BÜTÜNLE UYUM
İÇİNDE YARDIM ETMEK
Bu
bölüm, vicdani içgörülerim, kader bağları ve ruhtaki ruh ve akıl hareketlerine
uygun olan yardım uygulamasına dönüktür. Burada yardım etmekle ilgili
deneyimlerimi anlatacağım ve farklı durumlarda nasıl davranacağımızı
söyleyeceğim. Yardım için uygulanan çalışmanın adı “Hellinger sciencia”dır.
Amaç,
ayrıntıları benzer durumlarda tekrarlamak amacıyla hatırlamak değildir, işin
doğrusu bu zor olurdu çünkü bu deneyimlerin yoğunluğu ayrıntılarla kavranamaz.
Ben size bu bölümü, yaşama dair ilgi çekici bir hikâyeler koleksiyonu olarak
okumanızı ve ayrıntıları hatırlayamama konusuna da takılmamanızı öneriyorum.
Bu şekilde deneyimleri anlar ve gitgide onların bir parçası olursunuz. Benzer
durumlarla karşılaştığınızda birden içinizden neyin önemli olduğunu
kavrayabilir ve durumu kendi içgörünüzle izleyebilirsiniz.
Bu
hikâyeler, farklı birçok seminerde yardım etme örneklerinden oluşmuştur.
Gerçek yaşamda ortaya çıkmış durumlara çok yakındır. Hepsi de gerçek olaylardan
öğrendiklerimizi yansıtıyor. Bu özel ruhani alanın armonisini her bir hikâyede
hissetmeniz mümkündür.
Ölüm
ve yaşam kimin elindedir? Bir yardımcının mı elindedir? Eğer insanlar, bir
başkasının kaderi kendi ellerindeymiş gibi davranırlarsa Tann’ya eş koşmuş,
onun işine karışmış olurlar; bu yüzden ölüm ve yaşamla ilgili meselelerde
sınırlarımızı bilmeliyiz.
O
zaman hiç mi yardım etmeyeceğiz? Elbette edeceğiz ama sadece insanların ölümü
ve yaşamına karar veren daha büyük güçlerle uyum içindeysek yardım edebiliriz.
Bu güçler nelerdir?
Bir
kere, hepimizin ailelerimizden ve geçmişimizden aldığı bir kaderi var. Her
birimiz bir annenin, babanın ve atalarımızın çocuklarıyız. Bizlerin de onların
da yaşamlarını etkileyen bir hayli şey yaşandı ve bunların
bir kısmı bizim kaderimiz hâline geldi. Örneğin, ailemizde suç işlenmişse ya da
aileden bazıları dışlanmış ya da unutulmuşsa sonuçları sonraki kuşaktan
gelenlerin kaderi olur. Bu silinme ve unutma, hayattaki aile üyeleri için
güçlü bir varlık hâline gelir. Bu olaylar günümüze kadar etkilerini sürdürür
ve kaderimizin bir parçası olurlar. Yani insanlara yardım ettiğimizde onların
kaderlerine saygı duymalı, kaderleri ve bu kaderin oluşumuna neden olan olaylar
ile bağ kurmalıyız.
Uygulama
boyutunda bunun anlamı nedir? Öncelikle, insanlara yardım ettiğimizde nasıl
insanlar olduklarına ve haklarında söylenenlere aldırış etmeden kalbimizden
saygı ve sevgi duymalıyız. Danışanlar anne ve babalarından şikâyet elliklerinde
dolaylı olarak kaderlerinden de şikâyel elmiş olurlar. Aslında Tanrı’dan (ya
da bu kavramın bizim için ifade elliği şeyden) şikâyel ediyorlardır.
Yardım
mesleğindeki birçok insanın tulum, yöntem ve ortaya koydukları körlük derecelerini
gözlemlediğimizde bunları, insanlara hem kendi açımızdan hem de danışanlar
açısından güvenli bir yardım biçimine dönüşlürebihnek için, derin bir değişim
geçirmemiz gerektiğini hissederiz.
Güvenli
bir şekilde nasıl yardım ederiz? İnsanlar anne babaları hakkında ne söylerse
söylesin, ben bir yardımcı olarak onlara derin bir saygı ve sevgiyle bakarım.
Ardından danışanların atalarına ve bu ailede kadere etki eden olaylara bakarım
ve hepsinin önünde eğilirim. Böylece bu kaderlerle ve geçmişle, oradaki büyük
ruhla uyum içinde bir bag kurarım. Hepsiyle uyum hâlinde olduğum zaman bu âlem
bana, bir şey yapıp yapamayacağımı gösteren, yapabileceğim bir şey varsa da
bunun ne olduğunu belirten bir işaret gönderebilir. Ortaya çıkan şey, nelerden
uzak durmam, nelere çok dikkat etmem gerektiği ya da diğer kişiye neyi
hissettiğimi söyleyebilip söyleyemeyeceğimle ilgili olabilir.
Başkalarına
gelişmeleri için yardım etme
Yardım
etme, ilerisi için büyüme ve içsel gelişim ile ilgilidir. Büyüme sürecindeki
bir şeyi nasıl destekleriz?
Bu
bölümde, her gün karşılaştığımız kişiler arası durumlardaki yardımı değil,
uzmanca yardım yöntemlerini ele almaktayız.
Yardım
etme ne anlama geliyor?
İnsanlar
her açıdan başkalarının yardımına bağımlıdır. Potansiyelimizi geliştirmenin
tek yolu budur. Yardım almaya olduğu kadar, başkalarına yardım etmeye de
ihtiyaç duyarız. Bize ihtiyaç duyulmadığında insanlara yardım edemediğimizde
yalnız kalır ve köreliriz. Yani yardımımız sadece başkalarına değil, kendimize
de fayda sağlar.
Yardım,
ortaklıkta olduğu gibi genelde karşılıklıdır ve denge ihtiyacı sayesinde işler,
istediğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz şeyi aldığımızda alma ve verme dengesini
yeniden kurmak için, biz de bir şey vermek isteriz.
Çoğu
zaman bu denge kısmen, bize bir şey veren kişiye başka bir şeyi geri vererek
kurulur. Örneğin, anne babalarımızın bize verdiği, onlara geri
verebileceğimizden çok daha fazladır. Yani büyük ölçüde onların bize
verdiklerini kabul ederek ve minnettarlık duyarak biz de onlara geri vermiş
oluruz. Buradaki denge, aldığımızı başkalarına, örneğin çocuklarımıza ya da
başkalarına geri vererek sağlanmış olur.
Alma
ve verme iki düzeyde gerçekleşir. Denkler arasında alışveriş eşit düzeyde
kalır ve karşılıklılık gerektirir. Anne babalar ve çocuklar arasında ya da daha
iyi olanakları olan kişiler ile daha az olanakları olan insanlar arasında bir
fark vardır. İkinci durumda alma ve verme, aşağı doğru akan ve içine aldığı
her şeyi başkalarına sürükleyen bir nehir gibidir. Bu alıp verme çok daha
büyüktür, aynı zamanda da geleceğe dönük bir yatırımdır. Bu şekilde vermek,
nehrin suyunu artırır. Veren kişi artan, güçlü bir akışın içindedir.
Bu
yardımımızın uzun vadede başarılı olması için, önce bizim almış olmamız
gerekir. Ancak o zaman başkalarına yardım etme ihtiyacım ve kuvvetini
hissederiz. Başarıya ulaşmanın bir diğer şartı ise vermeyi istediğimiz
şeylerin, karşımızdaki kişilerin gerçeklen ihtiyaç duyup istediği şeyler
olmasıdır. Aksi takdirde boşuna yardım etmiş ve o akışın içinde yer almamış
oluruz. O zaman bu akış, kişileri birleştireceğine ayırır.
Sadece sahip olduklarımızı verme ve ihtiyaç
duyduklarımızı alma
•
Yardım etmenin
ilk düzeni: Kişi bir başkasına sahip olduğu şeyi verir ve sadece ihtiyacı
olanı bekler ve alır.
•
Yardım etmenin
düzensizliği: Sahip olmadığınız bir şeyi vermek istemek ve ihtiyacınız olmayan
bir şeyi almak istemekle başlar. Düzensizlik, başkalarından sahip olmadıkları
ve veremeyecekleri bir şeyi islediğimizde meydana gelir. Telikleyici bir başka
dinamik ise bir kişiye vermek islediğimiz şeyin, aslında o kişiyi, kendi
üstlenmesi gereken bir sorumluluktan yoksun bırakmasıdır. Yani, alırken ve
verirken dikkat edilmesi gereken sınırlar vardır. Bu sınırların farkında olmak
ve bunlara saygı duymak, verme sanatının bir parçasıdır.
Bu
yardım mülevazıdır; beklenti, hatta acı çekme karşısında müdahaleden çekinir.
Aile konstelasyonlannda, yardımcının ya da yardım için gelen kişinin ne gibi
isteklere tahammül etliğini görebiliriz. Böylesi bir alçak gönüllülük ve
böylesine bir kısıllanma, doğru şekilde yardım etme
düşüncesiyle çelişir. Yardım etme düzenlerine saygı gösteren bir yardımcı, çoğu
zaman sert suçlamalara maruz kalır.
Yardım
etme bir yandan hayatta kalmanın, diğer yandan gelişme ve büyümenin
hizmetindedir. Hayatta kalma, gelişme ve büyüme, belirli dış ve iç koşullara
bağlıdır. Birçok dış koşul, genetik bir hastalık, belirli olayların sonuçlan,
kişisel bir suç ya da başkalarının işlediği suç gibi sabittir ve
değiştirilemez. Bu dış koşulları görmezden gelirse yardım etme başarısızlığa
mahkûmdur.
îç
koşullarda bu durum daha da büyük önem taşır. îç koşullar arasında kişisel
misyon, diğer aile üyelerinin kaderlerine kilitlenme ve vicdanın etkisiyle
bizi gerçek dışı inançlara bağlayan kör sevgiyi sayabiliriz. Bu konuların
hepsini Sevginin Düzenleri kitabımın “Bizi Hasta Eden Cennet ve İyileştiren
Dünya” bölümünde ayrıntısıyla anlattım.
Birçok
yardımcı, bir başkasının kaderini katlanılmaz bulabilir ve değiştirmek
isteyebilir. Kişi kaderini beğenmediği ya da değiştirmek istediği için değil,
yardımcı onun kaderini katlanılmaz bulduğu için değiştirmek ister. Danışan,
yardımcının kendisine yardım etmesine izin verdiği zaman, buna ihtiyacı
olduğundan değil, yardımcıya yardım etmek için isteyebilir. Böylece yardım
etme, “ahna” ve yardımı alma, “verme” hâline gelir.
•
Yardım etmenin
ikinci düzenine göre, yardım etme, koşullara saygı duyar ve sadece koşullar
izin verdiği müddetçe aktif hâle gelir. Bu şekilde yardım etme sınırlıdır ve
güçlüdür.
•
Yardım etmenin
düzensizliği, yardım arayan kişiyle birlikte koşullara bakmak yerine, onları
göz ardı etmek ve gizlemektir. Koşullara rağmen yardım etmeyi istemek,
yardımcıyı güçsüzlcştirir. Aynı zamanda yardım bekleyen kişiyi ya da yardım
edilmeye zorlanan kişiyi de güçsüzleştirir.
Yardım etmenin
ilk örneği: Anne, baba ve çocuklar
Yardım
etme ilk önce anne, baba ve çocuklar; en önce de anne ile çocuk arasındaki
ilişkide gerçekleşir. Anne ve baba verir, çocuklar alır. Anne ve baba büyüktür,
üstündür ve zengindir; çocuklar ise küçük, muhtaç ve yoksuldur. Ama çocuklar
ile anne ve babası, birbirlerine derinden bir sevgiyle bağlı okluklarından aralarındaki
alıp vermenin sınırı yoktur. Çocuklar anne ve babalarından hemen hemen her
şeyi bekleyebilirler, anne ve baba da çocuklarına neredeyse her şeyi vermeye
hazırdırlar. Bu ilişkide, çocukların beklentileri ile anne ve babanın bunlara
cevap verme istekliliği gereklidir, yani yardım etmenin düzeni gereğidir.
Örneğin,
psikoterapi ve sosyal hizmet alanındaki pek çok yardımcı, danışanlarına, anne
babaların çocuklarına yardım etliği gibi yardım etmeleri gerektiğini düşünür.
Yardım bekleyen pek çok kişi de yardımcıların kendilerine, anne babanın çocuklarına
gösterdiği özeni göstermesini bekler.
Yardımcılar
bu beklentileri yerine getirdiğinde kendilerini uzun süreli bir ilişkinin
içinde bulurlar. Bu ilişkinin sonunda yardımcılar, bu süreçte yerini aldıkları
anne babalarla aynı pozisyonda olup çıkarlar. Belli bir noktada, danışanlara
kısıtlamalar getirerek onlara aynı şekilde hayal kırıklıkları yaşatırlar.
Ardından danışanlar, yardımcılara karşı anne vc babalarına hissettikleri
duygulara benzer duygular beslemeye başlarlar. Kendilerini anne ve baba yerine
koyan ya da “daha iyi anne baba” olmayı isleyen yardımcılar, danışanlar için
bir nevi anne veya baba hâhne gelirler.
Birçok
yardımcı, çocukla anne baba arasındaki aktarım ve karşı aktarıma yakalanır. Bu
tuzak, danışanların anne babalarını ve yardımcılarını bırakmasını zorlaştırır.
Bununla
birlikle çocuk-anne baba aktarımı ilişkisi, kişisel gelişimi ve yardımcının
olgunlaşmasını geciktirir. Burada size bir örnek vereceğim:
Genç
bir adam, kendisinden yaşlı bir kadınla evlendiği zaman birçok kişi, adamın
annesinin yerini alacak bir kadın aradığını düşünür. Kadın da babasının yerini
alacak birini arıyordur. Bunun tanı tersi de olur; yaşlı bir adam kendinden
genç bir kadınla evlendiğinde, birçok insan kadının bir baba aradığım söyler.
Peki ya adanı? O da annesinin yerini tutacak birini arıyordur. Kulağa ne kadar
tuhaf gelse de daha üstün pozisyonda olan kişi, dengiyle olmayı reddeder.
Kısa
süre için yardımcının, anne vc babayı temsil etmesinin uygun düştüğü durumlar
da vardır. Buna örnek olarak çocukla anne bahası arasında erken yaşanan bir
ayrılığı gösterebiliriz. Bu yarım kalmış harekelin tamamlanması gereklidir.
Bazen de küçük bir çocuğun uzun süre hastanede kalması meselesidir; çocuk her
ne kadar annesi ve babasına özlem vc ihtiyaç duysa da onlarla birlikle
olmaması gerekir. Bir süre sonra bu özlem yerini üzüntüye, çaresizliğe vc
ölkeyc bırakır. Ardından çocuk, özlemi devam else bile kendini önce anne
babasından, sonra diğer insanlardan geri çeker. Esas hareket tekrar ele alınıp
tamamlanırsa anne ve babayla yaşanan kopukluğun etkilerinin üstesinden gelinebilir.
Bu süreçte yardımcı, eski günlerdeki anne ya da babayı temsil eder ve danışan,
zamanında anne babasıyla yarım kalmış hareketi tamamlayabilir. Çocuk-anne baba
aktarımı durumlarının aksine, burada yardımcı, gerçek anne ile babayı temsil
eder ama daha iyi bir anne baba olarak onların yerini almaya çalışmaz; bu
durumda danışanlar, yardımcılardan ayrılmak zorunda kalmaz. Yardımcılar,
danışanlarını gerçek anne babalarına doğru yönlendirirler; danışan ve yardımcı
birbirlerinden bağımsızlaşır.
Yardımcılar
gerçek anne babalarla uyum içinde olma modelini izlerlerse en başından
çocuk-anne baba aktarımım önleyebilirler. Yardımcılar danışanlarının anne
babalarına kalpten saygı duyarsa onlarla temasa geçtiklerinde, danışanlar anne
ve babalarını yardımcıların benliğinde bulur ve anne babasını daha fazla
görmezden gelemez.
Aynı
durum, çocuklarla çalışma durumunda yaşanır. Yardımcılar sadece anne ve babayı
temsil ettiği için danışanlar, yardımcıların yanında kendilerini rahat
hissedebilirler. Ama yardımcılar anne ve babanın yerini almaz.
•
Yardım etmenin
üçüncü düzeninde yardımcılar, bir yetişkin olarak yardım isteyen bir
yetişkinle bir araya gelir. Bu şekilde, anne ya da babayı oynamaları istenen
herhangi bir talebi geri çevirirler. Birçokları taralından zor bir durum
olarak değerlendirilse ya da kibir olarak görülse de daha yakından bakıldığında
çocuk-anne baba aktarımındaki yardımcı, çok daha kibirlidir.
•
Yardım etmede
düzensizlik, danışanın, bir çocuğun anne babasından
beklentilerine benzer beklentilerle gelmesine izin verildiğinde ortaya çıkar.
Ayrıca, yardımcı danışana bir çocukmuş gibi davrandığında ve danışanın
sorumluluğunu alması ve sonuçlarına katlanması gerekli bir şeyi, kendisi
yapmaya ya da çözmeye çalıştığında da meydana gelir.
Danışanın
tüm ailesini dikkate alma
Klasik
psikoterapi geleneğinde birçok yardımcı, danışanlarını soyutlanmış bireyler
olarak görür. Bu yaklaşım, çocuk-anne baba aktarımı ile sonuçlanma tehlikesini
de taşır.
Birey
ailenin bir parçasıdır. Bireyleri ailenin birer parçası olarak gördüğümüzde
danışanların neye ihtiyaç duyduğunu ve kime bir şey borçlu olduğunu anlarız.
Yardımcı, danışanı annesi, babası ve atalarıyla, belki de eşi ve çocuklarıyla
birlikte gördüğünde onu iyice tan.r. Böylece, yardımcı bu ailede kimin daha
çok saygıya ve yardıma ihtiyacı olduğunu anlayabilir. Yardımcı, danışanın bu
ailedeki önemli meseleleri daha iyi anlamak için kime dönmesi gerektiğini
bilir. Böylelikle danışan yaşamında önemli adımlar atabilir.
•
Yardım etmenin
dördüncü düzeni, yardımcının empatisinin yalnızca danışana değil tüm sisteme
karşı olmasını gerektirir. Yardımcı, danışanla kişisel bir ilişkiye girmez.
•
Yardım etmenin
düzensizliği burada, çözüm için kilit rol oynayan diğer aile üyelerini
görmezden gelme ve onlara saygı duymama olabilir. Bu aile üyeleri arasında bir
utanç, suç ya da katlanılmaz bir acıdan ötürü dışlanmış kişiler de vardır.
Yine
burada özellikle yardımcılarından çocuksu bir beklentisi olanlar tarafından
sistematik empatinin yerini soğukluğa bırakması gibi büyük bir tehlike
mevcuttur. Bir yetişkin gibi çözüm arayan ve açık yüreklilikle gelen her
yaştaki kişi, bu sistematik yaklaşımı, gücün özgürleştirici bir hâzinesi olarak
görür.
Danışanın
anne babasını hemen içimize alıp kaderlerine baktığımız zaman, onlara bambaşka
şekilde yardım edebiliriz. Danışanın dar bakış açısından uzaklaşarak daha
büyük çerçeveye bakarız, ilk olarak, danışanların anne babasına saygı
gösterir, onlara kalbimizde bir yer verir ve önlerinde eğiliriz.
Danışanlar
kaderlerinden, anne ve babalarından şikâyet etmeye başladıklarında ne yaparız?
Hiçbir şey. Anne babalarından şikâyet ettikleri zaman zaten onları kaybetmişler
demektir. Bu konuda onlara yardımcı olamayız, olmamız da gerekmez. Yine de
yapacak bir şeyler vardır.
Aile
konstelasyonları, ayrılmış olanları bir araya getirir. Bu bağlamda özellikle
anne ve babayla uzlaşmanın hizmetindedir. İnsanları kötü ve iyi olarak ikiye
ayırdığımız zaman, uzlaşma zora girer. Birçok yardımcı, vicdanın ve bu
vicdanın etrafında sıkışmış bir toplum görüşü etkisinde olduğu için
kendilerini bu ayrımları yapmak zorunda hisseder. Danışanlar, anne babaları,
yaşam koşulları ve kaderlerinden şikâyet ettiği zaman, yardımcılar danışanın
bakış açısını benimserse yardımcı, uzlaşma yerine anlaşmazlığın ve ayrılmanın
hizmetine girer. Uzlaşmayı kolaylaştırmak için danışanın şikâyet ettiği kişiye
kalbimizde bir yer açmalıyız. Bu şekilde yardımcılar ruhlarında, danışanın
geçirmesi gereken değişime hazırlanır.
•
Yardım etmenin
beşinci düzeni, karşımdaki kişi her ne kadar benden farklı olsa da, insana
duyduğum sevgidir. Bu şekilde yardımcılar kalplerini başkalarına açar. Ve bu
kişiler aynı zamanda bizlerin birer parçası olur.
•
Yardım etmenin
düzensizliği bu düzeyde, genelde yargılama, hemen ardından da ahlaki kınama
hâlini alan, başkaları hakkındaki değerlendirmelerimizdir. Gerçek yardım,
yargılamadan olur.
İyinin ve
kötünün ötesinde yardım etme
Burada
başka bir şeyi daha aklımızda tutmak gerekir. Birinin tarafmı tuttuğumuz zaman
ona yardım edemeyiz. Örneğin, birisini ailesine, patronuna, topluma ya da her
kime olursa olsun karşı tuttuğumuz zaman, o kişiye yardım edebilme yetimizden
vazgeçmiş oluruz.
İçgüdüsel
olarak taraf tuttuğumuz durumlar vardır; örneğin ensest, cinsel istismar,
tecavüz ya da saldırgan bir baba ya da eşle ilgili öyküler duyduğumuz zaman
içgüdüsel olarak kurbanın yanında ve suçlunun karşısında yer alırız. Ama bunu
yaparken sağlam bir dayanak noktasını da kaybetmiş oluruz. Herkese kendine
özgü kaderleri ve kilitlenmeleri ile eşil derecede saygı duyduğumuzda,
kişilerle yüz yüze geldiğimizde, acımayla değil de sevgiyle baktığımızda,
bütünü kabul eden bir sevgiyle baktığımızda ve onları oldukları gibi kabul
ettiğimizde yardım edebiliriz. Ancak o zaman ruhun derin hareketlen mümkün
olur ve bir zamanlar anlaşmazlık içinde olanlar uzlaşabilirler.
Pişmanlık
duymadan yardım etme
Bir
danışan, çocukluğuyla ilgili bir şeyden şikâyet ettiği zaman, gerçekte ne
yapmayı istiyordur? Danışan, yaşadıklarının daha farkh yaşanmış olmasını
istiyordur. Danışan için üzülen yardımcı neler hisseder? O da yaşananların
farklı olmuş olmasını istiyordur. Böylece her ikisi de yaşanan gerçeklerden
kopmuş olurlar. Geçmişi kabul ettiğimizde ve yaşananları kabullendiğimizde
güçlenir, şikâyet ettiğimiz zaman ise gücümüzü kaybederiz. Kişi, her şeyi
boşuna yaşamış olur.
Dolayısıyla
yardımcı olarak ben, danışanın durumunu pişmanlık duymadan, olduğu gibi
kabullenirim.
•
Bu, yardım
etmenin alımcı düzenidir. Bu kabullenme ile güçlenirim. Benim kabullenmemle,
danışan da geçmişi olduğu gibi kabullenerek güçlenir.
Büyük
zorluklarla uyum içinde yardım etme
Başından
kötü şeyler geçmiş kişilere üzülürüz. Yaşadıkları bizi de etkiler. Bu kötü
durumu kabullenmenin elimizde olduğunu anladığımızda, kişinin de yaşananları
kabul edeceğine dair içimizde bir güç hissederiz. O zaman, kişi artık teselli
edilmeye gerek duymaz.
Birçok
yardımcı, başkalarının gerçeğini taşıyamaz. Gerçeklerle yüzleşmek zahmetine katlanmak
yerine, diğer kişiyi rahatlatmaya çalışırlar. Diğer kişinin hayatının,
yaklaşan bir ölüm ya da değiştirilemez kader gibi gerçekleriyle baş
edemeyecekleri için bu gerçeklerin üslünü önerler. Kişinin gerçeklerini
kabullendiğimizde sakinleşiriz. Kader karşısındaki dinginliğimiz ve onu olduğu
gibi kabullenişimiz ile diğer kişi de kaderiyle yüzleşme gücünü kendinde
hisseder.
Yardım
etmenin düzenlerine göre hareket edebilme, özel bir algı gerektirir. Yardım
etmenin düzenleri ile ilgili söylediklerim, katı bir şekilde ya da belli bir
yönteme göre uygulanmamalıdır. Bu şekilde davranırsak algılamıyoruz,
düşünüyoruz demektir. Geçmiş deneyimlerimize başvurmayı deneyebiliriz ama
kendimizi şu anki duruma açmamız gereklidir. Bu nedenle bu algı, belli bir
noktaya odaklı ve kısıtlıdır.
Bu
algıda, kişiyi gerektiği gibi anlayabilmek dışında hiçbir şey beklemeden birine
odaklanırım ve bu kişi için bir sonraki adımın ne olduğunu görürüm.
Bu
algı, içsel konsantrasyondan gelir. Tasarılar, niyetler, ayrımlar ve
korkulardan uzaklaşır, beni ruhumla hareket ettirecek şeye kendimi açarım.
Kendilerini bir konstelasyondaki ruh hareketlerine bırakan kişiler, neden
bahsettiğimi anlamışlardır. Ruhun hareketleri bizi şaşırtıcı bir şekilde
yönlendirir ve bize yol gösterir. Genel düşüncelerimizin dışında, belirli
hareketler, içsel resimler, içsel kavrama ve tamdık olmayan duygular dünyasına
açılan bir şeyi algılarız. Bu hareketler bize aynı anda hem dıştan hem de
içlenmiş gibi yol gösterir. Algı ve davranış bir bütün olur. Bu algı
üretkendir, bizi eyleme geçirir ve onunla uyum içinde hareket ettiğimizde daha
da büyür.
Gözlem,
algı, içgörü, sezgi, uyum
Yardımcılar
olarak kavramanın çeşitli biçimlerinin çoğundan yararlanmak ve içlerinden uygun
olanı seçebilmek için, bu biçimlerin kısa bir tanımını yapmak faydalı
olabilir. Gözlem ile başlayacağım.
Gözlem,
sivridir, kesindir ve ayrıntılara yöneliktir. Kesinliği aynı zamanda
sınırlılığını da oluşturur. Resmin tamamıyla ilgilenmez. Çok kesin olduğu
için, yakındır, kavrayıcıdır, ilerleme gösterir ama bir o kadar da acımasız ve
saldırgandır. Pozitif bilimler ve modern teknoloji için bir ön koşuldur.
Algı,
mesafelidir ve öyle olmalıdır. Aynı anda birden fazla şeye izin verir, genel
bir izlenim edinir, ayrıntıları bağlamlarında ve yerinde görür. Ayrıntılarda
kesin değildir.
Öte
yandan algı, gözlemlenen ve algılanan şeyi kavrar, gözlemlenen ve algılanan
sürecin önemini anlar. Algılanan ve gözlemlenen şeyin ardındakine bakar ve
anlamını çözer. Yani dış gözlem ve algılamaya, içgörü de dâhil olur.
İçgörü,
gözleme ve algılamaya dayalıdır. Gözlem ve algılama olmadan içgörü de olmaz.
Aynı şekilde içgörü olmadan, gözlemlenen ve algılanan şey kopuk kalır. Gözlem,
algı ve içgörü bir bütün oluşturur. Sadece birlikte işledikleri zaman anlamlı
bir hareket ortaya çıkar, en önemlisi bizler de danışanlara anlamlı bir şekilde
yardım ederiz.
Sezgi.
Bir eylem sürecinde çoğu zaman sezgimiz işler. Sezgi içgörüyle bağlantılıdır,
ona benzer ama aynısı değildir. Sezgi sonraki bir adımı ya da eylemi bize
bildiren ani içgörüdür.
içgörü
çoğu zaman geneldir. Bir bütün olarak bağlanmışlığm esasını ve bütün süreci
kavrar. Sezgi kesindir, sonraki adımı doğrudan bilir. Sezgi ve içgörü de,
gözlem ve algı gibi birbirleriyle ilişkilidir.
Uyum,
tamamen içsel algıyla uyum içindedir. Sezgi gibi, uyum da eyleme yöneliktir.
Uyum, kişiyle uyumu yakalamak ve onu anlamaya başlamak için onun
titreşimleriyle uyuşmayı, kişiyle aynı dalga boyunda olmayı gerektirir. Kişiyi
anlamak için, geçmişiyle, özellikle de anne ve babasıyla, aynı zamanda kaderiyle,
olanaklarıyla, sınırları ve davranışlarının sonuçlarıyla, suçlarıyla ve en
sonunda ölümüyle uyum sağlamak gerekir.
Pek
çok yardımcı, bozulmuş bir nesneyi, örneğin bozuk bir saati ya da motoru
çalışmayan bir arabayı tamir eder gibi, bazı şeyleri yeniden düzene sokmaları
gerektiğine inanır. Böylece nesne tekrar işlemeye başlar. Benzer şekilde anne
babalar de çocuklarını “düzelmeleri ve tekrar eskisi gibi düzgün olmaları için”
bir terapiste götürürler. Ya da kendileri terapiste gider ve “Lütfen düzelmeme
yardım edin. Sorunumun ne olduğunu bilmiyorum, bunu bulmalısınız. Bana
yakından bakarsanız sorunumu bulacaksınız. Düzelmeme yardım ederseniz eskisi
gibi iyi olurum” derler. Bunlar danışanlar ve terapistler arasında gayet yaygın
yaklaşımlardır.
Ama
birisinin bir sorunu olduğunu gördüğümüzde farklı bir yaklaşım izleyebilir, o
ana kadar saklanmış bir şeyi su yüzüne çıkarabiliriz. Diğer kişi, birden kendi
durumunu farklı bir bakış açısıyla görmeye başlar ve bu noktada yardımcı,
yardım etmeyi bırakır. Yardımcı bir şeyleri ortaya çıkarmıştır.
Aslında
burada işi yapan yardımcı değil, ortaya çıkan farklı bakış açısıdır. Bu
perspektifin ortaya çıkardığı görüntü, ruhu meşgul eder ve böylelikle bir
büyüme süreci başlar. Bu süreç biraz zaman alabilir, belki birkaç yıl, hatta
daha uzun bile sürebilir ama bir şeyler değişmeye başlamıştır. Bu değişim
yardımcı bir şeyler yaptığı için değil, bir görüntü ve daha önce saklı olan şey
su yüzüne çıktığı için gerçekleşmiştir. Böylelikle hepimiz nihayetinde kendi
ruhlarımızdan rehberlik alırız.
Yardımcı,
diğer kişilerin ruhlarının bu yeni bilgiyi almalarına yardım eder. Ama bu
yardım dışarıdan değil, içten gelir. Aile konstelasyonlarınm eski hâlinde,
yardımcılar değil danışanlar, kendi resimlerini ortaya koyarlardı. Ortaya
koyduklarım görürler ve içlerine kapanık kalırlardı.
Yardımcı,
ruh ve akıl hareketleriyle çalışılan aile konstelasyonlarının ötesine
geçtiğinde ve bir danışanı ya da temsilcisini karşılıklı koyduğunda, hiçbir
bilgi verilmeksizin kendiliğinden bir içsel hareket başlar ve bu hareket, saklı
şeyleri su yüzüne çıkarır.
Burada
uzaysal boyut devreye girer. Ortaya çıkan görüntü uzamsal ve zamanı belirsiz
bir resimdir. Kendi başına bırakılırsa işler.
Birçok
terapide insanlar, danışanın geçmişinde ne olduğunu bulmaya çalışır. Bir süre
sonra ne olduğunu öğrenir ve danışana belki de bir aylık, bir yıllık ya da daha
uzun bir terapi önerirler. Ardından bizler uzun ya da kısa; başlangıcı, ortası
ve sonu olan bir zaman diliminde çalışırız. Bu değişmez.
Ben,
sorunu ortaya çıkarmayı büyük ölçüde sorgulamadan yaparım. Kendimi uzayda, bir
resim olarak sunulana bırakırım. Bu resim, değiştirilmeden olanı gösterir. Ve
bu resme bazı insanlar da eklenir. Resmin anlamını çıkarmaya çalıştığımızda
resim gücünü kaybeder. Bu yüzden hakkında konuşmamak önemlidir.
Çalışma
tamamlandığında danışanları serbest bırakırım. Onları, anne babalarının,
atalarının ya da ailesinden dışlanmış
önemli
bir aile üyesinin ilgisine bırakırım. Danışanlar benden uzaklaşır; onlar
benden, ben onlardan bagımsızlaşırız. Benim ne düşündüğümü artık dert etmezler
çünkü güçleri, kendi ruhlarında saklıdır. Her bireyin ruhuna ve hepsini
yöneten daha büyük ruha saygı duyarım. Kişisel olarak kendimi dışarı alırım.
