Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

ARDA DENKEL ...DÜŞÜNCELER ve GEREKÇELER 1.Cilt

 


Felsefe Yazıları

I

Arda Denkel

Arda Denke/1949'da Ankara'da doğdu. Saint Benoit Lisesi'nden sonra ODTÜ Mimarlık Fakültesi'nde okudu. 1972 yılında Şehir Planlama lisans derecesini aldı. Aynı yıl Oxford Üniversitesi'nde felsefe öğreni­mine başladı. 1977'de bu üniversiteden felsefe dalın­da doktora derecesini kazandıktan sonra, Boğaziçi Üniversitesi' nde göreve başladı. 1988'de profesör ünvanını alan Denkel halen aynı kurumda öğretim üyesidir. 1985 ve 1989 yıllarında ABD Wisconsin Üniversitesi felsefe bölümünde konuk öğretim üyesi, 1994'te Uludağ Üniversitesi' nde ve 1995-97 yılları arasında da Koç Üniversitesi'nde ek görevli olarak dersler vermiştir. 1995'ten beri Türkiye Bilimler Aka­demisi üyesidir. 1997'ye değin 45' in üzerinde Türkçe yazı, 18'i uluslararası dergilerde olmak üzere 26 İn­gilizce makale yayımlamıştır; bir yazısı Almanca'ya, ikisi de Yunanca'ya çevrilerek bu ülkelerde basılmış­tır. Denket in Türkiye'de 8 kitabı yayımlanmıştır. Ay­rıca Object and Property başlıklı kitabı Cambridge University Press'ten 1996' da çıkmış, The Natural &:ıckground of Meaning başlıklı kitabıysa Kluwer Academic Press tarafından yayımlanmak üzere basım aşamasındadır.

Göçebe: 20

 

Arda Denkel

DUŞUNCELERveGEREKÇELER

FELSEFE YAZlLARI

ı

Editör:

Ahmet Haluk Atalay

İlhan Zeybekoğlu' na, bana zor zamanlarda verdiği destek için

ÖNSÖZ

Bu iki cilt 18 yıl içinde çeşitli kitap ve dergilerde çı­kan makalelerimi bir araya getiriyor. Sürenin uzunluğu ve yazıların yöneldiği okur kitlelerinin farklılığı dolayısıyla birçok açıdan çeşitlilik gösteren metinleri konularına göre guruplandıran editörüm oldukça iyi bir bütünlük elde et­miş. Yine sürenin uzunluğunun doğurduğu doğal bir sonuç olarak, buradaki biçimi makalelerde savunduğum görüşle­ri, ya da bunların dilegetiriş biçimimi artık benimsemiyo­rum. Buna karşın, metinlerde bir değişiklik yapmamayı, onları özgün olarak yazıldıkları gibi basmayı yeğledik. Makalelerin tümünün benim bugünkü düşüncelerimi yan­sıtmaları gibi bir beklenti zaten gerçekçi olamazdı. Onları kağıda döküldük/eri günlerin düşünce ve biçeminin ürünü olarak okumak gerekir.

Bu iki derlemeye, bir üçüncü cilde malzeme oluştu­racak sayıya ulaşan kitap tanıtma, eleştiri ve polemik tar­tışma yazılarımı sokmadık. Eleştiri yazısı, karşısına aldığı metinler/e birlikte okunabildiği ölçüde anlaşılır olan bir şeydir. Onu, eleştirdik/erinden zamanca kopartılmış bir bi­çimde yayımlamak öbür yazariara haksızlık anlamına ge­leceği gibi, eleştirinin kendi yazarı için de yakışıksız olur diye düşündük. Sözünü ettiğim ilkeyi bozan tek makale, içinde sayın Hilmi Yavuz' a atıfta bulunulan "Eksoterik." Onu dışta bırakmayışımızın gerekçesi ise, bir eleştiriyi ya-

nıtlamaktan çok belli bir konuyu ele alıyor olması.

Bu iki cilt, genelde felsefecilerimizin favori konuları arasında yer alan, felsefenin neliğine, kültüre ve felsefe eğitimine ilişkin tartışmalar yanısıra, düşünce ve felsefe tarihi, bilgi, varlık, edim ve anlam gibi benim favorim olan daha profesyonelce felsefi konulara ilişkin görüşleri­mi de içeriyor. Kitabın hazırlanmasında emeği geçen edi­törüm sayın Ahmet Haluk Atalay' a ve çalışmalarımı des­tekleyen Türkiye Bilimler Akademisi' ne teşekkür ediyo­rum.

Arda Denkel

Boğaziçi Üniversitesi, 1997

İÇİNDEKİLER

1.     BÖLÜM

Felsefeye Başlarken "Felsefe Nedir" Sorusu .................. 9

Felsefe, Bilim ve Diğerleri ............................................ l5

Felsefede Edebiyat ........................................................ 26

Türkçe'de Soyut Kavramlar........................................... 32

Düşünme Geleneği ve Günümüz .................................. 38

Kültür ve Evrensellik .................................................... 49

Yaygın Felsefe Eğitiminin Önemi ................................ 64

Türkiye ve Dünyada Felsefe Araştırrnalan ................... 70

Türkiye'de Felsefe ......................................................... 79

11.     BÖLÜM

Felsefe Tarihi .............................................................  101

Parmenides Öncesinde Değişim Sorunu ...................... llO

Sofistler ........................................................................  125

Yayımlanışlan Öncesinde Aristoteles 'in Yapıtları...... l34

Eksoterik! .....................................................................  147

Rönesans Sonlannda Düşünce ve Bilim .......................  160

Modem Düşüncenin Ortaya Çıkışı ...............................  172

Modem Düşüncenin Başlangıcı ve Descartes ............  1   85

Descartes ve Renkler ....................................................  193

Usçuluk ....................................................................... 208

Deneyeilik ................................................................... 225

Locke ve Berkeley'de Dış Dünya ................................ 242

Hume, Nedensellik, Tikellik ve.Tekilcilik .................. 255

Deneyeiliğin Etkileri ve Kant ..................................... 274

Kant ve Bilgi Sorunu .................... ,............................ 294

19.     Yüzyıl ve İngiliz Gerçekçiliğin Doğuşu .............. 297

Viyana Çevresi Dil, Doğruluk ve Mantık ................... 306

Wittgenstein: Tractatus'un Arka Planı ........................  310

I. BÖLÜM

FELSEFEYE BAŞLARKEN
"FELSEFE NEDİR" SORUSU

(1985)

Felsefe ile ilk kez karşılaşan birine, bu alana giriş olarak fel­sefenin ne olduğunu anlatmak ve tanımlamak ne ölçüde geçerlidir? İnsan yeni bir alanla karşılaştığı zaman, özellikle o alanda düşün­sel bir etkinliğe girişmesi sözkonusuysa, önce ona ne yapacağının tanıtilması gerekmez mi? Bunun çoğu kez doğalmış gibi görünen yanıtı, başka bir çok dalda olduğu gibi, felsefeye başlarken de önce "Felsefe nedir" sorusunun yanıtlanması gerektiğidir. Kanımızca, böyle bir yanıtın geçerlilik sınırlarının iyi saptanması önem taşı­maktadır. Çünkü felsefeye onun ne olduğunu sorgulayarak başla­mak, eğer ona doğrudan verilebilecek bir tanım, bu soruya doyuru­cu bir yanıt bulunuyorsa ve böyle bir yanıtlama çabası felsefi dü­şünceye ilk adım olarak yararlı olacaksa geçerlidir.

Oysa, "Felsefe nedir" sorusunu ilk adımda yanıtlayacak, doğrudan onaylanabilir bir tanım bulunduğu kuşkuludur. Buna bağlı olarak da, böyle bir tanım çabasıyla, daha henüz giriş aşama­sında felsefeyi tanıtmak ve anlatmak açısından yarar yerine zarar verecek bir yol tutuluyor olabilir.

Felsefenin ne olduğunu açıklamaya başlarken genellikle ilk yapılan, bu disiplini başkalarıyla, yani bilim ve güzel sanat disip­linleriyle karşılaştırmaktır. Bu karşılaştırma bağlamında yapılmaya çalışılan da, felsefeye özgü özel niteliklerin ortaya çıkanlmasıdır. Felsefe dışındaki hemen her bilim veya sanat disiplininin, öbürle­rinden, konusu ya da uygulama alanı ile ayırt edilebildiği düşünü-

lürse, felsefeye özgü özel niteliklerin betimsel veya tanımsal ola­rak dile getirilmesinin önemli bir güçlük taşıdığı anlaşılabilir. Fel­sefe dışındaki disiplinler birbirlerinden konuları açısından ayrılabi­lirken, onun yalnızca kendine özgü olan konuları pek az yerde söz- konusudur. Çoğu kez başka disiplinlerle aynı alanlar üzerine eğil- rnek durumundadır. Örneğin sanat da, estetik de 'güzellik' üzerine, hukuk da ahlak da 'doğru davranış' üzerine, fizik de metafizik de 'olaylar ve nesnelerin' doğası üzerine eğilir. Buna benzer olarak anlık felsefesi ruhbilim ile, toplum felsefesi toplumbilim ile, dil felsefesi de dilbilim ile ortak konu ve alanlara sahiptir. Bilgibilim (epistemoloji), başka disiplinlerce ele alınmayan bölümleriyle, fel­sefenin yalnız başına işlediği ender konulardandır. Ancak bilgi ku­ramı ne ölçüde felsefe ise, anlık felsefesi veya ahlak da o ölçüde felsefe olduklarından, felsefe ile bilim ya da sanat arasında, konu­ları açısından bir ayrım yapmak ve felsefeyi tanıtmak istediğimiz kişiye bu ayrımı inandıncı bir biçimde sunmak pek güç ve belki de kimi durumlarda olanaksız bir uğraş olabilir.

Felsefenin ne old^ğunu açıklamak amacıyla tutulan başka bir yol, onu bilimden genellik ve birleştiricilik ilkeleriyle ayırma çabasıdır. Oysa, felsefenin bilime göre daha genelleyici veya daha birleştirici olduğu görüşü doğru mudur? Örneğin lise felsefe kitap­larına göre, "Felsefi düşünüş en genel sorunların araştırılmasıdır: Bu genel sorunlar insan doğa ve evren gibileridir." Şimdi soralım: bilim de evren ve doğaya ilişkin düşünülebilecek en genel türde sorular sorup bunlara yanıt aramaz mı? Örneğin kuvantum meka­niğine konu olan parçacıkların bu bilim dalınca belirlenen temel nitelikleri ya da Einstein fiziğinde verilecek özdek ve enerji arasın­daki bağıntı ölçüsünde, doğa ile evrenin genel özelliklerini kavra­yan başka hangi açıklama düşünülebilir ki? Evrenin başlangıcı, ya­şamın temelini oluşturan olgular, insanın yapısı, kökeni ve ruhsal dünyasına ilişkin en genel ilke ve açıklamaları da yine bilim ver-

rnek durumunda değil midir? Evet, felsefe geçmişte bu konulara eğilmiştir. Ancak bunu, bu konular yalnız felsefeye özgü bir genel­lik taşıdıkları için değil, felsefenin o zaman için, henüz bugüne gö­re geri olan bilime önderlik etme ve bilimi bir tek çatı altında bir­leştirme görevini, belki de yetkisizce yüklenmiş olduğu için yap­mıştır. Felsefenin bu görevi bir zamanlar yüklenmiş oluşundan kal­karak felsefeyi bu ikincil niteliği ile belirlemek, ilineksel olanı öze katmak yanılgısını içermez mi? Kaldı ki, bu tür işlevlerde felsefe, düşünce tarihi boyunca bilim önünde gerilemiş ve büyük ölçüde yanılgılı çıkmıştır. Başka bir deyişle, bu anlamdaki felsefeye artık pek yer yoktur. Artık bilimleri bir tek çatı altında toplama ve birle­şik bir genel birim oluşturma etkinliğini de yine bilim adamları üstlenmektedir. L. von BeNalanffy ve benzer eğilimdeki bilim adamlannın geliştirdikleri Genel Sistem Kuramı gibi yaklaşımlar bu alandaki belirgin örnekler arasındadır. Bunlann ne ölçüde bilim sayılacaklan bir yana, felsefe olmadıklan kesindir.

Bilimin en az felsefe ölçüsünde genel sorunlar üzerine de eğiliyor olduğu gerçeği bir yana, felsefenin genel konulardan baş- kalanna eğilmediği savının yanlışlığı da, somut örneklerle gösteri­lebilir. Bugünün felsefe araştırmalan içinde anlam, bilgi, bellek, kişilik, eylem ve ahlak gibi genellik sıralamasında pek üst düzeyle­re yerleştirilemeyecek kavramlar, odak noktaları oluşturmaktadır. Aynı örnek, "bilimin evrendeki olaylan bölerek açıkladığı ve felse­fenin buna karşılık en geniş ölçüde birleştirilmiş bir düşünce verdi­ği" savını da çürütmektedir. Günümüz felsefesinde yoğun ürün ve­rilen ve en ileri bir araştırma düzeyinin tutturulduğu alan, 'Analitik Yaklaşım' adıyla anılan felsefi etkinlik çevresidir. Analitik yakla­şım, bilinen hemen her klasik felsefe sorununa el atarken, yöntemi gereği, bireşim yapmak ve görüşleri birleştirmek yerine, sorunlan ve konuları ayrıntılara böler, ince eleyip sık dokuyarak sıkı bir eleştiri süzgecinden geçirir.

Felsefeyi bilimden ayırt etmek amacıyla ileri sürülen bir

başka görüş ise, bilimin olguları betimleyip genel betimsel yasalar geliştirmesine karşılık felsefenin olgulaİı. açıklama etkinliği içinde bulunduğu; yani bilim 'Nasıl' sorusunu yanıtlarken felsefenin 'Ne­den' sorusunu yanıtladığıdır. Buna koşut olarak bilimin deneysel oluşuna karşılık felsefenin deneysel olmadığı da belirtilir. Deney­sel gözlemin bilimin temelini oluşturduğu ve bilimsel etkinliğin çok önemli bir bölümünün, olguları özel ve genel olgularda betim­lemek olduğu doğrudur. Ancak aynı ölçüde doğru olan başka bir nokta da, bilimin gerçek gücünün ve etkili olma niteliğinin, vere­bildiği bilimsel açıklamalardan geldiğidir. Bu açıklama biçimi özel olaylara yöneldiği gibi yasaların kendilerine de yönelir: Kimi yasa dizilerini açıklayan bilimsel kurarnlar (ki aynı yasaları açıklayışta yarışma durumunda olan birden çok kurarn bulunduğu da olur) gözlemlenenin betimlenişi anlamında deneysel değildir. Ancak, öncüterin gözlemin betimlediği genel veya özel önermelerden olu­şan, açıklama-uslamlamalarının sonucu olarak ortaya çıktıkların­dan, deneysel bir temel taşırlar. Kuramsal bilim dallarının (örneğin kuramsal fizik, kuramsal biyoloji) büyük bir çoğunluğu ancak bu son anlamda deneysel açıklamalar üretir. Oysa felsefenin geliştir­diği açıklamalar da bu sonuncuya çok yakın bir anlamda deneysel­dir ve böyle olmalıdır. Evet, felsefe gözlemin betimlemesini yap­maz, ama ürettiği uslamlamaların öncüleri deneysel olarak temel- lendirilebilir olmalıdır. Yoksa felsefeyi bu kez de kurgudan ayırt etmek önemli bir biçimde güçleşecektir. Görüldüğü gibi, bilimi felsefe ile karşılaştırırken açıklayıcılık veya deneysellik nitelikleri de doyum veren bir ayrım sağlamamaktadır. "Felsefe nedir" gibi bir sorunun yanıt olarak çağırdığı, konu, genellik ve amaç gibi du­rağan nitelikler aracılığıyla yapılmaya çalışılan ayrımlar, değil ko­nuyla ilk karşılaşan kişiler, konuyu meslek edinmiş olanlar yönün­den bile, açık seçik ve inandırıcı olmaktan uzaktır. Bu yolu tutan felsefe eğitiminde daha ilk adımda öğrencinin ilgisi yitirilebilecek

ve konunun sevdirilmesi bir yana, belki de felsefecinin kendisin­den başkasını ilgilendirmeyen kimi ayrıntıları, felsefeyi sıkıcı bir etkinlik görünümünde tanıtabilecektir. Oysa, felsefi etkinlik hiç sı­kıcı olmadığı gibi, felsefeyi eğitim açısından yararlı ve olumlu bir biçimde tanıtabilmenin de en iyi bir yoludur.

Eğer felsefeyi öbür disiplinlerden ayıran nitelikler varsa bunları yukarıda ele aldığımız durağan özelliklerde değil, felsefe­nin sorunlarını koyuş biçiminde ve bunları çözmeye çalışırken kullandığı yöntemlerde aramalıdır. Bunlar ise dinamik nitelikler olarak, en iyi biçimde, felsefi etkinliğin içinde, bu etkinliği yaşaya­rak ve yaşatarak gösterilebilirler. Öyle ise, felsefeye başlarken fel­sefeyi ayırt ederek tanıtmak yerine, felsefeyi bir etkinlik olarak sunma yolu ile tanıtmak, sonra da sonuç olarak kimi ayrıştırıcı noktalara değinmek, hem eğitim hem de genel tanıtım amacı açı­sından, çok daha yararlı olabilir.

"Felsefe Nedir"

Felsefeye nasıl başlamalıdır? Kanımızca bunun yanıtı basit-. tir: Tıpkı bir felsefecinin felsefi etkinliğe başladığı gibi. Eğitimde öğrenciye, ya da felsefeye ilgi duyan herhangi birine bu alanın ta­nıtılması, bir felsefe sorununu ortaya atıp, bu sorunu kendisine ak­tardıktan sonra, çözüme yönelik bir tartışma açılarak daha etkili bir biçimde gerçekleştirilebilir. Felsefe literatürü ilginç sorunlarla do­ludur. Bunlardan birini, güçlük çekilmeden izlenebilecek ve daha başlangıçta terminoloji altında ezilmeden kavranabilecek günlük bir dilde ortaya koymak, iyi bir başlangıç için yeterlidir.

Felsefi etkinlik içine girmiş ve bu etkinliği yaşamış kişiye yaptığının ne olduğunu ayrıca tanımlamaya gerek var mıdır? Eğer böyle bir tanıma gerek duyuluyorsa, onu bu etkinlik deneyimi erte­sinde vermek ve anlaşılır duruma getirmek çok daha kolay olacak­tır. Çünkü, artık somut olarak tanınan bir etkinliği tanıma dökmek,

o etkinlikle henüz karşılaşmamışken onu soyut bir tanım aracılı­ğıyla kavramaya çalışmaktan daha kolaydır.

Felsefe uğraşının her aşamasında olduğu gibi, başlangıcında da, tanım ve özel terimleri sona atıp, sorunu anlaşılabilir bir biçim­de ortaya koyarak felsefe etkinliği içine girmek, bu konunun doğa­sının kavramlması yönünde yararlı ve etkili bir yol olabilir.

FELSEFE, BİLİM VE DiGERLERİ

I

(1997)

Felsefe kadar adı farklı şeylere maledilen başka bir konu, disiplin ya da uğraş alanı azdır. Burada, bir milletvekilinin ya da şirket müdürünün "felsefemiz şudur ya da budur" deyişleri, halk arasında "kendi halinde olmak" anlamında kullanılan "filozof' de­yimi, boş laflar ya da anlaşılması güç düşünceler karşısında söyle­nen "bırak şimdi felsefe yapmayı" gibi şeylerle ilgilenmeyeceğim. Benim değinmek istediğim aldanma türü, felsefe oldukları kanısıy­la yapılıp ortaya konan felsefe-dışı çabalara ilişkin. Örneğin felse­fe yaptığı kanısıyla, kuramsal bilim yapmak, düşünce tarihinden alınmış kimi görüş ve kavramlarla süslenmiş edebi bir deneme yazmak, bir filozofun yaşamını anlatmak, benliğimizi derinden il­gilendiren konuları işleyen bir roman kaleme almak gibi etkinlik­ler.

Felsefenin, önüne gelen her insanın bir iki kitaptan kimi gö­rüşler edindikten sonra belli bir yetkinlik düzeyinde yapabileceği bir şeyi olmadığını her halde birçok kişi onaylayacaktır. Aynı usul­lerle örneğin nasıl ki fizik ya da matematik yapılamazsa, ciddi bir eğitimle kazanılan bilgi ve beceri birikimi olmadan, amatörlüğü aşan bir düzeyde felsefe de yapılamaz. Peki nedir ki bu felsefe? Nasıl bir konu, ne tür bir etkinliktir? Önce onun ne olmadığı konu­sunda birkaç saptama yapmak istiyorum.

Felsefeyi bilimle karşılaştırarak belirlemeye çalışan kimi görüşler ortaya atılmıştır. Önce, idealist diye niteleyebileceğimiz ve felsefeyi bilimler-üstü bir etkinlik olarak gören anlayışa baka­lım. Buna göre felsefe bilimlerin hem anası hem de kraliçesidir; o

tüm bilim dallarını belli bir dizgesellik içinde kapsayan, onları bir- birleriyle ,ilişkilendirip anlamlandıran ve yönelimlerini belirleyen bir kavramsal üst-yapıdır. Felsefe genel, soyut ve kapsamlı kav­ramların alanıyken, bilim dalları da daha özel ve uygulamalı konu­lar olarak ondan aynşırlar. Böyle bir anlayışa göre bilim dalları, tıpkı ulu bir ağacın gövdesinden filizlenen dallar gibi, felsefeden kaynaklanıp, yine onda temel buluyorlar; dalların canlılığı ve öbür dallarla olan ilişkileri yine bu gövde üzerinden gerçekleşiyor. Bu anlayışın baş yanılgısı, felsefeyi bir bilim türü olarak algılayışında. Eğer bilimler felsefenin dalları olsalardı, o zaman felsefe de bir ge- nel-bilim, bilimlerin kapsamlı bir dizgesi olurdu. Kaldı ki felsefe­nin bilimler karşısında bir kraliçelik yetkisi olamaz; hiçbir bilim felsefenin denetiminde ya da altında kalmayı kendine yediremez.

idealist görüşe bir tepki olarak ortaya konan ve burada yine dışlayacağım ikinci anlayışsa, felsefeyi bilimler-altı bir konuma yerleştiren pozitivist görüş. Pozitivist görüş idealist olanın tersine, felsefeyi küçültüyor, hatta küçümsüyor; ona bir "bilimimsi" mu­amelesi yapıyor. Felsefenin bilimiere kaynak olduğu pozitivizm açısından da onaylanır; ona göre bilimin dalları belli bir sırayla fel­sefeden ayrılmıştır. Ancak böyle bir şey olsa olsa bilimlerin geliş­mesinden önceki ilkel bir anlama çabası konumuna koyar. İnsan belli bir konuya karşı merakını, başlangıçta, felsefenin de araların­da bulunduğu kimi ilkel yöntemlerle gidermeye çalışır. Sonra ye­terli bir birikim ve yöntemsellik düzeyine ulaşan her bir çalışma alanı, felsefeden ayrılıp bağımsız bir bilim dalına dönüşür. Şu aşa­mada felsefe için bilim-öncesi ilkel bir çaba olmaktan kurtulmanın tek yolu, doğru dürüst "bilimselleşmektir". Onun gerçek görevi bi­limlere hizmet etmek, bilim içindeki mantık^al sorunlarla ilgilenip, bilimsel gelişmenin biçimi, kurarnların niteliği, yapısı gibi bilim felsefesi konularını irdelemek olmalıdır. Pozitivizmin öne sürdüğü, ve onaylanabilir tek felsefenin kendi de bilimsel olan bir bilim fel^

sefesi olduğu görüşünün yine bir aldanınaya dayandığını saptamak gerekir. Böyle bir düşünüş, göreceli olarak dar bir alan olan bilim felsefesi dışındaki tüm felsefe uğraş alanlarını tanımaktan aciz ka­lışı ötesinde, felsefenin doğasına ilişkin kapsamlı bir anlayıştan da yoksun.

Burada da, tıpkı bir önceki görüş gibi temel yanılgı, felsefe­yi bir bilim olarak algılamaktan kaynaklanıyor. Bu her iki görüş de, felsefeyi (üstün ya da düşkün) bir tür bilim olarak kavrıyor, çünkü her ikisi de bilimi felsefeden kaynaklanan bir şey olarak dü^ şünüyor. Yanılgının temeli de felsefeciyi felsefe ile karıştırmak. Örneğin Aristoteles gibi büyük bir filozofun felsefe yanı sıra, bilim de yaparak kimi bilim dallarını kurmasını, bu dalların felsefeden kopması gibi algılıyor. Oysa Aristoteles, büyük bir filozof olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir bilim adamıydı. O, olgunun felsefi yönleriyle ilgilenmenin yanı sıra, bilimsel yönleriyle de ilgilenmiş, bu arada örneğin mantık gibi felsefe içinde kalan dalları kurmak­tan başka, biyoloji, fizik gibi bilim dallarını da kurmuştur. Benzer olarak Descartes da bir filozof olarak yaptığı büyük düşünsel et­kinin yanı sıra, bilime katkılar yapmış, rnekaniğİn ve tıbbın gelişi­mindeki belirleyici atılımları ötesinde, daha da önemlisi, analitik geometriyi kurmuştur. Felsefe ile de uğraşan birinin bir bilim dalı­nın temelini atması, bu bilim dalının felsefeden kaynaklanması de­mek değildir. Aristoteles ve Descartes, kurdukları bilim dallarını hiç felsefe yapmadan kurmuş olabilirlerdi. Kaldı ki o dalların fel­sefi içerikle mantıksal bir ilişkisi de yoktur.

Ayrım Kıstasları

Felsefeyi ve bilim dallarını, ele aldıkları konular açısından ayırt etme çabası da başarısız olmaya mahkum. Çünkü belli başlı bilim daliarına karşı, onlarla konuca örtüşen felsefe dalları göstere­biliyoruz: Örneğin fizik de, ontoloji de, özdeksel varlığın doğasını

tanımaya çalışıyor; psikoloji de, zihin felsefesi de, insan anlığını araştırıyor. Bunun gibi, siyaset bilimine karşı devlet felsefesi, bi­yolojiye karşı biyoloji felsefesi, tarihe karşı da tarih felsefesi, vb. örnekler verilebilir. Felsefe bilimden konulara göre ayrılmıyor, çünkü olgu olarak birçok alanın bilimi yapılabildiği gibi, felsefesi de yapılabiliyor; bilim ve felsefe aynı konulara farklı biçimlerde yaklaşıyorlar.

Soyutluk düzeyi de bir ayrım ölçütü değil. Kimileri ayrımı felsefenin soyut ve kaypak şeylerle, biliminse somut ve belirgin konularla uğraştıklarını belirterek yapmaya çalışmıştır. Oysa bu, bilimi ve felsefeyi gereğince tanımamaktan ileri gelerı bir yanılgı içeriyor. Çünkü felsefe birçok durumda gayet somut olan şeyleri araştırır. Örneğin edim felsefesinde sorulan temel sorulardan biri, kolumuzun istencimizle devinmesinin onun başka bir nedene bağlı olarak devinmesinden nasıl ayrıldığıdır. Öte yandan soyutluk dere­cesi söz konusu olduğunda, felsefe, kimi bilim dallarının ulaştıkla­rı noktalara kadar uzanmaya, en azından günümüzde cesaret etme­yecektir. Geçmiş yüzyılların deneyimi, sağlam zeminden kopup uçmaya başlayan felsefenin nerelere konacağının pek belli olma­yacağını göstermiştir. Bir karşılaştırma gerekirse, ·'kuramsal" bilim alanları, hemen bütünüyle gözlemlenmesi olanaksız olan şeylere ilişkin açıklamalardan oluşurken, felsefe, kavramlarını çok daha "yere yakın" nesneler arasından seçmektedir. Örneğin küçükler fi­ziği, nesne ve nitelikleri var sayılan şeylerden oluşan bir dünyayı matematiksel olarak betimlerken, felsefenin en "aşırı" cesaret ör­neklerinden biri olan Platon'un formlar kuramından çok daha fazla soyuttur. Alt tarafı, Platon 'un formları, türler ve nitelikler gibi, ya­şadığımız dünyada örnekleri gösterilebilen şeylerdir. "Formların" kendi dünyaları içindeki varoluş biçiminin ayrıntılı bir kuramını oluşturmak çabasınaysa Platon girişmemiştir bile. Buna karşılık kuantum mekaniğindeki "nesnelerin" görülür dünyada örnekleri

olmadığı gibi, fizikçiler bu nesneler arasındaki ilişkileri belli bir olasılık çerçevesinde genelleştirilmiş olarak ayrıntıyla betimle­mekten de geri kalmıyorlar.

II

Ne olmadığını böylece saptarlıktan sonra, ilk adım olarak felsefenin dizgesel bir ussal etkinlik olduğunu öne süreceğim. Böylece belirlenen felsefeyi sanat, din ve bilimden uygun bir bi­çimde ayırt etmedikçe, pek de ilerlemiş sayılamayacağız. Çünkü dizgesel bir ussal etkinlik olmak, insanlara özgü bu öbür başarıları da kapsıyor. Felsefe için biçtiğimiz kumaş, onu tek başına giyebil­mesi için henüz çok bol; uygun bir biçimde daraltılması gerek. Ay­rıca konu olarak felsefenin alanları biliminkilerle örtüştüğü gibi, din ve sanada da örtüşüyor. Din felsefesi ve Tanrıbilim yanı sıra, estetik ve edebiyat felsefesinden de söz edebiliyoruz. Şöyle söyle­yelim: Felsefeyi sanattan ayıran başlıca şey, onun neyi amaçladığı ve neyin peşinde olduğuna ilişkindir. Felsefe için amaç doğru ola­na erişmek, doğruyu kavramaktır. Felsefe olarak yazılan metinler doğru olmaları iddiasıyla ileri sürülen tümeelerden oluşur. Doğru olmadığı söylenen ya da gösterilen felsefe, en azından "başarıla- mamış" bir şey konumunda olacaktır. Buna karşılık, örneğin bir edebi yapıtın doğruluğu amaçlamak gibi bir kaygısı yoktur. Orada amaç estetik değeri, belki de bir anlamda "güzelliği" yakalamak olabilir; ancak önemli olan şey, bir sanat yapıtının doğru olup ol­madığı açısından değerlendirilmeyeceğidir. Kimi edebi metinlerio en az felsefe metinleri ölçüsünde dizgesel olabildiklerini, kimileri- ninse, son derece "derin" konuları işleyip, insanın en zor anlaşılan yönlerini duygu ve özlemlerini dile getirdiklerini biliyoruz. Bir Dostoyevski'nin, bir Tolstoy'un bu anlamda eriştikleri derinliğe ka­nımca hiçbir filozof erişememiştir. Ne var ki, salt düşünsel derin­likleri dolayısıyla bu büyük yazarları, "felsefeci" olarak niteleye-

mezsiniz. Böylesi edebi yapıtiara "felsefe" demek, ancak bir ben­zetme ya da "metafor" anlamında olur.

Doğruluğu amaçlıyor oluşu, felsefeyi dinden ayırt etmiyor. Çünkü din de doğruluğu vaat eden ve normatİf yönleri bir yana bı­rakılırsa, savlarını doğru olduklan iddiasıyla ortaya atan dizgesel bir ussal etkinliktir. Dinin felsefeden farkı, savlarının doğruluğunu gerekçelendiriş biçiminde. Din açısından bir savın, inancın, bir önermenin doğruluğu, Tanrı'nın sözleri olan, kutsal kitaptaki dile- getirişlerle arasındaki uyuma ve onlara olan uygunluğuna dayandı­rılıyor. Kutsal kitaba önce İnanmak, başka düşünceleri de bu inan­ca göre sınamak gerekiyor. Bu ilk inançsa, koşulsuz bir kabul. Bundan dolayı dinde doğruluğun gerekçelendirilmesi bağımsız de­ğil, eleştirelse hiç değildir. Bu nedenledir ki, felsefe açısından bak­tığımızda diniere dogmacı diyor, benzer nitelikleri ideolojilerde de bulabiliyoruz. Felsefeyi "dilegetirrneyi amaçladığım doğruluğu ba­ğımsız olarak gerekçelendiren, dizgesel bir ussal etkinlik" diye be­lirlediğimiz ölçüde, sanat ve dinden ayırt edebildik. Ne var ki, dik­tiğimiz giysi hala fazlasıyla bol; çünkü şimdi yapılan belirleme bi­lim için de bütünüyle geçerli.

Bilim de doğruluğu amaçlıyor, o da (doğru olduğuna inanı­lan önerme anlamında) inanç ya da savlarını gerekçelendirirken bunu kimi dogmalara uygunluklarıyla değil, bağımsız yöntemlerle yapıyor. Burada artık felsefeye dünyaya bakışı açısından çok yakın düşen, kardeş bir etkinlikle karşı karşıyayız. Oysa, zaten en baştan beri biz bu ikisinin ayrımını yakalamaya çalışmadık mı; nerede bu fark? Bilimin felsefeden ayrıldığı yer, onun savlarının doğruluğunu bağımsız olarak gerekçelendirirken kullandığı yöntemdir. Son de­ğerlendirmede, bilim açısından doğruluğu sınayan şey deneydir. Bundan dolayı bilime "deneysel" diyoruz. Felsefe içinse doğrulu­ğu saptayan, mantıksal uslamlamadır. Deney, edilgin ya da etkin anlamdaki gözlem biçimini aldığı gibi, laboratuvar koşullarında

yapılan kontrollü deneyimler olarak da gerçekleşebilir. Bilim dene­ye bağlı sınama yerine geçen birçok incelikli yöntem geliştirilmiş­tir. Gözlemlenemeyen "nesnelere" ilişkin oluşları açısından, ku­ramsal önermelerin doğruluğu (ya da yanlışlığı) doğrudan deneyle saptanamasa bile, bunlar da dalaylı olarak deneyde sınanan şeyler­dir. Böyle önermeleri, ilgili kurarn üzerinden ve matematiksel yön­temlerle, deneyce doğrudan sınanabilen önermelere bağlayarak sı­nıyoruz. Doğrudan, dolaylı, ya da ilkece, deneysel sınanma olanağı bulunmayan olguya ilişkin savlar, bilimsel bakış açısınca anlamsız olarak değerlendirilecektir.

Felsefede bir önermenin ya da inancın doğruluğunu gerek- çelendiren şey, bu önermeyi sonucu olarak çıkarsamaya izin veren mantıksal uslamlamadır. Bir başka deyişle, herhangi bir felsefe sa­vının gerekçelendirilmesi, onun doğruluğunun mantık kurallarına uygun olarak başka doğru önermelerden çıkarsanabilmesidir. Böy­le gerekçelendirici bir çıkarımda öncü! konumunda bulunan öner­melerin kendi doğrulukları, yine aynı yöntemle, başka önermelere dayandınlabileceği gibi, bilimden ödünç alınan deneysel önerme­lere de dayandırılabilir. Doğruluğunun gerisindeki kaynaklar ne olursa olsun, bir önemenin felsefi gerekçelendirmeye sahip olması demek, ortaya onun doğruluğunu gerektiren bir uslamlama konabi- liyar olması demektir. İşte bundan ötürü mantık, felsefenin ayrıl­maz bir ögesidir.

Bir şeyleri açıklıyormuş gibi görünen dizgesel, derin ve il­ginç bir düşünce yapısı, mantıksal uslamlamalarla temellenmedik­çe bir felsefe olmayacaktır. Çünkü derin, dizgesel, ilginç, soyut ya da karmaşık oluşları, düşünceleri felsefe kılmaz. Edebiyat ya da ta­savvuf yapıtları felsefeden daha derin, vs. oldukları zaman bile fel­sefe değildirler. Veeizeler de öyle. Onların değerleri felsefi oluşları ya da olmayışiarı nedeniyle kazanılan bir şey değildir. Buna karşı­lık, felsefe olmaları amacıyla ortaya atılmış derin, vs. kimi kurgu

ürünleri de, uslamsal bir temel taşımadıkları sürece, felsefe adını haketmeyeceklerdir. Felsefeyi "felsefemsi"den ayırt etmek gerekti­ği gibi, önüne gelen her görüşü ve "kuramı" ciddiye almak da ge­rekmez. Önce bunların nasıl temel/endirildiğini sormak esas olma­lıdır.

Aynı kişinin bilim yanı sıra, felsefe de yapabileceğine de­ğinmiştim. Şunu eklemek istiyorum. Bir kişi örneğin bilim yapısı içinde de, belli bir ölçüde felsefe yapabilir. Kurarnlarını inşa eder­ken, bilim adamları kimi zaman uslamsal gerekçelere başvurduk­tan başka, düşünce deneyimleri, karşıt örnekler gibi felsefe teknik­lerinden de yararlanıyorlar. Bu koşullarda, iyi ya da kötü, onlar da felsefe yapmış oluyorlar. Bilimsel yapının gövdesinde oraya bura­ya serpiştirilmiş küçük felsefi yamalar bulunması, felsefeyi bilim­den ayırt edilmez kılan bir şey değildir. Felsefeci de, kendi dizge ya da kuramını oluştururken, deneyimler gerçekleştirmek biçimin­de bilim yapıyor olmasa bile, demin değindiğim gibi, uslamlama­ları içinde doğruluğu bilimsel olan önermelen sık sık kullanabil­mektedir. Felsefe ile bilim arasındaki bu sıkı dayanışma ve işbirli­ği, ortaya çıktıkları ilkçağ dönemlerinden beri varolagelmiştir.

Felsefeyi bilimden ayıran ikinci ve önemli bir nokta, yukarı­da sözü ^:.:Iilen gerekçelendirme yöntemi başkalığı ile sıkıca ilintili. Bu başkalık dolayısıyla, aynı konuya ilişkin olarak bilim ve felsefe farklı sorular soruyor, farklı yönlere ilişkin açıklamalar yapıyorlar. Bu neden? Çünkü mantık deneysel sorulara nasıl tatminkar yanıt­lar veremezse, deney de kavramsal soruları yanıtlayamayacaktır. Isıtıldıklarında metaller genleşir mi? Buna verilecek olumlu bir ya­nıt da, olumsuz bir yanıt da mantık açısından geçerli olacaktır; çünkü her iki yanıt da tutarsızlık ya da çelişki içermemektedir. Isı­tıldığında genleşmeyen, hatta büzülen bir metal parçası düşüncesi (örneğin dört açılı üçgen düşüncesinin tersine) çelişik değildir. Ya­nıtlardan yalnızca olumlu olanın doğru olduğunu, yeterli bir nice-

likle (ve başka destek yöntemleriyle) gözlemlenen olgu, yani de­ney saptayabilir.

Peki ya yanıtları deneysel olmayan sorular? Bunlar arasında bilim yanı sıra, felsefenin de anlamsız bulup yanıtlayamayacağı, örneğin "Neden bir evren var?", "Evren varolmadan önce ne var­dı?" gibi sorular bulunsa da, felsefece yanıtlanabilen tüm sorular yine deneysel olmayan türdeki sorulardır. Yani bilim, felsefe soru­larına da anlam atfedemeyecektir. Şimdi felsefe sorularını deneysel sorularla olan ilişkileri açısından ele alalım. Bunun için bilimin odaklarından birine başvuracağım.

Devinimin deneysel tanımı rnekaniğİn tam temelindedir. Devinim yasalan, devinime ilişkin öne sürülebilecek her deneysel sav bu tanımı varsaymak durumunda. Kabaca düşünülecek olursa, uzay ve zamanın belli bir noktasında bulunan herhangi bir nesne için devinmek, zamanın o noktaya komşu olan bir sonraki noktası­na gelindiğinde, uzayın komşu olan başka bir noktasında bulun­maktadır. Bilime göre böyle bir tanım doğru olacaktır, çünkü ci­simlerin devinimini böyle gözlemliyoruz. Oysa, mantıksal açıdan, bu önerme birçok başka öneernenin doğruluğunu önkoşul olarak varsayıyor. Tanımın doğruluğu, önkoşul konumundaki tüm öner- ınelerin doğru olmasına bağlı.

Birkaç örnek sayalım: "Küre ve silindirlerin kendi eksenleri çevresinde dönüşlerinin başka ve uygun bir açıklaması vardır; uzay ve zamanda yer değiştiren nesneler kendileriyle özdeş kalır­lar; zaman içinde özdeşlik öznel bir görü değil nesnel bir olgudur; zamanın önceki aşamalardan sonrakilere doğru yönelen tek bir doğrultusu vardır; uzaysal konumlar gerçektir; uzay ve zaman bi­zim uydurduğumuz şeyler değil gerçek şeylerdir" ve benzer başka önermeler... Devinim tanımının bir doğruluk değeri taşıması, tüm bu önkoşulların doğru olmasına bağlı. Ne var ki, bilim açısından bunların doğruluklarını sorgulamak saçma sorular sormak olacak-

tır, çünkü böyle soruların uygun deneysel yanıtları yok. Böyle so­rular, deneysel olarak temeli oluşturan önermelerin "altında" kalan şeylere ilişkin. Bunları sormak, deneysel yöntemin, dolayısıyla da bilimin erişebildiği yerin daha derinine ilişkin şeyler sormaktır. İş­te böylesi sorular çoğu kez gerçek ve tipik felsefe sorunlarını dile getiriyor. Yine çoğu kez, her bir böyle soruyu karşılamayı amaçla­yan, birbirine rakip, çok sayıda felsefe kuramı söz konusu oluyor. Uslamlamalar üzerinde yükselen böylesi soru ve kuramlar, felsefe­nin gerçek alanını belirliyorlar. Bu değerlendirmeler ışığında, fel­sefenin bilimi tamamladığı ve onun bunu daha temel sorular sorup daha derinlere inerek yaptığı öne sürülmüştür.

Uslamlamaya dayanmak, felsefenin ayıncı bir özelliğidir, dedik. Derin düşünceleri en hoş ve etkili bir biçimde dilegetiren edebiyatçı da, soyut "nesnelerin" kuramını yapan bilim adamı da, ortaya uslamlamalarla çıkmadıkça felsefe yapmıyorlar. Yaptıkları­nın değeri, öncekinde estetik (ve belki de retorik) sonrakindeyse deneysel vargılar temelinde ölçülebilen bir şey olacak. Aynı ölçüt, düşünce tarihi malzemesiyle ortaya çıkıp felsefe ya da felsefe tari­hi yaptığını öne sürenler için de geçerli. Şu filozof şunu söylemiş, öbürüyse böyle demiş, etkisi şu olmuş gibi söylemler, ilk bakışta sanki felsefeymiş gibi görünebilir. Bu görünüşe kapılmadan önce, yazarın hangi savı savunmak için nasıl bir argüman geliştirdiğine bakmak gerekir. Ülkemizde düşünce tarihini felsefe tarihi ile tutmak, bu alandaki en yaygın yanılsamalardan biri olagelmiştir.

Felsefenin alanına dışarıdan gelen taşkınlar olabildiği gibi, felsefecilerin dış alanlara taştıkları da sıklıkla görülüyor. Bilimin değişik alanlarının, dinin ve sanat dallarının üzerine eğildikleri şeylerin felsefesinin de yapılabildiğine değindik. Ne var ki, bir fel­sefeci klasik felsefe sorunları dışındaki alanlara eğildiğinde ille de oranın felsefesini yapıyor olmayacaktır. Felsefecinin yaşamın çe­şitli konuları üzerine kimi felsefe kavramlarını da kullanıp tartış-

malar yapması, denemeler, köşe yazıları, "derin" ve ilginç kimi metinler kaleme alması, sıkça rastlanan bir şeydir. Bunların felsefe olarak görülebilmeleri için de, önce hangi uslamlamalarla temel- tendiklerini sormak gerekir. Şu ya da bu konunun, kavramın, "fel­sefesini yapıyor" olmak görünüşü ardında, felsefeci olmayı bile gerektirmeyen birçok tartışma yürütülegelmiştir. İlginç olan bir şey, bugün felsefe çevrelerinde ele alınan sorunların başında bir yandan şimdi tartıştığımız, felsefenin neliğine ilişkin soru gelirken, öbür yandan da felsefecilerin çeşitli konularda, üst-dilden, ancak felsefe olmayan söylemler sürdürüyor olmalarıdır. Felsefeden dış­lamaya çalıştığım bu etkinlik biçimlerinin kendiliklerinde kötü ya da değersiz şeyler olduklarını öne sürmedim. Böyle şeylerin değer­lerini felsefe dışından kazanmak gereğinde olduklarını ve felsefe açısındansa ancakfelsefemsi olabileceklerini savundum.

FELSEFEDE EDEBiYAT

(1982)

Ülkemiz felsefecilerinin yazı etkinliğine baktıgımızda, bu­nun kimi kez yazın etkinliğinden pek de kesin çizgilerle aynimarlı- ğını görüyoruz. Örneğin kimi felsefecilerimiz roman, öykü ve baş­ka edebi yapıtlar üretirken, kimileri de edebiyat eleştirilerı vazıyor. Bunun yanısıra, kimi felscfecilerimiz felsefe yazılarının edehi de­ğeri konusunda büyük duyarlık gösteriyor. Buna kimse karşı cıka- maz, çünkü felsefeci olmak edebiyatçı olmayı veya edebi etkinlik­te bulunmak, felsefi etkinlikte bulunmayı dışlamıyor. Belki yalnız ülkemize de özgü olmayan bu felsefi ve edebi etkinlik yakınlaşma­sının bugünün Türkiye kültür ortamı ve felsefe eğitim anlayışıyla nedensel ilişkileri de var. Amacımız, bu olgunun nedenlerine eğil- rnekten çok onun sınırlarını irdelemek.

Bir felsefeci, edebiyat ve felsefe yazı etkinliği açısından ne yapar? Dört seçenek düşünebiliriz:

(1)                 1) Felsefe yazar,

(2)    Edebi yazılar (veya edebiyat eleştirisi) yazar,

(3)   Felsefeden etkilenmiş veya felsefi boyutu olan edebi ya- zılai yazar (burada felsefe edebiyat hizmetinde kullanılıyor olacak­tır) ve

(4)    Edebi felsefe yazar, yani edebiyatı felsefe hizmetinde kullanır.

Her dört seçenekte olduğu gibi birincideki etkinliğin de dili kullanmayı gerektirdiği apaçık olsa gerek. Felsefe zorunlu olarak bir dille ve o dil içinde yapılır. Dili kullanmanın her düşünceyi ilet­mek için zorunlu olamayacağı bir yana, felsefi düzeydeki düşünce­yi, değil iletmek, düşünebilmek için bile, gelişmiş ve soyut kav-

ramlar dağarcığını zenginleştirmiş bir dil kullanmak zorunludur. Oysa, felsefe yapmak için bir dil kullanmanın zorunlu olması, fel­sefe yapmanın edebiyat yapmayı zorunlu kılması yargısına götür­mez. Tersine, edebiyat yapmak, dili özel bir biçimde ve özel bir amaçla kullanmaktır. Bunun apaçık olduğu, fen dalları da içerii- rnek üzere, hemen bütün disiplinlerin dili kullanmak zorunda oluş­larından da bellidir. Felsefe ile edebiyat arasındaki ilişki ancak ili­nekseldir.

Felsefe, profesyonel düzeyde yapıldığında, büyük ölçüde "teknik" bir etkinliktir. Onun bu teknik boyutu da kendine özgü bir özel terimler dağarcığı ve söylem biçimi kazanmasına yol açar. Dolayısıyla, dilin felsefe amacıyla kullanımında, kolay anlaşılır günlük kullanımbiçimleri ile felsefenin belirli alanlardaki teknik özelliklerinin gerektirdiği boyutlan verebilen ve belki de dilin gün­lük kullanım biçimlerine pek uymayan sentaks yapıları arasında, karşılıklı ödünlerle sağlanacak bir orta yol tutturmak, felsefe yazı­sının daha kolay okunurluğunu sağlayan önemli bir etmendir. Bu­nu daha değişik bir biçimde anlatacak olursak, (1) seçeneğinde di- legelen etkinlik, teknik bir nitelik taşıması nedeniyle dili özel bir biçimde kullanmayı gerektirir. Bundan dolayı da, ne dilin günlük kullanımının ne de (daha önemli olarak) (4)'ün ölçüt ve standartla­rıyla değerlendirilebilir. Bir felsefe yazısının açık ve seçik olarak anlaşılabilir olması, doğal olarak, aranır bir niteliktir. Ancak bu, bir popülerleştirme bedelinde olmamalı, teknik anlatımlar pek de zorlanmadan, felsefi niteliği korumak uğruna, gerekirse dil ve bi- çem güzelliğinden ödün verilebilmelidir. Buna örnek olarak, iyi bir biçemin gereği olduğu söylenen, her tümcede yalnız bir düşünce anlatmak ilkesinin, felsefe yazısına ilişkin olarak her zaman geçer­li olmadığını belirtebiliriz. Çünkü felsefe yazarken, birkaç düşün­ceyi aralarındaki mantıksal ilişkiyi de vererek, bir tek tümcede di- legetirmek zorunluluğu sık sık doğar.

Friedrich Nietzsche'nin BFS Yayınları'nca yeniden basılan Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe adlı yapıtını çeviren Nusret Hızır, 17. sayfada çeviri üzerine kimi notlar yazmış. Nusret Hızır yalnızca açık seçik, mantıksal ve "bilimsel" felsefeyi Türkiye 'ye getiren iki üç düşünürden biri değil, aynı zamanda Türkçe felsefe söyleminin kuruluşuna başlıca katkıları yapan birkaç kişiden biri. Şöyle diyor Hızır: "Bir metinde anlam bakımından atomu, kelime değil, cümle teşkil eder; onun için çeviride kelimeden çok cümleye sadık davranmak gerekir... Uzun cümleden korkulur ve çevrilecek eserde cümleler uzunsa, bunları parçalamak, örneğin uzun bir cümleyi, o kısa cümle halinde tercüme etmek doğrudur denir. Biz­ce bu görüş yanlıştır. Çünkü bir uzun cümlede bütün düşünceler bir ana düşünce etrafında toplu iken, örneğimizdeki kısa cümleler­de 4 ana düşünce ardarda -sadece ardarda- gelmektedir. Onun için, çeviride Nietzsche'nin uzun cümlelerini, Türkçe uzun cümlelerle vermeyi daha uygun bulduk. Bazı yerlerde uzun cümle anlamı ka- ranlıklaştırınca, onu parçalamak zorunda kaldık." Parçalarına ay­rılmış, yığılı duran bir iskemle değilse ve bir tahta yığını olarak üzerine oturmak için kullanılamazsa, bir tek tümcede dile getirilen, mantıksal olarak ilişkili birkaç düşüncenin bir aradalığı da, ayrı tümeelere indirgendiğinde, öncekiyle eş değerde bir kullanım ve etkiye sahip olamaz. Nusret Hızır'ın felsefe metinlerinin çevirisi bağlamında değindiği bu nokta, gerçekte (çeviri olsun olmasın) felsefede yazılarının kendine özgü doğasının daha genel bir yönü­nü sergiliyor. Evet, daha karmaşık bir tümcede, edebi açıdan biraz da hantal, hatta kimi kez gülünç bulunan biçimlerde dilegelebilen bir felsefi düşünceyi, parçalarına ayırıp öylece de yazabiliriz. Böy- lece, bu tümeeleri anlaması da daha kolay olur. Ancak bu, eşdeğer- liği her zaman korumayan bir işlem olduğundan, düşünce çarpıla- bilir; kolay fakat inceliğini, keskinliğini ve başlangıçtaki mantıksal yapısını yitirmiş bir düşüneeye dönüşebilir. Bundan dolayı, "Do-

lambaçlı yazıp kafa karıştırıyor; kulağını tersten gösteriyor", "İngi­lizce düşünüp Türkçe yazıyor" ya da, "Ben, onun karmaşık, anla­şılması güç tümcelerindeki düşüncesini, kısa ve kolay anlaşılır tümcelerle yazabilirdim" demek kimi durumlarda ne dil ustalığıdır, ne de marifettir. Bu olsa olsa bir vülgerleştirme çağrısıdır. Burada iki aşırı uçtan da kaçınmak gerek: Hem "Ben kolay anlayamıyo­rum, dolayısıyla bu metin gereksiz ölçüde karmaşık" (ya da " .. bu daha yalın olarak dilegetirilebilir") diye kesip atmak, hem de felse­fede kimi durumlarda kaçınılmaz olan bu karmaşık anlatım zorun- luğu ardına sığınıp karmakarışık düşünceleri felsefe saymak yan­lıştır. Bir felsefe yazısını okurken, onu anlamak için yeterli çabayı göstermekten kaçınmamalı, onun değerini verirken de dilegetirdiği düşünce içeriğini öne almalıdır. Şimdi değindiğimiz bu ve benzer nedenlerden, felsefe tarihi, birçok büyük ustanın yazdıklarının pek de kolay anlaşılır ve hatta güzel bir dil sergilemediğini gösterir.

Felsefe ve edebiyatın değerlendirilmesinde kullanılabilecek ölçütler köktenci bir anlamda farklıdır. Edebiyat sanat ölçüleriyle değerlendirilir. Felsefe ise, değerlendirilme açısından bilimle ortak bir ölçüte sahiptir. Sanat üzerine çevrildiği yerlerde bile bir "bilim­sel" nitelik korur. Felsefede ölçüt doğruluktur. Felsefe etkinliğinin amacı doğru bir açıklama, doğru bir çözümleme ve doğru bir yo­rum getirmektir. Bunu yaparken kullanılan dilin güzel de olması, felsefe açısından bir değer taşıyamaz. Kaldı ki, kullanılan dilin gü­zelleştirilmesinin bedelinin anlamda çokluk ve kaypaklık olduğu durumlarda, önermelerin doğruyu veriş biçimi etkilenecek ve fel­sefi değerleri böylece düşebilecektir. bilin edebi kullanımında söz­cüklerin çağrışımları, kaypaklık ve çokanlamlılıkları önemli bir araç olduğuna göre, yazının felşefi değeri, güzelliğin bu araçlarla sağlandığı ölçüde yitirilmiş olacaktır. Bu bakımdan, (4)'ün, felse­feyi değerlendirmede ölçüt olması bir yana, onun kendi felsefi de­ğeri tartışmalıdır.

Bir felsefecinin (2) ya da (3)'ü yapmasına kimsenin karşı çı­kamayacağını daha önce de belirttik. Hele (3) çok güzel ürünler verebilir. Bunun birçok örneği de var. Yalnız, ne (2) ne de (3) fel­sefe değildir; felsefe ile karıştırılmamalıdır da. Örneğin yalnızca bu iki etkinlik içinde bulunan biri, yazar olarak felsefeci değil ede­biyatçıdır. Felsefe yazarlığı, başka disiplinlerdeki düşüncenin yazı­ya dökülmesinde olduğu gibi, bir profesyonellik boyutu gerektirir. Bu da (1) etkinliğinde yatar. (3)'ten (4)'e kaymak, veya (1) ve (3)'ü yapıyor sancak (4)'ü yapmak çok kolaydır. Ancak (1) ve (4) arasındaki ayrım çok önemlidir ve (4) ne felsefi ne de edebi açıdan doyum vermek düzeyine erişerneyebilir. Çünkü (4 ), arkasındaki amaçların ve buna bağli olarak da, ölçüt ve standartların yanlış alanlara kaydığı bir sapmalı yazarlık etkinliğini dışlamayabilir.

Bu bağlamda, (1) türünden etkinlik ürünü sayılabilecek fel­sefe yazılarının dil açısından eleştirisine değinelim. DoğaL olarak, her yazı gibi, felsefe yazısı da dili doğru olarak kullanmak zorun­dadır. Dilin doğru kullanımını biçem değil, öncelikle sentaks belir­lediğine göre, bir felsefe yazısını sentaks yanlışları açısından eleş­tirmek, uygun ölçüler içinde geçerlidir. Daha dar ölçüler içinde ol­sa da, felsefe yazısını biçemi açısından eleştirrneye de yer vardır. Bir felsefe yazısının genel değerini sentaks ve biçem eleştirileri açısından yargılama noktasına gelindiğinde, dil açısından eleştiri­nin dozu artık kaçmıştır. Bu noktalara varan eleştiri felsefeyi (4) etkinliği gözlükleri arkasından görmektedir. Ölçütler burada iyiden iyiye karışmıştır.

Felsefe yazılarını dilleri yönünden eleştirmenin çok daha geniş ölçülerle geçerli olduğu bir alan, anlam ya da sernantİk açı­sından yapılan eleştiridir. Örneğin eleştiri, bir felsefe uslamlama­sında bulunan kaynak ve çokanlamlı kullanımları ortaya çıkarabi­lir. Yine eleştiri, felsefi açıklamada kullanılan terimierin çağrışım­sal yüklerinin anlamlarını aştığını ortaya koyuyor veya bir felsefi

düşüncenin temel ularolarında mantıksal çelişkiler, düşüncede mantıksal yanlışlar belirliyor olabilir. İşte dil açısından yapılabile­cek bu tür eleştirinin felsefe yazısının tüm değeri üzerinde geçerli­liği vardır. Çünkü gösterilebilecek bu tür sernanlik yanlışlar, felse­fe yazısının ilettiği düşüncedeki mantık yanlışlarını, yani temel fel­sefi yanlışları yansıtırlar.

Özetle, ( 1) türündeki bir yazının gramer ve biçem yönünden eleştirisi, dilegetirdiği felsefeyi eleştirrnek olmayacağından, felsefe açısından değersizdir. Ancak kullanılan dilin anlam boyutu üzerin­den yapılan bir eleştiri, dilin ilettiği düşüneeye ilişkin olarak da ge­çerli olacağından, aynı zamanda, tam anlamıyla bir felsefe eleştiri­sidir.

Felsefe eğiliminde, bu etkinliğin öncelikle doğrunun arayışı olup bir sanat yapıtı yaratma çabası olmadığı ilkesi gereğince be- nimsettirilebilirse, bunun düşünce dünyamızda profesyonelleşme­ye ve profesyonelliği değerlendirmeye önemi gözardı edilemeye­cek katkıları olacaktır.

TÜRKÇE'DE SOYUT KAVRAMLAR

(1985)

Felsefe konularının Türkçe anlatımında karşılaşılan kimi güçlükler, sanıyoruz konuyla ilgili çok kişinin paylaştığı bir sıkın­tıyı oluşturmaktadır. Bu sıkınııyı değişik nedenlere bağlayanlar olabilir. Bizim burada vurgulamak istediğimiz, Türkçenin henüz soyut kavramlar açısından istenen düzeyde zengin olmayışından kaynaklanan güçlük... Felsefe söylemindeki sıkıntının Osmanlıca- dan arıtılmış Türkçenin soyut kavramları dile getirişte sınırlı kalı­şından kaynaklandığı görüşüne karşı tepki gösterenler olmuştur. Sorunun dildeki bir kavramsal fakirlik konusu olmayıp, bunun ger­çekte felsefe terminolojisindeki bir eksiklik ya da sınırlılık olduğu savunulmuştur. Böyle bir tutuma karşı şu iki noktayı öne sürmek istiyoruz. Önce, sorunun, anlamını yitirmeden, bir teknik terimler kısıtlılığına nasıl indirgenebileceğini görmek güçtür. Çünkü felsefe terminolojisinin dilden bağımsız olarak nasıl kavranacağı belli de­ğildir. Bir felsefe terminolojisi işlevini ve dolayısıyla yaşamını, bağlı olduğu dil içinde kullanılarak bulmaz mı? Türkçe felsefe te­rimlerini zenginleştirrnek Türkçenin bir bölümünü zenginleştirrnek değil midir? ikinci olarak ise, kanımızca, felsefe terimleri sözlüğü­müzü yetkinleştirip, ona tam anlamıyla uyulmasını sağlasak bile, söze konu ettiğimiz sorunu bütünüyle çözmüş olamayız: Felsefe terimleri, sorunun yalnızca bir yönü, bir bölümüdür. Bundan dola­yı sorunu yalnızca felsefeye ilişkin bir güçlük olarak değerlendir­mek de yanılgılıdır. Sorun, soyut bir dil kullanmak gereğinde bulu­nan bütün üst düzey kuramsal alanları ilgilendiren bir güçlükten kaynaklanmaktadır. Bu kapsam içine ise, felsefe ile birlikte toplum bilimleri ve kimi alanlarda doğa bilimleri de girer. Ayrıca güçlüğü,

felsefe terimleri yanısıra, tüm bu alanların teknik terimlerini geliş­tirip yetkinleştirmekle de ortadan kaldırmak olanağı yoktur.

Belirli bir disiplinin, örneğin felsefenin, teknik terimler da­ğarcığı ve dildeki, disipliniere bağlı olmayan soyut kavramları dile getiren sözcükler öbeği arasındaki ayrım kesin bir sınır oluştur­maz. Bu alanlar arasında çeşitli örtüşmeler, çifte kullanımlar, hatta anlam kaymaları da söz konusudur. Ancak, belirli bir örtüşme bu­lunuyor olmasından, terminoloji sorununu çözerek soyut söylem­deki sıkıntıların tümünü gidereceğimiz sonucuna atiarnaya pek de hakkımız olmasa gerek. İster teknik terimler dağarcığı, isterse de bunun dışında kalan soyut terimler olsun, sözcüklerdeki yetersizli­ğin, ilgili dili kullananlarda kavramsal alanda bir sınırlamaya ne­den olması kaçınılmazdır. Belirli bir dili kullananlar, ondaki soyut anlatım olanaklarının kısıtlılığı ölçüsünde, soyut düşüncede de sı­nırlanacaklardır. Çünkü soyut kavramlar düzeyinde, düşünce dile büyük ölçüde bağımlıdır. Eğer dil kimi ayrımları veremiyor ve ki­mi kavramları anlatıma dökemiyorsa, düşünmede ona bağımlı olan, onu kullanan bireyler de aynı ayrım ve kavramları düşüne­meyeceklerdir. Bunun o dildeki soyut düşün ürününü nasıl kısıtla­yacağı açık olsa gerek.

Dilimizdeki bu sınırlılığın boyutu üzerine bir görüş verebil­mek amacıyla, kavramsal yönden zengin dillerden İngilizce ile bir karşılaştırma yapalım. Düşünmek, Türkçede şimdi kullandığımız sözcük dışında, "düşüncede bulundurmak", "öngörmek", "ele al­mak", "tartışmak", "akıldan geçirmek", "kurmak" gibi terim ve deyimlerle dile getirilir. Bunlar, aralarında çeşitli anlam ayrımları içeren, ancak, türnce içinde yerlerine "düşünmek" sözcüğünün konmasının türnce anlamını genellikle değiştirmediği terimlerdir. Öte yandan "düşünmek" sözcüğüne karşılık olabilen bu terimler, bu sözcükle her bağlamda eşanlamlı değildir. Düşünmeyi dile ge­tirdikleri bağlamlarda bir ölçüde kaypak ve ayrıca çoğu da, temeli

mecaz olan bir kullanımdadır. İngilizcedeki "to think" sözcüğüne mecaz bir yorum gerektirmeden eş anlamlı kullanılabilen sözcük­ler uzun bir liste oluşturur: "To consider, deliberate, contemplate, entartain, reflect, ponder, cogitate, meditate, cerebrate, lucubrate, speculate, muse, ruminate, introspect, suppose, surmise" vb. Me­caz yoluyla deyimleşerek düşünmek anlamını kazanmış dile geti­rişler de, bütününü vermediğimiz bu listeden aşağı kalmaz: 'To ta- ke into account, apply the mind, bend the mind, digest, discuss, hammer at, puzzle out, nurture a thought, take into consideration, take counsel, revolve in the mind" vb...

Düşünmek, örneğin tıpkı "anlamak", "kavramak", "belirle­mek", "kapsam", "ilke" ve "koşul" gibi, teknik olmayan soyut bir kavramdır. Teknik bir söylem bağlarnından çok, doğal dil bağla­mında kullanım bulur. Ancak felsefe incelemeleri içinde de sık sık yer alır. Düşünmek kavramı ile ilgili kısıtlanma, bu kavrama iliş­kin, ya da onu kullanmayı gerektiren söylem içinde, az sayıda olan olanaklı dile getiriş araçları nedeniyle, kimi ince ve ayrıntılı anlam ayrılıklarını verememek biçiminde belirir. Örneğin, "Düşünceyi dil ile mi yürütürüz?" gibi bir soruyu ele aldığımızı düşünürsek, konu­yu irdelemenin, değişik düşünsel biçimleri, onları birbirlerinden ayırt edebilecek terimlerle kavrayabilmeyi gerektirdiğini görebili­riz. Kısıtlanışın bir başka boyutu da, kullanılan türncelerde kimi te­rimlerin çok sık yinelenmesi ve dolayısıyla bir tekdüzeliğin doğ­masıdır.

Tekdüzeliğe ve kavramsal kısıtlamaya neden olan başka bir etmen, türetilen soyut sözcükler ailelerinin, çoğu kez almaşıksız olarak, özdeş bir kökenden gelmeleridir. Kimi batı dillerinde oldu­ğu gibi, bir kavramı, değişik köklerden türetilen yapıca ayrı alma­şıklarla dile getirebilme olanağı, biçimsel ve sernantİk yineleme ile tekdüzeliği önleyecektir. "OI"dan türetilen sözcüklerle kurulan "Olanaklı olgunun olumsal oluşu" veya "An" kökünden türetilen

sözcüklerle kurulan "Anlamı anlığında anlamak" gibi "anlatımla­ra" bağımlı oluş yalnız tekdüzelik getirmez. Kökün özdeşliği, kav­ramı ve onun yerine durduğu olguyu, değişik bakış açılarından, de­ğişik kavrayış yollarından görebilmeyi de önler. Şimdi betimledi­ğimiz türden kısıtlanmalar, doğaldır ki, belirli soyut kavramları di­le getirecek hiçbir Türkçe sözcüğün bulunmamasından ağırlıkça daha az bir güçlük doğurur. Çünkü bu son durumda artık kısıtlan­ma belirli bir kavramın ince alt ayrımlarını verememek durumunu aşmakta, kavram tümüyle, hiç düşünülememektedir. Örneğin İngi­lizcedeki "the speaker's meaning" diye adlandırılan ve bir tümce­nin anlam taşıması gibi, bir kişinin "anlamlaması" olarak dile ge­len kavramın, dilimizde karşılığı yoktur. Bu yazıyı örneklere boğ­mak istemiyoruz; yalnızca, terminoloji ögesi olmayan soyut terim­lerdeki kısıtlılığın, özellikle soyut eylemler ve nitelernelerin dile- getirilişinde duyulduğunu vurgulamak isteriz.

Bu gedikler nasıl kapatılabilecektir? Doğal olarak, akla ilk gelen, tıpkı felsefe ve öbür alanlara özgü özel terimler dağarcığı ile ilgili olarak yapıldığı gibi, yeni sözcükler türetme yöntemidir. Bu bir ölçüde uygulanabilir. Oysa, teknik terminoloji kapsamına gir­meyen soyut sözcükleri türetmek, terminoloji parçası olanları tü­retmekten çok daha güç olabilir. Terminoloji, belirli bir disiplin içinde, örneğin felsefe alanında etkinlikte bulunabilmek için zo­runludur. Felsefe öğrenmek, bu dalın terminolojisinin büyük bir bölümünü de birlikte öğrenmeyi gerektirir. Felsefe öğrenmek, bu öğrenirnin gereği olarak kimi özel kavramları da öğrenmektir. Bu özel kavramlar öğrenilen felsefe hangi dilde yapılmışsa orada za­ten vardır ve orada gelişmiş oldukları biçimde Türkçede karşılan­mak durumundadır. Bir başka deyişle, bu bağlamda karşılanması gereken belirli bir şey söz konusudur. Dolayısıyla aranabilecek ça­re de, neye yöneleceği belirgin olan bir çaba gerektirir.

Bu durumu, dilimizde yapıldığını varsayacağımız, yönte-

miyle de konusuyla da yepyeni ve başka bir dilde karşılığı bulun­mayan bir felsefe üretimi ile karşılaştıralım: Burada karşılığının aranması gerektiği söylenebilecek bir kavram bulamayacağız. Böyle bir yeni felsefenin kurulabilmek için gerektirdiği kavramlar, bu yeni düşüncelerin kendi devimseileri içinde ortaya koydukları istemin karşılanmasıyla, özgün olarak yaratılırlar. Doğal süreçleri içinde, felsefe terim ve kavramlarının ilk kez ortaya atılışiarı böyle olmuştur. Bu terim ve kavramlar, düşünce belirli konularda yol al­dıkça, derinlere indikçe, buralarda doğan yeni anlatım gereksinim­lerini karşılarken ortaya çıkmıştır. Ancak burada zorunlu olan ko­şul, bağımsız, özgün araştırma ve çalışmaların yapılıyor olmasıdır. Özgün felsefe terim ve kavramları, özgün bir felsefe ile birlikte üretilir.

Terminoloji kapsamında olmayan soyut terimierin zengin- Ieşmesinin, bu son türdeki doğal ve özgün üretim biçimine daha çok benzediği kanısındayız. Çünkü her dil soyut söylemini kendi başına, işlenerek yaratır. Kendi dilini öğrenmek ve kullanmak, be­lirli bir disiplini öğrenmek gibi değildir. Dil belirli alanlarda ve be­lirli amaçlarla kullanılabilecek bir araçtır. Yoksa dili öğrenmek, bir alanın içeriğini öğrenmek değildir. Dili soyut alanlarda özgün ola­rak kullanmak ve işlernek gerekir ki yeni soyut düşünceleri dile geliriş gereksinimleri doğsun. Yoksa, soyut kavramı düşünmeyi gerektirecek bu ortamı yaratmadan, kendiliğinden düşünülecek bir şey, bir kavram olmayacak, kavram düşünülemeyecektir. Düşünü- Iemeyen bir şey için de, başka dillerdeki dile getirişine istediğimiz bollukta Türkçe karşılık üretelim, bunları pek kimse kullanamaya­caktır. Dolayısıyla, dilimizi soyut kavram ve terimler açısından zenginleştirecek etkinlik önsel bir terim üretiminden çok, dili so­yut düzeyde kullanma çabası ve bu alanda verilecek yazılı ürün ol­sa gerektir. Bu ortamda ortaya çıkacak gereksinimler, ya yeni te­rimler, ya da önden var olan somut terimierin mecaz olarak soyut

kullanımıyla karşılanacak ve böyle kullanımlar yerleşiklik kazana­bilecektir. Öyle ise, soyut konuları işleyen yayınlar yönünden daha etkin bir ortam yaratmadıkça, daha çok düşünür yetiştirip, bunların daha çok yazılı ürün vermelerine uygun koşullar hazırlamadıkça, dilimizdeki bu sınırlılığı kolay kolay gidermek olanağını bulama­yabiliriz. Bugün Türkçede soyut anlatırnda çekilen türden güçlük­lerle sonradan özgün felsefeler yaratmış olan Batı dilleri de karşı­laşmışlardı. Bu, Fransızca ve İngilizce için 16. yy, Almanca için ise 17. yy'da söz konusuydu. Bu dillerdeki özgün felsefenin yaratı­lışı ise, soyut anlatırnda yeterli kıvraklığın sağlanış dönemine rast­lar. Türkçe'de bir eşanlamlı sözcükler sözcüğü, ya da İngilizcedeki Thesaurus türü sözcüklerin geliştirilebilecekleri düzey, çok uzak bir geleceğe bırakılmamalıdır.

DÜŞÜNME GELENEGİ VE GÜNÜMÜZ

(1991)

Şu aşamada Türkiye'de kurulu ve yerleşik bir düşünme ge­leneği var mıdır ve eğer yoksa bunu oluşturmanın koşulları neler olabilir? Bu sorunun yanıtı, "düşünce"den ne anlaşılacağına bağlı olarak bir çeşitlilik gösterecektir. Bir geleneği bulunup bulunmadı­ğını, ancak hangi anlamdaki düşünceyi kastettiğimizi belirginleşti­rerek söyleyebiliriz. Bunların birinde, düşünce, anlaksal (yani zi­hinsel) işleyiş, beynin yüksek işlevlerine bağlı bilinçli etkinlik de­mektir. Bu anlamdaki düşünce her sağlıklı insanda bulunması do­layısıyla, doğal olarak toplumumuz çapında da vardır ve olagel­miştir, öte yandan "düşünce"den kültür ve uygarlığın üst düzeyle­rine ilişkin etkinlikler de anlaşılır. Örneğin, böyle bir düşünce kav­ramı kapsamına bir yandan ahlakçı ve dinsel düşünce, gizemcilik, öte yandan da edebi üretim sokulabilecektir. Bu ikinci anlamdaki şey her insan topluluğunda bulunsa da, nicelik, nitelik ve derinliği açısından birinden öbürüne büyük ayrılıklar gösterir. Türk toplu- munda özellikle yaratıcı edebi düşünce alanında oldukça parlak bir zenginlik bulunuyor. Birinci anlamdaki düşüncenin varlığı nasıl ikinci anlamdaki bir düşünce zenginliğini kendiliğinden sağlaya- mıyorsa, ikinci anlamdaki bir geleneğin varlığı da, şimdi açıklaya­cağım daha dar bir anlamdaki düşünce geleneğinin varlığını garan­ti edemez. Bu son tür içine bilim ve felsefe giriyor. Son yüzyıla de­ğin hiçbir bilimsel ve felsefi etkinlik göstermeyen toplumlar sayıca oldukça kabarıktı.

Bizi burada ilgilendiren Batı türündeki felsefi ve bilimsel düşünce olacak. Bu tür düşünce, gizemciliği, tasavvuf biçimindeki dinsel düşünceyi ve hatta Çin, Hint, gibi Doğu türü felsefeleri de

dışta bırakır. Aynı adı taşımak, aynı şey, aynı kavram olmak demek değildir. Bir değer yargısı yapmak gerekmeden, yani birini öbürü­ne üstün tutmak gibi bir kaygı gütmeden bu ayrımı açık ve seçik bir biçimde saptamak gerekir. Batı türü felsefeden kökenieri İyon- ya'da, yani Anadolu'nun Ege kıyılarında bulunup, birçok bilim da­lını kendi içinden bir bir doğurmuş olan, temelde doğa ve insanı kavramaya yönelik bir kuramsal etkinliği anlıyoruz. Bu, ikibinbeş- yüz yıldır bilimle sürekli bir alış veriş içinde olan ve bilime karşı çıktığında bile onunla aynı kavramsal yapıyı paylaşan, bilimin te­mel kurarn ve varsayımları arasındaki, varlığın sakımı, atomculuk, değişim içindeki kalıcılık, bilginin algıya dayanışı gibi ilkeleri bili­me armağan etmiş olan bir etkinlik türüdür.

Bu son anlamdaki felsefi düşüncenin Türkiye'de hemen hiç­bir dönemde gelenekleşmediğini, I 9. yy.' ın sonlarından itibaren tek tük adımlarla ortaya çıkmaya başladığını, sonraları üniversite­nin kuruluşuyla kazandığı örgütselliğin bile böyle bir geleneği he­nüz gereğince oluşturabiimiş sayılamayacağını düşünüyorum. Oy­sa günümüzde Türk felsefecileri eğitim örgütleri bölümü, oldukça kalabalık bir diploma sayısı, iki felsefe kurumu, telif ve daha çok çeviri felsefe yayınları, ikisi akademik çevre dışından olmak üzere, çok da düzenli çıkartılamayan birkaç felsefe dergisine sahibiz. Bu­na karşılık açıklıkla görülen bir şey felsefe üretiminin nitelikte ol­dukça düşük oluşudur. Henüz emekleme dönemini aşabilmiş deği­liz. Yazıp tartıştığımız konular, örneğin şimdiki gibi, felsefi içerik taşımak yerine felsefeye ilişkin olmakta, derslerimiz çoğunlukla birincil kaynaklara ve okumaya dayanmak yerine, yıllar boyunca aynı basmakalıp felsefe klişelerinin art arda sunulduğu, ayrıntıdan kaçınan yüzeysel bir anlatım biçiminden kendini bir türlü arındıra- mamaktadır. Araştırma yazılarıysa çoğu kez felsefenin candamarı olan uslamlamadan yoksun, kimi görüşlerin klasik ustalardan bol­ca alıntıyla birlikte sıralandığı metinler görünümündedir. Tartışma,

kısırlığını ve poJemik ağırlığını sürdürmekte, dergiler 1 20 sayfayı dolduracak yazı bulunamadığı için aylarca, bazen yıllarca geç çık­makta ya da kapanmaktadır. İlginçtir, dergilerin en önemli sorunu bastığım satamamak değildir; yayımiayacak yazı bulamamaktadır- Iar. Akla bir soru geliyor: Bunca nicelik, bunca felsefe bölümü me­zunu, bunca öğretim üyesi ne yapmaktadır? Esin perisinin gelme­sini mi bekliyorlar?

Felsefede henüz bir gelenek kurabilmiş olmadığımızı, bek­lenti ve beğeni düzeyimiz ile bunun göstergesi olduğu standartın yeterliliğe ulaşamadığını öne sürdüm. Şimdi en önemli göstergeye değinmek istiyorum. Ancak yüksek düzeyli araştırmaları yayımla­yan, saygın uluslararası felsefe dergilerinde Türk felsefesinin katkı oranı nedir? Nüfusumuza göre bilirnde de oldukça düşük olan bu katkı felsefede yoka yakındır. Yanılmıyorsam 1 970'1erde bu tür felsefe dergilerinde Türkiye'den kaynaklanan hiçbir makale çık­madı. SO'Ii yıllardaysa ülkemiz felsefesi bu yarışa yılda bir yazı düzeyinde katılmayı başarabildi mi, bilemiyorum.

Kişi olarak felsefenin ülkemizdeki geleceğine hep umutla ve olumlu beklentilerle yaklaşageldim, ileride düşüncenin ülke­mizde serpilip gelişeceğine, burada da özgün felsefi görüşler üreti­lerek uluslararası etkinlikte önemli atılımlar yapılacağına ve bir Türk felsefe geleneğinin oluşacağına kuvvetle inandım. Bütün bunların yetişmeyle yakından ilgili olduğunu, ileride öğretim üyesi olacakların şimdiki eğitimleri için yükseltilecek standaTtın gele­cekteki eğitimi çok daha üstün kılacağını düşündüm. Ekolleşme ve ortak konularda özelleşmenin tartışmaya düzey ve zenginlik geti­receği, böylece niteliğin yükseleceği kanısını korudum. Kaldı ki, bu yolda bir zamanlar önemli engeller yaratan rotasyon, müfredat şablonları ve kimi başka YÖK uygulamalarının artık ortadan kalk­mış oluşu, yurt dışında felsefe doktorası yapmakta olan Türk öğ­rencilerin ülkeye öğretim üyesi olarak dönmeye başlamış oluşları

hep umut verici gelişmeler. Bunlara karşın, ben yine de artık eskisi ölçüsünde iyimser olamıyorum.

Yerel kültür açısından çeşitlilik, dolayısıyla da zenginlik ta­şıyan bir ülkede yaşıyoruz. Karşıtların aynı potada eriyip bireşim- Iere gebe oldukları bir ortam bu. Her yöresi oldukça kendine özgü renkler taşıyan bir ulusuz. Ne var ki, bu çeşitliliği oluşturan kültür öğelerinin ancak yerel olduğunu vurgulayalım. Bunun tek başına evrensel kültür tabanını oluşturması beklenemez. Bu tabanın oluş­ması için son derece önemli başka boyutlar da gerekir, işte bu nok­ta, bizi ülkede bugün yaşanan bir başka kültür karşıtlığı, bir değer­ler savaşına getiriyor: Sözünü ettiğim şey kır-kent ayrılığı. Düşün­ce geleneğinin oluşması için zorunlu koşulların en başında kentsel­lik ve düşüneeye uygun bir kültür temeli gelir. Eskisi ölçüsünde iyimser olamayışımın nedeni birbirleriyle doğrudan ilişkili olan bu iki niteliği toplumumuzun son yıllarda artan bir hızla yitirmektc oluşu. Kanımca, özellikle büyük kentlerimizde en keskin bir bi­çimde gerçekleşen kır-kent kültür değer çatışması, en azından kısa dönemde, kent kültürünün yenilgisiyle sonuçlanıyor. Gelişmiş ül­kelerin tümünde tersi gerçekleşmiş olan şey, bizde kentliliğin yıkı­mı yönünde yol alıyor.

Kırda felsefe olmamıştır; ekonomik açıdan böyle bir şeyin gerçekleşmesi beklenemez. Köy ve taşra felsefe üretmez. Düşünce, kentsel ortamı zorunlu kılar; uygarlıklar büyük kentlerde yükselir, ülkeye buralardan yayılır ve etki yapar. Kentselliğin sağladığı refa­hın, örgütselliğin ve toplumsal ilişki biçiminin üzerinde yükselen karmaşık ama incelmiş bir kültür zenginliği sırtında taşır, düşünce­yi. Kentsellikse yapıtaşmış bir alanda yaşayan insan sayı ve yo­ğunluğuyla ölçülemez. Nasıl göçebe kavimleri gelişigüzel bir ara­ya getirmekle yerleşik bir toplum elde edilemezse, kırsal kökenli insanların milyonlarcasını aynı yerleşim alanında toplamakla da bir metropol elde edilemez. Kenıselliği oluşturan, nicelikten daha

önemli olarak, kendine özgü bir niteliktir, ülkemizde otuz yıldır hızlanarak yaşanan kentlere göç olgusu, eskiden şehir olan yerleri şimdi dev ve yozlaşmış köylere dönüştürmüştür. Büyük merkezle­rimizde nüfus çoğunluğu artık kırsal kökenli insanlara geçmiştir, geçmektedir. Bu kesim insanlarımızın değer dizgelerinin kentsel olanlardan ne denli farklı olduğunu trafiğin, yapı düzeninin ya da sokakların Türkiye'de aldığı duruma bakarak görmek mümkündür. Burada vurgulanması önemli olan şey şudur: Eskiden kentlerde göreceli olarak azınlıkta olan kırsal kökenli insanlarımız, çoğunlu­ğa ulaştıktan sonra artık kendi değerlerini kentli çevrelere de em­poze etmeye başlamışlar, kentlere sahip çıkmışlardır. Bugün kent kültürü ve değerleri temelden tehdit altında olup, gelecek nesillere önderlik etmek bir yana, giderek silinmek tehlikesiyle karşılaş­maktadır. Kaldı ki kırsal değerler ve davranış biçimleri kırsal ko­şullara uyarlıdır; kent ortamında bunlar kaçınılmaz bir biçimde yozlaşmaktadır. Ben bir açıdan toplumun geniş kesimlerinin içine düştüğü ahlak boşluğunu, bir başka açıdan da aşırı dinci akımların alabildiğine yayılabilmiş oluşunu, örneğin artık Ramazan'da so­kakta sirnit yiyip sigara içenlerin dayak yemek olasılığını yaşama­larını, hep bu olgunun bir göstergesi, bir parçası olarak yorumluyo­rum. Laikliğin kent kökenlinin savunduğu, şeriatçılığınsa kırsal kökenli insanlarımızın sempatiyle baktıkları doktrinler konumunu aldıkları ölçüdeki bir kutuplaşmanın gerçekleşmemesini diliyorum.

Bilim, ne ölçüde büyük kuramsal değişimler geçirmiş olursa olsun kavramsal bakış ve yaklaşım biçiminde belirgin bir bağda­şıklığı (homojenliği), bir anlayış bütünlüğünü, 2500 yıldır sürdüre- gelmiştir. Kuramsal paradigma farklılıklarını tek bir bütünsellik içinde örtüp birleştiren bir kapsayıcı anlamdaki bilim, doğayı ve yaşamı anlamaya yönelik bir açıklama dizgesi olarak ortaya kona­bilecek olanaklardan ancak biridir. Doğa ve yaşam bambaşka al­maşık dizgelerle de kavranmaya çalışılabilir, çalışılıyor da. Örne-

ğin, İlkçağ ve Yeniçağ bilimsel yaklaşımları ne denli farklı olurlar­sa olsunlar, fiziksel olaylara bir Uzakdoğu felsefesinin, dinlerin ya da bir gizemcinin yaklaşımı karşısında, aynı bütünün parçası ola­rak gözükürler. Aynı hastalık tıp biliminde belli bir biçimde anlaşı­lır ve iyileştirilirken, almaşık bir Çin iyileştirme sanatının bu olgu­yu kavrayışı da, ona uyguladığı yöntem de, temelden farklı olmak­tadır, ikisinin kimi durumlarda aynı entelektüel iklimde iç içe barı- nabilmeleri karşıtlıklarını ve derin ayrılıklarını gölgeleyebilecek bir olgu değildir. Kuhn ve Feyerabend gibi düşünürlerin bilimsel düşünce içindeki dönüşüm ve farklılıklar için söylediklerini genel­leştirip bilimsel düşünce ile almaşıkları arasındaki farkı yalın bir göreceliğe indirgerneye çalışmak yanılmaktır. Almaşık anlayış bi­çimlerine karşıtlık içinde belirlediğimiz bilim, felsefi düşünceyle tek bir bütün oluşturur; onunla birlikte ortak temeller, örneğin çe- lişkisizlik ilkesi, varlığın sakımı ilkesi ve benzerleri üzerine kuru­ludur. Bu ortak temeller ve anlayış bütünlüğü, konuları açısından bilim dallarıyla doğrudan bir örtüşme içinde olmayan ahlak ve es­tetik gibi felsefe alanlarını da sıkı sıkıya kapsar.

Buna biraz daha ayrıntıyla bakalım: Din açısından Tanrı'nın evreni ve insanı yoktan varettiği söylenir. Bilim ve felsefe yapma­ya başianıldığındaysa yokluktan hiçbir şeyin varolamayacağı var­sayılarak yola çıkılıyor. Varlık ya önsöz sonsuz sayılıyor ya da başlangıcın öncesine ilişkin sorular dışlanıyor. İç içe yaşıyor olma­ya karşın derin bakış farkları korumanın ilginç örneklerine özellik­le Ortaçağ'da rastlanır. Anlamak için inanmak tutumu ile Tanrı'yı ve dinsel öğretileri ussal temellere dayandırma çabası, yani Sko­lastik, yüzyıllarca birlikte yürümüştür. Böylesi durumlar henüz dinsel bağnazlığın etkisini sürdürdüğü aşamalardaki Yeniçağ bilim ve felsefe dizgelerinde de görülür. Gassendi ve Descartes gibi dü­şünürlerin (buna daha birçok büyük ad eklenebilir) doğa felsefeleri içinde yoktan varoluşa ve devinime izin verilmez. Oysa bu düşü-

nürler Tanrı'yı gündeme getirdiklerinde, ona şu anki evrenin fizi­ğinden özenle yalıtarak, hem varlığın hem de devinimin Tanrı'nın eseri olduğunu, varlığın ve devinimin başlangıçta O'nun tarafından yaratıldığını söylerler. Nitekim yaklaşık bir buçuk yüzyıl sonra Laplace, bilim dizgesini hiç etkilemeden, sonraki gibi bir hipoteze gerek bulunmadığını söyleyecektir. Görüldüğü gibi, aynı zaman dilimlerinde iç içe varolmak, aynı bütünün parçaları olmayı içer­miyor.

Uygarlık ve özellikle düşünce tarihini inceleyenler, felsefe- bilim bütünselliğinin, bu genel bakış biçiminin, ortak bir kültür te­meli üzerinde yükseldiğini görürler. Bu evrensel temel, Batı Uy­garlığı diye de adlandırdığımız ve kökenini özellikle Eski Yu- nan'da bulan bir kültür tabanıdır. Helenizm ile önce doğuya, Roma imparatorluğu aracılığıyla da batıya yayılan, Rönesans'ta yeniden tazelenerek Avrupa uygarlığına kaynak olan işte bu tabandır. Fara- bi, İbn Sina, İbn Rüşt gibi büyük İslam düşünürlerinin paylaştıkları düşünce yapısı Helen kültürünü temel alır. Bu filozoflar için de us­talar Platon ve Aristoteles'ti; onların ele aldıkları sorunlar da, yak­laşım biçimleri de büyük ölçüde Yunan felsefesininkiydiler. Bu dü­şünürlerin yerel kültür kökenieri ne olursa ve de ne denli farklı ol­muş olursa olsun, felsefe ve bilim yapmaya soyunduklarında, bu yerellikten de soyunuyor, evrenselleşmiş olan Helen kültür yapısı uyarınca düşünüyorlardı.

Anadolu'nun birçok bölgesi l920'lerin başında gerçekleşen nüfus değişimine değin 26-27 yüzyıl boyunca sürekli olarak Helen yerleşimlerine mekan olmuştur. Bu halk son 4-5 yüzyılda azınlığa düşmüş olmasına karşın, önce Selçuklu Türklerini, sonra da Os- manlılar'ı önemli ölçüde "Helenize" etmiştir. Anadolu Selçukluları kendilerine coğrafi anlamın çok ötesine taşan bir içerikte "Rumi" demiş, Bizans'ın varisi olmak iddiasını taşımışlardı. Osmanlılar da aynı iddia ve isteği sürdürmüş, özellikle Fatih'ten sonra, din ve dil

dışında oldukça yüklü bir Helen mirasını benimseyip sindirmişler­dir. Türk anıtsal (özellikle cami) mimarisi, ev mimarisi, klasik mü­ziği, sanat müziği, süsleme sanatı, mutfak sanatı ve başka birçok kültür varlığındaki Helen öğesini görmemek, kanımca körlük olur­du.

Sözkonusu bu temel, bir kültürün yarattığı bilim ve felsefe için zorunlu koşul olsa da, yeterli değildir. Bilindiği gibi, en azın­dan Osmanlılar'da yeterli olmamıştır, çünkü o dönemde düşünce için zorunlu olan başka koşullar yerine gelmemiştir. Bugün bu öbür zorunlu koşullar artık sağlanmış bulunuyor. Felsefe yapmanın karşısında ne bir yasak ne de bir baskı bulunuyor; bu işi yaparak yaşamını kazananlar bile var. Başta da vurguladığım gibi, örgütlü eğitimi, araştırma kurumları olan bir felsefemiz ve birçok felsefe­cimiz var, peki ya uygun kültür temeli?

Bugün, Helen kökenli vatandaşlarımız artık pek küçük bir azınlığa düşmüşlerdir. Sanırım felsefeye öyle özel bir tutkuları da yok. Benim bildiğim kadarıyla birkaç bin kişiden yalnızca biri ya­şamını bu işe adamış bulunuyor. Öte yandan Anadolu'da kendileri­ni dilsel ve dinsel açıdan Rum ya da Helen diye niteleyen kimse kalmış olmasa da, o kültürün öğeleri hiç de azımsanmayacak ölçü­de kök salmış olup halen yaşamayı sürdürüyor. Kimi yörelerdeki halkımız Helen kültür öğelerini yaşatan, örneğin Avrupa, halkla­rıyla birçok ortak değeri paylaşmaktadır. O yöre insanlarını Kuzey Akdeniz'in başka yerlerindeki köylü veya taşralılardan pek kolay ayırt edemezsiniz. Ancak, sözünü ettiğimiz bu yerler büyük kent­sel ortamlar değildir, dolayısıyla da felsefe doğuracak koşulları oluşturamazlar. Öte yandan -ve asıl önemlisi- metropollere nicelik ve değerleriyle artık sahip çıkmaya başlamış olan kırsal göç, ona büyük bölümüyle kaynaklık eden yörelerin farklı oluşu dolayısıy­la, Helen kültür öğelerini taşıyan bir nüfus değildir. Artık yönetim kadrosunda da çoğunluğa geçmekte olan bu kesim insanımızın em-

poze etmeye başladığı değerler, yemeğe koyduğu baharattan, mu­sikisindeki kıvraklık biçimine, dünya görüşünden çalışma anlayışı­na değin örneğin "Eski İstanbul" diye andığımız şeyden oldukça farklıdır. Hatta bu şeye karşı örgütlenmiş bir tepki içindedir. Ken­dini aşırı dinsel akımlar biçiminde gösteren şey de, birçok durum­da, böylesi bir tepkidir. Şimdi soralım kendimize: Pek çok İstanbul kökenli de bugün artık o daha kıvrak ama acıklı müziği dinlemeye başlamadı mı? Acılı kebaplar olmasaydı bugün yaşamımızın önemli bir rengi yitirilmiş olmaz mıydı? Açık ve seçik olarak gör­mek gerek: Kültür öğeleri tek tek değil, bir bütünün parçaları ola­rak gelip empoze edilen şeylerdir ve bir bir başlayan şey, paketin gerisini de getirir. Ne var ki kentlerde çoğunluğa geçmeye başla­yan bu kültür temelinde, burada felsefi düşünce diye belirlediğim şeye yer olabileceği bayağı kuşkuludur. Bu temel başka alanlarda oldukça yaratıcı olabilir, belki mistik düşüneeye de uygundur, iyi filmler yapar, iyi edebiyat da üretebilir; ancak onun dünya görüşü felsefi düşüneeye ne kadar açıktır? Duayla yağmur çağıran, dinsel bağnazlığı hoşgörüye yeğleyen bir tutumu ne ölçüde dışlayabili­yor, böyle bir dünya görüşü? Kavgaya, kine ya da kişisel polemiğe dönüşmeyen bir eleştirelliği, çok boyutla düşünselliği ve çeşitliliği ne ölçüde barındırabiliyor, ne ölçüde istiyor? Bu kültür bağlamın­da doğup büyümüş bir insanın, felsefe yapmak, felsefeci olmak için, tıpkı eski İslam düşünüderi gibi, bir aşamada Batı değerlerin­den oluşan bir paketi benimsemek, özümsemek gereği vardır. Geç­mişte olduğu gibi günümüzde de bu yollardan geçmiş yetenekli felsefecilerimiz vardır. Ancak bunun koşulu, felsefe için gereken kültür malzemesi sunusunun (arzının) canlı kalması, yığınlar karşı­sında boğulup yok olmamasıdır. İşte bugün yaşam savaşı veren şeylerden biri de bu sunudur. Son olarak kısaca ele almak istedi­ğim şey olası bir eleştiri çizgisi. Burada öne sürdüklerime karşı şöyle denebilecektir: Senin çizdiğİn ayrıma göre, aslında su katıl-

mamış bir felsefe olan tasavvuf, felsefenin dışında bırakılıyor. Oy­sa, tasavvuf türü düşüncelerin, bırakalım Hıristiyanlık ve İslam dinleri içinde yarattıkları akımları, bunlardan çok daha önce ortaya çıkan, örneğin Platon ve Pitagorasçılar üzerinde de derin izleri var­dır. Ayrıca tasavvuf Anadolu'da IL yy'dan beri varolan bir gele­nektir. Demek ki senin çizdiğin ayrım baştan sakat olmalı. Korka­rım, bu usavurrnayı onaylamayacağım. "Felsefe" ya da "feylesof' adını taşımak belirlediğim anlamda felsefe ya da felsefeci olmayı güvenceye almadığı gibi, o anlamda bir felsefe olmamak da her­hangi bir düşünce dizgesi içinde değersizlik demek değildir. Bilim ile bütünleşip, almaşık açıklama türlerinden temel noktalarda ayrı­lan üçüncü ve dar anlamdaki felsefi düşüncenin, ben bu ayrımı yapsam da yapmasam da, tasavvuf dediğimiz şeyi içine almadığı kanısındayım. Böyle olmaktan dolayı tasavvufun derinlik ve değe­rinden bir şeyler yitireceğineyse hiç inanamıyorum. Kanımca nasıl dinler, simya ya da başka kavrayış biçimleri çeşitli aşamalarda bi­lim ve felsefeyle birlikte iç içe yaşamışlarsa, tasavvufun da zaman içinde felsefeyle uzunca süren bir yol arkadaşlığı olmuştur. Oysa yapıca felsefeden çok farklıdır ve Helen değil Uzakdoğu kökenli­dir. Orfik dinler üzerinden Pitagorasçılığı oradan da Platon 'u etki­lemiştir. Ne var ki, örneğin Platon 'un bu yönünü ortadan kaldır­mak onun felsefesinin geri kalan bölümünün göçmesine neden ol­maz. Aynı zamanda derin bir mistik ve büyük yetenekli bir yazar olan Platon'un beni ilgilendiren anlamdaki felsefeci yönüyle bu öbür yönleri eş ölçüde değerli oldukları halde aynı yaratıcı kişinin farklı yetenek ve ürün alanlarıdır. Örneğin, ruhun ölümsüzlüğü sa­vını Platon felsefesinden ayırsak bile, bilginin bir anımsama oldu­ğu usçu öğretisini evrimsel-biyolojik bir temel üzerinde koruyabi­liriz. Usçuluğu, diyelim ki genlerde depolanan bilgi içeriği biçi­minde kavrayabiliriz. Bütün bunlardan dolayı, Türkiye'de felsefeyi İslam felsefesi temelinde yeniden yapılandırmayı amaçlayan akı-

mın karşısında kanımca şöyle bir dilemma var: Ya örneğin Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşt usulü bir yol tutacak ve dolayısıyla onlar gibi Helen kültürünün felsefesini yapacaklar ya da Tasavvuf ve ona komşu gizemci yolları izleyecekler, öncekini yapmak varolanın te­mellerini değiştirmeyi ya da yeniden yapılanınayı gerektirmiyor. Tersine, Batı türü felsefeye sıkı sıkıya sarılıp en kısa sürede o bağ­lamda gelişmeye çalışmayı zorunlu kılıyor. Sonrakini seçmekse, felsefeden başka bir şey yapmak, yani felsefe yapmamak sonucunu içeriyor.

