Hazırlayan:
ALİ ÖZYURT
Batı dünyasında
hızlı bir şekilde gelişen teknolojik ilerleme, insanın kendisine ve dünyaya
olduğundan farklı anlamlar yüklemesine neden oluşturmuştur. Modern düşüncenin
etkisine giren insan, kendi ürettiği bilim ile bütün sorunlarını çözebileceği
inancı ile kendisini gerçek anlamda değerli kılan ve kutsala bağlayan
değerlerden uzaklaşmış, bu değerlerin yerlerine beşeri kaynaklı unsurları
yerleştirmiştir. Böylece insan, evreni ve kendisinin evrendeki konumunu
anlamlandırabileceği gerçek bilgi kaynaklarından, farkına
varmadan-vardırılmadan uzaklaştırılmış, bilgi konusunda bir açmazın içine
sürüklenmiştir.
Rene Guenon,
teknolojinin ilkesiz ve sınır tanımayan ilerleyişine bağlı olarak ortaya çıkan
sorunları, Batı düşüncesinin bilgiye yaklaşımının bir sonucu olarak görmüştür.
Ona göre, insanın, sadece fiziki ihtiyaçlarına dayalı olarak oluşturulan ve
duyularla sınırlandırılan bilgi, “hakîkat”ten uzaktır. O, bilgiyi hakîkatten
uzak bir şekilde ele alan yaklaşımlardan kaynaklanan yanlışlıklara dikkat
çekerek, gelenekselci düşüncenin bilgi kaynaklarını ortaya koymaya çalışmıştır.
Guenon öğretisini, insanı özünden koparıp bunalıma sürükleyen Batı
medeniyetinin, olumsuz etkilerini ortadan kaldıracak alternatif bir bilgi
sistemi oluşturmaktadır.
Guenon’a göre bu bilgi,
modern Batı medeniyeti hariç bütün geleneklerin özünde var olan “hakîkatin
bilgisi”dir. Bu bilgi sayesinde insan, “özüne” dönebilir ve bilgi eksikliğinden
kaynaklı buhranlarından kurtulabilir. Modern dönem öncesinde Batı’da da var
olan hakîkatin bilgisi, metafizik kaynaklıdır. Ancak bu bilgi, modern dönemde,
insanın kutsala dayalı bilgiden uzaklaştırılması ve kutsala dayalı bilginin
yerine beşeri kaynaklı bilgilerin konulması sonucu, hakîkatin bilgisi Batı’da
yok olmuştur. Guenon, bu bilgiyi ortaya çıkaracak kaynakların Doğu düşüncesinde
var olduğunu, bu yüzden insanın, hakîkatin bilgisine yönelecek kaynakların
nerede olduğuna dair farklı arayışlar içerisine girmesine gerek olmadığını
savunur.
Yapılması gereken,
insanın yeteneklerinin farkına varmasına yardımcı olmak ve yeniden hakîkate
yönelmesini sağlamaktır.
1.
ARAŞTIRMANIN KONUSU VE YÖNTEMİ
Günümüz insanının
bilinçaltına, kendi ürettiği bilimle her sorunu çözebileceği inancı
yerleştirilmiştir. Böylece insan kendi kendine yetebileceği vehmine kapılmış ve
kutsalla olanla bağını zayıflatmıştır. Kutsal olan, metafizik alana ait
bilgileri içerdiği için, duyularla algılanamayan bir özelliğe sahiptir.
Metafizik alana ait bilgiler aktarılırken, duyusal alana ait bilgileri aktarmak
için kullanılan kavramlar yetersiz kalmaktadır. Bu durum anlaşılması ve
anlatılması zor bir durum ortaya çıkarmaktadır. Duyu alanına girmeyen bir şeyin
varlığını kabul etmek, modern düşüncedeki insana imkânsız görünmektedir.
Modern düşüncede,
bilgi kaynağı olarak sadece duyuların kabul edilmesi, farklı bilgi kaynaklarını
kullanma yeteneğine sahip olan insanın, sınırlı bir düşünce yapısına
bürünmesine neden olmuştur. İnsanın, aşkın olana ulaşmasının önüne engeller
konularak, gerçek kabiliyetini göstermesi engellenmiştir. Böylece insan sıradan
bir nesneye dönüştürülmüştür. Rene Guenon’u rahatsız eden de modernizmin bu
tutumudur. Çünkü insan, sadece fiziki bir varlık değildir. İnsanı anlamak için,
onun fiziki özelliklerinin dışında da özelliklerinin olduğunun bilinmesi gerekir.
Sadece fiziki bir nesne olmayan insanın, bilgi kaynakları duyularla
sınırlandırılamaz. Duyu ötesi alanın bilgisini anlayabilecek bir özelliğe sahip
olan insanın bu özelliği, onu aşkın olana bağlar. Aşkın olanla kurulabilecek
bağla, insanın içinde bulunduğu olumsuzluklardan kurtulması mümkündür.
Rene Guenon,
modernizmin olumsuzluklarını eleştirirken, aynı zamanda bu olumsuzlukların
nedenini de ortaya koymuştur. Ona göre olumsuzlukların nedeni, modern dönemde,
kutsaldan ayrı ve herhangi bir ilkeye bağlı olmayan bilgi kaynaklarından elde
edilen bilgilerin mutlak doğruluğunun kabul edilmesidir. Guenon, modern
düşüncenin bilgi kaynaklarının dışında, hakîkatin bilgisini barındıran
metafizik bilgi üzerinde durur. Ona göre, insanın içinde bulunduğu olumsuzlukların
azalması, ancak aşkın alan olan metafizikle kurulabilecek bağ ile mümkündür.
Guenon, metafizik bilginin, bir varsayım olmadığını, aksine en doğru bilgi
kaynağı olduğunu belirtir. Bu yüzden, çalışmamızın konusunu “Rene Guenon’un
Bilgi Teorisi” olarak belirledik. Aslında Rene Guenon, kendi bilgi yaklaşımının
bir “teori” şeklinde ele alınmasına karşıdır . Çünkü Guenon, kendisinin bahsettiği bilginin, teorinin ötesinde
“gerçek bilgi” olduğunu belirtir. Bununla birlikte teorik bilginin, gerçek
bilgiye ulaşmak için bir hazırlık aşaması olabileceğini kabul eder . Buradan hareketle
tezimize bu ismi uygun bulduk.
Bu tez Rene
Guenon’un bilgi anlayışıyla sınırlıdır. Araştırmayı sınırlayan başka bir unsur
da, Guenon’un bilgi ve metafizik arasında kurduğu ilişkidir. Söz konusu
metafizik olunca, kavramın kendisinden kaynaklı bir sınırlılığın olması
kaçınılmaz olmaktadır.
1.3.
Araştırmanın Yöntemi Ve Kaynakları
Modern düşüncenin,
insanın bilgi kaynaklarını duyularla sınırlandırması, insanın, bilgi
konusundaki alanının daralmasına neden olmuştur. Böylece kendi varlığının
gerçek anlamından uzaklaşan insan, yaşadığı dünyayı varlığının tek kaynağı
olarak görmüş, dünyayı algıladığı duyu organlarını da tek bilgi kaynağı olarak
kabul etmiştir. Gelenekselci ekolün en önemli temsilcisi olan Rene Guenon,
modern düşüncenin bu yaklaşımına, insanın mecbur olmadığını belirtirken tutarlı
eleştiriler yapmıştır. Eleştirilerinin tutarlılığını, modernizmin bilgi
kaynaklarının alternatifi olan bilgi kaynaklarını ortaya koyarak
pekiştirmiştir. Modern bilimin alternatifsiz olmadığını söyleyerek, farklı bir
bakış açısı geliştirmiştir. Araştırmayı önemli kılan da bu bakış açısıdır.
İnsan, yaradılıştan
gelen yetenekleriyle, bilgiyi çeşitli kaynaklardan elde edebilir. Kaynakların
çeşitliliği, sadece duyuların çeşitliliğinden kaynaklanmaz. İnsanın duyuları
farklı olsa da sayıları bellidir. İnsanın düşüncelerinin ise sayıyla ifadesi
zordur. İnsanın düşüncelerine kaynaklık eden yeteneklerinin kaynağının da
fiziki bir sınırlılığa sahip olmaması gerekir. Bu yüzden, insanın
yeteneklerinin esas kaynağının, duyu ötesi alan olarak kabul edilmesi yanlış
bir yaklaşım değildir. Yeteneklerinin kaynağı fizik ötesi alan olan insanın,
fiziki alana ait bilgileri elde ederken kullandığı duyular, fiziki alanın
dışında olan gerçek bilgiyi elde etmek için yeterli değildir. İnsanın, fizik
ötesi alana ait bilgiyi elde etmek için farklı bilgi kaynaklarına ihtiyacı
vardır. Ancak fizik ötesi alana ait bilgi kaynaklarına duyulan ihtiyaç, fiziki
alana ait ve duyularla elde edilen bilgilere hiç ihtiyaç olmadığını göstermez.
Bu durumda hem fiziki alana ait bilgi kaynakları olan duyulara, hem de fizik
ötesi alana ait bilgi kaynaklarına ihtiyaç vardır. İnsan, fizik ötesi bilgi
kaynaklarını kullandığı ölçüde gerçek bilgiye yaklaşır.
Gelenekselci ekole
göre, duyularla birlikte onların üstündeki bilgi kaynaklarına yönelmek, insanın
bilgi alanını genişletecektir. Araştırmada, duyusal alana ait bilgi
kaynaklarının alternatifini ortaya koymaya çalışan Rene Guenon’un, çalışmaları
esas alınmıştır. Bunun yanında, bu alanda yapılmış çok değerli çalışmalardan da
yararlanılmıştır.
Yapısı gereği zor
bir konu olan metafiziği, duyusal bir bilgi gibi aktarmak imkânsızdır. Bu durum
dikkate alınarak, Rene Guenon’un konuyu aktarırken kullandığı yönteme bağlı
kalınmaya çalışılmıştır.
2.
RENE GUENON
2.1.
Rene Guenon’un Entelektüel Kişiliği
Rene Guenon, 15
Kasım1886 Fransa’nın Blois kentinde koyu Katolik bir anne-babanın oğlu olarak
dünyaya gelmiştir
.
Zayıf bir bünyeye sahip olan Rene Guenon’la daha çok, öğretmen olan teyzesi
Bayan Duru ilgilenmiş ve ilk bilgilerini de bu teyzesinden almıştır. 1898
yılında din eğitimi veren Notre-Dame des Aydes okuluna girmiştir. 1902 yılında
Augustun-Thierry kolejine retorik öğrencisi olarak giren Guenon, 1903 yılında
felsefe öğrenimine başlamıştır. 1904 yılında ise matematik bölümüne giren
Guenon, sağlık sorunları nedeniyle buradan ayrılmıştır. Aynı yıl Paris’e
gelerek, öğrenimine Rollin Kolejinde devam etmişti. Quarter Latin’de bir odada
kalan düşünür, oradaki sesli ortamdan rahatsız olmuş ve yirmi beş yıldan fazla
kalacağı Saint-Louis adasına yerleşmiştir .
Klasik dönem
eserlerinin kendisini tatmin etmediğini düşünen Guenon, o dönem rağbet gören
“neo-spiritualiste” öğretileriyle ilgilenerek düşünce dünyasını genişletmek
istemiş ve bir arkadaşının sayesinde “bâtınî ve gizli ilimlerle” ilgilenen
“occultiste” bir ekole girmiştir. Bu ekolün önde gelenlerinin beğenisini
kazanan düşünür, aynı çevre ile ilgili masonik ve mistik bir kuruluş olan
“Ordre Martiniste”e kabul edilmiştir
.
1908 yılanda
yapılan “Spiritüalist ve Masonik Kongre”de sekreter olarak görev almıştır. Bu
kongrede “Ecole Hermetique”in şefi Papus’un; “insan ruhunun ölümden sonda
tekrar bir bedende dünyaya gelip tekâmül ederek ölümsüzleşeceğini, bununda
spiritüalizmin iki temel gerçeği olduğunu” söylemesi onu rahatsız etmiş ve
kongre sekreterliğinden ayrılmıştır. Occultiste teşkilatlarıyla olan bağlarını
daha sonra kesen Guenon, 1914 yılına kadar bağlı kalacağı “Thebah Loca”sına
kabul edilmiştir. Birinci Dünya savaşının başlamasıyla bağlı olduğu bu locadan
ayrılarak, locayla ilgili tüm çalışmalarına da son vermiştir .
Mason olduğu
dönemlerde, masonluk karşıtı yazılar yazan La France Anti- maçonnique
dergisinde yazılar yazmıştır. Hint, Çin ve İslâm tasavvufunu bildiği için üçünü
karşılaştırma imkânı bulmuştur. Masonluğu bir mesleğe bağlı manevî yol olarak
görmüş, fakat masonların bunu gereği gibi anlayamadıklarını belirtmiştir .
“Gnostique
Kilisesi”nde ve occultiste ekol içinde entelektüel hayatında önemli rol oynayan
iki kişiyle tanışmıştır: Leon Champrenaud ve Albert de Pouvourville. 1870
yılında doğmuş olan Leon Champrenaud, occultiste ekolün etkin görevlerinde
bulunmuş, L’initiation dergisinin redaktörlüğünü yapmış, daha sonra
Abdul Hak adıyla Müslüman olmuş ve 1925 yılında vefat etmiştir. 1862 yılında
doğan Albert de Pouvourville ise “Pouvourville” kontudur. “Matgio” adıyla
Taoizme girmiş olan bu zatla birlikte Guenon, 1904 yılında La Voie adlı
aylık bir dergi çıkarmıştır
.
1909 yılında
Gnostique Kilisesi”ne girmiş ve yeniden doğmuş anlamına gelen “Palengenius”
adıyla piskopos olmuştur. “Rene” kelimesi de yeniden doğmuş anlamına
gelmektedir . İlk makalesi,
arkadaşlarıyla birlikte 1909 yılında çıkardıkları La Gnose adlı dergide
yayınlanmıştır
.
Bu yıllarda Origene’e atfedilen Philosophumena kitabını dipnotlarla
zenginleştirerek Fransızca’ya çevirmiştir. 1912 yılında yayınına son veren bu
dergide, yayınlanan yazılarından dolayı Rene Guenon, “ Büyük metafizikçi’
olarak ün kazanmıştır
.
Rene Guenon,
kendisini önemli ölçüde etkileyen
,
İsveçli ressam Abdulhâdî (lohn Gustaf Agueli, ö. 1917) ile 1910 yılında
tanışmış ve İslâm tasavvufuyla ilgili yazılar yazmaya başlamıştır. Abdulhâdî,
sonradan Müslüman olmuş birisidir. Bu zat, 1896 yılında Stockholm’de doğmuş,
sonra Paris’e gelmiş ve Emile Bernard’ın resim atölyesinde çalışmıştır. O
yıllarda anarşist çevrelere girdiği için tutuklanmıştır. 1894 yılında Mısır’a
gitmiş, bir müddet sonra Paris’e geri dönmüş ve aynı dönemde Müslüman olmuştur.
“Doğu dillerine ve Medeniyetlerine” ilgi duyan Iohn Gustaf Agueli, Doğu ve Batı
düşüncelerini yakınlaştırmak istemiştir. Agueli, Mısır’a tekrar gittiğinde Şeyh
Abdurrahman Aliş el-Kebir ile tanışmış ve tasavvufi yola girerek Abdulhâdî
adını almıştır
.
1912 yılında ilk eşiyle
evlenen Guenon, aynı yıl Abdülhâdî aracılığıyla Müslüman olarak “Şâzeliyye”
tarikatına girmiş ve Abdülvâhid Yahyâ adını almıştır . 1915-1916 yılları arasında
“Saint-Germain en-Laye” kolejinde vekil
öğretmenlik yapmış,
1917 yılında Cezayir’de bir kolejde Felsefe, Fransızca ve Latince dersleri
okutmuştur . 1918’de Fransa’ya
dönen Guenon, doğduğu yer olan Blois’da bir kolejde felsefe öğretmeni olarak
görev yapmıştır. Bir yıl sonra öğretmenliği bırakarak Paris’e dönmüş ve Paris
Üniversitesi’nde kütüphanecilik yapmıştır . Bu arada çeşitli inançlardan fakat kendi geleneklerini ve
dinlerini gereği gibi bilmeyen Doğulu genç insanlarla, onların dillerini
kullanarak akşam sohbetleri yapmıştır
.
Kendisini dil konusunda oldukça geliştirmiş olan Guenon, Arapça, Sanskritçe,
Latince, Yunanca, İbrânice, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Rusça ve
Lehçe dillerini kullanacak seviyede öğrenmiştir .
1925’ten 1927’ye
kadar Le Voile d’Isis dergisinde yazmıştır . 1928’de eşi,
ondan 9 ay sonrada
teyzesi Duru vefat etmiştir. 1930 yılında İslâm tasavvufuyla ilgili araştırma
ve inceleme yapmak amacıyla Mısır’a gitmiştir. Kahire’de kaldığı müddetçe
hiçbir Avrupalı ile görüşmemiş olan Guenon’un, bu sırada El-Ma’rife dergisinde
makaleleri yayınlanmıştır. Aynı dönemde Şazeli şeyhi, Şeyh Selame Razî ile
tanışmış ve sohbetlerinde bulunmuştur. 1933 yılında Voile d’Isis
dergisinin adını Etudes Traditionnelles (Geleneksel Çalışmalar)
olarak değiştirmiştir. Aynı yıllarda Andre Preau, Rene Allar ve Frithjof Schuon
gibi düşünürler onunla çalışmışlardır
.
1934 yılında Şeyh
Muhammed İbrâhim’in kızıyla ikinci evliliğini yapmış ve geri dönmek niyetiyle
geldiği bu toprakların geleneklerini benimseyerek bir daha Avrupa’ya
dönmemiştir. 1937 yılında Kahire’nin Dokki mahallesindeki sakin bir sokakta
bulunan “Villa Fatıma” dediği eve taşınmıştır. Bu evin bir odasını çalışma bir
odasını da ibadethane olarak düzenlemiştir .
O yıllarda
romatizma rahatsızlığına yakalanmış ve 1938’de geçici bir süre iyileşmiş, ancak
hastalığı 1939 yılında tekrarlamıştır. Hastalığı sırasında kendisini ziyaret
edenler arasında genellikle sonradan Müslüman olmuş Batılı düşünürler vardır.
Şeyh Ebu Bekir (Martin Ling), Frithjof Schuon, Şeyh Abdul Gafur ve Bayan
Valentine de Saint Point (Ravheya Nureddin) bunların arasındadır .
Rene Guenon’un 1944
yılında kızı Hatice, 1946 yılında da diğer kızı Leyla doğmuştur. 1949 yılında
oğlu Ahmet dünyaya gelmiş, en küçük oğlu ise kendisinin ölümünden yaklaşık dört
ay sonra doğmuş ve kendisine Abdulvâhid adı verilmiştir. 1946 yılında eşi Fatma
ve kızı Hatice’yi hacca göndermiş fakat kendisi Mısırlı olmadığı için hacca
gidememiştir. 1949 yılında rahatsızlığı artmış fakat modern tıp yöntemleriyle
yapılan tedaviler yerine halk ilaçlarıyla tedavi olmayı tercih etmiştir. 7 Ocak
1951 yılında “ruh kurtuldu ve Allah, Allah” diyerek son nefesini vermiştir .
Hakîkate ulaşmayı
hayatının temel ilkesi edinmiş olan Guenon, İslâm tasavvuf geleneğinde, zahirî
olarak düşünülen şeriatı, yine aynı gelenekte bâtınî diye isimlendirilen
hakîkate giden yol olarak kabul etmiştir . Geleneksel düşünceyi, modern dünya insanına anlatmaya çalışırken
daha çok Hint düşüncesindeki “terminoloji”den yararlanmıştır . Ona göre bütün
sahih gelenekler köken itibariyle eşdeğer olduğu için birisini
anlamak ve anlatmak aslında bütününü anlamak ve anlatmaktır. Bu yüzden Hint
düşüncesine ait terminolojiyi kullanmakta bir sakınca görmemiştir. Bununla
birlikte kendisine özgü bir terminoloji de oluşturmuştur .
Müslüman olduktan
sonra, İslâm tasavvuf düşüncesini benimsemiş fakat eserlerinde bu düşünceden
fazla söz etmemiştir. Bununla birlikte İslâm tasavvuf düşüncesine ait olan;
“tevhid, şeriat, tarikat, hakîkat, insan-ı kâmil ve vahdet-i vücûd”
kavramlarını da sıklıkla kullanmıştır. Bütün varlığın tek olana bağlı olduğu
düşüncesiyle “Tevhid ve hakîkatle” bütünleşme açısından “Vahdet-i vücud”,
kavramlarını, çıkış noktası olarak kullandığı gibi varış noktası olarak da
görmüştür .
İslâm tasavvuf
düşüncesindeki bâtınî yönü İslâm dininin özü, şeriat’i ise zahirî boyut ve
kabuk kısmı olarak kabul etmiştir. Bâtınî boyut, İslâm’da hakîkattir ve herkes
bunu anlayamaz. Zahirî boyut ise herkesin anlayabileceği temel yoldur. Şeriat’i
anlamak entelektüel olmayı gerektirmez. O herkese açık bilgileri içerir. Ancak
hakîkat, herkese kendisini göstermeyeceğinden dolayı, onu anlamak için
entelektüel düşünceye sahip olmak gerekir . Ona göre bu entelektüel düşünce Doğu’da hâlâ mevcuttur .
Guenon, Fransızca
kelimelere yeni anlamlar yükleyerek Doğu düşüncesini anlatmaya çalışmıştır.
Böylece kendisine has bir terminoloji oluşturan düşünür; “Tradition, (anane,
gelenek, İslâmi manada içtimaî, hukukî, yani zahirî ve bâtınî her yönüyle içine
alan en geniş mânada din) religion, ( İnanç, ibadet ve ahlâkı içine alan en dar
mânada din, yani zahirî boyut) initiation ( Tasavvuf, intisap)” vb.
kavramlarını kullanmıştır
.
Doğu düşüncesine
ait bilgileri bu kültürün üstatlarından sözlü olarak öğrenmiştir. Sohbetlerinde
bulunduğu ve İslâm düşüncesine girişine vesile olan zatların isimlerinden
bahsetmiş ancak Hint düşüncesini öğrendiği üstatların kimler olduğu konusunda
bir bilgi vermemiştir. Bu yüzden kedisini entelektüel anlamda besleyen Hint
düşüncesinin üstatları konusunda bilgi elde edilememiştir . Bununla birlikte
eserlerinde Hint düşüncesine ait kavramları sıklıkla kullanarak kendi
düşüncesini temellendirmeye çalışmıştır. Kendi düşüncesini anlamayanların veya
anlamaya çalışmayanların amaçlarının gerçeğe ulaşmak olmadığını düşündüğünden
dolayı, onların kendisini eleştirmelerini ciddiye almamıştır .
Bütün eserlerinde
modernizmin insanlara kaybettirdiği değerleri hatırlatarak, bu değerlerin ancak
sahih bir gelenekle tekrar kazanılabileceğini ortaya koymaya çalışmıştır.
Metafiziğin öğretilerini ya red eden veya şüpheyle bakan modern düşüncenin,
dinleri mistik bir olgu gibi ele almasının büyük bir hata olduğunu
belirtmiştir. Bunun için bütün ruhçu yaklaşımları, modernizmin yanlış bir
metafizik oluşturma çabası olarak görmüştür. Bu inançların gerçek metafizikle
hiçbir ilgisinin olmadığını vurgulamıştır. Ona göre, geleneğin anlaşılmasının
önündeki en önemli tehlike, bu tür inançların hakîkat gibi sunulmasıdır. Bu
yanılgıya farklı eserlerinde dikkat çeken Guenon, konunun öneminden dolayı
ayrıca müstakil olarak “Rahçu Yanılgı” eserini kaleme almıştır.
Rene Guenon’un
düşüncesinin özünü “hakîkatin bilgisi” oluşturur. Hakîkat “metafizik” olduğu
için, modern zihniyetin kullandığı kavramlarla, batı düşüncesine sahip
insanlara onu tam anlamıyla anlatmak mümkün değildir . O hakîkatin
bilgisine ulaşmak için sahih bir geleneğe sahip olmak gerektiğine inanır . Guenon, gelenek
kavramına da modern düşünceye sahip olanlardan farklı bir anlam yüklemiştir.
Zira modern yaklaşıma göre gelenek “anane” anlamında kullanılmaktadır. Bu
anlamda gelenek: “Bir toplumda, eskiden kalmış olmaları dolayısıyla, saygın
tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar,
alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar” dır.
Rene Guenon’un kast
ettiği ve eserlerinde anlatmaya çalıştığı geleneğin, bu anlamdaki “anane” ile
ilgisi yoktur. Bu anlamda anane; insanlığın kendi tarihinde ortaya koyduğu
şeylerin aktarımıdır ve beşeri kaynaklıdır. Bu yüzden toplumdan topluma
değişiklik gösterirler. Oysa gerçek gelenek, insan-üstüdür ve kaynağı ilahîdir . Bundan dolayı
bütün gelenekler öz itibariyle aynıdır . Fakat bütün gelenekler özlerini muhafaza edememişlerdir. Bununla
birlikte Doğu düşüncesinde geleneğin kaynaklarına rastlanırken Batı
düşüncesinde bu kaynaklar yok olmuştur.
Batı dünyası
“Ortaçağ sonrası” tamamen maddeye yönelmiş ve düşünce sistemini dünyevi olan
nesneler üzerine kurmuştur. Bu aşırı maddeci tutum, insanı olması gereken
yerden düşürmüş ve “ karanlık bir çağa” götürmüştür . Çağın teknik
imkânları insanın gözünü bağlamış ve insan kutsaldan kopuşun sonuçları üzerine
düşünme ihtiyacı hissetmemiştir. Hakîkatin bilgisinden uzaklaştırılan insan,
huzursuz bir yaşantıya mecbur bırakılmıştır. Elbette bu bunalımdan çıkmak
mümkündür. Bunun için yapılması gereken aslına (geleneğe) geri dönmektir. Ancak
bu dönüş modern Batı düşüncesinin bilgi yaklaşımıyla mümkün değildir. Çünkü
Batı düşüncesi, kendi asli geleneğini kaybetmiştir.
Hem Batı’nın
yeniden kendisini bulması hem de insanın içine düşmüş olduğu bunalımdan çıkması
ancak Doğu geleneği sayesinde olabilir. Çünkü Doğu düşüncesinde, bozulmadan
devam eden sahih bir gelenek mevcuttur. Eğer modern insan bir kurtuluş
istiyorsa temel ilkelerini tamamen kaybetmemiş olan Doğu düşüncesine
ihtiyacının olduğunun farkına varması gereklidir . Ancak bu demek
değildir ki Batı düşüncesi, Doğu düşüncesine hiçbir şey katamaz. Eğer Batı
düşüncesi “maddi ilerlemesine ahlâkî ilerlemeyi” katabilirse, bu durumda insanlığa faydalı olabilir. Ancak bugün bu
katkıdan bahsetmek zordur. İçi boşaltılmış olan; “din, ilim, hukuk, adalet,
hürriyet” gibi kavramlar
artık sadece söylem olarak kullanılmaktadır.
Bu söylemlerin anlam ifade edebilmeleri için, esaslarının metafizik alana
dayandırılması gerekmektedir.
Batı düşüncesinin
“din” kelimesinin yanına farklı kelimeler ekleyerek bu kavramı bozması da
Guenon’u rahatsız etmiştir. Ona göre din kelimesinin bozulması tesadüfi bir
durum değildi
.
Batı düşüncesinde din, sadece insanların mistik yönünü ifade etmek için
kullanılmaktadır. Böylece din, insanın hayatının diğer yönlerinden çıkarılarak
sadece mistik bir boyuta indirgenmiştir. Bu yapılırken de bütün dinlerin aynı
olduğu kabul edilmiştir. Oysa ilâhî kaynaklı dinlerin fiziki alana indirgenerek
anlaşılması mümkün değildir.
Acaba batının
insanı içine düşürdüğü bu durum sürekli mi olacak, yoksa yeniden bir yükselme
dönemi söz konusu olabilecek mi? Rene Guenon, insanlığın bir “devinim” içinde
olduğunu, dolayısıyla yeniden yükselişe geçilebileceğini düşünür. O insanın
düşüşünün sürekli olmadığına inanır
.
Eğer insanın düşüşü sürekli olacak olsaydı, bugün az bir kalıntı dahi olsa
sahih bir gelenekten söz edilemezdi.
Guenon, bu yüzden
eleştirilerini modern anlayışa yöneltir. Çünkü modernizm, metafizik dâhil her
şeyi indirgeyerek ele almıştır ve bu yapılabilecek en büyük hatadır. Batı
düşüncesi bu hatayı yapmıştır. Fiziki alana ait olan nesnelerin bilgisi
indirgemeci bir yaklaşımla ele alınabilir. Metafizik alan ise, yapısı gereği
indirgenemez bir nitelikte olduğundan dolayı, duyusal alandaki nesnelerin
bilgisi gibi anlatılmaya çalışılması ciddi bir yanılgıdır. Modern düşüncenin bu
indirgemeci tavrı, aslında onu bilerek veya bilmeyerek hurafeci bir duruma
düşürmüştür. Böylece bilimsel bir hurafe üretilmiştir . Gerçek
metafiziğin bu hurafeci anlayıştan kurtulması gerekmektedir.
Rene Guenon,
metafiziği anlatmanın çok kolay olmadığının bilincindedir. Metafizik, konusu ve
elde etme yollar bakımından tabii bir bilgi değildir. Bu yüzden sıklıkla
sembolik dil kullanmıştır. Çünkü metafizik, hiçbir şekilde tam anlatılamayan ve
sınırlandırılamayan bir yapıya sahiptir . O, metafiziğin bu özelliğinden dolayı Gelenekselci düşünürlerin
sembolik dil kullanmalarını, geleneğin “din dışı” düşünceden ayıran temel
çizgilerden biri olarak görür
.
Duyu alanına giren nesneleri anlatmak için kullanılan dil, metafiziği anlatmak
için de kullanılırsa, sınırsız olanın sınırlı olanla anlatılmaya çalışılması
durumu ortaya çıkar. Bu ise mümkün değildir. Guenon, bâtınî olan mezafiziği
anlamak için, zâhirî olan bir geleneğe (tradisyona) bağlanmayı ve onun
öğretilerini uygulamayı gerekli görmüştür . Bu yüzden kullanılan dilin, kullanıldığı alana uygun alması
gerekir.
Guenon’un varlık
anlayışı, metafizik anlayışıyla paraleldir. Ona göre varlığın kendisi tam
“tezahür etmemiş olduğu için” hiçbir şekilde sınırlandırılamaz. Fakat varlık,
“diğer imkânları” kuşatamaz olduğundan dolayı, “ebedi değildir.” Varlığın,
tezahür etmemiş olanı yokluktur ve yokluk varlıktan daha büyüktür. Yokluk,
bütün imkânları barındırır
.
Varlık, çokluktur fakat bu çokluk “İlke”de birleşir. İlke, varlığın
zıtlıklarını ortadan kaldırır
.
Gerçek geleneğin başlangıcını; “Âdem isminin sözcük anlamının kırmızı”
olmasından kaynaklı olarak ve yine “İncil’de anlatılan tufanın, Atlantis
kıtasının kaybolmasına yol açan afete doğrudan” karşılık geldiğini
düşündüğünden dolayı, Kuzey Kutbu olarak görür . Geleneksel
yapının merkezinin, başlangıçtan sonra bazen Doğu’da bazen de Batı’da yer
aldığını söyler. Tarihi dönemlerden önce Doğu’da yer alan geleneksel merkezin,
hâlâ Doğu’da bulunduğuna inanır. Böylece Rene Guenon “hakikatin, tarihsel bir
köken sorununun” olmadığını kabul eder .
Evrensel varoluşun
tüm derecelerinin hiyerarşik sıralanışını “üç gunalar” adlı Hindu kuramı ile
açıklar. Bu gunalar varlığın tezahür etmiş hallerinin tümü için geçerlidir.
Gunaları aynı zamanda beşeri hallerle karşılaştırmıştır. Bunlardan “sattwa”,
evrensel varoluşta, varlığın yüksek halini temsil ederken, beşeri halde
yükseliş eğilimini temsil eder. “Rajas”, evrensel varoluşta, varlığın belli bir
hal içerisinde yayılımını, beşeri hallerde ise iniş veya çıkış olmayan orta
hali temsil eder. Bu hal beşerin dünya halidir. “Tamas”, varoluş
hiyerarşisinde, varlığın karanlık kökü olarak kabul edilir. Beşeri hallerde ise
iniş eğilimini temsil eden haldir
.
