Kitabın orijinal adi:
La Crise dıı Monde Moderne
Rene Guenon
Çeviren:
MAHMUT KANIK
"Modern
dünya ölümcül bir inişle uçurumun ta dibine mi inecek, yoksa Groko-Latin
uygarlığının çöküşünde olduğu gibi sürüklendiği uçurumun dibine varmadan önce
bu defa da gene yeni bir diriliş mi olacak? Geleneksel öğretflerce verilen
bilgilere göre Kall-Yuga'mn son safhasına, bu 'karanlık çağ'ın en karanlık
dönemine gerçekten girmiş durumdayız. Her alanda bir düzensizlik ve bir bunalım
sürmektecSr ve eskiden görülen bunalımların sınırını aşan bir noktaya
gelmiştir. Şimdiyse Batı'dan başlayarak bütün dünyayı istila edecek gibi
görünmektedir Çok iyi biliyoruz ki onların zaferi, ancak görünüşte ve
geçicidir. Hindistan'ın kutsal kitaplarınca bildirilen, "kastların
karışacağı, ailenin bile yok olacağı* o korkunç döneme gelmedik mi? Bu durumun
gerçekten dünyanın bugünkü durumu olduğunu anlamak, Incil’in "umutsuzluk
belası" dediği derin düşkünlüğü görüp saptamak için, insanın çevresine
şöyle bir bakması yeteriidir. Durumun ciddiyeti görmezlikten gellnmemelıdir.
Hiçbir iyimserlik ya da kötümserliğe katılmadan, onu olduğu gibi ele almak
uygun olur. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, eski dünyanın sonu yem bir
dünyanın başlangıcı olacaktır.*
Rene Guenon
Rene
Guenon 15 kasım 1886'da Blois’da doğdu. 7 Ocak 1951‘de Kahire'de öldü. Bu iki
tarih arasında pek çok olaylar var: Yüksek matematik ve felsefe tahsili,
öğretmenlik,bir çok yayınlara fiilen katılma, tasavvuf çevreleriyle sık sık
temasa geçme, tasavvufa girme ve benzeri durumlar...
Bunları
bir yana bırakıyoruz. Onun İslâm’a geçişini önemli bir hareket noktası olarak
görüyoruz. 1912 yılında İslâm’a geçince adını Abdulvahid Yahya olarak
değiştiren Rene Guenon, Hicri 7. yüzyılda Ebu'l-Hasan eş-Şazeli tarafından kurulan
Şazili tarikatına girer ve şeyh Aburrahman Aliş el- Kebir’den feyz ve bereket
alır. Ebu'l-Hasan eş-Şazeli İslâmın Ortaçağ kutbu olan Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin
İbn Arabi’nin manevi yolunda yürümüştür. Rene Guenon her şeyden önce bu çağın
bir tanığıdır.
Dünyanın
sapmasıyla ilgili olarak çağımızda batıda bir hızlanma görüldü. Modern dünyanın
doğmasıyla bu sapma ânı aynı zamana tekabül etmektedir. Modern dünyada
teknoloji, mekanizm, psişizm, ve daha başka kuşku verici durumlar, maddi
üstünlükler ön plâna çıktı. Manevi dünyanın çatısında bir şeyler çatırdadı. Bir
dünyanın inancı kayboldu: Parçalanma, kaos, çözülme, ustaca kamuflajlara rağmen
giderek büyüdü.. İşte, Rene Guenon’un eserleri kuşkusuz bütün bunların bilincine
varmak anlamına geliyor. Ama bununla da kalmıyor, bu basit bilinci aşıp, eski
temellerin sarsılmasına yol açan mekanizmaları yere seriyor. Tutarsız bir
dünyanın arkasında gizlenen gerçek yüzü gözler önüne sererek geçersizliğini ve
insana ürküntü veren aptallığını ilan ediyor.
Guenon
insanlık çevriminin sonu gelmeden olaylara yorum getirecek, çağdaş
yanılsamaların tuzağından insanı kurtaracak yeni bir bulgunun ilk işaretlerini
vermektedir. İnsanlığın yolunu büsbütün kaybetmemesi için, sağlam bir
pusula
işlevini üstlenmektedir. Guenon’un eserinden çıkan bu pusula "geleneksel
öğreti" dır. Böylece yeni bir insanlık çevriminin gelmesini
hazırlayacak bir "elit” in oluşmasını kolaylaştırmak için katkıda
bulunmaktadır. Bu eserlerin çağımız insanına Tanrı'nın bir lütfü olduğunu
söylesek her halde aşırılık yapmış olmayız.
Çağımızın
ne durumda olduğunu anlamak için basını izlemek, TV haberlerini dinlemek,
karınca yuvaları gibi insanların üst üste yığıldıkları görmek, yollar ve
sanayi kuruluşlarıyla doğanın katledilmesine tanık olmak, pis kokuya ve
tırların saldırısına uğramak, ister evde ister dışarıda olsun gürültüye ve tek
yönlü haber iletimine maruz kalmak, sadece ’’terör"ün hüküm sürdüğünü
görmek, ferdi ya da toplu katliamları duymak, insanın mahremiyetinin iğfal
edildiğine, psişik robotlaştırmaların yapıldığına şahit olmak, evet çağımızın
ne durumda olduğunu anlamak için bunlar yeterlidir.
Guenon’un
eserleri, sanki rüyadaymışçasına olan bu tabloyu, bu çağdaş dünyayı yalnızca
eleştirmekle kalmıyor, fakat aynı zamanda açıklamasını da yapıyor; insanlığın
bu sıkıntıdan nasıl kurtulacağını da düşünsel planda gösteriyor.
Modern
kargaşa içinde çağdaşlarından ayrılan Guenon’un eserleri Conzague Truc, Rene
Allar, Dr. Pierre Ponseye, gibi pek çok yazarı etkilemiştir. 195Tde Andre
Gide’e ayrılan Nouvelle Revue Française' in özel sayısında Henri Bosco,
Andre Gide'in şu sözlerini aktarıyor: " Guenon haklıysa, benim bütün
eserlerim tepetaklak olur. Guenon’un yazdıklarına hiç itirazım yok, kesinlikle
yok, onlar çürütüle- mez.” Ve Gide günlüğünde (Fez, 1943) şunları
yazıyordu: ” Eğer gençliğimde Guenon’un eserleriyle karşılaşsaydım, neler
gelirdi başıma... Ama o zamanlar Guenon’un eserleri henüz yazılmamıştı.
Şimdiyse, artık çok geç... Ben Descartes ve Bacon taraftarıyım. Ama ne önemi
var! Guenon’un kitapları çok ilginçtir ve bana çok şey öğretmişlerdir, tepkiyle
de olsa...’’
Geleneksel
düşüncelerin sergilenmesinde, Guenon’un izinde ya da ona paralel olarak giden
bir de ekip vardır: Matgio-Albert de Pouvourville; Ananda K. Coomarasvvamy;
Abdulhak Leon Champrenaud ve Abdulhadi John Gustaf Ageli. Bu son zat İsveçli
bir ressamdır. 1897'de müslüman olmuştur. tslâm tasavvufunu ve özellikle İbn
Arabi’yi çok iyi bildiği söylenir. 1901'de Mısır'da Şazeli şeyhlerinden Şeyh
Abdurrahman Aliş'e intisap etmiş ve daha sonra onun halifesi olmuştur. Ayrıca
Peder Poucel, bu zatın 1919‘dan 1945’e kadar yazdığı 25 eserden altısı Guenon
ve eserleriyle ilgilidir.
Bir
başka yazar Frithjof Schuon'dur (İsâ Nureddin). Guenon'un eserlerinden biraz
farklı olarak bir dizi eseriyle geleneksel formların manevi yorumunu yapıyor
Schoun. ( F. Schoun’un Comprendre I'Islam " İslam'ı Anlamak"
adh eseri tarafımızdan Türkçe'ye çevrildi. İlk baskı: İklim Yayınları, 1988,
İstanbul. İkinci baskı: İz Yayıncılık, İstanbul, 1996. Ayrıca, aynı yazarın İslâm'ın
Metafizik Boyutları adıyla bir kaşka kitabı daha tarafımızdan çevrilmiştir.
İz Yayıncılık, İstanbul, 1996. Bu kitabta Schuon'un hayatı ve eserleri hakkında
geniş bir bilgiyi okuyucularımıza sunduk.) Abartmadan, aşırılığa gitmeden
söylüyoruz, Schoun’un eserleri renklidir, yaldızlıdır, canlıdır, çünkü güzellik
ve canlılık onun eserlerinde önemli bir rol oynar. Eserlerinde temel olarak
değişmez ilkelerin tanımları ve yorumları yer almaktadır.
F.
Vreede de, Guenon'la çok sıkı bir düşünsel içtenlik içinde yaşamıştır. Daha
sonraları Cakarta Üniversitesi Fransız dili profesörlüğü yapan Vreede
geleneksel düşüncelerin bir dağıtıcısı ve yayıcısı olmuştur.
Rene
Guenon'un eserleri bir çok Batı dillerine çevrilmiştir. Flatta Tibet'e kadar
bile ulaşmıştır. Türkçe'de ise, 1979 sonbaharında ilk kez Diriliş Dergisinde
dört ay süreyle Guenon'un eserlerinden çevirilerimiz yayımlanmıştır. Daha
sonraki yıllarda, biraz sonra belirteceğimiz gibi, bazı kitapları bizim
tarafımızdan ve başkaları tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. Fakat daha
çevrilecek önemli eserleri vardır. Şu anda elimizde İnisiyasyona
Toplubakışlar adlı eseri vardır. İnşaallah kısa zamanda onu da
okuyucularımıza sunmaya Allah'ın izniyle muvaffak oluruz.
Bunlar
gösteriyor ki, artık Guenon biliniyor, tanınıyor. Artık gelenek teknikten
rövanşını alıyor. Artık dünya eskisi gibi geleneğe karşı bir ilgisizlik içinde
değil. Artık üniversiteler Guenon'un eserini hiçe indirgemiyor, aksine
Guenon'un hayatı ve eserleri üzerine doktora tezleri yapılıyor. Örneğin
Sorbonne'da Prof. J. P. Laurant tarafından hazırlanan ve Rene Guenon'un hayatı
ve eseri arasında bir mukayese yapan tez; gene bir başka profesörün, Sayın Jean
Mani’nin tezi. Sonra, Guenon’un düşüncelerine karşı olumsuz eğilimleri olan Planete
dergisinin Guenon özel sayısı çıkaracağına kim inanırdı? Öyleyse Batı’da
Guenon'dan başlayan bir "düşünce akımı" nın varlığından söz
edilmektedir, anlamına geliyor bu. Bu akım kendi sınırlarından dışarı
taşmıştır. Guenon’un eserleri artık biliniyor, bu bir gerçek. Bunda Fransa’da
yayımlanan "Etudes traditionnelles ” dergisinin büyük bir payı
vardır. Ayrıca İtalya'da çıkan " Rivista di Studi Tradizionali
" dergisinin de payı vardır. İtalya geleneksel düşüncenin açılım yaptığı
bir ülke olmuştur. Bu derginin başlıca yazarları Bayan Georges Manora ve Rene
Allar'dır. Fakat İtalya’da geleneksel düşünceler Guenon’un benimsediğinden daha
köktenci ve "siyasal" bir nitelik kazanmıştır. Özellikle J. Evola'nın
çalışmaları bu bağlamda değerlendirilir. Bu sıralamayı yaparken "Symbolisme"
dergisini anmadan geçemeyeceğiz. Marius Lepage'ın yönettiği bu dergi
Guenon’un düşüncelerine büyük yer vermiştir. Planete dergisinin Guenon
özel sayısında Guenon’un hayatı ve eserlerinin takdimi Sayın Jean-Claude Frere
tarafından yapılmıştır.
Guenon
sözlüklerde ve ansiklopedilerde yer almamış mıdır? Bunu anlamak için Yeni
Alpha ansiklopedisinin "G" harfine bakmak yeterli olacaktır.
Orada aynen şunlar yazılıdır:
Rene Guenon
Fransız
yazarı (Blois 1886 - Kahire 1951).
Katolik
bir burjuva ailesinden gelmedir. Önceleri matematiğe ilgi duyan Rene Guenon,
Paris'e geldikten sonra din çevrelerine girip çıkar. (1904) Gnostik kiliseye
bağlanır ve orada piskopos olur. (1909) La Gnose dergisinde gözükür ve
bir tarikat kurmayı düşler. O nedenle de, Hint düşünce ve doktrinlerini
incelemeye koyulur. Taoist ve sufi düşüncelerini araştırır. Tutumu giderek
aydınlığa kavuşur. Rene Guenon, modern dünyaya, özellikle bilimsel gelişmeye
karşı eleştirel bir tavır içindedir: Onun, insanlığın niteliksel bir değişimine
yol açacağını sanmak saçma olur diye düşünür. Hikmet, onun için, yegane
geleneğe, evrensel, gizemli geleneğe, din ve kültürlerin merkezini teşkil eden
asıl geleneğe dönüştür. Bu gelenek (Tradition) sırrî bir bilgiyi, yani
tasavvufa yönelik belli bir seçkin zümreye has, hissedilen şeylerin ancak
sembolleri olduğu ebedi düşüncelerin sırlarını keşfeden ledünni bir bilgiyi
içerir.
İnsanın
en yüksek eylemi, asıl özü ruhu sezgilemesidir. (Guenon burada yeniden
Platon'un "Temaşasına dönmüştür. Bu bir tür metafizik aktivitedir.
Yüce prensipler ki, dinler ve felsefeler ancak birer brüt yakıştırmalarıdır
bunun. Sembolleri dışında, Guenon Hıristiyanlıktan uzaklaşır. Hıristiyanlıkta
yeniden varolma (incamation), gerçek irfan (gnose ) için biricik
olgudur, imanın bir uzantısıdır, başka bir düşünceye giriş değildir çünkü.
1930'da
yayıncısı tarafından Mısır’a gönderilen Guenon, orada yerleşmeye karar verir.
Yakınlarını kaybedince, artık kendisini gittikçe batı dünyasına yabancı
hisseder. İslâm dinini benimseyip kabul eder. İsmini de 1912'leıde tasavvufa
girdiği sırada benimsediği Abdulvahid Yahya diye değiştirir. 1934'de Şeyh
Muhammed İbrahim'in kızıyla evlenir. Ölünceye kadar Mısır'da İslâm'a uygun bir
yaşam sürdürür. XX. yüzyılın ilk yarısının eşsiz eserlerinden biri olan eserini
orada tamamlar. Ölümü 1951’de Kahire'dedir.
Rene Gueno'nun başlıca
eserleri:
1.
Ruhçu Yanılgı (LErreur
Spirite)
2.
Inisiyasyona
Toplubakışlar (Aperçus sur l'Initiation)
3.
Hıristiyan
Ezoterizmine Toplubakışlar (Aperçus sur l'esote- rism cbretien)
4.
İnsan ve
Vedanta'ya göre insanın evrimi (L'Homme et son de- venir selon la Vedânta)
5.
Doğu
Metafiziği (La Metapbisique orientale)
6.
Aziz Bernard (Saint-Bernard)
7.
İnisiasyon ve
Manevi Tahakkuk (Initiation et realisation spi- rituelle )
8.
Masonluk
üzerine İncelemeler l.cilt (Etudes sur le Franc- maçonnerie)
9.
Masonluk
üzerine İncelemeler 2.cilt (Etudes sur le Franc- maçonnerie)
lO.Teosofizm
(Le Tbeosopbisme)
11.
Hinduizm
üzerine İncelemeler (Etudes sur l'Hindouisme)
12.
Raporlar (Comptes
Rendus)
13.
Hint
Öğretilerinin İncelenmesine Genel Giriş (Introduction generale â î'etude des
doctrines bindoues)
14.
Varlığın Bir
Çok Durumları (Les Etats multiples de l'Etre)
15.
Haçın
Sembolizmi (Le Symbolisme de la Croix)
16.
Ruhani Otorite
ve Maddi İktidar (Autorite Spirituelle et Pouvoir Temporel)
17.
Doğu ve Batı (Orient
et Occident)
18.
Niceliğin
Egemenliği ve Çağın Alâmetleri ( Le Regne de la Quantite et les Signes des
Temps)
19.
Modern
Dünyanın Bunalımı (La Crise du monde Moderne)
20.
Büyük Üçleme (La
Grande Triade)
21.
Dante’nin
Ezoterizmi (L'esotensme de Dante)
22.
Dünyanın Kralı
(Le Roi du Monde)
23.
Sonsuz Küçük
Hesabın Prensipleri (Les principes du calcul infinitesimal)
24.
Kutsal Bilimin
Temel sembolleri (Symboles fondamentaux de la Science sacree)
25.
Geleneksel
Formlar ve Kozmik Çevrimler (Formes Traditionnelles et Cycles Cosmiqııes)
26.
İslâm
Tasavvufu ve Taoizm Üzerine Toplubakışlar (Aperçus sur l'esotensme islamique
et le Taoisme)
27.
Seçmeler (Melanges)
Rene Guenon’un Türkçe’ye
çevrilen eserleri:
1.
Modem Dünyanın
Bunalımı, (elinizdeki eser) çeviren, Mahmut Kanık, Risale
Yayınları, 1986, 2. baskı Verka Yayınları, 1999; ayrıca çeviren, Nabi Avcı,
Yeryüzü Yayınlan, 1979-
2.
Niceliğin
Egemenliği ve Çağın Alâmetleri, çeviren, Mahmut
Kanık, İz Yayıncılık, 1990.
3.
İslâm
Maneviyatı ve Taoculuğa Toplubakış, çeviren, Mahmut
Kanık, İnsan Yayınları, 1989.
4.
Doğu ve Batı,
çeviren, Fahrettin Arslan, Yeryüzü Yayınları, 1980.
5.
Dünya
Kırallığı, çeviren, Halûk Özden, Ruh ve madde Yayınlan,
1992.
6.
Rubçu Yanılgı,
Lütfi Fevzi Topaçoğlu, İz Yayıncılık, 1996.
7.
Doğu
düşüncesi, çeviren, L. Fevzi Topaçoğlu, İz Yayıncılık, 1997.
8.
Doğu
Metafiziği, çeviren, Sadık kılıç, Akçağ Yayınlan,
1995.
9.
Maddi İktidar
Rubani Otorite, çeviren, Birsel Uzma, Ağaç Yayınları,
1992.
10.
Geleneksel
Formlar ve Kozmik Devirler, çeviren, Lütfi Fevzi Topaçoğlu,
İnsan Yayınları, 1997.
11.
Manevi
İlimlere Giriş çeviren, Lütfi Fevzi Topaçoğlu, İnsan
Yayınları, 1997.
12.
İnisiyasyona
Toplubakışlar (şu an çevirisine devam etmekteyiz
M.K.)
Rene Guenon hakkında yazılan
kitaplar:
1.
La vie simple
de Rene Guenon, Paul Chacornac, Edition tra-
ditionnelles, Paris, 1982.
2.
Rene Guenon,
Paul Serant, Ed. La Colombe, 1953,
3.
Propos sur
Rene Guenon, Jean Tourniac, Dervy-Livres, Paris,
1973.
4.
Rene Guenon et
son CEuvre, J. Marciau, Poitiers, 1947
5.
Rene Guenon ou
la Sagesse initiatique, L. Meroz, Plon, 1962
6.
El-Medrese
eş-Şazeliyye el-Hadîse ve imamüba Ebu'l-Hasaıı eş-Şazeli,
bikalem ed-Doktur Abdülhalim Mahmud, Kahire, 1987.
7.
Rene Guenon et
l'actualite de la pense traditionnelle, Rene Alleau ve
Marina Scriabine, Milan, 1982
8.
Le sens cacbe
dans l'oeuvre de Rene Guenon, Jean Pierre Laurant,
Lausanne, 1976. 262-276. sayfalar Rene Guenon’un makalelerinin etraflı bir
bibliyografisini içermektedir.
9.
El-feylesûf
el-müslim Rene Guenon ev Abdulvabid Yabya, Kahire, 1954.
10.
Knoıvledge and
the Sacred, New York, 1981.
11.
L'Islam et la
fonction de Rene Guenon, Michel Vâlsan, Les Editions de
l'CEuvre, Paris, 1984.
12.
Rene Guenon,
Pierre-Marie Sigaud, Lausanne, 1984. 305- 313- sayfalar Guenon'un kitaplarının
ve değişik dillere yapılan çevirilerinin bir listesini içermektedir.
13.
Rene Guenon,
Martin Lings; Bu yazı, Doğu düşüncesi, (tz Yayıncılık, 1997) adlı
çeviride, s. 7-19 da yer almıştır.
Rene Guenon hakkında çıkan
dergi özel sayıları:
1.
Etudes
traditionnelles, 1951, ölümünden hemen sonra.
2.
France-Asie,
hemen hemen aynı tarihlerde, Saigon’da, 1951.
3.
Planete plus,
no, 15, Nisan 1970.
Hakkında yazı yazılan çeşitli
dergiler:
1.
Le Figaro
litteraire, Andre Rousseaux, 3 Şubat 1951.
2.
Carrefour,
François Bruel, 1951.
3.
Nouvelles
Litteraires, Louis Pouvels, 1951.
4.
Reforme,
Olivier de Corfort/
5.
Etudes
Traditionnelles, Michel Valsan ( 293-294; 305; 307;
372-373,389-390; 406-407-408; 411; 423; 424-425 sayılar; ve Charles - Andre
Gilis (447. sayı).
3
Şubat 1951'de Le Figaro litterairdde Andre Rousseaux tarafından
yayımlanan yazı daha sonraları Litterature du XX e siecle
(Albin Michel, Paris, 1957) adlı kitapta yer almıştır. O yazının öneminden
dolayı burada aynen sunuyoruz:
RENE GUENON
"7
Ocak 1951'de Kahire'de ölen Rene Guenon büyük halk kitlelerince tanınan bir
yazar değildir. Ama bu çağda Doğu'nun manevî düşüncesine ilgi duyan Batılı’lar
arasında hiç kimse ondan daha kesin ve mutlak bir tavır takınmamıştır. Hiç
kimse Doğu’ya dönme konusunda onun kadar ileri gitmemiştir. O modern Batıyla
bütün ilgisini koparmıştır. İnsan onun yaşamında geçen özgün olaylara eğilecek
olsa, Guenon’un yaşamı bir roman olurdu. Eserlerine gelince, ne tür
tartışmalara yol açarsa açsın, insanın manevî kurtuluşunu sağlamak için
çağımızın en önemli ürünlerinden birini temsil eder, onun eserleri.
Rene
Guenon 1886'da Blois'da doğmuştur. Asya'nın dinsel öğretilerine nasıl oldu da
ilgi duydu? Daha sonra nasıl oldu da onlara gönlünü kaptırdı? Burada, çağımızın
başında, Rabindranth Tagor’un nasıl bir başarı kazandığını anımsayalım. Yine
aynı dönemde Romain Rolland, Ramakrishna'nın hayatını yayımlamıştır. Hindistan
Rene Guenon için, ruhunun tutuşup alevlendiği manevi bir ocak olmuştur. 1921'de
yayımlanan ilk kitabının adı "Hint Öğretilerinin İncelenmesine Genel
Giriş "tir.
O
çağdan itibaren, tasavvufun yolunu Doğu’da bulmuştur. Kararlı bir biçimde
oraya bağlanmıştır. Zaten daha önceden incelemeler yapıyordu. Saf bilgi
yöntemlerini geliştiriyordu. O andan itibaren Batı felsefesiyle olan bağını
koparması kaçınılmaz olmuştur. Çünkü Batı felsefesinin yöntemleri olan modern
bilimsel yöntemler, Rene Guenon'a, ruhun ilerlemesini sağlayacak yöntemlere
bütünüyle ters yöntemler olarak gözüküyordu. O yöntemlerde insan tabiatının
alanını aşmayan bir düşünsel alıştırma olduğunu düşünüyordu, oysaki
metafiziksel bilgi tabii yaşamın ötesine yükselmektedir. "İnsan oraya
insan olarak ulaşamaz, fakat normal durumlarında insan olan ve aynı zamanda
başka bir şey olan ve beşeri varlıktan daha üstün bir varlık olan insan olarak
ancak o noktaya ulaşabilir." diyordu.
Rene
Guenon’a göre, modern Batı işte bu akıl üstü alana girme konusunda yolunu kaybetmiştir.
1924'de yayımladığı "Doğu ve Batı” adlı kitabı bu tezi kuvvetle
doğrulamaktaydı. Batı, diyordu Rene Guenon, Ortaçağ düşünürlerince izlenen
yolları terkederek tefekkürü ve "Yüce ilkeyle Tevhid'in anlamını"
unutmuştur. Bu kanıda ilerledikçe Guenon kararlı bir seçim yapmak zorunda
kalıyordu. Bu denli karşıt iki hayatı uzlaştırmak mümkün müydü? Onlar arasında
bir ortayol bulmak mümkün müydü? İşte Guenon'nun 1925‘de Sorbonne'da verdiği
ünlü konferansında ortaya koyduğu sorun budur. Bir yandan Doğu'nun geleneği
koruduğunu söylüyordu; öte yandan Batı’nın geleneği kaybettiğini ve unuttuğunu
ileri sürüyordu. Bir yandan Doğu'nun metafiziksel bilgiyi sürdürdüğünü, öte
yandan Batı'nın metafiziksel bilgiyle ilgili hiçbir şey bilmediğini söylüyordu
ve sonuç olarak da şunu ifade ediyordu:
"Bu
iki uygarlık arasında ortak bir ölçü bulmak nasıl mümkün olur? İnsan, içine
girdiği bilmem hangi düşünceyle kör olmadıkça nasıl cüret eder de maddi
üstünlüğün düşünsel çöküntüyü telafi edeceğini ileri sürebilir? Burada saf
entellektüalite söz konusudur." Guenon daha da ileri gidiyor ve şunu
ekliyordu: "Bana öyle geliyor ki benimsenmesi uygun olan yol hakkında, ne
kuşkuya ne de tereddüde kapılmamak için, bu sorular üzerinde bir an düşünmek
yeteıiidir."
Kendi
payına daha önceleri o soruların cevapları üzerine kafa yormuş muydu acaba?
Karısının ölümünün, doğduğu ülkeyle olan son bağını da koparması mı
gerekiyordu? Önce Kuzey Afrika'ya bir gezi yapmak üzere Paris'ten ayrıldı.
Büyük olasılıkla İslâm'a Fas'da girdi. (Bu dönüş daha önce de olabilir.
kimileri 1912'ye kadar götürüyorlar bu tarihi.) 1930 sonbaharında Mısır'a
vardığında, adını değiştirdi ve Abdulvahid Yahya adını aldı. Ömrünün son yirmi
yılını Mısır'da geçirmiştir. Önceleri El-Ezher mahallesinde yaşamıştır. El-Ezher
büyük İslâm üniversitelerinden biridir. Daha sonraları, Nil nehrinin sol
yakasındaki yeni Doki mahallesine, küçük bir müstakil eve yerleşti ve orada
öldü. Müslüman bir kadınla yeniden evlendi. O kadından üç çocuğu doğmuştur. İki
kız, Hatice ve Leyla, ve bir oğlan Ahmet. Avrupa'nın âdetlerini bütünüyle
teıketmiştir. Evine kabul edilen ender ziyaretçilerden biri, onun ölümünden
sonra şunları yazıyordu:
"Bizdeki
zenginlerin evleri gibi dayalı döşeli bir salona alındık. Sadece Arapça konuşan
sevimli bir bayan bize oturmamızı söyledi. Az sonra dik kıvrımlı, beyaz uzun
bir giysi içinde, son derece incelmiş, elleri ve yüzü pırıl pırıl bir şahıs,
gürültüsüzce ve çıplak ayaklarıyla kilim ve hasırlar üzerinde kayarak önümüzde
belirdi. Arapça bize oturmamızı söyledi. Hoşgeldin dedikten sonra, bağdaş
kurarak yanımıza oturdu. İnce bıyıklı ve son derece zayıflamış yüzünde parıl
parıl parlayan mavi gözleri derin bir maneviyat ifade ediyordu."
Zaten
böyle bir ziyaret istisnai bir durumdu. Rene Guenon yakınları dışında hiç
kimseyi kabul etmiyordu. Üstelik adresini de gizli tutuyordu. Mektuplarını poste-restante'
dan alıyordu. Çünkü dünyada kendi düşüncesinden olan pek çok dostu vardı.
Cansıkıcı ve rahatsız edici insanları hiç sevmezdi.
Hele
Avrupa'dan gelen ve kendisi hakkında bir makale yazmak, söyleşi yapmak isteyen
meraklılardan özellikle kaçmak isterdi. Münzevi hayata çekildiği yer, onun için
halkın boşboğazlıklarına ve ölçüsüzlüklerine yasak olan, temel hakikatin
kutsal özelliği anlamına geliyordu.
İslâm'a
niçin dönmüştü? Çünkü bu manevi inzivayı kesin olarak İslâm'da bulduğuna
inanıyordu. Bu manevi durum ona layık olanlara özgü bir durumdu. Bu konuda
1947'de Chiers du Sud 'de yayımlanan bir makalede açıklamada bulunmuştur.
O makaleden anlamlı bir bölüm aktaralım:
"Bütün
geleneksel öğretiler içinde, İslâm öğretisi, zahiri ve batini diyebileceğimiz,
biri ötekinin tamamlayıcısı olan iki öge arasındaki farkın en net biçimde
belirtildiği tek öğretidir. Arapça'da bu iki terim şöyle ifade edilir: Şeriat,
yani sözlük anlamıyla herkese açık büyük ve anayol; hakikat, iç gerçek ki
seçkin bir zümreye özgüdür. Bu hiç de keyfi bir ayrım değildir. Tersine eşyanın
tabiatından dolayı böyledir, çünkü herkes hakikat bilgisine ulaşmak için aynı
niteliklere ya da aynı yeteneklere sahip değildir."
Herkese
açık "anayol"un batini hakikatle olan ilgisi hakkında da şunları
söylüyordu:
"Şeriat,
Batı dillerindeki "religieuj? (dinî) sözcüğünün- belirtebileceği
her şeyi kapsar. İslâm dininde yasal ve toplumsal öğelerin tümü, özellikle
dinle bütünleşir. Her şeyden önce, dinin bir yaşam biçimi olduğunu
söyleyebiliriz. Oysa hakikat saf bilgidir. Ama şunu hemen belirtelim ki şeriata
da yüksek ve derin anlamı ve gerçek varoluş nedenini kazandıran gene bu
bilgidir." İşte, Rene Guenon’un müslüman oluşunun nedeni buydu. Ona göre
İslâm saf bilgiye ulaşmak için biçilmiş kaftandı. Fakat bu yol da, Batı'nın
anladığı şekliyle, bütün dinler gibi aşılmalıydı. Rene Guenon temel hakikat
geleneğini dinlerin önüne ve üstüne yerleştiriyordu. Bu konu üzerinde ileride
duracağız. Nitekim Rene Guenon, nefsin Yüce İlkeyle birleşiminin en saf
anlamını Hint maneviyatında bulmuştu.
Ama
İslâm inancı içersinde öldü. Son nefesinde ağzından "Allah”
kelimesi döküldü. Cenazesinde âdet olarak bir kuzu kesildi ve kanı ölü evinin eşiğine
yayıldı. Tabutu Darrasa müslüman mezarlığına götürülmeden önce cenaze namazı
kılındı ama, gene de El-Ezher hocalarından hiçbiri orada gözükmedi. Sırrîlik
öğreticisi geleneksel İslâm'ın yanında, yani müslüman bilginlerin nezdinde
geleneğe uygun bir şöhrete ulaşamamıştı. Zaten Rene Guenon'un içine kapandığı
yalnızlık dünyası, çok uzun zamandan beri onu bu dünyadan çekip almıştı.
—
Onun
ölümünden sonra, "Etudes traditionnelles" dergisinin 1949 ve
1950 yıllarına ait sayıları elime geçti. Her fasikülün alt başlığından
anlaşıdığına göre, bu dergi Doğu ve Batının metafiziksel ve tasavvufi
öğretilerine ait yayınlara özellikle yer veriyordu. Rene Guenon bu derginin
müdürü değildi; müdür Paul Chacornac'dı. Fakat son gününe kadar, Dokili şeyh,
Rene Guenon, derginin baş yazarıydı. Aynı sayıda üç ya da dört kez onun imzası
görülebiliyordu. Önceleri adı "Le Voile d'Isis" olan bu dergi
onun öğretisinin bir yayın organıydı. O dergide yayımlanan metinler Guenon’un
düşüncelerini son durumlarına kadar açıklıyor ve bize, meydana getirdiği büyük
e- serinin bir özetini sunuyordu.
Rene
Guenon'un hayattayken yayımladığı son yazıları belki de 1950 eylülünde, "La
çite divine" (İlahi site) başlığıyla bir makalede yayımlanacaktı. Bu
site Saint Augustine'le ilgili değil, fakat Hint geleneğiyle ilgilidir. O
yazılardan hatırımda kalan sonuç kısmıdır. Orada Guenon bize o manevi sitenin
ne olduğunu söylüyor:
"Bu
manevi site gerçekleştiği ölçüde ancak "medeniyef'den söz etme hakkını
bulacağız." Buna şunları ekliyordu. Bunlar son satırlardı. "İşte
modern dünya, bu adla adlandırılan her şey ve en üst düzeyde
"medeniyet" denilen şey, sadece bir karikatür olabilir ve hatta
birçok açılardan medeniyetin tam karşıtı olur. Geleneğe karşı bir uygarlığın
böyle bir ada layık olması şöyle dursun, aslında gerçek medeniyetin kesinlikle
karşı tezi durumuna düşer."
Bu
satırlar yayımlandıktan kısa bir süre sonra Guenon ölür. Guenon'un ölümü, bu
satırlara manevi bir miras görünümü veriyorsa, demek ki, kendi onuruna yazmış
oldu bu satırları! Hatta onun öğretisi üzerine açılacak olan tartışmalar bir
derinlikten ve bir ciddiyetten yoksun kalır. Barbarlığın içine inanılmaz,
akılalmaz bir biçimde dalmaya "medeniyet" ve "ilerleme"
adını veren evrensel körleştinneye, büyük bir dirençle olduğu kadar büyük bir
bilinçle de rıza göstermediği için o, herşeyden önce, büyük bir insandır. 20.
yüzyılın başlangıcından beri, belli sayıda- ki insanlar, ahlâki değeri olan
sağlıklı bir tepkiyi göstermişlerdir. Rene Guenon bunlardan biriydi. Ve bu
yönüyle Simone Weil’i andırıyordu. Simone Weil de, modern dünyanın kurtuluşunun
tek koşulu olarak, tam bir manevi ve ahlaki devrimi gerekli görüyordu. Rene
Guenon’un hayatının ve eserlerinin başlangıcından beri (Doğulu hayatının ve
tasavvuf şeyhi olarak eserinin kuşkusuz) yolundan sapmış Batıyla kesinkes bir
kopukluk olmuştur.
Oysa
Guenon’un düşüncesinden ve öğretisinden söz ettim. Onun kesin isteğine göre
bunun hemen düzeltilmesi gerekir. Guenon’un ”düşüncesi”yle ilgilenen birine
Guenon şöyle cevap veriyordu. "Kesinlikle böyle bir şey yokmuş gibi
görülmelidir, en azından, diyordu, eserimiz söz konusu olduğu zaman pek bir şey
sayılmamalıdır. Çünkü eserimizin içine bize özgü bir düşünce koymadık; eserimiz
sadece geleneksel verilerin bir açıklamasıdır. Bu açıklamalarda bize ait olan
ise sadece onların ifadeleridir.’’ Bu verilerin beşeri olmayan ve beşer üstü
bir kaynağı olduğunu kesin olarak ifade ediyordu. İnsan için "beşer üstü
bir hayat akımı içine girmesi ve yeniden dirilmesi için oraya dalma imkânı
verilmesi" söz konusudur. Ancak insan bugünkü olduğundan daha fazla hiç
bir dönemde "bilginin yüce aşamasından böylesine uzaklaş- mamıştır. Guenon
şu bildiriyi kendine mal ediyordu, bu bildiriyi benimsiyordu: "Modern
insanda, aşkın alanı duyular dünyasından ayıran yanılgı yaşamaktadır, öyle ki
modern insan duyular dünyasını ilahi alandan yoksun olarak algılamaktadır."
Guenon’un eseri ilahi alana ginnek isteyenlere bir çeşit yol
göstermeydi."Fakat, diyordu, şunu iyice bilmek gerekir ki kendi içinde
kavramlar ve özellikle gerçekte karşılığı olmayan soyut düşünceler bizi hiç mi
hiç ilgilendirmemektedir, bütün bu zihinsel hazırlıkları filozoflara ve
düşünürlere bırakıyoruz." Bizzat düşünür tipi olarak da Decartes’i örnek
veriyordu ve bu tipi şu ifadelerle tanımlıyordu: "Tamamen ferdi ve beşeri
yeteneklerin ulaşmaya olanak vermediği şeyleri zorunlu olarak bilmeyen
birisi." Bir başka ifadeyle, böyle bir insan, "metafizik- sel ve
aşkın alana ait her şey hakkında ancak bilgisiz biri olabilir."
Rene
Guenon’un yerleştiği alan böylece bilinince, hızlı bir göz atışla onu
incelediğimizi iddia etmek kuşkusuz kendini beğenmişlik olur. Özet olarak
diyebiliriz ki onun eserlerinde bize sunulan temel hakikat bütün dinlerin
önünde ve üstünde olan bir gelenekten gelmektedir. Guenon çeşitli dinlerde o
hakikatlerin izlerini yeniden buluyor; fakat kendisine göre, o izler dinlerde
az çok zayıflamış ve bozulmuş haldedir. İşte bu yüzden o her dini düşünceyle
hem bir yakınlık kunnakta hem de her sahih dinden ayrılmaktadır. Ayrıca "religieux"ya
da "mistik" sözcüklerinin ifade ettikleri şeyi tasavvuftan
G'Esoterisme) özenle ayırmak gerekir. Rene Guenon için tasavvuf temel hakikati
teşkil eder. Bu konuda, Hıristiyanlık ve İnisiyasyon (Cbristianisme et
initiation) başlığı altında yaptığı uzun bir incelemede vardığı sonuç
oldukça ilginç ve anlamlıdır.
Guenon’un
"Hıristiyanlığın inisiyatik kaynaklan" dediği şeye gelince,
bunların Hıristiyan inancından bizi nerelere kadar götürdüğü görülecektir,
yeter ki Le Symbolisme de la Croix adlı eseri açılıp incelensin. Orada
bütün çağların ve bütün ülkelerin geleneklerinin ortam simgesi olan haç hem
üstün, hem de metafiziksel bir anlamın anlatımlarını içermektedir.
Zaten
şurasını belirtmek gerekir ki Hıristiyanlık dini, ahiret mutluluğunu düşünür,
oysa ki tasavvufun amacı insanı kurtuluşa götünnektir. Bu nedenle Rene Guenon
ikisi arasındaki fark üzerinde ısrarla duruyordu. Mutluluk ona göre kötü bir
şey olarak gözüküyor değildi ama o buna razı olmuyordu, daha ötesini istiyordu.
Bu
kurtuluşun incelenmesi bizi tam tasavvufun içine, yani bizim bu konudaki
bilgimizin ulaştığı alanın ötesine sokmaktadır. Bu konulara meraklı okuyucuları
Rene Guenon’un eserlerine göndermek için alışılmış usulü kullanmayacağım.
Çünkü Guenon meraklı insanlardan iğrenirdi. Tasavvufla amatörce ilgilenilmesini
istemezdi. İşin içine kendi düşüncesinin girmediğini söylerken kendisinin
mutlak hakikatin hizmetinde olduğunu söylemek istiyordu. Onun görevi o mutlak
hakikati, o hakikate yaklaşmak isteyenlere tanıtmaktı. Bu hakikatin bütünlüğü
her tür kaba ve yakışıksız yaklaşımlara karşı o hakikati savunmasını gerekli
kılıyordu. Herhangi 'bir çelişki onun yazılarından birinin yanlış yoru- munıı
veriyorduysa, bu ona değil fakat onun görevine, onun misyonuna bir hakaretti.
İşte tartışmalarda çok sert ve çok şiddetli replikleri buradan
kaynaklanmaktadır. Guenon bunula bir polemiğe girmeyi kesinlikle düşünmüyordu,
fakat bir durumu savunmak istiyordu. Şu anlamda söylüyoruz, ’ tasavvuf
hakikatin bir iletişimidir ki bu hem hakikatin yüceliğini hem de o hakikati
arzulayan kişinin manevi saygınlığını onurlandırır. Burada soylu manevi bir
hayat söz konusudur ki bu hayat kimi özel şeyleri layık oldukları yere
yerleştirir. Propaganda hareketlerinin, modern dünyayı kirleten, insanları
değersizleştiren bu makinaların tersine, o hayatın değerini yükseltir,
bayağılaştırmaya karşı koyar. Rene Guenon "birtakım gerçeklerin ya da en
azından gerçek diye kabul edilen şeylerin herkesin seviyesine indirilmesini
reddediyordu; hele bu "herkes” terimi büyük çoğunluğu aptal ve cahil olan
bir kesimi kapsıyorsa." Bayağılaştırma dünyevi bilgileri daha da
bayağılaştırarak yaysın; dünyevi bilgiler daha iyisine layık değildir, diye
düşünüyordu Guenon. Ama kutsal bilgilerin daha başka hakları vardır. İşte,
Guenon modern dünyaya kutsal bilgileri hor gördüğünden dolayı sitem ediyordu.
Bu konuda şunları yazmıştır:
"Bu
nitelikte dünyevi alanın meşruiyetini kabul ettiğini ileri süren sadece tek
modern Batı medeniyeti vardır. Hatta Batı medeniyeti insan etkinliğinin büyük
bir bölümünü dünyevi alan içine sokmayı bir "ilerleme" olarak
değerlendirmektedir; öyle ki tamamen modern kafa yapısına sahip biri için, en
son durumda artık dünyevi alandan başka bir alan söz konusu olmamaktadır.
Böyle birinin tüm çabası kutsal alanı inkâra ya da dışlamaya doğru yönelmektir.
Buradaysa ilgiler tersine çevrilmiştir: geleneksel bir uygarlık, küçülmüş de
olsa, dünyevi bakış açısının varlığını, kaçınılmaz bir durum olarak ancak
hoşgörebilir ve mümkün olduğunca dünyevi bakış açısının doğuracağı sonuçları
sınırlandırmaya çalışır. Modern uygarlıktaysa, aksine, kutsal alana artık
hoşgörüyle bakılmamaktadır..
Bu
parçayı bütünüyle alıntılamaya değerdi, çünkü tam isabet ediyor. Gerçi tasavvuf
şeyhiyle öğretisel bir uygunluk içermiyor. Kuşkusuz bu yüce öğretinin de bir
kusuru vardır: çünkü canları aşk ateşinde yakmak yerine o sadece ruhun ışıklarıyla
aydınlanıyor. Buna karşılık, insanı kendi insani değerlerinden koparan, insan
kitlelerinden canavarlar üreten bu dünyanın çürüklüğünü, Rene Guenon'dan daha
iyi bir şekilde hiç kimse gösterememiştir."
M*
Modern
Dünyanın Bunalımı, elinizdeki bu eser, Doğu ve Batı
adlı eserinde ele aldığı bazı konuları netliğe kavuşturmak için yazılmıştır.
Rene Guenon’un karşı çıktığı bazı yanlış düşünceler kimileri tarafından ısrarla
savunulmaya başlamış; bunun üzerine, yazar bu eserini, 1927 yılında, kaleme
almıştır. Doğu ve Batı adlı eserinde ele aldığı konulara bu eserinde
yeni boyutlar kazandırmıştır. Öncelikle modern dünyayı insanlık tarihi içine
yerleştirir. Kozmik devrelere göre tarih içindeki yerini ve konumunu saptar.
Çağımızın Kali-Yuga ya da "Karanlık çağ" denilen bir dönem
içinde bulunduğunu belirtir. Batı dünyasının Doğu dünyasından daha ileri ve
hızlı bir yozlaşma süreci içinde olduğunu ifade eder. Guenon burada modern
Batı dünyasının özelliği olan öğelerin tasvirini ve eleştirisini yapar.
Karanlık çağ; bilgi ve eylem; eylemin bilgiye üstünlüğü; 16. yüzyıldan beri
oluşan "dindışı" özellik; kutsal bilim ve lâdini/dindışı bilim;
toplumsal kargaşayla son bulan bireycilik; son olarak da tamamen maddeci olan,
bütün insanlığı istila eden ve tehdit altında tutan, korku, terör ve ürperti
salan Batı uygarlığı gibi konuları derinlemesine ele alır. Doğu ve Batı
adlı kitabının ana temasını yeniden ele alan bu tespitler Batı'da gerçek bir "elifin
oluşmasını amaçlamakta ve modern dünyanın bunalımına kesin ve gerçek çözümler
önermektedir. Bu fikirler Guenon’un Batı’yı doğululaştırmak' la
suçlanmasına neden olmuştur. Fakat geçen yıllar Guenon’un haklı olduğunu
göstermiştir. 1945 yılında yazdığı ve bu kitabın bir nevi tamamlayıcısı
durumunda olan ve bizim de Türkçe’ye çevirmiş olduğumuz Niceliğin Egemenliği
ve Çağın Alâmetleri kitabında burada ele aldığı konulan daha da geniş ve
derin bir boyutta sunmuştur. Guenon bu eserlerinde bunalımın kaynağına inmiş,
yanlışı nesnel ve kuramsal olarak ortaya çıkarmıştır. Aynı zamanda bu
yanlışların nasıl giderileceğine dair derli toplu fikirler ve çözümler de
önermiştir.
