Hazırlayan: AYHAN HIRA
İslâm düşüncesinde fıkıh, uçsuz bucaksız bir okyanus olarak tasavvur
edilmiştir. Bazı eserlerin “muhît (okyanus)” veya “bahr (deniz)” şeklinde
isimlendirilmesi, bir bakıma fıkhın ne kadar geniş ve derin bir araştırma
sahası olduğunu, ayrıca söz konusu eserlerin bütün bu okyanusu kuşatacak kadar
büyük bir birikimi ihtiva etme gayreti içinde olduğunu göstermektedir. Fıkıhla
ilgili bu benzetme, fıkıh âliminin (fakih) gıpta edilecek kadar donanımlı olduğunun
da bir ifadesidir. Böylesine büyük ölçüdeki mesafeleri aşabilmek her yiğidin
harcı değildir. Fakih, zor görünen, ama bir o kadar da heyecan ve mutluluk
veren serüvenleri yaşayabilen bahtiyar bir insandır. Çünkü fıkıh, öğrenilen her
yeni mesele vasıtasıyla sürekli yeni bir tecrübe yaşanmasını sağlamakta,
yaşanacak nice tecrübelerin de habercisi olmaktadır. Kur’ân ve Sünnet arasında
çeşitli yöntemlerle tâkâtının son haddine kadar keşifler yapan fakihlerin
tecrübeleri, daha sonrakiler için hazineler değerindedir. Nitekim öncekilerin
izinden gidenler, bu tecrübelerin birikiminin kılavuzluğunda ilerleyerek,
karşılaşılan sorunların çözülmesinde ve hayatın daha yaşanabilir hale
getirilmesinde, en az kendilerinden öncekiler kadar büyük emekler sarf etmişlerdir.
Hoca-talebe ilişkisi içinde süregelen bu ilim zincirinin halkalarından
birini oluşturan Şeyh Bedreddin de, söz konusu emektarların arasında yer
almaktadır. Bununla birlikte, “isyan” iddiaları etrafında oluşturulan puslu
hava, onun gerçek bir âlim olmasından çok, daha başka şekillerde tanınmasına
sebep olmuştur. Şeyh Bedreddin, tarihî belirsizliklerin gölgesinde kaldığı
gibi, onun fıkıh eserleri de aynı kaderi paylaşmıştır. Şeyh Bedreddin hakkında
bu zamana kadar konuşanların ortak temennisi olarak çeşitli ortamlarda dile
getirilmekle birlikte, onun fıkıh eserleri üzerinde bu düzeyde yapılan bir
çalışmanın varlığı henüz bilinmemektedir. Halbuki ilim zincirinin unutulan ve
bu sebeple kayıp muamelesi gören halkasını temsil eden Şeyh Bedreddin’i gerçek
yerine koyabilmek için, bu tür çalışmalara çok ihtiyaç vardır.
Ayhan HİRA/19 Mayıs 2006
Hasköy
Osmanlı’nın mağlubiyeti ile sonuçlanan 1402 tarihindeki Ankara
Savaşı’ndan sonra yaşanan fetret devrinin ortaya çıkardığı ekonomik, siyâsî ve
sosyal buhrân ortamının kahramanı olarak gösterilen Şeyh Bedreddin kadar
Osmanlı tarihinde ilgi çeken pek az kişi vardır. Nitekim Osmanlı dönemi
kaynakları, çoğu zaman birbirlerinden aktarma tarzında olsa da, Şeyh Bedreddin
hakkında mutlaka söz söylemişlerdir. Bu ilgi, Nazım Hikmet’in (ö. 1963) ilk
olarak 1936 yılında yayınlanan Simavna Kadısıoğlu Şeyh
Bedreddin Destanı adlı eseriyle, Cumhuriyet döneminde de hız kazanarak
bugüne kadar gelmiştir.
Şeyh Bedreddin hakkında bir yargıya varıp değerlendirme yapabilmek için,
geniş kapsamlı akademik bir araştırma planına ihtiyaç vardır. Bunun için de,
öncelikle onun eserlerinden ve diğer kaynaklardan hareket edilerek, onun
çeşitli yönleri ortaya çıkarılmalı ve son tahlilde parçaların birleştirilmesi
yoluna gidilmelidir. Böylesine kapsamlı bir planın gerçekleşmesi ise, değişik
alanlarda araştırma faaliyetlerini sürdüren ilim adamlarının çalışmalarıyla
mümkün olabilir.
Bu araştırma, “fakih” Şeyh Bedreddin hakkında gerçekleştirileceğine
inanılan planın bir parçasını ve başlangıcını oluşturmak üzere, Letâifü’l-işârât,
Câmiu’l-fusûleyn ve et-Teshîl adlı fıkıh eserlerinden hareketle,
Şeyh Bedreddin’in “fıkıhçılık” yönünü konu edinmektedir. Diğer bir ifadeyle, bu
araştırmanın konusu, Şeyh Bedreddin’in fıkıh eserlerinin şekil, yöntem ve
muhteva bakımından incelenmesidir. Bu çalışmanın kapsamı, söz konusu yönlerden
yapılan tespitlerin temsil edilmesine ilişkin örneklerle sınırlı olacak, ele
alınan konu başlığıyla ilgili yeterli sayıda örnek seçilmiş olacağı için diğer
örneklere dipnotlarda atıfta bulunmakla yetinilecektir. Öte yandan, şekil ve
yöntemle ilgili açıklamaların elverdiği kadarıyla ayrıntıya girilmekle
birlikte, örnek olarak seçilen fıkıh meselelerinin söz konusu eserler içindeki
bağlamı bakımından bütün yönleriyle ele alınıp değerlendirilmesine yer
verilmeyecektir. Zira, konu çalışmalarında görüldüğü üzere, fıkhın belli bir
meselesine ilişkin geniş muhteva tahlillerinin yapılması, bu araştırmanın
kapsamının aşılması anlamına gelmektedir.
Şeyh Bedreddin’in eserlerindeki şekil ve muhtevayı günümüzün hukuk
düşüncesine kazandırmak bakımından en uygun yol “yazılı kaynaklardan yararlanma
(dokümantasyon)” yöntemidir. Bu yöntem, üzerinde çalışılan ve matbu olmayan
malzemenin tespiti ve tasviri, daha sonra da tahlilini mümkün kılma bakımından,
öncelikle müellif nüshalarının kullanılmasını gerekli kılmaktadır. Bununla
birlikte, söz konusu nüshaların varlığı tespit edilemediği için, bu araştırmada
müellif hattına en yakın istinsah tarihini taşıyan nüshalar kullanılmıştır.
Buna göre, Şeyh Bedreddin’in fürû-ı fıkha dair ilk telifi olan Letâifü’l-işârât
nüshasının istinsah tarihi 825/1422, bunun şerhi olan et-Teshîl
nüshasının istinsah tarihi ise 846/1442’dir. Şeyh Bedreddin’in fıkha dair diğer
eseri Câmiu’l-fusûleyn ise, Mısırda’ki Ezheriyye matbaasında 1300/1882
yılında iki cilt halinde basılmıştır. Bu arada, kütüphane kayıtlarında yapılan
incelemeler, Şeyh Bedreddin’in fıkıh eserleriyle ilgili pek çok istinsah
çalışması yapıldığını göstermektedir. Bu durum, bir yandan eserleri hakkında
tahkik çalışması yapacak olanlara büyük kolaylıklar sağlarken, diğer yandan,
ölümünden sonraki yıllarda da onun eserlerinin muteber sayıldığının bir
göstergesi olmaktadır.
Bu araştırmada, Şeyh Bedreddin hakkında söz söyleyenlerin verdikleri
bilgilerin ne derecede aynı doğrultuda veya aksi istikamette olduğunun
gösterilmesi amacıyla, onun nesebi, doğum yeri ve doğum tarihi, tahsili,
hocaları ve ders arkadaşları, hizmetleri, tasavvuf anlayışı, tarikatı ve şeyh
olmasıyla ilgili kaynaklardaki bilgiler, birbiriyle karşılaştırılarak
verilecektir. Böylece, onun düşünce dünyası hakkında birbirinden tamamen farklı
görüşlerin öne sürüldüğü kaynaklarda, zikredilen hususlarda dahi çoğu kez görüş
birliğine varılamadığı görülecektir.
Şeyh Bedreddin hakkında bilgi veren kaynaklar, onun padişaha isyan
etmesine dair iddialar bakımından, Osmanlı Dönemi” ve “Cumhuriyet Dönemi”
şeklinde iki ayrı döneme ayrılacaktır. Osmanlı dönemi kaynakları, kronoloji ve
konuyu ele alış bakımından kendi içinde bölümleneceği gibi, Cumhuriyet dönemi
kaynakları da aynı şekilde ele alınarak değerlendirilecektir.
Şeyh Bedreddin’in isyan ettiği iddiaları ve onun kişiliği hakkında bilgi
veren birçok Osmanlı kaynağında ve bunları takip ettiği anlaşılan akademik
çalışmalarda, genel olarak merkeziyetçi bir bakış açısının hâkim olduğu ve
fıkıhçılık yönüne sadece değinildiği görülmektedir. Bilimsel olmayan
çalışmalara gelince, bunların bir kısmı, sahip oldukları ideolojiye geçmişte
bir temel bulabilmek için sergiledikleri anakronik yaklaşımla, geleneksel yapı
içinde sapkın bir Şeyh Bedreddin görüntüsü oluşturmaya çalışarak, konuyu daha
karmaşık ve içinden çıkılmaz hale getirirken, ikinci grup ise, birinciye tepki
mahiyetinde açıklamalar yapmaktadır.
Bu çalışmada, Şeyh Bedreddin’in yaşadığı ilmî ortam hakkında okuyucunun
bir fikir edinebilmesi amacıyla, onun zamanında Osmanlı’daki ilmî durum ve
özellikle fıkıh çalışmalarının genel yapısı hakkında kısaca bilgiler
verildikten sonra, öncesi ve sonrası bakımından onun Osmanlı’daki fıkıh
çalışmaları içindeki yeri gösterilmeye çalışılacaktır. Osmanlı’nın kuruluş
dönemine ait diğer fıkıh eserleriyle yapılan mukayeselerin fıkıh usûlü ve
fürû-ı fıkha ilişkin meseleler temelinde ele alınması, söz konusu dönem ve onun
bu dönem içindeki yeri hakkında bilgiler vermesi bakımından önemli ise de, araştırmanın
hedeflenen çerçeve içinde kalması ve konu bütünlüğünün sağlanması
düşüncelerinden hareketle, bu husustaki mukayeseler, dönemin karakteristik
özellikleri bakımından ele alınmakla sınırlı olacaktır.
Fıkıh konularının Şeyh Bedreddin tarafından nasıl işlenmiş olduğu, üç
yönden ele alınacaktır. Birincisinde, klasik fıkıh eserlerinde kullanılan konu
tasniflerinin kısaca açıklanmasından sonra, onun bunlardan hangisini kullandığı
tespit edilecektir. İkincisinde, konu başlıklarının tanımlanmasına dair açıklamaları,
çeşitli üst ve alt başlıklar örnek verilerek gösterilecektir. Üçüncüsünde,
hükümlerin dayandırıldığı delillerin ele alınan meselelere nasıl uygulandığı
hakkında açıklamalar yapılacaktır.
Şeyh Bedreddin’in tercih yöntemi de, aynı şekilde üç yönden
incelenecektir. Birincisinde, Şeyh Bedreddin’in tercih kaynakları, yani
görüşlerini tercih ettiği kimseler; ikincisinde, tercih ettiği görüşün
dayanağını oluşturan sebepler; üçüncüsünde ise, tercih ettiği veya reddettiği
görüşler için kullandığı lafızlar söz konusu olacaktır. Tercih yöntemine
ilişkin açıklamalar, onun mezhep içindeki farklı görüşler arasında tercih
yapabilecek seviyede olduğunu gösterme bakımından önemlidir.
Şeyh Bedreddin’in özellikle Câmiu’l-fusûleyn adlı eseri,
Mecelle’ye kadar bir tür hukuk kodu vazifesi görmüş ve kadılar tarafından
yaygın olarak kullanılmıştır. Bununla birlikte, bu eserde Şeyh Bedreddin’in
ictihad-taklit konusunda Hanefî mezhebindeki yerleşik usûle muhâlif sözler
söylediği görülmektedir. Bu sebeple, Osmanlı döneminde telif edilen bazı fıkıh
çalışmalarında, söz konusu eser bir yandan övülürken, diğer yandan müellifinin
bu konuyla ilgili görüşleri tenkit edilmiştir. Bu husus göz önünde
bulundurularak, üçüncü bölümde, “ictihâd-taklit” konusu bağlamında Şeyh
Bedreddin’in söz konusu görüşleri ve bunlar hakkındaki tenkitler
incelenecektir. Burada, önce Şeyh Bedreddin’in söz konusu görüşleri anlatılacak
ve daha sonra da onu tenkit edenlerin sözlerine yer verilecektir.
Bu bölümde tenkitlerine yer verilecek olan çalışmalardan birincisi,
Süleyman b. Ali el-Karamânî’ye (ö. 924/1518) ait olan el-Es’ile
ve’l-ecvibetü’l-müteallika bi- Câmii’l-fusûleyn adlı eserdir. Bu eserde
Karamânî, Şeyh Bedreddin’in “ben derim ki” tarzında açıkladığı görüşlerini
“onun sözü şudur” şeklinde iktibas ettikten sonra kendi değerlendirmelerini
yapmaktadır. Bu bölümde yararlanılacak olan ikinci eser, Zeyneddîn b. İbrahim
b. Nüceym’in (ö. 970/1563) Hâşiye alâ Câmii’l-fusûleyn adlı
eseridir. İbn Nüceym’in bu eseri, oğlu Ahmed tarafından özetlenmek suretiyle
meydana getirilmiştir. Üçüncü eser, Necmeddîn er-Remlî’nin el-Leâliü’d-dürriyye
fi’l-fevâidi’l- hayriyye adlı eseridir. Remlî, Câmiu’l-fusûleyn ile
birlikte basılan bu eserini, babası Hayreddin er-Remlî’nin (ö. 1081/1670) Câmiu’l-fusûleyn
kenarına yazdığı hâşiyeyi temize çekerek ayrı bir eser haline getirmiştir. Bu
eserde müellif, ele almak istediği meseleleri kısaca iktibas ettikten sonra,
“ben derim ki” tarzında ve yararlandığı kaynakları zikrederek
değerlendirmelerini yapmakta, bazen de “yani” ifadesinden sonraki
açıklamalarıyla bir kelimeyi veya cümleyi daha anlaşılır hale getirmeye
çalışmaktadır. Dördüncü eser, kim olduğunu tam olarak tespit edemediğimiz Molla
isimli müellifin Risâle fî reddi i’tirâzâtı sâhibi Câmii’l-fusûleyn adlı
eseridir. Remlî’nin eserindeki yöntemin kullanıldığı bu risâle, yirmi bir
varaklık bir çalışmadır.
BİRİNCİ BÖLÜM
ŞEYH
BEDREDDİN’İN HAYATI VE ESERLERİ
1.
ŞEYH BEDREDDİN’İN
HAYATI
A.
Şeyh Bedreddin’in Adı ve Nesebi
Şeyh Bedreddin’in asıl adı, “Bedreddin Mahmûd b. İsrâil b. Abdülazîz”dir.
Babasının, ikâmet ettiği yerde idarecilik dışında kadılık görevini de yürütmüş
olmasından dolayı Şeyh Bedreddin, bu yere verilen isme bağlı olarak “Simavya
Kadısıoğlu”, “Simavna
Kadısıoğlu” ve “Samavna
Kadısıoğlu” şeklinde de
isimlendirilmiştir. Şeyh Bedreddin’in babası hakkındaki bilgiler, daha çok İbn
Arabşâh’ın (ö. 854/1450) Ukûdü’n-nâsıha ve Halil b. İsmail’in Menâkıb-ı
Şeyh Bedreddin İbn Kâdî İsrâil isimli eserlerine dayanmaktadır. Her iki kaynakta da
Şeyh Bedreddin’in babası, kadı ve gençliğinde ilim tahsiline düşkün biri olarak
tanıtılmıştır. Söz konusu kaynakların verdiği bilgiye göre İsrâil, Semerkant’a
gidip oradaki âlimlerden ilim almış, Hanefî fıkıh literatürünün en önemli
kaynakları arasında yer alan el-Hidâye şerhu Bidâyeti’l-mübtedî isimli
eserin yazarı Ebü’l-Hasen Burhâneddîn Ali’nin (ö. 593/1197) torunlarından olan
ve “Semerkant’ın âlimi, sadr-ı Semerkant” şeklinde tanıtılan Abdülmelik’ten
fıkıh okumuş, daha sonra çeşitli ilimlerde ve bilhassa fürû-ı fıkıhta üstün bir
seviyeye ulaşarak Rumeli bölgesine Ojj --M geri dönmüştür.
Buraya kadar verilen bilgiler bakımından, İbn Arabşâh ile Halil b. İsmail
arasında bir paralellik söz konusudur. Ancak Halil b. İsmail’in eserinde, Şeyh
Bedreddin’in dedesinin Selçuklu sülâlesinden geldiğine dair bilgi vardır ve bu
bilgi, kendisinden önceki kaynaklarda bulunmamaktadır. Bu bilgiye göre Şeyh
Bedreddin’in dedesi olan Abdülaziz, Konya’da doğmuş, Mevlânâ Celâleddîn’e (ö.
672/1273) erişmiş, Hüsâmeddin Çelebi’ye (ö. 683/1284) intisâp etmiş, bir asırdan uzun
ömrü boyunca savaştan savaşa koşmuş bir gâzî olup, Alâeddîn Keykûbât (ö.
634/1237) neslinden gelen sülâlesi, Selçuklular’a vezirlik görevinde de
bulunmuştur. Yine, bu
kaynaktaki bilgiye göre Şeyh Bedreddin’in annesi, ele geçirilen Simavna
kalesinin Bizanslı komutanının (tekfur) kızıdır. Şeyh Bedreddin’in babası
İsrâil, Melek adını alarak müslüman olan bu kızla evlenmiş ve Bedreddin,
Simavna kalesinde bu evlilikten dünyaya gelmiştir. Bu arada Halil b. İsmail,
hayatı hakkında yeterince bilgi vermemekle birlikte, Abdülaziz’in amcasının
Hulâgû (ö. 682/1269) komutasındaki Moğol istilâsından sonra, Nâsıruddîn et-Tûsî
(ö. 672/1274) ile girdikleri ilmî
tartışmada onu susturdukları için, Hulâgû tarafından İbnü’l-Hâcib (ö. 646/1248) ile birlikte şehit edildiğini
söylemektedir.
Ancak, İbnü’l-Hâcib’in hayat hikâyesinde, onun başından böyle bir olayın
geçtiğine dair herhangi bir bilginin yer almaması, Halil b. İsmail’in bu konudaki sözlerine
şüpheyle yaklaşmayı gerektirmektedir
eş-Şekâik adlı eserinde Taşköprizâde, İbn Arabşâh’ın
ve Halil b. İsmail’in verdiği ortak bilgileri kaydettikten sonra, Şeyh
Bedreddin’in nesebinin Selçuklu’ya dayandığına dair Menâkıb-ı Şeyh
Bedreddin’deki bilgiyi “söylenmektedir” kaydıyla vermektedir. Hoca Sâdeddin Efendi de, “söylendiğine göre”
ifadesiyle, muhtemelen Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin’e atıfta
bulunarak, Şeyh Bedreddin’in atalarının Selçuklu Sultanı Alâeddîn’in
yakınlarından olduğunu ve onların vezirleri arasında bulunduğunu
zikretmektedir. Şeyh
Bedreddin’in ecdâdının Selçuklu vezirlerinden olduğu bilgisi, Mehmed Süreyya
tarafından da kabul edilmektedir. Besmi Nusret Kaygusuz da, Şeyh Bedreddin’in,
II. İzzeddin Keykâvus’un (ö. 618/1279) torunlarından biri olarak, Selçuklu
sülâlesinden geldiğini savunmaktadır.
Uzunçarşılı, Şeyh Bedreddin’in nesebine ilişkin bilgileri, Halil b.
İsmail’in yazmış olduğu manzûm Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin adlı
esere dayanarak vermekle birlikte, “Saltanat kurmak için meydana çıkanlar, bu
hareketlerini meşrû göstermek için, kendilerinin eski hükümdâr sülâlelerinden
birine mensup olduklarını iddia edegelmişler ve bunu ispatlamak için,
silsilenâmeler tertip ettirmişlerdir. Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin müellifinin,
Şeyh Bedreddin’i Selçukîlere mensup göstermesi de bu kâbilden olsa gerektir”
diyerek, zikredilen kaynaktaki bilgilerin doğruluğunun şüpheli olduğunu
söylemektedir. Benzer
şekilde, Ahmet Yaşar Ocak da, Şeyh Bedreddin’in Selçuklu soyundan olmadığı
görüşünü paylaşmakta ve bu bilginin, Şeyh Bedreddin’in Osmanlı saltanatına
karşı giriştiği ayaklanma hareketine kamuoyunda geçerli bir meşrûiyet temeli
oluşturmak amacıyla uydurulduğunu düşünmektedir. Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin’deki
bilgilerin iddiadan öte bir anlam taşımadığını düşünen ve dolayısıyla, Şeyh
Bedreddin’in Anadolu Selçukluları hükümdârı Alâeddin Keykûbât’ın neslinden
olduğuna dair ifadeleri gerçekçi bulmayanlardan biri de Yaltkaya’dır. O, Şeyh
Bedreddin’in babasının ilmî kişiliği ve kadı olması hakkında, İbn Arabşâh ve
Taşköprizâde tarafından verilen bilgileri kabul etmekle birlikte, söz konusu
iddianın kabul edilebilir dayanaktan yoksun olduğunu düşünmektedir. Yaltkaya’ya
göre, Şeyh Bedreddin’in atalarından birinin Selçuklular’a vezârette bulunmuş
olduğunu söyleyenlerin sadece vezâretle sınırlı olan bu ifadeleri, Şeyh
Bedreddin’in babasının Selçuklu sülâlesine mensûbiyeti için yeterli değildir.
Görüldüğü üzere, Şeyh Bedreddin’in soyunun Selçuklular’a dayandığına
ilişkin iddiaların, gerek “saltanat davası için meşrûiyet zemini hazırlamaya
yönelik çabaların ürünü” olarak görülmesi, gerekse “vezirlikle sınırlı
ifadelerin nesil ispatı için yeterli olamayacağının” düşünülmesi sebebiyle
kabul edilmediği ortadadır. Bunun yanında, Taşköprizâde’nin eş-Şekâik’te
kullandığı “söylenmektedir” kaydının ihtimâl bildirmesinden hareketle İbrahim
Hakkı Konyalı, Yılmaz Öztuna ve Orhan Şâik Gökyay gibi bazı araştırmacılar da,
Şeyh Bedreddin’in Selçuklu soyundan geldiğine dair ifadelere sadece bir
söylenti gözüyle bakmakta ve bu sebeple söz konusu iddiayı kabul
etmemektedirler.
Franz Babinger’e göre
ise, Şeyh Bedreddin’in Selçuklu soyundan olduğunu gösteren rivâyetlerin
doğruluğundan şüphe etmeye gerek yoktur. Ona göre “İsrâil” garip bir isimdir ve
Selçuk oğullarından (Âl-i Selçuk) birinin bu adı taşımış olması, bahsedilen
rivâyetlerin sıhhatli olduğuna delil teşkil etmektedir. Anlaşılan o ki, “İsrâil”in garip bir isim
olduğunu söyleyen Babinger, bu “garip” ifadesiyle, Şeyh Bedreddin’in doğup
büyüdüğü çevrede bu ismin kullanımının pek fazla olmadığını anlatmaya
çalışmakta, böyle bir ismin kullanılmasının tarihi bir kökünün olması
gerektiğini düşünmektedir. Halbuki, Selçuklular’da İbrânî isimlerin sıkça
kullanıldığı bir vâkıâdır. Nitekim, Tuğrul Bey’in babasının adı Mikâil,
amcalarının adı ise İsrâil, Musa, Yûsuf ve Yunus’tur. Dolayısıyla, Babinger’in
verdiği bilgiler, Şeyh Bedreddin’in nesep bakımından onlara bağlı olduğu
yönünde bir izlenim uyandırıyorsa da, o dönemde Selçuklular’ın ve onların
dışındakilerin de bu isimleri kullanıyor olması, Babinger’in görüşünü söz
götürür hale getirmektedir.
Kanaatimizce, Şeyh Bedreddin’in Selçuklu soyundan olması, muhtemel bir
iddiadan öteye geçememektedir. Söz konusu iddia, ilk olarak Şeyh Bedreddin’in
torunu tarafından öne sürülmüştür. Bu iddia doğrultusunda görüş belirten
kaynaklardaki bilgiler ise, bilginin kesin olmadığını gösterecek tarzda bir
kayıt içermektedir. Bunun yanında, dedelerinden birinin Selçuklular’a vezirlik
yapmış olmasının, Şeyh Bedreddin’i Selçuklu yapmak için yeterli bir delil
oluşturmayacağı da ortadadır. Öte yandan, “saltanat hareketine meşrûiyet
kazandırmak için kendini eski hükümdâr sülâlesine nispet etmek” şeklindeki
itiraz, bir bakıma tenkit edilebilir durumdadır. Zira, ileride de görüleceği
üzere, iddiayı ortaya atan Halil b. İsmail, dedesinin isyan etmediğini,
iftiraya kurban gittiğini savunmaktadır. Bu durumda söz konusu iddianın,
saltanat hareketine meşrûiyet kazandırmaktan ziyâde, itibarı zedelenen dedesine
saygınlık kazandırmak amacına yönelik olduğu söylenebilir. Böylece, onun, Şeyh
Bedreddin’in torunu olmanın verdiği olumsuzluklardan daha az etkilenmek ve
kendine sosyal bir statü sağlamak gibi menfaatleri hedeflemiş olması da
mümkündür.
Sonuç olarak, Şeyh Bedreddin “gazi” ve “kadı” unvanına sahip bir aileden
gelmektedir. Dedesinin adı Abdülaziz, babasının adı İsrâil’dir. Annesi ise,
Simavna kalesinin mağlup Rum komutanının (tekfur) kızıdır ve müslüman olduktan
sonra Melek adını almıştır.
B.
Şeyh Bedreddin’in Doğum Yeri ve Doğum Tarihi
Şeyh Bedreddin’in doğum yeri hakkında farklı bilgiler bulunmaktadır. Bazı
kaynaklarda Şeyh Bedreddin’in doğduğu yerin bugün “Rumeli” diye isimlendirilen
coğrafî bölge içinde yer aldığı söylenirken, diğer bazı kaynaklara göre bu
yerin, Kütahya vilâyetindeki “Simav Kasabası” olduğu ifade edilmektedir.
Ayrıca, Şeyh Bedreddin’in Necef şehri civarındaki “Semâve” kasabasında doğduğuna
ilişkin bir görüş de dile getirilmiştir.
Şeyh Bedreddin’in doğum yeri gibi, doğum tarihi hakkında da farklı
bilgiler bulunmaktadır. Elimizdeki kaynaklarda, kimi zaman Şeyh Bedreddin’in
eserlerinde zikrettiği tarihler esas alınırken, bazen de Şeyh Bedreddin’in
hayatına ilişkin bir olayın zamanının veya ilgili yerle alâkalı bir fethin
tarihinden hareketle birtakım sonuçlara ulaşılmaya çalışılmıştır. Kaynaklardaki
bilgileri ve bunlar arasındaki farklılıkları daha iyi değerlendirebilmek için,
Şeyh Bedreddin’in doğum yeri ve doğum tarihi hakkındaki bilgileri “doğum yeri”
ve “doğum tarihi” şeklinde iki ayrı başlık altında inceleyeceğiz.
1.
Şeyh Bedreddin’in Doğum Yeri
Şeyh Bedreddin’in doğum yeri olarak Rumeli bölgesini gösteren kaynakların
başında İbn Arabşâh’ın Ukûdü’n-nâsıha adlı eseri gelmektedir.
Müellifinin, Şeyh Bedreddin ile bizzat görüşmesi ve onun hakkındaki ilk kaynağı
oluşturması bakımından, konumuz için öncelik sırasına sahip olan bu eserde,
Şeyh Bedreddin’in doğum yeri olarak “Simavya” gösterilmekte ve söz konusu
Simavya’nın, Edirne kırsalında bir belde olduğu belirtilmektedir. Şeyh’in torunu Halil b. İsmail tarafından
yazılan ve birinci el kaynaklarımız arasında yer alan Menâkıb-ı Şeyh
Bedreddin’deki bilgiler, İbn Arabşâh’ın verdiği bilgilerle uyuşmaktadır.
Şeyh Bedreddin doğum yeri olarak
eş-Şekâik’te verilen bilgiler de, bu yerin Rumeli’de babasının
kadılık ve idarecilik yaptığı “Simavna” adı verilen bir kale olduğu
şeklindedir. Şeyh
Bedreddin’in Rumeli bölgesinde doğduğuna dair bilgiler, Hoca Sâdeddin Efendi
tarafından da doğrulanmaktadır. Aynı şekilde, Uzunçarşılı ve Gölpınarlı da
Şeyh Bedreddin’in Rumeli bölgesinde doğduğunu kabul etmektedirler.
Uzunçarşılı’ya göre Şeyh Bedreddin’in doğum yeri, Edirne yakınında ve Karaağaç
ile Dimetoka arasında bulunan “Samona” kalesidir. Gölpınarlı’ya göre ise, Edirne
civarındaki kalenin adı “Simavna”dır.
Bizans tarihçisi Hammer, “kesin olmamakla birlikte” kaydını düştükten
sonra Şeyh Bedreddin’in doğum yeri olarak Kütahya bölgesini göstererek, Şeyh
Bedreddin’in Kütahya Sancağı’nda, babasının kadı olarak bulunduğu “Simav”da
doğduğunu söylemektedir. Buna
karşılık, Uzunçarşılı’ya göre Şeyh Bedreddin’e “Bedreddin Simâvî” denmesi,
sonradan yakıştırma suretiyle ve yanlış olarak, Kütahya’nın Simav kasabasına
nispet edilmesinden dolayıdır ve bu yakıştırmanın altında, Şeyh Bedreddin’in
“Samavna kadısıoğlu” diye meşhur olması yatmaktadır. Yaltkaya da Şeyh Bedreddin’in doğum yeri
olarak gösterilen kalenin Kütahya’daki Simav olamayacağını açıkça belirtmekte
ve bunun için üç gerekçe öne sürmektedir. Birinci gerekçe, Simav’ın Osmanlılar
tarafından fetih ile alınmış bölgelerden olmayıp, Germiyanoğlu Yakup Bey’in
Yıldırım Bâyezid’e verdiği kızı Devletşah Hatun’un çeyizi olarak Kütahya,
Eğrigöz, Tavşanlı vs yerlerle birlikte, barışla birliği sağlamak için Osmanlı
toprağına katılan yerlerden olduğunun bilinmesidir. İkinci gerekçe, Şeyh
Bedreddin’in Mısır’dan döndükten sonra, başka bir yerde ikâmet ettiklerine dair
herhangi bir bilgi bulunmayan ana-babasını Edirne’de sağ salim bulmasıdır.
Üçüncü gerekçe ise, İbn Arabşâh’ın Şeyh Bedreddin ile bizzat görüşen birinci
derece kaynak olarak bu bölgeyi göstermesidir.
Tarih Dünyası isimli derginin çeşitli sayılarında Şeyh
Bedreddin’le alâkalı bir yazı dizisinin müellifi olan Raif Yelkenci’ye göre
Şeyh Bedreddin’in doğum yeri, Kütahya’nın Simav kasabası olamaz. Çünkü burası,
783/1381 yılında Devletşah Hatun’un çeyizi olarak Osmanlılara geçmiştir. Yelkenci’ye göre, Meriç nehri kenarında
bulunan ve Bizanslılar zamanındaki ismi “kum tepecikleri” manasına gelen
“Simavnon” olan Simavna, 763/1362 tarihinde Hacı İlbey tarafından zapt
edilmiştir ve kadılık yeri olamayacak kadar küçük bir köydür. Dolayısıyla,
burası da doğum yeri olarak gösterilemez. Yelkenciye göre, uzun yolculuğundan
sonra Edirne’de ana- babasını (vâlideyn) sağ bulmasının, Şeyh Bedreddin’in bu
bölgede doğduğuna dair delil olarak kullanılması doğru değildir. Zira eski
yazıların mazbut olmamasından dolayı “Edirne’ye gelip veledini sağ bulup...”
ibâresindeki “veled (oğul)” kelimesi yanlış olarak “vâlid (baba)” diye okunup,
Şeyh Bedreddin’in babası Edirneli olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Bütün bu
açıklamalardan sonra Yelkenci, Şeyh Bedreddin’in Necef şehri civarında bulunan
ve ismi “Semâvet”, nisbesi “Simâvî” olan, babasının ecdâdından birinin kadılık
yaptığı sekiz on bin nüfuslu bir kasabada doğmuş olmasının akla daha uygun
geldiğini öne sürmektedir. Çünkü Yelkenci’ye göre Şeyh Bedreddin, “şia-i
batıniyye” akidesini yaymaya çalışan birisidir ve bu iş için en uygun yer Necef
civarıdır.
Bütün bu açıklamalardan sonra ulaştığımız kanaate göre Şeyh Bedreddin’in
doğum yeri olabilecek en uygun yer, her ne kadar çeşitli isimlerle karşımıza
çıksa da, eş-Şekâik’te “bilâd-i Rûm” diye ifade edilen
Edirne civarıdır. Şeyh Bedreddin’i en yakından tanıyan ve onunla bizzat görüşme
yapan İbn Arabşâh da açıkça bu bölgeyi göstermektedir. Ayrıca, Kütahya
civârındaki Simav’ın Osmanlılar tarafından fetih ile alınmış bölgelerden
olmaması ve hatta Kütahya, Eğrigöz, Tavşanlı gibi yerlerin barışla birliği sağlamak
için Devletşah Hatun’un çeyizi olarak Osmanlı toprağına katılan yerlerden
olduğunun bilinmesi, bu kanaati güçlendirmektedir. Öte yandan bu iddiayı öne
süren Hammer de, kesin ifade kullanmamaktadır. Bu konuda farklı bir düşünce ile
karşımıza çıkan Yelkenci’nin Necef civarıyla ilgili iddiasına dair “bâtınıyye
akîdesi” delili ise, yeterince güçlü görünmemektir.
2.
Şeyh Bedreddin’in Doğum Tarihi
İbn Arabşâh’ın Ukûdü’n-nasıha, Âşıkpaşazâde’nin Tâcü’t-tevârîh,
Şükrullâh b. Şihâbüddîn’in Behçetü’t-tevârih ve Dukas’ın Bizans
Tarihi gibi birinci el kaynaklarda, Âşıkpaşazâde ile büyük benzerlikler
gösteren ve II. Bayezid devrinde yazılan ikinci el kaynaklardan Oruç Bey’in Oruç
Bey Tarihi ve Mehmed Neşrî’nin Kitâb-ı Cihannümâ isimli Osmanlı
tarihlerinde de Şeyh Bedreddin’in doğum tarihine ilişkin bir bilgi
bulunmamaktadır.
Halil b. İsmail’e ve bu konuda onun izinden giden Gölpınarlı, Ocak ve
Yüksel’e göre Şeyh Bedreddin’in doğum tarihi 760/1359 yılıdır. Taşköprizâde ise Şeyh Bedreddin’in Murad
Hüdâvendigâr zamanında doğduğu belirtilmekte, fakat tam olarak bir tarih
verilmemektedir. Murat
Hüdâvendigâr’ın cülûs tarihinin 761/1360 olduğu bilinmektedir. O halde, bu
kaynağa göre Şeyh Bedreddin’in doğumunun, söz konusu tarihten sonra olması
gerekmektedir.
Yaltkaya, Şeyh Bedreddin’in Câmiu’l-fusûleyn isimli eserinin
mukaddimesinde verdiği tarihi ölçüt alarak onun doğum tarihi hakkında tahminde
bulunmaktadır. Söz konusu eserinin mukaddimesinde Şeyh Bedreddin, bu kitaba
813/1410 yılında başladığını ve buna daha evvel yazdığı Letâifu’l-işârât
adlı eserinden eklemeler yaptığını söylemektedir. Yaltkaya’ya göre, Letâifu’l-işârât
gibi derin görüşlülükle yazılmış bir fıkıh eserini otuz beş ve hatta kırk
yaşlarından küçükken yazmaya güç yetirmenin mümkün olmadığı düşünüldüğünde, 813/1410
yılından evvel otuz beş ilâ kırk yaşları arasında bulunan Şeyh Bedreddin’in
770/1369 yılı civârında doğduğunu tahmin etmek mümkündür.
Şeyh Bedreddin’in hocalığını yapan Cemâleddîn Abdullâh b. Yûsuf ez-
Zeylaî’nin ölüm tarihini delil olarak gösteren Yelkenci’ye göre Şeyh Bedreddin
740/1340 senesinde doğmuştur. Ona göre Şeyh Bedreddin’in 760/1359 veya 770/1369
tarihlerinden birinde doğması durumunda, vefat tarihi 762/1361 olan
ez-Zeylaî’den ders alması mümkün olamayacaktır. Yelkenci’nin verdiği 740/1340 tarihi,
“Cemâleddîn ez-Zeylaî’nin vefatı ile Şeyh Bedreddin’in doğum tarihi arasındaki
tutarsızlık yüzünden mantıklı görünmekle birlikte, el-Bâbertî ile ilgili bilgi
bakımından, kendinden önceki kaynaklarla çelişik durumdadır. Nitekim elimizdeki
kaynaklar, Şeyh Bedreddin’in Ekmeleddîn el-Bâbertî’den (ö. 786/1384) ders
aldığını söylemektedir. Yelkenci’nin görüşünden hareket edildiği takdirde,
hocası el-Bâbertî’nin vefat ettiği tarihte Şeyh Bedreddin’in 46 gibi ileri bir
yaşta olduğunu kabul etmek gerekecektir.
Bütün bu bilgilerden sonra Halil b. İsmail’in, Taşköprizâde’nin ve
Yaltkaya’nın verdiği tarihler ile Yelkenci’nin verdiği tarihi ayrı ayrı
değerlendirmek uygun olacaktır. Görünen o ki, 760/1359 ve “Murat
Hüdâvendigâr’ın cülûsu (h. 761 sonrası)” şeklindeki tarihler arasında pek fazla
uyumsuzluk bulunmamaktadır. Zira Şeyh Bedreddin’in doğumu, Murad
Hüdâvendigâr’ın cülûsunun hemen akabinde veya öncesinde gerçekleşmiş olabilir.
Bu durumda tam bir netlik bulunmadığı için, her iki tarihin de aslında birbirine
çok yakın zaman dilimlerine işaret ettiği söylenebilir. Ayrıca, Yaltkaya
tarafından dile getirilen ve ilmî yeterlilik yaşıyla ilgili olan delilin, bu
iki kaynağın belirttiği tarihle uyum içinde olduğu düşünülebilir. Nitekim, Şeyh
Bedreddin otuz beş yaşında böyle bir eser ortaya koyabiliyorsa, kırk ilâ kırk
beş yaşlarındayken bu işi çok daha iyi yapabilir demektir. Bunun yanında, hemen
hemen bütün kaynaklarda Şeyh Bedreddin’in Seyyid Şerif Cürcânî ve Aydınlı Hoca
Paşa (Hızır b. Ali) ile birlikte kendisinden ders aldığı belirtilen Ekmeleddîn
el-Bâbertî’nin ölümü, 19 Ramazan 786 (4 Kasım 1384) tarihindedir. Buna göre,
doğumu 760/1359 yılı kabul edildiğinde, Şeyh Bedreddin, hocasının öldüğü
tarihte 26 yaşında, 770/1369 yılı kabul edildiğinde ise, 16 yaşında olacaktır.
Bu düzeyde bir ders halkasına katılma hadisesi için, birinci görüş daha makul
görünmektedir. O halde, kronolojik bakımdan da önceliği bulunan bu iki kaynağın
verdiği tarihlerden yola çıkarak Şeyh Bedreddin’in 760/1359 tarihinde doğduğunu
söylemek mümkündür.
C.
Şeyh Bedreddin’in Tahsili ve Hocaları
1.
Şeyh Bedreddin’in Tahsili
Elimizdeki kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Şeyh Bedreddin, tahsil
hayatını Edirne, Bursa, Konya, Suriye, Kudüs, Mısır (Kahire), Mekke ve Kazvin
(Tebriz) gibi çeşitli ilim çevrelerinde tamamlamıştır. Onun tahsil hayatına
ilişkin kaynaklar bire bir örtüşmese de birbirini tamamlar mâhiyettedir.
Taşköprizâde’nin eş-Şekâiku’n-numâniyye isimli
eserinde verilen bilgiye göre Şeyh Bedreddin, tahsil hayatına ilk olarak
babasının talebesi olarak başlamıştır. Bedreddin, babasının gözetiminde
Kur’an-ı Kerim’i ezberleyerek hıfzını tamamlamış, Mevlânâ Şâhidî’den kıraat,
Mevlânâ Yûsuf’tan sarf ve nahiv okumuş, daha sonra babasının amcaoğlu olan
Müeyyed b. Abdülmümin ile birlikte ilim tahsili için Mısır’a gitmiştir. Taşköprizâde’nin ifadelerinde, Şeyh
Bedreddin’in Bursa’daki tahsil hayatıyla ilgili bir bilgi yer almamakta ve bu
sebeple arada bir boşluk meydana gelmektedir. Ancak, söz konusu boşluk,
Uzunçarşılı tarafından doldurulmaktadır.
Uzunçarşılı’ya göre Şeyh Bedreddin, Bursa’ya gitmiş ve Kadızâde-i Rûmî
ile beraber, onun babası olan Bursa Kadısı Koca Mahmûd Efendi’den ders
almıştır.
Bursa’daki tahsil dönemini tamamlayan ve buradan Konya’ya geçen Şeyh
Bedreddin’in, Konya’da Fazlullâh’ın talebelerinden Mevlânâ Feyzullâh’tan ders
almasında kaynaklar görüş birliği içinde olmakla birlikte, ondan hangi dersleri
aldığı ve ne kadar süreyle onun talebesi olduğu hakkında kaynaklar arasında
görüş birliği bulunmamaktadır. eş-Şekâik’teki “Feyzullâh’tan
bazı ilimleri ve bu arada astronomi ilmini dört ay kadar bir zaman zarfında
okuduğuna” dair bilgi, Hoca
Sâdeddin tarafından, “derslerini izledi”, Uzunçarşılı tarafından ise, “Feyzullâh’tan
ders görmüş” şeklinde özetlenerek geçilmiştir. Halil b. İsmail’in ifadelerine göre, Halep ve
Şam üzerinden yola devam eden Şeyh Bedreddin ve yol arkadaşı olan amcazâdesi
Müeyyed b. Abdülmü’min, bir süre Kudüs’te kalmışlar ve Mescid-i Aksâ’daki
ulemânın ders halkalarına katılmışlardır. Bu arada, o sırada Kudüs’te bulunan
ünlü muhaddis İbn el- Askalânî’den (ö. 852/1448) altı ay süreyle Sahih-i
Buhârî ve Sahih-i Müslim kitaplarını okuyup bitirmişlerdir.
Mısır’a giden Şeyh Bedreddin, Kahire’de müderris olan Mevlânâ Mübârekşah
Mantıkî’den Seyyid Şerif
Cürcânî ve maruf tabîb Aydınlı Hacı Paşa (Hızır b. Ali) ile birlikte dinî
ilimler, felsefe ve mantık gibi dersleri okumuştur. Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin ve onu
takip eden kaynaklara göre, kısa bir süre sonra Mübârekşah’ın önde gelen
talebelerinden biri haline gelen Şeyh Bedreddin, onunla beraber haccetmiş ve
Mekke’de ez-Zeylaî’den ders okumuştur. Daha sonra, Kahire’ye geri dönen Şeyh
Bedreddin, burada, Seyyid Şerif Cürcânî ile birlikte Ekmeleddîn el-Bâbertî’den
de ders okumuş ve onun yanında, bütün ilimleri tahsil etmiştir. Böylece, yüksek tahsilini tamamlayan Şeyh
Bedreddin, Kahire’de inzivâ halinde yaşayan Hüseyin Ahlâtî’den tasavvuf okumuş, bir ara şeyhinin
emriyle Tebriz’e gitmiş ve Timur’un huzurunda ilmi 58
seviyesini ispat etmiştir.
Şeyh Bedreddin’in bu yolculuğu, farklı şekillerde yorumlanmıştır.
Örneğin, Uzunçarşılı’ya göre Şeyh Bedreddin, oradan bâtınî akîdesini benimsemiş
olarak dönmüştür. Ocak ise,
Şeyh Bedreddin’in Tebriz’e gidişini, hurûfî çevreleriyle temas kurma amacına
bağlamaktadır. Burada,
Uzunçarşılı’da olduğu gibi Ocak tarafından da, Şeyh Bedreddin’in söz konusu
bölgeye gitmesiyle, sahip olduğu iddia edilen hurûfîlik arasında bağlantı
kurulduğu âşikârdır.
Elimizdeki kaynaklarda Şeyh Bedreddin’in ders aldığı hocalar; Babası (Simavna
Kadısı İsrâil b. Abdülaziz), Mevlânâ Şâhidî, Mevlânâ Yûsuf, Mevlânâ Feyzullâh,
Bursa Kadısı Koca Mahmûd Efendi, Mübârekşah Mantıkî, ez-Zeylaî, Ekmeleddîn
el-Bâbertî ve Hüseyin Ahlâtî şeklinde gösterilmektedir. Bununla birlikte, söz
konusu kaynaklarda Şeyh Bedreddin’in hocalarına dair kimi zaman geniş bilgiler
verilirken, kimi zaman sadece isim zikretmekle yetinilmiştir. Bu sebeple, ismi
geçmiş olmakla birlikte, hakkında bilgi edinemediğimiz için Mevlânâ Yûsuf’a yer
verilmeyecektir.
a.
Babası (Simavna Kadısı İsrâil
b. Abdülaziz)
İbn Arabşâh’tan (ö. 854/1450) öğrendiğimize göre Şeyh Bedreddin’in
babası, gençliğinde ilim tahsiline düşkün bir kimse olduğu için Semerkand’a
gidip oradaki ulemâdan ilim almış, fıkıh okumuş, bilâhare çeşitli ilimlerde ve
bilhassa fürû-ı fıkıhta yüksek başarılar elde etmiş bir şekilde Rûm’a avdet
etmiştir. Gençlik yıllarında
İsrâil’in ilim tahsili için Semerkand’a gitmesi, orada çeşitli âlimlerden ders
alması, özellikle fıkıh okuması ve Şeyh Bedreddin’in daha çok “Simavna Kadısıoğlu”
şeklinde bilinir olması dikkate alındığında, babasının fakihlik yönünün, diğer
yönlerine üstün gelecek derecede olduğu söylenebilir.
Simavna’nın bir kadı görevlendirilemeyecek kadar küçük bir kale olması
sebep gösterilerek, Şeyh Bedreddin’in babası İsrâil’in kadı olmadığı da
savunulmuştur. Orhan Şaik Gökyay tarafından öne sürülen bu görüşe göre, İbn
Arabşâh tarafından dile getirilen “Pederi, gençliğinde ilim tahsiline düşkün
idi” şeklindeki ifade, aslında “Babası, oğlunun çocukluğunda onun öğrenimine çok
önem vermişti” şeklinde anlaşılmalıdır. Gökyay’ın, İbn Arabşâh’taki “ebûhu
(babası)” ve “şebâbihî (gençliği)” kelimelerindeki zamirleri Bedreddin’e ait
sayması, Şeyh Bedreddin’in babasının kadı olmadığı ve bu yönde bir
yetişmişliğinin bulunmadığı, bilakis Hacı İlbey ile birlikte Dimetoka ve
civârını fethetmeye giden gazilerden biri olduğu yönündeki düşüncesini
ispatlama gayretinden kaynaklanmaktadır. Gökyay’a göre İsrâil b. Abdülaziz’in
kadı olarak isimlendirilmesi, Osmanlıca “kadı” ile “gazi” kelimelerinin
yazılışının birbirine çok benzemesinden kaynaklanması muhtemel bir bozulma
sonucu olmuştur. Bu iddia,
delilleri itibariyle yeterince kuvvetli görünmemektedir. Zira, “Menâkıb-ı
Şeyh Bedreddin”de de bildirildiği üzere, İsrâil’in kendisi gibi babası
Abdülaziz de fıkıhla meşgul olmuş âlim bir kişiliğe sahiptir. Yani, ortada Şeyh Bedreddin’in babasının kadı
olmasını makul karşılamamızı sağlayan bir fıkıh geleneği vardır. Öte yandan
Şeyh Bedreddin’in bizzat kendisi, “Simavna kadısının oğlu” olduğunu söylemekte
ve yukarıda görüldüğü üzere, hemen
bütün kaynaklar da onu bu şekilde tanıtmaktadır.
Şeyh Bedreddin’in Konya’da ders okuduğu Feyzullâh hakkında elimizde tam
olarak bilgi mevcut değildir. Bununla birlikte, eş-Şekâik’te
“Fazlullâh’ın talebesi Feyzullâh” şeklinde yer alan ifadeler, söz konusu Fazlullâh’ın hurûfîlerin başı olarak
bilinen kişi olduğuna dair bir şüphe uyandırmaktadır. Bu şüphenin doğruluğu veya yanlışlığı, Şeyh
Bedreddin’in düşünce dünyası ve kalkıştığı iddia edilen padişaha isyan
hareketinin açıklanması bakımından oldukça önemlidir. Zira, Fazlullâh’ın
hurûfîlerin başı olması halinde, Şeyh Bedreddin ile Fazlullâh arasında dolaylı
da olsa bir hoca- talebe ilişkisi kurulmuş olacaktır. Bu da, Şeyh Bedreddin’in
daha Konya’da iken hurûfîlik ile temas kurması anlamına gelmektedir. Bütün bu
ihtimâllerden yola çıktığı anlaşılan Ahmet Yaşar Ocak, “muhtemelen” kaydını
koyarak, Fazlullâh’ın hurûfîlerin lideri olabileceğini söylemektedir. Bununla birlikte, Halil b. İsmail’in, Feyzullâh’ın
Fazlullâh’ın talebesi olduğunu söylemekle yetinmesi, Fazlullâh hakkında bilgi
vermemesi ve bu tartışmaya girmeksizin Sâdeddin Teftâzânî’yi (ö. 791/1389)
Feyzullâh’ın hocası olarak göstermesi, yukarıdaki şüphenin doğruluğunu
zayıflatmaktadır. Bunun yanında, Şeyh Bedreddin’e izafe edilen Varidat
isimli eserde hurûfîlik konusundan bahsedilmemesi sebebiyle, hurûfîlerin başı
olan Fazlullâh ile Şeyh Bedreddin arasında, dolaylı da olsa bir hoca-talebe
ilişkisini kurmanın zor olduğu ortadadır. Nitekim, Fazlullâh’ın Konya’ya
geldiğine dair hiçbir kaydın ve Vâridât’ta hurûfîliğe dair küçücük bir
îmâ dahi bulunmamasından yola çıkan Yaltkaya ve Gölpınarlı da bu hususu teyit
etmektedir. Bununla birlikte,
söz konusu bağın yokluğunu belirten ifadeler, Fazlullâh’ın kim olmadığına
yöneliktir. Dolayısıyla, Fazlullâh’ın talebesi olduğu söylenen Feyzullâh’ın
hayatı hakkındaki kapalılık devam etmektedir.
c.
Bursa Kadısı Koca Mahmûd
Efendi
Şeyh Bedreddin, aile ocağı çevresinde ilk tahsilini tamamladıktan sonra,
Bursa’ya gelerek ders arkadaşı Kadızâde-i Rûmî ile beraber, Bursa Kadısı Koca
Mahmûd Efendi’den ders görmüştür. Uzunçarşılı tarafından verilen bilgiye
bakılırsa, Mahmûd Efendi’nin Kadızâde Musa’nın babası olduğu ve Musa’nın bu
lakabı babası sebebiyle aldığı görülmektedir. Halbuki DİA’da Kadızâde hakkında
verilen bilgide, onun, bu lakabı babası sebebiyle değil, dedesi Kadı Mahmûd
Çelebi’den dolayı aldığı öne sürülür. Nitekim, zikredilen maddede Musa’nın,
ulemâ sınıfından gelen babasının ölümü üzerine, dedesi Kadı Mahmûd Çelebi
tarafından yetiştirildiği için Kadızâde lakabıyla anıldığı ve bu lakapla
tanınmadan önce, Musa Paşa veya Musa Çelebi diye bilindiği belirtilmektedir.
Bunun yanında, aynı maddede Musa’nın, dedesinin talebesi olan Bedreddin Simâvî
ile beraberce Konya’ya giderek Feyzullâh’tan ders aldığı söylenmekte ve
böylece, Kadı Mahmûd Efendi’nin Kadızâde’nin dedesi olduğu vurgulanmaktadır.
d.
Mübârekşâh
Mantıkî
Şeyh Bedreddin, Kahire’de Seyyid Şerif Cürcânî ve Aydınlı Hacı Paşa
(Hızır b. Ali) ile beraber, Mübârekşâh’tan dinî ilimler, felsefe ve mantık
okuyarak yüksek tahsilini tamamlamıştır. Mübârekşâh Mantıkî ile ilgili olarak DİA’daki
bilgilere bakıldığında, onun, 768/1367 yılından sonra Memlükler’in tablhâne
nâzırlığını yapan ve 778/1377’de el-Melikü’l-Eşref’in hac kafilesinde bulunan
Emir Seyfeddin Mübârekşâh et-Tâzî olduğu anlaşılmaktadır. Yine, bu kaynağa göre
Mübârekşâh Mantıkî’nin ölüm tarihi olarak 780/1378 yılı verilmektedir. Mübârekşâh Mantıkî’nin yukarıda zikredilen
ölüm tarihi, Uzunçarşılı ve Gölpınarlı tarafından kaydedilen tarihlerle
uyuşmamaktadır.
Zira, bahsettiğimiz son iki kaynağa göre Mantıkî’nin ölümü, 816/1413
tarihinde vukû bulmuştur.
Osmanlı kaynaklarında, Şeyh Bedreddin’in ders aldığı söylenen
ez-Zeylaî’nin kim olduğu tam olarak belirtilmemekle birlikte, bu nisbeyi
taşıyan meşhur iki Zeylaî’nin var olduğu bilinmektedir. Bunlardan birincisi,
vefat tarihi 743/1342 olan Fahreddîn Ebû Muhammed Osman b. Ali ez-Zeylaî’dir.
Bu Zeylaî, Hanefî fakihlerinden olup 705/1306 tarihinde Kahire’ye giderek
tedrîs, iftâ ve fıkıh ile meşgul olmuş, Hafîzüddin en-Nesefî’nin (ö. 708/1310) Kenzü’d-dekâik
isimli eserine Tebyînü’l-hakâik adında, muteber kabul edilen ve
müteaddit defalar basılan bir şerh yazmıştır. İkinci Zeylaî ise, vefat tarihi
762/1361 olan Cemâleddîn Abdullâh b. Yûsuf b. Muhammed ez- Zeylaî’dir. Bu zat,
Kahireli fukahâdan ve muhaddislerden biri olup, el-Hidâye’nin
hadislerini Nasbu’r-râye li-ehâdisi’l-Hidâye isimli eseriyle tahrîc
etmiştir.
eş-Şekâik yazarının hangi Zeylaî olduğunu tam olarak
belirtmeden, Şeyh Bedreddin’in Mekke’de ez-Zeylaî’den ders okuduğuna dair
verdiği bilgiler, tarihi
bilgilerle çelişik durumdadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, Fahreddîn
ez-Zeylaî’nin ölüm tarihi 743/1342 yılıdır. Şeyh Bedreddin’in idamı ise, kaynaklarda
görüş birliği bulunmamakla birlikte, h. 820-823 yılları arasındaki bir tarihte
gerçekleştirilmiştir. Bu durum, Şeyh Bedreddin’in ez-Zeylaî’den sonra en az 77
yıl daha yaşamış olmasını gerektirmektedir (820-743=77). Bunun anlamı şudur:
Şeyh Bedreddin ez-Zeylaî’den ders aldığı esnada 20 yaşında olsa, 20+77=97
yaşında idam edilmiş demektir. Bu durumda Şeyh Bedreddin’in doğum tarihi
820-97=723 yılı olacaktır. eş-Şekâik’te, Şeyh Bedreddin’in
Murad Hüdâvendigâr zamanında doğduğu ifade edilmektedir. Hüdâvendigâr’ın cülûs
tarihi ise h. 761’dir. Buna göre, arada 761-723=38 yıl fark vardır. Söz konusu
Zeylaî’nin, Cemâleddîn ez-Zeylaî olması durumunda da çelişki devam etmektedir.
Bu Zeylaî, h. 762 yılında ölmüştür. Şeyh Bedreddin h. 820’de idam edildiğine
göre ez-Zeylaî’den sonra 58 sene daha yaşamış demektir (820-762=58). Birinci
Zeylaî’de olduğu gibi, ondan 20 yaşında ders aldığı kabul edilirse, Şeyh
Bedreddin o öldüğünde 78 yaşında demektir (20+58=78). Bu durumda Şeyh
Bedreddin, h. 742 yılında doğmuş olmaktadır (820-78=742). Halbuki Murad
Hüdâvendigâr’ın cülûs tarihi h. 761’dir ve bu hesaba göre onun cülûsu ile Şeyh
Bedreddin’in doğum tarihi arasında 19 sene fark vardır (761-742=19).
Şeyh Bedreddin tahsil hayatıyla ilgili olarak, Menâkıb-ı Şeyh
Bedreddin ve eş-
Şekâik gibi eserlerde, ez-Zeylaî’den bahsedildiği, fakat bu
bilgilerin, bilinen her iki Zeylaî ile de tarih itibariyle çeliştiği
gerçeğinden hareketle, söz konusu iki Zeylaî dışında aynı nisbeyi taşıyan ama
kim olduğunu bilemediğimiz üçüncü bir Zeylaî’nin var olması muhtemeldir.
Tam adı Muhammed b. Muhammed b. Muhammed olan Ekmeleddîn, 710/1310’dan
sonra doğmuş, memleketi Bayburt’a (Arapça kaynaklarda Bâbirt) nisbetle Bâbertî,
Anadolu’ya nisbetle Rûmî, Mısır’da (Kahire) vefat etmiş olması sebebiyle de
Mısrî nisbeleriyle anılmıştır. el-Bâbertî, tahsil hayatına Anadolu’da başlamış,
daha sonra Halep’e, oradan Kahire’ye giderek Kâkî (ö. 749/1348), Ebû Hayyân el- Endülüsî (ö. 745/1344) ve Mahmûd b. Abdurrahman
el-İsfahânî (ö.749/1349) gibi
meşhur âlimlerden ders okumuştur. Fıkıh, hadis, kelam ilimlerine, Arap dili ve
edebiyatına, bu alanlarda eserler verecek kadar vâkıf olan el-Bâbertî, Hanefî
mezhebinin muhakkik âlimleri arasında önemli bir yere sahiptir. el-Bâbertî,
kendisine yapılan kadılık tekliflerini geri çevirmekle beraber, devlet yöneticileriyle iyi ilişkiler
kurmuştur. Emir Şeyhû tarafından yaptırılan hankâhın (Şeyhûniye) meşîhatlığına
getirilmiş ve vefat edene kadar (19 Ramazan 786/4 Kasım 1384) burada
eğitim-öğretim faaliyetinde bulunmuştur.
Şeyh Bedreddin’in Mekke’den Kahire’ye geri dönerek, burada Seyyid Şerif
Cürcânî ve Aydınlı Hacı Paşa (Hızır b. Ali) ile birlikte kendisinden ders
okuduğu Şeyh Ekmeleddîn el-Bâbertî, Mısır’da, yukarıda zikredilen tarihte vefat
ettiğine göre, söz konusu tarihte Şeyh Bedreddin, doğumunu h. 760 kabul
edenlere göre 26, h. 770 kabul edenlere göre ise 16 yaşındadır. Dolayısıyla,
birinci tarihi kabul edenler açısından Ekmeleddîn’den ders alma hadisesi, diğer
görüşe göre daha fazla mümkün görünmektedir.
Hüseyin Ahlâtî hakkındaki bilgiler, daha çok, Menâkıb-ı
Şeyh Bedreddin isimli esere dayanmaktadır. Hüseyin Ahlâtî’nin Hz. Peygamber’in (s.a.)
soyundan geldiğini, Mevlevî tarikatına mensup bulunduğunu ve derslerinde Mesnevî’yi
şerh ettiğini söyleyen Halil b. İsmail’e göre Şeyh Bedreddin, Sultan Berkuk’un
sarayında karşılaştığı Ahlati’den etkilenmiş, ona bağlanarak (intisâb)
derslerine devam etmiş, Şeyh Ahlâtî’nin önde gelen müritlerinden olmuştur.
Kendilerine dostluk gösteren Sultan, sarayında câriye olarak bulunan iki kız
kardeşten Meryem (Maria) ile Şeyh Ahlâtî’yi, Câzibe ile de Şeyh Bedreddin’i
evlendirmiştir. Şeyh Bedreddin’in oğlu ve Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin’in
yazarının babası İsmail, bu Câzibe’den doğmuştur.
D.
Şeyh Bedreddin’in Ders Arkadaşları
Ders okuduğu kişiler ve seyahat ettiği yerler göz önünde
bulundurulduğunda, Şeyh Bedreddin’in pek çok ders arkadaşı olduğunu söylemek
mümkündür. Öte yandan, tahsil serüveni hakkında bilgi verilirken de
belirtildiği üzere, elimizdeki kaynaklarda Şeyh Bedreddin’in ders arkadaşları
olarak gösterilen kişilerin sayısı oldukça sınırlıdır. Bunlar; Şeyh
Bedreddin’in babasının amcaoğlu olan Müeyyed b. Abdülmümin, Kadızâde-i Rûmî
diye meşhur olan matematikçi Musa Çelebi, Seyyid Şerif Cürcânî ve Aydınlı Hacı
Paşa (Hızır b. Ali) gibi isimlerden oluşmaktadır. Burada, hakkında herhangi bir
bilgiye rastlayamadığımız Müeyyed hariç olmak üzere, diğerleri hakkında kısaca
bilgi verilecektir.
1.
Kadızâde-i Rûmî (Musa
Çelebi)
Mûsa Paşa veya Mûsa Çelebi diye bilinen, dedesi Kadı Mahmûd Çelebi
tarafından yetiştirildiği için Kadızâde lakabıyla anılan Rûmî, dedesinden sonra
Molla Fenârî (ö. 834/1431), Müneccim Feyzullâh , Seyyid Şerif
Cürcânî (ö. 816/1413) gibi âlimlerden ders okumuştur. Kadızâde, Uluğ Bey
Medresesi’nin baş hocalığına ve daha sonra Cemşîd el-Kâşî’nin (ö. 832/1429) ölümünü müteakiben, o dönemde
inşa edilen Semerkant Rasathânesi’nin başına getirilmiştir. Taşköprizâde
tarafından Osmanlı ulemasının ikinci tabakasına yerleştirilen, Osmanlı ilim
muhitinde yetişen gerçek anlamda ilk özgün matematikçi ve astronom sayılan,
yetiştirdiği öğrencilerin Orta Asya İslâm-Türk kültürü ve İran kültür
bölgesindeki etkileri henüz tam olarak ortaya konamamış olan Kadızâde, talebesi
Fethullâh eş-Şirvânî’ye verdiği icazetnâmenin 15 Rebîülâhir 844 (13 Eylül 1440)
tarihini taşıması sebebiyle, bu tarihten sonra ölmüş olmalıdır.
2.
Seyyid Şerîf
Cürcânî
Arap dili, kelâm ve fıkıh âlimi olarak bilinen ve Hz. Peygamber’in (s.a.)
soyundan gelen Muhammed b. Zeyd’in (ö. 287/900) on üçüncü göbekten torunu
olduğu için Seyyid Şerif ünvânıyla tanınan Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Ali
es-Seyyid eş- Şerif el-Cürcânî 24 Şaban 740/24 Şubat 1340 tarihinde Hazar
Deniz’in güneydoğusunda yer alan Cürcan yakınlarındaki Takü’de doğmuş, 6
Rebîülahir 816 (6 Temmuz 1413) tarihinde Şiraz’da vefat etmiştir. Cürcânî,
Molla Fenârî ile birlikte Mısır’a gitmiş ve yaklaşık on yıl kaldığı Mısır’da
Şeyh Bedreddin, şair Ahmedî, hekim Hacı Paşa gibi arkadaşlarıyla birlikte aklî
ilimleri Mübârekşâh’tan, naklî ilimleri de Ekmeleddîn el- Bâbertî’den
okumuştur. Cürcani, yaşadığı döneme kendi damgasını vuran ve sonraki
yüzyıllarda bir otorite olarak etkisini devam ettiren, çoğu şerh ve hâşiye
türünde olsa da, eserleriyle allâme unvanını kazanmış birkaç âlimden birisidir.
3.
Aydınlı Hacı Paşa
(Hızır b. Ali)
Asıl adı Celâleddin Hızır b. Ali olan Hacı Paşa, 740/1339 tarihinden
sonra doğmuştur. Hacı Paşa,
tahsil için Mısır’a giderek Kahire’deki Şeyhûniye Medresesi’nde, ünlü Hanefî
fakihi Ekmeleddîn el-Bâbertî’den dinî ve aklî ilimleri okumuştur. Kendisi gibi
okumak için Anadolu’dan Kahire’ye gelen Molla Fenârî, Bedreddin Simâvi ve
Müeyyed b. Abdülmümin gibi kimseler ondan yakınlık görmüştür. Hacı Paşa’nın
tıpla meşgul olmasına, Kahire’de öğrenciliği sırasında tutulduğu ağır bir hastalık
sebep olmuştur. Onun, tıp mesleğine yönelmesinde, öğrenciliği esnasında
yardımlarını gördüğü Aydınoğlu İsa Bey’in de etkisi vardır. Nitekim, daha
sonra, Aydınoğulları tarafından kadı olarak tayin edilmiş, bir yandan kadılık,
öte yandan sarayda hekimlik yapmıştır. Tıbba ilişkin olarak kaleme aldığı ve
daha sonra, “Teshîl” adıyla Türkçe olarak ihtisâr edeceği “Şifâu’l-eskâm
ve devâu’l-a’lâm” adlı eserini de, İsa Bey adına ithâf etmiştir. Paşa
unvanının da, Aydınoğulları tarafından ona olan teveccühlerinin bir nişânesi
olarak verildiği düşünülmektedir. Hacı Paşa’nın ölüm yeri ve tarihi kesin olarak
bilinmemektedir. DİA’daki bilgilere göre, 827/1424 tarihinde
vefat etmiştir. Adıvar’ın
verdiği bilgilere göre ise, 820/1417 tarihinde Aydınoğlu İsa Bey’in himâyesindeyken
Birgi’de veya 816/1413 tarihinde Konya’da ölmüştür.
E.
Şeyh Bedreddin’in Hizmetleri
1.
Memluk Sultanı Seyfeddîn
Berkuk’un Oğlu Ferec’in Muallimliği
Şeyh Bedreddin, tahsilini tamamladığı Mısır’da uzun zaman kalarak burada
ilmî şöhret kazanmış ve Mısır sultanlarından Seyfeddîn Berkuk’un (saltanatı,
784-791/1382- 1390) oğlu Ferec’e (saltanatı, 801-808/1392-1400) muallim olarak
seçilmiştir.
Yaltkaya, Şeyh Bedreddin’in Ferec’e muallim olmasını, Sultan Berkuk’un
Şeyh Hüseyin Ahlâtî’ye haddinden fazla inanıp saygı göstermesi ve Şeyh
Bedreddin’in de Hüseyin b. Ahlâtî’nin müridi olmasına bağlamaktadır.
Yaltkaya’ya göre, Ferec’in muallimliğine getirilmiş olmakla ilmî üstünlük
arasında zorunlu bir bağ bulunmamakta, bu göreve getirilmiş olması, Şeyh
Bedreddin’in diğer âlimlerden üstün olduğu anlamına gelmemektedir. Yaltkaya,
Ferec’in başlangıçta cesur ve yiğit olmasına rağmen daha sonra kan dökücülüğe,
şarap içmeye ve ney dinlemeye aşırı düşkün, dînen zayıf ve câhil bir kişi
olarak bilinmesini, kendisini haklı çıkaracak deliller olarak öne sürmektedir.
Ayrıca ona göre bu bilgiler, şehzâdeliği döneminde Ferec’in ciddi bir eğitim ve
öğretime tâbi tutulmadığı sonucuna ulaştırmaktadır.
Sultanın muallimliğine ilim bakımından üstün olanın tayin edileceği
düşüncesinden hareket eden Ocak ve Yüksel’e göre ise bu görev, Şeyh
Bedreddin’in İslami ilimlerde epeyce yüksek bir aşama kat ettiğini ve ilmî
ehliyetinin takdir edildiğini göstermektedir. Zira çevrede pek çok âlimin var
olmasına rağmen Şeyh Bedreddin’in seçilmesi, onun zekâsının ve İslamî
ilimlerdeki mahâretiyle kısa zamanda öne çıkmasının bir göstergesi
sayılmaktadır.
Şeyh Bedreddin’in bu göreve getirilmesinde, sahip olduğu ilmî birikimin
ve Şeyh Hüseyin Ahlâtî’nin müridi olmasının yanında, onun ilmî ve kişisel özelliklerinin
dışında diğer başka etkenlerin de bulunduğu söylenebilir. Nitekim, Mısır’da
Memluk sultanları ile Osmanlı Devleti ararsındaki ilk temaslar, Sultan Berkuk
zamanında başlamış ve devam ettirilmiştir. Dolayısıyla, ilmî boyut kadar siyasî
boyutun da söz konusu olduğu düşünülebilir. Öte yandan, daha önce köle olarak
getirilen ve zamanla siyâsî otorite üzerinde etkili hale gelen Türk
kumandanların varlığı da, Türk bir âlimin muallim olarak seçilmesinde etkili
olabilir.
2.
Çelebi Musa’nın Kazaskerliği
Şeyh Ahlâtî’nin ölümü üzerine, vasiyeti gereği onun makamına geçerek Şeyh
olan Bedreddin, bu makamda fazla kalamadığı gibi, Kahire’de de durmamış,
memleketine dönmek üzere yola çıkmış ve yaklaşık bir yıl süren Anadolu
yolculuğundan sonra Edirne’ye
gelerek, burada anne ve babasıyla görüşmüştür. Bu arada Şeyh Bedreddin, Edirne’de
karşılaştığı Musa Çelebi’den aldığı kazaskerlik teklifini kabul etmiş ve
böylece 814/1411’de üst düzey
bürokratik kariyeri başlamıştır. Şeyh Bedreddin, bu görevi esnasında bir yandan
gündelik işlerini yaparken, diğer yandan fıkıh alanındaki eserlerini yazmış ve
bu arada pek çok kişiye
105
timar vermiştir.
İçinde doğup büyüdüğü çevrenin halkının ne tür ihtiyaçları olduğunu çok
iyi bilen Şeyh Bedreddin, bu ihtiyaçlar doğrultusunda hareket ettiği için
kazaskerlik vazifesinde başarılı olmuş, sahip olduğu ilmî seviye sayesinde de
halkın takdirini kazanmıştır. Şeyh Bedreddin’in kazaskerliği uzun sürmemiş,
Musa Çelebi’nin Çelebi Sultan
Mehmed tarafından mağlup edilip boğularak öldürülmesinden sonra, kazaskerlikten
azledilerek tutuklanmış, ilim ve faziletine hürmeten, iki oğlu ve kızıyla
beraber İznik’te mecburî ikâmete memur edilmiştir. Kazaskerlik görevi sona eren
Şeyh Bedreddin’e bu ikâmet için ayda bin akçe maaş bağlanmış, eser telif etmesine ve kendisini ziyarete
gelenlerle görüşmesine izin verilmiştir. Her ne kadar bu ifadelerden Şeyh Bedreddin’in
İznik’te rahat ve serbest bir ortamda bulunduğu sonucu ortaya çıkabiliyorsa da,
onun et-Teshîl isimli eserindeki ifadeler, Şeyh Bedreddin’in, kendini
hiç de öyle rahat ve serbest hissetmediğini göstermektedir. Nitekim “belâ-i
haps ve gurbet...” şeklindeki ifadeler, onun, bulunduğu ortamdan hoşnut
olmadığını ortaya koymaktadır.
Kazasker olarak kalabilecek yeteneğe ve ilmî dirâyete sahip bulunduğu
âşikâr olmasına rağmen, Musa
Çelebi’nin mağlubiyeti üzerine Şeyh Bedreddin’in kazaskerlikten azledilmesinin
altında başka sebeplerin bulunduğu şüphesi ortaya çıkmaktadır. Nitekim, Mustafa
Akdağ’a ve İsmet Zeki Eyüboğlu’na göre Çelebi Mehmed, Çelebi Musa’yı
destekleyip onunla yakınlık kuranları tedrîcen cezalandırma yoluyla sindirmek
istediği için Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürmüştür. Hüseyin Hüsameddin’e göre ise Şeyh Bedreddin,
fikirleri yüzünden İznik’e sürgün gönderilmiştir. Şeyh Bedreddin’in kabul edilmiş
yüksek bir ilmî pâyesi olduğu için Rumeli bölgesinde “Fusûsiye ahkâmı”nı neşir
ve tedrîs etmesi mahzurlu görülmüş ve İznik kalesine hapsedilmiştir.
Şeyh Bedreddin’in kazaskerlikten azledilip İznik’e sürülmesi, Cemil Yener
tarafından çok farklı bir sebebe bağlanmıştır. Yener’e göre Şeyh Bedreddin’in
asıl amacı, Musa Çelebi’yi etkilemek suretiyle, devrimler yapmaktır. Ancak,
işler onun düşündüğü gibi gitmemiş, Musa Çelebi’nin çevresinde toplanıp
işlerini yoluna koymuş ve düzen değişikliğine tahammül gösteremez hale gelmiş
bulunan beyler, Şeyh Bedreddin’in etkisi altında kalmış olan hükümdardan yüz
çevirmişlerdir. Bu sebeple de, Mehmed Çelebi ile Musa Çelebi arasındaki savaşta
ihanet ederek Mehmed Çelebi’nin gâlip gelmesini sağlamışlardır. Yener’e göre
Şeyh Bedreddin’in İznik’e sürülmesinde, bu beylerin de etkisi vardır.