Toplam on yedi eser
kaleme almış olan Rene Guenon’un eserleri; Türkçe, İngilizce, İtalyanca,
İspanyolca, Portekizce, Almanca gibi dillere çevrilmiştir. Arapça yazdığı
makalelerde Abdülvâhid Yahyâ ismini tercih etmiş, diğer eserlerinde ise Rene
Guenon ismini kullanmıştır. Üçyüzelli kadar makale yazan Guenon’un bu
makaleleri, kendi ölümünden sonra konularına göre düzenlenip yayınlanmıştır .
1-
Introduction a I’etude des doctrines
Hindoues. (1921). Kitap Türkçe’ye: Doğu Düşüncesi adıyla tercüme
edilmiştir. Bu ilk eserinde Doğu zihniyeti ve modern Batı zihniyeti arasındaki
farkları ele almıştır. Batı düşüncesinin temel yaklaşımının, çağımız insanı
üzerindeki olumsuz etkilerini ele aldığı eserinde, ayrıca Hint düşüncesini
değerlendirir. Bütün sahih geleneklerin aynı kaynaktan beslendiğini düşünen
Guenon, bu eserinde Doğu düşüncesini Hint felsefesiyle temsil ederek, Doğu-Batı
karşılaştırması yapmıştır.
2-
Le Theosophisme, histoire d’une
pseudo-religion. (1921). Teosofizm, bir sözde dinin
tarihi. Revue de Philosophie, dergisinde yazdığı yazılarını kitap haline
getirmesiyle oluşturduğu bir eserdir. İslâm Tasavvufun’dan bahsettiği bu
eserde, geleneği koruduğunu düşündüğü Taoizm ve Konfüçyanizm’den de
bahsetmiştir. Tevhid, Fakr, Ruh ve Keşf ilmi gibi İslâm tasavvuf geleneğinin
temel kavramlarını açıklar. Ayın zamanda İslâm uygarlığının batıdaki etkilerini
de ele almıştır
.
3-
L’Erreur Spirite. (1923). Kitap
Türkçe’ye: Ruhçu Yanılgı adıyla tercüme edilmiştir. Ruhçuluk
(spiritisme) sorununa hangi açıdan baktığını net bir şekilde ortaya koyarken bu
konudaki yanlış anlamalara da değinmiştir. Bunu yaparken tarihselci bir
yaklaşım sergilememiştir. Modern Batı düşüncesinin, dinin sadece mistik
boyutunu ele alarak değerlendirirken düştüğü hatalara ve “sahte din” oluşturma
çabalarına dikkat çektiği bu eserinde, gerçek geleneğin bu tür yaklaşımlarla
bilinçli bir şekilde bozulmaya çalışıldığını belirtmiştir. Böylece Batı
düşüncesinin, insanın anlam arayışına, ancak sahte ve batıl inançlar
geliştirerek sözde çare ürettiği gerçeğine dikkat çekmiştir.
4-
Orient et Occident. (1924). Kitap Türkçe’ye:
Doğu ve Batı adıyla tercüme edilmiştir. Rudyard Kipling: “Doğu Doğu’dur,
Batı’da Batı, bu ikisi hiçbir zaman birleşmeyecektir” diye yazdığı bir şiirin
geri kalan kısmında “Dünyanın iki ucundaki iki kuvvetli adam bir araya gelse,
bu ayrılık ortadan kalkar” diye düşünerek bir önceki hükmünde değişiklik
yapmıştır” . Rene Guenon,
şiiri yazanın “kuvvetten” kastının manevî bir kuvvet olmadığını belirterek,
Doğu ve Batı’da bu kuvvetin manevî bir kuvvet olduğunu ve bu iki farklı
düşünceyi ancak manevî bir kuvvetin birleştirebileceğine dikkat çekmiştir.
Bilim ve ilerleme adına yapılan yanlışlara değinerek, Doğu’yla Batı’yı manevî
bir bağ ile birleştirmenin mümkün olabileceğini belirtmiştir . “Doğu’nun; dinî,
felsefî ve estetik değerleri, Batı’ya etki edebilir mi?” sorusuna cevap aramıştır.
Ona göre bu bir
şartla mümkündür. Batı Ortaçağ’dan sonra terk ettiği geleneksel temellere geri
dönmelidir. Eğer bu dönüşü düşünürse, ona Doğu yardımcı olabilir. Bugün hâkim
olan Batı düşüncesini eleştirdiği kitabında insanlığın, Batı düşüncesine mecbur
olmadığını, Doğu düşüncesinin, Batı’nın ilerleme adına düştüğü hatalardan
kurtulmada önemli bir rol üstlenebileceğini belirtmiştir. Bunu yapabilmenin
yolunun, Batı’nın Doğu’yla kuracağı ilişkilere bağlı olduğunu vurgulamıştır.
Medeniyet, ilerleme ve ilmin hatalarını ele alıp değerlendirirken mutabakatın
ancak ilkeler etrafında sağlanabileceğini, bu ilkelerin ise ancak aşkın olan
tarafından belirlenmiş ilkeler olabileceğine dikkat çekmiştir.
5-
I’esoterisme de dante. (1925). Kitap
Türkçe’ye: Dante ve Ortaçağ’da Dinî Sembolizm adıyla tercüme edilmiştir.
Dante’nin eserlerinde kullandığı gizli sembolleri anlattığı bu
eserinde, aynı zamanda Ortaçağ Avrupa’sının da geleneğine ışık tutmuştur.
6-
L’homme et son devenir selon Vedanta. (1925). Kitap Türkçe’ye:
Vedantaya Göre
İnsan ve Halleri adıyla tercüme edilmiştir. Doğu düşüncesinin metafizik
öğretilerini ele alıp incelemek niyetiyle ortaya koyduğu çalışmaların ilk
halkası olarak değerlendirdiği bu çalışmada, merkeze Hint öğretilerini
yerleştirmiştir. Bunun yanında diğer geleneklerden faydalanmıştır. Bu çalışmada
“sadece insan varlığının tabiat ve terkibini konu edinmiştir” . Bununla birlikte
insanın bütün hallerini tam anlattığı iddiasında da değildir.
7-
La Crise du Monde Modern. (1927). Kitap
Türkçe’ye: Modern Dünya’nın Bunalımı adıyla tercüme edilmiştir. Bu
eserinde, Doğu ve Batı’da ele aldığı konuları “tamamlayıcı açıklamalar” yapmış ve bazı konuları daha anlaşılır
getirmeye çalışmıştır. Artık insanlar tarafından “ilerlemenin” ne olduğu
sorgulanmaya başlanmıştır. Yoğun bir şekilde tabiatla baş başa kalma özlemi,
sessiz ortamların aranması, sıkıcı teknolojik yaşamın dışına çıkarak “ruhunu”
tatmin etme isteği dillendirilmektedir. Acaba insanı bu noktaya ne getirmiştir?
Bu bunalım neden kaynaklanıyor ve modern insanın bu düşüşü acaba bir son mudur?
Yoksa bu durum yeni bir başlangıca mı sebep olacaktır? Rene Guenon’na göre bir
dönüşüm olacaktır ve bu dönüşüm yakındır. Fakat bu dönüşümün ne şekilde olacağı
bilinmemektedir. Geleneksel öğretilere göre de gerçekten “kozmik bir dönemle
uyuşan dünyanın sonuna yaklaşıyor gibiyiz” .
8-
Saint Bernard. Bu kitapla ilgili
herhangi bir bilgiye ulaşmadığımız için hakkında bilgi veremiyoruz.
9-
Autorite spirituelle et pouvoir
temporel. (1929). Kitap Türkçe’ye: Maddî İktidar Ruhanî Otorite
adıyla tercüme edilmiştir. Bu eserinde, Dünya’nın geçiciliğini değil devamlılık
gösteren ilkelerini temel almıştır. Guenon, “maddî dünya ile manevî dünya
arasındaki ilişki ile belirlenen şartlar altında, özel bir biçime bürünmüş olan
siyaset ve din arasındaki ilişkilendirme nedeniyle” bu eseri önemli bir çalışma olarak görmüştür.
10-
le symbolisme de la croix. (1931). Kitap
Türkçe’ye: Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi adıyla tercüme
edilmiştir. “ Öz açısından değilse bile biçim açısından değişik geleneklerin
simgeciliğine ve öğretisine değindiği” bu eseri Mısır’da yaşadığı yıllarda
yazmıştır. “Evrensel metafiziğin kavramları hakkında açıklamalarda” bulunmuştur.
11-
Les Etats multiples de I’Etre. Bu kitap “ Varlığın
Mertebeleri” adıyla Almancadan Türkçeye çevrilmiştir. Eser, “Yatay ve
Dikey Boyutların Sembolizmi” adıyla Türkçeye çevrilen eserin devamı
niteliğindedir
.
Varlığı yokluk kavramıyla açıkladığı bu eserinde Guenon, tezahür eden ve
etmeyen alanları metafizik bilgi dâhilinde imkân kavramıyla temellendirmeye
çalışır.
12-
le roi du monde. (1937). Kitap
Türkçe’ye: Âlemin Hükümdarı adıyla tercüme edilmiştir. “Yüce Ülke” ve
onun manevî bir merkez oluşturmasından, birçok gelenekte söz edildiğinden
bahseder. Ancak bu ülkenin konumunu belirlemek o kadar kolay değildir. Bu
karmaşık bir meseledir. Guenon, bu eserinde, birçok gelenekte kullanılan
sembolik ifadelerden örnekler vererek bu ülkeye ulaşmaya çalışmıştır.
13-
La Metaphysique Orientale. (1939). Eser Metafizik
Nedir adlı derlemede Türkçe olarak yayınlanmıştır. Metafizikle ilgili
verdiği bir konferanstan oluşmuş eserde, Rene Guenon’un metafiziğe bakış açısı
ele alınmıştır. Metafiziğin alanı ebedi ve değişmez ilkelerin alanıdır. Duyularla
elde edilemeyen bu alanın bilgisi, insanın kendisini aşmasıyla mümkündür. İnsan
bunu gerçekleştirmek için bir gayret göstermelidir. Bu alanın bilgisine ulaşmak
isteyen insanın, bu alanla bütünleşmesi gerekir.
14-
Le Regne de la Quantite et les Signes
des Temps. (1945). Kitap Türkçe’ ye: Niceliğin Egemenliği ve Çağın
Âlametleri adıyla tercüme edilmiştir. Doğu ve Batı’yla başlayıp Modern
Dünyanın Bunalımı’yla devam eden Batı düşüncesi eleştirilerine bütünlük
kazandırdığı bir eserdir. Niceliğin Egemenliği ve Çağın Âlametleri
kitabında Rene Guenon; Batı düşüncesinin yanlışlarını ortaya çıkarmaktan çok
yanlışların nereden kaynaklandığın tespit etmeye çalışmıştır.
Modern düşüncenin,
her şeyi niceliksel olarak görme alışkanlığının insanı sınırlandırdığına dikkat
çekmiştir. Bu eserinde, Kutsal’ı dışlayan kafa yapısının batıya ait olduğunu ve
bu kafa yapısının insanı kurtuluşa götüremeyeceği düşüncesini
temellendirmiştir.
15-
Aperçus sur I’Initiation. (1946). Kitap
Türkçe’ye: İnisiyasyona Toplubakışlar adıyla tercüme edilmiştir.
Tasavvufun esaslarını ve tasavvufi ekollerin ortak noktalarını ele aldığı
eserinde; inisiyasyonun içeriğinden bahsederken, inisiyasyonun yolu,
inisiyasyonla ilgili bazı hatalar, inisiyasyonun şartları, inisiyatik silsile,
ayinler ve manevî yükselme yollarına dair bilgiler vermiştir. İnisiyasyon
olarak kendini gösteren sahte yaklaşımları, bu sayede ayırt etme imkânı veren
eserde, inisiyasyonla ilgili bazı hatalardan bahsetmiştir.
16-
Les Principes du Calcul
infnitesimal.(KüçükHesabın İlkeleri) Mahmut Kanık’ın değerlendirmesine göre, “Modern matematikçilerin
ve filozofların genellikle bilmediği ‘infini’ ve ‘indefmi’ arasındaki
metafiziksel ayrımı ele alıp incelediği” bir eserdir .
17-
La Grande Triade. (1946). Kitap
Türkçe’ye: Büyük Üçlü adıyla tercüme edilmiştir. Uzak-Doğu geleneğinde
sembolize edilen; “gökyüzü, yeryüzü, insan (T’ien-Ti-Jen) terimlerinin
oluşturduğu üçlünün, diğer geleneklerde bulunan benzerliklerine işaret ederek
açıklamaya çalıştığı”
bir eserdir. Bunun yanında, Batı’da bu üçlünün
yanlış anlaşılarak Hristiyan inancındaki “Teslis’le” özdeşleştirilmesine karşı
çıkmıştır. Burada bahsedilen üçlünün Teslis’le ilgisi yoktur .
BİRİNCİ BÖLÜM
GELENEKSEL EKOLE GÖRE
VARLIK VE METAZİFİK ARASINDA İNSAN
Günümüzde gelenek
deyince akla ilk olarak, sosyal bilimlere göre yapılmış tanımlar gelmektedir.
Bu tanımlara uygun hareket etmeye çalışan kişiler ise gelenekçi olarak kabul
edilmektedir. Genel olarak olumsuz bir şekilde geri kalmış, gündemden uzak,
düşüncelerini yenilemeyen kişiler için gelenekçi kavramı kullanılmaktadır.
Geleneksel ekolün gelenek kavramına yüklediği anlam ise farklıdır.
İnsan cinsinin,
dünya hayatının başlangıcı düşünüldüğü zaman, insanın ortaya koyduğu bütün
düşünce sistemlerinin ve ürünlerinin günümüze kadar devam etmesi aslında bir geleneğin
varlığını göstermektedir. Kuşkusuz oluşturulan her gelenek, başlangıçtan
itibaren sahihliğini koruyamamıştır. Sürekli anlam arayışı içerisinde olan
insanın, varlığı anlamlandırırken kendi tarihinin başlangıcı üzerine düşünmesi
kaçınılmazdır. Ancak insanın ortaya çıkışı sadece fiziki olarak
açıklanamamaktadır. Yapı olarak diğer varlıklardan farklı bir özelliği sahip
olan insan, varlığını anlamlı bir hale getirme isteği duymuştur. Fiziki alana
ait bilgiler ise kısmen fiziki varlığını anlamlandırmaya yardımcı
olabilmektedir. Fiziki alanın dışındaki varlık alanlarına da ilgi duyan insanın
bu alana ait bilgi kaynaklarına ihtiyacı vardır.
İnsanın bütün
davranışlarına varlık karşısındaki tutumu yön verir. İnsan varlığı bir bütün
şeklinde düşündüğünde ise varlık alanında elde ettiği bilgiler arasında bağ
kurar. Varlık karşısındaki konumlanışı ise onun varlık karşısındaki
davranışlarını da etkiler
.
Araştırmamızın bu
bölümünde gelenek kavramı ve gelenekselci düşünürlerin gelenek kavramına
yükledikleri anlamın farkı ortaya konulmuştur. Geleneksel düşüncenin varlık ve
metafizik yaklaşımı ile modern düşüncenin varlık ve metafizik yaklaşımları
karşılaştırılarak insanın konumu değerlendirilmiştir. Bu çerçevede, insanın
anlam arayışı ve bu anlam arayışını ontolojik bir yaklaşımla ele alan
düşüncenin, modern dönemde nasıl değiştiğinin değerlendirmesi yapılmıştır.
1.1.
Gelenek ve Gelenekselcilik
Kavramsallaştırmaları
Gelenek sözcüğü
günlük anlamda anane kelimesiyle aynı anlamda kullanılmaktadır. Buna göre; bir
toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa
iletilen alışkanlıkları gelenek, geçmişten gelen bu alışkanlıklara bağlı olan kişilere
de gelenekçi denir. Geçmişten gelen bu davranışlar yazılı değildirler .
Gelenek, gerek Doğu
dillerinde ve gerekse Batı dillerinde muhtelif anlamları tek kelimeyle
karşılamak durumunda olan talihsiz bir kelimedir. Sosyal bilimlerin en temel ve
üzerinde en çok tartışılan kavramlarından biri olan gelenek; “geçmişten
günümüze intikal ettirilen ya da miras bırakılan herhangi bir şeydir. Bu sadece
sözel ya da yazılı bir miras olmayıp, binaları, abideleri, bahçeleri,
heykelleri, resimleri, alet vb. makineleri de içerir. Bu yönüyle o, belirli bir
zaman diliminde toplumun sahip olduğu, dış dünyanın fiziksel süreçlerinin ürünü
veya ekolojik ve fiziksel zorunluluklarının ürünü olmayan her şeyi içerir” .
İslam felsefe-bilim
kültüründe başta fıkıh olmak üzere değişik alanlardaki anlamca farklı
kullanımları dikkate almaksızın, “gelenek” kavramını karşılayan pek çok
karşılığın mevcut olduğu görülür: Örf, adet, sünnet, atalar mirası gibi. Bu
bağlamda “adet ve örf” terimleri geleneğin tanımlanmasında öne çıkan iki önemli
kavramdır. “Örf” bilgiyle ilgilidir. Nitekim “arafe”, tanıyarak bilmek,
birbirini takip etmek, peşi sıra gelmek anlamlarına gelir. Bu anlamlar
birleştirildiğinde “örf” ardı sıra olanın tanınarak bilinmesi demek olur. Bunun
için “örf” terimi daha çok yerleşik kavramlar için kullanılır ve bu anlamda
bilimsel gelenek anlamına gelir
.
Daha felsefî bir
deyişle örf; belirli bir topluluğun, aklın bilme, tanıma eylemiyle üzerinde
ittifak ettikleri ve doğalarına uygun gelen sözdür. Adet ise eylemle, hareketle
ilgilidir. Başka bir deyişle ortada bir hareket ve olay var ise orada bir
“adet” de vardır. Kelime anlamına bakıldığında ise “ade”; geri dönmek, geri
çevirmek, bir şeyi tekrarlamak, üst üste yaparak alışkanlık haline getirmek
manalarına gelir. Bu değişik anlamlar bir araya getirildiğinde “adet”, ardı
sıra yapılarak alışkanlık haline getirilen ve benzer bir durumla
karşılaşıldığında kendisine dönülen ve müracaat edilen eylem demek olur .
Bunun için “adet”
terimi daha çok yerleşik uygulamalar için kullanılır ve bu anlamda pratik
gelenek anlamına gelir. Daha felsefî bir deyişle adet; belirli bir insan
topluluğunun, aklın yargıda bulunma eylemiyle üzerinde ittifak ettikleri ve
ihtiyaç anında tekrar kendisine döndükleri davranıştır. “Örf ile adet”;
geçmişten şimdiye, şimdiden de geleceğe uzanan, akıp giden bilimsel ve pratik
alışkanlıklar anlamında bir topluluğun tarih içerisindeki hem kurallılığını hem
de düzenliliğini gösterir. Söz olarak beliren “örf”, bir topluluğun
rasyonel kurallılığı ile düzenliliğini, davranış olarak beliren, “adet” ise bir
topluluğun pratik kurallılığı ile düzenliliğini sağlar .
Bu çerçevede akıl
sağlığı yerinde olan her topluluk, tarihî süreçte kendisini bir bütün kılan,
birliğini sağlayan makul bulduğu örfleri ve adetleri geçmişte inşa- eder,
şimdide tekrar eder ve nesiller üzerinden geleceğe aktarır. Gelenek kavramı
altında toplanan muhtevanın da arkasında, insan nutkiyetinin (dil yetisi)
bulunduğu, insanın, hem nutkiyet (örf) hem de hayvaniyet tarafının (adet)
eşyayla kurduğu bilimsel ve pratik ilişkilerin tecessüm etmiş hali olduğu
açıktır. Bu bilimsel ve pratik ilişkilerin hem yatay hem de dikey boyutta
aktarıma konu olması, onlara tarihî süreklilik sağlar. Başka bir deyişle
insanın, ilk ilke, evren ve insan hakkında sorduğu sorular ve verdiği
cevaplardan bir araya gelen, sahip olduğu çerçeve, onun değer dünyasını (dünya
görüşü) belirler ve bu anlamda dünyanın suretine ilişkin ürettiği resim (dünya
tasavvuru) anlamını değer dünyasından alır. Gelenek, yani “örf ile adet”,
en nihayetinde hem kökünü hem de anlamını değer dünyasında bulan bir yapıdır .
Diğer yandan İslam
felsefesinin meşhur simalarından İbni Sina’nın gelenek algısı yukarıda
anlatılanların farklı bir yönüne işaret eder. İbni Sina’ya göre gelenek,
geçmişle iç içedir. Ona göre, şimdi(hal) geçmişten, yani gelenekten bağımsız
ele alınamaz. İbni Sina’nın ifadesiyle “Bütün genel hakîkatler birbirinin
varlığını şart koşuyorsa, yaşanmış bir gerçeklik olarak geçmişin
bil-fiil varlığı, şu anda bil-fiil olmasa da hal’in bil-fiil varlığı ile nasıl
bir ilişki içinde var olabilir? Bil-fiil olan bir şey, bil-fiil olan başka bir
şeyin sebebi olur. Bil-fiil şeyin önceliği zaman ve “zat” bakımındandır. Zat
bakımından önce olması, o şeyin ikincisinin sebebi olarak mevcut olabilmesi ve
bizzat ikincisinin onunla var olabilmesidir” .
Büyük harfle
başlayan ve İslam düşüncesinde “Gelenekselci ekol” ve özellikle de Seyyid
Hüseyin Nasr tarafından temsil edilen anlayışa göre ise Gelenek, insana vahiy
yoluyla gönderilmiş kutsal mesajlar ile bu mesajın insanlık tarihinde “açılması
ve kendini göstermesi” şeklinde anlaşılmıştır . En evrensel
anlamda, insanı ilahi olana bağlayan ilkeleri ifade eden gelenek, bu
özelliğinden dolayı dini de kapsar
.
Nasr’ın gelenekle kast ettiği ilahi kaynaklı bütün kutsal hakîkatler ve onların
tarihi açılımlarıdır. Bu durumda gelenek çekip çıkartılamaz bir biçimde dine ve
vahye, kutsallığa, ortodoksi kavramına, otoriteye, sürekliliğe ve zâhirî ve
bâtinî hakîkatin düzenli bir biçimde aktarılmasına bağlıdır . Gelenek, Batı
düşüncesindeki “philosophia perennis”, Hindulardaki “sanatana dharma” ve
Müslümanlardaki hikmet-i halide, yani ebedi bilgelik kavramlarıyla çok yakından
ilişkilidir” . Skolastisizm,
Thomizm ve Eflatunculuk gibi ekollerle özdeşleşdirilmiş olan philosophia
peerennis kavramı, Agostino Steuco için, felsefe ve din bilimlerini kapsayan
ezelî hikmeti
ifade eden bir kavramdır. Alman
filozog Leibniz bu kavramı modern felsefe literatürüne yerleştiren kişi olarak
bilinir. Bu anlamıyla, gelenek kavramıyla aynı anlamda kullanılmıştır.
Seyyid H. Nasr,
Katoliklikte kullanılan tradition kavramının da geleneği tam anlamıyla ifade
etmeye yetmeyeceğini belirtir. “Tradition etimolojik olarak nakletmek ile
alâkalıdır ve bu tarif içerisinde bilginin, uygulamanın, tekniklerin, hukukların,
şekillerin ve sözlü-yazılı birçok diğer özelliğin intikalinin kapsar. Gelenek
yaşayan bir varlık gibidir; iz bırakır ama bu ize indirgenemez.” Gelenekle
nakledilenler “kâğıt üstüne yazılmış kelimler gibi görülebilir, ama o
insanların ruhlarına kazılmış gerçeklerdir.” Gözle görülmeyecek kadar latiftir . Gelenek metafizik
karakterde olup, ezeli, ebedi, evrensel ve değişmez olanın başlangıçtan itibaren bozulmadan
aktarılmasıyla ilgilidir
.
Nasr gelenek deyimi
için en uygun kelimenin Arapça “ed-din” kavramını görür. Onun kendi
ifadeleriyle “gelenek, kelimenin tam anlamıyla dinî ve onun bütün veçhelerini
kapsayan, “ed-din”dir. Yine alışılmış, gelenekselleşmiş ve ilahi modellere
dayanan anlamında, es-Sünnet’tir. Tasavvufta da görüldüğü gibi, geleneksel dünyadaki
düşünce ve hayatın her devrini, her aşamasını ve her asrını Asl’a bağlayan
zincir, yani es-silsiledir.” Bunun içindir ki geleneği, kökleri ilahî
Tabiat’taki vahiyde bulunan, dalları ve gövdesi asırlar boyunca gelişmiş bir
ağaca benzetebiliriz. Gelenek ağacının özünde din; onun özünde de ağacın
yaşamını sürdürmesini sağlayan vahiy kaynaklı bereket bulunmaktadır” . Daha genel
ifadelerle çerçeve çizilecek olursa gelenek şu şekilde de tanımlanabilir;
kutsal, ezelî ve ebedî hakîkat; tükenmez hikmeti ve hakîkatin değişmez
prensiplerinin farklı zaman ve mekân şartlarında sürekli uygulanmasıdır.
Kendisine
“Gelenekselci” denilen ekolün önemli temsilcilerinden Guenon, Coomaraswamy,
Schuon ve Nasr’ın ifadelerinde gelenek, geleneksel yaşam tarzının, düşünce biçiminin,
ahlâkın, hukukun, siyasal ve sosyal bünyenin, bilimlerin, sanatların, kısaca
geleneksel bir medeniyette var olan her şeyin içinde yer almaktadır . Ekol mensupları
çoğu zaman “traditionalist” yani, “gelenekçi” şeklinde tanımlanmaktadırlar.
Etimolojik olarak “intikal” ile ilgili olan “tradition” kelimesi hem aktarmak hem de aktarılmış olanı
korumak anlamında kullanılmaktadır. Bundan dolayı iki yönlü işleyen bir
kavramdır . Martin Lings, bu
kelimeyi ilk kez kavramsal düzeyde Guenon’un kullandığını belirtir. O, bu
kavramı kendi yaşadığı dönemde Fransız entelektüellerinin büyük kısmında
gözlemlediği dine karşı önyargılı tutumdan dolayı zorunlu olarak bu formda
ifade etme gereği duymuştur
.
Nortbourne, gelenek kavramının rast gele ve keyfi olarak uydurulmuş bir kavram
olmadığını, onun temellerinin, varlığımızın kökeninde yattığını dile
getirdikten sonra bunun en yalın ifade şeklinin “Ben alfa ve omegayım” ya da
“başlangıç ve son aynı şeydir” cümlesi olduğunu belirtir .
Modern dönemlerden
önce, hemen hemen bütün topluluklar dinî bir atmosferde yaşadıklarından,
geleneksel bir çerçeveye, bir hakîkat ve kutsallık şuuruna, otoriteye,
hiyerarşiye saygıya kendiliklerinden sahiptiler. Geleneğin boş bıraktığı hiçbir
alan söz konusu değildir. Böylece gelenek, meşruiyetin kaynağı olarak
düşünülmekteydi. Yine geleneğin ön plâna çıkardığı istikrar, süreklilik ve
aktarmanın onun ana özellikleri olduğu aşırı derecede vurgulanmaktadır . Geleneğin kimi
zaman dinin de üzerinde aşkın bir ilke olarak sistematize edilip , kültürel anlamda
geleneğe büyük önem verilmesi gibi özelliklerin, muhafazakârlıkla benzer
özellikler olması dikkat çekicidir.
Kısaca bu ekolün
kavramsallaştırdığı “Gelenek”; “tekil bir gelenek” tasavvuru ortaya koymakta ve
geleneği daha çok “metafizik” bir çerçevede ele almaktadır. Bunun da anlaşılır
bir nedeni vardır, zira sosyal bir olgu olarak kabul edilen gelenek ile
değerler sistemi olarak kabul edilen gelenek arasında farklılık vardır.
Geleneksel bir toplumu karakterize eden genellikle değerler sistemi olarak
kabul edilen gelenektir. Burada geleneğe ilişkin tüm tahliller negatiftir. Sığ
bir bakış açısıyla geleneği; tarımsallık, kırsallık, pasiflik, çağ dışılık...
olarak tanımladığımızda modern toplumun yani XVIII. yüzyıldan beri yaşayan,
gelişen toplumun, özelliklerini tersine çevirmekten başka bir şey yapmayız . Guenon’un temsil
ettiği ve kullandığı gelenek kavramı ile günümüzde kullanılan ve genellikle
negatif anlam yüklenen gelenek aynı değildir.
Guenon’un
bahsettiği, kaynağını kutsaldan alan ve günümüze kadar özünü kaybetmeden gelen
gelenektir. Bu gelenekte din dışılık söz konusu değildir. İnsan hayatındaki
bozulma olmadan önce ve ilkelere bağlı bir yaşayışın olduğu döneme ait olan her
şey gerçek geleneğin bir parçasıdır
.
Bu alamda gelenek sadece sözlü aktarımı kapsamayıp en az onun kadar yazılı
aktarımı da kapsar
.
Böylece yazılı ve sözlü kısım bir bütün olarak değerlendirilir. Geleneğin özü,
yazılı veya sözlü olmasından ziyade onun bir intikal şeklinde günümüze kadar
gelmesidir. Bu intikalin sahih bir şekilde devam etmesi geleneğin bozulmadığını
gösterir.
Guenon, İslâm’da
geleneğin, dinî ve metafizik olmak üzere iki veçhesinden bahseder. Dini veçhe,
zâhirî alanı temsil eder. Dinin pratikte uygulanan kuralları herkes için
aynıdır ve değişmezler. Metafizik veçhe ise, duyusal alanın dışında ve gerçek
ilkeye bağlılığı ifade eder. Dinin pratiğiyle ilgili kurallarında insanların
müdahalesi söz konusu olabilir. Neticede vahye dayalı olduğu halde aslı
bozulmuş dinler de vardır. Fakat metafizik alanda ise böyle bir şey söz konusu
olamaz. Bu alana insanın müdahalesi mümkün olmadığından değişmesi de
imkânsızdır. Gerçek gelenek, yapısı itibariyle metafiziğe dayalı olduğu için
özüne müdahale edilerek değiştirilmez niteliktedir . Din, kendisine
bağlı olanların davranışlarının en iyi şekilde olmalarını isterken, metafizik
onların hiç bozulmamış özlerinin farkına varmaların ister. Dini açıdan günah
“ahlâki” bir durum ifade ederken, metafizik açıdan “aklî veya zihni” bir durum
ifade eder. Metafiziğe göre insanın en büyük günahı kendi kendine
yetebileceğine inanmasıdır
.
Çünkü bu inanç insanı kutsal olandan uzaklaştırarak bütün olumsuzluklara
kaynaklık etmektedir.
Geleneksel ekolü
farklı kılan, onun tamamen metafiziksel bir karakterde olup, hakîkatin
bilgisinin insanı kurtuluşa götüreceği düşüncesi ve modernizmin oluşturduğu
olumsuzluklara karşı eleştiride bulunarak bir alternatif oluşturmasıdır.
Metafizik, insanları uzlaştırabilecek ana temeldir. Metafiziğin dışında
insanları uzlaştırabilecek başka bir köken de yoktur . Geleneksel ekole
göre insan, dünyaya gönderildiği günden bu yana, kaynağı ilahi vahye dayalı ve
değişmemiş gerçek bir bilgi mevcuttur. Bu bilgi, insanın hayatını devam
ettirmek için gerekli olan ne varsa tümünü kuşatıcı bir özelliğe sahip olan ve
külli imkânları içinde barındıran metafizik bilgidir . Bu bilgi modern
düşünceyle birlikte unutulmuş, insanın kendisini öze bağlayan bilgiye ulaşma
yolları kapatılmıştır. Kendi öz benliğinden uzaklaşan insan, Hint düşüncesinde
insanlığın düşüş dönemi olarak bilinen ve “Kali-Yuga” denilen karanlık bir çağı
girmiştir . Bu yüzden modern
dönem, insanlık tarihinde zaman zaman yaşanan düşüş dönemlerinden bir dönemdir .