Bir
aile konstelasyonunda, sözcüklerle ifade edilebilecek olandan fazlası su yüzüne
çıkar. Kişinin gücünü ve samimiyetini çevreye yayan önemli bir şey açığa çıkar.
Bu şey öylece bırakılmalıdır. Ne gibi etkileri olacağını sorgulamaya, yorumlamaya
çalışmak, muhteşem bir armağanı mahveder.
**
*
Biriyle
çalıştığım zaman, kişinin ruhuyla uyumu yakalamaya uğraşırım. Kişinin ne
söylediğine pek önem vermem. Bazen hiç soru sormam ama kişiden gelecek ve
içimde tınlayacak şeyi beklerim. Ve aniden beklediğim şey gelir, tam karşımda
durur. Çalışmaya başlarım, böylece terapi müdahalesini en aza indirgemiş
olurum.
Ruhumuz
bizim emrimizde değildir ama bizi ve daha pek çok kişiyi yönlendiren bir ruha
tabiyizdir. Bu ruh her şeyi bilendir. Bu ruhla ancak kendi bilmemizden
vazgeçmek islediğimizde derin bir temasa geçebiliriz. Merak içinde
olmadığımızda ve gözlerimizin önünde gerçekleşene açık olduğumuzda, aniden bu
bilme içinde yer alırız.
Bir
konslclasyondaki temsilciler ve kılavuzluk eden yardımcı, bu bilmeye hemen
dâhil olurlar. Ancak yardımcı, önceki öğrenimlerini bir kenara bırakmalı,
önceki deneyimlerine ya da teorilerine güvenmemelidir. Bunun yerine tamamıyla
ruh hareketleri ile meşgul olmalıdır. Dolayısıyla bu çalışma, teorik olarak öğrenilmez.
Teorik olarak öğrenmeye çalışmak, ruhla olan bağın
kaybedilmesi
ile sonuçlanır. Kişi, bazı aşamaları öğrenebilir ama çalışmanın esaslarını
öğrenemez.
Kendimizi
çok etkileyici bir müziğe ya da güzel bir manzaraya bıraktığımız gibi, bu
sürece bıraktığımız zaman esas olanı anlarız. Kendimizi buna açar, içimize
alırız ve bunu, ne olduğunu bilmeden yaparız. Ama ardından değişiriz çünkü
ruhla ve ruhani zihin hareketleri ile uyum içine gireriz.
Böyle
bir şeyin nasıl mümkün olabileceğini sorgulamaya çalıştığımda ruh
hareketleriyle bir bağım kalmaz. Merak, benim bu hareketlerle olan bağımı
koparır.
Başkalarının
ruhlarıyla bağlı olduğum zaman, çok az soru sormam gerekir. Uyumla birlikte,
onların ruhuna bağlanırım. Ardından aslında neyin önemli olduğunu anlarım.
Yardımcı,
sadece gerçekleri ister, bireylerin nasıl davranmış olduklarını değil.
Sorulması gereken önemli sorular şunlardır:
1.
Sorun nedir?
Örneğin, birisi hasta ya da intihar eğilimli mi?
2.
Ailede ne gibi
sıra dışı olaylar yaşanmıştır? Bu olaylar dış etkenlerle ilgilidir; anne, baba
ya da kardeşler genç yaşta ölmüştür, anne ya da babanın önceden ciddi bir
ilişkisi olmuştur ya da ailede suç işleyenler vardır, biri dışlanmıştır ya da
bir çocuk evlatlık verilmiştir ya da ailede engelli biri vardır. Yardımcı,
öncelikle bunları bilmelidir. Geri kalan kısımlar gizlenmiş olaylar su yüzüne
çıktığı zaman konslelasyonda görülür.
Çoğu
zaman ailede bilinmesi yasaklanmış bir şeyler, bir tabu vardır. Bu yüzden
danışanın olayı eşelemesine izin verilmez.
Çoğu
büyük sorun, anneden ayrılma ile başlar; kişi anneden gelen bir şeyi almadığı
ya da alamadığında yaşanır. Bu kişiye, annesiyle bir araya gelmesi için bir
yol bularak yardım edilir. Ama bu yol engellerle doludur, örneğin kişi kendini
bazı tıkanıklıklar içinde bulabilir.
Büyük
sevgi güçlüdür ve zordur. Derinliği olmayan sevgi yıflır, acıya katlanamaz.
Bunu konstelasyon çalışmasında görebiliriz. Bazıları bu çalışmadan derinden
etkilenir, izleyenlerin bir kısmı hıçkırıklarla ağlamaya başlar. Acıya
katlanamayalar ise ağlayan kişinin yanına gidip onu teselliye çalışırlar. Bunu
yapmalarının nedeni, üzülen kişinin teselli araması değil, teselli veren kişinin
buna ihtiyacı olmasıdır. Bu sevgi dayanıksızdır; başkalarının ruhuna neyin iyi
geleceğini düşünmeden, başkalarının ruhuna karışır. Başkalarının acılarına,
fazla müdahale etmeden katlanmayı öğrenmeliyiz.
Kutsal
kitap Incil’de bunun güzel bir örneği vardır. Eyüp peygamber, Tanrı tarafından
sınanır ve bütün çocukları ölür. Derinden yaralanan Eyüp peygamber, gübre
yığınının üstüne çöktüğü bir gün, yanma onu teselli için bir arkadaşı gelir.
Birbirlerinden uzakta oturup 7 gün boyunca tek sözcük etmezler, işte güçlü
sevgi budur.
Ameliyat
yapan bir cerrahın gözyaşlarına boğulması, onun yufka yürekli olduğu anlamına
gelir ama aynı zamanda gözyaşlarından dolayı ameliyatını da doğru biçimde
yapamaz. Büyük acılar karşısında yardımcı olmak isliyorsak daha yüksek bir
seviyeye çıkmamız gerekir. Bu daha yüksek seviyede, duygularımıza yer yoktur
ama içimiz sevgi doludur. Başarılı bir cerrah, işini duygusallaşmadan ama
sevgiyle yapar. Cerrah ancak bu şekilde çalışabilir. Yardım etmek isteyen bir
yardımcı, fazla içine girmeden başka insanların acılarına dayanmayı
bilmelidir. Başkasının acısına hiç müdahale etmeden dayanan yardımcı, güç
kaynağı olur.
Sorunu
olan bir kişi, yaşadığı şeye tek başına dayanabilir. Bir başkası onu
rahatlatmak isterse kişi güçsüzleşir. Bunu kendimizde de görmüşüzdür. Ben de
bunu yaşadım. Bir başkasında bir şey gördüğümde ve bunu ona gerçekten söylemek
istediğimde geri çekilirim ve hiçbir şey söylemem. Bu, güçlenmeme neden olur.
Geri durmamı sağlayan güç, karşımdakine güç olarak geri döner. Benim söylemek
istediğim şeyi, diğer kişi dile getirir. Kendi söylediği için, ona ait olduğu
için bunu tamamen sahiplenir.
Sevgi
basittir. Sevgi derinden bağlılığın göstergesidir; tıpkı çocukların annelerine,
anne babaların çocuklarına ya da ilişkilerde eşlerin birbirlerine olan
bağlılıklarının bir niteliği gibi.
Böyle
ilişkilerde sevgi, bir ileri bir geri akar. Başkalarına olan bağlılığımızı
gösteren sevgi, en derin ihtiyaçlarımızı karşılar, bu açıdan bütün yönleriyle
önemlidir.
Ama
çoğu zaman yardımcılar danışanlarıyla, danışanlar da yardımcılarıyla böyle
bağlar oluşturur. Bu tip ilişkiler anne baba ile çocuk ya da sevgililer
arasındaki ilişkiye benzer. Bu şekilde yardım etmenin hiçbir yardımı olmaz
çünkü bu ilişki, başka bir şeyin yerini almıştır. Yardımcı ile danışan
arasındaki bu sevgi, başka bir sevginin yerini alır. Bu yüzden bu tip bir
danışan-yardımcı ilişkisi gerçek ilişkilere engel olur, özellikle de anne baba
ile çocuk arasındaki ilişkiye ve bağa; eşin yerini aldıysa da eşler arasındaki
ilişkiye ve bağa engel olur. Ardından terapi ilişkisi bir bermuda şeytan üçgeni
hâlini alır ve gerçek ilişki ile bağı tehlikeye sokar.
Algılamamızı
sağlayan bir alan içinde hareket etme deneyimi ni yaşayabiliriz. Birisine
baktığını zaman, o kişiyi gerçeklen görür ve tanırım; o kişi de bana baktığında
beni görür ve tanır. Bu nasıl mümkün olur? O kişide gördüklerim, sadece benim
beynimde olan şeyler ve diğer kişinin gördükleri de sadece onun beyninde
olanlardır. Eğer gerçekte de böyle olsaydı o zaman birbirimizi nasıl
görebilecektik? Birbirimizi gerçekten görebilecek miydik?
Ben
kişiyi bir yerde, o kişi beni bir yerde görür. Ben onu kendi beynimde, o da
beni kendi beyninde görmez.
Bizi
bağlayan ve bu tanımaya izin veren, ikimizi de içine alan bir ruhtur. Bu ruh
içerisinde ben onu ruhumla, o da beni ruhuyla kucaklar. Bizi kucaklayan bu
daha büyük ruh içerisinde birbirimizi tanırız. Bu ruh sadece mekâna değil,
zamana da yayılır. Bu yüzden ölüler de bunun içine alınmıştır. Bu ruhun
alanında geçinişteki her şeyin, hâlâ üzerimde etkisi vardır. Olmuş olan her
şeyle bir uyum içindeyimdir.
Bu
alanda bir karışıklık olmuşsa örneğin ailemde bir suç işlenmişse, bir katil ve
kurban varsa, onlarla da uyum içinde olurum. Üzerimdeki etkilerini belli
ederler, bu ortak ruh alanında ve bu alan aracılığıyla kendimi onlara açarım.
Aynı şekilde pek çok danışan bu ruh alanında hâlâ mevcut olan bir şey, örneğin
katil ve kurbanı taralından esir tutulur.
Bu
alan, bize sonraki aşamada bazı şeyleri tekrar düzene koyma imkânı tanır. Buna
şöyle bir örnek verebiliriz; bir katil ve kurbanı, bu alanda birbirlerini
görmek, sevmek ve uzlaşmak için tekrar bir araya getirilirler. Ardından bu
alanda bir şeyler değişir ve bu değişimin içinde bulunduğumuz an üzerine
yararlı bir etkisi olur. Buradaki hareket, şifa hareketidir.
İyi
psikoterapi oldukça basittir. İnsanlar anne babalarına dönüş yollarını
bulduklarında ve onlara kalplerini açtıklarında esas sorunların çözüldüğünü
fark ettim.
İnsanlara
bu şekilde yardımcı olmanın bir şartı vardır. Terapist, kalbinde danışanın
anne ve babasına saygın bir yer vermelidir. Ardından her şey kendiliğinden
gelişir. Psikoterapist danışanın anne ve babasına bir yer verdiğinde aktarım
olmaz. Aktarım, danışanın annesini ya da babasını terapistte görmesi demektir.
Ailelerle
Uyum İçinde Yardım Etme
Anne
babayla uyum içinde yardım etme
Psikoterapide
danışanların karşılaştıkları esas zorlukların genelde bir ayrılıkla, özellikle
de anneden ya da babadan ayrı düşmekle ilgisi vardır. Psikoterapideki esas
sorun budur. Diğer birçok sorun bununla ilişkilidir.
Bu
sorunu çözmenin basit bir yöntemi vardır: Danışanı, anne ve babasına geri
götürmek. îyi bir psikoterapinin tüm sırrı budur.
Yine
de buna karşı koyan bir şey vardır. Kişinin bu doğrultuda yürümesine kim yardım
edebilir? Sadece anne babalarına sevgiyle kalbini açanlar ve kalplerini
danışanlarının anne babalarına açanlar. Bu yüzden iyi bir yardımcı,
danışanlarının, anne babaları hakkında olumsuz konuşmalarına izin vermez. Ben
böyle bir durumda danışanı hemen engellerim. Anne babalarını sever ve onlara
saygı duyarım. Benim için anne babadan daha değerli bir şey yoktur.
Anne
babadan daha değerli, daha saygın, daha iyi şeyler başarmış, daha muazzam bir
hareket içinde yer alan varlıklar var mıdır? Yoktur.
Anne
baba hata yapmaz, bir yaşam dünyaya getirerek her şeyin doğrusunu
yapmışlardır. Yani, esasına bakarsak bütün anne babalar kusursuzdur.
Bu
kusursuz yanlarına bakıyorum ve onlara muazzam kişiler olarak saygı duyuyorum.
Anne ya da babanın doğru ya da yanlış yapmış olmalarının çok önemi yoktur. Anne
babalığı kimse onlardan daha iyi yapamaz.
Anne
babasından şikâyet eden birçok kişi, esas meseleler yerine ufak tefek konulara
takılırlar. Daha önemli şeyleri gözden kaçırırlar. Danışanlar anne babalarından
şikâyet ettiklerinde, kendileriyle ilgili en önemli şeyi bir kenara itmiş
olurlar. Küçülürler ve daha dar görüşlü olurlar. Bu şekilde davrandıkça kendilerini
daha da kısıtlarlar.
Esas
meseleye baktığımız zaman ve yaşamımızı her şeyiyle, yani bizlerin ve anne
babalarımızın ödediği bedellerle kucakladığımızda, hayatta her şeyle baş
edebiliriz.
Danışanın
anne babasına kalbimde saygın bir yer açtığımda ne olur? Danışan, benimle anne
baba-akıarımına giremez ve ben de bir anne baba gibi aktarım yaşamam. Aktarım
meselesinden uzaklaşırız.
Danışan
bana baktığında anne babasıyla birlik hâlinde olduğumu görür. Benim
aracılığımla anne babasını bulabilir; beni onların yerine koymaz çünkü onların
yerini almış olmam. Önümde durduğunda ona bakan ben değilimdir, kalbimdeki anne
babasıdır. Onların bakışı ve sevgisi, benim ruhumla ona ulaşır ve ben bir süre
sonra kenara çekilince çocuk ile anne ve babası doğrudan görüşürler. Böylece
esas süreç gerçekleşir.
Kendi
ruhumla uyum içerisinde olduğum zaman yardım etmek için kendimde güç bulurum.
Kendimle nasıl uyum içinde olurum? Anneme ve babama bakarım. Onlar bana kendi
anne babalarından almış oldukları yaşamı vermişlerdir. Onlar da anne
babalarından aldıkları gibi yaşamı bana eksiksiz devretmişlerdir. Anneme ve
babama bakarak onlara, “Yaşamı sîzlerden aldığım şekliyle, bir armağan olarak
kabul ediyorum” derim. Onlara bu şekilde baktığımda tüm yaşamımı, bir bütün
olarak kabul ederim. Bu ilk koşuldur.
Yaşamımı
bu şekilde kabul ettiğimde başka şeyleri de anne ve babamdan geldiği şekliyle
kabul etmiş olurum. Yaşamıma ait her şeyi, hiçbir şeyi hariç tutmadan kabul
ederim. Geçmişteki ve şimdiki her türlü zorluğu kabul ederim. Yalnızca her şeyi
kabul ederek yaşamın zenginliğine ve derinliğine bağlanırım. Anne ve babamız
kusursuz olsaydı onlardan öğreneceğimiz şey çok daha az olurdu. Annemle ve
babamla derin bağlar kurduğumda ruhum gelişir. Benim için zor olan şeyle ne
kadar çabuk uyum içerisine girersem o kadar değerli hâle gelirim ve
güçlenirim.
Sonra
geçmişe dönüp atalarıma bakarım. Bazen bir alıştırma yaparım. Genç yaşta ölmüş
olanlar ve şu an zar zor hatırlananlar dâhil hepsine bakarım ve şunu söylerim:
“Ben Bert.” Onlara bakarım ve beni görmelerine izin veririm. Bu şekilde
onlarla temas kurarım ve böylece ruhum gittikçe gelişir. Kaderleriyle uyum
içerisinde olurum, bu sayede daha da güçlenirim. Atalarımın kaderleriyle uyum
içerisine girdiğimde ve yardımıma ihtiyacı olan biriyle karşılaştığımda onların
kaderi benim için yararlı olur. Bu nedenle tüm atalarımla yüzleşirim ve
kaderimle tam bir uyum içerisine girerim.
Biri
bana yardım için geldiğinde de aynısını yaparım ve onun ruhuyla uyum içerisine
girerim. Oysa danışan için ne yapabileceğimi önceden çalışırsam onun ruhundan
koparılabilirim. Atalarım ve kaderleri sayesinde yaşadığım ve aldığım bütünlük
ile danışanın ruhuyla temasa geçerim. Annesi, babası, ataları ve onların
kaderleriyle de temasa geçerim. Birden bu kişi, gözümün önünde daha da büyür.
Birçoğunuz
insanlara sıkıntılarında yardım etmeye yönelik kuramlarda çalışıyorsunuzdur.
Kendilerini bu kuramlarda çalışmaya adamış insanlar, bunu iyi niyet ve
sevgiyle yaparlar. Bazen, daha önce iyi sonuçlar vermiş yardımlarımızdan dolayı
yardım etmek istediğimizde direnişle karşılaşabiliriz çünkü karşımızdaki
kişilerin de farklı deneyimleri olmuştur.
Yardım
etmeyle ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bu yardım türünün belli bir tutum
gerektirdiği ve psikoterapide kullanıldığı şeklinden farklı bir anlam taşıdığı
sanırım netlik kazandı. Bu durum, başka yaklaşımlara alışkın kişilerde doğal
olarak direnmeye yol açabilir.
Konuyla
ilgili bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Ruhunuzla uyum boyutunu içinizde
hissedebilirsiniz. Bu şekilde yardım edebilmeniz için, ruhunuzun sizden ne
isleyeceğini de algılayabilirisiniz.
Aile
konstelasyonlan zaman içerisinde gelişti. Aile konstelasyonlarındaki
temsilcilerin, kendilerini temsil ettikleri kişiler gibi hissettiklerini
gördük, bu da çalışmanın ilerlemesine olanak sağladı. Şu anda artık bütün bir
aileyi konumlandırmama gerek kalmadan çalışmamı yürütüyor, bir ya da iki
kişiyle başlıyorum. Danışan için sadece danışanı ya da bir temsilciyi
konumlandırıyorum. Ona, içinde bir şeylerin kendiliğinden gelişmesi için
gerekli mekânı ve zamanı tanıyorum. Çoğu zaman, kendiyle uyumlu bir hareket başlıyor
ve o ana kadar saklı kalmış şeyleri açığa çıkarıyor.
Bir
danışan yardımcıya geldiğinde, kendini çoğu zaman yardıma muhtaç biçimde
tanıtır. Yardımcıya, “Anne ya da babamla bir anlaşmazlığım var” diyebilir ve genelde
bu durum karşısında, yapabileceği hiçbir şey yokmuş gibi davranır. Sonra
yardımcı sözlerle ya da hareketlerle şu cevabı verir: “Sana yardım edeceğim.”
Bu
şekilde davranarak yardımcı ne yapar? Danışanın anne ve babasının üstünde
kendini konumlandırmaktadır. Hemen karşıya aktarım başlamış olur. Böylece
danışan, çocuktan anne babaya doğru bir aktarıma girer ve yardımcı da anne
babadan çocuğa, karşı bir aktarımla cevap verir. Buna da sözüm ona terapi
ilişkisi deriz.
Böyle
bir terapi ilişkisi içinde kişi, yardımcı gücü ve kontrolü teslim ettiği için
daba fazla yardım edemez. Böyle bir ilişkide ne yapılması gerektiğine kim karar
verir? Danışan mı yoksa yardımcı mı diye sorarsanız cevabım danışan olur.
Bir
sistemdeki kökenin düzenine göre en yüksek rütbe, orada ilk bulunanlarındır.
Sonradan gelenler ise en düşük konumdadır.
Peki,
o zaman terapi ilişkilerinde en yüksek konum kime aittir? Kural olarak, terapi
ilişkisi danışan ve yardımcıya sınırlandırılmaz. Danışan anne ve babasıyla
ilgili konuşmaya başlar başlamaz, onları da dâhil etmiş olur. Yardımcı, terapi
ilişkisine dahil olduğunda sistemin bir üyesi ve sisteme en son gelen kişi
olur. Yani son yer onundur. Bu sistemde, danışanın anne ve babası en yüksek
konuma sahiptir. Ondan sonraki konumda danışan, en son konumda da yardımcı
vardır. Yardımcı bunu idrak ettiğinde oyunu, hiç karışmadan gözlemler.
Sistemdeki bir şey, aniden yardımcının sırasının geldiğini söyleyene dek
yardımcı, bir izleyici sıfatmdadır. Ardından, danışanın sisteminin bir parçası
olmadan, yani dışarıdan devreye girer. Sonra herkese eşit derecede yardım eden
o şey gerçekleşir.
Kısa
bir meditasyonda bu konuyu daha iyi anlayabiliriz. Danışanlarımızı birbiri
ardına önümüze alır, nerede küçük olduğumuzu ve onların nerede büyük olduğunu
algılarız. Onlara acıdığımızı, başlarına geleni ne kadar zor bulduğumuzu
algılarız. Bu acıma duygusunun ruhumuza neler yaptığını buluruz.
Sonra
birkaç adım geri atarak danışanın annesine, babasına ve onların kaderlerine
bakarız. Hepsinin önünde saygıyla eğiliriz.
Eğilmemizle,
danışanda neyin değiştiğini, danışanla olan ilişkimizde neyin değişmekte
olduğunu algılarız.
Bir süre sonra tekrar doğruluruz ve
gözlerimizi yepyeni ve net bir bakışla hepsine çeviririz.
Terapi
ilişkisi ile ilgili biraz daha ayrıntıya girmek istiyorum. Bu alıştırmada
terapi ilişkisinden kurtulma ve bu ilişkiyi engelleme yollarını gösterdim.
Danışanlarımızla terapi ilişkisi olmasa da ilişki hâlinde olmayı sürdürürüz ve
eyleme olanak sağlayan bir ilişki kurarız. Neler yapılabileceğini görmek ve
değişimleri başlatmak için yardımcı ve danışan el ele verirler. Burada her
ikisi de yetişkindir.
Böyle
bir durumda genelde ne olur? Yardımcı, danışan için üzülür. Ya da iyi bir
annenin çocuğuna yaptığı gibi, kendini ona yardım etmek zorunda hisseder. Öğüt
verir, danışanı rahatlatır. Terapi ilişkisi böylece başlamış olur, ilişki
zamanla derinleşir.
Bu
terapi ilişkisi danışanın denetimindedir. Bu yüzden bu durumda hiçbir ilerleme
kaydedilemez, boşa zaman harcanmış olur.
Yardımcı,
terapi ihşkisini nasıl önler ve ondan nasıl kaçınır? Yardımcı, danışana bir
soru sorar: “Ne yapmak istiyorsun?” ya da “Ne oldu?” Bazen danışanın gerçek
kimliğini hemen gösteren bir başka güçlü soru sorar, örneğin: “Kimi
seviyorsun?” Bu sorudan sonra danışan ne yapacağım bilir, çocuk pozisyonunda
kalamaz.
Yardımcıyla
danışan arasındaki ilk birkaç sözcük, aralarında terapi ilişkisi olup
olmayacağını belirler. Bu yüzden uzun bir konuşmayla başlamak yerine, bir
şeyleri gün yüzüne çıkartacak şekilde harekele geçirmek önemlidir. Örneğin
kişi, annesine kalbinde yer vererek danışanı ve annesini konumlandırırsa
terapi ilişkisi imkânsız hâle gelir. Artık danışan ve tüm ailesi için bir
şeyleri harekete geçiren bir başka ilişki başlamıştır.
Tüm
bu yorumlardan, bu çalışma türünün ana akım psikoterapiyle aynı şey olmadığını
anlayabiliriz. En azından burada tanımlandığı gibi bir terapölik ilişkinin
sunulduğu ve umulduğu bir psikoterapi değildir. Yaklaşımımıza “psikoterapi”
dersek insanların aklına, aktardığımız türde bir terapi ilişkisi gelecektir.
Bazı ana akım terapistler, bu çalışmayı sadece kendi yaklaşımlarına uygun
kıstaslarla ölçerler ve ardından kendi modellerine göre bir terapist olmamız
için üzerimize baskı uygularlar.
Böyle
bir baskıya boyun eğersek ne olur? Bir başka terapi ilişkisi başlar ve onların
anne baba, bizim de çocuk gibi davrandığımız bir ilişki yaşanır. Yani yine
aynı kapana kısılırız.
Çalışmamıza
psikoterapi demek konusunda tereddüt edersek, nasıl daha farklı ve uygun bir
biçimde tanımlayabiliriz? Bu çalışmaya yaşamın hizmetinde bir çalışma
diyebiliriz.
Mesleği
yardım etmek olan kişileri merak edebilir ve bu kişilerin rolünü üstlenmek
için sabırsızlanabiliriz. Acaba bu kişilerin ailelerinde durum nasıldı? Çoğu
zaman annelerine ya da babalarına yardım etmek istemişlerdir. Anne babasına
duyduğu sevgiden dolayı onlara yardım etmek isteyen ama gerekli güçten yoksun
çocuğun durumunu hayal edelim. Ümitsiz bir girişim olmasına karşın çocuk anne
ve babasını kurtarmak ister. Gerçek şu ki, bu ilişkide anne ve baba hep büyük,
çocuklar da hep küçüktür.
Pek
çok yardımcının ailelerinde yaşadığı durum, danışanlarına yardım girişimlerinde
lekrarlanır. Onlara, çocukların kendilerinden üslün olanlara yardım ettikleri
gibi yardım ederler. Gösterdikleri heves, büyümek isteyen bir çocuğun
gösterdiği hevestir.
Yardım
etme, zaman zaman tehlikeli olabilir. Kendini bir başka ruhun hareketinde,
engelleyici ve rahatsız edici bir girişim olarak gösterebilir. Birisine yardım
etmek istediğimizde, öncelikle o kişinin ruhuyla uyum içerisinde olduğumuzdan
emin olmamız ve danışanın ruhunun da bizimkiyle uyum içinde olup olmadığım
bekleyip görmemiz gerekir. Böylecc ruhlarımız birbirleriyle uyumu yakalar.
Ardından danışana, ruhlarımızın müsaade etliği kadarıyla, onun ruhuyla uyum
içerisinde yalnızca geçici süreli bir rehberlik önerebiliriz.
Yardım
ederken sakin olursak ve istediğimiz zaman geri çekilebileceğimizi bilirsek,
kendi ruhumuzla uyum içerisinde olduğumuzu hissederiz. Çok ileri gidersek
ruhumuzun daraldığını fark ederiz, huzursuzlaşırız ve harekele geçmek yerine
düşünmeye başlarız. Bunun üzerine ruhumuz ve diğer kişinin ruhuyla olan uyumu
kaybederiz.
Diğer
kişinin huzursuzlaşlığım lark etliğimiz zaman onun da kendi ruhuyla uyum
içerisinde olmadığım görürüz. O zaman dururuz.
Bazen
koşullar yardım etmeyi islememize ya da kendimizi yardıma zorunlu hissetmemize
neden olur. Tehlikeli adımlar atabileceğimizi (ark eder ve cesarete ihtiyaç
duyarız. Bu adımlar bizi karanlığa götürür. Bazen bu tip adımlar bu
hareketleri daha önceden yaşamış ama danışanın ruhuyla uyum içerisine girmemiş
kişilerin eleştirilerine yol açabilir. Başkaları bizim yaptıklarımızı yanlış bularak
suçlamaya kalkışabilir. Bu tip suçlamalar genelde kendini danışana açmayan
kişilerden gelir. Bu kişiler kendilerini açmadıkları için danışanın neye
ihtiyaç duyduğunu ya da neyi istediğini bilemezler. Bazı okullar bir dogma
geliştirirler, sonra da başkalarının buna uymasını bekler. O an algıladıkları
gerçeklik, dogmatik konumlarını doğrulamasa bile zorlamaya devam ederler.
İyi
bir yardımcı, danışanla girdiği güç mücadelesini nasıl kazanacağını bilir.
Bazı yöntemler oldukça yararlıdır; ben de bazen birkaçım kullanırım.
Danışan
neden yardımcıyla bir güç mücadelesine girer? Garip değil mi bu? Danışan, güç
mücadelesini kazandığı zaman, ne kazanmış olur? Belki de çözülmesi imkânsız,
yardımcının dahi halledemeyeceği bir sorunu olduğunun teyidini istiyordur.
Peki, neden bunu istesin?
Aslında
ben yardım almak isteyen birçok kişinin sorunlarını çözmek istemediklerini
düşünüyorum. Sorunlarının çözülemez olduğuna ikna olmayı tercih edip bir süre
sonra bunu yardımcıya kanıtlamaya çalışırlar. Bu size de tanıdık geliyor mu?
Peki, ama neden?
Çoğu
zaman birini sevdiğimiz için bir sorunumuz vardır. Bu soruna sarılırız çünkü
kendimizi masum hissederiz. Bu sorunu çözmeye kalksak kendimizi suçlu
hissetmekten korkarız.
Bir
danışan, annesi için bir şeyi üstlenerek ona olan sevgisini göstermiş olur. Bu
danışana sorundan nasıl kurtulabileceğini gösterebilirim. Ama o bunu yaparsa
kendini suçlu hissedecektir. Bu yüzden kötüye gitme tehlikesiyle karşı
karşıyadır.
Ona
sorununu vicdan rahatlığıyla çözmesi için nasıl yardım edebilirim? Size bir
atölye çalışmasından örnek vereyim:
Hellinger,
danışana: “Şimdi bunu seninle yapacağım. Başlayalım mı?”
Danışan:
“Lütfen.”
Hellinger,
bir temsilciye danışanın annesi olması için seslenir ve onu danışanın karşısına
koyar.
Gruba:
“Yüzündeki değişimi görebiliyor musunuz? Bunu görmek güzel değil mi?”
Anneye:
“Kızına bak ve ona ‘Sevgini görebiliyorum’ de.
Anne:
“Sevgini görebiliyorum.”
Anne
ve kız şefkatle kucaklaşırlar.
Zorluk
hakkında bir şey söylemek istiyorum. Burada zor olan nedir? Gerçeklik zordur.
Danışanın ruhundaki zor gerçeklikle uyumlu olduğumuzda biz de zor biri gibi
görünürüz. Ama bu gerçeklikle birlikte olduğumuz için zorluktan gelen bir gücümüz
olur.
Derinlerde
bir yerde farkh bir gerçekliği istediğimiz için gerçeklikten uzak durmak bizi
zayıflatır. Bu zayıflık danışan için bir tehdittir ve danışan bundan sonra bize
güvenemez. Sonra yardımcı ile danışan, gerçekliğin dışında, gözleri bağlı bir
oyun oynamaya başlarlar.
Gerçekliğe
bakmak ve ona razı olmak, yardımcının büyümesini çabuklaştırır. Artık
değişmeklen başka seçeneği kalmaz. Gerçeklikle yüzleşenler, tümüyle ve
derinden yardım edebilirler.
Yardımcı
gerçekliği kabul ederek ve onu adlandırma isteğiyle güçlenir. Yardım arayan
kişi dc aynı zamanda gerçeklikle yüzleşmeye izin verilmesiyle güç kazanır.
Danışanlar için üzülenler, kendilerinden korktukları için mi gerçekliği
onlardan saklamayı tercih ederler? Hayır, aslında bu kişiler çok katıdırlar ve
yardımlarını bekleyen kişileri aldatmış olurlar.
Bu
çalışma, sevgi duyulmadan yapılmıştır. Bu çalışma ameliyathanede sevgiyi
hissetmeyen ama işini iyi yapan ccrrahınkine benzer. Bizim bahsettiğimiz sevgi
daha yüksek seviyede bir sevgidir. Bu çalışma sadece tek bir bireye bakmakla
sınırlı kalmaz, bütün aileye, hatta onun da ötesine, aileyle bağlantılı olan
herkese dönüktür.
Hepsinden
önemlisi, yardımcıların, yardım bekleyen kişilerle empaıik algı ve bağa sahip
olmaları, danışanın durumuna, en içten isteklerine ve üzüntülerine duyarlı
olmaları beklenir. Duyarlılık modeli tabii ki anne ve babanın, çocuklarına
duydukları sevgiden gelir. Empaıik duyarlılığın ne demek olduğunu burada
anlarız.
Danışanlar,
sosyal hizmet görevlisi ya da bir başka yardımcıyı görmeye geldiklerinde bir
çocuğun anne ve babasından beklediği türde bir empati isterler. Birçok yardımcı
bu yüzden danışanına, anne babaların çocuklarına gösterdiği gibi bir empatiyle
yaklaşır.