Bu
eser, Marco Pallis ve Richard Nicholson tarafından The Crisis of t he Modern
World (London, Luzac, 1962) adıyla İngilizce'ye de çevrilmiştir.
Eseri
çevirirken hiç kuşkusuz çeşitli zorluklar yaşadık. Ancak onların üstesinden
gelmeye çalıştık ve yazarın üslubunu korumaya özen gösterdik. Yazarın üzerinde
ısrarla durduğu kavramları aynen kullandık. Örneğin "Entellektüalite",
"elit", "seçkinler" vb. Entellektüalite kavramına
Türkçe'de, maneviyat, ilim-irfan, hikmet gibi karşılıklar verilebilir. Yazar bu
kavramı bunların hepsini kapsar biçimde kullanmaktadır. Ayrıca
"Gelenek"(Tradition) kavramına insan üstü (supra-bumain)
bir menşei olan bir anlam yüklemektedir.
Bu
ikinci baskıda eser yeni baştan tamamen gözden geçirilmiştir. Bunda, elden
geldiğince titiz davranılarak, okuyucularımıza daha güzelini sunma amacı
güdülmüştür. Bu çeviri eseri okurken, yazarının hissettiği duyguyu okuyucunun
da hissetmesi umulur. •••
Sonuç
olarak, çağımızın bir tanığı ve müslüman bir sufi ve düşünür olan Rene Guenon
(Abdul Vahid Yahya) kendi misyonunu yerine getirmiş ve ardında 26 küsur eser
bırakmıştır. Eserlerini hep Rene Guenon imzasıyla ve Fransızca yazmıştır.
Sanskritçe, Arapça, İbranice, Latince, Yunanca, İngilizce, Almanca, İtalyanca,
İspanyolca, Rusça, Lehçe gibi dilleri bildiği bilinmektedir.
İslâm
Maneviyatı ve Taoculuğa Toplubakış adlı çevirimizde de
yazar ve eserleri hakkında genişçe bilgi vermiştik. Burada verdiğimiz bu
bilgilerin Guenon ve eserleri üzerinde yapılacak daha geniş ve kapsamlı
araştırma ve incelemelere ışık tutmasını dileriz.
Mahmut
Kanık
Birkaç yıl önce, Doğu ve
Batı’yı yazdığımız zaman, bu kitabın konusunu oluşturan sorunlar hakkında
bütün yararlı bilgileri, hiç olmazsa o an için, vermiş olduğumuzu düşünüyorduk.
Ne ki, o günden beri olaylar sürekli artan bir hızla gelişti. O zaman
söylediklerimizin bir kelimesini bile değiştirmeden, bazı tamamlayıcı açıklamalar
yapmamız ve daha önce üzerinde durmayı gereksiz bulduğumuz bazı noktaları
geliştirmemiz gerekti. Bu açıklamaların yapılması gerekti, çünkü son zamanlarda
yeniden ve hatta daha saldırgan bir şekilde, kendilerine açıkça karşı
çıktığımız ve dağıtmaya çalıştığımız bazı yanlış düşüncelerin savunulduğunu
gördük. Bu yüzden hiçbir polemiğe girmeden olanca özeni gösterip, olayları bir
kez daha gözden geçirmenin iyi olacağı kanısına vardık. Bu bağlamda
çağdaşlarımızın büyük çoğunluğuna öylesine yabancı gözüken, fakat aynı zamanda
temel nitelik taşıyan bazı düşünceler var ki, bunları onlara anlatmaktan
bıkmamak gerekir. Hatta bunlar çeşitli şekillerde sunularak ve koşullar
elverdiği ölçüde genişçe açıklanarak defalarca anlatılmalıdır. Bu durum, ilk
anda sezinlemenin her zaman mümkün olmadığı güçlüklere yol açabilir.
Elinizdeki kitabın adı bile,
onu nasıl anladığımızın iyi bilinmesi ve bu konuda her hangi bir kuşkuya yer
verilmemesi için, öncelikle yapmamız gereken birkaç açıklama ister.
"Bunalım" sözcüğünü en olağan anlamıyla
ele alarak, modern
dünyanın bunalımından söz edilebilmesi artık çoğu kimsenin yadırgamadığı bir
konudur. Hiç olmazsa bu bakımdan oldukça duygusal bir değişim oldu: Olayların
etkisiyle bazı yanılsamalar da kayboluyor. Bizim açımızdan sevindirici bir
durumdur bu. Çünkü her şeye rağmen, güncel kaos ortasında zayıf bir ışığı
andırsa da, burada çok uygun bir belirti, modern zihniyetin düzeltilme
imkânının belirtisi vardır. Örneğin daha önceleri dokunulmaz ve tartışılmaz bir
dogma haline getirilen belirsiz bir "ilerleme" inancı artık
çoğunlukla kabul edilmiyor. Batı uygarlığının gelişmesini aynı doğrultuda
sürdürüp gitmesi yerine, bir gün gerçekten duruş noktasına varabileceğini, ya
da büyük bir felaketle tamamen yok olabileceğini biraz bulanık, biraz
belirsizce de olsa kimileri sezinliyor. Belki onlar tehlikenin nerede olduğunu
görmüyorlar. Gösterdikleri kuruntular ve çocuksu korkuları kafalarındaki
yanılgının hâlâ sürüp gittiğini yeterince kanıtlamaktadır. Fakat sonunda bir
tehlikenin varlığını kesinlikle anlamaktardırlar. Anlamaktan çok sezinleseler
bile, daha yakın dönemlerde kaybolan, ardında küçük ve çok az fark edilen,
zorlukla tanınan izler bırakan birçok uygarlığın dünya tarihinde ayrıcalıklı
bir yer tutmadığını kavrayabiliyorlar.
Öyleyse, çağdaş
dünyanın bir bunalım geçirdiği söylenirse, bundan en çok anlaşılması gereken,
onun kritik bir noktaya ulaştığı; başka bir ifadeyle, az çok derin bir
dönüşümün çok yakın olduğu, bir yön değişiminin ister istemez şu ya da bu
şekilde, belalı ya da belasız, kısa vadede kaçınılmaz olarak kendisini
göstereceğidir. Bu kanaat tamamen geçerlidir ve bizim düşündüklerimizle, ama
yalnızca bir kısmıyla tamamen uyuşmaktadır, çünkü bütünüyle genel bir görüş
açısından bakacak olursak bizce, modern çağ dünya için bir bunalım dönemi arz
etmektedir. Zaten sonuna doğru da çok yaklaştık gibi gözüküyor. İşte
yüzyıllarca süregelen, fakat sonuçlarının şimdiki kadar aşikâr olmadığı bu
durumların anormal özelliği bugün her zamankinden daha çok hissedilmektedir.
Demin değindiğimiz artan bir hızla olayların akması da bu yüzdendendir.
Kuşkusuz bu, bir süre daha böyle devam edebilir; ama sürekli olarak değil ve
hatta belirli bir sınır gösteremesek de bunun uzun süre böyle devam edemeyeceği
kanısındayız.
Fakat
"bunalım” (erişe) sözcüğünde de söylemek istediklerimizi daha iyi
açıklamaya elverişli olan başka anlamlar yatmaktadır. Gerçekten günlük
kullanışta sık sık gözden uzak tutulan, fakat terime asıl anlamı ve kendine
özgü değer bütünlüğü kazandırılmak istendiğinde, sürekli başvurulan
etimoljisine göre diyoruz ki, bu sözcük "yargı" (jugement) ve
"ayırdetme" (diserimination) sözcükleriyle eşanlamlıdır. Hangi
konumda olursa olsun, olayların "kritik" denilebilecek safhası, işte
elverişli ya da elverişsiz bir çözümle, şu ya da bu anlamda beklenmedik bir
şekilde sonuçlanmasıdır. Şu halde, kimi olumlu kimi olumsuz sonuçlar arasında,
bir tür sınıflama yaparak, "lehte" mi "aleyhte" mi olduğunu
saptamak, böylece terazinin hangi tarafa eğildiğini görmek mümkündür. Kuşkusuz
böyle bir bunalımı bütünüyle çözeceğiz diye bir iddiamız yok; nitekim böyle bir
iddia çok yersiz olur, çünkü bunalım henüz çözümlenmiş değil; ne zaman ve nasıl
çözümleneceğini tam olarak kestirmek de mümkün değil. Kaldı ki herkesçe ve
açıkça kavranılabilen verilere dayanmayan, sonunda pek çok yanlış yorumlara
sebep olabilecek ve sorunu çözmek yerine anlaşılmazlığını bir kat daha
artıracak bazı tahminlerden kaçınılması tercih edilir. Bütün yapabileceğimiz
belli bir noktaya kadar ve elimizdeki imkânlar elverdiği ölçüde, yetenekli
olanlara bu konuda şimdiye değin ortaya konmuş gözüken bazı sonuçların
bilinmesine ve böylece, çok kısmî ve oldukça dolaylı da olsa, ileride dünya
insanlığına yeni bir tarihsel dönemi açacak olan gelecek "yargılama"
da işe yarayacak öğelerin hazırlanmasına katkıda bulunmaktadır.
Biraz önce
kullandığımız ifadeler bazılarının zihninde "kıyametteki yargı günü"
fikrini uyandıracaktır. Doğrusunu söylemek gerekirse bunda haksız da değiller.
Nitekim, bunun gerek sözlük anlamıyla, gerek simgesel anlamıyla ya da her iki
şekilde anlaşılması bir şey değiştirmez. Bunun hiç önemi yoktur. Çünkü gerçekte
bu terimler hiçbir zaman birbirine ters düşmez. Bu konuda daha geniş açıklama
yapmamızın ne yeri ne de zamanıdır. Her halükarda demin değindiğimiz
"leh" ve "aleyh" dengelemesi, yani olumlu ve olumsuz
sonuçların ayırdedilmesi, elbette sürekli olarak iki grupta saptanan
"seçilmişler" ve "lanetliler" ayrımını düşündürecektir. Bu
bir benzetme de olsa, hiç olmazsa eşyanın tabiatına uygun, geçerli ve iyi bir
benzetme olduğunu kabul etmek gerekir; ki bu da yine bazı açıklamaların
yapılmasını gerektiriyor.
Bugün bunca insanın
"dünyanın sonu" fikriyle kafasını kurcalaması kuşkusuz bir rastlantı
değildir. Buna bazı bakımlardan üzülebiliriz. Çünkü yanlış anlaşılan bu
düşüncenin yol açtığı çılgınlıklar, bunun sonucu çeşitli çevrelerdeki
"Mesih" le ilgili taşkınlıklar, çağımızın zihinsel dengesizliğinin
doğurduğu bütün bu belirtiler aynı dengesizliği kesinlikle ihmal edilemez
ölçüde artırmaya yarıyor. Bununla birlikte bu durum, göz önüne almadan
geçemiyeceğimiz bir gerçektir. Bu tür şeylerle karşılaşıldığında takınılacak en
iyi tavır, kuşkusuz bunları önemsiz yanılgılar ve kuruntular gibi görüp, hiç incelemeden
basit bir biçimde dışlamaktır. Bununla birlikte, bunlar gerçekten yanılgı da
olsa, en iyisi, onları olduğu gibi ifşa ederek, onları meydana getiren
nedenleri ve her şeye rağmen onlarda bulunabilecek gerçekleri, az çok bozulmuş
da olsa, araştırmaktır diye düşünüyoruz. Çünkü yanılgı tamamen olumsuz bir
varoluş tarzı olduğundan, mutlak yanılgıya hiçbir yerde rastlanamaz ve böyle
bir şey anlamsız bir laftan ibaret olur. Meseleleri bu tarzda değerlendirerek,
bu "dünyanın sonu" kaygısının, şu anda içinde yaşadığımız genel
sıkıntıyla sıkı sıkıya bağlı olduğunu kolayca görürüz: Bazı zihinlerde
denetimsiz bir şekilde herhangi bir şeyin gerçekten sona ermek üzere olduğu
önsezisini bulanıkça uyandırarak, o belleklerde çok doğal olarak demin
değindiğimiz saçmalıklar şeklinde dışa vuran düzensiz ve çoğunlukla fazla
maddileştirilmiş tasvirler oluşturur. Zaten bu açıklama onlar yararına bir özür
değildir; ya da en azından sorumlu olmadıkları zihinsel etkinliklere eğilim
duyup, ellerinde olmadan yanılgıya düşenler affedilse bile, bu asla yanılgının
kendisini affetmek için bir neden olamaz. Bununla birlikte bizimle ilgili
olarak, ne çağdaş dünyanın "sözde dinsel" belirtileri konusunda, ne
de genel olarak çağdaş yanılgıların tümü konusunda aşırı bir hoşgörüde
bulunduğumuz söylenemez. Hatta bazılarının bize karşı tam tersi bir eleştiride
bulunacağını da biliyoruz. Belki burada söylediklerimiz, bizim için önemli olan
tek noktadan, yani tarafsız ve nesnel olan gerçek noktadan bakarak, meseleleri
nasıl ele aldığımızı onlara daha iyi anlatacaktır.
Dahası da var: "dünyanın
sonu" ve onun güncel belirtileri düşüncesinin sadece
"psikolojik" bir açıklaması kendi içinde ne kadar haklı olursa olsun,
bizim gözümüzde bütünüyle yeterli olamaz. Bunlarla yetinmek demek, her fırsatta
açıkça karşı çıktığımız bu modern yanılsamaların birinden etkilenmek demek olur.
Kimi insanların, mahiyetini ve ve seviyesini tam olarak tanım- layamadıkları
bir şeylerin çok yakın olan sonunu belli belirsiz hissettiklerini söylemiştik.
Belirsiz de ölse, asılsız yorumlara ya da hayalî saptırmalara bağlı da olsa, bu
insanların gerçek bir algıya sahip olduklarını kabul etmek gerekir. Çünkü son
ne olursa olsun, eninde sonunda çıkacak olan bunalım oldukça belirgindir.
İkircil olmayan ve saptanması kolay bir yığın belirti, herkesi uygun biçimde
aynı sonuca doğru götürmektedir. Kuşkusuz bu son, bazılarının anlamak istediği
gibi, genel anlamda "dünyanın sonu" değildir; ama en azından bir
dünyanın, bir uygarlığın sonudur. Ve eğer sona ermesi gereken, güncel biçimiyle
Batı uygarlığıysa, o uygarlık dışında hiç bir şey görmeyenlerin, onu benzersiz
bir "uygarlık" saymaya alışık olanların o uygarlığın bitişiyle her
şeyin biteceğini ve o yok olmaya yüz tutarsa, bunun gerçekten
"dünyanın" sonu olacağını sanmaları normaldir.
O halde, meseleleri gerçek
boyutlarına indirgemek için, bütün geleneksel öğretilerin bu konuda
söylediğine göre, diyebiliriz ki gerçekten bir dünyanın sonuna, yani kozmik bir
dönemle uyuşan bir dünyanın sonuna, bir çağ ya da tarihî bir dönemin sonuna yaklaşıyor
gibiyiz. Daha önce geçmişte bu tür birçok olay olmuştur. Kuşkusuz gelecekte de
olacaktır: kısa ya da uzun dönemleri bitirişlerine, yer yüzü insanlığının
tümünü ya da sadece bir kısmını, bir ırk veya belli bir toplumu kapsayışlarına
göre, farklı önemler taşıyan olaylar... İçinde bulunduğumuz dünya koşullarında
baş gösterecek bir değişimin, çok genel bir kapsamı olacağını, büründüğü ve
hiç araştırmak da istemediğimiz şekli ne olursa olsuh, az çok bütün dünyayı
etkileyeceğini varsayabiliriz. Her halükârda böyle olayları düzenleyen yasalar
her derecede örnekseme yoluyla uygulanabilir. Dolayısıyla kavranılması mümkün
olduğu oranda, ve sadece yer yüzüyle ilgili bir anlamda,"dünyanın
sonu" için söylenen bu yasalar basit ve oldukça sınırlı bir anlamda her
hangi bir dünyanın sonu için de söz konusu olabilir. Bu doğrudur.
Giriş niteliğindeki bu
gözlemler, ileride gelecek düşünceleri anlamaya büyük ölçüde yardım edecektir.
Daha önce de, diğer eserlerimizde "çevrimsel yasalar"a oldukça sık
değinme fırsatı bulmuştuk. Zaten batılı kafalarca kolayca anlaşılır biçimde, bu
yasalarla ilgili tam bir açıklama yapmak belki zordur; ama en azından, güncel
dönemin ne olduğu ve dünya tarihi bütününde tam olarak neyi temsil ettiği
konusunda doğru bir fikir edinmek istenirse, bu konuda birtakım verilere sahip
olmak zorunludur. Bu nedenle, bu çağın özelliklerinin, geleneksel öğretilerin
çevrimsel dönem hakkında her zaman belirttikleri özellikler olduğunu, bu çağın
o çevrimsel döneme tekabül ettiğini göstermekle işe başlayacağız. Böylece, her
hangi bir görüş açısından kural dışı ve düzensiz olan şeyin aslında çok geniş
bir düzenin zorunlu bir öğesi, bütün tezahürlerin gelişimini düzenleyen
yasaların kaçınılmaz bir sonucu olduğunu da göstereceğiz. Ayrıca şunu da hemen
söyleyelim ki, geçici olarak üstün gibi göszüken karışıklığa ve karanlığa pasif
olarak katlanmak için bir neden değildir bu. Çünkü öyle olsaydı, ancak sükûtu
tercih ederdik. Tam tersine bu "karanlık çağ"dan kurtuluşu
hazırlamaya elinden geldiğince çalışmak için mevcut nedenlerden sadece
biridir, ki bir çok belirti bu çağın sonunun şimdiden az ya da çok yaklaşmış
olduğunu, hatta çok yakın olduğunu haber veriyor. Bu da bir düzen içindedir,
çünkü denge, iki karşıt eğilimin eşzamanlı eyleminin bir sonucudur. Eğer biri
ya da öteki devinimini tamamen durduracak olsa, denge ebediyen kurulamaz.
Böylece dünya yok olup gider. Ama bu varsayım gerçekleşemez, çünkü bir karşıtın
her iki öğesi de ancak birbiriyle bir anlam kazanır. Dolayısıyla görünümleri ne
olursa olsun, bütün kısmi ve geçici dengesizliklerin sonunda, toplam dengenin
gerçekleştirilmesine yardım edeceğinden emin olabiliriz.
Birinci Bölüm
KARANLIK ÇAĞ
Hint öğretisi, "Mam>antara"
adını verdiği insanlık çevriminin ilk ruhaniyetin derece derece kararması
şeklinde evreler gösteren dört çağa bölündüğünü öğretmektedir. Bunlar eski
Batı geleneklerinin kendilerince altın, gümüş, tunç ve demir çağları olarak
belirledikleri dönemlerin aynısıdır. Biz şu anda "Kali-Yuga'' veya
"karanlık çağ" denilen dördüncü çağdayız. Söylentiye göre, altı bin
yılı aşkın bir süredir, yani klasik tarih olarak bilinen çağlardan çok önceki
bir dönemden beri bu çağdayız. O zamandan beri, eskiden herkesçe anlaşılabilir
durumda olan gerçekler, gittikçe kapalı ve güç anlaşılır olmuştur. Bu
gerçeklere sahip olanların sayısı da giderek azalmıştır. Eğer bütün çağlardan
önce mevcut olan "gayri insani" (non humaine ) bilgelik
hâzinesi hiç kaybolmamışsa, bu onun kendisini bakışlardan gizleyen, gittikçe
anlaşılmaz olan ve altında keşfedilmesi son derece güç olan perdelere
büründüğündendir. Bu nedenle çeşitli simgeler altında da olsa, en azından
görünürde ve dış dünya için bazı şeylerin kaybolduğu sorunu her yerde vardır
Gerçek bilgiye ulaşmayı dileyenler, onları yeniden bulmak zorundadırlar. Fakat
böyle gizlenen bir şeyin, bu çevrimin sonunda görülebilir hale geleceği, eşyayı
kendi arasında birleştiren süreklilik gereğince aynı zamanda yeni bir çevrimin
başlangıcı olacağı da söylentiler arasındadır.
Fakat çevrimsel gelişmenin
neden böyle en ulviden en süfliye doğru gittiği - hemen görülebileceği gibi ve
çağdaşların anladığı anlamda ‘‘ilerleme” düşüncesinin olumsuzu olan inici bir
anlamda tamamlandığı- da kuşkusuz sorulacaktır. Buna cevabımız şu olacaktır:
Bir şeyin gelişmesi, ileri geldiği ilkeden gittikçe artan bir hızla
uzaklaşmasını gerektirir. En yüksek noktadan hareket ederek mecburen en aşağıya
doğru yönelir. Tıpkı ağır cisimler gibi, duruş noktasına varıncaya dek sürekli
artan bir hızla aşağıya iner. Bu düşüş ilerleyici bir maddileştirme olarak
nitelendirilebilir. Çünkü ilkenin anlatımı saf ruhaniliktir. İlke değil, ilkenin
anlatımı diyorum, çünkü ilke bütün karşıtların ötesinde olduğundan, herhangi
bir karşıt belirten terimlerin hiçbirisiyle ifade edilemez. Zaten daha bir
uygunluk olsun diye Batı dillerinden aldığımız "esprit " ve "matiere
”, ruh ve madde, gibi kelimeler bizim için ancak simgesel bir değer taşır.
Her halükârda bunlar çağdaş felsefenin verdiği özel yorumlardan ayıklanmaları
koşuluyla yukarıda söz konusu olanla uyuşabilir. Çağdaş felsefedeki “ruhçuluk "(spiritüalizme)
ve “maddecilik” (materialisme) ise, bizim gözümüzde, birbirini içeren
iki tamamlayıcı şekilden ibarettir; aynı şekilde, bu olağan görüş açılarının
üstüne çıkmak isteyen biri için pekâlâ önemsiz sayılabilirler. Ama zaten burada
incelemek istediğimiz saf metafizik değildir. Bu nedenle, esas ilkeleri gözden
kaçırmadan, her türlü yanlış anlaşılmayı önlemek için gerekli önlemleri alarak,
meseleleri, tabii ki mahiyetlerini değiştirmeden, daha kolay anlaşılır bir hale
getirebileceklerinden dolayı, eksik olmalarına rağmen bu terimleri
kullanabiliriz...
Biraz önce, zuhurun gelişimi
üzerine söylediklerimiz, bütün içinde doğru olmakla birlikte, oldukça basitleştirilmiş
ve şemalandırılmış bir görüş arz etmektedir; şöyle ki, bu görüş gelişimin tek
yönde, hiçbir değişim olmadan gerçekleştirildiğini düşündürebilir. Oysa gerçek
çok karmaşıktır. Önceden de belirttiğimiz gibi, gerçekten her şeyde biri inen
diğeri yükselen ya da başka bir deyişle biri merkezkaç diğeri merkezcil iki
karşıt eğilim vardır. Birinin ya da diğerinin üstünlüğünden, zuhurun birbirini
tamamlayan iki evresi doğar: biri ilkeden uzaklaşma, diğeri ilkeye dönüş.
Bunlar da çoğu kez simgesel olarak kalbin hareketleriyle veya nefes alıp
vermeyle karşılaştırılabilir. Bu iki evre art arda gelen evreler olarak
tanımlanmalarına rağmen, gerçekte onlara tekabül eden iki eğilimin, çeşitli
oranlarda da olsa, daima birlikte hareket ettiklerini kabul etmek gerekir.
Ayrıca, bazen öyle olur ki inen eğilimin, dünyanın genel gidişinde kesinlikle
üstün gelmek üzere olduğu bazı kritik anlarda, karşıt eğilimi güçlendirmek için
o andaki şartların elverdiği ölçüde en azından nisbi bir denge kurulabilecek
özel bir eylemin devreye girdiği görülür. Böylece bu denge düşüş hareketinin
geçici olarak durdurulması ya da etkisiz kılınması gibi birdüzeltme hareketi
sağlamış olur .
Çok kısa bir
özetini verdiğimiz bu geleneksel verilerin, çağdaşların kabul ettiği tarih
felsefesi denemelerinin hepsinden çok değişik, ayrıca derin ve geniş
kavramları mümkün kıldığını anlamak pek güç olmasa gerektir. Fakat şimdilik, şu
andaki çevrimin kaynaklarına
veya basitçe Kali-Yuga
’nın başlangıç dönemine inmeyi hiç düşünmüyoruz. Amacımız sadece, Kali-Yuga
’nın son safhalarındaki oldukça sınırlı bir alanla en azından doğrudan
ilgilenmektir. Yukarıda sözünü ettiğimiz büyük devirlerin her biri içinde, çok
küçük bölümler halinde ikinci dereceden değişik evreler fark edilebilir. Ayrıca
her bölüm bütüne benzediğinden, bu küçük bölümler çok küçük bir ölçüde, sanki
içinde bulundukları büyük çevrimin genel gidişini yeniden ortaya
koymaktadırlar. Ama gene burada da bu yasanın çeşitli özel durumlardaki
uygulanış şekillerini genişçe araştırmak, bu kitap için çizdiğimiz çerçevenin
çok ötesine çıkacaktır. Giriş niteliğindeki bu değerlendirmeleri bitirmek için
biz sadece, insanlığın geçirdiği son dönemlerden bazılarını, özellikle
bunalımlı dönemleri, "tarihi" diye adlandırılan dönemleri
zikredeceğiz. Çünkü gerçekten bu dönem alışılmış ya da daha doğrusu
"dindışı" tarihin anladığı tek dönemdir. Böylece bu da bizi çok doğal
olarak incelememizin asıl konusuna götürecektir. Çünkü bu bunalımlı çağların
sonuncusu modern çağ diye adlandırılan çağdan başkası değildir.
Gereği kadar dikkat edilmemiş
gibi görünen oldukça garip bir olay vardır: Demin değindiğimiz anlamda, salt
"tarihi" denilen dönem tam olarak milattan önce altıncı yüzyıla
dayanır. Sanki zamanın orasında, normal araştırmacıların sahip olduğu araştırma
yöntemleriyle aşılması mümkün olmayan bir engel var. O tarihten itibaren her
yerde oldukça belirgin ve çok sağlam bir kronoloji elde bulundurulurken tersine
o tarihten önce olanlar için genellikle çok bulanık bir tahmin yapılır. Aynı
olaylar için verilen tarihler çoğunlukla bir kaç asır değişir. Örneğin Mısır
gibi, basit, dağınık kalıntılardan öte verilere sahip olunan ülkeler için durum
çok çarpıcıdır. Ayrıca daha şaşırtıcı olan bir durum da var: Çok uzak çağlar
hakkında astronomik gözlemler sayesinde tutulmuş, hiç bir kuşkuya yer
bırakmayan yıllıklara sahip Çin'in durumu gibi, istisnai ve ayrıcalıklı bir
durumu, çağdaş yazarlar "efsanevi" çağlar olarak nitelendirirler;
sanki kendilerinin el atmalarını kesinlikle haklı görmedikleri bir alan var ve
o alana girmelerini kendilerine yasaklıyorlar. Öyleyse, "klasik"
antikite denilen şey, doğrusunu söylemek gerekirse, tamamen izafi bir
antikiteden ibarettir. Hatta gerçek antikiteden daha çok modern çağlara
yakındır, çünkü süresi Hint öğretisine göre Manvantara ’nın sadece
onuncu parçası olan Kali- Yuga ’nın yarısına bile erişememektedir.
Buradan çağdaş yazarların tarih bilgilerinin erginliğiyle övünmekte ne dereceye
kadar haklı oldukları da yeterince anlaşılmaktadır. Kuşkusuz kendilerini haklı
göstermek için bütün bunların yalnızca " efsanevi" dönemler olduğunu
ve bu nedenle de onları hiç hesaba katmadıklarını söyleyeceklerdir. Ama bu
cevap açıkça bilgisizliklerinin ve anlayışsızlıklarının ve geleneği hor
gördüklerinin bir itirafıdır. Modern düşünce, ileride ifade edeceğimiz gibi,
gelenek karşıtı (antitraditionnel) bir düşünceden başka bir şey
değildir.
Milattan önce
altıncı yüzyılda, nedeni ne olursa olsun, hemen bütün toplumlarda önemli
değişimler oldu. Bu değişmeler ülkelere göre farklı özellikler arz etti. Bazı
ülkelerde, geleneğin daha önceleri mevcut olan durumlarının yeniden
uyarlanması, tamamen sahih anlamda gerçekleşen bir uyarlanması olmuştur.
Örneğin Çin'de böyle olmuştur. O çağda ilkel bir şekilde tek bir bütün halinde
meydana gelen öğreti oldukça belirgin iki kısma ayrılmıştır. Çin'de: seçkin bir
zümreye özgü olan ve saf metafizikle gerçek anlamda spekülatif geleneksel bilimleri
içeren Taoizm; istisnasız herkese açık olan temel olarak pratik ve toplumsal
uygulamaları saha olarak seçen Konfüçyanizm IranlI’lardaysa, aynı şekilde
Mazdeizm’in yeniden bir uyarlanması olduğu görülüyor. Çünkü bu çağ son Zerdüşt
dönemi olmuştur. Aksine
Hindistan'da da o zamanlar, entellektüel ve sosyal alanda, etimolojik anlamıyla
"ilke yokluğu"ndan geleneksel düşünceye karşı bir başkaldırıyla
sonuçlanan her tür yetkeyi olumsuzlaştırarak gerçek bir anarşiye yol açan -en
azından bazı kollarında- zaten asıl özelliği ne olursa olsun önemli
Budizm'in doğduğu
görüldü. Oldukça tulırf olan
bir durum da şudur: Hindistan’da, o dönemin gerisine kadar ulaşan hiçbir
anıtın bulunmaması ve her şeyi, önemini tuhaf bir şekilde abarttıkları Budizmle
başlatmak isteyen müsteşriklerin bu durumdan kendi tezleri lehine yararlanmak
istemeleridir. Bununla birlikte bu durumun açıklanması çok basittir: önceki
yapıların hemen hepsi ahşaptı. Dolayısıyla geride hiç bir iz bırakmadan
kaybolup gittiler. Ama şurası
bir gerçektir, inşaat tarzındaki böyle bir değişim, mutlaka o değişimin olduğu
ulusun varlığının genel koşullarının büyük değişimine tekabül eder.
Batıya yaklaşırsak,
aynı dönemin Yahudilerde Babil tutsaklık dönemi olduğunu görürüz. Belki de belirtilmesi
gereken en akıl almaz olaylardan biri de, yetmiş yıllık kısa bir sürenin,
onlara yazılarına varıncaya kadar her şeylerini kaybetmeleri için yeterli
oluşudur. Çünkü daha sonraları kutsal kitaplarını, o zamana kadar yürürlükte
olan harflerden tamamen farklı yeni harflerle yeniden yazmak zorunda kaldılar.
Gene hemen hemen aynı tarihle ilgili olarak daha başka olaylar zikredilebilirse
de, biz sadece o dönemin Roma için, kralların "efsanevi” döneminin bitip
tam anlamıyla "tarihi” dönemin başlangıcı olduğunu belirtelim. Ayrıca o
zaman Kelt halklanrında önemli hareketlerin vuku bulduğunu bulanık bir şekilde
de olsa biliyoruz. Bu konuda da daha fazla durmadan, Yunanistan’la ilgili
duruma geçelim. Aynı şekilde orada da VI. yüzyıl "klasik” denen ve modern
denilen yazarların "tarihi” özelliği verdikleri tek uygarlığın başlangıç
noktasıdır. Böylece o dönemden önce geçen her şey "efsanevi” kalacak
kadar az biliniyor oluyordu. Gerçi son arkeolojik buluşlar, o dönemde en
azından gerçek bir uygarlığın bulunduğunu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde
göstermektedir. Bu ilk Helenik uygarlığın entellektüel açıdan kendisini izleyen
uygarlıktan çok daha ilginç olduğunu ve aralarındaki ilişkilerin Ortaçağ
Avrupasıyla Modern Avrupa ilişkilerine benzediğini düşünmek için bazı
nedenlerimiz var. Bununla birlikte bölünmenin bu son durumdaki kadar radikal
olmadığını da belirtmek uygun olur. Çünkü kısmi de olsa, geleneksel düzende ve
temel olarak "misterler’1 alanında yapılan bir uyarlama oldu.
Ayrıca eski Orfeusçuluk’un (Orplıisme) yeni bir biçimde onarılışı demek olan
Pitagorculuk’u da buna katmak gerekir. Bu geleneğin Uzak kuzeyli Apollon Delfik
kültüyle olan açık bağları, insanlığın en eski geleneklerinden biriyle sürekli
ve düzenli bağ zinciri koruduğunu düşündürmektedir. Ama öte yandan daha önce
hiçbir örneği bulunmayan, fakat daha sonra bütün Batı dünyası üzerinde kötü
etkiler bırakacak bazı şeylerin ortaya çıktığı görüldü: "felsefe” adını
alan ve bu adı koruyan özel düşünce şeklinden söz etmek istiyoruz. Bu nokta,
üzerinde bir süre durmamızı gerektirecek kadar önemlidir.
"Felsefe" sözcüğü
haddizatında çok doğru bir anlamda anlaşılabilir, kuşkusuz ilkel anlamıyla;
eğer iddia edildiği gibi özellikle onu ilk kullananın Pisagor olduğu
doğruysa... Etimolojik anlamıyla "hikmet aşkı"ndan başka bir anlam
ifade etmez. Öyleyse her şeyden önce felsefe hikmete ulaşmak için önceden
çözülmesi gereken bir durumu belirtir. Ayrıca çok doğal bir anlam
genişlemesiyle, gene aynı durumdan doğarak, bilgiye ulaştıracak araştırmayı da
belirtir. O halde felsefe, giriş ve hazırlık niteliğinde bir aşamadır; hikmete
doğru bir ilerlemedir. Hikmetten daha aşağı bir duruma tekabül eden bir
aşamadır . Daha sonra meydana gelen sapma, bu geçiş düzeyini amaç
olarak almış ve felsefeyi hikmet yerine koymuştur. Bu da hikmetin gerçek
niteliğinin unutulmasına veya tanınmamasına neden olmuştur. Böylece '‘dindışı”
diyebileceğimiz felsefe, yani tamamen akli, sözümona saf insancıl bir bilgelik
doğmuş oldu; gerçek geleneksel, akıl üstü ve insani olmayan bilgeliğin yerini
almış oldu. Böyle olmakla birlikte gerçek hikmetin bazı parçalan bütün antikite
boyunca varlığını sürdürmüştür. Bunu da ilkin öz itibariyle "inisiyatik”
özelliği tartışıla- mayan ”misterler”in sürüp gitmesi ve sonra filozofların
öğretilerinin de çoğu kez hem zahiri hem de batini bir yönü olması kanıtlamaktadır.
Zaten birkaç yüzyıl sonra İskenderiyelilerde, belki birçok bakımdan eksik de
olsa, çok belirgin bir şekilde ortaya çıkan bu "batini" üstün bir
görüş noktasına bağlanmaya imkân vermektedir. "Din dışı ” felsefenin
böylesine bir kesinlikle kurulmuş olması için, sadece "zahiri" olanın
baki kalması, "batini" olanın ise basit bir şekilde bütünüyle
inkârına gidilmesi gerekiyordu. Yunanlılarla başlayan hareketin modern yazarlar
nezdinde kesinlikle bu sonuca ulaşması ve onlarca daha önceden onaylanmış eğilimlerin
en aşırı sonuçlara kadar gitmesi gerekiyordu. Akılcı düşünceye verdikleri aşırı
önem, oradan yine "akılcılığa", yani akıl üstü alanı sadece
bilmemekle kalmayıp, o olana ait ne varsa hepsini bile bile inkâra giden modern
tutuma varmak için daha bir belirginleşecekti. Ama şimdilik daha fazla bir şey
söylemeyelim. Çünkü kitabımızın bir başka bölümünde bu sonuçlara yeniden
döneceğiz ve gelişimlerinin nasıl olduğunu göreceğiz.
Biraz önce
söylenenlerde, özellikle bizimle ilgisi bakımından bir şeyi hiç hatırdan
çıkarmamak gerek: Modern dünyanın kaynaklarından bazılarını "klasik” antikitede
aramak uygun olur. Modern dünya kendi kökeni konusunda Yunan -latin uygarlığını
gösterirken ve kendisinin onun bir devamı olduğunu iddia ederken büsbütün
haksız değildir. Bununla birlikte şunu söylemek gerekir ki, burada söz konüsu
olan sadace dolaylı ve hayli aldatıcı bir devamdır. Çünkü bu antikitede, her
şeye rağmen entellektüel ve ruhsal alanda eşdeğerlerini modernlerde
bulamadığımız çok şey mevcuttur. Her halde bunlar gerçek bilginin üstünde
gittikçe artan karanlık içinde oldukça farklı iki aşamadır. Zaten antik
uygarlığın çöküşünün tedrici şekilde olduğu ve uygarlığın sürekliliği için bir
çözüm bulunmaksızın, az çok bugünkü gördüğümüz duruma benzer bir durumda gittiği
de tahmin edilecektir. Ama gerçekte böyle olmadı. a Bu arada
Batı’nın bunalımlı bir dönemi daha olmuştur. Aynı zamanda bu dönem yukarıda
değindiğimiz yeniden doğrulma dönemlerinden biridir.
Bu dönem bir yandan Yahudi
halkının göçüyle, öte yandan Gereko-Latin uygarlığının son dönemiyle aynı
zamana rastlayan Hıristiyanlığın başlangıç ve yayılış dönemidir. Bu olayları
önemli olmalarına karşın çabucak geçebiliriz. Çünkü buraya kadar
anlattıklarımızdan daha çok bilinen olaylardır bunlar. Ayrıca eşzamanlılıkları,
görüşleri çok yüzeysel olan tarihçiler tarafından bile belirtilmektedir. Antik
çöküşle güncel dönemin bazı ortak noktalarına da sık sık dikkat çekilmiştir. Bu
benzerliği çok ileri noktalara götürmek istemiyoruz, ama gerçekten oldukça
çarpıcı benzerliklerin olduğunu da bilmeliyiz. Birçok alanı salt “dindışı”
felsefe kaplamıştır: bir yandan şüpheciliğin ortaya çıkışı, diğer yandan Stoacı
ve Epikürcü ahlâkın başarısı "entellektüalite"nin hangi noktaya kadar
düştüğünü göstermektedir. Aynı zamanda, artık kimsenin anlamadığı eski kutsal
öğretiler de bu anlayışsızlık yüzünden, kelimenin tam anlamıyla
"putperestlik" şekline dönmüş, yani bu öğretiler artık derin
anlamlarını yitirdiklerinden yalnız dış görünüşleriyle yaşamlarını sürdüren
"batıl inançlar" haline gelmiştir. Bu düşüşe karşı tepki denemeleri
olmuştur: Bizzat Helenizm temasta bulunduğu Doğu öğretilerinden aldığı öğeler
yardımıyla yeniden canlanıp dirilmeye çalışmıştır. Ama bu yeterli değildi.
Greko-Latin uygarlığı son bulmalı, ayrıca canlanma başka yerden gelmeli ve
tamamen ayrı bir biçimde yapılmalıydı. Bu değişimi tamamlayan Hıristiyanlık
oldu. Yeri gelmişken şunu da belirtelim, o dönemle çağımız arasındaki bazı
ilişkilerin ışığı altında yapılacak bir mukayese, belki de günümüzde ortaya
çıkan taşkın "Mesihçilik”in belirgin öğelerinden biri olmuştur. Eşyanın
eski durumunun yıkılması için gerekli olan barbar istilalarıyla bulandırılan
dönemden sonra bir kaç yüzyıl süren normal bir düzen yeniden canlandı. Bu da
Ortaçağdır, gerçi ”entellektüalite”sini kavramaktan aciz olan çağdaşlarca hor
görülmüştür. Ortaçağ onlara "klasik” antikiteden çok daha tuhaf ve uzak
görünmektedir.
Bizce gerçek
OrtaçağCharlemagne hakimiyetinden on dördüncü yüzyıl başlarına kadar olan
dönemi kapsar. Bu tarihten itibaren, çeşitli dönemlerde yoğunlaşarak bize kadar
gelen yeni bir çöküş başlar. Çağdaş bunalımın gerçek başlangıç noktası işte
burasıdır: Ortaçağ Batı uygarlığıyla esas olarak özdeşleşen
"Hıristiyanlık”ın çöküşünün başlangıcı da bu tarihtir. Bu tarih aynı zamanda
o Hıristiyanlıkla sıkı bağı olan feodal rejimin sonu, "uluslar” yasasının
kuruluşunun kaynağıdır. O halde çağdaş dönemi, genellikle kabul edilen tarihten
farklı olarak iki yüzyıl kadar geriden başlatmak gerekir. Rönesans ve Reform
birer sonuçtur ve bir önceki çöküşle meydana çıkmışlardır. Ama bir yükseliş
olmaktan çok oldukça derin bir düşüşü belirtmişlerdir. Çünkü biri bilim ve
sanat alanında, öteki dini alanda olmak üzere geleneksel ruhla kesinkes
bağlarını koparmışlardır; kaldı ki dini alan böyle bir kesintinin olması için
en zor gözüken bir alandır.
Çeşitli vesilelerle de
söylediğimiz gibi, Rönesans aslında birçok şeyin ölümü olmuştur. Greko-Romen uygarlığına
dönmek bahanesiyle bu uygarlığın ancak dış kabuğu alınmıştır. Çünkü yazılı
metinlerde yalnızca bu yönü açıklanabilmişti. Dolayısıyle eksik onarımın zaten
çok iğreti bir özelliği olabilirdi, çünkü yüzyıllardan beri gerçek hayatlarını
yaşamayı bırakmış olan şekiller söz konusuydu. Ortaçağ'ın geleneksel
bilimlerine gelince, bu çağda onlar, son birkaç eser verdikten sonra, vaktiyle
bir tufanla yok olan geçmiş uygarlıklar gibi, tamamen kaybolmuşlardır.
Dolayısıyle bu kez, hiçbir şey onların yerini tutamamıştır. Artık geriye sadece
"felsefe ve dindışı bilim", yani gerçek entellektüalitenin inkârı,
bilginin en alt düzeyde sınırlandırılması, hiçbir ilkeye bağlı olmayan
olayların ampirik ve analitik incelenmesi, bir yığın anlamsız ve belirsiz
ayrıntılar içinde dağılma, durmadan birbirlerini çürüten asılsız varsayımların
ve .Modern uygarlığın mevcut tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar
dışında hiçbir sonuca götürmeyen eksik görüşlerin birikimi kalmıştır. Kendi
dışında her tür girişimi boğacak kadar gelişen bu üstünlük zaten çok az
arzulanan, ayrıca bu uygarlığa salt maddeci bir özellik veren ve onu gerçekten
bir canavar yapan bir üstünlüktür.
Çok şaşırtıcı bir durum da,
Ortaçağ uygarlığının hızla büsbütün unutulmaya terk edilmiş olmasıdır. XVII.
yüzyıl insanları bile Ortaçağ hakkında en ufak bir kavrama sahip değildi.
Ayrıca o çağdan kalan anıtlar, o insanların gözünde ne entellektüel ne de
estetik açıdan hiçbir şeyi simgelemiyordu. O süre içinde zihniyetin ne kadar
değiştiğini buradan da anlayabiliriz. Biz burada bu kadar radikal bir değişime
yol açan faktörleri araştırmayacağız. Kuşkusuz bunlar çok 'karmaşıktır. Gerçek
niteliği zorunlu olarak çok gizemli olan, yönlendirici bir iradenin müdahelesi
olmadan böyle bir değişimin kendiliğinden meydana gelebileceğini kabul etmek
zordur. Bu bakımdan aslında uzun zamandan beri bilindikleri halde, bazı
şeyleri yeni buluşlarmış gibi sunarak, belli bir dönemde bunları halk arasında
yaygınlaştırma gibi çok tuhaf durumlar olmaktadır. Oysa bunların bilinmesi pek
yarar sağlamayacak bazı sakıncalar nedeniyle kamuoyunda o zamana kadar
yaygınlaştırılmamıştı . Ortaçağ’ı bir "karanlıklar”, cehalet ve
barbarlık dönemi yapan efsanenin doğup git gide gerçeklik kazanmış olması,
ayrıca modernlerin benimsediği tarihin önceden düşünülmüş hiçbir fikir olmadan
çarptırılmasına girişilmesi de oldukça gariptir. Ama bu sorunu incelemede daha
ileri gitmeyeceğiz. Çünkü bu iş hangi şekilde tamamlanmış olursa olsun,
şimdilik bizi en çok bu sonucun tesbiti ilgilendirmektedir.
Rönesansla birlikte ün kazanan
ve modern uygarlığın tüm programını önceden özetleyebilen bir kelime vardır:
”Hümanizm”. Gerçekten de her şeyi insancıl boyutlara indirgemek, üst düzeydeki
ilkeleri hesaba katmamak, simgesel olarak ifade edilirse, yeryüzünü fethetmek
bahanesiyle gökyüzünden yüz çevirmek söz konusuydu. Yolunu izlediklerini iddia
ettikleri Yunanlılar bu anlamda en büyük entellektüel çöküş zamanlarında bile
bu kadar ileri gitmemişlerdi. En azından çıkarcı kaygıları, modernlerde kısa
zamanda görüldüğü gibi ilk plana geçmemişti hiçbir zaman. "Hümanizm”
çağdaş "laisizm"in ilk şekliydi. Ayrıca her şeyi doğrudan doğruya,
kendisi amaç kabul edilen insanın ölçülerine indirgemek istendiğinden, sonunda
insanda bulunabilecek en düşük seviyeye kadar aşama aşama inildi ve sadece
insan tabiatının maddi yanına ait ihtiyaçların tatmin edilmesine çalışıldı.
