Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

SEVGİYLE YÜKSELMEK...Bir Oluş Felsefesi 2




 

BÜTÜNLE UYUM İÇİNDE YARDIM ETMEK

Konuya Giriş

Bu bölüm, vicdani içgörülerim, kader bağları ve ruhtaki ruh ve akıl hareketlerine uygun olan yardım uygulamasına dönüktür. Burada yardım etmekle ilgili deneyimlerimi anlatacağım ve fark­lı durumlarda nasıl davranacağımızı söyleyeceğim. Yardım için uygulanan çalışmanın adı “Hellinger sciencia”dır.

Amaç, ayrıntıları benzer durumlarda tekrarlamak amacıyla hatırlamak değildir, işin doğrusu bu zor olurdu çünkü bu dene­yimlerin yoğunluğu ayrıntılarla kavranamaz. Ben size bu bölü­mü, yaşama dair ilgi çekici bir hikâyeler koleksiyonu olarak oku­manızı ve ayrıntıları hatırlayamama konusuna da takılmamanızı öneriyorum. Bu şekilde deneyimleri anlar ve gitgide onların bir parçası olursunuz. Benzer durumlarla karşılaştığınızda birden içinizden neyin önemli olduğunu kavrayabilir ve durumu kendi içgörünüzle izleyebilirsiniz.

Bu hikâyeler, farklı birçok seminerde yardım etme örnekle­rinden oluşmuştur. Gerçek yaşamda ortaya çıkmış durumlara çok yakındır. Hepsi de gerçek olaylardan öğrendiklerimizi yansı­tıyor. Bu özel ruhani alanın armonisini her bir hikâyede hisset­meniz mümkündür.

Mesleki Açıdan Yardım Etme

Alarak ve vererek yardım

Yardımseverlik insana özgü bir niteliktir. Başkalarının bize yardım etmeyi sevdiği gibi, biz de başkalarına yardım etmeyi se­veriz. Başkalarına yardırn ettiğimizde onların bize vereceklerini almamız daha da kolaylaşır. Karşılıksız alırsak bize verileni sıkı­ca tutmayız. Karşılığım verirsek aldığımız şeyi gönül rahatlığı içinde özgürce saklarız. Bu genel bir kişilik özelliğidir.

Profesyonel yardım

Profesyonel yardım başlı başına farkh bir şeydir. İş yaşamı­mızda da günlük insan ilişkilerinde olduğu gibi yardım etmeye çalışmak tehlikeli bir hâl almaya başlayabilir. Neden mi? Aile konstclasyonları ya da psikoterapi, halta tıbbi alanlardaki profes­yonel yardımlarımızda sık sık yaşam ve ölüm meseleleriyle uğra­şırız. Ve buradaki yardımımızın amacı, kişilerin kendi kaderle­riyle bağ kurabilmelerini desteklemektir. Böylece kişiler kendile­rini, isteklerine göre geliştirebilirler.

Ne zaman yardım edebiliriz?

Ölüm ve yaşam kimin elindedir? Bir yardımcının mı elinde­dir? Eğer insanlar, bir başkasının kaderi kendi ellerindeymiş gibi davranırlarsa Tann’ya eş koşmuş, onun işine karışmış olurlar; bu yüzden ölüm ve yaşamla ilgili meselelerde sınırlarımızı bilmeliyiz.

O zaman hiç mi yardım etmeyeceğiz? Elbette edeceğiz ama sadece insanların ölümü ve yaşamına karar veren daha büyük güçlerle uyum içindeysek yardım edebiliriz. Bu güçler nelerdir?

Bir kere, hepimizin ailelerimizden ve geçmişimizden aldığı bir kaderi var. Her birimiz bir annenin, babanın ve atalarımızın çocuklarıyız. Bizlerin de onların da yaşamlarını etkileyen bir hay­li şey yaşandı ve bunların bir kısmı bizim kaderimiz hâline geldi. Örneğin, ailemizde suç işlenmişse ya da aileden bazıları dışlan­mış ya da unutulmuşsa sonuçları sonraki kuşaktan gelenlerin ka­deri olur. Bu silinme ve unutma, hayattaki aile üyeleri için güçlü bir varlık hâline gelir. Bu olaylar günümüze kadar etkilerini sür­dürür ve kaderimizin bir parçası olurlar. Yani insanlara yardım ettiğimizde onların kaderlerine saygı duymalı, kaderleri ve bu kaderin oluşumuna neden olan olaylar ile bağ kurmalıyız.

Saygıyla yardım etme

Uygulama boyutunda bunun anlamı nedir? Öncelikle, in­sanlara yardım ettiğimizde nasıl insanlar olduklarına ve hakla­rında söylenenlere aldırış etmeden kalbimizden saygı ve sevgi duymalıyız. Danışanlar anne ve babalarından şikâyet elliklerin­de dolaylı olarak kaderlerinden de şikâyel elmiş olurlar. Aslın­da Tanrı’dan (ya da bu kavramın bizim için ifade elliği şeyden) şikâyel ediyorlardır.

Danışanlar aileleri hakkında olumsuz konuştuklarında bunu onaylarsam, Tanrı’dan ve bu insanların kaderlerinden daha güçlüymüşüm gibi davranmış olurum. Peki, o zaman onlara nasıl faydam dokunabilir? Kendimi onların yaratıcısı statüsüne koy­muş olmaz miyim? Bunun benim ruhum, belki de bedenim ve aynı zamanda sağlığım üzerindeki etkileri nasıl olur? Üstünlük taslayan tavırlar, kişilerin kendisine ve danışanlarına büyük teh­likeler getirebilir.

Güvenli bir şekilde yardım

Yardım mesleğindeki birçok insanın tulum, yöntem ve orta­ya koydukları körlük derecelerini gözlemlediğimizde bunları, in­sanlara hem kendi açımızdan hem de danışanlar açısından gü­venli bir yardım biçimine dönüşlürebihnek için, derin bir deği­şim geçirmemiz gerektiğini hissederiz.

Güvenli bir şekilde nasıl yardım ederiz? İnsanlar anne baba­ları hakkında ne söylerse söylesin, ben bir yardımcı olarak onla­ra derin bir saygı ve sevgiyle bakarım. Ardından danışanların ata­larına ve bu ailede kadere etki eden olaylara bakarım ve hepsinin önünde eğilirim. Böylece bu kaderlerle ve geçmişle, oradaki bü­yük ruhla uyum içinde bir bag kurarım. Hepsiyle uyum hâlinde olduğum zaman bu âlem bana, bir şey yapıp yapamayacağımı gösteren, yapabileceğim bir şey varsa da bunun ne olduğunu be­lirten bir işaret gönderebilir. Ortaya çıkan şey, nelerden uzak durmam, nelere çok dikkat etmem gerektiği ya da diğer kişiye neyi hissettiğimi söyleyebilip söyleyemeyeceğimle ilgili olabilir.

Bazen bu uyumdan sonra, çok sert ama kaderle uyumlu bir me­saj alırım. Bazen de geri çekilmem ve bu kişiyi bundan haberdar et­mem istenir. Ara sıra zor görünmekle birlikte yine de bu yardım sü­reci, diğer kişinin kaderi ve ruhuyla uyumlu olarak gerçekleşir.

Başkalarına gelişmeleri için yardım etme

Yardım etme, ilerisi için büyüme ve içsel gelişim ile ilgilidir. Büyüme sürecindeki bir şeyi nasıl destekleriz?

Öncelikle, bir şeye bakarsak büyür. İkincisi büyüme, ona karşı gelen güçlere başkaldırmayı gerektirir. Yardım etme, büyü­me sürecine odaklanmayı tercih eder ve çatışmadan uzak durur. Yani büyümeyle ilgili ikinci etmene de yeteri kadar özen gösteril­melidir. Kader, kişilerden çatışmayla yüzleşmelerini, düşmanlar­la baş edebilme becerilerini, halta ustalığını kazanmalarını bek­ler. Bu tanıma göre destek olmak, başkalarına bunu anlamaları ve kabul etmeleri için yardımcı olmak demektir.

Yardım Etmenin Düzenleri

Bu bölümde, her gün karşılaştığımız kişiler arası durumlar­daki yardımı değil, uzmanca yardım yöntemlerini ele almaktayız.

ikisi arasında farklar vardır. Uzmanca yardım bir sanattır ve bir beceri gerektirir. Yardım edebiliyor olmayı gerektirir. En önem­lisi kişinin, uygunsuz bağlarla sonuçlanabilecek ilişkilere girme­mesi gerektiğini bilmelidir.

Yardım etme ne anlama geliyor?

Yardım etme bir sanattır. Her sanat dalında öğrenilmesi ve uy­gulanması gereken beceriler vardır. En önemli “beceri”, yardım için gelen kişi ile empati kurmaktır. Burada empati, kişi için ne­yin uygun olduğunu bilmek ve aynı zamanda kişinin kendini ve kaderini daha iyi, daha kapsamlı bir şekilde anlaması ile ilgilidir.

Denge ve akış olarak yardım

İnsanlar her açıdan başkalarının yardımına bağımlıdır. Po­tansiyelimizi geliştirmenin tek yolu budur. Yardım almaya oldu­ğu kadar, başkalarına yardım etmeye de ihtiyaç duyarız. Bize ih­tiyaç duyulmadığında insanlara yardım edemediğimizde yalnız kalır ve köreliriz. Yani yardımımız sadece başkalarına değil, ken­dimize de fayda sağlar.

Yardım, ortaklıkta olduğu gibi genelde karşılıklıdır ve denge ihtiyacı sayesinde işler, istediğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz şeyi aldığımızda alma ve verme dengesini yeniden kurmak için, biz de bir şey vermek isteriz.

Çoğu zaman bu denge kısmen, bize bir şey veren kişiye baş­ka bir şeyi geri vererek kurulur. Örneğin, anne babalarımızın bi­ze verdiği, onlara geri verebileceğimizden çok daha fazladır. Ya­ni büyük ölçüde onların bize verdiklerini kabul ederek ve min­nettarlık duyarak biz de onlara geri vermiş oluruz. Buradaki den­ge, aldığımızı başkalarına, örneğin çocuklarımıza ya da başkala­rına geri vererek sağlanmış olur.

Alma ve verme iki düzeyde gerçekleşir. Denkler arasında alış­veriş eşit düzeyde kalır ve karşılıklılık gerektirir. Anne babalar ve çocuklar arasında ya da daha iyi olanakları olan kişiler ile daha az olanakları olan insanlar arasında bir fark vardır. İkinci durumda al­ma ve verme, aşağı doğru akan ve içine aldığı her şeyi başkalarına sürükleyen bir nehir gibidir. Bu alıp verme çok daha büyüktür, ay­nı zamanda da geleceğe dönük bir yatırımdır. Bu şekilde vermek, nehrin suyunu artırır. Veren kişi artan, güçlü bir akışın içindedir.

Bu yardımımızın uzun vadede başarılı olması için, önce bi­zim almış olmamız gerekir. Ancak o zaman başkalarına yardım etme ihtiyacım ve kuvvetini hissederiz. Başarıya ulaşmanın bir diğer şartı ise vermeyi istediğimiz şeylerin, karşımızdaki kişilerin gerçeklen ihtiyaç duyup istediği şeyler olmasıdır. Aksi takdirde boşuna yardım etmiş ve o akışın içinde yer almamış oluruz. O za­man bu akış, kişileri birleştireceğine ayırır.

Sadece sahip olduklarımızı verme ve ihtiyaç duyduklarımızı alma

    Yardım etmenin ilk düzeni: Kişi bir başkasına sahip oldu­ğu şeyi verir ve sadece ihtiyacı olanı bekler ve alır.

    Yardım etmenin düzensizliği: Sahip olmadığınız bir şeyi vermek istemek ve ihtiyacınız olmayan bir şeyi almak istemekle başlar. Düzensizlik, başkalarından sahip olmadıkları ve vereme­yecekleri bir şeyi islediğimizde meydana gelir. Telikleyici bir başka dinamik ise bir kişiye vermek islediğimiz şeyin, aslında o kişiyi, kendi üstlenmesi gereken bir sorumluluktan yoksun bı­rakmasıdır. Yani, alırken ve verirken dikkat edilmesi gereken sı­nırlar vardır. Bu sınırların farkında olmak ve bunlara saygı duy­mak, verme sanatının bir parçasıdır.

Bu yardım mülevazıdır; beklenti, hatta acı çekme karşısında müdahaleden çekinir. Aile konstelasyonlannda, yardımcının ya da yardım için gelen kişinin ne gibi isteklere tahammül etliğini görebiliriz. Böylesi bir alçak gönüllülük ve böylesine bir kısıllanma, doğru şekilde yardım etme düşüncesiyle çelişir. Yardım etme düzenlerine saygı gösteren bir yardımcı, çoğu zaman sert suçla­malara maruz kalır.

Olanaklar dünyasında kalma

Yardım etme bir yandan hayatta kalmanın, diğer yandan ge­lişme ve büyümenin hizmetindedir. Hayatta kalma, gelişme ve büyüme, belirli dış ve iç koşullara bağlıdır. Birçok dış koşul, ge­netik bir hastalık, belirli olayların sonuçlan, kişisel bir suç ya da başkalarının işlediği suç gibi sabittir ve değiştirilemez. Bu dış ko­şulları görmezden gelirse yardım etme başarısızlığa mahkûmdur.

îç koşullarda bu durum daha da büyük önem taşır. îç koşul­lar arasında kişisel misyon, diğer aile üyelerinin kaderlerine kilit­lenme ve vicdanın etkisiyle bizi gerçek dışı inançlara bağlayan kör sevgiyi sayabiliriz. Bu konuların hepsini Sevginin Düzenleri kitabımın “Bizi Hasta Eden Cennet ve İyileştiren Dünya” bölü­münde ayrıntısıyla anlattım.

Birçok yardımcı, bir başkasının kaderini katlanılmaz bulabi­lir ve değiştirmek isteyebilir. Kişi kaderini beğenmediği ya da de­ğiştirmek istediği için değil, yardımcı onun kaderini katlanılmaz bulduğu için değiştirmek ister. Danışan, yardımcının kendisine yardım etmesine izin verdiği zaman, buna ihtiyacı olduğundan değil, yardımcıya yardım etmek için isteyebilir. Böylece yardım etme, “ahna” ve yardımı alma, “verme” hâline gelir.

    Yardım etmenin ikinci düzenine göre, yardım etme, koşul­lara saygı duyar ve sadece koşullar izin verdiği müddetçe aktif hâle gelir. Bu şekilde yardım etme sınırlıdır ve güçlüdür.

    Yardım etmenin düzensizliği, yardım arayan kişiyle birlik­te koşullara bakmak yerine, onları göz ardı etmek ve gizlemektir. Koşullara rağmen yardım etmeyi istemek, yardımcıyı güçsüzlcştirir. Aynı zamanda yardım bekleyen kişiyi ya da yardım edilme­ye zorlanan kişiyi de güçsüzleştirir.

Yardım etmenin ilk örneği: Anne, baba ve çocuklar

Yardım etme ilk önce anne, baba ve çocuklar; en önce de an­ne ile çocuk arasındaki ilişkide gerçekleşir. Anne ve baba verir, çocuklar alır. Anne ve baba büyüktür, üstündür ve zengindir; ço­cuklar ise küçük, muhtaç ve yoksuldur. Ama çocuklar ile anne ve babası, birbirlerine derinden bir sevgiyle bağlı okluklarından ara­larındaki alıp vermenin sınırı yoktur. Çocuklar anne ve babala­rından hemen hemen her şeyi bekleyebilirler, anne ve baba da çocuklarına neredeyse her şeyi vermeye hazırdırlar. Bu ilişkide, çocukların beklentileri ile anne ve babanın bunlara cevap verme istekliliği gereklidir, yani yardım etmenin düzeni gereğidir.

Çocuklar küçükken yardım etmenin düzeni bu şekilde işlese de çocuklar büyüdükçe, anne ve baba onların olgunlaşmalarını sağlamak için bir takım kısıtlamalar getirirler. Anne baba, bunu çocuklarını daha az sevdikleri için mi yaparlar? Kısıtlamalar ge­tirmeseler daha iyi anne baba mı olurlar? Yoksa kısıtlamaları, ço­cuklarını yetişkinliğe hazırlamak adına getirdikleri için doğrusu­nu mu yapmış olurlar? Birçok çocuk, başına buyruklugunu sür­dürmek islediği için, anne ve babasının getirmiş olduğu kısıtla­malara sinirlenir. Ama çocukların bazı beklentilerine cevap ver­meyerek onları kızdırarak anne ve baba, çocuklarının kendileri­ne olan bağımlılıklarından kurtulmalarını ve kendine yeten in­sanlar olmalarım sağlarlar. Çocuklar ancak bu şekilde büyür ve yetişkinler dünyasındaki yerlerini alırlar. Böylece de alıcı olmak­tan, verici olmaya doğru bir geçiş yaşarlar.

Denkler arasında yardım etme

Örneğin, psikoterapi ve sosyal hizmet alanındaki pek çok yardımcı, danışanlarına, anne babaların çocuklarına yardım etli­ği gibi yardım etmeleri gerektiğini düşünür. Yardım bekleyen pek çok kişi de yardımcıların kendilerine, anne babanın çocuk­larına gösterdiği özeni göstermesini bekler.

Yardımcılar bu beklentileri yerine getirdiğinde kendilerini uzun süreli bir ilişkinin içinde bulurlar. Bu ilişkinin sonunda yar­dımcılar, bu süreçte yerini aldıkları anne babalarla aynı pozisyon­da olup çıkarlar. Belli bir noktada, danışanlara kısıtlamalar getire­rek onlara aynı şekilde hayal kırıklıkları yaşatırlar. Ardından danı­şanlar, yardımcılara karşı anne vc babalarına hissettikleri duygula­ra benzer duygular beslemeye başlarlar. Kendilerini anne ve baba yerine koyan ya da “daha iyi anne baba” olmayı isleyen yardımcı­lar, danışanlar için bir nevi anne veya baba hâhne gelirler.

Birçok yardımcı, çocukla anne baba arasındaki aktarım ve karşı aktarıma yakalanır. Bu tuzak, danışanların anne babalarını ve yardımcılarını bırakmasını zorlaştırır.

Bununla birlikle çocuk-anne baba aktarımı ilişkisi, kişisel ge­lişimi ve yardımcının olgunlaşmasını geciktirir. Burada size bir örnek vereceğim:

Genç bir adam, kendisinden yaşlı bir kadınla evlendiği zaman bir­çok kişi, adamın annesinin yerini alacak bir kadın aradığını düşü­nür. Kadın da babasının yerini alacak birini arıyordur. Bunun tanı tersi de olur; yaşlı bir adam kendinden genç bir kadınla evlendi­ğinde, birçok insan kadının bir baba aradığım söyler. Peki ya adanı? O da annesinin yerini tutacak birini arıyordur. Kulağa ne kadar tuhaf gelse de daha üstün pozisyonda olan kişi, dengiyle ol­mayı reddeder.

Kısa süre için yardımcının, anne vc babayı temsil etmesinin uygun düştüğü durumlar da vardır. Buna örnek olarak çocukla anne bahası arasında erken yaşanan bir ayrılığı gösterebiliriz. Bu yarım kalmış harekelin tamamlanması gereklidir. Bazen de kü­çük bir çocuğun uzun süre hastanede kalması meselesidir; çocuk her ne kadar annesi ve babasına özlem vc ihtiyaç duysa da onlar­la birlikle olmaması gerekir. Bir süre sonra bu özlem yerini üzün­tüye, çaresizliğe vc ölkeyc bırakır. Ardından çocuk, özlemi de­vam else bile kendini önce anne babasından, sonra diğer insan­lardan geri çeker. Esas hareket tekrar ele alınıp tamamlanırsa an­ne ve babayla yaşanan kopukluğun etkilerinin üstesinden geline­bilir. Bu süreçte yardımcı, eski günlerdeki anne ya da babayı tem­sil eder ve danışan, zamanında anne babasıyla yarım kalmış ha­reketi tamamlayabilir. Çocuk-anne baba aktarımı durumlarının aksine, burada yardımcı, gerçek anne ile babayı temsil eder ama daha iyi bir anne baba olarak onların yerini almaya çalışmaz; bu durumda danışanlar, yardımcılardan ayrılmak zorunda kalmaz. Yardımcılar, danışanlarını gerçek anne babalarına doğru yönlen­dirirler; danışan ve yardımcı birbirlerinden bağımsızlaşır.

Yardımcılar gerçek anne babalarla uyum içinde olma mode­lini izlerlerse en başından çocuk-anne baba aktarımım önleyebi­lirler. Yardımcılar danışanlarının anne babalarına kalpten saygı duyarsa onlarla temasa geçtiklerinde, danışanlar anne ve babala­rını yardımcıların benliğinde bulur ve anne babasını daha fazla görmezden gelemez.

Aynı durum, çocuklarla çalışma durumunda yaşanır. Yar­dımcılar sadece anne ve babayı temsil ettiği için danışanlar, yar­dımcıların yanında kendilerini rahat hissedebilirler. Ama yar­dımcılar anne ve babanın yerini almaz.

     Yardım etmenin üçüncü düzeninde yardımcılar, bir yetiş­kin olarak yardım isteyen bir yetişkinle bir araya gelir. Bu şekil­de, anne ya da babayı oynamaları istenen herhangi bir talebi ge­ri çevirirler. Birçokları taralından zor bir durum olarak değerlen­dirilse ya da kibir olarak görülse de daha yakından bakıldığında çocuk-anne baba aktarımındaki yardımcı, çok daha kibirlidir.

     Yardım etmede düzensizlik, danışanın, bir çocuğun anne babasından beklentilerine benzer beklentilerle gelmesine izin ve­rildiğinde ortaya çıkar. Ayrıca, yardımcı danışana bir çocukmuş gibi davrandığında ve danışanın sorumluluğunu alması ve so­nuçlarına katlanması gerekli bir şeyi, kendisi yapmaya ya da çöz­meye çalıştığında da meydana gelir.

Aile konstelasyonlarında ve ruh hareketlerinde derinden say­gı duyulan düzen, yardım etmenin üçüncü düzenidir. Bu bakım­dan ana akım, genel geçer psikoterapiden farklılık gösterir.

Danışanın tüm ailesini dikkate alma

Klasik psikoterapi geleneğinde birçok yardımcı, danışanları­nı soyutlanmış bireyler olarak görür. Bu yaklaşım, çocuk-anne baba aktarımı ile sonuçlanma tehlikesini de taşır.

Birey ailenin bir parçasıdır. Bireyleri ailenin birer parçası olarak gördüğümüzde danışanların neye ihtiyaç duyduğunu ve kime bir şey borçlu olduğunu anlarız. Yardımcı, danışanı anne­si, babası ve atalarıyla, belki de eşi ve çocuklarıyla birlikte gör­düğünde onu iyice tan.r. Böylece, yardımcı bu ailede kimin da­ha çok saygıya ve yardıma ihtiyacı olduğunu anlayabilir. Yar­dımcı, danışanın bu ailedeki önemli meseleleri daha iyi anlamak için kime dönmesi gerektiğini bilir. Böylelikle danışan yaşamın­da önemli adımlar atabilir.

     Yardım etmenin dördüncü düzeni, yardımcının empatisinin yalnızca danışana değil tüm sisteme karşı olmasını gerektirir. Yardımcı, danışanla kişisel bir ilişkiye girmez.

     Yardım etmenin düzensizliği burada, çözüm için kilit rol oynayan diğer aile üyelerini görmezden gelme ve onlara saygı duymama olabilir. Bu aile üyeleri arasında bir utanç, suç ya da katlanılmaz bir acıdan ötürü dışlanmış kişiler de vardır.

Yine burada özellikle yardımcılarından çocuksu bir beklenti­si olanlar tarafından sistematik empatinin yerini soğukluğa bı­rakması gibi büyük bir tehlike mevcuttur. Bir yetişkin gibi çö­züm arayan ve açık yüreklilikle gelen her yaştaki kişi, bu siste­matik yaklaşımı, gücün özgürleştirici bir hâzinesi olarak görür.

Danışanın anne babasını hemen içimize alıp kaderlerine bak­tığımız zaman, onlara bambaşka şekilde yardım edebiliriz. Danı­şanın dar bakış açısından uzaklaşarak daha büyük çerçeveye ba­karız, ilk olarak, danışanların anne babasına saygı gösterir, onla­ra kalbimizde bir yer verir ve önlerinde eğiliriz.

Danışanlar kaderlerinden, anne ve babalarından şikâyet et­meye başladıklarında ne yaparız? Hiçbir şey. Anne babalarından şikâyet ettikleri zaman zaten onları kaybetmişler demektir. Bu konuda onlara yardımcı olamayız, olmamız da gerekmez. Yine de yapacak bir şeyler vardır.

Bilinin, annesi ve babasından şikâyet ettiğini düşünün. O ki­şiyi hemen susturabilir ve ona “Sana baktığımda onların ne kadar muhteşem olduklarını görüyorum” diyebiliriz. O zaman şikâyet etmekten vazgeçebilirler.

Yargılamadan yardım etme

Aile konstelasyonları, ayrılmış olanları bir araya getirir. Bu bağlamda özellikle anne ve babayla uzlaşmanın hizmetindedir. İnsanları kötü ve iyi olarak ikiye ayırdığımız zaman, uzlaşma zo­ra girer. Birçok yardımcı, vicdanın ve bu vicdanın etrafında sıkış­mış bir toplum görüşü etkisinde olduğu için kendilerini bu ay­rımları yapmak zorunda hisseder. Danışanlar, anne babaları, ya­şam koşulları ve kaderlerinden şikâyet ettiği zaman, yardımcılar danışanın bakış açısını benimserse yardımcı, uzlaşma yerine an­laşmazlığın ve ayrılmanın hizmetine girer. Uzlaşmayı kolaylaştır­mak için danışanın şikâyet ettiği kişiye kalbimizde bir yer açma­lıyız. Bu şekilde yardımcılar ruhlarında, danışanın geçirmesi ge­reken değişime hazırlanır.

     Yardım etmenin beşinci düzeni, karşımdaki kişi her ne ka­dar benden farklı olsa da, insana duyduğum sevgidir. Bu şekilde yardımcılar kalplerini başkalarına açar. Ve bu kişiler aynı zaman­da bizlerin birer parçası olur.

    Yardım etmenin düzensizliği bu düzeyde, genelde yargılama, hemen ardından da ahlaki kınama hâlini alan, başkaları hakkındaki değerlendirmelerimizdir. Gerçek yardım, yargılamadan olur.

İyinin ve kötünün ötesinde yardım etme

Burada başka bir şeyi daha aklımızda tutmak gerekir. Birinin tarafmı tuttuğumuz zaman ona yardım edemeyiz. Örneğin, biri­sini ailesine, patronuna, topluma ya da her kime olursa olsun karşı tuttuğumuz zaman, o kişiye yardım edebilme yetimizden vazgeçmiş oluruz.

İçgüdüsel olarak taraf tuttuğumuz durumlar vardır; örneğin ensest, cinsel istismar, tecavüz ya da saldırgan bir baba ya da eş­le ilgili öyküler duyduğumuz zaman içgüdüsel olarak kurbanın yanında ve suçlunun karşısında yer alırız. Ama bunu yaparken sağlam bir dayanak noktasını da kaybetmiş oluruz. Herkese ken­dine özgü kaderleri ve kilitlenmeleri ile eşil derecede saygı duy­duğumuzda, kişilerle yüz yüze geldiğimizde, acımayla değil de sevgiyle baktığımızda, bütünü kabul eden bir sevgiyle baktığı­mızda ve onları oldukları gibi kabul ettiğimizde yardım edebili­riz. Ancak o zaman ruhun derin hareketlen mümkün olur ve bir zamanlar anlaşmazlık içinde olanlar uzlaşabilirler.

İyi ile kötü arasındaki ayrımın, yardım etmenin asıl engeli ol­duğunu fark etmek, diğer bir önemli boyuttur. Ayrım yapmaktan vazgeçtiğimizde uzlaşmanın ve barışın hizmetinde oluruz. Ger­çek anlamda yardım etmek budur.

Pişmanlık duymadan yardım etme

Bir danışan, çocukluğuyla ilgili bir şeyden şikâyet ettiği za­man, gerçekte ne yapmayı istiyordur? Danışan, yaşadıklarının daha farkh yaşanmış olmasını istiyordur. Danışan için üzülen yardımcı neler hisseder? O da yaşananların farklı olmuş olması­nı istiyordur. Böylece her ikisi de yaşanan gerçeklerden kopmuş olurlar. Geçmişi kabul ettiğimizde ve yaşananları kabullendiği­mizde güçlenir, şikâyet ettiğimiz zaman ise gücümüzü kaybede­riz. Kişi, her şeyi boşuna yaşamış olur.

Dolayısıyla yardımcı olarak ben, danışanın durumunu piş­manlık duymadan, olduğu gibi kabullenirim.

     Bu, yardım etmenin alımcı düzenidir. Bu kabullenme ile güçlenirim. Benim kabullenmemle, danışan da geçmişi olduğu gibi kabullenerek güçlenir.

     Yardım etmenin düzensizliği, bir şeyin olduğundan farklı olmasını istediğimizde ortaya çıkar. Bir yardımcının, yaşananların olduğundan farklı olmasını dilediğini nasıl anlarız? Yardımcı, di­ğer kişiyi rahatlatmak ister. Rahatlatma, buradaki anlamıyla danı­şanın yaşananlar için duyduğu pişmanlığı paylaşmak demektir.

Büyük zorluklarla uyum içinde yardım etme

Başından kötü şeyler geçmiş kişilere üzülürüz. Yaşadıkları bizi de etkiler. Bu kötü durumu kabullenmenin elimizde olduğu­nu anladığımızda, kişinin de yaşananları kabul edeceğine dair içimizde bir güç hissederiz. O zaman, kişi artık teselli edilmeye gerek duymaz.

Birçok yardımcı, başkalarının gerçeğini taşıyamaz. Gerçek­lerle yüzleşmek zahmetine katlanmak yerine, diğer kişiyi rahat­latmaya çalışırlar. Diğer kişinin hayatının, yaklaşan bir ölüm ya da değiştirilemez kader gibi gerçekleriyle baş edemeyecekleri için bu gerçeklerin üslünü önerler. Kişinin gerçeklerini kabullendiği­mizde sakinleşiriz. Kader karşısındaki dinginliğimiz ve onu ol­duğu gibi kabullenişimiz ile diğer kişi de kaderiyle yüzleşme gü­cünü kendinde hisseder.

Bu bağlamda yardım etme, yaşamın tüm güzellikleriyle uyum içindedir. Aynı zamanda yaşamın zorlukları ve acımasızlığı ile de uyum içinde olur. Sonrasında tıpkı gerçeklerle yüzleştiğimiz za­man büyüdüğümüz gibi, diğer kişi de bizim varlığımızda büyür.

Özel bir algı

Yardım etmenin düzenlerine göre hareket edebilme, özel bir algı gerektirir. Yardım etmenin düzenleri ile ilgili söylediklerim, katı bir şekilde ya da belli bir yönteme göre uygulanmamalıdır. Bu şekilde davranırsak algılamıyoruz, düşünüyoruz demektir. Geçmiş deneyimlerimize başvurmayı deneyebiliriz ama kendimi­zi şu anki duruma açmamız gereklidir. Bu nedenle bu algı, belli bir noktaya odaklı ve kısıtlıdır.

Bu algıda, kişiyi gerektiği gibi anlayabilmek dışında hiçbir şey beklemeden birine odaklanırım ve bu kişi için bir sonraki adımın ne olduğunu görürüm.

Bu algı, içsel konsantrasyondan gelir. Tasarılar, niyetler, ay­rımlar ve korkulardan uzaklaşır, beni ruhumla hareket ettirecek şeye kendimi açarım. Kendilerini bir konstelasyondaki ruh hare­ketlerine bırakan kişiler, neden bahsettiğimi anlamışlardır. Ru­hun hareketleri bizi şaşırtıcı bir şekilde yönlendirir ve bize yol gösterir. Genel düşüncelerimizin dışında, belirli hareketler, içsel resimler, içsel kavrama ve tamdık olmayan duygular dünyasına açılan bir şeyi algılarız. Bu hareketler bize aynı anda hem dıştan hem de içlenmiş gibi yol gösterir. Algı ve davranış bir bütün olur. Bu algı üretkendir, bizi eyleme geçirir ve onunla uyum içinde ha­reket ettiğimizde daha da büyür.

Bu algıdan kaynaklanan yardım genelde kısa sürelidir. Esas konuya odaklanır, bir sonraki adımı gösterir, sonra hızla geri çekilir ve herkesi kendi özgürlüğüne bırakır. Yani geçerken yardım etmiş gibidir. Kişi, bir işaretle karşılaşır, bunu paylaşır ve ardından taraflar kendi yollarına devam eder. Bu algı, yardım etmenin ne zaman yararlı, ne zaman zarar verici olabileceğini bilir. Bu açıdan yardım etmenin birini ne zaman güçlendirebi­leceğini, ne zaman zayıf düşürebileceğini anlamımızı sağlar. Bu yardım alçak gönüllüdür.

Gözlem, algı, içgörü, sezgi, uyum

Yardımcılar olarak kavramanın çeşitli biçimlerinin çoğundan yararlanmak ve içlerinden uygun olanı seçebilmek için, bu bi­çimlerin kısa bir tanımını yapmak faydalı olabilir. Gözlem ile başlayacağım.

Gözlem, sivridir, kesindir ve ayrıntılara yöneliktir. Kesinliği aynı zamanda sınırlılığını da oluşturur. Resmin tamamıyla ilgi­lenmez. Çok kesin olduğu için, yakındır, kavrayıcıdır, ilerleme gösterir ama bir o kadar da acımasız ve saldırgandır. Pozitif bi­limler ve modern teknoloji için bir ön koşuldur.

Algı, mesafelidir ve öyle olmalıdır. Aynı anda birden fazla şe­ye izin verir, genel bir izlenim edinir, ayrıntıları bağlamlarında ve yerinde görür. Ayrıntılarda kesin değildir.

Öte yandan algı, gözlemlenen ve algılanan şeyi kavrar, göz­lemlenen ve algılanan sürecin önemini anlar. Algılanan ve göz­lemlenen şeyin ardındakine bakar ve anlamını çözer. Yani dış gözlem ve algılamaya, içgörü de dâhil olur.

İçgörü, gözleme ve algılamaya dayalıdır. Gözlem ve algılama olmadan içgörü de olmaz. Aynı şekilde içgörü olmadan, gözlem­lenen ve algılanan şey kopuk kalır. Gözlem, algı ve içgörü bir bü­tün oluşturur. Sadece birlikte işledikleri zaman anlamlı bir hare­ket ortaya çıkar, en önemlisi bizler de danışanlara anlamlı bir şe­kilde yardım ederiz.

Sezgi. Bir eylem sürecinde çoğu zaman sezgimiz işler. Sezgi içgörüyle bağlantılıdır, ona benzer ama aynısı değildir. Sezgi son­raki bir adımı ya da eylemi bize bildiren ani içgörüdür.

içgörü çoğu zaman geneldir. Bir bütün olarak bağlanmışlığm esasını ve bütün süreci kavrar. Sezgi kesindir, sonraki adı­mı doğrudan bilir. Sezgi ve içgörü de, gözlem ve algı gibi birbirleriyle ilişkilidir.

Uyum, tamamen içsel algıyla uyum içindedir. Sezgi gibi, uyum da eyleme yöneliktir. Uyum, kişiyle uyumu yakalamak ve onu anlamaya başlamak için onun titreşimleriyle uyuşmayı, ki­şiyle aynı dalga boyunda olmayı gerektirir. Kişiyi anlamak için, geçmişiyle, özellikle de anne ve babasıyla, aynı zamanda kaderiy­le, olanaklarıyla, sınırları ve davranışlarının sonuçlarıyla, suçla­rıyla ve en sonunda ölümüyle uyum sağlamak gerekir.

Böylece uyum içinde, kendi niyetlerime, değerlendirmelerime ve süper egoma veda ederim. Yani başkalarıyla olduğu gibi ken­dimle de uyum içinde olurum. Bu şekilde diğer insanlar da kendi­lerini kaybetmekten ya da benden korkmadan benimle uyum için­de olurlar. Aynı şekilde ben de onlarla uyum içinde olurum. Ken­dimi onlara teslim etmem; onlarla uyum içindeyken arada bir me­safe bırakırım ve bu nedenle de bir yardımcı olarak onlar için ne yapabileceğimi anlarım. Bu uyum geçicidir; ben bir yardımcı ola­rak orada olduğum sürece devam eder. Ardından hepimiz kendi yollarımıza gideriz. Bu nedenle yardım uyumunda, ne aktarım, ne karşı aktarım, ne terapi ilişkisi, ne de diğer kişinin sorumluluğunu alma gerçekleşir. Herkes birbirinden bağımsızdır.

Ruhla Uyumlu Yardım Etme

Pek çok yardımcı, bozulmuş bir nesneyi, örneğin bozuk bir saati ya da motoru çalışmayan bir arabayı tamir eder gibi, bazı şey­leri yeniden düzene sokmaları gerektiğine inanır. Böylece nesne tekrar işlemeye başlar. Benzer şekilde anne babalar de çocuklarını “düzelmeleri ve tekrar eskisi gibi düzgün olmaları için” bir terapis­te götürürler. Ya da kendileri terapiste gider ve “Lütfen düzelme­me yardım edin. Sorunumun ne olduğunu bilmiyorum, bunu bul­malısınız. Bana yakından bakarsanız sorunumu bulacaksınız. Dü­zelmeme yardım ederseniz eskisi gibi iyi olurum” derler. Bunlar danışanlar ve terapistler arasında gayet yaygın yaklaşımlardır.

Ama birisinin bir sorunu olduğunu gördüğümüzde farklı bir yaklaşım izleyebilir, o ana kadar saklanmış bir şeyi su yüzüne çı­karabiliriz. Diğer kişi, birden kendi durumunu farklı bir bakış açısıyla görmeye başlar ve bu noktada yardımcı, yardım etmeyi bırakır. Yardımcı bir şeyleri ortaya çıkarmıştır.

Aslında burada işi yapan yardımcı değil, ortaya çıkan farklı bakış açısıdır. Bu perspektifin ortaya çıkardığı görüntü, ruhu meşgul eder ve böylelikle bir büyüme süreci başlar. Bu süreç bi­raz zaman alabilir, belki birkaç yıl, hatta daha uzun bile sürebilir ama bir şeyler değişmeye başlamıştır. Bu değişim yardımcı bir şeyler yaptığı için değil, bir görüntü ve daha önce saklı olan şey su yüzüne çıktığı için gerçekleşmiştir. Böylelikle hepimiz nihaye­tinde kendi ruhlarımızdan rehberlik alırız.

Yardımcı, diğer kişilerin ruhlarının bu yeni bilgiyi almaları­na yardım eder. Ama bu yardım dışarıdan değil, içten gelir. Aile konstelasyonlarınm eski hâlinde, yardımcılar değil danışanlar, kendi resimlerini ortaya koyarlardı. Ortaya koyduklarım görür­ler ve içlerine kapanık kalırlardı.

Yardımcı, ruh ve akıl hareketleriyle çalışılan aile konstelasyonlarının ötesine geçtiğinde ve bir danışanı ya da temsilcisini karşı­lıklı koyduğunda, hiçbir bilgi verilmeksizin kendiliğinden bir içsel hareket başlar ve bu hareket, saklı şeyleri su yüzüne çıkarır.

Burada uzaysal boyut devreye girer. Ortaya çıkan görüntü uzamsal ve zamanı belirsiz bir resimdir. Kendi başına bırakılır­sa işler.

Birçok terapide insanlar, danışanın geçmişinde ne olduğunu bulmaya çalışır. Bir süre sonra ne olduğunu öğrenir ve danışana belki de bir aylık, bir yıllık ya da daha uzun bir terapi önerirler. Ardından bizler uzun ya da kısa; başlangıcı, ortası ve sonu olan bir zaman diliminde çalışırız. Bu değişmez.

Ben, sorunu ortaya çıkarmayı büyük ölçüde sorgulamadan yaparım. Kendimi uzayda, bir resim olarak sunulana bırakırım. Bu resim, değiştirilmeden olanı gösterir. Ve bu resme bazı insan­lar da eklenir. Resmin anlamını çıkarmaya çalıştığımızda resim gücünü kaybeder. Bu yüzden hakkında konuşmamak önemlidir.

Çalışma tamamlandığında danışanları serbest bırakırım. On­ları, anne babalarının, atalarının ya da ailesinden dışlanmış

 

önemli bir aile üyesinin ilgisine bırakırım. Danışanlar benden uzaklaşır; onlar benden, ben onlardan bagımsızlaşırız. Benim ne düşündüğümü artık dert etmezler çünkü güçleri, kendi ruhların­da saklıdır. Her bireyin ruhuna ve hepsini yöneten daha büyük ruha saygı duyarım. Kişisel olarak kendimi dışarı alırım.

