zamana kadar devam
edecektir? Hâlbuki halis Türk milleti buna mânidir.
Görüyoruz
ki ne dininizden ve ne de milletinizden istifade edebiliyorsunuz; Bunun üzerine
Mustafa Efendi, biz sizi Protestanlık ile ikaz etmek ve bu yolsuzluklardan
kurtarmak istiyoruz. Sizi ekonomiyle uğraşmaya sevketmeyi arzu ediyoruz.
Kadınlarınızı da faaliyete sokmak niyetindeyiz. Tabi bunun yanında kadınlarda
namus ve iffetin kaybolması ahir zamana alamettir. Namus ve iffetin
kaybolmamasına önem verilmelidir. İşe alt tabakadan başlamak uygun geldi. Biz
de onu yapmaya savaşıyoruz. Yarın Ağustos'un birinci günüdür, bütün Protestan
kiliselerinde, dünya yüzünde ne kadar müslüman varsa hepsinin protestan
olmaları için dua okunacak ve ayin yapılacaktır. Yarın siz de geliniz, duamıza
katılınız, her sene Ağüstosun birinci günü mutlaka bu ayin yapılır fakat "Allah'ın
ayetlerini inkâr edip haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanlar içinden
adaletle emredenlerin canına kıyanlar var ya, işte onlara korkunç bir azabı
haber ver"(Âli İmran-21) ayetine dayanarak büyük bir azâba
yakalanacaklarına inandığınız Yahudilere her manasıyla düşmanız. Yahudiler
ahlak cihetiyle sevilir yaratıklar değildirler, yılana benzerler. Kurtarıcımız
Hazreti İsa'ya yaptıkları zulüm ve hakaret aslmda inancımıza göre bizim
günahlarımızı affettirmek için Allah tarafından takdir edilmiş olsa bile yine
de tahammül edilir gibi değildir. Gerçi Hazreti İsa'ya bu şekilde zulüm ve
haksızlık yapılmasaydı belki o da İsrailoğulları peygamberlerinden biri
sayılacaktı ve Hristiyanhk meydana çıkmayacaktı; fakat yine Yahudiler bu
hareketleriyle yeryüzünde yaşayanların düzenli hayatlarını yerle bir ettiler.
Hiçbir felaket ve musibet yoktur ki içinde Yahudi parmağı bulunmasın. Savaşlar
ancak Yahudi bankerlerin yüzünden çıkar ve Yahudiler hiçbir savaştan olumsuz
etkilenmezler. Yahudiler dünyayı birbirine karıştırarak ve kapıştırarak
uzaktan seyretmeyi ve o sırada külah kapmayı çok arzularlar. Paragöz ve şahsî
menfaatlerini toplum ve insanlık menfaatleri yerine tercih eden bu kavim
nerede faaliyet gösterir ve güç kazanırlarsa orada büyük bir sefalet ve
musibetin yüz göstereceğinden emin olmak gerekir. Kendi çıkarlarını diğer insanların
felaketinde arayan böyle hilekâr bir halk ile bunca peygamber ve anlayışlı,
alim ve zeki insanlar uğraşmışlarsa da bir şey yapamamışlardır. Faizin,
vurgunculuk ve madrabazlığın mucidi onlardır. Kuvvete karşı mazlum, fırsat
bulunca zalim ve elde ettikleri servetle dünyada gizli fırıldaklar çeviren bu
dağınık halde bulunan on milyonluk esnek kavmi Allah'ın yok edici İlahî gücü
yeryüzünden kaldırmadıkça rahat ve huzur görmek mümkün olamaz^
Tuhaf
olan şu ki, bu cimri halk dört yüz milyonluk Islamiyyetin ve beş yüz milyonluk
Hristiyanlığın kuvvetini ve büyüklüğünü kâle almayarak onlara inat Filistin
topraklarına yerleşmeyi ve orada bir İsrail Devleti kurmayı en büyük ülküleri
olarak benimsemişlerdir. Dünya servetinin üçte ikisine sahip oldukları zaman bu
amaçlarına ulaşacaklarını belirten ve müjdeleyen bir kâhinin sözüne dayanarak
para biriktirmeye çalışıyorlar. Fakat boş bir beklentiye kaplıyorlar.
Hristiyanların kâbesi olan Kudüs Müslümanlarca da kutsaldır, başka ele
geçmesine şüphesiz ki rıza göstermezler. Hristiyanlar arasındaki mezheplerin
çatışmaları dolayısıyla Kudüs'ün daima Müslümanların elinde kalmasına
taraftarız.
İşte
Mustafa Efendi, görüyorsunuz ki Yahudilerle geleneksel bir düşmanlığımız
vardır; fakat Müslümanlarla, geçmişten gelen hiçbir dinî sorunumuz yoktur.
Kur'an bile Yahudiler aleyhinde birçok ayeti ve kâfirler hakkında da kesin
kat'i emirleri içeriyor iken Hristiyanlar için içtihat farkından başka herhangi
bir olumsuz yorumda bulunmuyor. Bununla beraber, İslamiyet ve Müslümanlar bizim
gözümüzde muhteremdirler. Hatta Hazret-i Muhammed, Rahip Bahira için çok
beğenilen ve muhterem biri idi. Yalnız siyasî olaylar, aranuzda düşmanlık
yaratıyor. Fakat bu hal Hristiyanlann kendi aralarında bile ortaya
çıkabiliyor." dedi. Ben de "Düşünmek gibi ibadet olamaz" dedim.
‘'Düşünmek
gibi ibadet olamaz” (Beyhakî, 4-58) hadis-i şerifiyle
bizi derin düşünmeye davet eden Yüce Peygamberimizin öğütlerine dayanarak bir
parça bu konularla uğraştığımdan müsadenizle size birkaç cümle ile cevap
vereceğim. Allah'ı ve Allah'ın mukaddes, iyilik ve hayır üzerine kurulu olan
ahlakını, sıfatlarını, fiillerini, eserlerini düşünmek her şeyden daha üstün
bir erdemdir. İçinde yaşadığımız kâinatta Allah'ın ilminden, iradesinden
yaratma gücünden ve iradesinden başka hiçbir şey olamadığına ve olamayacağına
inanıyoruz. Akıllı bir adam bir kere kendine, bir de âleme bakar ve görür ki
her noktada daima bir değişim ve başkalaşım vardır. Bu değişimler hiç
şaşmayan, seyrini değiştirmeyen, bir kurum, nizam ve düzen dairesinde olup
gidiyor.
Canda,
tende, yerde, gökte hiçbir zerre yoktur ki bu kanundan bağımsız hareket etsin.
Her şey yartılışındaki özelliğine göre iş ve güçtedir. İşte dünyada bulunan en
büyük kürreden en küçük zerreye kadar bütün varlıkları yaratıp istediği gibi
oynatan, değişime uğratan ve her varlığa kendi hâl. ve şekliyle uyumlu olarak
bu özelliği veren kuvvet ve kudreti erdemli olan insanlar "Allah"
diye yüceltirler. "Ancak Allahtır ki her şeyi yaratıcıdır
"(En'am-102) ayeti bize kesin bir emir olarak bildirilmiştir. Bu emre
dayanarak Allah için şekil, suret, zaman, mekân, acizlik, eksiklik, ortaklık
düşüncesi bizce caiz olamaz. Özellikle astronomi ve kozmagrafya okuyanlar kâinatın
ne olduğunu bugünkü keşifler derecesinde bildiklerinden kâinatın diğer
inanışlarda, Tevrat, Zebur ve Incil'de olduğu gibi küçültmemelidirler ve Allah
ile bir varlık veyahut hayalî bir şey arasında benzerlik iddia etmemelidirler.
İnsan aklının bir türlü kavrayamadığı ve anlayamadığı Cenab-ı Hak, yarattığı
bir kanuna göre kâinatı yaratmış ve o kanuna insanlar, "Doğa
Kanunları" adını vermişlerdir:
Doğa
kanunlarının bir maddesi de "Basamaklı Evrim"'dir. Doğa kanunlarının,
ilk uygulanışından beri ne kadar zaman geçtiğine dair hiçbir âlim kesin bir
zaman tayin edemediği gibi, milyonlarca seneden beri devam etmekte olup
Allah'ın takdirine bağlı olan yok olacağı zamana kadar, değişime, bozulmaya
uğramayarak belli kuralları çerçevesinde hareketliliğine devam edeceğine
geçmişine bakarak karar vermek gerekiyor. Cenab-ı Hak bütün yarattığı
canlılarda olduğu gibi insan sınıfının olgunlaşmasını da yine basamaklı,
dereceli olarak buyurduğunu sayısız delillerle göstermektedir. İnsanlar, sırf
duyularına dayanan ilimleri ile hiçbir şeyin aslından, hakikatinden haberdar
olamıyor. Bütün bildikleri sonuç olarak bir bilinmezliğe dayanıyor. Zekâsı,
irfanı, bilgisi, sağlığı, serveti, netice olarak her şeyi onu umutsuzluğa
yakalatan bilinmezliği halletmeye yetmiyor. "(Yer) Üzerindeki her şey
yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki
kalacaktır." (Rahman, 26-27) ve "Onun zatından başka her şey
yok olacaktır. "(Kasas-88) ayetleri bize Allah'tan gayrı var olan her
şeyin fani olduğunu gösteriyor.
Merhum
Fuzulî bile "Fani-i mutlakım, kabul etmem minnet-i Hızır ile Zülal-i
beka." diyor. İşte bu faniler arasında bulunan Hazret-i İsa, hâşâ
nasıl Allah olur? İnsanlar, basamaklı evrime göre "her şeyden
mahrumiyet" derecesinden yavaş yavaş olgunluk derecesine yaklaşıyorlar.
Anlayış ve kavrayış gücü meydana çıkıyor. Âlimlerimiz bu olgunlaşmayı üçe
ayırıyorlar; Birincisini "İnsanın dünyasını tanıması"; İkincisini:
"İnsanın kendisini tanıması", üçüncüsünü de: "İnsanm
yaratıcısını, Rabbini tanıması" olarak tabir ediyorlar. Bu üç yolun her birinde
büyük bir ilerleme, gelişim vardır. "Olgunlaşma" kavramı mevcut dinlerde
de bu esasa uygun olarak benimsenmiştir. Dinlerin en sonuncusu ve doğrusu
İslam'dır. Bunca ilim ve faziletinizle gerçek bir Müslüman olup İslamiyetin
genişlemesine, güçlenmesine çalışsanız ne kadar iyi olurdu. Çünkü zamanın
değişimi ile hükümlerin de değişebileceği İslam hukukunca kabul edilmiştir.
Protestanlık ise, temelsiz bir binadır; o binayı nasıl genişletip,
yayabilirsiniz? Bize Avrupalılar tarafından bizzat veya çeşitli yollarla
sokulan fesat, dinimize olan bağlılığımızı kuşattı; yoldan çıktık. Bundan
dolayı her İdarî şubemizi, her türlü hayat ve giyim tarzımızı, her
hareketimizi, tenkit ediyorsunuz. Şu üzücü durumumuzun sebebi olduğunuz için,
başarınızdan memnun olarak bizleri bu halimizden dolayı cesaretlendirmen ve
tebrik etmeliydiniz ki, daha çok sapkın olalım.
"Yalnız şunu belirtmek isterim ki
Müslümanlar tamamen dinsiz olabilirler fakat hiçbir vakit Hristiyan
olamazlar." dedim. Bu kesin sözümden alınmış
olan Botingres, Mustafa Efendi; "Yine derim ki Din İlmi okumamışsınız,
bilmezsiniz. Size bir parça bilgi vereyim. Semavî dinler denilen Haniflik,
Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet diğer mevcut dinlerin en iyileridir.
Bununla beraber, bu dinlerde de itiraz olunacak pek çok noktalar, hükümler
vardır. Diğer dinlerde de kabul etmeye değer, mantığa ve akla uygun pekçok
noktalar ve hükümler vardır. Semavî dinlerimiz diğer dinlerden alıntılarda
bulunmuşlardır. Dünyada "Tabu" denilen yani "Galip bir kuvvetin
zararından kurtulmak için "takayyüd meselesi" ilk din olarak meydana
çıkmış ve bu "tabu" semavî dinlere taşınmıştır.. Mesela Tevrat'ta On
Emir eski bir tabu ilkesinin değiştirilmesinden ibarettir. Yine Tevrat'ta:
Cenab-ı Hak Adem'e: "Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesinden yemeyiniz
ve ona dokunmayınız ki ölmeyesiniz demiştir." cümlesi yazılıdır. Bu
ağaç bir tabudur, bir tekindir, haramdır ve bu durum Hristiyanlıkta da,
İslamiyette de vardır. Şarap, kumar, domuz eti, vesaire İslam tabusudur.
Sonraları bu tabu geleneğine bir de Ruhçuluk (Animizm) katılıp her şeyde bir
ruh bulunması inancı ortaya çıktı. Bundan sonra Putperestlik (Fetişizm) inancı
meydana geldi ki, maddî olan eşyaya tapınmak demektir. Bu da sihir gibi işlerle
karıştı. Arkasından Totemizm yani toplumun kendine koruyucu olarak bir insanı
veya hayvanı ve bitkiyi ve belki bir maden parçasını kabul etmesi inancı
yayıldı. Bunlar da semavî dinlere nakil olundu. Mekke'deki Hacerü'l Esved
totemden başka bir şey değildir. Ahid Sandığı, Yahudiliğin; haç, Hristiyanlığm
bir. totemidir. Bizim Ortodoks ve Katoliklerin resimleri, tabloları
putperestlerin heykelleri birer tabu ve totemdir. Bu arada Avrupa'da Derusizidm
adlı vahşi bir din meydana çıktı. Ve doğada bulunan bütün maddelerin hepsini
terk ederek ağaçlara tapınmayı emretti. Hâlbuki aynı asırda Mısır'da da
milyonlarca insan "Apis" isminde bir öküz resmine tapıyordu. Fakat
iş putperestliğe, hayvanperestliğe dönünce tek Tanrı inancına yaklaşmak çaresi
de bulundu. Bir inek resmini Tanrı edinmektense varlıklar arasında en zeki,
kıymetli, en marifetli ve faydalı olan insanlara benzetilmiş şekilde hayal
edilen bir ilaha tapınmak öncelikli görüldü. Sabiî dini ve Mecusî,inancı boy
gösterdi. Bazı yerlerde, sonraları Politeizm fikri uyandı. Gökyüzü bu ilahlara
mesken olarak kabul edildi. "Arş-ı Kürsi" ve "Eflak" gibi
kelimeleri Kur'an'da da gördük fakat Kur'an bunlardan bahsetmekle beraber
sırasını değiştirerek Allah'a "Ben sana şah damarından daha yakınım"
(Kâf-16) dedirtiyor. Bazı âlimler, İbrahim Peygamberin Hanif Dini'nin
tek Tanrı inancını açık olarak öğrettiğini, Museviliğin bunu yaydığını,
İslamiyetin ise bunu açıklayıp, desteklediğini söylüyorlar. Ben bunu daha
evvelce söylenmiş, telkin edilmiş bir düşünce sayarım. Çünkü Mısırlılar
"Osiris"in putu önünde: "Sen ilk ve sonsun, sen açık ve
gizlisin, sen her şeyi bilirsin ve her şeye güç yetirensin, kâinatın ruhusun,
sensiz kâinat cansız bir cisim olur." tarzındaki yakarışı sunarlardı ve bu
cümlelerin yazılmış olduğu levhaları Osiris'in resminin her tarafına asarlardı.