Ancak
danışanlar genelde çocuk değil, yetişkindir ve eylemde bulunabilirler. Yani
empati, danışanın bir yetişkin olduğunu ve eyleme geçebileceğini algılayabilme
boyutunu da içermelidir. Bu tip bir empatinin bir başka boyutu daha vardır.
Bir
yetişkinin bana karşı duyarlı olmasını bekleyebilirim. İyi şartlarda yaşayan
bir çocuğun ise anne ve babasına bir duyarlılık göstermesi gerekmez. Bu çocuk
onlara derinden bağlıdır ve endişelenmesine gerek yoktur, bir çocuk gibi
davranmasında bir sakınca yoktur. Ama yetişkinler dünyasında, sosyal hizmet
görevlisi, danışanın yardımcının durumuna, örneğin kuruluların getirdiği kısıtlamalara
ya da insan olmanın gereklerine karşı duyarlılık göstermesini bekleyebilir.
Size
bir örnek vereceğim. Diyelim ki tüm dikkatimi yoğunlaştırdığım bir anda, biri
gelip "Size bir sorum var" diyor ve hemen bir yanıl vermemi
bekliyor, içinde bulunduğum duruma, dikkatimi vermiş olduğum şeyi bir kenara
bırakıp onunla meşgul olmak isteyip islemeyeceğime bakmadan, bir duyarlılık
göstermeden yanıt beklerse bir çocuk gibi davranmış olur.
Sistematik
empati
Burada
önemli olan bir başka şey daha vardır. İnsanlar bana bir konu ya da sorunla
geldiği zaman, çoğu zaman onlarla bireysel empati kurmamı beklerler. Ama
hepsinin bir ailesi var ve belki de bu ailelerde empatiye çok daha fazla
ihtiyaç duyan bireyler var, en başta da çocuklar. Burada sistematik empati kurmak
gereklidir. Sadece tek bir kişiye değil, bütün aileye ya da kişinin geldiği
sisteme dönük bir empati gerekir. Tüm sistem önlündedir. Sisteme saygı duyar
ve empatime en çok ihtiyacı olan kişiyi sezinlerim. Belki de bana gelen kişi,
içlerinde empatiye en az ihtiyaç duyan ve onu az hak edendir. Sistematik
empati sayesinde daha büyük bir alanda, daha büyük bir güçle çalışırım.
En
derin empati, duygusal olmayandır. Genel bir bakış açısını koruyan empati çok
değerlidir. Böyle bir empati ve duyarlı algılama ile daha büyük resme bakar,
işe yarar bir yardım etme gücü kazanırız.
Kendisine
teslim olduğumuzda, bizi iyi bir biçimde yönlendirecek bir güç vardır. Ben ona
“büyük ruh” diyorum. İzlediğimiz rotada bizi nasıl yönlendirdiğini
anladığımızda ona güvenebiliriz. Böylece biriyle çalıştığımız zaman, her şeyi
tamamlamamıza gerek kalmaz. Bir şeyler harekete geçtiğinde ve ruha, kimsenin
müdahalesi olmadan istediğini yapma fırsatı tanındığında ruh, bunu iyi bir sona
taşır.
Yardımcı
için bir alıştırma da boş bir alana geri çekilmektir. Bu boş alanda ne
niyetimiz ne korkumuz ne de belleğimiz vardır. Tamamen konsantrasyon içinde
oluruz ve bunu başardığımızda olaylar bizim etrafımızda dönmeye başlar. Ama
aslında biz hiçbir şey yapmayız. Hareket etmeden ve hiçbir şey yapmadan tamamen
varlığımızla bir etki bırakırız. Hiçbir şey yapmamanın kuralları Tao te
Ching’de, Lao Tse tarafından güzelce anlatılmıştır. Bu eser şöyle der:
Bu
kavramla, yakından ilgili olan şey “ruhun karanlığıdır”. Ruhun derinliklerine
ulaşmak isteyen yardımcı ya da herhangi biri, ruhun karanlığıyla arınma yaşar.
Bu imge Hz. İsa’nın havarisi Azizjohn’a kadar uzanır.
Peki,
“ruhun karanlığı” deyişi ne anlama gelir? Bilgiyi terk ediyorum, haberi terk
ediyorum. Beni ilgilendirmeyen bir şey duyduğumda bu karanlığa geri çekilirim.
Bazen bir danışanla çalışırken ne yapmam gerektiği ile ilgili hiçbir fikir
oluşmaz. Deneyimlerimden öğrendiğim hiçbir şey bana yardım edemez. Boş alana
geri çekilir gibi karanlığa çekilirim. Bu karanlıkla gökyüzünde çakan şimşek
gibi aniden, bir içgörü geliverir. Bu, bir sonraki aşama için bir işarettir.
Ardından tekrar ortalık kararır.
Sözcüğün
cn geniş anlamıyla savaş ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Herakleitos’un
dediği bir şeyi hatırlayalım: Polemos pater ponton, yani “Savaş her
şeyin babasıdır.” Birçoğunuz çalıştığınız kurumlarda ya da işycrinizde
anlaşmazlıklara düşersiniz. Bir şeylerin, olduğundan farklı olmasını, yani daha
az uyuşmazlık yaşamayı dilersiniz.
Kişi
başkalarını, çalışmaları ve yarattıkları etki ile kabul eder. Tıpkı kendimizi
yardımlarımız, gücümüz ve sınırlarımızla kabul etmemiz gibi başkalarının
gücünü, başarısını ve sınırlarını da kabul ederiz. Her iki taraf birbirini
kabul ettiğinde, karşı tarafı meşru olarak görmeye başlarız. Bunu
başardığımızda ruhumuz gelişir. Ruhumuz geliştiğinde diğer kişinin ruhu da
açılıp gelişebilir. Karşılıklı anlayıştan barış doğar.
Yardımcılar,
bazen bir aile konstelasyonu kurmaya başlar ve birden ne yapacaklarını
bilemeyip durmak zorunda kalırlar. Deyim verindeyse yetersiz olduklarını
kanıtlamış olurlar. Bu durum danışanı kızdırsa da tuhaf biçimde ona yararı
olabilir. Yardımcı kendini suçlamaya başladığı zaman sanki her şey kendi
elindeymiş gibi davranır. Ama aslında bu olaydan bir ders çıkarması gerekir: Başına gelen şey onun elinde değildir. Hala yapan diğer
insanlar gibi yardımcı da normaldir. Bu durumun hepimiz üzerinde iyi etkileri
olur.
Rilke:
“yaşam temiz kalır çünkü kimse ona hükmedemez” der. Ben bunu aile
konslelasyonlarında da uyguluyorum. Konstelasyon, kişiler ona hükmedemeyeceğini
bildiği, geçmişlen bugüne bizi etkilemeye devam eden şeylere güvenmemiz
gerektiğini bildiğimiz sürece temiz kalır. Bir konstelasyon başarılı olmuşsa,
bu bir lütufıur.
(tik
aile konstelasyonunu çalışmalarında) aile görüntüsü, bir danışanın aile üyeleri
için temsilciler seçmesi ve onları mekânsal bir ilişkiye göre konumlandırması
ile başlar. Danışan bunu konsantrasyon içinde yaparsa önünde şaşırtıcı bir
resim beliriverir. Danışan ortaya, içinde o anda görünenden farkh şeyler olan
bir resim sunar. Bu resimde gizli kalmış bir şey su yüzüne çıkar ve resimle
kurduğumuz içsel temasla ailedeki önemli sorunlar ile ilgili bir şeyler
anlamaya başlarız. Aynı zamanda bu ailenin sorunlarının olası çözümleri için
bir içgörü sahibi de olabiliriz. Ardından bizi çözümleyici resme götüren
değişimleri öne sürebiliriz. Aile konstelasyonlarının bir boyutu da bııdur.
Çözümleyici
görüntülerden konuşmak, içimizde ortaya çıkmayı bekleyen şeyleri, bizleri
kilit altında tutarak engellemek isleyen görüntüler olduğuna da işaret
etmekledir.
Hepimiz
belli bir ailede dünyaya geldik. Bu ailenin, neyin iyi ve uygun, neyin yasak
olduğuna dönük ve çoğu zaman gerçek hayattaki iyi ve kötü kavramlarından
bağımsız bazı düşünceleri vardır. Bu yüzden bu tür görüntüleri ardımızda
bırakma yollarını bulmamız gerekir, örneğin bunlar bizden farklı olan
insanları kabullenmemizi ve onların da bizlerle aynı haklara sahip olduklarını
kabul etmemizi engelleyen görüntüler olabilir.
Bizi
karışıklığa sürükleyen, bize ve başkalarına zarar verecek şeylere iten
görüntülerden içsel olarak arınmalıyız. Bu arınmanın yardımıyla, saygıyla
farklılıklar arasında köprü oluşturacak çözümlere varırız. Genellikle esas
şifa süreci budur: Kalplerimizi çelişkili ve karşıt olduğumuz şeylere açarız ve
karşı kutupları kalplerimizde bir araya getiririz.
Bu
görüntülerle nasıl bağ kurarız? Bu resimler boşlukladır. Belli bir zamana ait
değildir, onları değiştirmememiz gerekir. “Resimde bunları ya da şunları
değiştirecek olsaydık neler olurdu” sorusunun cevabını merak ettiğimiz zaman,
bu resmi bozmuş oluruz. Bu resmi görür görmez harekele geçmemeli, resmin ruhumuzda
belki de uzun süre dinlenmesine izin vermeliyiz. Resim, yalnızca bizim değil,
konstelasyon hakkında hiçbir şey bilmemelerine rağmen, diğer aile üyelerinin
ruhlarında da etkili olur.
Bir
süre sonra, doğru hareket için gerekli olan güç, ruhun içinde birikir ve
ardından resmi değil, doğrudan ruhumuzu takip etmeye başlarız. Ama yine de
sonunda doğru hareketi gerçekleştiren ve ruhtaki değişimi etkin hâle getiren
bu resimdir.
Birincil
duygu gerçektir ve basittir. Eyleme yönlendirir, eylemi destekler ve sonunda
bir değişim yaratırlar. Bu duygu içinde, gözler açıktır çünkü bu duygu
gerçeklerle bağlantılıdır.
Birincil
duygular genelde çabuk ifade edilir. Bu duyguların ifadesine tanıklık edenler,
karşısındakinin duygularını anlayıp paylaşabilir ve yine de sakin kalmayı
başarırlar.
Birincil
duyguların aksine, kendilerini dramatik şekilde ifade eden duygular da vardır.
Bunlar ikincil duygulardır. Bu duygular somut bir gerçekliğe değil de içsel bir
resme bağlı olduğu için gözler kapalı tutulur. Bu yüzden, içsel resim,
gerçekliğin gözünü kapamalıdır.
Farkı
görebilmeniz için sizinle küçük bir alıştırma yapacağım. Gözlerinizi kapayın
ve anne babalarınızla ilgili şikâyetlerinizi ve bunun size neler
hissettirdiğini hatırlayın. Sonra gözlerinizi açmadan, anne babalarınızın,
gözlerinizin içine baktığını ve bu göz temasını devam ettirdiğinizi hayal edin.
Ve şimdi onların gözlerine bakarak şikâyet etmeyi deneyin.
Gözleriniz
açıkken hissettiğiniz duygu birincildir, basittir, harekete yönlendirir ve anne
babalarınızı serbest bırakır. Şikâyet dolu diğer duygular ise içsel resimler
tarafından yönlendirilirler ve gözleriniz kapalıyken canlı kalırlar.
Gözlerinizi açtığınız anda, bu duygulara daha fazla tutunamazsınız.
Psikoterapiden
yardım bekleyen birçok kişi, çocukluklarından gelen bir şeyi ele almaları gerektiğini
düşünür. Belli meselelere yıllarını, belki de çocukluk yıllarından fazlasını
harcarlar. Tabiî ki bazen çözülecek şeyler vardır ama birçok kişi için geçmişe
dönmek, şu anda içinde bulundukları durumun gerçeklerinden ve
gerekliliklerinden kaçmanın bir yoludur.
Biri
bir sorunla geldiği zaman kendimize şunu sormalıyız: Karışmamız doğru olur mu?
Sorun, içinde bulunduğumuz zaman açısından ne derece önemli ve kişinin bu
dünyada ne kadar vakti kaldı? Çok defa ölümcül hasta görünen kişilerin, yaklaşan
ölümleri yerine, geçmişlerindeki bir meseleye takıldığını görürüz. Böylelikle o
anda esas önemli olan şeyi bir kenara bırakmış olurlar.
Bazılarının
geçmişlerindeki bir şeyin onlara takılıp kalması yüzünden, geçemeyecekleri bir
sınıra geldiklerini görürüm. O zaman geçmişlerindeki şeyi kısaca çözüme
kavuştururum. Bu onlara, harekete geçmeleri için güç verir ve böylece yola
devam edebilirler. Geçmişlerinde, yaşamlarının belirli bir noktasında bir
şeyleri kaybetmişlerdir ve ilerleyebilmeleri için bunun ne olduğunu gerçekten
öğrenmeleri gerekir. Kaybedilen şey, onlar için önemli bir kişiyle olan ilişki
ya da güven duygusu olabilir. Arkalarında bıraktıkları şeyi, geri kazanırlarsa
yolculukları kaldığı yerden devam edebilir.
Birçok
kilitlenme olayında gördüğümüz gibi, insanlar bazen kendilerine ait olmayan bir
yükü sırtlanırlar. Kilitlenmeler, o yükü ait olduğu yere bıraktıklarında
çözülür. Ardından tek başlarına yola devam ederler.
Çoğu
kişi psikoterapiye düzelebilmek düşüncesiyle gider. Yani sorunlarını bir
terapiste tıpkı birinin saatini, saatçiye gösterdiği gibi gösterirler. Saatçi
sorunu bulur, saati tamir eder ve geri verir. Tamamlama kavramı, bu düşünceyle
ilişkilidir, yani bir terapi eksiksiz olmalıdır.
Aile
terapisinde bile, konstelasyon uygulayıcıları, kişinin tüm sorunlarını
çözmeleri gerektiğini düşünür. Danışanın bütün aile üyeleriyle olan sorunlarını
çözüme kavuşturmak için belki de on tane konstelasyon çalışması yaparlar. Ama
böyle yapmak istedikçe de güçlerini kaybederler.
Bir
yardımcı olarak çoğu zaman danışanla en son noktaya kadar giderim. Bulunduğu
yolda yürümeye devam ettiği takdirde kişiyi olası sonuçlarla yüzleştiririm.
Danışanın sonuçların bilincinde olması için hiçbir şekilde durumu yumuşatmam.
Danışan olayların tam olarak bilincinde olursa daha ılımlı bir çözüm imkânı
yakalayabiliriz. Bu çözüm, ancak durumun önemiyle yüzleştiğimizde gerçekleşir;
burada da yardımcının cesaret ve güven vermesi gerekir.
Yardımcı
sadece kontrollü olduğu müddetçe yardım edebilir. Kontrollü olmanın bir yanı da
danışanın ona saygı duymasıdır. Bu da danışan, yardımcının kararına saygı
duymalıdır demektir. Aksi takdirde danışan yardımcıya ne yapması gerektiğini
dikte etmiş olur. Yardımcı, danışanın islediğini yaparsa sonuç ne olur? Danışan,
sorunlarından kurtulamaz ve bir başka yardımcıya gider.
Konsantrasyon,
yardım etmenin ilk aşamasıdır. Bununla ilgili bir alıştırma yapmak istiyorum.
Yardım
etmeyi istediğiniz birini düşünün. Onunla aranıza belli bir mesafe koyun.
Etrafınıza bir daire çizin, kendinizi güvende hissedeceğiniz ve dışarıdan
kimsenin giremeyeceği güvenli bir alan yaratın.
Sonra
bu kişiye bakın ve arkasında onun anne ve babasını görün. Onların önünde
eğilin ve “Burada küçük olan benim. Büyük olan sizlersiniz” deyin.
Sonra
diğer önemh insanları ve onların arkasındaki anneanne ve dedeleri görün.
Kişinin yanında kişinin suçunu görünce de suçun önünde eğilin ve suça, “Burada
küçük olan benim” deyin.
Bu
çalışma, bizi daha önce algılamadığımız boyutlara taşıyacak. Benim için bile
her defasında yeni bir şey oluyor. Bu tip bir çalışma, birçok açıdan diğer
yaklaşımlardan ayrılır.
Normalde
kendimize bir amaç veya başarmak istediğimiz bir şey belirleriz. Sonra oraya
gidecek bir yol seçeriz. Tıpta ve psikoterapide doktor önce teşhis yapar.
Teşhise göre tedavi seçilir. Seçtiğimiz yol, önceki deneyimlere dayanır.
Bu
çalışma bizi, bir şeye kapasitemizle ulaşabileceğimiz fikrinden uzaklaştırıp
bizi içimizden yönlendiren bir şeyi bekleme fikrine doğru iter. Bu yüzden bu
yaklaşım mütevazıdır, danışanın ne ağlamaları ne de acısı yardımcının aklım
çelebilir. Yardımcı, kendi yardım etme isteğine bile aldanmaz. Yardım ettiğim
zaman, konsantrasyon içinde olmaya devam ederim ve danışanın kaderiyle uyum
içerisinde olurum. Bu kaderi değiştirmem istenmez. Sadece danışanın ruhundan
bir şey, bana izin verir ve ona yardım etmemi sağlarsa bana sunulan hareketin
içinde olurum.
Anne
ile çocuk arasındaki en derin kopukluk, annenin doğumun ardından ölmesidir.
Bu
noktada, anne ile çocuk yeniden bir araya gelse bile ayrılık acısı devam eder.
Birçok ailede çocuk, annesinden oldukça erken koparılır. Örneğin, çocuk
hastaneye kaldırılır, annenin ziyaret etmesi engellenir. Ayrılık bazen doğumun
hemen ardından, örneğin çocuk erken doğup da kuvöze alındığında da gerçekleşir.
Sezaryen de erken ayrılığa neden olur.
Çocuk
için ayrılık çok acı bir deneyimdir. Bu acı, ayrılıkla birlikte yerini ölke ya
da ümitsizliğe bırakır. Anne döndüğü zaman, çocuk yaşadığı acı yüzünden onu bir
kenara iter. Anne, çocuğunun davranışıyla ilgili bir belirsizlik yaşar, neyi
yanlış yaptığını düşünür ve kendini geri çekerek tepki gösterebilir. Bu
yüzden anne ile çocuk aslında, gerçeklen tekrar bir araya gelmezler.
Bunun
yaşam boyunca süren etkileri olabilir. Anneyle ve bazen babayla olan ilişkinin
bu kadar erken kopmasından sonra çocuk, diğer insanlara da sokulmaz. Sonra
çocuk büyüdüğünde, çocukluğunda yaşadığı bu deneyim davranışlarını etkilemeye
devam eder; kişinin zihnine sessizce işlenir ve yetişkin olduğunda kişi buna
göre hareket eder. Bu yetişkin, başka bir kişiye doğru hafifçe yöneldikten
sonra geri çekilir, bir kenara geçer ve başladığı yere, hiçbir yere varmayacak
olan yeni bir dairesel harekete başlamak üzere geri döner.
Birçok
sorun ölmüş kişilerle ilgilidir. Ölmüş kişiler bizi etkiler, bazen biz de
onları etkileyebiliriz. Ailemizde ölmüş kişilerle ilgili çözüme kavuşmamış
meseleler varsa bu meseleler, içinde bulunduğumuz anı etkiler ve bir tür
rahatsızlık olarak ortaya çıkar. Böylece geleceğe bakmak yerine, geçmişin
pençesine takılırız.
Ölmüş
kişilerle ne şekilde bir ilişkimiz vardır? İlişkimiz onları hatırlamak
düzeyindedir. Çoğu zaman onları sevgiyle hatırlarız, özleriz, onlara sevgiyle
bağh kalır ve yaslarını tutarız.
Peki,
bunu yaptığımız zaman ölüler nasıl etkilenir? Kendilerini daha mı iyi
hissederler? Onları bu şekilde hatırlayarak ne yapmış oluruz? Onları tutmaya
çalışırız. Burada uygun olan nedir? Ölüm yakın bir zamanda gerçekleşmişse acı
ve üzüntü duymak uygundur. Bu duygular bizi ölmüş kişiden ayırır. Belki ölmüş
kişiye yardımı olur; onları özgürleştirir.
Ölmüş
kişi için yararlı olacak şekilde nasıl yas tutalım? Onlardan edindiğimiz güzel
şeylere baktığımızda ve onlara: “Teşekkür ederim. Senden aldıklarımı çok
değerli sayıyorum ve onları iyilik amaçlı kullanacağım” dediğimiz zaman, ölmüş
kişiler bizi serbest bırakabilirler çünkü bize verdiklerinin, içimizde devam ettiğini
görürler. Bu sözler bir amaca hizmet etmiştir.
Bu
bir yoludur. Ama çoğu zaman ölmüş kişiler için üzüntümüz sürer. Onlara yönelik
içimizde duyduğumuz kırgınlık bir türlü bitmez. Bize gelen birçok danışan, çok
zaman önce ölmüş olsalar da anne babalarına hâlâ kırgındır. Bu yüzden yaşayan
kişi, ölüye bağlı kalır. Ölmüş kişilere, beklentilerimiz ve isteklerimizle
sıkıca tutunduğumuz için onlar belki huzur bulamazlar.
Burada
çözüm nedir? Onlara: “Geçmişte her ne yaşandıysa benim için önemliydi” deriz. Bu
doğrudur çünkü geçmişte yaşananlar, kabul etliğimizde ve razı olduğumuzda
bizim için bir güç kaynağı olur. Geçmişte yaşananlar artık daha değerli, hatta
paha biçilmez olur. Oysa geçmişi reddettiğimizde geçmiş, bizim için bir külfete
dönüşür. Yani barış hâlinde olmadığımız ölmüş kişiler varsa ve hala onlardan
istediğimiz bir şey varsa onlara, “Teşekkür ederim” deriz. O dakika geçmişteki
her şey çok değerli bir hâzineye dönüşür.
Kendilerine
yanlış davrandığımız, belki de fiziksel olarak zarar verdiğimiz ya da
hayatlarında kötü bir şeye sebep olduğumuz için ölümünden suçluluk duyduğumuz
kişiler de vardır. Üzerimizde hakka sahip oldukları için biz onlara, onlar da
bize bağımlı kalır.
Tabiî
bu sadece bir imge midir yoksa gerçekten böyle midir bilemeyiz. Ama bu imgenin,
üzerimizde iyi etkileri olabilir, örneğin kendisine borçlu olduğumuz ölmüş
kişiyle sevgi teması kurduğumuzda ve ona, “Özür dilerim. Telafi edebileceğim
bir şey varsa bunu yapmak istiyorum” dediğimizde bu bizi olumlu etkiler. Bazı
durumlarda bu kişinin çocukları için iyi bir şeyler yapabiliriz. Bunu kabul
ettiğimizde ve kendimizi buna adadığımızda biz ölmüş kişiyi, o da bizi
bırakabilir.
Ama
bazen başkalarına öyle adaletsiz şeyler yapar ve onları öyle yanıltırız ki,
ölümlerine neden olmak gibi, ruhlarında ve bedenlerinde tamiri mümkün olmayan
öyle yaralar açarız ki bu yanlışı düzeltemeyiz. Hatta ölümü hak ettiğimizi bile
düşünürüz.
Bununla
nasıl baş ederiz? Onlara: “Suçumun ne kadar büyük olduğunu biliyorum. Bunu
unutmayacağım. Bundan, kefaret ödeyerek kurtulmaya çalışmayacağım. Bunu
unutmayacağım için içimde bir güç buluyorum. Bu güçle senin adına iyi şeyler
yapacağım” deriz. Ardından ölmüş kişi bizimle uzlaşır. Bizi, bizden bir şey
islemeden bırakır, biz de onları huzur içinde bırakırız.
Yardımcılar
için bu ne anlama gelir? Yardımcılar olarak hep ölmüş kişilere bakarız.
Danışanın ve ailenin yaşayan üyelerinin ötesine, ölülerine bakarız. Onlara
saygı duyar, söyleyeceklerini dinler ve danışana iletiriz. Danışanlara ölülerle
ilgili şeyleri açıklığa kavuşturmalarında yardımcı oluruz, böylelikle onların
da özgürleşmesini sağlarız.
Bir
danışan neden kaderinden ya da anne ve babasından şikâyet eder? Ne yapmaya
çalışır? Başkasının kendisine acımasını ve kendisi yerine hareket etmesini ister.
Böyle bir isteğe uymak, bizleri hiçbir zaman başarıya götürmez.
Kişi
yine dc bu şikâyetlerle başka bir şekilde başa çıkabilir. Danışan kaderinden
ya da anne babasından şikâyet etliğinde onun meseleyi anlatmasına izin verir,
halta “ Peki tam olarak ne oldu?” diyerek daha çok ayrıntı isteriz. Sonra tüm
hikâyeyi dinlemeye başlarız. Ardından: “Anne babanı serbest bırakmak ve kendi
olanaklarınla bir şeyi başarmak için iyi bir fırsat geçmemiş mi eline? Senin
yaptığın şeyi senin durumundaki başka birilcri yapsaydı başarılı olamazlardı
çünkü onlarda şendeki güç yok” deriz.
İnsanların
başına ne gelirse gelsin, bununla ilgili bir şey yaptıkları zaman, bu uğraş
onlara büyümeleri için güç verir. İnsanların geçmişinde yaşananlar, bundan
kaynaklanan eylemler için onlara güç verir ve bu eylemler içinde geçmiş
yücelir. Bu yüzden, yardımcı, danışanın söylediği her şeyin içinde bir büyüme
potansiyeli ve eylemde bulunmasını sağlayacak bir yol arar.
İnlemeye
ve sızlanmaya devam eden bir danışan ile çalışmaya devam etmek, yararlı
değildir. Bu danışana yapabileceğiniz en büyük yardım ona, “Bu benim için çok
tehlikeli” demenizdir.
Şikâyet
eden ve sızlanan biri tehlikelidir. Bir süre sonra, bu kişiyle çalışmayı
reddedebilirsiniz. Kimse bu tip bir danışandan daha saldırgan olamaz, bu yüzden
şimdiden kendinizi savunmaya alın.
İsledikleri
yapılmayan ve bu yüzden hayal kırıklığı yaşayan danışanlar tarafından suçlanan
ve eleştirilen terapistler vardır. Bu tip danışanlar suçlamada bulunarak
nihayet bir eyleme geçtikleri için kendilerini iyi hisselseler de bu durum
aslında onların iyiliğine değildir.
* *
Danışanlara
zarar verecek riskli şeyler söyledim diye birkaç kez suçlandım. Burada çok
farklı bir bakış açım var. Bir terapist, danışana zarar veremez. Danışanı
öldürmediklen sonra yardımcı ona nasıl zarar verebilir ki? Bir icrapist
danışanına nasıl zarar verir? Hepimiz islediğimiz şeyi yapmakla özgürüz.
Yardımcı danışanına zarar verecek bir şey yaptığı izlenimi uyandırdığı zaman,
danışan bunun bu şekilde olmasını istemiştir. Böyle danışanlar bunun olmasını
ister ama sorumluluk almaktan da kaçınır. Gerçekten de bir terapist, bir
yetişkine zarar veremez. Ben bir şeyi yanlış söylediğimde herkes bunu farkh
görmekte serbest lir.
Ama
bir yardımcı benimki gibi yol aldığı zaman, bazı insanların, “Bu olmamalı,
imkânsız bir şey bu” diyeceklerini bilmelidir. Bazıları terapisti, görevini
kötüye kullanmakla bile suçlayabilir. Yardımcı, korkuya boyun eğdiği zaman ne
olur? Algıda netliği kaybeder ve insanlar bu yardımcıya artık güvenemezler.
Bu
işi yaparken böyle bir korkuyu arkanızda bırakmış olmanız önemlidir. Bu
korkuya teslim olan yardımcı, bir çocuğa dönüşür veya danışanına bir anne ya
da baba olarak korku işlemeye başlar. Böyle bir durumda algımıza güvenmek,
güce ve bunu ifade edecek cesarete sahip olmayı gerektirir.
Gözleriniz
kapayın. Elinizdekileri bir kenara bırakın ki dikkatiniz dağılmasın. Kendinize
odaklanın, içinizden çıkanlara ışık tutun ve kendini göstermesine izin verin.
Hiçbir şey istemeden, ona korkusuzca bakın. Dünyayı yeni gören bir çocuk gibi
rahat konuşun. Sözcükleri ve tanımlamaları henüz bilmeyen, adını duymadığı bir
kuşun cıvıltısını dinleyen bir çocuk, doğayla herkesten daha çabuk iletişime
geçer.
Ruh,
bir nehir gibidir. Bu nehre adımınızı attığınız gibi, sizi alıp götürmesine
izin veririsiniz. Nereye aktığını bilmeden güvenle sürükleniriz. Kendimizi
onun korumasına bırakırız.
Bireylerle
çalışacağım zaman sadece onlarla değil, hepinizle çalışmış olurum. Kişilerde
ortaya çıkan, insani nitelikler hepimizi ilgilendirir.
Ruhumuza derinden tesir ederler ve onlarla yaşam dediğimiz nehirde birlikte
yüzeriz.
Freudçu
yaklaşımda psikoterapi ve tüm dalları; temel varsayım olarak tıbbi modeli
alır: Bir tarafta hasta, bir tarafta doktor, biri yardıma muhtaç, diğeri bu
kişiye neyin yardımcı olacağını söyleyen uzman bir yardımcı. Bu varsayım,
belirli bir ilişkiyle sonuçlanır. Fiziksel olarak hasta ile doktor arasındaki
ilişki bir yere kadar geçerli ve mantıklı bir modeldir. Peki, aynısı psikoterapi
için de geçerli midir?
Kişi
kötü geçen gençlik yılları için sızlandığı zaman eyleme geçmek isliyor mudur?
Bunları bana anlatma nedeni bir bahane aramaktır, eyleme geçmek değil. Böyle
bir danışana yardım etmek için sarf edeceğim tüm enerji boş yere olabilir.
Kişinin büyümcsini sağlayacak ruh hareketiyle uyumlu davranma hevesi
engellenmiştir. Bu yüzden, her şeyden önce hu kişiyle çalışıp çalışamayacağımı
değerlendiririm.
Burada
kabul edilmesi gereken en temel şey, insanların bugünkü kişiliklerinin
altında, ailelerinde yaşanan ve tüm hayatlarını etkileyen olayların
yattığıdır. Örneğin, ailede birinin genç yaşta ölmesi aileyi altüst eder. Ya
da bir çocuk evlatlık verilmiş; bir cinayet, suç ya da bir başka ciddi olay
yaşanmışsa sistem bozulur.
Bu
gibi olaylar, danışanın şimdiki aile sisteminde dc yaşanmış; yani danışan,
danışanın eşi ya da çocuklarının başına gelmiş olabileceği gibi danışanın
babası, annesi, kardeşleri ya da daha önceki kuşak üyelerinde de olmuş
olabilir. Bu gibi belirleyici olaylar birkaç ya da birçok kuşak öncesine kadar
geriye gidebilir.
Bazen
aile konstelasyonları boyutsal olarak gerçekleşmez, daha çok içsel bir süreç
olarak kalır. Bir seminerde bir adam bana yaklaşmıştı. Bir şeyler yüzünden
bunaldığı çok belliydi. Ona gözlerini kapamasını söyledim ve ruhumda bir
konstclasyona başladım.
Geri
çekildim ve onu kendi ruhuyla baş başa bıraktım. Annesine, babasına,
kardeşlerine ve atalarına baktım. Aile üyelerinin kaderlerine baktım ve
önlerinde saygıyla eğildim. Adamın geldiği yerin çok ötesine baktım.
Ona
hiçbir şey sormadım, hiçbir şey söylemedim. Ait olduğu yerde herhangi bir
müdahaleden uzak, tek başınaydı. Bu yüzden, içinden önemli duygular çıkmasına
izin verdim. Ruhu ona yol gösteriyordu. Birden her şey açığa çıktı; küçük bir
çocuktu vc o yaşta başından önemli bir şey geçmişti. Sonra onu bir anne gibi
kollarıma aldım. Benimle güvendeydi. Ardından onu meraklı bakışlardan korumak
için elimi yüzüne koydum.
Ardından
içindeki öfkeyi görebildik. Terk edilmiş bir çocuğun öfkesiydi bu. Bu yüzden
onu daha da kendime doğru çektim. Kürek kemiklerinin ortasına yumruğumla
vurdum. Neden mi? Çünkü onunla uyum içerisindeydim. Birden bunun gerekli olduğunu
hissettim. Üzerindeki etkisini hemen gördük. Yaptığımın doğru olduğunu gösterdi
bana.
Böyle
bir çalışmada konstelasyonla dışarıdan yapmaya çalıştığımız şey, bazen çoktan
içimizde gerçekleşmektedir. Bu hareketler ruhtan gelir. Yüz ifadeleri ve
danışanın hareketleri bir şeyin nerede tıkandığını söyler. Sonra danışana
engelin üstesinden yavaş yavaş gelmesi için yardım ederiz.