Bir aile konstelasyonunda, sözcüklerle ifade edilebilecek olandan fazlası su yüzüne çıkar. Kişinin gücünü ve samimiyetini çevreye yayan önemli bir şey açığa çıkar. Bu şey öylece bırakıl­malıdır. Ne gibi etkileri olacağını sorgulamaya, yorumlamaya ça­lışmak, muhteşem bir armağanı mahveder.

** *

Biriyle çalıştığım zaman, kişinin ruhuyla uyumu yakalamaya uğraşırım. Kişinin ne söylediğine pek önem vermem. Bazen hiç so­ru sormam ama kişiden gelecek ve içimde tınlayacak şeyi beklerim. Ve aniden beklediğim şey gelir, tam karşımda durur. Çalışmaya başlarım, böylece terapi müdahalesini en aza indirgemiş olurum.

Terapötik tutum, duruş

Ruhumuz bizim emrimizde değildir ama bizi ve daha pek çok kişiyi yönlendiren bir ruha tabiyizdir. Bu ruh her şeyi bilendir. Bu ruhla ancak kendi bilmemizden vazgeçmek islediğimizde de­rin bir temasa geçebiliriz. Merak içinde olmadığımızda ve gözle­rimizin önünde gerçekleşene açık olduğumuzda, aniden bu bil­me içinde yer alırız.

Bir konslclasyondaki temsilciler ve kılavuzluk eden yardım­cı, bu bilmeye hemen dâhil olurlar. Ancak yardımcı, önceki öğ­renimlerini bir kenara bırakmalı, önceki deneyimlerine ya da te­orilerine güvenmemelidir. Bunun yerine tamamıyla ruh hareket­leri ile meşgul olmalıdır. Dolayısıyla bu çalışma, teorik olarak öğ­renilmez. Teorik olarak öğrenmeye çalışmak, ruhla olan bağın

kaybedilmesi ile sonuçlanır. Kişi, bazı aşamaları öğrenebilir ama çalışmanın esaslarını öğrenemez.

Kendimizi çok etkileyici bir müziğe ya da güzel bir manzara­ya bıraktığımız gibi, bu sürece bıraktığımız zaman esas olanı an­larız. Kendimizi buna açar, içimize alırız ve bunu, ne olduğunu bilmeden yaparız. Ama ardından değişiriz çünkü ruhla ve ruha­ni zihin hareketleri ile uyum içine gireriz.

Böyle bir şeyin nasıl mümkün olabileceğini sorgulamaya ça­lıştığımda ruh hareketleriyle bir bağım kalmaz. Merak, benim bu hareketlerle olan bağımı koparır.

Başkalarının ruhlarıyla bağlı olduğum zaman, çok az soru sormam gerekir. Uyumla birlikte, onların ruhuna bağlanırım. Ar­dından aslında neyin önemli olduğunu anlarım.

Yardımcı, danışana yarım saat boyunca ailesine ne olup bitti­ğini sorduğu zaman hem yardımcı hem de danışan, ruhun hare­ketleriyle bağ kuramamış olur.

Danışana sorulacak sorular

Yardımcı, sadece gerçekleri ister, bireylerin nasıl davranmış olduklarını değil. Sorulması gereken önemli sorular şunlardır:

1.     Sorun nedir? Örneğin, birisi hasta ya da intihar eğilimli mi?

2.     Ailede ne gibi sıra dışı olaylar yaşanmıştır? Bu olaylar dış et­kenlerle ilgilidir; anne, baba ya da kardeşler genç yaşta ölmüş­tür, anne ya da babanın önceden ciddi bir ilişkisi olmuştur ya da ailede suç işleyenler vardır, biri dışlanmıştır ya da bir çocuk evlatlık verilmiştir ya da ailede engelli biri vardır. Yardımcı, öncelikle bunları bilmelidir. Geri kalan kısımlar gizlenmiş olaylar su yüzüne çıktığı zaman konslelasyonda görülür.

Çoğu zaman ailede bilinmesi yasaklanmış bir şeyler, bir ta­bu vardır. Bu yüzden danışanın olayı eşelemesine izin verilmez.

Danışan bunu yalnızca aile izin verdiği zaman yapabilir. Ancak danışan konuyu irdelemesinin aileye yardımcı olacağını düşü­nürse ve ailedeki her bireye kalplen saygı duyarsa belki o za­man sırrı öğrenebilir.

Sevginin başlangıcı

Çoğu büyük sorun, anneden ayrılma ile başlar; kişi anneden gelen bir şeyi almadığı ya da alamadığında yaşanır. Bu kişiye, an­nesiyle bir araya gelmesi için bir yol bularak yardım edilir. Ama bu yol engellerle doludur, örneğin kişi kendini bazı tıkanıklıklar içinde bulabilir.

Birisinin annesiyle derin bir bağı olmadığını nasıl görürüz? Böyle bir kimse çok az sever ve sevilir. Çıkarabileceğimiz sonuç, sevginin annemizle başladığıdır.

Sevgi ve güç

Büyük sevgi güçlüdür ve zordur. Derinliği olmayan sevgi yıflır, acıya katlanamaz. Bunu konstelasyon çalışmasında görebi­liriz. Bazıları bu çalışmadan derinden etkilenir, izleyenlerin bir kısmı hıçkırıklarla ağlamaya başlar. Acıya katlanamayalar ise ağ­layan kişinin yanına gidip onu teselliye çalışırlar. Bunu yapmala­rının nedeni, üzülen kişinin teselli araması değil, teselli veren ki­şinin buna ihtiyacı olmasıdır. Bu sevgi dayanıksızdır; başkaları­nın ruhuna neyin iyi geleceğini düşünmeden, başkalarının ruhu­na karışır. Başkalarının acılarına, fazla müdahale etmeden kat­lanmayı öğrenmeliyiz.

Kutsal kitap Incil’de bunun güzel bir örneği vardır. Eyüp peygamber, Tanrı tarafından sınanır ve bütün çocukları ölür. De­rinden yaralanan Eyüp peygamber, gübre yığınının üstüne çök­tüğü bir gün, yanma onu teselli için bir arkadaşı gelir. Birbirle­rinden uzakta oturup 7 gün boyunca tek sözcük etmezler, işte güçlü sevgi budur.

Ameliyat yapan bir cerrahın gözyaşlarına boğulması, onun yufka yürekli olduğu anlamına gelir ama aynı zamanda gözyaşlarından dolayı ameliyatını da doğru biçimde yapamaz. Büyük acılar karşısında yardımcı olmak isliyorsak daha yüksek bir seviyeye çık­mamız gerekir. Bu daha yüksek seviyede, duygularımıza yer yok­tur ama içimiz sevgi doludur. Başarılı bir cerrah, işini duygusallaşmadan ama sevgiyle yapar. Cerrah ancak bu şekilde çalışabilir. Yardım etmek isteyen bir yardımcı, fazla içine girmeden başka in­sanların acılarına dayanmayı bilmelidir. Başkasının acısına hiç mü­dahale etmeden dayanan yardımcı, güç kaynağı olur.

Sorunu olan bir kişi, yaşadığı şeye tek başına dayanabilir. Bir başkası onu rahatlatmak isterse kişi güçsüzleşir. Bunu kendimiz­de de görmüşüzdür. Ben de bunu yaşadım. Bir başkasında bir şey gördüğümde ve bunu ona gerçekten söylemek istediğimde geri çekilirim ve hiçbir şey söylemem. Bu, güçlenmeme neden olur. Geri durmamı sağlayan güç, karşımdakine güç olarak geri döner. Benim söylemek istediğim şeyi, diğer kişi dile getirir. Kendi söy­lediği için, ona ait olduğu için bunu tamamen sahiplenir.

Kendimi tutamayıp da işleğime yenilip gönlümdekini söyler­sem, bunu söylediğim için kendimi rahatlamış hissederim. Ama aslında karşımdaki kişinin gücünü çalmış olurum. Söylediğim her ne kadar doğru olursa olsun, kişi bunu kabullenmekte zorla­nır çünkü yorum dışarıdan gelmiştir. Bu kendini tutma, sevgi vc saygının temelidir.

Yardımcının sevgisi

Sevgi basittir. Sevgi derinden bağlılığın göstergesidir; tıpkı çocukların annelerine, anne babaların çocuklarına ya da ilişkiler­de eşlerin birbirlerine olan bağlılıklarının bir niteliği gibi.

Böyle ilişkilerde sevgi, bir ileri bir geri akar. Başkalarına olan bağlılığımızı gösteren sevgi, en derin ihtiyaçlarımızı karşılar, bu açıdan bütün yönleriyle önemlidir.

Ama çoğu zaman yardımcılar danışanlarıyla, danışanlar da yardımcılarıyla böyle bağlar oluşturur. Bu tip ilişkiler anne baba ile çocuk ya da sevgililer arasındaki ilişkiye benzer. Bu şekilde yardım etmenin hiçbir yardımı olmaz çünkü bu ilişki, başka bir şeyin ye­rini almıştır. Yardımcı ile danışan arasındaki bu sevgi, başka bir sevginin yerini alır. Bu yüzden bu tip bir danışan-yardımcı ilişkisi gerçek ilişkilere engel olur, özellikle de anne baba ile çocuk arasın­daki ilişkiye ve bağa; eşin yerini aldıysa da eşler arasındaki ilişkiye ve bağa engel olur. Ardından terapi ilişkisi bir bermuda şeytan üç­geni hâlini alır ve gerçek ilişki ile bağı tehlikeye sokar.

Bu dinamikten uzak durmak ve ilişki olasılığına direnmek bir sanattır, aynı zamanda da bir başarıdır. Yardımcı-danışan iliş­kisi, uygun ilişki biçiminde olmalıdır. O zaman yardımcı, insan­ların derin bağlarının hizmetine girer ama danışanlarla böyle bir bağlanmıştık kurmaz. Bu şekilde bağımsızlığını ve güçlülüğünü sürdürür. İşte gerçek yardım budur.

Kucaklayan ve saran ruh

Algılamamızı sağlayan bir alan içinde hareket etme deneyimi ­ni yaşayabiliriz. Birisine baktığını zaman, o kişiyi gerçeklen görür ve tanırım; o kişi de bana baktığında beni görür ve tanır. Bu nasıl mümkün olur? O kişide gördüklerim, sadece benim beynimde olan şeyler ve diğer kişinin gördükleri de sadece onun beyninde olanlardır. Eğer gerçekte de böyle olsaydı o zaman birbirimizi na­sıl görebilecektik? Birbirimizi gerçekten görebilecek miydik?

Ben kişiyi bir yerde, o kişi beni bir yerde görür. Ben onu ken­di beynimde, o da beni kendi beyninde görmez.

Bizi bağlayan ve bu tanımaya izin veren, ikimizi de içine alan bir ruhtur. Bu ruh içerisinde ben onu ruhumla, o da beni ruhuy­la kucaklar. Bizi kucaklayan bu daha büyük ruh içerisinde birbi­rimizi tanırız. Bu ruh sadece mekâna değil, zamana da yayılır. Bu yüzden ölüler de bunun içine alınmıştır. Bu ruhun alanında geçinişteki her şeyin, hâlâ üzerimde etkisi vardır. Olmuş olan her şeyle bir uyum içindeyimdir.

Bu alanda bir karışıklık olmuşsa örneğin ailemde bir suç iş­lenmişse, bir katil ve kurban varsa, onlarla da uyum içinde olu­rum. Üzerimdeki etkilerini belli ederler, bu ortak ruh alanında ve bu alan aracılığıyla kendimi onlara açarım. Aynı şekilde pek çok danışan bu ruh alanında hâlâ mevcut olan bir şey, örneğin katil ve kurbanı taralından esir tutulur.

Bu alan, bize sonraki aşamada bazı şeyleri tekrar düzene koy­ma imkânı tanır. Buna şöyle bir örnek verebiliriz; bir katil ve kur­banı, bu alanda birbirlerini görmek, sevmek ve uzlaşmak için tekrar bir araya getirilirler. Ardından bu alanda bir şeyler değişir ve bu değişimin içinde bulunduğumuz an üzerine yararlı bir et­kisi olur. Buradaki hareket, şifa hareketidir.

Bu bağlantıları bilen yardımcı, uzlaşmayı desteklemek adına bu alana sevgiyle girer. Bundan sonra terapi, bambaşka bir gö­rüntü kazanır. Yapabileceğimiz ya da yapmamız gerekenler, alış­mamız ve hazırlanmamız gerekenler gözümüze farkh görünür. Mesleki eğitimde bu gibi konulara yer verilmese de hissetmek ve kullanmayı öğrenmek için bu boyutları göz önünde bulundur­mazsak ve doğal uyumumuzla iletişim hâlinde olmazsak yapacak fazla bir şeyimiz olmaz.

Kolay psikoterapi

İyi psikoterapi oldukça basittir. İnsanlar anne babalarına dö­nüş yollarını bulduklarında ve onlara kalplerini açtıklarında esas sorunların çözüldüğünü fark ettim.

İnsanlara bu şekilde yardımcı olmanın bir şartı vardır. Tera­pist, kalbinde danışanın anne ve babasına saygın bir yer vermeli­dir. Ardından her şey kendiliğinden gelişir. Psikoterapist danışa­nın anne ve babasına bir yer verdiğinde aktarım olmaz. Aktarım, danışanın annesini ya da babasını terapistte görmesi demektir.

Diğer taraftan karşı aktarımda ise terapist danışanı bir çocuk gi­bi görür, ona bir çocukmuş gibi davranır, hatta kendini daha iyi bir anne ya da baba olarak hisseder. Ardından danışan da terapis­te, çocuğun anne ve babasına baktığı gibi korkuyla bakar. Tera­pist, kalbinde danışanın anne ve babasına bir yer verdiğinde bun­ların hiçbiri gerçekleşmez.

Sevgi ve kader

Psikoterapistlerle ilgili başka bir şey daha söyleyeceğim. Bir danışan, büyük ihtimalle kendini çok hasta hissettiği için psiko­terapiste geldiğinde terapist ona yardım etmek ister. O zaman şu­nu sormalıyız, terapistin bunu yapmaya izni var mı? Bazen psi­koterapist kişinin, uçurumun kenarına geldiğini ve kendisinin buna müdahale etmemesi gerektiğini görür. O kişiye duyulan saygı, terapistin kendini tutmasını gerektirir. Sonra terapist, da­nışana içinden: “Seni seviyorum, sana ve bana yol göstereni sevi­yorum” der. İşte o an, daha büyük bir şeyle uyum içerisine girer. Sonra da hem danışan hem terapist, terapi sürecine yardımcı ola­cak şekilde yönlendirilir ama terapist, diğerinin ruhuna müdaha­le etmez, danışan da kendi ruhuyla temasını kaybetmez.

Ailelerle Uyum İçinde Yardım Etme

Uyum içerisinde yardım etmek ile ilgili bir şey söylemek isti­yorum. Bunu en iyi biçimde nasıl yapabiliriz? Kimler yardım edebilir, kimlere yardım edilebilir?

Anne babayla uyum içinde yardım etme

Psikoterapide danışanların karşılaştıkları esas zorlukların ge­nelde bir ayrılıkla, özellikle de anneden ya da babadan ayrı düş­mekle ilgisi vardır. Psikoterapideki esas sorun budur. Diğer bir­çok sorun bununla ilişkilidir.

Bu sorunu çözmenin basit bir yöntemi vardır: Danışanı, anne ve babasına geri götürmek. îyi bir psikoterapinin tüm sırrı budur.

Yine de buna karşı koyan bir şey vardır. Kişinin bu doğrultuda yürümesine kim yardım edebilir? Sadece anne babalarına sevgiyle kalbini açanlar ve kalplerini danışanlarının anne babalarına açanlar. Bu yüzden iyi bir yardımcı, danışanlarının, anne babaları hakkında olumsuz konuşmalarına izin vermez. Ben böyle bir durumda danı­şanı hemen engellerim. Anne babalarını sever ve onlara saygı duya­rım. Benim için anne babadan daha değerli bir şey yoktur.

Anne babadan daha değerli, daha saygın, daha iyi şeyler ba­şarmış, daha muazzam bir hareket içinde yer alan varlıklar var mıdır? Yoktur.

Anne baba hata yapmaz, bir yaşam dünyaya getirerek her şe­yin doğrusunu yapmışlardır. Yani, esasına bakarsak bütün anne babalar kusursuzdur.

Bu kusursuz yanlarına bakıyorum ve onlara muazzam kişiler olarak saygı duyuyorum. Anne ya da babanın doğru ya da yanlış yapmış olmalarının çok önemi yoktur. Anne babalığı kimse on­lardan daha iyi yapamaz.

Anne babasından şikâyet eden birçok kişi, esas meseleler ye­rine ufak tefek konulara takılırlar. Daha önemli şeyleri gözden kaçırırlar. Danışanlar anne babalarından şikâyet ettiklerinde, kendileriyle ilgili en önemli şeyi bir kenara itmiş olurlar. Küçü­lürler ve daha dar görüşlü olurlar. Bu şekilde davrandıkça kendi­lerini daha da kısıtlarlar.

Esas meseleye baktığımız zaman ve yaşamımızı her şeyiyle, yani bizlerin ve anne babalarımızın ödediği bedellerle kucakladı­ğımızda, hayatta her şeyle baş edebiliriz.

Danışanın anne babasına kalbimde saygın bir yer açtığımda ne olur? Danışan, benimle anne baba-akıarımına giremez ve ben de bir anne baba gibi aktarım yaşamam. Aktarım meselesinden uzaklaşırız.

Danışan bana baktığında anne babasıyla birlik hâlinde oldu­ğumu görür. Benim aracılığımla anne babasını bulabilir; beni on­ların yerine koymaz çünkü onların yerini almış olmam. Önümde durduğunda ona bakan ben değilimdir, kalbimdeki anne babası­dır. Onların bakışı ve sevgisi, benim ruhumla ona ulaşır ve ben bir süre sonra kenara çekilince çocuk ile anne ve babası doğru­dan görüşürler. Böylece esas süreç gerçekleşir.

Kendi ailemizle uyum

Kendi ruhumla uyum içerisinde olduğum zaman yardım et­mek için kendimde güç bulurum. Kendimle nasıl uyum içinde olurum? Anneme ve babama bakarım. Onlar bana kendi anne ba­balarından almış oldukları yaşamı vermişlerdir. Onlar da anne babalarından aldıkları gibi yaşamı bana eksiksiz devretmişlerdir. Anneme ve babama bakarak onlara, “Yaşamı sîzlerden aldığım şekliyle, bir armağan olarak kabul ediyorum” derim. Onlara bu şekilde baktığımda tüm yaşamımı, bir bütün olarak kabul ede­rim. Bu ilk koşuldur.

Yaşamımı bu şekilde kabul ettiğimde başka şeyleri de anne ve babamdan geldiği şekliyle kabul etmiş olurum. Yaşamıma ait her şeyi, hiçbir şeyi hariç tutmadan kabul ederim. Geçmişteki ve şimdiki her türlü zorluğu kabul ederim. Yalnızca her şeyi kabul ederek yaşamın zenginliğine ve derinliğine bağlanırım. Anne ve babamız kusursuz olsaydı onlardan öğreneceğimiz şey çok daha az olurdu. Annemle ve babamla derin bağlar kurduğumda ru­hum gelişir. Benim için zor olan şeyle ne kadar çabuk uyum içe­risine girersem o kadar değerli hâle gelirim ve güçlenirim.

Sonra geçmişe dönüp atalarıma bakarım. Bazen bir alıştırma yaparım. Genç yaşta ölmüş olanlar ve şu an zar zor hatırlananlar dâhil hepsine bakarım ve şunu söylerim: “Ben Bert.” Onlara ba­karım ve beni görmelerine izin veririm. Bu şekilde onlarla temas kurarım ve böylece ruhum gittikçe gelişir. Kaderleriyle uyum içerisinde olurum, bu sayede daha da güçlenirim. Atalarımın ka­derleriyle uyum içerisine girdiğimde ve yardımıma ihtiyacı olan biriyle karşılaştığımda onların kaderi benim için yararlı olur. Bu nedenle tüm atalarımla yüzleşirim ve kaderimle tam bir uyum içerisine girerim.

İyi ya da kötü kader diye bir şey yoktur. Kadere sadece kişi­lere ait bir şeymiş gibi bakmaz ve insanlar üzerinde nasıl etkili ol­duğunu görürsek, kaderin büyük ve dengeli olduğunu anlarız. Kaderimiz ölümümüzle son bulmaz. Ben birinin kaderiyle uyum içerisine girdiğimde, onun kaderi benim aracılığımla büyük ve kudretli olmayı sürdürerek başkalarıyla olan ilişkilerime doğru akar. Böylece ben de başkalarına yardım edebilirim.

Diğer aileyle uyum

Biri bana yardım için geldiğinde de aynısını yaparım ve onun ruhuyla uyum içerisine girerim. Oysa danışan için ne yapabilece­ğimi önceden çalışırsam onun ruhundan koparılabilirim. Atala­rım ve kaderleri sayesinde yaşadığım ve aldığım bütünlük ile da­nışanın ruhuyla temasa geçerim. Annesi, babası, ataları ve onla­rın kaderleriyle de temasa geçerim. Birden bu kişi, gözümün önünde daha da büyür.

Kaderi ne olursa olsun ona saygı duyarım. Atalarıyla temasa geçtiğimde o, benim yanımda dengim olarak durur. Ona yardım etmeye başladığımda atalarıyla uyum içerisinde kalmaya dikkat ederim, aksi takdirde onun için doğru olan nedir düşüncesine ta­kılarak kaderine ve ruhuna müdahale etme tehlikesiyle yüz yüze gelebilirim. Danışanın kafasını karıştırabilir ve bu şekilde davrana­rak onu güçsüzleştirebilirim. Uyum içerisinde yardım etme budur.

Diğer yardımcılarla uyum

Birçoğunuz insanlara sıkıntılarında yardım etmeye yönelik kuramlarda çalışıyorsunuzdur. Kendilerini bu kuramlarda çalış­maya adamış insanlar, bunu iyi niyet ve sevgiyle yaparlar. Bazen, daha önce iyi sonuçlar vermiş yardımlarımızdan dolayı yardım etmek istediğimizde direnişle karşılaşabiliriz çünkü karşımızda­ki kişilerin de farklı deneyimleri olmuştur.

Yine aynı süreç tekrarlanabilir. Onlarla, ruhlarıyla, anne ba­balarıyla, atalarıyla, kaderleriyle, deneyimleriyle, dilekleriyle ve iyi niyetleriyle uyum içerisine girerim. Onlarla uyum içerisinde hareket etmem, hem benim hem de onların önyargılarının uçup gitmesini sağlayabilir. Bu şekilde yardım etme gelişir ve yayılma­ya devam eder. Başkalarıyla uyum içerisinde olarak çok şeyler başarır ve birçok kişiye destek olabiliriz.

îyi niyet

Deneyimlerim bana gösterdiğine göre bir takım, karşılıklı anlaşma sayesinde başarılı olur. Kimin daha iyi, kimin kötü ol­duğu gibi meseleler gündeme gelirse grup dağılır. Birinin grup içinde yaptığı şey, her ne olursa olsun iyidir. Bizim yaptığımı­zın aynısı olmasa bile, takımın her bir üyesinin iyi yaptığı bir şey vardır. Bu takım üyesine: “Bu ilginç bir yöntem, aklımda tu­tacağım” diyebilirim. Bunu söylemek bana bir şey kaybettir­mez. Böyle bir grupta üyelerin mutlu olmasına izin verirsek or­taya güzel bir resim çıkar.

Yardım Nasıl Başarıya Ulaşır?

Yardım etmeyle ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bu yardım türünün belli bir tutum gerektirdiği ve psikoterapide kullanıldı­ğı şeklinden farklı bir anlam taşıdığı sanırım netlik kazandı. Bu durum, başka yaklaşımlara alışkın kişilerde doğal olarak diren­meye yol açabilir.

Konuyla ilgili bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Ru­hunuzla uyum boyutunu içinizde hissedebilirsiniz. Bu şekilde yardım edebilmeniz için, ruhunuzun sizden ne isleyeceğini de algılayabilirisiniz.

Aile konstelasyonlan zaman içerisinde gelişti. Aile konstelasyonlarındaki temsilcilerin, kendilerini temsil ettikleri kişiler gibi hissettiklerini gördük, bu da çalışmanın ilerlemesine olanak sağla­dı. Şu anda artık bütün bir aileyi konumlandırmama gerek kalma­dan çalışmamı yürütüyor, bir ya da iki kişiyle başlıyorum. Danışan için sadece danışanı ya da bir temsilciyi konumlandırıyorum. Ona, içinde bir şeylerin kendiliğinden gelişmesi için gerekli mekânı ve zamanı tanıyorum. Çoğu zaman, kendiyle uyumlu bir hareket baş­lıyor ve o ana kadar saklı kalmış şeyleri açığa çıkarıyor.

Kısa süre içinde de ikinci bir kişinin konumlandırılmasına gerek olup olmadığı ve bu kişinin kim olacağı ortaya çıkıyor. Bu kişi ilk kişinin karşısına konumlandırılabilir. Ardından bu ikili arasında olup biteni, onları neyin ayırdığını ve neyin birleştirebi­leceğini hemen görebiliyoruz. Ve orada bir takım şeyler daha or­taya çıkabiliyor, bu da daha fazla temsilcinin çalışmaya katılma­sı gerektiği anlamına geliyor. Ama aslında çoğu zaman genel bir çözüm yoktur. Bir çözüm aramak, ruhun hareketlerine önceden müdahale etmek anlamına gelir. Hızlı bir çözüm bulma girişim­leri, diğer kişinin ruh hareketlerine müdahale eder. Önemli olan şey, bir hareketin başlamış olmasıdır. Hareket başladığında yar­dımcı geri çekilebilir. Bu hareket büyüme hareketidir. Her büyü­me gibi, bu da zaman alır.

Son yer

Bir danışan yardımcıya geldiğinde, kendini çoğu zaman yardıma muhtaç biçimde tanıtır. Yardımcıya, “Anne ya da ba­bamla bir anlaşmazlığım var” diyebilir ve genelde bu durum karşısında, yapabileceği hiçbir şey yokmuş gibi davranır. Sonra yardımcı sözlerle ya da hareketlerle şu cevabı verir: “Sana yar­dım edeceğim.”

Bu şekilde davranarak yardımcı ne yapar? Danışanın anne ve babasının üstünde kendini konumlandırmaktadır. Hemen karşıya aktarım başlamış olur. Böylece danışan, çocuktan anne babaya doğru bir aktarıma girer ve yardımcı da anne babadan çocuğa, kar­şı bir aktarımla cevap verir. Buna da sözüm ona terapi ilişkisi deriz.

Böyle bir terapi ilişkisi içinde kişi, yardımcı gücü ve kontro­lü teslim ettiği için daba fazla yardım edemez. Böyle bir ilişkide ne yapılması gerektiğine kim karar verir? Danışan mı yoksa yar­dımcı mı diye sorarsanız cevabım danışan olur.

Böyle bir terapi ilişkisi içerisinde bulunan yardımcılar, muh­temelen çocukken anne babalarını kurtarmaya çalışmışlardır. Şimdi de danışanlarını kurtarmaya çalışıyorlardır. Gerçekte yar­dımcı, sistemdeki en düşük, en son konumda olmasına karşın, kendisini danışanın anne babasının bile üstünde görmektedir.

Öncelik düzeni

Bir sistemdeki kökenin düzenine göre en yüksek rütbe, orada ilk bulunanlarındır. Sonradan gelenler ise en düşük ko­numdadır.

Peki, o zaman terapi ilişkilerinde en yüksek konum kime ait­tir? Kural olarak, terapi ilişkisi danışan ve yardımcıya sınırlandı­rılmaz. Danışan anne ve babasıyla ilgili konuşmaya başlar başla­maz, onları da dâhil etmiş olur. Yardımcı, terapi ilişkisine dahil olduğunda sistemin bir üyesi ve sisteme en son gelen kişi olur. Yani son yer onundur. Bu sistemde, danışanın anne ve babası en yüksek konuma sahiptir. Ondan sonraki konumda danışan, en son konumda da yardımcı vardır. Yardımcı bunu idrak ettiğinde oyunu, hiç karışmadan gözlemler. Sistemdeki bir şey, aniden yar­dımcının sırasının geldiğini söyleyene dek yardımcı, bir izleyici sıfatmdadır. Ardından, danışanın sisteminin bir parçası olma­dan, yani dışarıdan devreye girer. Sonra herkese eşit derecede yardım eden o şey gerçekleşir.

Büyüklük

İnsanı büyük yapan nedir? Bizi uiğer insanlarla eşit kılan şey, her insandaki büyüklüktür. “Seninle aynıyım, sen de benle aynısın” sözünün doğruluğunu kabul edersek biz de büyüklük kazanırız. Tanıştığımız herkese “Senin kız kardeşinim, senin erkek kardeşi­nim” diyebilirsek büyüklüğümüzle başkalarını da kucaklarız. Bu düşünceye açık olursak büyüklüğün bize nasıl yer ve güç vereceği­ni hissederiz. Böylece dik durabilir ve herkesle yan yana olabiliriz. Kimseden ne büyük ne de küçük oluruz. Herkesle eşit dururuz. İş­te bu anlayış, yardımcıyı en zorlu çalışmada bile güçlendirir. Bu şe­kilde, hepimizi bağlayan şeye güvenebiliriz.

Terapötik İlişki

Kısa bir meditasyonda bu konuyu daha iyi anlayabiliriz. Danı­şanlarımızı birbiri ardına önümüze alır, nerede küçük olduğumuzu ve onların nerede büyük olduğunu algılarız. Onlara acıdığımızı, başlarına geleni ne kadar zor bulduğumuzu algılarız. Bu acıma duy­gusunun ruhumuza neler yaptığını buluruz.

Sonra birkaç adım geri atarak danışanın annesine, babasına ve onların kaderlerine bakarız. Hepsinin önünde saygıyla eğiliriz.

Eğilmemizle, danışanda neyin değiştiğini, danışanla olan ilişki­mizde neyin değişmekte olduğunu algılarız.

Bir süre sonra tekrar doğruluruz ve gözlerimizi yepyeni ve net bir bakışla hepsine çeviririz.

Eyleme geçmek

Terapi ilişkisi ile ilgili biraz daha ayrıntıya girmek istiyorum. Bu alıştırmada terapi ilişkisinden kurtulma ve bu ilişkiyi engelleme yollarını gösterdim. Danışanlarımızla terapi ilişkisi olmasa da ilişki hâlinde olmayı sürdürürüz ve eyleme olanak sağlayan bir ilişki ku­rarız. Neler yapılabileceğini görmek ve değişimleri başlatmak için yardımcı ve danışan el ele verirler. Burada her ikisi de yetişkindir.

 

Terapi ilişkisi nasıl başlar? Kendini yardıma muhtaç bir ço­cukmuş gibi tanılan bir danışanla başlar. Yetişkinler de yardıma muhtaç olabilirler ya da bir şeylere ihtiyaç duyabilirler ama yetiş­kin oldukları için ihtiyaçları olan şeyi kendileri alırlar. Bir danı­şan geldiğinde ve örneğin, “Kendimi çok yalnız hissediyorum. Beceriksizin tekiyim. Karım bile benden kaçıyor” dediğinde ken­dini bir çocuk gibi tanıtmış olur. Gerçekten değişimi istiyor mu­dur? Bir şeyler yapmak istiyor mudur? Bu kafa yapısı ve ruh ha­lindeyken ona kimse yardım edebilir mi?

Kontrol

Böyle bir durumda genelde ne olur? Yardımcı, danışan için üzülür. Ya da iyi bir annenin çocuğuna yaptığı gibi, kendini ona yardım etmek zorunda hisseder. Öğüt verir, danışanı rahatlatır. Terapi ilişkisi böylece başlamış olur, ilişki zamanla derinleşir.

Bu terapi ilişkisi danışanın denetimindedir. Bu yüzden bu du­rumda hiçbir ilerleme kaydedilemez, boşa zaman harcanmış olur.

Yardımcı, terapi ihşkisini nasıl önler ve ondan nasıl kaçınır? Yardımcı, danışana bir soru sorar: “Ne yapmak istiyorsun?” ya da “Ne oldu?” Bazen danışanın gerçek kimliğini hemen gösteren bir başka güçlü soru sorar, örneğin: “Kimi seviyorsun?” Bu sorudan sonra danışan ne yapacağım bilir, çocuk pozisyonunda kalamaz.

Ama yardımcı, neden danışanı dinlemesi gerektiğiyle ilgili bir konuşmanın içine çekilebilir. Yardımcı, danışanın yardımcı­dan beklediği biçimde danışanı dinlemeyi reddederse danışan si­nirlenebilir. Danışan yine kontrol altına girmiştir. Sözde terapi ilişkisi tekrar işlemeye başlar ve bu, kendi içinde bir son olur.

Yaşamın hizmetinde

Yardımcıyla danışan arasındaki ilk birkaç sözcük, aralarında terapi ilişkisi olup olmayacağını belirler. Bu yüzden uzun bir ko­nuşmayla başlamak yerine, bir şeyleri gün yüzüne çıkartacak şekilde harekele geçirmek önemlidir. Örneğin kişi, annesine kal­binde yer vererek danışanı ve annesini konumlandırırsa terapi ilişkisi imkânsız hâle gelir. Artık danışan ve tüm ailesi için bir şeyleri harekete geçiren bir başka ilişki başlamıştır.

Tüm bu yorumlardan, bu çalışma türünün ana akım psikoterapiyle aynı şey olmadığını anlayabiliriz. En azından burada tanımlandığı gibi bir terapölik ilişkinin sunulduğu ve umulduğu bir psikoterapi değildir. Yaklaşımımıza “psikoterapi” dersek in­sanların aklına, aktardığımız türde bir terapi ilişkisi gelecektir. Bazı ana akım terapistler, bu çalışmayı sadece kendi yaklaşımla­rına uygun kıstaslarla ölçerler ve ardından kendi modellerine gö­re bir terapist olmamız için üzerimize baskı uygularlar.

Böyle bir baskıya boyun eğersek ne olur? Bir başka terapi iliş­kisi başlar ve onların anne baba, bizim de çocuk gibi davrandığı­mız bir ilişki yaşanır. Yani yine aynı kapana kısılırız.

Çalışmamıza psikoterapi demek konusunda tereddüt eder­sek, nasıl daha farklı ve uygun bir biçimde tanımlayabiliriz? Bu çalışmaya yaşamın hizmetinde bir çalışma diyebiliriz.

Heveslilik

Mesleği yardım etmek olan kişileri merak edebilir ve bu kişi­lerin rolünü üstlenmek için sabırsızlanabiliriz. Acaba bu kişilerin ailelerinde durum nasıldı? Çoğu zaman annelerine ya da babala­rına yardım etmek istemişlerdir. Anne babasına duyduğu sevgi­den dolayı onlara yardım etmek isteyen ama gerekli güçten yok­sun çocuğun durumunu hayal edelim. Ümitsiz bir girişim olma­sına karşın çocuk anne ve babasını kurtarmak ister. Gerçek şu ki, bu ilişkide anne ve baba hep büyük, çocuklar da hep küçüktür.

Pek çok yardımcının ailelerinde yaşadığı durum, danışanlarına yardım girişimlerinde lekrarlanır. Onlara, çocukların kendilerin­den üslün olanlara yardım ettikleri gibi yardım ederler. Gösterdik­leri heves, büyümek isteyen bir çocuğun gösterdiği hevestir.

O zaman çözüm nedir? Anne ve babalarının önünde tekrar küçük olurlarsa danışanlarının ve onların anne babalarının önünde de küçük kalmayı sürdürebilirler. Yardımcılar, danışan­larının ruhlarına saygı duyarlar ve küstahça müdahale etmemeye gayret ederler. Sonra danışan da kendiliğinden değişmeye ve ge­lişmeye başlayabilir.

Uyum ve cesaret

Yardım etme, zaman zaman tehlikeli olabilir. Kendini bir başka ruhun hareketinde, engelleyici ve rahatsız edici bir girişim olarak gösterebilir. Birisine yardım etmek istediğimizde, öncelik­le o kişinin ruhuyla uyum içerisinde olduğumuzdan emin olma­mız ve danışanın ruhunun da bizimkiyle uyum içinde olup olma­dığım bekleyip görmemiz gerekir. Böylecc ruhlarımız birbirleriyle uyumu yakalar. Ardından danışana, ruhlarımızın müsaade et­liği kadarıyla, onun ruhuyla uyum içerisinde yalnızca geçici sü­reli bir rehberlik önerebiliriz.

Yardım ederken sakin olursak ve istediğimiz zaman geri çe­kilebileceğimizi bilirsek, kendi ruhumuzla uyum içerisinde oldu­ğumuzu hissederiz. Çok ileri gidersek ruhumuzun daraldığını fark ederiz, huzursuzlaşırız ve harekele geçmek yerine düşünme­ye başlarız. Bunun üzerine ruhumuz ve diğer kişinin ruhuyla olan uyumu kaybederiz.

Diğer kişinin huzursuzlaşlığım lark etliğimiz zaman onun da kendi ruhuyla uyum içerisinde olmadığım görürüz. O za­man dururuz.

Bazen koşullar yardım etmeyi islememize ya da kendimizi yar­dıma zorunlu hissetmemize neden olur. Tehlikeli adımlar atabile­ceğimizi (ark eder ve cesarete ihtiyaç duyarız. Bu adımlar bizi ka­ranlığa götürür. Bazen bu tip adımlar bu hareketleri daha önceden yaşamış ama danışanın ruhuyla uyum içerisine girmemiş kişilerin eleştirilerine yol açabilir. Başkaları bizim yaptıklarımızı yanlış bu­larak suçlamaya kalkışabilir. Bu tip suçlamalar genelde kendini da­nışana açmayan kişilerden gelir. Bu kişiler kendilerini açmadıkları için danışanın neye ihtiyaç duyduğunu ya da neyi istediğini bile­mezler. Bazı okullar bir dogma geliştirirler, sonra da başkalarının buna uymasını bekler. O an algıladıkları gerçeklik, dogmatik ko­numlarını doğrulamasa bile zorlamaya devam ederler.

Yani yardım etme hem uyuma hem de cesarete gerek duyar. Uyumun olduğu yerde olma istekliliğine de gerek vardır. Bu uyum içerisinde olmadığımız zaman birey için o an neyin doğru olduğunu bilmeyiz. Uyumun bittiği yerde yardım da bitmelidir.

Güç mücadeleleri

İyi bir yardımcı, danışanla girdiği güç mücadelesini nasıl ka­zanacağını bilir. Bazı yöntemler oldukça yararlıdır; ben de bazen birkaçım kullanırım.

Danışan neden yardımcıyla bir güç mücadelesine girer? Ga­rip değil mi bu? Danışan, güç mücadelesini kazandığı zaman, ne kazanmış olur? Belki de çözülmesi imkânsız, yardımcının dahi halledemeyeceği bir sorunu olduğunun teyidini istiyordur. Peki, neden bunu istesin?

Aslında ben yardım almak isteyen birçok kişinin sorunlarını çözmek istemediklerini düşünüyorum. Sorunlarının çözülemez olduğuna ikna olmayı tercih edip bir süre sonra bunu yardımcı­ya kanıtlamaya çalışırlar. Bu size de tanıdık geliyor mu? Peki, ama neden?

Çoğu zaman birini sevdiğimiz için bir sorunumuz vardır. Bu soruna sarılırız çünkü kendimizi masum hissederiz. Bu sorunu çözmeye kalksak kendimizi suçlu hissetmekten korkarız.

Bir danışan, annesi için bir şeyi üstlenerek ona olan sevgisini göstermiş olur. Bu danışana sorundan nasıl kurtulabileceğini gösterebilirim. Ama o bunu yaparsa kendini suçlu hissedecektir. Bu yüzden kötüye gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Ona sorununu vicdan rahatlığıyla çözmesi için nasıl yardım edebilirim? Size bir atölye çalışmasından örnek vereyim:

Hellinger, danışana: “Şimdi bunu seninle yapacağım. Başla­yalım mı?”

Danışan: “Lütfen.”

Hellinger, bir temsilciye danışanın annesi olması için seslenir ve onu danışanın karşısına koyar.

Gruba: “Yüzündeki değişimi görebiliyor musunuz? Bunu görmek güzel değil mi?”

Anneye: “Kızına bak ve ona ‘Sevgini görebiliyorum’ de.

Anne: “Sevgini görebiliyorum.”

Anne ve kız şefkatle kucaklaşırlar.