Meksika'da
Nezkuku Prensi Tezahu Algupotal büyük bir din devrimi yaptı. Bu kişi, bir
zamanlar devletin tahtı başına geçme hakkı gasb edildiğinden dolayı uzun bir
süre dünyayı dolaştıktan sonra tekrar taht hakkını elde etmiş ve babasından
miras olarak kalan devletin tahtına oturmuştu. Bu adam, "Kâinatın, gözle
görülmesi mümkün olmayan ilahi bir iktidarı vardır. Bu Yaratıcıya şekil ve
suret verilemez ve bu Allah'a insandan değil hayvandan bile kurban kesilmez ve
onun için kan dökülmez." düşüncesini ortaya koymuş ve resimsiz, sade bir
tapınak inşa ettirmişti.
Peru'da,
Kupak Yüpangi adındaki bir prens, birçok araştırmalardan sonra, "Beni de
Güneşin oğlu olarak benimsiyorsunuz; fakat görüyorum ki atam Yüce Güneş bir
yol üzerinde yürüyor, yolunu hiç değiştirmiyor ve istese de değiştiremiyor.
Demek ki, atam hareketlerinde serbest değildir, o da bir kuvvetin esiridir o
kuvvet her halde atamdan daha kuvvetli ve kudretli olduğundan dolayı atam Güneş
onun emrinden dışarı çıkanuyor. İşte güneşin de amiri olan o kuvvete tapalım,
bizi ancak o kurtarır." demiştir. Bunlar pek güzel sözlerdir. Totemizm,
bize kehanet ve sihir inançlarını getirdi. Kehanet ise mucize ve kerameti
doğurdu. Kehanetin zamanımızda bilinen kısımları ise sihir, fal, ispiritizma,
manyetizma, hipnotizma denilen ilimlerdir. Putperest dinleri de ikiye
ayrılmıştır: Birincisi, yok olmuş putperest dinler; İkincisi ise mevcut
putperest dinlerdir. Yok olmuş olanlar; Mısır, Keldan, Asur, Arap, Suriye,
Fenike, Filistin, Yunan, Roma, Cermen, İslav, Seled dinleridir. Mısır
dininde, basit hayvanlara tapınmaktan, Bedâ’ ile ' Kur'an'ın benzerinin
insanlar tarafından oluşturulabileceğini iddia edip Allah'ın insanlan bundan
alıkoyduğunu savunan düşünce. Vahdet-i Vücud inancına kadar birbirine zıt
birçok inanç görülüyor. Bu inançlar zaman zaman gelişim sürecinde aynı
noktalarda kesişmişlerdir. Yeni gelen din, eskiyi mahvetmemiş ve hatta
milletler eski’inançlarını muhafaza etmişlerdir ve hiçbir etki bu hali
sınırlandırmaya cesaret edememiştir. Böylece birbiri üzerine gelmiş ve
yayılmış inançlar olmak üzere Eski Mısır'da Animizm, Fetişizm, Naturalizm,
Şemsperesti, Şirk ve Tevhid inançları görülmektedir. Mesela Hristiyanlık
teslisine eşdeğer Mısırlılarda da RA ve Horus ve İzis gibi baba ve oğul ve
anneden oluşan bir ilahi ortaklık inancı var idi. Geçen zaman içerisinde
birçok araştırmalar sonucunda tek Tanrı inancına yöneldiler ve Vahdet-i
Vücud'a "Fenâ" adını verdiler. "Fenâ kâinata ezeli mimarıdır ve
abidesidir" dediler. Fenâ'nın diliyle şu cümleyi söylüyorlardı: "Ben
Oyum ki var idim, varım ve var olacağım; beni örten perdeyi hiçbir fani
kaldıramaz. "
Keldâniler
de son devirlerinde tek Tanrı inancına yöneldiler ve o Tanrı'yı "Vahde lâ
şerike leh" sıfatıyla tarif ettiler. Çin İmparatoru "Fuhi
Vinti"nin milattan dört bin sene evvel bütün Çin halkına hitaben
gerçekleştirmiş olduğu bildiride: "Ey yaratıcının itaatkâr ve hakbilir
kulları Çinliler! Hükümdarınız ve yol göstericiniz sıfatıyla size söyleyeceğim
geçmişteki öğütlere uymanızı bildiririm. Gördüğünüz ve göremediğiniz zerrelerden
meydana gelen, bütün varlıkları yoktan var eden kuvvet ve kudrete, "Büyük
Allah" diyeceğiz. O'na, inanacağız; O'na tapacağız; O'ndan yardım
bekleyeceğiz. Sabah uykudan kalkınca, ilk işimiz yerlere kapanarak o
yaratıcıya teşekkür etmek; gece yatarken yine yerlere kapanarak o Allah'a
memnuniyetimizi arz etmek olacaktır. Bu iki vakitteki kutsal vazifemizi temiz
elbiselerimizle, gayet temiz vücudumuzla, başlarımızı açarak yapacağız; aklımız
yalnız Allah'ı düşünecek vücudumuzun her zerresi onun için titreyecektir.
Yürekten dilek isteyen mahzun olmaz. Canıgönülden yardım isteyen karşılıksız
bir bekleyişte kalmaz. Ondan gaynsmdan yardım istemek ahmaklıktır. Kimin
elinden ne gelir ki!"
İşte
mükemmel bir tavsiye ki semavî kitaplara aynen nakledilmiştir. Çing Tung aynı
düşünceyi takib etti. Konfüçyüs ise Şamanizmi yok etmeye son derece çalıştı ve
şöyle dedi: "Benim imanım Paoş'un imanıdır. Ben eskilerin ahlakî
usullerini, din ve siyaset yöntemlerini okuyup onları size öğretiyorum ve
onlarm hikmetini size anlayabileceğiniz bir dille yazıyorum? Ben Allah'a iman
ediyorum; çünkü bu öteden beri var olan en eski imandır. Her kim gökyüzünün
sultanmı inkâr ederek isyan ederse başka bir koruyucu bulamaz". Bu
sözlerle İsa'nın vasiyetleri arasında bir fark yoktur. Konfüçyus'un dini, doğacılık
yani Naturalizm fikrine dayanır. Hikmetinin temeli ise "varolandan daha
iyisi mümkün olamaz" hakikatidir.
Çin
âlimlerinden Lâutsu ise, ahlak ve maneviyatı ileri sürer ve Hazreti İsa gibi
insanları insanlık sıfatından çıkartıp meleklik derecesine vardırmaya çalışır.
İlim, servet, arzu ve istekleri terk ettirip, insanları bir tarikata bağlanan
müslümanlar gibi "fenafillâh" mertebesine sokmak ister. Yani bu dine
göre cehaleti tercih, çalışmayı terk etmek, alçakbğı, sefaleti seçmek makbul ve
itibarlıdır. Lautsu "Bir yanağına vururlarsa diğerini çevir, gömleğini
isteyene donunu da ver" derdi. İncile geçen bu cümle, bu güzel nasihat
Hazret-i İsa'dan birkaç asır evvel söylenmişti.
"Arif
olmaz kim bilir dünya ve mâfihâ nedir
Arif
oldur, bilmeye dünya ve mâfihâ nedir."
(Dünya
ve içindekileri bilen arif değildir
Arif
dediğin kişi dünya nedir onu bilmez)
beyti
Lautsu'nun dünya görüşünü tasvir eder. Buda inancı Hindistan'da pek eski
vakitlerde mevcut idi. Lautsu onu da geliştirdi. Çinli âlimlerden biri olan
Yanğsu da "Herkes kendi nefsinedir bundan dolayı nefsin neyi isterse onu
yapmalısın; bu âlemde her şey hiçtir, fazilet, manasız bir kelimedir. Hayattan
sonra Şanlı bir nam bırakacağım diye uğraşmak boşuna bir zahmettir. Hayatın
sefasını sürüp, sonra tam bir olgunlukla ölümü beklemek gerekir." diyordu.
Bu da bir inançtır. Çinli âlimlerin sonuncusu olan Ming Teşu ise, her şeyden
evvel halkı iyi idare etmekle yükümlü olan hükümetin kuruluş ve işleyişinin,
halkın saadete ermesinin en önemli kaidesi olduğuna kanaat getirmişti.
"Evlat, babanın oğlu olduğu gibi hükümet de milletin evladıdır, bununla
beraber insanları erdemli olmaya sevk eden yollar; akıl ve zekâ, insaniyet,
haysiyet, adalet, doğru yol, hal hareket ve tavırlarda nezaket, düzen ve nizamdır."
der. Ve eğer herkes kendi tabiatı ve arzusu ile harekette serbest bırakılırsa
âlemin düzeni bozulur; her ferde karşı kontrol ve gözetim zaruridir."
vasiyetinde bulunurdu.
Japonya'da
akla ve mantığa dayanan "Budizm" ve nakillere ve hayalî şeylere
dayanan "Şintoizm" dinleri ile ikisi arasında "Riyubu"
dini hüküm sürer. Fakat Japon kavmi akıllıdır; ne kendi eski dinlerine pek
riayetkârdırlar, ne de bizim Hristiyanlığa önem veriyorlar. Mevcut dinleri
inceliyorlar, iyi yönlerini toplayıp yeni bir din meydana getireceklerdir.
Purşaspan'm oğlu Zeruaster (Zerdüşt)'ün Mecusî dini de birçok hükümleri
içerir; bütün bütüne Animizme boğulmuştur.
Sonuç
olarak özet şeklinde anlattığım bu dinlerin bizim semavî dinlerimizden pek
farkları yoktur. Kitaplarımızda yazılı pek büyük kelamlar hep, beş on bin sene
evvel bir Çinli veya Hindli veyahut Japonyalı tarafından söylenmiş sözlerdir.
Bununla beraber Mustafa Efendi size tavsiye ederim, din ilimlerini okuyunuz,
ondan sonra yola geleceğinize ümitvar olurum.
Bu
konulara dair hayli malumat verebilirdim, fakat vaktimiz müsait değildir.
Yemeğimiz sona erdi; kahvemizi de içtik, inşallah birkaç sene sonra
görüşürsek, siz de iyi bir tartışmaya hazırlanmış bulunursanız,
anlaşırız". Sözünü bir türlü bitirmek istemeyen Mr. Botingres dış
işlerinden bir nebze bahis açtı ve şöyle söyledi:
"Mustafa
Efendi, İngiliz siyasi memurları tam bir özen ve itina ile yetiştiriliyorlar.
Emin olunuz ki, her elçinin binbir türlü karanlık, kapalı, baskılı işlerde
parmağı vardır. Elçiler amaçlarına ulaşmak için her türlü fedakârlıkta
bulunmaktan asla çekinmezler, bulundukları memleketlerin ruhuna girerler. Biz
İngilizler, fırsattan istifadeyi pekiyi biliriz. Mesela namusundan şüphe
edilen bilinçsiz, duygusuz bir yabancı memurun yanlış uygulamalarını hemen
programımıza uygun gelecek bir şekle sokarız. Bizimle temasta bulunacak yabancı
memurlar çok düşünülerek seçilmelidirler. Siyasetteki ustalığımız, sabrımız,
ileriyi düşünerek yavaşça hareketimiz, açıkça söyleyeyim merhametsizliğimiz
bizi yeryüzüne hâkim kıldı ve kılacaktır. Diplomatlarımız menfaatimize temas
eden işlerde insaf, merhamet, insaniyet, hamiyet, iffet ve istikamet gibi
şeyleri hatıra bile getirmezler. Bu sözleri unutmayınız Mustafa Efendi. Siz
gençsiniz ve sizi aydın fikirli görüyorum, ülkenize döndüğünüzde arkadaşlarınıza
bunları anlatıp onları uyanışa davet ediniz. Ben İngilizim hem de halis, su
katılmamış bir İngilizim. Az laf söylemek bizim meslek, huy ve tabiatımızın
yapısındandır; ne çare ki Osmanlıları severim ve onlara meylim vardır. Onun
için sizinle bir doğulu gibi görüştüm, aklımda yer alan gizli saklı ne var ise
size açtım." dedi.
Biz
de teşekkür ettikten sonra müsaade alarak ve yanından ayrılarak otelimize
döndük. Ertesi günün sabahında büyük protestan kilisesine gittik. Kilise bir
hayli kalabalıktı. Ork çalınıyor, çocuklar ilahi okuyorlardı. Resim ve benzeri
süslemelerden uzak olan bu kilisede yüksekçe bir mahfil vardı. Oraya sakalsız,
bıyıksız bir herif çıktı ve bir saat devam eden bir nutukta bulundu. Ondan
sonra yine ork çalındı, beraberce ilahi okundu ve merasim sona erdi. Mistir
Jolın'a: "İbadetiniz bu kadar mı?" diye sordum., "Daha ne
istersin, kâfi değil mi? Allah'ı da uzun uzadıya rahatsız etmeye gerek yoktur.
Cenab-ı Hak her şeyi bilendir, âlimdir. Kur'an'da "Şüphesiz ki ne yerde
ne de gökte hiçbir şey Allah' a gizli kalmaz..."(Ali İmran-5) ayeti
yazılı değil midir? "Hiç kuşkusuz Allah kullarım hakkıyla görür.
"(Ali İmran~15) ayetini okumadın mı? "Ve insanlardan, Allah'ın
rızasını dileyerek kendi nefsini satan kimseler vardır. Ve Allah, kullarına
karşı Rauf'tur (çok şefkatlidir). "(Bakara-207) İlahî emrini de mi
görmedin? Her camide, her tekkede duvarlara asılı levhalarda “Allah Âdem'i,
Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Bunlar
birbirinden gelme bir nesillerdir. Allah işiten ve bilendir."(Âli
İnıran-33,34) ve "Onları (Bedir'de düşmanı) siz öldürmediniz, ama
onları Allah öldürdü; (Ok, mızrak) attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı.
Mü’minleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz
Allah, işitendir, biIendir."(Enfal-17) ayetleri yazılı değil midir? "İşte
siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz.
Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında
"İnandık" derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan
kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. Deki: Kininizden
(kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir."(Ali
İmran-119) ayetinide mi bilmiyor musun? Mustafa Efendi sen Müslümanlık
iddiasındasın ama dinini benim kadar bilmiyorsun dedi." Ben de:
"Efendim, ben müderris olmadım, denizci oldum, elbette sizin kadar
bilmem. Yalnız, ben bilmediğim halde iman ediyorum, siz hakikati bildiğiniz
halde iman etmiyorsunuz, müşriksiniz; Cenab-ı Hak Nisa Suresi'nde: "Gerçekten,
Allah, Kendisi’ne şirk koşulmasını bağışlamaz.