Bitirirken, burada vermeye çalıştığım ana mesajı özetlemek istiyorum. Türkiye'de felsefi düşünce yenidir, henüz emekleme dönemindedir ve gelenekleşmemiştir. Bunun bir düşünce geleneği olarak yerleşmesinin birçok zorunlu koşulu vardır. Bunların ikisi kentsel ortam ve uygun kültür temelidir. Başka koşulları yerine ge­tirmiş olsak bile bu ikisini de sağlamadan amaçladığımız gelişimi elde edecek ycterliliği oluşturamayız. Büyük kentlerimizin aldığı kırsal göç niceliği ve bu göçün kültür niteliği dolayısıyla bugün bu yerlerde oldukça şiddetli bir değer çatışkısı yaşanmaktadır. Bu aşa­mada bir yandan yozluğa dönüşüme, öte yandan da kentselliğin ve felsefeye uygun kültür mirasının yenilgisine işaret eden göstergeler vardır. Düşüncenin varlığı açısından zorunlu olan bu iki koşulu yi­tirmemek için elimizden geleni yapmak gereğindeyiz.

KÜLTÜR VE EVRENSELLİK

(/992)

Kültürle ilgili olarak gündeme gelen bir ayrım, yerellik ve evrenselliğe ilişkindir. Bu kimi kez kültür-uygarlık ya da hars-me- deniyet gibi terim çiftleriyle de dile getiriliyor. Yüzyılımızın orta­larında etkili olan bütünseki ve göreceli felsefi bakışın esiniisinde- ki antropolojilere gönül veren kimileri bu ayrımı onaylamıyor. Kültürün üzerine çıkartılan bir "uygarlık" düşüncesinin çeşitli ön­yargılı değerlendirmelere gebe olacağını düşünüyorlar. Herhangi bir kültürün uygarlık denilen şeyi üretip üretemediğinin önyargı­dan bağımsız olarak saptanamayacağını, bilim adamının bile, bir kültür çevresi dışından konuşmak olanağına sahip olmadığını, do­layısıyla da her kültürü kendi içinden, kendi verileriyle değerlen­dirmek gerektiğini öne sürüyorlar.

Böyle bir bakış açısının dayandığı olgusal gerekçelerden şu ikisine hak vermemek elde değil: Kültürlerin birçok etkinlik ve üretim alanları vardır ve birinin hangi alanda ne ölçüde yükseldiği­nin bir başka külıürle karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi güç ve karmaşıktır. Kültürler organizmalara benzeyen dizgelerdir ve böylesi dizgeler de kendi içlerinde bütünseldir. Yani onlardaki her bir parça hemen tüm öbür parçalarla tutarlıdır ve karşılıklı destek olma, dayanışma ilişkisi içindedir. Parçaların birindeki aksaklık öbür birçok parçayı etkiler. İkinci olgu "etnosantrizm" denilen şey, yani her kültürün başka kültürlerdeki farklı değerlere belli bir tepki ve yergi ile bakma eğilimidir. Bu, kültürlerin tutucu yönünü oluş­turuyor. Kuşkusuz, kültürler zaman içinde çeşitli dönüşümler geçi­rirler. Belli etkilerle değişir ve başkalarından ödünç aldıkları bir­çok değeri benimserler. Ancak bu süreç başlamadan, yani ilk karşı-

laşışta, farklı değerlere gösterdikleri önyargı oldukça güçlüdür.

Bunları, bir kültürü bir başkası açısından değerlendirmenin, ya da onun uygar olup olmadığı gibi bir yargıya varrnanın yan tut­madan yapılmasının güç bir şey olduğunu onayladığıını belirtmek için söylüyorum. Ancak yine de, bütün bunlar bir yana, evrensel kültür değerlerinden söz edilebileceği kanısındayım. Belli bir kül­türün belli bir alanında yükselip, zenginleşip ineelen üstün üretim­ler, başka kültürlerin düzeyli bireylerince, kendilerininkinden çok farklı olsalar bile tanınıp değerlendirilebilmektedir. Örneğin bir Avrupalı Güney Amerika kültür ürünlerini, bir Japon da Afrika sa­natını üstün bir değer olarak tanıyabiliyor. İşte bu evrensel değer taşıyan yükselişleri "uygarlık" diye adlandıracağım.

Kültür-uygarlık veya yerellik-evrensellik ayrımını bundan öte bir gerekçe aramadan varsayıyorum. Saptanması gereken bir nokta, ayrımı varsaysak da, onu kesin ve katı bir şey olarak göre­meyeceğimiz. Ayrım var, ama çoğunlukla soyut bir anlamda; çün­kü ayrımın öğeleri hemen her zaman içiçe örülü bulunuyorlar.

Uygarlığı oluşturan evrensel değerlerin özellikle bilim, sa­nat ve düşünce alanlarında belirdiğini söylüyoruz. Ne var ki örne­ğin bilimi, düşünceyi ve edebiyatı yerel araçlar olan dillerle yapı­yoruz. Müziğin türü ve icra edildiği sazlar yerel kökenli oluyor. Yontu, resim ve süsleme de yerel biçem nitelikleri gösteriyor. Ev­rensellik hep yerel kültür ortamları içinde yeşertilip yaratılıyor ve bu ortamların bir yapısal izini taşımayı sürdürüyor. Bundan dolayı evrensel değerleri bütünüyle soyut olarak aktarıp benimsernek ola­nağı yok. Bu da demek ki o evrensel değerlerin içinde filizlendiği yerel kültür yapısına belli bir uygunluğunuz yoksa o değerleri be- nimseyemiyorsunuz. Öte yandan benimsediğiniz yabancı değerler­le birlikte onlara köken olan yerellikten de bir takım şeyler alıyor­sunuz. Bu konuya döneceğim.

Önce, evrensel kültür verilerini tanıyıp değerlerini verebil-

rnek, bunları algılayıp onlardan bir şeyler kazanabilmek için gere­ken donamma değinmek istiyorum. Böylesi değerleri algılayabile­cek bireyin kavrayışça belli bir incelik düzeyine ulaşmış olması gereklidir. Uygarlık ürünlerini gördüğü halde tanımamak, farkede- memek çok sık karşılaşılan bir durumdur. İnsan bir şeyi algılaya­bildiği, izieyebildiği ölçüde değerlendirebilir. Oysa görmek veya duymak algılamayı garanti etmez. Algılayabilmekse öğrenmeyi, donanımı gerekli kılar. Tek başına yeterli olmasa da, eğitimle bunu da elde etmeye çalışırız. Örneğin bir galeri veya müzedeki değerle­ri hiç algılayamamak, ya da Floransa gibi bir kente gidip oradan yalnızca dükkan vitrinierini ve insan kalabalığını anımsayarak dönmek mümkündür.

Bu tür donanım kendini beğeni düzeyinde belli eder. Örne­ğin soyut bir resmi "Ne demek oluyor şimdi bu?" diye saçma bu­lan, izlenimci bir yapıtı gerçeğe pek benzetemediği için "sevme­yen", klasik müziği gürültü ya da iniltiye benzeten beğeni düzeyle­ri söz konusudur. İlginçtir, kimi durumlarda aynı tür müzikte (di­yelim pop müzikte) bile, türün çok daha yetkin örneklerine ilgisiz kalıp, daha yalın ve nitelikçe düşük örneklerini yeğleyenler olur. Bunların sonucu olarak, bırakınız başka kültürlerdekileri, kendi toplumunun kültürü içinde üretilmiş olsalar bile, uygarlık ürünleri­ni algılamamak, tanımamak ve dolayısıyla değerini verememek söz konusu olabilir. Böylesi durumlarda başka kültürlerin verileri­ne yönelik önyargı ve yergi eğilimi kendi kültürünün yüksek uy­garlık verilerine de yönelebilir. Tarihte de, aniaşılamayan incelikler çoğu kez ilgisizlikle karşıianmış veya dışlanmıştır. Mahkum edilen düşünür, bilim adamı ve yokluk içinde ölen sanatçılara birçok ör­nek gösterilebilir.

21. Yüzyıl'a yaklaştığımız şu aşamada, devletimizin resmi amaçlarından biri olan "çağdaş uygarlık düzeyi" denilen o şeye ulaşmak yönünde hala alınacak oldukça uzun bir yol bulunuyor.

Büyük çoğunluğumuz Türkiye'nin çağdaş dünya sanat, bilim ve düşünce gelişimi içindeki yerinin büyümesini, önem kazanmasını istiyoruz. İstiyoruz ama, uluslararası sanat etkinliklerine, bilimsel yayın, buluş ve yeniliklere yaptığımız özgün katkı, nüfusumuza oranla çok küçük, kimi alanlardaysa (örneğin düşüncede) henüz yok denecek kadar düşük kalıyor. Bu nedenle kültür politikalarımı­zın en etkili ve verimli biçimlerde üretilmeleri gerekmektedir. Kül­tür ekonominin kendiliğinden bir uzantısı değildir ve ayrıca ciddi yatırımlar gerektirir. Devletimizin bu alana, eldeki olanaklar çerçe­vesinde bile, gereken önceliği verdiğini söyleyebilir miyiz? Plastik sanatlar bugün artık kendi piyasalarını oluşturmaya başlamıştır. Giderek daha çok sayıdaki sanatçımız, yaşamını yapıtlarını satarak kazanmaya olanak bulabilmektedir. Burada devletin işe karışması­na gerek yoktur. Bu gelişimin yaygınlaşmasını, örneğin edebiyatı da kapsamasını dileyelim. Ne var ki durum kimi başka sanat dalla­rı, düşün ve bilim alanlarında bundan çok farklıdır. İşin doğası ge­reği, bu alanlarda üretilen değerin yukarıdakine benzer bir piyasası yoktur. Özellikle düşün ve temel bilim alanlarında çalışanlar için, bir iki kamu kurumu dışındaki tek olanak, araştırmayı bir "yan et­kinlik" olarak yapmaktadır. Üniversitelerin bir işlevi de eğitimin yanısıra işte bu araştırma ortamı ve olanağını sağlamaktır. Dolayı­sıyla bu kurumların devletçe yapılacak büyük parasal desteğe ge­reksinimleri vardır.

Devlet politikalarını uygulayanlar, yapılması gerekli yatı­rımlar bağlamında, çağdaş uygarlığa ulaştıracak kültür etkinliğini yöresel ve yerel olan kültürden açıklıkla ayırt edip bunları uygun bir denge içinde tutabiiiyorlar mı? En büyük ağırlığı gerektiren bi­lim ve sanat yarışındaki çabamıza devletin verdiği destek yeterli midir? Tarihte başardıklarımız da, yerel kültür özelliklerimiz de, tabii ki hem değerli hem de önemlidir. Oysa, çağdaş uygarlığa yal­nızca bunlarla katılamayız. Daha önemli olarak, çağdaş evrenselli-

ği özgün biçimde yeniden üretmek gereğindeyiz. Devlet, Türklerin kültür başarılarını dünyaya tanıtma girişimi içinde. Bu elbet olum­lu bir şey; ancak bir Türkün bugün örneğin bir Nobel ödülü kazan­masının, Kanuni sergisinin yüz dünya kentini dolaşmasından da, Yunus ile Mevlana'yı tanıtmaktan da çok daha etkili olacağı unu­tulmamalıdır. Oysa Türkiye'de bilim araç ve gereçleri, laboratu- varlar, bilimsel yayınların bulundurulduğu kütüphaneler çok yeter­sizdir. Üniversitelerde aşırı artırılmış olan öğrenci sayıları öğretim üyelerinin araştırmaya ayırdıkiarı zamanı daha da kısıtlamıştır. Devletin yurt dışındaki bir konferansa bildiri sunmaya giden bilim adamına yaptığı mali destek, bırakınız yol ve otel masraflarını, sı­nır kapısında kesilen konut fonunun yarısını bile karşılayabilecek durumda değildir. Öte yandan aynı devlet, güzellik yarışmalarına veya Türk futbol takımlarının yurt dışındaki maçiarına gidenlerden konut fonu almayabilmektedir. Bunlar yalnızca küçük birkaç ör­nek; ancak kanımca kültürde evrenselliğin bizde hem bireyler dü­zeyinde hem de devlet düzeyinde yeterince iyi anlaşılamayıp uy­gun bir beğeni düzeyine ulaşılamadığını gösteren şeyler.

Çağdaş uygarlık düzeyini oluşturan evrensel değerler dizge­si dünyada şimdiye kadar yaratılmış tüm evrensel değerleri kapsa­mıyor. Bir kez "çağdaş" olması dolayısıyla bir anlamda tarihsel bi­rikimi dışta bırakıyor. Daha önemlisi, bu evrensellik belli bir gele­nekle sınırlı. Batı uygarlığının yarattığı evrensellik, bu. Röne­sans'tan beri en parlak ve etkili uygarlığı oluşturan Batı yüksek kültür ürünü, bugün çağdaş uygarlık ile özdeştir. Üstelik tek yanlı olsa da, kendi tarih boyutunu yeniden gündeme getirerek. "Çağ­daş" uygarlığı Batı'nın yalnızca bugünkü ürünü olarak değil, onun tüm tarihsel birikimiyle birlikte anlamak gereğindeyiz. Bu açıdan örneğin Francis Bacon'un resmi ya da Henry Moore'un yontusu ile birlikte, onların tarihsel arka planının bir bölümünü oluşturan örneğin Giotto ve Bramente'nin yapıtları da sözkonusu aynı bütü-

nün parçalarıdır. Amaçladığımız çağdaş uygarlık işte bunların tü­münü içeriyor.

Amaçlamak bir şey, gerçekten özümseyip onu yeniden üre­tebilmek, yani ona özgün katkıda bulunabilmek, başka bir şey. Ör­neğin İnka 'ların yarattığı ve yerelliği aşan güzelliklerin evrensel değerini kavrayabilir, onları seyretmekten büyük haz duyabiliriz; hatta İstersek kopyalayabiliriz de. Onları özgün olarak yeniden üretmeye gelince, bu pek bizlerin harcı olmayacaktır. Bu evrensel­liği içinde yeşerten o kültüre çok uzağız ve kökenieri de bize çok yabancı. Peki ya Batı kültürü? Biz onun ne ölçüde parçasıyız? Bi­zim ırksal kökenierimiz Orta Asya, kültür odağımız da din dolayı­sıyla bütünleştiğimiz İslam değil mi? Yoksa "çağdaş kültürü" hay­ranlıkla izlemek, üstüne üstlük onu kopyalamak ötesinde özümse­yip yeniden üretmek bizim için bir düş mü? Jacques Delors Avru­pa Topluluğu'nu belirleyen temel ilkelerin "Roma hukuku, Hıristi­yanlık ve Yunan kültürü" olduğunu ileri sürüyor. Biz belki bu hu­kuku bir anlamda benimsemişiz ve uyguluyoruz, ancak dinimiz farklı ve Yunanlılarla sürtüşme içindeyiz. Çağdaş uygarlığı amaç­larken acaba kendimize yanlış ve izlenmesi neredeyse olanaksız yollar mı seçmişiz? Belki de İslamcılar baştan beri haklıydılar ve Türkiye'nin yeri ile geleceğine ilişkin doğru teşhisi onlar koymuş bulunuyorlardı.

Ben bu kanıda değilim; ancak gerekçelerimi vermeye başla­madan önce Delors'un Grek kültürüne ilişkin söylediği şeylerin doğru olduğuna değinmek isterim. Dilegetirdiği, Batı bilim-sanat- düşünce bütünselliğinin ortak bir kültür mirası olup, tek bir temel üzerinde yükseldiği; bu temelin tarihsel kökenindeyse Eski Yu- nan'nın bulunduğu... Eski Yunan'ın bilim ve sanatta ortaya koydu­ğu büyük başarılar ve bunların üzerine dayandırdığı kendine özgü yaklaşım biçimi ve yöntemi olmasaydı, bugünün dünyası şimdi ol­duğunun çok gerilerinde olurdu. Bunun için Avrupa uygarlığının

evrelerinin nasıl örüldüğüne bakmak yeter. Aydınlanma evresi ol­madan bugünün dünyası düşünülemeyeceği gibi, 17. Yüzyıl'ın bi­lim ve felsefe atılımı olmadan da aydınlanma düşünülemez. Ancak bunların tarihsel anlamdaki zorunlu koşulu da Rönesans'tır. Röne­sans ise doğrudan Eski Yunan'dan feyiz ve esin alır; kendi özgür­lüğünü onun üzerinde yaratır.

Burada sözünü ettiğim şey yalnızca "bu böyle olmuştur" gi­bi bir sav değil; "Bugünün verileri böyleyken, geçmiş uygarlık bi­rikimi başka türlü olamazdı" diyorum. Tarihsel olarak zorunlu ko­şullardan sözediyorum. Eski Yunan uygarlığı, ya da ona yeterince benzer bir şey, gerçekte olmuş olduğu yerde değil de örneğin İbe- rik yarımadasında filizlenmiş olsaydı, günümüz yine bugüne ben­zerdi. Ne var ki, böyle bir uygarlık yaratılmamış olsa ve Antik Çağ'da Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları ertesinde Yunan uy­garlığı atlanıp örneğin doğrudan Roma'nın egemenlik dönemine geçilmiş olsaydı, bugün bugüne hiç benzemez, şimdikinden pek gerilerde olurdu. Söylediğimi tarihsel materyalizm, ya da geçmişin geleceği belirlediği gibi bir savla kanştınnamalı. Mantıksal olarak, o savlar benimkinin tersi yönündeki bir içenneye dayanıyorlar. Zo- runluktan söz ettiğimde öne sürdüğüm, geçmişteki veriler öyley­ken bugünün veya geleceğin başka türlü olmayacağı değil. Söyle­diğim, bugünün verilerinin farklı bir geçmiş kaynakla temellenmiş olamayacağı; günümüz Batı dünyası gibi bir dünyanın Eski Yunan kültürü ya da onun başarılarını yaratmış olan benzer bir kültür ol­madan varolmuş olamayacağı... Geçmiş yine aynı geçmiş olarak bugün günümüzdekinden farklı olabilirdi, ancak bugün böyleyken geçmişteki etkileyici aşamalar olmuş olduklarından pek farklı ola­mazlardı.

Çağımızın Batı bilim, sanat ve düşüncesinin kurum ve bi­çimlerine baktığımızda kökende hep aynı kurucu ilkeyi buluyoruz. Üniversitelerde eğitilen, yayın yaşamında basılıp okunan, tiyatro-

larda oynanan, sergitere çıkarılan şeyler, o Grek kültürü diye anı­lan kökenin bugünkü aşamada ürettikleridir. Çağdaş uygarlığı be­nimsemek derken sözkonusu olan, Batı ve dolayısıyla Yunan kül­türüdür; kökendeki yapısal mantığı bırakıp, ondan soyutlanmış olarak bugünün dilimini alıp benimseyemezsiniz. Kültür ve uygar­lık yapıları birer bütünsel dizge: Onları kendine malederken, için­deki tek tek öğeler için paketin neredeyse tümünü almak gereği var. Öte yandansa farklı bir kültürü kendine mal etmek, elbise, gi­yermiş gibi gerçekleştirebilecek kolay bir şey de değil. Eğer bu kültürü temelde zaten uyumlu değilseniz, bırakınız onu aniayıp be­nimsemeyi, kendi kültür yapınız onu dışlayacak, ona karşı direne­cektir. Biz Türkler olarak, Batıyla bütünleşelim derken onu temel­lendiren Yunan kültürü karşısında, bize yabancı bir şeyi benimse­meye çabalamak gibi bir çıkmazia karşı karşıya kalmıyor muyuz?

Kimileri bu noktada kendilerine göre büyük bir duyarlılık göstererek, "milli kültürümüzün" bir yana atılıp bize hasım konu­muna gelmiş bir ülkenin kültürünü benimseme fikrine nefretle ba­kıyorlar. Eğer koşul buysa, böyle bir onursuzluk yerine "muasır medeniyet" denilen o tek dişi kalmış canavarın da, Avrupa Toplu- luğu'nun da dışında kalırız, olur biter, diye düşünüyorlar. Ben bu­nun yanılgılar ve abartılar üzerine kurulduğu inancındayım. Bana kalırsa böyle bir usavurma kimi kavramsal karışıklıklar ile bir tür şovenizmin bileşkesinden kaynaklanıyor. Kültürlerin bağdaşahilir- lik ve benzerlik konularını uluslararası siyasal tutumlar ve ülke ka­muoylarının yönelimlerinden ayırt etmek gerek. Buna ilişkin ola­rak vurgulamak istediğim iki nokta var: önce, yukarıda da değindi­ğim gibi, "milli kültürümüzün" şu aşamada büyük bölümüyle yerel olduğunu saptamak istiyorum ve vurgulayarak söylüyorum, ka­nımca, onun evrenselliğe ulaştığı yönleri Grek kültürüyle çelişen değerler taşımıyor. Kaldı ki, evrensel düzeyde Grek kültürünü çağ­lar önce benimsemiş olan örneğin Cermen kökenli halkların da ye-

re! düzeyde kendi milli kültürleri, özgün folklorik farklılıkları var­dır ve bunlar o aynı genel çerçeve içinde kendilerine özgü yönleri­ni sürdürebilmişlerdir. Bir başka deyişle "çağdaş uygarlığı" benim­semek, yerel düzeyde milli kültürümüzü yitirmek pahasına gerçek­leşecek bir şey değildir. Değişimler ve etkilenimler olacaktır ama bunlar zaten kaçınılmazdır; kültürler durağan olgular değildirler.

İkinci olarak da kimi kez gözden kaçırılan önemli bir nokta­yı gündeme getireceğim: Grek kültürünün yapısı ve öğeleri bizim milli kültürümüz içinde zaten oldukça belirgin bir biçimde yer al­maktadır. Yalnızca Cumhuriyet dönemiyle birlikte kapısını araladı­ğımız Batı bilim, sanat ve düşüncesinin bizde bugüne değin oluş­turduğu birikim dolayısıyla değil, Anadolu'da yüzyıllarca Helen- lerle birlikte yaşamış olmaktan, Osmanlı İmparatorluğu olarak kendini Bizans'ın varisi saymaktan dolayı da bu böyle. 1920'1erin başında gerçekleşen göç olayına değin Anadolu'nun birçok bölgesi 26-27 yüzyıl boyunca sürekli olarak Helen yerleşimlerine mekan olmuştur. Bu halk son 4-5 yüzyılda dilsel olarak azınlığa düşmüş olmasına karşın 12. yüzyıldan beri Anadolu'da siyasal egemenlik kuran Türkleri önemli ölçüde "Helenize" etmiştir. Özellikle Fa­tih 'ten sonra, Türkler Yunanlılar'a kendi değerlerinden aşıladıkları gibi, din ve dil dışında (ki buna ırksal karışma da giriyor) oldukça yüklü bir Helen mirasını da benliklerine maledip sindirmişlerdir. Mimarlık, müzik, süsleme sanatları, yerel dans, yemek ve benzeri "folklorik" alanlarda, tıpkı tersi yöndeki etkileşim gibi, Türk kültü­rü üzerindeki belirgin yunan etkisine kör kalmak da batıllık olur. Kısacası, adını nasıl koyarsak koyalım, hem evrensel hem de yerel anlamdaki Grek kültürüyle bugün içiçeyiz. Bu kültür bizim için ne aşılmaz derecede yabancıdır ne de korkulacak bir şeydir.

Peki ya Hıristiyanlık? Çağdaş uygarlık denilen şeyin köke­ninde o da yatmıyor mu? Dininden soyutlanmış bir Batı kültürünü nasıl anlar, nasıl benimseyebilir, nasıl yeniden üretiriz? Onaylamak

gerek ki, tam olarak anlayamayız. Evrenselin değerini vermek doğrultusunda ne ölçüde eğitimli olursak olalım, örneğin bir Chartres katedralinde ya da Michelangelo'un Pieta'sındaki estetik değerin önemli bir parçasını oluşturan içeriği, bu yapıtiara ivme veren ve onlara sinmiş olan duygu yönünü, o dinin dışından tam olarak kavrayamayız. Bu, Batı kültürünün dinden soyutlanmış bö­lümünü benimseyemeyeceğimiz ve yeniden üretemeyeceğimiz an­lamına gelmiyor. Böyle bir şeyin gerçekleşebilir olması, belli bir dinin kültürdeki özsel nitelikler arasında yer almadığını, birbirle- riyle içiçe örülseler bile dinin kültür bütününden kısmen soyutla­nabilir bir şey olduğunu gösteriyor olabilir. Bunu tartışmak istemi­yorum. Yalnızca, kültür paketinin farklı bir din temelinden olsa da benimsenebildiğini ve yeniden üretilebildiğini vurgulamayı amaç­lıyorum. Batı uygarlığının Hıristiyanlığı kabul edişi, yüzyıllar bo­yunca pagan bir din ortamında serpilip geliştikten sonra gerçekleş­miştir. Yine de, kültür paketinin farklı bir din temelinden benimse- nişinin tarihteki en çarpıcı ve parlak kanıtı Ortaçağ İslam bilim ve felsefesidir.

İslam uygarlığı Helenistİk dönemde Orta Doğu bölgesine bı­rakılan Grek kültür damgasını büyük yoğunlukla kullanmış, yükse­liş döneminde bu kültür yapısını birçok açıdan kendine temel kıl­mıştır. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşt gibi büyük İslam düşünürlerinin paylaştıkları kültür yapısı ve bunun temeli, yerel nitelikler ötesine geçen bölümü söz konusu olduğunda, Grek uygarlığının ta kendisi­dir. Tıpkı Batı düşüncesinde olduğu gibi, bu filozoflar arasında da tartışılan ve başvurulan felsefi yetke (otorite) odakları Platon ve Aristoteles 'ti. İslam düşün ür ve bilim adamları hem sorunların seçi­minde, hem de yöntemde, Eski Yunan geleneğini aynen sürdürmüş- Ierdir. Bence felsefe ve bilimin sınırları dışında kalan, ancak onlar gibi bir düşünsel etkinlik olan Tasavvuf da, İslam'da Platon ve Ye- ni-Platoncu etkiler üzerinde benimsenmiş bir dünya görüşüdür.

Kültür ve evrensellik bağlamında ele alacağım son konu, dil ve bunun bilimsel varlığımızla ilişkisi olacak. Diller kültürlerin kimliği gibidir; onları ayırt eder ve kendi içinde bütünleştirirler. Diller aynı zamanda kültürleri belirleyen düşünme ve kavram ya­pılarının aynaları, toplumların yaratıcı etkinliklerinin başlıca araç- larındandır. Toplumsal yaşam ve dolayısıyla üretim için zorunlu olan iletişim de, edebiyat ve bilim de, dille yapılır. Bilim dille ya­pılmak zorundadır, çünkü bilginin tek ifade yolu dildir. Öte yandan dil yerel bir olgu, bilimse evrenseldir. Latince ya da İngilizce gibi, yerellikleri etki dolayısıyla yayılmış doğal dillerin durumunu bili­min ve matematik gibi yapay dillerin evrenselliğinden ayırt etmeli­yiz. Bilim yaparken doğaca evrensel olanı yerel bir araçla üretiyo­ruz.

Yukarıda Türkiye'nin şu aşamada bilimsel araştırma alanın­da oldukça geri olduğunu belirttim. Dünya bilimsel yayın birikimi­ne yaptığmız katkı, bizden nüfusça küçük, hatta siyasal ve ekono­mik açıdan daha az gelişmiş birçok ülkenin bu alandaki başarıları­nı arkadan izliyor. Bunun başlıca göstergesi, yayma kabul için ba­ğımsız hakem kullanan uluslararası bilimsel dergi ve kitap yayınla­rında Türkiye kaynaklı yapıtların yer alış oranının düşüklüğüdür. Uluslararası araştırma etkinliğine matematik kullanan doğa bilim­lerinde yaptığımız katkı, toplum ve beşeri bilimlerdekinden daha büyük. Sonraki dallarda da Türkiye'yi konu alan araştırmalarımı- Zin oranı evrensel konuları işleyen çalışmalarımızdan kat kat fazla.

Bilime dünya çapında katkı yapabilmenin bir zorunlu koşu­lu, ilgili alanlardaki klasik ve güncel yayınları gereğince izlemek­tir. Katkıyı bunsuz gerçekleştirme olanağı yoktur. Bilimsel araştır­maya oldukça geç başlamış olan toplumumuz için bu açıdan önemli bir engel var: Bırakınız güncel yayınları, bilimin klasik ya­pıtları bile henüz eksiksiz olarak Türkçeleştirilebilmiş değil. Öyle görünüyor ki, biz bugünün Türkleri için bilime uluslararası düzey-

de katkı yapabilmek, yaygın bir batı dilini belli bir yetkinlikle kul­lanabilir olmaya bağlı. Gerekli yetkinlik düzeyiyse bilim dalına göre değişebiliyor. Örneğin bir bilim dalı ne ölçüde matematik kul­lanıyorsa, doğal dile o ölçüde az yük bırakıyor ve o dalı yabancı dilde izlemek ve ifade etmek de o ölçüde daha kolay oluyor. Buna karşılık bir bilim dalı ne ölçüde kuramsalsa, uygulamalı dallara gö­re daha gelişkin bir kavramsal dilegetiriş becerisi gerektiriyor. De­mek ki uygulama yönü daha az olup matematiği daha sınırlı olarak kullanan bilim dallarında, özellikle de felsefi düşüncede uluslara­rası katkı yapmak, yabancı dili çok daha yetkin bir biçimde kullan­mayı gerektiriyor. Bu düzeyi elde etmenin yolu nedir?

Doğal olarak ilk koşul, üzerinden evrensel bilime açılınacak yabancı dili, orta öğrenim içinde, ya da üniversite dil hazırlık sınıf- Iarında, bu dille bilimsel konuları hiç olmazsa giriş düzeyinde izle­yebilecek biçimde öğrenmektir. Oysa genelde, bu koşul sözünü et­tiğimiz amaç için yeterli olamayacaktır. Düzeyli bir yabancı dil eğitimiyle bilim eğitiminin bir arada sağlanmaları bile, özellikle sembolik dil kullanmayan alanlarda, amaca ulaştıramaz. Ayrıcalık­lar elbet vardır ve olacaktır; ancak bu, saptamanın geneldeki geçer­liliğini değiştirmiyor. Kanımca amaç yönünde yeterliliğe yaktaş- manın yolu, öğrenilen yabancı dil ve bilim dalını içiçe örmek, bili­mi o yabancı dille öğrenmek, yani o kişi için bir bilim dili konu­muna getirmektir. Bilimi akıcı olarak o dilde düşünüp yazabiirnek gerekir, çünkü onu akılda sürekli çeviri yaparak izlemekle etkili bir sonuç alınamaz. Kısacası, evrensel bilimin birçok dalındaki araş­tırma ve ilerlemeye katılabilmek için, en azından kimi yüksek öğ­renim kurumlarımızda, yabancı dilde eğitim yapmak gereğindeyiz. Böylesi bir eğitim, derslerini yabancı dilde yeterli bir içerik zen­ginliğiyle sunabilen, nitelikli bir öğretim kadrosu ve her yıl bilim­den o dilde en az birkaç bin sayfa okuyan, dönem ödevleri yazan, tartışan bir öğrenci kitlesi gerektirir. Bu yolla daha çok araştırmacı

yetiştirip, uluslararası katkımızı artırır, belli dallarda Türk bilimi olarak yetkinlik ve giderek önderlik kazanıp gelenekler oluşturur­sak, o alanlarda bilim yapan yabancıları da Türkçe kullanmak ge­reğiyle karşı karşıya bırakırız. Ne var ki o günler gelene değin, bir­çok dalda ana dilimizin ötesine aşmadan özgünlük yaratmamız, aktarmacılığı, yalıtılmışlığı ve bilimsel geri kalmışlığı yenmemiz çok güçtür.

Ya Türkçemiz? Türkçeyi bilime araç olarak kullanmazsak, bilimi Türkçe yapmazsak, ana dilimiz nasıl zenginleşir; bir bilim dili olmanın temelini ve kavramsal yapısını nasıl kazanır? Ülkede­ki bütün yüksek öğrenim ve bilimin yabancı dille yapılmasını öne­riyorum. Ayrıca böyle bir eğitimin gerektirdiği yabancı dil bilgi düzeyi kolayca elde edilen bir şey değildir. Unutmamalı ki, eğitim dilindeki yetersizlik eğitilen biliminde niteliğini düşürür. Toplum­lar iş bölümüyle yaşarlar. Yabancı dilde öğrenime ilişkin doğru yol. kurumlar arasında bir iş bölümü oluşturmaktır. Bilimi Türkçe öğreten üniversitelere, bilimi Türkçe yapan, yayan, Türkçeye akta­ran ve geliştiren bilim adamlarına gereksinim olduğu gibi, bilimi yabancı dilde yapan, daha az sayıdaki kurumlara da gereksinim vardır. Kısacası, şu an Türkiye'de zaten var olan durum iyileştirile­rek korunmalıdır. Bunun haksız bir seçkincilik içerdiğini öne süren bir halkçılığı bu noktada sınırlamak gerekir, çünkü ortalamayı amaçlamak çoğu kez ondan üstün olan niteliklerden vazgeçmeyi gerektirmiştir. Ayrıca hiç kimse, eğitim ve bilimi Türkçe yapanla­rın da yüksek değerli bilimsel çalışmalar üretemeyeceklerini öne süremez. Şu aşamada dünyaya önderlik edemeyen bilimimiz, an­lamsız gurur kaygılarını da bir yana bırakarak, çıraklık dönemini gerektiği gibi yaşadıktan sonra zaman yitirmeden ustalığa adım at­mak gereğindedir. Gerekiyorsa, bir bölümümüz bilimi belli bir dö­nem boyunca başkalarının dilinde yapmayı sürdürmeli, onu bu or­tamda geliştirmelidir: Çıraklığı kendine yediremeyen, bundan yan

çizmeye çalışan, günün birinde usta da olamaz.

Kimi zaman, eğitimin yabancı dilde yapmış kimselerin ana dillerini bozuk bir biçimde kullandıkları öne sürülüyor. Bunu öne sürenin, eğitimini Türkçe yapan herkesin düzgün bir Türkçe kulla­nıp kullanmadığı üzerine de düşünmesi gerekir. Bilim eğitiminin hangi dilde yapıldığı konusu, dilini özenle kullanmak ve bu konu­da duyarlı olmakla karıştırılmamalıdır. Gerekli özeni göstermeyen kişi, bilimi hangi dille yaparsa yapsın, Türkçe'yi bozuk kullana­cak, duyarlı davranıp dikkat ederse doğru yazıp konuşacaktır.

Yabancı dille çalışan bilim insanları Türkçe yayınlar da yap­malı, ülke bilimine "içeriden de" katkıda bulunmalıdırlar. Bu katkı çağdaş gelişmeleri Türkçe'ye kazandırmak açısından büyük bir de­ğer taşır. Ne var ki, özellikle bu insanların Türkçe yayınlarını salt olarak dil açısından yermeyi alışkanlık edinmiş bir kesim vardır. Haklı olduğu yerde bile, bu tür eleştirinin dengeli ve yapıcı olması gerekir. Çünkü hedef aldığı şey edebiyat değil bir bilim etkinliği­dir. Yerdiği yazının bilimsel içeriğini gözardı eden salt dilsel eleşti­ri uzun dönemde kendi yazarını güç durumda bırakınakla kalmaz, ülke bilimine ana dilinde de katkıda bulunabilecek kimseleri sindi­rip ürkütrnek gibi zararlar verir.

Bir başka eleştiri, yabancı dilde bilim yapıp düşünmenin o dilin kültür bağlamına, onun içerik kalıplarına bağlanmayı, içerdi­ğini, dolayısıyla bu yapıyı Türkçe'ye sonradan aktarmanın yoz bir şey olduğunu öne sürüyor. Türkçe'nin düşünsel ve kavramsal yapı­sına uygun bir bilim ve düşünceninse, ancak Türkçe içinde özgün olarak üretilip yapılandırılabileceğini savunuyor. Kanımca bu yak­laşım biçimi, doğruyu ve yaniışı doğal dile bağımlı kılarak bilimin evrensel niteliğine kör kalıyor. Bu tutum, bilimin önermekrini ku­rama bağlı gören bütünsekiliğin de oldukça ötelerine aşan bir "kültür göreciliği". Bilimi ve düşünceyi Batı'dan ithal ettiğimiz ve henüz bunun üzerine büyük özgün yenilikler kurmayı başaramadı-

ğımız doğrudur. Ancak, bu yazıda göstermeye çalıştığım gibi, böy­le bir "ithalatın" yoz olduğu savı dayanaksızdır. Batı uygarlık ve bilimini benimserneyi seçen Türkiye, evrenseli sindirmeye çalışa­rak kendi yerel kültürüne aykırı düşen bir şey yapmış değildir. Sözkonusu eleştiri, Batı'da geliştirilen bilim ve düşünceyi aktar­maya başlayışımızdan önceki beş altı yüzyıllık dönemde bu tür et­kinliğin nasıl dışında kaldığımızı gözardı ediyor; varlığı tartışmalı olan bir bilim ve düşünce temeli üzerine özgünlük yapılandırabile- ceğini düşlüyor.

"Dilimizden mi ödün vermeliyiz, yoksa bilimden mi?" gibi bir seçim gerekmemeli. Bu alanda yapıcı uzlaşımların her noktada bulunabileceğine inanıyorum. Yine de, önemli bir gerçeği gözardı etmemeliyiz: Uzun dönemde kültürler yaratmayı başardıkları öz­gün evrensellik ölçüsünde kalıcı olabilmektedirler. Önümüzdeki zamanlarda, bilirnde söz sahibi olmaksızın kültürde bağımsızlığını korumak giderek olanaksızlaşacaktır. Çünkü iletişim olanaklarının hızla yoğunlaştığı dünyamızda yerelliğin kendi özdeşliğini dış et­kiler karşısında uzun süre korumak şansı artık daha azdır. Evrensel yaratıcılıklarıyla parlayan kültürler öbürlerini etkileyip değiştir­mektedirler. Ekonomi ya da askeri güce dayanan kültür etkisiyle gelip geçicidir. Örneğin daha ilkçağda bile, Roma elindeki Eski Yunan, o büyük imparatorluğun kültür yaşamına egemen olabil­miştir. Dilimizi de kapsamak üzere yerel değerlerimizden özveride bulunmak gereğinde değiliz; ancak onları en iyi biçimde koruyabi­leceğimiz yolu da doğru saptamak zorundayız. Bu yol var gücüyle yerelliğe sarılmaktan değil, evrensellikte gösterilecek başarıdan geçecektir.

YAYGIN FELSEFE EGiTiMİNİN ÖNEMİ

( 1982)

Toplumumuzda felsefe eğitiminin önemini kavrayanların pek de geniş bir kitle oluşturdukları söylenemez. Bu eğitimi haket- tiği ciddiyetic değerlendirmeyenierin tutumları, genellikle onu ya önemsenıemek ya da erte/emek biçiminde belirir. Felsefe eğitimini önemseyen birçoklarının kanısı, kalkınma çabasında olan bir ülke­nin asıl gereksiniminin fen bilimleri dallarında yetişen, uygulama­ya dönük formasyonlu kişiler olduğu ve bu adeta yere basmayan soyutluktaki disiplinin, örneğin mühendis olacak bir kişiye katkısı­nın "kuşkulu" oluşu bir yana, bir zaman kaybı oluşturacağı yönün­dedir. Bu tür kanıların oluşmasının nedenlerini toplumumuzun fel­sefeye olan geleneksel ilgisizliğinden, son zamanların kültür boş­luğuna, geri kalmışlıktan bilgisizliğe dek çeşitli etmenlerde araya­biliriz. Oysa kanımızca bütün bunlar, yine felsefe eğitiminin önemi ve gerekliliğini vurgulamaktadır. Amacımız felsefe eğitimine ne­den gerekli ağırlığın verilmediğini araştırmak değil, bu ağırlığın neden verilmesi gerektiğini açıklamaya çalışmak olacaktır.

Felsefe eğitimini ertelernek tutumu da, kimi kez, bu eğitimi önemsememek tutumunun kökenierinden kaynaklanır. Kimi kez felsefeyi, ona duyulan bir saygı perdesi arkasında yine soyutluk ve güçlüğünü bahane ederek, kişilerin 'asıl' eğitimlerini tamamladık­tan sonra, isterlerse ilgilenebilecekleri bir alan olarak değerlendirir. Bu tutumun da ilki ölçüsünde yanılgılı ve ulusal kültüre zararlı ol­duğu vurgulanmalıdır. Felsefe yapmanın bir zihin açıklığı, çok bo­yutlu kavrayış ve mantıksal sağlamlık olmak yerine, ussal denge­nin bozulmasından bir önceki aşama olarak görülebildiği ve Ro- din'in Düşünen Adam yontusunun (asıl adı "le penseur" yani "dü-

şünür"dür) akıl hastanesinin kapısına konduğu bir ülkede yaşıyo­ruz. Felsefenin gerçekte ne olduğunun tanıtılmasının ve özünün (akıl karıştırmak bir yana) düşünceyi düzenlemek olduğu gerçeği­nin öğretilmesinin başlıca yolu yine felsefe eğitimi olduğuna göre, bu eğitimin daha yaygınlaştırılması ve iyi bir düzey kazanması, özellikle ülkemiz için önemli bir gereksinimdir. Bu açıdan bakıldı­ğında, Türk Milli Eğitiminin lise programlarında felsefe dersinin bulunmasını çok ileri ve uzak görüşlü bir uygulama olarak değer­lendirmek gerekir. Ancak uygulamanın daha yaygın ve etkili bir biçime dönüştürülmesinin belirgin yararları olacağı kanısındayız.

Öğrencisinin niteliği açısından iki tür felsefe eğitiminden söz edebiliriz: Biri yaygın ya da öğrencisinin ileride felsefede özelleştirmesi amaçlanmadan yapılan eğitim, öbürü de felsefeci yetiştirmeyi amaçlayan eğitim. İlkinin kapsadığı öğrenci sayısına oranla ikincinin çok küçük kaldığını biliyoruz. Burada özellikle üzerinde durmak istediğimiz bu birinci tür, yani yaygın felsefe eği­timinin önemidir. İkinci tür bir eğitimin önemi, en azından, birinci­nin öneminin gerektirdiği bir koşul, yani birinci tür eğitimi sağla­maya yönelik kadroları oluşturma gereği olarak zaten ortadadır.

Yaygın felsefe eğitiminin yolunu tıkayan yukarıdaki iki sava bir kez daha bakalım:

1-    Ülke olarak asıl gereksinimimiz olan fen ve buna bağlı uygulamalı dallarda yetişen kişiler için felsefe eğitimi gereksiz ve boşa giden zaman niteliğindedir.

2-    Felsefeyle meslekleri dışında ilgilenmek isteyenler, bunu kendi istek ve girişimleriyle, asıl eğitimleri dışında ve sonrasında yapabilirler.

Bu savlara karşı vurgulamak istediğimiz nokta, bir fen bili­mi eğitimi açısından felsefenin hiç de zaman yitirmek olmayıp, tersine ertelenmemesi gereken bir birikim olduğudur. Çünkü yay­gın felsefe eğitiminin gerçek yararı verdiği bilgi birikiminde değil,

öğrenciye sağladığı düşünüş biçimindedir. Felsefe bilgi birikimi, bu konuda özelleşmeyecek kişilerce birçok başka bilgi gibi, ana çizgileri dışında, unutulup yitirilecektir.

Yaygın felsefe eğitiminin önemi, sağladığı düşünüş biçimin­dedir, dedik. Nedir bu düşünüş biçiminin temel nitelikleri ve bun­ların içerdiği yararlar? Burada başlıca üç nitelik sayacağız. Felsefe eğitiminin bunlardan ilk ikisini doğrudan sağladığını, üçüncüsü içinse sağlam bir temel hazırladığını öne sürüyoruz.

a)    Düşünce, açıklama ve inançların ussal eleştirisi yeteneği­ni oluşturmak ve geliştirmek.

b)    Çok boyutlu düşünce yeteneğini oluşturmak ve geliştir- rnek.

c)                  Sonuca götüren düşünce yeteneğine temel oluşturmak.

Eleştiri yeteneğini hemen herkeste bulabiliyoruz. Bu, oku­muş olmaya bile gerek göstermeyen ve özellikle toplumumuzda (utangaç veya çok saygılı bir azınlık dışında) geniş yaygınlığı olan bir eğilimdir. Ancak bu durumda, olumlu ve üretken olmaktan uzak bir etkinliktir. Felsefe eğitiminin sağladığı, gerçekten eleştir- ıneye değecek noktaların görülmesi ve yapılan eleştirinin ussallığı­dır. Ussal eleştiri, karşı çıkışı akılcı temellere dayandıran ve onu sağlam bir mantıksal çerçeve içinde yönlendiren eleştiridir. Ussal eleştiri doğrudan veya dalaylı olarak, bir uslamlamaya dayanır. Ussal oluş niteliği, eleştirilenin, varsa, yanlışını ortaya koyma açı­sından yapıcı, temelsiz veya duygusal karşı çıkışları önleyişi açı­sından da olumsuzu sınırlayıcıdır. Bir görüşün yanlışlık ve zayıf­lıklarını kavrayabilmek ve daha olumluyu seçebilmek, herşeyden önce bu açıkladığımız ussal e"leştiri yeteneğinden geçer. İkinci ola­rak ise, yine felsefe eğitiminin sağladığı çok boyutlu düşünce yete­neğini gerektirir. Çok boyutlu düşünceden, sorunlara birden çok yaklaşım yolu bulup kullanabilmek yeteneğini anlayabiliriz. Çok boyutlu düşünmek, mantıksallık çerçevesinde belirli bir amaca yö-

nelik olarak birden çok almaşık tasarım geliştirebilmektir. Ancak bundan da önce, çözümü amaçlanan sorunu en açık ve seçik bi­çimde belirlemek ve kavramaktır.

Felsefe eğitimi, mantısal çizgiyi sağlam bir biçimde izle­mek, almaşıkları kavramak ve düşüncenin yanılgılı yanlarını ussal eleştiri yeteneğiyle ayıklamak olanağını sağladığından, düşünceyi mantıksal sonucuna götürme yeteneğine de gereken temeli sağlar. Bireşime (Senteze) ulaşabilmenin düşünsel çatısını kurar. Ancak bu, bireşime ulaşmayı sağlar anlamında alınmamalıdır. Bireşime ulaşabilmenin gerekli koşullarını sağlamak felsefe eğitiminin göre­vi iken gerisi kişinin doğal yeteneklerine kalıyor. Varsa, bu doğal yetenekierin en iyi biçimde kullanılmalarına olanak verecektir fel­sefe eğitimi...

Şimdi ana sorunumuza dönebiliriz: Yaygın felsefe eğitimi­nin sağladığı ve yukarıda açıklanan düşünce biçimi neden gerekli ve özellikle fen dallarında eğitim gören kişiler için neden önemli­dir? Bunun yanıtlarından birini, eğitimin bir genel amacı oluştura­caktır. Yetişmiş ve okumuş insanımızı, düşüncesi programlanmış bir bilgisayar gibi çalışan, sıradan bir teknisyen olarak değil, kül­türlü bir kişi olarak eğitmek isteriz. Bu kültür temelinin en önemli verilerinden biri, söze konu ettiğimiz düşünce biçimidir. Yetişmiş kişilerimizin kültür temeline sahip olmaları kendi bireysel düzey­lerini yükseltmez, onların yaşatıp kurdukları ulusal kültürü de daha yüksek ve özgün yaparak taklitçi kısırlığı aşma olanağı sağlar. Ulusal kültürün özgünlüğe kavuşması ve kültürde hocalama dö­nemlerini atlatmak, herşeyden önce yetişmiş kişilerin kültür açısın­dan taleplerinin ve beklentilerinin yüksek olmasından kaynaklana­caktır. Sanatçı, edebiyatçı ve düşünürün üst düzeyde yapıt üretebil­mesi bu beklentinin düzeyine sıkı sıkıya bağlanır.

İkinci bir nokta, felsefe eğitiminin sağlayacağı düşünce bi­çiminin kişilere, kendi özelleşme alanları dahil, her konuda derin-

leşme ve yüzeysellikten kurtulma eğilimini verebilmesidir. Uygu­lamalı dallarda olsun, öbürlerinde olsun, kurarn ve teknolojiyi ge­lişmiş ülkelerden hazır alarak uygulamak bilgi ve kültür bağımlılı­ğı yaratmaktadır. Uygulamayı kuramından başlayarak teknolojisiy­le birlikte temelden üretmek yüzeysellikten kurtulmaktan geçer.

Yaygın felsefe eğitiminin önem ve gereğini gösteren belki en somut nokta toplumumuzda ideolojik akımların geniş gençlik kitlelerinde ,e denli eleştiriden yoksun ve bağnaz bir biçimde yay­gınlaştığıdır. Okumuş veya okuyan birçok insanımızdaki düşünce ve ussal eleştiri darlığı ve hazırlıksızlığı, elimize verileni sorgusuz onaylamamıza ve onun ancak yarı bilinçli, fakat fanatik bekçileri olmamıza yol açıyor. Burada amaç şu ya da bu ideolojiyi eleştir- rnek değil, insanlarımızın bunları onaylayış ve benimseyiş biçimi­dir. Çok boyutlu bir özgür düşünce boşluğu yaratmakta ve ideolo­jik sloganların sorgusuz özümsenişi de bu boşluğu doldurmaktadır. Eğer öğrencilerimiz gerektiği gibi bir felsefi eğitimden geçmiş ol­salardı, ideolojilerle olan karşılaşmaları başka sonuçlar doğurur, en azından fanatikliğin yol açtığı vur kır ortamına sürüklenmezlerdi.

Son olarak da belirginleştirmeye çalıştığımız düşünüş biçi­minin değerini, toplumumuzda bir süredir gözlemlenebilen ahlak boşluğuna getirebileceği çare açısından vurgulayalım. Ahlaksal ni­telik taşıyan h^ türlü seçimde, kaba içgüdüler, ilkel toplum kural­ları veya son zamanların yaygınlaşan ölçütü, kısa dönem yararcılı­ğı yerine hem ussal değerlendirmelerin hem de daha soylu ilkele­rin ağırlık kazanabilmesine, yaygın felsefe eğitiminin katkısı bü­yük olabilir.

Eğer yaygın felsefe eğitiminin önemi yeterince vurgulana- bildiyse, şimdi bir iki önerinin ana çizgileri verilebilir. Kanımızca, önce gereken etkili bir lise felsefe eğitimidir. Liselerde verilen fel­sefe dersi yaygınlaştırılmalı ve saat sayısı olarak yeterli düzeye çı­karılmalıdır. Ancak dersin içeriği, sıkıcı bir "hangi filozof ne de-

miş" sıralaması niteliğinden kurtarılmalıdır. Felsefe sorunları en açık biçimde, öğrenciye mal edilerek, ortaya konmalı ve bunların çözümü doğrultusunda, öğrenciyle birlikte, bir tartışma havasında yapılan düşünce ve ussal eleştiri alıştırrnaları, derslerin ana amacı olarak yürütülmelidir. Aynı doğrultuda, üniversitelerin ilk sınıfla­rında da felsefeyi servis dersi olarak yaygınlaştırrnanın yararları, kanımızca, çok uzak olmayan bir gelecekte somut olarak gözlem­lenebilir.

TÜRKİYE VE DÜNYADA

FELSEFE ARAŞTIRMALARI

(1997)

Bilim çevrelerinde arada bir soruluyor: Dünya felsefesinin gelişimine katkılan açısından Türk felsefecileri neredeler? Türki­ye'de yapılan felsefe araştırmalannın dünya felsefesinin zenginleş­mesindeki payı nedir? Bunu düşünürken uluslararası yayımianmış felsefe araştırmalarından söz etmek durumundayız, çünkü değeri ne olursa olsun, yerel kalan bir araştırma, felsefenin dünya çapın­daki gelişimine doğrudan bir katkı yapamayacaktır. Araştırmalar dünyada o konuyla ilgilenen tüm felsefecilerin kullanımına ve eleştirisine sunulmuş olacak biçimde, evrensel olarak izlenen bi­limsel dergilerde yayımianmış olmalılar. Böyleleriyse, çoğunlukla atıf endeksierince taranan dergiler oluyor.

Atıf endeksierince taranan dergilerde yapılan felsefe yayını olarak, Türkiye'nin dünya düşüncesine katkısı (özellikle nüfusu­muz düşünüldüğünde) çok sınırlıdır. TÜBA bünyesinde yapılan bir araştır ada(l) dünya ülkeleri arasında Türkiye'nin fen bilimlerin­deki yayın performansı açısından 34'üncü sırada olduğu belirtil­mişti. Öte yandan, sosyal ve beşeri bilimler alanında Türkiye'den kaynaklanan uluslararası yayınların sayıca fen bilimlerindekinin ancak yüzde 5'i kadar olduğu, fakat bu alanlardaki yayın üretimi­nin dünya genelinde zaten daha az oluşu dolayısıyla, Türkiye'nin

1)   "SCI, SSCI ve A&H Citation Endeksi Verilerine Göre Türkiye'de Sosyal Bilimlerin Yayın Performansı", A.Denkel, Ç. Kağıtçıbaşı, N.K. Pak ve Ş. Pamuk. bu çalışma daha sonra "Sosyal bilimcilerimiz fencilerimizden geri değil" başlığıyla Cumhuriyet Bilim Teknik'te (20 Temmuz 1996) yayım­landı.

sosyal ve beşeri bilimlerde de dünya 34'üncüsü olduğu ortaya çık­mıştı. 1980-1995 arasında Türkiye kaynaklı toplam 16918 fen bili­mi makalesi yayımlanmışken, sosyal bilimlerdense yalnızca 197 yayının gerçekleştiği anlaşılıyor: Türk sosyal bilimcileri beşeri bi­limcilerin 4.5 katı, fen bilimcileriyse 85.8 katı niceliğince özgün araştırma yayını yapmışlar. Yine de dünya sıralamasında Türkiye 1995 yılında beşeri bilimler alanında 20 yayınıyla 37'nci olmuş.

Göreceli olan böyle bir sıralamada felsefe yayını açısından da benzer bir yerde bulunuyor olabiliriz. Ancak bu, başta sorulan soruya tatminkar bir yanıt değil, çünkü dünya felsefe araştırma et­kinliğine yaptığımız katkının yine de pek zayıf olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Benim sayabildiğim kadarıyla, aynı onbeş yıllık dö­nem içinde atıf endeksierince taranan felsefe dergilerinde yayımla­nan Türkiye kaynaklı yazıların toplamı yalnızca13. Yani, ülke ola­rak yılda bir makale bile yayımlayamamışız! 1980-95 arasında Türkiye'nin ürettiği, atıf endeksierince taranan dergilerdeki toplam makale sayısı 17998 olduğuna göre, felsefenin bu pastadan almış olduğu pay 1384'te 1; yani yaklaşık yüzde 0.007. Bu veriler ışığın­da ülkemizde felsefe araştırma performansının oldukça yetersiz ol­duğunu onaylamak zorundayız.

Bu durumun çeşitli nedenleri var. Öncelikle felsefeye kül­türümüz içinde özgür, dizgesel, eleştirel ve argümantatif bir düşün­ce biçimi olarak yer verilmeye başlanması üzerinden bir yüzyıl bi­le geçmediği, toplumun kimi kesimlerinde felsefeye bugün bile kuşkuyla bakıldığı, dolayısıyla onun henüz emekleme dönemini yaşıyor olmasını doğal karşılamak gerektiği öne sürülebilir. Henüz ne felsefe eğitimimiz yeterli bir düzeye gelmiş durumda, ne de ge­nel olarak aydınlarımız felsefecilerimizden amatörlüğü aşan bir üretim bekliyorlar. Kulağa hoş gelen soyut ve karışık anlamlı bazı şeylerin konuşulması, ya da retorikle süslenmiş birkaç felsefe kli­şesi, birçok durumda talebi bütünüyle karşılayabiliyor. Felsefeciler

kolayca ünlenip kimi küçük çevreler içinde "büyük düşünür" na­mını kazanıverince de daha iyisini yapma isteğini yitiriyorlar.

Önemli başka bir nokta, Türkiye'de "felsefe" yaptığına ina­nan kimilerinin felsefenin gerçek içeriğinden hala kaçınıyar oluşu­dur. Bir kesim, felsefe dizgelerinin içeriğini, filozofların düşünce­lerinin mantıksal yapısını, felsefe kuram, sav ve argümanlarını tar­tışmak veya eleştirrnek yerine, tüm bunları sanki bir kutu içine ka­patıp, onlar hakkında "dışarıdan" söz ederek, felsefe tartıştığına inanıyor. Birçok felsefecimizi ilgilendiren konular "Platon bugün yaşasa ne yapardı; Descartes fikirlerini ortaya attığında ne gibi bir ruh hali içindeydi, bu fikirler günümüzde hali güncel midir, kadın haklarına, bilimsel, teknolojik gelişmelere ters midir uygun mudur; felsefeci çevre ve kent sorunları hakkında nasıl düşünür; kültür ya­şamında, toplumsal sorunlar karşısında, yozlaşma vb. olgular önünde onun rolü ve görevi nedir; kavram mı insanı belirler yoksa insan mı kavramı" gibi, daha ziyade "münazara" konuları. Kimi meslekdaşlanm bana gücenmesinler, bence bunların hiçbir gerçek felsefe sorunu, felsefe araştırma konusu değil; bunları tartışmak için pek bir felsefe bilgisine, yahut felsefeci olmaya da gerek yok.(2) Kaldı ki, bunlann pek azı felsefe araştırmalarının yayımlan­dığı dergilerin ilgileneceği türden konular. Biz felsefe araştırmala­rında dünya çapında bir varlık göstermek istiyorsak öncelikle bu alışkanlıktan kurtulmalı, bu kısırlığı yenmeliyiz.

Dünya araştırma etkinliğine katılmamızı güçleştiren bir baş­ka önemli etmen de, bu etkinliğin yabancı bir bilim dilini oldukça

2)   Söylediklerimin kimi uygulamalı felsefe konularını (örne^in uygulamalı ahlak tartışmalarını) felsefeden dıştamak anlamına gelmediği umarım açıktır. Öte yandan felsefe sorunu olduğu halde bir tUrlU aşıp ötesine geçe­mediğimiz "Felsefe nedir?" gibi bir tartışma konusu var. Birçok felsefeci­miz dönüp dolaşıp buna takılıyor. Oysa bununla yetinmek, denize girmek yerine kıyıdaki köpüklerle ayağını ıslatmaya benziyor.

iyi bir düzeyde kullanmayı gerektirişidir. Ancak unutmamalı; pek çok ülke bu açıdan bizimle benzer bir durumda. Felsefe malzemesi gibi, anlaması ve yazması güç olan bir şeyi yeterli bir düzeyde iz­leyebilecek ve anlam inceliklerini yitirmeden ifadeye dökebilecek ölçüde bilmek gerekiyor bir yabancı dili. Felsefecilerinkiyle karşı­laştırıldığında, örneğin fen bilimcilerinin bu açıdan sorunları çok daha az; onlar konularını matematik diliyle işleyebiliyorlar.

Bilimcileri çeşitli amaçlarla değerlendiriyoruz. Bunu, yuka­rıdaki gibi genel bir biçimde düşünmek yanı sıra, daha özel amaç­larla da yapıyoruz. Örneğin ödüllendirmeler, üniversitelerdeki ata­ma ve yükseltmeler, ya da kimi bilimsel kurumların üyelik seçim­leri için yapılan değerlendirmelerde bu belli standart ve ölçütler uygulanarak y€:rine getiriliyor. Bu ölçütterin saptanışında üstün bir bilimsellik düzeyinin özenle korunması kuşkusuz esas olmalıdır. Ne var ki, düzeyi koroyalım derken, ölçütleri belli bir kesim bilinci için karşılanması olanaksız hale getirmek de tüm bir bilim dalında­ki araştırmacılara haksızlık olur. Kanımca felsefeye ilişkin olarak böyle bir haksızlık durumuna düşülme tehlikesi söz konusudur. Çünkü felsefecilerin araştırma performansını doğa bilimcilerine ve hatta sosyal bilimcilere uygulanan ölçütlere göre sınayarak hakça bir değerlendirme elde etmek mümkün değildir. Bu durum, Türki­ye'deki felsefe araştırmacılığının yeterli bir düzeye erişmiş olma­yışından bütünüyle bağımsız olarak geçerli. Çünkü felsefecilere bu sözü edilen ölçütler uygulanacak olursa, dünyada en önde g^len (kaldı ki, ana dilleri de İngilizce olan) felsefeciler bile sınıfta kala­bilirler.

Anglosakson dünyasının yaşayan düşünürleri arasında en önde gelenlerden dördünün etkin çağlarına rastlayan 20'şer yıllık zaman dilimterindeki yayın performansıarına bir göz atalım.

1)  W.V. Quine. ABD'li; doğumu 1908; 1948-68 arasında yayın performansı: 3 özgün kitabı ve kendi makalelerinin yeniden

basımından oluşan 3 derlemesi; atıf endeksierince taranan dergiler­de yayımianmış 22 makalesi ve bu dergiler dışındaki yayınlarda çı­kan 38 makalesi var. Yıl başına, l.l'i atıf endeksierince taranan dergilerde olmak üzere, toplam 3 makale yayımlanmış.<J>

2) P.F. Strawson. İngiliz; doğumu 1919; 1959-79 arasında 2 özgün kitap ve kendi makalelerinin yeniden basımından oluşan 3 derleme yayımlanmış. Atıf endeksierince taranan dergilerde ya­yımlanmış 9 makalesi ve bu dergiler dışındaki yayınlarda çıkmış 28 makalesi var. Yıl başına 0.46'sı atıf endeksli olmak üzere, 1.8 toplam makale düşüyor.<4)

3) David Armstrong. Avustralyalı; doğumu 1926; 1966-86 arasında 5 özgün kitabı, kendi makalelerinin yeniden basımından oluşan 1 derleme, atıf endeksierince taranan dergilerde yayımianmış ll makalesi ve bunlar dışındaki dergilerde 48 makalesi çıkmış. Yıl başına 0.5'i atıf endeksli olmak üzere toplam 2.4 makale düşüyor.<5)

4) David Lewis. ABD'li; doğumu 1941; 1966-86 arasında 3 özgün kitabı, kendi makalelerinin yeniden basımından oluşan 2 derlemesi, atıf endeksierince taranan dergilerde yayımianmış 43 makalesi ve bunlar dışındaki dergilerde 60 makalesi çıkmış. Yıl başına 2.1'i atıf endeksli olmak üzere toplam 3 makale düşüyor.<6>

Bu dünyaca ünlü düşünürler, örneğin bizim birçok fen ve sosyal bilimcimizden daha az yayın yapabilmişler; fen bilimlerinin ölçütleriyle değerlendirilselerdi, özellikle 40'lı ya da 50'li yaşla-

3)   Bkz. Works and Ohjections: Essays on the Work ofW.V. Quine, derieyen- ler D. Davidson ve J. Hintikka, Reidel, 1969, s. 353-66.

4)   Philosophica/ Subjects: Essays Presented to P.F. Strawson, der Zak van Straaten, Ciarendon Press, Oxford, 1980, s.297-300.

5)   Ontology, Causality and Mind: Essays in Honour ofD.M. Armstrong, der. J. Bacon, K. Campbel ve L. Reinhardt, Cambridge University Press, 1993, s. 275-83.

6)   Philosophica/ Papers Cilt II, David Lewis, Oxford University Press, I 996, s. 343-55.

rında iyi bir yerlere seçilip atanmakta bayağı zorlanabilirlerdi. Bu veriler ışığında ("eski-pozitivistlere" uyarak) dünyada felsefelerin öbür bilimlerden "daha geri" kaldığını öne sürecek değiliz, herhal­de. Tersine, eğer önde gelen felsefecilerin ortaya koyduğu perfor­mans buysa, demek ki felsefi üretimin öbür bilimlerinicine benze­meyen özellikleri var diyeceğiz; onu başka bilimlerin standartları­na göre değerlendirmek, çileklerle şeftalileri aynı keseye koymak gibi bir şey. Peki bu farklılık niye?

Zor ve Uzun Bir Uğraş

Felsefe, uzun bir çalışma sonucunda göreceli olarak az mik­tarda üretilen, düşüncenin yoğunlaştırılmış bir özüdür. Bir felsefe araştırması, gözlemlenen olgunun ve elde edilen sonuçların yo­rumlanıp betimlenmesiyle, art arda ve aşama aşama hasat edilebi­len makaleler biçiminde gelişmez. Çünkü felsefe yazmak betimsel bir işlev değildir. Felsefede yapılan, belli bir konuyu açıklamak amacıyla deney yerine mantıksal uslamlamaya (argümantasyona) dayanan bir kuram, bir düşünsel dizge geliştirmek ve onu giderek daha tutarlı, açıklayıcı ve yoğun hale getirmektir. iyimser bir bek­lentiyle, 5-10 yıllık bir felsefe çalışmasından 3-4 makale, veya bir kitabın birkaç bölümlük malzemesini elde edebilirsiniz.

Felsefe "stratejik" ya da iktisadi açıdan önemli sayılan bir araştırma konusu olmadığı için, ona destek verebilen fonlar, başka birçok bilim alanındaki araştırmaya akıtılan servetiere göre, yok denecek kadar azdır. Bu nedenle, tıpkı felsefe araştırmalarını des­tekleyen burslar gibi, felsefe yayımiayan dergiler de hem sayıca azdır, hem de sayfa niceliği olarak küçüktür. Atıf endeksierinde ta­ranan bir felsefe dergisinin bir yıllık cildinin ortalama sayfa sayısı lOO 'in altındadır.(?) buna karşılık örneğin benzer nitelikli bir fizik

7)    Örneğin, Mind, Philosophical Review, Philosophical Quarterly, vb. dergiler.

dergisinin bir yıllık cildi, sayfa sayısı olarak bunun on katını bul- maktadır.(8) Felsefe dergilerinde yılda 15 ila 30 arasında makale basılabilirken, bu biyolojide 100, matematikte 361, fizikte ise 625 gibi sayılara ulaşmaktadır.(9) Bütün bu farklılıklardan başka, atıf endeksierine giren felsefe dergisi sayısı ancak 106 iken, matema­tikte 19, biyolojide 481, fizikte ise 336 dergi vardır.

Kimi bilimlerde felsefeye göre araştırmacı başına daha çok yayın yapılmasının bir başka nedeni de, TÜBA araştırmasında be­lirtildiği gibi, çok yazarlı makalelerin çoğunlukta olmasıdır. Felse­fede makale başına düşen ortalama yazar sayısı 1 .5' i bulmazken, bu sayı fizikte 4.5, biyolojide ise 7'ye ulaşmaktadır.OO) Atıf sayısı konusundaysa felsefenin deneysel bilimiere göre önemli bir farkı şudur: Deneye dayanan bir araştırma, kendi savlarını onunla uyumlu sonuçlar içeren ne kadar çok sayıda başka araştırmaya bağlayabilirse o ölçüde daha sağlam olacaktır. Felsefe için eğilim ters yöndedir. Bir yazı (intihal durumuna düşmernek için yapılması zorunlu olan atıf dışında) başka çalışmalara ne kadar az dayandırı- byorsa özgünlüğü ve dolayısıyla değeri, o ölçüde büyük olacaktır. Bu nedenle felsefede atıf oldukça cimrilikle yapılan bir şeydir.

TÜBA araştırmasında da değinilen bir başka önemli konuya geliyorum. Felsefede atıf endeksierince taranan dergilerin, makale­leri yayına kabul oranları, başka dallara göre kat ve kat daha dü­şüktür. Belli bir bilim dalında, atıf endeksinin taradığı dergilerin yayına kabul oranlarının birbirlerine benzer olacağını varsayabili­riz. Bu oran aynı konudaki dergiler arasında büyük farklılıklar taşı-

8)    Bkz. Nuclear Physics. Biyoloji için örnek alabileceğimiz American Jour- nal of Human Genetics'in sayfa büyüklüğü felsefe dergilerininkinin iki katı olup yılda 2500 sayfayı bulmaktadır. Matematiğe örnek olarak dü§ü- nülebilecek Journa/ of Algebra ise yılda 700 sayfaya ula§makıadır.

9)    Bkz. Bir önceki dipnoııa sözü edilen dergilerin 1994 ve 1995 cilıleri.

10)  Bkz. yukanda değinilen dergilerin 1994 ciltleri. Bu dergilerde fizikte 27 yazarlı, biyolojideyse 48 yazarlı makalelere rastlamak olanaklı.

saydı, yayın yapmak bir akademik başarı göstergesi sayıldığı için, kabul oranı yüksek olan dergilere daha çok yazı gönderilir ve so­nuçta böylesi dergiler ya sürekli olarak büyür ve aynı alandaki öbür dergileri yazarsız bırakırlardı, ya da belli bir noktada doyuma ulaşır, yazı kabul oranlarını öbürlerininkinin düzeyine düşürürler­di.

Şimdi çeşitli alanlar arasında bir karşılaştırma yapalım. Fi­zik dergilerine örnek olarak aldığım Nuclear Physics'in kabul ora­nı yüzde 50'dir. Sosyal bilimler alanına girdiğimizde bu oranın keskin bir biçimde düştüğünü görüyoruz. Birkaç örnek: Journal of Economic History % 17, American Economic Review % 14, Cog­nitive Psychology % 15, Psychological Bul/etin % 15, Journal of Personality and Social Psychology % 13, Psychological Review % ll ve American Psychologist % 10. Felsefedeki oraniarsa daha da düşük: American Philosophical Quarterly % 10, Philosoph and Phenomenological Research % ll, British Journal for the Philo- sophy of Science % 8, Southern Journal of Philosophy % 7, The Journal of Philosophy % 5, The Philosophical Review % 5 ve Mind % 4.3.

TÜBA araştırmasında kitaplarının sosyal ve beşeri bilimler içindeki birincil önemi de vurgulanmıştı. Ne var ki, felsefede ulus­lararası bir yayınevinde kitap bastırmak bir tür kısır döngüye gir­meye benziyor. Yayınevleri, adları meslek çevresinde ün kazanmış olmayan yazariara yatırım yapmaktan kaçınmakta ve bunların ya-· pıtlarını basmakta isteksiz davranmaktadır. Hele Türkiye gibi he­nüz felsefi başarılarıyla göz doldurmamış bir ülkeden gönderilmiş bir metin kendiliğindeki değeri bütünüyle bir yana, saygın yayı­nevleri açısından bir ticari risk olarak görülecektir.

Kitap bastırmanın güçlüğü ve kitap olarak yazılan metinle­rin ancak pek küçük bir bölümünün hasılabiliyor oluşu, yayımla­nan kitapların genel niteliğini çok yüksek tutan bir etmendir. Bu

da, yarışta bir şansı olması için, kitap niyetiyle yazılan bir metnin gerçekten yetkin olmasını gerektiriyor. Oysa yetkinlik, zorunlu oluşuna karşılık yeterlilik sağlamaktan maalesef uzaktır.

Felsefe Yayımlama Kılavuzu balıklı kitaptaO D üstün nite­likli bir kitabın kendine nasıl olsa bir yayımcı bulabiieceği kanısı­na karşı yapılan uyarıya bakalım: "Bizce bu fazlasıyla iyimser bir beklenti olur, çünkü eldeki veriler bunun tam tersinin geçerli oldu­ğunu gösteriyor. Her şeyden önce, yirminci yüzyılda yayıncılık ti­cari bir iş olmuştur. Kar amacı gütmeyen bir üniversite yayınevi açısından bile, bir metnin yayımlanıp yayımlanmayacağı kararı verilirken, onun niteliği yanı sıra, birçok başka etmen de göz önü­ne alınmaktadır. .. İkinci olaraksa, dergi yayımcılığıyla karşılaştı­rıldığında, kitap yayımcılığı eşitliksiz olduğu gibi, keyfidir de. Der­gi hakem/eri, makaleleri yazar adlarını bilmeden okudukları için, üniversitesinin de kendisinin de adı hiç duyulmamış yetenekli bir yazarın eserini dergilere kabul ettirme şansı belli bir ölçüde söz konusudur. Oysa aynı yazar, benzer nitelikler taşıyan bir kitap met­ni sunduğunda çok daha büyük bir engelle karşılaşacaktır. "

Ülkemizde felsefenin fen bilim dallarınca başarılan ulusla­rarası performans düzeyine henüz ulaşamadığı doğrudur. Ancak Türk felsefesinin dünya çapında Türk fen bilimlerininkine benzer bir düzeyi tutturması beklentisini, onun fen bilimleriyle aynı kate­gorilerde aynı nicelikte meyve vermesi beklentisiyle karıştırmak da yanlış olur. Yerine getirilmesi belki de olanaksız bir şey olan bu sonuncu özlem, çilekleri şeftalilere ezdirmek sonucuna yol açabi­lir.

1 1) Guidebook to Publishing Philosophy, M. Yudkin ve J. Moulton, Ameri- can Philosopbical Association, 1995, s.! 17.

TÜRKİYE'DE FELSEFE

(1997)

Felsefenin bugün ülkemizde durumunu ve gelişim eğilimle­rini, bir tarihçe sunarak özetleyecek ve sonuçta bu konuya ilişkin birkaç kısa değerlendirme yapacağım. Önce, kimi çevrelerde "fel­sefe" adı altında sunulan bazı düşünsel etkinlikleri kapsam dışına çıkarmak istiyorum. Felsefeden, mantıksal uslamlamalarla (argü­manlarla) gerekçetendirilmiş bağımsız ve dizgesel (sistemli) dü­şünceyi anlıyorum. Bundan önemle ayırt edilmeleri gereken kimi edebi, dinsel ya da bilgece düşünme biçimleri var. Soyut ve "de­rin" düşüncelerin dizgeli bir biçimde sıralandığı kimi edebi metin­ler nasıl felsefe değilse, soyut kimi sanat tartışmaları, gizemci dün­ya görüşleri, tasavvuf ve uzak doğu düşünceleri de değil. Ne ölçü­de ilginç olurlarsa olsunlar, uslamlamalara dayanmayan açıklama­lar felsefe olamazlar. Bu durum, şimdi saydıklarımın daha "değer-

1)  Profesör Önay Sözer'e önerdiği düzeltmeler için teşekkür ediyorum. Bu yazıyı hazırlarken Arslan Kaynardağ'ın Felsefecilerle Söyleşiler (Elif Ya­yınları, İstanbul, 1986) başlıklı kitabından, "Aperçu historique sur la phi- losophie et ses traditions en Turquie" (Philosophy in Balkan Countries To- day, derleyen Myrto Dragona-Monachou, atina: lnstitoitio toi biblioi, 1994) adlı makalesinden ve aynı derlernede yer alan Betül Çotuksöken'in "Etat actuel du discours philosophique en Turquie" başlıklı yazısından ya­rarlandım. Profesör Çotuksöken aynca metnin taslağını okuyarak kimi noktaları belirginleştirmeme yardımcı oldu. Yaptığı değerli eleştiriler için Profesör Ahmet Arslan'a da teşekkür ediyoram. Bunlum bir çoğunu te- nimseyerek metinde birtakım değişiklikler yaptım. Öne sürdüğüm görüş­lerden onunkilerine uymayanların sorumluluğu doğal olarak yalnızca bana aittir.

siz" etkinlikler olduklarını göstermiyor; ortaya koyduğu şey, ba­ğımsız mantıksal gerekçelendirme ile temellenmiş olmayan düşün­cenin, yalnızca derinlik, dizgesellik ya da soyutluk nitelikleriyle felsefi bir kimlik kazanmadığı. Öne sürdüğüm belirleme, Eski Yu­nan' da ortaya çıkmış olup, bilim ile belli yakınlık ve tutarlılık iliş­kileri olan, sorunlarının seçimi, yöntemleri ve dile getiriliş biçemi belirgin bir bütünsellik gösteren bir geleneği kapsıyor; buna sıklık­la "batı felsefesi" adıyla da değiniyoruz. Hemen belirtilmesi gere­ken ve ileride de gündeme gelecek bir nokta, Ortaçağ İslam felse­fesinin, tipik bir batı felsefesi olarak, burada belirlediğim kapsam içine girdiğidir. İslam felsefesi, kaynağını Eski Yunan'dan alan, bu kaynaklarta ana sorun ve yöntem seçimlerini paylaşan ve hatta ay­nı büyük filozofların gölgesi altında yeşeren, açık ve seçik olarak gerekçetendirilmiş bir düşünce biçimidir.

Etkinliğine ciddi olarak başlanması altmış yılı ancak aşmış olan çağdaş Türk felsefesi, henüz emekleme çağı içindedir ve onun dünya düşüncesine katkısı, ülkenin nüfusu gözönüne alınırsa, nere­deyse yok denecek kadar azdır.{2) Türkiye'de aynı tarihlerde başla­yan kimi bilim dalları, çok daha büyük bir hızla gelişip ilerlemiş­lerdir. Bunun bir nedeni, genel anlamdaki bilimsel düşünme ve yaklaşım biçimiyle matematik bilgisinin toplumumuza daha önce­lerden girmiş owşudur. Türkiye'ye getirildiklerinde, bu bilim dal­larının üzerinde yükselecekleri bir temel, bir alt yapı, hazır bulun­maktaydı. Felsefi düşünce, hem sorunlarını saptayışı, hem de ge­rekçelendirme yöntemi olarak bilimden farklıdır. Türk toplumu yüzyılımızın başlarında felsefeyle tanışırken kendisine tümüyle ya-

2)  "Citation index"lerce taranan dergilerde Türkiye kaynaklı felsefe yayınlan- nın bugüne kadarki toplamı 25'i bulmuyor. Türk felsefecilerinin yazılanna yapılan uluslararası atıflarsa 15'i geçmiyor. Atıf alan felsefecilerimizse (eğer bu konuda yanılmıyorsam) yalnızca iki-üç kişiden ibaret.

bancı kalmış bir düşünme biçimiyle karşılaşmaktaydı. Türk felse­fecileri bir yandan alanlarında gelişmeye çalışırken, öbür yandan da yaptıkları şeyi sindirme savaşımını vermek durumunda kalmış­lardır. İkinci bir nedense, felsefi düşüncenin kendi doğasındaki güçlüğe ilişkindir. Birçok bilim dalında, olay ve nesnelerin sınıf­landırılması ve bunların yapıca yalın olan genelierne ve açık.lama- Iarıyla yetinilebilirken, felsefe için gereken düşünce biçimi çok da­ha karmaşık, çetrefil, uzun mantıksal çıkarım ve ilişkilendirmelerle kurulan, anlaması güç bir yapıya sahiptir. Felsefede ustalık kazan­mak, temelde yerleşik bir gelenek gerektirirken, sıfırdan başlamış olan bizler bu geleneği daha henüz kurmak aşamasındayız.(3) Öte yandan, bugün nicelikte belli bir birikime ulaşmış bulunuyoruz. Felsefe eğitimimizin şimdiki örgütlenimi, ileride başarılı gelişimle­re temel oluşturabilecek bir düzeye yaklaşmıştır.

Düşünce dünyamızın temel altyapısının tamamlanması için önemle gereken şeylerden biri, belli başlı yapıtların tümünün hızla Türkçe'ye kazandırılmasını sağlamak, bir ikincisi de üniversitele­rimizde verilen felsefe eğitimini nitelikçe yükseltmektir. Bu sayede yeni felsefeci nesillerinin çok uzak olmayan bir gelecekte özgün düşünceler üretmeleri olanaklı kılınabilecektir. Bu amaçlar yönün­de gerçekleşen bir oluşum şu anda yok değildir; ancak bunun daha büyük bir ivme kazanması gerekir. Kararlı bir çeviri seferberliğine

3)  “ ..Ben, felsefede yaratıcılık denince, daha çok felsefenin demirbaş sorunla- n üzerinde uğraşan, bu sorunlara ışık tutan, onlann güçlüğünü çözmek is­teyen bir çalışmayı anlıyorum; işte bu ölçüyle bizde özgün bir felsefenin olmadığını söylüyorum... Şimdiye kadar bizde özgün felsefe olmayışının başlıca nedeni, büyük bir felsefe geleneğimizin olmamasıdır. Cumhuri- yet'in ilk yılianna kadar bizde, Aristoteles'e dayalı İslam İskolastik'i sür­müştür. Ben burada özgün felsefe derken çağdaş felsefe bakımından özgün olmayı anlıyorum. İşte bu konuda geleneğimizin yeterince derinliği yok." Macit Gökberk'le Konuşma", Felsefe Yazıları, 1. Kitap, Yazko, 1982, s.21-22.

girişerek çok daha hızlı bir birikim yapmak zorundayız.(4) Felsefe eğitiminde görevli mevcut kadroların niteliği gelecekteki felsefeci- lerinkini belirlediğinden, kaliteyi kısa bir dönemde istenilen düze­ye çıkarmaya belki olanak yoktur. Ancak genç felsefecilerin teşvik edilmeleri, onların yabancı dildeki yayınları izlemelerinin kolay­laştırılması ve yurt dışında doktora yapmalarının desteklenmesi, nitelikteki yükselişi hızlandıracaktır. Gelecekte erişeceğimiz yet­kinliğin güvencesi, şu aşamadaki yetersizliğimizin bilincinde ol­mamız ve bunu bir gurur sorunu, ya da aşağılık kompleksi yapma- mamızdır. Bilirnde kestirme yollar olmadığına göre, ustalaşana de­ğin çıraklık yapmaktan gocunmamalıdır.<S>

Bizimki gibi alana henüz yeni girmiş bir ülkenin felsefeci­lerinin alçakgönüllülüğü elden bırakmamalan gerekir. Sınırlarımız içinde sağlanılan ün, etki, hayranlık, yayın niceliği gibi şeylerin çekimine kapılarak, yetkinliğe kısa yoldan erişildiği gibi bir izie- nim oluşmasına izin vermemeliyiz. Değeri ya da içeriği ne olursa olsun, retorikle zenginleştirilmiş ya da bir tür gizemli havayla pus­landırılmış felsefenin düşünmeye meraklı kitleleri (özellikle de öğrencileri) kolayca etkileyebilen bir yönü vardır. Bu, aslında çok gerekli olan yoğun çaba harcama eğilimini baltalayarak, gelişim hızını yavaşlatıcı etkiler yapan bir şey olabilir. Kimi çevreler ya da ortamlar içinde yüceltildiklerinde, felsefeciler o ortamların dışına

4) Birçok önemli klasik felsefe metninin Türkçesi hala bulunmuyor. Örneğin Leibniz'in Nouveaux essais sur /'entendement humain'i, Hume'un A Tre- atise of Human Nature'ı henüz çevrilmiş değiller. En az bunlar kadar önemle ele alınması gereken başka metinler de çağdaş klasiklerdir. Bu alandaki eksiklik çok daha büyüktür.

5) "Eğer özgün felsefenin koşulları burada söz konusu ise, bir defa kaynaklar gereklidir; batı felsefesi içinde erimek, onunla birleşmek, kaynaklanna in­mek, yani kısaca onun okuluna gitmek, okulunda iyi yetişrnek ve ondan sonra da böyle bir çalışmayı tutacak bir çevre, bir düşünce özgürlüğü olan çevre gereklide." Gökberk ( 1982), s.22.

oranla içinde bulundukları durumu yeterince iyi göremeyebiliyor, kendi kendine sannlar yaratabiliyorlar. Türkiye'deki en iyi yetiş­miş felsefeciler arasında yer alan Hüseyin Batuhan 'ın yapmış ol­duğu özeleştirileri tüm felsefe dünyamız adına değerlendirerek arada bir anımsamak ve hiçbir zaman da gözardı etmemek gerekir. Altmışlı yılların sonlarında Münih, Salzburg ve Oxford üniversite­lerini ziyaret eden Batuhan, buradaki felsefe öğrencilerinin kendi aralarındaki tartışmalarına tanık olur. Yurda döndüğünde gazete­lerde de yazdığı gibi, "on yıllık asistan, altı yıllık doçent olarak" kendisini onlardan daha bilgisiz bulduğunu, tartışmaları izlemekte zorlandığını söyler. "Türkiye'deki üniversite eğitimim boyunca ne öğrendim?" sorusunu "Hiçbir şey" diye yanıtlar.(6) Bugün de bu değerlendirmenin tüm üniversitelerimizde verilen felsefe eğitimi için hala geçerli olduğu kanısında değilim; ne var ki, dünya düze­yindeki bir yeterliliğe doğru, önümüzde hala uzun bir yol bulun­duğu görüşüne bütünüyle katılıyorum.m Ülkemizde eğitilen ve üretilen felsefe için, birkaç kişisel başarının çok ötesinde, tüm eği­tim kurumlarına da yayılan, örgün bir nitelik yükselişine gerek vardır.

Felsefenin şu aşamada ülkemiz içinde nasıl örgütlendiğini kısaca betimlemek istiyorum. Felsefi varlığımızın ana taşıyıcısı olan üniversiteler Türkiye'de felsefe etkinliğinin gerçekleştiği tek ortam değil. Felsefe kurumlarımız bulunduğu gibi, akademik ya-

6)   Arslan Kaynardağ (1986), s.288-9.

7)  "Türkiye'deki felsefe eğitiminin son kırk beş yılı için şunları söyleyebili­rim: Von Aster gibi, Reichenbach gibi, Lacombe gibi, Freyer, Pratt, Kranz gibi yabancı profesörlerin zamanında felsefe eğitiminde sanki bir düzelme, yenilenme ya da düzelmeye, yenilenmeye yönelme varmış gibiydi. Ama bu yüzeysel ve pek etkenliği olmadığı sonradan görülen bir devinimdi. Felsefe eğitimi o zaman da kötü, yetersiz, verimsizdi; bugün. l979'da hala öyle." Nusret Hızır, Bilimin lşığında Felsefe, Adam Yayınları, 1985, s.l5- 16.

şam dışında oldukları halde konferansiara katkıları ve yaptıkları yayınlarla tanınan düşünürlerimiz de var. Üniversitelerdeki felsefe etkinliğini belirgin bir ölçüde ağırlaştıran bir etmen, öğretim üyele­ri üzerindeki ders yükünün ağırlığıdır. Son on iki yıl içinde, yetiş­miş eğitim kadrolarındaki artış epey yavaş olarak gerçekleşirken, felsefe bölümlerine gelen öğrenci sayısı büyük bır hızla yükselmiş­tir. Bu olgu, felsefe yayınlarını hem nicelikte hem de nitelikçe sı­nırlayan bir etmen olmayı sürdürmektedir. Şu aşamada felsefe de­recesi veren üniversite bölümlerinin sayısı Ankara'da dört, İstan- buJ(8) ve Erzurum'da ikişer, İzmir, Adana, Bursa ve Mersin'deyse birer tanedir. Üniversite yayınları felsefe kitapları basmakta, dü­zenli olmasa da kimi bölümler dergi çıkarmaktadırlar.<9J Bu yayın- Iarın dağıtımı yetersizdir. Dağıtım, nitelik ve nicelik açısından özel yayıncıların aldığı sonuç, hem kitaplara hem de dergilere ilişkin olarak daha iyi görünüyor. Ülkemizde çeviriler yanısıra telif felse­fe yapıtları da yayımlanmakta, kitaplar genellikle 2-3 bin adet ba­sılmaktadır. Seyrek rastlanan kimi ayrıcalıklar dışında, felsefe ya­yınları ikinci hamur kağıda basılarak ince kartonla ciltleniyor. Şu aşamada düzenli olarak yayımlanan iki felsefe dergisinden biri, belli bir kuruma bağlı olmadan yayımlanan Felsefe Tartışmala- rı'dır.

Felsefe kurumlarımızdan biri olan Türk Felsefe Derneği, üyelerini yalnızca öğretim üyeleri arasından seçmekte. Yayım ya­şamını düzenli olarak sürdüren ikinci felsefe dergisi olan Felsefe Dünyası'nı çıkaran bu örgüt, halka açık sempozyum ve koliok- yumlar yaparak felsefe ile ilgilenenleri bir araya getiriyor. Öbür kuruluş, başlangıcı daha eskilere dayanan Türkiye Felsefe Kuru-

8)   İstanbul Üniversitesi'nde aynca Il. öğretim de yapılmaktadır.

9)  İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü çok aralıklı olarak Felsefe Arşivi'ni yayımlamaktadır. Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü de Seminer-Felsefe adı altında bir dergi çıkarmaktadır.

mu'dur.OO) İlk olarak 1927'de oluşturulan kurum daha sonra ka­panmış, 1974'te yeniden açıldığından beri de yurt ve dünya çapın­daki etkinliğini yoğun bir biçimde sürdürmüştür.<ı *) Türkiye Felse­fe Kurumu 'nun üyeleri üniversite mensuplarıyla sınırlı değildir. Yurt içinde u.J.usal ve uluslararası sempozyum ve seminerler düzen­lemesi ve bunların bir bölümünü yayımlaması yanısıra, Uluslarara­sı Felsefe Kurumları Konfederasyonu'nun da (FISP) bir üyesidir. Bu sıfatıyla dünya felsefe kongrelerinin ve diğer uluslararası top­lantıların düzenlenmesine katkıda bulunmakta, böylesi toplantılara kendi üyeleriyle katılmaktadır. Kurumun başkanı Profesör İoanna Kuçuradi, uzun bir süredir, sözü edilen uluslararası konfederasyo­nun genel sekreterliğini de yürütmektedir.

Felsefede, konulara yaklaşım biçimleri ve yöntemleriyle birbirlerinden ayrılan genel eğilimler, değişik gelenekler vardır. Dünya düşüncesinde canlı bir yazışma ortamı oluşturan bu farklı­lıklar, ülkemizde de-temsil edilmekte, benzer bir rekabet Türki­ye'de de yaşanmaktadır. Felsefe geleneklerinin yurt içindeki dağı­lımını Türk felsefesinin tarihsel gelişiminden soyutlamak doğru ol­maz. Eğilimlerin ortaya çıkışlarını betimlerken, bunların ülkemiz­deki tarihini de özetleyeceğim.

Üniversitelerden başlayarak yukarıda anlattığım felsefe et­kinlik ortamları içinde temsil edilen felsefe biçem ve eğilimleri, ana çizgilerle Fransız, Alman, İngiliz-Amerikan gelenekleriyle, Marksizm ve İslam düşüncesinden oluşuyor. Kendiliklerinde, bu gelenekler birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılan şeyler değiller; hatta örtüştükleri yerler de olabiliyor. Değişik merkeziere dağılmış bulunan gelenekler, kimi zaman aynı yerde ikisi, üçü, bir arada

10) Kurum, 1994 Aralık ayından beri üç ayda bir kez olmak üzere bir Bülten yayımlamaktadır.

