Felsefe Yazıları
I
Arda Denkel
Arda Denke/1949'da Ankara'da doğdu. Saint Benoit Lisesi'nden sonra ODTÜ Mimarlık
Fakültesi'nde okudu. 1972 yılında Şehir Planlama lisans derecesini aldı. Aynı yıl Oxford Üniversitesi'nde
felsefe öğrenimine başladı. 1977'de bu üniversiteden felsefe dalında doktora derecesini kazandıktan sonra, Boğaziçi
Üniversitesi' nde göreve başladı. 1988'de profesör ünvanını alan Denkel halen aynı kurumda öğretim
üyesidir. 1985 ve
1989 yıllarında ABD Wisconsin Üniversitesi felsefe bölümünde konuk öğretim üyesi, 1994'te Uludağ
Üniversitesi' nde ve 1995-97 yılları arasında da Koç Üniversitesi'nde ek görevli olarak dersler vermiştir. 1995'ten beri Türkiye Bilimler Akademisi üyesidir. 1997'ye değin 45' in üzerinde Türkçe
yazı, 18'i uluslararası dergilerde olmak üzere 26 İngilizce makale yayımlamıştır; bir yazısı Almanca'ya, ikisi de Yunanca'ya çevrilerek bu ülkelerde
basılmıştır. Denket in Türkiye'de 8 kitabı yayımlanmıştır. Ayrıca Object and Property başlıklı kitabı
Cambridge
University Press'ten 1996' da çıkmış, The Natural &:ıckground
of Meaning başlıklı
kitabıysa Kluwer
Academic Press tarafından yayımlanmak üzere basım aşamasındadır.
Göçebe: 20
Arda Denkel
FELSEFE YAZlLARI
ı
Editör:
Ahmet Haluk
Atalay
İlhan
Zeybekoğlu' na, bana zor zamanlarda verdiği destek için
ÖNSÖZ
Bu iki cilt 18 yıl içinde çeşitli kitap ve dergilerde çıkan makalelerimi bir araya
getiriyor. Sürenin uzunluğu ve yazıların yöneldiği okur kitlelerinin farklılığı
dolayısıyla birçok açıdan çeşitlilik gösteren metinleri konularına
göre guruplandıran editörüm oldukça iyi bir bütünlük elde etmiş. Yine sürenin
uzunluğunun doğurduğu doğal bir sonuç olarak, buradaki biçimi makalelerde savunduğum
görüşleri, ya da bunların
dilegetiriş biçimimi artık benimsemiyorum. Buna karşın, metinlerde bir değişiklik
yapmamayı, onları özgün olarak yazıldıkları gibi basmayı yeğledik. Makalelerin tümünün benim bugünkü
düşüncelerimi yansıtmaları gibi bir beklenti zaten gerçekçi olamazdı. Onları kağıda
döküldük/eri günlerin düşünce ve biçeminin ürünü olarak okumak gerekir.
Bu iki derlemeye, bir üçüncü cilde malzeme oluşturacak sayıya ulaşan kitap tanıtma,
eleştiri ve
polemik tartışma yazılarımı sokmadık. Eleştiri yazısı, karşısına
aldığı metinler/e
birlikte okunabildiği ölçüde anlaşılır olan bir şeydir. Onu, eleştirdik/erinden
zamanca kopartılmış bir biçimde
yayımlamak öbür yazariara haksızlık anlamına geleceği gibi, eleştirinin kendi yazarı için de yakışıksız olur diye düşündük.
Sözünü ettiğim ilkeyi bozan tek makale, içinde sayın Hilmi Yavuz' a atıfta bulunulan "Eksoterik."
Onu dışta bırakmayışımızın gerekçesi ise, bir eleştiriyi ya-
nıtlamaktan çok belli bir konuyu ele alıyor olması.
Bu iki cilt, genelde felsefecilerimizin favori konuları
arasında yer alan,
felsefenin neliğine, kültüre ve felsefe eğitimine ilişkin tartışmalar
yanısıra, düşünce ve felsefe tarihi, bilgi, varlık, edim ve anlam gibi benim favorim
olan daha profesyonelce felsefi konulara ilişkin görüşlerimi de içeriyor.
Kitabın hazırlanmasında emeği geçen editörüm sayın Ahmet Haluk Atalay' a ve çalışmalarımı
destekleyen Türkiye Bilimler Akademisi' ne teşekkür ediyorum.
Arda Denkel
Boğaziçi Üniversitesi, 1997
İÇİNDEKİLER
1. BÖLÜM
Felsefeye
Başlarken "Felsefe
Nedir" Sorusu .................. 9
Felsefe,
Bilim ve Diğerleri ............................................ l5
Felsefede
Edebiyat ........................................................ 26
Türkçe'de Soyut Kavramlar........................................... 32
Düşünme Geleneği ve Günümüz .................................. 38
Kültür ve Evrensellik .................................................... 49
Yaygın Felsefe Eğitiminin Önemi ................................ 64
Türkiye ve Dünyada Felsefe Araştırrnalan ................... 70
Türkiye'de Felsefe ......................................................... 79
11.
BÖLÜM
Felsefe
Tarihi ............................................................. 101
Parmenides
Öncesinde Değişim Sorunu ...................... llO
Sofistler
........................................................................ 125
Yayımlanışlan Öncesinde Aristoteles
'in Yapıtları...... l34
Eksoterik!
..................................................................... 147
Rönesans Sonlannda Düşünce ve Bilim ....................... 160
Modem Düşüncenin Ortaya Çıkışı ............................... 172
Modem Düşüncenin Başlangıcı ve
Descartes ............ 1 85
Descartes
ve Renkler .................................................... 193
Usçuluk ....................................................................... 208
Deneyeilik
................................................................... 225
Locke ve Berkeley'de Dış Dünya ................................ 242
Hume, Nedensellik, Tikellik
ve.Tekilcilik .................. 255
Deneyeiliğin Etkileri ve Kant ..................................... 274
Kant ve
Bilgi Sorunu .................... ,............................ 294
19.
Yüzyıl ve İngiliz Gerçekçiliğin Doğuşu .............. 297
Viyana Çevresi Dil, Doğruluk ve Mantık ................... 306
Wittgenstein: Tractatus'un Arka Planı ........................ 310
I. BÖLÜM
FELSEFEYE BAŞLARKEN
"FELSEFE NEDİR" SORUSU
(1985)
Felsefe ile ilk kez karşılaşan birine, bu alana giriş olarak felsefenin ne olduğunu anlatmak ve tanımlamak ne ölçüde
geçerlidir? İnsan yeni bir alanla karşılaştığı zaman, özellikle o alanda düşünsel bir etkinliğe
girişmesi sözkonusuysa, önce ona ne yapacağının tanıtilması gerekmez mi? Bunun çoğu kez doğalmış gibi görünen yanıtı,
başka bir çok dalda olduğu gibi, felsefeye başlarken de önce "Felsefe nedir"
sorusunun yanıtlanması gerektiğidir. Kanımızca, böyle bir yanıtın
geçerlilik sınırlarının iyi saptanması önem taşımaktadır. Çünkü felsefeye onun ne olduğunu sorgulayarak başlamak, eğer ona doğrudan verilebilecek bir tanım, bu soruya doyurucu bir yanıt bulunuyorsa ve böyle bir yanıtlama
çabası felsefi düşünceye ilk adım olarak yararlı olacaksa geçerlidir.
Oysa, "Felsefe nedir" sorusunu ilk adımda
yanıtlayacak, doğrudan onaylanabilir bir tanım bulunduğu kuşkuludur. Buna bağlı olarak da, böyle bir tanım
çabasıyla, daha henüz giriş
aşamasında felsefeyi
tanıtmak ve anlatmak açısından yarar yerine zarar verecek bir yol tutuluyor olabilir.
Felsefenin ne olduğunu açıklamaya başlarken genellikle ilk yapılan, bu disiplini başkalarıyla, yani bilim ve güzel sanat disiplinleriyle karşılaştırmaktır. Bu karşılaştırma
bağlamında yapılmaya çalışılan da, felsefeye özgü özel niteliklerin ortaya çıkanlmasıdır. Felsefe dışındaki hemen her bilim veya sanat
disiplininin, öbürlerinden, konusu ya da uygulama alanı ile ayırt
edilebildiği düşünü-
lürse, felsefeye özgü özel niteliklerin betimsel veya tanımsal olarak dile getirilmesinin önemli bir güçlük taşıdığı
anlaşılabilir. Felsefe dışındaki disiplinler birbirlerinden konuları açısından ayrılabilirken, onun yalnızca kendine özgü olan konuları pek az yerde söz- konusudur. Çoğu kez başka disiplinlerle aynı alanlar üzerine eğil- rnek durumundadır.
Örneğin sanat da,
estetik de 'güzellik' üzerine, hukuk da ahlak da 'doğru davranış' üzerine, fizik de metafizik de 'olaylar ve
nesnelerin' doğası üzerine eğilir. Buna benzer olarak anlık felsefesi ruhbilim ile, toplum
felsefesi toplumbilim ile, dil felsefesi de dilbilim ile ortak konu ve alanlara
sahiptir. Bilgibilim (epistemoloji), başka disiplinlerce ele alınmayan
bölümleriyle, felsefenin yalnız başına işlediği ender konulardandır. Ancak bilgi kuramı ne ölçüde felsefe ise, anlık felsefesi veya ahlak da o ölçüde felsefe olduklarından, felsefe ile bilim ya da sanat arasında, konuları
açısından bir ayrım yapmak ve felsefeyi tanıtmak
istediğimiz kişiye bu ayrımı inandıncı bir biçimde sunmak pek güç ve belki de kimi durumlarda olanaksız bir uğraş olabilir.