Bunun
dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu
büyük bir günahla iftira etmiş olur. "(Nisa-48)
ye "De ki: "Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür?" De
ki: "Allah benimle sizin aranızda şahiddir. Sizi -ve kime ulaşırsakendisiyle
uyarmam için bana şu Kur anı vahyedildi. Gerçekten Allah 'la beraber başka
ilahların da bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz?" De ki: "Ben
böyle bir şeye şahitlik etmem." De ki: "O, ancak bir tek olan
İlah'tır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan
uzağım.”(En'am-19) buyuruyor. Mademki diğer ayetleri biliyor ve
okuyorsunuz, bu ayet hiç gözünüze ilişmedi mi?" dedim. O da "Mustafa
Efendi, ben Kur'anı ezbere biliyorum. Buna benzer şekilde Nisa Suresi'nde
başka bir ayet daha vardır ki o da "Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine şirk
koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini
bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.
"(Nisa-116) ayetidir. Ben her ikisini de biliyorum; hatta size şunu
hatırlatırım ki Cenab-ı Hak bütün kullarına: "Bir iyiliği açıklar ya
da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir,
güç yetirendir."(Nisa-149) olduğunu bildiriyor. Son nefesimizde ne
olacağımız nereden bilinebilir? "Arif olan anlar" derler. Yüce
Allah'tan ne istersen kısaca söylersin olur biter; hatta bağırıp çağırmaktansa
zihnen ve kalben söylemek de yeterlidir. Fakat bu ayinleri, kiliseleri, süsleri
boşa atmayınız. Halk tabakasını yola getirmek için başka çare de yoktur."
dedi.
Şimdi
şurada bir şey hatırıma geldi; atalarımız, "Ahir zamanda büyük Hristiyan
milletlerinden birisi Müslüman olacaktır!" derlerdi. Biz de aklımızca bu
millet olsa olsa İngiliz milletidir derdik. Hâlbuki İngilizler Müslüman
olmaktan başka biz Müslümanları dinimizden döndürmek istiyorlar. Ne boş bir
fikir! Ne beyhude bir maksat! Âlemlerin yüce Rabbi Allah'ın kudretini,
büyüklüğünü, bulunduğu yüce makamda mümkün olduğu kadar gösteren ve kolaylıkla
anlaşılan bir dini bırakıp da; yüceliğe layık şanlı bir peygamber olduğunu
inandığımız Hazreti İsa aleyhisselam gibi nesli Davud peygamberden yetişmiş
bir İsrailoğlu'nun, kâinat içinde bir zerre bile olamayan dünyaya Allah olarak
indiğini, hemcinsleri elinde öldüğünü, sonra da Allah'ın sağ eliyle göğe
yükseltildiğini iddia eden bir dine nasıl yönelebiliriz? Allah insan şeklinde
değildir ki eli ayağı olsun. Yüce Kur'an'da "Meryem oğlu İsa'ya da
apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyid ettik."(Bakara-86)
yüce ayeti vardır. Çocuk babasına benzese gerektir. Cenab-ı Hak ölümsüzdür. İsa
ise öldü. Allah, Rezzak (rızkı veren) ve hafızdır (koruyandır). İsa ise bu
özelliklerden hiç birine sahip değildir. Hiçbir şey Allah'tan gizli kalamaz.
Hâlbuki İsa bir şey bilmezdi. "Allah yemez, içmez, uyumaz. İsa ise yer,
içe'r, uyur."(Maide-75) İşte süratle zihnimden geçen bu farklarla İsa
aleyhisselamın hâşâ Allah veyahut Allah'ın oğlu olduğunu bir türlü inanamıyorum.
Çünkü "Allah 'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın."
(Nisa~36) ayetine dayanarak Allah'a ortak koşamayız. İsa'nın cismen göğe
yükselmesine aklım eremiyordu. Gökyüzü kavramı, belki de'zaman İsa(as.)
zamanında başka türlü tasvir ve hayal ediliyordu. Bugün göğün sonsuz bir
boşluk olduğunu biliyoruz. Böyle bir sonsuzluk içinde tayin edilen yer
neresidir? Yüce Allah her yerde hazır ve nazırdır, lâkin mekânı yoktur. İşte
burasını herkes anlamakta güçlük çeker. Hazreti Muhiddin Arabi'nin Farsça'dan
tercüme olarak: (Molla Cami)
Ben bilmezdim gizli âyân hep sen imişsin.
Tenlerde
ve canlarda nihân hep sen imişsin
Senden
bu cihan içre nişan ister idim ben
Ahir
bunu buldum ki cihan hep sen imişsin
kıtasına pek uygun geldi. Yüce
peygamberlerin bize anlattıkları "Allah" kavramının özelliği ise
"bir" olması, sahip olduğu kudretle bütün varlıkları yaratması,
varoluşlarının sürekliliği ve yokoluşları o büyük, ulu yaratıcının elinde ve
arzusunda bulunmasıdır. Yani yaratılmış şeylerin yaratıcıda yok olacaklarını
görmek demektir ki bu ancak zevk ve keşif ile anlaşılabilir bir hakikattir. Bu
inanışı terk edip Hazreti İsa aleyhisselanu Allah olarak benimseyen bir dine
nasıl yönelebilirim? Müslümanların en cahili, medenîlikten en uzak olanı bile
Hristiyanlık inancını red etmek ve bu dinin yanlışlarını tespit etmekte zerre
kadar tereddüt göstermez. Bilhassa baba ile oğul ve kutsal ruhu birleştirip
İlahî bir ortak tanrılık meydana getirmeye havarileri mecbur eden ve Hazreti
İsa'nın Tanrılık derecesine çıkmasına kadar varan bir meselenin onu büyük
göstermek arzusu olduğuna kanaat eden âlimlerimiz bu dini nasıl takdir ederler?
Hristiyanlığı bir din şekline sokmak için Allah'ı bir ve Hazreti İsa'yı da onun
peygamberi olarak benimsemek lazımdır ki doğrusu da budur. Hazreti İsa,
insanların hatta peygamberlerin, elçilerin en büyüklerinden olabilir fakat
hiçbir zaman Yaratıcı olamaz. Çünkü o da yaratılmışlardandır, acizdir. Acizlikten
uzak olan ancak mutlak kudret sahibi olan Allah'tır. "Mimdir Ahmedle Âhad
arasındaki fark" diyen şahıslara da itirazım var. Hz. Muhammed şanlı bir
peygamberdir, Allah'ın kuludur, Allah olamaz. Cenab-ı Hak Kur'an'ında böyle
buyuruyor: "Meryem 'in oğlu Mesih, bir resulden başkası değildir.
Ondan önce de resuller gelip geçmiştir. Onun annesi de özü-sözü doğru biriydi.
İkisi de yemek yerlerdi!"(Maide-75) Yine Kur'an-ı Kerim'de "Dediler
ki: "Allah oğul edindi." O, (bu yakıştırmadan) münezzehtir. Hayır,
göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O’na gönülden boyun
eğmişlerdir."(Bakara-tl6) ayeti mevcuttur. Yahudilerin "Hazreti
Üzeyir Allah'ın oğludur" dediklerini Hristiyanlar da taklit ederek Hazreti
İsa'ya Allah'ın oğlu diyarlar ki hiç doğru ve muhakkak değildir; "Dinde zorlama yoktur!
"(Bakara-256) ilahı emri bizim için pek güzel bir programdır.
Kimseye zor kullanarak dinimizi kabul ettirmeyiz. Siz Hristiyanlar da böyle
yapsanız olmaz mı? Kur'an'da yüce peygamber Hazreti İsa Aleyhisselam Efendimiz
hakkında "Hani Allah, İsa'ya demişti ki: "Ey İsa, doğrusu senin
hayatına Ben son vereceğim, seni Kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden
temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkâra sayanların üstüne
geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, hakkında anlaşmazlığa
düştüğünüz şeyde aranızda ben hüküm vereceğim. "(Ali İmran55) ve "Şüphesiz,
Allah Katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı,
sonra ona "ol" demesiyle o da hemen olııverdi."(Ali İmran-59)
ve "Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı
gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah 'm
elçisi ve kelimesidir. Onu ('OL' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan
bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve elçisine inanınız; "üçtür" demeyiniz.
(Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O,
çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Vekil
olarak Allah yeter. "(Nisa-171) yüce ayetleri ile bunlara benzer başka
ayetler de vardır.
Hazreti
İsa'nın çarmıha gerilmediğine dair Kur'an'da geçen mevcut ayet şu şekildedir: “(Bir
de) İnkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri, (156)
Ve: "Biz, Allah ’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten
öldürdük" demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu
öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten
onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir
zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak
öldürmediler." (Nisa-156,157)
Bizim
buna iman etmemiz gerekir, gayrisini inkâr ederiz. Hristiyanlar, "İsa
insani sıfatıyla asıldı ve ilahi sıfatıyla, göğe yükseltildi" derler.
Hakikî İncil dahi bu konuda "Onların (İsrailoğullarının)
peygamberlerinin ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu
İsa'yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı
doğrulayan ve muttcıkiler için yol gösterici ve öğüt olan Incil'i
verdik."(MaideM6) yüce ayetine göredir ve biz buna inanırız dedim.
Mr.
John, âlim ve erdemli bir kişi olduğundan dolayı söylediğim doğru sözlere
cevap olarak "Şüphesiz ki Hazreti İsa çarmıha gerildi. Çünkü bu
ispatlanmıştır. Allah'ın oğlu olmasına gelince, şöyle açıklayabilirim; soyları
Samilere dayanan Araplarla İsraillilerde bir adet vardır, mesela zengin bir şeyhin
birçok kölesi, hizmetkârı olur. O zengin adamlar, kölelerine "evlat"
tabiriyle hitab ederler ve köleler de efendilerine "Baba" derler.
Hatta şeyhlerin birinden "Bu genç kimdir?" diye sorulunca "Bu
benim evladımdır." der ve keza kölelerden birisine efendisini sorarsanız
"Babam filanca kişidir" der. Demek ki köleye evlat, efendiye de baba
demek Samioğullarınca nezaket ve adettir. Hazreti İsa meselesi de böyle olsa
gerektir. Hazreti İsa, Allah'ın kuludur, kölesidir ve yarattığı bir varlıktır;
İsrailoğulları ve Araplar'ın örf ve inanışlarına göre Allah ona evladı
demiştir. Allah Hazret-i İsa'nın Rabbi ve yaratıcısıdır. Mesih olan Hazreti
İsa da ona "Baba" demiştir. Kutsal Ruh ise tüm yaratılmışlarda
mevcuttur. Kur'an'da "Sana ruhtan sorarlar; de ki: "Ruh, Rabbimin
emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir. "(îsra-85)
ayeti vardır. Bu emir her yerde geçerlidir. Evrensel olan bir İlahî emrin her
tarafta aynı tesirde bulunması lazımdır.
Hz.
İsa'nın "Allah ruhtur ve ona secde edenlerin ruh ve hakikatle secde
etmeleri gerektir." (Yuhanna 4/24) sözünü unutmayalım," dedi.
Ben de: "Yahudi ve hristiyanlar; 'Biz Allah'ın oğulları ve
sevgilileriyiz.' dediler. De ki öyleyse niçin günahlarınız yüzünden Allah size
azab ediyor? Bilakis siz O’nun yarattıklarından bir insansiniz. O dilediğini
bağışlar ve dilediğine azab eder. "(Maide-85) İlahî emri açıkladığınız
görüşü geçersiz kılıyor, buna ne buyurursunuz?" dedim.
"Ne
yapayım, ne diyeyim "Her nefse kazandığının karşılığı tam olarak
verilir ve onlara zulm edilmez."(Ali İmran-25) ayetini okur ve
geleceği beklerim. Mustafa Efendi, bu bahisleri kapayalım da bizim misyonerlik
sanatına dair size detaylı bilgi vereyim, daha faydalı olur." diyerek
sözüne devamla: "Londra'da bir de Misyon Okulu vardır; ülke dışında
eğitim görenler, Londra'ya dönüşlerinde bu okula devam ederek sınav olurlar;
kazanırlarsa misyoner olurlar, kazanmazlarsa tekrar okurlar ve misyoner
çıkarlar. Misyoner okulunun en önemli dersi, Hristiyanlık Felsefesidir. Bu
derste zayıf olanların misyonerlikteki dereceleri aşağı olur. Misyoner olmak
için bir çok şart vardır; Bu şartların en mühimi, Londra'daki Misyon Cemiyeti
Okulu'nda tahsil görmek ve pekiyi derecede diploma almaktır. Amerikalı pek çok
misyoner olduğu gibi İsveç, Norveç, Alman ve Danimarkalı misyonerler de
vardır. Protestanlığın yayılmış olduğu her milletten misyoner olabilir.
Amerikan misyonerleri Doğu'da ve İngiliz misyonerleri Uzak Doğu'da
faaliyettedirler. Protestan olan her memlekette misyoner şirketleri mevcuttur.
Her şirketin tüzüğü ve bir idare şekli vardır. İngiliz misyonerleri dört
sınıftır. Birinci sınıfı ve en büyükleri mürşitlerdir; bunlara profesör
diyorlar. İkinci tabakası; misyonerlerdir. Üçüncü takımı ise misyoner
muavinlerdir. Dördüncü kısmı da gönüllü öğrenci misyoner cemiyetidir.
Bu şirkete Students Volunteer Missionary Society diyorlar. Bir de,
ayrıca misyoner kadın cemiyeti veya şirketi vardır ki bu şirket asıl İngiliz
Misyon Şirketi'nin bir şubesidir. Her sınıfın dereceleri vardır. Bu dereceleri
aşamayanlar bir üst sınıfa geçemezler. Misyonerlikte kıdemle beraber hizmetin
en iyisi, fedakârlık ve görevde başarılı olmak göz önünde bulundurularak
terfiler gerçekleştirilir ve sınıflar da buna göre ayrılır. Misyonerlerin her
sınıfının maaşları ve ayrıca da özel ödenekleri vardır. Bankalarda her
misyonerin kendi adına havale edilen paraları mevcuttur. İstedikleri kadar
alabilirler. Fakat bu parayı amaçları doğrultusunda sarf ederler. Şimdiye
kadar bir misyonerin bu paralarla kötü bir işe bulaştığı işitilmemiştir. Vazife
uğrunda hayatını kaybeden misyonerlerin ailelerini İngiltere hükümeti ölünceye
kadar mesut ve bahtiyar olarak yaşatmaya ve çocuklarını okutup iş ve güç
sahibi etmeye mecburdur. Bir misyonerin kendisine verilen görevde amacına
ulaşmaktan başka hiçbir düşüncesi yoktur. Misyonerlerin bir kısmı
farmasondurlar.