1 1) Kurumun "Fenomenoloji Birimi", "Hukuk Felsefesi Birimi", "Bioetik Bi­rimi", "Çocuklara Felsefe Birimi" adı altında birimleri vardır.

temsil ediliyor, kimi yerlerdeyse bulundukları kuruma ağırlıklarını koymak amacıyla aralarında bir başatlık çekişmesine tutuşmuş oluyorlar. Böylesi eğilimler bir yana, üniversite bölümleri uzman­lık alanlan açısından da birbirlerinden farklı biçimlerde özelleşebi­liyorlar. Örneğin kimi bölümler daha çok felsefe tarihine ağırlık verirken, kimileri de önceliği bilim felsefesi, mantık, ahlak ve in­san felsefesi gibi konulara tanıyorlar. Bu açıdan baktığımızda, bir uzmanlık alanı olan İslam düşüncesi tarihini aynı zamanda başat bir gelenek konumuna getirme girişimleri gözlemleyebiliyoruz. Bu yöndeki bir hareketliliğe, şu aşamada ülke içinde en hızla geliş­mekte olan bir eğilim olması dolayısıyla aşağıda yeniden eğilece­ğim. Önce, saydığım öbür akımlan ele alıyorum.

Türkiye'de etkisini sürdüren en eski felsefe geleneği, kendi­ni değişik biçimleriyle ortaya koyan Fransız düşüncesidir. Bu gele­nek içindeki çeşitlilik, bir yandan 19. yy Fransız pozitivizminden varoluşçuluğa ve Fransız: görüngübilimine yayılmışken, son yıllar­da daha yeni akımlan da kapsamaya başlamıştır. Fransız düşünce­si, felsefenin Türkiye'deki başlangıçlanndan 1930'lann ortalanna kadar başat olmuş, bunun adağını da o dönemlerin tek yüksek öğ­retim kurumu olan Darülfünun oluşturmuştur. Osmanlı Devleti içinde, gizemcililc ya da tannbilimden ayn olarak kavranabilecek, özgür ve gerekçelendirilmiş dizgesel düşünce anlamındaki felsefe, hiçbir aşamada ciddi bir varlık gösterrnemişti. İlk özgür düşünürle­re, 19. yy'ın sanianna doğru rastlıyoruz. Bu kişiler, o günlerin po­zitivizminden ve çoğunlukla da Fransızca kaynaklardan okurluklan Alman özdekçiliğinden (materyalizm) etkilenmişlerdi. Onlar dü­zenli bir felsefe eğitimi almış düşünürler değillerdi; ellerine geçen kimi kitaplan okuduktan sonra kendilerini felsefeye kaplıran ama­törler olarak da görülebilirler. O aşamalarda batılı devletlerce İs­tanbul ve Anadolu içinde kurulmuş olan yabancı okullarda felsefe dersleri veriliyor olmalıydı. Aynı şey Rum rahip okullan ve ma-

nastırları için de geçerli. Ancak felsefenin, müslüman halka da açık, bir üniversite dersi olarak verilmesi, 1912 yılında başlıyor. Bu ilk derslerin bir yandan felsefe tarihi içerikliyken, öbür yandan da konu olarak sosyoloji ve psikoloji ağırlıklı olduklarını biliyo- ruz.02)

Felsefedeki ilk kıpırtılan ortaya koyan insanları kısaca tanı­yalım. 1813-1881 yılları ^ : ia yaşamış olan Hoca Tahsin, tann- bilim ve İslam edebiyatı okumuştu. Türk diplomatlarının dinsel ge­reksinimlerini karşılamak üzere Paris'e yollanınca Fransızca'yı öğ­rendi ve üniversitede doğa bilimlerine ilişkin çeşitli dersleri izledi. Alman düşünürü Büchner'in yapıtını okuyarale ondan etkilendi. Beşir Fuad (1852-1887) ise Suriye Cizvitleri 'nce eğitilmiştir. Fran­sızca'dan çeviriler yapmış, Voltaire, Comte ve Durkheim pozitiviz­mi ile doğalcılığa ilişkin yazılar yazmıştır. O da Fransız kaynakları üzerinden Büchner'in etkisi altında kalmış biriydi. Ahmet Mithat Efendi (1844-1912) Niş ve Bulgaristan'da okumuştu. Sürgünde bu­lunduğu Rodos'tan dönünce dergi ve gazetelerde felsefi içerikli ya­zılar yazdı. Lamarck'ın evrimci görüşlerini izleyen bir doğalcıydı.

Günümüzden bir yüzyıl önce Osmanlıca'ya çevrilen ilk önemli modern felsefe yapıtı, Descartes'in Usul Hakkında Nu- tuk'udur (Discours de la Methode).03) Büchner ve Haeckel'in ki- taplarını04> Türkçeleştiren felsefeciyse Baba Tevfik'tir. 1881 ile 1914 yılları arasında yaşayan Baha Tevfik'in kişiliğinde daha diz­gesel bir düşünür buluyoruz. Kendisi birkaç arkadaşıyla İstan­bul'da ilk türkçe felsefe dergisini çıkarmış. OS) Onunla kimi benzer evrimci, doğalcı, pozitivist ve özdekçi görüşleri paylaşan Subhi El-

12)    Kaynardağ (1994), s.210.

13)  Kaynardağ (1994), s.209'da çevirinin 1895 yılında gerçekleştirildiğini ve kitabın ikinci baskısının 1928'de yapıldığını bildiriyor.

14)    Force et Matieres de l'Univers.

15)    Bkz. Kaynardağ (1994), s.209.

dem, Memduh Süleyman, Edhem Necdet ve Celal Nuri'yi (ı877- ı939) de saymak gerekir. Sonuncu düşünür, İslam geleneğini açık­ça eleştiren bir reformcuydu. Başka birçok alanda da yazıları olan Abdullah Cevdet, Büchner'in etkisi altında felsefe yapan Osmanlı düşünüderi arasındadır. Darülfünunda felsefe dersleri veren Rıza Tevfik (1869-ı 949) bir Bacon ve Mill hayranı olarak İngiliz de­neyciliğinin Türkiye'deki ilk belli başlı temsilcilerinden biri sayı­lır. Bir felsefe sözlüğü yayımlamaya girişmiş, ancak bunu tamam­lamayı başaramamıştır. Sözünü ettiğimiz özdekçi, pozitivist ve eleştirel dalga belli bir süre sonra tutucu kesimlerin tepkisini çe­kince, üniversitede verilmekte olan bağımsız felsefe dersleri kaldı­rılarak, bu konular sosyoloji ve psikoloji dersleri içinde eritilmiş- tir.06) Aynı dönemlerde, sosyoloji derslerini Ziya Gökalp ve Meh­met İzzet veriyorlardı.

Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda, Fransız düşüncesinin yanısıra Amerikan pragmacılığının da kimi etkileri söz konusu­dur. John Dewey'in, yeni Türk devletinin eğitim politikalarına danışman olarak katkıda bulunduğunu biliyoruz. Oysa bu etki de­rin olamamış, felsefe eğitimi içineyse hemen hiç girememiştir. O yıllardaki başat etki kaynağı, Henri Bergson'un düşünceleriydi. Bu düşünceler, üniversitede psikoloji okutan Mustafa Şekip Tunç aracılığıyla yayılmıştı. Şekip Tunç, daha sonra kurulacak olan fel­sefe bölümünün çekirdeğini oluşturacak olan birkaç kişiden biri­dir. ı 930'lu yılların başlarında etkinliklerini sürdüren Ahmet Na- im, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Halil Nimetullah ve Orhan Sadettin gibi Darülfünun hocalarının adlarını da anmak gerekir. Sayılan son isim, felsefe doktorası sahibi olan ilk Türktür. Ancak bu kişi­ler yeniden yapılanan üniversitenin kadrosu içinde yer almamış­lardır.

Felsefe eğitiminin kendi başına bir lisans programı olarak

1 6) Bkz. Kaynardağ (1994), s.210.

başlaması, 1 933 üniversite reformuyla gerçekleşir. Bu, ülkemizde felsefenin bir öğretim dalı olarak yeşermeye başrayışının tarihi ola­rak da görülebilir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, Türkiye'nin ilk ve o zamanki tek felsefe bölümü olarak Fındıklı 'da etkinliğe başladığında, kadrosu içinde yer alan üç kişi, sonraki yıllarda ülke içinde yetişen hemen tüm felsefe öğretim üyelerinin hocaları olacaklardı. Bunlar Hilmi Ziya Ülken, Halil Vehbi Eralp ve Macit Gökberk'tir. Hilmi Ziya, İslam felsefesi ve sosyoloji alanlarında dersler veriyor, kendisinin lise öğretmenliği sırasında öğrencisi olmuş olan Vehbi Eralp ise doçent statüsünde felsefe tarihi okutuyordu. Eralp, üniversite eğitimini Bordeaux ve Sorbonne üniversitelerinde yapmış, Descartes metafiziği üzerine doktora tezi yazmıştı. Macit Gökberk, aralarında en gençleri olarak bölümün asistanıydı. Onlara 1 934'de, doktorasını Almanya'da ya­pan Mazhar Şevket İpşiroğlu da katıldı.

Türk felsefe dünyasına Alman felsefe geleneğinin girişi 1930'lu yılların ikinci yarısında olmuştur. Daha önce özellikle Fransızca çevirilerden tanınan Alman özdekçiliğinin yerini şimdi çok daha farklı tipteki Alman düşünceleri atmaktaydı. Bu değişimi hazırlayan etmenleri iki başhk altında toplayabiliriz. Üniversite re­formu dolayısıyla ortaya çıkan öğretim üyesi gereksinimini karşı­lamak için Almanya'ya eğitime yollanan genç akademisyenler bu etki kaynaklarından birini oluşturmuştur. Macit Gökberk ve Taki- yettin Mengüşoğlu, ikinci dünya savaşı başlamadan kısa bir süre önce doktoralarını kazanıp yurda dönmüş ve üniversitede göreve başlamışlardır. Gökberk felsefe tarihinde, Mengüşoğlu ise daha çok felsefi antropoloji, varlıkbilim ve görüngübilim (fenomenolo- ji) alanlarında çalışmışlardı. Ancak ikisinde de ortak olan bir şey, Almanya'da kendisinden dersler aldıkları Nicolai Hartınann 'ın et- kisiydi. Mengüşoğlu doktorasını Hartmann'ın yönetiminde yaz­mış, büyük ölçüde onun felsefesini benimsemişti. Aynı profesör,

Gökberk'in de doktora tez raportörlerinden biriydi.07) İstanbul'da bu iki öğretim üyesinin öğrencileri olan kuşaklar Hartınann düşün­cesinde yoğruldular. Bugün artık gerilerde kalmaya başlamış olsa da, bu etki halen yaşamaktadır. Hartınann etkisi, onun arka planın­da yer alan Yeni-Kantçılık ve Alman idealizmi ile bir bütünlük içindeydi.

Üniversite reformunun gerçekleştirildiği yıllara rastlayan bir başka önemli olay var. Almanya'da Nazi rejiminin Yahudi köken- Iilere uyguladığı baskı sonucunda Türkiye'ye sığınan çok sayıdaki Alman profesör arasında Hans Reichenbach da bulunuyordu. Reic- henbach daha o zamanlardan dünya çapında tanınmış biriydi. Ken­disi 1933 'ten başlayarak beş yıl süreyle felsefe bölümünde ders verı:niş ve orayı yönetmiştir. Felsefe tarihi dersleri vermek üzere 1935'te Reichenbach'ın aracılığıyla bölüme çağrılan profesör Emst von Aster'se, 1945'e değin İstanbul'da kalmıştır. Bu öğretim üyesi de, aynı zamanda bilgi kuramı ve ahlak konularında yayım­lanmış kitapları olan, değerli bir felsefeçiydi. Hartınann felsefesi dışındaki Alman kökenli etkiler bu iki profesörden kaynaklanır. Türk felsefe yaşamına çok önemli yararları dokunmuş olan Alman stilindeki felsefe tarihçiliği bunlardan biridir. Ne var ki, az aşağıda değinilecek olan öbür Alman hocalar da gittikten sonra, klişeci bir anlayış, ilk kaynakları öne alan kapsamlı felsefe tarihçiliği ve yo­rumculuğunu giderek gölgelerneye başlamıştır. Her şeye karşın, felsefe ve ideler tarihçiliği ülkemizin bugünkü düşünce dünyasında sağlam yeri olan bir uzmanlık alanı olarak kalmayı başarmış bulu­nuyor. İstanbul, Ankara ve İzmir'deki felsefe bölümlerinde, hem lisans hem de onun üzerindeki düzeylerde, felsefe tarihi eğitim ve araştırmasına verilen önem bugün de sürmektedir.

Alman felsefesinin düşünce dünyamız üzerindeki üçüncü etki ekseni, yukarıda sayılan ilk ikisinden oldukça farklı bir akımla

17)    Bkz. Kaynardağ (1986), s.26.

temellenir. Yeni-pozitivzm ve onunla felsefeye giren bilimsel yak­laşım biçimi, sembolik mantığa verilen özel önem ile birlikte Tür­kiye'ye Reichenbach tarafından tanıtılmıştır. Reichenbach, öğren­cileri üzerinde büyük hayranlık bırakmış olan bir hocaydı. Buna karşın, kendisinin Califomia'ya gidişinden sonraki 25-30 yıl bo­yunca onun felsefi izini süren etkin Türk felsefecileri yalnızca üç kişiyle sınırlı kalmıştır. Ayrıca, bunlardan ancak biri onun doğru­dan öğrencisi olmuştur. Yeni-pozitivizmin Türkiye'deki düşüneeye yaptığı asıl katkının, ortaya daha sonraları çıkacak olan İngiliz- Amerikan kökenli çözümleyici (analitik) felsefeye uygun bir ön- temel hazırlayışı olduğu söylenebilir. Reichenbach ilk geldiğinde onun derslerini Türkçe'ye Macit Gökberk çeviriyordu. Bir süre sonra, Almanya'da uzun süre kalmış ve bu dönem içinde fizik ve felsefe okumuş bir başka genç, Nusret Hızır da, kendisine aynı iş­levde yardımcı olmaya ve onunla sıkı bir düşünsel yakınlık kurma­ya başladı. Reichenbach gittikten sonra onun felsefesini Türki­ye'de temsil etmeyi sürdüren kişi, kendisinin bu öğrencisidir. Hı­zır, 1937'de Türk Tarih Kurumu'na atanmış, sonra 1942'de üniver­site dışından doçentlik sınavına girerek, birkaç yıl önce Profesör Olivier Lacombe tarafından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğ­rafya Fakültesi bünyesinde kurulan, Türkiye'nin ikinci felsefe bö­lümüne katılmıştır. 08)

Çözümleyici felsefenin ülkemizde filizlenişi, 1960'lı yıllara rastlıyor. 40'lı yıllarda İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde okuyan Hüseyin Batuhan ve Nermi Uygur gibi öğrenciler, 50'li yılların başlarında asistan olarak bu bölüme katılmışlardı. Koyu bir Alman

18)  Profesör Hızır, 1968'deki emekliliğine değin bu kurumda sürdürdüğü akademik kariyeri boyunca Reichenbach çizgisindeki düşünceleriyle yal­nızlığa itHdiğini söylemiştir. "Etkim olmuştur bu memlekette olmasına. Ama büyük ölçüde fakültenin dışında olmuştur. Yazılanmla, konferansla- nmla, emekliliğimden sonra türlü gruplarla yaptığım özel derslerle." Hı­zır (1985), s.16.

geleneği içinde eğitilmiş oluşlarına karşılık, Batuhan 1950'lerin ortalarında, Uygur ise 1960'larda, analitik felsefeye yaklaşmışlar­dır. Profesör Uygur ünlü Mind dergisinde yazısı yayımlanan ( 1964) ilk Türk felsefecisidir. Çözümleyici felsefeye yönelişinde daha kararlı olan Hüseyin Batuhan, doktorasını 1963 'te bitirmiş olan Teo Grünberg ile birlikte, 1966'da Orta Doğu Teknik Üniver­sitesi Beşeri İlimler Bölümü'ne geçmiş, çevresine bu felsefe türün­de çalışan başka düşünürler de toplamıştır. Türk çözümleyici felse­fe geleneğinin çekirdeği, 1982 yılında felsefe bölümü olarak ba­ğımsızlaşan bu kurum olmuştur. 1960'ların sonunda yine OD- TÜ'nün Mimarlık Fakültesi 'nde dersler veren Profesör Hızır da, aynı gelişime hız kazandıranlardandır. Profesör Grünberg, anlam felsefesi ve sembolik mantık alanında yüksek nitelikli çalışmalar ve yayınlar yapmıştır. Onun da uluslararası mantık dergilerinde ya­yımlanmış iki makalesi vardır. _

1940'lar Türkiye'de felsefenin olumlu bir biçimde geliştiği yıllardır. Felsefe klasiklerinin dilimize çevrilmesinde oldukça yo­ğun çabaların harcandığı bu yıllarda, eğitimin niteliği de yüksek bir düzeyde tutulmaya çalışılmıştır. Bu çerçeve içinde İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne başka Alman felsefecileri de davet edilmiştir. Bunlar arasında 1945'te gelip beş yıl ülkemizde kalan ünlü İlkçağ felsefe tarihçisi Walther Kranz'ı ve daha sonra, 50'le- rin başında gelen, Kant uzmanı H. Heimsoeth ile Aristoteles ve Hegel uzmanı J. Ritter'i sayabiliriz. Bu yıllarda yetişen başka bir öğretim üyesi de Bedia Akarsu'dur. Akarsu'nun daha sonraki ku­şaklar için tutarlı bir Türkçe felsefe terimleri dağarcığı oluşturan önemli katkısı, bu başlık altında yayımladığı sözlük olmuştur. Fel­sefeyi kitlelere ulaştırmak bağlamında sözü edilmesi gereken bir başka kitap da Macit Gökberk'in Felsefe Tarihi'dir. Bu iki yapıt, ülkemizde en çok satan felsefe kitapları arasında yer alıyor. Daha önce analitik felsefeye olan ilgisi dolayısıyla Profesör Nermi Uy-

gur'a değindik. Bu felsefecimiz, İstanbul felsefe bölümünde yetiş­miş, bütünüyle Türk felsefe eğitiminin bir ürünü olmuştur. Kendisi uluslararası dergilerde yayın yapmak başarısını gösteren ilk ve ol­dukça seyrek düşünürlerimizden biridir. Almanya'da dersler de vermiş olan Uygur'un ilgi alanları görüngübilimden, dil felsefesi, fizik felsefesi, kültür felsefesi ve insani-varoluşa kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor.

Yukarıda adını Türkiye Felsefe Kurumu' nun başkanı ve FISP'in genel sekreteri oluşu dolayısıyla andığımız İoanna Kuçu- radi, öğrenci olarak İstanbul Üniversitesi felsefe bölümüne 1950'lerin ortalarında girmiştir. Eğitimini tamamladıktan sonra, il­kin hocası Takiyettin Mengüşoğlu'nu izleyen bir çizgide, felsefi antropoloji alanında çalışmış, daha sonra değer felsefesi, özellikle de ahlak alanında yayınlar yapmıştır. 1968'de Hacettepe Üniversi- tesi'ne giren Kuçuradi, ertesi yıl bu üniversitenin felsefe bölümünü kurmuştur. Halen aynı bölümün başkanıdır. Bugünkü felsefe yaşa­mımızın önde gelen bir başka siması olan Önay Sözer ise, 1960'larda asistan olarak girdiği İstanbul Üniversitesi felsefe bölü­münde yaklaşık yirmi yıl görev yaptıktan sonra, bir süre için Al­manya'ya gitmiş, orada felsefe dersleri vermiştir. İlgi alanları ara­sında görüngübilim, Hegel'in düşüncesi, dil felsefesi ve yorumbil- gisi (hermeneutics) sayılabilir. 90'lı yılların başlarında İstanbul Üniversitesi'ne profesör olarak dönen Sözer'in de uluslararası ya­yınları vardır.

Bundan bir sonraki kuşağın felsefecilerine göz attığımızda, gerçekleştirdiği yayın etkinliğiyle İzmir Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nün belirgin bir varlık gösterdiğini farkediyoruz. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde Nusret Hızır' ın öğrencisi olup onun asistanlığını yapan Ahmet Arslan, daha sonra Ege Üniversitesi'ne geçerek oradaki felsefe bölümünü kurmuştur. Eski Yunan ve İslam felsefesi tarihçisi olan profesör Arslan 'ın bu konularda yayınları vardır. Aynı bölümün profesörlerinden Doğan Özlem 'se İstanbul

Üniversitesi'nde okumuştur ve özellikle kültür, tarih ve toplum fel­sefesi alanındaki yayınlarıyla tanınmaktadır. İstanbul Üniversitesi profesörlerinden Ortaçağ felsefesi uzmanı Betül Çotuksöken de yayınlarıyla önde gelen felsefecilerimiz arasına giriyor.

1982'de kurulan Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü, ODTÜ gibi, eğitimi İngilizce yapan bir kurumdur. Bu durum, sö­zünü ettiğimiz bölümlerde okuyan felsefe öğrencilerinin henüz Türkçeleştirilmemiş klasik literatürü olduğu kadar çağdaş felsefe yayınlarını da izieyebilmelerine olanak vermektedir. Boğaziçi Fel­sefe Bölümü, ülkemizin en çok sayıda uluslararası felsefe yayınını gerçekleştiren kurumudur. Burada etkin olan öğretim üyeleri ara­sında, uzmanlık alanı dil felsefesi ve varlık konularını kapsayan Arda Denkel ile bilim felsefecisi doçent Gürol Irzık sayılabilir.

Özetle belirtilecek olursa, Türkiye'de araştırma konusu ola­rak en büyük ilgiyi çeken felsefe alanları, başta felsefe tarihi ol­mak üzere, ahlak, insan ve kültür felsefesi gibi konulardır. Alman varoluşçuluğu ve görüngübilim de çekici olmayı sürdüren alanlar­dan. Felsefe yayınlarını izleyenler arasında, yorumbilgisi, Frank­furt okulu, yapıçözümcülüğü (dekonstrüksiyon) ve postmodemiz- me karşı, yükselmekte olan bir ilgi görülebiliyor. Toplum ve devlet felsefesi, artan bir ilgiye konu oluşuna karşın, yayın düzeyinde he­nüz önemli bir varlık göstermek noktasına gelmemiştir. Bilgi ve varlık felsefesi gibi odak alanlar da daha çok çözümleyici felsefe bağiarnı içinde yapılmaktadır. Bilgibilim alanında yayınları olan bir düşünürümüz, felsefe çalışmalarını üniversite dışında yapan Vehbi Hacıkadiroğlu'dur. Mantık ve bilim felsefesi konularında çalışanlar çoğalmaktadır. Estetik ise bugünlerde eskisine göre daha az bir ilgi çekrnektedir.<I9) Genel bir izienim vermek için Türk fel-

1 9) lstanbul Üniversitesi Hartınann çizgisindeki estetik dersleri bir zamanlar (günün bölüm başkanı Prof. İ. Tunalı'nın çabalanyla) ön plana çıkanlır- ken, şimdi artık arkalarda kalıyor.

sefecilerinin en çok etkilendikleri iki büyük filozofu, Platon ve Kant olarak belirleyebiliriz. Descartes ve Aristoteles 'e olan ilgi, önceki ikiliye göre daha az olsa da, yine de kayıda değerdir. Hegel, Heidegger ve Wittgenstein 'a büyük saygı duyan çevreler de bulun­maktadır. Burada, Türk felsefesinin henüz kısa olan tarihi konu­sunda çalışmalar yaparak bunları yayımiayan Arslan Kaynardağ'ı da anmak isterim. Doktora çalışmalarını halen Amerika Birleşik Devletleri'ndeki üniversitelerde sürdüren bir grup Türk felsefe öğ­rencisi vardır. Bunların bir gün yurda döndüklerinde felsefe yaşa­mımızda 1930 ve 40'lı yıllardakine benzer yenilik ve değişiklikler getirmeleri olasıdır.

Türkiye'de Marksist düşünce hemen her aşamada akademik felsefenin dışında kalmıştır. Kendine ya siyaset bilimi veya iktisat bölümlerinde yer bulmuş, ya da üniversite dışındaki felsefecilerce savunulmuş ve yayımlanmıştır. Marksist felsefenin en etkili oldu­ğu dönem 60'lı ve 70'li yıllardı. Bu dönemde, varolan sol literatü­rün önemli bir bölümü, nitelik açısından bir ayrım güdülmeden Türkçeleştirilerek geniş kitlelere uygun fiyatlar karşılığında sunul­du. Birçok felsefe klasiği çevrilmeyi beklerken, entelektüel çaba­nın sol literatüre böylesi bir yoğunlukla yönelmiş oluşu ilginçtir. Tüm bu çabaya karşın, Türk Marksist düşüncesi bağlamında klişe­leri aşan özgün çalışmaların üretHebildiğini öne sürmek de zordur. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Marksist düşüneeye olan ilgi halen Türkiye'de de gerileme yolundadır. 1980 askeri darbesi sol eğilimli düşünüderi sindirip, etki ve etkinliklerini engellemiştir. 80'li yılların sonunda komünizmin çökmesi ise bu tür düşünceyi bütünüyle desteksiz kılmıştır.

"İslamcı" diye adlandırıcağım bir hareketin Türk felsefesi üzerindeki etkilerine geliyoruz. 80'li yıllar boyunca İslam, din ve dinsel düşünce kimliği yanısıra, bir siyasal güç odağı ve hareketi olarak da, bütün dünyada belirgin ilerlemeler göstermiştir. Türki-

ye'de küçülen solun ardında bıraktığı siyasal ve ideolojik boşluğun önemli bir bölümü, İslamcı hareketin doktrinlerince doldurulmuş­tur. İslamcı hareketin siyasal güç kazanışı, içeriklerini aşağıda tar­tışacağım kimi "İslamcı" düşünme eğilimlerinin 80'li yıllarda Türk felsefe dünyasındaki varlıklarını yaymaya başlamalarıyla bir koşulluk göstermiştir. Felsefedeki bu gelişimin başka bilim dalla­rında aynı belirginlikle yaşanmıyor oluşu saptanmaya değer bir noktadır.

Felsefedeki İslamcı hareket nedir ve bu hareket varlığını ne anlamda genişletiyor? Önce kimi gözlemler: 80'li yıllardan beri üniversitelerde ve liselerde felsefe dersleri veren kişiler arasında dinsel eğitim görerek yetişmiş olanlar sayıca artmıştır.<20) Ağırlığı tanrıbilim olan bir eğitim sonucunda alınan felsefe dereceleri gide­rek çoğalmaktadır. Giderek daha çok sayıdaki ilahiyat fakültesi felsefe lisansınınkine eşdeğer haklar sağlayan dereceler vermeye başlamıştır.<2I) Ayrıca, tanrıbilim eğitimi kökenli olsun ya da olma­sın, felsefeyi İslam düşüncesini temel alarak yapmayı, felsefe programlarını bu biçimde yeniden yapılandırmayı(22) savunan öğ-

20) Kimi liselerde felsefe derslerinin meslek^n felsefeciler yerine ilahiyat me- zunlanna verdirilişinin nasıl bir amaç ve hangi karar mekanizmalan ın ürü­nü olduğunun belirsiz kalışı da önemli bir huzursuzluğa neden olmaktadır.

21) Kimi ilahiyat fakültelerinde "Felsefe Tarihi Anabilimdalları" vardır. Bu örgütleniş yapısı, kendi öğrencilerine ilahiyat eğitimi için gerekli felsefe servis derslerini sağlamanın oldukça ötesine geçerek, tanrıbilim eğitimi temelli felsefe dereceleri veren bir mekanizma konumundadır. Bugün bir­çok felsefeci bu oluşumlan "felsefe" adı altındaki örgütlenişin felsefecile­rin elinden kayıp ilahiyatçıların eline geçişi olarak algılıyor. Aynı neden­le, bu durum konumuz olan meslek dünyası içinde belli bir tedirginlik kaynağı olmayı sürdürüyor.

22) Burada sözü edilen şey felsefe bölümlerinde öbür derslerle makul bir orantı korunması koşuluyla okululması zaten doğal olan İslam düşüncesi tarihine yer verilip verilmemesi değil, kastettiğim bunun çok ötesindeki bir şey: Tüm felsefe eğitiminin ve etkinliğnin böyle bir temele dayandınlması, felsefenin sonuçta Ortaçağ İslam felsefesi içinde sınıriandıniması projesi.

retim üyelerinin sayılarında da bir artış vardır. Böyle bir eğilimin ülkenin hemen tüm felsefe bölümlerinde kimi taraftarlar bulmaya başladığı görülmektedir.

Burada bir yanlış anlamadan ve ona bağlı olarak yapılabile­cek hatalı bir değerlendirmeden dikkatle kaçınmak gerekiyor. İs­lam düşünce tarihi, felsefe içinde saygın yeri olan bir daldır.<23) Bu dalda uzmanlaşmış olup değerli çalışmalar yapan öğretim üyeleri­ni, İslam düşüncesini Türk felsefesi için bir ideoloji haline getir­mek isteyenlerle karıştırmamalıdır. İslam düşüncesini günümüzün Türk felsefesinin temeline yerleştirmek, düşünce tarihindeki eski bir dönemin tanrıbilimsel ağırlıklı söylemini bugünkü felsefeye te­mel öğreti haline getirmek olur. "İslamcı" diye andıklarımın öner­diği budur.<24l Kaldı ki, bunların birçoğu kendilerine "uzmanlık dalı" olarak İslam düşüncesi ya da tanrıbilimi dışındaki alanları se­çiyor: Örneğin özdekçilik, pozitivizm, ya da bilim tarihi bunlar arasında.

Şimdi, kimi İslamcıların tutumianna gerekçe olarak göster-

23) Türk İslam Düşüncesi Tarihi Anabilimdalı, Sistematik Felsefe ve Mantık ve Felsefe Tarihi ile birlikte felsefe çalışmalannın üniversitelerimizdeki örgütleniş şemasını oluşturuyor. Burada bu dallara belli bir yakınlığı olan Bilim Tarihi Anabilimdalı 'nı da saymak gerekir. Öte yandan, İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümündeki Bilim Tarihi Anabilim dalı, bölümden ayrılarak bağımsız bir Bilim Tarihi Bölümü haline gelmiştir. Bölümün öğrencilerine felsefe destekli bir program sunması, buradan mezun olacak öğrencilerin liselerde "felsefe grubu öğretmenliği"ni yapmak üzere yön­lendirildiği izlenimini vermektedir. Türk İslam düşünce tarihini başlı ba­şına bir anabilimdalı olarak örgütleyerek ona felsefe bölümleri içinde yer vermenin yararına kuşkuyla bakıyorum. Bu dalda yürütülen çalışmaların böyle bir anabilimdalı şemsiyesi ve ayrımı olmadan da en az şimdiki öl­çüsünde nitelikli olacaklan inancındayım.

24) İslamcıları, yaptıkları işin felsefe olduğu iddiasında bulunmayan ilahiyat­çılardan da ayırt etmelidir. Felsefenin yerini alması söz konusu olmadık­ça, burada benim tanrıbilimin saygınlığını sorgulamak gibi bir niyetim yok.

dikleri bir savı ele alıp yanıtlayacağım. Şöyle diyorlar: "Çağdaş Batı düşüncesi Türk felsefesine çıkış noktası olarak alınmamalıdır, çünkü bu düşüncenin sorunları, konuları ve birçok verisi, Türk kültürü ve geleneklerine yabancı, hatta aykırıdır. Aynı nedenle, bir­çok Batı kaynaklı düşünceyi kavramak bile bizim için güçlük ya­ratmaktadır. Başlangıcı yeni olan bir felsefe olarak onların zemin­lerini benimsersek, bu taban üzerinde önderlik edecek değerde öz­gün düşünceler üretmek olanağını bulamayız. Onları hep geriden izlemek zorunda kalır, hiçbir zaman yakalayamayız. Türk düşünür­lerin bu doğrultudaki en iyimser beklentisi, geçmişte Avrupalı- lar'ııı daha iyi bir biçimde dilegetirdiği düşünceleri yeniden keşfet­mek, yeniden söylemek olabilir. Demek ki Türkler Batı'yı taklit et­mek yerine, çıkış noktası olarak kendi entelektüel geleneklerini al­malılar. Bu gelenel(se İslam düşüncesi, tanrıbilimi ve kimi yöresel düşünürlerin hikmetleridir. Eski Yunan ve Avrupa düşüncesine başvurmak, ancak betimlenen bu çıkış noktasına katkıda bulundu­ğu ölçüde onaylanabilecek bir şeydir. Türk felsefesinin kendine özgü bir biçem kazanarak özgünlük yaratabilmesi ve geri kalmış bir B:.;.tı t:ıklidi olmaktan korunabilmesi, işte ancak bu yolla olanak bulabilir."

Bu düşüncenin dayandınldığı varsayımlar, kimi yanlış anla­malardan kaynaklanıyor. İlk olarak, felsefenin bir kültür ögesi ol­duğu halde, yerel kültürle sınırlı olmadığını saptamak gerek. Dola­yısıyla felsefe, kimi zaman ulusal geleneklerle bezense de bu gele­nekler içinde kalan, bunlara göreceli olan bir şey değil. Felsefe, tıpkı bilim gibi, evrensel bir düşün alanı. Uygun bir eğitimin kaza­nılmış olması koşuluyla, felsefenin evrenselliği, onu herkesçe ula­şılabilir kılıyor. Bir felsefenin, içinde üretildiği kültürün yerel renklerini taşıyabileceğini yadsımıyorum. Önemli olan, söz konusu renklerin onu o kültürün dışından anlamaya bir engel oluşturmayı- şıdır. Örneğin nasıl ki Alman deneycileri varsa, İngiliz llegeleileri

de vardır. Ayrıca Ortaçağ'da Araplar nasıl Yunan felsefesini en in­ce noktalarına kadar kavrayabilmiş ve buna katkıda bulunabilmiş- lerse, Avrupalı skolastikler de Araplar'ın yapıtlarını izleyebilmiş­ler ve örneğin Albertus Magnus'da olduğu gibi, bunların bir bölü­münü özümsemişlerdir.

Batı felsefesinin aşırı güç, yabancı ve erişilmez bir şey ol­duğu izieniminin nedeni, bizimle onlar arasında varolan kültür farklılığı değildir; böyle düşünmek tanıyı yanlış koymak olur. Bu tür sıkıntıları çekenleri etkileyen gerçek neden, yeterli bir kavrayış için gereken felsefi eğitimin, birikimin eksikliğidir. Yeterli bir do- nanınun felsefede açamayacağı kapı yoktur; ne var ki hiçbir bilim­sel başarı da kendiliğinden gelmez. Bilimsel yetkinlik uzun dö­nemde, sabırlı ve kararlı çabalar sonucunda kazanılır. Son bir nok­ta daha: Yukarıda özetiediğimiz görüşte Türk felsefesi için öneri­len temel ya da başlangıç noktası, çağdaş felsefenin ulaştığı anla­yış ve incelik düzeyinin pek altlarındaki bir yere rastlıyor. Dolayı­sıyla bu kadar gerilerden başlatılacak bir felsefenin ne ile yarışaca­ğı, özgünlüğü nasıl yaratabileceği, anlaşılınası güç noktalar. İslam­cılar bir şeyin almaşığı (ya da dışında) olmak ilc onun gerilerinde olmak kavramlarını birbirleriyle karıştırıyorınuş gibi duruyorlar. Avrupa felsefesinin dışından dolaşacağız diye, 9. ve 10. yy'ın İs­lam felsefesi tabanından yola çıkma programı, aynı felsefi gelişi­min on yüzyıl öncesinden başlamayı içerdiği için, kendi amacıyla çelişen bir şeydir. İslam felsefesinin kendi zamanı içindeki özgün­lüğü bir yana, onun bugünkü düşüncesinin eriştiği noktanın on yüzyıl kadar gerisinde olması da kaçınılmaz bir durumdur. Benzer şeyler bir Platon, bir Kant için de geçerlidir. Tarihsel değer ve bü­yüklükleri ne olursa olsun, çağdaş bir felsefe salt bu düşüncelerk yetinemez. Çünkü bunlar, aradan geçen yüzyıllarda derinine tartı­şılmış, eleştirilmiş, geliştirilmiş ve kısacası aşılmış görüşlerdir. İs­lam ve Avrupa felsefeleri de aynı felsefe gelişiminin farklı aşama-

ları olduklarına göre, İslamcı görüş arada geçen bin yıllık birikimi gözardı etmiş oluyor. Sonuç olarak özgünlük uğruna bu görüşçe önerilen şey kanımca açık ve derin bir yanılgıdır. Bu, bir tür sko- Iastiğe dönüş çağrısı, ya da felsefe yerine tanrıbilimini yerleştir­mek girişimi olmaktan pek de farklı bir kapıya çıkmıyor. İslamcı reçete, Türkiye'de henüz ernekleyen felsefeyi daha ayakları üze­rinde doğrulamadan öldürebilir. Bu durumun açıklıkla görülmesi ve gösterilmesi gerekir. Yapılabilecek en olumlu şeylerden biri, Türk felsefesine ilişkin İslamcı savı olabildiğince netleştirmeye ça­lışarak kamuoyu önünde tartışmaya açmaktır. Zaten felsefenin te­mel işlevlerinden biri de konuları tartışmaktır.

iyimser bir saptamayla bitirmek istiyorum. Olumsuz geliş­melere karşın, olguyu ciddi olarak anlamak amacıyla yapılan felse­fe ve felsefi etkinlikteki yetkinlik beklentisi, bugün Türkiye'de es­kisine göre daha güçlüdür. Felsefemiz örneğin yirmi yıl öncesine göre, hem nicelik hem de nitelikçe daha ileride. O zamanlar ulusla­rarası hakemli dergilerde yayımianmış Türkiye kaynaklı yazılar üçü geçmezken bu sayı şimdi otuzu aşmış bulunuyor.

11.          BÖLÜM

FELSEFE TARİHİ

(1994)

İlkçağ felsefesi, felsefe tarihçiliğine ilişkin sorunlann ortaya daha yoğun olarak çıktığı bir alan. Böyle olması da doğal, çünkü bu, zamanca bizden çok uzaklarda kalan bir dönemin düşüncesine ilişkin bir çalışma. Burada öyle düşünce yapılanndan söz ediyoruz ki, içinde üretildikleri kültür ve dil bağlamlannın bugünkü devam­ları saydığımız ortamlar, aradaki zaman içinde, tanınmayı bile güç kılacak ölçekteki dönüşümlerden geçmişler. İlkçağ felsefesi der­ken, oldukça farklı bir kavramsal yapı çerçevesinde gerçekleştiri­len bir düşünce türünden, teknik terimler dağarcığı binyıllar süre­cek .tartışma ve kullanım serüvenlerini henüz yaşamamış, gerek duyuldukça, adım adım ortaya atılan kavramlarla yapılan bir felse­feden söz ediyoruz. Buna karşılık aynı felsefe, tartışma, eleştiri, açıklama, dizgesellik ve kapsam açısından son derece gelişkin, güçlü ve canlı bir düşünce dönemi olmak niteliğini de taşıyor. Öy­leyse böyle eski felsefeleri nasıl okumalıyız?

Buna sağlıklı bir yanıt için kanımca yapılması gereken ilk şey, filoloji, düşünce (yani ideler) tarihi ve felsefe tarihi diye andı­ğımız üç etkinliği birbirinden ayırt etmek olmalı. İlkçağ felsefe metinlerini anlamak amacıyla ortaya öncelikle bir filoloji çalışması koymak kuşkusuz zorunlu bir şey. Önerme ve sözcüklerin o dö­nemdeki anlamlarını en yakın bir biçimde kavramayı amaçlayan ve gerektiği yerde etimoloji bilgileriyle bezenmiş güvenilir bir çe­viri, doğal olarak "onsuz olunmaz" bir koşul. Etimoloji bilgisin­den, örneğin Aristoteles'in bugün "özdek" dediğimiz şeyi ilk kez

dile getirirken -yani "hyle" sözcüğünü ilk kez kullanırken- "yapı malzemesi" ya da "gemi yapımında kullanılan kalas" kavramların­dan yararianmış oluşu gibi verileri anlıyorum. Tartışmaya gerek bi­le duymadan onaylayabileceğimiz bir başka şey daha var. Felsefe tarihçisinin böyle bir çeviriyi yapabilmeyi olanaklı kılacak bir filo­loji donanımına sahip olması çok önemli bir avantajdır. Başkaları­nın yaptığı çevirilerden, örneğin çağdaş Batı dillerine yapılmış çe­virilerden yararlanmak yerine eski felsefeyi doğrudan okuyabilme- uin tabii ki büyük yararı var. Oysa avantaj olan bir şeyi felsefe ta­rihçiliğiyle karıştırmamak gerek. Kimilerinin inancının tersine, çe­viri işlemi felsefe tarihi yapmak değil; zorunlu olan bu koşul, fel­sefe tarihi için yeterli olmayacaktır. Nasıl mantık felsefe yapmak için yeterli olmayacaktır. Nasıl mantık felsefe yapmak için zorunlu olduğu halde yalnızca mantık yapılarak felsefe yapılmış olmuyor­sa, eski filozofun önermelerini günümüz diline yalnızca çevirmek­le, bu çeviri zengin bir anlamsal yorum eşliğinde sunuluyor olsa bile, felsefe tarihi yapılmış olamaz. Peki eksik kalan nedir?

Kanımca burada bir yol ayrımı var. Çünkü çeviriye dayana­rak yapılabilecek iki ayrı etkinlik söz konusu. Aynı çeviri temeli üzerinde hem düşünce ya da ideler tarihi, hem de felsefe tarihi ya­pılabiliyor. ideler tarihi, yapılması kadar okunup izlenmesi de ol­dukça zevkli bir etkinliktir: "Şu filozof şöyle der, bu filozof şunu demiştir" türünden ve filozofların yapıtlarında!l alıntılar eşliğinde, oldukça dizgesel bir biçimde sunulan betimlemelerden oluşur. Ge­nellikle çok büyük ayrıntıya inmeyen ideler tarihi, eski filozoflara ilişkin kalıp önermelerin, klişeleşmiş bilgilerin düzenlenmesine dayanır. Yine genellikle, bir filozofun tanıtılmasına başlanırken önce onun yaşam öyküsü sunulur ve sonra buna, kendisini önceki hangi düşüncelerin etkilediğinin öyküsü eklenir. Bitirirken de onun kimleri etkilediğinin bir kısa listesi sunulur. Ülkemizde felsefe ta­rihçiliğinden çoğu kez anlaşılan şey, bir ideler tarihi olmuştur. Yani

"Aristoteles tümelin tikelde varolduğunu öne sürer, Platon'sa tü­melin bağımsız olarak ve görünürdekinden daha gerçek olan bir dünyada bulunduğunu savunmuştur" gibi bildirimlerle ve ayrıca gerekçelendirmeler vermeden yapılan bir tarih...

Az önce de dediğim gibi, bu etkinlik zevkli ve hoş bir şey, ancak gerçek felsefe tarihçiliği açısından oldukça da boş bir şey; yani sadece kalıplarla iş görüp, bunları içerikle doldurmayan bir söylem biçimi. Çünkü felsefenin can damarı olan uslamsallığı do­ğasında bulundurmuyor. Felsefeyi, felsefe yapmadan seyrediyor... ideler tarihi, profesyonelce yapılan felsefe tarihinin kendisinden özenle kaçınmak zorunda olduğu bir şey. Yanlış aniaşılmayı iste­mem. İdeler tarihinin "kötü" ya da "zararlı" bir şey olduğunu öne sürmüyorum: Onun felsefe tarihinin yerine geçirilmesinin yanlışlı­ğına değiniyorum. Birbirleriyle ille de Hintili kılınacaklarsa, ideler tarihi felsefe tarihine belki bir ilk giriş olabilir. Profesyonelce yapı­lacak felsefe tarihçiliği öncesinde, öğrenciye ilk aşamada sunula­cak bir bilgi yerini tutabilir.

Felsefe tarihini filoloji çalışması veya ideler tarihiyle karış­tırmanın kökeninde, kimi zaman, felsefeyi bir tür dizgesel ve derin edebiyat gibi görmek yanılgısı yatıyor. Böyle bir bakış açısına göre felsefe metinleri, dizgesel ve derin düşünceler, dünya görüşleri içe­ren, biraz da roman gibi bir şeyler. Romanlarında, insanın benliği­ne, varoluşunun anlamına ve yaşantısına ilişkin sorunlara derinle­mesine giren, örneğin Tolstoy, Dostoyevski, Kafka, Camus ya da Sartre gibi yazarların da felsefe yaptıklarını öne sürecek bu görüş. Derin olan her düşüneeye felsefe demek, felsefe olmayan birçok etkinliğe, örneğin mistisizme, dine, Doğu düşüncelerine, kuramsal fiziğe felsefe gözüyle bakmayı, dolayısıyla da felsefenin ne oldu­ğunu açıklıkla kavramamış olmayı içerir. Felsefeyi felsefe yapan, ne yalnızca dizgeselliği, ne de derinliğidir. Bir kere bu nitelikleri felsefe dışında da bollukla bulabiliyoruz. Ayrıca, felsefede, örneğin

insan eylemini açıklamaya çalışırken "kolumuzu nasıl oynattığı­mız" gibi, oldukça "derinliksiz" bir nesneye yönelebiliyoruz. Tols­toy ve öbürlerinin vardıkları derinlikse, kanımca hiçbir felsefenin ulaşamadığı yerlere kadar iniyor. Ancak felsefe dediğimiz şey bu "derine iniş" işi değil. Felsefe, konusu ne olursa olsun, ne ölçüde soyut ya da somut bir olguya eğilirse eğilsin, bir mantıksal gerek- çelendirrne etkinliği. Bir şeyleri açıklıyor, bunu dizgesel olarak ya­pıyor, ama her açıklamasını uslamsal, yani argümantatif, gerekçe­lendirmeler vererek yapıyor. Bu uslamsal yönünü söküp çıkardığı­nızda da geride felsefe kalmıyor. Kalanlar, felsefemsİ şeyler. İşte felsefeyi edebiyatla süreklilik içinde görenlerin öncelikle gözönü- ne almaları gereken de bu.

Yineteyecek olursam, benim inancım, felsefenin ancak sav­lar uslamlamalarla desteklenmeye başladıktan sonra sahneye çıktı­ğı yönünde. Savların uslamlamalara dayandınlması felsefe için bir "raison d'etre", yani bir varoluş temeli, gerekçesi; onu ayırt eden bir özsel nitelik. Söylediklerimi konumuz olan felsefe tarihine uy­gulayarak örneklendirrnek istiyorum. Bir ilkçağ filozofunun öne sürdüklerini anlamaya çalıştığımızı varsayalım. Dilsel, edebi, kül­türel, toplumsal ve başka tarihsel verileri tüm zenginlikleriyle de­ğerlendirerek bir çeviri yapıyor olalım: Filozofun kullanmış oldu­ğu sözcüklerden o dönemde ne anlaşıldığının sağlıklı bir biçimde saptandığını da düşünebiliriz. Buna dayanarak örneğin "Herakle- itos her şeyin durmaksızın değiştiğini öne sürer, Parmenides ise varlığın tek ve bir olup bölünmeden ve değişmeden, önsüz ve son­suz sürdüğü inancındadır" gibi bir öykü anlatırsak, o dönemin fel-

V

sefesini yüksek sesle seyretmiş olmanın ötesine geçemeyiz diyo­rum. Çünkü böyle bir öykü, felsefeyi asıl ilgilendirmesi gereken şeyleri vermiyor, açıklamıyor. Birbirlerinden çok farklı düşünen kimi kudema zevatın ne diye böylece her kafadan bir ses çıkart­mak durumunda kaldıklarını bir gerekçeye bağlamıyor. Felsefe ta-

rihini bir kakofoni ortamı olarak göstermenin ötesine geçemiyor. Oysa ona gözünüzü yumsanız da yummasanız da soru ortada: Ne­den var bu görüş ayrılıkları? İşte bu nedenleri açıklayan bir çalış" ma yapılmadıkça, henüz elimizde felsefe tarihçiliği de yok demek­tir.

Kimi Marksistler, bu açıklamaları, içinde bulunulan tarihsel dönemin üretim ve toplumsal-ekonomik koşulları dolayımıyla ya­parlar, her yapıtın, her kültür ürününün o tarih aşamasındaki alt ya­pıca belirlendiğini öne sürerlerdi. Eğer böylesi bir belirlenirncilik doğruluğu yakalamaya yeterli olsaydı, aynı dönemde ve benzer koşullarda yaşayan filozofların farklı görüşler savunamamış olma­ları gerekirdi. Ben başka tür bir belirlemeye inanıyorum: filozofla­rın savlarını ve varsa dizgelerini, bu düşüncelerin arkasındaki fel­sefe sorunları ile onların çözümü için öne sürülen açıklamaları ge- rekçelendiren uslamlamaların saptadığı kanısındayım. Öyle ki, us- lamsal gerekçesi verilmedikçe ne etimolojinin, ne de daha kapsam­lı bir filoloji çalışmasının, filozofun kavramını tam olarak yakala­mayı başaracağı inancındayım. Böyle bir kavram ancak felsefe so­rununun bağiarnı içindeki işlevi ve çözüme yönelik gerekçe/endir- me çabaları saptanmakla ortaya çıkarılabilen birşeydir. Burada baş­ka yazılarımda da savunduğum bir noktayı kısaca yİnelernek isti­yorum. Özgün felsefe terimlerini bizim dilimizde karşılarken yön­lendirİcİ ilke etimoloji değil, kavramın açıklıkla saptanması olma­lı. Buysa, sorunun çözümüne yönelik tartışma bütünü içindeki us- lamsal alış verişin saptanması, yani yeniden yapılandırılması dışın­da bulunabilecek bir şey değilmiş gibi görünüyor, bana.

Şimdi ana çizgileriyle, bir felsefe tarihi çalışmasından ne anladığımı betimlemeye çalışayım: Benim görüşüme göre filoloji çalışmasına ek olarak felsefe tarihçiliği, ele alınan eski filozofların uslamlamalarının yeniden kurulması, bunu yaparken de kurarnların hangi sorunları hangi gerekçelerle çözmeye çabaladıklarının ortaya

çıkarılması işidir. Felsefe tarihçisi, kendisini dizgesini kavramayı amaçladığı filozofun yerine koyarak, onu yönlendirmiş olan sorun­ları saptayıp, hangi başka filozofların savlarını hangi gerekçelerle çürütürken, nasıl bir çözümü nasıl bir uslamlama üzerinde yapılan­dırdığını, bir hipotezler bütünü biçiminde yeniden kurmak duru­munda. Bir başka deyişle, kendisini o filozofun yerine koyup, onun kuramma ilişkin bir kurarn üretmek durumundadır. Böyle bir çalışmanın amacı, eski filozofun dizgesini onun metninin yol gös­tericiliğinde ve eski çağın tartışma ortamının koşul ve verileriyle sınırlıymış gibi, bir kez daha, tüm uslamsal yapısıyla yeni baştan oluşturmaktır. Felsefe tarihinde "yorum" derken işte bu "yeniden kurma" çabasını, böyle bir çabanın ürününü anlamak gerek. Felse­fe tarihçiliği, felsefe tarihini seyretmek değil, onu yeniden yaşa­mak, büyük felsefeleri yeni baştan yapılandırmak olduğu ölçüde, en halis anlamıyla "sistematik" bir felsefi etkinliktir. Arada kalan boşlukların doldurulması, karanlık kalan noktaların açıklama bul­ması ve hangi savların neden öne sürüldüklerinin belirlenmesi an­cak bu yolla olur.

Dile getirdiğim tarihçilik anlayışı açısından bir eski felsefe­nin birden çok yorumunun olması, beklenilmesi doğal olan bir so­nuçtur. Kanımca bu yorum çokluğunu ideler tarihçiliği bağlamında değil, ancak ve ancak felsefe tarihçiliği içinde geçerli sayabiliriz. Çünkü herhangi bir yorumun saygınlık gerekçesi, onun bir yapı olarak kolonlarını ve kirişlerini oluşturan uslamlamalandır. Tutarlı bir dizge içinde ve gereken bütün gerekçelendirmeleriyle anlamlı kılınmış bir eski felsefenin, ya da felsefe döneminin yorumu, o geçmiş dönemde yaşanmış olan gerçeğe belki de uymayabilir. Bu­nu önsel biçimde düşünebiliriz: Doğaldır ki aynı filozofun yapıtma ilişkin olarak ortaya atılan, her biri kendi içinde tutarlı, fakat arala­rında farklar taşıyan yorumların hepsi birden, özgün yapıtın kendi­sine ya da bu özgün yapıtı üreten filozofun bundan kastettiği dü-

şünceye uyamayacaktır. Uyum anlamındaki doğruluk açısından farklı yorumlardan en çok biri doğru olabilir. Ne var ki felsefe ta­rihçiliğinde, doğruluk, açıklayıcı kurarnlara saygınlık kazandıran tek değer değildir ve olmamalıdır da. Yorum olarak üretilen felsefe yapısının iç tutarlılığı ve açıklama gücü onun büyük önem taşıyan başka yönleridir. Çünkü betimlediğimiz anlamdaki her bir yorum, aynı verilerden yola çıkarak aynı sorunları çözmeyi amaçlayan öz­gün birer felsefe dizgesi gibidir. Dolayısıyla tarihsel açıdan değilse de felsefi açıdan şunu söyleyebiliriz: Birlikte doğru olamayacak ölçüde farklı, ancak eşit anlamda tutarlı olan felsefe tarihi kuram­larından hiçbiri, öbürlerinden daha üstün değildir. Kaldı ki, sonuç­ta bunlardan hangisinin gerçeğe daha yakın olduğu, yani hangisi­nin doğru olduğu bile, açıklıkla belirlenebilen bir şey olmayabilir. .

Gerçekle çakışmayan açıklama şemaları, tutarlılık, uslamsallık ve dizgesel yetkinlik yönünden gerçekle çakışandan aşağı kalmıyor­larsa, onun kadar öğreticidirler. Bunlar bize en azından aynı filozo­fun, aynı verilerle, aynı düşünce çerçevesi içinde, gerçekte yapmış olduğundan farklı olarak nasıl bir felsefe geliştirmiş olabileceğini gösterirler.

Bu nokta bir başka felsefi anlayış ve yöntem yanılgısına da ışık tutuyor. Kimileri, bir eski filozofu anlamak için onun kendi yapıtının okunınası gerektiği ilkesinden yola çıkıyor, ancak ne var ki orada takılıp kalarak, çalışmalarını temellendirirken yalnızca öz­gün yapıtı okumalda yetiniyorlar. Onların bu tutumlarıyla klişeci bir ideler tarihçiliğinin ötesine geçtikleri üzerinde kuşku yok. Çün­kü temele aldıkları ilke tabii ki doğru olan bir ilke; ne var ki, aynı zamanda bu tek başına bırakıldığında son derece eksik kalan, kısır­lık getiren bir ilke. Felsefe tarihine böyle bir yöntemle yaklaşmak oldukça sakıncalı, diye düşünüyorum; çünkü belli bir eski felsefe metnine veya dizgesine ilişkin olarak eleştirmenlerin ve felsefe ta­rihçilerinin çağlar boyunca biriktirdikleri düşünce ürününden, an-

layış zenginlik ve derinliğinden yoksun bırakıyor insanı. Özellikle metinleri güç olan filozoflar (örneğin Aristoteles veya daha yakın çağlarda Kant gibileri) karşısında pek de bir şey anlamadan, kar­makarışık bir kafayla başbaşa bırakabilİyor sizi; ya da böylesi me­tinleri anlamayı başarıyorsanız, yani doğru dürüst bir felsefe tarihi yorumu olarak, uslamsal gerekçelendirmeler ağı içinde bir kuram­sal yapı geliştirebiliyorsanız, büyük olasılıkla Amerika'yı yeniden keşfetmek durumunda kalıyorsunuz. Daha önceden bir başkasınca ortaya atılmış ve literatürde epeyce de tartışılmış bir yorumu bir kez daha geliştiriyor, harcadığınız onca gayrete karşın çağdaş anla­yış düzeyinin yine de altında kalabiliyorsunuz. Bir eski filozof hakkında yazılmış düzeyli felsefe tarihlerinin bu filozofun özgün metnininkine neredeyse eşit değer taşıdıklarını, onların anlayışımı­zı derinleştirmek açısından vazgeçilip gözardı edilemeyecek kadar önemli olduklarını düşünüyorum. Onlar hem özgün metni gereğin­ce anlamanın temel araçları, hem de bu anlayışı zenginleştirip de­rinleştirmenin başlıca yolları. Örneğin Aristoteles'in felsefesine ilişkin bugünkü kavrayış düzeyimiz yüzyılın başlarına oranla çok daha büyük bir gelişkinlik ve derinlik taşıyor. Çağının gerisinde kalmayacak bir felsefe tarihi çalışmasının başka felsefe tarihçileri­nin aynı konu üzerindeki yorumlarından yararlanması, onları de­ğerlendirip eleştİrmesi zorunlu bir şey.

Bitirirken, zaman zaman gözlemlenen bir bağnazlık türüne değinmeden edemeyeceğim. Felsefe tarihinde söz sahibi oldukları kanısındaki kimi düşünce tarihçileri, bazen felsefe tarihi çalışmala­rındaki daha ayrıntılı tartışma, sav ve gerekçelendirmeleri, ilgili fi­lozof hakkında bildikleri genel klişelere dayanarak eleştirip, filo­zofun yorumunu bu kalıplara uydurmaya çalışıyorlar. Filozofun özel bir konunun tartışması içinde söylediklerini onun hakkında bildikleri genel ve kaba klişelere göre değerlendiriyorlar. Bu kimi zaman yorumu "yanlış" bulmaya, kimi zamansa filozofun kendi

kuramıyla çelişen şeyler söylediği gibi yargılara bile yol açabili­yor. Oysa eski filozofların ayrıntıdaki açıklama ve gerekçelendir­meleri, böylesi klişelerdeki genellernelere getirilen ayrıcalıklarla doludur. Bir düşünürün o ayrıntılardaki sorunlarla hangi uslamla­malar üzerinden çebelleştiğini ortaya çıkarmadan, kullandığı klişe­nin gerçek anlamını da kavramış olamaz insan. Örneğin Aristote­les'in özdeğİnden söz ederek, bir özdek parçasında bulunan nitelik ve aktüelliği o özdek parçasının formundaki nitelik ve aktüellikler- le karşılaştırdığım bir yerde, "Aristoteles için özdek yalnızca po- tansiyellik taşır; onda niyet yoktur. Aristoteles her türlü aktüellik ve niteliğİn formda olduğunu söyler" gibi karşı çıkışlara hedef ol­duğumu anımsıyorum. Tabii bu anlattığım, ideler tarihçiliğinin fel­sefe tarihçiliğiyle karıştırılmasının bir de cehaletle bir araya geldi­ği daha aşırı bir durum. Ancak söylemek istediğimi de oldukça iyi örneklendiriyor. Böylece yapılan, bir klasik müzik yapıtının ana ezgisini alıp popüler bir biçimde, hafif müzik parçası gibi çaldık­tan sonra, dönüp özgün yapıtı bu hafif kopyası açısından yermek, sıkıcı bulmak, eleştirmek, hatta "düzeltmeye çalışmaya" benzeyen bir şey.

Yazımı bir sloganla tamamlıyorum: Eski felsefeleri nasıl mı okumalıyız? Profesyonelce ve yaratıcılıkla...

PARMENİDES ÖNCESiNDE
DEGİŞİM
SORUNU

(1987)

Parmenides'in büyüklüğü, devinim ve değişim olgusunu yadsımış oluşunda değil, gününün doğa felsefesinin temelinde yatan paradoksu dolaysız olacak dilegetirebilmiş, ortaya koyabii- miş olmasındadır. Bundan dolayı onun ve kimi başka Güney İtal- yalı filozofların o güne değin safdil bir rahatlık içinde bulunan Batı Anadolu kökenli felsefeye eksikliğini, yeni mantığın sesini duyurdukları öne sürülmüştür. Burada Parmenides'in önemini tartışma konusu yapmayacağım. Göstermeye çalışacağım şey, onun dilegetirdiği paradaksun açıkça söze dökülmüş olmasa bile kendisinden en az 50-60 yıl önceden beri Batı Anadolu filozofla­rınca da derinlemesine kavranmış olduğu ve onların ortaya attık­ları açıklamaların her şeyden önce bu paradoksu yanıtlamayı amaçladığı olacak. Kanımca, bu bağlamda Batı Anadolu filozof­larının Elealılar'a olan belirgin bir üstünlüğü, paradoks nedeniyle algı verilerini (yani algıda kavranılan değişim olgusunu) bütü­nüyle silip atmak, bunu gerçeği vermeyen bir görünüş olarak ni­telendirmek yerine paradoksu algıya karşı çıkmadan, algı verileri içinde kalan açıklamalarla gidermeye çalışışlarındadır. Aynı ça­ba, i.ö. 5 yy'ın Parmenides sonrası Çokçu felsefelerinde de göz­lemlenir.

Nedir bu, değişim üzerine büyük tartışmalar açan paradoks? Paradoks, Eski Yunan düşüncesinin belitleri konumunda olan şu üç temel inancın bir arada olanaksızlığı dolayısıyla doğar.

1-Nitelik ve nesne ayrımsızdır. [I]

2-    Değişim bir niteliğin/nesnenin yokolması bir başkasının varlığa gelmesidir. [II]

3-    Yokluktan hiçbir şey varolamaz, varolan hiçbir şey bütü­nüyle yokolamaz. (DK 28 BS)

5.   yy'ın ikinci yarısına kadar nesne ile nitelik arasında ulamsal (kategorik) bir ayrım yapılmamıştır. Her iki ulam da ay­rımsız olarak şey ya da varolan diye kavranmıştır. Kimi çokçu filo­zoflar da bu ayrımı gözlem dolayısıyla değil, söze konu ettiğimiz paradoksu çözmek amacıyla yapmışlardır. 6. yy düşünürü için nite­likler de nesneler gibi varlıklardı. Bir anlamda nitelikler nesnelerin

parçalarıydı, bunlar bir araya gelerek nesneleri oluşturuyorlardı. Dolayısıyla bir niteliği yitirmek ya da kazanmak, bir nesneyi ya da bir nesne parçasını yitirip kazanmakmış gibi kavranmaktaydı. De­ğişim olgusunu kimi parçacıkların yer değiştirmesi, dağılması ya da bir araya gelmesi gibi kavramak, yine Parmenides sonrası felse­felerin, paradoksu çözme çabalarının sonucudur. 5. yy'da ortaya konan çokçu felsefelerden önce değişim "algıda görüldüğü gibi" tanımlanmaktaydı. Örneğin, dalında gelişimini tamamlamış bir bi­berin birkaç saat içinde yeşilden kırmızıya dönüştüğünü düşünür­sek, burada bir niteliğİn yokolduğunu, bir başkasının da yoktan va­rolduğunu gözlemliyoruz. Benzer biçimde, fırına giren hamuk yok oluyor, yerine daha önce varolmayan ekmek geliyor. Dikkat edilir­se, bu her iki ilkenin de (yani 1 ve 2) algı verisinin doğrudan be­timlenmesi ile ortaya çıktığı anlaşılacaktır. Algı olgusuna hiçbir ar­ka plan açıklaması karıştırmıyor, bu ilkeler.

Bu noktaya değin her şey yolunda gidiyor: Gözlemlediği­miz doğada, varlık ile yokluk arasında sürekli bir gidiş-geliş var­mış gibi duruyor. En azından algı doğayı böyle gösteriyor. Parme- nides'in işte bu safdil kavrayışa "dur" dediği, usun sarsılmaz ilkesi olan (3)'ü ortaya atarak paradoksu belirginleştirdiği söylenir. Bu il­keyi ilk dilegetiren gerçekten de odur. Ancak vurgulanması gere­ken şey Anaksimandros ile Anaksimenes'in, Parmenides'çe ilkeyi gözardı etmekle suçlanan Herakleitos'un da (3)'ün farkında olduk- landır. Orta Çağ'dan beri Latince "Ex nihilo nihil fıt" deyimiyle anılan bu sakım ilkesi, bir ölçüde çelişkisizlik ilkesine dayanıyor. En azından Parmenides onu çelişkisizliğe bağlıyor. Bir ölçüde bi­çim değiştirmiş olsa da, sakım ilkesi, günümüzün düşünce ve bili­minin bile hala temelinde yer alıyor: Bir nesnenin bütünüyle yok olmasına ya da birden gaipten belirivermesine pek kolay izin vere­miyoruz. Onun enerjiye dönüşebileceğini, ancak doğadaki toplam enerji niceliğinin değişmediğini düşünüyoruz.

varlığın tümünUn bir olduğu ve bunun için değişimin yani varlığa geliş veya yokoluşun olanaksız olduğudur. Oysa Parmenides'in uslamlamasının daha henüz başlangıç öncüllerinde varolandan söz ederken yalnızca ve yalnızca ge­nel anlarndaki tüm varlığı kasdetmesi, varacağı sonucu burada varsayması an­lamına gelir, bu da onu döngüsel kılardı.

Yİnelenecek olursa, burada savunduğum şey, Parmenides'in uslamlamasını kurarken varlığa geliş ve yokoluşu tek değişim türü olarak gördüğü ve bu de­ğişim kavramını hem tikel hem de tümel anlarndaki varlığa ilişkin olarak kul­landığı. Kendisinden önceki filozoflarla giriştiği felsefi hesapiaşmayı daha keskin bir biçimde sunabilmek için burada paradoksu tikeller üzerinde kura­rak sundum. Aynı paradoks genel anlamdaki tüm varlık için de geçerli.

"Varolan"ın burada savunmaya çalıştığım bu yorumun literatürde epey saygın bir yeri var. Bkz. Burnet, Early Greek Philosophy London: A and C.Black, 1908, s.208; P.Wheelwright, The Presocratics, The Odyssey Press, 1966, s.93; G.S.Kirk and J.E.Raven, The Presocratic Philosophers, Cambridge U.P., 1960, s.269-72. Bunlar dışında, savunmaya çalıştığım yoruma iyi bir desteğin, özellikle kullanılan örneklerde, Aristoteles, Physics (184bJ5- 187a 1 0) da bulunabileceğini ekieyebilirim.

Görüldüğü üzere, (1) ve (2)'yi birlikte doğru saymak 3'ün yadsımasına yol açıyor. Oysa (3) yadsınabilecek gibi bir ilke olma­dığına göre, elde geriye şu olanaklar kalıyor: Ya değişimin tanımı­nı değiştirecek ve ona yeni açıklamalar getireceğiz, ya da nitelik ile nesneyi ayırt edip öncekinin varlık biçimini nesneninkine ba­ğımlı kılacağız. Her iki olanak da Parmenides-sonrası felsefelerce değerlendirilmiştir. Ancak İ.Ö. 5. yy ortalarına dek eğilim, ilkeler üzerinde kökten değişikliklere gitmek yerine, onları koruyarak, güçlüğü açıklamalar içinde gidermeye çalışmak olmuştur. İlkeleri koruduğu halde bir açıklama getirmeyen tek radikal çözüm Parme- nides'inkidir: O, ilkeleri öncül olarak alır ve bunlardan değişimin olanaksız olduğu sonucunu çıkarsar.

II

Varolan her şeyin ilk ilkesi ve temel doğası şudur diyen Thales, bir anlamda değişimin varlığı karşısında ex nihilo'yu ko­rumak çabasındaydı. Bu açıdan bakıldığında her evrendoğum (kozmogonia) kuramı böyle bir çabanın ürünü olarak görülebilir. Thales'ten bize kalan bilgilerin yeterince aydınlatmadığı nokta, bu filozofun yalnızca her şeyin sudan geldiğini mi ileri sürdüğü, varo­lan her şeyin şimdiki durumunda temelde su olduğu savını da buna ekleyip eklemediğidir. Bu bakımdan önerdiği kuramın, yapıca, ögeler arasında dönüşüme kapalı gibi duran Anaksimandros'unki- ne mi yoksa dönüşüme açık görünen Anaksimenes'inkine mi yakın olduğuna karar veremiyoruz. Ancak her durumda, Anaksiman- dros'un kendi kuramını, hocası Thales'in savını eleştirerek geliştir­diğini söyleyebiliriz. Anaksimandros Arkhe'yi belirsiz ya da sınır­sız (Apeiron) olarak saptar. Varlığa gelen şeyler bundan gelir, yo- kolanlar da buna dönerler. Kurama yine sakım ilkesi açısından yaklaşırsak, Thales 'ce önerilen şemanın burada önemli bir incelik kazandığını görürüz. Apeiron'un hem nesne hem de nitelik anla-

mındaki varlığa kaynak olduğu ölçüde, yokluğa geçişte de kendisi­ne geri dönülen şey olması, onun belirsizlik ve sınırsızlığının uzay- zamansal bir anlamdan çok bir çeşitlilik niceliği anlamında olduğu düşüncesini uyandırıyor.(3) Apeiron bu anlamda, bir varlık deposu, ex nihilo'yu sağlama bağlayan bir nesne ve nitelikler dağarcığıdır. Arkhe'yi, Apeiron değil de su, hava, toprak ya da ateş'ten biri ola­rak görmek kuramı böyle bir olanaktan yoksun bırakır. Çünkü ör­neğin suyun kendi varlığı ve nesneleştirdiği ıslaklık ile serinlik ni­telikleri, onun kuru, sert ve sıcak nesnelerin doğasında da bulundu­ğu görüşünü inandırıcılıktan uzak tutacaktır.

Anaksimandros'a göre Apeiron'dan, önce toprak, su, hava ve ateş ayrışmış. Varolan şeylerse bunlardan oluşmuş. Bu dört öge (ya da köken) Anaksimandros için birer karşıttır. Toprak kuruyu, su nemi, hava soğuğu, ateş ise sıcağı nesneleştirir. Bunlar yalnızca karşıt olmakla kalmaz, aynı zamanda birbirleriyle sürekli bir sava­şını içinde bulunurlar. Anaksimandros savaşıma ilişkin görüşünü doğanın gözlemine dayandırmış olmalı. Ateşin ve sıcağın çok ol­duğu yerde suyun uçup gitmesi, öte yandan fazla suyun ateşi sön­dürmesi, ateşin pek çok katı cisimi yakıp yok etmesi, kuru cisimle­rin, toprağın, suyu emip yoketmeleri, kimi katı cisimlerin suda eri­mesi, dalgaların, yağmurun, akarsuların taşı toprağı aşındırmaları gibi olguları karşıtların savaşımına örnek olarak düşünmüş olsa ge­rek. Ona göre bu savaşını, ögelerin evrende dengeli bir biçimde dağılmasına yolaçmıştır. Burada Thales'in nasıl eleştirildiği açık olmalı. Eğer karşıt ögelerden biri Arkhe olsaydı, savaşını dolasıyla

3)   Bu konuda felsefe tarihçilerinin yorumlan farklı olabiliyor. Örneğin Aris­toteles Apeiron'u sonsuz olarak değerlendiriyor (204b22,2Q3bl5). Ancak günümüzde, bunun uzaysal anlamda bir sonsuzluk olmaması gerektiği ko­nusunda bir görüş birliğine yaklaşılmış bulunuyor. Bkz. Kirk and Raven, The Presocraric Philosophers, C.U.P., 1960, s.I09. Benim bu yazıda öne sürdüğüm görüş Philip Wheelwright, The Presocratics, The Odyssey Press, 1966, s.53 'te hemen aynen yer alıyor.

öbürleri varlığa gelemezlerdi: Gücü ağır basan öge öbürlerini yok eder, ortaya çıkmalarına izin vermezdi. Dolayısıyla Arkhe belirli bir öge olamaz; Arkhe belirsiz olmalıdır.(4)

Anaksimandros 'a göre ögelerden biri öbürlerine ağır basar­sa bunun diyetini ödeyerek kazandığını geri vermek zorunda kalır, böylece de evrensel denge korunur. Burada, karşıtlık ve sürekli sa­vaşıma karşın, katı, sıvı ve gaz durumları arasında gözlemlenen dönüşüm olgusu açıklanmaya çalışıyor. Anaksimandros her şeyin Apeiron'dan gelip ona döndüğünü ve dört ögenin sürekli bir kar­şıtlık içinde bulunduklannı öne sürdüğüne göre, bunlann birbirle­rine gerçekten dönüştüklerini onaylayamamalı. Ona göre dönüşüm gibi görünen şey, yani artan ve azalan ögeler, Apeiron'dan gelen ve ona dönen su, toprak, hava veya ateş nicelikleri olmalı. Anaksi- mandres doğrudan dönüşüme izin vermeyerek, bir yandan Empe- dokles'i hazırlamış oluyor, bir yandan da karşıt ögeler arasındaki duyarlı dengeyi koruma işlevini yine Apeiron'a yüklemiş oluyor.

Apeiron sayesinde (1), (2) ve (3) bir arada olanaklı olabili­yor. (1) ve (2)'nin geçerli olduğu bir dünyada (3) ile çelişki, bu dünya yanı sıra bir nitelik/nesne deposu olarak Apeiron'u varsay- ınakla engelleniyor: Salarn ilkesi yalnızca görünür dünyaya değil, görünür dünya-artı-Aperion 'a uygulanmış oluyor.

III

Değişim içindeki varlığın sakınımı Apeiron gibi bir ilkeyle sağlamak paradaksun doğmasını engeller, ancak bu yüksekçe bir bedel karşılığında sağlanmış olur: Somut ve algılanabilir olan dün­yaya algılanmayan ve soyutluk yönünde epey yol alan bir ilke ek­lemek... Anaksimandros somut varlığı ve onun geçirdiği değişimi

4)  Aristoteles, Fizik, III. Kitap, 5. bölümde (204b22) bu uslamlamayı Anaksi· mandros adına dilegetiriyor. Kirk ve Raven a.g.y., s.l l3'teki tartışma bu konuyu irdeliyor.

açıklarken, bu varlığın yok olunnuş gibi göründüğünde gerçekte yokolmadığını, onun görülmez ve "soyutumsu" bir ortama kaydı­ğını söylüyor. Batı Anadolu felsefesi gibi algı verileri üzerine ku­rulan ve somut tikelleri kendine başlıca konu yapan bir düşünce bi­çimi için, temel açıklayıcı ilkenin "soyut" tutulması, belli bir geri­lim, bir sıkıntı yaratmış olmalı. Belki de bu sıkıntıyı gidermek için, üçüncü Miletos'lu filozof Anaksimenes'in yaptığı şey Apeiron'u somutlaştırmak olmuştur. O da hocası gibi Arkhe'yi tek ve sınırsız olarak düşünüyor. Ancak bunu daha belirgin kılmak için hava ile özdeşleştiriyor. Havayı her yere yayılıp giren, sınırsız bir canlılık taşıyan, can veren, tıpkı Apeiron gibi görülmeyen, fakat sesi, se­rinliği ve akışı duyumlanan, somut fakat pek de belirli olmayan bir ilke olarak düşünüyor. Oysa hava birbirlerine karşıt olan dört öge- den biri değil midir? Anaksimandros ise Arkhe'nin bunlardan biri olamayacağını güçlü bir biçimde ortaya koymuştu. Anaksimenes bu uslamlamayı karşılayabiliyor mu?

Anaksimenes ögeleri karşıt saymamıştır. Hatta bunun da ötesinde, o onları birbirine döneşebilen farklı şeyler olarak bile gönnüyor. Onun için her şey bütün ögeler, hava ile temelde özdeş­tirler. Hava yoğunlaşıp sıkıştıkça su, toprak ve taş olur, açılıp sey­rekleşince de ateş olur. Su, toprak ya da ateş yoğunluk farkıyla ha­vanın ta kendisidirler.(5) Anaksimenes'in kimi nitelik farklılıkları­nı, örneğin sıcak ve soğuğu da, nesne ile bağdaştırmadan yoğun­laşma ve seyrelme ile açıkladığı öne sürülmüştür.<6) Onun amacı, bu kuramıyla her iki güçlüğü de, hem Anaksimandros'un Thales'e karşı çıkışını, hem de devinimin salarn ilkesiyle çelişir görünmesi­ni gidennek olmuş olmalı. Evet diyebilecektir Anaksimenes, Ar- khe havaysa o başka bir ögenin ortaya çıkmasına izin vennez. Ver­mesine de gerek yoktur zaten; çünkü "başka" ögeler diye bir şey

5)    Bkz. Hippolitos, Refutatio, 1,7,1; DK13A7. Kirk ve Raven a.g.y., s.l45.

6)    Bkz. Plut^^os. De prim.frig. 1, s.947 F; DK13B1.

yoktur. Başka ögeler gibi görünenler gerçekte havadırlar. Öte yan­dan varolan bir şey yoktur. Hava hep aynı havadır ve yoğunluğuna göre görünüm değiştirip durmaktadır. Anaksimenes, (2)'yi yeniden yorumlayan 5. yy çokçu felsefeleri yönünde ilk adımları atıyor. Varlığın yoğunlukça sıkiaşıp seyrekleşmesi düşüncesi, bu varlığın parçacıklarının birbirlerine yaklaşıp uzaklaşmaları düşüncesini gündeme getiriyor. Bu ise, sonuçta, her türlü değişimi parçacıkla­rın devinmekriyle açıklayış yöntemini hazırlamış oluyor.<7l

IV

Yoğunlaşma ve seyrekleşme kuramını bir kez benimseyip, algıda görülen tüm çeşitliliği bir tek Arkhe'nin çeşitli durum ve görünümleri olarak kavrarlıktan sonra, Arkhe olarak hangi ögenin seçildiği ancak ikincil bir önem taşır. Çünkü Arkhe için örneğin x ya da y diyelim, sonuçta tüm varlık onda özdeştir; aynı şey hem x

7)  Düşünce ve bilim tarihi boyunca aralında bir gerilimin yaşandığı ve Aris- ıoteles ile Demokritos'un adlanyla özdeşleşıirilen temel almaşık açıklama biçimlerinin kökenierini Anaksimandros-Anaksimenes karşıtlığında bulu­yoruz. Az ileride öne sürüleceği üzere Herakleitos'a esin kaynağı olduğu gibi, Arisıoteles'e de değişim açıklamasının temel ilkesini veren Anaksi- mandrosçu kurarn çerçevesi, değişirnde ortaya çıkan yeniliğin ve ortadan kaybolan şeyin, bir "gizli" ortama kaydı^ını ya da görünür dünyaya ora­dan geldiğini öne sürüyor. Bu "gizil" ortam, "Apeiron", "şeylerin kendisi­ni gizleyen temel doğası" (bkz. DK22B I 23), (Anaksagoras'ta) "tohum", ve sonunda da "potansiyel" olarak yeniden ve yeniden yorumlanıp, Arisıo- ıeles'te klasik biçimini alıyor. Öte yandan, Anaksimenes'in kurarn çerçe­vesiyle algılanan değişirnde yitirilir ve kazanılır gibi duran şeylerin ger­çekte temelde ve böyle olmayıp, bunun yalnızca bir görünüş olgusu oldu­ğunu öne sürüyor. Değişim, temel gerçeklikle değişmeyen aynı şeyin, içsel mekaniği (örneğin, sıkiaşma ve seyrelmesi) nedeniyle farklı görünümler alması gibi kavranıyor, bu çerçeveye göre. İ.Ö. 5.yy'ın çokçu felsefeleri, özellikle Demokritos ve 17. yy Yeni Çağ bilimince geliştiriJip klasikleşti­rilen bu açıklama türü, çağdaş bilime de hala (önemli ölçüde) bir paradig­ma oluşıunnayı sürdürüyor.

hem y olarak görünebilecektir. Dolayısıyla Arkhe'nin seçimi kap- sayıcılığı simgelemek ötesinde bir değer taşımıyor. Nitekim, Anaksimenes'in yoğunlaşma ve seyrekleşme kuramını benimseyen Herakleitos<Bl temel öge olarak ateşi seçmiş, öbür her şeyi de, ate­şin yoğunluğa göre değişen durumları -ya da belki dönüşümleri- olarak kavramıştır. Evrenin en temel ve kapsayıcı olgusu olarak değişimi vurgulamaya çalışan Herakleitos'un bu seçiminin gerek­çesini anlamak mümkün.

Yoğunlaşma ve seyrekleşme kuramı, Anaksirnenes'in bunu ortaya attığı biçimiyle, henüz 5. yy'ın ikinci yarısının parçacıkçı kurarolannda erişeceği açıklama yetisine sahip değildir. Nesnelerin göze görünen dönüşümünü açıklayabilirken, onların niteliklerinin değişimini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Herakleitos kendi de benimsediği bu kuramın sınırlılığı karşısında onun açıklayıcı gücü­nü geliştirmek yerine, ona ek olarak, yapıca bütünüyle farklı olan ikinci bir kurarn ortaya atmıştır. Herakleitos'un bu özgün kuramı büyük ölçüde Apeiron kuramından esinlenmiş, Apeiron'un "varlık (nesne/nitelik) deposu" işlevinin soyuttan somuta aktanlmasıyla gerçekleşmiştir. Niteliklerin yokoluş ve varlığa gelişte sakım ilke­siyle çelişınemek için içine gidip geldikleri şey, somut evren dışın­daki bir ortam değilse nedir? Somut evren içinde nereye gidip geli­yor olabilirler? Herakleitos'un yanıtı hem çok yalın, hem de çok etkili: Bunlar yine nesnenin içindedirler; orada kalırlar, diyor. Bir başka deyişle "varlık deposu" dışarıda bir yerleşme değil, her nes­nenin kendi içindedir. Önce yeşilken sonra kırmızı olan bibere kır­mızı dışarıdan gelmedi; bu nitelik onun kendi içinde bulunuyordu. Yeşil de, göze yitirilmiş gibi görünse de nesnenin içinde kalmıştır.

8)   Bkz. Digenes Laertios, Filozofların Yaşamları, ix, 8-9; DK22Al; ayrıca bkz. J.M. Robinson, a.g.y., s.89. Herakleitos'un DK22B31 ve B90 frag- ınanları bu savı desteklermiş gibi duruyor. Bkz. J.Barnes, Early Greek Philosophy, Penguin Classics, 1 987, s. 107.

Varlık da yokluk da, niteliksel tüm karşıtlıklar da aynı zamanda nesnedir. Kimi zaman karşıtlığın bir yüzü, kimi zamansa öbür yü­zü görünür olur. Örneğin, önce yaşıyor olan bir varlık daha sonra ölür. Önce katı olan bir şey sonra yumuşar. Önce tek bir bütün olan nesne sonra parçalanır. Bu karşıt nitelikler nereden gelip nereye gi­diyor diye sorulunca, "hiçbir yere" diyor Herakleitos, "çünkü bu nitelikler nesnenin içinde birlikte ve bağdaşmış bir durumda bulu­nuyorlar." Önce biri, sonra öbürü öne çıkıyor. İşte Herakleitos'un ünlü "karşıtlann birliği" (ya da "oyunu") kuramı.(9) Bu kuramın ileriki yüzyıllarda esin kaynağı olduğu başka ünlü kurarnları anım­sayabiliriz. Anaksagoras'taki "tohum" kavramı, Aristoteles'in "ek-

9)  Bkz. Kirk and Raven, a.g.y., s.l87, 189-192; Aristoteles, 396b7 ve 20. He- rakleitos'u bu yönde yorumlayabilmek için, önce, onun ontolojisinin bir anlamda kalıcılık ve değişmezliğe izin verdiğini saptamak gerek. Çünkü böyle bir kalıcılık sözkonusu değilse varlığın temel ögelerini olaylar ola­rak saplayan kimi sonraki dönemlerin filozoflan gibi Herakleitos da ontik temele değişime konu olan şeyi değil de değişimi koyuyor olacak, dolayı­sıyla da burada önerilenki gibi bir yoruma kapalı olacak. Değişimi böyle- sine bir güçle vurgulayan bir filozofun bir olaylar ontolojisi yapuğını, ve arkhe olarak ateşin de bunu simgelediğini öne sürmek akla yatkın değil mi? Herakleitos'un böyle düşünmediği kanısındayım. (Literatürde buna Herakleitos'un Platoncu yorumu deniyor.) Gerekçelerim şunlar:

a)    Herakleitos'da "şeylerin değişimi" kavramı ötesinde ya da bundan ba­ğımsız olarak bir "olay" ya da "süreç" kavramı bulunmuyor. Nerede deği­şimden sözediyorsa, bunu bir "şeye" yüklüyor. "Şey" ise dipnot (l)'de be­lirtmeye çalıştığım gibi, o dönem Yunan düşüncesi için aynmsız olarak nesneyi ve/veya niteliği anlam olarak alıyor. Evet, her yerde sürekli bir de­ğişim var; ama bu, "her yerde değişen şeyler var" olarak kavranıyor. Bu sonuncudan bağımsız olarak, kendi başına olay ya da süreç kavramlannın Yunan düşüncesinin henüz ulaşmadığı bir soyutlamanın ürünü olduklan kanısındayım. Kaldı ki, Herakleitos'un bir olaylar antolojisi yaptığını söy­lemek, ona "karşıtlann birliği" kavramına bir yer ve anlam veremerneyi içerecektir.

b)    Eğer değişim bir şeye yükleniyorsa, tıpkı Aristoteles'in dediği gibi, de­ğişime karşın ve ona göreli olarak değişmeyen bir ilke (yani "şey") gerek-

sinlik" ve "potansiyellik" öğretileri ve çok daha sonraları ise He- gel'in "diyalektik"i.

Parrnenides'in karşıtların birliği kurarnını çelişik olmakla suçladığı ve pek çok filozofun kendisini bu suçlamada desteklediği iyi bilinir. Parrnenides Doğruluk Tanrıçası 'nı şöyle konuşturuyor: "Seni bir ..yola karşı.. uyarıyorum. Çünkü ölürnlüler bu yolda.. bil­gisiz, zihinlerinde bir birlik olmadan, dağınık düşüncelerle, kör ve sağırlara benzer bir şaşkınlık ve çaresizlikle sürüklenip gidiyorlar. Bunların bir çoğu, hiçbir ayrım yapmadan, varolanın ve varolma­yanın aynı zamanda özdeş olduğuna ve özdeş olmadığına; ayrıca her şeyin izlediği yolun geriye döndüğüne inanrnışlar" (DK 28

tiriliyor demektir. Bu noktayı Kirk ve Raven da, Herakleitos için aynen vurguluyorlar: Herakleitos 'un değişimden derinlemesine etkilendiği y.adsı- nacak bir şey değil; ancak onun için asıl yaşarnsal öneme sahip olan olgu, değişim içindeki kalıcılık ilkesi. (Bkz. s.186-187)

c)   Bütün bu noktalara ek olarak fragınalardaki "şeyler"in Herakleitos için nitelikten çok nesne anlamına geldiği, onun kullandığı örneklerden de çı- karsanabilir. Yine bu anlamda, ateşi, olayı değil, sürekli değişen nesneyi simgeleyen bir ilke olarak düşünmek daha tutarlı olacaktır. "Her şey akar ve hiçbir şey buna karşı duramaz; herşey bir yönde yol alır ve kalıcı olan hiçbir şey yoktur." "Varlık (şeyler) dinginliği değişirnde bulur." (DK2284a) "Her şey karşıtlık yoluyla doğar, hepsi bir nehir gibi akış için­dedir." (DK22Al: Laertios). "Soğuk şeyler sıcak olur, sıcak olanlar soğur. Nemli olan kurur, kuru olan nemlenir." (DK22BI26) "Aynı nehirlere gi­renlerin üzerinden başka ve yine başka sular akar durur." (DK22B12) "Her şey devinir, hiçbir şey yerinde durmaz. Varolan şeyler bir nehrin akışına benzerler. Aynı nehire iki kez girilemez." (DK22A6: Platon).

d)   Herakleitos şeylerin değişimini, "birşeyin" yada "birşeydeki-birşeyin" bir başka şeye dönüşmesi olarak görüyor. Tıpkı sonradan Aristoteles'in de yoksunluk (privation steresis) kuramında dilegetireceği gibi, bu "kendine dönüşülen başka şey" bir "karşıt" olarak kavranıyor. Olasılıkla bu dönü­şüm, şeylerin görünür yönünden bir karşıtın gidip, oraya bir başkasının gelmesi biçiminde kavranıyor. "Peki nereye gidip nereden geliyorlar?" di­ye sorulacak olursa, bunu "şeyin içi, yani görünmez olan doğası" diye ya­nıtlayacaktır, Herakleitos. Ben onun karşıtiann şeylerdeki birliği ve gerçe­ğin kendini sakladığı savlannı böyle yorumluyorum. Bu yorum da Herak-

B6). İlginçtir, Aristoteles de ona aynen katılıyor:OO) "Herakle- itos 'un söylediği öne sürülen ve aynı şeylerin hem var olup hem de var olmadığı düşüncesi mantıksal bir olanaksızhktır." (I M5b 24) Herakleitos'u bu tür suçlamalara karşı üç değerli mantık açısından savunma çabaları, onun iki değerli mantık bağlamında gerçekten çelişkiye düşmüş olduğunu varsayan çabalardır. Oysa Herakle- itos'un iki değerli mantık açısından çelişik şeyler söylediğini onay­lamak için zorlayıcı bir gerekçe yoktur. Tersine, karşıtların birliği­nin en doğal yorumu çelişkisiz bir kurarn içerir.

Bir nesne, içinde hem kırmızıyı hem de yeşili barındırıyorsa, bu durum kendiliğinden bir çelişki yaratmaz. Örneğin, kırmızı ve yeşil, nesne içinde ve üzerinde farklı yerlerde bulunuyorlarsa, çeliş­meden birlikte varolabilirler. Çelişki aynı yerin, örneğin aynı yüzey parçasının aynı zamanda hem kırmızı hem de yeşil olduğunu söyle-

leitos'u ex nihilo'dan koruyor. Bunu daha da iyi görebilmek için kendimi­zi Herakleitos'un yerine koymaya çalışabiliriz. Bir an için nesne/nitelik deposu olarak kavranılan Apeiron'un bu işlevini bir somut şeyin kendi içi­ne "monte ettiğimizi" varsayalım. Bu durumu iki kısa özdeyişle açıklamak gerekse ne derdik? "Karşıtlar şeylerde birlik içindedir ve bu uyum şeyin ^oğasında saklıdır" demek bunu en etkili bir biçimde dilegetirmez miydi? K31 ıtlann birliğini dilegetiren fragmanlar: "Şeyler bir arada hem bütün­dür, hem değildir; hem uyumlu hem de uyumsuz olarak, bir arada ve dağı­nıktır. Bütün her şeyden bir birlik ve birlikten de her şey oluşur" (DK22B 10) "Tann gündüz gece, kış yaz, savaş banş, doygunluk açlıktır) (Bunun anlamı: tüm karşıtlardır.) Ateşin baharatla birleşip çıkan kokulara göre adiandınidığı gibi, o da değişim geçirir." (DK22B67) "Denizin suyu hem çok saydam hem de çok bulanıktır. Balıklar için içilebilir ve sağlık verirken, insan için içilmez ve yokedicidir." (DK22B61) "Kalemin çizdiği çizgi hem doğru hem de kıvrıktır." (DK22B59) "Çember üzerinde başlan­gıç ve son birdir." (DK22B I03) "Yaşam ile ölüm, uyanıklık ile uyku, genç ile yaşlı, içimizde birdirler; çünkü öncekiler değişir sonrakilere dönüşürler ve sonrakiler de öncekilere dönüşürler." (DK22B88) (Beni bu dipnotu ek­lemeye yöneiten Doç.Dr. Yalçın Koç'a teşekkür ediyorum.)

10)   Bkz. Kirk and Raven, a.g.y., s.l87. Onlar da Aristoteles'in bu konuda haksızca davrandığı görüşündeler.

rnekten doğar. Herakleitos aynı şeylerin aynı zamanda hem doğru, hem eyri; hem uyanık, hem uyur; hem saydam hem bulanık; hem canlı hem de ölü olduklarını söylerken bunu bu çelişik anlamda söylemek zorunda değil. Çünkü karşıtlardan biri önde, yani görünür durumdayken, öbürü yüzeyin, görünürün arkasında bulunuyor. Tıp­kı Aristoteles'te potansiyel olanın aktüel formun ardında varolduğu, bu formun karşıtının potansiyel olarak özdekte bulunduğu gibi. Her iki karşıtın da aynı yüzeyde, aynı görünürlükle olduklarını öne sür­müyor, Herakleitos. Tam tersine, ondan kalan fragınanlar içinde önemli bir yer tutan ve gerçeğin, birliğin, görünen yüzeyin altında, ardında yattığı öğretisi, "karşıtların birliği" kuramının çelişkisiz ol­duğu görüşünü destekliyor. "Şeylerin gerçek doğası kendini sakla­maya yatkındır." (DK22: B 123) "Görünüşte olmayan uyum, görü­nüşte olandan daha güçlüdür." (DK22 B54)

Herakleitos'un kuramı, (1) ve 2'nin değişim bağlamında ex nihilo'yu (3'ü) zedelemediğini başarıyla gösteriyor. Yokluğa göçü- yermuş ya da yokluktan geliyormuş gibi görünen nitelikler, nesne­de kalıyorlar. Nesnenin yüzeyi altındaki "deposuna" giriyorlar, ya da oradan yüzeye çıkıyorlar.