Konstelasyon
çalışmasında bir çözüm ararız. Çözüm bulunduğunda danışan da bir şeyler
yapmalıdır.
İyileştirme
işlemi burada ruhun hareketleriyle aynı anda ortaya çıkar. Esas işlem zaten o
anda orada gerçekleşmekte ya da başlamaktadır. Bu işlem daha da derinlere iner.
Aynı zamanda her şey kişinin ruhunda kalır. Dışarıdan müdahale olmaz. Yardımcı,
herkesin kaderine büyük saygı gösterir.
Ana
akını yardım paradigmalarında, çokça dıştan müdahale görürsünüz. Gerekçesi ne
olursa olsun, ruhun içinde ne olduğuna aldırmadan höyle müdahaleler yapmakla
bir sakınca görülmez.
Bazen
yardım etmek isleriz çünkü danışan bir şeyi, belli bir şekilde söylediği için
biz de buna cevap vermek isleriz. Ama danışanın söylediği şey, gerçek mesele
karşısındaki direnişi ifade eder. Bu yüzden bu kadar çabuk müdahale edersek
gerçeklen de esas önemli olan şeyle ilgisi olmayan tehlikeli bir oyunu göze almış
oluruz.
Bu
yüzden burada dikkatli olmalı, yardım etme yaklaşımları arasındaki farkı
algılamalıyız. “Neyi yapabiliriz, neyi yapamayız?” sorusuna kendi ruhumuzun
vereceği yanıtı dinlemeli ve yavaş yavaş bu yanıtla uyum içinde davranmayı
öğrenmeliyiz.
Çalışmalarımızda
özel bir kadere sahip birçok insanla lanışırız. Mesele bu kaderle nasıl
boğuşacağımız, onu nasıl kabul edeceğimiz ve ona nasıl razı geleceğimizdir. Bu
kaderin ne zaman kaçınılmaz olduğunu, kendisiyle uyum içindeyken binlerine
yardım etmek için bize bir şeyler sunduğunu ne ölçüde anlayabiliyoruz?
Her
şeyden önce, kader, sonraki kuşakların kaderini belirleyecek olayların
yaşandığı belirli bir aileye ait olduğumuz anlamına gelir. Kader ya da kaderin
belirledikleri, aile üyelerinin ailelerine olan bağlılığı ile anlaşılır. Örneğin,
bir intiharın yaşandığı bir ailede, bunun sonraki kuşaklarda devam eden etkileri
olur ve ailedeki diğer bireyler de intiharla ya da başka yollarla ölme isteği
taşıyabilir. Araştırma yaparak kuşaklar önce birinin kendini öldürmek istemiş
olduğunu ama öldüremediğini de ortaya çıkarabiliriz. Bitmemiş bir mesele,
gelecek kuşaklara da taşınır. Aile üyeleri bu tamamlanmamış mesele yüzünden
nedenini bilmeden bir yükümlülük hissedebilir. Şizofreni hastalığının altında
çoğu zaman şizofren kişinin, bir katili ve kurbanı temsil ettiği gerçeği
yatmaktadır.
Böyle
bir duruma yakalanmış biriyle çalışırken cesaret vermek ya da yalvarmak işe
yaramaz. Danışanın geçmişinde, bu kaderin nerede harekete geçtiğini bulmamız
gerekir. Bu sorunun kişinin özgür iradesinin çok daha ötesinde olduğunu varsayarsak
onunla kolaylıkla ilişki kurabiliriz. “Bunun nereden geldiğine, nereden
kaynaklandığına bakalım” dediğimiz zaman, danışan anında üzerindeki yükün
hafiflediğini hisseder. Bu bile tek başına yardımcı olur.
Dan
van Kampenhout, kitabı Şifa Dışarıdan Gelir’de, tekrarlanan durumların
nasıl gün yüzüne çıkartılabileceğini ayrıntılarıyla anlatır. Önce bir danışanı
konumlandırırsınız. Sonra anne ve babanın kuşağından bir temsilciyi onun
arkasına, ardından da büyük anne ve büyük babaya ait bir temsilciyi
konumlandırırsınız. Bu şekilde pek çok kuşağı; belki sekiz, belki de on
kuşağı, hatta daha fazlasını bile konumlandırabilirsiniz. Yeteri kadar
beklediğinizde katılımcıların tepkilerine bakarak belirleyici olayın hangi
kuşakta meydana geldiğini söyleyebilirsiniz.
Bir
başka yaklaşım, danışanın atalarının hizalandığı yerde yavaşça yürümesini ve
her bir kuşakla neler olup bittiğini anlamasını sağlamaktır.
Belirleyici
hareket her zaman bir cinayettir. Bu tip taşınması zor kaderlerin, aile
içindeki bir cinayetten kaynaklandığına çok kez tanıklık ettim. Kimi zaman hem
katil hem de kurban, danışanın ailesindendir ve en ağır durum budur. Bazen de
katil ve kurban ayrı ailelerden gelmekledir.
Kuşaklara
indikçe huzursuzlaşan ya da bakışlarını yere indirmiş birini görebilirsiniz.
Belirleyici olayın yaşandığı kuşak budur. Kurbanı temsil eden kişi,
huzursuzlaşan kişinin önünde yatar, böylece kurban ve suçlu hirbırlcriyle
temas kurar. Tabii ki bizler ne olduğunu bilemeyiz, zaten bilmemiz de
gerekmez. Sadece bir şeyler olduğuna tanık oluruz. Bu noktada genelde kurbanla
suçlu arasında, onları hır araya getirecek bir şey yaşanır, örneğin suçlu
kurbanın yanına uzanır. Böyle bir şey yaşandığında, olayın ardından dünyaya
gelmiş kuşaklarda da rahatlama belirtileri görebiliriz. Danışan da bunu görür.
Bu kısa ve basit bir yöntemdir, uzun araştırmalara gereksinim bırakmaz.
Sonuçları, yararlılığını kanıtlar.
Bazen
kader çok büyük olduğa için hiçbir şey yapılamaz. Belki de bu kadar büyük bir
kaderi çözecek iegörülere crişemeyiz.
Ama şimdi size çözümün, sürpriz bir
biçimde ortaya çıktığı bir olaydan bahsetmek istiyorum.
Tayvan’da
şizofren bir annesi olan bir katılımcı vardı. Danışanın dört kızını
konumlandırdıktan sonra içlerinden biri, garip davranmaya başladı.
Danışana
ailesinde herhangi özel bir durumu olup olmadığını sordum. Danışan büyük
dedesinin, kendi kardeşi tarafından öldürüldüğünü hatırladı. Büyük dede ile
kardeşini karşı karşıya getirdim ama büyük dedenin kardeşi, sadece bir suçlu
gibi değil, aynı zamanda bir kurban gibi de davranıyordu. Sonra annelerini,
yani büyük anneyi de konumlandırdım ve katılımcıların tepkilerinden, gerçek
suçlunun o olduğunu, kardeşi kardeşe karşı kışkırttığını anladık. Büyük
dedenin kardeşi allak bullak oldu, çünkü hem suçlunun hem de kurbanın
enerjisini içinde hissetmişti. Kardeşine ve annesine yaslanmasını sağladım ve
birden erkek kardeşin tüm karmaşası çözüldü.
Bazen
bir şeyi yapmaya iznimiz olup olmadığını bilmeyiz. Yardımcılar olarak o zaman
kadere boyun eğeriz. Hiçbir şey yapamayacağımız su yüzüne çıktığı zaman açık açık:
“Burada yapabileceğim hiçbir şey yok”deriz. O zaman yönetimi kader ele alır.
Aynı
durum ölüm için de geçerlidir. Birinin genç, hatta doğmadan önce ölmesi ya da
yaşlı ölmesi bir fark yaratır mı?
Yakın
zamanda kendimi ailemdeki ölülere tanıttığım bir alıştırma yaptım. Annemin
ailesinde 5 kişi genç yaşta ölmüş. Kendimi bu çocuklara tanıttım. Kendimde,
onlardan gelen çok büyük bir güç hissettim.
Ölüler
bu dünyadan göçüp gitmezler. Onları kabul ettiğimiz ve kendimizi onlara
tanıttığımız zaman, onlardan bize yarar gelir. Ölüler kendilerini bir şeyleri
kaçırıyor gibi hisseder mi? Onlarla bağlantı kurduğumda benim aracılığımla
etkilerini sürdürürler ve bununla teselli bulurlar mı? Bilmiyoruz. Bu nedenle
hayatın ve ölümün gerçekliğini olduğu gibi kabul ederiz.
Yardımla ilgili daha fazla kaynak için
Ek A’ya başvurabilirsiniz.
Ruhani
aile konstelasyonlarında neler yenidir?
1.
İçsel tutum.
Konstelasyon lideri, her aşamada bir
ruhani zihin harekelinin yol göstermesine teslim olur. Hareket, kiminle
çalışabileceğimiz, ne kadar ileri gidebileceğimiz ve ne zaman durmamız
gerektiği konusunda bize yol gösterir.
2.
Herkese ve her
şeye olduğu gibi rıza göstermek, onları saymak, sevmek ve yargılamamak.
3.
Endişe ve
tasadan uzak olmak; kaderleri ve suçları her ne olursa olsun, herkesin ve her
şeyin bu ruh hareketi taralından yönlendirildiğini kabul etliğimiz için endişe
ve tasadan uzak oluruz.
4.
Peşin hükümlü
olmamak
Yardımcı ya da danışan için doğru ya
da yanlış zannedilen şeyler için peşin hükümlü olmamak gerekir. Bu yüzden
yardımcı, içgörü ya da kesin gözlemlerden gelen talimat ya
da ruh hareketleriyle uyumlu olarak gönderilen her işarete açıktır.
Bu
çalışmada biraz, insanların davranışının altında yatanlarla, acılarının ve
mutluluklarının üzerinde durdum. Biraz felsefe yapmış oldum ama başka bir şeyle
uyumdan gelen özel bir çeşit felsefe.
Felsefe
aslında nedir? Felsefe nesnelere bakar, onları yakından inceler ve kendini tüm
olgulara açar. Bilgelik âşıkları (felsefecinin tanımıdır) kendilerini bu
olgulara açar ve bu olgu zenginliğinden, esas şeyin anlık görüntüleri ortaya
çıkar.
Felsefe,
yüzeysel görüntünün ardındaki esası birden görmek demektir. Esas olanı görebildiğimiz,
temel içgörümüzün olduğu yerde ve nesnelerin doğasındaki şeyleri anladığımızda
harekele geçmeye kadir ve mecbur oluruz. Böyle bir içgörü uygulamaya
geçmelidir, geçmezse boşa gider. Uygulamaya geçit vermeyen içgörü, esas içgörü
değildir.
Ruhani
aile konstelasyonları, bu içgörünün fenomenolojik süreci temelinde mümkün olur.
Bu bağlamda, ruhani aile konstelasyonlarınm içgörülerini uygulayan yardımcının
tutumu, bir felsefecinin tutumuna benzer. Yardımcı herhangi bir niyet gütmeden
ve korku duymadan, önceki deneyimlerden yardım almadan, kendini olduğu gibi,
görünene bırakır ve içini bomboş bırakır. Sonra tıpkı bir şimşek çakması gibi,
bir sonraki adım ortaya çıkar. Bu adım izlenmelidir. Ardından kişi yine ne
yapacağını bilemez çünkü içgörü asla tamamlanmayan bir şeydir.
Esas
içgörü, asla genel gerçek değildir, sadece bir sonraki adımda yapılması
gerekenlere ilişkin işaretlerdir. Bu adım izlendiğinde diziliş yine başlar.
Yardımcı bir sonraki adımın kendisine gösterilmesini bekler. Bu şekilde işin
iç yüzü, aralıksız uyum içerisinde, sonsuz bir yaratıcılıkla ortaya çıkar.
İnsan
ruhu, ruhun da üstündedir. Ruhun en belirgin özelliği sınırsız olmasıdır.
Örneğin, ruhumuzla göz açıp kapayana kadar en uzak yıldızlara ulaşır ya da çok
uzağımızdaki biriyle bağlantı kurarız.
Bu
bakımdan ruhumuz için kısıtlamalar yoktur ama yine de insan ruhu da düzenlerin
üstünde değildir, düzenlere bağlıdır. Örneğin düşüncelerimiz, sebep sonuç,
mekân zaman gibi kategorilerle sınırlıdır. İnsan ruhu aynı zamanda bazı mantık
kurallarına da uymalıdır. Bu kurallar ve düzenler ruhumuz için sabitlenmiş
koşullardır. Sadece bu yapılar içinde düşünebiliriz. O zaman bu düzenleri koyan ve bunların işlemesini sağlayan, insan
ruhunun da üstünde bir şey olması gereklidir.
Her
şey hareket halindedir, yaratıcı bir hareket içindedir. Bunun ardında,
durmadan yorulmadan yaratan, sınırsız bir şekilde yaratıcı bir güç vardır. Bu
gerçek güçtür.
İçimiz
boşken gerçek varoluş nedenimize ve kaynağımıza, işle bu yaratıcı gücümüze
yaklaşırız. Bu kaynak sadece bize ait değildir, her birimizin ve bir bütün
hâlinde dünyanın kaynağıdır. Bu kaynağın yakınlığını hissettiğimde, diğer tüm
insanlarla yakınlık hissederim. Bu yakınlık içinde derinlere indiğim zaman,
kişisel varlığım dışındaki hiçbirşeyi etkilemeye çalışmam. Kökenim, herkesin
kökeni ile birlikle işler çünkü bizlere benzeyen herkes için bir tek köken
vardır. Yaratıcı insan kapasitemiz bu yaklaşımdan ve bu tür bir bağlılıktan
gelir. Bu yüzden ruhani aile konstelasyonları, yaratıcı etkisini aynı
kaynaktan kazanır. Buradaki çalışmamız için esas önkoşul budur. Bu yüzden, bu
çalışmayı içgörü yaklaşımında en azından biraz ilerleme kaydettiğimizde ve bu
felsefeyle bir bütün olduğumuzda yapabiliriz. O zaman bu çalışmaya hazır oluruz.
Ruhani
aile konstelasyonu bir ailenin üyelerinin konumlandırılmasıyla ilgili süreci
tanımlar. Bir danışan, annesi, babası, kardeşleri ve kendisi gibi öncmlrailc
bireylerini temsil etmek üzere bir grup içinden temsilciler
seçer, ardından bu kişileri birbirlerine olan uzaklıklarına göre
konumlandırır. Hepsi bu kadardır.
Ardından
katılımcılar, hakkında bir şey bilmeden, aniden temsil ettikleri kişiler gibi
hissetmeye başlarlar. Yani aile konstelasyonu, bize daha büyük bir bütünle,
ruhani bir alanla bağımız olduğunu gösterir. Bu ruhani alanda ölüler de dâhil,
bir ailenin bütün bireyleri yer alır vc herkes birbiriyle uyum içerisindedir.
Hepsi birbiriyle ilişki kurabilir ve hepsi de bilinçli olmasına gerek olmadan,
davranışları ve duyguları aracılığıyla birbiriyle ilişki kurar. Bu bağların
derinliği zamanla aile konstelasyonlarında su yüzüne çıkar.
Aile
konstclasyonlarmda bu ruhani alanla ilgili içgörü sahibi de oluruz. Ruhani
alanın, bütün aile bireylerini ve kader bağıyla bağlanmış diğer kişileri
gözleyen, ortak bir ruhu vardır. Bu ruh belli kuralları izler ve üyeleri, geniş
kapsamlı sonuçlarıyla kendine uymaya mecbur eder.
Bir
anlamda aile konstelasyonu süreci, bir aileyi konumlandırarak yüzeysel olarak
öğrenilebilir vc etkileri anında gözlemlenebilir.
Peki
bu durum, kolaylaştırıcıya her şeyi kapsayan bu ruhani alanda yardımcı olacak
içgörüyü kazandırır mı? ■
Aile
konstelasyonu biçiminde hareket edersek, bir süre sonra bizlcri ayıran bir
çizgiye varırız. Bu tip aile konstclasyonlarının sınırları vardır ve bu sınır
bizlcri daha kapsamlı, tamamen farklı, ufuk açıcı bir
ruhani düzeye yükselmeye iter. Bu ruhani âlemde, başka bir gücün etkisine
gireriz. Bu güç bizi yönlendirir. Ama artık yolumuza eskisi gibi devam
edemeyiz; çok daha kısıtlanırız. Bu ruhani gücün hareketlerini algılar, kabul
eder ve ruhta, bizlerin düşüncelerinden bambaşka bir şeyleri harekete geçirdiğini
görürüz. Her şeyi bir araya toplar, herhangi bir müdahaleden kaçınır ve
kontrolü, bu harekete bırakırız. Tüm yapabileceklerimiz burada biter. Artık
“Aile konstelasyonu yapıyorum” diyemeyiz, başka güçlerle uyum hâlinde hareket
etmeye başlarız.
Alan
ve ruh kavramları biraz kafa karıştırıcı gelebilir. Rupert Sheldrake ile
yaptığım bir konuşmada kendisi bana, “Alan pek de iyi bir terim değil” demişti.
Bu
alanlarda çalışma yürüten ilk kişiler Alman düşünürlerdi. Çalışmaya geçen
yüzyılın başında başlayan bu filozoflar, ruhani alanlarla ilgili gözlemlerde
bulunmuşlar ve “ruh” sözcüğünü kullanmışlardır. Genel bir ruhtan ve bir dünya
ruhundan söz etmişlerdir. Ancak ruh sözcüğü, bilimde pek de geçerli olarak
kabul edilmemiş, bunun yerine “alan” sözcüğü seçilmiştir.
Ruhani
bir alanın belli düzenleri izlediğini, sürekli hareket hâlinde olduğunu ve bu
hareketlerle bir şeyler amaçladığım gözlemleriz. Amaçlar ve niyetler, bilinç
olmadan var olamazlar. Bir alanın bilinci yoktur, o yüzden burada “ruh” terimi
daha uygundur. Bu yüzden de ben çoğu zaman büyük bir ruhtan bahsederim.
Ama
şimdi tereddütlerim var. Bu aile ruhu bu alana yakalanmıştır. Bu alanda, her
şey baştan yaşanır. Aile içindeki kaderler tekrar eder. Bir aile üyesi, daha
önceki bir bireyin kaderine kilitlendiğinde ve ona göre davranmaya
başladığında, sonraki kuşaktan biri de bu kişiye kilitlenir. Kilitlenmek
hiçbir şeyi çözmez.
Rupert
Sheldrake, bu aile ruhuna ulaşmak için daha büyük bir şey gerektiğini kabul etmiş,
buna ruh demiştir. Birkaç örnek vereceğim, siz dc daha iyi anlayacaksınız
Bu
konuda adaletle ilgili çok önemli bir içgörum olmuştu. Adalet çok yüksek bir
değer ve en üstün amaç olarak kabul edilir. Pcki, adalet diye bir şey var
mıdır? Adalelin tecelli ettiği, başarıya ulaştığı görülmüş müdür? Böyle bir
şey yoktur. Adalet sadece bir düşünce olarak, uğruna mücadele elliğimiz, balta
etmeye zorlandığımız bir ideal olarak vardır. Adalet yerini bulduğu zaman ne
olur? Biri öldürülür. Tüm Fedakârlıklar adaleı için yapılır. Savaşlar adaleti
sağlamaya çalışır. Başka ülkeleri işgal eden askerlere, çoğu zaman adaletin
yerini bulması için hizmet ellikleri söylenir. Bir saldırganı durdurmak için
savaşa giden askerler bile bu tuzağa düşer. Son dünya savaşında birçok Alman
kenti, adalet namına intikam için kurban edilmiş, yakılıp yıkılmıştır.
İçgüdülerimiz kökleşmiştir ve çoğu zaman yüce ve kibirli değerlerimizin ardına
gizlenmiştir.
Birçok
dinde Tanrı’nm ya da tanrıların adaleli sağlamasını beklemek kavramının yer
alması çok çarpıcıdır. Böyle bir Tanrı neye hizmet eder? Adalete tapmaya.
Bununla birlikle Tanrı artık Tanrı değil, aynı zamanda idoldür. Bu çok arkaik
kavram, temel değeri sevgi olan dinlerde bile kendine yer bulmuştur. Bu nedenle
vicdan dediğimiz şey intikama izin verir ve adına adalet dediğimiz yüce bir
değere dönüştürür.
Bu
kavramın neden incelenmediği apaçık ortadadır. Sahte tanrısına karşı vicdanı
kör olan bu morfojenetik alanda bu algı, bilinçlenene ve berraklaşana kadar
yasaklanmıştır.
Böyle birçok alan vardır. Tıbbi alan,
büyük başarılarına rağmen bunlardan biridir. Hastalıkların nedenlerine ve
iyileştirme yöntemlerine ilişkin birçok içgörü, bir algı yasağı nedeniyle engellenmiştir. '
Birçok
terapist, etraflarında duvar gibi örülmüş, belli bir dünya görüşüne takılırlar.
Yeni bir kapı açılmadıkça da bunun ötesine geçemezler. Bu tutsaklıkla ilgili
bir şey söylemek istiyorum. Belli bir psikoterapi okulunun, bir partinin,
elinin ya ela mesleğin üyesi olanlar, morlojenelik bir alan içindedirler.
Ruperl Shcldrake bunun üzerinde ayrıntılı bir araştırma yapmıştır.
Morfojenetik
alanın tamını: Bir şeyler belli bir takım modellere göre geliştiğinde, bu
modeller bu alanda dalıa sonra olacakları belirler. Model kendini tekrarlar.
Örneğin,
Sigmund Frcııd belli bir şeyi keşfetmiş ve bunun çıralında bir model, bir
dünya görüşü vc bir terapi yaklaşımı geliştirmiştir. Alana sonradan girenlerin
yeni içgörülerc açık olması ve modeli değiştirmesi zordur çünkü alan, yönetimi
eline almıştır. Bu kişiler belirli biçimde düşünür, hareket eder ve bu alanda
takılı kalırlar.
Avukatlar
da morfojenetik bir alanda yer alır. Bir dine bağlı kişiler, morfojenetik bir
alana takılırlar. Morlojenelik alandaki liderler, genellikle aynı şeyi
söylerler vc aynı sözcüklerle, aynı konu etrafında dönerler. Siyasi bir
partinin liderleri de morfojenelik bir alanın içindedirler.
Bu
morfojenetik alan, bir vicdan gibi işler. Üyeler, bir şey hakkında farklı
düşünmeye çalışırlarsa kendilerini rahatsız hissedebilir ve korkabilirler,
vicdanları rahat etmez.
Aile
konstclasyonları morfojenetik bir alan oluşturma olasılığından muaf değildir.
Bu alandan tek çıkış yolu, yeniliğe açık olmayı sürdürmek vc dünyaya her gün
yeni bir şey keşfeden bir çocuğun gözlerinden bakmaktır.
Aile
konstclasyonlarıyla yaşamın iki temel kuralı vc insan ilişkileri su yüzüne
çıkar, ruhani bir içgörü olarak gelirler. Ben buna fenomonolojik içgörü yolu
diyorum.
Bu
içgörü yaklaşımına ulaşabilmek için, iyi bir ruh hâlini elde etme yöntemini
açıklamak istiyorum. Bir danışanın sorunu ile ilgilenirken bu içgörü yolunda
ilerleyebiliriz. İçgörü yaklaşımı sayesinde bir sonraki adım için gereken
içgörüyü bulabiliriz.
Bu
yaklaşımı ilk kez nerede kullandığımı size anlatacağım. Bu yolda, vicdanla
ilgili gerekli içgörülcri edindim. Vicdanla ilgili içgörülerim ve aynı zamanda
hayatın kuralları, aile konstelasyonları için önkoşul olan temel içgörülcrdir.
Kendimizi,
alıştığımız zihinsel bağlardan uzak tutmalıyız. Bu uzak tutmayı üç adımda
gerçekleştirebiliriz:
İçgörü
yaklaşımının ilk adımında bu sorunla ilgili daha önce söylenen her şeyi
unuturum, söylenmiş ne varsa dışarıda bırakırım.
Aynısını
danışanla da yapabiliriz. Danışan ne söylerse söylesin unuturuz, aklımızda
tutmaya çalışmayız. Kendimiz ile danışan arasında bir mesafe yaratırız.
Vicdan
üzerine düşündüğümde kendimi ona bütünüyle yeni ve bağımsız biçimde açar ve
vicdanla ilgili söylen her şeyi unuturum. Böylcce ilk mesafeyi koymuş olurum.
İkinci
adım kendimi hiçbir niyet gütmeden bir durum, sorun ya da kişiye açmaktır.
Kendimi vicdana bu şekilde açtığımda bir şey öğrenmek değil, yalnızca uygulamak
isterim. Bu niyet gerçek algı için bir engel oluşturabilir. Bir niyet gütmemek,
ikinci mesafeyi yaratır. Vicdanla ilgili içgörülerimin daha sonra geniş kapsamlı
etkilerinin olması ise bir diğer konudur. Bu içgörülerin yaşamın ve sevginin
tüm alanlarında maksatlı uygulanması, salt algının bir sonucudur.
Şimdi
bunu yardım e!meye uygulayalım. Kendimizi, yardım etme niyeti bile gütmeden
danışana açarız. Danışana nasıl yararlı olabileceğimizle ilgili düşüncelerden
uzaklaşırız.
Şimdi
içinize dönün ve bunu gerçekten uyguladığınızda dikkatinizi nasıl
yoğunlaştırdığınızı fark edin. Danışanın ne söylediğini unutursunuz ve hiçbir
niyet taşımazsınız.
Ama
danışan için orada olursunuz. O dakika, içinizde ne büyük bir güç olduğunu
hissedebiliyor musunuz? Artık danışanın üzerinizde herhangi bir gücü kalmaz,
tamamen konsantrasyon içine girmişsinizdir.
Üçüncü
aşama korkusuz olmamızdır. Unutmayı ve niyet taşımamayı tercih ettiğimizde
karşımıza neyin çıkacağından, insanların ne söyleyeceğinden korkmayız. En zor
olanı da budur. Kendimizi buna adadığımızda ne olduğunu sezinleyebiliriz. Başka
türlü bir güç hissederiz içimizde. Ancak bu şekilde yeni bir içgörüye; hiç
alışık olmadığımız, belki de bizi ürküten bir içgörüye açık oluruz.
Burada
anlattığım şey bir arınma yoludur. Bu yolda temizleniriz. Şimdi bu içgörü
yaklaşımındaki belirleyici safhaya geldik. Kendimi, bir durum ya da soruna
öylece bıraktığımda, orada önemli olanın ne olduğunu ve konunun özünü bilirim.
Esas olan şey bana verilmiştir. Bu şey kendini su yüzüne çıkarır. Yani hiçbir
şey yapmadan yüzümüzü bir şeye döneriz. Ardından bir şeyler ortaya çıkar, bize
doğru gelir ve kendini gösterir. Böyle bir içgörü, bizi sınırlandırmaz, aksine
yeniliklere açıktır.
Şimdi
sizlerle bir alıştırma yapacağım. Sadece gözlerinizi kapayın, içimizde, kendisi
için bir şey yapmak istediğiniz birini görmeye çalışın. Belki bir danışanı,
aileden birini, yardım etmek istediğimiz, onun için endişe duyduğumuz birini
ya da bir çocuğu görelim.
Kendimizi
bu kişiye, maksat taşımaksızın; endişe, pişmanlık ve korku duymaksızın, ortaya
çıkabilecek sonuçlarla ilgili kaygı duymaksızın, belli bir mesafede durarak
açalım. Soğukkanlılığımızı koruyalım.
Bu
kişide ve kendimizde bir şeylerin değiştiğini fark edelim. İkimizin de
endişenin ötesinde daha büyük bir şeyle nasıl uyum içerisinde olduğumuzu
görelim.
Sonra
bu kişinin ötesine ve kaderine bakalım. Ardından kaderinin de ötesine, çok
uzağa bakalım. Orada olalım, buna yoğunlaşalım.
Söylediğimiz
ilk şey, “Evet”; kısa bir sürenin ardından söylediğimiz ikinei sözcük ise
“Lütfen” olur.
Ruh.
ayrılmış şeyleri birleştiren ve belli bir yöne yönelten bir güçlüı. Örneğin,
organlarımız sadece olağan hâlleriyle çalışabilirler çünkü onları yöneten ve
bağlayan bir güç vardır. Böylelikle içimizdeki ruhu yaşarız.
Bazen
kavuşmanın nasıl gerçekleşebileceğine dair bir düşüncemiz olabilir ya da
deneyimlerimize dayanarak çözümlerin ncler olabileceğini biliriz. Bu düzenler
kendilerini aile konstelasyonlannda gösterir ve birçok ailede yaşanan ayrılıkların
sona ermesine katkıda bulunurlar.
Ama
çok ciddi kilitlenmeler ve özel kaderlerle uğraştığımız zaman ruhun
hareketleri, tahmin etmediğimiz ve gitmesini istemediğimiz yönlere gidebilir.
Ölüm engellenemez görünüyorsa bu hareketler bazen ölüme sürüklenebilirler ama
müdahale etmeden bu harekete güvenirsek hareket çoğu zaman beklenmedik şekilde
rotasını değiştirir. Tahmin edemediğimiz ve dilediğimizin ötesinde bir çözüm
ortaya çıkabilir. Sonunda daha büyük bir şeye bağlı olduğumuzu fark ederiz ve kendi
düşüncelerimiz ve dileklerimiz bu büyük şeyin karşısında anlamsız kalır.
Aile
konstelasyonlannda çoğu zaman sadece büyük anne ve babaya, hatta büyük büyük
anne ve dedeye kadar geri gideriz.
Bu
kuşakları bir arada görmek bizi, kimin kime kilitlendiğine dair belirgin bir
resme ulaştırır. Bu dolanmalar çoğu zaman çok gerilere uzanır. Bazen kritik olaylar
o kadar eskide yaşanmıştır ki izini bile süremeyiz ama yine de bugünkü
kuşaklar üzerinde bir etkisi olduğunu açıkça görürüz.
Psikozda
kökenin çok geçmişe dayandığı alışıla gelmiş bir durumdur. Güney ve Kuzey
Amerika yerlilerinin haklarında artık bilgimiz olmasa da yüzyıllar önce
meydana gelmiş olaylardan etkilendiklerini görürüz.
Çoğu
zaman, karanlıkta hiçbir şeyden habersiz dolaşırken önemli bir şey su yüzüne
çıkar. Bunun bir etkisi olur ve biz buna müdahale etmezsek bu etki işlemeye
devam eder.
Psikoterapi
ve pek çok açıdan özellikle aile konstelasyonlarının erken biçimlerinde, bir
kişi çözüm arar, çoğu zaman da bu iyi bir çözüm bulur.
Ama
sorun çok derin bir şey olduğu zaman bunu başaramayız. Burada kendini gösteren
ruhla birlikte hareket etmeliyiz. Bu hareket başladığı zaman başka bir şey
yapmamıza gerek kalmaz çünkü hareket kendi kendine devam eder.
Bir
çözüm ararken çoğu zaman ne olabileceğine dair bir fikrimiz vardır. Bu iç
resmin doğru olduğu ve güzel sonuçlar doğurduğu durumlar vardır ama bu her
zaman mümkün değildir. Yine de ortada bir hareket vardır ve hareket su yüzüne
çıktığı zaman hiçbir şeye dokunmaz ve hiçbir şeyi değiştirmezsek sahip olduğu
güç bizim çözüm aramamızdan çok daha etkilidir.
Psikolojik
bozukluklar için bir şey söylemek istiyorum. Bu bozukluklar nasıl meydana
gelir? İnsanlar psikoterapiye neden giderler? Cevabı genelde binlerinden
koparıldıktan içindir, insanlar annesinden, babasından ya da her ikisinden de
koparıldıktan zaman enerjilerini ve güçlerini kaybeder, zayıf düşerler ve bir
takım hastalık belirtileri gösterirler.
Bunun
üzerine kısa bir meditasyon yapabiliriz. Gözlerinizi kapayın, anne babalarınızı
bedenlerinizde hissedin. Bizlere anne ve babamızdan gelmeyen, hiçbir şey
yoktur. Bizler anne ve babamız, yani kısaca onlarızdır. Bu yüzden anne
babalarımızı içimizde hissedene kadar içimizi onlara açarız. Ve onları, başka
türlü olmalarını dilemeden, geçmişte ve şu anda oldukları gibi hissederiz.
Aynı
şekilde büyük anne ve büyük babalarınızı, onların da anne ve babalarını, genç
yaşta ölmüş olanlar da dâhil, bu aileye ait tüm bireyleri içimizde hissederiz.
Hepsini bedenlerimizde hissedebilir, kabul eder, bedenlerimizde olmalarına
razı geliriz. Onlara sarılır, bizi kucaklamalarına izin verir, onlarla bir
bütün oluruz. Bu hareket ile anne babalarımız, atalarımız ve aynı zamanda
kendi eylemlerimiz ve suçumuz aracılığıyla özel kaderimizi tecrübe ederiz. Bu
kadere boyun eğer, “Evet, bu benim kaderim ve ben buna boyun eğiyorum” deriz.