Burada
bir miktar duraksayarak misyonerlerin mensup oldukları protestan mezhebi
hakkında bilgi verdikten sonra sözüme son vereyim. Ortodoksluk ve Katoliklik on
beşinci yüzyıla doğru insanlık âlemine bir bela oldu. Rum kilisesinin zalimce
idaresi Ortodoksları dinden imandan çıkardığı gibi Avrupa'nın maddî işlerinin
idaresini bile kendi hâkimiyeti altına alan Katolik Vatikan Kilisesi de
Katolikleri perişan ediyordu. Hristiyanlıkta bir devrim ve yenileşme yapılması
zamanının geldiğine kanaat getirenler pek çok idi; ancak önayak olmaya
cüretkâr kimse bulunmuyordu. Siyasi ihtiraslarla gittikçe bozulan Vatikan
makamı, X. Leon'un kötü yönetimiyle, şeytanî dünya zevklerinin her çeşidiyle
kirletilmişti. Cenneti satan, hükümdarları indirip bindiren; zulmü adalet,
adaleti zulüm gösteren Papa X. Leon, işe yarayacak güzel nasihatlere de kulak
asmıyordu. Erasmus ve Hotten ismindeki şahıslar yazıları ile mücadeleye
giriştiler. Luther ve Kalven namındaki rahipler de işe karıştılar. Böylece
çatışma başladı. Martın Luther "Hristiyanlıkta ruhbanlık yoktur!"
meselesini öne sürdü. "Allah ile Kul arasında vasıta yoktur."
diyordu. Luther, zeki, âlim ve Hak tarafını tutar, körkörüne her şeye
inanmaz, yorum gücü kuvvetli bir adam idi. Bu yenilikçinin hitabet gücü
kuvvetli olduğundan dolayı kendisini dinleyenler adeta büyüleniyor ve onun
düşüncelerine bağlanacak derecede tesiri altında kalıyorlardı. Katoliklikten
bıkmış usanmış olanlar, Luther'in mezehebine girdiler. Luther Protestanlığı
meydana getirdi. İncil ve Hristiyanlık sünnetlerinin yanında Papanın nüfuzunu,
dinde sonradan türemiş olan şeyleri, fazladan ayinleri, ruhanilerin
evlenmemelerini ve manastırlara kapanmak usulünü iptal etti. Ve kiliseden resimleri
kaldırttı. Bağımsız araştırma ve içtihadı kabul etti. Fakat gerek Luther ve
gerekse Kalven eksiksiz ve hatasız insanlar değildiler. Bunların da az çok
hataları vardı. Luther'in Kopemikle alay etmesi; Kalven'in Michel (Mişel) Serve
hakkında reva gördüğü muamele affedilir hatalardan değildir. Luther, günahların
affı usulünü, A'rafı, cüz'i iradeyi, ezelî günah meselesini satırlardı, vaftiz
ve ekmek-şarap ayininden başka kilise adet ve sünnetlerinin hepsini yıktı.
Avrupa'nın hemen her tarafına protestanlık yayılmaya başladı. Bu hususta,
hükümdarların da çok yardımı oldu. Daha sonraları Hristiyanhkta, Çuyungli,
Knox, Pasteur, Bacon, Descartes, John Locke, Mirabu gibi araştırmacı
yenilikçiler, III. ve IV. Pavlos ve V. Pius, Sikestkenet gibi azimli papalar çıktı.
Bunlar Hristiyanlığı arındırmaya, seçkin bir; hale getirmeye çalıştılar. Bir
kısmı Katolikliği yenilemeye, bir kısmı da Protestanlığı yaymaya
çalışıyorlardı. 1559 dan 1598 senesine kadar Batı'da devam eden kanlı savaşlar
neticesinde protestanlık reformu baş gösterdi ve her millet bu yeni mezhebi
yani Protestanlığı kendi mizacına, örf ve âdetine uydurarak yeni bir kilise
oluşturdu. Sonuç olarak Protestanlık Hristiyanlığın sade, iyileştirilmiş ve
arındırılmış halidir. Gitgide daha çok iyileştirilecek ve Avrupa medeniyetinin
ilerleyişiyle uygun bir seviyede bulundurulacaktır. "Zamanın değişmesi
ile hükümler de değişebilir." (Mecelle-39. madde) ilkesi
Müslümanlarca da kabul edilmiş olduğundan bazı ictihadlar ile din içerisinde
sonradan ortaya çıkan inanışların değiştirilmesi zamanının geldiği kanaatindeyim."
dedi. Sonra, veda ederek yanından ayrıldım, Müslümanca ismi İbrahim Hayrullah
Zeki olan misyoner John ile ertesi günü Folmut'a döndük.
Merhum
Mustafa Bey'in başından geçen macerayı anlatan hikâye burada bitti. Misyonerler
merhum Mustafa Bey'i avlamak için güzel tuzaklar kurmuşlar ama Allah'ın
birliğine inanan o mümini kandırmayı başaramamışlardı. Allah kendisine rahmet
eylesin. Şimdiye kadar geçen, yarım asırdan fazla bir zamanda, doğal olarak Misyon
Teşkilatı'nda pek büyük değişiklikler olmuştur. İngilizler hem misyonerlerden
ve hem de eksplurator denilen kâşiflerden ve zengin gezginlerden pek çok fayda
elde ediyorlar. Şimdiye kadar Osmanlı topraklarında seyahat edip araştırma ve
incelemeler gerçekleştirerek eser yazanların elde ettiğim isimlerini buraya
aktarıyorum.
Mr.
Liac 1216 Rumî senesinde bütün Anadolu ve Arabistan'ı dolaştı. Misyonerler
içinde "Makdeşu" dilini bilen tek şahıs bu adamdır.
Mr.
Zichen 1220 Rumî senesinde aynı şekilde hareket etti. Mr. Linch, Mr. Borfard,
Mr. Botingres, Mr. Murier, Mr. Frezes, Chizney, Voylsteyd, Toblers, Robinson,
İnsvurt, Ressam, Biyk, Moor, Charl Wilson, Hachif, Burtony, Bellent, Lurats
Olifas, Trummer, Layard, Ravvilson, George Schmith, Ramsey, Hogart, Monro,
Peters, Leonard, Mutzel, Mases, Mark Sykes, Mis. Luvetyanbil, Mr. Alsvurt
Huntingtons, Verde, Belfros, Bellis, Mayles namındaki misyonerler, yazarlar,
araştırmacılar ve gezginler çeşitli tarihlerde Osmanlı topraklarını gezdiler.
Mr. Linch'in Doğu illerimizin durumunu anlatan güzel bir eseri vardır. Mister
Manzonis 1877 miladî yılma denk gelen 1293 Rumî senesinde Hadide ile San'a
arasını karış karış gezerek mükemmel bir harita meydana getirdi, bugün biz bu
haritadan faydalanıyoruz.
Geçmiş dönemlerde Osmanlı topraklarında
incelemelerde bulunmuş olan misyonerler ve araştırmacılar ile kâşifler ise Mr.
Dognis, Gulasseres, Horgrunyes, Furtelmutes, Hirshes, Bintis, Muzilis, Zoymers,
Hanis, VVeyfel, Wyman Bury ve emsalleridir. Mr. Horgrunyes, altı ay Mekke'de
ikamet etti. Mr. Furtelmutes yirmi gün Mekke'de ve on beş gün Medine'de kaldı.
Bu
saydığım kişiler önemli eserler meydana getirmişlerdir. Daha birçoklan vardır
ki memleketimizi dolaşmışlar ve hala da dolaşmaktadırlar. İsmini saydığım bu
kişiler yalnız raporlar düzenleyerek bağlı oldukları makamlara vermekte olup,
eser yazmadıklarından dolayı isimlerini hiçbir yerde göremedim. Bugün yüz elli
Misyon Cemiyeti veyahut şirketi ve on bin misyoner ile ellibin kadar
yardımcıları bulunduğu söylenmektedir.
Yapılan
istatistiklere göre yeryüzünde 240 milyon Katolik, 95 milyon Protestan, 105
milyon Ortodoks ki toplam 445 milyon Hristiyan vardır ve 12 milyon da Yahudi
mevcuttur.
Bugün
yeryüzündeki Müslümanların nüfusu Avrupa istatistikçilerinin söylediklerine
bakılırsa Hristiyan nüfusundan 80 milyon kadar daha azdır. Osmanlı Devleti'nde
25 milyon, Rusya'nın hükmü altında 35 milyon, İran'da 10 milyon, Hindistan'da
80 milyon, Çin'de 85 milyon, bütün Afrika'da 90 milyon, Cava, Sind, Sumatra ve
diğer bütün doğu adalarında 40 milyon, Afganistan ve Belucistan'da 10 milyon
Müslüman vardır diyorlar ki toplamı hemen hemen 385 milyona varıyor. Ben 400
milyon olduğunu tahmin ediyordum. Çünkü Afrika'da Müslüman nüfusu yoğun
olmasına karşın sayımı yapılmamıştır. İslam dini bugün hiç çaba sarfetmeden,
masrafsız, propagandasız kendi kendine yayılıyor. Eğer Hristiyanlar gibi bizim
de misyonerlerimiz, dini yayma görevlilerimiz olursa, 700 milyonluk
putperestleri az zaman zarfında İslam dini ile şereflendireceğimizden şüphem
yoktur. "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın resulüdür"
diyenler, isterlerse Çinli ve Koreli olsunlar Müslümandır ve diğer ırklara
mensup Müslümanların kardeşidirler. İslamiyet'te milliyet dindedir. Müslüman
olanın milliyeti İslamiyet'tir demeli ve başka bir şey aranmamalıdır. Bu Sünnî,
bu Şii, bu Vahhabi veyahut bu Türk bu Arnavut, Bu Kürt, bu Boşnak, bu Rum, bu
Laz, bu Arap diye ayırdınız mı artık İslamiyet'te birlik olmaz, İslamiyet'in
kuvveti azalır. Peygamber Efendimiz ilk defa peygamberliklerini ilan ettikleri
zaman "Ey insanlar! 'Allah'tan başka ilah yoktur!' deyin, kurtuluşa
erişirsiniz!" diye seslendi. İşte bu cümleyle halkı dine davet etti. Bu
cümleye ve bu davete göre artık Müslümanlar arasında ırkların, devletlerin,
vs... farklılıklarından dolayı ayrılık olmamalıdır. Her insan kendi yaptıklarıyla
diriltilir. Bundan sebeple bakış açısından, inancından dolayı bir diğerini
suçlu ilan etmeye kimsenin hakkı yoktur. Kim "Allah'tan başka ilah
yoktur." diyorsa o benim kardeşimdir demeli ve bu iş olup bitmelidir.
Müslümanlar
arasına ayrımcılık getirenler İslâmî bakış açısınca uygun görülmemektedirler.
Çünkü Müslümanlar arasına ayrımcılık sokmakla İslamiyetin en büyük düşmanı oluyorlar.
Peygamber Efendimiz Mina'da dile getirdikleri hutbede "Sizin kanınız,
mülkünüz, malınız diğerinize haramdır; bilmiş olunuz ki siz kıyamet günü
Allah'ın huzurunda toplanacaksınız ve yaptıklarmız sizlerden sorulacak;
amellerinize göre kerşılık alacaksınız. Sakm benden sonra kâfirler gibi
gruplara ayrılıp da birbirinizi vurmayınız." buyuruyorlar.
Mevcut
dinlerin kitapları meydandadır, okuyunuz. Bir kere de Kur'an-ı Kerim'i
inceleyiniz; farkını görürsünüz. Dinimiz, mevcut dinlerin en sade ve
mükemmelidir. Kitabımız, kitaplarm sonuncusu ve noksansızıdır. Dinimizi beğenmeyenler,
bu dinden nasibini almamış olanlar ve dinimizi bilmeyenlerdir. İtiraz için
Kur'an'm manasını, hiç olmazsa mealini bilmek gerekir. Kur'an'ın yüce manasını
kimse anlayamazmış ve Kur'an tercüme olunamazmış gibi iddialar ve sözler pek de
doğru olmasa gerektir.
Cenab-ı
Hak bize bu Kitabı, metninde yazanlara, içindekilere uymamız için gönderdi,
yoksa anlaşılması zor bir halde gönderip bizi onu çözmeye muhtaç bırakmadı.
Kur'an'a bir bilinmezliktir diyenler kendilerinin cehaletlerini örtmek isteyenlerdir.
Kur'an-ı Kerim açık ve anlaşılır bir şekilde yazılmıştır. Zannederim eski
âlimler kendilerine önem verdirmek için yüce Kur'an'ı anlaşılması zor bir
bilinmezlik gibi göstermeye çalışmışlardır. Yalnız birkaç kelime vardır ki,
neyi ifade ettiklerine dair âlimler terüddüt ediyorlar.. Mesela: "Ha-Mim",
"Ayin Sin Kaf", "Elif Lam Mim", "Kaf Ha Ya Ayın
Sad" ve "Elif Lam Ha" gibi. Ben Vahhabi değilim fakat
Kur'an'ı olduğu gibi okuyalım ve içinde bulunan emirlere uymak için manasını
öğrenelim diyorum. Yüce Peygamberimizin Veda Haccı'nda verdiği emirde "Müminler
hep kardeştirler. Kardeş malı kardeşe gönül rızasıyla vermiş olması dışında
helal olmaz. İşte size İlahî hükümleri tebliğ ettim. Size iki şey bırakıyorum
ki onlara sarıldıkça asla doğru yoldan sapmazsınız. Onlardan biri Allah'ın
kitabıdır ve diğeri Allah'ın peygamberinin sünnetidir."(Ahmed bin Hanbel,
Müsned, III, 111) buyurdular. Bizim için uymamız gereken Allah'ın kitabı
elimizdedir. Peygamberimizin hadisleri ise birçok eserle nakledilmiştir.
Peygamberimizin sünnetleri de bilinmektedir. Bunlardan bulamadığımız mevzuları
kıyas ile, ictihad ile, büyük fakihlerin bu konularda hemfikir olup bir ortak
bir noktada buluşmaları ile bir karara bağlamak mümkündür. İmam-ı Âzam Ebu
Hanife, Hz. Osman ile Hz. Ali arasındaki meseleyi ne güzel halletmiştir. "Biz
Osmanla Ali arasındaki meseleyi Allah'a bırakırız. Peygamberin sahabelerini
destekleriz; onların dışında kimsenin ardından gitmeyiz."
buyurmuşlardır. Fakat kimse bu noktayı dikkate almıyor. Yine eski fikirlerinden
caymıyorlar. Kimisi Osman tarafını, kimisi de Ali tarafmı tutuyor. Bu yüzden
meydana çıkan Sünnîlik ve Şiilik İslam âlemini cidden sarstı. Ne kadar kanlar
döküldü. Vücuda gelen bu düşmanlık hala da bir türlü sönemiyor.
İbn-i
Battuta, seyahatnamesinde: "İsfahan en büyük ve en güzel beldelerden
biri ise Sünnîler ile Rafızîler arasında fitne kıvılcımlarından doğan
anlaşmazlık ve ayrılık sebebiyle büyük bir kısmı hala haraptır. Bu kargaşa ve
anlaşmazlık bugün hala sürmekte olup bu iki grubun çatışmalarına bir son
veremeyeceklerini göstermektedir. " diyor. İşte hakikî bir örnek!
İşte acmacak bir hakikat! Artık yirminci asırda bu gibi haller olmamalıdır.
Hz. Osman ile Hz. Ali gibi iki zatın bin üç yüz sene evvel aralarında
tartışılan bir meselenin halli, haklı ve haksızın ayırt edilmesi bize düş. mez.
Ahirette Cenab-ı Hakk meseleyi tamamen çözer.