Gelenekselci
düşünürler, insanın bu düşüşten tekrar yükselişe geçmesinin ancak sahih bir
geleneğe yönelmesi ile mümkün olabileceğini savunurlar. Sahih gelenek,
metafiziği bozmadan bünyesinde barındıran gelenektir. Batı düşüncesi kendi
geleneğini yok ettiği için onda bir sahihlik aramak yanlıştır. Yeniden yükseliş
sahih geleneğin tarihi olarak merkezi konumundaki Doğu ile iletişime geçerek
olabilir . Ancak sahih
geleneğin özü, Doğu düşüncesinde kendisini korumakla birlikte hâkim olan Batı
düşüncesidir. Gelenekselci ekolün en önemli düşünürü olan Rene Guenon’un
yapmaya çalıştığı ise, ister doğulu ister batılı olsun, günümüz insanının
geleneği yeniden keşf etmesine katkı sağlamaktır.
Burada bir noktaya
dikkat çekmek gerekir. Acaba geleneğin sahih bir şekilde yaşandığı dönemlerde
insanlarda olumsuz bir davranış görülmemiş midir? Elbette insanın beşeri
özelliği nedeniyle olumsuz davranışlar göstermesi doğaldır. Ancak bu olumsuzluk
modern düşüncedeki gibi meşru bir temele dayandırılmamıştır. Esas düşünceyi
hakîkatin bilgisi oluşturduğu için, olumsuz davranışlar olumlu gibi
algılanmamış ve temellendirilememiştir .
1.2.
Varlık, İnsan ve Metafizik
Evrendeki hiçbir
şey kendi kendine var olmuş değildir. Yine hiçbir şey kendi kendisinin kaynağı
da değildir. Evrenin içerisinde var olan nesnelerin fiziki yapılarıyla işgal
ettikleri yer, evrenin büyüklüğü düşünüldüğünde kayda değer değildir. Ancak
varlıklar anlamlandırılırken fiziki büyüklüklerinin dışında verilen bütün
bilgilerin yetersiz kaldığı da görülmektedir. Varlığı anlamak, varlık alanında
“nasıl davranmalıyım”
sorusuyla bütünlük içerisinde
değerlendirilmelidir. Bu bütünlük sağlanmadığı zaman insan “ahlâki temelleri
olmayan bir ontolajik- epistemolojik sisteme veya ontolojisi olmayan bir ahlâki
sisteme” yönelir. Çünkü fiziki yapıları kolaylıkla
anlaşılabilen varlıkların mahiyetleri tam anlamıyla ifade edilememektedir.
Bu açıdan, evreni
bütün olarak var eden ve her varlığa kendisinin bir yansıması niteliği veren
güç, insanın bilgisinin yetersizliğini de ortaya koymuştur. Aynı güç, insana bu
bilgi yetersizliğini metafiziksel yaklaşımla genişletme yeteneğini de
vermiştir. İlk dönemden beri bu alanını genişletme çabası gösteren insanın
varlığı anlamlandırma ve bilgi alanını genişletmeye yönelik arayışları
içerisinde “varlık” her zaman temel öğe olmuştur. İnsan hayatını devam ettirmek
için
oluşturduğu düşünce
sistemleri ve bunlara bağlı olarak ortaya koyduğu bütün buluşlar “varlık
karşısında geliştirilen idrak biçiminin maddi hayattaki yansımalarıdır.” Böylece insanın ortaya koyduğu eserlerde
değişmez hakikate bağlı ve ilkeler etrafında şekillenmiştir.
Modern düşüncede
insan “ varlığın ve anlamın merkezinde” kabul edilerek hem insan hem de varlık
anlamsız hale getirilmiştir. Böylece değerinin artırıldığı düşünülen insan
sıradan bir nesne konumuna getirilmiştir. Gelenekselci yaklaşımda ise varlık
evreni ve insanı da içine alan bir yapıda düşünülmüştür. Böylece varlık duyusal
alanla sınırlandırılmamıştır
.
İlk dönem ontolojik
yaklaşımda ele alınan varlık; “özlerin varlığı” olarak kabul edilmişken, modern
dönemde “yeni ontolojik yaklaşım” olarak isimlendirilen düşüncenin genel ve
kuramsal varlık anlayışına göre “varlık” duyusal alandaki nesneler olarak kabul
edilmiştir. İster yeni ister eski olsun bütün ontolojilerin temel görüşü,
varlığın varoluşu esasına dayanmaktadır . O halde varlık, duyu alanına giren veya duyu alanının dışında
ama var olduğu bilinenlerin tümüdür.
Ancak bu tanımdaki
duyusal alana girmeyen nesneler Batı düşüncesi tarafından kabul edilmemektedir.
Rene Guenon’un varlık anlayışı ise ilk dönem ontolojik yaklaşımındaki özlerin
varlığı anlayışına yakındır. O varlığı, herhangi bir forma büründürülemeyen ve
tezahür eden veya tezahür etmeyen hallerin tümünü kavrayan “tümel öz” olarak
düşünür . Varlık, ancak bu
şekilde algılanırsa herhangi bir şekilde sınırlandırılması mümkün değildir.
Belli bir forma sokulamayan varlık her zaman asli karakterini korur.
Bir şey
sınırlandırılamıyorsa, fiziki olarak var olan varlıklardan farklıdır. Varlığı,
fiziki alandaki nesnelerle aynileştirmek, onu ilkesiz hale getirir. Bu yüzden
Guenon, varlığı herhangi bir cismani forma sokmadan “yokluk” kavramıyla açıklar . Yokluk ise ne
hiçliktir ne de hiçliğin zıddıdır
.
Yokluk zuhur etmiş ve etmemiş bütün varlığı kuşatandır. Böylece henüz zuhur
etmemiş olan ne varsa yoklukta yer alırlar. Böylece yokluk bütün imkânları
barındırır .
Rene Guenon,
yokluğu; “metafiziksel sıfır” olarak tanımlar. Ona göre yoklukta çokluk veya
teklik söz konusu değildir. Çünkü bu tür kavramlarla mutlak varlığa bir şekil
tayin edilmektedir. Oysa mutlak varlık, şekilsizdir ve bu tür kavramlarla
anlatılamaz. Henüz fiziki olarak ortaya çıkmamış olan imkânlar ancak yokluk
kavramıyla açıklanabilirler. Yoksa sonsuz olanda bu hallerin ayrımı yoktur . Guenon’un
anlattığı yokluk kavramı fiziki alanda beşeri olarak yapılan varlık-yokluk
ayrımındaki yokluk değildir. Bu terimler beşeri olarak fiziki alanda dilin
yapısı gereği olarak kullanılırlar
.
Duyusal alanda
cisim olarak görünenler, varlık âlemini oluştururlar. “Öz varlık” ise tezahür
etmemiş alanda gerçek anlamını alır. Tezahür etmemiş alanın varlığını kabul
etmeyen bir kimse için özün gerçek anlamı yoktur . Tezahür alanına
çıkmış varlıkların ana ilkesini, “öz varlık” belirlediği için bunlara da varlık
denilir. Yani duyusal olarak algıladığımız nesnelerin varlık olarak
isimlendirilmeleri, onların ilkelerini oluşturan “öz varlıktan” kaynaklanmaktadır.
Bu bakımdan, varlık tüm imkânları kapsayamadığından dolayı sonsuz olarak
değerlendirilemez. Ancak varlık tezahürün ilkesini oluşturur . “Metafiziksel
sıfır ise birliğin ilkesini içerir. Varlık birdir ve sıfırın olumlaması olarak
belirir” . Varlığın kendisi
ise tezahür etmez. Tezahür etmeyen de yokluk olarak değerlendirilir . Dolayısıyla
varlık aslında yokluktur. Burada kullanılan yokluk maddi olarak tezahür
etmeyendir. Var olduğundan şüphe edilmeyen metafizik varlık değildir.
Guenon, varlığı,
kapalı bir eğri olan ve uçları belli çember şeklinde sembolize eder . “Aynı yatay
planda bulunan”
ve
bu yatay planın dikey eksenle kesişme noktası varlığı oluşturur. Dikey eksen
tezahür etmiş âlemin yatay eksendeki tüm gerçekleşmiş varlık hallerinin
uyumunun bulunduğu noktadan geçer
.
Varlığın hallerindeki çokluğu ise çemberin kenarlarından merkeze doğru çizilen
yarıçaplar şeklinde açıklar. Aslında çember örneğinde, uçlar düşünüldüğünde
başlangıç ve bitiş bellidir. Fakat çemberi çizmeye başladığımızda aynı noktadan
iki kez geçmeyiz.
Çizdiğimiz çizgi
ise geçtiği noktaları birleştirir
.
Varlığın sonsuzluğu da aynı bu şekildedir.
İç içe geçmiş
çemberler düşünüldüğünde en içte bulunan çemberin merkezinin diğerlerinin de
merkezi olduğu görülür. Çemberlerin her biri yatay alanı temsil ederler. Merkez
noktadan en dış çembere doğru çizilen yarıçapların her biri yatay olan çember
kenarlarıyla kesişir. Bu kesişme noktaları tezahür eden varlıklar alemini
temsil ederler. Varlıkların ortak noktası ise merkezdir. Kesişme noktalarının
çokluğu düşünüldüğünde başlangıç ve bitiş noktası belirlenemez. Burada sayısal
sonsuzluk da söz konusudur. Çünkü merkezden sonsuz sayıda dikey çizilebilir ve
bu dikey sonsuz noktadan geçebilir. Fakat çizgilerin çok olması merkezin çok
olduğu anlamına gelmez. Merkez, “birliği” temsil eder. Birlikten çokluğa
geçişte bu şekilde gerçekleşir
.
Varlık alanındaki çokluk esas ilkeyi etkilemez. O her zaman bir olarak kalır.
Sembolik olarak
çemberle açıklanmaya çalışılan durum “öz varlık” ve onun gerçekleşmiş
halleridir. Böylece öz bütün varlığın değişmeyen merkezi konumunda düşünülür ve
bütün varlıklar onun tezahür ettirmesiyle oluşurlar. Ancak tezahür eden
varlıklar âlemi öz varlığı izah için yeterli değildirler. Çünkü henüz tezahür
etmeyen hallerde vardır. Böylece öz varlık, tezahür etmeyenleri de kapsar.
Guenon’a göre: “Öz ancak tezahür eden ve etmeyen halleri kavrıyorsa tümel bir
öz olarak belirlenebilir”
.
Eğer öz varlığa yüklenen anlam sadece duyusal alanın dışındaki varlık alanı
veya sadece duyusal alandaki varlıklar ise burada öz varlıktan söz edilemez.
Guenon, tezahür
kavramıyla “insanın bir bilgelik muhakemesi ile evrenimizin gerçekleri” ve
gerçeklerin ilgili oldukları ilk gerçeklik arasında varlıkların kurabileceği
ilişkileri ifade eder. “Bu düzen ilişkileri, maddenin yapısında, kozmosun fiilî
hâlinde, biyolojik yaşamımızda, entelektüel yaşamımızda, sevgi yaşamımızda,
duyarlılığımızda vd. konumlanmış olabilirler” . İnsan bu ilişkiyi
kurabilirse tezahür eden alanı gerçek anlamda kavrayabilir.
Varoluş, tüm
“tezahüre” kaynaklık eden ve tezahürün ilkesi olan saf varlığın ötesinde olanı
değil, sınırı belirsiz çoklukta olan, tüm halleri ve evrensel tezahürü ifade
eder . Bundan dolayı
evrensel olarak tasavvur edilen varoluş, varlığın “birliğinden dolayı biricik”
olarak kabul edilir. Ancak gerek “varlığın birliği gerekse varoluşun
biricikliği tezahür tarzlarının” çeşitliliğini ortadan kaldırmaz. Varoluş
bütünsel ve evrensel sınırlamaların dışında değildir. Çünkü “evrensel varoluş,
varlığın kendi birliğini ilkesel olarak tezahür ettirmesidir” . Bu sebepten
dolayı varoluş, tüm imkân olarak değerlendirilemez . Tüm imkân ile
sonsuzluk da aynı değildir. “Sonsuzluğa etkin yönüyle baktığımız zaman, tüm
imkân onun edilgen yönü olur.”
.
Sonsuzluk denildiğinde belli bir sınırı olmayan kast edilir. Kısmı olarak
sınırlı olanın sonsuzluğundan söz edilemez. Bu açıdan mekân ve mekânda tezahür
edenler, kendilerini sınırlayan ve tanımlayan bir takım ilkelere tabi
olduklarından, tüm imkân bakımından sonsuz değildirler. Tüm imkân, hiçbir imkân
tarafından sınırlanamaz olduğundan dolayı sonsuzdur . Sonsuzluk bir
sınırı olmadığı için “mutlak ve belirsizdir”. Bir şey sınırlı olduğunda
belirlenebilir. “Her sınırlama bir olumsuzlamadır; sınır koymak sınırın dışta
bıraktığı her şeyi inkâr etmek demektir. Bir sınırın yadsıması mantıkî ve
matematiksel bir olumluluktur. Her türlü sınırı yadsıyan bir sonsuzluk böylece
tam bir olumluluktur.” Belirlenemez nitelikte olduğundan dolayı anlatılırken
olumsuz bir şekilde ifade edilebilir. Ancak sonsuzluk düşüncesinin varlığı
inkâr edilemez. Böylece sonsuzluk herhangi bir olumsuzluk içermediğinden dolayı
çelişkili bir durum oluşturmaz .
Tezahür edenler,
çeşitli hallerde ve şekillerde oluşan sonlu nesnelerdir. Sonsuz olan ise, ana
ilke olduğu için onun farklı hallerinden bahsedilemez . Tezahür edenlerin
çoklu şekilde yansıması, sonsuz olanın da çokluğu anlamına gelmez. Sonsuz olan,
duyusal alanla sınırlanmayan “Bir” dir. Duyular âlemi, çokluğun ve
değişkenliğin olduğu alandır. Metafizik alan ise, değişkenliğin olmadığı ve
değişkenliği kabul etmeyen alandır
.
Gözlenebilir
“varlık alanına” çıkmış ve çıkmamış her şey, “külli” olarak nitelendirilir.
Biçimsel olarak ortaya çıkmış olana “cüzi” denir. Gözlenebilir varlıkların var
olma halinin tümü cüzi kavramıyla ifade edilir. “Külli” olan, henüz gözlem
alanına girmeyen ama girme imkânı olan, gözlem alanına giren ve hiçbir zaman
gözlem alanına girmeyecek olan ama var olan her şeyi kapsamaktadır . Cüzi olan
varlıklar için bir başlangıç noktası vardır. Varlıklar, fiziki olarak ortaya
çıktıkları andan itibaren onlar için zaman da başlamış olur. Zaman, belirli bir
mekânla ilişkili olduğu için zuhur eden varlıklar açısından bir mekân da söz
konusudur. İlk varlık için ise zaman ve mekân söz konusu edilemez .
Zuhur eden varlıklar,
ilk varlığın zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmış değildirler. Bu açıdan
Rene Guenon’un zuhur kavramı ile İslâm felsefecilerinin sudur kavramı aynı
değildir. “Sudur; varlığın mutlak bir yerden çıkıp bir sıra düzeni içinde
evreni oluşturması” şeklinde tanımlanır. “Felsefi terim olarak, kâinatın
meydana gelişini yorumlamak üzere tasarlanan, yoktan ve hiçten yaratma
inancından farklı olduğu ileri sürülen teoriyi ifade eder” . Bu teoriye göre
“sudur bir ortaya çıkıştır”
ve zorunlu bir sonuçtur. Guenon’un, zuhur
kavramında ise bir temel ilke söz konusudur ve “temel ilkeden herhangi bir şey
çıkmaz” Varlıklar, ilkenin yansıması şeklinde ortaya çıkarlar. Eğer ilkeden bir
şeyin çıktığı kabul edilirse ilkenin sonsuzluğundan söz etmek mümkün olmaz . Guenon, âlemin
içinde mutlak bir güç olarak kabul edilen Tanrı fikrine ve her şeyi Tanrı,
Tanrı’yı da her şey kabul eden panteist düşünceye de karşıdır. Çünkü âlemle
aynı sayılan Tanrı, âlemle sınırlandırılmış olur. Böyle bir düşünce ise
metafiziğin yapısıyla çelişkili bir durum oluşturur . Oysa metafizik
hakîkat sınırlandırılamaz.
Varlığın
tezahürünün ve fiziki alandaki varlıkların çeşitliliğinden yukarıda
bahsetmiştik. O halde tezahür eden alanda ortaya çıkan insan bu varlık alanında
nasıl anlaşılmalıdır? Varlığın, tezahür eden yönlerinden biri olan insanın tek
bir yönüyle değerlendirilmesi yeterli değildir. İnsan, doğru bir şekilde
anlaşılırsa onun cismani yapısı ve dışa yansıyan davranışlarının dışında
“aşkın” ile ilişki kurabilecek bir kabiliyete sahip olduğu anlaşılabilir.
İnsanın bu özelliğe sahip olması, hakîkati tam yansıtabilen bir varlık olduğu
anlamına gelmez. Bununla birlikte hakîkatin en önemli yönünü yansıtan bir
varlıktır . Çünkü hakîkat,
tüm tezahür etmiş olanlar içerisinde sadece insan için bir anlam ifade
etmektedir. İnsanın hakîkati yansıtan yönünün yanında biçimsel olan beşerilik
yönü de vardır.
Beşerilik, biçimsel
bir durumdur ve cüzidir. İnsan biçim olarak ortaya çıkmış haliyle beşer olduğu
için, davranışları birbirinden farklılık gösterir. İnsan, davranışlarından
hareketle değerlendirilebilir. Ancak insanın sadece beşeri özellikleriyle
değerlendirilmesi yeterli değildir. İnsanının beşeri yönünü, beşer-üstü olana
bağlayan “kendilik” denilen “külli” yönüdür . İnsanın özünü oluşturan da bu yönüdür . Rene Guenon,
“kendilik” kavramını Hint felsefesindeki “Brahmayla özdeşleşen Atma” ile
anlatır. “Atma; her şeyi kuşatan, her şeye nüfuz eden ve her şeyde mündemiç
olandır” .
Beşeri alanda
bireylik de farklı derecelerde ortaya çıkan ve her şeyden mündemiç olan
Atma’nın ortaya çıkışıdır. Birey denilen varlık, kendisini meydana getiren
ilkeden ayrı düşünülürse, bireyliğin anlamı olmaz. Çünkü temel ilke tezahür
alanında kendisini varlıklarda gösterir. Bununla birlikte, insan dahil hiçbir
varlık, temel ilkeyi tam anlamıyla yansıtmaz . Rene Guenon, bu duruma Eflatun’un idelerini örnek verir. Nasıl
ki görünür âlem idelerin yansıması ise, tabiattaki nesneler de ilkenin sembolik
yansımalarıdırlar
.
Kendiliğin (Atma),
cisim olarak duyusal alanda kendini göstermesi göz önüne alındığında, işgal
ettiği yer çok küçüktür. Niteliksel olarak değerlendirildiğinde ise cismi
yapısıyla kıyaslanmayacak kadar büyüklük arz eder. O, bireyde kuvve olarak
vardır ve birey söz konusu olduğunda kuvve olarak değerlendirilebilir . Burada “kuvve ve
imkân” ayrı düşünülmüştür. Kuvve, herhangi bir durumun gerçekleşmesini
içerisinde barındırır. O, her an fiili bir duruma dönüşebilir. Bu açıdan kuvve,
sadece zuhur için söz konusudur. İmkân ise zuhurla sınırlandırılmaz. O, zuhur
etmemiş olanları da kapsar. Kuvve, gerçekleşme kabiliyetini ifade etmek için
kullanılır. Bir şeyin zuhuru söz konusu ise bil-kuvve olduğundan
bahsedilebilir. Kendiliğin gerçekleşmemiş haline, bil-kuvve denilmez 148 .
Bil-kuvve halinde
gerçekleşen “kendilik, bir varlıkla ilişkisi açısından ele alındığında tam
olarak kişilik” oluşur. Ancak “kendilikten”, kendi dışındaki ve duyusal
alandaki bir varlığın etkisine açık olan beşeri özellik kast ediliyorsa, o
zaman bireysellik söz konusudur
.
İnsandan, sadece fiziki veya “psişik” bir varlık olarak bahsedilirse
bireyselliğin dışına çıkılamaz.
Kendilikte bir eksiklik ve kaybolma söz konusu
değildir. İnsandaki hallerin değişimi, kendiliği etkilemez. Çünkü o, aşkın ve
değişmez olan ilkenin etkisindedir. Değişmezliğin kaynağı da aşkın varlıktır.
Bireysellik, kendiliğin dışa yansıyan yönü olarak değerlendirilir ve bu yüzden
değişiklik gösterebilir. Ancak bireysellik, kendilikle aynı sayılmadığından
dolayı bu değişiklikler özü etkilemez
.
Gerçek insan ise,
“beşeri durumun tamlığına ermiş” insandır. Guenon, beşeri durumun ötesine geçen
insanı, “Aşkın insan” diye tanımlar. Bu yüzden aşkın insan, “kudsî veya ruhanî
insan” olarak adlandırılır
.
Böyle adlandırılan insan ise birey anlamındaki insan değildir. O, “zuhur eden
tüm şartlardan” uzak ve “evrensel insan” olarak adlandırılan aşkın insandır.
Gerçek insan da kısmen evrenseldir. Çünkü beşeri durum bütün varlığın
merkezinde yer alır. Fakat aşkın insan, “bil-fiil” dir. Gerçek insan ise
“bil-kuvve’ dir . Gerçek insan ile aşkın insan arasında, beşeri bir bakışla fark
görülmemesi nedeni, bu farkın fiziki durumun ötesinde olmasından
kaynaklanmaktadır.
Rene Guenon, “zat
ile ben” arasındaki farkı da ortaya koyar. “Zat’ın” geçici ve ilkeyi hiç
etkilemeyen değişiminin beşeri olarak tezahürünün “ben” olduğunu belirtir.
”Varlık mertebelerinin her birinin varoluş derecesi zattır.” Zat, tezahürden
etkilenmez . Tezahür etmemiş
olanlarda “zata” bağlıdırlar ve hiçbir zaman tam bireyselleşemezler. Bir
varlığın tezahür etmemiş hallerinden bahsedildiğinde onun varlık derecesi ve bu
varlık derecesinin ötesinin ayrımı yapılmalıdır. Guenon, insanı tezahür eden
yönüyle bireysel (ben), tezahür etmemiş yönüyle birey-üstü (Zat) olarak
değerlendirir
.
İnsanın varoluşunun bedensel yönü, onun dünyanın bağlı bulunduğu şartlara göre
belirlinmiş biçimini oluşturur
.
Bu şartların her biri, ortaya çıkan biçimlerin dışında, yeni ve farklı biçimler
meydana getirmeye elverişlidirler. Dünya ise “tezahür etmiş fani ve izafi bir
alandır” .
Guenon insanı, “ruh
ve beden” bütünlüğü içerisinde ele alarak değerlendirir. İnsanın beşeri
“tezahürü” doğumla başlar ölümle biter . Beşeri yönüyle insan, cüzi bir varlıktır . Cüzi olan,
kendisini sınırlayan koşullara bağlı olarak yatay alanda sınırsızca
genişleyebilir. İnsanın ürünlerinin sürekli değişim göstermesi bu yüzdendir.
Fakat bu ürünler, hiçbir zaman metafizikle birleşemezler . İnsan, sadece
beşeri özelliklere sahip bir varlık olarak değerlendirilemez. İnsanın beşeri
kimliği ile kişiliği karıştırılmamalıdır. Kişilik bir insan teki için
kullanılacaksa burada bireysellik kavramının kullanılması daha doğrudur . Beşeri kimlik,
kişiliğin tam anlamıyla gerçekleşmiş hali değildir . Yalnız kişilikle
beşeri kimlikte tam ayrı bir şekilde değerlendirilmemiştir.
Bu durumda ruh ve
bedenin ayrı kaynaklardan geldiği düşünülemeyeceği gibi, ruhun herhangi bir
bilgiden yoksun olduğu da söylenemez. Ruhun bilgisi, bedenin varlığını temsil
eder. Bilgi ve varlığın aynı olduğu durumda ise varlığa başlangıç veya son
belirlenemez. İnsanın varlığı ismiyle veya onu belirten bir işaretle aynı
olarak değerlendirilmiştir. Bu yüzden insan, varlığına dair herhangi bir
olaydan ayrı olarak düşünülmemiştir.
İnsanın fiziki
yapısı gerçek yapısını yansıtmasa da Geleneksel yaklaşımda fiziki yapının,
nefsi duyuş ve biliş özelliklerini içerdiği kabul edilmiştir. “Nefs ya da ruh”
fiziki yapıyla temsil edilmiştir. İnsanın fiziki olarak yaptığı her şey ruhunun
bir yansımasıdır. “Ben” denildiği zaman hem fiziki hem de ruhsal bütünlük kast
edilmektedir. Guenon, ruh ve beden bütünlüğünü, aynaya bakan bir kişinin
aynadaki yansımanın kendisi olduğunu bilmesini ve bu yansımaya “ ben” demesini
örnek vererek anlatmıştır
.
Eğer beşeri anlamda
bir bireysellikten söz ediliyorsa, bu durumda fiziki bir ortaya çıkma mekânı ve
buna bağlı olarak da ortaya çıkma zamanı olacaktır. Ancak birey-üstü bir durum
söz konusu olduğunda herhangi bir zamandan söz edilemez. İnsanın beşeri olarak
ortaya çıkmasıyla birlikte, onun için zaman başlamıştır. Zamana bağlı kalmamak
ve mekânla sınırlanmamak ise ancak beşer-üstü özelliğe sahip olmakla mümkündür .
Genelde, insanı
diğer varlıklardan ayıran özelliklerin en önemlisi hatta belirleyicisinin
“şuur” (akıl) olduğu üzerinde durulur. Guenon ise, insanın tek belirleyici
özelliğinin “şuuru” olarak kabul edilmesini yeterli bulmadığı gibi , sadece şuurun,
insanı, meleklerden üstün hale getirebileceğini de kabul etmez . Ona göre şuur,
insanın beşeri halidir ve sınırlıdır. Şuura, insanın beşeri halinin dışında bir
durum düşünülerek anlam yükleniyorsa burada bir sınırsızlık söz konusu olabilir .
Guenon, Aristo’nun
akıl ile ilgili yaptığı “ilkelerin bilgisine dolaysız olarak sahip olma”
tanımını da yetersiz bulur. Ona göre bu tanımda kast edilen akıl, bilimi
oluşturan akıldan üstün sayılarak, akıldan üstün başka bir hakîkat kabul
edilmemiştir. Böylece akıl, varlıktan ayrılmadığı için dolaysız bilgi kaynağı
olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden yanılması da mümkün görülmemiştir.
Geleneksel düşüncede ise, üst ilkeye bağlı olmayan bir akıl, her zaman
yanılgıya düşebilir. Bunun için aklın, kendisinden üstün bir ilkeye ihtiyacı
vardır. Çünkü akıl, üst ilke değildir. Yanılgıya düşen bir aklın, hakîkatin
bilgisi olarak değerlendirilmesi de mümkün değildir .
Guenon’a göre akıl;
“insan ruhunun düşünce dünyasıyla kesiştiği yerdir.” Ferdi farklılık
göstermesine rağmen, her insanda bir şuur vardır ve insanı “ben” yapan bu
kabiliyettir. Akıl için insan-üstü ilkeleri barındıran idrak de her düşüncenin
ön şartıdır . Akıl ve ruh aynı
değildirler. Ruh idraki, akıl ise düşünceyi temsil eder. Akıl, biçimsel
düşünür. Biçim ise, düşünce olarak akla bağlıdır. Bu yüzden düşünce, biçimsel
olarak sınırlıdır. Ruh, biçimsel düşünceye bağlı olmadığından dolayı kendi
kendine sınırsız imkânlar geliştirebilir . Ruh, bu özelliğinden dolayı hem aklı hem de duyguyu içine alır.
Duygu, akıldan doğar ve fiziki alana daha yakındır. Akıl ise, ruha duygudan
daha yakındır. Gerek akıl gerekse ondan kaynaklı duygu, ferdi dünyayla
ilgilidirler .
Rene Guenon, insanı
farklı kılan yönün ruh olduğunu vurgular ve bunu “kalbi duygular” şeklinde
ifade eder. Burada kast edilen kalp, fiziki kalp değildir. “Bütünsel bireyliğin
merkezi yeri” olarak kabul edilen kalptir. Bütünsel bireysellikte, fiziki yapı
insanın sadece bir kısmını oluşturur. Bütünsel bireyliğin merkezi konumundaki
kalbin, bireysel bir merkez kabul edilmesi, kalbin fiziki konumuyla
sembolleştirilir
.
İnsanın, fiziki ve
ruhsal farklıkları, insan olmasının bir sonucudur. Guenon, insanın bu
farklılıklarını Hint düşüncesindeki “Atma” kavramına göre değerlendirmiştir.
İnsanın; “zuhur eden yönü uyanıklık hali, lâtif zuhura tekabül eden yönü rüya
hali, nedensel ve biçim dışı olan derin uyku hali, cismani varlığın son bulması
olan ölüm hali ve bir de Atma’nın kayıtlanmamış hali” vardır . Bu haller,
insanın yapısını ve girebileceği durumları ifade eder. İnsan, dünyada var
olduğu sürece bu hallere girmesi mümkündür. İnsanın hayatının fiziki olarak son
bulması, lâtif hallerin son bulacağı anlamına gelmez. Ölüm hali, mutlak anlamda
varlığın lâtif hale girmesidir
.
İnsan, fiziki
haldeki nesnelerin bilgisine ancak uyanıklık halinde sahip olabilir. Uyanıklık
halinin alanı, zuhur eden alandır. İlkeden en uzak zuhur alanı, uyanıklık
halidir. Bununla birlikte insanın gerçekleşecek bütün hallerinin temelini de bu
hal oluşturur. Çünkü bilgiyi kavramak için insan, en düşük aşamadan en yüksek
aşamaya doğru hareket etmek zorundadır. Bu aşamalar arasındaki ilişkiyi iyi
anlayan bir insan, bilgiyi kavramak için en düşük aşamanın gerekli olduğunu
bilir .
Zihnin elde ettiği
bilgiler ise rüya haline aittir. Burada elde edilen bilgiler, “lâtif zuhur
âlemine” ait bilgilerdir. Birinci halde elde edilen fizik alana ait bilgiler,
bu halde “kuvve” olarak devam ederler. Burada bilgi, artık görünmeyen kuvve
içinde kaybolur ve insanı en ince noktasına kadar kapsayan bir hal gerçekleşir.
Bu halde insan, kendi isteğiyle, kendisinden kaynaklı bir âlem üreterek kendi
ışığına sahip olur. Bu halde, nesneler sadece zihnî olarak vardırlar. Bu yüzden
buradaki düşünceler karmaşık ve hayal ürünü gibi görünürler. Ancak burada düşüncelerin
karmaşık ve hayal ürünü gibi görünüyor olmaları, onların pratikteki
davranışlara kaynaklık edemeyecekleri anlamına gelmez. Yine bu hal, zihnî
olduğundan “ideal bir âlem” olarak da değerlendirilir. Ancak burada bahsedilen
ideler ile Eflatun’un ideleri aynı değildir. Eflatun’un ideleri biçimsel
olmayıp “ilkesel imkânları ifade ederler.” Burada ise düşüncenin bir biçime
dönüşmesi söz konusudur
.
Bu halden sonraki
hal olan derin uyku hali; “hiçbir arzu duyulmayan ve hiçbir rüyanın öznesi
olmayan” durumu ifade eder. İnsanın kurtuluş hali olan bu halde bilgiye bütün
olarak bakılır ve onunla özdeş hale gelinir. Bütün imkânlar burada gerçekleşir.
Bu halde, herhangi bir fiziki durum söz konusu değildir. Bu yüzden bireysel
alanın dışına çıkıldığı hal olarak da değerlendirilir. Zuhur eden nesnelerin
geçici yönleri değil, yok olmayan öz halleri dikkate alınır. Böylece zuhur
edenlerin farklı dereceleri görülmez olur . “Sükûnet” hali olarak da adlandırılan bu hal, artık insanı,
“akli sezgiye” ulaştırır. Böylece “istidlâlî” durum aşılmış olur. Bu alan
“cüzi” olanın dışındaki şeyleri de içerir . Fiziki olarak yok olan insanın dünyadaki lâtif hali yok olurken
fiziki yönü ile bağlantılı olan bâtınî yön başka bir hale geçer. Bu açıdan,
ölümle girilen lâtif hal ile dünyada girilen lâtif hal birbirinden farklıdır.