Gruba: “Şimdi kızın da, annenin de vicdanı rahat olabilir.” Danışana: “Evet bu kadardı. Her şey gönlünüzce olsun.” Danışanla olan güç mücadelesinde yardımcı, danışanın aile­sinden biriyle gizli bir ittifak yapar. Yardımcı, güç mücadelesini ailedeki bir başka kişiyle işbirliği içinde yapar ki böylece olayı tek başına üstlenmemiş olur. Kazanmak, danışanın istediğinden farkh olsa da terapist danışanın kazanmasını ister.

Zorluk

Zorluk hakkında bir şey söylemek istiyorum. Burada zor olan nedir? Gerçeklik zordur. Danışanın ruhundaki zor gerçek­likle uyumlu olduğumuzda biz de zor biri gibi görünürüz. Ama bu gerçeklikle birlikte olduğumuz için zorluktan gelen bir gü­cümüz olur.

Derinlerde bir yerde farkh bir gerçekliği istediğimiz için ger­çeklikten uzak durmak bizi zayıflatır. Bu zayıflık danışan için bir tehdittir ve danışan bundan sonra bize güvenemez. Sonra yar­dımcı ile danışan, gerçekliğin dışında, gözleri bağlı bir oyun oy­namaya başlarlar.

Gerçekliğe bakmak ve ona razı olmak, yardımcının büyüme­sini çabuklaştırır. Artık değişmeklen başka seçeneği kalmaz. Ger­çeklikle yüzleşenler, tümüyle ve derinden yardım edebilirler.

Yardımcı gerçekliği kabul ederek ve onu adlandırma isteğiy­le güçlenir. Yardım arayan kişi dc aynı zamanda gerçeklikle yüz­leşmeye izin verilmesiyle güç kazanır. Danışanlar için üzülenler, kendilerinden korktukları için mi gerçekliği onlardan saklamayı tercih ederler? Hayır, aslında bu kişiler çok katıdırlar ve yardım­larını bekleyen kişileri aldatmış olurlar.

Bu çalışma, sevgi duyulmadan yapılmıştır. Bu çalışma ame­liyathanede sevgiyi hissetmeyen ama işini iyi yapan ccrrahınkine benzer. Bizim bahsettiğimiz sevgi daha yüksek seviyede bir sevgidir. Bu çalışma sadece tek bir bireye bakmakla sınırlı kal­maz, bütün aileye, hatta onun da ötesine, aileyle bağlantılı olan herkese dönüktür.

Empati

Hepsinden önemlisi, yardımcıların, yardım bekleyen kişilerle empaıik algı ve bağa sahip olmaları, danışanın durumuna, en içten isteklerine ve üzüntülerine duyarlı olmaları beklenir. Duyarlılık modeli tabii ki anne ve babanın, çocuklarına duydukları sevgiden gelir. Empaıik duyarlılığın ne demek olduğunu burada anlarız.

Danışanlar, sosyal hizmet görevlisi ya da bir başka yardımcıyı görmeye geldiklerinde bir çocuğun anne ve babasından beklediği türde bir empati isterler. Birçok yardımcı bu yüzden danışanına, anne babaların çocuklarına gösterdiği gibi bir empatiyle yaklaşır.

Ancak danışanlar genelde çocuk değil, yetişkindir ve eylem­de bulunabilirler. Yani empati, danışanın bir yetişkin olduğunu ve eyleme geçebileceğini algılayabilme boyutunu da içermelidir. Bu tip bir empatinin bir başka boyutu daha vardır.

Bir yetişkinin bana karşı duyarlı olmasını bekleyebilirim. İyi şartlarda yaşayan bir çocuğun ise anne ve babasına bir duyarlılık göstermesi gerekmez. Bu çocuk onlara derinden bağlıdır ve endi­şelenmesine gerek yoktur, bir çocuk gibi davranmasında bir sa­kınca yoktur. Ama yetişkinler dünyasında, sosyal hizmet görev­lisi, danışanın yardımcının durumuna, örneğin kuruluların getir­diği kısıtlamalara ya da insan olmanın gereklerine karşı duyarlı­lık göstermesini bekleyebilir.

Size bir örnek vereceğim. Diyelim ki tüm dikkatimi yoğun­laştırdığım bir anda, biri gelip "Size bir sorum var" diyor ve he­men bir yanıl vermemi bekliyor, içinde bulunduğum duruma, dikkatimi vermiş olduğum şeyi bir kenara bırakıp onunla meşgul olmak isteyip islemeyeceğime bakmadan, bir duyarlılık göster­meden yanıt beklerse bir çocuk gibi davranmış olur.

Sistematik empati

Burada önemli olan bir başka şey daha vardır. İnsanlar ba­na bir konu ya da sorunla geldiği zaman, çoğu zaman onlarla bireysel empati kurmamı beklerler. Ama hepsinin bir ailesi var ve belki de bu ailelerde empatiye çok daha fazla ihtiyaç duyan bireyler var, en başta da çocuklar. Burada sistematik empati kurmak gereklidir. Sadece tek bir kişiye değil, bütün aileye ya da kişinin geldiği sisteme dönük bir empati gerekir. Tüm sis­tem önlündedir. Sisteme saygı duyar ve empatime en çok ihti­yacı olan kişiyi sezinlerim. Belki de bana gelen kişi, içlerinde empatiye en az ihtiyaç duyan ve onu az hak edendir. Sistema­tik empati sayesinde daha büyük bir alanda, daha büyük bir güçle çalışırım.

En derin empati, duygusal olmayandır. Genel bir bakış açı­sını koruyan empati çok değerlidir. Böyle bir empati ve duyar­lı algılama ile daha büyük resme bakar, işe yarar bir yardım et­me gücü kazanırız.

Büyük Ruh

Kendisine teslim olduğumuzda, bizi iyi bir biçimde yönlen­direcek bir güç vardır. Ben ona “büyük ruh” diyorum. İzlediği­miz rotada bizi nasıl yönlendirdiğini anladığımızda ona güvene­biliriz. Böylece biriyle çalıştığımız zaman, her şeyi tamamlama­mıza gerek kalmaz. Bir şeyler harekete geçtiğinde ve ruha, kim­senin müdahalesi olmadan istediğini yapma fırsatı tanındığında ruh, bunu iyi bir sona taşır.

Bunu neden söylüyorum? Birçok kişi onlarla çalışmam ge­rektiğini, yalnızca benimle konstelasyon çalışması yaptıklarında iyi olacaklarını düşünürler. O zaman artık bu büyük ruha bak­madıkları gerçeğini gözden kaçırmış olurlar. Kendimizi büyük ruhun himayesine bırakırsak bu ruh tarafından beklentilerimizi de aşan bir biçimde yönlendirilir ve yönetiliriz.

Hiçbir şey yapmamak

Yardımcı için bir alıştırma da boş bir alana geri çekilmektir. Bu boş alanda ne niyetimiz ne korkumuz ne de belleğimiz vardır. Ta­mamen konsantrasyon içinde oluruz ve bunu başardığımızda olay­lar bizim etrafımızda dönmeye başlar. Ama aslında biz hiçbir şey yapmayız. Hareket etmeden ve hiçbir şey yapmadan tamamen var­lığımızla bir etki bırakırız. Hiçbir şey yapmamanın kuralları Tao te Ching’de, Lao Tse tarafından güzelce anlatılmıştır. Bu eser şöyle der:

Çalışma bittiğinde, yardımcı hemen dönüp gider ve arkasına bak­madan, bir sonrakiyle devam eder. Ve hiçbir şeyi sorgulamaz.

Ruhun karanlığı

Bu kavramla, yakından ilgili olan şey “ruhun karanlığıdır”. Ruhun derinliklerine ulaşmak isteyen yardımcı ya da herhangi biri, ruhun karanlığıyla arınma yaşar. Bu imge Hz. İsa’nın hava­risi Azizjohn’a kadar uzanır.

Peki, “ruhun karanlığı” deyişi ne anlama gelir? Bilgiyi terk ediyorum, haberi terk ediyorum. Beni ilgilendirmeyen bir şey duyduğumda bu karanlığa geri çekilirim. Bazen bir danışanla ça­lışırken ne yapmam gerektiği ile ilgili hiçbir fikir oluşmaz. Dene­yimlerimden öğrendiğim hiçbir şey bana yardım edemez. Boş ala­na geri çekilir gibi karanlığa çekilirim. Bu karanlıkla gökyüzün­de çakan şimşek gibi aniden, bir içgörü geliverir. Bu, bir sonraki aşama için bir işarettir. Ardından tekrar ortalık kararır.

Bu zifir karanlıkta tamamen huzurlu oluruz. Hiçbir şey bi­zi şaşırtamaz. Bu alanda, boşlukta olmamıza rağmen, doyum içinde oluruz.

Hareket etmeyi reddetme

İçinde olduğumuz bir durumda neyin mümkün, neyinse mümkün olmadığını söyleyen bir içgörü kazanmak ve hareketin mümkün olmadığı yerde, hareket etmeden nasıl hâlâ yardım ede­bileceğimizi bulmak için algımızı çalıştırırız. Hareket etmemek bu­rada, her şeyden önemlisi, danışanın beklediğini yapmamak anla­mına gelir. Biraz insafsızca gibi görünse de doğru olanı budur.

Savaşçı

Yardımcıyı, bir savaşçı olarak görürüm. Yardımcı, bir savaşçı olarak asla zafer kutlamaları yapmaz. Başkaları kutlamalar yapar­ken, yardımcı çoktan bir sonraki işine vermiştir kendini. Eski ça­lışmasını ardında bırakır ve özgürleşir.

Kazanmak ve kaybetmek

Sözcüğün cn geniş anlamıyla savaş ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Herakleitos’un dediği bir şeyi hatırlayalım: Polemos pater ponton, yani “Savaş her şeyin babasıdır.” Birçoğunuz çalış­tığınız kurumlarda ya da işycrinizde anlaşmazlıklara düşersiniz. Bir şeylerin, olduğundan farklı olmasını, yani daha az uyuşmaz­lık yaşamayı dilersiniz.

Ama savaş, barışın da babasıdır. Savaş olmadan, barış da ola­maz. Bir çatışmanın galibi, barışı kaybetmiş olabilir. Yani yeni deneyimlerinizle başkalarının karşısında zafer kazanmışsanız, yeni fikirleriniz galip gelmişse sanki bir şey kaybedilmiş gibi olur. Başkalarının size karşı düşündükleri ve hissettiklerini de kendi düşünce ve İlişlerinizle eşit tutmalısınız. Farklı görüşleri temsil eden kişileri denginiz olarak kabul etmelisiniz. Sizin görü­şünüzden farklı bir görüşü kabul etmişlerdir çünkü onlar için önemli bir şeyden vazgeçmek zorunda değildirler.

Karşıtlar

Kişi başkalarını, çalışmaları ve yarattıkları etki ile kabul eder. Tıpkı kendimizi yardımlarımız, gücümüz ve sınırlarımızla kabul etmemiz gibi başkalarının gücünü, başarısını ve sınırlarını da ka­bul ederiz. Her iki taraf birbirini kabul ettiğinde, karşı tarafı meş­ru olarak görmeye başlarız. Bunu başardığımızda ruhumuz geli­şir. Ruhumuz geliştiğinde diğer kişinin ruhu da açılıp gelişebilir. Karşılıklı anlayıştan barış doğar.

Bir şeyler kazandığınızda bununla ilgili düşünün. Bir şeyler için birlikte ilerlemek, gelecek için karşıtlıklar üzerinde kafa yor­mak iyidir. Bütün için, iki taraf da, halta taraflar fazlaysa hepsi önemlidir. Bu yüzden karşıt grup üyesi dışlanmamahdır. Tarafı­nı tuttuğu şey kabullcnilmclidir. Tuttuğu taraf tanındığında kişi rahatça konuşabilir.

Hatalar

Yardımcılar, bazen bir aile konstelasyonu kurmaya başlar ve birden ne yapacaklarını bilemeyip durmak zorunda kalırlar. De­yim verindeyse yetersiz olduklarını kanıtlamış olurlar. Bu durum danışanı kızdırsa da tuhaf biçimde ona yararı olabilir. Yardımcı kendini suçlamaya başladığı zaman sanki her şey kendi elindey­miş gibi davranır. Ama aslında bu olaydan bir ders çıkarması ge­rekir: Başına gelen şey onun elinde değildir. Hala yapan diğer in­sanlar gibi yardımcı da normaldir. Bu durumun hepimiz üzerin­de iyi etkileri olur.

Kuyu

Rilke: “yaşam temiz kalır çünkü kimse ona hükmedemez” der. Ben bunu aile konslelasyonlarında da uyguluyorum. Konstelasyon, kişiler ona hükmedemeyeceğini bildiği, geçmişlen bu­güne bizi etkilemeye devam eden şeylere güvenmemiz gerektiği­ni bildiğimiz sürece temiz kalır. Bir konstelasyon başarılı olmuş­sa, bu bir lütufıur.

Yardımcı, bir kuyuya benzer. İçinden aralıksız su çıkar. Ama yardımcı su değildir, suyun çıkmasını sağlayandır.

Rahatlatan Görüntüler

Burada bahsettiğimiz görüntüler, düşünsel kavramlar değil­lerdir. Ruhumuza çöken çözümleyici resimlerdir ve görüntüler olarak bizler için birer lütuf olmayı sürdürürler.

îlk görüntü

(tik aile konstelasyonunu çalışmalarında) aile görüntüsü, bir danışanın aile üyeleri için temsilciler seçmesi ve onları mekânsal bir ilişkiye göre konumlandırması ile başlar. Danışan bunu kon­santrasyon içinde yaparsa önünde şaşırtıcı bir resim beliriverir. Danışan ortaya, içinde o anda görünenden farkh şeyler olan bir resim sunar. Bu resimde gizli kalmış bir şey su yüzüne çıkar ve resimle kurduğumuz içsel temasla ailedeki önemli sorunlar ile il­gili bir şeyler anlamaya başlarız. Aynı zamanda bu ailenin sorun­larının olası çözümleri için bir içgörü sahibi de olabiliriz. Ardın­dan bizi çözümleyici resme götüren değişimleri öne sürebiliriz. Aile konstelasyonlarının bir boyutu da bııdur.

Bir diğer önemli yanı ise temsilciler toplandığında, temsil et­likleri kişileri hiç tanımamalarına rağmen, onlar gibi hissetmele­ridir. Bu olay oldukça gizemlidir ve basit bir açıklaması yoktur. Anlamı çok daha büyük bir şeye bağlı olduğumuz ve bu bağ sa­yesinde bize dışarıdan gelemeyecek içgörülere ulaşabildiğimizdir. Burada önemi olan tek resim de budur.

İyileştiren resimler

Çözümleyici görüntülerden konuşmak, içimizde ortaya çık­mayı bekleyen şeyleri, bizleri kilit altında tutarak engellemek is­leyen görüntüler olduğuna da işaret etmekledir.

Hepimiz belli bir ailede dünyaya geldik. Bu ailenin, neyin iyi ve uygun, neyin yasak olduğuna dönük ve çoğu zaman gerçek hayattaki iyi ve kötü kavramlarından bağımsız bazı düşünceleri vardır. Bu yüzden bu tür görüntüleri ardımızda bırakma yolları­nı bulmamız gerekir, örneğin bunlar bizden farklı olan insanları kabullenmemizi ve onların da bizlerle aynı haklara sahip olduk­larını kabul etmemizi engelleyen görüntüler olabilir.

Bizi karışıklığa sürükleyen, bize ve başkalarına zarar verecek şeylere iten görüntülerden içsel olarak arınmalıyız. Bu arınmanın yardımıyla, saygıyla farklılıklar arasında köprü oluşturacak çö­zümlere varırız. Genellikle esas şifa süreci budur: Kalplerimizi çelişkili ve karşıt olduğumuz şeylere açarız ve karşı kutupları kalplerimizde bir araya getiririz.

Bu görüntülerle nasıl bağ kurarız? Bu resimler boşlukladır. Belli bir zamana ait değildir, onları değiştirmememiz gerekir. “Re­simde bunları ya da şunları değiştirecek olsaydık neler olurdu” so­rusunun cevabını merak ettiğimiz zaman, bu resmi bozmuş olu­ruz. Bu resmi görür görmez harekele geçmemeli, resmin ruhu­muzda belki de uzun süre dinlenmesine izin vermeliyiz. Resim, yalnızca bizim değil, konstelasyon hakkında hiçbir şey bilmemele­rine rağmen, diğer aile üyelerinin ruhlarında da etkili olur.

Bir süre sonra, doğru hareket için gerekli olan güç, ruhun içinde birikir ve ardından resmi değil, doğrudan ruhumuzu takip etmeye başlarız. Ama yine de sonunda doğru hareketi gerçekleş­tiren ve ruhtaki değişimi etkin hâle getiren bu resimdir.

İki Tür Duygu

Birincil duygular

Birincil duygu gerçektir ve basittir. Eyleme yönlendirir, eyle­mi destekler ve sonunda bir değişim yaratırlar. Bu duygu içinde, gözler açıktır çünkü bu duygu gerçeklerle bağlantılıdır.

Birincil duygular genelde çabuk ifade edilir. Bu duyguların ifadesine tanıklık edenler, karşısındakinin duygularını anlayıp paylaşabilir ve yine de sakin kalmayı başarırlar.

Dramatik duygular

Birincil duyguların aksine, kendilerini dramatik şekilde ifade eden duygular da vardır. Bunlar ikincil duygulardır. Bu duygular somut bir gerçekliğe değil de içsel bir resme bağlı olduğu için gözler kapalı tutulur. Bu yüzden, içsel resim, gerçekliğin gözünü kapamalıdır.

Farkı görebilmeniz için sizinle küçük bir alıştırma yapaca­ğım. Gözlerinizi kapayın ve anne babalarınızla ilgili şikâyetlerini­zi ve bunun size neler hissettirdiğini hatırlayın. Sonra gözlerini­zi açmadan, anne babalarınızın, gözlerinizin içine baktığını ve bu göz temasını devam ettirdiğinizi hayal edin. Ve şimdi onların gözlerine bakarak şikâyet etmeyi deneyin.

Gözleriniz açıkken hissettiğiniz duygu birincildir, basittir, harekete yönlendirir ve anne babalarınızı serbest bırakır. Şikâyet dolu diğer duygular ise içsel resimler tarafından yönlendirilirler ve gözleriniz kapalıyken canlı kalırlar. Gözlerinizi açtığınız anda, bu duygulara daha fazla tutunamazsınız.

Bu dramatik duyguların amacı nedir? Bu duygular kendileri eyleme geçmez, başkalarını etkilemeye ve eylemde bulunmaya zorlar. Başkaları, bu duygulardan rahatsızlık duyarlar. Bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünür ama aynı zamanda bir şey yapa­mayacaklarını da bilirler. Dramatik bir duygu ortaya çıktığı za­man, biri yardım etmeye çalışınca diğer kişi yardım edemeyece­ğini ona kanıtlar. Dramatik duyguları olan kişi, yapılacak hiçbir şey olmadığını kanıtlamahdır çünkü bu duygunun işlevi tam da budur, yani eylemden kaçınmaktır.

Rüyalar

İnsanlar size rüyalarını anlattığında aynısını hissedebilirsi­niz. Rüyaları birincil ya da ikincil duygulara göre de gruplayabiliriz. Biri size rüyasını anlattığında özellikle “Rüyamda seni gördüm” diye başladıklarında, bu rüya bir sorunu sürdürme­ye, bazen de diğer kişiyi incitmeye yöneliktir. Rüya, bir suçla­ma içerir. Böyle bir rüyayı analiz etmemeli ya da üzerimize alınmamalıyız.

İyi göz ve kem göz

Bir başka gözlemimden bahsedeceğim. Birinin gözlerinin içi­ne bakarken, o kişi hakkında kötü bir şey düşünemez ve konu­şamazsınız. Bunu, biri size bir başkasının hakkında ya da sizin hakkınızda kötü bir şey söylediği zaman gözlemleyebilirsiniz. Konuşmaya başlamadan önce yana doğru bakarlar çünkü ancak burada bir görüntü oluştururlar. Direk göz teması kurduğumuz­da bu görüntüyü koruyanlayız.

Fark Yaratan Yardım

Psikoterapiden yardım bekleyen birçok kişi, çocuklukların­dan gelen bir şeyi ele almaları gerektiğini düşünür. Belli meselelere yıllarını, belki de çocukluk yıllarından fazlasını harcarlar. Tabiî ki bazen çözülecek şeyler vardır ama birçok kişi için geç­mişe dönmek, şu anda içinde bulundukları durumun gerçekle­rinden ve gerekliliklerinden kaçmanın bir yoludur.

Psikoterapist bir arkadaşım kansere yakalanmıştı. Beni ara­yıp “Halletmem gereken bir şey var. Babamla 8 yaşımdayken olan ilişkimi açıklığa kavuşturmam lazım” dedi. Ben de ona: “Yakın­da öleceksin, neyi açıklığa kavuşturmak istiyorsun?” dedim. Ba­na çok bozuldu ve telefonu kapattı. Birkaç ay sonra da öldü.

İlgilenmemiz gereken konu

Biri bir sorunla geldiği zaman kendimize şunu sormalıyız: Karışmamız doğru olur mu? Sorun, içinde bulunduğumuz za­man açısından ne derece önemli ve kişinin bu dünyada ne ka­dar vakti kaldı? Çok defa ölümcül hasta görünen kişilerin, yak­laşan ölümleri yerine, geçmişlerindeki bir meseleye takıldığını görürüz. Böylelikle o anda esas önemli olan şeyi bir kenara bı­rakmış olurlar.

Bazılarının geçmişlerindeki bir şeyin onlara takılıp kalması yüzünden, geçemeyecekleri bir sınıra geldiklerini görürüm. O zaman geçmişlerindeki şeyi kısaca çözüme kavuştururum. Bu onlara, harekete geçmeleri için güç verir ve böylece yola devam edebilirler. Geçmişlerinde, yaşamlarının belirli bir noktasında bir şeyleri kaybetmişlerdir ve ilerleyebilmeleri için bunun ne olduğunu gerçekten öğrenmeleri gerekir. Kaybedilen şey, onlar için önemli bir kişiyle olan ilişki ya da güven duygusu olabilir. Arkalarında bıraktıkları şeyi, geri kazanırlarsa yolculukları kaldı­ğı yerden devam edebilir.

Birçok kilitlenme olayında gördüğümüz gibi, insanlar bazen kendilerine ait olmayan bir yükü sırtlanırlar. Kilitlenmeler, o yü­kü ait olduğu yere bıraktıklarında çözülür. Ardından tek başları­na yola devam ederler.

Kısa ve kesin

Çoğu kişi psikoterapiye düzelebilmek düşüncesiyle gider. Yani sorunlarını bir terapiste tıpkı birinin saatini, saatçiye göster­diği gibi gösterirler. Saatçi sorunu bulur, saati tamir eder ve geri verir. Tamamlama kavramı, bu düşünceyle ilişkilidir, yani bir te­rapi eksiksiz olmalıdır.

Aile terapisinde bile, konstelasyon uygulayıcıları, kişinin tüm sorunlarını çözmeleri gerektiğini düşünür. Danışanın bütün aile üyeleriyle olan sorunlarını çözüme kavuşturmak için belki de on tane konstelasyon çalışması yaparlar. Ama böyle yapmak istedikçe de güçlerini kaybederler.

Aile konstelasyonlarında önemli olan şey, ruhla ilgili nokta­ları belirginleştirmektir. Bu noktalar belirginleştikten sonra süreç başlar. Bu yüzden genelde bir seans yeterlidir. Yeni bir bilgi ya da durum olmadıkça fazla seansa gerek yoktur. Kişi, bir başka kons­telasyon çalışmasını bir belki de bir iki yıl sonra yapar.

Ölüm kalım meselesi

Aile konstelasyonu çalışmaları, işleri yoluna koymak için olmamalıdır yoksa kişi birbiri ardına konstelasyon çalışmaları­na katılır. “Gidip ailemde neler olup bittiğine bir bakayım” dü­şüncesiyle meraktan da yapılmamalıdır. Kişiyi sıkan bir mesele olmadan, konstelasyon çalışması yapılamaz. Aile konstelasyo­nu, bir ölüm kalım meselesi olduğu zaman uygundur. Tüm ger­çek meydana çıkar, sonra biri geri çekilir ve her şeyi daha bü­yük bir güce bırakır.

En uzaktaki sınırlar

Bir yardımcı olarak çoğu zaman danışanla en son noktaya ka­dar giderim. Bulunduğu yolda yürümeye devam ettiği takdirde kişiyi olası sonuçlarla yüzleştiririm. Danışanın sonuçların bilin­cinde olması için hiçbir şekilde durumu yumuşatmam. Danışan olayların tam olarak bilincinde olursa daha ılımlı bir çözüm im­kânı yakalayabiliriz. Bu çözüm, ancak durumun önemiyle yüz­leştiğimizde gerçekleşir; burada da yardımcının cesaret ve güven vermesi gerekir.

Birçok kişiye çok acımasızca ya da tepeden inme gelebilir ama bu mütevazı yaklaşım, gerçekliğin olduğu gibi ortaya çıkma­sına izin verir ve gerçekle uzlaşır.

Saygı

Yardımcı sadece kontrollü olduğu müddetçe yardım edebilir. Kontrollü olmanın bir yanı da danışanın ona saygı duymasıdır. Bu da danışan, yardımcının kararına saygı duymalıdır demektir. Ak­si takdirde danışan yardımcıya ne yapması gerektiğini dikte etmiş olur. Yardımcı, danışanın islediğini yaparsa sonuç ne olur? Danı­şan, sorunlarından kurtulamaz ve bir başka yardımcıya gider.

Bizler sadece danışanın oyunları bittiği zaman ona yardım edebiliriz. Aksi takdirde bu, yardımcının vaktini çalmaktan baş­ka bir şey olmaz.

Konsantrasyon

Konsantrasyon, yardım etmenin ilk aşamasıdır. Bununla ilgi­li bir alıştırma yapmak istiyorum.

Yardım etmeyi istediğiniz birini düşünün. Onunla aranıza belli bir mesafe koyun. Etrafınıza bir daire çizin, kendinizi gü­vende hissedeceğiniz ve dışarıdan kimsenin giremeyeceği güven­li bir alan yaratın.

Sonra bu kişiye bakın ve arkasında onun anne ve babasını gö­rün. Onların önünde eğilin ve “Burada küçük olan benim. Büyük olan sizlersiniz” deyin.

Sonra diğer önemh insanları ve onların arkasındaki annean­ne ve dedeleri görün. Kişinin yanında kişinin suçunu görünce de suçun önünde eğilin ve suça, “Burada küçük olan benim” deyin.

Korkusuzca ve hiçbir amaç gütmeden doğru zamanı bekle­yin. Ne yapabileceğinizi, nerede durmanızı, nerede müdahale edeceğinizi ya da nerede susmanız gerektiğini söyleyen bir işaret gelecektir.

Bir başka boyut

Bu çalışma, bizi daha önce algılamadığımız boyutlara taşıya­cak. Benim için bile her defasında yeni bir şey oluyor. Bu tip bir çalışma, birçok açıdan diğer yaklaşımlardan ayrılır.

Normalde kendimize bir amaç veya başarmak istediğimiz bir şey belirleriz. Sonra oraya gidecek bir yol seçeriz. Tıpta ve psikoterapide doktor önce teşhis yapar. Teşhise göre tedavi seçilir. Seçtiğimiz yol, önceki deneyimlere dayanır.

Burada, bu çalışmada açıklamalar ve teşhisler yoktur. Amaç da yoktur. Hâlâ bilemediğimiz bir sonraki adım, konsan­trasyon sonucunda ortaya çıkar. Bizi karanlığa, bilmediğimiz bir yere doğru götürür. Sadece en sonunda, geriye dönüp bak­tığımızda yolu ve yolun bizi nereye götürdüğünü görürüz. Bu yüzden bu tip bir çalışma, bilmediğimiz bir şeye tamamen gü­venmemize dayanır ve bizi, kendimize güvendiğimiz zaman yönlendirmeye devam eder.

Alçak gönüllülük

Bu çalışma bizi, bir şeye kapasitemizle ulaşabileceğimiz fik­rinden uzaklaştırıp bizi içimizden yönlendiren bir şeyi bekleme fikrine doğru iter. Bu yüzden bu yaklaşım mütevazıdır, danışanın ne ağlamaları ne de acısı yardımcının aklım çelebilir. Yardımcı, kendi yardım etme isteğine bile aldanmaz. Yardım ettiğim za­man, konsantrasyon içinde olmaya devam ederim ve danışanın kaderiyle uyum içerisinde olurum. Bu kaderi değiştirmem isten­mez. Sadece danışanın ruhundan bir şey, bana izin verir ve ona yardım etmemi sağlarsa bana sunulan hareketin içinde olurum.

Acımak

Danışana acımak en tehlikelisidir. Danışanın acısına dayana­mayıp ona bu yüzden yardım etmeyi istemek tehlikelidir. O da­kika zayıf ve aciz olan kişi, ben olurum. Ama danışanın acısına saygı duyup dayanırsam ona bir başka boyutta dönerim. Bu bo­yut, acımanın aksine, güç boyutudur.

Anneyle ilişkinin kopması

Anne ile çocuk arasındaki en derin kopukluk, annenin doğu­mun ardından ölmesidir.

Bu noktada, anne ile çocuk yeniden bir araya gelse bile ayrı­lık acısı devam eder. Birçok ailede çocuk, annesinden oldukça er­ken koparılır. Örneğin, çocuk hastaneye kaldırılır, annenin ziya­ret etmesi engellenir. Ayrılık bazen doğumun hemen ardından, örneğin çocuk erken doğup da kuvöze alındığında da gerçekle­şir. Sezaryen de erken ayrılığa neden olur.

Çocuk için ayrılık çok acı bir deneyimdir. Bu acı, ayrılıkla birlikte yerini ölke ya da ümitsizliğe bırakır. Anne döndüğü zaman, çocuk yaşadığı acı yüzünden onu bir kenara iter. An­ne, çocuğunun davranışıyla ilgili bir belirsizlik yaşar, neyi yan­lış yaptığını düşünür ve kendini geri çekerek tepki gösterebi­lir. Bu yüzden anne ile çocuk aslında, gerçeklen tekrar bir ara­ya gelmezler.

Bunun yaşam boyunca süren etkileri olabilir. Anneyle ve ba­zen babayla olan ilişkinin bu kadar erken kopmasından sonra ço­cuk, diğer insanlara da sokulmaz. Sonra çocuk büyüdüğünde, çocukluğunda yaşadığı bu deneyim davranışlarını etkilemeye de­vam eder; kişinin zihnine sessizce işlenir ve yetişkin olduğunda kişi buna göre hareket eder. Bu yetişkin, başka bir kişiye doğru hafifçe yöneldikten sonra geri çekilir, bir kenara geçer ve başla­dığı yere, hiçbir yere varmayacak olan yeni bir dairesel harekete başlamak üzere geri döner.

Burada çözüm nedir? Duruma, anneye karşı harekelin kop­tuğu yere geri dönmeli ve hareketi tamamlamalısınız. Terapist burada anneyi temsil etmeli ve çocuğun gitmesine izin vermeme­lidir. Çocuk kaçıp kurtulmak istediğinde anne onu rahatlayana kadar sıkıca tutmalıdır. Sonra kopmuş hareket devam eder ve amacına ulaşır.

Ölüyü serbest bırakmak

Birçok sorun ölmüş kişilerle ilgilidir. Ölmüş kişiler bizi etkiler, bazen biz de onları etkileyebiliriz. Ailemizde ölmüş kişilerle ilgili çözüme kavuşmamış meseleler varsa bu meseleler, içinde bulun­duğumuz anı etkiler ve bir tür rahatsızlık olarak ortaya çıkar. Böylece geleceğe bakmak yerine, geçmişin pençesine takılırız.

Ölmüş kişilerle ne şekilde bir ilişkimiz vardır? İlişkimiz on­ları hatırlamak düzeyindedir. Çoğu zaman onları sevgiyle hatır­larız, özleriz, onlara sevgiyle bağh kalır ve yaslarını tutarız.

Peki, bunu yaptığımız zaman ölüler nasıl etkilenir? Kendile­rini daha mı iyi hissederler? Onları bu şekilde hatırlayarak ne yapmış oluruz? Onları tutmaya çalışırız. Burada uygun olan ne­dir? Ölüm yakın bir zamanda gerçekleşmişse acı ve üzüntü duy­mak uygundur. Bu duygular bizi ölmüş kişiden ayırır. Belki öl­müş kişiye yardımı olur; onları özgürleştirir.

Ölmüş kişi için yararlı olacak şekilde nasıl yas tutalım? On­lardan edindiğimiz güzel şeylere baktığımızda ve onlara: “Teşek­kür ederim. Senden aldıklarımı çok değerli sayıyorum ve onları iyilik amaçlı kullanacağım” dediğimiz zaman, ölmüş kişiler bizi serbest bırakabilirler çünkü bize verdiklerinin, içimizde devam ettiğini görürler. Bu sözler bir amaca hizmet etmiştir.

Bu bir yoludur. Ama çoğu zaman ölmüş kişiler için üzüntü­müz sürer. Onlara yönelik içimizde duyduğumuz kırgınlık bir türlü bitmez. Bize gelen birçok danışan, çok zaman önce ölmüş olsalar da anne babalarına hâlâ kırgındır. Bu yüzden yaşayan kişi, ölüye bağlı kalır. Ölmüş kişilere, beklentilerimiz ve isteklerimiz­le sıkıca tutunduğumuz için onlar belki huzur bulamazlar.

Burada çözüm nedir? Onlara: “Geçmişte her ne yaşandıysa benim için önemliydi” deriz. Bu doğrudur çünkü geçmişte yaşa­nanlar, kabul etliğimizde ve razı olduğumuzda bizim için bir güç kaynağı olur. Geçmişte yaşananlar artık daha değerli, hatta paha biçilmez olur. Oysa geçmişi reddettiğimizde geçmiş, bizim için bir külfete dönüşür. Yani barış hâlinde olmadığımız ölmüş kişi­ler varsa ve hala onlardan istediğimiz bir şey varsa onlara, “Te­şekkür ederim” deriz. O dakika geçmişteki her şey çok değerli bir hâzineye dönüşür.

Kendilerine yanlış davrandığımız, belki de fiziksel olarak zarar verdiğimiz ya da hayatlarında kötü bir şeye sebep olduğu­muz için ölümünden suçluluk duyduğumuz kişiler de vardır. Üzerimizde hakka sahip oldukları için biz onlara, onlar da bize bağımlı kalır.

Tabiî bu sadece bir imge midir yoksa gerçekten böyle midir bilemeyiz. Ama bu imgenin, üzerimizde iyi etkileri olabilir, örne­ğin kendisine borçlu olduğumuz ölmüş kişiyle sevgi teması kur­duğumuzda ve ona, “Özür dilerim. Telafi edebileceğim bir şey varsa bunu yapmak istiyorum” dediğimizde bu bizi olumlu etki­ler. Bazı durumlarda bu kişinin çocukları için iyi bir şeyler yapa­biliriz. Bunu kabul ettiğimizde ve kendimizi buna adadığımızda biz ölmüş kişiyi, o da bizi bırakabilir.

Ama bazen başkalarına öyle adaletsiz şeyler yapar ve onları öyle yanıltırız ki, ölümlerine neden olmak gibi, ruhlarında ve be­denlerinde tamiri mümkün olmayan öyle yaralar açarız ki bu yanlışı düzeltemeyiz. Hatta ölümü hak ettiğimizi bile düşünürüz.

Bununla nasıl baş ederiz? Onlara: “Suçumun ne kadar büyük olduğunu biliyorum. Bunu unutmayacağım. Bundan, kefaret ödeyerek kurtulmaya çalışmayacağım. Bunu unutmayacağım için içimde bir güç buluyorum. Bu güçle senin adına iyi şeyler yapacağım” deriz. Ardından ölmüş kişi bizimle uzlaşır. Bizi, bizden bir şey islemeden bırakır, biz de onları huzur içinde bırakırız.

Yardımcılar için bu ne anlama gelir? Yardımcılar olarak hep ölmüş kişilere bakarız. Danışanın ve ailenin yaşayan üyelerinin ötesine, ölülerine bakarız. Onlara saygı duyar, söyleyeceklerini dinler ve danışana iletiriz. Danışanlara ölülerle ilgili şeyleri açık­lığa kavuşturmalarında yardımcı oluruz, böylelikle onların da öz­gürleşmesini sağlarız.

Yardımcılar ve psikoterapistler olarak eğitimlerde öğrendik­lerimiz böyle bir görev karşısında başarısız olur. Başka bir şeye daha ihtiyaç duyarız; kendimizi bu güce açarsak derinliği, engin­liği ve gücü içimizde hissederiz.

Çözüme dönük eylem

Bir danışan neden kaderinden ya da anne ve babasından şi­kâyet eder? Ne yapmaya çalışır? Başkasının kendisine acımasını ve kendisi yerine hareket etmesini ister. Böyle bir isteğe uymak, bizleri hiçbir zaman başarıya götürmez.

Kişi yine dc bu şikâyetlerle başka bir şekilde başa çıkabilir. Da­nışan kaderinden ya da anne babasından şikâyet etliğinde onun meseleyi anlatmasına izin verir, halta “ Peki tam olarak ne oldu?” diyerek daha çok ayrıntı isteriz. Sonra tüm hikâyeyi dinlemeye başlarız. Ardından: “Anne babanı serbest bırakmak ve kendi ola­naklarınla bir şeyi başarmak için iyi bir fırsat geçmemiş mi eline? Senin yaptığın şeyi senin durumundaki başka birilcri yapsaydı ba­şarılı olamazlardı çünkü onlarda şendeki güç yok” deriz.

İnsanların başına ne gelirse gelsin, bununla ilgili bir şey yap­tıkları zaman, bu uğraş onlara büyümeleri için güç verir. İnsan­ların geçmişinde yaşananlar, bundan kaynaklanan eylemler için onlara güç verir ve bu eylemler içinde geçmiş yücelir. Bu yüzden, yardımcı, danışanın söylediği her şeyin içinde bir büyüme potan­siyeli ve eylemde bulunmasını sağlayacak bir yol arar.

İnlemeye ve sızlanmaya devam eden bir danışan ile çalışma­ya devam etmek, yararlı değildir. Bu danışana yapabileceğiniz en büyük yardım ona, “Bu benim için çok tehlikeli” demenizdir.

Şikâyet eden ve sızlanan biri tehlikelidir. Bir süre sonra, bu ki­şiyle çalışmayı reddedebilirsiniz. Kimse bu tip bir danışandan daha saldırgan olamaz, bu yüzden şimdiden kendinizi savunmaya alın.

İsledikleri yapılmayan ve bu yüzden hayal kırıklığı yaşayan danışanlar tarafından suçlanan ve eleştirilen terapistler vardır. Bu tip danışanlar suçlamada bulunarak nihayet bir eyleme geçtikle­ri için kendilerini iyi hisselseler de bu durum aslında onların iyi­liğine değildir.

* *

Yardımcı, düşüncesiz ve sorumsuz yardımla veya danışanın kaderinden üstün olduğu tulumuyla bir ölüm kalım meselesine yaklaştığında ruhunu ve bedenini tehlikeye atar. Kimse kendine ve danışana zarar vermeksizin Tanrı’yı oynayamaz.

Korku

Danışanlara zarar verecek riskli şeyler söyledim diye birkaç kez suçlandım. Burada çok farklı bir bakış açım var. Bir terapist, danışana zarar veremez. Danışanı öldürmediklen sonra yardımcı ona nasıl zarar verebilir ki? Bir icrapist danışanına nasıl zarar ve­rir? Hepimiz islediğimiz şeyi yapmakla özgürüz. Yardımcı danı­şanına zarar verecek bir şey yaptığı izlenimi uyandırdığı zaman, danışan bunun bu şekilde olmasını istemiştir. Böyle danışanlar bunun olmasını ister ama sorumluluk almaktan da kaçınır. Ger­çekten de bir terapist, bir yetişkine zarar veremez. Ben bir şeyi yanlış söylediğimde herkes bunu farkh görmekte serbest lir.

Ama bir yardımcı benimki gibi yol aldığı zaman, bazı insan­ların, “Bu olmamalı, imkânsız bir şey bu” diyeceklerini bilmeli­dir. Bazıları terapisti, görevini kötüye kullanmakla bile suçlaya­bilir. Yardımcı, korkuya boyun eğdiği zaman ne olur? Algıda net­liği kaybeder ve insanlar bu yardımcıya artık güvenemezler.

Bu işi yaparken böyle bir korkuyu arkanızda bırakmış olma­nız önemlidir. Bu korkuya teslim olan yardımcı, bir çocuğa dö­nüşür veya danışanına bir anne ya da baba olarak korku işleme­ye başlar. Böyle bir durumda algımıza güvenmek, güce ve bunu ifade edecek cesarete sahip olmayı gerektirir.