Öyle görünüyor ki, Çelebi Mehmed’in Şeyh Bedreddin’i azletmesi, sırf ilmî
endişelerden kaynaklanmamıştır. Şeyh Bedreddin, ilmî kişiliğinin yanında,
Rumeli bölgesindeki halk tarafından tanınmış ve saygın yer edinmiş, eşraftan
bir ailenin çocuğu olarak, sadece ilim adamı hüviyetinden öte bir yere
sahiptir. Ayrıca, kazaskerliği sırasında tımar dağıtımını yaparken bölge
insanına öncelik vermesi sebebiyle, ekonomik-siyasi ilişkiler yoluyla, bölge
halkıyla çok sıkı bağlar kurmuştur. Bu durumda Çelebi Mehmed gibi, merkezî
otoriteyi güçlendirerek ülke içinde birliği sağlama amacında olan birinin, Şeyh
Bedreddin’i azletmesi makul karşılanmalıdır.
1.
Şeyh Bedreddin’in Tasavvuf Anlayışı
Şeyh Bedreddin’in tasavvuf anlayışı konusunda kabul edilmiş belli bir
görüş yoktur. Bazı araştırmacılara göre Şeyh Bedreddin, bâtınî bir tasavvuf
anlayışına sahip iken, diğer bazılarına göre hurûfîlik doğrultusunda bir
tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Bunun dışında, Şeyh Bedreddin’in, temelleri
İbn Arabî’nin düşünceleriyle yoğrulmuş, Mevlânâ Celâleddin ve Hacı Bektaş-ı
Velî gibi şahsiyetlerin de etkisiyle evrenselcilik ruhu taşıyan, Hallâc-ı
Mansûr’un temsil ettiği mücâhede ve riyâzât yönleri ağır basan bir tasavvuf
anlayışına sahip olduğu da öne sürülmüştür.
Şeyh Bedreddin’in bâtınî bir tasavvuf anlayışına sahip olduğunu öne
sürenler, bu görüşü savunmak için önce Şeyh Hüseyin Ahlâtî’yi bâtınîlikle vasıflandırmışlar, daha sonra da Ahlâtî ile Bedreddin
arasındaki şeyh-mürit ilişkisini ve bu ilişkinin Bedreddin üzerinde etkili
olmasını ön plana çıkarmışlardır. Dolayısıyla, Şeyh Ahlâtî’nin yolundan yürüyen
Şeyh Bedreddin’in de bâtınî görüşlere sahip olduğuna kanaat getirmişlerdir. Bu
görüşe göre Ahlâtî, Bedreddin’i aslında bâtınî fikirleri öğrenmesi için
Tebriz’e yollamış, Ahlâtî’nin bu görevi vermesinin neticesinde, Bedreddin’in
Timur’la tanışması ve onun tarafından Osmanlı Devleti’ni yıkmaya yönelik
propaganda yapmak üzere Anadolu’ya gönderilmesi temin edilmiştir.
Şeyh Bedreddin’in, hurûfîlik doğrultusunda bir tasavvuf anlayışını
benimsediğini öne süren görüşe gelince, bu görüşün temelinde, Şeyh Bedreddin’in
materyalizme eğilimli, güçlü bir akılcılığın doğurduğu panteist ve felsefî
niteliklerin daha çok yer aldığı bir sûfîlik anlayışına sahip olduğu düşüncesi
yatmaktadır. Bu görüşte de Şeyh Hüseyin Ahlâtî’nin etkisi dile getirilmiş, Şeyh
Bedreddin’in sahip olduğu öne sürülen hurûfîlik görüşü, hocası ve şeyhi olan
Ahlâtî’nin felsefî planda bu görüşü benimsemesiyle açıklanmıştır. İddialarını
savunmak için bu görüşün öne sürdüğü bir diğer kanıt da, Şeyh Bedreddin ve Şeyh
Ahlâtî’nin Tebriz ile olan bağlantılarıdır. Bu görüşe göre Ahlâtî’nin,
Bedreddin’i başka yere değil de özellikle buraya göndermesinin ve Bedreddin’in
burada ikâmet etmesinin ana sebebi, onun hurûfî çevreleri ile temasa geçmesini
sağlamaktır. Yine bu görüşe göre Şeyh Bedreddin, yeni tanımaya başladığı
“vahdet-i vücûd” telakkisini, hurûfîliğin ana merkezlerinden biri olarak
bilinen Tebriz’de, buradaki
Hallâc-ı Mansûr geleneğine bağlı hurûfî çevresinde, panteist bir doğrultuda
iyice pekiştirme imkanını bulmuştur.
Tasavvuf ve isyan teması altında Şeyh Bedreddin hakkında çalışması
bulunan Michel Balivet’e göre Şeyh Bedreddin’in tasavvuf anlayışında,
Anadolu’nun İslamlaştırılması esnasında dervişlerin gösterdikleri açık ve
hoşgörülü tavır oldukça etkili olmuştur. Özellikle, “Türk İslâmı”nın coğrafî ve
insanî gelişme alanı açısından sürekli olarak Hıristiyan halklarla iç içe bir
kültür kaynaşması halinde yaşadığını belirten Balivet, halklar arasında uzun
süren bir birliktelik sağlayan bu durumun, kültür bağdaştırmacılığını da
beraberinde getirdiğini, 13. yüzyıldan itibaren Mevlânâ Celâleddin, Hacı
Bektaş, İbn Arabî gibi güçlü şahsiyetlerin bunda etkili olduğunu, özellikle İbn
Arabî ile Mevlânâ’nın ikili etkisinin çok açık bir evrenselcilik ruhu taşıyan
ve dinler üstü bir söylem açısından çok zengin olan Anadolu tasavvufunun
kökenini oluşturduğunu öne sürmektedir. Ona göre, ağır ağır ilerleyen toplu bir
olgunlaşmanın sonunda ve güçlü mistik şahsiyetlerin etkisiyle, Anadolu’da iki
dinsel grup, yani Bizanslılar ve Ermenilerden oluşan Hıristiyan gurup ile
Türklerin baskın olduğu müslüman gurup, tek bir coğrafyayı paylaşmakla yetinmek
ve düşünsel bir yeterlilik anlayışıyla içlerine kapanmak yerine, Selçuklu
döneminden itibaren karşılıklı tahlil süreci başlatmışlar, birbirlerine ayna
tutmuşlardır. Bu süreç, bir süre sonra gerçek bir dinsel iç içe geçişe yol
açmıştır. “15. yüzyılın başında Simavnalı Şeyh Bedreddin’in şahsiyeti üzerinde
temellenen geniş ölçüde dinler üstü hareketi, 13. yüzyıldan itibaren kurulan ve
14. yüzyılda İbn Arabî’nin, Mevlânâ’nın, Hacı Bektâş’ın ya da Türkmen
Babâîlerinin tilmizlerinin itici gücüyle genişleyen bu mistik zemin üzerine
oturtmak gerekir” diyen Balivet’e göre Şeyh Bedreddin’in tasavvuf anlayışı, İbn
Arabî’nin düşünceleriyle yoğrulmuş “Türk sûfîliği”ne dayanmaktadır. Öte yandan, silsilesinde yer alan Ebû Medyen
el-Mağribî ve Ahmed Gazzâlî gibi büyük mürşitlerin varlığı sebebiyle, Şeyh
Bedreddin’i Osmanlı döneminde sünnî ve resmî olarak kabul edilen tasavvuf
anlayışına bağlayan Balivet, bir yandan da, onun Hallâc-ı Mansûr’un temsil
ettiği mücâhede ve riyâzât yönleri ağır basan daha coşkulu bir tasavvufla
bağlarını koruduğunu söylemektedir.
Şeyh Bedreddin’in tasavvuf anlayışıyla ilgili görüşlere bakıldığında,
onun bâtınî yahut hurûfî olduğunu savunanların iki gerekçeye dayandığı
görülmektedir. Birinci gerekçe, Şeyh Hüseyin Ahlâtî’nin bâtinî yahut hurûfî
olması; ikinci gerekçe ise, Şeyh Bedreddin’in başka yere değil de Tebriz’e
gönderilmesidir. Burada, söz konusu iki iddianın da aşması gereken ve bunu
başaramadıkları için ikna edici olamadıkları iki engel vardır. Birincisi, Şeyh
Hüseyin Ahlâtî’nin bâtinî yahut hurûfî sayılmasını sağlayacak kadar kuvvetli
delillerin bulunmamasıdır. Nitekim onun hakkında bilgi veren kaynaklarda böyle
bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Ayrıca, yukarıdaki görüşlerde Hüseyin
Ahlâtî’nin etkisinden söz edilmekle birlikte, Mısır’da tarikat yoluna girerek
Şeyh Ahlâtî’ye bağlanan ve ölümünden sonra onun makamına oturan Şeyh
Bedreddin’in bağımsız ruh yapısını koruduğu, diğer bir ifadeyle, Şeyh
Ahlâtî’nin onun üzerinde fazla bir etkisi olmadığı da savunulmuştur. Bu durumda Şeyh Hüseyin Ahlâtî’nin, Şeyh Bedreddin’in
sahip olduğu iddia edilen tasavvufî düşüncenin temellendirilmesinde kullanılan
vasıta olma konumu zayıflamaktadır. Nitekim bu ifadeler, müridin kendini
tamamen şeyhinin ellerine teslim etmediği anlamına gelmektedir.
Şeyh Bedreddin’in Tebriz’e gönderilmesi meselesine gelince, Menâkıb-ı
Şeyh Bedreddin’e göre Hüseyin Ahlâtî, Şeyh Bedreddin’in üzerindeki cezbe
halinin geçmemesi sebebiyle hava değişimi için onu buraya göndermiştir. Taşköprizâde’ye göre ise Şeyh Bedreddin,
Ahlâtî tarafından kendisine verilen irşad görevi sebebiyle Tebriz’e
gönderilmiştir. Görüldüğü
gibi Tebriz’e gönderilme konusunda da kaynaklar arasında görüş birliği
bulunmamakta, çoğunlukla Halil b. İsmail’i takip eden Taşköprizâde’de bile ana
kaynağından farklı bir bilgi yer almaktadır. Bu durumda Tebriz’le ilgili
gerekçe, birtakım yan bilgilerle desteklenerek sahip olunan görüş doğrultusunda
kullanılmış olmaktadır. Bu sebeple söz konusu gerekçenin delil olarak
kullanılması söz götürür şekildedir. Şeyh Bedreddin’e nisbet edilen tasavvufî-felsefî
görüşleri içermesi bakımından geriye bir tek Vâridat isimli eser
kalmaktadır. Bu eserde bâtınîlik veya hurûfîlik hakkında kendisine herhangi bir
düşüncenin atfedilmemesi sebebiyle, Şeyh Bedreddin’in bâtınî veya hurûfî
olduğunu iddia etmek güçtür. Dolayısıyla, söz konusu görüşlerin dayanaksız bir
iddiadan ibaret olduğunu, Şeyh Bedreddin’in inanç olarak ehl-i sünnetin dışına
çıkmadığını söylemek mümkündür.
2.
Şeyh Bedreddin’in Tarikata Girmesi ve Şeyh
Olması
Tasavvuf serüveni başlamadan önce bir fakih olarak tasavvufa hiç de sıcak
bakmayan, dervişlerin sultan tarafından sopa ile cezalandırılmasını isteyen ve
onlardan hoşlanmadığı için Şeyhûniyye Medresesi’ndeki odasına gitmeyen
Bedreddin’in tarikata girmesi, Sultan Berkuk’un sarayında, Şeyh Ahlâtî ile
karşılaşması ve ondan etkilenmesi sonucunda olmuştur. Nitekim Bedreddin, bu
zatın etkisiyle cezbeye tutulmuş, kendisini tasavvufa vererek onun müridi
olmuştur.
eş-Şekâik’te verilen bilgilere bakılacak olursa,
Şeyh Bedreddin, Sultan Berkuk’un oğlu Ferec’e muallim tayin edilip de ona ders
vermeye başladıktan sonra kendisine ilâhî cezbe ulaşmış, Bedreddin de bu
vakitlerde Mısır’da ikâmet eden Şeyh Hüseyin Ahlatî’ye ilticâ ederek, onun
yanında elde edebildiği kadarını tahsil etmiştir. Taşköprizâde’nin ifade ettiği duruma
bakıldığında, Şeyh Bedreddin’in daha Ahlâtî ile karşılaşmadan önce mistik bir
havaya büründüğü anlaşılmaktadır. Bu konuda aynı görüş doğrultusunda fikir
beyan eden Ocak’a göre Şeyh Ahlâtî’nin Bedreddin üzerindeki rolü, Arslan
Baba’nın Ahmed Yesevî, Şems-i Tebrizî’nin Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Baba
Tapduk’un Yunus Emre üzerindeki rolünde olduğu gibidir. Birincilerde saklı
duran güçlü mistik karakter, ikincilerin etkileriyle ortaya çıkarılmış ve
yönlendirilmiştir. Bu
durumda, Şeyh Bedreddin’deki dönüşümde her ne kadar Şeyh Ahlâtî’nin
telkinlerinin etkisi inkâr edilemese de, asıl itibariyle onun buna yaratılıştan
eğilimli olduğu kabul edilebilir bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Bedreddin’in şeyh olmasına gelince, Halil b. İsmail’in ifadesine göre
onun Şeyh Ahlâtî’nin makamına oturması, bizzat Ahlâtî’nin vasiyetiyle onun
ölümü üzerine olmuştur. Yine aynı kaynağa göre Şeyh Bedreddin, kendisini
kıskanan diğer müritlerin hasedine maruz kaldığı için bu mevkide sadece altı ay
kalabilmiştir. Bedreddin’in
şeyh olarak kendilerinden daha üstün bir konumda olmasını hazmedemeyen ve
kendilerini ondan daha lâyık görenlere, Şeyh Bedreddin tarafından yapılan seçim
teklifinin kabul edilmemesi üzerine, o da şeyhliği bırakmış ve memleketine
dönmek amacıyla Mısır’dan ayrılmıştır. Şeyh Bedreddin, önce Kudüs’e ve oradan
da Şam’a gitmiştir. Halep’te yaklaşık bin civarında Halep Türkmeni kendisine
biat etmişse de, o, burada da kalmayıp, Konya’ya geçmiştir. Burada, “Somuncu
Baba” ismiyle meşhur olmuş Şeyh Hamidüddîn Aksarâyî ile görüşmüştür. Ayrıca,
kendisine hayran kalıp müridi olmak isteyen Karamanoğlu’nun bu isteğini kabul
eden Şeyh Bedreddin, burada da fazla kalmamış, Germiyan, Aydın ve Tire’ye
giderek yeni müritler kazanmıştır. Uğradığı Sakız adasında da, Sakız Bey’i ile
görüşmüş ve buradaki bazı papazların gizlice İslam’ı kabul etmelerine vesile
olmuştur. Böylece, yaklaşık bir yıl süren yolculuğundan sonra Edirne’ye
giderek, anne ve babasına kavuşmuştur.
Görüldüğü üzere Şeyh Bedreddin’in, şeyhliği bırakarak Mısır’dan
ayrılmasından Edirne’de anne-babasına kavuşuncaya kadar geçen yaklaşık bir
yıllık süre içinde oldukça hareketli günler geçirdiği ortadadır. Buradan
hareketle, onun Edirne’ye bir an evvel ulaşma düşüncesinde olmadığını söylemek
mümkündür. Bu durumda, Şeyh Bedreddin’in Ahlâtî’nin makamında yürütemediği
şeyhlik görevini, irşâd amacıyla Anadolu’da sürdürmek istediğini
söyleyebiliriz.
b.
Şeyh
Bedreddin’in Tarikatı ve Tarikat Silsilesi
Şeyh Bedreddin’in hangi tarikata mensup olduğu hakkında kaynaklarda
farklı bilgiler bulunmaktadır. Halil b. İsmail’in Menâkıb-ı Şeyh
Bedreddin isimli eseri, Şeyh Bedreddin’in tarikat silsilesi hakkında
verdiği bilgiler ve Şeyh Ahlâtî’nin Mevlevî olduğunu söylemesi bakımından
oldukça önemli bir kaynak olarak elimizde bulunuyor olsa da, aşağıda
zikredilecek görüşler, bu konuda bir kesinliğin bulunmadığını göstermektedir.
Halil b. İsmail’e göre Şeyh Bedreddin’in Cüneyd-i Bağdâdî’ye kadar uzanan
tarikat silsilesinde aşağıdan yukarıya isimleri geçen kişiler şunlardır:
Seyyid Hüseyin Ahlâtî, Ebü’l-Feth es-Saîdî, Ebû Medyen el-Mağribî, Ebû
Saîd el-Endelûsî, Ebü’l-Fadl el-Bağdâdî, Ahmed Gazzâlî, Ebûbekr en-Nessâh,
Ebü’l-Kâsım el-Gürgânî, Ebû Ali el-Kâtib, Ebû Ali er-Rûdbârî, Cüneyd-i Bağdâdî,
Seriyy-i Sakatî,
Marûf-ı Kerhî, İmam Ali er-Rızâ, İmam Musa el-Kâzım, İmam Cafer es-Sâdık,
İmam Muhammed el-Bâkır, İmam Ali Zeyne’l-Âbidîn, Hz. Hüseyin, Hz. Ali.
Bu silsilede, Seyyid Hüseyin Ahlâtî ile Ebû Medyen el-Mağribî arasında
sadece Ebü’l-Feth es-Saîdî’nin zikredilmesi, arada bir boşluğun bulunduğunu
göstermektedir. Nitekim, Ebû Medyen için “586’da vefat etmiş olan bu zât ile
sekizinci asr-ı hicrî evâhirinde ber-hayat olan Bedreddin’in şeyhi Hüseyin
Ahlâtî arasında, iki asırdan ziyade bir zaman boşluğu vardır ki, bunu doldurmak
için, arada diğer bir ve hatta iki zâtın eksikliğine hükmetmek icap eder” diyen
Yaltkaya, söz konusu durumu açıklamaktadır. Aynı husus, Yüksel tarafından da gündeme
getirilmiş, fakat Yaltkaya’nın, Ebû Medyen’in vefatı hakkında verdiği h. 586
yılı yerine, h. 590 yılı gösterilmiştir.
Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin’de gösterilen bu silsilenin diğer
bazı tarikatların silsilesi ile ortak olması dolayısıyla, Şeyh Bedreddin’in
mensup olduğu tarikat hakkında yeterince bilgi vermediği ortadadır. Bununla
birlikte, söz konusu silsilede Ebû Medyen el-Mağribî’nin varlığından hareketle,
Şeyh Bedreddin’in tarikatı hakkında görüş beyanında bulunulduğu görülmektedir.
Nitekim, Gölpınarlı’ya göre Şeyh Bedreddin, “Medyeniyye” tarikatına mensuptur
ve İbn Arabî’nin bâtınî inançlarını benimsemiştir. Gölpınarlı bu düşüncesini,
adı geçen tarikatın kurucusu olan Ebû Medyen el- Mağribî’nin, İbn Arabî’nin
şeyhi olmasına ve İbn Arabî’nin de şeyhine karşı büyük bir saygı göstermesine,
onun menkıbelerini anlatmasına ve sözlerini nakletmesine bağlamaktadır. İfadelerinden
anlaşıldığı kadarıyla Gölpınarlı, Şeyh Bedreddin ile İbn Arabî arasındaki görüş
birliğini, Ebû Medyen’e bağlılığın bir delili olarak görmektedir.
Bunun yanında, Şeyh Hüseyin Ahlâtî ile Ebû Medyen arasında sadece
Ebü’l-Feth es- Saîdî isimli kimsenin bulunmasından hareket eden Gölpınarlı,
bunu, Şeyh Bedreddin’in Ebû Medyen’e bağlı olduğuna dair görüşünü güçlendiren
bir delil olarak sunmaktadır. Bu durumda onun, Şeyh Bedreddin’in tarikat
silsilesine dair Halil b. İsmail’in verdiği sıralamayı kabul ettiği ve
zikredilen görüşünü, bu sıralamaya dayandırdığı söylenebilir.
Şeyh Bedreddin’in silsilesi hakkındaki bilgilere bakıldığında, Gölpınarlı
tarafından öne sürülen bu görüşün, adı geçen şahısların ölüm tarihleri
bakımından tutarsızlık içerdiği görülmektedir. Nitekim 590/1194 yılında vefat
eden Ebû Medyen el- Mağribî ile 790/1388 yıllarında hayatta olan Şeyh Hüseyin
Ahlâtî arasında yaklaşık iki asırlık bir zaman diliminin bulunması ve bu
sebeple aralarında en az üç beş kişinin daha bulunması lüzûmuna karşılık,
Gölpınarlı tarafından arada sadece tek bir kişinin isminin zikredilmiş olması
bir çelişkidir. Öte yandan, Gölpınarlı tarafından öne sürülen bu görüşün,
yukarıda da belirtildiği gibi Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin’de verilen
ve Şeyh Ahlâtî’nin Mevlevî olduğunu gösteren bilgilerle çeliştiği açıkça
görülmektedir.
Şeyh Bedreddin’in Mevlevî olduğu da kesin değildir. Zira Şeyh
Bedreddin’in Mevlevî olduğu bilgisi, sadece Menâkıb’a dayanmakta, Vâridat’ta
Mesnevî’den hiç söz etmemesine karşılık İbn Arabî’nin Füsûsu’l-hikem’inden
bahsetmesi, onun Mevlevî olmasını şüpheli hale getirmektedir. Şeyh Bedreddin’in
bir yandan, dedesi tarafından Mevlevîlere, diğer yandan Osmanlı döneminde sünnî
ve resmî olarak kabul edilen tasavvuf anlayışına bağlı olduğunu söyleyen Balivet
ise, mürşitlerinin bir yandan Bektâşîlerle, diğer yandan Bayramîlerle olan sıkı
ilişkilerinden dolayı, onun Mevlevî- Bektâşî-Bayramî tarikatlarının kesişme
noktasında yer aldığını söylemektedir.
Görüldüğü kadarıyla, Şeyh Bedreddin’in hangi tarikata bağlı olduğu
konusu, mevcut kaynaklardaki bilgilerle, henüz yeterince açıklığa
kavuşturulamamış bir şekilde kapalılığını sürdürmeye devam etmektedir. Yukarıda
da belirtildiği gibi, Şeyh Bedreddin’in sadece “isyan eylemi” bakımından dar
bir çerçeve içinde ele alınıp değerlendirilmesi, olumlu veya olumsuz
karşılanması bir yana, onun yalnızca bu alanda popüler olmasına, gerçek
kişiliği ve kimliğinin örtülü kalmasına yol açmaktadır. Bu sebeple, Şeyh
Bedreddin’in çeşitli yönlerini ele alıp, ilmî usûllere göre inceleyen nokta
çalışmalara ihtiyaç vardır. Sonuçta, bütüncül bir yaklaşım içinde hareket etmek
suretiyle bu parçalar bir araya getirilecek ve Şeyh Bedreddin daha iyi tanınmış
olacaktır.
G.
Şeyh
Bedreddin’in Padişaha İsyan Ettiği İddiaları
1.
Kaynakların Durumu
İsyanın hareketinin gerçekleştiğini kabul eden Osmanlı kaynaklarında,
Şeyh Bedreddin, daha çok, “baş olma sevdası uğruna saltanat davası güden bir
isyancı” görünümündedir. Kaynaklardaki bu durum, günümüzdeki birtakım
araştırmacılar tarafından “anakronik” bir yaklaşımla ele alınarak, Şeyh
Bedreddin sadece “ihtilalci” kimliğiyle ön plana çıkarılmış, onun diğer yönleri
adeta yok sayılacak derecede abartılı bir tavır sergilenmiştir. Bu tür
çalışmalarda, kaynaklardaki bilgiler gerçeğin ortaya çıkarılması için tahlil
edileceğine, daha baştan kabul edilmiş peşin kanaatlerin temellendirilmesi
amacıyla kullanılmış ve sonuçta ideolojik söylem seviyesinden öteye
geçilememiştir.
Kronolojik olarak tetkik edildiğinde, kaynakların birbiriyle çelişen
bilgileri ihtiva ettiği, bunun yanında, bir önceki kaynak gurubunda yer
almadığı halde, sonrakilerde ilave ayrıntıların bulunduğu ve bunlar arasında da
uyumsuzlukların görüldüğü âşikârdır. Buna göre, kronolojik sıra bakımından ilk
el kaynaklar arasında yer alan, İbn Arabşâh’ın Ukûdü’n-nâsıha ve
Âşıkpaşazâde’nin Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserlerinde hâkim olan genel
kanıya göre, Şeyh Bedreddin, bir isyan hareketine öncülük ve bilfiil liderlik
yapmıştır. Birincisine göre, Şeyh Bedreddin tek başına, ikincisine göre ise,
Börklüce Mustafa ile ittifak ederek Osmanlı’ya karşı hurûc etmiştir. Dikkat edilecek olursa, İbn Arabşâh’ta, Şeyh
Bedreddin’in isyancı müritleri olarak gösterilen Börklüce Mustafa ve Torlak
Kemal’den hiç bahsedilmemektedir. Âşıkpaşazâde’de ise, sadece Börklüce
Mustafa’nın adı geçmektedir. Dukas’ın Bizans Tarihi ile Şükrullâh b.
Şihâbüddîn’in Behçetü’t-tevârih adlı eserlerinde ise, Börklüce
Mustafa’nın isyanından bahsedilmekle birlikte, Şeyh Bedreddin’in ve Torlak
Kemal’in adından dahi söz edilmemektedir.
Günümüz araştırmacılarından Necdet Kurdakul, birinci el kaynaklar
arasında yer alan İbn Arabşâh ve Âşıkpaşazâde’nin, Şeyh Bedreddin ile ilgili bu
son derece olumsuz tutumlarını, onların şahsî durumlarına bağlayarak
açıklamaktadır. İbn Arabşâh’ı, “Şam’lı bir tarihçi ve mutaassıp bir fıkıhçı”
olarak tanımlayan Kurdakul’a göre İbn Arabşâh, Osmanlı Türkiyesi’ne geldiğinde,
Çelebi Mehmed’in sarayına sığındığı için Şeyh Bedreddin’in ilmini “derya gibi
payansız” bulduğu halde, sultana yaranmak amacıyla onun idamını meşrûlaştırmaya
çalışmıştır. Yine Kurdakul’a
göre Âşıkpaşazâde’nin söz konusu tutumunda, onun Baba İshak’ın şeyhi olan Baba
İlyas’ın torunlarından olmasının çok büyük etkisi vardır. Çünkü Baba İshak,
daha önce Konya Selçuklularından Sultan Gıyâseddin Keyhüsrev’e isyan hareketine
girişmiş ve bu hareket, tarihte “Bâtınî hareketi” olarak gösterilmiştir. Bu
durumda Kurdakul’a göre Âşıkpaşazâde’nin yaptığı, Osmanlı hanedanına yaklaşıp
kendine sağlam bir ortam oluşturabilmek amacıyla, dedelerinden farklı bir
görüşte olduğunu göstermek ve her vesileyle bunu ispatlamaktan ibarettir. Gerçekten de, birbirine çok yakın zaman
dilimlerini içeren süreçte dönemin diğer kaynaklarında sadece Börklüce’nin
adından bahsedilmesi ve zikredilen tarih kaynaklarının müelliflerinin özel
durumları sebebiyle,
Şeyh Bedreddin’in bilfiil isyan ettiğine dair bilgilerin doğruluğu
şüpheli hale gelmektedir.
Kronolojik sıra bakımından ikinci el kaynaklar arasında yer alan Oruç Bey
ve Neşrî’ye gelince, bunlar ittifak ve isyan konusunda Âşıkpaşazâde’nin yolunu
takip etmişlerdir. Farklı
olarak, Âşıkpaşazâde’ye ve Neşrî’ye göre Şeyh Bedreddin’i kendi adamları
yakalayarak Sultan Mehmed’e getirirken, Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin
isimli eserde ise, genel kanının aksine, Şeyh Bedreddin’in isyan etmediği ve
iftiraya uğradığı ifade edilmektedir.
Üçüncü el kaynaklardan Taşköprizâde’nin verdiği bilgilere göre
Rumeli’deki dostları, Şeyh Bedreddin’in etrafında toplanınca bazı müfsitler,
saltanat istiyor diye onu sultana şikâyet etmişler, sultan da onu yakalamış ve
Haydar Acemî’nin fetvasıyla öldürtmüştür. Börklüce’nin isyanını “fesat”, “tuğyân”,
“bağiy” gibi kelimelerle tanımlayan Solakzâde’nin düşünceleri da aynı
doğrultudadır. Nitekim Solakzâde Tarihi’nde belirtildiğine göre “bunca
‘kütüb-i şer’iyye’ sahibi Şeyh Bedreddin, böylesine bir isyan hareketinden
gayet uzaktır ve bütün bunlar Börklüce yüzünden Şeyh Bedreddin’in başına
gelmiştir.”
Dördüncü el kaynaklara gelince, bunların bir kısmı (mesela, Hoca
Sâdeddin, Tâcü’t-tevârih, Hammer, Devlet-i Osmâniye Târihi,
Cevdet Paşa, Târîh-i Cevdet gibi Osmanlı dönemi tarihçileri ile
Cumhuriyet devri tarihçilerinin çoğu) Âşıkpaşazâde’yi takip etmişlerdir.
Örneğin, Hoca Sâdeddin Efendi’ye göre bazı dostlarıyla beraber Zağra’ya giden
Şeyh Bedreddin, bu sırada Börklüce Mustafa adındaki müridinin baş kaldırması
sebebiyle töhmet altında kalmış, düşmanlarını kendisini çekiştirdiklerini
bildiğinden, düştüğü korku sonunda kimi dostlarının yardımı ile o da baş
kaldırmıştır.
İşin sonunda da padişahın askerleri tarafından yakalanmış ve Haydar Acemî’nin
fetvasıyla idam edilmiştir. Bu guruptaki kaynakların diğer bir kısmı ise
(mesela, Müneccimbaşı Câmiu’d-düvel, Gelibolulu Mustafa Ali, Künhü’l-ahbâr
gibi) Dukas ile Şükrullâh b. Şihâbüddîn’in yolundan gitmeyi tercih etmişlerdir.
Örneğin, Müneccimbaşı’nın Câmiu’d-düvel adlı eserinde, Şeyh Bedreddin’in
Câmiu’l-fusuleyn ve et-Teshîl gibi fetva kitaplarının müellifi
olduğu vurgulanarak ilmî hüviyeti öne çıkarılmakta ve onun böyle bir isyan
hareketine kalkışmış olması uzak bir ihtimâl olarak görülmektedir.
2.
Şeyh Bedreddin’in Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal İle İlişkisi
Şeyh Bedreddin’in isyan ettiğini kabul eden kaynaklara bakıldığında,
öncelikle Şeyh Bedreddîn’in müridi olarak gösterilen Börklüce Mustafa’nın ve
Şeyh Bedreddin ile ilişkisi kesin olarak tespit edilememiş bir kişi olan Torlak
Kemal isyanlarının anlatıldığı görülmektedir. Bu kaynaklarda daha sonra “Şeyh
Bedreddin isyanı” diye tanımlanan olaylardan bahsedilmekte ve en sonunda,
bağlantıları henüz tam olarak ispatlanamamasına karşılık, Şeyh Bedreddin ile bu
iki şahsın isyanı arasında irtibat kurmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla,
isyanla ilgili düşünce ve faaliyetlerin tamamına yakın bir kısmının, Börklüce
ve Torlak Kemal’den kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. Bu durumda,
öncelikle söz konusu isyanların Şeyh Bedreddin ile alâkalı olup olmadığını
ortaya koymanın daha doğru olacağını düşünüyoruz. Bu sebeple burada, önce
yukarıda adı geçen isyanların başını çeken Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in
Şeyh Bedreddin ile olan ilişkilerinden, bu kişilerin isyanlarından ve bunların
Şeyh Bedreddin isyanı diye isimlendirilen olaylar dizisiyle alâkalarından
bahsedilecek, daha sonra da, Şeyh Bedreddin’in idam edilmesine kadar devam eden
serüvenin safhaları hakkında bilgi verilecektir.
Şeyh Bedreddin’in fikir yapısı ve faaliyetleriyle ilgili olarak yukarıda
adı geçen kişilerle olan bağlantısı ya da bağlantıları, onunla ilgili en
karmaşık yönü oluşturmaktadır. Zira, kaynaklarda Börklüce Mustafa ve Torlak
Kemal ile ilgili çok ciddî ithamlar yer almakta, buna karşılık söz konusu
kişilerin Şeyh Bedreddin ile olan ilişki düzeyleri hakkında kesin ve kabul
edilebilir ortak bir görüş bulunmamaktadır. Öte yandan, bu kişiler ile Şeyh
Bedreddin arasında bir “halifelik bağı”nın kurulamamış olması da dikkatten
kaçmamalıdır. Eğer böyle bir bağ kurulabilmiş olsaydı, isyan hareketlerinin
Şeyh Bedreddin ile bağlantılandırılması, halifelik ilişkisinin varlığı
sayesinde çok daha kolay olacaktı. Ancak, elimizdeki kaynaklardan edinilen
bilgiler buna imkân vermemekte, Şeyh Bedreddin ile Börklüce arasında ilişkinin,
hizmetkârlık veya müritlik ilişkisi şeklinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Örneğin, “O dahi benüm hizmetkârumdur” ifadesinin kullanıldığı Âşıkpaşazâde
Tarihi’nde ve “Börklüce Mustafa benim hizmetkârımdı” denen Oruç Bey Tarihi’nde verilen bu
bilgilere bakıldığında, Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddin’e ev ve kadılık
işlerinde hizmet eden güvendiği bir adamı olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna
karşılık, “Ol dahi benim müridimdir, benim için huruc etmiştir” ifadesini
kullanan Neşrî’ye göre, Şeyh Bedreddin ile Börklüce Mustafa arasındaki ilişki,
hizmetkârlığın çok daha ötesinde ve ileri bir düzeydedir.
Torlak Kemal’e gelince, onun Şeyh Bedreddin ile ilişkisi olup olmadığı
konusunda söz söyleyebilmek için bile yeterli bilgiye sahip olmadığımızı
söylemek zorundayız. Elimizdeki kaynaklar, Torlak Kemal’in isyan hareketini ve
yakalanıp asıldığını anlatmakla birlikte, Şeyh Bedreddin ile ilişkisinin
varlığı veya yokluğu konusunda hiçbir bilgiye yer vermemektedir. Yalnızca Halil
b. İsmail, Şeyh Bedreddin’in Domaniç’te bir alay gezgin dervişle (torlak)
karşılaştığını, suallerine karşı verdiği cevaplarla onları etkilediğini ve
onların da Bursa’ya kadar saygılı bir şekilde
Şeyh ile birlikte gittiklerini anlatmaktadır. Görüldüğü üzere, ne Börklüce Mustafa’nın ne de
Torlak Kemal’in isyan eylemlerinin Şeyh Bedreddin adına gerçekleştirilmesini
gerektirecek bir “halifelik” ilişkisi mevcut değildir.
Bu arada Halil b. İsmail tarafından, çevresine topladığı adamlarıyla
siyasi iktidarı ele geçirmek amacıyla Kazova’da isyan eden, sonuçta yakalanıp
idam cezasına çarptırılarak başı kesilen “Aygıloğlu” isimli bir başka kişiden
daha bahsedilmektedir. Bu
bilgi diğer Osmanlı kaynaklarında yer almaması bakımından önemlidir. Zira bu
bilginin varlığı, isyan eden ve Şeyh Bedreddîn ile bağlantılı oldukları
söylenenlerin sayısını üçe çıkarmaktadır. Ancak kaynaklarda bunu destekleyecek
bir delil bulunamadığı için bu konu üzerinde durulmayacaktır.
Kaynaklarda belirtildiğine göre, bölge halkından çok sayıda kişiyi yanına
çekmeyi başaran Börklüce Mustafa, Karaburun ve Aydın civarında isyan etmiş,
kendine peygamber dedirtmiş ve halkı ibâhîlik mezhebine davet etmiştir. Ancak
Sultan Çelebi Mehmed, oğlu Murad Han ile birlikte veziri Bayezid Paşa’yı onun
üzerine göndermiş, şiddetli çarpışmalardan sonra Börklüce yakalanmış ve idam
edilmiştir. Yine Bayezid Paşa tarafından bir veya iki bin kişi halinde sazlı
sözlü bir şekilde şehir şehir gezip duran torlak müritleri dağıtılmış,
elebaşları ve şeyhleri olan Torlak Kemal de Manisa civarında ele geçirilerek
asılmıştır.
Bu arada Âşıkpaşazâde tarafından, faaliyetlerini ilerlettikten sonra
isyan eden, ancak Çelebi Mehmed’in gönderdiği Bayezid Paşa ve Murad Han
tarafından Karaburun civarında kanlı bir savaştan sonra mağlup edilerek öldürülen
Börklüce Mustafa’nın, daha önceden Şeyh Bedreddin ile ittifak kurduğuna dair
öne sürülen görüşün ispatlanmaya
muhtaç bir iddia olarak algılanması gerektiğini söylemekte bir mahzur
görmüyoruz. Zira, burada bir hizmet ilişkisinin varlığı açık olmakla birlikte,
isyan ittifakı konusu, şüpheli olma durumunu sürdürmektedir. Bu ibârelerde, ne
söz konusu isyanın mâhiyetinden bahsedilmekte, ne de ittifakın varlığına dair
bir delil gösterilmektedir. Ayrıca, Behçetü’t-tevârih’te, sûfî görünümlü
ve ibâhacı bir karaktere sahip olduğu söylenerek isyanın mâhiyeti hakkında
bilgi verilmekle beraber, isyanla ilgili olarak Şeyh Bedreddin’in adı
geçmemektedir. Aynı şekilde,
olayların geçtiği yıllarda hayatta olan ve Börklüce Mustafa’yı “Perkliçia
Mustafa” diye adlandıran Bizans tarihçisi Dukas, onun isyanının mâhiyeti
hakkında bilgi vermekte, ancak Torlak Kemal’den ve Şeyh Bedreddin’den söz
etmemektedir. Dukas’a göre, müridlerinin “Dede Sultan” diye hitap ettikleri
Perkliçia Mustafa, Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında hiçbir farkın
bulunmadığını, Hıristiyanların Allah’a inandığını inkâr eden her Türk’ün bizzat
kendisinin dinsiz olacağını söyleyerek, kadınlar hariç olmak üzere erzak,
elbise, hayvan ve arazi gibi diğer başka her şeyin müştereken ortaklaşa
kullanılması tavsiyesinde bulunmuş ve bu sûretle etrafına bir çok Müslüman ve
Hıristiyan halkı toplayarak Karaburun’da (Stylarion) isyan etmiştir. Son derece
dağlık olan bu bölgede Aydın Bey’i yenen Perkliçia Mustafa, en sonunda bu
dağlık mıntıkanın geçitlerinde tutunarak, üzerine gelen Osmanlı kuvvetlerine
epeyce zayiat verdirmiş, ama en sonunda mağlup edilerek ele geçirilebilmiştir.
Görüldüğü gibi, verilen bilgilerde
söz konusu isyan ile Şeyh Bedreddin’in isyan ettiğini söylemeye varacak kadar
bağlantı kurmaya yarayacak bir ipucu bulunmamaktadır. Ancak Dukas’ın, diğer
kaynaklarda yer almamasına karşılık Börklüce Mustafa’nın yapmış olduğu
propagandadan bahsetmesi, onu Osmanlı kaynakları karşısında özel ve farklı bir
yere oturtmaktadır.
Osmanlı kaynaklarında verilen bilgilerin genelinden anlaşıldığına göre,
Şeyh Bedreddin İznik’teki mecburî ikâmetini sürdürürken, hizmetkârı olan
Börklüce Mustafa, çeşitli ayak oyunlarıyla halkı kandırıp etrafına altı ilâ on
bin kadar adam toplamış ve daha sonra peygamber olduğunu söylemiştir.
Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkıp isyan eden, geçtiği yerleri yağmalayarak
etrafta epeyce bir üstünlük sağlamayı başaran Börklüce Mustafa’nın bu isyanı,
Bayezid Paşa ile Şehzâde Murad’ın komutasındaki Osmanlı kuvvetleri tarafından
Manisa yakınlarında uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra bastırılmıştır. Esir
düşerek ele geçirilen Börklüce Mustafa’nın adamları, onun gözünün önünde
öldürüldükten sonra, kendisi de idam edilmiştir. Kısa bir süre sonra, bu defa
da Manisa yöresinde Torlak Kemal ve emrindeki iki ilâ üç bin derviş isyan
etmiş, bu isyan da bastırılmış ve Torlak Kemal adamlarıyla birlikte yakalanıp
öldürülmüştür.
İsyan düşüncesi ve hareketi bakımından, Şeyh Bedreddin ile Börklüce
Mustafa ve Torlak Kemal arasında bir ittifakın bulunması, isyan emrini bizzat
Şeyh Bedreddin’in vermesi, bize göre, uzak ihtimâldir. Zira, Şeyh Bedreddin
gibi hem fakih hem de devlet idaresinin üst kademelerinde bulunmuş birinin,
strateji bilgisinden mahrum olduğunu düşünmek zordur. Döneminin siyâsî, askerî
ve iktisâdî hususiyetleri hakkında stratejik malûmâtı olan birinin, farklı
yerlerde farklı zamanlarda harekete geçmesinin makul bir açıklamasını yapmak
ise, daha da zordur. Çünkü, aynı zamanda farklı yerlerde harekete geçilseydi,
Osmanlı ordusu aynı anda Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ve Aygıloğlu ile
çarpışmak zorunda kalacak ve bu sûretle, Osmanlı kuvvetleri üçe bölünmüş
olacaktı. Öte yandan, kaynaklarda belirtildiği üzere Börklüce Mustafa, Aydın ve
Karaburun civarındaki halkı kendi yanına çekmeyi başararak büyük bir gücün
kontrolünü ele geçirdiğine göre, Şeyh Bedreddin’in, onun yanına gitmek yerine
Osmanlı ülkesi dışına gitmeyi yeğlemesi pek anlamlı görünmemektedir. Ayrıca
kaynaklar, Börklüce’nin kendine peygamber dedirttiğini de belirtiyorlar ki, bu
da Şeyh Bedreddin’e nispet edilen “Benim hizmetkârımdı, benim müridimdi, benim
için hurûc etti” gibi
sözlerle bağdaşmamaktadır. Zira, peygamberlik iddiasında bulunan bir kimsenin,
başka bir şeyh adına isyan etmesi, makul karşılanabilir bir durum değildir.
Sonuç olarak, söz konusu isyanların Şeyh Bedreddin’in haberi olmadan meydana
geldiğini ve bunların birbirlerinden bağımsız geliştiğini söylemek mümkündür.
3.
Şeyh Bedreddin’in İznik’ten Kaçması
Şeyh Bedreddin’in hangi sebep ya da sebeplerden dolayı İznik’i bırakarak
İsfendiyaroğulları’nın yanına kaçtığı ve başka yeri değil de özelikle burayı
seçmiş olduğu henüz açıklığa kavuşturulamamış bir meseledir. Şeyh’in isyan
düşüncesi içinde olduğunu ve bu doğrultuda icraatlarda bulunduğunu kabul eden
kaynaklar, kendi içinde birbiriyle çelişkili bilgiler verdiği gibi, tabii
olarak isyan düşüncesi ve icraatını kabul etmeyen kaynaklarla da farklı
doğrultudadır. İznik’ten kaçıp Kastamonu’ya, Osmanlılar’ın hasmı olan
İsfendiyaroğulları Beyliği’ne sığınması esnasında isyan niyeti içinde olduğu
kesin bir şekilde ortaya konabilseydi, Şeyh Bedreddin’in bu kaçışı, isyan
iddialarının safhaları arasında kesin olarak zikredilebilirdi. Ne var ki,
aşağıda zikredilecek olan ihtimâllerden bazıları bu kesinliğe izin
vermemektedir.
İbn Arabşâh ve Oruç Bey hariç olmak üzere, Şeyh Bedreddin’in isyan
ettiğini anlatan Osmanlı kaynaklarındaki bilgiler, bu konuda Âşıkpaşazâde’nin
takip edildiğini ve dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in İznik’ten kaçıp Kastamonu’ya,
Osmanlılar’ın hasmı olan İsfendiyaroğulları Beyliği’ne sığınmasının, Börklüce
Mustafa’nın gerçekleştirdiği isyan hareketinin hemen akabinde gerçekleştiğini
göstermektedir. İbn Arabşâh ise, Şeyh Bedreddin’in Eflak’a gitmeden önce
etrafına pek çok kimse toplayıp padişah olmak hevesine düştüğünü ve o tarihte hükümdar
olarak bulunan Çelebi Mehmed aleyhine hurûc eylediğini, ancak başarısız olması
üzerine İsfendiyar’a geldiğini söylemektedir. Oruç Bey de Şeyh Bedreddin’in daha
İznik’teyken Börklüce Mustafa’nın isyan işini ilerlettiğini haber aldıktan
sonra isyan teşebbüsü içine girdiğini, buradan sürülüp Samsun’a götürüldüğünü
ve oradan da İsfendiyaroğlu’na vardığını söylemektedir.
Elimizdeki kaynakların hiçbirinde Şeyh Bedreddin’in Eflak’a gitmeden önce
böyle bir hareket içinde bulunduğuna dair kayıt bulunmadığı için, İbn
Arabşâh’ın ve Oruç Bey’in verdiği bu tarihî bilgileri doğrulayacak herhangi bir
delile sahip bulunmadığımızdan dolayı, her iki kaynaktaki bilgilerin şüpheyle
karşılanması gerektiğini söyleyebiliriz. Âşıkpaşazâde ise, Börklüce Mustafa’nın
Aydın ili ve Karaburun civarında yaptıklarını anlattıktan sonra “Elhâsıl,
kendüye nebî dedirdi. Simavna Kadısıoğlu işitdi kim, Börklüce’nin hali terakkî
etdi. İznik’den kaçdı, İsfendiyar Bey’e vardı” demektedir. Neşrî de, Börklüce’nin, söz konusu
yerlerde velâyet davasına kalkışarak halkı ibâha mezhebine davet ettiğini
söyledikten sonra, “Simavna Kadısıoğlu, anı işiterek kaçıb, İsfendiyar’a
varıb...” şeklinde, Âşıkpaşazâde’nin verdiği bilgilere katılmaktadır. Cumhuriyet dönemi tarihçilerinden
Uzunçarşılı da, çocuklarını İznik’te bırakarak Kastamonu’ya kaçtığını söylediği
Şeyh Bedreddin’in bu kaçışını, Karaburun taraflarında halifesi Börklüce
Mustafa’nın faaliyetlerini ilerlettiğini haber almasına bağlamaktadır.
Şeyh Bedreddin’in isyan hareketi içinde olmadığını düşünen tarihçilerin
genel kanaati, onun, Börklüce’nin yaptıklarından dolayı er geç hesaba
çekileceğinden ve sorumlu tutulacağından korktuğu için İznik’ten kaçtığı
şeklindedir. Müneccimbaşı, bu kaçışı “komşunun yaptıklarından dolayı kişinin de
sorumlu tutulacağı tevehhümü”ne bağlarken, Börklüce’nin yaptıklarını anlattıktan sonra
“muâheze ihtimâlini tezekkür idüb firar mesleğini ihtiyâr etdi” diyen Hoca
Sâdeddîn Efendi de aynı kanaati paylaştığını dile getirmiş olmaktadır. Şeyh Bedreddin’in âlim ve fâzıl kişiliğinden
bahsettikten sonra, “Börklüce’nin fesâd ve tuğyânı ve bağiy ve isyanı âkıbet
Şeyh’in başına bu hali getürdü” ifadesini kullanan Solakzâde de aynı kanaat
gurubu içinde yer almıştır.
Halil b. İsmail göre, İznik’te gözetim altında tutulan Şeyh Bedreddin,
burada et- Teshil isimli eserini bitirdikten sonra, onu Çelebi Mehmed’e
takdim etmek, bu vesileyle ailesiyle birlikte hacca gitmek ve hac dönüşü
Kahire’de Şeyh Hüseyin Ahlâtî’nin tekkesine yerleşmek üzere izin istemiştir.
Ancak, Sultan tarafından bu isteği yerine getirilmeyince, Şeyh Bedreddin’in
bundan böyle artık yapacak bir şeyi kalmamış ve dolayısıyla Şahruh’un yanına
gidip orada görev yapmak isteğiyle yola çıkmıştır. Halil b. İsmail tarafından yapılan bu
açıklamalar, onun daha önce verdiği bilgilerle çelişmektedir. Zira, bizzat
kendisi, dedesinin Kahire’deki Şeyh Hüseyin Ahlâtî’nin tekkesinde istenmediği
için oradan ayrıldığını söylediği halde, yine bizzat kendisi, Şeyh Bedreddin’in
oraya yerleşmek için izin istediğini belirtmektedir. Öyleyse, hac farizasından
sonra, Şeyh Bedreddin’in istenmediğini bildiği bir yere gitmek için izin
istemesinin makul bir açıklaması yapılmış olmalıydı. Ama böyle bir açıklama
yapılmamıştır.
Görüldüğü üzere, Şeyh Bedreddin’in İznik’ten kaçış sebebi olarak pek çok
ihtimâl akla gelmektedir. Buna göre, eğer daha önceki isyanları başlatma emrini
bizzat kendisi vermişse, sorumlu tutularak cezalandırılmaktan korkmuş
olabileceği gibi, tam aksine, daha önceki isyanlardan haberi olmamasına rağmen
yine de karşıdakileri buna ikna edemeyip cezalandırılacağını düşünmüş de
olabilir. Öte yandan Osmanlılar ile aralarının iyi olmadığını bildiği
İsfendiyaroğulları’nı ileride gerçekleştirmeyi düşündüğü isyana ortak etmek
gibi bir kanaati taşıması da bir iddia olarak ortada durmaktadır. Sonuç olarak, eldeki bilgilerin yetersizliği
ve tutarsızlığı yüzünden, Şeyh Bedreddin’in İznik’ten kaçışı, yeterince
açıklığa kavuşturulamamıştır.
4.
Şeyh Bedreddin’in Yakalanması
Şeyh Bedreddin’in İznik’ten kaçtıktan sonra İsfendiyaroğulları Beyliği’ne
sığındığı konusunda hemen bütün kaynakların görüş birliği içinde olduğu
söylenebilir. Yine elimizdeki kaynaklara göre Şeyh Bedreddin’in İznik’ten
kaçtıktan sonra yakalanıp Edirne’de idam edilmesine kadar adı geçen yerler
Eflak, Dobruca ve Ağaçdenizi (Deliorman) olarak karşımıza çıkmaktadır.
İsyan ettiği görüşünü kabul eden kaynaklara göre Eflak ve Dobruca’da
fazla kalmayan Şeyh Bedreddin, sık ormanlık bir arazi olduğu için “Ağaçdenizi”
diye adlandırılan bölgeye gelip burada hazırlıklarını tamamlamıştır. Bu gurupta
yer alan Uzunçarşılı’ya göre hacca gitmek bahanesiyle İznik’ten kaçan Şeyh
Bedreddin, Sinop- Kefe-Eflak-Rumeli güzergâhını takip etmiştir. Bu arada
Börklüce Mustafa İzmir’de, Urla yarımadasının kuzey tarafındaki Karaburun’da,
Torlak Kemal de Manisa’nın kızılbaşlarla meskûn mıntıkalarında, kısacası onlar
Anadolu tarafında Şeyh Bedreddin de Rumeli’de bir isyan hazırlığına
girişmişlerdir. Ahmet Yaşar
Ocak’a göre ise Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarının
başarısızlığını görmüş, daha önce isyanı tatbik alanına koymayı planladığı ve
bu yüzden Kahire’den ayrılır ayrılmaz Edirne’ye gitmeyip iyice dolaştığı Batı
Anadolu’nun artık uygun bir alan olmadığını anlamış, muhtemelen isyan
hareketini ancak Balkanlar’da gerçekleştirebileceğini düşünmüş ve buna en uygun
yer olarak gördüğü Eflak’a özellikle gitmiş, Musa Çelebi’yle yakınlığı bulunan
Eflak Prensi Mirça’nın kendisine sağladığı imkanlarla burada bir müddet ikâmet
etmiştir.
Şeyh Bedreddin’in takip ettiği güzergâh, hareket sebebi gibi konularda
farklı bilgiler veren tarih kaynaklarına bakıldığında, yakalandığı yer ve
yakalanış şekli konusunda da farklı bilgilerin verildiği görülmektedir. Aşağıda
da görüleceği üzere, Şeyh Bedreddin’in ele geçirildiği yer olarak “Ağaçdenizi”,
“Zağra” ve “Edirne kırı” gibi yer isimlerinin zikredildiği kaynaklarda, isyan
hareketinin kabulüne paralel olarak, “bizzat padişahın yakaladığı”, “etrafında
toplananların onu yakalayıp padişaha götürdükleri”, “padişahın gönderdiği
kapıcıbaşı komutasındaki askerî birlik tarafından ele geçirildiği” gibi
görüşlere yer verilmiştir.
İbn Arabşâh, Şeyh Bedreddin’in isyan ve yakalanma yeri olarak “Edirne
kırı” ifadesini kıllanmıştır. Ona göre Şeyh Bedreddin, Edirne kırsalına
ulaştığı zaman, onun gelişi kısa sürede halk tarafından duyulmuş ve etrafına
her taraftan pek çok kimse toplanmıştır. Bilumum halkın kendisiyle birleşmesine
ramak kala bizzat Sultan Çelebi Mehmed’in sıkıştırmasıyla mağlup edilmiştir.
Âşıkpaşazâde’ye göre Ağaçdenizi’ne giren Şeyh Bedreddin, şimdiden sonra
padişahlığın kendisinde olduğunu, hurûc ettiğini, ne dileği olan varsa
geldiğinde verileceğini, kendisinin halife olduğunu ilan etmiş, halkın durumdan
haberdâr olması amacıyla illere kendi adamlarını göndermiş, sancaklar ve
subaşılıklar adayarak etrafında bir hayli kuvvet topladığı için kazaskerlik
yaptığı sırada timar verdiği kimseler de kendisine katılmışlar, ama gelenler,
bu işte hayır olmadığını görmüşler ve onu tutup yakalayarak, Serez’de bulunan
Sultan Mehmed’e götürmüşlerdir.
Şeyh Bedreddin’in takip ettiği güzegâh için İsfendiyaroğlu, Kefe, Eflak,
Silistre, Ağaçdenizi bölgelerini sıraladıktan sonra, Âşıkpaşazâde’de olduğu
gibi Şeyh Bedreddin’in mâiyetinin çoğaldığını ve çeşitli kesimlerden pek çok
kimsenin onun etrafında toplandığını söyleyen Oruç Bey’e göre ise, Şeyh
Bedreddin’in etrafındakiler bu işte bir hayır görmeyip dağılmışlar, padişah da
durum kendisine haber verilince, kapıcıbaşısı ile iki yüz kişi göndermiş ve
bunlar da Zağra’da yakaladıkları Şeyh Bedreddin’i alıp, buradan Sultan’a
götürmüşlerdir.
Görüldüğü gibi, söz konusu kaynaklardaki bilgiler, Şeyh Bedreddin’in
yakalanma şekli bakımından birbirine uymamaktadır. Bu arada, İbn Arabşâh’ın
“Bizzat Çelebi Mehmed’in sıkıştırmasıyla mağlup edilmiştir” şeklinde verdiği
bilgiyle “kapıcıbaşı komutasındaki birliğin yakaladığını” söyleyen Oruç Bey’in
verdiği bilginin arasını bulmak mümkün gibi görünse de, “padişahın bizzat
mağlup” etmesi, bunu zorlaştırmaktadır. Öte yandan, Şeyh Bedreddin’in kendi
adamlarınca yakalanıp teslim edildiğine dair Âşıkpaşazâde tarafından verilen
bilgi ise, doğru görünmemektedir. Bu bilginin, “padişahın emri üzerine harekete
geçen birliğin, Şeyh Bedreddin’in etrafına toplanıp da aradığını bulamayan
kişilerden yardım görmesi” şeklinde bir varsayıma dayandığı farzedilse bile, kaynaktaki
ifadenin tarzından dolayı aşağılayıcı bir tavır içinde olunduğu açıkça
görülmektedir.
Başta Halil b. İsmail olmak üzere, Şeyh Bedreddin’in isyan ettiğini kabul
etmeyen kaynaklara göre Şeyh Bedreddin, aslında iftiraya kurban gitmiş masum
bir kişidir. Halil b. İsmail’e göre Şeyh Bedreddin’in asıl amacı, Timur
ülkesine gitmek iken İsfendiyar Bey, Şahruh’un zalim ve Osmanlılar’a düşman
biri olması dolayısıyla buna razı olmadığı için onu Kırım’a göndermiş, bu arada
deniz yolu Cenevizliler tarafından kesilmiş olduğundan, Şeyh Bedreddin Eflak
sahilinde karaya çıkmak zorunda kalmıştır. Daha sonra Nûru’l-kulûb adlı
tefsirini padişaha sunmak için Edirne’ye dönmeye karar veren ve önce
Ağaçdenizi’ne, buradan da Zağra’ya geçen Şeyh Bedreddin’in etrafında kendisinden
iyilik gören pek çok kişi toplanmıştır. Her ne kadar verdiği nasihatlerle
etrafındakilerin dağılıp gitmesini sağlamış olmasına ve aslında isyan gibi bir
niyet içinde bulunmamasına rağmen, fesatçıların kışkırtmaları sebebiyle
kendisine karşı bir kastı olabileceği düşüncesine kapılan padişah tarafından
gönderilen Kapıcıbaşı Elvan Bey komutasındaki iki yüz kişilik bir kuvvet yola
çıkarılmış, bunlar Şeyh Bedreddin’in saltanat peşinde olmadığını görünce
yaptıklarından pişman olmakla birlikte, padişahın emrini yerine getirmek için,
onu alıp Serez’e götürerek bir evde hapsetmişlerdir.
İfadelerinden anlaşıldığı kadarıyla, Halil b. İsmail’e göre Şeyh
Bedreddin’in asıl amacı Timur ülkesine gitmek iken, Şahruh’un zâlim biri olması
ve Osmanlılarla arasında düşmanlık bulunması gibi sebeplerden dolayı,
İsfendiyar Bey tarafından Kırım’a gönderilmiştir. Halbuki bir çok konuda Halil
b. İsmail’i takip eden Taşköprizâde’ye göre Şeyh Bedreddin’in asıl amacı, Tatar
ülkesine gitmektir. Nitekim Şeyh Bedreddin, İsfendiyar Beyi’nden böyle bir
talepte bulunmuş, fakat Osmanlı Padişahından çekindiği için İsfendiyar Beyi
buna izin vermemiş, onu Zağra’ya gitmeye sevk etmiştir. Kendisini sevenlerin
Zağra’da onun etrafında toplanmalarını çekemeyen bazı müfsitler, Şeyh
Bedreddin’i kıskandıkları için, “saltanat istiyor” diye, onu padişaha ihbar
etmişlerdir.
5.
Şeyh Bedreddin’in Yargılanması ve İdam Edilmesi
Osmanlı kaynaklarında, idam fetvasının bizzat Şeyh Bedreddin’in kendisi
tarafından verildiği, yargılamanın Mevlânâ Haydar tarafından yapıldığı ve idam
fetvasını da yine onun verdiği, Şeyh Bedreddin’in Sultan Mehmed’in emriyle bir
heyet tarafından sorgulandığı, her ne kadar yargılamayı Mevlânâ Haydar yapsa
da, Şeyh Bedreddin’i suçsuz bulduğu için idam fetvasının Fahreddîn Acemî
tarafından verildiği gibi bilgiler yer almaktadır. Söz konusu bilgiler
arasındaki çelişkiler, Şeyh Bedreddin’in yargılanması konusunda kaynaklar
arasında görüş birliğinin bulunmadığını göstermektedir. Bununla birlikte,
elimizdeki kaynaklar her ne kadar içeriği hakkında detaylı bilgi verme
hususunda yetersiz bulunsa da, mahkemenin yürürlükteki hukuk usulüne ve
kurallarına göre oluşturulduğunu da göstermektedir. Ayrıca Şeyh
Bedreddin’in hem kendini savunmasına izin verilmesi, hem de sultan ile
münakaşa edebilmesi, mahkemenin, onun ilmine hürmeten ne denli müsâmahakâr ve
âdil olduğunu da ortaya koymaktadır.
İbn Arabşâh’a göre Sultan Çelebi Mehmed, Şeyh Bedreddin’i mağlup ettikten
sonra onu tutuklayarak hakkındaki fetvayı bizzat kendisinin vermesini istemiş,
o da “malının haram, kanının helâl olduğu” hakkında fetva vermiş, bunun üzerine
“isyan (bağy)” suçu işlediği sâbit görülmüş ve kendi fetvasıyla çıplak bir
şekilde asılarak idam edilmiştir. Âşıkpaşazâde’nin ifadelerine göre
yakalandıktan sonra Serez’e getirilen Şeyh Bedreddin, âlim bir kişi olduğu için
onun durumu, burada Sultan Çelebi Mehmed’in yanında bulunan ve Acem’den yeni
gelmiş olan Mevlânâ Haydar’a sorulmuş, “malı haramdır, ama kanı helaldir”
fetvasının verilmesi üzerine pazar içinde bir dükkanın önünde asılmıştır. Neşrî’ye göre Sultan Mehmed, yanında bulunan
Mevlânâ Haydar’a, Şeyh Bedreddin’in âlim bir kişi olduğunu söyleyerek durumunun
ne olacağını sormuş, o da “şer’an katli helal, ama malı haramdır” demiştir.
Şeyh Bedreddin de aynı şekilde fetva vermiş ve onu pazar yerine götürüp bir
dükkanın önünde asmışlardır. Oruç Bey’e göre, Acem elinden gelen Mevlânâ
Haydar, Şeyh Bedreddin ile bir hayli tartışmış, arada pek çok suâl gidip
gelmiştir. Nihayet, Mevlânâ Haydar’ın sözü üstün gelmiş, o da “kanının helal
malının ise haram olduğu” fetvasını vermiştir. Şeyh Bedreddin de bu fetvaya
uygun bulmuş ve her ikisinin ittifâkıyla Serez’de bir yerde asılmıştır. Dânişmend’in Kronoloji’sinde ise, Şeyh
Bedreddin’in, Sultan
Mehmed’in emriyle bir heyet tarafından sorgulandığı söylendikten sonra,
idam fermanını yine kendisinin imzalaması, pek tuhaf bir rivâyet olarak
değerlendirilmiştir.
Serez’de ev hapsinde tutulan Şeyh Bedreddin’e “saltanat ve peygamberlik
davasında bulunduğu” şeklinde ithamların yöneltildiğini, fakat onun bütün bu
iddiaları reddettiğini söyleyen Halil b. İsmail’e göre Çelebi Mehmed,
saltanatının elden gideceği kaygısıyla, Şeyh Bedreddin’in etrafına çok sayıda
kişinin toplanmasından (kesret-i ahbâb) çekinmiş ve onu ortadan kaldırmaya
karar vermiştir. Yine Halil b. İsmail’in verdiği bilgilere bakılırsa, Şeyh
Bedreddin, Çelebi Mehmed’in “niçin İznik’te kalmayıp kaçtığı” sorusu üzerine,
hacca gitmek için defalarca izin istediği halde buna izin verilmediğini ve
kendisine bu konuda bir cevap da verilmediğini, halbuki hacca gitmek isteyen
bir kimseye engel olmanın dînen haklı görülemeyeceğini, bunun bir “cevr”
olduğunu ve böyle bir yerden gitmeyi zorunlu gördüğünü söylemiştir. Daha sonra,
ilk başta Şahruh’un yanına gitmek istediği halde, bunu uygun görmediği için
vazgeçip İsfendiyar Bey’inin yanına gittiğini ifade eden Şeyh Bedreddin,
Kırım’a gidemeyince Eflak’a geçtiğini, oradan da Çelebi Mehmed ile görüşmek
için memleketine döndüğünü, ancak fesatçıların dedikoduları yüzünden
yakalandığını anlatmıştır. Yine aynı kaynağa göre, mahkemede yargılamak
için görevlendirilen Haydar Herevî, sultandan müsaade isteyerek iki gün boyunca
Şeyh Bedreddin ile özel görüşme yapmış, onun ilmî derecesini takdir etmiş ve
idam edilmemesi gerektiğini söylemiş, fakat sultanı ve çevresindekileri ikna
edememiştir. Başta Bayezid Paşa ve Fahreddin Fenârî olmak üzere, Sultan Çelebi
Mehmed’in, Şeyh Bedreddin’i ortadan kaldırma isteği içinde olduğunu gören
münafıklar, Şeyh Bedreddin’e bazı sorular sormuşlar, fakat o, bunlara cevap
vermek yerine kendisine haksızlık edenlere beddua etmeyi tercih etmiştir.
Sonuçta, idam cezası kesinleşen Şeyh Bedreddin, yakınlarıyla görüşüp birtakım
vasiyette bulunmuş, hapsedildiği evden çıkarılarak meydana getirilmiş ve hemen
idam edilmiştir. Bütün gün boyunca cesedi darağacında bırakılan Şeyh Bedreddin,
vasiyeti gereği önce yıkanmış ve orada defnedilmiştir. Halil b. İsmail’e göre
Şeyh Bedreddin’in idamı “şer’an” değil, devlete isyan suçundan dolayı “örfen”
infaz edilmiştir.
Görüldüğü gibi, Halil b. İsmail’e göre “ictihâd ehli” kabul edilen Şeyh
Bedreddin’in İznik’ten kaçışı, hacca gitmeye engel olmanın “cevr” sayılması ve
“cevr olan yerden intikâlin gerekli görülmesi” şeklindeki bir ictihâdın
sonucudur. Bu durumda hacca gidemediği gibi, İznik’te de kalamayacak olan Şeyh
Bedreddin’in başka yerlere gitmesi meşrû görülmektedir. Öte yandan, idam
edilmesini gerektirecek şekilde şeriata aykırı düşüncelere sahip olmadığı
mahkeme tarafından tescil edilmiş olmakta, idam cezasının şer’î hukûka göre
değil, örfî hukûka göre infaz edildiği ortaya çıkmaktadır. Bu arada, Halil b.
İsmail’in bahsettiği ve Şeyh Bedreddin’in idam fetvasını veren kişi olarak
gösterdiği Fahreddîn’in kim olduğu tam olarak belli değildir. Meşhur Molla
Fenari’nin (751/834-1350/1431) adının Fahreddîn değil de Şemseddin Muhammed
olarak bilinmesi sebebiyle, buradaki kişinin başka biri olması gündeme gelmekte
ve bunun, Molla Fenarî’den sonra ikinci Osmanlı Şeyhülislâmı olan ve Edirne’de
hurûfîleri yaktırmakla ünlenen Mevlânâ Fahreddîn el-Acemî (ö. 860/1460) olduğu
ihtimâli üzerinde durulmaktadır.
Şeyh Bedreddin’e bu cezanın verilmesinde şeriatın hükümlerine karşı
gelmek gibi suçlamadan bahsetmeyen Uzunçarşılı, devlete isyan suçundan dolayı
idam edildiği şeklindeki görüşe katılmaktadır. Şeyh’i fıkıh ilminin en büyüklerinden biri
kabul eden ve onun, fikirleri geliştikçe İslam esaslarından sıyrılarak daha
serbest bir dünya görüşüne ulaştığını söyleyen Ahmet Mumcu’nun düşünceleri de
aynı yöndedir. Mumcu’ya göre, Şeyh Bedreddin, İslam-Hıristiyan-Musevi
ayrılığını kaldırmış ve bazı sosyalist iktisâdî kurallar ortaya atmıştır. Her
ne kadar kazaskerliği döneminde bunları uygulamak istemişse de, Çelebi Musa’nın
devleti kısa bir süre sonra yıkılınca, Çelebi Mehmed’e karşı ayaklanmış ve
çömezleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal aracılığıyla yeniden kurulan Osmanlı
Devleti’nin başına ciddi bir tehlike çıkarmıştır. İdamında yargılamanın
yapılması ve fetva alınması, servetinin de müsâdere dışı tutulması son derece
dikkate değerdir. Sonuç
olarak Şeyh Bedreddin, aykırı inanç ve fikirlerinden dolayı değil, devlete
karşı giriştiği öne sürülen hareket sebebiyle idam edilmiştir.
6.
Şeyh Bedreddin’in İdam Tarihi
Şeyh Bedreddin’in idam hükmünün Edirne’deki Serez çarşısında, bir
dükkânın önünde infaz olunduğu konusunda hemfikir olan kaynaklarda, infazın
tarihi konusunda farklı bilgiler sunulmaktadır. Nitekim, elimizdeki
kaynaklarda, bu konudaki ilk bilginin, Şeyh Bedreddin’in 820/1417 yılında
asıldığını söyleyen İbn Arabşâh’a ait olduğu ve Oruç Bey ile Taşköprizâde’nin
de onu takip ettiği görülmektedir. Şeyh Bedreddin’in idam tarihi hakkındaki diğer
bir bilgi, Halil b. İsmail tarafından kaydedilen “İnnehû meczûbun hû (Şüphesiz
o, Allah’ın bir meczûbudur)” şeklindeki tarih terkibinde bulunmaktadır.
Gölpınarlı, Halil b. İsmail tarafından idam tarihi olarak düşülen bu
terkibin, cifr hesabına göre, 27 Şevval 818 Cuma gününü gösterdiğini
söylemektedir. Bahsedilen yılda hilalin görünmemesi sebebiyle bir iki günlük
tefâvüt meydana geldiği için, Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin’in verdiği
tarih bakımından, Şeyh Bedreddin’in idam tarihinin 20 Ocak 1415 Cuma günü
olması gerektiğini söyleyen Gölpınarlı’nın hesabına göre, idamı esnasında Şeyh
Bedreddin 56-57 yaşlarında olmaktadır. Halbuki Şeyh Bedreddin, et-Teshîl
isimli eserini 8 Şevval 816 Pazartesi günü yazmaya başlamış ve 27
Cemâziyelâhir 818 Salı günü bitirmiştir. Buna göre, Halil b. İsmail’in
verdiği idam tarihi (27 Şevval 818) ile Şeyh Bedreddin’in eserini tamamladığı
tarih (27 Cemâziyelâhir 818) arasında sadece üç ay yirmi üç gün bulunmaktadır.
Bu durumda, Şeyh Bedreddin’in İznik’ten kaçması ile idam edilmesi arasında
geçen olayların bu kadar kısa bir zamana sığmasının mümkün olmamasından dolayı,
Gölpınarlı’ya göre, idam tarihinin 820/1417 ile 823/1420 yılları arasında
olması daha doğru görünmektedir.
Halil b. İsmail’in verdiği tarih terkibi, Ahmet Yaşar Ocak tarafından da
değerlendirmiş ve söz konusu terkibin, ebced hesabıyla, hicrî tarih olarak 27
Şevval 818 Cuma, miladî tarih olarak 30 Aralık 1415’e takâbül ettiği
söylenerek, kaydedilen tarihin tam olarak doğru bulunmadığı belirtilmiştir.
Ocak’a göre, Halil b. İsmail’in verdiği tarih gerçekte cumaya değil,
pazartesiye rastlamakta, cuma gününe denk gelen tarih ise, 2 Zilkâde 818 / 2
Ocak 1416 günü olmaktadır. Halil b. İsmail’in verdiği h. 818 tarihinin, ebced hesabıyla
kayıt düşürüldüğü için yanlışlığının söz konusu olamayacağını söyleyen Ocak,
Halil b. İsmail’in, h. 818 tarihini doğru bilmediği ihtimâline değindikten
sonra, 27 Şevval’in yahut cuma gününün yanlış olması üzerinde durmaktadır.
Ocak’a göre idam tarihi, 27 Şevval doğru kabul edildiğinde 30 Aralık 1415, cuma
günü doğru kabul edildiğinde ise, 2 Zilkâde 818 / 2 Ocak 1416 olmalıdır. Bütün
bunlardan sonra, “İbn Arabşâh gibi Şeyh Bedreddin’le karşılaştığı tarihi çok
iyi kaydeden bir müellifin şahâdeti göz önüne alındığında, idamın 1415’in
sonlarında infazı mümkün değildir” diyen Ocak’ın ulaştığı kanaat, Şeyh
Bedreddin’in 1416 yılının sonlarında idam edilmiş olmasıdır. Bu durumda Ocak’ın, Şeyh Bedreddin’in idam
tarihi konusunda Oruç Bey ve Taşköprizâde gibi İbn Arabşâh’ı takip ettiğini
söylemek yanlış olmayacaktır.
Gölpınarlı ve Ocak’ın yaptığı gibi, Halil b. İsmail’in verdiği tarih
terkibini değerlendiren Müfid Yüksel’e göre, bu terkibin gösterdiği h. 818
tarihi, Şeyh Bedreddin’in idam tarihini belirtmekten uzak görünmektedir.
Yüksel, et-Teshîl adlı eserinde Şeyh Bedreddin’in bu eserini İznik’te
hapis ve gurbet sıkıntıları içinde h. 818 yılının Cemâziyelâhir ayında
bitirmesini, bu ayın sonlarıyla aynı yılın 27 Şevval’i arasında dört ay
civârında bir zamanın söz konusu olmasını ve Şeyh Bedreddin’in İznik’ten kaçışı
sonrasındaki olayların çok daha fazla zaman diliminde vukû bulmuş olmayı
gerektirmesini gerekçe göstererek, idam tarihinin h. 820 olmasının daha
kuvvetle muhtemel olduğunu söylemektedir. Bunun yanında, Yüksel, Osmanlı
kaynaklarında Çelebi Mehmed’in, Şeyh Bedreddin’in idamından çok kısa bir süre
sonra (h. 820-824 arası) öldüğünün bildirilmesinden hareketle, idamın, h. 820
ya da daha ileri bir tarihte olması ihtimâlini kuvvetli bulmaktadır.
Uzunçarşılı, Samsun ve havalisinin alınmasına ilişkin tarihten yola
çıkarak Şeyh Bedreddin’in idam tarihi hakkında görüş belirtmektedir.