Tarafsızca
düşünülürse her ikisinde de itiraz edilecek tavır vardır. Hz. Ali, herkese
inanır ve herkesi iyi tanır, mert cesur bir zat olduğundan siyasette kusuru
vardı. Hz. Osman'ın ise, taraftarını yanma alarak ve onları yüksek mevkilere
geçirerek ellerine büyük yetkiler bahşetmek kusuru vardı. Kusursuz yalnız
Allah'tır, kul kusursuz olmaz.
Etbama
meylettiği için Hz. Osman
Katlinde
Sükût eylediler âl ile ashab
(Hz.
Osman kendi yakınlarına meylettiği için
Katledildiğinde
sahabeler sessiz kaldılar.)
Her
iki tarafın da az çok hatası olunca artık söz söylemeye gerek kalmaz. Her ikisi
de ahirette ve dünyada büyük makamları, sıfatları .elde etmiş kişilerdir.
Bunlara makam ve mevki hırsı yakışmazdı. Rum şairlerinden Pandalides, “Para1.
Ey daima kuvvet olan para, senin için padişahlar ve tahtları sarsılır. ”
demektedir. Makam ve mevki hırsı servet biriktirmek içindir, servet ise
Pandalides'in dediği gibi yapar.
Bu
açıdan Müslümanlar arasına ayrılık sokanlar elbette Kur'an'ın ve sünnetlerin
dışında hareket etmiş oluyorlar. Fesad tohumu ekmekle kendi adlarını
kirletiyorlar, ellerini ve vicdanlarını kana boyuyorlar.
Sözün
özü, Allah'ın yüce peygamberi "Kolaylaştırınız, Güçleştirmeyiniz.
" (Buharî, Ahkâm, 60) buyuruyor. İslamiyet'i kolaylaştırmak, herkesi
ona ısındırmak, bütün Müslümanların vazifesidir.
Yalnız
bir şey vardır ki, o da kolaylaştırırken namusu, adaleti, merhameti
kaldırmamaktır. Çünkü "Bir milletin yaşadığı bölgeden bereket,
kadınlarından hayâ ve namus, hâkimlerinden adalet ve insanlarından merhamet
kalkarsa o milletin siyasî hayatının sona erdiğine kanaat
getirilmelidir." gibi doğru bir söz var. İşte terk edilmesi gerileme
alâmeti olan bu dört maddenin kalkmamasına gayret etmek gerekir. Netice olarak
derim ki, Müslüman olanlar birbirlerini sevmelidirler. "İslam Dinini
Yayma Cemiyeti" namıyla bir İslam Cemiyeti oluşturarak İslamiyetin
yayılmasına ve genişlemesine çalışmalıdırlar. Misyonerlerin programları bizim
için örnek almacak en güzel yoldur. Çünkü onların programlan sayısız tecrübe
üzerine geliştirilerek bugünkü şeklini kazanmıştır. Bizi uzun uzadıya araştırma
ve incelemelerden kurtaracaktır. "İslâmî Yayma Cemiyeti" diğer
Müslüman ülkelerde şubeler açabileceği gibi oralarda eskiden beri mevcut olan
cemiyetlerle de ilişkiler kurabilir.
Bizim
de mürşidlerimiz, dinimizi yaymayı görev edinmiş insanlarımız olursa ve onlar
da açgözlülüğü terk ederek yalnız din uğrunda çalışmak şartıyla bu vazifeye kendini
adayıp her türlü zorluğa göğüs gererek dünyayı gezerlerse elbette dinimiz daha
çok ve daha hızlı yayılır. Fakat İslam Cemiyeti güzel bir okul meydana
getirmeli; iyi düşünülmüş, anlaşılır, zihin yormayan güzel programlarla o
okuldan dinimizi yayma görevlileri yetiştirmelidir. Bu konu şeyhülislamlık
makamının üzerine düşen aslî ve esas bir vazifedir. Az zaman zarfında bu yolda
da büyük büyük başarılar elde etmelerini ümid eyleriz.
Merhum
Mustafa Bey'in bize nakil ettiği macerada misyonerlerin bazı sözlerini
reddedecek kişilerin bizde de mevcut olduğuna şüphe edilemez. Bundan dolayı bu
durumu onlara terk ederek İslam'ın önde gelen zatlarından bir kişi tarafından
söylenilen:
"Huda
can-ı cihanest
Ve
cihan cümle beden"
(Allah
cihanın ruhudur ve o cihanın tamamı bir bedendir.)
mısrasını
tekrar ederim. Allah vardır ve insanların hayal edebileceklerinin üstünde
büyüktür. "Vahdet-i vücud" ve "Vahdet-i mevcud" fikirleri
hakkında da birçok kitap yazılmıştır. Kanımca hepsi birdir. Merhum Süleyman
Çelebi Efendi Mevlid'inde "Birdir Allah ondan artık(gayrı) Tanrı yok"
diyor. Resulullah efendimiz de "Allah vardır, ondan başka bir şey yoktur.
" (Buharî, Bed'ill Halk, 59) buyuruyor.
Birlik
ebedidir. Herkes nasıl biliyorsa ve ne şekilde kavrarsa kavrasın "Alah
bes, baki heves." (Allah yeter, geri kalan her şey geçicidir.). Hristiyan
milletinin bunca çalışmalarına ;karşı ümitsiz olmayalım. Çünkü yüce ve muhterem
peygamberimiz "Allah insanları yönetmeyi benim ümmetime layık
görmüştür." hadisiyle İlahî bir lütfü müjdeliyor. Müslümanlar her
vakit devletler kurmak ve yönetmekle müjdelenmiştir.
Merzifon
Amerikan Okulu'nun müdürü olan misyoner Mr. Thris, öğrencilerine verdiği ders
esnasında sözü İslam'ın birlik ve bütünlüğüne getirerek: "İslam birliğini,
şu ırk ve mezheplerin anlaşmazlıkları arasında gerçekleştirmek, koca gemi
halatını iğne deliğinden geçirmekten daha zordur" demişti. Ben de o zaman
bu sözü işiterek Mr. Thris'e: "O koca halat iğne deliğinden geçecek
incelikte iplik saplarının burulmasından meydana gelmiştir. Mevcut, yekpare
haliyle geçemese de geçemezse de açılınca ince iplik parçaları pekâlâ o
delikten geçirilir ve daha sonra yine burularak halat haline konulur. “Müminler
ancak kardeştirler."(Hucurat-10) ayeti, bahsedilen ırk ayrılığını
ortadan kaldırdığı gibi mezheplerin ayrılıkları da bizde o derece düşmanlık
gerektiren bir durum değildir. Çünkü uyuşulabilir." demiş ve pek yaşlı
olduğundan dolayı kendisinin artık istirahate çıkması lazım geldiğini anlatmış
idim. Bu sözüme cevaben Mr. Thris: "Boş durmak benim için bir
cezadır" dedi ve hayatının sonuna kadar çalışacağını bildirdi.
Bunların
sayısız engel olma çabalarına rağmen, İslam âlemini bir merkez etrafında
birleştirmek yine mümkündür. Çünkü dünya haritasını göz önüne koyarsak, İslam
ülkelerinin birbirine bitişik olduğunu görürüz. İslam memleketleri Kâbe'nin
çevresindedirler. Bu durum birleşme amacının gerçekleşmesi için çok uygundur.
Müslümanlar Museviler gibi döküntü halinde ve dağınık değillerdir. Zaten
Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde Müslümanların bu devlet etrafında toplanıp
birleşmelerini sağlayan şey kılıç gücü değil, belki "adaletin
dağıtılması" idi. Şahsi muameleleri terk ederek âdilâne bir yöntemi izler
ve şeriatın emir ve yasaklarını insanlara bildirme yoluna tutunur, insaflıca
bir yolu takib etmeyi benimser, endişelerden uzak bir hareketle diğer
dindaşlarımıza kendimizi sevdirirsek birçok vasıta ile bizi ayrılığa ve
geriliğe sevketmeye çalışan düşmanlarımıza karşı üstün gelerek amacımıza
ulaşırız. Sabır, dikkat ve kararlılık her türlü zararlı teşebbüsleri engeller.
Azim ve metanet yükselmenin ve kurtuluşun yoludur. Sürekli ve çok çalışma
başarı ve saadetin anahtarıdır. Ben Avrupa'da bulundum; askerî ataşelik
yaptım. Batlıların birçok dini eserini okudum. Doğu vilayetlerimizde dolaşan
Amerikan misyonerlerle temasta bulundum ve onlardan birçok şey işittim. İslam
âlemi aleyhine yazılmış kitapları gözden geçirdim. Rabbime şükrederek derim
ki, inancımda zerre kadar sarsılma olmadı. Hepimiz İslam'ın esaslarına
sarıldıkça, sadık ve riayetkar kaldıkça, sağlam ve güçlü oluruz. Tam aksine
İslamiyet'ten uzaklaştıkça ona soğuk bir gözle baktıkça zayıf ve güçsüz
kalınz.
Osmanlı
halkının Müslüman kesimi, karakterini, örf ve adetlerini bozmamak üzere
"İlerlemeyi batıdan, kuvveti doğu ve güneyden almalıdır". İslamiyet
daima, birliği, kardeşliği ve yükselmeyi emreder, miskinliği, gruplaşmayı,
düşmanlığı reddeder. Bundan dolayı ötekinin berikinin sözde var olup icraatta
var olmayan yükselmeyi ve kardeşliğini değil, İslamiyet'in emrettiği yükselme,
kardeşlik, eşitlik, adalet, hürriyet ve ilerlemeyi meydana getirmeliyiz.
Devlet,
adaletle ve hatta küfür ile devamlılığını sağlayabilir fakat zulümle devam
edemez. Âlemlerin Rabbi olan Allah, Kur'an'ı Kerim'de "Allah size
emanetleri mutlaka ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor.
Şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür." (Nisa~58) buyuruyor.
Özü
sözü doğru, kalbi saf ve pak, fikri hile-hurda ve aldatıcılıktan uzak,
duyguları kin ve nefretten arınmış, iyiliğe, barışa, doğru yola, irşada
yönelmiş olan bir insan söyleyeceği sözü dile getirmekten çekinmez. Ancak, içi
dışına, zahiri batınına (görüneni, görünmeyenine) uymayan ve hareketlerini,
fikirlerini ve maksatlannı açıkça söylemeyen menfaatçi insanlara da her zaman
susmak düşer. Bir eserde, "Filistin topraklarında Avrupalı Haçlıları
mağlup eden Türkler, din hürriyetine ve insanı duygulara pek saygılı
olduklarından haçlılann yardı-
ırandan
mahrum kalan Hristiyanlan tamamen Müslüman etmek işten bile değil iken onları
yine dinlerinde serbest bıraktılar. Bu hal ve hakikat, Hristiyanlan Türkler
hakkında iyi ve samimîce düşündürecek rivayetlerdendir" deniyor ve onlardan
güzel muamele ve sadakat bekleniyor.
Ne
çare ki, yapılan iyilikler çabuk unutuluyor ve bu asırda herkes vicdanını
karartarak bir şeyler kazanmak istiyor.
İslam. Dünyası Hakkında Bazı
Tarihî Bilgiler
Ebrehe'nin
Mekke'yi kuşatmasının 52. ve adaletiyle tanınmış İran hükümdarı adil Nûşirevean'ın
Sasani tahtına oturmasının 42. ve bir rivayete göre Nuh Tufanı'nın 3882 ve
miladî olarak İsa (a.s.)'ın doğumunun 570. senesine tesadüf eden Fil Yılı'nda,
Rumî aylardan Nisan ayının 10. ve Arabî aylardan Rebiyülevvel ayının 12..
pazartesi gecesi sabaha doğru dünyaya gelen peygamberlerin sonuncusu Muhammed
Mustafa (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretleri kırk yaşına
vardığında Allah tarafından yeni bir din ile insanlara ve cinlere peygamber
oldu. Miladın 610. senesinde parlayan bu İslamiyet nuru, az zaman zarfında
yeryüzünün birçok yerini aydınlattı. Geçen zaman içinde İslam'm ışığı kuzeyde
Sibirya'ya ve Kuzey Buz Denizi'ne, doğuda Çin Denizi'ne ve batıda Atlas
Okyanusu'na, güneyde Ümit Burnu'na kadar ilerledi ve Asya'nın büyük bir parçasına,
Afrika'nın hemen hemen tamamına, Avrupa'nın merkezine doğru uzanmak üzere
doğu, güney ve güneydoğusuna dek yayıldı. Atlas Okyanusu adalarına kadar
yayıldı. İslamın bu başarısı için çalışan mürşidlerin çoğunun bellerinde ipten
bir kuşak, sırtlarında sade bir yelek ve ellerindeki savaş aletlerinden başka
ne tantana ve gösterişleri ve ne de servet ve zenginlikleri vardı. En büyük
kuvvetleri dine bağlılık, iyi niyet, keskin bir azim ve fedakârlıklarıydı.
Sonraları
debdebe ve gösteriş, saltanat ve ihtişam devirleri başladı. Fakat dine
bağlılıkta, çalışma ve gayrette, fedakârlık, azim ve kararlılıkta sarsıntı
olmadı.
İşte
bu şerefli şahısların İslam'ı yaydıkları yeryüzü dâhilinde bir dine ve inanca
sahip olarak yaşayan dört yüz küsür milyon halka Müslüman ve onların âlemine de
İslam âlemi denir. Bu âlemin coğrafyasını, tarihini, etnografyasını ve şimdiki
durumunu Özet halinde bile olsa bilmek bütün müminlere farzdır. Çünkü "Bütün
müminler kardeştir"(Hucurat-10) ayetine göre bütün Müslümanlar, ırk ve
mezhep ayrımı yapmaksızın kardeştirler ve kardeşler de birbirlerinin halinden
haberdar olmalıdırlar. İslamiyet'in ruhu kardeşlik ve karşılıklı samimiyettir.
Bu olmadı mı, "İslamiyet de orada yoktur!" demek gerekir.
Avrupalılar
daima "Panislamizm" den yani İslam dünyasının birliğinden bahsedip
ondan bir hayli sakındılar ve çekindiler. Hakları da vardı; üzülerek
belirtirim ki bu büyük korkunun sebebi olan İslam âleminin ne kuvvette
olduğunu ve neler yapabileceğini biz Müslümanlar hala bilmiyoruz ve öğrenemedik.