Şimdi kendinizi sınayın, bir şeyi benim söylediğimden farklı algılayıp algılamadığınızı ve algıladığınız şeyi söyleyecek cesare­te sahip olup olmadığınızı sorgulayın.

Dikkat

Varlığımız pek güvende değildir. Hayatımızda hiçbir şey açıkça tanımlanmamışım. Sınırlar belirsizdir ve zaman zaman kendimizi kaybedebiliriz. Psikolojik dengemiz tutarsızdır. İnsan­ların ilaçlar ve özel egzersizlerle, ruhani sınırlarının ötesine geç­me çabalan tehlikelidir. Güvenliğimizi tehlikeye atacak şeyler yapmadığımız sürece her şey yolundadır.

Nehir

Gözleriniz kapayın. Elinizdekileri bir kenara bırakın ki dik­katiniz dağılmasın. Kendinize odaklanın, içinizden çıkanlara ışık tutun ve kendini göstermesine izin verin. Hiçbir şey istemeden, ona korkusuzca bakın. Dünyayı yeni gören bir çocuk gibi rahat konuşun. Sözcükleri ve tanımlamaları henüz bilmeyen, adını duymadığı bir kuşun cıvıltısını dinleyen bir çocuk, doğayla her­kesten daha çabuk iletişime geçer.

Ruh, bir nehir gibidir. Bu nehre adımınızı attığınız gibi, sizi alıp götürmesine izin veririsiniz. Nereye aktığını bilmeden gü­venle sürükleniriz. Kendimizi onun korumasına bırakırız.

Bireylerle çalışacağım zaman sadece onlarla değil, hepinizle çalışmış olurum. Kişilerde ortaya çıkan, insani nitelikler hepimi­zi ilgilendirir. Ruhumuza derinden tesir ederler ve onlarla yaşam dediğimiz nehirde birlikte yüzeriz.

Denkler Arasında Yardım

Üstünde ve altında

Freudçu yaklaşımda psikoterapi ve tüm dalları; temel varsa­yım olarak tıbbi modeli alır: Bir tarafta hasta, bir tarafta doktor, biri yardıma muhtaç, diğeri bu kişiye neyin yardımcı olacağını söyleyen uzman bir yardımcı. Bu varsayım, belirli bir ilişkiyle so­nuçlanır. Fiziksel olarak hasta ile doktor arasındaki ilişki bir ye­re kadar geçerli ve mantıklı bir modeldir. Peki, aynısı psikotera­pi için de geçerli midir?

Bu yaklaşımı kullandığımda danışan, terapinin sonunda başlangıçtakinden daha gelişmiş midir yoksa gerilemiş midir? Tera­pi, büyümesini desteklemiş midir yoksa onu daha da çocuksu bir konuma mı indirgemiştir?

Eyleme geçmek

Her danışana eşit davranırım ve kendini yardıma muhtaç bi­riymiş gibi tanıtan kişiyle çalışmayı reddederim. Kişi yardıma ta­bii ki muhtaçtır ama burada önemli olan, onun eylemde bulun­maya istekli olup olmadığıdır. Birey, eğer eyleme geçmeye işlek­liyse ve kendine yol gösterecek birini arıyorsa ona yardım edebi­lirim. O zaman benim yardımımla bana bağımlı olmaz ve kendi başına hareket edebilir.

Sızlanmak

Kişi kötü geçen gençlik yılları için sızlandığı zaman eyleme geçmek isliyor mudur? Bunları bana anlatma nedeni bir bahane aramaktır, eyleme geçmek değil. Böyle bir danışana yardım et­mek için sarf edeceğim tüm enerji boş yere olabilir. Kişinin büyümcsini sağlayacak ruh hareketiyle uyumlu davranma hevesi engellenmiştir. Bu yüzden, her şeyden önce hu kişiyle çalışıp ça­lışamayacağımı değerlendiririm.

Olaylar

Burada kabul edilmesi gereken en temel şey, insanların bugün­kü kişiliklerinin altında, ailelerinde yaşanan ve tüm hayatlarını et­kileyen olayların yattığıdır. Örneğin, ailede birinin genç yaşta öl­mesi aileyi altüst eder. Ya da bir çocuk evlatlık verilmiş; bir cina­yet, suç ya da bir başka ciddi olay yaşanmışsa sistem bozulur.

Bu gibi olaylar, danışanın şimdiki aile sisteminde dc yaşan­mış; yani danışan, danışanın eşi ya da çocuklarının başına gelmiş olabileceği gibi danışanın babası, annesi, kardeşleri ya da daha önceki kuşak üyelerinde de olmuş olabilir. Bu gibi belirleyici olaylar birkaç ya da birçok kuşak öncesine kadar geriye gidebilir.

Bu yüzden bir danışan benimle çalışmak istediğinde ona ilk sorum: “Ne oldu?” olur. Bu sorunun yanıtı üç cümlede verilebi­lir. Duyguları işe karıştırmaya ya da anne babanın nasıl insanlar olduklarım bilmeye gerek yoktur. Bunlar sadece akıl karıştırır. Önemli olan belirleyici olaylardır.

İçsel Aile Konstelasyonları

Bazen aile konstelasyonları boyutsal olarak gerçekleşmez, daha çok içsel bir süreç olarak kalır. Bir seminerde bir adam bana yaklaşmıştı. Bir şeyler yüzünden bunaldığı çok belliydi. Ona gözlerini kapamasını söyledim ve ruhumda bir konstclasyona başladım.

Geri çekildim ve onu kendi ruhuyla baş başa bıraktım. Anne­sine, babasına, kardeşlerine ve atalarına baktım. Aile üyelerinin kaderlerine baktım ve önlerinde saygıyla eğildim. Adamın geldi­ği yerin çok ötesine baktım.

Ona hiçbir şey sormadım, hiçbir şey söylemedim. Ait olduğu yerde herhangi bir müdahaleden uzak, tek başınaydı. Bu yüzden, içinden önemli duygular çıkmasına izin verdim. Ruhu ona yol gösteriyordu. Birden her şey açığa çıktı; küçük bir çocuktu vc o yaşta başından önemli bir şey geçmişti. Sonra onu bir anne gibi kollarıma aldım. Benimle güvendeydi. Ardından onu meraklı ba­kışlardan korumak için elimi yüzüne koydum.

Ardından içindeki öfkeyi görebildik. Terk edilmiş bir çocu­ğun öfkesiydi bu. Bu yüzden onu daha da kendime doğru çektim. Kürek kemiklerinin ortasına yumruğumla vurdum. Neden mi? Çünkü onunla uyum içerisindeydim. Birden bunun gerekli oldu­ğunu hissettim. Üzerindeki etkisini hemen gördük. Yaptığımın doğru olduğunu gösterdi bana.

Yüksek sesle bağırdığında, ses çıkarmadan nefes almasını söyledim. Çığlık atmak ve bağırmak çoğu zaman bir direniştir. Nefesi sakinleştiğinde ruhuyla daha derin bir temasa geçti. Bir süre sonra, bunun şimdilik yeterli olduğunu, yaşadığıyla başa çıkmak için ruhunun zamana ihtiyacı olduğunu hissettim.

Devretme yoluyla yardım etme

Böyle bir çalışmada konstelasyonla dışarıdan yapmaya çalış­tığımız şey, bazen çoktan içimizde gerçekleşmektedir. Bu hare­ketler ruhtan gelir. Yüz ifadeleri ve danışanın hareketleri bir şe­yin nerede tıkandığını söyler. Sonra danışana engelin üstesinden yavaş yavaş gelmesi için yardım ederiz.

Konstelasyon çalışmasında bir çözüm ararız. Çözüm bulun­duğunda danışan da bir şeyler yapmalıdır.

İyileştirme işlemi burada ruhun hareketleriyle aynı anda or­taya çıkar. Esas işlem zaten o anda orada gerçekleşmekte ya da başlamaktadır. Bu işlem daha da derinlere iner. Aynı zamanda her şey kişinin ruhunda kalır. Dışarıdan müdahale olmaz. Yar­dımcı, herkesin kaderine büyük saygı gösterir.

Ana akını yardım paradigmalarında, çokça dıştan müdahale görürsünüz. Gerekçesi ne olursa olsun, ruhun içinde ne olduğuna aldırmadan höyle müdahaleler yapmakla bir sakınca görülmez.

Bazen yardım etmek isleriz çünkü danışan bir şeyi, belli bir şekilde söylediği için biz de buna cevap vermek isleriz. Ama da­nışanın söylediği şey, gerçek mesele karşısındaki direnişi ifade eder. Bu yüzden bu kadar çabuk müdahale edersek gerçeklen de esas önemli olan şeyle ilgisi olmayan tehlikeli bir oyunu göze al­mış oluruz.

Bu yüzden burada dikkatli olmalı, yardım etme yaklaşımları arasındaki farkı algılamalıyız. “Neyi yapabiliriz, neyi yapama­yız?” sorusuna kendi ruhumuzun vereceği yanıtı dinlemeli ve ya­vaş yavaş bu yanıtla uyum içinde davranmayı öğrenmeliyiz.

Nasıl fenomenolojik yoldaki içgörü, devrederek kazanılırsa bu tür yardım etme de aynı şekilde devretme yöntemiyle gerçekleşir.

Su yüzüne çıkan gerçek

Bu çalışma, terapistin gerçekleştirdiği çalışma sayısıyla değil, terapistin katılımcıların yardımıyla su yüzüne çıkardığı gerçek­lerle ilgilidir. Saklı şey su yüzüne çıktığında çalışma görevini ye­rine getirmiştir. Önemli kısım geçilmiştir. Gerisi ruh tarafından gerçekleştirilir ve bu da zaman alır. Yardımcıya daha fazla gerek kalmaz. Tam tersine, yardımcı daha fazla yardım ederse bir baş­ka ruh ile çatışır.

Kader

Çalışmalarımızda özel bir kadere sahip birçok insanla lanışırız. Mesele bu kaderle nasıl boğuşacağımız, onu nasıl kabul edeceği­miz ve ona nasıl razı geleceğimizdir. Bu kaderin ne zaman kaçınıl­maz olduğunu, kendisiyle uyum içindeyken binlerine yardım et­mek için bize bir şeyler sunduğunu ne ölçüde anlayabiliyoruz?

Kişisel özgürlüğün kapsamı

Çalışmalarımızda, bize gelen bazı insanları kolayca yargıla­maya başlarız. Burada kişinin istediğini yapmakta, hayat şart­ları içinde kendine uygun bir yer bulmakta ve bunu sadece kendisi gerçekten istediğinde değiştirmekle özgür olduğunu kabul etmeliyiz. Aile konstelasyonları aracılığıyla kişisel öz­gürlük alanının oldukça küçük olduğu içgörüsünü kazanırız. Özgürlük düşüncesi küçücük yüzeysel bir şeye dönüşür, hafi! bir yük hâline gelir.

Kaderimiz olan ailemiz

Her şeyden önce, kader, sonraki kuşakların kaderini belir­leyecek olayların yaşandığı belirli bir aileye ait olduğumuz an­lamına gelir. Kader ya da kaderin belirledikleri, aile üyelerinin ailelerine olan bağlılığı ile anlaşılır. Örneğin, bir intiharın ya­şandığı bir ailede, bunun sonraki kuşaklarda devam eden etki­leri olur ve ailedeki diğer bireyler de intiharla ya da başka yol­larla ölme isteği taşıyabilir. Araştırma yaparak kuşaklar önce bi­rinin kendini öldürmek istemiş olduğunu ama öldüremediğini de ortaya çıkarabiliriz. Bitmemiş bir mesele, gelecek kuşaklara da taşınır. Aile üyeleri bu tamamlanmamış mesele yüzünden nedenini bilmeden bir yükümlülük hissedebilir. Şizofreni has­talığının altında çoğu zaman şizofren kişinin, bir katili ve kur­banı temsil ettiği gerçeği yatmaktadır.

Böyle bir duruma yakalanmış biriyle çalışırken cesaret ver­mek ya da yalvarmak işe yaramaz. Danışanın geçmişinde, bu kaderin nerede harekete geçtiğini bulmamız gerekir. Bu soru­nun kişinin özgür iradesinin çok daha ötesinde olduğunu var­sayarsak onunla kolaylıkla ilişki kurabiliriz. “Bunun nereden geldiğine, nereden kaynaklandığına bakalım” dediğimiz zaman, danışan anında üzerindeki yükün hafiflediğini hisseder. Bu bi­le tek başına yardımcı olur.

Nesiller

Dan van Kampenhout, kitabı Şifa Dışarıdan Gelir’de, tekrar­lanan durumların nasıl gün yüzüne çıkartılabileceğini ayrıntıla­rıyla anlatır. Önce bir danışanı konumlandırırsınız. Sonra anne ve babanın kuşağından bir temsilciyi onun arkasına, ardından da büyük anne ve büyük babaya ait bir temsilciyi konumlandırırsı­nız. Bu şekilde pek çok kuşağı; belki sekiz, belki de on kuşağı, hatta daha fazlasını bile konumlandırabilirsiniz. Yeteri kadar beklediğinizde katılımcıların tepkilerine bakarak belirleyici ola­yın hangi kuşakta meydana geldiğini söyleyebilirsiniz.

Bir başka yaklaşım, danışanın atalarının hizalandığı yerde ya­vaşça yürümesini ve her bir kuşakla neler olup bittiğini anlama­sını sağlamaktır.

Belirleyici hareket her zaman bir cinayettir. Bu tip taşınması zor kaderlerin, aile içindeki bir cinayetten kaynaklandığına çok kez tanıklık ettim. Kimi zaman hem katil hem de kurban, danı­şanın ailesindendir ve en ağır durum budur. Bazen de katil ve kurban ayrı ailelerden gelmekledir.

Kuşaklara indikçe huzursuzlaşan ya da bakışlarını yere indir­miş birini görebilirsiniz. Belirleyici olayın yaşandığı kuşak bu­dur. Kurbanı temsil eden kişi, huzursuzlaşan kişinin önünde ya­tar, böylece kurban ve suçlu hirbırlcriyle temas kurar. Tabi­i ki bizler ne olduğunu bilemeyiz, zaten bilmemiz de gerekmez. Sadece bir şeyler olduğuna tanık oluruz. Bu noktada genelde kurbanla suçlu arasında, onları hır araya getirecek bir şey yaşa­nır, örneğin suçlu kurbanın yanına uzanır. Böyle bir şey yaşandı­ğında, olayın ardından dünyaya gelmiş kuşaklarda da rahatlama belirtileri görebiliriz. Danışan da bunu görür. Bu kısa ve basit bir yöntemdir, uzun araştırmalara gereksinim bırakmaz. Sonuçları, yararlılığını kanıtlar.

Bazen kader çok büyük olduğa için hiçbir şey yapılamaz. Bel­ki de bu kadar büyük bir kaderi çözecek iegörülere crişemeyiz.

Ama şimdi size çözümün, sürpriz bir biçimde ortaya çıktığı bir olaydan bahsetmek istiyorum.

İyileştirici güç

Tayvan’da şizofren bir annesi olan bir katılımcı vardı. Danı­şanın dört kızını konumlandırdıktan sonra içlerinden biri, garip davranmaya başladı.

Danışana ailesinde herhangi özel bir durumu olup olmadığı­nı sordum. Danışan büyük dedesinin, kendi kardeşi tarafından öldürüldüğünü hatırladı. Büyük dede ile kardeşini karşı karşıya getirdim ama büyük dedenin kardeşi, sadece bir suçlu gibi değil, aynı zamanda bir kurban gibi de davranıyordu. Sonra annelerini, yani büyük anneyi de konumlandırdım ve katılımcıların tepkile­rinden, gerçek suçlunun o olduğunu, kardeşi kardeşe karşı kış­kırttığını anladık. Büyük dedenin kardeşi allak bullak oldu, çün­kü hem suçlunun hem de kurbanın enerjisini içinde hissetmişti. Kardeşine ve annesine yaslanmasını sağladım ve birden erkek kardeşin tüm karmaşası çözüldü.

Sonra aynısını tüm kuşaklarda yaptım. Herkes arkasında du­ran kişiye yaslandı. Danışanın annesi de dâhil, herkesin aklında­ki bulanıklık sona erdi. Ama danışanın kızının kafa karışıklığı sürüyordu. Ona hiçbir şekilde yardım edecek bir yol bulamadım. Çaresizlik içinde onu büyük ninenin yanma götürdüm. Büyük nine onu kollarına aldı, kız da rahatladı. Sonunda şifa gücü sis­tem içindeki kadın katilden geldi.

Büyük kader

Bazen bir şeyi yapmaya iznimiz olup olmadığını bilmeyiz. Yardımcılar olarak o zaman kadere boyun eğeriz. Hiçbir şey yapamayacağımız su yüzüne çıktığı zaman açık açık: “Burada yapabileceğim hiçbir şey yok”deriz. O zaman yönetimi kader ele alır.

Kader, şüphesiz burada büyük ruhun egemen olması anlamı­na da gelir. Bazen çözümler bu şekilde doğar. Bir çözüm belirtisi yoksa örneğin, birinin intihar edeceğini gördüğümüzde ve elimiz­den bir şey gelmediği zaman, bu o kişinin ruhu için kötü müdür? Bu yargıda bulunmaya hakkımız var mıdır? Belki de büyüklük, sevgi ve memnuniyet duygusu kendisini bu hareketle ifade ediyor­dur. Bu bakımdan yardımcılar olarak bizler böyle bir kadere teslim olmayı ve onun bizden baskın çıktığını kabul etmeyi isteriz. O za­man soğukkanlılığımızı korur ve yardım için kendimizi toplarız.

Erken ölüm

Aynı durum ölüm için de geçerlidir. Birinin genç, hatta doğ­madan önce ölmesi ya da yaşlı ölmesi bir fark yaratır mı?

Yakın zamanda kendimi ailemdeki ölülere tanıttığım bir alış­tırma yaptım. Annemin ailesinde 5 kişi genç yaşta ölmüş. Kendi­mi bu çocuklara tanıttım. Kendimde, onlardan gelen çok büyük bir güç hissettim.

Ölüler bu dünyadan göçüp gitmezler. Onları kabul ettiğimiz ve kendimizi onlara tanıttığımız zaman, onlardan bize yarar ge­lir. Ölüler kendilerini bir şeyleri kaçırıyor gibi hisseder mi? On­larla bağlantı kurduğumda benim aracılığımla etkilerini sürdü­rürler ve bununla teselli bulurlar mı? Bilmiyoruz. Bu nedenle ha­yatın ve ölümün gerçekliğini olduğu gibi kabul ederiz.

Yardımla ilgili daha fazla kaynak için Ek A’ya başvurabilirsiniz.

RUHANİ AİLE KONSTELASYONLARI

Giriş

Ruhani aile konstelasyonlarında neler yenidir?

1.     İçsel tutum.

Konstelasyon lideri, her aşamada bir ruhani zihin harekeli­nin yol göstermesine teslim olur. Hareket, kiminle çalışabile­ceğimiz, ne kadar ileri gidebileceğimiz ve ne zaman durma­mız gerektiği konusunda bize yol gösterir.

2.     Herkese ve her şeye olduğu gibi rıza göstermek, onları say­mak, sevmek ve yargılamamak.

3.     Endişe ve tasadan uzak olmak; kaderleri ve suçları her ne olursa olsun, herkesin ve her şeyin bu ruh hareketi taralın­dan yönlendirildiğini kabul etliğimiz için endişe ve tasadan uzak oluruz.

4.     Peşin hükümlü olmamak

Yardımcı ya da danışan için doğru ya da yanlış zannedilen şey­ler için peşin hükümlü olmamak gerekir. Bu yüzden yardımcı, içgörü ya da kesin gözlemlerden gelen talimat ya da ruh hare­ketleriyle uyumlu olarak gönderilen her işarete açıktır.

Felsefe

Bu çalışmada biraz, insanların davranışının altında yatanlarla, acılarının ve mutluluklarının üzerinde durdum. Biraz felsefe yapmış oldum ama başka bir şeyle uyumdan gelen özel bir çeşit felsefe.

Felsefe aslında nedir? Felsefe nesnelere bakar, onları yakın­dan inceler ve kendini tüm olgulara açar. Bilgelik âşıkları (felse­fecinin tanımıdır) kendilerini bu olgulara açar ve bu olgu zengin­liğinden, esas şeyin anlık görüntüleri ortaya çıkar.

Felsefe, yüzeysel görüntünün ardındaki esası birden görmek demektir. Esas olanı görebildiğimiz, temel içgörümüzün olduğu yerde ve nesnelerin doğasındaki şeyleri anladığımızda harekele geçmeye kadir ve mecbur oluruz. Böyle bir içgörü uygulamaya geçmelidir, geçmezse boşa gider. Uygulamaya geçit vermeyen iç­görü, esas içgörü değildir.

Ruhani aile konstelasyonları, bu içgörünün fenomenolojik süreci temelinde mümkün olur. Bu bağlamda, ruhani aile konstelasyonlarınm içgörülerini uygulayan yardımcının tutumu, bir fel­sefecinin tutumuna benzer. Yardımcı herhangi bir niyet gütme­den ve korku duymadan, önceki deneyimlerden yardım alma­dan, kendini olduğu gibi, görünene bırakır ve içini bomboş bıra­kır. Sonra tıpkı bir şimşek çakması gibi, bir sonraki adım ortaya çıkar. Bu adım izlenmelidir. Ardından kişi yine ne yapacağını bi­lemez çünkü içgörü asla tamamlanmayan bir şeydir.

Esas içgörü, asla genel gerçek değildir, sadece bir sonraki adımda yapılması gerekenlere ilişkin işaretlerdir. Bu adım izlen­diğinde diziliş yine başlar. Yardımcı bir sonraki adımın kendisi­ne gösterilmesini bekler. Bu şekilde işin iç yüzü, aralıksız uyum içerisinde, sonsuz bir yaratıcılıkla ortaya çıkar.

Beden

Burada yaratıcı çalışmasını ortaya koyan nedir? Size bunu daha iyi anlamanız için kısa bir örnek vereceğim. Canlı olan her şey. gibi bedenimiz de her şeyi bir arada tutan ve beraberinde yeni bir şeyler getiren yaratıcı bir güç tarafından yönetilir. Biz bu yaratıcı gücü, ruh olarak biliriz. Beden yaşar, çünkü ruh ona can verir. Bedenin yaşamı belli düzenleri izler. Tüm canlılar ön­ceden takdir edilmiş bir düzene göre ortaya çıkarlar. Ama bu düzen, tıpkı diğer tüm canlılar gibi bir evrim içinde olduğun­dan, sabit değildir. Yine de sabit olan bir şey vardır ve bu sabit yapı, fiziksel dünyadan gelemez; fiziksel dünyanın üstündeki bir dünyadan, belli bir düzene bağlı kalmayan başka bir yerden gelmek zorundadır.

Ruh

Ruhun bedene ve yaşayan tüm canlılara ruh vermesini sağla­yan ve onları hareket ettiren güç de düzene bağlıdır. Bu düzen­lerden biri de ruhun, dışlamayı hoş görmemesidir. Ruh için sabit düzen budur ve ruhun içinden kendi başına ortaya çıkamaz. Ruhtan daha üstün bir şeyden çıkması gerekir.

İnsan ruhu

İnsan ruhu, ruhun da üstündedir. Ruhun en belirgin özelli­ği sınırsız olmasıdır. Örneğin, ruhumuzla göz açıp kapayana kadar en uzak yıldızlara ulaşır ya da çok uzağımızdaki biriyle bağlantı kurarız.

Bu bakımdan ruhumuz için kısıtlamalar yoktur ama yine de insan ruhu da düzenlerin üstünde değildir, düzenlere bağlıdır. Örneğin düşüncelerimiz, sebep sonuç, mekân zaman gibi katego­rilerle sınırlıdır. İnsan ruhu aynı zamanda bazı mantık kuralları­na da uymalıdır. Bu kurallar ve düzenler ruhumuz için sabitlen­miş koşullardır. Sadece bu yapılar içinde düşünebiliriz. O zaman bu düzenleri koyan ve bunların işlemesini sağlayan, insan ruhu­nun da üstünde bir şey olması gereklidir.

Yaratıcı ruh

Her şey hareket halindedir, yaratıcı bir hareket içindedir. Bu­nun ardında, durmadan yorulmadan yaratan, sınırsız bir şekilde yaratıcı bir güç vardır. Bu gerçek güçtür.

İçimiz boşken gerçek varoluş nedenimize ve kaynağımıza, iş­le bu yaratıcı gücümüze yaklaşırız. Bu kaynak sadece bize ait de­ğildir, her birimizin ve bir bütün hâlinde dünyanın kaynağıdır. Bu kaynağın yakınlığını hissettiğimde, diğer tüm insanlarla ya­kınlık hissederim. Bu yakınlık içinde derinlere indiğim zaman, kişisel varlığım dışındaki hiçbirşeyi etkilemeye çalışmam. Köke­nim, herkesin kökeni ile birlikle işler çünkü bizlere benzeyen herkes için bir tek köken vardır. Yaratıcı insan kapasitemiz bu yaklaşımdan ve bu tür bir bağlılıktan gelir. Bu yüzden ruhani ai­le konstelasyonları, yaratıcı etkisini aynı kaynaktan kazanır. Bu­radaki çalışmamız için esas önkoşul budur. Bu yüzden, bu çalış­mayı içgörü yaklaşımında en azından biraz ilerleme kaydettiği­mizde ve bu felsefeyle bir bütün olduğumuzda yapabiliriz. O za­man bu çalışmaya hazır oluruz.

Tabiî ki bunun adı psikoterapi değildir çünkü bu çalışma onun da ötesine geçer. Uygulamalı felsefe ve hayat okulu olur. Bunu psikoterapinin kategorilerine oturtmak istediğimizde avuç­larımızın arasından su gibi akıp gider. Hep birlikte bir fırsatı ka­çırmış oluruz.

Ruhani Aile Konstelasyonları

Ruhani aile konstelasyonu bir ailenin üyelerinin konumlandı­rılmasıyla ilgili süreci tanımlar. Bir danışan, annesi, babası, kar­deşleri ve kendisi gibi öncmlrailc bireylerini temsil etmek üzere bir grup içinden temsilciler seçer, ardından bu kişileri birbirleri­ne olan uzaklıklarına göre konumlandırır. Hepsi bu kadardır.

Ruhani alan

Ardından katılımcılar, hakkında bir şey bilmeden, aniden temsil ettikleri kişiler gibi hissetmeye başlarlar. Yani aile konste­lasyonu, bize daha büyük bir bütünle, ruhani bir alanla bağımız olduğunu gösterir. Bu ruhani alanda ölüler de dâhil, bir ailenin bütün bireyleri yer alır vc herkes birbiriyle uyum içerisindedir. Hepsi birbiriyle ilişki kurabilir ve hepsi de bilinçli olmasına gerek olmadan, davranışları ve duyguları aracılığıyla birbiriyle ilişki kurar. Bu bağların derinliği zamanla aile konstelasyonlarında su yüzüne çıkar.

Aile konstclasyonlarmda bu ruhani alanla ilgili içgörü sahibi de oluruz. Ruhani alanın, bütün aile bireylerini ve kader bağıyla bağlanmış diğer kişileri gözleyen, ortak bir ruhu vardır. Bu ruh belli kuralları izler ve üyeleri, geniş kapsamlı sonuçlarıyla kendi­ne uymaya mecbur eder.

Bir anlamda aile konstelasyonu süreci, bir aileyi konumlan­dırarak yüzeysel olarak öğrenilebilir vc etkileri anında gözlem­lenebilir.

Peki bu durum, kolaylaştırıcıya her şeyi kapsayan bu ruhani alanda yardımcı olacak içgörüyü kazandırır mı?

En iyi çözümü vc şifayı beraberinde getiren yaklaşımın önko­şulu, ruhani alanla ilgili bilgi sahibi olmaktır. Ruhani alanın ku­rallarını ve kuşaklara yayılacak olası etkilerini anlamak, bu çalış­manın en önemli kısmıdır.

Ruhani zihnin hareketleri

Aile konstelasyonu biçiminde hareket edersek, bir süre son­ra bizlcri ayıran bir çizgiye varırız. Bu tip aile konstclasyonlarının sınırları vardır ve bu sınır bizlcri daha kapsamlı, tamamen farklı, ufuk açıcı bir ruhani düzeye yükselmeye iter. Bu ruhani âlemde, başka bir gücün etkisine gireriz. Bu güç bizi yönlendirir. Ama artık yolumuza eskisi gibi devam edemeyiz; çok daha kısıt­lanırız. Bu ruhani gücün hareketlerini algılar, kabul eder ve ruh­ta, bizlerin düşüncelerinden bambaşka bir şeyleri harekete geçir­diğini görürüz. Her şeyi bir araya toplar, herhangi bir müdahale­den kaçınır ve kontrolü, bu harekete bırakırız. Tüm yapabilecek­lerimiz burada biter. Artık “Aile konstelasyonu yapıyorum” diye­meyiz, başka güçlerle uyum hâlinde hareket etmeye başlarız.

Ailenin ruhani alanı

Ailenin ruhani alanı, biyolog Ruperl Sheldrake’in sözünü etti­ğini morfojenetik alanlara benzetilebilir. Sheldrake, morfojenetik alanlarla ilgili önemli gözlemlerde bulunmuştur. Bu alanlar içeri­den değişemez. Bu alanlar içindeki şeyler kendilerini defalarca tek­rar eder. Ailenin alanını gözlemleyerek biz de aynısını görürüz.

Alan ve ruh

Alan ve ruh kavramları biraz kafa karıştırıcı gelebilir. Rupert Sheldrake ile yaptığım bir konuşmada kendisi bana, “Alan pek de iyi bir terim değil” demişti.

Bu alanlarda çalışma yürüten ilk kişiler Alman düşünürlerdi. Çalışmaya geçen yüzyılın başında başlayan bu filozoflar, ruhani alanlarla ilgili gözlemlerde bulunmuşlar ve “ruh” sözcüğünü kul­lanmışlardır. Genel bir ruhtan ve bir dünya ruhundan söz etmiş­lerdir. Ancak ruh sözcüğü, bilimde pek de geçerli olarak kabul edilmemiş, bunun yerine “alan” sözcüğü seçilmiştir.

Ruhani bir alanın belli düzenleri izlediğini, sürekli hareket hâ­linde olduğunu ve bu hareketlerle bir şeyler amaçladığım gözlem­leriz. Amaçlar ve niyetler, bilinç olmadan var olamazlar. Bir alanın bilinci yoktur, o yüzden burada “ruh” terimi daha uygundur. Bu yüzden de ben çoğu zaman büyük bir ruhtan bahsederim.

 

Aile ruhu

Ama şimdi tereddütlerim var. Bu aile ruhu bu alana yakalan­mıştır. Bu alanda, her şey baştan yaşanır. Aile içindeki kaderler tekrar eder. Bir aile üyesi, daha önceki bir bireyin kaderine kilit­lendiğinde ve ona göre davranmaya başladığında, sonraki kuşak­tan biri de bu kişiye kilitlenir. Kilitlenmek hiçbir şeyi çözmez.

Rupert Sheldrake, bu aile ruhuna ulaşmak için daha büyük bir şey gerektiğini kabul etmiş, buna ruh demiştir. Birkaç örnek vereceğim, siz dc daha iyi anlayacaksınız

Psikanalistler bir alan oluştururlar. Burada hepsinin aynı şe­kilde davranması gerekir. Bir başka yöntemi kullanan bir psika­nalist, alanı tehdit eder ve alan bunun karşısında dışlamayla tep­ki verebilir. Bunun ötesinde alanın, üyelerinin neyi algılayabile­ceğini tanımlama işlevi de vardır. Gök bilimciler ve Katolik kili­sesi, üyelerine neleri algılamanın ve düşünmenin yasak olduğuy­la ilgili kurallar koyar.

Vicdan

Bugüne kadar hiçbir düşünür, vicdan dediğimiz şeyi yakın­dan incelemeye cesaret edememiştir. Kant gibi, diğer düşünürle­rin hepsi de bu vicdan karşısında büyülenmiştir. Farklı insanla­rın ve grupların farklı vicdanları olduğunu ve bu vicdanların birbirleriyle uyumdan uzak olduğunu algılayamamışiardır. Hristiyanlıkta vicdan en önemli şey olarak kabul edilir, hatta “Tan­rı nın ruhlarımızdaki sesi" olarak tanımlanır. Bu düşüncenin do­ğasındaki çelişkiler algılanamaz. Vicdan kavramı etrafında çok guciu ve geniş bir alan oluşturulmuştur. Kiliseden dışlanmak tüm sonuçlarıyla çok güçlü bir tehdit unsuru oluşturmuştur.

Adalet

Bu konuda adaletle ilgili çok önemli bir içgörum olmuştu. Ada­let çok yüksek bir değer ve en üstün amaç olarak kabul edilir. Pcki, adalet diye bir şey var mıdır? Adalelin tecelli ettiği, başarıya ulaş­tığı görülmüş müdür? Böyle bir şey yoktur. Adalet sadece bir dü­şünce olarak, uğruna mücadele elliğimiz, balta etmeye zorlandığı­mız bir ideal olarak vardır. Adalet yerini bulduğu zaman ne olur? Biri öldürülür. Tüm Fedakârlıklar adaleı için yapılır. Savaşlar adale­ti sağlamaya çalışır. Başka ülkeleri işgal eden askerlere, çoğu zaman adaletin yerini bulması için hizmet ellikleri söylenir. Bir saldırganı durdurmak için savaşa giden askerler bile bu tuzağa düşer. Son dünya savaşında birçok Alman kenti, adalet namına intikam için kurban edilmiş, yakılıp yıkılmıştır. İçgüdülerimiz kökleşmiştir ve çoğu zaman yüce ve kibirli değerlerimizin ardına gizlenmiştir.

Birçok dinde Tanrı’nm ya da tanrıların adaleli sağlamasını beklemek kavramının yer alması çok çarpıcıdır. Böyle bir Tanrı neye hizmet eder? Adalete tapmaya. Bununla birlikle Tanrı artık Tanrı değil, aynı zamanda idoldür. Bu çok arkaik kavram, temel değeri sevgi olan dinlerde bile kendine yer bulmuştur. Bu neden­le vicdan dediğimiz şey intikama izin verir ve adına adalet dedi­ğimiz yüce bir değere dönüştürür.

Bu kavramın neden incelenmediği apaçık ortadadır. Sahte tanrısına karşı vicdanı kör olan bu morfojenetik alanda bu algı, bilinçlenene ve berraklaşana kadar yasaklanmıştır.

Böyle birçok alan vardır. Tıbbi alan, büyük başarılarına rağ­men bunlardan biridir. Hastalıkların nedenlerine ve iyileştirme yöntemlerine ilişkin birçok içgörü, bir algı yasağı nedeniyle en­gellenmiştir.                                  '

Aile konstelasyonu uzmanları da dâhil birçok terapist, bu alanda çalışır ve sonuç itibarıyla onların da algılayamadıkları şey­ler bulunabilir.

Tutsak ruh

Birçok terapist, etraflarında duvar gibi örülmüş, belli bir dünya görüşüne takılırlar. Yeni bir kapı açılmadıkça da bunun ötesine geçemezler. Bu tutsaklıkla ilgili bir şey söylemek istiyo­rum. Belli bir psikoterapi okulunun, bir partinin, elinin ya ela mesleğin üyesi olanlar, morlojenelik bir alan içindedirler. Ruperl Shcldrake bunun üzerinde ayrıntılı bir araştırma yapmıştır.

Morfojenetik alanın tamını: Bir şeyler belli bir takım model­lere göre geliştiğinde, bu modeller bu alanda dalıa sonra olacak­ları belirler. Model kendini tekrarlar.

Örneğin, Sigmund Frcııd belli bir şeyi keşfetmiş ve bunun çıra­lında bir model, bir dünya görüşü vc bir terapi yaklaşımı geliştirmiş­tir. Alana sonradan girenlerin yeni içgörülerc açık olması ve mode­li değiştirmesi zordur çünkü alan, yönetimi eline almıştır. Bu kişiler belirli biçimde düşünür, hareket eder ve bu alanda takılı kalırlar.

Avukatlar da morfojenetik bir alanda yer alır. Bir dine bağlı kişiler, morfojenetik bir alana takılırlar. Morlojenelik alandaki li­derler, genellikle aynı şeyi söylerler vc aynı sözcüklerle, aynı ko­nu etrafında dönerler. Siyasi bir partinin liderleri de morfojenelik bir alanın içindedirler.

Bu morfojenetik alan, bir vicdan gibi işler. Üyeler, bir şey hakkında farklı düşünmeye çalışırlarsa kendilerini rahatsız hisse­debilir ve korkabilirler, vicdanları rahat etmez.

Aile konstclasyonları morfojenetik bir alan oluşturma olasılı­ğından muaf değildir. Bu alandan tek çıkış yolu, yeniliğe açık ol­mayı sürdürmek vc dünyaya her gün yeni bir şey keşfeden bir ço­cuğun gözlerinden bakmaktır.

Bir alan içinde belli bir noktadaki bir hareketi gözlemlediği­miz zaman, orada bir değişim meydana geliyordur.

Fenomonolojik İçgörü Yolu

Aile konstclasyonlarıyla yaşamın iki temel kuralı vc insan ilişkileri su yüzüne çıkar, ruhani bir içgörü olarak gelirler. Ben buna fenomonolojik içgörü yolu diyorum.

İlerleme şekli

Bu içgörü yaklaşımına ulaşabilmek için, iyi bir ruh hâlini el­de etme yöntemini açıklamak istiyorum. Bir danışanın sorunu ile ilgilenirken bu içgörü yolunda ilerleyebiliriz. İçgörü yaklaşımı sayesinde bir sonraki adım için gereken içgörüyü bulabiliriz.

Bu yaklaşımı ilk kez nerede kullandığımı size anlatacağım. Bu yolda, vicdanla ilgili gerekli içgörülcri edindim. Vicdanla ilgi­li içgörülerim ve aynı zamanda hayatın kuralları, aile konstelasyonları için önkoşul olan temel içgörülcrdir.

Kendimizi, alıştığımız zihinsel bağlardan uzak tutmalıyız. Bu uzak tutmayı üç adımda gerçekleştirebiliriz:

İçgörü yaklaşımının ilk adımında bu sorunla ilgili daha önce söylenen her şeyi unuturum, söylenmiş ne varsa dışarıda bırakırım.

Aynısını danışanla da yapabiliriz. Danışan ne söylerse söyle­sin unuturuz, aklımızda tutmaya çalışmayız. Kendimiz ile danı­şan arasında bir mesafe yaratırız.

Vicdan üzerine düşündüğümde kendimi ona bütünüyle yeni ve bağımsız biçimde açar ve vicdanla ilgili söylen her şeyi unutu­rum. Böylcce ilk mesafeyi koymuş olurum.

İkinci adım kendimi hiçbir niyet gütmeden bir durum, sorun ya da kişiye açmaktır. Kendimi vicdana bu şekilde açtığımda bir şey öğrenmek değil, yalnızca uygulamak isterim. Bu niyet gerçek algı için bir engel oluşturabilir. Bir niyet gütmemek, ikinci mesa­feyi yaratır. Vicdanla ilgili içgörülerimin daha sonra geniş kap­samlı etkilerinin olması ise bir diğer konudur. Bu içgörülerin ya­şamın ve sevginin tüm alanlarında maksatlı uygulanması, salt al­gının bir sonucudur.

Şimdi bunu yardım e!meye uygulayalım. Kendimizi, yardım etme niyeti bile gütmeden danışana açarız. Danışana nasıl yarar­lı olabileceğimizle ilgili düşüncelerden uzaklaşırız.

Şimdi içinize dönün ve bunu gerçekten uyguladığınızda dik­katinizi nasıl yoğunlaştırdığınızı fark edin. Danışanın ne söyledi­ğini unutursunuz ve hiçbir niyet taşımazsınız.

Ama danışan için orada olursunuz. O dakika, içinizde ne büyük bir güç olduğunu hissedebiliyor musunuz? Artık danışa­nın üzerinizde herhangi bir gücü kalmaz, tamamen konsantras­yon içine girmişsinizdir.

Üçüncü aşama korkusuz olmamızdır. Unutmayı ve niyet ta­şımamayı tercih ettiğimizde karşımıza neyin çıkacağından, in­sanların ne söyleyeceğinden korkmayız. En zor olanı da budur. Kendimizi buna adadığımızda ne olduğunu sezinleyebiliriz. Baş­ka türlü bir güç hissederiz içimizde. Ancak bu şekilde yeni bir iç­görüye; hiç alışık olmadığımız, belki de bizi ürküten bir içgörü­ye açık oluruz.