Uzunçarşılı’ya göre, söz konusu yerlerin alınmasına dair tarih kaydına ilişkin
terkib, h. 823 yılını gösterdiğine ve Şeyh Bedreddin’in, buraların alınmasından
sonra idam edildiği bilindiğine göre, idamın 823/1420 tarihinde infaz edilmiş
olması gerekmektedir. İdam
tarihi hakkında herhangi bir gerekçe belirtmeyen Dânişmend’e göre, Şeyh
Bedreddin’in idam tarihi yaklaşık olarak 822-823/1421-1422 yıllarına tekâbül
etmektedir. Mehmed Süreyya
da, Dânişmend gibi herhangi bir gerekçe belirtmemekte ve “şer’an ömri hitâma
erdirilmiştir” diyerek 825/1422 yılını idam tarihi olarak göstermektedir.
Görüldüğü üzere, “cifr/ebced hesabı” “et-Teshîl’in yazım tarihiyle
ilgili bizzat Şeyh Bedreddin’in kendi ifadeleri”, “Çelebi Mehmed’in ölüm
tarihi”, “Samsun ve havalisinin alınış tarihi” gibi ölçütlerden hareketle, Şeyh
Bedreddin’in idam zamanı ile ilgili olarak 818-825 (1415-1422) yılları arasında
değişen çeşitli tarihler ortaya atılmıştır. Burada, henüz kesin bir bilgiye
ulaşılamadığı için tam bir tarih vermenin doğru olmayacağını düşünmekle
birlikte, h. 820 veya sonrasındaki bir zaman diliminin Şeyh Bedreddin’in idam
tarihi olarak sunulabileceğini söyleyebiliriz. Bu konudaki düşüncemiz,
özellikle et-Teshîl isimli eserin yazımının h. 818 yılı Cemâziyelâhir
ayında bitirilmiş olmasına dayanmaktadır. Zira, bu eserin yazılmasından sonra
yaşanan olaylar, aradan birkaç yılın geçmiş olmasını makul hale getirmektedir.
7.
Çeşitli
Faktörler Bakımından İsyan İddialarının Değerlendirilmesi
Şeyh Bedreddin’e yöneltilen isyan iddiaları, geniş kapsamlı olma,
toplumsal yapıyı etkileyebilme ve dinî-sosyal yankılar meydana getirecek bir
niteliğe sahip olabilme bakımından, karşılaştırıldığı diğer hareketlerden çok
ileridedir. Bu sebeple, söz konusu iddiaların gerçekleşebilme imkânı
bakımından, çeşitli faktörlerin etkisinin varlığından yararlanıldığı da
müşâhede edilmektedir. Bu arada, dönemin şartları göz önüne alındığında, iddiaların
dayandırıldığı pek çok faktörün mevcudiyeti doğal karşılanmalıdır. Zira,
Osmanlı’nın mağlubiyeti ile sonuçlanan 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra ortaya
çıkan toplumsal bunalım ortamı, bunun sebep olduğu otorite boşluğu, yine buna
bağlı olarak nüfuz ve çıkar mücadeleleri, kısaca “fetret devri” adı verilen
dönemin kendine has şartlarının içerdiği faktörler, büyük oranda Şeyh Bedreddin
olayı ile yakından alâkalı olarak görülebilir.
Bunun dışında, saltanat mücadelesi veren rakiplerini saf dışı bırakarak,
Osmanlı iktidarını ele geçiren Çelebi Mehmed’in, otoritesini pekiştirmeye
başlamasından sonra meydana gelmesi sebebiyle, Şeyh Bedreddin olayının
zamanlaması da ipucu verecek niteliktedir. Saltanat kavgaları bittiğine ve
iktidar makamı sahibini bulduğuna göre, bu olayın tanımlanması ve iddia edilen
hareketin altında yatan sebebin açıklanması, daha önce iktidara tâlip olan
diğer rakiplerle karşılaştırıldığında, farklı olacak demektir. Çünkü, diğer
şehzadeler açısından bir iktidar kavgası söz konusudur. Halbuki, aynı şey
burada, Şeyh Bedreddin için söylenemez. Zira, ortada hâkimiyetini sağlamış bir
idareci vardır. O halde, hareketin tanımı “isyan” şeklinde olacaktır. Bu
durumda, pek çok Osmanlı kaynağı tarafından dile getirilen “saltanat davası”
iddiası, isyan ile saltanat mücadelesi arasındaki ayrımı ortaya koyamadığı için
olayı izah etmekten uzak görünmektedir.
Hoca Sâdeddin Efendi’ye göre, Şeyh Bedreddin’in başkaldırısı, başlangıçta
herhangi bir saltanat iddiasıyla ortaya çıkmış değildir. Bu durum, belki hareketin
ileri aşamaları için söz konusu olabilir. Zira, bazı dostlarıyla beraber
Zağra’ya giden Şeyh Bedreddin, bu sırada Börklüce Mustafa adındaki müridinin
baş kaldırması sebebiyle töhmet altında kalmış, düşmanlarının kendisini
çekiştirdiklerini bildiğinden, düştüğü korku sonunda, kimi dostlarının yardımı
ile baş kaldırmıştır ve işin sonu bilinen âkıbetle neticelenmiştir. Bu durumda, Şeyh Bedreddin’i planlı bir
şekilde hareket ederek saltanat peşinde koşan bir isyancı olarak görmediği
anlaşılan Hoca Sadeddin Efendi’nin verdiği bilgilerin, söz konusu hareketin
oluşumundaki faktörleri “töhmet”e ve “korku”ya indirgediği söylenebilir.
Şeyh Bedreddin’in Selçuklu soyundan geldiğini öne süren görüşlerin
savunulduğu tez, onu harekete geçiren faktör ya da bunlardan biri olarak
görülebilir mi? Bu soruya verilecek cevabın olumlu olması, onun, kendini
yöneticiliğe lâyık, yüksek sınıfa mensup biri olarak görmesi anlamına gelir.
Ulemâ ailesinden gelen saygın bir kişiliğe sahip olması da buna eklenince,
ortaya üzerinde düşünülmesi gereken bir ihtimâl çıkar. Uzunçarşılı ise, bu
hususun, siyasal iktidar talebiyle meydana çıkanların, bu hareketlerini meşrû
göstermek için, hep eski hükümdar sülâlelerinden birine mensup olduklarını
ileri sürerek, sahte şecereler uydurmaları kâbilinden olduğunu söylemektedir.
Şeyh Bedreddin’in isyan ettiğini ve bu isyanın, mehdîlik (mesiyânik)
davasıyla ortaya çıkan bir hareket mâhiyeti taşıdığını ifade eden Gölpınarlı,
Şeyh Bedreddin’den önce meydana gelen aynı karakterdeki benzer hareketlerin
kısaca tarihçesini verdikten sonra, Nuruosmaniye Kütüphanesi, nr. 2813’te
kayıtlı bulunan ve “Rûm ülkesi”nde, yani, Anadolu’da meydana gelecek olayları
anlatan “Sayhâtu’l-bûm fî havâdisi’r-Rûm (Anadolu olayları hakkında
baykuş çığlığı)” isimli bir risâleden ve onun yazarı olan Abdurrahman b. Ali
el-Bistâmî’den (ö.852/1431) bahsetmektedir. Bu kişinin, adı geçen kitabını Şeyh
Bedreddin’e okuturken “sâhibu’z-zuhûr”, “sâhibu’l-hurûc” olacağı inancını ona
aşıladığı ve o zamanın âdetince, Şeyh Bedreddin’in “ulûmu garîbe”ye ait
kitaplarla uğraşmış da olabileceğini düşünen Gölpınarlı, Timur akınının meydana
getirdiği iktisâdî ve ictimâî çöküntünün, onun şuuraltı inancını
kuvvetlendirdiği ve kıyâm etme zamanının geldiğine onu inandırdığı kanaatini
taşımaktadır.
Şeyh Bedreddin’in isyan ettiğini düşünen ve bunu önce sosyal birtakım
rahatsızlıklardan doğmuş, fakat daha sonra siyâsî bir amaca yönelmiş bir
hareket olarak gören Ocak, bu isyanın büyük ölçüde 1402 Ankara Savaşı’ndan
sonra Fetret Devri denilen 1402-1412 yılları arasındaki dönemde, Osmanlı
devletinin maruz kaldığı siyâsî, içtimâî ve iktisâdî buhranların bir ürünü
olarak kabul eden görüşe katılmakta ve olayı, bir çok yönüyle ele alarak
değerlendirmeyi tercih etmektedir. Bu bakış açısına göre Şeyh Bedreddin, sırf
Osmanlı iktidarına el koymak için değil, hudut boylarındaki köklü gazi
geleneğinden, üstelik bir de ulemâ ailesinden gelen yüksek sınıfa mensup biri
sıfatıyla, merkeziyetçi bir yönetim tarzını arzu etmediği için, merkezkaç gücü
temsil eden biri olarak bu gücü elinden bırakmamak amacıyla isyan etmiştir.
Şeyh Bedreddin’in Çelebi Mehmed’e karşı çıkışının altında yatan asıl
sebep ya da sebeplerden biri olarak “saltanat karşıtlığı” gösterilebilir mi? Bu
soru, anakronik bir yaklaşımla makul gibi görünse de, bunun böyle olmadığını
gösteren birtakım ipuçları mevcut bulunmaktadır. Musa Çelebi’nin kazaskerliğini
kabul etmesi ve bu suretle üst düzey saltanat bürokrasisinde yer alması, o
devirde saltanat rejiminin genel geçerliliğinin olması ve kendisinin böyle bir fikre
sahip olduğunu gösteren kesin delillerin bulunmaması gibi sebeplerden dolayı,
söz konusu soruya müspet cevap vermek uzak bir ihtimâl olarak görünmektedir.
Bazı kaynaklarda, kronolojik olarak, daha öncesine ait bir kaynak tespit
edilemediği sürece Dukas’a dayandığı kesin olan “eşitlikçi ve paylaşımcı” bir
ideolojinin, Şeyh Bedreddin tarafından benimsendiği söylenmekte ve bu, isyana
götürücü bir faktör olarak değerlendirilmektedir. Örneğin, Danişmend’e göre
Şeyh Bedreddin, felsefesinin esasını panteizmin oluşturduğu şiddetli bir
materyalist ve komünisttir. Çünkü, madde âleminin ezelî ve ebedî olduğunu
müdâfaa etmekte ve buna karşılık âhiret hayatını reddetmektedir. Üstelik,
cemiyeti alâkadar eden fikirleri mevzûata aykırıdır. Ayrıca, arazi ve malların
taksimini Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasındaki farkların
kaldırılmasını, bunlar arasında eşitlik olmasını ve haramların helâl
sayılmasını istemektedir. Benzer iddiaları dillendiren Raif
Yelkenci’ye göre, Şeyh Bedreddin’in akîdesinde ibadet mecburiyeti
olmadığı gibi, haramlar mübâh sayılmış, ahlâkî kâideler ise kaldırılmıştır.
Burada iddia edilen ideoloji, Akdağ’a göre üç yönlü bir bileşim içinde
anlam kazanmaktadır. Birbirine sebep-sonuç ilişkisiyle bağlı olan siyâsî
karışıklık, iktisâdi hercümerç ve içtimâî buhrân, birinci yönü; tarikat
yolundan gelmek suretiyle temin edilen manevi şöhret, ikinci yönü; devlet
ricâlinden (Osmanlı siyasi kadrosu) olması ve bu sûretle, hem mevcut
siyâsî-içtimâî nizâmın yabancısı olmak gibi bir mahzurdan kurtulması, hem de bu
kadrodan, davasına arkacı olanların bulunması, üçüncü yönü oluşturmaktadır.
Buna göre, düzeni bozulmuş olan bu çevrede türeyen Türkmen bekârlarının çokluğu
ve bilhassa Anadolu’dan öte yakaya geçen Türklerin Rumeli’de meydana
getirdikleri izdihâm, buralarda bir iş darlığı ve dolayısıyla iktisâdî
hercümerce sebep olmuştur. Sonuçta, bilhassa bekâr kitlelerine sunulan mal
yağması, istikbâl vaadi ve hatta birçok içtimâî ahlâk kaidelerinden kurtulma
gibi çözümler, iktisâdî ve içtimâî buhrânın doğurduğu rûhî buhrânı atlatma
yolları olarak heyecanlı bir ayaklanmanın en müsâit zeminini teşkil etmiştir.
Şeyh Bedreddin’e mal edilmeye çalışılan ideolojinin, sosyal ve siyâsî
karışıklıklar sonucunda, iktisâdî düzenin bozulmasına ve buna bağlı olarak
sosyal sınıf ve tabakalar arasındaki ahengin altüst olmasından kaynaklanan
menfaat çatışmasına bağlanmasına yönelik düşünce, Fındıkoğlu ve Cerrahoğlu
tarafından da dile getirilmiştir. Bunlara göre, Osmanlılar tarafından
Anadolu’da Türk birliğini kurmak amacıyla yapılan çalışmalar sonuç vermek
üzereyken, Ankara Savaşı ve Moğol istilası sebebiyle düzen bozulmuş, Musa
Çelebi ve Mehmed Çelebi, farklı gurupların ekonomik ve siyâsî menfaatleri için
mücadele etmişlerdir. Böyle bir mücadele ortamında haklarının çiğnendiği
düşüncesiyle zaten hazır hale gelmiş halkı, eşitlik ve bağımsızlık gibi
sloganlarla harekete geçirmek pek de zor değildir.
Sosyal ve siyâsî karışıklıklar sonucunda iktisâdî düzenin bozulması
düşüncesinden hareket eden ve “Şeyh Bedreddin hareketi” şeklinde yaklaşımını
tanımlayan Yalçın’a göre bu hareketin ortaya çıkmasındaki etken, “mülkiyet
dengesizliği”dir. Zira Selçuklular devrinden itibaren ortaya çıkan dînî
hareketlerde, hep bu etken müessir olmuştur.
Musa Çelebi ile Mehmed Çelebi arasında farklı gurupların menfaatinin
sağlanması için gerçekleştiği söylenen mücadelede söz konusu olan guruplar,
Yetkin tarafından bir yanda Sırp kralı, Bizans ve Osmanlı aristokrasisi; diğer
yanda durumundan memnun olmayan halk kitlesi şeklinde açıklanmaktadır. Bu durumda
Yetkin’e göre Musa Çelebi’nin iktidarı, toplumsal hoşnutsuzluk içindeki halk
kitlelerinin desteğiyle elde edilmiş olduğu için, ona göre Şeyh Bedreddin’in de
içinde bulunduğu hareket, halkçı niteliğe sahip olmaktadır.
Görüldüğü gibi, yukarıdan beri üzerinde durulan ideoloji, burada iktisâdî
temellere dayalı, fakat siyâsî amaca yönelik hareketin başarıya ulaşmak için
kullandığı vasıtalardan biri olarak takdim edilmektedir. Ortada gözle görünür
bir kargaşa vardır ve bunun sebebi, birbirine bağlı sosyal-siyâsî-iktisâdî
etkenlerdir. Burada, Mehmed Çelebi’nin aristokratik tavrına karşı Musa
Çelebi’nin halkçı niteliği öne çıkarılmakta, halk kitlelerini peşine
takabildiğine göre Şeyh Bedreddin’in de aynı sloganları kullandığı
düşünülmektedir. Bu düşüncenin temelinde ise, babası kadılık yapmış ve halkın
içinde bulunduğu şartları tahlil etmiş olan Bedreddin’in, halk kitlelerinin
meselelerine çare düşünmüş olması ihtimâlidir. Dolayısıyla, diğer iddialarda olayın meydana
gelişinde etkin olan faktörlerden biri olarak ideoloji, burada dinî olmanın
ötesinde, farklı bir konumda yer almaktadır.
Bütün bu iddiaların kaynağı olan Dukas’ta, söz konusu fikirlerin sadece
Börklüce Mustafa’ya izafe edildiği ve Şeyh Bedreddin’den hiç bahsedilmediği
açıktır. O halde, buradaki iddiaların esasını Börklüce ile Şeyh Bedreddin
arasındaki ilişki oluşturmaktadır. Ancak, biz bu ilişkinin zikredilen iddia
için yeterli olmadığını düşünüyoruz. Zira, müellifinin Şeyh Bedreddin’le bizzat
görüştüğü, onun ilmine hayran kaldığını söylediği, kronolojik olarak Dukas’tan
önce yer alan Ukûdü’n-nâsıha’da böyle bir bilgi yoktur. Burada, o
vakitte Şeyh Bedreddin’in henüz böyle bir düşünceye sahip olmadığı yahut varsa
bile bunu açığa vurmadığı ihtimâli akla gelse bile, bunun pek bir önemi yoktur.
Çünkü, Dukas’tan sonra telif edilen ve Şeyh Bedreddin’in Sakız Adası’ndaki
rahiplerle görüştüğünü ve onları müslüman ettiğini zikreden eserlerin hemen
hiçbirinde, buradaki iddiaya yer verilmemiştir.
Ahmet Mumcu’ya göre Şeyh Bedreddin olayı, bize kuruluş devrinde bir fikrî
hoş görmenin mevcut bulunduğunu göstermiştir ve bu hoş görmeyi fikir hürriyeti
olarak yorumlamağa imkân yoktur. Bu hoş görme, ancak merkezin, dolayısıyla
teokratik kuvvetin henüz tam otoritesini kuramaması sebebiyle, feodal
unsurların nisbî bir serbestlik içinde olmasıyla açıklanabilir. Zaman geçip
merkez kuvvetlenince, “Doğu”nun teokratik anlayışı devlete yerleşince, artık,
şeriatın temsilcilerinin dogmatik sünnî düşüncesine aykırı görüşler
yaşayamazdı. Zira egemenlik, sünnî anlayışa dayanıyor ve bu dogmatizme göre
yönetilen devletin kanun yorumcularının (ulemânın) da, bu sistemi
kuvvetlendirmesi gerekiyordu. Böylece, bu anlayışa aykırı düşünenlere yaşama
hakkı tanınmamıştır.
Ahmet Refik’e göre Şeyh Bedreddin, aslında âlim ve fâzıl bir kimse
olmakla birlikte, Osmanlı’da devlet idaresini yıkmak için ilk dinî kıyâmı
başlatan kişidir. Ahmed
Reşid’e göre de Şeyh Bedreddin, Osmalı’daki hürriyet kafilesinin başındaki
kimsedir. Yaltkaya ise Şeyh
Bedreddin’i, “tehlikeli bir ihtilalci” olarak tasvir etmiştir. Bu arada, düşüncesini “Bedreddin hareketi”
şeklinde ortaya koyan Kaygusuz tarafından bu hareket, Vehhâbî hareketiyle
karşılaştırılarak, ona nispetle idealinin yüksekliği ve samimiyeti itibariyle
eşsiz olduğu söylenmiş, Mevlüt Uyanık tarafından ise, benzer bir
karşılaştırma, Hâricî hareketi esas alınarak yapılmıştır. İsmet Zeki Eyüboğlu’na göre “Şeyh Bedreddin
hareketi” tamamen bir etki-tepki olayıdır ve Şeyh Bedreddin’in öldürülmesinin
veya yandaşlarının ayaklanmasının, onun dinî fikirleriyle bir ilgisi
bulunmamaktadır. Şeyh Bedreddin İznik’e sürülünce, çevresindekiler buna tepki
göstererek etrafında toplanmışlar ve onun sürgüne gönderilmesine karşı
direnmeye başlamıştır. Onların bu davranışları çok ağır bir karşı tepkiyle
karşılanınca, olaylar büyümüş ve bir ayaklanma haline dönüşmüştür. Esasen Şeyh
Bedreddin’in ve etrafındakilerin böylesine cezalandırılması, aslında Çelebi
Musa’ya yakın olmalarından kaynaklanmaktadır.
Bütün bu açıklamalardan sonra ve sonuç cümlesinden önce, Şeyh
Bedreddin’in kendi zamanındaki siyâsî otoriteye bakışı ve bunun meşrûiyetini
değerlendirmesiyle ilgili ipuçlarını yakalamamıza imkan veren cümlelerine
bakıldığında, söz konusu dönemde çeşitli yerlerde hükümdarlıklarını ilan eden
iktidar sahiplerinin, meşrûiyet sorunu ile karşı karşıya oldukları
söylenebilir. Zira, Şeyh Bedreddin’in düşüncesine göre Hz. Ali (r.a.) ve ona
tâbi olanlar “ehl-i adl”, hasımları ve onlara tâbi olanlar ise “bâğî”
konumundadırlar. Bu düşüncenin temelinde, devlet başkanlığına seçilecek olan
kişinin ümmetin en faziletlisi olması, bundan başkasının seçilmesinin meşru
sayılamayacağı, ümmetin en faziletlileri olmaları bakımından, dört halife
(Hulefâ-i Râşidîn) hakkında ümmetin icmâ ettiği şeklindeki kabuller yer
almaktadır. Bu kabulden hareketle, aralarında geçen mücadele sonucunda iktidarı
Hz. Ali’den (r.a.) alanların dayanabilecekleri tek meşruiyet kaynağı, elde
ettikleri gâlibiyet ve dolayısıyla, gâlip gelenin, iktidarı hak ettiği
(el-hükmü li’l-gâlib) düşüncesidir. O halde, Şeyh Bedreddin’in, kendi döneminde
iktidara gelme yolu olarak sadece “galip gelme” ölçüsünün esas alınmasından ve
iktidar sahiplerinin hepsinin dünyayı istemelerinden dolayı, hangisinin âdil,
hangisinin bâğî olduğunun tam olarak bilinememesinden şikâyetçi olması, aynı
zamanda, yukarıda zikredilen meşrûiyetsizliğin de ifadesi olmaktadır.
Şeyh Bedreddin’in burada sözü edilen düşüncelerinin alıntılandığı Câmiu’l-
fusuleyn isimli eserin, Musa Çelebi’nin kazaskeri iken kaleme alındığı
dikkate alınınca, yukarıdaki ifadelerden oldukça ilginç sonuçlar çıkmaktadır.
Bilindiği üzere, Musa Çelebi de diğer kardeşleri gibi “fetret dönemi” adı
verilen karmaşa yıllarında kendi siyasal otoritesini kurmaya yönelik iktidar
mücadeleleri içinde yer almış şehzadelerden biridir. O da, diğerleri gibi galip
gelerek hüküm sahibi olmuştur. Ayrıca, dünyayı talep etmeyle ilgili ifadenin
genelliği, onu da içine almaktadır. Dolayısıyla, adil mi yoksa baği mi olduğu,
diğer bir ifadeyle, meşrû olup olmadığı sorusu, onun için de sorulabilmektedir.
Öte yandan, Şeyh Bedreddin’in böylesine meşruiyet sorunuyla karşı karşıya olan
bir iktidarın sunduğu kazaskerlik teklifini kabul ederek böyle bir kişiden
görev aldığı bilinen bir gerçektir. Bu durumda, Hz. Ali’nin (r.a.) âdil
olmasını ve hükmün sahibi olarak görülmesini, onun galip gelip gelmemesine
bağlamayan, meşrûiyetlerinin kaynağını galip gelmelerini sağlayan güçte
bulmaları ve bu gücü yine
Emevîler’de olduğu gibi sırf dünyevi maksatlar için kullanmaları
sebebiyle, kendi devrindeki idarecileri tenkit eden Şeyh Bedreddin’in bu tutumu,
çelişkili gibi görünmektedir. Zira Şeyh Bedreddin, meşrû görmediği bir çarkın
en üst düzey dişlilerinden biri olarak görev yapmayı kabul etmiştir.
Şeyh Bedreddin’in “sahâbenin, Muâviye ve Yezid’den, tabiûn’un da
Haccac’dan görev kabul etmeleri”ne ve “âsîlerin istilâ ederek ele geçirdikleri
bir şehre tayin ettikleri hâkimin verdiği yargı kararlarının uygun olanlarının
geçerli kabul edildiği”ne ilişkin açıklamaları ve yukarıda zikredilen tavrı yan
yana getirildiğinde, söz konusu tavır, fıkıh geleneği bakımından olumlu
karşılanmalıdır. Zira sahâbe, Hz. Ali (r.a.) haklı olduğu halde iktidar
koltuğuna oturan Muaviye’nin, günahkâr ve zorba olduğu herkesçe bilinen
Yezid’in verdiği görevleri kabul etmişlerdir. Tâbiûn da, zamanının en günahkârı
olmasına rağmen Haccac’ın verdiği görevleri almışlardır. Dolayısıyla, Musa
Çelebi’nin iktidarının meşruiyeti ile Şeyh Bedreddin’in kazaskerlik görevinin
meşruiyeti birbirinden ayrı ele alınmalıdır. O halde, buraya kadar
anlatılanlar, Şeyh Bedreddin’in bu görevi kabul etmesinin, onun açısından Musa
Çelebi'nin hükümdarlığının meşrûiyeti için genel geçer bir delil teşkil
etmediğini de göstermektedir.
Şeyh Bedreddin’in söz konusu kazaskerlik görevini kabul etmesi, bu konuda
kendini ehil görmesinin de bir ifadesidir. Nitekim söz konusu tavrı, onun,
“İlmi ve adâleti sebebiyle yargı işine en uygun olduğu ortaya çıkan kişinin,
yargı görevini talep etmesi ona farz olur. Böyle yapmaz da görevden kaçınır ve
câhil yahut günahkâr bir kimse tayin edilirse, görevden kaçınan kişi günahkâr
olur” şeklindeki ifadeleriyle de paralellik arz etmektedir. Şeyh Bedreddin’e
göre, âdil, kitap-sünnet bilgisine ve re’y ictihâdına sahip olan kişi için, bu
tür görevlerde ruhsat söz konusu olabilir. Daha lâyık olanı varken bir
başkasına görev verilmemelidir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.), “halkı içinde daha
lâyık olan varken, başka birini göreve atayan kimsenin, Allah’a ve peygamberine
ihânet etmiş olacağını” bildirmektedir.
Sonuç olarak, Şeyh Bedreddin’le bağlantılı olup olmaması bir yana, sözü
edilen iddiaların dinî olmaktan çok, siyasi yönünün ağır bastığı görülmektedir.
Dönemin şartları dikkate alındığında, bu husus daha bâriz bir şekilde ortaya
çıkmaktadır. Zaten, zikredilen iddialarla alâkalı olarak kesin bir tarihî delil
de bulunmamaktadır. Şeyh Bedreddin, belki kendine daha yakın bulduğu için veya
ortam ve koşulların tesiriyle yahut bu konuda derinlemesine tarih araştırmaları
ile ortaya çıkacak başka bağlantılardan dolayı, siyasal mücadele ortamında Musa
Çelebi’nin yanında yer almış, Çelebi Mehmed’in galip gelmesiyle göz hapsine
alınmış, karizmatik kişiliğinin etkisine kapılarak çevresine toplanan
insanların çokluğu sebebiyle, mevcut iktidar açısından muhtemel bir tehlike arz
ettiği için de asılmıştır. O halde, buraya kadar anlatılanlar doğrultusunda, birçok
faktörün Şeyh Bedreddin hakkında etkin olabileceğini söylemek mümkündür. Zira
görülüyor ki, ister “olay” ister “isyan” adı verilsin, bütün boyutlarıyla bu
tarihi gerçek, tek bir faktörle izah edilemeyecek ölçüde karmaşık bir
niteliktedir.
11.
ŞEYH BEDREDDİN’İN
ESERLERİ
Şeyh Bedreddin’in başta fıkıh olmak üzere tefsir, tasavvuf, felsefe,
dilbilgisi gibi çeşitli disiplinlere ait eserleri olduğu bilinmekle birlikte,
kaynaklarda adı geçen eserlerin
bazılarının mevcut nüshasına henüz rastlanamamıştır. Bu sebeple burada,
tezimizin esas kaynaklarını teşkil eden Letâifü’l-işârât, Câmiu’l-fusûleyn
ve et-Teshîl (Letâif’in şerhi) isimli fıkıh eserleri tanıtılacaktır. Çalışmamızın ikinci bölümünde
ele alınacağı için, fıkıh konularının işlenmesine dair yöntemler üzerinde çok
fazla durulmayacak ve bunlara, söz konusu eserlerin yapı, kullanılan kaynaklar,
muhtevâ gibi şekil bakımından incelenmesi esnasında örnek kabilinden yer
verilecektir. Böylece, incelenen fıkıh eserleri bir yandan tanıtılmış, diğer yandan
bunların şekil ve muhteva bakımından baştan sona bir bütünlük ve tutarlılık arz
ettiği ortaya konmuş olacaktır. Şeyh Bedreddin’in diğer eserleri hakkında ise,
kaynaklarda bunlardan bahsedildiği kadarıyla, genel bilgiler vermekle
yetinilecektir.
B.
Şeyh Bedreddin’in Fıkıh Eserleri
1.
Letâifü’l-İşârât
Letâif, Şeyh Bedreddin’in fürû-ı fıkha dair ilk telif eseridir.
Dili Arapça olan eser, 27.9 x 18.3 (19.6 x 11) cm, 235 varak, 21 satır, nesih
hattıyla 825/1422 yılında istinsâh edilmiş olup, cildi siyah meşin, cilt
kenarları çerçevesiz, şirâzeli, yaldızlı miklebli, kağıdı kalın, cildi ve
sayfaları yer yer kurt yenikli, sayfa kenarları notlu bir şekilde Süleymaniye
Kütüphanesi, Yeni Cami Bölümü, nr. 540’da kayıtlı bulunmaktadır.
Şeyh Bedreddin besmele, hamdele ve salveleden sonra mukaddime kısmında
bu eserin, “mutavvelât” adı
verilen uzun hacimli kitapların özelliğinden uzak olduğunu, rivâyetler
konusunda bir hatırlatma olsun diye telif edildiğini, eserde anlaşılamayacak
kadar kısaltmaktan, bıktıracak kadar uzatmaktan kaçınarak kolay ve kısa
ibârelerle usûl ve fürûu topladığını, mezhep imamları arasındaki görüş
ayrılıklarına (hilâfiyât) dair çeşitli yöntemler kullandığını söylemektedir.
Söz konusu özellikleri bakımından muhtasar tarzda telif edilmiş olan bu eserde
Şeyh Bedreddin, kaynak olarak Mevsılî’nin (ö. 683/1284) el-Muhtâr li’l-fetvâ
, Tâcüşşerîa’nın (ö. 693/1294) Vikâyetü’r-rivâye fi mesâili’l-Hidâye,
İbnü’s-Sââtî’nin (ö. 694/1294) Mecmau’l-bahreyn
ve mülteka’n- neyyireyn, ve Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin (ö. 710/1310) Kenzü’d-dekâik
isimli eserlerini zikretmektedir. Letâifü’l-işârât’ın
fasıllarını Mecmau’l-bahreyn’in tertibini esas alarak düzenlediğini ve
yukarıda da belirtildiği gibi bu eserde görüş ayrılıklarına (hilâfiyât) yer
verdiğini söyleyen Şeyh Bedreddin, İmam Ebû Hanîfe, İmam Ebû Yûsuf, İmam
Muhammed, İmam Züfer, İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed b. Hanbel’e ait
görüşleri belirtmek üzere çeşitli yöntemler kullandığını ifade etmektedir.
İlgili görüşlerin belirtildiği
cümle kalıplarının, diğer bir ifadeyle, özne ve zaman bakımından fiil
kiplerinin kullanımına dayanan yöntemlerin, Şeyh Bedreddin tarafından “kâide”
şeklinde isimlendirilmiş olmasından dolayı, onun yöntemini mümkün mertebe aslî
şekliyle gösterebilmek amacıyla söz konusu yöntemler, bu çalışma boyunca yine
“kâide” şeklinde ifade edilecektir.
Şeyh Bedreddin’in Letâif’te kullandığını söylediği ilk üç kâide,
sırasıyla Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in, yani Hanefî mezhebinin ilk
üç imamın hangi görüşe sahip olduğunu gösterme amacına yöneliktir. Bundan
sonraki üç kâide ise, sırasıyla Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’un ortak görüşlerini,
Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’in ortak görüşlerini ve Ebû Yûsuf ile İmam
Muhammed’in ortak görüşlerini anlatmayı amaçlamaktadır. Görüldüğü gibi son üç
kâide, yine Hanefî mezhebinin ilk üç imamı hakkındadır ve aşağıda açıklanacağı
üzere, asıl itibariyle yukarıdaki kâideler kullanılarak, farklı düşünenin
zikredilmesi yoluyla, diğer iki imamın görüşünün ortaya konması veya farklı
düşünenlerin zikredilmesi yoluyla, diğer imamın görüşünün belirtilmesi gibi bir
mantığa dayanmaktadır. Buna göre, örneğin Ebû Hanîfe’ye ait görüşe yer
verildikten sonra tesniye (ikil) şeklindeki fiilin [“ikisi şöyle dedi (VU)”]
veya zamirin [“ikisine göre (W)”] kullanılması, Ebû Yûsuf’a ve İmam Muhammed’e
ait farklı bir görüşe delâlet etmektedir.
Buna göre, Şeyh Bedreddin’in uyguladığı ilk kâide, Ebû Hanîfe’ye ait
görüşler için “isim cümlesi”nin kullanılmasıdır. Örneğin, “Kitâbu’t-tahâret”
başlığı altında abdest konusu işlenirken kullanılan “Başın meshedilmesinde
olduğu gibi, sakalın farzı, dörtte birinin meshedilmesidir (^>1J t£
l$*jj -_^ <^UI ^jâ)” şeklindeki isim cümlesiyle, Ebû Hanîfe’ye göre abdest
alırken yüzün yıkanması esnasında, sakalın tamamının meshedilmesinin gerekli
olmadığı anlatılmaktadır. Aynı şekilde, zekât konusunda, “Ebû Hanîfe’ye
göre, sâime türünde olan mehir, kabzedilmeden önce zekâttan muaftır (^j21I Jjb
jao j$Jl 2^jU)” cümlesi,
“isim cümlesi” şeklindeki kâidenin uygulanmasını göstermektedir. Bu arada Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in ortak
görüşlerini gösteren altıncı kâideden farklı olarak bu ikisinin muhâlefeti, Ebû
Hanîfe’ye ait farklı bir görüşe delâlet etmiş olmaktadır. Nitekim altıncı
kâidede Ebû Hanîfe’ye ait görüş, bu ikisinin muhâlif görüşünden önce
anlatılırken, vereceğimiz örnekte Ebû Hanîfe’nin görüşü daha sonra yer
almaktadır. Buna göre, “şart muhayyerliği” konusunda İbn Ömer’den (ö. 73/692)
gelen habere ve ihtiyaç
gerekçesine binâen, taraflarca belirlenecek malum bir süreye kadar
muhayyerliğin geçerli olduğunu söyleyen Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in bu
görüşüne karşılık, Ebû Hanîfe’ye göre, haberden dolayı muhayyerlik süresinin üç günle sınırlı olduğu
ve bundan fazlasının muhayyerlik hakkını fâsit kılacağı anlatılmıştır. Yine, “yemin” konusuyla ilgili bir örnekte,
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, “Mescid-i Haram’a yürümek üzerime borç
olsun” diye yemin eden kimse, hacca veya umreye gitmekle yükümlü olurken, Ebû
Hanîfe’ye göre ise, böyle bir yükümlülüğün olmadığı belirtilmiştir.
İkinci kâide, Ebû Yûsuf’un görüşlerini belirtmek için “muzârî cümlesinin
(üçüncü tekil şahıs, geniş zaman kipi)” kullanılmasıdır. Örneğin, abdesti bozan şeyler anlatılırken
kullanılan “temiz sayıyor (Ij*lL J*^j)” ifadesiyle, Ebû Yûsuf’un, abdesti
bozmayan kusmuk vs şeyleri necis saymadığı ve bunları temiz (tâhir) kabul
ettiği anlatılmaktadır. Yine
bey‘ konusunda, safka birliğinden dolayı paranın tamamı ödenmedikçe, iki
müşteriden birinin kendi başına gidip kabz işlemini yapamayacağı anlatıldıktan
sonra, “emreder (j4î)” fiili kullanılarak, Ebû Yûsuf’a göre müşterilerden
birinin kendi payını kabzetmesi için diğerine emredebileceği belirtilmektedir.
Üçüncü kâide, İmam Muhammed’in görüşleri için “mâzî cümlesinin (üçüncü
tekil şahıs, geçmiş zaman kipi)” kullanılmasıdır. Örneğin, namaz konusuyla ilgili olarak
kullanılan “kıraatin sünneti saydı (s«j Âîu> a!*?.)” ifadesi, İmam
Muhammed’e göre el bağlama fiilinin kıyâmın değil, kıraatin sünneti olduğunu
göstermektedir. Yine, havâle
konusu anlatılırken, asıl borçlunun (muhîl) ödeme yapması durumunda alacaklının
(muhâl leh) ödemeyi teslim almaya icbâr edileceği söylenmiş, “câiz saydı
(ojLJ)” fiili kullanılarak, alacaklının havaleyi kabul edeni (muhâl
aleyh) ibrâ etmesinin İmam Muhammed’e göre câiz olduğu anlatılmıştır.
Dördüncü kâide, Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’un ortak görüşlerini belirtmek
için kullanılmıştır. Buna göre, İmam Muhammed’in görüşünü belirten mâzî
cümlesinden sonra gelen “ikisine göre (W)” şeklindeki tesniye (ikil) zamiri Ebû
Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a ait bir görüşe delâlet etmektedir. Örneğin, İmam
Muhammed’e göre bir batında iki doğum yapan kadının loğusalığının, ikinci
çocuğun doğumundan itibaren ( ö* ^*- j£.Vl ^jll), buna karşılık, Ebû Hanîfe ve
Ebû Yûsuf’a göre (W), iki doğum arasında kırk gün de bulunsa, ilk doğumdan
itibaren başlayacağı anlatılmıştır.
Beşinci kâide, Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’in ortak görüşlerini
belirtmektedir. Buna göre, Ebû Yûsuf’un görüşünü belirten muzârî cümlesinden
sonra gelen “ikisine göre ise (W)” şeklinde tesniye zamiri, Ebû Hanîfe ile İmam
Muhammed’in ortak görüşüne delâlet etmektedir. Örneğin, abdestin farzları
hakkında bilgi verilirken “çıkarıyor (4-j^)” fiili kullanılarak, Ebû Yûsuf’a
göre kulak ile sakal arasında kalan bölgenin (îzâr) farz kılınan yıkamaya dâhil
olmadığı, daha sonra gelen “W” şeklindeki zamirle, Ebû Hanîfe’ye ve İmam
Muhammed’e göre ise, bu bölgenin yıkanması gerektiği anlatılmıştır. Yine, sözün yemin veya nezir sayılması
meselesiyle ilgili olarak, bir kimsenin “Allah’a yemin ederim ki, şu kadar süre
oruç tutmak üzerime borç olsun (IİS ^j^ ^k A)” sözünü söylemesi ve bununla hem
yemine hem de nezre niyet etmesi halinde Ebû Yûsuf’un, bu sözü nezir olarak
kabul ettiği (j^ <*^ ), Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’in ise, her iki manada
da geçerli saydıkları söylenmiştir.
Altıncı kâide, Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed’in ortak görüşlerini belirtmek
için kullanılmıştır. Buna göre, Ebû Hanîfe’ye ait görüşten sonra gelen “ikisi
şöyle dedi (Vt3)” fiili veya “ikisine göre (W)” şeklindeki zamir, Ebû Yûsuf ile
İmam Muhammed’in ortak görüşüne delâlet etmektedir. Örneğin, güneş tam
tepedeyken oluşan gölge (fey) hariç, gölgenin iki misline ulaşmasının Ebû
Hanîfe’ye göre ikindinin giriş vakti olarak belirlendiğini söyleyen Şeyh
Bedreddin, “sâhibeyn (Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed) ise, ‘gölgenin bir mislidir’
demiştir (<2- ^)” ifadesini kullanmaktadır. Yine, alacağına karşılık satın alma işlemi
yapmak isteyen kimsenin, satın alacağı malı (mebî) veya satıcıyı tayin etmesi
halinde, Ebû Hanîfe’ye göre bu akdin sahih olacağını söyleyen Şeyh Bedreddin,
buna karşılık Ebû Yûsuf’a ve İmam Muhammed’e göre ise ( W), sahih olmayacağını
anlatmaktadır.
Letâif’te, Hanefî mezhebinin ilk üç imamı dışındaki imamların
görüşlerini belirtmek için de çeşitli kâideler kullanılmıştır. Buna göre,
yedinci sıradan itibaren zikredilecek olan kâideler; İmam Züfer’in, İmam
Şâfiî’nin ve İmam Malik’in muhâlif görüşlerine delâlet eden kalıpları
gösterecektir.
Yedinci kâide, İmam Züfer’in muhâlif kaldığı görüşü belirtmek üzere,
“fiil-i mâzî nefs-i mütekellim maa’l-gayr (birinci çoğul şahıs, geçmiş zaman
kipi)” şeklinde gösterilmiştir. Örneğin, topukların ve dirseklerin
yıkanmasının abdestin farzına dâhil edildiğini ifade etmek için kullanılan
“ikisini dâhil ettik (’-ua UkJ)” sözü, bu konuda İmam Züfer’in, Hanefî mezhebinin
ilk üç imamına muhâlif kaldığını göstermektedir. Nitekim daha sonra gelen “ona
göre (<İ)” zamiriyle, İmam Züfer’in görüşünün gerekçesi anlatılmıştır. Bu arada, verilen örnekteki “<!” zamiri her
zaman kullanılmamakta ve bahsedilen cümle kalıbı yeterli görülmektedir.
Örneğin, “Teyemmümlü imamın arkasında namaza duran abdestli kişinin, suyu
gördüğünde namazını iptal ettik (U1M)” cümlesinde, İmam Züfer’in bu konuda
farklı görüşte olduğunu göstermek için ayrıca zamir kullanılmamıştır.
Sekizinci kâide, İmam Şâfiî’nin muhâlif görüşünü belirtmek üzere, “fiil-i
muzârî nefs-i mütekellim maa’l-gayr (birinci çoğul şahıs, geniş zaman kipi)”
şeklinde gösterilmiştir. Örneğin, Hanefîlere göre başın dörtte birinin
mesh edileceğini belirtmek için kullanılan ve “takdir ediyoruz (»j^)”
fiiliyle başlayan cümleden sonra gelen “ona göre (<!)” zamiriyle, İmam
Şâfiî’ye göre üç tane saç kılının bu iş için yeterli olacağı ifade edilmekte ve
böylece onun bu konuda farklı görüşte olduğunu anlatılmaktadır. İmam Züfer’le ilgili örnekte de görüldüğü
gibi, söz konusu “<1” zamirinin İmam Şâfiî için de her zaman kullanılmadığı
görülmektedir. Örneğin, bir kimsenin sâime türünden malı olması ve zekât
vermekten kaçınması durumunda, zekâtın bir ibadet olması ve fakirlerin bunda
haklarının bulunması gerekçe gösterilerek “onu cebren alırız (Ij- USâL)”
ifadesiyle, bir yandan Hanefî görüş anlatılmış, diğer yandan söz konusu zamir
kullanılmaksızın bu meselede İmam Şâfiî’nin muhâlif görüşüne işaret edilmiş
olmaktadır. Yine
“Kitâbü’l-bey‘” başlığı altında rücû muhayyerliğinden bahsedilirken, Hanefî
mezhebine göre, kabulden önce icaptan rücû etmenin sahih olduğu söylenmiş,
kabulün tamam olmasından sonraki rücû için ise “ilğâ ediyoruz (^*İj)” ifadesi
kullanılmış ve böylece İmam Şâfiî’nin bu konuda farklı görüşte olduğu söylenmiş
olmaktadır.
Dokuzuncu kâide, İmam Mâlik’in muhâlif görüşünü belirtmek üzere “fiil-i
muzârî cem-i müzekker gâip (üçüncü çoğul şahıs, geniş zaman kipi)” şeklinde
gösterilmiştir. Örneğin,
gusül abdesti alırken bedenin ovulmasının Hanefî mezhebine göre şart olmadığını
belirtmek için, “şart koşmadılar (<^1*1I Ij^jA ^1)” şeklinde kullanılan
ifade, aynı zamanda İmam Mâlik’in bu meselede farklı görüşe sahip olduğuna
işaret etmektedir. Yine,
“nafaka faslı”nın hemen başlangıcında, Hanefi mezhebine göre zevcenin yeme-içme
gibi nafakasının ve giyim masraflarının sadece kocaya ait olduğu ve fetvanın da
bu şekilde verildiği belirtildikten sonra, “gerekli kıldılar (*j-J)”
ifadesiyle, Hanefi mezhebine göre, bu nafaka konusunda kocanın ekonomik
durumunun dikkate alınmasının gerekli olduğu söylenmekte ve böylece, İmam
Mâlik’in farklı görüşte olduğu anlatılmış olmaktadır.
Eserin yöntemi bu şekilde belirlenmiş olmakla birlikte, Şeyh Bedreddin,
ortaya çıkabilecek birtakım karışıklıların önlemesi ve eserden daha kolay bir
şekilde istifade edilebilmesi amacıyla cümlenin başında veya sonunda yahut
kelimenin üstünde olmak üzere, görüş sahibinin kırmızı mürekkeple rumuzunu,
bazen de kelimenin altında olmak üzere daha küçük harflerle isimlerini
yazdığını söylemektedir. Buna göre, Ebû Hanîfe için “^”, Ebû Yûsuf için ‘V”,
İmam Muhammed için “/’, Züfer için “ j”, İmam Şâfiî için “£”, İmam Mâlik için
M” ve Ahmed b. Hanbel için “I” harfi kullanılmıştır.
Söz konusu harflerin cümle başında kullanılmasını gösteren uygulamalara
bakıldığında, görüşlerin çoğunlukla rivâyet tarzında aktarıldığı görülmektedir.
Örneğin, Ebû Hanîfe için kullanılan “c” harfinin cümlenin başına konması, bu
harften sonra anlatılacak olan görüşün Ebû Hanîfe’den rivâyet edildiğini
belirtmektedir. Meselâ, “Ebû Hanîfe’den gelen bir rivâyete göre (‘c’û^ Sj'jj ^
), abdest alırken başın en az üç parmakla meshedilmesi gerekir” ve “Ebû Hanîfe’den, itikâfa girilecek
mescidin, beş
vakit namazın cemaatle kılındığı bir yer olması gerektiği görüşü rivâyet
edilmiştir ( jpj 2^U^ ^âJl 4j ^I^j 2^^ j^ 22 V ^)”258 şeklindeki örneklerde rivâyet tarzı
kullanılmıştır. Bu tür uygulama, diğer mezhep imamlarının bazı
görüşleri için de söz konusudur. Örneğin Şeyh Bedreddin, hamileliğin en uzun
müddeti meselesinde İmam Mâlik’ten beş veya yedi sene gibi iki ayrı görüşün
rivâyet edilmiş olduğunu, “İmam Mâlik’ten rivâyet edilmiştir (‘^’ jp) şeklinde
anlatmaktadır. Yine,
“kitâbü’l-havâle” başlığı altında, havalenin “ihale” manasına geldiğini
anlatılıp, bu akdin sahih olabilmesi için havâle edenin (borçlu/muhîl)
rızasının bulunması gerektiğini söyleyen Şeyh Bedreddin, kendi hakkından dolayı
alacaklının da (muhâl leh) rızasının bulunması gerektiğini ifade ettikten sonra
Ahmed b. Hanbel’den gelen bir rivâyete göre (“'” jp ÂJjj ^s), onun, bunu şart
koşmadığını anlatmaktadır.
Harflerden oluşan rumuzlar sadece rivayet tarzında kullanılmamış, görüş
ayrılıklarına yer verme düşüncesi dışında, ilgili görüşün kime ait olduğunu
belirtmek için bazen müstakil bir kelime gibi satır içinde yer almıştır. Örneğin,
müşterinin satın aldığı mala hak sahibi birinin ortaya çıkması durumuna karşı,
paranın kurtarılabilmesi için kefil olan kimse, böyle bir durumun ortaya
çıkması halinde müşteri lehine karar verilmeden önce tazmin etmekle yükümlü
değildir. Ebû Yûsuf’a göre (...(^...), ödenen bedeli yargı yoluyla almak, akdin
bozulmuş olduğunun delilidir. Böyle bir kararın varlığı halinde akit
feshedilmiş olur.
Harf rumuzlarının kullanılması, cümle kalıplarıyla oluşturulan kâidelerin
uygulanmasına çok yönlü işlerlik kazandırıldığını göstermektedir. Örneğin, İmam
Şafiî’nin muhâlif kaldığı görüş için düzenlenen “farz saymadık (^j»j fi)”
fiilinin üzerine konan M” harfi, başın meshedilmesi meselesinde İmam Şâfiî’nin
yanında İmam Mâlik’in de Hanefî görüşe muhâlif olduğunu belirtmektedir. Kezâ, “bozuyoruz (^âjj)” fiilinin üzerinde
bulunan kırmızı renkli “ j” harfi, teşehhütten sonra kahkaha ile gülmenin,
namazın yanında abdesti de bozup bozmayacağı hakkında İmam Şâfiî ile İmam
Züfer’in muhâlefetini göstermektedir.
Anlaşıldığı kadarıyla, aslında belli bir imamın muhâlif görüşü olarak
düzenlenen kalıpla verilen bilgilerin, söz konusu harflerin rumuz olarak
kullanılması sayesinde, başka bir imamın muhâlif görüşünü ortaya koyması da
sağlanmış olmaktadır. Bu arada, belli bir imam için düzenlenen kalıbın üzerine
birden fazla harften oluşan rumuzların konulmuş olduğu da görülmektedir.
Örneğin, üzerinde İmam Şâfiî’nin rumuzu olan “£” harfinin ve Ahmed b. Hanbel’in
rumuzu olan “I” harfinin ortak rumuz olarak (^) bulunduğu “farz saymadık (^jü
fî)” fiiliyle, Hanefi mezhebine göre, aslın yerine geçen halefin (yüz yerine
sakal) farz olmadığı söylenmektedir. Böylece, aslında İmam
Şâfiî’nin muhâlif görüşünü belirtmek için düzenlenmiş olan kalıbın
zikredilen şekilde kullanılmasıyla, Ahmed b. Hanbel’in de bu konuda Hanefî
görüşe muhâlif olduğu söylenmiş olmaktadır. Keza, aslında İmam Mâlik’in muhâlif görüşü
için düzenlenen ve üzerinde “t£” şeklinde “<^” ile “I” harflerinin bulunduğu
“abdesti bozmadılar ( f Oj^jj)” fiiliyle, Hanefilere göre organına
veya karısına dokunmakla, bu dokunma şehvetle de olsa, abdestin bozulmayacağı
anlatılırken, bu meselede abdestin bozulacağını düşünen İmam Mâlik’e ve aynı
zamanda Ahmed b. Hanbel’e cevap verilmiş olmaktadır.
Buraya kadar zikredilen kâidelerden sonra, Letâif’in fasıllarını
İbnü’s-Sââtî’nin (ö. 694/1294) Mecmau’l-bahreyn isimli eserinin
tertibine göre düzenlediğini, oradaki meselelerin hepsini anlattığını, ayrıca
her fasılda Ebü’l-Hüseyin Ahmed b. Ebûbekir’in (ö.428/1037) Muhtasaru’l-Kudûrî,
Ebû Hafs en-Nesefî’nin (ö. 537/1142) Manzûmetü’n- Nesefî ve yukarıda
zikredilen Mecmau’l-bahreyn’de zikredilmeyen, fakat o faslın içine
girecek cinsten olan meselelere yer verdiğini söyleyen Şeyh Bedreddin,
“tekmile”, “müteferrika”, “şettâ” gibi lafızlarla oluşturduğu konu
başlıklarında verdiklerinin ise, zikredilen nüshalarda bulunmayan meseleler
olduğunu belirtmektedir. Nitekim, “rehinde tasarruf” başlığını taşıyan kısımdan
sonra “tekmile” şeklinde konan başlık altında bir önceki kısımda yer verilmeyen
bazı meseleler ele alınmıştır. Mesela, meyve suyunun şaraba dönüşmesi halinde
rehin olarak kalmaya devam edeceği; birinci rehin yerine verilen ikinci rehnin
de emânet hükmünde olduğu; kabzedilenin miktarı, vasfı gibi konularda
kabzedenin, rehin ile ilgili ihtilafta ise râhinin doğrulanacağı gibi meseleler
anlatılmıştır.
Yukarıda zikredilen eserleri kaynak olarak kullandığını söyleyen fakat
meseleleri ele alırken bunları zikretmeyen Şeyh Bedreddin, son olarak, talep
edene kolaylık olsun diye diğer konularla ilişkili bazı meseleleri tekrar
ettiğini, “esah”, “akvâ” olana işaret ederek “fetvâya esas alınan görüşe (mâ
aleyhi’l-fetva)” dikkat çektiğini ifade etmektedir. Örneğin, mefkûd konusu
işlenirken, bu durumda olan bir kimsenin aradan doksan sene geçmesi durumunda
ölümüne hükmedilmesi fetvâya esas olan görüş şeklinde (^ *j)
gösterilmekte, çocuğun küçük
olması halinde babanın akarı satıp bunun parasından nafakayı alması “sahih”
ifadesiyle dile getirilmektedir.
Eserde görüş ayrılıkları kimi zaman kısa da olsa delillendirilirken kimi
zaman sadece kimin hangi görüşte olduğu zikredilerek başka bir konuya
geçilmektedir. Mesela, “düşük şeklinde de olsa çocuktan sonra gelen kan”
şeklinde loğusalığın tarifi yapıldıktan sonra, Hanefilere göre rahme bağlı
olarak bunun asgarî süresi bulunmadığı, buna karşı İmam Şâfiî’ye göre bir
lahza, yani kanın bir defa gelmesinin nifas olduğu bilgisi verilmekte ve
tarafların delillerinden bahsedilmemektedir. Ayrıca bu eserde yukarıda zikredilen imamların
dışında kalanlara da cevap mahiyetinde ifadeler bulunmaktadır. Mesela, “haram
kıldılar” ifadesiyle hayız ve veya loğusalık halindeki kadınların tilâvetinin
Hanefî imamlara göre haram sayıldığı belirtildikten sonra, bunun bir ayetten
daha az miktar okumaya cevâz veren Tahâvî (ö. 321/933) aleyhine hüccet olduğu
söylenmektedir.
İmamların görüş ayrılıklarına dair kâideler bakımından, Mecmau’l-bahreyn’de
kullanılan yöntemlerle Letâif’te kullanılan yöntemler
karşılaştırıldığında, Şeyh Bedreddin’in asıl itibariyle İbnü’s-Sââtî’yi takip ettiğini, onun kullandığı yöntemleri
benimseyip geliştirdiğini ve buraya kadar anlatılanlardan hareketle, Şeyh
Bedreddin’in son derece sistematik bir düşünce yapısına sahip olduğunu söylemek
mümkündür. Sonuç olarak, modern araştırma yöntemlerinin de hedefi olan;
karışıklığa yol açmayacak kadar açık ve net, bütünlüğü bozmayacak şekilde kısa
ve anlamlı ifade tarzı, bundan yıllar hatta asırlar önce Şeyh Bedreddin
tarafından oldukça başarılı bir şekilde kullanılmıştır.
Şeyh Bedreddin, bu eserini, Edirne’de saltanatını ilan eden Musa
Çelebi’nin kazaskerliğini yaparken yazmıştır. Ebü’l-Feth b. Ebûbekir
el-Merginânî es- Semerkandî’nin (ö. 651/1254) kırk fasıldan oluşan Fusûlü’l-İmâdî
ve Muhammed b. Mahmûd el-Üstrûşenî’nin (ö. 636/1239) otuz fasıldan meydana
gelen Fusûlü’l- Üstrûşenî isimli eserlerinin bir araya
getirilmesiyle oluşturulan bu eserin, 1300/1883 tarihinde Mısır’daki Ezheriyye
matbaasında yapılan baskısının yanında, pek çok yazması da mevcuttur. Eserin yazımı h. 813 Cemâziyelevvel ayında
başlamış ve h. 814 Safer ayında eserin yazımı tamamlanmıştır. Şeyh Bedreddin’in
ifadesiyle, bu eserin yazılması on aydan daha az bir sürede tamamlanmış, o da
bu kadar kısa bir sürede tamamlamayı nasip ettiği için Allah’a şükretmektedir.
Şeyh Bedreddin, eserine başlarken hamdele ve salveleden sonra yukarıda
zikredilen iki eseri cem ettiğini, birtakım tekrarlar ve el-İmâdî’nin Ferâiz
bölümü hariç olmak üzere (bunun yerine Sirâcüddîn es-Secâvendî’nin (ö.
596/1200) el-Ferâiz’ini aldığını söylemektedir) söz konusu iki eserdeki hiçbir
meseleyi bilerek dışarıda bırakmadığını, kolayca anlaşılırlığın sağlanması
bakımından Hülâsatü’l-fetâvâ (Tâhir b. Abdürreşîd el-Buhârî, (ö.
542/1142), Kâfî (Ebü’l-Berekât Hafîzuddîn Abdullâh b. Ahmed b. Mahmûd
en-Nesefi, (ö. 710/1310) ve fıkha dair ilk eseri olan Letâifü’l- işârât’tan
eklemeler yaptığını belirtmektedir. Yine kendi ifadesine göre bu eser hacim
bakımından el-İmâdî ile el-Üstrûşenî’nin dörtte biri oranında yer tutan kırk
fasıldan meydana gelmektedir.
Çalışmamızda kullandığımız 1300 tarihli Mısır/Ezheriyye baskısı iki
ciltten oluşmaktadır. Birinci
cilt 355, ikinci cilt ise 360 sayfadan oluşmaktadır. Satır sayısı 32 ila 33
arasında değişmektedir. Üsrûşenî’nin Câmiu’s-sağîr (Ahkâmu’s-sığâr)
Zenbilli Ali Efendi’nin Âdâbu’l-evsıyâ adlı eserleri ve Necmeddin er-Remlî’nin el-Leâliü’d-
dürriyye fi’l-fevâidi’l-hayriyye adlı hâşiyesiyle birlikte basılan eser, ofset
yoluyla çoğaltılmıştır. Eserin ikinci ve üçüncü sayfalarında “tenbih” başlığı
altında Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zünûn ve Taşköprizâde’nin
eş-Şekâiku’n-Nûmâniyye adlı eserlerinden derlenerek Şeyh
Bedreddin’in hayatı ve eserleri hakkında kısaca bilgi verilmiştir. Dördüncü ve
beşinci sayfalarda eserde atıf yapılan kaynakların rumuzlarına yer verilmiştir.
Altıncı ve yedinci sayfalarda ise bir çizelge halinde birinci ciltte yer alan
konuların fihristi bulunmaktadır. Bizzat Şeyh Bedreddin’in kendisi, hangi
fasılda nelerden bahsedeceğini ayrıntılı bir şekilde hamdele ve salveleden
sonra belirtmiş, diğer bir ifadeyle, birinci fasıldan önce ayrıntılı bir
fihrist açıklaması yapmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi 40 fasıldan meydana
gelen eserin ilk 16 faslı kazâ ve muhâkemeye, diğer fasılları ise muâmelâta
ilişkin konulara aittir.
Muhteva hakkında bir fikir vermesi için eserin bazı fasıllarının içeriğini
kısaca şöylece belirtmek mümkündür: 1. Hâkimin, vasînin, vekîlin, memurun,
elçinin azledilmesi, vasî ve mütevellî tayini, dâru’l-İslâm’ın dâru’l-harbe
dönüşmesi, mürtedin durumu, ictihâdın tanımı; 2. İctihâdî konular ve damân
çeşitlerinin (damânü’l-halâs, damânü’l-uhde) tarifleri; 4. Hasım olmayla ilgili meseleler; 5. Gâip
hakkında hüküm verme; 6. Davanın sıhhat şartları; 10. Davalarda tenâkuz ve def‘
davaları; 13. Vakıf davaları; 15. Yemin ve yeminle ilgili meseleler; 16.
İstihkâk davaları ve bununla ilgili meseleler; 17. Nakitlerin muayyen hale
geldiği ve gelmediği akitler; 20. Nikâh, mehir ve nafaka davalarıyla ilgili
meseleler; 24. Fuzûlînin tasarrufları ve icâzet; 25. Muhayyerlikler; 26.
Akitlerin şarta bağlanması; 28. Tereke, vârisler ve deyn; 30. Fâsit
tasarruflar; 34. Sükûtun, işâretin ve sarhoşluğun hükümleri; 38. Bilerek veya
bilmeyerek küfür lafızlarını söylemek; 40. Siciller ve çeşitli meseleler.
Eserin ilk onaltı faslının doğrudan, geriye kalan diğer fasılların
dolaylı olarak yargı hukukunu ilgilendirmesi (mesela, yirminci fasılda nikâh,
mehir, nafaka vb. konularla ilgili olarak açılan davalarla ilgili meseleler ele
alınmaktadır) ve yazıldığı zaman dilimi içinde eserin müellifinin Edirne’de
saltanatını ilan eden Musa Çelebi’nin kazaskerliğini yapması, dönemin hukuk ve
yargı anlayışı çerçevesinde bakıldığında Câmiu’l-fusuleyn’in mahkeme
işlerinde kullanılmak üzere yazılmış bir hukuk kitabı olduğu söylenebilir.
Câmiu’l-fusûleyn’de çok sayıda kaynak kullanılmıştır. Kaynakların
eser içinde rumuzlar halinde verilmesi ilk başta biraz zorluk çıkarsa da,
eserin başında rumuzların açılımına dair alfabetik olarak verilen bilgiler, bu
konuda kolaylık sağlamaktadır. Kaynak olarak kimi zaman sadece fakih isminin
karşılığı olan rumuzlar zikredilmiş, kimi zaman da sadece eserin ya da müellifi
ile eserinin karşılığı olan rumuzlar kullanılmıştır. Bu durumda rumuzların üç
türlü kullanımı söz konusu olmaktadır. Burada rumuzların ne şekilde
kullanıldığına dair bilgi vermek amacıyla ilk olarak sadece fakih isimlerini
gösteren rumuzlar, ikinci olarak sadece eser isimlerini gösteren rumuzlar ve
üçüncü olarak da eser ile yazarının ismini gösteren rumuzlar alfabetik sırayla
gösterilecektir.
a)
Sadece fakih isimlerini
belirten rumuzlar:
Attâbî, Ahmed b. Muhammed (ö. 586/1190) “£”; Ebûbekir er-Râzî, Ebûbekir
Ahmed b. Ali el-Cessas, (ö. 370/980) “ j”; Hâherzâde, Ebûbekir Muhammed b.
Hüseyin (ö. 433/1041) “aa”; Halvânî, Abdülaziz b. Ahmed (ö. 448/1056)
“^”; Hinduvânî, Ebû Cafer (ö. 326/938) “j^”; Kâdîhân, Fahreddîn Hasan b. Mansûr
b. Mahmûd b. Abdülazîz el-Özcendî (ö. 592/1196) “£”; Kerhî, Ebû’l-Hasen
Ubeydullah b. Hüseyin (ö. 340/952) “^A”; Kudûrî, Ebü’l-Hasen Ahmed b. Muhammed
(ö. 428/1037) “^”; Merginânî, Burhâneddîn (Burhânü’ş-şerîa) Mahmûd b. Ahmed b.
Abdülazîz el-Buhârî (ö. 616/1219) “ j^”; Merginânî, Zahîruddîn Ali b. Abdülazîz
(ö. 506/1112) “a±”;
Özcendî, Fahreddîn Hasan b. Mansûr (ö. 592/1196) “>”; Pezdevî, Ali b.
Muhammed (ö. 438/1090) “jj”; Sadru’ş-Şehîd, Hüsâmeddin Ömer b. Abdülazîz (ö.
536/1141) “_^”; Saffar, Ebü’l-Kâsım (ö. 326/938) “ j’-^”; Semerkandî, Alâeddîn
Muhammed b. Ahmed (ö. 540/1146) “i^“”; Semerkandî, Ebü’l-Leys Nasr b. Muhammed
(ö. 373/983) “^”; Serahsî, Muhammed b. Ahmed (ö. 483/1090) “j^”’, Suğdî, Kâdî
el-İmâm Ali (ö. 461/1069) “Ai^ ”.
b)
Sadece eser adlarını
belirten rumuzlar:
Akdıye (Zahîrüddîn el-Merginânî, ö. 506/1112) “<^â”; Asl
(İmam Muhammed, ö. 189/805) “J^”; Câmiu’l-fıkh (Attâbî, ö. 586/1190)
“j*-”; Câmiu’s-sağîr (İmam Muhammed, ö. 189/805) “i^”; el-Ecnâs
(Nâtıfî, ö. 446/1054) “j^”; Edebü’l-Kâdî (Hassâf, ö. 261/875)
“j”; Gunye (Necmeddîn el-Muhtâr, ö. 658/1259) “jp”; el-Hidâye (Ebûbekir
el-Merginânî, ö. 593/1197) “■*”; Hulâsa (Tâhir b. Ahmed el-Buhârî, ö.
542/1147) “<-”; Kâfi (Ebü’l-Berekât en-Nesefî, ö. 710/1310) “^”; Letâifü’l-
i şârât (Şeyh Bedreddin, ö. 820/1417) “ü”; Mebsût, (Serahsî, ö.
483/1090) “o»j”; Müntekâ (Ebûbekir el-Merginânî, ö. 593/1197) “^”; Nevâzil
(Ebû’l-Leys es-Semerkandî ö. 373/983) “j”; Siyeru’l-Kebîr (İmam
Muhammed, ö. 189/805) “^—”; Tavdîh (Sadru’ş- şerîa, ö. 747/1346) “^”; Te’sîsü’n
- nazar (Debbûsî, ö. 430/1039) “j—3”; Tecnîs (Hâherzâde, ö.
433/1041) “^j^”; Tecrîd (Muhammed b. Burhâneddîn, ö. 616/1219) “■>”; Tuhfe
(Alâeddîn es-Semerkandî, ö. 539/1144) “j3”; Zehîra (Muhammed
b. Burhâneddin, ö. 616/1219) “û”; Ziyâdât (İmam Muhammed, ö. 189/805)
“o”; Ziyâdâtü ’z-Ziyâdât (İmam Muhammed) “43”.
c)
Eser ve yazarını belirten
rumuzlar:
Ecnâsü’n-Nâtıfî (ö. 446/1054) “j^”; Fetâvâ Attâbî
(ö. 586/1190) “^a”; Fetâva’l- Bezzâziyye (ö. 827/1424) “j”; Fetâvâ
Ebi’l-Leys (ö. 373/983) “_-3a”; Fetâvâ Kâdîhân (ö. 592/1196) “43a”; Fetâvâ
Sâhibü’l-Muhît (Serahsi, ö. 544/1149 veya Burhâneddîn el- Merginânî,
ö. 616/1219) “k.^lâ”; Fetâvâ Zahîruddîn (ö. 506/1112) “4L2a”; Fetâvâ
Zahîruddîn el-Velvâlicî (ö. 540/1146) “j^a”; Fevâdiü Şeyhülislâm
Burhâneddîn (ö. 600/1203) “jj—a”; Fevâidü Ebî Hafsi’l-Kebîr
(ö. 537/1142) “^a”; Fevâidü Nizâmüddîn (ö. 600/1203) “fâ”; Fevâidü
Sadrülislâm Tâhir b. Mahmûd (ö. 542/1147) “^a”; Fevâidü Üsrûşenî
(ö. 632/1234) “J^a”; Fevâidü Zahîruddîn (ö. 506/1112) “^>â”; Fusûlü
İmâdüddîn (ö. 651/1254) “t—”; Fusûlü’l-Üsrûşenî (ö. 632/1234)
“^32”; Keşfü’l- Gavâmız li-Ebî Cafer el-Hindüvânî
(ö. 326/938) “^S”; Muhtasaru’l-Cessâs (ö. 370/980) “(^^”; Muhtasaru’l-Kerhî
(ö. 340/952) “^^”; Muhtasaru’l-Kudûrî (ö.
428/1037) “^”; Muhtelifâtü Ebi’l-Leys (ö. 373/983) “^”; Sâhibü’l-Akdıye
(el- Merginânî, (ö. 506/1112) “aL2^”; Sâhibü’z-Zehîra (Burhâneddin (ö.
616/1219) “S^”; Şurûtu Ebi’n-Nasri’d-Debbûsî (ö. 430/1039)
“^^^”; Şurûtu’l-Halvânî (ö. 448/1056) “C^”; Şurûtu’l-Hassâf
(ö. 261/875) “^”; Şürûtu Zahîruddîn el-Merginânî (ö. 600/1203)
“<hJ”.
Câmiu’l-fusuleyn’de oldukça sık bir şekilde kaynak gösterme yoluna
gidilmiştir. Konu başlıkları altındaki fıkhî bilgilerin mümkün mertebe hangi
kaynaktan alındığının gösterilmesi çabası, burada kendini çok bâriz bir şekilde
göstermektedir. Öyle ki, bazen bir satırda iki, hatta üç ayrı kaynak kullanılmakta, kimi zaman da tek
bir kaynağın adı verilerek birkaç satır bazen de yarım sayfaya yakın uzunlukta
bilgilerin verildiği görülmektedir. Konu başlıklarından sonra bazen hemen bir
kaynak zikredilerek meselelere geçilmekte, bazen de ilgili konuya dair açıklamalara ve
bazı meselelere yer verildikten sonra kaynak zikredilmekte ve böylece devam
edip gitmektedir. Yukarıda
liste halinde gösterildiği gibi, kaynakların isimleri açıkça zikredilmeyip,
parantez içinde ve rumuzlar halinde gösterilmekte, söz konusu rumuzlar, sadece
müellif, sadece eser veya müellif ile birlikte eseri gösteren rumuzlar olmak
üzere üçlü bir tasnif içinde kullanılmaktadır. Bu rumuzlar, sırf kullanılan
kaynakların gösterilmesi amacıyla alt alta sıralanmamış, çoğu zaman bunların
başına getirilen “müellif şöyle demiştir [(...) JS]”, “müellif şöyle
zikretmiştir [(...) j&>]”, “müellif şöyle fetva vermiştir [(...) ^jsI]” “kaynakta
şöyle zikredilmiştir [(...) ^ _£>]”, “aynı şekilde kaynakta şöyledir [(...)
ISS ^â]”, “aynı şekilde kaynakta şöyle zikredilmiştir [(...) ^ jS3 ISS]”
tarzında ilavelerle, meselelerin peşi peşine sıralanmasından ziyade kompozisyon
bütünlüğü içinde sunulması sağlanmıştır. Böylece ilgili meselenin hükmü
hakkında aynı sonucu paylaşan birden çok kaynağın şâhitliğine başvurulmuş veya
tam aksine önceki ve sonraki kaynaklar arasındaki farklılığa dikkat çekilmiş
olmaktadır. Örneğin hâkimin rüşvet almasıyla ilgili mesele, “Bir hakim rüşvet alır
ve daha sonra hüküm vermeye devam ederse, rüşvet almadığı davada verdiği karar
geçerlidir. Rüşvet aldığı davadaki kararı ise geçerli değildir. Bezzâzî (ö.
827/1424) her iki durumunda da bu hâkimin verdiği kararın geçerli olduğunu
söylemiştir (‘ jj’ JS). Bazı meşâyıh, her iki durumda verilen kararın bâtıl
olacağını söylemiştir (‘^’ JS). Serahsî (ö. 483/1090) ise, birinci görüşü kabul
etmiştir (‘£^’ Jj^’-j Sil)” şeklinde anlatılmıştır.
Eserin kendine özgü sistematiği içinde meseleler sıralanırken aralara
serpiştirilen kaynak rumuzlarının, konunun akışını yönlendirdiği de
söylenebilir. Zira, bir kaynaktan alınan bilginin ardından zikredilen sonraki
kaynak ve bundaki bilgiler, ya aynı hükmü devam ettirici mahiyette, diğer bir
ifadeyle genel kuralın ve buna ilişkin hüküm veya hükümlerin farklı uygulama
sahalarını açıklayıcı tarzda, ya da başka bir kurala ait meselelere geçiş
yapmayı sağlayıcı özelliktedir. Farklı meselelere uygulanabilecek genel bir
hükmün, çeşitli kaynakların şâhit gösterilmesi yoluyla devam ettirilmesi, daha
çok “aynı şekilde (*SS)” lafzının kullanılmasıyla gerçekleştirilmiştir.
Nitekim, bir kaynağa dayalı olsun veya olmasın, ele alınan meselenin hükmü
belirtildikten sonra bu kalıbın kullanılmasıyla, aynı hükmü ihtiva eden
meseleler dizisi, farklı kaynaklardan aktarılmış olmaktadır. Örneğin, hâkimin
sultan tarafından ayrıca bir yetki verilmeden sadece kadı olarak tayin edilmesi
durumunda, doğrudan (sarâhaten) veya dolaylı (delâleten) bir izin bulunmadıkça
yerine başka birini geçiremeyeceği bilgisi verildikten sonra, “aynı şekilde Zehîra’da
şöyledir [(^) IİS]” denerek, Muhammed b. Burhâneddîn’in (ö. 616/1219) fürû-ı
fıkha dair Zehîra adlı eserine atıfta bulunulmuş ve bu kaynaktan,
kâdılkudât tarafından atanan hâkimin, kendi yerine bir başkasını geçirebilmesi
(istihlâf) için ayrıca yetkiye sahip olması gerektiği bilgisi alınmıştır.
Câmiu’l-fusûleyn’de, özellikle Hanefî mezhebi imamlarının
isimleri; Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed şeklinde açıkça yazıldığı gibi,
kimi zaman bunlar için birtakım rumuzların kullanıldığı da görülmektedir.
Nitekim Ebû Hanîfe için “^”, Ebû Yûsuf için ‘V”, İmam Muhammed için “f”, Ebû
Yûsuf ve İmam Muhammed için “a-” rumuzları kullanılmıştır. İmam Züfer ve diğer mezhep imamları ise,
“Züfer”, “Şâfiî”, “Mâlik” gibi bizzat kendi isimleriyle zikredilmişlerdir.
Mezhep içi tartışmalarda zamirin kime âit olduğunun cümlenin akışından
rahatça anlaşılabildiği hallerde, “ona göre (a^jt)” ve “ikisine göre (Ua.*^)”
şeklindeki lafızlara sıkça yer verilmiştir. İmam Züfer dâhil, diğer mezhep imamlarının
görüşlerine karşı kullanılan “bize göre (Uıjft)” şeklindeki lafız ise hem
mezhep görüşünü hem de Şeyh Bedreddin’in tercihini göstermektedir. Bu arada, mezhep içi ve mezhepler arası görüş
ayrılıklarında kullanılan “muhâlefet (<^A)” kelimesinin, “ikisinin aksine (W
U^a)”,
“Züfer’in aksine (jsj
-i^A)”, “Şâfiî’nin aksine (
U^A ^il^U)” gibi örneklerde
görüldüğü üzere görüş sahipleri ve mesele açısından ele alınarak kullanıldığı
müşâhede edilmektedir.