Atma’nın
kayıtlanmamış hali ise, diğer hallerden tamamen farklıdır. Dilsel olarak
böyledir şeklinde ifadesi zor olduğu için, böyle değildir ile ifade edilir. Bu
hal, varlığın ötesine geçmeyi ifade ettiğinden dolayı onun dilsel olarak
anlatılması mümkün değildir
.
İnsan bu halde, hakîkate ulaşır. Fiziki hallerin dışında olan bu hal, insanı
aydınlatır ve ona ışık tutar. Bu haldeki insanda, beşerilik söz konusu
olmamakla birlikte, beşerilik devam ettiği sürece bu halin etkisi de devam
eder. Beşeriliğin son bulması durumunda ise bu hal son bulmaz .
Bu hallerin her
biri, kendi içinde değerlendirilir ve aşkın olana ulaşmak için gereklidirler.
Hallerin farklı olması, kaynaklarının da farklı olduğu anlamına gelmez. Tüm haller,
aynı kaynaktan beslenirler. Bu hallerin alanlarına dair bilgi, bir kuram olarak
da değerlendirilemez. Gerçek bilgiye ulaşmada zorunlu olarak bir hazırlık
aşaması olan kuram, hakîkate ulaştırmada yeterli değildir. Oysa bu hallerin
bütününden geçen insan, hakîkate ulaşır . Bu halleri
anlamlı kılan, insanda var olan zekâ ve irade özelliğidir. İnsan, kendisinde
bulunan zekâ sayesinde varlıkları anlamlandırırken, irade sayesinde de
varlıklara karşı sevgi besler. Zekâ, nitelik ve nicelik arasındaki ilişkiyi
duyusal alana bakarak kavrar
.
İnsan fiziki varlıkları var oldukları için değil, kendisi var olduğu için
bilir. Fakat hiçbir varlığın da aynı zamanda kendisi olmadığını bilinir .
İnsan, kendisini
var eden bir ilk aklın varlığını da aklı sayesinde bilir ve aynı zamanda ilk
varlık hakkında daha fazla şey öğrenmeye çalışır. Böylece onun “gizli” haline
katılmak isteği duyar. Zekâ, hakîkatin kendisi ile bağlantılı iken; irade, aşk
ile bağlantılıdır
.
Bu haller, insanın ulaşabileceği hallerdir. Ancak her insan bu hallere ulaşamaz . Metafizik bilgiye
ulaşmak isteyen insan ise en düşük seviye olan uyanıklık halinde, nesnelere
anlam yükler. Burada insanın metafizikle ilgili bilgi veya bilgisizliği,
duyusal alandaki nesnelere yüklediği anlamla ilgilidir. Çünkü metafizik alanda,
duyularla elde edilen ve bilen ile bilinen arasındaki ilişki diye tanımlanan
bilgi gibi bir ilişkiyi kurma imkânı yoktur.
Bu açıdan
değerlendirildiğinde gerçek metafizik sadece kendisiyle özdeştir. Duyusal
alandaki varlıklarla değil. Ayrıca metafiziğin nesnesi olan varlık, duyusal
alana dayalı diğer bilimlerin nesnesi olan varlıklar gibi belirli bir şekle
sokulamaz ve somutlaştırılamaz. Duyusal alana ait varlıklar metafiziğin cüzi
yansımasından başka bir şey olmadıklarından dolayı, onlar için zaman ve mekân
söz konusudur. Çünkü bu varlıklar, cüzi ve mümkün varlıklardır. Varlıkların
değişken olmaları da bu özelliklerinden kaynaklanır. Fakat onların değişmesi
metafiziğin değişimi anlamına gelmez
.
Metafizik değişimi
kabul etmediği için “evrim ve gelişme” ile açıklanamaz.
Yine onda değişen
inanç veya düşünceler de yer almaz. Diğer bilimlerdeki varsayımlar onun için
geçerli değildir. Nesne olarak da böyledir, araştırma yöntemi olarak da. Çünkü
o, kesinlik bildirmeyen hiçbir durumu kabul etmez. Metafiziğin kesinliğiyle
ilgili tartışmalar, onun eksik veya yetersizliğinden kaynaklı değildir. O,
ancak “saf ve biçimsel olmayan zekâ tarafından kavranabilir.” Bununla birlikte
dilsel olarak anlatılırken kullanılan sembol ve ifadelere göre, muhatap olan kapasitesi
oranında onu anlayabilir
.
Anlama isteği insanda doğuştan vardır. İnsan, içinde soyut ve somut alanda elde
ettiği bilgilerden yararlanmak isteği taşır. Bu iki alanı ait bilgilerin
birbirinin alternatifi olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Bu alanlara ait
bilgiler çoğu zaman birbiriyle kesişirler. Bazen de zihin, bu kesişmenin
farkına varmadan bilgiyi elde edebilir.
Modern düşüncede
ise bu iki alan, bir birinin alternatifi gibi ele alınır. Böylece mistik
yaklaşımı benimseyenler, mantıkî faaliyetleri gereksiz sayıp, hakîkati tecrübe
ve sezgisel bir şekilde algılayabileceklerini düşünmüşlerdir. Mantıkî yaklaşımı
benimseyenler ise, kendi yöntemlerinin hakîkatin kendisi olduğunu
savunmuşlardır. Bu yüzden iki yaklaşımda tek başlarına insanı gerçeğe ulaştıramamıştır.
Oysa bu iki yaklaşımda da aşkın olana ulaşmak için girilen her yol ve makam
geçicidir .
İnsanın sadece
beşeri yönü ele alındığında bu iki yaklaşımında, beşeri yönden üstün kabul
edilebilir. Fakat aşkın olana göre yine de sonludurlar. Amaca ulaşmak için
kullanılan yollar ile aşkın olan arasındaki bütünlük, ancak ona ulaşıldığında
görülür ve aslında farkın göreceli olduğu anlaşılır. Aşkın olana ulaşıncaya
kadar ayrımın yapılması da doğaldır. Çünkü söz konusu olan metafiziktir ve bu
alanın insan tarafından anlaşılabilmesini sağlamak için dilsel olarak
farklılıklar ortaya konmak zorunludur
.
Bu yüzden geleneksel yaklaşımda sembolik dil sıklıkla kullanılmıştır. Çünkü
fiziki kavramlarla metafizik alan anlatılamayacağı gibi, metafizik kavramlarla
da fiziki alan olduğu gibi anlatılamaz.
İnsan, metafizik
bakışla varlığın gerçek anlamını kavrar. Saf metafizik, maddi olan ile ruhi
olanın birine indirgenmesini kabul etmez ve bu indirgemenin dışındadır. Eğer
ruh maddeye indirgenirse maddeci, madde ruha indirgenirse ruhçu bir anlayış
meydana gelir. Maddenin ruha indirgenmesi belki eşyanın mahiyetini anlamak için
gerekli görülebilir. Böyle bir yaklaşımın ruha sınırları belli bir alan tayin
edeceğinin ve bu alanla özdeş sayılmasına neden olacağının bilinmesi gerekir .
Metafizik bakış
açısına göre, bireysel seviyedeki her şey hakîkatte mevcut ve hakîkatin
yansımasıdır. Zahîr olan geçicidir ve metafizik ile aynı kabul edilmez. Bu
bakımdan insan da “imtiyazlı” bir duruma sahip değildir. Metafiziğin özü, külli
bilgidir ve külli bilgi herhangi bir formda değildir . O, geçici olarak
da değerlendirilemez. Oysa insan geçicidir ve onun latif bir yapıda olan ruha
sahip olması geçici olmasını ortadan kaldırmaz. Geleneksel düşünceye göre
varlıkların etkinlikleri sahip oldukları niteliklerle paralellik gösterir . Buna göre
bireysel varlık olarak değerlendirilen ve “koşullanmış varoluşların tipi” olan
insan ile “koşullanmamış ve müteal” olan “Kâmil insan” arasında benzerlik
yoktur . Bunula birlikte
her insanın metafizik alanla bağ kurması mümkündür. Bu bağın nasıl kurulacağına
yine insanın sahip olduğu yetenekler göz önünde bulundurularak cevap
verilebilir. İnsanın bu yeteneklere sahip olması metafiziği anlamasını mümkün
kılar. Bu özelliğe sahip olması, insana, varlığın özel bir tezahürü olmasından
başka bir anlam yüklemeyi de gerektirmez .
Metafizik geleneğe
göre, varlık hiyerarşinin en üstünde “ilk” olan “Tanrı” vardır. Bir “ilk” in
var olması ve bunun da Tanrı olması, acaba bir takım soruların oluşmasına neden
olur mu? Rene Guenon’a göre, böyle bir şeyin olmaması gerekir. Çünkü esas soru
bir “ilk” in varlığından çok, duyusal alanımızın nesnesi olan varlıkların bu
“ilk” e bağlı olup olmaması durumudur. Bu soruya verilecek cevaptan sonra ancak
“ilk” in varlığına dair sorular sorulabilir ve “ilk” in varlığı ancak o zaman
araştırılabilir
.
İlk varlığı
anlamaya yönelik tüm gayretler ise “Metafizik Bilgeliktir.” Ancak bu bilgeliğin
amacı “Tanrı’nın Varlığını” ispat etmek değildir. “Tanrı” kavramı felsefeye ait
ve onun oluşturduğu bir kavram olmayıp dinlere ait ve onların oluşturduğu bir
kavramdır. O halde öncelikli olarak “değişmez olanların örgüsünü” anlamaya
çalışmak gerekir
.
“Metafizik Bilgelik”
,
sadece dışa yansıyan eylemlere değil aynı aşkın olanın bilgisine sahip olmayı
gerektirir . Bu entelektüel
sezgidir ve entelektüel sezgi saf metafiziksel öğretidir . Metafizik bilgi
de duyularla elde edilebilecek sınırlılıkta olmadığı gibi bir tanıma eylemi de
değildir. Fakat yapısından kaynaklı olarak soyut bir şekilde anlatılmaya
ihtiyaç olduğu gibi nesnelerin adlarına da ihtiyaç vardır. Duyular olmadan ne
soyutlamaya ne de nesnelerin adlarına ihtiyaç duyulur. Burada zihinde tür ve
cins olarak bilenin şeylerin sahip oldukları varlıkların bilgisi önemlidir.
Varlığın bilgisi elbette soyuttur ve burada isimler zihindeki şeylerin
belirlenmesi için kullanılır
.
Metafizik bilginin gerçekleşme araçları bu yüzden ilk aşamada insanın
ulaşabileceği alanda olması gerekir. . Bilgi, bilenin zihninde bu şekliyle cüzi iken tahakkuk yolları
geçildikçe külli hale gelir.
Bilgi, eğer
bilinebilir nesnelerin soyut açıklamaları ile sınırlandırılıp; bilgelik de
soyut olan bu bilgiye ait bilgelik olarak kabul edilirse, o zaman bu tür
bilgelik düşünceyi aşamaz. Böyle bir bilgi, düşüncenin iyi bir türü olmaktan ve
bir muhakemeye dayandırılmaktan öteye geçemez. Bu bilgi irfan öğretisine ve
vahye dayalı olmadığı için mutlak bir kesinlik tayin edemez .
Metafizik bilginin
kendisi, yapısı gereği bir takım zorluklar barındırmasının yanında, anlaşılması
da zordur . Metafizik bilgiyi
aktaran kişinin, muhatabının tatmin olabileceği bir açıklıkta anlatması mümkün
değildir . Bu bilginin
aktarımında, bazen karmaşıklık ve çelişkili ifadeler olabilir. Metafizik bilgi,
kişisel bilgi sınırları içinde doğrulandığında bile ancak simgesel olarak ifade
edilebilir. Bu zorluktan
kaynaklı zıtlıklar ve farklı anlayış biçimleri, onun pratik amaçlar için
kullanılmak istemesinden de kaynaklanmaktadır. Genellikle metafizik, kendisine
ait kavramlarla değil, farklı duyusal alanlara ait kavramlarla anlatılmaya
çalışılmaktadır. Bu ise metafiziğin anlaşılmasını daha da zorlaştırmaktadır . Metafizik bilgiyi
anlatırken sembol ve simgelere sıklıkla başvurulmasının sebebi de budur.
Sembolik dilin
kullanılmasını zorunlu kılan metafizik, felsefe tarihinde Aristo tarafından;
“fizikten sonra gelen” şeklinde tanımlanmıştır. Kelimenin doğal anlamı da
“fiziğin ötesinde olandır.” Burada fizik kavramıyla, herhangi bir ilim değil,
doğal ilimlerin tümü anlatılmaktadır. Metafizik ise, bütün ilkelerin bilgisini
ifade etmek için kullanılır. Fiziki olan alanda bilimden söz edilirken,
metafizik alanda ise bilgi söz konusudur . Çünkü fiziki alan sınırlıdır. Sınırlı olan alanın tanımlanması
için kullanılan ifadeler ile sınırsız alanın tanımlanması için kullanılan
ifadeler aynı değildir.
Herhangi bir konuda
araştırma yapan bilim dallarının konuyu inceleme biçimleri birbirinden
farklılık gösterir. Yine kısmi bir bilgiden genele bakış farklı olduğu gibi
genelden kısmi olana bakış farklıdır. Dolayısıyla fiziki alandaki nesnelere
bakış ile metafiziki alana bakış da farklı olacaktır. Fiziki alanla ilgili
bilgide cüzilik vardır. Fiziki alanda bulunan nesneler, fiziki ve herhangi bir
şekle bağlı olmayan gerçek aklın yansımasıdırlar. Bu aklın kaynağı ise
metafiziktir .
Herhangi bir fiziki
yapıyla ifade edilemeyen metafizik, nasıl kısmi olarak ele alınamazsa, ona
bakış açısı da kısmi olamaz. Kısmi olanın bilgisine sahip olmak zor olmadığı
gibi anlaşılmasında da zorluk yaşanmaz. Fakat genel olanın anlaşılması zordur.
Ancak bu zorluk onun hiçbir şekilde anlaşılamaz olduğu anlamına gelmez. Zorluğu
aşmak isteyen kişinin onun kuralları içerisinde kalması gerekir. Çünkü
metafiziksel bakışın yöntemi ve vardığı sonuç fiziki, alandaki bilgiden
farklıdır .
Rene Guenon;
metafizik bilginin, “zâhirî” ve bâtınî” kavramlarından hareket edilerek
anlatılmasının da zor olduğunu fakat gerçek boyutunu anlatırken mecburen dilsel
olarak “bâtınî” kavramının kullanıldığını belirtir . “Beşeri ve aklî
bilgi” ile bilinemeyen her şeyin metafizikle anlatılmaya çalışılması da ona
göre yanlıştır
.
Çünkü böyle bir yaklaşımla metafizik “nisbî ve izafi” olanla sınırlandırılmış
olmaktadır . Günümüzde
metafiziğe bazen öyle anlamlar yüklenmektedir ki sanki duyularla incelenmesi
mümkün ve normal bir bilgi türüymüş gibi algılanmaktadır. Böylece metafizikte
ilk varlık olarak bilinen “Tanrı”, bir enerji gibi değerlendirilerek kutsallığı
olmayan bir nesneye dönüştürülmektedir. Böylece üstün ve fiziki alanın dışında
bir Tanrı fikri oluşturulmaya çalışılmaktadır. Metafizik, bu şekilde anlamsız
hale getirilmekte ve duyusal alana indirgenmektedir.
Metafizik, bir
hakîkattir ve bu hakîkat gerçekten öğrenilmek isteniyorsa dışarıdan gözlemlemek
için onun kendi koşullarından çıkarılmaması gerekir. Herhangi bir varlığı
incelerken rast gele yöntemler kullanılamaz. Varlıkları anlayacak yöntemlerin
farklı olması, anlaşılmak istenen varlığı anlamak için kullanılacak yöntemleri
gerekli kılar. Bu yüzden metafizik bilgide de yöntemlerin ona uygun olarak
belirlenmesi gerekir. Nesnelerin dünyasında ve onları anlamada faydalanılan
bilimlerdeki ilerleme, metafizik bilgide de ilerleme olduğu anlamına gelmez.
Metafizik, her dönemde aynı gerçekliği barındırır. O, yeni ve birbirinden
farklı yöntemler geliştirmeden de bilinebilir. Bu yüzden teknik alandaki ilerlemeleri
metafizik alana uygulamak doğru değildir .
Metafizik alana
dair bilgi için vahye dayalı (dini gelenek) öğretilere ihtiyaç vardır . Vahye dayalı
öğretilerde, insanın kendisinin oluşturduğu bir sistem söz konusu değildir.
Bununla birlikte bu öğretiler gereksiz ve tutarsız olarak da
değerlendirilemezler. Bu yüzden metafizik, akla dayandırılan felsefi düşünceler
tamamen bir kenara bırakılmadan fakat aralarındaki fark bilinerek
anlaşılabilir. Metafiziğin bilgisine sahip olan insan, “dolaysız deneyimin nesnesi
olan evrenin”; ilk varlığa olan “köklü bağımlılığını” ve somut olarak gördüğü
birçok şeyin esasını oluşturduğunu bilebilir . Çünkü fiziki alandaki varlıklar, fiziki olmayan ve herhangi bir
değişime uğramayan ilkelerle ilişkileri düzeyinde değer kazanırlar.
Metafizik, “küllî
hakîkat” ya da evrensellik olduğu için, evrende “tezahür” etmiş herhangi bir
varlığı sadece bireysel açıdan değerlendirmek yeterli değildir. Varlıkların
bireysel anlayışları sınırlı olduğundan dolayı, metafizik olarak değerlendirilemezler . Metafiziğin
evrensel olması onun herhangi bir dinle sınırlandırılmasına olanak vermez.
Gerçek metafizik, herhangi bir dine ait olarak kabul edilmez .
Farklı dinlerin
farklı metafizik anlayışlarının olması, tamamen metafiziğin doğru anlaşılmamasıyla
ilgilidir. Bu anlayış bazen metafiziği bir pagan kültürü olarak da görmeye
sebep olmaktadır
.
Böylece metafizik, kendi öz yapısıyla uymayan bir biçime büründürülmektedir.
Metafizikte, bilinen bir varlığa duyulan sevgi söz konusudur ve gerçek bir
arayış vardır. Bundan dolayı pratik bir menfaate yönelik olarak ele alınamaz.
Söz, şekil ve davranış, ulaşılmak istenen gerçeği anlatmaya yeterli değildir.
Bunlar ana gayeye ulaşmada ancak birer araç olabilirler .
1.3.
Geleneksel Ontolojinin Epistemolojiye
Etkisi
İnsan, yapısı
gereği kendi varlığı ve kendi dışındaki varlıkların varoluş nedenleri üzere
düşünerek varlığı, kendisini tatmin edecek bir şekilde açıklama ihtiyacı
hisseder. Acaba bu düşünce eylemine ihtiyaç var mıdır? Varlık olarak insanın,
düşünmek eylemiyle açıklanmaya çalışılması, insanın sadece epistemolojik bir
özne olarak kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. Özne olan insan, nesnelerin
varlığı üzerinde düşünebilir. Modern Batı düşüncesinde bilgi özne ile nesne
arasındaki ilişki olarak tanımlanarak, özne ile nesne birbirinden ayrı olarak
değerlendirilmiştir. Modern Batı düşüncesi, varlığın kaynağı olan aşkın alanla
ilişki kurmayarak bu ayrımı temellendirmeye çalışmıştır.
Kuşkusuz özne ile
nesne arasında bir takım ayrımlar oluşturarak varlığı anlamaya çalışmak
mümkündür. Fakat bir bütünlük oluşturan varlığın, sadece nesnel yanı veya
sadece öznel yanı alınır ve kabul edilirse, varlığın bütünlüğü bozulmuş olur.
Geleneksel yaklaşıma göre varlığı tanımlamak zor bir iştir. Varlığı bir
bütünlük içerisinde ele alan geleneksel yaklaşım, varlıkla ilgili problemi de
bütünlük içerisinde çözmeye çalışır. Geleneksel düşüncede varlık, ayrım kabul
etmez. Özne ile varlık arasındaki ilişki, varlık tarafından kuşatılmıştır.
Varlık böylece bilgiyi kuşatırken bilgi de varlığa dâhil olmuş olur .
Modern Batı
düşüncesinin yaklaşımında ise tersi bir durumla bilgi varlığı kuşatır. Bundan
dolayı bilmek gizemli bir hal alır. Bilgi, varlığı varsayım olarak kabul
ettiğinden dolayı epistemoloji varlığı izah etmede yetersiz kalır. Modern Batı
düşüncesinde ontoloji ise ya şüphecilikle ele alınmış ya da idealist bir
eleştiriye tabi tutulmuştur. Şüpheci bir yaklaşımla gerçeği aramak söz konusu
değildir. Bu şekilde ele alınan varlık ve varlığın bilgisi gizemli bir hale
sokulmuştur. İdealist eleştiride ise bilgi, varlığı varsayım olarak kabul
ettiğinden dolayı varlığı izah etmek imkânsız hale gelmiştir . Bir şeyin
varlığından veya yokluğundan bahsedildiğinde varsayım söz konusu olamaz.
Varlığı sadece fiziki alanda var olan nesnelere göre değerlendiren modern
düşünce, varlığın fiziki alana yansıyan yönünü kabul edip, fiziki olmayan
yönünü görmezlikten gelmektedir. Varlığın sadece fiziki yönünü, varlığın tamamı
gibi ele almak, varlık hakkındaki bilgilerin yetersiz olduğunu gösterir .
Geleneksel düşüncede,
varlıklarla ilgili iki durum söz konusudur. Birinci durumdaki bireysel yapı,
varlığın kendi içinden kaynaklanır. İkinci durumda ise varlığın kendi içinde
bulunduğu çevrede varlığa etki eden bütün unsurlar söz konusudur. Birinci durum
varlığın bâtınî yönünü, ikinci durum ise zâhirî yönünü oluşturur. Bu iki durum
birbirinden ayrı gibi görünse de varlığın değeri, birinci unsurun ikinci unsura
etkisi ile belirlenmiştir
.
Böylece varlığın bütünlüğü bölünmemiş olur.
İnsan, kabiliyeti
sayesinde varlığın bütünlüğü konusunda bilgi elde edebilir. Modern düşünce,
insanın kabiliyetlerini zâhirî alanla sınırlandırarak varlığın bütünlüğü
konusundaki bilgiyi imkânsız gibi göstermiştir. Böylece herkesin ulaşabileceği
zâhirî alanın bilgisi yeterli kabul edilmiştir. Varlığın bilgisi de maddi alana
ait bir nesne konumuna indirgenmiştir. Geleneksel düşünceye göre varlığın
bilgisi, maddi alana indirgenmeyecek
niteliktedir. Bu bilginin maddi alanla
sınırlandırılarak
anlaşılmaya çalışılması. bilginin niteliksel yönünü kabul edilir olmaktan
çıkarmıştır. Gerçek bilgide aşkın bir yön vardır. Her insanın aşkın olanı aynı
seviyede anlaması ise mümkün değildir. Bu bilgi herkesin bildiği yöntemle elde
edebilecek bir yapıya sahip değildir. O kendine özgü bir yöntem ve çalışma ile elde
edilebilir niteliktedir
.
Gerçek bilgi,
sadece talep edene bağlı bir şekilde ve duyusal yollarla elde edilemez. Bu
yüzden gelenekselci düşünürler, gelenek kelimesinin latince kökenli olan ve
etimolojik anlamı ile intikal anlamına gelen “tradition” kelimesini
kullanmışlardır. Çünkü gerçek bilgi ancak bir intikal sonucu elde edilebilir.
Kuşkusuz din dışı alanlara ait bilgiler dâhil bütün bilgilerde, yazılı ya da
sözlü bir intikal söz konusudur. Ancak sadece intikalin varlığı bütün
bilgilerin sahih bir geleneğe dayandığını göstermez . Guenon, bu durumu
açıklarken ilk kaynaklarda “din dışı” ve “kutsal” ayrımının olmadığını, eşyanın
tabiatı gereği din dışı sayılamadığını belirtir. Modern düşüncede ise din dışı
bir bakış olduğundan dolayı eşyanın kutsal bir yönünün varlığından söz edilmez .
Bu açıdan
geleneksel dönem dendiğinde, bilgi alanında herhangi bir bozulmanın ve ayrımın
olmadığı, her şeyin belli bir ilke etrafında değerlendirildiği dönem kast
edilmektedir. Geleneksel dönemde, temel ilkeden ayrı ve din dışı bir faaliyetin
hayatın tüm alanlarına hâkim olması söz konusu olmamıştır. Gelenekle nakledilen
de sadece metafizik hakîkattir. O halde geleneksel özelliğin olmadığı bir
dönemde, mutlak hakîkatin varlığından bütün yönleriyle bahsetmek imkânsızdır.
Mutlak hakîkat
bozulmaz, bozulan bir şey de hakîkat olamaz . Ancak modern düşüncede hakîkat kavramı, duyularla algılanan
nesneler için kullanılarak gerçek anlamının dışında bir anlama
dönüştürülmüştür. Bu durum sadece hakîkat için değil gelenekle ilgili birçok
kavram için de geçerlidir. Gerçek anlamlarının dışında yeni anlamlar yüklenen
kavramlar ise bir belirsizlik ve yetersizlik ortaya koyarlar. Bu yüzden
gelenekselci düşünürler, ontoloji kelimesinin belirsizlik içerdiğini ve
metafiziği tam olarak ifade etmediğini belirterek, ontoloji yerine metafizik
kavramını kullanmayı tercih etmişlerdir .
Gelenekselci
düşüncede varlık, duyusal alanda her şeyi deneysel verilerle anlamaya çalışan
ve her şeyi indirgemeci bir tutumla ele alan Batı düşüncesine karşı koyan bir kavram
olarak ele alınmıştır
.
Varlığı anlamlı kılan ise onun tam anlamıyla duyuların ötesinde olmasıdır.
Varlığın, fiziki alanda tam olarak ifade edilebilecek nitelikte olmaması, onun
yok olduğu anlamına gelmez. Aksine fiziki alanın ötesinde bir yönünün olması
varlığın ilkesel olarak değişken olmadığını gösterir. Bu özelliğiyle o asli
karakterini korumuş olur.
Modern Batı
düşüncesinde, duyusal alanın dışında kalan varlık, gerçek olarak kabul
edilmemiş ve varlığın tezahürünün imkânı düşünülmemiştir. Fiziki alanın dışında
kalan ne varsa maddi varlık alanına indirgenerek anlaşılmaya çalışılmıştır.
Varlığı bu şekilde maddileştiren Batı düşüncesi, eski Yunan felsefesini
kendisine köken olarak göstermekten de çekinmemiştir. Bazı modern Batı
düşüncesi kaynaklarını o dönemde aramak yanlış değildir. Ancak Batı
düşüncesinin tamamen Yunan-latin uygarlığının devamı olduğunu söylemek
yanıltıcıdır .
Rene Guenon, bunun
bir iddiadan öteye geçmediğini düşünmektedir. Çünkü Batı düşüncesinin kendisine
köken olarak göstermeye çalıştığı Yunan-latin uygarlığı döneminde, ruhsal olan
ile maddi olan, modern dönemdeki gibi birbiriyle ilgisi olmayan kavramlar olarak
ele alınmamıştır. Modern Batı düşüncesinin bilgi merkezine sadece maddi alanı
koyması, bu dönemle gerçek bir bağ kurmadığını göstermektedir. Fakat Antik
Yunan ile modernizm arasında hiçbir ortak yön yoktur demek de yanlıştır. Batı
düşüncesi kendi maddi anlayışına uygun düşünen, “Stoacı ve Epikürcü” ahlâk
anlayışındaki kuşkucu yaklaşımı benimsemiştir. Yine Batı düşüncesinde, Antik
Yunan’da olduğu gibi kutsal metinler gerçek anlamlarının dışına çıkarılmış ve
sadece metin olarak varlıkları kabul edilerek batıl inançlara dönüştürülmüştür . Böylece Batı
düşüncesinin Antik Yunan ile kurduğu bağ, insanlık için maddi sonuçlardan başka
bir durum ortaya koymamış ve insanlığın içine düştüğü olumsuzluklara çare
olamamıştır.
Modern Batı
düşüncesi, bu bağı kurarken, Antik Yunan düşüncesinin ontolojik yapısındaki
manevî unsurları da değiştirerek maddi hale dönüştürmüştür. Bu ontolojik yapı,
ilerleme kavramının etkisiyle modern zamanda ilk dönem felsefesinden farklı bir
yapıya büründürülmüştür. Ontolojiye ait kavramlar epistemolojik bir şekilde ele
alınırken varlık tamamen nesneleştirilmiştir. O dönemde kullanılmayan bazı
kavramlar da ontolojik kavram gibi kullanılmıştır. Metafizik karşıtı olan bu
anlayış, natüralist bir bakışla metafizik alanla ilgili her şeyi inkâr etmiştir . Bu yaklaşımı
mutlak anlamda tanrıtanımazlık veya materyalizm olarak değerlendirilemezse de
pratik bir maddeciliktir.
Duyusal alanda var
olan nesnelerin sürekli olarak değişkenliği söz konusudur. Bilginin, hakîkat
bilgisine ulaşmada en alt düzey olan duyusal alanla sınırlandırılması ve
ilkesiz hale getirilmesi sürekli çürütülen varsayımların oluşmasına neden
olmuştur. Bu şekilde bir yükseliş olarak kabul edilen Ortaçağ sonrası dönem
aslında bir çöküş dönemidir ve geleneksel bir bilgi aktarımı sonucu oluşmamıştır . Bu dönemde,
Eflatun’un ide’leri de ebedi hakîkatler gibi sunulmuştur .
Geleneksel
düşüncede bilgi ilkelere bağlıdır. Modern Batı düşüncesinde de bir takım
ilkelerden hareket edildiği söylenir. Ancak Batı düşüncesinde “ilke” kelimesi
gerçek anlamının dışında, belirlenmiş bilimsel kural olarak kullanılmıştır. Bu
şekilde kullanılan ilke kavramı, genel ilmi konuları kapsamaz . Bir şeyin
belirliliği söz konusu ise külli olarak değerlendirilemez. Külli olan metafizik
ilkedir ve o, belirlenmiş kurallara bağlı değildir. Modern düşüncenin
metafiziğe bakışı, Aristo metafiziğinin sadece varlık boyutuyla sınırlıdır. Bu
anlayış varlığı, “tüm ilkelerin küllisi” olarak görmeyerek, metafiziği varlık
alanına indirgemiştir
.
Varlığı “var olanın
bilgisi” şeklinde tanımlayan Aristo, metafiziğin tamamını oluşturan bir varlık
tanımı yapmamıştır
.
Geleneksel
düşüncede ilk varlık, bir kutsallık içerirken, modern Batı düşüncesinde
Hıristiyanlık dininin öğretileri dahi sıradanlaştırılarak içeriği
boşaltılmıştır. Metafizik bir yapıya sahip olan varlık, fizik alana
indirgenerek anlaşılması mümkün değilken, duyusal bilgi kaynaklarının nesnesi
konumuna dönüştürülmüştür
.
Geleneksel düşünce, varlığın metafizik yapısının bu şekilde ele alınmasına
karşıdır. Bu yüzden geleneksel düşünce ile modern düşünce arasındaki karşıtlık
kendisini nitelik ve nicelik farklılığı şeklinde göstermiştir. Geleneksel
düşüncede, metafizik bilginin elde edilmesi entellektüel bir sezgiye sahip
olmayı gerektirir
.
Bu bilgi, niceliksel olarak ifade edilemez. Modern düşüncede ise metafizik
alanın bilgisi ya kabul edilmez ya da niceliksel olarak ifade edilir. Bu iki
yaklaşımın birbirinden farkı yoktur. Geleneksel düşünce, bu iki yaklaşımı da
kabul etmez .
Gelenekselcilere
göre eşyanın niteliksel yanı, niceliksel yanını da içerir. Eşyanın niceliksel
yanı, niteliğin duyusal alana yansıyan yönü olarak kabul edilmiştir. Böylece
henüz tezahür alanına çıkmamış olan varlıkların mümkün olabileceği kabul
edilmiş olur. Fiziki alanda var olmayanlar yokluk ile ifade edilmiştir. Yokluk
henüz tezahür etme imkânı bulmayan alanı da kapsar. Bunun için yokluk, modern
düşüncedeki gibi hiçlik olarak düşünülmemiştir .