Boşuna bir çalışma! Çünkü insan tabiatı daima tatmin olabileceğinden daha fazla
suni ihtiyaçlar yaratır.
Modern dünya, bu
ölümcül inişle uçurumun ta dibine mi inecek, yoksa Greko-latin uygarlığının
çöküşünde olduğu gibi sürüklendiği uçurumun dibine varmadan önce bu defa da gene
yeni bir diriliş mi olacak? Öyle görünüyor ki yarı yolda duruş artık hiç
mümkün değildir. Ayrıca geleneksel öğretilerce verilen bilgilere göre Kati-Yuga
hin son safhasına, bu "karanlık çağ"ın en karanlık dönemine
gerçekten girmiş durumdayız. Çünkü gerekli olan basit bir doğrulma değil,
bütünsel bir yenilenmedir. Her alanda bir düzensizlik ve bir bunalım hüküm
sürmektedir. Eskiden görülmüş olan bunalımların sınırını aşan bir noktaya
gelmiştir. Şimdiyse Batıdan başlayarak bütün dünyayı istila edecek gibi
gözükmektedir. Çok iyi biliyoruz ki onların zaferi ancak geçici ve
görünüştedir. Ama öyle bir aşamada, insanlığın güncel çevrim boyunca geçireceği
en ciddi bunalım işareti de olabilir. Hindistan’ın kutsal kitaplarınca
bildirilen "kastların karışacağı, ailenin bile artık olmayacağı" o
korkunç döneme gelmedik mi? Bu durumun gerçekten dünyanın bugünkü durumu
olduğunu anlamak, her yerde Incil'in "umutsuzluk belası" dediği derin
düşkünlüğü görüp saptamak için, insanın çevresine şöyle bir bakması yeterlidir.
Durumun ciddiyetini görmezlikten gelmemelidir. Hiçbir "iyimserlik" ya
da "kötümserliğe" kapılmadan, onu olduğu gibi ele almak uygun olur.
Çünkü, daha önce de
söylediğimiz gibi, eski dünyanın sonu yeni bir dünyanın başlangıcı olacaktır.
Şimdi akla bir soru geliyor:
İçinde yaşadığımız dönem gibi bir dönemin varoluş nedeni nedir? Gerçekten kendi
içinde değerlendirilince, mevcut koşullar, ne denli elverişsiz olursa olsun,
yine de eşyanın genel düzenine, bir Uzakdoğu formülüne göre, bütün
düzensizliklerin toplamından oluşan bir düzene girmek zorundadırlar. Bu çağ ne
denli can sıkıcı ve kargaşalı olursa olsun, öteki bütün çağlar gibi, insani
gelişmenin bütününde belli yerini almalıdır. Zaten geleneksel öğretilerce de
önceden haber verilen vakıa bu bakımdan yeterli bir belitidir. Tedrici bir
maddileştirme yönünde ilerleyen bir zuhur çevriminin genel seyri hakkında,
söylediklerimiz doğrudan doğruya böyle bir durumu açıklamaktadır. Ayrıca özel
bir bakış açısından anormal ve düzensiz olan herhangi bir şeyin, daha üstün
veya daha yaygın bir görüş açısından yalnızca bir yasanın sonucu olduğunu
gösterir. Üstelemeden şunu da belirtelim ki her durum değişikliği gibi, bir
çevrimden diğerine geçiş ancak karanlıkta tamamlanabilir. Yine burada da çok
önemli, ayrıca uygulaması çok çeşitli olan ve bu yüzden ayrıntılı bir açıklamasını
yapacak olsak bizi çok uzaklara götürecek olan bir başka yasa daha vardır .
İş bu kadarla da yetmiyor:
Modern çağ zorunlu olarak, başlangıçtan beri güncel çevrimin içinde, gizilgüç
halinde duran bazı ihtimallerin gelişimine uygun düşmektedir. Bütün
hiyerarşisinde bu ihtimallerin işgal ettiği sıra ne denli aşağı olursa olsun,
bu ihtimaller kendileri için belirlenen düzene göre, genel zuhur içinde
yerlerini almalıdır. Bu bağlamda geleneğe göre, çevrimin son safhasını
belirleyen unsurun, önceki safhalar boyunca ihmal edilen veya reddedilen
unsurların yeniden işletilmesi olduğu söylenebilir. Gerçekten de önceki uygarlıkların
istemediği bir şekilde yaşayan modern uygarlık için saptayabileceğimiz husus hemen
hemen budur. Bunu anlayabilmek için ise Doğu dünyasında günümüze kadar gelen bu
tür uygarlıkların temsilcilerinin, Batı bilimleri ve bunların sınai
uygulamaları hakkında ne değer biçtiklerini görmek lazımdır. Başka bir düzene
ait bir bilgiye sahip olanın gözünde bu alt bilgiler ne kadar boş da olsa her
şeye rağmen "gerçekleştirilmek" zorundadırlar. Bu da ancak gerçek
entellektüalitenin kaybolabileceği bir dönemde olabilirdi. Kelimenin en dar
anlamıyla salt pratik bir değeri olan bu araştırmalar yapılmalıydı, ama ilk
ruhaniyetin tam tersine madde ötesinde hiçbir şey görmeyecek kadar maddeye
dalan ve maddeden daha çok yararlanmak istedikçe maddenin esiri olan insanlar
tarafından yapılabilirdi. Bu da kendilerini sürekli artan düzensiz ve gayesiz
bir çalkantıya, salt çokluk içinde dağılmaya ve nihayet bozulmaya götürecekti.
Ana batlarıyla belirlenen ve
temel konularıyla ele alınan modern dünyanın gerçek açıklaması böyledir. Ama
açıkça belirtelim ki, bu açıklama hiçbir surette bir aklanma olarak değerlendirilemez.
Kaçınılmaz da olsa mutsuzluk yine mutsuzluktur! Kötüden iyi çıkacak olsa bile
bu kötülüğün karakterini değiştirmez. Zaten burada "iyi" ve
"kötü" terimlerini özellikle "ahlâki" amaçların dışında,
sadece iyi anlaşılmak için kullanıyoruz. Kuşkusuz kısmi düzensizlikler olmadan
olmaz, çünkü bunlar genel düzenin zorunlu öğeleridir. Ama buna rağmen bir
düzensizlik dönemi, haddizatında bazı doğal yasaların sonucu olarak bir sapma
ve bir tür yanılgı olan canavarlığa veya eşyanın normal seyrinden ileri gelmesine
rağmen, tek olarak ele alınırsa, bir bunalım ve bir sapıklık olan tufana
benzer bir şeydir. Her şey gibi modern uygarlığın da zorunlu olarak bir
varoluş nedeni vardır. Bu uygarlık eğer bir çevrimi sona erdiren bir
uygarlıksa, olması gerektiği gibi olduğu, yerinde ve zamanında geldiği
söylenebilir. Ama bununla birlikte, çoğu kez yanlış anlaşılan Incil'in şu
sözüne göre yargılanmalıdır: "Skandal olması gerekir; skandalin kendisi
aracılığıyla olduğu kimseye yazıklar olsun!”
İkinci Bölüm
DOĞU-BATI KARŞITLIĞI
Modern dünyanın önemli
özelliklerinden biri de, Doğu ve Batı arasında görülen uyuşmazlıktır. Bu sorunu
daha önĞe de özellikle incelememize rağmen, bazı görüşleri belirtmek ve birkaç
yanlış anlaşılmayı önlemek için konuya tekrar eğilmemiz gerekmektedir. Şurası
bir gerçektir ki her hangi bir halkın veya ırkın yeteneklerine uygun bir yönde,
her biri kendine özgü biçimde gelişen değişik ve çok sayıda uygarlık olmuştur
her zaman. Ama farklılık kesinlikle karşıtlık demek değildir. Ayrıca değişik
durumlardan ötürü sadece farklı uygulamaları temsil ettikleri ve aynı temel
ilkelere dayandıkları halde, çok farklı biçimlerdeki uygarlıklar arasında bile
bir tür eşdeğerlik bulunabilir. Normal ya da geleneksel diyebileceğimiz bütün
uygarlıklarda durum böyledir; aralarında temel olarak hiçbir karşıtlık yoktur.
Eğer böyle bir.şey varsa, onlar da yüzeyseldir ve yapay olmaktan öteye geçmez.
Öte yandan hiçbir üstün ilke tanımayan ve esasta ilkeleri inkâr üzerine kurulan
bir uygarlık, sadece bu özelliğinden ötürü bile öteki uygarlıklarla anlaşma
vasıtalarından yoksundur. Çünkü bu anlaşma, gerçekten etkin ve derin olması
için, ancak en üst düzeyde, yani sapık ve anormal olan uygarlığın yoksun olduğu
hususlarda olabilir. Dünyanın şimdiki durumunda bir yandan geleneksel düşünceye
bağlı kalan bütün uygarlıklar, yani Doğu uygarlıkları, öte yandan özellikle
gelenek karşıtı (antitraditionnel) olan bir uygarlık, yani modern Batı
uygarlığı vardır.
Bununla birlikte kimileri,
insanlığın Doğu ve Batı diye ikiye ayrılmasının gerçekle uyuşup uyuşmadığını
tartışmışlardır. Fakat en azından günümüz söz konusu o- lunca, sorun hiç
tartışma götürmez. Her şeyden önce Avrupa ve Amerika'nın ortaklaşa paylaştığı
bir Batı uygarlığı vardır. Bu uygarlığın değeri hakkında verilecek hüküm ne olursa
olsun, herkesin üzerinde ittifak etmesi gerektiği bir olgudur bu. Söz konusu
Doğu olunca, sorun biraz daha zorlaşmaktadır. Çünkü gerçekten bir değil, pek
çok Doğu uygarlığı vardır. Fakat bunların ortak çizgilerinin olması, yani
geleneksel uygarlığın özelliklerini göstermeleri ve bu özelliklerin Batı
uygarlığında bulunmayışı, Doğu ve Batı ayrılığını hatta karşıtlığını tümüyle
geçerli saymak için yeterlidir. Durum böyledir. Geleneksel karakter, bütün Doğu
uygarlıklarının ortak noktasıdır. Bu konuda düşünceleri daha iyi saptamak için,
daha önce yaptığımız genel bölümlemeyi bir kez daha hatırlatacağız. Ayrıntılara
inmek istenirse, belki biraz fazla basitleştirilmiş gibi olmasına rağmen, ana
batlarıyla yetinilirse bu tasnif doğrudur: Temel olarak Çin uygarlığıyla
temsil edilen, Uzakdoğu; Hint uygarlığıyla temsil edilen Ortadoğu; îslâm
uygarlığıyla temsil edilen Yakındoğu. Bu sonuncuya, birçok bakımdan Doğu ve
Batı arasında bir orta yol gibi bakılması gerektiğini, birçok özelliğinin onu
Ortaçağ Batı uygarlığının özelliklerine yaklaştırdığını belirtmek uygun olur.
Fakat İslâm uygarlığı modern Batıya göre ele alınırsa, tıpkı öteki Doğu
uygarlıkları gibi aynı nedenlerden ötürü, onun da Batı uygarlığının karşıtı
olduğunu ve bu açıdan bakılınca onun Doğu uygarlıklarıyla ortak yanı olduğunu
kabul etmek gerekir.
Üzerinde özellikle durulması
gereken nokta şudur Batıda geleneksel uygarlıklar varken, Doğu ve Batı
karşıtlığının hiçbir anlamı yoktu. Ama özel olarak modern Batı söz konusu
olunca ancak bunun bir anlamı vardır. Çünkü bu karşıtlık az çok belirlenmiş iki
coğrafi bölge karşıtlığından daha çok iki düşünce karşıtlığıdır. Bazı çağlarda-
ki bize en yakın olanı Ortaçağdır- Batı düşüncesi, en önemli yanlarıyla, modern
zamanlarda e- riştiği duruma benzemekten çok, Doğu düşüncesinin bugün içinde
bulunduğu duruma benziyordu. Tıpkı Doğu uygarlıklarının kendi aralarında
karşılaştırmışı gibi, o zamanlar Batı uygarlığı da Doğu uygarlıklarıyla
karşılaştırılabiliyordu. Son yüzyıllarda, daha önceki çöküş dönemlerinde ortaya
çıkan bütün sapmalardan çok daha ciddi, büyük bir değişim oldu. Hatta bu
değişim, insani etkinliklerde gerçekten bir yön değiştirmeye kadar gitmiştir.
Bu değişim yalnızca Batı dünyasından doğmuştur. Buna göre şimdiki durumu göz
önüne alarak Batı düşüncesi dediğimiz zaman, bundan anlaşılması gereken
yalnızca modern düşüncedir. Ayrıca öteki düşünce sadece Doğuda devam ettiği
için, güncel koşullara göre, onu Doğu düşüncesi diye tanımlayabiliriz. Kısaca
bu iki terim sadece bir olayın durumunu belirtmektedir. Karşı karşıya olan bu
iki düşünceden birinin gerçekten Batıya ait olduğu açıkça gözüküyorsa da,
-çünkü ortaya çıkışı yakın tarihe aittir- vaktiyle Doğu ve Batıya ortaklaşa ait
olan öteki düşüncenin kökeni konusunda hiçbir önyargıda bulunamayız. Doğrusunu
söylemek gerekirse, bu düşüncenin kökeni insanlığın kökeniyle içiçedir. Çünkü
normal diye nitelendirebileceğimiz tek düşünce budur. Az çok tanıdığımız bütün
uygarlıkları- ancak biri hariç, o da modern Batı uygarlığıdır- bu düşünce
esinlendirmiştir.
Kuşkusuz kitaplarımızı okuma
zahmetine katlanmayan bazıları, bizim bütün geleneksel öğretilerin Doğu
kaynaklı olduğunu ve Batı antikitesinin bile, bütün çağlarda, geleneklerini
Doğudan aldığını söylemiş olduğumuzu sanarak bizi suçlamaktadır. Oysaki biz bu
konuda böyle bir şey, hatta böyle bir kanıyı uyandırabilecek hiçbir şey
yazmadık. Nedeni basit, çünkü bunun yanlış olduğunu çok iyi biliyoruz.
Gerçekten geleneksel veriler bu tür bir iddianın açıkça karşıtıdır: Günümüzdeki
çevrimin ilk geleneğinin Hyperborean bölgelerinden geldiğini kanıtlayan kesin
doğrulamalar her yerde vardır. Daha sonraları çeşitli dönemlere tekabül eden
ikinci dereceden birçok akım olmuştur. En azından kalıntıları hâlâ seçilebilir
durumda olan en önemli akımlardan biri Batıdan Doğuya gitmiştir. Fakat bunlar
genel olarak tarihöncesi denilen çok uzak çağlarla ilgili olup, şu anda
düşündüklerimiz onlar değildir. İlk gelenek birikiminin çok eski zamanlarda
Doğuya iletildiğini, ayrıca doğrudan doğruya ilk gelenekten çıkan öğreti
biçimlerinin şimdi gene orada bulunduğunu söylüyoruz. Bugünkü durumda gerçek
geleneksel düşüncenin bütün kapsamıyla, en sağlam temsilcisi Doğuda
bulunmaktadır.
Bu açıklamaları
tamamlamak için, günümüzde değişik ortamlarda günyüzüne çıkan "Batı
geleneğinin yeniden canlandırılıp onarılmasına ilişkin bazı düşünceler hakkında
kısaca da olsa fikirlerimizi açıklamamız gerekiyor. Aslında bu fikirlerin
sağlayacağı tek yarar, bazı insanların çağdaş olumsuzlamadan pek hoşnut olmadıklarını,
çağımızın kendilerine sunduğuyla yetinmeyip başka şeylere gereksinim
duydukları, çağdaş bunalımdan kurtulmanın tek çaresi olarak şu veya bu şekilde
geleneğe dönüş imkânını sezinler gibi olduklarını göstermesidir. Ne yazık ki
"gelenekçilik1’ gerçek geleneksel düşünceyle hiç de aynı şey
değildir. Doğrusu gelenekçilik, hiçbir doğru bilgi varsaymayan, belirsiz bir
özlemden, basit bir eğilimden başka bir şey olamaz.
Ayrıca zamanımızın
zihinsel karışıklığı içinde, açıkça söylemek gerekirse, bu özlem her yerde
ciddiyetten uzak, ciddi bir temele dayanmayan düşsel düşünüşlere neden
olmaktadır. Bu insanlar dayanabilecekleri sahih bir gelenek bulamadıklarından,
hiç mevcut olmamış sözde gelenekler düşleyecek kadar ileri gittiler; bu sözde
gelenekler ise yerine koymak istedikleri uygarlık kadar ilkelerden yoksundur.
Modern karışıklığın tümü bu yapılarda yansımaktadır; bunları yapanların
niyetleri ne olursa olsun, genel dengesizliğin artmasına katkıda bulunmaktan
öte bir sonuç elde etmemektedirler. Bu türe bir örnek olarak, gizli bilimlerle
uğraşan bazılarınca en tutarsız elemanlar yardımıyla ortaya çıkarılan ve
tamamen hayali bir "Doğu geleneğiyle yani teosofistlerinkiyle özellikle
yarışması amaçlanan sözümona "Batı geleneğini zikredeceğiz. Başka yerlerde
bunlardan yeterince söz ettiğimizden, şimdi daha çok dikkate değer gördüğümüz
öteki birkaç teorinin incelemesine geçmek istiyoruz, çünkü burada en azından
gerçek bir varlığa sahip geleneklere değinme arzusu bulunmaktadır.
Az önce Batı
bölgelerinden gelen geleneksel akıma değindik. Atlantis'le ilgili eski metinler
bu akımın kaynağını belirtmektedirler. Geçmişte meydana gelen büyük
felaketlerin sonuncusu olan bu kıtanın kayboluşundan sonra, Atlantis
geleneğinin kalıntılarının çeşitli bölgelere taşınmış olduğu, o bölgelerde
önceden var olan başka geleneklere özellikle büyük Hyperborean geleneğin küçük
kollarına karışmış olduğu kuşku götürmez. Özellikle Kelt öğretilerinin bu
kaynaşmanın ürünlerinden biri olması da mümkündür. Biz bunları tartışmaktan çok
uzağız; fakat şurası iyice bilinmelidir ki tam anlamıyla Atlantis biçimi, ait
olduğu uygarlıkla birlikte, binlerce yıl önce kaybolmuştur. İnsanlık o zaman
henüz Kali-Yuga ’ya girmemişti. Bu önemli bir fark olsa bile, yıkımı
belki birçok bakımdan bugün tespit ettiğimiz sapmaya benzer bir durum sonucunda
olmuş olabilir. Ayrıca bu gelenek, çevrimimizin ancak ikincil bir dönemine
tekabül etmektedir. Dolayısıyla onun, bütün geleneklerin kendisinden çıktığı
ve başlangıçtan sona dek süregelen İlk Gelenekle özdeş olduğunu iddia etmek
büyük bir yanılgı olur. Bunların doğruluğunu gösteren tüm verileri burada saymanın
yeri ve zamanı değildir. Biz burada bir Atlantis geleneğini, şimdi yeniden
canlandırmanın ya da doğrudan doğruya ona bağlanmanın imkânsız olduğu sonucuna
varıyoruz. Zaten bu tür girişimlerde çok değişik düşlemler bulunur. Bununla
birlikte, daha sonraki geleneklerde karşılaşılan öğelerin kaynağını
araştırmanın ilginç olabileceği de doğrudur; yeter ki birtakım kuruntulardan
sakınmak için gerekli tüm önlemler alınarak yapılsın. Fakat bu araştırmalar,
dünyamızın güncel koşullarından hiçbirine uyarlanamayacak bir geleneğin yeniden
diriltilmesine yol açamaz.
Ayrıca ”Keltizm”e bağlanmak
isteyenler de var. Bunların sundukları önerinin gerçekleşmesi biraz daha akla
yatkın gibi gelebilir, çünkü böylece bize daha yakın bir şeye
başvurmaktadırlar. Ama bugün ”Keltizm”i saf halde ve dayanak noktası
alınabilmesi için hâlâ yeterli bir dirilikte nerede bulacaklar? Biz burada
bazılarının yaptığı gibi, arkeolojik ve "edebi” bir dirilişten söz
etmiyoruz. Bunlar söz konusu olan durumdan tamamen başkadır. Çok bilinen ve
hâlâ yararlanılabilir durumdaki Keltizmin nice öğesi bize kadar çeşitli
yollarla gelmiştir; evet bu doğrudur. Fakat bu öğeler bir geleneğin bütünlüğünü
göstermekten çok uzaktır. Şurası şaşırtıcıdır ki, bu gelenek vaktiyle bulunduğu
ülkelerde, daha sonra o ülkelere gelen ve hep yabancı kalan birçok uygârlığa
ait gelenekler kadar bile bilinmemektedir. Şimdi burada, en azından bütünüyle
peşin yargıyla hareket etmeyenler için, düşünmeyi gerektirecek bazı şeyler yok
mudur? Dahası da var: Kayıp uygarlıkların bıraktığı kalıntılarla i- lişkili
olan bu tür durumlarda, onları ancak bugün hâlâ yaşayan geleneksel
uygarlıklardaki benzeri öğelerle karşılaştırarak anlamak mümkündür. Ayrıca
modern Batılılar için anlamı kaybolan pek çok şeyin bulunduğu Ortaçağ hakkında
da aynı şeyler söylenebilir. Temel özelliği daima yaşayan, ruhu hep diri kalan
geleneklerle kurulacak bu temas, hâlâ diriltilmesi mümkün olanı diriltmenin tek
yoludur. Daha önce de birçok kez belirttiğimiz gibi, bu, Doğunun Batıya
yapabileceği en büyük yardımlardan biridir. Vaktiyle çeşitli devirlerde olduğu
gibi, gene çeşitli biçimlerde ortaya çıkması mümkün olan bir "Kelt
düşüncesinin sürüp geldiğini inkâr etmiyoruz. Fakat Kelt geleneğini bütünüyle
koruyan ruhsal merkezlerin daima var olduğu konusunda bizi inandırmaya
çalıştıkları zaman, bize bu konuda kanıt getirilmesini bekleriz. Durum
değişinceye kadar da bu bize, tamamen gerçek dışı gibi görünmese bile, çok
şüpheli gözükmektedir.
Gerçek şu ki, süregelen keltik
öğelerin çoğu Ortaçağda Hıristiyanlık tarafından kendi içinde eritilmiştir.
"Kutsal Kase” efsanesi (Saint -Graal) ve onunla ilgili her şey bu bakımdan
özellikle inandırıcı ve anlamlı bir örnektir. Eğer bir Batı geleneği yeniden
kurulsaydı, zorunlu olarak, kelimenin tam anlamıyla dini bir dış şekil alırdı
ve bu dış şekil de Hıristiyanlık olabilirdi diye düşünüyoruz zaten. Çünkü, bir
yandan öteki muhtemel şekiller çok uzun bir süredir Batı zihniyetine
yabancıdır; öte yandan hâlâ süregelen geleneksel düşüncenin kalıntıları,
Batıda ancak Hıristiyanlıkta, daha açıkçası Katoliklikte bulunmaktadır. Bu
durumu hesaba katmayan her "gelenekçi” girişim temelden yoksun olacağı
için, kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğramaya mahkumdur.
Şurası son derece
aşikârdır ki ancak etkin bir biçimde var olan bir şey üzerine dayanılabilir;
sürekliliğin aksadığı yerdeyse ancak yapay yeniden kurmalar olabilir ki
bunların yaşayabilmeleri mümkün değildir. Çağımızda Hıristiyanlık gerçek ve
derin anlamıyla pek anlaşılmamıştır diye itiraz edilecek olursa, biz buna
Hıristiyanlığın söz konusu temeli elde etmek için gerekli her şeyi kendi içinde
ve hatta dış şeklinde en azından sakladığını belirterek cevap veririz. O halde
beklenmedik olasılıklarla karşılaşmayacak en zayıf hatta biricik girişim
Ortaçağdakine benzer şekilde bazı şeyleri, koşulların değişmesinin gerektirdiği
farklarla yeniden diriltmektir. Ayrıca Batıda tamamen kaybolmuş öğeler için de,
az önce belirttiğimiz gibi, bütünlüklerini sürekli korumuş geleneklere
başvurmak, sonra da sağlam ilkelere dayanan entellektüel bir seçkinler grubunun
yapabileceği bir uyarlama işini gerçekleştirmek uygun olur. Bunları daha önce
söylemiştik, fakat üzerinde tekrar durulması gerekiyor. Çünkü günümüzde, pek
çok kararsız hayaller serbestçe ortaya çıkmaktadır. Ayrıca şurasını iyice
anlamak gerekir ki, eğer Doğu gelenekleri kendi öz şekilleri içinde, tanım
gereği, bütün biçimlerin ötesinde kalmak zorunda olan bir elit tarafından
özümlenebilse bile, beklenmedik değişiklikler olmadıkça, Batılı halk
çoğunluğunca hiçbir zaman özümlenmeyecektir. Bunlar onlara göre değildir. Eğer
Batılı bir seçkinler grubu oluşursa demin belirttiğimiz nedenlerden ötürü,
işlevlerini yerine getirebilmeleri için Doğu öğretilerini tam anlamıyla
tanımaları kaçınılmaz olacaktır. Fakat onların yaptığı işin semeresini alacak
insanlar, ki bunlar çok sayıda olacaktır, kuşkusuz bu işlerin bilincine hiçbir
zaman varamayacaklar. Bununla birlikte alacakları etki hiç kuşkusuz ve hatta
akıllarına gelmeyecek yollarla oldukça gerçek ve etkin olacaktır. Bu konuda biz
hep bunu söyledik; burada da mümkün olduğu kadar belirgin bir şekilde bunu
tekrarlamamız gerektiğine inandık. Çünkü, her zaman herkes tarafından tamamıyla
anlaşılmayı ummuyorsak da, en azından bize ait olmayan sözlerin bize
atfedilmemesini istiyoruz.
Şimdi bütün bu öntahminleri bir
kenara koyalım. Çünkü bizi özellikle ilgilendirmesi gereken konu işlerin
bugünkü durumudur. Bir an için, çevremizde gözleyebildiğimiz kadarıyla
"Batı geleneğinin yeniden diriltilmesine dair düşüncelere dönelim. Tek bir
gözlem bu düşüncelerin, deyim yerindeyse, "bir düzün içinde"
olmadığını göstermeye yeter. Şöyleki, bu düşünceler Doğu karşısında daima az
veya çok itiraf edilen bir düşmanlık duygusuyla tasarlanmıştır. Hıristiyanlığa
dayanmak isteyenlerin bile bazen bu duyguyla hareket ettiklerini söylemek
gerekir; her şeyden önce sanki onlar gerçekte hiç var olmayan karşıtlıkları
keşfetmeye çalışıyorlar. Eğer aynı şeyler hem Hıristiyanlıkta hem de Doğu
öğretilerinde bulunsa ve hemen hemen özdeş bir biçimde şöyle ya da böyle
açıklansa, her iki durumda da aynı anlama gelmezler; hatta birbirlerine karşıt
anlamdadırlar gibi saçma düşüncelerin yayıldığını işte böyle duyduk. Buna
benzer ifadeleri söyleyenler, iddiaları ne olursa olsun, geleneksel öğretileri
anlamakta pek ileri gidemediklerini böylece kanıtlamış oluyorlar. Çünkü bütün
dış şekil farklılıkları altında gizlenen temel özdeşliği göremiyorlar ve hatta
bu özdeşliğin tamamen açık olduğu yerlerde bile onu tanımamakta diretiyorlar.
Bu yüzden bunlar Hıristiyanlığı, bütün düzenlerde tam bir sentez halinde
bulunan, gerçek geleneksel öğreti kavramıyla bağdaşmayan, tamamen yüzeysel bir
tarzda değerlendirirler. Bunlar, temel ilkeden yoksun oldukları için, karşı koymak
istedikleri modern düşünceden, düşündüklerinden çok daha fazla
etkilenmişlerdir. Ayrıca bunlar, "gelenek" sözcüğünü kullanırken de
kesinlikle bizim kullandığımız anlamda kullanmamaktadırlar.
Çağımızı belirleyen zihinsel
karışıklıkta bu "gelenek" sözcüğü, hiçbir önemi olmayan basit ve
bazen de yepyeni âdetler gibi, çoğunlukla anlamsız şeyler için ayrım
gözetilmeksizin kullanılmaktadır. "Din" sözcüğüyle ilgili olarak da
aynı şekilde bir yanlış kullanma olduğunu başka bir yerde belirtmiştik. Tekabül
ettikleri düşüncelerin de bir tür yozlaşmasını dile getiren bu dil
saptırmalarından sakınmak gerekir. Ayrıca kendisini "gelenekçi” olarak
adlandıran birinin, sözcüğün tam anlamıyla, geleneğin ne olduğunu eksik de
olsa bildiği söylenemez. Bizse, salt insani alana ait olan her şeye bu adı
vermeyi kesinlikle reddediyoruz. Bunu açıkça belirtmekte yarar var; çünkü her
an, örneğin "geleneksel felsefe" gibi bir deyime rastlamaktayız. Bir
felsefe gerçekten felsefenin olabileceği her şey olsa bile, böyle bir sıfata
kesinlikle hakkı yoktur. Çünkü felsefe kendisini aşan şeyi inkâr etmese bile,
tamamen akli düzen içinde kalır. Ayrıca, insanlar tarafından ortaya konulan ve
hiçbir vahye ya da ilhama dayanmayan bir yapıdır. Tek kelimeyle o temelde
"dindışı" bir şeydir. Zaten felsefe, bazılarının zevk aldığı tüm
düşlere rağmen, bir ırkın ve bir çağın zihniyetini düzeltmeye yetebilecek
"kitabî" bir bilim değildir şüphesiz. Oysa bu iş için, en uygun durumda
bile, bizzat tabiatı gereği dışta kalmaya mahkum edilen, gerçek olmaktan çok
sözde kalan felsefi 'kurgudan başka bir şey gerekir. Kaybolmuş geleneği yeniden
onarıp onu gerçekten diriltmek için, yaşayan geleneksel ruhla temas kurmak
gerekir. Bu ruhun da hâlâ tam olarak ancak Doğuda yaşamakta olduğunu daha önce
söylemiştik. Her şeyden önce Batıda, bu geleneksel ruha doğru bir dönüş isteğinin
olması da gerekir. Bu sadece basit bir istek olabilir. Şimdiye dek ortaya çıkan
ve bizce çok eksik olan "anti-modern" birtakım tepki hareketleri,
bizi bu kanıda doğrulamıştır. Çünkü bütün bunlar olumsuz ve eleştirel
yanlarıyla mükemmel olmakla birlikte, gerçek entellektüaliteyi onarmaktan çok
uzak olup, ancak oldukça dar zihinsel bir ufkun sınırlarında gelişim
göstermiştir. Bu da bir başarı sayılır, şu anlamda ki yakın bir geçmişe kadar
en ufak bir izine bile rastlamanın çok zor olduğu bir ruh halinin ipucu
sayılabilir. Eğer bugün bütün Batılılar modern uygarlığın salt maddi
gelişimiyle yetinmekte oybirliği etmiyorlarsa, bu bile belki onlar için
kurtuluş umudunun henüz tamamen kaybolmadığını gösterir.
Nasıl olursa olsun, herhangi
bir tarzda Batı kendi geleneğine dönecek olursa, o zaman Doğu ile olan
karşıtlığı da öylece çözülecek, arada karşıtlık diye bir şey kalmayacaktır.
Çünkü karşıtlık Batının sapması olgusundan doğmuştur. Gerçekteyse geleneksel
düşünceyle gelenek- selliğe karşı düşünce arasındaki karşıtlıktan başka bir şey
değildir bu karşıtlık. Böylece demin değindiğimiz kimselerin varsayımlarının
tersine geleneğe dönüşün ilk sonuçlarından biri, Doğuyla hemen mümkün bir uyuşumun
sağlanması olacaktır, tıpkı benzer veya eşdeğer öğelere sahip bütün uygarlıklar
arasında, sadece onlar arasında olan anlaşma ve uyuşma gibi bir anlaşma olacaktır;
çünkü değer ifade edecek bir anlaşmanın yapılacağı alanı kuran yalnızca bu
öğelerdir. Gerçek geleneksel düşünce hangi biçime bürünürse bürünsün, aslında
her yerde ve her zaman aynıdır; şu veya bu zihinsel koşullara, şu veya bu zaman
ve yer durumlarına özellikle uyarlanmış değişik şekiller, tek ve aynı gerçeğin
ifadeleridir. Fakat görünen bu çokluk altındaki temel birliği yakalamak için
salt entellektüalite düzeyine çıkabilmek gerekir. Zaten normalde uygulama ve
sonuç olarak ne varsa hepsinin bağlı olduğu ilkeler, bu en- tellektüel düzeyde
bulunmaktadır. Öyleyse gerçekten derin bir uyuşma söz konusu olacaksa, her
şeyden önce bu ilkeler üzerinde uyuşma gerekmektedir. Çünkü bütün mesele bu
noktada düğümlenmektedir. En üstün bilgi olan ilkeler bilgisi, yani kelimenin
tam anlamıyla metafiziksel bilgi bizzat ilkeler gibi evrenseldir. Öyleyse
uygulamaya geçer geçmez kaçınılmaz olarak baş gösterecek tüm kişisel olasılıklardan
tamamen uzaktır. Bunu belirtmek gerekiyor. Bu yüzden salt entellektüel alan,
değişik zihniyetler arasında bir uyarlama çabasına gereksinim duyulmayan tek
alandır. Ayrıca böyle bir çalışma tamamlandığında, artık yapılacak iş diğer
bütün alanlarda ittifakın aynı şekilde gerçekleşmiş olması için sonuçları
geliştirmektir. Çünkü daha önce söylediğimiz gibi, her şey dolaylı ya da
dolaysız olarak buna bağlıdır. Buna karşılık ilkeler dışında, özel bir alanda
sağlanan ittifak, her zaman çok iğreti ve kararsız bir ittifak olacaktır,
ayrıca gerçek bir anlaşmadan daha çok diplomatik bir uzlaşmaya benzeyecektir.
Bunun için üzerinde ısrarla durduğumuz bu uzlaşma ancak yukarıdan gelebilir,
aşağıdan değil. Bu iki anlamda anlaşılmalıdır: Aralarında bulunan hiyerarşik
bağımlılığı her zaman kesinlikle göz önünde bulundurarak, çeşitli uygulama
alanlarına derece derece inmek için, işe en yüksekten, yani ilkelerden başlamak
gerekir. Bu çalışma özelliği gereği, ancak bir elitin eseri olabilir; elit
sözcüğünü en doğru ve tam anlamıyla kullanıyoruz: yalnızca entellektüel bir
elitten söz etmek istiyoruz, zaten başkası olamaz. Çünkü bizce dış toplumsal
ayrılıkların hiçbir önemi yoktur.
Bu
değerlendirmeler, Batı uygarlığının sadece Doğu uygarlıklarıyla gerçek bir
yaklaşım olanağı konusunda değil, fakat aynı zamanda kendisinin de normal ve
tam bir uygarlık olması için, nelerinin eksik olduğunu yeterince anlatmaktadır.
Zaten gerçekte bu iki sorun birbirine öyle bağlıdır ki, ikisi aslında tek bir
sorundur. Bunların hangi nedenlerden dolayı böyle olduğunu açıkça gösterdik.
Şimdi de salt çağdaş düşünce olan gelenek karşıtı (antitraditionnel)
düşüncenin neden ibaret olduğunu ve buna bağlı sonuçların, daha doğrusu güncel
olayların içinde, acımasız bir mantıkla göz önüne serildiğini gördüğümüz
sonuçların neler olduğunu daha açıkça göstermek istiyoruz. Fakat bu konuya
girmeden önce, son bir düşünceyi de belirtmeden geçemeyeceğiz: Deyim yerindeyse
"modern karşıtı” olmak "Batı karşıtı" olmak değildir; çünkü bu
aksine, Batıyı kendi düzensizliğinden kurtarmaya uğraşmak için değerli olabilecek
tek çabadır. Öte yandan, kendi geleneğine bağlı her Doğulu da bu konuyu ancak
bizim ele aldığımz gibi ele alır ve konuya başka türlü bakmaz. Hiç kuşkusuz
asıl Batının, modern uygarlıkla özdeşleşen Batıdan daha az hasmı vardır, zaten
asıl Batıya karşı çıkmak anlamsızdır. Bugün kimileri de "Batının
savunulmasından söz etmektedirler ki bu çok gariptir. Oysa ileride göreceğimiz
gibi, gerçekten her şeyi batırmakla, tüm insanlığı kendi düzensiz etkinliğinin
girdabı içine çekmekle tehdit eden Batıdır. Bu çok gariptir diyoruz, ama eğer
bu savunmanın Doğuya karşı yapılması gerektiği düşünülüyorsa, -ki bazı
sınırlandırmalara rağmen durum öyle gözüküyor- o zaman bu tamamen haksız ve
yersiz bir durumdur. Çünkü gerçek Doğu, kim olursa olsun kimseye sataşmayı ya
da ona egemen olmayı düşünmez. Kendi bağımsızlığından ve kendinin rahat
bırakılmasından başka bir şey istemez. Bu da, kabul edileceği gibi, oldukça
meşru bir istektir. Bununla birlikte, Batının savunulmaya çok muhtaç olduğu da
bir gerçektir. Eğer bu eğilimler sınırlarını taşarsa, kaçınılmaz olarak Batıyı
yıkıma götürecektir. Öyleyse, buna " Batının reformu” demek gerekir. Bu
reform, olması gerektiği gibi yani gerçek bir geleneksel reform olsaydı, çok
doğal bir sonuç olarak Doğu ile bir yakınlaşmayı doğurabilirdi. Bize gelince,
gene de vaktiyse böyle bir sonuç modern uygarlığın kendisine doğru dev
adımlarla ilerlediği son felâketten sonra elde edilirse, olanaklarımız
ölçüsünde, yeri geldikçe hem bu reforma, hem de bu yakınlaşmaya katkıda
bulunmak istiyoruz. Fakat bu felâketten kaçınmak için vakit çok geç bile olsa,
bu niyetle yapılan bir çalışma yararsız değildir. Çünkü böyle bir çalışma her
halde, ne kadar uzak olursa olsun, başlangıçta söz ettiğimiz "ayırdetme
yetisi"ni hazırlamaya ve böylece gelecek dünyanın tohumları olacak olan
öğelerin, halihazır dünyanın batışı sırasında kurtarılıp korunmasını sağlamaya
yarayacaktır.
Üçüncü Bölüm
BİLGİ VE EYLEM ’
Şimdi de günümüzde
Doğu ve Batı düşünceleri arasında, daha genel olarak geleneksel (traditionnel)
ve karşı-geleneksel (antitradionnel) düşünceler arasında bulunan
karşıtlığın temel görünümlerinden birine, daha önce açıkladığımız gibi, çok
özel bir şekilde değineceğiz. Belli bir görüş açısından bakıldığında, bu
karşıtlık düşünce ve eylem karşıtlığı veya daha doğrusu bu iki terimden her
birine atfedilecek karşılıklı kavramlar karşıtlığı olarak görünür. Aralarındaki
ilişkilere bakarak bu kavramlar çok farklı biçimlerde ele alınabilir: Acaba
bunlar, çoğu kez düşünüldüğü gibi, gerçekten birbirinin karşıtı mıdır, yoksa
birbirinin bütünleyicisi midir? Ya da gerçekten aralarında, bir uyum ilişkisi
değil de bir bağımlılık ilişkisi olamaz mı? İşte, meselenin farklı görüntüleri
bunlardır. Ayrıca bu görüntüler pek çok açıdan birbiriyle ilgilidir; gerçi eşit
biçimde önemi haiz değildirler ama, her biri bazı açılardan farklı olabilir ve
her biri belli bir gerçeğe tekabül eder.
Her şeyden önce en
yüzeysel ve en yapmacık görüş açısı, düşünce ve eylemi, sözcüğün gerçek anlamıyla,
iki karşıt kavram olarak görüp basitçe birini diğerinin karşısına koyan görüş
açısıdır. Gerçekten de dış görünüşlerde bir karşıtlık vardır, bu inkâr
edilemez. Bununla birlikte, eğer bu karşıtlık mutlaka ortadan kaldırılamaz
olsaydı, düşünce ve eylem arasında tam bir bağdaşmazlık olurdu ve böylece asla
birarada bulunamazlardı. Oysa gerçekte durum böyle değildir: en azından normal
durumlarda, sadece düşünceyle veya sadece eylemle ilgilenen bir topluluk ve
hatta belki de bir fert yoktur. Gerçek şu ki iki eğilim vardır: ikisinden biri
veya diğeri, aşağı yukarı zorunlu olarak ağır basar; öyle ki sözcüğün en geniş
anlamıyla insan etkinliği, her alanda ve her yönde aynı anda eşit olarak etkin
olamayacağı için, birinin gelişmesi ötekinin zararına gerçekleşiyor gibi
görünebilir. Karşıtlık görünümü veren de budur. Ama bu karşıtlar veya sözde
karşıtlar arasında mümkün bir uzlaşma olmalıdır. Zaten karşıtlığın bulunduğu
noktadan belli bir seviyenin üstüne çıkıldığında, karşıtlıkları kaybolan bütün
karşıtlıklar için aynı şeyi söyleyebiliriz. Kim karşıtlıktan veya çelişkiden
söz ederse, bununla uyumsuzluğu ve dengesizliği, yani bizim daha önce
yeterince belirttiğimiz, ancak İzafî, özel ve sınırlı bir görüş açısından var
olabilen bir şeyi kasdetmiş demektir.
Düşünce ve eylem, birbirinin
bütünleyicisi olarak ele alındığında, daha derin ve daha gerçek bir görüş
noktasına varılır. Çünkü bu iki terim herhangi bir şekilde birbirini
dengeleyeceğinden, karşıtlık orada uzlaşmış ve çözümlenmiş halde bulunur. O
zaman da karşılıklı olarak birbirini tamamlayan ve destekleyen tek ve aynı
varlığın çift -yani iç ve dış- etkinliğini oluşturan, aynı derecede zorunlu iki
öge söz konusu olacaktır, bu varlık ister ele alınan her insan teki olsun,
ister kollektif olarak ele alınan tüm insanlık olsun. Bu görüş birincisinden
daha ahenkli ve daha tatminkârdır kuşkusuz. Ama yalnız buna bağlı kalınırsa, bu
şekilde belirlenen karşılıklı ilişki gereğince, insan düşünce ve eylemi aynı
plana koymaya kalkışacaktır; öyle ki, birinin diğerine nispetle herhangi bir
üstünlüğü olduğunu asla belirtmeksizin, aralarındaki dengeyi mümkün olduğu
kadar eşit tutmaya çalışacaktır Böyle bir görüşün gene de yetersiz olduğunu
gösteren husus, hangi anlamda çözümlenmek istenirse istensin, bu üstünlük
sorununun olacağı ve geçmişte de sürekli olduğu hususudur.
Üstelik bu açıdan önemli olan
mesele, kısaca tabiat ve ırk meselesi olan, bir fiilî üstünlük meselesi
değildir; bu, hukuk üstünlüğü diyebileceğimiz bir üstünlüktür. Bu ikisi
birbirine ancak belli bir noktaya kadar bağlıdır. Kuşkusuz iki eğilimden
birinin üstünlüğünün kabul edilmesi, onun diğerine tercihen mümkün olduğu kadar
geliştirilmesini gerektirecektir. Ama uygulamada, düşünce ve eylemin bir insan
ya da toplum hayatında tutacağı yerin büyük ölçüde o toplum ya da insanın öz
tabiatına bağlı olduğu bir gerçektir, çünkü burada her birinin özel imkânlarını
da hesaba katmak gerekir. Düşünce yeteneğinin Doğulularda daha yaygın ve genellikle
daha gelişmiş olduğu aşikârdır. Büyük bir olasılıkla, hiçbir ülke yok ki bu yetenek
Hindistan’daki kadar olsun. Bu nedenle bu ülke, Doğu ruhu dediğimiz şeyin en
üstün temsilcisi sayılabilir. Aksine, genel bir şekilde eylem yeteneğinin ve bu
yetenekten doğan eğilimin de, bireylerin büyük çoğunluğuyla ilgili olarak, Batı
toplum- larında ağır bastığı açık bir gerçektir. Bu eğilim, şimdi olduğu gibi,
abartılmamış ve amacından saptırılmamış olsaydı bile, öyle sürüp giderdi ve
düşünce sadece çok sınırlı bir elitin işi olarak kalırdı. Bu nedenle eğer Batı
bir gün yeniden normal duruma gelse ve düzenli bir toplumsal örgüte sahip olsa,
Batıda çok sayıda Ksbatriya ve pek az sayıda Brahman bulunacağı söylenir Hindistan'da. Eğer
entellektüel elit gerçekten oluşmuş ve üstünlüğü kabul edilmiş olsaydı, her
şeyin düzene girmesi için bu bile yeterdi. Çünkü manevi güç kesinlikle sayı
üzerine dayandırılamaz; sayıların yasası maddenin yasasıdır. Nitekim Antikçağda
ve özellikle Ortaçağda, Batıkların eyleme olan doğal eğilimleri düşüncenin yani
saf aklın üstünlüğünü tanımalarına engel olmuyordu. Buna iyice dikkat edilsin!