Burada anlattığım şey bir arınma yoludur. Bu yolda temizle­niriz. Şimdi bu içgörü yaklaşımındaki belirleyici safhaya geldik. Kendimi, bir durum ya da soruna öylece bıraktığımda, orada önemli olanın ne olduğunu ve konunun özünü bilirim. Esas olan şey bana verilmiştir. Bu şey kendini su yüzüne çıkarır. Yani hiç­bir şey yapmadan yüzümüzü bir şeye döneriz. Ardından bir şey­ler ortaya çıkar, bize doğru gelir ve kendini gösterir. Böyle bir iç­görü, bizi sınırlandırmaz, aksine yeniliklere açıktır.

Bütün sanatlar böylesi bir içgörüden doğar. Hayvanlarla ile­tişim kurmanın yolu da onlarla uyumu yakalamaktır. Örneğin, at terbiyecisi ata doğru gitmez, at ona gelene kadar saygıyla onu bekler ve belli bir mesafede durur.

Meditasyon: Mesafe

Şimdi sizlerle bir alıştırma yapacağım. Sadece gözlerinizi kapayın, içimizde, kendisi için bir şey yapmak istediğiniz biri­ni görmeye çalışın. Belki bir danışanı, aileden birini, yardım et­mek istediğimiz, onun için endişe duyduğumuz birini ya da bir çocuğu görelim.

Kendimizi bu kişiye, maksat taşımaksızın; endişe, pişmanlık ve korku duymaksızın, ortaya çıkabilecek sonuçlarla ilgili kaygı duymaksızın, belli bir mesafede durarak açalım. Soğukkanlılığı­mızı koruyalım.

Bu kişide ve kendimizde bir şeylerin değiştiğini fark edelim. İkimizin de endişenin ötesinde daha büyük bir şeyle nasıl uyum içerisinde olduğumuzu görelim.

Sonra bu kişinin ötesine ve kaderine bakalım. Ardından ka­derinin de ötesine, çok uzağa bakalım. Orada olalım, buna yo­ğunlaşalım.

Söylediğimiz ilk şey, “Evet”; kısa bir sürenin ardından söyle­diğimiz ikinei sözcük ise “Lütfen” olur.

Bu şekilde ruhani aile konstelasyonlarının neyle ilgili oldu­ğunu anlamaya başlarız ve anlamıyla giderek derinleşen uyumu yakalarız. Bu hareketlere uyarız.

Ruh

Ruh. ayrılmış şeyleri birleştiren ve belli bir yöne yönelten bir güçlüı. Örneğin, organlarımız sadece olağan hâlleriyle çalışabi­lirler çünkü onları yöneten ve bağlayan bir güç vardır. Böylelik­le içimizdeki ruhu yaşarız.

Ruh aynı zamanda bir ailenin üyelerini de birleştirir ve onla­rı belli bir yöne yöneltir. Bu da genişlemiş bir ruhtur. Bu ruh, kendisine ait hiçbir şeyin dışlanmasını hoş görmez. Ruhun hare­ketleri burada da ayrılmış bir şeyi tekrar birleştirmek ister. Bu büyük ruh, aile ruhu, aile konstelasyonundaki temsilcileri etkisi altına alır. Bu ruhun egemenliği altına giren kişiler, daha önce ayrılmış olanları sonunda yeniden bir araya kavuşturan bir yöne doğru harekete geçerler.

Diğer yön

Bazen kavuşmanın nasıl gerçekleşebileceğine dair bir düşün­cemiz olabilir ya da deneyimlerimize dayanarak çözümlerin ncler olabileceğini biliriz. Bu düzenler kendilerini aile konstelasyonlannda gösterir ve birçok ailede yaşanan ayrılıkların sona er­mesine katkıda bulunurlar.

Ama çok ciddi kilitlenmeler ve özel kaderlerle uğraştığımız zaman ruhun hareketleri, tahmin etmediğimiz ve gitmesini iste­mediğimiz yönlere gidebilir. Ölüm engellenemez görünüyorsa bu hareketler bazen ölüme sürüklenebilirler ama müdahale et­meden bu harekete güvenirsek hareket çoğu zaman beklenmedik şekilde rotasını değiştirir. Tahmin edemediğimiz ve dilediğimi­zin ötesinde bir çözüm ortaya çıkabilir. Sonunda daha büyük bir şeye bağlı olduğumuzu fark ederiz ve kendi düşüncelerimiz ve dileklerimiz bu büyük şeyin karşısında anlamsız kalır.

Bazen bu hareketlerle neyin gerçekleştiğini gördüğümüz za­man hareketi daha iyi anlamak isteriz. Çoğunuzun aslında bu ha­reketin ne olduğunu bildiğimi ama sizlerle paylaşmadığımı dü­şündüğünüzü biliyorum. Ne var ki ne olduğunu ben de bilmiyo­rum, sadece bu hareketlere bakıp sonuçlarım görüyorum.

Son derece ciddi

Böyle bir hareketin sonunda durumun ciddiyeti ile karşı kar­şıya kalırız. Burada oyunlara yer yoktur. Beraberinde sadece da­nışan değil, temsilci ve tüm katılımcılar da konsantrasyon içine girer ve ruhlarındaki hareketi takip ederler. Bu konsantrasyon­dan ve ciddiyetten ortaya çıkan şeyin, biz anlamasak da bir ağır­lığı olduğu sonucunu çıkarırız.

Kapsam

Aile konstelasyonlannda çoğu zaman sadece büyük anne ve babaya, hatta büyük büyük anne ve dedeye kadar geri gideriz.

Bu kuşakları bir arada görmek bizi, kimin kime kilitlendiği­ne dair belirgin bir resme ulaştırır. Bu dolanmalar çoğu zaman çok gerilere uzanır. Bazen kritik olaylar o kadar eskide yaşanmış­tır ki izini bile süremeyiz ama yine de bugünkü kuşaklar üzerin­de bir etkisi olduğunu açıkça görürüz.

Psikozda kökenin çok geçmişe dayandığı alışıla gelmiş bir durumdur. Güney ve Kuzey Amerika yerlilerinin haklarında ar­tık bilgimiz olmasa da yüzyıllar önce meydana gelmiş olaylardan etkilendiklerini görürüz.

Görebildiğim kadarıyla birçok kuşağın kaderlerini bu kadar derinden etkileyen şey hep aynısıdır. Her zaman cinayettir.

Kayıp ruh

Bir başkasını öldüren kişiye ne olur? Katiller ruhlarım kaybe­derler. Sonra da onu aramaya koyulurlar. Katillerin kendisi bula­mazsa aramayı, sonraki kuşaklar sürdürür. Bir katilin ruhu nere­dedir? Kurbanla birliktedir. Kurbanıyla birlikte ruhunu geri ka­zanabilir. Bu yüzden, bizi barışa götürecek çözümleri arayarak bir şeyleri telafi etmeye çalıştığımızda, kurbanlara bakmamız ve büyük bir merhamet duygusuyla kaderlerine ağlamamız gerekir. Bu şekilde onları ruhumuza alırız. Ve yine bu şekilde suçluların kayıp ruhlarını da ruhumuza alırız.

Açıklık

Çoğu zaman, karanlıkta hiçbir şeyden habersiz dolaşırken önemli bir şey su yüzüne çıkar. Bunun bir etkisi olur ve biz bu­na müdahale etmezsek bu etki işlemeye devam eder.

Psikoterapi ve pek çok açıdan özellikle aile konstelasyonlarının erken biçimlerinde, bir kişi çözüm arar, çoğu zaman da bu iyi bir çözüm bulur.

Ama sorun çok derin bir şey olduğu zaman bunu başarama­yız. Burada kendini gösteren ruhla birlikte hareket etmeliyiz. Bu hareket başladığı zaman başka bir şey yapmamıza gerek kalmaz çünkü hareket kendi kendine devam eder.

Bir çözüm ararken çoğu zaman ne olabileceğine dair bir fik­rimiz vardır. Bu iç resmin doğru olduğu ve güzel sonuçlar doğurduğu durumlar vardır ama bu her zaman mümkün değildir. Yine de ortada bir hareket vardır ve hareket su yüzüne çıktığı zaman hiçbir şeye dokunmaz ve hiçbir şeyi değiştirmezsek sahip olduğu güç bizim çözüm aramamızdan çok daha etkilidir.

Değişim şansı, zamanında durursak daha fazladır. Bu şekilde, yardımcı ve danışan daha etkili bir güce bağlı kalır. Ardından bi­zim yeteneklerimizin ötesinde başka bir şey işlemeye başlar. Ru­hun hareketi ve yaklaşımı ile uyum içerisinde olmak, bizi ölüme götürse bile var olanın açıklığa kavuşmasını sağlar. Danışanı ve yardımcıyı açıklığa kavuşturur, beraberinde tevazu getirir.

Kopmuş Bağları Onarmak

Psikolojik bozukluklar için bir şey söylemek istiyorum. Bu bozukluklar nasıl meydana gelir? İnsanlar psikoterapiye neden giderler? Cevabı genelde binlerinden koparıldıktan içindir, in­sanlar annesinden, babasından ya da her ikisinden de koparıldık­tan zaman enerjilerini ve güçlerini kaybeder, zayıf düşerler ve bir takım hastalık belirtileri gösterirler.

Çözümü gerçekten basittir. Kopan bağı onarmak gereklidir. Bunu nasıl yaparız? Yardımcıların başarılı olabilmeleri için ilk koşul nedir? ilkin, yardımcıların kendi anne babalarıyla, atalarıy­la, kaderleriyle, suçlarıyla ve ölümleriyle ilişki içinde olmalarıdır.

Ailemizin içinde

Bunun üzerine kısa bir meditasyon yapabiliriz. Gözlerinizi kapayın, anne babalarınızı bedenlerinizde hissedin. Bizlere an­ne ve babamızdan gelmeyen, hiçbir şey yoktur. Bizler anne ve babamız, yani kısaca onlarızdır. Bu yüzden anne babalarımızı içimizde hissedene kadar içimizi onlara açarız. Ve onları, baş­ka türlü olmalarını dilemeden, geçmişte ve şu anda oldukları gibi hissederiz.

Aynı şekilde büyük anne ve büyük babalarınızı, onların da anne ve babalarını, genç yaşta ölmüş olanlar da dâhil, bu aileye ait tüm bireyleri içimizde hissederiz. Hepsini bedenlerimizde his­sedebilir, kabul eder, bedenlerimizde olmalarına razı geliriz. On­lara sarılır, bizi kucaklamalarına izin verir, onlarla bir bütün olu­ruz. Bu hareket ile anne babalarımız, atalarımız ve aynı zamanda kendi eylemlerimiz ve suçumuz aracılığıyla özel kaderimizi tec­rübe ederiz. Bu kadere boyun eğer, “Evet, bu benim kaderim ve ben buna boyun eğiyorum” deriz.

Anne babalarımızın ve atalarımızın da ötesinde, onları ve bizi hizmetine alan daha büyük bir şeyle bağlantı kurarız. Bu daha büyük şey, her birimize özel bir ahnyazısım, görevimizi ve bu görevle yüzleşme gücünü de paylaştırır. Bunu kabul ederek yüzeysel dileklerle oyalanmadan özgürleşiriz. İçimiz daha bü­yük bir şeyle dolar.

Danışanın ailesinde

Şimdi de bize yardım için gelen bir danışana bakalım. Bu da­nışana baktığımız zaman onun ailesini de görelim, onları anlaya­lım, sevgi ve saygıyla kabul edelim. Sonra danışanın büyük anne ve büyük babasına, tüm atalarına ve ailesinde genç yaşta ölmüş kişilerin hepsine bakalım. Onlar bizim için varlıklarını danışan­da sürdürürler; bizler de onların önlerinde saygıyla eğiliriz. On­ların desteğini bekleriz. Danışana ilgi göstermeye başlayan sade­ce biz olmayız, ataları da yardımımıza koşar ve bir parçası oldu­ğumuz o daha büyük şeye destek olurlar. Böylece biz de belki de danışanın kaderi, görevi ve ahnyazısım bir an için görebilir ve ka­bul edebiliriz.

Sonra danışanla nasıl bağlantılı ve aynı zamanda da ayrı oldu­ğumuzu anlarız. Yaptıklarımızın danışanın ailesi, kaderi, halta bel­ki de ölümüyle uyum içerisinde olması için dikkat etmemiz gerek­tiğinin bilincine varırız.

Bahsetmek islediğim bir şey daha var. Herhangi biri, anne ba­basına kızgın olduğunda, kin beslediğinde, onları suçladığında, hatla küçümsediğinde ben, danışanın anne babasıyla ve atalarıy­la uyum içersinde olmayı sürdürürüm. Ardından ona yardım et­meyi reddederim çünkü eğer danışan en yaşamsal aşamayı geçe­mezse böylesi bir durumda rol oynama şansım kahnaz. Peki, o zaman ona bu durumda ne yardımcı olur? Onu, kendiyle uyum içerisinde ve kaderinin kontrolü altında bırakırsam belki o za­man bir şeyler, ona yardımcı olacak bir değişime yol açabilir.

Şimdi bu kişinin anne babasının yerini aldığınızı, anne baba­sının ve kaderinin onayı olmadan, danışana yardım etmeye kal­kıştığınızı hayal edin. Bu noktada uyum içerisinde kalabilmek çok daha büyük bir güç ister.

Birinin aile içinde çocuk olamamasından dolayı, yani çocuk bir şeyin bedelini ödemeyi istediği ve kendisine ait olmayan bir ka­deri tekrarlamak zorunda kaldığı zaman, pek çok huzursuzluk ya­şanabilir. Kilitlenmenin külfeti, anne babayla bağ kurmayı imkân­sız kılar. O zaman çocuğu külfetten kurtarıp onun çocuk olması­na izin verecek ve bir çocuk olarak ona verileni kabul edecek doğ­ru düzeni bulana kadar aramayı sürdürerek yardım edebiliı iz.

Uyumsuzluk ve uyum

Birisiyle tanıştığımızda, o kişinin anne ve babasıyla da tanışmış oluruz çünkü herkes, içinde hem annesini hem de babasını taşır. Anne babası ve ataları, o kişinin içindedirler. Bu yüzden biriyle ta­nıştığımızda birçok kişiyle tanışmış oluruz. Kişiye saygı duyduğu­muz zaman, anne babası ve atalarına da saygı duymuş oluruz.

Buradaki çalışmamızda da kişilerin annelerinden, babaların­dan ya da diğer aile bireylerinden kopuk olup olmadıklarını gö­rürüz. Bu derin bağdan kopuk kişiler, kendilerini eksik hisseder; kişinin sistemi ise düzensiz gibidir. Bu yüzden çalışmalarımızda, ayrı düştüğümüz, unuttuğumuz ya da reddettiğimiz aile üyeleri­ne geri dönmemiz önemlidir. Bunun ardından kendimizi yeniden tamamlanmış hissederiz; sistemin tamamı da bütünleşmiş olur.

Bu çalışmadaki esas süreç, ayrı düşmüş olanların yeniden bağ kurmasıdır. Bu yüzden bu çalışma, uzlaşmanın ve barışın hizme­tindedir.

İnsanlar hastalandıklarında vücutlarındaki bir şeyden ko­parlar ya da bedenlerindeki bir şey, onlarla uyum içerisinde değildir. Şikâyeti olan organ, hasta kişiyle olan uyumunu kay­betmiştir.

Daha yakından bakacak olursak, bizimle uyum içerisinde ol­mayan organın, bir başkasıyla uyum içerisinde olduğunu göz­lemleyebiliriz. Ailemizden biri, ailedeki diğer kişiler ya da bizim tarafımızdan dışlandığında ya da reddedildiğinde, bu dışlanmış kişi, kendini bir hastalık ya da şikâyet aracılığıyla vücudumuzda dile getirir. Organ, dışlanmış kişinin sesi olmuştur. Ama bizler bu dışlanmış kişiyi bulup onunla uyum içerisinde olmayı başarır­sak şikâyeti olan organımız da bu uyuma katılarak iyileşir. Dola­yısıyla bizler de iyileşiriz.

Farklı Aile Konstelasyonları

Ruhani aile konstelasyonları, aile konstelasyonu çalışması­nın daha kapsamlı bir biçimidir. Başından itibaren temsilcile­rin, gerçek aile üyeleriyle aynı duyguları taşıdığını açıkça gör­dük. Aile konstelasyonu deneyimlerinden ortaya, özel modeller ve sevgi düzenleri çıkar. Örneğin, çocukların genelde anne ba­balarının karşısında bir yaş sıralamasına göre durmaları gerek­tiğini, anne ve babamızın daha önceki eşlerinin de özel bir ro­lü olduğunu biliyoruz.

Sevginin düzenleri, aile konstelasyonlarıyla ortaya çıkmıştır. Bu düzenleri tanımlamaya çalıştım. Kişiler bu çalışmada bu dü­zenlerin doğruluğuna güvenebilir ve yardımcılarıyla bir sonraki adıma bakabilir. Ruh, zamanla varlığını aile konstelasyonlarmda hissettirir. Konstelasyonda ruha yer verirsek farkh çözüm model­leri kendini göstermeye başlar.

Zaman içinde aile konstelasyonlarındaki yardımcının, çoğu zaman geri çekildiğini ve müdahale etmeksizin bir şeylerin kendiliğinden ortaya çıktığını görmüştük. Bunun anlamı yar­dımcıların pasif olması demek değildir, tam tersi her an konstelasyon sürecinde olmamız gerekir. Sonra birden, ne yapmamız gerektiğini bilir ve ardından adımımızı atarız. Konstelasyon es­nasında gerçekleşenle yakın bağ kurar ve doğru zamanda hare­kete geçeriz. Ancak hareketlerimizin kaynağı, bizim kendi ka­rarlarımız değil, ruhun hareketiyle uyum içerisinde olmamız­dır. Bu durum birçok yardımcıyı ürkütür çünkü bir konstelasyonun bundan sonra nasıl ilerleyeceğini bilmezler ve akışı da­ha büyük bir şeye devretmek zorunda kalırlar. Bazıları ise o za­man alışıldık yöntemlere geri dönerler.

Dilekler

Sizinle çok kısa bir alıştırma yapacağım. Birisine yardım ede­bileceğinizi hayal edin. Bu diğer kişiye ne hissettirir? Ve size ne yapar? Diğer kişinin gücü ve sizin gücünüze ne olur?

Yardım etmenin boyutları

Aile konstelasyonu yöntemi deneyimlerle gelişmiştir. Birçok önemli içgörü, bu yöntemle su yüzüne çıkmıştır; kilitlenmelerin nasıl meydana geldiğini ve onlardan nasıl kurtulacağımızı buna örnek gösterebiliriz. Aile konstelasyonlarıyla, ilişkilerdeki sevgi düzenlerini de belirgin biçimde anlarız. Ama aile konstelasyonlarına imkân veren aynı yaklaşım, yani o anda kendini gösteren şe­ye açık olmak, bizi yeni deneyimlere götürür. Bu yüzden, aile konstelasyonu yöntemi her seferinde bize yeni bir şeyler vererek büyümeyi ve gelişmeyi sürdürür.

Hiçbir şey yapmamanın varlığı

En önemli gelişim, ruhun hareketlerini başlangıçta nasıl, şimdi nasıl adlandırdığımda-. Bireyi temsil eden kişiye, ruhun ha­reketlerini izleyebileceği alanı verdiğimizde yardım etmenin yeni boyutları da ortaya çıkar. Kendimizi ruhun hareketlerine bıraktı­ğımız zaman biz de hareket hâlinde olmayı sürdürürüz. Durur­sak donup kalırız ve ruh bizden yine ayrılır. Bu yüzden, bu çalış­ma devam eden bir mücadeledir ve hiçbir yerde sona yaklaşmaz. Sona ermesi ihtimal dışıdır. Ruh hareket etmekten vazgeçmez. Daima akış halindedir.

Burada kayda değer olan şey, yardımcının sadece danışan­larıyla değil, onların aileleriyle dc, hatta bunun da ötesinde on­ların kaderleri ve ölümleriyle, onlara istikamet tayin eden şeyle dc uyum içerisinde olmasıdır. Bu yüzden yardımcı, dikkatini yo­ğunlaştırmayı ve kendine hâkim olmayı sürdürmelidir.

Yardımcıların danışanlarla ve kendileriyle, sınırlarıyla, kendi ruh hareketleriyle uyum içerisinde olması gereklidir. Ruhun ha­reketleri bazen zor ve çok yeni bir şeyler gerektirebilir ve yardım­cıları, ürkütücü bir şeyle yüzleşmeye ve cesaretlerini toplamaya iler. Bu koşulları yerine getiren, hem danışanın ruhuyla hem de kendi ruhuyla uyum içerisinde olan yardımcılar bazen hem danı­şanın hem de yardımcının ruhunun doğru olarak addedeceği be­lirleyici bir şeyi yapabilir ya da söyleyebilirler. Yardımcı dışarı­dan müdahale etmez ve her şeyi kontrol etmeyi istemez. Her şey ile birlikle, aynı yönde akarak bazen küçük bir itici güç olabilir, bazen dc akışın işleyişine hiç karışmaz. Bu nedenle ortaya birden çıkan olasılıklardan ve onların etkilerinden dolayı asla hayrete düşmem, çünkü ortaya çıkanlara rağmen hiçbir şey yapmadığımı bilirim. Ama bu hiçbir şey yapmama, aslında varlığım tamamen ortaya koymaktır, farkına vararak hiçbir şey yapmamaktır. Bu şe­kilde, hiçbir şey yapmayan birinin varlığında diğer kişi, gerçek­len yapılması gerekeni yapabilir.

Yeni başlayanlar

Bu çalışmaya yeni başlayanların özel sınırları vardır. Bu on­ların etkilerinin az olduğu anlamına mı gelir? Sınırları ile uyum içerisinde olurlarsa ruh her koşulda hareket eder. İnsanlar ne yapacaklarını bilmediklerini, bir şey yapmaya güçlerinin yet­meyeceğini kabul ellikleri zaman, ruhları için en iyi sonuçları elde ederler. Yardımcının, yalnızca ruha güvenmeye ihtiyacı vardır. Usta Freud, yaşadığı dönemde yeni başlayanların çoğu zaman kurnaz tilkilerden daha başarılı olacaklarını biliyordu. Çünkü başlangıç düzeyindekiler alçak gönüllü oldukları için ruha yer açılmış olur.

Ruha güvenmek

Bu şekilde çalışmak nasıl mümkün olur? Ben falcı mıyım? Hayır. Temsilciler neler olup bittiğini birden anladıkları için fal­cı mıdırlar? Hayır. Sadece bağlantı halindedirler. Bu yüzden ken­dimi, sorumluluk almaksızın bir duruma açarım. Temsilciler de sorumluluk almazlar. Onlar, yardımcılar daha büyük bir bütün için kendilerini desteklerken sadece danışanda ya da bir başka­sında olup bileni gösterirler.

Ben de temsilci gibi o anda hissettiklerimi, kendi duyguları­mı, düşüncelerimi ve amaçlarımı bir kenara bırakırım. Kendimi korkmaksızın yönlendirilmeye açarım. Temel tutum budur. Ba­zen kişilerin sert tepkiler verdikleri cümleler söylerim. Birçoğu­nuz da muhleıpelen bu şekilde hissetmiş, ama söylemeye cesaret edememişsinizdir. Uyum içerisinde olduğumuz zaman her türlü cesareti göstermek doğrudur. Bunu konstelasyon sonuçlarında görebilirsiniz.

O zaman durumu olduğu gibi kabul edip daha büyük sistem­le uyum içinde hareket ederiz. Ama temsilcinin gerekli hareketin ne olduğunu algılaması zaman alabilir. Aynı durum yardımcı için de söz konusudur. Yardımcı, harekelin nereye gideceğini bilmez.

Ben de bilmem. Biraz süre geçtikten sonra bunun bir sonraki adım olduğunu; bir başka temsilcinin daha eklenmesi, bu kişinin bir kadm mı adam mı olması gerektiğini algılarım. Bu hisse ve harekete güvenirim. Dikkatimi topladığımda ve kendime hâkim olduğumda bu hareketin neye etki edeceğine tümüyle açık olu­rum. Hareket, beni ve temsilcileri araç olarak kullanır ve bizlerden faydalanır. Büyük bir kararlılıkla ve soyutlamayla, ortaya çı­kan meselenin esas noktasına odaklanır. Belirleyici hareketler de en üst düzeyde yoğunlaşır. Sonra yine geri çekilirim.

Bu şekilde doğru yolu hissetmek mümkündür. Ne kadar çok temsilci deneyimi yaşarsanız bunu hissetmek o kadar ko­laylaşır. Daha çok deneyimle bu hareketlere güvenebileceğinizi daha iyi bilirsiniz. Bu süreç, karanlıkta yolunuzu bulmaya ben­zer, bir süre sonra tökezlesek bile yine de yolumuzu buluruz. Hatalar elbette ki olur ama bir süre sonra daha büyük hareket­lerle dengelendikleri için önemi yoktur. Ruhu doğru yola yön­lendirmek zordur ve çok çaba gerektirir.

Yardımcılar sakin kalmayı başardıklarında uyum içerisinde ol­mayı sürdürebilirler. Sakin kalmayı başardıkça her şey yolunda gi­der. Bazı grup üyeleri huzursuzlaştığında yardımcı da olumsuz et­kilenir. O zaman tek çare çalışmayı durdurmaktır.

Koruma

Bu çalışma, bizi bazen tehlikeli boyutlara taşıyabilir. O zaman son derece dikkatli olmamız gerekir. Terapistlerin kendilerini bir duruma gözü kapalı bırakmaları tehlikelidir. Neyin içine girdiğini­zi her zaman doğrudan doğruya değerlendiremezsiniz. Kendimizi açarken bir yandan korumayı da elden bırakmamalıyız.

Koruma, boşluktan gelir. Sadece kendimizi arzu ve korkula­rımızın ötesinde bir ruh hâliyle, daha büyük bir şeye bıraktığı­mızda ve yönlendirildiğimiz yerden ileri gitmediğimizde bu ça­lışmayı yapabiliriz. Daha ileri gitmediğimiz zaman, gitme iznimiz olur ve koşulların bize sunduklarından kaçınmadığımız zaman, böyle bir durumdan güvenli bir biçimde çıkarız.

Olayın kolları sıvayıp çalışmaya koyulmaktan ibaret olduğunu düşünmek, gözü kara bir yaklaşımdır. Bu şekilde dav­ranmak tehlikeli olabilir. Fazlasını söylemeye iznim yok. Her du­rumda bu işe gerçekten gönülden bağlı olan kişiler, en zorlu yo­la girmişlerdir ve bu yol onlara, en büyük hediyeleri sunar.

T anlamlanmam ı ş

Tamamlama, sonlandırma ile ilgilidir. Tamamlanmış şey, sonlanmıştır. Bu yüzden, geriye kalan, tamamlanmamıştır. Ta­mamlanmamış olan, ileriye dönük gelişme kaydetmek için ge­rekli güce sahiptir. Tamamlanmış şey unutulabilir.

Bunu neden söylüyorum? Çünkü bu çalışma da tamamlan­mamıştır. İşte gücünü de buradan alır. Bir şey tamamlanmışsa ve daha fazlasını yapmamız gerektiğini düşünüp yine de aynı şeye devam ettiğimiz zaman, bu şeyin aniden zayıfladığını ve gücünü kaybettiğini fark ederiz.

Konstelasyonu gücün zirvesindeyken bıraktığım zaman bazı­ları bir şeyler daha yapılması gerektiğini düşünür. Bazen danışa­na gider, sorular sorarlar ve çalışmayı, kendi bakış açılarından ta­mamlamaya çalışırlar. Bunu yaparak canlı bir şeye müdahale ederler. Çünkü canlı olan şey büyür. Çoğu zaman farkına var­maksızın büyür. Bir süre sonra geri dönüp baktığımızda, bitkinin ne kadar büyümüş olduğunu ya da buzağının ineğe dönüştüğü­nü gördüğümüz zaman şaşırırız.

Kendi gücünü ve hızını ortaya çıkarabilmesi için bir şeyleri kendi hâline bırakma sabrını gösterme, bu çalışma için önemli­dir. Yardımcının, bir şeylerin kendi gücüyle büyümeyi sürdüre­ceği inancını taşıması önemlidir. Bu sabrı göstermek, yardımcı ve süreci hızlandırmak için yardım etmesi gerektiğini düşünen kişi­ler için önemlidir.

Burada yaşananlar, zamansız bir alanda meyve verir. Bu ruh alanında ortaya çıkan görüntüler, zamanın çalışma prensipleri­nin ötesindedir. Kişinin ruhunda ve sistemin bütününde çalışma biçimlerini gösterebilecekleri yer verilmiştir. Sakin ve kapsamlı olan, daha büyük bir ruhun gücü, bir şeyleri harekete geçirir.

Uyum içinde büyüme

Burada öğrendiklerimizi nasıl uygulayacağımızla ilgili bir şeyler söylemek isliyorum. Öğrendiklerimizi uyum içinde uy­gularız.

Öncelikle, kendimle uyum içinde olurum. Ama kendimle sa­dece, anne ve babamla uyum içinde olduğum zaman uyum için­de olabilirim. Onlara bakıp şunları söylerim: “Benim için hiçbir şey sizden daha güzel değil. Hiçbir şey de daha iyi olamaz. Tüm güzel şeyler bana sizinle gelir. Her şey sizinle başladı.”

Kalbimi, anne babamdan gelen her şeye açarım. O zaman sa­dece onlarla değil, aynı zamanda atalarımla ve ülkemle, insanla­rımla ve dinimle de uyum içinde olurum. Ben hepsinin içinde doğdum ve hepsi benim bir parçamdır.

Bu şekilde uyum içinde olduğum ve her şeye bütünüyle say­gı duyduğum zaman, kendimi hiçbir şeye karşı savunmak zorun­da kalmam. Düzende olan şeyi, kendimden uzaklaştırmak zorun­da kalmam.

Birden içimde tuttuğum hünerleri ortaya çıkarmakta özgür olurum. Ben iyi bir insan olursam annem, babam ve çocukken bana yakın olan kişiler dc neşe içinde olur.

Hünerlerimi iyilik için kullanırsam onları gururla taşırım; onlar da başarılarımla sevinebilirler.

Yardımımı isteyen insanlarla karşılaştığımda bu kişilerle, an­ne babalarıyla, atalarıyla, ülkeleriyle, kültürleriyle ve dinleriyle uyum içine girmeye çalışırım. Geçmişlerindeki bir şeye direnç göstermediğim zaman, karşılıklı olarak birbirimize güvenebiliriz.

O zaman büyük bir uyum içinde oluruz, böyiecc daha da zengin­leşir ve büyürüz.

Kendinizin kendinizle, anne babalarınızla ve kaderinizle uyum içine girmeye çalıştığınızı düşünün. Böyle yaparak diğer insanlar ve kaderleriyle de uyum içinde olursunuz. Tıpkı kendi hastalığınız, şikâyetiniz ve ölümünüzle olduğu gibi bu kişilerin hastalığı, şikâyeti ve ölümü ile de uyumu yakalamanız anlamına gelir bu. Bütün bunlarla uyum içinde olduğunuz zaman aranızda bir şeyler kendiliğinden etkili olmaya başlar. Bizim taralımızdan bir eylem gerekmeden, bir şeyler ortaya çıkabilir.

Hiçbir şey yapmamak

Çin'deki, İslam'daki ve diğer birçok dindeki Sûfîler, hiçbir şey yapmadan bir şeylere neden olmanın gizemini çözmüşlerdir. Ru­hani algılarını bütüne açarlar, ne olduğunu görürler ve kendilerini geri çekerler. Yardım etmezler, hiçbir şeye karışmazlar. Böyleee her şey, ilgili herkesle uyum içinde kendi seyrinde gelişir.

Bu ortaya çıkışın belirli bir bedeli yoktur. Bazıları, danı­şanlara sağlıklı ve aklı başında kişiler olabilmeleri için ne yap­maları gerektiğini söyleyerek onlara hedefler koyar. Danışan bunlara uyduğunda ne elde etmiş olur? Danışan bir çocuğa dö­nüşür. Uyum içinde olmanın ne demek olduğunu bilen kişiler, zaman zaman bazı deneyimler yaşarlar. Arlık bir şeyler söyle­me zamanıdır ve bu bazen tek bir cümle olabilir. Bir yüz aydın­lanır ve bir şeyler değişir. Ancak bir sonraki göreve geçtiğimiz için çok uzun süre o kişiyi aramamıza gerek kalmaz. Öle yan­dan, bir şeyler söyleme zamanında beklersek diğer kişinin bü­yümesine engel oluruz. Yani sadece geçerken uğrayarak bile iyi bir şeyler yaparız.

Aslında bunun keyfini çıkarabiliriz ama sevince takılıp kalır­sak bir sonraki fırsatı kaçırırız. Bu yüzden ilerlemeye devam ede­riz ve birden, bunu güç sarf etmeden, uzun uğraşılar vermeden

nasıl gerçekleştirdiğimize şaşırırız. Çünkü bunu sadece büyüye­rek gerçekleştirebiliriz.

Farklı yollar seçmek

Civcivler yumurtadan çıktıkları zaman her biri bir başka yö­ne kaçışır. Kendi yuvalarını yaparlar ve kendi civcivlerini çıkarı­rdan Aile konstelasyonları ve ruhun hareketleri de tıpkı bunun gibi değişik şekilde gelişir. Tüm bu gayretleri iyi hisler ve düşün­celerle destekliyorum.

Birbirlerine saygı duydukları sürece tüm bu farklı yolların bu zenginliğe özel bir şey kattığını görebiliyorum. Varış noktasına birçok farkh yoldan yaklaştığımızda daha büyük bir bütünlük el­de etmiş oluruz. Bana göre tüm yollar yararlı ve değerlidir. Saça­bildiğim tohumların, tomurcuklandığını, büyüdüğünü ve bere­ketli topraklarda meyve verdiğini görmekten mutluluk duyarım.

Bir öykü: Bilgi ve biliş

Alim, bilge kişiye sordu

Parçalar nasıl bir araya gelip bütünü oluşturur

Ve kişilerin sahip olduğu bilgi

Nasıl bu kadar birbirinden farklı olabilir

Bilge kişi yanıtladı:

Etrafa dağılmış olanlar

Kaynağa doğru yolunu bulunca

Bir bütüne dönüşür ve amacına ulaşır

Çünkü onları birleştiren şey

Bir maksat ve gerçeklik kazanır

Sayısız biçimlerde ortaya çıkanlar

Yerçekimine uyarak

Kendilerini destekleyene doğru yaklaşır

“Zenginliği yaşamak"

Başkalarını da bu zenginliğe katmak için

Her ayrıntıyı bilmek zorunda değilim

Konuşmama bile gerek yok

Şehre gelenler

Tek bir kapıdan geçer

Her seferinde tek bir zil çalarlar

Bu zil sesi

Diğer zilleri de çınlatır

Olgun bir elmayı toplamak için

Kaynağını bilmek zorunda değiliz

Kişi elmayı eline alır ve ısırır”

Alim gerçeği öğrenmek için

Kişinin bütün ayrıntıları bilmesi gerektiğinde ısrarcıydı

Bilge kişi yanıtladı:

Eski gerçekler hakkında çok şey biliyoruz

Bizi ileriye götürecek gerçekler gözüpektir

Ve yenidir

Çünkü tohumun içinde koca bir ağacı saklaması gibi

Gerçekler de varacağı yeri saklar Bir sonraki adımı bilemediği için Harekete geçmekten çekinenler Esas önemli olan şeyi kaçırır

Yaşayan ağaçları

Ölü kerestelere çevirir

Alim tam ikna olmadı ve bilge kişiyi biraz daha sorguladı

Bilge adam şunları söyledi:

Bütünlük bir fıçı şıra gibi gelir ilk başta

Tatlı ve bulanık

Mayalanmaya ve zamana gerek duyar ki

Berraklaşsın, durulaşsın

Sonra, bir yudum almak yerine Onu içenler

Sarhoş olur ve sendelemeye başlar.

Yardım konusundaki yayınlarla ilgili ayrıntılar için Ek A’ya bakınız.

Kadınlar ve Erkekler

Ruhani Bir Bakış Açısından Kadın ve Erkek

Şimdi ruhani aile konstelasyonları ve ruhun hareketiyle de­vam edeceğiz. Sevgi hareketinin ne olduğunu keşfe çıkacağız. Bu noktada, temel insan ilişkilerine dönmek istiyorum. Var olan en önemli ilişkiye, ruhani bakış açısına göre kadın ve erkek arasın­daki ilişkiye dönmek istiyorum.

Bir çiftin ilişkisinin çok sıradan bir başlangıcı olur. Bir bütün gibi hissetmek için adam kadına, kadın da adama ihtiyaç duyar. Bir adam, kadınsız nedir? Bunu benimle burada görebilirsiniz. Bir kadın, adamsız nedir? Kendini eksik hisseder. Yine de yalnız bir erkek, kadını kalbinde hissederek ve ona kendi annesinden bile fazla saygı göstererek, kendini bütün hissedebilir. Yalnız ya­şaması gerekse bile erkeklere saygı gösteren bir kadın da kendi­ni bütün hissedebilir.

Saygı

Çiftlerin ilişkisine baktığnnda günümüzdeki en büyük so­runlardan birinin, kadınların çoğu zaman erkeklere saygı göster­memesi olduğunu görüyorum. Bu durumun çocuklar üzerinde geniş kapsamlı sonuçları oluyor. Çocuklar, o zaman babalarının, annelerinin nefret ettiği karakterlerini gösteriyor ve yaşıyorlar. Bu da bir dengeyi sağlama ve cezalandırma çabasıdır. Bütüne ait olan hiçbir şey dışlanmamak ve reddedilmemelidir.

Birkaç sefer gittiğim Moskova’da gözlemlediğim en büyük zorluklardan biri, erkeklerin aşırı içki içmesi ve alkolik olmala­rıydı. Alkolik olmalarının altında yalan nedenlerden birinin, er­keklerin eşleri tarafından saygı görmemesi olduğunu söyledi­ğimde onlar da bunu onayladı. Oradaki durum bu; erkeklere te­peden bakılıyor.

Onaylamak

Bir çiftin ilişkisi ancak, erkeğin kadına, kadının da erkeğe, ol­duğu gibi her hâliyle saygı gösterdiği zaman yürür. Bunu kabul etmek, ruhani bir harekettir.

Birçok çift ilişkiye başlarken, eşinin belli bir çizgide olması gerektiği düşüncesini taşır. Eşler birbirlerinin fikirlerine katılma­dıklarında birbirlerini değiştirmeye çalışırlar. Bu tutum zaten ay­rılığa davetiye çıkarmaktır. Birbirlerine saygı göstermeyen çiftler, en azından kendilerine duydukları saygıdan dolayı o ilişkiyi sürdürmcmelidir.

“Sı_ni olduğun gibi seviyorum” demeyi kabul etmek, eşin kendini güvende hissetmesini sağlar. Bu şekilde eşlerden biri, di­ğerinin sevgisinden emin olur.

Bu şekilde kabullenmek, daha birçok anlam taşır. Bu aynı za­manda erkeğin kadına: “Bu hâlinle benim için en doğru insansın. Bu hâlinle beni mutlu ediyorsun” dediği anlamına da gelir. Mut­luluk, kabul etmenin en güzel hâlidir. Bu cümle ardından da şu­nu söyler: “Anneni ve babanı da oldukları gibi seviyorum.” Bir­den gelişen bu farklılığı hissedebiliyor musunuz? Eşler, birbirle­rinin anne babasını da olduğu gibi kabul edip sevdiği zaman, kendilerini çok daha fazla güvende hisseder.

Sonra bir adım daha ileri gidilir ve: “Her ne pahasına olursa olsun, senin ahnyazına ve kaderine de razıyım” denir.

Ruhun sevgisi

Şimdi ruhun hareketiyle uyum içine gireriz; bu aslında ru­hun sevgisidir. Ben ruhun sevgisini şöyle görüyorum: O, her bi­rimize sevgiyle yönelir çünkü bizi biz yapan da bu ruhtur. Ruhun hareketiyle uyum içerisine girersek, bir çifti sıradan bir sevginin yapamayacağı kadar yüksekte ve derinlikte birleştiren bir sevgi­nin farkına varırız.

Cinsellik, tutku ve mutluluk gibi bir ilişkide yaşanan her şey, bu hareketle uyum içerisindeyken ruhani bir boyut kazanır. Her şey ruhanilikten gelir; yaşam, tarih öncesinden beri böyle hare­ket etmektedir. Erkeğin kadına duyduğu özlem, kadının erkeğe duyduğu özlem, yaşamın ve sevginin temel hareketidir. Bu hare­ketlerle uyumu hissedebilirsek, bu anlayışla hareketin bizi taşı­masına izin verirsek, kadınla erkek arasındaki sonsuz mutlulu­ğun önünde engeller kalmaz.