Âcizane kaleme aldığım "İslam Âlemi Coğrafyası" adlı eseri İslam
âlemine faydalı bir hizmet olmak üzere yakında yayınlattıracağım Hataları belki
de pek çoktur; eksiklikleri muhakkak vardır. Onları da bu yolda hizmet
edebilecek diğer şahıslar düzeltsinler. Avrupalıları korkutan İslam birliği manevî
olarak her vakit mevcuttur. Bu birleşmeyi de faaliyete sokmak, canlandırmak
için Müslüman milletlerim birbirine tanıtmak gereklidir. Diğer İslam
devletlerinden daha medeni ve uygar olduğu tahmin edilen ve daha geniş
olanaklara ve kuvvete sahip olduğu düşünülen Osmanlılar, İslam âleminin her
bölge ve parçasını bilmezlerse, Sudan ve Siddi'deki Buse İslam Hükümeti ve
halkı, Büyük Okyanus'taki Buru ve Butun Müslüman halkı acaba Osmanlı Devleti'ni
nasıl bilebilirler? Şanlı Osmanlı padişahı, kutsal halifelik sıfatıyla
şereflendirilmiş ve taçlandırılmış olmasının yanında bu makamın tüm
Müslümanlarca benimsenmiş olması hasebiyle İslam âlemince biliniyor, tanınıyor
ve itibar görüyor ise de Osmanlı hükümeti yalnız manevî desteğiyle değil maddî
gücüyle de kendini gösterirse, önemi ve değeri artıp o zaman İslam âlemine
destek olma vazifesini tam manasıyla gerçekleştireceğinden ümitvar olan
Müslüman milletler hükümetimizin her emrine amade olacak şekilde kuvvetli
duygular ve güçlü bir bağlılık ile gönül vermiş, bağlanmış olurlar.
Padişahımız
ve yüce halifemiz Sultan VI. Mehmet Vahdeddin Hazretleri iffetli, doğru, adil,
merhametli, cesur ve bir Müslüman halifesinde bulunması gereken vasıflara sahip
ve yaratılışı itibariyle zeki olup, 50 senelik araştırmaları ve tecrübesiyle de
o zekâyı takviye ettiği bilinen ve Allah korkusu taşıyan, nefsine bağlı
olmaktan sakınan, icraatlarında cesur, yaratıcı fikirler üreten, düzen ve
disiplin taraftarı, âlimlere ve fazilete saygılı, çalışırken sabırlı, zalimlere
düşman olması gibi seçkin özelliklere ve beğenilen huylara sahip bir padişah
sıfatı taşıdığından dolayı, hâkimiyeti döneminde Osmanlı milletinin mesud ve
bahtiyar olacağından şüphemiz yoktur.
Adalet,
devletleri güçlendirir, yaşatır ve diğer toplulukları kendisine çeker. Adil,
güçlü bir Osmanlı Devleti, diğer İslam devletlerini mıknatıs gibi kendine
çekebilir. Hırs ve açgözlülük, adaletsizlik, keyfî muamele ve taraf tutma,
devletleri yok oluşa sürükler. İslamın doğuşundan beri ortaya çıkıp zulüm ve
yolsuzluk, dolandırıcılık ve rüşvet, israf ve İslam hukukuna aykırı gizli
kapaklı işler yüzünden yokolmuş olan hükümetlerin isimleri şunlardır:
1- Ümeyyeoğulları Hükümeti (Emeviler)
2- Abbasiye Hükümeti (Abbasiler)
3- Sitemdar Hükümeti
4- Giylan-ı Cebeliye Hükümeti
5- Bâvendiye Hükümeti
6- Rüstemoğulları Hükümeti
7- Endülüs Hükümetleri (21 hükümet görülmektedir)
8- Medraroğulları Hükümeti
9- İdrisiye Hükümeti
10- Ağlebiye Hükümeti
11- Fergana Hükümeti
12- Samanoğulları Hükümeti
13- Tahiroğulları Hükümeti
14- Sicilya Emaretleri
15- Hüseyniye Hükümeti
16- Alevîye Hükümeti
17- Safariye Hükümeti
18- Tulunoğulları Hükümeti
19- Haşimiye Hükümeti
20- Tabâtabaoğulları Hükümeti
21- Hamedanoğulları Hükümeti
22- Sicistâniye Hükümeti
23- Ziyadoğulları Hükümeti
24- İlyasoğulları Hükümeti
25- Sariye Hükümeti
26- Âli Büveyh Hükümetleri
27- İhşidiye Hükümetleri
28- Salariyeoğulları Hükümeti
29- Rükniye Hükümeti
30- Şahinoğulları Hükümeti (Şahiniye)
31- Asfaroğuüarı Hükümeti
32- Badîsoğulları Hükümeti
33- Fatımiye Hükümeti
34- Kürt Mervanoğulları Hükümeti
35- Me'mûnoğulları Hükümeti
36- Ukbeyn Hükümeti
37- Gazneviye Hükümeti
38- Mezidoğulları Hükümeti
39- Kakuyeoğulları Hükümetleri
40- Hamûdoğulları Hükümetleri
41- Behamiye Hükümeti
42- Merdasoğulları Kelebiye Hükümeti
43- Harmiye yahut Babekî Hükümeti
44- Selçukîye Hükümetleri
45- Şevankâre Hükümeti
46- Murabutun Mulessemun Hükümeti
47- Selihiye Hükümeti
48- Felitaoğulları Hükümeti
49- Artukoğulları Hükümeti
50- Mengüciye Hükümeti
51- Aliye Hükümeti
52- Şeddadoğulları Hükümeti
53- Kürt Merdasoğulları Hükümeti
54- İsmail! Batınî Hükümeti
55- Harezm Hükümeti
56- Museyyib Ukaybioğulları Hükümeti
57- Badisiye Hükümeti
58- Atabeg Hükemetleri (20 kadardır)
59- Eyyubiye Hükümetleri
60- Bamiyan Hükümeti
61- Luristan Hükümeti
62- Hemmad Bucaye Hükümeti
63- Âli Sebuktegin Hükümeti
64- Hafsiyun Hükümeti
65- Mezidoğulları Hükümeti
66- Hurşidoğulları Hükümeti
67- Lâr Hükümeti
68- Fetâde-i Hüseyniyeoğulları Hükümeti
69- Hamzaoğulları Hükümeti
70- Kabliye Hükümeti
71- Haliciye Hükümeti
72- Meriniye Hükümeti
73- Karakurum Hükümeti (Ccngiziyye)
74- Muvakkidin Hükümeti
75- Guriye Hükümeti
76- Karakitay Hükümeti
77- Vedadiye Hükümeti
78- Resuliye Hükümeti
79- Cubaniye Hükümeti
80- Muzafferoğulları Hükümeti
81- Ahmeroğulları Hükümeti
82- Cûciye Hükümeti
83- Kurt Hükümeti
84- Bakriyûn Hükümeti
85- Ak Orda Hükümeti
86- Pervane Hükümeti
87- Karaman Hükümeti
88- İlkaniye Hükümeti
89- Kızıl Akmedlü Hükümeti
90- Tuğlukoğulları Hükümeti
91- Ammariye Hükümeti
92- İlganiye Hükümeti
93- İticûye Hükümeti
94- Tuğmâniye Hükümeti
95- Meziniye Hükümeti
96- Behmeniye Hükümeti
97- Kaşgar Hükümeti
98- Ramazanoğulları Hükümeti
99- Karakoyunlu Hükümeti
100- Akkoyunlu Hükümeti
101- Dulkadiroğulları Hükümeti
102- Hazariye Hükümeti
103- Kavusoğulları Hükümeti
104- Cünbur Hükümeti
105- Safeviye Hükümeti
106- Çerkeş Guleman Hükümeti
107- Kalavuniye Hükümeti
108- Sudiye Hükümeti
109- Tahiriye Hükümeti
110- Keraniye Hükümeti
111- Germiyanoğulları Hükümeti
112- Aydınoğulları Hükümeti
113- Cezayir Hükümeti
114- Lûdiye Hükümeti
115- Kırım Hükümeti
116- Vetasoğulları Hükümeti
117- Arnavut Hükümeti
Mevcut
tarihler iyice gözden geçirilirse daha birkaç hükümet ismi bulunabilir. Bunlar
arasında 374 sene ayakta durmuş Bavendiye Devleti bulunmakla beraber eşkiyalık
ve komitacılık ile kırk sene hayatını sürdürmüş olan Batiha'da Şahiniye
Devleti, dinsizlik, ahlaksızlık ve namussuzluk ile bazı özel ve gizli kuvvetler
sayesinde 18 sene kadar yaşamış Batınî İsmailîye Hükümeti de bulunmaktadır.
Bu
Müslüman devletlerin yıkılma sebepleri incelendiği zaman karşımıza şu maddeler
çıkar:
1-
Dinsizlik,
namussuzluk,
2-
Adaletsizlik,
zulüm ve yolsuzluk,
3-
Rüşvetçilik,
har vurup harman savurmak, aşırı eğlenceye düşkünlük, israf, stokçuluk,
4-
Makam-mevki
kavgası, hırs ve açgözlülük,
5-
Dış
dünyada olup bitenleri dikkate almama, cehalet, tembellik ve ilerlemeden
yoksunluk.
Bugün
dünya üzerinde mevcut İslam Devletleri de şunlardır:
1-
Büyük
Osmanh Devleti Hükümeti
2-
İran
Hükümeti
3-
Afgan
Hükümeti
4-
Buhara
Hükümeti
5-
Hiva
Hükümeti
6-
Bulucistan
Hükümeti
7-
Kırım
Hükümeti (Yeni teşekkül eden)
8-
Azeristan
yahut Azerbaycan Hükümeti (Yeni)
9-
Şimali
Kafkas Hükümeti (Yeni)
NOT:
Kafkas Dağları'ndan sonra Kuban, Terek, Kazan, Don, Harkuf, Voronej, Saratof,
Tambo, Pensa, Simberesk, ülkeleri de bir hükümet teşkil edebilirler.
10-
Malir
Kutla Nevvabhğı
11-
Buhara
Nevvabhğı
12-
Cinceri
Nevvabhğı
13-
Kîce
Nevvabhğı
14-
Ahmed
Abad Hükümeti
15-
Cunâger
Hükümeti
16-
Camenger
Hükümeti
17-
Haydar
Abad Hükümeti
18-
Kümbat
Hükümeti
19-
Palasenbur
Hükümeti
20-
Radhenbur
Hükümeti
21-
Bohobal
Hükümeti
22-
Behelpor
Hükümeti
23-
Rampor
Hükümeti
24-
Havar
Nevvabhğı
25-
Balnebu
Nevvabhğı
26-
Kücbehar
Nevvablığı
27-
Nizam
Hükümeti
28-
Tervare
Hükümeti
29-
Salangor
Hükümeti
30-
Nagrisemebilan
Hükümeti
31-
Cevher
Hükümeti
32-
Kedâh
Hükümeti
33-
Perlîs
Hükümeti
34-
Kelantan
Hükümeti
35-
Hayrabor
Hükümeti
36-
Ray
Hükümeti
37-
Temağganu
Hükümeti
38-
Perak
Hükümeti
39-
Pehnek
Hükümeti
40-
Acin
Açe Hükümeti
41-
Padanığ
Hükümeti
42-
Senkura
Hükümeti
43-
Banka
Hükümeti
44-
Riyu
Hükümeti
45-
Biltun
Hükümeti
46-
Palmibâniğ
Hükümeti
47-
Lampuniğ
Hükümeti
48-
Nebikolin
Hükümeti
49-
Linga
Hükümeti
50-
Niyas
Hükümeti
51-
Bata
Hükümeti
52-
Cambiye
Hükümeti
53-
Siyak
Hükümeti
54-
Kuvantan
Hükümeti
55-
Delhi
Hükümeti
56-
Babi
Hükümeti
57-
Banyak
Hükümeti
58-
Peyti
Hükümeti
59-
Tânâhemse
Hükümeti
60-
Tânâhalse
Hükümeti
61-
Vennenavi
Hükümeti
62-
Ratlam
Hükümeti
63-
SikunuHükümeti
64-
Nasuvangunu
Hükümeti
65-
Buiyyiyat
Hükümeti
66-
Baniğkali
Hükümeti
67-
Pangsang
Hükümeti
68-
Banlav
Hükümeti
69-
Butun
Hükümeti
70-
Borov
Hükümeti
71-
İsindora
Hükümeti
72-
Temate
Hükümeti
73-
Tidur
Hükümeti
74-
Timur
Hükümeti
75-
Rutî
Hükümeti
76-
Buğur
Hükümeti
77-
Şamar
Hükümeti
78-
Seram
Hükümeti
79-
Pontiyanak
Hükümeti
80-
Sombe
Hükümeti
81-
Siyantan
Hükümeti
82-
Makindav
Hükümeti
83-
Matan
Hükümeti
84-
Kec
Hükümeti
85-
Recnik
Hükümeti
86-
Samplinuğ
Hükümeti
87-
Bunıney
Hükümeti
88-
Dayak
Hükümeti
89-
Keşmir
Hükümeti
90-
Puti
Hükümeti
91-
Bedhişan
Hükümeti
92-
Şaravak
Hükümeti
93-
Ruşan
Hükümeti
94-
Simpanağ
Hükümeti
95-
Sintarağ
Hükümeti
96-
Kutî
Hükümeti
97-
Fantam
Hükümeti
98-
Surakarta
Hükümeti
99-
Cukcakarta
Hükümeti
100-
Samaranağ
Hükümeti
101-
Sumbave
Hükümeti
102-
Şiribun
Hükümeti
103-
Madura
Hükümeti
104-
Curbaya
Hükümeti
105-
Kambiniğ
Hükümeti
106-
Bandoniğ
Hükümeti
107-
Maniğkasar
Hükümeti
108-
Koninğan
Hükümeti
109-
Umman
Hükümeti
110-
Burbulingu
Hükümeti
111-
Hadramut
Hükümeti
112-
Basuruan
Hükümeti
113-
Kuveyt
İmareti
114-
Katif
İmareti
115-
Bahreyn
Hükümeti
116-
Necid
Emareti
117-
Muhammere
Emareti Ciyyaneor
Aden Körfezi civarında yüz elli kadar
sultanlık olduğu bildirilmiştir; bilinenleri şunlardır:
118-
Lehe
Abdali Sultanlığı
119-
Dali'
Sultanlığı
120-
Sibaî
Sultanlığı
121-
.
Fazli Sultanlığı
122-
Abdülvahid
Sultanlığı
123-
Akrabî
Sultanlığı
124-
Subeyhi
Sultanlığı
125-
Bafi'
Sultanlıkları
126-
Havaşib
Sultanlığı
127-
Alaki
Sultanlığı,
128-
Nesab
Sultanlığı
129-
Beyza
Sultanlığı
130-
Fas
Hükümeti
131-
Tunus
Hükümeti
132-
Aşanti
Hükümeti
133-
Aşire
Hükümeti
134-
Afâr
Hükümeti
135-
Aka
Hükümeti
136-
Uganda
Hükümeti
137-
Ova
Hükümeti
138-
Mendere
Hükümeti
139-
Basutos
yahut Becvane Hükümeti
140-
Busa
Hükümeti
141-
Bondo
Hükümeti
142-
Tombukto
Hükümeti
143-
Fanti
Hükümeti
144-
Bambuk
Hükümeti
145-
Sirğu
Hükümeti
146-
Saklava
Hükümeti
147-
Turu
Hükümeti
148-
Zengiyar
Hükümeti
149-
Sambu
Hükümeti
150-
Senegal Hükümeti (Senegal büyük ve geniştir,
Hristiyanı da çoktur; fakat iç bölgelerde bir Senegal Müslüman Hükümeti
mevcuttur.)