Şeyh Bedreddin’in kişisel değerlendirmelerini yapıp görüşlerini ortaya
koymak için en sık kullandığı ifade tarzı “ben derim ki (dj^)” şeklindedir. Bu
ifade, daha eserin başında, ictihâd konusunda dile getirdiği ve eleştiri
oklarına hedef olan görüşlerinin bulunduğu sayfada tam üç defa yer almıştır.
Bu ifade tarzı Şeyh Bedreddin
tarafından farklı amaçlarla kullanılmıştır: a) Özellikle “bunda düşünmeye
ihtiyaç vardır (j^j «£)” ifadesi eklenerek, ele alınan meselede geçen görüşe
karşı onu reddeden farklı bir görüşü beyan etmek için, b) Aynı meselenin hükmü hakkında kaynaklar
arasındaki farklılığa dikkat çekmek için, c) Özellikle “uygun olur (^^j)” ifadesi
eklenerek zikredilen veya zikredilecek olan bir görüşün kabul edilmesi yahut
edilmemesi gerektiğini söylemek için, d) “Buna göre uygun olur (^^ l^* ^^)”
kalıbının eklenmesiyle zikredilen meselenin hükmünü zikredilecek olan başka bir
meseleye aktarmak için, e)
Açıklama ve değerlendirme yapmak için, f) Özellikle “daha önce geçmişti (j*)
ifadesiyle, daha önce geçmiş bir hükme veya kâideye dikkat çekmek için, g) “Açık (ja1±), “doğru (£j^^>)”,
“daha güzel (û^)”, “daha uygun (dM)” gibi ifadelerle özellikle tercih belirtmek
için, h) Ele alınan meseleden
sonra kullanılan “Bu göstermektedir (J*j Iİa)” veya “Bu işaret etmektedir (jA ,İA)” ifadeleriyle sonuç
çıkarmak için, i)
“Bağdaştırmak mümkündür (dAj^l jS^j)” veya “ayırmak mümkündür (ojill jS^)”
ifadeleriyle teâruzu gidermek yahut delil veya hüküm bakımından meseleler
arasındaki farklılığı belirtmek ve j) “Kısacası (lM^İI)” ifadesiyle özetleme yapmak
için.
Camiu’l-fusuleyn’in bir özelliği de bazı konuların ele
alınması esnasında Letâifu’l-İşârât’tan iktibaslar yapılmış
olmasıdır. Örneğin, akıl hastalığı (cünûn) anlatılırken, bu hâlin devamlı
sayılabilmesi (mutbık) hakkında Hanefî imamlar arasındaki görüş ayrılıklarına
yer verildikten sonra Letâif’e atıfta bulunularak, hastalığın devamlı
olması ile ölüm arasında benzerlik bağı kurulmuştur. Yine vekâlet konusuyla ilgili olarak “vekilin
vekilinin, birincinin ölümüyle değil, azliyle azledilmiş olacağı” bilgisini
aktaran Şeyh Bedreddin, Letaif’te ise “ne azliyle ne de ölümüyle
azlolunur” şeklinde yazdığını söylemektedir.
Câmiu’l-fusuleyn, özellikle Hanefî mezhebinin ilk üç imamın
görüşlerinin çoğunlukla delilleriyle birlikte verilmesi, bu delillerin yorumlanmasından
doğan görüş ayrılıklarının sebeplerini bulma gayreti, sadece görüşlerin
nakledilmeyip mezhep içinde tercihler yapılması gibi özelliklerin yanında, kimi
zaman bazı görüşlerin eleştirilmesi ve özellikle Şeyh Bedreddin’in kendi
kanaatlerinin belirtilmesi bakımından önemli ve özgün bir yere sahiptir.
Nitekim, “boşama yetkisinin koca tarafından kadına verilmesi” meselesiyle
ilgili olarak Pezdevi’ye (ö. 438/1090) yöneltilen eleştiri, yukarıda zikredilen
eleştiri-kanaat belirtme hususuna örnek teşkil edecek niteliktedir. Pezdevî’ye
göre, “kocası tarafından boşama yetkisinin kendisine verildiğini ve bunun
üzerine kendisinin de boşanmayı tercih ettiğini iddia eden kadının bu
iddiasının koca tarafından inkâr edilmesi durumunda, kocaya, karısına boşanma
yetkisini verip vermediğini söylemesine ve evlendiği günden bu yana karısının
boşanmayı tercih ettiğini bilmediğine dair yemin ettirilir. Yine koca, önce
yetkiyi ikrâr eder sonra da nikâhlısı olduğunu iddia ederse, tasdik edilmez;
talâk bağlayıcı olur ve kocaya bir öncekindeki gibi aynı şekilde yemin
ettirilir.” Halbuki Şeyh Bedreddin’e göre verilmesi gereken hüküm farklıdır:
“Karısının boşanmayı tercih ettiğini bilmemesi durumunda kocaya yemin ettirmeye
ihtiyaç yoktur. Bilakis, “evlendiği günden bu yana ...” şeklindeki sözü
söylemesi yeterlidir. Çünkü, tercih etme işi, yetki işinin sâbit olmasından
sonra meydana gelmiştir. Söz konusu işi söylemediğine dair yemin ettiğinde
maksat gerçekleşmiş olmaktadır. Ayrıca, kocanın ikrâr etmesinden ve talâkın
bağlayıcı olmasından sonra yemin ettirilmesinin herhangi bir gerekçesi yoktur.
Câmiu’l-fusûleyn, “fasıl” başlıkları altında muâmelât ve yargılama
hukuku alanlarındaki kazâ ve fetva meselelerinin bir tür hukuk kodu gibi
sistemli ve özet bir şekilde incelenmiş olması sebebiyle, uzun süre müftü ve
kadıların müracaat kitabı olmuş ve daha Osmanlı zamanında bu eser üzerine bazı
çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan Süleyman b. Ali el-Karamânî’nin (ö. 924/1518)
el-Es’ile ve’l-ecvibetü’l- müteallika bi-Câmii’l-fusûleyn, Zeynüddîn İbn Nüceym’in (ö. 970/1563) Haşiyetü
alâ Câmii’l-fusûleyn, Nişancızâde Muhammed b. Ahmed’in (ö.
1031/1622) Nûru’l- ayn fî ıslâhı Câmii’l-fusuleyn ve Necmeddîn er-Remlî’nin el-Leâliü’d-dürriyye
fi’l- fevâidi’l-hayriyye isimli eserleri bilinen önemli çalışmalardır.
Bu çalışmalardan el- Karamânî, İbn Nüceym ve er-Remlî’de Şeyh Bedreddin’in
özellikle ictihâd ve taklit konularındaki görüşlerine yönelik tenkitlerde
bulunulmaktadır. Nişancızâde
ise,
Câmiu’l-fusûleyn’de tertip bakımından yerli yerince bulmadığı bazı
başlıkların yerini değiştirmek, gereksiz ayrıntı olarak gördüğü bazı meseleleri
çıkarmak, yeterince açıklanmadığını düşündüğü konulara ilaveler yapmak
suretiyle eserini yazmıştır.
Salı günü İznik’te eserin yazımını tamamlamıştır. Yine, mukaddime
kısmındaki ifadelerine bakıldığında, Şeyh Bedreddin’in İznik’teyken çok
sıkıntılı günler geçirdiği anlaşılmaktadır. Eserini türlü belalar, zorluklar,
hapis, gurbet, hüzün ve keder içinde tamamladığını söylemesi, böyle bir eseri
telif etmenin mutluluğunu yaşayamadığını ortaya koymaktadır.
Elimizdeki et-Teshîl nüshasının baş tarafındaki “mufassal
fihrist”te, konu başlıkları “kitap” ve “fasıl” şeklindeki tasnife tâbi
tutularak ilgili başlıkların hangi varak numaralarında bulunduğu hakkında bilgi
verilmektedir. Buna göre örneğin, “Abdesti Bozan Şeyler Faslı (*j^jll ^tj d—i)”
vr. 4, “Gusül Faslı (J^>*ll d—i) “vr. 5, “Teyemmüm Faslı (~^l d—i)” vr. 9,
“Hayz Faslı (^^l d—i)”, vr. 15 gibi on bir fasıldan oluşan “tahâret” başlığı
(Sjl^Lll ^A2£), birinci varaktan itibaren yirminci varaka kadar devam
etmektedir. Bu fihriste göre en sonda (vr. 145) “Şarttan Dolayı Fasit Olanlar
(-^j^-ş ^j
d—i)” başlığı bulunmaktadır. Halbuki bir sonraki sayfada yer alan ve sadece
“kitap” başlıklarına göre düzenlenen fihristte göre en sonda, diğer
başlıklardan farklı olarak “bâb” şeklinde verilen “Çeşitli Meseleler (oUjiUl)”
başlığı bulunmakta ve bu başlık vr. 334’de yer almaktadır. Bu arada, sayfa
olarak sayıldığında, kapaktan itibaren yedinci sayfada Muhît ve Fetâva’l-Bezzâzî (ö. 827/1424)
isimli eserlerden nakledildiği belirtilen iki pasaj, sekizinci ve dokuzuncu sayfalarda da ise birer
pasaj daha bulunmaktadır. Nihayet, onuncu sayfada Kitâbü’t-Teshîl
şeklinde eserin ismi, Abdürreşîd Muhammed’in vakfı olduğunu belirten ve nr.
214’ü gösteren mühür ile Millet Genel Ktp., Râşid Efendi bl., nr. 219 numarayı
gösteren kaşe yer almaktadır. Buna göre, incelemekte olduğumuz eserin bu
nüshasını, sayfa ve varak sayısı bakımından başlangıçtan itibaren Xı-Xıo, vr.
1b-338a şeklinde göstermek mümkündür.
Şeyh Bedreddin, et-Teshîl’in mukaddimesinde “Âlemlerin rabbine
hamd, gönderilenlerin en faziletlisi olan nebîsi, onun âli ve bütün ashâbı
üzerine salâtü selam olsun” şeklinde hamdele ve salvelede bulunduktan sonra,
“bu zayıf kul, Simavna Kadısıoğlu Mahmûd b. İsrâîl” ifadesiyle kendini
tanıtmakta ve “Allah Teâlâ, kendisini zâlimlerin ve onların yardımcılarının
ellerinden kurtarsın, ayıplarını gizlesin, sıkıntılarını ortadan kaldırsın”
diyerek, kendisi için dua etmekte, et-Teshîl’in telif edilme sebebini
“Allah, beni fıkhın fürû, usûl, ma’kûl ve menkûl bölümlerini toplayan Letâifu’l-işârât’ı
telif etmeyi muvaffak kılıp da talebeler bunu anlamakta güçlük çekince,
maksatları kolay anlaşılsın ve tılsımlarına muttalî olunsun diye rumuzlarının bağını
çözmeyi, hazinelerinin anahtarlarını açmayı istedim” şeklinde açıklamaktadır.
Şeyh Bedreddin, eserin orijinalliğini, sırf nakilden ibaret olmadığını ise şu
sözleriyle anlatmaktadır: “Vereceği bıkkınlıktan dolayı kitaptan uzaklaşılmasın
diye abartmaktan (itnâb) kaçınarak yazmaya başladım. Bu eserde, mizacımın
neticesi olarak bine yakın nükteyi zikrettim. 'Ben derim ki' lafzıyla sadır
olan bütün sözler, engel olacak bir delil bulunmadıkça, bana aittir. Tevârüd
(görüşlerin peşi peşine sıralanması) yoluyla iştirâkin vâkî olduğu hususları
nâdiren kendime nispet ettim. Bil ki, her bir ilmin metninde ve her bir sanatın
belkemiğindeki âlimlerin tabakaları birbirine yakın, sanatkârların dereceleri
de birbirine yakın veya eşittir. Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) de dediği gibi,
zeki kişiler, rivâyetleri ezberlemek ve aktarmakla değil, bu gibi sözleriyle
aptal kişilerden ayırt edilirler.”
Kendi ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla Şeyh Bedreddin, bu eserini
pedagojik maksatlarla yazmıştır. Nitekim, eserin yazılma amacı, talebelerin
anlamakta güçlük çektikleri ve muhtemelen okuyucunun güçlük çekebileceği
düşünülen yerleri açıklamaktır. Bazı meselelerde Letâif metninin aynen
zikredilip geçilmesine karşılık, diğer bazı meselelerde kimi zaman kısa, kimi
zaman daha uzun açıklamalar yapılması da bunu göstermektedir. Örneğin, imamdan
önce veya sonra rükû yahut secde meseleleri (vr. 29b), ikrâhın tanımı ve
geçerli olup olmadığı yerler (vr. 120b), şuf’anın tanımı ve şuf’a hakkı
sahiplerinin kimler olduğu hakkındaki bilgiler (vr. 150b) açıklanmadan
geçilmiş; mestler üzerine meshin nasıl yapılacağı hakkında yarım sayfa (vr.
13b), sahipsiz yerlerin ihyâsı başlığı altında ele alınan ve akarsuyun harîmi
hakkında suyun her iki kenarı
içinde su yatağının genişliğini esas kabul eden İmam Muhammed ile bu genişliğin
yarısını esas kabul eden Ebû Yûsuf’un görüşleri hakkında yaklaşık bir sayfa
(vr. 201a), belli bir zamana kadar yapılan kira (icâre) akdine ilişkin
meselelerdeki gâye-mugayyâ konusunda bir sayfa (vr. 65a), alım-satım akdi (bey‘)
hakkında yaklaşık dört sayfa (vr. 57a-58b) açıklama yapılmıştır.
et-Teshîl’de, “kitap” ve “fasıl” türü başlıklar kırmızı renkli
mürekkeple yazılarak kolayca ayırt edilebilir hale getirilmiş, her sayfada
olmasa da, birkaç sayfada bir veya daha fazla olmak üzere metnin kenarında
(hâmiş) açıklamalarda bulunulmuştur. Aynı şekilde, nakledilen metin (Letâif)
ibâreleri de üstü kırmızı çizgiyle çizilmek suretiyle şerhten ayırt edilmiştir.
Bu çizgiler, açıklama yapmak amacıyla araya ibâre konmadığı sürece devam ettirilmiş,
böylece et-Teshîl ibâresi ile Letâif ibâresi arasındaki muhtemel
karışıklıklar önlenmiştir.
Bu eserinde Şeyh Bedreddin, Letâif metnini olduğu gibi
naklettikten sonra, şerh kısmında ayrıntıya inerek, delilleriyle birlikte
meseleleri ele almakta, daha önceki eserlerinde olduğu gibi, burada da
özellikle Hanefî mezhebinin ilk üç imamının
görüşlerine ve bu görüşler arasındaki farklılıklara
yer vermektedir. Bu arada müellif, diğer mezhep imamlarının görüşlerini de
zikredip, daha önceki metodunu bozmayarak konuyu yeterince ortaya koyduktan
sonra, hemen her sayfada “ben derim ki (JjS')” lafzıyla kendi
değerlendirmelerini yapmakta ve bu arada “kapalılık var (J^A)” lafzıyla
itirazlarını, “cevaba dikkat çektim (AjA' ^$A”
lafzıyla da muhtemel itirazlara
cevaplarını belirtmektedir.
Bu eserde, görüşlerinden yararlanılan âlimler ve nakil
yapılan kaynaklar çoğunlukla gösterilmemekle birlikte, bazen kaynak adının
zikredildiği de görülmektedir. Az da olsa kaynakların zikredildiği yerlerdeki
uygulamalar, Şeyh Bedreddin’in diğer fıkıh eserlerinde görülen kaynak zikretme
yöntemlerinin et-Teshîl’de de kullanıldığını ve bu bakımdan et-Teshîl
ile diğer eserleri arasında bir fark olmadığını ve tutarlılık bulunduğunu
göstermektedir. İktibas yapılan kaynaklara başvurulurken, örneğin, “Kaynakta şöyledir [(...) ^â]”, “Kaynağın sahibi şöyle demiştir
[(...) ı.^l^ Jta]”, “Kaynakta zikredilmiştir [(...) jS>]”,
“Kaynakta da böyledir (liS)” gibi lafızların kullanılması yöntemi bu eserde
de bulunmaktadır. Örneklerde de görüldüğü üzere, söz konusu yöntem, Şeyh
Bedreddin tarafından bir yandan bilgi iktibası, diğer yandan görüşlerinin teyit
edilmesi amacıyla kullanılmıştır.
et-Teshîl’in tanıtımına başlarken adı geçen hâşiyeye gelince, ilk
sayfasında “Merhûm Fâzıl Efendi hazretlerinin et-Teshîl’e kendi hattıyla
şerhidir” ifadesinden de anlaşılacağı üzere, bu eserin müellif nüshası elimizde
mevcut demektir. Bu hâşiye, 21.2 x 15.3 (18.2 x 11.3) cm, 107 varak, meşin
kahverengi ve oldukça yıpranmış ciltli, ortası şemseli, miklebsiz, sayfaları
çok fazla kurt yenikli bir şekilde Süleymaniye Ktp., Cârullah Veliyyüddîn bl.,
nr. 617’de kayıtlı bulunmaktadır. İlk sayfasındaki kayda göre, bu eser
1149/1736 tarihinde yazılmıştır.
Eserini Haşiyetü alâ Şerhi Letâifi’l-işârât
şeklinde isimlendirildikten sonra et- Teshîl’in fâzıl bir kitap olduğunu
kaydeden Fâzıl Efendi, Şeyh Bedreddin’i, araştırıp soruşturan (muhakkik)
âlimlerin sonuncusu olarak nitelendirmekte, et-Teshil’in faydalı bir
eser olduğunu, fakat müellifinin tenkit eğiliminde ve ictihâd ashâbı hakkındaki
sözlerinde aşırıya gittiğini söylemektedir. Kendisine “Emir Fâzıl” adının
verildiğini söyleyen, kendisini “âciz” ve “fakir” olarak vasıflandıran Fâzıl
Efendi, sırf Allah rızası için bu esere başladığını belirterek, bu iş için
Allah’tan yardım dilemektedir.
Bu eserde Emir Fâzıl, Şeyh Bedreddin’in kendi değerlendirmelerini yaptığı
sözleri, “Onun ‘ben derim ki’ dediği sözleri şöyledir (... Jj^' <!jâ)”
tarzında naklettikten sonra, “Biz deriz ki (dj^)” lafzıyla kendi açıklamalarını
yapmaktadır. Emir Fâzıl
tarafından yapılan açıklamalar genelde birkaç satırı geçmemektedir. Konu
başlıklarının varak numaraları üzerinden yapılan bir gözlemle, bu hâşiyenin
oldukça küçük hacimli bir açıklama anlayışına sahip olduğu söylenebilir.
Örneğin, Kitâbü’t-Tahâret vr. 2a, Kitâbü’s-Salât vr. 3b, Kitâbü’z-Zekât vr. 7a,
Kitâbü’s-Savm vr. 9a, Kitâbü’l-Hac vr. 10a’da yer almaktadır. Görüldüğü gibi,
namaz ile zekât arasında altı sayfa vardır ve bunun içinde ezân, namazda hades,
nâfileler, hastanın namazı, sefer ve cuma namazı gibi fasıllar bulunmaktadır.
Bu arada, hâşiyedeki ifadelerin açıklama özelliği kadar, hatta daha fazlasıyla
eleştirel mâhiyette olduğu görülmektedir. Burada, haşiyedeki açıklamaların
mâhiyeti hakkında örnek olması bakımından Kitâbu’s-Salât ve Kitâbu’l- Büyû‘
başlıklarındaki ilk mesele, önce Şeyh Bedreddin’in et-Teshîl’deki
sözlerine, sonra da Emir Fâzıl’ın ifadelerine yer vermek suretiyle ele
alınacaktır.
Şeyh Bedreddin, namazın inkâr ve terk edilmesiyle ilgili olarak şunları
söylemektedir: “Bize göre, namazı inkâr eden kimse kâfir olur, kasten terk eden
tekfir edilmez, fakat hapsedilir. Kan çıkıncaya kadar dövülür de denmiştir.
Diğerlerine göre, Hz. Peygamber’in (s.a.), ‘Namazı bilerek terk eden kâfir olur
ve bu sebeple öldürülür (JjLa ja£ j=2 Ij^^I- ö^^Jl ^jj j-)’ şeklindeki
hadisinden dolayı, böyle bir kişi
tekfir edilir ve öldürülür. Kaç defa terk ederse katlolunacağı hakkında Şâfiî
mezhebinde ihtilâf vardır. Bize göre hükmün dayanağı, Hz. Peygamber’in (s.a.),
‘Bir müminin kanı, ancak şu üç şeyden biri sebebiyle helâl olur: İman ettikten
sonra tekrar kâfir olmak, zina etmek ve haksız yere cana kıymak ( ^»j J^j -jjj
j’-^V' j*j
J£ Âj^j
jU- ^Mj VI J—- sj-I J^ V 5^ jî")’ şeklindeki
hadisidir. Ben derim ki, bu
hadis, namazı bilerek terk edenin kâfir sayılmamasına delâlet etmez. Çünkü,
inkâr etmemiş olsa bile, bilerek namazın terk edilmesinin küfür sayılması
câizdir. Zira, Hz. Peygamber’e (s.a.) şaka yollu, ciddî olmayan bir şekilde
söven kimse, onun peygamberliğini inkâr etmemiş olsa bile, kâfir sayılır. Bu
durumda, namazı terk eden kimse, Hz. Peygamber’in (s.a.) ‘imandan sonra küfür’
sözüne dâhil olmuş demektir.”
Emir Fâzıl, namazın terk edilmesinin küfür sayılıp sayılmayacağıyla
ilgili olarak, “Bu hadis, onun (namazı bilerek terk edenin) tekfir edilmeyeceğine
delâlet etmez. Çünkü, inkâr etmemiş olsa bile, bilerek namazın terk edilmesinin
küfür sayılması caizdir” şeklinde Şeyh Bedreddin’in sözlerinin bir kısmını
aktardıktan sonra, kendi açıklamalarını şöyle yapmaktadır: “Biz deriz ki, onun
bu kıyâsı, kıyâs maa’l- fârıktır. Çünkü, ne şekilde olursa olsun Hz. Peygamber’e
(s.a.) sövmek sahâbe, tâbiûn ve selef-i sâlihîn tarafından küfür olduğunda
ittifak edilen konulardandır. Nasıl olur da, namazın terk edilmesi buna kıyâs
edilir? Kalbi imanla dolu olan bir kimse, anlayış (izân) ehlidir, yüzsüz
günahkârın (fâsık) teki bile olsa, sövmeye cüret etmez ve öyle kelimeleri
söylemez. Ancak, yaratılışında bozukluk olanlar bundan müstesnâdır. Velhâsıl,
bu şekilde sövme, aslî ve hakîkî rükün olan imanın yokluğuna delâlet eder.
Satım akdiyle ilgili örneğe gelince, “Kitâbü’l-büyû‘” başlığında bey‘
kelimesinin sözlük ve terim anlamlarıyla ilgili açıklamalar yapan Şeyh
Bedreddin, icap ve kabulle ilgili mâzî ve muzârî fiil kiplerinden bahsettikten
sonra şunları söylemektedir: “Bey’ akdinin hilâfına, nikâhta emir kipi geçerli
sayılmaktadır. Velisine ‘Beni evlendir’ diyen bir kimsenin bu sözü üzerine
velinin, ‘Seni evlendirdim’ demesi halinde nikâh akdi gerçekleşmiş olur. Burada
fark, normalde nikâhın öncesinde nişanlılık hâlinin bulunması ve bunun, evlenme
maksadına delâlet etmesidir. Bey‘ ise, belli bir süreç olmaksızın (^) vâkî
olmaktadır. Dolayısıyla, bey’ akdi konusunda ‘sana satıyorum’ sözünü, mevcuda
delâlet etmeyen bir söz olarak kabul ediyoruz. Bu hüküm, niyetin olmadığı zaman
böyledir. Ama, icapta şu an satma (hâl) niyeti varsa, her iki lafız veya sadece
biri gelecek zaman kipiyle (istikbâl) olsa da akdin gerçekleşmesi (inikâd) câiz
olur. Bu durumda, gelecek zaman kipiyle kullanılan lafız, hâl manasına yorulur.
Ben derim ki, kabulde değil de sadece icapta şu âna niyet edilirse, gelecek
zaman bildiren lafızla akdin gerçekleşmemesi gerekir. Çünkü, kabul tarafı
ihtimâl taşımaktadır. Dolayısıyla, hâl niyeti, icapta ve kabulde beraber
bulunmadıkça, her iki lafız da gelecek zaman kipinde ise akit gerçekleşmez.
Şâyet, ‘bin karşılığında onu al’ denmesi halinde, lafız mâzî olmasa bile,
müşterinin kabul etmesi halinde akit gerçekleşir denirse, şöyle cevap verilir:
Bin karşılığında almasını emretmiştir. Halbuki, bu kimsenin bey‘ akdi dışında
böyle bir emir verme yetkisi (velâyet) yoktur. O halde, ‘şu kadar karşılığında
sana sattım’ örneğinde olduğu gibi, söz konusu meselede bey‘ akdi, kullanılan
lafızlar gereğince (iktizâ) sâbit olmaktadır.
Emir Fâzıl, Şeyh Bedreddin’in sözlerini, “her iki lafız da gelecek zaman
kipinde ise akit gerçekleşmez” kısmına kadar aktardıktan sonra, şunları
söylemektedir: “Biz deriz ki, o, Tuhfe’de ve bunun şerhi olan Bedâiu’s-Sanâî’de,
icap ve kabulün gelecek zaman
lafızlarıyla olması durumunda, her iki tarafın hâl niyetini taşımalarının
bağlayıcı olduğunu görmemiş. Bu sebeple, kesin söylemiyor ve rivâyet tarzında
zikrediyor. Bey‘ akdinde gelecek zaman kipi, şu âna delâlet etmez. Burada şer’î
hakîkat, geçmiş zaman kipidir (mâzî sıgası). Gelecek zaman kipi ise mecazdır.
Bu sebeple, niyete ihtiyaç duyulmaktadır.
C.
Şeyh
Bedreddin’in Diğer Eserleri
Şeyh Bedreddin hakkında bilgi veren biyografi kaynakları, buraya kadar
tanıtmaya çalıştığımız fıkıh eserleri dışında, onun daha başka teliflerinin de
bulunduğunu göstermektedir. Burada, Şeyh Bedreddin’in diğer eserleri,
ilgili oldukları alanlara göre tasnif edilerek gösterilecektir.
a.
Vâridât
İçinde felsefe ve tasavvufa dair görüşlerin yer aldığı Vâridât,
Şeyh Bedreddin’e âidiyeti konusunda birtakım şüphelerin söz konusu olduğu bir
eserdir. Mevcut pek çok yazma nüshası bulunan ve bu arada farklı kişiler tarafından
Türkçe’ye de çevrilen Vâridât’ın
bilinen nüshalarında kullanılan dil, üslûp, tertîp vb. özellikler, Şeyh
Bedreddin’in telif anlayışına uymayacak ve hatta yakışmayacak derecede
düzensizdir. Zira, incelediğimiz fıkıh eserlerine bakıldığında, son derece açık
ve akıcı bir dille yazılan konular arasında baştan sona kadar bir bütünlük
olduğu görülmektedir. Buna karşılık, Gölpınarlı’nın da ifade ettiği gibi, Vâridât,
birbiriyle ilgili olmayan ve çeşitli meclislerde sorulan sorulara verilen
cevapların, sohbetlerde herhangi bir münâsebetle girişilen izâhların, söz
arasında akla gelen bazı olayların, bazı müşâhedelerin nakillerinin toplanmasından
meydana gelen bir kitaba benzediği için, bu kitabın, birbiriyle ilgili bâblara,
bölümlere ayrılmış tam bir tasnif olduğunu söylemek mümkün değildir. Aynı kanaati paylaşan Yüksel’in ifadelerine
göre, ders notları ve şifâhî olarak söylenmiş birtakım sözlerin, rastgele ve
düzensizce derlenmesinden oluşan Vâridât’ın bazı nüshalarında yer alan
“Şeyh şöyle dedi”, “Şeyh Rahimehullâh Hazretleri şöyle buyurdu” gibi, kendi
içinde konu bütünlüğü olmayan ifadeler çelişkilerle doludur. Görüldüğü gibi elimizdeki bilgiler, sohbet
tarzında söylenen sözlerden oluşan Vâridât’ın, başka şahıslar tarafından
kaleme alındığını göstermektedir. Dolayısıyla, bu eserin Şeyh Bedreddin
tarafından yazıldığını, eserin şekil ve muhtevâ bakımından tamamen ona ait
olduğunu söylemek doğru değildir.
b.
Hâşiyetü
Fusûsi’l-hikem
Kaynaklarda Hâşiyetü Fusûsi’l-hikem şeklinde geçen bu eserin tam adı, Hâşiyetü
Matla‘i Husûsi’l-Kelîm fî Meânî Fusûsi’l-hikem’dir. Bu eserin yazma bir
nüshası İstanbul Üniversitesi Halis Efendi Ktp., nr. 2985’te kayıtlı
bulunmaktadır.
Henüz mevcut bir nüshasına rastlanamayan bu eser hakkında, tasavvufla
alâkalı olmasının dışında bir
bilgiye ulaşılamamıştır.
a.
Çerağ el-Fütûh
Cirâhu’l-Futûh şeklinde de isimlendirilen bu eserin, Arap diliyle
alâkalı “sarf- nahiv” türünde bir kitap olduğu söylenmekle birlikte, henüz mevcut bir nüshası
bulunamamıştır.
Arapça dilbilgisiyle alâkalı “sarf” ilmine mahsus olan Kitâbu’l-Maksûd’un
şerhi olduğu bildirilmektedir. Bunun da mevcut nüshası henüz bulunamamıştır.
3.
Tefsir Eseri
Bilmen’in ifadesiyle, bunun, iki ciltlik “gayet latîf bir tefsir” kitabı
olduğu, etrafında hâmişleri bulunduğu rivâyet edilmiştir.345 Nûru’l-kulûb’un
henüz mevcut bir nüshası bulunmamaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM
ŞEYH BEDREDDİN’İN
FIKIH KONULARINI İŞLEYİŞ VE
TERCİH
YÖNTEMİ
I.
GENEL BİLGİLER
A.
Şeyh Bedreddin Zamanında Osmanlı’daki İlmî
Durum
Şeyh Bedreddin’in fıkıh eserlerinde kullanılan yöntemlerin
incelenmesinden önce, onun nasıl bir ilmî ortam içinde bulunduğu hakkında bilgi
verebilmek amacıyla burada, Osmanlı’daki ilmî durumun genel yapısından kısaca
bahsedilecek, kuruluşundan itibaren Osmanlı’daki ilmî faaliyetler ve
Osmanlı’nın bunlara yaklaşımına dair bir fikir verebilmek için ilk üç hükümdar
dönemindeki bazı faaliyetlere değinilecek, daha sonra medreseler ve buralarda
okutulan usûl ve fürû kitapları hakkında kısaca açıklamalar yapılacaktır.
Osmanlılar, daha kuruluş devrinden itibaren ilmî çalışmalara önem
vermişler, kurdukları müesseselerde aklî ve naklî ilimlerin okutulmasını
sağlamışlardır. Bu arada, Osmanlılar’ın şer’î hukuku benimsemiş olmalarından
dolayı, ilmî faaliyetlerinde naklî
ilimlere daha fazla ağırlık verdiklerini söylemek mümkündür. Osman Bey’in (ö. 742/1324), o devrin önde
gelen âlimlerinden ve Âhi teşkilatının reislerinden olan Şeyh Edebâlî’nin (ö.
726/1326) kızıyla evlenmesi, akrabalık bağının kurulmasının ötesinde, ilk
dönemlerden itibaren, bir yandan Osmanlı Uç Beyliği’nin nüfuz kazanarak
yayılmasını, diğer yandan ulemâyı himâye yoluyla ilmî faaliyetlerin
geliştirilmesini sağlamıştır. Böylece, fütüvvet teşkilatının askerî gücü ve ulemânın ilmî dirâyeti
sayesinde Osman Bey, fethettiği yerlerde ilmî ve sosyal müesseseleri tesis etme
imkânına kavuşmuştur. Bu
yönde bir faaliyet olarak, Karaman’dan Osmanlı topraklarına getirilmiş olan
Dursun Fakih’e (ö.
726/1326’dan sonra) Karacabey’de Osman Bey adına ilk hutbe okutturulmuş ve
kadılık görevi verilmiştir. Böylece, yeni bir devletin temelleri atılmış
olmaktadır. Zira, adına hutbe okutmanın, o kişinin devlet başkanı sayılması ve
devletin bağımsızlık alâmeti olarak kabul edilmesi dolayısıyla, her ne kadar
bir ibadet olsa da, hutbenin siyasî yönünün bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca, Osman Bey tarafından kadılık
görevinin Dursun Fakih’e verilmiş olması, hukûkî işlerin düzenlenmesi ve
yürütülmesi görevinin ulemâya verildiğini göstermekte, bu bağlamda fıkıh ilmine
ve âlimine atfedilen önemi ortaya koymaktadır.
Osman Bey’in ölümünden sonra onun yerine geçen Orhan Bey (ö. 781/1362),
bir yandan fetih hareketlerini yürütürken, diğer yandan Osmanlı Beyliği’ni
aşîret olmaktan çıkarıp devlet konumuna yükseltecek idârî, askerî, ictimâî ve
adlî düzenlemeler yapmıştır. İznik Medresesi’nin inşâ ettirilip başına Dâvûd-ı
Kayserî’nin (ö. 751/1350) getirilmesi, ilmî anlamda önemli bir adımdır. Orhan Bey’in vefatından sonra sultan olan I.
Murad (809/1389) da, fetih faaliyetlerinin yanısıra İznik’te Dâru’l-hadis, Edirne’de ve
Bursa’da medreseler yaptırarak, ilmî çalışmalara katkıda bulunmuştur. Görüldüğü kadarıyla İznik, Bursa ve Edirne
başta olmak üzere Osmanlı’da kuruluşundan itibaren sultanların desteğiyle
birçok medrese inşâ edilmiş, medreselerle beraber tesis edilen cami, imârethâne
gibi müesseseler sayesinde, şehirler birer ilim ve kültür merkezi haline gelmeye
başlamıştır.
Osmanlı’daki medrese müessesesi, yapı ve işleyiş bakımından Selçuklu’ya
dayanmaktadır. Bazı medreselerde dinî ve aklî ilimler, diğer bazı medreselerde
ise sadece dinî veya aklî ilimler okutulmuştur. Her iki tür ilimlerin
okutulduğu ve “umumî medreseler” adı verilenler daha çok kadı, müftü ve
müderris yetiştirmek amacıyla kurulmuş, sadece bir ilmin okutulduğu medreselere
ise “ihtisas medreseleri” adı verilmiştir. Osmanlı’daki ihtisas medreseleri
“Dârülhadis”, “Dârüttıb”
ve “Dârülkurrâ” şeklindedir. İlk Dârülhadis, Suriye’de
açılmıştır. Diğer yandan
medreseler, müderrislerin aldığı yevmiyeye göre derecelendirilmiştir.
Medreseler, müderrisin yevmiyesi 20-25 akçe ise “Yirmili”, müderrisin yevmiyesi
30-35 akçe ise “Otuzlu”, 40-45 akçe ise “Kırklı” şeklinde isimlendirilmiştir.
Şeyh Bedreddin’in tahsil serüveni örneğinde de görüldüğü gibi, kuruluş
devrinde bir fakihin ilk tahsil adımları, hocalık yapacak biri varsa aile
içinde atılmakta, ailede böyle birisi yoksa, eğitim-öğretim işlevinin yerine
getirildiği en yakın kuruma
başvurulmaktadır. Şeyh Bedreddin’in yaşadığı devirde (14. yy), Osmanlı’da
yüksek tahsil imkânı bulunmadığı için Suriye, Mısır, İran gibi ilim
merkezlerine seyahat etmek zorunda kalınmıştır. Örneğin Şeyh Edebâli (ö. 726/1326) ve Hattâb Karahisârî (ö. ?) Suriye’ye; Dâvûd-i Kayserî (ö. 768/1350), Molla Fenârî (ö. 834/1431) ve Şeyh Bedreddin (ö. 820/1417)
Mısır’a; Alâeddîn Esved (ö.
800/1397), Alâeddîn er- Rûmî (ö. 841/1437) ve Ali Tûsî (ö. 887/1482) İran’a gitmişlerdir.
Bu seyahatler, kuruluş dönemindeki ilim hayatını canlandıran en önemli
unsurlardan biridir. Çift yönlü işleyen bu akademik seyahatler sayesinde bir
yandan çeşitli ilim merkezlerine öğrenciler gönderilmiş, diğer yandan meşhur
ilim merkezlerindeki âlimlerin Osmanlı ülkesine misafir hoca olarak gelip ders
vermeleri sağlanmıştır. O günlerin güç ulaşım ortamında fevkalâde bir
hareketliliğin yaşandığı, medrese hocalarının ve talebelerinin belirli zaman
dilimleri halinde İslâm dünyasının bütün büyük ilim merkezlerini gezdikleri
görülmektedir. Böylece belli seviyeye gelen talebeler, tanınmış ilim
merkezlerinde tahsillerini tamamlayıp, İslâm dini, kültürü ve medeniyeti
hakkında yetişmiş birer âlim olarak dönmüşlerdir.
Medreselerde okutulan fıkıh eserlerine gelince, yöntem bakımından
öncekilerin usûlünün takip edildiği ve genel olarak Hanefî fıkhının okutulduğu
Osmanlı medreselerinde, fıkıh usûlünden İbnü’l-Hâcib’in (ö. 646/1249) Muhtasaru’l-
Müntehâ, el-Habbâzî’nin
(ö. 691/1292) el-Muğnî, Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin (ö. 710/1310) Menâru’l-envâr,
Mahbûbî’nin (ö. 747/1347) Tenkîh
ve Tavdîh, Taftâzânî’nin
(ö. 792/1389) et-Telvîh; fürû-ı fıkıhtan ise, Kudûrî’nin (ö. 428/1037) Muhtasaru’l-Kudûrî,
Merginânî’nin (ö. 593/1197) el-Hidâye,
Secâvendî’nin (ö. 596/1200) Ferâizü’s-Sirâciyye,
Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin
(710/1310) Kenzü’d- dekâik, Tâcüşşerîa’nın (ö. 8/14. asır) el-Vikâye,
Alâeddîn Esved’in (ö. 800/1397) el-‘İnâye
adlı eserleri ile bunların
şerhleri ve hâşiyeleri okutulmuştur.
B.
Osmanlı’daki Fıkıh Çalışmalarının
Genel Yapısı
Osmanlı’daki fıkıh çalışmalarının karakteristik özelliklerinden biri,
belki en belirgin olanı, fakihlerin Hanefî mezhebine mensup olmalarıdır.
Bilindiği gibi, Osmanlı’da Hanefî mezhebi resmî mezhep olarak kabul edilmiş,
her ne kadar hâkimlerin (kadı) bir
mezheple sınırlandırılıp sadece o mezhebe göre hüküm vermelerinin meşrûiyeti
tartışmalı olsa bile, hukûkî
istikrârın sağlanması zarûretinden dolayı, yargı kararlarının ve fetvaların bu
mezhebe göre verilmesi istenmiştir.
Kadılar, önlerine gelen şer’î davalara, fıkıh kitaplarında yer alan
kuralları uygulamışlar, medreselerde okutulan Hanefî fıkıh kitaplarını bilgi ve
yürürlük kaynağı olarak kullanmışlardır.
Malum olduğu üzere, devlet büyükleriyle mezhebin önde gelen âlimlerinden
birinin ilişkisi sonucunda, söz konusu devlette o mezhebin yayılması etkili
olabilmektedir. Zira, siyâsî otoritenin benimsediği mezhep doğrultusunda
çalışmalar yapmak, çeşitli yönlerden birtakım avantajları da beraberinde
getirmektedir. Mesela, Hârûnürreşîd’in (ö. 193/809) idareciliği zamanında
(786-809) Ebû Yûsuf’un (ö. 182/798) kâdılkudât tayin edilmesi, daha sonra
hoca-talebe ilişkisinin de etkisiyle, Orta Asya Türk dünyasında Hanefî
mezhebinin yayılmasını sağlamıştır. Abbâsîler’in Ebû Yûsuf’la başlattıkları kâdılkudatlık
ve resmî mezhep uygulaması, özellikle Kûfe’nin doğusunda kalan İslâm
coğrafyasında Hanefî mezhebinin tanınmasına ve benimsenmesine yol açtığı gibi,
bu sonuç, söz konusu bölgelere Hanefî kadı tayinini gerekli kılacak bir sebep
de teşkil etmiştir. Böylece, mezhebin yayılışı ile kadılık uygulaması arasında
iki yönlü bir sebep-sonuç ilişkisine benzer etkileşim olmuştur. Sonuç itibariyle Osmanlılar, birçok
müşterek değerleri bulunan Karahanlılar ve Selçuklular’dan Hanefî mezhebini
miras almışlar, fakihler de bu mezhebi benimsemişler ve telif, şerh, hâşiye vb
türlerdeki eserlerinde Hanefî mezhebine bağlı kalmışlardır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş devirlerini kapsayan iki asırlık
zaman dilimi içinde, fıkıh ilmine dair eserlerin büyük bir kısmı Arapça, pek
azı da Farsça ve Türkçe olarak kaleme alınmıştır. Kuruluştan Fatih dönemine
kadar Osmanlı fıkıh faaliyetlerine dair eserlerde bu durum bâriz bir şekilde
ortaya çıkmakta, Arapça’nın ortak ilim dili olarak kullanıldığı
anlaşılmaktadır. Hatta,
Türkçe’nin yeteri kadar ilim dili hüviyetini kazanamamış olmasından dolayı, bu
dille yazanların özür beyan ettikleri de vâkîdir. Örneğin, Şeyh Bedreddin’in de
arkadaşı olan Hacı Paşa, Teshîlü’ş-şifâ adlı eserini
herkesin anlayabilmesi için Türkçe yazmış ve bundan dolayı da Teshîl’in önsözünde
özür dilemiştir. Bu ve diğer
örnekler, o devirde ilim dili
olarak Arapça’ya ne denli sıkı bir şekilde bağlanıldığını göstermektedir.
Söz konusu dönem açısından bakıldığında, telif türü çalışmalar şeklinde
nitelendirilebilecek olan metinler, şerhlere; şerhler de hâşiyelere göre sayıca
daha az durumdadır. Hukukun işleyişiyle ilgili pratik uygulamalardan
kaynaklanan ihtiyaçlara cevap mâhiyetinde olmak üzere telif türü metin
çalışmaları, daha çok ilmihâl ve fürû-ı fıkıh alanlarında kaleme alınmıştır.
Şerh türü çalışmalar ise, daha çok usûl sahasıyla ilgili metinler üzerine
yazılmıştır. Aynı şekilde, usûl şerhleri üzerine yazılan hâşiyeler, diğer
sahalara göre daha fazla artarak yazılmaya devam etmiştir. Bu eserlerde her ne
kadar mezhep görüşü esas alınmışsa da, görüş ayrılıklarına (hilâfiyât) ve yeri
geldikçe çeşitli yöntemlerle tercihlere de yer verilmiştir. Söz konusu
çalışmalarda; zorluğun ortadan kaldırılması ve kolaylığın sağlanması, zamana
bağlanarak dile getirilen olumsuzlukların mevcûdiyeti, örfe dayalı teâmüller
vs. sebeplere bağlı olarak tercih yöntemine başvurulmuştur.
C.
Şeyh Bedreddin’in Osmanlı Fıkıh Çalışmalarındaki Yeri
Şeyh Bedreddin’in hayat macerası, tarih bakımından Osmanlı’nın fetret
devri adı verilen bir zaman dilimine tekâbül etmektedir. Bu devirdeki fıkıh
çalışmaları, yeni kurulan ve dağılma tehlikesini atlatıp tekrar toparlanmaya
başlayan devlet için, aynı zamanda erken dönem fıkıh çalışmalarını da
oluşturmaktadır. Bu bakımdan, Şeyh Bedreddin’in özellikle Câmiu’l-fusûleyn
adlı eseri, daha sonraki yıllarda kadılar tarafından dava meselelerini
kapsayıcı en faydalı kaynaklardan biri olarak sıkça kullanılmıştır. Bu eser, her ne kadar fürû-ı fıkıh bilgilerini
içerse de, yargı işlerinde kullanılmak üzere kaleme alınmış bir hukuk kodu
gibidir. Bu eser üzerine yazılan el- Es’ile ve’l-ecvibetü’l-müteallika
bi-Câmii’l-fusûleyn, Nûru’l-ayn
fî ıslâhı Câmii’l- fusûleyn, el-Leâliü’d-dürriyye
fi’l-fevâidi’l-hayriyye, Hâşiyetü
alâ Câmii’l- fusûleyn gibi kitapların varlığı, sonraki yıllara
uzanan bir tesirin mevcûdiyetini göstermektedir. Zikredilen kitaplarda, Şeyh
Bedreddin’in ortaya koyduğu bazı görüşleri bakımından eleştirildiği bilinmekle
birlikte, Şeyh Bedreddin’in ilmî kişiliğinin ve bu eserinin övüldüğü de bilinen
bir gerçektir. Nitekim, Süleyman b. Ali el-Karamânî, Şeyh Bedreddin’in “ben
derim ki” şeklindeki ifade tarzıyla selefe itiraz ettiğini ve halefin
sözlerinden yüz çevirerek bunları umursamadığını söyleyerek eleştirisinin ana
noktasını belirtmiş ve daha sonra “hâlis niyetle Câmiu’l-fusûleyn’i
mütâlaa etmeye azmettim” diyerek, bu eserin fürû ve usûlü ihtiva ettiğini,
müellifinin ilimde önde gelen kimseler arasında yer aldığını C^’-’-^' 3-4“) ve
kitabının da eşsiz bir eser olduğunu ifade etmiştir.
el-Karamânî’ye göre lafzı bilmecelere benzeyen, az sözle pek çok manayı
anlaşılır bir dille anlatan ve yüksek bir değere sahip olan bu eser, fürûda
benzeri görülmemiş bir şekilde gönlü ferahlatmaktadır.
Şeyh Bedreddin’in bu eserinin bir tür hukuk kodu olarak algılanmasını
sağlayan faktörler arasında, onun kazaskerlik gibi bir vazifeyi îfâ etmiş
olması da gösterilebilir. Zira Şeyh Bedreddin, Musa Çelebi’nin hükümdarlığı
esnasında onun kazaskerliğini yapmış olmakla, Osmanlı devlet idaresinin en üst
kademelerinden birinde bulunmuş, dolayısıyla hukukun yapısı ve işleyişi
hakkında teorik bilgilerin yanında, pratiği hakkında da malumât sahibi bir
kimse olarak karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı’da Hanefî fıkhının hukûkî işlemlerde esas alınması sebebiyle,
devlet işlerinde ve gündelik hayatın hukuka yansıyan yönlerinde, İslâm
Hukuku’nun uygulamaya yönelik ihtiyaçlarını karşılamak üzere, pratik olmaları
bakımından fetva kitaplarının önemli bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Belki
de bu ihtiyacın bir tezâhürü olarak Câmiu’l-fusûleyn, sadece kendinden
sonraki birçok fetva derlemelerinin kaynakları arasında yer almakla kalmamış,
ayrıca, fetva kitapları arasında da sayılmıştır. Nitekim, Osmanlı dönemindeki fetvâ literatürü
hakkında yaptığı çalışmada Şükrü Özen, “Gerçekten de Câmiu’l-fusûleyn,
bilhassa Osmanlı muhitinde kaleme alınan fetva derlemelerinde en çok iktibâs
yapılan eserlerin başında gelmektedir” diyerek, Şeyh Bedreddin’in Osmanlı fıkıh
çalışmalarındaki yerinin önemine işaret etmektedir.
Eserin, kendinden sonraki çalışmaların kaynakları arasında yer almasını
yansıtması bakımından, Kırk Emre Mehmed b. Mustafa el-Hamîdî’nin (ö. 880/1475) Câmiu’l-fetâvâ
adlı eserinden birkaç örnek
vermek suretiyle, yukarıda anlatılanlar daha açık bir şekilde ortaya konmuş
olacaktır. Câmiu’l-fetâvâ’nın baştan sona okunmadan sadece tarama
yöntemiyle incelenmesiyle bile, pek çok yerde Câmiu’l- fusûleyn’den
nakiller yapıldığı görülmektedir. Örneğin, “evlilikte, eşler arasındaki denklik
meselesiyle ilgili ihtilaf halinde, gerektiğinde zevil erhâmın da mahkemede
taraf olabilecekleri”, “kızını evlendirip çeyiziyle beraber kocasına
teslim eden ve daha sonra bu çeyizin âriyet olduğunu söyleyen babanın sözünün
kabul edilip edilmeyeceği”, “ölüm hastalığındayken, kadının mehrini
kocasına hibe ettiği iddiasının, kadının vârisleri tarafından ölüm hastalığı
sebebiyle reddedilmesi”, “ihbârın,
işâretle hâsıl olmaması” gibi
meselelerin kaynağı “Câmiu’l-fusûleyn’de şöyledir ( jb^' £*b ^â)”
şeklinde gösterilmiştir.
Osmanlı dönemi fıkıh çalışmaları içinde Şeyh Bedreddin’in yerinin
değerlendirilmesi bakımından, onun özgün metin (Letâif) ve şerh (et-Teshîl)
olmak üzere telif, derleme/telif (Câmiu’l-fusûleyn) türünde eserler
verdiğini söyleyebiliriz. Konu türü açısından ilk iki eseri fürû-ı fıkıh
sahasıyla alâkalıdır. Diğer eseri ise, başta fürû-ı fıkıh olmak üzere, kısmen
de fetvâ, kavâid, hilâf ve kamu sahalarıyla alâkalıdır.
Muhtevâ bakımından Şeyh Bedreddin’in eserleri, Hanefi mezhebinin
prensiplerinin esas alınması yönüyle, dönemin diğer telif çalışmalarındaki
karakteristik özelliklere sahiptir. Metin çalışmalarında görüşlere kısaca yer
verip bunları şerhlerde genişçe ele alarak tartışmak, farklı görüşlerin
dayandığı delilleri metinde kısmen zikretmek ve açıklamasını şerhte yapmak gibi
bir anlayış, onun eserlerinde de bulunmaktadır. Yine, Osmanlı dönemi fıkıh
çalışmalarında sıkça görülen ve şerh yazma gerekçeleri olarak karşımıza çıkan
“talebelere yardımcı olmak”, “zorlukları kaldırmak ve kapalılığı gidermek”,
“tafsilden bıkmış olanlara yardımcı olmak” gibi amaçlar Şeyh Bedreddin
tarafından da gözetilmiştir.
Şeyh Bedreddin’in söz konusu dönem çalışmaları bakımından göze çarpan en
belirgin özelliklerinden biri de, ictihâd ve taklit konularındaki
düşünceleridir. Bilindiği gibi, Osmanlı fıkıh çalışmalarında her ne kadar
hilâfiyâta yer verilmişse de, eserlerin çoğunda Hanefî mezhebi merkeze alınarak
diğer mezhep görüşlerine cevap verme anlayışı bulunmaktadır. Delillerin
incelenmesi sonucunda birtakım mülahazalarla yapılan tercihler de, yine Hanefi
görüş çerçevesinde kalmaktadır. Dolayısıyla, mezhep imamlarının görüşleri
dışında bir tercih ameliyesine pek sıcak bakılmamıştır. Halbuki Şeyh Bedreddin,
Hanefî mezhebi imamlarından ittifakla nakledilen bir görüşe muhâlefet
edilemeyeceği düşüncesini, sadece bir iyi niyet (hüsn-i itikâd) olarak
değerlendirmekte ve öne sürdüğü bazı gerekçelerle reddetmektedir. Yine, “Ben derim ki” tabiriyle sâdır olan
bütün sözlerin, engel olacak bir delil bulunmadıkça kendine ait olduğunu
söyleyen Şeyh Bedreddin, “Zeki kişiler, rivâyetleri ezberlemek ve aktarmakla
değil, bu gibi sözleriyle aptal kişilerden ayırt edilirler” ifadesiyle, söz konusu anlayışı
eleştirmektedir. Zaten onunla ilgili tenkitlerin ağırlıklı olduğu konular da,
çalışmamızın son bölümünde ele alınacağı üzere, ictihâd-taklit meseleleriyle
alâkalı mevzûlardır.
Şeyh Bedreddin’in Câmiu’l-fusûleyn dışında, Letâifu’l-işârât
ve bunun şerhi olan et-Teshîl isimli eserlerinin, kütüphane kayıtlarında
yer alan pek çok yazma nüshasının bulunması, bu eserlere verilen önemin bir
ifadesidir. Örneğin, Süleymaniye Kütüphanesi kayıtlarına bakıldığında, Letâifu’l-işârât
için, Şâzelî Tekkesi bl., nr. 111, Yeni Câmi bl., nr. 540, Süleymaniye bl., nr.
594, Cârullah bl., nr. 813 gibi kayıtlara rastlamak mümkündür. et-Teshîl
ile ilgili kayıtlar ise daha fazladır. Örneğin, Beşir Ağa bl., nr. 107, Turhan
Valide bl., nr. 124, Reşîd Efendi bl., nr. 213, Hacı Beşir Ağa bl., nr. 216,
Kasîdecizâde bl., nr. 221, Damad İbrahim Paşa bl., nr. 553, Cârullah bl., nr.
698 gibi kayıtların varlığı, sözümüzü desteklemektedir.
II.
ŞEYH BEDREDDİN’İN FIKIH KONULARINI İŞLEYİŞ YÖNTEMİ
İlmî bir disiplin içinde eser meydana getirilirken doğal olarak konuların
hangi başlıklar altında ele alınacağı, öncelik sonralık durumuna göre
başlıkların sıralamasının nasıl olacağı, hangi başlık altında ne gibi
meselelerin inceleneceği, kullanılacak ifade tarzları gibi şekil ve muhteva
bakımından uyulması gereken birtakım kurallar bulunmaktadır. Buna göre, bir
yazarın kendinden önceki usûllerden birine uymak, önceki uygulamalardan
yararlanarak karma bir tasnif oluşturmak, yeni bir yöntem geliştirerek onu
uygulamak gibi takip edebileceği çeşitli yollar vardır. Tanımlayıcı bilgiler
vermeden başlıktan hemen sonra çeşitli meseleleri ele almak suretiyle konunun
incelenmesi veya kısa da olsa tarifler yapılması, hükümlerin dayandırıldığı
delillerin ve bu arada kaynakların biteviye veya çeşitli biçimlerde
gösterilmesi, metin içinde geçen kavramların zaten bilinmekte olduğu
düşüncesinden hareketle açıklanmaması veya şu yahut bu anlamda kullanıldığının özellikle
belirtilmesi gibi pek çok yöntem, bir müellifin hareket tarzı hakkında bilgi
vermesi bakımından önem arz etmektedir. Bu düşünceden hareketle, bu başlık
altında Şeyh Bedreddin’in genel olarak şekil bakımından, kısmen de muhtevaya
değinmek suretiyle, konuları nasıl ele alıp incelediği hakkında bilgiler
verilecektir. Bunun için ilk önce Şeyh Bedreddin’in konuları nasıl tasnif
ettiğine bakılacaktır. İkinci olarak, konu başlıklarından hemen sonra
tanımlayıcı bilgiler verip vermediği, verdiyse bunları nasıl ifade ettiği
üzerinde durulacaktır. Üzerinde duracağımız üçüncü husus, Şeyh Bedreddin’in
hükümlere dayanak yaptığı delilleri ne şekilde kullandığı ve hangi delillere
yer verdiği olacaktır. Son olarak Şeyh Bedreddin’in tercih anlayışını ortaya
koyabilmek amacıyla onun tercih yöntemi incelenecektir.
Tasnif bakımından Şeyh Bedreddin’in fıkıh konularını işleyiş yöntemi;
üst-alt başlıkların sıralanması bakımından başlık tasnifi, aralarında kurulan
bağlantıları göstermesi bakımından ana başlıkların sıralanması ve konu
başlıklarından hemen sonra ele alınan ilk meseleler olmak üzere üç açıdan ele
alınacaktır.
Bilindiği gibi, fürû-ı fıkhın hemen bütün konularının ele alınmasının
amaçlandığı fıkıh eserlerinde ana bölüm olarak “kitap” adı verilen üst başlık
kullanılmıştır. Bu sebeple, fıkıh külliyâtındaki konuların işlenişine “kitap
sistemi”nin egemen olduğu söylenebilir. Bu sisteme göre yazılan eserlerde,
müstakil meseleler bir başlık altında toplanmış, anlamlı bir bütün içinde
sıralanarak incelenmeye çalışılmıştır. Söz konusu sistem içindeki “kitap”
başlığı, “müstakil kabul edilen meselelerin bir arada incelendiği bölüm” olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu
arada, kendi içinde bir dereceye kadar bütünlük arz eden ve “kitap” ana
başlığının altında yer alan meseleler ise, çoğunlukla “bâb”, “fasıl” gibi daha
alt başlıklar halinde incelemeye tâbi tutulmuştur.
Hanefî fıkıh edebiyatında, “üst başlık-alt başlık” sıralaması bakımından
her zaman aynı yöntem takip edilmemiş; bazı eserlerde ikili, diğer bazı eserlerde
ise üçlü başlık sistemi kullanılmıştır. Örneğin, Hanefî fıkıh edebiyatının
temel metinlerinden birini oluşturan Kudûrî’nin (ö. 428/1037) Muhtasar’ında,
üst başlık olarak “kitap”, alt başlık olarak “bab” şeklinde ikili tasnif
kullanılmıştır. Yine, İbnü’s-Sââtî’nin (ö. 694/1294) Mecmau’l-bahreyn’inde,
üst başlık “kitap”, alt başlık ise “fasıl” şeklindedir. Buna karşılık, şekil ve
muhteva bakımından kendinden sonraki eserler üzerinde büyük bir etkiye sahip
olan Merginânî’nin (ö. 593/1197) el-Hidâye adlı eserinde ve temel
metinler arasında sayılıp bu hususta el-Hidâye’yi takip ettiği anlaşılan
eserlerden Mevsılî’nin (ö. 693/1294) Muhtâr’ında, Ebü’l-Berekât
en-Nesefî’nin (ö. 710/1310) Kenzü’d-dekâîk’inde ve Tâcüşşeria
el-Mahbûbî’nin (ö. 693/1294) Vikâyetü’r- rivâye’sinde ise, üst başlık
olarak “kitap”, alt başlıklar olarak “bab” ve “fasıl” şeklinde üçlü tasnif
yöntemi kullanılmıştır.
Şeyh Bedreddin’in Letâif isimli
eserinde ve bunun şerhi olan et-Teshil’de, başlıkların “üst-alt”
sıralamasını nasıl tertip ettiğine bakıldığında, onun, “kitap-fasıl” tertibini
kullanarak, söz konusu yöntemlerden birincisini tercih ettiği görülmektedir.
Şeyh Bedreddin’in bizzat kendisi de, Letâif için, “fasıllarını Mecmau’l-bahreyn’in
tertibine göre düzenledim” diyerek, birinci yöntem içinde yer alan söz
konusu kaynağın tertibine uyduğunu söylemektedir. Gerçekten de, Letâif’in
söz konusu eser ile karşılaştırılması yapıldığında, her ikisinde de
“kitap-fasıl” sisteminin mevcut olduğu görülmektedir. Konu başlığı sistemi
açısından Şeyh Bedreddin’in farklı olarak yaptığı, tertip bakımından esas
aldığı kaynaklarda bulunmayan meselelere “tekmile” başlığı altında yer vermesi
olmuştur.
Şeyh Bedreddin’in, başlıkların tertibi bakımından esas aldığını söylediği
Mecmau’l-bahreyn ile Letâif’teki “fasıl” türü alt başlıklarda da
sıralama bakımından büyük bir uyum vardır. Örneğin, Letâif’te
“kitâbu’t-tahâret” (vr. 2a) başlığından sonraki, “abdesti bozan şeyler” (vr.
3a), “gusül” (vr. 3b), “abdest alınıp alınamayacak su” (vr. 4a), “kuyular” (vr.
5a), “teyemmüm” (vr. 5b), “mesh” (vr. 6b), “hayız” (vr. 7a); “kitâbü’l-bey‘”
(vr. 38b) başlığından sonraki, “akde tâbi olup olmayanlar” (vr. 39b), “ehl-i
zimmet ile akitler” (vr. 42b), “şart muhayyerliği” (vr. 43a), “görme
muhayyerliği” (vr. 44a); “kitâbü’n-nikâh” (vr. 125b) başlığından sonraki
“muharremât” (vr. 125b), “veliler” (vr. 127a), “mehir” (vr. 128b) gibi fasıllar
aynı sıralama içinde Mecmau’l- bahreyn’de de yer almaktadır.
Görüldüğü kadarıyla, “kitap” üst başlığında ele alınan meseleler, belli
bir sıraya göre dizilerek incelenmekte ve sistemin arka planında birtakım
mülahazaların yer aldığı anlaşılmaktadır. Buna göre, hemen bütün fıkıh
eserlerinin “temizlik, namaz, oruç, zekât ve hac” şeklinde temel ibâdet
konularıyla başladığını ve bu sıralamada, önemi itibariyle öncelik verilen
ibâdet konularının “umûmîlik” özelliğine göre dizildiğini söylemek mümkündür.
Zira, en başta yer verilen temizlik konuları, küçük-büyük, zengin-fakir herkes
için hem çok önemli hem de sorumluluk bakımından geçerlidir. Buna karşılık,
mükellefiyet bakımından namazla sorumlu olanlar, oruçla sorumlu olanlara göre
daha dar kapsamlıdır. Aynı durum, zekât ve hacca doğru daralarak devam
etmektedir. Bu durumda, temel ibâdet konularının dizilişinde, söz konusu
ibâdetin yerine getirilebilmesi için aranan şartların ve bu sebeple sorumlu
olanların, bir önceki başlığa göre husûsîleşmesinin etkili olduğunu söylemek
mümkündür.
Hanefi fıkıh edebiyatında, temel ibâdet konularıyla ilgili başlıkların
sıralanmasında, yukarıda zikredilen yönteme başvurulmakla birlikte, daha
sonraki konuların sıralanmasında tek bir yöntem takip edilmemiş, özellikle
ibâdetler ve muâmeleler kategorisi arasındaki ayrımı belirtme bakımından, “hac”
konusundan sonra “büyû‘” veya “nikâh” başlığının yer alması, konu tasnifinde
önem kazanmıştır. Buna göre, konuların tasnifiyle alakalı olarak kullanılan
yöntemlerden biri, Hanefî fıkıh edebiyatında üç metin (mütûn-i selâse) içinde sayılan Kudûrî’nin (ö. 428/1037) Muhtasar’ında
ve dört metin (mütûn-i erbaa) içinde yer alan Mevsılî’nin (ö. 693/1294) Muhtâr’ında
görüldüğü üzere, “kitâbü’l-hac” başlığından sonra “kitâbü’l- büyû‘” başlığının
kullanılması, diğeri ise, Merginânî’nin (ö. 593/1197) el-Hidâye ve
Nesefî’nin (ö. 710/1310) Kenzü’d-dekâik isimli eserlerindeki gibi,
“kitâbü’l-hac” başlığını “kitâbü’n-nikâh”ın takip etmesidir.
Birinci yöntemin özelliği, “kitâbü’t-tahâret” başlığı ile başlayan ibâdet
konularının “kitâbü’l-hac” ile sona erdirilmesidir. Nitekim, İslâm hukukundaki
akit çeşitlerinin en tipik nümûnesi olan “satım akdi”nin (kitâbü’l-bey‘), hac
konusundan hemen sonra gelmesi, bunu göstermektedir. Konu başlıklarının bu
şekilde birbirini takip etmesindeki gerekçe ise, bey‘ akdine duyulan ihtiyacın
umûmîliği, yani, küçük büyük herkesi kapsaması ve geçim kaynağı olması şeklinde
açıklanmaktadır. Bu tasnif
anlayışının gerekçesi olarak sunulan “umûmîlik” vasfının, temel ibâdet
başlıklarından hemen sonra bey‘ akdinin gelmesini sağlayacak kadar etkili ve
izâh edecek kadar açık olmadığı söylenebilir. Zira, söz konusu başlıkların sıralaması
bu gerekçe üzerine kuruluyorsa, “ihtiyacın umûmîliği bakımından, satım akdinin
de ilk beş sıra içindeki anlayış içinde yer alması gerekmektedir. Halbuki,
uygulamanın bu şekilde olmadığı, ilk beş başlıktan sonra gelen konu başlığının
farklı bir şekilde değerlendirildiği ortadadır. O halde, başlık tasnifinde
zikredilen “tahâret-namaz-oruç-zekât-hac” başlıklarının bu sıralama içinde
olmasındaki esas etken, bunların bütünüyle ibâdet niteliğini taşıyor olmasıdır.
Bununla birlikte, “kitâbü’n-nikâh” başlığının bir bakıma ibâdet niteliğini
taşıyor olması, “bütünüyle ibâdet” niteliğinin söz konusu sıralamada her zaman
için esas teşkil edebilecek bir gerekçe sayılmasını engellemektedir. Zira, bu
nitelik esas alınacak olursa, “kitâbu’l-hac”dan sonra “kitabu’n-nikâh”
başlığının gelmesi gerekir. Çünkü, bu bağlamda, temel yahut bütünüyle ibâdet
sayılan bir başlıktan sonra, araya bu nitelikle aynı düzlemde yer almayan bir
başlık girmeden, buna uygun başka bir başlığın gelmesi lazımdır. Halbuki,
bütünüyle ibâdet olan “hac”dan sonra, muâmelâtın tipik örneği olan “bey‘”
akdine yer verilmiştir. Sonuç olarak, bu yöntemdeki ilk sırada, bütünüyle
ibâdet niteliğine sahip olma özelliği yer almaktadır. Uumûmîlik vasfı ise,
bunlar arasındaki sıralamayı sağlayan ikinci esastır. Nikâh konusuna gelince,
ibâdet yönü ağır basmakla birlikte, bütünüyle ibâdet sayılmadığı ve bir
bölümüyle muâmelâta dâhil olduğu için, ilk beş sıra içinde yer alamamakta,
umûmîlik bakımından da şartları itibariyle satım akdinin gerisinde kalmaktadır.
Konuların tasnifiyle ilgili ikinci yönteme gelince, bu yöntemin asıl
itibariyle “hak” kavramı temeline dayalı olduğu söylenebilir. İslâm hukuk
düşüncesinde, “teklif” ile ilgili olan fiiller ve dolayısıyla bunlara bağlanan
hükümler, sırf Allah hakkı olan hükümler, sırf kul hakkı olan hükümler,
kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber Allah hakkının gâlip olduğu
hükümler ve kul hakkının ağır bastığı hükümler olmak üzere dört kısma
ayrılmaktadır. Burada “Allah hakkı”, belirli bir ferdin menfaatine bakılmaksızın,
toplumun menfaatini gerçekleştirmeyi ve toplumdaki kamu düzenini korumayı
hedefleyen hükümleri; “kul hakkı” tabiri ise, ferde ait bir maslahatın
gerçekleştirilmesine yönelik hükümleri oluşturmaktadır. Buna göre, Şâri’in
nazarında toplum düzeninin temelini teşkil eden “din”in ayakta tutulmasına
yönelik namaz, oruç, zekât, hac gibi bütünüyle ibâdet (ibâdât-ı hâlise) olan
fiiller, sırf Allah hakkı sayılmaktadır. Dolayısıyla, burada zikredilen ikinci
yöntemde, diğer yöntemde olduğu gibi öncelik sırası, adı geçen ibâdet
konularına hasredilmiştir. Bununla birlikte, her iki yöntemde bu noktaya kadar
olan uyumluluk, “kitâbü’l-hac” başlığından hemen sonra “kitâbü’n-nikâh”ın
gelmesiyle bozulmakta, bu yöntemde, ibâdet konularının “hac” başlığıyla sona
erdirilmesi anlayışının kabul edilmediği görülmektedir. Bu yöntemi esas alan
eserlerde ibâdet konularından sonra “nikâh”ın ele alınmasının sebebi, nikâhın
da hac gibi bir ibâdet sayılması, diğer bir ifadeyle, “Allah hakkı” tabirinin
içine giren mevzûların sırasıyla incelenmesi anlayışının devam ettirilmesidir.
Açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, bu ikinci yöntemde “ibâdet olma”
yönü, yani, Allah hakkı olma özelliği ağır bastığı için “kitâbu’l-hac”
başlığını, “münâkehât” bahsi içindeki “nikâh”, “radâ” ve “talâk” başlıkları
takip etmekte, bunlardan sonra “kitâbü’l-ıtâk” ve “kitâbü’l-eymân” başlıkları
gelmektedir. Bunun sebebi ise, son iki başlığın bir yönüyle ceza olan, fakat
ibâdet niteliği taşıdığı için “sırf Allah hakkı” sayılan hükümler arasında yer
alan “keffâretler”le yakın alakasıdır. Nitekim, “kitâbü’l- ıtâk” başlığındaki
keffâretlerin oruç tutmak, köle âzat etmek ve fakirleri doyurmak gibi ibâdet
türünden olan fiillerle îfâ edilmesi ve buna ilâveten “kitâbü’l-eymân”
başlığında keffâretlerden bahsedilmesi, söz konusu sıralamanın mantığını
açıklamaktadır. Bunlardan sonra gelip had cezalarından bahseden başlığın
(kitâbü’l-hudûd) muhtevasını, “tam ceza hükümleri (ukûbât-ı kâmile)” adıyla
sırf Allah hakkı içinde yer
alan konuların oluşturması da, aynı anlayışın bir göstergesi olmaktadır.
Bütün bu açıklamalardan sonra, konuların tasnifi açısından Şeyh
Bedreddin’in hangi yöntemi benimsediğini ve diğer başlıklarla ilgili sıralamayı
nasıl yaptığını göstermek amacıyla, Letâifü’l-işârât’ın ve et-Teshîl’in
“kitap” türü başlıkları, varak
numarasına göre bir tablo halinde sunulacaktır. Böylece, her iki eserin kendi
içinde başlıklara göre açıklama uzunluğu hakkında bir fikir edinilmesi
sağlanmış olacaktır. Burada, Letâif’in nesih hattıyla 21, et-Teshîl’in
ise, ta’lîk hattıyla 25 satır olduğu ve et- Teshîl’deki harf
karakterlerinin daha sık ve küçük boyutta olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
Konu |
Letâif |
Teshîl |
Tahâret |
2a |
1b |
Salât |
9a |
20a |
Zekât |
24a |
32a |
Savm |
28a |
38a |
Hac |
31b |
51b |
Büyû‘ |
38b |
57a |
Rehin |
63a |
101b |
Hacr |
68a |
113a |
Me’zûn |
69b |
115a |
İkrâr |
72b |
120b |
İcâre |
78b |
140a |
Şuf'a |
85a |
150b |
Şirket |
90b |
159a |
Mudârebe |
92b |
163b |
Vekâlet |
96b |
167b |
Kefâlet |
103a |
180a |
Havâle |
108a |
187a |
Sulh |
109b |
189b |
Hibe |
112a |
194a |
Vakıf |
115a |
198a |
Gasp |
116a |
200a |
Vedîa |
119b |
204a |
Âriyet |
120b |
205b |
Lakît |
121b |
206b |
Lukata |
122a |
207a |
Hünsâ |
122b |
208b |
Mefkûd |
122b |
209a |
Âbik |
123a |
209a |
İhyâu’l-mevât |
123b |
209b |
Müzâraa |
124a |
212a |
Müsâkât |
125a |
213b |
Nikâh |
125b |
214a |
Radâ |
135a |
225a |
Talâk |
135b |
225b |
Itk |
153b |
247b |
Cinâyet |
162a |
261b |
Diyât |
166b |
265a |
Hudûd |
176a |
274a |
Sayd ve Zebâih |
185a |
281a |
Udhıye |
187b |
283a |
Yemin |
189a |
284a |
Kazâ |
197b |
289a |
Şehâdât |
200a |
301a |
Dava |
205b |
305b |
Kısmet |
212a |
315a |
İkrâh |
213b |
316b |
Siyer |
215a |
318a |
Kerâhet |
223 a |
324b |
Vasiyet |
226a |
327a |
Şeyh Bedreddin’in yukarıda zikredilen ve Letâif için söylediği,
“fasıllarını Mecmau’l-bahreyn’in tertibine göre düzenledim” ifadesinden hareketle, her iki eser arasında
yapılan karşılaştırma sonucunda, onun “kitap” türü başlıklar bakımından da bu
kaynağı takip ettiği görülmektedir.
Konu başlıklarının varak numarasına göre sıralandığı tabloda görüldüğü
üzere, ibâdetlere dair temizlik, namaz, zekât, oruç ve hac başlıklarından sonra
büyû‘ konusunun ele alınması ve dolayısıyla birinci yöntemin takip edilmesi,
Şeyh Bedreddin’in, “hac”dan hemen sonra “bey‘” akdine yer vermenin gerekçesi
sayılan “ihtiyacın umûmîliği”ni kabul etmesi demektir. Dolayısıyla, onun bu
yöntemi takip etmesi, “nikâh”ın ibâdet sayılması ve “hac”dan sonra gelmesiyle,
ibâdet konularının devam ettirilmesine dair anlayışa öncelik tanımaması
anlamına gelmektedir.
Buraya kadar yapılan açıklamalarla, Şeyh Bedreddin’in başlık tasnifini ne
şekilde yaptığı hakkında yeterince bilgi verilmiş olmaktadır. Bundan sonra,
onun, fıkıh konularını işleme yönteminin diğer bir yönünü ortaya çıkarmak amacıyla,
konu başlıklarından sonra yer verdiği ilk bilgiler incelenecektir. Buradaki
amaç, şekil bakımından ele alınan eserlerin bir ölçüde muhteva bakımından da
değerlendirilmesini sağlamak, “metin karşılaştırma” yöntemine dayalı olarak,
benzerlikleri ve farklılıkları ortaya çıkarmak için ileride yapılacak geniş
kapsamlı çalışmalara ışık tutmak ve bu tür çalışmalara konu olmasını sağlamak
için Şeyh Bedreddin’in fıkıh eserlerine dikkatleri çekmektir. Bu tür
çalışmalarda, araştırmanın amacına bağlı olarak, eserlerin tamamı ya da çeşitli
örnekler esas alınmak suretiyle, bahsedilen karşılaştırmaların yapılması
mümkündür. Böylece, tarihî süreç içindeki birçok etkene bağlanabilecek değişme
ve gelişmelerin takip ettiği seyir, bir dereceye kadar gözlemlenebilecektir.