Sadakat

Kimi zaman bir eşin, diğerini terk etmek zorunda olduğu du­rumlar söz konusudur. Kişi, ailesiyle olan bağlarından, geçmişin­deki kilitlenmiş bir bağdan ya da ailesi adına önemli bir şeyi üst­lenmesinden dolayı, kaderini izlemek zorunda kalır. Diğer kişi de bunun üzerine, “Bana karşı dürüst olmalısın” dediği zaman bunun, eşlerin ruhunda nasıl bir etki yarattığım hissedebiliyor musunuz? Eşlerin, ruhun hareketiyle olan bağlarını nasıl kopar­dığını anlayabiliyor musunuz?

Ayrılık yaşansa bile, sevginin sürmesine izin veren bir cümle vardır: “Seni seviyorum, kendimi seviyorum; sonuçları ne olursa olsun, sana ve bana yol gösteren şeyi seviyorum.”

Bu hareket, ruhun harekeliyle uyum içerisindedir ve bir bağ­lılık hareketidir. Başka tür bağlılıktır, ruhani bir bağhhklır. Her şeye rağmen ayakta duran sevginin bir hareketidir.

Kim kimi takip eder?

Eşlerin birbiriyle ve ruhun hareketiyle uyum içerisinde olma­ları, kadınla erkek arasındaki sevgi açısından bir anlam taşır. Bir çiftin ilişkisinde kim kimi takip eder? Burada söz konusu olan çiftlerin birbirini takibi değil, her ikisinin de ruhun hareketini iz­lemesidir. Böylece birbirlerine daha derinden bağlanırlar ve ken­dilerini daha özgür hissederler.

Alıştırma: Eşin ötesine bakmak

Hellinger, bir adama: “Evli misiniz?”

Adam: “Evet.”

Hellinger: “îlk evliliğiniz mi, ikinci mi?”

Adanı: “İlk.”

Hellinger: “Çocuklarınız var mı?”

Adam: “Dört yaşında bir kızım var.”

Hellinger, izleyicilere: “İhtiyacım olan tüm bilgi bu. Diğer her şey, konstelasyonda ortaya çıkar.”

Adama: “Neye bakmak istiyorsun? Sorunun ne?”

Adam: “Birlikle ilcrleyemiyoruz ve nedenini de bilmiyo­rum...”

Hellinger: “Anladım, birlikle ilerleyemiyorsunuz.”

Hellinger, adamın kendini temsil etmesini ister. Adamın ka­rısı için bir temsilci seçer ve onu adamın birkaç metre karşısında konumlandırır.

Hellinger, adama: “Şimdi onun ötesine bak.”

Kadının temsilcisine: “Sen de onun ötesine bak.”

Hellinger, ikisine birden: “Eşlerinizin anne babalarına ve on­ların ailelerinin kaderine sevgiyle bakın.”

Bir süre sonra: “Ardından birbirinize bakın.”

Adam, karısına doğru dikkatlice bir iki adım atar.

Hellinger: “Alıştırmayı bir kez daha tekrarlayalım. Eşinizin öte­sine bakın ve orada, eşinizin ötesinde, uzakta kendinizi de görecek­siniz. Her şeyin ardında işleyen güce teslim olun ve dileklerinizi, hatta pişmanlık duyduğunuz suçlarınızı unun ellerine bırakın.”

Hellinger bir süre sonra: “Şimdi birbirinize tekrar bakın."

Adam, kadına doğru yavaşça, küçük adımlarla yürür. Aynı şekilde kadın da adama doğru yürür.

Hellinger: “Şimdi tekrar orada durun ve birbirinizin ötesine bakın. Önceki ilişkilerinize de sevgiyle ve minnetle bakın. Onla­rı da bu büyük gücün ellerine bırakın.”

Hellinger bir süre sonra: “Şimdi tekrar birbirinize bakın.”

Çift gülerek, sevgiyle birbirine doğru yürür.

Hellinger, çiftlerin birbirlerine yakın durduğu noktada izleyi­cilere: “Gerisini tahmin edebiliyoruz.”

Yüksek sesle gülüşmeler ve izleyici alkışları.

Alıştırma: Ruhla hareket etme

Hellinger, izleyicilere: “Sadece gözlerinizi kapayın. Aynı alış­tırmayı şimdi kendiniz ve eşiniz için, eski eşlerinizi ve yaşanmış­lıklarınızı da dâhil ederek yapabilirsiniz.”

Eşimize bakalım ve onu olduğu gibi görelim. Ve onu bu hâ­liyle, sevgiyle kabul edelim.

Eşlerimizin anne babasına, özellikle annelerine, aynı zaman­da babalarına ve kaderlerine bakalım. Onları oldukları hâlleriyle ruhun hareketine bırakalım. Sevginin hareketinin içine katılarak orada kalmalarına izin verelim.

Sonra eşimize ve aramızda geçen ve bizi üzen şeye, kendimi­zi belki de çok suçlu hissetmemize neden olan şeye tekrar baka­lım. Bu şeyin de ötesine, uzağa bakalım ve gördüğümüzü sevgi­nin hareketine bırakalım. Orada gereken özeni görecektir.

Şimdi birbirinize tekrar bakın. Birbirinize: Şimdi bitebilir. Bir başka yerde emin ellerde olacak.

Tekrar birbirinizin ötesine, bu kez eski ilişkilerinize ve eş­lerinizin eski ilişkilerine bakın. Onları oldukları gibi kabul edin. Bu eşle birlikte yaşadığınız sevgiyi ve eşinizin eski ilişki­sinde yaşadığı sevgiyi kabul edin. Hepsine birden: “Teşekkür ederim. Ortak geleceğimize bunu da alıyoruz. Bu bizi daha da zenginleştirdi” deyin.

Eski ilişkilerde ters giden şeyleri, ruhun sevgi hareketine bı­rakın. Orada rahata erebilir ve iyiye dönüşebilirler.

Şimdi eşimize bir kez daha bakalım ve şu anda doğru olan hareketi hissedelim. Bizi, bir araya mı getiriyor, yoksa ayırıyor mu? Her ikisi de ruhun bir hareketidir.

Sizi bir araya getiriyorsa birbirinize yakın durun. Eşinize bakmak yerine başka bir şeye, örneğin çocuklarınıza ya da ken­dinizi beraberce adayacağınız başka bir şeye bakın.

Hellinger bir süre sonra: “Tamam.”

Ruhla birlikte hareket çimenin güzel, muazzam ve uzlaşma­cı bir yanı vardır.

Hoşgörü

Almanya’daki eğitimimden sonra Güney Afrika’da öğretmen olmak için bir başka eğitim kurumuna yazıldım. Orada, dönem so­nu ve yıl sonu sınavları vardı. Sınav pek çok sorudan oluşuyordu ve geçmek için soruların yüzde kırkını doğru olarak cevaplamak gerekiyordu. Yüzde kırklık doğru cevap, sınavı geçmeye yetiyordu.

Bu eşlerimiz için de geçerlidir, yüzde kırk yeterlidir.

İzleyicilerde gülüşmeler.

Kusursuz aşkla ilgili düşüncelerimize veda etmemiz gereki­yor. Eğer kusursuz aşk var olsaydı bu insanı aşan bir şey olurdu. Yüzde kırk iyidir. Gerisi için hoşgörülü olmayı denemeliyiz. Hoşgörü sevgidir, güzel bir sevgidir.

Size hoş bir örnek vereceğim. Karım ve ben bir gün yürüyü­şe çıktık. Küçük el arabalı, yaşlı bir adama rastladık. Geri dönü­şüm için bira şişelerini ve kutularını topluyordu. Yakınlarda da bir disko vardı. Karım adama: “Bunu yapmanız gerçeklen de çok hoş” dedi.

Adam: “Evet” dedi. “Bunları düşüncesizce atmışlar ben de bunlara düşüncesizce topluyorum.”

İzleyiciler arasında gülüşmeler.

İşte bu hoşgörüdür.

Sevginin düzenleri üzerinde çok düşündüm. Erkek ile kadın arasındaki sevgi düzenlerinden biri de birbirine, on tane kusur işleme hakkı vermektir.

İzleyiciler arasında gülüşmeler ve alkışlar.

Bu sevginin düzenidir. Ne kadar güzel olduğunu hissediyor musunuz? Bu şekilde daha mı çok yoksa daha mı az günah işle­riz? Hepimizin önünde sevme özgürlüğüne doğru bir alan açıl­maktadır.

Alıştırma: Süren mutluluk

Hellinger, ilişkileri adına bir şeyler yapmak isteyen bir çift­le ilgili olarak izleyicilere: “Bu çifti bir süredir tanıyorum. Ön­celikle, ikisi de farklı kültürlerden geliyorlar. Erkek Lübnanlı, kadın ise Alman. İkisinin de dinleri farklı. Erkek Müslüman, eşi Hristiyan. Ayrıca erkek daha önce evlenmiş ve bu evlilikten ço­cukları da var.”

Hellinger, adama: “Kaç çocuğunuz var?”

Adam: “Dört.”

Hellinger, kadına: “Daha önce ciddi bir ilişkiniz oldu mu?”

Kadın: “iki kez evlendim, ikinci evliliğimden yetişkin bir oğ­lum var.”

Hellinger, izleyicilere: “Neyse, sonuç itibarıyla bu çili artık birlikleler. Şimdi onlarla ruhsal bir alıştırma yapacağım.”

Hellinger, çifte: “Gözlerinizi kapayın ve önceki eşlerinize ba­kın.’’

İzleyicilere: “Bir çift ayrıldığında biri onlara bir hikâye anla­tabilir. Bir keresinde böyle durumda bir çift bana gelmişti ve on­larla ilgili bir hikâye oluşmuştu aklımda. Bunu şimdi buradaki çifte de anlatacağım.”

Bir kadın ve bir adam bir yolculuğa çıkarlar. Her ikisi de iyi şeylerle dolu birer sırt çantası taşımaktadırlar. Birlikte neşeyle bah­çelerden ve çayırlardan geçerler. Arada bir dinlenirler, sırt çantala­rından bir şeyler çıkarır ve paylaşırlar. Sonra yolculuklarına devam ederler ve yukarıdaki bir tepeye doğru yürümeye başlarlar.

Bir süre sonra kadın yorulur ve bir yere oturur. Sırt çantasın­da bir şey kalmamıştır, her şeyi yemişlerdir.

Adam yürümeye devam eder, dağın eteklerine doğru tırma­nır durur. Sonra sırt çantasına bakar ve içinin boş olduğunu gö­rür. Bir kenara oturur. Ardından arkasına bakar ve aşağıda kalan karısını, birlikte yürüdükleri yolları görür ve o yürüyüş süresin­ce paylaştıkları güzellikleri hatırlayıp ağlamaya başlar.

Bu sevgidir, sevgiyle ağlamaktır. Sevgiyle vedadır. Bu şekilde eski eşlerimize sevgiyle ve üzüntüyle bakabiliriz. Sonra daha öte­sine, kadere bakarak, hem onun kaderine, hem dc kendimizinkine “Evet” demeliyiz.

Aynı şekilde çocuklara da bakın, ebeveynlerinin ayrılmış ol­masının onlar için ne demek olduğunu anlamaya çalışın. Bunun­la baş ederek, nasıl büyümek zorunda olduklarını ve büyüyecek­lerini anlayın. Onları da sevgiyle gözleyin.

Simdi de şu anki eşinize, olduğu hâliyle bakın; önceki yaşan­tısında olanlara bakın. Önceki eşlerine ve çocuklarına bakın. Hepsine bakarak, her şeye “Evet” deyin.

Artık beklentilerinizin, ilk aşkın beklentileriyle aynı olmadı­ğını bilirsiniz. Beklentileriniz artık daha mütevazıdır. Bu yeni ilişkide, iki kişi de eski bağlarını bilir, önceki sevgililerini anlar ve onları oldukları gibi kabul eder: “Seni bu şekilde, önceki bağ­larından sana gelmiş olan her şeyle birlikte kabul ediyorum.”

Bu mütevazı bir sevgidir. Öte yandan büyük bir sevgidir çün­kü herkesi içine alır, ruhani bir sevgidir.

Hellinger, bir süre sonra izleyicilere: “Bu çift için geriye ne kalmıştır? Herkesinki gibi bir mutluluk; ellerinde kalanın en iyi­si budur.”

Kadın, başını adamın göğsüne yaslar ve adam da kollarım ka­dına dolar. Her ikisi de ağlamaya başlar.

Hellinger, izleyicilere: “Bu sıradan mutluluktur ve kalıcıdır.”

Ardından izleyicilere: “Birçoğunuz bu alıştırmayla onlara ka­tılmış oldunuz.”

Hellinger, bu çifte: “Her şey gönlünüzce olsun.”

İzleyicilere: “Sıradan mutluluklar kalır, büyük mutluluklar kaybolur gider.”

İzleyiciler arasında alkışlar.

“Kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiler” konulu diğer ya­yınlar için Ek A’ya bakınız.

Sıkıntılı Çocuklar

Bütün Çocuklar İyidir

Ruhani bir bakış açısıyla gözden geçirmek islediğim bir baş­ka çalışma alanı da sorunlu çocuklar, daha yaygın biçimiyle baş belası çocuklar.

Zor olan çocuk değildir. Aksine sistemde bir zorluk vardır. Çocuğun ailesinde bir şeyler yolunda gitmiyordur. Bir ailedeki esas karışıklık, aileden bir bireyin dışlanması ya da unutulmasıy­la meydana gelir. O zaman çocuk ne yapar? Sorunlu çocuk, dış­lanmış kişiye bakar. Dışlanmış kişiler, tekrar kabul edildiği za­man çocuğun sırtındaki yük hafifler.

Huzursuz, rahat durmayan, hırçın çocukların ailede önem­senmeyen, ölmüş bir kişiye baktıklarını gözlemledim. Bu sayede, birçok kişiyi şaşırtan bir cümleye vardım: “Bütün çocuklar iyi­dir.” Aile konstelasyonları onların gerçekten iyi olduklarını orta­ya çıkarır. Bu cümleye ben de şunu ekledim: “Anne ve babaları da çocukken iyiydiler.”

Bu anne ve babalar da çocukken birisine bakıyordu. Zor de­diğimiz bu anne babalar, zamanında dışlanmış birine bakan ço­cuklardı. Anne ve babalar çoğu zaman çocukluklarından bu ya­na kilitlenmiş oldukları kişiye bakmaya devam ettikleri için ken­di çocuklarıyla yeteri kadar ilgilenemczler.

Ruhani aile konstelasyonu çalışmalarında neyi amaçlıyoruz? Amaç, tüm aile üyelerine hakkı olan yeri vermek ve yerleri red­dedilen üyelerin bu yeri geri kazanmasını sağlamaktır. O zaman herkes derin bir oh çekebilir.

Size bir örnek vereceğim. Bir gün bir öğretmen bana geldi. Görevi zor çocuklarla, bilhassa da okuldan atılmak üzere olan çocuklarla ilgilenmekti. Onları sevgi ile başarılı bir şekilde kay­naştırmaya çalışıyordu. Sonra bir gün beni aradı ve: “Küçük oğ­lum o kadar saldırgan ki onu okuldan atmak istiyorlar. Ne yapa­yım?” dedi.

Yani çok deneyimli ve yararlı işler yapan biri bile kaderin in­safına gerek duyabilir. Üstelik sadece kendi kaderinin değil, aile­deki bir başka kişinin kaderinin de insafına ihtiyaç duyar.

Ona: “Tüm ailenle birlikte bir derse gel.” dedim. Karısı ve iki çocuğuyla birlikte geldi. Saldırgan olanı küçük oğluydu.

Ben de uzun yıllar öğretmenlik yaptım. Erkek çocuklarıyla nasıl başa çıkılacağını bilirim. Onların iyi yönlerini de bilirim.

Aile yanıma oturdu. Onlara baktım ve hemen annenin ölmek istediğini gördüm. Çocuğun saldırgan olmasının nedeni buydu. Anneye: “Sana baktığımda ölmek istediğini görüyorum.” Kadın bana “Evet” dedi.

Peki, ne için ölmek isliyordu? Ona “Anneni buraya koyaca­ğım” dedim ve sorunu doğrudan irdelemedim.

Annesini dediğim yere konumlandırdım. Anne, hemen yere, ölü bir kişiye baktı. Kadına annesinin nereye baktığını sordum. O da bana “Annemin çok sevdiği bir erkek arkadaşı vardı, trafik kazasında öldü.” dedi. Bu erkeği temsil edecek birini seçtim ve annesinin baktığı noktaya, yere yatırdım. Kadınla ölü adam ara­sında büyük bir aşk olduğunu görebiliyorduk. Kadın ona kapıl­mış hâldeydi. Hemen yere, ona doğru eğildi ve ikisi birbirlerine sarıldılar. Ardından ölü adam gözlerini kapadı. Kadının annesi, derin bir oh çekerek kendi yerine döndü.

Sonra kadını, annesinin önüne koydum. Annesi kızına: “Şim­di burada kalacağım” dedi. Kadın çok mutlu oldu ve anne kız ku­caklaştılar. Kadının az önce, annesi için ölmek istediği çok açık­tı. Yüzü mutluluktan parlayan kadın, annesine yaslandı.

Sonra on dört yaşındaki oğlanı annesinin önüne koydum. Anne oğluna: “Burada kalacağım, sen de kalırsan çok mutlu olu­rum” dedi. Çocuk havalara uçlu ve sevgiyle annesine sarıldı. Bundan sonra her şey yoluna girdi. Oğlan birden iyi bir çocuk ol­du. Zor çocuklar çoğu zaman en sevgi dolu olanlardır. Bilmedi­ğimiz tek şey, bu sevgiyi kime karşı besledikleridir.

Meditasyon: Zor çocuklar olarak bizler

Size bununla ilgili kısa bir meditasyon yapacağım. Küçükken yaklaşık yüzde yirmimiz zor çocuk olarak lanımlanmışızdır. As­lında biraz dikkatli konuşarak yüzdeyi biraz düşük tuttuğumun farkındayım. Ama çoğumuz anne ve babalarımızın bizim için en­dişelenmelerinin nasıl bir şey olduğunu biliriz. Büyüyünce nasıl insanlar olacağımızı düşündürtecek kadar huysuz davranışlarda bulunduğumuzda ya da hasta olduğumuzda anne babamızı bol­ca endişelendirmişizdir.

Tamam, şimdi gözlerinizi kapalın, çocuk olduğunuz zamana gidin. Aileniz için zor çocuk olduğunuz, onların sizin için endi­şelendiği ya da hasla olduğunuz zamanlara gidin. Sevdiğiniz bu çocuğa bakın ve çocuğun size yol göstermesine izin verin. Çocuk sevgiyle nereye bakıyor? Ailenin görmek islemediği birisine. Bu kişiye “Sana sevgiyle bakıyorum, bence sen bize aitsin” diyelim. Sonra anne ve babamıza dönüp onlara, “Sevdiğim birisine bakı­yorum, siz de lütfen benimle beraber bakar mısınız?” diyelim. Çoğunuzun çocukları vardır. Onların içinde muhtemelen zor, yani başınızı ağrıtan, sürekli hasıalanan ve sakar olan çocuklar vardır. Bu çocuğun sevgi ile nereye baktığına bakın. Belki de ço­cuğunuz kürtaj ile alınmış bir çocuğa ya da reddedilen birine, ya da kuşaklar önce ailenizdeki bir başkası tarafından kurban edil­miş birine bakıyordur. Ya da suç, savaş suçu, cinayet işlediği için utanç sebebi olan ve bu yüzden aile tarafından reddedilen birine bakıyor da olabilir. Çocuğunuz belki de bu kişiye, diğer aile üye­leri sevgi ile bakmadığı için sevgiyle bakıyordur. Diğer bireyler bu kişiye sırtlarını dönmüşlerdir ama bu birey, herkes gibi bu ai­lenin bir parçasıdır.

Şimdi bizler de bu kişiye sevgiyle, herkesle birlikle hizmetin­de olduğumuz ruh sevgisi ile ayrım gözetmeksizin bakalım. Çün­kü bu sevgi, hayal gücümüzün ötesindedir.

Bu şekilde bakmanın etkisini görür ve içimizde hissederiz. Ço­cuğun nasıl rahatladığını ve kendini daha iyi hissettiğini anlarız.

Kimsesiz Bir Çocukla İlgili Bir Öykü

Bir kimsesizler yurdunun müdürü, yanında 12 yaşında bir erkek çocuğuyla birlikte Moskova’daki kurslarımdan birine gel­di. Çocuk yanıma olurdu ve ben, ona bir öykü anlattım.

Eskiden zencilerle birlikte Güney Afrika’da yaşıyordum. Bir gün bir kabile şefini ziyaret ettim ve sohbete başladık. 4 karısı ve bir sürü çocuğu vardı. Oğullarından biri için endişe duyuyordu, bana onunla ilgili şunu söyledi: “Sorununun ne olduğunu bilmi­yorum. Bazen o kadar üzgün görünüyor ki.”

Sonra bir gün, adamın oğlu bir arkadaş bulur. Dolaşmaya çıktıkları bir gün, onlardan yaşça biraz daha büyük başka bir ço­cukla tanışırlar. “Hadi gidip biraz etrafı gezelim” derler ama da­ha büyük olan çocuk, “Önce yapmam gereken önemli bir şey var” der. Çocuk çok sevdiği birini kaybetmiştir, o yüzden önce mezarlığa gidip onu ziyaret etmek ister. Ardından hep birlikte mezarlığa giderler. Mezarın başında dururken çocuk, “Biraz da­ha bekler misiniz, biraz çiçek toplamam lazım” der ve çiçek top­lamaya gider. Sonra da diğer iki çocuğun yanma geri döner.

Çocuğun yüzünde, birden üzgün bir ifade oluşur. Gözlerini kapar ve mezardaki sevdiği kişiyi düşünür. Sonra yere oturur ve o anda, sevdiği bu kişinin onunla birlikle olduğunu hisseder. Bu his o kadar gerçekçidir ki sanki biri ona sarılıp “Daima yanında­yım” diyordur. Bu his onu mutlu eder.

Bunun ardından gezintilerine çıkarlar. Daha büyük olan ço­cuk, etrafına baktığında dünya birden onun için eskisinden daha güzel görünür. Çiçekler gözüne daha hoş gelir. Elma ağacına ko­nan kuşların cıvıltısını duyduğunda, “Ne kadar da güzel cıvılda­şıyorlar” der. Ağaçlan bir elma koparır ve bir ısırık alır. Bu kadar güzel bir elma daha önce yememiştir. Bu şekilde yürümeye de­vam ederler. Akşam olup eve döndükleri zaman şef, oğluna so­rar: “Bu gün ne yaptın, değişmiş görünüyorsun.” Çocuk babası­na: “Evet doğru söylüyorsun bir hazine buldum ve onu hep sak­layacağım” der.

Çocuklara yardım etmek

Çocuk danışmanlarına ve çocuk bakımıyla ilgilenen diğer ki­şilerle ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bir çocuğa fazla yardım ederseniz çocuk sinirlenir. Bu yüzden belli bir mesafeden yardım edin ve anne babanın temsilcisi olarak yardım ettiğinizi aklınız­dan çıkarmayın. Anne ve babadan daha aşağı bir konumda olma­nız önemlidir. Eğer kendinizi daha iyi bir anne ya da babaymış gibi onların yerine koyarsanız, çocuk sinirlenir.

Çocuk danışmanları, aileleri ile uyum içerisinde oldukları za­man çocuklara en büyük yardımı yaparlar. Gözetiminde olan ço­cukların kendi anne babaları gibi olmalarına izin vermelidirler. Bu önemlidir çünkü çocuklar anne ve babaları gibi olmak islerler.

Bir çocuğa, “Senin baban alkolik, sakın ona benzeme” deme­ye kalkarsanız çocuk sadakatinden dolayı babası gibi olmayı da­ha da çok isler. Bu durum çocuğun ruhundaki bu tip uyarıların sonucudur. Ama çocuğun babası gibi olmasına ve kendi içinde ona “Senin gibi olmak istiyorum” demesine izin verildiği zaman, çocuk babasının ona sevgi ile bakıp “Evet ama sen benden farklı hareket edebilirsin” dediğini fark edebilir. Çocuk anne ve baba­sına benzeyebilme izni sayesinde kendi başına büyüme özgürlü­ğünü dinir. Danışman bunu kabul ettiğinde kendini çocuğun anne babasının yerine koymaz.

***

Tüm çocuklar anne ve babalarını, onların nasıl insanlar ol­duklarına aldırış etmeden severler. İnsanlar çocuklara yardım et­mek istedikleri zaman, çocuğun anne babasına saygı duyar ve onları severse doğru hareket etmiş olurlar. Çünkü o zaman ço­cuklar kendilerini o insanların yanında güvende hissederler. Ço­cuklar, anne babalarıyla içsel bir temas içinde oldukları zaman yardımcılarını sevebilirler. Çocuklar istedikleri zaman anne ve babalarının yanına gidebileceklerini ve onlara olan sevgilerini ifade edebileceklerini hissederler.

Alıştırma/Engelli Çocuk: “Şimdi Katılıyorum”

Giriş

Engelli bir çocuğa sahip olmak, anne ve babada derin bir ya­ra açar. Bir yandan, genellikle çocuklarına sevgiyle bağlı olur ve onların acılarını paylaşırlar. Diğer yandan, çoğunlukla kendileri­ni suçlar, hatayı kendilerinde ve başka kişilerde, örneğin doktor­larda ararlar. Bu şekilde davranarak çocukları ve aynı zamanda kendileriyle olan bağlarını kaybederler.

Bu durumda anne babalara yardımcı olacak tek şey, kaderle­rini ve çocuklarının kaderlerini, onları ve çocuklarını özel bir şe­kilde yönlendiren ruh hareketini kabul etmektir. Bu yönlendir­me ile anne baba ve çocuklar özel bir güce ve sadece böyle bir ka­der sayesinde elde edilebilecek bir gayeye sabip olurlar. Kendile­rinden özel bir talepte bulunan bu kaderle derin bir bag kurarak mutluluğun, sevginin ve yaşamın yüzeysel anlamlarının ötesin­de, çok daha özel bir deneyim yaşarlar.

Yaşadıkları sadece kişisel ve bireysel bir kaderden çok daha fazlasıdır. Ailenin çok daha ötesindedir çünkü iyileştirici özelliği sayesinde çevrelerini de etkilemeye başlar. Beraberinde alçak gö­nüllülük ve kalenderlik getirir, sevgi dolu ve insancıl bir yardım­severliğe yol açar.

Konstelasyon

Anne ve baba on iki yaşında, engelli bir erkek çocuğuyla ge­lirler. Çocuğun aynı zamanda oıistik olduğunu söylerler. Hepsi Hellinger’in yanma otururlar. Çocuk, Hellinger’in yanma, annesi çocuğun sağına, babası da annenin sağma oturur.

Çocuk Hellinger’a çikolata getirmiştir. Hellinger teşekkür eder ve paketi açar. Çocuğa bir parça verir ve bir parçayı da ken­di ağzına atar.

Helllinger, çocuğa: “Tadı güzelmiş.”

Engelli çocuk güçlükle: “Güzel.”

Çocuk annesine bakar ve gülerek ellerini çırpar. Katılımcılar alkışlamaya başlayınca Hellinger onları durdurur.

Helllinger, gruba: “Karşılık vermeyin. Her şey ailenin içinde kalmalı, aksi takdirde dikkat dağıtır.”

Çocuk annesinin saçlarını sevgiyle okşar ve onu öper. Hellin­ger, sakinleşene kadar çocuğun sol elini tutar. Sonra anne ile ba­banın, katılımcıların oluşturduğu dairenin ortasında yan yana durmasını ister. Anne kocasının sağında durur. Ardından Hcllin­ger, çocuğu anne ve babasının karşısına konumlandırır.

Helllinger, anne babaya: “Yan yana durun ve birbirinize b.ı km. Şimdi birbirinize, ‘O bizim çocuğumuz’ deyin.”

Kadın, kocasına: “O bizim çocuğumuz.”

Helllinger, adama: “Sen de söyle.”

Adam, karısına: “O, bizim çocuğumuz.”

Helllinger: “Onu, kendi çocuğumuz olarak kabul ediyoruz.” Kadın: “Onu, kendi çocuğumuz olarak kabul ediyoruz.” Adam: “Onu, kendi çocuğumuz olarak kabul ediyoruz.” Hellinger: “Onu, birlikte büyütüyoruz.”

Kadın: “Onu, birlikte büyütüyoruz.”

Hellinger: “Sevgiyle.”

Kadın: “Sevgiyle.”

Hellinger, adama: “Karma bak ve ‘Onu sevgiyle, birlikte bü­yütüyoruz’ de.

Adam: “Onu sevgiyle, birlikte büyütüyoruz.”

Hellinger, hem anneye hem babaya: “Şimdi çocuğunuzun ötesine, çok uzaklara, kaderine bakın. Bakmaya devam ederek, içinizden ‘Evet’ deyin.”

Konsantrasyon içindeki anne ve baba, çocuklarının ötesine, çok uzaklara bakmaya devam eder.

Hellinger: “Şimdi oğlunuza bakın.”

Hellinger çocuğu, anne ve babasının yanma yaklaştırır. Ço­cuk sırtını anne ve babasına yaslar. Anne ve baba aralarında dur­ması için ona yer açar. Bir süre sonra çocuk kollarını arkadan an­ne babasına dolar ve bir annesine, bir de babasına bakar. Annesi­nin yanağından öptükten sonra babasını da öper. Annesinin saç­larını okşar, sonra başını babasının göğsüne yaslar ve “Babacı­ğım” der. Sonra annesine döner ve birkaç defa : “Anneciğim” der. Sonra ikisine birden: “Siz benim ademsiniz” der.

Hellinger, anne ve babaya: “Akhmdakilerin hepsi buydu ama burada bir süre daha benimle oturun.”

Hellinger, gruba: “Engelli çocukları olan anne ve babalar, ba­zen kendilerini suçlu hissederler. Burada annenin, kendini suçlu hissettiğini görüyoruz.”

Hellinger, adama ve karısına şöyle bir bakar. Ve adama döne­rek: “Kocası bunu biliyor” der.

Hellinger, kadından doğrulmasını ister ve onu konstelasyondaki yerine geri götürür. Birbirlerinin gözlerine uzun süre bakarlar.

Hellinger, kadına: “Şimdi uzağa bak.”

Kadın uzağa bakar. Hellinger yanında durur ve onun omzu­na dokunur.

Bir süre sonra Hellinger: “Şimdi içinizdeki tüm isteklerinizi, bütün büyük beklentilerinizi toplayın. Onları açık olan ellerinize alın ve bağışta bulunur gibi sunun.”

Kadın uzağa bakar, ellerinde büyük bir şey tutuyormuşçasına açar. Ve içinden: “Lütfen” der. Bir süre sonra Hellinger kadı­na : “Sana verilen şey için ellerini açık tut” der.

Kadın uzağa bakmaya devam eder. Ve içinden “Şimdi sevgiy­le kabul ediyorum” der. Dakikalarca elleri açık şekilde uzağa ba­karak derin bir konsantrasyon içinde durur. Birden, rahatlamış bir ifadeyle kafasını her iki tarafa döndürerek kocasına ve oğlu­na gülümser. Bu arada baba ile oğul ayakta durmaktadırlar. Baba, oğluna arkadan sarılır ve çocuk, tek elini geriye doğru uzatarak babasının kafasına koyar. Bir süre sonra hepsi, yine Hellinger’in yanma oturur. Adam kolunu, karısının omzuna koyar.

Hellinger: “Sanırım artık burada bırakabiliriz. Her şey gönlü­nüzce olsun.”

Alıştırma: Kürtajla Alınmış

Çocukların Temsil Edilmesi

Bir kadın, Sophie Hellinger’in yanma oturur. Bir süre sonra Sophie, sağ elini kadının göğsüne koyar.

Sophie Hellinger, gruba: “Çok gergin, kalbi hızla atıyor.”

Kadına: “Ne yapsak acaba, gerçekten üzerinde çalışmak iste­diğinden emin değilim. Ortaya çıkacaklardan korkuyorsun.”

Tek elini, kadının gözlerinin üstüne koyar, onları kapatır ve diğer elini de göğsünün üzerine koyar. Bir süre sonra Sophie Hel­linger: “Ağzını açık tutarak, birkaç kez derin nefes al.”

Gruba: “Başka bir enerji ve aynı zamanda benimle temasa geçmesini sağlamaya çalışıyorum.” Bir süre sonra, “Şimdi, konu­nun ne olduğunu biliyorum.”

Sophie sağ elini, kadının dizinin üstüne koyar ve gruba: “Bu sabah bana bir soru sordu. Şimdi, bundan bahsetmek istiyorum.”

Sophie Hellinger, kadının dokuz yaşındaki oğlu için bir tem­silci seçer ve temsilcinin ayağa kalkmasını ister. Bir süre sonra, temsilci birkaç adım geri atar. Ardından, kadın için bir temsilci seçer ve oğlunu temsil edecek kişiyi, aralarında biraz mesafe bı­rakacak şekilde karşısına koyar.

Kadının temsilcisine: “Bu oğlan annesine, hayatta olmama­nın kendisi için daha iyi olacağını söylüyor.”

Kadının temsilcisi, sağ elini kendi kalbine koyar ve derin de­rin nefes ahr. Önüne, yere bakar. Çocuk, yavaşça dizlerinin üstü­ne çöker ve topuklarının üzerinde çömelir.

Sophie, bir başka temsilci olarak bir adamı seçer ve ondan, sırtı dönük şekilde oğlanın önünde oturmasını ister. Böylece her ikisi de annelerine bakarlar. Sonradan anlarız ki bu adam, kürtaj­la alınmış bir çocuğu temsil etmektedir.

Sophie, gruba: “Annenin temsilcisi, bu çocuğun yüzüne bakamayacağını söylüyor. Çocuğun, sadece ayak parmaklarını görüyor.”

Annenin temsilcisi, hızla nefes alıp vermeye devam eder.

Sophie Hellinger, anneye: “İkinci çocuğunuz da bir erkek mi?”

Kadın: “Evet.”

Sophie Hellinger, bu çocuk için bir temsilci seçer ve onu, kardeşinin yanma, dizlerinin üzerine oturtur.

Büyük oğlanın temsilcisine: “Kime bakıyorsun?”

Büyük oğlan: “Önümdeki bu çocuğa bakıyorum.”

Sophie Hellinger, kadına: “Oğlunun söylediği tam olarak neydi?”

Kadın: “Kendimi öldürmek istiyorum. Keşke hiç doğmamış olsaydım.”

Sophie Hellinger büyük oğlanın temsilcisinden, kürtajla alın­mış çocuğa, “Tıpkı senin gibi, doğmamış olmayı dilerdim” deme­sini ister.

Büyük oğlan: “Tıpkı senin gibi, doğmamış olmayı dilerdim.”

Annenin temsilcisi, derinden etkilenir ama çocuklara bak­maz. Küçük oğlan, kürtajla alınmış kardeşine daha da yaklaşır.

Sophie Hellinger, kadına: “Küçük oğlun da büyük oğlunla aynı şeyi mi söylüyor?”

Kadın: “Evet.”

Kürtajla alınmış çocuk huzursuzlaşır.

Sophie Hellinger kadının temsilcisinden ona, “Seni isteme­dim. Şimdi bile, sana bakmak istemiyorum” demesini ister.

Kadının temsilcisi: “Seni istemedim. Şimdi bile, sana bakmak istemiyorum.”

Sophie Hellinger kadının, oğullarına, “Bunu benim için yük­lenmenizi kabul ediyorum. Teşekkür ederim” demesini ister.

Kadının temsilcisi, derin nefes alır ve başını sallar. Kürtajla ahnmış çocuk yavaşça sırtüstü uzanır. Küçük oğlan, onun yanı­na uzanır. Birbirlerine bakarak sarılırlar.

Sophie Hellinger büyük oğlanın, annesine bakmasını ve ona, “Anneciğim her şeyi senin için yapıyorum” demesini ister.

Büyük çocuk, “Anneciğim her şeyi senin için yapıyorum” der.

Annenin temsilcisi, başıyla onaylar.

Sophie Hellinger kadının, oğluna teşekkür etmesini ister. An­nenin temsilcisi: “Teşekkür ederim.”

Sophie Hellinger: “Kabul ediyorum.”

Kadının temsilcisi: “Kabul ediyorum.”

Büyük oğlan da kürtajla alınmış çocuğun yanma uzanır ve ona sarılır. Üçü de birbirine sarılırlar. Sophie Hellinger, kadının temsilcisine: “Simdi kendini nasıl hissediyorsun?”

Kadın huzursuzlaşır, ne yapacağını bilmeden kollarını hare­ket ettirir. Ardından yerde yatan çocukların etrafında yavaş yavaş dolanmaya başlar.

Sophie Hellinger, gruba: “Burada bir şeyi açıklamak istiyo­rum” der. “Kadının iki oğlu var. Her ikisi de ailedeki bu sırrı, ya­ni kürtajı açıkça gözler önüne seriyor. Anneleri, bu çocuğa bak­madığı için bunun bir sır olarak kalması gerekiyor. Ama gerçek ortaya çıktığı için anne sakinleşti. Öncesinde huzursuzdu. Kadı­nın üç çocuğu var, iki değil. Bunlardan birisine bakamıyor.”

Sophie Hellinger, kadına: “Kürtaj gerçekleştiği zaman bunu kabullenmek gerekir. Bunu kabullenmeden, bir çözüm söz konu­su değildir. Ancak yaptığınız şeyi kabullendiğiniz zaman, diğer çocuklarınızı kurtarma ihtimaliniz olur. Aksi takdirde, onlara ne olabileceğini burada görebilirsiniz. Kürtajla aldırdığınız çocuğu­nuzla yüz yüze gelmeyi reddettiğiniz sürece, oğullarınız bunu si­zin yerinize yapacaktır. Çözümü için zamana ihtiyaç var. Ancak yaptığınız şeyi söylediğinizde ve onu kabullendiğinizde, kürtajla alınmış çocuğunuza bakabilirsiniz. Yoksa temsilciniz sadece, ço­cuğun ayaklarına bakabilir. Düşüncelerinizle ya da mazeret ve açıklamalarınızla baş başa kaldığınızda, burada ruhunuzda ger­çekleşmekte olan şeyden koparsınız. Her şeyden önce, olanı ka­bullenmeniz gerekir. Kürtaj olduğun zaman kaç yaşındaydın?”

Kadın: “On yedi.”

Sophie Hellinger, gruba: “Düşünün, bu yaşta bir genç kız, bel­ki de tek gecelik bir ilişkiden, birden hamile kalıyor. Her şey bir anda değişiveriyor. Bunun on yedi yaşındaki bir kız için ne demek olduğunu anlayabiliyor musunuz? Onun için geri dönüşü yok.”

Üç çocuğunun önünde durmakta olan kadının temsilcisi, on­ların yanına, yere uzanıp uzanmamakta kararsızlık yaşar.

Sophie Hellinger, kadının temsilcisine: “Belki de bu senin için daha iyi bir çözümdür.”

Hellinger, kadının oğullarına, “Sizin başınıza kötü bir şey ge­leceğine bana gelsin” demesini ister.

Kadının temsilcisi: “Sizin başınıza kötü bir şey geleceğine ba­na gelsin.”

Kadın bunu söylerken başını sallar.

Sophie Hellinger: “Bu nasıl?”

Kadının temsilcisi: “Hayır. Bunu istemiyorum.”

Sophie Hellinger, kadına: “Bekle ve gör. Henüz her şey havada.”

Kadının temsilcisi hâlâ kararsızdır. Sonra yavaşça yere doğru çöker, başka bir yöne bakarak sağ eliyle, kürtajla alınmış çocu­ğun ayağına dokunur.

Sophie Hellinger, kadına: “Başka bir çocuk var mıydı?”

Kadın: “Evet.”

Sophie Hellinger: “Emin misin?”

Kadın: “Evet.”

Kadının temsilcisi sol elini, birisine dokunmak isler gibi ile­ri uzatır. Sonra o yöne doğru, öne eğilir. Bir süre sonra, doğrulur ve elini boğazına götürür.

Sophie Hcllinger, kadına: “Kendini suçlu hissediyorsun ama suçluluk hissi bir çözüm sağlamaz. Bu çocuğa bir isim düşünmüş müydün?”

Kadın: “Hep bir kız olduğunu düşünmüştüm. Ona Greta adı­nı koymuştum. Kız mı, erkek mi olduğunu bilmiyordum. Sadece kız olduğunu hissediyordum.”

Sophie Hellinger: “Ona Greta de.”

Kadın tereddütte kalır. Sophie, bu kız çocuğu için bir temsil­ci seçer ve onu, kadının temsilcisinin önüne koyar.

Kadın: “Buralarda biri dolanıyor ama sadece ayaklarını göre­biliyorum” der. Sonra yere eğilir ve Greta’nm temsilcisinin ayak­larına dokunur. Yerden kalkmış olan küçük kız, annesinin tem­silcisine bakar. Annesinin temsilcisi ona sevgiyle bakar ve tek eliyle ona dokunur.