Ancak hem varlık ve
hem de yokluk sınırlı olduklarından dolayı tek başlarına “tüm imkânı”
oluşturamazlar. Tüm imkândan bahsedebilmek için varlığın ve yokluğun birlikte
düşünülmesi gerekir. Çünkü ikisi de tüm imkâna göre değerlendirilirler. Tüm
imkânın dışındaki her şey, uygulama olarak da sonuç olarak da ona bağlıdır . Bu bağlılık
gerçek bilginin uzantısı olarak değerlendirilen ve sınırlı sayılan varlığın
alanına giren bilgiler içinde söz konusudur .
Fiziki alandaki
varlık, tüm imkânın tezahür eden yönüdür. Yokluk ise henüz ortaya çıkmamış
durumları içerir. Böylece varlık dediğinde tezahür edenleri içeren, yokluk dediğinde
ise henüz tezahür etmemiş fakat tezahür etme imkânını barındıran anlaşılır. Bir
şeyin henüz fiziki olarak ortaya çıkmamış durumu yokluk, ortaya çıkmışlık
durumu ise varlıktır. Bu durumda henüz ortaya çıkmamış bir durumun varlığı da
mümkündür. Varlığı mümkün olan bir şeyin red edilmesi ise çelişkidir .
Modern Batı
düşüncesinde yokluk, fiziki olarak ortaya çıkmamış durumu ifade etmek için
kullanılmıştır. Yokluk kavramının bu şekilde kullanılması, onun varlığının
imkânsız olduğu anlamına gelir. Çünkü batı düşüncesine göre yokluk hiçliktir.
“Hiç” olan bir şeyin varlığı söz konusu değildir. Guenon, varlığı yoklukla
açıklarken, fiziki bir özelliği olmayan “boşluk ve sessizlik” kavramlarını da
kullanmıştır. “Boşluk ve sessizlik” kavramları, tezahür etmeyen imkânlardır.
Bunlar, nesne olarak ortaya çıkabilecek imkânlardan tür olarak farklıdırlar.
Ancak bu farklılığa rağmen diğer imkânlardan bağımsız ve değersiz olarak
değerlendirilmemişlerdir
.
Boşluk, fiziki olan
ve tezahür eden ne varsa onu dışta bırakır. Örneğin, Dünya düşünüldüğünde bir
boşluktan söz edemeyiz. Çünkü Dünya fiziki olarak vardır. Boşluk, yokluğun
tamamını kuşatmadığı için yoklukla aynı da sayılmaz. Aynı durum sessizlik için
de geçerlidir. Sessizlik, kendi içerisinde kelimelerin ilkesini barındırır.
“Kelimeler, ifade edilen sessizliktir.” Burada fiziki bir varlık söz konusu
değildir. Bu durumda evrende henüz tezahür etmemiş veya insanın duyusal alanına
girmemiş varlıkların türleri farklı olsa da yok oldukları söylenemez. Yine
tezahür edenlerden daha değersiz oldukları da düşünülemez .
Yukarıda
bahsedilen; varlık, yokluk, boşluk, sessizlik kavramları, özün âlemlerin
çokluğuna yansıyan boyutudur. Guenon, tezahür eden ve etmeyen hallerin tümünü
kapsayan “tümel” bir özden bahseder. Tümel öz başlangıç itibariyle var olmak
zorundadır. Evrende gerçekleşen tüm durumlar, varlık sebeplerini ondan alırlar.
Bir şey fiziki alana çıkmış ise o aynı zamanda yok olacaktır. Fakat henüz
tezahür etmeyen bir şeyin sonlu olması düşünülemez. O halde hakîkat olan henüz tezahür
etmemiş olandır. Tezahür edenler ise onun tamamı değil yansımasıdır. Tümel öz,
sadece tezahür edenlerden ibaret sayılırsa sonlu olarak düşünülmek zorundadır.
Oysa o henüz tezahür etmeyenleri de kapsadığı için sonlu olarak düşünülmesi bir
zıtlık oluşturur
.
Bu bakımdan, tezahür etmemiş olan, tezahür etmiş olandan üstündür. Çünkü
tezahür etsin veya etmesin, her şeyi kuvve halinde içerir. Bu şekilde var olan
ile var olmayan arasındaki ilişki, tezahür etmiş olan ile tezahür etmemiş olan
arasındaki ilişkidir. Tezahür etmemiş olan tezahür etmiş olandan üstündür . Bu yüzden henüz tezahür etmemiş olanın açık bir şekilde
kavranılması mümkün değildir.
Varlığı kavramak
için öncelikle “bu vardır” biçimindeki varoluş anlayışı üzerinde düşünmek
gereklidir. Çünkü fiziki alanda olsun veya olmasın her şeyin ortak yönü var
olmalarıdır. Fiziki varlık olan madde, çeşitli formlara dönüştürülebilir. Fakat
hakîkatin bilgisini öğrenmek için sadece formları algılamak yeterli değildir.
Hakîkatin bilgisi ancak maddeyi tanımaya çalışmakla mümkündür. Madde, belli
kanunlar içerisinde hareket edilerek dönüştürülebilir. Fakat hakîkat arayıcısı
maddeyi dönüştürmek yerine maddeyi anlamaya çalışmalıdır . Maddi olmayan,
asli karakterini her durumda korur. Onun dönüştürülmesi mümkün değildir. O
halde fiziki olmayan alana dair bilgi elde edilmek isteniyorsa, o alanın
bilgisinin maddi alana indirgenerek ele alınmaması gerekir.
Saf zekâ, fiziki
alandan hareket ederek tezahür etmiş alanda “bu” diye gösterilen ve bir var
olma durumunu ifade eden belirlemenin dışında, tezahür etmemiş olan “bu” ları
da anlamaya çalışır. Böylece tezahür etmemiş alanla ilgili bir var oluştan söz
edilebilir. Eğer çok sayıdaki var olma durumundan söz ediliyorsa, bu durumda
var olma durumlarını ortaya çıkaran bir var olanın olması gerekir. Bu şekilde
bütün var olanlardan ya da bu vardır denilen şeylerden “özgün bir varlık”
nedeni ortaya çıkar
.
Mükemmel olan ve herhangi bir şekilde eksikliği olmayan ilke, bu ilk nedendir.
“O her şeyi yaratan ve içerendir”
.
1.4.
Ontolojiden Epistemolojiye Geçiş
İnsan, her zaman
aynı şeyleri düşünmediği gibi aynı şekilde de düşünmez. Bazen düşündüğü ve
düşüncesine bağlı eylemleri, kendisi için yanlış sonuçlar ortaya çıkarır. Bu
yanlış sonuçlar yine insanın doğru düşünmesi ve doğru eylemler yapması ile
ortadan kaldırılır. İnsanın düşünceden kaynaklı eylemlerinin olumsuzluğu
süreklilik gösteriyorsa düşünce sisteminde bir yanlışlık vardır. İnsanın
varlığı, bütünlük içerisinde düşünmesi olumsuz davranışların sürekli hale
gelmesini engelleyici bir rol oynar. Düşünce sisteminin, insanı tehlikeye
sokacak boyutta maddileşmesi Batı düşünce tarzının bir sonucudur. Bununla
birlikte modern Batı düşüncesi, insana her ne kadar olduğundan farklı anlamlar
yüklese de bir “var olma fikri” nin varlığını ortadan kaldıramamıştır.
Zaman ve mekânla
sınırlandırılamayacak bir yapıya sahip olan insan, düşünce tarihi boyunca
kendisine çizilen alanın dışına çıkmak istemiştir. Bu istek, onun aşkın olanla
irtibat kurma yeteneğine sahip olmasından kaynaklanmıştır. İnsanın bu yeteneği
ilahi kaynaklıdır. Bu yetenek insanı, bilgi üretmeye ve ürettiği bilginin
kaynakları hakkında düşünmeye yöneltir. Bundan dolayı geleneksel düşüncede
bilgi ve bilgi kaynakları metafizik olarak kabul edilmiştir. Metafiziksel
bilgiye dayalı olarak üretilen her şeyde, aşkın bir nitelik mevcuttur.
Modern üretim
alanları ise metafiziki olmayan bilimlerin ürünü olarak ortaya çıktığından
dolayı metafiziğe dayalı bir bilimin olması da mümkün
değildir. Tarih boyunca insan, beşeri özellikleri gereği, kendisine faydası
olacağına inandığı bilimsel çalışmalar yapmıştır. Ancak bu çalışmalar modern
düşünce döneminde duyularla sınırlandırılmıştır. Modern düşüncenin bilgi
kaynaklarını duyularla sınırlandırması, onun insan konusundaki külli bilgi
yetersizliğini göstermektedir. Oysa insan, fiziki alanın dışındaki alanların da
bilgisine ulaşacak bir yeteneğe sahiptir.
Modernizm, olayları
açıklamak için somut olanın dışında hiçbir şeye müracaat etmemiştir. Varlık
olarak ruhi yönü ile anlam kazanan insanı tanımak için de somut olanın dışına
çıkılmamıştır. İnsanı sadece maddi bir varlık olarak kabul eden bu yaklaşım,
onun aşkın bir özelliğe sahip olduğunu göz ardı ederek, düşüncelerini
sınırlandırmıştır. Modern düşüncede duyusal olarak algılanamayan şeyler, ön
yargılı bir şekilde kabul edilmemiştir. Bilginin herkes tarafından rahatlıkla
anlaşılabilecek bir seviyeye indirgenebileceği düşüncesi hâkim olmuştur. Her
tür bilgi için oluşturulan bu yaklaşım, her insanın, her bilgiyi aynı seviyede
elde edebileceği vehmini doğurmuştur
.
Modern düşünce
döneminde duyularla algılanamayan bir bilginin varlığı ve doğruluğu söz konusu
edilmemiştir. Aşkın olan anlaşılmadığı gibi, anlaşılmaya da çalışmamıştır.
Metafiziğe karşı olumsuz bir tavır sergilenmiş metafizik bilgi fiziki alanın bilgisiymiş gibi
algılatılmış ve anlamsız hale getirilmiştir. Bu yapılırken de yapısı gereği
sadece fiziki olanı inceleyen ve dikkate alan mekanikçi fiziğin verileri
kullanılmıştır. Mekanikçi fiziğe göre eşyanın içerdiği bir hakîkat yoktur ve
eşya sadece fiziki yapısı itibariyle önemlidir. Duyularla algılanamayan hiçbir
şey varlık olarak önem arz etmez. Hatta cismani olmayan bir şeyin varlığı kabul
edilmez .
Meydana gelen
olaylar sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ele alınmıştır. Sebebi bilinmeyen
şeyler de kabul edilmemiştir. Duyularla algılanamayan şeyleri, tam bir inkârla
red eden materyalizm ve agnostik bir tutumla aşkın olan şeyleri erişilmez ve
bilinmez olarak kabul eden pozitivist yaklaşım, modernizmin en büyük dayanağını
oluşturmuştur. Bunun yanında modern düşüncenin bilim anlayışı olarak, her türlü
“sır”ın aydınlatılabileceği inancı da insanların bilinçaltlarına
yerleştirilmiştir
.
Bilimin çözemediği bir konunun varlığı kabul edilmediğinden dolayı, çözülemeyen
sırların alanını, insanları rahatlıkla yanlışa sürükleyebilecek ve kendi
çıkarları için kullanabilecek ruhçulara ait alanlar olarak kabul edilmiştir.
Her sırrı çözebileceği inancı öyle bir hale gelmiştir ki, felsefi konularda
hiçbir şey bilmeyen bir insan, artık kendisini rasyonel düşünce sahibi olarak tanımlayabilmektedir .
Dini düşünceden
hareket ettiğini söyleyenler bile, yapılan bilimsel çalışmaların dini
düşünceden ayrı alan olarak değerlendirilmesi gerektiğine inandırılmışlardır . Modern düşünceyi
bir felsefe olarak yapmayanlar da modernizmin etkisinde kalmışlardır. Böylece
insan, modernizmin amacını gerçekleştirdiği bir dünyada yaşamak zorunda
olduğuna inanır hale gelmiştir. İnsan her şeyin deneysel yöntemlerle ispat
edilebileceğini artık kabul etmiştir. Modern bilimin özelliklerinden olan
varsayıma dayalı teoriler bilimsel hakîkat gibi sunularak insanın gerçek
hakîkate ulaşması engellenmiştir.
Bu düşünce yapısı
insanın bilim ve tekniğe bakış açısıyla sınırlı kalmamış, insanı kâinatın bir
parçası olduğu düşüncesinden de uzaklaştırmıştır. İnsanlar bireyselleştirilmiş
ve her bir birey suretine göre ayrı kimlik olarak değerlendirmiştir. İnsanın
bireyselliğinin ancak evren içerisinde anlam kazanabileceği düşüncesi yok
edilmiştir.
İnsanların tümünün
yaradılıştan gelen özellikleri dolayısıyla yaşamını devam ettirebilecek
yetenekleri vardır. Bu yönüyle insanlar eşittir. İnsanların bireysel
farklılıkları ise tamamen nicelikseldir . Modernizm, niteliği önemsemediğinden dolayı, insan üzerine
yaptığı bütün değerlendirmeleri, niceliksel olan bu farklılıklar üzerinden
yapmıştır. Niceliksel değerlendirmede sayılar her türlü ölçünün temelini
oluştururlar. İnsanın sayılarla değerlendirilmesi ise mümkün değildir.
Bilimsel görüşünü,
her şeyin sayılarla ifadesine indirgeyen modern düşünce, niceliksel olmayan
hiçbir şeyi dikkate almamıştır. Deneysel olarak, aynı sebeplerin aynı sonuçları
doğuracağı şeklindeki nesnel olaylara uygulanan yöntem, bu yöntemin
uygulanmasının mümkün olmadığı alanlar için ispat kaynağı kabul edilmiştir . Oysa sadece
fiziki alan düşünülse bile her olay için deneysel bir durum söz konusu
değildir. O halde evrendeki tüm olay ve nesnelerin kendi koşulları içerisinde
değerlendirilmeleri gerekmektedir. Varlıklar da ancak içinde bulundukları
mekânın koşulları dikkate alınarak değerlendirilebilirler.
Mekân, cisimlerin
görünür bir şekilde ortaya çıktıkları yerdir. Bu yüzden evrende var olan bütün
nesneleri anlatmak için mekândan faydalanılmak zorundadır. Nesnelerin varlığını
anlatmak için bunun aksi bir durum da düşünülemez. Böylece ölçü kendi alanına
uygulanmış olur. Ölçülemez nitelikte olanlar, henüz belirlenememiş olanlardır.
Ölçülebilenler ise belirlenmiş olanlardır. Ölçülemez nitelikte olanlar
ölçülebilir olanlara kaynaklık ederler . Bunun aksi bir
durum ise nesneleri anlamak için geçerli bir katkı sağlamaz.
Modern bilimin
farklı durumlara dahi aynı yöntemi uygulamasının nedeni, “olaylar arasında özle
ilgili, temel farkları görmek” istememesidir. Nesneler arasında elbette bir
ilişki vardır. Fakat bu ilişki, niteliksel bir ilişki olup, saf niceliksel bir
yapıda değildir. Modern bilim, istatistiklere gereğinden fazla anlam yükleyerek
sayılara bağlı bir şekilde çıkarılan sonuçları kesin kabul etmiştir . Bütün olayların
ve nesnelerin bu şekilde değerlendirilmesi kâinattaki nesne ve nesnelere ait
işleyişi basit bir şekle sokmuştur. Nesnelerin basitleştirilmesi onların
anlaşılmalarını kolaylaştırdığına inanılmıştır. Oysa nesneler hakkında külli
bilgiyi elde etmek mümkün değildir. Nesneler, basitleştirilirken hakîkatin
bilgisi de dışlanmıştır. Hakîkat, yapısı gereği metafizik bilgiyle ifade
edilir. Hakîkatin bilgisi dışlandığı için metafizik bilgi de kullanılmaz hale
gelmiştir . İnsanın anlama
kabiliyeti daraltılmış ve fiziki alana sıkıştırılmıştır. Metafizik, fiziki
nesneleri anlamak için kullanılan kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır. Bu
şekilde metafizik alanın yetersiz olduğu inancı yerleştirilmiştir. İnsanlar
gündelik hayatlarında beşeri kaynaklı olmayan hiçbir şeyi kullanmamaya ve aşkın
olanı -en basit şekliyle- gereksiz görme eğilimine yöneltilmişlerdir .
Modern düşüncenin
gözden kaçırdığı, bilgi elde etme yeteneğini duyularla sınırlamanın her türlü
ilerlemeye rağmen, insana kapalı bir alan oluşturmasıdır. Modern düşünce
bununla kendisine bir nevi güvenli bir alan oluşturmuştur. Fakat yetenekleri
sınırlandırılan insanın kendi geleceğini tehlikeye attığı, hatta o tehlikeleri
artık normal bir durum olarak algılayıp benimsediği görülmektedir. Modern
düşünce yapısına sahip insanlar, maneviyatı ve onun intikalini kabul
etmedikleri için metafizik öğretilerin de kendi içinde bir anlamı olduğunu
benimseyememekte hatta reddetmektedirler. Dinin tamamen manevî bir alan olduğu
söylenirken bile, lafzi anlamın dışına çıkılmamakta ve gerçek manevî bir alan
kabul edilmemektedir
.
Bu duruma düşürülen
insan, duyularının dışında kalan her şeyi inkâr etmekte, duyularının kendisine
verdiği bilginin dışına çıkamamakta ve duyularının dışındaki bilgi kaynakların
da yok saymaktadır. Gerçek gelenekten uzak, fakat kendisini gelenekselci kabul
edenlerinde bu hataya düştükleri görülmektedir . Gerçek değerinden
uzaklaştırılan insana, aklın merkeze yerleştirilmesi cazip gelmiştir. Oysa
merkeze yerleştirilen entellektüel akıl değildir. Modern düşünce, entelektüel
aklı ve bu aklın anlayabileceği aşkın olan her şeyi yok sayarak, pratikte kendine
uygun deliler ortaya koymuştur. Böylece hakîkatin bilgisinden uzaklaştırılan
insan, çok basit bir düşünce yapısına mecbur bırakılmıştır .
Metafizik alana ait
bilgileri dogma olarak gösteren modern düşünce, aklın üstünlüğü ilan ederek
kendisi bir dogma oluşturmuştur. Böylece aşkın olanı düşünmek hayattan
çıkarılarak “saf entelektüel sezgi” kabul edilmemiş ve metafizik bilgi yok
sayılmıştır. Maddi unsurlar, manevî olandan üstün kabul edilerek evrende
bireysellik ön plana çıkarılmıştır. İnsanın, herhangi bir manevî otoriteye
ihtiyacının olmadığı düşüncesi hâkim kılınmıştır . Kendi dışında
herhangi bir otorite kabul etmeyen insan ise kendi aklını kutsal olanın yerine
koymaktan çekinmemiştir. Aklı, en üst seviyeye yerleştirip aynı akılla aşkın
olanın anlaşılamayacağını savunmak ciddi bir çelişkidir .
Bu düşünce
yapısının doğurduğu olumsuz sonuçları ise yine insanın kendi aklı ile
çözebileceği inancı egemen olmuştur. Guenon, aklın bu konuma yerleştirilerek
gerçekte kendisinde bulunmayan özelliklerin ona yüklenmesini kabul etmez ve
eleştirir. İnsanın kendisinde bulunmayan bir takım yeteneklerin başkalarında
bulunabileceğini kabul etmemesi yanlış bir tutumdur. İnsanın, kendisinin
kavrayamadığı ve kavrama alanına girmeyen şeylerin var olabileceğini veya
herhangi bir yolla bilinebileceğini inkâr etmesi onu hakîkatten uzaklaştırır .
Aklın herkeste var
olması, bilginin de herkes tarafından ve aynı şekilde elde edilebileceğini
göstermez. Kuşkusuz akıl bütün insanlara ait bir niteliktir. Bireylere ait
“özel nitelikler” ise insanların birbirlerinden farklarını ortaya koyar . Bireylerin
niteliksel farklarının yok sayılması, bilginin, gerek elde edilmesini gerekse
kullanılmasını anlamsız hale getirmiştir. İnsanların tek bir bilgi kaynağı ile
yetinmeleri farklı bilgi kaynaklarına yönelmelerini engellemiştir. Böylece
insanlar tek biçimciliğe mahkûm edilmiştir.
Sıradanlaştırılan
bilgi, geniş kitleleri de her şeyin bilgisine sahip olabilme düşüncesine
yöneltmiştir. Metafizik bilgi, yapısı gereği sıradanlaştırılarak herkesin anlayabileceği
bir biçime sokulamaz. Bu yüzden, herkesin anlayamadığı metafizik bilginin, yok
olduğunu söylemek son derece kolaydır. İnsanın, aşkın olanın bilgisini
anlamaması veya anlamaya çalışmaması kendinin farkına varmamasına neden
oluşturmaktadır. Böylece, insanın cehaleti ve sorumsuzluğu artmakta,
sorumsuzluğu artan insan ise kendisinin dışındaki varlıklara anlam katamamakta,
sürekli kendi çıkarlarını önemsemektedir. İnsanın yeteneklerinin
sınırlandırılması, onun maddi alanın dışına çıkmasına engel olmakta ve diğer
alanlara kapalı hale gelmesine neden olmaktadır.
Modern Batı
düşüncesinde, herhangi bir düşünce sisteminin alanının daraltılarak incelenmesi
o düşünce sisteminin akılcılığı olarak kabul edilmiştir. Bilhassa aydınlanma
dönemi düşünürleri ve onların etkisinde kalan düşünürler, metafizik alandan
uzak oldukları oranda kendilerini akılcı saymışlar, bu anlayışlarının sürekli
olması için de çalışılmışlardır
.
Metafiziğe inananlar, aklını kullanmamakla suçlanmış bu yüzden vahiy kaynaklı
dinlerin mensuplarının birçoğu bütün olayları akılcılıkla açıklama gayretine
girişmişlerdir.
Modernizmin bu
sapmalarında felsefenin oynadığı rol sanılanın aksine çok sınırlıdır.
Maddeciliğin “felsefi alandan bilimsel alana” geçmesiyle birlikte artık aşkın
olanın her alanda yok sayılması normal kabul edilmiştir. Bilimsel olduğu
düşünülen şeyler artık genel algılayış üzerinde felsefeden daha etkili bir
duruma gelmiştir. Genel zihniyete artık bilim her şeyin doğrusunu söyler
anlayışı hakim olmuştur
.
İnsana niceliksel bakışın niteliksel bakıştan daha üstün olduğu inancı
yerleştirilerek kendi değerlerinden yoksun bırakılmıştır. Gerçek değerlerinin
dışına çıkarılan insanın, bireysel farlılıklarını ön plana çıkarılarak aynı özde birleşme
duygusu yok edilmiştir. Temelde aynı özden kaynaklı birlikteliğin zayıflaması,
insanda, hem diğer varlıklara karşı hem de kendi cinsine karşı bir üstünlük
duygusu oluşturmuştur. Böylece bireysel görüşün üstünde herhangi bir ilkeyi
tanımamak da özgürlük olarak kabul edilmiştir.
İnsanlardaki fiziki
farklılıkların, hakîkat farklılığı gibi algılatılması ( hakîkat bir ve
değişmezdir) bir karmaşa ortamı oluşturmuştur. Böylece insan, hayatına gerçek
anlamda hiçbir değer katmayan ve olumlu hiçbir etkisi olmayan basit şeylere
yöneltilerek kalıcı olanlardan uzaklaştırılmıştır. Modern dünyada insan,
olaylar karşısında sadece bir seyirci konumuna düşürülmüştür. Eşyaya sadece
maddi değer verilmek suretiyle gerçek değeri göz ardı edilmiş , özelliği
itibariyle kendi dışındakilere ilgi duyan ve onları anlamlandırmaya çalışan
insana, hiçbir faydası olmayan düşünce ve din anlayışı ortaya çıkmıştır .
Guenon’a göre Batı
ilminin sınırlılıklarına rağmen kendisini bu kadar yücelten tutumunu Hindu’un
söylediği “Batı ilmi cahil bir bilgidir” sözüyle eleştirir . İlmin sahasının
genişlemesi ayrı, ilmin gelişmesi ayrıdır. İlmin gelişmesi toplu olanı tekrar
tekrar bölmekten başka bir şey olmadığından dolayı bu bölmek sonsuza kadar
sürebilir. Böyle bir ilim ise medde ve sayı ilmi olmaktan öteye geçemez. Bu
yapısıyla ilkelerden uzak olan ilim, büyüdüğü düşünülse bile yücelere
RENE GUENON'UN
BİLGİ TEORİSİ
Filozoflar tarafından
farklı tanımlanmakla birlikte, felsefi terim olarak, “öznenin amaçlı yönelimi
sonucunda, özne ile nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şey” olarak tanımlanan bilgi, İslâm düşüncesinde
“el-ilm ve el-ma’rife terimleriyle ifade edilmiştir.” Yine “bilinmiş” olanı
ifade etmek için “mâlumat” kavramı da kullanılmıştır .
İslam’ın
kendisiyle, insanlığın daha önceki durumu arasına çektiği duvarı gösteren şey,
Kur’an’da karşımıza çıkan bilgiyle bilgisizlik arasındaki güçlü zıtlıktır . Franz Rosenthal
da bu durumu Kur’an’da anlamanın merkezi önemi olarak peygamberin ashabından
düşünmelerini, tartışmalarını ve anlamalarını isteyen çok sayıda ayet
tarafından dile getirildiğini belirtir . Bu yüzden hem İslâm Kelâm ilminde hem de İslâm felsefesinde
bilgi sistematik bir yaklaşımla ele alınmıştır. Kelâm ilminde, bilginin
kaynaklarından
ve derecelerinden bahsedilerek bilgiyi elde etmenin yollarının
yanında kişisel bilgi tecrübeleri de anlatılmaya çalışılmıştır. Bilginin İslam
düşüncesindeki bu merkezi önemi onun filozoflar tarafından da felsefî bir
bağlam ve formasyonla ele alınmasında daha iyi görülebilir. Buna göre İslam
filozofları, bilgiyi imkân, kaynak ve değeri açısından incelerler. İslam
filozofları bilgiyi incelerken zengin bir terminolojiden yararlanırlar. İlim ve
marifet, aralarında fark bulunmakla birlikte, bu kavramlardan sadece ikisidir.
İlim, objektif bilgiyi nitelerken, marifet, daha çok sübjektif bilgiyi niteler.
İslam filozoflarında bazı farklılıklarla birlikte bilgi, aklın eşyayı nedenleri,
mahiyeti ve nitelikleri bakımından soyutlamasıdır. Bilgi, ilim bir şeyin ihata
edilmesi ve hakikatiyle idrak edilmesidir.
Bilgi, aklın eşyayı
kavraması neticesinde elde ettiği bir soyutlamadır. Bilgi, yine Gazzâlî‘nin
özlü ifadesiyle “eşyayı olduğu gibi bilmek ve tanımaktır” . Müslüman
filozoflar, bilgi konusunu ele alırken bunu geniş bir perspektif içinde ele
alırlar. Bilgi, bilen ile doğrudan ilgili olduğu için bilen insanın psikolojik
alt yapısı üzerinde durarak, nefsin varlığı, tanımı ve ayırımlarını ele alarak,
insanın iç ve dış idrak yetilerini açıklamaya çalışırlar. İslam filozofları,
bitkisel, hayvanî ve insanî nefsin özellik ve yetilerinin açıklanmasını
bilginin oluşmasının kaynağını ortaya koymaya matuf olarak yaparlar. Bilginin,
psikolojik ve fizyolojik alt yapısını belirledikten sonra, bilginin elde
edilmesi sürecinde akıl ve duyu ilişkisi kuvve, fiil, müstefad ve faal akıl
açısından aşama aşama yorumlanır. İslam filozofları nübüvvet meselesini de
bilgi çerçevesinde ele alırlar ve peygamberlik konusunu ele alırken peygamberi
bilginin hem psiko-sosyal değerini ve hem de vahiy bilgisinin epistemolojik
yönünü tetkike çaba gösterirler
.
İslam filozoflarına
göre bilgiyi elde etmek imkânı vardır. Bilginin kaynağı olarak duyular ve akıl
görülür. Bilginin elde edilmesinde çoğunlukla tümdengelimi benimserler. Tümel
bilgilerden tikellere ulaşmayı hedeflemişlerdir. Burhân, bilgiye giden yolda,
kesinlik ifade eden akli bir ispattır. Aklın doğru kabul ettiği zorunlu ve
apaçık önermelerdir. Bilginin kaynağı meselesi söz konusu olunca, İslâm
felsefesinin çok yönlülüğünün ve zenginliğinin bir tezahürü olarak, aklî,
tecrübî ve sezgisel bilginin ayrı ayrı birer geçerlilik noktasından ele alınıp,
bütüncül şekilde değerlendirildiği görülmektedir. İnsanı bilgiye yönelten şey,
insanın duyularıdır. İnsan, bütün tabiî olayları ve nesneleri duyuları ile
algılar ve onlarsız, dış dünyadan haberdar olamaz. Kesin bilgi, bir şeyin öyle
olduğuna veya öyle olmadığına inanmaktır. İnsan nefsi ise, bilkuvve âlim yani
“bilici”dir. Çocuğun nefsindeki bilme istidadı, ilk ve başlangıç bilgilerini
elde etmesine imkân tanır. Fârâbî başta olmak üzere, İslâm filozofları
bilgilerimizin tasdik ve tasavvurlarla nazar ve istidlâl yoluyla fikir kuvveti,
akıl erdirme, müşahade, ahlâkî ilkeler yoluyla, pratik sanatlar neticesi olarak
elde edildiği düşüncesine sahiptirler
.
Fârâbî’de bilginin oluşumunda mantık, idrak ve duyular ayrı ayrı işleve
sahiptirler. Bilginin duyular aracılığıyla oluşması için de şuur gereklidir.
Fârâbî’de gerçek bilgi, bir açıdan teorik ve aklî bilgidir. Şu var ki, aklî ve
nazarî bilgi mümkün varlıklar üzerinde olur. Yine bilgi bir açıdan da
sezgicilikle ilişkilidir
.
Böylece duyusal alanın sınırlarını aşan bilgi değerli kabul edilmiştir. Başka
bir ifadeyle bilgiyi değerli kılan duyusal alanın dışına çıkmasıdır .
Klasik İslam
düşüncesinde akıl ve epistemolojinin ilgili bağlamını bu şekilde gözler önüne
serdikten sonra şimdi de modern Batı felsefesinin rasyonalite merkezli
epistemoloji kavrayışlarına bakabiliriz. Avrupa tarihinin on altıncı asırda
açılan dönemini gösteren modern çağ; hem bir bilgi yapısı olarak felsefeyi
dinden ayırma ve hem de felsefe ile din alanlarının dışında yeni seküler ve
sistemli bilgi yapıları inşa etme çabaları açısından Eskiçağa ve Ortaçağa kıyasla
farklılıklar taşımaktadır.
Modern bilim görüşü
ve bilimsel epistemoloji anlayışı bu farklılıkların bir göstergesidir. Modern
düşüncede bilgi, duyularla elde edilen, ispatlanmaya ihtiyaç duyulmayan ve
doğruluğu tartışılmayan özelliklere sahiptir . Modernlikle beraber, geçerli, doğru, güvenilir addedilecek
bilginin giderek bilimle özdeşleşmeye başladığı, ancak bilimsel olarak
kanıtlanabilenlerin ‘bilgi’ sayıldığı görülmektedir. Dolayısıyla din, bilgi
kaynağı olmaktan uzaklaşmaya yüz tutmuştur. Felsefe ise ya din ile aynı akıbeti
paylaşmak ya da bir bilgi kaynağı olarak meşruiyetini ancak kökten dönüşmek
suretiyle bilimselleştiği takdirde koruyabilmek ikileminde kalmıştır. Rönesans
ve Reform hareketleriyle açılıp Aydınlanma’nın şüpheci ve bilimsel ruhuyla ivme
kazanan modern düşüncede bilgi kesin, gerçek ve determinist olmalı, kuşkudan
arındırılmış bulunmalıdır. Bu nedenle onun epistemolojik nesnesi Galileo ve
Descartes’ın vurguladığı gibi, hakkında asla yanlışa düşülemeyecek; ölçülüp
hesaplanabilinen olgular olabilir. Platon’dan esinle Descartes’ın ortaya
koyduğu ve doğayla insanlar (özne-nesne) ya da fiziksel dünya ile sosyal dünya
arasında köklü ayrımlar (ikilikler, düaliteler) bulunduğunu varsayan Kartezyen
düalizminden, Galileo’nun, niceliksel belirlemelere yaptığı vurgudan ve
Newton’un astronomisinden beslenen epistemolojik öncüller bir yandan
modernliğin içinde kök salmış ve aynı modernliğin berraklaşmasına katkıda
bulunmuştur. Descartes’in, “düşünüyorum öyleyse varım” formülasyonu, düşünen
öznenin kendi bilincine/varlığına kanıt olarak sunduğu düşünebilme olgusu ile
saf aklın metodolojik kesinliği modernitenin karakteristiğini oluşturur.