Peki öyleyse niçin modern çağda durum başka türlü oluyor? Acaba Batıklar eylem
yeteneklerini ölçüsüzce geliştirip, sonunda entellektü- alitelerini yitirmeye
kadar vardıklarından mı? Yoksa kendilerini teselli için, eylemi her şeyin üzerine
koyan teoriler icat ettikleri için mi? Ya da "pragmatizm"de olduğu
gibi, ne kadar değerli olursa olsun, kendi dışındaki her şeyi inkâra kadar
gittiklerinden mi? Veya aksine bugün saptadığımız, önce üstün olup,
entellektüel güçsüzlüğü doğuran bir görüş tarzı olduğundan mı? Her iki
varsayımda da ve hatta bu iki varsayımdan birinin ya da diğerinin bileşiminde
bulunduğu çok muhtemel olan durumda da sonuçlar tamamıyla aynıdır. Olayların
ulaştığı bu noktada, tepki göstermenin tam zamanıdır. Bir kez daha söyleyelim
ki işte bu noktada, eğer Batı isterse Doğu onun imdadına koşabilir. Ama Doğunun
bu imdada koşması, kimilerinin sandığı gibi, Batıya yabancı olan kavramları ona
zorla kabul ettirmek için değil, aksine anlamını yitirdiği kendi öz geleneğini
yeniden bulmasında ona yardım etmek için olabilir.
Olayların bugünkü durumunda
Doğu-Batı karşıtlığının, Doğunun düşünceyi eylemden üstün tutmasından, buna
karşılık modern Batının da eylemin düşünceye olan üstünlüğünü kabul etmesinden
ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Daha önce basitçe karşıtlık ya da
bütünleyicilikten söz ederkenki durumda olduğu gibi, artık burada birbiriyle
karşı karşıya bulunan iki terim
arasında bir
insicam ilişkisi söz konusu olmadığı gibi, değişik görüş açıları da söz konusu
değildir. Bu görüş açılarından her biri varoluş sebebine sahip olabilir ve en
azından herhangi bir nisbî gerçeğin ifadesi olarak kabul edilebilir. Kendi
tabiatı gereği bağımlılık ilişkisi tersine çevrilemediğinden, iki kavram
gerçekten birbirinin karşıtıdır; dolayısıyla biri diğerini dışta bırakır, öyle
ki, bağımlılığın olduğu kabul edilir edilmez, ister istemez biri gerçek, diğeri
sahte olur. Sorunun temeline inmeden önce şunu da belirtelim: Doğuda devam eden
ruh, yukarıda söylediğimiz gibi, her çağda var olan bir ruhtur. Oysa öteki
düşünce, ancak çok yakın bir dönemde ortaya çıkmıştır ki bu durum bu
düşüncenin, bütün değerlendirmelerin dışında, anormal bir şey olduğunu düşünmeye
yol açar. Bu izlenim, modern Batı düşüncesinin kendine özgü eğilimi izlerken
içine düştüğü abartmayla da teyit edilmiştir; her fırsatta eylemin üstünlüğünü
açıklamakla yetinmeyen Batı, eylemi tek kaygı yapacak ve gerçek mahiyetini
bilmediği ya da bilmezlikten geldiği düşüncenin bütün değerlerini inkâr edecek
bir noktaya ulaşmıştır. Tam tersine Doğu öğretileri ise, bir yandan düşüncenin
eyleme göre üstünlüğünü ve hatta aşkınlığını mümkün olduğu kadar açık bir
biçimde kabul ederken, öte yandan da eyleme layık olduğu yeri vermişler ve insani
olaylar dizisindeki büyük önemini seve seve tanımışlardır .
Doğu öğretileriyle eski Batı
öğretileri, tıpkı değişmeyenin değişebilene olan üstünlüğünü kabul ettikleri
gibi, düşüncenin eyleme olan üstünlüğünü de kabul etmektedirler .
Varlığın sadece geçici bir anlık değişiminden ibaret olan eylem, kendinde
ilkesini ve yeterli sebebini bulunduramaz. Eğer eylem normal alanın ötesinde
bulunan bir ilkeye bağlanmıyorsa, sadece saf bir yanılsama olacaktır. Muktedir
olduğu bütün hakikatini ve varoluşunu ve hatta tüm gücünü kendisinden çıkardığı
bu ilke ancak düşüncede veya tercihen bilgide bulunabilir, çünkü bizzat bilgi
ve bilgiyle ulaşılan işlem hiçibir şekilde birbirinden ayrılamayacağından,
aslında bu iki terim eşanlamlıdır veya en azından birbiriyle çakışır .
Aynı şekilde değişim, en genel anlamıyla anlaşılmaz ve çelişiktir, yani
kaynaklandığı bir ilke yoksa, imkânsızdır. İlke değişime bağlı olamaz; öyleyse
ilke, zorunlu olarak değişmez niteliktedir. İşte bu nedenledir ki, Batı
Antikitesinde Aristo her şeyin bir "hareketsiz hareket ettirici güç"e
gereksinimi olduğunu ileri sürmüştür. Bu "haraketsiz hareket ettirici güç”
rolünü eyleme nisbeten kesinlikle bilgi oynar. Eylemin tamamen değişim ve
"oluşum" dünyasına ait olduğu da son derece açıktır. Onun o dünyadan
ve ona bağlı sınırlamalardan çıkmasını yalnızca bilgi sağlar.
"Değişmez"e, yani en üstün bilgi olan metafiziksel veya ilkesel bilgi
durumuna ulaştığı zaman, kendisi de "değişmezlik” niteliğine sahip olur;
çünkü her gerçek bilgi esasen nesnesiyle bir özdeşleşmedir. Onlar bilgi
konusunda, yansımalı bilgi diyebileceğimiz sadece aklî ve istidlali bilgiyi,
yani dolaylı ve eksik bilgiyi göz önünde bulunduruyorlar ve giderek bu- aşağı
seviyeli bilgiye bile ancak pratik amaçlarına yararlı olduğu ölçüde değer
veriyorlar. Eylemin içine eylemi aşan her şeyi inkâr edecek derecede
girdiklerinden, bizzat eylemin ilke yokluğundan, önemsiz olduğu kadar verimsiz
bir telaşa dönüştüğünü farketmiyorlar.
İşte modern çağın
en çok göze çarpan özelliği de budun ardı arası kesilmeyen bir telaş, sürekli
değişim ve bizzat olayların kendisiyle birlikte sürüklendiği, durmadan artan
hız gereksinimleri... Bu, çokluk içinde dağılmadır. Öyle bir çokluk ki artık
hiçbir üstün ilke bilinciyle bir- leşemez. Ayrıca bu, bilimsel kavramlarda
olduğu gibi, günlük hayatta da aşarılığa vardırılan bir çözümleme, sınırsız bir
parçalama ve insani etkinliğin, hâlâ çalışabileceği tüm alanlarda, gerçek bir
ufalanışıdır. İşte Doğuluların gözünde öylesine çarpıcı olan bireşim (synthese)
yeteneksizliği ve her türlü yoğunlaşma imkânsızlığı da buradan
kaynaklanmaktadır. Bunlar gittikçe artan bir maddileşmenin doğal ve kaçınılmaz
sonuçlarıdır. Çünkü madde özü itibariyle çokluk ve bölünme demektir. Bu nedenle
sırası gelmişken, ondan doğan her şeyin, bireyler arasında olduğu kadar toplumlar
arasında da sadece kavgalara ve her türlü anlaşmazlıklara yol açabileceğini
söyleyelim. Maddeye ne kadar dalınırsa, bölünme ve karşıtlık öğeleri de o kadar
çoğalır ve yaygınlaşır. Buna karşılık, -insan saf maneviyata doğru ne kadar
yükselirse, ancak evrensel ilkelerin bilinciyle tam olarak gerçekleştirilebilen
tevhide o kadar yaklaşır.
İşin en tuhaf yanı
da hareket ve değişimin, bu kavramların ulaştırabileceği herhangi bir gaye
uğruna değil de, sadece kendileri için araştırılmalarıdır. Bu durum, geçici
özelliğine yukarıda işaret ettiğimiz tüm beşeri melekelerin doğrudan doğruya
harici bir eylem tarafından emilmesinden ileri gelmektedir. Gene burada, bir
başka görünüm altında ve daha yoğunlaştırılmış bir düzeyde ele alınan dağılma
söz konusudur: An, saf bir dengesizlik haliyle sınırlı olduğundan, eğer
erişilebilirse, bunu bu dünyanın son çözülüşyle çakışacak bir anlığa doğru bir
eğilim olarak da ifade edebiliriz. Nitekim Kali- Yugdr\\v\ son döneminin
en belirgin işaretlerinden birisi de budur.
Bu bakımdan aynı
şey bilimsel alanda da olmaktadır: Bilimin uluştığı kısmî ve eksik sonuçlar
için araştırma yapmaktan daha çok salt araştırma yapmak için araştırma
yapılıyor. Bu alanda gittikçe artan temelsiz kuramlar ve varsayımlar art arda
gelmektedir. Daha kurulur kurulmaz bu kuramların yerleri kendileri kadar kısa
ömürlü olan başka kuramlarca doldurulmaktadır. Böylece içinde kesinlikle elde
edilmiş bir takım öğeleri bulmanın olanaksız olduğu tam bir kaos oluşuyor,
çünkü bunlar hiçbir şey kanıtlamayan ve hiçbir şey ifade etmeyen korkunç bir
olaylar ve ayrıntılar yığınından öteye geçmiyor. Kuşkusuz burada, hâlâ var
olduğu oranda, spekülatif görüş noktasını ilgilendiren bilimden söz ediyoruz.
Pratik uygulamalar konusu için ise ^ksine tartışma götürmez sonuçlar vardır. Bu
sonuçlar kolayca görülebilir, çünkü bu uygulamalar doğrudan doğruya maddi
alanla ilgilidir ve gene çünkü bu alan modern insanın gerçek bir üstünlükle
övünebileceği tek alandır. O halde keşiflerin ve özellikle mekanik ve sınaî
icatların daha da gelişerek ve çoğalarak gittikçe artan bir hızla bu çağın
sonuna dek i- lerleyeceği beklenebilir. Bizzat kendilerinde taşıdıkları yıkım
tehlikeleriyle, bunların son felaketin temel etkenlerinden biri olup
olmayacağını ve bu yüzden olayların önlenemeyecek bir noktaya gelip
gelmeyeceğini kim bilebilir?
Eler halükârda güncel durumda,
artık hiçbir istikrarın olmadığı izlenimi çok genel bir şekilde hissediliyor;
ama kimileri tehlikeyi hissedip tepki göstermeye çalışırlarken,
çağdaşlarımızın çoğu da, kendi öz zihniyetlerinin dışa vurmuş bir yansıması
olarak gördükleri bu karışıklık içinde hayatın tadını çıkarmaya çalışıyorlar.
Eler şeyin saf bir "oluşum” halinde gözüktüğü, değişmeyene ve daimî olana
hiçbir şekilde yer verilmediği bir dünya ile her gerçeği yine bu oluşum içinde
olup bitiren insanların kafa yapısı arasında gerçekten tam bir uyum vardır. Bu
da gerçek bilgiyi olduğu kadar bu bilginin nesnesini de, - aşkın ve evrensel
ilkeleri kastediyoruz- inkâr etme anlamına gelir. Daha da ileri giderek şunu
söyleyebiliriz: Bu hangi düzeyde olursa olsun, isterse nisbî düzeyde olsun,
tüm gerçek bilgilerin inkârı demek olur, çünkü, yukarıda açıkça söylediğimiz
gibi, "mutlak" olmadan "nisbî"; "zorunlu” olmadan
"olağan”; "değişmeyen" olmadan "değişim";
"birlik” olmakdan "çokluk" anlaşılamaz, ayrıca imkânsızdır.
"Nisbîlik" (relativisme) kendi içinde bir çelişki
içermektedir. İnsan her şeyi değişime indirgemek istediği zaman mantıksal
olarak değişimin bile varlığını inkâra gidecektir. Aslında Elealı Zenon’un ünlü
delillerinin başka bir anlamı yoktu. Gerçekten söz konusu bu tür kuramların
yalnızca modern zamanlara özgü olmadığını da söylemek gerekir, çünkü hiçbir
şeyi abartmak gerekmez. Yunan felsefesinde buna benzer başka örnekler
bulabiliriz. "Evrensel akış" formülüyle Heraklit’in durumu, bu konuda
en çok bilinen örnektir; hatta Elealıları, atomcuların kavramlarıyla olduğu
kadar bu kavramlarla, bir tür saçmaya indirgeme yöntemiyle, savaşmaya iten de
aynı şeydir. Hindistan'da bile benzeri şeylere Tatlanmaktadır, ama tabii ki
felsefenin bakış açısından farklıdır. Gerçekten de bazı Budist ekoller aynı
özelliği göstermişlerdir, çünkü onların temel tezlerinden biri de "her
şeyin fesh edilebilirliği" idi . Ancak bu kuramlar sadece bir
istisna idi. Ayrıca tüm Kali-Yuga dönemi boyunca ortaya çıkan,
geleneksel düşünceye karşı yapılan benzeri başkaldırıların da sonuç olarak çok
sınırlı bir gücü vardı. Yeni olan ise, çağdaş Batıda saptadığımız gibi, benzeri
kavramların yaygınlaştırılmasıdır.
Çok yeni olan
"ilerleme/kalkınma" düşüncesinin de etkisiyle, "oluş
felsefeleri"nin modernlerde çok özel bir şekil aldığını ve aynı tür
kuramların eskilerde hiç bulunmadığını da belirtmek gerekir: Zaten pek çok
çeşide elverişli olan bu şekil, genel bir tarzda "evrimcilik" adıyla
belirtilebilir. Bu konuda daha önce söylediklerimize tekrar dönmeyeceğiz;
sadece "oluş"dan başka hiçbir şey kabul etmeyen her kavramın zorunlu
olarak doğanın ötesinde, yani değişmez ve ezeli ilkelerin alanı olan metafizik
alanında bulunan her şeyin kesin bir inkârı anlamına gelen "natüralist"
bir kavram olduğunu hatırlatacağız. Bu "metafizik karşıtı" kuramlar
konusunda, Bergson'un "saf süre" (duree püre) anlayışının,
yukarıda sözünü ettiğimiz "bir anlık sürede dağılma"ya tam olarak
tekabül ettiğini de belirteceğiz. Gerçek bir bilgi aracı olabilmekten uzak olan
ve lıissedilebilen nesnelerin sürekli akışına göre şekillenen sözümona sezgi,
gerçekte her mümkün bilginin yok oluşunu temsil etmektedir.
Bu da gerçek metafiziksel
bilginin sadece kendisiyle elde edilebildiği entellektüel sezginin, bazı
çağdaş filozofların sözünü ettiği öteki sezgiyle kesinlikle hiçbir ortak yanı
olmadığını bir kez daha söylememizi gerektiriyor, çünkü bu tamamen özle ilgili
bir husustur ve bu hususta hiçbir yanlış anlamaya kesinlikle yer verilmemelidir.
Bu sezgi duyulabilir cinsten ve tamamen akıl-altı (infra-rationnelle)
bir sezgidir. Oysa saf akıl olan öteki sezgi, aksine akıl-üstü (supra-rationnelle)
bir sezgidir. Ama düşünce düzeyinde akıldan üstün başka hiçbir şey tanımayan
modernler, entellektüel sezginin ne olabileceğini bile kavrayamıyorlar. Oysa
Antikite ve Ortaçağ öğretileri, sadece basit bir felsefi özelliğe sahip
oldukları, bunula birlikte, gerçekten bu sezgiye başvurmadıkları zaman bile,
onun varlığını ve bütün diğer melekeler üzerindeki üstünlüğünü gene de kesinkes
kabul ediyorlardı. Bu nedenle Descartes’tan önce "akılcılık" (rationalisme)
yoktu. Akılcılık da özellikle modern bir şeydir, ki zaten
"bireycilik"e (individualisme) sıkı sıkıya bağlıdır;
birey-üstü (supra-individuel) nitelikteki her tür melekenin inkârından
başka bir şey değildir. Batılılar, entellektüel sezgiyi tanımamakta ya da inkâr
etmekte ısrar ettikçe, kelimenin gerçek anlamıyla, hiçbir "gelenek"e
sahip olamayacaklar ve ayrıca Doğu medeniyetlerinin hakiki temsilcileriyle de
asla anlamayacaklardır. Bu medeniyetlerde her şey, değişmez, kendi içinde
yanılgıya düşmez ve geleneksel normlara uygun her gelişmenin biricik Jıareket
noktası olan, bu sezgiye bağlıdır.
Dördüncü Bölüm
KUTSAL BİLİM VE LÂDİNİ BİLİM
Geleneksel özelliğe sahip
uygarlıklarda, entel- lektüel sezginin her şeyin ilkesi olduğunu az önce
söylemiştik. Bir başka deyişle entellektüel sezgi, özü oluşturan saf
metafiziksel öğretidir; geriye kalan hepsi, mümkün gerçeklerin çeşitli
düzeylerinde sonuç ya da uygulama olarak ona bağlıdır. Özellikle toplumsal kurumlar
için durum böyledir. Öte yandan, aynı şey bilimler için, yani nisbî varlığın
alanına giren ve hatta kimi uygarlıklarda basit bağlantılar olarak ve âdeta
mutlak ve ilkeye özgü olan bilginin ancak uzantıları ya da yansımaları olarak
ele alınabilen bilgiler için doğrudur. Böylece gerçek hiyerarşi her yerde ve
daima göz önünde tutulur: Nisbi varlık hiçbir zaman yokmuş gibi düşünülemez;
öyle olsaydı saçma olurdu. Nisbi varlığa layık olduğu ölçüde değer verilmiştir,
ama ancak tali ve bağımlı olan bir yere, yani tam yerine konulmuştur. Bu
nisbîde bile, ilkeler alanından az ya da çok uzaklaşmış-şeylerin söz konusu
oluşuna göre, çok çeşitli dereceler vardır.
O halde, ilimler konusunda
geleneksel anlayış ve modern anlayış diyebileceğimiz, birbirinden kökten farklı
ve birbiriyle hiç bağdaşmayan iki anlayış vardır. Biz Antikitede ve Ortaçağda
vaktiyle bulunan, Doğuda ise daima süregelen, ama günümüz Batıklarına düşüncesi
bile tamamen yabancı olan bu "geleneksel bilimler"e sık sık değinme
fırsatı bulduk. Ayrıca her uygarlığın kendi malı olarak kendine ait olan, özel
bir şekilde "geleneksel ilim- ler’’c sahip olduğunu da eklemek gerekir.
Çünkü, biz burada, artık yalnızca saf metafiziğin uygun geldiği evrensel
ilkeler düzeyinde değiliz; fakat aksine mümkün bir alanın söz konusu olduğu
herhangi belirli bir toplumun ve hatta bu toplumun herhangi bir döneminin
diyeceğiz, şartları olan zihinsel ve öteki şartların tümünün hesaba katılması
gerektiği uyarlamalar düzeyindeyiz. Çünkü "yeniden uyarlamalar" ın (readaptations)
zorunlu olduğu çağların bulunduğunu yukarıda gördük. Bu "yeniden
uyarlamalar" hiçbir açıdan geleneğin özüne dokunmayan dış şekil
değişikliklerinden ibarettir. Metafizik öğretiye gelince, tıpkı bir dilin diğer
bir dile çevrilmesine benzer bir şekilde, yalnızca ifadesi değiştirilebilir.
Mümkün olduğu ölçüde kendisini açıklayabilmek için büründüğü şekiller ne olursa
olsun, tıpkı sadece tek bir hakikatin olduğu gibi sadece tek bir metafizik
vardır. Fakat uygulamalara geçildiğinde doğal olarak durum farklılaşır: Toplumsal
kuramlarla olduğu gibi, bilimlerle de şekil ve çokluk dünyasındayız. Bu
nedenle, en azından kısmî bir şekilde, aynı amaca sahip olsalar da, farklı
şekillerin gerçekten farklı bilimler oluşturduğu söylenebilir. Mantıkçılar herhangi
bir bilimin ancak konusuyla tanımlanacağını söylemeye alışıktırlar, ki bu,
aşırı derecede basitleştirme olacağından hiç doğru değildir. Bu konunun ele
alındığı bakış açısı da bilimin tanımına girmelidir. Sayısız mümkün ilimler
vardır. Bazen olur ki, birçok ilim aynı şeyleri inceler ama o, farklı biçimler
ve dolayısıyla o kadar farklı yöntemler ve o kadar farklı amaçlarla incelerler
ki, böyle olmasına rağmen, gene de gerçekten birbirinden farklı bilimlerdir. Bu
durum, özellikle kendi aralarında mukayese edilebilmelerine rağmen,
birbirlerine her zaman benzetilemeyen ve çoğu kez yanlış olarak aynı isimlerle
belirtilebilen çeşitli uygarlıkların "geleneksel bilimler"! için de
söz konusu olabilir. Hepsi en azından aynı temel niteliğe sahip olan
"geleneksel bilimler" arasında bir mukayese yapmak yerine, eğer bu
bilimler genel bir tarzda modernlerin anladığı biçimdeki bilimlerle mukayese
edilmek istenirse, arasındaki farkın çok daha büyük olacağı doğaldır. İlk
bakışta bazen konu iki tarafta da aynıymış gibi gözükebilir. Oysaki her iki
bilimin karşılıklı olarak aynı konuda verdikleri bilgi o kadar değişiktir ki,
çok geniş çaplı bir incelemeden sonra, sadece belli bir münasebet altında da
olsa, insan her iki bilimin aynı şey olduğunu kabul etmekte tereddüde düşer.
Söz konusu olan şeyi daha iyi
anlatabilmek için birkaç örnek vermek yararlı olacaktır. Her şeyden önce, hem
eskilerin hem de yenilerin anladığı şekilde, çok geniş kapsamlı bir
örneği,"fizik" örneğini ele alacağız. Bu durumda, iki anlayışı
birbirinden ayıran derin farkı görmek için Batı dünyasından dışarı çıkmaya da
hiç gerek kalmayacaktır. İlk ve etimolojik anlamıyla "fizik" terimi,
hiçbir kısıtlama olmaksızın "tabiat ilmi"nden başka bir şeyi ifade
etmez. Öyleyse bu, "oluş"un en genel yasalarıyla ilgili bir ilimdir,
çünkü "tabiat" ve "oluş" aslında eşanlamlıdır. Yunanlılar
da, özellikle Aristo da bunu böyle anlıyordu. Aynı düzeyle ilgili çok özel
ilimler varsa da, bunlar çok dar bir şekilde belirlenmiş şu veya bu alan için,
ancak fiziğin "dallaradır. O halde hepsi de aynı şekilde tabiat ilimleri
olan diğer bilimler arasında modernlerin sadece özel bir bilim dalını belirtmek
için kullandıkları bu "fizik" sözcüğünün maruz kaldığı anlam
sapmasında oldukça anlamlı bir husus vardır. Bu olayla, modern bilimin
özelliklerinden biri olarak daha önce işaret ettiğimiz parçalara ayırma
arasında ve çözümleme anlayışıyla doğan ve ve kendi bütünlüğü içinde değerlendirilen
tabiatı konu alan bir bilimi, o bilimden etkilenenler için, gerçekten
anlaşılmaz kılacak derecede ileri götüren "uzmanlaşma" arasında yakın
bir bağ vardır. Bu "uzmanlaşma"nın mahzurlarından birkaçı ve
özellikle onun kaçınılmaz bir sonucu olan görüş darlığı çoğu kez dikkatimizi
çekmiştir. Ama öyle görünüyor ki, en net bir şekilde bunun farkına varanlar
bile, hiçbir insanın bir bakışta kavrayamayacağı ayrıntı bilgiler birikimi nedeniyle,
"uzmanlaşma"yı gerekli bir mahzur olarak görmeye rıza gösteriyorlar.
Bunlar bir yandan, ayrıntı bilgilerin haddizatında önemsiz olduğunu ve nisbî
alan içinde sınırlı kalınsa bile, çok yüksek bir düzeye ait olan bireşimli bir
bilginin onlar için feda edilmeye değmiye- ceğini anlamadılar; öte yandan, bu
kadar çok ayrıntı bilgiyi birleştirmenin imkânsızlığı, onları tek bir üstün ilkeye
bağlama konusunda kendi kendilerine koydukları yasaklardan ve aşağıdan yukarıya
ve dıştan içe doğru hareket etme konusunda direnmelerinden kaynaklandığını
anlamadılar. Oysa gerçek nazarî bir değeri olan bir ilme malik olmak için,
bunun tam tersine, yani yukarıdan aşağıya ve içten dışa doğru hareket etmek
gerekir.
Eski fizik,
modernlerin aynı adla belirttikleri bilimle değil de, günümüzde belirlendiği
şekilde tabiat bilimlerinin bütünüyle mukayese edilmek istenirse,- çünkü eski
fizik gerçekte bu bilimlerin bütününe tekabül etmelidir- ilk fark olarak,
birbirlerine yabancı olan pek çok "uzmanlıklar" şeklindeki bir
bölünmeyi kaydetmek gerekir. Bununla birlikte, meselenin en dış yönü de
burasıdır; bütün bu özel bilimleri birleştirirken, eski fiziğin bir muadilinin
elde edileceği düşünülmemelidir. Gerçek şu ki, bakış açısı tamamen başkadır ve
az önce değindiğimiz iki anlayış arasındaki temel farkın burada ortaya
çıktığını görüyoruz: Geleneksel anlayış, bütün bilimleri, hepsi özel
uygulamalar olarak, ilkelere bağlar diyorduk. İşte modern anlayış bu bağlantıyı
kabul etmiyor. Aristo için fizik, metafiziğe göre "tâlî”dir}
yani fizik metafiziğe bağlıdır. Fizik aslında doğadan üstün olan ve doğa
yasalarında yansıyan ilkelerin tabiat alanındaki sadece bir uygulanışıydı.
Ortaçağ "kozmolojisi” için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Modern anlayış ise
aksine bilimleri aşan her şeyi inkâr ederek veya en azından onları
"bilinemez" diye ilan ederek ve tabi onları hesaba katmayarak, ki bu
pratikte onları inkâr anlamına gelir, bilimleri bağımsız kıldığını iddia eder.
Aslında bu inkâr "olguculuk" (positivisme) ve
"bilinemezcilik" (agnos- ticisme) gibi isimler altında,
sistemli bir kuram haline getirilmesi düşünülmeden çok önce de vardı, çünkü
bütün modern bilimlerin hareket noktasının gerçekten bu inkâr olduğu
söylenebilir. İnsanların kendi cehaletleriyle övünmeleri, -çünkü insanın
kendini "bilinemezci" (agnostique) diye ilan etmesi bundan
başka bir şey değildir ve kendilerinin bilmediği bilgiyi herkese yasakladıklarını
iddia etmeleri ancak XIX. yüzyılda görüldü. Bu da, Batının entellektüel
düşüşünde bir ileri aşamayı belirtiyordu.
Bağımsızlıklarını sağlamak
bahanesiyle, bilimleri her üstün İkeden kesinlikle ayırmak isterken, modern
anlayış onların bütün derin anlamını ve hatta bilgi açısından bütün gerçek
yararını alıp götürmektedir ve sonuçta bir çıkmaza yol açmaktadır, çünkü modern
anlayış, bilimleri çaresi olmayan dar bir alan içine sıkıştırmaktadır .
Bu alanın içinde
gerçekleşen gelişme, zaten bazılarının düşündüğü gibi bir derinleşme değildir;
aksine bu çok yüzeysel kalmaktadır ve daha önce işaret ettiğimiz ayrıntı içinde
kaybolmaktan ibarettir; ayrıca, gerçek bilgi yolunda tek bir adım bile
ilerlemeksizin, yorucu olduğu kadar gereksiz de olan ve sürekli olarak devam
eden bir analizden ibarettir. Dahası, şunu açıkça söylemek gerekir ki,
Batılıların genelde, böyle anlaşılan bilimle uğraşmaları salt bilim için
değildir: Onların özellikle amaçladıkları, alt düzeyden de olsa bir bilgi
değildir. Onların amaçladıkları salt pratik uygulamalardır. Bunun böyle
olduğuna iyice kanaat getirmek için, çağdaşlarımızdan çoğunun bilimle
endüstriyi nasıl kolaylıkla birbirine karıştırdıklarını görmek yeter ve
mühendisin, bilgin tipini temsil ettiğini sananların sayısı günümüzde ne kadar
çoktur. Ama bu da ileride çok daha ayrıntılı bir şekilde değineceğimiz bir
başka sorunla ilgilidir.
Modern tarzda gelişen bilim,
sadece derinliğini yitirmekle kalmadı, fakat aynı zamanda ciddiyetini de yitirdi,
çünkü ilkelere bağlılık bilime, konusunun elverdiği ölçüde, bu ilkelerin
değişmezliğine benzer bir nitelik kazandırıyordu, oysa bilim salt değişim
dünyasına kapansa, orada sağlam, kararlı hiçbir şey, dayanabileceği hiçbir
sabit nokta bulamaz. Artık hiçbir mutlak doğrudan hareket etmediği için bilim,
ihtimallere ve tahminlere ya da sadece bireysel fantezinin eseri olan salt
farazi kurgulara indirgenmiş oldu. Ayrıca modern bilim kazara, çok dolambaçlı
bir yolla, eski "geleneksel bilimler"in bazı verileriyle uyuşur gibi
görünen birtakım sonuçlara ulaşsa bile, bunları o verilerin doğruluğunun
tasdiki olarak görmek çok büyük bir haksızlık olur, çünkü o veriler böyle bir
tasdike muhtaç değildir. Tamamen farklı görüş noktalarını uzlaştırmak istemek
veya belki birkaç yıl içinde tamamen önemsizleşecek olan farazi kuramlarla
bunları bağdaştırmaya çalışmak boşuna zaman kaybetmek olur . Söz
konusu şeyler, bugünkü bilim için gerçekten sadece hipotezler alanına ait
olabiliyor. Oysa "geleneksel bilimler" için, bunlar bambaşka şeylerdi
ve metafizikse! alanda sezgisel olarak, dolayısıyla kesin olarak bilinen
hakikatlerin yadsınamaz sonuçları olarak ortaya çıkarlar . Zaten bir
kuramın olgularla kanıtlanabileceğine inanmak, modem "deneyselcilik"e
(experimentalisme) özgü tuhaf bir kuruntudur, oysaki gerçekte aynı
olgular farklı birçok kuramlarla aynı şekilde her zaman açıklanabilir; ayrıca
Claude Bernard gibi deneysel yöntemin bazı öncüleri, olguların ancak
"önyargıya dayalı düşünceler" yardımıyla yorumlanabileceğini, bu
düşünceler olmadan bu olguların anlamdan ve her tür bilimsel değerden tamamen
yoksun "kaba olgular" olarak kalacağını kabul etmektedirler.
Hazır sözü
"deneyselcilik"e getirmişken, bu konuda sorulabilecek bir soruya
cevap verebilmek için bu fırsattan yararlanalım. Soru şöyle: Salt deneysel
bilimler niçin diğer uygarlıklarda erişemedikleri bir gelişmeyi modern
uygarlıkta yaptılar? Bu sorunun cevabı şudur: Çünkü bu bilimler algılanabilen
dünyanın yani maddenin bilimleridir; çünkü bu bilimler en güncel pratik uygulamalara
yer veren bilimlerdir. Bu bilimlerin gelişimi, genellikle "hadise
hurafesi" (superstition du fait) dediğimiz şeye eşlik ederek, tam
anlamıyla modern eğilimlere uymaktadır, oysa buna karşılık, geçmiş çağlar,
üstün düzeydeki bilgileri ihmal edecek derecede bu bilgilere bağlanmak için, bu
bilgilerde yeterli fayda motifleri görmüyorlardı. Şunu iyice anlamak gerekir
ki, aşağı da olsa, herhangi bir bilginin kendi içinde gayri meşru olduğunu
söylemek gibi bir düşünce aklımızdan geçmiyor; gayri meşru olan şey, günümüzde
de gördüğümüz gibi, bu tür şeylerin bütün beşeri etkinliği içine alıp erittiği
zaman, ortaya çıkan kötüye kullanmadır sadece. Hatta normal bir uygarlıkta
başka yöntemlerle olduğu gibi deneysel bir yöntemle kurulan bilimlerin ilkelere
bağlı kaldığı ve böylece gerçek bir nazari değere sahip olduğu da
düşünülebilir. Gerçekten, eğer bu durum olmamış gibi görünüyorsa, bunun nedeni,
dikkatin tercihen başka bir yöne çekilmesidir; ayrıca, incelenmesi ilginç
göründüğü oranda, algılanabilen dünyayı incelemek söz konusu olduğunda,
geleneksel verilerin çok uygun bir şekilde, başka yöntemlerle ve başka bir görüş
açısından, bu incelemenin yapılmasını sağlamasıdır.
Şimdiki çağın
özelliklerinden birinin de, insanların çalışmalarını ona hasretmelerine
değmeyecek kadar talî bir önemi haiz olduğundan, bu zamana kadar ihmal edilen,
ama bununla birlikte, bu çevrimin sonundan önce geliştirilmiş olması gereken
şeylerin işletilmesi olduğunu yukarıda söylemiştik. Çünkü bu şeylerin de
tezahür edebilecek ihtimaller arasında yeri vardı. Bu durum özellikle şu son
yüzyıllarda doğan deneysel bilimlerin durumudur. Hatta bazı modern bilimler
vardır ki, bugün anlaşılmaz durumda olan eski bilimlerin, gerçekten en edebi
anlamda, "artıklarını temsil etmektedirler: İşte bu bilimlerin en aşağı
kısmı, bir çöküş döneminden geriye kalan her şeyden soyutlanarak ve ayrılarak
göz göre göre maddileşmiş, sonra da modern eğilimlere uygun anlamda kendisinden
önceki bilimlerle gerçekten hiçbir ortak yönü olmayan bilimlerin kurulmasına
yol açacak şekilde çok farklı bir gelişmeye hareket noktası olmuştur. Tamamen
tarihsel görüş açısından, her ne kadar şu kanıda bir gerçek payı, az önce
dediğimiz şekilde bir gerçek payı varsa da, genellikle sanıldığı gibi,
astroloji modern astronomi, simya da modern kimya olmuştur, demek yanlış olur:
Eğer astronomi ve modern kimya belli bir anlamda gerçekten astroloji ve
simyadan kaynaklanıyorsa, iddia edildiği gibi, bir "evrim” (evolulion)
ya da "ilerleme” (progres) sonucu değil, aksine bir yozlaşma sonucu
böyledir. Bu konu birkaç açıklama daha istiyor.
Her şeyden önce
belirtmek gerekir ki,"astroloji” ve "astronomi” terimlerine farklı
anlamlar verilmesi nis- beten yenidir. Yunanlılarda bu iki sözcük, şimdi her
ikisinin ayrı ayrı kullanıldığı alanın bütününü belirtmek için ayrım
yapılmaksızın kullanılmaktaydı. İlk bakışta, öyle görünüyor ki bu durumda,
başlangıçta tek bir bilim iken, "uzmanlaşma”dan ötürü o bilimin parçaları
arasına yerleştirilen bölümlerden biriyle karşılaşıyoruz. Ama burada özel bir
durum var: O da, bu parçalardan biri, yani söz konusu bilimin en maddi yanını
temsil eden parça, bağımsız bir gelişme gösterirken, buna karşılık öteki parça
tamamen kayboluyordu. Şurası bir hakikattir ki, bugün artık eski astrolojinin
ne olduğu bile bilinmemektedir. Onu yeniden kurmaya çalışanlar ise, sadece o
bilimin gerçek taklitlerine ulaştılar. İstatistiklerin ve ihtimaller hesabının
da devreye girmesiyle ya ondan modern deneysel bir bilimin benzerini çıkartmak
istediler, ki bu hiçbir şekilde Antikite ya da Ortaçağa ait olmayan bir görüş
noktasından kaynaklanmaktadır, ya da kaybolma yolundaki astrolojinin sadece bir
sapması olan "kâhinlik sanatı"nı (art diınnaloire) böylece
yeniden diriltmeye çalıştılar. Kaldı ki kâhinlik sanatı, olsa olsa çok aşağı
düzeyde bir uygulamadır ve değer verilmeye pek değmez. Doğu uygarlıklarında
bugün hâlâ onun değerinin ne olduğunu saptamak mümkündür.
Kimyanın durumu belki daha açık
ve daha karakteristiktir. Sihıya konusunda modernlerin bilgisizliğine gelince,
en azından astroloji konusundaki bilgisizlikleri kadar büyüktür. Gerçek simya
aslında kozmoloji alanına ait bir bilimdi, fakat aynı zamanda,
"makrokozmos"un "mikrokozmos"a, büyük evrenin küçük evrene
benzerliği gereğince, beşeri alana da uygulanabiliyordu. Ayrıca simya,
özellikle salt manevi alana geçişi sağlamak amacıyla kurulmuştu. Bu geçiş simya
öğretimlerine simgesel bir değer ve üstün bir anlam veriyordu ve onu
"geleneksel bilimler"in en kapsamlı örneklerinden biri yapıyordu.
Modern kimyanın doğmasına yol açan bu simya değildir; simyayla onun hiçbir
ilişkisi yoktur. Aksine modern kimya simyanın bir bozuntusudur; kelimenin en
kesin anlamıyla, onun bir sapmasıdır; belki de Ortaçağdan beri, simgelerin
gerçek anlamını kavramaktan aciz, her şeyi harfi harfine alan ve bütün bunlarda
sadece maddi işlemlerin söz konusu olduğunu sanarak, az çok düzensiz bir’
deneyciliğe girişen kimi insanların anlayışsızlığının yol açtığı bir sapmadır
bu. Simyacıların alay yollu "körükçüler" ve "kömür
yakıcıları" diye nitelendirdikleri bu kişiler bugünkü kimyacıların gerçek
öncüleri, müjdecileri olmuşlardır. İşte modern bilim, eski bilimlerin
kırıntıları yardımıyla ve eski bilimlerin reddedip cahillere ve
"lâdinîler"e (profanes) terkettiği malzemelerle bu şekilde
kurulmuştur. Bu arada belirtelim ki, simyanın sözde yenileyicileri,
çağdaşlarımız arasında onlardan birkaçı bulunmaktadır, kendi paylarına aynı sapmayı
sadece uzatmaktadırlar; ve az önce değindiğimiz astrologların araştırmaları
eski astrolojiden ne kadar uzaksa, onların araştırmaları da geleneksel simyadan
o kadar uzaktır. Bu nedenle Batının "geleneksel bilim- leri"nin
modernler için gerçekten kayboduğunu ileri sürmeye hakkımız vardır.
Bu birkaç örnekle
yetineceğiz; gerçi biraz daha farklı alanlardan alınan ve her yerde aynı
yozlaşmayı gösteren daha başka örnekler vermek de mümkündür. Böylece, bugün
anlaşıldığı şekliyle psikolojinin, yani bu türlü zihinsel fenomenleri olduğu
gibi incelemenin, Anglo-Sakson ampirizminin ve XVIII. yüzyıl anlayışının doğal
bir ürünü olduğunu ve psikolojinin tekabül ettiği görüş açısının da eskiler
için ihmal edilebilir bir konu olduğunu, o kadar ki bazen onu ele almaları gerekseydi
bile, herhalde onu özel bir bilim haline getirmeyi hiç düşünmediklerini açıkça
söyleyebiliriz. Eskilere göre, psikolojinin içinde değerli olabilecek her şey,
daha üstün bakış açıları içinde bir başka biçime bürünmüş ve özümlenmiş olarak
bulunmaktaydı. Bambaşka bir alanda, modern matematiğin Pisagor matematiğinin
âdeta kabuğunu, yani salt "zahiri" yönünü temsil ettiğini de
gösterebiliriz. Hatta sayılarla ilgili eski düşünce, modernlerce büsbütün
anlaşılmaz olmuştur, çünkü burada da bilimin üstün yanı, yani geleneksel bir
özellikle ona tamamen entellektüel bir değer veren yanı toptan yok olmuştur.
Görülüyor ki, matematiğin durumu da astrolojinin durumuna çok benzemektedir.
Ama biz burada bütün bilimleri peşpeşe gözden geçiremeyiz; bu çok bıktırıcı olur.
Modern bilimler kaynaklarını bu değişime borçludurlar. İlerlemenin tam zıddı ve
aklın gerçek bir "gerilemesi" olan bu değişimin mahiyetini anlatmak
için yeterince söz söylediğimizi düşünüyoruz. Şimdi de "geleneksel
bilimler"le modern bilimlerin karşılıklı olarak oynadıkları rollerle
gerçek amaçlan arasında bulunan derin fark hakkında yapılan genel düzeydeki
değerlendirmelere döneceğiz.
Geleneksel anlayışa göre,
herhangi bir bilim kendi kendine bir önem taşımaz; buna karşılık daha önce de
söylediğimiz gibi, asıl parçası saf metafizikle kurulan öğretinin bir uzantısı
ya da ikinci bir dalı olarak bir önem taşır . Gerçekten her bilim
kendi mahiyeti itibariyle yalnızca kendine uygun gelen yeri işgal etmek
koşuluyla, her ne kadar meşru ise de, üstün düzeyde bir bilgiye sahip kimse
için, alt düzeydeki bilgilerin zorunlu olarak önemini kaybedeceğini anlamak
oldukça kolaydır. Deyim yerindeyse, bu bilgiler ilkeye özgü bilginin işlevi
olarak bir önem taşırlar, yani bir yandan şu ya da bu olağan alanda onu yansıttıkları
ölçüde, öte yandan ilgilenenleri ilkeye özgü aynı bilgiye ulaştırmaya elverişli
oldukları ölçüde önem taşırlar; bizim ele aldığımız tarzda, ilkeye özgü bu
bilgi asla gözden kaçırılmaz ve tesadüfi değerlendirmelere kurban edilemez.
Bunlar bizzat "geleneksel bilimler"e ait olan iki tamamlayıcı
işlevdir: geleneksel bilimler bir yandan öğretinin uygulamaları olarak kendi
aralarında gerçekliğin bütün düzeylerini birbirine bağlarlar ve onları bütün
bir sentez birliğinde bütünleştirirler; öte yandan, en azından bazı kimseler
için ve bu kimselerin özel yeteneklerine uygun olarak, daha yüksek bir bilgiye
"hazırlık", bu yüksek bilgiye doğru bir çeşit "ilerleme"
durumundadırlar. Ayrıca ait oldukları varoluş derecelerine göre yapılan
hiyerarşik dağılımlarında, sayelerinde saf entellektüaliteye kadar yükselmenin
mümkün olduğu pek çok basamağı teşkil ederler . Şurası o kadar
açıktır ki modern bilimler, hiçbir derecede, bu iki işlevden ne birini ne de
ötekini yerine getirebilirler; bu nedenle modern bilimler ancak "lâdinî
bilim” olmakta ve olabilmektedirler; oysa "geleneksel bilimler"
metafizik ilkelere bağlılıklarıyla, fiilî bir şekilde "kutsal bilim"e
dahil olmaktadırlar.
Yukarıda belirttiğimiz iki
işlevin birarada olması, olayları yalnızca yüzeysel olarak değerlendiren insan-
lararın düşündüklerinin aksine, ne bir çelişki ne de bir kısır döngü anlamına
gelir. Burada da üzerinde biraz durmamız gereken bir nokta var: Burada biri
alçalan, diğeri yükselen iki görüş açısı olduğu söylenebilir. Birincisi,
uygulamalara ulaşmak için ilkelerden hareket eden, ama gittikçe ilkelerden
uzaklaşan bilginin gelişimine tekabül eder; İkincisi ise, aşağıdan yukarıya ya
da daha doğrusu dıştan içe hareket ederek aynı bilgiyi tedricen edinmeye
tekabül eder. Öyleyse sorun, bilimlerin aşağıdan yukarıya doğru mu ya da
yukarıdan aşağıya doğru mu kurulup kurulmaması gerektiğini bilme sorunu
olmadığı gibi, bilimlerin mümkün olmaları için hareket noktası olarak ilkelerin
bilgisini mi veya aksine algılanabilen dünya bilgisini mi almak gerektiğini
bilme sorunu da değildir. "Lâdinî" felsefe açısından ortaya
çıkabilecek olan ve gerçekten bu alanda Yunan Antikitesiyle az çok açık bir
şekilde ortaya çıkmış gibi görünen bu sorun, sadece evrensel ilkelerden hareket
eden "kutsal bilim" için mevcut değildir diyebiliriz. Burada onun
bütün varlık sebebini ortadan kaldıran şey ise, bütün bilgilerin en dolaysızı,
aynı zamanda en üstünü olan ve algılanabilir ve hatta rasyonel mahiyetteki her
gücün etkisinden mutlaka bağımsız olan, entellektüel sezginin ilk işlevidir.