Sophie Hellinger, kadına: “İkiz olabilirler iniydi?”

Sophie, Greıa’nın temsilcisine gider ve onu, annenin temsil­cisinin yanından çekmek ister. Ama kadın, gözyaşlarını sildiği Greta’yı sıkıca tutar ve bırakmaz.

Sophie Hellinger, kadına: “Tuhaf’ der ve kadının temsilcisi­ne dönerek kızına, “Şimdi yüzünü görüyorum” demesini ister.

Kadının temsilcisi: “Şimdi yüzünü görüyorum.”

Sophie Hellinger, kadına: “Bu çocukların babasının ailesinde özel bir durum var mıydı?”

Kadın: “İkiz bir kız kardeşi vardı.”

Sophie, Grela’nm temsilcisini, çocukların yanma götürür. Dizlerinin üzerinde oturan küçük oğlan onun elini alır ve başına götürür.

Sophie Hellinger: “Kürtajla alınmış çocuk gözlerini açmış ve rahatlamıştır. Büyük oğlan da rahatlamıştır.”

Sophie, kadının temsilcisine: “Artık bakabilirsin.”

Kadının temsilcisi, kürtajla alınmış çocuk ile büyük oğlan arasına, yere uzanır ve her ikisine de sarılır. Greta’nın temsilcisi dizlerinin üzerine çöker ve küçük oğlana bakar. Birbirlerine ve diğerlerine sarılırlar. Artık hepsi anneleriyle bir aradadır. Bir sü­re sonra, Sophie oğlanların kalkmalarını isler. Çocuklar kol kola kalkarlar ve hâlâ yerde yatmakta olanlara bakarlar. Annenin tem­silcisi, kürtajla alınmış çocuğa sarılmaya devam eder. Greta’nın temsilcisi, dizlerinin üzerine çöker ve onlara bakar. Anne, Greta’ya uzanır ve onu kendine doğru çeker. Grcta, kürtajla alınmış çocuğun yanında, yerde uzanmaktadır. Anne onlara sevgiyle ba­kar ve saçlarını okşar. Sophie Hellinger büyük oğlandan, kürtaj­la alınmış çocuğa, “Ben üçüncü çocuğum” demesini isler.

Büyük oğlan: “Ben üçüncü çocuğum.” Sophie Hellinger: “Sen, ilk çocuksun.”

Büyük oğlan: “Sen, ilk çocuksun.”

Sophie Hellinger: “Ben artık üçüncü çocuğum.”

Büyük oğlan: “Ben artık üçüncü çocuğum.”

Sophie Hellinger: “Sen ilk çocuk olarak kalacaksın.”

Büyük oğlan: “Sen ilk çocuk olarak kalacaksın.”

Sophie Hellinger, küçük oğlana: “Ben dördüncü çocuğum.”

Küçük oğlan: “Ben dördüncü çocuğum.”

Hayatta olan iki çocuk, başlarıyla onaylar ve birbirlerine gü­lümserler.

Sophie Hellinger: “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

Büyük oğlan: “Çok daha iyiyim.”

Küçük oğlan: “Daha iyiyim.”

Sophie, çocukların babası için bir temsilci seçer ve onu, ço­cukların karşısına koyar. Büyük oğlana dönerek, babasına, “İki kardeşimiz daha var” demesini ister.

Büyük oğlan: “İki kardeşimiz daha var.”

Sophie Hellinger: “Ben üçüncüyüm.”

Küçük oğlan: “Ben üçüncüyüm.”

Sophie Hellinger, küçük oğlana: “Ben de dördüncü çocuğum.”

Küçük oğlan: “Ben de dördüncü çocuğum.”

Sophie Hellinger: “Bizim bir başka erkek ve kız kardeşimiz var.”

Küçük oğlan: “Bizim bir başka erkek ve kız kardeşimiz var.”

Baba ve iki oğlan, birbirlerine doğru yavaşça yürür ve birbir­lerine sevgiyle sarılırlar. Bu arada, Sophie anneyi, annenin tem­silcisiyle sıkıca sarılmış olan, kürtajla alınmış çocuğun yanına götürmüştür. Sophie, temsilciden doğrulmasını ve geri adım at­masını ister. Kadın ağlar.

Sophie, kadına: “Güçlü ol. Onlara ‘Sizleri istemedim’ deme­lisin.

Kadın, gözü yaşlı şekilde bir tereddüt yaşadıktan sonra: “Siz­leri istemedim.”

Sophie Hellinger: “Gerçek bu.”

Kadın: “Gerçek bu.”

Kürtajla alınmış iki çocuk, kadına arkalarını dönerler ve birbirlerine sarılırlar. Bir süre sonra, birbirlerinin gözlerinin içine bakarlar.

Sophie Hellinger, kadına: “Gözlerini aç.”

Gruba: “Sanırım burada bırakabilirim. Onun için daha fazla­sını yapamam. Gerisini kendisi halletmeli. Bu iki çocuğa kalbin­de bir yer vermedikçe oğullarının, kendisinin yerine bu çocukla­ra doğru gideceğini bilmesi gerekiyor. Temsilcisi, ona olması ge­rekeni gösterdi. Ruhu da bunu biliyor. Çocuklar üçüncü ve dör­düncü çocuklar olduklarını biliyorlar ve kendilerini babalarıyla güvende hissediyorlar.

Annenm kendine acımasına gerek yok. Bunu yapmış bir kere. Başka şekilde olsaydı diyemeyiz artık. Bu çocuklar da, kaderlerini kabul ettiler. Anne yaptığını kabul ettiği zaman, diğer çocukları için güç toplar. Çocukları, şimdiye kadar onun tarafından kabul edilmeyi bekliyorlardı. Olanı kabul etmek ve sonuçlarına katlan­mak yüce bir harekettir. Kabul etmemeye ve bahaneler uydurma­ya devam ettiği sürece, her şey herkes için daha kötü bir hâl alır.”

Sophie, kadına: “Çocukların yaşasalardı kaç yaşında olurlar­dı? Onların, şimdi 25 yaşında olduğunu düşün. Ne hissederdin?”

Kadın: Harika olurdu.

Sophie Hellinger: “Düşünsene, oğulların bunu biliyor. Oğulla­rın yaşamaktan vazgeçmişti. Onlar için en iyi çözüm, bu çocukla­rı kabullenmekten geçiyor. Bu senin elinde, sadece senin elinde.”

Katılımcılara: “Teşekkürler.”

Kadın, Sophie Hellinger’e teşekkür eder ve sandalyesine geri oturur.

Bert Hellinger: “Bu tip bir çalışma, bize yaşanmış şeylerle ve onların sonuçlarıyla gerçekten yüzleşmenin ne demek olduğunu gösterir. Burada, yaşanmış şeyin üzerini kapatmak ya da bununla ilgili bahaneler ileri sürmek adına bir şey yapmıyoruz'. Yaşanmış şeye bahaneler bulunduğu ya da yapılanların haklılığı savunuldu­ğu zaman -ki bazı yardımcılar bunu yapmaya çalışırbunun bir ai­le üzerindeki etkilerini tahmin edebilirsiniz. Bazı kişiler, kürtaj sözcüğünü kullanmaya bile cesaret edemez ya da her şey apaçık­ken bile danışanın kürtaj geçirip geçirmediğini soramaz. Bu tür bir yardım, daha sonra masum insanların feda edildiği büyük bir oyu­na dönüşür. Ben, sorununu burada anlatma cesaretinden dolayı, bu kadına teşekkür etmek istiyorum. Bundan birçok şey öğrenebi­liriz. Bu bize, ölüm ve yaşamla ilgili sorunlarla mücadele etme ce­saretini verir. Böylece gerçeklerle yüzleşebiliriz.”

Kadın üzerindeki sonuçları

Sophie Hellinger, gruba: “İlerleme biçimi ile ilgili bir şey söy­lemek istiyorum. Bu kadınla, daha yüksek bir enerji sayesinde, birlikte nefes alma yöntemiyle temasa geçtikten sonra çalışmaya başlayabildim. Başlangıçta düşüncelerinin arasına sıkışmıştı ve kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Enerjisi, tamamen kalbindeydi. Ama sonra, nefes alıp vererek enerjisini göğsünün altına, karnı­na itti. Bu değişimi kendimde de hissettim. Orada, farklı bir şey­ler yaşandığını anlamıştım. Enerjisi orada kalacak mı yoksa onu terk mi edecek diye anlamak için elimi karnına koydum. Karnın­daki enerji sonradan onu terk etseydi onunla çalışmayı reddet­mek zorunda kalacaktım. Bu enerji sıcaktır ve acı vericidir.

Kürtaj sırasında, annenin rahminde beklenmedik bir şey meydana gelir. Kaliforniya’da bir doktor, binden fazla kürtaj ger­çekleştirmiş. Sonra bir gün kürtaj sırasında ne olduğunu, gerçek­len öğrenmek istemiş. Özel bir kamerayla annenin rahmine gir­miş ve embriyo biraz geliştikten sonra neler olduğunu görmek için, bunu kaydetmiş. Çocuğun tehlikeyi hissettiğini görmüş. Çocuk, doğum için gerekli kesici aletleri gördüğü zaman onlar­dan kaçmaya çalışmış. Video, çocuğun bu hareketlerini kaydet­miş. Doktor bu videoyu artık, bütün hastalarına, çocuğun kürtaj­dan hemen önce neler yaşadığını göstermek için izlettiriyor.

Eğer bir kadın kürtaj olmuşsa çocuğun enerjisi, uzunca bir süre kadının karnında kalıyor. Bu enerji, anne kürtajı kabul ede­ne, sahiplenene kadar, onu terk etmiyor.

Bir adam, kürtajdan aynı şekilde etkilenmiyor. Bir kadının bir adamla çok kısa bir süre için beraber olduğunu ve ilişkinin hemen sona erdiğini düşünün. Sonra kadının âdet dönemi geci­kir. Kadın bunun üzerine ne hisseder? Onun için artık hiçbir şey, eskisi gibi olmaz, her şey değişmiştir. Artık genç bir kız ya da ka­dın değildir; yakında anne olacak bir yetişkindir. Kürtaj olmaya karar verirse bu kararla yaşayacak olan da yine kendisidir. Karar, üzerinde ne kadar çok baskı olursa olsun, her zaman ona aittir. Kimseyi bundan sorumlu tutamaz.

Çocuklar üzerindeki etkileri

Ispanya'daki bir toplantıda, bir uzman kadınlar ve çocuklar­la ilgili deneyimlerinden söz etti. Çocuklar bazen o kadar saldır­gandır ki anneleri onlardan korkarlar. Bu çocuklarla ne yapacak­larını bilmediklerinden polisi ararlar. Uzman, beş yıl önce bu tip durumların yaşanmadığını; dört yıl önce, bunun gibi sadece üç, dört vaka olduğunu söyledi. Oç yıl önce bu sayı yirmiye, iki yıl önce ise iki yüzün üstüne çıkmıştı. Bu saldırganlık hâli babaya değil, anneye karşıydı.

Bu toplantı süresince gerçekleştirilen bir konstelasyonda, iki yaşındaki oğluyla ne yapacağını bilmeyen bir anne vardı. Çalış­ma bize, annenin kürtajla alınan çocuğunun temsil edilmesiyle ve aileye geri alınmasıyla, çocuğun temsilcisinin anında sakin­leştiğini gösterdi.

Hcllinger, az önceki kadına: “Anneler kürtajla alınmış çocuk­ları kalplerine almadıkça ve onlara “Hoş geldin. Şimdi 25 yaşın­da olacaktın” demedikçe bu çocuklar hayatta olan kardeşlerini bu şekilde etkiler. Yaşanmış olabilecek her şeyi hayal etmeniz ve kendinize acımadan iyice anlamanız gerekiyor. O zaman oğulla­rınızdaki ani değişimi görebilirsiniz. Çocuklarınıza bakıp, “Her şeyi sizin için yapıyorum. Siz hayattasınız’’ demeniz hiçbir şeyi değiştirmez. Onlar sevginizi, kürtajla alınmış kardeşlerine ver­menizi beklerler.”

Gruba: “Bir başka şeye daha dikkat etmeniz gerekir. Anne, dört çocuğuna da vermesi gereken sevgiyi sadece hayatta olan iki oğluna verdiği zaman, bu durum onlara ağır gelir ve bu iki çocuk bu sevginin üstesinden gelemez. Bu onlara bir yük olur.”

Helinger, kadına: “Öyle değil mi?”

Kadın onaylar.

Sophic Hellinger, gruba: “Bu gözlem ve içgörülerle birçok ka­dına yardımcı oldum.”

Konstelasyon çalışmasındaki kadın, kürtajla aldırdığı çocuk­larına, “Sizleri istemedim” dediği zaman aniden dinginleşti. Ru­hu, bunu açıkça söylemeyi beklemişti.

Hellinger, kadına: “Şimdi nasılsın?”

Kadın: “Kendimi daha sakinleşmiş hissediyorum.”

Sophic Hellinger: “Daima çocuklara bakarım. Sevgim onlara aittir, ileride onların da çocukları olacak. Onları bir mezarlıkta ziyaret etmektense ailede yer vermeliyiz ki yaşayabilsinler.”

Kadına: “Evinizde bahçeniz var mı?”

Kadın başıyla onaylar.

“Bu çocuklar için güzel bir yere, iki ağaç dikin. Bu ağaçlara her baktığınızda çocuklarınıza merhaba demiş, böylece onları hatırlamış olursunuz. Bir zamanlar yaşanan ne varsa sonsuza dek bizlc kalır. Şimdi eskisinden farklı görünüyorsun.”

Eşle olan ilişki üzerindeki sonuçları

Sophie Hellinger, gruba: “Erkek ve kadının, çocuğunu aldır­mış bir kadının hissettiklerini bilmesinin büyük yardımı olur.

Kadın aklını arlık tamamen kocasına veremez çünkü bir parçası bu çocukla kalır. Böyle bir durumda adam da çoğu zaman, ‘Arlık benimle değilsin sanki. Aklın sürekli başka bir yerde’ der.”

Sonra kadına: “Senin kocan da bunları söyledi mi?”

Kadın, başıyla onaylar.

Sophie Hellinger, gruba: “Çünkü bir parçası kürtajla alınmış çocukla kalır.” Sonra tekrar kadına: “Bu çocuklar kabul edildiği zaman, bir şeyler değişebilir.”

Gruba: “Burada gözlemleyebileceğimiz başka bir şey daha var. Birçok kadının gözünde özlem dolu bir bakış vardır. Birçok erkek de buna kapılır. Ama bu özlem, çoğu zaman kürtajla alı­nan bir çocuğadır. Erkek çoğu kez, kadını bu özlemden kurtar­mak isler. Ama hiçbir şey yapamaz çünkü bu özlem ona değil, bu çocuğadır. Yine dc yardım etmek isterse kadına beklediğinden fazlasını verir. Böylecc verme ile alma arasındaki denge bozul­muş olur. Kısacası kürtajın çok katmanlı etkileri vardır.

Bir adam karısı ile böyle bir durum yaşadığında, onu daha iyi anlar. Karısının aklım ona ve çocuğuna verememesini kabul eder. Karısından verebileceğinden fazlasını isterse ikisi için de tek bir çıkış yolu olur; o da karısının onu terk etmesidir.”

Kadına: “Her şey gönlünüzce olsun.”

Bert Hellinger: “Teşekkürler Sophie.”

Grup içerisinde alkışlamalar.

Sıkıntılı Çocuklar konusuyla ilgili kitaplar ve videolar için eklere bakınız.

Büyük Ölçekli Çatışmalar

Giriş

Bu bölümde, büyük ölçekli çatışmaların yıkıcı boyutunda, çoğu zaman içine sürüklenen bireyler ya da gruplar için ölüm­cül sonuçlarla kendini belli eden “vicdan” kavramına geri dön­mek istiyorum.

İlk soru şu: “Bu büyük çatışmalar nasıl ortaya çıkar? Ge­rekçeleri nelerdir? Savunma noktası nedir? Nasıl bizi de içine alırlar?”

Ardından kendimize şunu soralım: “Bu çatışmaların ilerle­meye ve yenilenmeye hizmet etmesi konusunda bizim yapabile­ceğimiz bir şey var mı? Bu çatışmalar bizi ayırmak yerine bizi da­ha da yaklaştırabilir mi?”

Aynı zamanda şunu da düşünmeliyiz: Bir çatışma sona erdi­ğinde ve yeniden barış sağlanıp da kendimizi daha zengin ve da­ha insancıl hissettiğimizde aklımızdan neyi çıkarmamalıyız ve ne yapmalıyız?

Bu bölümde kendimi genel bir özetle sınırlandırarak şu soru­yu soracağım: Bu çatışmalara ne yol açar ve bunları nasıl çözüme kavuştururuz?

Belli durumlarda yaşanan büyük çatışmalarla nasıl yüzleşir, onlardan nasıl kaçınır ve üstelerinden geliriz? Bunu birçok kitap­ta, videoda ve DVD’de anlattım ve gösterdim.

Bu kaynakları A ekinde bulabilirsiniz.

Büyük Çatışmalar

Yok etme isteği

Her büyük çatışma, bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek is­ter. Bu çatışmaların ardında, yok etme isteği görev başındadır. Peki, bu yok etme isteği ne tür bir enerji ve korkudan beslenir? Yok etme isteğini öncelikle hayatta kalma isteği besler. Yaşamı­mızı tehdit eden bir şeyle karşılaştığımızda ya kaçarak ya da sa­vaşarak karşılık veririz. Kaçmak derken, başkaları tarafından yok edilmekten kaçmaktan bahsediyoruz. Savaşmak derken de baş­kalarını yok etmeye kalkışmayı ya da onların kaçmasını sağlama­yı kastediyoruz. Yok etme, özünde bir şeyin ya da birinin kökü­nü kurutmak demektir. Genellikle, amaç sadece başkalarını öl­dürmek değil, aynı zamanda başkalarına ait yerleri gasp etmek, onlara ait maddi ya da manevi eşyaları, evleri, toprakları, kültür­leri, bütün yaşantıları zorla almaktır.

Öldürmek ve başkalarına ait olanı almak da hayatta kalmak içindir. Yamyamlığı yasaklar gibi görünsek de bu bir maskedir çünkü insanlar kendilerini korumak için başkalarının, hatta ba­zen kendilerinin bile zararına hareket ederler. Çoğu zaman yok ettiğimiz şeyi içimize almak, yaşamımızı sürdürmemiz için ge­reklidir. Meyve, fındık, fıstık gibi doğanın bize verdikleriyle bes­lenebiliriz ama et, balık, hatta sebzeleri bile yiyebilmek için on­ları önce öldürmemiz gerekir.

Bütün ölüm kalım çatışmaları insanlık dışı mıdır? Can derdi­ne düşmüşken çatışmaya girmekten kaçamayız.

Büyük ölçekli çatışmalar, bir yandan sadece hayatta kalmaya hizmet ederken diğer yandan da hayatımızı tehlikeye sokar. Bu yüzden insanlar, anlaşmalar yaparak, sınırlar çizerek, gruplar arası ittifaklar kurarak ya da genel yasalar koyarak çatışmaları ba­rış yoluyla çözme yolları aramışlardır. Ölümcül çatışmalar yasal bir sistemin sınırlandırmalarıyla kontrol altına alınmıştır. Özel­likle yönetenin tekelinde olan güç, bireyler ve alt gruplar arasın­daki çatışmaları durdurmada ve onları çözüme zorlamada belli oranda etkindir.

Bu yasal düzen dışsaldır. Bir dereceye kadar rıza göstermeye dayansa da büyük ölçüde toplumdan dışlanma ve ölüm cezası gi­bi korkulara dayanır. Bu yasal düzen, dışarıdan yöneten birinden kaynakh güçle sağlanır. Bu tür bir yaptırım, çatışmayı azaltabilir ama aynı zamanda çatışmaya ve kavgaya sebep olabilir. Tabii ki bu tür bir çatışmanın da belli düzenleri vardır ve bütün grupla­rın ve üyelerinin hayat mücadelesine hizmet eder.

Yasal sistem, bireylerdeki yok edici eğilimlere sınırlar getirir, birey ve gruplarda ortaya çıkabilecek yok etmeye isteğini engel­ler. Savaşlarda ya da yasal düzen çöktüğünde ya da bir devrim ör­neğinde olduğu gibi, bu sınırlar ortadan kalktığında yok etme, ürkütücü sonuçlarıyla yeniden patlak verir.

Yok etme isteğinin yer değiştirmesi

Bireyleri kendilerinin ve başkalarının yıkıcılıklarından koru­yan yasal bir sistem çerçevesinde bile yıkıcı eğilimlerini başka düzeylere taşıyan gruplar görebiliriz. Politik zıtlaşmalarda ve ay­nı zamanda birçok bilimsel ve ideolojik tartışmalarda da yıkıcılı­ğı görebiliriz.

Yıkıcılığı, nesnellik ve tarafsızlıktan vazgeçildiği zaman görü­rüz. En iyi çözümü birlikte aramak ve meseleleri nesnel açıdan gözlemlemek ve incelemek yerine, diğer grup üyelerine ya da başka düşünceyi savunanlara sözle sataşılır, iftira atılır, karalama yapılır. Bu şekilde ortaya çıkan saldırganlıklar bazen fiziksel yı­kıcılıktan çok da farklı değildir, her ikisinin de altında aynı duy­gusal temel, aynı yok etme niyeti, karşısındakini düşman ilan et­me isteği vardır.

Bireyler kendilerini bundan koruyabilirler mi? Bireyler doğ­rudan katılmasa bile bu çatışmaya maruz kalırlar. O zaman bile bireyler kendilerine engel olamayarak, bu tür saldırganlıklara yı­kıcılıkla karşılık verme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.

Adalet

Bu tür zıtlaşmalar enerjilerini yaşam mücadelesinden, bütün insanların ortak ihtiyacı olan ahş-veriş, kazanç-kayıp dengesin­den alır. Bu denge gereksiniminin bir adı da adalettir. İnsanlar adalet dengesi tekrar sağlandığında sakinleşir. Bu yüzden adalet, bizler için büyük bir metadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, sonsuz adalet düşüncesi diye bir şey yoktur. Sonunda birisi, bir bedel öder.

Adalet sadece, dengeyi iyi bir şekilde aradığımız zaman dar bir çerçevede kıymetlidir. Kayıp ve zarardan sonra dengeyi bul­maya çalıştığımız zaman, adalete duyulan gereksinimin sonuçla­rı tamamen farklı olur.

Size bir örnek vereceğim. İnsanlar bizi üzdükleri zaman mi­silleme yapmayı düşünürüz. Üzüntümüze karşılık, onların canı­nı yakmak isteriz. Bir ölçüde bizim dengeye duyduğumuz gerek­sinimden kaynaklanır bu. Bu gereksinim, adalete duyulan gerek­sinimdir, aynı zamanda da hayatta kalma ve yok etme isteğimizi harekete geçirir. Başkaları tarafından kırılmaktan ve zarar gör­mekten uzak durmak isteriz. Bu yüzden misilleme yaptığımız za­man, doğrudan intikama sürükleniriz. Denge kurma gereksini­minin ve adaletin ötesine geçip insanlara, yaşadığımız üzüntü­nün kat be katını yaşatır, onlara daha fazla zarar veririz. Bunun ardından karşımızdaki kişiler adaleti sağlamayı ve intikam alma­yı düşünür, böylece bir kısır döngü başlar. Aramızdaki çatışma­ların sonu gelmez.

intikam burada, adalet sağlama kisvesi altında gerçekleşir. Adalet namına yıkıcılık başlar.

Vicdan

Çatışmayı kızıştıran başka bir şey de iyi olarak adlandırdığı­mız, ancak kötünün tarafında olan vicdan rahatlığıdır. Adalet gi­bi, vicdan rahatlığı da yıkıcı amaçlar için kullanılabilir. İnsanlar kendilerini başkalarından daha üstün hissettiklerinde, vicdan ra­hatlığı içinde, başkalarına istedikleri şeyi yapma hakkına sahip olduklarını düşünürler.

Peki, onların böyle hissetmesine neden olan şey gerçekten vicdanları mıdır? Aslında bu, bireylerin ait oldukları ve hayatta kalmak için bel bağladıkları aile ve topluluk vicdanıdır. Kişilerin ayakta kalmalarını, onların yok etmek isteği doğrultusunda baş­kalarıyla çatışarak güvenceye aldıkları topluluğun vicdanıdır, iyi ve kötü tanımı, bu topluluğun kutsal kimliği olarak ileri sürülür; tartışmaya açık değildir. Bu vicdan, farkh düşünen ve hareket eden insanlara saldırmayı kutsal sayar ve yok edilmelerini uygun görür. Sonuç olarak da farkh düşünen ve hareket eden insanlar tehlike arz ettiğinden, savaş alanlarında ya da topluluk üyeleri arasında kutsal savaşlar yaşanır. Fiilî savaşlarda ve ideolojik sa­vaşlarda vicdanen rahat olmak ve kutsal bir şey uğruna ölmek, “Bu yolda her şey mübahtır” görüşünü savunur. Bu yüzden bu tür saldırganların vicdanlarına ya da adalet duygularına itiraz et­menin yararı yoktur çünkü bu insanlar, kötü oldukları için değil, aslında savaşırken iyi bir nedenleri olduğuna inandıkları ve vic­danlarının sesini dinledikleri için bu şekilde davranırlar.

Başkalarının vicdana gelmesi için yalvaranlar da kendi vic­danları için aynısını yaparlar. Bu yüzden onlar da kendi vicdan­larını rahat ettirmek için aynı yollara başvurma tehlikesiyle kar­şı karşıyadırlar. Yani büyük ölçekli çatışmaların çözümleri, ada­let ve vicdanın yardımıyla bulunamaz; bu arayış boşadır.

Yeniliğin tehdidi

Gelenek ve göreneklere meydan okuyan her şey bireyin ya da toplumun vicdanının karşısında bir tehdit olarak görünür. Ama ikisi arasında ayrım yapmak faydasızdır çünkü sonuçta her vic­dan, toplumun vicdanıdır. Yeni olan her şey topluluğun birliği­ni, yani hayatta kalma mücadelesini tehdit eder. Eğer bir toplu­luk kendi içinde yenilere yer verirse çözülüp başlan organize ol­mak durumunda kalır.

Bu yüzden birçok siyasi ideoloji bir süre sonra çöker. Uzun vadede toplumun gerçeklerine ayak uyduramaz. N(e üzücüdür ki birçok ideoloji, toplumun ayakta kalması adına, o ideolojinin ya­nıltıcı niteliklerine dikkat çeken iyi niyetli kişilerin idam edilme­sinden, sürgüne gönderilmesinden ya da ölüme terk edilmesin­den sonra çöker. Bunu tarih boyunca birçok kez görmüşüzdür. Bu kişiler, topluluklarının ayakta kalması için, sözüm ona daha iyi ve yüce bir adalet ortamının sağlanması adına ölürler.

Yeni görüşler etrafında toplanan gruplar, eski görüştekilerin kendilerini yok etme tehlikesine karşı, üyelerini korudukları za­man güvende olurlar. Erkenden yenilik talebinde bulunmak teh­likelidir. Birçok sözde kâfir ve sapkının başına gelenler tarih bo­yunca ürkütücü örnekler arasında yer almıştır.

Bu kâfirleri halkın gözü önünde ipe geren ya da onları diri di­ri gömen kişiler, bunu kötü kalplilikten mi yapmıştır? Aslında bu kişiler toplumlarınm ve dolayısıyla kendilerinin hayatta kalması için savaşmışlardır. Yok etme istekleri, onları ayakta tutmuştur ve yakıp yok ederken vicdanlarının sesini dinlemişlerdir.

Reddedileni benimseme

Bir topluluğun üyesi, sebebi her ne olursa olsun kendi vicda­nının etkisiyle bir kişiyi reddedebilir. Ancak ruhun bir başka yapisi olan bilinçdışının baskısı altında, reddeden kişi, reddedilene ruhunda bir yer vermelidir. Bu durum, reddeden kişi birden red­dedilen kişinin bir özelliğini, örneğin bu kişinin saldırganlığını kendi içinde yaşadığı zaman ortaya çıkar. Reddedilen kişinin sal­dırganlığının hedefi olan kişi, reddeden kişi değil, reddedenin bir şekilde reddedilenle ilişkilendirdiği diğer kişilere yöneliktir. Ama bu diğer kişiler, suçlu kişiyle bağlantılı olmayabilir. Reddeden ki­şi, reddedilen bir kişilik özelliğini yanlış yere koyduğunun hâlâ farkında değildir. Saldırganlığıyla alakası olmayan kişilere karşı birden tepki göstermeye başlamıştır.

Yeniden dengeleme hareketi sayesinde bilinçdışı bir içsel ya­pı, iyi ve kötü vicdanı kendi tuzağına düşürür ve felaketini hazır­lar. Başka bir deyişle kişi, reddettiği kişiye dönüşür.

Bu bağlamda bir başka yer değiştirme hareketi gerçekleşir. Freud’un da anlattığı gibi, kendimizde reddettiğimiz ve inkâr et­tiğimiz özelliklerimizle mücadele etmeyiz ama başkasındaki ben­zeri özelliklerle savaşırız.

Yer değiştirmenin bir başka şeklini, anne ve babanın birbir­lerini reddettiği durumlarda, çocukların reddedilen ebeveynin davranışını sergilediğinde görürüz. Bunu birçok genç sağ görüş­lü radikallerde görüyoruz. Bu gençler çoğu zaman anneleri tara­fından reddedilen ve saygı görmeyen babalarına saygı gösterirler. Sağ görüşlü radikallere karşı olan kişilerde de benzer bir yer de­ğiştirme görülür, onlar da aynı saldırganlığı gösterir ve aynı yol­ları kullanırlar. Ama herkes vicdanen rahattır.

Alan

Bu bağlar, alanın imgesi aracılığıyla gözlemlediğimiz zaman daha netleşir. Rupert Sheldrake zihinsel bir alan ya da genişletil­miş zihinden söz etmektedir. Sheldrake, canlılar arasında iletişim olduğunu gözlemlemiştir. Bu iletişim, canlıların zihinsel alanda yaşadığı ve hareket ettiği farz edildiği takdirde anlaşılabilir. Bir hayvanın fiziksel bir rahatsızlığını iyileştirmek için doğru bitkiyi bulmasını ya da köpeğini, sahibinin eve gelmek üzere olduğunu bilmesini başka türlü açıklayanlayız. Aile konstelasyonlarmda gözlemlediğimiz olgu ancak böylesi bir alanın paylaşıldığının varsayımıyla anlam bulur ve bir konstelasyonda konumlandırıl­mış belli aile bireylerinin temsilcilerinin, haklarında bir şey bil­medikleri hâlde aniden, temsil ettikleri kişiler gibi hissetmeleri buna bir örnektir. Danışanın ailesinin, bir konstelasyonun ger­çekleştiğini bilmedikleri hâlde, bu konstelasyonda yer almış gibi tepkiler vermelerini ve ruh hareketlerinden faydalanmalarım başka türlü nasıl açıklayabiliriz?

Bu alanda herkes herkesle uyum içerisindedir. Hiç kimse bu alanın dışına çıkamaz. Geçmiş ve ölmüş kişiler de hâlâ alan için­dedir ve sistem üzerinde etkileri vardır. Bu yüzden bundan ken­dini kurtarmaya çalışan biri, kaybetmeye mahkûmdur. Tersine bu alanın bir parçası olan her şey, biz onu reddedip yok etmeye çalıştıkça güç kazanır. İstenmeyen bir şeyden kurtulmaya çalış­tıkça, o şey içimizde daha da güçlenir. Bu alan, reddettiğimiz ve bastırdığımız şeyi kabul edene kadar dağınık ve düzensiz kalır.

Alan ve vicdan

Ruhani alanlarla bağlantılı olarak gözlemlediğimiz zaman vicdan mekanizmasını anlamak daha kolaydır. Farkh alanlar içerisinde hareket ettiğimiz gerçeği daha da belirginleşir. Bu fark­lı alanlarda vicdanın farkh türlerini yaşarız. Vicdanın tepkisiyle belli bir alanın nasıl işlediğini, kimi dâhil ettiğini, neyi dışlayıp neyi bastırdığını söyleyebiliriz.

Vicdanın etkisi altındaki alan kutuplaşır, yani bu alanın sa­dece bir kısmı ve bazı üyeleri ona ait olarak kabul edilir. Vicda­nın dilinde buraya ait olmasına izin verilenler iyi olanlardır. Bu vicdana göre iyi sadece, topluluğun kurallarına göre reddeden ve dışlayan kişilerdir. Yine de reddedilen ya da dışlananlar, bu alan­dan dışarı anlamaz. Bunun için alanın onayı gerekir. Öte yandan, yüzeyde bastırılan ya da dışlanan ne varsa yüzeyin altında güç kazanır ve sözde iyilerin üzerinde baskı oluşturur. Dış dünyada bu kadar katı şekilde reddettikleri şey, kendi içlerinde ve çevre­lerinde kendini gösterir; artık kendilerini sürekli ruhlarındaki ve çevrelerindeki sözde kötülere karşı savunmak durumunda kalır­lar. Kendi ışıklarının gölgesiyle mücadeleye mahkûm olanlar, güçleri azalana kadar kendi kendilerini tüketirler. Ardından ken­di içlerinde kötüye yer verir ve ona yenilirler. Bunun sonucunda yenilgi ve vicdan rahatsızlığı hissederler.

Büyük çatışma, iyi ile kötü vicdan arasındaki çatışma ile ilgili­dir. Topluluklar arasındaki ve kendi ruhumuzdaki en kızgın çatış­malar, iyi ve kötü vicdan arasındaki ikilemde kalmaktan doğar.

Çılgınlık

İyi vicdanın ve ait olmanın dayanılmaz arzusu altında kişiler­deki kör coşku arlar. Bir yanda masumiyet, vicdan sahibi olmak ve güven hissiyle beraber büyük bir haz yaratır; öte yandan aynı haz, başkalarının aleyhinde bir öfkeye dönüşür. Bu haz, ölme is­teğiyle birlikte, insan olduğuna bakmaksızın başkalarını ortadan kaldırma isteğiyle birleşerek bir çılgınlığa dönüşür; başkalarını kurtların önüne atar, bu kutsal ve masum aidiyet duygusuna fe­da eder. Böyle bir çatışma gücünü çılgınlıktan alır.

Tabii ki bu çılgınlık, belli derecelerdedir ama temel hareket aynıdır. Bireysel benlik kolektifin içinde çözülür. Kolektif olan şey, aynı iyi vicdanın etkisiyle başkaları karşısında üstün olma­nın cazibesine boyun eğen, kimliği belirsiz kişilerden başkası de­ğildir. Coşkuya yol açan şey de aynı harekettir. Kolektif coşku­nun olduğu bir alanda, bireysel algı ve görüş geriler, hatta tama­men kaybolur ve onun yerini aldanma alır.

Sağduyularını kazanabilmek için coşkulu kalabalıklardan kendilerini geri çeken kişiler, artık büyük çatışmalar içinde ol­mazlar. Büyük çalışmalar artık onlar için cazibesini yitirir. Ama kalabalığı reddeden kişiler, coşkulu kişilerin sanki vatan hainiy­mişçesine kendilerine saldırması tehlikesiyle karşı karşıya kalır­lar ve bu şekilde çatışmanın kurbanı olabilirler. Nedeni ise bu in­sanların arlık aynı vicdanı paylaşmamalarıdır.

Özet

Büyük çatışmalar, iyi vicdanın etkisiyle ruhta başlar. İnsan­lar, çoğu zaman kendi hayatlarını ve başkalarınınkini bu çatışma uğruna feda ederler. Bu şekilde büyük çatışmalar, ruhtaki kutsal bir şeyin; uğruna en önemli, en yüce şeylerin feda edildiği bir şe­yin, Tanrı’nın yerini alır. Diğer topluluğun da bir ilahı vardır. Ki­şinin kendi topluluğunun ilahı, Tanrı olarak bilinir ancak bu, di­ğer grup için puttur, sahte bir ilahtır ve yok edilmelidir. Bu yüz­den büyük çalışmalar, yalnızca kendi insanlarının haklılığını id­dia eden bu ilahın emrindedir. Bu Tanrı ve haklılık iddiası büyük çatışmaların başlama nedenidir. Aynı Tanrı, emrindekileri genel­likle ölümden sonra rahata erme sözüyle ödüllendirir. Tanrı’nın beslenme kaynağı, insanların O’nun uğrunda feda ettikleri ya­şamlarıdır. Bu fedakârlıklar ve çekilen acılar, bu Tanrı’yı yüce makamında tutmak ve emri altındakiler üzerindeki hâkimiyetini garantilemek için gereklidir.

Bizler için bir çıkış yolu var mıdır? Bunun cevabını bir son­raki bölümde arayacağız.

Büyük Huzur

Sevgi

Vicdanı rahatlatmak için yaşanan çatışmalar ve hayatla kalma isteğinin dışında, insanların birbirleriyle bağ kurmak ve birbirlerini dostça tanımak istemesinden kaynaklanan hareket­ler de vardır.

Böyle bir hareket, farklı ailelerden gelen kadınla erkek arasın­daki sevgiyle başlar. Bu yeni çift sayesinde aileler tanışır ve bir boy oluştururlar. Bu boyun sınırları içinde geçerli olan değer barıştır.

Değiş tokuş

Farklı aile ve toplulukların birbirlerine yaklaşmasının ve kor­kularını bir kenara bırakmalarının bir başka yolu da alışveriştir. Alışveriş ya da değiş tokuş, her iki tarafa da avantajlar sunar ve onları birbirine yaklaştırır. Bir süre sonra bazen başkalarının teh­ditlerine karşı güçlerini birleştirirler ve bu şekilde hayatta kalma şanslarını arttırırlar.

Bir çatışmada kendine yandaş arayan kişiler, ortak dış düş­manlar karşısında ittifak kurarlar. Böylece aralarındaki alışveriş bağı güçlenir. Dış tehlike ve dış düşman, bu ittifak içinde barışın egemen olmasını sağlar.

Ortak vicdan

Bu topluluklar, eş zamanlı olarak ortak bir vicdan geliştirir­ler ve bunun etkisinde, bu topluluk dışından olanlara karşı sınır­lar çizerler. Bu vicdanın etkisinde kendilerinin diğerlerinden da­ha iyi olduğunu düşünürler ve onlara tepeden bakarlar. Vicdan, kendi grubunun menfaatine olan ve bu gruba ait olmanın bir ko­şulu olarak kabul edilmesi gereken her şeyi ödüllendirir. Ödül kişinin kendisini iyi ya da daha üstün hissetmesidir. Bu bağlam­da vicdan, başkalarına karşı olan, onları gruptan ayrı tutan ve bu kişilerden korunmayı sağlayan her şeyi onaylar. Hatta çatışmaya ve savaşmaya hazır olma hâlini tetikleyen saldırganlık bile kabul görür. İçsel huzur ve vicdan rahatlığı, dış dünyaya karşı başarılı bir çatışma yönetimi için ön koşuldur.

Güçsüzlük

Birbirleriyle bir zamanlar çatışma hâlinde olan topluluklar arasında barış tekrar nasıl sağlanır? Kural olarak barış, her iki ta­raf da yıprandığı, kaynakları tükendiği ve silahlı çatışmayı sür­dürmenin kayıptan başka bir şey getirmeyeceği anlaşıldığında sağlanır. Sonra taraflar barış yapar, yeni sınırlar çizer, bu sınırla­ra saygı gösterirler ve belki de bir süre sonra aralarında değiş to­kuş yapmaya başlayarak çok sonraları daha büyük bir bütünü oluşturmak için bir araya gelebilirler.

Zafer

Bir topluluk, diğerini ele geçirdiğinde galip gelen topluluk, böyle bir zafer sonrasında içsel bütünlüğünü kaybeder. Ardından mağlup edilen topluluk tekrar sahneye çıkar. Böylece elde edilen zaferle birlikte, galip gelen topluluğun dağılması ve çöküşü başlar.

îçgörü

Olaya geniş bir çerçeveden, kabataslak bakmayı öneriyorum. Hayatta olduğu gibi bu tip genellemeler, gerçek deneyimler gibi olamaz. Yani dışarıdan görüldüğünde savaş ve barış arasındaki gidip gelmeler ve iki kavramın birbirine bağımlılığı kaçınılmaz bir kader gibi görünür. Ruhumuz, savaş ve barış arasındaki derin bağların farkında olmadıkça da böyle devam eder. Bu nedenle bizler de gerekli içgörülere varamayız.

Îçgörü, her büyük çatışmanın, sonunda başarısız olacağını söyler. Başarısızlığın nedeni, çatışmanın gün gibi ortada olanı in­kâr etmesi ve bireylerin sadece ruhunda çözebileceği bir şeyi dı­şarı yansıtmasıdır.