Bahsedilen sonuçlara ancak müstakil çalışmalarla ulaşılabileceği için, burada
“hayız-loğusalık”, “zekât” ve
“vekâlet” başlıklarından hemen sonra ele alınan meselelere yer verilecek, Şeyh
Bedreddin’in kaynak olarak zikrettiği eserlerle de kısaca karşılaştırma
yapmakla yetinilecektir.
Letâifü’l-işârât’ta, hayız ve loğusalık konularının ele
alındığı “fasıl” türü başlığa (^lüJlj (^^' J^â), konu başlığından sonra ele
alınan ilk meseleler örneği olarak bakıldığında; “kadının, orucunu kaza etmesi
gerektiği, fakat zorluktan dolayı (harec) namazın kazasıyla sorumlu olmadığı”
bilgisinin verildiği görülmektedir. İkinci mesele ise, “hayzın en az süresinin
bir gün bir gece değil, üç gün olduğu” bilgisidir. Görülüyor ki Letaif’te, tanımdan
hemen sonra hayzın en başta dînî bir yükümlülüğün edâsına geçici de olsa engel
teşkil eden bir durum olduğu vurgulanmış, hayızlıyken yapılması haram olan iki
şey (namaz ve oruç), aynı durumda haram olanlara (Kur’ân okumak, mescide
girmek, Kâbe’yi tavaf etmek gibi) ve hayzın süresi ile ilgili bilgilere
öncelenmiş, başlangıç ve bitiş zamanları bakımından hayzın süresiyle ilgili
meselelere, konu bu şekilde ortaya konulduktan sonra geçilmiştir.
Bu anlatım sırasıyla ilgili küçük bir karşılaştırma yapıldığında, söz
konusu sıralamanın, Mecmau’l-bahreyn’de de aynı şekilde bulunduğu
görülmektedir. Bu bilgiler doğrultusunda, Şeyh Bedreddin’in söz konusu kaynağa
sadece üst-alt başlıkla ilgili uygulama tarzında uymadığını, meselelerin
sıralanmasında da büyük oranda bu eseri takip ettiğini söylemek mümkündür.
Buna karşılık, meselâ, Kudûrî’nin
(ö. 428/1037) Muhtasar’ında ve Merginânî’nin (ö. 593/1197) el-Hidâye’sinde,
başlıktan hemen sonra hayzın en
kısa süresinin üç gün ve üç gece, en uzun süresinin ise on gün ve on gece
olduğu, bundan daha kısa veya daha uzun süredeki kanın hayız değil, kadının
özürlü kabul edildiği başka bir hastalık (istihâze) kanı sayıldığı
anlatılmaktadır.
Zekât konusuyla alâkalı diğer bir örnekte Şeyh Bedreddin,
“kitâbü’z-zekât” başlığındaki tanımdan hemen sonra zekâtın kimlere farz
olduğunu söylemektedir. Buna göre zekât, aslî ihtiyaçlarının ve borçlarının
dışında gelir getirici (nâmî) nisâba mâlik bulunan hür ve mükellef olan her
müslümana farz kılınmıştır. Daha sonra, Şâfiîler’in aksine, Hanefîler’e göre
yükümlünün, zekât malının telef olması halinde mahallin yok olmasından dolayı,
edâ mükellefiyetinden kurtulacağı anlamında “berie (*jj)” kelimesiyle anlatılmıştır. Bu örnekle ilgili kısa bir metin
karşılaştırması yapıldığında, Letâifu’l-işârât’ta geçen “berî
olmak” yerine, Mevsılî’nin (ö. 693/1294) el-Muhtâr’ında, “zekât verme
sorumluluğun düşmesi” anlamındaki “düşer (LS^ü)” fiilinin, İbnü’s- Sââtî’nin
(ö. 694/1294) Mecmau’l-bahreyn’inde ise “zekât verme sorumluluğun
düşürülmesi” anlamındaki “onu düşürürüz (I^LILü)” fiilinin
kullanıldığı görülmektedir. Burada, zekât verme sorumluluğun ortadan
kalkması bakımından, “berî olmak” ile “düşmek/düşürülmek” arasında bir fark
yoksa da, birincisinde, aynı zamanda töhmetten uzak olma anlamı da vardır.
Öte yandan “ibrâ” kelimesi, “iskât”
kelimesini de içine alacak şekilde bir kullanıma sahiptir. Nitekim bu kelime,
Hanefî mezhebine göre “hakkın zimmetten düşürülmesi (<-iİl Jp
jaJl L>tjL>l)” anlamına gelmektedir.
Vekâletle ilgili diğer bir örnekte ise, karşılaştırma yapılan eserlerde,
“konuların tasnifi” bakımından aynı sıralamanın takip edildiği görülmektedir.
Burada Şeyh Bedreddin, söz konusu başlığın tanımını yaptıktan hemen sonra,
müvekkilin, tanımda geçen işlemleri yapabilecek ehliyete sahip olmasının;
vekilin de, vekâlet akdinin içeriğini akledebilmesinin gerekli olduğunu
söylemiştir. Böylece, tarafların ehliyet yetenekleriyle ilgili bu açıklamadan
sonra, “mâlik olamayanın temlîk edemeyeceği ( V \l
^J 4^)”
anlamına gelen ifadeyle, buraya kadar anlatılanlar bir bakıma
özetlenmiş olmaktadır. Ele alınan örnek meseleyle ilgili olarak,
karşılaştırma yapılan Kudûrî (ö. 428/1037), Mevsılî (ö. 693/1294) ve
İbnü’s-Sââtî (ö. 694/1294) gibi müelliflerin de, başlıktan hemen sonra,
müvekkilin söz konusu akitle ilgili tasarruf yetkisine sahip olmasının
gerekliliği üzerinde durdukları görülmektedir.
Görüldüğü gibi, konuların tasnifi bakımından Şeyh Bedreddin’in yöntemi
hakkında bilgiler vermenin yanında, burada yapıldığı şekliyle kısa ve yüzeysel
de olsa, farklı açılardan gözlemleme ve bunlara bağlı olarak çeşitli sonuçlar
elde etmek bakımından, metin karşılaştırmalı bir çalışma yararlı olmaktadır.
B.
Konu Başlıklarının
Açıklanması
Konu başlıklarının açıklanmasından maksat, Şeyh Bedreddin’in sözlük ve
ıstılâh anlamı bakımından başlığın tanımına dair bilgiler vermesidir.
Başlıkların birkaç kelimeyle de olsa açıklanması önemlidir. Zira bu tanımların,
başlık altında zikredilecek meselelere uygulanacak genel kuralı veya kuralları,
bir dereceye kadar ifade etme özelliği bulunmaktadır. Bu durumda, zikredilecek
meseleler de, belirlenmiş bir bakış açısının çerçevesini çizdiği genel kuralın
farklı uygulama alanlarıyla ilgili tezâhürlerini oluşturuyor demektir. Bu
açıdan konu başlıklarının tanımlanmasına dair açıklamalar, mezhep içi fıkıh
ıstılâhlarının açılımında büyük rol oynamaktadır.
Burada, Şeyh Bedreddin’in, konu başlıklarında yapmış olduğu tanımların ve
açıklamaların Hanefi fıkıh edebiyatındaki ıstılâhlar içindeki yerinin
belirlenmesi ve bir dereceye kadar mukayesesinin yapılabilmesi amacıyla,
başlıkta zikredilen tanımlamaya ve varsa kısaca açıklamalara yer verildikten
sonra Necmeddîn Ebû Hafs Ömer b. Muhammed en-Nesefî’nin (ö. 537/1147) Tılbetü’t-talebe,
Seyyid Şerif Cürcânî’nin (ö. 816/1413) et-Tarifât ve İbrahim Halebî’nin
(ö. 956/1549) Mülteka’l-ebhur isimli eserlerine başvurulacaktır.
Fıkıh sözlüğü türünde kaleme alınan ilk eserlerden biri olan Tılbetü’t-talebe’de,
Hanefî fukahâsının kullanmış olduğu lafızların manaları açıklanmaktadır. Yöntem
bakımından eserde, “tahâret”ten başlayıp devam eden konu silsilesi takip
edilmiş; namaz, oruç, zekât ve hac konularından sonra nikâh, radâ, talâk gibi
konu başlıklarına yer verilmiştir. Bu eser, bir yönüyle “garîbu’l-hadis” türü
kitaplara da benzemektedir. Zira, pek çok yerde, fakihlerin delil olarak
gösterdikleri hadislerin içinde geçen lafızların açıklanmasıyla
karşılaşılmaktadır. Yine bu eser, dilbilimcilerin “garîb” diye
nitelendirdikleri lafızların fakihlere göre mefhûmunu açıklaması ve
ıstılâhların delâletlerinin açıklanmasında çoğu zaman Kur’ân ve Sünnet’ten
şahitlerin gösterilmesi bakımından da ayrıcalıklı bir yere sahiptir. “Hanefî
fıkıh sözlüğü” diyebileceğimiz eserde, fakihlerin usûlü takip edilerek
açıklamalar kısa tutulmuş, dilbilimcilerin uzun uzadıya açıklamalarına ve
tartışmalarına girilmemiştir. Kelimenin önce sözlük anlamı verilmiş, daha sonra
da fıkıh edebiyatındaki terim manası hakkında açıklama yapılmıştır. Cürcânî’nin
(ö. 816/1413) et-Tarifât adlı eseri, mukaddime kısmında da belirtildiği
üzere belli bir ilme hasredilmemiş, ilim talebelerine kolaylık olsun diye
kitaplarda kullanılan ıstılâhlar cem edilmek suretiyle kaleme alınmıştır.
Eserde yöntem olarak terimler hece harflerinin sırasına göre tertip edilmiştir.
İbrahim Halebî’nin (ö.
956/1549) Mülteka’l-ebhur adlı eseri, eserin mukaddime kısmında da
belirtildiği üzere, İbnü’s-Sââtî’nin (ö. 694/1294) Mecmau’l-bahreyn ve
Merginânî’nin (ö. 593/1197) el- Hidâye adlı eserlerinden bazı ilaveler
yapılmakla birlikte, asıl olarak Kudûrî’nin (ö. 428/1037) el-Muhtasar,
Mevsılî’nin (683/1274) el-Muhtâr, Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin (ö.
710/1310) Kenzü’d-dekâik ve Tâcuşşerîa’nın (ö. 673/1274) el-Vikâye
adlı eserlerindeki meseleleri, talebeler istifade etsin diye kolay bir ibâre
ile anlatmakta, önce genel kabule mazhar olan görüşlere, daha sonra da
diğerlerine yer vermektedir. Bu eser, Hanefî mezhebi içinde genel kabul görmüş
görüşleri ve dolayısıyla tanımları da içermesi bakımından önemlidir.
Şeyh Bedreddin’in ilk telifi olan Letâifü’l-işârât’ın
mukaddime kısmında da belirtildiği gibi, bu eserde hilâfiyâta yer verilmek
suretiyle meselelerin hatırlatılması amaçlanmıştır. Bu arada, her ne kadar
başlıklar hakkında bir tür tanım mâhiyetinde sözler sarf edilmişse de, bunlar
için açıklamalara çok az yer verilmiş olduğu söylenebilir. Bu sebeple,
başlıkları açıklama yöntemi hakkında bu eser üzerinde çok fazla durulmayacak,
konuyla ilgili açıklamalar çoğunlukla Letâifü’l-işârât’ın şerhi
olan et-Teshîl adlı esere dayalı olarak yapılacaktır. Bununla birlikte, Letâif’teki
uygulama yönteminin keyfiyeti hakkında bir fikir vermesi bakımından birkaç
örnek üzerinde durmak faydalı olacaktır. Burada, daha önce “başlıktan sonraki
ilk meseleler” bağlamında ele alınan “hayız-loğusalık”, “zekât” ve “vekâlet”
konuları, başlık açıklamasına dair örnekler olarak ele alınacaktır.
Letaif’te, “faslü’l-hayz” başlığından hemen sonra, “hasta ve yaşça
küçük olmayan bir kadından gelen kan (j*^ j «Ij û^ ^’-“ öljJ ^j 4^üj ja)”
şeklinde hayz; “düşük
şeklinde de olsa, çocuktan sonra gelen kan (-L2^ jj JjJI ^2«j ^)”
şeklinde de loğusalığın tanımı yapılmıştır. Hayızla ilgili olarak Seyyid Şerif
Cürcânî’nin (ö. 816/1413) yaptığı tanımda, Şeyh Bedreddin’in tanımından farklı
olarak, kadının bülûğ çağına ermiş olmasını belirtmek üzere “bâliğa (<*^)”
kelimesi bulunmaktadır. Şeyh
Bedreddin bu kelimeyi doğrudan zikretmemiş, fakat dolaylı olarak söylemiştir. Mevkûfât’taki
hayız tanımında ise, kadının bülûğ çağına girmesini ve hasta olmamasını
belirtmek üzere “hasta olmayan bâliğa kadın (Uj *h V İ*Hj slj*l)” şeklinde
ifade farklılığı bulunmakta ve Şeyh Bedreddin’in yaptığı loğusalık tanımındaki
“düşük şeklinde olma (-L^ jj)” ibâresi burada yer almamaktadır. Ancak, çeşitli
meselelerden sonra uzuvları belirmiş düşüğün çocuk sayılması sebebiyle
annesinin loğusa olduğu söylenmiş ve tanımda geçmeyen ibâre, böylece mesele
olarak zikredilmiştir.
Başlık açıklamalarına ilişkin olarak “vekâlet” konu başlığında “hukûkî
işlerde başkasını kendi yerine geçirmek ( jj^jJI ^ <^ü j»Jl Â-131)
şeklinde yapılan tanım, Tılbetü’t-talebe’de
ve Tarifât’ta bütünüyle yer almamış, her ikisinde de “vekil”
kelimesinden hareketle bir tanım yapılmaya çalışılmıştır. Buna göre birincide,
vekil için “müvekkilinin acziyetinden dolayı, kendinden başkası adına
tasarrufta bulunan” şeklinde bir açıklama yapılmıştır. İkincide ise “vekâlet”in, “vekil”in mastarı
olduğu söylenmiş ve vekil, “işin kendisine bırakıldığı, teslim edildiği kimse”
olarak tanımlanmıştır. Vekâletle ilgili tanımlar üzerinde düşünüldüğünde,
müvekkili adına hareket eden vekil ile müvekkili arasında bir güven ilişkisinin
mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Mevsılî’nin (ö. 693/1254) “işi ihâle etmek ve
güvenmekten ibarettir (.l^Vlj ^jjjJI jo öjUo ^*j)” ifadesi de, söz konusu
güven ilişkisini göstermektedir. Bu
arada, tasarruf için bir başkasını kendi yerine geçirmenin, o konuda müvekkilin
de tasarruf yetkisine sahip olmasını gerektirdiği ortadadır. Vekâlet konusuna “müvekkil, tasarrufa mâlik
olmadıkça vekâlet sahih olmaz” diyerek başlayan İbnü’s-Sââtî de bu hususu teyit
etmektedir.
Bu arada, Letâif’in oldukça muhtasar bir tarzda telif edilmesi ve et-Teshîl’in
onun şerhi mahiyetinde olmasıyla ilgili hususiyetler, başlıkların
açıklanmasında belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Özellikle,
“kitâbü’l-büyû‘” konusundaki temel esasların metinde zikredilip, bunlarla
ilgili pratik uygulama örneklerinin açıkça yazılmasının şerhe bırakılması,
metin-şerh ilişkisini pekiştirmektedir. Letâif’te, muâmelât konularına
başlangıç yapılan bey‘ akdi, “mebîin, mâlikin mülkiyetinden çıkarılması
suretiyle, kasten bir malın başka bir malla mübâdele edilmesi ( ^’-^' j* £j^ll
çljâL
JUL JUl <L1-h
Iû^5)” şeklinde tanımlanmış, bu terimin, alım-satım bakımından karşıt çift
anlamlı (ezdâd) kelimeler içinde yer aldığı söylenmiş ve ardından, “satın alma (^j^İI)” kelimesinin
de aynı şekilde ezdâddan olduğu belirtilmiştir. Şeyh Bedreddin, kasten mebîin
mâlikin mülkiyetinden çıkarılmasının bey‘ (satım), aynı şekilde iradî olarak
semenin mâlikin mülkiyetinden çıkarılmasının ise şîrâ (satın alma) anlamına
geldiğini söylemektedir. Bu şekildeki tanımlama ve kısaca yapılan
açıklamalardan sonra, ihtimal bulunduğu gerekçesiyle mâzî dışındaki bir
kalıpla, “hâl” niyeti hariç, bey‘ akdinin gerçekleşmediği belirtilmektedir.
Buna karşılık et-Teshîl’de
ise, yukarıda anlatıldığı şekliyle ortaya konan esasların, uygulamaya yönelik
açıklamalarının yer aldığı görülmektedir. Şeyh Bedreddin’in ifadelerine göre
bey‘ akdi, mâzî lafızlarla olmalıdır. Çünkü, alışveriş yaparken taraflardan
birinin “sattım”, buna karşılık diğerinin “aldım” veya “kabul ettim” sözlerinde
olduğu gibi, mâzî kalıplar kullanılmaktadır. Ayrıca bey‘, bir tasarrufun
inşâsıdır. İnşâ ise, sadece şer’ ile bilinir. Halbuki Şârî‘ Teâlâ, inşâ için
bir lafız belirlememiştir. Bu sebeple inşâ için mâzîden haber veren lafız
kullanılmaktadır. Mâzî lafız, haber verilenin daha önce mevcut olmasını
çağrıştırmaktadır. Bu sebeple, her iki lafız da mâzî olmalıdır. Satıcının
“satıyorum”, alıcının “satın aldım” şeklindeki sözlerinde olduğu gibi,
lafızların birinin mâzî, diğerinin muzârî olması halinde akit gerçekleşmez.
Bununla birlikte, satım akdinin hilâfına nikâh konusunda emir kalıbı geçerli
sayılmaktadır. Çünkü, nikâhın öncesinde nişanlılık vardır ve bu lafız, hâle
delâlet etmektedir. Bey‘ akdi ise, genel olarak bir anda (süreçsiz) meydana
gelmektedir ve bu lafzın çeşitli manalara (mâzî, hâl, istikbâl) gelme ihtimâli
vardır.
Letâif ile et-Teshîl arasındaki metin-şerh ilişkisini
gösteren bu açıklamalardan sonra, konu başlıklarının açıklanmasında “tanım,
özet açıklama, örnek meseleler” sıralaması şeklinde bir yöntemin takip
edildiğini söylemek mümkündür. Örneğin, “muhâfaza etmesi için güvenilir bir
kimsenin yanına emânet olarak bırakılan maldır ( J-* <ha^J jjJ ^jj)”
şeklinde vedîayı tarif eden Şeyh Bedreddin, bunun teberrû hükmünde olduğunu
söylemekte ve meseleleri bu hükme göre değerlendirmektedir.
Başlık ve kavram açıklaması bakımından Şeyh Bedreddin’in diğer eseri olan
Câmiu’l-fusûleyn’de de birtakım ifadelerin yer aldığı görülmektedir. Örneğin,
“ehl-i bağy”i, “hak olan imama haksız yere başkaldıranlar” şeklinde tarif eden
Şeyh Bedreddin, bunun açıklamasını şu şekilde yapmaktadır: “Müslümanlar bir
kişi üzerinde karar kıldıktan sonra, başa geçen kişinin kendilerine yaptığı bir
zulümden dolayı yine müslümanlardan bir gurup baş kaldırırsa, bu kimseler
isyankâr (bâğî) sayılmazlar. Şâyet, onların baş kaldırması, kendilerine yapılan
zulümden dolayı değil de, iktidarı ele geçirme amacıyla yapılmışsa, bunlara
‘biz haklıyız’ denir. Zira, âsî olmuşlardır.”
Câmiu’l-fusûleyn’in kırkıncı faslının başlığındaki ifadeler de
başlık ve kavram açıklamaya dair uygulamaya örnek olarak gösterilebilir. Şeyh
Bedreddin, sicillere ve kayıt defterlerine tahsis ettiği kırkıncı faslın hemen
başında, “ben derim ki” tabiriyle giriş yaparak, “siciller”in “sicil”
kelimesinin çoğulu olduğunu ve sözlük olarak, “hâkimin yazdığı şey (kitap)”
anlamına geldiğini söylemektedir. Aynı şekilde, “mehâzır”ın, “mehzar”
kelimesinin çoğulu olduğunu söyleyen Şeyh Bedreddin, “mahzar”ı; “iki hasmın,
hâkimin huzurunda bir araya gelmesinin, davalının ikrârının veya inkârının,
şüpheyi ortadan kaldıracak şekilde delile veya yemine yanaşmamaya (nükûl)
dayanan hükmün vs yazıldığı şeydir. ‘Sicil’ kelimesi de böyledir” diyerek
açıklamaktadır.
C.
Hükümlerin
Delillendirilmesi
Hükümlerin delillendirilmesi konusu, önce şekil, daha sonra da kullanılan
deliller bakımından incelenecektir. Şekil bakımından iki husus üzerinde
durulacaktır. Birincisi, meseleler ele alınırken kullanılan ve hükmün gerekçesi
olarak sunulan delilin “nass” veya “haber” şeklinde isimlendirmesidir. İkincisi
ise, Kur’ân ve Sünnet lafızlarının ibâre içinde nasıl iktibâs edilmiş
olduğudur. Böylece, Şeyh Bedreddin’in fıkıh eserlerinde Kur’an ve Sünnet gibi
iki temel delilin, şekil itibariyle incelenmesi tamamlanmış olacaktır. Daha
sonra, “Kitap”, “Sünnet”, “İcmâ”, ... sıralaması takip edilerek çeşitli örnek
meselelerden hareketle, söz konusu eserlerde hükümlerin hangi delillere
dayandırıldığı hakkında bilgiler verilecektir.
a.
Nass-Haber Ayrımı
Bakımından Deliller
Sözlükte; “doğma”, “vahiy ile sabit ifade”, “Kur’ân âyetlerinin ve
hadislerin ortak adı” anlamına gelen nass kelimesi, fıkıh usûlünde; “söyleyen
tarafından ileri gelen bir sebeple, manası zâhirden daha açık olan lafız”
anlamlarında kullanılmakta, nassın, “lafzın manasının, kelâmın siyâkının,
yani sözün söylenmesinin aslî gayesi” ve “tevîl ve tahsîs ihtimaline açık bulunan
bir lafız” olduğu
belirtilmektedir. Haber ise, “doğruya ve yalana ihtimali olan söz”, “herhangi
bir kimseden rivâyet olunan söz”, “şehâdet sözcüğü zikredilmeksizin, bir
kimseye ait diğeri üzerinde bir hak olduğunu söyleme” gibi anlamlara
gelmektedir. Hadis usûlünde,
haber kelimesi ile hadis kelimesi eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Fakat, haber
ile hadis arasında umûmîlik- husûsîlik ilişkisi vardır; her hadis haberdir, ama
her haber hadis değildir. Buna göre, Hz. Peygamber’e (s.a.) ulaşan hadisleri
(merfû), sahâbeye (mevkûf) ve tâbiîne (maktû) dayanan nakilleri haber şeklinde
isimlendirmek mümkündür.
Bütün bu açıklamalardan sonra Şeyh Bedreddin’in, nass kelimesini
“Kur’an”, “âyet”, “Kur’an ve sünnet”, “sünnet”, “tevil ve tahsis ihtimali olan
delil karşıtı” gibi çeşitli anlamlarda, haberi de, umûmî ve husûsî manalarıyla,
yani, Hz. Peygamber’den (s.a.) veya sahâbeden gelen rivâyetler anlamında
kullandığını söylemek mümkündür. Aşağıda zikredilecek olan örnek meselelerdeki
uygulamalarla, nass ve haber kelimelerinin hangi anlamlarda kullanıldığı
gösterilecek ve böylece kullanım bakımından bu ikisi arasındaki ayrım ortaya
konmuş olacaktır.
Buna göre, ictihâdî konularda verilen farklı hükümlerin geçerliliğine
dair zikredilen örnek meselede nass kelimesi, “nassu’l-Kitab” şeklinde âyet
anlamında kullanılmıştır. Şöyle ki, Ebû Yûsuf’a göre bir hâkimin, babanın zina
ettiği kadınla oğlun veya oğlun zina ettiği kadınla babanın nikâhlanmasına
cevâz veren hükmünden dolayı nikâh akdedilmiş olmaz. Çünkü, hâdise hakkında
Kitap nassı vardır. Buna karşılık, İmam Muhammed’e göre akit meydana gelmiştir.
Zira, İbn Abbas’tan merfû ve mevkûf olarak “haramın, helâli haram kılmayacağı”
rivâyet edilmiştir. Bu rivayet, İmam Muhammed’i teyit etmektedir. Dolayısıyla,
mesele ictihâdî («jS ^^2^^) olmuştur ve verilen hüküm geçerlidir.
Nâfiz olup olmaması bakımından yargı kararlarının incelenmesi esnasında
geçen nass kelimesi, Kur’ân ve Sünnet anlamında kullanılmıştır. Şeyh Bedreddin,
hâkimlerin verdikleri yargı kararlarının üç kısma ayrıldığını söylemiş ve
bunları a) Nass ve icmâya aykırı olan hâkim kararları, b) İhtilaflı konularla
ilgili olan hâkim kararları, c) Verildikten sonra ihtilafın ortaya çıktığı
hâkim kararları şeklinde sıralamıştır. Fıkıh usûlünde şer’î deliller, sırasıyla
Kitap, sünnet, icma... şeklinde isimlendirildiğine göre, “nass ve icmâya aykırı
olan hâkim kararları” ibâresindeki nass kelimesinin, Kur’ân ve Sünnet anlamında
kullanıldığı açıktır.
Yiyecek türü dışında bile olsa, menkûl mallarda kabzedilmeden önce
tasarrufta bulunmanın, “hadis”ten ve “malın helâk olması halinde aldanmanın
(garar) ortaya çıkmasından” dolayı yasak olduğu belirtildikten sonra, Ebû
Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre helâk olma durumunun nâdiren gerçekleşmesi sebebiyle
aldanmanın mevcut olmayacağı söylenmiştir. Burada adı geçen hadiste Hz. Peygamber (s.a.),
menkul malların alışverişinde bedellerin elden ele olmasını, yani her iki
bedelin de peşin ödenmesini gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, bu örnekte nass
kelimesi, sözlü sünnet delili (hadis) için kullanılmış olmaktadır.
Satışa zorlanan kişinin daha sonra müşteri ile pazarlık yapmasının satışa
izin verme anlamına gelip gelmemesine dair zikredilen örnek meselede nass
kelimesi, te’vîle ve tahsîse ihtimali olan “delil” karşıtı anlamında
kullanılmıştır. Örnek meselede şuf’a hakkı sahibi, müşteriyle pazarlık yapmakta
ve onun bu amelinin, satışa icâzet ve pazarlık yaptığı müşterinin mülkiyetini
ikrâr demek olduğu söylenmektedir. Ancak, bu durumdaki kişinin muhtemelen kendi
için olan mala ulaşmak istediği, zaten başka yolu da olmadığı belirtilmekte ve
en sonunda bunun da şuf’a konusu malın satışına icâzet sayılmaması gerektiği
ifade edilmektedir. Zira, mesele hakkında nass bulunmadığı, delillerin ise
çatışma halinde olduğu ve bu meselenin, yukarıdaki anlamıyla “delil” ile amelin
cevâzını gösterdiği söylenmiştir.
Haber kelimesine gelince, Şeyh Bedreddin’in hem Hz. Peygamber’den (s.a.)
hem de ashâbtan gelen rivâyeti “haber” olarak nitelendirerek, hadis ve haber
kelimesini aynı anlamda kullandığı görülmektedir. Buna örnek olarak, onun,
bedelli boşanma
(hulû‘) konusundaki ifadelerini göstermek mümkündür. Nitekim, Şâfiî
mezhebindeki görüş ayrılığına dikkat çekmek için “bize göre (Uıit)” kaydını
kullanarak, Hanefî mezhebinde bedelli boşanmanın bâin sayıldığını söyleyen Şeyh
Bedreddin, Hz. Peygamber’den (s.a.) ve bir kısım sahâbeden gelen haberin buna
göre vârit olduğunu belirterek söz konusu görüşünü delillendirmekte ve böylece
haber kelimesini merfû ve mevkûf rivayet için kullanmış olmaktadır. Aynı şekilde, Hanefî mezhebine göre,
besmelenin de eûzü (teavvüz) gibi gizli okunmasının gerekli görülmesinin İbn
Mes’ûd’dan gelen habere dayandığının söylenmesi, haberin mevkûf rivayet için
kullanılmasının bir başka örneğini teşkil etmektedir.
b.
İktibâs Şekli Bakımından Deliller
Bu başlıkta, Şeyh Bedreddin’in ele aldığı meseleleri delillendirirken
kullandığı âyetleri ve hadisleri ne şekilde iktibâs ettiği hakkında bilgiler
verilecektir. Burada maksat, alıntılanan âyetlerin ve hadislerin asıl yapıları
göz önünde bulundurulduğunda, ne kadarına yer verildiğini göstermek ve böylece
şekil itibariyle Şeyh Bedreddin’in fıkıh eserlerinin değerlendirmesini yapmayı
sağlayacak bilgi bütününün bir kısmını ortaya çıkarmaktır. Bu maksatla,
öncelikle âyetlerin, sonra da hadislerin iktibâs şekline yer verilecektir.
ba.
Âyetlerin İktibâsı
Fıkıh eserlerinde meseleler ele alınırken hükümlerin dayandığı delillerin
her zaman Kur’ân’da veya hadis kitaplarındaki esas şekliyle değil, bazen ilgili
hükme dayanak olduğunu göstermeye yetecek kadarıyla iktibas edildiği
bilinmektedir. Özellikle muhtasar olarak yazılan eserlerde ibâreyi uzatmaktan
kaçınılması ve okuyucunun bunalmasını önleme gibi bir gâyenin varlığı, bu tür
uygulamayı kaçınılmaz hale getirmektedir. Nitekim, Şeyh Bedreddin’in fıkha dair
ilk telifi olan Letâifü’l-işârât isimli eserinin mukaddime
kısmındaki “Bu eseri, rivâyetler konusunda bir hatırlatma olsun diye telif
ettim. Eserde, anlaşılamayacak kadar kısaltmaktan, bıktıracak kadar uzatmaktan
kaçınarak kolay ve kısa ibârelerle usûl ve fürûu topladım” şeklindeki sözleri, bu gerçeği belirtmektedir.
Aynı şekilde, Letâif’in şerhi olan et-Teshîl’de de, söz konusu
gâyenin mevcûdiyeti açıkça ortaya konmuştur. Örneğin, Letâif’te gusül abdesti
hakkında bilgi verilirken Mâide sûresinin altıncı âyetine âtıfta bulunularak,
“Allah Teala’nın ‘iyice temizlenin (Ijj^Lü)’ sözündeki mübâlağadan dolayı, mazmaza
ve istinşâkı sünnet değil, farz saydık” ifadesiyle, bir yandan Hanefi görüş
dile getirilirken, diğer yandan hem öteki mezheplere cevap verilmiş, hem de
hükmün delili zikredilmiş olmaktadır. Burada, konumuzla ilgili olarak dikkati
çekmesi gereken husus, âyetin sadece zikredilen kadarının alınmış olmasıdır. Bu
kelime, yaklaşık sekiz satır uzunluğundaki bir âyetin, “Eğer cünüp olduysanız
iyice temizlenin ( W -^ û'j Ijj^Llj)” şeklindeki cümlesinin sonunda yer
almaktadır. Görüldüğü gibi, birden çok cümleden meydana gelen âyetin bir
cümlesinin tek bir kelimesi iktibâs edilmiştir. Bununla birlikte, burada
verilen iktibâs örneğinde anlaşılmayı zorlaştıracak derecede bir kapalılık
yoktur. Zira, Şeyh Bedreddin’in Letâif adlı eserinin mukaddime kısmında
belirttiği hedef kitleyi oluşturan ve belli bir fıkıh kültürü içinde yetişmiş
olan talebeler açısından sadece sözü geçen kelimeyi alıntılamış olması
yeterlidir.
Anlam bütünlüğünün ve anlaşılırlığın sağlanması, birden fazla kelimenin
iktibâs edilmesini gerekli kılabilmektedir. Örneğin, abdesti bozmayan kusmuğun
temiz sayılıp sayılmaması meselesinde, İmam Muhammed’in görüşünün aksine, “abdestin devam ediyor olması”ndan dolayı bu
kusmuğun hükmen temiz olduğunu savunan Ebû Yûsuf’un görüşünün dayanağı olan
ayet, “De ki: Bana
vahyolunanda bulamıyorum (^1 ^-J W ^i V JS)” şeklinde iktibâs edilmiştir.
Burada, âyetin başlangıç kısmının verilmesiyle yetinilmiş, haram kılınanlar
olarak sıralanan “leş, akıtılmış kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına
kesilmiş hayvanın eti”ne yer verilmemiştir. Aynı şekilde, “nakitlerden birinin
vâdeli olması ve faizin gerçekleşmesi” bağlamında, âyetin “Allah alışverişi
helâl kılmıştır ($ull ^>1 J-l)” şeklinde iktibâs edilmiş olması ve faizin
haram kılınışını ortaya koyan ikinci cümlenin zikredilmesine gerek duyulmamış
olması, yukarıda anlatılanların başka bir örneğini teşkil etmektedir.
bb.
Hadislerin İktibâsı
Şeyh Bedreddin’in, hadisleri ne şekilde iktibâs ettiğine geçmeden önce,
hadis usûlü ilminde bir hadisin yapı itibariyle nasıl incelendiği ve ne şekilde
rivâyet edildiği hakkında kısaca bilgi verilecek ve böylece, onun iktibâs
yöntemiyle alâkalı örneklerin hadis ilmi açısından değerlendirilmesi yapılmış
olacaktır.
Hadis usûlü ilminde, hadislerin sened ve metin olmak üzere iki ana kısımdan
meydana geldiği anlatılmaktadır. Birinin, diğerinden alıp başkasına nakletmesi
şartıyla hadisi rivâyet eden kişilerin Hz. Peygamber’e (s.a.) kadar sıralandığı
kısma “sened”, senedde yer alan kişilere ise “râvî” denmektedir. Bu durumda
sened, râvîlerin isim zincirinden oluşmaktadır. Hadis senedlerinde geçen ve
hadisin hangi yollarla alındığını gösteren “bize tahdîs etti f-^)”, “bize haber
verdi (UjjâJ)”, “falancadan (Jp)” gibi lafızlara ise “rivâyet lafızları”
denmektedir. Hadisin yapısına sonradan ilave edilmiş olan sened, hadisin
sıhhatinin kontrol edilebilmesi bakımından önem arz etmektedir.
“Metin” kısmına gelince, bu, senedin kendisinde son bulduğu sözlü
kısımdır. Aslında hadis, burada zikredilen metinden ibarettir. Sened, söz
konusu metnin Hz. Peygamber’e (s.a.) ait olup olmadığı konusunda tetkiklerde
bulunma imkânı veren râviler zinciridir. Bir hadis, ya olduğu gibi (lafzen) ya da
manasıyla (mânen) rivayet edildiği gibi, hadis ilimlerinde “ihtisâru’l-hadîs
(hadisin kısaltımı)” başlığı altında incelenen ve “takdîu’l-hadîs (^^' <y^)”
adı verilen şekilde de rivâyet edilebilmektedir. Taktî‘, bir hadisin içerdiği
hükümlere göre ayrıştırılıp her bir bölümünün ilgili konular ele alınırken
zikredilmesi anlamına gelmektedir. Böylece, özellikle fıkıh meselelerinin her
bâbında, yalnızca o mesele ile ilgili kısmın belirtilmesiyle yetinilmekte ve
ibâreyi uzatmaktan kaçınılmış olmaktadır. Hadis usûlü ilminde her ne kadar
sened zikretmenin önemi üzerinde çokça durulmuş olsa da, zamanla çeşitli
unsurların (rivâyetlerin yazıyla kayıt altına alınması gibi) etkisiyle, bu yola
başvurulmuştur. Bu yöntem, âlimler arasında uzun süren tartışmalara konu
olmuştur. Bununla birlikte, özellikle İmam Mâlik, Buhârî, Ebû Dâvûd, Neseî gibi
büyük hadis âlimlerinin söz konusu yöntemi kullanmaları delil gösterilmiş ve
taktî‘ yönteminin, ehil olan kimseler tarafından yapılmasında bir sakınca
olmadığı belirtilmiştir.
Hadislerin iktibâsı hakkında Şeyh Bedreddin’in kullandığı yöntemlere
gelince, bunların, hadisin sadece ilgili yerinin alınması ve herhangi bir kısmı
aktarılmadan sadece hadise atıfta bulunulması gibi şekillerde olduğu
görülmektedir. Ele alınan meseleyle alâkalı kısmının iktibâs edilmesine dair
örneklerde de görüleceği üzere, bazı hadisler diğerlerine göre daha kısa veya
uzun bir şekilde zikredilmiştir. Örneğin, abdest alırken bileklerin yıkanması
meselesindeki hadis, rivâyetin bir bölümünün alınması yöntemiyle
gösterilmiştir. Abdest alırken ilk olarak ellerin bileklere kadar yıkanmasının
sünnet kılındığı, bileklere kadar olan elin, abdest esnasında kullanılacak olan
yıkama âleti sayıldığı anlatıldıktan sonra bu hükmün dayanağı olan hadis,
“Çünkü onun sünnet olması 'sizden biri uyandığında ...' haberinden dolayıdır
(£Jl f^-l MM jjâJL <iu^ 31)” şeklinde iktibâs edilmiştir. Ağzın ve burnun yıkanmasının hükmünün sünnet
olmasına dair “on şeyin fıtrattan sayıldığı”nı belirten hadis ise, “SjLill ö* Sjû₺ jâJl <!” şeklinde
iktibâs edilmiş ve böylece rivâyetin bir kısmı alınmıştır. Başın meshedilmesi konusunda Hanefî mezhebine
göre takdir edilen en az miktarın, başın dörtte biri olduğu ve bundan daha
azını yapanın mesh etmiş sayılmayacağı söylenirken, delil olarak Hz.
Peygamber’in (s.a.) “perçemini (nasıye) mesh etme” uygulamasına dayanılmıştır.
Bu meselede delil olarak kullanılan hadis, “Hz. Peygamber’in (s.a.) perçemini
mesh etmesinin açıklaması sebebiyle (<u^l-i ^k a^Oı <ık -—*
jUJ)” şeklinde sunulmuştur.
İbadetler hukukunun dışındaki konularda ise, hadislerin yukarıda
anlatılanlara göre daha uzun bir şekilde iktibâs edildiği görülmektedir.
Örneğin, daha fazla fiyat için pazarlığı kızıştırma (neceş), başkasının satışı
üzerine satış yapma, köylüyü yolda karşılayıp pazara varmadan malını satın alma
gibi işlerin mekruh sayılmasına delil olarak kullanılan hadis, “Şehirli köylü
adına satış yapmasın. Bırakın insanları, Allah onları birbirinden
rızıklandırsın (^*. ö* e<^*j ^>l ojjî (^Jl Ijj^j ^IjJ j^U. £w V)”
şeklinde iktibâs edilmiştir.
Hadislerin ihtisar yapılmadan iktibas edilmelerine dair uygulamalar Camiu’l-
fusûleyn’de daha bâriz bir şekildedir. Örneğin, yargı işini yüklenmenin
mekruh sayılmasının delili olan hadis “yargı işine bulaşan kişi, sanki bıçaksız
boğazlanmış gibidir (ÛA- jA; ^P -^a el^2lL JjjI ö* AOi <ık Aljîl)”
şeklinde, yalnızca âdil,
Kur’ân’ı ve sünneti bilen, re’y ictihâdına sahip olan kişi için bu konuda
ruhsat verilebileceğine ve en lâyık olan (evlâ) kimsenin idareciliğe
getirilmesi lüzûmuna dair hadis ise, “halkı içinde daha layık olan varken başka
birini göreve atayan kimse, Allah’a ve peygamberine ihanet etmiştir ( j* ö* j ^h
^° “J^ ö* f^l'j s^^ll <Jo aİJJ aJj^jj ^ıl j-A ^sa <j* <ş ^JJ)”
şeklinde iktibas edilmiştir. Ayrıca, kimlerin isyancı (bâğî) sayılıp
sayılmayacağı hakkında bilgiler verilirken isyancılar, “hak olan imama haksız
yere başkaldıranlar” şeklinde tarif edildikten sonra, baş kaldırmanın
kendilerine yapılan zulümden dolayı olmaması durumunda gücü yeten herkesin
bâğîlere karşı imama yardım etmelerinin gerekli olduğuna dair delil teşkil eden
hadis “fitne uykudadır, onu
uyandırana Allah lanet etsin (-^^5j1 ö* ^' û*l ^û-j AjSâJl ^^UIj
s^^Jl <ık aJJj)”
şeklinde iktibâs edilmiştir.
Şeyh Bedreddin, herhangi bir kısmını aktarmadan sadece hadise atıfta
bulunmayı, “Hz. Peygamber’in (s.a.) uygulamasından dolayı (f^ll <ık
<ksl)” veya “Haberden dolayı (jA^)” şeklinde uygulamıştır. Örneğin, abdest
alırken dişlerin misvakla fırçalanmasının sünnet olduğu, zarûret durumu hâriç,
misvak yerine parmakların kullanılamayacağına dair hadis, “Hz. Peygamber’in
(s.a.) uygulamasından dolayı (f^ll <ık <ksl)” şeklinde zikredilmiştir.
Abdest alırken parmak aralarının
ovma (tahlîl) yöntemiyle yıkanması meselesinde ise, sadece delile atıfta
bulunulmuştur. Nitekim parmak aralarının ovulmasının, farzı ikmâl ettiği için
sünnet sayıldığını söyleyen Şeyh Bedreddin, bunun delilini “haberden dolayı
(j^)” şeklinde göstermiştir.
Görüldüğü gibi, bu örneklerde “falancadan rivâyet edilmiştir” veya
“falanca rivâyet etmiştir” gibi bir rivâyet biçimine yer verilmemiştir. Sonuç
olarak, birinci gurup örneklerde Hz. Peygamber’in (s.a.) sözü veya fiili zikredilirken,
ikinci gurup örneklerde doğrudan söylenmeyen, fakat konunun akışı itibariyle
zaten ne olduğu bilinen söze veya fiile atıfta bulunmakla yetinilmiştir.
2.
Hükümlerin Dayandırıldığı
Deliller
Fıkıh usûlü bakımından delil kavramı, “kendisinden şer’î hüküm istinbat
olunan”, üzerinde sıhhatli bir şekilde düşünülünce haber cinsinden istenene
(şer’î hüküm) ulaşmayı mümkün kılan şey” anlamında kullanılmaktadır. İslam hukuk düşüncesinde şer’î hükümle şer’î
delil arasında sıkı bir bağın mevcut olduğu bilinmekte ve literatürde “şer’î
delil” deyince genelde İslam şeriatına ait hükümlerin doğrudan veya dolaylı
olarak elde edildiği deliller akla gelmekte, meselenin delilini gösteren
ifadelerle çok defa şer’i hükme kaynaklık eden tafsîlî delil, bazen de icmâlî ve
küllî delil veya bunlardan hüküm elde etmede kullanılan metot ve kâideler
kastedilmektedir. Öte yandan
“delil” kelimesiyle, yeni bir hükme götüren veya onu destekleyen belli ölçüde
doğrulanmış bir önceki hüküm ve önermelerin kastedildiği de olur. Diğer bir
ifadeyle, delil ile ulaşılan sonuç, başka yeni bir sonuç için delil olabilmekte
ve bu ileriye doğru böylece devam etmektedir.
Şer’î deliller, çeşitli şekillerde ayrımlara tabi tutulmuştur. Örneğin,
duyulara ve zihnin muhâkemesine dayanması bakımından aklî; Allah’tan (c.c.) ve
Hz. Peygamber’den (s.a.) nakledilmiş olması bakımından naklî; sadece doğru
haber verenden işitilmekle bilinmesi sebebiyle sem’î; lafızları bulunması
bakımından nass olan (Ku’rân ve Sünnet); lafızları bulunmaması bakımından nass olmayan
(icmâ, kıyâs, istihsân gibi); aslî deliller (Kur’an, Sünnet, icmâ, kıyâs);
fer’î deliller (istihsân, istıshâb vb.); icmâlî (Kitap, Sünnet, icmâ gibi);
tafsîlî deliller (âyet, hadis) şeklindeki ayrımlar bu hususu ortaya
koymaktadır.
Görüldüğü gibi bir fıkıhçının faaliyet alanı, bir bakıma şer’î deliller,
şer’î hükümler ve bunlar arasındaki irtibattan oluşmaktadır. Bu bakımdan
burada, Şeyh Bedreddin’in Letâif, et-Teshîl ve Câmiu’l-fusûleyn
adlı fıkıh eserlerindeki uygulama örneklerinden hareketle, hükümlerin
doğruluğunu veya yanlışlığını göstermek için kullandığı delillerin neler olduğu
ele alınacaktır. Bu arada, delillere dair örnek açıklamaların Hanefi mezhebi
içinde bir anlam ifade edebilmesi için, Şeyh Bedreddin’in fıkıh eserleri ile
Merginânî’nin (ö. 593/1197) el-Hidâye adlı eseri arasında, yeri geldikçe
mukayeselere yer verilecektir. Bu arada, yine Şeyh Bedreddin tarafından başvuru
kaynağı olarak gösterilen Kenzü’d-dekâik ve Mecmau’l-bahreyn
isimli eserlere de, mukayese amacıyla bazen değinilecektir.
Şeyh Bedreddin’in, hükümlerin delillerini şekil bakımından ele alış
yöntemi hakkında daha önce bilgi verildiği için burada âyetlerin iktibâs şekli
üzerinde durulmayacak, daha ziyade bir âyetin örnek meselenin delilini teşkil
etmesine ağırlık verilecektir. Âyetlerin delil olarak kullanılmasına ilişkin
olarak temizlik, ibadet ve muâmele konusuyla ilgili birer örnek üzerinde
durulacaktır. Birinci örnek, dinden dönme (irtidât) halinde abdestin veya
teyemmümün bozulup bozulmayacağı; ikinci örnek, namazın şartları içinde yer
verilen beden-elbise-çevre temizliği ve örtünmenin ölçüsü; üçüncü örnek ise,
sükût ve inkâr yoluyla gerçekleşen sulh akdinin câiz sayılıp sayılmayacağı
hakkındadır.
Birinci örnekte Şeyh Bedreddin, irtidât eden bir müslümanın teyemmümünün
Hanefi mezhebine göre bozulmayacağını, İmam Züfer’in bu görüşe muhalif olduğunu
söylemekte, fakat gerekçesini belirtmemekte, ancak daha sonra “şöyle söylenirse ( ûl* JjS)”
tarzında aynı konudaki muhtemel bir karşı görüşü dile getirmektedir. Söz konusu
muhtemel muhalif görüşün iddiası, “Kim inanmayı kabul etmezse, onun ameli boşa
gitmiştir” âyetinden dolayı,
“irtidât eden müslümanın amelinin düşeceği, abdest ve teyemmüm de bir amel
olduğuna göre bunların da sâkıt olacağıdır.” Bu muhtemel itiraza karşı Şeyh
Bedreddin, “şöyle denir (Ji>)” tabiriyle cevap vermekte ve irtidât etmenin,
amelin kendini değil, sevabını düşüreceğini, sevabın düşmesinin ise hadesin
ortadan kalkmasına engel teşkil etmeyeceğini ve buna göre abdest alan kişi her
ne kadar sevap alamasa da hadesin ortadan kalkmış olacağını söylemektedir.
Bu ifadeler, Şeyh Bedreddin’in ibadet ile ibadetin sevabı arasında bir
ayrım gözettiğini ortaya koymakla birlikte, bundan sonra anlatılacaklar, onun
asıl itibariyle sırf ibadet olanla böyle olmayan arasındaki ayrımdan hareket
ettiğini ve zikredilen amel-sevap ayrımının da buna dayandığını göstermektedir.
Namaz kıldıktan sonra dinden dönen ve aynı vakitte tekrar müslüman olan
kimsenin sevabı düşmüş olsa bile, namazı iade etmesi gerektiğini söyleyen Şeyh
Bedreddin, aksi halde, namaz ile abdest arasında bir fark kalmayacağını ifade
etmektedir. Bu durumda, ona göre namaz ve abdest arasında tefrik mümkündür.
Şöyle ki: İrtidât başkasını değil, sırf ibadet olanı düşürür. Namaz, sırf
ibadet olduğu için sevap ve amel bakımından düşmüş olur. Dolayısıyla, buradaki
meselede namazın iadesi lazımdır. Abdest ise, namaz için şart kılınmış özel bir
temizliktir, sırf ibadet değildir; fakat niyetle ibadet olur. O halde, irtidât
sebebiyle ibadet olarak düşer, ama temizlik olarak devam eder. Velhâsıl, sırf
ibadet olmayan abdest ve teyemmüm, temizlik olma bakımından düşmeyeceği için,
bu ikisiyle namaz kılmak sahihtir.
Şeyh Bedreddin’in bu ifadeleri, Hanefi mezhebinde abdest ve teyemmüm gibi
ibadetlerde niyet etmenin hükmü hakkındaki açıklamaların bir uzantısıdır.
Abdestte ve teyemmümde niyeti farz kabul eden İmam Şâfiî’nin hilâfına olmak
üzere, Hanefî mezhebinde, niyet etmeksizin alınan abdestin her ne kadar sevabı
yoksa da, ibadet olması bakımından böyle bir abdestle namaz kılınabileceği
kabul edilmiştir. Su, temizlik içindir ve abdest su ile alındığı için her ne
kadar niyet edilmese de, temizlik hâsıl olmuştur. Yine Hanefî mezhebine göre
abdest ve teyemmüm, sırf ibadet olmama bakımından her ne kadar aynı ise de, niyet
bakımından farklıdır. Çünkü, temizliğin hâsıl olması bakımından toprak, su gibi
değildir. Teyemmüm, toprakla yapılmakta ve toprakla temizlik hâsıl olmadığı
için, niyet sayesinde bir anlam kazanmaktadır.
Âyetlerin delil olarak kullanılmasıyla ilgili ikinci örnek, “namazın
şartları” faslında geçmektedir. Burada, elbise temizliğinin namaz kılmak için
lüzûmu dile getirildikten sonra, “elbiseni tertemiz tut” âyeti delil olarak gösterilmiştir. Daha sonra,
elbisenin temizlenmesine dair emirden, bedenin ve mekânın da temizlenmesinin
gerekli olduğu sonucunun çıktığı söylenmiş, akabinde beden ve mekân
temizliğinin delili olarak “eğer cünüpseniz iyice temizlenin”
ve “Mescitlere gidişinizde,
güzel elbiselerinizi giyinin” âyetleri zikredilmiştir.
Şeyh Bedreddin, yukarıda zikredilen âyette “elbise” anlamı verilen
“ziynet” kelimesinin, kastedilen mananın beden olması ve kadının yaratılış
açısından bütün bedeninin ziynet sayılması sebebiyle aslında bütün vücudun
örtünmesini ifade ettiğini, kadınların örtünmeleriyle ilgili âyette “Görünen
kısımları hariç olmak üzere zinetlerini teşhir etmesinler” buyurulduğu için,
namaz kılarken örtünmesi gereken yerlerden yüz ve ellerin hariç tutulduğunu,
zira gerekçe olarak gösterilen “Görünen kısımları hariç ( -* VI js-^)”
âyetinin, bu kısımların açıkta
kalabileceğini beyan ettiğini söylemektedir.
Âyetlerin delil olarak kullanılmasına dair “sükût ve inkâr yoluyla
gerçekleşen sulh akdinin câiz sayılıp sayılmaması” şeklindeki üçüncü örnekte
Şeyh Bedreddin, sulh akdini, “nizâyı kaldıran bir akit, musâlaha anlamına gelen
bir isimdir” şeklinde tarif
ettikten sonra Allah Teala’nın “sulh daha hayırlıdır (j- qİ^1Ij)”
sözünün umûmundan dolayı
sükût ve inkâr yoluyla gerçekleşen sulhün câiz sayıldığını söylemekte ve daha sonra irtidât sebebiyle amelin boşa
gidip gitmemesi meselesindeki gibi, muhalif görüşü öne süren muhtemel soruya
cevap vermektedir. Burada söz konusu olan muhalif görüş, “iddia edilen evin bir
bölümü üzerine yapılan sulh” veya “şuf’a hakkından vazgeçmek suretiyle yapılan
sulh” gibi, sulh akdinin câiz olmadığı konularda mezkur âyetin umûmu ile
istidlâlde işkâl bulunduğunu öne sürmektedir. Şeyh Bedreddin’in verdiği cevap,
sulhün butlânına dair delil bulunmayan yerde âyetteki lafzın umûmu ile istidlâl
edilebileceğidir. Bu durumda yapılış şekli bakımından sulh akdinin bâtıl
olacağına dair bir delil varsa, o zaman bu âyetin umûmu ile istidlâl
edilemeyecek, aksi durumda ise böyle bir sorun ortaya çıkmayacak demektir.
Zaten Şeyh Bedreddin, ev, şuf’a gibi örneklerde butlâna dair delilin
bulunduğunu, fakat sükût ve inkâr yoluyla sulhta böyle bir delilin olmadığını
söyleyerek bu hususu belirtmiş olmaktadır.
Şeyh Bedreddin’in bahsettiği ev meselesindeki butlân hükmü, “bir kimsenin
bir evi iddia etmesi halinde davalının, iddia edilen evin bir kısmıyla sulh
yapmasının sahih sayılmaması” meselesi ile bağlantılıdır. Zira, davacının sulh
yoluyla aldığı, aslında hakkı olduğunu iddia ettiği evin bir kısmıdır ve kalan
kısımla ilgili davasını sürdürüyor demektir. Dolayısıyla sulh akdi beklenen maksadı
gerçekleştirememektedir. Şuf’a meselesi ise “sulh akdinin ev
karşılığında yapılması halinde şuf’anın gerekmeyeceği” meselesiyle
irtibatlıdır. Bu meselede davacının, dava konusu evi iddia etmesi, davalının da
buna inkâr veya sükût yoluyla karşılık vermesi üzerine, belirlenen bir bedel
karşılığında ev davalıda kalmakta ve sonuç itibariyle şuf’a hakkı lâzım
gelmemektedir. Çünkü mezkur ev, davalının kendi elinde kalmakta, dolayısıyla
burada mübâdele gerçekleşmemektedir. Davalının ev karşılığında sulh için
ödediği ise, davacının husûmetini üzerinden atmak (defî’) içindir.
İncelenen örneklere bakıldığında, delil olarak gösterilen âyetlerin,
mezhep içinde genel geçer bir şekilde kullanılan âyetler olduğu ve Hanefî
görüşün savunulması için bu âyetlere başvurulduğu görülmektedir. Burada Hanefî
mezhebinin özellikle ilk üç imamının görüşlerinin öne çıkarıldığı da müşâhede
edilmektedir. Nitekim, topukların ve dirseklerin abdestin farzına dâhil
edilmeyeceğini savunan İmam Züfer’in dayandığı âyetle ilgili bilgiler el-Hidâye’de,
gâyenin, oruç bâbındaki gece gibi mugayyânın altına girmeyeceği yazılıdır”
şeklinde kaynak zikredilerek anlatılmış, “Bize göre burada gâye, topukların ve
dirseklerin gerisinde kalan kısmı ıskât içindir; aksi halde uzvun tamamını
yıkamak gerekecektir. Oruç bâbındaki ise, hükmü akşama kadar uzatmak içindir”
denmiştir. Gusül abdesti esnasında ağzı çalkalayarak (mazmaza) ve burnu su
çekerek
(istinşâk) iyice yıkamanın Hanefî mezhebine göre farz oluşu da, söz
konusu mübâlağa gerekçesiyle yukarıda zikredilen âyete (Mâide 5/6)
dayandırılmıştır.
Şeyh Bedreddin’in, nass-haber ayrımı ve iktibâs şekli bakımından sünnet
delilini kullanma yöntemi hakkında daha önce bilgi verildiği için burada,
hadislerin delil olarak kullanılmasına yönelik uygulama ele alınacak ve örnek
olarak “uykudan kalkınca üç kere yıkamadan önce ellerin su kabının içine
sokulmaması”, “başın dörtte birinin meshedilmesi ve “görme muhayyerliğinin câiz
olması” meseleleri üzerinde durulacaktır.
Şeyh Bedreddin, ellerin bileklere kadar yıkanmasının sünnet sayılmasının
delili olan “Biriniz
uykusundan uyandığında ..'” şeklindeki hadisi, gusül abdesti alınırken kullanılan su kabının
küçük veya büyük olması bakımından gündeme getirerek değerlendirmektedir. Kabın
sol elle sağ omuz üzerine kaldırılarak suyun döküleceğini ve vücudun üç kere
yıkanacağını, sonra da sağ elle sol omuz üzerine kaldırılıp dökülerek aynı
işlemin tekrarlanacağını anlatan Şeyh Bedreddin, her defasında omuz üzerine
ayrı ayrı dökmeye gerek olmadığını söylemektedir. Şeyh Bedreddin’in ifadelerine
göre suyun bulunduğu kap, yıkanan kişinin kaldıramayacağı kadar büyükse ve daha
küçük bir kapla suyu onun içinden alma imkânı varsa, daha önce anlatıldığı gibi
yıkanılır. Böyle bir imkân yoksa, avuç içi suya daldırılmaksızın sol elin
parmakları içe bükülerek su alınır ve sağ el üzerine dökülerek eller üç kere
yıkanır. Yıkanan kişi bundan sonra sağ elini dilediği kadar kaba sokabilir.
Şeyh Bedreddin, buraya kadar anlattıklarının delili olarak gösterdiği hadisteki
“elini sokmasın (^ j-^i ^s)” ifadesi için şunları söylemektedir: “Bu nehiy,
kabın küçük olmasına veya kap büyük olmakla birlikte, suyu almaya yarayacak
başka bir küçük kabın varlığına; kap büyükse ve başka bir küçük kap yoksa,
mübalağalı şekilde eli sokmaya yorulur. Ancak bu, elinde necaset olduğunun
bilinmemesi durumunda olur. Eğer biliniyorsa, bu necasetin izâlesi, kabın necis
olmasına yol açmayacak şekilde olmalıdır.”
Şeyh Bedreddin’in, söz konusu hadisteki nehyi değerlendirmesinde etkili
olan ifade, “... yıkayıncaya kadar ...” sözlerinden oluşmaktadır. Ona
göre, hadisteki yasaklığın mutlak kabul edilmesi, gusül abdesti bakımından
zorluğa sebep olmaktadır ve elin sokulmasının, diğer bir ifadeyle, içindeki
suyu necis hale getirmesinden dolayı söz konusu yasağın, kabın küçük olmasına
yorulması gayet mâkuldür. Yine ona göre, büyük kabın yanında suyu almaya
yarayacak küçük bir kap varsa, büyüğüne el sokmaya gerek yoktur ve küçük kabın
bulunmaması durumunda büyük kaba eli iyice sokmak, aşırıya kaçmaktır. Sonuçta cümleler arasındaki mantık bağının,
zorluğu gidermeye çalışmaktan ibaret olduğu anlaşılmaktadır.
Abdest alırken başın dörtte birinin meshedilmesiyle ilgili örneğe
gelince, burada, Hz. Peygamber’in (s.a.) perçemini (nâsıye) meshettiğini
gösteren hadis, abdest
alırken başın mesh edilmesi için takdir edilen en az miktarın dörtte bir (başın
çeyreği) olmasının delili olarak sunulmaktadır ve bu ifadeler, Hanefi mezhebince genel geçer
sayılan bir kabulü yansıtmaktadır. Nitekim, Hanefî mezhebine göre başın mesh
edilmesiyle ilgili âyette kapalılık bulunmaktadır. Zira Allah Teâlâ,
başın ne kadarının mesh edilmesi gerektiğini açıklamamıştır. Buna karşılık, Hz.
Peygamber’in (s.a.) söz konusu uygulaması ise, mezhebin kabul ettiği dörtte bir
oranını beyan etmektedir. Hz
Peygamber’in uygulamasının Şeyh Bedreddin tarafından “Hz. Peygamber’in (s.a.)
perçemini meshetmesinin açıkça göstermesi sebebiyle (<u^>lj ^Ic a^Oı
-Jc -_^ ûW)” şeklinde sunulması ve bunun “mücmelin beyânı” olarak tavsif
edilmesi de zikredilen hususu ifade etmektedir. Bu konuyla ilgili Şeyh
Bedreddin’in yaptığı açıklama şöyledir: “Her ne zaman 'be' harfi mesh etme
âletine bitişirse, fiil, mesh edilen yere takdir edilir ve 'elimle yetimin
başını mesh ettim' örneğinde olduğu gibi mahallin tamamını kapsar. Buna karşın
'be' harfi, mesh edilen yere bitişirse, fiil âlete geçişli yapılır ve âyette
olduğu gibi, mesh edilen yeri değil, âleti kapsar. Dolayısıyla başın bir
kısmının mesh edilmesi gerekir. Bu, mücmeldir. Muğîra’dan gelen rivâyete göre,
Hz. Peygamber’in (s.a.) perçemini mesh etmesi, onun için beyandır. Ayrıca, burada Şeyh Bedreddin’in söz konusu
ifadeleri, aynı delile dayanarak başın meshinde üç saç kılını yeterli gören
İmam Şâfiî’ye cevap mahiyetinde söylemesi, onun Hanefî görüşü savunmasını
göstermesi bakımından önem arz etmektedir.
Başın meshedilmesi konusunda olduğu gibi, sünnetin delil olarak
kullanılmasına ilişkin üçüncü örnek olarak zikredeceğimiz “görme muhayyerliği”
konusunda Şeyh Bedreddin’in, Şâfiî görüşe karşı Hanefî görüşü savunduğu
görülmektedir. Nitekim, “câiz sayıyoruz (j^)” fiiliyle, “bir kimsenin görmediği
bir şeyi satın alması” şeklindeki akdin, müşteri lehine görme muhayyerliği
hakkı dâhil olmak üzere Hanefi mezhebine göre câiz sayıldığını anlatan Şeyh
Bedreddin, Hz. Peygamber’in (s.a.) “Görmeden bir şey satın alan kimse, onu
gördüğünde muhayyerdir” şeklindeki hadisi delil olarak göstermektedir. Burada Şâfiî mezhebine karşı bir üslûbun
kullanılmasının sebebi, onlara göre “mebîin meçhul olması” gerekçesinden dolayı
böyle bir akdin asıl itibariyle sahih olamayacağıdır. Hanefî mezhebine göre ise
akit câiz olduğunda, görme muhayyerliği hakkı da sabit olmaktadır. Çünkü, görme
eylemi gerçekleştikten sonra ortaya çıkan cehâlet, taraflar arasında çekişmeye
sebep olmaz; hak sahibi, mebîin vasıflarını uygun bulmadığı takdirde onu iade
eder. Dolayısıyla söz konusu cehâlet, çekişmeye sebep olmama bakımından göz
önünde olup, işaret yoluyla gösterilen mallardaki cehâlet gibidir.
Buraya kadar zikredilen örneklerin fıkıh usûlü bilgileri açısından ele
alınması durumunda, bunların sünnetin kavlî ve fiilî olan kısmından müteşekkil
olduğu görülmektedir. Zaten, iktibâs uygulamasına dair örneklerin açıklandığı
başlıkta da geçtiği üzere delillerin “^1 J j^” veya “^1 J*^ ” şeklinde
sunulması bu hususu apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Hadislerle ilgili örnekler, âyetlerle ilgili örneklerde de olduğu gibi,
Şeyh Bedreddin’in Hanefi mezhebi içinde yer alarak bu mezhebin görüşlerini
savunduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, namazın terk edilmesinin hükmü
ile ilgili meseledeki tavrı, onun bazen bütünüyle mezhep görüşünü savunmadığını
da ortaya koymaktadır. Bu meselede Şeyh Bedreddin, “bize göre” kaydıyla, namazı
terk edene hapis cezası verileceğini, fakat bu kişinin tekfir edilmeyeceğini
söyleyerek Hanefi mezhebine göre meselenin hükmünü açıklamış olmaktadır. Yine
“bize göre” kaydını kullanan Şeyh Bedreddin, bu hükmün dayanağı olarak “Bir
müslümanın kanı ancak şu üç şeyden dolayı helâl olur: İmandan
sonra küfre düşmek, zina etmek ve haksız yere adam öldürmek” hadisini gösterdikten sonra Hz. Peygamber’in
(s.a.s.) namaz konusundaki “Namazı kasten terk eden kimse kafir olur; bundan
dolayı öldürülür” hadisinden dolayı, diğer mezheplere göre hem
tekfir edileceğini hem de ölüm cezasının verileceğini ifade etmektedir. Böylece
mezheplerin görüşlerini ortaya koyduktan sonra, kendi görüşlerini açıklamak
için kullandığı “Jj^l” lafzıyla, Hanefi mezhebinin delili olan hadisin, namaz
kılmayı terk eden bir müslümanın tekfir edilmeyeceğine delâlet etmediğini,
çünkü bu kişinin küfründen dolayı namazı terk etmiş olabileceğini
söylemektedir. Şeyh Bedreddin’e göre küfründen dolayı namazı terk eden bir
Müslüman Hz. Peygamber’in yukarıda zikredilen “imandan sonra küfür” sözüne
dâhil olmuş demektir. Burada Şeyh Bedreddin, kendi görüşü olarak ölüm cezasından
bahsetmemekle birlikte, buradaki ifadelerinden yola çıkarak onun bu ceza için
kapıyı araladığı söylenebilir. Ayrıca imandan sonra küfür, can güvenliğini
sağlayan dokunulmazlığı ortadan kaldırdığına göre, mutlaka uygulanmalıdır
şeklinde katı bir tutum içinde olmamakla birlikte, Şeyh Bedreddin’e göre ölüm
cezasının verilmesi imkân dâhilinde demektir.
Sonuç olarak, genel tavrı itibariyle Hanefi mezhebi içinde kalan Şeyh
Bedreddin, mezhebin diğer fürû kitaplarında olduğu gibi, sünnet deliline
özellikle ibadet konularında sıklıkla başvurmuş, ibadetler dışındaki mevzuların
konu başlığından hemen sonra ilgili sünnet delilini zikrederek, başlığın
uygulama alanına ilişkin meşruluğun delilini göstermiştir.
İslam fıkhının Kur’ân ve Sünnet’ten sonra üçüncü kaynağı olarak kabul
edilen icmâ, fıkıh usûlündeki kaynaklar teorisi bakımından, “İslam âlimlerinin
dinî bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmelerini ve bütün
müslümanların ortaklaşa benimsedikleri dinî hükümleri ifade eden şer’î delil”
demektir. Şeyh Bedreddin’in,
“Bir müctehidin görüşü Kitap, Sünnet, icmâ ile sahâbe ve tâbiûn’un sözlerine
muhâlefet etmeyip sadece onların (imamların) görüşlerine muhâlefet edecek
olursa fetvası kabul edilir” şeklindeki sözleri ve hâkimlerin kararlarının
sınıflandırılmasına ilişkin verdiği bilgiler icmânın, Kitap ve Sünnet’ten sonra
üçüncü sırada yer almasına ilişkin kabulle aynı doğrultudadır.
Şeyh Bedreddin, meselelerin delili olarak gösterirken icmâ kelimesini
“icmâ ile (>’.^Vb)”, “icmâ edildi (c^i)” ve “icmâ bunun üzerinedir/icmâda
esastır (£’-^Vi «□!₺)”, “icmâ ettiler (Ij*^)” gibi çeşitli şekillerde
kullanmıştır. Böylece, bazen sadece meselenin dayanağı olarak icmâya vurgu
yapmış, bazen de söz konusu vurgulamanın yanında, icmâ delilini meselenin
dayanağı yapan imamlara da temas etmiş olmaktadır. İcmânın zikredilen tarzlarda
kullanılması, ele alınan meselenin hükmünün meşrûluğu ortaya konurken belli bir
kompozisyon bütünlüğünün mevcudiyetini de göstermektedir.
Öte yandan, örneklerde de görüleceği üzere, çeşitli şekillerdeki
kullanımların, özellikle Hanefi mezhebinin ilk üç imamı veya onlardan sonra
gelen Hanefî fakihler için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bahsedilen imamların
veya fakihlerin konu hakkında görüş birliği veya görüş ayrılığı içinde
oldukları anlatıldıktan sonra, söz konusu tarz kullanılarak ilgili mesele ve
bunun icmâ edilen hükmü bildirilmektedir. Böylece okuyucu, cümlenin gelişinden
veya devamından burada anlatılan sonuca ulaşabilmektedir.
Şeyh Bedreddin’in, çok az da olsa, ümmetin ve âlimlerin icmâ etmesine
ilişkin örnekler verdiği görülmektedir. Örneğin, devlet başkanlığına seçilecek
olan kişinin ümmetin en faziletlisi olması ve bundan başkasının seçilmesinin
meşrû sayılmayacağı hakkındaki açıklamalardan sonra, Hulefâ-i Râşidîn’in
ümmetin en faziletlileri kabul edilmesi ve bir kimsenin; çocuk, baba, hanım ve
mevlâdan ibaret olan dört kimseyi ikrâr etmesinin câiz olması hakkında ümmetin
icmâ ettiği belirtilmiştir. Yine, Şeyh Bedreddin, bir hâkimin kendi
ictihâdına dayanarak karar verebilmesi için, öncelikle dava konusunun ictihâdî
alana dâhil olmasının ve hâkimin ihtilaflı konuları bilmesinin gerekliliği
üzerinde durduktan sonra, bu şartların gerçekleşmesi halinde, o hâkimin kendi
ictihâdına dayanarak verdiği kararın geçerliliğini ispat edebilmek amacıyla,
“bütün ulemâya göre, ictihâdî konularda yargının icmâ ile geçerli olduğunu bil”
demektedir. Böylece, bir
yandan sadece Hanefî mezhebine göre değil, diğer mezheplere göre de prensip
itibariyle ictihâdî sahada hâkimin karar yetkisinin bulunduğunu anlatmakta ve
bu yetkiyi, söz konusu şartlar çerçevesinde sınırlandırmakta, diğer yandan,
icmâ delilinin zikredilen tarzda kullanılmasının örneğini vermektedir.
Buna karşılık, bir hâkimin gâip kimse aleyhine
hüküm veremeyeceğini belirten Şeyh Bedreddin’in, hâkimin söz konusu gaip kişi
adına vekil tayin etmesi ve böylece hüküm vermesi halinde ise, bu tasarrufların
Şâfiî’nin hilâfına geçerli olacağını söylemesi ve bunu “icmâ ile” tarzında
delillendirmesi, adı geçen tarzda dile getirilen icmâ delilinin Hanefi mezhebi
açısından geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Aynı şekilde, mağdurun rızasının hukukî sonuca
etki edeceğini gösteren meselenin “icmâ ile” tarzında delillendirilmesi, Hanefî
mezhebi içindeki görüş birliği olarak anlaşılmalıdır. Çünkü bu konuda farklı
düşünen mezhep görüşleri bulunmaktadır. Şeyh Bedreddin bu konuda şunları
söylemektedir: “Karşısındakine ‘beni öldür’ diyen kişinin bu sözü üzerine,
karşı taraftaki onu öldürürse kısas uygulanmaz. Çünkü bu söz mutlaktır ve
şüpheye sebep olur. Ebû Hanîfe’den gelen iki rivâyetin en sahih olanına göre
maktûlün kanı hederdir. Bir rivâyete göre de katil, malından diyet
öder. Yine karşısındakine
‘elimi veya ayağımı kes’ der, o da ölüme sebep olamayacak şekilde
keserse, ‘icmâ ile’ hiçbir müeyyide gerekmez. Çünkü organlar mallar gibidir.”
Hanefî imamların görüş birliği, “icmâ ile” tarzında anlatıldığı gibi, yukarıda zikredilen diğer
şekillerde de anlatılmıştır. Örneğin, namaz kılarken Fâtiha’dan önce
“eûzübillâhimineşşeytânirracîm” demenin (teavvüz) sünnet sayılması meselesinde
Şeyh Bedreddin, “Kur’an okuduğun zaman Allah’a sığın” âyeti gereğince eûzü çekmenin sünnet olduğu
hakkındaki görüş birliğini, “icmâ edildi” şeklinde, Hanefî mezhebi içinde uyulması gereken fetvâ
usûlü hakkında bilgi verildikten sonra, “müteahhirûn” adıyla anılan fakihlerin,
söz konusu usûl üzerinde görüş birliğinde oldukları ise “icmâ bunun üzerinedir”
şeklinde anlatılmıştır. Görüldüğü gibi bu son örnek, hükmün meşrûiyet
delili kadar, o hükme kâni olanların da vurgulanması bakımından dikkat
çekmektedir.
Şeyh Bedreddin’in, Hanefî mezhebinin ilk üç imamı ve onlardan sonra gelen
müntesip fakihler için kullandığı en belirgin tarz, “icmâ ettiler” şeklinde
kullandığı ifadedir. Örneğin, bir kimsenin ölen kişiden alacağı olduğu
iddiasıyla dava açması halinde, bu davanın mirasçıların hepsi hakkında sabit
olacağını, aynı şekilde vârislerden birinin ölen kimseye borcu olduğu
iddiasıyla bir kişi hakkında alacak (deyn) davası açabileceğini ve delil
getirmesi halinde davanın diğer vârisler hakkında da sabit sayılacağını
belirten Şeyh Bedreddin: “Hazır bulunan vârise, sadece kendi payının şâyî
olarak verilmesi hakkında icmâ ettiler” diyerek görüş birliğine varanların
kimler olduğunu söylememektedir. Ancak cümlenin devamında gelen “İkisi (Ebû
Yûsuf ve İmam Muhammed), gâibin payı alınır ve âdil kimsenin yanına bırakılır
derken, Ebû Hanîfe alınmayacağını söylemiştir. Ebû Hanîfe’nin 'alınmaz'
şeklindeki sözü üzerinde ihtilâf ettiler; bir görüşe göre âdilin yanında
bırakılır denmiş, diğer bir görüşe göre ise, alınmaz denmiştir. Ancak, zilyedin
gâip lehine ikrâr etmesi durumunda gâibin payının zilyetten alınamayacağı
hakkında icmâ etmişlerdir” şeklindeki sözlerden, görüşlerine başvurulan
kimselerin Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve daha sonraki fakihler
topluluğundan ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, “Hazır bulunan vârise
sadece kendi payının şâyî olarak verilmesi hakkında icmâ ettiler” sözü, bu
konuda imamlardan nakledilmiş bir görüş ayrılığının bulunmadığını, dolayısıyla,
onların ve onları takip edenlerin bu meselenin hükmü hakkında icmâ ettiklerini
göstermektedir.