Bilimler, hele hele "kutsal bilimler", her şeyden önce ilkeye özgü
bilgiye bütünüyle sahip olan ve böylece en sıkı geleneksel ilkelere uygun bir
şekilde, zaman ve yer şartlarınca istenen bütün uyarlamaları gerçekleştirmeye
en yetkili olanlarca ancak doğru dürüst bir şekilde kurulabilir. Yalnız
bilimler böyle kurulunca, öğretimleri ters bir sıra izleyebilir: onlar sanki
saf öğretinin "açıklamaları" gibidir. Aynı şekilde bu açıklamalar
çokluk dünyasıyla ilgilidir. Bu açıklamaların hareket noktasının hemen hemen
sınırsız çeşitliliği, ufku hâlâ çokluk dünyasıyla sınırlı olan bu insanların
bireysel yeteneklerinin küçümsenemeyecek çeşitliliğine uygun düşebilir. Bilgiye
ulaşmak için mümkün olan yollar, aşağı derecelerde çok farklı olabilir, ama
daha yüksek düzeylere erişildikçe bu yollar gittikçe birleşerek ilerler. Bu,
hazırlık niteliğindeki derecelerin herbirinin mutlak zorunlu olduğu anlamına
gelmez. Çünkü bunlar, bu konuda ulaşılacak amaçla hiçbir ortak ölçüsü
olmaksızın, sadece mümkün olan olağan yollardır. Hatta kimi zaman olur ki,
tefekkür ya da temaşa eğiliminin egemen olduğu kişiler arasında, bazıları bir
anda ve böyle araçların yardımı olmaksızın gerçek entellektüel sezgiye yükselebilirler
. Ama bu çoğu kez istisnai bir durumdur; genellikle yükselen yönde
ilerlemek için uygun şekilde davranma gerekliliği diyebileceğimiz bir şey
vardır. Aynı şekilde bunun anlaşılması için geleneksel "kozmik tekerlek"
imgesinden yararlanabiliriz: Çember gerçekte varsa, ancak merkezden dolayı
vardır; ama çember üzerindeki varlıklar zorunlu olarak çemberden, daha
açıkçası çember üzerinde bulundukları noktadan hareket etmelidirler ve merkeze
varmak için yarıçapı izlemelidirler. Nitekim gerçeğin (realite) bütün
düzeyleri arasında bulunan uyum gereğince, alt düzeydeki hakikatler (verites)
üst düzeydeki hakikatlerin bir simgesi gibi değerlendirilebilirler. Daha sonra
örnekseme yoluyla (analogiquement) üst düzeydeki bilgiye ulaşmak için
"destek"lik görevi görebilirler . Her bilime, o bilimin
sahip olduğu anlamdan daha derin olan üstün veya gizemli bir anlam veren ve ona
gerçek bir "kutsal bilim" özelliği verebilen de yine odur.
Konusu ne olursa olsun her
bilim, sadece geleneksel anlayışa göre kurulmuş ve düşünülmüş olmak koşuluyla,
bu özelliğe sahip olabilir, diyoruz. Ancak bunu derken, ilgili oldukları
çeşitli gerçeklerin hiyerarşik sırasına göre, bu bilimlerin önem derecelerini
de hesaba katmak gerekir. Ama şu ya da bu derecede, nitelikleri ve işlevleri
geleneksel anlayış içinde temel olarak aynıdır. Burada her bilim dalı için
doğru olan aynı şekilde her sanat dalı için de doğrudur: Sanat kendisine
tefekkür için "dayanaklar" sağlayabilecek tamamen simgesel bir değer
kazanabileceğine göre, tıpkı yasaların bilinmesi bilimlerin konusu olduğu gibi,
sanatın kuralları da temel ilkelerin yansımaları ve uygulamaları olacağına
göre, bilim için doğru olan sanat için de doğrudur. Bu yüzden her normal
uygarlıkta, modern Batıkların "geleneksel bilimler"den daha az
bildiği "geleneksel sanatlar" vardır . Hakikat şu ki, her
hangi bir tarzda "kusal alan"la gerçekte çatışan bir "lâdinî
alan" yoktur; sadece bilgisizlik görüş açısından başka bir şey olmayan bir
"lâdinî görüş açısı" vardır . Bu nedenle modernlerin
bilimi olan "lâdinî bilim", daha önce başka bir yerde dediğimiz gibi,
çok haklı bir şekilde "cahiliyye bilgisi" olarak değerlendirilebilir:
Ba aşağı bilgi, realitenin en alt düzeyinde bulunan bilgidir; ne kadar mütevazı
olursa olsun bu bilgi, kendini aşan her şeyden, kendisinden üstün olan her
gayeden ve bütünsel bilginin çeşitli düzeyleri arasında kendisine meşru bir yer
sağlayabilecek her ilkeden habersiz bir bilgidir. Çaresiz olarak nisbî alan
içine sıkışmış ve bağımsız olduğunu ilan etmek istediği yerde sınırlı kalmış,
böylece aşkın hakikatle ve yüce bilgiyle her tür iletişimi gene bizzat kendisi
kesmiş olduğundan dolayı, bu bilim, gerçeği söylemek gerekirse, hiçbir şeyden
gelmeyen ve hiçbir şeye götürmeyen boş ve hayalî bir bilimdir sadece.
Bu açıklamalar, bilim
bakımından modern dünyada nelerin eksik olduğunu ve çok övündüğü bu bilimin
bizce, "kutsal bilim" ya da "geleneksel bilim" adını
verdiğimiz bilimle tamamen özdeşleşen gerçek bilimin bir artığı olarak nasıl
bir sapmayı temsil ettiğini anlama olanağı verecektir. Bütün düzeylerin en alt
düzeyi, yani maddi ya da algılanabilen gerçeğin düzeyi olan belli bir özel
düzeydeki bilginin keyfî olarak sınırlandırılmasından doğan modern bilim, bu
sınırlandırmadan ve bu sınırlandırmanın ister istemez ortaya çıkardığı
sonuçlardan ötürü, bütün entellektüel değeri yitirmiştir; en azından, entellektüaliteye
gerçek anlamındaki bütünlüğü yüklersek, "rasyonalistlerin hatasına
düşmekten, yani saf aklı akla benzetmekten kaçınırsak, ya da aynı şey demek
olan entellektüel sezgiyi inkâr etmekten kaçınırsak, durum böyledir. Diğer
modern yanılgıların büyük bir kısmında olduğu gibi, bu hatanın temelinde de,
yine yukarıda açıkladığımız gibi, tüm sapmaların kökenide yatan şey,
"bireycilik” dediğimiz şeydir. Bireycilik bizzat gelenek karşıtı anlayışa
çok benzemektedir. Çok sayıdaki tezahürleri, bütün alanlarda, çağımızdaki
kargaşanın en önemli etkenlerinden birini oluşturmaktadır. İşte, şimdi bu
"bireycilik”! daha yakından incelememiz gerekmektedir.
Beşinci Bölüm
BİREYCİLİK
Bizim
"bireycilik"ten (individualisme) anladığımız, bireylikten (individualite)
üstün her ilkenin inkâr edilmesi ve bu yüzden uygarlığın her alanda tamamen
sadece insani öğelere indirgenmesidir. Aslında bu, daha önce de belirttiğimiz
gibi,"hümanizm" adı altında, Rönesans çağında belirtilen şeyin
aynısıdır; ve az önce yukarıda "lâdinî görüş açısı" dediğimiz şeyi
tam olarak belirtir. Kısacası bütün bunlar, çeşitli adlar altında sunulan aynı
ve tek bir şeydir. Yine biz, bu "lâdinî" anlayışın, özellikle bütün
modern eğilimlerin özetlendiği gelenek karşıtı (antitraditionnel)
anlayışla içiçe olduğunu söylemiştik. Kuşkusuz bu, bu anlayışın tamamen yeni
olduğu anlamına gelmez; vaktiyle öteki çağlarda da az ya da çok belirgin ama
daima sınırlı ve akla uymayan tezahürleri olmuştu. Ama hiçbir zaman bu
tezahürler şu son yüzyıllarda Batıda olduğu gibi bir uygarlığın bütününe
yayılmamışlardı. Bir uygarlığın tamamen olumsuz bir şey üzerine, bir ilke
yokluğu diyebileceğimiz durum üzerine kurulmuş olması bu zamana kadar hiç
görülmemiş bir durumdur. İşte modern dünyaya anormal bir nitelik veren, onu
bir çeşit canavar yapan da budur. Yukarıda, daha önce, açıkladıklarımıza
..göre, modern dünya çevrimsel bir dönemin sonuna tekabül eden bir dönem olarak
düşünülürse ancak bu açıklanabilir. Öyleyse Batının bugünkü çöküşünün başlıca
nedeni, daha önce tanımladığımız gibi, bireyciliktir. İnsanlığın sadece en
aşağı güçlerinin, en alttaki imkânlarının gelişmesinde bir çeşit motor görevi
gören muharrik güç de buradan ileri gelmektedir. Bu alt güçlerin yayılması
insan üstü hiçbir unsurun müdahelesini gerektirmediği gibi, üstelik böyle bir
unsurun yokluğunda ancak bütünüyle yayılabilmek- tedir, çünkü bunlar her tür
maneviyatın ve her tür gerçek entellektüalitenin tam tersinde bulunurlar.
Bireycilik her şeyden önce
entellektüel sezginin inkârı anlamına gelmektedir, çünkü entellektüel sezgi özü
itibariyle birey üstü (supra-irıdividuelle) bir melekedir. Ayrıca bu
sezginin öz alanı olan bilgi düzeyinin, yani en gerçek anlamıyla metafiziğin
inkârı anlamına gelir. Bu nedenle modern filozofların, böyle metafizik diye
adlandırdıkları bir şeyi kabul ettikleri zaman, metafizik adı altında
belirttikleri her şeyin kesinlikle gerçek metafizikle hiçbir ortak yanı yoktur:
Bunlar sadece aklî/rasyonel uydurmalar ya da hayalî varsayımlardır,
dolayısıyla tamamen bireysel düşüncelerdir ve nitekim büyük bir kısmı sadece
"fizikî” alanla, yani tabiatla ilgilidir. Bu alanda gerçekten metafizik
alana bağlanabilecek herhangi bir soruna rastlansa bile, ele alınış ve
inceleniş biçimi onu ancak "sözde-metafiziksel" olmaya indirger ve
üstelik gerçek ve geçerli her çözümü imkânsız kılar. Hatta öyle görünüyor ki,
ne kadar suni ve ne kadar aldatıcı olursa olsun, filozoflara göre, sorunları
çözmekten çok, ortaya "sorunlar” koymak söz konusudur; bu da araştırma
için araştırma yapma aşırılığının bir görünümüdür, yani zihinsel alanda olduğu
kadar bedensel alanda da boşuna bir yorulmadır. Gene aynı filozoflara göre,
isimlerini bir "sistem”e, yani kendilerine iyi yakışan, kendi eserlerinden
başka bir şey olmayan çok sınırlı ve çok kısıtlı bir kuramlar bütününe bağlamak
söz konusudur. Her ne pahasına olursa olsun, orijinal olma arzusu da buradan
gelmektedir, hakikatin bu orijinaliteye feda edilmesi gerekse bile: Bir
filozofun üne kavuşması için, yeni bir yanlış uydurması, daha önce başkaları
tarafından açıklanan bir hakikati tekrar söylemesinden daha iyidir.
Haddizatında öyle olmadıkları halde, kendi aralarında çelişkili pek çok
“sistem"i kendisine borçlu olduğumuz bu bireycilik esasen hem modern
bilginlerde, hem de modern sanatçılarda görülmektedir; ama bireyciliğin
kaçınılmaz sonucu olan entellektüel anarşiyi belki de en net bir şekilde
filozoflarda görebilmekteyiz.
Geleneksel bir
uygarlıkta, bir insanın, bir düşüncenin mülkiyetini kendine mal etmeye
kalkışması nerdeyse akılalmaz bir şeydir; yani her halükârda insan böyle bir
şey yaparsa, kendisinin bütün itibarını ve nüfuzunu bununla ortadan kaldırmış
olur, çünkü böylece o, düşüncesini hiçbir gerçek düzeyi olmayan bir tür fantazi
düzeyine indirgemiş olur: Eğer bir düşünce doğruysa, bu düşünce onu anlayabilen
herkese eşit şekilde ait olur; aksine yanlışsa, onu icat etmekla kendi kendine
övünmeye gerek yoktur. Doğru bir düşünce “yeni" olamaz, çünkü hakikat
insan aklının bir ürünü değildir. Hakikat bizden bağımsız olarak vardır ve biz
onu sadece bilmek ve tanımak zorundayız. Bu bilgi dışında ancak yahlış
olabilir. Ama, aslında modernler acaba gerçekten hakikat kaygısı çekiyorlar mı
ve hatta hakikatin ne olduğunu biliyorlar mı? Burada da sözcükler anlamlarını
yitirdiler, çünkü bazıları örneğin çağdaş “pragmatistler" bu
“hakikat" kelimesini yanlış olarak entellektüel düzeye tamamen yabancı bir
şey anlamında, yani basitçe "pratik yarar" anlamında kulanacak kadar
ileri gittiler. Modern sapmanın mantıksal sonucu olarak bu, hakikatin olduğu
kadar onu kendisine konu edinen aklın da inkârıdır. Ama daha fazla ileri
gitmeyelim ve bu noktada sadece, "büyük adamlar"ın ya da sözde
öylelerinin işleviyle ilgili yanılsamaların kaynağının az önce söz konusu
edilen bireycilik türü olduğunu belirtelim "Lâdinî" anlamda
kullanılan "deha" gerçekte çok önemsiz bir şeydir ve hiçbir şekilde
gerçek bilginin yerini dolduramaz.
Mademki felsefeden söz ettik,
en ince ayrıntılara girmeden, yine bireyciliğin bu alandaki bazı sonuçlarına
değineceğiz: Bu sonuçların ilki, entellektüel sezginin inkârıyla, aklı her
şeyin üzerine koymak ve salt insani ve nisbi melekeyi zekânın en üstün parçası
yapmak, hatta tamamen onu ona indirgemek oldu. Gerçek kurucusu Descartes olan "akılcılık"ın/
"rasyonalizmin esası da budur. Zekânın (intelligence) bu şekilde
sınırlandırıldı zaten sadece bir ilk aşamaydı. Uygulamalar, hâlâ belli bir
düşünsel niteliğe sahip olabilen bilimlere baskın çıktıkça, bizzat akıl da
gittikçe pratik bir işleve indirilmekte gecikmemeliydi. Vaktiyle Descartes da
aslında saf bilimden daha çok bu uygulamalarla kafasını yormuştu. Ama hepsi bu
kadar da değil: Bireycilik kaçınılmaz olarak peşiden "natüralizm"i
sürüklemektedir, çünkü doğanın ötesinde olan her şey, aynı nedenle, bireyin
birey olarak ulaşamayacağı şeylerdir; "natüralizm" veya metafiziğin
inkârı, ikisi de tek ve aynı şeydir. Entellektüel sezgi inkâr edilir edilmez,
artık bir metafiziğin olması mümkün değildir. Ama kimileri, buna rağmen,
herhangi bir "sözde-metafizik" kurmakta direnirken, kimileri de bunun
imkânsızlığını çok samimice ifade etmektedirler. İster Kant'ın
"kritisizm"! olsun, ister Auguste Comte’un "pozitivizm"!
olsun, her şekliyle "rölativizm" buradan doğmuştur. Bizzat akıl
tamamen nisbî olduğu ve haklı olarak ancak nisbî bir alana uygulanabildiği için
"rasyonalizm"in tek mantıksal sonucunun "rölativizm" olması
çok doğrudur. Üstelik "rasyonalizm" böylece kendisini yıkmak
zorundaydı: "doğa" ve "oluş", yukarıda açıkça belirttiğimiz
gibi, gerçekte eşanlamlıdır; kendisiyle tutarlı bir "natüralizm",
daha önce sözünü ettiğimiz "oluş felsefeleri" nden biri olabilir
ancak ve bunun modern örneği de özellikle "evrimcilik" tir. Ama,
sadece değişim ve saf çokluk olan şeye tam olarak uygulanamadığı ve algılanabilen
şeylerin belirsiz karmaşıklığını kendi kavramları içine sokamadığı için, aklı
eleştirerek, sonuçta "rasyonalizm"e karşı çıkacak olan da kesinlikle
bu "evrimcilik"t.ir. İşte Bergson’un "sezgicilik"! olan
"evrimcilik"in bu şeklinin aldığı tavır da budur. Hiç kuşkusuz
Bergson’un "sezgicilik"! de "rasyonalizm" kadar bireycidir
ve metafizik düşmanıdır. Her ne kadar "rasyonalizm"! yerinde
eleştirirse de, tamamen akıl-altı (infra-rationnelle) bir melekeye ve az
çok hayal, içgüdü ve duyguyla karışmış ve oldukça kötü tanımlanmış hassas bir
sezgiye seslendiği için ondan daha aşağıya düşmüştür. Burada artık
"hakikat"in (verite) söz konusu olmaması, fakat sadece, salt
algılanabilen düzeye indirgenmiş ve özü itibariyle yer ve biçim değiştiren ve
kararsız bir şey olarak "gerçek"in (reealite) söz konusu
olması manidardır. Böyle kuramlarla zekâ, gerçekten en alt düzeyine
indirgenmiş, akıl ise, maddeyi sınaî kullanımlar için biçimlendirmeye elverişli
olduğu ölçüde kendisini kabul ettirmiştir. Bundan sonra geriye atılacak bir
adım kalıyordu: Bu da zekâ ve bilginin toptan inkâr edilmesi ve
"fayda"nın "hakikat"in (verite) yerine geçmesiydi.
Bu ise, az önce değindiğimiz "pragmatizm" oldu. Burada
"rasyonalizmce olduğu gibi saf ve basit İnsanî alanda değiliz; normal her
hiyerarşinin hepten altüst oluşunun belirtisi olan "bilinçaltı"na
çağrıyla, gerçekten beşerî alanın altında bulunuyoruz. İşte ana batlarıyla, her
bilgiyi kendi ufkunda sınırladığını iddia eden "lâdinî" felsefenin
kendi kendine kalınca izlemek zorunda kaldığı ve gerçekten de izlediği seyir
budur. Üstün bir bilgi var olduğu sürece, ona benzer hiçbir şey boy
gösteremezdi, çünkü felsefe hiç olmazsa bilmediği ve inkâr da edemediği şeye
saygılı davranıyordu. Fakat bu üstün bilgi kaybolunca, gerçek durumuna tekabül
eden inkârı çok geçmeden bir kuram haline getirildi. İşte bütün modern felsefe
buradan çıkmıştır.
Ama modern dünyada tuttuğu yer
ne olursa olsun, kendisine aşırı bir önem vermenin uygun olmadığı felsefe
üzerinde bu kadar durmak yeterlidir. Bizim görüş açımıza göre felsefe, şu ya da
bu dönemin eğilimlerini bulup ortaya koyması bakımından değil de, mümkün olduğu
kadar net ve kesin bir şekilde onları açıklaması bakımından oldukça ilginçtir.
Bu eğilimleri belli bir noktaya kadar yönettiği söylenebilirse de, bu ancak
talî olarak ve iş işten geçtikten sonra olan bir şeydir. Böylece bütün modern
felsefenin, kaynağını Descartes'dan aldığı kesinlik kazanmaktadır. Ama eğer
Descartes'ın düşünceleri, zaten çağdaşların çoğunun eğilimleri olan daha önceki
eğilimlerle uyuşmasaydı, önce kendi çağı, sonra da daha sonraki çağlar üzerinde
bıraktığı ve sadece filozofları kapsamakla kalmayan etkisi mümkün olmazdı.
Modern düşünce Kartezyanizm'de kendini yeniden bulmuştur; Kartezyanizm içinde,
o zamana kadar sahip olduğundan daha net bir şekilde, kendi kendinin şuuruna
varmıştır. Ayrıca, hangi alanda olursa olsun, Kartezyanizm'in felsefi bakımdan
sahip olduğu kadar açık bir akım, gerçek bir hareket noktası olmaktan daha çok
bir sonuçtur. Bu kendiliğinden oluşan bir şey değildir; gizli ve dağınık bir
çalışmanın ürünüdür. Eğer Descartes gibi bir adam, çağdaş sapmanın özellikle
temsilcisiyse, belli bir görüş açısından onu âdeta canlandırdığı, dirilttiği
söylenebilirse de, o bunun ne tek ne de ilk sorumlusudur. Bu sapmanın köklerini
bulmak için çok daha uzaklara gitmek gerekir. Aynı şekilde, çoğu kez modern
düşüncenin ilk büyük tezahürleri olarak değerlendirilen Rönesans ve Reform da
gelenekten kopmaya neden olmaktan daha çok gelenekten kesin olarak kopmayı
sağlamışlardır. Bize kalırsa, bu kopukluğun başlangıcı XIV. yüzyıla kadar
uzanır; ve modern çağları bir iki yüzyıl geriden değil de, o zamandan başlatmak
gerekir.
İşte bu gelenekten kopma konusu
üzerinde ısrarla durmamız gerekiyor, çünkü bütün gerçek özelliği, tek bir
şeyle, yani geleneksel düşünceye karşıtlıkla özetlenebilecek olan modern dünya
buradan doğmuştur. Geleneğin inkârı ise, yine bu bireyciliktir. Üstelik bu,
daha önce söylediklerimizle tam bir uyum halindedir. Çünkü açıkladığımız gibi,
her geleneksel uygarlığın ilkesinde entellektüel sezgi ve metafiziksel öğreti
vardır; ilke inkâr edilir edilmez, onun bütün sonuçları da en azından zımnen
inkâr edilir ve böylece gelenek adına gerçekten layık ne varsa tümü bu şekilde
yıkılmış olur. Daha önce de bu konuda bilimlerle ilgili neler olduğunu gördük.
Yeniden o konuya dönmeyeceğiz, ancak meselenin bir başka yönünü, gelenek
karşıtı düşüncenin belirtilerinin belki çok daha net bir şekilde görülebileceği
yönü ele alacağız, çünkü burada Batıdaki kitleleri doğrudan doğruya etkileyen
değişimler söz konusudur. Gerçekten Ortaçağın "geleneksel bilimler"!
az çok sınırlı bir elite nasip olmuştu; hatta bunların arasından bazıları,
kelimenin tam anlamıyla bir "batini bir ekol" (esoterisme)
kurdukları için, dışarıya çok kapalı ekollerin tekelini ellerinde
bulunduruyorlardı; ama, öte yandan, gelenekte, ayrım gözetilmeksizin herkese
ait olan ortak bir yön daha vardı. İşte, şimdi geleneğin bu zahiri kısmından
söz etmek istiyoruz. O zamanlar Katolikliğin temsil ettiği Batı geleneği,
görünüşte özellikle dinsel biçimli bir gelenekti. Bu yüzden geleneksel
düşünceye karşı yapılan isyanı, dinsel alanda aramamız gerekcek; bu isyan
belirli bir şekil alınca, Protestanlık adını almıştır; ve bunun bireyciliğin
bir tezahürü olduğunu anlamak kolaydır; öyle ki dine uygulanışı içinde
değerlendirilince, bunun bireyciliğin bir tezahüründen başka bir şey olmadığını
söyleyebiliriz. İşte modern dünyayı bu inkâr oluşturmuştur; tıpkı onu
oluşturturduğu gibi, Protestanlığı da bu inkâr oluşturmuştur; bizzat
bireyciliğin özünü teşkil eden bu inkâr, ilkelerin inkârından başka bir şey
değildir; burada da yine, bireyciliğin bir sonucu olan, anarşi ve çözülme
durumunun en çarpıcı örneklerinden birini görebilmekteyiz.
Kim bireyciliği
kabul ederse, zorunlu olarak bireyden üstün bir otoriteyi ve bireysel akıldan
üstün bir anlama yeteneğini kabul etmeyip reddetmiş olur. Bu ikisi birbirinden
ayrılamaz. Buna göre, modern düşünce kaynağını insan üstü (supra bumain)
düzeyden alan, kelimenin tam gerçek anlamıyla, her tür manevi otoriteyi ve büründüğü
şekli ne olursa olsun -zaten bu şekil uygarlıklara göre değişir- özü
itibariyle böyle bir otorite üzerinde temellenen her tür geleneksel teşkilatı
dışlamak zorundaydı. Gerçekten de bu böyle olmuştur: Batının dinsel geleneğini
yasal bir şekilde yorumlamakta yetkili olan örgüt otoritesi yerine
Protestanlık, "özgür araştırma” dediği şeyi, yani herkesin, hatta
cahillerin ve yetkisizlerin keyfine bırakılan ve sadece insan aklının deneyi
üzerine kurulan yorumu ikame ettiğini ileri sürdü. O halde bu, felsefede
”akılcılık”ın ulaşacağı noktanın dinsel alandaki benzeriydi. Böylece bütün
tartışmalara, bütün ayrılıklara, bütün sapmalara açık kapı bırakılıyordu. Sonuç
olması gerektiği gibi oldu: Her biri sadece birkaç bireyin özel düşüncesini
yansıtan daima çoğalan bir yığın mezhep içerisinde dağılış, bölünüş... Bu
koşullarda öğreti üzerinde anlaşmak imkânsız olduğu için, öğreti çabucak ikinci
plâna atıldı; ilk
plâna dinin ikinci yanı, yani ahlâk geçti: Günümüz Protestanlığında çok
hissedilen bu "ahlâkçılıkla yozlaşma buradan ileri gelmektedir. Burada
felsefe konusunda belirttiğimiz hususa paralel bir olay ortaya çıktı; öğretisel
çözülme, dinin entellektüel öğelerinin kayboluşu, şu kaçınılmaz sonucu peşinden
sürüklüyordu: İnsan "akılcılıksan hareket edince, "duygusalcılık"a
düşmek zorundaydı. Bunun en çarpıcı örneklerini Anglosakson ülkelerinde
bulabiliyoruz. Öyleyse burada söz konusu olan, alanı daraltılmış ve bozulmuş
şekliyle de olsa, din değil, sadece "din duygusu"dur, yani hiçbir
gerçek bilgiyle doğruluğu ispatlanmayan, bulanık duygusal özlemlerdir. İnsanın
İlâhi olanla irtibata geçmesini sağlayacak vasıtanın "bilinçaltı"
olduğunu söyleyecek kadar ileri giden, William James'in "dini
tecrübe" kuramı gibi kuramlar bu son aşamaya tekabül eder. Burada dinsel
çöküşün son ürünleri, felsefi çöküşün ürünleriyle kaynaşmaktadır: "dini
tecrübe" "pragmatizm"e katılmakta ve pragmatizm adına sınırlı
bir tanrı fikrinin sonsuz bir tanrı fikrinden daha "avantajlı" olduğu
salık verilmektedir. Çünkü onun için, üstün bir insan hakkında duyulan
duygulara benzer duygular duyabiliriz; aynı zamanda "bilinçaltına yapılan
çağrıyla buradan ruh çağırmacılığa ve diğer eserlerde incelemiş olduğumuz,
çağımızın karakteristiği olan "sözde-dinler"e ulaşılmaktadır. Öte
yandan, Protestan ahlâkı, bütün öğretisel temellerini gittikçe saf dışı ederek
sonunda "laik ahlâk" diyebileceğimiz bir ahlâk içinde tamamen
yozlaşmıştır. Bu laik ahlâk, her tür dini düşünceye karşı olan hasımları olduğu
kadar "liberal Protestanlık"ın bütün kollarının temsilcilerini de
kendi taraftarları arasında saymaktadır. Aslında ötekilerinde ve berikilerinde
aynı eğilimler ağır basmaktadır; tek fark şu ki ahlâkın kapsamına giren
şeylerin mantıksal gelişiminde hepsi aynı derecede ileri gitmemektedirler.
Gerçekten din tamamen geleneğin
bir şekli olduğu için, gelenek karşıtı anlayış ancak dine karşı bir anlayış
olabilir. İşe dinin özünü değiştirmekle başlar ve yapabilirse, sonunda dini
tamamen ortadan kaldırır. Protestanlık bir yandan dini tamamen yumuşatmaya ve
”insanileştirme”ye uğraşırken, öte yandan da her şeye rağmen, insan üstü (supra
bumain), bir öğenin, yani vahyin en azından teoride sürüp gitmesini
sağlaması bakımından mantık dışı oluyor; inkârı sonuna kadar götürmeye cüret
edemiyor. Ama, bu vahyi, tamamen insani yorumların sonucu olan tartışmalara
teslim etmekle de onu gerçekten hiçbir şey olmamaya indirgiyor. Ayrıca
kendilerinin "Hıristiyan" olduklarını iddia etmekte direndikleri
halde, İsa'nın tanrısallığını bile artık kabul etmeyen insanlar görülünce, bu
insanların- belki bunu tahmin bile etmeksizin- gerçek Hıristiyanlığa yakın olmaktan
çok tam bir inkâra yakın oldukların söylemek mümkündür; nitekim benzer
çelişkiler insanı pek şaşırtmamalıdır, çünkü, nasıl ki Protestanlığın sürekli
bölünüşü, daha önce de söylediğimiz gibi, her yerde modern hayatta ve modern
bilimlerde bulunan, çokluk içinde dağılmanın pek çok belirtilerinden biriyse,
bu çelişkiler de çağımızdaki düzensizlik ve kargaşanın bütün alanlardaki
belirtilerinden biridir. Öte yandan Protestanlığın, kendisini canlandıran
inkâr düşüncesiyle, sözümona "dinler tarihçileri"nin ellerinde her
dine karşı savaş silahı olan bu bozguncu "eleştiri"ye yol açması ve
böylece kutsal Kitaplardan başka bir otorite tanımadığını ileri sürdüğü halde,
büyük ölçüde aynı otoritenin, yani hâlâ muhafaza ettiği geleneğin asgarisinin
de tahribine katkıda bulunması doğaldır. Geleneksel düşünceye karşı başkaldırı
bir kez başladı mı, tabii ki yarı yolda kalamazdı.
Buna şöyle bir itiraz
yapılabilir: Katolik örgütünden tamamen ayrılmasına rağmen, gene de
Protestanlığın Kutsal kitapları kabul etmesiyle, Kutsal kitapların içerdiği
geleneksel öğretiyi korumuş olması mümkün olamaz mı? Bu, böyle bir varsayımın
tamamen tersi olan "özgür araştırma"nın buyur edilmesidir, çünkü bu
bireysel bütün düşünüşlere olanak vermektedir. Zaten öğretinin korunması,
düzenli bir geleneksel öğretimi gerektirir. Bu öğretimle geleneğin ilkelerine
uygun yorum devam ettirilir. Gerçekten de bu öğretim, Batı dünyasında
Katoliklikle özdeşleşmişti. Kuşkusuz başka uygarlıklarda da buna tekabül eden
işlevi yerine getirmek için, bundan çok farklı şekillerde teşkilatlar olabilir;
ama burada söz konusu olan, özel durumlarıyla birlikte Batı uygarlığıdır.
Öyleyse, örneğin Hindistan’da, Papalığa benzer hiçbir kurumun olmayışını ileri
süremeyiz. Burada durum çok farklıdır: Önce Hindistan’daki durumun, kelimenin
Batıdaki anlamıyla, dinsel biçimli bir gelenekle ilgisi yoktur; dolayısıyla
geleneğin korunduğu ve aktarıldığı araçlar da aynı olmayabilir; sonra da Hint
düşüncesi Avrupa düşüncesinden tamamen farklı olduğundan, Hindistan’da gelenek
kendi kendine bir güce sahip olabilir. Avrupa’da gelenek, dış yapısında çok
daha belirgin bir kuruluş desteği olmadan bu güce sahip olamaz. Hıristiyanlığın
başından beri Batı geleneğinin zorunlu olarak dinsel bir kisveye bürünmek
zorunda olduğunu daha önce söylemiştik. Oldukça karmaşık değerlendirmelere
başvurmadan bütünüyle anlaşılmayacak olan, bütün sebepleri burada tek tek
açıklamak çok uzun yer tutar. Ama göz önünde bulundurmayı red- dedemediğimiz
bir olgu var ve bu yüzden
benzeri bir geleneksel biçime uygun olan kuruluşla ilgili olarak ondan çıkacak
tüm sonuçları da kabul etmek gerekir.
Öte yandan yukarıda
da belirttiğimiz gibi, her şeye rağmen, Batıda geleneksel düşünceye ait hâlâ
sürüp giden ne varsa sadece Katoliklikte bulunduğu kesindir. En azından bu
noktada, modern düşüncenin her tür zararından korunmuş olarak, geleneğin tam
bir muhafazasından söz edilebileceği anlamına gelmez mi bu? Ne yazık ki durum
hiç de öyle gibi gözükmüyor; ya da daha açıkça konuşacak olursak, her ne kadar
geleneğin özü bozulmamış bir halde kalmışsa da, ki büyük ölçüde böyledir,
geleneğin derin anlamının çok az sayıdaki bir elit tarafından bile gerçekten
anlaşılmış olduğu çok şüphelidir; böyle bir elitin varlığı ya bir eylemle ya da
daha çok bir etkiyle kendini gösterirdi; oysaki hiçbir yerde onun izine
rastlamıyoruz. Öyleyse, büyük bir olasılıkla ancak gizli diyebileceğimiz bir
durumda bulunan ve bugün hiç kimse için anlaşılır olmasa bile, anlayacak
güçte olanlara geleneğin anlamını yeniden anlamalarına her zaman imkân veren
bir muhafaza söz konusudur. Nitekim dini alan dışında, Batı dünyasının
şurasında burasında dağınık durumda bulunan eski geleneksel öğretilerden sürüp
gelen ve ne oldukları bilinmeden korunan pek çok işaret ve simgeler vardır.
Benzeri durumlarda bir tür uykuya dalmış olanları uyandırmak, kaybolmuş
anlayışları yeniden canlandırmak için, tamamen diri olan geleneksel düşünceyle
temasa geçmek gereklidir. Yine şunu bir kez söyleyelim ki eğer batı kendi öz
geleneğinin bilincine yeniden varmak istiyorsa, doğunun yardımına özellikle
burada muhtaç olacaktır.
yani şimdiki çevrimin sonuna
kadar sürmesi gerekiyor.
Az önce
söylediklerimiz tamamen Katolikliğin, kendi ilkesi gereği, kendi içinde sürekli
ve değişmez bir biçimde taşıdığı imkânlarla ilgilidir. Öyleyse burada, modern
düşüncenin etkisi az ya da çok uzun bir dönem boyunca, bazı şeylerin gerçekten
anlaşılmasını ister istemez engellemekle yetinmektedir. Buna karşılık
Katolikliğin bugünkü durumundan söz ederken, eğer bununla bizzat katoliklerin
büyük çoğunluğunca anlaşılan biçimi anlatılmak istenseydi, -bu ifade özü
itibariyle gerçekte olumsuz olan bir şey yerine kullanılabilirse- modern
düşüncenin daha olumlu bir eylemini saptamak zorunda kalacaktık. Bu konuda
düşündüklerimiz, kendisine açıkça "modernizm" adı verilen ve
Protestan düşüncesinin bizzat katolik Kilisesi içine sızma girişiminden başka
bir şey olmayan bir hareket gibi, neyse ki başarısızlıkla sonuçlanmıştır,
sadece çok net olarak belirtilmiş hareketler değildir. Bu, özellikle çok daha
genel, çok daha yaygın, ve çok daha zor kavranabilen, dolayısıyla da çok daha
tehlikeli bir ruh halidir; çünkü etkilenenler çoğu kez kesinlikle bunun
bilincinde değillerdir. İnsan kendisini içtenlikle "dindar" sanabilir
ve aslında hiç de öyle olmayabilir; ya da gerçek geleneksel düşünce konusunda
en küçük bir bilgiye sahip olmadığı halde, kendisinin "gelenekçi"
olduğunu söyleyebilir; bu da yine çağımızın zihinsel düzensizliğinin belirtilerinden
biridir. Belirttiğimiz, ruh hali, her şeyden önce, eğer ifade yerindeyse, dini
"küçültüp önemsiz gibi göstermek"ten, onu kıyıya atılmış bir şey
haline getirmekten, ona çok sınırlı ve mümkün olduğu kadar dar bir yer vermekle
yetinmekten, onu hayatın diğer geri kalan kısmı üzerinde hiçbir gerçek etkisi
olmayan ve bir tür su geçirmez bir bölmeyle hayattan soyutlanan bir şey haline
getirmekten ibarettir. Bugün günlük hayatta, en "dinsiz"
çağdaşlarının düşünme ve yaşama tarzlarından açıkça farklı düşünüp farklı
yaşayan ne kadar Katolik vardır? Bu da aşağı yukarı öğreti konusunda tam bir
bilgisizlik ve hatta öğretiyle ilgili ne varsa onlara karşı tam bir
ilgisizliktir. Çoklarına göre din, bir ''görenek1' demesek de basit
olarak bir "uygulama" ve alışkanlık işidir. Onlar dinle ilgili ne
olursa olsun, onu anlamaya çalışmaktan özenle kaçınırlar ve hatta bazıları dini
anlamanın yararsız olduğunu veya belki de dinde anlaşılacak bir şey olmadığını
düşünürler. Zaten din gerçekten anlaşılsaydı, insan uğraşları arasında ona bu
kadar düşük ve önemsiz bir yer verir miydi? O halde öğreti, gerçekte unutulmuş
veya hemen hemen hiçe indirgenmiştir; bu da özellikle Protestan anlayışını
andırmaktadır, çünkü her tür entellektüaliteye zıt olan aynı modern
eğilimlerin bir sonucudur. İşin en kötü yanı da, genel olarak verilen
öğretimin, bu ruh haline karşı çıkacağı yerde, aksine kendisini ona iyice
uydururarak ona yardımcı olmasıdır: Sürekli ahlâktan söz edilmekte, anlaşılmayacağı
bahanesiyle öğretiden hemen hemen hiç söz edilmemektedir. Şimdilerde din, artık
"ahlâkçılık"tan başka bir şey değildir ya da en azından öyle
gözüküyor ki hiç kimse dinin gerçekten ne olduğunu bilmek istemiyor; oysaki
din apayrı bir şeydir. Bununla birlikte, her ne kadar bazen gene de öğretiden
söz ederlerse de bunu, kendi "ladini" alanlarında öğretiyi
düşmanlarla tartışarak çoğunlukla onu alçaltmak için yaparlar. Bunun sonu da,
kaçınılmaz olarak kendilerine çok haksız imtiyazlar vermeye varır. İşte böylece
modern "eleştiri"nin sözümona sonuçlarını az ya da geniş bir ölçüde
göz önünde bulundurmak zorunda olduklarına özellikle inanırlar, oysaki bir
başka görüş açısından bakınca, onların bomboş olduğunu göstermekten daha kolay
bir şey yoktur. Bu koşullarda, gerçek geleneksel düşünceden geriye ne kalır ki?
Bireyciliğin dinsel alandaki
belirtilerini incelerken ulaştığımız bu nokta, yani biraz konunun dışına çıkma,
bize yararsız gözükmüyor, çünkü bu ifadeler kötülüğün, bu açıdan ilk bakışta
sanıldığından daha ciddi ve daha yaygın olduğunu göstermektedir. Öte yandan, bu
ifadeler bizi ele aldığımız sorundan hiç de o denli uzaklaştırma- maktadır,
hatta yaptığımız son tespit ve uyarı doğrudan o sorunla ilgilidir. Çünkü
tartışma düşüncesini her yere sokan da yine bu bireyciliktir. Kendi tabiatları
gereği, tartışılamayacak şeylerin de bulunduğunu çağdaşlarımıza anlatmak
oldukça güçtür. Modern insan kendisini hakikat seviyesine yükseltmeye
çalışacağı yerde, hakikati kendi seviyesine indirmek istemektedir. Kendilerine
'•geleneksel bilimler”den veya saf metafizikten söz edildiği zaman, sadece
"lâdinî bilim"in ve "felsefe"nin söz konusu olduğunu
düşünen bu kadar çok insanın bulunması kuşkusuz bu nedenledir. Kişisel kanılar
alanında her zaman tartışma olabilir, çünkü insan aklî düzeyi aşamaz ve çünkü
insan hiçbir üstün ilkeye başvurmayınca, bir konuyu ”leh”de ve
"aleyh"de savunmak için az ya da çok geçerli kanıtları kolayca
bulabilir. Çoğu durumlarda, hiçbir çözüme ulaşmaksızın sürekli olarak
tartışmayı sürdürebilir insan. İşte bu yüzden hemen hemen bütün modern felsefe,
iki anlama gelebilen ifadelerden ve çok kötü bir şekilde ortaya konulan
meselelerden oluşmuştur. Genellikle sanıldığı gibi, tartışma sorunlara açıklık
getirmesi bir yana, çoğu kez sorunları değiştirip başka yöne kaydırmakta ve
onları daha da anlaşılmaz kılmaktadır. Bunun da en olağan sonucu, herkesin
hasmını ikna etmeye çalışarak, kendi kanaatına eskisinden daha çok bağlanması
ve eskisinden daha fazla tekelci bir tarzda onda ısrar etmesidir. Aslında bütün
bunlarda, hakikat bilgisine ulaşmak söz konusu değildir. Fakat her şeye rağmen,
haklı olmak ya da başkalarını buna inandırmasa da en azından kendisini haklı
olduğuna inandırmak söz konusudur. Nitekim bu üzücü bir durumdur, çünkü Batı
düşüncesinin en belirgin öğelerinden biri olan "kendi dinini yayma"
ihtiyacı işe karışıyor daima. Bazen kelimenin en bayağı ve kötü anlamıyla
bireycilik daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır: Böylece bir insanın
eserini, o insanın özel yaşamı hakkında bildikleriyle yargılamak isteyen
insanları her an görmüyor muyuz? Sanki bu iki şey arasında herhangi bir bağıntı
kurulabilirmiş gibi. Bu arada belirtelim ki, ayrıntı merakına bağlı olarak,
"büyük insanların yaşamlarındaki en küçük özel durumlara verilen önem,
gösterilen ilgi ve onların yaptıkları her şeyi bir çeşit
"psiko-fizyolojik" tahlille açıklama kuruntusuna kapılma aynı
eğilimden doğmaktadır; bütün bunlar, çağdaş zihniyetin gerçekten ne olduğunu
anlamak isteyen için oldukça anlamlıdır.
Ama biz bir an
için, tartışmanın gereksiz olduğu alanlara tartışma alışkanlığının sokulması
konusu üzerinde biraz duralım ve açıkça şunu söyleyelim: "savunucu" (apologetique)
tutum kendi içinde son derece zayıf bir tutumdur, çünkü kelimenin hukuki
anlamıyla, salt "savunmacı"dır (defensive). Bunun anlamı, bir
avukatın savunma söylevi demek olan ve İngilizce gibi bir dilde bugün "excuse"y
"özür" anlamını alan "savunma"(apologie) kelimesinden
türeyen bir terimle belirtilmiş olması da boşuna değildir. O halde "dini
savunma biçimi"ne (l’apologetique) verilen üstün önem, dinsel
düşüncenin gerilemesinin tartışılmaz bir belirtisidir. Bu zayıflık, az önce
dediğimiz gibi, "dini savunma biçimi", \ metot ve görüş açısı
bakımından tamamen "lâdinî" tartışmalara dönüşünce, daha da
belirginleşir. Bu metotla ve bu görüş açısıyla din, felsefi ve bilimsel ya da
sözde bilimsel olan en olumsal (contingent) ve en varsayımsal (hypothetique)
kuramlarla aynı plâna konulmaktadır ve "uzlaştırıcı" görünmek
için, her dini sadece ortadan kaldırmak amacıyla icat edilen kavramlar bir
ölçüye kadar kabul bile edilmektedir. Böyle davrananlar, kendilerinin az ya da
çok yetkili temsilcileri olduğunu sandıkları öğretinin gerçek özelliğinden son
derece habersiz olduklarının kanıtını gene kendileri göstermektedir. Geleneksel
bir öğreti adına konuşmakta yetkili olanlar, "lâdinî” çevrelerle ne tartışırlar
ne de onlarla bir "polemiğe” girerler. Onların görevi, anlayabilenler
için, öğretiyi olduğu gibi anlatmak ve aynı zamanda, nerede olursa olsun,
hatayı bulup bildirmek ve gerçek bilginin ışıklarını üzerine çevirerek hatayı
olduğu gibi göstermektir. Onların işlevi bir kavgaya girişip, orada öğretiyi
tehlikeye düşürmek değil, tersine kesin olarak bildirmek zorunda oldukları
ilkelere gerçekten sahiplerse, taşıma hakkına sahip oldukları düşünceyi
taşımaktır. Kavga alanı eylem alanıdır, yani bireysel ve geçici alandır.
"Haraketsiz hareket ettirici güç”, hareket haline geçmeksizin hareketi
üretir ve yönetir. Bilgi, eylemin değişimlerine katılmaksızın, eylemi
aydınlatır; manevi olan maddi olana kılavuzluk eder. Böylece her şey, kendi
düzeyinde, evrensel hiyerarşide, kendisine ait olan sırada kalır; ama modern
dünyada, hâlâ gerçek bir hiyerarşi kavramı nerede bulunabilir ki? Artık hiçbir
şey ve hiçbir kimse normal olarak olması gereken yerde değildir; insanlar artık
manevi alanda hiçbir gerçek yetki, maddi alanda ise hiçbir yasal güç
tanımıyorlar, "lâdinî” çevreler rahat rahat, kutsal şeyleri tartışmakta,
onların niteliğine hatta varoluşuna bile itiraz etmektedirler. Bu, astın üstü
yargılaması, bilgisizliğin bilgelik önüne engeller koyması, yanlışın hakikate
üstün gelmesi, beşerî olanın İlâhi olanın yerini alması, yerin göğü yenmesi,
bireyin kendisini her şeyin ölçüsü yapması ve tamamen kendi nisbî ve
yanılabilir aklından çıkardığı yasaları evrene zorla benimsetmeye
kalkışmasıdır. "Vay halinize sizin, kör klavuzlar!" denilmekte
Incil'de; bugün gerçekten her yerde, sadece başka körleri yöneten ve eğer
zamanında durdurulmazlarsa kaçınılmaz olarak onları da kendileriyle birlikte
helak olacakları duruma doğru götüren körleri görmekteyiz!