Felsefenin ne old^ğunu açıklamak amacıyla tutulan başka bir yol, onu bilimden genellik ve
birleştiricilik ilkeleriyle ayırma çabasıdır. Oysa, felsefenin bilime göre daha genelleyici veya daha birleştirici
olduğu görüşü doğru mudur? Örneğin lise felsefe kitaplarına göre, "Felsefi düşünüş en genel sorunların
araştırılmasıdır: Bu genel sorunlar insan doğa ve evren gibileridir." Şimdi soralım: bilim de evren ve doğaya ilişkin
düşünülebilecek en genel türde sorular sorup bunlara yanıt aramaz mı? Örneğin kuvantum mekaniğine konu olan parçacıkların bu bilim dalınca belirlenen temel nitelikleri ya
da Einstein fiziğinde verilecek özdek ve enerji arasındaki bağıntı ölçüsünde, doğa ile evrenin genel özelliklerini kavrayan başka hangi açıklama
düşünülebilir ki? Evrenin başlangıcı, yaşamın temelini oluşturan olgular, insanın yapısı,
kökeni ve ruhsal dünyasına
ilişkin en genel
ilke ve açıklamaları da yine bilim ver-
rnek durumunda değil midir? Evet, felsefe geçmişte bu konulara eğilmiştir. Ancak bunu, bu konular yalnız felsefeye özgü bir genellik taşıdıkları için değil, felsefenin o zaman için, henüz
bugüne göre geri
olan bilime önderlik etme ve bilimi bir tek çatı altında birleştirme görevini, belki de yetkisizce yüklenmiş
olduğu için yapmıştır. Felsefenin bu görevi bir zamanlar yüklenmiş oluşundan kalkarak felsefeyi bu ikincil niteliği ile belirlemek, ilineksel olanı öze katmak yanılgısını
içermez mi? Kaldı ki, bu tür işlevlerde felsefe, düşünce tarihi boyunca bilim önünde
gerilemiş ve büyük ölçüde
yanılgılı çıkmıştır. Başka bir deyişle, bu anlamdaki felsefeye artık pek yer yoktur. Artık bilimleri bir tek çatı altında toplama ve birleşik bir genel birim oluşturma
etkinliğini de yine
bilim adamları üstlenmektedir. L. von BeNalanffy ve benzer eğilimdeki bilim adamlannın
geliştirdikleri Genel Sistem Kuramı gibi yaklaşımlar bu alandaki belirgin örnekler
arasındadır. Bunlann ne ölçüde bilim sayılacaklan bir yana, felsefe olmadıklan kesindir.
Bilimin en az felsefe ölçüsünde genel sorunlar üzerine de eğiliyor olduğu
gerçeği bir yana,
felsefenin genel konulardan baş- kalanna eğilmediği
savının yanlışlığı da, somut örneklerle gösterilebilir. Bugünün felsefe araştırmalan
içinde anlam, bilgi, bellek,
kişilik, eylem ve ahlak gibi genellik sıralamasında pek üst düzeylere yerleştirilemeyecek kavramlar, odak noktaları
oluşturmaktadır. Aynı örnek, "bilimin evrendeki olaylan bölerek açıkladığı ve felsefenin buna karşılık en geniş ölçüde
birleştirilmiş bir düşünce verdiği" savını da çürütmektedir.
Günümüz felsefesinde
yoğun ürün verilen ve en ileri bir araştırma düzeyinin tutturulduğu alan, 'Analitik Yaklaşım'
adıyla anılan felsefi etkinlik çevresidir. Analitik yaklaşım, bilinen hemen her klasik felsefe
sorununa el atarken, yöntemi gereği, bireşim yapmak ve görüşleri
birleştirmek yerine, sorunlan ve konuları ayrıntılara böler, ince eleyip sık dokuyarak sıkı bir eleştiri
süzgecinden geçirir.
Felsefeyi bilimden ayırt etmek amacıyla ileri sürülen bir
başka görüş ise, bilimin olguları betimleyip genel betimsel yasalar
geliştirmesine karşılık felsefenin olgulaİı. açıklama etkinliği içinde
bulunduğu; yani
bilim 'Nasıl' sorusunu yanıtlarken felsefenin 'Neden' sorusunu yanıtladığıdır.
Buna koşut olarak bilimin deneysel oluşuna
karşılık felsefenin
deneysel olmadığı da belirtilir. Deneysel gözlemin bilimin temelini oluşturduğu ve bilimsel etkinliğin çok
önemli bir bölümünün,
olguları özel ve genel olgularda betimlemek olduğu doğrudur. Ancak aynı ölçüde
doğru olan başka bir nokta da, bilimin gerçek gücünün ve etkili olma niteliğinin,
verebildiği bilimsel açıklamalardan geldiğidir. Bu açıklama biçimi
özel olaylara yöneldiği gibi yasaların kendilerine de yönelir: Kimi yasa dizilerini açıklayan bilimsel kurarnlar (ki aynı yasaları
açıklayışta yarışma durumunda olan birden çok kurarn bulunduğu da olur) gözlemlenenin
betimlenişi anlamında deneysel değildir. Ancak, öncüterin gözlemin betimlediği genel veya özel
önermelerden oluşan, açıklama-uslamlamalarının sonucu olarak ortaya çıktıklarından, deneysel bir temel taşırlar. Kuramsal bilim dallarının
(örneğin kuramsal
fizik, kuramsal biyoloji) büyük bir çoğunluğu ancak bu son anlamda deneysel açıklamalar
üretir. Oysa
felsefenin geliştirdiği açıklamalar da bu sonuncuya çok yakın bir anlamda deneyseldir ve böyle
olmalıdır. Evet,
felsefe gözlemin betimlemesini yapmaz, ama ürettiği uslamlamaların öncüleri deneysel olarak temel-
lendirilebilir olmalıdır. Yoksa felsefeyi bu kez de kurgudan ayırt etmek önemli bir biçimde
güçleşecektir. Görüldüğü gibi, bilimi felsefe ile karşılaştırırken açıklayıcılık veya deneysellik nitelikleri de
doyum veren bir ayrım sağlamamaktadır. "Felsefe nedir" gibi
bir sorunun yanıt olarak çağırdığı, konu, genellik ve amaç gibi durağan nitelikler aracılığıyla
yapılmaya çalışılan ayrımlar, değil konuyla ilk karşılaşan
kişiler, konuyu
meslek edinmiş olanlar yönünden bile, açık seçik ve inandırıcı olmaktan uzaktır. Bu yolu tutan felsefe eğitiminde daha ilk adımda
öğrencinin ilgisi
yitirilebilecek
ve konunun sevdirilmesi bir yana, belki de
felsefecinin kendisinden başkasını ilgilendirmeyen kimi ayrıntıları, felsefeyi sıkıcı bir etkinlik görünümünde
tanıtabilecektir. Oysa, felsefi etkinlik hiç sıkıcı olmadığı gibi, felsefeyi eğitim
açısından yararlı ve olumlu bir biçimde tanıtabilmenin de en iyi bir yoludur.
Eğer felsefeyi öbür disiplinlerden ayıran nitelikler varsa bunları
yukarıda ele aldığımız
durağan özelliklerde değil, felsefenin sorunlarını koyuş biçiminde ve bunları çözmeye
çalışırken kullandığı yöntemlerde aramalıdır. Bunlar ise dinamik nitelikler
olarak, en iyi biçimde, felsefi etkinliğin içinde, bu etkinliği yaşayarak ve yaşatarak
gösterilebilirler. Öyle ise, felsefeye başlarken felsefeyi ayırt ederek tanıtmak yerine, felsefeyi bir etkinlik
olarak sunma yolu ile tanıtmak, sonra da sonuç olarak kimi ayrıştırıcı noktalara değinmek, hem eğitim hem de genel tanıtım amacı
açısından, çok daha yararlı olabilir.
Felsefeye nasıl başlamalıdır? Kanımızca bunun yanıtı basit-. tir: Tıpkı bir felsefecinin felsefi etkinliğe
başladığı gibi. Eğitimde
öğrenciye, ya da
felsefeye ilgi duyan herhangi birine bu alanın tanıtılması, bir felsefe sorununu ortaya atıp, bu sorunu kendisine aktardıktan sonra, çözüme yönelik bir tartışma
açılarak daha
etkili bir biçimde gerçekleştirilebilir. Felsefe literatürü
ilginç sorunlarla doludur. Bunlardan birini, güçlük
çekilmeden izlenebilecek
ve daha başlangıçta terminoloji altında ezilmeden kavranabilecek günlük bir dilde ortaya koymak, iyi bir başlangıç için yeterlidir.
Felsefi etkinlik içine girmiş ve bu etkinliği
yaşamış kişiye yaptığının ne olduğunu ayrıca tanımlamaya gerek var mıdır? Eğer
böyle bir tanıma gerek duyuluyorsa, onu bu
etkinlik deneyimi ertesinde vermek ve anlaşılır duruma getirmek çok daha kolay olacaktır.
Çünkü, artık somut olarak tanınan bir etkinliği tanıma dökmek,
o etkinlikle henüz karşılaşmamışken onu soyut bir tanım aracılığıyla
kavramaya çalışmaktan daha kolaydır.
Felsefe uğraşının her aşamasında
olduğu gibi, başlangıcında da, tanım ve özel terimleri sona atıp, sorunu anlaşılabilir bir biçimde ortaya koyarak felsefe etkinliği içine
girmek, bu
konunun doğasının kavramlması yönünde yararlı ve etkili bir yol olabilir.
FELSEFE, BİLİM VE DiGERLERİ
I
(1997)
Felsefe kadar adı farklı şeylere maledilen başka bir konu, disiplin ya da uğraş alanı
azdır. Burada, bir
milletvekilinin ya da şirket müdürünün "felsefemiz şudur ya da budur" deyişleri, halk arasında "kendi halinde olmak" anlamında
kullanılan "filozof'
deyimi, boş laflar ya da anlaşılması güç
düşünceler karşısında söylenen "bırak şimdi felsefe yapmayı" gibi şeylerle
ilgilenmeyeceğim. Benim değinmek istediğim aldanma türü, felsefe oldukları
kanısıyla yapılıp ortaya konan felsefe-dışı
çabalara ilişkin. Örneğin felsefe yaptığı kanısıyla, kuramsal bilim yapmak, düşünce tarihinden alınmış kimi görüş ve kavramlarla süslenmiş edebi bir deneme yazmak, bir
filozofun yaşamını anlatmak, benliğimizi derinden ilgilendiren konuları işleyen bir roman kaleme almak gibi etkinlikler.
Felsefenin, önüne gelen her insanın bir iki kitaptan kimi görüşler edindikten sonra belli bir
yetkinlik düzeyinde yapabileceği bir şeyi olmadığını her halde birçok kişi
onaylayacaktır. Aynı usullerle örneğin nasıl ki fizik ya da matematik yapılamazsa, ciddi bir eğitimle
kazanılan bilgi ve
beceri birikimi olmadan, amatörlüğü aşan bir düzeyde felsefe de yapılamaz. Peki nedir ki bu felsefe? Nasıl bir konu, ne tür bir etkinliktir? Önce onun ne olmadığı konusunda birkaç saptama yapmak istiyorum.
Felsefeyi bilimle karşılaştırarak belirlemeye çalışan kimi görüşler ortaya atılmıştır.
Önce, idealist diye niteleyebileceğimiz
ve felsefeyi bilimler-üstü bir etkinlik olarak gören anlayışa
bakalım. Buna göre felsefe bilimlerin hem anası hem de kraliçesidir; o
tüm bilim dallarını belli bir dizgesellik içinde kapsayan, onları bir- birleriyle ,ilişkilendirip
anlamlandıran ve yönelimlerini belirleyen bir kavramsal üst-yapıdır. Felsefe genel, soyut ve kapsamlı kavramların
alanıyken, bilim dalları da daha özel ve uygulamalı konular olarak ondan aynşırlar.