Parmenides'in Batı Anadolu filozoflarının, sanki (3)'ün far­kında olmadan, safdil bir biçimde (1) ve (2)'yi varsayarak devinim olgusunu da onayladıkları izlenimini uyandırmaya çalışması, en yumuşak terimiyle bir haksızlıktır. Bu haksızlık, onların 1 ve 2'yi açıklama gücü yüksek kuramlarıyla birlikte onaylayışiarını gözardı eder. İşte bu aynı gözardı ediştir ki, Parmenides'in kendisini, bir değişim kuramı öne sürerek, yalın olarak ele alınan (1), (2) ve (3)'ün bir arada oluşturdukları paradoksu gidermeye çalışmak ye­rine kolay olan yolu seçmeye, yani devinimi yadsımaya itmiştir. OIl

1 1) Felsefecinin felsefe tarihine yaklaşımında kendisi için seçebileceği saygı­değer bir amacın, belirli bir dönemin kurarnlarını kendi çağının dilinde dizgesel bir bütünlükle açıklayarak o dönemi "anlamlı kılmak" olduğu

inancındayım. Bu anlamlı kılış, aynı dönemde etkin olan kimi filozofların bir "kakofoni" içinde değil de, belirli bir soruna ussal kuramlarla çözüm arayanların birlikte oluşturduğu bir "harmoni" içinde bulunduklarını gös­termekle, bu dizgesel uyumu onlardan bize kalan verilere dayanarak yeni­den kurmaya çalışmak.la olanak bulur. Eski Yunan düşüncesi gibi, kalıp­lan, kavramlan ve kültür bağiarnı günümüzden epey uzakta bulunan bir felsefeyi oluşturan önermelerin, o bağlam içinde ne anlama geldiklerinin araştırması, kavramların doğru saptanması, kuşkusuz temel çıkış noktası olmalıdır. Ancak bu her şeyden önce bir filoloji çalışmasıdır ve felsefe yalnız bununla yetinemez. Böyle çalışmalara dayanan ve güvenilir çeviri­lerden yola çıkan dizgesel çalışmalar belirli bir tarihsel dönemin felsefe­sinden, yine felsefi anlamda bir yarar edinmeyi amaçlayanlar için zorun­ludur. Doğal olarak böylece yapılan şey "felsefenin felsefesi" olacaktır. Üstelik tutarlı bir dizge içinde "anlamlı kılınmış" bir dönemin görünümü, bunun geçmişteki gerçekte almış olduğu biçimden farklı da olabilir. Ör­neğin aynı dönemin verileri birbirinden farklı olan tutarlı şemalar içinde kurulabilir. Bunlar birlikte doğru olamayacak ölçüde farklı olabilirler. Dahası, hangisinin gerçekle çakışan anlamda doğru olduğunu saptamak olanağı da bulunmayabilir. Oysa, gerçekle çakışmayan açıklama şemalan, tutarlılık ve dizgesel yetkinlik açısından, gerçekle çakışandan aşağı kal­mıyorsa, kanımca en az onun kadar öğreticidirler.

Bütün bunlar, felsefe tarihindeki bir dönem üzerine yapılan sistematik ça­lışmanın tek değilse de en temel eleştirisinin iç tutarlılığa yönelmesi ge­rektiğini vurgulamak için. Çünkü böyle bir yaklaşım bir felsefe felsefesi­dir ve bir tarih çalışması olarak değerlendirildiği ölçüde bir felsefe çalış­ması olarak da değerlendirilmek durmundadır.

SOFİSTLER

(1986)

Yirmidört yüzyıl önce ortaya çıkıp bir süre büyük ilgi gör­dükten sonra Solcrates ve öğrencilerinin tepkisiyle gözden düşürü­len, ancak, düşünce tarihinin günümüze değin her aşamasında, uy­gun bir ortam bulur bulmaz yeşeriveren Sofistlik nedir; nasıl bir kökenden kaynaklanmıştır?

Sofistlik, İ.Ö. 5. yy'ın ikinci yarısında, Eski Yunan toplu- munun geçirdiği bir siyasal dönüşümün yarattığı gereksinimlerden doğmuş, o sıralar ortaya yeni atılmış olan bir bilgibilimsel uslam­lamadan yararlanarak özgün bir felsefi boyut da kazanmıştır. Dola­yısıyla, bu akımın birbirinden ayırt edilmesi gereken toplumsal ve felsefi kökenieri vardır.

Bugün "Sofist" dendiğinde, gösterişli sözler, dil oyunları, safsata ve mantık hileleriyle başkalarının düşüncelerini etkilemeyi, yönlendirrneyi amaçlayan, insanlara yüzeyde çekici, ancak derinli­ği olmayan; doğru görünümü verip, onları bu düşüncelere inandır­maya çalışan bir kişi akla gelir. Sofist, demagogdur; amacı doğru olanı bulmak veya onu yaymak değil, kendi yararları doğrultusun­da laf canbazlığı ile dikkati başka yönlere kaydırarak, dinleyicileri ve rakipleri şaşırtmaya, onları böylece susturmaya çalışmak, bela­gat gösterisiyle insanları kandırmaktır. Safİstliğin bu yönünü açığa çıkaran ve bu tutumu eleştirerek onu felsefeden dışlayan, felsefeyi ondan arındıranlar, Sokrates'in çabaları doğrultusunda, özellikle Platon ve Aristoteles olmuştur. Bu filozoflar, birçok örnekle, So­fistleri betimlemiş, onların "uslamlama" diye kullandıkları formül­lerin ne biçim çarpıklıklara dayandığını göz önüne sermişlerdir. Örneğin, Euthyplıron adlı diyalogunda Platon, Dionysodoros adlı

bir Sofisti safdil bir kişi olan Klesippos'un aklını karıştırma çabası içinde betimliyor: "Demek senin bir köpeğin var?" "Evet var" dedi Klesippos, "hem de en kötüsünden." -"Peki onun enikleri de var mı?- "Evet var ve hepsi de onun gibi." "Yani köpek onların babası değil mi?" "Evet," dedi "Onu eniklerin anasıyla birlikte gördüm" "Peki köpek senin değil mi?" "Elbette ki benim." "Öyle ise, o hem baba, hem de seninse, senin baban olur ve dolayısıyla eniideri de senin kardeşlerindir."

"Gerçek" filozoflarca böylece aşağılanan ve düşünce tari­hinde mantık çarpıklığına ibret diye geçirilen Sofistlik, ilk filizie- niş aşamalarındaki durumuyla bu denli bir yergiye hiç de layık de­ğildi. Bu akım, ilk aşamalarında, yüzyıllar boyunca felsefenin geli­şimini sürekli kamçılamış çok önemli bir eleştirel tutumun oluştu­rulmasında, değeri hiç de küçümsenemeyecek bir katkı yapmıştır.

Sofistliğin Toplumsal Temelleri

İ.Ö. 5. yy'ın ikinci yarısında askeri ağırlığını artırarak zen­ginleşen Atina, bu dönemlerde aristokrasiden demokrasiye geçiş sürecini yaşıyordu. Bu dönüşüm, toplumun değerlerinde de önemli kimi önemli değişimler getirmekteydi. Eski Yunanca'da insandaki yetkin lik, seçkin lik, üstünlük gibi nitelikleri dilegetiren "arete", daha önceleri iyi ve saygın bir aileden gelmekle kendiliğinden ka­zanılırken, artık bu dönemde eğitim ve yetişmeyle elde edilen bir şey olarak görülmeye başlanmıştı. Bu nitelikleri kazanmak, başarı kazanmaktan geçiyordu. Başarı kazanmaksa, demokratik ortamda etkili olmaktı. Siyasal kurullar, agoralar, mahkemeler, başkalarının düşüncesini etkileyerek, üstünlük ve seçkinlik kanıtlama ortamları olmuştu. Başkalarını etkilemenin yoluysa, söz söyleme ve mantık­sal beceriler elde etmekle olanak buluyordu. Bu becerileri öğrete­cek, insanları bu yönde eğitecek hocalara gereksinim doğurmuştu toplumsal ortam. İşte bu istemi karşılayan kimi felsefeciler, "bilge-

lik öğretmenleri", "bilgelik satıcıları" olarak ortaya çıkmışlardır. ("Sophistes" bilge kişi, bilgili kişi anlamına geliyor.) Sofistlerin, öğrettikleri bu beceriler karşılığında para olarak büyük birikimler yaptıkları söylenir. Bu akımın başlatıcısı sayılan Protagoras, Ati­na'nın en zengin adamı olmuş. Bu, herhalde tarihte felsefeyle ya da onunla ilgili bir etkinlikle, servet kazanılabilen tek dönem ol­muş olmalı.

Protagoras ve Gorgias gibi ilk nesil Sofistler, öncelikle filo­zoftular ve kendi felsefelerini geliştirmenin yanısıra, yaşamlarını da "bilgelik satmakla" kazanıyorlardı. Ancak daha sonraları, para­sal yarar, çabuk ve kolay servet edinme olanakları ağır basmış, ikinci nesil sofistler, felsefe ve mantık öğretmekten çok, ne pahası­na olursa olsun, eğri ya da doğru hangi yoldan olursa olsun, tartış­maları kazanma, karşısındakileri şaşırtma yöntemleri öğretmeyi amaçlamışlardır. Sonuçta, Sokrates, Platon ve Aristoteles'in yerip aşağıladıkları safsata tüccarlarına dönüşmüştür sofistler.

Soflstlerin Felsefi Temelleri

Sofistler felsefeye yaptıkları olumlu katkı genellikle şu üç başlığa indirgenir:

a)    İ.Ö. 6. ve 5. yy'ların doğa felsefesini vardığı sonuçların çeşitliliği ve birbiriyle tutarsızlığı açısından eleştirrnek,

b)    İnsanı ve öznelliği felsefe sahnesine sokarak, bilgi ve ah­lak değerlerinin bu yönünü vurgulamak,

c)    Doğruluk ve erdemin göreceli olduğunu savunarak, Sak- rates'in bunları saltık ve değişmez olduğu yönündeki tepkisini ha­zırlamak.

Bu üç olgu, Platon'un ve dolayısıyla da Aristoteles'in tutar­lı, kapsamlı, eski görüşleri uzlaştırıcı, insanın doğadaki yeri ve bil­gisini belirleyici, bireşimsel dizgeler geliştirmeleri için gereken te­mel ve ortamı hazırlamıştır. Biz burada, bu üç noktayı ayrı ayrı ay-

rıntıyla irdelemek yerine, her üçünü de birleştiren ve bunları sonuç olarak doğurmuş olan bir gelişim çizgisini izlemeye çalışacağız.

Felsefe tarihinde epistemoloji, yani bilgi felsefesini ayrı ve başlı başına bir konu niteliğinde ele alan ilk filozof olarak Platon gösterilir. Bu bir anlamda doğrudur, ancak yine buna dayanarak Platon'u bilgi felsefesinin babası ya da kurucusu diye göstermek, bir yanılgı olur. Çünkü epistemolojiyi kuran, böyle bir konuyu fel­sefe için sorun yapan olguyu ilk belirginleştiren düşünür Demokri- tos'tur. Demokritos da, 5. yy'ın öbür filozofları gibi, Parmeni- des'in görünüş ve gerçek arasında çizdiği ayrımdan etkilenmiş, bu­nu benimsemiştir. Bu ayrım, epistemolojiye doğru atılan ilk önemli adım sayılabilir: Bu, varlığın kendisini, insanın onu kavrayışından ayırt ederek, kavrayışa temel olduğu sanılan duyguların güvenilir­liğini yadsır. Oysa duyulann güvenilirliğinin neden, ne ölçüde ve ne anlamda sınırlı olduğunu belirlemeye çalışarak bu aynma ge­çerli bir içerik sağlayan, Demokritos olmuştur.

Atomcu kuramının getirdiği sonuçlardan bağımsız olarak, derin ve önemli bir felsefi gözleme dayanan bir aynm çiziyor De- mokritos: Bu bağlamda atomcu öğretiyi ancak daha sonra çizdiği ayrımı açıklarken kullanıyor. Bu, 21 yüzyıl sonra Locke'un felse­fesinde birincil ve ikincil nitelikler aynmı adını alan ayrımdır. De- mokritos, nesnenin niteliklerini ele aldığında, örneğin biçim, katı­lık, büyüklük, devinim gibi niteliklerin bir insandan öbürüne de­ğişmediğini gözlemliyor. Eğer bir masanın üst yüzeyi bir dörtgen biçimindeyse, bu hiç kimseye yuvarlak görünmeyecektir. Oysa yi­ne nesnelere nitelik olarak yüklediğimiz koku, tat, ses, dokunum ve renk gibileri, nesnenin kendisinde belirgin bir değişiklik meyda­na gelmese de, bir insandan öbürüne, ya da aynı insan için bile, de­ğişik koşullarda, büyük farklar gösterebilir. Aynı bal hasta birine acı gelirken sağlıklı bir kimseye tatlı gelecektir. Kimi niteliklerin insandan insana ya da değişik koşul ve zamanlardaki aynı kişi için

bile farklılıklar gösterebilmesi, Demokritos'un, epistemolojinin ilk basamağı olan, nesnenin kendisi ve onun insandaki bilgisi arasın­daki ayrımı kavramasına yol açıyor. O, bu aynmı daha da pekiştiri­yor: Nesnelerin algılanışı yalnız insanlar arasında değil, değişik al­gı organları taşıyan değişik yaratıklar arasında da farklılık gösterir, diyor.

Demokritos'un, nesnedeki kimi niteliklerin algıda, değişik yaratıklar, değişik insanlar ve giderek aynı insan için bile koşullara göre değiştiği gözlemini saptadık. Bu, onun uslamlamasındaki ilk önerme, ilk öncül. İkinci bir öncül olarak, aynı niteliğin bu değişik algılarından hangisinin doğru algı olduğunu saptamanın bir yolu bulunmadığını öne sürüyor. Hangi yaratığın, hangi insanın "daha doğru" algılandığının seçimi, bu bağlamda keyfi, gelişigüzel ol­mak zorunda. Çünkü bu seçimi yapacak bir ölçüt yok ortada. De- mokratios'un bu iki öncüiden çıkarsadığı sonuç, bu "değişken" ni­teliklerin öznel oldukları. Ona göre, gerçekte nesne böyle nitelikler taşımıyor. Nesnenin yapısal özellikleri, çevrelerine yaydıkları gö­rüntülerle insanın duyularını etkileyince, böyle niteliklerin algılan­masına neden oluyor. Nesne gerçekte ne tatlı, ne acı; ancak insanın tat duyusunu böyle etkiliyor. Nesnenin kendiliğinde nasıl olduğu­nun algıyla bilinmesi, böylece, bir sorun olarak belirlenmiş oluyor. Önceki filozofların, "evren, onu gördüğümüz gibidir" yönündeki yalın gerçekçi inançlarının ötesine aşıyor Demokritos. Onun bu durumu atomcu öğreti yoluyla nasıl açıklandığına değinmeyece­ğiz. Bunun yerine temelini saptadığı uslamlamanın kendinden son­raki aşamalarda nasıl geliştirildiğine kısaca göz atacağız. Ancak bunu da başlamadan önce, Demokritos'un bu ayrım bağlamında Platon'dan da ileride olduğunu vurgulamak istiyoruz. Demokritos, niteliklerin algısının insana ve koşullara göre değişebildiğini ve bu değişik algılar arasında hangisinin doğru olduğunun sapıanamaya- cağı önermelennden nesnellik-öznellik ayrımını çıkarsıyor. Bilgi-

bilimi dizgeselleştirdiği Theaetetos diyalogunda, Platon da (Prota­goras üzerinden) aynı olguyu ele alıyor. Fakat Platon'un bundan öznelliği ayırdetmek gibi bir sonuca gidebildiğini söyleyemeyiz. Platon eski gele^eğe uyarak "naif' ya da yalın bir gerçekçiliği sür­dürüyor. Ona göre de algı değişken ve tutarsız, ona göre de hangi algının doğru olduğunu saptamak olanaksız. Ancak Platon "evren onu gördüğümüz gibidir" inancını kırmıyor. Algının bize verdiği, bize yansıttığı dünyanın kendisi değişkendir, bu dünyanın kendisi tutarsızlıklarla doludur, diyerek, Herakleitos'un modeline göre kavradığı ve bize duyularımızca yansılılan bu dünyayı, yine nes­nel, başka bir dünyadan, ona göre gerçek bilginin konusunu oluş­turan "aşkın" bir dünyadan, ayırt ediyor.

Soflstlerin Felsefeye Gerçek Katk1s1

Epikuros, bir mektubunda Protagoras'ın felsefeye nasıl baş­ladığını şöyle anlatıyor: Protagoras Atomculuğun beşiği olan Trak­ya'nın Abdera kentinde doğmuş. Yaşamını hamallıkla kazanıyor- muş. Bir gün yüklediği odunları diziş ve bağlayışındaki ustalığı iz­leyen Demokritos, bu hamalla ilgilenmiş, onu yanına alarak eğit­miş. Sonuçta Protagoras belki atomcu olmamıştır ama, felsefi dü­şüncesinin çıkış noktası, hocası Demokritos'un yukarıda sözünü ettiğimiz uslamlamasıdır. Bu uslamlamayı kullanarak, onu tam bir genelliğe yaymış ve böylece sofist tutumuna bir felsefi temel kur­muştur.

Aynı esinti bir kişiye soğuk gelirken bir başkasına ılık gele­bilir. Bunların hangisinin doğru olduğunu saptayacak bir ölçüt bu­lunmadığına göre, esintinin kendiliğinde soğuk ya da ılık olduğu söylenemez, diyor Protagoras. Dolayısıyla aynı esintiye "ılık" di­yen de, "soğuk" diyen de, kendine göre doğru bir şey söylüyor. Doğruluk yargıları bu yargıda bulunan kişilere görecelidir. Birbi- riyle çelişen iki yargının bu anlamda, aynı zamanda doğru oldukla-

rı öne sürülebilir; çünkü "İnsan her şeyin ölçüsüdür". Nesnel an­lamda bir doğruluktan söz edilmeyen yerde doğruluğun ölçüsü, al­gılayan insanın kendisinden başka bir şey olamaz. Yargıların birbi­rinden "daha doğru" olmaları söz konusu edilebilir. Dolayısıyla bir kanının doğruluğunun tanırlanması diye bir şey de yoktur. Geçerli olan, kanının başkalarına onaylauırılması, insanların bu konuya inandırılması, gerekirse kandırılması, "ikna edilmesidir". İşte so­fistliği gerekçelendiren felsefi sonuç!

Protagoras burada, aynı konu üzerinde birbirinden farklı al­gı, kanı ya da yargılar varken bunlar arasında doğru olarak birini yeğlemeye olanak verebilecek bir ölçüt bulunmamasından, nesnel anlamda böyle bir doğruluğun söz konusu olmadığı, dolayısıyla doğruluğun kişilere göreli olduğu sonucunu çıkarıyor. Ölçüt bulun­mamasının, doğruluğun nesnel anlamda sözkonusu olmadığı vargı­sını gerektinneyeceği açık olsa gerek. Protagoras burada böyle bir içerme bulunduğunu varsaymış oluyor: Bu varsayım olmadan çı- karsadığı "görecelik" sonucu çıkarsanamaz. İlginç olan, bu varsa­yımı yapmayan Gorgias'ın, aynı öncüllerden bambaşka -ve daha geçerli görünen- bir sonuç çıkarsamış olmasıdır. Protagoras'ın her inancı doğru kılan aşırı iyimser sonucuna karşılık Gorgias'ınki de bütünüyle kötümser: Aynı konu üzerinde birbirinden farklı olan inançlar, aynı olgunun bir kişiden öbürüne değişen algıları, arala­rından doğru olanın seçimine olanak verecek bir ölçüt yoksa, doğ­ru sayılamazlar, diyor. Bu inançların bu algıların hiç biri doğru de­ğildir. Gorgias'ın uslamlamayı bu olumsuz sonuçla tamamlayışı, Kuşkuculuk dediğimiz akımın ve bu akımın temelinde yer alan us­lamlamanın kuruluşudur. Kuşkuculuğun kurulmasındaki bu payla­rı, Sofistler'in düşünce tarihine yaptıkları çok önemli ve olumlu, bir gerçek katkıdır. Çünkü ne denli olumsuz sonuçlara varırsa var- sm, Kuşkuculuk, bilgi kuramının gelişimini, zenginleşmesini ve yetkinleşmesini sağlayan başlıca itici güç olmuştur. Kuşkucu us-

lamlamanın olmadığı yerde ilgiye değer bir epistemolojiden de sö- zedilemez. Epistemoloji, kuşkucu uslamlamayı karşılamak, onu sı­nırlamak için kurulur.

Gorgias, hiç bir şeyin varolmadığını; eğer varsa bile, biline­meyeceğini, böyle bir bilginin olanaksız olduğunu öne sürüyor. Bu düşünceler, onun yukanki uslamlamadan çıkarsadığı sonucun mantıksal önkabulleri: Değişik algı (ya da inançların) hiç birinin doğru olmaması, ya bu algılananın (ya da inanılanın) var olmama­sına, ya da varsa bile bilinemez oluşuna bağlıdır. Bu son nokta Gorgias'taki Kuşkuculuğun, Protagoras'taki göreceliğe göre, nes­nel bilgiyi savunan görüşe daha yakın olduğunu gösteriyor. Prota­goras nesnel bir doğruluk, bir bilgi olmadığı için her insan kendi doğruluğunun ölçüsüdür derken, Gorgias ile belirginleşen kuşkucu tutum, bir nesnellik ve ona özgü nesnel doğruluklar söz konusudur, ancak insanın bilgisi ve kavrayışı buna erişemez, bunu yakalaya­maz, demeye getiriyor. İnsan kavrayışının bu nesnel doğruluğa na­sıl erişebileceğinin açıklama çabaları ise, epistemolojinin ta kendi­sidir. Sokrates, Platon ve Aristoteles'in eleştirileriyle tasfiye edilen sofistlikten arta kalan kuşkuculuk, etkili bir akım olarak varlığını sürdürmüştür.

Kuşkuculuk, Gorgias'ın ölümünden yaklaşık on yıl sonra doğan (İ.Ö.365) Pyrrhon'ca, bir felsefe okulu durumuna getirilmiş­tir. Daha sonraları, Platon'un Akademia'sı ile birleşen kuşkucu okul, yetiştirdiği Timon, Arkesilaos, Karneades gibi düşünürlerle uslamlamalarını zenginleştirmiştir. Bu uslamlamalar, İ.S. 1. yy'da Aenesidemos, 2. yy'da ise Sextus Empeirikos'ca yazıya dökül­müştür. Kuşkucu uslamlamaların Ortaçağ Avrupa'sında giderek hemen bütünüyle ortadan kalktıkları, unutuldukları görülür. Sex- tus'un kitabının bir kopyasının bu yüzyıllar boyunca İstanbul'da saklandığı ve 5. yy'da Avrupa'ya buradan götürüldüğü biliniyor. 1562'de Latince'ye çevrilerek basılan bu yapıt, Montaigne'in Kuş-

kuculuğu Yeniçağ'da etkili yapan ünlü denemesini (Apologie de Raimond Sebond, 1580) yazmasına neden olmuştur. Descartes'ın bilgi·^urainını ve onu izleyen Modern Felsefe'yi bu kuşkucu us­lamlamalarının yokluğunda düşünmek olanaksızdır.

YAYIMLANIŞLARI ÖNCESiNDE

ARİSTOTELES'İN YAPlTLARI

(/992)

Bugünün olaylarının nedenlerinin geçmişte olduğunu he­men herkes onaylayacaktır. Bu anlamda, dünyanın geçmiş aşama­ları tabii ki bugünün nedenidir. Oysa belirlenime ilişkin savları bundan ayırt etmek gerek. Kanımca, bir aşamadaki durum ve olay­lar kendilerinden oldukça ileriki dönemlerdeki aşamaları oluşturan durum ve olayları, onların nedenleri arasında bulunmalarına kar­şın, belirlemiyorlar: O nedenler uzaklardaki etkilerinin neler olaca­ğına ilişkin yeterli koşullar oluşturmuyor. Yine kanımca, doğru olan şey bunun tam tersi: ilkeyi insanlık tarihine uygulayacak olur­sa, ilk çağ uygarlığının gerçekleştirdiği belli başlı başarıların he­men tümü insanlığın bugün içinde bulunduğu düzey için tarihsel anlamda zorunlu koşuldur. Deneysel olarak bildiğimiz yasalar ge­reği, bugünün verileri böyleyken, geçmiş uygarlık birikimi pek başka türlü olamazdı. Örneğin Eski Yunan uygarlığı yaratılmamış olsa ve İlkçağ'da Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarını doğrudan Roma'nın egemenlik dönemi izleseydi, bugün bu güne benzemez, bundan pek gerilerde olurdu.

Şimdi öne sürdüğüm şey, geçmişin gelecekteki durumu be­lirlediği, ona yeterli koşul oluşturduğu veya kimi zaman "tarihsel materyalizm" diye anılan sav değil. Benim öne sürdüğüm, böyle bir şeyin tam tersi yönündeki bir içerme ilişkisine dayanıyor. Zo- runluktah kastettiğim, geçmişteki koşullar öyleyken günümüzün veya geleceğin başka türlü olamayacağı değil. Ben bu günün veri- Ierinin farklı bir kaynakla temellenmiş olamayacağını öne sürüyo­rum. Günümüzün Batı odaklı uygarlığının örneğin Eski Yunan kül-

türü olmadan varolmuş olamayacağını söylüyorum. "Geçmiş her nasıl gerçekleşmişse öyledir" gibi bir şey ötesinde, bugün böyley- ken geçmişteki etkileyici aşamalar olmuş olduklarından pek farklı olamaz/ardı diyorum. Bugün böyleyken, aynı yere bundan çok farklı yollardan gelinemezdi. Tabii buna karşılık geçmiş yine aynı geçmiş olarak bugün günümüzdekinden farklı olabilirdi. Unutma­malı, farklı bir geçmişin farklı bir bugün içeriyqr oluşundan, geç­mişin durumunun bugünün durumunu içerdiği, yani ona yeterli ol­duğu sonucu çıkarsanamaz.                    o

Yukanki ilkeler açısından, bugünün bilim ve felsefesi böy- leyken, onun gelişimine ve akışına geçmişte yön vermiş bir büyük filozofun katkısı da tarihsel anlamda zorunlu bir koşul değeri taşı­yor. Öyle bir filozofun yapıtı olmadan bugünün düşüncesi olamaz­dı. Ben, Aristoteles'in gelmiş geçmiş en büyük düşünür olduğuna inanırım. Tabii, yukarıda da vurguladığım gibi, Aristoteles önce­sindeki aşamalar aynen gerçekleşmiş olsa da, onunki gibi bir dü­şünce dizgesi üretilememiş olabilirdi. Ancak kanımca onun yapıtı­nın yokluğunda dünya bugün içinde bulunduğu gelişim düzeyinin yüzlerce yıl gerilerinde olurdu. Bu yazının amacı da böyle bir du­rumun hiç de uzak bir yapıntı olmadığını ortaya koymak. İnsanh- ğın kimi ince rastlantılada bu sonuçtan nasıl kurtulmuş olduğunun . öyküsünü anlatacağım. Felsefi olarak değil de tarihsel anlamda, Aristoteles'in yapıtı hangi koşullarda yaratıldı ve bugünlere nasıl ulaştı? Bu gelişimi izlerken, onun geride bıraktığı hemen tüm dü­şünsel ve bilimsel katkının bir aşamada dünya üzerinden silinmesi­ne ramak kalmış olduğunu ve bu olaylarda üzerinde yaşadığımız Anadolu toprağının önemli bir rolü bulunduğunu göreceğiz.

I

Aristoteles'in, düşünce dünyasının çehresini değiştiren ve günümüzü de kapsayacak biçimde binyıllar boyu süren büyük ve

dinrnek bilmez bir etki kaynağı olmuş yapıtları, İÖ. 322'deki ölü­münden üç yüz yıl sonra, İÖ. 40 ile 20 arasında, Andronicus tara­fından Roma'da derlenip yayımlanmıştır. Aristoteles'in şimdi bil­diğimiz çaptaki büyük düşünsel etkiyi yapışı bundan sonra başlar. Doğrudur, o, yapıtları yayımianmadan önce de ün yapmış bir filo­zoftu, ancak bu oldukça büyük bir derece farkıyla böyleydi: O dö­nemde Aristoteles'in etkisi sınırlı olduğu gibi, görüşlerine ilişkin bilgiler de yayımlanışı ertesine göre çok daha azdı. Her şeyden ön­ce, gençlik döneminde yazmış olduğu popüler (yani eksoterik) ya­pıtlarıyla tanınmaktaydı. Andronicus'un yayımladıkları bunlar de­ğil, Peripatetik okulun içinde, uzmanlar arasında eğiti"m için kulla­nılıp tartışılmaları amaçlanan (esoterik) yapıtlardır. Sözünü ettiğim popüler yapıtlar Ortaçağları aşıp günümüze ulaşamamıştır. Bunlar­dan geride yalnızca birkaç fragman kalmış bulunuyor.

Aristoteles, ölümü ertesinde yaşanan İsa'dan önceki üç yüz­yıl boyunca, kendi okulu dışında, parlak, fakat sıradan bir düşünür olarak bilinmiştir. Hele Peripatetik okulun kapandığı İÖ. 225'ten sonra, bu felsefe giderek arka planda kalmış, İÖ. birinci yüzyılın başlarına gelindiğindeyse bütünüyle yok olmak tehlikesiyle karşı­laşmıştı. Aristoteles'in o dönemlerde nasıl tanındığına iyi bir ör­nek, Cicero'nun onu, yeniden keşfedilip yayımlanışı önesindeki betimleyiş biçimidir. Bu betimleme bizim bildiğimizden çok farklı, çapı çok daha küçük olan, bir Aristoteles çiziyor. Cicero, onu Isoc- rates'in rakibi bir retorik ustası, güçlü bir yazar, Akademi'nin bü­yüklerinden Xenocrates ve Speusippus ile birlikte anılan bir Pla- toncu olarak tanıtıyor. Platon'un Akademisi ve Aristoteles'in Peri- patos'u için iki başlı tek okul diyor. Oysa aynı Cicero, Androni- cus'un yayımiayacağı uzmanca (estorik) yapıtları okuduktan sonra büyük bir şaşkınlık ve hayranlık duymuş, Aristoteles felsefesinin Platon'unkinden ne denli farklı olduğunu görmüştür. Bu olaylar Aristotelesçiliğin adağını Roma'ya taşımış, orada Andronicus'un

önderliğinde yeni bir Peripatetik okul kurulmuştur. Gerçekten de o aşamada Atina'da ne Akedemi ne de Lyceum, güç ve etkilerini yi­tirmiş kurumlar olarak bile, artık yaşamıyorlardı. İÖ. 87 yılında Sulla önderliğindeki Romalılar Atina'yı yağmalamışlardı ve Cice­ro kenti bu olaydan on yıl sonra gezdiğinde eski zamanın bu büyük okullarının yerinde tam anlamıyla "yeller esiyordu." O günlerin başlıca etki kaynağı Stoa felsefesiydi; devlet adamları, edebiyatçı ve düşünürlerin önemli bir bölümü bu felsefe bağlamında eğitim görmüş insanlardı.

Kısaca değinmektc yarar olabilir, Stoa, Epikuros okulu (ya da "bahçesi"), ve sonraki dönemlerde kuşkucu felsefeye kucak aç­mış olan Akademi, Aristoteles'in ölümünü izleyen yüzyıl içinde Atina'da Lyceum'la bir arada yaşamışlar ve aralarında derin ve et­kili bir tartışma ortamını canlı tutmuşlardır. Örneğin Stoacılar'ın Aristoteles felsefesinin çeşitli yönlerine ve bu filozofun Platon' a karşıt düşen kimi bağımsız kuramiarına ilişkin bilgileri bu dönem­dendir. Chrysippus'un (İÖ. 280-206) yapıtlarında Aristoteles'e yö­neltilen oldukça ayrıntılı eleştiriler Stoacılar'ın İÖ. 3.yy'da Lyce- um'daki uzmanca kitapları ya doğrudan, ya da Peripatos öğrencile­rinin notları aracılığıyla tanıyor olduklarını kanıtlıyor. Diogenes Laertius'un (İS 3.yy) yazdıklarına bakılırsa, Aristoteles'in ölümü­nü izleyen 15 yıl içinde Theophrastus önderliğindeki Lyceum 2000 öğrencisiyle rakip okullardan çok daha pariaktı ve onun bu üstün­lüğü, başta Stoacılar olmak üzere tüm çağdaşlarınca onaylanıyor­du. Ne var ki az sonra aniatacağım gibi, bu entelektüel etki 3. yy içinde giderek sönmüş, sonunda okul da ortadan kalkmıştır.

Aristoteles'in kendisi de, okulunun sonraki yöneticileri de, Atina yurttaşı olmayan kişilerdiler. Hep yabancı muamelesi ve ay­rımcılığıyla karşı karşıya yaşadılar; örneğin Aristoteles Lyceum 'u hiçbir zaman özel mülkü durumuna getiremedi. Daha önemlisi, Makedonya ile Atina arasında o dönemlerde yaşanan siyasal ve as-

keri fırtına Peripatos'un bir casusluk yuvası ve işgalci düşmanların işbirlikçisi olarak görülmesine yolaçtı. Okul, entelektüellerin de­ğilse de, sıradan yurttaşların derin nefretini kazandı. Bilindiği gibi Aristoteles kuzey Ege'de bulunan (Kalkidikya'daki) Stagira'lıdır ve Makedon krallarına hekimlik yapan bir aileden gelir. Parlak bir zekaya sahip bu çocuğun 17 yaşına geldiğinde Atina'nın en büyük düşünürünün, yani Platon'un yanına, eğitim için yollanışını Make­donya adına bir yatırım, bir kültürel misyonun başlangıcı olarak görenler vardır. Üstelik, Aristoteles'in yaşamı ve mirasının bunu doğrulayan yanlarını bulmak pek de zor değildir. Güçlenmiş ve bü­yük bir dinamizm kazanmış olan Makedonya, kültürde de söz sahi­bi olmayı amaçladığından, bu alana yatırım yapmak gereğindeydi ve uygarlığın o günkü en önemli merkezine genç Aristoteles ile bir anlamda demir atmış oldu. Bütün bunlar bir yana, Aristoteles'in Atina krallığının koşulsuz güvenini kazanması da, kolayca gerçek­leşmiş şeyler değildir. Platon'un ölüm yılı olan İÖ. 348'de Aristo­teles 20 yıldır Akademi'de bulunuyordu ve okulun, biraz dik başlı ve züppe olarak tanınsa da, en güçlü ve büyük yeteneğe sahip üye­siydi. Kendisini kıskanıp hakkında çıkardıkları dedikodularla onu karalamaya çalışan düşmanları vardı ama herkes onun sıradan bir Akademi öğrencisi olmadığının farkındaydı. Uzun süredir ders ve­riyor, kitaplar yazıyordu ve Cicero'nun da değindiği gibi, İÖ. 4.yy'ın büyük söylev ustası Isocrates'le aşık atan, artık yetke sahi­bi bir düşün adamıydı. Denildiğine göre, homoseksüel olmayışı ve özellikle de yabancı kökeni nedeniyle Platon, ölürken okulun ön- dediğini ona bırakamadı. Tam o sırada Kalkidikya Makedon ordu­larınca işgal edilmiş, Aristoteles ve Stagira'nın kuşatılması sırasın­da, gidip, bir Yunan kolonisi olan kendi kentini savunmak bir ya­na, kılını bile kıpırdatmamıştı. Atina'da o günlerde Makedonya sempatizanianna büyük bir öfke oluşunca Aristotele^ artık orada barınamaz oldu. Önce kuzey batı Anadolu'daki Assos'a, iki yıl

sonra da Midilli'ye göçeden düşünür, buralarda geçirdiği yıllar içinde bir yandan bilim ve felsefesini geliştirip çevresinde bir filo­zoflar grubu oluşturuyor, bir yandan da Makedonya'nın kendisine olan güveninin pekişınesini ve belki de yüksek görevlere atanınayı bekliyordu. Assos tiranı Hermias hem Makedonya'nın dostuydu, hem de felsefeye meraklı bir kişiydi.

Aristoteles'in ve mirasının kuzey batı Anadolu'yla derin ta­rihsel bağlantıları olmuştur. Bunlardan ilki filozofurouzun Hermi- as'ın kızıyla evlenmesidir. İkincisi, yine orada, sonradan sağ kolu olacak Midillili Theophrastus'u yanına alışıdır. Aristoteles'in bun­dan sonraki yıllarda, İÖ. 342'den başlayarak, artık dünyanın en bü­yük askeri gücüne dönüşme yolunu tutan Makedonya'da yedi yıl süreyle kaldığını biliyoruz. Bu dönemde İskender'e ders veren Aristoteles, öğrencisi tahta geçip Atina'yı ele geçirdikten sonra, içeriden fethedilemeyeceği artık anlaşılan Akedemi'ye rakip ola­cak yeni bir okul kurmak üzere bu kente gönderildi. Büyük parasal olanaklar desteğinde ve son on yılda topladığı kitaplar, bilim araç­ları ve çok sayıda yardımcıyla birlikte, İÖ. 335 yılında Atina'da okulunu kurdu. Akropol'ün kuzey batısında, Ilissus çayı ile Lyca- bettus tepesi arasına düşen bölgedeki Apolion Lyceus'a ithaf edil­miş koruluk alanda kurulduğu söylenen okul, adını da buradan al­mıştır. Lyceum'da sanat ve bilgi daliarına (yani bunları simgeleyen muse'lere) adanan bir tapınak (museum) yaptınlarak bunun içinde büyük bir kütüphaneyle, bilinen ilk müze oluşturuldu. Bu müzeyi Apolion tapınağına bağlayan üstü kapalı direkli yolda yürüyerek ders verme geleneğini benimseyişi nedeniyle okula gezimciler, ya­ni "peripatos" da denmiştir. Burası, Akademi 'yi, modern çağlarda­ki üniversitelere benzerlik açısından çok gerilerde bırakan, tarihin ilk büyük bilim yuvası olmuştur.

İÖ. 323 yılında İskender ölünce bir süre iç karışıklıklar ya­şayan Makedonya'nın siyasal ve askeri gücü belirsizleşti. Atinalı-

lar kendilerini özgürlüklerine yeniden kavuşmuş saydılar ve Make­donya sempatizanlarına şiddetli bir tepki başlattılar. Okulun başına Theophrastus'u bırakarak hala Makedonya elinde bulunan Eğriboz adasına kaçan Aristoteles bir yıl sonra orada öldü. Aynı yıl, Atina yine Makedonya'nın eline düştü ve Peripatos'un bu ülkeninkine bağlanmış olan grafiği de yine yükselmeye koyuldu. Okulun "sko- larki", yani başı, konumuna gelen Theophrastus'un yönetiminde İÖ. 287'ye değin süren dönem, Lyceum 'un büyüme ve güç açısın­dan zirveye ulaştığı yıllardır. Bu aşamada da güçlük ve tehlikeler olmamış değildir: Daha hemen İÖ. 319'da başlayan iki yıllık bir . iktidar boşluğu az kalsın Theophrastus'u da Aristoteles'in akıbeti­ne mahkum ediyordu. İÖ. 307'deyse yine bir yıl sürecek bir ba­ğımsızlık kazanan Atina, tüm yabancı filozofların kentten ayrılma­sını gerektiren bir yasa çıkarttı. Yasağın neye ve kimlere karşı ol­duğu belliydi ve kısa bir süre için olsa bile, tüm peripatetikler tası tarağı toplamak zorunda kaldılar. Benzer olaylar İÖ. 294 ve 288 yıllarında da yaşandı. Sonuncusunda okul önemli yıkım gördü. İçinde bulunan Aristoteles heykeli parçalandı, duvarlardaki kabart­ma haritalar ve dersaneler tahrip oldu.

Stoa ve Epikuros okullarının açılışı İÖ. 304 ve 307 yıllarına rastlıyor. Bunlar 40 yıldır etkin olan Lyceum'un yanında henüz ol­dukça sönüktüler. Dolayısıyla o dönemde yeni inşa edilmekte olan İskenderiye kentinde kurulacak büyük bir kütüphane için Lyceum örnek alınmak istenmiş ve ilk aşamada hem Aristoteles'in kendi­sinden, hem de sonraları Theophrastus'dan, yardım ve kitap kop­yaları istenmiştir. Lyceum'da bulunan yapıtların en az bir bölümü­nün böylece kopyalanarak oraya gittiği söyleniliyor. Ancak bunla­rın popüler mi yoksa uzmanca yapıtlar mı olduklarını bugün tam bir kesinlikle bilemiyoruz. Bu dönemde kütüphane kuran kentler arasında Rodos, Antakya ve Bergama da vardı; özellikle bu sonun­cusu başlangıçta İskenderiye'den daha hızlı büyüdü. Bergamalılar

da Lyceum 'dan yardım istediler ve okuldan kendilerine büyük bir yakınlık gösterildi. Bergama hem duygusal bir bağlılığın sürdüğü Assos'un o günkü sahibiydi, hem de okul içinde kuzey batı Ana­dolu'da doğmuş olan etkili kişiler vardı. Örneğin üçüncü skolark (İÖ. 287-267 arası) Strato Lapseki'li, dördüncü ve son skolark (İÖ. 266-225 arası) Lyco Scepsis'liydi (bugünkü Çan). Bu son dönem­lerde artık bilimsel bir özgünlük yaratamayan Peripatos yalnızca bir dersane işlevi görmüştür. Son skolark zaten bir bilim adamı bi­le değildi. Lyco daha çok hatip ve yazar olarak tanınırmış. Bu kişi­nin ölümü zamanında gerçekleşen iki olay Peripatos'un fiziksel varlığını ortadan kaldırıyor. Lyco arkasından okula kimin önderlik edeceğini belirlemeyip, bu kişiyi okul üyelerinin kendi aralarında seçimle saptamalarını istemiş; ne var ki tam o günlerde de Atina Makedonya'dan bağımsızlığını kazanınca okuldakiler seçim falan yapmadan dağılmak zorunda kalmışlar. Bu da yüzyıllar sonra Ro- ma'da yerıiden kurulana değin Peripatos'a son vermiş.

Az önce de belirttiğim gibi, Aristoteles'in popüler yapıtları okul dışında zaten dolaşımdaydı. Peki Andronicus'un ileride ya­yımlayacağı yapıtiara bu boşluk döneminde ne oldu ve bunlar var­lıklarını nasıl koruyabildiler?

II

Birkaç ikincil yapıt dışında Aristoteles'in ürettiği felsefe ve bilim dizgesinden yoksun kalıp, bundan haberi bile olmayan bir Avrupa düşüncesini akıl almıyor bile. Aristoteles olmasaydı de­neysel bilim geleneği diye bir şey bile varolmayabilir, bütün dü­şünce yapımız matematik ile gizemciliğin karışımından oluşan ve uzakdoğu felsefelerini andırır bir dünya görüşünden ibaret kalabi­lirdi. Aristoteles Skolastik öncesinde yeniden ortaya çıkarılmasay- dı, birkaç yüzyıl içinde de Yeniçağ bilim ve felsefesi gerçekleşebi­lir miydi? Ortaçağ bilimi Aristoteles'in öğretileri ışığında dizgeleş-

miş olmasaydı buna almaşık aramış olan Kopernik, Galileo, Gas- sendi ve Descartes neyi temel alacaklardı? Modern dinarniğin kimi temellerini ilkçağ sonlarında hazırlayan "irnpetus"çu Philoponus (İS 490-570) Aristoteles'in devinirne ilişkin açıklarnaları elinde ol­madan nasıl bir varlık gösterebilecekti?

Bilindiği gibi, Aristoteles'in bilimi değilse bile felsefesi Ba­tı Ortaçağında yüzyıllarca unutulmuş ve sonradan yeniden keşfe- dilrniştir. İlkçağın bitiminde uygarlığı kurutan kavimler göçü olayı ve Hıristiyanlık adına her türlü din dışı kütüphane ve okulu yasak­layan Justinianus gibi imparatorlar, insanlığın daha önce ürettiği yüksek kültür değer birikimini ortadan kaldırmayı başarmış olabi­lirlerdi. Böyle bir şey kimi mantık risaleleri ve fizik kurarnları dı­şında, Aristoteles'in de Yeniçağiara ulaşmasını engellerdi. Çünkü Avrupa asıl Aristoteles'i 12. yy'da, önce Arapça'dan sonra da öz­gün dilinden çevirerek tanımaya başlamıştır. Bu da Ortaçağ karan­lığında onun Yunanca metinlerinin kimi kütüphanelerde korunmuş oluşu ve İslam felsefesi içinde bir düşünce olarak canlılığını yitir- rneyişi sayesinde olanak bulmuştur. Ne var ki bu filozofun yapıtı açısından çok daha büyük bir badire Peripatos'un kapandığı aşa­madan Aristoteles eserlerinin Roma'da yeniden bulunmalarına de­ğin geçen, yaklaşık bir buçuk yüzyıllık dönem içinde atlatılrnıştır.

İlkçağ'da kitapların saklandığı yerler, yukarıda adlarını say­dığımız birkaç kütüphane ve okuila sınırlıydı. Eldeki verilere bakı­lırsa Aristoteles'in kitapları Lyceurn'dan başka, İskenderiye ve Bergama'daki kopyalardan oluşmaktaydı. Yine değindiğim gibi, bir olasılıkla bu kütüphanelerdeki bütün Aristoteles yapıtları zaten eksoterik, yani popüler olanlardı. İskenderiye kütüphanesinin ka­deri şöyle gelişrniştir: İÖ. 1 .yy'da Sezar bu kentte kuşatılınca ora­daki ilk büyük yangın yaşanmış. Sonra kütüphane 390 yılında Hı­ristiyanlık adına Rornalılar'ca yakılmış, eğer geriye birşeyler kal­dıysa, bunlar da Halife Ömer'in komutanları tarafından 641 'de bu

kez Müslümanlık adına bütünüyle yokedilmiş. Roma'da Androni- cus'un yayımladığı Aristoteles'in esoterik yapıtlarının da bulundu­ğunu varsayalım. Eğer Aristoteles Andronicus yayımıyla ün ve önem kazanmış olmasaydı. İskenderiye kopyaları çoğaltılmış ol­mayacak, sonuçta oradaki diğer kitaplada birlikte bunlar da yitiril­miş olacaklardı. Görülüyor ki, bugün felsefe ve bilimimizin bulun­dukları düzeyde olmaları, Aristoteles'in yazılarını oluşturan rulo halindeki papirüslerin bir biçimde Roma'ya ulaşmış olmalarına bağlıdır. Peki oraya nasıl ulaştılar?

Bunun iki ayrı ve birbirini tam olarak tutmayan öyküsü var. Her iki öykü de papirüslerin varlıklarını kıl payı koruyabilmiş ol­duklarını gösteriyor. Makedonya'nın çöküşüyle yakılmış olması anlamına gelebileceği gibi, kitapların başka bir yere götürülmüş olabileceği olanağını da açık bırakıyor. Başka bir önemli bilgiyi, yapıtların yeniden bulundukları dönemde yaşayan Strabo'nun (İÖ. 63 - İS 16) anlattıklarında buluyoruz. Strabo'ya göre Theophras­tus, ölümü ertesinde kütüphanesinin Peripatetiklerden Neleus'a ve­rilmesini vasiyet etmiş. Neleus'da Aristoteles'in tüm esoterik ya­pıtlarını içeren bu kütüphaneyi doğum yeri olan kuzey batı Anado­lu'ya taşımış. Bu taşınanlar belki de Lyceum 'un tüm kitaplarıydı. Bu durumda okulun kapanışından sonra bulunamayan kitapları akıbeti açıklanabiliyor. Oysa bizi asıl ilgilendiren daha sonra neler olduğu. Sözünü ettiğim öykülerin birbirlerinden ayrıldığı nokta Neleus'un kendisine kalan kitaplara ne yaptığına ilişkin.

Öykülerden birisine göre, Neleus papirüsleri Bergama kü­tüphanesine verilmiş. (Belki Lyceum kapandığında -var idiyse- ge­ri kalan kitapları da Bergama'ya kaçırmışlardı.) Bergama'nın Peri- patetik kitapları alışı kütüphaneyi açan I. Attalus zamanında (İÖ. 24 ı-ı 97) gerçekleşmiş olmalı. III. Attalus'a gelindiğindeyse ken­tin artık Roma'nın baskısına dayanamayacağı anlaşılmış, bu kral da, ülkesinin, ölümü ertesinde Roma'nın malı olmasını vasiyet et-

mişti. İÖ. 133'te bu olay gerçekleşti ve Bergama'nın dillere destan olan tüm serveti ve başka değerli nesi varsa gemilerle İtalya'ya ta­şınıp orada pazarlarda satıldı. Olup bitenlere karşı Bergama'da çı­kan isyan iki yıl sonra bastırılınca, Roma bu iş için yaptığı masraf­ları karşılayabilmek amacıyla kenti baştan aşağı yağmalattı. Bu yağma, önceki servet aktanınında olduğu gibi resmi yollarla yapıl­mak yerine "özel teşebbüs" ile yardımiaşarak gerçekleştirilmişti. Kimi girişimciler bu işten büyük kişisel kazançlar elde ettiler. Te- oslu Apellico (İÖ. 150-86) bunlardan biriydi. Bu zat Atina'daki evinde Bergama kütüphanesinden kaldırdığı kitaplada geniş bir koleksiyon oluşturdu. Oysa Romalılar başka ne buldularsa götür­müş olmalanna karşın, Bergama kütüphanesini ne yılmuşlar ne de kapatmışlardı. (Bu kurum onların denetiminde varlığını bir yüzyıl daha sürdürmüştür.) Üstüne üstlük, Bergama'daki kitaplar artık Roma devleti ve halkının malıydılar. İÖ. 86 yılında Sulla Atina'yı kuşattı. Uzun süren bu kuşatmada Apellico öldü. Sonunda kent dü­şünce, yapılan yağmada kitaplar ortaya çıkarıldı ve Roma'daki bir kütüphaneciye yollandı. Bir süre geçtikten sonra Tyrannio adında­ki bir felsefecinin kitapları incelemesine izin verildiği biliniyor. Tyrannio bunları bir yandan düzenlerken bir yandan da okuyordu. Okuduğu kimi kitaplardan oldukça etkilenince onları arkadaşı olan Cicero'nun da okumasına aracı olduğunu öğreniyoruz. İşte bu son olay Aristoteles 'in ardında bıraktığı yapıtın kaderini değiştirmiştir. Cicero ile başlayan hayranlık hızla yayılmış, sonunda da kitaplar düzenlenip kopya edilmiş ve yayımlanmıştır.

İkinci öykü, Neleus'un kitapları Atina'dan götürüşüyle bun­ların yine Atina'da, Apellico'nun evinde ortaya çıkışı sırasındaki olayları başka türlü betimliyor. Bu doğrudan belgeye dayandığı için, inanılması daha güç olsa da, daha büyük bir ağırlık taşıyor. Strabo'nun anlattığına göre, Neleus kitapları Bergama'ya değil, doğum yeri olan Scepsis'teki (Çanakkale'nin güneyindeki Çan) ai-

le evine götürmüş. Neleus'un ölümünden sonra Bergama kralı yeni kurulmakta olan kitaplık için bunları onun ailesinden isteyince, bu insanlar da papirüsleri bir yeraltı mahzenine saklamışlar. Ailenin sonraki nesilleri felsefeyle pek ilgili kişiler olmadıklanndan kitap­ları uygun bir süre geçtikten sonra dışarı çıkarıp gereğince koru­mayı ihmal etmişler; papirüsler de orada tam iki yüzyıl yatarak ol­dukça zarar görmüş. Günün birinde aile bunları pazarda satışa çı­karınca Apellico kitapları satın alıp koleksiyonuna katmış. Felsefe tarihçisi Grayeff, Strabo'nun aktardığı öykünün, büyük olasılıkla, Roma yasalarına göre suçlu durumunda kalmaktan korkan Apelli- co tarafından uydurulduğunu, gerçeğinse önceki öyküye uyduğunu öne sürüyor. Buna karşılık başka bir felsefe tarihçisi Guthrie de el­deki tek belgenin son anlatılanlan desteklediğini vurguluyor.

Bugün sahip olduğumuz gibi bir bilim Aristoteles'siz varo- lamazdı. Bilim ve düşüncemizin bu filozoftan alarak kendi parça­lan konumuna getirdiği şeyler, 17. yy. mekanisı ve atomcu yaklaşı­mıyla birlikte onun yadsınılan yönlerinden kat kat fazladır. Kaldı ki, Aristoteles'in yadsınılan savlan daha geçerli olan karşıtlannın ortaya atıiabilmesi yolunda en büyük hizmeti yapan düşüncelerdir. Her şeyden önce, tikelin incelenip genellenmesine dayanan deney­sel bilim, Aristoteles'in icat ettiği bir yöntemdir. Eğer onun kendi­sinden sonraki kuşaklara armağan ettiği verimlilik ve kavrayış bi­çimi olmasaydı, ne mekanizm ne de atomculuk, 17. yy.'dan itiba­ren gerçekleşen dev atılımı yalnız başlarına yapamazlar, kuru ve kısır birer spekülasyon olarak köşelerinde beklemeyi sürdürürlerdi.

Bütün bunlar, felsefenin bir düşünce jimnastiği ya da fantezi olmak ötesinde insanlığa "yararlı" olabileceğini kuşkuyla karşıla­yan dar kafalılara, felsefeye "uygulamadan çok uzak, kendini dün­yadan soyuılayan bir şey" gözüyle bakanlara da yanıt. Çünkü aynı gerekçelerle, kendinden önceki düşünürlerin yokluğunda bir Aris­toteles de varolamazdı. Kuşkusuz her özgün düşünür ve bilim ada-

mının bugünün oluşumuna burada sözü edilen anlamda zorunlu bir katkısı olmuştur. Aristoteles'i farklı kılan, onun katkısının çapıdır. Çünkü çap büyüdükçe, günümüzün koşulları zorunlu kıldıkları o katioya daha bağımlı, daha duyarlı olmaktadır.

Not:

Bu yazıyı temel alan tarihsel bilgiyi büyük ölçüde Felix Grayeff'in Aristat/e and his School (London: Duckworth, 1974) ve W.K.C. Guthrie'nin Aristotle: An Encounter (Cambridge U.P., 198 1) başlıklı kitaplanndan aldım. Aynca, Werner Jaeger'ın Aristotle: Fundamenta/s of the History of his Develop- ment'ından (Trans. R. Robinson, Oxford: Ciarendon Press, 1950), G.E.M. Anscombe ile P.T. Geach'in Three Philosophers'ından (Oxford U.P., 1961) ve Richard Sorabji'nin Marter Space and Motion'undan da (London: Duck- worth, 1988) yararlandım.

EKSOTERİKîO

(1993)

Felsefe tarihi geleneği Aristoteles' in yapıtlarını "eksoterik" ve "esoterik" olarak iki öbeğe ayırır. Önceki türe giren yapıtlar bu­gün birkaç fragrnan dışında kayıptır. Konumuz, bu ayrımın nasıl anlaşılması gerektiğine ilişkin.

Geçenlerde Hilmi Yavuz bu iki terime yeni ve farklı bir yo­rum getirdi. Ona göre yukanki terimler, Aristoteles'in entellektüel gelişirnindeki bir "kapmaya" ilişkin olarak, "felsefe dışı" ve "felse­fi" diye anlaşılrnalı. Yavuz, Gösteri'nin Ocak 1993 sayısındaki "Okuma Notları"nda benim Felsefe Tartışmalarıl12'de çıkan "Ya- yırnlanışları Öncesinde Aristoteles'in Yapıtları" adlı yazımda var­saydığım "eksoterik-esoterik" ayrırnına karşı çıkıyor. Öncelikle vurgulamak gerek, o yazım bu karşıtlığın anlamını ele alan bir ça­lışma değildi ve dolayısıyla terimler orada belli bir "iddia" içerrnek- sizin, sözlükte ve felsefe tarihindeki "standart" anlamlarıyla kulla­nılıyorlardı. Şimdi de bağlı kalmaya niyetli olduğum bu standarta göre "eksoterik" popüler, halka sunmaya uygun, değerli bir bilgiyi paylaşanların oluşturduğu öbeğin dışında kalan çevrelere de rnale- dilrniş, dernek. "Esoterik" ise bunun karşıtı, yani uzmanlar arasında eğitim veya araştırma için kullanılıp tartışılması amaçlanan, dış çevrelere kapalı, ortak bir birikimi paylaşan küçük bir insan öbeği­nin malı, diye anlaşılıyor.O> Yavuz standartı ancak sınırlı bir ölçüde onaylıyor. Ona göre "eksoterik sıfatı, Grekçede, ya i) 'felsefe dışı'...

(•) Bu yazıyı okuysak görüşlerini belirten Necati Ilgıcıoğlu'na teşekkür edi­yorum.

1)   Açımlamaya çalıştığım bu karşıtlığın sözcüklere verilen tek Standard an­lam olduğunu ileri sürmüyorum. Aristoteles'e ilişkin olarak kullanıldığın­da en uygun yorumun bu olduğuna inanıyorum.

ya da ii) dışanda kalanlara seslenen anlamına gelebilir." Bunlardan hangisini benimsediğini bilmek gerek, çünkü yorumlardan ikincisi yukarıda belirlenen standart içerikle örtüşürken birincisi bambaşka bir anlama geliyor. Yavuz'un daha sonra ekiediği görüşlerden (i), yani "felsefe dışı" üzerinde Jcarar kıldığı anlaşılıyor.

Yavuz'un görüşlerinin benimkilerden nasıl ayrıldığının ay­rıntılarına geçmeden önce bir saptama yapmak istiyorum. Aristote­les'in kimi yapıtlarından söz ederken "eksoterik"i "felsefe dışı" di­ye belirlemek kanımca doğru olmaz ve büyük olasılıkla filozofun bu sözcükle keşfettiği şeyi de oldukça çarpıtır.(2) "Felsefe dışı", felsefe değil, ya da felsefe olmayan, anlamına geleceğine göre, böylece Aristoteles'in yayımiayarak halka açtığı, halka yönelttiği yapıtlarını felsefe olarak görmediği ileri sürülmüş olacak. Buysa bana oldukça aşın bir savmış gbi geliyor. Kanımca, popüler olsa bile felsefe yine de felsefedir. Felsefi düşünceyi popüleştirirken onu temelsiz bir kurguya dönüştürmek tabii ki mümkündür ama bu

2)  Yavuz "eksoterik"in Grekçe'deki özgün anlamını D.J.AIIan'dan ödünç alı­yor. (Bkz. The Philosophy of Aristat/e. Oxford University Press, I 978, s.6) Peki Yavuz "outside philosophy"yi "felsefe dışı" diye akıanrken sözcüğü bu felsefeci tarafından kastedilmiş olan anlamda Türkçeleştiriyor mu? Bağiarnı ve eleştirirnde dile getirdiğim noktalan gözönüne almazsak "out- side philosophy" belki "felsefe dışı" diye de çevrilebilir ama Allan'ın işa­ret ettiği bağlamda bu sözcüklerin "felsefe dışı" felsefe (dünyası-çevresi) dışında (da) bulunan (yani halkın kullanımına da açılmış) anlamına gelme­si de olanakhdır. ("Felsefe dışı"nın asıl karşılığı "unphilosophical" değil mi?) Aristoteles'in kullandığı "eksoterik yapıtlanmızda söylendiği gibi" (As has been said in our exoteric works) ifadesindeki eksoterik "outside philosophy" anlamında düşünüldüğünde elde edilen dile geliriş "as has be- en said in your works outside philosophy" olacaktır ki bunu "felsefe dışı yapıtlarımııda söylendiği gibi" diye Türkçeleştirebilmek yanısıra "felsefe dünyası dışındaki (dışında da bulunan) yapıtlanmızda söylendiği gibi" di­ye de karşılayabiliriz. Peki "felsefe dışı" ile Yavuz'un kendisi "felsefe dünyası dışında da bulunan"ı kastetmiş olabilir mi? Bunu sanmıyorum, çünkü o zaman "kopuş" teorisini öne sürmesi olanaksızlaşırdı.

kaçınılmaz olan bir şey değildir. Yukanda da öne sürdüğüm gibi, eğer bir "dışlama" olarak düşünülecekse, "eksoterik"i okul dışı, uzmanlık dışı, belli bir alandaki profesyonellik dışı diye anlamak olanağı var.

Yavuz, Aristoteles'in yapıtlarının bu terimlerle iki öbeğe ay­rılışını benim gibi yorumlamadığını belirtiyor. Kaygısı şu: "Den- kel'in yorumu, felsefenin felsefeciler dışında (Copleston'un deyi­şiyle 'halk için') ve felsefeciler için iki ayrı biçernde yapılabileceği konusunda son derece sakıncalı bir argümana yol açabilir." Sonra, felsefe tarihçisi 1 aeger' a dayandığını belli belirsiz hissettirrnek öte­sinde bir gerekçelendirrne, kanıt ya da argüman verrneksizin, şu kesin yargıya atlıyor: " ...' eksoterik' sıfatının, 'Aristoteles' in yakın öğrencilerinin dışında kalanlada ilgisi yoktur. Büyük olasılıkla Aristoteles, Platon'la hesaplaştığı (onu eleştirdiği ya da benimsedi­ği diyaloglarını, kendi entelektüel gelişmesindeki felsefi bir kop- ma'yı göstermek için, abartılı ve ironik bir vurgulamayla 'felsefe dışı' ('Eksoterik' olarak nitelemiştir, hepsi bu! .. " Tabii bu, Ja- eger'in savı değil, Hilmi Yavuz'un kendi görüşü, Çünkü Jaeger, iç­lerinde Aristoteles'in olgunluk döneminin felsefesiyle çelişen öğ­retiler barındırınaları dolayısıyla eksoterik yapıtlan doğruyu ara­maktan çok gösteriş yapmak amacındaki şişirme metinler olarak nitelendiren kimi İlkçağ düşünürlerini eleştimiştL (3) Yoksa ^sto- teles'in kendi eski çalışmalarına bütünüyle sırt çevirmiş olduğunu öne sürmemişti.

Aristoteles'in "Eksoterik" yapıtlarından söz ederken ne de­mek istemiş olduğu konusu kuşkusuz önemlidir. Oysa terimin bu filozoftan sonraki yirmi üç yüzyıl içinde kazanmış olduğu bir an­lam da vardır ve Aristoteles'in sözcükten kastettiği şey sonradan yerleşen anlamdan farklı olsa bile, onu "düzeltemez." Aristote-

3)    Bkz., Aristot/e, Oxford University Press, 1950, s.34.

les'in "eksoterik"i hangi anlamda kullandığım kesin bir biçimde saptayabilsek bile, bu veriyle, daha sonraları standartlaşan kullanı- rnın içeriğini yeniden belirlemiş, bunu yanlışlamış ya da değiştir­miş olamayız. Olsa olsa, felsefe tarihinde yerleşen bir anlamın fi­lozofun kendi kastettiği şeyden farklı olduğunu kavramış oluruz. Felsefe terimlerinin çağlar boyunca bu tür sernantİk değişimler ge­çirmesi olağandır. Sözün kısası Aristoteles'in kastettiği şeyi doğru olarak saptasak bile bundan standart kullanırnın "temelsiz olduğu" gibi sonuçlar çıkarsayamayız. Çünkü böylesi kullanımların temeli, kullanım aşamasında geçerli olan uzlaşımdır. Yine de bunun üze­rinde daha fazla durmayacağım. Amacım, tartışmayı bu konu üze­rinde yoğunlaştırmak değil.

Daha önce değindiğim bir nokta şimdi önem kazanıyor. Dikkat edilirse, Hilmi Yavuz yukanki yargısıyla söylemek isteye­bileceğinden daha fazlasını öne sürmüş oluyor. Çünkü Aristoteles eğer Platon 'la hesaplaştığı dönemin çalışmalarını "kopma" yüzün­den "felsefe dışına" atıyorsa, bu yapıtları için, onları popüler say­manın ötesinde bir dışlama yapmış, onların değerini, hatta içerikle­rinin felsefi olduğunu bile, yadsımış oluyor. Peki bu, Jaeger'in ay­nı yapıtiara bağladığı önemle nasıl bağdaşacak? Yavuz'un yorumu izlenecek olursa, bir Aristoteles tarihçisi olarak, Jaeger Aristote­les'in kendi söylediklerini yalanlamış mı sayılacak? Felsefe bile olmayan yazıların bu düşünürün felsefi gelişiminde nasıl bir önem taşıdığını açıklamak epey güç olsa gerek.

Önceki yazımda Jaeger'ın bu bağlamda söylediklerini tartış­mamıştım, çünkü böyle bir şey konumun kapsamı içine girmiyor­du. Abartılardan sakınmak koşuluyla, birçok başka felsefeci gibi ben de Jaeger'ın Aristoteles'in gelişme dönemine ilişkin düşünce­lerinin büyük bir bölümüne katılıyorum. Ne var ki, bu değerlendir­melere katılmak aynı zamanda eksoter' .^-esoterik karşıtlığını halk için-uzmanlar için anlamında kavramaya engel değil. Çünkü ayrı-

mı böylece saptamak Jaeger'ın ayrıma ilişkin olarak savunduğu şu üç savla çelişik değil: (i) Aristoteles'in eksoterik olarak nitelenen gençlik yapıtları onun olgun felsefesine aykırı düşen Platoncu bir bakış açısı içermekteydi, (ii) bu gençlik yapıtları Aristoteles'in fel­sefi gelişimini anlamak açısından çok önemlidir ve (iii) bu yazıla­rın olgun döneminkilerle olan ilişkisini, dayanaksız inancın doğru­luğa olan ilişkisine benzeterek kavramaya çalışmış olanlar yanıl- mışlardır.<4> Şimdi biz, bir yandan bunların hepsini onaylarken, öte yandan da Aristoteles'in sonraki dönem yapıtlarını yayımianmış (dışa açılmış) olan gençlik yazılarından farklı tuttuğunu, onları okulundaki uzman düşünürler dışındakilere açmadığını tutarlılıkla öne sürebiliriz. Bunda bir sorun yok. Bu üç savı yanısıra, Jaeger ayrıca esoterik denilen yapıtların bir "gizli öğreti" oluşturdukları inancına da karşı çıkıyor. Daha aşağıda da değineceğim gibi, "gizli öğreti" savının bir abartı olması epeyce olasıdır. Oysa bu savı de- ğillemek, aynı yapıtların halka açılmamış olduklarını da değille- rneyi gerektirmiyor. Çünkü halka açılınıyor ve dolayısıyla uzman­lar ar^ında kullanılıyor olmak başka, yasaklı ya da gizli olmak yi­ne başka bir şey. Bütün bunlar bir yana, Aristoteles'in felsefi kopu­şunu vurgulamak amacıyla, eski çalışmalarını felsefe dışına atan bir terim seçtiğine inanmak da zor. Retorik dersi de veren bu bü­yük filozof vurgu için daha uygun bir ifade bulamaz mıydı? Ka­nımca Yavuz, burada benimle tartışmak yanısıra kozunu Aristote­les'in kendisiyle de paylaşmak gereğinde.

Tabii ben, ele aldığımız terim çiftinin popüler-uzmanca anla­mında düşünülmüş olduğunu öne sürmekle kalmıyor, Yavuz'un böyle bir ayrımı sakıncalı boluşuna da karşı çıkıyorum. Bu savımı gerekçelendirmeden önce birkaç küçük noktaya değineceğim. Ya­vuz, Lucerna' da yayımlanan bir yazıdaki "eksoterik" sözcüğünü

4)    Bkz., aynı yapıt s.32-35.

"esoterik" olarak düzeltiyor. Haklıdır; ancak görünüş bir yana, de­ğinilen bu yazıyı ben yamadım! S özkonusu metin banta kaydedil­miş bir konuşmamın yazıya çevrilerek yayımianmış "versiyonudur" ve yayımı öncesinde bana ne gösterilmiş ne de haber verilmiştir. Aslını oluşturan konuşmaya göre bu metinde birçok eksiklik, ko­pukluk ve yanlışlık bulunuyor. İçindeki bu tür hatalardan ben so­rumlu olamam. (Yeri gelmişken söyleyeyim, Yavuz'un yazısında gönderme yaptığı Lloyd'un kitabının başlığı da yanlış yazılmış.)

İkinci nokta: Aristoteles'in kendi okulunu kurduktan sonra­ki felsefesini deneyeilik (Yavuz'un terimiyle "empirisist" bir dü­şünce) diye nitelernek benim pek onaylayamayacağım bir şey. "Deneysel" (emprik) bir yönü olmayı, deneye büyük değer verme­yi, ya da Allan'ın dediği gibi, Platoncu idealizmden deneyciliğe doğru bir kayışı sergilemeyi,<S> kendisi bir "deneyci yaklaşım ol- mak"tan özenle ayırt etmek gerektiği inancındayım.

Üçüncü nokta: Yavuz, "Aristoteles'in sık sık yinelediği ken­di deyişiyle, esoterik yapıtlar ürettiği biliniyor elbet" diyor. Ben bunu bilmiyordum. Aristoteles'in gençlik yapıtlan için "eksoterik" sözcüğünü kullanmış olduğunu biliyorum ama, olgun döneminin yapıtianna onun kendisinin de "esoterik" dediğini hiç duymamış­tım; bu ortaya yeni çıkartılan bir bilgi olmalı. Ben bu terimi kulla- naniann hep sonraki Aristotelesçiler olduğunu sanıyordum. Bu bil­gisizliğime Jaeger de katılıyor. Sonraki Aristotelesçiler'den söz ederek, "Dışandaki dünya için amaçlanmış bu eksoterik konuşma- lada karşıtlık içindeki (olgunluk dönemine ait) metinleri gizli bir esoterik öğreti külliyatı olarak kurguladılar; oysa Aristoteles 'te böyle bir kavramın ya da deyimin izi bile yoktur" diyor.<6> Yavuz,

5)   Allan, aynı yapıt, s.9 Allan'ın burada yaptığı şey, Aristoteles'i iki uç tu­tum arasında belli bir (dereceli) konuma yerleştirmek; uçtardan biri olan deneyeilik içine oturtmak değil.

6)    Jeaeger, aynı yapıt, s.32.

verdiği bu yeni bilgi için bize bir kaynak gösterirse sevinirim.

Son olarak "eksoterik" yapıtların diyalog oldukları görüşü­ne değiniyorum: Bunların en önemlisi olarak değerlendirilen Prot- repticus bir çok tarihçiye göre bir söylev biçiminde kaleme alın­mıştı ve diyalog değildi. Bunu Yavuz'un kaynak olarak gösterdiği Allan da Jaeger da onaylıyor.m Dolayısıyla konumuz olan ayırımı (parantez içlerinde olsa da) bir diyalog-metin ayrımı olarak sapta­manın doğru olmadığı kanısındayım.

Ben, felsefenin uzmanca ve bir meslek olarak (profesyonel­ce) yapılması gerektiğini savunanlardanım. Tarihte ciddi ve özgün düşüncenin büyük bir çoğunlukla bu biçimde gerçekleştirildiği, felsefenin niteliğinin ve sağlıklı gelişiminin böyle korunduğu dü­şüncesindeyim. Sırf bir entelektüel zevk, bir doyum için de felsefe okuyabilir, tartışabiliriz. Böyle bir şeyi profesyonelce yapmak zo­runda değiliz. Ama eğer belli bir düzeyde özgün düşünce üretmeyi amaçlıyor ve bir yerlere ulaşmak istiyorsak, işi çok daha sıkı tut­mak, örgün bir biçimde uzmanlık oluşturmak gereğindeyiz. Bunun yanı sıra ben felsefeyi kitlelere ulaştırmanın da çok önemli bir şey olduğuna inanıyorum. "Yaygın felsefenin" bulunmadığı bir ülkede özgün düşüncenin kolay kolay tutunamayacağını düşünüyorum, ancak felsefeyi kitlelere ulaştırmayı, onu üretip geliştirmekten ayrı tutuyorum.

Yapıtları esoterik ve eksoterik olarak ikiye ayıran Aristote- lesçilerin gerekçeleri arasındaki en önemlisini uzmanca felsefeyi popülerleştirmekten sakınışiarı olarak görüyorum. Kanımca bu hiç de boş yere yapılmış bir şey değil. Çünkü gerçekten de felsefe ön- celilde kitlelere yönelen bir entelektüel çaba olmak yerine, çok da­ha az sayıdaki insanla yapılan bir doğruyu arama uğraşıdır. Bu, in­sanın doğasındaki bilme isteğini karşılamaya dönük etkinliklerden

7)    Allan, aynı yapıt, s. lO; Jeaeger, aynı yapıt, s.55.

biridir ve örneğin edebiyattan çok farklıdır; özgün felsefe kitle okuru için yapılmaz. (Kitle okuru felsefeye zaten pek bir ilgi de göstermez. Felsefe kitaplarını kaç nüsha sattığını, satılanlarınsa kaçta kaçının gerçekten okunduğunu bir düşünelim!) Özgün felse­fe kimi özel durumlar dışında, halka ulaşmak amacıyla yapılır. Yönetimi ve sorularını soruş biçimi bir yana, doğruluğun arayışı olarak felsefe, bilime çok daha yakındır. Yine aynı nedenlerle bi­lim de daha dar çevreler içinde uzmanca ve bir meslek etkinliği olarak yapılır, zamanının bütününü araştırmaya vermeyi gerektirir. Başka işler yanısıra, arada bir, biraz da bilim (veya felsefe) yapa­rak özgünlükler üretilemez.

Tabii ki özgün araştırma yanısıra bilim de popülerleştirilebi­lir ve buna da önemle gerek vardır. Popülerleştirildiklerinde bilim de felsefe de içeriklerinden yitirirler. Uzmanlık işi oluşları onların amatörce de yapılabilmelerine engel değildir ama amatörce yapı­lan bilim de felsefe de çoğu kez "amatör işi" olurlar. Bundan kal­karak, öne sürdüğüm şeyin felsefenin kapılarını bir avuç seçkin ki­şinin dışındakilere kapatmayı içerdiğini iddia etmek bir demagoji olurdu. Kapılar elbette ki herkese açıktır. Ama bu açık oluştan bu yönde gerekli eğitimi, çalışmayı, uzmaniaşmayı gerçekleştirmiş ol­masa bile, her önüne gelenin her düzeyde felsefe yapabileceği so­nucunu çıkarsayamayız. Çünkü, bir yasak veya engel bulunmasa da, bu her. önüne gelenin harcı değildir. "Yapabilmeyi" sağlayan fark, eğitim ve uzmanlığın yarattığı farktır. Kimi ayrıcalıklar dışın­da, felsefede uzmanlık profesyonelliği, profesyonellik de uzmanlı­ğı getirir. Keşke daha çok insan yaşamını bu işe adamaya karar ve- rebilse!

Profesyonelce felsefeye karşı çıkan kimileri, arkalarını za­man zaman Wittgenstein'in bunu yadsıyan sözlerine dayıyorlar. Doğrudur, Wittgenstein böyle şeyler söylemiş ve felsefesini alışıl­mışın oldukça dışında kalan bir biçemle yazmıştır. Oysa bu onu ne

amatör kılar, ne de onun uzmanlığa verdiği (aşırıya varan) önemi gölgeler. Wittgenstein durmaksızın çalışan ve yaşamının kimi dö­nemlerinde verdiği aralar dışında çalışmasını bütünüyle felsefe üzerinde yoğunlaştıran bir filozoftu. Tıpkı Aristoteles gibi, o da, felsefesini kitlelere açmaktan özenle kaçınmış, hatta daha da ileri giderek, seminerlerini felsefe öğrencilerinin bile ancak çok küçük bir bölümünün izlemesine izin vermiştir. İkinci dönem felsefesini yaşamı süresince yayımlatmamış, dar bir çevre içinde dolaşan ders notları dışında Wittgenstein'ın çalışmaları "gizli" kalmıştır. Bu dü­şünür basın-yayından da bucak bucak kaçmıştır. Kendisi hiç de po­püler bir filozof değil, halka açık ise, hiç mi hiç değildir. Kimileri için anlaşılmazlığını, ölümünden kırk yıl sonra, bugün bile koru­maktadır. Wittgenstein ve felsefesi "esoterik" dediğimiz şeyin ta­rihteki tipik örneklerindendir. (8)

Aristoteles'e geri dönüyorum: Kimi gençlik yapıtlarını ek- soterik diye nitelerken onun popülerliğe karşı ortaya koyduğu tem­kinli ve sınırlayıcı tutumdan başka iki noktaya daha değinmek ge­rekiyor. Felsefi içerikleri ne olursa olsun, Aristoteles 'in eksoterik yapıtları yayımianmaları amaçlanmış, böylece hazırlanmış ve ger­çekten de yayımianmış metinlerdi. Esoterik denen kitaplarıysa ders notu olarak kaleme alınmış yazılardır. Atina'ya dönüp okulunu kurduktan sonra Aristoteles'in yayımlamak amacıyla yazdığı, ör­neğin Atina Anayasası gibi metinler oldukça azdır. Yavuz'un da belirttiği gibi, eksoterik yapıtların çoğunluğu Akademia'sında bu­lunduğu dönemlerdendir. Bu aşamada kendisi, bir ustaya bağlı an­cak bağımsızlık arayan, biraz da dik başlı, genç bir düşünür duru­mundaydı. Esoterik yapıtların üretildiği dönemlerdeyse Aristoteles artık kendi okulunu, yani Peripatos'u, kurmuş bulunuyordu. Bu tür okulların birleştirici niteliğine değinmekte buradaki konumuz açı-

8)   Hem esoterik hem de eksoterik yazılar yazan bir 20. yy filozofu olarak Russell' ı gösterebiliriz.

sından bir yarar var, çünkü onlar örneğin şimdiki üniversitelerde varolandan çok daha sıkı bir bağla bütünleşen kurumlardılar. Bun­lar, öğrenim yanısıra birer "kardeşlik" (fraternite) birliği, bir tür din-dışı öğrenim tarikatı oluşturuyorlardı. Bu yönde iyice aşırı ol­duğunu bildiğimiz, daha erken dönemdeki Pitagoras'çı okul gibi, İ.Ö. 4 ve 3. yy'ların okulları da, bir ölçüde içe kapanık ve iç daya­nışmayla ayakta duran, dışarıya ve rakip okullara kendini kolayca açmayan örgütlerdendir. Peripatos yanısıra Stoacılar, Epikurosçu- lar ve kuşkuculuğa kucak açmış olan sonraki Akademia da böyley- di. Üstelik Peripatos'takilerin çoğunluğu, Atina'da yaşadığı halde orada doğmadığı için oy ve mülkiyet hakkına sahip olmayan me- tiklerdendi ve onlar Atina halkının gözünde zaman zaman Make­donya casusu gibi görülmekteydiler. Yapıtların dışa açılmamasının bir nedeni de bu olabilirdi.

Yavuz'un savını tarihsel verilere dayanarak da çürüteceğim. Bu amaçla Aristoteles'in eksoterik'ten kastettiği şeyin İlkçağ'da nasıl anlaşıldığına ışık tutan kimi belgeleri tanıtmak istiyorum. Ek- soterik olanın okul dışı, popüler ve halka açık olmak anlamlarını taşıdığını destekleyen bu tarihsel verilerden biri, bize Plutark- hos'un (İ.S. l.yy) aktardığı bir anektot. Kimi felsefe tarihçileri bu­nun düzmece olduğunu ve Andronikos'ça uydurulduğunu söylü­yorlar. Anlatılan olayın gerçekleşmiş olup olmaması bütünüyle bir yana, İlkçağ'da eksoterik'in Aristoteles'e ilişkin olarak ne anlamda kavrandığını yansıtması bakımından, bu yine de çok önemli bir belge. Kanımca, sürdürdüğümüz tartışmayı da, sonraki belgelerle birlikte, bir sonuca ulaştınyor.<9> Plutarkhos İskender'in Aristote­les 'ten yalnızca ahlak ve insan bilimleri dersleri almadığını, onun ayrıca "daha gizli, güç ve önemli öğretileri de öğrendiğini, bunlara Aristoteles öğrencilerinin derin düşünsel (spekülatif) anlamına ge-

9)   Bkz., I. During, Aristotle in the Ancient Biographical Tradition, Acta Uni­versitatis Gothoburgensis, Cilt LXIII, no.2, Göteborg, 1957 s.284.

len akroamata ya da epoptika dediklerini, böyle konuların sıradan kişilere kapalı olduğunu, çünkü anlaşılabilmeleri için onları usta­nın kendisinden dinlemek gerektiğini, bu bilimlerin herkese öğre- tilmediğini" söylüyor. İskender Asya'da seferdeyken Aristoteles'in böyle konuları içeren kimi yazılarını çoğalttınp dağıttırdığını du­yuyor ve ona şöyle bir mektup döşeniyor: "İskender'den Aristote­les'e selam. Akroamatik bilimleri ortaya çıkarmakla iyi etmedin. Eğer bizlere gizli olarak öğrettiklerin herkesin eline geçerse bizim onlardan üstün olan neyimiz kalır? Anlamanı isterim ki başkalarını gücümün değil bilgimin üstünlüğüyle yenmeyi yeğlerim." Aristo­teles buna nükteli bir yanıt vermiş. Kısaca, bu kitaplar yayımlana­rak "halka açıldılar ama halka indirilmediler" (İngilizce'de: "These books were published but not published") demiş.

İ.S. 2. yy'da yaşayan Aulus Gelius'un aynı konular üzerine aktardığı bilgiler yine seçkinci bir Peripatos görünüm çiziyor.<IO) Aristoteles'in öğrencilerine verdiği dersler iki türdenmiş. "Bunla­rın kimileri eksoterik, kimileri de akroatikmiş. Eksoterik adı, bela­gat sanatına. etkileyici tartışma yeteneğini geliştirmeye ve yurttaş­lık bilgisine uygulanırmış. Akroatik ise daha gizli ve kesin olan fel­sefe türüne ilişkin olup doğanın diyalektik tartışmayla kavramlma- sına yönelikmiş. Lyceum 'da sabah derslerini akroatik konulara ayırır, yeterli yeteneği, eğitsel temeli ile çalışma istek ve sevgisi bulunmayanları bu derslere almazmış. Eksoterik olan güzel konuş­ma derslerini akşam saatlerinde aynı yerde yapar, bunlara sınırla­ma getirmeden her isteyeni kabul edermiş. Hep yürüyerek konuş­tuğu için, sonraki derslerine akşam yürüyüşü, öncekilere de erken yürüyüş dermiş. Aynı konulara ilişkin kitaplarını da, benzer olarak eksoterik ve akroatik diye ikiye ayınrmış."

Bu kaynaklar, çağımızda yapılan değerlendirme ve eleştiri-

10)   Aynı yapıt, s.431.

lerle aynı düzeyde tutulamaz. Bunlar felsefe tarihçilerinin deyi­miyle "testimonia" niteliğindeki belgeler. Ola ki bunlar kimi abart­malı bilişiler de içersinler. Örneğin belki de, gerçekte Aristoteles yapıtlarını okul içinde "gizli" tutmayı burada anlatıldığı ölçüde bir tutku haline getirmemişti. Abartma olasılıkları ve dereceleri tartışı­labilir. Ne var ki, bu tarihsel veriye karşın, konu edilen ayrımın "farklı bir düşünceyi sergileyen kendi gençlik dönemi yapıtlarının felsefe dışı sayılmasına ilişkin olduğunu" iddia etmek, eğer ortaya çıkanlmış başka kanıtlar da yoksa, kendini ilginç fakat temelsiz bir kurguya kaptırmak olurdu, diye düşünüyorum. Kanımca Cicero'nun Plutarkhos'tan yüzyıl kadar önce aynı konuya ilişkin olarak dile getirdiği şey hem abartısız, hem de felsefe tarihçilerinin çoğunluğunca onaylanabilecek değerlendirmeler içeriyor: Cicero, Aristoteles ve Theophrastos'un en yüksek iyiye ilişkin çalış­malarından söz ederken iki tür kitap bulunduğunu, "bunlardan birinin kendilerince eksoterik diye adlandırıldığını ve popüler bir biçernde yazıldığını, öbürününse daha teknik olup bir not defteri biçiminde bırakıldığını" belirtiyor. O 1)

Ülkemizdeki felsefenin gelişip güçlenmesi, biraz da popüler-uzmanca ayrımını gereğince sindirebilmemizle ilgili. Popüler felsefe yanısıra yaptığımız uzmanca ve profesyonelce fel­sefenin nicelik ve niteliğini ne ölçüde artırırsak felsefedeki var­lığımıza da o ölçüde güçlendirecekmişiz gibi geliyor. Evet, bize daha çok esoterik felsefe gerek! Bu, Aristoteles veya Wittgens- tein'ın (belki) yaptıkları gibi ciddi felsefeyi kitlelerden saklamak, ya da onu bir ayrıcalık unsuru olarak kullanmak biçiminde değil, onların dahice başardıkları üstün nitelik, uzmanlık, ve bu işi profesyonel bir ciddiyetle ele alışları anlamında. Kısacası yetkin­liğe götürmek anlamında esoterik bir felsefe istiyorum. Yaptığımız

1 1) Aynı yapıt, s.426-427 Ayrıca yine o dönemde yaşayan Strabon'nun da bu­na benzer bir değerlendirmesi var. Bkz. aynı yapıt s.394.

felsefede amaç okuru beğendirmek, etkili yazı, ince nükte ve zeka kıvraklığı gösterisinde bulunmak, eleştirdiği kişiyi "yenmek", gülünç kılmak olmamalı. Bunun yerine, mantıksal yetkinliğe, doğ­ru olanı aramaya, anlayışı derinleştirmeye ve bilgiye yönelmeliyiz, diyorum. Şimdi önerdiğim reçeteyi bu yazıda tam qlarak uy­gulayıp uygulamamış olduğumu soracak olanlara yanıtım şu: Bu yazı da eksoterik!

RÖNESANS SONLARlNDA
DÜŞÜNCE VE BİLİM

(1986)

Rönesans, az sayıda insanın gerçekleştirdiği ancak etkisi çok büyük bir düşünsel değişim hareketidir. Sanat boyutu dışta tutulur­sa, kendi döneminde halk kitlelerine yayılmamış, okur yazarlar ara­sında benimsenmesi de, devlet ve özellikle klise tarafından, gerekti­ğinde şiddet kullanılarak, önlenmeye çalışılmıştır. Rönesans'ta fi­lizlenmeye başlayan düşünceler, zaman içinde olgunlaşarak, kitle­lere ancak iki yüzyıl sonra ulaşmıştır. Çağımızın bakış açısını belir­leyen bu düşünsel temelierin ortaya çıkışı, Rönesans olayının öykü­südür. Bu nedenle Rönesans, yeni bir gelişimin başlangıç dönemi­dir. Bu niteliğiyle de, büyük bir devingenlik, arayış, sabırsızlık, bir ölçüde de kanşıklık ve disiplinsizlik gösterir. Rönesans, bir raya oturma çabasıdır. Ancak 17. yüzyıla girerken tutulan belirgin bir yolda tutarlı adımlar atılmaya ba^lanabilmiştir. Sanatta büyük deha­lar yetiştiren Rönesans'ın ilk dönemleri, düşünce ve bilirnde aynı büyüklükte bir ürün verememiş, sanat alanındaki başarıyla karşılaş- tınlabilecek değerdeki düşün yapıtlarının ortaya çıkması, Modem Düşünce'nin başlangıcı olan 16. yüzyılın sonlarında olanak bul­muştur. Oysa, büyük deha gerektirmeyen kimi temel düşünsel yeni­liklerin Rönesans 'ta filizlenmesi, sonraki atılımların gerçekleşebil­mesi için zorunluydu.

İtalya'da başlayan Rönesans'ın ilk döneminde sanat ve ede­biyat ağırlık taşır. Bu dönemde Leonardo da Vinci dışında, bilime ilgi gösteren sanatçı ya da yazariara pek rastlanmaz. Oysa, yetkeye karşı asıl başkaldın bilim alanında yapılan önemli ilerlemelerle ola­nak bulmuş, başlangıçtaki düzensiz bocalama dönemi, ancak bu

yolla olgunlaşmış, gerçek bir düşünsel bağımsızlık yaratılabilmiştir. Bilimsel alanda ilerlemeler, önce bu alanda yeni bir bakış açısı, ye­ni bir yaklaşım biçiminin doğmasını beklemiş, bu ise bir ölçüde, eski Yunan kültürünün Ortaçağ yorumlarından bağımsız olarak ye­niden incelenmesiyle olanak bulmuştur. Bir arayış dönemi olan Rö­nesans'ın yeni bir başlangıç, değişik bir bakış açısı için, kültürün kökenieri diye benimsenen eski Yunan'a dönmesi doğaldır. Henüz kendi bağımsız düşünce ölçütlerini kuramamış olan bu dönemde arayışlar, büyü, simya ve doğaüstücülükten de geçmiş, 16. yüzyılın ikinci yarısındaki bilimsel başanlara değin bu "karanlık" alanda yo­ğun çalışmalar yapılmıştır.

Hümanistlerin yanısıra eski Yunan metinlerinin incelenmesi yönünde önemli bir çaba, 15. yüzyılda Cosimo de Medici'nin Bi­zans'tan gelen Rumiara kurduttuğu Floransa Akademisi'dir. Bura­dan Platoncu ve yeni Platoncu düşünceler yayılmış, Rönesans'ın üç önemli dizgeci filozofu Cusanus (1401-1464) Bruno (1548-1600) ve Campanella ( 1568-1639) yaklaşımlarını temellendirmiştir. Eski metinlerin incelenmesi yalnız Platon üzerinde yoğunlaştırılmamış, Skolastik dönemde iyiden iyiye biçim değiştiren Aristoteles öğreti­si, bu kez özgün yapıtlardan, yeniden ele alınmıştır.

Cusanus

Cusanus'un felsefesi 15. yüzyılın özgünlükle nitelendirilebi­lecek tek çabasıdır. Kendisi Almanya'da yetişmiş, sonra da İtal­ya'ya gelerek buradaki gelişmelere yerinde tanık olmuştur. Düşün­cesinde modern öğeler bulunmakla birlikte, Orta Çağ kökenli gö­rüşlerden arınmış değildir. Gizemci, Yeni Platoncu ve Pitagorasçı temaların bir bileşimi olan felsefesi, bir tür tümtanrıcılığa yönelir. Öte yandan, doğa ile Tanrı 'yı özdeş tutan bu görüşü, Hıristiyanlığın "doğanın nedeni olarak Tanrı" -yani doğa ile Tanrı 'yı ayıran- "te- ist" öğretisiyle bağdaştırmaya çalışır. Cusanus, Tanrı'nın düşüncede

kavranamayacağını, çünkü O'nun sonsuz varlığındaki her niteliğin saltık olduğunu söyler. Bunun sonucu, Tanrı'nın, özünde tüm karşıt nitelikleri de saltık olarak içermesidir. Böyle, saltık olarak hem tek­lik hem de çokluk olan, saltık bilgi, saltık iyilik gibi sonsuz sayıda ve karşıt nitelikler taşıyan bir varlık düşüncede kavranamaz; çünkü düşünce buna yetmez. Tanrı, ancak sezgi ile bilinir.

Bruno

Cusanus 'un ölümünden yaklaşık seksen yıl sonra dünyaya gelen Bruno da benzer düşünceler öne sürer. Ancak bu kez modem ögeler, Orta Çağ ögelerine ağır basar. Onun zamanında artık büyük atılırnlara başlamış olan doğa bilimi, düşünüderi derinden etkile­mektedir. Stoacılara benzer biçimde, evrenin büyüklüğü ve dengesi karşısında derin bir hayranlık içindedir, Bruno. Tanrı'yı evrenin içinde, onun sonsuzluğu ile özdeş görür. Yeni Platoncu temayı o da yineler: Tanrı kendini yaşayan doğada dile getirmekte, doğa ondan bir zorunluk biçiminde yansımaktadır. Ancak Tanrı doğadan ayrı değildir. O, doğanın hem etkin ilkesi hem de doğanın zorunlu ilkesi olarak, onunla özdeştir. Tıpkı Cusanus gibi, Bruno da, Tanrı 'yı kar­şıtların birliği, tekliğin ve çokluğun özdeşliği olarak tasarımlar. İn­san anlığı bu varlığı kavramada yetersiz kalır. Bruno'nun kendin­den sonraki yüzyıllarda canlı kalacak bir düşüncesi, ortaya attığı "monad" kavramıdır. Bir tür atomculuk olan bu görüşe göre varlık, hem ruhsal hem de fiziksel olan ve yokedilemeyen parçacıkların bi- raraya gelmesidir. Bu parçacık ya monadlar, bir yandan tinleri mey­dana getirirken, öbür yandan da nesneleri oluştururlar.

Bruno, bilim ve bilimselliği öne alan görüşleriyle ve Koper- nik'i izleyerek dünyayı evrenin odağı olarak saptayan düşüneeye karşı çıkışıyla, Engizisyon tarafından tutuklanmış, mahkemesi süre­since görüşlerinden vazgeçmeyi kabul etmediğinden yakılarak öl­dürülmüştür. Kendisine idam kararının okunması üzerine "Beni

ölüme yollarken siz benden daha çok korkuyorsunuz" dediği bili­nir.

Campanella

Campanella'nın, kimi modem düşünceleri savunmuş olması yüzünden Engizisyon'dan çektikleri Bruno'nunkinden pek aşağı kalmaz: Yirmi yeqi yıl hapis yatmıştır. Kitaplara değil, duyuma önem vermenin önemini, bilginin ancak böylece güvenilir olabile­ceğini öne sürer. Campanella'nın yaklaşımı da temelde Yeni-Pla- toncu'dur. Platon'un Devlet'ini anımsatan bir kitapta, eşitliği ve bilge kişilerin başta oldukları bir yöntemi savunur. İleri sürdüğü dü­şüncelerden ikisi, sonradan Descartes'ın felsefesinde önemli bir yer tutmuş ve böylece kalıcı olmuştur. Anlığımızda sonsuz bir varlık olarak Tanrı kavramı vardır, der. Ancak sonlu varlıklar olarak bunu bizim yaratmış olmamıza olanak yoktur. Şu halde, gerçekte sonsuz bir varlık olmalıdır ki, bu kavramı o yaratmış ve anlığımıza yerleş­tirmiş olsun. İşte, der, bu varlık Tanrı'dır. Campanella'nın Descar- tes'ı etkileyen ikinci düşüncesi, bilincin kesinlik için bir çıkış son­rası oluşturduğudur. Her şeyden kuşkulansak bile algılarımızın var­lığından ve kendi varlığımızdan kuşku duyamayacağımızı öne sü­rer. Bu düşünce gerçekte daha gerilerden, Augustinus'tan kaynakla­nır.