Şimdi
de bize yardım için gelen bir danışana bakalım. Bu danışana baktığımız zaman
onun ailesini de görelim, onları anlayalım, sevgi ve saygıyla kabul edelim.
Sonra danışanın büyük anne ve büyük babasına, tüm atalarına ve ailesinde genç
yaşta ölmüş kişilerin hepsine bakalım. Onlar bizim için varlıklarını danışanda
sürdürürler; bizler de onların önlerinde saygıyla eğiliriz. Onların desteğini
bekleriz. Danışana ilgi göstermeye başlayan sadece biz olmayız, ataları da
yardımımıza koşar ve bir parçası olduğumuz o daha büyük şeye destek olurlar.
Böylece biz de belki de danışanın kaderi, görevi ve ahnyazısım bir an için
görebilir ve kabul edebiliriz.
Sonra
danışanla nasıl bağlantılı ve aynı zamanda da ayrı olduğumuzu anlarız.
Yaptıklarımızın danışanın ailesi, kaderi, halta belki de ölümüyle uyum
içerisinde olması için dikkat etmemiz gerektiğinin bilincine varırız.
Bahsetmek
islediğim bir şey daha var. Herhangi biri, anne babasına kızgın olduğunda, kin
beslediğinde, onları suçladığında, hatla küçümsediğinde ben, danışanın anne
babasıyla ve atalarıyla uyum içersinde olmayı sürdürürüm. Ardından ona yardım
etmeyi reddederim çünkü eğer danışan en yaşamsal aşamayı geçemezse böylesi
bir durumda rol oynama şansım kahnaz. Peki, o zaman ona bu durumda ne yardımcı
olur? Onu, kendiyle uyum içerisinde ve kaderinin kontrolü altında bırakırsam
belki o zaman bir şeyler, ona yardımcı olacak bir değişime yol açabilir.
Şimdi
bu kişinin anne babasının yerini aldığınızı, anne babasının ve kaderinin onayı
olmadan, danışana yardım etmeye kalkıştığınızı hayal edin. Bu noktada uyum
içerisinde kalabilmek çok daha büyük bir güç ister.
Birisiyle
tanıştığımızda, o kişinin anne ve babasıyla da tanışmış oluruz çünkü herkes,
içinde hem annesini hem de babasını taşır. Anne babası ve ataları, o kişinin
içindedirler. Bu yüzden biriyle tanıştığımızda birçok kişiyle tanışmış oluruz.
Kişiye saygı duyduğumuz zaman, anne babası ve atalarına da saygı duymuş
oluruz.
Buradaki
çalışmamızda da kişilerin annelerinden, babalarından ya da diğer aile
bireylerinden kopuk olup olmadıklarını görürüz. Bu derin bağdan kopuk kişiler,
kendilerini eksik hisseder; kişinin sistemi ise düzensiz gibidir. Bu yüzden
çalışmalarımızda, ayrı düştüğümüz, unuttuğumuz ya da reddettiğimiz aile üyelerine
geri dönmemiz önemlidir. Bunun ardından kendimizi yeniden tamamlanmış
hissederiz; sistemin tamamı da bütünleşmiş olur.
Bu
çalışmadaki esas süreç, ayrı düşmüş olanların yeniden bağ kurmasıdır. Bu yüzden
bu çalışma, uzlaşmanın ve barışın hizmetindedir.
İnsanlar
hastalandıklarında vücutlarındaki bir şeyden koparlar ya da bedenlerindeki bir
şey, onlarla uyum içerisinde değildir. Şikâyeti olan organ, hasta kişiyle olan
uyumunu kaybetmiştir.
Ruhani
aile konstelasyonları, aile konstelasyonu çalışmasının daha kapsamlı bir
biçimidir. Başından itibaren temsilcilerin, gerçek aile üyeleriyle aynı
duyguları taşıdığını açıkça gördük. Aile konstelasyonu deneyimlerinden ortaya,
özel modeller ve sevgi düzenleri çıkar. Örneğin, çocukların genelde anne babalarının
karşısında bir yaş sıralamasına göre durmaları gerektiğini, anne ve babamızın
daha önceki eşlerinin de özel bir rolü olduğunu biliyoruz.
Sevginin
düzenleri, aile konstelasyonlarıyla ortaya çıkmıştır. Bu düzenleri tanımlamaya
çalıştım. Kişiler bu çalışmada bu düzenlerin doğruluğuna güvenebilir ve
yardımcılarıyla bir sonraki adıma bakabilir. Ruh, zamanla varlığını aile
konstelasyonlarmda hissettirir. Konstelasyonda ruha yer verirsek farkh çözüm
modelleri kendini göstermeye başlar.
Aile
konstelasyonu yöntemi deneyimlerle gelişmiştir. Birçok önemli içgörü, bu
yöntemle su yüzüne çıkmıştır; kilitlenmelerin nasıl meydana geldiğini ve
onlardan nasıl kurtulacağımızı buna örnek gösterebiliriz. Aile
konstelasyonlarıyla, ilişkilerdeki sevgi düzenlerini de belirgin biçimde
anlarız. Ama aile konstelasyonlarına imkân veren aynı yaklaşım, yani o anda
kendini gösteren şeye açık olmak, bizi yeni deneyimlere götürür. Bu yüzden,
aile konstelasyonu yöntemi her seferinde bize yeni bir şeyler vererek büyümeyi
ve gelişmeyi sürdürür.
En
önemli gelişim, ruhun hareketlerini başlangıçta nasıl, şimdi nasıl
adlandırdığımda-. Bireyi temsil eden kişiye, ruhun hareketlerini
izleyebileceği alanı verdiğimizde yardım etmenin yeni boyutları da ortaya
çıkar. Kendimizi ruhun hareketlerine bıraktığımız zaman biz de hareket hâlinde
olmayı sürdürürüz. Durursak donup kalırız ve ruh bizden yine ayrılır. Bu
yüzden, bu çalışma devam eden bir mücadeledir ve hiçbir yerde sona yaklaşmaz.
Sona ermesi ihtimal dışıdır. Ruh hareket etmekten vazgeçmez. Daima akış
halindedir.
Burada
kayda değer olan şey, yardımcının sadece danışanlarıyla değil, onların
aileleriyle dc, hatta bunun da ötesinde onların kaderleri ve ölümleriyle,
onlara istikamet tayin eden şeyle dc uyum içerisinde olmasıdır. Bu yüzden
yardımcı, dikkatini yoğunlaştırmayı ve kendine hâkim olmayı sürdürmelidir.
Yardımcıların
danışanlarla ve kendileriyle, sınırlarıyla, kendi ruh hareketleriyle uyum
içerisinde olması gereklidir. Ruhun hareketleri bazen zor ve çok yeni bir
şeyler gerektirebilir ve yardımcıları, ürkütücü bir şeyle yüzleşmeye ve
cesaretlerini toplamaya iler. Bu koşulları yerine getiren, hem danışanın
ruhuyla hem de kendi ruhuyla uyum içerisinde olan yardımcılar bazen hem danışanın
hem de yardımcının ruhunun doğru olarak addedeceği belirleyici bir şeyi
yapabilir ya da söyleyebilirler. Yardımcı dışarıdan müdahale etmez ve her şeyi
kontrol etmeyi istemez. Her şey ile birlikle, aynı yönde akarak bazen küçük bir
itici güç olabilir, bazen dc akışın işleyişine hiç karışmaz. Bu nedenle ortaya
birden çıkan olasılıklardan ve onların etkilerinden dolayı asla hayrete düşmem,
çünkü ortaya çıkanlara rağmen hiçbir şey yapmadığımı bilirim. Ama bu hiçbir şey
yapmama, aslında varlığım tamamen ortaya koymaktır, farkına vararak hiçbir şey
yapmamaktır. Bu şekilde, hiçbir şey yapmayan birinin varlığında diğer kişi,
gerçeklen yapılması gerekeni yapabilir.
Bu
şekilde çalışmak nasıl mümkün olur? Ben falcı mıyım? Hayır. Temsilciler neler
olup bittiğini birden anladıkları için falcı mıdırlar? Hayır. Sadece bağlantı
halindedirler. Bu yüzden kendimi, sorumluluk almaksızın bir duruma açarım.
Temsilciler de sorumluluk almazlar. Onlar, yardımcılar daha büyük bir bütün
için kendilerini desteklerken sadece danışanda ya da bir başkasında olup
bileni gösterirler.
Ben
de temsilci gibi o anda hissettiklerimi, kendi duygularımı, düşüncelerimi ve
amaçlarımı bir kenara bırakırım. Kendimi korkmaksızın yönlendirilmeye açarım.
Temel tutum budur. Bazen kişilerin sert tepkiler verdikleri cümleler söylerim.
Birçoğunuz da muhleıpelen bu şekilde hissetmiş, ama söylemeye cesaret
edememişsinizdir. Uyum içerisinde olduğumuz zaman her türlü cesareti göstermek
doğrudur. Bunu konstelasyon sonuçlarında görebilirsiniz.
O
zaman durumu olduğu gibi kabul edip daha büyük sistemle uyum içinde hareket
ederiz. Ama temsilcinin gerekli hareketin ne olduğunu algılaması zaman
alabilir. Aynı durum yardımcı için de söz konusudur. Yardımcı, harekelin nereye
gideceğini bilmez.
Ben
de bilmem. Biraz süre geçtikten sonra bunun bir sonraki adım olduğunu; bir başka
temsilcinin daha eklenmesi, bu kişinin bir kadm mı adam mı olması gerektiğini
algılarım. Bu hisse ve harekete güvenirim. Dikkatimi topladığımda ve kendime
hâkim olduğumda bu hareketin neye etki edeceğine tümüyle açık olurum. Hareket,
beni ve temsilcileri araç olarak kullanır ve bizlerden faydalanır. Büyük bir
kararlılıkla ve soyutlamayla, ortaya çıkan meselenin esas noktasına odaklanır.
Belirleyici hareketler de en üst düzeyde yoğunlaşır. Sonra yine geri çekilirim.
Bu
şekilde doğru yolu hissetmek mümkündür. Ne kadar çok temsilci deneyimi
yaşarsanız bunu hissetmek o kadar kolaylaşır. Daha çok deneyimle bu
hareketlere güvenebileceğinizi daha iyi bilirsiniz. Bu süreç, karanlıkta
yolunuzu bulmaya benzer, bir süre sonra tökezlesek bile yine de yolumuzu
buluruz. Hatalar elbette ki olur ama bir süre sonra daha büyük hareketlerle
dengelendikleri için önemi yoktur. Ruhu doğru yola yönlendirmek zordur ve çok
çaba gerektirir.
Bu
çalışma, bizi bazen tehlikeli boyutlara taşıyabilir. O zaman son derece
dikkatli olmamız gerekir. Terapistlerin kendilerini bir duruma gözü kapalı
bırakmaları tehlikelidir. Neyin içine girdiğinizi her zaman doğrudan doğruya
değerlendiremezsiniz. Kendimizi açarken bir yandan korumayı da elden
bırakmamalıyız.
Koruma,
boşluktan gelir. Sadece kendimizi arzu ve korkularımızın ötesinde bir ruh
hâliyle, daha büyük bir şeye bıraktığımızda ve yönlendirildiğimiz yerden ileri
gitmediğimizde bu çalışmayı yapabiliriz. Daha ileri gitmediğimiz zaman, gitme
iznimiz olur ve koşulların bize sunduklarından kaçınmadığımız zaman, böyle bir
durumdan güvenli bir biçimde çıkarız.
Tamamlama,
sonlandırma ile ilgilidir. Tamamlanmış şey, sonlanmıştır. Bu yüzden, geriye
kalan, tamamlanmamıştır. Tamamlanmamış olan, ileriye dönük gelişme kaydetmek
için gerekli güce sahiptir. Tamamlanmış şey unutulabilir.
Bunu
neden söylüyorum? Çünkü bu çalışma da tamamlanmamıştır. İşte gücünü de buradan
alır. Bir şey tamamlanmışsa ve daha fazlasını yapmamız gerektiğini düşünüp yine
de aynı şeye devam ettiğimiz zaman, bu şeyin aniden zayıfladığını ve gücünü
kaybettiğini fark ederiz.
Konstelasyonu
gücün zirvesindeyken bıraktığım zaman bazıları bir şeyler daha yapılması
gerektiğini düşünür. Bazen danışana gider, sorular sorarlar ve çalışmayı,
kendi bakış açılarından tamamlamaya çalışırlar. Bunu yaparak canlı bir şeye
müdahale ederler. Çünkü canlı olan şey büyür. Çoğu zaman farkına varmaksızın
büyür. Bir süre sonra geri dönüp baktığımızda, bitkinin ne kadar büyümüş olduğunu
ya da buzağının ineğe dönüştüğünü gördüğümüz zaman şaşırırız.
Kendi
gücünü ve hızını ortaya çıkarabilmesi için bir şeyleri kendi hâline bırakma
sabrını gösterme, bu çalışma için önemlidir. Yardımcının, bir şeylerin kendi
gücüyle büyümeyi sürdüreceği inancını taşıması önemlidir. Bu sabrı göstermek,
yardımcı ve süreci hızlandırmak için yardım etmesi gerektiğini düşünen kişiler
için önemlidir.
Burada
öğrendiklerimizi nasıl uygulayacağımızla ilgili bir şeyler söylemek isliyorum.
Öğrendiklerimizi uyum içinde uygularız.
Öncelikle,
kendimle uyum içinde olurum. Ama kendimle sadece, anne ve babamla uyum içinde
olduğum zaman uyum içinde olabilirim. Onlara bakıp şunları söylerim: “Benim
için hiçbir şey sizden daha güzel değil. Hiçbir şey de daha iyi olamaz. Tüm
güzel şeyler bana sizinle gelir. Her şey sizinle başladı.”
Kalbimi,
anne babamdan gelen her şeye açarım. O zaman sadece onlarla değil, aynı
zamanda atalarımla ve ülkemle, insanlarımla ve dinimle de uyum içinde olurum.
Ben hepsinin içinde doğdum ve hepsi benim bir parçamdır.
Bu
şekilde uyum içinde olduğum ve her şeye bütünüyle saygı duyduğum zaman,
kendimi hiçbir şeye karşı savunmak zorunda kalmam. Düzende olan şeyi, kendimden
uzaklaştırmak zorunda kalmam.
Birden
içimde tuttuğum hünerleri ortaya çıkarmakta özgür olurum. Ben iyi bir insan
olursam annem, babam ve çocukken bana yakın olan kişiler dc neşe içinde olur.
Hünerlerimi
iyilik için kullanırsam onları gururla taşırım; onlar da başarılarımla
sevinebilirler.
Yardımımı
isteyen insanlarla karşılaştığımda bu kişilerle, anne babalarıyla, atalarıyla,
ülkeleriyle, kültürleriyle ve dinleriyle uyum içine girmeye çalışırım.
Geçmişlerindeki bir şeye direnç göstermediğim zaman, karşılıklı olarak
birbirimize güvenebiliriz.
O
zaman büyük bir uyum içinde oluruz, böyiecc daha da zenginleşir ve büyürüz.
Çin'deki,
İslam'daki ve diğer birçok dindeki Sûfîler, hiçbir şey yapmadan bir şeylere
neden olmanın gizemini çözmüşlerdir. Ruhani algılarını bütüne açarlar, ne
olduğunu görürler ve kendilerini geri çekerler. Yardım etmezler, hiçbir şeye
karışmazlar. Böyleee her şey, ilgili herkesle uyum içinde kendi seyrinde
gelişir.
Bu
ortaya çıkışın belirli bir bedeli yoktur. Bazıları, danışanlara sağlıklı ve
aklı başında kişiler olabilmeleri için ne yapmaları gerektiğini söyleyerek
onlara hedefler koyar. Danışan bunlara uyduğunda ne elde etmiş olur? Danışan
bir çocuğa dönüşür. Uyum içinde olmanın ne demek olduğunu bilen kişiler, zaman
zaman bazı deneyimler yaşarlar. Arlık bir şeyler söyleme zamanıdır ve bu bazen
tek bir cümle olabilir. Bir yüz aydınlanır ve bir şeyler değişir. Ancak bir
sonraki göreve geçtiğimiz için çok uzun süre o kişiyi aramamıza gerek kalmaz.
Öle yandan, bir şeyler söyleme zamanında beklersek diğer kişinin büyümesine
engel oluruz. Yani sadece geçerken uğrayarak bile iyi bir şeyler yaparız.
Aslında
bunun keyfini çıkarabiliriz ama sevince takılıp kalırsak bir sonraki fırsatı
kaçırırız. Bu yüzden ilerlemeye devam ederiz ve birden, bunu güç sarf etmeden,
uzun uğraşılar vermeden
nasıl gerçekleştirdiğimize şaşırırız.
Çünkü bunu sadece büyüyerek gerçekleştirebiliriz.
Civcivler
yumurtadan çıktıkları zaman her biri bir başka yöne kaçışır. Kendi yuvalarını
yaparlar ve kendi civcivlerini çıkarırdan Aile konstelasyonları ve ruhun
hareketleri de tıpkı bunun gibi değişik şekilde gelişir. Tüm bu gayretleri iyi
hisler ve düşüncelerle destekliyorum.
Alim,
bilge kişiye sordu
Parçalar
nasıl bir araya gelip bütünü oluşturur
Ve
kişilerin sahip olduğu bilgi
Nasıl
bu kadar birbirinden farklı olabilir
Bilge
kişi yanıtladı:
Etrafa
dağılmış olanlar
Kaynağa
doğru yolunu bulunca
Bir
bütüne dönüşür ve amacına ulaşır
Çünkü
onları birleştiren şey
Bir
maksat ve gerçeklik kazanır
Sayısız
biçimlerde ortaya çıkanlar
Yerçekimine
uyarak
Kendilerini
destekleyene doğru yaklaşır
“Zenginliği
yaşamak"
Başkalarını
da bu zenginliğe katmak için
Her
ayrıntıyı bilmek zorunda değilim
Konuşmama
bile gerek yok
Şehre
gelenler
Tek
bir kapıdan geçer
Her
seferinde tek bir zil çalarlar
Bu
zil sesi
Diğer
zilleri de çınlatır
Olgun
bir elmayı toplamak için
Kaynağını
bilmek zorunda değiliz
Kişi
elmayı eline alır ve ısırır”
Alim
gerçeği öğrenmek için
Kişinin
bütün ayrıntıları bilmesi gerektiğinde ısrarcıydı
Bilge
kişi yanıtladı:
Eski
gerçekler hakkında çok şey biliyoruz
Bizi
ileriye götürecek gerçekler gözüpektir
Ve
yenidir
Çünkü
tohumun içinde koca bir ağacı saklaması gibi
Gerçekler
de varacağı yeri saklar Bir sonraki adımı bilemediği için Harekete geçmekten
çekinenler Esas önemli olan şeyi kaçırır
Yaşayan ağaçları
Ölü kerestelere
çevirir
Alim tam ikna olmadı
ve bilge kişiyi biraz daha sorguladı
Bilge adam şunları
söyledi:
Bütünlük bir fıçı
şıra gibi gelir ilk başta
Tatlı ve bulanık
Mayalanmaya ve zamana
gerek duyar ki
Berraklaşsın,
durulaşsın
Sonra,
bir yudum almak yerine Onu içenler
Sarhoş
olur ve sendelemeye başlar.
Yardım konusundaki yayınlarla
ilgili ayrıntılar için Ek A’ya bakınız.
Ruhani
Bir Bakış Açısından Kadın ve Erkek
Şimdi
ruhani aile konstelasyonları ve ruhun hareketiyle devam edeceğiz. Sevgi
hareketinin ne olduğunu keşfe çıkacağız. Bu noktada, temel insan ilişkilerine
dönmek istiyorum. Var olan en önemli ilişkiye, ruhani bakış açısına göre kadın
ve erkek arasındaki ilişkiye dönmek istiyorum.
Çiftlerin
ilişkisine baktığnnda günümüzdeki en büyük sorunlardan birinin, kadınların
çoğu zaman erkeklere saygı göstermemesi olduğunu görüyorum. Bu durumun
çocuklar üzerinde geniş kapsamlı sonuçları oluyor. Çocuklar, o zaman
babalarının, annelerinin nefret ettiği karakterlerini gösteriyor ve yaşıyorlar.
Bu da bir dengeyi sağlama ve cezalandırma çabasıdır. Bütüne ait olan hiçbir şey
dışlanmamak ve reddedilmemelidir.
Bir
çiftin ilişkisi ancak, erkeğin kadına, kadının da erkeğe, olduğu gibi her
hâliyle saygı gösterdiği zaman yürür. Bunu kabul etmek, ruhani bir harekettir.
Birçok
çift ilişkiye başlarken, eşinin belli bir çizgide olması gerektiği düşüncesini
taşır. Eşler birbirlerinin fikirlerine katılmadıklarında birbirlerini
değiştirmeye çalışırlar. Bu tutum zaten ayrılığa davetiye çıkarmaktır.
Birbirlerine saygı göstermeyen çiftler, en azından kendilerine duydukları
saygıdan dolayı o ilişkiyi sürdürmcmelidir.
“Sı_ni
olduğun gibi seviyorum” demeyi kabul etmek, eşin kendini güvende hissetmesini
sağlar. Bu şekilde eşlerden biri, diğerinin sevgisinden emin olur.
Bu
şekilde kabullenmek, daha birçok anlam taşır. Bu aynı zamanda erkeğin kadına:
“Bu hâlinle benim için en doğru insansın. Bu hâlinle beni mutlu ediyorsun”
dediği anlamına da gelir. Mutluluk, kabul etmenin en güzel hâlidir. Bu cümle
ardından da şunu söyler: “Anneni ve babanı da oldukları gibi seviyorum.” Birden
gelişen bu farklılığı hissedebiliyor musunuz? Eşler, birbirlerinin anne
babasını da olduğu gibi kabul edip sevdiği zaman, kendilerini çok daha fazla
güvende hisseder.
Şimdi
ruhun hareketiyle uyum içine gireriz; bu aslında ruhun sevgisidir. Ben ruhun
sevgisini şöyle görüyorum: O, her birimize sevgiyle yönelir çünkü bizi biz
yapan da bu ruhtur. Ruhun hareketiyle uyum içerisine girersek, bir çifti
sıradan bir sevginin yapamayacağı kadar yüksekte ve derinlikte birleştiren bir
sevginin farkına varırız.
Kimi
zaman bir eşin, diğerini terk etmek zorunda olduğu durumlar söz konusudur.
Kişi, ailesiyle olan bağlarından, geçmişindeki kilitlenmiş bir bağdan ya da
ailesi adına önemli bir şeyi üstlenmesinden dolayı, kaderini izlemek zorunda
kalır. Diğer kişi de bunun üzerine, “Bana karşı dürüst olmalısın” dediği zaman
bunun, eşlerin ruhunda nasıl bir etki yarattığım hissedebiliyor musunuz?
Eşlerin, ruhun hareketiyle olan bağlarını nasıl kopardığını anlayabiliyor
musunuz?
Ayrılık
yaşansa bile, sevginin sürmesine izin veren bir cümle vardır: “Seni seviyorum,
kendimi seviyorum; sonuçları ne olursa olsun, sana ve bana yol gösteren şeyi
seviyorum.”
Alıştırma: Eşin ötesine bakmak
Hellinger,
bir adama: “Evli misiniz?”
Adam:
“Evet.”
Hellinger:
“îlk evliliğiniz mi, ikinci mi?”
Adanı:
“İlk.”
Hellinger:
“Çocuklarınız var mı?”
Adam:
“Dört yaşında bir kızım var.”
Hellinger,
izleyicilere: “İhtiyacım olan tüm bilgi bu. Diğer her şey, konstelasyonda
ortaya çıkar.”
Adama:
“Neye bakmak istiyorsun? Sorunun ne?”
Adam:
“Birlikle ilcrleyemiyoruz ve nedenini de bilmiyorum...”
Hellinger:
“Anladım, birlikle ilerleyemiyorsunuz.”
Hellinger,
adamın kendini temsil etmesini ister. Adamın karısı için bir temsilci seçer ve
onu adamın birkaç metre karşısında konumlandırır.
Hellinger,
adama: “Şimdi onun ötesine bak.”
Kadının
temsilcisine: “Sen de onun ötesine bak.”
Hellinger,
ikisine birden: “Eşlerinizin anne babalarına ve onların ailelerinin kaderine
sevgiyle bakın.”
Bir
süre sonra: “Ardından birbirinize bakın.”
Adam,
karısına doğru dikkatlice bir iki adım atar.
Hellinger:
“Alıştırmayı bir kez daha tekrarlayalım. Eşinizin ötesine bakın ve orada,
eşinizin ötesinde, uzakta kendinizi de göreceksiniz. Her şeyin ardında işleyen
güce teslim olun ve dileklerinizi, hatta pişmanlık duyduğunuz suçlarınızı unun
ellerine bırakın.”
Hellinger
bir süre sonra: “Şimdi birbirinize tekrar bakın."
Adam,
kadına doğru yavaşça, küçük adımlarla yürür. Aynı şekilde kadın da adama doğru
yürür.
Hellinger:
“Şimdi tekrar orada durun ve birbirinizin ötesine bakın. Önceki ilişkilerinize
de sevgiyle ve minnetle bakın. Onları da bu büyük gücün ellerine bırakın.”
Hellinger
bir süre sonra: “Şimdi tekrar birbirinize bakın.”
Çift
gülerek, sevgiyle birbirine doğru yürür.
Yüksek
sesle gülüşmeler ve izleyici alkışları.
Hellinger,
izleyicilere: “Sadece gözlerinizi kapayın. Aynı alıştırmayı şimdi kendiniz ve
eşiniz için, eski eşlerinizi ve yaşanmışlıklarınızı da dâhil ederek
yapabilirsiniz.”
Eşimize
bakalım ve onu olduğu gibi görelim. Ve onu bu hâliyle, sevgiyle kabul edelim.
Eşlerimizin
anne babasına, özellikle annelerine, aynı zamanda babalarına ve kaderlerine
bakalım. Onları oldukları hâlleriyle ruhun hareketine bırakalım. Sevginin
hareketinin içine katılarak orada kalmalarına izin verelim.
Sonra
eşimize ve aramızda geçen ve bizi üzen şeye, kendimizi belki de çok suçlu
hissetmemize neden olan şeye tekrar bakalım. Bu şeyin de ötesine, uzağa
bakalım ve gördüğümüzü sevginin hareketine bırakalım. Orada gereken özeni
görecektir.
Şimdi
birbirinize tekrar bakın. Birbirinize: Şimdi bitebilir. Bir başka yerde emin
ellerde olacak.
Tekrar
birbirinizin ötesine, bu kez eski ilişkilerinize ve eşlerinizin eski
ilişkilerine bakın. Onları oldukları gibi kabul edin. Bu eşle birlikte
yaşadığınız sevgiyi ve eşinizin eski ilişkisinde yaşadığı sevgiyi kabul edin.
Hepsine birden: “Teşekkür ederim. Ortak geleceğimize bunu da alıyoruz. Bu bizi
daha da zenginleştirdi” deyin.
Eski
ilişkilerde ters giden şeyleri, ruhun sevgi hareketine bırakın. Orada rahata
erebilir ve iyiye dönüşebilirler.
Şimdi
eşimize bir kez daha bakalım ve şu anda doğru olan hareketi hissedelim. Bizi,
bir araya mı getiriyor, yoksa ayırıyor mu? Her ikisi de ruhun bir hareketidir.
Sizi
bir araya getiriyorsa birbirinize yakın durun. Eşinize bakmak yerine başka bir
şeye, örneğin çocuklarınıza ya da kendinizi beraberce adayacağınız başka bir
şeye bakın.
Hellinger
bir süre sonra: “Tamam.”
Ruhla birlikte hareket çimenin güzel, muazzam ve
uzlaşmacı bir yanı vardır.
Almanya’daki
eğitimimden sonra Güney Afrika’da öğretmen olmak için bir başka eğitim kurumuna
yazıldım. Orada, dönem sonu ve yıl sonu sınavları vardı. Sınav pek çok sorudan
oluşuyordu ve geçmek için soruların yüzde kırkını doğru olarak cevaplamak gerekiyordu.
Yüzde kırklık doğru cevap, sınavı geçmeye yetiyordu.
Bu
eşlerimiz için de geçerlidir, yüzde kırk yeterlidir.
İzleyicilerde
gülüşmeler.
Kusursuz
aşkla ilgili düşüncelerimize veda etmemiz gerekiyor. Eğer kusursuz aşk var
olsaydı bu insanı aşan bir şey olurdu. Yüzde kırk iyidir. Gerisi için hoşgörülü
olmayı denemeliyiz. Hoşgörü sevgidir, güzel bir sevgidir.
Size
hoş bir örnek vereceğim. Karım ve ben bir gün yürüyüşe çıktık. Küçük el
arabalı, yaşlı bir adama rastladık. Geri dönüşüm için bira şişelerini ve
kutularını topluyordu. Yakınlarda da bir disko vardı. Karım adama: “Bunu
yapmanız gerçeklen de çok hoş” dedi.
Adam:
“Evet” dedi. “Bunları düşüncesizce atmışlar ben de bunlara düşüncesizce
topluyorum.”
İzleyiciler
arasında gülüşmeler.
İşte
bu hoşgörüdür.
Sevginin
düzenleri üzerinde çok düşündüm. Erkek ile kadın arasındaki sevgi düzenlerinden
biri de birbirine, on tane kusur işleme hakkı vermektir.
İzleyiciler
arasında gülüşmeler ve alkışlar.
Hellinger,
ilişkileri adına bir şeyler yapmak isteyen bir çiftle ilgili olarak
izleyicilere: “Bu çifti bir süredir tanıyorum. Öncelikle, ikisi de farklı
kültürlerden geliyorlar. Erkek Lübnanlı, kadın ise Alman. İkisinin de dinleri
farklı. Erkek Müslüman, eşi Hristiyan. Ayrıca erkek daha önce evlenmiş ve bu
evlilikten çocukları da var.”
Hellinger,
adama: “Kaç çocuğunuz var?”
Adam:
“Dört.”
Hellinger,
kadına: “Daha önce ciddi bir ilişkiniz oldu mu?”
Kadın:
“iki kez evlendim, ikinci evliliğimden yetişkin bir oğlum var.”
Hellinger,
izleyicilere: “Neyse, sonuç itibarıyla bu çili artık birlikleler. Şimdi onlarla
ruhsal bir alıştırma yapacağım.”
Hellinger,
çifte: “Gözlerinizi kapayın ve önceki eşlerinize bakın.’’
İzleyicilere:
“Bir çift ayrıldığında biri onlara bir hikâye anlatabilir. Bir keresinde böyle
durumda bir çift bana gelmişti ve onlarla ilgili bir hikâye oluşmuştu aklımda.
Bunu şimdi buradaki çifte de anlatacağım.”
Bir
kadın ve bir adam bir yolculuğa çıkarlar. Her ikisi de iyi şeylerle dolu birer
sırt çantası taşımaktadırlar. Birlikte neşeyle bahçelerden ve çayırlardan
geçerler. Arada bir dinlenirler, sırt çantalarından bir şeyler çıkarır ve
paylaşırlar. Sonra yolculuklarına devam ederler ve yukarıdaki bir tepeye doğru
yürümeye başlarlar.
Bir
süre sonra kadın yorulur ve bir yere oturur. Sırt çantasında bir şey
kalmamıştır, her şeyi yemişlerdir.
Adam
yürümeye devam eder, dağın eteklerine doğru tırmanır durur. Sonra sırt
çantasına bakar ve içinin boş olduğunu görür. Bir kenara oturur. Ardından
arkasına bakar ve aşağıda kalan karısını, birlikte yürüdükleri yolları görür ve
o yürüyüş süresince paylaştıkları güzellikleri hatırlayıp ağlamaya başlar.
Bu
sevgidir, sevgiyle ağlamaktır. Sevgiyle vedadır. Bu şekilde eski eşlerimize
sevgiyle ve üzüntüyle bakabiliriz. Sonra daha ötesine, kadere bakarak, hem
onun kaderine, hem dc kendimizinkine “Evet” demeliyiz.
Aynı
şekilde çocuklara da bakın, ebeveynlerinin ayrılmış olmasının onlar için ne
demek olduğunu anlamaya çalışın. Bununla baş ederek, nasıl büyümek zorunda
olduklarını ve büyüyeceklerini anlayın. Onları da sevgiyle gözleyin.
Simdi
de şu anki eşinize, olduğu hâliyle bakın; önceki yaşantısında olanlara bakın.
Önceki eşlerine ve çocuklarına bakın. Hepsine bakarak, her şeye “Evet” deyin.
Artık
beklentilerinizin, ilk aşkın beklentileriyle aynı olmadığını bilirsiniz.