Altıncı Bölüm
Bu incelemede, bizi ancak çok
dolaylı olarak ilgilendiren toplumsal görüş açısına özellikle bağlı kalmayı
düşünmüyoruz, çünkü bu görüş açısı, temel ilkelerden oldukça uzak bir
uygulamayı temsil etmektedir ve gene çünkü, ne olursa olsun, modern dünyanın
yeniden düzelmesi hiç de bu alanda başlamayacaktır. Bu düzeltme işine gerçekten
ters yönde gidilmişse, yani ilkelerden hareket etmek yerine sonuçlardan hareket
edilmişse, modern dünyanın ayağa kalkması, ister istemek ciddi bir temelden
yoksun kalacak ve tamamen aldatıcı olacaktır. Bundan istikrarlı, kalıcı hiçbir
şey çıkmayacak ve her şeye habire yeniden başlanacaktır. Çünkü her şeyden önce,
temel hakikatler üzerinde anlaşmaya varma ihmal edilmektedir. Bu nedenle
kelimeye en geniş anlamını vererek de olsa, siyasal olaylara bir çağın
zihniyetinin basit dış göstergeler değerinden başka bir değer vermek bizim için
mümkün değildir. Âma bu ilişki altında bile, modern kargaşanın belirtilerini
tamamen susuşla geçiştirenleyiz.
Yukarıda belirttiğimiz gibi,
Batı dünyasının bugünkü durumunda, hiç kimse kendi tabiatı gereği normal
olarak kendisine uygun olan yerde bulunmuyor. Kastların artık mevcut olmadığını
söylerken denmek istenen de budur, çünkü gerçek geleneksel anlamında an-
laşılırsa kast,
aslında içerdiği bütün özel yetenekleriyle kişisel yaratılıştan başka bir şey
değildir. Bu özel yetenekler her insanın şu ya da bu belirli bir işlevi
gerçekleştirmesini sağlar. Her hangi bir göreve gelmek, artık hiçbir yasal
kurala bağlı bulunmadığına göre, bundan kaçınılmaz olarak herkesin, ne olursa
olsun her şeyi yapabileceği ve çoğu kez de en az yetkili olduğu şeyi yapacağı
sonucu çıkmaktadır. Toplumda kişinin oynayacağı rol, gerçekte var olmayan bir
tesadüfle değil de , tesadüf sanısı verebilecek şeyle, yani her
çeşit tesadüfi durumların birbirine girip karmakarışık olmasıyla belirlenecektir.
Burada en az gözükecek olan faktör, benzeri durumda hesap edilmesi gereken tek
faktör olacaktır, yani bununla insanlar arasında mevcut yaratılış farklılıklarını
kastediyoruz. Bütün bu kargaşanın sebebi, tüm toplumsal hiyerarşinin inkârını
da peşinden sürükleyen bizzat bu farkların inkârıdır. Bu inkâr, önce belki de
az bilinçliydi ve kuramsal olmaktan çok uygulamayla ilgiliydi. Çünkü kastların
birbirine karışması onların tamamen ortadan kaldırılmalarından öncedir; veya
başka bir deyişle, farkları hiç hesaba katmamayı başarmadan önce, bireylerin
tabiatı konusunda yanılgıya düşülmüştür. Bu inkâr diyoruz, daha sonra
modernlerce "eşitlik" adı altında sözde-ilke haline getirilmiştir. İki
varlığın, gerçekten hem birbirinden farklı hem de her bakımdan aralarında bir
benzerlik olamayacağı gibi basit bir nedenle, eşitliğin hiçbir yerde
bulunamayacağını göstermek çok kolaydır. Bu hayalî düşünceden doğan tüm saçma
sonuçları ortaya çıkarmak gene de çok kolaydır; örneğin, sanki herkes aynı şeyi
eşit şekilde anlamaya eyverişliymiş gibi ve sanki aynı yöntemler, onlara bunu
anlatabilmek için aralarında ayrım gözetmeksizin herkese uygun geliyormuş gibi,
herkese aynı öğretimi uygulayarak bu düşünce adına her yerde tam bir
tekbiçimcilik (uniformite) uyandırmak istenmektedir. Nitekim daha sonra
açıklayacağımız nedenlerden ötürü, modern dünyanın her tarafında meydana
geldiği gibi, sadece ilkel ve karmakarışık kavramlar birikiminin amaçlandığı ve
niteliğin niceliğe tamamen feda edildiği, bugünkü öğretimin bütünüyle laftan
ibaret olan (verbale) ve sadece kitaba bağlı kalınan “kitabî” (livresque),
anlayışı içinde, gerçekten ”anlamak”tan daha ziyade "öğrenmek”mi, söz
konusudur, yani hafıza, aklın ve zekânın yerine mi konulmak isteniyor diye
soruyor insan kendi kendine: Bu, her zaman çokluk içinde dağılma demektir.
Burada “zorunlu öğretim“in zararları hakkında da söylenecek çok şey vardır; ama
şimdi bu konu üzerinde durmanın sırası değildir; kendimize çizdiğimiz çerçevenin
dışına çıkmamak için, bugün hiçbirini unutmadan art arda saymayı iddia
edemeyeceğimiz kadar çok sayıda olan bu düzensizlik öğelerinden biri olarak
“eşitlikçi” (egalitaire) kavramların özel bir sonucu olduğunu bu arada
belirtip geçelim.
Doğal olarak
"eşitlik", "kalkınma" veya hemen hemen tüm çağdaşlarımızın
körü körüne kabul ettiği ve pek çoğununun XVIII. yüzyıl boyunca net olarak
ifade edilmeye başlandığı, öteki "laik dogmalar” gibi kavramlarla
karşılaştığımız zaman, bu tür düşüncelerin kendiliğinden ortaya çıktığını
kabul etmek bizim için mümkün değildir. Kısacası bunlar, etkilerini ancak
etkili olabilmek için önceden hazırlanmış bir ortamda gösteren, kelimenin tam
anlamıyla gerçek "telkinler"dir. Bunlar modern çağı belirleyen ruh
halini kafadan uydurmadılar, ama o ruh halinin geniş bir şekilde
sürdürülmesine, onun geliştirilmesine katkıda bulundular; öyle ki eğer bu
telkinler olmasaydı, hiç kuşkusuz bu ruh hali bu noktaya ulaşamazdı.
Bu"telkinler" ortadan kalkacak olsa, genel zihniyet neredeyse yönünü
değiştirmek zorunda kalır. Bu nedenle bunlar, karkaşayı artırmasalar bile, onu
sürdürmekte bazı çıkarları olanlarca, çok büyük bir özenle korunmaktadır. Yine
bu yüzden, her şeyin tartışmaya açıldığının ileri sürüldüğü bir çağda,
tartışılmalarına asla izin verilmeyen yegâne konular bunlardır. Zaten benzeri
düşünceleri yayanların içtenlik derecelerini doğru olarak saptamak bazı
insanların kendi yalanlarına kendilerinin ne ölçüde takıldıklarını ve
başkalarını etkilerken kendilerini ne derecede etkilediklerini bilmek güçtür.
Hatta bu tür bir propagandada, aldanmış rolü oynayanlar çoğunlukla çok iyi alet
olmaktadırlar, çünkü onlar inanmış gibi gözükmekte güçlük çektikleri bir
kanaat taşırlar. Ama bütün bunların ardında ve en azından kökeninde çok daha
bilinçli bir eylem ve ancak piyasaya sürdükleri fikirler hakkında ne
yapacaklarını çok iyi bilen insanların yapabileceği bir idare gereklidir.
"Fikirlerden söz ettik, ama bu sözcüğün burada kullanılması çok yanlıştır,
çünkü, şurası gayet açıktır ki, burada ne saf fikirler ne de uzaktan yakından
entellektüel düzeye ait olan bir şey söz konusudur: Daha doğrusu bunlar,
özellikle duygusal tepkiler uyandırmayı amaçlayan, kitleler üzerinde etki
yapmak için gerçekten en etkin ve en kolay vasıta olan sahte fikirlerdir; "sözde
fikirler" denmesi daha doğru olur. Bu bağlamda zaten sözcük, simgesi
olduğu kabul edilen kavramın öneminden daha büyük bir önemi haizdir. Modern
"putlar"ın çoğu ise, gerçekten sadece sözcüklerdir, çünkü burada
"lafçılık" (Verbalisme) diye bilinen tuhaf durum meydana
gelmektedir. Bu durumda sözcüklerin ahenkli oluşu düşünce izlenimi vermeye
yetmektedir. Hatiplerin kalabalıklar üzerinde bıraktıkları etki bu bakımdan
özellikle ilginçtir. Burada tamamen ipnotizmacıların telkinine benzer bir
telkin usulünün söz konusu olduğunu anlamak için, konuyu çok yakından
incelemeye ihtiyaç yoktur.
Ama bu düşünceler üzerinde daha
fazla durmayalım ve gerçek hiyerarşinin inkâr edilmesinin doğurduğu sonuçlara
dönelim. Şunu hemen belirtelim ki olayların bugünkü durumunda, bir insan kendi
işlevini sadece istisnai bir şekilde ve rastlantı sonucu olarak yerine getirmiyor,
oysa normal olarak istisna olması gereken tam tersi bir durumdur, fakat aynı
zamanda bazen öyle oluyor ki aynı insanın, sanki yeteneklerini istediği zaman
değiştirebilirmiş gibi, sırayla tamamen farklı görevleri yerine getirmesi
isteniyor. Böyle aşırı derecede bir "uzmanlaşma" çağında bu durum
akla aykırı gibi görünebilir, ama özellikle siyasal alanda durum böyle
olmaktadır. Her ne kadar "uzmanların istidadı çoğu kez çok aldatıcı ve her
halükârda çok dar bir alan içinde sınırlandırılmışsa da, bununla birlikte bu
istidada inanıldığı da bir gerçektir; tam istidatsızlığın bile nadiren bir
engel teşkil ettiği, siyaset adamlarının mesleği söz konusu olduğu zaman, peki
nasıl oluyor da bu inanç hiçbir rol oynamıyor diye soruyor insan kendi kendine.
Bununla birlikte, iyi düşünülürse, bu konuda hayret edilebilecek hiçbir şeyin
olmadığı ve kısaca bunun "demokratik" anlayışın çok doğal bir sonucu
olduğu kolayca görülür; demokratik anlayış gereğince iktidar aşağıdan gelir ve
temel olarak çoğunluğa dayanır; bu da zorunlu olarak her gerçek istidadın
dışta bırakılması doğal sonucunu doğurur, çünkü istidat her zaman bir
üstünlüktür, en azından nisbi bir üstünlüktür ve ancak çok az sayıda insana
özgü olabilir.
Burada bir yandan,
"demokratik" düşüncenin altında gizlenen safsataları, öte yandan da,
bu düşünceyi modern zihniyetin bütününe bağlayan bağlan belirtmek için bazı
açıklamalar yapmak yararlı olacaktır. Kendi görüş açımız belli olduğundan, bu
gözlemlerin, uzaktan ve yakından karışmak istemediğimiz her tür parti sorunlarının
ve her tür siyasal çekişmenin dışında dile getirileceğine işaret etmek de bir
yerde gereksizdir. Hangisi olursa olsun, başka bir inceleme konusunda
davranacağımız gibi, bu olayları incelerken de mutlak bir tarafsızlıkla
inceliyoruz. Bütün bunların temelinde nelerin yattığını mümkün olduğu kadar net
bir şekilde anlamaya çalışıyoruz. Bu tutumumuz, çadaşlarımızın bu konuda içine
düştükleri bütün yanılsamaların dağılması için de zorunlu ve biricik koşuldur.
Biraz farklı olmalarına rağmen, yine de birbirine bağlı fikirler hakkında az
önce dediğimiz gibi, burada da gerçekten "telkin” söz konusudur. İnsan
bunun sadece bir telkin olduğunu bilir bilmez ve nasıl etki ettiğini anlar
anlamaz artık telkin etkili olamaz. Bu tür şeylere karşı bugün Alman filozoflarından
alınan özel deyişle denildiği gibi, biraz derince ve tamamen "nesnel” bir
inceleme, hiçbir şeyi kanıtlamayan ve sadece basit, kişisel tercihlerin
ifadesi olan, tüm duygusal, tumturaklı sözlerden ve parti polemiklerinden çok
daha başka türlü etkili olmaktadır.
"Demokrasiye
karşı yapılacak en kararlı, en çarpıcı eleştiri birkaç kelimeyle özetlenebilir:
Üstün olan aşağı olandan doğamaz, çünkü "büyük” "küçük”ten çıkamaz;
kendisine karşı hiçbir şeyin karşı çıkamayacağı mutlak bir kesinliktir bu.
Başka bir alana uygulanınca, aynı eleştirinin "materyalizm /
maddecilik" için de geçerli olduğunu belirtmek yerinde olur; bu uygunlukta
tesadüfi hiçbir şey yoktur; bu iki şey ilk anda, sanıldığından daha çok sıkı
bir şekilde birbirine bağlıdır. Şurası gün gibi açıktır ki, halk bizzat sahip
olmadığı bir gücü başkasına veremez. Gerçek iktidar ancak yukarıdan gelebilir.
Bu nedenle sırası gelmişken söyleyelim, ancak sosyal alandan yüksek olan bir
şeyin, yani manevi bir otoritenin tasvibiyle bu iktidar meşru kabul edilebilir;
eğer durum başka türlü olursa, bu olsa olsa ancak bir iktidar taklidi, ilke
yokluğundan dolayı haklı görülemeyen, meşru sayılamayan ve içinde sadece
düzensizlik ve kargaşanın hüküm sürdüğü bir durum olur. Maddi iktidar, manevi
otoriteden bağımsız olmak ve sonra siyasal amaçlarla kullanacağını iddia ederek
onu kendisine bağlamak isteyince, her tür hiyerarşinin altüst olduğu bir durum
başgösterir; bu da, daha başka zorbalıklara yol açacak olan ilk zorbalıktır.
Ayrıca diyebiliriz ki, örneğin XIV. yüzyıldan beri bizzat Fransız krallığı,
daha sonra kendisini devirecek olan ihtilali bilinçsizce hazırlamaya
çalışmıştır. Belki bir gün bu noktayı gerektiği gibi açıklayıp geliştirme
fırsatı bulacağız, şimdilik sadece çok kısa biçimde değinebiliyoruz.
Her ne kadar
"demokrasi", halkın bizzat kendi kendini yönetmesi diye
tanımlanıyorsa da, bu, gerçekten imkânsız bir şeydir; hatta ne çağımızda ne de
her hangi bir başka çağda basit bir gerçeklik payı olabilen bir şeydir.
Kendimizi kelimelerle aldatmayalım. Ayrıca insanların, aynı anda hem yöneten
hem de yönetilen olabileceklerini kabul etmek bir çelişkidir, çünkü Aristo’nun
ifadesiyle söyleyecek olursak, aynı varlık, aynı zamanda ve aynı ilgi içinde
hem "eylem halinde" (en act) hem de "kuvvet halinde"(en
puissance) olamaz. Burada zorunlu olarak iki terimin karşı karşıya olmasını
gerektiren bir ilişki vardır: gayri meşru da olsa ve bizzat kendilerine mal ettikleri
haktan başka iktidarda bir hakları olmasa da, eğer yöneticiler yoksa
yönetilenler de yoktur. Fakat modern dünyada yönetecilerin büyük ustalığı,
halkın kendi kendini yönettiğine halkı inandırmalarıdır. Halk da buna
memnuniyetle inanır, çünkü bununla pohpohlanmaktadır ve zaten bunun imkânsız
bir şey olduğunu göremeyecek kadar düşünceden yoksundur halk. İşte bu
yanılsamayı yaratmak için "kamuya oy hakkı" denen şey icat
edilmiştir: Yasayı koyanın, çoğunluğun kanaati olduğu farzediliyor; ama burada
farkına varılamayan husus, halkın kanaatinin çok kolayca yönlendirilebileceği
ve değiştirilebileceği hususudur. Uygun telkinler yardımıyla kamuoyunda her
zaman şu veya bu, belli bir yönde giden akımlar meydana getiriliebilir.
"Kamuoyu yaratmak" deyiminden ilk kez kimin söz ettiğini pek
bilmiyoruz ama, bu deyim tamamen doğrudur; gerçi sonucu elde etmek için gerekli
araçlara gerçekten sahip olanların, her zaman görünürdeki yöneticiler
olmadığını da söylemek gerekir. Bu son açıklama, en "önde gözüken"
politikacıların yetersizliğinin, niçin çok nisbi bir önem taşıyor gibi
göründüğünü kuşkusuz ortaya koymaktadır. Ama burada "idari
mekanizma" denilen mekanizmanın çarklarını parçalara ayırıp göstermek söz
konusu olmadığından, az önce sözünü ettiğimiz yanılsamayı sürdürmek için bu
yetersizliğin imkân sağladığını belirtmekle yetineceğiz: Gerçekten ancak bu
koşullarda, söz konusu politikacılar, bu görünümü vererek çoğunluktan çıkıyor
gibi gözükebilirler, çünkü hangi konuda görüşünü açıklamaya çağırılırsa
çağırılısın, çoğunluk her zaman bilgisiz insanlardan oluşur ve çoğunluğun
sayısı kararını, bilinçlice ve işin iç yüzünü bilerek verebilen insanların
sayısından kıyaslanamayacak kadar büyüktür.
Bu da bizi, yasayı
çoğunluğun yapması gerektiği düşüncesinin niçin temelden yanlış olduğunu
doğrudan doğruya söylemeye götürüyor. Çünkü bu düşünce kaçınılmaz olarak,
özellikle kuramsal da olsa ve fiilî bir gerçeğe tekabül etmese de, bunun modern
düşüncede nasıl yer ettiğini, tekabül ettiği ve hiç olmazsa görünüşte tatmin
ettiği eğilimlerinin neler olduğunu açıklamak gerekmektedir. Bunun en belirgin
kusuru ise az önce belirttiğimiz kusurdur: Çoğunluğun fikri ancak yetersizliğin
ifadesi olabilir; nitekim yetersizlik de akıl noksanlığından ya da düpedüz tam
bir bilgisizlikten ileri gelir. Yeri gelmişken "kollektif psikolojinin
bazı gözlemleri söz konusu edilebilir ve özellikle çok bilinen şu husus hatır-
latılabilir: Bir kalabalıkta, o kalabalığı meydana getiren bireyler arasında
meydana gelen zihinsel tepkilerin bütünü, ortalama bir düzeyde olmak şöyle
dursun, en aşağı öğelerinin düzeyinde olan bin çeşit bileşkenin oluşmasına yol
açmaktadır. Öte yandan, bazı modern filozofların "evrensel muvafakat”
dedikleri şeyi, sözümona "hakikatin misdakı" haline getirerek,
çoğunluğun görüşünü üste çıkaran "demokratik” kuramı nasıl entellektüel
düzeye taşımak istediklerini de belirtmek uygun olur: hatta üzerinde bütün
insanların anlaştığı bir sorunun gerçekten var olduğu farz edilse bile, bu
anlaşma kendi başına hiçbir şey kanıtlayamaz. Fakat öte yandan, bu oybirliği
gerçekten varsa bile bu durum çok şüphelidir, çünkü herhangi bir sorun hakkında
hiçbir düşüncesi olmayan ve hatta onu kendilerine hiçbir zaman sorun saymayan
pek çok insan vardır. Böyle bir oybirliğinin var olduğunu saptamak herhalde
olanaksızdır. Öyle ki bir görüş lehine ve o görüşün doğruluğunun göstergesi
olarak ileri sürülen şey, gene sadece çoğunluğun muvafakati olmaya
indirgenmektedir ve hatta mekân ve zaman içinde zorunlu olarak çok sınırlı bir
ortamla yetinilse bile, durum yine değişmez. Bu alanda, kuramın bir temelden
yoksun olduğu daha açıkça görülmektedir, çünkü, aksine siyasal olan söz konusu
olunca, hemen hemen kaçınılmaz olarak işin içine giren duygunun etkisinden
kurtulmak bu alanda daha kolaydır. Bazı şeylerin kavranılıp anlaşılmasında
başlıca engellerden biri de bu etkidir, hatta bu kavrayışa zahmetsizce ulaşmak
için yeterli derecede, genişçe bir entellektüel kapasiteye başka yoldan sahip
olanlarda bile bu etki bir engeldir. Heyecana bağlı duygular düşünceyi engeller.
Siyasetin en adî ustalıklarından biri de bu uzlaşmazlıktan çıkar sağlamaktır.
Fakat sorunu biraz daha
derinlemesine ele alalım: Modern hükümetlerin ileri sürdükleri ve haklılık
nedenlerini kendisinden çıkardıklarını iddia ettikleri bu çoğunluğun yasası
tam olarak nedir? Bu, sadece maddenin ve kaba kuvvetin yasasıdır; hatta bu yasa
gereğince, kendi ağırlığıyla sürklenen bir kitle, geçtiği yerde önüne çıkan her
şeyi ezer geçer. "Demokrasi" kavramıyla "materyalizm /
maddecilik" arasındaki birleşme noktası işte tam buradadır; ayrıca burası
aynı kavramın bugünkü zihniyetle bu kadar sıkı biçimde senli benli olmasını da
sağlamaktadır. Bu ise, normal düzenin altüst olmasıdır, çünkü bu çokluğun
üstünlüğünün, gerçekten sadece maddi dünyada mevcut olan üstünlüğün ilan edilmesidir
. Aksine manevi âlemde, kısacası evrensel alanda hiyerarşinin en üst
noktasında tevhid vardır, çünkü her çokluk kesinlikle bu tevhid ilkesinden
çıkar . Ama ilke inkâr edilirse ya da gözden ırak tutulursa, artık
geriye sadece, bizzat maddeyle özdeşleşen, saf çokluk kalır. Öte yandan, az
önce ağırlıkla ilgili yaptığımız hatırlatma, basit bir benzetmeden daha fazla
şeyler ifade eder, çünkü gerçekte ağırlık, kelimenin en olağan anlamıyla fizikî
kuvvetler alanında, varlık için gittikçe daralan bir sınır doğuran, aynı
zamanda çokluk yönünde ilerleyen ve burada gittikçe büyüyen bir yoğunlukla
simgelenen inici ve basırfç artırıcı bir eğilimi temsil eder .
Modern çağın başlangıcından beri, beşeri faaliyetin kendisine göre geliştiği
yönü belirleyen de gene bu eğilimdir. Belirtmek ■gerekir ki hem bölünebilme hem de sınırlanabilirle gücüyle madde skolastik öğretinin "bireyleme
ilkesi" (principe d'individuation) dediği şeydir. Ayrıca bu, şimdi
ortaya koyduğumuz değerlendirmeleri yukarıda "bireycilik" konusunda
söylediklerimize bağlamaktadır. Az önce söz konusu edilen eğilimin
"bireyseleştirici" eğilim olduğu da söylenebilir. Yahudi-Hıristiyan
geleneğinin, ilk tevhidden ayrılan varlıkların "düşüşü" diye
belirttiği şey de bu eğilime göre gerçekleşir . Çokluk kendi ilkesi
dışında ele alınınca, -tabii bu şekilde artık tevhide de ulaşamaz- toplumsal
düzeyde toplumu oluşturan bireylerin sadece aritmetik toplamı gibi kabul
edilen topluluktur. Bireylerden üstün hiçbir ilkeye bağlı olmadığına göre,
gerçekten de çokluk topluluktur. Bu bakımdan topluluk yasası
"demokrasi" düşüncesinin üzerinde temellendiği en büyük çoğunluk
yasasıdır.
Burada muhtemel bir
karışıklığı gidermek için biraz durmamız gerekiyor: modern bireycilikten söz
ederken, hemen hemen yalnızca entellektüel düzeydeki tezahürleri inceledik.
Toplumsal düzeydeki tezahürleri için durumun tamamen farklı olduğu sanılabilir.
Gerçekten bu, "bireycilik" kelimesi en dar bir anlamda ele alınırsa
insan, topluluğu (collectivite) bireyin karşısına koyma gibi bir duyguya
kapılabilir ve Devletin gittikçe artan istilacı rolünün ve toplumsal kuramların
sürekli artan karmaşıklığının bireyciliğe karşıt bir eğilimin belirtisi
olduğunu düşünüebilir. Gerçekteyse durum hiç de öyle değildir, çünkü topluluk
sadece bireyler toplamı olduğu için, bireylere karşıt olamaz; nitekim bizzat
devlet, hiçbir üstün ilkenin yansımadığı modern tarzda, yani kitlenin basitçe
temsil edilişi şeklinde anlaşılırsa, o da kitlelere karşıt olamaz; oysa bizim
tanımladığımız şekliyle bireycilik, gerçekte birey-üstü (supra-individuel) her
ilke ve yasanın inkârından ibarettir. O halde toplumsal alanda, hepsi de aynı
şekilde modem anlayışa ait çeşitli eğilimler arasında çatışmalar,
anlaşmazlıklar varsa, bunlar bireycilikle bir başka şey arasında değildir,
fakat sadece bireyciliğin çok sayıdaki çeşitleri arasındadır, çünkü bireycilik
bu çeşitlere çok elverişlidir. Ayrıca çokluğu gerçekten birleştirebilecek bir
ilke bulunamadığından, bu tür anlaşmazlıkların, şimdiye dek görülmemiş biçimde
çağımızda daha yoğun ve daha ciddi olacağını anlamak da zor değildir; çünkü kim
bireycilik diyorsa zorunlu olarak bölünme diyor demektir. Ayrıca, bu bölünme
doğurduğu karmaşık durumla, tamamen maddeci bir uygarlığın kaçınılmaz
sonucudur, çünkü bölünme ve çokluğun asıl kökü bizzat maddedir.
Bunları söyledikten
sonra, tek meşru anlamında anlaşılan, elitin inkârı demek olan
"demokratik" düşüncenin kaçınılmaz sonucu üzerinde biraz daha durmamız
gerekiyor; "Demokrasi"nin "Aristokrasiye karşıt olması boşuna
değildir, çünkü aristokrasi kelimesi kesinlikle, en azından etimolojik
anlamıyla ele alındığı zaman, elitin iktidarını göstermektedir. Elit,
tanımından da anlaşılacağı gibi, ancak küçük bir grup olabilir; onun sadece
entellektüel üstünlükten gelen iktidarının, daha açıkçası yetkesinin esas
özelliği azınlığı çoğunluğa, hatta yukarıda da söylediğimiz gibi, niteliği
niceliğe, dolayısıyla eliti kitleye feda etmek demek olan, demokrasinin
dayandığı sayısal güçle hiçbir ortak yanı yoktur. Böylece gerçek bir elitin
başlıca işlevi ve hatta varlığı bile,- çünkü elit var olduğu andan itibaren
zorunlu olarak bu işlevi yerine getirir- "eşitlikçi" anlayışa yani
her tür hiyerarşinin inkârına sıkı sıkıya bağlı olan demokrasi ile temelden
bağdaşamaz: "Demokratik” düşüncenin temeli ise, herhangi bir bireyin bir
başka bireyle eşit tutulmasıdır; çünkü bireyler sayısal bakımdan eşittirler,
gerçi ancak sayısal olarak eşit olabilirler, başka türlü eşit olamazlar. Gerçek
bir elit, daha önce de söylediğimiz gibi, ancak entellektüel olabilir. Bu nedenle
"demokrasi”, ancak saf entellektüalite”nin bulunmadığı yerde
gerçekleşebilir, tıpkı gerçekten modern dünyanın durumunda olduğu gibi. Ancak
eşitlik gerçekte imkânsız olduğundan ve herkesi aynı düzeye getirmek için harcanan
tüm çabalara rağmen, insanlar arasındaki farklılıkların pratikte ortadan
kaldırılması mümkün olmadığından, tuhaf bir mantıksızlıkla, tek gerçek elitin
yerine geçtiklerini iddia eden, sahte elitler icat etme durumuna gelinmektedir.
Bu sahte elitler, büyük ölçüde nisbî ve olağan olan ve daima saf maddi alandaki
bazı üstünlüklerinin kabul edilmesi üzerine yükselirler. Bugünkü durumda, en
önemli toplumsal farkın servete, yani tamamen harici ve salt niceliksel
düzeydeki bir üstünlüğe dayanan bir fark olduğu, dikkat edilirse kolayca fark
edilebilir; kısacası bu fark "demokrasiyle bağdaşabilen tek farktır, çünkü
bu da aynı görüş açısından doğmaktadır. Üstelik şunu da ilave edelim ki
günümüzde, bu duruma kendilerini hasım gösteren kimseler bile, hiçbir üstün
ilkeyi söz konusu etmediklerinden ötürü, hep aynı yönde gittikleri için, her
ne kadar bu durumları daha da artırma tehlikeleri olmasa da, böyle bir
kargaşaya etkin bir şekilde çare bulacak durumda da değildirler. Yukarıda
söylediğimiz gibi, nasıl ki bireyciliğin çeşitleri arasında bir kavga oluyorsa,
"eşitlikçi" eğilimi az ya da çok vurgulayan "demokrasinin
çeşitleri arasında da olmaktadır, nitekim her ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır.
Bu birkaç düşünce,
çağdaş dünyanın toplumsal durumunu belirtmek ve aynı zamanda öteki alanlarda olduğu
kadar bu alanda da kargaşadan kurtulmanın sadece tek bir yolu olduğunu
göstermek için bize yeterli görünüyor. Bu yol şudur: Entellektüalitenin yeniden
canlandırılması ve ve bunun sonucunda yeniden bir elitin oluşmasıdır; şimdilik
Batıda böyle bir elite yok gözüyle bakılmalıdır, çünkü bu ad âdeta, yalnızca
gelişmemiş imkânları temsil eden, birbirinden kopuk ve bağlantısız elemanlara
verilmektedir. Gerçekten bu elemanların genellikle kendilerini modern düşünceye
karşı tepki göstermeye iten eğilim ve özlemleri vardı kuşkusuz; fakat etkileri
fiilî olarak kendini göstermez; onlarda eksik olan husus, gerçek bilgi ve
birdenbire elde edilemeyen geleneksel verilerdir. Kendi başına bırakılan bir
zekâ, özellikle her bakımdan böylesine elverişsiz koşullarda, bu verilerin
yerini ancak çok kötü bir biçimde ve çok zayıf bir ölçüde tutar. Dolayısıyla,
ilke ve öğretisel yönetim yokluğundan, geriye dağınık ve çoğu kez yolunu
şaşıran çabalar kalıyor: Denilebilir ki modern dünya, kendi dağılmasıyla
kendini savunmaktadır; hatta hasımları bile kendilerini bu dağılmadan
kurtaramamaktadırlar. Bu hasımlar, modern düşüncenin apaçık bir başarı sahibi
olduğu "ladini" alanda kaldıkları sürece, durum böyle olacaktır,
çünkü modern düşüncenin biricik alanı bu alandır; nitekim basımlar bu alanda
kalırlarsa, her şeye rağmen, bu düşüncenin onlar üzerinde çok kuvvetli bir
etkisi olacaktır. Bu nedenle, kuşku götürmez bir iyi niyetle canlanan bunca
insan, işe mutlaka ilkelerden başlamak gerektiğini anlayamamakta ve güçlerini,
bu koşullarda gerçek ya da kalıcı hiçbir şeyin yapılamayacağı nisbî, toplumsal
ya da daha başka şu ya da bu alanda boşa harcamakta inat etmektedir. Oysa
gerçek elit, ne doğrudan doğruya bu alanlara girer ne de haricî bir eyleme
karışır; elit her şeyi, avamın anlayamayacağı bir etkiyle yönetir. Bu etki ne
kadar derinse, o kadar az gözükür. Yukarıda sözünü ettiğimiz ve bununla
birlikte hiçbir gerçek entellektüaliteyi gerektirmeyen telkinlerin gücü
düşünülürse, kendi mahiyeti gereği çok gizli bir biçimde etkin olacağı ve
kaynağını saf entellektülateden alacağı için, yukarıdaki etki gibi bir etkinin
gücünün ne olacağını haydi haydi tahmin edebiliriz. Bu güç, çokluğun doğurduğu
bölünmeyle ve yalan ya da yanılsama olan her şeyin içerdiği zayıflıkla azalmak
bir yana, aksine ilkesel birlik içindeki yoğunlaşmayla daha da yoğunlaşacak ve
hatta hakikatin gücüyle özdeşlecektir.
Yedinci Bölüm
MADDİ BİR UYGARLIK
Bize öyle geliyor ki, buraya
kadar incelediğimiz konulardan şu sonuç çıkıyor: Modern Batı uygarlığının
sadece maddi bir uygarlık olduğunu söylemekte Doğulular tamamen haklıdırlar:
Batı uygarlığı salt bu yönde gelişmiştir ve hangi bakış açısından ele alınırsa
alınsın, bu maddileştirmenin az ya da çok doğrudan sonuçları karşısında buluruz
kendimizi. Bununla birlikte, bu konuda söylediklerimizi tamamlamamız ve her
şeyden önce "materyalizmVmaddecilik gibi bir kelimenin hangi farklı
anlamlarda kullanıldığını açıklamamız gerikiyor, çünkü bu kelimeyi çağdaş
dünyayı belirtmek için kullanırsak, kendilerinin çok "modern” olduklarını
iddia et- tikeri halde, hiç de "maddeci” olmadıklarına inanan bazı
kişiler, buna karşı çıkacaklar ve bunun gerçek bir iftira olduğunu
sanacaklardır. O halde bu konuda meydana gelebilecek bütün yanlış anlamaları
önceden gidermek için bir açıklama geriyor.
”Materyalizm’7maddecilik
kelimesinin ancak XVIII. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanması oldukça
manidardır. Bu kelime filozof Berkeley tarafından icat edilmiştir. O, bu
kelimeyi, maddenin gerçek varlığını kabul eden her kuramı belirtmek için
kullanmıştır. Burada maddenin varlığı meselesi söz konusu değildir, bunu
söylemeye bile gerek duymuyoruz. Daha sonraları aynı kelime çok sınırlı bir
anlam kazanmıştır, o zamandan beri de bu sınırlı anlamı korumuştur: Bu kelime
belli bir kavramı nitelemiştir. Bu kavrama göre, madde ve maddeden doğan
şeylerden başka hiçbir şey mevcut değildir. Böyle bir kavramın yeni olduğunu
belirtmek yerinde olur. Gerçek şu ki bu kavram, özü itibariyle modern düşünüşün
bir ürünüdür; dolayısıyla modern düşünüşe özgü eğilimlerin en azından bir
kısmına tekabül eder . Ama biz burada ”materyalizm”den / maddecilikten,
çok daha geniş ama çok net olarak, özellikle başka bir anlamda söz etme
niyetindeyiz: O zaman bu kelimenin düşündürdüğü şey bir kafa yapısıdır; biraz
önce tanımladığımız anlayış, öteki birçok anlayışlar arasından sadece biridir.
Bu düşünce yapısı kendi başına her tür felsefi kuramdan bağımsızdır. Bu kafa
yapısı, az ya da çok bilinçli olarak maddi alana ait şeylere ve onunla ilgili
zihinsel uğraşlara üstünlük vermekten ibaret olan kafa yapısıdır; bu zihinsel
uğraşlar ister belli bir görünüşte olsun, isterse tamamen uygulama niteliğinde
olsun. Nitekim çağdaşlarımızın büyük çoğunluğunun zihniyetinin de bu olduğu
cidden inkar edilemez.
Son yüzyıllarda
gelişen "lâdinî" bilimin tümü, sadece duyulabilen dünyanın
incelenmesidir. Bu inceleme salt bu alanı kapsamaktadır ve bu incelemenin
yöntemleri de sadece bu alana uygulanabilmektedir. Oysa öteki yöntemler dışta
tutulup sadece bu yöntemler “bilimsel” olarak ilân edilmişlerdir; bu da maddi
şeylerle ilgili olmayan her bilimi inkâr etmek anlamına gelmektedir. Böyle
düşünenler ve hatta kendilerini özellikle sözkonusu bilimlere adayanlar
arasında, kendilerinin "maddeci” olduklarının açıklanmasını ve bu adı
taşıyan felsefi kurama katılmasını reddeden çok insan vardır; hatta samimi
olarak bir dini inancı benimsediklerini seve seve söyleyenler bile olmuştur.
Ama onların "bilimsel" tavırları, kesinkes maddeci olanların
tavırlarından önemli ölçüde farklı değildir. Dinsel açıdan, modern bilimin tanrıtanımaz
olarak mı yoksa maddeci olarak mı açıklanması gerektiği sorunu sık sık
tartışılmış ve çoğunlukla da bu sorun yanlış biçimde ele alınmıştır. Bu bilimin
kesinlikle ateizm ya da materyalizm / maddecilik taraftarı olduğunu açıkça
söylemeyeceği ve şu ya da bu filozofun yaptığı gibi, bazı şeyler hakkında şeklî
bir inkârla karar vermeksizin, taraf tutmayı bilmediğini söylemekle yetineceği
çok açıktır. Öyleyse bu bilimle ilgili olarak, pratik maddecilik diye
aktarabileceğimiz fiilî bir maddecilikten söz edebiliriz. Ama bunun zararı
belki daha da ciddidir, çünkü bu zarar daha derin, daha yaygındır. Felsefi bir
tavır, filozofluğu "meslek" edinmiş bir insanda bile çok yüzeysel
olabilir. Üstelik inkâr karşısında gerileyen, ama tam bir ilgisizliğe de razı
olan insanlar vardır; ve en korkuncu da bu ilgisizliktir, çünkü bir şeyi inkâr
etmek için de, ne denli az olursa olsun, gene o şey üzerinde düşünmek gerekir.
Oysaki burada, hiçbir şekilde artık onu düşünmeme sonucuna varılıyor. Sadece
maddeyle ilgilenen bir bilim kendini olabilecek tek bilimmiş gibi sunarsa,
insanlar da bu bilim dışında geçerli hiçbir bilginin olamayacağını tartışılmaz
bir gerçek gibi kabul etmeye alışmışlarsa, onlara verilen bütün eğitim, bu
bilimin, tam anlamıyla "bilimcilik"in (scientisme), hurafesiyle
o insanların kafalarını doldurursa, bu insanlar pratikte nasıl maddeci
olmasınlar? Yani tüm zihinsel uğraşılarını nasıl madde yönüne çevirmesinler ?
Modernlere göre, görülebilen ve
dokunulabilen şeyler dışında hiçbir şey var gözükmüyor; ya da en azından,
bunlar dışında bir başka şeyin var olabileceğini kuramsal olarak kabul etseler
bile, onu sadece bilinmeyen olarak değil, aynı zamanda "bilinemez"
diye ilân etmekte acele ederler. Tabi bu anlayış onlarla uğraşmalarını engeller.
Bununla birlikte, her ne kadar bir "öte dünya" düşüncesi edinmeye
çalışanlar varsa da, buna ancak muhayyilelerinde yer verdikleri için, öte
dünyayı, bu dünya modeline göre düşünmektedirler ve zaman, mekân ve hatta bir
tür "cismanilik" (corporeite) dahil olmak üzüre, bu dünyaya
özgü olan hayat şartlarını oraya taşımaktadırlar. Başka bir yerde, ruh
çağırmayla ilgili düşünceler konusunda, kaba bir şekilde maddileştirilmiş bu
tür tasarımlardan özellikle çarpıcı örnekler verdik. Ama o örneklerde, her ne
kadar bu özelliğin karikatürize edilecek kadar abartıldığı aşırı bir durum
varsa da, ruhçuluk (le spiritisme) ve az ya da çok ona benzeyen
mezheplerin bu tür şeyleri tekellerine aldıklarını sanmak bir hata olur.
Üstelik çok genel bir biçimde, muhayyilenin hiçbir şey bulamayacağı ve normal
olarak kendisine yasaklanmış olması gereken alanlara girmesi de, modern
batıkların duyulabilen âlemin üstüne yükselme konusundaki yetersizliklerini çok
açıkça gösteren bir olaydır. Çoğu kimse 11 kavramakla "tahayyül
etmek" arasındaki farkı bilmiyor; hatta Kant gibi filozoflar, tasarıma
elverişli olmayan her şeye "kavranamaz" ya da "düşünülemez"
diyecek kadar ileri gittiler. Bu yüzden "spiritüalizm" ya da
"idealizm" denilen şeyler de çoğu kez konum değiştirmiş bir tür
maddecilikten başka bir şey değildir. Bu söylediğimiz sadece
"neo-spiritüalizm" adı altında belirttiğimiz akım için değil, fakat
aynı zamanda kendini materyalizmin karşıtı olarak gören felsefi spiritüalizm
için de doğrudur. Doğrusunu söylemek gerekirse, felsefi anlamda anlaşılan
spiritüalizm ve materyalizm (ruhçuluk ve maddecilik) biri olmadan öteki
anlaşılamaz: Açıkçası bunlar, Kartezyen düalizminin iki yarısıdır; onların
temel ayrılıkları bir tür karşıtlığa (antagonisme) dönüştürülmüştür; ve
o zamandan beri, bütün felsefe bu iki terim arasında gidip gelmekte ve bunları
aşamamaktadır. Adı öyle olmasına rağmen, spir- itüalizmin maneviyatla (la
spiriualite) hiçbir ortak yanı yoktur; bunun materyalizm /maddecilik ile
olan tartışması, üstün bir görüş açısına ulaşanları ve bu karşıtlıkların,
aslında, hemen hemen birbirinin eşdeğeri olduğunu görenleri ancak tamamen
ilgisiz bırakabilir; onların pek çok noktadaki sözümona karşıtlığı adi bir
kelime tartışmasına indirgenmektedir.
Modernler genellikle ölçülen,
hesaplanan ve tartılan şeyleri, yani kısacası maddi şeyleri kapsayan bilimin
dışında başka bir bilimi kavrayamazlar; çünkü niceliksel (quanlitatif)
görüş açısı ancak bunlara uygulanabilmektedir. Niteliği niceliğe indirgeme
iddiası, modern bilimin en belirgin özelliğidir. Bu yönde öyle bir noktaya
gelindi ki ölçünün sokulmasının mümkün olmadığı yerde, gerçek anlamda bilimin
de mevcut olmadığna ve niceliksel ilişkileri açıklayan bilimsel yasalardan
başka yasaların bulunmadığına inanıldı. Descartes "mekanikçilik"! bu
eğilimin başlangıcı oldu. Kartezyen fiziğinin başarısızlığına rağmen, bu eğilim
o zamandan beri hep artmıştır, çünkü o belli bir kurama değil, genel bir
bilimsel bilgi kavramına bağlanmıştır. Bugün ölçü, mahiyeti gereği belli bir
ölçüye gelmeyen psikolojik alana bile uygulanmak isteniyor. Sonunda ölçme
imkânının sadece maddeye bağlı bir özelliğe dayandığı anlaşılmaz hale geliyor.
Bu özelliğin var olan her şeyi kapsadığı düşünülmedikçe, bu ölçme işi maddenin
sınırsız bölünebilme özelliğidir. Bu da her şeyi maddileştirme anlamına gelir.
Daha önce söylediğimiz gibi, bölünmenin ve saf çokluğun kaynağı maddedir.
Nicelik bakış açısına mal edilen ve daha önce gösterdiğimiz gibi, toplumsal
alana varıncaya kadar her yerde bulunan bu üstünlük, zorunlu olarak felsefi
materyalizme bağlı olmasa da, yukarıda belirttiğimiz anlamda materyalizmden
kaynaklanmaktadır; nitekim bu üstünlük, modern düşünce eğilimlerinin gelişimi
içinde hep önde gitmiştir. Niteliği niceliğe indirgemek istemenin gayri meşru
olduğu konusu üzerinde ve az ya da çok "mekanist" biçime bağlanan tüm
açıklama girişimlerinin yetersiz olduğu konusu üzerinde fazla durmayacağız.
Amacımız bu değil; bu bakımdan, sadece duyulabilen âlemde bile, bu tür bir
bilimin gerçekle / realiteyle çok az bir ilişkisi olduğunu belirteceğiz; öyle
ki bu realitenin en önemli kısmı zorunlu olarak bu bilimin dışında kalmaktadır.
"Realite"
konusunda, pek çok kimsenin gözünden kaçabilen, ama sözünü ettiğimiz kafa
yapısının bir göstergesi olarak çok dikkat edilmesi gereken, bir başka olgudan
söz etme noktasına gelmiş bulunuyoruz: Bu realite adı, günlük kullanımda, salt
duyulabilen realiteyle ilgili olarak kullanılmaktadır. Dil bir toplumun ve bir
çağın zihniyetinin ifadesi olduğu için, bu sözcüğü böyle kullananlar için,
bundan, duyuların içine girmeyen herşeyin "irreel", yani gerçek dışı,
yani bir yanılsama ve hatta hiç var olmadığı sonucunu çıkarmak gerekiyor; belki
de onlar açıkça bunun bilincinde olmayabilirler, ama bu olumsuz inanç gene de
onların kalblerinde iyice yer etmiştir; ayrıca her ne kadar onlar aksini iddia
etseler bile şundan emin olabiliriz ki bunun farkına varmamalarına rağmen, bu
olumsuz kanaat onlar nezdinde ancak çok harici bir şeyin karşılığı olarak
durmaktadır; her ne kadar bu kanaat tamamen sözlü olarak ifade edilmese de,
durum yine aynıdır. Eğer bunda bir abartma yaptığımız sanısına varılacak
olursa, sadece çoğu insanların sözde dinî inançlarının nelere indirgendiğini
görmek gerekecektir: Bunlar, hiçbir zaman kendilerine mal edemedikleri ve
hiçbir zaman üzerinde en ufak bir şekilde kafa yormadıkları, ama belleklerinde
tuttukları, okulda öğrenilen ve tamamen bir teyp gibi ezberlenen bilgilerdir;
herkes gibi onlar da bu bilgileri fırsat oldukça, tekrarlayıp dururlar, çünkü
onlar belli bir biçimciliğin birer parçasıdır; işte, onların din adı altında
anlayabildikleri her şey budur. Dinin bu şekilde "asgariye indirgenmesinden
daha önce söz ettik; söz konusu "lafçılık” (verbalisme) da dini bu
şekilde asgariye indirgemenin son basamaklarından birini temsil eder. Sözde
"inananların pratik maddecilik konusunda "inanmayanlardan hiçbir
hususta geri kalmadıklarını, dini asgariye indirgeme işi açıkça göstermektedir.