Mekanizm

İlk Çağ felsefesinin ilk dönemi Anadolu' da yeşeren doğa felsefesidir. Bu felsefenin doruğunu Leukippos ve Demokritos 'un geliştirdikleri özdekçi ve mekanist atomculuk oluşturur. Bu felsefe, Atina'nın bir kültür odağı konumunu alması ve Platon ile Aristote­les gibi büyük dizgeci filozoflar yetiştirmesi nedeniyle gölgede kal­mış, yirmi yüzyıl boyunca Epikurus ve Lucretius gibi birkaç düşü­nür dışında, ilgi görmemiştir. Platon'un etkisiyle idealizm, Aristote-

les'in etkisiyle de erekseki (teleolojik) yaklaşım, bu denli uzun bir süre için insan düşüncesini biçimlendirmiş; aynı düşünsel yapı Hı­ristiyan öğretisince de özümsenmiştir. Kilise ile özdeşleşen yetkeye karşı çıkan Rönesans insanının, düşüncenin İlk Çağ'daki kbkenleri- ni araştırdığında idealist-erekseki tutumun almaşığı olan mekanist ve atomcu özdekçiliği yeniden bulgulaması kaçınılmazdı. İşte bu bulgu, yeni ve çok büyük başanlara gebe bir bilimin kurulmasında belki de en büyük etmeni oluşturmuştur.

Ereksekilik ve mekanizm arasındaki fark nedir?

Aristoteles'e göre değişim ya da devim, nesnelerdeki kimi eğilimlerin kendilerini ortaya çıkarması, gerçeğe dönüşmesidir. Bu­na göre, bir tohum eğer bitkiye dönüşüyorsa, bu o tohumun içinde­ki bitki olduğunda eğilim kendini gerçekleştirmiştir, aktüele dönüş­müştür. Bitki, potansiyeli aktüele dönüşmüş tohumdur. Aristoteles, aynı açıklamayı cansız doğaya da uygular. Elden bırakılan bir taş parçası neden yere düşer? Çünkü, der, katı nesnelerin eğilimi aşağı doğru gitmektir. Düşen taş bu eğilimini gerçeğe dönüştürmektedir. Bu eğilimi en belirgin olarak bir taşı elimize alıp da ağırlığını his­settiğimizde anlarız. Aristoteles'e göre, topraktan meydana gelen katı nesneler aşağıya, ateş ise yukarıya doğru gitmek eğilimi göste­rir. Daha yumuşak olarak, suda aşağıya, havada ise yukarıya gitmek eğilimi bulunur. Varlığın bu temel ögelerinin devim ve değişimi, bu eğilimlerin gerçeğe çıkmasıdır. Aristoteles'in bu düşüncesi değişi­mi ileride meydana gelen bir duruma göre açıkladığından, onun bir ereğe yönelik, ya da erekse!, bir açıklama verdiği söylenir. Bu dü­şünceye göre, nesneler böylece kendi devimsellerini içlerinde bu­lundurur. Evrenin böylece sürekli devim ve değişimi, bir evrimdir: Bu, daha iyiye, daha yükseğe doğru bir gelişimdir.

Demokritos 'un mekanizmi nesnelerin değişim ve devinimi geleceğe yönelik eğilimlerle değil, nedenlerle açıklar. Bu açıdan Aristoteles'in açıklamasının tam tersidir. Onun evreni yorumlayı-

şında, bir nesnenin devime geçmesi bir mekanik dış etkiye bağlanır. Yani duran bir nesnenin devime geçmesi, ya başka bir nesnenin ona çarpması ya da değmesi gibi nedenlerle olanaklıdır. Değişim ise, aynı mekanik nedenlerle nesneleri meydana getiren parçacıkların yer değiştirmesi, dağılması veya yenilenmesiyle açıklanır. Atomcu­luk adı verilen bu görüşe göre, nesneler, kendileri yaratılmamış, yok edilmeleri olanaklı olmayan kimi parçacıkların biraraya gelme­sinden oluşur. Değişim, bu biraradalığın niceliksel değişimidir. Par­çacıklar bölünümez, yani "atom"durlar. Özdekçilik ise, atomların özdeksel ya da fiziksel olduğunu ve tüm varlığın bu fiziksel atom­lardan oluştuğunu ileri sürmektir. 16. yüzyılın yeni bilimi doğaya bakarken Demokritos ve Epikuros anlamında sıkı bir mekanİst yo­rum izlemiştir. Doğanın kendisi üzerine özdekçi bir tutumu da, tıp­kı bu filozofların tutarlılığı içinde benimseyen Modem Çağ bilim adamları, atomculukta birbirinden farklı düşünceler savunmuşlar­dır. Örneğin Gassendi (1592-1655) Epikurosçuluğu bu konuda da sürdürürken, Descartes, nesnelerin parçacıklardan oluştuğunu, an­cak bu parçacıkların bölünemeyeceğini öne sürmenin söz konusu olmadığını düşünür. Descartes'a göre, fiziksel nesneler sonsuza dek bölünebileceği gibi, onların Demokritos ve Epikuros'un düşündük­leri anlamda boşluk içinde devindikleri de öne sürülemez. Eğer ci­simlerin birbirlerine uzaktan da etki edebildİkleri mekanizm içinde açıklanacaksa, uzayın ince bir özdekle dolu olduğu varsayılmalıdır. Ancak bu yolla bir yerdeki devinim etkisi onun doğrudan değdiği gözlemlenmeyen başka bir yere taşınabilir.

Kuşkuculuk

Mekanizm dışında Rönesans sonlarında düşüncenin gelişi­mine çok önemli ve olumlu etki yapmış başka bir İlk Çağ öğretisi, kendi tutarlılığı içinde, bilgi üzerine son derece olumsuz sonuçlar getiren Pyrrhoncu kuşkuculuktur. Bu kendi içinde olumsuz sonuç-

lar içeren düşüncenin olumlu etkileri 17. yüzyıl felsefesinde görü­lür. Kuşkuculuğun kökleri, felsefenin Atina'da kimi Anadolulu fi- lozoflann yardımıyla ilk kurulduğu dönemlere dayanır. Bu dönem­de "sofist" adı verilen kimi düşünürler, aynı gerçeğin birçok deği­şik filozofça değişik biçimlerde açıklandığı, oysa gerek tek olduğu­na göre bu açıklamalann hepsinin bu arada doğru olamayacaklannı öne sürmüşlerdir. Sofistler, bu açıklamaların hepsi de doğru olmak iddiasını taşıdıkianna göre, hangisinin gerçekten doğru olduğunun bilinemeyeceği sonucunu çıkarsamışlardır. Platon da kimi kuşkucu düşünceleri, algının bir bilgi kaynağı olduğunu yadsımak amacıyla kullanır. İ.Ö. 3. yüzyılın sonlannda yaşayan Pyrrhon, kuşkuculuğu felsefesinin ana görüşü yapar. Onun kurduğu kuşkucu akademi, İ.S. 2. yüzyılın sonlarına değin sürmüş ve bu çağda yaşayan Sextus Empiricus kendisine hocalarından kalan kuşkucu uslamlamalan bir kitapta toplamıştır.

Kuşkucu uslamlamalar, bilginin kaynağı olduğu söylenen al­gının güvenilir bir bilgi sağlayamayacağını, güvenilir olmayan bilgi­nin ise bilgi olmadığını ortaya koymaya çalışır. Bu uslamlamaların en ünlüsü algının yanılgılannı işler. Algı sık sık yanılabildiğine göre ve bu yanılgılar sırasında yanılgının farkına vanlmayabildiğine gö- ıe, şu anki, hatta her anki algımızın biz farkında olmadan yanılgılı olması mümkündür. Öyle ise, diye sonuçlanır bu uslamlama, tam anlamıyla güvenilir algıdan söz etmek olanağı da yoktur. Bir başka kuşkucu uslamlama ise, algının, yanılmasa da, değişen koşullara gö­re sürekli olarak değiştiğinden yola çıkar. Eğer aynı nesnenin algısı algılayan kişinin kendisinde ve çevresinde değişen koşullara göre değişiyorsa; örneğin değişik bakış açılanndan değişik görünümler, değişik ışık durumlarında değişik renkler alınıyorsa, söz konusu nesne değişmediğine göre, bu birbiriyle çelişik algıların hepsi bira- rada doğru olamaz. Hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu gösterecek bir yöntem de bulunmadığına göre, algı bilgi veremez.

Yetkeye başkaldıran ve hemen arkasında bıraktığı yüzyılla­rın bağnazlığını yıkmaya çalışan Rönesans düşünürünün, İlk Çağı incelerken kuşkuculuğu görmezlikten gelmesi de olanaksızdı. Nite­kim 16. yüzyılda Fransa'da yeniden canlanan kuşkucu gelenek Montaigne (l533-ı592) ve Charron (l54ı-ı603) gibi düşünürler yetiştirmiştir. Bu düşünürler Pyrrhonculuk'un uslamlamalanna da­yanarak bilginin olanaksız olduğunu, din ve Tann'ya yaklaşımın Orta Çağ Skolastiğindeki gibi mantık ve bilgiyle olamayacağını, bunun ancak sezgi, içedoğuş ya da salt imanla olanaklı olduğunu vurgularlar. ı7. yüzyılda kuşkucu düşünürler kimi mekanisı ve atomcu temalarla kaynaşmış, böylece, yeni kurulan bilimin temel­lerine önemli katkılar yapılmıştır. Örneğin, Gassendi, Descartes, sonra da Bayle (1647-ı706) kuşkucu Fransız geleneğinin izlerini taşırken mekanizmden de etkilenmişlerdir. Gassendi ve Descartes kuşkuyu yumuşatmanın, bununla kesinliğe ulaşmanın yollarını ararken, Bayle, en az Montaigne ölçüsünde ödün vermez bir kuşku­culuğu, ı7. yüzyılın düşünsel gelişim ürünlerinin hemen hepsine uygular. Gassendi ve Descartes, Galileo'nun (1564-ı642) etkisiyle mekanizmi benimserken, Demokritos ve Epikuros'un algı felsefe­sindeki bir önemli aynmı da özümserler. Bu aynm açısından, algı bize nesneyi olduğu gibi vermez. Dolasıyıla algı, nesnenin bilgisi olmaktan çok nesnenin insanı etkileyişinin bilgisidir. Demek ki, nesnenin görünen nitelikleri, yani renk, ses, tad, koku, dokunum gi­bi nitelikler ile nesnenin gerçek nitelikleri arasında önemli bir ay­rım vardır. Nesnedeki gerçek nitelikler, onun biçimi, girilmezliği, devinimi gibidirler. Bu aynm 17. yüzyılda, değişik biçimlerde, kuş­kucu uslamlamayı yumuşatmak için kullanılmıştır. Aynı zamanda, doğa bilimleri de nesnelerin görünen niteliklerini bir yana bıraka­rak, gerçek niteliklerini öne almış, bunları niceliksel anlamda ölç­müş, nesneleri bu niteliklere göre belirlemiştir. Bayle, uzlaşmacı ol­mayan kuşkuculuğunun karşısına dikilen bu ayrımı şiddetle eleşti-

rirken, Locke 'taki ( 1632-1704) aynı ayrımı eleştirecek olan Berke- ley'e (1685-1753) uslamlamalar hazırlıyordu.

Rönesans sonlarında meydana gelen en önemli olay, sonraki yüzyıllarda tüm dünyanın çehresini değiştirecek olan yeni bir doğa biliminin kurulmasıydı. Modem düşünceyi, modem dünyayı yara­tan bu olaydır. Leonarda da Vinci'nin bilimsel çalışmaları bir yana bırakılırsa yeni doğa bilimini kuranlar Kopernik (1473-1543), Kep­ler (1571-1630) ve Galileo'dur. Bu yeni bilim daha sonra, 17. yüz­yıl sonlarında, Newton'da ( 1642-1727) olgunlaşarak dizgeselleşir.

Kopetnik

Kopernik Polonyalı bir din adamıydı. Önceleri bir Oornini- ken rahibiyken sonra Kilise'ye açıkça karşı çıkan Bruno'nun tersi­ne, Kopemik, yaşamını inançlı bir din adamı olarak sürdürdü. İtal­ya'yı gezerek Rönesans'ı tanımış, Roma'da bir yıl ders vermiştir. Daha genç yaşta, Güneş' in dünya çevresinde değil, dünyanın güneş çevresinde döndüğüne inandığı söylenir. Bu düşüncesini açıkladığı kitabını yaşamı süresince yayımlamaya cesaret edememiş, bu yapıt, öldüğü yıl içinde basılmıştır. Önceleri Kilise kitaba açıkça karşı çıkmamış, ancak bu düşüncelerin Galileo tarafından kanıtlanarak yayılması üzerine, 1616'da mahkum edilmiştir. Nedir Kopemik'in ileri sürdüğü düşüncenin önemi? O, dünyanın güneş çevresinde döndüğü savını ortaya atarken uzun yüzyıllar geçerli olmuş bir bi­limsel bakış açısını, bir yaklaşım biçimini yadsıyor ve yıkıyordu. Eski Astronomi'nin temelini oluşturan sava karşı çıkarken, bu ast­ronomiyi destekleyen Aristotelesçi bilim dizgesini de kökünden sarsıyordu. Gerçekte, Kopemik'in ortaya attığı görüş, yeni değildi. Güneşi odağa alan açıklamanın kökenieri Pitagorasçı okula değin gider. Bunu, kendisi de açıkça kabul eder. İ.Ö. 5. yüzyılda yaşayan ve bu okula bağlı Philolaus, dünya dahil bütün gezegenlerin bir odak çevresinde daireler çizdiğini ileri sürmüştü. Pitagorasçılara

göre bu odak güneş değil, "odak ateşi" adını verdikleri varsayımsal bir cisimdi. Philolaus'tan iki yüzyıl sonra yaşayan Aristarchus'un savı ise, bu varsayımı bırakarak odağa güneşi almıştı. Bu astronom, dünya ve öbür gezegenlerin güneş çevresinde döndüklerini, yerkü­renin de kendi ekseni çevresinde yirmi dört saatte bir tam dönüş yaptığını söylemiştir. Ancak ondan sonraki iki yüzyıl içinde yaşa­yan Apollonius ve Hipparchus gibi astronomlar, bu sistemi yadsı­mışlar ve İ.S. 2. yüzyılda Ptolemaius'un dünyayı odağa alan siste­mini hazırlamışlardır. Ptolemaius'un sisteminin ı9 yüzyıl kadar uzun bir süre onay görmesi ise, Aristoteles'in fizik ve astronomi kuramıyla tam bir uyum içinde olmasındandır. Aristoteles'in kura­mının, kendi gününde sağduyuya uygun ve büyük ölçüde deneysel temellere dayanan bir dizge niteliği taşımasına karşın, ı9 yüzyıl sonra, hala tek geçerli görüş olarak benimsenmesi, artık bilimsel gelişmeyi engelleyici nitelikteydi.

Kopemik'in ileri sürdüğü düşüncenin, onu izleyen dönemler­deki düşünür ve bilim adamlan üzerindeki etkilerinin öyküsü bir ya­na, bu aşamada vurgulanması gereken, Modem Çağ'ın başlangıç dö­nemindeki entellektüel ortamın canlı bir alış-veriş örüntüsü sergilc- diğidir. Dönemin önde gelen düşünüderi birbirlerinin çalışmalarını tanımış, eleştirmiş; birbirlerine esin kaynağı olmuşlardır. Örneğin Descartes Kepler ile yazışmış; Hobbes, Descartes ve Gassendi bira- rada tartışmış ve Descartes'ın yapıtını basım öncesi gözden geçir­mişlerdir. Yine Hobbes, Bacon'u tanımış, Galileo'yu görmek için ise, özellikle İtalya 'ya gitmiştir. Benzer olarak Kepler ile Galileo da, karşılıklı yazışmışlardır. Ancak, bu düşünürler kendi aralarında, bel­ki de yaşından ötürü, en büyük saygıyı Galileo'ya göstermişlerdir. Galileo hepsi üzerinde hayranlık uyandırmış, hepsinin düşüncesini etkilemiştir. İlk Çağ rnekanizmini ilk yayan o olduğu gibi, gizemci­liği, yetkeyi yadsıyışıyla da örnek oluşturmuştur. En büyük iki başa­rısı ise astronomide ve dinamiğin kurucusu olarak fiziktedir.

Galileo Galilei

Galileo, Demokritos' un atomculuğunu niteliksel değişimi niceliksel değişime indirgeyişte kullanır. Doğa-bilimini nicelikler hesabına, yani matematiğe dayandırır. Ona göre bilmek, böylece öl- çebilmeye bağlanmakta, matematiksel yöntemlerle, karmaşık görü­nen olgular yalın bir açıklama ile dile getirilebilmekteydi. Herşey, atomculuğun gerektirdiği gibi, cisimlerin parçaları ve bu parçaların devinimin niceliksel bir dile getirilişiyle açıklanabilmeliydi. Gali- Jeo, Kopemik'in sistemini benimser ve onu hararetle savunur. Kep- Jcr'in buluşlarını onayladığı, onunla olan yazışmalarında açıkça gö­rülür. Kendine bir teleskop yaptıktan sonra Kopemik'in kuramı ge­reğince tahmin ettiği, ancak gözlemlemek olanağını bulamadığı ki­mi asıronomik olguları deneysel olarak saptamış, Kepler'in yasala­rını deneyde doğrulamıştır. Böylece Kopemik'in kuramı astronom- larca yaygın olarak onaylanmaya başlanmıştır. Samanyolu'nun yıl­dızlardan oluştuğunu bulgulayan yine odur. Gök cisimlerinin çem­berler çizerek devinmediklerini, üzerlerine etki eden bir güç olma­dığı sürece, her cisim gibi, onların da düz çizgiler çizeceğini öne sürer. ivme, ya da cisimlerin hız değiştirrnesini, dairesel devinimi açıklamada kullanır: Hız değiştirmeden çember çizen bir cisimin, çemberin odağına doğru sürekli bir ivmesi vardır. Bir engelle karşı­laşmadan düşen bir nesnenin ivmes(değişmez. Bu, ağırlık ve bü­yüklük ayrımı olmadan, her cisim için aynıdır. teonardo da Vin- ci'nin yerçekimi ile ilgili gözlemi "Her ağırlık dünyanın odağına doğru en kısa yoldan düşme eğilimi gösterir" idi. Galileo, bunu me- kanist bir yorumla tüm evrene yaymış, bir genel çekim yasası öne sürmemiş olmasına karşın, Jüpiter ve uyduları arasındaki çekim ilişkisinin dünya ile ay arasındakiyle özdeş türden olduğunu düşün­müştür. Genel Çekim yasasının formülünü verrnek başarısı elli yıl sonra Newton'un olmuştur.

Galileo'nun başarıları ve artan etkisi ile Kilise'nin onayladı-

ğı evren kuramını çürütmesi, dinsel çevreler için önemli bir tehdit olarak görülmüştür. Bunun sonucunda 1616'da Kopernik'in kitabı mahkum edilerek Engizisyonca yasaklanmış, Galileo'ya da gizlice, araştırmaları ve düşüncelerinden vazgeçmesi bildirilmiştir. Bunun pek etki yapmadığı anlaşılınca, Engizisyon onu bu kez 1633'te açıktan açığa mahkum etmiştir. Bruno'nun aynı suçtan yakılması üzerinden henüz 33 yıl geçtiğinden durumun ne denli tehlikeli ol­duğunu kavrayan Galileo, kendi görüşlerini yadsıyarak geri almak zorunda kalmıştır.

MODERN DÜŞÜNCENİN ORTAYA ÇIKIŞI

(1986)

Modem düşünce, birçok açıdan bugün için de geçerliliğini sürdüren bir düşünsel biçem, konuları ele alış ve onlara yaklaşım biçimidir. Bu düşünsel biçem, 16. yüzyılın sonlanndan başlayarak bilim ve felsefeye temel oluşturmuş, 19. yüzyılda yaygınlığını bir ölçüde yitirmesine karşın 20. yüzyılda yeniden ön plana geçmiştir. Daha özel bir niteleme olarak kullanıldığında, "modem düşünce" 17. ve 18. yüzyıllar felsefe ve bilimini belirler. Bu yaklaşım biçimi­ni hazırlayan etmenler arasında en önemli olanı, 16. ve 17. yüzyıl­larda doğa bilimleri alanında yapılan büyük aşamalardır. Göz ka­maştırıcı bir gelişim sergileyen bilimler, doğa üzerine geçerli ve uy­gulamada başarılı açıklamalar getirmekteydi. Aynı doğal olgular Orta Çağ'ın dogmacı biliminde farklı biçimlerde açıklandığından, yeni bilimin başarısı eski bilimin çürütülmesi anlamını taşıyordu. Oysa, Orta Çağ bilimi, kilise öğretilerinin bir uzantısı, bu öğretile­rin doğa üzerinde de geçerli olduğunun kanıtianma aracıydı. He­men bütün Orça Çağ bilim ve felsefesi, din dogmalarının hizmetin­de olup, doğruluk ölçütü olarak bu dogmalarla tutarlılığı temel alır. Kilisenin resmi biliminin çürütülmesi, kilisenin düşünce üzerindeki yelkesinin sarsılmasına, genelde de bir doğruluk ölçütü olarak yet­kenin güvenilirliğine gölge düşmesine neden oldu. Daha Röne­sans'ta başlamış olan dogmacılık ve bağnazlığa karşı başkaldırı, böylece daha sağlam temellere oturlularak ona yeni bir ivme kazan­dırıldı.

Hem Reform, hem Rönesans, hem de Modem Düşünce'nin ortaya çıkışlarındaki ortak yön, hepsinin de Orta Çağ bağnazlığını sürdüren Kilise'ye karşı birer inanç ve düşünsel bağımsızlık arayışı

ve savaşımı oluşlarıdır. Ancak bu hareketler arasındaki ayrılıkların da göıi lrnesi gerekir. Reform dinsel bir oluşumdur ve bilimsel ya da felsefi yenilik arayışları içerrnez. Hatta Protestanlar da yeni ve özgür düşüncelere, bilime, Katolikler'i aratmayan ölçülerde karşı çıkmış, baskılar uygularnışlardır. Bu açıdan bakıldığında, Rönesans ve Modem Düşünce'nin daha yakın amaçlar taşıdıkları, aralarında bir süreklilik gösterdikleri gözlernlenir. Bu iki oluşum arasında gö- zc çarpan en belirgin ayrılık, ürettikleri düşüncenin bağımsızlık dü­zeyindedir. Rönesans düşünürü yetkeye ve bağnazlığa karşı çıkar, ancak düşüncesini bağımsız olarak yürütecek yeni ölçütler ve bi­çimlerden henüz yoksundur: Yine Orta Çağ mantığını kullanır, inançların kurarnların doğruluğunu yine eski Yunan'ın büyük düşü­nürlerinin önerrnelerine uygunlukla saptar. Rönesans, inanç ve önerrnelerin doğruluğunu saptayacak, bilgiye güvenilir temeller ge­tirecek ölçütlerin arayışına sahne olmuştur. Bu ölçütler geliştirile- rnediği sürece de yetkeye ve dogrnacılığa başkaldırrnak, aranılan düşünsel özgürlüğü sağlamaya yetişrnerniştir. Aynı nedenle, Röne­sans bir geçiş dönemi niteliklerini taşır: Orta Çağ Skolastiği'ne kar­şı çıkar, ancak sonunda Skolastiğin temeline aldığı belitlere sarılır.

İşte Modem Düşünce'yi bağımsız yapan, doğruluğu sapta­mada kendine özgü yeni bir ölçüt geliştirebilrniş olmasıdır. Bu öl­çüt ussallık, ya da usa uygunluktur. Ussallık Modem Düşünce'nin 20. yüzyıl düşün yaşarnının temelini de belirleyen en önemli niteli­ği sayılabilir. Bu ölçüt açısından, bilgi olduğu onaylanabilecek her inanç ya da açıklamanın usa uygun olması gerekir. Buna göre doğa, doğruluğu dogrnacı bir biçimde varsayılan yerleşik inançlara göre değil, insanın kendi bağımsız usu yardımıyla açıklanrnalıdır. Bu ise, düşüncenin temeline bireyin mantıksal bakış açısını koyrnaktır. Modem Felsefe'de sık görülen, nesnel gerçekliğe öznel bir yakla­şımla ulaşma çabası, ussallığın doğruluğa ölçüt yapılmasının doğal bir sonucudur.

Bilgi

Modern Düşünce'nin ortaya çıkışı ile birlikte filozoflarda bilgiye karşı büyük bir ilgi uyanmıştır. 16. yüzyılın sonlarından başlayarak, bilgi filozoflar için en önemli bir sorun konumunu alır. Filozofların ilgilerindeki bu kayış az önce değindiğimiz olaylardan kaynaklanmıştır. Gelişen yeni bilimler doğaya ilişkin eski açıklama dizgelerini kökünden yıkmış ve bilgi yapısını yeni baştan kurmak gereğini doğurmuştur. Yeniden kurulacak bilgi yapısının bu kez sağlam ve sarsılmaz temeller üzerinde yükselmesi gerekiyordu. Bu sağlam temelierin aranılınasında kuşkuculuktan büyük ölçüde ya­rarlanılmıştır. Bilimdeki gelişmeler yalnızca bilgi yapısının yeniden kurulması gereğini ortaya koymakla kalmamış, aynı zamanda, do­ğayı anlamanın, onda olup bitenleri kavramanın uygulamada sağla­dığı gücü de su yüzüne çıkarmıştı. Bilgiye verilen önem bu nedenle de artmıştır: Bilgi kazanmak, bir anlamda güç kazanmaktı. Bütün bunların felsefe ile ilgili olarak doğurduğu sonuç, herşeyden önce bilgi denilen kendisinin tatmin edici bir biçimde anlaşılması gerek­liliği idi. Bu amaç doğrultusundaki iki sorunun o dönemdeki felsefe çalışmalarını yönlendirdiği gözlemlenir. Bu sorunlar 20. yüzyılda da önemlerini korumaktadır: (a) Bilginin değeri; bir başka deyişle, herhangi bir inancın hangi ölçüte göre bilgi sayılabileceği, ve (b) Bilginin kaynağı, yani bilginin nereden geldiği sorunu.

Bacon

"Bilgi güçlülüktür" özdeyişinin Francis Bacon'dan (1561­1626) kaynaklandığı söylenir. Gerçekten de, Bacon'un felsefi ama­cı, insanı doğadaki güçleri denetleyecek duruma getirecek yeni bir bilgi üretme yöntemi bulmaktır. Bunu özellikle uygulamaya yöne­lik bir biçimde arar. O, eski düşünceye, Aristoteles ve Yunan felse­fesinin yetkesine karşı çıkışıyla, modern yaklaşım için bir örnek oluşturmuştur. Bacon bilginin kurarnlardan değil nesnelere bakarak

üretilebileceğini vurgular. Doğa bilimlerinde yöntemli ve sistemli deneyin ve gözlemin önemine değinir.

Bilgi doğayı tanıyarak elde edilir. Ancak bilgi edinme süre­cine girmeden önce insanın kimi önyargılardan arınması gerekmek­tedir. Bunlardan arınroadıkça gerçeğin insanca çizilecek tablosu, gerçeğin kendisine uymayacaktır. Örneğin tüm insan soyuna özgü bir önyargı, doğa olaylarını, oradaki nesne ve durumları insan mo­deline uygun olarak yorumlamaktır. Erekselci düşünce bundan kay­naklanır. İnsanın isteklerini doğaya uygulayınca, bütün evrenin be­lirli bir amaca yönelik olarak devindiği kanısına kapılırız. Başka bir tür önyargı ise, insanın bireysel niteliklerinden kaynaklanır. Ruhsal durumuna, eğitimine, ya da eğilimine göre, her birey aynı olguyu bir ölçüde farklı değerlendirir. Dilden kaynaklanan bir önyargı türü bize varolmayan nesneleri varmış gibi gösterir. Bunun nedeni, kar­şılığı olmayan adlar ve sözlerin bulunabilmesidir. Son olarak da, in­sanın yenmesi gereken bir önyargı, eski kuramların, yetkeli filozof­ların görüşlerinin doğru olduğu inancıdır.

Bacon'a göre güçlü olmak doğayı bilmektir. Bu ise, doğa üzerinde etkili olmaktır. Ancak doğada istenilen etkileri yaratabil­mek, bu etkilerin nedenlerini bilmeye bağlıdır. Nedenleri, Orta Çağ'ın tasım mantığıyla bulamayız. Onları bulmanın yöntemi tü­mevarımdır. Türnevarım ise tikel nesneler ya da olaylar arasında görülen her benzerliği genelleyip yaymakla olmaz. Bu işlemin sı­nırlandırılması, denetlenmesi gerekir. Bacon geçerli bir türnevarım için şöyle bir yöntem önerir: Örneğin sıcaklık olgusunu kavramak için, önce sıcak olduğu söylenebilecek nesnelerin listesi yapılır. Sonra soğuk nesnelerin listesi, son olarak da çeşitli derecelerde sı­cak olan nesnelerin listesi yapılır. Tümevarım, bu temelden yola çı­karak gerçekleştirilir. Aranmakta olan, kavranması amaçlanan olgu­nun, yani sıcaklığın, bulunduğu söylenebilecek yerlerdeki ortak ni­telikler, bu olgunun doğasını verecektir. Bacon 'un üzerinde durdu-

ğu bir nokta, sıcaklığın bulunduğu her durumda ortak olmayan nite­likleri dışlamaktır. Bu dışlama yöntemi gerçek tümevarımın ayrıl­maz bir özelliğidir. Bacon, Modem Çağ'da türnevarım yönteminin önemini vurgulayarak onu geliştirmeye çalışan filozoflardan ilkidir. Bunun yanısıra, onda deneye giderek daha büyük bir önem, daha büyük bir değer verilir. Bacon, doğa üzerine edinilebilecek bilginin bütününün gözlemden geldiği savının artık yanı başındadır. Böyle- ce, daha sonra Locke'ta kesin biçimini bulacak deneyeiliğin temeli­ni atmıştır.

Gassendi ve Descartes'ta Bilginin Değeri

Bacon, bilgiyi öne alan yaklaşımıyla döneminin filozoflarını yönlendirmiştir. O da Demokritos'a hayrandı. Ancak, İlk Çağ atomculuğu ve bunun getirdiği rnekanizmin kendi felsefesi üzerin­deki izleri, erek yerine nedenlere yönelmek dışında, o denli belirgin değildir. Bilginin değeri sorun ise, türnevarım yöntemine getirdiği sınırlamalar ve belirlediği olumsuz önyargılar dışında Bacon için pek önem. taşımaz. Kuşkucu uslamlamaların bilgiyi ve özellikle de deneysel bilgiyi ne ölçüde tehdit ettiği konusunda biraz fazla iyim­ser olduğu düşünülebilir. Montaigne'in öncülük ettiği Fransız kuş­kuculuğu Bacon'un yaşadığı yıllarda henüz İngiltere'de güç kazan­mamış olsa gerek. Bacon'dan otuz yıl kadar sonra doğan iki Fran­sız düşünürü, Gassendi ve Descartes için kuşkuculuğun etkisi derin olmuş, bu nedenle de bu düşünürler bilginin değeri sorununu felse­felerine çıkış noktası yapmışlardır. Bu düşünürlerin yetiştİkleri çağ­da, özellikle Fransa'da, kuşkucu uslamlamalar kırk yıldır tanınıyar ve tartışılıyordu. Gassendi ve Descartes kuşkuculuğu, dogmaları yıkmakta etkili bir silah olarak kullanırken, aynı silahın bilgiyi de bütünüyle olanak dışı bırakmasını önlemenin yollarını aramışlardır. Galileo'nun etkisi altında her ikisi de mekanizmi benimsemiş, an­cak bunu, Tanrı kavramını ve dini gereksiz duruma düşürmeyecek

bir biçimde yumuşatmaya çalışmışlardır.

Gassendi önceleri bütünüyle uç bir kuşkucu tutumu benim­semiştir. Bilgiye olanak bırakmayan bu tutumunu, bilimin gösterdi­ği başarılar karşısında daha sonraları yumuşatmak, gereğini duy­muştur. Bilimin uyguladığı mekanizm onu Epikuros'u incelemeye yöneltmiş, sonunda Gassendi, doğayı ve onun bilgisini, yumuşatıl­mış kuşkuculukla yoğurduğu mekanİst bir yaklaşım çerçevesinde açıklamıştır. Onun felsefesi Descartes'inkiyle ortak temellerden kaynaklanıyor. Bu iki düşünürün ulaştıkları sonuçlar kuşku ve me­kanizm uzlaşımının iki değişik yöndeki gelişimidir. Gassendi'nin dizgesi, Descartes'ın yaşadığı dönemde, onun felsefesine, bilinen en önemli almaşık konumundaydı.

Gassendi'ye göre insan anlığının yeteneklerini ne abartmak­ta ne de küçümsemekle anlam vardır. Oysa dogmacılar bu uçlardan birine, aşırı kuşkucular da öbürüne saplanmaktadırlar. Kuşku, güve­nilir bilgiye götüren etkili bir ayıklama yöntemidir. Ancak böyle bir amaç için kuşkuyu "yapıcı ve yumuşatılmış" bir düzeyde tutmak gerekir. Algının içeriğinin gerçeğin kendisi değil, yalnızca bir gö­rüntüsü olduğu kuşkucu sonuç onaylanabilir. Oysa bunu onayla­mak, evreni anlamamıza olanak veren ve kuşkuya gerek bırakma­yan bilgilerimizin bulunabileceği gerçeğini dışlamaz. Amaç, saltık anlamda bilgiyi aramak olmamalıdır. "Sınırlandırılmış bilgi", bili­mi üzerinde kurmaya olanak sağlayacak güvenilirliktedir. Sınırlan­dırılmış bilgi, deneyle başlar ve usu deney verilerine uygulamakla elde edilir. Doğadaki çeşitli bağlılaşımları deneyle kavrarız. Bu ge­nel bağlılaşımları yine deneyde karşımıza çıkan tikel olaylara us yoluyla uygularız. Böylece deneyin o an doğrudan kavramadığını da kavrayabilmek olanağına kavuşuruz. Bu yolla, örneğin bir gök gürültüsü duyduğumuzda şimşeği görmemiş olsak bile, yine de çakmış olduğunu düşünebiliyoruz. Bu bilgi saltık değildir, gerçeğin bir "görüntüsüdür" ancak kuşkulu sayılmasına da gerek yoktur. Du-

yulan böylece bilgi için bir çıkış noktası yapan Gassendi de, Bacon gibi Locke deneyciliğine esin kaynağı olmuştur.

Descartes hem kuşkuyu hem de bilginin değerini böylece sı­nırlayan bir görüşü benimseyemez. İnançlara bir kez kuşkuyu uy­gulamaya başladıktan sonra, bunu sağlam bir ölçüte bağlamadan sı­nırlamanın, ya da saltık olan güvenilir bilgi yerine tam bilgi sayıla­mayacak inançları getirmenin mantıksal gerekçesini veremez. Bu, onun gözünde bir tutarsızlık olur. Bundan ötürü Descartes için, kuş­ku bir kez uygulanıyorsa, onun işlerneyeceği inançlara ulaşılıncaya, yani, uygulanabildiği son noktaya dek uygulanmalıdır. Kuşku gö­türmeyen inançlara ulaşıldığında zaten saltık anlamda bilgiye ula­şılmış olacaktır. Çünkü saltık bilgi kesindir ve kesinlik kuşkuyu dışlar. Descartes, bu düşünceyle kuşkuyu bilgi sayılmış olan tüm inançlara uygular. Yüzyıllardır büyük bir güvenle doğruluğu apaçık varsayılmış pek çok inancın kuşkucu uslamlamalar önünde bir bir yıkıldığını görür. Ona göre, deneye güvenmek için hiçbir neden yoktur. Çünkü algı her an yanılabildiği gibi, o an insanın yanılgılı olan algılannın yanılgılı olduğunu gösteren bir ipucu veya ölçüt de yoktur. Şu halde der, algının şimdi de yanılmadığını, örneğin, gör­düğüm her şeyin bir düşten başka birşey olmadığını bana kanıtiaya- cak bir güvence yoktur. Eğer bu güvence şu an için yoksa hiçbir an için yoktur. Bir başka deyişle, algım her zaman yanılıyor olabilir. Tüm yaşamım bir düş olabilir. Descartes kuşkuyu algı dışına, örne­ğin matematiğe de yayar. Sonunda kuşkunun yıkamadığı, güvenilir­liğini sarsınadığı hiçbir inanç, hiçbir düşünce bulunmadığını görür. Herşeyden kuşkulanmak için neden vardır. Descartes şöyle bir us­lamlama yürütür: Herşeyden kuşkulandığım doğruysa, düşünüyor olduğum da doğru olmalıdır. Çünkü kuşkulanmak düşünmektir; dü­şünmeden kuşkulanmaya olanak yoktur. Oysa, düşündüğüm doğ­ruysa, düşünen bir varlık olarak var olduğum da doğrudur. Demek ki kuşkunun yıkamadığı, açık ve seçik, o ölçüde de kesin, güvenilir

bir inancım vardır, o da kendi varlığımdır: "Düşünüyorum, öyle ise vanm." İşte yöntemsel kuşku diye anılan ve Descartes'ı felsefe tari­hinde ünlü yapan başarılarından biri olan yaklaşım budur: Kuşkuyu sınırlamadan sonuna dek giderek sarsılmaz bir kesinliğe, gerçek an­lamda saltık bilgiye ulaşmak... Bundan sonra gereken, geri kalan inançlarımızı bu güvenilir inanç üzerine kurarak bilgi yapısını yeni­den bina etmektir. Descartes bunu, deneyi öne alarak değil, usa ki­mi yeti ve nitelikler bağlayarak yapar. Ona göre kuşkuculuğun gös­terdiği gibi, algı gerçeği değil, yetkin olmayan bir görüntüyü verir. Bundan dolayı da algıdan yola çıkarak bir dış gerçekliğin varoldu­ğu sonucuna varamayız. Ancak, algımızin bir dış dünyayı yansıttığı ve bu dış dünyadan kaynaklandığı; yani bu dış dünyanın bizim üze­rimizdeki bir ölçüde kendine benzer etkileri olduğu doğal inancı­mız çok güçlüdür. Bu güçlü inancı içimize Tanrı'dan başkası koy­muş olamaz. O ise bizi hiçbir zaman aldatmayacağına göre, inanç doğru olmalıdır, der Descartes. Bu nedensel ve tasanmcı algı kura­mını, sonradan Locke da benimsemiştir. Ancak bu kuramın gerek­tirdiği varlıkbilimsel varsayım, gerçekçi ve özdekçi niteliktedir: Bi­zi çevreleyen ve bizden bağımsız bir dış dünya vardır. Descartes'ın bu varsayımı Tanrı'nın iyi niyetiyle doğrulama çabasının bir felsefi kanıt niteliği taşıdığı öne sürülemez. Özdekçi gerçekçiliğin bu te­mel varsayımı, Descartes'ı izleyen yüzyıllarda da felsefi sorunlara gebe olmuştur.

Gassendi ve Descartes'ta Mekanizm

Algının insana yetkin olmayan görüntüsünü yansıttığı öne sürülen bu dış dünyanın doğası nedir? Hem Gassendi hem de Des- cartes, bunu fiziksel ya da özdeksellik olarak görmüşlerdir. Bu, be­nimsedikleri rnekanizmin getirdiği bir sonuçtur. Doğanın yapısı ko­nusunda Gassendi İlk Çağ atomculuğuna daha yakındır. Atomcu savları ancak dinsel öğretilerle açıkça çeliştikleri yerde yumuşatır

ve değiştirir. Ona göre, doğa, bölünmez parçacıklardan, yani atom­lardan oluşur. Descartes da benzer bir parçacık kuramını benimser, ancak onun düşüncesinde parçacıklar bölünmez değildir. Gassendi yine Atomcular'ı izleyerek özdek parçacıklarının boş uzayda de­vindiklerini öne sürer. Descartes ise, boş uzay olmadığını, boş gibi görünen yerlerin de ince bir özdekle dolu olduğunu savunur. Her iki düşünür de devimin bir nesneden öbürüne, itme, çarpma veya basınçla aktarıldığını ve bu mekanik nedenler etki etmedikçe, duran cisimlerin duracağım devinenlerin ise devinimlerini sürdürecekleri­ne inanırlar. Devinimin kaynağı konusunda Atomcular'ı bırakır, dinsel öğretiye uygun düşen Aristoteles'i izlerler. Bu görüşe göre, evrene ilk devinimini Tanrı vermiştir. Descartes, doğayı devinim açısından kapalı bir dizge olarak yorumlar. Orada toplam devinim niceliği değişmez. Hem toplam devinim değişmiyor hem de cisim­lerde devinim ancak mekanik nedenlerle başlıyorsa göksel cisim­lerde gözlemlenen uzaktan etki nasıl olanak bulmaktadır? İşte Des- cartes bu olayı açıklayabilmek için boş uzayı yadsımış, devinimi uzağa taşıyan bir dolgu özdeği varsaymıştır. İki düşünür de Atom- cular'ın nitelikler arasında gördükleri ayırımı benimserler. Desear- tes bu ayrımı algının bize vermediğine, verdiği bilişinin değişir ol­duğuna kanıt olarak kullanır. Bir balmumu parçasının rengi, koku­su, tadı, değişir der; ancak değişmez olan uzamıdır. Bunu ise, deney değil us kavrar. Ayrımı daha ayrıntıyla ele alan Gassendi, renk, tat, ses, koku ve dokunum niteliklerinin gerçekte nesneye özgü olma­yıp atomların deviniminin algı organlarımız üzerinde yaptıkları et­kiler olduklarını vurgular. Daha sonraları Locke, bu düşünceyi kuş­kucu uslamlamaya karşı algının güvenilirliğini savunmada kullan­mıştır. Descartes birincil niteliklerden uzam ya da yayılımı ön plana alır. Bunun fiziksel nesnelerin özniteliği olduğunu ileri sürer. Gas- sendi ise, nesnenin ve onun en küçük bölünmez parçalarının zorun­lu niteliğinin öncelikle katılık ya da girilmezlik olduğunu düşünür.

Uzam, biçim ve ağırlık, ona göre, daha sonra gelir. Locke bu konu­da da Gassendi 'yi izlemiştir.

Anhk ve Bilim

17.    yüzyılda da pek çok filozof aynı zamanda bilim adamıy­dı. Bundan ötürü yeni doğa bilimini kuranlar da, modern felsefeyi geliştirenler de çoğunlukla aynı kişilerdi. Bu, bilimin kazandığı ba­şarıların veya dinsel çevrelerde uyandırdığı endişe ya da öfkenin felsefe üzerine de dönmesine neden olmuştur. Yeni bilimi temelien- diren mekanİst doğa görüşü yalnızca başarılı açıklamalarıyla Kili­senin ve onun hizmetindeki eski bilimin yetkesini sarsmakla kalmı­yordu. Aynı zamanda hemen bütünüyle özdekçi bir görüş getiriyor­du. Yeni bilim evreni yalnızca fiziksel nesne, olay ya da ilişkilerle açıklıyordu. Bu açıklamalarda tinsel ya da doğaüstü güçler ve var­lıklara yer yoktu. Oysa dinsel öğreti doğaüstü ve tinsellik düşünce­leri üzerine kuruludur. Bu yalnızca evrenin kökeni ve onun düzeni­nin açıklanmasında değil, özellikle insanı açıklamada da geçerlidir. Anlıkta olup bitenler, düşünce, duygu, istek, dinde hep tine bağla- mr; Ahlak yasaları da doğaüstü ya da Tanrısal bir temelden kaynak­landırılır. Din ile Yeni Bilimin bu karşıtlıkları, din açısından şu en­dişeyi doğuruyordu: Özdekçi yaklaşım doğa bilimi alanındaki başa­rısını şimdi de insanın kendisi ve ahliikı üzerinde geliştirebileceği öğretilerde yinelerse, dine artık yer bırakmayıp, bütünüyle ortadan silinmesine neden olabilirdi. Bilimin bütün yapacağı doğa mekaniz­mini insana da uygulamaktı. Bu nitelikte felsefe dizgeleri ortaya konmaya başlamıştı bile. Hobbes'un (1588-1679) özdekçi kuramı bunun ilk ömeğidir.

Hobbes da Galileo'dan önemli ölçüde etkilenmiştir. İlk Çağ mekanizminin ana ilkelerini Galileo aracılığıyla o da benimser. Do­ğaüstü etmeniere karşı çıkar, Aristotelesçiliği yadsır. Bilginin, ne­denleri kavramak, neden-sonuç ilişkilerini anlamak olduğunu düşü-

nür. Hobbes için doğanın en belirgin özelliği devinimdir. Her deği­şim bir devinimdir. Doğa, nesnel ve insan düşüncesinden bağımsız ve nevinen cisimlerin toplamıdır. Yaşam ve anlığın işlevleri de de­vinimdir. Örneğin duyum dediğimiz, bir cismin duyu organları üze­rindeki etkisidir. Şimdiki duyum, az sonra başka duyumlar edinilin­ce anı olur. Anlık beyindeki bir devimdir. Anlıktaki ideler, duyum, anı ya da imgelem niteliğindeki içerikler de, devinim etkileridir. Gassendi 'nin tini açıklayışı da İlk Çağ özdekçiliğinden esinlenmiş­tir. Hayvanların canlılığını linlerine bağlar. Hayvanların da insan gibi linleri vardır. Ancak tin, ateşten daha ince bir özdekten başka bir şey değildir. Burada Gassendi dinsel görüşe bir açık kapı bıra­kır: İnsan tini bütünüyle özdeksel değildir, der. Çünkü o iki ögeden oluşur. Biri canlılığını veren öge, ki hayvanlardaki tinle benzer ni­telikler taşır, öbürü de ussal ögedir. Tinin ussal ögesi özdeksel de­ğildir, o Tanrı'dan gelir. Din ile modem düşünce arasında bu nokta­da yapılan bir uzlaşım, dine pek az yer ve işlev bırakmaktadır. Bu, dinsel çevrelerce onaylanamazdı. Dinselliğe daha büyük bir pay ayıran bir uzlaşım çı:ı^ası, Descartes'ın önerdiği çözümdür.

Dindeki Anhk-Özdek Ayrımı

Hıristiyanlığın felsefi temelleri büyük ölçüde Augustinus ta­rafından, kimi Yeni-Piatoncu etkiler altında biçimlendirilmiştir. Plotinus'un Yeni-Piatonculuğu, İlk Çağ'ın büyük idealist düşünürü Platon'un damgasını taşır. Platon'un felsefesinde bir tin-gövde ayrı­mı vardır: Buna göre tin gövdede kafes içindeki kuş gibidir, bu dünyada mutlu değildir ve bu yaşamın son bulmasını sabırla bekle­mektedir. Gövde ölünce tin ölmez; o, başka gövdelere de girebilir. Çünkü ölümsüzdür. Bu ayrımın kökenieri Platon'dan çok öncelere gider. Ayrım, ona Pitagorasçılık ve Orfizm üzerinden, eski Ortado­ğu ve Hitit dinlerinden geçmiştir. Buna göre tini Tanrı yaratmış fa­kat duyular dünyasına olan tutkusu nedeniyle onu özdeksel gövde-

lerde tutsak etmiştir. Tinin geldiği yere geri dönebilmesi için tutku­larını dizginlemesi gerekir. Aksi halde giderek daha aşağı yaratıkia- nn gövdelerine gidecektir. Bu dünyada geçirilen zaman tinin kendi­ni arındumasına hasredilmelidir. Platon'dan alarak Hıristiyanlığın benimsediği bu gizemci öğretinin yanısıra, onu tamamlayan ikinci bir öğreti, özdeğin yani du) •. ,.ırla algılanan tikel nesneler dünyası­nın gerçek değil, gerçeğin kötü bir kopyası olduğudur. Asıl gerçek kalıcı, evrensel ve saltık olan soyut, ancak nesnel ideallerden olu­şan dünyadır. Bu iki öğretiyi birleştirince, Platoncu Hıristiyan gele­neğine göre, tin ile özdek arasında bir aynm olduğu, ancak özdeğin tam anlamda gerçeklik taşımadığı görüşü belirginleşmektedir. Pla­ton tinler ile ideaları özdeşleştinnez. Ancak ondan sonraki yüzyıl­larda, idealar Tannsal tinin içine alınmış, insan tini de Tann'dan fışkınnış olarak düşünülmüştür. Bir başka deyişle Platon'un nesnel idealizmi ile gizemciliği bir tinselci gizemciliğe dönüşmüştür.

Descartesçı ikicilik

İnsanlığın en eski dönemlerinden beri kimi dinlerin onayla­dığı tin-gövde, tin-özdek aynmı, bu uzun süre içinde sağduyuca da benimsenmiştir. Anlık, bilinç ve bunların içerikleri tinin ögeleri olarak düşünülmüş, bunların özdeksel dünya içinde algılanıyor ol­maları da ayrımı kalıcı yapan bir etmen olmuştur. İşte Descartes'ın ortaya attığı çözüm, din ve sağduyunun benimsediği bir öğretiyi, bilimin alanına tam bir bağımsızlık sağlayacak biçimde keskin bir ayrıma dönüştürür. Dinin, tüm varlığı tine indirgeyen yaklaşımı karşısında yeni doğabiliminin varlığı özdeğe indirgeme eğiliminden doğan gerilimi, her iki tutumun da doğru olduğunu öne sürerek gi­derir. Bunun çelişkiye yol açmasını, savların örtüşmesini önleyerek engeller. Savların örtüşmesini de din ve sağduyuda bulduğu tin- gövde/özdek ayrımını kesin bir karşıtlık, bitişmeyen bir aynlık du­rumuna dönüştürerek önler. "Descartes'çı İkicilik" adıyla anılan bu

çözüm, özetle, hem özdekçiliği hem de tinselciliği aynı zamanda onaylamak, ancak bunların uygulama alanlarını birbirinden kesin olarak ayırarak çelişki doğurmalarını önlemektir. Descartes'a göre, varlık, fiziksel (özdeksel) ve anlıksal (tinsel) olmak üzere iki tür­dür. Bunlar birbirlerine indirgenemez. Bu iki varlık türü birer töz­dür. Töz kavramını Descartes, var olmak için başka hiçbir şeye da­yanması gerekmeyen; kendi başına, başka bir şeyden bağımsız ola­rak varolan şey, diye tanımlamıştır. Evren birbiriyle içiçe, fakat bir­birinden bütünüyle bağımsız iki alt-evreden oluşur. Bu ikilik insan­da da aynen bulunur. İnsanın gövdesi özdeksel ve mekanik yasalara uyan bir yapıdır. Gövde olarak insan, tıpkı hayvanlar gibi, bir robot, bir karmaşık aygıttır. Ancak insan, hayvanlardan tini olmakla ayrı­lır: Hayvanlar düşünmezken insan düşünür. Dolayısıyla Descartes insanı, tin ve gövdeden oluşan bir bileşik varlık olarak görür.

ikiciliğin çözmesi gereken önemli bir sorun, birbirine indir­genmez karşıtlar olarak ayırdığı tözlerin insanda yoğun bir ilişki içindeymiş gibi durmalarıdır. Deney, bize hem anlığın gövdeyi hem de gövdenin anlığı sürekli olarak etkilediğini gösterir. Sağduyu da bu etkileşimi tam bir doğallıkla benimser. Örneğin, gövdeye batan bir iğne acıya neden olur; kimi dış etkiler, ya da ilaçlar duygula­nımlara, kızgınlık ya da mutluluğa neden olur; duyu organlarıyla dış dünyadan algı içerikleri ediniriz. Öte yandan isteklerimiz ey­lemlerimize neden olur. Çeşitli ruhsal durumlar, yüz kızarması, kalp atışının hızlanması gibi gövdesel etkiler doğurur. Tözler ara­sında çizilen kesin ayrımın bir ilişkiyi olanaksız kılması gerekirdi; oysa Descartes, kendi kuramıyla bir ölçüde tutarsızlığa düşmeyi göze alarak, sağduyuyu izlemiş ve gövde ile anlık arasında neden­sel ilişkiler bulunduğunu ileri sürmüştür. Etkileşimeilik adı verilen bu görüşü kendisini izleyen filozoflarca eleştiriimiş ve aralarında töz konusunda büyük bir tartışma doğmasına neden olmuştur.

MODERN DÜŞÜNCENİN

BAŞLANGlCI VE DESCARTES

(1985)

Descartes, yaptığı etki açısından düşünce tarihinin en büyük adlarından biridir. O, bir bakıma günümüzü de kapsayan bir düşün­ce dönemini başlatanların en önemlisidir. Bu döneme "modem fel­sefe" ya da "modern düşünce" diyoruz. Descartes, modem felsefe dönemindeki tartışmaların temelindeki kavram ve sorunları belirle­miş, öğretileri ise özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya atılan fel­sefe yaklaşımlarının çıkış noktasını oluşturmuştur. Bu yüzyılların düşünüderi Descartes'ın kimi görüşlerini onaylamasalar bile, yine onun başka görüşlerini benimsemişler, bu görüşlerden etkilenmişler ya da hiç olmazsa onları tartışmışlardır. Bu ölçüde büyük bir etki, felsefe tarihinde Descartes'tan 20 yüzyıl önce yaşamış olan Platon ve Aristoteles gibi filozoflardan beri ilk kez sözkonusu oluyordu.

Modern Düşünce

Düşüncede "Modern Çağ"dan ne kastedilir? Modern Çağ, 17. yüzyılda başlayıp, bir anlamda günümüzde de süren, fakat özel­likle 17. ve 18. yüzyılları niteleyen bir düşünsel biçim olarak ortaya çıkar. Modem düşüncenin en belirgin niteliği ussallıktır. Düşüncede bağımsızlığın kazanılması, Eski Yunan felsefesinin yetkesinin ye­nilmesi ve buna bağlı Ortaçağ dogmacılığının ortadan kaldırılması­na yönelik çabalar modem felsefenin başka özellikleridir. Bir karşı- laştınna yapacak olursak, 16. yüzyıl Rönesans düşüncesi de tıpkı modem düşünce gibi Ortaçağ dogmacılığına bir başkaldırıdır. An­cak, bir geçiş dönemi olan Rönesans, başkaldırısını gerçek bir dev­rim yapabilecek düşünsel bağımsızlıktan yoksundur. Rönesans dü-

şünürü, Ortaçağ dogmasına karşı çıktığı yerde, yine Ortaçağ filozo­funun mantık ve usavurma kalıplarını kullanıyor, görüşlerini temel­lendirmesi gerektiğinde, kanıt olarak yine Platon ve Aristoteles' in yazdıklarını kullanıyordu. İşte modem düşünce, Rönesans'daki bu düşünsel bağımlılığı, ortaya koyduğu yepyeni bir doğruluk ölçütüy­le yener. Bu ölçüt, az önce değindiğimiz ussallıktır. Modem Çağ'da bir inancın doğruluğu, artık bunun herhangi bir büyük ustanın görü­şünden türetilebiliyor olduğuna dayandınlmamaya başlanmıştır. Bunun yerine, bir inancın doğru olarak onaylanması, onun ussal ya­ni akla yatkın olmasına bağlanmıştır. Böylece de doğa, doğruluğu dogmacı bir biçimde kabul edilmiş ilkelere göre değil, bunlardan bağımsız olarak düşünen insanın kendi ussallığı ve mantıksal bakış açısına göre açıklanmaya başlanmıştır. Bu ise, onun belirgin olan başka bir niteliğini, nesnel olarak öznel bir bakış açısından yaklaş­ma tutumunu doğurmuştur.

Descartes'ın Yaşamı

Rene Descartes 1596'da Fransa'da soylu bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Öğrenimini bir Cizvit okulu olan La Fleche kolejinde yaptı. Burada iyi bir matematik eğitimi alan Descartes, daha sonra bu bilim dalını felsefeye örnek yapmış ve Analitik Geometri'nin te­mellerini kurarak matematiğe önemli bir katkıda bulunmuştur. Des- cartes, felsefesinin temellerini 1617'de girdiği Hollanda ordusunda subayken kurdu. Özgün felsefesini burada ve başka Avrupa ordula­rında aldığı görevler süresince geliştirdi. O çağda kış mevsimleri­nin askeri etkinliği yavaşlatması nedeniyle kendini derin düşüneeye verecek bol ve uzun süreler bulmuştur. Sonraları yazdığına göre 1619-20 kışında hava o denli soğukmuş ki bir gün sabahtan, evini ısıtan büyük sobanın içine girmiş ve bütün gün içinde kalarak derin düşüneeye dalmış. Sobadan çıktığında felsefesinin ana çizgilerini artık kurmuş durumdaymış. Descartes ordudan ayrıldıktan sonra bir

süre Paris'te yaşadı. 1698'de Hollanda'ya göçtil ve orada 20 yıl oturdu. Zamanın en hoş görillil ve bağımsız düşüneeye saygı göste­ren özgür ülkesi Hollanda'da bile, Galileo'ya inanışı ve kendi dil- şiinceleri nedeniyle hakkında soruşturma açıldığı oldu. 1649'da, felsefeye ilgi duyan bir kişi olan İsveç kraliçesi Christina'nın çağn- sı üzerine, kendisine ders vermek için İsveç'e gitti. Kraliçenin gün- lilk derslerini sabahın beşinde almakta diretmesine ve İsveç kışları­nın soğuğuna, Descartes ancak birkaç ay dayanabildi: 1650'nin Şu­bat ayında 54 yaşında öldü.

Bilgi Felsefesi

Descartes felsefesinin odağını bilgi konusu oluşturur. Bilgi­ye verilen önem, Modem düşüncenin ortaya çıkış döneminin çok belirgin olan başka bir niteliğidir. Ortaçağ'dan kalan dogmacı bilgi dizgesinin yadsınmasıyla bilginin yeni baştan yapılanması sorunu doğmuş ve böylece de dikkatler bilginin doğası ile kaynağı üzerine çevrilmiştir. Ayrıca, bilginin uygulamada sağladığı olanak ve yarar­ların büyüklüğü de anlaşılmıştı. Descartes'tan 35 yaş bilyük olan çağdaşı, İngiliz filozofu Francis Bacon "bilgi güçtür" ya da "bilgili olmak güçlü olmaktır" deyişiyle bunu vurgular.

Descartes, geçmişten bize kalan ve sorgulanmadan doğru olarak benimsenmiş hiçbir inancın, usumuzun süzgecinden geçme­den bilgi olarak kabul edilmemesi gerektiğini ileri sürüyordu. Çün­kü gelişen bilim, Eski Yunan'dan kalan ve doğru olarak benimsen­miş inançların yanlışlığını bir bir ortaya koymaktaydı. Öyle ise, di­ye düşünmüştür Descartes, doğruluğu kesin olan bir inanç bulursak, onu bilgiye temel olarak alır, başka bilgileri de, tıpkı matematİkle belitlerden türetim yaptığımız gibi, bu bilgiden tilretebiliriz. Pekiyi, bu öbür bilgilerimizi kendisinden mantık yoluyla türeteceğmiz te­mel bilgi nasıl bulunabilecekti? Bu temel bilgi öyle olmalıydı ki, doğruluğu apaçık olmalı ve anlığımızda açık ve seçik olarak kavra-

nabilmeliydi. İşte Descartes böyle bir apaçık doğru bulabilmek amacıyla güvenilir sayılmış olan inançları dizgesel bir biçimde usun süzgecinden geçirir. Usun süzgeci olarak kullandığı ise, yine bugün "Descartes" adından ayrı olarak düşünemediğimiz "yöntem­sel kuşku", yani doğruyu bulma yöntemi olarak kuşkunun kullanıl­masıdır. Descartes bu yönteme göre, ele aldığı her bir inancın kuş­ku götürüp götürmediğini sınamış, böylece kuşkulu inançları eleye­rek, doğruluğu kuşku götürmeyen bir bilgi saptamaya çalışmıştır. Bu arayış içinde ise şu ortaya çıkmıştır: Hangi inancı alırsak alalım ve bu inanca ne denli bağlı olursak olalım, bunun, doğruluğundan kuşku duyabilecek bir yönü bulunabilmektedir. Yeterli bir derinlik ve ayrıntıyla ele aldığımızda, inandığımız her şeyden kuşku duy­mak için bir neden bulabiliyoruz. Öyle ise, demiştir Descartes, ma­dem ki her şeyden kuşkulanıyorum, şu halde kesin olan bir şey, be­nim kuşku duyuyor olduğumdur. Kuşku duyduğum kesin ve doğru­dur, çünkü her şeyden kuşku duyduğum inancından bile kuşkulana­cak olsam, yine de kuşku duyuyor olurum. Oysa, kuşku duyduğum ne ölçüde kesinse, düşünüyor olduğum da o ölçüde kesindir. Çünkü kuşku duymak düşünmektir; düşünüyor olmadan kuşku duymaya olanak yoktur. Descartes, böylece ünlü çıkarsamasma varır: Eğer düşündüğüm böylece kesinse, düşünen bir varlık olarak varoldu­ğum da kesindir. Düşünüyor olduğum, varolduğumun kanıtır. "Dü­şünüyorum; öyle ise varım".

Kendisinin bir düşünen varlık olarak varolduğunun kanıtı Descartes için öbür bilgilerin üzerine kurulacağı bir apaçık doğru­luktur. Bu gibi apaçık doğru inançların anlığımızda doğuştan bu­lundukları ve sonradan öğrenilmediklerini ileri süren Descartes, bu savıyla Modem Çağ Usçu geleneğini kurmuştur. Kimi temel bilgi­lere doğuştan sahip olduğumuz savında kendisini Spinoza ve Leib- niz gibi ünlü 17. yüzyıl filozofları izlemiştir. Başka konularda Des- cartes'ın birçok görüşünü benimseyen İngiliz filozof Locke ise, bil-

ginin, ancak görüp duyup, tutup, tattıklarımız, yani algıladıklarımız üzerine kurolabileceğini öne sürecektir. Bilginin algıyla başladığını savunan bu filozof, doğuştan bilgiler olabileceği görüşünü yadsır. Locke'a göre doğuşta anlık bir beyaz kağıt parçası gibidir. Üzerine gelen ilk lekeler algıyla gelir. Locke'un Descartes'a karşıt olan bu görüşü "Deneycilik" adıyla anılır. Kendisini bu görüşünde destekle- miş.olan iki 18. yy filozofu Berkeley ve Hume'dur. Usçular ve De­neyciler arasındaki tartışma, 18. yy. sonunda büyük filozof Kanı'ın eleştirisine değin ateşli bir biçimde, daha sonra ise yumuşayarak, süregitmiştir.

Varlık Felsefesi

Doğabilimi alanında Descartes önemli bir ölçüde Gali- leo'nun etkisi altında kalmış, bunun sonucu olarak da evreni gözka- maştırıcı bir denge içinde işleyen büyük bir makina gibi görmüştür. Öyle bir makina ki, onun içinde fiziksel nesneler ve aralarındaki it­me, çarpma basınç gibi devimsel etkileşimlerden başka bir şey bu­lunmamaktadır. Yine öyle bir makina ki, içinde özellikle doğa üstü güçlere, tinlere ve başka gizemli varlıklara da yer olamaz. 16. yy' ın ortalarından başlayarak yaygınlaşan bu özdekçi, ya da materyalist bilim-dünya görüşü açıklama alanını giderek genişletiyor ve gide­rek de başarı kazanıyordu. Bu açıdan, evreni Tanrısal ve tinsel kav­ramlarla açıklayan Kilise öğretileri için önemli bir tehlike oluştur­mak durumundaydı. Örneğin, Descartes'ın çağdaşı İngiliz düşünür Hobbes bir materyalist felsefe dizgesi geliştirmişti bile. Açıklama gücü olarak bilimden daha zayıf kalsa da, siyasal olarak, Kilise hala çok önemli bir güçtü ve yeni bilimi kuran düşünürler üzerinde kimi kez idama varan baskı yöntemleri uygulattırmaktaydı. İşte dine de bağlı bir kişi olan Descartes, yaşadığı çağda, bilim ve Kilise arasın­daki bu sertleşerek büyüyen gerilimi gidermeyi amaçlayan, uzlaştı­rıcı bir çözüm önermiştir.

Bir yanda, Tanrı, doğa üstü güçler ve ruhlarla yapılan açıkla­malar, öbür yanda da bunların hiçbirini kullanmadan, yalnız fizik­sel nesne ve ilişkilerle yapılan açıklamalar. Her iki açıklama da her- şeyi yalnızca kendinin doğru olarak açıkladığı savında... Desear- tes'ın uzlaştırıcı çözümü, her iki açıklamanın da doğru olduğunu, fakat bunların, birbiriyle hiç bir yerde örtüşmeyen, bütünüyle ayrı alanlara ilişkin olduklannı ileri sürmek olmuştur. Buna göre doğa bilimlerinin açıklamaları fiziksel evrene ilişkin olarak doğru iken, tinsel açıklamalar da düşüncelerimiz, duygularımız yani iç dünya­mıza ilişkin olarak doğrudur. Fiziksel evren ve tinsel evren, birbi- riyle hiç bir yerde örtüşmeyen iki varlık alanıdırlar. Örtüşmezler, çünkü biri uzaycia iken öbürü değildir. Descartes, bu çözümüne te­mel olmak üzere varlığı iki ayn ve birbirine indirgenemez türe ayır­mıştır. Buna göre, var olduğu söylenen bir nesne, ya fiziksel (veya özdeksel) ya da tinsel varlık taşır. Herhangi bir şey bu iki tür dışın­da varolamadığı gibi, eğer, örneğin, fiziksel ise, tinsel olan hiçbir yönü de yoktur. Bu iki, birbirinden kesin biçimde ayn varlık türün­den oluşan evrenler o denli ayrıdırlar ki aralarında tam bir bağım­sızlık sözkonusudur. İşte bu çözüme, "Descartesçı İkicilik" denir ve aynı çözüm bugün bile yaptığımız "tin ve özdek" ayrımının Yeni Çağ'daki felsefi temelini oluşturur.

Bu ikinci anlayış açısından insan dediğimiz varlık bir sorun yaratmıştır. Çünkü insan hem fiziksel (yani gövdesel) hem de din­sel (yani anlıksal) yönleri olan bir varlıktır. Descartes'çı ikicilik in­sana nasıl uygulanabilir? Descartes insanı tin ve gövde gibi iki apayrı varlığın biraraya gelmesinden oluşan bir bileşim olarak yo­rumlamıştır. Yani varlık türlerindeki ikicilik insanda da aynen bu­lunmaktadır, Descartes'a göre. Ancak o, tinin gövdeyi ve gövdenin tini etkilediğini de onaylar. Örneğin bir şey yapmayı isteyip ona ka­rar vermek ve sonra gövdenin bir yerinin yanması sonucu duyulan acı gibi. Descartes'a göre bu örnekteki istek, karar ve acı, tinsel

olaylar olarak, gövde ile etkileşim içindedirler. Bir yandan, varlığı, birbiriyle ortak hiçbir noktası olmayan iki türe ayırması, öte yandan da insanda bu iki varlık türünün karşılıklı etkileşime girdiklerini onaylar görünmesi, Descartes'ı izleyen Usçular'ca bir tutarsızlık olarak görülmüştür. Bu düşünürlerden kimi, insan tini ve gövdesi arasında bir etkileşimin sözkonusu olamayacağını, etkileşime ben­zer bir durum varsa, bunun, tıpkı iki ayrı duvar saatinin aynı anda gong çalmalan gibi, önceden kurulmuş bir uyum olduğunu ileri sür­müşlerdir.

Bir tutarsızlığı içermiş olsun ya da olmasın, Descartes'ın önerdiği çözüm, onu eleştirenierinkinin tersine, sağduyuyu yansıt­maktadır. Sağduyuyu izlemiş ve bir ölçüde de onu biçimlendirmiş olması da Descartes'ı "büyük düşünür" yapan başka niteliktir.

İlk Felsefe Kitabı

Aklın İdaresi İçin Kurallar Descartes'ın kaleme aldığı ilk felsefe yazısı olarak bilinir. 1628'de yazıldığı sanılan bu kitap, fel­sefesinin genel ilkelerini kurduğu 1619 kışından 9 yıl sonra ve Pa­ris'ten ayrılıp Hollanda'ya yerleşmesinden az önce tamamlanmıştır. Descartes' ın yaşamı süresince basılmayan bu yapıt, ilk kez 1701'de Amsterdam'da yayımlanmıştır. Descartes'ın kendi el yazısını bu­lunduran metin bugüri kayıptır. Yayımıanmış olan metin ise Hollan­da'dan ayrılırken ardında bırakmış olduğu bir kopyadır. Bütününün 36 kuraldan oluşması gereken kitap, eldeki durumuyla 2l.den sonra son bulmaktadır. Kitabın bütünü -eğer Descartes 36 kuralın tümünü yazmış ise- üç bölüm olarak düşünülmüştür. İlk 12 kural onun ge­nel yöntemini, sonraki 12 bu yöntemin matematiğe uygulanışını, elde bulunmayan en son 12 kural da felsefeye uygulanışını açıkla­yacak biçimde planlanmıştır. Kurallar, sonradan Yöntem Üzerine Konuşma' da daha kısa olarak verilecek ve kuşku ile yoğrulacak yöntemin ilk dilegetirilişidir. Descartes, felsefesinin başlangıcını

oluşturan bu aşamada kesinliğe varabilmenin yolunu, yöntemini be­lirlemeye çalışır. Öğretisine göre kesinlik yalnızca kuşku götürmez olan düşünceler için sözkonusudur. Bilgi ise ancak kesin olandır. Kesinliğe başkalarının yetkesine güvenerek, ya da herkesin apaçık doğru olarak kabul ettiği inançlan benimseyerek gidilemez. Yapıl­ması gereken, bu inançların doğruluğunu saptamaktır. Bu sapıama ise adım adım, kuşku götürmez ve açık seçik önermelere ulaşmakla olur. Açık ve seçik olmanın yolu, kaypak ve karmaşık olan her dü­şünceyi ögelerine bölmektir. Bu ögelerin doğru olup olmadıkları daha kolayca anlaşılabilecektir. Doğruluğu yalnızca us kavrar. Doğ­ru oldukları böylece saptanan önermelerden kendileri tam olarak açık ve seçik bir biçimde görülemeyen önermeler tümdengelimle çıkarsanabiliyorsa, bunların doğruluğu da güvenilirdir.

Aklın İdaresi İçin Kurallar Türkçe 'de ilk olarak Mehmet Karasan'ın çevirisiyle 1945'te çıkmış (Devlet kitapları).. Kurarn Yayınları'nda Yöntem Üzerine ile birlikte basılan Aklı Yönlendirme Kuralları 'ndan başka Sosyal Yayınlar'da yeni çıkan Engin Özden çevirisi üçüncü Türkçe çeviriyi oluşturuyor.

DESCARTES VE RENKLER

(/997)

"Renkler ve zevkler tartışılmaz" diye, özellikle estetik de­ğerleri göreceleştiren bir söz vardır. Bu, herkesin iyiyi, güzeli ve doğrusunun kendine göre olduğu anlayışını aşılayan, evrensel de­ğerlere gözünü kapatıp, kötü zevki ve bayağılığı tanımayı engelle­yerek, örneğin Pavarotti'nin Tatlıses'ten, Verdi'nin de Aksu'dan daha üstün bir şeyler ürettiklerini öne sürmeyi olanaksızlaştıran ve birçok durumda da göreceliği cehalete kalkan olarak kullanmaya yetki veren bir ifadedir. Aynı zamanda da, tabii anlarnca kaypak olan ve lastik gibi eğilip bükülebilen bir sözdür bu. Benim şimdi gösterdiğim tepki özellikle zevk/erin göreceleştirilmesine karşıydı. Peki ya renkler? Renkler gerçekten de algının ko^ullarına göreceli değiller mi? Evet, böyle bir görecelik oldukça kuvvetle sözkonusu. Özellikle de bu nedenle, "Renkler ve zevkler tartışılmaz" sözü, en azından renklere ilişkin olarak açıkça yanlış olan bir dilegetiriş. Bir başka deyişle, renkler felsefi açıdan tartışılmaya oldukça uy­gun ve elverişli bir konu oluşturuyor. Çünkü örneğin önümdeki ka­ğıdın beyaz olduğunu öne sürmeme karşın, hava kararırken onun renginin de, koyulaşarak, dönüştüğünü gözlemliyorum. Kağıt, her farklı ışık derecesinde farklı bir renk tonuna bürünüyor. Parlak bir ışık altında, eğer yanında başka renkte bir nesne, diyelim kırmızı bir kitap duruyorsa, önümdeki kağıtın da o renge büründüğünü, yani kırmızıya benzer bir renk aldığını farkediyorum. Güneş batar­ken, belli açılardan pembemsi, sarı neon ışığındaysa sarımsı görü­nüyor. Işığın kaynağı hangi renkteyse, kağıdıının rengi de ona ben­ziyor. Üstelik eğer sarılık hastalağına yakalanmışsam, gözüme öğ­len saatinde güneş altında bile san görünüyor. Işığın kaynağı hangi renkteyse, kağıdının rengi de ona benziyor. Peki böylesine değişik

renklere bürünen bu kağıdın "gerçek" rengini bilebildiğimizi iddia edebilir miyiz? Aynı kağıt, değişen algı koşullarına göreceli olarak, farklı renklere büründüğü için, onun . erçek bir rengi olup olmadı­ğı, ya da onun beyazlığının bir uzlaşım olmak ötesinde anlam taşı­yıp taşımadığı soruları da, felsefi tartışma konuları olarak ortaya çıkıyorlar.

Burada, renklerin ve doğaca onlara yakından benzeyen ses, tat, koku ve dokunınaya ilişkin niteliklerin görecelikleri ve nesnel­likleri üzerinde durmak istiyorum. Ancak, amacım, bu konuda kendi düşüncelerimi açıklamak değil. Size felsefe tarihinin daha eski dönemlerinde yaptıracağım kısa bir gezintiden sonra, sözü Galileo'ya ve renkler konusunda ondan kuvvetle etkilenen Descar- tes'a getireceğim. Descartes'ın bu bağlamdaki görüşlerini özetle­yerek, çoğu kez bütünüyle Boyle ve Locke'a maledilen birincil ve ikincil nitelikler arasındaki ayırımın, onlardan daha önceki aşama­larda da, felsefeciler arasında oldukça belirgin olarak kavranan bir şey olduğunu göstereceğim.

Anlaşılmış olacağı gibi, burada renklerden söz ederken as­lında daha genel bir şeyi kastetmekteyim. Az önce de söyledim; kimi açılardan renklere benzeyen başka nitelikler de var. Duyuları­mızın doğrudan kavradığı nitelikler bunlar. Görme duyusu, nasıl öncelikle renkleri duyumluyor, ya da buna araç oluyorsa, işitme duyusu sesleri, dokunma duyusu sertlik, ısı, keskinlik, sivrilik ve benzeri yüzey niteliklerini, tat ve koku da kendilerine özgü olan nitelikleri öncelikli olarak duyumluyorlar ya da buna araç oluyor­lar. Dünyayı algılayışta duyurnladığımız nitelikler, bunlardan iba­ret değildir, tabii. Ancak örneğin nesnelerin biçimleri, devinebilir- likleri, girilmezlikleri gibi nitelikler, az önce saydıktarım kadar "doğrudan" bir biçimde duyumlanmıyorlar. Onları doğrudan du- yumladıklarımız üzerinden, sanki bunların aracılığıyla duyumluyo- ruz. Örneğin, görsel olarak biçimleri, farklı renklerin ayrım çizgi­lerinde kavrıyoruz.

Renkler ve benzeri niteliklerin algı koşullarına bağlı olan değişkenlikleri, ve dolayısıyla da kalıcı bilgiye temel olmaktaki gü­venilmezlikleri, filozoflarca felsefe tarihinin ilk başlangıç aşamala­rından beri vurgulanagelmiş olan bir şeydir. Doğrudan olmasa da, Herakleitos bu konudaki ilk düşünceleri dile getirenlerden biridir. "Gözler ve kulaklar insan için kötü tanıklardır; özellikle de, kişide bunların dilinden aniayabilecek bir ruh yoksa" diyor.(ll Parmenides ise gerçeği görünüşten ayırt ederken "Günlük deneye dayanan alış­kanlıkların gözlerini dalgınlaştırmasına, kulaklarında ve dilinde yankılar (yani bozulmalar) oluşturmasına izin verme. Bu üzerinde çok tartışılmış konuyu usunla yargıla" diyor.(2) Şimdi okuduğumuz dilegetirişler doğrudan duyumlanan niteliklere ilişkin değildi; bu nitelikleri aracılıklarıyla algıladığımız duyu organlarının genel ola­rak pek güvenilir şeyler olmadıklarını öne sürüyorlardı.

Demokritos'da bunlara benzer düşünceler daha net olarak tekrarlanır. Ayrıca ondan günümüze kalan fragmanlar arasında, doğrudan duyurnladığımız nitelikler üzerine belirgin bir kuşku dü­şüren, onlara görecelik yükleyenler de vardır. "Bilmenin iki biçimi olur" diyor; bunlardan biri gerçek, öbürü ise karanlıktır. Şunların hepsi karanlık türdendir: Görme duyma, koklama, tat, dokunma. Öbürüyse gerçek olup bundan çok farklıdır."(3) Burada tabii De- mokritos'un, duyumsal niteliklerin hepsini birden, Herakleitos ve Parmenides gibi, usun verileriyle mi karşılaştırıyor olduğu, yoksa duyumsal niteliklerin türleri arasında bulduğu bir ayırımı mı çiz­meye çalıştığı gibi bir soru sorulabilir. Örneğin, Demokritos usu ve duyuları karşılıklı olarak konuşturmuş: "Us: Tatlı, ac-. ve renk, bir uzlaşım olarak vardırlar; gerçekte yalnız atomlar ve boşluk vardır. Duyular: Zavallı us. Hem verilerini bizden alırsın, hem de bizi yık-

1)   DK22 8107

2)    DK28 87

3)    DK68 Bil

maya çalışırsın. Oysa bizim yıkımımız senin de sonun olur."(4) Az ileride ortaya daha da belirgin olarak çıkacağı gibi, Demokritos'un usun verileriyle karşıtlık içinde sunduğu şeyler, özellikle renk ve onun gibi nitelikler; o, özellikle böylesi niteliklerin duyumlanışın- daki göreceliği ve değişkenliği kastediyor.

Aristoteles, Demokritos'un görüşlerini ne gibi uslamlamala­ra dayandırdığı konusunda çok değerli bilgiler aktarmıştır. ''Aynı nesne pek çok canlı varlığa, bize göründüğüne karşıt olarak biçim­lerde görünür; hatta aynı nesne aynı kişiye bile her zaman aynı gö­rünmez, diyorlar. Bu görünüşlerden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğu da açık değildir, çünkü bunlardan hiç biri öbüründen daha doğru değildir; tersine, bu açıdan hepsi eşdeğerdedirler. De- mokritos buna dayanarak ya hiçbir şeyin doğru olmadığını, ya da doğruluğun bizim için belirgin olmadığını söylüyor."(5) "Balın ki­mine acı, kimine de tatlı geldiği olgusuna dayanarak, Demokritos onun kendiliğinde ne acı ne de tatlı olduğu sonucu çıkarıyor."(6) Aristoteles'in öğrencisi Theophrastos'un De sensu adlı, duyulara ilişkin yapıtı da, bize Demokritos'un bu konudaki görüşlerine iliş­kin çok önemli bilgiler verir. Theophrastos'a göre, Demokritos, "nesnel" diye adlandırdığı nitelikleri atomların karşılıklı konumuy- ia açıkladıktan sonra, "Öbür duyusal niteliklere ilişkin olarak, bun­ların nesnel gerçeklik taşımadıklarını, hepsinin değişim geçiren duyu organlarımızın etkilerinden ibaret olduğunu; imgeleri de de­ğişim geçiren gövdemizin oluşturduğunu savunuyor. Sıcak ve so­ğuğun da doğaca nesnel olmadıklarını düşünüyor... Öznel açıdan, niteliksel değişim olarak duyurnladığımız şeylerin bize dışarıdan gelen atomların üzerimizdeki etkileri olduğunu söylüyor... Demok- ritos'un duyusal niteliklerin nesnel anlamda gerçek olmayışiarına

4)    DK68 Bl25

5)   Metafizik, 1 009b7

6)    DK68 A134

ilişkin kanıtı, bunların, herkesçe aynı biçimde algılanrnayışlarıdır. Kirnileri için tatlı olan bir şey bir başkasına göre acı, yine başkala­rına göre ekşi, yakıcı, ya da ağız buruşturucu olabilir; öbür duyu nitelikleri de buna benzer olarak belirlenebilirler."(7)

Dernokritos'un aktardığırnız bu düşüncelerinin felsefe tarihi açısından birçok önemli etkileri olmuştur. Bunlardan ikisini vurgu­lamak isterim. Dernokritos'un, daha ilerilerde, önce Sofistler'ce, sonra da Pyrrhon'cu okuica geliştirilecek olan, algıya ilişkin kuş­kucu uslarnlarnaların temelini atıyor olması, bunlardan biridir.<S> İkinciyse, öznel ve nesnel arasındaki ayırımı, niteliklerin tipleri arasındaki ayrımla örtüştürerek, duyulara bağlı olan nitelikleri, ya­ni renk, ses, koku gibilerini öznel; biçim, ağırlık, girilrnezlik gibi­lerini de nesnel olarak belirleyişidir. Bu her iki nokta da Yeniçağ modern düşünce ve biliminin yüzyıllar sonra (yaklaşık yirmi yüz­yıl sonra) yeniden bulup benirnseyeceği kurarnsal temellerdir.

Rönesans'ın sonlarında yaşayan düşünürler, Helenistİk dö­nemde oluşturulan İlkçağ bilimi ve düşüncesine ve özellikle de Atina felsefesinin yetkesine dayanan Ortaçağ anlayışına, ondan da­ha güvenilir olan bir almaşık ararnışlardır. Arna^sal ve insanmer- kezci açıklama biçiminin yerine koyabilecekleri bir başka model bulmak için çabalayan, dönernin kimi bilim ve düşün adamları, Lucretius'un De Rerum Nalura'sı üzerinden Epikuros'u bulup La­tince'ye çevirrnişler, öte yandan da Sextus Ernpiricus'un kuşkucu uslarnlarnalarını ortaya çıkararak, o zamanlara değin yüzyıllar bo­yunca kayıp kalmış mekanİst atornculuğu ve kuşkuculuğu insanlı­ğa yeniden kazandırrnışlardı. Modern bilirnin 16. yüzyılın sonia-

7)    De sensu I. 6 I

8)   İlkçağ'ın kuşkucu uslamlamalarını bir kitap halinde toplayan Sextus Empi- ricus'un Pyrrhonic Hypotiposes'inin birinci uslamlaması (trope), örneğin I. 58-6l 'de de yoğun ve kısa bir biçimde ifade edildiği gibi, büyük ölçüde Demokritos'un fragınanlarından alınmalıdır.

rından itibaren ortaya koymaya başladığı büyük başarının arkasın­da, bu bulgularla birlikte yeni bir açıklama modelinin benimsen­miş oluşu yatar. Galileo Galilei Yeniçağ biliminin ilk kurucusudur. Burada onun Demokritos'ta bulduğu rnekanizınİ ve atomculuğu ne ölçüde sadık bir biçimde kullandığına ancak kısaca değinebiliyo­rum. Daha çok, kendisinin duyusal niteliklerin öznel doğasına iliş­kin olarak söyledikleri üzerinde duracağım.

Şöyle diyor Galileo: "Sanki nesnelerin içindeymiş gibi kav­radığımız tatlar, kokular, renkler ve benzerleri, aslında bu nesnele­re ilişkin olarak birer addan başka bir şey olamazlar; ben, bunların yalnızca algılayan zihinde varolduklarına inanıyorum. Eğer algıla­yan canlı ortadan kaldırılırsa, tüm bu tür niteliklerde bütünüyle si­linip ortadan kalkacaktır. Ne var ki, bu nitelikleri bir kez öbür ger­çek ilineklerden ayrı ve özel olarak adlandırdığımızda, onların da farklı ve gerçek olarak varolduklarına inanıveriyoruz."(9) Gali- leo'nun gerekçesi şu: Bir fiziksel nesneyi düşündüğümüzde, bunu belli bir biçim ve büyüklüğü olup, belli bir yer ve zamanda bulu­nan bir şey olarak kavrarız. Buna karşılık aynı özdeksel cisimleri ses çıkaran, rengi, tadı ve kokusu olan şeyler gibi düşünmek zo­runda değiliz. Tabii böyle bir gerekçe, renklerin ve seslerin nesnel olamayacaklarmı kanıtiayacak ölçüde güçlü değil; olsa olsa onla- ıın nesnel olmayabileceklerini saptayabilir. Yani Galileo'nun belir­lemesine göre, cisimlerin biçim taşımamaları mümkün değilken, onların renkli olmamaları, tıpkı renkli olmaları gibi, olanaklı bir şey. Ne var ki, kanımca bu Galileo için bir zaaf değil, çünkü o, renklerin cisimlerdeki gerçek nitelikler arasında olmadığını a pri­ori olarak kanıtlamak çabası içinde değil. Bunların gerçek nitelik­ler arasında görülmeleri gerekmiyorsa, göreceli oluşları dolayısıyla

9)   "The Assayer" (1623), The Philosophy of the 16th and 17th Centuries, R. Popkin, der., New York: The Free Press, 1966, s.65.

kuşkucunun ekmeğine yağ sürmelerine izin vermek zorunda deği­liz, derneğe getiriyor. Bilimimizi, bunların gerçekliğin bir parçası olarak düşünmek gerekıneden kurarız. Gerçekte renk ve ses gibi nitelikler bulunmadığını, bu gibilerin bizde oluşan etkilerden başka bir şey olmadığını öne süreriz. Ancak söz konusu etkilerin nasıl oluştuğunun açıklanması gerek; Galileo'nun bu yolda inandırıcı bir açıklama yapması lazım.

Galileo, Demokritos'un rnekanizmine koşut olarak, algıyı nedensel bir düzenek içinde düşünüyor: Cisimlerden yansıyarak yayılan parçacıklar duyu organianınıza çarpınca bu olaydan du­yum olarak etkileniyoruz, diyor. Karşımda duran bir şeyi görmek, ondan bana gelen parçacıklardan etkilenmemle oluyor. Oysa bende oluşan etkiyi karştındaki nesnede bulunan niteliklerle özdeşleştire­meyiz. Galileo kendisinden sonraki felsefede sıklıkla kullanılacak olan bir örnek tipiyle kanıtlıyor düşüncesini. Bir tüy düşünelim di­yor. Bu tüy, canlı olmayışı dolayısıyla duyguları da olmayan bir nesnedir. Şimdi tüyü birinin ağzı ve bumuna hafifçe sürterek do­laştırmaya başlayalım. Bu değme ve sürtünme olayı o kişide karşı durulmaz bir gıdıklanma duygusu oluşturacaktır. "Bu gıdıklanma tüye değil, bütünüyle bize ait olan bir duygudur. Eğer algılayan canlı-gövdeyi ortadan kaldırırsanız, ardında gıdıklanmaya ilişkin boş bir addan başka bir şey kalmaz. Ben doğadaki cisimlere yükle- diğİrniz tat, koku, renk vb. birçok başka niteliğin de, bu anlatılan­dan öte bir biçimde varolduğuna inanmıyorum."00) Tüyün derimi­ze sürtünmesine koşut bir anlamda, cisimlerden gelen parçacıklar duyu organlarımıza çarparale gövdemizde kimi etkilere neden olu­yorlar. Ancak durum buysa, duyurnun nesnede ya da parçacıklarda olduğunu iddia edemediğimiz gibi, niteliğin nesnede varolduğunu da öne süremememiz gerekir. "Tat, ses ya da koku duyumlarımıza neden olabilmeleri için, dış cisimlerin büyüklük, biçim ve farklı

10)   A .g .e., s.66.

hızlardaki devinim dışında bir şeye sahip olmalarının gerektiğini sanmıyorum... Bu duyurolanan niteliklerin, tıpkı kol altındaki ya da burun içindeki hassas deri bölümünün ortadan kalkmasıyla yok olan gıdıklanma gibi, canlının dışında, birer addan başka bir şey olmadığına inanıyorum."(! [III]

Galileo Descartes'ı bilimsel ve felsefi birçok temel sav ko­nusunda derinden etkilemiştir. Bu bağlam da onlardan biridir. An­cak, Descartes, örnek aldığı bu düşünürün savlarını hemen her du­rumda kendi katkılarını ekleleyerek değiştirmiş ve geliştirmiştir. Galileo'da ana çizgilerle ortaya konan düşünceler, Descartes'da, genel varlık öğretisinin bir uygulaması olan algı kuramından çıkar- sanacak biçimde, tam bir dizgeselliğe ulaştırılır. Descartes' ın algı üzerine görüşlerini kısaca özetledikten sonra, bu bağlamda onun renkler, sesler ve benzeri niteliklere ilişkin sav ve uslamlamalarını açıklayacağım.

Descartes, düşünen ve uzamlı varlık ikiciliğini, yine tam bir genellikle benimsediği rnekanizrole bir araya getirmiş, böylece de tin ile gövde arasındaki ilişkiyi bir karşılıklı nedensel etkileşim bi­çiminde kavramıştır. Etkileşirncilik adı verilen bu öğretinin tam odağında Descartes'ın algı kuramı yer alır. Burada etkileşirnciliğin ikicilik ile bir çelişki yaratıp yaratmadığı gibi klasikleşmiş sorunl:ır üzerinde durmayacağım. Birbirlerinden bütünüyle bağımsız iki tö­zün birinden kaynaklanan nedensel etkinin öbüründe oluşturduğu sonuçtan söz ederken, karşılıklı etkileşim olarak düşünülen şeyin yalnızca tek yönüyle ilgilenecek, fiziksel cisimlerin nedensel zin­cirler sonucu tini (ruhu), ya da bir başka deyişle anlığı (zihni) etki- leyişlerini betimleyeceğim.

Descartes'ın kuramı içinde algı, sonsuz bölünebilirliği olan

parçacıkların bir araya gelmesiyle oluşan cisirnlerin,02l değrne, çarpma ya da basınç gibi devinirne dayanan mekanik etkilerinin tin üzerinde oluşturduğu izlenirnlerle açıklanıyor. Bu nesnelerden du­yu organlarırnıza gelen ışık dernetleri, titreşimler ve başka özdek- sel etmenlerin oralarda oluşturdukları mekanik etkiler, aynı meka­nik ilkeler uyarınca sinirler üzerinden beyne taşınıyor. Beyinde bi­çimlenen irngeyi oluşturan devinirnlerse tinde duyurnların meyda­na gelmesine neden oluyorlar.<I3) Descartes örneğin görme duyu­munun gövdede ya da gözde gerçekleşrnediğini öne sürüyor: "Gö­ren, göz değil tindir; ancak tin, doğrudan değil, beyin aracılığıyla görür" diyor.04> Bu düzeneği, kimi skolastik düşünürlerin varsay­dıklarına benzer olarak, yani nesnelerin duyu organlarında oluştur­duğu imgelerin sinirlerce beyne aktarılıp götürütmesi biçiminde kavrarnarnalıyız, diye uyarıyor, Descartes. Nesneden tine doğru aktarılıp taşınan bir şey, bir "yönelirnsel biçim" (intentional form) yoktur, diyor. Örneğin hava içinde imgelerin uçuşması gibi bir dü­şüncenin saçma olacağını,(l5) burada söz konusu olan şeyin bir yerden öbürüne giden bir imge değil, bir neden-etki zinciri içinde bir biri ardına oluşan imgeler, devinimler olduğunu belirtiyor.<I6)

ı2) Burada Galiıeo ile Descartes arasındaki kimi temel görüş farklılıklannı kı­saca özetleyelim: Galileo özde^in sonsuza kadar bölünebilir olmadı^ını, yani atomlardan oluştu^unu düşünürken Descartes bölünebilirliğe sınır ta­nımıyor (Corpuscularianism). Galileo, yine İlkçağ atomculan gibi. atomla- nn ve genel olarak özde^in boş uzay içinde devindiğini (Void) öne sürer­ken, Descartes, Empadokles ve Anaksagoras gibi, uzayın dolu olduğunu (Plenum), deviniminse yer de^iştirmeyle gerçekleştiğini savunuyor. Evren­deki toplam devinimin de^işmedi^i konusunda ise iki düşünür anlaşıyorlar.

1 3) Descartes, (Optics) Descartes. Se/ected Philosophical Writings, Cotting- ham, Stoothoff ve Murdoch, Cambridge University Press, 1 988, s.64.

ı4) A.g.e.. s.68.

15)   A.g.e., s.58-59.

16) Descartes, (Rules for the Directian of the Mind) The Philosophical Work.s of De.scarte.s, l.Cilt, Elizabeth Haldane, çev., Dover Publications, Ine., 1955, s.37-38.

Descartes'ın bu bağlamda vurguladığı son önemli nokta, beyinde oluşan imgenin, ona neden olan şeye benzemesinin gerekınediği gözlemidir. Algı deneyinin belli bir nesnenin algısı olmasında, be­yinde oluşan imgenin o nesneye benzeyip benzernemesinin neden­sel bir rolü yoktur. Eğer böyle bir benzerlik algı zinciri içinde bir zorunlu koşul konumunda olsaydı, "Benzerliği görebilmek için beynin içinde de gözler bulunması gerekirdi" diyor, Descartes.07[IV] Algının nesnesini, ona benzemesi gerekıneden nasıl olup da tasa- rımiayabildiğini kavramak için, algıyı nesnenin bir imi olarak dü­şünmek yeterlidir. Nasıl ki, insanlar arasında kurulmuş olan uzla- şımlar sayesinde, sözcükler, benzemedikleri şeylerin imieri olabili- yorlarsa, doğa da duyumları, nesnelerine nitelikçe benzerneleri ge­rekmeyen imler olarak meydana getirmiş olabilir.<IS)

Şimdi Descartes'ın renklere ilişkin görüşlerine geliyoruz. Descartes'ın, duyumların, tasarımı oldukları özdeksel nesnelerin niteliklerine benzerneleri gerekmez, dediğini az önce belirttim. Bu söylenen, duyumların, tasarımları oldukları niteliklere hiçbir za­man benzemeyecekleri anlamına gelmiyor tabii. Galileo'yu ve İlk­çağ atomcularını izleyen Descartes için de, biçim ve büyüklük gibi kimi niteliklerin duyumları, bunların kendileriyle bir benzerlik iliş­kisi içindedir. Nesnede bulunan bir şeye benzedikleri öne sürüle- rneyecek olanlar, renk, ses, koku, tat ve dokunun duyumlarıdır.09) Descartes nesneleri geometrik ve niceliksel özellikleri olup devi-

1 7) Descarıes (1988), s.64.