Böyle bir anlayışa göre bilim dalları, tıpkı ulu bir ağacın
gövdesinden filizlenen
dallar gibi, felsefeden kaynaklanıp, yine onda temel buluyorlar; dalların
canlılığı ve öbür dallarla olan ilişkileri yine bu gövde üzerinden
gerçekleşiyor. Bu anlayışın baş yanılgısı, felsefeyi bir bilim türü olarak algılayışında.
Eğer bilimler
felsefenin dalları olsalardı, o zaman felsefe de bir ge- nel-bilim, bilimlerin kapsamlı bir dizgesi olurdu. Kaldı ki felsefenin bilimler karşısında bir kraliçelik yetkisi olamaz; hiçbir bilim felsefenin denetiminde ya
da altında kalmayı kendine yediremez.
idealist görüşe bir tepki olarak ortaya konan ve
burada yine dışlayacağım ikinci anlayışsa, felsefeyi bilimler-altı bir konuma yerleştiren pozitivist görüş. Pozitivist görüş idealist olanın tersine, felsefeyi küçültüyor, hatta küçümsüyor; ona bir "bilimimsi" muamelesi yapıyor. Felsefenin bilimiere kaynak olduğu pozitivizm açısından da onaylanır; ona göre bilimin dalları belli bir sırayla felsefeden ayrılmıştır. Ancak böyle bir şey olsa olsa bilimlerin gelişmesinden önceki ilkel bir anlama çabası konumuna koyar. İnsan belli bir konuya karşı merakını,
başlangıçta, felsefenin de aralarında bulunduğu kimi ilkel yöntemlerle gidermeye çalışır. Sonra yeterli bir birikim ve yöntemsellik
düzeyine ulaşan her bir çalışma alanı, felsefeden ayrılıp bağımsız bir bilim dalına dönüşür.
Şu aşamada felsefe için
bilim-öncesi ilkel bir çaba olmaktan kurtulmanın tek yolu, doğru dürüst
"bilimselleşmektir". Onun gerçek görevi bilimlere hizmet etmek, bilim içindeki
mantık^al sorunlarla
ilgilenip, bilimsel gelişmenin biçimi, kurarnların niteliği, yapısı gibi bilim felsefesi konularını irdelemek olmalıdır. Pozitivizmin öne sürdüğü, ve onaylanabilir tek felsefenin
kendi de bilimsel olan bir bilim fel^
sefesi olduğu görüşünün yine bir aldanınaya
dayandığını saptamak
gerekir. Böyle bir düşünüş, göreceli olarak dar bir alan olan bilim felsefesi dışındaki tüm felsefe uğraş
alanlarını tanımaktan aciz kalışı ötesinde, felsefenin doğasına ilişkin kapsamlı bir anlayıştan da yoksun.
Burada da, tıpkı bir önceki görüş gibi temel yanılgı,
felsefeyi bir
bilim olarak algılamaktan kaynaklanıyor. Bu her iki görüş de, felsefeyi (üstün ya da düşkün) bir tür bilim olarak kavrıyor, çünkü
her ikisi de
bilimi felsefeden kaynaklanan bir şey olarak dü^ şünüyor.
Yanılgının temeli de
felsefeciyi felsefe ile karıştırmak. Örneğin Aristoteles gibi büyük bir filozofun felsefe yanı sıra, bilim de yaparak kimi bilim dallarını
kurmasını, bu dalların felsefeden kopması gibi algılıyor. Oysa Aristoteles, büyük bir filozof olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir bilim adamıydı. O, olgunun felsefi yönleriyle ilgilenmenin yanı sıra, bilimsel yönleriyle de ilgilenmiş, bu arada örneğin mantık gibi felsefe içinde kalan dalları kurmaktan başka, biyoloji, fizik gibi bilim dallarını da kurmuştur. Benzer olarak Descartes da bir
filozof olarak yaptığı büyük düşünsel etkinin yanı sıra, bilime katkılar
yapmış, rnekaniğİn ve tıbbın gelişimindeki belirleyici atılımları ötesinde, daha da önemlisi, analitik geometriyi kurmuştur. Felsefe ile de uğraşan birinin bir bilim dalının temelini atması, bu bilim dalının felsefeden kaynaklanması
demek değildir. Aristoteles ve Descartes, kurdukları bilim dallarını hiç felsefe yapmadan kurmuş olabilirlerdi. Kaldı ki o dalların felsefi içerikle mantıksal bir ilişkisi de yoktur.
Felsefeyi ve bilim dallarını, ele aldıkları konular açısından ayırt
etme çabası da başarısız olmaya mahkum. Çünkü belli başlı bilim daliarına
karşı, onlarla konuca örtüşen felsefe dalları gösterebiliyoruz: Örneğin fizik de, ontoloji de, özdeksel
varlığın doğasını
tanımaya çalışıyor; psikoloji de, zihin felsefesi de,
insan anlığını araştırıyor. Bunun gibi, siyaset bilimine karşı devlet felsefesi, biyolojiye karşı biyoloji felsefesi, tarihe karşı da tarih felsefesi, vb. örnekler verilebilir. Felsefe bilimden
konulara göre ayrılmıyor, çünkü olgu olarak birçok alanın bilimi yapılabildiği gibi, felsefesi de yapılabiliyor; bilim ve felsefe aynı konulara farklı
biçimlerde yaklaşıyorlar.
Soyutluk düzeyi de bir ayrım ölçütü
değil. Kimileri ayrımı felsefenin soyut ve kaypak şeylerle, biliminse somut ve belirgin
konularla uğraştıklarını belirterek yapmaya çalışmıştır. Oysa bu, bilimi ve felsefeyi gereğince
tanımamaktan ileri gelerı bir yanılgı içeriyor. Çünkü felsefe birçok durumda gayet somut olan şeyleri
araştırır. Örneğin edim felsefesinde sorulan temel sorulardan biri, kolumuzun istencimizle
devinmesinin onun başka bir nedene bağlı olarak devinmesinden nasıl
ayrıldığıdır. Öte yandan soyutluk derecesi söz konusu olduğunda, felsefe, kimi bilim dallarının ulaştıkları noktalara kadar uzanmaya, en azından
günümüzde cesaret etmeyecektir. Geçmiş yüzyılların deneyimi, sağlam zeminden kopup uçmaya başlayan
felsefenin
nerelere konacağının pek belli olmayacağını göstermiştir. Bir karşılaştırma gerekirse, ·'kuramsal" bilim
alanları, hemen bütünüyle gözlemlenmesi olanaksız olan şeylere ilişkin
açıklamalardan oluşurken, felsefe, kavramlarını çok daha "yere yakın" nesneler arasından
seçmektedir. Örneğin küçükler fiziği, nesne ve nitelikleri var sayılan
şeylerden oluşan bir dünyayı matematiksel olarak betimlerken, felsefenin en "aşırı"
cesaret örneklerinden biri olan Platon'un formlar kuramından çok daha fazla soyuttur. Alt tarafı, Platon 'un formları,
türler ve nitelikler
gibi, yaşadığımız dünyada örnekleri gösterilebilen şeylerdir.
"Formların" kendi dünyaları içindeki varoluş biçiminin ayrıntılı bir kuramını
oluşturmak çabasınaysa Platon girişmemiştir bile. Buna karşılık kuantum mekaniğindeki "nesnelerin" görülür dünyada
örnekleri
olmadığı gibi, fizikçiler bu nesneler arasındaki
ilişkileri belli bir
olasılık çerçevesinde genelleştirilmiş olarak ayrıntıyla
betimlemekten de geri kalmıyorlar.
II
Ne olmadığını böylece saptarlıktan sonra, ilk adım olarak felsefenin dizgesel bir
ussal etkinlik olduğunu öne süreceğim. Böylece belirlenen felsefeyi sanat, din
ve bilimden uygun bir biçimde ayırt etmedikçe, pek de ilerlemiş
sayılamayacağız. Çünkü dizgesel bir ussal etkinlik olmak, insanlara özgü bu öbür başarıları
da kapsıyor. Felsefe için biçtiğimiz
kumaş, onu tek başına giyebilmesi için henüz çok bol; uygun bir biçimde
daraltılması gerek. Ayrıca konu olarak felsefenin alanları biliminkilerle örtüştüğü gibi, din ve sanada da örtüşüyor. Din felsefesi ve Tanrıbilim yanı
sıra, estetik ve
edebiyat felsefesinden de söz edebiliyoruz. Şöyle söyleyelim: Felsefeyi sanattan ayıran başlıca
şey, onun neyi amaçladığı ve neyin peşinde
olduğuna ilişkindir. Felsefe için amaç doğru olana erişmek, doğruyu kavramaktır. Felsefe olarak yazılan metinler doğru olmaları
iddiasıyla ileri sürülen tümeelerden
oluşur. Doğru olmadığı söylenen ya da gösterilen felsefe, en azından
"başarıla- mamış" bir şey konumunda olacaktır. Buna karşılık, örneğin bir edebi yapıtın doğruluğu amaçlamak gibi bir kaygısı yoktur. Orada amaç estetik değeri, belki de bir anlamda "güzelliği"
yakalamak
olabilir; ancak önemli olan şey, bir sanat yapıtının doğru
olup olmadığı
açısından değerlendirilmeyeceğidir. Kimi edebi metinlerio en az felsefe metinleri ölçüsünde dizgesel olabildiklerini,
kimileri- ninse, son derece "derin" konuları
işleyip, insanın en zor anlaşılan yönlerini duygu ve özlemlerini dile getirdiklerini biliyoruz.
Bir Dostoyevski'nin, bir Tolstoy'un bu anlamda eriştikleri
derinliğe kanımca hiçbir filozof erişememiştir. Ne var ki, salt düşünsel derinlikleri dolayısıyla bu büyük
yazarları, "felsefeci"
olarak niteleye-
mezsiniz. Böylesi edebi yapıtiara "felsefe" demek, ancak
bir benzetme ya da "metafor" anlamında olur.
Doğruluğu amaçlıyor oluşu, felsefeyi dinden ayırt etmiyor. Çünkü din de doğruluğu vaat eden ve normatİf
yönleri bir yana bırakılırsa,
savlarını doğru olduklan iddiasıyla ortaya atan dizgesel bir ussal etkinliktir. Dinin felsefeden farkı,
savlarının doğruluğunu gerekçelendiriş biçiminde. Din açısından bir savın, inancın,
bir önermenin
doğruluğu, Tanrı'nın sözleri olan, kutsal kitaptaki dile- getirişlerle arasındaki uyuma ve onlara olan uygunluğuna
dayandırılıyor. Kutsal kitaba önce İnanmak, başka düşünceleri de bu inanca göre sınamak gerekiyor. Bu ilk inançsa,
koşulsuz bir
kabul. Bundan dolayı dinde doğruluğun gerekçelendirilmesi bağımsız değil, eleştirelse
hiç değildir. Bu nedenledir ki, felsefe açısından baktığımızda diniere dogmacı diyor, benzer nitelikleri
ideolojilerde de bulabiliyoruz. Felsefeyi "dilegetirrneyi amaçladığım
doğruluğu bağımsız olarak gerekçelendiren, dizgesel bir ussal etkinlik" diye belirlediğimiz
ölçüde, sanat ve
dinden ayırt edebildik. Ne var ki, diktiğimiz giysi hala fazlasıyla bol; çünkü şimdi
yapılan belirleme
bilim için de bütünüyle
geçerli.