İleride yine bu konuya döneceğiz, ama daha önce, modern bilimin maddeci
özelliğiyle ilgili değerlendirmeleri bitirmemiz gerekiyor, çünkü bu sorun
değişik açılardan ele alınması gereken bir sorundur.
Daha önce de belirtmiş olmamıza
rağmen, modern bilimlerin, çıkar gütmeyen nesnel bir bilgi özelliği taşımadığını
ve onların nazari değerlerine inananlar için bile bu bilginin, tamamen pratik
çıkarları gizleyen, ama aynı zamanda sahte bir entellektüalite yanılsamasını da
muhafaza eden bir maske olduğunu hatırlatmamız gerikiyor. Bizzat Descartes,
fiziği kurarken bundan özellikle bir mekanik, bir tıp ve bir ahlâk sistemi
çıkarmayı düşünüyordu. Ama Anglo-Sakson deneyciliğinin (empirisme
anglo-saxon) yayılmasıyla iş tamamen değişti. Üstelik halkın gözünde bilime
saygınlık kazandıran husus, hemen hemen yalnızca bilimin gerçekleşmeleri için
olanak sağladığı pratik sonuçlardır. Çünkü burada da görülebilen şeyler söz
konusudur. "Pragmatizm"in, bütün modern felsefenin ulaştığı en son
sonuç olduğunu ve
felsefenin
çöküşünde son aşamayı belirttiğini söylemiştik. Ama felsefenin dışında da, çok
uzun bir süredir dağınık ve sistemleştirilmemiş bir "pragmatizm"
vardır; pratik materyalizm teorik materyalizm için ne ise, avamın
"sağduyu" (le bon sens) dediği şeyle karıştırılan bu
pragmatizm de felsefi pragmatizm için odur. Hemen hemen içgüdüsel olan bu
faydacılık, nitekim maddeci eğilimden hiç ayrılmaz: "Sağduyu" dünyevi
ufku aşamamaktan ve aynı zamanda hemen pratik yarar sağlamayacak şeylerle
uğraşmamaktan ibarettir; sağduyu için özellikle duyulabilen dünya
"gerçek"tir; ve duyulardan gelmeyen bilgi yok kabul edilir; sadece
duyulardan gelen bilgi bilgidir. Yine sağduyu için, bu sınırlı bilgi ancak
maddi ihtiyaçları ve bazen de belli bir duygusallığı tatmin edebildiği ölçüde
değer kazanır, çünkü çağdaş "ahlâkçılık"a aykırı düşmek pahasına da
olsa, duygunun gerçekte maddeye çok yakın olduğunu açıkça söylemek gerekir.
Bütün bunlarda, pratik amaçların gerçekleştirilebilmesine yardımcı olmanın ve
sadece insan tekinin en bayağı ve bedensel yanının isteklerine boyun eğmiş
basit bir âlet ya da Bergson’un ilginç bir ifadesiyle "âletler yapan bir
âlet" olmanın dışında, zekâya hiçbir yer kalmıyor; dolayısıyla bütün
biçimleriyle "pragmatizm" demek hakikat konusunda tam bir bilgisizlik
demektir.
Bu koşullarda
sanayi, artık sadece bilimin bir uygulaması değildir; öyle olsaydı, bilim kendi
içinde tamamen uygulamadan bağımsız olması gerekirdi; oysa sanayi, bilimin
varlık sebebi ve ispatı gibi bir şey oluyor; öyle ki burada da normal ilişkiler
altüst olmaktadır. Modern dünyanın kendi tarzında bilim yaptığını iddia ettiği
zamanlarda bile, tüm güçlerini yoğunlaştırması gerçekte, sanayi ve
"makinalaşma"nm geliştirilmesinden başka hiçbir şey için değildir:
Böylece maddeye hakim olmak ve onu kendi kullanımlarına tâbi kılmak isterken,
başta da dediğimiz gibi, ancak onun kölesi olabildiler: Sadece entellektüel
tutkularını -eğer bu kelimeyi böyle bir durumda kullanmaya izin varsa-
makinalar icat ve inşa ederek sınırlandırmakla kalmadılar, fakat aynı zamanda
sonunda kendileri de gerçekten bizzat makina oldular. Gerçekten "iş
bölümü” adı altında kimi sosyologlarca her ne kadar övülse de, ''uzmanlaşma"
yalnızca bilginlere değil, fakat aynı zamanda teknisyenlere ve hatta işçilere
de benimsetilmiştir. Ve tabi işçiler için, her tür zihinsel faaliyet böylece
imkânsız kılınmıştır. Eskinin zanaatkâr- larından çok farklı olarak, artık
işçiler sadece makinalarm kölesi oldular; âdeta makinalarla bir bütün haline
geldiler. En küçük bir zaman kaybını önlemek için, tamamen mekanik bir tarzda,
her zaman aynı olan ve aynı tarzda yapılan, birtakım belirli hareketleri
durmadan tekrarlamak zorundadırlar. ”Kalkınma”nın en yüksek aşamasının
temsilcisi gibi gözüken Amerikan yöntemleri en azından böyle istiyor.
Gerçekten, sadece mümkün olduğu kadar çok fazla üretmek söz konusudur. Niteliğe
o kadar önem vermiyorlar, önemli olan yalnızca nicelik! Başka alanlarda yaptığımız
saptayanlara bir kez daha dönüyoruz: Modern uygarlık gerçekten niceliksel
uygarlık diyebileceğimiz bir uygarlıktır. Bu da, onun maddi bir uygarlık
olduğunu söylemenin bir başka biçimi demektir.
Bu gerçeğin doğruluğuna daha
çok inanmak istenirse, bugün ekonomik nitelikli öğelerin, bireylerin yaşamında
olduğu kadar toplumların yaşamında da oynadıkları önemli role bakmak gerekir.
Sanayi, ticaret, maliye, öyle görünüyor ki sadece bunlar önemli! Bu husus daha
önce de belirttiğimiz ve bugün sürüp giden tek toplumsal farkın maddi
zenginliğe dayanan fark olduğu hususuyla uyuşuyor. Yine öyle görünüyor ki malî
güç bütün siyasete hakim durumda ve ticari rekabet toplumlar arasındaki
ilişkilerde önemli derecede etkili olmaktadır; belki bu sadece bir görünüştür ve
bunlar gerçek nedenler olmaktan çok, basit eylem araçlarıdır; ama böyle
araçların seçimi, bu araçların kendisine uygun geldiği çağın özelliğini de çok
iyi yansıtmaktadır. Nitekim çağdaşlarımız ekonomik koşulların tarihsel
olayların neredeyse biricik etkeni olduğu inancını taşımakta ve bunun hep böyle
olageldiğini düşünmektedirler. Hatta bu anlamda her şeyi salt bununla açıklamak
isteyen ve "tarihi maddecilik" diye anlamlı bir adı olan bir kuram
icat etmeye kadar gidilmiştir. Yine burada, yukarıda değindiğimiz telkinlerden
birinin etkisini görmekteyiz: Bu telkinler etkilidir, çünkü genel zihniyetin
eğilimlerine tekabül etmektedir. Bu telkinin sonucu ise, toplumsal alanda
meydana gelen hemen her şeyi sonuçta gerçekten ekonomik imkânların belirlemiş
olmasıdır. Kuşkusuz kitleler her zaman şu ya da bu tarzda güdülmüştür; ayrıca
denilebilir ki onun tarihi rolü özellikle istenen yere sürüklenebilir
olmasıdır, çünkü o sadece edilgen bir öğedir, Aristocu bir anlamda sadece bir
"madde"dir. Ama bugün, - bu kez kelimenin normal anlamında- kitleyi
yönetmek için sadece maddi imkânlara sahip olmak yeterlidir; bu da çağımızın ne
denli alçaldığını çok iyi göstermektedir. Aynı zamanda bugün kitleler,
başkaları tarafından yönetilmediklerine kendiliğinden hareket ettiklerine ve
kendi kendilerini yönettiklerine inandırılmaktadırlar. Buna inanmaları
akılsızlıklarının nereye kadar varabileceğini göstermektedir.
Ekonomik
etkenlerden söz etme noktasına gelmişken, bu konuda çok yaygın bir yanılsamayı
belirtmek için bundan yararlanacağız. Bu yanılsama ticari mübadeleler alanında
kurulan ilişkilerin bir yakınlaşmaya ve toplumlar arasında bir anlaşmaya vesile
olabileceğini düşünmekten ibarettir. Oysaki gerçekte bu ilişkiler tam tersi bir
sonuç doğurmaktadır. Daha önce de bir çok kez söylediğimiz gibi, madde özü
itibariyle çokluk ve bölünmedir; dolayısıyla kavga ve anlaşmazlık kaynağıdır;
ister toplumlar ister bireyler söz konusu olsun, ekonomik alan sadece çıkar
rekabetlerinin alanıdır ve ancak öyle olabilir. Özellikle Batı, Doğuyla bir
anlaşma zemini bulmak için, ne sanayiye ne de onun ayrılmaz bir parçası olan
modern bilime güvenmelidir. Eğer Doğulular bu sanayiyi can sıkıcı ve zaten
geçici bir gereklilik olarak kabul edecek olurlarsa, - çünkü onlar için sanayi
daha fazla bir şey olamaz- onu ancak Batı istilasına karşı direnmelerini ve
kendi öz varlıklarını korumalarını sağlayan bir silah olarak kabul
edeceklerdir. Bunun başka türlü olamayacağının bilinmesi çok önemlidir: Batı
karşısında ekonomik bir rekabete girişmek zorunda kalan Doğulular, bu tür etkinliklere
karşı duydukları tiksintiye rağmen, bunu ancak tek bir amaçla yapabilirler: Bu
da sadece kaba kuvvete, yani sanayinin kesinlikle emrine aldığı maddi güce
dayanan yabancı egemenliğinden kurtulmak amacı için olabilir; şiddet şiddeti
doğurur; ama kabul etmek gerekir ki bu alanda kavgayı başlatacak olanlar
kesinlikle Doğulular olmayacaktır.
Üstelik Doğu-Batı ilişkileri
sorunu dışında, sınaî gelişmenin en önemli sonuçlarından birinin de savaş
âletlerinin sürekli geliştirilip mükemmellleştirilmesi ve tahrip güçlerinin
korkunç boyutlarda artması olduğunu saptamak çok kolaydır. Yalnızca bu bile,
bazı modern "kalkınma” hayranlarının "barışçı” hayallerini yok etmeye
yeter; ama hayalciler ve "idealistler” yola getirilemez, ayrıca onların
saflıklarının bir sınırı yok gibi görünmektedir. Şu sıralarda çok moda olan
"însanlıkçılık'7 "Hümanitarizm” kesinlikle ciddiye alınmaya değmez;
ama bu çağda savaşlara son vermekten bu kadar çok söz edilmesi çok garip! Çünkü
bu çağda savaşlar, bu çağa gelinceye kadar yaptıkları tahriplerden çok daha
fazla tahriplere yol açmaktadır. Bunun nedeni de sadece tahrip araçlarının
çokluğu değil, fakat aynı zamanda savaşların çok az sayıda ve yalnızca mesleği
askerlik olan ordular arasında olmayıp bunun yerine, böyle bir görevi yerine
getirmek için, en niteliksizler de dahil, tüm bireyleri ayrım gözetmeden
birbirlerine saldırmalarıdır. Yine burada modern kargaşanın çarpıcı bir
örneğini görmekteyiz; "silahlı ulus" düşüncesinin, çok az
istisnasıyla herkese benimsetebildiği, "kitleleri silah altına
alma"nın ya da "genel bir seferberlik" ilânının çok doğal bir
şey olarak kabul edilmesi noktasına varmış olmak, bu konuyu irdelemek isteyen
biri için inanılmaz bir şeydir. Burada da sadece sayıların gücüne inanmanın bir
sonucunu görebiliyoruz: Çok sayıda savaşçı kitlelerini harekete geçirmek
modern uygarlığın niceliksel özelliğine uygundur; aynı zamanda "zorunlu
eğitim" ve kamu oylaması" kuramlarında olduğu gibi, burada da
"eşitçilik" (egalitarism) düşüncesi kendi çıkarını
bulmaktadır. Şunu da ekleyelim, genelleştirilen bu savaşlar ancak özellikle bir
başka modern olguyla mümkün kılınmışlardır: Bu olgu da bir yandan feodal
rejimin yıkılması, öte yandan Ortaçağ "Hıristiyanlık"inin üstün
birliğinin aynı döneme rastlayan bozulması sonucu "uluslar"ın
oluşumudur. Bizi çok uzaklara götürecek değerlendirmelerle oyalanmadan şunu da
belirtelim: Normal olarak etkili bir hakemlik icra edebilen manevi bir
otoritenin tanınmaması tehlikeyi daha da artırıcı bir durumdur, çünkü manevi
bir otorite tabiatı gereği siyasal nitelikli bütün çatışmaların üstündedir.
Manevi otoritenin inkârı gene pratik maddeciliktir. İlke olarak böyle bir
otoriteyi tanıdıklarını iddia edenler bile aslında bu otoritenin gerçek
etkisini ve toplumsal alanda devreye girecek olan tüm gücünü inkâr ederler,
tıpkı din ile günlük yaşamdaki bayağı uğraşları arasına tam anlamıyla su
geçirmez bir engel koydukları gibi. İster toplum hayatı, ister kişinin özel
hayatı söz konusu olsun, her ikisinde de aynı kafa yapısı kendini göstermektedir.
Diyelim ki, maddi
kalkınmanın bazı yararları var, nitekim çok nisbî bir görüş açısından öyledir;
ama yukarıda değindiğimiz gibi, sonuçlar göz önüne alınınca zararlarının
yanında bu yararların geride kalıp kalmadığı sorulabilir. Salt bu gelişmeye
feda edilen ve son derece değerli olan şeylerden söz etmiyoruz; unutulmuş üstün
bilgilerden, tahrip edilmiş entellektüaliteden, kaybolmuş maneviyattan da söz
etmiyoruz. Sadece modern uygarlığı kendi içinde ele alıyoruz ve diyoruz ki,
yararlarıyla meydana getirdiği zararları yanyana konulursa, sonuç çok olumsuz
olacaktır. Günümüzde sürekli artan bir hızla çoğalarak ilerleyen buluşlar çok
tehlikelidir, çünkü bu buluşlar, gerçek mahiyeti kullananlarca bile hiç bilinmeyen
güçleri ortaya koymaktadırlar. Bu bilgisizlik, açıklayıcı değer bakımından,
bilgi olarak, hatta sadece fiziksel alanla sınırlı bir bilgi olarak, modern
bilimin hiçliğinin en güzel kanıtıdır. Aynı zamanda pratik uygulamaların bu
yüzden kesinlikle engellenmemesi gerçeği de göstermektedir ki bu bilim sadece
çıkarcı bir yöne yöneltilmiştir ve bu bilimin bütün araştırmalarının tek gerçek
amacı sanayidir. Bu bulşların tehlikesi, hatta özellikle insanlığın zararına
yönelik olmayan, bununla birlikte kuşkulanılmayan karışıklıklar bir yana,
yeryüzü çevresinde pek çok felakete neden olan buluşların tehlikesi ise,
kuşkusuz belirtilmesi güç oranlarda artacağı için, eğer hâlâ vakit varken bu
yolda durması mümkün olmazsa, modern dünyanın, belki de bu yüzden kendi kendini
yıkacak bir noktaya varacağını düşünmek mümkündür.
Ama modern buluşlarla ilgili
olarak, tehlikeli yönleri nedeniyle zorunlu olan önlemleri almak yeterli
değildir. Daha da ileri gitmek gerekir: Adına "ilerleme" demenin
kararlaştırıldığı ve sadece maddî bir gelişmenin söz konusu olduğunun belirtilmesine
özen gösterilirse, böyle denilmesine gerçekten rıza gösterilebilecek şeyin
sözümona "yararları", evet bu kadar övülen bu "yararlar"
büyük ölçüde aldatıcı değil midir? Çağımızın insanları böylece
"rahatlarının arttığını iddia ediyorlar; biz kendi payımıza, bu şekilde
edindikleri bir amacın, gerçekten erişilmiş bir amaç da olsa, bunca çabayı ona
harcamaya değmiyeceğini düşünüyoruz. Fakat üstelik bu amaca er- işildiği hususu
çok tartışma götürür gibi geliyor bize. Herşeyden önce, tüm insanların aynı
zevki ve aynı gereksinimleri duymadığı gerçeğini ve herşeye rağmen modern
telaştan, sürat çılgınlığından kaçıp kurtulmak isteyen ve fakat bunu artık
başaramayan insanların da bulunduğu gerçeğini hesaba katmak gerekir. Acaba
onlar için, mizaçlarına en çok ters düşen bir şeyi, onlara benimsetmenin bir
"lütuf’ olduğunu cesaretle savunabilecek miyiz? Bu insanların bugün için
çok az olduğunu söyleyecekler ve böylece onları önemsiz bir miktar insan
olarak görmeye başlayacaklardır; siyasal alanda olduğu gibi, burada da
çoğunluk kendinde azınlığı ezme hakkını görmektedir; çoğunluğun gözünde
azınlığın varolmaya hakkı yoktur. Çünkü azınlığın varlığı bile tekbiçimciliğin (uniformite)
eşitlikçi saplantısına ters düşmektedir. Ama batı dünyasıyla yetinmek yerine,
insanlığın bütünü göz önüne alınırsa, meselenin görünümü değişir: Az önceki
çoğunluk o zaman azınlığa dönüşmez mi? Onun için, bu durumda ileri sürülen aynı
kanıt değildir. Bu kez garip bir bir çelişkiyle, bu "eşitlikçiler"
kendi üstünlükleri adına kendi uygarlıklarını dünyanın geriye kalan kısmına
benimsetmek istemektedirler. Ayrıca bu "üstünlük" sadece maddi açıdan
olduğu için, en kaba vasıtalarla benimsetilmesi çok doğaldır. Nitekim bu konuda
yanılgıya düşülmesin: Her ne kadar çoğunluk, bu •'uygarlık” bahanelerini iyi
niyetle kabul etse de, bazıları için bunlar basit bir ''ahlâkçı"
ikiyüzlülüktür, ele geçirme düşüncesinin ve ekonomik çıkarların sadece bir
maskesidir. Çağımızda bunca insan, bir halkı köleleştirerek, en değerli
şeylerini, yani kendi öz uygarlığını elinden alarak başka bir ırka ait gelenek
ve kurumlan benimsemeye onu mecbur ederek ve kendisine tamamen yararsız
şeyleri ona kazandırmak için, onu en zahmetli işlere sokarak onu mutlu
edebileceklerine inanmaktadırlar. Ne garip bir çağ; çünkü durum şöyle: Modern
batı, insanların daha az çalışmayı ve yaşamak için az şeyle yetinmeyi tercih
etmelerini hoş karşılamıyor. Sadece nicelik önemli olduğundan ve duyular
alanına girmeyen zaten yok sayıldığından, hareket etmeyenlerin ve maddi olarak
bir şeyler üretmeyenlerin ancak "tembel" olabileceği sanılmaktadır;
bu konuda, Doğu toplumları üzerine günümüzde yöneltilen değerlendirmelerden söz
etmesek bile, sadece tefekküre önem veren tarikatların, sözümona dinî
çevrelerde bile, nasıl yargılandığına dönüp bakmak gerekecektir. Böyle bir
dünyada, ne zekâya ne de salt içsel olan şeylere yer vardır, çünkü bunlar öyle
şeylerdir ki ne görülebilir ne dokunulabilir ne sayılabilir ne de
tartılabilirler; öyle bir dünyada, en anlamsız olanları da dahil, tüm
biçimleriyle sadece zahiri eyleme yer vardır. Bu yüzden Anglosakson
"spor" düşkünlüğünün günden güne ilerlemesine şaşmamak gerekir: O
dünyanın ideali, kas gücünü azami derecede geliştiren "beşerî
hayvan"dır (animal humain) ; onun kahramanları, hayvan gibi kaba
olsalar da, atletlerdir; halkın coşkusunu onlar uyandırır; kalabalıklar onların
başarılarına büyük ilgi duyarlar; bu tür şeylerin görüldüğü bir dünya,
gerçekten çok alçalmıştır ve böyle bir dünyanın sonu da çok yakın gibi
görünmektedir.
Bununla birlikte bir an için,
tüm ideallerini maddi ”huzurMa bağlayan ve bu nedenle modern ,’ilerleme"nin
hayatlarına getirdiği bütün düzenlemelere çok sevinen insanların görüş açısına
koyalım kendimizi: Aldatılmadıklarından emin olabilirler mi? Çok hızlı
haberleşme araçlarına ya da bu türden daha başka şeylere sahip oldukları için
ve haraketli ve daha karmaşık bir hayatları olduğu için, insanların bugün
eskisinden daha mutlu olduğu doğru mudur? Bize öyle geliyor ki durum bunun
tamamen tersidir: Dengesizlik gerçek bir mutluluğun koşulu olamaz; nitekim bir
insanın ihtiyaçları ne kadar çok olursa bazı şeylerden o kadar mahrum olacaktır,
dolayısıyla o kadar da mutsuz olacaktır. Modem uygarlık sunî ihtiyaçların
çoğaltılmasını amaçlar. Daha önce yukarıda da söylediğimiz gibi,sürekli olarak
doyurabile- ceğinden daha çok ihtiyaç yaratacaktır, çünkü insan bir kez bu yola
kendini kaptırdı mı, artık o yolda durması çok güçtür ve hatta belirli bir
noktada durması için hiçbir neden de yoktur. İnsanlar, asla düşünmedikleri ve
hiçbir zaman akıllarına bile getirmedikleri bu tür şeyler yokken, bunlardan
yoksun oldukları için hiçbir ıstırap duymazlardı. Şimdi ise, aksine bu şeyler
onlarda eksik olursa zorunlu olarak acı çekmektedirler; çünkü onları
zorunluymuş gibi görmeye alıştılar; böylece onlar gerçekten kendilerine zorunlu
oldu. Bu yüzden bütün imkânlarıyla, kendilerine maddi doyumların tümünü
sağlayacak şeyleri edinmeye çalışıyorlar; tatmin olabilecekleri tek doyum maddi
doyumlardır: sadece "para kazanmak” söz konusudur, çünkü eşya edinmek ancak
parayla mümkündür; insan ne kadar çok paraya sahip olursa, o kadar çok eşya
edinmek ister, çünkü durmadan kendine yeni ihtivaçlar bulur. Böylece bu ihtiras
bütün hayatın biricik gayesi olur. Bazı "evrimciler”in "hayat
kavgası” veya "geçim derdi” adı altında bilimsel yasa saygınlığına
yükselttikleri vahşi rekabet buradan kaynaklanmaktadır. Bunun mantıksal sonucu
ise, kelimenin en dar biçimdeki anlamıyla, sadece en kuvvetlilerin var olmaya
hak kazanmış olmalarıdır. Zengin olmayanların zenginlere karşı gıpta ve nefret
etmelerinin temel nedeni de budur. Kendilerine •'eşitlikçi" kuramlar vaaz
edilen insanlar nasıl olur da kendilerinin en hassas oldukları konularda
çevrelerindeki eşitsizliği görüp isyan etmezler? Tabii ki isyan ederler, çünkü
eşitsizlik en yoğun düzeydedir, had safhadadır. Eğer bir gün modern uygarlık,
kitlelerde doğurduğu sınırsız isteklerin baskısı altında çökmek zorunda
kalırsa, bunun kendi temel günahının haklı bir cezası olduğunu ya da hiçbir
ahlâkî cümle ya da ifadeye başvurmadan söyleyecek olursak, bizzat etkili olduğu
alanda kendi hareketinin bir karşılığı olan "bir şok" olduğunu
görmemek için insanın iyice kör olması gerekir. Incil'de şöyle dinilmektedir:
"Kılıçla vuran kılıçla ölür." Maddenin kaba kuvvetlerini alabildiğince
serbest bırakıp ortaya süren kişi aynı kaba kuvvetlerle ezilip gidecektir,
çünkü onları tedbirsizce harekete geçirince ve ölümcül gidişlerinde onları
kesinlikle zaptedemeyeceğini ileri sürünce, artık onlara hakim olamayacaktır.
Tabiatın güçleri ya da insan kitlelerinin güçleri ya da her ikisi birden, hiç
önemi yok, hemen her zaman söz konusu olan maddenin kanunlarıdır; bunlar,
maddenin yasalarına hakim olabilceğini sanan kişiyi, daha o maddenin üstüne
yükselmeden gözünün yaşına bakmadan mahveder. Gene Incil'de şöyle denir:"Kendine
karşı bölünen her ev mutlaka yıkılacaktır." Bu söz de, maddi uygarlığıyla
tabiatı gereği her yerde sadece kavga ve bölünmeye yol açan modern dünyaya tam
olarak uygun gelmektedir. Bundan şu sonucu çıkarmak çok kolaydır: Kısa sürede
gerçek bir
L:.
değişime kadar
gidecek köklü bir değişiklik olmadıkça, yanılma korkusu olmadan söyleyebiliriz
ki bu dünyayı trajik bir sonun beklediğini şimdiden haber vermek için daha
başka değerlendirmelere başvurmaya gerek yoktur.
Az önce yaptığımız gibi, modern
uygarlığın maddeciliğinden söz ederken, bu maddeciliği en azından biraz
hafifletecek gibi gözüken bazı öğeleri ihmal etmekle kimilerinin bizi
suçlayacağını biliyoruz. Gerçekten de, eğer o öğeler olmasaydı, bu uygarlık
şimdiye çoktan acı bir şekilde batıp gitmişti. Demek ki hiçbir şekilde o tür
öğelerin varlığına itiraz etmiyoruz, ama yine de bu konuda yanılgıya düşmemek
gerekir, şöyle ki: Bir yandan, "idealizm'’ gibi etiketlerle ortaya çıkan,
ayrıca çağdaş eğilimler içinde "ahlâkçılık" ve
"duygusalcılık"tan başka bir şey olmayan öğeleri ona dahil etmek
zorunda değiliz. Bu konuda daha önce yeterince açıklamada bulunduk. Ancak şunu
hatırlatacağız: Bizce bunlar, ister teorik ister pratik olsun, sadece
maddeciliğin görüş açısı kadar "lâdinî" görüş açıları ve gerçekte
maddi görüş açısından görünüştekinden çok daha az uzaklaşırlar; öte yandan,
eğer hakiki maneviyatın hâlâ kalıntıları varsa, bugüne kadar modern düşünceye
rağmen ve ona karşı varlıklarını sürdürmüşlerdir. Tam anlamıyla Batıya ait
öğelerle ilgili olarak, bu maneviyat kalıntılarını sadece dinsel alanda bulmak
mümkündür, ama biz dinin bugün ne kadar daraltıldığını, bizzat inananların bile
din hakkında ne kadar dar ve ne kadar zayıf bir anlayışa sahip olduklarını ve
gerçek maneviyatla aynı şey demek olan entellektüalitenin ne derece dinin
dışında bırakıldığını daha önce söylemiştik. Bu koşullarda, hâlâ birtakım
olanaklar varsa bile, bunlar belli belirsiz durumdadır ve şimdilik mevcut
işlevleri çok aza indirgenmiştir. Bununla birlikte, kendisini boğmak ve imha
etmek için yüzyılardır girişilen tüm çabalara rağmen gene de sürüp giden dinî
bir geleneğin, bir tür gizilgüç içinde ortadan kalkmış da olsa, hâlâ
canlılığını sürdürmüş olmasına hayran olmak gerekir. Eğer bu konu üzerinde
düşünülseydi, bu direnişte "gayri insani" (non bumain) bir güç
içeren bir şey olduğu görülürdü; ama, bir kez daha söyleyelim, bu gelenek
modern bir dünyaya ait değildir ve onun kurucu öğelerinden biri de değildir;
hatta onun eğilimlerinin ve özlemlerinin karşıtıdır. Bunu açıkça söylemek ve
boşuna uzlaşmalar aramamak gerekir: Sözcüğün gerçek anlamıyla, dinsel
düşünceyle modern düşünce arasında ancak çatışma ve uyuşmazlık vardır; her tür
gizli anlaşma bunlardan ilkini, yani dinsel düşünceyi sadece zayıflatır;
İkincisine ise sadece kazanç sağlayabilir. Modern düşüncenin dinî düşünce için
beslediği düşmanlık ortadan kalkmayacaktır, çünkü o, insanlığın içinde,
insanlığın fevkinde bir gerçeklik yansıtan her şeyin tamamen yıkımını
istemektedir.
Modern Batının Hıristiyan
olduğu söyleniyor, ama bu bir hatadır: Modern düşünce Hıristiyanlığa karşıdır (antichretien),
çünkü öz itibariyle dine karşıttır (antireligieux)\ evet dine karşıttır,
çünkü, daha genel bir deyişle, geleneğe karşıttır (antitraditionnel).
Onun temel özelliğini oluşturan ve bugün ne ise o olmasını sağlayan da budur.
Kuşkusuz Hıristiyanlığın bazı yanları çağımızın anti-Hıristiyan uygarlığı içine
kadar geçmiştir; kendi dillerinde dedikleri gibi, bu uygarlığın en
"ileri" temsilcileri de, iradeleri dışında belki de bilinçsizce, en
azından dolaylı olarak belli bir Hıristiyanlık etkisine maruz kalmış ve hâlâ
kalmaktadırlar. Durum böyledir, çünkü geçmişle olan bağı koparmak, ne denli
radikal olursa olsun, hiçbir zaman bütünüyle mümkün olmaz, tıpkı geçmişin
devamını önleyemeyeceği gibi. Hatta daha da ileri giderek, modern dünyada
değerli olabilecek ne varsa, hepsinin Hıristiyanlıktan geldiğini ya da en
azından daha önceki geleneklerin mirasını beraberinde taşıyan, Batının durumu
imkân verdikçe o mirası canlı tutan ve kendi içinde her zaman gizli imkânlar
taşıyan Hıristiyanlık aracılığıyla girdiğini söyleyeceğiz. Ama bugün
kendilerinin Hıristiyan olduğunu iddia edenler arasında bile, kim hâlâ bu
imkânların gerçek bilincindedir? Katoliklikte bile, zahiren öğrettikleri
öğretinin derin anlamını kavrayan, az ya da çok yüzeysel bir tarzda “inanmak“la
tatmin olmayan ve akıldan çok kalple inanan ama, kendilerinin diye
benimsedikleri dinsel geleneğin hakikatini gerçekten “bilen” insanlar hani
nerede? Biz en azından böyle birkaç kişinin mevcut olduğuna dair bir kanıt
görmek isteriz, çünkü bu Batı için en büyük ve belki de tek kurtuluş umududur.
Ama bugüne kadar onların hiçbirine rastlamadığımızı itiraf etmek zorundayız.
Bazı Doğu bilgeleri gibi, hemen hemen erişilmez münzevi bir yerde
gizlendiklerini mi farz edeceğiz, yoksa bu son umuttan da kesinlikle vaz mı
geçeceğiz? Batı Ortaçağda Hıristiyandı, ama artık değil; tekrar Hıristiyan
olabileceği söylenirse, hiç kimse öyle olmasını ve onun çevremizde
gördüklerimizin düşündürdüklerinden daha yakın bir zamanda meydana gelmesini
bizden daha çok dileyemez; ama burada da yanılmayalım: O gün gelse, modern
dünya ayakta kalır.
Sekizinci Bölüm
BATI İSTİLÂSI
Daha önce de
söylediğimiz gibi, modern kargaşa ilk önce Batıda başlamıştır. Bu kargaşa şu
son yıllara kadar, çok sınırlı yerel bir olay olarak orada kalmıştır; ama şimdi
ciddiyeti gizlenmemesi gereken bir durum ortaya çıkmıştır: Bu kargaşa her yere
yayılıyor ve Doğuya da hakim olacağa benziyor. Kuşkusuz batı istilâsı yepyeni
bir şey değildir; ama şimdiye kadar öteki toplumlar üzerinde kurduğu ve
etkileri siyasal ve ekonomik alanlarda sınırlı kalan az çok kaba bir egemenlikle
yetiniyordu. Çok çeşitli şekillere bürünen bir propagandanın tüm çabalarına
rağmen, bütün bu sapıklıklara Doğu ruhu kapalıydı; ayrıca eski geleneksel
uygarlıklar da bozulmadan varlıklarını sürdürüp gidiyorlardı. Bugünse, aksine
az çok tamamen "batılılaşmış", modern düşüncenin yanılgılarını
benimsemek için kendi geleneklerini terketmiş Doğulular var. Avrupa ve
Amerikan üniversitelerinin eğitimi sayesinde doğru yolundan sapmış bu unsurlar
bizzat kendi ülkelerinde bir karışıklık ve huzursuzluk nedeni olmuştur. Zaten,
en azından şimdilik, bu konuya aşırı bir önem vermek uygun olmaz: Batıda,
genellikle sayıca az, fakat gürültücü kişilerin şimdiki Doğuyu temsil ettikleri
sanılıyor; oysa gerçekte etkileri ne çok yaygın ne de çok derindir. Bu yanılgı
kolayca açıklanabilir, çünkü tesinlikle kendisini tanıtmaya çalışmayan, gerçek
Doğulular bilinmiyor. Dışarıda görünenler, konuşanlar, yazanlar ve her şekle
bürünüp şuraya buraya gidip gelenler, deyim yerindeyse, sadece "mod-
ernistler"dir. Bununla birlikte, gelenek karşıtı (antitraditionnel)
akımın ilerleyebileceği de doğrudur; öyleyse, en elverişsizleri de dahil, tüm
olasılıkları göz önünde bulundurmak gerekir.; şimdilik geleneksel düşünce bir
bakıma kendi içine kapanmış durumda; bu düşüncenin eksiksiz olarak korunduğu
merkezler ise, giderek kapalı ve girilmesi güç merkezler olmaktadır. Kargaşanın
böyle genelleşip yayılması, Kali-Yugd nın son safhasında cereyan etmesi
gereken olaylara tamamen uymaktadır.
Çok açıkça
bildirelim: Modern düşünce tamamen Batıya ait bir şey olduğundan, ondan
etkilenenler doğuştan Doğulu olsalar bile, zihniyet bakımından Batılı sayılmalıdırlar,
çünkü Doğu kaynaklı her düşünce, onlara yabancıdır. Geleneksel öğretilere
düşman olmalarının tek mazereti de bu öğretiler konusundaki bilgisizlikleridir.
Oldukça tuhaf ve hatta çelişkili gibi görünebilen husus ise, aynı insanların
entellektüel açıdan ”batıcıhk”ın (occidentalisme) yandaşları, ya da daha
doğru bir ifadeyle gerçek entellektüalite düşmanları oldukları halde, siyasal
alanda Batının hasımları gibi görünmeleridir; fakat aslında bunda şaşılacak bir
şey yoktur. Doğuda çeşitli "milliyetçilik” (nationalismes)
hareketleri kurmaya çalışanlar da gene onlardır; ve her "milliyetçilik”
hareketi, geleneksel düşünce yapısına zorunlu olarak karşıttır. Eğer onlar
yabancı egemenliğine karşı koymak isterlerse, tıpkı çeşitli Batı toplumlarının
kendi aralarında savaştıkları tarzda, bu işi de aynen o şekilde gene Batının
yöntemleriyle yaparlar. Belki onların varlık nedenlerini oluşturan da budur.
Gerçekten olaylar benzeri yöntemlerin kullanılmasının kaçınılmaz olduğu bir
noktaya gelmişse, onların kullanımı, ancak gelenekle tüm bağlarını koparmış
insanların işi olabilir. Bu elemanların bir süre geçici olarak kullanılmaları
ve daha sonra, bizzat Batıklar da dahil olmak üzere, safdışı edilmeleri
mümkündür. Zaten Batıkların yaydığı fikirlerin kendi aleyhlerine dönmesi son
derece mantıklıdır, çünkü bu fikirler sadece bölünme ve felâket faktörleri
olmaktadır. İşte modern uygarlık şöyle ya da böyle bunlarla yok olacaktır.
Bunun, Batıhlar arasındaki anlaşmazlıkların, milletler ya da toplumsal sınıflar
arasındaki anlaşmazlıkların etkisiyle mi yoksa bazılarının iddia ettiği
gibi,''batıklaştırılmış1' Doğuluların saldırılarıyla mı veyahut da
" bilimin ilerlemesi"nin neden olacağı büyük bir felâketten sonra mı
olacağı hiç önemli değildir. Hangisi olursa olsun, her durumda, Batı sadece
kendi hatası ve bizzat kendisinden kaynaklanan şeyler yüzünden büyük bir
tehlikeyle karşı karşıyadır.
Sorulan tek soru
ise şudur: Doğu, modern düşünce yüzünden geçici ve yüzeysel bir bunalıma mı
düşecek yoksa Batı, kendisi düşerken tüm insanlığı da beraberinde mi
sürükleyecek? Bu sorulara kesin gözlemlere dayalı bir cevap getirmek şimdilik
zordur. Bugün Doğuda birbirine zıt iki düşünce vardır. Geleneğe bağlı ve
basımlarınca değeri bilinmeyip hor görülen manevi güç, işlevini iyi sürdürdüğü
zaman maddi güce galip gelebilir ve ışığın koyu karanlığı dağıttığı gibi onu
ortadan kaldırabilir. Manevi gücün er ya da geç, maddi güce zorunlu olarak
galip geleceğini de söyleyebiliriz; ama bu sonuca ulaşmadan önce karanlık bir
dönemin geçirilmesi de mümkündür. Geleneksel ruh ölmez! Çünkü o, özü itibariyle
ölümün ve değişimin üstündedir; ama dış dünyadan tamamen el ayak çekebilir ki o
zaman da gerçekten "dünyanın sonu” olacaktır. Bütün bu söylediklerimize
göre, nisbeten pek uzak olmayan bir gelecekte bu olasılığın gerçekleşmesinde
inanılmayacak hiçbir şey yoktur, Batıdan çıkıp şimdi Doğuyu kaplayan kargaşada
bu”sonun başlangıcını görebiliriz. Bu da, Hint geleneğine göre, yeni dünyanın
seherinde hiç dokunulmamış bir halde, yeniden görülmesi için kutsal öğretinin
bir sedef kabuğuna tamamen gizleneceği anın müjdeci işaretidir.
Ama beklentileri bir yana
bırakıp bir kez daha güncel olaylara bakalım: Batının her yeri istilâ ettiği
kuşku götürmez bir gerçektir; onun etkisi önce elinin hemen erişebildiği maddi
alanda olmuştur. Bunu da kâh zorla ele geçirerek kâh ticaret yoluyla ya da tüm
toplumlarm doğal kaynaklarını kendi tekeline alarak başarmıştır. Ama şimdi bu
durumlar daha da ileri noktalara ulaşmaktadır. Tamamen kendilerine özgü olan
kendi dinlerini başkalarına kabul ettirme çabası (proselytisme) gereksinimiyle
sürekli harekete geçen Batıhlar, gelenek karştı (antitraditionnel) ve
maddeci düşüncelerini başkalarına da kabul ettirmeyi belli bir ölçüde başarmışlardır.
İlk istilâ hareketi, sadece bedenlere ulaşırken, bu hareket akılları, zekâları,
kalbleri zehirlemekte ve maneviyatı öldürmektedir. Uzun sözün kısası, biri
diğerini hazırlamış ve onu mümkün kılmıştır, öyle ki Batı her yerde kendini
kabul ettirmeyi ancak kaba kuvvetle başarabilmiştir. Zaten başka türlüsü de
olamazdı: Çünkü Batı uygarlığının tek gerçek üstünlüğü sadece maddi alandadır;
öteki bütün görüş açılarından ise, çok aşağıdadır. Batı istilâsı bütün
biçimleriyle materyalizmin / maddeciliğin istilâsı demektir; zaten başka
türlüsü de olamaz. Batının tüm ikiyüzlü kılık değiştirmeleri, tüm '‘ahlâkçı” (moraliste)
bahaneleri, tüm "insanlıkçı” (bıımanitaire) tumturaklı sözleri,
yıkım amacına daha iyi ulaşabilmek için, fırsat düştüğünde, sinsice sokulmasını
bilen propagandasının tüm hileleri, bu gerçeğe karşı hiçbir şey yapamazlar. Bu
gerçek sadece aptallarca veya kelimenin tam anlamıyla gerçekten "şeytani”
olan bu işten bir çıkar sağlamak isteyenlerce ancak inkâr edilebilir .
Şu tuhaf şeye bakın! Kimileri,
sözümona kendilerini çok korkutan bir tehlike olarak Doğu düşüncelerinin
Batıya sızdığını ilân etmek için, Batının her yeri istilâ ettiği şu anı
seçiyorlar. Bu yeni sapkınlık da neyin nesi yine? Biz genel değerlendirmelerle
yetinme arzumuza rağmen, Sayın Henri Massis'in geçenlerde yayınladığı Defense
de l'Occident (Batının Savunulması) adlı eseri hakkında en azından birkaç
kelime söylemeden geçemeyeceğiz; eser, bu kafa yapısını en tipik biçimde açığa
vuran örneklerden biridir. Bu kitap karışıklıklarla ve hatta çelişkilerle
doludur; ayrıca kitap çağdaş kargaşaya karşı tepki göstermek isteyenlerin pek
çoğunun, bu işi gerçekten etkili biçimde yapmakta ne kadar beceriksiz
olduklarını bir kez daha göstermektedir, çünkü neye karşı mücadele etmeleri
gerektiğini bile bilmemektedirler. Yazar, bazen gerçek Doğuya saldırmak
istediğini kabul etmiyor, ama eğer o "sözde Doğulu” fantezilerin, yani
aldatıcı etiketler altında yayılan ve aslında güncel dengesizliğin çok sayıdaki
ürünlerinden sadece biri olan, tamamen Batılı kuramların eleştirisiyle yetinmiş
olsaydı, onu tamamen onaylardık, çünkü ondan çok önce bu tür şeylerin
entellektüel yararsızlıklarını olduğu kadar gerçek tehlikelerini de bizzat biz
belirtmiştik. Fakat maalesef yazar, bunlardan daha fazla değeri olmayan
kavramları Doğuya mal etme gereksinimi duyuyor: Bunu yaparken de az çok
"resmî" birtakım Doğubilimcilerinden alıntıladığı metinlere
dayanıyor. Oysa bu metinlerde Doğu öğretileri, her zaman yaptıkları gibi, alay
konusu edilecek kadar saptırılmıştır. Bir başkası Hıristiyanlık konusunda aynı
yöntemi kullansaydı ve Hıristiyanlığı üniversitelerde yapılan "aşırı
eleştiri" çalışmalarına göre yargılamak isteseydi, acaba yazar ne nerdi?
Hint ve Çin öğretileri için de yaptığı tamamen aynıdır: Bunu yaparken de öyle
tehlikeli bir şartla yapıyor ki, tanıklığına başvurduğu Batıklar bu öğretiler
hakkında doğrudan en ufak bir bilgiye bile sahip değillerdir. Oysa
Hıristiyanlıkla uğraşan Doğulu meslektaşları, dinsel olan her şeye karşı
düşmanlıkları Hıristiyanlığı gerçekten anlamalarına engel olsa bile, en azından
bir ölçüye kadar onu tanımak zorundadırlar. Nitekim şu ya da bu Doğubilimcinin
açıklamalarının bilinçli ve kasıtlı bir yandaşlıktan değil de saf ve basit bir
anlayışsızlıktan ileri geldiğini Doğululara kabul ettirmekte bazen çok güçlük
çektiğimizi de bu münasebetle söylemek zorundayız. O açıklamalarda gelenek karşıtı
(antitraditionnel) anlayışa bağlı olan düşmanlık o kadar çok
hissedilmektedir. Sayın Massis bizzat kendi ülkesinde geleneği yeniden
diriltmek isterken, ne hakla başka ülkelerdeki geleneğe saldırıyor? Bu konuda
kendini, yetkili sanıp sanmadığını doğrusu sormak isteriz. Yetkiden söz
ediyoruz, çünkü aslında tüm tartışmayı kendisi siyasal bir zemine kaydırıyor.
Biz ise, tamamen başka bir görüş açısına, yani entellektüalite görüş açısına
sahip olduğumuzdan, bizim için gündemdeki tek sorun, hakikat sorunudur. Ama bu
görüş açısı kuşkusuz polemikçilerin tatmin olamayacakları kadar saf, yüce ve
sakindir. Biz, polemikçi olarak, onların zihinlerinde hakikat kaygısının büyük
bir yer tutabileceğinden kuşkuluyuz .