Descartes öznenin, kendi üzerine bilgi elde etmek için, kendisi üzerine
düşünürken nesnelliği şüpheye yer bırakmadan nasıl edinilebileceğini muamma
olmaktan çıkarır. Böylelikle insan aklının, kendisini, doğayı ve Tanrıyı
eksiksiz olarak bilebilecek bir kapasiteye sahip olduğu kabul edilir .
Modern felsefe bir
yandan modernizm ve Aydınlanma ile karakterize olurken özellikle epistemoloji
öncelikli felsefî bir yaklaşım sergilenmiştir. Söz konusu dönemde, bilimin
büyük bir hızla yükselişine bağlı olarak epistemoloji, yirminci asrın ünlü
“linguistik dönüş”üne kadar ontoloji ya da metafiziğin önüne veya felsefenin
merkezine geçer. Buna göre, İlk ve Ortaçağ’da, filozofların realist bir
yaklaşımla önce varlık veya gerçekliğin mahiyetini ortaya koyup, sonra bu
gerçekliğin bilgisine nasıl ve hangi yollarla erişileceğini tartışan bir
epistemoloji geliştirmiş oldukları yerde, modern filozoflar önce bilginin ve
onun bir türü olan bilimsel bilginin mahiyetini tartışıp, sonra buna uygun bir
varlık tasarımı oluşturmuşlardır.
Bir taraftan varlığı açıklamaya çalışan
düşünce sistemleri bir taraftan da varlık karşısında kendi durumlarını belirlemişlerdir . Modern çağın
filozoflarından Descartes, Spinoza, Leibniz, Locke, Berkeley, Hume ve Kant gibi
filozofların bakış açılarının merkezinde epistemolojik yaklaşım yatmaktadır.
Ancak yirminci asra
geldiğimizde modern felsefenin epistemolojik yaklaşımlarına özellikle de Kıta
Avrupası felsefesi tarafından ciddi eleştiriler yöneltilmiştir. Modern
felsefenin epistemolojik yaklaşımlarının merkezindeki zihin kavramının nesnel
bir dış dünyanın öznel bir aynasına gönderme yaptığını ifade eden Kıta Avrupası
felsefesi böylesi bir zihin kavrayışının özünde Descartes’ten bu yana ikna ve
tahakküm edici bir mevcudiyetinin söz konusu olduğunu, epistemolojinin hemen
tüm problemlerinin gerisinde zihinle doğa arasındaki bu çift kutuplu ilişkinin
bulunduğunu söyler. Çıkış noktasında Hegel’in bilginin tarihsel boyutuyla
ilgili düşüncesi vardır. Bilginin doğal olarak da epistemolojinin tarihsel
boyutlarına Hegel tarafından yapılan vurgu, Kıta felsefecilerince çeşitli
bağlamda geliştirilmiş ve bu bağlamda önemli, birbirinden farklı yaklaşımlar
sergilenmişlerdir.
Modern felsefenin
bu tarihi ve problematik arkaplanı bağlamında epistemolojik sorunlara
geleneksel perspektiften bakmaya çalışan Rene Guenon gelenekselci ekolün
kurucusu olarak kabul edilir
.
Ancak geleneğin bu ekolün kurulmasıyla başlamadığının da bilinmesi gerekir . Modern düşünce,
kendisinden önceki bütün düşünceleri ya yok saymış ya da kendi işine yarayan
boyutuyla ele almıştır. Fiziki bir yapıya sahip olmayan her türlü bilgiyi
anlamsız kabul etmiştir. Aklı sadece duyuların verdiği bilgilere yönelterek,
insanın aşkını anlama yönünü köreltmiştir. İnsanın kendi kendisine yetebileceği
algısını oluşturmuş, insanın içine düşmüş olduğu sorun yumağını açmaz hale
getirmiştir.
Gelenekselci ekol
ve onun en önemli temsilcisi olan Guenon, modern düşüncenin bu yaklaşımına
karşı, insanın yapısına uygun ve yaşadığı olumsuzlukları en aza indirecek bir
bilgiye ihtiyacının olduğunu savunmuşlardır. Bu bilginin, insan ürünü olmayan
fakat insan tarafından anlaşılabilecek bir özelliğe sahip olan metafizik bilgi
olduğunu belirtmişlerdir. Bu bölümde metafizik bilginin yapısı, elde etme
yolları ve güvenilirliği, Rene Guenon’un bakış açısıyla ele alınmıştır.
2.1.
Geleneksel Epistemolojinin Yapısı
Varlık, modern
düşünce tarafından fiziki olarak var olan nesneler olarak kabul edilmiştir.
Gelenekselci ekolde ise varlık; fiziki olarak varlık alanına çıkmış veya henüz
çıkmamış fakat tezahür etme imkânı olan varlıkları da ifade eder. “Bir” olan ve
tezahür etsin veya etmesin her şeyin kendisinden kaynaklandığı varlık, özne ve
nesne olarak “var” olandır. O, özne olarak bilen, nesne olarak da bilinendir .
Buna göre şeyler
sonsuzluktan gelen bir güce sahip değildirler. Hiçbir imkânın sonsuzluğun
dışında olması düşünülemez. Birlik, tezahür edenlerin ilkesidir ve çokluğu,
sonsuz gerçekleşmesiyle içine alır. Çokluğun varlığının birliğe bağlı olması
birliği etkilemez. Çokluk, geçici olanlar için söz konusudur. Eğer çokluk
birliğe dayanmıyorsa anlamsız olur. “Tezahür etmesine rağmen Dünya, İlahi
Bir”liğin içinde mevcuttur.” Varlık, bir olduğu gibi Dünya’da bâtınî yönü
bakımından birdir. Varlığın imkânlarının tezahür etme alanı da Dünya’dır.
Varlığın birliği veya özü itibariyle Dünya’nın birliği tezahürün çokluğunu
ortadan kaldırmaz. Varlık, gerçeğin en üstünde yer almaz. Bu bakımdan varlık
metafiziği sınırlandıramaz. Böylece varlığın birliği âlemin çokluğu ile çelişmediği
gibi çokluk da birliği etkilemez
.
Bu şekilde çokluk, metafizik açıdan mümkün bir sebebe dayandırılmış olur.
Metafiziksel sebebe dayandırılan nesnelerin bilgisi, özne ve nesne arasındaki,
bilen ve bilinenin arasındaki ilişki olarak tanımlanır. Böylece bilen, bilinen
ve bilgi bir bütün olarak ortaya çıkar. Bundan dolayı “varlık, kendisini
kendisi vasıtasıyla bilir”
.
Varlığın kendini bilmesi onun metafiziksel boyutuyla açıklanır.
Modern Batı
düşüncesi, varlık hakkında metafiziksel yaklaşımın sadece dışa yansıyan varlık
boyutunu alarak metafiziği fiziki bir bakışla değerlendirmiştir. Bu
değerlendirmeye göre varlığın kendisini bilmesi söz konusu değildir. Varlık
ancak dışarıdan bilinebilir
.
Geleneksel düşüncede ise, varlık anlatılırken, “bu vardır” ifadesi gerekli
görülmüştür. Ancak varlığın indirgemeci bir yaklaşımla ele alındığı modern
düşüncede, “bu vardır” ifadesinin yerine “vardır” ifadesi kullanılmıştır. Bu
vardır diye kesin bir şekilde ifade edilen varlık, modern düşüncenin vardır
şeklindeki ifadesiyle varlığından şüphe duyulan bir nesne haline
dönüştürülmüştür
.
Evrende sadece fiziki yapısı dikkate alınarak, belirli düzeyde bilgi elde
etmeye imkânı sağlayan bir alan olarak düşünülmüştür.
Evren denilince tek
bir alan anlaşılırsa tezahür etsin veya tezahür etmesin imkân dâhilinde olan
diğer âlemlerin varlığı kabul edilmemiş olur. Evren tezahür etmiş bir alan
olarak, kendi içerisinde gerçekleşen varlıklara ise imkân sağlar. Ancak
kendisinin varlıklara imkân sağlıyor olması onun varlıkların tek kaynağı
olduğunu göstermez. Evrenin dışındaki varlık alanı ise henüz tezahür etmemiş
fakat tezahür imkânı olan alan olduğundan dolayı red edilemez. Evren sonuçta
zuhur etmiş fiziki alan olarak mümkündür. Böylece kendi içerisindeki varlıklara
imkân sağlaması onun diğer imkânların kuşatıcısı olduğunu göstermez. Geleneksel
düşüncenin sahip olduğu metafizik bilgide, herhangi bir imkân, diğer imkânları
kuşatamaz. Bu yüzden zuhur imkânı olan, fakat zuhur etmemiş olan ile zuhur
etmiş olan arasında bir ayrım yapılmamıştır. Her imkân, kendi içinde
değerlendirilmiş ve mutlak manada imkânsızlık söz konusu edilmemiştir . Mutlak manada
imkânsızlığın olmadığı bir durumda, evrenin fiziki yapısının içerisinde olan
varlıkların metefiziksel alanla ilişkisinin olması da imkân dâhilindedir.
Geleneksel
düşünürler ilk dönem filozoflarının varlığa dair araştırmalarını ve mükemmel
bilgiye ulaşmak için yaptıkları çalışmaları red etmemişlerdir . Yine insanın
fiziki alana ait bir takım deneyimleri de göz ardı edilmemiştir. Fakat modern
dönemde, varlık sadece fiziki nesne olarak düşünülmüş ve ilk felsefenin hikmeti
arama çabalarından vaz geçilmiştir
.
İnsanın kuşkusuz bir takım dışsal deneyimleri vardır ve bu deneyimler onun
hakîkate ulaşmasında etkin bir role sahiptir.
İnsanın, fiziki
alanla ilgili deneyimlerini Guenon, insanın en dışsal üç deneyimi şeklinde ele
almıştır. Bunların ilk ikisi kişisel, üçüncüsünün ise işbirliğine dayalı bir
deneyimdir. Birinci deneyim, insan zekâsının bütün yeteneklerini gösteren
çalışma ve sanatsal alanla ilgilidir. Bununla insan “yararlı ve güzel olması
amaçlanan yapıtlar üretir.” İkinci deneyim ise “mükemmel fiilin düzeni” olan ve
dışsal herhangi bir etkinin olmadığı, kişisel dönüşüm sonucu insanı mutlu eden,
dostum deneyimdir. Buna “Ahlâk felsefesi” adı verilmiştir. Kişiselliğin söz
konusu olmadığı üçüncü deneyim ise işbirliğine dayalı olan “siyasal
felsefedir”. Bu deneyim, kendisine has bir deneyim olmakla birlikte ilk iki
deneyimi de kapsar
.
Gerçek bilgiye
ulaşmak isteyen insanın, bu üç deneyime de ihtiyacı vardır. Ancak insanın
kendisini, bu üç deneyimle sınırlandırması durumunda hakîkate ulaşması mümkün
görülmemiştir. Çünkü bunlar fiziki alana ait deneyimlerdir. Bu deneyimler
gerçeğe ulaşmada ne kadar gerekli bir araç iseler de gerçek bilgiye ulaşmak
için bu alanları aşmak gerekli görülmüştür. İnsan zekâsı, bu alanları aşma
yeteneğine sahiptir
.
Bu alanlar aşıldığında gerçek varlık alanına girilmiş olur.
“Varlık birdir” ve
dünyanın birliği, varlığın izafi bir yansımasıdır. Fiziki alanda var olan her
şey, mümkün varlıklardır. Mümkün varlıklar, imkân olarak ilk varlığın
kendisinde mevcutturlar. Bütün imkânlar kendileri için belirlenen şartlara
bağlı bir şekilde mümkün hale gelebilirler. Dünya tezahür alanı olduğu için
bütün mümkünleri kuşatır. Bu yüzden, Dünya’da sayı ile sınırlı bir mertebe
yoktur. Dünya’daki mertebeler “İlahî öz için sonsuz sayıda hallere tekabül
ederler”. “Öz”ün bu tek hali dünyadaki mertebelerin herhangi birisinde özel bir
imkâna sahiptir
.
Varlık bize göre
çok genel anlam içeren maddi, manevi, mahiyet, cevher gibi ifadelerle
sınırlandırılamaz olduğu gibi, “tüm küllîliğin saf varlığı ile de
sınırlandırılamaz”
.
Guenon, tüm küllîliğin ancak sahih geleneksel düşünceyle kavranabileceğini
belirtir. Bu sahihliğin korunması ancak metafizikle mümkündür. Metafizik ise,
asli karakterini hâlâ öz olarak Doğu düşüncesinde korumaktadır. Batı düşüncesi
metafiziği indirgeyerek ele aldığı için özünü kaybetmiştir. Bu yüzden
metafizik, anlaşılmaz olarak ele alınmış ve bir gerçeklik ifade etmemiştir.
Bilgi kaynaklarını duyularla sınırlandıran Batı düşüncesine göre, geleneksel
yaklaşımın metafiziksel bakışının duyusal alanda bir karşılığı yoktur.
Bu noktada
sahihliğini koruyan ve Doğu düşüncesinin en önemli temsilcisi olan İslâm
Geleneğine değinmek gerekir. İslâm düşünce tarihinde bir birinden farklı
yorumların ve bu yorumlara ait ekollerin olması, bu geleneğin sahihliğini
bozmamıştır. Ayrıca bu farklılıklar, geleneğin dayandığı temel inancın da
farklı olduğunu göstermez. İslâm inancının farklı olmaması ve bozulmadan
günümüze kadar gelmesi onun oluşturduğu geleneğin sahihliğinin de korunmasını
sağlamıştır .
İslâm Geleneği üç
özellik etrafında şekillenmiştir: Varlık, bilgi ve değer. Varlık düşüncesi,
Tevhîd’e dayandırılmış ve İslâm Geleneği’nin temelini oluşturmuştur. Bilgi ve
değer ise varlığa dayandırılmıştır. Allah’ın varlığına ve birliğine olan inanca
herhangi bir şekilde zarar verecek bütün düşünce ve inançlar Tevhîd düşüncesine
aykırı kabul edilmiştir. Allah’ın varlığı ve birliği anlatılırken evrendeki
nesnelerden hareket edilmiştir. Bununla birlikte Allah, fiziksel alanda
herhangi bir formda değerlendirilmemiş, böyle bir değerlendirme ise şirk olarak
kabul edilmiştir
.
İnsanın kulluğu sürekli hatırlatılmış, insanın Rabb’ı ile ilişki tabiatı gereği
varlığını sürdürmüştür. Yaratılmış olanların varlığı da ilâhi müdahale olarak
görülmüştür. Bu noktada kul Rab, Rab da kul olarak görülmez. İnsanda “kul- Rabb
eksenini” aşabilecek bir yetenek vardır. Ancak bu insanın kendi elde ettiği bir
yetenek değil, Rabb’ın bir lutfüdur
.
O halde tevhîd, insan olarak kulun, ilah olarak Rabb ile birleşmesidir. Ama
hiçbirisi kendi özelliğinden çıkmadan-çıkarılmadan .
Bu anlamda “İslâm;
Tanrı’yla insan arasında bir vuslattır, Tanrı Tanrı olarak, insan insan
olarak.”
Mehmet Aydın,
“Gazalli’nin ‘Kurb’ Nazariyesinde Allah’ın Sıfatları’nın Anlam ve Önemi” adlı
makalesinde vusûl ile kurb kavramları arasındaki farkı şöyle açıklar: “Eğer
vusûl’dan kast edilen kurb ise, bu kelimenin kullanılmasında bir sakınca
yoktur. Zaten bu anlamda vusûl, insan çabasının hedefi olmaktadır. İnsanla
Allah arasındaki bütün perdelerin kalktığı ve insanın O’ndan başka bir şeyi
düşünmediği zaman vusûl hasıl olmuş demektir. Böyle bir vuslatta Allah, Allah
olarak, insan da insan olarak kalır. Burada insan, yaşayan, bilen, güçlü olan,
bağışlamasını bilen bir varlıktır. Fakat bu sıfatların erişilmez dereceleri
yalnız Allah’a aittir. Allah’ın sıfatları, kul için erişilmesi mümkün olmayan
ideal değerlerdir. İnsan, onlara ancak yaklaşabilir, asla ulaşamaz” .
Müslümanlar da metafiziksel
alana ait Tevhîd düşüncesini, kendileri meydana getirdikleri eserlerde pratiğe
aktarmakta sıkıntı yaşamamışlardır. Zuhur eden âlemde, Allah’ın birliğinin
delillerini aramışlar ve beşeri olarak ortaya koydukları eserlerde bu birliği
yansıtmışlardır. Bununla birlikte Allah, zuhur eden ve zuhuru mümkün olan
hiçbir varlıkla benzer kabul edilmemiştir. Allah, herhangi bir varlıkla bir
tutulmadığı gibi benzer olarak da kabul edilmemiştir . Modern Batı
düşüncesinin anlayışında ise varlık, birlik olarak değil bölünmüş bir şekilde
ele alınmıştır. Böylece varlık, Tanrı’nın birliğinin bir yansıması olmaktan
uzaklaştırılarak kişiselleştirilmiştir. Tanrı’nın karşısına konumlandırılan
insan Tanrı’yla rekabete sokulmuştur.
İslâm düşüncesinde
her şeye gücü yeten bir Allah inancı vardır. Allah’ın gücünün belli bir ölçüsü
yoktur. Böylece Allah düşüncesi, sağlam bir temele oturtulmuştur. Bu yüzden
İslâm kültür ve medeniyetinde ortaya çıkan farklı yorumların tümü, aynı temel
ilkeleri bünyesinde barındırmayı başarmışlardır. İslâm düşüncesi, varlığın
bütününü bu Allah anlayışı üzerine inşa etmiştir. Allah’ı, sonsuz ve sınırsız
bir güç olarak tanıyan insan da kendi varlığının sınırlarını bilerek düşünce
sistemini Allah’la iletişim üzerine kurulmuştur. Bu düşünce yapısı, varlıklar
arasındaki hiyerarşiyi ortaya koyarak; “Allah, insan ve tabiat” arasındaki
ilişkiyi anlamlı hale getirmiştir
.
Sebepsiz ve şüpheci bir düşünceyle ele alınarak anlamsızlaştırılan varlık,
sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anlamlı ve tutarlı bir hale getirilmiştir.
Allah’la insan
arasındaki ilişkide araya konumlandırılacak bütün varlıkların bu ilişkiye zarar
vereceği inancını oluşturarak temel varlık düşüncesini güçlü hale getiren İslâm
Geleneği, varlığı, şüpheden uzak ve kesin bir şekilde kabul etmiştir. Guenon,
bu yüzden gerçekçi bir düşüncenin çıkış noktasını “bu vardır” şeklindeki
“varoluş” yargısının oluşturacağı kanaatindedir. Çünkü tüm felsefi
yaklaşımların varlık düşüncesini dayandırdıkları nesnelerin ortak noktası, var
olmalarıdır .
Fiziki alanda “bu,
şu” diye işaret ettiğimiz nesneler, “vardır” şeklinde ifade edilirler. Ancak
fiziki alanın dışında, “bu vardır” diye söylenen ve varlığı kabul edilen alan
metafizik alandır. Rene Guenon’a göre, ilk felsefenin varlık fikrine sahip
olanların, “varlık olarak varlık bilgisini” aşması gereklidir. Çünkü modern
düşünce, “bu vardırın” sadece “vardır” kısmını kullanarak “varlık” fikrini
oluşturmuştur. Oysa insan, “bu, şu” vardır diye belirtilen varolmak
durumlarının ötesine geçecek yeteneği sahiptir. Bu belirtmeler, maddi olanlarla
ilgili olduğunda “vardır” denmesi yanlış değildir. Ancak insan yeteneği
sayesinde maddi alanın dışındaki “vardır”ı da aramalıdır .
Eğer herhangi bir
şeyin dünyadaki mekânından bahsediliyorsa, onun imkân dâhilinde olduğu kesinlik
içerir. Fakat mümkün olabilecek herhangi bir şeyin mutlaka Dünya’da bir mekâna
sahip olması gerektiğini söylemek yanlıştır. İnsan düşüncesinin, Dünya söz
konusu olduğunda sınırsız olduğu söylenebilir. Fakat tüm imkân düşünüldüğünde
insanın düşünceleri de sınırlıdır. Çünkü insan zaman ve mekâna tabidir. Zaman
ve mekâna ise sınırlı bir durumu ifade eder. Sınırlı duruma tabi olanın
sonsuzluğundan söz edilemez. Metafizik ise, zaman ve mekân açısından
sınırlandırılamaz. Bu açıdan Tanrı, bütün varlığa başlangıç veren ve sonuç
tayin edendir. Kendisi için ise bir başlangıç ve sonuç tayin edilemez.
2.2.
Rene Guenon’a Göre Hakîkatin
Bilgisinin İmkânı
İnsanın, gerçek
bilgiyi elde edebilmesi için öncelikle bu bilginin ne olduğu konusunda bir
fikir sahibi olması gerekir. Bilginin ne olduğu hakkında bir fikri olmayan
birisinin, elde ettiği bilgiye gerçek gözüyle bakması mümkündür. Modern Batı
düşüncesi duyusal alana ait bilgileri, hakîkat bilgisi gibi sunarak, insanın
gerçek bilgiye yönelmesine engellemiştir. Fakat insan bunun farkında değildir.
Rene Guenon, gerçek
bilginin, metafiziksel olan hakîkat bilgisi olduğun belirterek insanın
dikkatini bu bilgiye yöneltmeye çalışmıştır. Metafizik bilgi, öz itibariyle
fiziki alanla ilgili değildir.
İnsanlar, herhangi
bir bilgiye, tarafsız bir şekilde ve sadece bilgiye ulaşmak amacıyla
yönelmemişlerdir. İnsan, elde etmek istediği bilginin kendisine ne katkıda
bulunacağını da düşünmüştür. Bu yüzden bazen kavramları nesnelere uyarlayarak
nesneyi kendi düşüncesine göre sınırlandırmıştır. Bu şekliyle elde edilen
bilgi, belli bir düşünceden kaynaklandığı için, insanın menfaatleri gereği
değişkenlik göstermektedir. Öyle ki nesneler çoğu zaman tek bir anlam ifade
etmeyecek hale gelebilmektedir
.
Bu durumda acaba nesnenin kendisinin bilgisine mi, yoksa onu ifade eden
kavramlara mı yönelmek gereklidir?
Gerçek bilgiye
ulaşılmak isteniyorsa, elbette nesnelerin kendisine yönelmek gereklidir. Çünkü
nesneler her ne kadar fiziki alana ait iseler de insanın zihnine dolaysız ve
ani bir gerçeklik yansıtma özelliği taşırlar. Nesnelerdeki hareket ise değişken
durumların bilgisini verir ve bir gerçekliğin içsel yönünü gösterir. Böylece
insan zihni, günlük hayatta karşılaştığı şeylerin özelliklerinden hareketle, o
şeyleri tanımlar ve anlamlı hale getirir .
İnsan zihni, bunu
yaparken kendi tutarlılığı içinde daima sağlam delillerden hareket eder. Zihnin
kendisine hareket edebileceği sabit noktalar oluşturması, hareketi,
hareketsizliğin bir işlevi olarak düşünmesinden kaynaklanmaktadır. Böylece
hazır durumlardan kendisine bir pozisyon alan zihin, gerçeklikten bir şeyler
almak ister. Almak istediği bu şeyler, kendi ilgi alanıyla sınırlı ve sadece
pratik hayatla ilgili ise hakîkate ulaşamaz . Ancak insan, pratik hayatta kendisine katkısı olan bilgiyi de
yok sayamaz.
Batı dünyasının
dışında kalan toplumlarda, Batı biliminin ilgi uyandırmasının nedeni, bu
bilimin pratiğe ve faydacılığa yönelik icatlarıdır. İnsanın, pratikte kendi
ihtiyacına göre icatta bulunması veya icatları kullanması kaçınılmazdır. Ancak
ilkeden yoksun olarak ortaya konulan bu buluşlar, yeni ihtiyaçlar (ihtiyaç
olmadığı halde ihtiyaçmış gibi gösterilen) ve buna bağlı yeni icatları gerekli
kılarak insana doyumsuzluk hastalığı vermiştir .
Gerçek ilme dayalı
bir bakışta, insanın temel ilkeye ihtiyacının gerekli olduğu görülür. Çünkü
sadece pratik alanda gerçekleşen bir durum her zaman gerçeğin bilgisini
yansıtmaz . Pratik alanın
bilgisi her zaman değişiklik gösterebilir. Gerçeğin bilgisi ise, değişkenlik
göstermediğinden pratik hayattaki geçici faydalanmalar onu etkilemez.
Gelenekselci düşünceye göre hakîkatin bilgisinin değişmezliği ana ilkedir . İlkeden yoksun
bırakılmış bir anlayış ise insanlığa kalıcı çözümler üretemez.
Modernizm, her
bilginin sürekli değişebileceği anlayışıyla ilkesizlik üstüne inşa ettiği
bilgiyi, hakîkatin bilgisi gibi kabul etmiştir. Bunun sonucunda, dindar olsun
veya olmasın bütün insanlar bir kafa karışıklığına sürüklenmişlerdir. Bu kafa
karışıklığı içindeki insanda ilkeden uzaklaşmış ve gerçek bilgiyi elde etmek
için çalışmamıştır. Böylece sürekli bir değişimin olduğu inancı kabul
edilmiştir. .
Metafizik alanın
varlığına inanan ve bu alanın fiziki alandaki etkilerini bildiklerini düşünen
insanların bile modern düşüncenin bu etkisinin tam dışında oldukları
söylenemez. Aşkın olanın, fiziki alan ait bir nesne gibi algılanabileceği
yanılgısına düşülmüştür. Hatta bu şekilde düşünenlerin bir kısmının yanılgının
ötesinde modern bilimsel teorilerin etkisinde hareket ettikleri de
görülmektedir
.
Bilgiyi artırmaya
yönelmek yerine, sürekli tedirginlikle hareket edilmesi, insanı bilinmezciliğe
sürüklemiş, gerçeğin bilgisi
sadece bir ahlâk eğitimi olarak algılanmıştır. Bu algılama ise aynı zamanda
ahlâkın pratikteki karşılığını sınırlandırarak belirli bir alana indirgenmesine
sebep olmuştur. Bir davranışın sadece ahlâkî olarak yapılması ile manevî bir
gelişim için yapılması arasındaki fark görülmemiştir . Geleneksel olan
uygarlıklarda, hakîkatin bilgisi değişmez olarak kabul edildiğinden dolayı,
insanların her davranışı aşkın bir özellikle ilişkilendirilmiş ve anlamsız
sayılabilecek bir davranış söz konusu olmamıştır .
Modern düşünce de
ise bilginin kaynağı sadece fiziki alan kabul edildiğinden dolayı insanın
davranışlarının da fiziki alanın dışında bir anlamı olmamıştır. “Tabiat ilmi”
diye adlandırılan bilgi, tabiat sınırlarının dışına çıkamamıştır. Böylece
bilginin faydası tabiatla sınırlandırılmıştır. İnsanın elde edebileceği farklı
bir bilgi ile tabiatı aşması ve aşkın olandan faydalanması mümkün görülmemiştir .
Rene Guenon’a göre,
insanın aşkın olanın bilgisine ulaşması ve ondan faydalanması mümkün olmanın
ötesinde mevcut ve gerçek bir durumdur. Ona göre böyle bir bilginin mümkün olup
alamayacağını tartışmak yerine, bu bilgiyi elde etmek için çalışmak daha doğru
bir yöntemdir. Kaldı ki herhangi bir bilgiyi elde etmek için mutlaka bir gayret
göstermek gerekir. Ancak buna rağmen mutlak bir şekilde anlaşılması mümkün
olmayan bir bilgiden söz edildiği de unutulmamalıdır. Yapılabilecek en doğru
şey, bu bilgiyi elde etmek isteyenlere engel olmadan, bilgiye ulaşacak
“vâsıtaları” göstermektir
.
Guenon, bilgiyi
varlıkların yapısında bulunan ve birbirinden farklı olan fakat birbirini
tamamlayan “bâtınî ve zâhirî” diye de ikiye ayırarak anlatmıştır. Varlığın
aktif yanını oluşturan ve kendi içinden çıkan “bâtınî” bilgiyi oluşturur.
“Zâhirî” bilgi ise, ortaya çıktığı çevrenin tüm unsurları tarafından etkilenen
ve varlığın pasif yanını oluşturur. Herkese açık, ana ve büyük yolu oluşturan
zâhirî bilgi olmakla birlikte, “seçkin bir zümreye” ait olan bâtınî bilgi,
hakîkatin bilgisine ulaşmada belirleyici olandır . Ancak seçkin bir
zümreye ait olmakla birlikte bâtınî bilgiye sahip olduğunu söyleyenlerin bu
söylemi hakîkatin bilgisine sahip olduklarını göstermez .
Rene Guenon,
bilgiyi metafizik alan üzerine inşa etmiştir. Metafizik Bilgeliği ise beş
aşamada ele almıştır. Birinci aşama: “ Oluşum sırasına göre, zekânın oluşumuna
göre bir hipotez ortaya konulan ve geliştirilen” aşamadır. Bu aşamada; “Dinsel
geleneklerin Tanrı dedikleri bir İlk’in varolması olanaklıysa, engeller,
sorunlar, çıkmazlar, vb. nelerdir?” sorullarının incelemesi yapılmaktadır.
İkinci aşamada; “Nous” birinci aşamadaki hipotezden hareket ederek, “doğrudan
deneyimin nesnesi olan evrenin kuvve halinden oluş durumunun beş temel ve
indirgenemez büyük kipliğini keşfedecektir.” Üçüncü aşama; “metafizik bilgelik,
İlk’in varoluş biçimini arama çabası” gösterir. Dördüncü aşama; “Bilgelik
perspektifi” olarak adlandırılır. Bu aşamada “İlk’in varlığını keşf eden zekâ,
kendisi için dolaysız deneyim nesnesi olan her şeye” farklı bir bakış açısı
geliştirecektir. Beşinci aşamada artık insan kutsal olanla iletişim arayışına
geçer. Bu aşama “bilgelik sıfatını hak ettiren aşamadır” .
Metafizik, yapısı
gereği “tabiat ötesi” alanı ifade eder. Fiziki ilim, tabiatta olan her şeyin
incelemesini yaparken, “metafizik ilim” tabiat ötesiyle ilgili ve külli olanla
ilgilenir . Bundan dolayı
metafiziği tam anlamıyla tanımlamak zordur. Çünkü tanımlanabilen her şey
sınırlandırılabilir. Oysa metafizik herhangi bir sınırlamaya tabi tutulamaz.
Külli olarak tanımlanması, sadece onun hakkında düşünmeye yöneltmek içindir.
Onun için yapılabilecek bütün tanımların yetersiz olduğu bilinmelidir . Metafizik hakîkat
ne şekilde anlatılırsa anlatılsın varlığının özü değişmez.
Bunun için Guenon, metafiziği anlatılırken kullanılan, Doğu veya Batı metafiziği
ifadelerini, metafiziği anlatmak için kullanılmış dış şekiller olarak kabul
etmiştir. Ona göre, öz itibariyle, Doğu ve Batı metafiziği aynıdır. Bu öz
dikkate alındığında, sadece metafizik deyimi daha doğru bir anlatım olmakla
birlikte Batı metafiziği
entelektüel bakımdan kaybolmuş durumdadır. Doğu metafiziği ise fiili bir bilgi
olarak varlığını devam ettirmektedir. Metafizik bilgiyi elde etmek
isteyenlerin, Doğu düşüncesine yönelmeleri ve gerçeği bulmayı amaç edinerek
farazi yaklaşımlardan sakınmaları, Guenon tarafından, gerekli görülmüştür.
Metafiziğin bulunduğu yerde hakîkat tek bir birlik temeline dayandığından
dolayı farklılıklar dışsal olarak kabul edilmiştir .