Beklentileriniz artık daha mütevazıdır. Bu yeni ilişkide, iki kişi de eski
bağlarını bilir, önceki sevgililerini anlar ve onları oldukları gibi kabul
eder: “Seni bu şekilde, önceki bağlarından sana gelmiş olan her şeyle birlikte
kabul ediyorum.”
Bu
mütevazı bir sevgidir. Öte yandan büyük bir sevgidir çünkü herkesi içine alır,
ruhani bir sevgidir.
Hellinger,
bir süre sonra izleyicilere: “Bu çift için geriye ne kalmıştır? Herkesinki gibi
bir mutluluk; ellerinde kalanın en iyisi budur.”
Kadın,
başını adamın göğsüne yaslar ve adam da kollarım kadına dolar. Her ikisi de
ağlamaya başlar.
Hellinger,
izleyicilere: “Bu sıradan mutluluktur ve kalıcıdır.”
Ardından
izleyicilere: “Birçoğunuz bu alıştırmayla onlara katılmış oldunuz.”
Hellinger,
bu çifte: “Her şey gönlünüzce olsun.”
İzleyicilere:
“Sıradan mutluluklar kalır, büyük mutluluklar kaybolur gider.”
İzleyiciler
arasında alkışlar.
“Kadınlar
ve erkekler arasındaki ilişkiler” konulu diğer yayınlar için Ek A’ya bakınız.
Ruhani
bir bakış açısıyla gözden geçirmek islediğim bir başka çalışma alanı da
sorunlu çocuklar, daha yaygın biçimiyle baş belası çocuklar.
Zor
olan çocuk değildir. Aksine sistemde bir zorluk vardır. Çocuğun ailesinde bir
şeyler yolunda gitmiyordur. Bir ailedeki esas karışıklık, aileden bir bireyin
dışlanması ya da unutulmasıyla meydana gelir. O zaman çocuk ne yapar? Sorunlu
çocuk, dışlanmış kişiye bakar. Dışlanmış kişiler, tekrar kabul edildiği zaman
çocuğun sırtındaki yük hafifler.
Huzursuz,
rahat durmayan, hırçın çocukların ailede önemsenmeyen, ölmüş bir kişiye
baktıklarını gözlemledim. Bu sayede, birçok kişiyi şaşırtan bir cümleye vardım:
“Bütün çocuklar iyidir.” Aile konstelasyonları onların gerçekten iyi
olduklarını ortaya çıkarır. Bu cümleye ben de şunu ekledim: “Anne ve babaları da
çocukken iyiydiler.”
Bu
anne ve babalar da çocukken birisine bakıyordu. Zor dediğimiz bu anne babalar,
zamanında dışlanmış birine bakan çocuklardı. Anne ve babalar çoğu zaman
çocukluklarından bu yana kilitlenmiş oldukları kişiye bakmaya devam ettikleri
için kendi çocuklarıyla yeteri kadar ilgilenemczler.
Ruhani
aile konstelasyonu çalışmalarında neyi amaçlıyoruz? Amaç, tüm aile üyelerine
hakkı olan yeri vermek ve yerleri reddedilen üyelerin bu yeri geri kazanmasını
sağlamaktır. O zaman herkes derin bir oh çekebilir.
Size
bir örnek vereceğim. Bir gün bir öğretmen bana geldi. Görevi zor çocuklarla,
bilhassa da okuldan atılmak üzere olan çocuklarla ilgilenmekti. Onları sevgi
ile başarılı bir şekilde kaynaştırmaya çalışıyordu. Sonra bir gün beni aradı
ve: “Küçük oğlum o kadar saldırgan ki onu okuldan atmak istiyorlar. Ne yapayım?”
dedi.
Yani
çok deneyimli ve yararlı işler yapan biri bile kaderin insafına gerek
duyabilir. Üstelik sadece kendi kaderinin değil, ailedeki bir başka kişinin
kaderinin de insafına ihtiyaç duyar.
Ona:
“Tüm ailenle birlikte bir derse gel.” dedim. Karısı ve iki çocuğuyla birlikte
geldi. Saldırgan olanı küçük oğluydu.
Ben
de uzun yıllar öğretmenlik yaptım. Erkek çocuklarıyla nasıl başa çıkılacağını
bilirim. Onların iyi yönlerini de bilirim.
Aile
yanıma oturdu. Onlara baktım ve hemen annenin ölmek istediğini gördüm. Çocuğun
saldırgan olmasının nedeni buydu. Anneye: “Sana baktığımda ölmek istediğini
görüyorum.” Kadın bana “Evet” dedi.
Peki,
ne için ölmek isliyordu? Ona “Anneni buraya koyacağım” dedim ve sorunu
doğrudan irdelemedim.
Annesini
dediğim yere konumlandırdım. Anne, hemen yere, ölü bir kişiye baktı. Kadına
annesinin nereye baktığını sordum. O da bana “Annemin çok sevdiği bir erkek
arkadaşı vardı, trafik kazasında öldü.” dedi. Bu erkeği temsil edecek birini
seçtim ve annesinin baktığı noktaya, yere yatırdım. Kadınla ölü adam arasında
büyük bir aşk olduğunu görebiliyorduk. Kadın ona kapılmış hâldeydi. Hemen
yere, ona doğru eğildi ve ikisi birbirlerine sarıldılar. Ardından ölü adam
gözlerini kapadı. Kadının annesi, derin bir oh çekerek kendi yerine döndü.
Sonra
kadını, annesinin önüne koydum. Annesi kızına: “Şimdi burada kalacağım” dedi.
Kadın çok mutlu oldu ve anne kız kucaklaştılar. Kadının az önce, annesi için
ölmek istediği çok açıktı. Yüzü mutluluktan parlayan kadın, annesine yaslandı.
Meditasyon: Zor çocuklar olarak bizler
Size
bununla ilgili kısa bir meditasyon yapacağım. Küçükken yaklaşık yüzde yirmimiz
zor çocuk olarak lanımlanmışızdır. Aslında biraz dikkatli konuşarak yüzdeyi
biraz düşük tuttuğumun farkındayım. Ama çoğumuz anne ve babalarımızın bizim
için endişelenmelerinin nasıl bir şey olduğunu biliriz. Büyüyünce nasıl
insanlar olacağımızı düşündürtecek kadar huysuz davranışlarda bulunduğumuzda ya
da hasta olduğumuzda anne babamızı bolca endişelendirmişizdir.
Tamam,
şimdi gözlerinizi kapalın, çocuk olduğunuz zamana gidin. Aileniz için zor çocuk
olduğunuz, onların sizin için endişelendiği ya da hasla olduğunuz zamanlara
gidin. Sevdiğiniz bu çocuğa bakın ve çocuğun size yol göstermesine izin verin.
Çocuk sevgiyle nereye bakıyor? Ailenin görmek islemediği birisine. Bu kişiye
“Sana sevgiyle bakıyorum, bence sen bize aitsin” diyelim. Sonra anne ve
babamıza dönüp onlara, “Sevdiğim birisine bakıyorum, siz de lütfen benimle
beraber bakar mısınız?” diyelim. Çoğunuzun çocukları vardır. Onların içinde
muhtemelen zor, yani başınızı ağrıtan, sürekli hasıalanan ve sakar olan çocuklar
vardır. Bu çocuğun sevgi ile nereye baktığına bakın. Belki de çocuğunuz kürtaj
ile alınmış bir çocuğa ya da reddedilen birine, ya da kuşaklar önce ailenizdeki
bir başkası tarafından kurban edilmiş birine bakıyordur. Ya da suç, savaş
suçu, cinayet işlediği için utanç sebebi olan ve bu yüzden aile tarafından
reddedilen birine bakıyor da olabilir. Çocuğunuz belki de bu kişiye, diğer aile
üyeleri sevgi ile bakmadığı için sevgiyle bakıyordur. Diğer bireyler bu kişiye
sırtlarını dönmüşlerdir ama bu birey, herkes gibi bu ailenin bir parçasıdır.
Şimdi
bizler de bu kişiye sevgiyle, herkesle birlikle hizmetinde olduğumuz ruh
sevgisi ile ayrım gözetmeksizin bakalım. Çünkü bu sevgi, hayal gücümüzün
ötesindedir.
Kimsesiz
Bir Çocukla İlgili Bir Öykü
Bir
kimsesizler yurdunun müdürü, yanında 12 yaşında bir erkek çocuğuyla birlikte
Moskova’daki kurslarımdan birine geldi. Çocuk yanıma olurdu ve ben, ona bir
öykü anlattım.
Eskiden
zencilerle birlikte Güney Afrika’da yaşıyordum. Bir gün bir kabile şefini
ziyaret ettim ve sohbete başladık. 4 karısı ve bir sürü çocuğu vardı.
Oğullarından biri için endişe duyuyordu, bana onunla ilgili şunu söyledi:
“Sorununun ne olduğunu bilmiyorum. Bazen o kadar üzgün görünüyor ki.”
Sonra
bir gün, adamın oğlu bir arkadaş bulur. Dolaşmaya çıktıkları bir gün, onlardan
yaşça biraz daha büyük başka bir çocukla tanışırlar. “Hadi gidip biraz etrafı
gezelim” derler ama daha büyük olan çocuk, “Önce yapmam gereken önemli bir şey
var” der. Çocuk çok sevdiği birini kaybetmiştir, o yüzden önce mezarlığa gidip
onu ziyaret etmek ister. Ardından hep birlikte mezarlığa giderler. Mezarın
başında dururken çocuk, “Biraz daha bekler misiniz, biraz çiçek toplamam
lazım” der ve çiçek toplamaya gider. Sonra da diğer iki çocuğun yanma geri
döner.
Çocuğun
yüzünde, birden üzgün bir ifade oluşur. Gözlerini kapar ve mezardaki sevdiği
kişiyi düşünür. Sonra yere oturur ve o anda, sevdiği bu kişinin onunla birlikle
olduğunu hisseder. Bu his o kadar gerçekçidir ki sanki biri ona sarılıp “Daima
yanındayım” diyordur. Bu his onu mutlu eder.
Çocuk
danışmanlarına ve çocuk bakımıyla ilgilenen diğer kişilerle ilgili bir şey
söylemek istiyorum. Bir çocuğa fazla yardım ederseniz çocuk sinirlenir. Bu
yüzden belli bir mesafeden yardım edin ve anne babanın temsilcisi olarak yardım
ettiğinizi aklınızdan çıkarmayın. Anne ve babadan daha aşağı bir konumda olmanız
önemlidir. Eğer kendinizi daha iyi bir anne ya da babaymış gibi onların yerine
koyarsanız, çocuk sinirlenir.
Çocuk
danışmanları, aileleri ile uyum içerisinde oldukları zaman çocuklara en büyük
yardımı yaparlar. Gözetiminde olan çocukların kendi anne babaları gibi
olmalarına izin vermelidirler. Bu önemlidir çünkü çocuklar anne ve babaları
gibi olmak islerler.
Bir
çocuğa, “Senin baban alkolik, sakın ona benzeme” demeye kalkarsanız çocuk
sadakatinden dolayı babası gibi olmayı daha da çok isler. Bu durum çocuğun
ruhundaki bu tip uyarıların sonucudur. Ama çocuğun babası gibi olmasına ve
kendi içinde ona “Senin gibi olmak istiyorum” demesine izin verildiği zaman,
çocuk babasının ona sevgi ile bakıp “Evet ama sen benden farklı hareket
edebilirsin” dediğini fark edebilir. Çocuk anne ve babasına benzeyebilme izni
sayesinde kendi başına büyüme özgürlüğünü dinir. Danışman bunu kabul ettiğinde
kendini çocuğun anne babasının yerine koymaz.
Alıştırma/Engelli Çocuk: “Şimdi Katılıyorum”
Engelli
bir çocuğa sahip olmak, anne ve babada derin bir yara açar. Bir yandan,
genellikle çocuklarına sevgiyle bağlı olur ve onların acılarını paylaşırlar.
Diğer yandan, çoğunlukla kendilerini suçlar, hatayı kendilerinde ve başka
kişilerde, örneğin doktorlarda ararlar. Bu şekilde davranarak çocukları ve
aynı zamanda kendileriyle olan bağlarını kaybederler.
Bu
durumda anne babalara yardımcı olacak tek şey, kaderlerini ve çocuklarının
kaderlerini, onları ve çocuklarını özel bir şekilde yönlendiren ruh hareketini
kabul etmektir. Bu yönlendirme ile anne baba ve çocuklar özel bir güce ve
sadece böyle bir kader sayesinde elde edilebilecek bir gayeye sabip olurlar.
Kendilerinden özel bir talepte bulunan bu kaderle derin bir bag kurarak
mutluluğun, sevginin ve yaşamın yüzeysel anlamlarının ötesinde, çok daha özel
bir deneyim yaşarlar.
Anne
ve baba on iki yaşında, engelli bir erkek çocuğuyla gelirler. Çocuğun aynı
zamanda oıistik olduğunu söylerler. Hepsi Hellinger’in yanma otururlar. Çocuk,
Hellinger’in yanma, annesi çocuğun sağına, babası da annenin sağma oturur.
Çocuk
Hellinger’a çikolata getirmiştir. Hellinger teşekkür eder ve paketi açar.
Çocuğa bir parça verir ve bir parçayı da kendi ağzına atar.
Helllinger,
çocuğa: “Tadı güzelmiş.”
Engelli
çocuk güçlükle: “Güzel.”
Çocuk
annesine bakar ve gülerek ellerini çırpar. Katılımcılar alkışlamaya başlayınca
Hellinger onları durdurur.
Helllinger,
gruba: “Karşılık vermeyin. Her şey ailenin içinde kalmalı, aksi takdirde dikkat
dağıtır.”
Çocuk
annesinin saçlarını sevgiyle okşar ve onu öper. Hellinger, sakinleşene kadar
çocuğun sol elini tutar. Sonra anne ile babanın, katılımcıların oluşturduğu
dairenin ortasında yan yana durmasını ister. Anne kocasının sağında durur.
Ardından Hcllinger, çocuğu anne ve babasının karşısına konumlandırır.
Helllinger,
anne babaya: “Yan yana durun ve birbirinize b.ı km. Şimdi birbirinize, ‘O bizim
çocuğumuz’ deyin.”
Kadın,
kocasına: “O bizim çocuğumuz.”
Helllinger,
adama: “Sen de söyle.”
Adam,
karısına: “O, bizim çocuğumuz.”
Helllinger: “Onu, kendi çocuğumuz
olarak kabul ediyoruz.” Kadın: “Onu, kendi çocuğumuz olarak kabul ediyoruz.”
Adam: “Onu, kendi çocuğumuz olarak kabul ediyoruz.” Hellinger: “Onu, birlikte
büyütüyoruz.”
Kadın:
“Onu, birlikte büyütüyoruz.”
Hellinger:
“Sevgiyle.”
Kadın:
“Sevgiyle.”
Hellinger,
adama: “Karma bak ve ‘Onu sevgiyle, birlikte büyütüyoruz’ de.
Adam:
“Onu sevgiyle, birlikte büyütüyoruz.”
Hellinger,
hem anneye hem babaya: “Şimdi çocuğunuzun ötesine, çok uzaklara, kaderine
bakın. Bakmaya devam ederek, içinizden ‘Evet’ deyin.”
Konsantrasyon
içindeki anne ve baba, çocuklarının ötesine, çok uzaklara bakmaya devam eder.
Hellinger:
“Şimdi oğlunuza bakın.”
Hellinger
çocuğu, anne ve babasının yanma yaklaştırır. Çocuk sırtını anne ve babasına
yaslar. Anne ve baba aralarında durması için ona yer açar. Bir süre sonra
çocuk kollarını arkadan anne babasına dolar ve bir annesine, bir de babasına
bakar. Annesinin yanağından öptükten sonra babasını da öper. Annesinin saçlarını
okşar, sonra başını babasının göğsüne yaslar ve “Babacığım” der. Sonra
annesine döner ve birkaç defa : “Anneciğim” der. Sonra ikisine birden: “Siz
benim ademsiniz” der.
Hellinger,
anne ve babaya: “Akhmdakilerin hepsi buydu ama burada bir süre daha benimle
oturun.”
Hellinger,
gruba: “Engelli çocukları olan anne ve babalar, bazen kendilerini suçlu
hissederler. Burada annenin, kendini suçlu hissettiğini görüyoruz.”
Hellinger,
adama ve karısına şöyle bir bakar. Ve adama dönerek: “Kocası bunu biliyor”
der.
Hellinger,
kadından doğrulmasını ister ve onu konstelasyondaki yerine geri götürür.
Birbirlerinin gözlerine uzun süre bakarlar.
Hellinger,
kadına: “Şimdi uzağa bak.”
Kadın
uzağa bakar. Hellinger yanında durur ve onun omzuna dokunur.
Bir
süre sonra Hellinger: “Şimdi içinizdeki tüm isteklerinizi, bütün büyük
beklentilerinizi toplayın. Onları açık olan ellerinize alın ve bağışta bulunur
gibi sunun.”
Kadın
uzağa bakar, ellerinde büyük bir şey tutuyormuşçasına açar. Ve içinden:
“Lütfen” der. Bir süre sonra Hellinger kadına : “Sana verilen şey için
ellerini açık tut” der.
Kadın
uzağa bakmaya devam eder. Ve içinden “Şimdi sevgiyle kabul ediyorum” der.
Dakikalarca elleri açık şekilde uzağa bakarak derin bir konsantrasyon içinde
durur. Birden, rahatlamış bir ifadeyle kafasını her iki tarafa döndürerek
kocasına ve oğluna gülümser. Bu arada baba ile oğul ayakta durmaktadırlar.
Baba, oğluna arkadan sarılır ve çocuk, tek elini geriye doğru uzatarak
babasının kafasına koyar. Bir süre sonra hepsi, yine Hellinger’in yanma oturur.
Adam kolunu, karısının omzuna koyar.
Hellinger: “Sanırım artık burada
bırakabiliriz. Her şey gönlünüzce olsun.”
Çocukların
Temsil Edilmesi
Bir
kadın, Sophie Hellinger’in yanma oturur. Bir süre sonra Sophie, sağ elini
kadının göğsüne koyar.
Sophie
Hellinger, gruba: “Çok gergin, kalbi hızla atıyor.”
Kadına:
“Ne yapsak acaba, gerçekten üzerinde çalışmak istediğinden emin değilim.
Ortaya çıkacaklardan korkuyorsun.”
Tek
elini, kadının gözlerinin üstüne koyar, onları kapatır ve diğer elini de
göğsünün üzerine koyar. Bir süre sonra Sophie Hellinger: “Ağzını açık tutarak,
birkaç kez derin nefes al.”
Gruba:
“Başka bir enerji ve aynı zamanda benimle temasa geçmesini sağlamaya çalışıyorum.”
Bir süre sonra, “Şimdi, konunun ne olduğunu biliyorum.”
Sophie
sağ elini, kadının dizinin üstüne koyar ve gruba: “Bu sabah bana bir soru
sordu. Şimdi, bundan bahsetmek istiyorum.”
Sophie
Hellinger, kadının dokuz yaşındaki oğlu için bir temsilci seçer ve temsilcinin
ayağa kalkmasını ister. Bir süre sonra, temsilci birkaç adım geri atar.
Ardından, kadın için bir temsilci seçer ve oğlunu temsil edecek kişiyi,
aralarında biraz mesafe bırakacak şekilde karşısına koyar.
Kadının
temsilcisine: “Bu oğlan annesine, hayatta olmamanın kendisi için daha iyi
olacağını söylüyor.”
Kadının
temsilcisi, sağ elini kendi kalbine koyar ve derin derin nefes ahr. Önüne,
yere bakar. Çocuk, yavaşça dizlerinin üstüne çöker ve topuklarının üzerinde
çömelir.
Sophie,
bir başka temsilci olarak bir adamı seçer ve ondan, sırtı dönük şekilde oğlanın
önünde oturmasını ister. Böylece her ikisi de annelerine bakarlar. Sonradan
anlarız ki bu adam, kürtajla alınmış bir çocuğu temsil etmektedir.
Sophie,
gruba: “Annenin temsilcisi, bu çocuğun yüzüne bakamayacağını söylüyor. Çocuğun,
sadece ayak parmaklarını görüyor.”
Annenin
temsilcisi, hızla nefes alıp vermeye devam eder.
Sophie
Hellinger, anneye: “İkinci çocuğunuz da bir erkek mi?”
Kadın:
“Evet.”
Sophie
Hellinger, bu çocuk için bir temsilci seçer ve onu, kardeşinin yanma,
dizlerinin üzerine oturtur.
Büyük
oğlanın temsilcisine: “Kime bakıyorsun?”
Büyük
oğlan: “Önümdeki bu çocuğa bakıyorum.”
Sophie
Hellinger, kadına: “Oğlunun söylediği tam olarak neydi?”
Kadın:
“Kendimi öldürmek istiyorum. Keşke hiç doğmamış olsaydım.”
Sophie
Hellinger büyük oğlanın temsilcisinden, kürtajla alınmış çocuğa, “Tıpkı senin
gibi, doğmamış olmayı dilerdim” demesini ister.
Büyük
oğlan: “Tıpkı senin gibi, doğmamış olmayı dilerdim.”
Annenin
temsilcisi, derinden etkilenir ama çocuklara bakmaz. Küçük oğlan, kürtajla
alınmış kardeşine daha da yaklaşır.
Sophie
Hellinger, kadına: “Küçük oğlun da büyük oğlunla aynı şeyi mi söylüyor?”
Kadın:
“Evet.”
Kürtajla
alınmış çocuk huzursuzlaşır.
Sophie
Hellinger kadının temsilcisinden ona, “Seni istemedim. Şimdi bile, sana bakmak
istemiyorum” demesini ister.
Kadının
temsilcisi: “Seni istemedim. Şimdi bile, sana bakmak istemiyorum.”
Sophie
Hellinger kadının, oğullarına, “Bunu benim için yüklenmenizi kabul ediyorum.
Teşekkür ederim” demesini ister.
Kadının
temsilcisi, derin nefes alır ve başını sallar. Kürtajla ahnmış çocuk yavaşça
sırtüstü uzanır. Küçük oğlan, onun yanına uzanır. Birbirlerine bakarak
sarılırlar.
Sophie
Hellinger büyük oğlanın, annesine bakmasını ve ona, “Anneciğim her şeyi senin
için yapıyorum” demesini ister.
Büyük
çocuk, “Anneciğim her şeyi senin için yapıyorum” der.
Annenin
temsilcisi, başıyla onaylar.
Sophie
Hellinger kadının, oğluna teşekkür etmesini ister. Annenin temsilcisi:
“Teşekkür ederim.”
Sophie
Hellinger: “Kabul ediyorum.”
Kadının
temsilcisi: “Kabul ediyorum.”
Büyük
oğlan da kürtajla alınmış çocuğun yanma uzanır ve ona sarılır. Üçü de birbirine
sarılırlar. Sophie Hellinger, kadının temsilcisine: “Simdi kendini nasıl
hissediyorsun?”
Kadın
huzursuzlaşır, ne yapacağını bilmeden kollarını hareket ettirir. Ardından
yerde yatan çocukların etrafında yavaş yavaş dolanmaya başlar.
Sophie
Hellinger, gruba: “Burada bir şeyi açıklamak istiyorum” der. “Kadının iki oğlu
var. Her ikisi de ailedeki bu sırrı, yani kürtajı açıkça gözler önüne seriyor.
Anneleri, bu çocuğa bakmadığı için bunun bir sır olarak kalması gerekiyor. Ama
gerçek ortaya çıktığı için anne sakinleşti. Öncesinde huzursuzdu. Kadının üç
çocuğu var, iki değil. Bunlardan birisine bakamıyor.”
Sophie
Hellinger, kadına: “Kürtaj gerçekleştiği zaman bunu kabullenmek gerekir. Bunu
kabullenmeden, bir çözüm söz konusu değildir. Ancak yaptığınız şeyi
kabullendiğiniz zaman, diğer çocuklarınızı kurtarma ihtimaliniz olur. Aksi
takdirde, onlara ne olabileceğini burada görebilirsiniz. Kürtajla aldırdığınız
çocuğunuzla yüz yüze gelmeyi reddettiğiniz sürece, oğullarınız bunu sizin
yerinize yapacaktır. Çözümü için zamana ihtiyaç var. Ancak yaptığınız şeyi
söylediğinizde ve onu kabullendiğinizde, kürtajla alınmış çocuğunuza
bakabilirsiniz. Yoksa temsilciniz sadece, çocuğun ayaklarına bakabilir.
Düşüncelerinizle ya da mazeret ve açıklamalarınızla baş başa kaldığınızda,
burada ruhunuzda gerçekleşmekte olan şeyden koparsınız. Her şeyden önce, olanı
kabullenmeniz gerekir. Kürtaj olduğun zaman kaç yaşındaydın?”
Kadın:
“On yedi.”
Sophie
Hellinger, gruba: “Düşünün, bu yaşta bir genç kız, belki de tek gecelik bir
ilişkiden, birden hamile kalıyor. Her şey bir anda değişiveriyor. Bunun on yedi
yaşındaki bir kız için ne demek olduğunu anlayabiliyor musunuz? Onun için geri
dönüşü yok.”
Üç
çocuğunun önünde durmakta olan kadının temsilcisi, onların yanına, yere uzanıp
uzanmamakta kararsızlık yaşar.
Sophie
Hellinger, kadının temsilcisine: “Belki de bu senin için daha iyi bir
çözümdür.”
Hellinger,
kadının oğullarına, “Sizin başınıza kötü bir şey geleceğine bana gelsin”
demesini ister.
Kadının
temsilcisi: “Sizin başınıza kötü bir şey geleceğine bana gelsin.”
Kadın
bunu söylerken başını sallar.
Sophie
Hellinger: “Bu nasıl?”
Kadının
temsilcisi: “Hayır. Bunu istemiyorum.”
Sophie
Hellinger, kadına: “Bekle ve gör. Henüz her şey havada.”
Kadının
temsilcisi hâlâ kararsızdır. Sonra yavaşça yere doğru çöker, başka bir yöne
bakarak sağ eliyle, kürtajla alınmış çocuğun ayağına dokunur.
Sophie
Hellinger, kadına: “Başka bir çocuk var mıydı?”
Kadın:
“Evet.”
Sophie
Hellinger: “Emin misin?”
Kadın:
“Evet.”
Kadının
temsilcisi sol elini, birisine dokunmak isler gibi ileri uzatır. Sonra o yöne
doğru, öne eğilir. Bir süre sonra, doğrulur ve elini boğazına götürür.
Sophie
Hcllinger, kadına: “Kendini suçlu hissediyorsun ama suçluluk hissi bir çözüm
sağlamaz. Bu çocuğa bir isim düşünmüş müydün?”
Kadın:
“Hep bir kız olduğunu düşünmüştüm. Ona Greta adını koymuştum. Kız mı, erkek mi
olduğunu bilmiyordum. Sadece kız olduğunu hissediyordum.”
Sophie
Hellinger: “Ona Greta de.”
Kadın
tereddütte kalır. Sophie, bu kız çocuğu için bir temsilci seçer ve onu,
kadının temsilcisinin önüne koyar.
Kadın:
“Buralarda biri dolanıyor ama sadece ayaklarını görebiliyorum” der. Sonra yere
eğilir ve Greta’nm temsilcisinin ayaklarına dokunur. Yerden kalkmış olan küçük
kız, annesinin temsilcisine bakar. Annesinin temsilcisi ona sevgiyle bakar ve
tek eliyle ona dokunur.
Sophie
Hellinger, kadına: “İkiz olabilirler iniydi?”
Sophie,
Greıa’nın temsilcisine gider ve onu, annenin temsilcisinin yanından çekmek
ister. Ama kadın, gözyaşlarını sildiği Greta’yı sıkıca tutar ve bırakmaz.
Sophie
Hellinger, kadına: “Tuhaf’ der ve kadının temsilcisine dönerek kızına, “Şimdi
yüzünü görüyorum” demesini ister.
Kadının
temsilcisi: “Şimdi yüzünü görüyorum.”
Sophie
Hellinger, kadına: “Bu çocukların babasının ailesinde özel bir durum var
mıydı?”
Kadın:
“İkiz bir kız kardeşi vardı.”
Sophie,
Grela’nm temsilcisini, çocukların yanma götürür. Dizlerinin üzerinde oturan
küçük oğlan onun elini alır ve başına götürür.
Sophie
Hellinger: “Kürtajla alınmış çocuk gözlerini açmış ve rahatlamıştır. Büyük
oğlan da rahatlamıştır.”
Sophie,
kadının temsilcisine: “Artık bakabilirsin.”
Kadının
temsilcisi, kürtajla alınmış çocuk ile büyük oğlan arasına, yere uzanır ve her
ikisine de sarılır. Greta’nın temsilcisi dizlerinin üzerine çöker ve küçük
oğlana bakar. Birbirlerine ve diğerlerine sarılırlar. Artık hepsi anneleriyle
bir aradadır. Bir süre sonra, Sophie oğlanların kalkmalarını isler. Çocuklar
kol kola kalkarlar ve hâlâ yerde yatmakta olanlara bakarlar. Annenin temsilcisi,
kürtajla alınmış çocuğa sarılmaya devam eder. Greta’nın temsilcisi, dizlerinin
üzerine çöker ve onlara bakar. Anne, Greta’ya uzanır ve onu kendine doğru
çeker. Grcta, kürtajla alınmış çocuğun yanında, yerde uzanmaktadır. Anne onlara
sevgiyle bakar ve saçlarını okşar. Sophie Hellinger büyük oğlandan, kürtajla
alınmış çocuğa, “Ben üçüncü çocuğum” demesini isler.
Büyük oğlan: “Ben üçüncü çocuğum.”
Sophie Hellinger: “Sen, ilk çocuksun.”
Büyük
oğlan: “Sen, ilk çocuksun.”
Sophie
Hellinger: “Ben artık üçüncü çocuğum.”
Büyük
oğlan: “Ben artık üçüncü çocuğum.”
Sophie
Hellinger: “Sen ilk çocuk olarak kalacaksın.”
Büyük
oğlan: “Sen ilk çocuk olarak kalacaksın.”
Sophie
Hellinger, küçük oğlana: “Ben dördüncü çocuğum.”
Küçük
oğlan: “Ben dördüncü çocuğum.”
Hayatta
olan iki çocuk, başlarıyla onaylar ve birbirlerine gülümserler.
Sophie
Hellinger: “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”
Büyük
oğlan: “Çok daha iyiyim.”
Küçük
oğlan: “Daha iyiyim.”
Sophie,
çocukların babası için bir temsilci seçer ve onu, çocukların karşısına koyar.
Büyük oğlana dönerek, babasına, “İki kardeşimiz daha var” demesini ister.
Büyük
oğlan: “İki kardeşimiz daha var.”
Sophie
Hellinger: “Ben üçüncüyüm.”
Küçük
oğlan: “Ben üçüncüyüm.”
Sophie
Hellinger, küçük oğlana: “Ben de dördüncü çocuğum.”
Küçük
oğlan: “Ben de dördüncü çocuğum.”
Sophie
Hellinger: “Bizim bir başka erkek ve kız kardeşimiz var.”
Küçük
oğlan: “Bizim bir başka erkek ve kız kardeşimiz var.”
Baba
ve iki oğlan, birbirlerine doğru yavaşça yürür ve birbirlerine sevgiyle
sarılırlar. Bu arada, Sophie anneyi, annenin temsilcisiyle sıkıca sarılmış
olan, kürtajla alınmış çocuğun yanına götürmüştür. Sophie, temsilciden
doğrulmasını ve geri adım atmasını ister. Kadın ağlar.
Sophie,
kadına: “Güçlü ol. Onlara ‘Sizleri istemedim’ demelisin.
Kadın,
gözü yaşlı şekilde bir tereddüt yaşadıktan sonra: “Sizleri istemedim.”
Sophie
Hellinger: “Gerçek bu.”
Kadın:
“Gerçek bu.”
Kürtajla
alınmış iki çocuk, kadına arkalarını dönerler ve birbirlerine sarılırlar. Bir
süre sonra, birbirlerinin gözlerinin içine bakarlar.
Sophie
Hellinger, kadına: “Gözlerini aç.”
Gruba:
“Sanırım burada bırakabilirim. Onun için daha fazlasını yapamam. Gerisini
kendisi halletmeli. Bu iki çocuğa kalbinde bir yer vermedikçe oğullarının,
kendisinin yerine bu çocuklara doğru gideceğini bilmesi gerekiyor. Temsilcisi,
ona olması gerekeni gösterdi. Ruhu da bunu biliyor. Çocuklar üçüncü ve dördüncü
çocuklar olduklarını biliyorlar ve kendilerini babalarıyla güvende
hissediyorlar.
Annenm
kendine acımasına gerek yok. Bunu yapmış bir kere. Başka şekilde olsaydı
diyemeyiz artık. Bu çocuklar da, kaderlerini kabul ettiler. Anne yaptığını
kabul ettiği zaman, diğer çocukları için güç toplar. Çocukları, şimdiye kadar
onun tarafından kabul edilmeyi bekliyorlardı. Olanı kabul etmek ve sonuçlarına
katlanmak yüce bir harekettir. Kabul etmemeye ve bahaneler uydurmaya devam
ettiği sürece, her şey herkes için daha kötü bir hâl alır.”