1 8) Descartes, (The World of Treatise on Light) Tlıe Plıilosoplıical Writings of Descartes, I. Cilt, Cottingham, Stoothoff, Murdoch, çev., Cambridge University Press, 1985, s.8 1 ve sonrası.

nebilen varlıklar olarak kavrar; ona göre de, gerçekte nesnelerin biçim, büyüklük, devinim ve bunlardan çıkarsanabilen nitelikleri dışında, algıladıklarımıza benzer bir özellikleri yoktur. Renk, ışık, ses, koku gibi duyumlar dış dünyadan edinilen etkilenimlerdir; an­cak nesnelere ilişkin bu duyumlar, imierde de sözkonusu olduğu gibi, nesnelerin kendilerine benzemeyen şeylerdir.

Nitelik türleri arasındaki ayrımı üç gerekçeye dayandırıyor, Descartes. Bunlardan ilkine göre, renk ve benzeri duyumların zih­nimizdeki imgeleri karışıktır ve biz bu nedenle onların nasıl şeyler olduklarını bile belirgin olarak kavrayamayız.(20) Oysa biçim, de­vinim ve büyüklük, seçiklikle imgeleyebildiğimiz şeylerdir.(21) Descartes burada seçiklik derken, özellikle niceliksel anlamdaki bir ölçülebilirlikten söz ediyor. Biçimlerin ölçülebilir oluşlarına karşılık, renklerin netlikle belirlenip ölçülebilen şeyler olmadıkla­rını öne sürüyor. Tabii, bunu yaparken ölçülebilir olmanın nesnel­lik için yeterli bir koşul olduğu savını da yalnızca varsaymış olu­yor. İkinci olarak, Descartes Galileo'nun aynı amaçla verdiğine benzer bir uslamlama ileri sürüyor.<22) "Bir kılıç gövdemize çar­pınca onu kesiyor. Bunu izleyen acı, kılıcın ya da onun kestiği

olan atomlardan oluşuyor diye saptadı. Ekşi olan, kaba, yüzeyi, tırtıllı, pek çok sivrisi olan eğrisiz atomlardan oluşuyor. Tadı keskin olan şeyler, bu adın içerdiği gibi, kendileri de keskin, sivri kıvrık, ince ve eğrisiz atomlardan meydana geliyor. Yakıcı şeyler yuvarlak, ince, sivri ve kıvrık atomlardan yapılmış. Tuzlu şeyler, sivri büyükçe, dönük, iki yanı eşit atomlardan; acı olan, yuvarlak ve yumuşak olup kırık ve ufak atomlardan; yağlı bir tat veren şeylerse ince, yuvarlak ve küçük atomlardan oluşuyor." 20) Herhangi bir şey, örneğin kırmızıyı düşünmeye çalışalım. Bunun hangi

tonunu, hangi koyuluk derecesini düşüneceğiz; asıl kırmızı bunlardan hangisi; eğer bunların yalnızca biri kırmızıysa, öbürleri kırmızı değil mi; zihnimizde bir tek değil de sonsuz sayıda kırmızı imgesi mi olmak zorun­da? Dolayısıyla açık ve seçik olan bir kırmızı kavramamız olduğu tutarlı olarak savunabileceğimiz bir şey mi?

21)    Descartes (1988) [The Principles of Philosophy ), s.206-7.

22)    Tüy ile gıdıklanma örneği için bkz. Descartes ( 1985), s.82, 84.

gövdenin devinimlerinden -tıpkı renk, ses, koku ya da tatda olduğu gibi- bütünüyle farklı bir şeydir. Acı duyumunun gövdemizin kimi bölümlerinin başka cisimleri değrnesi sonucunda, orada oluşan de- vinirnlerce meydana getirildiğini açıkça görebiliyoruz."(23) Üçüncü bir uslarnlarnası ise şöyle: Biçim, büyüklük ve devinebilirlik gibi nitelikler, birden çok duyu organıyla kavranabilirken, renk gibileri için böyle bir şey söz konusu değildir, diyor.<24) Son iki uslarnlarna daha sonraları Locke tarafından da kullanılacaktır.

Descartes'ın Galileo'yu izleyerek, cisirnlerde nesnel anlam­da renk, koku, ses ve tat gibi nitelikler bulunmadığını öne sürdüğü­nü gördük (25) Ne var ki, Descartes cisirnlerin renkli olduğunu yad­sırken, bunu, böylesi niteliklere hiçbir nesnel boyut bırakmayacak şekilde yapmıyor. Kendinden sonraki filozofları ve özellikle de Locke'u etkileyecek olan özgün bir düşüncesi şu olmuştur: Des- cartes, sözü edilen türdeki nitelikleri, cisirnlerin biçim, büyüklük, konum ve bölümlerindeki devinimterin sinirlerimiz üzerinde çeşitli etkiler oluşturmaya olanak veren kimi eğilimleriyle (disposition) özdeşleştirir.<26) Dolayısıyla, bu yeni anlayışa göre, örneğin bir el­manın kırmızılığından söz ettiğirnde, bir yandan yalnızca bu cis- rnin bende oluşturduğu ve kendisinde ona benzer bir karşılığı ol­mayan bir etki hakkında konuşrnaktayırn. Bir başka açıdansa, el­manın kendinde gerçekte de varolan ve kırmızı duyurnuyla bir benzerliği olmadığı halde, elmanın bende o duyurnu oluşturma ey­lemi olarak anlaşılacak, nesnel bir nitelikten söz etrnekteyirn. Yani renkler de bir anlarnda nesnel olarak nitelikler; ancak nesnel nite­likler olarak, duyurnladığınız renkler gibi değiller.

Burada niyetim Descartes'ın kısmen kendinden önceki fe!-

23)    Descartes (1988), s.205.

24)    Descartes (1988), s.207.

25)    Descartes (1988), s.53.

26)    Descartes ( 1 988). s.206.

sefenin kalıtımı olarak benimsediği ve kısmen de özgün düşünce­leri olarak ortaya attığı bu görüşleri değerlendirmek değil. Bunu başka bir yere saklıyorum. Yazımı, sonraki kimi Yeniçağ düşünür­lerinin bu görüşleri nasıl kullandıklarını özetleyerek bitireceğim.

Locke ile yakın bir arkadaşlığı olan büyük kimyacı Robert Boyle özdeksel nesnelerin temel yapısını açıklarken, yine aynı De- mokritos'çu çerçeve içinde kalmaya özen göstermiştir: Bu bilim adamı, özdek parçacıklarını tanırolarken nedenli küçük olursa ol­sun, her cisimde biçim, büyüklük ve devinebilme olanağının bulun­ması gerektiğini vurgular. Böylesi nitelikler taşımayan bir özdek parçasının varolmayacağını öne sürdükten sonra, tüm öbür nitelik­leri parçacıkların bir araya geliş biçimleriyle açıklamanın mümkün olduğunu belirtir. Bu görüşlerden de esinlenen Locke, nesnelerden hiçbir koşul altında ayrılamayan nitelikleri "birinci! nitelikler" adı altında tanımlamıştır.(27) ikincil niteliklerse, yine onun tanırnma gö­re, "gerçekte, cisimlerin kendilerinde bulunan bir şeyler değil, ci­simlerin birincil nitelikleriyle yani onların oylum, kılık, yapı ve de­vimleriyle bizde renkler, sesler, tadlar vb. gibi duyumlar üreten güç­ler olan niteliklerdir"(28) Burada, Locke ile kendisinden önceki filo­zoflar arasındaki kimi benzerlikleri saptayalım: Tıpkı Descartes gi­bi, o da, algılayan şeyin organ ya da gövdenin bir bölümü değil, an­lığın kendisi olduğunu savunuyor.(29) Yine Descartes'ı izleyerek, yalnızca birincil niteliklerin birden çok duyu organıyla kavranabil- diğini ve yalnızca onların bilimsel anlamda ölçülebilir olduğunu vurguluyor. Locke'un, ayrımı temellendirmek için kullandığı ör- nekler(30) arasında en azından biri, Galileo ve Descartes'ın da kul-

27)    İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Vehbi Hacıkadiroğlu, çev., Ara Yayın­cılık, 1992, s.l09.

28)    A.g.e., s. 109.

29)    A.g.e., s.86.

30)    Bkz. a.g.e., s. lll, 113 (II, viii, 16, 19, 20, 21).

!anmış oldukları türdendir: "...Aynı ateşin, belli uzaklıkta bizde sı­caklık duyumu uyandırırken, daha yakından, büsbütün değişik bir acı duyumu uyandırdığını göz önünde tutan birisinin ateşin kendi­sinde uyandırdığı sıcaklık idesinin edimsel olarak ateşte bulundu­ğunu, buna karşı aynı ateşin aynı yoldan ürettiği acı idesinin ateşte bulunmadığını söyleme hakkını nereden bulduğunu düşünmesi ge- rekir."(31)

Az önce aktardığım ikincil nitelik tanımında gördüğümüz gibi Locke, Descartes'ın özgün olarak ortaya attığı ve renklere nesnel bir varlıksal temel yükleyen "belli bir etkiler oluşturma ey­lemi" düşüncesini, nesnenin (nedense!) "güçleri" olarak belirliyor. Böylece Descartes'daki "eğilim" anlayışını, nesnelerin tüm neden­sel etkinliklerini kapsayacak bir biçimde genelleştirirken, ikincil niteliklerin, cisimdeki güçler olarak, bizde meydana getirdikleri duyurnlara benzemediklerini vurguluyor.<32) Bu açıdan, Locke'un, kendisine düşünsel olarak çok daha yakın bulduğu arkadaşı Boy- le'u değil de Descartes'ı izlemiş oluşu ilginçtir. Çünkü Boyle, nes­nel anlamda yorumlandıklarında, renklerin bir açıdan cismin ken­disinde varolan eğilimler gibi görülebilirken, öte yandan böyle bir eğilimsel nitelikçe dönüştürülmüş olan, yansımtş tşığın kendisiyle de özdeşleştirilebileceğini, hatta böyle bir özdeşleştirmenin daha doğru olacağını öne sürmüştü.(33) Kanımca Locke'un nitelikler ko­nusundaki en önemli katkısı, birincilleri nesne için zorunlu nitelik­ler olarak tanımlarken, renkleri ve öbür ikincilleri bunlardan nesne için zorunlu olmayışlarıyla ayırt etmesidir. Locke Boyle'un özdek parçacıklarını tanımlamakta kullandığı belirlenimleri ters yüz ede­rek, onları nitelikleri tanımlamakta kullanmış oluyor.

Burada özetlemeye çalıştığım tartışmanın, İlkçağ düşünce­sinde saptanan bir felsefe sorunu olarak, kimi niteliklerin duyumu-

31)   A.g.e., s. I I I.

32)    A.g.e., s.I I 1-115.

33)    Robert Boyle, Works, 2. Cilt, Londra, I 744, s.6-7.

nun, algı koşullarındaki farklılıklara göreceli bir biçimde değiştiği gözleminden kaynaklandığını ve niteliklerin türce ikiye ayrılmaları sonucuna götürdüğünü hep birlikte izledik. Tartışmanın Modern düşünce açısından noktalanışıysa, Berkeley'in felsefesi içinde ol­muştur. Berkeley, Locke'un ortaya attığı gerekçelere dayanarak, ikincil niteliklerin öznel olduklarının öne sürülmesi durumunda, bunların birincillerden hem ayırt edilemeyen hem de ayrılamayan şeyler olmaları dolayısıyla, aynı gerekçeler uyarınca birincillerin de öznel sayılması zorunda kalınacağı görüşünü savunmuştur.(34l Bir başka deyişle o, Demokritos 'tan kalıt olan ayrımı yıkmış, tüm nitelikleri öznelleştirmiştir. Burada, bu oldukça ilginç uslam­lamaların ayrıntılarına inecek yerim yok, ama şu kadarını söy­leyebilirim: İlk bakışta çok güçlü oldukları izlenimini vermelerine karşın, Berkeley'in uslamlamaları geçerli değildir. Yine de, söz konusu uslamlamalar, bu filozofun yaşadığı çağdan (yani 18. yy'ın başlarından) yüzyılımızın ikinci yarısına değin, felsefe içinde renk­lerin doğmasına ve birineil-ikincil nitelik ayrımına ilişkin tartış­maların ciddi bir biçimde gündeme getirilmelerini engelleyecek kadar kalıcı bir etki yapmayı başarmıştır. Belki daha da ilginç olan şey, tüm bu tartışmanın tam ortasında oluşlarına karşın, Berkeley sonrasındaki Yeniçağ bilim adamlarının, aynı ayrımı, bu filozofu yanıtlamadan ve sessizce (adeta dogmacı) bir biçimde varsayınayı yeğleyişleridir. Descartes'ın kurucuları arasında olduğu modern doğa bilimi, dünyayı betimlerken cisimlerin ikincil niteliklerine değinmez.(35)

34)  Nitelik türlerinin ayırt edilemezlikleri ve birbirlerinden ayrılamayan şey­ler oluşlarına ilişkin uslamlamalar için bkz. Hylas ile Philonous Arasmda Üç Konuşma, K. Sahir Sel, çev., İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1984, s.32-42.

35)  Bu yazıyı yazarken, Peter Hacker'in Appearence and Reality (Basil Blackwell, 1987) başlıklı kitabından da yararlandım. Yine bu yazı, 8 Kasım 1996'da Türkiye Felsefe Kurumu'nun düzenlediği "400. Doğum Yılında Descarıes ve Türkiye'de Descartes" seminerinde bildiri olarak sunulmuştur.

USÇULUK

(1986)

Usçuluk, modern felsefenin bir genel niteliği olan ussallık ile karıştırılmamalıdır. Ussallık belirli bir dönem düşüncesinin yaygın bir özelliğiyken, usçuluk -en azından Modern Çağ usçulu­ğu- aynı dönem içinde filizlenen felsefe okullarından biridir. Bu açıdan usçuluğun rakibi olan deneyci okul da en az usçuluk ölçü­sünde ussallığı temel alır.

Usçuluk modern düşüncede deneyeiliğin karşıtı savları or­taya atan felsefe okulu olarak önem taşır. Bu iki okul arasındaki ayrım ve tartışma 17. ve 18. yüzyıllarda yer alan düşünce evrimini biçimlendirmiştir. Usçuluk ve deneyeilik arasındaki karşıtlık bil­ginin kaynağı üzerinedir. Deneyeilik insan anlığındaki bütün bil­ginin deneyden, ya da duyumdan kaynaklandığını öne sürer. De­ney dışında başka bir bilgi kaynağı bulunduğunu öne sürmek de­neyciliği yadsımaktır. Örneğin Bacon, tüm bilginin deneyden gel­diğini, ancak kimi dinsel bilginin ve özellikle Tanrı bilgisinin içe- doğuştan kaynaklandığını düşündüğü için, tam anlamıyla deneyci sayılmaz. Usçuluk ise, en az kimi bilgilerimizin ustan kaynaklan- dığmı savunur. Başlangıçta daha katı olan bu tutum iki yüz yıl içinde yumuşamıştır. Örneğin modern usçuluğun kurucusu olan Descartes güvenilir bilgi niteliği taşıyan hiçbir inancın deneyden gelemeyeceğini öne sürerken, Kant bilginin deneyle başladığını kabul eder; ancak kimi bilgilerin doğruluğunu deneyden bağımsız olarak saptayabileceğimizi düşünür. Bir tek öneernenin bile doğru­luğunun deneyden bağımsız olarak saptanabileceğini söylemek deneyeilikle bağdaşmadığına göre, Kant da, yumuşak anlamda bir usçudur.

Usçuluk'un Gerekçesi

Kimi bilgilerimizin -bunların bilgimizin bütününe oranı ne olursa olsun- ustan, anlıktan kaynaklandığını öne sürmenin gerek­çesi nedir? Usçuluk herşeyden önce Hıristiyan Tanrıbilimi'nin be­nimsediği bir öğretidir... Dolayısıyla Skolastik felsefe yoluyla Mo­dern Çağ'a iletilmiş bir felsefe savı olarak, usun deneyden bağım­sız bir biçimde bilgi ürettiği düşüncesi, 17. yüzyılda geniş onay gören bir apaçık doğru konumundaydı. Hıristiyanlık, usçuluğu yi­ne Platon'daki tinin ölmezliği temasından almıştır. Platon'a göre, tin bilgiyi algıyla edinmez, ancak eski yaşamında edindiklerini anımsar.

Descartes'ın modern düşünce içinde felsefesini usçu bir te­mele oturtmasının ana nedeni, din çevreleriyle iyi geçinmek, ya da aklından bir türlü çıkaramadığı bir skolastik önyargı değildi. Des- cartes, usçuluğu, kuşkucu uslamlamaları keyfi olmayan bir yön­temle sınırlamak çabası içinde benimsernek durumunda kalmıştır. Gassendi gibi, kuşkuyu herhangi bir aşamada, ağırlıklı bir mantık­sal gerekçe göstermeksizin, önemsiz sayarak, bilginin bir ölçüde kuşkulu önermeler üzerine de kurulabileceğini söylemek, keyfi, ya da tutarsız bir tutum ise, kuşkuyu gidebildiği yere dek götürmeli­dir. Oysa, kuşkucu uslamlamalar deneyin bilgi verdiği savını çü­rütmektedir. Dolayısıyla kuşkucu uslamlamaların gücünü onayla­yan Descartes için şöyle bir seçim söz konusudur: (a) Ya bilginin tek kaynağının deney olduğunu onayiayacak ve böylece güvenilir bilgi diye bir şey bulunmadığını kabul etmek durumunda kalacak, (b) ya da güvenilir bilginin olanaklı olduğunu, dolayısıyla da ger­çek bilginin deneyden kaynaklanmadığını ileri sürecektir. Kuşku­culuğa, onu bir yöntem olarak kullanmak dışında değer vermeyen Descartes (a)'yı seçemezdi. Çünkü (a), kuşkuculuğun sonuçlarını en karamsar bir uca değin onaylamaktır. Bilginin olanaksızlığı Pyrrhon'un kendi vardığı sonuçtur. Montaigne de, bu onaylanırsa,

imana sarılmaktan başka çare kalmayacağını vurgulamıştır. Deney­sel bilginin olanaklılığını savunmak için ya Gassendi'nin yolunu seçmek ya da kuşkucu uslamlamayı kısıtlayıcı yeni bir yöntem bulmak gerekiyordu. Descartes böyle bir yöntem aramak yerine, (b)'yi benimsemiştir. Bu yöntemi saptamaya çalışacak olan filozof Locke'dur.

Descartes'ın kuşkuyu ancak düşünen bir varlık olarak "ben"de durdurduğuna değinilmişti. Bu anlamdaki "ben", anlık ve anlığın bir yetisi olarak ustur. Descartes' ın seçimine göre de­ney güvenilir anlamda bilgi üretemiyorsa bu bilgiyi anlık ya da us nasıl üretmektedir? 17. yüzyıl filozofları matematiğe derin bir hayranlık beslemişlerdir. Doğa bilimlerindeki ilerlemelerde önemli bir payı olan matematiğin örneklendirdiği tümdengelim, ya da çıkarımı, felsefeye uygulayarak bilirnde kazanılan başarıyı orada da yinelerneyi ummuşlardır. Bilim temele aldığı doğru önermelerden başka bilgileri nasıl çıkarsıyorsa, felsefe de dizge­sinin temeline koyacağı apaçık doğrulardan bilgi üretmeli, yeni doğrular çıkarsamalıydı. Usçu için böylece elde edilecek, güveni­lir bir bilgi yapısı olur; çünkü doğruluğu kesin önermelerden tüm­dengelimle çıkarsanacak önermelerin doğruluğu yine kesin ola­caktır. Apaçık doğru önermeler yalnızca kendilerinden bilgi çı­karsamada kullanılmazlar. Algıdan gelen ve dış dünya üzerine güvenilmez bir bilişi veren ideleri ve inançları güvenilir duruma sokmaya da yararlar. Usun bilgi ürettiği, apaçık doğru önermeler­den yeni bilgiler çıkarsadığı anlamında alınırsa, bu apaçık doğru­ları usun nereden ürettiği, nereden bulduğu sorusu doğacaktır. Descartes bu soruyu, apaçık doğruların doğuştan ideler, doğuştan düşünceler olduklarını öne sürerek yanıtlar. Bu önermeler Tan- rı'ca insan anlığına doğuştan önce yerleştirilmiştir ve insan bun­lar anlığında olarak doğar. Ben'in varlığının bilgisi de böyle bir doğuştan bilgidir.

Doğuştan Bilgiler Üzerine Tartışma

17.    yüzyıl usçularına bu konuda sorulan soruların başında, nasıl olup da küçük çocukların, anlıklarında taşıdıkları bu temel doğruların farkında olmadıkları, gelir. Örneğin bir küçük çocuk ateşi de dumanı da tanır; hatta karşısında gördüğü dumanın ateşten "çıktığını" da söyleyebilir. Oysa küçük çocuklar hiçbir zaman "Her olayın bir nedeni vardır" gibi filozofça genellemeler yapmaz­lar. Böyle bir önermenin farkında bile değillerdir. "Dumana ateş neden olur" önermesinin "Her olayın bir nedeni vardır" apaçık doğru önermesinden çıkarsandığını öne süren usçu bunu nasıl açıklayacaktır? Usçunun yanıtı, doğuştan düşüncelerin başlangıçta bilinç altında kaldıkları, bunların "uyur" ya da "örtük" durumda olduklarıdır. Küçük çocukların bildikleri bu temel doğruların far­kında olmamaları bundandır. Doğuştan ideleri bilince çıkaran, on­ları uyaran, algıdır. Doğadaki nedensel ilişkileri gözlemledikçe, her olayın bir nedeni olduğu düşüncesi anlığımızda giderek daha belirginleşir. Gerçekte algının kendisinde, örneğin, ateş ile duman arasında bir ilişki görünmez. Algıda görünen, bu ikisinin birarada- lığıdır. Ateş ile dumanın nedensel olarak ilişkili olduğunu anlık kavrar. Her olayın bir nedeni olduğu temel doğruluğuna dayana­rak, birarada algılanan bu olayların bir neden ve bir etki oldukları­nı saptar. Algının eksinliği doğuştan bilgiler ve usça, işte bu yolla giderilir.

Doğuştan düşünceler savını ilk eleştİren filozoflardan biri Gassendi'dir. Ancak, ilk kapsamlı ve etkili eleştirel uslamlamalar, Descartes'dan derinine etkitenmiş ve yine usçu sayılabilecek bir fi­lozof olan Malebranche'dan (1638-1715) gelmiştir. Bu düşünürün doğuştan düşüncelere karşı çıkışının nedeni Gassendi gibi deneye önem vermesi değildi. Tersine, Malebranche Descartes'ın felsefe­sini Platoncu bir yorumla öznel usçuluktan nesnel bir usçuluğa dö­nüştürmüştür. Onun amacı, insanın herşeyi Tanrı'da gördüğünü ka-

nıtlamaktır. Apaçık doğruların her insanda aynı olmasının nedeni, her insanın Tanrı'daki aynı doğruyu görüyor olmasıdır. Çinliier'in Avrupalılar'la aynı matematiği geliştirmiş olmaları bundandır. Ay­rıca, Tanrı'nın her insanın aniığına kimi temel doğrular koyması yerine, öncelikle kendi anlığındaki bu doğruları insaniara gösteri­yor olması daha ekonomiktir. Bütün ideier, düşünceler Tanrısal an­lıktadır. İdeler, Tanrı ve insan tİnleri dışında bir varlık bilinemez. Özellikle fiziksel bir dış dünya gerçekte varsa bile, bilinebilir de­ğildir. Çünkü insan bu dünyayı hiçbir zaman aigıiamaz. Algıladığı, Tanrı anlı^ındaki idelerden başka bir şey değildir. Descartes'ınkine göre çok daha bağnaz ve Orta Çağ yaklaşımiarına yakın bulunabi- iecek bu feisefeyi kurarken, Maiebranche, büyük etki yapan pek çok yeni düşünce de ortaya atmış ve güçlü usiamiamaiar geliştir­miştir. İdelerin gerçek variıklar olduklarını saptarlıktan sonra bun­ların dış dünyadan geiemeyeceklerini ve insan aniığında yaratıla- mayacakiarını kanıtlamaya çalışır. Sonra da ideierin insan anlığın­da doğuştan bulunamayacağını gösterıneyi amaçlayan usiamlama- lar kurar. Malebranche, uslamiamalarından birinde, eğer anlıkta doğuştan düşünceler varsa bunların sonsuz sayıda olmaları gereke­ceğini vurgular. Örneğin, aniığın düşünebiieceği değişik geometri biçimleri sonsuzken, üçgen gibi bir tek biçimi de değişik boyut ve açılarla sonsuz ayrİ biçimlerde düşünebiliyoruz. Sonsuzluk içinde sonsuz sayıda doğuştan düşünce onaylanamaz.

Locke ve Doğuştan Bilgi

Doğuştan düşünceler savının onayianması deneyciliği ola­naksız bırakacaktır. Bu nedenle deneyeiliğin kurucusu olan Locke, felsefesine bu savı yadsımakia başlar. Onun karşı çıktıklarının ba­şında, kimi ide ya da düşüncelerin insaniarda evrensel, yani genel olarak benimsenmiş olmalarının bu düşüncelerin doğuştan olduk- iarını gösterdiği görüşü gelir. Kimi düşüncelerin her insanda bu-

lunmasının bunların doğuştan olmalarına kanıt sayılarnayacağını vurgular. Söz konusu evrensellik başka nedenlere de bağlanabilir. Kaldı ki evrensel olduğu öne sürülen pek çok düşünce gerçekte böyle değildir. Örneğin evrensel sayılan "özdeşlik" ya da "Tanrı" gibi ideler üzerinde genel bir görüş birliği bulunarnaz. Ahlak ku­ralları ise toplumuna ve zamanına göre değişiklik gösterir. Çocuk­lar, eğitilmemiş kişiler ya da vahşiler apaçık doğrulardan bütünüy­le habersizdir. Eğer bu düşüncelerin anlıkta bilinç dışı olarak da bulunabilecekleri söylenecek olursa, bunların doğuştan olup olma­dıklarını saptamak olanaksızlaştırılrnış olacaktır. Evet, doğrulu­, ğundan kuşku duyrnadığırnız kimi önerrneler vardır. Ancak bunla­rın doğuştan olduklarını ileri sürmek ve onları Tanrısal kaynağa bağlamak, dogrnacılığa yolaçrnaktır: Bunun sonucunda bu öner- ınelere bir dokunulrnazlık, bir sorgulanrnazlık verilmiş olur. Oysa, kimse "Var olan vardır" ya da "Aynı nesne aynı zamanda değişik yerlerde bulunarnaz" gibi önennelerden yeni bilgiler çıkarsayarna- rnıştır. Yeni bilgi deneyden gelir ve bunun en iyi kanıtı Newton'un çalışrnalarıdır, der.

Bu eleştiriyi yaparken Locke'un doğru varsaydığı iki sav bulunmaktadır. Bu savları görelim: Düşünceler ya da ideler için "kaynağı anlıkta olmak" dile getirişinden iki değişik anlam çıkarı- lablir: Ya kaynağın doğuşta anlık içeriğinde bulunan bir önerrne olduğu, ya da eldeki düşüncenin doğru olduğunun deneye gerek olmadan, salt anlık yetileriyle bulunabilrnesi. Locke'un varsaydığı ilk sav, Descartes ve Skolastiklerin kaynağı anlıkta olan bilgi ya da düşünceden, önceki yorumu anladıkları, yani bilgilerin doğuşta an­lıkta bulunan kimi düşüncelerden geldiği, ya da, çıkarsandığını öne sürdükleridir. Locke'un yaptığı ikinci varsayım ise, anlığı içine ideler ve düşünceleri alan, onları orada tutan bir ortam, bir çeşit "kap" olarak değerlendirrnektir. Ona göre Descartes ve Skolastik­ler, doğuşta, deney öncesi düşüncelerin anlık içinde, tıpkı bir kap

içindeymiş gibi durduklarını ileri sürmektedirler. Locke kendinden önceki bu filozoflarla ilgili olarak her iki varsayımda da haklıdır. Ancak, ilginç olan, Locke'un da, bu varsayımiara almaşık yorum­lar olabileceğini görmemesi, kendinin de anlığı ve doğuştanlığı ay­nen eskiler gibi kavramasıdır. Dolayısıyla tıpkı Descartes gibi Loc- ke da, anlığı, işlevi ideleri taşımak ve içinde tutmak için, bu ideleri karşılaştırıp birleştirmek ötesinde bir etkinliği olmayan bir ortam biçiminde görür. Anlık ideleri temelde ne yaratabilir ne de değişti­rebilir. Ancak onları yeniden örgütler.

Leibniz'in Önselliği Savonusu

Leibniz (1646-1716) Locke'a karşı usçuluğu savunurken, kimi idelerin kaynağının anlıkta olması görüşünü, bu iki varsayımı değiştirerek onaylanabilir duruma getirmeye çalışmıştır. Böylece, deneyci ve usçuların birlikte beniınseyebilecekleri bir ortak nokta bulmayı amaçlar. Leibniz'e göre "kaynağı anlıkta" olmak anlık içinde kimi doğuştan düşüncelerin bulundurulması değil, bilgi de­ğerindeki kimi önermelcrin doğruluklarının deneye başvurmak ge­rekmeden, anlığın kendi yetilerince bulunabilir olmasıdır. Locke'a uyarak bilginin deneyle başladığı ve doğuşta anlığın boş olduğu da onaylanabilir. Ancak anlık içerikleri deney kökenli olsa da, anlığın kendisi bunun dışında tutulmalıdır; çünkü o, deney öncesidir. Aniı- ğın doğasına gelince, bunu Locke'un varsayımından farklı yorum­layarak yine deneyci savı onaylamak olanaklıdır. Doğuşta anlık deneycilerin öne sürdükleri gibi boştur; henüz ide olarak bir içeri­ğe sahip değildir. Ancak anlık edilgen bir ideler kabı değil kendi derinliği ve yetileri olan bir ortamdır, anlık ideler üzerinde etkin­dir. Onun yetileri evrenin ussal düzeni doğrultusunda işler ve de­ney girdilerini bu düzen doğrultusunda ussallaştırır. Aynı yetiler kimi önermelerin doğru olduğunu deneye başvurmak gereği olma­dan saptamaya olanak verir. Kant'ın kategorilerini ve sentetik a

priori kavramını hazırlayan bu düşünceler, usçuluğun Descartes 'ta- ki daha katı yorumundan Kanı aşamasındaki yumuşak yorumuna doğru geliştirilmesinde önemli bir katkı yapmıştır.

Töz Sorunu

18.    yüzyıl felsefesin..: Descartes'tan kalan en önemli sorun­lardan biri de onun töz üzerine açtığı tartışmadır. Varlık konusunu kesin bir ikincilikle yorumlayan De;;cartes'ın, böylece birbirinden tam olarak bağımsız yaptığı varlık türlerinin karşılıklı nedensel et­kileşimde bulunduklarını söylemesi, kendisini izleyen usçularca bir tutarsızlık olarak görülmüştür. İki varlık türü birbirinden tam olarak bağımsıısa birbirini nedensel olarak da etkileyememelidir. Çünkü, demiştir 17. yüzyıl usçu fılozofu, neden ile etkisinin bir or­tak yanı olmalıdır. Ona göre, hiçbir ortak yanı olmayan iki olay arasında nedensel ilişki de düşünülemez. Ayrıca etkileşirncilik Descartes'ın kendi benimsediği fizik bilimiyle de tutarsızdır. Çün­kü bu bilime göre fiziksel evrendeki devim niceliği değişmezdir. Aynı devim niceliği dizge içinde mekanik etkileşimlerle nesneden nesneye aktanlmaktadır. Oysa, anlık ile gövde arasında bir neden­sel etkileşimi onaylamak, mekanik etkiler yerine anlıksal etkilerle başlayan gövde devimlerini de gündeme getireceğinden, fiziksel evrendeki devinim niceliğini artıracaktır. Bu her iki karşı çıkış da, Hum e 'un nedenselliği çözümlemesinden sonra geçerliğini yitir­miştir. Oysa 17. yüzyılda bu eleştiriler Descartes'ın etkileşirnci iki­ciliğini tutarsız gösteriyordu. Usçular arasında, töz sorununda Des- cartes'a karşı en köktenci tutumu savunan filozof Spinoza olmuş­tur.

Spinoza

Spinoza (1632-1677) ikiciliği yadsımıştır. Bu amaçla şöyle bir uslamlama kullanır: Eğer Descartes kendi verdiği töz tanımını

tutarlı olarak irdeleseydi tözün birden çok olamayacağını görürdü. Töz, Descartes'in tanımında, kendi başına ve başka herşeyden ba­ğımsız olarak varolandır. Spinoza'ya göre de bu bir apaçık doğru­dur ve kabul edilmesi zorunlu olan bir tanımdır. Ancak bu tanım Descartes'ın düşündüklerinden farklı sonuçlar içermektedir. Çünkü töz saltık anlamda bağımsızca sonsuz olmalıdır. Sonlu olan hiçbir şeyin saltık anlamda bağımsız olmasına olanak yoktur. Sonlu ol­mak, sınırlı olmak olduğuna göre, sınırlı olan her şey nasıl sınırın ötesinde kalana bağımlıysa, sonlu olan da kendi dışında kalana ba­ğımlıdır. Bu bağımlılık, en azından, dışında kalanın kendi yerini almaması veya sonsuz olmaması anlamındadır. Demek ki tözün ta­nımladığı gibi olması için, sınırsız ve sonsuz olması gerekir. An­cak eğer töz sonsuzsa bir tek töz var olabilir. Eğer birden çok töz olsaydı bunlar birbirlerini sınırlarıardı ve hiçbiri de ne sonsuz ne de bağımsız olamazdı. Töz, tek ve sonsuzsa varlığının nedeni de kendi kendinden başka bir şey olamaz. Çünkü bir nedeni olsaydı, varlığı için ona bağımlı olmuş olurdu. Spinoza şu sonuca varıyor: Eğer töz bağımsız, sonsuz ve kendi kendine varolan ise, töz aynı zamanda hem doğa hem de Tanrı'dır; bunlarla özdeştir. Bu da de­mektir ki Tanrı ile Doğa da özdeştir. Görülen, bilinen herşey bu bir tek tözün değişik yansıları, kiplikleridir. Descartes hem fiziksel ev­reni tinsel olandan ayırırken, hem de bunların Tanrı'dan geldikleri­ni söylerken, yanılmıştır. Ne tin ne de doğa Tanrı'dan gelmez; bun­lar Tanrı ile özdeştir. Böylece Descartes'ın yaradancılığı, Spinoza için Bruno'nunkine benzer bir tümtanrıcılık olarak değişir. Desear- tes fiziksel tözün özniteliğini uzam, tinsel tözünkini ise düşünce olarak belirlerken, Spinoza'nın görüşüne göre, bu özellikler tek tö­zün sonsuz özniteliklerinden bizce anlaşılır olan yalnızca ikisidir. Nerede uzam varsa, orada aynı tözün başka bir niteliği olan düşün­ce de vardır. Nesneler ve tinler olarak bildiklerimiz tözün kiplikle­rinden başka bir şey değildir.

Bu kurarn bağlamında insanı açıklamak Spinoza için sorun değildir. İnsan Descartes'ın sandığı gibi bileşik bir yaratık değildir. O, tözün bir kipliği olarak, öbür öznitelikleri yanısıra, uzam ve dü­şünceye de sahiptir. Dolayısıyla, iki ayrı tözün bileşimi sözkonusu olmadığına göre, etkileşim de sözkonusu değildir. Anlık da, gövde de, aynı şeyin değişik görünümleridir. Spinoza'nın bu tümtanrıcılı- ğı büyük bir tepki görmüş, kendisi tanrıtanımazlıkla suçlanarak Yahudilik'ten çıkarılmıştır. Aynı yıllarda (1663) Katolik kilisesi de Descartes'ın yapıtlarını yasak kitaplar listesine almıştı. Bu yine de daha henüz yeni rahip olmuş Malebranche'ın 1664'te Descartes'ın yapıtiarına rastlayıp birkaç yıl kendini bunları incelemeye verme­sini önleyememiştir. Sonunda, Modern Çağ usçuluğunu Hıristiyan­lık ile bağdaştırmak çabasındaki Malebranche'ın yapıtları da Kili- se'nin çıkardığı yasak listesine girmiştir.

Aranedeneilik ve Malebranche

Malebranche, Descartes' ın etkisi altında, özdeksel bir dış dünyanın varlığını yadsımaz. Descartes'a göre özdeksel cisimler devimi yoktan başlatamaz. Mekanik yasalarla kendilerine geçen devimi yine aynı yasalara göre başka cisimlere aktarırlar. Başka bir deyişle cisimler, başka cisimlerin devinmesine, onlara çarparak ne­den olabilirken, saltık anlamda etkin varlıklar sayılamazlar. Maleb- ranche bu düşünceyi tutarlılığını bozmadan, daha bir noktaya götürür. Ona göre özdeksel cisimler saltık anlamda edilgindir. De­vimi, çarparak, başka cisimlere aktarmaları da sözkonusu olamaz. Üstelik yalnızca özdeksel/fiziksel töz değil, aynı zamanda tinler de edilgindir. Evrendeki tek etkin varlık Tanrı'dır. Bundan ötürü de nesneleri devindiren, yalnızca Tanrısal istençtir. Tanrı evrendeki tüm değişimi tek başına yönlendirirken belirli bir ekonomi amacıy­la kimi yasalar koymuştur. Evreni devindirişini düzenlemek için koyduğu bu yasalara bağlı kalması için bir zorunluk bulunmaması-

na karşın, bunlara kendi de uyar ve onları tek başına uygular. Ne­dense! ilişki içindeymiş gibi görünen iki nesne sözkonusu oldu­ğunda, gerçekte bunlardan biri öbürünün devimine neden olmaz, yalnızca, Tanrı'nın kendi koyduğu yasalar uyarınca onun bu ikinci nesneyi devindirmesine "vesile" olur; buna ortam hazırlar. İkinci­nin devimine neden olmuş gibi görünen nesne, gerçekte yalnızca bir "araneden"dir. Devimin gerçek nedeni Tanrı'dır.

Bu durum anlık ile gövde arasında gözlemlendiği öne sürü­len nedensel ilişki için de geçerlidir. Gerçekte ne anlık gövdede ne de gövde anlıkta bir etki oluşturamaz. Hem gövde hem anlık, etki yapıyormuş gibi göründükleri yerlerde birer "araneden"den başka bir şey değildirler. Eğer anlık, gövdesinde oluşan devimin gerçek nedeni olsaydı, bu devimi nasıl oluşturduğunu bitirdi. Oysa, insan­lar, yaptıkları eylemleri nasıl gerçekleştirdiklerini bilmek bir yana, bu eylemleri, çoğu kez kendiliğinden, otomatik bir biçimde yapar­lar. Demek ki, belirli bir eylemde bulunmayı istemek, o eylemin ortaya çıkmasına "vesile" olmaktan öte bir etkinlik taşımaz. Eyle­min gerçek nedeni, etkinliğini kendi yasalarına göre düzenleyen Tanrı'dır. Buna benzer olarak nesneler de Tanrı'nın anlığı etkile­mesine "araneden" olurlar.

Geulinex

Malebranche'ın bu açıklamasına "aranedencilik" denmiştir. Aranedenci açıklama, onun genel felsefe dizgesinin bir parçası, doğal sonucudur. Ancak Malebranche gövde-anlık ilişkisine uygu­lanışı açısından aranedenciliği kurarken Geulinex'ten (1624-1669) önemli ölçüde etkilenmiştir. "Bir şeyi yapabilmek için önce onun nasıl yapılabildiğini bilmek gerekir" ilkesini Geulinex ortaya atmış ve gövde ile antığın gerçekte birbirlerini etkilemediklerini, etkinin Tanrı'dan geldiğini, bu ilkeden ilk olarak çıkarsamıştır. İki saat dü­şünelim, der. Bunlardan biri zamanı gösterirken, öbürü de akrep ve

yelkovanı sökülmüş olarak, yalnızca saat başlarında gong çalsın. Bu iki saate bakarak birinin gong çalmasına öbürünün neden oldu­ğu düşünülebilir. Çünkü bu durumda da, nedensel ilişkilerde bu­lunduğu öne sürülen bütün düzenlilik vardır. Oysa gerçekte, bu iki saat birbiri üzerinde etkili olmak yerine, önden, eleştirilerek kurul­muştur. Geulinex'e göre anlık ve gövde, tıpkı bu saatler gibi Tan- rı'nın baştan koyduğu ve sonra kendisinin de uyduğu yasalara göre değişim geçirirler. Anlıksal olaylar ancak başka anlıksal olaylara neden olabilir. Tanrı istencimizi özgür bırakmıştır. Fakat O, isten­cimizin nasıl yöneleceğini önden bilir. Tanrı, bu bilgiyle olayiann meydana geliş sırasını belirli yasalara bağlamıştır. İşte bu yasalara uyarak gelişen olaylar, saat örneğinde olduğu gibi gövde ile anlık arasında bir nedensel etkileşim varmış izlenimini bırakırlar. Ancak Geulinex, bu "olayların yasalar uyarınca gelişiminden" Tann'nın anlıksal ve özdeksel evrenleri önden kurup, yasalara göre işlemele­rini kendilerine bıraktığını kastetmez. Ona göre, Tanrı etkin olarak olayları bu yasalara göre geliştirir. Olayları yasalara göre o sıralar; yani gerçek neden yine O'dur. Geulinex'teki Tanrısal yasalar, daha çok anlıksal ve fiziksel dünyalardaki olayların koşut biçimde za­man içinde sıralanışiarını düzenler. Malebranche'dakiler ise, bu bağlamda, Tanrı'nın aranedenlerin ortaya çıkışıyla etkin bir biçim­de neden oluşunu düzenler. Yani Geulinex'taki yasalar, tözlerin alanları içinde ve birbirleriyle koşut olayları düzenlerken Maleb- ranche'ınkiler tözler arası etkileşimleri düzenler. Her iki düşünüre göre de, Tanrı yasaları koymak yanısıra olayları etkin biçimde on­lara uydurur. Etkin neden O'dur.

Aranedeneilik bir tür koşutçuluktur. Koşutçuluk, tözler ara­sında etkileşim olmadığını ve olayların her töz alanında, öbürüne koşut olarak geliştiğini öne süren kuramdır. Leibriiz, Geulinex 'ın saat örneğinden esinlenerek aranedenci olmayan bir koşutçuluk geliştirir; Tanrı 'yı anlık-Gövde eşleşmelerine doğrudan karı ştır-

maz. Ona göre, anlık ve gövde, doğaları gereği varlık ve devimieri koşut bir biçimde sürdürürler. Tanrı başlangıçtan, onların doğaları­nı uyumlu olarak yaratmıştır. Anlık ile gövde arasındaki koşutluk bu önden kurulmuş uyum nedeniyledir, iki töz bu uyumu sürdüre­rek Tanrı'nın istencini yerine getirmektedirler.

Öznel idealist Eğilimler

Foucher (1644-1696) koşutçuluğun her biçimine karşı çık­mıştır. Tanrı'yı bir felsefe ilkesi, bir açıklama aracı olarak kullan­mayı yanlış bulur. Descartes'ın kurduğu ikicilik ve gözlemlenen anlık-gövde etkileşimi birarada tutarsız ilkelerdir. Ancak, çağdaş­larının iki töz arasındaki etkileşimi "varmış gibi görünüyor" olarak açıklamalarını, derin bir yanılgı olarak yorumlar. Sorunu yaratan tutarsızlığı gidermek için yapılması gereken, ikici görüşten vazge­çilmesi, bunun içinse fiziksel/özdeksel tözün yadsınmasıdır. Töz iki değil, tektir ve bu da anlıktır. Uzam nesnelerin özniteliği değil­dir. Leibniz bunu öne sürerken haklıdır; ancak fiziksel nesne kav­ramını düşünce dizgesinden bütünüyle çıkarınamakla önemli bir yanılgıya düşmektedir. Foucher Descartes dizgesini temele alarak bu dizgedeki fiziksel/özdeksel tözü yadsımakla geriye varlık ola­rak yalnızca anlık ve onun içeriklerini bırakmaktadır. Bu 18. yüz­yılda Berkeley'in dizgeleştireceği öznel idealizm yönünde modern düşüncede atılan ilk önemli adımdır.

Berkeley'in idealizmine esin kaynağı olan bir başka 17. yüzyıl ayrımı etkinlik-edilginlik arasındakidir. Descartes'ta tözle­rin karşılıklı bağımsızlığını temeliendiren uzam-düşünce nitelikle­ri, giderek yerlerini etkinlik açısından değerlendirmelere bırakmış­tır.

Cudworth (1617-1688) fiziksel nesneleri, devimi kendilikle­rinden başlatmamalarından ötürü "edilgin", tin ya da anlığı ise "et­kin" olarak niteler. Ona göre tek etkinlik odağı tindir. Malebranche

etkinliği sıradan tİnlerden de alarak Tanrısal tinde toplar. Uzarnın özdeğe bir öznitelik olduğu öğretisi de Foucher ve Leibniz gibi başka düşünürlerce de eleştirilmiştir. Ancak, Berkeley'deki öznel idealizmi hazırlayanlar arasında bulunan Henry More (16ı 4-ı 687) uzamı bütün tözlerin, yani töz olmanın bir özniteliği yapar. tini ya da anlığı özdekten ayıran, ona göre de, tinin etkin oluşudur. Özde- ğin devinime başlaması, onu bir tinin devindirmesine bağlıdır. An­cak tinin bir nesneyi devindirebilmesi, onun nesnenin bulunduğu yerde bulunabilmesine bağlıdır. Bu ise, tinin de uzayda yeralması, yani uzamı olmasını gerektirir. Tinler nesnelerin içine girerek onla­rı hem devindirir, hem de onları oluşturan parçacıkları (monadları) birarada tutarlar. Bu görüşlerin mantıksal sonucu olarak, More, rnekanizınİ yadsımıştır. Mekanİst açıklama, kimi nesnelerde devi­nimin kendiliğinden başlamasanı ve yerçekimi olayını açıklaya- maz. Bu konuları yine de rnekanizrole açıklamaya çalışmak, tinin ve dolayısıyla Tanrı'nın yetisini elinden almak olup, More'a göre, tanrıtanımazlığa yol açar. Bu düşünür, mekanizme karşı çıkışı ve devinimi tinsel odaklara bağlayışıyla Leibniz'i de hazırlayanlar arasındadır.

Leibniz

Leibniz (1646-1 7ı6) felsefesi içinde rnekanizınİ yıkmıştır. Ancak, onunki Ortaçağ açıklamalarına bir geri dönüş de değildir. Yaptığı, mekanizm ile erekseki açıklama arasında bir tür uzlaşım, bir kurgusal bireşim denemesidir. Bu kurgusal dizgeyi kurarken, pek çok yeni ve özgün düşünceler üretmiş, kendinden sonraki fel­sefe üzerinde etkili olmuştur. Leibniz, mekanizme karşı, bu yakla­şımın açıklayamadığı olgunun gözleminden yola çıkar. ikici töz kuramı için de temel sorunu oluşturan bu gözlem, eylem ile ilgili­dir. Eylem fiziksel gövdenin devime geçmesi olduğuna göre, bu­nun nedeninin ne olduğu, etkileşirncilik ve koşutçu görüşler ara-

sındaki tartışmayı başlatmıştı. Ancak eylemin nedeni ister tinsel etkinlik, ister Tanrı ya da ister önden kurulu bir işleyiş uyumu ol­sun, kesin olan. mekanik bir açıklamayı kabul etmediğidir. Birinin kolu kendiliğinden kalktığı ölçüde eylem sayılabilir. Kol ona bir şey çarptığı için devime geçtiğinde ise, bunu zaten eylem sayma­yız. Leibniz şöyle der: Descartes'taki rnekanizmin gerektirdiği ve fiziksel evren içindeki toplam devinim niceliğinin korunması ilkesi açıkça yanlıştır. Çünkü, pek çok cisim devinimi başka cisimlere aktarmadan duraganlığa geçtiği gibi, başka bir cismin çarpması ge­rekmeden devime geçen pek çok cisim de gözlemlenebilir. Meka­nizmin açıklayamadığı ve açıklanması gereken de bu olgudur. Le- ibniz, bu amaçla devime temel olacak bir ilke varsayar. Bu öyle bir temel olarak düşünülmektedir ki, cisimler devimi yitirdiklerinde bunu yitirmeyecekler, yeniden devime başlarken ise bu temelden ötürü başlayacaklardır. Leibniz, bu temeli, cisimlerin devime geç­me ve -eğer devim içindelerse- devimi sürdürme eğilimi olarak ta­nımlar. Bu eğilime verdiği ad ise "güç"tür. Güç, her varlıkta, her tözde bulunur. Dolayısıyla, der Leibniz, tözün özniteliği Desear- tes'ın öne sürdüğü gibi uzam değil güçtür. Güç yalnızca bir töze özgü değil, her töze özgüdür; töz olmanın özniteliğidir. Cisimlerin varlığı uzama dayanmaz; tam tersine uzarnın varlığı cisimlerin var olmasına bağlıdır. Bir cisim olmadan uzam sözkonusu olamaz; oy­sa cisimler olmadan da güç vardır. Demek ki uzam, bağımsız olmak bir yana, başkalarına indirgenebilir bir niteliktir.

Güç, evrenin mekanik bir işleyişe benzer bir biçimde devin­mesinin temeli ve nedenidir. Eğer güç diye bir şey olmasaydı, ci­simler ya da tözler olmazdı. Leibniz, bu fiziğiyle devingen bir ev­ren öngörmüş olur: Benimsediği görüş "enerjetizm" adıyla tanınır. Buna göre, Descartes'taki toplam devinimin evrende aynı kalması ilkesi, yerini evrendeki toplam gücün ya da enerjinin değişmemesi ilkesine bırakmaktadır. Bu açıdan, fizik biliminde sonraki gelişme-

terin Descartes'ı değil, Leibniz'ı doğruladığı da belirtilmelidir. An­cak Leibniz, fiziğini bu gözlemler ve açıklamalar çerçevesinde bı­rakmamakta, onu kurgusal bir metafizik dizge üzerine oturtmakta­dır. Şimdi bu dizgeye bir göz atalım.

Leibniz, parçalara ayrılabilen, ya da çözümlenip başka bir- şeye indirgenebilen şeylerin felsefede ilke olamayacağını öne sü­rer. Uzam, işte bu anlamda bir bileşik kavramdır; giderek küçülen parçalara ayrılabilir. Dolayısıyla da temel bir felsefe ilkesi duru­munda değildir. Temele konacak gerçek bir felsefe ilkesinin tam bir yalınlık taşıması, hiçbir anlamda bileşiklik içermemesi gerekir. Öte yandan, her varlığın temel niteliği "güç" olmak gerektiğine göre, Leibniz açıklayıcı ilkeyi "yalın güç odağı" kavramında bulur. Evrendeki her varlığın böyle bölünmez güç odaklarından oluştuğu­nu ortaya atarak bu odaklara Bruno'nun felsefesinde bulduğu "mo- nad" adını verir. Ona göre, evrendeki her nesne gerçekte bir güçler bileşimi, biraradalığıdır. Güç odakları ya da monadlar sayıca son­suz olup, her biri bir töz olarak, görünen varlıkları meydana getir­mek için biraraya gelirler.

Leibniz'in bu töz çokçuluğu bir tinselci atomculuk biçimini alır. Monadlar nesneleri oluşturan birer atom, birer birim niteliğin­dedir; ancak bilinen nedenlerle, onlamı uzama sahip olması düşü­nülemez. Monadlar fiziksel değil, metafizik noktalar olarak kav- ranmalıdır; Onların boyutu yoktur ve dolayısıyla da özdek dışıdır­lar. Monadlar hiç değişmez yokedilemezler: Onlar tinsel güç odak­larıdır. Manadların başlıca iki yetileri vardır. Bunlardan ilki etkin­liktir. Etkinlik, monadlardaki, devimi başlatabitme gücüdür. İkinci yeti ise, tasarımlamadır. Monadlar birbirlerini etkileyemez; ancak her biri tüm evreni, yani bütün öbür monadları tasarımlar. Bu aynı zamanda manadları biraraya getiren, onların bağlantasını kuran il­kedir. Her monad evreni aynı açıklıkta tasarımlayamaz, aynı ölçü­de etkinliğe de sahip değildir. Dolayısıyla bu tözler, yeLilerinin

güçlülük derecesine göre bir hiyerarşi sıralanması içindedir. Bu an­lamda en yüksek monad Tanrı'dır. Onun altında, başka insan mo- nadları olmak üzere, sonsuz sayıda monad saralanır. En aşağı mo- nadlar, örneğin taşlar bile yaşayan tözlerdir; ancak bu aşağı tözle­rin tasarımları bulanık, etkinlikleri de çok düşüktür. Onlar koma durumundaymış gibi yaşarlar. Bu hiyerarşi çerçevesinde hiçbir monad bir başkasına bütünüyle benzer değildir, olamaz. Çünkü tam anlamda olan iki varlık, bir, yani özdeştir. Bu nedenle bir ormandaki bütün yaprakları karşılaştırsak, her birinin bir öbürün­den ayrılan nitelikleri olduğunu görürüz. Monadların sıralanışı tam bir süreklilik gösterir. Yüksekten aşağı doğru, monadlar, en ince ayrımiara dayanan bir biçimde sıralanmıştır. Leibniz'in bu sürekli­lik ilkesine göre doğada hiçbir atlama sözkonusu değildir. Monad- lar, hiçbir zaman özdeş olmamaları yanısıra, birbirlerinden çok kü­çük farklarla ayrılırlar. Ayrılıklar, bir derece ayrılığıdır. Dolayısıyla evren, bir çokluk içinde birlik evrenidir.

Leibniz monadların tasarımlama yetisini bir dış algı olarak değil, kendi içinde kapalı bir düşüncede bulundurma olarak anlar. Dolayısıyla evrenin bütün bilgisi anlıktadır; tasarımlama açık ve seçikleştikçe, örtük ya da uyur durumda olan bilgiler bilinçli duru­ma geçer. Ona göre "monadların pencereleri yoktur". Birbirleriyle etkileşime giremezler. Bundan ötürü de tin ile gövde arasındaki "etkileşim", tıpkı Geulinex'in saat örneğinde olduğu gibi, yalnızca bir görünüştür. Gerçekte durum, önden kurulmuş bir uyumdan baş­ka bir şey değidir.

Daha Leibniz'de bile ön plana geçmeye başlayan kurgusal düşünce, ondan bir yüzyıl sonra, Alman felsefesinin en belirgin ni­teliği olacaktır.

DENEYCİLİK

( 1986)

Tasararncı Gerçekçilik ve Eleştirisi

John Locke, algı kuramını ve onun ardındaki varlıkbilimi, hemen hemen olduğu gibi Descartes'tan almıştır. Algılayan kişi­den bağımsız bir fiziksel dış dünyanın varolduğunu ve algının, bu dış dünyaca insan anlığında oluşturulan tasarımlar olduğunu öne sürer. Dış dünyanın neden olduğu bu tasarımlar dış dünyayı en az bir ölçüde, olduğu gibi yansıtırlar. Yani algı içeriği, fiziksel nesne­lere benzer. Kısacası Locke'un kuramı tıpkı Descartes'ınki gibi, bir tasanıncı gerçekçiliktir. Usçuluğun kaynaklarına değinirken, Descartes'ın aynı kuramla kuşkuculuk arasında ne gibi bir seçime zorlandığı görülmüştü. Kuşkuculuğun güçlü uslamlamaları, "eğer bir dış dünya varsa, bunun deneysel bilgisi olanaksızdır" sonucuna götürür. Bundan ötürü Descartes bilgiyi usla temellendirmiştir. Locke ise, deneyciliği, bir genel felsefe yaklaşımı olarak ortaya atan ve felsefeyi bu doğrultuda kurmayı amaçlayan bir düşünürdür. Bu nedenle Locke'un çözmesi gereken bir güçlük, deneyeiliğin te­mel ilkesi olan "bütün bilgi deneyden kaynaklanır" düşüncesi ile yukanki kuşkucu sonucun karşıtlığı olmuştur. Çünkü bu iki öner­me birarada doğru iseler, bilgi diye bir şeyden söz edilemez; yani bilgi olanaksızdır.

Üç büyük deneyci fizolof, bu karşıtlığı, birbirinden önemli ölçüde değişik yöntemlerle gidermeye çalışmışlardır. "Bütün bilgi deneyden kaynaklanır" ilkesinden hiçbiri vazgeçemeyeceğine gö­re, onların yöntemleri kuşkucu vargıyı değişik biçimlerde yadsı­mak ya da sınırlamak olmuştur. Locke, bunu, özellikle Gassen- di 'de vurguianmış olarak bulduğu birincil ve ikincil nitelikler ara-

sındaki ayrımdan yararlanarak yapmaya çalışır: Birincil nitelikler nesnelerin gerçek nitelikleridir. İkinci! nitelikler ise "görünüşte­dir". Dolayısıyla kuşkucu uslamlama sonunculara uygulanabilir­ken, öncekileri etkilememelidir. Locke, böyle bir savunmaya ola­nak sağlamak için birincil ve ikincil nitelikleri deneysel bir ölçüte göre ayırt etmeye çalışır. Algının yanılgıları ve algı içeriğinin deği­şen durumlara göre sürekli değişimi yalnızca renk, ses, koku, tat ve dokunum için geçerlidir, der. Biçim, girilmezlik, devim gibi ni­telikler ise bilimsel yöntemlerle nesnel olarak ölçülebilir. Bunlar, aynı değişim ve yanılgılara açık değildir. Gerçeklikte ikincil nite­likler diye bir şey yoktur. Renkli ve sesli algılar dünyası bizim dış dünyadan etkileniş biçimimizden başka bir şey değildir. Dolayısıy­la da bütünüyle öznel, yani insan anlığına özgüdür.

Bu ayrıma göre, kuşkuculuğun vargısını ikincil niteliklerin algısına uygulanmış olarak bütünüyle onaylarken, bütün bilginin deneyden kaynaklandığını birincil niteliklere dayanarak öne sür­mek olanağı doğmaktadır. Kuşkuyu, bilgiye zaten temel yapılma­yan ikincil niteliklerle ilgili olarak haklı çıkarmak ve bunun yanısı- ra deneysel bilgiyi güvenilir ve nesnel olan birincil niteliklerin al­gısıyla temellendirmek. İşte Locke'un tutmuş olduğu yol budur. Bu yol her ne kadar Bayle ve Newton gibi, o günün bilim adamla­rınca benimsenmişse de kimi filozoflarca ağır bir biçimde eleştiril­miştir. Birincil ve ikincil nitelikler arasında geçerli bir ayrım bu­lunduğu savını eleştirenler önce Bayle ve Leibniz, sonra da Berke- ley olmuştur.

Bayle (1647-1706) 17. yüzyılda yeniden güçlenen kuşkucu akımın en önde gelen ve ilerici temsilcisidir. Montaigne kuşkucu­luğunu benimseyerek bununla insan anlığının ussal bilgiye ulaşa­mayacağını saptadıktan sonra gerçek bilginin ancak Tanrı'ya inan­mak ve ona sığınınakla elde edilebileceğini öne süren Avranches piskoposu Huet (1630-1721) Pyrrhonculuk'u din hizmetinde kulla-

nıyordu. Ne deneyin ne de usun güvenilir bilgi veremeyeceğini or­taya koyan uslamlamaları ustalıkla uygulamaktaydı. Çağdaşı İngi­liz Joseph Glanvill (1636-1680) ise kuşkuculuğu nedensellik dü­şüncesine uygulayarak Malebranche'ınkine benzer sonuçlara var­mıştı. Görünüşte Heut'nin yolunu izleyen Bayle ise, küçük vurgu farklarıyla, kuşkucu programı dinsel inançların ve Tanrı düşüncesi­nin ussallıktan uzak olduğunu göstermek için kullanır. Bu düşün­celerini yaydığı ünlü Sözlük'ü çok etkili olmuş, Fransız ve Alman aydınlanmasını hazırlayan etmenler arasında önemli bir yer tut­muştur. Bayle bu yapıtında, çağının bütün büyük felsefe ve bilim dizgelerini kuşkuculuk açısından eleştirir. Eleştirilerini yönelttikle­ri çağdaşları arasında Malebranche, Leibniz, Newton ve Locke da vardır. Descartes ve Locke'a karşı, Malebranche ile birlikte, bir fi­ziksel dış dünyanın varlığının kanıtlanamayacağını öne sürer. Des- cartes bu kanıtı Tanrı'nın iyi niyetiyle, Locke ise "tersinin ussal ol­mayacağı" gerekçesiyle vermişlerdir. Bunların gerçek ya da güve­nilir tanıdamalar olmadığını vurgulayan Malebranche ve Bayle, Foucher ile de birlikte, Berkeley ve Hume'un bilgiyi kuşkuya karşı savunma yöntemlerini hazırlamış olurlar. Öte yandan, metafiziğin­de nesnel bir tinselciliğin yanıbaşında olan Leibniz, epistemolojide bir fiziksel dış dünyanın varlığıdan hiç vazgeçmemiştir.

Bayle Sözlük'ünde Leibniz dizgesinin ilk kapsamlı eleştiri­sini yapan düşünürdür. Bu eleştiri, Leibniz'in onu yanıtlamasıyla giderek genişlemiştir. Aralarındaki anlaşmazlık noktaları bir yana, hem Bayle hem de Leibniz, Locke'un birincil ve ikincil nitelikler arasındaki ayrımı ussal temellere dayandıramadığını, birbirine ta­mamlayan gerekçelerle ileri sürerler. Bayle, ikincil nitelik denilen- lerin kuşkucu uslamlamalara açık olduğu ölçüde birincil nitelikle­rin de açık olduğunu vurgular. Değişen ışığa göre renkler de nasıl değişiyorsa, değişik uzaklık ve açılardan biçim ve uzam da değişi­yor olarak gözlemlenir. Öyle ise, ikincil niteliklerin öznel oldukları

ölçüde birinciller de öznel olmalıdır. Dış dünyanın varlığı konu­sunda kuşku beslemeyen Leibniz, aynı ayrımı tam tersi bir doğrul­tuda eleştirir. Ayrımın temeli ikincil niteliklerin algılayan öznenin durumlarına bağımlı oluşları ise, bu doğru olmadığından geçerli bir ayrım da yoktur, der. Çünkü aynı bal sağlıklı bir adama tatlı, hastaya da acı geliyorsa, bu, balı birinden birinin yanlış algıladığı­nı söylememizi engellemez. Renkleri, ses, koku, tat ve dokunurola- rı düzgülü ve normal durumlara göre "nesnel" olarak sınıflandıra- biliriz. Yapıtlarını l 8. yüzyılın başlarında yayıniayan Berkeley, bu her iki eleştiriyi birleştirip kullanmaktan başka, ayrıma karşı bir üçüncü eleştiri daha geliştirir. Bir nesnenin gerçekte örneğin biçi­mi (birinci! nitelik) olup da rengi (ikincil nitelik) olmaması olanak­sızdır, der: Çünkü bunlar birbirlerinden mantıksal olarak ayrıla­maz. Herhangi bir renk yayılımını biçimi de olmadan düşünemeyiz bile... Birincil ve ikincil nitelikler diye bir ayrımın bulunmadığı konusunda öne sürülen bu gerekçeler tam anlamıyla can alıcı ol­masalar bile, Locke'tan sonra hiç kimse kuşkuculuğu bu ayrımla sınırlamayı rlenememiştir. Bundan ötürü temellendirilemeyen tasa- nıncı gerçeklik de 20. yüzyıla değin etkili bir biçimde savunula- mamıştır.

Tasanıncı gerçekçiliğin böyle uzun bir süre temelleri sağ­lam bir görüş sayılamamış olmasının bir nedeni de, Berkeley'in bu görüş ile deneyeiliğin tutarsız olduğunu göstermesidir. Çünkü, ne algı içeriğinin (Locke'a göre birincil niteliklerin algısının) dış dün­yanın kendisine benzediği, ne de dış dünyadaki nesne ve birincil niteliklerin anlıktaki idelere, yani algı içeriklerine neden olduğu deneysel olarak doğrulanabilir veya temellendirilebilir savlar de­ğildir. Berkeley bunu güçlü bir biçimde ortaya serer. Eğer bir öner­me bir ilişkinin varlığını öne sürüyorsa, deneysel olarak temelien- dirilmesi için, ilişkinin aralarında bulunduğu öne sürülen ögelerin karşılaştırılabilir olmaları gerekir. Oysa ne benzerlik ne de neden-

sellik ilişkilerinin bu bağlarndaki ögeleri karşılaştırılabilir değildir. Bir nesnenin idesini o nesnenin kendisiyle karşılaştırmaya, insan anlığı için, olanak yoktur. Çünkü insan anlığı nesneye onun algısı ya da idesinden bağımsız olarak ulaşamaz. İnsan, çevresine ilişkin bilişi edinrnede algısının olanaklarıyla sınırlıdır. Dolayısıyla, bir ideyi nedeni ya da benzeri olduğu söylenen nesneyle karşılaştırma­ya kalkıştığırnız her durumda, onu yine başka bir ide ile karşılaştır­maktan başka bir şey yaparnayız. Nesnenin bir algısını bir başka algıyla karşılaştırmanın ötesine geçerneyiz. Öyle ise, algı ile dış dünya arasında, hem bir nedensellik hem de bir benzerlik bulundu­ğu savları, deneyeilik açısından temelsizdir ve tutarlı olarak ileri sürülernezler. Öyle ise, Berkeley'in göstermiş olduğu gibi, sağdu­yuya bütün yakınlığına karşın, Descartes ve Locke'un tasarırncı gerçekçiliğini geçersiz kılan gerek^ler bulunmaktadır.

Bilginin Ögeleri: ideler

Locke'un insandaki kavrayış gücünü betirnlerken kullandığı en önemli kavram, Descartes'tan aldığı "ide" kavrarnıdır. Bu her iki düşünüre göre, de, anlığın tüm içeriği idelerden oluşur. İde, böylece, anlığın yetileri dışında, orada bulunan her içeriği kapsaclı- ğına göre, yalnız doğrudan salt algı yoluyla edinilen içeriklerle sı­nırlı değildir. İde hem salt algı içeriğidir, hem de bugün "kavram" adıyla andığırnız ve anlığın bellek veya irngelern yetisiyle işlern- den geçirdiği içeriklerdir.

Her türlü inanç, düşünce ve duygutanım da ide kapsamında­dır. Descartes kimi idelerin anlığa Tanrı'ca konduğunu öne sürer­ken Locke bunların, kökence, tümünün deneyden geldiğini savu­nur. Doğrudan algıladığımız içerikler, aniıkça bellekte saklanır ve sonradan çeşitli işlemlere konu olur: Anlığın irngelern gücünün ideleri parçalara ayırmaya ve sonra istediği biçimde (yeni bileşim­ler olarak) bu parçaları yeniden birleştirme olanağı vardır. Anlığın

bütün içerikleri ideler olduğuna göre ve bu bilginin de bütünüyle anlıkla yeralan bir şey olması dolayısıyla, tüm bilgi idelerden olu­şur.

"Deney" dediğimiz, idelerin ve dolayısıyla da bilginin kay­nağı, gerçekte iki ayrı kaynaktan oluşur. Bunlardan biri, yani du­yum beş duyu organı yoluyla anlığa dış dünyada bilişi verir; dış dünyayı konu eden ideleri üretir. İkinci kaynak olan içduyum aniı- ğın kendi üzerine dönmesi, kendi etkinliklerini algılamasıdır. Do­layısıyla bu, anlığın kendi işlemleri, kendi içeriklerini konu eden ideleri üretir. Yalın ide, daha yalın parçalara bölünemeyen bir ide­dir. Anlığın deney dışında, yalın ideleri oluşturmak olanağı yoktur; yalnız, edinmiş olduğu yalın ideleri istediği gibi yinelemek, karşı­laştırmak ve birleştirmek yeteneğine sahiptir. Böylece üretilen ide­ler ise bileşik idelerdir. Demek ki, anlığın bütün içerikleri ve bu arada bilgi, yalın idelerden kurulan bileşiklerden oluşur. Bilginin ögeleri, yapıtaşları, bütünüyle deneyden kaynaklanır; çünkü anlık yeni yalın ideler uydurmak, imgelemek ya da bir biçimde üretmek olanağından yoksundur. Anlık yalın idelerin oluşumunda edilgen­dir. Çünkü bu idelere dış dünyadaki nesneler ve nitelikleri neden olurlar. Anlığın etkinliği, yalın ideleri karşılaştırıp birleştirme aşa­masında sözkonusudur.

Kimi yalın ideler düzenli olarak birarada algılandıklarından bunlarla oluşturulan bileşik ideler bu biraradalığı korur. Anlıktaki ideler içinde nesne ideleri dediklerimiz, bu düzenli olarak hep bira- rada, yani bileşik olarak algılanan, yalın idelerden kurulu bileşik­lerdir. Locke bilgiyi, idelerin uyum ya da bağlantısının veya uyum­suzluk ya da karşıtlığının aniıkça kavranması, algılanması olarak tanımlanır. Bu tanıma göre örneğin sarı ve mavinin özdeş olmadık­larını biliriz: Bu iki ide uyumsuzdur. Öte yandan iki sarı nesnenin özdeş bir renk taşımaktan dolayı uyumlu olduğunu da söyleriz. İşte bilgi bu uyum ya da uyumsuzlukların kavranmasıdır. Bilgi için

başka örneklere de göz atalım: Altın, her zaman sarıdır ve yumu­şak bir metaldir. Dolayısıyla, bu ideler birlikte varolmak açısından uyum içindedir. Öte yandan, yine altın ve siyah renk, aynı açıdan uyumsuzdur. Duman ve ateş, yapı ve damı, aralarında belirli bir ilişki türünü sürekli korurluklarından uyum içindedirler: Önceki neden-etki, sonraki de alt-üst ilişkisidir. Böylece, algıların uyumu ya da uyumsuzluğunun kavranmasıyla, böyle ilişkilerin bulunup bulunmadığını biliriz.

Bilginin sağlamlık ve güvenirlik açısından üç derecesi var­dır: Sezgisel bilgi bunların en pekinidir ve anlığın iki idenin uyu­munu doğrudan ve başka ideler aracılığı olmadan kavramasıdır. Altının sarı olduğu, beyazın kara olmadığı bu anlamda kavranır. Öte yandan gösterimsel bilgi ise, iki ide arasındaki uyum ya da uyumsuzluğu, araya konan başka idelerin yardımıyla saptamaktır. Bu bir dolaylı bilgidir. Bu yolla da kesin kanıtlar sağlanabiliyor ol­masına karşın, tam bir açıklık ve seçiklik, tam bir kolay anlaşılırlık söz konusu değildir. Gösterimsel bilgide araya konan idelerin bi­rinden öbürüne geçiş sezgisel anlamda bilgi olmalıdır. Örneğin, birbiriyle karşılaştırılamayan a ve c'den hangisinin daha büyük ol­duğu, b'nin bunlarla karşılaştırılıp ilişkinin saptanmasıyla gösteri­lebilir. Eger a > b ve b > c doğrudan ya da sezgisel olarak kavrana- biliyorsa a > c de aynı kesinlikle, ancak gösterimsel olarak, kavra- nıyordur. Kesinlik taşımayan ve dolayısıyla tam bir bilgi niteliği taşımayan duyusal bilgi, bir gerçek dış dünya bulunduğu ve algının bunu yansıttığı inancı gibi inançları konu eder.

Berkeley ve Hume, Locke'un anlığın işlevi ve bilginin yapı­sı üzerine getirdiği bu açıklamayı, büyük ölçüde benimsemişlerdir. Bu açıklama içinde ikisinin de yadsıdıkları bir nokta, dış dünyanın varlığı üzerine, kanı değerinde de olsa, bir bilgimiz olduğudur. On­lara göre bu kanının bilgi sayılması için hiçbir gerekçe yoktur. Gö­rüldüğü gibi, biri bu kanının yanlış olduğunu öne sürerken, öbürü

bilinemez olduğunu savunmuştur. Locke'un yukanki açıklamaları­na Hume 'un getirdiği bu yenilik, ide!eri, izienimlerden ayırmaktır. Bu yaklaşık olarak kavram-duyum ayrımıdır. Locke'un "ide" adı altında topladıklarını böylece ikiye ayrılmış olan Hume, izlenimle­ri deneyin temel verileri olarak düşünür. Ona göre her türlü anlık içeriği ve bilgi, izlenimlerle başlar. ideler ise izlenimlerin daha so­luk kopyalan olarak onların anlıktaki etkileridir. Hem izienimler hem de ideler, yalın, ya da birleşik olabilirler. Yalın izienimler her zaman yalın idelerden önce gelirler. Öte yandan bileşik idelerin her zaman bileşik izlenimlerin kopyalan olmaları zorunlu değildir. Zo­runluluk, bir bileşik ideyi oluşturan yalın idelerin yalın izlenimle­rinden gelmesine ilişkindir. Yaptığı değişikliği böylece Locke diz­gesine uyarladıktan sonra, Hume Locke'un açıklamalarını izler. Locke soyutlamayı imgelernden ayrı bir genelleme yetisi olarak görür. Berkeley ise böyle bir genelierne yetisinin olanaksızlığını vurgulamıştır. Hem Berkeley hem de Hume anlakta lider ideler üzerinde işlem yapma yetileri olarak yalnız imgelem ve bellek'e yer verirler.

Dış Dünya

Locke'un dış dünyanın yapısı üzerine açıklamaları Desear- tes'tan esinlenmiştir. İnsanı çevreleyen ve algıya neden olan dış dünya bir gerçek varlıktır. Fiziksel ya da özdeksel olan bu varlık cisimlerden oluşur. Cisimler özdeksel tözlerdir. Özdeksel töz tek varlık çeşidi değildir. Bunun yanısıra tinsel töz de ikinci bir varlık türünü oluşturur. Cisimlerin öznitelikleri uzam, girilmezlik, devi­nim gibilerdir; bunlar Locke'un "birinci! nitelikler" dedikleriyle çakışır. Tinlerin nitelikleri ise düşünmek ya da kavrayış ve devimi başlatan istençtir. Locke için düşünmek, Descartes 'tan farklı ola­rak, tinin bir özniteliği değil etkinliğidir. Özdeksel tözler, yani ci­simler edilgindir. Onlar çeşitli niteliklerin biraradalığıdır. Locke' un

açıklamaları, tözler konusunda belirgin bir sıkıntıyı yansılar. Ona göre iki tür varlık olduğu kuşku götürmez. Bu iki varlık türü de­neysel olarak kavranır ve ayrıca da etkileşim içindedir. Locke Des- cartes'ın ikici etkileşim kurarnını bütünüyle benimser. Ancak bu açıklanan anlarnda iki tür varlık olarak, fiziksel dünyada nitelikler, tinsel dünyada da ideler ve bunlar üzerindeki etkinlikler ötesinde, herhangi bir şeyin deneyle kavranrnası sözkonusu değildir. Oysa "töz" derken yalnızca niteliklerin ya da idelerin biraradalığını kas- tetrniyor, algılayarnadığırnız, ancak nitelikleri ve de ideleri birara- da tuttuklarına inandığımız kimi gerçekliklerden sözediyoruz. Al­gılanır olmadığı halde tözün varolduğunu onaylarnak, deneyeilik içinde tutarlı değildir. Bunun farkında olan Locke, tözleri adeta is­teksizcesine kabul eder. Bu kavram, der, hem felsefe için eskilere giden bir gelenektir, hem de sağduyunun nitelikler ve idelerin nasıl olup da sürekli birarada bulunabildiklerini açıklayabilrnesi için, bunları birlikte tutan bir dayanak düşüncesine gereksinimi vardır. Locke sağduyu uğruna deneycilikteki tutarlılığından sık sık ödün vermiş bir filozoftur. Ona göre dış dünyanın cisimleri parçacıklar­dan oluşur. Biraraya gelen parçacıklar, boş uzay içinde mekanik yasalara göre devinir. Boş uzay düşüncesini benirnserken, Desear- tes yerine Gassendi 'nin görüşünü yeğlernektedir Locke.

Berkeley Locke'unkiyle taban tabana karşıt bir varlıkbilim geliştirmiş, Hurne ise hem Locke'un hem de Berkeley'in görüşleri­nin deneyeilikle tutarsıztıklarını gideren, ancak kuşku yönünde epey yol alan bir tutum saptamıştır. Önce, Berkeley ve Hurne'de töz düşüncesinin ne gibi bir değişim geçirdiğini izleyelirn. Berke- ley, az ileride daha ayrıntıyla değinilecek olan özdeksizciliği gere­ği, özdeksel tözü yadsır, tinsel tözü olduğu gibi korur. Özdeksel tö­zün deneysel yönden hiçbir belirgin ya da olumlu yönü bulunmadı­ğını ve bütünüyle olumsuz yönlerle betirnlenen bir kavram olduğu­nu vurgular. Dolayısıyla, ona göre üzerine hiçbir güvenilir bilgirni-

zin bulunmadığı böyle bir kavramın gerçekliği dile getirdiğini söy­lemek deneyeilik açısından geçersiz ve tutarsızdır: Özdeksel töz yadsınmalıdır. Deneyeilik açısından Berkeley'e burada hak verme­mek elde değildir. Ancak aynı gerekçelerle tinsel tözü niye yadsı­madığını anlamak da kolay değildir. Burada Berkeley Locke'unki- ne benzer bir şey yapmakta, bu kez kuramsal tutarlılık uğruna de­neyciliğinin tutarlılığından ödün vermektedir. Hume'un deneyci­likteki tutarlılığı su götürmez. Onun bu yaklaşımı en tutarlı sonu­cuna, hatta bir çıkmaz noktaya ulaştırdığı söylenir. Herhangi bir kavramın deneyeilik açısından onaylanabilirliğini ya da anlam ta­şıyıp taşımadığını saptamayı şu sorunun yanıtlanabilir olup olma­dığına bağlar: "Bu ide (kavram) hangi izienimden kaynaklanmak­tadır?" Töz kavramı gibi bu soruyu yanıtlayamayan kavramlar de­neycilik açısından yadsınmalıdır. Nitekim tözü, her iki varlık bağ­lamında da yadsıyan Hume için nesneler, birer ide tutamından, tİn­ler de belirli bir zaman kesiti içindeki izienim ve idelerin toplamın­dan başka bir şey değildir.

Öznel idealizm

Berkeley neden özdeksel tözü yadsımış, ancak buna karşılık tinsel tözü korumuştur? Az yukarıda, bunun yanıtı kuramsal tutar­lılık ile açıklanmıştı. Şimdi Berkeley bilgibiliminin temelindeki bu varlıkbilim kuramını ve bunun nasıl kaynaklandığını ele alalım. Berkeley öznel idealizmin kurucusudur. Locke ile aynı deneyci noktalardan yola çıkan, Locke'un anlığın yapısı üzerine verdiği açıklamanın hemen tümünü onaylayan, ancak bu filozofun algı ku­ramını bütünüyle yanılgılı bulan Berkeley, varlıkbilirnde Locke'un tam karşıtı bir kurama gitmiştir. Nedir "durup dururken" böyle köktenci bir tutuma kaymasının nedeni? Bu nedenler felsefi gerek­sinimler olarak gösterilebilir mi? Berkeley'in öznel idealizmi ku­rup benimsernesinin nedeni eleştirel ve bilgibilimseldir: Locke 'un

deneyciliğini benimseyip, onun algı kuramını yanılgılı bulmasının sonucudur. Locke'taki algı kuramı deneyeilik açısından yetkisiz olan büyük bir aşama yaparak dış dünyanın bilinebileceğini öne sürüyor ve algının kendi içeriğinde yaptığı bir ayrımla dış nesnele­rin görünürdeki ve gerçek niteliklerini belirliyordu. Berkeley kuş­kucu uslamlamaları da kullanarak Locke'un bu savlarının geçer­sizliğini saptamaya çalışmıştır. Ne var ki, birincil ve ikincil nitelik­ler ayrımının ortadan kaldırılması, bu ayrımın Locke felsefesi için­de görüldüğü işlevi de sahipsiz bırakacak, kuşkuculuğun ortaya at­tığı deneysel bilginin olanaksızlığı savının sınırlanabilmesi ümidi­ni yıkacaktı. Bir başka deyişle Berkeley, deneysel bilginin olanak- lılığının kuşkuculuğa karşı Locke yöntemiyle sağlanamayacağına inandığından, Gassendi ve Descartes'ın karşıianna çıkan bilgi so­rununu derıeycilik içinde başka bir yöntemle çözmek gereğini duy­muştur. "Eğer bir dış dünya varsa bunun bilgisi olanaksızdır" savı­nın artbileşeninin zorunlu bir doğruluk olmadığını saptamak, yani deneysel bilginin olanaklı olduğunu saptamanın bir yolu, bir dış dünyanın var olduğunu yadsımaktır. Berkeley, kendi çağında geli­şen bir eğilimin de etkisi altında, kuşkuculuğun karamsarlığından deneyciliği işte bu yolla kurlarmayı denemiştir. Etkilendiği eğilim ise, Foucher ve Malebranche'da filizlenmeye başlayan özdeksizci tutumdur. Malebranche, dış dünyayı yadsımaz, ancak bilinemeye­ceğini öne sürer ve bir anlamda da algıyı açıklamak için gerekli ol­madığını gösterir. Foucher ise daha açık bir biçimde özdeksel tözü yadsımak noktasına gelir.

Berkeley, Locke 'un algı kuramını eleştirirken bilinebilecek, kavranabilecek herşeyin algı içeriği ile sınırlı olduğunu çok iyi an­lamıştı. Ne düşünebiliyor, ne bilebiliyorsak, bunu, algı içeriğinde bulduğumuz malzeme ile anlığımızda kuruyoruz. Bu anlıkta kur­duğumuzun bir dış dünyadan kaynaklandığı, ya da böyle bir dün­yaya benzediği, deneyeilik içinde kanıtlanması olanaksız savlardır.

Bu savlar bilgimize ne bir yenilik katar ne de ondan bir şey götü­rür. Öyle ise, eğer bir dış dünya varsayımı yadsınmakla bilgiden bir şey yitirilmiyorsa, bildiğimizin dışında böyle ikinci bir dünya varsaymak da hiçbir şey kazandırmıyordur. Bu gereksiz ikilik, bu gereksiz yineleme, bilgi kuramını gereksiz yere karmaşıklaştır- maktadır. Nesne dediklerimizi nasıl biliriz? Onları renkler, biçim­ler, tatlar ve kokulardan oluşan varlıklar olarak biliriz. Bir başka deyişle, onları bilişimiz açısından nesneler, kimi idelerin sürekli biraradalığından başka bir şey değildir. Bilinenin ötesinde bir şey­ler öne sürmek deneyeilik açısından onaylanamayacağına göre. nesnelerin ide demetlerinden başka bir varlık taşıdıkları da onayla­namaz. ideler için varolmak algılanmak ya da düşüncede kavram- yar olmaktır. Bunun ötesinde algılanmayan, düşünülmeyen bir var­lıktan sözetmek de çelişiktir. Çünkü, algılanmayan bir varlığı im- geleyemeyiz. Böyle bir şeyi imgelerneye çalıştığımız her durumda onu zaten algılıyor, düşünüyor olacağız.

Berkeley, Descartes 'tan kalan ikiciliği tam olarak yıkar. An­cak onun felsefesinde de bu ikicilikten kaynaklanan ve onu yansı­layan bir ayrım sürdürülür. Descartes için özdeksel varlık devimi başlatamaz, yalnızca iletir. Tinsel varlık ise istenç ile özdektc de­vim başlatabilir. İşte bu düşünce, Cambridge Platoncuları olarak anılan Cudworth ve Henry More'da etkinlik-edilginlik nitelikleri ile varlığı ikiye ayırmaya yol açmıştır. Onlar, Descartes'ın iki tözü­nü bu niteliklcrle belirlerler. Berkeley ise, artık özdeksel töz diye bir şey bırakmadığına göre, bu ayrımı tinsel tözü iki ulama ayırma­da kullanır. Ona göre, ideler ve idelerden oluşan nesneler edilgin- dir. Bunlar hiçbir etkiye neden olamazlar. Etkin varlık tindir. Tin ise ide olmadığı için algılanmaz. Tinlerin varlığını etkileriyle anla­rız. Tin, ideleri algılayan, düşünen, eyleme neden olan varlıktır. "Ben"den başka tinlerin varlığı da bu etkiler gözlemlenerek kavra­nır. Tanrı yetkin tindir. Onun kanıtı ise, deneyde kavradığımız ve

büyük bir denge, tutarlılık ve güzellik içinde işleyen evrendir. Ev­ren idelerden başka bir şey olmadığına göre, bu idelerin nedeni Tanrı' dır. Malebranche "herşeyi Tanrı' da algılarız" derken bunu Tanrı anlığındaki nesnel ideleri biz algılarız, anlamında söylüyor­du. Berkeley'e göre ise algıladığımız bizim öznel idelerimizdir, an­cak bunlara neden olan Tanrı'dır. Algı ve deney, Tanrı'nın neden olduğu ideleri duyumlamaktır. Görüldüğü gibi, Locke'un dış dün­yası yerine ''Tanrı"yı koymakla Berkeley de deneyciliği en az onun ölçüsünde aşan, deneyeilikle tutarsız bir açıklama veriyor. Peki, Berkeley neden deneycilikte tutarsızlık pahasına "Tanrı" kavra­mından bu ölçüde temel bir işievde yararlanmak gereksinimini duymuştur? Bunu öncelikle onun bir din adamı oluşuna mı bağla- malıdır? Hayır, Berkeley, bunu tekbenciliği (solipsism) önlemek, algının tutarlıliğını açıklamak ve nesneleri, varlıkları kalıcı olarak açıklayabilmek gibi felsefi nedenlerle yapmıştır. Eğer nesneler be­nim öznel algılarımdan başka bir şey değilseler, benim şu an algı­lamadığım nesneler yok olup, ben onları yeniden algıladığımda ye­niden var mı oluyorlar? Nesnelerin algıları neden hep düzenli öbekler halinde gelir? Algıladığımız bu evren neden bütünüyle tu­tarlı ve düzenlidir? Bütün her şey benim öznel idelerimden oluşu­yorsa bu ideleri kendi kendime mi yaratıyorum? Var olan tek şey ben ve idelerim midir? Berkeley bu sorulara felsefesini sağduyu­dan uzaklaştıracak yanıtlar vermeyi, Tanrı kavramını kullanarak önlemiştir.

Tanrı 'nın deneyci bir bilgilim açısından tutarlı olarak onay- lanamayacak bir kavram olduğu açıktır. Hume da bunu böyle gör­müştür. Evet, deneyeilik açısından dış dünyanın varolduğunu bil­mek olanaksızdır. Ne var ki, Tanrı'nın varlığını bilmek ve onun al­gıya neden olduğunu öne sürmek de en az bu ölçüde olanak dışıdır. Deneyeilik açısından söylemeye yetkili olduğumuz, bu her iki il­kenin de bilinemez olduklarıdır. Bunlar varsalar bile bilinemezler.

Bu açıdan yine deneycilik, bize örneğin dış dünyanın var olmadı­ğını öne sürmeye de olanak vermiyor. Tutarlı deneyeilik "Bir dış dünya varsa da bilinemez" sonucuna götürüyorsa, aynı sonuç açı­sından insan bilgisinin bir dış dünyanın bilgisi olduğu da yadsın­mış olur. Oysa, eğer bilginin bir dış dünyanın bilgisi olduğu tutarlı deneyeiliğin artık kuşkucu uslamlamalardan etkilenmesi için de bir neden kalmamıştır. Çünkü kuşkucunun deneysel bilgiyi yıkan savı, "dış dünyanın deneysel bilgisi" üzerinedir. Dolayısıyla, Hume'un, deneysel bilgi üzerindeki kuşkuyu ortadan kaldırdığı, ancak bunu, kuşkuyu dış dünyanın varlığı üzerine çevirmekle elde ettiği söyle­nebilir. Dış dünyanın varlığının bilinemezliği, Malebranche'da or­taya çıkan bir düşüncedir; Bayle'de de vardır. Az önce gördüğü­müz gibi Hume bunu etkili bir biçimde kullanmış, aynı düşünceyi Hume üzerinden Kant da benimsemiştir.

Neden Kavrama

Hume'un bilim ve felsefeye en önemli katkılarından biri, "neden" kavramını deneyci açıdan ve bir dış dünya varsayımı yap­madan çözümlemiş olmasıdır. Ancak, bu çözümleme içinde yeralan düşüncelerden pek çoğu yeni değildir. Etkili bir dizgesellikle dile getirilişleri ve deneyeilik hizmetinde kullanılışiarı Hume'da olanak bulmuştur. 14. yüzyılda yaşayan Autrecourt'lu Nicholas, neden ile etki arasında zorunlu bir ilişkinin söz konusu olamayacağını vurgu­lamış, nedenin ortaya çıkmasından sonra etkinin ortaya çıkmasının yalnızca olası olduğunu, eğer etkinin ortaya çıkmasını bekliyorsak, bunun aynı olayları geçmişte hep birlikte gözlemlemiş oluşumuz­dan kaynaklandığını ileri sürmüştü. Bu düşüncelerin Tanrı kanıtla­rını geçersiz kıldığını anlayan Kilise, Nicholas' ın kitaplarını yaktır- mıştı. Bu filozoftan kalan yazılar ancak 19. yüzyılda ortaya çıkarıl­mış olduğuna göre, Hume'un kendisinden esinfenmiş olması olası değildir. Hume'a esin kaynağı olan Malebranche'dır. Ancak Joseph

Glanvilll (1636-1680), 1661'de yayınıladığı bir kitabında deneyin bize neden ile etkisi arasında bir ilişki gösterrnediğini, neden-etki ilişkisi üzerine bilgimizin, bütünüyle, olayların birarada gözlemlen­mesinden ileri geldiğini öne sürmüştür. Glanvill'e göre de, zorunlu anlamda nedensel ilişkiler bilinernez. Malebranche'ın benzer dü­şüncelere ulaşmasının deneyeilikle ilgisi yoktur. O, nesnelerin edil­gin oldukları Descartes'çı görüşünü tutarlı olarak geliştirir ve hiçbir nesnenin, mekanik evrende bile, gerçek anlamda neden olamayaca­ğını ileri sürer. Tek etkin varlık Tanrı'dır ve nesnelerin oluşturduğu aranedenleri, gerçek neden olarak O, etkilerine bağlar. Dolayısıyla Malebranche, nesneler içinde etkin güçlerin bulunmadığını göster- rnek amacıyla, gözlernin, nedensel olarak ilişkili oldukları söylenen iki olay arasında biraradalık ve sürekli bağlıtaşırndan başka bir şey vermediğini vurgular. Böyle nesne veya olaylar arasında zorunlu bir ilişkinin algılanrnadığını belirtir.

Hume bu düşüncelere, kavramları deneyci sınamadan geçi­ren o ünlü "Bu ide hangi izlenirnden kaynaklanmaktadır?" sorusu yoluyla gitmiştir. Hurne'un başlıca amacı, neden ile sonuç arasında kimi 17. yüzyıl rnatefizikçilerinin ileri sürdüklerinin tersine, bir zo­runlu ilişki bulunmadığını göstermektedir. Ona göre bilgi, "idelerin ilişkisi" ve "olguya ilişkin" olmak üzere iki türlüdür. Bunlardan ön­ceki, geometri, cebir ve aritmetik doğruluklarının bilgisidir ve zo- runluk düzeyinde, tam bir kesinlik taşır. Ancak olgutarla ilgisi yok­tur. Olguya ilişkin bilgiyse, tam bir kesinlik taşımaz, zorunlu değil­dir. Hurne'un bu ayrımı, Kant'ın sonradan "analitik" önerrnelerin zorunlu ve dolayısıyla a priori olabileceklerini savunur. Ona göre olguya ilişkin önerrneler olumsal ve deneyseldir. Bu tür önemıeler ve bu tür bilgi için en tipik örnek, nedenlerin bilgisidir. Hume 'un neden-sonuç ilişkisinin zorunlu ve önsel olmadığını göstermesi, de­neyciliğin onaylanabilmesi için gerekliydi. Çünkü olgu üzerine ön­sel bilgiler bulunduğunu onaylarnak, usçuluğu benirnsemektir.

Hume'un deneyci sınaması, neden ile etki arasında zorunlu bir ilişkinin gözlemlenmediğini ortaya çıkarır: Eğer böyle bir bağ­lantı olsaydı bunun bir izlenimi olması gerekirdi; oysa bütün göz­lemlenen, neden ve etki dediğimiz iki olayın art arda gelmesinden başka bir şey değildir. Bu bir yana, neden ile etkisi arasında zorun­lu bir ilişki olamaz: Çünkü üçgen kavramından, iç açılarının topla­mının iki dik açıya eşit olduğunun çıkarsanabildiği anlamda, örne­ğin baruta yaklaşan ateşin, patlama getireceği bulunamaz. Bu ne­dense! ilişkiyi hiç algılamamış biri, getireceği korkunç sonucu kavrayamadan ateşle baruta yaklaşabilir. Ayrıca, çelişkiye düşme­den, ateşe atılan bir barut torbasının patlarnarlığını imgeleyebiliriz. Oysa aynı anlamda iç açılarının toplamı iki dik açıya eşit olmayan bir üçgen imgelemek olanaksızdır, çünkü burada bir çelişki içeril- mektedir.