Fıkıh usûlünde, “hakkında açık hüküm bulunmayan bir meselenin hükmünü,
aralarındaki ortak özelliğe veya benzerliğe dayanarak hükmü açıkça belirtilen
meseleye göre belirlemek” şeklinde açıklanan kıyâs, tevkifî/taabbüdî olmanın mukâbili veya
meseleye ilişkin hükmün doğruluk ölçütü olarak kullanılan genel kural
anlamlarına da gelmektedir. Kıyâs, hüküm elde etmede kullanılan bir
yöntemdir. Zaten “asl”ın hükmünü “fer”de “izhâr” etmek, kıyâsın müsbit değil,
muzhir olduğunu göstermektedir. Kıyâsın “genel kural” anlamında kullanılması
ise, Hanefî usûlünde yaygın bir özelliktir. Bu yönüyle kıyâs, “genel kuraldan
cüz’iye geçişteki (istihsân) “genel kural” anlamını ihtiva etmektedir.
Şeyh Bedreddin’in kıyâsa dair uygulamaları incelendiğinde onun, bu
delili, hüküm elde etme yöntemi yanında, genel ilke anlamında da kullandığı
ortaya çıkmaktadır. İctihad faaliyetini yürütecek kişide bulunması gereken en
temel özellikleri sayarken, “Kitap ve Sünnet’in hükümlerle ilgili olanı
kadarının ve bu iki kaynakla amel etmenin vâcip olduğunun bilinmesi”ne öncelik
verildikten sonra, “kıyâsın bilinmesinin lüzumu” üzerinde durulması, her iki
anlamıyla kıyâsın deliller hiyerarşisi içindeki konumuna yerleştirildiğini
göstermektedir.
Bunun yanında kıyâsın, meseleye ilişkin hükmün
doğruluk ölçütü olarak kullanıldığı “genel kural” anlamına ilişkin
uygulamalarda, Şeyh Bedreddin’in, bir mezhebe müntesip fakihin izleyeceği
geleneksel yöntem uyarınca, Hanefi mezhebinin birikimini kendi fıkıh
çalışmalarının merkezine koyduğunu söylemek mümkündür. Buna göre, bir başlıkla
ilgili meseleler ele alınırken ilgili fer’î hükümlerin ortaya çıkarılması
esnasında, daha önce hükmü verilmiş ve ele alınan meseleyle belli ölçüde aynı
çerçevede yer alan meseleler birikimini değerlendirme ve böylece kendinden
önceki çalışmalardan yararlanma yoluna gidilmiştir. Örneğin, Şeyh Bedreddin,
bir deyn davasının sıhhati için “vücûbiyet sebebi”nin zikredilmesinin gerekli
olduğunu, çünkü deynlerin hükümlerinin sebeplerin değişmesiyle değiştiğini ve
nizâdan sakınmak için özellikle cinsiyle mukabelede cins, nevi, vasıf, miktar
ve gerekiyorsa îfâ mahallinin söylenmesine ihtiyaç olduğunu söylemekte ve
“fetvâ buna göredir” diyerek mezhep birikimini ortaya koymaktadır. Bu durumda,
söz konusu bir davanın görülmesi esnasında, nizâya götürmeyecekse, sebebin
sahih olduğunun belirtilmesi yeterli olacaktır. Buna karşılık, şartları
zikredilmeden sadece “sahih bir selem akdi”nin borcun kaynağı olarak gösterilmesi
halinde dava sahih olmayacaktır. Çünkü, selemin ancak havassın vakıf
olabileceği pek çok şartı vardır. Bunun dışında, borcun ortaya çıkmasının
“sahih bir bey’ akdi” sebebiyle olduğu söylenirse, kıyâsa uygunluktan dolayı
(^Slâj) dava sahihtir. Çünkü, şartları bakımından satım akdi, selem akdi gibi
değildir. Burada, davanın
sahih olmasıyla ilgili ibarede kullanılan “tflâj” kelimesi, yukarıda
anlatıldığı üzere mezhepte kabul gören ilgili hükümlerle daha sonra anlatılan
diğer mesele arasındaki uyumu ortaya koymaktadır. Zira “vefk” iki şey arasındaki uygunluğu
anlatmak üzere kullanılan bir ifadedir. O halde, öncesiyle belli ölçüde uyum içinde
olan meselenin bağlandığı esasların, genel ilke anlamındaki kıyâs olduğu
söylenebilir.
Bu arada Şeyh Bedreddin’in, mezhep birikimi içinde yer alan ve hükmü
belirtilen bir meseleyi, ilgili gördüğü başka bir meseleye kıyaslayarak farklı
bir sonuca bağladığı da görülmektedir. Örneğin, birinci meselede davacı, “'Mal
benimdir, senin elinde haksız yere duruyor” derken ikinci meseledeki davacı,
“'Mal benimdir, benim elimdeydi, senin elinde haksız yere duruyor” demektedir.
Burada Şeyh Bedreddin, birinci meselede “davacının bu iddiasının, zilyet
konumundaki davalı aleyhine gasp davası sayılmayacağı”, buna karşılık ikinci
meselede ise, “davanın sahih olduğu” şeklinde hüküm verilmiş olduğunu
belirttikten sonra, ikinci meselede farklı olarak, “benim elimde idi”
ifadesinin bulunduğuna dikkat çekmekte ve birinci mesele için şunları
söylemektedir: “Gasp gününü zikretmese dahi, davasının sahih olması gerekir.
Allah en iyisini bilendir.” Buradaki kıyâsı Şeyh Bedreddin: “Mal (ayn) davası
konusunda geçen 'Mal benimdir, benim elimdeydi, senin elinde haksız yere
duruyor diye iddia etse, sahih olur' hükmüne kıyâsen ben derim ki” şeklinde
yapmaktadır.
Şeyh Bedreddin, benzer özellikleri bulunan fürû meseleleri, çoğunlukla
“aynı şekilde (kezâ)” lafzını kullanarak birbirine kıyâslamakta ve ortak
hükümlere bağlamaktadır. Örneğin, tasarruflarıyla ilgili hükümlerin,
kendilerini tayin eden yetkili kimselere göre değişiklik arz etmesi bakımından
mütevellî ile vasî, benzer özellikleri taşımaktadır. Buna göre, vakfı kiraya
veren veya vakıfla ilgili başka bir tasarrufta bulunan mütevellînin, vakfın
senedine (sakk) kiraya verenin veya tasarrufta bulunanın mütevellî olduğunu
yazması yeterli değildir. Zikredildiği üzere, ilgili hükmün kim tarafından
atandığına göre değişiklik göstermesi sebebiyle, mütevellînin tasarruflarının
câiz olabilmesi için, onu atayanın da vakıf senedinde belirtilmesi
gerekmektedir. Aynı şekilde (kezâ), vasînin durumu da böyledir. Zira babanın,
dedenin, annenin ve hâkimin tayin ettiği vasînin hükümleri farklıdır. Burada
önemli olan, kim tarafından tayin edildiklerinin tespitinin mümkün olmasıdır.
Şeyh Bedreddin’in ifadelerinde, kıyâsın örf sebebiyle terk edilmesi,
diğer bir uygulama örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Örfle ilgili uygulama
örnekleri kendi başlığında açıklanacak olmakla birlikte, burada bir örnekle
konu hakkında fikir verilmeye çalışılacaktır. Söz konusu örneğe göre tartışma
konusu, karısına gönderdiği şeyin hediye ya da mehir oluşu hususunda kocanın
sözü kabul edilirken, gönderilenin yiyecek olması halinde durumun ne
olacağıdır. Aslında, gönderenin koca olmasından dolayı her ne kadar kıyâsen bu
konuda da kocanın sözünün kabul edilmesi gerekiyorsa da, örften dolayı bu
uygulama terk edilmektedir. Çünkü, “yemek” sözü ile örfen kastedilen, “yemek
için hazırlanmış yiyecek maddeleri”dir. Bununla birlikte, gönderilen yiyecek
maddeleri canlı koyun örneğinde olduğu türden ise, yine kocanın sözü kabul
olunur. Zira, bu tür maddelerin her yerde yiyecek olarak bilinmekte olduğu
malumdur. Dolayısıyla, kocanın bunları göndermesi halinde, kadının bölge örfüne
bakmaya gerek yoktur.
Şeyh Bedreddin, yeri geldikçe kıyâs-istihsân ayrımını ortaya koyarken
aynı zamanda kıyâsın, özellikle genel kuraldan cüz’iye geçişi ifade eden
istihsân karşıtı anlamına dair uygulama örnekleri de vermiş olmaktadır. Bir
sonraki başlıkta istihsânla ilgili uygulamalar gösterileceği için, burada
kıyâs-istihsân ayrımına dair örnek zikredilmeyecektir.
Fıkıh usûlünde istihsân, müctehidin bir meselede icmâ, zarûret, örf,
maslahat, gizli kıyâs gibi özel ve daha kuvvetli görünen bir delile dayanarak,
o meselenin benzerlerinde izlenen genel kuraldan ve ilk hatıra gelen çözümden
vazgeçmesi, hukukun amacına daha uygun bulduğu başka bir hüküm vermesi
şeklindeki yöntemin adıdır. Kıyâsta, hükmü bilinmeyen bir olayın,
aralarındaki illet birliği sebebiyle hükmü bilinen bir olaya ilhâk edilmesi söz
konusuyken, istihsânda, karşılaşılan olaya uygulanabilir genel bir kural
bulunmakla birlikte, sonuçta bundan vazgeçilip daha istisnâî nitelikte, farklı
bir çözüme gidilmektedir. Bu durumda, istihsânda teknik anlamda bir kıyâsla
çatışma olmaksızın genel kural anlamıyla kıyâstan ayrılma söz konusu
olmaktadır.
Şeyh Bedreddin’in istihsân deliline ilişkin uygulamaları, yukarıdaki
açıklamalar doğrultusunda, “genel kuraldan ayrılma”nın örneklerini sunan
meseleler halindedir. Bunu, kimi zaman kıyâs kelimesini zikretmek yoluyla,
doğrudan “kıyâs-istihsân ayrılığı” şeklinde meselenin hükmünü açıklayarak,
bazen de sadece istihsân kelimesine yer vererek yaptığı görülmektedir. Örneğin,
muhâlea konusuyla alakalı bir meselede, “istihsân” ve “kıyâs” kelimeleri
kullanılarak, doğrudan ayrımın bir örneği verilmiştir. Bu meselede, mehir
karşılığında muhâlea (bedelli boşanma) akdi yapılmıştır. Buna göre, daha önce
birleşmenin (cimâ) gerçekleşmesi ve kadının belirlenen mehri kabzetmesi halinde
koca, verdiği mehri geri almak için kadına rücû edebilmektedir. Kadın
tarafından daha önce kabzedilmemesi halinde mehir, koca hesabına sâkıt olduğu
için, tarafların birbirini takip etmesini gerektirecek bir durum söz konusu
değildir. Bununla birlikte, belirlenen mehrin daha önce kadın tarafından
kabzedilmiş, fakat birleşmenin gerçekleşmemiş olması halinde koca, karısına bu
mehir için istihsânen rücû edebilmektedir. Kadın, söz konusu mehri
kabzetmemişse, kocanın belirlenen mehrin yarısı için karısına kıyâsen rücû
hakkı vardır. Buna karşılık, istihsâna göre ise, mehir koca hesabına sâkıt
olduğundan, koca, herhangi bir şey için kadına rücû edemez.
Şeyh Bedreddin, istihsân delilini bir yöntem olarak kullanırken,
“yerleşik kuraldan ayrılma” işleminde söz konusu olan kural için “kıyâs”
kelimesi yerine “asıl” kelimesini de kullanmaktadır. Her iki kelimenin de
kullanılmış olması dolayısıyla, “kıyâs”ın “asl”a göre daha kapsamlı bir manaya
sahip olduğu söylenebilir. Buna göre, “asl”, istihsânın tanımında geçen ve
belli ölçüde geçerliliği bulunan genel kural anlamını ifade ederken; kıyâs, bu
anlam dışında aynı zamanda belirli şartları bulunan malûm yöntemi de ifade
etmektedir. Asl kelimesinin uygulanmasıyla ilgili örneklere bakıldığında, Şeyh
Bedreddin’in kendi görüşlerini açıklamak için kullandığı “ben derim ki”
lafzından sonraki sözlerinde bu kelimeye yer verdiği görülmektedir: Örneğin,
fuzûlînin tasarrufları bağlamındaki bir meselede “£” rumuzuyla Kâdîhân’dan (ö.
592/1196) nakil yapan Şeyh Bedreddin, fuzûlî satış yaparken mal sahibinin hazır
bulunup susması veya “iyi yaptın”, “isabet ettin” gibi sözler söylemesinin izin
sayılmadığını, zira, bunların alay etmek için söylenmiş olduğunu, ancak İmam
Muhammed’e göre bu sözlerin istihsânen icâzet anlamına geldiğini naklettikten
sonra şunları söylemektedir: “Ben derim ki, alay etmiş olmak (istihzâ) ile
ciddi olmak arasındaki ayrım için karînelere bakılmalıdır. Herhangi bir
karînenin bulunmaması halinde ise, bu sözlerin icâzet sayılması gerekir. Zira
aslolan, bu tür sözlerin ciddi söylenmiş sayılmasıdır.
İstihsân deliliyle ilgili uygulamaların diğer bir kısmını, istihsân ve
kıyâs kelimelerinden sadece birinin zikredildiği meseleler teşkil etmektedir.
Örneğin, “İzinsiz olarak satan veya evlendiren kimse, daha sonra vekil
kılındığında icâzet verirse, bu tasarruflar istihsânen câiz olur” meselesinde kıyâs kelimesi; “Vasî eğer vasiyet
edilen miktarı veya yetimin nafakasını telef eder, sonra bunları kendi malından
öderse, tazmin sorumluluğundan kurtulur ve töhmetten kurtulması umulur, fakat
günahkâr olur. Kıyâs ise berî olmamasıdır” meselesinde ise, istihsân kelimesi
bulunmamaktadır. Bununla birlikte her iki örnekte de söz konusu kelimelerin
mana bakımından mevcut olduğu görülmektedir.
İstihsanın dayanakları (vechü’l-istihsân) bakımından Şeyh Bedreddin’in
uygulamalarında göze çarpan husus, genel kabul görmüş yerleşik kuraldan yapılan
istisnânın dayanağı olarak “örf”e sıklıkla başvurulmuş olmasıdır. Örneğin, bir kimse karısına “Birden üçe kadar
boşsun” dese, İmam Züfer’e göre kıyâsen bir talâk vâki olur. Zira, ona göre
gâye mugayyâya dâhil değildir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e (sâhibeyn) göre,
istihsânen üç talâk vâki olur. Çünkü, “Malımdan bir dirhemden yüze kadar al”
örneğindeki gibi, bu sözün benzeriyle, örfte tamamı kastedilmektedir. Ebû
Hanîfe’ye göre ise, iki talâk vâki olur. Zira, bu sözün benzeriyle, “Yaşım
altmıştan yetmişe kadardır” sözündeki gibi, azın çoğu ve çoğun azı
kastedilmektedir.
Talâk sayısıyla ilgili örnekte de görüldüğü üzere, Şeyh Bedreddin’in örfe
dayalı istihsân uygulamalarında, mezhep imamlarının görüş ayrılıklarına dair
açıklamalar önemli bir yer tutmaktadır. Bununla birlikte, bu tür uygulamaların
hepsinde görüş ayrılığına temas kaygısının bulunmadığı da belirtilmelidir.
Örneğin, evine kadar buğday taşımak için hayvanı kiralayan kişinin, kendisinin
de binmesi ve bu esnada hayvanın helâk olması halinde tazmin etme
yükümlülüğünün bulunmamasının delili olarak istihsânın gösterildiği mesele,
“Örfen, sanki delâlet yoluyla bunun için izin almıştır” açıklamasıyla
sonlandırılmıştır.
Şeyh Bedreddin, halvet konusuyla ilgili bir meselede, dört halifenin
(hulefâ-i râşidîn) görüş birliği içinde olduğunu gösteren icmâyı, istihsânın
dayanaklarından birini oluşturması bağlamında “eser” kelimesiyle ifade
etmiştir. Söz konusu meselede kadın, mehrini talep ettiği için kocasıyla
ilişkiden kaçınmakta, kocanın “Onun buna hakkı yok. Çünkü, onunla halvette
kaldım” sözü üzerine, “Onunla halvette kaldım, ama ‘mehrimi kabzedinceye kadar
yanaşmayacağımı’ söyleyerek ona imkân vermedim” şeklinde cevap vermektedir.
Şeyh Bedreddin, bu meselede kadının sözünün kabul edileceğini söylemekte ve
gerekçeyi şöyle açıklamaktadır: “Çünkü halvet, iddet ve mehir hakkında
'eser'den (icmâ) dolayı istihsânen birleşme gibi sayılmıştır. Bunların
dışındaki hükümler hakkında ise halvet, birleşme (cimâ) gibi kabul edilmez.”
İstihsanın dayanaklarından hafî kıyâsla ilgili, “yırtıcı kuşların artığı”
meselesini konuyla ilgili muhtemel bir soru bağlamında ele alan Şeyh Bedreddin,
“Yırtıcı kuşların
artığı, vahşi hayvanlarınki gibi, etinin necis olmasına kıyâsen necis
sayılır. İstihsânen ise temizdir” şeklinde, kıyâs-istihsân ayrımını ortaya
koyduktan sonra, istihsânın gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Yırtıcı kuşlar
gagalarıyla içmekte ve yemektedir, gaga ise temiz bir kemiktir.” Bu arada,
gaganın pisliğe (cîfe) bulaşıp kirlenme ihtimalinin mevcut olmasından dolayı,
bu tür hayvanların artığını kullanmanın mekruh olacağını da söyleyen Şeyh
Bedreddin, “İçmek için ağzını açmak zorundadır, açınca da içmek istediği su,
onun ağzının ıslaklığıyla (rutûbet) bitişir. Bu ıslaklık, onun etinden
dolayıdır, eti ise necistir. O halde, her ne kadar gagası temiz olsa da,
artığının necis olması gerekir” şeklindeki muhâlif görüşe şu cevabı
vermektedir: “Ben derim ki, su gagasından akıp gider, ağzında ise zikredilen
ıslaklıkla temas eden su kalır. Bu durumda ağzından hiçbir şey çıkmaz ve
böylece su içilen kap necis olmaz.”
f.
İstıslâh (Maslahat-ı Mürsele)
Fıkıh usûlünde istıslâh, “kaynaklardan hüküm çıkarmada izlenen yöntem”
manasında şer’î delillerden birinin adı olup, nassların kapsamına girmeyen ya da
kıyâs yoluyla nassta düzenlenmiş bir olaya bağlanamayan fıkhî bir meselenin
hükmünü, şer’an itibar edilebilir maslahatlara ve İslam fıkhının genel
ilkelerine göre belirleme yöntemini ifade etmektedir.
İstihsân yöntemi ile maslahat ilkesi arasındaki ayırt edici en belirgin
husus, istihsânın genel kuraldan müstesna olma özelliğidir. Bu durumda, ele
alınan meselenin, hükmü bilinen benzerleri olmasına rağmen, maslahat
düşüncesiyle bu hükümden vazgeçilip maslahata uygun bir hüküm veriliyorsa
istihsân, buna karşılık benzerlerinin yokluğu halinde yine maslahata dayalı
olarak hüküm veriliyorsa istıslâh söz konusudur.
Şeyh Bedreddin’in istıslâh yöntemine ilişkin uygulama örneklerinde
“maslahat”, “hakların korunması”, “malların korunması”, “kolaylık”, “fayda” gibi
gerekçelerin öne çıkarıldığı görülmektedir. Örneğin, devlet başkanı tarafından
teklif edilen hâkimlik görevinin kabul edilip edilmemesi meselesinde, önce,
kırbaçlandığı halde bu görevi kabul etmeyen Ebû Hanîfe’nin ve yetmiş küsur gün
bağlı tutulduğu halde bu vazifeden kaçınmış olan İmam Muhammed’in tutumlarından
bahsedilerek, âlimlerin çoğunun, bu iki imamın yolundan yürüyüp hâkimlik
görevini talep etmenin mübâh olmadığı sonucuna ulaştığı anlatılmış, daha sonra
da, “beldelerimizin meşâyıhı” şeklinde tanımlanan âlimlerin, “maslahat”
dolayısıyla, hâkimlik görevini talep veya kabul etmekte bir beis olmadığı
görüşünü benimsedikleri söylenmiştir.
Hâkimin azledilmesi meselesi bağlamında ele alınan “hakların korunması”
gerekçesi, vekilin azledilmesi meselesiyle kıyâslanmış ve vekâlette olduğu
gibi, azledilme haberi kendisine ulaşıncaya kadar, hâkimin azledilmiş
sayılmayacağı belirtilmiştir. Dolayısıyla, haber kendisine ulaşıncaya kadar,
hâkimin verdiği kararlar geçerli olmaktadır. Kıyâs gereği olan bu hükme karşılık,
bir hâkim, insanların haklarının öncelikli olarak korunması (sıyânet)
gerekçesinden hareketle, yerine başkası tayin edilinceye kadar azledilmiş
olmaz. Hâkimin mutlak olarak azledilmesi halinde hüküm budur. Yazılı belgenin
kendisine ulaşması şartına bağlanarak azledilirse, konuyla ilgili bilgi
kendisine ulaşıncaya kadar görevine devam eder.
İstıslâh yönteminin uygulamasına ilişkin “kolaylık” gerekçesi, aynı
zamanda, Hanefî mezhebine mensup meşâyıhın “fetva” tarzında zikredilen
tercihinin de gerekçesi olarak sunulmaktadır. Şeyh Bedreddin’in ifadelerine
göre meşâyıh, “bağın üzümü” meselesini, “buğday yığını” meselesinin fer’i
yapmış ve her iki konuda da “insanlara kolaylık olması” gerekçesinden yola
çıkan Ebû Yûsuf’un ve İmam Muhammed’in kavliyle fetva vermiştir. Buna göre, bir
kimse diğerine, “bu bağın üzümünü, her bir yükü şu kadara” diye satarsa,
ölçünün taraflarca bilinmesi ve üzümün tek bir cins olması halinde, Ebû
Hanîfe’ye göre tek bir yükte, Ebû Yûsuf’a ve İmam Muhammed’e göre ise üzümün
tamamında câiz olmalıdır. Üzüm farklı cinslerden oluşuyorsa, Ebû Hanîfe’ye göre
hiçbir şekilde câiz olmazken, Ebû Yûsuf’a ve İmam Muhammed’e göre, üzümün
tamamında câiz olur ve insanlara kolaylık olsun diye ikisinin görüşüyle fetva
verilir.
Şeyh Bedreddin, ecîr-i hâs ve ecîr-i müşterekin tazmin sorumluğu
meselesini ele alırken, bir yandan sahabenin konuyla ilgili uygulaması hakkında
bilgiler vermiş, diğer yandan “insanların mallarının korunması” gerekçesinden
hareketle, istıslâh yönteminin başka bir örnek uygulamasını göstermiştir.
Ecîr-i hâs konumundaki kişinin kendi müdahalesi olmadığı sürece, yapmasına izin
verilen işi icrâ ederken helâk olanı tazmin etmeyeceği ve ücretinden eksiltme
yapılmayacağı, buna karşılık, ecîr-i müşterek konumundakinin ise, işi yaparken kusurundan
dolayı tazminle sorumlu tutulacağı konusunda icmâ bulunduğunu söyleyen Şeyh
Bedreddin, “insanların mallarının korunması” gerekçesinden dolayı, ecîr-i
müşterekin de tazmin etmesi yönünde fetva verildiğini belirtmektedir.
Şeyh Bedreddin, istıslâh yöntemiyle bağlantılı olarak, gasp edilen kıyemî
malların hangi değer üzerinden tazmin edileceği meselesinde, tazmin için, Ebû
Hanîfe’ye göre “malın gasp edildiği gündeki kıymeti”nin, Ebû Yûsuf ve İmam
Muhammed’e göre ise, “gâsıbın itlâfı varsa o günün, yoksa gasp gününün
kıymeti”nin esas alınacağını anlatmaktadır. Daha sonra, Ebû Yûsuf ve İmam
Muhammed’in yolundan giderek, “mal sahibine faydalı olacağı” gerekçesinden
hareket eden Şeyh Bedreddin şunları söylemektedir: “Malın değeri, gasp
edildiğinde veya satıldığında yahut itlâf edildiğinde daha fazla olabilir. Bunu
dikkate alarak mal sahibini muhayyer kılmak faydalı olur.”
İlaçla tedavi konusunu anlatırken dağlama yöntemine de değinen ve bu
hususta “Eğer dağlamanın da, faydası açık sebeplerden olduğu söylenirse, bunun
böyle olmadığını söyleriz” diyen Şeyh Bedreddin, böylece “fayda” gerekçesini
öne çıkararak, açık faydası bulunan bir yöntemin kullanılabilmesinin
meşrûiyetini ortaya koymuş olmaktadır. Şeyh Bedreddin’in ifadelerine göre,
sebeplerin müsebbibi olan Allah, sonuçları sebeplere bağlamak suretiyle
dileğini (meşîet) icrâ etmektedir. Bazı yiyecek ve içeceklerin faydası açıkken,
diğer bazılarınınki böyle değildir. O halde, herkesin bileceği şekilde açık
veya sadece uzmanların bileceği şekilde kapalı da olsa, faydası bilinen bir
ilaçla tedavi olunabilir. Zira, şifayı ilaçtan değil de, Allah’tan bilmek
suretiyle, müsebbibi nazar-ı itibara alarak ilaçla tedavi olmak tevekküle zarar
vermez.
Fıkıh usûlünde örf, insanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık haline
getirdiği işler veya duyulduğunda hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel
bir anlamda kullanmayı âdet edindikleri lafızlardır. Eşanlamlı kelimler gibi, fıkıh ve fıkıh usûlü
ilimlerinde, biri diğeri yerine kullanılabilen ve ihtiyaç anında kendilerine
başvurulan şer’î bir delil olmaları bakımından örf, âdet ve teâmül
terimlerinin, insanlar tarafından alışkanlıkla yapılagelmesi ve akl-ı selîm
sahipleri yanında güzel kabul edilmesi önem arz etmektedir. Çünkü İslam
hukukunda hükümlerin konulmasındaki esas gâye, insanların durumlarını
düzeltmek, aralarında adâleti gerçekleştirmek ve onların sıkıntılarını
gidermektir. Bu durumda, İslam hukukuna göre hüküm verilirken, insanların âdet
edindiği ve akl-ı selim sahiplerinin tasvip ettiği hususları dikkate almak,
İslam hukukunun üzerine bina edildiği temel gâyelere uygun düşmektedir. Bunun
için, fıkıh âlimleri pek çok meselede örfe dayanarak hüküm vermişlerdir.
Şeyh Bedreddin’in delil uygulamalarında da, aynı şekilde, örfe
dayanılarak hükme bağlanan pek çok örnek mesele bulunmaktadır. Nitekim, akde
nelerin dâhil olup olmadığıyla ilgili fasıldaki (J^ ’-^j JP^i J^â)
meselelerin çoğunda örfün cârî olduğu görülmektedir. Örneğin, “Örfümüze göre
tuvalet (<^>£) ve üst kat hakkı (jlo) eve dâhildir”, “Kapıların anahtarları örfen akde dâhildir” gibi. Yine mâliyetine ve üzerine kâr koyarak
yapılan satış faslında da (2^jI>JIj <Jjj!I J^â), kesip biçenin,
boyayanın, nakış işleyenin, yiyeceği taşıyan hamalın, simsarın ve sürüyü bir
yerden bir yere götüren kimsenin ücretinin akde eklenmesinin örf gereği (jj*H)
olduğu belirtilmektedir. Aynı
şekilde, bir fiilin gasp sayılabilmesi için, gasp edilen malın örfen mütekavvim
sayılması gerekmektedir.
Şeyh Bedreddin’in, üzerinde çokça durduğu gâye-mugayyâ konusuyla ilgili
olarak söylediği “İmamların gâye konusunda görüş ayrılığına düşmelerinin
sebebi, örfün bulunup bulunmamasıdır. Doğru olan, bu tür misallerde örfe itibar
edilmesidir. Çünkü kişi, bu tür misallerdeki sözüyle, örf olarak bilineni
(müteâref) kasteder” şeklindeki sözleri, bu konuyla ilgili
pek çok fürû meselede örfe dayanarak hüküm verildiğini göstermektedir.
Senetlerin yazılmasına ilişkin örfün, hukukî işlemlerin hükmünün
belirlenmesi üzerinde önemli etkisi bulunmaktadır. Örneğin, bir kimsenin,
senetleri tanzim eden kişiye, “Hanımımın talâkını şu senede yaz” demesi ve onun
da yazması halinde bu işlem, senetlerin yazılmasındaki örften dolayı, talâkın
ikrâr edilmesi manasına gelmemektedir. Çünkü, bu konudaki örfe göre akit
yapılmadan önce yazma işlemi gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla, talâk henüz
vâki değildir. Benzer
şekilde, talâkla ilgili lafızların hükmü bakımından da, bazen örfün delil
olarak kullanıldığı görülmektedir. Örneğin, kadın, bâin talâkla boşanma
talebinde bulunur ve kocası da buna icâzet verirse, kocanın boşama niyetinin
mevcut olması halinde talâk gerçekleşmektedir. Aynı şekilde, kadının, “haram
kıldın” demesi halinde, boşama niyeti bulunmasa dahi, kocanın vereceği icâzetle
talâk vâki olmaktadır. Çünkü, örfe göre, helalin haram kılınması talâk sayılmaktadır.
Davayla ilgili mahkeme yazışmalarında da örfün büyük önemi vardır.
Nitekim Şeyh Bedreddin bir meselenin hükmünü, örfe dayalı bir gerekçeyle
reddetmektedir. Şeyh Bedreddin’in bahsettiği meselede davaya bakan hâkimin
başka bir hâkime gönderdiği yazıda, “davacının, şâhitlerini getirdiği, bunların
da onun iddiasının muvâfık olduğuna şâhitlik ettikleri” belirtilmekte, bu
yazının sıhhatine fetva verilemeyeceği söylenmekte, gerekçe olarak da “şâhidin
ve davacının, davanın uygunluğunu kendileri için iddia etmeleri”
gösterilmektedir. Buna karşılık Şeyh Bedreddin, örf haline gelmiş uygulamaya
binaen “iddiasının muvâfık olduğuna” ilişkin şahitliğin sahih olması
gerektiğini, çünkü, maksadın örfen malum olduğunu ve burada bir karışıklığın
(iştibâh) ve fesâdın bulunmadığını söylemektedir.
Şeyh Bedreddin’in ifadelerinden anlaşıldığına göre örf, pek çok fürû
meselenin delili olması yanında, “örf bilgisi” bakımından idarecide bulunması
gereken özellikler arasında da yer almaktadır. İdareci açısından örf bilgisinin
önemine değinen Şeyh Bedreddin, bir müctehidde bulunması gereken şartları
saydıktan sonra şunları söylemektedir: “İdarecinin müctehid olması ise, Kitap
ve Sünnet’in hükümlerle ilgili olanı kadarını, bu iki kaynakla amel etmenin
vâcip olduğunu ve kıyâsı bilmesi demektir. Bununla birlikte, bu kadarı yeterli
değildir. Zira, idarecinin aynı zamanda örf bilgisine de sahip olması
gerekmektedir.”
Zerîa, bir fıkıh usûlü terimi olarak, şer’an yasaklanmış sonuca götüren
vasıtayı ifade etmek için kullanılır. “Zerîa”nın seddi, yani kapatılması ise,
bu tür yolların yasaklanması demektir. Buna göre “sedd-i zerâyi”, mefsedete
götüren vasıtaların yasaklanması anlamına gelmektedir. Burada söz konusu edilen
vasıtalar, mâhiyeti itibariyle mefsedete götürmeyen, fakat mefsedete yol açan
bir sonuca vasıta teşkil eden fiillerdir. Bunlar, mâhiyeti bakımından şer’an
câiz fiiller olmakla birlikte, şer’an yasak bir duruma aracılık etmektedir.
Usûlde, teorik olarak benimsendiği ifade
edilmemekle beraber, Hanefî mezhebine mensup fakihler tarafından, uygulamada
sedd-i zerâi’ye yer verilmiştir. Nitekim
doğrudan isim olarak zikretmemiş olmakla birlikte, Şeyh Bedreddin’in, fıkıh
konularını ele alırken zikrettiği deliller arasında sedd-i zerâî de
bulunmaktadır. Örneğin, satım esnasında hazır bulunup da sükût eden bir
kimsenin, daha sonra müşteriden talepte bulunmak üzere açtığı davanın dinlenip
dinlenmeyeceği hakkında meşâyıhın farklı görüşlerine yer verildikten sonra,
yalan sözü süsleyip doğru diye kabul ettirmenin (tezvîr) önünü kesmek için, söz
konusu davanın dinlenmemesi yönünde bir görüş benimsenmiştir. Buradaki örnek
meselede mülkiyetin sahibi olan kişi, hanımının, çocuğunun veya bazı
akrabalarının huzurunda bir akarı satmakta ve satışta hazır bulunanlar da
susmaktadırlar. Fakat daha sonra, hazır bulunanlardan biri, müşteri aleyhine
mal iddiasında bulunmaktadır. Bu meselede Semerkant meşâyıhının fetvasına göre
dava dinlenmez. Çünkü davacının satış esnasındaki sükûtu, daha o zaman hak
talebinde bulunmayacağına delâlet eden ikrâr gibi değerlendirilmektedir. Buna
karşılık, Buhâra meşâyıhı ise davanın dinleneceği şeklinde fetva vermişlerdir.
Burada Şeyh Bedreddin, davacının durumunun müftü tarafından incelenmesi
gerektiğini, olayı bütün yönleriyle inceleyen müftünün, davacının hile ve
aldatma (telbîs) işini yapan biri olmakla tanınmasından dolayı davanın
dinlenmeyeceği fikrine ulaşırsa, bu yönde fetva vereceğini söylemektedir.
Sedd-i zerâî ile ilgili bir diğer örnek, sarhoş edecek kadar olmasa dahi
buğday, arpa dâneleri veya baldan yapılan içkinin içilmesi halinde, yeryüzünde
bozgunculuğun (fesat) ortadan kaldırılması için, caydırıcılık amacıyla had
cezasının uygulanmasının vâcip sayılmasıdır. Bu örnekte Şeyh Bedreddin, önce
üzümün veya hurmanın su içine atılarak az bir müddet pişirilmesi ve böylece
ekşitilip sarhoş edici hale getirilmesi ile (nebîz), aynı şekilde buğday veya
arpa dânelerinden yahut baldan yapılan içkinin sarhoş ediciliği hakkında
Semerkant imamlarının tartışmalarından bahsetmiştir. Daha sonra, şarap
dışındaki içeceklerde, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre, başlangıçta sarhoş
etmeyecek kadar içmenin helâl kabul edildiğini anlatmış ve sarhoşluğun fesat
sebebi olduğunu söyleyerek, yukarıda zikredilen gerekçeden dolayı, sâir
nebîzlerde de had cezasının vâcip olduğunu söylemiştir. O halde, Ebû Hanîfe ve
Ebû Yûsuf’a göre, şarabın şarap olmasında belirleyici olan “yeterince kaynama
ve keskinleşip köpürme” şartlarının nebîzlerde bulunmamasından dolayı, bunların
sarhoş etmeyecek kadar içilmesinin helâl olması, sedd-i zerâî ilkesi gereğince,
Şeyh Bedreddin tarafından benimsenmiyor demektir.
Sedd-i zerâî deliline dayalı olarak verilen diğer bir hüküm de, asıl
itibariyle câiz olan bir hakkın, faiz şüphesinden dolayı tazmin
ettirilememesidir. Hukûkî tağyîrin neticesiyle alakalı örnek meselede, “bu,
bize göre böyledir” kaydıyla, Hanefî mezhebine göre, ismi ve faydalarının çoğu
ortadan kalkacak şekilde değiştiğinde, gasp edilen malın (mağsûb), bundan böyle
gasp edenin (gâsıb) malı olacağı, ancak bedelini ödeyinceye kadar gasp edenin
faydalanmasının helâl sayılmayacağı anlatılmaktadır. Daha sonra, İmam Şâfiî’ye
göre böyle bir durumda mal sahibinin hakkının sona ermediği söylenmekte ve gasp
edilen buğdayın un haline getirilmesi meselesinde, İmam Şâfiî’nin görüşüne
paralel olarak, Hanefî mezhebinde de mal sahibinin hakkının devam ettiğine dair
görüşün tercih edildiği (muhtâr) belirtilmektedir. Buna göre mal sahibi,
dilerse sadece buğdayı misliyle tazmin ettirebilir. Öte yandan, unu aldıktan
sonra onun buğdayın öğütme işleminden arta kalan kısmını tazmin ettirme hakkı
da bulunmaktadır. Bununla birlikte, una dönüştürülen buğdayın öğütme işleminde
eksilen miktarının tazmininde meydana gelebilecek fâizden dolayı bu hakkını
kullanamaz.
Benzer bir uygulama, “zeytin mukâbilinde zeytinyağının satışı” konusunda
da yapılmıştır. Buna göre, yağ miktarının ne kadar olacağının bilinmemesinden
dolayı, zeytin mukâbilinde zeytinyağının satışı, Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam
Muhammed tarafından men edilmiş, faiz ihtimâlinin bulunması sebebiyle böyle bir
satış sahih kabul edilmemiştir. Burada, Hanefî mezhebinin ilk üç imamıyla aynı
doğrultuda görüş beyan etmek üzere, “men ettik (U*j-)” diyen Şeyh Bedreddin, bu
akitte cevâzın asıl olması gerekçesinden hareketle, sadece şüpheden dolayı
satışın fasit sayılamayacağını söyleyen İmam Züfer’e de cevap vermiş
olmaktadır.
Usûl âlimlerine göre sahâbî, Hz. Peygamber’e (s.a.) yetişmiş,
getirdiklerine iman etmiş ve örfen arkadaş diye anılabilecek ölçüde uzun süre
onunla birlikte bulunmuş kimseye denir. Sahâbîlerin, Hz. Peygamber’i (s.a.) görmüş ve
bizzat ondan ilim almış olmaları sebebiyle, sahâbî kavlinin sünnet olma
ihtimali bulunmaktadır. Bu itibarla, her ne kadar sahâbî görüşünün hüccet olup
olmaması konusunda görüş ayrılıkları bulunsa da, hakkında ittifak edilmiş olan
sahâbî kavli, bir icmâ olduğu için şer’î hüccet sayılmaktadır.
İctihâd hakkındaki görüşlerini dile getirirken, “...bir müctehidin görüşü
kitap, sünnet, icmâ ile sahâbe ve tabiûnun sözlerine muhalefet etmeyip, sadece
onların (mezhep imamları) görüşlerine muhalefet edecek olursa, fetvası kabul
edilir. Nitekim sahâbe zamanında Şüreyh’in (ö. 78/697) fetvaları kabul
edilirdi” diyen ve bu
sözleriyle sahâbî kavlinin delil olarak kullanılabileceği görüşünde olduğunu
belirten Şeyh Bedreddin, yargı müessesesinde hâkim olarak görev almak için,
görevin talep edildiği veya görev talebinde bulunan yetkili kişinin, adâlet
sıfatını taşımasının şart olmadığını sahâbe uygulamasına dayanarak
söylemektedir. Şeyh Bedreddin’in ifadelerine göre “yargı görevini âdil olandan
kabul etmek câiz olduğu gibi, âdil olmayandan (câir) kabul etmek de câizdir.
Nitekim sahâbe, görev sırası (nevbet) konusunda Hz. Ali haklı olduğu halde, Hz.
Ali ile Muâviye arasında görüş ayrılığı ortaya çıktıktan sonra, Muâviye’nin
günahı (fısk) ve haksızlığı (cevr) ortada iken, Yezid’in verdiği görevleri
kabul etmişlerdir. Aynı şekilde, tâbiûn da, zamanının en günahkârı (fasık)
olmasına rağmen, Haccâc’ın verdiği görevleri yerine getirmişlerdir.”
Sahâbenin genel tavrını yansıtan bu örneğin dışında, Şeyh Bedreddin,
“sarhoşun talâkının gerçekleşmesi yönünde verilen mahkeme kararının geçerli
olması”nı, yine sahâbî görüşüne dayanarak açıklamakta, ancak bu örnekte,
kararın geçerliliğini sahâbenin görüş ayrılığı içinde olmasına bağlamaktadır.
Buna göre, sarhoş bir kimsenin talâkının geçerli olacağını söyleyen sahâbî
yanında, olmayacağını söyleyen sahâbî de vardır. O halde, söz konusu meseledeki
kararın geçerliliği yine sahâbî kavline dayanmaktadır. Bu durumda, “ikinci
kocanın, birleşme (dühûl) olup bittikten sonra boşayıp, iddet içinde yeniden
evlenmesi ve birleşme olmadan tekrar boşaması, bunun üzerine kadının, birinci
kocayla evlenmesi halinde, nikâhın sahih olduğuna dair verilen karar geçerli
olmaktadır.”
Yukarıdaki örnekte, her ne kadar görüşün dayanağı sahâbî kavli olarak
gösterilmiş olsa da, herhangi bir sahâbî ismi zikredilmemiştir. Buradaki
örnekte ise, “ecîr-i hâs”ın ve “ecîr-i müşterek”in tazmin sorumluluğu
bağlamında ele alınan meseleler, isimleri zikredilecek olan sahâbîlerin
görüşlerine dayalı olarak çözümlenmektedir. Şeyh Bedreddin, bu konudaki genel
hükmü, “ecîr-i hâs, kendi müdâhalesi olmadığı sürece, elinde helâk olanı ve
yapmasına izin verilen işi icrâ ederken helâk olanı bi’l-icmâ tazmin etmez,
ücretinden de eksiltilmez. Ecîr-i müşterek ise, işi yaparken kusurundan dolayı
bi’l-icma tazmin eder” şeklinde aktardıktan sonra, mezhep içinde konuyla ilgili
olarak sahâbî kavline dayanan görüşlere vurgu yapmaktadır. Ebû Hanîfe’nin
katıldığı görüş, bu konuda “kıyâs” şeklinde nitelenen görüşü temsil etmektedir
ve bu görüşe göre helâk olma işi, ister hırsızlık ve gasp gibi kaçınılması
mümkün bir olaydan dolayı, isterse yangın gibi kaçınılamaz bir durumdan dolayı
olsun, tazmin sorumluluğu bulunmamaktadır. Buna karşılık, Ebû Yûsuf ve İmam
Muhammed’e göre ise, kaçınılması mümkün olan bir sebepten dolayı mal helak
olmuşsa, tazmin söz konusudur. Aksi halde, tazmin edilmesi gerekmemektedir. Ebû
Hanîfe’nin katıldığı görüşün dayanağı hakkındaki iki rivâyetten birincisine
göre, bu görüş, Hz. Ali’nin görüşüdür. Aynı şekilde, sâhibeyn’in görüşünün
dayanağı hakkında da iki ayrı rivâyet bulunmaktadır ve birincisine göre, bu,
Hz. Ömer’in görüşüdür. Burada Şeyh Bedreddin, insanların mallarının korunması
için, ecîr-i müşterekin tazmin etmesini gerekli bulan görüş hakkında, “fetva
buna göre verilir (^^ <; j)” diyerek, bir yandan sahâbî kavlinin hüccet
olarak kabul edilmesine, diğer yandan kendi tercihine dair bir örnek sunmuş
olmaktadır.
Şart muhayyerliği konusunda, Ebû Hanîfe’ye göre en fazla üç günlük bir
muhayyerlik süresinin söz konusu olması gerektiğini ve bu görüşün habere dayandığını söyleyen Şeyh Bedreddin, Ebû
Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise, malum olması şartıyla, üç günden fazlasının
da sahih olduğunu belirttikten sonra, ihtiyaca daha çok cevap verebilmesi
bakımından İbn Ömer’in görüşüne dayanan ve sâhibeyn tarafından öne sürülen
görüşü benimsemektedir.
Görüldüğü üzere, “ecîr” ve “muhayyerlik” örnekleri, Hanefî mezhebi
içindeki görüş ayrılığını dile getirmektedir. “Kadının bedel ödeyerek boşanması
(muhâleâ)” meselesini içeren örnek meselede ise, Hanefî ve Şâfiî mezhebi
arasındaki görüş ayrılığı, yine sahâbî görüşüne dayalı olarak anlatılmaktadır.
Burada Şeyh Bedreddin, bir kısım sahâbînin görüşüne dayanılarak, kadının bedel
ödeyerek boşanmasının Hanefî mezhebinde “bâin” sayıldığını “bize göre (Uıit)”
tarzında ifade etmekte, buna karşılık İbn Abbas’ın (r.a.) kavline dayanan İmam
Şâfiî’nin ise, bu tür boşamayı fesih kabul ettiğini ve ona göre bu boşamayla
talâk adedinin bozulmayacağını bildirmektedir. Şeyh Bedreddin’e göre bu
meselede kıyâsa uygun olan, Hanefî mezhebinin görüşüdür. Çünkü, bu boşanmanın
“bey” ve “şirâ” lafızlarıyla yapılması halinde hükmün ne olacağı hakkında, İbn
Abbas’tan rivâyet edilmiş bir görüş bulunmamaktadır.
Fıkıh usulünde istıshâb, “aksine bir delil bulunmadığı sürece serbestlik
ve yükümsüzlüğe yahut daha önce varlığı bilinen bir durumun devam ettiğine
hükmetme yöntemi” anlamında kullanılmaktadır. Buna göre, daha önce varlığı bilinen bir
durumun devam edip etmediği hususunda tereddüt duyulursa, istıshâb yoluyla
-önceki mevcudiyetinden ötürü- bu durumun varlığını koruduğuna hükmedilir. Yine
daha önce var olmadığı bilinen bir durumun daha sonra meydana gelip gelmediği
hususunda tereddüt duyulursa, istıshâb yoluyla -önceki yokluğundan ötürü- bu
durumun halen mevcut olmadığına hükmedilir. Bu özellikleri bakımından istıshâbın; ibâha-i
asliyye istıshâbı, berâet-i asliyye istıshâbı ve vasıf istıshâbı olmak üzere
çeşitli türleri bulunmakta ve
istıshâb delili üzerine birtakım küllî kâideler bina edilmektedir. Nitekim
fıkıh âlimlerinin “eşyada asıl olan ibâhadır”, “berâet-i zimmet asıldır”, “şekk ile yakîn zâil olmaz”, ve “bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması
asıldır” şeklindeki kâideleri
istıshâb deliline dayandırdıkları bilinmektedir. Ayrıca, fıkıh usûlü
kitaplarında örnek olarak zikredilen fer’î meselelerin çeşitliliği, fıkıh
âlimlerinin istıshâb başlığı altında adı geçen kâidelere dayanarak pek çok
fer’î meselenin hükmünü ortaya çıkardıklarını göstermektedir.
İstıshâb konusunda kesin bir ayrıma, diğer bir ifadeyle mezheplerin
duruşu hakkında kategorik bir belirlemeye giderek genelleme yapmanın yanıltıcı
olacağını kabul etmekle birlikte, en azından “mefkûd” örneğinde Hanefîler’in ve
Mâlikîler’in istıshâbı def‘ için elverişli saydıkları, buna karşılık,
Şafiîler’in ve Hanbelîler’in ise istishâbı hem def‘ ve hem de isbat hususunda
yeterli bir delil kabul ettikleri belirtilmektedir. Bu arada, yeni haklar kazanmada da elverişli
bir delil sayanların, sadece def‘ hususunda delil kabul edenlere göre,
istıshâbı, daha etkili kılmaya çalıştıkları da düşünülebilir. Zaten istıshâb,
özellikleri itibariyle, hâlin devamının hükmün de devamını gerektirdiğine dair
bir gâlip zanna dayandığı için, yeni hüküm koymaya ve mevcut olmayanı var kabul
etmeye elverişli bir delil değildir. Bu sebeple istıshâb, diğer aslî delillerde
hüküm bulunmadığında başvurulacak bir çare olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu açıklamalardan sonra, Şeyh Bedreddin’in uygulamalarına bakıldığında,
onun bazen mesele içinde, bazen de “ben derim ki” tarzında istıshâb deliline
vurgu yaparak meseleleri ele aldığı ve değerlendirmeler yaptığı görülmektedir.
Örneğin, arazi davasıyla ilgili bir meselede davacı, dava konusu olan arazinin
kendisine ait olduğunu iddia etmekte ve iki kişiyi şâhit olarak göstermektedir.
Ancak şâhitler şu anda durumun ne olduğunu bilmemekle beraber geçmişte söz
konusu arazinin davacıya ait olduğunu bildiklerine dair şâhitlik
yapmaktadırlar. Burada Şeyh Bedreddin “Şâhitler, davacının mülkiyet hakkını
(mülk) geçmişe isnat etmişlerdir. Bu isnat, hâlin nefyine delâlet etmez”
diyerek, geçmişte sabit olanın, aksine bir delil bulunmadıkça, şu anda da devam
ettiğini göstermektedir.
Görüşlerini çoğunlukla “ben derim ki” tarzında ifade eden Şeyh Bedreddin,
bu yöntemini istıshâb deliliyle alâkalı bir tercihte de kullanmıştır. Örneğin,
iki şâhit, “falancanın öldüğüne ve bu kadının da onun karısı olduğuna” şâhitlik
ederken, diğer iki şâhit ise, “aynı kişinin ölmeden önce o kadını boşadığına”
dair şâhitlik yapmaktadır. Burada Ebü’l-Fazl el-Kirmânî’ye (ö. 543/1149) göre
evliliğin devamına ilişkin delilin, buna karşılık Ali es-Suğdî’ye (ö. 461/1069)
göre ise talâk delilinin evlâ olduğunu söyleyen Şeyh Bedreddin, kendi
değerlendirmelerini şöyle yapmaktadır: “Ben derim ki, bu meselede talak
delilinin evleviyyetiyle fetva verilir. Zira, evliliğin devam ettiğini söyleyen
şâhitler ‘istıshâb-ı hâl’e şâhitlik etmişlerdir. Diğerleri ise zevâli
ispatlamışlardır. Dolayısıyla burada, bedelli boşanmanın (hulu‘) delili,
nikâhın delilinden evlâdır.”
Görüldüğü gibi, mezhep içindeki farklı görüşler arasında tercihte bulunan
Şeyh Bedreddin, mezheplerarası görüş farklılıklarında Hanefî mezhebine olan
mensûbiyetini açıkça ortaya koymuştur. Örneğin, Zahîruddîn Ali b. Abdülaziz
el-Merginânî (ö. 506/1112) kaynak gösterilerek (Fetâvâ Zahîruddîn)
yapılan alıntıya göre, davacı konumundaki kişi, dava konusu mülkün şu anda
kendisine ait olduğunu iddia etmekte, iki kişi de “iddia ettiği mülk onun idi”
diye şâhitlik yapmakta ve bu ikisinin şâhitliği kabul edilmektedir. Gerekçe
ise, söz konusu mülkün mâzide sâbit olması ve izâle edici bir sebep bulunmadığı
sürece bir zamanda sâbit olanın bekâsına hükmedilmesidir. Burada Şeyh
Bedreddin, “Ben derim ki, bu istıshâb ile ameldir. İstıshâb, zâhirle amel
etmektir. Zâhir ise, istihkâk için değil, def‘ için uygundur. Aslında istihkak
hakkındaki sözümüz (zâhirin def‘ için uygun olması) üzerine bu konudaki
şâhitliklerinin kabul edilmemesi gerekir. Lakin bunda zorluk vardır.
Dolayısıyla, zorluğu gidermek için bu meselede şâhitlik kabul edilmelidir.
İstıshâbın, Hanefî mezhebine göre
def‘ için elverişli olması göz önüne alındığında, Şeyh Bedreddin’in bu konuda
Hanefî görüşle aynı çizgide olduğu anlaşılmaktadır.
Buraya kadar anlatılanlarla, ele alınan meselelerle ilgili görüşlerin
dayandığı delillerin Şeyh Bedreddin tarafından ne şekilde kullanıldığı hakkında
bilgiler verilmiştir. Bu bilgiler, onun Hanefî mezhebine mensup ve en azından
“ashâb-ı tercih” seviyesinde bulunan bir fakih olduğunu göstermektedir. Nâdiren
farklı bir görüş belirtse de, genel olarak Hanefî görüşleri savunması, mezhep
içindeki görüş birlikteliğini “icmâ” diyerek tanımlaması, pek çok yerde, öznesi
“biz” olan fiillerle Hanefî görüşü öne sürmesi Şeyh Bedreddin’in Hanefî
mezhebine mensup bir fakih olduğunun ve ilim silsilesinin bir halkasını teşkil
ettiğinin göstergesidir. Öte yandan, deliller arasında değerlendirmeler yaparak
tercihte bulunması ve tercih lafızlarını açıkça kullanması, onun “tercih ehli”
sayılmasını mümkün kılmaktadır. Nitekim, bu düşüncelerden hareketle, konu
bütünlüğünün devamı bakımından bir sonraki başlıkta, Şeyh Bedreddin’in tercih
yöntemi hakkında bilgiler verilecektir.
111.
ŞEYH BEDREDDİN’İN
TERCİH YÖNTEMİ
A.
Tercih Kavramı Hakkında
Genel Bilgiler
Tercih, bir mezhep içinde, aynı konuda birbirini tutmayan görüşler ve
hükümler arasından birini seçip benimsemeyi ifade etmektedir. Mezhep
imamlarının ictihâdlarını yazılı veya şifâhî olarak nakledenlerin birden fazla
olması ve imamlardan birbiriyle çelişen hükümlerin nakledilmesi durumunda,
“rivâyet bakımından tercih” söz konusu olmaktadır. Nakledilen iki görüşün
çelişmesi ya talebenin yanlış anlaması ya da mezhep imamlarının daha önce
benimsediği bir görüşten vazgeçip başka bir görüşe sahip olmasından
kaynaklanmaktadır. Bu durumda, daha sonra gelen mezhep âlimleri, rivâyetleri
karşılaştırarak en kuvvetli olanı tercih etmeye çalışmaktadırlar. Fürû
kitaplarında çokça görülen tercih yöntemi, genellikle “usûl” kâidelerine ve
Kitap, Sünnet gibi “delil”e bakarak karşılaştırma yapmaya dayanmaktadır.
B.
Şeyh Bedrettin’in Tercih Yöntemi
Şeyh Bedreddin’in tercih yöntemi incelenirken, öncelikle tercih edilen
görüşlerin sahipleri açısından konuya yaklaşılacak ve böylece onun tercih
kaynakları hakkında bilgi verilecektir. Daha sonra, Şeyh Bedreddin’in söz
konusu tercih kaynaklarına ait görüşleri hangi sebeplerden dolayı tercih ettiği
sorusunun cevapları araştırılacaktır. En sonunda ise, tercih edilen görüşleri
ifade etmek üzere hangi tercih lafızlarının kullanıldığı üzerinde durulacaktır.
1.
Şeyh Bedreddin’in
Tercih Kaynakları
Kendi ifadelerinden de açıkça anlaşıldığı üzere, Şeyh Bedreddin’in Hanefî
mezhebine mensup bir fakih olması, tercihlerinde Ebû Hanife ve talebelerinin
görüşlerine öncelik vermesini tabiî kılmaktadır. Bilindiği gibi, gerek Irak,
gerek Horasan civarında yaşayan ve Hanefî mezhebine mensup olan fakihlerin
çalışmalarında, Ebû Hanîfe ve talebelerine ait fıkıh bilgileri merkezde yer
almaktadır. Klasik fıkıh külliyatını oluşturan eserlerdeki bir mezhebe bağlı
kalma anlayışı, diğer bir ifadeyle çalışmalarının temeline bir mezhebe ait
bilgiler manzûmesini yerleştirme düşüncesi dikkate alındığında, Şeyh
Bedreddin’in de kendinden öncekiler gibi yaptığını söylemek yanlış
olmayacaktır. Öte yandan o, ictihâdla ilgili yaklaşımlarında da ortaya koyduğu
gibi, Ebû Hanîfe’nin veya talebelerinin görüşlerini tercih ederken, görüş
sahiplerinden ziyade, tercih sebeplerine ağırlık vermektedir. Bu durumda,
mezhep imamı olması dolayısıyla Ebû Hanîfe’nin görüşlerine mutlaka öncelik
verilmesi şartı bulunmamakta, talebelerinin görüşleri de tercihlere kaynaklık
edebilmektedir. O halde, tercih kaynağı olması bakımından Ebû Hanîfe’ye veya talebelerine
isnât edilen fıkıh bilgilerinin aynı düzlem üzerinde yer aldığını söylemek
mümkündür. Örneğin, Ebû Hanîfe’ye göre alt kısmı tabanlanmış olmadıkça çoraplar
üzerine meshetmek câiz değilken, kalın ve sıkı olması durumunda Ebû Yûsuf ve
İmam Muhammed tarafından çorapların üzerine mesh etmeye cevâz verilmiş ve
fetvaya esas teşkil eden görüşün, sâhibeyne ait olduğu söylenmiştir. Aynı tutum, namaz vakitlerinin belirlenmesi
konusuyla alakalı olarak “şafak” kelimesinin anlamı hakkındaki görüş
ayrılığında da sergilenmiştir. Bu kelimenin, Ebû Hanife’ye göre “ufuktaki
beyazlık”, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise “kızıllık” için kullanıldığı
söylendikten sonra, fetvanın, sâhibeynin görüşü doğrultusunda verildiği
belirtilmiştir. Yine, “evin
sınırlarının tespit edilmesi” meselesinde Şeyh Bedreddin, “Tanınmış bir kimse
olsa dahi, evin sahibinin, evin yerinin ve sınırlarının tarif edilmesi gerekir.
Bunun tam olması için, ev sahibinin isminin yanında dedesinin adının da
bulunması lâzımdır” diyen Ebû Hanîfe’nin bu görüşü yerine, “Kûfe’deki Amr b.
Hars’ın evi” örneğinde olduğu üzere, bilinen bir ev için söz konusu şartların
gerekli olmadığını söyleyen sâhibeynin görüşünü tercih etmiştir.
Şeyh Bedreddin’in, Letâifü’l-işârât adlı eserinde İmam
Züfer için kullandığı “birinci çoğul, geçmiş zaman (fiil-i mazi nefs-i
mütekellim maa’l-gayr)” kipi, İmam Züfer’e karşı Hanefî mezhebinin ilk üç
imamına ait görüşlere, tercih bakımından öncelik tanındığına işaret etmektedir.
Örneğin, abdestte dirseklerin ve topukların yıkamaya dâhil olması için “dâhil
ettik (b^UkJ )”, teyemmümlü
imamın arkasında namaza duran abdestli kişinin suyu gördüğünde namazının bâtıl
olması için “iptal ettik (UİLJ), abdest tutma özürlüsü (sâhib-i özür) olan
kimsenin meshten men edilmesi için “men ettik(’-^M” fiillerinin kullanılması, İmam Züfer’in bu
konuda farklı düşünüyor olmasının yanında, Şeyh Bedrettin’in, söz konusu
meselelerde ve diğer örneklerde,
Hanefî mezhebinin ilk üç imamıyla aynı görüşte olduğunu göstermesi
bakımından önemlidir.
b.
Meşâyih
Sözlükte; şeyhler, ulular, büyükler, ileri gelenler şeklinde tanımlanan
meşâyih, Hanefî fıkıh
edebiyatında, bir bölgede belirli bir fakihin etrafında toplanan veya benzer
fıkhî tercihlere sahip bulunan fakihler grubunu ifade etmektedir. Meşâyih
dönemi, III. (IX.) yüzyılın ikinci yarısından başlayıp, yaklaşık olarak IV.
(X.) yüzyılın sonlarına kadar devam eden bir zaman dilimini kapsamaktadır.
Hanefî fıkıh kitaplarındaki bilgilerin pek çoğu, meşâyih devrindeki fıkhî
gelişmelerin ürünüdür. Bu dönemde, mezhep imamlarından rivâyet edilen bazı
görüşler tartışılmış, bazen bunlara aykırı görüşler öne sürülmüş ve böylece
mezhepler arası mukâyeseli hukuk ilmi olarak tanımlanabilecek hilâfiyât ve
cedel doğmaya, Hanefî fıkhının ilk klasik eserleri de yazılmaya başlanmıştır.
Meşâyih görüşleri, Ebû Hanîfe ve talebelerine ait fıkıh bilgilerinin
merkeze alınıp yorumlanması, günün şartlarına göre işlenmesi ve mezhep
birikiminin zenginleştirilerek devam ettirilmesi bakımından oldukça önemlidir.
Bu bakımdan Şeyh Bedreddin’in tercih kaynakları arasında meşâyih görüşüne yer
vermesinin, öncekilere ait fıkıh çalışmalarından yararlanma, bunları
değerlendirme ve bunlardaki fıkıh anlayışını devam ettirme eğiliminin bir
sonucu olduğu söylenebilir. Örneğin, Şeyh Bedreddin, iki ortağın, sermayeleri
farklı ama kârda ve zararda eşit olmak üzere anlaşıp akdettikleri şirket
akdinin İmam Muhammed’e göre fâsit olduğunu aktardıktan sonra “meşâyihimiz”
diye vasıflandırdığı fakihlere göre İmam Muhammed’in, akdin değil, zarar
şartının fâsit olduğunu kastettiğini söylemektedir. Yine, Hz Peygamber’in hadisinden ve Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’in
takındıkları tavırdan dolayı, özellikle ilk dönem İslam hukuk düşüncesinde,
yargı görevini talep veya kabul etmenin mübâh sayılmayıp en azından mekruh
görüldüğünü söyleyen Şeyh Bedreddin, “beldelerimizin meşâyihi” şeklinde
tanımladığı fakihlerin, maslahat dolayısıyla bunda bir beis olmadığı görüşünü
savunduğunu belirtmektedir. Bu örneklerde iki husus öne çıkmaktadır.
Birincisi, “meşâyihimiz” ve “beldelerimiz” tabirlerinin, âidiyet ifade edilen
bölgedeki fıkıh çalışmalarının öncelendiğini göstermesidir. İkincisi ise,
merkeze konan mezhep birikiminin meşâyih tarafından yorumlanmasını ve
zikredilen anlayışın mâhiyetini temsil etmesidir. Buna göre, öncekine nisbetle,
bir sonraki fıkıh eserinin birebir nakilden ibaret olmadığı sonucu da
kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır.
Zikredilen örnekler, meşâyih görüşlerine yer vermede sadece belli bir
bölgenin fakihleriyle sınırlı kalındığı anlamına gelmemektedir. Zira burada,
fâsit akitle ilgili zikredilecek olan örnekte, hem Irak, hem Belh meşâyihine
ait görüşlere yer verilmektedir. Nitekim Iraklılar’a göre, fâsit akitle satın
alınan malda tasarrufta bulunulabilir, ama malın bizzat kendisine (ayn) mâlik
olunamaz. Mesela, bu şekilde alınan gıda maddesi yenemez. Yine, bu şekilde
satın alınan evde şefîin şuf’a hakkı bulunmamaktadır. Belhliler’e göre ise,
mebîin aynına mâlik olunabilmektedir. Burada Şeyh Bedreddin, İmam Muhammed’in
sözlerinden hareketle, Belh meşâyihinin sözlerinin esâh olduğunu ifade
etmektedir. Zira, İmam Muhammed’e göre, müşteri eğer satıcı aleyhine söz konusu
malı dava ederse, zaten rakabe mülkiyetine sahip olduğu için, hasım durumunda
bulunacak demektir. Satış esnasında aded-i mütekâribe türünden olan yumurta,
ceviz gibi malların, iki ayrı kapta bulunması halinde, Irak meşâyihine göre,
bunlardan birini görmek hepsini görmek gibi değerlendirilmiş, Belh meşâyihine
göre ise, böyle olmadığı söylenmiştir. Burada, Şeyh Bedreddin “esah olan
birinci görüştür” ifadesiyle tercihini Irak meşâyihinin görüşü doğrultusunda
yapmaktadır.
2.
Şeyh Bedreddin’in Tercih Sebepleri
İslam hukuk tarihine bakıldığında, tercih çalışmalarının “rivâyete
dayanan tercih” ve “usûle ve delile dayanan tercih” şeklinde iki kısma
ayrılarak incelendiği görülmektedir. Zira, fıkıh eserlerinde, bir mezhep içinde
aynı konuda birbirinden farklı görüşler ve hükümler yer almaktadır. Nakledilen
iki görüşün çelişmesi, talebenin yanlış anlaması veya mezhep imamının önce bir
görüşü benimsemişken, sonra bunu terk edip başka bir görüşe sahip olmasından
kaynaklanabilir. Bu durumda, daha sonra gelen mezhep âlimlerine, bu görüşleri
karşılaştırarak rivâyet bakımından en kuvvetli olanı tercih etmek vazifesi
düşmektedir. Öte yandan, kesin olarak mezhep imamından veya biri imamdan,
diğeri onun talebe ve tâbilerinden birbirine zıt görüşlerin nakledildiği de bir
vâkıadır. Bu tür görüşlerde, rivâyet yönünden sağlamlık ve güvenilirlik
(mevsûkiyet) mevzubahis olduğu için, rivâyete değil, bilakis usûle ve delile
dayanan tercih söz konusu olmaktadır.
Bütün bu bilgilerden sonra, buradaki “tercih sebepleri”nden maksadın,
“birbirine zıt görüşlerden birini diğerine üstün kılan özelliğin” ne olduğu
sorusunun cevabını teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Tercih kavramı, rivâyet ve
deliller bakımından, görüşler arasında yapılan inceleme neticesindeki bir
seçimi ifade ettiğine göre, Şeyh Bedreddin’in tercih anlayışını ortaya
koyabilmek için, zikredilecek olan tercihlerinin sebepleri üzerinde durmak
gerekmektedir. Burada, tercih sebepleri; görüşün nasslara uygun olması, görüşün
istidlâl kaynağına uygun olması, istihsân, zarûret, maslahat, örf ve toplumsal
değişim gibi başlıklar altında incelenecektir.
a.
Görüşün
Nasslara Uygun Olması
Bir görüşün nasslara uygun olup olmaması, tercih edilip edilmeme
bakımından en başta gelen sebeptir. Buna göre, nassın delâlet ettiği manaya
uymayan görüş reddedilmektedir. Örneğin, gusül alırken suyun sünnet derisinin
0âlS) altına ulaştırılmasını gerekli bulmayan görüş, ağız ve burun temizliğinin
(mazmaza ve istinşâk) farz sayılmasında delil olarak kullanılan nassa uygun görülmediği için kabul edilmemiştir.
Zira, ilgili âyetteki “iyice temizlenin (ljj^Lli)” ifadesi, yıkama emrinin
mübâlağalı bir şekilde yerine getirilmesini gerektirmektedir. O halde, gusül
alırken altına suyun geçmesi ve bu yolla ıslanması için sünnet derisi hareket
ettirilmelidir.
Şeyh Bedreddin, hayızlı ve cünüp bir kimsenin, elbisesinin kol ucuyla
mushafa dokunması konusunda, meşâyihin farklı görüşlere sahip olduğunu
aktardıktan sonra, bu şekildeki dokunmanın mekruh olmaması gerektiğini
söylemektedir. Zira, ilgili âyetteki “dokunmak” fiilinden anlaşılan mana, arada bir engel
olmaksızın el ile doğrudan temas etmektir (mübâşeret). O halde, arada bir engel
varken dokunmak nassa aykırılık arz etmediği için, Şeyh Bedreddin tarafından bu
görüş tercih edilmiş olmaktadır.
“Namazın sıfatı” başlığını taşıyan fasılda, “Basralılar” şeklinde
tanımlanan fakihlere göre, “Allâhü ekber” yerine, “Allah’ım beni bağışla (^b^l
^l)” diyerek namaza başlamanın câiz görüldüğü söylendikten sonra, bu görüşün
doğru olmadığı belirtilmiş, gerekçe olarak da, Hz. Peygamber’in (s.a.) “Namazın
tahrîmi tekbirdir (“j^l U^j^)” hadisindeki “tekbîratün” kelimesinde, tazîm
manasının bulunduğu söylenmiştir. Buna göre, her ne kadar “Yâ Allah” şeklinde
bir başlamayı ifâde etse de, “Allah’ım beni bağışla” şeklinde yapılan başlama,
tazîm eksikliğinden dolayı yeterli olmamaktadır.
b.
Görüşün İstidlâl
Kaynağına Uygun Olması
Şeyh Bedreddin, bir mezhebe müntesip fakihin izleyeceği geleneksel yöntem
uyarınca, Hanefî mezhebinin birikimini kendi fıkıh çalışmalarının merkezine
koymuş ve fer’î hükümlerin elde edilmesi sürecinde, kendinden önceki
çalışmaları değerlendirme yoluna gitmiştir. Bilindiği gibi, ictihâd
ameliyesinde nasslardan hüküm çıkarılırken birtakım yöntemler kullanılarak,
ulaşılan hüküm ile bu nasslar arasında bir benzerlik bağı kurulmaya
çalışılmaktadır. İstidlâl kaynağı olarak, önceki çalışmalardaki fer’î
meselelerden elde edilen asılların kabul edilmesinde de, aynı anlayış hâkimdir.
Benzerlik bağı ne kadar güçlü ise, istidlâl de o denli güçlü demektir. Bu
sebeple, mezhep birikiminin asıl kabul edildiği fıkıh bilgisi üretme
faaliyetinde, Hanefî mezhebinde kabul görmüş görüşlere ve istidlâl işlemine en
çok benzeme durumu, önemli bir yere sahip olmaktadır.
Tercih edilen görüşün istidlâl kaynağına uygunluğunu belirtmek üzere,
“asıl” yapılan fer’î meseleye “en çok benzeyen” anlamında “eşbeh” kelimesi
kullanılmaktadır. Burada verilecek olan örnekte de tercih sebebi, Şeyh
Bedreddin tarafından, “Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un görüşüne en çok benzeyen”
şeklinde açıklanmaktadır. Buna göre müşteri A, satıcı B’den bir mal satın
almış, fakat müstahik C, mutlak mülk iddiasıyla satılan malın mâliki olduğunu
söylemiştir. Bunun üzerine A, parasını geri almak için B’ye rücu etmiştir. B,
söz konusu mala satın alma yoluyla mâlik olduğuna dair delil getirip, C’nin
lehine hükmün bâtıl olduğunu ve A’nın kendisine rücû hakkının bulunmadığını
söylemiştir. Burada, meşâyihın görüş ayrılığına düşmesine sebep olan soru,
C’nin gâip olması halinde, satıcı B’nin delilinin kabul edilip edilmeyeceği,
diğer bir ifadeyle C’nin hazır bulunmasının şart koşulup koşulmayacağıdır.
Burada Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un görüşüne kıyâsla, gâip müstahikkin hazır
bulunmasının şart koşulmayacağını söyleyen Şeyh Bedreddin, “eşbeh” lafzını
kullanarak, tercih ettiği görüşün, istidlâl kaynağına uygunluğunu ortaya
koymaya çalışmaktadır.
Sulh konusuyla ilgili diğer bir örnek meselede de, aynı sebebe
dayanılarak tercihte bulunulmuştur. Buna göre, sulh akdi yapılmış, fakat daha
sonra ölüye ait bir alacağın veya bir malın var olduğu ortaya çıkmıştır. Bu
durumda, sonradan ortaya çıkan alacağın veya malın sulha dâhil olup olmayacağı
sorusu gündeme gelmektedir. Şeyh Bedreddin, bu konuda kesin bir rivayetin
olmadığını söylemekte ve bunların sulha dahil olmamasını “eşbeh” olarak
nitelemektedir.
Bir meselenin hükme bağlanmasında mezhep birikimine en çok benzeyen
hükmün tercih edilmesi, istihsânın, istidlâl kaynağının gerektirdiği hükmün
yeni meseleye aktarılmaması anlamına gelmesini ortaya koymaktadır. Bu durumda,
istihsân ile elde edilen yeni hüküm, mezhep birikiminin gerektirdiği hükümden
farklı olmaktadır. Bunun yanı sıra, fıkıh usûlünde istihsânın gerekçeleri
olarak sayılan dayanaklar (vücûhü’l-istihsân), mezhep birikiminin gereğinin
devre dışı bırakılması halinde de söz konusu olmaktadır.
Burada zikredilecek olan örnek meselede, eşya taşıması için bir hayvan
kiralanmakta ve sözleşme yapılarak taşınacak olan eşya belirlenmektedir. Bu
meselede asıl, taşıma esnasında kiralanan hayvanın ölmesi veya zarar görmesi
halinde, sözleşmenin dışında başka bir eşyanın taşınması söz konusu ise,
kiracının tazmin yükümlülüğünün bulunması, buna karşılık, sözleşme şartlarına
uyulmuşsa kiracının tazmin etmesinin gerekmemesidir. Örnek meselede kiracı,
buğday taşıyacağını söyleyerek sözleşmeyi buna göre yapmış, fakat hayvana
buğday yerine arpa yüklemiş ve taşıma esnasında hayvan zarar görmüştür.
Dolayısıyla, genel kural gereğince, kiracının meydana gelen zararı tazmin etmesi
gerekmektedir. Halbuki, istihsâna göre bu meselede kiracının tazmin etmesi
gerekmemektedir. Zira arpa, birim ağırlık olarak buğdaydan daha hafiftir.
Burada, istihsân deliline göre verilen hükmü tercih eden Şeyh Bedreddin,
taşınan eşyanın cinsinin hükme olan etkisini belirtmek üzere, “ben derim ki”
lafzıyla şöyle demektedir: “Hayvana 100 menn buğday yüklenecekken, o miktarda veya yarısı
kadar odun yüklenirse, meydana gelen zarara itibar edilmelidir.”