151-
Havdame
Hükümeti
152-
Bağirmi
Hükümeti
153-
Bamyara
Hükümeti
154-
Darfur
Hükümeti
155-
Gandu
Hükümeti
156-
Sökoto
Hükümeti
157-
Huşa
Hükümeti yahut Af no Sultanlığı
158-
Vaday
Sultanlığı
159-
Bemuh
yahut Burnu Hükümeti
160-
Darrunka
Emareti
161-
Futaçalun
Hükümeti
162-
Futa
Hükümeti
163-
Mandenkel
Hükümeti
164-
Darferitet
Hükümeti
165-
Dayafunu
Hükümeti
166-
Kanem
Hükümeti
167-
Ditğa
Hükümeti
168-
Fula
Hükümeti
169-
Katuri
Hükümeti
170-
Kabor
Hükümeti
171-
Kaoko
Hükümeti
172-
Katağum
Hükümeti
173-
Kuvar
Hükümeti
174-
Komor
Hükümeti
175-
Muhli
Hükümeti
176-
Mayuta
Hükümeti
177-
Hindvane
yahut Anjuvan Hükümeti
178-
Manima
Hükümeti
179-
Mısır
Hükümeti
180-
Senusiye
Tarikati (Bir hükümet gibidir)
İsimlerini
saydığımız bu hükümetlerin hükümdarları ve ahalisi de tamamiyle Müslümandır.
Hükümdarların sarayları, gösterişli bir karizmaları ve vekilleri vardır.
Bazılarının düzenli ordusu da bulunur. Ancak bazıları yan müstakil ve çoğunluğu
Avrupa devletlerinin idareleri altındadırlar. Misyonerler bu İslam
devletlerinin topraklarında istedikleri gibi at oynatıyorlar. Acaba
milletimizden kaç kişi buralara seyahat edip onların hallerini bize
bildirdiler? Konsoloslarımız ne yaptılar bilemiyorum. Yalnız, üzüldüğüm ve
teessüf ettiğim bir konu varsa o da, Avrupa'da kumarhaneden ibaret bir Monako
Prensliği, dört jandarmaya sahip bir San Marino Cumhuriyeti aynı kuvvet ve
güçte bir de Andora Cumhuriyeti ve Lüksemburg ve Lehistan Dukalık ve Prensliği
Avrupa yıllıklarında birer devlet diye zikr edildiği halde milyonlarca insana
sahip koca İslam devletlerinden bahsedilmemesidir. İslamiyet'e düşmanlık pek açık
ve aşikârdır. Bununla beraber İslam âlemi de kendisini toplayıp kuvvet ve
kudretiyle onlara tanıtmalıdır. Hristiyan devletlerin hâkimiyetleri altında
bulunan İslam halkı ise Avrupa yıllıklarında kayıtlı ve adları geçiyor
olduğundan tekranna lüzum görülmedi.
Samsameyi*
eyledikçe teslil
Teslim-i süyûf ederdi a'da
Tarih diyor ki bî mubaha
Bir orduyu bir er etti tenkil.
(Samsame
gibi bir kılıcı kınından çektikçe
Düşman kendi kılıcını teslim ederdi
Tarih abartısız diyor ki
Bir asker bir orduyu mağlub etti)
‘
Samsame: Hz. Ali'nin kılıcı Zülfekar'dan sonra gelen Amr bin As'ın meşhurlarıdır.
Beyitte sadece kılıç anlamında kullanılmaktadır.
İslamiyet
pek büyüktür, pek güçlüdür, pek etkili ve önemlidir. Ancak adaletsizlik ve
idaresizlik, memnuniyetsizlik ve daha nice nice üzücü haller bu heybetli gücü
küçük küçük kuvvetlere ayırdı. Dinin emrettiği adalet ve doğru yolu takip, yine
o 'küçük kuvvetleri birleştirebilir. Bu birleşmenin gerçekleşmesi ise dünyayı
titretir. Bir erin bir orduyu mağlub etmesi gibi bir er de bu oluşumu vücuda
getirebilir. Mevcut İslam devletleri ile ilişkiler kurulması ve kültürel bir
birlik meydana getirilmesi, çalışılacak önemli bir meseledir.
Şimdi,
hayal ettiğimiz "İslam Dinini Yayma Cemiyeti"nin bir
teşkilatlanmasını yapalım.
İslam Dinini Yayma Cemiyeti
İslam'ı
Yayma Cemiyeti yüce Osmanlı Devleti'nin ve Müslüman milletlerin nakit
yardımlarıyla iş görebilir. İslam'ı Yayma Cemiyeti, İngilizlerin
misyonerliğine benzer bir vazife gerçekleştirmekle yükümlü olacağından,
Misyoner Teşkilatı, İngiliz hükümeti ve milletinden ne gibi yardımlar alıyorsa
ve ne gibi hizmetler gerçekleştirebiliyorsa bizim İslam Cemiyetimiz de Osmanlı
hükümeti ile aynı ilişkiler içerisinde bulundurulmalıdır. Bu şekilde büyük
faydalar elde edilebilir. Yoksa İstanbul'da Cağaloğlu'nda, kapısının üstünde
"Cemiyet-i Hayriye-i Islamiye" levhası yazılı bir evde binlerinin
toplantılarından İbaret bir halde kalacaksa bu cemiyetin kurulmasına teşebbüs
bile edilmemelidir.
Kısacası,
misyonerlerin Müslümanlar hakkında uygulamaya çalıştıktan yöntem çerçevesinde
onlara karşı aynı şekilde karşılık verecek bir işe girişmek gerekiyor. Bunun da
en önemli şartı: Sahibinden himmet ve çalışanlardan büyük bir gayret ve
geleceği göz önüne alarak geçici olan hayatı düşünmeyerek önlemler almaktır.
Zaten dünya nedir ki ikbali ne olsun!
Nîk-i bahtan revnek-i ikbale
mağrur olmasın
Lâbekadır aksi ikbalin bulur
bir gün zeval.
(Bahtı
açık olanlar ikbalin parlaklığıyla gurura kapılmasın
İkbal
ebedî değildir, bir gün yok olup gider)
En
yakın yüzyıllarda, siyaset arenasında istediği gibi koşan, arzularına ulaşan
ve savaş meydanlarında zaferler kazanan Napoleon ve Frederick gibi
zamanlarının büyük adamları bugün kara toprakta çürümüş, ünvanları ve nişanları
paçavra parçalarından yapılmış kâğıt sayfalarında kalmıştır. Eğer bu parçavra
parçalarının içinde anlatılanlara önem veriliyorsa, ahirete iman edilmese bile
bir miktar vicdanî hareket lazımdır. Kıymet verilmiyorsa, dine bağlılık
bulunmuyorsa ve her ne yapılsa toplum tarafından hikmetin kaynağı ve keramet
olarak benimseniyorsa, işte böyle dönemlerde de akla geleni yapmak gerekir.
Yapılan şey dinimizce aykırı değilse ve dinimizden bir itiraz görmüyorsa
helaldir, meşrudur, uygundur. Hatta çaresiz Ferit Paşa için haksız olarak
söylenmiş bir kasidede:
"Hâsıl-ı
dünya ve mâ fihâyı herc-ü merc edip
Kendime
nam-ı Hülagû Han'ı unvan eylerim."
(Dünya
malını ve ona dâhil olan şeyleri harcayıp
Kendime
Hülagû Han'ın ünvanını alırım.)
diyorlardı
ki bu kişi evine gitmek için belli bir yoldan başka bir istikametten
geçemeyecek kadar beceriksizdi. Milletimiz pireyi deve yapar. Acaba haddini
aşan icraatlarda bulunanlar için neler söylenmiyor?
Vidinli
Tevfik Paşa'nın bir sözünü söylemek isterim. Merhum Tevfik Paşa bir resmî
toplantıda "Bu memlekette ciddiyet takdir edilmez. İyi fena, fena iyi
görülür. Burada ciddiyetten bahsetmek Saksonya tabağıyla eşeğe saman vermek
gibidir" demişti. Ne doğru bir sözdür. Memleketimizde şahsiyetle uğraşmak
her dönemde yeni modadır. İktidar sahiplerini söndürmek her zaman geçerli, rağbet
edilen bir uğraştır. Türkiye'nin geri kalmasına sebep olan nedenlerden biri,
belki de birincisi budur. BenAlfred De Vigny gibi:
Ağlamak,
inlemek, yalvarmak alçakçadır
Kaderin
seni çağırdığı bu yolda
Şu
zor görevini layıkınca, coşkuyla yap
Ve
sonra benim gibi sessizce öl.
demedim.
Saf vicdanımın yönlendirmesiyle ve bilgim derecesinde kendi akıl ve mantığıma
göre bazı düşünce ve yorumlarda bulundum. Doğru olabildiği gibi eğri ve yanlış
da olabilir. Amacım bizden olanlara hizmettir. Kusurlu da olsa, zamanımızın
sistemine de dokunsa hoş görülmelidir.
Eski
sadrazamlardan merhum Fuat Paşa'nın yarım asır önce ölüm döşeğinde iken
cennetmekân Sultan Abdülaziz Han'a yazdığı vasiyetnamede bazı mühim cümleler
vardır. Onların bir kısmını buraya naklediyorum. Her devir için dikkate değer
cümlelerdir:
"Padişahım,
Cenab-ı Hak sizi şerefli olduğu kadar da tehlikeli olan bir vazife ile
vazifelendirmiş ve mübarek zatınızın dahi bu vazifeyi hakkıyla yerine
getirmesi için "Osmanlı saltanatı tehlikededir" sözünü iyice düşünmeniz
zarurî bir hal almıştır. Komşularımızın hızla ilerleyişleri ve atalarımızın
akıl erdirilemeyecek hataları bugün şu vahim durumda bulunmamıza sebep olmakla
böyle dehşetli bir tehlikeden korunmak için zat-ı şahaneniz de geçmişi bir
kenara bırakarak bizi yeniden bir yükseliş yoluna sevketmeniz lazımdır. Bu
bizi mahveden beladan kurtulabilmemiz İngiltere kadar paraya, Fransa kadar
eğitim gücüne, Rusya kadar askere sahip olmaya bağlıdır. Bizim için lazım olan
kalkınma Avrupa milletleri derecesine yükselmektir. İslamiyet, insanı ve dinî
yükselişe hizmet eden bütün yolları bünyesinde bulundurması itibariyle; siyasî
ve mülkî müesseselerimizi değiştirmek, kanunları mevcut gelişim ve ilerleme ile
paralel olarak yemlemek İslam'ın esaslarının dışında bir şey değildir. Mademki
bizim inancımıza göre İslamiyet bütün hakikatleri, bütün Sim ve irfanı
kapsamaktadır; o halde faydalı keşifler ve yeni ilimler bulundukları yer
neresi olursa olsun ve hangi milletin elinde bulunursa bulunsun onu almak ve
anlamak vazifesiyle yükümlüyüz. Düşmanlarımızı kendi başımıza yenmeye gücümüz
olmadığı için dışarıdan bir dost ve müttefik aramaya mecburuz. Çeşitli ırklara
mensup Hristiyan halkımız arasında dinî bir birlik oluşturmalarını engellemeye
çalışmak gerekir. Devlet kavramını onların bütün dinî meseleleri üzerinde
bulundurmak kadar uygun bir idare yöntemi olamaz. Ancak Osmanlı, kendisini
oluşturan çeşitli unsurları ırk ve mezhep ayrımı yapmadan bir arada tutmalı ve
birbirlerinin menfaatlerine hizmet edecekleri koşulları oluşturmalıdır."
Bugün
ayru sözler tekrar edilebilir.
Şu
vasiyetleri Müslümanlar için faydalı bir ders olarak göz önünde bulunduracak
olan İslâmî Yayma Cemiyeti ve İslam Dini'ni yayma görevlileri çok büyük
hizmetler gerçekleştirebilirler.
Çünkü
din, felsefesiz olamadığı gibi siyasetsiz de olamaz. Bununla beraber dine iki
noktadan bakmak gerekir. Dinin birinci kısmı manevî, ikinci kısmı siyasîdir.
Manevî yönü doğrudan doğruya fertler ve şahısların vicdanı üzerine etkili
olur. Siyasî kısmı ise o dine mensup toplumun yaşam ve saadet yoludur.
Bu
eseri yazmaktan maksadım İslam âlemini uyarmaktır, bölücülük değildir.
Alemlerin Rabbi Allah, Kur'an-ı Kerim'de "O fasıklar Allah’ın ahdini,
onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini
emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar,
işte bunlardır. "(Bakara-27) buyuruyor. Tam bir iman ile inandığım
Cenab-ı Hak beni hüsranda bırakmasın. Âmiri.
Ben,
halkı imandan uzaklaştırmıyorum. Halk ile alay etmeyiniz, dünyanın düzenini
sağlayan, insanların barış ve kurtuluşunu temin eden şeyleri uygulayınız demek
istiyorum. Cenab-ı Hak bütün iman edenleri lütfuyla ıslah eylesin, gazabıyla
yok etmesin. Zira artık zulme ve gazaba tahammülümüz kalmadı.
Osmanlı'da
siyasî sorunlar eksik olamaz; biri geçici bir süre için giderilir ve sonra,
hiç hatır ve hayale gelmeyen bir diğeri meydana çıkar. Çünkü biz Müslümanlara;
Hristiyan olmadıkça dünya üzerinde rahat ve huzur gösterilmemesi Haçlılar
tarafından kararlaştırılmıştır. Bu kitapçıkta, başkaları tarafından söylenip
naklolunan ve tarafımdan da bazı vesilelerle dile getirilen görüşü Avrupalılar
hiç de dikkate almıyorlar. Biz Müslümanlar birlikçiyiz, tek Tanrıcıyız
Teslis'e, üçlemeye inanmıyoruz, inanmayız ve hiçbir vakit inanmayacağız. Çünkü
olamaz. Kozmografya hakkında yüzbinlerce sayfa eser yazan, araştırma ve
keşiflerde bulunan, felsefe yolunda eserler meydana getiren ve akılları her
halde her şeye herkesten daha fazla eren bilgili Avrupa senyörleri eğer hakikati
anlamakta acizlik gösterir ve babalarına da atalarından nakledilmiş olan
uygunsuz ve uydurma bir inanca inanırlar ve bizleri de o köhne ve batıl inanca
sürüklemek fikrinde bulunurlarsa, bu heriflerde akıl, anlayış, yorumlama gücü
ve mantık namına bir şey yoktur derim. Allah'tan bulsunlar deyip geçerim ve
hiçbir vakit pek doğru ve makul olan dinimden vazgeçemem. Müslümanlık, her
manasıyla Müslümanlık bizi asla ve kimseye karşı çaresiz bırakmaz.
Cennetmekân
Fatih Sultan Mehmet Han gibi her türlü övgü ve methe layık şanlı bir padişaha,
Bizans İmparatorluğu'nu yıkmış ve dünyanın merkezi olan İstanbul'u zabt etmiş,
Avrupa, Asya ve Afrika'ya fermanlar göndermiş kudretli bir sultana, Unvansız
bir papa, saksağanvari yazdığı bir mektupla: "Eğer kendinizle beraber
halkınız İslam'ı terkederseniz doğu hristiyanhğına hâkim olmak üzere fetva
vereceğim ve artık her şey unutulacaktır" demişti. Değil doğu
Hristiyanhğına, hatta dünya Hristiyanhğına hâkimiyeti vaad etseydi, sultan
Mehmet Han gibi iktidar sahibi bir padişah değil, Bahçeköylü cahil bahçıvan
Mehmed Ağa acaba bu teklifi kabul eder miydi? Papa bunu hiç düşünmemişti,
şimdi de İngiliz ve Fransızlar düşünmüyorlar.