Nedensel ilişki bir bağlantı olarak ne gözlemlenebiliyor ne de bir zorunluk ya da önsellik taşımıyorsa, art arda gelen iki olay arasında bir neden-sonuç bağlantısı bulunduğu yolundaki bilgimiz nereden kaynaklanmaktadır? Hume' a göre bu kaynak yine gözlem, yani deneydir. Deneyde sürekli ve tutarlı olarak art arda, birarada gözlemlediğimiz olaylaroan birini gördüğümüzde öbürünün de or­taya çıkmasını bekleriz. Bu beklenti ise, birarada algılayışın neden olduğu bir alışkanlıktan dolayıdır. Kaynağı böyle olan bir bilginin mantıksal anlamda kanıtlanması da söz konusu olamayacağına gö­re, tam bir kesinlik taşıdığı da söylenemez. Nedensel bilgi, Hu­me 'a göre, yalnızca olasıdır.

Hume'un deneyciliği, bu doğrultuda tam tutarlılıkta gidile­bilecek son nokta, söylenebilecek son söz gibidir. O, kuşkuyu bilgi üzerinden kaldırarak bilginin nedeni üzerine yerleştirmiştir. Etkile­ri büyük olan bu felsefe, bir anlamda 18. yüzyılın deneye dayalı ussal, ancak usçuluk karşıtı yaklaşımının sınırını çeker. 19. yüzyı­lın romantik ussallık karşıtı akımları, yapabileceğinin tümünü yap-

mış gibi görünen bu felsefeye karşı bir tepkidir. Oysa Hume'un öğretilerinden kaynaklanan felsefe yaklaşımları bu düşünürün ölü­mü üzerinden geçen iki yüzyıl boyunca, varlıklannı, bilimle bağla­rını hiç koparınadan ve felsefe tartışmalarının en ön sıralarında sürdürmüşlerdir. Öte yandan Hume'un çağdaşı deneyci arayışlar Fransa'da yoğunlaşır. Bu arayışlar, Locke felsefesinden yola çıkıp bunun belirli bir öğretisini vurgulayarak gelişir ve çoğu kez de öz- dekçi ya da özdekçiliğe yaklaşan sonuçlara varır.

LOCKE VE BERKELEY'DE DIŞ DÜNYA<•)

(1982)

Locke ve Berkeley'in kuramları, deneyci yaklaşımın iki karşıt uç noktasını oluşturur. Aralarındaki karşıtlık, çıkış noktaları­nın ortak olması nedeniyle, felsefi gerçekçilik (realizm) ve idealiz­min aynı sorun ve konular üzerindeki değişik tutumlarını en say­dam bir biçimde gösterir. Kaba bir anlatımla, Locke ve Berke- ley'in görüşlerinin birieşebildiği alanlar bilgi kuramı, yani episte­moloji kapsamında kalırken, epistemolojinin arka planında gör­dükleri metafizik yapılar taban tabana karşıttır, diyebiliriz. Bir baş­ka deyişle, bu iki filozof, bilginin bize erişme yolu üzerinde anla­şırlarken, bu bilginin kaynağını çok farklı biçimde yorumlamakta­dırlar. Locke ve Berkeley, algıyı, bilgi edinmenin tek yolu olarak görmüşlerdir. Bilginin içeriğini algı yoluyla edinilen idelerin oluş­turduğu konusunda da düşünce birliği içindedirler. Ancak bu idele- rio nereden geldiği konusunda apayrı ve çelişik açıklamalar ver­mişlerdir. Locke, deneyci epistemolojisine temel olarak deneyciliği fersah fersah aşan gerçekçi ve hatta "fiziksel" anlamında materya­list bir ontoloji önerirken, Berkeley deneycilikte tutarlı olmak adı­na bu gerçekçiliği yadsımıştır: Eğer bilginin kökeni algı ise, bilgi olarak önerebileceklerimiz yalnız algı içerikleri olmalıdır. Gerçek­çi ontoloji bu içerikterin arkasına, ötesine ilişkindir. Oysa algı içe­riğinden bağımsız olarak bunun arkasındakini kavrayamadığımıza göre, bu içeriğin kökeninin hangi niteliklere sahip olduğunu da bi­lemeyiz. Bilgimiz algıyla sınırlı ise, algıya neden olanı hiçbir za-

(•) Bu yazıyı okuyarak düzeltmeler öneren Zeynep Davran ve Engin Akarlı'ya teşekkür borç!uyum.

man bilemeyiz. Az sonra bu tutarlı deneycilikten ontolojiye kay­masının, Berkeley'i nerelere götürdüğünü izleyeceğiz. Deneycilik­te tutarlı olmak açısından Berkeley'den hiç de aşağı kalmayan Hu- me'un bu varılan sonuçlardan aldığı ders, ontoloji alanında susma­yı öğrenmek olmuştur.

I

Önce Locke'taki dış dünya kavramına göz atalım. Bu konu­da ilk sorulabilecek soru, Locke epistemolojisi açısından dış dün­yanın varlığına ne gibi bir gerek bulunduğudur. Bu gereğin birkaç nedeni vardır:

a)    Birinci nedenin, Locke'un deneyciliğinin sağduyuya ba­ğımlılığında bulunduğu gösterilebilir. Locke sağduyuya öyle bağlı­dır ki, pek çok yerde, kuramı sıradan kişinin sezgisine ters düştüğü an, kuramsal tutarlılığından bile ödün vermeye hazırdır. Sağduyu­nun doğal eğilimi, algıyı bizden bağımsız somut nesnelere açılan bir pencere olarak görmek ve hatta algı içeriği ile algının nesnesi arasında ayrım bile yapmamaktır. Locke bu eğilimi kuramında önemli ölçüde korumuş ve algı içeriğinde hep aynı kalan ide tu­tamlarının bileşimlerinin dış dünyanın somut nesnelerinin simgele­ri, görüntüleri olduklarını ileri sürmüştür. Tabii, bu ileri sürüş, ken­disine Descartes 'tan miras kalan görüntü ve gerçek ayrımını, yani algı içeriği ve bu içeriğin kendilerine ilişkin olduğu nesneler ara­sındaki ayrımı da içermekte ve bu noktada sağduyunun ötesine geçmektedir. Ancak bu ayrım, algının yanılabilirliği doğrultusun­daki güçlü kuşkucu uslamlamalar karşısında gerçekçilik açısından zorunlu olmuştur.

b)    Locke'u bir dış dünyanın var olduğu savına götüren ikinci neden, algı içeriğinin seyrek durumlar dışında şaşmaz bir tutarlılığa sahip oluşudur. Algı içeriğini oluşturan ideler yalnızca tutarlı öbekler (yani nesnelerin görüntüleri) oluşturmakla kalmı-

yor, aynı zamanda bu öbekler tam bir kalıcılık gösteriyor; yani ideler aynı tutarlılığı sürdürüyor. Belirli bir nesnenin görüntüsünü, koşullar değişmedikçe, ancak o nesneyi daha önce gördüğüm açı­dan görebildiğim gibi, bunu, istediğim yerde istediğim zaman, keyfi olarak görebilmeme de olanak yok. Bu görüntünün algımda bulunabilmesi ve başka görüntülerle ilişkisi tam bir düzenlilik içinde. Öyle ki, bazı koşullar yerine geldiğinde hangi görüntülerin belireceği de kolayca kestirilebiliyor. Bu tutarlılığı Locke en do­ğal biçimde, bizden bağımsız ve bizi etkileyen bir ilke ile açıkla­yabilirdi ve bu ilkeyi de sağduyunun varsaydığı, "bizden bağımsız somut nesneler" kavramında bulmuştur. Buna göre Locke, algımız tutarlıdır, çünkü o, varlığını bizim dışımızda belirli yasalara bağlı ve tutarlı olarak sürdüren somut nesnelerin algısıdır, diyebilecek durumdadır.

c)    Bir üçüncü neden olarak, Locke'un, yaşam döneminde biçimlenmekte olan klasik bilime kendi epistemolojisini temel yapma eğilimi gösterilebilir. Deneysel bilginin bir bilim oluştur­ması, onun, üzerinde etkin olunabilecek ve özellikleri betimlenebi­lip açıklanabilecek somut nesnelerden oluşan ve bizden bağımsız bir dünyaya ait olmasına bağlıdır. Öyle ise Locke açısından, bu so­mut nesneler, özelliklerini o güne dek fizik biliminin belirlediği ci­simlerle çakışmalı ve algının konusu olan dış dünya fizik bilimince betimlenen cisimler dünyası olmalıydı.

Deneysel bilginin doğa bilimlerine temel yapılması amacına gölge düşüren, algının yanılabilirliği yönündeki kuşkucu uslamla­maya karşı Locke'un savunma yöntemi, nesnelerin niteliklerini bi­rinci! ve ikinci nitelikler olmak üzere iki türe ayırmak olmuştur. Böylece Locke algıdaki yanılabilirliği öznel olarak ikincil nitelik­lere bağlayarak, fiziksel cisimlerin bilirnce belirlenen nesnel nite­likleri olan birincil niteliklerin dış dünya hakkındaki bilgimizin gerçek nesnesi ve güvenilir kaynağı olduğunu ileri sürmüştür.

Şimdi Locke 'un dış dünyayı nasıl kavradığına bakalım. Locke, her şeyden önce, algı içeriğimizin, en azından belirli bir öl­çüde, dış dünyayı bize olduğu gibi yansıttığını düşünmüştür. Algı içeriğimizde tutarlı olarak bir arada bulunan ideler, dış dünyadaki nesnelerin niteliklerinin görüntüleridir. Dış dünya tam göründüğü gibi değildir tabii. Örneğin, renkler, sesler, kokular, tadlar v.b. tür­den ikincil niteliklerin bizde oluşan ideleri, nesnelerin gerçekte ta­şıdıkları özellikleri göstermezler. Fakat kitle, devinim, biçim, sayı vb. türden birincil niteliklerin ideleri dış dünya cisimlerinin ger­çekten sahip oldukları özellikleri verirler. Şu halde, algı içeriğimiz­deki idelerin (en azından) bazıları, gerçeklikteki nesnelerin kendi­lerine benzerler. İşte bu düşünce, yani algı içeriğinin dış dünyaya benzerliği, Locke'un gerçekçiliğinin önemli bir ilkesidir. Bu ger­çekçiliğin bir başka önemli ilkesi ise, algı içeriği ile bunun kaynağı olan dış dünyanın fiziksel nesneleri arasındaki ikinci bir ilişkidir: Algı, dış dünya hakkındaki bilgi edinme yolumuz ise, doğal olarak çıkarsanacak bir sonuç nesneler ve niteliklerinin algı içeriğimiz olan ideleri oluşturdukları, yani onlara neden olduklarıdır. Öyley­se, Locke'a göre nesneler ve ideleri, yani gerçeklik ve görüntüsü arasındaki iki ilişki, benzerlik ve neden olmadır. Dış dünya etkin ve kendini büyük ölçüde olduğu gibi gösteren bir ilkedir. Ancak bu kadarı gerçekçilik için yeterli olamayacaktır. Gerçekçiliği asıl be­lirleyen, dış dünyaya atfettiği bağımsız varlıktır. Algımızın meyda­na gelmesine neden olan fiziksel cisimler, bu algı olmadığı zaman da varlıklarını sürdürürler ve var olmaları algıda görüntü olarak belirmelerine bağlı değildir. İşte bu algıdan bağımsız varlığa sahip olma özelliği, Locke için algı içeriğinin tutarlılığını büyük bir güç­le açıklayan bir kuramsal ilke olmuştur. Orada gördüğüm ideler tu­tamı, bir nesnenin neden olduğu ve ona benzeyen görüntüsüdür. Başka yönlere baktıktan bir süre sonra yeniden ona baktığımda, onu yeniden görmemdeki tutarlılık, nesnenin, ben onu algılamadı-

ğırnda da varlığını sürdürüyor olduğu önermesiyle tatmin edici bir biçimde açıklanmaktadır.

II

Berkeley'in neden idealizmi seçtiği düşünüldüğünde, kimi zaman bu fizolofa karşı, felsefi açıdan olumsuz bir tavır takınılır; aslında bir din adamı olduğu için, Tanrı 'yı kanıtlamak ve önemini vurgulamak uğruna, bir fiziksel dış dünyanın varlığından vazgeçti­ği suçlaması yöneitilir ona. Vardığı sonuçlarda böyle bir görüşü benimsemesine karşın, Berkeley'in amaç ve çıkış noktasının, biraz kaba diye niteleyebileceğimiz bu değerlendirilmesi yanlıştır. Bir fi­lozof olarak, Tanrı 'yı kanıtlamak uğruna doğru olduğuna inandığı şeyde tahrife yeltenmeyecek bir çapa sahip olan Berkeley, aslında bu soııııca, bir misyoner tavrının gereği olarak değil, tutarlı bir de­neycinin. tutarlı deneysel bilginin olanaklı olduğunu gösterme ça­baları içinde ve tam bir içtenlikle sürüklenmiştir.

Her şeyden önce, tutarlı deneyeiliğin gerçekçiliği önereme- rnesi gerekir. Bilgi deneysel ise, algıyı aşarak algının kökeni hak­kında konuşma olanağına sahip olamamamız gerekir. Algının ar- dındakini deneysel olarak her ne zaman kavramaya çalışsak yine onun algısına çarparız. Çünkü nesneler ile olan deneysel ilişkimiz­de, yapımız gereği, algıyla sınırlıyız. Öyle ise algının arka planı hakkında söylenen her şey deneyeilikle tutarsızdır. Şimdi, bu ge­çerli düşüncenin içerdiği, algının kaynağının bilinemez olduğudur; yoksa, dış dünyanın var olmadığı değil. Demek ki, Berkeley'i ide­alizme götüren yol tutarlı deneycilikten geçse bile, bu tutum, yolun ancak yarısını oluşturmaktadır. Yolun geri kalanını oluşturan felse­fi zorunluklar hangileridir?

Algının güvenilirliğine karşı kuşkucunun geliştirdiği uslam­lamaya kısaca değinmiştik. Felsefe tarihinde çok eskilere giden bu uslamlama, deneysel bilgiye karşı güçlü bir tehdit oluşturmuştur.

Algımız birçok durumda yanılır. Bazen var olmayan şeyleri de gördüğümüz olur. Üstelik algı içeriğini inceleyerek bunun yanılgılı ya da serap veya rüya olduğunu anlamamıza .olanak da olmayabi­lir. Öyle ise, hiçbir algı içeriğinin tam olarak güvenilir olduğu söy­lenemeyecektir. Bu da deneyden elde edilen inançların, felsefi açı­dan bilgi sayılamayacağını, yani, deneyden bilgi üretilemeyeceğini içermektedir. Kuşkucunun vardığı sonuç, bir dış dünya varsa, bu­nun güvenilir deneysel bilgisinin olanaksız olduğudur. Locke'un bunu nasıl karşılarlığını gördük: Locke, kuşkucu uslamlamanın ikincil nitelikler için geçerli iken, birincil niteliklerin, nesnel olma­ları sayesinde, bundan etkilenmediklerini ve onların bilgisinin tam güvenilirliğe sahip olduğunu ileri sürmüştür. Böylece Locke, dış dünyanın doğru betimlemesinin birincil niteliklerin idelerince sağ­landığını savunmaktadır. İşte Berkeley, birincil ve ikincil nitelikler arasındaki bu ayrımın sakat olduğunu ve sağlam bir temele dayan- marlığını iddia etmiştir. Bu yönde geliştirdiği uslarr.lamalara değin- roeyecek ve ne ölçüde haklı olduğunu burada araştırmayacağım. Bunu yapmak yerine, iddiasında haklı olduğu kabulünün kendisini nereye itmiş olduğunu göstermeye çalışacağım.

Eğer birincil ve ikincil nitelikler tutarlı olarak ayırt edilemi- yorlarsa, kuşkucu uslamlama, birincil niteliklerin bilgisini de, tıpkı ikincilerinki gibi, kapsamına alacak ve dolayısıyla dış dünyanın deneysel bilgisinin güvenilirliği bütünüyle kuşku götürecektir. Va­rılan nokta, kuşkuculuğun savının kabulü müdür? Eğer bir dış dün­ya varsa, bunun deneysel bilgisi olanaksız mı görülecektir. Gerçek­te Berkeley ne kuşkucu idi, ne de deneycilikten ödün vermeye razı olabilirdi. Öyle ise deneysel bilgiyi olanaklı duruma getirecek hangi işlem gerekiyorsa ona başvurmak Berkeley için zorunluydu. Kuşkucu uslamlamanın kanıtlama amacında olduğu nokta şudur:

Eğer bir dış dünya varsa deneysel bilgi olanaksızdır.

Berkeley'e göre bu kabul edilmesi gerekecek bir sonuç ola-

cağına göre deneysel bilginin olanaksızlığını içeren bu öneernenin her zaman doğru olmasını önlemenin tek yolu "Bir dış dünya var­dır" öneernesini yadsımaktır. Tabii bu yolla, "Deneysel bilgi ola­naklıdır" önermesinin her zaman doğru olduğu kanıtlanmış olma­yacaktır. Ama yine de böylece, bu öneernenin doğru olabilme ola­nağı (yani olumsallığı) açık bırakılabilmektedir. Demek ki Berke- ley dış dünyayı, kendi çıkış noktasının zorlaması sonucu ve deney­sel bilgiye açık kapı bırakmak uğruna yadsımaktadır. ^^^bir de­yişle, Berkeley deneyciliğinde, idealizm bir başla!J^Ç:;ı;ıok^ı Yı%'a bir önkabul değil, tutarlı olarak varılan bir

III

Şimdi, az önce gördüğümüz ve bu zorunlfe&im^-^^^t ma çerçevesinde, Berkeley'in idealizme taban sağlo ^^OOiJi G

Locke gerçekçiliğindeki dış dünya kavramını nasıl g^^^^ göz atacağız. Berkeley'in Locke gerçekçeliğine karşı ür^şiımı güçlü uslamlama, algı içeriği, yani idelerin nesnelere (daha do.ğ.r.uı, su, onların birincil niteliklerine) benzedikleri savına karşı olanıdır. Deneyeilik açısından iki şeyin birbirine benzediklerini önerebii- rnek için bunları, en azından ilkece, karşılaştırabilmek olanaklı ol­malıdır. Birbirlerine benzedikleri önerilen A ve B'den yalnızca A görülebilir ve B görülemez bir şeyse, A'nın B 'ye benziyor olduğu önermesinin deneysel açıdan doğruluğu saptanamaz: Yani, böyle bir önerme deneysel açıdan anlamsızdır. Locke'un verdiği açıkla­mada ise yapılan aynen budur: Bir idenin belirli bir nesneye benze­diğini önerebiirnek için bu ide ile nesneyi karşılaştırabilmeliyiz. Halbuki, ideye doğrudan erişebildiğimiz halde nesneye doğrudan, yani ideden bağımsız olarak, erişemiyoruz. Ne zaman erişmeye ça­lışsak yapımız ve doğamız gereği, yine o idede kalıyoruz. Berke- ley bu eleştiriyi canlı bir anlatırola şöyle dile getiriyor: "İdeler an­cak yine idelere benzerler". Locke'un bu uslamlamaya karşı her-

halde diyecek bir şeyi olamazdı. Gerçekten de kendi içinde tutarlı bir deneycilik, Locke'un önerdiği ve ide-nesne arasındaki benzer­likten geçen kuramsal açıklamaya izin vermeyecektir.

Berkeley ikinci olarak, nesnelerin idelere neden oldukları savını eleştirmiştir. Berkeley bunu, aynı tutarlı deneyeilik doğrul­tusunda, yine güçlü bir biçimde gerçekleştirebilirdi. Örneğin, ben­zerliği eleştirdiği biçimde, Berkeley, A ve B gibi iki şey arasında nedensel ilişki bulunduğunu deneysel olarak önerebiirnek için bun­ların her ikisini de birbirinden bağımsız olarak gözlemleyebilmek gerekeceğini ve bu yerine gelmediğince, A'nın B 'ye neden olduğu önermesinin doğruluğunun saptanamayacağını aynı etkinlikle bil­direbilirdi. Tutarlı d^neycilik, deney (ya da algı) içeriğinin nedeni olarak bu içerik dışında bir ilke gösterebilmeye izin veremez. Böy­le bir önerinin doğruluk ya da yanlışlığı gösterilemez, yani deney­sel açıdan anlamsız olurdu. Böyle güçlü bir yol bulunmasına kar­şın Berkeley, başka ve felsefi açıdan doyum sağlamaktan uzak bir eleştiriyi kullanmayı yeğlemiştir. Berkeley'in kendi kuramının içerdiği bir sonuç olarak, nesneler (gerçekte ide tutarnlarından baş­ka bir şey olmadıklarından) edilgin ve atıldır. Bundan dolayı da herhangi bir şeye neden olamazlar. Neden olabilecek ilke etkin ve etkili olan ruhtur. İşte Berkeley bu gerekçeyi kullanarak Locke'un önerisinin kabul edilerneyeceği sonucunu çıkarsıyor. Bu eleştiri­nin, Locke'u kendi görüşü içinde çürütmediği ve ancak Berke- ley'in görüşleri kabul edildikten sonra ilginç olabileceği bellidir. Fakat Berkeley'in kuramını kabul etmek için ise önce Locke'un görüşünün tatmin edici bir biçimde yadsınabilmesi gerekeceğin­den, kullanılan bu uslamlamanın pek ciddiye alınamayacağı söyle­nebilir. Öyleyse, Berkeley elinde tutarlı deneyeiliğin gerektirdiği hazır ve güçlü bir yadsıma yolu varken ne diye bu keyfi eleştiriye başvurmuştur? Yoksa Berkeley'i buna zorlayan etmenler mi bulun­maktaydı?

Bu soruları yanıtlamadan önce Berkeley'in eleştirisini nasıl sonuçlandırdığını görelim. Çünkü bu noktaya kadarki eleştiriler, her ikisi de kabul edilebilir olsalar bile, dış dünyayı Locke'un be­timlediği biçimiyle yadsımıyor, yalnızca böyle bir dış dünyanın, gerçekte var olsa bile varlık ve niteliklerinin deneyeilik açısından bildirilemeyeceğini gösteriyor. Oysa Berkeley' in bilginin olanaklı- lığını kurtarmak için, algının ötesinde, ondan bağımsız bir dış dün­yanın var olamayacağını göstermesi gerek. Onun bu amaçla kul­landığı ve dış dünyanın algıdan bağımsız varlığını yadsıyan uslam­lamasını, idealizmi pozitif olarak kanıtlamayı amaçlayan, daha ün­lü 'esse est percipi' uslamlamasıyla karıştırmamak gerekir. Sonraki uslamlama idealizm açısından yapıcı iken, önceki gerçekçiliği yı­kıcıdır. Yapıcı uslamlama şimdiki amaçlarımız açısından kapsamı­mız dışına taşmaktadır; oysa burada ele almıyoruz. Peki dış dünya­nın varlığını yadsıyan yıkıcı uslamlama nedir?

Berkeley "algılanmayan varlık" kavramı düşünülemez, di­yor. Bu bakımdan algılanmayan varlık bir mantıksal olanaksızlıktır ve dolayısıyla böyle bir şey olamaz, diyor. Bunu nasıl temellendir­diğine bakalım:

Algılanmayan bir nesne imgelerneye çalışalım, diyor Berke- ley; bunu ne zaman yapmaya çalışsak ancak kendimizi onu algılı­yor olarak imgeleyebiliriz. Demek ki, algılanmayan bir şeyi imge- lernek olanaksızdır. Öte yandan, imgelenmesi, yani düşünülmesi olanaksız hiçbir şeyin var olamayacağı önermesi de doğrudur. Ama öyle ise, yukarıki iki önermeden, algılanmayan bir nesnenin var olamayacağı sonucu da doğru olarak çıkarsanacaktır.

Bu ilk bakışta karşı durulmaz gibi gelen uslamlamanın so­nucu, neyse ki, zorunlu olarak doğru değildir. Bunun nedeni çıkar­samanın geçersizliği değil, algılanmayan bir şeyi imgelemenin ola­naksız olduğu öncülünün yanlışlığındadır. Doğru; herhangi bir şeyi imgeleyebilmek için onu veya onu oluşturan parçaları önceden al-

gılamış olmak gereklidir; ama bu, önceden algılanmış bir nesnenin imgelenmesinin zorunlu olarak kendimizi onu algılıyor olarak im­gelememizi gerektirmeyecektir. Çünkü bir nesneyi, eğer onu algılı­yor olsak, bize görüneceği biçimde imgelemek olanağına sahibiz. Bunu yapmak da kendimizi onu algılıyor olarak imgelem içeriği- ınize katmamızı gerektirmeyecektir. Dolayısıyla, o anda algılan­mayan bir nesne imgelenebildiğine göre, bunda mantıksal bir ola­naksızlık gösterilebilmiş değildir. Yani sonuç olarak Berkeley, Locke gerçekçiliğindeki dış dünya kavramını başarıyla yadsıyabil­miş değildir. Ancak Berkeley'in kendisi bu başarısızlığın farkında değildi; eğer farkında olsaydı, yaptığına devam etmesine gerek kalmamış olurdu.

IV

Şimdi Berkeley açısından dış dünya tasfiye edilmiş olduğu­na göre vereceği idealist açıklamanın ana çizgileri ne olacaktır? Gerçekçi dış dünya kavramını tasfiye etmek, nesnelerin varlığını ortadan kaldırmak ve algımızın konusu olan dünyayı gerçek dışına indirgemek değildir, diyor Berkeley. Aslında biz zaten nesneleri ve dünyayı görmeyiz; gördüğümüz algı içeriğimiz olan idelerdir ve bu idelerin tutarlı bileşimlerini bazı nesne adları altında topluyo­ruz. Bu anlamdaki nesnelerin tümünü de dünya olarak yorumluyo- ruz. "Nesneler vardır", "Dünya vardır" gibi önermeler de anlamsız değildir. Yalnızca, bunların anlamını doğru saptamalıyız. Herhangi bir nesnenin varolduğunu bildirirken, söylediğimizin anlamı, bunu herhangi birinin algılıyor olduğundan öteye geçemez.

Bu haliyle kalsa, deneyci idealizmin epistemoloji önemli bir ekonomi sağlayacağı ve birbirini tekrar eden iki dünya yerine ba­sit, bir tek dünya ile bütün olguyu açıklayabileceği düşünülebilir. Ancak, Berkeley'in karşısında iki önemli soru daha bulunmaktadır. Bu sorular bir bilgi kuramınca yanıtlanması zorunlu olan sorular

değildir. Yanıtlar her durumda bilgi sınırlarını aşarak onun arka planı hakkında olacak, yani metafizik yanıtlar olacaktır. Ama aynı yanıtlar, eğer verilebilirse, bilgi kuramma metafizik açıdan önemli açıklama boyutları getireceklerdir. Söz konusu ettiğimiz soruların ilki, algının, seyrek durumlar dışında niçin şaşmaz bir tutarlık gös­terdiğidir. Anıınsanacağı gibi Locke'un dış dünya kavramını öne sürüşünün temel nedenlerinden biri bu soruya yanıt sağlayabilmek olmuştur. Ama eğer bu soruyu Berkeley'in kuramı da yanıtlaya­caksa, dış dünyayı tasfiye ettiğinden, aynı açıklama gücüne sahip başka bir ilke öne sürmesi gerekecektir.

İkinci soru ise Berkeley'in kendi açıklamasından doğmakta­dır: Berkeley, dış dünyayı tasfiye ederken, nesnelerin varlığını zo­runlu olarak algılanıyor olmalarına bağlamıştı. Bu böyle ise, soru- labilecek en doğal soru bir nesnenin hiç kimse tarafından algılan­madığında varlığının son bulup bulmayacağı ve yeniden algılan­maya başlandığında yeniden varlığa dönüyor olarak görülüp görü­lemeyeceğidir. Örneğin, önümdeki siyah kutucuğun içindeki pır­lanta yüzük, kutuyu kapayınca, kimse tarafından algılanmadığı ve bunun yanısıra Berkeley'in kuramı gereğince algıdan bağımsız var olamayacağına göre, yok olup, kutuyu sonraki her açışımda yeni­den varlığa mı dönüyor? Berkeley bu sağduyuya çok aykırı sonucu kabul etmemiştir. Bu nedenle de nesnelerin varlıklarının süreklili­ğini sağlayacak bir ilkeye gereksinim duymuş oluşunu doğal karşı­lamak gerekir.

Berkeley, her iki sorunun yanıtında da açıklayıcı ilke olarak Tanrı 'yı kullanmıştır. Nesnelerin varlıkları süreklidir, çünkü Tanrı onları hiçkimse algılamadığı zamanlarda da sürekli olarak algıla­maktadır. Algının içeriği hemen şaşmaz bir tutarlılık gösterir, çün­kü algı kendi kendine meydana gelen bir olgu değil, Tanrı'nın ne­den olduğu bir olaydır.

Görüldüğü gibi, Berkeley, deneyciliği her ne kadar tutarlı

olarak yürütmüşse de adımını ontolojiye attığı anda deneycilikten en az Locke kadar uzaklaşmakta ve dış dünya varsayımı yerine, ondan daha keyfi olan Tanrı varsayımını koymaktadır. Yine görül­düğü gibi, Tanrı'yı, ilke olarak tıpkı dış dünya gibi algımızdan ba­ğımsız bir varlığa sahip ve onun nedeni olarak yorumlamaktadır. Öyle ki, sonuçta bu iki ilke arasında bırakılan tek fark, biri algıya benziyor iken öbürünün böyle bir benzerliği olmamasıdır. Artık Berkeley'in algıların nedeni konusunda Locke'u yadsırken tutarlı bir deneyeinin kullanacağı uslamlamayı görmezlikten gelişini açıklayabiliriz: Böylece yapmaya çalıştığı, algının nedeni olarak Tanrı kavramına açık kapı bırakmaktı.

Son olarak şunu soralım: Berkeley, Tann kavramını kullan­madan deneycilikte gerçekçiliği yadsıyan tutarlı bir görüş geliştire­bilir miydi? Bunu, kendisini, vardığı sonuca sürüklemiş olan ilk adımı atmamış olması koşuluyla gerçekleştirebilirdi.

1)    Berkeley yalnızca gerçekçiliği geçersiz ilan edip bıraka­bilirdi. Oysa o, dış dünyanın bilinemez olduğunu söylemekle ye­tinmemiş, onun varlığını yadsıma yolunu tutmuştur. Bu yadsıma, varlığı algıya bağımlı kılmış ve buna bağlı olarak sürekliliği sağla­mak için de Tanrı kavramını gerektirrniştir. Ama diye sorulabilir, dış dünyayı yadsımak, Berkeley açısından her şeyden önce kuşku­cuya karşı bilgiyi korumak için gerekli olmamış mıdır? Buna kar­şılık biz de şunu soralım: "Eğer bir dış dünya varsa, bilgi olanak­sızdır" önermesi hangi yorumunda güçlüdür? Yanıt açık olsa ge­rek: "Eğer bir dış dünya varsa onun bilgisi olanaksızdır" anlamın­da. Üstelik ikinci önerme birinciyi içermemektedir bile. Kuşkucu­nun uslamlamasının mantıksal olarak içerdiği sonuç gerçekte bi­rinci değil ikinci önermedir. Ama durum böyle ise, "Eğer bir dış dünya varsa bunun bilgisi olanaksızdır" önermesinin doğruluğunu kabul edip, bilgiyi dış dünyanın bilgisi olarak yorumlamadan, onu kendi içinde tutarlı bir zihin içeriği dizgesi olarak gösterebilmek

olanağı da bulunmaktadır. Dolayısıyla, Berkeley'in izlemiş olduğu yolun kendi açısından bilginin olanaklılığını koruyabilmenin tek yolu olmadığı belirtilmelidir.

2)    Berkeley bilgiye temel olarak bir ontolojik açıklama ge­tirmeyi reddederek idelerin nedenlerinin bilinemez olduğunu öne­rebilirdi.

Görüldüğü gibi, yukanki her iki noktadaki tutumu da Ber- keley'in adımlarını ontoloji alanına kaydırmaktadır. Oysa bunlar, ilginç konular olmaları bir yana, bir bilgi kuramının açıklamak zo­runda olmadığı noktalardır. Dahası, bunlar Berkeley'in Locke'u eleştirirken benimsediği tutarlı deneyeiliğin açıklamayı zaten red­detmesi gereken konulardır. İşte Berkeley'in deneyeilik adına baş­lattığı eleştirilerin onu nerelere götürdüğünü iyi değerlendiren Hu­me, bilginin (yani algının) kaynağı konusunda kuşkuculuk ardına sığınarak çok daha tutarlı bir deneyeilik sunabilmiştir. Ama bunu belirtmek, Hume 'un tutarlı deneyciliğinin en geçerli ya da doğru açıklamayı sağlayabildiğini iddia etmek olmadığı gibi, tutarlı deneyeiliğin zorunlu olarak Hume'un görüşünü içereceğini savun­mak da değildir.

HUME, NEDENSELLİK,
TiKELLİK
VE TEKİLCİLİK

(1992)

Nedensellik, zaman içinde varlığı birbirine bağlayan şeydir. Evrenin neresinde olursa olsun, düşünülebilecek her zaman dili­minde bir fiziksel zorunluluk olarak, belli bir değişim süreci yer alır. Değişim, bir niteliğin ortadan kalkıp yerine bir başkasının gel­mesi, yani bir nitelik-oluşumudur. Buysa nedenlerden kaynaklanır; her olayın, her nitelik-oluşumunun, bir nedeni vardır.(!) Bu söyle­neni kuvvetli bir anlamda yorumlamak gerek. Meydana gelen her değişimin, her olayın herhangi bir nedeni bulunduğunu öne süre­rek, evrenin durumunu yeterince doğru bir biçimde açıklamış ola­mayız. Çünkü olup bitenlerin çok büyük bir bölümünün, onlarla bağlılaşım içinde olan, belli türden nedenleri var. Evrenin düzenli bir yer olmasının başlıca gerekçelerinden biri olan bu son ilke, Hu- me'un da saptadığı gibi, benzer nedenlerin evrenin her yerinde benzer etkiler oluşturmalarıdır.

Hume'un felsefeye yaptığı belki de en ünlü katkı, ortaya at­tığı, nedenselliğe ilişkin açıklamalarıdır. Bu filozofun amacının özellikle neden kavramımlZI açıklamak olduğunu ve de onun bu

1)   Burada dile getirdiğim şey, '"nedensellik ilkesi" adıyla andığımız temel ya­sadan başkası değil. İlkeye göre hiç yoktan, ya da nedensiz olarak, hiçbir olay meydana gelemez; böyle bir değişimin ortaya çıkmasından "sorumlu" olan bir başka değişim gerçekleşmiş olmalıdır. Nedensellik ilkesinin varlı­ğın sakınımı ilkesiyle yakın bir ilişkisi olduğunu anımsayalım. Hiçbir şey tümüyle yoktan varolmaz ve varolan hiçbir şey de tümüyle yokluğa dönü- şemezse, yeni bir niteliğin ortaya çıkıp, önceden varolan bir başkasının or­tadan kalkması olana değişimin de, her zaman ve her yerde bir nedeni ve de bir etkisi olması gerekecektir.

açıklamayı nedensel ilişkilerin deneysel bilincine dayandırmaya çalıştığını biliyoruz. Kuşkusuz, Hume'un neden kavramımızın de­neysel terndierine ilişkin olarak öne sürdükleri, nedensel bağlantı­ların varlıkbilimsel koşullarını da ilgilendiiiyor. Bunun ölçüsünü, yani Hume'un neyi neye ilişkin olarak öne sürdüğünü, açıklıkla kavramaya çalışmalıyız. Burada onun nedensellik kuramının kimi belli başlı yönlerini kısaca özetleyip tartışmak istiyorum. Ancak bu amaçla önce, Hume bilgibiliminin payandasını oluşturan algı ve anlık felsefesinin temel ilkelerini gözden geçirmek gerekiyor.

Hume modern felsefede duyu-deneyi ve kavram arasındaki ayrımı açıklıkla saptamış olan ilk düşünürdür. Bu ikisini "izlenim­ler" ve "ideler" söz.:ükleriyle karşılıyor. Burada Hume'un düşün­celerini aktarırken, duyu-deneylerini ben de "izlenim" sözcüğüyle dile getireceğim. Öte yandan, filozofun "ide" diye andığı şeylere ben "kavram" diyeceğim. Hume tüm bilginin izienimlerden kay­naklandığını öne sürmüştür. Ona göre, izienimler deneyimizin içe­riğini oluşturuyor. Edindiğimiz her izienim için zihnimiz bir de kavram üretir. Kavramlar, daha canlı olan izlenimlerin soluk kop­yalarıdır. Hem izienimler hem de kavramlar yalın ya da bileşik olabilirler. Bileşik olanlar ögelerine ayrılabilirken, yalın olanların ayrılabilecekleri ögeleri yoktur. Bunlar epistemik temelleri oluştu­ruyor. Hume'a göre her yalın kavram yalın bir izlenirnden kaynak­lanır; bir şeyin yalın izlenimi, her durumda, onun kavramından ön­ce gelir. Bileşik kavramlar yalın olan ögelerden oluşurlar. Bu yalın ögelerse, daha önce duyurnladığımız yalın izlenimlerin kopyaları­dır. Genellikle, bileşik kavramlar bileşik izienimlerden türetilir. Ancak bu her zaman böyle olmak gereğinde değildir.

Hume izlenimleri iki türe ayırmıştır. Locke'u izleyerek bunları duyu izlenimleri (dışsal deney) ve düşün izlenimleri (içsel deney) olarak saptar.(2) Duyu izlenimlerinin anlığımızda, bilinme-

2)    İngilizce'deki "impressions of sensation" ve "impressions of reflecıion".

yen nedenlerin etkileri olarak varlığa geldiklerini söyler. Düşün izlenimleri ise, Hume'un görüşüne göre, büyük ölçüde kavramlar­dan kaynaklanırlar. Önce, duyu organlarımızın etkilenimleriyle oluşan kimi izienimler edinir, örneğin sıcağı, soğuğu, susuzluğu ya da açlığı, bir hazzı ya da bir tür acıyı tadarız. Anlığımız böyle bir izlenimin, o izienim kesildikten sonra da sürecek olan ve kav­ram diye adlandırdığımız, bir kopyasını yapar. Böylesi bir haz ya da acı kavramı, anlığımızı etkileyince, istek, tiksinti, umut ya da korku gibi, kimi yeni izlenimlerin oluşmasına neden olacaktır. İşte bu son türden olanlar, duyu organlarından değil de, anlığın kendi içeriklerini gözlemleyişinden kaynaklanan şeylerdir; dolayısıyla bunlar duyu izlenimi değil, düşün izlenimleridir. Tabii düşün izle­nimleri de, anlıkta, yine bellek ve imgelem tarafından kopyalana­cak ve onlardan da kavramlar türetilecektir. Daha sonra, belki bunlar da yeni izlenimlere ve dolayısıyla yeni idekre gebe olacak­tır. Hume'a göre, oluşturduğumuz kavramlar üzerinde etkin olan iki anlıksal yetimiz var: bellek ve imgelem. Sonrakinin ürettiği kavramlar öncekininkilerden daha soluktur. Bellek, kavramları anlığın onları oluşturduğu zamanki düzenlerini bozmadan saklı- yar. İmgelemse bu düzeni istediğimiz gibi değiştirebilmemize ola­nak veren yeteneğimiz. Ancak, diye ekliyor Hume, imgelemimiz bütünüyle rastlantısal olarak çalışmaz; o da kurgusu içinde kimi ilkelere uyar. Kurgu yaparken kavramları hep düzenli çiftler biçi­minde sıralı olarak çağrıştırırız.

Betimlediğimiz bu şema, Hume için çok tutarlı bir deneyci bilgibilim olanağı sağlıyor. Bu filozof, hemen her kavramımıza ilişkin olarak, onun hangi izienimlerden kaynaklandığını sorar. Kuramı açısından, izienimlerden kaynaklanmayan kavramlar de­neysel temelden yoksun bulunacak, yani meşru olmayacaktır. İm­gelem ürünleri olarak, böylesi düşüncelerin nesnel karşılıktan yok­sun oldukları öne sürülebilecektir. Hume 'un nedensellik kavramı-

na ilişkin olarak yaptığı şey de, bu anlamdaki bir deneysel meşru­iyet hesabı vermektedir.(3)

Artık nedenselliğin tartışmasına dönebiliriz.<4> Hume, ne­dense! yargılarımııda anlığımızın duyu-deneylerimizin ötesine aş­tığını gözlemliyor. Şu anlamda: Nedensel yargılarımız deneyleri­miz hakkında değil; bizim dışımızdaki olguları ilgilendiriyor. Anlı­ğımız belli bir şeyin varlığını, oluşumunu, ya da etkinliğini göz­lemler gözlemlemez, zaman içinde onu izleyen, ya da ondan önce gelen başka bir şeyin düşüncesine atlıyor. Bunu yaparken de, ne­den ve etki olarak belirlediği kimi olayları çok sıkı bir bağlantı içindeymişler gibi varsayıyor. Anlığımız, sanki dünyadaki tüm olayları, tüm nitelik-oluşumlarını böylece bağlantılı olarak kavra­maya belirlenmiş gibi. Bu "güdünün" kökenini anlaşılır kılmaya çalışan Hume, bağlantılıymış gibi kavranan şeylerin deneysel açı­dan nasıl ayırt edilebileceklerini saptamayı amaçlıyor. Nedensel olarak ilişki içindeki olayların iki belirgin deneysel özelliği var. Bunlar, neden ve etkinin uzayda birbirine değiyor olmaları (conti- guity) ve etkinin zaman içinde nedeni izlemesi (succession). Nere­de bir nedensel ilişki varsa, orada Hume'un belirlediği bu iki özel­lik de gözlemleniyor.<S> Buraraya kadar anlatılanları bir örnekle açıklayalım. Bir istekanın bilardo topuna vurarak onu devindirdiği­ni düşünelim: Böyle durumlarda istekanın vuruşunun devinime ne­den olduğunu söylüyoruz. Burada, istekanın ucu topa değmiş ve topun devinimi istekanınkinden sonra gerçekleşmiştir. Bu iki özel­liğin nedensellik için zorunlu koşul oluşturup oluşturmadığını bu-

3)    Buraya kadarki özet, özellikle Hume (1969), s.49-57'ye dayanıyor.

4)   Hume'un nedenselliğe ilişkin görüşlerinin özeti, Hume (1969)'un I. kitap, bölüm 3'teki 2, 14 ve 15'inci kesimlere dayanıyor.

5)   Gözlemlediğimiz dünyada durum büyük bir çoğunlukla böyle. Ancak söz konusu bu özelliklerin nedensellik için zorunlu beliniler olduklarını öne sürmek, hemen aşağıda da değineceğim gibi, burada açmak istemediğim oldukça tartışmalı bir konuyu gündeme getiriyor.

rada ele almayacağım. Vurgulanması gereken nokta, bu iki koşu­lun, zorunlu olsalar bile, yeterli olamayacakları. Bir başka deyişle, belli bir olay çiftinin birbirlerine nedenseilikle bağlı olduklarııu, salt olarak bu iki özelliği saptayarak belirleyemiyoruz. Hume'un da dediği gibi, herhangi bir şey, örneğin bir nitelik-oluşumu, ne­dense! olarak bağlı olmadığı bir başkasına değebilir, üstelik ayrıca onunla ardışık (birbiri ardından gelecek biçimde sıralanmış) da olabilir.<6) İstekanın topa vurmasının hemen ardından aksıran bir bilardocu, bu iki özelliği de yerine getirdiği halde vuruşu ile aksır­ması arasında nedensel bir ilişki oluşmamıştır. Burada yetersizliği göz önünde bulunduran Hume, bu konudaki genel inançlarımıza da uyarak, nedensel ilişkilerde az önce saptananlardan da önemli, başka bir özellik daha bulunduğu onaylar: Nedensel ilişkiye dam­gasını vuran bu özellik, neden ile etki diye belirlenen olaylar ara­sında yer aldığı düşünülen bir "zorunlu bağlantı"dır. Ne zaman ne­rede nedeni görsek, orada onun etkisinin de ortaya çıkmasını bek­leriz; böyle düşünürüz, çünkü bu iki olayın zorunlu bir bağlantı içinde olduklarına inanırız. Buna göre, bu zorunlu bağlantı denile- nin nasıl bir şey olduğunu anlayabildiğimizde, nedenselliğin özünü de kavramış olacağız.

Hume söz konusu zorunlu bağlantının bir ussal zorunluluk olamayacağını gösteriyor. Nedensellikte bulunan bağlantı, örneğin "üçgen olmak" ile "üç açılı olmak" arasındaki kadar sıkı bir zorun­luluk değil. Nedenin varlığını etkisi varolmadan, etkinin varlığını da nedeni varolmadan düşündüğümüzde herhangi bir çelişkiye düşmüyoruz. Oysa üç açısı olmayan bir üçgeni tutarlı olarak dü­şünmemize hiçbir anlamda olanak yok. Hume'un belirttiğine göre zorunlu bağlantı, olayları birbirine zincirleyen bir güç de olamaz,

6)   Hume (1969), s. 125. Hume neden ve etki olarak düşünülen olay ve du­rumların tümüne birden "nesne" diyor. Ancak bunu dar olarak "cisim" an­lamında kavramamalıyız.

çünkü nedensel ilişki içiııdeki olay çiftlerini izlediğimizde, bunlar arasında yer alan herhangi bir gücün izlenimine hiçbir durumda ta­nık olmuyoruz. Görüldüğü gibi, Hume hep izlenimlere başvuruyor. Onun g1hi bir deneycinin, zorunlu bağlantı düşüncesinin kaynağını araştırırken, bu düşüncenin temelindeki duyusal izlenimleri sapta­maya çalışması doğal ve tutarlı. Çünkü onun benimsediği öğretiye göre, olgulara ilişkin olduğu öne sürülen bir düşüneeye geçerlilik ve meşruluk veren tek şey, bunun temelindeki duyu deneyleri, yani izlenimlerdir. Tek tek nedensel ilişkileri incelediğimizdeyse, neden ile etkisi araı,ında değme ve birbirini izleme dışında, ayırt edici hiçbir den^ystl özelliğe rastlamıyoruz. Demek ki, diyor Hume, zo­runlu bağlantı 1\avramımızın köken ve temeli, tekil olarak ele alı­nan nedensel ilışkilerin gözleminde yatmıyor.

Bu aşamada Hume tikel nedensel ilişkilerin deneyini tekil olarak değil, büyük sayılar oluşturan çoğulluklar halinde ele alma­ya başlıyor. Bu fihJZof nedenselliğin deneydeki temelinin işte bu­rada keşfedilebileceğini öne sürüyor. Kendisini felsefe tarihindeki saygın konumuna yükselten önemli saptaması şu: Zorunlu bağlantı ve dolayısıyla da nedensellik kavramlarımızın kaynağı, diyor, bir­birine benzer olan nedensel ilişki örneklerinin karşımızda büyük sayılarda, tekrar tekrar çıkışlarıdır. Benzer nedenler, her zaman ve her yerde benzer olan etkilerle, değişmez olarak birlikte varoluyor­lar. Örneğin bir nesnenin bir başkasına çarpmasına benzer olan olayları, her yerde, kendisine çarpılan nesnenin devinimine geçişi­ne benzeyen olaylar izliyor. Dolayısıyla nedensel olarak bağlantılı olduğunu düşündüğümüz arasında nesnel olarak varolan şey, ben- zerierin kendilerini çok büyük sayılarda tekrarlayışlarından başkası değil. Yani, böylece gözlemlenen değişmez birlikteliğin (Constant conjunction) bir sıkı bağlılaşım ötesinde, "gerçek" bir bağ, gözle-

7)    ( 1969), s.2 I 4.

me açık bir zincirienim gibi bir varlığı ya da temeli bulunmuyor.C7l Dolayısıyla, nesnel anlamda dilegetirilecek olursa, bir nedensel ilişki, birbirine değen, ardışık ve benzer olan olay çiftlerinin uzay ve zamana dağılmış olan büyük sayılardaki varlığı, ya da başka türlü söylenecek olursa, birbirine değen ve ardışık kimi olay tiple­rinin değişmez birlikteliklerinden başka bir şey değil. Hume nesnel olarak düşünülen nedensel ilişkilerin, bir değişmez birliktelik ola­rak ortaya çıkmalarının zorunluluğunu öne sürmüyor. Onun söyle­diği şey, gözlemlediğimiz nedensel ilişkilerin temellerinin düzenli birlikteliklerde bulunduğu ve böylesi izlenimlerin bizim nedensel­lik kavramımızın kökenini oluşturduğu. Hume'a göre düzenlilik açısından geleceğin de geçmiş gibi olacağına olan inancımız, ne bir nesnel kesinliktir ne de bir ussal, yani mantıksal zorunluluktur; buna güvenişimiz yalnızca ve yalnızca nedenselliğe olan inancı­mızdan kaynaklanmaktadır. Nedensel bir ilişkinin gelecekte de sürmesi ancak bir olasılıktır.

Olaylar arasında yer aldığı varsayılan bir zorunlu bağlantıya ilişkin kavramımızın değişmez nesnel birlikteliklerden kaynaklan­dığı ortaya çıkarıldı; ne var ki bu kavramın gözardı edilmemesi ge­reken öznel bir temeli de var. Daha önce belirtildiği gibi, değişmez birliktelikler, birbirleriyle tümel anlamda özdeş olan olay çiftlerine değil, benzer olan tikel çiftiere ilişkin olarak geçerli. Hume, bu her yerde ve her zaman birlikte gözlemlenen benzerlerin, anlığımızda "yeni bir izienim oluşturduklarını" söylüyor.<Bl Anlığımızın ben­zerlerini hep birlikte gözlemlediği olay çiftlerinden birini gördü­ğünde, ondan öbürünün düşüncesine atiarnası da, işte yine bu izie- nim dolayısıyla. Peki nasıl bir izienim bu? Hume zorunlu bağlantı kavramının oluşmasına temel sağlayabilen, duyusal bir izienim (yani bir duyu-deneyi) bulunmadığını tekrar tekrar vurguluyor. Bağlantının duyu organlarıyla algılanan bir izlenimi yok; örneğin

8)   (1969), s.215.

istekanın ucunu topa bağlayan bir ilinliye ait, edinebiirliğimiz bir deney yok. Dolayısıyla, diyor Hume, bu kavram bir düşün izleni­minden (impression of reflection) kaynaklanıyor olmalıdır.<9) De­mek ki, zorunlu bağlantı "nesnelerde değil, anlığımızda varolan bir şeydir."00) Kısaca yİnelencek olursa, bu açıklamaya göre, geçmiş deneylerde belli iki duyunun izieniminin benzerlerinin değişmez birlikteliğini gözlemlemiş olan anlığımız, bunların birbirlerine bağlı oldukları yönünde bir alışkanlık, bir düşün izlenimi oluşturu­yor. Herhangi bir yerde bunlardan birini duyumlayınca da, bu izle­nime dayanarak öbürünün düşüncesine çıkarsıyor. Zihnimiz her ne kadar neden ve etki ile bunların benzerleri olan olay çiftleri arasın­da bir bağ bulunduğunu varsaysa da, bu yalnızca öznelerarası bir varsayım. Nesnel anlamda neden, etki ve bunların benzerleri ara­sında varolan tek ortak şeyse, onların değişmez birliktelikleri. Olaylar arasında bundan başka bir bağlantı yok.

Nedensel olmayan ardışıklıklarla nedensel ilişkileri birbirin­den ayırt etmeye çalışan Hume'un duyusal deneyde bunlar arasın­da bulabiirliği tek farkın, değişmez birlikteliğin yalnızca nedensel ilişki içindeki ardışıklarda gözlemlenişi olduğunu saptadık. Tabii, Hume'un amacı "nedensellik" ve onun dayanağı olarak düşünülen "zorunlu bağlantı" kavramlarımızı, deneysel olarak temellendir- mekti. Hume nedensellik için "bir olayın tüm benzerlerinin bir başkasının tüm benzerlerince izlenmesi" gibi bir tanım yaptığın- da0 1) sözünü ettiği olaylar, yani nitelik-oluşumları, fiziksel değil deneysel şeyler. Burada Hume'un dış dünyadaki şeylere ve düzen- Iiiikiere hiçbir durumda değinmediğini, bir kural olarak yalnızca

9} (1969}, s.216.

10)   (1969}, s.216.

1 1) Hume (1979), s.87. Aynca bkz. Hume (1969), s.222. Daha önce de belirt- ıi^im gibi, Hume nitelik ya da olaylar için "object" yani nesne sözcüğünü kullanıyor. Ancak bundan kastettiği bir cisim de^il. bir cisimdeki nitel de- ^işiklik.

deney içerikleri hakkında konuştuğunu ileri sürmek istemiyorum. Tam tersine; kanımca deneyin arkasındaki dünya hakkında ayrıca söz etmekle, nedensellik üzerine söylediklerinin çift anlamlı olarak yorumlanamayacağını göstermiş oluyor. Çünkü Hume, nesnel dü­zenlilikler ve cisimlerden söz ettiği yerde, nedenselliği bunlar üze­rinden tanımlamamaya ve de deneysel bir tanımın dünya üzerinde­ki düzenliliklere ilişkin bir içerimi olduğunu öne sürmemeye bü­yük özen gösteriyor.02) JS^şku götürmeyen bir nokta, Hume'un görüşü açısından bizim doğayı düzenli olarak algılayışımızı temel­lendiren şeyin nesnel evrendeki değişmez birliktelikler olduğudur. Bu filozofun belli başlı iddialarından biri, nedeni gördüğümüz yer­de onun etkisini de aramak eğilimimizin, yani düzenliliği açıklama güdümüzün, yine bu birlikteliğin gözlemine dayandığıdır. Neden­sellik kavramımızın kökeninde bu psikolojik sürecin bulunduğunu ve aynı şeyin zorunlu bağlantı kavramımız için de, hem gerekli hem de yeterli koşul oluşturduğunu düşünüyor. Bundan dolayı, bu filozofun gözünde nedensellik kavramımızla, duyutarımızla göz­lemlediğimiz düzenlilikler arasında, mantıksal bir ilişki bulundu­ğu, kanımca yadsınabilecek bir şey değil. Ne var ki, tüm bunlara dayanarak Hume 'un kuramının, ayrıca nesnel anlamdaki nedensel ilişkilerle, böylesi çiftierin benzerlerinin uzay ve zamana yayılma­ları arasında, mantıksal bir ilişkinin varlığını da içerdiğini öne sür­mek geçersiz olur. Böyle bir içerim bulunduğunu öne sürmek, ge­çersiz olduğu kadar yanlıştır da. Hume'un nesnel anlamdaki böyle bir mantıksal ilişkinin varlığını hiçbir zaman savunmadığı kanısın­dayım. Eğer durum böyleyse, nesnel anlamdaki nedensel ilişkilerin değişmez birlikteliklerden bağımsız olarak da varolabileceklerini, bir mantıksal olanak olarak saptamak, Hume'un kuramma karşı bir eleştiri değeri taşımaz.03)

12)   Nesnel anlamdaki cisimler ve dUzenliliklere ilişkin olarak bkz. s.214-215.

13)   Böyle eleştiriler için bkz. Anscombe (1975), s.65; Cartwright (19R9),

s.21; Tooley (1987), s.29.

Hume'un nedensellik açıklamasını nesnel anlamdaki neden­lere ilişkin olarak ortaya atmadığını öne sürdüm. Bunu biraz daha açıklaştırmaya çalışayım. (A) Belirtmiş olduğum gibi Hume açık­lamasını neden kavramımızın deneysel temellerini saptamak ama­cıyla geliştiriyor. Açıklaması bu bağlamda son derece özgün, güçlü ve etkili. (B) Hume, tartışmaları içinde, deneydeki düzenlilikleri, deney ötesi varlıklar olarak nesnelerin ve olayların birliktelik ko­şullarından ayrı olarak düşünüyor. Ona göre deneydeki birliktelik­ler gibi nesnel birliktelikler de var, ve de ayrıca bu sonrakilerin varlığı neden kavramımız için bir zorunlu koşul. Ne var ki, Hume hiçbir yerde neden kavramımızın deneydeki değişmez birliktelikle­re dayandığı savını, nesnel anlamdaki nedenselliğin de nesnel bir­likteliklere dayandığı biçimde, dış dünyaya yaymıyor. Hume bunu yapmadı, çünkü yapsaydı açıkça yanlış olan bir şey öne sürmüş olurdu. Kimi felsefeciler, Hume'un, tartışmalarının soncunda sun­duğu nedensellik tanımlarında "nesne" sözcüğünü kullanmasını, onun nedensellik ile değişmez birliktelik arasında oluşturduğu bağı nesnel anlamda kastettiği yönünde yorumluyorlar. Benim buna vermek istediğim yanıt şu: Eğer böyle bir yorum doğruysa, Hume mantıksal açıdan apaçık yanlış olan bir sav öne sürmüş olacak. Onun bu yaniışı görernemiş olmasına olanak yok. Çünkü bu (A) ve (B) noktaları ışığında kendini kolayca belli ediveren bir yanlış. Nesnel anlamdaki nedenselliği yine nesnel olarak kavranılan de­ğişmez birlikteliklerle tanımlarsanız, bu iki şey arasında nesnel an­lamda bir mantıksal ilişki, yani bir zorunluluk ilişkisi öngörmüş olursunuz. Oysa Hume bu konuda çok duyarlı bir düşünür. "Zo­runlu bağlantı"nın nesnel olamayacağını saptarken orada söz ko­nusu olan zorunluluğun bir mantıksal ilişki olamayacağını, çünkü neden ve etkisinin birbirlerinden ayrı olarak düşünülebildiklerini vurgulayan<14l Hume'un, bir nedensel ilişkinin de benzerlerinden

14)   Hume (1969), s. l27.

ayrı olarak düşünülebileceğini görememesi, onun çapına uymaya­cak bir acemilik olurdu. Üstelik, nesnel anlamdaki nedenselliği dü­zenliliklerden ayrı ve bağımsız olarak düşünmek, Hume'un döne­minin onun kendi savına karşıt olan tüm nedensellik kuramlarının zaten yapmakta olduğu bir şey. Hume'u "nesnel" nedenleri açıklı- yormuş gibi yorumlamak, ona fazlasıyla acemi ve safdil bir hata yüklediği için yanlış olmak zorundadır, diyorum.

Hume'un nedensellik kavramımızı açıklamak amacıyla ge­liştirdiği tanımı nesnel anlamdaki nedenselliğe uygulamak, bu dü­şünüre geçerli olarak yüklenebilecek bir görüş olmadığından, ken­disini nesnel anlamda yorumlanan böyle bir tanım dolayısıyla eleş- tirrnek de en azından haksız bir girişim olur. Kaldı ki, şimdi belir­tildiği gibi, nedenselliği düzenliliklere zorunlu olarak bağlayan bir sav açıkça yanlıştır da: Tüm evrende tek başına, benzersiz olarak varolacak tekil bir nedensellik ilişki düşüncesi, mantıkça bir çeliş­ki doğurmuyor. Tek başına, ya da çok seyrek benzerliklerle varol­mak; varlığı büyük sayıdaki benzeriikiere askıntı olmamak, tutar­sız düşünceler değiller. Tabii rastlantısal ardışıklıkların, yine bütü­nüyle rastlantısal olarak, geniş benzerlik öbekleri oluşturmalarını ve dolayısıyla bir yasal düzenlilik görünümü vermelerini de, man­tık açısından engelleyen bir şey yok. Kimi felsefeciler, Hume'un kuramma fiziksel dünyada nedensel olmayan düzenlilikler de bu­lunduğu gerekçesiyle karşı çıkıyor. Örneğin gece ile gündüz, yeşil ve kırmızı trafik ışıkları gibi ve bunlara benzer kimi başka durum­ların, genellenebilen değişmez birlikteliklerin nedensellik için zo­runlu olduğu savını çürüttükleri öne sürülerek, bu durum Hume 'un açıklamalarına karşıt bir örnekmiş gibi sunuluyorJI5) Bu yapılan belki kimi Hume yorumlarınrn eleştirisi olabilir, ama bunu Hu­me 'un kendi görüşlerinin eleştirisi saymak, kanımca bu filozofu yanlış anlamaktır. Bir kez daha yineleyelim: değişmez birliktelik,

15)   Düzenlilik karşıtı uslamlamalar için bkz. Armstrong (1983), Bölüm 2, 3, 4.

nesnel anlamdaki nedenselliğin mantıksal bir yönünü oluşturmu­yor. Konuya deneysel açıdan bakıldığındaysa, karşıt örnek yerine kullanılan düzenlilik türlerinin uzay ve zamandaki belli bölgeler içinde sınırlı kaldığını görüyoruz. Ne var ki, önemli olan nokta bu değil. Onaylamak gerek; nedensel olan düzenliliklerle, nedensel olmayanların ayrımını deney ile saptamak güç ve hatta bazı du­rumlarda da olanaksız olabilir. Fakat, bu anlamda düşünülen sapta­ma ve kanıtlama gibi bazı etkinlikler, bilgi-bilimsel düzeydeki ça­balar. Kimi gözlem durumlannda nedensel düzenlilikleri tesadüfi olaylardan ayırt ederneyişimiz bu iki türün kendilerinde de ayrım­sız olduklarını göstermez. Hepsinin ötesinde, bu noktaların hiçbiri Hume'un açıklamalarını etkileyemez. O, nedensel düzenliliğin bu­lunduğu durumlarda, böyle bir şeyin gözleminin nedensellik kav­ramımızı nasıl temellendirdiğinin hesabını veriyor. Bu anlattıkları, nedenselliğin gözlemin ardındaki antik yapısını belirlemeyi amaç­layan şeyler değil.

Dikkat edilirse, Hume'un yaptığı açıklamalar hiçbir durum­da, ne bilgisel ne de varlıksal düzeyde, tümel olgu ya da kavramla­rın varsayılınasını gerektirmedi. Genellik, yasallık ve düzenlilik gibi olgulardaki, aynı olayların kendilerini tümellik oluşturacak bi­çimde yinelemeleriymiş gibi duran görünüşler, her zaman tikelle­rin büyük sayıdaki benzerlikleriyle birlikte varolmaları biçiminde yorumlandı: A ve B olayları arasındaki nedensel bağlantı, onların değişmez birliktelikleriyle açıklandığında, bu aynı A ve B'nin farklı yerlerde birlikte bulundukları değil, onların benzerlerinin eş­leştiği kastedildi. Hume bir adeı; dolayısıyla onun varlıkbilimi yal­nızca tikel şeylerden oluşuyor. Onun felsefi düşüncesi, tutarlı bir rikelciliğe örnek oluşturuyor. Hume'un öne sürdüklerini öznelera- rası nedensellik kavramımıza ilişkin olarak değil de nesnel dünya­daki nedenseilikler kastedilecek şekilde yorumlayan birisi, bu filo­zofa göre, nedenselliği nedensel olmayan ardışıklıktan ayıran şeyin

"genellenebilirlik" olduğunu düşünmek durumundadır. Tabii bura­da "genellenebilirlik"ten bir olay çiftinin benzerlerinin büyük sayı­lara ulaşması anlaşılacak. Bu nokta bize tikel bir varlıkbilimini be­nimsemenin tekil ya da çok seyrek gerçekleşen nedenselliği, bir fi­ziksel olanaklılık biçiminde kavramayı gerektirmediğini gösteriyor. Çünkü fiziksel olarak olanaklı olduğu ölçüde yaygın da olan şey, "tekil nedensellik" değil, belirlenimsiz nedenselliktir.

Tekilciliği tikelcilikten özenle ayırt etmeli. Tikelcilik, genel­likle veya tümelliklerin tikellerce çözümlenen ilkeler olarak kavra­nılması. Tekilcilikse, tikel nedensel ilişkilerin onlara eşlik eden ge­nellikler gerektirdiğini yadsıyan görüştür. Tekilciliğin nedensellik bağlamında ortaya atılış amaçlarından birisi, kimi felsefecilerini Hume'un öğretisine bir almaşık sağlama çabaları olmuştur. Ne var ki yukarıda tartıştığım gibi, bu yolla bir almaşık oluşturma beklen­tisi bir yanılgıya dayanıyor. Hume'un kendi öğretisini, daha yakın zamanlarda ortaya çıkan Hume-umsu kimi tezlerden dikkatle ayırt etmemekten kaynaklanıyor. Aslına bakılırsa, Hume'un öğretisi te- kilcilik ile köktenci bir biçimde farklı olan bir düşünce de değil. Çünkü her iki kurarn da, bir yandan nedensel bir ilişkinin varlığını, ona uyan bir doğa yasasının varlığından mantıksal anlamda bağım­sız sayarken, öbür yandan böyle yasallıkların gözlernde nedensel ilişkileri rastlantısai ardışıklıklardan ayırt ettiklerini onaylayabilir: Bir nedensel ilişki, kendisine uyan bir yasaya mantıksal olarak bağlı değidir. Daha önce belirttiğim gibi, bu her iki kurarn da tek başlarına var olacak nedensel ilişkileri mantıksal olanaklılık için­de değerlendirmek durumunda. Ancak üzerinde ayrıldıkları öne sürülebilecek nokta da işte burada geliyor: Hume'un öğretisi, man­tıksal olarak olanaksız saymadığı bu şeyi, fiziksel olarak olanakstz sayıyor. Peki ya tekilciliğin bu fiziksel olanaklılık konusuna ilişkin tutumu ne?

Yeti, güç, ya da eğilim gibi kavramların, tikel nedensel iliş-

kilere değgin, varlıkbilimsel bir açıklayıcı değerleri yok; örneğin "aspirin olmak özelliği, içinde baş ağrılarını giderme yetisini ta- şır"(l6) gibi dilegetirişler, sorunu çözmek yerine topu başka bir sa­haya atıyorlar. Çünkü yeti, güç ya da eğilim gibi şeyler, kendileri açıklanmak gereğinde olan şeyler. Önce şunu saptayalım: Ne tikel- cilik kimi nedensel yetiler ya da güçler varsayınayı gerektiriyor, ne de güçlere dayandırılan bir açıklama tekilciliği içeriyor.<l7) Tekilci- liğe göre tüm nedensel ilişkiler, onlara uyan sıkı yasal düzenlilikler bulunuyor olsa bile, doğaca tekildirler; varlıkları, çoğulluk ya da genellik anlamındaki böylesi yasallıkları içermez.< 18) Dolayısıyla olguya tekilcilik açısından bakıldığında düzenliliklerin nedensel ilişkileri rastlantısal ardışıklardan ontik olarak ayırt ettiği öne sürü- lemez.(l9) Şöyle bir eleştiri yapacağım: Tekilciliğin Hume'un gö­rüşünden bağımsız bir yaklaşım olmadığını, ya da özgün bir yanı olabilmesi için, onun tek başına varolan nedenleri fiziksel açıdan da olanaklı sayması gerekeceğini öne sürmek istiyorum. Yani te- kilcilik ya Hume'un görüşü içinde eriyip gidecek, yahut da, ondan bağımsız olabilmek için "tek başına nedenlerin" fiziksel anlamda olanaklı olduklarını savunacak. Yazıının kalan bölümünde, böyle bir fiziksel olanaklılık iddiasını çürüteceğim.

"Tek başına nedenler" savı, bir nedensel ilişkinin yalnızca bir kez, ya da yasallıkla kavranamayacak ölçüde seyrek bir biçim­de gerçekleştiğini savunan görüş. Şimdi bu görüşü doğru kılan bir olanaklı dünya varsayalım. Bu dünyada, tek başına, yalnızca bir kez varolmuş bir nedensel ilişki, bundaki neden ögesinin yalnız başına varolan benzerleri ve seyrek olarak da, bu ögelerin nedensel olmayan rastlantısal birliktelikleri bulunacaktır. Eğer bu olanaklı

I 6) Cartwright (1 989), s. I4I.

ı 7) Örneğin bkz. Shoemaker (I984), s.2ı3-232.

ı 8) Bkz. Anscombe (I 975), s.63.

I 9. Bkz. Ducasse (I 975), s. I 1 8-I I9; Cartwrigth (1989), s.2.

dünya aktüel olsaydı, böyle bir tek başına nedenin ya da mucize­den ayırt edilemeyeceğini, ya da bir mucizeyi içereceğini öne sürü­yorum.

Tek başına nedenleri savunmak isteyen biri, böyle bir şeyin mucizelerden kolayca ayırt edilebildiğini öne sürecektir. Çünkü di­yecektir, kaynaklarının tanrısal olması bir yana, mucizeler doğa yasalarına karşıttır ve onları ihlal ederler. Oysa, tek başına neden­ler böyle yasaları ihlal etmeden, yalnızca onların kapsamı dışında kalırlar. Bir mucize, iki olayın belli bir (ya da birkaç) yasaya karşı düşerek bir araya gelmesidir. Varolan yasalar belli bir olayı belli bir başkasıyla birleştirirler; mucize dediğimiz şeyse bu olaylardan birinin, yasanın birleştirdiğinin dışındaki, bambaşka bir olaya ne- den-etki ilişkisine girmesidir.<20) Tek başına nedenler böyle değil­ler; onlar yasaların dışında kalır, ancak yasaları ihlal etmezler. Yani onlar, yasaların kapsamadığı olayları birleştirirler.

Tek başına nedenlerin yasaları ihlal edip etmedikleri konu­sunu bir an için bir yana bırakalım. Bunun dışında, onların doğası, mucizelerinkiyle hemen bütünüyle aynı. Her ikisi de benzerleri ol­mayan olayları bağlıyor. Şimdi bir kez şunu saptayalım: Yasallığın dışında kalarak gerçekleşen bir nedensel ilişkinin, yasaları doğru­dan ihlal etmese bile, onlara karşıt düşen etkileri olabilecektir. Do­layısıyla "dışında kalmak" ile "karşıt düşmek" arasındaki çizgi, ilk bakışta göründüğü ölçüde kolay ve seçik bir ayrım olmayabilir. Ayrımın sağlıklı olabilmesi için, öncelikle etki zincirlerinin bu tür karşıt sonuçlar içermediğini saptamak gerekir. Örneğin, dikkatini yoğunlaştırarak, anlıksal güçleriyle kaşık ve çatalları eğip yamult- mayı başardığı iddiasındaki birini düşünelim. Bu kişinin başardığı­nı söylediği şey, doğadaki yasalara ilk bakışta karşıt düşmüyor. Isı-

20)  Mucize kavramının kökeninde lanndan kaynaklanma zorunluluğu olmasa bile, bir doğal düzene aykırı düşme zorunluğu var. Bkz. Hume ( 1 979), s.l22-123.

tılan bir metal parçasının hacim olarak genleşrnek yerine, tersine büzülmesi durumunda olacağı gibi, bir yasanın birleştiediği olayla­rın benzerlerine bir ayrıcalık oluşmuş olmuyor. Çünkü, metal par­çalarının, yanızca ve yalnızca kendilerine değer durumdaki özdek parçalarından aktarılan güçle eğilebilecekleri gibi bir yasa yok. Yi­ne de bütün bunlara karşın, ele aldığımız örnekteki durum doğa yasalarını dolaylı olarak ihlal ediyor. Kaşığın yamulmasına neden olan, buna yetecek miktardaki fiziksel enerjinin kaynağı, fiziksel dizge içinde, yasalara uygun bir biçimde saptanamıyor.

Bundan daha da önemli olan ikici bir noktaysa şu: Tekiki eğer tek başına nedenlerin doğa yasaları dışında kaldıkları halde onlarla çelişmediğini öne sürüyorsa, kendisine böyle bir şeyin na­sıl, ne türdeki bir fiziksel olanaklılık olduğunu sormak gerekir. Ör­neğin bu, alışılmış anlamındaki bir deneysel olanaklılık mıdır? İyi bilindiği gibi, ortaya çıkıp da algılanan, yani deney içeriğine konu olan her şeyi deneysel olanaklılık yerine koymuyoruz. Çünkü "de­neysel olarak olanaklı" demek "gözlemlenebilir" demek değil. De­neysel olanaklılık, ne denli az olursa olsun, doğa yasalarıyla uyum içinde ortaya çıkıp onların dışına kaymayan durum ve olayları kapsar. Bir oluşumun doğa yasalarıyla uyumlu ve tutarlı olması, bu yasalarca açıklanabilir olması anlamındadır. Örneğin gökyüzüne doğru iki kilometre yükseğe zıplamak, bir batında yirmidört enik doğurmak, ya da ölümcül bir hastayı onun alnına dokunarak iyileş­tirmek, ancak ve ancak yasalarla açıklanabiliyorsa, ve de ancak böyle açıklanabildikleri ölçüde, deneysel olanaklılık içinde sayıla­bilecek şeylerdir. Benzer olarak, bin metre küplük som altın yığı­nından oluşan bir dağ da, ancak varolan doğa yasaları bunca altı­nın oluşmasına ve uzayın belli bir bölgesinde üst üste birikmesine el veriyorsa olanaklıdır. Kavranabilir olduğu halde, alışılmadık ko­şullarda varlığa gelerek, doğa yasalarına karşı gelmediği halde, on­lara uyduğu da öne sürülemeyen bir şey, bir deneysel olanaklılık

değildir. Her nasıl anlaşılacaksa anlaşılsın, tek başına nedenselliğin içine sakulacağı "fiziksel" olanaklılık durumu, sınırları mantıksal olanaklılık ölçüsünde geniş olmasa da, bildiğimiz deneysel olana­ğın ötelerine aşmak gereğinde. Bir başka deyişle, tek başına ne­denler, deneysel olanaklılık ile mantıksal olanaklılık arasında kalan bir bölgeye yerleşecekler.

Doğa yasalarını tek başına nedenlerin değil de yalnızca mu­cizelerin ihlal ettiği ve bu oluşum türleri arasında başkaca önemli bir ayrım bulunmadığı öne sürüldüğünde, bu türlerden öncekini "fiziksel anlamda olanaklı" saymak, sonrakini de öyle saymayı ge­rektiriyor. Eğer doğa yasalarına karşıtlık oluşturmayan tek başına nedenler olanaklıysalar, aynı anlamda, doğa yasalarına karşıtlık oluşturan tek başına nedensel ilişkiler de olanaklı olmalılar. Çünkü belli bir olanaklılık ortamında, benzerleri başka hiçbir yerde birlik­te olmayan olaylar, beraberce nedensel olarak bağlantılı bir çift oluşturabiliyorsa, bunun herhangi bir olay çifti olmasını tutarlı ola­rak engellemek mümkün değil. Dolayısıyla, olanaklılıklarına böy- lece izin verilen olay çiftleri, varolan yasaların bütünüyle dışında kalabilecekleri gibi, onlarla kısmen veya bütünüyle de örtüşebile- cektir. Bir yasayla tam olarak örtüşmek, bu yasanın kapsamına gir­mek, yani ona uymaktır. Böyle bir birliktelik, varolan bir düzenlili­ğin parçası olacağından, tek başına nedensel ilişki dediğimiz şeyi örneklendirmeyecektir. Kısmi bir örtüşmeyse, bir defaya mahsus olarak nedensel ilişkiye giren iki olaydan birinin, bir üçüncüsüyle, belli bir yasa kapsamında, benzerlik öbekleri oluşturduğu anlamın­dadır ki, bu da varolan bir doğal düzenliliğin ihlali olur. Böylece mucizelere de açılmış olan fiziksel olanaklılık alanını, onlara yine de kapalı tutmak için, apriori anlamında, üst-düzey bir yasa varsa­yarak bu alana yalnızca doğa yasalarını ihlal etmeyen olay çiftleri­nin kabul edilmesini sağlamaya çalışmak tutarlı bir girişim olur mu? Böyle bir şeyi varsaymak yalnızca ad hoc değil, kanımca te-

kilci tutumun çıkış noktasıyla da çelişiyor. Nedenselliği yasallıktan özgür kılmaya çalışırken, onu daha genel ve a priori yasaların bo­yunduruğuna sokmak olur mu? Olayların yasalar dışında kalacak şekilde benzersiz nedensel çiftler oluşturmalarına izin verip, bunu sonra tekrar yasaya bağlamak, açılan yeni olanaklılık alanını tutar­sız kılar. Tutarsızlık mantıksal olanaksızlığı içerdiğine göre, böyle yapmak açılan olanaklılık alanını tekrardan kapamak sonucunu ve­recektir. Sonuç olarak tekilcinin dayandığı nedensel ilişkileri ola­naklı kılmanın, mucizeleri fiziksel anlamda olanaklı sayınayı ge­rektirdiğini görüyoruz. Mucizelerin fiziksel olanaklılığını içeren bir yaklaşımı savunulabilir bulmuyorum. Dolayısıyla "tek başına nedenler" savına dayanmak tekilcilik için geçerli bir yol değil. Bu bana bilime yatkın olan her tİkelci yaklaşımın benzeriikiere daya­nan doğal düzenlilikleri hesaba katması gerektiğini gösteriyor. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi, tek başına nedenlere dayandı­rılan bir tekilcilik, kendini, yadsımayı amaçladığı Hume'un tikelci- liğine indirgenmekten kurtaramıyor.

Geçerli olarak yorumlanan Hume öğretisinin dimdik ayakta durduğunu görüyoruz. Yapmayı amaçladığı şeyi, yani nedensellik kavramımızın temellendirilmesini, önemli bir güçlükle karşılaşma- 'dan başarıyor. Buna karşılık Hume öğretisinin açıklamasız bıraktı­ğı bir konu da var. Bu, nedensellik kavramımızı temeliendiren de­ney olgusunun ardındaki nedensellik varlıkbilimi. Hume'un kura­mındaki eksikliği, kanımca böyle bir boyutun yokluğunda aramalı.

Kaynaklar:

Anscombe, Elizabeth "Causality and Determination", Causation and Conditionals. derleyen E. Sosa, Oxford: The University Press, 1975.

Armstrong, David Universals: An Opinionated lntroduction, San Francisco: Westview Press, 1989.

Cartwright, Nancy Natural Capacities and their Measurement, Ox- ford: the Ciarendon Press, 1989.

Ducasse, C.J., "On the Nature and Observability of the Causal Relati-

on", Causation and Conditiorıals, derleyen Emest Sosa, Oxford: The Univer- sity Press, I 975.

Hume, David A Treatise of Human Nature, (ilk yayımlanışı: I 739) derleyen E.C. Mossner, Penguin, 1969.

Hume, David An lnquiry Concerning Human Understanding, (ilk ya- yımlanışı: I 748) derleyen C. Hendel, lndianapolis: Bobbs-Merrill, I 979.

Shoemaker, Sydney ldentity, Cause and Mind, Cambridge: The Uni- versity Press, I 984.

Tooley, Michael Causation, Oxford: The Ciarendon Press, 1987.

DENEYCİLİGİN ETKİLERİ VE KANT

(1 986)

Avrupa'da Deneyeilik

18. yüzyıl, deneyeiliğin büyük yaygınlık kazandığı bir çağ­dır. Aydınlanma ulaştığı her yere onu da götürmüş, düşünceleri deneyci öğretilerin etkisi altına almıştır. Aydınlanma'nın zaman içindeki ilerleyiş yönünü kabaca çizmeye çalışırsak, ellişer yıl ara ile İngiltere, Fransa ve Almanya doğrultusunda bir sıralanış elde ederiz. Dolayısıyla İngiliz düşüncesi, bu hareketi başlatmanın sağladığı olanaklan değerlendirerek deneyeiliğin en özgün öğreti ve tartışmalarını dilegetirebilmişken, Alman düşüncesi de İngilte­re'deki bir yüzyıllık gelişimini tamamlayan ve bir anlamda kendi­ni Hume'un olgunluğunda sonuçlandıran bu akımı, olanaklarının sınırlarını görerek değerlendirebilmek avantajını taşımıştır. Hu- me'un klasik anlamdaki deneyciliği mantıksal sonucuna götürdü­ğü ve böylece sonuçlandırdığı düşünülürse, Aydınlanma'nın ver­diği taze kanla yapılan düşünsel atılımın Hume'dan önce mi, son­ra mı gerçekleştirildiğinin önemi ortaya çıkar. Bu açıdan Alman düşüncesinin taşıdığı avantajdan Fransız düşüncesi yoksun kal­mıŞtır. Fransız aydınlanması Hume ile çağdaştır ve bu dönem Fransız düşünürlerinin Hume ile kişisel ilişkileri bulunmasına karşın, bu büyük filozofun öğretilerini, getirdiği sonuçlarla birlik­te değerlendirecek zamanı bulamamışlardır. Bu nedenle de Fran­sız düşüncesi bilgi ve varlık konularını kapsayan temel felsefe alanlarında Kant çapında bir filozof yetiştirememiştir. 18. yüzyıl Fransası'nın gerçek özgünlük taşıyan düşüncelerini Rousseau üretmiştir. Ancak Rousseau, düşünce yapısı ve eğilim olarak de-

neyci Aydınlanma'nın, bir parçası olmaktan çok, ona tepkidir. Ro- usseau, düşünce biçimlerini değiştirerek 19. yüzyıl romantizmini hazırlıyordu.

Fransız aydınlanması, düşünürlerin birbirleriyle yakın ilişki­ler kurdukları ve yemekli toplantılarda sık ve düzenli olarak bira- raya gelerek tartıştıkları bir ortamda gelişmiştir. Bu toplantılar ya- nısıra birleştirici bir başka olgu, Diderot yönetimindeki Ansiklope- di'nin yayımlanması olmuştur. Baron d'Holbach'ın "Salon"undan geçenler yalnızca haftada iki kez toplanan o dönemin hemen bütün Fransız düşünüderi değil, aynı zamanda Hume, Gibbon, Walpole, Priestley, Adam Smith, Benjamin Franklin gibi Anglo-Saksonlar- dır. Fransız düşünürlerinin etkisi altında kaldıkları deneyeilik ala­nında yaptıkları, Locke'un dizgesindeki öğretilerin kimini gelişti­rerek, temel ilkeleri açısından daha yalın ve daha tutarlı açıklama­lar elde etmeye çalışmaktır. Bu çabaların Locke'ca giderilememiş sorunları ne ölçüde giderdiği kuşkuludur. Kesin olan, bu doğrultu­daki hiçbir çalışmanın, Hume'unkindeki özgünlük, tutarlılık ve kapsama erişememiş olmasıdır.

Deneyciliği Fransa'ya taşıyan, İngiltere'yi gezip oradaki ku- rumlara hayran kalmış olan Voltaire 'dir (1694-l 778). Ancak, Ay- dınlanma'nın temel düşüncelerini veren Locke'un Deneme'si 1700'de Fransızca'ya çevrilmiş, Newton'un başyapıtı Principia ise zaten Latince yazılmıştı. Bu yapıtlardaki düşüncelerin yayılışına ivme kazandıran, Voltaire'in l728'de çıkan İngilizler Üzerine Mektuplar adlı yapıtı ile l734'te yayımladığı Felsefe Mektupla- rı'dır. Son büyük usçular olan Malebranche ve Leibniz'in l720'den önce öldükleri anımsanırsa, Fransa'da böyle bir tepki ha­reketine ortamın ne denli uygun olduğu da görülebilir. Bu arada sürüp giden kuşkuculuk ve özellikle Bayle'in, l696'da yayımiadı- ğı Söz/ük'ünün Aydınlanma'yı hazırlayan ortama katkısı vurgulan­madan geçilemez.

Duyumculuk

Condillac (1715-1780) bu etkiler altında yetişmiştir ve Ro- usseau'dan sonra belki en özgün 18. yüzyıl Fransız filozofudur. Hem genelde Locke'un yöntemini benimsemiştir, hem de Desear- tes ve Malebranche'ın çözümlemeden kullandıkları "us", "yargı" ve "usavurma" gibi anlıksal yeti kavramlarının açıklanması gerek­tiğini hissetmiştir. Condillac Locke'a, bütün bilginin deneyden gel­diği savında katılır, ancak deneyin hangi kaynakları kapsadığı ko­nusunda ona karşı çıkar. Ona göre, içduyum deneyden sayılarak, usçuluğa kayılmakta, bu yaklaşıma ödün verilmektedir. Locke'da, Descartes gibi kimi anlak yetilerini varsayar. Oysa bellek, imge­lem, usavurma gibi işievlerin "yetiler" olarak görülmesi de deney- eilikle tutarlı sayılamaz. Dolayısıyla, Condillac deneyin kaynağını dış duyum ya da algıyla sınırlamak yolunu tutar. Ona göre, deney sayılabilecek her şey bir duyu organından gelmelidir. Ancak öbür yandan Condillac'ın, bütün bilginin deneyden geldiğine inanışın­dan dolayı, "içduyum" ve "anlak yetileri" denilenleri dış duyum verileriyle açıklayabilmesi gerekmektedir. İşte bu, Condillac'ın başlıca felsefi amacı ve programı olmuştur. Bütün bilgiyi ve anlık- sal yetileri dışduyuma çözümleme programı ve bunun olanaklı ol­duğu savı "duyumculuk" (sensualism) adıyla anılır.

Programını gerçekleştirmek için Condillac duyumları bütü- müyle denetlenebilen insana benzer (o, bir mermer yontu örneğini kullanır) varsayımsal bir varlık düşünür. Bu varlığa değişik duyu organlarından tek tek deneyler edindirerek, anlak yetileri ve iç du­yum içeriklerinin dış duyum verileriyle nasıl kurulabileceğini araş­tırır. Condillac'ın yakın arkadaşı olan Diderot (1713-1784) yine deneyci bir temelden yola çıkarak özdekçi sonuçlara varır. Diderot 1749'da yazdığı Körler Üzerine Mektup'ta Condillac'ın duyumcu çözümlemesinin, Berkeley'deki gibi bir öznel idealizme çok yak­laştığını ileri sürmüştür. Condillac'ın hiçbir aşamada özdekçiliği

benimsememiş olduğu kesindir. Ancak o, deneyeilikle idealizme gitmeyi de amaçlamamış, kendi görüşünü bu tutumun açıkça dışın­da saymıştır. Bir başka deyişle, Condillac tıpkı Locke gibi ikicidir ve ne anlığı özdeğe, ne de özdeği anlığa indirgemez. Diderot'nun eleştirisi karşısında, kendi felsefi konumunu temellendirmek için, aynı duyumcu temelden kalkıp duyusal verilerle özneden bağımsız bir dış dünya olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Aynı sorunun öbür ikici ve tasarımcı gerçekçiler olan Descartes ve Locke' a ne büyük güçlükler çıkardığı iyi bilinir. Condillac da, kendinden önceki bu iki büyük filozofun ancak varsayımlarla yanıtladıkları güçlüğü ye­ni bir varsayımla çözmeye çalışır: Duyumlarla tanıdığımız nesne­lerin bizim dışımızda bulundukları duyumlarımıza neden oldukları düşüncelerinin kökenini duyum içinde bulabilirsek, bu yolla bu düşüncenin kendisinin tanıtlanmış olacağını, yani böyle bir dış dünya bulunup duyumlarımıza neden olduğunun ortaya çıkarılmış olacağını düşünmüştür. Duyumlarla ilgili bir olguyu tanıtlamanın, duyurnun dışındaki bir gerçekliği tanıtlamak olacağı varsayımıyla Condillac kuşkuculuğu hiç gözönüne almamış gibidir. Bu bir yana, kitabını yazdığı zamanlar Berkeley'in içinde bu tür yanılgılı bek­lentileri çürüten zengin uslamlamalı yapıtları kırk yıldan uzun bir süredir basılı bulunmaktaydı. Peki Condillac dışımızda bizden ba­ğımsız varlıklar bulunduğu inancımızın kökeninin duyumda oldu­ğunu nasıl gösterir? O, bunu dokunum duyusundan yola çıkarak başarmaya çalışmıştır. Yalnızca dokunum duyusuna sahip olan bir varlığın elini göğsüne değdirdiği düşünülsün: Biri parmak ucunda, öbürü de göğsünde olmak üzere aynı anda iki direnç ya da katılık duyusuyla karşılaşmış olacaktır. Bu aynı anda duyulan iki ayrı "dı­şarıda bırakma" duyumu, varlığın kendi gövdesinden başka bir nesneye değişinde edindiği tek "dışarıda bırakma" duyumuyla kar­şılaştırıldığında, "dışlık" dediğimiz kavram oluşturulabilmektedir, Condillac'a göre.

Locke deneyciliğini Condillac'ın tam tersi yönde geliştir­meye çalışan düşünür Maine de Biran'dır (1766-1 824). Condillac öldüğünde henüz on dört yaşında olan bu düşünür başlangıçta hem deneyeiliğin kurucusuna hem de duyumculuğun kurucusuna hayrandı. Sonraları Locke'ta da Condillac'ta da yetersizlikler bu­lan Maine de Biran, dış quyuma verilen öneme karşı çıkmıştır. Ona göre bilginin en önemli kaynağı iç deneydir. Dış deneyin edilgen, iç deneyin etkin olduğunu savunmuş, yinelenen dış deneyin yekne­saklık yaratarak etkisini yitirdiğini, oysa yinelenen içdeneyin bece­rileri güçlendirdiğini öne sürmüştür. Maine de Biran örnek olarak süregiden sesler ya da kokuları, belirli düşünsel işlemlerin içten yi­nelenmesi olgusuyla karşılaştırır. Öncekiler bir süre sonra duyul­maz olurken, yinelenen düşüncelerin pekinleştiğini gözlemler. Bu­na dayanarak, öğrenmenin temelini iç duyumda saptar.

Helvetius ve İnsan Yetenekleri

Helvetius (I 7 I 5-1 771) Condillac 'ın çağdaşı ve hem o döne­min öbür düşünüderi gibi Locke'un izleyicisi, hem de Condillac'ın geliştirdiği duyumculuğu savunanlardandır. Ona göre de, hem an­lıkla hem de ahiakla ilgili herşey temelde dış duyuma dayanır. An­cak Helvetius duyumculuğu Condillac gibi bilgi kuramını temel- lendirrnek amacıyla kullanmaz. Onun için duyumculuk anlık ve ahlak kuramının çıkış noktasıdır. Helvetius'un görüşleri açısından, bütün bilgi içeriği nasıl duyumdan geliyorsa, tüm duygulanımların ve tutkulann kaynağı da yine duyumsal ögeler olan haz ve acıdır. Tutkular insan eyleminin kaynağıdır.

Locke, deneyeiliğin gereği olarak, doğuştan düşünceler sa- yıidsımıştı. Ona göre anlık, doğuşta bir beyaz kağıda benzer.

',ilgi ve anlıktaki tüm birikim, sonradan deneyle olur. Loc- "doğuştan birikim eşitliği" ilkesini Helvetius yetenekler '1lar ve geliştirir. Ona göre doğuşta, insanlar yete-

nekleri açısından tam bir eşitlik içindedir. Her insan doğuşta eş ye­tenekli bir anlık taşır. Bunu değiştirecek hiçbir kalıtsal etmen yok­tur. İnsanlar arasında gözlemlenen yetenek ayniıkiarı bütünüyle dış çevre ve eğitimden kaynaklanır. Değişik birikimleri olan kişile­rin yetenekleri de, buna bağlı olarak, değişik yönlerde gelişir. Be- ceriler^ yatkmlıklar, erdenıler, hep duyumsal birikim, yani eğitim sonucodur. Tutku, eğitim ve birHdmde, do!ay:^:y!:! dı! y^^eneklerin geliştirilmesinde önemli bir yer tutar. Yapılması gereken, yetenekli kişiler eidc fîmek için, insanl^a tutku aşılamak, bu güdücü gücü kazandırmaktır. HelveiÜ!li^ bu düşüncelerden türettiği ahlak kura­mıyla Bentham ve Mill'deki yararCi!:ğı hazırlamıştır. İnsanın dav­ranışını yönlendiren haz ve acıdm Üstelik bu eğillmier incidir de. Ancak bu bencil duyumsallık, toplum bağiarnı içinde başkalannın haz ve çıkan için çabalamayı da gerektirebilir. Erdem, bencilikten türer; onun toplumsallaştınlmış biçimidir. Eğitim, erdemleri sapta­yarak bireyin benciliğini genel yarar ve çıkariara göre düzenler. Ahlak, benciliğin toplum bağlamında genel yarara yönelik olarak dönüşmesidir. Toplum erdemli kişiyi ödüllendirip ona saygılı dav­randıkça, genel yarar için çalışmak, kendi öznel hazzı için çalış­maktan başka bir şey olmaz.

Çağrışımcılık

Deneycilik, Fransız düşüncesi bağlamında yalnızca bu yön­lerde geliştirilmemiştir. Bu yaklaşımdan kaynaklanan I 8. yüzyılın önemli bir düşünce hareketi, özdekçiliktir. Ancak özdekçiliğin tar­tışmasına başlamadan önce İngiliz deneyciliğinin 18. yüzyılda kendi bünyesi içinde ürettiği bir psikoloji kuramma değineceğiz. "Çağrışımcılık" ya da "Bağlılaşımcı Çağrışımcılık" adıyla anılan bu kuram, deneyciliğin, anlığın yetileri ve işlevlerini usçuluğa düş­meden açıklamak gereksinimini karşıladığı bir psikolojidir. Kö­kenleri Locke'de olan çağnşımcılık, bir anlamda Condillac'ın an-

lık felsefesinde de geliştirilmektedir. Ancak bu kuramın gerçek ku­rucuları Hume ve Hartley'dir (1705-1757). 19. yüzyılın büyük de­neycisi J.S. Mill ise onlardan aldığı bu öğretiyle bütün kuramını te­mellendirir. Hartley, önceleri Tanrıbilim okuyan ve sonra rahiplik için gerekli dereceleri almaktan vazgeçerek tıbba merak saran bir düşünürdür. Beyin ve sinir anatomisi alanında özelleşmiş, bir aka­demik derece almamasına karşın hekim olarak çalışmıştır. Hu- me'un özellikle nedensellik kavramını çözümlerken ortaya attığı çağrışımcı temaları içeren ünlü yapıtı İnsan Doğasının Bir incele­mesi l 739'da yayımlanmıştı. Hartley'in çok benzer görüşleri geliş­tirip bir çağrışımcı psikoloji kuramı durumuna getirdiği yapıtı ise on yıl sonra çıkmıştır. Bu nedenle, Hume'u anınamasına karşın, ondan etkilenmediği söylenemez. Hartley'in gerçek katkısı, Loc- ke'ta ilk filizlerini, Hume'de ise açık bir dile getirişini bulan çağrı­şımcılığı geliştirmek ve Hume'cu kuşkuculuktan arındırmak yö­nünde olmuştur.