Sophie,
kadına: “Çocukların yaşasalardı kaç yaşında olurlardı? Onların, şimdi 25
yaşında olduğunu düşün. Ne hissederdin?”
Kadın:
Harika olurdu.
Sophie
Hellinger: “Düşünsene, oğulların bunu biliyor. Oğulların yaşamaktan
vazgeçmişti. Onlar için en iyi çözüm, bu çocukları kabullenmekten geçiyor. Bu
senin elinde, sadece senin elinde.”
Katılımcılara:
“Teşekkürler.”
Kadın,
Sophie Hellinger’e teşekkür eder ve sandalyesine geri oturur.
Bert
Hellinger: “Bu tip bir çalışma, bize yaşanmış şeylerle ve onların sonuçlarıyla
gerçekten yüzleşmenin ne demek olduğunu gösterir. Burada, yaşanmış şeyin
üzerini kapatmak ya da bununla ilgili bahaneler ileri sürmek adına bir şey
yapmıyoruz'. Yaşanmış şeye bahaneler bulunduğu ya da yapılanların haklılığı
savunulduğu zaman -ki bazı yardımcılar bunu yapmaya çalışırbunun bir aile
üzerindeki etkilerini tahmin edebilirsiniz. Bazı kişiler, kürtaj sözcüğünü
kullanmaya bile cesaret edemez ya da her şey apaçıkken bile danışanın kürtaj
geçirip geçirmediğini soramaz. Bu tür bir yardım, daha sonra masum insanların
feda edildiği büyük bir oyuna dönüşür. Ben, sorununu burada anlatma
cesaretinden dolayı, bu kadına teşekkür etmek istiyorum. Bundan birçok şey
öğrenebiliriz. Bu bize, ölüm ve yaşamla ilgili sorunlarla mücadele etme cesaretini
verir. Böylece gerçeklerle yüzleşebiliriz.”
Sophie
Hellinger, gruba: “İlerleme biçimi ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bu
kadınla, daha yüksek bir enerji sayesinde, birlikte nefes alma yöntemiyle
temasa geçtikten sonra çalışmaya başlayabildim. Başlangıçta düşüncelerinin
arasına sıkışmıştı ve kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Enerjisi, tamamen
kalbindeydi. Ama sonra, nefes alıp vererek enerjisini göğsünün altına, karnına
itti. Bu değişimi kendimde de hissettim. Orada, farklı bir şeyler yaşandığını
anlamıştım. Enerjisi orada kalacak mı yoksa onu terk mi edecek diye anlamak
için elimi karnına koydum. Karnındaki enerji sonradan onu terk etseydi onunla
çalışmayı reddetmek zorunda kalacaktım. Bu enerji sıcaktır ve acı vericidir.
Kürtaj
sırasında, annenin rahminde beklenmedik bir şey meydana gelir. Kaliforniya’da
bir doktor, binden fazla kürtaj gerçekleştirmiş. Sonra bir gün kürtaj
sırasında ne olduğunu, gerçeklen öğrenmek istemiş. Özel bir kamerayla annenin
rahmine girmiş ve embriyo biraz geliştikten sonra neler olduğunu görmek için,
bunu kaydetmiş. Çocuğun tehlikeyi hissettiğini görmüş. Çocuk, doğum için
gerekli kesici aletleri gördüğü zaman onlardan kaçmaya çalışmış. Video,
çocuğun bu hareketlerini kaydetmiş. Doktor bu videoyu artık, bütün
hastalarına, çocuğun kürtajdan hemen önce neler yaşadığını göstermek için
izlettiriyor.
Eğer
bir kadın kürtaj olmuşsa çocuğun enerjisi, uzunca bir süre kadının karnında
kalıyor. Bu enerji, anne kürtajı kabul edene, sahiplenene kadar, onu terk etmiyor.
Ispanya'daki
bir toplantıda, bir uzman kadınlar ve çocuklarla ilgili deneyimlerinden söz
etti. Çocuklar bazen o kadar saldırgandır ki anneleri onlardan korkarlar. Bu
çocuklarla ne yapacaklarını bilmediklerinden polisi ararlar. Uzman, beş yıl
önce bu tip durumların yaşanmadığını; dört yıl önce, bunun gibi sadece üç, dört
vaka olduğunu söyledi. Oç yıl önce bu sayı yirmiye, iki yıl önce ise iki yüzün
üstüne çıkmıştı. Bu saldırganlık hâli babaya değil, anneye karşıydı.
Bu
toplantı süresince gerçekleştirilen bir konstelasyonda, iki yaşındaki oğluyla
ne yapacağını bilmeyen bir anne vardı. Çalışma bize, annenin kürtajla alınan
çocuğunun temsil edilmesiyle ve aileye geri alınmasıyla, çocuğun temsilcisinin
anında sakinleştiğini gösterdi.
Hcllinger,
az önceki kadına: “Anneler kürtajla alınmış çocukları kalplerine almadıkça ve
onlara “Hoş geldin. Şimdi 25 yaşında olacaktın” demedikçe bu çocuklar hayatta
olan kardeşlerini bu şekilde etkiler. Yaşanmış olabilecek her şeyi hayal
etmeniz ve kendinize acımadan iyice anlamanız gerekiyor. O zaman oğullarınızdaki
ani değişimi görebilirsiniz. Çocuklarınıza bakıp, “Her şeyi sizin için
yapıyorum. Siz hayattasınız’’ demeniz hiçbir şeyi değiştirmez. Onlar sevginizi,
kürtajla alınmış kardeşlerine vermenizi beklerler.”
Gruba:
“Bir başka şeye daha dikkat etmeniz gerekir. Anne, dört çocuğuna da vermesi
gereken sevgiyi sadece hayatta olan iki oğluna verdiği zaman, bu durum onlara
ağır gelir ve bu iki çocuk bu sevginin üstesinden gelemez. Bu onlara bir yük
olur.”
Helinger,
kadına: “Öyle değil mi?”
Kadın
onaylar.
Sophic
Hellinger, gruba: “Bu gözlem ve içgörülerle birçok kadına yardımcı oldum.”
Konstelasyon
çalışmasındaki kadın, kürtajla aldırdığı çocuklarına, “Sizleri istemedim”
dediği zaman aniden dinginleşti. Ruhu, bunu açıkça söylemeyi beklemişti.
Hellinger,
kadına: “Şimdi nasılsın?”
Kadın:
“Kendimi daha sakinleşmiş hissediyorum.”
Sophic
Hellinger: “Daima çocuklara bakarım. Sevgim onlara aittir, ileride onların da
çocukları olacak. Onları bir mezarlıkta ziyaret etmektense ailede yer
vermeliyiz ki yaşayabilsinler.”
Kadına:
“Evinizde bahçeniz var mı?”
Kadın
başıyla onaylar.
Eşle olan ilişki üzerindeki sonuçları
Sophie
Hellinger, gruba: “Erkek ve kadının, çocuğunu aldırmış bir kadının
hissettiklerini bilmesinin büyük yardımı olur.
Kadın
aklını arlık tamamen kocasına veremez çünkü bir parçası bu çocukla kalır. Böyle
bir durumda adam da çoğu zaman, ‘Arlık benimle değilsin sanki. Aklın sürekli
başka bir yerde’ der.”
Sonra
kadına: “Senin kocan da bunları söyledi mi?”
Kadın,
başıyla onaylar.
Sophie
Hellinger, gruba: “Çünkü bir parçası kürtajla alınmış çocukla kalır.” Sonra
tekrar kadına: “Bu çocuklar kabul edildiği zaman, bir şeyler değişebilir.”
Gruba:
“Burada gözlemleyebileceğimiz başka bir şey daha var. Birçok kadının gözünde
özlem dolu bir bakış vardır. Birçok erkek de buna kapılır. Ama bu özlem, çoğu
zaman kürtajla alınan bir çocuğadır. Erkek çoğu kez, kadını bu özlemden kurtarmak
isler. Ama hiçbir şey yapamaz çünkü bu özlem ona değil, bu çocuğadır. Yine dc
yardım etmek isterse kadına beklediğinden fazlasını verir. Böylecc verme ile
alma arasındaki denge bozulmuş olur. Kısacası kürtajın çok katmanlı etkileri
vardır.
Bir
adam karısı ile böyle bir durum yaşadığında, onu daha iyi anlar. Karısının
aklım ona ve çocuğuna verememesini kabul eder. Karısından verebileceğinden
fazlasını isterse ikisi için de tek bir çıkış yolu olur; o da karısının onu
terk etmesidir.”
Kadına:
“Her şey gönlünüzce olsun.”
Bert
Hellinger: “Teşekkürler Sophie.”
Grup
içerisinde alkışlamalar.
Sıkıntılı
Çocuklar konusuyla ilgili kitaplar ve videolar için eklere bakınız.
Bu
bölümde, büyük ölçekli çatışmaların yıkıcı boyutunda, çoğu zaman içine
sürüklenen bireyler ya da gruplar için ölümcül sonuçlarla kendini belli eden
“vicdan” kavramına geri dönmek istiyorum.
İlk
soru şu: “Bu büyük çatışmalar nasıl ortaya çıkar? Gerekçeleri nelerdir?
Savunma noktası nedir? Nasıl bizi de içine alırlar?”
Ardından
kendimize şunu soralım: “Bu çatışmaların ilerlemeye ve yenilenmeye hizmet
etmesi konusunda bizim yapabileceğimiz bir şey var mı? Bu çatışmalar bizi
ayırmak yerine bizi daha da yaklaştırabilir mi?”
Aynı
zamanda şunu da düşünmeliyiz: Bir çatışma sona erdiğinde ve yeniden barış
sağlanıp da kendimizi daha zengin ve daha insancıl hissettiğimizde aklımızdan
neyi çıkarmamalıyız ve ne yapmalıyız?
Bu
bölümde kendimi genel bir özetle sınırlandırarak şu soruyu soracağım: Bu
çatışmalara ne yol açar ve bunları nasıl çözüme kavuştururuz?
Belli
durumlarda yaşanan büyük çatışmalarla nasıl yüzleşir, onlardan nasıl kaçınır ve
üstelerinden geliriz? Bunu birçok kitapta, videoda ve DVD’de anlattım ve
gösterdim.
Bu
kaynakları A ekinde bulabilirsiniz.
Her
büyük çatışma, bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek ister. Bu çatışmaların
ardında, yok etme isteği görev başındadır. Peki, bu yok etme isteği ne tür bir
enerji ve korkudan beslenir? Yok etme isteğini öncelikle hayatta kalma isteği
besler. Yaşamımızı tehdit eden bir şeyle karşılaştığımızda ya kaçarak ya da savaşarak
karşılık veririz. Kaçmak derken, başkaları tarafından yok edilmekten kaçmaktan
bahsediyoruz. Savaşmak derken de başkalarını yok etmeye kalkışmayı ya da
onların kaçmasını sağlamayı kastediyoruz. Yok etme, özünde bir şeyin ya da
birinin kökünü kurutmak demektir. Genellikle, amaç sadece başkalarını öldürmek
değil, aynı zamanda başkalarına ait yerleri gasp etmek, onlara ait maddi ya da
manevi eşyaları, evleri, toprakları, kültürleri, bütün yaşantıları zorla
almaktır.
Öldürmek
ve başkalarına ait olanı almak da hayatta kalmak içindir. Yamyamlığı yasaklar
gibi görünsek de bu bir maskedir çünkü insanlar kendilerini korumak için
başkalarının, hatta bazen kendilerinin bile zararına hareket ederler. Çoğu
zaman yok ettiğimiz şeyi içimize almak, yaşamımızı sürdürmemiz için gereklidir.
Meyve, fındık, fıstık gibi doğanın bize verdikleriyle beslenebiliriz ama et,
balık, hatta sebzeleri bile yiyebilmek için onları önce öldürmemiz gerekir.
Bütün
ölüm kalım çatışmaları insanlık dışı mıdır? Can derdine düşmüşken çatışmaya
girmekten kaçamayız.
Büyük
ölçekli çatışmalar, bir yandan sadece hayatta kalmaya hizmet ederken diğer
yandan da hayatımızı tehlikeye sokar. Bu yüzden insanlar, anlaşmalar yaparak,
sınırlar çizerek, gruplar arası ittifaklar kurarak ya da genel yasalar koyarak
çatışmaları barış yoluyla çözme yolları aramışlardır. Ölümcül çatışmalar yasal
bir sistemin sınırlandırmalarıyla kontrol altına alınmıştır. Özellikle
yönetenin tekelinde olan güç, bireyler ve alt gruplar arasındaki çatışmaları
durdurmada ve onları çözüme zorlamada belli oranda etkindir.
Bu
yasal düzen dışsaldır. Bir dereceye kadar rıza göstermeye dayansa da büyük
ölçüde toplumdan dışlanma ve ölüm cezası gibi korkulara dayanır. Bu yasal
düzen, dışarıdan yöneten birinden kaynakh güçle sağlanır. Bu tür bir yaptırım,
çatışmayı azaltabilir ama aynı zamanda çatışmaya ve kavgaya sebep olabilir.
Tabii ki bu tür bir çatışmanın da belli düzenleri vardır ve bütün grupların ve
üyelerinin hayat mücadelesine hizmet eder.
Yok etme isteğinin yer değiştirmesi
Bireyleri
kendilerinin ve başkalarının yıkıcılıklarından koruyan yasal bir sistem
çerçevesinde bile yıkıcı eğilimlerini başka düzeylere taşıyan gruplar
görebiliriz. Politik zıtlaşmalarda ve aynı zamanda birçok bilimsel ve
ideolojik tartışmalarda da yıkıcılığı görebiliriz.
Yıkıcılığı,
nesnellik ve tarafsızlıktan vazgeçildiği zaman görürüz. En iyi çözümü birlikte
aramak ve meseleleri nesnel açıdan gözlemlemek ve incelemek yerine, diğer grup
üyelerine ya da başka düşünceyi savunanlara sözle sataşılır,
iftira atılır, karalama yapılır. Bu şekilde ortaya çıkan saldırganlıklar bazen
fiziksel yıkıcılıktan çok da farklı değildir, her ikisinin de altında aynı duygusal
temel, aynı yok etme niyeti, karşısındakini düşman ilan etme isteği vardır.
Bu
tür zıtlaşmalar enerjilerini yaşam mücadelesinden, bütün insanların ortak
ihtiyacı olan ahş-veriş, kazanç-kayıp dengesinden alır. Bu denge
gereksiniminin bir adı da adalettir. İnsanlar adalet dengesi tekrar
sağlandığında sakinleşir. Bu yüzden adalet, bizler için büyük bir metadır. Daha
önce de belirttiğimiz gibi, sonsuz adalet düşüncesi diye bir şey yoktur.
Sonunda birisi, bir bedel öder.
Adalet
sadece, dengeyi iyi bir şekilde aradığımız zaman dar bir çerçevede kıymetlidir.
Kayıp ve zarardan sonra dengeyi bulmaya çalıştığımız zaman, adalete duyulan
gereksinimin sonuçları tamamen farklı olur.
Size
bir örnek vereceğim. İnsanlar bizi üzdükleri zaman misilleme yapmayı
düşünürüz. Üzüntümüze karşılık, onların canını yakmak isteriz. Bir ölçüde
bizim dengeye duyduğumuz gereksinimden kaynaklanır bu. Bu gereksinim, adalete
duyulan gereksinimdir, aynı zamanda da hayatta kalma ve yok etme isteğimizi
harekete geçirir. Başkaları tarafından kırılmaktan ve zarar görmekten uzak
durmak isteriz. Bu yüzden misilleme yaptığımız zaman, doğrudan intikama
sürükleniriz. Denge kurma gereksiniminin ve adaletin ötesine geçip insanlara,
yaşadığımız üzüntünün kat be katını yaşatır, onlara daha fazla zarar veririz.
Bunun ardından karşımızdaki kişiler adaleti sağlamayı ve intikam almayı
düşünür, böylece bir kısır döngü başlar. Aramızdaki çatışmaların sonu gelmez.
intikam burada, adalet sağlama kisvesi
altında gerçekleşir. Adalet namına yıkıcılık başlar.
Çatışmayı
kızıştıran başka bir şey de iyi olarak adlandırdığımız, ancak kötünün
tarafında olan vicdan rahatlığıdır. Adalet gibi, vicdan rahatlığı da yıkıcı
amaçlar için kullanılabilir. İnsanlar kendilerini başkalarından daha üstün
hissettiklerinde, vicdan rahatlığı içinde, başkalarına istedikleri şeyi yapma
hakkına sahip olduklarını düşünürler.
Peki,
onların böyle hissetmesine neden olan şey gerçekten vicdanları mıdır? Aslında
bu, bireylerin ait oldukları ve hayatta kalmak için bel bağladıkları aile ve topluluk
vicdanıdır. Kişilerin ayakta kalmalarını, onların yok etmek isteği
doğrultusunda başkalarıyla çatışarak güvenceye aldıkları topluluğun
vicdanıdır, iyi ve kötü tanımı, bu topluluğun kutsal kimliği olarak ileri
sürülür; tartışmaya açık değildir. Bu vicdan, farkh düşünen ve hareket eden
insanlara saldırmayı kutsal sayar ve yok edilmelerini uygun görür. Sonuç olarak
da farkh düşünen ve hareket eden insanlar tehlike arz ettiğinden, savaş
alanlarında ya da topluluk üyeleri arasında kutsal savaşlar yaşanır. Fiilî
savaşlarda ve ideolojik savaşlarda vicdanen rahat olmak ve kutsal bir şey
uğruna ölmek, “Bu yolda her şey mübahtır” görüşünü savunur. Bu yüzden bu tür
saldırganların vicdanlarına ya da adalet duygularına itiraz etmenin yararı
yoktur çünkü bu insanlar, kötü oldukları için değil, aslında savaşırken iyi bir
nedenleri olduğuna inandıkları ve vicdanlarının sesini dinledikleri için bu
şekilde davranırlar.
Başkalarının
vicdana gelmesi için yalvaranlar da kendi vicdanları için aynısını yaparlar.
Bu yüzden onlar da kendi vicdanlarını rahat ettirmek için aynı yollara
başvurma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Yani büyük
ölçekli çatışmaların çözümleri, adalet ve vicdanın yardımıyla bulunamaz; bu
arayış boşadır.
Gelenek
ve göreneklere meydan okuyan her şey bireyin ya da toplumun vicdanının
karşısında bir tehdit olarak görünür. Ama ikisi arasında ayrım yapmak
faydasızdır çünkü sonuçta her vicdan, toplumun vicdanıdır. Yeni olan her şey
topluluğun birliğini, yani hayatta kalma mücadelesini tehdit eder. Eğer bir
topluluk kendi içinde yenilere yer verirse çözülüp başlan organize olmak
durumunda kalır.
Bu
yüzden birçok siyasi ideoloji bir süre sonra çöker. Uzun vadede toplumun
gerçeklerine ayak uyduramaz. N(e üzücüdür ki birçok ideoloji, toplumun ayakta
kalması adına, o ideolojinin yanıltıcı niteliklerine dikkat çeken iyi niyetli
kişilerin idam edilmesinden, sürgüne gönderilmesinden ya da ölüme terk
edilmesinden sonra çöker. Bunu tarih boyunca birçok kez görmüşüzdür. Bu
kişiler, topluluklarının ayakta kalması için, sözüm ona daha iyi ve yüce bir
adalet ortamının sağlanması adına ölürler.
Yeni
görüşler etrafında toplanan gruplar, eski görüştekilerin kendilerini yok etme
tehlikesine karşı, üyelerini korudukları zaman güvende olurlar. Erkenden
yenilik talebinde bulunmak tehlikelidir. Birçok sözde kâfir ve sapkının başına
gelenler tarih boyunca ürkütücü örnekler arasında yer almıştır.
Bir
topluluğun üyesi, sebebi her ne olursa olsun kendi vicdanının etkisiyle bir
kişiyi reddedebilir. Ancak ruhun bir başka yapisi olan bilinçdışının baskısı
altında, reddeden kişi, reddedilene ruhunda bir yer vermelidir. Bu durum,
reddeden kişi birden reddedilen kişinin bir özelliğini, örneğin bu kişinin
saldırganlığını kendi içinde yaşadığı zaman ortaya çıkar. Reddedilen kişinin
saldırganlığının hedefi olan kişi, reddeden kişi değil, reddedenin bir şekilde
reddedilenle ilişkilendirdiği diğer kişilere yöneliktir. Ama bu diğer kişiler,
suçlu kişiyle bağlantılı olmayabilir. Reddeden kişi, reddedilen bir kişilik
özelliğini yanlış yere koyduğunun hâlâ farkında değildir. Saldırganlığıyla
alakası olmayan kişilere karşı birden tepki göstermeye başlamıştır.
Yeniden
dengeleme hareketi sayesinde bilinçdışı bir içsel yapı, iyi ve kötü vicdanı
kendi tuzağına düşürür ve felaketini hazırlar. Başka bir deyişle kişi,
reddettiği kişiye dönüşür.
Bu
bağlamda bir başka yer değiştirme hareketi gerçekleşir. Freud’un da anlattığı
gibi, kendimizde reddettiğimiz ve inkâr ettiğimiz özelliklerimizle mücadele
etmeyiz ama başkasındaki benzeri özelliklerle savaşırız.
Bu
bağlar, alanın imgesi aracılığıyla gözlemlediğimiz zaman daha netleşir. Rupert
Sheldrake zihinsel bir alan ya da genişletilmiş zihinden söz etmektedir.
Sheldrake, canlılar arasında iletişim olduğunu gözlemlemiştir. Bu iletişim,
canlıların zihinsel alanda yaşadığı ve hareket ettiği farz edildiği takdirde
anlaşılabilir. Bir hayvanın fiziksel bir rahatsızlığını iyileştirmek için doğru
bitkiyi bulmasını ya da köpeğini, sahibinin eve gelmek üzere olduğunu bilmesini
başka türlü açıklayanlayız. Aile konstelasyonlarmda gözlemlediğimiz olgu ancak
böylesi bir alanın paylaşıldığının varsayımıyla anlam bulur ve bir
konstelasyonda konumlandırılmış belli aile bireylerinin temsilcilerinin,
haklarında bir şey bilmedikleri hâlde aniden, temsil ettikleri kişiler gibi
hissetmeleri buna bir örnektir. Danışanın ailesinin, bir konstelasyonun gerçekleştiğini
bilmedikleri hâlde, bu konstelasyonda yer almış gibi tepkiler vermelerini ve
ruh hareketlerinden faydalanmalarım başka türlü nasıl açıklayabiliriz?
Ruhani
alanlarla bağlantılı olarak gözlemlediğimiz zaman vicdan mekanizmasını anlamak
daha kolaydır. Farkh alanlar içerisinde hareket ettiğimiz gerçeği daha da
belirginleşir. Bu farklı alanlarda vicdanın farkh türlerini yaşarız. Vicdanın
tepkisiyle belli bir alanın nasıl işlediğini, kimi dâhil ettiğini, neyi
dışlayıp neyi bastırdığını söyleyebiliriz.
Vicdanın
etkisi altındaki alan kutuplaşır, yani bu alanın sadece bir kısmı ve bazı
üyeleri ona ait olarak kabul edilir. Vicdanın dilinde buraya ait olmasına izin
verilenler iyi olanlardır. Bu vicdana göre iyi sadece, topluluğun kurallarına
göre reddeden ve dışlayan kişilerdir. Yine de reddedilen ya da dışlananlar, bu
alandan dışarı anlamaz. Bunun için alanın onayı gerekir. Öte yandan, yüzeyde
bastırılan ya da dışlanan ne varsa yüzeyin altında güç kazanır ve sözde
iyilerin üzerinde baskı oluşturur. Dış dünyada bu kadar katı şekilde
reddettikleri şey, kendi içlerinde ve çevrelerinde kendini gösterir; artık
kendilerini sürekli ruhlarındaki ve çevrelerindeki sözde kötülere karşı
savunmak durumunda kalırlar. Kendi ışıklarının gölgesiyle mücadeleye mahkûm
olanlar, güçleri azalana kadar kendi kendilerini tüketirler. Ardından kendi
içlerinde kötüye yer verir ve ona yenilirler. Bunun sonucunda yenilgi ve vicdan
rahatsızlığı hissederler.
İyi
vicdanın ve ait olmanın dayanılmaz arzusu altında kişilerdeki kör coşku arlar.
Bir yanda masumiyet, vicdan sahibi olmak ve güven hissiyle beraber büyük bir
haz yaratır; öte yandan aynı haz, başkalarının aleyhinde bir öfkeye dönüşür. Bu
haz, ölme isteğiyle birlikte, insan olduğuna bakmaksızın başkalarını ortadan
kaldırma isteğiyle birleşerek bir çılgınlığa dönüşür; başkalarını kurtların
önüne atar, bu kutsal ve masum aidiyet duygusuna feda eder. Böyle bir çatışma
gücünü çılgınlıktan alır.
Tabii
ki bu çılgınlık, belli derecelerdedir ama temel hareket aynıdır. Bireysel
benlik kolektifin içinde çözülür. Kolektif olan şey, aynı iyi vicdanın
etkisiyle başkaları karşısında üstün olmanın cazibesine boyun eğen, kimliği
belirsiz kişilerden başkası değildir. Coşkuya yol açan şey de aynı harekettir.
Kolektif coşkunun olduğu bir alanda, bireysel algı ve görüş geriler, hatta
tamamen kaybolur ve onun yerini aldanma alır.
Sağduyularını
kazanabilmek için coşkulu kalabalıklardan kendilerini geri çeken kişiler, artık
büyük çatışmalar içinde olmazlar. Büyük çalışmalar artık
onlar için cazibesini yitirir. Ama kalabalığı reddeden kişiler, coşkulu
kişilerin sanki vatan hainiymişçesine kendilerine saldırması tehlikesiyle
karşı karşıya kalırlar ve bu şekilde çatışmanın kurbanı olabilirler. Nedeni
ise bu insanların arlık aynı vicdanı paylaşmamalarıdır.
Büyük
çatışmalar, iyi vicdanın etkisiyle ruhta başlar. İnsanlar, çoğu zaman kendi
hayatlarını ve başkalarınınkini bu çatışma uğruna feda ederler. Bu şekilde
büyük çatışmalar, ruhtaki kutsal bir şeyin; uğruna en önemli, en yüce şeylerin
feda edildiği bir şeyin, Tanrı’nın yerini alır. Diğer topluluğun da bir ilahı
vardır. Kişinin kendi topluluğunun ilahı, Tanrı olarak bilinir ancak bu, diğer
grup için puttur, sahte bir ilahtır ve yok edilmelidir. Bu yüzden büyük
çalışmalar, yalnızca kendi insanlarının haklılığını iddia eden bu ilahın
emrindedir. Bu Tanrı ve haklılık iddiası büyük çatışmaların başlama nedenidir.
Aynı Tanrı, emrindekileri genellikle ölümden sonra rahata erme sözüyle
ödüllendirir. Tanrı’nın beslenme kaynağı, insanların O’nun uğrunda feda
ettikleri yaşamlarıdır. Bu fedakârlıklar ve çekilen acılar, bu Tanrı’yı yüce
makamında tutmak ve emri altındakiler üzerindeki hâkimiyetini garantilemek için
gereklidir.
Bizler için bir çıkış yolu var mıdır?
Bunun cevabını bir sonraki bölümde arayacağız.
Vicdanı
rahatlatmak için yaşanan çatışmalar ve hayatla kalma isteğinin dışında,
insanların birbirleriyle bağ kurmak ve birbirlerini dostça tanımak istemesinden
kaynaklanan hareketler de vardır.
Farklı
aile ve toplulukların birbirlerine yaklaşmasının ve korkularını bir kenara
bırakmalarının bir başka yolu da alışveriştir. Alışveriş ya da değiş tokuş, her
iki tarafa da avantajlar sunar ve onları birbirine yaklaştırır. Bir süre sonra
bazen başkalarının tehditlerine karşı güçlerini birleştirirler ve bu şekilde
hayatta kalma şanslarını arttırırlar.
Birbirleriyle
bir zamanlar çatışma hâlinde olan topluluklar arasında barış tekrar nasıl
sağlanır? Kural olarak barış, her iki taraf da
yıprandığı, kaynakları tükendiği ve silahlı çatışmayı sürdürmenin kayıptan
başka bir şey getirmeyeceği anlaşıldığında sağlanır. Sonra taraflar barış
yapar, yeni sınırlar çizer, bu sınırlara saygı gösterirler ve belki de bir
süre sonra aralarında değiş tokuş yapmaya başlayarak çok sonraları daha büyük
bir bütünü oluşturmak için bir araya gelebilirler.
Olaya
geniş bir çerçeveden, kabataslak bakmayı öneriyorum. Hayatta olduğu gibi bu tip
genellemeler, gerçek deneyimler gibi olamaz. Yani dışarıdan görüldüğünde savaş
ve barış arasındaki gidip gelmeler ve iki kavramın birbirine bağımlılığı
kaçınılmaz bir kader gibi görünür. Ruhumuz, savaş ve barış arasındaki derin
bağların farkında olmadıkça da böyle devam eder. Bu nedenle bizler de gerekli
içgörülere varamayız.
Îçgörü,
her büyük çatışmanın, sonunda başarısız olacağını söyler. Başarısızlığın
nedeni, çatışmanın gün gibi ortada olanı inkâr etmesi ve bireylerin sadece
ruhunda çözebileceği bir şeyi dışarı yansıtmasıdır.
Bunu
söylerken, bütün çatışmaların bu şekilde çözümlenebileceğini ya da çatışmalar
olmadan yaşayabileceğimizi kastetmiyorum. Çatışmalar, bireylerin ya da
toplulukların gelişimi için bir gereksinimdir. Ama çatışmalar önemli
içgörülerle, daha farklı biçimde, daha özenle, herkesin farklı ihtiyaçları göz
önünde tutularak çözümlenebilir. Her iki tarafı da tatmin edecek çözümlere
ulaşmak için birlikte çalışmak isteyenler, her iki tarafın da sınırlarını kabul ederek işe başlamalıdır. Barış, her iki taraf da
bir takım şeylerden feragat elliğinde sağlanır.
Bireyler
sürekli farklı duygular, ihtiyaçlar ve dürtüler arasındaki içsel çatışmalara
maruz kalır. Bunların hepsi de önemlidir ama birbirlerini düşündükleri ve bir
uzlaşmaya vardıkları sürece kendilerini ortaya koyup bedellerine varabilirler.
Ardından hepsi daha büyük bir bütünün gereksinimleri uğruna bir şeylerden
vazgeçtikleri zaman kazançlı çıkarlar. İçimizde dengeyi sağladığımız zaman
kendimizi iyi ve huzurlu hissederiz. Ancak duygularımız, ihtiyaçlarımız ve
dürtülerimiz birbirleriyle çatışmaya devam ettikleri sürece kendimizi kötü,
bazen de yorgun ve hasta hissederiz.
Burada
sormamız gereken soru, sadece içsel bir çatışma mı yoksa içselleştirdiğimiz bir
dışsal çatışma mı yaşadığımızdır. Doğrusu, yaşadığımız çatışmanın
dışsallaştırılmış bir içsel-dışsal çatışma olduğudur. Iç ve dış etkileşimi daha
iyi anlamak için ruhani alanlara bir kez daha dönmek isliyorum.
Bir
alandaki üyelerin algısı sınırlıdır. Bir alanda, bazı kalıplar, hatta
insanların davranış kalıpları da kendini tekrar eder. Burada özellikle reddetme
kalıplarından bahsediyoruz. Reddedilme kalıpları da öncelikli olarak kendini
tekrar eder çünkü reddedilenler de kendi sıraları geldiğinde vicdan rahatlığı
içinde kendilerini reddetmiş olanları reddeder. Aralarındaki çatışma, iki
karşıt iyi vicdanın arasındaki bir çatışmadır. Her iki taraf da öbür tarafı
yendiği ve ondan kurtulduğu yanılsamasına düşer. Bu yüzden çatışmanın çarkını
sırayla döndürmeye başlarlar; sözde iyi olanlar kötü gibi, sözde kötü olanlar
da iyi gibi görünür.
Rupert
Sheldrake, bir alanın sadece, dışarıdan yeni itici bir güç olduğu zaman
değişebileceğini gözlemlemiştir. Bu itici güç ruhanidir ve yeni bir içgörüyle
ortaya çıkar. Alan, bu yeni içgörüyle önce mücadele eder, ardından onu
bastırmaya çalışır. Ama alanın yeterli sayıdaki üyesi bu yeni içgörüyü
benimsediğinde, alan bir bütün olarak harekete geçer, açılır, zamanını
doldurmuş olanı geride bırakır ve farklı hareket etme yolları bulur.