Bilim de doğruluğu amaçlıyor, o da (doğru olduğuna
inanılan önerme
anlamında) inanç ya da savlarını gerekçelendirirken bunu kimi dogmalara uygunluklarıyla
değil, bağımsız yöntemlerle yapıyor. Burada artık felsefeye dünyaya bakışı
açısından çok yakın düşen, kardeş bir etkinlikle karşı karşıyayız. Oysa, zaten en baştan beri biz bu ikisinin ayrımını yakalamaya çalışmadık mı; nerede bu fark? Bilimin
felsefeden ayrıldığı yer, onun savlarının doğruluğunu bağımsız olarak gerekçelendirirken
kullandığı yöntemdir. Son değerlendirmede, bilim açısından doğruluğu sınayan şey deneydir. Bundan dolayı bilime "deneysel"
diyoruz. Felsefe içinse doğruluğu saptayan, mantıksal uslamlamadır. Deney, edilgin ya da etkin
anlamdaki gözlem biçimini aldığı gibi, laboratuvar koşullarında
yapılan kontrollü deneyimler olarak da gerçekleşebilir.
Bilim deneye bağlı sınama yerine geçen birçok incelikli yöntem
geliştirilmiştir. Gözlemlenemeyen
"nesnelere"
ilişkin oluşları açısından, kuramsal önermelerin doğruluğu (ya da yanlışlığı) doğrudan deneyle saptanamasa bile, bunlar
da dalaylı olarak deneyde sınanan şeylerdir. Böyle önermeleri, ilgili kurarn üzerinden ve matematiksel yöntemlerle, deneyce doğrudan
sınanabilen önermelere bağlayarak sınıyoruz. Doğrudan, dolaylı, ya da ilkece, deneysel sınanma olanağı
bulunmayan
olguya ilişkin savlar, bilimsel bakış açısınca anlamsız olarak değerlendirilecektir.
Felsefede bir önermenin ya da inancın
doğruluğunu gerek- çelendiren şey,
bu önermeyi sonucu olarak çıkarsamaya izin veren mantıksal
uslamlamadır. Bir başka deyişle, herhangi bir felsefe savının
gerekçelendirilmesi, onun doğruluğunun mantık kurallarına uygun olarak başka doğru
önermelerden çıkarsanabilmesidir. Böyle gerekçelendirici bir çıkarımda öncü! konumunda bulunan önermelerin kendi doğrulukları, yine aynı yöntemle,
başka önermelere dayandınlabileceği gibi, bilimden ödünç alınan deneysel önermelere de dayandırılabilir.
Doğruluğunun gerisindeki kaynaklar ne olursa olsun, bir önemenin felsefi gerekçelendirmeye
sahip olması demek, ortaya onun doğruluğunu gerektiren bir uslamlama konabi-
liyar olması demektir. İşte bundan ötürü mantık, felsefenin ayrılmaz bir ögesidir.
Bir şeyleri açıklıyormuş gibi görünen dizgesel, derin ve ilginç bir düşünce yapısı,
mantıksal uslamlamalarla
temellenmedikçe bir felsefe olmayacaktır. Çünkü derin, dizgesel, ilginç, soyut ya da karmaşık
oluşları, düşünceleri felsefe kılmaz. Edebiyat ya da tasavvuf yapıtları felsefeden daha derin, vs. oldukları zaman bile felsefe değildirler. Veeizeler de öyle. Onların
değerleri felsefi oluşları ya da olmayışiarı nedeniyle kazanılan bir şey değildir. Buna karşılık, felsefe olmaları
amacıyla ortaya atılmış derin, vs. kimi kurgu
ürünleri de, uslamsal bir temel taşımadıkları
sürece, felsefe adını haketmeyeceklerdir. Felsefeyi
"felsefemsi"den ayırt etmek gerektiği gibi, önüne gelen her görüşü ve "kuramı"
ciddiye almak da
gerekmez. Önce bunların
nasıl temel/endirildiğini sormak esas olmalıdır.
Aynı kişinin bilim yanı sıra, felsefe de yapabileceğine
değinmiştim. Şunu eklemek istiyorum. Bir kişi örneğin bilim yapısı içinde de, belli bir ölçüde felsefe yapabilir. Kurarnlarını
inşa ederken, bilim adamları kimi zaman uslamsal gerekçelere başvurduktan başka, düşünce deneyimleri, karşıt örnekler
gibi felsefe tekniklerinden de yararlanıyorlar.
Bu koşullarda, iyi ya da kötü, onlar da felsefe yapmış oluyorlar. Bilimsel yapının
gövdesinde oraya buraya serpiştirilmiş küçük felsefi yamalar bulunması, felsefeyi bilimden ayırt edilmez kılan bir şey değildir. Felsefeci de, kendi dizge ya da kuramını oluştururken,
deneyimler gerçekleştirmek
biçiminde bilim yapıyor olmasa bile, demin değindiğim gibi, uslamlamaları
içinde doğruluğu bilimsel olan önermelen sık sık kullanabilmektedir. Felsefe ile bilim arasındaki bu sıkı dayanışma ve işbirliği, ortaya çıktıkları
ilkçağ dönemlerinden beri varolagelmiştir.
Felsefeyi bilimden ayıran ikinci ve önemli bir nokta, yukarıda sözü ^:.:Iilen gerekçelendirme
yöntemi başkalığı ile sıkıca ilintili. Bu başkalık dolayısıyla, aynı konuya ilişkin olarak bilim ve felsefe farklı sorular soruyor, farklı yönlere
ilişkin açıklamalar yapıyorlar. Bu neden? Çünkü mantık deneysel sorulara nasıl tatminkar yanıtlar veremezse, deney de kavramsal soruları
yanıtlayamayacaktır. Isıtıldıklarında metaller genleşir mi? Buna verilecek olumlu bir yanıt da, olumsuz bir yanıt da mantık
açısından geçerli olacaktır; çünkü her iki yanıt da tutarsızlık ya da çelişki
içermemektedir. Isıtıldığında genleşmeyen, hatta büzülen bir metal parçası
düşüncesi (örneğin dört açılı üçgen düşüncesinin tersine) çelişik
değildir. Yanıtlardan yalnızca olumlu olanın doğru olduğunu, yeterli bir nice-
likle (ve başka destek yöntemleriyle)
gözlemlenen olgu,
yani deney saptayabilir.
Peki ya yanıtları deneysel olmayan sorular? Bunlar arasında bilim yanı sıra, felsefenin de anlamsız bulup yanıtlayamayacağı,
örneğin "Neden
bir evren var?", "Evren varolmadan önce ne vardı?" gibi sorular bulunsa da,
felsefece yanıtlanabilen tüm sorular yine deneysel olmayan türdeki
sorulardır. Yani
bilim, felsefe sorularına da anlam atfedemeyecektir. Şimdi felsefe sorularını deneysel sorularla olan ilişkileri
açısından ele alalım. Bunun için bilimin odaklarından birine başvuracağım.
Devinimin deneysel tanımı
rnekaniğİn tam
temelindedir. Devinim yasalan, devinime ilişkin öne sürülebilecek her deneysel sav bu tanımı varsaymak durumunda. Kabaca düşünülecek olursa, uzay ve zamanın belli bir noktasında bulunan herhangi bir nesne için devinmek, zamanın o noktaya komşu olan bir sonraki noktasına gelindiğinde, uzayın komşu olan başka bir noktasında
bulunmaktadır. Bilime göre böyle bir tanım doğru olacaktır, çünkü cisimlerin devinimini böyle
gözlemliyoruz. Oysa, mantıksal açıdan, bu önerme birçok başka öneernenin
doğruluğunu önkoşul olarak varsayıyor. Tanımın doğruluğu, önkoşul konumundaki tüm öner-
ınelerin doğru olmasına bağlı.
Birkaç örnek sayalım: "Küre ve silindirlerin kendi eksenleri çevresinde
dönüşlerinin başka ve uygun bir açıklaması vardır; uzay ve zamanda yer değiştiren nesneler kendileriyle özdeş kalırlar; zaman içinde özdeşlik
öznel bir görü değil nesnel bir olgudur; zamanın önceki
aşamalardan sonrakilere
doğru yönelen tek bir doğrultusu vardır; uzaysal konumlar gerçektir; uzay ve zaman bizim uydurduğumuz şeyler değil gerçek
şeylerdir" ve benzer başka önermeler... Devinim tanımının bir doğruluk değeri
taşıması, tüm bu önkoşulların doğru olmasına bağlı. Ne var ki, bilim açısından
bunların doğruluklarını sorgulamak saçma sorular sormak olacak-
tır, çünkü böyle soruların uygun deneysel yanıtları yok. Böyle sorular, deneysel olarak temeli oluşturan
önermelerin "altında" kalan şeylere ilişkin. Bunları sormak, deneysel yöntemin,
dolayısıyla da
bilimin erişebildiği yerin daha derinine ilişkin şeyler
sormaktır. İşte böylesi sorular çoğu kez gerçek ve tipik felsefe sorunlarını dile getiriyor. Yine çoğu kez, her bir böyle soruyu karşılamayı
amaçlayan,
birbirine rakip, çok sayıda felsefe kuramı söz konusu oluyor. Uslamlamalar üzerinde
yükselen böylesi soru ve kuramlar, felsefenin gerçek alanını belirliyorlar. Bu değerlendirmeler
ışığında, felsefenin bilimi tamamladığı ve onun bunu daha temel sorular sorup daha derinlere
inerek yaptığı öne sürülmüştür.
Uslamlamaya dayanmak, felsefenin ayıncı bir özelliğidir, dedik. Derin düşünceleri en hoş ve etkili bir biçimde dilegetiren edebiyatçı da, soyut "nesnelerin" kuramını yapan bilim adamı da, ortaya uslamlamalarla çıkmadıkça felsefe yapmıyorlar.
Yaptıklarının değeri, öncekinde estetik (ve belki de retorik) sonrakindeyse deneysel vargılar temelinde ölçülebilen bir şey olacak. Aynı ölçüt, düşünce
tarihi
malzemesiyle ortaya çıkıp felsefe ya da felsefe tarihi yaptığını öne sürenler için de geçerli. Şu filozof şunu söylemiş,
öbürüyse böyle demiş, etkisi şu olmuş gibi söylemler, ilk bakışta sanki felsefeymiş gibi görünebilir. Bu görünüşe
kapılmadan önce, yazarın hangi savı savunmak için nasıl bir argüman geliştirdiğine bakmak gerekir. Ülkemizde düşünce tarihini felsefe tarihi ile eş tutmak, bu alandaki en yaygın
yanılsamalardan biri olagelmiştir.