Hartley, çağının bilgi düzeyine dayanan bir mekanİst sinir fizyolojisi kuramı ortaya atar. Bu kurama göre algı şöyle gerçek­leşmektedir: Dış dünyadaki nesneler duyu organları üzerinde etki yaparlar. Bu, duyu organlarını beyne bağlayan sinirleri uyarır. Uyarı, organlardan beyne, mekanik yasalara göre taşınır. Hartley, bu mekanik ilişkiyi somut bir örneğe dökebitmek için sinirlerde ışığı andıran çok ince bir sıvı bulunduğunu varsaymıştır. Uyarıyı organlardan beyne taşıyan, bu sıvının titreşimidir. Titreşimler bey­ne ulaşınca, oradaki belirli bir bölgede yaptığı etkiyle duyum ya da deney denilen olayı oluşturur. Benzer duyumların, benzer titreşim­lerle beyin üzerinde sık sık etkili olması, beyinde bu duyumların "tipleri" ya da "imgeleri" gibi kalıntılar bırakır. Bu kalıntılar yalın idelerdir. Yalın idelerin ve dolayısıyla her türlü anlıksal içeriğin kökenini duyuma bağlamakla Hartley deneyciliği temeliendiren bir fizyoloji öne sürmüş olur. Yine aynı fizyolojiye dayandırdığı çağrı-

şımcı psikoloji ise şöyle bir yapı taşır: Kimi duyumları tutarlı ola­rak birarada algılarız. Dolayısıyla kimi yalın ideler de sürekli ola­rak beraberce oluşurlar. Bunun sonucunda bu ideler öyle bir bağ­lantı içine girerler ki, birlikte algılanan idelerden yalnızca birini al- gılasak bile, anlıkta öbür duyumların ideleri de uyanır ve bilince getirilirler. Duyumların, idelerin bu ilişkisine "çağrıştırma" denir. Bu, aynı zamanda oluşan veya birbirini izleyen iki ide arasındaki bağlılaşımdır. Çağrıştırma, bileşik ideterin oluşumunun temel ilke­sidir. Hume nedensel ilişkiyi açıklarken, birlikte izlenen iki olay­dan birinin algılanması üzerine, alışkanlık yüzünden öbürkü olayın ortaya çıkmasının da beklendiğini öne sürdüğünde, Hartley'in bu düşüncelerinin ana çizgilerini veriyordu. Hartley çağrışımı bütün anlık olayiarına yayar. Bunu anlığın işlev ve yetilerinin temelinde­ki ilişki olarak saptar. Ona göre bütün anlıksal olayların ortaya çı­kışı ve birbirini izleyişi çağrışımla temellenir. Bilgi idelerin sıkı bir bağlantısından başka bir şey değildir. Locke, bilgiyi ideterin uyum ya da uyumsuzluğunun kavranması olarak tanımlamıştı. Hartley bu ilkeyi çağrışımcılık içinde daha da keskinleştirir. Bilmek, idelerin art arda gelişlerini araştırmak, bu sıralanıştaki geçici ilişkileri ata­rak kalıcı ilişkileri saptamaktır. Çağrışımcılık, Mill'in bilgibilimi üzerinde derin bir etki yapması yanısıra, 18. ve 19. yüzyılın çeşitli anlık ve ahlak kuramiarına da çıkış noktası olll'luştur.

Özdekçilik

İkicilik, anlıksal ve özdeksel olmak üzere, iki tür varlık bu­lunduğunu öne sürer. Bu kuramın başlıca sorununun, ayırdığı var­lık türleri arasındaki ilişkiyi. onaylanabilir ölçütlerle saptamak 61- duğuna daha önce değinmiştik. Öte yandan, idealizm, varlığın yal­nızca anlıksal olduğunu savunan tekçi bir tutımı olarak, fiziksel ni­telikleriyle duyurnladığımız doğayı anlığ;a indirgemek sorunu ile kar^ı karşıyadır. Özdekçiliğin sorıınu ise, idealizminkinin tam tersi

yönde, aynısıdır: Bütün varlığın özdeksel olduğunu öne sürüşün­den ötürü, anlıksal denilen tüm olgunun özdeğe nasıl indirgenece­ğini gösterebilmek zorundadır. İlk Çağ özdekçiliğinde tin ya da an­lık, çok ince atomlardan oluşan bir varlık olarak düşünülmekteydi.

.LW.&VU""Ill "J"..b ___ :...)'.a.a.a^•••-- • .. .., &&VUU\ı ı3 lG U.l '                                                                                '

meydana gelen bir devinim olarak yorumlanmaya oii^!a^ı. John Toland (1670-1721) bu özdekçiliği ödün vermez bir biçimde savu­nur. Devinimin özdeğe dışarıdan gelmediğini, özdeği zorunlu bir niteliği olarak özdekle birlikte varolduğunu temellendirmeye çalı­şır. Özdekçilik 18. yüzyılda Fransa'da, 19. yüzyılda ise Alman­ya'da yayılmış ve etkili olmuştur. Ancak pek çok düşünürde öz­dekçilik tam bir tutarlılıkla savunulmaz. Çoğu kez özdeğin en yay­gın varlık biçimi olduğu savı yanısıra etkinlik taşımayan ve sınırlı bir alanı kapsayan özdekten bağımsız bir anlıksal varlık da onayla­nır. Bu son tutum, artık özdekçilik değil, özdeğe belirli bir önem bağlayan gölgeolguculuk, yani bir tür ikiciliktir. Gölgeolguculuğa göre anlık ya da tin, beynin işlevi sonucunda doğan bir yankılan­ma, bir gölgeolgudur. Anlıkta olup biten her şeyin nedeni, beyin­deki fiziksel nitelikli olaylardır. Öte yandan, anlık edilgindir ve hiçbir beyinsel ya da gövdesel olaya neden olamaz. Özdekçilikle gölgeolguc;uluk arasında gidip gelen bu bir ölçüde belirsiz tutum Hobbes'da da gözlemlenir. Hobbes anlıktan söz ederken bunu be- y·i:: ^Çi!!deki bir devim olarak düşünür. Ancak anlıksal olayları, ya­ni bilinç durumlarını, deney iç.:rik!eri ve anlıksal işlemleri, devi­nim ilinekleri, bırakl!ğı kimi görüntüler, etkiler olarak yorumlar. Bunlar, ne beyinle ne de onda oluşan devinimle özdeştir. Bunlar "devim gibi olmayan" ve beyinden ayrı bir varlık türüdür. Hob- bes'daki bu ıuıat§_ızlık, bir ölçüde 18. yüzyıl özde.kçiliğine yansıdı­ğı gibi, daha çok 19. yüzyıl Alman özdekçiliğinde görü![ir. 18. yüzyılda Hartley özdekçiligi.rı tam sınırında duran bir gölgeolgucu- dur. Kendisine büyük hayranlık bt:'5lemiş olan Priestley özdekçilik-

te çok daha tutarlı olmuştur. Diderot (1713-1784) ve Cabanis ( 1757-1808) anlığı beynin işlevi olarak yorumlarlar. La Mettrie (1709-1751) ve Baran d'Holbach (1723-1789) yine ödün verme­yen özdekçiler arasındadır. Bu Fransız filozoflan, yaşam!an süre­since, görüşleri dolayısıyla büyük tepki görmüş, baskı altında bıra­kılmış ve kimi zaman ülkelerinden kaçmak gereğiyle karşılaşmış­lardır.

La Mettrie askeri doktor olarak parlak bir karlyer sürdür­mekteyken 1745'te Tinin Doğal Tarihi ve 1747'de Bir Makine Olarak İnsan başlıklı kitaplarında özdekçiliği savununca, önce Hollanda'ya, oradan da Berlin'e kaçmak zorunda kaldı. Orada Bü­yük Frederick'in himayesi altına girdi. La Mettrie hazlan öne alan yaşam felsefesine uygun bir yaşantı sürdürdü. 1751 'de henüz 41 yaşında birden ölünce, düşmanlan onun fazla yemekten çatladığı sÖylentisini çıkararak bu olayı sömürdüler; böylece özdekçiliği kö­tülemeye çalıştılar.

Descartes, hayvanlarda tin ya da anlık bulunmadığını ileri sümüştür. uûâ 5CrC hayvanlar kamaşık makinalardan başka bir şey değildir. La Mettrie ise bunu onayîad^ÜP sonra, aynı değer­lendirmenin insan için de geçerli olduğunu, insan ile hayviilı ^ra- sında niteliksel değil ancak niceliksel bir aynm sözkonusu olabile­ceğini öne sürer. Ona göre, insanda Mr de tfn olduğunu öne sürmek için geçerli bir neden bulunamaz. Onda beyin daha büyük oldu­ğundan yetenekler daha güçlü, içgüdüler ise daha zayıftır. insanda duygu olduğu gibi, hayvanda da duygu vardır; ancak daha zayıftır. Tıpkı Diderot ve Holbach gibi La Mettrie de deneycidir: Deneysel bir temelden, güvenilir gözlemden yola çıkılırsa geçerli sonuçların özdekçi olması gerektiğini vurgular. Tinsel olduğu öne sürülen bü­tün olayların, gövdenin durumlarından etkilenip ondan kaynaklan­dıkları gösterilebilir. Sonuçta La Mettrie, arada bir tinsel olayların gövdesel olayların sonucu olduğunu öne sürerse de, bilimsel bir hi-

potez olarak belirgin bir biçimde tinsel olayları merkezi sinir siste­minde meydana gelen fiziksel olaylarla özdeşleştirir. O Modern Çağ'da tanrıtanımazlığı açıkça savunan ilk düşünürlerden biri ol­muştur.

Diderot da, Tanrı'ya bağlanan pekçok insan yetisinin ger­çekte böyle bir varsayım gerektirmediğini göstermeye çalışır. Ör­neğin ona göre doğru ve yanlış düşüncesi, anlak değerleri, duyum­lardan kaynaklanır. Canlıları Tanrı 'nın yarattığı savına karşı çıkar­ken, yaşamını sürdürmekten aciz kalan hantal yaratıkları Tanrı' nın neden yarattığının açıklamasının verilemeyeceğini vurgular. İleri sürdüğü evrimci düşüncesiyle Lamarck'a ve Darwin'e esin kayna­ğı olmuştur. Bir Tanrı ya da yaratan kavramıyla hiÇbir yeni bilgi ya da açıklama sağlanamadığını düşünür. Diderot'nun deneyciliği yalnızca bilginin kaynağı konusunda kuramsal bir felsefi tutum olarak kalmaz. O, ileri sürdüğü pekçok savı deneyim ve gözlemle temellendirmeye çalışmış, deneyciliği eyleme uygulamıştır. Duyu­larla tanınan evrenin Descartes'ın açıkladığı gibi mekanik yasalara göre işleyen büyük bir özdeksel rlizge olduğunıı düqüncıı Diderot, istenciıı özgürlüğü savını anlamsız bulur. Tıpkı Hartley gibi o da, mekanizmi benimseyerek sıkı bir belirlenimciliğe yönelir: Her ola­yın bir nedeni olduğu gibi her eylem de bir fiziksel nedene bağlı­dır, der.

Diderot yeni ve ilerici görüşleri yaymak için durmak bilme­den çalışmış olan, Fransız aydınlanmasının odağındaki kişidir. Di- derot'nun uzun süre çektiği yoksulluğa karşılık, bu konularda daha şanslı olan arkadaşı Holbach, Ansiklopedi çevresinin bütün düşü­nürlerine yıllar boyunca haftada iki kez ziyafet vermiş, bôylece on­ların aralarında düzenli olarak tartışmaianna ve düşünce alış veriş­lerini canlı tutmalarına olanak sağlamıştır. İlk başlarda dine ve din ile işbirliği yaptığı yerlerde devlete karşı yazdığı kitaplarını başka adlar altında Amsterdam 'da bastırıp Fransa' ya sokturmuştur.

1770'li yıllarda ise özdekçi ve tanntanımaz felsef^sini dizgeleşti- rerek yaymaya başlamıştır. Ünlü yapıtı Doğanın Dizgesi, deneyci­lik, belirlenirncilik ve özdekçiliğin bir kesişme noktasıdır. Deneyle tanıdığımız doğada özdek ve devimden başka bir şey yoktur. De­vim ise doğanın bütününde, durmak bilmeyen neden-sonuç ilişki­leri sergiler. Doğanın bir parçası olarak insan da özdekseldir. Tin denilenin kendi başına varlığı yoktur. Doğa'da ne rastlantı ne de düzensizlik sözkonusudur. Her olay şaşmaz bir biçimde neden-so- nuç zincirleri üzerindeki yerini alır. Bu gelişimi değiştirmek ve ön­lemek olanaksızdır. Her olayın bir nedeni olması ötesinde bu nede­nin belirli bir neden olması zorunludur. İnsan da bu yasalara uydu­ğundan özgür istenç ya da eylemin özgürlüğü gibi kavramlar an­lamsızdır. İnsanın her eylemi kalıtsal, çevresel ve eğitsel koşullar- ca belirlenmiştir. Holbach'ınki sıradan bir belirlenirncilik değil yazgıcılığın sınırlarını zorlayan bir zorunlukçuluktur, Ancak, yaz­gıcılığa dönüşse de doğa üstü ya da Tanrısal boyutu olmayan bir zorunlukçuluktur, Holbach'ınki. O, insandaki pek çok kötülüğün kaynağını Tanrı inancına bağlar: Ona göre, ilkellik, bağnazlık, za­yıflık ve gerikafalılık ile içiçedir.Doğayı anlamayan Tanrı kavra­mına başvurmuş ve bu kavram adına yapılmadık ahlaksızlık ve iki­yüzlülük bırakılmamıştır.

Holbach da, öbür özdekçiler gibi tepki ile karşılanmış, dü­şünceleri dinsel ve siyasal çevrelerde büyük öfke ve hatta korku yaratmıştır. Voltaire gibi çağdaşı kimi düşünürler de onu aşırı bula­rak eleştirmişlerdir.

İskoç Okulu

Deneyeiliğin 18. yüzyıldaki etkileri, yalnızca bu yaklaşımı benimseyerek onu belirli yönlerde geliştirmek biçimini almaz. Ör­neğin, İskoç Sağduyu Okulu gibi tutumlar, Hume'a, kendi vatanı içinden çıkan bir tepki akımı oluşturmuştur. Sağduyu Okulu, de-

neyeiliğin olumsuz sonuçlarına tepkidir. Çünkü Hume ile ulaşılan sonuçlara göre insanın varlığı ve bilginin güvenilirliklerini yitir­miş, doğrulukları bir kuşku perdesiyle örtülmüştü. Dış dünyanın varlığı, bilginin olanaklılığı, töz, nedensellik, tin, Tanrı'nın varlığı gibi temel ilkelerin tanıtlanamayacağını öne sürmek bir anlamda felsefenin işlevine son vermekti. Thomas Reid (1710-1 796), Du- gald Stewart (1753-1828) ve Thomas Brown (l778-1820)'un baş­lıca önemli düşünürlerini oluşturduğu sağduyu okulu, Reid'in ön­derliğinde, Hume'un kökünden sarstığı bu ilkeleri, yeni bir doğru­luk ölçütü kullanarak yeniden temellendirmeye çalışır. Reid'e göre insanda duyurnun gerçekleşmesiyle birlikte, bu duyurnun bir ger­çek nesnenin duyumu olduğu kesin inancı da oluşur. Her türlü ta­nıtlama, kendileri tanıtlanmaz olan bu temel ilkelerden türetilir. Gözlerole kavranan temel ilkeler, olumsal doğruların ve zorunlu doğruların temel ilkeleri olmak üzere ikiye ayrılır. Mantık ve mate­matiğin belirtileri zorunlu temel ilkelerken, bilincinde olduğumuz her şeyin var olduğu ilkesi ise, olumsal bilginin temel ilkesidir. Tüm bu tanıtlanmaz ilkelerin doğruluk ölçütü sağduyudur. Doğru­luk ölçütünün kendi geçerliği de sağduyuya uygunlukla saptanır. Eğer olumsal doğruların temel ilkesine göre bilincinde olduğum herşey gerçekse, dış dünya, ben, anlık, töz ve nedensellik, hepsi bağımsız bir varlık taşıyor demektir.

Ussalhk Çağmm Sonuçları

Bir ussallık çağı olarak Modern Düşünce'nin kendi kendine son vermesinin bir nedeni de insan anlığı konusunda söylenebile­cek herşeyi söyleyebilmiş olduğu izlenimini yaratışındandır. Ger­çekten de, 1500'lü yılların sonunda yeşermeye başlayan ussal ve öznel yaklaşım biçiminin beliılerinden çıkınca, tutulabilecek her iki almaşık yolda da tutarlılığı tam olarak sağlayan, olgun ve kap­samlı düşünce dizgelerine ulaşılmıştı. Düşünce serüveni için şimdi

gereken, belitleri değiştirmek, Rousseau'nun müjdelediği gibi, us­sallıktan bir ölçüde vazgeçmekti. Hume nasıl ussal düşüncenin de­neyci yolunda ilerlendiğinde ulaşılacak son nokta gibi duruyorsa, aynı anlamda Kant da (ı724-ı 804) ussal düşüncenin usçu yolun­dan ilerlendiğinde gelinebilecek son noktadır. Bugün bile her bilgi kuramının bu düşünürlerden ya birini ya da öbürünü en az bir öl­çüde temel alması bundandır. İşin daha da ilginç yönü, kimi kök­tenci görüş ayrılıkları bir yana bırakılırsa, Hume ve Kant kuramla­rının büyük benzerlikler taşımalarıdır.

Aydınlanma'nın Almanya'ya ulaşıp orada yayılması İngilte­re'de başladığı çağdan yaklaşık bir yüzyıl sonra gerçekleşmiştir. ı 8. yüzyılın başında bu ülkedeki felsefi etkinlik, bütün yapıtlarını Fransızca ve Latince yazmış olan Leibniz'in düşüncesini Alman- ca'da yaymak yönündedir. Wolf (1679-ı754) hem Leibniz'in fel­sefesini dizgesel bir biçimde Almanca'da dile getirmiş, hem de bu felsefeyi İskoçya 'dakine benzer bir tür sağduyu yaklaşırnma uyar­lamaya çaba göstermiştir. Bunun sonucu, o dönem Almanyası'nda kurgucu usçu görüşlerle birarada, hatta seçmeci biçimde, deneyci görüşlerin de benimsenmesi olmuştur. Gerçekte, tıpkı Fransa'da olduğu gibi, burada da, Locke, Newton ve Hume'un yapıtları ta­nınmaya ve yayılmaya başlamıştı; bunlar kurgucu ve usçu geleneği sarsıyordu.

Kant'ın yaşamı bu değişimierin ortasında yeralmıştır. O, ya­şamı boyunca doğup büyüdüğü kentten ayrılmamış ve dış düşünsel etkileri yerlerinde edinmek yerine, onların gelip kendisini bulması­nı beklemiştir. Modern Çağ düşünürlerinin pek çoğu için alışılmı­şın dışında edilgin olan bu tutum, Kant'ın yaratı ve dizgeleştirme gücünde öyle bir sonuç doğurmuştur ki, bunu da alışılagelmiş diye nitelemeye olanak yoktur. Kant'ın yapıtını olağandışı yapan onun olağandışı etkisidir. Yoksa, pek çok büyük düşünürde de olduğu gibi, onun dizgeleştirdiği düşüncelerin çoğunluğu, daha önce baş-

kalarınca ortaya atılmıştı. Kant, 35 yaşına gelene değin, Leibniz- Wolff felsefesini izlemiştir. Bu dönemde okuduğu Hume'un kendi­sini "dogmacı uykulardan uyandırdığını" yazar. On yıllık bir süre İngiliz deneyciliğini incelemiş, bu yaklaşımdan derin bir biçimde etkilenmiştir. Kant kendi özgün felsefesini 45 yaşından sonra ge­liştirmeye başlamıştır. Geliştikçe gelişen ve yeni ufuklar, ayrıntılar yaratan bu düşüncelerin basılması sürekli ertelenrnek gereğinde kalıyordu. Sonunda kimi eksik yanları göze alarak, ı 78 ı'de Salı Usun Eleştirisi adlı başyapıtını yayımladı. Buradaki düşünceler, tıpkı Descartes'ınkilerin kendi çağında yaptığı etki gibi, Kant'ı iz­leyen 1 00-150 yıl boyunca felsefe dizgelerinin büyük çoğunluğu için çıkış nok^ası olmuştur.

Dış dünyanın bilinemeyeceği görüşünü Hume'dan alıp be­nimseyen Kant'a göre, de kendinde nesne bilinemez. İnsan anlığı­nın bilebildiği, "duyumladığı-gibi-nesne"dir. Bir başka deyişle bil­gi duyumlada sınırlıdır. Kant, duyumların dünyasını görüngüler (phaenomena) olarak adlandırmış, dış dünya için de numenler (no- umena) terimini kullanmıştır. Görüngü-numen ayrımı, ana çizgiler­de Descartes'tan miras kalan anlık-fiziksel dünya ayrımıdır. Önemli bir değişiklik, numenlere ne fiziksel ne de başka bir niteli­ğİn yüklenmemesidir. Çünkü bunlar bilinemez. Kant'ın deneycileri izlediği ikinci bir sav daha vardır: Ona göre de bilgi deneyle baş­lar. Deneyciliği temeliendiren bu savı benimsemekle, Kanı'ın da bu görüşe katıldığı ya da deneyciliği özüroleyen bir bireşime ulaş­tığını ileri sürmek biraz güçtür. Özellikle Leibniz'in doğuştan bil­giler üzerine ortaya attığı düşüncelerden sonra, bilginin önselliği (a prim·i oluşu), zaman açısından deney öncesi olmaktan çok, doğ- rulanabilir/ik açısından deneyi gerektirrnek ya da gerektirmemeye bağlanmıştır. Buna göre, doğuş aşamasına geri dönülüp, o zaman anlığın gerçekten bir tabula rasa olup olmadığı saptanamayacağın- dan, bir savın deneyselliği de, onun doğruluğunun saplanmasının

deneye bağımlı olup olmadığı ile anlaşılacaktır. Bu ölçüt açısından Kant'ın deneyci olmakla pek bir ilgisi yoktur. Çünkü, bilginin de­neyle başladığını öne sünnekle birlikte, tümüyle deneysel temelle­re oturan hiçbir bilgi olamayacağını da ekler: Hiçbir bilgi bütünüy­le deneysel verilerle temellendirilemez, doğrulanamaz. Kant'a gö­re bilginin ancak içeriği deneyseldir. Bilginin sözkonusu olabilme­si için, anlığın ya da usun, bu içeriğe bilimsel bir katkı yapması zo­runludur. Bu katkı yapılmadan algı sözkonusu olamaz, duyumlarda kalınır.

Duyum ve Algı Ayrımı

Bu son ayrım, Kant'ın bilgi felsefesi alanında yaptığı etkile­rin en önemlilerinden biri sayılabilir. Bu, Leibniz'in anlığı algıda etkin bir ilke olarak değerlendirişinin, kuramsal bir açıklamasıdır. Deneyci felsefe, tıpkı Descartes gibi, anlığı algıda edilgin olarak ybrumlar. Bu düşünüdere göre algı, dış etkilerin anlıkta belirli içe­rik ve biçimlerde izler bırakmasıdır. Kant, sonuçta edinilen bu be­lirli içerik ve biçimlerdeki algılann oluşturulmasında anlığın etkin bir görev üsttendiğini düşünmüştür. Ona göre, algının içeriği de­neyden gelirken, biçimi aniıkça verilir. Duyum ve algı ayrımı da işte bu savı temellendirir. Kant'a göre duyum, algının ve bilginin ilk girdisini, içeriğini ve dolayısıyla da zorunlu koşulunu oluşturur: Duyum olmadan ne algı, ne de bilgi sözkonusudur. Ancak salt du­yum bilgi değildir. Çünkü bilgi algılardan oluşur ve bilgi olabil­mek için duyurnun algıya dönüştürülmesi gereklidir. Gereken, du­yum üzerinde birtakım yapısal, biçimsel düzenlemelerdir. Algılar, nesne görüngüleridir. Duyumlarda ise nesnelere karşılık olan bir şey yoktur: Bunlar karmaşık bir nitelik izlenimleri akışıdır. Anlığın etkin işlevi, Kant'a göre, işte bu karmakarışık duyum akışından nesne görüngüleri elde etmek yönünde bir düzen kunnaktır. Bir başka deyişle, anlık ve us, algının içeriğini biçimlendiren bir görev

yapar. Duyum ve algı ayrımının, Hume'un izienim ve ide (kavram) ayrımını karşılamak yanısıra, bundan çok daha etkili ve kapsamlı olduğu açık olsa gerek.

Anlık, kendisine dışından gelen karınaşık duyum akışına ne gibi bir düzen uygular ve bu düzenin kendi kökeni nedir? Anlık, duyum girdilerine, herşeyden önce Kant'ın "görü biçimleri" dediği uzay ve zaman kalıplarını uygular. Duyumlar uzay ve zaman için­de olmayabilir, ancak bir nesnenin düşüncesini bu iki görü biçi­minden hiçbir koşulda soyutlamak olanağı yoktur. Buna benzer olarak, her nesne algısının belirli bir nicelik, ilişki, töz olmak vb. temel ve ondan ayrılmaz özellikleri olacaktır. Kant'a göre, bunlar da, anlığın duyuma uyguladığı kavramsal kalıplardır. Bu türden on iki ulam ayrıştırır. Onun algı kuramının temel savı, anlığın tuyuma görü biçimleri ve ulam kalıplarını uyguladığı ve duyurnun bu uy­gulamayla algıya dönüştüğüdür. Kant, Leibnizci eğilimlerin güdü­sünde, bu kalıpların doğuştan, usun özünde bulunduğunu öne sü­rer. Ona göre, algıya kazandırılan biçimin kökeni dış dünya değil­dir. Us, duyumu "kalıba sokarken" dış dünyada bulunan kavrana­bilir kimi yapıları uygulamak yerine, bütünüyle kendi doğasında bulunan verileri kullanmaktır. Bu da dış dünyanın bilinemez oldu­ğu savıyla bütünüyle tutarlıdır. Sonuçta Kant, algının içeriğini de­neysel olarak değerlendirirken biçimini "doğuştanlık savı" çerçe­vesine oturtmuş olur. Uzay, zaman ve on iki ulam da nesnel değil, genel anlamda insan anlığına özgüdür.

Sentetik a priori

Görü biçimleri ve ulamların algı niteliği taşıyan her anlık · içeriğinin ayrılmaz nitelikleri olduğu belirtilmişti. Bunu örneklen­direrek açıklamaya çalışalım: Göz ve beyin yapımız öyle olmuş ol­sun ki, bütün insanlar bir yandan renk körü, öte yandan da "sivrilik kkörü" olsun. Algı düzeneği bütün kırık çizgi ve açıları yumt,ışat;ıp

eğrilere dönüştürürken, renkleri de siyah-beyaza indirgiyor olsun. İnsanlığın böyle bir anlıksal yapı taşıdığı dünyada, ne renk bilgisi ne de kırık çizgi bilgisi sözkonusu olacaktır. Anlık, ona dıştan ge­len duyuma uyguladığı kalıplarla rengi ve sivriliği yok etmektedir. Bu nitelikleri bir süzgeç gibi dışta bırakırken, örneğin eğrilik ve si- yah-beyazı da içeri almaktadır. Kant'a göre insan anlığının gerçek yapısı buna koşuttur. Girdinin kimi niteliğini dışta bırakır, kabul ettiklerini de belirli kalıplara göre biçimlendirir. Örneğe dönecek olursak, böyle bir dünyada her şeyin siyah-beyaz olduğu ve bütün biçimlerin yumuşak kenarlı olduğu, bilgi açısından zorunlu anlam­da doğru olacaktır. Çünkü bu dünya insanları için bilinebilirlik açı­sından, siyah-beyaz veya yumuşak kenarlı olmayan nesneler, ola­nak dışıdır. Ancak, buradaki önemli bir nokta, zorunlu olan böyle bilgilerin, Hume'da "olguya ilişkin" diye adlandırılan türden, yani sentetik olmalarıdır. Bu doğruluklar, deneyin verdiği doğruluklar olmayıp, anlığın deneyi düzenleyişi üzerine doğruluklar olsalar bi­le, "olguya ilişkin", ya da sentetiktirler. Gerçek dünyada da hem zorunlu hem de sentetik olan bilgiler, aynı koşutlukla, anlığın algı­yı düzenleyişine ilişkin olanlardır. "Her olayın bir nedeni vardır", "zaman geri çevrilemez", "İki ayrı nesne aynı zamanda aynı yerde bulunamaz" gibi bilgiler böyledir. Bunlar, olduklarından başka tür­lü olamazlar: Bir başka deyişle, bir kez doğruysalar hep doğru, ya­ni zorunludurlar. Zorunlu olmalarından ötürü de doğruluklarını de­neye başvurmadan bilmek, saptamak olanağı vardır. Yani bu öner­meler önsel (apriori) önermelerdir. Öte yandan, Hume'un öne sür­düğünün tersine, bu önermeler a priori olmalarına karşın sentetik gibi durmaktadırlar. Kant, "analitik"i, kendi kendini yineleyen yani yüklemi öznesinde bulunan bilişiyi yineleyen önerme diye tanım­lar. "Sentetik" bunun karşıtı, yani yükleminin öznedeki bilişi öte­sinde, onu aşan bir bilişi verdiği önermedir. Yukarıdaki önernıeler, Kant'a göre, analitik değildir ve aynı zamanda deneyden bağımsız

olarak doğrulanabilirler: Bu sentetik a priori önerme ya da bilgiler, Kant felsefesinde usçuluğun doğrulanmasıdır. Yukanki türden önermelerin gerçekten sentetik ve a priori nitelikleri biraraya geti­rip getirmedikleri tartışma konusu olmuştur. Deneyciliği sürdüren düşünürler bu önermelerin eğer sentetik iseler apriori olmadıkları­nı, ya da a priori iseler sentetik olmadıklarını göstermeye, yani Hume'u doğrulamaya çalışmışlardır.

Modern düşünce içindeki bilgi felsefelerinin ortaya atılma­sındaki en önemli etmenin kuşkucu uslamlamalar olduğu belirtil­mişti. Felsefe önemli bir dönüm noktası olan Kant'ın kuramının kuşkucu uslamlamaları nasıl karşılarlığına bakalım: Kant için artık klasik anlamdaki kuşkuculuk sorun değildir. Çünkü kuşkucunun uslamlamasındaki bir dış dünya olduğu ve bunun algı ile aynı bi­çimde değişınediği varsayımı atılmıştır. Kant, Hume'u izleyerek dış gerçekliğin bilinemez olduğunu öne sürer. Dolayısıyla algının bir dış nesneye göre doğruluk ya da yanlışlığı artık sözkonusu de­ğildir. Doğruluk ve yanlışlık şimdi daha çok ularolara uygun olup olmamak sorunudur. Ancak bu kez de çözülmesi gereken, bir yan­dan dış gerçekliğin bilinemezliği savı ile, öte yandan algının hay­ranlık verici tutarlılığının aralarında yarattıkları gerilimdir. Bir baş­ka deyişle Hume'un formülü, Kant'ı klasik kuşkuculuktan korur­ken, onu başına bu kez de Hume'un tutarlı adımlarla gittiği dış dünya kuşkuculuğunu sorun-olarak sarmaktadır: Kant'ın sınırlama­sı gereken klasik kuşkuculuk değil, Hume'cu kuşkuculuktur.

Algının tutarlılığını bir dış dünyanın varlığını varsaymadan açıklamaya çalışanlardan Berkeley, bütün yükü Tanrı kavramıyla kaldırmayı denemiş, Hume ise algının şu ana değin tutarlı olması­nın nedenini açıklayabilmek bir yana, bundan bir saniye sonra al­gının bütünüyle düzensizleşmesinin olanaksız olmadığını vurgula­mıştı. İşte Kant'ta sentetik a priori önermelerle dilegelen anlığın salt kalıpları, algının düzenini ve tutarlılığını bir dış dünyayı var-

saymadan açıklama çabasının ürünleridir. Kanı'ın bilgi kuramı öz­dekçiliğe bütünüyle kapalıdır. Bu kurarn nesnel bile değildir. An­cak Kanı'ın öznel idealizme kaydığı da söylenemez. Anlığın kalıp­ları tek tek kişilerde öznel değil, bütün bir insanlığın doğasına öz­güdür. Bir başka deyişle, anlık kalıpları Kanı'ta özneler arasıdır.

KANT VE BİLGİ SORUNU

(1985)

İki yüzyıl önce bu yıllarda, büyük Alman filozofu lmmanu- el Kant, 1781'de yayımladığı başyapıtı Salt Usun Eleştirisi üzerin­de kimi değişiklikler yapmaktaydı. On yıllık bir çalışmanın ürünü olan bu kitabı, kendisinin de önden sezinlediği gibi, eleştirmenler­ce yanlış yorumlanmış, onun bir tür öznel idealizmi savunduğu ile­ri sürülmüştü. Kant, bu eleştirilere yanıt olarak 1783'te Prolego- mena 'yı yayımlamış, Salt Usun Eleştirisi'nin 1787 'deki ikinci bas­kısında da kimi bölümleri değiştirerek, kitaba yeni bir önsöz ekle­miştir.

Kant'ın bu yapıtı öncelikle bilgi ve onun kökeni üzerinedir. Etkisi ise derin ve kalıcı olmuştur. 19. yy'da Kant felsefesini en az bir ölçüde temel almayan bir düşünce dizgesi göstermek güçtür. Bu etki, 20. yy düşüncesi üzerinde de, daha yumuşamış olmasına karşın, sürmektedir. Günümüzde, Kant'ın bilgi kuramındaki öğre­tiler, psikoloji ve biolojinin kimi dallannda geliştirilen bilimsel ku­ramları da yönlendirmektedir. Nedir Kant'ın bilgi kuramının ana çizgileri? Burada bunu, hem dizgesinin ayrıntı ve iç işleyişine gire­meden, hem de getirdiği öğretilerden yalnızca birkaçını özetleye­rek yanıtlamak zorundayız. Bu kuramda getirilen belki de en önemli yenilik, algıda anlığın rolü ile ilgilidir. 17. ve 18. yy'lar fel­sefesi, Descartes'ın etkisi altında, algıda anlığa edilgin bir görev yükler. Buna göre anlık duyumu, nedeni dışarıda olan bir etkile- nim olarak elde eder. Böylece edinilen duyum, bir algı oluşturacak ölçüde, kendiliğinden düzenlidir: Nedeni olan dış gerçekliğin dü­zenini yansıtır. Anlığın etkinliği, algının tamamlanmasından sonra, algılananı tanımak, onu yeniden düzenlemek veya anımsamak gibi

işlemlerle sözkonusu olur. Leibniz Locke'u eleştirirken anlığın algı süreci içinde de daha etkin olarak yorulanması gertiğini vurgula­mıştı. Bundan da esinlenen Kant, algının ilk girdileri olan duyum­larla sonuçta elde edilen içerikler arasında önemli bir ayrım çizer. Algının sonucu olan bu içerikler nesne görüngüleridir (phaenome­na). Oysa ilk girdilerde nesnelere karşılık olan bir içerik yoktur; bunlar karmakarışık bir duyum akışıdır. Anlığın etkin işlevi, ona. göre, bu karmakarışık duyumlardan nesne görüngülerine doğru bir düzen kurmaktır. Bunu düzen -ki Kant buna algının biçimi (form) der- ilk girdi içeriklerine uzay ve zamanı, ve anlığın kimi temel kavramlannı (ulamlan) uygulamakla elde edilir. Duyumlar uzay ve zaman içinde olmayabilir; oysa nesnelerin düşüncesi bu iki görü biçiminden hiç bir koşulda soyutlanamaz. Benzer düşünceler örne­ğin nicelik, ilişki gibi ulamlar ile ilgili olarak da geçerlidir. Bir başka deyişle, duyum, kavramsal kalıplar içinde yorumlanır. Bu yorUmlama olmadan anlığın elde ettiği algı değil, ancak karışık duyumlardır. Dolayısıyla, bilgi için zorunlu bir koşul, duyurnun aniıkça algıya dönüştürülmesidir.

Kant, bilginin ancak deneyle başlayabileceği konusunda Locke, Berkeley ve Hume geleneğinin temel savını onaylar; ancak anlığın açıklanan zorunlu katkısı olmadan bilginin sözkonusu ola­mayacağını da vurgular. Kant anlığın duyurnlara uyguladığı ulam- lann önsel (a priori), yani onun doğasına özgü olup deneyden gel­mediğini öne sürmüştür. Bu savı, kendisini usçu filozoflar arasına katar. Öte yandan o, Hume'u izleyerek, duyumların kökü ve nede­ni olan bir "kendinde nesneler" dünyasının (noumena) bilinemeye­ceğini, bilgi içinde kavranamayacağını da onaylar. Bilinebilenlerin sınırı, algıya neden olan dünyayı içine almaz, bilgi, "algıda kurul­duğu gibi dünya"nın, yani görüngülerin bilgisidir. Kant'ın öğreti­leri, onu ilk eleştirenierin düşünmüş oldukları gibi bir öznel ide­alizmi içerir mi? Nedensellik, özdeşlik, töz, uzay ve zaman gibi,

bilgi için temel kavramlar, Kant'ın felsefesinde görüngüler dünya­sının dışına özgü olgulardan değil, insan anlığının uyguladığı ka­lıplar arasındadır. Bu, onun kuramma bir öznellik boyutu vermek­tedir. Ancak, bu bir idealizm değildir. idealizm, var olan her şeyin anlığa ve anlık içeriklerine indirgenmesini içerir; oysa Kant, anlık dışında bir kendinde nesneler evrenini onaylamaktadır. Onaylama­dığı, bunun doğrudan bilinemeyeceğidir. Bilginin ancak insan aniı- ğında var olabileceği savı ise, hemen hemen tanımsal denebilecek güçte bir doğruluktur. Öte yandan öznellik, Kant'ta, nesneliği yak- laştırılabilecek hemen en uç noktasındadır. Çünkü onun öğretisinin öngördüğü anlık kalıpları tek tek öznelere göreli bırakılmamış, in­san anlığının genel yetileri, genel nitelikleri olerek düşünülmüştür. Kant'ın hesabını verdiği tek bir "ben"in bilgisi değil, genel olarak insanın bilgi edinme yeteneğidir. Bu açıdan onun öngördüğü an­lamdaki öznellik bir "intersübjektiflik" düzeyinde, yani özneler- arasıdır. Bunu öne sürmek ise, bilginin doğası ve sınırının en belir­gin bir niteliğini ortaya çıkartmaktır.

19.             YÜZYIL VE İNGİLİZ
GERÇEKÇiLiGİNİN DOGUŞU

(1985)

19. yy. Ortalarmda Batı Felsefesi

ı9.yy düşüncesini belirleyen niteliklerden belki de en ağır- Iıkiısı çeşitliliktir. Felsefe tarihi, bu yüzyılda, o çağa değin hiç görmediği ölçüde zengin, renkli bir düşünce ve görüşler çeşitliliği­ne tanık olmuştur. Bu çeşitlilik belirli bir sorun ya da konunun ele alınıp birbirini izleyen filozoflarca giderek derinleşen bir anlayışla incelenmesi geleneğinden, bir ölçüde ayrılındığını gösterir. Ortak noktalardan çıkan filozoflar bile, ı9.yy'da, kendi yollarında gider­ler. Bir benzetme yapılacak olursa, felsefi düşünce, geçmiş yüzyıl­larda olduğu gibi, bir direğe sarılıp hep onun üzerinde dal budak salan bir sarmaşığa benzemek yerine, artık bir ulu ağaç gibi her yöne gelişen, geliştikçe de ineelen dalları andırır. Yine bu benzet­me açısından, pek çok dalın ucu çıkmaz sokak gibidir: İS. yy'ın felsefelerinin birçoğu, kendi doğrultularında son sözü söylerler.

İ 9.yy felsefesinin ortak çıkış çıkış noktalanna, ortak nitelik­lerine ve gövdeden ayrılan ilk ana daliarına kısaca bakalım: Felse­fe tarihi içinde en büyükler arasında sayılan İmmanuel Kant'ın dü­şüncesi kimi kez İ 7. ve İ 8. yüzyıl felsefesinin bir bireşimi niteli­ğinde görülür. Aynı bireşim, İ 9. yüzyıl felsefesinin hemen tümü için çıkış noktası olmuştur. Dolayısıyla, modern düşüncenin evrimi içinde Kant'ın konumu kimi geçmiş akımların kendisinde birleşti­ği ve bu birleşmeden büyük bir çeşitliliğin doğduğu bir odak nok­tası görünümündedir.

Önceki yüzyıllarda görülen akımlar ölçüsünde türdeş olma­mak üzerine, Kant'ın düşünce temelinden geliştirilen iki felsefi

doğrultudan söz edilebilir. Kant bir anlamda evreni ikiye ayırm Bunlara görüngeler ya da fenomenler dünyası ile nurneoler dünya­sı der. Ana çizgileriyle verilecek olursa, görüngüler dünyası algıt mızın dünyasıdır: Görüp, dokunup, işittiklerimiz bu dünyayı oluş­turur. Nurneoler dünyası ise, algıyla kavrayabildiklerimizin ötesin­de kalan, algıdan bağımsız, kendindeki nesnelerin ortamıdır. İşte Kant'tan sonra gelen kimi Alman filozoflan, düşüncelerine çıkış noktası olarak bu nurneoler dünyasını almışlardır. Bu dünyanın bil­gisi algıyla olmaz, çünkü o, tanımsal olarak algının ötesindedir. Burada bilginin yolu daha çok sezgi ve inançtır. Bilirnce bilginin tek yolu olarak kabul edilen algının bu akımda arka plana itilişi, bir önceki yüzyılda doğan ve Rousseau ile Schiller'de gelişen Ro­mantizmin etkisini de yansıtır. Romantizmin duyguları öne alıp usallığa karşı çıkışını yansılar. Kant felsefesinde yer alan nurneoler dünyasından kaynaklanan bu akıma "Alman İdealizmi" diyoruz. Bu, düşünce tarihinde Alman dilinde yapılan felsefenin kendini ilk ortaya koyuşu ve en büyük etkiyi yaptığı dönemdir. Kant'ı, belirle­meye çalıştığımız açıdan izleyen Fichte, Schelling ve Schleiermac- her bu akımın ünlü adlarındandır. Bu filozoflar Almanca'nın tüm olanaklarından yararlanarak felsefi yaklaşımlarının da götürdüğü kurgusal düşünceyi yepyeni boyutlara ulaştırırlar. Alman İdealiz- mi'nin doruk noktası ise başyapıtlarını Kant' ınkilerden yaklaşık 25 yıl sonra yayımlamaya başlayan Hegel'dir. Etki olarak Hegel'in Kant'tan pek aşağı kaldığı söylenemez.

Hegel idealizm ve kurgusallık yönünde alabildiğine ilerler­ken, felsefesini son derece ussal bir dizge olarak geliştirmiştir."Ger- çek olan ussal, ussal olan da gerçektir" der. Böylece Hegel'de us- saltık yeniden ön plana çıkmaktadır, ama onun anladığı algı ya da görüngüler dünyasında bulunabilecek bir ussallık değildir. Ona göre gerçek, bir bütün olarak ve tarihsel boyutu içinde ele alınmalıdır. İş­te bu anlamdaki bütün "Saltık"tır ve Saltık da tinseldir. Bütün tarih,

bu tinin kendisini bir mantığa göre açması, yani onun evrimidir.

Evrim kavramının 19. yy düşüncesinde önemli bir yeri var­dır. Bu kavramı yerine daha iyi oturtabilmek için, önce, Kant'tan türeyen ikinci bir felsefi doğruhuyu belirlemeye çalışmalıyız. Bu­nu yapmak, Alman İdealizmi'ni belirlemekten daha güçtür, çünkü burada ortak nitelikler daha da azalmaktadır. Yine de kapsayıcı bir terim olarak "Bilimin etkisi altındaki felsefe"yi öne sürebiliriz. Bu, terimin kapsamı altındaki filozoflara baktığımızda, hemen hepsi­nin, evren kavramı olarak Kant'taki görüntüler dünyasını aldıklan- nı görüyoruz. Onlara göre düya, algıladığımız ve bilimsel yolla kavradığımız dünyadır. Bu açıdan bir çoğu, 18. yüzyıl deneycili­ğiyle süreklilik gösterir. Aynı nedenle, felsefi yaklaşımları kurgu­sal, yani spekülatif, değildir.

Bu başlık altında ele aldığımız bütün düşünürler bilime tam birgüven duymuşlar, bilimsel gelişmenin artan bir hızla süreceğine inanmışlardır. Gerçekten de 17. ve 18. yy 'larda bilirnce alınan yol çok büyük olmuş, Descartes ve Locke gibi filozofların da katkıla­rıyla, bilimin kendi dünya görüşü, felsefesi biçimlendirilmişti. Ko- pernik, Kepler, Galileo, Boyle, Newton ve Lavoisier gibi bilim adamlarının katkılarıyla Doğa bilimleri büyük başanlar göstermiş, sürekli bir gelişime sahne olmuştur. Bu gelişim ve başarı, 19. yy'ın bilim etkisi altındaki felsefesine kimi beklenti ve amaçlar veriyor­du. Önce, gelişmesini ileri bir noktaya ulaştıran doğa bilimlerinin yöntemleri örnek alınarak toplum bilimlerinin kurulabileceği ve aynı başarının burada da sağlanabileceğine inanıyordu. Fransız Devrimi'nden sonraki siyasal açıdan çalkantılı dönem Avrupa'sın­da ortaya çıkan toplumsal sorunları, böyle bir bilimle çözmeyi amaçlıyorrlu bu filozoflar. Bundan dolayı, bu başlık altındaki sayı­labilecek düşünürlerin hemen hepsi toplum felsefesine kaymış ve bu alanda kurarnlar ortaya almışlardır. Bunların hemen tümü, yine bilimin etkisi altında, doğayı ve toplumu dinamik gerçekler olarak

görüyorlardı. Ortaya attıkları toplumsal kurarnlar soyut dizgeler değil, tersine, uygulamaya dönük, toplumsal reform önerileriydi. Bentham, Comte, Mill ve Marx gibi önemli düşünürler, toplum fel­sefesini, daha iyi bir toplum yaratmak amacıyla geliştirmişlerdir. Bu reformcu amaç, sözkonusu kuramlara, çoğu kez ideolojik bir nitelik vermiş, ortaya atılan görüşlerin kitleler üzerindeki etkisi doğruluk ya da yanlışlıklarından daha önemli tutulmuştur.

Bilimin etkisi altındaki felsefede yalnızca toplum sorunları ele alınmamıştır. Bilgi konusunda 18. yy deneyciliği "Pozitivizm" adı altında sürmüş, ahlakta Yararcılık ortaya atılmıştır. Alman İde­alizmi, karşısında yine Almanya'da köksalan Özdekçilik'i bulmuş­tur.

Evrim kavramı hem bilimin etkisi altındaki felsefede, hem de Hegel ve sonrası Alman idealist felsefesinde, önem taşır. Dik­katler bilimlerin ve toplumların gelişmesine dönünce, zaman için­de bir yetkinliğe gidiş, bir ilerleme gözlemlenmiş ve bunun bir açıklaması verilmeye çalışılmıştır. Örneğin Comte, düşünce biçim­lerindeki gelişmeyle toplum biçimleri arasında koşutluklar sapta­mış, Marx ise Hegel'in diyalektik evrim mantığını topluma uygu­lamıştır. Evrimi felsefesine başlıca konu yapan düşünür ise Spen- cer'dır. Spencer'ın düşüncesi bir bilim adamı olan Darwin'e esin kaynağı olmuş ve böylece canlı türlerinin evrim yoluyla ortak bir kökenden geldikleri kuramı ortaya atılmıştır. Bu kurarn dinsel çev­relerin tepkisiyle karşılaşınca, 19. yy'ın ikinci yarısı, dinle elele veren idealizm ile Darwincilik'i savunan özdekçilik arasındaki sa­vaşa tanık olmuştur.

Yüzyıl Bölümünde İngiliz Düşüncesi

19.    yy'ın sonlarına gelindiğinde, İngiliz düşüncesi çeşitli et­kiler altına girer. Yüzyıl boyunca Mill ve onu izleyenierin etkisiyle sürdürülen geleneksel deneyci yaklaşım, bu düşünürün ölümü ile

bir anlamda sahipsiz kalmıştı. Evrimci düşünce, yalnız başına, ge­nel bir felsefe olarak etkisiz kalıyor, ya bir bilimsel kurama, ya da bir felsefe yaklaşımına, boyut kazandırmaktan ileri gidemiyordu. Özdekçiliği Hobbes ve Toland ile 17. yy' da yaşamış olan İngiliz düşüncesi, Almanya'da yeni yayılan bu düşünceyi benimseyişte pek de hızlı yol almış değildi. Feuerbach, Buchner, Haeckel ve Vogt gibi düşünürlerin özdekçiliği iki yüzyıl önceki Robbes'daki kimi tutarsızlıkları yinelemekteydi. Diyalektik Özdekçilik ise siya­sal yaşamda belirli bir etki yaparken, felsefe yaklaşımı olarak, bel­ki de Hegel'in ağırlığı nedeniyle, doyurucu bulunmuyordu. Hux- ley, özdekçiliğin İngiltere'deki uzantısı olarak, büyük bir felsefi önem taşımamıştır.

Bu akımlar dışında, ABD'de filizlenmekte olan yeni bir yaklaşım, deneyciliğe sahip çıkmakta, kendini "köktenci deneyci­lik" adıyla Hume ve Mill'den ayırt etmekteydi. Pragmacılık, Peir- ce, James ve Dewey'nin katkılarıyla geliştirilmiştir. Ancak Peir- ce'in daha sonraki bir aşamasındaki İngiliz felsefesiyle önemli ya­kınlıklar göstermesine karşın, Pragmacılık, ABD'de yaptığı derin etkiyi ne kıta Avrupa'sında ne de İngiltere'de tadamamıştır.

Yüzyıl dönümüne yaklaşıldığında İngiltere'deki en ağırlıklı etki idealizm ve özellikle de Hegel'in felsefesiydi. Mill'den sonra deneyeiliğin a^tığı boşluk, Berkeley'inki gibi değil, nesnel türden bir idealizm ile doldurulmuş oluyordu. Fransa gibi İngiltere'de de, yüzyıl sonundaki hemen bütün felsefe profesörleri Hegelci idiler. Bunlar arasında, hiç biri Hegel düzeyinde filozoflar olmamalarına karşın önem taşıyanlar, Green, Bradley, Bosanquet ve Mc Tag- gart'tır. Bu dörtlü arasında düşüncesi belki de en incelikli olan Bradley, Appearance and Reality (Görüntü ve Gerçek) adlı kita­bında ahlak ve onun kavradığı tüm görüngüler evrenine, yani uzay-zaman içindeki nesneler dünyasına karşı yıkıcı bir eleştiri ya­par. Büyük incelik taşıyan bu eleştiri, Elsa okulunu andıran bir bi-

.çimde, sağduyuya epeyce aykırı sonuçlara ulaşır: Bradley uslamla- ·malarıyla deneysel açıdan "gerçeklik" adı altında anılan hemen -herşeyin çelişik olduğunu tanıtlamıştır. Ona göre bu çelişik görün­tü ardında gerçek bir gerçeklik vardır; bu ise duygu, düşünce ve is­tençten oluşan Saltık'tır. Tek varlık odur.

O çağda İngiliz düşüncesi üzerinde dolaylı, ancak önemli bir etki yapan başka bir akım, Avusturya'da filizlenmekte olan ve Husserl'in Görüngübilim'ini hazırlayan bir idealist Gerçekçilik'tir. Bunun kökenierinde Descartes, Kant ve Hegel 'in kimi düşüncele­rini bulmak olanaklıdır. Ancak bu akım gerçek felsefi temelini Pla- ton'dan alır. Brentano'nun 1870'li yıllardan başlayarak Örtaya attı­ğı niyetsel anlık eylemleri öğretisi, öğrencileri Meinong ve Hus- serl'in düşüncelerini temellendirmiştir. Meinong, üzerinde düşünce yürütükbilen herşeyi "nesne" olarak değerlendirip, varolan, kalıcı olan ve olanaksız nesneler arasında ayrımlar çizer. Örneğin, "deniz kızları", "uçan atlar" gibi deneysel açıdan olanaksız, "yuvarlak ka­re" gibi mantık açısından olanaksız şeyler üzerine de düşünebildi­ğimize göre, bunlar da nesnedir, der. Nesne konusundaki önyargı­mızın bizi onu olanaklı olarak görmeye koşullandırdığını, oysa bu­nun bir zorunluluk olmadığını vurgular.

İngiliz Gerçekçiliği'nin Doğuşu

Deneyci felsefenin yeniden kazanılması ve bunun 1. Dünya Savaşı'na değin belirli bir mantıkçı tutumla yoğrularak geliştirile- bitmiş olması, hem çağdaş Angiasakson düşüncesinin bugünkü dü- rümüne ulaşması, hem de iki savaş arası döneminin Pozitivist Vi­yana Okulu'nun ortaya çıkabilmesi için zorunlu bir koşul olmuş­tur. Bu denli önemli sonuçları olan mantıkçı-deneyci İngiliz felse­fesi ise varlığını 20. yy'ın başlangıcında doğan yeni İngiliz gerçek­çiliğine borçludur. Mantıkçı-deneyciler ve gerçekçiliği yeniden do­ğuranlar, aynı düşünürlerdir. Bu doğuş ise, G.E. Moore'un daha

önce kendi de benimsemiş olduğu idealizm 'i 1903 yılında yazdığı bir yazı ile yadsımasıyla gerçekleşmiştir.

Moore, 1873'te doğmuş, 1892'de ise klasik filoloji öğreni­mi için Cambridge Üniversitesi Trinity College'a girmiştir. Orada tanıştığı ve kendisinden daha genç bir öğrenci olan Russell'ın et­kisi ile eğitimini felsefe alanına kaydırmıştır. Moore ile Russell arasında burada başlayan dostluk kalıcı olmuş, önemli etkileri olan bir felsefi alış-verişe olanak sağlamıştır. 1898'de Trinity College'a öğretim üyesi yapılan Moore, öğrenciliğinde hocaları Bradley ve McTaggart'ın etkisi altında, tıpkı arkadaşı Russell gibi, Hegelci bir idealistti. Sonraları yumuşatılmış bir Platonculuk'a kayan Moore, bunu Russell'a da aşılamış ve onun matematiğin temellerine ilişkin çalışmaları üzerine bu açıdan etki yapmıştır. Bu dönemde her ikisi de genç hocaları Stout aracılığıyla Meinong'un yazılarını izlemiş­ler ve ondan etkilenmişlerdir.

1903 yılında Moore' daki Platoncu idealist gerçekçilik, bir fiziksel dış dünya gerçekçiliğine dönüşmüştür. Mind adlı felsefe dergisinde yayımladığı "idealizmin Çürütülmesi" (The Refutation of ldealism) başlıklı yazısı, gerçek bir dönüm noktasıdır. Bu yazı­da Meinong'dan aldığı bir ayrımı kullanır: Bilginin konusu olan nesne ile kavrayışı oluşturan bilinç edimi, önemle ayırt edilmelidir, Moore'a göre. Berkeley'in "var olmak algılamaktır" sonucuna gö­türen ünlü uslamlaması, bu ayrım ışığında geçersiz kalır. idealist sonucu benimsernek için gerekçe kalmamış olur.

Moore, gerçeği anlıksal varlığa indirgeyen idealizm 'i böyle- ce yadsırken, somut özdeksel nesnelerin varlığını onaylayışı yanı- sıra, tümel kavramlar olan nitelik, ilişki ve türlere de bir anlamda gerçeklik yükler. Bu yeni görüşleri artık Russell de benimsemiş, her iki düşünür de Platonculuk'u belli belirsiz sürdüren bu fiziksel , gerçekçiliği hızla yayan bir odak oluşturmuşlardır.

Daha sonraki yıllar, Platoncu ögeler giderek azalmıştır. Ör-

neğin 1910'lu yıllarda mantık ve çözümleme, Russell'a kimi soyut kavramları, onlara varlık ya da gerçeklik yüklemek gerelaneden yalın ögelerine ayırmak olanağını tanımıştır. Mantıksal Atomculuk adını verdiği bu düşüncelerinin gelişme aşamında yanına doktora çalışması yapmak için gelmiş olan Wittgenstein da, kendisi üzerin­de etki bırakmıştır. Russell, öğrencisini izleyerek, önceleri Platon- cu gözlüklerle yorumladığı matematİğİn bütünüyle totolojilerden oluştuğuna inanmıştır.

Moore'un bu çağlardaki gelişimi ise onun algı sorunu üzeri­ne zaman içinde yumuşayan bir görüş geliştirişi ile belirlenir: Kuş­kucu uslamlamaların gücünü, giderek büyüyen bir ölçüde onayla- yışıyla birlikte, yalın bir gerçekçilikten Görüngüci.ilük'e doğru kaymıştır. "idealizmin Çürütülmesi"nde, özdeksel nesnelerin doğ­rudan ve oldukları gibi algılandığını öne sürer. ileriki dönemlerde ise, algılanan özdeksel nesne değişınediği halde, onun insana görü­nüşü koşullarla birlikte sürekli değişim içindeyse, insanın gördü­ğünün nesnenin kendisi olamayacağı sonucuna varır. Demek ki, der, insanın algı sırasında gördüğü, yalnızca o sıra var olan ve nes­nenin yüzeyinden ayrı bir şeydir. Moore bunu "duyu-verileri" (sense-data) adını vermiştir. Duyu-verileri kuramı bir anlamda Locke'u çağrıştıran bir görüştür. Bu tür bir görüş, aynı yıllarda Russell'ca da benimsenmiştir. Duyu-verileri kuramma katkı yapan başka iki Cambridge filozofu ise Stout ile Broad'dır.

Gerçekçiliğin Cambridge'deki bu gelişim ve yayılışını anla­tırken Oxford'a değinmernek haksızlık olur. Çünkü benzer bir ola­yı bu üniversite de, ancak daha sessizce yaşamıştır. idealizm'in göz açtınnadığı, Yüzyıl'ın son yirmi yılında bile, bir gerçekçi dire­niş Oxford'da varlığını sürdünnekteydi; 1888'de Fiziksel Gerçek­çilik (Physical Realism) başlıklı bir kitap yayırolayan Case ve onun genç çağdaşı Cook Wilson, Yüzyıl dönümünden başlayarak buradaki düşünüderi giderek idealizm' den soğutmayı başarmışlar-

dır. Cook Wilson'u izleyen düşünürler arasında Joseph ve Prichard da sayılabilir. Cambridge'dekine göre daha önce başlayan, ancak sesini o ölçüde duyuramayan bu gerçekçi "devrim", duyu-verisi kavramını yadsıyışıyla belirlenir. Oxford gerçekçileri, algıda görü­nenin nesnenin kendisi olduğunu savunmuşlar. Stout'a ve Moore'a eleştiriler yöneltmişlerdir. Onların yalın gerçekçiliğine göre, algıla­nan nesne ile anlık arasında bir duyu-verisi perdesi bulunamaz. Price, duyu-verisi kavramını onaylanır bir biçime dönüştürmeye çalışarak, bu iki karşıt gerçekçi tutum arasında bir uzlaştınna ara­mıştır. Yalın gerçekçilik ve görüngücülüğe kayan duyu-verisi ger­çekçiliği arasındaki tartışma Il. Dünya Savaşı'ndan sonra Oxford'a taşınmış ve Austin ile Ayer arasında sürdürülmüştür.

ViYANA ÇEVRESİ DİL, DOGRULUK VE
MANTlK

(1985)

Mantıksal pozitivizm 20. yy'ın önemli felsefe akımlarından biri olmuştur. Bu akımı Viyana Çevresi adından ayrı düşünmek olanağı yoktur. Çevre, 1922'de Viyana Üniversitesi Felsefe Profe- sörlüğü'ne atanan Moritz Schlick'in, yanına kendisi gibi öncelikle bilim adamı olarak yetişmiş düşünüderi toplayarak, tartışmalar yo­luyla bilime ve ödünvermez bir deneyciliğe ağırlık veren bir yakla­şım kurma çabaları sonucunda doğmuştur. Schlick'ten başka önem taşıyan çevre üyeleri, Neurath, Viyana'da uzun süre kalmamış olan Carnap ve felsefeciden çok mantıkçı ve matematikçi olan Gö- del'dir.

Viyana Çevresi'nin öğretileri o denli özgün değildi. Ancak, tutkulu tartışma ve aşırı deneyci görüşleri savunma biçimleri, onla­rın önemli bir felsefi görevi yerine getirmeleri yol açmıştır. Yaptık­ları, Alman geleneğinin kurgucu, romantik metafı.:ikçiliğine yöne­len bir temizlik eylemidir. Bu temizlik, Angio-Sakson düşünce dünyasında, orada bulunan ortak kökenli başka deneyci akımlarla tutarlılığı dolayısıyla, içtenlikle benimsenmiştir. Ancak Kıta Avru­pa'sında, özellikle Hitler faşizminin tırpanını yedikten sonra, önemli bir iz bırakıp bırakmadığı kuşkuludur.

Mantıksal Pozitivizm 'in önde gelen kökeni Hume'un de­neyciliğidir. Bu deneyciliği doğa bilimine temel yapan fizikçi filo­zof Mach da bir Viyanalı idi. Felsefe tarihini pek de yakından tanı­madıkları öne sürülen çevre düşünürleri, bilimi doğrudan duyu-de- neylerine indirgeyen aşırı deneyciliği ondan almışlardı. Başka bir düşünsel etki kaynağı olan A.B.D.'li filozof C.S. Peirce, 1870'li

yıllarda Pragmacılık'a temel olan yazısında Mantıksal Pozitivist- ler'in baş öğreti olarak benimserlikleri "doğrulama ilkesini" büyük ölçüde hazırlar. Pierce'e göre bir kavramın anlamını saptamak için, bu kavramın doğru olması durumunda, uygulamada.hangi sonuçla­rın doğacağını düşünmelidir. Viyana Çevresini etkileyen üçüncü felsefe ise, l.Dünya Savaşı sırasında en olgun aşamasına erişen ve Russell ile öğrencisi Wittgenstein' ın kurdukları, Mantıksal Atom- culuk'tur. Çevre düşünüderi Russell'dan özellikle sembolik mantık ve bunu deneyeilikle yoğuruş biçimini alırken, Wittgenstein'ın, matematik önennelerini içerikçe boş, yani totoloji (eşsöz) oldukla­rı öğretisini benimserler. Hem Russell'ın, hem de Alman mantıkçı­sı Frege'nin l.Dünya Savaşı'ndan çok öncelerden beri, önennele- rin anlamlılığını belirleyişleri, "bir önennenin anlamını bilmek, onu doğru ve yanlış yapan koşullan bilmektir" dile getirilişleri ol- mu§tur.

İşte bu kaynaklan temel alan Mantıksal Pozitivist'ler bir an­lamda, felsefeyi bilime indirgerneye çalışmışlardır. Metafiziğin di­le getirdiği önenneleri anlamsız sayabilecek formülü, anlam kura­mı olarak benimserlikleri doğrulama ilkesinde bulmuşlardır. Bu il­keye göre "bir önermenin anlamı, onun doğrulama yöntemidir". Aynı ilkeden türetilen anlamlılık ölçütüne göre ise, "bir önennenin anlamlı olması, onun doğrulanabilir olmasıdır". Doğrulama ya da doğrulanabilirlik, doğruluk ya da yanlışlığın deneysel gözlernde saptanması ya da kanıtlanması olduğuna göre, örneğin "Töz, nite­likleri bir arada tutan ilkedir" ya da "Tin kendini tarihsel süreç içinde gerçekleştirir" gibi önenneler düpedüz anlamsızdır. Bunları konu eden söylem, yazılar, kitaplar, saçmalığı aşamazlar.

Doğal olarak, doğrulama ilkesi anlamlılık ağacından yalnız metafizik söylemi değil, ahlak, estetik ve din söylemini de budu- yordu. Çünkü ahlak ve güzellik yargılarının güzellik ya da yanlışlı­ğını deneyde saptamak olanağı yoktur. Bunlar bir yana, doğrulana-

bilir ilkesi, geri tepen bir silah gibi, bilimin tümel önermelerini, yani yasaları da tehdit etmiştir. Bir yasayı doğrulamak, onun özel uygulamalarını deneyde saptamak olacağından, onun doğru ya da yanlış olduğunu kanıtlamaya olanak yoktur. Geçmiş olayları dile getiren önermeler de deneyde doğrulanması olanaksız önermeler­dir. Bütün bu etmenler nedeniyle doğrulama nedeniyle doğrulama ilkesi yumuşatılmaya çalışılmış ancak böyle yapmanın Mantıksal Pozitivizm'in bütün çekiciliğini alıp götürdüğü de gözden kaçma­mıştır.

Alfred Ayer'ın Dil, Doğruluk ve Mantık adlı kitabı Mantık­sal Pozitivizm'i İngiltere ve A.B.D.'de tanıtan ve etkili kılan yapıt­tır. Kesin, keskin, tutkulu ve kıvrak anlatırruxla yüzyılımızın en çok okunan felsefe kitapları arasındadır. Ayer, Oxford'da felsefe okuduktan sonra, 1932'de 22 yaşında mezun oldu. Hocası Gilbert Ryle'ın önerisine uyarak Viyana'ya gitti. Çevre'ye girdi. Altı ay gi­bi bir süre orada kalarak onları ve tartışmalarını izledi, bu düşün­celerle dolu olarak İngiltere'ye döndü. Bir süre sonra Dil, Doğru­luk ve Mantık'ı yazmaya koyuldu. Kitabı bitirip bastırttığında 25 yaşındaydı. Yayımcısı başlangıçta kitabı 500'den çok basınayı riskli bulmuş, Il. Dünya savaşı başına değin 4 baskı yaparak 200 kopya satmıştı. Savaş ertesinde ise bu yapıt bilinen başarısına eriş­miştir.

Ayer Dil, Doğruluk ve Mantık'ta Hume'u izleyerek anlamlı önermelerin iki öbeğe aynlabileceğini öne sürer. Bunlar olgulara ilişkin önermeler ve matematik ile mantığı oluşturan formel öner­melerdir. İlk öbektekilerin deneyde sınabilir olması zorunludur. İkinci öbektekiler ise totolojidir; yani dünyaya ilişkin bir şey anlat­mazlar. Bunlar sembollerin yeniden düzenlenmesinden oluşurlar. Bu iki öbek dışında kalanlar sahte önermelerdir ve gerçek bir bi­çimde anlam taşımazlar. Tannbilim önermelen bunlar arasındadır. Ayer ahlak önermelerine özel bir tür anlamlılık tanıyabilmek için,

onların duygulanımları dile getirdiğini ve olgulara ilişkin olmadık­larını öne sürmüştür.

Dil, Doğruluk ve Mantık, doğrulama ilkesinin karşılaştığı güçlükleri gidermek çabası içinde, bu ilkenin "sıkı" ve "yumuşak" yorumları arasında bir ayrım çizer. Sıkı yoruma göre, bir önerme­nin doğruluğunun kesin bir deneysel kanıtla saptanması gerekir. Yumuşak yorum ise, bir önermenin doğruluk ya da yanlışlığının belirlenmesi doğrultusunda geçerli sayılabilecek bir gözlemin bu­lunuyor olmasını anlamlılık için yeterli sayar. Ayer ilkeyi ancak bu yumuşak yorumunda benimser.

Savaş sonunda kitabını gözden geçiren Ayer, bir önsöz ile kimi yumuşatma ve inceitmeler getirmiştir. İlk baskıdaki savların­dan dönmez, ancak bunları bir ölçüde keskinleştirerek güçlükler­den arındırmaya çalışır. 1950'li yıllarla birlikte Ayer'ın Poziti- vizm'den ayrılarak, kuşkuculuğa karşı algının güvenirliği ve dış dünya düşüncesinin hangi-:tnlamda savunulabileceği gibi, daha çok geleneksel epistemoloji konulıtrına kaydığı görülür. Dolayısıyla Dil, Doğruluk ve Mantık, Ayer'in olgun döneminin görüşlerinden epey uzakta kalan bir yapıtıdır. Bu yapıtta anlatıma dökülen öğreti­leri artık bugün savunan pek kimse de kalmamıştır. Ancak bu, kita­bın tarihsel önemini ve felsefe konularına giriş için okuruna sağla­yacağı keskin ve aydınlık düşünce şölenini gölgeleyemez.

Vehbi Hacıkadiroğlu'nun çevirisiyle böyle önemli bir yapı­tın Türkçeye kazandırılmış oluşu sevinç vericidir.

WITTGENSTEIN:

TRACTATUS'UN ARKA PLANI

(1995)

1985 yılı, 20. yy'ın büyük düşünürü Wittgenstein'ın Türki­ye'de daha yaygın olarak tanıtilması yönünde önemli somut adım- lann atıldığı bir dönem oluybr. Geçen yıl, bütün ülke içinde bu adı duymuş olaniann sayısı lOO 'i bulur muydu, bilemeyiz. Düşüncesi­nin ana çizgilerine ilişkin genel bir bilgisi olaniann sayısı ise 2'yi ne kadar aşardı, bunu da söylemek güç. Örneğin, Erkut Sezgin gibi bu düşünürü ciddi olarak incelemiş bir felsefecimiz de yok değildi, ancak böyle örnekleri pek çoğaltamayabiliriz gibi geliyor. Bugün, sanırız "Wittgenstein" adı ve bunun, dili felsefesinin odağına alıp anlamiıyı anlamsızdan ayırmaya, dilin doğasını kavramaya çalışmış bir filozof olduğu, çok daha geniş bir kitlece biliniyor. Ne var ki, Wittgenstein'ın önemli yapıtlanndan birinin ve onun felsefesini ta­nıtan bi, kitabın Türkçe'ye çevrilmiş olmasına karşınOl, bu felsefe­nin başlıca temalarından bir ikisini az daha derinliğine kavrayanla­rın sayısı yine de pek artmış olmayabilir. Bunun nedeni, Wittgens- tein'ın felsefesinin güçlüğü, anlatım biçiminin yoğunluğu ve onun düşüncesini tanıtan pek çok çalışmanınki gibi David Pears' in kita­bının da, neredeyse Wittgenstein'ın kendi biçimini aratacak ölçüde, anlaması güç bölümler içermesi ile ilgili... Felsefe geleneğinin çok daha köklü olduğu Batı ülkelerinde bile Wittgenstein'ı gereği gibi anlamak onyılları almıştır. Ölümünden otuz yılı aşkın süre geçip, üzerine büyük bir araştırma kaynakçasının biriktiği bugün bile, Ba-

1)   Tractatus, Çev. Oruç Aruoba, BFS Yayınlan; Wittgenstein, David Pears, AFA Yayınlan.

'da, bu adı hemen her aydın tanıyor ve felsefe dışı alanlarda ya­pıtlarındaki "giz dolu" dilegetirişlerden bol bol alıntılar yapılıyor olmasına karşın, onun düşüncesini daha derinlikli olarak kavrayan­lar, akademik felsefe çevreleri dışına pek taşmıyor.

Bu ve bunu izleven ikinci bir yazıya filozofun ilk dönem düşüncesine bir giriş Oar2k, uar la olsa tutarlı bir açıdan yardımcı olmak, Wittgenstein'ın dizgesmin odakta olan temalanndan birini tanıtmak istiyoruz. Bunu yaparken, David Pears'in yaklaşımından değişik bir yol tutacağız. Belirli bir anlam kuramını ele alacak, bu­nun içerdiği Platonculuk'un giderilmesine yönelik bir yöntem ola­rak Russell ve öğrencisi Wittgenstein'ın atomcu dizgelerini karşı­laştıracağız.

Yönletimsel Anlam Kuramı

Bir özel ad düşünelim: "Maviş", yani komşunun kedisi... maviş sözcüğünün dil içindeki görevinin neolduğunu soracak olur­sak, bunun doğal bir yanıtı, komşunun kedisini dilegetirmeye, yani bu kediye ilişkin bir şey söylemeye olanak sağladığıdır. Bir başka deyişle "Maviş" o kedi yerine durur, o kediyi gösterir. Daha teknik bir deyimle ise, kedi "Maviş"in yönletimidir. Aynı soruyu anlam açısından yeniden soralım: "Maviş", özel adının anlamı nedir? Yi­ne doğal olan yanıt, bu anlamın komşunun kedisi olduğudur. Bir ölçüde tartışmalı olsa da, bir özel adın anlamının, o adın gösterdi­ği, yerine durduğu nesne olduğu söylenebilir. Özel adlar için an­lam, yönlelimle özdeştir.

Özel adlar, dilde yeralan sözcüklerin yalnızca bir türüdür. Özel adların işleyiş ve anlamtaşıyış biçimini, bütün sözcüklere ge­nellediğimizi düşünelim. Bu genellerneye göre, yalnızca bir özel adın değil, herhangi bir sözcüğün anlamı da, dilegetirdiği ya da yönlettiği nesnedir. Her sözcük için, anlamı olarak gösterilebilecek bir nesne sözkonusudur. Bu genellerneye dayanan anlam kuramma

göre, sözcükler nesneleri adlandırırlar ve adlandırdıkları nesne de onların anlamını oluşturur. Salt nesnel anlam kurarnı ya da yönle- timsel anlam kuramı diye nitelendirebileceğirniz bu açıklama, bi­linen en eski anlam kurarnıdır. Örneğin Platon böyle bir kurarnı sa- vunrnuştur. Tevrat'da bile bu türden bir anlam anlayışı yeralır.

Dillerin, evren ya da dış dünyanın niteliklerini, durumunu yansıttıkları doğrudur. Dilin en temel iletişimsel görevini dış dün­yanın betirnlenrnesi olarak değerlendirrnek yanlış bir şey söylernek olmasa gerek. Bundan dolayı kimi sözcüklerin dış dünya ile doğru­dan ilişki içinde olmalarını da doğal karşılayabiliriz. İşte böyle bir yaklaşımı genelleştiren kimi filozoflar, dil ile gerçeklik arasında bile bir karşılıklılık bulunduğunu düşünrnüşlerdir. Buna göre, dil­deki her sözcük, dış dünyadaki bir nesnel gerçekliği dilegetirir. Yönletirnsel ya da nesnel anlam kurarnının bu sağduyuya uygun yönleri bir yana, karşılaştığı önemli metafizik ve mantıksal güç­lükleri vardır. I. Dünya Savaşı öncesindeki Wittgenstein'ın felsefe çabalarını, böyle bir anlam kurarnını benimsedikten sonra ortaya çıkabilecek güçlükleri önleyen bir dil kurarnma yönelik çabalar olarak değerlendireceğiz. Önce, yönletirnsel kurarnı salt olarak be- nirnsernenin ortaya çıkaracağı güçlüklere göz atalım.

Kuramın Getirdiği Sorunlar

Yönletirnsel kurarnın tekil adiandırma yapan sözcukler bağ­lamında pek bir sorunu yoktur. Kurarn zaten bu tür sözcüklerin an- larnlılığını genelleştirmekle elde edilmiştir. Oysa sözcüklerin tekil adiandırma yapmadıkları açıktır: Öyle olsaydı özel adlar dışında sözcük bulunrnazdı. Örneğin kimi sözcükler hiçbir nesneye ilişkin değildir:"ve", "ile", "oysa", "değin" gibi sözcüklerin dilegetirdik- leri "nesnelerden" söz edebilir miyiz? Denebilecektir ki eğer bu sözcükler anlam taşıyariarsa ve böyle bir anlam olarak gösterebile­cek bir nesne yoksa, yönletirnsel kurarn yanlış olmalıdır.

İkinci bir güçlük, tam ters yönde, birden çok sayıda nesneye uygulanma durumunda olan sözcükler bağlamında doğuyor. "İn­san", "kedi", "kırmızı", "uzun", gibi genel terimler, bir başka değiş­le, tür adları ve sıfatlar, birden çok nesneyi bir arada dile getirirler. Burada doğan sorun, sözcüğün anlamını oluşturduğu öne sürülebi­lecek belli bir nesnenin bulunmayışı ve bu anlamın birden çok nes­nece oluşturulmasıdır. Oysa örneğin "kedi" sözcüğü, birden çok nesneyi dile getirmekle çokanlamlı olmuş sayılamaz. Çünkü her bir tikel kedinin bu sözcüğün değişik anlamını oluşturduğu söylene­mez. "Kedi" bütün kedileri bir arada dile getirir. Bir başka değişle bu sözcük tüm kedileri kapsayan bir kümeyi dile getirmektedir. Bu­na dayanarak, yönletimsel kurama göre, "kedi"nin anlamı olan bu kümenin bir nesne, gerçekliği olan bir varlık olduğunu öne sürmek sonucu doğmaktadır. Bu yolu sonuna dek izlemekse, Platoncu çık­maza götürmekte, "soyut nesneler"in, çevremizi dolduran somut ti­keller gibi varlık taşıdıkları vargısına ulaşmaktadır. Çünkü yönle- timsel anlam kuramını salt anlamda benimsemek, ya bu varlıkbi- limsel sonucu, ya da kuramın yadsınmasını gerektirecektir. Varlık- bilimsel açıdan, pek çok Ortaçağ düşünürü yanısıra 19. yy sonların­da parlayan Avusturyalı filozof Meinong da anlam kuramından kaynaklandığı öne sürülebilecek bu aşırı idealist sonuçlara kaymış­tır. Oysa, mantıksal açıdan bakıldığında, genel terimierin anlamlan- nın nesne öbekleri olan varlıklardan oluştuğunu söylemek doğru ol­maz. Çünkü kediler kümesine ilişkin bir şey söylemek, kedilere ilişkin bir şey söylemek değildir: "Kediler kümesi çok büyüktür", "Kedi çok büyüktür" anlamını taşımaz. Yönletimsel kuramın başka mantıksal güçlükleri de var: Eğer bu kurarn doğru olsaydı, kedi nesiinin ortadan kalktığı varsayımına göre "Artık kedi diye bir ya­ratık kalmamıştır" önermesi doğru olmak yerine anlamsız olurdu. Benzer bir anlamda "Amazon diye bir şey yoktur" önermesi de doğru olamaz, anlamsızlığa mahkum edilmiş olurdu.

Russell ve Çözümleme Yöntemi

19.    yy'ın sonlannda Meinong'un etkisinde olan Russel, iç­tenlikle benimsediği yönletimsel anlam kuramını 20. yy'ın ilk yıl- lanndan başlayarak harcamıştır. Onun bu amaçla ortaya koyduğu yöntemler, Angio-Sakson felsefe dünyasındaki hemen her düşünür için, felsefenin nasıl yapılacağı konusunda başlıca örneği oluştur­muştur. 1913'ten başlayarak Russell'in öğrencisi olan Wittgens- tein, doğup büyüdüğü Viyana'da edindiği yönelimler bağlamında hocasının 1 O yıl daha önce saptadığı kimi temel sorunlarla ilgilen­miş, bunlan çözmede yine hocasının temel öğretisini benimseye­rek onu. izlemiş, sonuçta ise Russell'ı kendi öğretileri doğrultusun­da aşan bir dizge geliştirmiştir.

Neydi Russell 'ın yönletimsel anlam kuramını Platoncu so­nuçlardan uzaklaştırmayı amaçlayan ve yüzyılın ilk yarısında, Wittgenstein dahil İngiliz ve Amerikan düşünürlerini bu denli de­rinden etkileyen yöntemleri? Bu yöntemler, Russell'in karşısına çı­kan başlıca üç sorunu gidenneyi amaçlıyordu. Yukanda da değin­diğimiz gibi, anlamlan olarak belirlenebilecek hiçbir nesne göste- rilemeyen sözcüklere ilişkin sorun bunlardan biriydi. Russell, bu tür sözcüklerin "tamamlanmamış terimler" olduğunu öne sü­rer: "Ve" ya da "veya" gibi ^özcükleri ele alırsak, der, bunların an­cak bir türnce bağlamında anlam kazandıklannı görürüz. Yalıtılmış olarak anlam taşımadıklarından, anlamları olarak belirlenebilecek bir nesne gösterilerneyişi de doğaldır. Bir türnce içinde kazandıkla­rı anlamlılık ise, bu sözcüklerin türncenin anlamına yaptıkları kat­kıdır. Bu görünüşün kanıtı, "ve", "veya" gibi terimleri bir kulla­nım bağiarnı dışında tanımlayabilmenin olanaksızlığıdır. Örneğin "ve" yi tanımlayabilmek, ancak (p ve q) bileşimini tanımlamakla olanaklıdır. Bu ise- (-p V-a)'ye eşdeğerdir.

Genel terimiere ilişkin ikinci sorunun çözümü ise yine ben­zer bir düşünceden yola çıkar, ancak daha aşamalı bir yoldan ge-

çer. Russell, özel ad ya da tür adı olsun, bütün adların gerçekte bi­leşik terimler olduğunu öne sürer. Ortaya çıkan her türlü güçlük bu yalın görünüş arkasında yatan bileşikten, karmaşıklıktan doğmak­tadır, ona göre.. Yapılması gereken, mantıksal açıdan eşdeğerliği yitirmeden, bileşik olanı yalın parçalara ayırmak ve böylece de, bi- leşiklikten dolayı karşılaşılan güçlükleri ortadan kaldırmaktır. Amaçlanan yalınlık sağlandığında, terimierin bir tek nesneyi ad­landırdığı ortaya çıkacaktır. Mantıksal eşdeğerliği bozmadan yalın parçalara ayırmak, karmaşık bir tümceyi "ve" ile bağlanmış birkaç yalın türnce ile karşılamak, bir başka değişle de mantıksal çözüm­leme yapmaktır. Doğal diller, Russell'a göre, yeterince saydam ve yalın tümeelerden oluşmadıklarından çeşitli anlam karmaşalarına neden olurlar. Mantıksal çözümleme, bu karmaşıklığı, anlamı boz­madan, saydam ve tekanlamlı mantık dili ortamına çevirmeye, böylece de güçlükleri gidermeye olanak verir.

Russell'in önerdiği çözümleme şu aşamaları içerir: Russell, olduklarını öne sürdüğü adların gerçekte birer gizli betimleme ol­duklarını düşünür. Örneğin "Aristoteles" adı gerçekte "Organon'un yazarı" gibi bir betimlemedir. Betimlemeler ise, tıpkı bağlaçlar gi­bi, tamamlanmamış terimlerdendir. Yalnız başlarına anlam taşı­maz, ancak bir türnce bağlamında anlam kazanırlar. Dolayısıyla betimlemelerin anlamını vermek, içinde yer aldıkları tümeeleri çö­zümlemekle olur. Russell'un 1905 yılında ortaya attığı ünlü Betim­lemeler Kuramma göre, içinde bir betimleme bulunduran tümceler, aralarında varlık bildiren yalın tümeelerin de bulunduğu yalınlara indirgenebilir. Dolayısıyla örneğin "Organon'un yazarı bir filozof­tur" gibi, günlük dildeki (gizli olarak karmaşık) bir tümce, mantık­sal çözümleme sonucunda şu üç önermenin bileşimine indirgenir:

"Organon'u en az bir kişi yazmıştır" ve "Organon'u en çok bir kişi yazmıştır" ve "Organon'u her kim yazdıysa bir filozoftur." Görüleceyi gibi, çözümleme sonucunda "Aristoteles" ya da onun

karşılığı olan "Organon'un yazarı" gibi karmaşık bir terim kalma­mış, karmaşık türnce yalın terimlerden oluşan yalın tümeelere in­dirgenmiştir. Çözümleme, eldeki bütün karmaşık terimler gideri- lineeye dek sürdürülerek tam bir yalınlığa erişildiğinde, artık genel adların sorun çıkarmadıkları, çünkü bütünüyle ortadan kaldırıldık­ları görülecektir. Bu mantıksal yalınlar düzeyinde ise, dil ile dış dünya arasında tam bir karşılıklılık vardır:bu düzeyde her terimin anlamı bir nesnedir. İşte çözümleme, Platoncu vargılara sapmama­yı böylece olanaklı kılmaktadır, Russell'a göre. Çözümleme yönte­mi ve Betimlemeler Kuramı, Wittgenstein 'ın gözünde hocasının felsefeye yaptığı en büyük katkı idi. O da bunları bütünüyle be­nimsemiş ve Russell'ı izlemiştir. Wittgenstein'ın hacasından bir ölçüde aynidığı konu, yalınlar düzeyinde, dil ile dış dünyanın nasıl çakıştığının kuramma ilişkindir. "Mantıksal Atomculuk" adı veri­len bu kuramı, Russell ve Wittgenstein, özellikle savaş nedeniyle birbirlerinden ayrı kalmalanndan ötürü değişik biçimlerde işlemiş­lerdir.

Makalelerin İlk Yayımlan

I.      BÖLÜM

1)  Felsefeye Başlarken "Felsefe Nedir" Sorusu. Günümüzde Kitaplar, S.I4 (1985), s.38-39, 63.

2)  Felsefe, Bilim ve Diğerleri. Cumhuriyet Bilim Teknik, S.521 (15.3.1997) s.8-9.

3)      Felsefede Edebiyat. Günümüzde Kitaplar, S.26 (1982), s.24-26.

4)      Türkçe'de Soyut Kavramlan. Günümüzde Kitaplar, S.I3 (1985), s.J0-12.

5)  Düşünme Geleneği ve Günümüz. Çağdaş Kültürümüz, Olgular-Sorunlar, (İstanbul: Cem Yayınevi, 1991) içinde ss.39-49.

6)      Kültür ve Evrensellik. insancıl, S.2 (1992), s.6-I O.

7)  Yaygın Felsefe Eğitiminin Önemi. Günümüzde Kitaplar, S.26 (1982), s.32-34.

8)  Türkiye ve Dünyada Felsefe Araştırmalan. Cumhuriyet Bilim ve Teknik, S.514 (25.1.1997) s.8-9.

9)  Türkiye'de Felsefe. Cumhuriyet Döneminde Türkiye'de Bilim, (Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi: 1997) içinde ss.35-49.

II.       BÖLÜM

1)     Felsefe Tarihi. Varlık, S.I040 (1994), s.54-56.

2)  Parmenides Öncesinde Değişim Sorunu. ll. Türkiye Felsefe, Mantık ve Bilim Tarihi Sempozyumu ( 11-13 Kasım 1987) (İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan; 1987) içinde ss.l09-122.

3)      Sofistler. Günümüzde Kitaplar, S.27 (1986), s.29-32.

4)      Yayımlanışlan öncesinde Aristoteles'in Yapıtları. Felsefe Tartışmaları

12.     Kitap (1992), s.7-14.

5)      Eksoterik. insancıl S.3 (1993), s.ll-15.

6)  Rönesans Sonlannda Düşünce ve Bilim. Çağdaş Kültürün Oluşumu (İstan­bul; Metis Yayınlan, 1986) içinde ss.50-58.

7)  Modern Düşüncenin Ortaya Çıkışı. Çağdaş Kültürün Oluşumu (İstanbul; Metis Yayınlan, 1986) içinde ss.59-68.

!1) Modern Düşüncenin Başlangıcı ve Descartes. Günümüzde Kitaplar, S.l9 (1985), ss.38-41

9)      Descartes ve Renkler. Felsefe Tartışmalan 21. Kitap (1997), s.30-39.

10) Usçuluk Çağdaş Kültürün Oluşumu (İstanbul: Metis Yayınları, 1986) içinde 190-202.

11) Deneyeilik Çağdaş Kültürün Oluşumu, (İstanbul: Metis Yayınları, 1986) içinde s5.203-214.

12) Loeke ve Berkeley'de Dış Dünya. Yazko Felsefe Yazıları 4. Kitap- (1982), 5.67-76.

1    3) Hume, Nedenseliik, Tikelcililc ve Tekilcilik. Felsefe Tartışmaları

17.     Kitap (1994), 5.63-74.

14) Deneyeiliğin Etkileri ve Kant. Çağdaş Kültürün Oluşumu (İstanbul: Metis Yayınları, 1986) içinde 55.215-226.             '

15)     Kant ve Bilgi Sorunu. Günümüzde Kitaplar S.l8 (1985), 5.44-45.

16) 19. Yüzyıl ve İngiliz Gerçekçiliği'nin Doğuşu. Günümüzde Kitaplar, S.l7 (1985), s.41-44.

17) Viyana Çevresi, Dil, Doğruluk ve Mantık. Günümüzde Kitaplar, S.l6 (1985), s.33-34.

18) Wittgenstein: Traetatus'un Arka Planı. Günümüzdej(itaplar S.22 (1995), 5.39-42.

“Bir şeyleri açıklıyormuş gibi görünen dizgesel, derin ve ilginç bir düşünce yapısı, mantıksal uslamlamalarla temellenmedikçe bir felsefe olmayacaktır.Çünkü derin, dizgisel, ilginç, soyut ya da karmaşık oluşları düşünceleri felsefe kılmaz. Edebiyat ya da tasavvuf yapıtları felsefeden daha derin,vs.oldukları zaman bile felsefe değildirler. Vecizelerde öyle. Onların değerleri felsefi oluşları ya da olmayışları nedeniyle kazanılan bir şey değildir. Buna karşılık, felsefe olmaları amacıyla ortaya atılmış derin, vs. kimi kurgu ürünleri de, uslamsal bir temel taşımadıkları sürece, felsefe adını haketmeyeceklerdir.Felsefeyi “felsefemsi”den ayırt etmek gerektiği gibi, önüne gelen her görüşü ve “kuramı” ciddiye almak gerekmez. Önce bunların nasıl temellendirildiğini sormak esas olmalıdır.”

GÖÇEBE
YAYINLARI



[I] Do^a filozoflarında şey (Şey için kullanılan sözcük çoğunlukla "tauto". Bu "to auto(n)"nun kısaltılmış biçimi ve "aynı şey" anlamına geliyor. kimi yerde ise "khremata" kullanılıyor. Bunun anlamıysa "cansız şey, mal" ola­rak verilebilir), algılanan dünyaya ilişkin söylemin başlıca öznesi oluyor. Bundan, ayrımsız olarak hem nesne hem de nitelik kastedilebiliyor. Şey, algılanan varlığı, tikeller olarak, nesne ve nitelik ayrımı yapmadan dile ge­tiriyor. Bu filozofların çoğu, (temel) niteliklerin bir araya gelerek nesneleri (şeyleri) oluşturduğuna öne sürmüşlerdir. Dört temel karşıt (hava, su, top­rak ve ateş) onlara göre temel nitelikleri nesneleştiren ilkelerdir. Bu ayrım­sızlığı 5.yy'ın ikinci yarısında bile sürdüren Anaksagoras'ta "parça" (mo- ira) aynı zamanda hem nitelik hem de parçacıktır. Parmenides'teki "varo· lan" (esti), şey deki çift anlamlılığa ek olarak tikellik ve "genel-anlamdaki· bütün-varlık" kaplamları arasında da çokanlamlıdır. Aristoteles, Fizik I. kitap, 3. bölümde (186328) Pannenides'i, nesne-nitelik ayrımını çizernedi- ği için eleştiriyor. Bu ayrımsızlık için aynca bkz. Masterpieces of World Philosophy, (der. Frank Magill) Alien and Unwin, 1 63, s. 38; J.M. Robin- son, An Introduction to Early Greek Philosophy, Houghton Mifflin Co; 1968, s.25.

[II] Pannenides'in "varolan"dan genel anlamda tüm varlığı kestettiği ve dola­yısıyla "varlı^a geliş"ten (2) önennesindeki gibi bir şeyi değil, tüm varlı- ^ın varlığa gelişini anladığı ve bu "topyekun" varlığa gelişi çelişik buldu­ğu, dolayısıyla da kendisi için buradaki gibi bir paradoks doğmadı^ı öne sürülebilir mi? (Doç.Dr. Pınar Canevi'ye bu soruyla aşağıdaki açıklamaya olanak verdiği için teşekkür ediyorum.)

Parmenides'in yalnızca genel anlamdaki tüm varlığın varlığa gelişi hakkında konuştuğuna karşı çıkmak için epey neden var. Parmenides, varlığa geliş ve yokoluşu her türlü değişim biçimine yayarak kavrıyor. Nasıl olursa olsun her değişim onun için bir varlığa geliş veya yokoluş. Bundan dolayı genel olarak varlığın tümü ve bir tikel nesne/nitelik arasında bizim bugün çizdiğimiz ay­rım, Parmenides'in uslamlamasıyla ortaya koyduğu paradoksu buradaki sunuş biçimini yanlış kılabilecek bir şey değil. Çünkü kanımca Parmenides, ne olur­sa olsun, herhangi bir şeyin değişimini çelişik buluyor. Ayrıca bununla tutarlı olarak, onun kimi dilegetirişlerinin kaplamının tikeller olduğunu da ileri sürü­yorum. Parmenides'in genel uslamlamasına öncü! yaptığı kimi önermelennin tek tek şeylere ilişkin oldukları, kuşkuya yer bırakan bir sav değildir. Özellik­le, ana metinde verdiğim DK2886 ve B7'de ("Varolmayan şeylerin varolması hiçbir zaman kanıtlanamayacaktır") bunun belirginleştiği kanısındayım. Tıpkı tikellerden söz eden Batı anadolu filozofları gibi, Parmenides de bu iki frag- ınanda "tauto" sözcüğünü kullanıyor.

Ancak bu değerlendirmeden daha önemli olarak, Parmenides'in genel ustam- lamasının bir petitio principii değil de geçerli bir uslamlama olması benim yorumumun doğru olmasına bağlı. Çünkü herkesin de itirazsız onaylayacağı gibi Parmenides'in genel uslamlamasının başlıca felsefi sonuçlarından biri,

[III] I) A.g.e., s.67.

[IV] 9) Demokriıos'un duyum ile ona neden olan şeyin başkalık/arına ilişkin gö- rü^lerini örneklendirrnek ve dolayısıyla modern düşünürlerle bir karşılaş­tırma yapabilmek amacıyla, yine Theophrastos'un onunla ilgili olarak ak­tardığı şu savlara bakabiliriz (De Caus. Plullf. VI. 1.6; DK68 Al29): "Her bir lada bir biçim verirken, Demokritos, tatlı olanı büyükçe ve yuvarlak

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to