Sayın Massis
"Doğulu propagandacılar" dediği kişileri suçlamaktadır; aslında bu
çelişki içermektedir, çünkü sık sık belirttiğimiz gibi, propaganda düşüncesi
tamamen Batıya özgü bir şeydir. Yalnız bu bile, şimdiden o konuda bir yanılma
olduğunu açıkça gösteriyor. Oysa kastedilen propagandacılar arasında, ilkini
katıksız Batıkların oluşturduğu iki grup görebiliyoruz; Doğuya ait meseleler
hakkında çok kötü bir bilgisizlik göstergesi oh masaydı, Almanların ve Rusların
Doğu düşüncesinin temsilcileri arasında gösterildiğini görmek çok gülünç
olurdu. Yazar onlar hakkında, bazıları çok doğru olan gözlemler yapıyor, ama
onların gerçekte ne olduklarını niçin açıkça belirtmiyor? Bu ilk gruba
Anglo-Sakson "teosofistler”ini ve aynı türden başka mezheplerin kurucularını
dahil edeceğiz. Bunların kullandığı Doğu ıstılahları ise, sadece saf ve
bilgisiz insanları aldatmayı amaçlayan ve modern Batı için çok kıymetli olduğu
kadar Doğu için yabancı fikirleri içeren bir maskeden ibarettir; bunlar basit
filozoflardan daha tehlikelidirler, çünkü pek fazla bir birikime sahip olmadıkları
halde "maneviyat” (esoterisme) iddialarında bulunuyorlar, fakat
aslında "lâdinî” tasavvurlardan başka daha tutarlı bir şeyler arayan ve
fakat güncel kargaşa içinde nereye başvuracaklarını bilemeyen insanları
kendilerine çekmek için "maneviyatla (esoterisme) ilgileniyormuş
gibi gözüküyorlar. Massis’in onlardan hemen hemen hiç söz etmemesine biraz
şaşırıyoruz. İkinci grupta ise, yukarıda sözünü ettiğimiz batılılaşmış
Doğululardan birkaçını görmekteyiz. Bunlar da gerçek Doğu düşüncelerinden
birinci gruptakiler kadar habersiz olduklarından, öyle bir niyetleri olduğunu
farz etsek bile, Doğu düşüncelerini Batıda yaymaktan tamamen acizdirler.
Üstelik önerdikleri amaç buna gerçekten aykırıdır, çünkü onların amaçları, aynı
düşünceleri Doğuda bile yok etmektir; aynı zamanda kendilerine Avrupa’da ve
Amerika'da öğretilen kuramlara uygun biçimde modernleşmiş Doğularını Batıklara
sunmaktır. Tüm Batı propagandaları içinde en uğursuz olan, doğrudan doğruya
akla saldıran propagandanın gerçek ajanları olan bu kişiler, sadece bir
yansıması oldukları Batı için değil de asıl Doğu için bir tehlikedirler. Gerçek
Doğululara gelince, Sayın Massis birinden bile söz etmemektedir; kuşkusuz söz
etmesi çok zor olurdu, çünkü hiçbirini tanımıyor. Batıklaşmamış tek bir Doğulu
ismi zikretmekte karşılaştığı güçlük onu biraz düşünceye sevketmeliydi ve
"Doğulu propagandacılar" diye bir şeyin mevcut olmadığını ona
anlatmalıydı.
Gerçi çoğu kez
yapmadığımız bir şeyi yapmak, yani kendimizden söz etmek durumuna düşüyoruz;
ama şunu kesinlikle belirtmeliyiz ki, bildiğimiz kadarıyla, bizden başka, Doğu
düşüncelerini Batıda gerçek ve aslına uygun olarak yaymış olan hiç kimse
yoktur. Biz bunu yaparken de, şartlar gerektirdiğinde, her Doğulunun yapacağı
gibi yaptık, yani en küçük bir "propaganda" ya da
"avamileştirme” (vulgarisation), yani halkın anlayacağı bir düzeye
indirme niyeti taşımaksızın, bu öğretileri halkın anlayacağı bir düzeye
indirmek bahanesiyle bozmaya meydan vermeksizin, sadece öğretileri olduğu gibi
anlayabilenler için, her zaman tam olarak anlattık. Batı en-
tellektüalitesinin düşüşüne rağmen, durumu anlayanların, gerçekten sadece küçük
bir azınlık olsalar da, tahmin ettiğimiz kadar az olmadıklarını da sözümüze
ekleyelim. Böyle bir girişim kuşkusuz Sayın Massis’in tasarladığı propagandalar
cinsinden değildir; kitabının siyasal özelliği böyle bir ifadeye olanak verse
de, durumun gereği olarak öyle söylemeye cesaret edemiyoruz. Mümkün olduğu
kadar iyi niyetle söyleyelim, yazar onları hayal ediyor; çünkü Batı
uygarlığının az ya da çok yakın bir gelecekte yok olacağı önsezisinin
kendisinde doğurduğu korkuyla kafası allak bullak olmuş. Ayrıca modern dünyanın
bazı yönleri konusunda bazen tam bir ciddiyet gösterdiği halde, modern dünyayı
yıkıma götürebilecek gerçek nedenlerin nerede bulunduğunu açıkça görmemiş
olmaması da esef vericidir. Tezinin sürekli kararsızlığına sebep budur: bir
yandan, çarpışmak zorunda olduğu hasımların kimler olduğunu tam olarak
bilmemekte; öte yandan, savunduğu (traditionnalisme) kendisini, geleneğin
bizzat özünü oluşturan şeylerden bile tamamen habersiz bırakmaktadır; ve
gelenekçiliği ona en uzak bir alandaki bir tür siyasal-dinsel ”tutuculuk”la (conserva-
tisme) açıkça karıştırmaktadır.
Sayın Massis'in korkudan
aklının allak bullak olduğunu söylüyoruz; bunun en güzel kanıtı, sözde
"Doğulu propagandacılar"ına isnat ettiği tuhaf ve hatta akıl almaz şu
tutumdur: Bu "Doğulu propagandacılar" Batıya karşı şiddetli bir kin
duymaktadırlar; Batıya zarar vermek için kendi öğretilerini ona iletmeye, yani
en değerli şeylerini, bir bakıma düşüncelerinin özünü oluşturan şeyi ona
bağışlamaya çalışmaktadırlar! Böyle bir varsayımda çelişki içeren her şeyin
önünde, insan kendinin bir şaşkınlık duymasına engel olamaz: Güçlükle
tasarlanan tez bir anda yok oluveriyor; fakat öyle görünüyor ki yazar bunun
farkına bile varmıyor, çünkü böyle bir garipliğin bilincinde olduğunu ve bunu
okuyucularına kabul ettirmek için onların saflığına, yani onların ileriyi iyi
göremeyişlerine güvendiğini düşünmek istemiyoruz. Eğer Batıdan o kadar çok nefret
eden insanlar varsa, bunların yapmaları gereken ilk şeyin kendi öğretilerini
kendilerine kıskançça saklamak ve tüm çabalarının Batıkların ona dokunmamasını
sağlamak olacağını anlamak için çok uzun ve derin derin düşünmeye gerek yoktur.
Nitekim bu konuda Doğulular bazen gereğinden çok fazla eleştirilmişlerdir. Oysa
gerçek oldukça farklıdır: Geleneksel öğretilerin asıl temsilcileri hiç kimseye
karşı kin duymazlar. İhtiyatlı olmalarının tek bir nedeni vardır: o da bazı
hakikatleri, onları anlamaktan aciz olanlara açıklamanın tamamen yararsız
olduğu kanısında olmalarıdır. Ama onlar, kökenleri ne olursa olsun, gerekli
"nitelikler"e sahip olanlara bu hakikatleri bildirmeyi asla
reddetmemişlerdir. Gerekli niteliklere sahip bu insanlar arasında çok az Batılı
varsa, bu onların mı hatasıdır? Öte yandan, onlara uzun bir süre ilgisizlikle
baktıktan sonra, eğer Doğu halk kitleleri sonunda Batılılara gerçekten düşman
olmuşsa, bunun sorumlusu kimdir? Tamamen entellektüel tefekküre dalmış, dış
etkinliklerden kesinlikle uzak duran bu elit mi ya da bunun sorumlusu daha
ziyade, varlıklarını çekilmez ve dayanılmaz kılmak için gereken her şeyi yapan,
bizzat Batılılar değil mi? Kim olursa olsun, her hangi bir kimsenin bu soruya
hemen cevap verebilmesi için, sorunun bu şekilde sorulmuş olması yeterlidir.
Bugüne kadar inanılmaz bir sabır gösteren Doğulular, diyelim ki nihayet kendi
ülkelerinde efendi olmak istiyorlar. Bundan dolayı onları kınamayı, eleştirmeyi
kim düşünebilir? Bazı tutkular işe karıştığı zaman, aynı şeylerin şartlara çok
değişik, hatta tamamen çelişkili biçimlerde değerlendirilmiş olabileceği
doğrudur;
Örneğin, bir
yabancı istilâsına karşı gösterilen direnç bir Batı toplumunun vakıası olduğu
zaman, bu bir "yurtseverlik” (patritotisme) olarak nitelendirilir
ve tüm övgülere lâyık olur; aynı şey bir Doğu toplumunun vakıası olduğu zaman
ise, bu bir "bağnazlık" (fanatisme) ya ” yabancı
düşmanlığı" (xenophobie) olarak nitelendirilir ve sadece kin veya
horgörüye lâyık olur. Zaten Avrupalılar, egemenliklerini her yere zorla kabul
ettirmeyi, kendilerinin yaşadığı ve düşündüğü biçimin dışında yaşamayı ve
düşünmeyi her insana yasaklamayı "Hukuk", "Özgürlük",
"Adalet" ve "Medeniyet" adına yaptıklarını iddia
etmiyorlar mı? Ender oldukları oranda şerefli olan istisnalar dışında, Batıda
artık birbirleriyle oldukça ilgisiz sadece iki tür insan bulunduğu sonucuna,
tıpkı bizim gibi varmadıkça, "ahlâkçılık"ın (moralisme) gerçekten
harika bir şey olduğu kabul edilecektir. Bu iki türden birincisi, büyük sözlere
kendini kaptıran ve içine gömüldükleri maddeci vahşetin birer unsuru olduklarından
habersiz oldukları halde, kendilerinin bir "medenileştirme misyonu"
olduğuna inanan aptallardır, İkincisi ise, zorbalık ve açgözlülük içgüdülerinin
tatmini için bu ruh halini sömüren kurnazlardır. Her halükârda kesin olan,
Doğuluların kimseyi tehdit etmedikleri ve hiçbir şekilde Batıyı istilâ etmeyi
düşünmedikleridir. Çünkü şu anda onların kafalarının içine bile nüfuz edecek
kadar kendilerini tehdit eden Avrupa zulmüne karşı kendilerini savunmak için
yapacakları çok iş vardır. Saldırganların kendilerine kurban süsü vermeleri
ise, en azından tuhaftır.
Bu açıklama zorunluydu, çünkü
söylenmesi gereken bazı şeyler var. Ama "Batıyı savunanların tezleri
gerçekten çok zayıf ve tutarsız olduğu için, bu konu üzerinde çok fazla
durduğumuza üzülüyoruz. Üstelik Sayın Henri Massis'i zikretmek için,
kişiliklerle ilgili her zaman gözettiğimiz ihtiyatı bir an için elden
bırakmışsak, bunun nedeni, modern dünyanın durumu hakkında, bu çalışmamızda
göz önünde bulundurmamız gereken çağdaş zihniyetin bir bölümünü ayrıntılı
olarak özellikle onun temsil etmiş olmasıdır. Dar bir şekilde sınırlandırılmış,
anlaşılmaz ve belki de oldukça yapmacık olan bu düşük nitelikli
"gelenekçilik”, pek çok önyargısını paylaştığı bir düşünce biçimiyle nasıl
olur da gerçekten etkin bir biçimde çatışabilir? Bu, her iki yönden de, gerçek
ilkeler konusunda tam bir bilgisizliktir; belli bir ufku aşan her şeyi inkâr
etmede tutulan tam bir yan tutmadır; farklı uygarlıkların varlığını anlama
hususunda tam bir yeteneksizliktir; Greko-latin klasizmine körü körüne
bağlılıktır. Bizce bu yetersiz tepkinin, çağdaşlarımızın bazılarında şimdiki
durumun doğurduğu belli bir rahatsızlığı göstermekten başka bir yaran yoktur.
Nitekim, aynı rahatsızlığın başka belirtileri de vardır; eğer bu belirtiler
iyi yönlendirilseydi, daha ileri gitmeye elverişli olabilirlerdi; ama, şimdilik
bütün bunlar çok karmaşıktır ve bunlardan nasıl bir sonuç çıkacağını söylemek
henüz çok güçtür. Gene de bu konuda yapılacak birkaç tahmin belki de büsbütün
yararsız değildir. Ayrıca güncel dünyanın kaderiyle sıkı sıkıya bağlı olduğu
için, aynı zamanda bu tahminler bu kitabın sonuç bölümünü oluşturacaktır.
Normal yollarla kanıtlanması olanaksız olan değerlendirmeleri ihtiyatsızca
geliştirerek, "lâdinî" bilgisizliğe kolayca sataşma fırsatı
vermeksizin, mümkün olduğu ölçüde bazı sonuçlar çıkaracağız. Biz ayrım
gözetmeden her şeyin uluorta her yerde söylenebileceğini düşünenlerden
değiliz, en azından uygulama noktasına geçmek için saf öğretiden dışarı
çıkıldığı zaman. O zaman zorunlu olan bazı önlemler ve kesinlikle yerinde
sorulması gereken birtakım sorular vardır; ama bu meşru ve hatta zaruri ihtiyat
kayıtlarının, bir Hint atasözü ifadesiyle "ipi yılan sanan” bir
insanınkine benzer bir bilgisizliğin sonucu olan, birtakım çocuksu korkularla
hiçbir ortak yanı yoktur. İstensin veya istenmesin, söylenmesi gereken şey,
şartlar elverdiği ölçüde söylenecektir. Ne şunların çıkarcı çabaları, ne
bunların bilinçsiz düşmanlığı bunun böyle olmasını engelleyecektir; diğer
taraftan, aynı şekilde modern dünyanın heyecanlı, telaşlı ivediliğiyle
sürüklenen ve bir anda her şeyi bilmek isteyen kişilerin sabırsızlığı, sadece
bazı şeylerin dışarıda vaktinden önce daha erken bilinmesini sağlayacaktır.
Ama, en azından bu kişiler olayların hızlı seyrinin kendilerine kuşkusuz
oldukça kısa süreli bir tatmin vereceğini düşünerek teselli bulabileceklerdir;
keşke o zaman, gerçek sağduyudan daha ziyade bir coşkuyla çok sıkça
araştırdıkları bir bilgiyi almaya yeteri kadar hazırlanmamış olduklarından
dolayı pişmanlık duymasalar!
Dokuzuncu Bölüm
BAZI SONUÇLAR
Biz bu kitabımızda, geleneksel
verileri uygulamanın, şu anda ortaya çıkan sorunların en dolaysız biçimde
çözümlenmesine, yeryüzü insanlığının şimdiki durumunun açıklanmasına, aynı
zamanda modern uygarlığı tam olarak meydana getiren tüm öğelerin uzlaşımcı
kurallara veya duygusal tercihlere göre değil de, hakikate göre yargılanmasına
nasıl olanak verdiğini özellikle göstermek istedik. Zaten konuyu enine boyuna
ele alıp irdelediğimiz, tüm ayrıntılarına varıncaya kadar incelediğimiz ya da
hiçbirini ihmal etmeden bütün boyutlarını eksiksiz geliştirdiğimiz iddiasında
bulunmadık. Üstelik sürekli olarak esinlendiğimiz ilkeler bizi, "ladin?
bilgi görüşleri gibi tahlilî (analytique) görüşleri değil de, özü
itibariyle terkibî (synthetique) görüşleri savunmaya mecbur ediyor. Ama
bu görüşler, kesinlikle terkibî olduklarından, gerçek bir açıklama yönünde,
gerçekte basit tasvirî bir değere sahip olan her hangi bir tahlilden (analizden)
çok daha ileriye gitmektedirler. Her halükârda, şu ana kadar
açıkladıklarımızla, anlayışlı kişilerin kendiliklerinden, en azından konunun
içeriğini oluşturan sonuçların bir bölümünü çıkarmalarına olanak verecek kadar
yeterince söz söylediğimizi düşünüyoruz. Ayrıca bu kişiler, bu çalışmanın
kendileri için, düşünceye ve derin tefekküre hiçbir yer bırakmayan bir okumadan
daha başka biçimde yararlı olacağına inanmalıdırlar; biz ise aksine onlara, bir
yığın boş ve anlamsız kişisel düşüncelerin üzerine çıkmaları için uygun bir
hareket noktası ve yeterli bir dayanak sağlamak istedik.
Geriye böyle bir incelemenin
pratik değeri diyebileceğimiz birkaç sözü daha söylemek kalıyor; saf
metafiziksel öğreti içinde kalsaydık, ki buna göre her uygulama sadece olumsal (contingerıte)
ve ilineksel (accidentelle),yani mümkün ve arızîdir; bu pratik değeri
ihmal edebilirdik ya da onunla hiç ilgilenmezdik; oysa burada kesinlikle
uygulamalar söz konusudur. Nitekim bunların, her tür pratik görüş açısı
dışında, çift yönlü bir varoluş sebebi vardır: İlk olarak, uygulamalar
ilkelerin meşru sonuçlarıdır; gerçeğin istisnasız bütün basamaklarını kapsaması
gereken tek ve evrensel bir öğretinin normal gelişmesidir; ikinci olarak,
"Kutsal bilim” konusunda açıkladığımız gibi, en azından bazılarının üstün
bir bilgi düzeyine yükselmeleri için bir hazırlık vasıtasıdır. Ama ayrıca,
insan uygulamalar alanında bulunursa, onları kendi içinde ve bizzat kendilerine
özgü değerler içinde değerlendirmek de yasak değildir, yeter ki bunu yaparken
onların ilkelere bağlı olduğu gözden kaçırılmasın. Bu tehlike, gerçekten çok
büyük bir tehlikedir, çünkü "lâdinî bil im” in doğmasına yol açan yozlaşma
buradan kaynaklanmaktadır. Ama her şeyin saf entellektüaliteden
kaynaklandığını, her şeyin tamamen ona bağlı olduğunu ve şuurlu olarak ondan
kaynaklanmayan her şeyin ancak bir yanılsama olduğunu bilen kimseler için bir
tehlike yoktur. Daha önce bir çok kez tekrar ettiğimiz gibi, her şey bilgiyle
başlamalıdır. Pratik düzeyden en uzak gibi gözüken husus, gene bu düzeyde en
etkili olan husutur, çünkü bu alanda olduğu kadar başka alanlarda da gerçekten
değerli olan, boş ve yüzeysel bir kıpırdanış, bir hareket olmayan her hangi bir
şeyi onsuz yapmak olanaksızdır. Bu nedenle, özellikle şimdilik bizi
ilgilendiren soruna yeniden dönebilmek için diyebiliriz ki eğer tüm insanlar
gerçekten modern dünyanın ne olduğunu anlasalardı, modern dünya derhal var
olmaktan çıkardı ve o anda yok olurdu; çünkü onun var oluşu bilgisizliğin ve
sınırlı olan lıeıt şeyin varoluşu gibi, olumsuzdur: O ancak geleneksel ve insan
üstü (supra- humaine) hakikati inkâr ederek vardır. Bu değişim belki
böylece kazasız belâsız olurdu, ki başka her tür yola imkânsız gibi gözüküyor.
Öyleyse böyle bir bilginin gerçekten hesap edilemeyen sonuçlar doğurmaya elverişli
olduğunu kabul edersek, acaba haksız mı oluruz? Ama öte yandan, herkesin bu
bilgiye ulaştığını kabul etmek de maalesef çok zor görünüyor. İnsanların çoğu
gerçekten bu bilgiden öyle uzak ki hiç bu kadar uzak olmamışlardı. Bunun herkes
için gerekli olmadığı da doğrudur, çünkü varlığı ve eylem vasıtaları hakkında
en ufak bir düşünceye bile sahip olmaksızın, telkinlere boyun eğen bir kitleye
yön vermek için, çok az sayıda ama oldukça güçlü bir elitin olması yeterlidir;
acaba Batıda bu elitin gerçekten oluşması hâlâ mümkün müdür?
Az ya da çok yakın
bir gelecekte mümkün olabilecek değişik durumlarda, entellektüel elitin
işleviyle ilgili olarak daha önce çeşitli yerlerde açıklama fırsatını
bulduğumuz bütün bu konulara yeniden dönmek niyetinde değiliz. Dolayısıyla
sadece şunu belirtmekle yetineceğiz: Bir dünyadan öbürüne geçiş diyebileceğimiz
durumu oluşturan değişimin meydana geliş tarzı nasıl olursa olsun, ister az ya
da çok büyük çevrimler söz konusu olsun, ister ani ve şiddetli bir kopmanın
görünümlerine sahip olsun, bu değişim hiçbir zaman mutlak bir kopukluk anlamına
gelmez; çünkü bütün çevrimleri kendi aralarında bağlayan geleneksel bir bağ
vardır. Sözünü ettiğimiz elit, hâlâ vakit varken oluşabilse, bu değişimi en
uygun koşullarda meydana gelecek tarzda ve kaçınılmaz olarak beraberinde
getireceği karışıklığı asgari düzeye indirecek şekilde hazırlayabilir. Ama
böyle olmasa bile, bu elitin her zaman, şimdiki dünyada sürüp gitmesi gereken
öğelerin korunmasına yardım etmek ve gelecek dünyanın kurulmasında işe yaramak
gibi çok önemli bir görevi olacaktır. Bu yeniden yükselişin zorunlu olarak vuku
bulacağı bilinir bilinmez, düşüşün daha önce herhangi bir büyük felâkete
götürmesi önlen- emese bile, yükselişi hazırlamak için bir düşüşün sona
ermesini beklemenin gerekmeyeceği gün gibi aşikârdır. Şu halde bütün durumlarda
yapılacak çalışma boşa gitmeyecek, kaybolmayacaktır*. Elitin bizzat kendisi
için ondan çıkaracağı yararlara bakılırsa, o çalışmalar hiç kaybolmaz, hele
hele tüm insanlık için ortaya çıkacak nihaî sonuçlara bakılırsa, kesinlikle
boşa gitmeyecektir.
İşte şimdi bunları
ele alıp değerlendirmek ne kadar uygundur: Doğu uygarlıklarında elit hâlâ mevcuttur.
Modern istilânın önünde elitin gittikçe azaldığını kabul etsek bile, aynı
zamanda elit varlığını sonuna dek sürdürecektir, çünkü kaybolması olanaksız
gelenek birikimini korumak ve korunması gereken her şeyin başkalarına
iletilmesini sağlamak için bunun böyle olması zorunludur. Buna karşılık, Batıda
güncel olarak artık elit diye bir şey yoktur; dolayısıyla çağımızın sona
ermesinden önce, yani gelenekten sapmasına rağmen, eğer Batı dünyasının bu
geleneğin korunmasında ve (daha sonraki kuşaklara) iletilmesinde bir payı
olacaksa, insan Batıda yeniden bir elitin oluşup oluşmayacağını kendi kendine
sorabilir. Eğer durum hiç de böyle olmazsa, bunun sonucu olarak, Batı uygarlığı
büsbütün yok olup gidecektir, çünkü kendisinde artık gelecek için yararlı, kullanılabilir
hiçbir unsur kalmayacaktır ve yine çünkü kendisinde gelenek düşüncesine ait
bütün izler kaybolacaktır.
Mesele bu şekilde
ortaya konulunca, nihaî sonuç bakımından ancak çok talî bir önem taşıyabilir.
Bununla birlikte, içinde yaşadığımız dönemin özel koşullarını hesaba katmaya
başladığımız andan itibaren göz önüne almamız gereken nisbî görüş açısından
belli bir önemi arz etmektedir. İlke olarak, Batı dünyasının, her şeye rağmen,
modern çağların başlangıcından beri kopmuş gibi gözüktüğü bütünün bir parçası
olduğunu ve çevrimin nihaî bütünleşmesinde bütün parçaların belli bir biçimde
bi- raraya gelmeleri gerektiğini belirtmekle yetinebiliriz; ama bu kesinlikle
Batı geleneğinin önceden yapılması gereken bir onarımı anlamına gelmez, çünkü
bu gelecek belirli bir anda büründüğü özel biçimin dışında bizzat kaynağında
sadece sürekli bir imkân halinde korunabilir. Zaten biz bunu ancak bir bilgi
olarak veriyoruz, çünkü bunu derinliğine anlamak için, kadim gelenekle (tradition
primordiale) daha sonradan ortaya çıkan ona bağımlı geleneklerin (traditions
subordonnees) ilişkilerinin değerlendirmesini yapmak gerekir ki burada
bunu yapmayı hiç düşünmüyoruz. Burada kendi içinde ele alınan Batı dünyası
için en elverişsiz bir durum ortaya çıkıyor ve onun bugünkü durumu, söz konusu
durumun şu anda gerçekleşen durum olduğu korkusunu da uyandırabilir; bununla
birlikte, daha iyi bir çözüm için henüz tüm umutların kesin olarak yok
olmadığını düşündürebilen birtakım işaretlerin olduğunu söyledik.
Şimdi Batıda, kendi
uygarlıklarında neyin eksik olduğunun bilincine varmaya başlayan, sayıları
zannedildiğinden daha çok olan insanlar vardır. Eğer bu konuda onlar belirsiz
özlemlere ve çoğu kez verimsiz araştırmalara indirgenmişlerse ve hatta bazen
büsbütün yollarını şaşırıyorlarsa, bunun nedeni hiçbir şeyin yerini
tutamayacağı gerçek verilerden yoksun oluşları ve gerekli öğretisel yönelişi
kendilerine sağlayacak hiçbir kuruluşun olmayışıdır. Kuşkusuz bunu söylerken,
entellektüel olarak Batı dünyasının dışında olup, böylece bu yönelişi Doğu
geleneklerinde bulabilmiş kişilerden söz etmiyoruz. Zaten ancak istisnaî bir
durum arz eden bu kimseler kesinlikle Batı elitinin bütünleyici bir parçası
olamazlar. Gerçekte onlar Doğu elitlerinin bir uzamışıdırlar. Bu uzantı, Batı
eliti yeniden oluşumunu başardığı gün, Doğu elitleriyle Batı elitleri arasında
bir köprü olabilir. Ama bu elit, tanım gereği, ancak tamamen Batılı bir
girişimle oluşabilir. İşte bütün güçlük de burada yatmaktadır. Bu girişim
ancak iki tarzda mümkündür: Ya Batı bunun vasıtalarını, gizli olanakların
kendiliğinden uyanışı gibi bir dönüşle, yani kendi geleneğine doğrudan bir
dönüşle bizzat kendisinde bulacaktır; ya da Doğu öğretilerinden edinecekleri
belli bir bilgi yardımıyla, bu onarım işini, birtakım Batılılar yerine
getireceklerdir. Batılı kalmak zorunda oldukları için, bu bilgi elbette onlarca
doğrudan edinilemeyecek; ama yukarıda değindiğimiz bilgiler gibi, aracılar
vasıtasıyla kendini göstererek, ikinci derecede bir etkiyle elde edilecektir.
Bu iki varsayımdan birincisinin gerçekleşeceğe benzemesi çok büyük bir
olasılıktır, çünkü bu, Batıda geleneksel düşüncenin bütünüyle korunmuş olduğu
anlamına gelir, en azından bir açıdan; öte yandan, bazı kesinlemelere rağmen,
böyle bir durumun varlığı bize son derece kuşkulu görünmektedir, dedik;
öyleyse, ikinci varsayımı daha yakından incelemek yerinde olur.
Bu durumda, yetişme
halindeki elitin, mutlak bir gereklilik olmasa da, daha önceden etkin bir
varlığı olan Batılı bir kuruluşta dayanak noktası bulması kendi yararına olur;
o halde, Batıda geleneksel bir niteliğe sahip olan ve söz konusu işe uygun bir
temel sağlamaya elverişli bir öğretiyi koruyan sadece tek bir kuruluş var gibi
görünüyor: Bu da Katolik Kilisesidir. Kilisenin
dışarıda büründüğü
dinsel biçimden hiçbir şey değiştirmeksizin, gerçekten kendisinde var olan, ama
bugünkü temsilcilerinin hâlâ bilincine varamamış göründükleri ve hatta diğer
geleneksel şekillerle olan temel birliğini fark edemedikleri derin anlamı bu
öğretiye yeniden vermek yeterlidir. Zaten bu iki şey birbirinden ayrılamaz. Bu
da etimolojik olarak "evrensellik" (universalite) fikrini
açıklayan, sözcüğün gerçek anlamıyla Katolikliğin gerçekleşmesi demek olur ki
bu husus, öteki geleneklerle hiçbir etkin bağı olmaksızın, Katolikliği tamamen
Batılı ve özel bir şekle ait bir ad olarak görmek isteyen kişilerin en çok
unuttukları bir husustur. Bugünkü durumda, Katolikliğin sadece gizilgüç halinde
bir varlığı olduğu söylenebilir, çünkü gerçekten onda evrensellik bilincini
göremiyoruz. Ama gene de böyle bir adı taşıyan bir kuruluşun varlığı tam
anlamıyla geleneksel düşüncenin onarımı için mümkün bir temelin işaretidir,
çünkü o, Ortaçağ Batı dünyasında bu düşünceye dayanak teşkil etmişti. Bu
durumda bir başka çağın koşullarına gerekli uyarlamalarla, modern sapmadan önce
var olan şeylerin yeniden oluşturulması söz konusu olacaktır. Kimileri böyle
bir düşünceden dolayı hayrete düşüyorlarsa veya benzeri bir fikre karşı
çıkıyorlarsa, bunun nedeni bizzat kendilerinin haberleri olmadan ve belki de
isteklerinin tersine, artık bugün sadece kabuğunu korudukları bir geleneğin
anlamını büsbütün yitirecek derecede modern düşüncenin içine dalmış olmalarıdır.
Yukarıda açıkladığımız gibi, hâlâ "maddecilik"in değişik türlerinden
biri olan "harfi harfine şekilcilik"in maneviyatı (spiritualite)
kesinlikle yok edip etmediğini ya da bu maneviyatın geçici olarak karartılmış olup
olmadığını ve mevcut teşkilatın içinde yeniden canlanıp canlanamayacağını
bilmek de çok önemlidir. Ama bunları anlamamızı ancak olayların seyri
sağlayacaktır.
Zaten Katolik Kilisesi
yöneticilerine, saf entellektüalite görüş açısı noktasından önemini doğrudan
anlayamadıkları şeyleri, vazgeçilmez bir gereklilik olarak, er ya da geç bizzat
bu olayların kabul ettirmesi mümkündür. Onlara bu konuları düşündürebilmek
için, her türlü üstün ilke dışında değerlendirilen siyasal alana ait şartlar
kadar olağan şartların gerekmesi gerçekten esef vericidir; ama şunu da kabul
etmek gerekir ki gizli imkânların gelişme fırsatı, herkese, bugünkü anlayış
gücüyle hemen anlayabileceği en kestirme vasıtalarla sağlanmalıdır. Bu nedenle
şunu söyleyeceğiz: Gittikçe genelleşen bir kargaşanın şiddetlenmesi karşısında,
Doğuda olduğu kadar Batıda da, dış dünyada hâlâ eylemini sürdüren manevi
güçlerin birleşmesi için çağrıda bulunmak yerinde olur. Bununla ilgili olarak
Batıda Katolik Kilisesi’nden başka bir güç göremiyoruz. Eğer Katolik Kilisesi
bu şekilde Doğu geleneklerinin temsilcileriyle temasa geçebilse, amaçladığımız
şeylere tam tamına hareket noktası olabilecek bu ilk sonuçtan büyük sevinç
duyarız. Çünkü sadece haricî ve ‘'diplomatik” bir ittifakın aldatıcı olacağı
ve istenilen sonuçları vermeyeceği kuşkusuz çabucak fark edilecektir; öyle ki
normal olarak ilk önce neyle işe başlanacaksa onda karar kılmak gerekir; yani
ilkeler üzerinde sağlanacak bir uzlaşmayı ele almak gerekir; bu uzlaşmanın
gerekli ve yeterli koşulu ise, Batının temsilcilerinin de Doğunun temsilcileri
gibi, gerçekten bu ilkelerin bilincine varmalarıdır. Bir kez daha söyleyelim
ki gerçek ittifak ancak yukarıdan ve içeriden, dolayısıyla aralarında ayrım yapmaksızın
entellektüel ve manevi diyebileceğimiz bir alanda sağlanabilir; çünkü bize
göre, bu iki sözcük aslında aynı anlamı taşır. Ayrıca bu noktadan hareket
edilirse, diğer bütün alanlarda da zorunlu olarak ittifak sağlanacaktır; tıpkı
ilke ortaya çıkınca, geriye o ilkede mevcut tüm sonuçlan çıkarmaktan, daha
doğrusu sonuçları ”açıkça bildirmek"ten başka artık yapacak bir şey
kalmayacağı gibi. Buna sadece bir tek engel olabilir: O da, Batının kendi
dinini başkalarına yayma çabasıdır (proselytisme), ki bunun sonu, bazen
"tebaa” olmayan "müttefikler"e sahip olunması gerektiğini kabul
etmeye kadar varabilir; ya da daha açık konuşmak gerekirse, bu bir anlayış
kıtlığıdır; burada sözü edilen Batının kendi dinini başkalarına yayma
tutkusuysa (proselytisme), bunun sonuçlarından sadece biridir. Acaba bu
engel aşılacak mı? Eğer bu engel aşılmazsa, elitin, kendi kendini oluşturması
için bilinen her türlü ortamın dışında, entellektüel yetenekleriyle sivrilmiş
kimselerin çabasına ve bir de kuşkusuz Doğunun desteğine güvenmesi gerekir
sadece. Dolayısıyla elitin işi daha zorlaşır ve etkisi ancak çok uzun vadede
olabilir, çünkü öteki durumda olduğu gibi, gerekli tüm araçlarını hazır durumda
bulmak yerine, onları bizzat kendisi yaratacaktır. Ama biz bu güçlüklerin ne
kadar büyük olurlarsa olsunlar, şu ya da bu biçimde yapılması gerekeni engelleyecek
türden olacaklarını hiç mi hiç düşünmüyoruz.
Kilisenin gelecekte
oynayacağı rol bakımından, böyle bir hareketin kendiliğinden olmasını
beklemekten ve kendi elinden kaçırma tehlikesi olan bir etkiyi elinde tutmak
için hareketi arkasından izlemek zorunda kalmaktan çok, Kilisenin bu
hareketten önce davranıp öne geçmesinde büyük yararı olacağını da ayrıca
belirtmek gerekir. Böyle bir tutumdan, en büyük yararları kısacası gene
kendisinin sağlayacağını anlamak için, ulaşılması çok güç ve çok yüksek bir
bakış açısından bakmaya gerek yoktur; nitekim öğretisel alanda kendi açısından
en ufak bir gizli anlaşmayı gerektirmekten uzak olan bu tutum, aksine modern
düşüncenin her türlü sızmasından onu kurtarmış olma sonucunu da doğuracaktır;
zaten bu tutumdan ötürü hiçbir dış değişikliğin olması gerekmez.
Katolik Kilisesinin
desteği ve katkısı olmaksızın Katolikliğin eksiksiz gerçekleşeceğini ummak
biraz saçma olur; o zaman Katolik Kilisesi daha önce karşılaştığı saldırılardan
daha korkunç saldırılara karşı, kimi insanlar tarafından savunulmayı kabul etme
gibi tuhaf bir mecburiyet içinde bulunur; kilise yöneticileri ya da en azından
kendileri adına konuşmaya izin verdikleri kişiler, en kötü şekilde tasarlanmış
kuşkuları onların üzerine atarak bu insanları değerden düşürmenin yollarını
ararlar. Biz kendi payımıza durumun böyle olmasından üzüntü duyarız. Ama
olayların bu noktaya kadar gelmesi istenmiyorsa, konumları gereği en ciddi
sorumlulukları üzerlerine alan kişiler için, tam bir dava bilinciyle haraket
etmenin tam zamanıdır. Bu kişiler en büyük önemi haiz sonuçları doğurabilecek
girişimlerin az ya da çok alt düzeyden birkaç kişinin anlayışsızlığı veya kötü
niyetiyle durdurulmuş olması gibi bir tehlikeye artık müsaade etmemelidirler.
Çünkü daha önce bunun örneği görülmüştür ve bu durum bugün her tarafta
kargaşanın ne düzeyde egemen olduğunu bir kez daha göstermektedir, tamamen
bağımsız ve tamamen nesnel olarak yaptığımız bu uyarılardan dolayı bize hiç
minnet borcu duymayacaklarını şimdiden tahmin ediyoruz, ama bu bizim için hiç
önemli değil. Gene de biz, gerektiğinde zamana ve koşullara göre en uygun
tarzda, söylenmesi gerekeni söylemekten geri durmayacağız. Şu anda
söylediklerimiz, son zamanlarda, kuşkusuz tamamen entellektüel bir alanda bazı "tecrübeler"le
vardığımız sonuçların bir özetinden ibarettir. En azından şimdilik, bu konunun
ayrıntılarına girecek değiliz, hem zaten bu ayrıntılar kendi başlarına o kadar
ilginç de değildir. Ama şimdiye kadar yazıp söylediklerimiz içinde, üzerinde
enine boyuna düşünmeden yazdığımız tek bir kelimenin bile olmadığını kesin
olarak söyleyebiliriz. İyi bilinsin ki burada değinmek istemediğimiz birtakım
felsefî yersiz akıl yürütmelerle (arguties philosophiques) buna karşı
çıkmanın yollarını aramak tamamen yararsızdır. Biz ciddi bir şekilde ciddi
şeylerden söz ediyoruz; bizim için hiçbir yaran olmayan boş sözlü tartışmalarla
kaybedecek vaktimiz yoktur. Her tür pdolemiğin, her tür ekol ya da parti
kavgasının dışında kalmak istiyoruz; aynı şekilde kendimize her hangi bir
Batılı etiket yapıştırmayı da kesinlikle reddediyoruz, çünkü Batıda bize uygun
olan hiçbir etiket yoktur. Bu bazılarının hoşuna gitmese de durum böyledir ve
tabi hiçbir şey, bizim bu konudaki tutumumuzu değiştiremez.
Gerçekten
ulaştıkları bilgi derecesinden ötürü değilse bile, yüksek bir anlayış düzeyine
sahip olduklarından ötürü muhtemel bir elitin elemanları olmaya aday gibi
görünen kimselere de şimdi bir uyarıda bulunmak zorundayız. Hiç kuşku yok ki
kelimenin bütün anlamlarıyla gerçekten "şeytani” bir şey olan modern
düşünce, bugün toplumdan soyutlanmış ve dağınık bir halde bulunan bu
elemanların genel zihniyet üzerinde gerçek bir etki gösterebilmeleri için
gerekli bağlantıyı elde etmelerini engelleme konusunda bütün olanaklarıyla çaba
göstermektedir. Öyleyse çalışmalarını yöneltmeleri gereken amacın az çok
şimdiden tam bilincinde olan kişiler, ne olursa olsun önlerine çıkacak
güçlüklerden dolayı, bu yoldan geri dönmemelidirler. Kesin bir yönelişin artık
doğru yoldan ayrılmaya izin vermediği bir noktaya henüz ulaşamamış kişiler
için, çok ciddi sapmalar olacağından her zaman korkulur. Öyleyse büyük ölçüde
ihtiyatlı olmak gerekir; hatta diyebiliriz ki bu ihtiyat güvensizlik ve kuşkuya
kadar götürülmelidir, çünkü şu ana kadar kesinlikle yenilememiş "düşman”,
çok değişik, hatta bazen hiç beklenmedik şekillere bürünmeyi iyi biliyor. Öyle
oluyor ki, modern "maddecilikken (materyalizmden) kaçıp kurtulduğunu
sananlar, ona tamamen karşı çıkıyormuş gibi gözükerek, gerçekte aynı nitelikte
olan başka şeylere kapılıveriyorlar. Batıkların düşünce biçiminden dolayı, bu
bakımdan az çok olağanüstü "olaylar’kn onlar üzerinde yapabileceği çekiciliğe
karşı özellikle onları uyarmak yerinde olur. "Yeni ruhçuluk” akımına ait (neo-spritualistes)
yanlışlar büyük ölçüde buradan kaynaklanmaktadır; bu tehlikenin daha da
ağırlaşacağını şimdiden haber vermek gerekiyor, çünkü bugünkü kargaşayı
besleyen karanlık güçler orada en güçlü eylem araçlarından birini buluyorlar.
Daha önce başka bir yerde hatırlattığımız, Incil’in haber verdiği çağla hemen
hemen uyuşan bir çağdan, büyük olasılıkla pek o kadar uzak değiliz galiba:
"Gün gelecek sahte İsalar ve sahte peygamberler türeyecek; bunlar, mümkün
olsa, bizzat seçkinleri bile baştan çıkaracak kadar olağanüstü büyük ve
şaşırtıcı şeyler yapacaklar." "Seçkinler" (les elus),
zaten kelimenin de belirttiği gibi, gerçek anlamının bütünlüğü içinde
anlaşılınca, "elife dahil olan kimselerdir. Nitekim, bu vesileyle bir kez
daha söyleyelim ki, "lâdinî" (profane) dünyada fevkalade
yanlış kullanılmasına rağmen, "elit" terimi üzerinde işte bu nedenle
çok duruyoruz. Bu seçkin kişiler, ulaştıkları "iç gerçekleşim" (realisalion
interieure) gereğince, artık baştan çıkarılamazlar; ama henüz kendilerinde
sadece bilgi imkânlarına sahip olup, "elit" olmak için sadece
"çağrılmış" olan kişiler için durum aynı değildir. İşte bunun için
İncil “Çok kişi çağrılmış, ama çok azı seçilmiştir" demektedir. Gittikçe
yoğunlaşacak ve artacak düzensiz gösterilerden dolayı ve yine, asıl görevleri
başkalarına yol göstermek olduğu halde, bugün kendileri "kör kılavuz"
durumuna düşen kişilerin gerçek bilgiden yoksun olmalarından dolayı,
"iyiyi kötüden ayırdetme"nin ve din bilginlerinin "ruhların
tefriki" dedikleri şeyi tam olarak gerçekleştirmenin özellikle güç
olacağı bir çağa giriyoruz. Böyle benzeri durumlarda, diyalektik kurnazlıkların
her hangi bir yarar sağlayıp sağlamayacağı ve isterse en iyisi olsun,
"felsefe"nin bu "cehennemi" güçlerin aşırı hiddetini durdurmaya
gücünün yetip yetmeyeceği o zaman görülecektir. Burada da gene bir yanılsama
var ki kimi insanlar kendilerini bu yanılsamaya karşı korumalıdırlar; çünkü en
uygun durumda bile, gerçek bilginin ancak gölgesi olan, basit bir felsefi
bilginin her şeye çare olacağını ve çağdaş zihniyeti düzelteceğini düşünen, saf
entellektüalitenin ne olduğunu bilmeyen çok insan var; tıpkı bizzat modern
bilimde üstün hakikatlere yükselmenin bir yolunu bulacağını sanan insanlar
olduğu gibi... Oysa modem bilim kesinlikle bu hakikatlerin inkârı üzerine
kurulmuştur. İşte bütün bu yanılsamalar bu kadar sapıklığın temel nedenleridir.
Pek çok çaba bu yüzden boşa gitmiştir. Böylece modern düşünceye tepki
göstermeyi samimiyetle isteyenlerin çoğu güçsüzlüğe düşmüştür, çünkü temel
ilkeleri nasıl bulacaklarını bilmediklerinden, ki temel ilkeler olmadan her tür
eylem kesinlikle boşunadır, kendileri için bir daha çıkmanın artık olanaksız
olduğu çıkmazların içine sürükleniverdiler.
Bütün bu engelleri
aşmayı ve her türlü maneviyata karşı olan çevrelerin düşmanlığını yenmeyi
başaracak kişiler, kuşkusuz çok az sayıda olacaktır, ama bir kez daha tekrar
edelim, önemli olan sayı değildir, çünkü biz burada, yasaları maddenin
yasalarından çok farklı olan bir alandayız. Öyleyse umutsuzluğa yer yoktur;
ayrıca, modern dünya her hangi bir felâket içinde yok olmadan önce, gözle
görülür önemli bir sonuca çıkacak hiçbir umut olmasaydı bile, gerçek gücü
şimdiki çağın çok ötesine uzanan bir işe girişmemek için geçerli bir neden
olamaz. Cesaretsizliğe boyun eğme duygusuna kapılanların, bu alanda yapılacak
hiçbir şeyin kaybolmayacağını ve kargaşa, yanlışlık, ve karanlığın sadece
görünüşte ve geçici olarak üstün gelebileceğini, kısmî ve geçici tüm
dengesizliklerin büyük ve bütünsel dengeye katkıda bulunmak zorunda olduğunu,
sonuç olarak Hakikatin gücüne karşı hiçbir şeyin üstün gelemeyeceğini düşünmeleri
gerekir. Onların şiarları, vaktiyle Batının bazı tasavvufî (initiatique)
kuruluşlarının benimsediği şu şiar olmalıdır: "Vincit omnia
Veritas": "Hak her şeye galiptir!"