Felsefenin alanına dışarıdan gelen taşkınlar
olabildiği gibi,
felsefecilerin dış alanlara taştıkları da sıklıkla görülüyor. Bilimin değişik alanlarının, dinin ve sanat dallarının
üzerine eğildikleri şeylerin felsefesinin de yapılabildiğine değindik. Ne var ki, bir felsefeci klasik felsefe sorunları
dışındaki alanlara eğildiğinde ille de oranın felsefesini yapıyor
olmayacaktır. Felsefecinin yaşamın çeşitli konuları üzerine kimi felsefe kavramlarını da kullanıp
tartış-
malar yapması, denemeler, köşe yazıları, "derin" ve ilginç kimi metinler kaleme alması, sıkça rastlanan bir şeydir.
Bunların felsefe
olarak görülebilmeleri için de, önce hangi uslamlamalarla temel-
tendiklerini sormak gerekir. Şu ya da bu konunun, kavramın,
"felsefesini yapıyor" olmak görünüşü
ardında, felsefeci
olmayı bile gerektirmeyen birçok tartışma yürütülegelmiştir.
İlginç olan bir şey, bugün felsefe çevrelerinde ele alınan
sorunların başında bir yandan şimdi tartıştığımız, felsefenin neliğine ilişkin soru gelirken, öbür yandan da felsefecilerin çeşitli konularda, üst-dilden, ancak felsefe olmayan söylemler
sürdürüyor olmalarıdır. Felsefeden dışlamaya çalıştığım bu etkinlik biçimlerinin kendiliklerinde kötü ya da değersiz şeyler
olduklarını öne sürmedim. Böyle şeylerin değerlerini felsefe dışından kazanmak gereğinde
olduklarını ve
felsefe açısındansa ancakfelsefemsi olabileceklerini savundum.
(1982)
Ülkemiz felsefecilerinin yazı
etkinliğine baktıgımızda, bunun kimi kez yazın etkinliğinden pek de kesin çizgilerle
aynimarlı- ğını görüyoruz. Örneğin kimi felsefecilerimiz roman, öykü ve başka edebi yapıtlar
üretirken, kimileri
de edebiyat eleştirilerı vazıyor. Bunun yanısıra, kimi felscfecilerimiz felsefe yazılarının edehi değeri konusunda büyük duyarlık
gösteriyor. Buna
kimse karşı cıka- maz, çünkü felsefeci olmak edebiyatçı
olmayı veya edebi etkinlikte bulunmak, felsefi etkinlikte bulunmayı
dışlamıyor. Belki yalnız ülkemize
de özgü olmayan bu felsefi ve edebi
etkinlik yakınlaşmasının bugünün Türkiye kültür ortamı ve felsefe eğitim anlayışıyla
nedensel ilişkileri de var. Amacımız, bu olgunun nedenlerine eğil- rnekten çok onun sınırlarını irdelemek.
Bir felsefeci, edebiyat ve felsefe yazı etkinliği
açısından ne yapar?
Dört seçenek düşünebiliriz:
(1)
1) Felsefe yazar,
(2)
Edebi yazılar (veya edebiyat eleştirisi) yazar,
(3)
Felsefeden etkilenmiş veya felsefi boyutu olan edebi
ya- zılai yazar (burada felsefe edebiyat hizmetinde kullanılıyor
olacaktır) ve
(4)
Edebi felsefe yazar, yani edebiyatı felsefe hizmetinde kullanır.
Her dört seçenekte olduğu gibi birincideki etkinliğin de dili kullanmayı
gerektirdiği apaçık olsa gerek. Felsefe zorunlu olarak bir dille ve o dil içinde yapılır.
Dili kullanmanın her düşünceyi iletmek için zorunlu olamayacağı bir yana, felsefi düzeydeki
düşünceyi, değil iletmek, düşünebilmek
için bile, gelişmiş ve soyut kav-
ramlar dağarcığını zenginleştirmiş bir dil kullanmak zorunludur.
Oysa, felsefe yapmak için bir dil kullanmanın zorunlu olması, felsefe yapmanın edebiyat yapmayı zorunlu kılması
yargısına götürmez. Tersine, edebiyat yapmak, dili özel bir biçimde ve özel bir amaçla
kullanmaktır. Bunun apaçık olduğu, fen dalları da içerii- rnek üzere, hemen bütün disiplinlerin dili kullanmak
zorunda oluşlarından da bellidir. Felsefe ile edebiyat arasındaki
ilişki ancak ilinekseldir.
Felsefe, profesyonel düzeyde
yapıldığında, büyük ölçüde "teknik" bir etkinliktir. Onun bu teknik boyutu da kendine özgü bir özel terimler dağarcığı ve söylem biçimi
kazanmasına yol açar.
Dolayısıyla, dilin felsefe amacıyla kullanımında, kolay anlaşılır
günlük kullanımbiçimleri ile felsefenin belirli alanlardaki teknik özelliklerinin
gerektirdiği boyutlan verebilen ve belki de dilin günlük kullanım biçimlerine pek uymayan sentaks yapıları
arasında, karşılıklı ödünlerle sağlanacak bir orta yol tutturmak, felsefe yazısının daha kolay okunurluğunu
sağlayan önemli bir etmendir. Bunu daha değişik bir biçimde anlatacak olursak, (1) seçeneğinde di- legelen etkinlik, teknik bir
nitelik taşıması nedeniyle dili özel bir biçimde kullanmayı gerektirir. Bundan dolayı da, ne dilin günlük
kullanımının ne de (daha önemli olarak) (4)'ün ölçüt ve standartlarıyla
değerlendirilebilir. Bir felsefe yazısının açık ve seçik olarak anlaşılabilir
olması, doğal olarak, aranır bir niteliktir. Ancak bu, bir popülerleştirme bedelinde olmamalı, teknik anlatımlar pek de zorlanmadan, felsefi niteliği korumak uğruna, gerekirse dil ve bi- çem
güzelliğinden ödün verilebilmelidir. Buna örnek olarak, iyi bir biçemin gereği
olduğu söylenen, her tümcede yalnız bir düşünce anlatmak ilkesinin, felsefe yazısına
ilişkin olarak
her zaman geçerli olmadığını belirtebiliriz. Çünkü felsefe yazarken, birkaç düşünceyi aralarındaki mantıksal ilişkiyi de vererek, bir tek tümcede di- legetirmek zorunluluğu sık
sık doğar.
Friedrich Nietzsche'nin BFS Yayınları'nca yeniden basılan
Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe adlı yapıtını çeviren Nusret Hızır, 17. sayfada çeviri üzerine kimi notlar yazmış. Nusret Hızır yalnızca
açık seçik, mantıksal ve "bilimsel" felsefeyi Türkiye 'ye getiren iki üç düşünürden biri değil, aynı zamanda Türkçe felsefe söyleminin
kuruluşuna başlıca katkıları yapan birkaç kişiden biri. Şöyle diyor Hızır: "Bir metinde anlam bakımından atomu, kelime değil, cümle
teşkil eder; onun için çeviride kelimeden çok cümleye
sadık davranmak
gerekir... Uzun cümleden korkulur ve çevrilecek eserde cümleler uzunsa, bunları
parçalamak, örneğin uzun bir cümleyi, o kısa cümle halinde tercüme etmek doğrudur denir. Bizce bu görüş yanlıştır. Çünkü bir uzun cümlede bütün düşünceler bir ana düşünce
etrafında toplu
iken, örneğimizdeki kısa cümlelerde 4 ana düşünce ardarda -sadece ardarda-
gelmektedir. Onun için, çeviride Nietzsche'nin uzun cümlelerini,
Türkçe uzun cümlelerle vermeyi daha uygun bulduk. Bazı yerlerde uzun cümle anlamı ka- ranlıklaştırınca,
onu parçalamak zorunda kaldık."
Parçalarına ayrılmış, yığılı duran bir iskemle değilse ve bir tahta yığını olarak üzerine oturmak için
kullanılamazsa, bir tek tümcede dile getirilen, mantıksal olarak ilişkili birkaç düşüncenin bir aradalığı da, ayrı tümeelere
indirgendiğinde, öncekiyle eş değerde bir kullanım ve etkiye sahip olamaz. Nusret Hızır'ın felsefe metinlerinin çevirisi
bağlamında değindiği bu nokta, gerçekte (çeviri olsun olmasın) felsefede yazılarının kendine özgü doğasının daha genel bir yönünü sergiliyor. Evet, daha karmaşık bir tümcede, edebi açıdan biraz da hantal, hatta kimi kez gülünç bulunan biçimlerde dilegelebilen bir felsefi düşünceyi,
parçalarına ayırıp öylece de yazabiliriz. Böy- lece, bu tümeeleri anlaması da daha kolay olur. Ancak bu, eşdeğer- liği her zaman korumayan bir işlem
olduğundan, düşünce çarpıla- bilir; kolay fakat inceliğini, keskinliğini ve başlangıçtaki
mantıksal yapısını yitirmiş bir düşüneeye dönüşebilir. Bundan dolayı, "Do-
lambaçlı yazıp kafa karıştırıyor;
kulağını tersten gösteriyor",
"İngilizce düşünüp Türkçe
yazıyor" ya da, "Ben, onun karmaşık, anlaşılması güç
tümcelerindeki düşüncesini, kısa ve kolay anlaşılır tümcelerle yazabilirdim" demek kimi
durumlarda ne dil ustalığıdır, ne de marifettir. Bu olsa olsa bir vülgerleştirme
çağrısıdır. Burada
iki aşırı uçtan da kaçınmak gerek: Hem "Ben kolay anlayamıyorum, dolayısıyla bu metin gereksiz ölçüde
karmaşık" (ya da " .. bu daha yalın olarak dilegetirilebilir")
diye kesip atmak, hem de felsefede kimi durumlarda kaçınılmaz olan bu karmaşık
anlatım zorun- luğu ardına
sığınıp karmakarışık düşünceleri felsefe saymak yanlıştır. Bir felsefe yazısını okurken, onu anlamak için yeterli çabayı
göstermekten kaçınmamalı, onun değerini verirken de dilegetirdiği düşünce içeriğini öne almalıdır. Şimdi
değindiğimiz bu ve benzer nedenlerden, felsefe tarihi, birçok büyük
ustanın yazdıklarının pek de kolay anlaşılır ve hatta güzel bir dil sergilemediğini
gösterir.