Kadim kültürde
bilgi alanı daraltılmamış ve maddi alan ile manevî alan bir birinden ayrı
düşünülmemiştir. Düşünce alanı daraltılmayan insan da evrene bugünkü gibi
bakmamış, şahit olduğu âlemi, aşkın olanın imkânlarının maddi alana yansıması
şeklinde algılamıştır
.
Doğal alarak da maddi alan ile manevî alan bir bütünlük içerisinde
değerlendirilmiştir. Bu yüzden yapılan çalışmalar öz itibariyle bir ilkeye
bağlı ve sadece dışsal bir anlamla ele alınmamıştır . Âlem sınırlı da
olsa hakîkati ifade ettiğinden dolayı, hakîkatin kendisi olarak değil,
kendisini gösteren bir yönü olarak algılanmış ve ifade edilmiştir . Varlığın tüm
hallerinin bu şekilde yansıması gerçeğin bilgisini oluşturmuştur . Böylece yapısı
gereği sınırlandırılamayan metafizik alana ait bilgiler
sıradanlaştırılmamıştır.
Bu bilgileri
herkesin anlayabileceği bir şekilde açıklamak imkânsızdır. Çünkü duyu
vasıtalarıyla algılanamadıkları için mutlaka ifade edilemeyen bir yönleri
vardır. Bu bilgileri elde etme niteliğine sahip insanlar ancak anlayabilirler . Herkesin
anlayabileceği bir şekle sokmaya çalışmak, bu bilgilerin değerini düşürerek
anlamsız hale getirmeye neden olur
.
Nesnel olan şeylerin bilgisini dahi her insanın aynı şekilde anlaması mümkün
değilken, aşkın bir nitelikte olan bilgiyi herkesin aynı şekilde
anlayabileceğini düşünmek yanlıştır. Bununla birlikte metafizik bilginin akıl
tarafından tam kuşatılamaz olması onun akıl tarafından bilinemez olduğu
anlamına da gelmez.
Metafizik bilginin
kendisi kuşatıcı ve küllidir. Bu yüzden geleneksel düşüncede, metafiziği anlama
çabaları tümelden tikele doğru olmuştur . Bu bilgide, “ilk ilke”, bil-kuvve ve bil-fiil olarak ayrılmaz.
Ancak bil-kuvve ve bil-fiilin faaliyetleri anlatılırken ayrı olarak
değerlendirilmişlerdir
.
Guenon’a göre,
metafizik bilginin gerçekleşme yeri kalptir. Akıl beşeri, kalp ise beşer üstü
kabul edilmiştir. Metafiziğin bilgisini mümkün kılanda budur. İnsan, beşeri bir
özelliğe sahip olmasına rağmen, onun bu bilgiye ulaşmasını mümkün kılan
kalptir. Yine mertebelerden oluşan nesneler âleminde beşeri olan insanı, beşeri
mertebenin üstüne de bu özelliği çıkarır. Bu yönüyle insan varlıklarda bulunan
özelliklerin daha fazlasını içinde barındırır. Böylece şuurlu olarak beşer üstü
mertebelerin farkına varır
.
Bu farkına varışın
aktarılabilmesi; aktaranın, aktarılan kişinin ve koşulların uygun olup
olmamasına bağlı görülmüştür. Metafizik bilgi ve onu anlatırken üzerinde
durulan konuların, olağandışı ve anlaşılması zor şeyler içermesinden dolayı
bunların bir “fenomen” olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Metafizik hiçbir zaman
bir fenomen olarak düşünülmemiştir. Fenomenler “tabiat” düzenine aittir.
Metafizik ise, tabiatüstü ve tabiatın ötesindedir. İnsanın iç dünyasıyla daha
fazla ilgili olması, bu bilginin, psikolojik bir durum olarak
değerlendirilmesine neden olmaktadır. Ancak bu durum psikolojik bir durum
olarak değerlendirilmesi yanlıştır
.
Çünkü psikoloji insanın beşeri yönüyle ilgilidir.
Rene Guenon,
metafizik bilginin, bir fenomen veya psikolojik bir durum olarak ele
alınmasını, onu nesnel alana indirme çabası olarak görmüştür. Bu bilginin
herkes tarafından anlaşılabilecek bir özellikte olduğuna inanmak yanlıştır.
Herhangi bir bilgiye sahip insanın amacı, elde ettiği bilgilerle sadece
tabiatta meydana gelen olayları herkesin anladığı şekliyle açıklamaya ve
bilmeye çalışmak olmamalıdır
.
İnsan, bu bilgiyi anlamlı kılan temel unsuru anlamaya çalışmalıdır.
Bu yüzden
geleneksel düşüncede, insanın kendi içinden kaynaklı olmayan tüm bilgiler, onun
kendisinde bulunan bilginin farkına varmasını sağlayıcı araçlar olarak kabul
edilmiştir. İnsan bu araçları kullanarak gerçek bilgiye ulaşabilir. Bilgiye
ulaşan insanda araçlar artık anlamını yitirir . İnsan,
bildiklerini eyleme dönüştürme özelliğine sahiptir. O, fiziki alan üzerinde
düşünerek metafizikle bir bağ kurar. Böylece metafizik bilgiyi pratik hayatta
aktarmada bir sorun yaşamaz. Bunu idrakli bir şekilde yapar. İnsanın, merkezi
bir konumda olması da şuurlu ve idrak sahibi olmasından kaynaklanmaktadır.
Kuşkusuz, insan
idrakinin de dereceleri vardır. İdrak, gerçek seviyesine ise nesnelerin fiziki
yönlerinin dışındaki alana ait özelliklerini anlamlandırmasıyla ulaşabilir.
İdrake, özne-nesne ilişkisi açısından da bakılmıştır. Buna göre idrak, özneden
nesneye direkt yansıyan veya “nesneden özneye doğandır.” Bu özelliği ile duyu
organları vasıtası ile bilgi toplayan idrak, aynı zamanda kendi anlayışını da
fiziki alana duyular vasıtası ile yansıtır. Bu şekilde fiziki alanda yapılan
hiçbir davranış sadece fiziki olarak kalmayarak metafizik bir karakter kazanmış
olur . Bu yüzden âlemi
bilmek, hakîkati tam bilmeyi ifade etmese de hakîkatin bilgisine götürdüğü için
sonuçta hakîkati bilmek anlamına gelir. Çünkü, nesneler gerçek anlamlarını
kendilerinden üstün olan alandaki gerçeklerle uyumundan almışlardır .
İnsanın, âlem
hakkında bildikleri gerçek bilgiyi içeriyorsa davranışları gerçeğin davranışa
dönüşmüş halini oluşturur. Aynı şey “İlahî Eylem” için de söz konusudur. “İlahî
Eylem, İlahî Bilginin ifadesidir.” İlahî bilgi, sınırlı olmamasına rağmen âlem,
İlahî bilginin sınırlı bir eylemi olarak kabul edilmiştir. İlahî bilgi ve İlahî
eylem, ebedilik ve ezelilik özelliğine sahiptir. Bununla birlikte insan, bu
eylemsel yansımayı anlayabilecek yetenektedir. Bu yansımayı anlayabildiği
oranda da İlahî bilginin mahiyetini anlamlandırır. İnsan kendi eylemlerini bu
anlamlandırma özelliği ile yapar
.
İnsan,
davranışlarının kaynağı olarak değişmez nitelikte olan fakat maddeye çokluk
veren ilk ilkeyi anladığı zaman, fiziki alandaki çokluğa dayanarak, çok bilgi
elde edebileceği yanılgısına düşmez. Böyle bir durumun, gerçek bilgiye ulaşmaya
engel olduğunun farkına varır. Maddeyi gerçeğin sembolik bir zuhuru olarak
kabul eder . Modern düşüncede,
gerçeğin, maddeden müteşekkil kabul edilmesi, fiziki alanı gerçeğe ulaşmada bir
rehber olmaktan çıkarmıştır. Böylece eşya hakîkate ulaşmaya engel olan bir
unsur olmuştur. “Mutlak Hakîkat” ise insanın elde edebilmesi mümkün olan her
türlü bilginin temel konusunu oluşturur .
Fiziki alana ait
bilgiye konu olan şeylerin çok farklı olması, gerçek bilginin konusunun da çok
farklı olduğu anlamına gelmez. Fiziki alandaki şeyler ancak mutlak bilginin
farklı formlarda ve sınırlı bir şekilde yansımasıdırlar . Metafizik bilgiye
konu olan mutlak hakîkatin bilgisi farklılık kabul etmez. Konu olarak farklılık
göstermeyen hakîkatin bilgisi, gerçek bilgiyi ifade eder. Gerçek bilgi ise
tecrübî bilgi ile elde edilen metafizik bilgidir . “Marifet” de
denilen bu bilgi, “en mükemmel bilgidir” .
Bu bilginin esas
konusu aşkın varlık ve hakîkatin kendisidir. Aşkın varlık ; “İlk ve son, Zahir
ve Bâtın, tüm hakikat kendisinde olan, kendisi de mutlak hakikat olan Allah’tır . Bilginin konusunu
sadece duyulur alana indirgemek zihnî farklı alanların bilgisinden uzak tutarak
sınırlandırmaktır. Gerçek bilgi de duyuların verdiği bilgi değildir.
Görünür alanda ne
kadar çalışma yapılırsa yapılsın zihnîn faaliyet alanı hep aynı kalmaktadır.
Hakîkat, kendisini kendi varlığının dışında ama belirgin bir şekilde gösterir.
Onu ancak bilen ve bilinen arasındaki ilişki açıklayabilir . “İlahi hakîkat”
Tanrı’nın kelimesidir. Varlıklar da Tanrı’nın bir kelimesidir. Tanrı,
varlığının gereği olarak “Âlim”dir. Tanrı’nın bir kelimesi olan insanın
amacının da bilgi olması, bundan kaynaklıdır . İnsanın hem “saf hakikati” hem de âlemi ve âlemin içindeki
“beni” tanıyabilme yeteneği vardır. Bu yeteneğini kullanabildiği oranda bilgi
elde edebilir
.
Âlem, hakîkatin bir
yansıması olarak kabul edildiği için âlemin içindeki varlıklar da hakîkatin bir
yansıması olarak kabul edilmiştir. Bu durumda insanın, âlemin ve kendi
varlığının farkına varması hakîkatin farkına varması anlamına gelmektedir. Bu
durumdaki insan, bilge olarak kabul edilmiştir. Bilgelik “özü gereği tamamen
zihnî” olmasından kaynaklı olarak duyulardan ayrı kabul edilmiştir . Zihnî olarak
kabul edilmesi, bu bilgi türünün pratikte karşılığı olmadığı anlamına gelmez.
Bilge olan kişi, davranışlarıyla insanının kâinattaki görevini asla ihmal
etmemesi gerektiğini gösterir. Evreni yaşanılır kılmak için çalışır. İnsana
olması gerekenden fazla önem yüklemez .
Her insanın
duyuları vasıtasıyla maddi alanla ilgili bilgi elde etme olanağı vardır. Ancak
bu olanağa sahip olan her insan, bilgilerin kaynağının metafiziksel olduğunu
düşünmez. Fiziki alanın bilgisinin kaynağı yine fiziki alana dayandırıldığı
için, ilkeden kopuk, sadece doktrine bağlı bir durum oluşmuştur. Gerçek bilgi
ise, ilkelerin bilgisi olduğu için kaynağı metafiziktir ve sadece maddi alanı
içermez . Metafiziğe ait
bilgilerin yansıma alanı ise fiziki alandır. Böyle bir yansıma olmaması
durumunda metafiziği anlamak da mümkün değildir. Bu bilginin fiziki alana
yansımasını, iyi yaşamak için gerekli “ahlâk” ilkeleri alarak veya “sosyal” bir
durum olarak anlatmak da yanlıştır
.
Modern bakış
açısıyla din; ya sosyolojik bir olay ya da psikolojik bir durum olarak
değerlendirilmiştir. Bergson bu iki yaklaşımı “kapalı din ve açık din” diye
adlandırarak, ikisini birleştirmeye çalışmıştır. “Din duygusu”nun hiçbir zaman
“din” olamayacağını söyleyen Guenon, Bergson’un kapalı din-açık din ifadesinin
mistik bir karakterde olduğunu da kabul etmez. Mistik bilgiyi gerçek
metafiziksel bilgi olarak kabul etmeyen Guenon, bu haliyle bile mistisizmin
yanlış anlatıldığı kanaatindedir. Mistisizm karakteri itibariyle “statik bir
dine” bağlanmayı ifade eder
.
Bununla birlikte mistisizm, en azından hissedilebilir ve duyulabilir bir alan
olması yönüyle büyüden üstün olduğunu belirtir .
Guenon, büyü gibi
olağan üstü güçlere bağlanan inançları güvenilmez olarak kabul etmiştir. Bu tür
inançlardan “uhrevî hayat” tan bahsedilir gibi söz edilmesini kabul edilmez bir
durum olarak görülmüştür
.
Bu tür yaklaşımları gizli bir ilim gibi sunma gayreti veya en azında bu
eğilimleri metafizik bağlanmanın bir parçası gibi algılatma amacı içinde
olanlar büyük bir yanılgıdadırlar. Bunlar bir ilim olarak kabul edilemezler. Birçoğu
deneysel ve yanıltıcı durumlardır
.
(Rene Guenon, bu inançlar hakkındaki görüşlerini Ruhçu Yanılgı adlı eserinde
geniş bir şekilde ele almıştır.)
Bütün bu bilgi
yollarının yanlışlığı salt metafizik bakış açısından hareket edildiğinde ortaya
konulabilir . Metafiziğin bir
kez dahi olsa doğru bir şekilde kavranması doğal olarak “kesin bilme” sonucuna
insanı götürebilir
.
Aşkın bir karaktere sahip olmayan bu tür psişik haller ancak beşeri hallerin
bir parçası olabilirler. Bu da modern psikolojinin alanına girer . Modern
psikolojinin “bilinçaltı” yaklaşımını kabul etmeyen Guenon’a göre, psikoloji, “bilinçüstü” alana tamamen kapalı ve yabancıdır. Aşkın
alana ait herhangi bir durumla karşılaşıldığında bunun “bilinçaltı” alanla bir
tutularak bir nevi modern ruhçuluğa sığınılması, metafizik bilgi açısından
kabul edilmesi mümkün değildir. Bizzat yapıları gereği psikolojinin alanına
girmeyen metafizik alanı “bilinçaltı”na sokmaya çalışarak sahiplenmek isteyen
psikolojinin bu tutumu, Guenon’a göre, çocuksu bir tutumdur
377 .
Guenon, geleneksel
anlayış ile modern anlayışın birleşebileceği ve böylece manevî etkinin gittikçe
artacağı şeklindeki bir düşünceyi modernizmin bir planı olarak görmüştür. Çünkü
“tam inkâr; insanın üst düzeydeki imkânlara ulaşmasını engellemiş fakat
düzensizlik ve çözülme işini en son noktasına götürebilecek güçlere sahip
olamamıştır.” Böylece modern düşünce, manevî alanı kontrol altına alınıp içine
kapalı bir hale getirmiş “aşkın” olanın dünyamıza etkisi azaltılmış fakat
ortadan kaldırılamamıştır
.
Gerçek geleneğin
kendisi için tehlikeli olduğuna inanan modern bakış, insan kaynaklı gelenekleri
ise kendisi için tehdit olarak görmemiştir. Çünkü gerçek gelenek İlahî
kaynaklıdır. Geleneğin yanlış şekilde anlaşılması modernizme duyulan tepkinin yanlış
bir yönlendirme ile karşı karşıya kalmasına da yol açmıştır. Gelenek fikrini
yeniden bulmak isteyenlerin gerçek gelenek yerine farklı düşünceleri gelenek
diye kabul etmelerinin sebebi de budur. Gelenek kelimesi ile “âdet” veya
“görenek” kelimelerini eş anlamlı sayarak geleneği tamamen insan kaynaklı ve
aşkın olandan ayrı şeylerle karıştırmak bu yaklaşımın bir sonucudur .
2.3.
Rene Guenon’a Göre Bilginin Kaynakları
ve Elde Etme Yolları
Öncelikli şunu
bilmek gerekir ki konunun kendisinin karmaşıklığından değil fakat metafizik
bilgiyi modernizmin kullandığı dili kullanarak anlatmak nasıl zor bir durumsa
kavranılır hale getirmekte o kadar zordur .
Bu yüzden,
“hakikatin entelektüel bilgisini elde edebilme” yeteneğine sahip olduğu
düşünülen insanların bu yeteneği kullanırken yanılgılara düşme durumu da söz
konusu olabilmektedir. Yanılgıya düşmek insanın beşeri yönüyle ilgilidir. O
halde entelektüel bilgi yeteneğinin elde edilebilmesi, insanın beşeri yönüne
dayandırılamaz. Bu yetenek, varolma bakımından “saf varolma ve bilme fiili”
olan, bunları kendi içinde ayrı olmadan barındıran, bir ilk hakîkate bağlı
olmak durumundadır
.
Ancak fiziki alana ait tüm bilgilerin kavranış düzeyleri nasıl ki insanların
yeteneklerindeki farklılığa göre değişiklik gösteriyorsa , metafizik alana
ait bilgilerinde kavrayış düzeyi olarak farklılık gösterebileceği gözden
kaçırılmamalıdır
.
İnsan, kendi içinde bulunan kabiliyetle gerçek bilgiye ulaşabilir. İnsanın
kendi içinden kaynaklı bir eğitime dayalı olan bu bilgi, formal bir eğitimle
elde edilemez niteliktedir. Metafizik bilgiyi elde ederken kullanılan
vasıtaların farklılığı insanlarda bulunan yetenek farklılığından
kaynaklanmaktadır
.
Geleneksel bakış
açısına göre, bu bilgiye ulaşmak için dinin ortaya koyduğu verilere de ihtiyaç
vardır. Din, zâhirî ve bâtınî boyutu açısından değerlendirilir. Zâhirî boyut,
herkesin kapasitesine ve ilgisine göre bir şeyler anlayabileceği alan olarak
tanımlanmıştır. “Bu anlamda din herkese hitap eder.” Fakat zâhirî yönden
hareket ederek dini herkesin anlayabileceği basit bir olguya dönüştürmek
yanlıştır . Din, insanın
içinde bulunduğu duruma en uygun şartları oluşturmayı hedefler. Sahih
gelenekteki intikalin amacı ise dinin sağladığı bu şartlardan faydalanarak üst
durumlara geçmeyi mümkün hale getirmektir . Dinin bâtınî yönü ise bunu sağlar. Din ister zâhirî boyutuyla
ister bâtınî boyutuyla değerlendirilsin büyük dinler metafiziksel bir yapıya
sahihtir .
İnsanüstü olan
“vahiy ve ilhamı” yok sayıp, yerine duyusal alana ait ve beşeri nitelikteki
bilgi kaynaklarını koyarak gerçeğin bilgisine ulaşılamaz . Dinin vahiy
kaynaklı olması onun, insanın becerilerini kullanmasına kaynaklık edecek bir
yapaya sahip olduğunu gösterir. İnsan, dinin bu özelliğini, kendisinde var olan
zekâ ve onun ürünü olan aklı işleterek gerçek bilgiye ulaşabilir. Modern
düşünce “Zekânın becerebileceği tek alan olarak ilmi felsefeyi kabul etmiştir.”
Bundan dolayı zekâ felsefenin kabul ettiği genel sonuçlar arasında bir
koordinasyon sağlar. Modern düşüncenin yaklaşımına göre zekânın bundan fazla
anlamı da yoktur
.
Guenon, aklın ve zekânın birbirinden farklı olduğunu belirtir. Akıl;
“sınırlı ve izafidir”. Akıl, zekâyı kapsamaz ve zekânın yerini tutamaz . Akıl, beşeri bir
özelliktir. Külli karakterde olan zihin ise beşeri özelliklerin dışında yer
alır. Ferdin, kendisini aşan bu özelliğe sahip alması, kendi isteğine bağlı
değildir . “Akıl, ruhun
düşünce dünyasıyla kesiştiği yerdir”
.
Zekâ ise, aklın
duyularla algılanan nesnelere uygulanış biçimi değildir. Zekâda, aklın
imkânlarını aşan çok farklı imkânlar vardır . Zekâyı, akılla bir tutarak değerlendirmek, onu en alt sınıra
indirgemek olur. Zekâ, duyguyu da içine alır ve duygudan ayrı değildir . Duygu ancak
fikirle kontrol edilebilir ve fikirle kontrol edilmeyen duygu düzensizlik
oluşturur . O halde bilgi; genel, kapsayıcı ve düzensizliğe izin vermeyen
bir nitelikte olmalıdır. Bu bilgi, entelektüel sezgi ile elde edilebilen ve her
şeye ilke oluşturan metafiziksel bilgidir. Saf metafiziksel bir öze sahip olan
entelektüel sezgi sayesinde hakîkatin bilgisine ulaşılabilir .
Bu bilgi, fiziki
alandan tamamen kopuk bir şekilde de elde edilemez. Herhangi bir bilgi elde
edilirken beşeri özelliklerin kullanılarak fiziki alana ait verilerden
yararlanılması gerekir. Metafizik bilgi elde edilirken de bu bilgi yolları,
içinde bulunduğu “âleme” ait şekillerden hareket etmeyi gerekli kılar. Bu
bakımdan duyulardan elde edilen bilgi, hakîki bilgiye erişmek için bir aşama
olarak kabul edilmiştir. İnsan, böylece fiziki alana ait şekilleri ve formları,
gerçek anlamlarıyla değerlendirir. Hakîkatin bilgisine ulaşmak için de bu
formlardan yararlanır. Bununla birlikte insanın, duyuların verdiği bilgi ile
kendisini sınırlamaması ve bu sembollere farklı anlamlar yüklememesi gerekir .
Gelenekselci
düşünürler, duyuların, fiziki alanla ilgili insana bilgi sağlayan vasıtalar
olduklarını kabul edilmişlerdir. Fakat bu bilgi vasıtaları, elde edilmeye
çalışılan bilgiyi meydana getirmemiştir. Fiziki alana ait bilgi vasıtaları ile
sadece mevcut olan bilgi anlaşılmaya çalışılır. Böylece bu vasıtalar, ulaşılmak
istenen bilgiye ulaşmada kolaylık sağlarlar. Bundan dolayı vasıtalar, gerçek
bilginin kaynağı olan metafiziğin sebebi değil sonucudurlar . Metafizik
tahakkukun gerçekleşmesi için bu vasıtalar mutlak anlamda yeterli kabul
edilmemiştir . Vasıtalar, ferdin
yapısına göre değişiklik gösterebilirler. Her ferdin, kendi özelliğine uygun
vasıtalar kullanması gerekli görülmüştür. Gerek fertlerin farklılığı, gerekse
vasıtaların farklılığı hakîkatin farklılığı anlamına gelmez . Hakîkat, fertlere
göre değişmediği gibi, yer ve zamana göre de değişiklik göstermez . Bundan dolayı
farklı zaman ve mekânlarda, farklı fertlerin, farklı vasıtalar kullanarak
hakîkatin bilgisine ulaşmaları mümkün görülmüştür. Bu farkların hakîkatin
bilgisine yaklaştıkça azalıp ve yok olacakları kabul edilmiştir .
“Bilgi
sıralamasında, ilmin üstünde, saf ve aşkın bilgi olan metafizik vardır. Bilim,
mahiyeti gereği, aklî bilgiden başka bir şey değildir.” Metafizik ise yapısı
gereği aklın ve duyuların üstündedir
.
Metafizikten ayrı düşünülen bilgi, bağımsız bir düşünce olarak
değerlendirildiğinde, hakîkatten uzak kalır. Bu tür bilgiler nesnelerin
mahiyeti ile değil şekilleriyle ilgilenir. Böylece bilgi nesnelerin aşkın
yönünü anlayamadığı için kendi alanını daraltır .
Guenon, bilgiyi
“küllî” bilgi olarak değerlendirmiştir. Gerçek bilgiden yoksun ve başka
ilimlere konu olabilecek çok şeyin olduğunu bilmeyenlerin, gerçek bilgiye
ulaşmalarının imkânsız olduğunu belirtmiştir. Herkes tarafından bilinemeyen
küllî bilgi ancak, “kalp gözü” ile kavranabilir . Modern düşüncede
kalp gözüyle kavrayarak bilmek kabul edilmemiştir. Batı düşüncesinin, fiziki
alanın bilgi sahasının bir kısmında yaptığı çalışmalar Gelenekselci düşünürler
tarafından tamamen red edilmemiştir. Bununla birlikte Batı düşünce sisteminin,
tamamen habersiz olduğu metafizik bilgi ve hatta fiziki alanla ilgili
bilgilerin var olduğu da unutulmamalıdır. Duyularla algılanamayan alanın
bilgisi ise ancak tecrübeye dayalı bilgi ile bilinebilir . Tecrübî bilgi ise
geleneksel bir temele dayanır. Bu bilginin ilkeleri kesinlikle değişmez ve
araştırma; “bilmek ve bulmak” için yapılır. Zâhirî olarak faydalanılan
kaynaklardan elde edilen ve hiçbir ilkesi olmayan unsurları bir araya getirip,
bunlar arasında bir bağ oluşturarak hakîkatin bilgisini inceleyenler bu bilgiyi
“derin bilgi” diye adlandırırlar
.
Tecrübeye dayalı
bilgi tahlil edilemez bir yapıya sahiptir. Bir bilginin “terkibi” o bilginin
“tahlili” değildir. Bilgiyi, tahlil ederek gerçek bir terkibe ulaşmak mümkün
değildir. Yapıldığı alan elverişli olması durumunda “tahlil” sonsuza kadar
sürebilir. Bu bakımdan bir üst ilke ile ilgi kurmada yetersiz kalır ve
varsayımın ötesine geçemez. Varsayım olmanın ötesine geçmek ancak gerçek
ilkelerden hareket etmekle mümkün olur . Bilgiye itibar edilebilmesi için o bilginin üstün bir hakîkate
bağlılığı dikkate alınmalıdır. Elde edilen tüm bilgiler saf zihnî bilgiyle bağı
oranında gerçeğe yakındırlar. Eğer bir bilgi, evrendeki nesnelerin bilgisinden
fazlasını ifade etmiyorsa, o bilgi gerçeği yansıtmaz. Çünkü evren hakîkatin
geçici ve mümkün olan tezahüründen fazlasını ifade etmez . İnsanın beşeri
yönüne ait olan bilgi, ancak bu geçici alanda gerçekleşir. İnsan ise ancak
beşeri özelliklerini aşarak hakîkatin bilgisine ulaşabilir.
Hakîkatin bilgisi,
çokluk değildir. Birçok âlemin varlığından söz edilebilir olması bu âlemlerin
bir sayı ile ifade edilebilir oldukları anlamına gelmemektedir. Bundan dolayı
varlık, ancak varlığın dışındaki alanlar için mecâzi olarak kullanılabilir.
Yani âlemdeki varlıklar denildiği zaman, aslında gerçek “varlığın” dışında
kalan ve niceliksel olan her şeyin mecâzi bir şekilde ifade edilmiş hali kast
edilmektedir .
Âlemdeki
varlıkların, varoluş durumları herkes tarafından görülebilir ve algılanabilir
özelliktedir. Bundan dolayı, bu alanda duyularımızla algıladığımız her
gerçeklik aslında bütün bilgi derecelerinin en alt seviyesini oluşturur . Derecelemenin en
alt seviyesinde oluşları bu bilgilerin gereksiz olduğu anlamına da gelmez.
Modern düşüncenin yaptığı ise, bu bilgileri ele alırken, onları meydana getiren
asıl gerçekliği görmemezlikten gelmesidir. Fiziki alana ait bu bilgiler, aynı
zamanda hakîkatin bilgisinin dış yapısını oluştururlar. Geleneksel öğretilerin
ilgilendiği ise, bilgilerin aşkın özelliğidir. Buna içyapı da denilir. İçyapı,
öğretilerin bütünleyici yanıdır ve tamamen inisiyatik alana aittir” . İnisiyatik alanın
bilgisi ile dini alan bir birine karıştırmamalıdır. Çünkü ikisi arasında içerik
farkı vardır. İnisiyatik yapının dayanağını dinin oluşturması bu farkı ortadan
kaldırmaz. İnisiyatik yapı bir dinin içyapısını da oluşturmaz . Örgün bir
eğitimle veya yazılı bir şekilde elde edilemediği gibi felsefi bir düşünceyle
de elde edilemez. Çünkü bu şekilde elde edilen bilgilerin tamamı beşeri
özelliktedir. İnsanüstü bir bilginin ise beşeri bilgi yollarıyla elde edilmesi
mümkün değildir
.
Dinler, her insanın
kapasitesine uygun bir bilgi ortaya koymuşlardır. İnsanlar kendi kapasiteleri
oranında, dinlerin ortay koydukları gerçekleri anlayabilirler. “Dinlerin bu
yapısı, insanın iç dünyasına uygunluk teşkil eder” . İnsanın,
metafiziğe bakışını bu içyapı barındırır. Metafiziğin alanı, tabiat ötesi
olduğu için metafizik bilgi de konusu ve elde edildiği “melekeler” bakımından
tabi bir bilgi değildir. Bundan dolayı bu bilginin tabi bilgiyle aynı şekilde
elde edilmesi mümkün değildir. Bu tamamen içyapıyla ilgilidir .
Metafizik bilgiyi
elde edebilmek için öncelikle insanın belli bir kabiliyet veya tabi bir eğilime
sahip olması gerekir. Bundan sonra bireyin “kuvve” den “fiile” geçişini
sağlayan “aktif” özellik gelir. İntikal, silsile veya “bil-kuvve güç” olarak
adlandırılan ve “düzenli bir geleneksel teşkilata” bağlanma, bu aktif durumu
ifade eder. Bu durum inisiyasyonu oluşturan ana unsurdur. İnsan, ne kadar
nitelikli olursa olsun bu unsur olmadan hakîkatin bilgisine ulaşamaz. Bununla
birlikte insanın kendi yapacağı bir “iç çalışma” da gereklidir .
Eğer bir silsile
söz konusu ise, o zaman, ilk insanlar bu intikal şartını nasıl
gerçekleştirmişlerdir? Guenon, ilk insanlarda inisiyasyonun doğal olarak var
olduğunu ve insanların aşkın olanın bilgisine sahip olduklarını belirtir.
Ayrıca ilk insanlar maddi olan ile manevî olan arasında fark görmemişlerdir.
Maddi olan, manevî olanın yansıması olarak düşünülmüştür .
Duyusal alanın
bilgilerinde de bir aktarımın var olduğuna ikinci bölümün birinci başlığında
değinilmişti. Hakîkatin bilgisinde ise, öz itibariyle duyusal bilginin
aktarımından farklı bir aktarım söz konusudur. Ancak sadece aktarım yeterli
değildir. İnsanın kendi içinde gerçekleşen halleri de önemlidir. Aktarılabilir
nitelikte olan her şey, sadece hakîkate ulaşmada bir aşama oluşturur.
Aktarılabilir nitelikte olan şeylerin aktarımında ise dışsal unsurların rolü
vardır .
Dışsal unsurların
öğretilmek istenen bilginin mahiyeti ile uyum göstermeleri gereklidir. Hakîkate
ulaşmada ortaya çıkabilecek olumsuzluklara karşı koruyucu nitelik taşıyan bu
unsurlar, dışsal oldukları için gereksiz görülmemelidir. Bunlar aynı zamanda
bilgiyi anlamada kolaylık sağlayıcı niteliktedirler. Bu dış unsurların en
önemlisi, bilgiyi aktarandır. Bilgi aktarımında, aktaranın desteğini gereksiz
sayanlar hakîkatin bilgisine ulaşmada başarısız olurlar. Kişinin, özünde olan
yeteneğini gerçekleştirebilmesi için, inisiyatik bilgiyi elinde bulunduranların
öğretileri gerekli bir şarttır. Elde edilmek istenen bilgi, özü itibariyle
niteliksel olduğundan dolayı, bilgiyi talep edenin niteliği ve niyetindeki
saflık da önemlidir
.
Ancak bu unsurların
olması hakîkat bilgisinin herhangi bir şekilde aniden elde edilebileceği anlamına
gelmez. Herhangi bir bilgi, belli aşamalardan geçerek elde edilir. Metafizik
hakîkati araştırmanın da belli başlı aşamaları vardır. Birinci aşama, “suretler
âlemi” denilen, beşeri alandır. Ferdi mertebelerin tümü bu alandadır . İnsan burada
ferdi özelliklerinden kurtulmamış ve hâla beşerdir. Fakat nesnelerin görünmeyen
arka planını düşündüğü gibi ebediyet duygusuna da sahiptir . İkinci aşamada
ferdiyet üstü bir durum söz konusu olmakla birlikte, sınırlı bir alandır.