Bunu söylerken, bütün çatışmaların bu şekilde çözümlenebi­leceğini ya da çatışmalar olmadan yaşayabileceğimizi kastetmiyo­rum. Çatışmalar, bireylerin ya da toplulukların gelişimi için bir gereksinimdir. Ama çatışmalar önemli içgörülerle, daha farklı bi­çimde, daha özenle, herkesin farklı ihtiyaçları göz önünde tutu­larak çözümlenebilir. Her iki tarafı da tatmin edecek çözümlere ulaşmak için birlikte çalışmak isteyenler, her iki tarafın da sınır­larını kabul ederek işe başlamalıdır. Barış, her iki taraf da bir ta­kım şeylerden feragat elliğinde sağlanır.

İç Huzur

Bireyler sürekli farklı duygular, ihtiyaçlar ve dürtüler arasında­ki içsel çatışmalara maruz kalır. Bunların hepsi de önemlidir ama birbirlerini düşündükleri ve bir uzlaşmaya vardıkları sürece kendi­lerini ortaya koyup bedellerine varabilirler. Ardından hepsi daha büyük bir bütünün gereksinimleri uğruna bir şeylerden vazgeçtik­leri zaman kazançlı çıkarlar. İçimizde dengeyi sağladığımız zaman kendimizi iyi ve huzurlu hissederiz. Ancak duygularımız, ihtiyaç­larımız ve dürtülerimiz birbirleriyle çatışmaya devam ettikleri sü­rece kendimizi kötü, bazen de yorgun ve hasta hissederiz.

Burada sormamız gereken soru, sadece içsel bir çatışma mı yoksa içselleştirdiğimiz bir dışsal çatışma mı yaşadığımızdır. Doğrusu, yaşadığımız çatışmanın dışsallaştırılmış bir içsel-dışsal çatışma olduğudur. Iç ve dış etkileşimi daha iyi anlamak için ru­hani alanlara bir kez daha dönmek isliyorum.

Ruhani bir alandaki barış, bu alana ait olan herkesin, aidiye­tinin kabul edilmesini gerektirir. Böylcce sözde iyi olanların, vic­dan rahatlığının tehlikeli olduğunu görmesi hedeflenir. Kendile­rini suçlu hissetmelerine yol açsa, vicdan azabı duymalarına ne­den olsa bile, bu insanlar iyi vicdanın sınırlarım ancak o zaman aşabilir. Ancak o zaman, reddettikleri kişilere ruhlarında eşit bir yer sunabilirler.

Algı

Bir alandaki üyelerin algısı sınırlıdır. Bir alanda, bazı kalıplar, hatta insanların davranış kalıpları da kendini tekrar eder. Burada özellikle reddetme kalıplarından bahsediyoruz. Reddedilme ka­lıpları da öncelikli olarak kendini tekrar eder çünkü reddedilen­ler de kendi sıraları geldiğinde vicdan rahatlığı içinde kendileri­ni reddetmiş olanları reddeder. Aralarındaki çatışma, iki karşıt iyi vicdanın arasındaki bir çatışmadır. Her iki taraf da öbür tara­fı yendiği ve ondan kurtulduğu yanılsamasına düşer. Bu yüzden çatışmanın çarkını sırayla döndürmeye başlarlar; sözde iyi olan­lar kötü gibi, sözde kötü olanlar da iyi gibi görünür.

Rupert Sheldrake, bir alanın sadece, dışarıdan yeni itici bir güç olduğu zaman değişebileceğini gözlemlemiştir. Bu itici güç ruhanidir ve yeni bir içgörüyle ortaya çıkar. Alan, bu yeni içgörüyle önce mücadele eder, ardından onu bastırmaya çalışır. Ama alanın yeterli sayıdaki üyesi bu yeni içgörüyü benimsediğinde, alan bir bütün olarak harekete geçer, açılır, zamanını doldurmuş olanı geride bırakır ve farklı hareket etme yolları bulur.

Böyle bir içgörüye örnek olarak, büyük çatışmaların köken­lerinin farklı iyi vicdanlarda olmasını ve saldırganlık enerjilerini bunlardan almalarını gösterebiliriz.

Aile konstelasyonlarından ortaya çıkan bir diğer içgörü ve ruh hareketi, aile konstelasyonundaki temsilcilere kendilerini toplamaları için zaman ve mekân verdiğimizde, dışarıdan müda­hale olmaksızın hep aynı yönde ilerleyen bir harekete yönelme­leridir. Daha yüksek bir seviyede bu hareket, daha önce ayrılmış olanları bir araya getirir. Bu şekilde ruhun hareketleri, bizi so­nunda büyük çalışmaların büyüsünü ve anlamını kaybettiği bir içgörüye götürür. Bu hareketler iyi vicdanın sınırlarından geçer ve bu şekilde bireylerin belli topluluklarının sınırlarını görmez­den gelmiş olur. Ayrılmış olanı, tarafları zenginleştiren ve ileri götüren, daha büyük bir bütünde birleştirir.

Başka bir vicdan

Ruhun hareketlerinin seviyesinde başka bir vicdan işlemek­tedir. Suç ya da masumiyet olarak duygularını hissettiğimiz vic­dan gibi bu diğer vicdanı da duygularımızla anlarız. Bu vicdanın görevi, bizleri grubumuzun sınırlarından daha yüksek bir seviye­ye, karşıt güçlerin yeniden bütünleştiği yere taşımaktır. Bunu an­cak bizi kendi topluluğumuza bağlayan vicdanın ötesindeki yol­da ilerledikten sonra hissedebiliriz. Bu vicdan kendini huzursuz­lukla değil, sakinlikle; amaçsızlık ya da baskıyla değil, dinginlik­le gösterir. Bu konsantrasyondan uzaklaştığımızda, iyi ve kötü vicdanın esaretine geri döneriz. Uyum içinde olmak; birçok ki­şiyle, en nihayetinde de herkesle uyumlu olmak ve kimseyle düş­man olmamak demektir. İyi vicdanın dünyasında, bir tarafla iyi iletişim içindeyken bir başka tarafla, bu taraftakilerin onların yok olmasını isteyecek kadar çatışma içindeyimdir.

Diğer vicdan alanına adım atmak, artık onlara karşı içsel kav­ramlarla hareket etmemek demektir. Bu durum, çatışmanın sonu anlamına gelmez çünkü çatışmalar bu vicdanın düzeyinde devam eder. Çatışmalar, büyümemiz ve gelişmemiz için önemlidir ama artık bir düşmana duyulan nefretle ve yok etme isteğiyle körük­lenmez; yaşamı kurutmaktansa enerji vericidir. Şevk ve coşkuyu ardında bırakır.

Huzur ve barış, gerekçesi ne olursa olsun yok etme isteğinin sona erdiği yerde ve bireyin, iyi ve kötü insanlar diye bir ayrım olmadığını kabul ettiği yerde başlar. Hepimiz bir şekilde kaderi­mizde kilitlenmişizdir, bu yüzden ne diğer insanlardan daha az özgür ne de daha çok özgürüzdür. Bu açıdan hepimiz eşitizdir.

Bunu anladığımızda ve kabul ettiğimizde, vicdanlarımızın esirleri olduğumuzu anladığımız zaman, birbirimize kibirli dav­ranmayız. Bizler için belirlenen ve kabul ettiğimiz sınırlara saygı duyduğumuz zaman, var olan iyi vicdanımızın ötesine geçer ve daha büyük bir bütünde, diğer bir vicdanla karşılaşırız. Büyük huzurun başladığı yer burasıdır.

Başka bir sevgi

Bu barış, iyi vicdanın sınırlarının ötesine geçen bir başka sev­ginin yolunu açar. Hazreti İsa bu yolu bize şöyle anlatmıştır: “Cennetteki babam gibi merhametli ol. O, güneşin hem iyinin hem de kötünün üzerinde parlamasına, yağmurun hem haklının hem de haksızın üzerine yağmasına izin verir.”

Herkes için olan bu sevgi, büyük sevgidir. İyiyle kötünün ötesindeki sevgidir ve büyük çatışmaların ötesindedir.

Halkların Barışı

Yaklaşık iki yıl önce Polonya’da arkadaşım Zenon’la, Breslau’dan Krakovv’a giden trendeydim. “Bana Krakovv’la ilgili bir şey­ler anlat” dedim. Arkadaşım, “Büyük bir Yahudi topluluğu vardı, nüfusun nerdeyse üçte biri Yahudi’ydi. Buradan çok uzakta ol­mayan, Galiçya diye bir Yahudi bölgesi vardı. Nüfusun çoğunlu­ğu Yahudi’ydi ama şimdi hepsi gitti” dedi.

Sonra Krakow şehrini gözümde canlandırdım. Gördüğüm iç­sel resimde, şehir boyunca insanlar şehre girmek istiyor ama içe­ri alınmıyordu.

Krakovv’da bir seminer düzenledim. Seminerin sabahında Ya­hudi mahallelerini görmek istediğimi belirttim. Bunun üzerine arkadaşımla birlikte Yahudi mahallelerine gittik. Her şey olduğu gibi duruyordu. Sinagog oradaydı, dükkânların üstünde İbranice yazılar vardı ama etrafta hiç Yahudi kalmamıştı. Pencerelere bak­tım ve bir sürü yüz gördüm. Hepsinin gözleri yaşlarla doluydu.

Aynı akşam Katoviç’te binden fazla insana bir konuşma yap­tım. Konuşmamda “PolonyalIların ruhu Yahudileri özlüyor. Bu­nu ruhumda hissettim. Bu ruh, ancak Yahudiler -ki aslında hep­si PolonyalIydıbugünkü Polonyahların ruhlarında bir yer aldığı zaman iyileşecek” dedim.

Sonra Silezya’ya da gittik. Silezyah nüfusu da yok olmuştu. Silczya kültürü uzunca bir süre Alman-Polonya nüfusunun ve kültürünün bir parçası olmuştu ve şimdi Polonya ruhu onları özlüyordu. Geri gelmeleri gerekmiyor ama Polonyahların onlara ruhlarında bir yer açması gerekiyor. Böylece Polonya ruhu ta­mamlanacaktır.

Silezya ve PolonyalIların atalarının arasında bazı çatışmalar olduğunu duydum ama belki de söylediklerim çözüme kavuşma­ya dönük bir adım sayılabilir.

İnsan toplulukları ve grupları arasındaki çatışmalar üzerinde birçok çalışmam oldu. En çok da Almanlar ve Yahudiler üzerin­de çalıştım. Ama aynı zamanda Almanlar ve Ruslar, Filistin’de İs­railliler ve Filistinlilerle de çalıştım. Geçen yıl Nikaragua’da, iç savaş üzerine çalıştım ve insanların bir çözüm ve yeni bir başlan­gıç için ne kadar istekli olduğunu gördüm.

Size Nikaragua’dan bahsedeceğim. Somoza burada bir korku rejimi başlattı ve kendine karşı gelenleri öldürttü. Somoza’yı de­virmek isteyen kişinin adı Sandino idi vc onun öldürülüşü, Sandinistas’ın oluşumuna neden oldu.

Sandinistaslar, Somoza’ya karşı bir ayaklanma başlattı ve ka­zandılar. Ama onlar da etrafa korku saçtılar ve Somoza’yı sürgün­de öldürdüler.

Somoza ve Sandino için birer temsilci seçtim. Seçilen temsilciler NikaragualI değil, İspanyol’du. Bir sorunun içinde yer almayan tem­silciler, ön yargılı olmadıkları için daha rahat davranabilirler. İki temsilci, yumrukları yukarıda, birbirlerine doğru yavaşça yürüdü. Sonra aralarına, her iki taraftan da ölmüş kişiler için temsilciler yer­leştirdim. Sandino ve Somoza kollarını indirdiler vc ölmüş kişilere birlikte baktılar. Sonra Nikaragua için bir bayan temsilci seçtim. Acıyla çığlık attı ve yere uzandı. Ardından Somoza’nın temsilcisi diz­lerinin üzerine çöktü ve ölmüş kişilerin diğer tarafına emekleyerek geçip yanlarına yattı. Sandino’nun temsilcisi de dizlerinin üzerine çöktü, ölmüş kişilerin etrafında dolandı ve Somoza’nm yanma uzan­dı. Sanki bu iki adam ölmüş kişilerle aynı mezarda olmak istiyordu.

Ardından Somoza’nm ve Sandino’nun soyundan gelenler vc parti üyeleri için birer temsilci seçtim.

Temsilciler birbirlerine doğru yürüdüler ve tokalaştılar. Ar­dından Nikaragua’nın temsilcisinden ayağa kalkmasını ve lider­lerin soyundan gelenlerin yanında durmasını istedim. Nikaragu­a derin bir oh çekti.

Hepsi de ölmüş kişilere büyük bir üzüntüyle baktılar; birbir­lerini suçlamadan, birlikte yas tuttular. Bunun iyileştirici bir et­kisi vardır.

Sonunda acı veren olayların sona ermesine izin verilmesi iyi­leştirici bir etki yaratır. Çözüm bııdur. Karşılıklı dışlama böylece sona erer. Artık kötü kişiler, suçlular ve kurbanlar yoktur. Hep­si sadece insandır ve hepsi de aynıdır. Bundan sonra ortak bir ge­lecek kurabilirler.

Ruhani Din

Giriş

Dinler, insan ilişkilerinde temel bir rol oynar, her şeyin ötesin­de büyük topluluklarda birlik sağlar. Kendi mensupları için bu ya­şamın ötesinde de kapsamlı bir aidiyet duygusu yaşayabilecekleri geniş, büyük bir aile yaratır. Dinler insanlara bir sığmak olur ve ha­yatın iniş çıkışlarına daha kolay katlanabilme ümidini verirler.

insanlar dinlerini çok önemserler ve diğer dinlere karşı coş­kuyla savunurlar. Büyük çatışmalarda gördüğümüz dışlama ve aidiyet hareketleri, dinî topluluklarda da işler. Kendileri için belli tanımlamalar ve sınırlar getirdiği için, dinî topluluklar da kısıtlayıcıdır.

Din özünde, bizden büyük ruhani güçlerle bilerek kişisel bo­yutta bağ kurmak, onlar tarafından yönlendirilmeye ve taşınma­ya izin vermektir. Dinin hareketleriyle var olduğumuzu ve en de­rindeki hareketlerimizin de bu hareketlere uyum sağlamaya ça­lıştığını bildiğimiz ve huzuru sadece bu şekilde yakalayacağımı­za inandığımız için, bir dinle kendimizi özdeşleştiririz.

Aşağıda sizi ilişkilerimizde geniş kapsamlı sonuçlar yaratabi­lecek ruhani hareketlere ve dinlere götürmeye çalışacağım. Bir dinde etkili olan ruhani hareketleri ve bu hareketlerin bizi bu ru­hani âıemde nereye yönlendirdiklerini göreceğiz.

Aklımda Tanrı İle kitabımdaki dört metinle başlıyorum.

“Din” başlığı altındaki yayınlarla ilgili daha fazla kaynak için Ek A’ya bakınız.

Tanrı Sevgisi

Tanrı sevgisi, şu anlama gelebilir: “Tanrı bizi sever, biz de Tanrıyı.”

Tanrı sevgisi Tevrat’ta bir emirdir. “Tanrını bütün kalbinle, bütün ruhunla, bütün gücünle seveceksin”.

Bu şu anlamdadır: “Tanrı’nın emirlerine bütün kalbinle, ru­hunla ve gücünle uyacaksın.”

Hangi emirlerdir bunlar? Tanrı’nın mı yoksa insanların emir­leri miydi? Bu emirleri, Tanrı’nın adına kim açıkladı? Onlara bu görevi Tanrı mı verdi? Ne tür bir Tanrı? Tanrı gerçekten İsrail kavimlerine, Filistin’i işgal ettikleri zaman onlara, hepsini erkek, kadın, çocuk, hayvan demeden öldüreceksiniz diye mi emretti? Yahudilerin bir katliam yapmasını mı emretti? Ve bu olayda düş­manlarına acıyan kişiler, Tanrı’nın emirlerine uymayıp Tanrı sevgisine karşı mı gelmiş oldular?

Peki, bu emirlerin insan kanunları olduğu ortaya çıkarsa ne olur? Kendilerini Tanrı’nın elçisi olarak adlandıran ama vahiyler getirmeyen kişilerin kendi mesajlarıysa? O zaman “Tanrı’yı bütün kalbinle, bütün ruhunla, bütün gücünle sev” emrinin so­nuçları neler olur? Bu emir insanı Tanrı’dan saptırtmaz mı? Hem Tanrı’ya hem de insana karşıt değil midir bu emir? İnsanlar Tanrı’yı temsil ettiklerini ya da Tanrı tarafından seçilmiş olduklarını iddia ettikleri zamanlarda benzeri durumları görürüz. Tanrı’nın hâkimiyetinden, sanki Tanrı onların yanındaymış ve sadece yal­nızca onlara aitmiş gibi övgüyle bahsederler. Böyle bir Tanrıya atfedilen isimler, birbiriyle yer değiştirirler. Bazen “Tanrı adına”, “doğruluk adına”, bazen de "bilim adına” ya da “insanlık adına” ya da “vatan adına” olur.

Bu vahiylerle Tanrı, hep aynı sevgiyi ister: “Bütün kalbinle, bütün ruhunla ve bütün gücünle.” Bu sevgiyi, bu elçilerin izin­den giderek, onlara, emirlerine ve dediklerine bağlı kalarak ka­nıtlarsınız. Bu bağlılık, bir başka dinî gruba mensup kişilere duyulan nefret olarak da kendini gösterebilir.

Tanrı’yı sevmek emrine başka bir bakış açısıyla da bakmak mümkündür çünkü bir başka emir şöyle der: “Komşunu kendin gibi sev.” O zaman şu yorumu çıkarmak mümkündür: “Komşu­nu da kendin gibi seversen Tanrı’yı da bütün kalbinle, bütün ru­hunla ve bütün gücünle sevmiş olursun.” O zaman bu Tanrı, sa­dece benim değil, herkesin Tanrısı olur. O zaman kimse “Tanrı’nın adıyla” diyerek başka insanlara savaş açtığı zaman, Tann’mn özel elçisi olduğunu iddia etmez.

Peki, “Komşunu da sev” emrinin, neden siyasi dünya üzerinde bu denli küçük bir etkisi vardır? Çünkü insanlara bu sevgiyi em­reden Tanrı, tek bir ulusun, tek bir etnik topluluğun Tanrısıdır ve burada sözü geçen komşu da, onları tanıyan topluluğun yakınıdır! Bu emri, “Komşu ülkenizi kendinizinki gibi sevin ve onların dini­ni de kendinizinki gibi sevin” olarak yeniden düzenleseydik, nasıl bir değişim olacağını bir düşünün. Böylece kimse Tanrı’yı, sadece kendi mülkiyetiymiş gibi görmez, onu sahiplenemezdi.

Tanrı’yı, gerçekten sevme yeteneğimiz ve iznimiz var mıdır? Tanrı bizim sevgimizi ister ve ona ihtiyaç duyar mı? Bizim sevgi­miz Tanrı’ya bir şey katar mı yoksa bizler onu severek ve sahip ol­duğumuz birine dönüştürerek onu kendi düzeyimize mi çekeriz? Sevgimiz, Tanrı’nm bize hizmet ettiği bir tür ilişki mi yaratır? Yok­sa Tanrı, sadece bizlerin yarattığı bir imge, bir hayal midir?

Tecrübelerimiz bize, algımızın önünde bir perde, kaderimi­zin ardında bir gizem, ölümle yaşam arasında gizli bir boyut ol­duğunu anlayamadığımızı gösteriyor. Kanıtlamak için bu dünya­yı kendimize göre sınıflandırma çabalarımız boşunadır. Onu de­netleme çabamız boşunadır. Bu gizli boyuta Tanrı adını vererek, Tanrı’yı sevgi, suç, çaba ya da hayal kırıklığı gibi insana özgü özellikler ve sıfatlarla insan olarak hayal ettiğimiz zaman, onu ta­nımlamak istemiş oluruz.

Yine de kendimizi, kontrolümüz dışındaki güçler tarafından korunuyor, yönlendiriliyor, yaptıklarımızdan sorumlu tutuluyor ve bu yüzden de seviliyormuş gibi hissederiz. Bu güçlere güvenir, onların önünde eğilir ve karşılarında güçsüz bir hâlde olduğu­muzu biliriz. Bu güç karşısında egomuzu bir kenara itmek, iste­ğimizin gerçekleşmesi için ısrarcı olmamak, dinî yaşamın özü­dür. Tanrının içinde yer almadığı bir histir bu, çünkü Tanrı’yla ilgili tüm ilişkilerimiz, erişilemeyen bir gizem üzerindeki yansı­malar olarak kabul edilir.

Bu anlaşılmazlık deneyimi çerçevesinde, var olan her şeyin eşit derecede yaşam hakkı vardır ve tıpkı benim sizlerle, sizin de benimle olduğunuz gibi bir arada var olur. Herhangi bir niyet gütmeden, her şeye derinden bağlıyım. Benimle olan ne varsa, onunla birlikte buradayım.

Buna sevgi deriz ve belki de birçoğumuz tarafından yaşanan bu deneyim, Tanrı sevgisi dediğimiz şeye en yakın deneyimdir.

Tanrı ve Tanrılar

Bir sürü tanrı vardır ve hepsi farklıdır. Her biri, çeşitli açı­lardan kendinden önce gelen tanrı ve tanrıçalardan daha önemli ya da daha az önemlidir. Ve tanrılar, cinsiyetlerine gö­re ayırt edilebilir.

Tanrıların bir amacı vardır. Hepsinin hüküm sürdüğü bir âlem ve özel görevleri için özel güçleri vardır. Bu yüzden özel ih­tiyaçlarımız için onlardan yardım dileriz. Hristiyanlıkta tanrıla­rın görevlerini azizler üstlenmiştir. Azizler, eskiden çeşitli tanrı­ların müdahalede bulunduğu şeylere, aynı biçimde yardımcı olurlar, bu nedenle artık onların yerine geçmişlerdir, yani tanrı­lar, azizlerle tekrar dirilmişlerdir.

Yahudiliğin ve Hristiyanlığın Tanrısı, diğer tanrılar arasında­ki tek Tanrı’dır. Bu Tanrı’nın da bir amacı vardır ve dünyanın sa­dece bir bölümünden, örneğin sadece seçilmiş kişilerinden ve kendisine inananlardan sorumludur. Onun da bir cinsiyeti vardır ve “Benden önceki tanrılara inanmayın” dediğinde kendini diğer tanrılarla aynı seviyeye koymuş olur.

Tek tanrı o ise diğerlerini neden kıskanmaktadır? Aynı şey “gerçek tanrı” için de geçerlidir. Gerçek Tanrı o olduğu için, farklıdır ama aslında diğer tanrılardan biridir. Kendini gösteren tanrı da bir sürü tanrıdan birisidir sadece. Konuşabilmek için bir aracıya ihtiyaç duyar ve bu yüzden de kendini sınırlandırır.

O zaman sorulacak soru şudur: Tanrı’dan bize kalan nedir? Hiçbir şey. Böyle bir şey söylemekten korkmamalı mıyız? Ne­den korkalım? Sadece tanrılardan korkmalıyız. Neden mi? Çünkü sadece tanrılar tehdit edilebilirler ve bu yüzden var ol­madıkları ortaya çıkar.

O zaman soruyu şöyle soralım: Bu tanrıların arkasında başka bir şey mi var? Tanrı’nın yerine koyduğumuz başka bir şey mi? Bilmiyoruz. Yanıtı gizlidir, ama bu tanrılardan ayrılmak bizi bu “başka bir şeye” götürür. Bu ayrılık, insanlar arasında barışı sağ­lar çünkü insanlar kendilerini, bu tanrılar aracılığıyla ayırt eder ve tanrıları adına savaşırlar.

Tanrılar, toplumsal ve siyasi örgütlenmelerin, dinî ve etnik toplulukların ve ulusların üstündedir. Bu tanrılar olmadığı za­man ya da bizler tanrılardan vazgeçtiğimiz zaman bireyler olu­ruz, diğer insanları da eşit derecede bireyler olarak görürüz. Or­tak bir noktaya ve bizi birbirimize tevazu ile bağlayan ortak bir boyuta kendimizi açarız.

Tann’nın Sureti

Eski Ahit’in Genesis kısmında, “Tanrı, kendi suretinde ilk insan olan Âdemi yarattı” der. Bu yüzden, kendimizde ve başkalarında gördüğümüz şey Tanrı nın bizdeki suretidir. Yani insan olarak içimde Tanrıyı görür ve onunla bir insanla konuşurmuşçasına ko­nuşurum. Tanrı’nm da bir insan gibi cevap vermesini ve benzer duyguları hissetmesini beklerim. Kutsal kitapta geçen bu sözlerin sonucunda vardığımız şey, görünenin tamamen tersidir; Tanrı’yı insanların, kendi suretinde yarattıklarını ima eder. Anlam olarak, Tanrı’nm insanları kendi sureti olarak yarattığı anlamı tersine dö­ner. Bir başka deyişle insanlar, Tanrıyı kendi düşüncelerine göre yaratmıştır; başka bir deyişle, Tanrı, insanlar olmadan var olmazdı.

Şu anda ne yapıyoruz ve Tanrı’yı kendi suretimizde yaratarak nasıl değiştik? Tanrı kavramım en kutsal ve en kötü eylemleri­miz için bir güdü kaynağı olarak kullanırız. Örneğin, başkalarını Tanrı adına yargılar, onları kınar ve Tanrı’nm hakkımızı onlar­dan sormasını dileriz. Bu yüzden, Tanrı’yı korku ve arzularımı­zın cezalandırıcısı olarak gören Tanrı kavramından öteye bir ge­lişme gösteremeyiz. Tanrı düşüncesi diğer insanlara duyduğu­muz merhamet duygumuzun önünde bir engeldir. Böyle bir Tan­rı şüphesiz insandır ve bu Tanrı aslında insanlık dışı hareket et­memize neden olur.

Ama bu Tanrı, sevgi Tanrısı değil midir? Belki de asıl soru, ne tür bir sevgiden söz ettiğimiz ve bu sevginin ne pahasına ol­duğudur? Ne tür bir korku ve titremedir bu?

Böyle bir Tanrı olmadan bizler daha insan oluruz.

Başka Türlü Bir Tanrı

Başka türlü bir tanrı olduğunu, bizi kendi suretinden, bizim kendi surelimizden yarattığımız Tanrı’dan daha farklı bir tanrı olduğunu farz edelim.

Tabiî ki, tamamen benden çıkan bir fikirle başka bir tanrı şekli yaratmayı teklif ettiğimin farkındayım. Bu yüzden yarattı­ğım tanrı fikri, en az herkesin tanrı düşüncesi kadar şüphe götü­rür. Eğer Tanrı gerçekse, onu nasıl hayal ederiz? Tanrı’yı, algıla­dığımız gerçeğin arkasındaki her şeye gücü yeten varlık olarak farz edersek aşırı kibirli mi davranmış oluruz? Ama bu soru bu noktada bizi ilgilendirmez.

Tanrı imgesinin ruhumuz üzerindeki etkisini, özellikle de bu Tanrı fikrinin, insanların birbirleriyle olan ilişkisindeki sonuçla­rını keşfetmek isteriz.

Üçüncü bir soru daha sorulmalıdır: Tanrı’yı anlamaya ilişkin sınırlarımızın ve yetersizliğimizin bilincinde olduğumuz için, herhangi bir Tanrı imgesini tanımamanın sonuçları ne olabilir? Bu tanımama bile bir başka Tanrı fikridir ve tanımlanamayanı ta­nımlama çabası sorununu ortadan kaldırmaz.

O zaman Tanrı ile ya da yaşamımızın ve dünyadaki tüm ya­şamın ardındaki gizem ya da daha büyük boyutlarla ilgili konu­şacak ne kaldı? Güçsüzlük duygumuz dışında elimizde hiçbir şey kalmadı. Bu güçsüzlük ve kontrolsüzlükte, özümüzün merkezi­ni, insanlığımızın esasını ve insancıl bir şekilde inançlı olmanın temelini buluruz.

Örnek: îsa ve Kayafas

Giriş

Yahudi düşmanlığının hem Hristiyanlar hem de Yahudiler üzerindeki etkilerini uzun yıllar boyunca araştırdım. Yahudi kar­şıtlığının nasıl başladığını ve kökeninin nereye dayandığını bil­mek istedim. Hepsinden önemlisi Hristiyanların ruhunun bu so­runun üstesinden nasıl geleceğini ve uzlaşmanın nasıl sağlanaca­ğını bilmek istedim. Bu bölümde benim için de sürpriz olan bul gularımı göreceksiniz.

Lyon’daki bir toplantıda benden, atalarımızla ilgili, bizleri tekrar neyin bir araya getirip uzlaştıracağına dair bir sabah ko­nuşması yapmam istenmişti.

Çok uzun zaman önce bir aile üyesini dışlanmanın, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen trajik etkileri olduğunu fark etmiştim.

İsmail ve İshak

İbrahim’in ikinci erkek evladı olan İshak’a yer açmak için dışladığı ilk oğlu İsmail’i düşünüyorum. Belki de bu geçmiş olay­la, İsmail’e ve annesi Hacer’e yapılan haksızlığın bir cezasıymış gibi Yahudilerin bugüne kadar dışlanmaları arasında bir bağ var­dır. İsrail ve onun İsmail’in soyundan geldiklerini düşünen Arap komşuları arasındaki çatışma üzerinde de düşünüyorum. Bir üyenin bu şekilde dışlandığı durumlarda, dışlanmış olanlar ve onların soyundan gelenler, aile sistemine tekrar kabul edildikle­ri ve öncelik sırasına göre hak ettikleri yere geçtikleri zaman, ru­hun derinliklerinde şifa hareketi başlar. Burada İsmail, başta hak ettiği yere, annesi de babasının ilk evladı konumuna dönmelidir.

Kayafas ve İsa

Benzer bir çatışmaya örnek olarak, Hristiyanlar arasındaki Ya­hudilerin acı dolu geçmişi ve buna bağlı olarak günümüzde bile Hristiyanlar arasında devam eden Yahudi karşıtlığı verilebilir. Be­nim açımdan bu çatışma da aynı kaynaktan, Kayafas’la İsa peygam­ber arasındaki çatışmadan doğuyor. Kayafas’ı ve savunduğu Muse­viliği tercih edenler olduğu gibi, İsa’nın da yandaşları vardır. İkisi de aynı aileden olmasına ve Hristiyanların, sıra düzenine göre ikin­ci sırada gelmesine rağmen, kendilerini ilk sıraya yerleştirmişlerdir. Burada dışlamanın karşılıklı olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

Bu yüzden uzun süredir, Yahudi-Hristiyan çatışmasının ele alınması ve sorunun kaynaklandığı yerden, yani İsa ile Kayafas’tan çözülmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ruhani içgörü yolu

Bu bağların derinliklerini ve kapsamını nasıl görünebilir kı­lacağımız ve ortak bir deneyimle algılanabileceği şekle nasıl geti­receğimiz üzerine çok düşündüm ama başından beri bu bağların anlaşılmasında etkin bir rol oynayamayacağımı biliyordum. Çün­kü bu hareketler, bize her ne kadar korkutucu görünseler de tüm insanlara eşit sevgi ve ilgi gösteren, insanları bir araya getiren ru­hun hareketleri olarak kabul edilmelidir.

Ruhani aile konstelasyonlarında bu hareketleri görebilir ve hissedebiliriz. Bu hareketler esas hareketleri başlatır, pişmanlık ve kusur gibi sıradan insani kavramlara yer bırakmaz. Bizi, daha önce açık olmayan bir içgörü yoluna götürürler.

Aklımdan bunları geçirerek, Lyon’da kalabalık bir izleyici grubu önünde cesur bir adım attım ve İsa ile Kayafas için birer temsilci seçip onları karşılıklı konumlandırdım. Gerisini büyük bir güvenle, bu yaratıcı ruhun hareketlerine bıraktım.

Bunu kendi başıma yapmaya cesaret edemezdim. Bu derse hazırlanmak için kendi içime döndüğümde bu isimler bana o ka­dar açıkça verildi ki, korkularımı ardımda bırakmak zorunda kal­dım. Ruhun hareketlerine büyük bir teslimiyet duygusu içinde, buradaki durumda da bana yol göstereceklerine güvendim ve böylece aşağıda ayrıntılarını anlattığım konstelasyon gerçekleşti.

Konstelasyon

Ruhani aile konstelasyonlarında genellikle olduğu gibi, kons­telasyon için bir ön çalışma yapmaya gerek yoktur. Temsilcilere bir yerde durmalarını söylemek yeterlidir. Temsilciler birden, temsil ettikleri kişiyle uyum içinde olduklarını gösterir ve bir ha­reket tarafından yönlendirilmeye başlarlar.

Bu yüzden İsa ve Kayafas için birer temsilci seçtim. Kaya­fas, İsa’nın suçlu olduğunu açıklayan ve onu çarmıha gerilme­si için Roma Valisi Pontus Pilate’ye gönderen başrahipti. Çar­mıha germe emrini vermeye ve infaz ettirmeye yetkili tek kişi Pontus Pilate’di.

İsa ve Kayafas’m temsili için gönüllüler bulduktan sonra on­ları, belli bir mesafede karşılıklı koydum. Hepimiz kendimizi ru­hun hareketlerinin rehberliğine bıraktık.

En başından beri İsa’nın temsilcisi, Yahudi başrahibin temsil­cisine büyük bir dikkatle baktı. Ona ne bir düşman gibi ne de bir kurban gibi bakıyordu; Kayafas, oraya ait bir insan gibiydi. Kaya­fas’m temsilcisine herhangi bir suçlamada ya da iddiada bulun­madan, ellerini ona doğru açık tutarak, dostane bir şekilde ama yerinden hareket etmeden baktı ve ona döndü.

Başrahibin temsilcisi yumruklarını sıktı, İsa’ya doğru yak­laştı ve onun göğsüne bir yumruk attı. İsa geri çekilmedi. Ol­duğu yerde, yüzünde samimi bir ifadeyle öylece durdu. Kaya­fas bir kez daha İsa’nın yanına gitti, göğsüne yumruk atarak onu itmeye çalıştı.

İsa aynı şekilde durdu ve nazikçe Kayafas’a döndü; tepki ver­miyor, kendini savunmuyor, orada elleri açık, öylece duruyordu.

Burada müdahale ettim. Aziz Matthevv’un sözlerinden bir cümle geldi aklıma.

Pilate’nin önünde, İsa’nın ölümünü isteyen kalabalığın haykırması istenen cümleydi bu: “Kanı bizim ve çocuklarımı­zın üzerine borç olsun.” Bu cümle gerçekten söylendi mi yok­sa bu sözlerin yaratıcısından mı geldi bilinmez ama Hristiyanlar arasındaki Yahudilerin kaderine baktığımız zaman, bu cümle sonradan gerçek olmuş ya da gerçeğin bu şekilde olma­sına katkıda bulunmuştur.

Sonra başrahibin temsilcisine İsa’ya olan davranışının so­nuçlarını gösterdim. Hristiyanlar tarafından zulüm gören ve öldürülen Yahudiler için dört temsilci seçtim ve onlardan Ka­yafas ile İsa’nın arasına, yere sırt üstü uzanmalarını istedim. Bu dört kişi kısmen Kayafas’ın İsa’ya yaptıkları yüzünden, o za­mandan bu yana hayatını kaybeden milyonlarca kurbanı tem­sil ediyorlardı.

Bu müdahalenin Kayalas’ın temsilcisi üzerindeki etkisi şa­şırtıcıydı. Aniden saldırganlığı kesildi. Ölen kişilere bakma­dan geri çekildi. Sadece İsa’yı gördü. Ama İsa ölülere bakıyor­du. Bir süre sonra Kayafas da ölülere baktı. Dizlerinin üzerine çöktü, onlara doğru eğildi ve yüksek sesle hıçkırarak ağlama­ya başladı.

İsa’nın temsilcisi dostane bir şekilde Kayafas’a döndü. Yere oturdu, Kayalas’a baktı ve elini ona doğru uzattı.

Bir süre sonra, Kayalas’ın temsilcisi yere uzandı ve başını yerdeki ölülerden birinin karnının üstüne koydu. Kollarını iyi­ce açtı, gözleri yaş doldu ve dudaklarını bir şey söylemek ister­cesine oynattı. Ama ağzından ne bir ses, ne de bir söz çıktı. Onun da çarmıha gerildiği imgesini görüyordum. Biraz sonra bir parmağıyla hafifçe İsa’nın eline dokundu ama sonra elini tekrar geri çekti.

Daha sonra ölüleri, onları hayata döndürmek istercesine doğ­rultmaya çalıştı. İsa, onun ve ölülerin yanından geri çekildi; elle­ri yana açık ve başı öne eğik şekilde diğer tarafa geçip yere otur­du. Burada çalışmayı bitirdim.

Bu konstelasyon çalışması, hiçbir şey söylenmeden kırk beş dakika sürdü.

Düşünceler

Bu hareketleri hangi gözle görürsek görelim, kesin olan bir şey var ki o da hareketlerin temsilcilerin uydurması olamayaca­ğıdır. Bu insanların içinde ruhun hareketi vardı. Bütün hareket­lerde olduğu gibi, temsilcilerin hareketleri de sevgiye hizmet ederler. Bu hareketler karşıtlıkların (burada Yahudilerle Hristiyanlar arasındaki karşıtlık) üstesinden gelmek için uğraşır ve ba­rışa hizmet ederler.

Hikâye: Dönüm Noktası

Bir ailede, ana yurdunda ve kendi kültüründe doğan bir er­kek çocuğu, daha küçük yaştayken kahramanının, ustasının, öğ­retmeninin kim olduğunu öğrenir ve onun gibi olmaya büyük bir özlem duyar.

Aynı kafa yapısındaki insanlarla bir araya gelir ve bu örnek aldığı kişinin izinden giderek onun gibi düşünene, konuşana ve hissedene kadar yıllarca büyük bir disiplin içinde çalışır.

Ama yine de bir şeylerin eksik olduğunu hisseder ve belki de kalan son engeli de aşmak için kendini etrafından tamamen so­yutladığı uzun bir yolculuğa çıkar. Yıllar önce terk edilmiş bahçe­lerden geçer. Orada yabangülleri hâlâ çiçeklenmektedir ve uzun ağaçlar bakımsız toprağa düşen güz meyvelerini vermekledir an­cak onları toplayacak biri yoktur. Buradan sonrası ise bir çöldür.

Ve o anda bilinmeyen bir boşluk, çocuğu çevreler. Sanki her yön birbirinin aynıdır ve önüne çıkan ne varsa bir süre sonra ona boş gelir. Duyuları ile olan bağını kaybederek amaç­sızlık içinde öylece dolanır. Ardından kendini bir pınarın önünde bulur. Bu kaynak, topraktan fışkırmakta ve hızla kuma doğru geri akmaktadır. Ama suyun çıktığı yerde, çöl bir cenne­te dönüşmüştür.

Çocuk etrafına baktığında iki yabancının geldiğini görür. Onlar da aynı bu çocuk gibi kahramanlarının izinden gitmiş, ona benzemeye çalışmıştır. Onlar da aşılacak son engeli bulmak için çölün yalnızlığına doğru çetin bir yolculuğa çıkmak zorunda kal­mış ve aynı yerde pınarı görmüşlerdir. Birlikte aynı pınardan su içmek için eğilirler. Varacakları yere çok yaklaştıklarına inan­maktadırlar. Birbirlerine isimlerini söylerler:. “Benim adım Bu­da”, “Benim adım Isa”, “Benim adım Muhammed.”

Sonra karanlık çöker ve onları uzaktaki parlak yıldızların sonsuzluğu gibi sarar. Ne sözler, ne de sesler vardır. Bu üç kişi­den biri, sevgili efendisine daha önce hiç olmadığı kadar yakın olduğunu bilmektedir. Bir dakikalığına bile olsa ne kadar güçsüz, ne kadar beyhude ve küçük olduğunu hisseder.

Ertesi sabah çocuk çölden kaçar. Yolu tekrar bu ıssız bahçe­lerden geçer ve sonunda kendi bahçesine varır. Kapısında sanki uzun zamandır onu bekliyormuşçasına duran yaşlı bir adam kar­şılar onu. “Bu kadar uzaklardan gelip de yolunu bulan biri bere­ketli toprakları seviyor olsa gerek. O, büyüyen her şeyin aynı za­manda öleceğini ve yaşamı sonlandığmda başkalarını besleyece­ğini bilir” der yaşlı adam.

“Evet” der, geri dönen kişi: “Bu sevgili yeryüzünün kanunla­rım biliyorum.” Ve toprağı işlemeye başlar.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to