Felsefe ve edebiyatın değerlendirilmesinde
kullanılabilecek ölçütler köktenci bir anlamda farklıdır. Edebiyat sanat ölçüleriyle
değerlendirilir. Felsefe ise, değerlendirilme açısından bilimle ortak bir ölçüte sahiptir. Sanat üzerine
çevrildiği yerlerde
bile bir "bilimsel" nitelik korur. Felsefede ölçüt doğruluktur.
Felsefe etkinliğinin
amacı doğru bir açıklama, doğru
bir çözümleme ve doğru bir yorum getirmektir. Bunu yaparken kullanılan dilin güzel de olması, felsefe açısından bir değer
taşıyamaz. Kaldı ki, kullanılan dilin güzelleştirilmesinin bedelinin anlamda çokluk ve kaypaklık
olduğu durumlarda, önermelerin
doğruyu veriş biçimi etkilenecek ve felsefi değerleri böylece düşebilecektir. bilin edebi kullanımında
sözcüklerin çağrışımları, kaypaklık ve çokanlamlılıkları önemli bir araç olduğuna
göre, yazının felşefi değeri, güzelliğin bu araçlarla sağlandığı ölçüde
yitirilmiş olacaktır. Bu bakımdan, (4)'ün, felsefeyi değerlendirmede ölçüt olması bir yana, onun kendi felsefi değeri
tartışmalıdır.
Bir felsefecinin (2) ya da (3)'ü yapmasına
kimsenin karşı çıkamayacağını
daha önce de belirttik. Hele (3) çok güzel
ürünler verebilir.
Bunun birçok örneği de var. Yalnız, ne (2) ne de (3) felsefe değildir; felsefe ile karıştırılmamalıdır
da. Örneğin
yalnızca bu iki
etkinlik içinde bulunan biri, yazar olarak felsefeci değil edebiyatçıdır. Felsefe yazarlığı,
başka disiplinlerdeki düşüncenin yazıya dökülmesinde olduğu gibi, bir profesyonellik boyutu
gerektirir. Bu da (1) etkinliğinde yatar. (3)'ten (4)'e kaymak, veya
(1) ve (3)'ü yapıyor sancak (4)'ü yapmak çok kolaydır. Ancak (1) ve
(4) arasındaki ayrım çok önemlidir ve (4) ne felsefi ne de edebi açıdan doyum
vermek düzeyine erişerneyebilir. Çünkü (4 ), arkasındaki amaçların ve buna
bağli olarak da, ölçüt ve standartların yanlış alanlara kaydığı bir sapmalı
yazarlık etkinliğini dışlamayabilir.
Bu bağlamda, (1) türünden etkinlik
ürünü sayılabilecek felsefe yazılarının dil açısından eleştirisine değinelim.
DoğaL olarak, her yazı gibi, felsefe yazısı da dili doğru olarak kullanmak
zorundadır. Dilin doğru kullanımını biçem değil, öncelikle sentaks belirlediğine
göre, bir felsefe yazısını sentaks yanlışları açısından eleştirmek, uygun
ölçüler içinde geçerlidir. Daha dar ölçüler içinde olsa da, felsefe yazısını
biçemi açısından eleştirrneye de yer vardır. Bir felsefe yazısının genel
değerini sentaks ve biçem eleştirileri açısından yargılama noktasına
gelindiğinde, dil açısından eleştirinin dozu artık kaçmıştır. Bu noktalara
varan eleştiri felsefeyi (4) etkinliği gözlükleri arkasından görmektedir.
Ölçütler burada iyiden iyiye karışmıştır.
Felsefe yazılarını dilleri yönünden
eleştirmenin çok daha geniş ölçülerle geçerli olduğu bir alan, anlam ya da
sernantİk açısından yapılan eleştiridir. Örneğin eleştiri, bir felsefe
uslamlamasında bulunan kaynak ve çokanlamlı kullanımları ortaya çıkarabilir.
Yine eleştiri, felsefi açıklamada kullanılan terimierin çağrışımsal yüklerinin
anlamlarını aştığını ortaya koyuyor veya bir felsefi
düşüncenin temel ularolarında
mantıksal çelişkiler, düşüncede mantıksal yanlışlar belirliyor olabilir. İşte dil açısından
yapılabilecek bu tür eleştirinin felsefe yazısının tüm değeri üzerinde geçerliliği
vardır. Çünkü gösterilebilecek bu tür sernanlik yanlışlar,
felsefe yazısının
ilettiği düşüncedeki mantık yanlışlarını, yani temel felsefi yanlışları yansıtırlar.
Özetle, ( 1) türündeki bir yazının
gramer ve biçem yönünden eleştirisi, dilegetirdiği felsefeyi eleştirrnek
olmayacağından, felsefe açısından değersizdir. Ancak kullanılan dilin anlam
boyutu üzerinden yapılan bir eleştiri, dilin ilettiği düşüneeye ilişkin olarak
da geçerli olacağından, aynı zamanda, tam anlamıyla bir felsefe eleştirisidir.
Felsefe eğiliminde, bu etkinliğin
öncelikle doğrunun arayışı olup bir sanat yapıtı yaratma çabası olmadığı ilkesi
gereğince be- nimsettirilebilirse, bunun düşünce dünyamızda profesyonelleşmeye
ve profesyonelliği değerlendirmeye önemi gözardı edilemeyecek katkıları
olacaktır.
TÜRKÇE'DE SOYUT KAVRAMLAR
(1985)
Felsefe konularının Türkçe anlatımında
karşılaşılan kimi güçlükler, sanıyoruz konuyla ilgili çok kişinin paylaştığı bir sıkıntıyı
oluşturmaktadır. Bu sıkınııyı değişik nedenlere bağlayanlar olabilir. Bizim burada vurgulamak
istediğimiz, Türkçenin henüz soyut kavramlar açısından istenen düzeyde zengin olmayışından kaynaklanan güçlük... Felsefe söylemindeki
sıkıntının Osmanlıca- dan arıtılmış Türkçenin soyut kavramları dile getirişte
sınırlı kalışından kaynaklandığı görüşüne karşı tepki gösterenler
olmuştur. Sorunun
dildeki bir kavramsal fakirlik konusu olmayıp, bunun gerçekte felsefe terminolojisindeki bir
eksiklik ya da sınırlılık olduğu savunulmuştur. Böyle bir tutuma karşı şu iki noktayı öne
sürmek istiyoruz. Önce, sorunun, anlamını yitirmeden, bir teknik terimler kısıtlılığına
nasıl indirgenebileceğini görmek güçtür. Çünkü felsefe terminolojisinin dilden bağımsız olarak nasıl
kavranacağı belli değildir. Bir felsefe terminolojisi işlevini ve dolayısıyla
yaşamını, bağlı olduğu dil içinde kullanılarak bulmaz mı? Türkçe felsefe terimlerini zenginleştirrnek Türkçenin bir bölümünü
zenginleştirrnek değil midir? ikinci olarak ise, kanımızca, felsefe terimleri sözlüğümüzü
yetkinleştirip, ona tam anlamıyla uyulmasını sağlasak bile, söze konu ettiğimiz sorunu bütünüyle çözmüş
olamayız: Felsefe
terimleri, sorunun yalnızca bir yönü, bir bölümüdür. Bundan dolayı sorunu yalnızca felsefeye ilişkin bir güçlük olarak değerlendirmek de yanılgılıdır. Sorun, soyut bir dil kullanmak gereğinde bulunan bütün üst düzey kuramsal alanları ilgilendiren bir güçlükten
kaynaklanmaktadır. Bu kapsam içine ise, felsefe ile birlikte toplum bilimleri ve kimi alanlarda doğa bilimleri de girer. Ayrıca güçlüğü,
felsefe terimleri yanısıra, tüm bu alanların teknik terimlerini geliştirip yetkinleştirmekle de ortadan kaldırmak
olanağı yoktur.
Belirli bir disiplinin, örneğin felsefenin, teknik terimler dağarcığı ve dildeki, disipliniere bağlı olmayan soyut kavramları dile getiren sözcükler öbeği
arasındaki ayrım kesin bir sınır oluşturmaz. Bu alanlar arasında çeşitli örtüşmeler, çifte
kullanımlar, hatta anlam kaymaları da söz konusudur. Ancak, belirli bir örtüşme bulunuyor olmasından, terminoloji sorununu çözerek soyut söylemdeki sıkıntıların tümünü gidereceğimiz sonucuna atiarnaya pek de hakkımız olmasa gerek. İster teknik terimler dağarcığı, isterse de bunun dışında kalan soyut terimler olsun, sözcüklerdeki
yetersizliğin, ilgili dili kullananlarda kavramsal alanda bir sınırlamaya neden olması kaçınılmazdır. Belirli bir dili kullananlar,
ondaki soyut anlatım olanaklarının kısıtlılığı ölçüsünde, soyut düşüncede de sınırlanacaklardır.
Çünkü soyut kavramlar düzeyinde,
düşünce dile büyük ölçüde
bağımlıdır. Eğer dil kimi ayrımları veremiyor ve kimi kavramları anlatıma dökemiyorsa, düşünmede ona bağımlı olan, onu kullanan bireyler de aynı ayrım ve kavramları
düşünemeyeceklerdir. Bunun o dildeki soyut düşün ürününü nasıl kısıtlayacağı
açık olsa gerek.
Dilimizdeki bu sınırlılığın boyutu üzerine bir görüş verebilmek amacıyla, kavramsal yönden zengin dillerden İngilizce ile bir karşılaştırma
yapalım. Düşünmek, Türkçede şimdi kullandığımız sözcük dışında, "düşüncede
bulundurmak",
"öngörmek", "ele almak", "tartışmak", "akıldan geçirmek", "kurmak" gibi terim ve
deyimlerle dile getirilir. Bunlar, aralarında çeşitli anlam ayrımları
içeren, ancak, türnce içinde yerlerine "düşünmek"
sözcüğünün konmasının türnce anlamını genellikle değiştirmediği terimlerdir. Öte yandan "düşünmek"
sözcüğüne karşılık olabilen bu terimler, bu sözcükle her bağlamda
eşanlamlı değildir. Düşünmeyi dile getirdikleri bağlamlarda bir ölçüde kaypak ve ayrıca çoğu da, temeli
mecaz olan bir kullanımdadır. İngilizcedeki "to think" sözcüğüne mecaz bir yorum gerektirmeden eş anlamlı
kullanılabilen sözcükler uzun bir liste oluşturur: "To consider, deliberate, contemplate, entartain,
reflect, ponder, cogitate, meditate, cerebrate, lucubrate, speculate, muse,
ruminate, introspect, suppose, surmise" vb. Mecaz yoluyla deyimleşerek
düşünmek anlamını kazanmış dile getirişler de, bütününü vermediğimiz bu listeden aşağı kalmaz: 'To ta- ke into account,
apply the mind, bend the mind, digest, discuss, hammer at, puzzle out, nurture
a thought, take into consideration, take counsel, revolve in the mind"
vb...