Böyle
bir içgörüye örnek olarak, büyük çatışmaların kökenlerinin farklı iyi
vicdanlarda olmasını ve saldırganlık enerjilerini bunlardan almalarını
gösterebiliriz.
Ruhun
hareketlerinin seviyesinde başka bir vicdan işlemektedir. Suç ya da masumiyet
olarak duygularını hissettiğimiz vicdan gibi bu diğer vicdanı da
duygularımızla anlarız. Bu vicdanın görevi, bizleri grubumuzun sınırlarından
daha yüksek bir seviyeye, karşıt güçlerin yeniden bütünleştiği yere taşımaktır.
Bunu ancak bizi kendi topluluğumuza bağlayan vicdanın ötesindeki yolda
ilerledikten sonra hissedebiliriz. Bu vicdan kendini huzursuzlukla değil,
sakinlikle; amaçsızlık ya da baskıyla değil, dinginlikle gösterir. Bu
konsantrasyondan uzaklaştığımızda, iyi ve kötü vicdanın esaretine geri döneriz.
Uyum içinde olmak; birçok kişiyle, en nihayetinde de herkesle uyumlu olmak ve
kimseyle düşman olmamak demektir. İyi vicdanın dünyasında, bir tarafla iyi
iletişim içindeyken bir başka tarafla, bu taraftakilerin onların yok olmasını
isteyecek kadar çatışma içindeyimdir.
Diğer
vicdan alanına adım atmak, artık onlara karşı içsel kavramlarla hareket
etmemek demektir. Bu durum, çatışmanın sonu anlamına gelmez çünkü çatışmalar bu
vicdanın düzeyinde devam eder. Çatışmalar, büyümemiz ve gelişmemiz için
önemlidir ama artık bir düşmana duyulan nefretle ve yok etme isteğiyle körüklenmez;
yaşamı kurutmaktansa enerji vericidir. Şevk ve coşkuyu ardında bırakır.
Huzur
ve barış, gerekçesi ne olursa olsun yok etme isteğinin sona erdiği yerde ve
bireyin, iyi ve kötü insanlar diye bir ayrım olmadığını kabul ettiği yerde
başlar. Hepimiz bir şekilde kaderimizde kilitlenmişizdir, bu yüzden ne diğer
insanlardan daha az özgür ne de daha çok özgürüzdür. Bu açıdan hepimiz eşitizdir.
Bu
barış, iyi vicdanın sınırlarının ötesine geçen bir başka sevginin yolunu açar.
Hazreti İsa bu yolu bize şöyle anlatmıştır: “Cennetteki babam gibi merhametli
ol. O, güneşin hem iyinin hem de kötünün üzerinde parlamasına, yağmurun hem
haklının hem de haksızın üzerine yağmasına izin verir.”
Yaklaşık
iki yıl önce Polonya’da arkadaşım Zenon’la, Breslau’dan Krakovv’a giden
trendeydim. “Bana Krakovv’la ilgili bir şeyler anlat” dedim. Arkadaşım, “Büyük
bir Yahudi topluluğu vardı, nüfusun nerdeyse üçte biri Yahudi’ydi. Buradan çok
uzakta olmayan, Galiçya diye bir Yahudi bölgesi vardı. Nüfusun çoğunluğu
Yahudi’ydi ama şimdi hepsi gitti” dedi.
Sonra
Krakow şehrini gözümde canlandırdım. Gördüğüm içsel resimde, şehir boyunca
insanlar şehre girmek istiyor ama içeri alınmıyordu.
Krakovv’da
bir seminer düzenledim. Seminerin sabahında Yahudi mahallelerini görmek
istediğimi belirttim. Bunun üzerine arkadaşımla birlikte Yahudi mahallelerine
gittik. Her şey olduğu gibi duruyordu. Sinagog oradaydı, dükkânların üstünde
İbranice yazılar vardı ama etrafta hiç Yahudi kalmamıştı. Pencerelere baktım
ve bir sürü yüz gördüm. Hepsinin gözleri yaşlarla doluydu.
Aynı
akşam Katoviç’te binden fazla insana bir konuşma yaptım. Konuşmamda
“PolonyalIların ruhu Yahudileri özlüyor. Bunu ruhumda hissettim. Bu ruh, ancak
Yahudiler -ki aslında hepsi PolonyalIydıbugünkü Polonyahların ruhlarında bir
yer aldığı zaman iyileşecek” dedim.
Sonra
Silezya’ya da gittik. Silezyah nüfusu da yok olmuştu. Silczya kültürü uzunca
bir süre Alman-Polonya nüfusunun ve kültürünün bir parçası olmuştu ve şimdi
Polonya ruhu onları özlüyordu. Geri gelmeleri gerekmiyor ama Polonyahların
onlara ruhlarında bir yer açması gerekiyor. Böylece Polonya ruhu tamamlanacaktır.
Silezya
ve PolonyalIların atalarının arasında bazı çatışmalar olduğunu duydum ama belki
de söylediklerim çözüme kavuşmaya dönük bir adım sayılabilir.
İnsan
toplulukları ve grupları arasındaki çatışmalar üzerinde birçok çalışmam oldu.
En çok da Almanlar ve Yahudiler üzerinde çalıştım. Ama aynı zamanda Almanlar
ve Ruslar, Filistin’de İsrailliler ve Filistinlilerle de çalıştım. Geçen yıl
Nikaragua’da, iç savaş üzerine çalıştım ve insanların bir çözüm ve yeni bir
başlangıç için ne kadar istekli olduğunu gördüm.
Size
Nikaragua’dan bahsedeceğim. Somoza burada bir korku rejimi başlattı ve kendine
karşı gelenleri öldürttü. Somoza’yı devirmek isteyen kişinin adı Sandino idi
vc onun öldürülüşü, Sandinistas’ın oluşumuna neden oldu.
Sandinistaslar,
Somoza’ya karşı bir ayaklanma başlattı ve kazandılar. Ama onlar da etrafa
korku saçtılar ve Somoza’yı sürgünde öldürdüler.
Somoza
ve Sandino için birer temsilci seçtim. Seçilen temsilciler NikaragualI değil,
İspanyol’du. Bir sorunun içinde yer almayan temsilciler, ön yargılı
olmadıkları için daha rahat davranabilirler. İki temsilci, yumrukları yukarıda,
birbirlerine doğru yavaşça yürüdü. Sonra aralarına, her iki taraftan da ölmüş
kişiler için temsilciler yerleştirdim. Sandino ve Somoza kollarını indirdiler
vc ölmüş kişilere birlikte baktılar. Sonra Nikaragua için bir bayan temsilci
seçtim. Acıyla çığlık attı ve yere uzandı. Ardından Somoza’nın temsilcisi dizlerinin
üzerine çöktü ve ölmüş kişilerin diğer tarafına emekleyerek geçip yanlarına
yattı. Sandino’nun temsilcisi de dizlerinin üzerine çöktü, ölmüş kişilerin
etrafında dolandı ve Somoza’nm yanma uzandı. Sanki bu iki adam ölmüş kişilerle
aynı mezarda olmak istiyordu.
Ardından
Somoza’nm ve Sandino’nun soyundan gelenler vc parti üyeleri için birer temsilci
seçtim.
Temsilciler
birbirlerine doğru yürüdüler ve tokalaştılar. Ardından Nikaragua’nın
temsilcisinden ayağa kalkmasını ve liderlerin soyundan gelenlerin yanında
durmasını istedim. Nikaragua derin bir oh çekti.
Hepsi
de ölmüş kişilere büyük bir üzüntüyle baktılar; birbirlerini suçlamadan,
birlikte yas tuttular. Bunun iyileştirici bir etkisi vardır.
Sonunda
acı veren olayların sona ermesine izin verilmesi iyileştirici bir etki
yaratır. Çözüm bııdur. Karşılıklı dışlama böylece sona erer. Artık kötü
kişiler, suçlular ve kurbanlar yoktur. Hepsi sadece insandır ve hepsi de
aynıdır. Bundan sonra ortak bir gelecek kurabilirler.
Dinler,
insan ilişkilerinde temel bir rol oynar, her şeyin ötesinde büyük
topluluklarda birlik sağlar. Kendi mensupları için bu yaşamın ötesinde de
kapsamlı bir aidiyet duygusu yaşayabilecekleri geniş, büyük bir aile yaratır.
Dinler insanlara bir sığmak olur ve hayatın iniş çıkışlarına daha kolay
katlanabilme ümidini verirler.
insanlar
dinlerini çok önemserler ve diğer dinlere karşı coşkuyla savunurlar. Büyük
çatışmalarda gördüğümüz dışlama ve aidiyet hareketleri, dinî topluluklarda da
işler. Kendileri için belli tanımlamalar ve sınırlar getirdiği için, dinî
topluluklar da kısıtlayıcıdır.
Din
özünde, bizden büyük ruhani güçlerle bilerek kişisel boyutta bağ kurmak, onlar
tarafından yönlendirilmeye ve taşınmaya izin vermektir. Dinin hareketleriyle
var olduğumuzu ve en derindeki hareketlerimizin de bu hareketlere uyum
sağlamaya çalıştığını bildiğimiz ve huzuru sadece bu şekilde yakalayacağımıza
inandığımız için, bir dinle kendimizi özdeşleştiririz.
Aşağıda
sizi ilişkilerimizde geniş kapsamlı sonuçlar yaratabilecek ruhani hareketlere
ve dinlere götürmeye çalışacağım. Bir dinde etkili olan ruhani hareketleri ve
bu hareketlerin bizi bu ruhani âıemde nereye yönlendirdiklerini göreceğiz.
Aklımda
Tanrı İle kitabımdaki dört metinle başlıyorum.
“Din” başlığı altındaki yayınlarla
ilgili daha fazla kaynak için Ek A’ya bakınız.
Tanrı
sevgisi, şu anlama gelebilir: “Tanrı bizi sever, biz de Tanrıyı.”
Tanrı
sevgisi Tevrat’ta bir emirdir. “Tanrını bütün kalbinle, bütün ruhunla, bütün
gücünle seveceksin”.
Bu
şu anlamdadır: “Tanrı’nın emirlerine bütün kalbinle, ruhunla ve gücünle
uyacaksın.”
Hangi
emirlerdir bunlar? Tanrı’nın mı yoksa insanların emirleri miydi? Bu emirleri,
Tanrı’nın adına kim açıkladı? Onlara bu görevi Tanrı mı verdi? Ne tür bir
Tanrı? Tanrı gerçekten İsrail kavimlerine, Filistin’i işgal ettikleri zaman
onlara, hepsini erkek, kadın, çocuk, hayvan demeden öldüreceksiniz diye mi
emretti? Yahudilerin bir katliam yapmasını mı emretti? Ve bu olayda düşmanlarına
acıyan kişiler, Tanrı’nın emirlerine uymayıp Tanrı sevgisine karşı mı gelmiş
oldular?
Peki,
bu emirlerin insan kanunları olduğu ortaya çıkarsa ne olur? Kendilerini
Tanrı’nın elçisi olarak adlandıran ama vahiyler getirmeyen kişilerin kendi
mesajlarıysa? O zaman “Tanrı’yı bütün kalbinle, bütün ruhunla, bütün gücünle
sev” emrinin sonuçları neler olur? Bu emir insanı Tanrı’dan saptırtmaz mı? Hem
Tanrı’ya hem de insana karşıt değil midir bu emir? İnsanlar Tanrı’yı temsil
ettiklerini ya da Tanrı tarafından seçilmiş olduklarını iddia ettikleri
zamanlarda benzeri durumları görürüz. Tanrı’nın hâkimiyetinden, sanki Tanrı
onların yanındaymış ve sadece yalnızca onlara aitmiş gibi övgüyle bahsederler.
Böyle bir Tanrıya atfedilen isimler, birbiriyle yer değiştirirler. Bazen “Tanrı
adına”, “doğruluk adına”, bazen de "bilim adına” ya da “insanlık adına” ya
da “vatan adına” olur.
Bu
vahiylerle Tanrı, hep aynı sevgiyi ister: “Bütün kalbinle, bütün ruhunla ve
bütün gücünle.” Bu sevgiyi, bu elçilerin izinden giderek, onlara, emirlerine
ve dediklerine bağlı kalarak kanıtlarsınız. Bu bağlılık, bir başka dinî gruba
mensup kişilere duyulan nefret olarak da kendini gösterebilir.
Tanrı’yı
sevmek emrine başka bir bakış açısıyla da bakmak mümkündür çünkü bir başka emir
şöyle der: “Komşunu kendin gibi sev.” O zaman şu yorumu çıkarmak mümkündür:
“Komşunu da kendin gibi seversen Tanrı’yı da bütün kalbinle, bütün ruhunla ve
bütün gücünle sevmiş olursun.” O zaman bu Tanrı, sadece benim değil, herkesin
Tanrısı olur. O zaman kimse “Tanrı’nın adıyla” diyerek başka insanlara savaş
açtığı zaman, Tann’mn özel elçisi olduğunu iddia etmez.
Peki,
“Komşunu da sev” emrinin, neden siyasi dünya üzerinde bu denli küçük bir etkisi
vardır? Çünkü insanlara bu sevgiyi emreden Tanrı, tek bir ulusun, tek bir
etnik topluluğun Tanrısıdır ve burada sözü geçen komşu da, onları tanıyan
topluluğun yakınıdır! Bu emri, “Komşu ülkenizi kendinizinki gibi sevin ve
onların dinini de kendinizinki gibi sevin” olarak yeniden düzenleseydik, nasıl
bir değişim olacağını bir düşünün. Böylece kimse Tanrı’yı, sadece kendi
mülkiyetiymiş gibi görmez, onu sahiplenemezdi.
Tanrı’yı,
gerçekten sevme yeteneğimiz ve iznimiz var mıdır? Tanrı bizim sevgimizi ister
ve ona ihtiyaç duyar mı? Bizim sevgimiz Tanrı’ya bir şey katar mı yoksa bizler
onu severek ve sahip olduğumuz birine dönüştürerek onu kendi düzeyimize mi
çekeriz? Sevgimiz, Tanrı’nm bize hizmet ettiği bir tür ilişki mi yaratır? Yoksa
Tanrı, sadece bizlerin yarattığı bir imge, bir hayal midir?
Tecrübelerimiz
bize, algımızın önünde bir perde, kaderimizin ardında bir gizem, ölümle yaşam
arasında gizli bir boyut olduğunu anlayamadığımızı gösteriyor. Kanıtlamak için
bu dünyayı kendimize göre sınıflandırma çabalarımız boşunadır. Onu denetleme
çabamız boşunadır. Bu gizli boyuta Tanrı adını vererek, Tanrı’yı sevgi, suç,
çaba ya da hayal kırıklığı gibi insana özgü özellikler ve sıfatlarla insan
olarak hayal ettiğimiz zaman, onu tanımlamak istemiş oluruz.
Yine
de kendimizi, kontrolümüz dışındaki güçler tarafından korunuyor,
yönlendiriliyor, yaptıklarımızdan sorumlu tutuluyor ve bu yüzden de
seviliyormuş gibi hissederiz. Bu güçlere güvenir, onların önünde eğilir ve
karşılarında güçsüz bir hâlde olduğumuzu biliriz. Bu güç karşısında egomuzu
bir kenara itmek, isteğimizin gerçekleşmesi için ısrarcı olmamak, dinî yaşamın
özüdür. Tanrının içinde yer almadığı bir histir bu, çünkü Tanrı’yla ilgili tüm
ilişkilerimiz, erişilemeyen bir gizem üzerindeki yansımalar olarak kabul
edilir.
Bu
anlaşılmazlık deneyimi çerçevesinde, var olan her şeyin eşit derecede yaşam
hakkı vardır ve tıpkı benim sizlerle, sizin de benimle olduğunuz gibi bir arada
var olur. Herhangi bir niyet gütmeden, her şeye derinden bağlıyım. Benimle olan
ne varsa, onunla birlikte buradayım.
Bir
sürü tanrı vardır ve hepsi farklıdır. Her biri, çeşitli açılardan kendinden
önce gelen tanrı ve tanrıçalardan daha önemli ya da daha az önemlidir. Ve
tanrılar, cinsiyetlerine göre ayırt edilebilir.
Tanrıların
bir amacı vardır. Hepsinin hüküm sürdüğü bir âlem ve özel görevleri için özel
güçleri vardır. Bu yüzden özel ihtiyaçlarımız için onlardan yardım dileriz.
Hristiyanlıkta tanrıların görevlerini azizler üstlenmiştir. Azizler, eskiden
çeşitli tanrıların müdahalede bulunduğu şeylere, aynı biçimde yardımcı
olurlar, bu nedenle artık onların yerine geçmişlerdir, yani tanrılar,
azizlerle tekrar dirilmişlerdir.
Yahudiliğin
ve Hristiyanlığın Tanrısı, diğer tanrılar arasındaki tek Tanrı’dır. Bu
Tanrı’nın da bir amacı vardır ve dünyanın sadece bir bölümünden, örneğin
sadece seçilmiş kişilerinden ve kendisine inananlardan sorumludur. Onun da bir
cinsiyeti vardır ve “Benden önceki tanrılara inanmayın” dediğinde kendini diğer
tanrılarla aynı seviyeye koymuş olur.
Tek
tanrı o ise diğerlerini neden kıskanmaktadır? Aynı şey “gerçek tanrı” için de
geçerlidir. Gerçek Tanrı o olduğu için, farklıdır ama aslında diğer tanrılardan
biridir. Kendini gösteren tanrı da bir sürü tanrıdan birisidir sadece.
Konuşabilmek için bir aracıya ihtiyaç duyar ve bu yüzden de kendini
sınırlandırır.
O
zaman sorulacak soru şudur: Tanrı’dan bize kalan nedir? Hiçbir şey. Böyle bir
şey söylemekten korkmamalı mıyız? Neden korkalım? Sadece tanrılardan
korkmalıyız. Neden mi? Çünkü sadece tanrılar tehdit edilebilirler ve bu yüzden
var olmadıkları ortaya çıkar.
O
zaman soruyu şöyle soralım: Bu tanrıların arkasında başka bir şey mi var?
Tanrı’nın yerine koyduğumuz başka bir şey mi? Bilmiyoruz. Yanıtı gizlidir, ama
bu tanrılardan ayrılmak bizi bu “başka bir şeye” götürür. Bu ayrılık, insanlar
arasında barışı sağlar çünkü insanlar kendilerini, bu tanrılar aracılığıyla
ayırt eder ve tanrıları adına savaşırlar.
Tanrılar,
toplumsal ve siyasi örgütlenmelerin, dinî ve etnik toplulukların ve ulusların
üstündedir. Bu tanrılar olmadığı zaman ya da bizler tanrılardan vazgeçtiğimiz
zaman bireyler oluruz, diğer insanları da eşit derecede bireyler olarak görürüz.
Ortak bir noktaya ve bizi birbirimize tevazu ile bağlayan ortak bir boyuta
kendimizi açarız.
Eski
Ahit’in Genesis kısmında, “Tanrı, kendi suretinde ilk insan olan Âdemi
yarattı” der. Bu yüzden, kendimizde ve başkalarında gördüğümüz şey Tanrı nın
bizdeki suretidir. Yani insan olarak içimde Tanrıyı görür ve onunla bir insanla
konuşurmuşçasına konuşurum. Tanrı’nm da bir insan gibi cevap vermesini ve
benzer duyguları hissetmesini beklerim. Kutsal kitapta geçen bu sözlerin
sonucunda vardığımız şey, görünenin tamamen tersidir; Tanrı’yı insanların,
kendi suretinde yarattıklarını ima eder. Anlam olarak, Tanrı’nm insanları kendi
sureti olarak yarattığı anlamı tersine döner. Bir başka deyişle insanlar,
Tanrıyı kendi düşüncelerine göre yaratmıştır; başka bir deyişle, Tanrı,
insanlar olmadan var olmazdı.
Şu
anda ne yapıyoruz ve Tanrı’yı kendi suretimizde yaratarak nasıl değiştik? Tanrı
kavramım en kutsal ve en kötü eylemlerimiz için bir güdü kaynağı olarak
kullanırız. Örneğin, başkalarını Tanrı adına yargılar, onları kınar ve Tanrı’nm
hakkımızı onlardan sormasını dileriz. Bu yüzden, Tanrı’yı korku ve arzularımızın
cezalandırıcısı olarak gören Tanrı kavramından öteye bir gelişme gösteremeyiz.
Tanrı düşüncesi diğer insanlara duyduğumuz merhamet duygumuzun önünde bir
engeldir. Böyle bir Tanrı şüphesiz insandır ve bu Tanrı aslında insanlık dışı
hareket etmemize neden olur.
Böyle
bir Tanrı olmadan bizler daha insan oluruz.
Başka
türlü bir tanrı olduğunu, bizi kendi suretinden, bizim kendi surelimizden
yarattığımız Tanrı’dan daha farklı bir tanrı olduğunu farz edelim.
Tabiî
ki, tamamen benden çıkan bir fikirle başka bir tanrı şekli yaratmayı teklif
ettiğimin farkındayım. Bu yüzden yarattığım tanrı fikri, en az herkesin tanrı
düşüncesi kadar şüphe götürür. Eğer Tanrı gerçekse, onu nasıl hayal ederiz?
Tanrı’yı, algıladığımız gerçeğin arkasındaki her şeye gücü yeten varlık olarak
farz edersek aşırı kibirli mi davranmış oluruz? Ama bu soru bu noktada bizi
ilgilendirmez.
Tanrı
imgesinin ruhumuz üzerindeki etkisini, özellikle de bu Tanrı fikrinin,
insanların birbirleriyle olan ilişkisindeki sonuçlarını keşfetmek isteriz.
Üçüncü
bir soru daha sorulmalıdır: Tanrı’yı anlamaya ilişkin sınırlarımızın ve
yetersizliğimizin bilincinde olduğumuz için, herhangi bir Tanrı imgesini
tanımamanın sonuçları ne olabilir? Bu tanımama bile bir başka Tanrı fikridir ve
tanımlanamayanı tanımlama çabası sorununu ortadan kaldırmaz.
Yahudi
düşmanlığının hem Hristiyanlar hem de Yahudiler üzerindeki etkilerini uzun
yıllar boyunca araştırdım. Yahudi karşıtlığının nasıl başladığını ve kökeninin
nereye dayandığını bilmek istedim. Hepsinden önemlisi Hristiyanların ruhunun
bu sorunun üstesinden nasıl geleceğini ve uzlaşmanın nasıl sağlanacağını
bilmek istedim. Bu bölümde benim için de sürpriz olan bul gularımı
göreceksiniz.
Lyon’daki
bir toplantıda benden, atalarımızla ilgili, bizleri tekrar neyin bir araya
getirip uzlaştıracağına dair bir sabah konuşması yapmam istenmişti.
Benzer
bir çatışmaya örnek olarak, Hristiyanlar arasındaki Yahudilerin acı dolu
geçmişi ve buna bağlı olarak günümüzde bile Hristiyanlar arasında devam eden
Yahudi karşıtlığı verilebilir. Benim açımdan bu çatışma da aynı kaynaktan,
Kayafas’la İsa peygamber arasındaki çatışmadan doğuyor. Kayafas’ı ve savunduğu
Museviliği tercih edenler olduğu gibi, İsa’nın da yandaşları vardır. İkisi de
aynı aileden olmasına ve Hristiyanların, sıra düzenine göre ikinci sırada
gelmesine rağmen, kendilerini ilk sıraya yerleştirmişlerdir. Burada dışlamanın
karşılıklı olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bu
yüzden uzun süredir, Yahudi-Hristiyan çatışmasının ele alınması ve sorunun
kaynaklandığı yerden, yani İsa ile Kayafas’tan çözülmesi gerektiğini
düşünüyorum.
Bu
bağların derinliklerini ve kapsamını nasıl görünebilir kılacağımız ve ortak
bir deneyimle algılanabileceği şekle nasıl getireceğimiz üzerine çok düşündüm
ama başından beri bu bağların anlaşılmasında etkin bir rol oynayamayacağımı
biliyordum. Çünkü bu hareketler, bize her ne kadar korkutucu görünseler de tüm
insanlara eşit sevgi ve ilgi gösteren, insanları bir araya getiren ruhun
hareketleri olarak kabul edilmelidir.
Ruhani
aile konstelasyonlarında bu hareketleri görebilir ve hissedebiliriz. Bu
hareketler esas hareketleri başlatır, pişmanlık ve kusur gibi sıradan insani
kavramlara yer bırakmaz. Bizi, daha önce açık olmayan bir içgörü yoluna
götürürler.
Aklımdan
bunları geçirerek, Lyon’da kalabalık bir izleyici grubu önünde cesur bir adım
attım ve İsa ile Kayafas için birer temsilci seçip onları karşılıklı
konumlandırdım. Gerisini büyük bir güvenle, bu yaratıcı ruhun hareketlerine
bıraktım.
Ruhani
aile konstelasyonlarında genellikle olduğu gibi, konstelasyon için bir ön
çalışma yapmaya gerek yoktur. Temsilcilere bir yerde durmalarını söylemek
yeterlidir. Temsilciler birden, temsil ettikleri kişiyle uyum içinde
olduklarını gösterir ve bir hareket tarafından yönlendirilmeye başlarlar.
Bu
yüzden İsa ve Kayafas için birer temsilci seçtim. Kayafas, İsa’nın suçlu
olduğunu açıklayan ve onu çarmıha gerilmesi için Roma Valisi Pontus Pilate’ye
gönderen başrahipti. Çarmıha germe emrini vermeye ve infaz ettirmeye yetkili
tek kişi Pontus Pilate’di.
İsa
ve Kayafas’m temsili için gönüllüler bulduktan sonra onları, belli bir
mesafede karşılıklı koydum. Hepimiz kendimizi ruhun hareketlerinin
rehberliğine bıraktık.
En
başından beri İsa’nın temsilcisi, Yahudi başrahibin temsilcisine büyük bir
dikkatle baktı. Ona ne bir düşman gibi ne de bir kurban gibi bakıyordu;
Kayafas, oraya ait bir insan gibiydi. Kayafas’m temsilcisine herhangi bir
suçlamada ya da iddiada bulunmadan, ellerini ona doğru açık tutarak, dostane
bir şekilde ama yerinden hareket etmeden baktı ve ona döndü.
Başrahibin
temsilcisi yumruklarını sıktı, İsa’ya doğru yaklaştı ve onun göğsüne bir
yumruk attı. İsa geri çekilmedi. Olduğu yerde, yüzünde samimi bir ifadeyle
öylece durdu. Kayafas bir kez daha İsa’nın yanına gitti, göğsüne yumruk atarak
onu itmeye çalıştı.
İsa
aynı şekilde durdu ve nazikçe Kayafas’a döndü; tepki vermiyor, kendini
savunmuyor, orada elleri açık, öylece duruyordu.
Burada
müdahale ettim. Aziz Matthevv’un sözlerinden bir cümle geldi aklıma.
Pilate’nin
önünde, İsa’nın ölümünü isteyen kalabalığın haykırması istenen cümleydi bu:
“Kanı bizim ve çocuklarımızın üzerine borç olsun.” Bu cümle gerçekten söylendi
mi yoksa bu sözlerin yaratıcısından mı geldi bilinmez ama Hristiyanlar
arasındaki Yahudilerin kaderine baktığımız zaman, bu cümle sonradan gerçek
olmuş ya da gerçeğin bu şekilde olmasına katkıda bulunmuştur.
Sonra
başrahibin temsilcisine İsa’ya olan davranışının sonuçlarını gösterdim.
Hristiyanlar tarafından zulüm gören ve öldürülen Yahudiler için dört temsilci
seçtim ve onlardan Kayafas ile İsa’nın arasına, yere sırt üstü uzanmalarını
istedim. Bu dört kişi kısmen Kayafas’ın İsa’ya yaptıkları yüzünden, o zamandan
bu yana hayatını kaybeden milyonlarca kurbanı temsil ediyorlardı.
Bu
müdahalenin Kayalas’ın temsilcisi üzerindeki etkisi şaşırtıcıydı. Aniden
saldırganlığı kesildi. Ölen kişilere bakmadan geri çekildi. Sadece İsa’yı
gördü. Ama İsa ölülere bakıyordu. Bir süre sonra Kayafas da ölülere baktı.
Dizlerinin üzerine çöktü, onlara doğru eğildi ve yüksek sesle hıçkırarak ağlamaya
başladı.
İsa’nın
temsilcisi dostane bir şekilde Kayafas’a döndü. Yere oturdu, Kayalas’a baktı ve
elini ona doğru uzattı.
Bir
süre sonra, Kayalas’ın temsilcisi yere uzandı ve başını yerdeki ölülerden
birinin karnının üstüne koydu. Kollarını iyice açtı, gözleri yaş doldu ve
dudaklarını bir şey söylemek istercesine oynattı. Ama ağzından ne bir ses, ne
de bir söz çıktı. Onun da çarmıha gerildiği imgesini görüyordum. Biraz sonra
bir parmağıyla hafifçe İsa’nın eline dokundu ama sonra elini tekrar geri çekti.
Daha
sonra ölüleri, onları hayata döndürmek istercesine doğrultmaya çalıştı. İsa,
onun ve ölülerin yanından geri çekildi; elleri yana açık ve başı öne eğik
şekilde diğer tarafa geçip yere oturdu. Burada çalışmayı bitirdim.
Bu konstelasyon çalışması, hiçbir şey
söylenmeden kırk beş dakika sürdü.
Bu
hareketleri hangi gözle görürsek görelim, kesin olan bir şey var ki o da
hareketlerin temsilcilerin uydurması olamayacağıdır. Bu insanların içinde
ruhun hareketi vardı. Bütün hareketlerde olduğu gibi, temsilcilerin
hareketleri de sevgiye hizmet ederler. Bu hareketler karşıtlıkların (burada
Yahudilerle Hristiyanlar arasındaki karşıtlık) üstesinden gelmek için uğraşır
ve barışa hizmet ederler.
Bir
ailede, ana yurdunda ve kendi kültüründe doğan bir erkek çocuğu, daha küçük
yaştayken kahramanının, ustasının, öğretmeninin kim olduğunu öğrenir ve onun
gibi olmaya büyük bir özlem duyar.
Aynı
kafa yapısındaki insanlarla bir araya gelir ve bu örnek aldığı kişinin izinden
giderek onun gibi düşünene, konuşana ve hissedene kadar yıllarca büyük bir
disiplin içinde çalışır.
Ama
yine de bir şeylerin eksik olduğunu hisseder ve belki de kalan son engeli de
aşmak için kendini etrafından tamamen soyutladığı uzun bir yolculuğa çıkar.
Yıllar önce terk edilmiş bahçelerden geçer. Orada yabangülleri hâlâ
çiçeklenmektedir ve uzun ağaçlar bakımsız toprağa düşen güz meyvelerini
vermekledir ancak onları toplayacak biri yoktur. Buradan sonrası ise bir
çöldür.
Ve
o anda bilinmeyen bir boşluk, çocuğu çevreler. Sanki her yön birbirinin aynıdır
ve önüne çıkan ne varsa bir süre sonra ona boş gelir. Duyuları ile olan bağını
kaybederek amaçsızlık içinde öylece dolanır. Ardından kendini bir pınarın
önünde bulur. Bu kaynak, topraktan fışkırmakta ve hızla kuma doğru geri
akmaktadır. Ama suyun çıktığı yerde, çöl bir cennete dönüşmüştür.
Çocuk
etrafına baktığında iki yabancının geldiğini görür. Onlar da aynı bu çocuk gibi
kahramanlarının izinden gitmiş, ona benzemeye çalışmıştır. Onlar da aşılacak
son engeli bulmak için çölün yalnızlığına doğru çetin bir yolculuğa çıkmak
zorunda kalmış ve aynı yerde pınarı görmüşlerdir. Birlikte aynı pınardan su
içmek için eğilirler. Varacakları yere çok yaklaştıklarına inanmaktadırlar.
Birbirlerine isimlerini söylerler:. “Benim adım Buda”, “Benim adım Isa”,
“Benim adım Muhammed.”
Sonra
karanlık çöker ve onları uzaktaki parlak yıldızların sonsuzluğu gibi sarar. Ne
sözler, ne de sesler vardır. Bu üç kişiden biri, sevgili efendisine daha önce
hiç olmadığı kadar yakın olduğunu bilmektedir. Bir dakikalığına bile olsa ne
kadar güçsüz, ne kadar beyhude ve küçük olduğunu hisseder.
Ertesi
sabah çocuk çölden kaçar. Yolu tekrar bu ıssız bahçelerden geçer ve sonunda
kendi bahçesine varır. Kapısında sanki uzun zamandır onu bekliyormuşçasına
duran yaşlı bir adam karşılar onu. “Bu kadar uzaklardan gelip de yolunu bulan
biri bereketli toprakları seviyor olsa gerek. O, büyüyen her şeyin aynı zamanda
öleceğini ve yaşamı sonlandığmda başkalarını besleyeceğini bilir” der yaşlı
adam.
“Evet”
der, geri dönen kişi: “Bu sevgili yeryüzünün kanunlarım biliyorum.” Ve toprağı
işlemeye başlar.