Öteden
beri İnglizler, bu dinî mesele ile meşgul oluyorlar fakat bir türlü başarılı
olamıyorlardı. Bugün İngilizler, Hz. İsa'yı şehid ettiklerine bütün dünya
Hristiyanlarının inanmış oldukları İsrailoğullarına bile, özellikle
Müslümanlar'a zarar vermek maksadıyla bir siyasî mevki vermeye çalışıyorlar. Kudüs'ü
bol keseden bunlara veriyorlar. Ümit etmem ki diğer Hristiyan milletler bu
zehirli lokmayı yutsunlar. Dünyada Hristiyan olanlar yalnız İngilizlerle
onların azmanı olan Amerikalılar olsaydı belki bu iş gerçekleşebilirdi. Fakat
Hristiyanların çoğu bu iki milletten başka olan milletlerdendir. Dört beş bin
kişilik Eşkinazi* alayı Kudüs'ü değil, dünyanın hiçbir köyünü alamazlar. Acaba
bu Yahudi alayı, kaç jandarma muhafızı ile Kudüs'e geldiler? İngilizler de
artık siyaset işini pek cıvıttılar. Almanları ezmek için dinî gelenek ve
göreneklerini dahi ayaklar altına aldılar ki bundan daha bayağı, daha aşağı
bir şey olamaz. Galiba İngiliz lordları arasında Eşkinazi dostlarımızdan çok
sayıda üye var. Fakat bunların kararları ancak birkaç ay için geçerli olabilir.
Sonrası paramparça bir vaziyettir. Ben, bizim ticaretle meşgul Musevilere, bu
dalaverelere kanmamalarını, iş ve güçleriyle meşgul olarak rahat oturmalarını
tavsiye ederim. Doğu Avrupa kökenli Yahudilere verilen isim olan Eşkinazi,
"aşkenaz" sözcüğünden türemiş ve günümüzde kimi Müsaviler tarafından
soyadı olarak kullanılmaktadır.
Bu
gibi meseleler geçmiş dönemlerde de ortaya atılmışsa da Sultan II. Abdülhamit
Han tarafından şiddetle reddedilmiştir. Merhum Sultan Abdülhamit, İslam
dünyası için çok zararlı olacak bu gibi meseleler karşısında en ince detayına
dek gayet akıllıca kararlar verirdi. Ne yazık ki çevresindekiler iyi değildi.
Şimdi o dönem maziye karıştı; tarihe gömüldü. Günümüzde ise gerçek Müslümanlar
her şeyin iyi ve kötü taraflarını bilmeli fakat Allah'ın takdirini
beklemelidirler.
Mevlâ
görelim neyler,
Neylerse
güzel eyler.
Allah
o kadar yüce, o kadar adildir ki, O'nun yaptığını hiçbir kul yapamaz. îmhal
eder ama ihmal etmez (Mühlet verir ama ihmal etmez.). Allah her şeyi bilir ve
görür. Ona göre yarattıkları arasında adaletini dağıtır.
Müslümanlar
arasında ayrılıkları, bölünmeleri ve bunların nedenlerini ortadan kaldırmak
gerekir. Müslüman Türkler, birbiriyle vuruşan taraflardan daima zayıf olanına
yardım ederler. 1. Dünya Savaşı'nda aynı şeyi yaptılar. Düşmanlarımız 1 milyar
150 milyon nüfus ve o ölçüde para ve imkâna sahiptiler. Müttefiklerimiz ise
150 milyon nüfus ve o derecede para ve imkâna sahiptiler. İşte bu iki taraftan
zayıf olana yardıma koştuk. Fakat yardımına koştuğumuz milletlerin
nankörlükleri de gazetelerde bile yer almıştır.
Bize
bizden olur her ne olursa
Bunu
bilmek ve ona göre hareket etmek gerekir. Asıl üzücü olan nokta ise
Müslümanların hala birbirlerine düşman gözüyle bakmalarıdır. Bu ne kötü bir
durumdur.
Ahlakı
bozuk olan bir Müslümanın bile, herhalde bir yabancıdan daha az zararlı
olduğunu bilmeli ve son zamanlarda görülmeye başlayan yüzeysel düşünceleri
zihinlerimizden silmeli, birbirimize güvenip dört elle sarılmalıyız. Aksi halde
felaket kaçınılmazdır. "Çok çalışmalıyız!" kelimesini tembel olanlar
bile dillerinden düşürmemektedirler. Elbette çok çalışmalıyız. Fakat nasıl?
Hamallar da sabahtan akşama kadar durmadan çalışırlar. Bunlara asla tembel
diyemeyiz. Acaba bu şekilde çalışmak bizi kurtarırını? Dinimiz bize çalışmakla
ilgili birçok ilke öğretiyor. Ahlak ve davranışlarımız hakkında birçok emir
veriyor, tavsiyelerde bulunuyor., İzleyeceğimiz siyaseti gösteriyor. İşte
bunları öğrenmeli, bilmeli ve ona uygun olarak hareket etmek gerekir. Can, mal
ve ırz güvenliği olan yerde insanlar refaha ulaşırlar. Halkın refahının
sağlandığı ülkelerde din, adalet, hürriyet, medeniyet vardır ve kalkınma
gerçekleşir. Refah ve saadet olmayan yerde, saydıklarımın hiç biri yoktur ve
sırasıyla sefahat, zulüm ve yolsuzluk başgösterir; sefalet, zaruret yol alır
netice olarak ise o ülke yıkılış ve yokoluşa sürüklenir. Çünkü bütün dinlerin,
insanoğlunun aldığı bütün önlemlerin ve devletlerin varoluş amaçlarn
toplumları daha yüksek bir hayat standardına taşımaktır. Ama denilecek ki;
"dünyada hakikat yoktur ve olamaz, bütün varlıklar yaratılıştan beri
mevcuttur, yenilik ve gelişme yoktur". Tekrar diyorum ki refah ve saadet
varsa din, devlet, hakikat ve her şey vardır. Yoksa her şey yoktur. Toplumun
refah seviyesini yükseltmek, ekonomiyi güçlendirmek, toplumu kusurlarından
arındırmak gereklidir ki toplumsal ahlak düzelsin, barınacak mekân, refah,
bolluk, geçim kolaylığı, devamlı güvenilir bir ortam ve gelecekten emin
olabilmek mümkün olsun.
İslam
dini geniştir ve bir fıtrat dinidir. "Her çocuk İslam fıtratı üzerine
doğar. Sonra onu ana babası Yahudileştirir veya Hristiyanlaştırır veya
Mecusileştirir. " (Buharî, Cenaiz, 80) hadisi buna delalet eder.
"Bir kimse zamanı gelmeden bîr şeyi isterse, ondan mahrum kalır."
Sözü de doğrudur. İnşallah durumumuzun düzelme vakti gelmiştir ve işler yoluna
girer.
Biz
dinimize dört elle sarılalım, güzel ahlak sahibi olalım da bakınız işlerimiz
nasıl ve ne kadar kısa bir zamanda düzelir. Sonuç olarak derim ki, tam
anlamıyla Müslüman olursak Cenab-ı Hak, hiç hatır ve hayale gelmeyen, ne Alman
parası ve ne de İngiliz dubarasıyla gerçekleşeceğine inanmadığım, Rusya
devrimi gibi devrimleri ardı ardına büyük devletlerin de başına gelmesini
sağlayarak bizi kurtarır.
İnançsızlık,
dinsizlik hiçbir amaca ulaşmayı sağlamaz.
Şimdi
hayal ettiğim "İslam'ı Yayma Cemiyeti"nin nasıl teşkilatlanacağından
bahsedelim.
1-
Bir
reis ile yirmi dört üyeden oluşan bir İslam Kurulu Merkezi.
2-
İslam
Dairesi
3-
Mevcut
olan diğer dinler dairesi (Çeşitli Şubeleri Olacaktır)
4-
Coğrafya
Dairesi, haritacılar, fotoğrafçılar ve ressamlar
5-
Tarih
Dairesi
6-
Eski
İslam Eserleri Dairesi (İslam Müzesi)
7-
Müslüman
Milletler Dairesi (Etnograf!)
8-
Kitap
ve İslam Eserleri Dairesi (İslam Kütüphanesi)
9-
Propaganda
Dairesi
10-
Muhasebe
Dairesi ve Evrak Kalemi
11-
İslâmî
Yayma Görevlilerini Eğitim Okulu
İslam
Dinini Yayıcılar Okulu ile dini yaymak ile görevli olanlar Propaganda
Dairesi'ne bağlı olmalıdır. Din yayıcılarının bütün raporları o daireye
gelerek incelenmeli ve sonra İslam Dairesi'ne verilmelidir. Orası da,
inceledikten sonra düşüncesini bildirmeli ve kararım vermelidir. Cemiyetin
genel reisi Propaganda Dairesi'nin de fahrî reisi olmalıdır.
Cemiyetin
on iki üyesi, İslam âleminde en gözü açık, âlim, zeki ve iş bilenlerden
seçilmelidir. Diğer on ikisi, Osmanlı âlimlerinden ve düşünürlerinden
olmalıdır. Bu kurul, mümkünse tüm ümmetin oy birliği ile seçilmelidir ki
dedikodu ve söylentiye mahal kalmasın. Müslümanların önemli bir kesiminden
gelmiş, iyi tanınmış, saygın ve kendisine itibar edilen adamlar doğal olarak
birçok şeyi gerçekleştirebilirler. Çünkü bu kuruldakiler bütün Müslümanların en
sevdiği, iftihar ettiği ve en güvendiği kişilerden olacaktır. Bütün
Müslümanlar, bütün Müslüman elçiler, konsoloslar, valiler, mutasarrıflar, kaymakamlar
ve hatta bütün memurlar bu cemiyetin fahrî üyesi olmalı ve çalışmalıdırlar.
İnsanlar fanidir, bâki ancak Allah'tır. Onun "Hak" ismine nisbetle
sevdiği hakikat uygundur. Biz insanlar bugün varız, yarın yokuz, faniyiz.
Dünyada en büyük rütbe en şerefli derece iyi bir nam bırakmaktır. Kutsal olan o
nam ise Müslümanlar arasından İslamiyet'e hizmet edenlere layıktır.
İslam
Dinini Yayma Okulu'nun Programı:
Bu
okula girecek öğrenci, Rüşdiye Mektebi (Orta Okul)'nden pekiyi dereceli diploma
almış, soyunun nereye dayandığı, kimlerden olduğu bilinmeli ve uygun bulunmalıdır.
Okulda okunacak dersler:
—Detaylı Genel Coğrafya ve İslam Âlemi
Coğrafyası
—Teorik ve uygulamak olarak Devlet ve
Siyaset
—Uygulamalı Kimya
—Kozmoğrafya ve Astronomi
—Madencilik ve Jeoloji
—Botanik
—Zooloji
—Beden Eğitimi
—Anahatları ile Tıp
—Peygamberimizin Sünnetleri
—Soy Bilimi
—Müslüman
Milletlerin Etnografyası
—Tarih
—Din Bilimleri ve Dinler Tarihi
—Dinler Felsefesi
—Kelam
—Fıkıh
—Tefsir
—Hadis
—İslam felsefesi
—Dil Dersi (Din Yayıcısının gideceği
bölgeye göre)
—
İnşaat
ve Mimarî
—
Eski
Eserler ilmi
—
Eski
İslam Eserlerini Araştırma
—Topografya
—
Fotoğrafya
ve Resim
—
Anahatları
ile Kara ve Denizde Askerî Teşkilatlanma
—
Devlet
Yönetimi ve İdarî Teşkilatlarıma
—
Siyasal
Bilimler ve İslamın Amaçları
—Çocuk Terbiyesi
—Toplumsal Görevler
—Ailevî Görevler
—İslam Beldeleri'nin İklimsel Durumları.
Okulun
öğretmenleri, en âlim ve aydın fikirli insanlardan olmalıdır. Yalnız bu
öğretmen kadrolarının atanmasında kesinlikle adam kayırma söz konusu
olmamalıdır.
Öğretmenler,
öğrencinin anlayacağı bir üslûp takınarak; tantanalı, tumturaklı kelimeler
kullanmadan, dersi masal söyler gibi tekrar etmeli ve bu ders konularını
öğrencinin mantığına ve ruhuna hitab etmelidirler. Hatta dersler karşılıklı konuşma
ve tartışma tarzında ve uygulamalı bir şekilde gerçekleştirilmelidir. Bunun
için okulun kütüphanesi, müzesi, birçok kabartma vesaire şekilde haritaları,
şekilleri, resimleri, numuneleri bulunmalıdır.
Amerikan
Misyon Heyeti'nin Anadolu'daki Misyon Daireleri dağılımını gösteren bir
haritasıyla Merzifon Mektebi'nin ve 110 İslam Âlemi ve İngiliz Misyoneri bazı
kısımlarının resimleri ve talim heyetinin fotoğrafları eserimizde mevcuttur.
İstanbul'daki
Robert Koleji gözümüzün önünde duruyor; bu gibi okullara rakip bir okulumuzu
gösterebilir miyiz?
Bugün
her ferd, elinden geldiği ve aklı erdiği kadar devlete yardım etmekle
yükümlüdür. Devlet, üstlendiği gayet zor ve hassas derecede önemli görevleri
arasında her işin detayıyla uğraşamaz. Maksadım, bulunduğumuz bu buhranlı ve
nazik dönemde devletin önde gelenlerinin öngörü ve dikkatlerine pek büyük bir
gerçeği, gayet önemli bir meseleyi arz etmek ve durumun sebeplerini dikkate
almalarını kendilerinden temenni etmektir. Gerçeği bütün çıplaklığıyla
gösterdiğimi ve açık bir dille söylediğimi belki içinde bulunduğumuz dönem
adına uygun ve gerçekçi bulmayanlar olmayabilir. Ben hamdolsun Müslümanım ve
Müslüman bir devletin ferdi olmakla iftihar ediyorum ve bununla beraber
Müslümanca düşünürüm. Başka türlü fikirler zihnimde yer bulamaz. Hatalarım
varsa iyi niyetime yorulmalıdır. "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir".
Maksadım, devletime ve milletime gücüm yettiği kadar hizmet etmek ve gelecek
kuşaklar için yapılması gayet zarurî olan bir işi şimdiden devletin önde gelen
sorumlularının ileri görüşlülüklerine arz etmektir. Bu kitapçık çok önemli bir
gerçekten bahsediyor. O gerçeği, duruma, zamana, bölgeye ve siyasete göre aynen
veya daha uygun bir biçimde uygulamak devletimizin yönetiminde bulunan şahıslar
aittir. Cenab-ı Hak onları her türlü işte ve bu meselede İlahî yardımı ve doğru
yolu ile şereflendirsin. Âmin.