Düşünmek, örneğin tıpkı "anlamak", "kavramak",
"belirlemek", "kapsam", "ilke" ve "koşul"
gibi, teknik
olmayan soyut bir kavramdır. Teknik bir söylem bağlarnından çok, doğal dil bağlamında
kullanım bulur.
Ancak felsefe incelemeleri içinde de sık sık yer alır. Düşünmek
kavramı ile
ilgili kısıtlanma, bu kavrama ilişkin, ya da onu kullanmayı gerektiren söylem içinde, az sayıda olan olanaklı dile getiriş
araçları nedeniyle,
kimi ince ve ayrıntılı anlam ayrılıklarını verememek biçiminde belirir. Örneğin,
"Düşünceyi dil ile mi yürütürüz?" gibi bir soruyu ele aldığımızı
düşünürsek, konuyu irdelemenin, değişik düşünsel biçimleri, onları birbirlerinden ayırt edebilecek terimlerle
kavrayabilmeyi gerektirdiğini görebiliriz. Kısıtlanışın bir başka boyutu da, kullanılan
türncelerde kimi terimlerin çok sık yinelenmesi ve dolayısıyla bir tekdüzeliğin
doğmasıdır.
Tekdüzeliğe ve kavramsal kısıtlamaya neden olan başka bir etmen, türetilen soyut sözcükler ailelerinin, çoğu kez almaşıksız olarak, özdeş bir kökenden gelmeleridir. Kimi batı dillerinde olduğu gibi, bir kavramı,
değişik köklerden türetilen yapıca ayrı almaşıklarla dile getirebilme olanağı,
biçimsel ve sernantİk yineleme ile tekdüzeliği
önleyecektir. "OI"dan türetilen sözcüklerle kurulan "Olanaklı olgunun olumsal oluşu" veya "An" kökünden türetilen
sözcüklerle kurulan "Anlamı
anlığında anlamak"
gibi "anlatımlara" bağımlı oluş yalnız tekdüzelik getirmez. Kökün
özdeşliği, kavramı ve onun yerine durduğu olguyu, değişik bakış açılarından, değişik
kavrayış yollarından görebilmeyi de önler. Şimdi betimlediğimiz türden
kısıtlanmalar, doğaldır ki, belirli soyut kavramları dile getirecek hiçbir Türkçe
sözcüğün bulunmamasından ağırlıkça daha az bir güçlük doğurur. Çünkü bu son durumda artık kısıtlanma belirli bir kavramın ince alt ayrımlarını verememek durumunu aşmakta, kavram tümüyle, hiç
düşünülememektedir. Örneğin İngilizcedeki "the speaker's meaning" diye adlandırılan ve bir tümcenin anlam taşıması gibi, bir kişinin
"anlamlaması" olarak dile gelen kavramın, dilimizde karşılığı yoktur. Bu yazıyı örneklere boğmak istemiyoruz; yalnızca, terminoloji ögesi olmayan soyut terimlerdeki kısıtlılığın, özellikle soyut eylemler ve nitelernelerin
dile- getirilişinde duyulduğunu vurgulamak isteriz.
Bu gedikler nasıl kapatılabilecektir? Doğal olarak, akla ilk gelen, tıpkı felsefe ve öbür alanlara özgü özel terimler dağarcığı ile ilgili olarak yapıldığı gibi, yeni sözcükler
türetme yöntemidir. Bu bir ölçüde uygulanabilir. Oysa, teknik terminoloji kapsamına girmeyen soyut sözcükleri
türetmek, terminoloji
parçası olanları türetmekten çok daha güç olabilir. Terminoloji, belirli bir disiplin içinde, örneğin
felsefe alanında etkinlikte bulunabilmek için zorunludur. Felsefe öğrenmek, bu dalın terminolojisinin büyük bir bölümünü de birlikte öğrenmeyi gerektirir. Felsefe öğrenmek, bu öğrenirnin
gereği olarak kimi özel kavramları
da öğrenmektir. Bu özel kavramlar öğrenilen felsefe hangi dilde yapılmışsa orada zaten vardır ve orada gelişmiş
oldukları biçimde Türkçede karşılanmak durumundadır. Bir başka deyişle, bu bağlamda
karşılanması gereken belirli bir şey söz konusudur. Dolayısıyla aranabilecek çare de, neye yöneleceği belirgin olan bir çaba gerektirir.
Bu durumu, dilimizde yapıldığını
varsayacağımız, yönte-
miyle de konusuyla da yepyeni ve başka bir dilde karşılığı bulunmayan bir felsefe üretimi ile karşılaştıralım:
Burada karşılığının
aranması gerektiği söylenebilecek bir kavram bulamayacağız. Böyle bir yeni felsefenin kurulabilmek için
gerektirdiği kavramlar, bu yeni düşüncelerin kendi devimseileri içinde ortaya koydukları istemin karşılanmasıyla,
özgün olarak yaratılırlar.
Doğal süreçleri içinde, felsefe terim ve kavramlarının ilk kez ortaya atılışiarı
böyle olmuştur. Bu terim ve kavramlar, düşünce belirli konularda yol aldıkça, derinlere indikçe, buralarda doğan yeni anlatım
gereksinimlerini karşılarken ortaya çıkmıştır. Ancak burada zorunlu olan koşul,
bağımsız, özgün araştırma ve çalışmaların yapılıyor olmasıdır. Özgün felsefe terim ve kavramları,
özgün bir felsefe ile
birlikte üretilir.
Terminoloji kapsamında olmayan soyut terimierin zengin- Ieşmesinin, bu son türdeki doğal ve özgün üretim
biçimine daha çok benzediği
kanısındayız. Çünkü her dil soyut söylemini kendi başına, işlenerek yaratır. Kendi dilini öğrenmek ve kullanmak, belirli bir disiplini öğrenmek gibi değildir. Dil belirli alanlarda ve belirli amaçlarla kullanılabilecek bir araçtır. Yoksa dili öğrenmek, bir alanın
içeriğini öğrenmek değildir. Dili soyut alanlarda özgün olarak kullanmak ve işlernek gerekir ki yeni soyut düşünceleri dile geliriş gereksinimleri doğsun. Yoksa, soyut kavramı
düşünmeyi gerektirecek
bu ortamı yaratmadan, kendiliğinden düşünülecek bir şey, bir kavram olmayacak, kavram düşünülemeyecektir.
Düşünü- Iemeyen
bir şey için de, başka dillerdeki dile getirişine istediğimiz bollukta Türkçe karşılık
üretelim, bunları pek kimse kullanamayacaktır. Dolayısıyla, dilimizi soyut kavram ve terimler
açısından zenginleştirecek etkinlik önsel bir terim üretiminden
çok, dili soyut düzeyde kullanma çabası ve bu alanda verilecek yazılı ürün olsa gerektir. Bu ortamda ortaya çıkacak gereksinimler, ya yeni terimler, ya da önden var olan somut terimierin mecaz
olarak soyut
kullanımıyla karşılanacak ve böyle
kullanımlar yerleşiklik kazanabilecektir. Öyle ise, soyut konuları işleyen yayınlar yönünden daha etkin bir ortam yaratmadıkça, daha çok düşünür
yetiştirip, bunların daha çok yazılı ürün vermelerine uygun koşullar hazırlamadıkça, dilimizdeki bu sınırlılığı kolay kolay gidermek olanağını
bulamayabiliriz. Bugün Türkçede soyut anlatırnda
çekilen türden güçlüklerle sonradan özgün felsefeler yaratmış olan Batı dilleri de karşılaşmışlardı. Bu, Fransızca ve İngilizce için 16. yy, Almanca için ise 17. yy'da söz konusuydu. Bu dillerdeki özgün felsefenin yaratılışı ise, soyut anlatırnda yeterli kıvraklığın
sağlanış dönemine rastlar. Türkçe'de bir eşanlamlı sözcükler sözcüğü, ya da İngilizcedeki Thesaurus türü
sözcüklerin geliştirilebilecekleri düzey, çok uzak bir geleceğe
bırakılmamalıdır.
DÜŞÜNME GELENEGİ VE GÜNÜMÜZ
(1991)
Şu aşamada Türkiye'de kurulu ve yerleşik bir düşünme geleneği
var mıdır ve eğer yoksa bunu oluşturmanın
koşulları neler
olabilir? Bu sorunun yanıtı, "düşünce"den ne anlaşılacağına
bağlı olarak bir çeşitlilik
gösterecektir. Bir geleneği bulunup bulunmadığını, ancak hangi anlamdaki düşünceyi
kastettiğimizi belirginleştirerek söyleyebiliriz. Bunların birinde, düşünce, anlaksal (yani zihinsel) işleyiş, beynin yüksek
işlevlerine bağlı bilinçli etkinlik demektir. Bu anlamdaki düşünce her sağlıklı insanda bulunması dolayısıyla,
doğal olarak
toplumumuz çapında da vardır ve olagelmiştir, öte yandan "düşünce"den kültür ve uygarlığın üst
düzeylerine ilişkin etkinlikler de anlaşılır.
Örneğin, böyle bir düşünce kavramı kapsamına bir yandan ahlakçı ve dinsel düşünce, gizemcilik, öte yandan da edebi üretim sokulabilecektir. Bu ikinci
anlamdaki şey her insan topluluğunda bulunsa da, nicelik, nitelik ve derinliği
açısından birinden öbürüne büyük
ayrılıklar gösterir. Türk toplu- munda özellikle yaratıcı edebi düşünce
alanında oldukça parlak bir zenginlik bulunuyor. Birinci anlamdaki düşüncenin
varlığı nasıl ikinci anlamdaki bir düşünce zenginliğini kendiliğinden
sağlaya- mıyorsa, ikinci anlamdaki bir geleneğin varlığı da, şimdi açıklayacağım
daha dar bir
anlamdaki düşünce geleneğinin varlığını garanti edemez. Bu son tür içine bilim ve felsefe giriyor. Son yüzyıla değin
hiçbir bilimsel ve
felsefi etkinlik göstermeyen toplumlar sayıca oldukça kabarıktı.
Bizi burada ilgilendiren Batı türündeki felsefi ve bilimsel düşünce olacak. Bu tür düşünce,
gizemciliği, tasavvuf biçimindeki dinsel düşünceyi ve hatta Çin, Hint, gibi Doğu türü felsefeleri de
dışta bırakır. Aynı adı taşımak, aynı
şey, aynı kavram
olmak demek değildir. Bir değer yargısı yapmak gerekmeden, yani birini öbürüne üstün tutmak gibi bir kaygı gütmeden bu ayrımı açık ve seçik bir biçimde saptamak gerekir. Batı türü felsefeden kökenieri İyon-
ya'da, yani
Anadolu'nun Ege kıyılarında bulunup, birçok bilim dalını kendi içinden bir bir doğurmuş olan, temelde doğa ve insanı kavramaya yönelik bir kuramsal etkinliği
anlıyoruz. Bu, ikibinbeş- yüz
yıldır bilimle sürekli bir alış veriş
içinde olan ve bilime karşı
çıktığında bile
onunla aynı kavramsal yapıyı paylaşan, bilimin temel kurarn ve varsayımları
arasındaki, varlığın sakımı, atomculuk, değişim içindeki kalıcılık, bilginin algıya dayanışı
gibi ilkeleri bilime armağan etmiş olan bir etkinlik türüdür.