Diğer bir örnekte de Şeyh Bedreddin, zâhiru'r-rivâyede, “Borcun tamamı,
ikrârda bulunan vârisin payından ödenir. Zira bu varis, borcun kendi miras
hakkına önceliği olduğunu ikrâr etmiştir” şeklinde geçtiği belirtilen mesele
hakkında istihsân yapan Ebü’l-Leys es-Semerkandî’nin (ö. 373/983) görüşünü tercih
etmektedir. Bu konuda Şeyh Bedreddin şunları söylemektedir: “Ebü’l-Leys’e göre,
bu meseleyle ilgili olarak, zâhiru'r-rivâyede geçen hüküm kıyâstır ve ona göre
tercih edilen (muhtâr) görüş, ikrârda bulunan vârisin, mirastaki payı kadarıyla
sorumlu olmasıdır. Bu, en adil ve zarardan en uzak görüştür. Şa’bî’nin, Hasan-ı
Basrî’nin, Mâlik’in, İbn Ebî Leylâ’nın, Süfyân-ı Sevrî’nin ve onlara tâbi olan
diğerlerinin görüşü de böyledir.
Bülûğ muhayyerliği meselesini ele alırken, zarûretleri, “şer’î kâidelerden
istisnâ edilenler” şeklinde tanımlayan Şeyh Bedreddin, zarûreti, tercih sebebi
olarak kabul etmektedir. Söz konusu meselede, İmam Muhammed’den gelen rivâyete
göre, geceleyin bülûğa eren bâkirenin, hayız kanını gördüğüne ve muhayyerlik
hakkını kullanarak boşanmayı tercih ettiğine dair şâhit tutmasının gerekli
olduğunu belirttikten sonra Şeyh Bedreddin, şâhit tutmakla sorumlu tutmamayı,
zarûret gerekçesine dayanarak tercih etmektedir. Şeyh Bedreddin’e göre, böyle
bir durumda şâhit gösterme sorumluluğunu yüklemek bir zorluktur (harec) ve
zorluk, şer’an kaldırılmıştır. Çünkü hayız kanını görmekle bâliğa olan kişi,
şâhit tutma hususunda mazur olduğu bir vakitte ve kendi seçimi (ihtiyâr)
dışında bülûğa ermiştir.
İstıshâbın, defi‘ için elverişli olduğunu öne süren Hanefî görüşü
benimseyen Şeyh Bedreddin, burada zikredilecek olan örnek meselede, istıshâb
deliline dayalı olarak verilen hükmü, zorluğun giderilmesi gerekçesiyle kabul
etmektedir. Bu meselede, iki kişi, şu anda mevcut olan bir mülkü iddia eden
davacı lehine “iddia ettiği onun idi” diyerek şâhitlik yapmakta, mülkün mâzide
sâbit olması ve izâle edici bir sebep bulunmadığı sürece, bir zamanda sâbit
olanın bekâsına hükmedilmesi sebebiyle, bu şahitlik kabul edilmektedir. Mesele
hakkında “ben derim ki” tarzında görüş belirten Şeyh Bedreddin’e göre bu
uygulama, istıshâbla, yani zâhirle amel etmektir. Zâhir ise, istihkâk için
değil, defi’ için uygundur. Dolayısıyla, bu konudaki şahitliğinin kabul
edilmemesi gerekir. Lâkin bunda zorluk vardır ve zorluğu gidermek için kabul
edilmelidir.
Zarûretle ilgili diğer bir örnek, teyemmümün mübah kılınışını
açıklamaktadır. Şeyh Bedreddin’in ifadelerine göre teyemmüm, âyette belirtildiği üzere kolaylık sağlamaktadır.
Teyemmümü mübah hale getiren hastalık, suyun kullanılmasından dolayı
artmasından korkulan hastalıktır. Zira burada zorluk meydana gelmektedir ve
zorluk şer’an kaldırılmıştır. Muteber olan, suyun kullanılması veya hastayken
hareket edilmesi sebebiyle meydana gelen zararın eşit kabul edilmesidir.
Şer’ân kabul edilebilir bir maslahata dayalı olarak verilen hükümlerle
ilgili gerekçeyi “maslahat”, “hakların korunması”, “malların korunması”,
“kolaylık”, “fayda” gibi ifadelerle belirten Şeyh Bedreddin, maslahatı tercih
sebeplerinden biri olarak kullanmaktadır. Nitekim, istıshâb konusunda da
geçtiği üzere, ilk dönem Hanefî fakihler, iktidarı meşrû görmedikleri için
hâkimlik görevini kabul etmeyen Ebû Hanîfe’nin ve İmam Muhammed’in yolundan
gitmişlerse de, daha sonrakiler “maslahat” gerekçesiyle bunda bir sakınca
olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Bu durumda, Şeyh Bedreddin’in kendi
dönemindeki iktidarların meşrûiyetinde sadece “galip gelme” ölçüsünün esas
alınmasından ve iktidar sahiplerinin hepsinin dünyayı istemelerinden dolayı,
hangisinin âdil, hangisinin isyancı (bâğî) olduğunun tam olarak
bilinememesinden şikayetçi olması, bir yandan söz konusu meşrûiyetsizliği ifade
ederken, diğer yandan Musa Çelebi’nin teklif ettiği kazaskerlik görevini kabul
etmesi sebebiyle, maslahat gerekçesini tercih ettiğini göstermektedir.
Hibe edilen kişinin kabzettiğine dair ikrârın yalan olduğunun ortaya
çıkmasından dolayı, çelişki (tenâkuz) sebebiyle, davanın sahih olmadığını
söyleyen görüşün terk edilip, diğer görüşün, insanların haklarının korunması
gerekçesiyle benimsenmesi de, maslahata dayalı tercihte bulunulduğunu ortaya
koymaktadır. Bu meselede, hibe eden kişi önce, hibe edilen kişinin akit
meclisinde veya daha sonra, bizzat kendi emriyle kabzettiğini ikrâr etmekte,
bir süre sonra da kabzetmediğini ve o ikrârı yalan olarak yaptığını
söylemektedir. Bu durumda Ebû Yûsuf’a göre hâkim, hibe edilenden “Billahi,
iddia ettiğin bu hibenin hükmü gereğince onu kabzettim” diye yemin etmesini
ister. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre ise, yemin ettirilmez. Çünkü, dava
sahih olduğunda yemin ettirilir. Halbuki, tenâkuzdan dolayı bu dava sahih
değildir. Burada Şeyh Bedreddin, “insanlar arasındaki uygulamanın ikrâr etme
şeklinde olması sebebiyle, tenâkuzun, davanın sıhhatine ve yemin verdirmeye
engel teşkil etmesi halinde insanların haklarının zâyi olacağı” gerekçesinden
hareketle, Ebû Yûsuf’un görüşünü tercih etmektedir.
Örf, Şeyh Bedreddin’in istidlâl ve tercih hususunda en sık başvurduğu
delillerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, meyvelerin ağaçta
bırakılmasını şart koşmak, kıyâs gereğince akdi fâsit kılmakla beraber, bu
meselede örf gerekçesiyle yapılan istihsâna dayalı görüş tercih edilmiştir. Bu
meselede, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre söz konusu şartın, akdin gereği
sayılmayan bir şart olması, başkasının mülkünü işgâl etmesi, pazarlık içinde
pazarlık ve bir satış içinde âriyet veya icâre olması gibi gerekçelerden dolayı
akit fâsit olmaktadır. Buna karşılık İmam Muhammed bu konuda örften dolayı
istihsan yapmıştır. O halde Şeyh Bedreddin, İmam Muhammed’in görüşünü, diğer
bir ifadeyle dayanağı örf olan bir görüşü tercih etmiş olmaktadır.
Örf, yük taşımacılığında kullanılmak üzere kiralanan bir hayvanın binek
olarak kullanılması meselesinde de tercih sebebi olarak kullanılmıştır.
Bilindiği gibi, sözleşmede belirtilenler dışında başka bir eşya taşıtıldığında,
kiralanan hayvanın ölmesi veya zarar görmesi halinde, kiracının tazmin
yükümlülüğü bulunmaktadır. Halbuki, yük taşımak için kiraladığı hayvana binen
kişi, örfen, sanki delâlet yoluyla bunun için de izin almış sayıldığı için,
kusuru yoksa sorumlu tutulmamaktadır.
Yine, “yemek” sözünün “yemek için hazırlanmış yiyecek maddeleri” şeklinde
tanımlanması ve buna bağlı olarak, kıyâsın örf sebebiyle terk edilmesi
meselesinde de, kimin sözünün kabul edileceği söz konusu olmaktadır. Kıyâs
gereğince, karısına gönderdiği şeyin hediye ya da mehir olması hususunda
kocanın sözü kabul edilmektedir. Gönderilenin yiyecek olması halinde de, yine
kıyâsa göre, kocanın sözünün kabul edilmesi gerekmekle birlikte, örften dolayı
bu uygulama terk edilmektedir.
Öte yandan, gâye-mugayyâ konusuyla ilgili meselelerde örfe itibar
edilmesi, tuvaletin, üst kat
hakkının ve kapı anahtarlarının satım akdine örfen dâhil olması gibi örnekler de, Şeyh Bedreddin’in, gerek
istihsânın gerekçelerinden biri, gerekse başlı başına bir delil olarak örfle
ilgili uygulamalarını ortaya koymaktadır.
g.
Toplumsal Değişim
Çeşitli etkenlerle toplumda meydana gelen ekonomik ve siyâsî
değişmelerle, yine bunlara bağlı olarak ortaya çıkan ahlâkî bozulmalar,
görüşler arasında tercih yapmada etkili olmakta ve tercih edilen görüşe dayanak
yapılmaktadır. Örneğin, iki kişinin “hâkim, A’nın lehine B’nin aleyhine şöylece
karar verdi” diye yaptıkları şahitliğe karşı hâkimin, böyle bir karar
vermediğini söylemesi durumunda, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre, söz konusu
şâhitlik reddedilirken, İmam Muhammed’e göre kabul edilmektedir. Meseleyi bu
şekilde aktardıktan sonra “ben derim ki” tarzında görüş belirten Şeyh Bedreddin
şunları söylemektedir: “Allah onları ıslah etsin! Zamanımızın hâkimlerinin
çoğundaki bozuk durumlardan dolayı, İmam Muhammed’in görüşüyle fetva verilmesi
gerekir. Yine İmam Muhammed’den gelen rivayete göre, hatalı olma ihtimaline
binaen, delilini incelemeden hâkimin görüşünü almayız demiştir. Meşâyih,
zamanımızdaki hâkimlerin çoğunun hallerinin bozuk olması sebebiyle, bu rivayeti
müstahsen saymışlardır.” Görüldüğü gibi Şeyh Bedreddin, zamanın
hâkimlerinin hâl ve gidişatlarını tasvip etmemekte, yapmış olduğu tercihi,
bozulma yönündeki ahlâkî değişime dayandırmaktadır.
Toplumsal değişimle ilgili diğer bir örnek de, şehrin mücâvir alan
kısmındaki evlere bitişik durumdaki vakıf arazilerine rağbetin artmasıyla
ilgilidir. Normalde tarım yoluyla değerlendirilen bu arazilere, kiralama
amacıyla yoğun bir talep ortaya çıkmışsa ve kiralama yoluyla elde edilen
gelirler, tarım yoluyla elde edilen gelirlerden çok daha fazlaysa, söz konusu
arazilerin kayyımının, bu araziler üzerinde bina yapıp kiraya
verme hakkı vardır. Çünkü, bu yolla, vakıf arazileri daha iyi
değerlendirilmiş olacaktır. Ayrıca, bu yolla gelen yüksek gelirler, fakirler
için daha faydalıdır. Aynı şekilde, “hâkimin izni olmaksızın, cemaatın izniyle
mescide ait gelir getirici ürünlerin (gâlle) satılması câizdir” diyen şeyh
Bedreddin, bu konuda farklı görüşleri benimseyen mütekaddimûn ile müteahhirûn
arasında tercihte bulunarak, “bu zamanda mal düşkünlüğünün (tamâ) artmasından
dolayı hâkimin izni olmadan satılması evlâdır” diyen müteahhirûna ait görüşü
kabul etmektedir. Bu görüş,
yoğun talebin fiyatı artırması, dolayısıyla daha iyi bir gelirin elde edilmesi
gerekçesiyle, hâkimin izninin bulunmasının gerekli görülmemesi bakımından
olumlu görünmektedir. Böylece, insanların mala olan düşkünlüklerinin artması
sebebiyle herkes talip olacağı için mescidin zarar görme ihtimali de azalmış
olmaktadır.
3.
Şeyh Bedreddin’in Kullandığı Tercih Lafızları
a.
Tercih Ettiği Görüşler
İçin Kullandığı Lafızlar
Şeyh Bedreddin, tercih ettiği görüşleri ortaya koyarken değişik uygulama
tarzlarını kullanmış ve her bir tarz için çeşitli örnekler vermiştir. Örneğin, Letaifü’l-
işârât adlı eserinde kullandığı “birinci çoğul, geçmiş zaman (fiil-i
mazi nefs-i mütekellim maa’l-gayr)” kipiyle, bir yandan İmam Züfer’e karşı
Hanefî mezhebinin ilk üç imamına ait görüşlerini belirtirken, diğer yandan
kendisinin bu konudaki tercihini de ifade etmiş olmaktadır. Yine kullandığı
“birinci çoğul, geniş zaman (fiil-i muzari nefs-i mütekellim maa’l-gayr)”
kipiyle hem İmam Şafiî’ye karşı Hanefî görüşü ortaya koymuş, hem de kendi
tercihini belirtmiştir. Bunun dışında, tercih mefhumunun bilinen tabirlerinden
olan “sahîh”, “esah”, “zâhir”, “ezhar” “muhtâr”, “bihî/bihâ yüftâ”,
“aleyhi’l-fetva” gibi ifadeleri, fıkıh eserlerinin pek çok yerinde görmek
mümkündür. Ayrıca muhtemel sorulara cevaplar vermek, evleviyet kuralı dediğimiz
“nassın delâleti”ne başvurmak, meseleyi veya ilgili meseleleri sonuç cümlesiyle
(velhasıl) toparlayarak görüşünü söylemek Şeyh Bedreddin’in kullandığı
yöntemler arasında yer almaktadır.
aa.
Fiil-i mazi nefs-i mütekellim maa’l-gayr (Birinci çoğul, geçmiş zaman)
Şeyh Bedrettin’in, Letâifu’l-işârât’ta İmam Züfer’in
görüşleri için kullandığı “fiil-i mazi nefs-i mütekellim maa’l-gayr” kalıbı,
hem farklı olan görüşleri belirtmekte, hem de onun tercihlerinin bir ifadesi
olmaktadır. Örneğin, abdestte dirseklerin ve topukların dâhil olması için
kullanılan “dâhil ettik (Wjlâ.J)” fiili, hem Züfer’in bu konuda farklı
düşündüğünü, hem de Şeyh Bedreddin’in diğer üç imamın görüşünü tercih ettiğini
göstermektedir. Yine ilk üç
imama göre, necasetin ön ve arka yollar dışında, dağılmadığı sürece, sadece
bulunduğu yerden çıkmasıyla abdestin bozulmayacağını anlatmak için kullanılan
“çıkış yerinin dışında bozucu saydık (»j^ ^â oljl*^)” ifadesi, Şeyh
Bedreddin’in bu konuyla ilgili tercihini ortaya koymuş olmaktadır.
Letâifü’l-işârât’taki uygulama bütünlüğünü göstermek
amacıyla, muamelât alanından seçilen bazı örneklerin sunulması da uygun
olacaktır. Buna göre, “men ettik (lj*j^) ifadesiyle, yağ miktarının ne kadar
olacağının bilinmemesinden dolayı, zeytin mukabilinde zeytinyağının satışının
yasaklanması, ödenecek paraya
karşılık, bir malın rehin bırakılması şartıyla satım akdinin yapılması ve daha
sonra müşterinin rehin vermekten kaçınması halinde, “mecbur etmedik (tj>—
t-)” ifadesiyle, müşterinin bu konuda zorlanamaması, havâle konusunda, “bölüştürdük (U-U)”
ifadesiyle, borcu yüklenen (muhâl aleyh) ödeme yapmadan, asıl borçlunun (muhîl)
ölmesi halinde, havale edilen borcun (muhâl bih), asıl borçlunun alacaklıları
ve havâle lehdarı arasında taksim edilmesi gibi örnekler, Şeyh Bedreddin’in bu
konulardaki tercihlerini göstermektedir.
ab.
Fiil-i muzari nefs-i mütekellim maa’l-gayr (Birinci çoğul,
geniş zaman)
Letâifü’l-işârât’ta, İmam Şafiî için kullanılan “fiil-i
muzari nefs-i mütekellim maa’l-gayr” kalıbı, Hanefî mezhebi ile Şâfiî mezhebi arasındaki
farkı belirtmenin yanında, Şeyh Bedreddin’in tercihlerinin de bir ifadesi
olmaktadır. Nitekim, başın mesh edilmesi için üç tane saç kılının yeterli
olduğunu söyleyen İmam Şâfiî’ye karşı, “takdir ediyoruz (°j^)” fiiliyle, başın
dörtte birinin mesh edileceğinin belirtilmesi; mestler üzerine giyilen çizmenin mesh
edilemeyeceğini savunan İmam Şafiî’ye karşı, “câiz sayıyoruz (j^j) denilerek
cevap verilmesi; İmam
Şâfiî’nin, azamî loğusalık süresinin altmış gün olduğunu söylemesine karşılık,
“takdir ediyoruz (j^)” fiiliyle, bu sürenin kırk gün olarak belirlenmesi; “birleştirmedik (^-^j ^)” denerek, yolculuk ve
yağmur sebebiyle namazın cem edilmemesi; “daha üstün sayıyoruz (d^ü)” denerek, sabah
namazının, yazın öğle namazının, güneşin rengi değişmeyinceye kadar ikindinin
ve gecenin üçte birine kadar yatsının tehir edilmesinin fazilet sayılması;
“öldürme hükmünü benimsemiyoruz
(<J2j V)” denerek, namazın farz oluşunu inkâr etmediği sürece, namaz
kılmayan kişinin öldürülmemesi gibi örnekler, Şeyh Bedreddin’in, ibadetlerle
ilgili tercihlerini göstermektedir.
İmam Şâfiî’ye karşı Hanefî görüşü beyan ederek tercihte bulunma yöntemi,
muâmelât konularında da sıklıkla uygulanmıştır. Örneğin, muhayyerliklerle
ilgili olarak, “ortadan kaldırıyoruz (^«j)” ifadesiyle, karşı tarafın
kabulünden önce icaptan rücu etmenin sahih kabul edilmesine karşılık, kabulün
tamam olmasından sonraki rücûnun ilgâ edilmesi; “vacip sayıyoruz (^•j)” denerek, ticarî
eşyanın satımı konusunda, bu malın teslimiyle ilgili ücretin daha baştan
konuşulmasının gerekli görülmesi; “câiz sayıyoruz (j^j)” sözüyle, dokunmakla
anlaşılması veya vekili tarafından malın vasıflarının anlatılması yoluyla,
kastedilen işlemden maksat hâsıl oluyorsa, âmâ bir kimsenin yaptığı akde izin
verilmesi; “haram sayıyoruz
(fj^j)” sözüyle, yiyecek ve para olma vasfıyla değil, miktar ve cins illetine
bağlı olarak bir malın mukabili karşılığında satılması halindeki fazlalıkla
tanımlanan faizin haram sayılması gibi örnekler, söz konusu yöntemin muâmelât
hukuku alanında nasıl uygulandığını göstermektedir.
Bilindiği gibi fetva, bir meselenin şer‘î çözümü ve beyanı doğrultusunda
yöneltilen soruya, meselenin hükmünü açıklamak üzere yetkililer tarafından
usulüne uygun olarak verilen cevap demektir. Buradan hareketle sorulan sorunun hükmünün
Kitap ve Sünnet nasslarından veya nassların ışığı altında ictihâd ederek
çıkarmanın, diğer bir ifadeyle fetva vermenin, ilmî bir iktidar meselesi olduğu
ortaya çıkmaktadır. Usul âlimlerince “müctehid”, “fakih” ve “müftî” kelimeleri
eş anlamlı olarak kullanıldığına göre, bir kimsenin fetva verebilmesi, o
kimsenin müctehid olmasına bağlanmakta, ictihâd derecesine ulaşamamış birine
“müftî” denmesi mecâzi anlam taşımaktadır. Zira müctehid olmayanlar, ancak bir
başka müctehidin görüşünü nakletmek suretiyle fetva verebilmektedirler.
Dolayısıyla bunlara aslında “nâkil” demek daha doğru olacaktır. Öte yandan her
yerde her zaman yeteri kadar müctehid bulunamayacağına göre, ictihâd yoluyla
verilen fetvanın yanında, birtakım usullere riayet etmek şartıyla bir başka
müctehidin görüşünü nakletmek suretiyle verilen fetva da geçerli olacak
demektir. Burada söz konusu edilen usule göre mukallit müftü,
görüşlerini/fetvalarını naklettiği müctehidi veya müctehidleri özellikle
belirtmelidir. Hanefî mezhebindeki ifta usulüne göre, ilk olarak, daha önce
ittifak edilen görüş doğrultusunda fetva verilmeli, ihtilaf edilen konularda
müteahhirun fakihlerin fetva verirken Ebû Yûsuf’un veya İmam Muhammed’in
görüşünü tercih etmeleri durumunda ise, tercih edilmiş görüşe göre fetva
verilmeli ve “fetvada esastır (s.j^' sM” ve “bununla fetva verilir (^ ^)” gibi
tercih lafızları kullanılmalıdır.
Yukarıda da görüldüğü üzere, Hanefî mezhebine mensup olduğunu çeşitli
şekillerde ortaya koyan Şeyh Bedreddin, mezhep içinde fetvaya esas olan görüşü
belirtmek amacıyla, bahsedilen tercih lafızlarını kullanmıştır. Bu arada, söz
konusu tercih lafızlarından sonra, “ben derim ki” veya başka şekilde muhalefet
ederek, farklı bir görüşü kabul ettiğini gösteren ifadelerin bulunmamasından
dolayı, Şeyh Bedreddin’in fetvaya esas olduğunu söylediği görüşü benimsediğini
söylemek mümkündür. Bu sebeple burada, Şeyh Bedreddin’in kullandığı tercih
lafızlarından olması bakımından, “fetva” ile ilgili örnek uygulamalardan
bahsedilecektir.
Şeyh Bedreddin’in fıkha dair ilk telifi olan Letâifü’l-işârât’ta,
tercih lafzı olarak yer verilen ilk fetva örneği, “çoraplar üzerine mesh etme”
meselesiyle ilgilidir. Ebû Hanîfe’ye göre, alt kısmı tabanlanmış olmadıkça,
çoraplar üzerine mesh etmek câiz değildir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre
ise, çorapların kalın ve sıkı olması durumunda, bunların üzerine mesh etmek
câizdir ve fetva da bu görüş doğrultusunda verilmiştir (^ ^-f). Aynı tarzdaki diğer bir örnek ise, cuma
namazının köy halkına farz olup olmaması hakkındadır. Ebû Yûsuf’tan gelen
rivayete göre, şehre bağlı bir köy halkı için cuma namazının kılınmasının farz
olması, aradaki mesafenin iki fersah olmasına bağlıdır. İmam Muhammed’den
gelen rivayete göre ise, bu mesafe üç mil olduğu takdirde, söz konusu köy halkı
için cuma namazı kılmak farz olmaktadır ve fetva bu görüşe göre verilmiştir.
Bunların dışında, örneğin, kurban
bayramında söylenen teşrik tekbirlerinin sayısı ve ürünün bir kısmı karşılığında yapılan
müsâkât akdi gibi konularda
da aynı yöntem takip edilmiştir.
Fetvanın, “bununla fetva verilir (^ Uj)” tarzındaki ilk örnek
meselesi ise, namaz vakitlerinin belirlenmesi konusuyla alakalıdır. Ebû
Hanife’ye göre “şafak” kelimesi ufuktaki beyazlık için, Ebû Yûsuf ve İmam
Muhammed’e göre ise, kızıllık için kullanılmaktadır ve bu konuda sâhibeynin
görüşü fetvaya esas kabul edilmektedir.
Fetva tarzındaki tercih yönteminde, görüş sahipleri zikredilmeksizin,
mesele hakkında iki ayrı görüş bulunduğu söylendikten ve söz konusu görüşler
açıklandıktan sonra, bunlardan birinin tercih edilen görüş olarak belirtildiği
de görülmektedir. Örneğin, akde konu olan malın “keylî (hacim ölçüsü) veya
veznî (ağırlık ölçüsü) olması hakkında, keylî veya veznî şeklindeki
vasıflandırmanın açıkça bilinmesi durumunda, nass daha kuvvetli olduğu için,
örften dolayı nassın terk edilmeyeceği söylenmiştir. O halde, buğday, örfen
veznî olarak satılsa bile, ebediyen keylî olmaktadır. Buradan anlaşıldığına
göre, hakkında nass bulunmayan bir malın, keylî veya veznî olarak satılması
alışkanlık (i’tiyât) haline gelmişse, o mal, bundan sonra da aynı şekilde
satılacak demektir. Bu durumda, buğdayın veznî olarak tartılması suretiyle
selem yapılması câiz olmaktadır. Çünkü selemdeki şart, benzerlik (mümâselet)
değil, malın bilinmesidir. Burada Şeyh Bedreddin, söz konusu selem akdiyle,
satıcının (müslem ileyh), akit konusunun dışında başka bir şeyi üzerine
aldığını ve bu sebeple, benzerliğin gerçekleşmesi için, akdin keylî özelliğe
göre yapılması gerektiğini söyleyen başka bir görüşten daha bahsetmiş, fakat
fetvanın birinci görüşe göre verileceğini (Jj^’-j ^j) söyleyerek,
yukarıda yaptığı açıklamaların tercih edildiğini belirtmiştir.
Yukarıda örnekleri verilen fetva tarzındaki tercih yöntemi, muhtevasının
da gereği olarak, Câmiu’l-fusûleyn’de oldukça sık bir şekilde
kullanılmıştır. Örneğin,
Ebû Hanîfe’ye göre, müctehid olduğunu unutarak veya bilerek başkasının
görüşüne göre hüküm veren müctehidin bu hükmü geçerlidir. Sâhibeyne göre ise,
bu kişi, müctehid olduğuna inandığı ve bunu iddia ettiği takdirde, başka bir
müctehidin görüşüne göre verdiği hüküm geçersizdir. Bu konuda fetva, ikisinin
(sâhibeyn) görüşüne göre verilir (^ Wj^).688
Yine, Şeyh Bedreddin’in ifadelerine göre, her biri kendi yerinde görev
yapan iki hâkimin bulunduğu bir şehirde davalaşan ve davayı hangi hâkime
götürecekleri konusunda ihtilafa düşen iki kişinin ikametleri aynı yerde ise,
davaya bu yerin hâkimi bakar. Davacı ve davalının ayrı yerlerde oturmaları,
davacının davaya kendi ikametgâhının hâkimi tarafından bakılmasını istemesi ve
davalının buna karşı çıkması durumunda, İmam Yûsuf’a göre davacının, İmam
Muhammed’e göre ise davalının isteği yerine getirilir. Bu konuda, İmam
Muhammed’in görüşü esas alınarak fetva verilir (^ ^)
Tercih edilen görüşün zâhir veya ezhar şeklinde belirtilmesi, Şeyh
Bedreddin’in, tercihlerini belirtirken kullandığı yöntemlerden biridir.
Bilindiği gibi, Hanefî mezhebine göre sahih iki görüşten biri ile hüküm ve
fetva verilebilmektedir. Bu iki sahih görüşten birinin diğerine nispetle tercih
edilebilir olması, zamanın gereklerine veya örfe uygun olmak vb. sebeplere
bağlı olduğu gibi, tercih edilen görüşün delilinin açık (zâhir) veya diğerine
göre daha açık (ezhar) olmasına da bağlıdır. Çünkü tercih, tercih edilen
görüşün delilinin, diğer görüşün deliline göre daha kuvvetli olmasıyla
gerçekleşir.
Buna göre, Şeyh Bedreddin’in “helak olan malda, mal sahibinin hakkının
bekâsı” ile ilgili örnek meselede kullandığı, “Ebû Hanife’nin mezhebinin
zâhirine göre” ifadesi, aynı zamanda tercih sebebini de ortaya koymuş
olmaktadır. Şeyh Bedreddin’in ifadelerine göre Ebû Hanîfe, helak olan canlı
malın kıymetine dair verilen hükmü, o malın mülkiyetine dair hükmün üzerine
kurmaktadır. Bu durumda, söz konusu malın kıymetinin ödeneceği kimsenin
belirtilmesi, o kimsenin, mal sahibi (mâlik) olduğunun da belirtilmesi anlamına
gelmektedir. O halde, bu meseledeki hüküm, kıymetin ödeneceği kişinin, daha
önce mevcut olan ve halen devam eden mülkiyet hakkının kabulü üzerine
kurulmaktadır. Bu sebeple Şeyh Bedreddin, “Velhâsıl, Ebû Hanîfe’nin mezhebinin
zâhirine göre, helak olan malda, mâlikinin hakkı kâimdir, hâkimin hükmüyle
kıymete dönüşür” demektedir.
Şeyh Bedreddin, Hanefî mezhebinde, bir hâkimin ictihâdî konularda kendi
bilgisiyle hüküm vermesinin câiz olmasından hareketle, davanın ictihâdî bir
konuda olduğunu bilmesi halinde, hâkimin kendi bilgisiyle karar verebileceğini
söyleyerek, bu görüşü, “zâhir” şeklinde nitelendirmektedir.
Zâhir lafzı, cümlenin gelişinden anlaşılan manayı da ifade etmektedir.
Örneğin, şuf’a konusunda, gâip adına vekâletle ilgili meseledeki zâhir lafzı,
bu manadadır. Şeyh Bedreddin, “Müşterinin evi satın alması ve şuf’a hakkı
sahibinin şufayı talep etmesi üzerine, müşterinin, ‘o evi falanca adına satın
aldığını, onun kendisini vekil tayin ettiğini’ söylemesi ve delil getirmesi
halinde bu delil kabul olunamaz, kabul edilirse bu satış, gâip hakkında
bağlayıcı olacaktır” şeklinde meseleyi naklettikten sonra, “Bu sözün zâhiri,
mebii teslim edilse dahi, delilin dinlenilmesi ve vekâletinin sabit olması
halinde, gâip adına husûmetin ortadan kalkmayacağı vehmini uyandırıyor.
Halbuki, durum böyle değildir. Zira, satışa vekil kılınan kişi, mebii
müvekkiline teslim etmediği sürece şuf’ada hasım olur” demektedir.
Görüldüğü gibi, mesele hakkında farklı bir görüş belirtilmediğinde
“zâhir” lafzı kullanılmaktadır. Buna karşılık, iki sahih görüş arasındaki
tercihte ise, tercih edilen görüş “ezhar” lafzıyla belirtilmektedir. Örneğin,
“hüküm vermesi gereken mesele hakkında görüşü bulunmayan hâkim, bir fakihin fetvasıyla
hüküm verdikten sonra başka bir görüşe sahip olursa, verdiği bu hükmü reddetmez
ve gelecekte kendi görüşüyle amel eder” diyen İmam Muhammed’in bu görüşü, “Bu,
ezhardır” şeklinde nitelendirilmiştir. Karşı görüşü savunan Ebû Yûsuf’a göre
ise, bu hâkim, sonradan sahip olduğu görüşü sebebiyle, önceden verdiği hükmü
reddeder ve kendi görüşüyle hüküm verir. Sonradan başka bir görüşe sahip
olursa, kendi görüşüne göre verdiği hükmü reddedemez. Ancak, gelecekte sahip
olduğu son görüşüyle amel eder. Bu meseleyle ilgili olarak Şeyh Bedreddin,
“Aslolan, bir görüşün yerini başka bir görüşün almasının nassların hükmünü
kaldırmak gibi olmasıdır (^Jl ^’—^ÎJl d^)” diyerek, ezhar görüşü teyit
etmektedir.
Şeyh Bedreddin, bu tür tercih uygulamalarındaki ihtilafı ortaya koyarken,
görüş sahiplerini her zaman açık olarak zikretmemektedir. Meselâ,
“ümmü’l-veledin satılması” konusunda, iki farklı rivayetin bulunduğunu, ezhar
olan görüşe göre, satılmasının geçerli (nâfiz) sayılmayacağını söylemektedir.
Şeyh Bedreddin’in tercih sebepleri arasında yer verdiği sahîh;
şartlarını, rükünlerini ve vasıflarını tamamen taşıyan herhangi bir fiildir.
Fiilin bu özellikleri taşıması haline ise “sıhhat” denir. Mesela, mükellef bir
kimsenin, kendi malını usûlünce birisine satması, sahîh bir satım muâmelesidir.
Bu şekilde şartlarını, rükünlerini tam olarak içeren bir akde “sahih akit”
denir.” Sıhhatin anlamı
konusunda fakihler arasında görüş ayrılığı yoktur. Hepsine göre “sahih”, ister
ibadetlerden ister muâmelâttan olsun, şer’an belirlenmiş rükünleri ve şartları
ihtiva etmek suretiyle Şâri’in emrine uygun olan fiil demektir.
Bu tanımdan çıkan sonuca göre, tercih edilirken “sahih” şeklinde
nitelendirilen hüküm, aynı zamanda, “doğru” olmayı da ifade etmektedir. Zira,
doğru olmayan bir fiilin, Allah Teâlâ’nın emrine uygunluğunu iddia etmek
yanlıştır. Öte yandan, daha önce çözümlenmiş meseleler kümesinden elde edilen
mezhep birikiminin, mezhep içi istidlâl bakımından nassların yerini alması göz
önünde bulundurulduğunda, “sahih”in tarifinde geçen, “Şâri’in emrine uygun
olma” hususu, “sahih” şeklinde nitelendirilen görüşün, mezhebin usûlüne uygun
olmayı ifade ettiğini söylemek mümkündür. Nitekim, “kaçmasından korkulan
borçlunun ne kadar süreyle hapsedilebileceği” şeklinde özetlenebilecek örnek
meselede, süre takdirinin hâkime bırakılmasının sahîh olarak gösterilmesi,
mezhebin ilkelerine uygundur. Bu örnek meselede, ta’zîr cezası verme ve
uygulaması bağlamında, hâkimin takdir yetkisi hakkında açıklamalar yapan Şeyh
Bedreddin, hâkimin huzurundayken dava esnasında birbirine söven iki hasmın,
mahkemenin saygınlığını korumak amacıyla, hâkim tarafından hapsedilebileceğini
ve bu ikisine ta’zîr cezasının uygulanabileceğini söyledikten sonra, yukarıda
özetlenen meseleyi ele almaktadır. Buna göre, hâkim, kaçmasından korkulduğu
takdirde borçluyu, hırsızların bulunduğu kısma koyarak da hapsedebilir. Hapis
müddetinin iki ilâ üç ay yahut dört ilâ altı ay arasında değişebileceği
şeklinde görüşler bulunmaktadır. Sahîh olan görüş, hapis müddetinin tayininin
hâkime bırakılmasıdır. Bilindiği gibi, borçluyu hapsetmenin gayesi,
borcu ödemeye zorlamaktır. Fakir olduğu ve dolayısıyla ödeme gücünün
bulunmadığı âşikâr olan bir borçlunun hapsedilmesi ise, söz konusu gayeyi
gerçekleştirme bakımından elverişli değildir. Böyle bir borçlunun çalışıp
borcunu ödemeye çalışması, hapsedilmesinden daha iyidir. Ödeme gücü olduğu bilinen veya en azından öyle
olduğundan şüphe edilen borçlunun hapsedilmesi ise, öncelikle Şâri’in emrine
uygundur. Böyle bir kimse
için hapis cezası, toplum içindeki itibarı zedeleme bakımından etkili olacak ve
dolayısıyla onu ödemeye zorlayacaktır. Ancak bu uygulama, herkes için geçerli
olmayabilir. Şeyh Bedreddin’in, “hırsızların bulunduğu kısma koyarak da
hapsedebilir” sözü, bu konudaki esnekliği göstermektedir. O halde, Şâri’in
emrine uygun olan hapsetme işinde sürenin hâkim takdirine bırakılması, söz
konusu esnekliği sağlama bakımından, mezhebin usûlüne de uygun olmaktadır.
Tercih edilen görüşün, mesele hakkında sahih olduğu belirtilen diğer görüşlere
göre daha doğru ve daha uygun görüldüğünü ifade eden “esah” şeklindeki lafızla
ilgili olarak da, bir bakıma, aynı sözler söylenebilir. Zira, görüşün daha
sahîh olması anlamındaki “esah”, Şer’e ve dolayısıyla mezhebe uygun olma
bakımından, “sahîh” ile aynı düzlemi paylaşmaktadır. Ancak, açıkça görüldüğü
üzere “esah”ta, daha doğru ve uygun görülme, yani bir derecelendirme söz
konusudur. Nitekim, “gâip hakkındaki hüküm” bağlamında ele alınan örnek
meseledeki görüşlerle ilgili tercih uygulamasında da durum böyledir. Buna göre,
karısına, “Falanca kişi karısını boşarsa, sen de boşsun” diyen kocanın bu sözü
üzerine, o falancanın, karısını boşadığına dair kadın tarafından getirilen
delil kabul olunmaz. Çünkü, kadının getirdiği delilin kabul edilmesi, aynı zamanda,
“falanca” diye belirtilen gâip kimsenin talâkının da gerçekleşmiş olduğuna
hükmetmek demektir. Müteahhirûn dönemine mensup fakihlerden bir kısmı, bu
meselede talâkın gerçekleşmesinin sahîh olduğuna dair fetva vermiştir. Ancak,
birinci görüş daha sahîhtir (^>l dj^l).
Irak ve Belh meşâyihının görüş ayrılıklarının dile getirildiği, “fâsit
akitle satın alınan mebiin rakabe mülkiyetine sahip olma” meselesiyle ilgili
tercihte de durum aynıdır. Bu örnekte Şeyh Bedreddin, müşterinin fâsit akitle
satın aldığı mebiide tasarrufta bulunmasının câiz olduğunu söyledikten sonra,
“rakabe mülkiyeti” konusunda, “fâsit akitle satın alınan mebiin aynına (rakabe)
mâlik olunamaz” diyen Irak meşâyihının bu görüşüne karşılık, “esah” lafzını
kullanarak, “mâlik olunabilir” diyen Belhliler’in görüşünü tercih etmiştir.
Iraklılar’a göre, müşterinin bu şekilde satın aldığı yemeği yemesinin helâl
olmaması ve satın aldığı evde şuf’a hakkının bulunmaması, kendi görüşlerini
desteklemektedir. Belhliler’e göre ise, bahsedilen şekilde satılan malın
satıcıdan dava edilmesi halinde, müşterinin de davaya taraf (hasım) olması ve
müşterinin, rakabe mülkiyetine sahip olacağını göstermektedir. Zira bu
mülkiyete sahip olmasaydı, davanın tarafları arasında yer almazdı.
Bu lafız, meseleye ilişkin görüşler arasından hangisinin tercih edilmiş
olduğunu göstermektedir. Nitekim, bu lafızla ilgili olarak Şeyh Bedreddin’in
uygulama örneklerine bakıldığında, tercih edilen görüşün delilinin veya
delillerinin durumundan ziyâde, görüşün tercih edilme hususunun öne çıkarıldığı
görülmektedir. Örneğin, Şeyh Bedreddin, vakfın mütevellîsinin ümmi olması ve
muhasebe işine bakması için başkasını ücretle tutması halinde, ücreti kendi
cebinden ödemesini gerekli bulan görüşe karşılık, “muhtâr” lafzıyla nitelendirdiği
başka bir görüşü tercih etmektedir. Burada, tercih edilen (muhtâr) görüş,
vakfedenin (vâkıf) emri varsa, vakfın zorunlu yararları için borçlanmanın câiz
olması, böyle bir emrin bulunmaması halinde, gerekli emrin çıkarılması amacıyla
meselenin hâkime götürülmesidir.
Muhtâr lafzıyla yapılan tercihte, tercih edilen görüşün gerekçesi
hakkında açıklamaların yapıldığı da görülmektedir. Örneğin, “borcun tamamını
ikrâr eden vârisin ödeme sorumluluğu” meselesinde muhtâr olan görüşün, “en âdil
ve zarardan en uzak görüş” olduğu belirtilmiştir. Buna göre, muhtâr görüş,
borcun tamamını ikrâr eden vârisin, hissesi kadarıyla sorumlu tutulmasıdır.
Diğer görüş ise, borcun ikrâr yoluyla miras hakkına öncelenmiş olması
sebebiyle, vârisin borcun tamamını ödemekle yükümlü olmasıdır.
Gasp edilen maldaki hukukî tağyîrle alakalı meselede, İmam Şâfiî’ye ait
bir görüş muhtâr olarak nitelendirilmiştir: “Gasp edilen mal, ismi ve
faydalarının çoğu ortadan kalkacak (zâil) şekilde değişirse, bundan sonra, gasp
eden kişinin malı olur. Ancak, bedelini ödeyinceye kadar bu maldan faydalanması
helâl değildir. Bu, bize göre böyledir. Şafiî’ye göre ise, mal sahibinin hakkı
sona ermez. Un konusunda tercih edilen (muhtar) budur.
Şeyh Bedreddin, ele aldığı meseleyi açıklarken, konuya farklı bir açıdan
yaklaşımı ve asıl kabul edilen mesele ile ona kıyâslanarak elde edilen çözüm
arasında var gibi görünen çelişkiyi ifade etmek üzere, belirsiz bir muhatap
tarafından sorulan muhtemel soru tarzına başvurmaktadır. Bu yöntem, aynı
zamanda, “denildi ki (JjS)” şeklinde ifade edilen ve sözün sahibinin açıkça
belirtilmediği kullanım tarzının, “şayet denirse (JjS jU)” kalıbında olduğu
üzere, şart cümlesi biçimindeki kullanımının da ifadesi olmaktadır. Böylece,
sahibi belirtilmeyen görüşün sadece aktarılmasıyla yetinilmemekte, meselenin
açıklanması esnasında asıl söylenmek istenenler anlatıldıktan sonra, muhtemel
soru yöntemi sayesinde muhalif görüş de cevaplandırılmış olmaktadır. Karşı
görüş cevaplandırılırken çoğunlukla “ben derim ki” ifadesi kullanılmıştır.
Bunun yanında, “... denirse, şöyle denir (J’-^/J^ jU)” şeklinde, şart cümlesinin
cevabı olarak, bazen de, “... denirse ...” şeklinde, araya “şöyle denir”
tarzında bir ifade konmadan, doğrudan muhtemel soruya cevap verilerek görüş
belirtildiği görülmektedir. Örneğin, “hakkında hüküm verilen mukallidin mezhep
görüşüne uymaması sebebiyle, hâkimin verdiği hükmün ihtilaflı olması”
meselesiyle bağlantılı olarak, “O halde, taklidin bir faydası yoktur. Allah en
iyisini bilir” diyen Şeyh Bedreddin, “Faydası, hüküm vermeyi başkasına havâle
etmesi (red) sebebiyle günahkar olmamasıdır denirse” şeklindeki muhtemel
soruyu, “Hüküm verme işini başkasına havale etmenin ve onun yaptığına rızâ
göstermenin kendi fiili gibi olmasından dolayı, yine taklitte fayda yoktur. Şu
kadar var ki, böyle yaparsa, çekişmeden (husûmet) kaynaklanan rahatsızlıklardan
kurtulmuş olur” diyerek cevaplandırmaktadır.
Görüldüğü gibi, “denirse” lafzı, “günahkâr olmamasıdır denirse, ne
denir?” şeklindeki muhtemel bir soru tarzını ifade etmektedir. Yine bu örnekte,
“denirse (d^ û)” şeklindeki sorudan sonra, “şöyle denir (Ji>)” yerine,
doğrudan cevabın kendisi verilmiştir. Burada zikredilecek diğer örnekte ise,
“...denirse, ...denir” tarzı uygulanmıştır. Bu örnekte Şeyh Bedreddin, meseleyi
anlattıktan sonra, görüşlerini açıkladığı yerde muhtemel soruya cevap
vermektedir: “Dava konusu evin kendisine ait olduğunu iddia eden davacıya
karşı, davalı, söz konusu evi bir ay önce falancaya satarak teslim ettiğine ve
o falancanın da evi kendisine emanet bıraktığına dair delil getirirse,
davacının onaylaması veya hâkimin olayla ilgili bilgisinin bulunması sebebiyle,
çekişme (husûmet) ortadan kalkar. Hâkimin bilgisi davacının onayının
üstündedir. Evi davalıdan aldığını gösteren satıma, adı geçen falanca
tarafından itiraz edilmez ve davalı da o falancanın kendisine emanet
bıraktığını söylerse dava düşer. Ben derim ki, delilin (beyyine) kabul
edilmemesi konusunda, satıma itirazın bulunup bulunmaması eşittir. Çünkü,
satımla ilgili delil, gâibin aleyhine hüküm barındırdığı için kabul edilmez.
Emanet bırakmayla ilgili delilde, gâibin lehine hüküm vardır ve bu da câiz
değildir. 'Şâyet, emânet bırakmayla ilgili delil, çekişmenin ortadan
kaldırılması ve zilyetliğin davalıya ait olması hususunda muteberdir, gâip
lehine mülkiyet ispatında ise böyle değildir' denirse, denir ki, satım akdine
dair delile, satımının ispatı konusunda değil, davanın düşmesi ve zilyetliğin
davalıya özgülenmesi (kasr) hususunda itibar edilir.
Zikredilen meseleyle ilgili diğer bir örnekte ise, “denirse” şeklindeki
muhtemel soru, “ben derim ki” lafzıyla cevaplandırılmıştır: “Şâyet, ‘davacı,
emanet edenden (mûdi‘) satın aldığı iddiasıyla, emanet edilene (mûda‘) dava
açarsa, davanın dinlenmesi gerekir. Çünkü, emânet bırakan ve emânet edilen
hakkında iddia edilen, tek bir şeydir ve arada, zorunlu olarak sebebiyet
ilişkisi vardır denirse’ ben derim ki, burada başka bir incelik vardır. O da,
davalının mahkemede hazır bulunanın hasmı olmasıdır (mahkemede bulunmayanın,
davaya taraf olamaması). Mahkemede bulunmayan diğer kişinin adı anılmasa dahi,
davalı ile hazır bulunan arasındaki davaya bakılır. Zilyet, evin kendisine ait
olduğunu iddia ederse, emânet edilenin aksine, hasım olur. Çünkü, emânet
edilen, güvenilir kabul edilen kimsedir (emîn) ve dava konusunun kendisine ait
olduğunu iddia etmedikçe, davanın tarafları arasında yer almaz.
ah.
Evlâ-Evleviyet (Nassın Delâleti)
Şeyh Bedreddin’in tercih belirtmek için kullandığı “evlâ” ve “evleviyet”
lafızları, fıkıh usûlünde ayrıntılı bir şekilde incelenen, “nassın delâleti
(delâletü’n-nass) kavramını karşılamaktadır. Bu kavram, nassın ibâresiyle
delâlet ettiği mananın özüne ve illetine inilerek, benzeri veya daha elverişli
bir başka olaya uygulanmasını ifade etmektedir. Buradaki illet, lafzın manasını
anlayan herkesin, dil ve mantık kurallarına göre nasstan çıkarabileceği bir
illettir.
Bu tanıma göre evlâ veya evleviyet şeklinde
kullanılan tercih lafızları, söz konusu yöntem uyarınca elde edilen hüküm ile
illet arasındaki bağın, mana ve gaye bakımından, asıl hükme göre daha açık
olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. Nitekim, hâkimin âdil olmasının şart
koşulmadığını, fâsık bir kimsenin de hâkim olabileceğini ifade eden Şeyh
Bedreddin, “Adâlet, evleviyet şartıdır” şeklindeki sözleriyle, fâsık bir kimseye
göre, âdil bir kimsenin öncelikli olarak hâkim olabileceğini anlatmaya
çalışmaktadır. Hak sahibi
olma bakımından, binici konumundaki kimsenin, hayvanın yularından tutandan;
elbiseyi giyen kimsenin, elbisenin yakasından tutandan daha evlâ olduğunun
söylenmesi için de aynı durum söz konusudur. Zira, binicinin ve elbiseyi
giyenin tasarruf yetkisi, diğerine göre daha açıktır. “Şâhitlik üzerine şâhitlik” meselesi için de
aynı sözleri söylemek mümkündür. Nitekim, iki şâhit, hâkimin huzurunda şahitlik
yapsalar, hâkim de bu şâhitliğe dayanarak hüküm verse, bu yargı hükmü, şâhitlik
üzerine bina edilmiş olmaktadır. Bu, iki şâhitle oluyorsa, önceki iki şâhidin
verdiği haber üzerine yapılan şâhitlik evleviyet yoluyla câiz olacak demektir.
Şeyh Bedreddin, diğer tercihlerde kullandığı “ben derim ki” lafzını,
nassın delâleti yoluyla yaptığı tercihlerde de sıkça kullanmıştır. Örneğin,
mülkiyet ispatında tarih önceliğinin tercihe esas olmasıyla ilgili meselede,
kabul edilmeyen görüş ele alındıktan sonra, söz konusu lafız kullanılarak
tercihte bulunulmuştur. Buna göre bir kimse, mülkiyet sebebini de içerecek
şekilde, dava konusu mala iki sene önce sahip olduğuna dair delil getiriyor.
Zilyet de, söz konusu mala üç sene önce mutlak olarak sahip olduğuna dair delil
getiriyorsa, zilyet aleyhine hüküm verilir. Çünkü diğer kişi, satıcısı adına
hasım olmuştur. Bu durumda, lehine hüküm verilen kişiye malı satan, hazır
bulunmuş, mutlak mülkiyete dair delil getirmiş gibidir. Zira, müşterinin eli
satıcının eli gibidir. Müşteri malın kendisine geçişini mümkün kılmak için,
evvelâ satıcısı adına mülkiyeti ispat etmektedir. Buna karşılık, Şeyh
Bedreddin’e göre, “bir malın iki kişiden alınması (telakkî) konusunda, tarih
bakımından önce olan evlâ” kabul edildiği için, burada da önce olan, evlâ
olmalıdır.
Nassın delâletiyle ilgili tercihlerde, diğer deliller de etkili
olmaktadır. Örneğin, iki kişinin, “falanca öldü, bu da onun karısıdır” diye,
diğer iki kişinin de “ölmeden önce onu boşadı” diye şahitlik yapmaları halinde,
Muhammed b. el-Fadl’a göre, evliliğin devamına ilişkin delilin, Ali es-Suğdî’ye
göre ise, talâk delilinin evlâ olduğunu anlatan Şeyh Bedreddin, şunları
söylemektedir: “Ben derim ki, talâk delilinin evleviyetiyle fetva verilir.
Zira, evliliğin devam ettiğini söyleyen şahitler, ‘istıshâb-ı hâl’e şâhitlik
etmişlerdir. Diğerleri ise, evliliğin sona erdiğini (zevâl) ispatlamışlardır.”
b.
Tercih Etmediği
Görüşler İçin Kullandığı Lafızlar
Şeyh Bedreddin, tercih ettiği görüşleri belirtirken çeşitli lafızları
kullandığı gibi, tercih etmediği görüşler için de bazı lafızları kullanmıştır.
Bunlar, “nazar” ve “işkâl” lafızlardan oluşmaktadır. Burada, söz konusu
lafızlar hakkında kısaca açıklama yapılacak ve daha sonra da örnek uygulamalara
yer verilecektir.
Bu lafız, ele alınan meselenin henüz çözümlenmemiş halde tartışmaya açık
olduğunu, üzerinde düşünülüp konuşulması gerektiğini belirtmek amacıyla, tercih
edilmeyen görüşler için kullanılmaktadır. Nitekim, Şeyh Bedreddin’in “üzerinde
düşünmeye ihtiyaç var/tartışmaya açık (j^j <£)” anlamında kullandığı ifade
tarzı, ardından gelecek olan bir tenkidi haber vermektedir. Bu şekilde
zikredilen hemen her ifadeden sonra “ben derim ki” tabiri gelmektedir. Örneğin,
“Şehir, köy gibi yerler tarifin sebebi değildir. Söz konusu olan kişi, bunlara
izâfe edilerek tanıtılmış olmaz” cümlesinden sonra Şeyh Bedreddin şunları
söylemektedir: “Ben derim ki, bunun üzerinde düşünmeye ihtiyaç vardır. Çünkü
kişinin tanıtılması isme ve nesebe değil, mensubu olduğu şehre izâfetle
gerçekleşir. Nitekim, alacaklı veya borçlu, nesebiyle değil, mensubu olduğu
şehriyle bilinir. Meselâ, Semerkandî gibi. Velhasıl, dikkat edilecek olan
husus, kişinin tanınması ve her hâlükârda karışıklığın giderilmesidir.”
Görüldüğü gibi, “nazar” lafzıyla, anlatılan fıkıh bilgisinin doğruluğunun
söz götürür olması vurgulanarak, tercih edilmeyen görüş belirtilmekte ve
akabinde çözüm sunulmaktadır. Bu, ele alınan yöntemdeki genel tavrı da ortaya
koymaktadır. Bununla birlikte, “ben derim ki” lafzının her zaman kullanılmadığı
da söylenebilir. Nitekim, kefâletle ilgili bir meselede “nazar” lafzı tek
başına kullanılmıştır. Şeyh Bedreddin, “İki kişiden biri diğerine veya
mahkemede hazır bulunan, gâip adına yahut hazır bulunan kişi asıl borçlu, gâip
de onun adına kefil olduğunda, bütün bunların hükmü eşittir ve hazır bulunan
kişi, gâip adına hasım olur” diyerek meseleyi anlattıktan sonra, “...yahut
hazır bulunan kişi asıl borçlu, gâip de onun adına kefil olduğunda...”
şeklindeki sözde nazar bulunduğunu söylemektedir.
bb.
İşkâl
İşkâl lafzı, müşterek lafızlarda bulunan “müşkil”lik vasfını ifade
etmektedir. Fıkıh usûlü
terimi olarak “müşterek”, her biri ayrı vaz‘ ile olmak üzere, iki veya daha çok
mana için konulan lafızdır. Müşkil ise, kendisi ile kastedilen mananın,
ancak onu kuşatan karîne ve emâreler üzerinde incelemede bulunma ve
derinlemesine düşünme yoluyla anlaşılabildiği lafızdır. Bu tariflerden anlaşılacağı üzere, müşkil
kelimede kapalılık, diğer bir ifadeyle “işkâl” vardır. Bu işkâlin giderilmesi,
bazen başka bir delil ile, bazen de daha derin düşünmek suretiyle olur.
Müşkillik vasfının, müşterek lafızlarda bulunması sebebiyle, sözün kendisinde
olduğu kadar, benzerleri üzerinde de düşünmeye ihtiyaç vardır. O halde, maksat
ortaya çıkıncaya kadar, araştırmayı ve düşünmeyi sürdürüp, ulaşılan hükümle
amel etmelidir.
Fıkıh usûlündeki terim anlamıyla, kapalılık bakımından ele alınan müşkil
lafzını niteleyen “işkâl” lafzı, Şeyh Bedreddin tarafından, tercih edilmeyen
görüşler için kullanılan yöntem çeşitlerinden birini teşkil etmektedir. Nitekim,
zikredilecek olan örnekte, “bu meselede bir tür işkâl vardır” denerek, ele
alınan meselede tercih edilmeyen bir görüşün mevcut olduğu gösterilmektedir:
“Bir kimse, biri bir kişide, diğeri de başka bir kişide bulunan iki arazinin,
dedesi tarafından çocuklarına ve torunlarına vakfedildiğini, söz konusu iki
kişiden biri gâip durumda iken iddia ediyor ve davada hazır bulunan aleyhine
delil getiriyor, iki şahit de hem arazilerin vâkıfa ait olduğuna, hem de onun
bu iki araziyi tek bir vakıf olarak vakfettiğine şahitlik edip vâkıfın
şartlarını zikrediyorlarsa, davada hazır bulunan davalının aleyhine olmak
üzere, söz konusu iki arazinin de vakıf arazisi olduğuna hükmedilir. Çünkü,
hazır bulunan kişi, aynen vârisler gibi, burada gâibin adına hasım olmaktadır. Bununla
birlikte, şâhitlerin vakfın ayrı ayrı yapıldığını söylemeleri halinde, sadece
hazır bulunan kişi aleyhine hüküm verilmiş olur. Ben derim ki, bu meselede bir
tür işkâl vardır (JLS^} £jj 2Jı^J| ^jj). Zira, her iki durumda da, mahkemedeki
davalının elinde bulunan arazinin vakıf olduğuna hükmedilmesi gerekir. Öte
yandan, vârislerden biri, diğerleri adına ancak mal (ayn) elinde bulunduğunda
hasım olabilir. Şöyle ki, terekeden mal almak için elinde mal bulunmayan vârise
karşı açılan dava dinlenmez. Halbuki, üzerinde durduğumuz meselede, arazilerden
biri gâibin elindedir. O halde, nasıl olur da, hazır bulunan aleyhine olmak
üzere, her iki arazinin de vakıf olduğuna hükmedilebilir?”
Görme muhayyerliğinin hangi akitlerde geçerli
olup olmayacağına dair meselede de, tercih edilmeyen görüş için “işkâl” lafzı
kullanılmıştır. Bu örnekte Şeyh Bedreddin, “bazı kitaplarda, görme
muhayyerliğinin satım, icâre, mal davalarından sulh gibi feshi kabil akitlerle
mâlik olunan her malda sabit olacağını, buna karşılık, bedelli boşanma
(muhâlea), nikâh, kısastan sulh gibi akitlerde ise görme muhayyerliğinin sabit
olmayacağının” söylendiğini belirttikten sonra, kendi görüşlerini şöyle
açıklamaktadır: “Ben derim ki, görme muhayyerliği sebebiyle nikâhın feshinin
kâbil olmadığına dair sözleri, dinden çıkma (riddet) meselesiyle işkâl arz
etmektedir (SjjİI
aIâ^j JSJ). Zira, nikâh akdinin tamamlanmasından sonra meydana gelen
riddet sebebiyle, söz konusu akit fesholunmuş (münfesih) sayılmaktadır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ŞEYH BEDREDDİN’İN
İCTİHÂD-TAKLİT ANLAYIŞI
VE BUNA
YÖNELTİLEN TENKİTLER
1.
ŞEYH BEDREDDİN’İN
İCTİHAD ANLAYIŞI
A.
İctihad Kavramı Hakkında Genel Bilgiler
İctihâd kelimesi, “jUiâl” babından mastar olup, meşakkat manasına gelen
“cehd” ile güç ve takat manasına gelen “cühd” kökünden gelmekte, güç ve çaba
sarf etmek manasında hakiki, belli birtakım yöntemleri kullanarak hüküm çıkarma
manasında mecâzî anlamlar taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de her iki manada da ictihâd
kelimesi geçmemekle birlikte, hadis-i şeriflerde, kelimenin hem hakîkî hem de mecâzî manasıyla kullanıldığı görülmektedir.
İctihâdın terim anlamına dair tanımlarda, “araştırma yapılan konuda şer’î
hükmün ortaya çıkarılması amacına yönelik olarak, müctehidin bütün gücünü sarf
etmesi” üzerinde durulmaktadır. Böylece, ictihâd edecek kişi (müctehid),
ictihâd edilecek konu (müctehedün fîh) ve hem hakikî, hem de mecâzî anlamının
kullanıldığı “ictihâd” ile, kavramsal çerçeve oluşturulmaktadır. Örneğin,
Cessâs’a (ö. 370/980) göre “araştırma yaptığı konuda müctehidin bütün gücünü
sarf etmesi” anlamına gelen ictihâd, Şîrâzî (ö. 476/1084) ve Gazzâlî (ö. 505/1111)
tarafından, “şer’î hükmü talep için bütün gücün harcanması” şeklinde tarif
edilmektedir.
Cessâs’ın (ö. 370/980) ifadelerine göre ictihâdın üç manası vardır.
Birincisi, istinbât veya nass yoluyla elde edilen illet üzerine yapılan kıyâsı
(şer’î kıyâs) ifade etmektedir. Bu durumda fer‘, aslına döndürülür (red) ve
ikisini birleştiren manadan dolayı, aslın hükmü fer’e verilir. İkincisi,
uzaktaki bir kimsenin Kabe’nin bulunduğu yönü araştırması, istihlâk edilenlere
fiyat biçilmesi gibi örneklerde olduğu üzere, illet mevcut olmaksızın, meydana
gelen zann-ı gâlibin gösterdiği doğrultuda, fer’in asl’a kıyâs edilmesidir.
Üçüncüsü, usûl (deliller) ile yapılan istidlâldir. Buna göre, hükmün illeti olan
mananın mevcudiyetini gösteren delâlet bulunduğunda, kendisiyle hükümlerin
sabit olduğu yollardan (vücûh) biriyle sabit ve sahih olan her bir hükmün
üzerine kıyâs yapılması câizdir.
Yukarıdaki tarifler, günümüz açısından da geçerliliğini devam ettirmektedir.
Nitekim, çağdaş müelliflerden Abdülkerim Zeydân, “İstinbât yollarını kullanarak
şer’î hükümleri bilmek için müctehidin güç sarf etmesi” şeklinde ictihâd tanımı
yaptıktan sonra, tariften yola çıkarak, ictihâd faaliyetinin artık daha fazla
güç harcanamayacak şekilde olması, ictihâd edenin müctehid derecesinde
bulunması ve gücün şer’î hükmün elde edilmesi amacıyla harcanması gibi sonuçlar
çıkarmaktadır.
Dini anlamanın ve amelî hayata tatbik etmenin bir ifadesi olan ictihâd,
belli yöntemlerin kullanılması (kıyâs, istihsân vb.) suretiyle, sadece
nassların bulunmadığı yerlerde değil, bilakis sözlerinin ne anlama geldiğini ve
maksatlarının ne olduğunu öğrenmek amacıyla, nassların bulunduğu yerlerde de
cereyan etmiştir. Nitekim, Kitap ve Sünnet delillerinde, her türlü meselenin
hükmü açık bir şekilde bulunmamakta ve bu husus, ictihâdı, dinî bir vecîbe
haline getirmektedir. Zira, gelişen ve değişen hayat şartlarının, hakkında
hüküm bulunmayan birtakım yeni meselelerin ortaya çıkmasına sebep olduğu bu
durumlarda, sorunların çözümü için ictihâda başvurulması gerektiği ve ictihâdın
hayâtî bir zarûret olduğu açıktır.
İctihad, kendine özgü usullerle yapıldığına göre, ictihâd edecek olan
kişinin belli başlı bazı özelliklere sahip olması, diğer bir ifadeyle, ictihâd
şartlarını taşıması gerekmektedir. Buna göre, bir müctehidde yeterli düzeyde
Kitap, Sünnet, Arapça, icmâ, kıyâs, fıkıh usûlü ve fürû-ı fıkıh bilgisi
bulunmalıdır. Ayrıca, müctehidin kabiliyetli olması ve insanların örfünü
bilmesi de gerekmektedir.
B.
Şeyh Bedreddin’in İctihâd Anlayışı
1.
İctihâd ve Müctehid Kavramları
Câmiu’l-fusûleyn isimli eserinde, “idarecide bulunması gereken
özellikler” konusu bağlamında, ictihâdla ilgili meselelere değinen Şeyh
Bedreddin’e göre ictihâd, amaca ulaşmak için son gayreti sarf etmektir. Bununla
birlikte, “son gayreti” sarf eden herkesin faaliyetine ictihâd adı
verilememektedir. Zira ona göre, bir kimsenin müctehid sayılabilmesi için,
ictihâd edeceği konunun hakikatlerini ve konuyla ilgili incelikleri kendisine
kapalı olmayacak şekilde bilmesi gerekmektedir. O halde, ictihâd faaliyetini
yerine getirecek olan kişinin, görüş belirteceği konunun uzmanı olmasının, Şeyh
Bedreddin’e göre yeterli görüldüğü ortaya çıkmaktadır. Öte yandan, her ne
kadar, âlim yahut müctehid olmasını şart koşmamakla birlikte, idarecinin Kitap
ve Sünnet’in hükümlerle ilgili olanı kadarını, bu iki kaynakla amel etmenin
vâcip olduğunu ve kıyâsı bilmesini, bu arada örf bilgisine de sahip olmasını,
onun müctehid sayılması için yeterli görmektedir.
Şeyh Bedreddin, Hanefî mezhebindeki fetva verme (iftâ) usûlünde genel
kabul gören, “mezhep imamlarının ittifak ettikleri görüşe göre fetva verileceği
ve buna muhalif bir görüşle ictihâd edilemeyeceği” şeklindeki anlayışı tenkit
etmektedir. Şeyh Bedreddin’in ifadelerine göre Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam
Muhammed’e ait ictihâdların güvenilir ve açık bir şekilde yer aldığı
“zâhiru’r-rivâye”de mezhep imamlarından ihtilafsız nakledilen bir meselenin
hükmü hakkında müctehidin farklı bir ictihâdda bulunamayıp onların görüşüne
uyması ve onlara muhalefet edememesi, bu müctehidin ictihâdının söz konusu
imamların ictihâdının derecesine ulaşamayacağı düşüncesine dayanmaktadır.
Ayrıca bu düşünce, gerçeğin başkasıyla değil de imamlarla beraber olması, diğer
bir ifadeyle, onların gerçeğe isabet ettirdikleri ve o konuda farklı bir
ictihâdda bulunmaya gerek kalmadığı kanaatini ihtiva etmektedir. Zira, bu
düşünceye göre imamlar delilleri tanımlamışlar 01&I ljâ>), sahih olanla
olmayanı birbirinden ayırmışlardır (temyîz). O halde, böyle bir konuda mezhep
imamlarına muhalefet edenin görüşlerine bakılmayacak ve onun delilleri de kabul
edilmeyecek demektir. Halbuki, Şeyh Bedreddin’e göre bu düşünce, mezhep
imamlarına duyulan saygıdan kaynaklanan (j13j&VI j—^ j* Iİa)
ifadelerden başka bir şey değildir.
Tenkit ettiği usûlü ve bunun arkasındaki düşünceyi zikredildiği şekilde
ortaya koyan Şeyh Bedreddin, kendi görüşünü savunmak için çeşitli gerekçeler
öne sürmektedir. Buna göre onun ilk gerekçesi, İmam Mâlik’in zaman bakımından
onlardan daha önce gelmiş olmasıdır (f$j* ^' <^j <^»). İkinci
gerekçesi, Hanefî mezhebi imamlarının, İmam Şâfiî’den ve İmam Mâlik’ten daha
iyi bir şekilde haberleri ve eserleri zapt ettiklerine (^j^I), ele geçirip
koruduklarına (jj^l) ve daha çok araştırdıklarına (W> jj^)
dair bir delilin bulunmamasıdır. Üçüncü gerekçesi, hadis tedvîninin Ebû Hanîfe
ve iki arkadaşının (sâhibeyhi) yaşadığı zamanlarda, kütüb-i sitte ve
benzerlerinde olduğu gibi henüz yapılmamış olmasıdır. Dördüncü gerekçesi, Kadı
Şüreyh (ö. 697/78) örneğinde olduğu gibi, bir müctehidin görüşünün Kitap,
Sünnet, icmâ ve sahâbe ile tabiîn’in sözlerine değil de, sadece onların
(imamların) görüşlerine muhalefet etmesinin sahâbe zamanında olması halinde
kabul edileceğidir. Beşinci gerekçesi, ictihad eden kişinin kendi görüşünün
doğru (hak) ve başkasının görüşüne tercih edilir olduğuna inanmasıdır (f^jf)
İmam Malik’in Hanefî mezhebi imamlarından daha önce yaşadığına ilişkin
ifadesine bakıldığında, Şeyh Bedreddin’e göre Hanefî mezhebine mensup olup,
zaman bakımından önce gelen fakihlerin, kendisinden sonraki devirlerde
yaşayanlara karşı bir üstünlüklerinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Şeyh
Bedreddin’in bu düşüncesine göre, sonrakiler öncekilerin görüşlerine muhalefet
edemeyecekse, zaman bakımından önce gelen İmam Mâlik’e de muhalefet edilmemesi
gerekiyor demektir. Bilindiği gibi, uygulama böyle değildir. Bu durumda Şeyh
Bedreddin’in, zaman bakımından öncelik- sonralık esasını kabul etmediğini
söylemek mümkündür.
Şeyh Bedreddin’in, Hanefî mezhebi imamlarının İmam Şâfiî’den ve İmam
Mâlik’ten daha iyi bir şekilde haberleri ve eserleri zapt ettiklerine, ele
geçirip koruduklarına ve daha çok araştırdıklarına dair bir delilin
bulunmamasına ilişkin gerekçesi, muhalefet etme bakımından Hanefî imamlarının
diğer mezhep imamlarına göre bir üstünlüklerinin bulunmadığını göstermektedir.
Bu gerekçeden anlaşıldığı kadarıyla, söz konusu özellikler bakımından Hanefî
imamlardan hiç de aşağı kalır yanı olmayan diğer mezhep imamlarına muhalefet
edilebildiğine göre, bunların görüşlerine de muhalefet edilebilir demektir.
Hadis tedvîninin Ebû Hanîfe ve iki arkadaşının (sâhibeyhi) yaşadığı
zamanlarda, kütüb-i sitte ve benzerlerinde olduğu gibi, henüz yapılmamış
olduğunu söyleyen Şeyh Bedreddin’in bu ifadelerden açıkça anlaşılacağı üzere,
onun için önemli olan, delillerin incelenmesi ve en kuvvetli delile
dayanılmasıdır. Burada sözün sahibinden çok, delilinin öne çıkarıldığı
görülmektedir. Söz konusu hadis kitapları Hanefî imamlarından daha sonra tedvin
edildiğine göre, daha sonraki devirlerde yaşayan fakihler, zapt etme ve
inceleme bakımından öncekilere göre daha elverişli bir durumdalar demektir. Bu
durumda ictihâd sahasında elde edilebilecek olan üstünlüğün ölçüsü olarak,
“daha iyi zaptetme” ve “daha çok araştırma” gibi hususlar öne çıkarıldığı için,
bu üstünlüğün sadece mezhep imamlarına özgülenmesinin Şeyh Bedreddin’e göre
doğru olmadığını söylemek mümkündür.
Şeyh Bedreddin’in dördüncü gerekçesi, sahâbe dönemindeki ictihâd
faaliyetlerine ilişkin uygulama göz önünde bulundurularak yapılan bir varsayıma
dayanmaktadır. Buna göre, kendi zamanında tartışma konusu olan husus, yani “bir
müctehidin görüşünün Kitap, Sünnet, icmâ ve sahâbe ile tabiîn’in sözlerine
değil de, sadece imamların görüşlerine muhalefet etmesi”, şimdi değil de,
sahâbe zamanında olsaydı kabul edilirdi. Bu ifadelerin, ictihad faaliyetinde
dayanılan delillere vurgu yaptığı görülmektedir. Nitekim sahâbe, ictihâd için
başvurulan delillere dayanarak görüşünü belirtmiş, Kadı Şüreyh (ö. 80/699)
örneğinde olduğu gibi, muhâlif görüşü de kabul etmiştir. Burada Şeyh Bedreddin,
her ne kadar örnek mesele zikretmemiş olsa da, Şüreyh’in kendi dönemindeki
gelişmelere paralel olarak bir kısım problemlere yeni şartlarla uyumlu çözümler
getirdiği bilinmektedir. Örneğin, yalancı şâhitliğin artması üzerine İslâm
tarihinde ilk defa gizli soruşturma uygulamasını başlatmış, “zanaatkârların, dükkanlarında zâyi olan
eşyayı ödemeleri” meselesinde evi yanan çamaşırcıya müşterinin çamaşırını
tazmin ettirmiştir. Böylece
imamların ittifakını, farklı bir ictihâdî hükmün reddedilmesi için yeterli
görmediğini dile getirerek kendi görüşündeki ana fikri özetleyen Şeyh
Bedreddin, sahâbe zamanında Kadı Şureyh’in fetvalarının kabul edilmesini, bu
düşüncesinin dayanağı olarak sunmaktadır.
Şeyh Bedreddin, “ictihad eden kişinin kendi görüşünün doğru (hak) ve
başkasının görüşüne tercih edilir olduğuna inanması”na ilişkin gerekçeyi “bir
müctehidin kendi görüşüyle amel etmesinin vâcip, başkasının görüşünü taklit
etmesinin ise haram olması”yla pekiştirmeye çalışmakta ve “Başkasının görüşüyle
amel etmesi nasıl helâl olur?” diyerek bu görüşünü ifade etmektedir.
2.
İctihâdın Şartları
İctihâdın şartları, ictihâd yapacak olan kimsenin müctehidlik şartlarını
taşıması ve konunun ictihâdî alanda bulunmasından ibarettir. Buna göre Şeyh
Bedreddin, ilgili görüşün âlimler tarafından dikkate alınmasının ve görüş
sahibinin ictihâd ehli olduğunun kabul edilmesinin şart olduğuna işaret
etmiştir. O, bu ölçülere dayanak olarak, sahabenin fakihlerinden olmasına
rağmen İbn Abbas’ın “fazlalık ribası” konusundaki ictihâdına ruhsat verilmemiş
olmasını ve bu sebeple, bir dirhemin iki dirhem karşılığında satılabileceğine
hükmeden hâkimin bu kararının geçersiz sayılmış olduğunu söylemektedir.
Öte yandan, konunun imamlar arasında, hakkında ihtilâf bulunan türden olması,
Şeyh Bedreddin’e göre onu ictihâdî alana dâhil etme bakımından yeterli
değildir. Zira, ona göre burada önemli olan husus, konuyla alâkalı delilin açık
olmamasıdır (iştibâh). Dolayısıyla, kimin söylediği o kadar da önemli değildir.