Burada, şekiller dünyası olan beşeri dünya aşılmıştır . Bu alanı aşan
kişi artık “saf varlık” mertebesi olan “küllilik derecesi”ne kadar olan alana
çıkar. Fakat bu mertebe her ne kadar beşeri alanın üstünde olsa da “izafi” bir
alandır ve küllilik derecesinin altındadır.
Bu alanlara ulaşmak
geçici bir sonuçtur. Metafiziğin gerçek bilgisi bütün bu varlık alanlarının ötesindedir. Bütün
bu varlık alanları hakîkat bilgisi için sadece yol gösterici özelliktedirler.
Fiziki alan aşılmadığı sürece tabiatın ötesine geçmek de mümkün değildir. “En yüksek gaye” her türlü sınırın aşıldığı,
hiçbir şekilde ifade edilemeyen ve tanımlanamayan metafizik bilgiye ulaşmaktır. Bu aşamaya ancak
manevî bir etkiyle ulaşılabilir.
Geleneksel
teşkilatlarda “insanüstü” nitelikte olan manevî etkiler ancak, o geleneğin
yetkili temsilcileri aracılığı ile etken olurlar . Aşkın olanın
bilgisi, bilimsel metod olarak bilinen yöntemlere elde edilemez. Çünkü bu
yöntemler fiziki alandaki olayları incelerken kullanılan yöntemlerdir . Oysa geleneksel
ekolün savunduğu bilgide ise bir “içten” kaynaklılık söz konusudur . Dolayısıyla
kullanılacak yöntemde bu kaynağa uygun olmalıdır. İnsanda bulunan kabiliyetin
harekete geçirilebilmesi, bilginin aktarımındaki bu yönteme bağlıdır. Bu
aktarımda sahih bir silsile söz konusudur ve tam etki göstermesi için sözlü
aktarım zorunludur
.
Buradan yazılı
aktarımın gereksiz olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Yazılı aktarımlar manevî
etkinin vasıtaları durumunda oldukları için kutsal metinler yazılı
aktarılmıştırlar
.
Burada kast edilen yazılı aktarım ise sadece “kitabî” bir bilgi elde etmek
amacıyla yazılanları okumanın ve aktarmanın hakîkate ulaşmada hiçbir faydasının
olmadığıdır .
Gerçek bilgiye
ulaşmak için çalışan fakat birinci veya ikinci aşamayı aşamayan bir insanın
hiçbir şey kazanamadığını söylemekte yanlıştır. Bilgi insanın bir anlık
değişiminden daha fazla şeyi ifade eder. Hangi aşamada olunursa olunsun
metafizik bilgi tam olarak elde edilmese de her zaman ve her yerde imkân
dâhilindedir .
2.4.
Rene Guenon’a Göre Bilginin Değeri ve
Güvenilirliği
İnsanın, herhangi
bir alanın bilgisine sahip olmaması o alana karşı kaygıyla bakmasına neden
oluşturmaktadır. Böyle bir alanla ilgili bilgisi artan insanın, bu alanla
ilgili kaygıları da azalmaktadır. İnsanın, farklı alanların bilgisine
yönelmesi, bu alanlarla ilgili bilgi alanını genişletecektir. Buna bağlı olarak
da kendisine kaygı vererek huzursuz eden alanlarla ilgili bilgisi artacak ve bu
alanları daha yakından tanıması kolaylaşacaktır.
İnsanın, bilgi
kaynaklarını belirli bir alanla sınırlandırması ve duyularının dışında bilgi
kaynağı kabul etmemesi, evreni ve kendisinin evrendeki konumunu anlamasına
engel olacaktır. Oysa insan yaşadığı çevreyi tanımak ve anlamlandırmak ister.
Bu insanda doğuştan gelen bir özelliktir. Kendisinde var olan bu özellik sayesinde
varlıkların varoluş amacı üzerinde düşünen insan, aşkın alanın bilgisine
ulaşmak ister.
Modern düşünce,
insanın bu özelliğini göz ardı ederek, sadece fiziki alana ait bilgileri
güveniler ve doğru kabul etmiştir. Aşkın alanla irtibat kurma yeteneği olan
insan, fiziki alana mahkûm edilerek bunalıma sürüklenmiştir. Gerçek bilgi
kaynaklarından mahrum bırakılan insanın sorunlar artmış ve insan asli
kimliğinden uzaklaşmıştır. Yapısı gereği merak duygusuna sahip olan insanın bu
duygusu, onu bilgi elde etmeye yöneltir. İnsan, sadece maddi unsurlardan oluşan
bir varlık olmadığı için, maddi alanın dışındaki alanlara da ilgi duyan ve bu
alanları merak eden bir yapıya sahiptir. Bundan dolayı, Bu ilgi ve merakını
karşılayacak manevî etkilere de açıktır.
İnsan yapısı göz
önüne alındığı zaman, kendisine etki eden maddi ve manevî alanların kesin
olarak bir birinden ayrı olarak düşünülmemesi gerekir. Bu yüzden fiziki
alandaki bir olay veya bir nesne, manevî etkinin unsuru olabilmektedir.
Gelenekselci düşünürler, maddi ve manevî ayrımı yapmadığı için, fiziki alanda
oluşan manevî etkinin, metafizik alanı kavramaya yardımcı olabileceğine
inanırlar. Bu kavrama düzeyi, fiziki alanın bilgisi açıklanırken kullanılan
mantık kuralları ile tam olarak anlatılamazsa da, metafiziğin kendi mantığı
içerisinde açıklanabilir.
Rene Guenon,
geleneksel ve inisiyatik bir bakışa sahip olduğu için kendisinin salt bir
mantıkçı olarak düşünülmesini bu yüzden istemez. O mantık ve diyalektiğin
zâhirî özelliklerini kullanarak, metafiziğin mantığından da hareket ederek,
metafizik bilginin mümkün olduğunu anlatmaya çalışmıştır . Metafiziği
anlatırken, Batı düşüncesine sahip insanların anlamalarını kolaylaştıracak
sembolik bir dil kullanmıştır. Böylece metafizik bilginin mümkün olduğunu
ortaya koymaya çalışmıştır. Modern düşüncenin insan aklına verdiği aşırı önem
Guenon’u rahatsız etmekle birlikte, aklın fiziki âlemin içerisinde kalan
bilgileri öğrenmek için gerekli olduğunu kabul etmiştir. Çünkü duyusal alanla
ilgili bilgiler akıl sayesinde anlaşılabilirler. Aklın fiziki alanla ilgili
bilgi elde etmedeki rolü inkâr edilemez. Fakat aklı her şeyin üstünde görerek başka hiçbir bilgi kaynağı kabul etmemek
yanlıştır. Çünkü âlem sadece beşeri özellikler için mümkün olan ve insan
tarafından külli olarak anlaşılabilen bir alan olarak düşünülemez. Ancak
beşer-üstü alanın bilgisine sahip olma yeteneği olan insan için külli bilgiye
ulaşmak mümkündür. Bu bilgi ise gerçek bilgidir.
“Gerçek olan ile
mümkün olan” birbirinden ayrı değildir. Mümkün olan, her şeyi kendi içinde
barındıran olarak görülmüştür. Mümkün böylece gerçek olarak kabul edilir.
Metafizik, gerçek ve mümkün ayrımını kabul etmez. Bu yüzden metafizik açıdan
imkânsızlık diye bir şeyden söz edilemez. Fiziki alanın dışındaki imkânlar
mevcuttur ve her zaman zuhur etmeleri söz konusudur .
Dünya fiziki bir
mekândır. Mekân olmasından dolayı, mekânsal olan nesnelerle açıklanmaya
çalışılır. İnsanın düşünceleri de bu mekânda gerçekleşir fakat gösterilemez
özelliktedirler. Herhangi bir mekânla açıklanamayan fakat varlığı bilinen
düşüncelerin, fiziki bir mekânda gösterilemiyor olmaları, bu düşüncelerin var
olmadıklarını göstermez. İnsan için, düşüncelerin öneminin büyüklüğü de
tartışılmamıştır. Dolayısıyla insanüstü olan alandan gelen ve fakat bir mekân
tayin edilemeyen bilginin güvenilirliğinin kabul edilmemesi yanlıştır.
Yapılması gereken bu bilgilerin red edilmesi yerine anlaşılmaya çalışılmasıdır .
Guenon, metafizik
bilginin bir zihin jimnastiği veya psikolojik bir deneyim olarak görülmesine
karşıdır. Ona göre metafizik bilgi, duyularla anlaşılan matematiksel bilginin
kesinliğinden daha kesin bir durum ifade eder . Bu bilgi,
insanların kendi isteklerine göre değiştirebilecekleri bir nitelikte olmaması
ve sahih bir silsile ile gelmiş olmasından dolayı doğruluğundan şüphe
edilmemiştir.
Sahih bir silsile
ile gelmeyen bilgilerin başlangıçta insanları etkilediği görülse de, zamanla
etkileri yok olmuştur. Bu silsileyi ancak inisiyatik teşkilatlar
kurabilmişlerdir. İnisiyatik teşkilatlar, mutlak anlamda bireysel çalışmalarla
oluşturulabilir bir nitelikte olmadıkları için, mutlaka insan dışı ve aşkın bir
özelliğe sahip olmaları gereklidir
.
Bireysel çalışmalarla ancak duyusal alanın bilgileri oluşturulabilir. Duyularla
elde edilen bilgiler eğer bir amaç olarak kabul edilmiş olsalardı, değerlerinin
de farklı olması gerekirdi. Fakat buna rağmen yine de metafizik bilginin yerine
alamazlardı.
Hakîkatin bilgisi,
bir silsile ile peygamberlere kadar ulaşır. Peygamberler, kendilerine vahiy
yoluyla gelen hakîkat bilgisini pratik hayata yansıtarak, muhatap oldukları
kitlelere aktarmayı başarmışlardır. Peygamberlere gönderilen dinler, gerçek
hakîkatin formalarıdırlar. Peygamberlere gönderilen dinlerin farklı olması veya
insanlara hakîkati aktarmak için farklı yöntemler kullanmış olmaları, onların
anlattıkları ve aktardıklarıyla hakikatin özünü değiştirdikleri anlamına
gelmez. Çünkü bütün peygamberler aynı hakikati aktarmışlardır. Bilgi,
peygamberlerin aktardığı ve sahih bir silsile ile gelen hakîkat bilgisine
uygunluğu ölçüsünde güvenilir kabul edilmiştir. Bu açıdan peygamberlere kadar
dayanan, düzenli ve güvenilir bir silsile ile gelen bilgi güvenilir olarak
kabul edilmiştir
.
Düzenli bir silsile ile gelmeyen ve bu şekilde aktarılmayan bilgi yanıltıcı
olarak kabul edilmiştir
.
Bütün peygamberlerin hakîkatin bilgisine sahip oldukları bilindiğine göre,
onlara dayandırılan bütün gelenekler de aynı hakîkati öğretmişlerdir. Din dışı
bilgilerde de bir intikal söz konusu olabilir. Ancak geleneksel düşüncede
kutsal olanla din dışı ayrımı yoktur. Kutsala dayanmayan ve din dışı bir
bilginin varlığı kabul edilmemiştir. Fakat din dışı bir bakışın varlığı kabul
edilmiş ve bu bakışın bir bozulma sonucu olduğu vurgulanmıştır .
Peygamberlere vahiy
yoluyla gelen sahih bir silsile ile gelen hakîkat bilgisi aşkın alana ait bir
bilgidir. İnsanın bu bilgiyle buluşturulması gerekir. Aşkın olan alandan,
insana doğru inen bir “şakulî” intikal olduğu gibi “insanlığın art arda gelen
durumları ve durakları içinde gözüken “ufkî” bir intikalden” söz edilir. Şakulî
intikalde, zamansal bir durum söz konusu değildir. Ufkî intikal ise “kronolojik
bir art arda geliş içermektedir.” Yukarıdan aşağı olan şakulî intikal eğer
aşağıdan yukarı olursa, insanın ilkelere bilinçli bir şekilde katılması söz
konusudur. İlkeler aşkın alana ait oldukları için değişmez oldukları kabul
edilir. Böylece ilkeler bir süreklilik gösterir. İlkeler mümkün alanı
kapsarlar. Bu yüzden ilkelere bağlı olan her şey, bu bağlılıkla, mümkün alanda
belli bir mertebeye ulaşmış olurlar. Fakat ilkelere bağlılık söz konusu
değilse, insan, mümkün olan alanın değil, zuhur etmiş alanın sınırları
içerisinde kalır
.
İlkelere bağlı
olmak, ilkelerin künhüne vakıf olmak anlamına gelmez. Bireyler hangi derecede
ve halde olurlarsa olsunlar, onlar için ilkelerin künhüne vakıf olmak söz
konusu değildir. Bireyler ancak hakîkatin bilgisinin öğretilerine sahip
olabilirler. Öğretilerin yanılmaz olarak kabul edilmesi ise hakîkatin ifade
etme derecelerine bağlıdır. Bu yönüyle öğretiler beşer üstü nitelikte kabul
edilirler. Bireylerin yanılması her zaman mümkündür. Bu yanılma ise hakîkatin
bireylerden bağımsız olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü hakîkat, beşeri
müdahalenin dışındadır. “Hakîkat, insana zorunlu olarak gerekli kılınır, ama bu
fiziksel bir zorlama olarak dışarıdan yapılmaz.” İnsan hakîkati tanıdığı zaman
onu kabul etmiş olur. “Her gerçek bilgi, öz olarak gerçekten mevcut olduğu
ölçüde, bilenle bilinenin bir olması, özdeşleşmesidir” .
Rene Guenon’a göre,
manevî alanda gerçekleşen bu bilgi, kesinlik içerdiği için insanı her türlü
tehlikeden korur. Bu alanda zıtlıkların herhangi bir anlamı kalmaz. İnsan
yaşadığı olumsuzlukların gerçekte bir anlamının olmadığının farkına varır. Bu
bilgi belirsiz ve hayal ürünü olmadığı gibi, “öznel ve ideal” olarak
değerlendirilebilecek olan şeyleri de ifade etmez . Hakîkatin
bilgisini elde etmek için kullanılan yöntemlerin ve yolların farklı olması,
hakîkati değiştirmez
.
Yeteneği ölçüsünde en üst noktaya ulaşan insan, “koşulsuz, mutlak ve süreklilik
haline, mümkün varlık sınırlarının ötesine” ulaşmış olur .
İntikalin söz
konusu olduğu yerde manevî bir merkezin var olması gerekir. Çünkü bütün
intikaller, bu manevî merkezden beslenirler. Geleneksel düşüncede, bu manevî
merkez tek ve değişmez olarak görülmüştür. Manevî merkez olarak kabul edilen diğer
merkezler de bu merkeze bağlıdırlar. Manevî etkinin intikali için insanlığın
başlangıcından beri böyle bir manevî merkeze bağlanmak zorunlu kabul
edilmiştir. Ancak bu bağlanma sürekli aynı şuurlulukta olmayabilir .
İnsanın, gerçek
manevî etki yerine kendisini yanıltacak, bir takım güçlere sahip insanların
etkisine inanması mümkündür. Fakat manevî gelişme yolunda olan insanın, elde
ettiği saf bilgi sayesinde böyle bir hataya düşmeyeceği kabul edilmiştir . Yanılmazlık,
bilgiye veya bilgiye bağlı olan varlığa tam bir bağlılık olduğu zaman söz
konusudur. Bağlı olunan varlık ise, herhangi bir şekilde şahıs olarak
değerlendirilmemiştir. Sadece hakîkatin o varlıktaki haliyle tecelli eden
kısmıyla özdeş olmuş bir varlık olarak düşünülmüştür . Bundan dolayı yanılmazlık,
varlığın kendisiyle ilgilidir. Bu yüzden hakîkatin öğretileriyle ilgili
yanılmazlık sınırsız kabul edilmemiştir .
Tecrübi ilimler
Doğu’da geleneksel bir temele dayanır ve metafizik ile ilmî bilgi birbirinden
ayrı düşünülmez. Bu bilgiler bir birinden ayrı düşünülmüş olsalardı bilginin
bir önemi kalmazdı. Gelenekselci düşünceye göre bilgiyi önemli kılan bu
bilginin kendi içindeki mantıklı tutarlılığı değil, gerçeğe bağlı bir
tutarlılık göstermesidir. Ancak bu şekildeki bir bilgi insana zarar vermez.
Çünkü sadece duyusal alana dayalı bilgi, insanın kendi çıkarı için bir mantığa
büründürülebilir. Hakîkatin bilgisi ise insanın kendi menfaatine göre
şekillenmez.
Hakîkatin bilgisini
elde etmek için “ saf” olmak gerekir. Yani insanın kendi özüne dönmesi gerekir.
Bu öze dönüş ise metafizik bilgiye yönelme ile mümkündür. Bu durum insan için
“bilim ve felsefenin dış bilgilerinden” daha önemlidir. Modern düşüncenin bilgi
alanından farklı bilgiler içeren metafizik alandan insanları mahrum etmemek
gerekir.
Modern Batı
düşüncesinde olaylar, herhangi bir ilkeye bağlı olmayan, ampirik ve analitik
bir şekilde incelenmiştir. Böylece bilgi, anlamsızlaştırılarak sürekli
varsayımlar oluşturulmuştur. Bu düşüncenin pratik alanla ilgili olan teknolojik
başarısı insanın gözünü perdelemiştir. Böylece insan hayatını kolaylaştırdığı
düşünülen teknolojinin sınır tanımayan tutumunun, insana verdiği zararlar
dikkate alınmamıştır.
Rene Guenon,
bilgiye farklı bakışıyla insanın içinde olduğu açmazlara dikkat çekmek
istemiştir. Fransa’da doğmuş ve entelektüel kişiliğinin temellerini Batı’da
almış olan Guenon, Batı düşünce sisteminin insanlarda oluşturduğu
olumsuzlukları yakından gözlemleme imkânı bulmuştur. Bu yüzden eleştirilerini
sağlıklı temellere oturtmayı başarmış ve düşüncelerini ortaya koyarken endişeli
bir yaklaşım sergilememiştir.
Kuşkusuz onun
ortaya koymuş olduğu düşünceler de eleştirilmiştir. O, bu eleştirileri
görmezlikten gelmemiş ve kendi fikirlerini temellendirerek cevap vermiştir. Bu
noktada eleştirilerden çekinmemiş, aksine onları kendi düşüncelerini aktarmak
için fırsat bilmiştir. Şu an yaşadığımız dünyada iki önemli düşünce sisteminin
varlığından bahsedilebilir. Birincisi bütün unsurlarıyla hâkim durumda olan ve
modernizm sonrası oluşturulan Batı düşüncesi. Metafizik karakterden yoksun ve
hakîkaten uzak bir yapıya sahiptir. İkincisi ise metafizik karakterini az da
olsa barındıran ve varlığını devam ettirmekle birlikte etkisini kaybetmiş olan
Doğu düşüncesi. Aslında Doğu ve Batı diye bir ayrım yapmak, metafizik geçmiş
açısından çok doğru olmamakla birlikte, Batı düşüncesinden kast edilen modern
dönem düşüncesi olduğu için bu ayrımı yapmak zorunlu olmaktadır.
Batı düşüncesinden
kast edilen şey, bir bütün olarak Batı düşüncenin tarihsel seyri ve felsefî
içeriği değil, özellikle aydınlanma ile başlayan ve metafizik bir karakter
taşımayan düşüncedir. Bu yüzden insana vereceği gerçek bir kurtuluş reçetesi
yoktur. Doğu düşüncesi ise, etkin olmamakla birlikte, asli özelliğini hâlâ
korumakta ve ortaya çıkacağı anı beklemektedir. Ancak bu ortaya çıkış
kendiliğinden olmayacaktır. İnsanı ona yöneltecek düşünsel dinamizlere ve
ebediyetle bağını koparmamış öğretilere ihtiyaç vardır. Gelenekselci ekolün en
önemli düşünürü Rene Guenon, entelektüel kişiliği ve ortaya koyduğu eserlerle
bunu yapmaya çalışmıştır.
Modern düşüncenin
varlık anlayışı, fizik alandaki nesnelerle sınırlıdır. Oysa düşünce tarihi
dikkate alındığında, fiziki varlığın dışında ve varlığa gerçek anlamını
kazandıran bir “ilk’in” varlığı inkâr edilemez. Bu bakış açısına göre varlık,
sadece duyusal alana indirgenecek kadar basit bir özelliği sahip değildir. Onun
tezahür eden ve tezahür etmeyen yönleri vardır. Tezahür eden yönü fiziki alanı
oluşturur. Varlığa asıl karakterini kazandıran ise tezahür etmeyen yönüdür.
Varlık, öz itibariyle değişmez bir nitelikte olduğu için tezahür edenlerin
çokluğu onu etkilemez. Bu yüzden temel ilke konumundadır.
Modern düşünce,
varlığın sadece tezahür eden yönüyle ilgilenmiştir. Varlığın tezahür etmeyen
yönü ise gerçek olarak kabul edilmemiştir. Böylece insan duyusal alanına giren
nesnelerin varlığının ilkelerini düşünme ihtiyacı hissetmemiştir. İnsanın
varlığa, duyusal alanın dışında anlam yüklenmemesi varlığı değersizleştirirken
insanın kendisinin de değersizleştirmiştir.
Batı düşünce sisteminin
etkisinde yaşayan insan, varlık hakkında yeteri kadar bilgiye sahip değildir.
Tam ve mükemmel bir bilgiyi elde edememenin verdiği rahatsızlığı gidermek
isteyen insanların bazıları ise zaman zaman kendisini dinsel bir alanın
içerisinde görme ihtiyacı hissetmiştir. Bu yüzden bazı dinsel deneyimler
yaşamışlardır.
Ancak bu dinsel deneyimler de fiziki alana ait bilgilerle açıklanmaya
çalışılmış ve insanın bilgiye ulaşma çabası fiziki alanla sınırlı kalmıştır.
Böylece doğrudan metafizik alanla ilgili olan dini alanın bilgisi de,
kutsallıktan ayrı kabul edilen nesnelerden ayrılmıştır. Oysa eşyanın
hakîkatinin bilgisine ulaşmak isteyen bir insanın, nesneleri kutsal olandan
ayırmak gibi bir zihin yapısına sahip olması yanlıştır.
Sonuç olarak, Rene
Guenon, eşyanın hakîkatine, metafizik bilgiyle ulaşılabileceğini, nesnelerin
metafizikten ayrı düşünülemeyeceğini ve hakîkatîn bilginin de herkes tarafından
elde edilemeyeceğini belirtir. Hakîkat bilgisinin tam anlamıyla kavranmasını
mümkün görmemekle birlikte öğretilerle böyle bir bilginin varlığını anlamayı
mümkün görür. Böyle bir bilgiyi mümkün gören insana, varlık alanını anlamlı
hale getirir. Modern düşünce yapısındaki insanın en önemli sorunu varlığı
anlamlandırırken metafizik öğretilere başvurmamasıdır.
Hakîkatin bilgisi
Allah tarafından Hz. Adem’e verilmiş ve bütün peygamberler bu bilgiyi
aktarmışlardır. Peygamberler bu bilgileri muhatap oldukları insanlara öğretiler
şeklinde aktarmışlardır. Dolayısıyla bu bilginin sahih bir geleneksel silsile
ile aktarımı söz konusudur. Sahih bir silsile ile peygamberlere kadar
dayandırılan bu bilginin kaynağı ise vahiydir. Peygamberlerden sonraki aktarımı
ise, ancak insanların onu anlayacak yetenekte olanlarına, öğretiler sayesinde
yapılabilir. Öğretiler gerçekliğini hakîkate dayalı olmalarından alırlar. Bu
bilgi, aleni bir bilgi değildir.
Metafizik bilgi
anlatılırken kuşkusuz duyusal alanın verilerinden de faydalanılabilir. Ancak bu
veriler, karakter olarak hakîkatin bilgisini tam olarak anlatmaya yeterli
değillerdir. Bu yüzden duyusal verilere dayanarak gerçeğe yönelmek ve
metafizikle ilgili kuşkucu bir yaklaşım sergilemek doğru değildir.
KAYNAKLAR
Andruzac, C.
(2005). Metfizik Temaşa ve Mistik Deneyim- Rene Guenon-. Lütfi Fevzi, T.
(Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Atatürk Kültür, Dil
ve Tarih Yüksek Kurumu (1998). “Gelenek”, Türkçe Sözlük. Türk Dil Kurumu
Yayınları, c. I. 9. Baskı, Ankara
Aydeniz, H. (2011).
“Dinî Semboller, Sembolün Anlam Kaybı ve Etkilerine Gelenekselci Bir Yaklaşım
(Rene Guenon Örneği)”. EKEV Akademi Dergisi. 48: 75-79.
Aydın, Mehmet S.
(2000). “Gazalli’nin ‘Kurb’ Nazariyesinde Allah’ın Sıfatları’nın Anlam ve
Önemi”, İslâm Felsefesi Yazıları içinde, Ufuk Kitapları Yayınları,
İstanbul
Baç, M. (2007).
“Epistemoloji”, Felsefe Ansiklopedisi c.V. (Ed. Ahmet Cevizci). EBabil
Yayınları, İstanbul
Bergson, H.,
Marcel, G. ve Guenon, R. (1999). Metafizik Nedir?. Ahmet, A. ve Mustafa,
T. (Çev.), Birey Yayınları, İstanbul
Cevizci, A. (1999). “Bilgi”, Felsefe Sözlüğü, Paradigma
Yayınları, İstanbul
Cevizci, A. (2010). Bilgi Felsefesi,. Say Yayınları,
İstanbul
Coomaraswamy,
Ananda K., Guenon, R. ve Dasgupta, S. (2012). Doğu Bilgeliği Kılavuz Kitap.
Ahmet, A. (Çev.), Say Yayınları, İstanbul
Davutoğlu, A.
(1996). “İslâm Düşüncesinde Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ve Yeniden
Yorumlanması”. Divan Dergisi, 1: 1-44
Descartes, (1989). Metod
Üzerine Konuşma. Mehmet Karasan (Çev.), MEB Yayınları, Ankara
Emre, A. “Martin Lings ile Gelenek-Din Tartışması”. Yeni Şafak.
( 21 Mayıs 1996).
Evkuran, M. (2006).
“Rene Guenon Düşüncesinde Temel Konu ve Kavramlar.” Bilimname dergisi X,
1: 93-115
Fârâbî. (1992). et-Ta’likat, el-A’malu’l Felsefiyye. (Thk.
Cafer Ali Yasin), Beyrut
Fârâbî. (2009). Kitabü’l Burhân. Ömer T. ve Mahir A.
(Çev.), İz Yayıncılık, İstanbul
Fazlıoğlu, İ. (2006). “İnsan Bir Gelenektir”. Dergâh, Edebiyat
Sanat Kültür Dergisi, 195: 19-20.
Gazzali. (1964). Mişkatü’l-Envar, (Neşr. E. Âlâ el-Afifi),
Kahire
Goodman, Lenn E. (2006). İslâm Hümanizmi, Ahmet A. (Çev.),
İletişim Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (1989). İslam Maneviyatı ve Taoculuğu Toplubakış.
Mahmut, K. (Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (1990). Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri.
Mahmut, K. (Çev.), İz Yayıncılık, İstanbul
Guenon, R. (1991). Doğu
ve Batı. Fahrettin, A. (Çev.), Ağaç Yayıncılık, İstanbul
Guenon, R. (1992). Maddî
İktidar Ruhanî Otorite. Birsel, U. (Çev.), Ağaç
Yayıncılık, İstanbul
Guenon, R. (1996). Ruhçu Yanılgı. Lütfi Fevzi, T. (Çev.),
İz Yayıncılık, İstanbul
Guenon, R. (1997). Doğu Düşüncesi. Lütfi Fevzi, T. (Çev.),
İz Yayıncılık, İstanbul
Guenon, R. (1997). Geleneksel Formlar ve Kozmik Devirler.
Lütfi Fevzi, T. (Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (1997). Manevî İlimlere Giriş. Lütfi Fevzi, T.
(Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (1999). Modern Dünyanın Bunalımı. Mahmut, K.
(Çev.), Verka Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (2000). Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar.
Fevzi, T. (Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (2001). Dante ve Ortaçağ’da Dinî Sembolizm. İsmail,
T. (Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (2001). Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi.
Fevzi, T. (Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (2002). Vedanta’ya Göre İnsan ve Halleri Hint
Felsefesinde Kâmil İnsan. Atilla, A. (Çev.), Gelenek Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (2005). Hristiyan Mistik Düşüncesi. İsmail, T.
(Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (2010). İnisiyasyona Toplu Bakışlar I-II.
Mahmut, K. (Çev.), Hece Yayınları, Ankara.
Guenon, R. (2012). Büyük Üçlü. Veysel, S. (Çev.), İz
Yayıncılık, İstanbul
Guenon, R. (2013). Varlığın Mertebeleri. Vildan, Y. (Çev.),
Etkileşim Yayınları, İstanbul
Guenon, R. (2014). Âlemin
Hükümdarı Dinlerde Merkez Sembolizmi. İsmail, T. (Çev.), İnsan Yayınları,
İstanbul
Gürer, D.
“Gelenekselci Ekol’ün ‘Dinlerin Aşkın Birliği’ Anlayışı”, Türk-İslâm
Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, 2006/1: 129-134.
Hartmann, N.
(2005). Ontolojede Yeni Yollar. Lütfi, Y. (Çev.), İlya İzmir Yayınevi,
İzmir
İbni Sina. (2005). Kitabu’ş-Şifa
Metafizik 2. Ekrem, D. ve Ömer, T. (Çev.), Litera Yayıncılık, İstanbul
Kalın, İ. “Dünya
Görüşü, Varlık Tasavvuru ve Düzen Fikri: Medeniyet Kavramına Giriş” Divan
Dergisi, 2010/2 29: 1-61.
Kanık, M. Rene
Guenon ‘un, İslâm Maneviyatı ve Taoculuğu Toplubakış, adlı eserinin
tercümesi içinde yazdığı “Rene Guenon hayatı ve eserleri”.
Kaya, M. (2009).
“Sudûr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.37. Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul
Koltaş, N. (2009). Batıdaki
Gelenekselci Ekolün Kelami Konulara Yaklaşımı-Rene Guenon ve Frithjof Schuon
Örneği, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya
Kuşpınar, B.
(1995). İbn Sina’da Bilgi Teorisi, MEB Yayınları İstanbul
Laroui, A. (1993). Tarihselcilik
ve Gelenek. Hasan, B. (Çev.), Vadi Yayınları, Ankara
Nasr, Seyyid H.
(1987). Modern Dünyada Geleneksel İslâm. Savaş Şafak, B. ve Hüsamettin,
A. (Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Nasr, Seyyid H.
(1999). Bilgi ve Kutsal. Yusuf Y. (Çev.), İnsan Yayınları, İstanbul
Nortbourne, L.
(1995). Modern Dünyada Din. Şahabeddin, Y. (Çev.), İnsan Yayınları,
İstanbul
Peker, H. (2011). İbn
Sina’nın Epistemolojisi, Emin Yayınları, Bursa
Rosenthal, F.
(2004). Bilginin Zaferi/İslam Düşüncesinde Bilgi Kavramı. Lami G. (Çev.), Ufuk
Yayınları, İstanbul
Schoun, F. (1996). İslâm’ın
Metafizik Boyutları, Mahmut, K. (Çev.), İz Yayıncılık, İstanbul
Schuon, F. (1996). İslâm’ı
Anlamak. Mahmut, K. (Çev.), İz Yayıncılık, İstanbul
Schuon, F. (1998). İslâm
ve Ezelî Hikmet. Şahabeddin, Y. (Çev.), İz Yayıncılık, İstanbul
Shils, E. (2002).
“Gelenek”. İnsan Bilimlerine Prolegomena içinde. Hüsamettin, A. (Der.
Çev.), Paradigma Yayınları, İstanbul,
Tahralı, M. (1988). “Abdülvâhid Yahyâ”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, c. 1. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul
Taylan, N. (1992). “Bilgi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, c. 6. Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul
Topaloğlu, B. (1996). Kelâm İlmi Giriş, Damla
Yayınları, İstanbul
Yılmaz H. (2003). Ezeli Hikmet ve Dinler. İnsan Yayınları,
İstanbul