Bu arada Şeyh Bedreddin, “Hassâf’ın (ö. 261/875) dikkate aldığı ihtilâf, Hanefî
ile Şâfiî arasındaki ihtilâf değil, bilakis, mütekaddimûn (sahâbe) ile onlardan
sonra gelen selef arasındaki ihtilâftır” sözüyle, mezhep imamları arasındaki
görüş ayrılıklarının, konunun ictihâdî sayılıp sayılmamasında tek başına esas
teşkil etmeyeceğine dair düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
Şeyh Bedreddin’e göre, ictihâd edecek olan kimsenin ictihâdî konuların
nelerden ibaret olduğunu bilmesi gerekmektedir. Hâkimin, ictihâdî konuları
bilmemesi halinde vereceği hükmün geçerliliği hususunda iki rivâyet
bulunduğunu, bir rivâyete göre bu hükmün geçersiz, diğer rivâyete göre ise
geçerli sayıldığını anlatan Şeyh Bedreddin, böyle bir durumda fesâttan
kaçınmanın mümkün olmadığını söylemekte ve “inkârdan dolayı sulh” meselesini
örnek olarak vermektedir. Buna göre, iki kişi inkârdan dolayı sulh yapınca,
davacı taraf sulh bedelini talep ediyor, davalı taraf ise sulh akdinin fâsit
olduğunu öne sürerek bedeli ödemek zorunda olmadığını söylüyor. Bu durumda, İmam
Şâfiî’ye göre “inkârdan dolayı sulh” akdi sahih olmamakla birlikte, hâkim,
davalının aleyhine olarak sulhün sıhhatine ve bu görüşe muhâlif olan Şâfiî
görüşün iptaline karar verse, kıyâsa uygun olarak, bu kararı geçerli
olmaktadır.
Şeyh Bedreddin’e göre, mesele hakkında görüşü bulunmayan hâkim, başka bir
fakîhin fetvâsıyla hüküm verdikten sonra farklı bir görüşe sahip olursa, o an
için, bu fetvâya göre vermiş olduğu hükümle amel eder. Ancak, bundan sonra
kendi görüşüyle amel eder. Burada asıl, görüşün değişmesinin nassın
neshedilmesi gibi olması, yani, müctehidin sonradan sahip olduğu görüşle
geçmişte değil, gelecekte amel etmesidir. Yine, Şeyh Bedreddin’e göre, ictihâd
edilebilen konularda geçerli olabilmesi için, böylesi bir hükmün, hâkimin
huzurunda ve kurallara uygun bir şekilde gerçekleşen dava konusuna ilişkin
olması şarttır. Bu arada, hükmü hakkında görüş ayrılığı meydana geldiğinde,
sadece ilgili mesele ictihâdî alana girmemekte, o meselenin benzeri hakkında
görüş ayrılığı ortaya çıktığında da aynı durum söz konusu olmaktadır.
İctihâdın bölünmesiyle kastedilen, bir müctehidin her meselede kendisini
müctehid saymamızı gerektirecek şartları bulundurup bulundurmamasıdır. Eğer
bazı konularda ictihâd yapıp, diğer konularda başka bir müctehidi taklid
etmenin câiz olduğu söylenirse, bu durumda ictihâdın bölünmesi kabul ediliyor
demektir. Buna karşılık, hiçbir konuda başka bir müctehidin taklit edilmesinin
câiz olmayacağı söylenirse, bu, ictihâdın bölünmesinin kabul edilmediği anlamına
gelmektedir.
Şeyh Bedreddin’e göre, ictihâdın bölünebilir olduğunu söylemek mümkündür.
Çünkü ona göre, müctehid sayılmak için Kitap ve Sünnet’in hükümlerle ilgili
olanı
kadarını, bu iki kaynakla amel etmenin vacip olduğunu ve kıyâsı bilmek,
bu arada örf bilgisine de sahip olmak yeterli görülmektedir. Benzer şekilde,
ictihâd edeceği konunun hakikatlerini, konuyla ilgili inceliklerini kendisine
kapalı olmayacak şekilde bilmesinin bir müctehid için yeterli kabul edilmesi ve
ictihâdî konuların tamamında zikredilen şartlara sahip olmasının şart
koşulmaması bir bütün olarak düşünüldüğünde, Şeyh Bedreddin’in, ictihâdın
bölünebilirliği yönünde bir düşünceye sahip olduğu söylenebilir.
İctihâdın hükmü, dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımda mütâlaa
edilmektedir. Zira, ictihâdın dinî ve dünyevî hükmü birbirinden farklıdır.
Dünyevi bakımdan ictihâdın hükmü, kesinlik ifade etmesidir. Bunun anlamı, bir
konuda müctehid tarafından ictihâda dayanarak verilen hükmün, tatbikatta
kendisi gibi başka bir ictihâdla bozulamamasıdır. Her ne kadar bu ictihâdın,
Allah katında isabet edip edemediği bilinmese dahi, bu ictihâdla, hem
müctehidin kendisi, hem de başkaları amel edebilir. Amel edildikten sonra bu
hüküm kesinlik kazanır. Şeyh
Bedreddin, ictihâdın bu tür hükmünü belirtmek üzere, “ictihâdıyla hüküm veren
hâkimin bu hükmünün geçerli olduğunu ve başka bir hâkimin, verilen bu hükmü
iptal etme hakkının bulunmadığını” söyleyerek, konu hakkındaki görüşünü
belirtmiştir.
Dinî bakımdan ictihâdın hükmü, müctehidin Allah katında tek olan ve
ulaşmak için çaba sarf edilen doğruya isabet edip etmediğinin kesin olarak
bilinmemesidir. Bu bakımdan, müctehidin Allah katındaki hükme, Kitap ve
Sünnet’teki gibi kesin bir şekilde ulaştığı söylenemez. O halde, dinî yönden
ictihâdın hükmü, kesin bilgi ifade etmemesidir. Zira ictihâd, akla dayalı bir
faaliyettir. İctihâdın akla dayanması ve aklın da yanılma ihtimali bulunması
sebebiyle, dinî açıdan ictihâdın sağladığı bilginin zannî olması âşikârdır.
İctihadın dinî hükmünü göstermesi bakımından, Şeyh Bedreddin’in özellikle
kendi görüşlerinin sonunda sürekli olarak “En iyi bilen Allah’tır” ibaresini
kullanması, önemli bir delil teşkil etmektedir. Burada, ictihâda dayalı görüşün
ne olduğu ortaya konmakla birlikte, gerçekte Allah katında bulunan bir “en
doğru”nun var olduğu ve müctehidin buna isabet ettirip ettirmediğinin tam
olarak bilinemediğinin ifade ediliyor olması açıkça görülmektedir.
11.
ŞEYH BEDREDDİN’İN
TAKLİT ANLAYIŞI
A.
Taklit ve Mukallit
Kavramları Hakkında Genel Bilgiler
Taklit kelimesi, fıkıh usûlünde, “delilsiz olarak bir sözü kabul etmek,
delilini bilmeksizin başkasının görüşüyle amel etmek” gibi anlamlara
gelmektedir. Buna göre, dayanağını teşkil eden Kitap, sünnet, icmâ gibi şer’î
delillerden biri bilinmeksizin, bir müctehidin veya mukallidin sözünü alıp
onunla amel etmek suretiyle taklit gerçekleşmiş olmaktadır. Bu şekilde, bir
müctehidin görüşüyle amel eden kişi, amelinden meydana gelecek uhrevî
sorumluluğu o müctehidin boynuna yüklediği için bu ameline taklit, kendisine de
mukallit denir. Burada mukallit, hükmün dayanağını teşkil eden şer’î delile
değil, hükmü çıkaran âlime itimat etmiş olmaktadır.
B.
Şeyh Bedreddin’in Taklit Anlayışı
1.
Taklidin Şartları
Bilindiği gibi, Hanefî imamlarının ihtilâf ettiği bir meselede
sâhibeynden biri Ebû Hanîfe ile aynı görüşü paylaşıyorsa, müftü bu ikisinin
görüşünü almaktadır. Şâyet sâhibeyn, imama muhâlefet ediyorsa ve bu ihtilâf
adâletin zâhiriyle hükmetmek gibi, zamanın değişmesiyle ilgili bir mesele ise,
insanların zamanla değişmesinden dolayı sâhibeynin görüşüyle amel edilir. Bunun
dışındakilerde ise müctehid muhayyer olup, ictihâdıyla amel edebilmektedir.
Şeyh Bedreddin’e göre taklit, ancak ictihâd ehliyetine sahip olmayan,
diğer bir ifadeyle müctehidlik şartlarını taşımayan kimseler için söz konusu
olabilir. Nitekim daha önce de belirtildiği gibi, müctehid olmayan, ictihâd
ederek fetvâ veremez, kendinden önce müctehidler tarafından verilmiş olan
fetvâları hikâye yoluyla aktarır. Diğer bir ifadeyle bu kişi, fakihlerin
sözlerinden ezberlediği kadarını hikâye eder.
Taklit konusunda hassas davranan Şeyh Bedreddin, her ne kadar müctehid
olmayanlar için taklidi câiz kabul ediyorsa da, söz konusu iftâ usûlüyle,
mezhep imamlarının sahâbe makamına oturtulduğunu, bunun ise hem yaygın ve
geçerli olan usûle, hem de “imamlarımız” diye isimlendirdiği Hanefî mezhebi
imamlarının görüşlerine aykırı olduğunu söylemektedir. Şeyh Bedreddin’in tenkit
ettiği usûle göre, bir meselenin hükmü zâhirur-rivâyede nakledilmemiş, ama
“imamlarımız” diye isimlendirdiği imamların usûlüne uyuyor ise, imamlardan bir
rivâyet bulunmasa dahi, onunla amel edilmektedir. Öte yandan, imamların ihtilâf
ettiği bir meselede, müctehidin kendisine göre en doğru olan görüşe dayanarak
ictihâdda bulunması hakkında müteahhirûn âlimlerinin ittifakı bulunmaktadır.
Şeyh Bedreddin’e göre bu usûl, mezhep imamlarının sahâbe makamına oturtulduğu
izlenimini vermektedir.
Öte yandan, Şeyh Bedreddin’in, mukallidin kendisine göre insanların en
fakihi olan kişinin görüşünü alarak cevabı ona izâfe etmesi, kendisine göre en
fakih olan kişi başka bir şehirde ise, mektupla ona başvurması ve Allah’a
iftira etmekten korktuğu için düşünüp taşınmadan konuşmaması gerektiği
şeklindeki görüşlerle hemfikir olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, Abbâsî
halifeleri tarafından verilen hükümlerin, kendi görüşlerine muhâlif olsa bile
selef tarafından geçerli sayılmasına dayanılarak, mukallidin mezhep görüşüne
aykırı olarak verilen hükmün geçerli sayılmasındaki taklidin bir faydası
bulunmadığını söyleyen Şeyh Bedreddin, bunun, hükmün başkasına havâle edilmesi
yoluyla eleştirilerden kurtulmaya çalışmaktan başka bir işe yaramayacağını
ifade etmektedir. Görüldüğü gibi Şeyh Bedreddin, aslında mezhep
imamlarının görüşleriyle amel edilmesine değil, bir kimsenin müctehid olsa
dahi, onların görüşlerine muhalefet edemeyeceği şeklindeki düşünceye karşı
çıkmaktadır.
Şeyh Bedreddin’e göre bir müctehid, başkasının değil, kendi ictihâdı ile
amel etmelidir. Çünkü bu kişi, kendi görüşünün diğer müctehidlerin görüşlerine
tercih edilmesi gereken daha doğru görüş olduğuna inanmaktadır. Bu durumda o
müctehide, başkasının görüşüyle amel etmesi helâl değildir. Buna göre bir
müctehidin kendi ictihâdıyla amel etmesi gerekli (vâcip) olup, diğerlerini
taklit etmesi haram hükmünü almaktadır. O halde, müctehid olmayan bir kimsenin,
müctehid olan kimseden aldığı fetvâ doğrultusunda amel etmesi; bir şehirde iki
fakih varsa, daha doğru bulduğunu alması, fakihler üç tane iseler ve ikisi
ittifak etmişse, bu ikisinin görüşüne göre hareket 755 etmesi gerekmektedir.
III.
ŞEYH
BEDREDDİN’İN İCTİHAD VE TAKLİT ANLAYIŞINA
YÖNELTİLEN TENKİTLER
Hanefî mezhebinde, ictihâdın ve taklidin geçerliliği için birtakım
şartların bulunması gerektiği gibi, fetva vermenin (iftâ) de kendine göre bir
usûlü bulunmaktadır. Hanefî fıkıh külliyatında yerleşik olan bu usûl,
meselelere çözüm üretilirken daima göz önünde bulundurulmuştur. Mezhep
imamlarının görüşlerine, diğer bir ifadeyle, mezhep içi genel kabullerden
müteşekkil birikime, fürû meseleler temelinde muhâlefet edilebilmiş ise de,
imamların görüş birliğine
vardıkları hususlarda söz konusu meselenin hükmünün delili icmâ şeklinde
belirtilmiş ve iftâ usûlü bakımından buna uyulmasının gerekli olduğu
söylenmiştir. Halbuki,
yukarıda da görüldüğü üzere Şeyh Bedreddin, mezhep imamlarının görüş birliğine
vardıkları meselelerde de farklı görüş beyan edilebileceğini, imamların öyle
kabul etmesi sebebiyle başka bir görüşle hüküm verilememesini ise, “mezhep
imamlarının sahâbe yerine konması” olarak gördüğünü söylemektedir. Bu sebeple, Şeyh Bedreddin’in Câmiu’l-fusûleyn
adlı eserini mütâlaa eden Süleyman b. Ali el-Karamânî (ö. 924/1518), Zeyneddîn
b. Nüceym (ö. 970/1563), Necmeddîn er-Remlî (ö. 1081/1671) gibi kim oldukları
tam olarak bilinen ve Molla gibi hakkında herhangi bir bilgiye sahip
olmadığımız bazı fakihlerin, onun ictihâd-taklit ve buna bağlı olarak fetvâ
verme (iftâ) usûlüne ilişkin görüşlerini tenkit ettikleri görülmektedir. Bu
başlıkta, el-Karamânî’nin el-Es’ile ve’l-ecvibetü’l-müteallika bi-
Câmii’l-fusûleyn, İbn Nüceym’in Hâşiyetü alâ Câmii’l-fusûleyn,
er-Remlî’nin el- Leâliü’d-dürriyye fi’l-fevâidi’l-hayriyye ve Molla
isimli müellifin Risâle fî reddi i’tirâzâtı sâhibi Câmii’l-fusûleyn adlı
eserlerinde Şeyh Bedreddin’in söz konusu görüşlerini tenkit mahiyetindeki sözleri
ele alınacaktır.
A.
Süleyman b. Ali el-Karamânî
Bizzat kendisinin de belirttiği gibi, Süleyman b. Ali Karamânî, el-Es’ile
ve’l- Ecvibetü’l-müteallika bi-Câmii’l-Fusûleyn adlı eserinin yazımını
904/1513 yılının safer ayında tamamlanmıştır. Yine kendi ifadelerinden
anlaşıldığı kadarıyla Karamânî, Kastamonu hâkimliğine getirildiğinde, daha önce
Câmiu’l-Fusûleyn hakkında yazdığı müsveddeleri yeniden gözden geçirmiş,
kayda değer saydıklarını temize çekmiş ve eserini “Sultan Bayezid Han b. Sultan
Muhammed Han’a (II. Bayezid)” ithâf etmiştir. Karamânî, Camiu’l-fusûleyn’in
eşsiz bir eser olduğunu, fürûda benzeri görülmemiş bir şekilde gönlü
ferahlattığını, yüksek bir değerinin bulunduğunu ve Şeyh Bedreddin’in ilimde
önde gelenler arasında yer aldığını belirttikten sonra, onun özellikle “ben
derim ki” şeklindeki ifade tarzıyla yaptığı değerlendirmelerine ilişkin seksen
üç soru sorduğunu söylemektedir. Karamânî, Şeyh Bedreddin’in aşağıda
eleştirilecek olan görüşlerini, selefe itiraz etmek (^1^1 J₺ ^jj*^ aJ)
ve halefin sözlerinden yüz
çevirerek onları dikkate almamak (^^1 JlS t>₺ ^j**) şeklinde ifade
etmektedir. Müellif, 102
varak ve 21 satırdan müteşekkil olup Süleymaniye Ktp., Turhan Vâlide Sultan
bl., nr. 97’de kayıtlı bulunan bu eserde Şeyh Bedreddin’in sözlerini “onun
görüşü şudur (<^jâ)” şeklinde aktardıktan sonra, kendi açıklamalarını “ben
derim ki (cjl)” lafzıyla yapmaktadır.
Şeyh Bedreddin’in ictihâd-taklit konusu hakkında daha önce ele alınan
görüşlerini söz konusu tarzda iktibas eden Karamânî’ye göre, müctehid olsa dahi
zamanın müftüsünün kendi görüşüyle amel etmemesinin, ictihâdıyla fetva
vermemesinin ve ictihâdının kendisinden öncekilerin görüşüne muhalif
olmamasının iki gerekçesi vardır. Birincisi, delillerin öncekiler tarafından
tanımlanmış 0İ&I Ijijc) ve sahih olanla olmayanın birbirinden ayırt edilmiş
olmasıdır (temyîz). İkincisi ise, öncekilerin ictihâdının müftünün ictihâdından
daha kuvvetli olmasıdır. Bu
ifadelere bakıldığında, Şeyh Bedreddin’in tenkit ettiği düşünce bakımından
Karamânî’nin, yerleşik anlayışa ilişkin gerekçeleri öne sürmekten başka bir şey
yapmadığı görülmektedir. Halbuki daha önce de belirtildiği üzere, Şeyh
Bedreddin’e göre Hanefî imamların diğer mezhep imamlarına nazaran haberleri ve
eserleri daha çok araştırdığına dair bir delil bulunmamaktadır. Ayrıca,
hadislerin daha sonra tedvin edilmiş olması, Şeyh Bedreddin tarafından ictihâd
faaliyeti bakımından sonrakiler lehine yorumlanmıştır.
Karamânî’ye göre isnâtlarını zapt etmek ve selefin mütâlaa etmediği kadar
mütâlaa etmek suretiyle hadisleri birbirinden temyîz etmek cidden zor, hatta
âdeten imkansız (mümteni) bir durumdur. Ona göre, selef ile bu zamandaki müftü
arasındaki fark, birbiriyle kıyaslanamayacak kadar fazladır (fâhiş). Yine
Karamânî’ye göre bu zamandaki müftü, öncekilerin yaptığı şekilde ictihâd
edebilmiş olsa bile, Şeyh Bedreddin’in eleştirdiği anlayışa zarar vermez. Çünkü
bu durumda söz konusu müftü mukallit değil, İmam Şâfiî gibi mutlak bir müctehid
olmaktadır. Bunun dışında Karamânî, İmam Şâfiî’nin Hanefî mezhebinin üç
imamından daha iyi zapt ettiğini ve çok araştırdığını kabul etmemektedir. Zira
ona göre, asıl bu düşünce hüsn-ü itikâttan kaynaklanmaktadır.
Buraya kadar anlatılanlar, Şeyh Bedreddin’in ictihâd konusu hakkındaki
görüşlerini desteklemek için öne sürdüğü gerekçelerin, Karamânî tarafından,
yerleşik usûlün dayandığı temel düşüncelerle tenkit edildiğini ve söz konusu
gerekçelerin hepsine aynı ağırlıkta yer verilmediğini göstermektedir. Nitekim,
Şeyh Bedreddin’in Kâdî Şüreyh ile ilgili sözleri hakkında Karamânî’nin,
“üzerinde durmaya bile değmez” demesi, bu hususu ortaya koymaktadır.
Taklit konusuna gelince, Karamânî, Şeyh Bedreddin’in bu konuyla ilgili
görüşlerini iki kısımda mütâlaa ederek eleştirmektedir. Taklit konusuyla ilgili
olarak Şeyh Bedreddin’in birinci görüşü, “Ben derim ki, taklidin bağlayıcılığı
konusunda imamlarımızı sahâbe makamına oturtmak, usûle ve imamlarımızın
mezhebine aykırıdır”, ikinci görüşü ise “İmamlar ihtilâf etse dahi, bir Hanefî,
müctehid olmadıkça mezhebinin hilâfına hüküm veremez” şeklindedir. Buna göre, taklidin bağlayıcılığı konusunda
Şeyh Bedreddin’in karşı çıktığı nokta, ittifak ettikleri konularda sahâbeyi
taklit etmenin müslümanlar arasında yaygın bir uygulama olmasına karşılık, aynı
şeylerin mezhep imamları için de söylenmesi ve böylece onların sahâbe konumuna
çıkarılmasıdır.
Şeyh Bedreddin’in taklidin bağlayıcılığı konusundaki görüşüne karşılık
“Usûlde bulunan şudur” diyerek söze başlayan Karamânî, takip edilmesi gereken
usûlü anlatarak Şeyh Bedreddin’e cevap vermektedir. Onun ifadelerine göre
mütekaddimûnun ihtilâf etmediği bir konu hakkında müteahhirûnun icmâsı, bu konu
hakkında müteahhirûnun ictihâdda bulunmasını engellemektedir. Bu zamana kadar
da hüküm böyle olmuştur. Mütekaddimûn ihtilâf etmişse, ikisine (Ebû Hanîfe ve
Ebû Yûsuf) göre müteahhirûnun icmâsı, mütekaddimûnun ihtilâfını ortadan
kaldırmaz (def‘). İmam Muhammed’e göre ise söz konusu ihtilâfı ortadan
kaldırır. Sahâbenin icmâsı ile tabiûnun icmâsı arasında fark vardır. Sahâbeyi
taklit etmek, şuyû bulmuştur ve hilâfın sabit olmadığı konularda onları taklit
etmek icmâen vaciptir. Hakkında hilâf sabit olmuş konularda ise icmâen vacip
değildir. Karamânî’nin,
“ictihâdda bulunmasını engellemektedir” ifadesinden anlaşıldığına göre buradaki
meselenin hükmü hakkında her iki döneme ait ve birbirine paralel iki icmânın
varlığı söz konusu olmaktadır. Farklı hükmün verildiği ictihâdın geçerliliği
ise, müteahhirûn dönemindeki icmânın yokluğuna veya varlığı halinde bunun,
mütekaddimûn dönemindeki görüş ayrılığı üzerindeki etkisine bağlanmıştır.
Şeyh Bedreddin’in “İmamlar ihtilâf etse dahi bir Hanefî, müctehid
olmadıkça mezhebinin hilâfına hüküm veremez” şeklindeki sözüne gelince, bu ifadeye göre
ictihâd şartlarını taşımayan bir kimse için mezhep imamlarının ittifâk veya
ihtilâf etmiş olmalarının bir anlamı yoktur. Ayrıca söz konusu ifade, mezhep
imamlarının görüş birliği yaptıkları konularda da ictihâd edilebilmesinin
yanında, ictihâd ameliyesi için müctehid olmanın şartlarını taşıma zarûretine
de vurgu yapmaktadır. Karamânî ise, “Ebû Hanîfe’yi taklit eden bir hâkim,
müctehid olsa bile, şayet imamlar ittifak etmişlerse kendi görüşüyle (re’y)
ashâbımızın görüşüne muhâlefet edemez. Zira daha önce geçtiği üzere doğru
(hak), onların görüşünün dışında değildir” demektedir.
Karamânî’nin değerlendirmelerine bakıldığında görülen, ictihâd faaliyeti
bakımından ictihâd şartlarını hâiz olmanın yanında, öncelikle vurgulanması
gereken diğer husus, mezhep imamlarının ittifâk ettiği konuda muhâlif görüşün
serdedilemeyeceğidir. Burada da temel gerekçe aynıdır: “Mezhep imamlarının
ittifâk ettiği görüşün, doğruyu tutturmuş görüş olduğuna inanmak”. Nitekim
Karamânî’nin “Eğer, musannifin (Şeyh Bedreddin) naklettiklerinden maksadı,
müctehid olması halinde bir hanefînin, mezhebinin hilâfına hüküm verebileceği
idiyse, burada istisnâya götüren bir görüş vardır ki, bu da daha önce
zikredilenlerin zâhirine muhâliftir. Zira daha önce, ashâbımız ittifâk
ettiğinde, hâkimin kendi görüşüyle onlara muhâlefet edemeyeceği söylenmiştir”
şeklindeki sözleri de, söz konusu
tenkidin aynı anlamda bir başka ifadesidir.
Şeyh Bedreddin’in Câmiu’l-fusûleyn’i ve bunun üzerine el-Leâliü’d-dürriyye
fi’l-fevâidi’l-hayriyye adında şerh yazan Necmeddîn er-Remlî’nin bu eseri
birlikte basılmıştır. Metnin bir cümlesi yahut yerine göre bir veya birkaç
kelimesi temel alınarak açıklama yapılan bu şerhte yöntem olarak, Şeyh
Bedreddin’in sözleri için “onun sözü şudur (4b5)”, Remlî’nin açıklamaları için ise, “ben derim
ki (dj^)” lafzı kullanılmış ve şerh edilecek kısım, parantez içinde
gösterilmiştir.
Şeyh Bedreddin’in ictihâd-taklit konularındaki görüşlerini tenkit
bağlamında ele almakla birlikte, bu şerhin amacının sadece tenkit olmadığı
bilinmelidir. Nitekim Şeyh Bedreddin’in, “gerçekliğini tanıyıp, inceliklerinden
haberdâr olacak şekilde bir meseleyi bilen kimsenin, o meselede müctehid
olması”na ilişkin sözü hakkında, söz konusu yöntemi kullanan Remlî, “Ben derim
ki, bu sözde, ictihâdın bölünmesinin (tecezzî) câiz görülmesi (cevâz) açıkça
belirtilmiştir. Usûl kitaplarında ‘esah’ olan da budur” diyerek görüş
belirtmektedir.
Şeyh Bedreddin’in ictihâd-taklit konusu hakkındaki görüşlerinin
eleştirisine ilişkin açıklamalara gelince, Remlî, ictihâdlarının bağlayıcılığı
hakkında mezhep imamlarını sahâbe konumunda kabul etmeyi usûle ve imamların
mezhebine aykırı gören Şeyh Bedreddin’in bu düşüncesini, “müctehid” kelimesinin
anlamına açıklık getirdikten sonra tenkit etmektedir. Remlî’ye göre Şeyh
Bedreddin’in tenkidini ihtiva eden cümledeki müctehid, mezhepte müctehiddir.
Zira söz konusu edilen müctehid, mezhepte müctehid olduğu takdirde, onun,
Hanefî imamlara uymasında bir sakınca yoktur. Çünkü böyle kabul edildiği
takdirde, mezhepte kabul edilen usûle aykırı bir durum söz konusu olmamaktadır.
Bu durumda, “ashâbımız” şeklinde isimlendirilen Hanefî imamlarının sahâbe gibi
kabul edilmesine dair söz, mutlak müctehid hakkında söylenmiş değildir. Zira,
malum olduğu üzere o, kendi ictihâdıyla amel etmektedir. Görüldüğü üzere, Remlî’nin buradaki
açıklamaları, ictihâd usûlüne uygun olup olmama bakımından “müctehid”
kelimesine yüklenen anlamın kapalılığına vurgu yapmak ve bunu gidermek
şeklindedir.
Remlî, aynı açıklama anlayışını, Şeyh Bedreddin’in “Müctehid olmadığı
sürece bir hanefînin, mezhebinin görüşüne aykırı hüküm vermemesi gerekir” sözünü, yukarıda zikredilen tarzı kullanarak
iktibas ettikten sonra da devam ettirmektedir. Remlî’nin ifadesine göre “Bir
mezhepten başka bir mezhebe geçiş, ictihâd ve delil (burhân) yoluyla bile tazir
cezasını gerektiriyorsa, bu geçişin delilsiz olması, tazir cezasını evleviyetle
gerektirir. Burada, söz konusu ictihâddan maksat, araştırma (taharrî) ve kalbin sağlamlaştırılması (tahkîmü’l-kalb)
olmalıdır. Çünkü sıradan bir kimsenin (âmmî) ictihâd ehliyeti yoktur.”
Görüldüğü gibi, Şeyh Bedreddin’in yukarıdaki sözlerinden anlaşıldığı
kadarıyla, ictihâd ehliyetine sahip olması sebebiyle müctehid bir hanefînin
mezhepte genel kabul görmüş hükmün dışına çıkabilmesi mümkündür. Halbuki
Remlî’nin sözleri bunu yanlışlamaktadır. Zira mezhep görüşünü bırakıp başka bir
mezhebin görüşünü kabul etmek, ictihâd yoluyla ve delile dayanarak da olsa
cezalandırılmaktadır. Öte yandan, baştan beri üzerinde durulan ve ictihâdın
anlamına ilişkin olan “kavram açıklaması” ise, müctehid sıfatı verilen kimsenin
yapacağı ictihâd faaliyetinin mâhiyetini ortaya koymaktadır. Anlaşıldığı
kadarıyla, Remlî’ye göre söz konusu ictihâd, nasslardan hüküm çıkarmak, mezhep
birikimini “asıl” kabul edip yeni fürû meselenin hükmünü açıklamak (tahrîc)
gibi bir işlem olmayıp, kalbi tatmin edecek şekilde, daha uygun bulunan görüşün
araştırılması anlamına gelmektedir. Buna göre, zikredildiği şekilde bir
araştırmayı yapmak da, sıradan bir kimsenin üstünde bilgi sahibi olmayı
gerektirmektedir.
C.
Zeyneddîn b. İbrahim
b. Nüceym
İbn Nüceym’in eserinin adı Hâşiye alâ Câmii’l-Fusûleyn’dir.
Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah Efendi bölümü, nr. 610’da kayıtlı bulunan
nüshanın mukaddime kısmında verilen bilgilere bakılırsa, bu nüsha, İbn
Nüceym’in söz konusu eserinin, oğlu Ahmed tarafından özetlenmiş halidir. Eserde, yöntem bakımından, Şeyh Bedreddin’in
görüşleri “görüşü şudur (<b$)” tarzında aktarılmış, buna karşılık, İbn
Nüceym’in yaptığı değerlendirmeler “ben derim ki (JjSl)” tarzında sunulmuştur.
Bu eserde, Hanefî mezhebi imamlarının görüş birliğine vardıkları hükümlere
muhâlif olmamak hakkında aykırı görüş öne süren Şeyh Bedreddin’in sözleri,
“İctihâdlarının bağlayıcılığı hakkında ashâbımızı sahâbe konumunda kabul
etmek...” şeklinde alıntılandıktan sonra, er-Remlî’nin açıklamalarında da
görüldüğü gibi, müctehidin mutlak veya mezhepte müctehid olması bakımından ele
alınmıştır. İbn Nüceym’e göre Şeyh Bedreddin’in buradaki sözü mutlak müctehid
hakkında değil, mezhepte müctehid hakkındadır. Çünkü mutlak müctehid kendi
görüşüyle amel etmektedir. Mezhepte müctehid olan kimsenin, mezhebinin imamını
taklit etmesinin bağlayıcı olması ise Hanefî mezhebinde kabul edilmiş olan
usûle muhâlif değildir.
İbn Nüceym ile er-Remlî’nin izah tarzlarının aynı doğrultuda olduğunu
söylemek mümkündür. Her ikisi de Şeyh Bedreddin’in sözlerini “mezhepte kabul
gören usûle muhâlif olup olmama” bakımından değerlendirmişler ve böylece Hanefî
mezhebinde kabul edilen fetvâ-hüküm verme yöntemine ilişkin klasik anlayışı,
bir yandan tutarlılık bakımından benimserken diğer yandan Şeyh Bedreddin’e yönelik
eleştirilerinin gerekçesi olarak öne sürmüşlerdir.
Yine aynı eserde İbn Nüceym’in talebesi, Şemseddin Muhammed b. Abdullâh
b. Ahmed el-Hatîb’in imzası bulunan bir kenar notunda, Şeyh Bedreddin’in “Bu
düşünce, hüsn-ü itikattan doğmuştur. İmam Mâlik onlardan daha önce gelmiştir”
şeklindeki sözleri tenkit edilmektedir. el-Hatîb’e göre Şeyh Bedreddin’in bu
sözleri büyük bir yanılmadır. Zira İmam Mâlik, Hanefîlerden önce değildir. Ebû
Yûsuf, onun muâsırıdır. Bu söz, onun tarih bilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Buradaki “onlardan” zamiri, Hanefî mezhebinin imamlarını göstermektedir.
Halbuki İmam Mâlik, Ebû Hanîfe’den değil, diğer Hanefî imamlardan öncedir.
Şeyh Bedreddin’i tarih bilmemekle suçlayan bu sözler, zaman itibariyle,
İmam Mâlik’in önce gelmesine dair iddiayı eleştirmekle kalmamakta, bu yolla,
söz konusu ifadelerle temellendirilmeye çalışılan ana fikri de reddetmektedir.
Nitekim daha önce de geçtiği üzere Şeyh Bedreddin, öncelik-sonralık esasının
değil, delilleri daha iyi araştırma imkânına kavuşup bunu değerlendirebilmiş
olmayı kabule değer bulmaktadır. Diğer bir ifadeyle, Şeyh Bedreddin’e göre
söyleyene değil, delile bakılmalıdır. O halde, Hanefî imamların önce olması,
sonrakilerin farklı görüş beyan edememelerinin gerekçesi olmamalıdır. Aksi
halde, İmam Mâlik’in daha önce olması, görüşlerinin bağlayıcılığı bakımından
bir delil teşkil etmelidir. Halbuki böyle olmamıştır. Bu duruma göre, her
ikisinin ifadeleri yan yana konduğunda, Abdullâh b. Ahmed el-Hatib’in sözleri,
Şeyh Bedreddin’in söz konusu düşüncesini, kronoloji bilgisinden hareketle
eleştirmiş olmaktadır.
Süleymaniye Ktp., Esad Efendi bl., nr. 3619’da kayıtlı bulunan Risâle
fî reddi i’tirâzâtı sâhibi Câmii’l-fusûleyn, dört risâleden oluşan toplam
57 varaklık bir eser içinde yer almakta, fakat eserin yazarı hakkında herhangi
bir kayda rastlanmamaktadır. Bununla birlikte, Süleymaniye Ktp., Fatih bl., nr.
2288’de kayıtlı bulunan Câmiu’l- Fusûleyn nüshasının vr. 8b’deki kenar notunda Molla imzasıyla yer
alan bir tenkit ile söz konusu risâle karşılaştırıldığında, her ikisinin de
birbirinin aynısı olduğu görülmektedir. Buradan hareketle, şu an için hakkında
başkaca bir bilgi bulunmadığı için, Câmiu’l-fusûleyn’e yönelik
eleştirilerin yer aldığı risâlenin müellifinin Molla olduğunu söylemek mümkündür.
Yukarıda da belirtildiği üzere nr. 3619’da kayıtlı bulunan eser, dört
risâleden oluşmakta ve satır sayısı her risâlede değişmektedir. Birinci risâle,
“elfâz” bahisleriyle ilgili olup, 1a-12b varakları arasında ve 19 satır halinde
yazılmıştır. İkinci risâle, Arapça dilbilgisiyle alakalı olup “Bu, binâ
kitabıdır” şeklinde başlıklandırılmıştır ve 13a-23b varakları arasında 11 satır
halinde yazılmıştır. Üçüncü risâle, namazda uyulması gereken kurallar (tadil-i
erkân) hakkında olup, 24b-37b varakları arasında 15 satır halinde yazılmıştır.
Dördüncü risâle olan Risâle fî reddi i’tirâzâtı sâhibi Câmii’l- fusûleyn
ise, 38b-57a varakları arasında ve 19 satır halinde yazılmıştır.
Şeyh Bedreddin’in ictihâd-taklit hakkındaki düşüncelerinin tenkit
edilmesi bağlamında “Sözümüz bizzat ictihâdın keyfiyeti hakkındadır” diyerek
giriş yapan Molla’ya göre “ashâbımız” şeklinde isimlendirdiği imamlar,
nasslardan hüküm çıkarma bakımından İmam Mâlik ve İmam Şâfiî’den daha ağır
basarlar. Çünkü Hanefî imamlar, delilleri öğretmeleri, kıyâsları birbirinden
ayırmaları, zaman ve mekan bakımından olayları araştırmaları konusunda
diğerlerinden daha fazla ve sağlam bir şekilde derinlemesine çalışmalar
yapmışlardır. Molla, söz konusu hususlar bakımından Hanefî mezhebinin
imamlarının sahip olduğu özelliklerin, ancak Allah’ın dilediği kişilere verdiği
ilâhî bir lütuf olabileceğini ve bunun, hadisleri çokça zapt etmekle hâsıl
olamayacağını söylemektedir. Molla’nın ifadelerine göre çok hadis zapt etmek,
bizzat ictihâdın bir gereği olmadığı gibi, ictihâdda öncelik sahibi olmayı da
gerektirmez. Nitekim Ebû Hüreyre (r.a.), pek çok hadis rivâyet etmiş olmasına
rağmen müctehid değildir. Yine Molla’nın ifadesine göre Şeyh Bedreddin’in
“hüsn-i itikad” şeklinde ifade ettiği söz, yalın bir iyi niyet ve inanıştan
ibaret değildir. Bilakis, Hanefî imamlarının her yerde elden ele dolaşan geniş
hacimli kitaplardaki hükümlere ilişkin sağlam delilleri, onların bu konudaki
hususiyetlerini göstermektedir. Nitekim hakikat ehli olan kimseler ve
meseleleri derinlemesine inceleyen âlimler bunu bilmektedirler. Açıkça görüldüğü üzere Molla’nın bu
ifadeleri, Şeyh Bedreddin “Onların, haberleri ve eserleri İmam Mâlik’ten ve
İmam Şafîî’den daha iyi zapt ettiklerine, ele geçirip koruduklarına ve daha çok
araştırdıklarına dair bir delil yoktur” şeklindeki sözlerini hedef almakta ve
onun bu gerekçesinin doğru olmadığını ispatlamaya çalışmaktadır.
Molla, Ebû Hanîfe’nin bazı sahâbeden ve tabiîn âlimlerinden ilim tahsil
etmiş olduğunu söyleyerek, Şeyh Bedreddin’in “İmam Mâlik zaman bakımından
onlardan (Hanefî imamlar) daha öncedir” şeklindeki gerekçesine cevap
vermektedir. Daha önce de geçtiği üzere Şeyh Bedreddin’e göre öncelik-sonralık
sırası o kadar da önemli olmamalıdır ve eğer önemliyse İmam Mâlik daha öncedir.
Buna karşılık, Molla’nın ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla, Ebû Hanîfe’nin,
fıkıh bilgisiyle meşhur olmuş bazı sahâbe ve önde gelen tabiîn âlimlerinden
ilim almış olması, onun lehine bir durumdur. Çünkü söz konusu ilim tahsili,
onun zaman bakımından önce gelmesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Tâbiîn
âlimlerinin sahâbeden, sahâbenin de Hz. Peygamber’den (s.a.) ilim almış
olmasından yola çıkan Molla’ya göre bu durum, delillerin tahkik ve tetkik
edilmesi bakımından Ebû Hanîfe’nin diğerlerinden daha üstün olduğunu göstermektedir
ve zaten bizzat İmam Şâfiî’nin kendisi, “insanların fıkıhta Ebû Hanîfe’nin
çocukları olduklarını” söyleyerek onun öncelikli konumunu itiraf etmiştir. Bu
arada, Ebû Hanîfe’nin ders aldığı âlimlerin kütüb-i sitte adı verilen hadis
kitaplarında yer alan bazı hadislerden haberdar olamamaları ihtimali üzerinde
duran Molla, bunun aksinin, yani Ebû Hanîfe ve hocalarının ulaşıp da
diğerlerinin elde edemedikleri hadislerin de var olabileceğini söyleyerek
muhtemel itiraza cevap vermektedir.
Molla’ya göre, bir müctehidin kendi ictihâdı doğrultusunda amel etmesinin
vacip olması için, Kadı Şüreyh örneğinde olduğu gibi, onun ictihâd ehliyetine
sahip olduğunun kabul edilmesi, ictihâd ettiği için yadırganmaması ve bu
kişinin kendi görüşünün daha üstün olduğuna inanması lazımdır. Nitekim
Şüreyh’in Hz. Ali’ye muhalefet ettiğini, Hz. Hasan’ın şâhitliğini reddettiğini
ve Hz. Ali’nin bunu kabullendiğini söyleyen Molla’ya göre bu durum, Şüreyh’in
görüşünün daha güçlü bulunduğunu ve başkasının görüşünü daha güçlü bulmadıkça,
bir müctehidin kendi görüşünden başkasıyla amel edemeyeceğini göstermektedir.
Yine onun ifadesine göre, söz konusu şartları taşımayan bir kimsenin kendi
görüşüyle amel etmesi gerekmediği gibi, böyle bir müctehidin öne sürdüğü
muhalif görüş icmâya zarar vermemektedir. Molla’nın bu ifadeleri, bir yandan
Şeyh Bedreddin’in Kadı Şüreyh ile ilgili gerekçesini değerlendirirken, diğer
yandan onun “ictihad eden kişinin kendi görüşünün doğru (hak) ve başkasının
görüşüne tercih edilir olduğuna inanması” şeklindeki gerekçesini de
ilgilendirmektedir. Zira Molla’ya göre bu zamanın müftüleri ve kadıları,
mezhebin önde gelen imamlarının delillerden hüküm çıkarma bakımından
kendilerinden üstün olduklarına, kendi ictihâdlarının onların ictihâdlarının
seviyesine ulaşamayacağına inandıkları için, onların görüşleri doğrultusunda
amel etmeleri gerekmektedir.
Şeyh Bedreddin’in “Hanefî imamlarının sahâbe makamına oturtulması”na
ilişkin sözlerini, “kendi ictihâdının imamların ictihâdının seviyesine
ulaşamayacağı” inancını taklidin bağlayıcılığının esası olarak kabul etmek
suretiyle ele alan Molla’nın ulaştığı sonuca göre, söz konusu anlayışa sahip
olan mukallit bir müftü, mensubu olduğu mezhebin fetva usûlünce fetva verir.
Çünkü bu müftü, taklit ettiği imamların görüşlerinin daha doğru olduğuna
inanmaktadır.
Şeyh Bedreddin’in “Bir Hanefî, müctehid olmadıkça kendi mezhebinin
hilâfına hüküm veremez” şeklindeki sözüne gelince, Molla’ya göre bu durum, yine
müctehidin üstünlük bakımından kendi ictihâdıyla mezhep imamlarının ictihadı
arasındaki değerlendirme anlayışına dayanmakta ve Hanefî olma iddiasını
sürdürdüğü sürece bir müctehidin, mezhebinin usûlüne uyma zorunluluğu
bulunmaktadır. Şöyle ki, muhalif hüküm verebilmek için Ebû Hanîfe’nin tabiîni
taklit etmemede kullandığı gerekçe gibi bir gerekçeye ihtiyaç vardır (Onlar
ictihâd etmiş kişilerdir. Bizler de ictihâd etmekte olan kişileriz). Eğer
müctehid hüküm çıkarma bakımından imamları daha üstün görüyorsa, “şu meselede
benim görüşüm doğrudur” iddiasında olsa bile, usûl bakımından onları taklit
eder. Çünkü istinbat bakımından onların üstün olduğuna dair inancı, söz konusu
iddiasıyla çakışmaktadır.
Netice itibariyle, Molla’nın ve bu arada tenkitlerine yer verilen diğer
müelliflerin sözlerine bakıldığında, bunların benzer gerekçelerle Şeyh
Bedreddin’i eleştirdikleri anlaşılmaktadır. Bu durum, söz konusu tenkitlerin
savunma amacından çok, yerleşik hale gelmiş olan ve kendi içinde belli bir
tutarlılık düzeyine ulaşmış bulunan ictihâd usûlünün gerçekten doğru ve uygun
görüldüğünün ifadesi olduğunu söylemeyi mümkün kılmaktadır.
Selçuklu soyundan olması, muhtemel bir iddiadan öteye geçemeyen Şeyh
Bedreddin’in asıl adı, Bedreddin Mahmûd b. İsrâil b. Abdülazîz’dir. Gâzi ve
kadı unvânına sahip bir aileden gelen Şeyh Bedreddin’in babası, Edirne
civârında bulunan Simavna kalesinin komutanı ve kadısıdır. Annesi ise, bu
kalenin mağlup edilen Rum komutanının kızıdır ve müslüman olduktan sonra Melek
adını almıştır. Şeyh Bedreddin, söz konusu kalede, yaklaşık 760/1359 yılı
civarında bu aileden dünyaya gelmiştir.
Şeyh Bedreddin’in tahsil hayatı, babasından aldığı derslerle Edirne’de
başlamış, daha sonra Bursa, Konya, Mekke, Kahire gibi çeşitli ilim
merkezlerinde devam etmiştir. Bursa’da, Bursa Kadısı Koca Mahmûd Efendi’den;
Konya’da, Mevlânâ Feyzullâh’tan; Mekke’de, ez-Zeylaî’den; Kahire’de, Mübârekşâh
Mantıkî’den ve Ekmeleddîn el- Bâbertî’den ders okumuştur. Böylece yüksek
tahsilini tamamlayan Şeyh Bedreddin’e, Musa Çelebi adıyla tanınan Kadızâde-i
Rûmî, Seyyid Şerif Cürcânî ve Aydınlı Hacı Paşa ders arkadaşlığı yapmıştır. Bu
tahsil süreci, onun oldukça yüksek seviyede ilmî birikime sahip olmasını
sağlama bakımından oldukça önemlidir.
Şeyh Bedreddin çok yönlü bir kimliğe sahiptir. Nitekim, Memluk Sultanı
Seyfeddin Berkuk’un oğlu Ferec’e muallimlik yapmak gibi eğitmenlik ve Musa
Çelebi’nin verdiği kazaskerlik görevini yürütmek gibi bürokratik hizmetleri
yürütmüş, Kahire’de yüksek tahsilini tamamladıktan ve Şeyh Hüseyin Ahlâtî ile
tanıştıktan sonra ondan tasavvuf okumuş ve onun müridi olmuştur. Böylece Şeyh
Bedreddin, “âlim” ve “bürokrat” kimliğine “mutasavvıf” kimliğini de eklemiştir.
Şeyh Bedreddin, ehl-i sünnet inancına dayanan bir tasavvuf anlayışına
sahiptir. Her ne kadar onun tasavvuf anlayışının hurûfîliğe veya bâtınîliğe
dayandığı hakkında farklı görüşler öne sürülmüş ve bunlar çeşitli delillerle
ispatlanmaya çalışılmışsa da, söz konusu delillerin yeterince ikna edici
olmaması sebebiyle bu görüşler bir iddiadan öteye geçememektedir. Nitekim,
şeyh-mürit ilişkisi bakımından Hüseyin Ahlâtî’ye yüklenen hurûfîlik veya
bâtınîlik iddiası ispatlanamadığı gibi, Vâridât adlı eserde söz konusu
iddiaları destekleyecek herhangi bir ifade bulunmamaktadır.
Şeyh Bedreddin’in mensup olduğu tarikat hakkında tam kanaate
ulaşılamamıştır. Halil b. İsmail’in, dedesi Şeyh Bedreddin’in Mevlevî
tarikatına mensup olduğuna dair öne sürdüğü görüş, Vâridât’ta, Mesnevî’den
hiç söz edilmemesine karşılık, İbn Arabî’nin Fusûsu’l-hikem’inden söz
edilmiş olması sebebiyle şüpheli görünmektedir. Şeyh Bedreddin’in tarikat
silsilesinde yer alan Ebû Medyen el-Mağribî’ye bağlı olduğuna dair görüş ise,
Hüseyin Ahlâtî ile Ebû Medyen arasında iki asırlık bir zaman diliminin
bulunması dolayısıyla, arada en az birkaç kişinin bulunmasının gerekli
olmasından ve bunun da söz konusu bağlılık ihtimalini zayıflattığından dolayı
yeterince güçlü görünmektedir.
Padişaha isyan meselesi bakımından Şeyh Bedreddin hakkında bilgi veren
kaynaklar kronolojik olarak incelendiğinde, bir önceki kaynak grubunda yer
almayan birtakım bilgilerin sonrakiler tarafından verildiğinin görülmesi, söz
konusu kaynaklara ihtiyatla yaklaşılmasını gerektirmektedir. Şeyh Bedreddin’in
İznik’ten kaçıp Zağra’da yakalanışına kadar geçen olaylarla ilgili bilgilerin
ve bu arada yakalanışına dair sözlerin çelişkili olması da, isyanla ilgili söz
konusu iddiaların şüpheli hale gelmesine sebep olmaktadır. İsyan eyleminin
gerçekleştiğini kabul eden Osmanlı kaynaklarına göre Şeyh Bedreddin bir âsîdir.
Cumhuriyet dönemi resmî tarihçilerinin çoğu birinci grubun yolundan gitmiştir.
Diğer bir gurup Osmanlı kaynağında ise, onun iftiraya kurban gittiği
anlatılmaktadır ve günümüz araştırmacılarından bazıları da bu görüşü
paylaşmaktadır. Bu arada, isyan iddialarının, peşin kabullerden hareketle
ideolojik söylemlere malzeme yapıldığı da görülmüştür ve görülmektedir.
Halbuki, iddia edilen ibâhacı düşünce, asıl itibariyle Börklüce Mustafa için
Dukas tarafından dile getirilmiş ve Şeyh Bedreddin’den hiç bahsedilmemiştir.
Börklüce’nin Şeyh Bedreddin’in hizmetkârı olduğu bilinmekle birlikte, onun
adına hareket ettiğini ispatlayacak bir şeyh-halife ilişkisi ise henüz
kanıtlanamamıştır.
Şeyh Bedreddin’le ilgili hemen her konuda olduğu gibi, yargılanması, suçu
ve idam edildiği tarih hakkında da görüş ayrılıkları söz konudur. Osmanlı
kaynaklarına bakıldığında, idam fetvasının bizzat Şeyh Bedreddin tarafından
veya yargılamayı yapan Mevlânâ Haydar tarafından yahut Fahreddîn Fenârî (Acemî)
tarafından verildiğinin söylendiği görülmektedir. Bu arada, “kanının helâl,
malının haram olduğu” yönündeki fetvanın verilmesi, bazılarının iddia ettiği
gibi, onun sapkın inançları sebebiyle değil, “isyan (bağy)” suçunu işlemiş
olmasının sabit görülmesi sebebiyle 820/1417 veya hemen sonrası bir tarihte,
Edirne’deki Serez çarşısında bir dükkânın önünde asılarak idam edildiğini
göstermektedir.
Şeyh Bedreddin’in fıkıh eserlerine gelince, Letâifü’l-işârât
adlı muhtasar tarzdaki metin ve onun şerhi olan et-Teshîl’de, mezhep
imamlarının görüşleri için çeşitli fiil kiplerinden oluşan yöntemler ve
harflerden oluşan simgeler kullanılmıştır. Bu eserlerde, başlık dizimi ve söz
konusu yöntemler bakımından İbnü’s-Sâatî’nin Mecmeu’l-Bahreyn adlı eseri
takip edilmiştir. Câmiu’l-fusûleyn ise, fasıllar şeklinde farklı bir
yöntemle yazılmıştır. Dil, tür ve muhteva bakımından yazıldıkları dönemin
karakteristik özelliklerini yansıtan bu eserler hakkında söylenenler, Osmanlı
fıkıh çalışmaları içinde Şeyh Bedreddin’in önemli bir yerinin olduğunu
göstermektedir.
Fıkıh konularının işlenişine, diğer bir ifadeyle konu başlılarının
açıklanması, ele alınan meselelerin hükümlerinin delillendirilmesi ve tercih
yönteminin uygulanmasına dair örnekler, Şeyh Bedreddin’in en azından “ashâb-ı
tercih” seviyesinde bir fakih olduğunu ve onun görüşlerinin temelinde Hanefî
mezhebinin bulunduğunu göstermektedir. Mezhep içindeki farklı görüşler arasında
tercihte bulunurken, mezheplerarası görüş farklılıklarında Hanefî mezhebine
olan mensubiyetini açıkça ortaya koyması da bunu teyit etmektedir. Şeyh
Bedreddin’in ictihâd-taklit konusu hakkındaki sözleri de bu bağlamda ele
alınmalıdır. Zira, her ne kadar onun bahsedilen görüşlerinin mezhepte kabul
edilen usûle uymadığı görülse de, değerlendirmelerinin temeline “ashâbımız”
diye ifade ettiği Hanefî imamları koyduğu bilinmektedir. Bu sebeple, söz konusu
muhâlif görülerin, mezhep dışı ictihâd faaliyetlerinin sonuçlarının kabulü
anlamına gelmediğini söylemek mümkündür. Nitekim onun bu görüşlerini tenkit
edenlerin sözleri arasında da bu yönde bir ifade bulunmamaktadır.
Abdülbâkî, Muhammed Fuâd (ö. 1968), el-Mu’cemü’l-müfehres
li-elfâzı’l-Kur’âni’l- Kerîm, İstanbul 1990.
Aclûnî, İsmâîl b. Muhammed (ö.
1312/1895), Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs amme’ştehera
mine’l-ehâdîs alâ elsineti’n-nâs, I-II, Beyrut 1985.
Adıvar, Adnan (ö. 1955), Osmanlı
Türklerinde İlim, İstanbul 2000.
Ahmed b. Hanbel, Ahmed Muhammed b. Hanbel (ö.
241/855), el-Müsned, I-IV, İstanbul 1992.
Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadi
ve İctimai Tarihi, I-II, İstanbul 1995.
Akpınar, Cemil, “Hacı Paşa”, DİA.,
XIV, 492-496.
Aksoy, Hasan, “Dursun Fakih”, DİA.,
X, 7-8.
Aksu, Hüsamettin, “Fazlullâh-ı
Hurûfî”, DİA., XII, 277-279.
______ , “Hurûfîlik”, DİA.,
XVIII, 408-412.
Aliyyü’l-Kârî, Nûreddîn Ali b.
Muhammed (ö. 1014/1605), Fethu bâbi’l-inâye fî şerhi kitâbi’n-Nükâye,
I-IV, Beyrut 2005.
Altun, Ara, “Ahlat”, DİA.,
II, 19-23.
Anıl, Yaşar Şahin, Osmanlı
Döneminde İki Dava: Şeyh Bedreddin ve Midhat Paşa Davaları,
İstanbul 1995.
Apaydın, H. Yunus, “Kıyâs”, DİA.,
XXV, 529-539.
Âşıkpaşazâde, Derviş
Ahmed (ö. 889/1484), Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. Nihal Atsız), İstanbul
1949.
Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü,
İstanbul 1992.
______ , “Fetva”, DİA.,
XII, 486-496.
______ , “Kadı”, DİA.,
XXIV, 67-69.
Aydın M. Akif, İslam ve Osmanlı
Hukuku Araştırmaları, İstanbul 1996.
______ , “Mahkeme”, DİA.,
XXVII, 341-344.
Aydın, İbrahim Hakkı, “Molla Fenârî”, DİA.,
XXX, 245-247.
Aytekin, Arif,
“Bâbertî”, DİA., IV, 377-378.
Babinger, Franz, “Simavna Kadısıoğlu
Şeyh Bedreddin” (trc. Köprülüzâde Ahmed Cemal), Dergah, İstanbul 1337
(1918), c. 2, sy. 19, s. 102 vd.
Baktır, Mustafa, “Hutbe”, DİA.,
XVIII, 425-428.
Balıvet, Michel, Şeyh
Bedreddin, Tasavvuf ve İsyan, 2.B., İstanbul 2000.
Baltacı, Cahit, XV-XVI. Asırlarda
Osmanlı Medreseleri, I-II, İstanbul, 2005.
Bardakoğlu, “Delil”, DİA.,
IX, 138-140.
______ , “Hanefî Mezhebi”, DİA.,
XVI, 1-21.
______ , “İstihsan”, DİA.,
XXIII, 339-347.
______ , “Câmiu’l-fusûleyn”, DİA.,
VII, 108-109.
______ , “Delâlet”, DİA., IX, 119-122.
______ , “İstıshâb”, DİA.,
XXIII, 376-381.
Barkan, Ömer Lütfi, “Kanunname”, İA,
VI, 185-196.
Bayraktar, Mehmet, “Dâvûd-i Kayserî, DİA.,
IX, 32-35.
Bilge, Mustafa, İlk Osmanlı
Medreseleri, İstanbul, 1984.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir
Tarihi, I- II, İstanbul 1973.
______ , Hukuk-ı İslamiyye
ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, I-VIII, İstanbul 1988.
Bozkurt, Nebi, “Dârülkurrâ”, DİA.,
VIII, 543-545.
Brockelmann, Carl, Geschicte der
Arabischen Litteratur, I- II, Leiden 1943-1949.
______ , Supplementband, I-III,
Leiden 1937-1942.
Buhârî, Ebû Abdullâh Muhammed b.
İsmâil el-Buhârî (ö. 256/869), el-Câmiu’s-sahîh, I-VIII, İstanbul 1992.
Bursalı, Mehmed Tâhir (ö. 1925), Osmanlı
Müellifleri, I-III, İstanbul 1333.
Cerrahoğlu, A., Şeyh Bedreddin
Meselesi, İstanbul 1966.
Cessas, Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî
el-Cessâs el-Hanefî (ö. 370/980), el-Fusûl fi’l- usûl, I-IV, İstanbul
1994.
Cheneb, Moh. Ben, “İbn Hâcib”, İA,
V/II, 856-857.
Cici, Recep, Osmanlı Dönemi İslam
Hukuku Çalışmaları, Bursa 2001.
Cin, Halil-Akgündüz, Ahmet, Türk
Hukuk Tarihi, I-II, Konya 1989.
Cürcânî, Seyyid Şerif (ö. 816/1413), Kitâbü’t-Tarifât,
Beyrut 1983.
Cüveynî, Abdülmelik b. Abdillah b.
Yûsuf el-Cüveynî (ö. 478/1086), el-Burhân fî usûlü’l-fıkh (thk. Salâh b.
Muhammed), I-II, Beyrut 1997.
Çakan, İsmail Lütfi, Hadis Usûlü,
İstanbul 1989.
Çelebi, Celaleddin, “Çelebi Efendi”, DİA.,
VIII, 261-262.
Danişmend, İsmail Hakkı, İzahlı
Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I-IV, İstanbul 1971.
Demirci, Muhsin, “İsfahânî”, DİA.,
XXII, 509-510.
Dindar, Bilal, “Bedreddin Simavi”, DİA.,
V, 331-334.
Dönmez, İ. Kafi, “İcmâ”, DİA.,
XXI, 417-431.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as
es-Sicistânî (ö. 275/888), Sünenü Ebî Dâvûd, I-VI, İstanbul 1992.
Ebû Zehra, İslam Hukukunda Suç ve
Ceza (trc. İbrahim Tüfekçi), I-II, İstanbul 1994.
Ebü’l-Ulâ Mardin, “Fetva”, İA,
IV, 582-584.
, “Kadı”, İA, VI, 42-46.
Emir Fâzıl, Haşiyetü alâ
Şerhi Letaifi’l-işârât, Süleymaniye Ktp., Veliyyüddin bl., nr.
617.
Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk
Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1998.
Eyice, Semavi, “Babinger, Franz”, DİA.,
IV, 390-392.
Eyüboğlu, İ. Zeki, Şeyh
Bedrettin ve Varidat, İstanbul 1987.
Fazlıoğlu, İhsan, “Kadızâde-i
Rûmî”, DİA, XXIV, 98-100.
Fındıkoğlu, Z. Fahri, Sosyalistler
II: Şeyh Bedreddin, İstanbul 1965.
Gazzalî, Muhammed b. Muhammed b.
Muhammed eş-Şâfiî (ö. 505/1111), el-Mustasfâ min ilmi’l-usûl, I-II,
Beyrut 1997.
Gökyay, Orhan Şaik, “Şeyh Bedreddin’in
Babası Kadı mı İdi?”, TT., İstanbul 1984, c.
1, sy. 2, s. 16 vd.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Simavna
Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, İstanbul 1966.
Görgün, Tahsin, “Molla Fenari”, DİA.,
XXX, 247-248.
Gümüş, Sadrettin, “Cürcânî”, DİA.,
VIII, 134-136.
Hâdimî, Muhammed Ebû Saîd (ö.
1176/1762), Berîka (trc. Bedreddin Çetiner ve arkadaşları), I-V,
İstanbul 1991.
Haffening, W., “Merginânî”, İA,
VII, 761-762;
Halebî, İbrahim (ö. 974/1549) Mülteka’l-Ebhur
(Mevkûfât), I-IV, İstanbul ts.
Halil b. İsmail, Simavna
Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Menâkıbı (haz. Abdülbâki
Gölpınarlı - İsmet Sungurbey), İstanbul 1967.
Hallâf, Abdulvehhâb, İlmi usûli’l-fıkh, Lübnan 1959.
Hamîdî, Kırk Emre Mehmed b. Mustafa (880/1475), Câmiu’l-fetâvâ,
Süleymaniye
Ktp., Hekimoğlu bl., nr. 400.
Hammer, J. Von, Devlet-i Osmaniye
Tarihi (trc. Mehmet Ata), I- VI, İstanbul 1329.
Hoca Sâdeddin Efendi, Tâcu’t-tevârih,
(haz. İsmet Parmaksızoğlu), I-V, Ankara 1992.
Hüsâmeddîn, Hüseyin, “Munla Fenari”, TTEM,
İstanbul 1928, sy. 18, s. 381 vd.
İbn Arabşâh, Ebü’l-Abbâs
Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Abdullâh b. İbrâhîm ed-Dımaşkî (ö. 854/1450) Ukûdü’n-nâsıha
(et-Temîmî, Takıyyüddîn b.
Abdilkâdir, et-Tabakâtu’s-seniyye
fî terâcîmi’l-fukahâi’l-Hanefiyye içinde), Süleymaniye Ktp., Veliyyüddin
Efendi bl., nr. 1609.
İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b.
Yezîd el-Kazvînî (ö. 273/886), Sünenü İbn Mâce, I-V, Beyrut 1997.
İbn Melek, İzzeddîn Abdüllatîf b. Abdülazîz
(ö. 801/1398), Şerhu’l-Menâr fî usûli’l- fıkh, İstanbul ts. (ofset
yoluyla baskı, İstanbul 1965).
İbn Nüceym, Zeyneddîn b. İbrahim b.
Muhammed (ö. 970/1563), el-Eşbâh ve’n-nezâir, Dımeşk 1986.
______ , Hâşiyetü
Câmii’l-fusûleyn, Süleymaniye Ktp., Cârullâh Efendi bl., nr. 610.
İbnü’s-Sââtî Muzafferuddîn Ahmed b.
Ali (ö. 694/1294) Mecmeu’l-Bahreyn ve mülteka’n-neyyireyn (thk. İlyas
Kaplan), Beyrut 2005.
İlhan, Avni, “Bâtıniyye”, DİA.,
V, 190-194.
İnalcık, Halil, “Mahkeme”, İA.,
VII, 149-151.
İpşirli, Mehmet, Osmanlı
Devleti Tarihi (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), I-II, İstanbul 1999.
Kafes, Mahmut, “Ebû Hayyân
el-Endelûsî”, DİA., X, 152-153.
Karaman, Hayreddin, İslam Hukuk
Tarihi, İstanbul 1989.
______ , İslam Hukukunda İctihad,
İstanbul 1996.
Karamânî, Süleyman
b. Ali el-Karamânî (ö. 924/1518) el-Es’iletü ve’l-ecvibetü li-
Câmii’l-fusûleyn, Süleymaniye Ktp., Turhan Vâlide Sultan bl., nr. 97.
Kâsânî: Ebû Bekir Alâeddîn Mes’ûd b.
Ahmed el-Kâsânî (ö. 587/1191), Bedâiu’s- sanâi’ fî tertîbi’ş-şerâi’,
I-VII, Beyrut 1996.
Kâtip Çelebi, Hacı Halife Mustafa b.
Abdullah (ö. 1067/1657), Keşfü’z-zünûn, I-II, İstanbul 1941-43.
Kaya, Eyüp Said, Mezheplerin Teşekkülünden
Sonra Fıkhî İstidlâl, (basılmamış doktora tezi), MÜSBE, İstanbul
2001.
Kayapınar, Hüseyin, “Kâkî”, DİA.,
XXIV, 216.
Kaygusuz, Besmi Nusret, Şeyh
Bedreddin Simavenî, İzmir 1957.
Kehhâle, Ömer Rızâ, Mu‘cemü’l-müellifîn,
I-VIII, Dımaşk 1957.
Kılıç, Hulûsî, “İbnü’l-Hâcib”, DİA.,
XXI, 55-58.
Koca, Ferhat, “Merginânî”, DİA.,
XXIX, s.182-183.
Koçyiğit, Talat, Hadis
Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992.
Konyalı, İbrahim Hakkı, “Stalin’in Şeyhi Bedreddin Simavi” TH.,
İstanbul 1950, c. 1, sy. 1, s. 3 vd.
Köprülü, Fuad, “Fıkıh”, İA, IV,
608-622.
Kudûrî, Ebü’l-Abbâs Şemseddîn Ahmed b.
Ebûbekir (ö. 428/1037), Muhtasaru’l- Kudûrî, Beyrut 1996.
Kurdakul, Bütün
Yönleriyle Şeyh Bedreddin, İstanbul 1977.
Kürdî, M. Necmeddîn, Şer’î Ölçü Birimleri ve Fıkhî Hükümleri,
(trc. İbrahim Tüfekçi), İstanbul 1996,
Leknevî, Ebü’l-Hasenât Muhammed Abdülhay (ö. 1304/1886), el-Fevâidü’l-behiyye
fî terâcimi’l-Hanefiyye, Beyrut 1998.
Mecdî Efendi, Mehmed el-Edirnevî, Hadâiku’ş-Şekâik
(nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.
Mehmed Süreyya, Sicil-i Osmânî (haz. Mustafa Keskin, Ayhan
Öztürk, Ramazan Tosun, I-IV, İstanbul 1996.
Merginânî, Ebü’l-Hasen Burhâneddîn Ali b. Ebûbekir, el-Hidâye
şerhu Bidâyeti’l- mübtedî (ö. 593/1197), I-IV, Beyrut 1990.
Mevsılî, Ebü’l-Fazl Mecdeddîn Abdullâh b. Mahmûd b. Mevdûd (ö.
683/1284) el- Muhtâr li’l-fetvâ, I-V, Beyrut 1998.
______ , el-İhtiyâr
li-ta’lîli’l-Muhtâr, I-V, Beyrut 1998.
Meydânî, Abdulganî el-Ganîmî (ö.
1298/1881), el-Lübâb fî şerhi’l-kitâb, I-II, Beyrut 1996.
Mumcu, Ahmet, Siyaseten Katil,
Ankara 1985.
Müneccimbaşı, Ahmed b.
Lütfullâh, Câmiu’d-düvel (trc. İsmail Erünsal), İstanbul 1975.
Müslim, Ebü’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc
el-Kuşeyrî (ö. 261/874), el-Müsnedü’s- sahîh, I-VI, Kahire 1991.
Nedvî, Ali Ahmed, el-Kavâidü’l-fıkhiyye,
Dımeşk 1994.
Neseî, Ebû Abdurrahmân b. Şuayb en-Neseî (ö. 303/915), Sünenü
Neseî, I-IX, 2.B., Beyrut 1992.
Nesefî, Ebü’l-Berekât Abdullâh b. Ahmed en-Nesefî (ö. 710/1310) Kenzü’d-dekâik,
Beyrut 2005.
______ , Tılbetü’t-talebe,
Beyrut 1999.
Neşrî, Mehmed Kitâbı-Cihannümâ,
Neşrî Tarihi (nşr. Faik Reşit Unat, Mehmed Altay Köymen), I-II,
Ankara 1957.
Nişancızâde Muhammed b. Ahmed
(ö. 1031/1622), Nûru’l-ayn fî ıslâhi Câmii’l- fusûleyn, Süleymaniye
Ktp., Âşir Efendi bl., nr. 127.
Ocak, Ahmet Yaşar, Babaîler İsyanı:
Alevîliğin Tarihsel Altyapısı, İstanbul 1996.
______ , “Fütüvvet”, DİA.,
XIII, 261-263.
______ , “XIV. Yüzyılın Ahlatlı Ünlü
Bir Sûfî Feylesofu Şeyh Bedreddin’in Hocası Şeyh Hüseyn-i Ahlâtî”, Anadolu’da
Türk Mührü Ahlat, Ankara 1993.
______ , Osmanlı Toplumunda
Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul 1988.
Ortaylı, İlber, “Kadı”, DİA,
XXIV, 69-73.
Ökten, Sadettin, “Kâşî”, DİA.,
XXV, 15-16.
Özel, Ahmet, “Alâeddîn Ali Esved”, DİA.,
II, 319.
______ , “Hanefî Mezhebi”, DİA.,
XVI, 21-27.
______ , “İbnü’s-Sâatî”, DİA.,
XXI, 190-192.
______ , Hanefî Fıkıh Alimleri,
Ankara 1990.
Özen, Şükrü, “İstislah”, DİA.,
XXIII, 383-388.
______ , “Osmanlı Dönemi Fetva
Literatürü”, TALİD, İstanbul 2005, c. 3, sy. 5, s. 348 vd.
Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye
Tarihi, I- X, İstanbul 1997.
Refik, Ahmed, “Osmanlı Devleti’nde
Râfızîlik ve Bektaşilik”, DEFM., İstanbul 1932, c.
9, sy. 2, s. 21 vd.
Remlî, Necmeddîn, el-Leâliü’d-dürriyye
fi’l-fevâidi’l-hayriyye (Şeyh Bedreddin, Câmiu’l-fusûleyn içinde),
I-II, Mısır 1300.
Reşîd, Ahmed, Haritalı ve
Resimli Mükemmel Târih-i Osmânî, İstanbul 1328.
Rıdvanoğlu, Mahmûd, “Habbâzî”, DİA.,
XIV, 342-343.
Saîd Ebû Ceyb, el-Kâmûsü’l-fıkhî,
Dımeşk 1982.
Salih, Subhi, Hadis İlimleri
ve Hadis Istılâhları (trc. Yaşar Kandemir), İstanbul 1988.
Serahsî, Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed
b. Ebû Sehl (ö. 483/1090), Mebsût, I- XXX, Kahire 1324-31.
______ , Usûlü’s-Serahsî, I-II,
Beyrut 1393/1973.
Sevgi, H. Ahmet, “Hüsâmeddin Çelebi”, DİA.,
XVIII, 512.
Seyyid Bey, Usûlü Fıkıh Dersleri,
İstanbul 1338/1918.
Solakzâde, Mehmed Hemdemî, Solakzade
Tarihi, İstanbul 1297.
Strothmann, R., “Tûsî”, İA,
XII/2, 132-133.
Şa’ban, Zekiyyüddin, İslam Hukuk
İlminin Esasları, (trc. İ. Kafi Dönmez), Ankara 1996.
Şafak, Ali, Hukuk ve Emniyet
Tedbirleri Sözlüğü, Ankara 1992.
Şahin, Haşim, “Menâkıbnâme”, DİA.,
XXIX, 112-114.
Şahin, İlhan, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi (red. Hakkı Dursun Yıldız), I- XV,
İstanbul 1989.
Şahin, Kamil, “Edebâlî”, DİA.,
X, 393-394.
Şeref, Abdurrahman, Fezleke-i
Târîh-i Devlet-i Osmâniye, İstanbul 1326.
Şeyh Bedreddin, Letâifü’l-işârât,
Süleymaniye Ktp., Yeni Cami bl., nr. 540.
______ , Câmiu’l-fusûleyn,
I-II, Mısır 1300.
______ , et-Teshîl, Süleymaniye
Ktp., Râşid Efendi bl., nr. 213.
Şeyhîzâde, Dâmâd Efendi, Abdurrahman b. Muhammed (ö. 1078/1667), Mecmeu’l-
enhur fî şerhi Mülteka’l-ebhur, I-II, İstanbul 1309 (ofset baskı,
İstanbul 1991).
Şîrâzî, Ebû İshâk İbrahim b. Ali (ö.
476/1083), el-Luma‘, Beyrut 1997.
Şirbînî, Muhammed b. Ahmed el-Hatîb
(ö. 977/1570), Muğni’l-muhtâc ilâ ma’rifeti meâni’l-Minhâc, I-IV,
Kahire 1958.
Şükrullâh b. Şihâbeddîn, Behçetü’t-tevârih
(nşr. Nihal Atsız), İstanbul 1949.
Tarablusî, Ebü’l-Hasen Alâeddîn b. Halîl (ö. 844/1440), Muînu’l-hükkâm
fîmâ yeteraddedü beyne’l-hasmeyni mine’l-ahkâm, Kahire 1973.
Taşköprizâde, İsâmüddîn Ahmed b. Muslihuddîn (ö. 968/1561),
eş-Şekâiku’n- Nu’mâniyye fî ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye
(thk. Ahmet Subhi Furat), İstanbul 1985.
Tekin, Rahmi, Ahlat Tarihi,
İstanbul 2000.
Tevfik, Mehmet, Osmanlı
Tarihi, İstanbul 1330.
Timuroğlu, Vecihi, Şeyh
Bedrettin, Varidat, İstanbul 1982.
Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (ö. 279/892), el-Câmiu’s-sahîh
(thk.
Ahmed Muhammed Şâkir), I-V, Beyrut ts.
Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve
Türk İslam Medeniyeti, İstanbul 1998.
Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk
(Özcan, Ruhi-Şafak, Ali), I-IV, Ankara 1990.
Uyanık, Mevlüt, “Osmanlı Düşünce Tarihinde Toplumsal Bir Muhalefet
Olarak Şeyh Bedreddin ve Hareketinin Tahlili”, T.T.K. Belleten, Ankara
1991, c. 55, sy. 213, s. 343 vd.
Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Osmanlı
Tarihi, Ankara 1988.
______ , Osmanlı Devleti’nin İlmiye
Teşkilatı, Ankara 1984.
Ünal, Halit, “Bedâiu’s-Sanâi”, DİA.,
V, 294.
Ünlü, Nuri, İslâm Tarihi,
İstanbul 1992.
Yalçın, Aydın, İktisâdî Doktrinler
ve Sistemler Tarihi, Ankara 1976.
Yaltkaya, Şerafeddîn, Simavne Kadısıoğlu Şeyh
Bedreddin (haz. Hamit Er), İstanbul 1994; Simavna Kadısıoğlu
Şeyh Bedreddin (haz. İsmail Aka-Mustafa Demir), İzmir 2001.
Yaman, Ahmet, “Kenzü’d-Dekâik”, DİA.,
XXV, 261-262.
Yardım, Ali, “Dârülhadis”, DİA.,
VIII, 529-532.
Yavuz, Y. Vehbi, Hanefî Mezhebinde
İctihad Felsefesi, İstanbul 1993.
Yaylalı, Davut, “Mevsılî”, DİA.,
XXIX, 487-488.
Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini
Kuran Dili, I-X, İstanbul, 1982.
Yelkenci, Raif, “Şeyh Bedreddin”, TD.,
İstanbul 1950, sy. 18, s. 752.
______ , “Şeyh Bedreddin” TD.,
İstanbul 1951, sy. 19, s. 800 vd..
Yener, Cemil, Şeyh Bedrettin ve
Varidat,