Bu son anlamdaki felsefi düşüncenin
Türkiye'de hemen hiçbir dönemde gelenekleşmediğini, I 9. yy.' ın sonlarından itibaren tek tük adımlarla ortaya çıkmaya
başladığını, sonraları üniversitenin kuruluşuyla kazandığı örgütselliğin bile böyle bir geleneği henüz
gereğince oluşturabiimiş sayılamayacağını düşünüyorum. Oysa günümüzde Türk felsefecileri eğitim
örgütleri bölümü, oldukça kalabalık bir diploma sayısı, iki felsefe kurumu, telif ve daha
çok çeviri felsefe yayınları, ikisi akademik çevre dışından olmak üzere, çok da düzenli
çıkartılamayan birkaç felsefe dergisine sahibiz. Buna karşılık açıklıkla görülen bir şey felsefe üretiminin nitelikte oldukça düşük
oluşudur. Henüz emekleme dönemini aşabilmiş değiliz. Yazıp tartıştığımız konular, örneğin şimdiki
gibi, felsefi içerik taşımak yerine felsefeye ilişkin olmakta, derslerimiz çoğunlukla birincil kaynaklara ve okumaya
dayanmak yerine, yıllar boyunca aynı basmakalıp felsefe klişelerinin art arda sunulduğu,
ayrıntıdan kaçınan yüzeysel bir anlatım biçiminden kendini bir türlü arındıra- mamaktadır. Araştırma
yazılarıysa çoğu kez felsefenin candamarı olan uslamlamadan yoksun, kimi görüşlerin klasik ustalardan bolca alıntıyla birlikte sıralandığı metinler görünümündedir.
Tartışma,
kısırlığını ve poJemik ağırlığını
sürdürmekte, dergiler 1 20 sayfayı dolduracak yazı bulunamadığı için aylarca,
bazen yıllarca geç çıkmakta ya da kapanmaktadır. İlginçtir, dergilerin en
önemli sorunu bastığım satamamak değildir; yayımiayacak yazı bulamamaktadır-
Iar. Akla bir soru geliyor: Bunca nicelik, bunca felsefe bölümü mezunu, bunca
öğretim üyesi ne yapmaktadır? Esin perisinin gelmesini mi bekliyorlar?
Felsefede henüz bir gelenek
kurabilmiş olmadığımızı, beklenti ve beğeni düzeyimiz ile bunun göstergesi
olduğu standartın yeterliliğe ulaşamadığını öne sürdüm. Şimdi en önemli
göstergeye değinmek istiyorum. Ancak yüksek düzeyli araştırmaları yayımlayan,
saygın uluslararası felsefe dergilerinde Türk felsefesinin katkı oranı nedir?
Nüfusumuza göre bilirnde de oldukça düşük olan bu katkı felsefede yoka
yakındır. Yanılmıyorsam 1 970'1erde bu tür felsefe dergilerinde Türkiye'den
kaynaklanan hiçbir makale çıkmadı. SO'Ii yıllardaysa ülkemiz felsefesi bu
yarışa yılda bir yazı düzeyinde katılmayı başarabildi mi, bilemiyorum.
Kişi olarak felsefenin ülkemizdeki
geleceğine hep umutla ve olumlu beklentilerle yaklaşageldim, ileride düşüncenin
ülkemizde serpilip gelişeceğine, burada da özgün felsefi görüşler üretilerek
uluslararası etkinlikte önemli atılımlar yapılacağına ve bir Türk felsefe
geleneğinin oluşacağına kuvvetle inandım. Bütün bunların yetişmeyle yakından
ilgili olduğunu, ileride öğretim üyesi olacakların şimdiki eğitimleri için
yükseltilecek standaTtın gelecekteki eğitimi çok daha üstün kılacağını
düşündüm. Ekolleşme ve ortak konularda özelleşmenin tartışmaya düzey ve
zenginlik getireceği, böylece niteliğin yükseleceği kanısını korudum. Kaldı
ki, bu yolda bir zamanlar önemli engeller yaratan rotasyon, müfredat şablonları
ve kimi başka YÖK uygulamalarının artık ortadan kalkmış oluşu, yurt dışında
felsefe doktorası yapmakta olan Türk öğrencilerin ülkeye öğretim üyesi olarak
dönmeye başlamış oluşları
hep umut verici gelişmeler. Bunlara karşın, ben yine de artık eskisi ölçüsünde iyimser olamıyorum.
Yerel kültür açısından çeşitlilik,
dolayısıyla da
zenginlik taşıyan bir ülkede yaşıyoruz. Karşıtların aynı potada eriyip bireşim- Iere gebe oldukları bir ortam bu. Her yöresi oldukça kendine özgü renkler taşıyan bir ulusuz. Ne var ki, bu çeşitliliği
oluşturan kültür öğelerinin ancak yerel olduğunu vurgulayalım. Bunun tek başına evrensel kültür tabanını
oluşturması beklenemez.
Bu tabanın oluşması için son derece önemli başka boyutlar da gerekir, işte bu nokta, bizi ülkede bugün
yaşanan bir başka kültür
karşıtlığı, bir değerler savaşına getiriyor: Sözünü ettiğim
şey kır-kent ayrılığı. Düşünce geleneğinin oluşması için zorunlu koşulların en başında kentsellik ve düşüneeye uygun bir kültür temeli gelir. Eskisi ölçüsünde iyimser olamayışımın nedeni birbirleriyle doğrudan
ilişkili olan bu
iki niteliği toplumumuzun son yıllarda artan bir hızla yitirmektc oluşu. Kanımca,
özellikle büyük kentlerimizde en keskin bir biçimde gerçekleşen kır-kent kültür
değer çatışması, en azından kısa dönemde, kent kültürünün yenilgisiyle sonuçlanıyor.
Gelişmiş ülkelerin tümünde tersi gerçekleşmiş olan şey, bizde kentliliğin
yıkımı yönünde yol alıyor.
Kırda felsefe olmamıştır; ekonomik açıdan böyle bir şeyin
gerçekleşmesi beklenemez. Köy ve taşra felsefe üretmez. Düşünce, kentsel ortamı zorunlu kılar;
uygarlıklar büyük kentlerde yükselir, ülkeye buralardan yayılır ve etki yapar. Kentselliğin sağladığı
refahın, örgütselliğin ve toplumsal ilişki biçiminin üzerinde yükselen karmaşık ama incelmiş bir kültür
zenginliği sırtında taşır, düşünceyi. Kentsellikse yapıtaşmış bir alanda yaşayan insan sayı ve yoğunluğuyla
ölçülemez. Nasıl göçebe kavimleri gelişigüzel bir araya getirmekle yerleşik bir toplum elde edilemezse, kırsal kökenli
insanların milyonlarcasını aynı yerleşim alanında toplamakla da bir metropol elde
edilemez. Kenıselliği oluşturan, nicelikten daha
önemli olarak, kendine özgü bir niteliktir, ülkemizde otuz yıldır
hızlanarak yaşanan kentlere göç olgusu, eskiden şehir olan yerleri şimdi dev ve yozlaşmış
köylere dönüştürmüştür. Büyük merkezlerimizde nüfus çoğunluğu artık kırsal kökenli insanlara geçmiştir,
geçmektedir. Bu kesim insanlarımızın değer dizgelerinin kentsel olanlardan ne denli farklı olduğunu
trafiğin, yapı düzeninin ya da sokakların Türkiye'de aldığı duruma bakarak görmek
mümkündür. Burada vurgulanması
önemli olan şey şudur: Eskiden kentlerde göreceli olarak azınlıkta olan kırsal kökenli
insanlarımız, çoğunluğa ulaştıktan sonra artık kendi değerlerini kentli çevrelere de empoze etmeye başlamışlar, kentlere sahip çıkmışlardır.
Bugün kent kültürü ve değerleri temelden tehdit altında olup, gelecek nesillere önderlik etmek bir yana, giderek silinmek
tehlikesiyle karşılaşmaktadır. Kaldı ki kırsal değerler ve davranış
biçimleri kırsal koşullara uyarlıdır; kent ortamında bunlar kaçınılmaz bir biçimde
yozlaşmaktadır. Ben bir açıdan toplumun geniş kesimlerinin içine düştüğü ahlak boşluğunu, bir başka açıdan da aşırı dinci akımların
alabildiğine yayılabilmiş oluşunu, örneğin artık Ramazan'da sokakta sirnit yiyip sigara içenlerin dayak yemek olasılığını
yaşamalarını, hep bu olgunun bir göstergesi, bir parçası olarak yorumluyorum. Laikliğin kent kökenlinin
savunduğu, şeriatçılığınsa kırsal kökenli insanlarımızın sempatiyle baktıkları doktrinler konumunu aldıkları
ölçüdeki bir kutuplaşmanın
gerçekleşmemesini diliyorum.
Bilim, ne ölçüde büyük kuramsal değişimler
geçirmiş olursa
olsun kavramsal bakış ve yaklaşım biçiminde belirgin bir bağdaşıklığı
(homojenliği), bir anlayış bütünlüğünü, 2500 yıldır sürdüre- gelmiştir. Kuramsal paradigma farklılıklarını
tek bir bütünsellik
içinde örtüp birleştiren bir kapsayıcı anlamdaki bilim, doğayı ve yaşamı anlamaya yönelik bir açıklama dizgesi olarak ortaya konabilecek olanaklardan ancak biridir. Doğa ve yaşam bambaşka
almaşık dizgelerle
de kavranmaya çalışılabilir, çalışılıyor da. Örne-
ğin, İlkçağ ve Yeniçağ bilimsel yaklaşımları ne denli farklı olurlarsa olsunlar, fiziksel olaylara bir Uzakdoğu felsefesinin, dinlerin ya da bir
gizemcinin yaklaşımı karşısında, aynı bütünün parçası olarak gözükürler. Aynı hastalık tıp biliminde belli bir biçimde anlaşılır
ve iyileştirilirken,
almaşık bir Çin iyileştirme
sanatının bu olguyu kavrayışı da, ona uyguladığı
yöntem de, temelden farklı olmaktadır,
ikisinin kimi
durumlarda aynı entelektüel iklimde iç içe barı- nabilmeleri karşıtlıklarını
ve derin ayrılıklarını
gölgeleyebilecek bir olgu değildir. Kuhn ve Feyerabend gibi düşünürlerin bilimsel düşünce
içindeki dönüşüm ve farklılıklar için söylediklerini genelleştirip bilimsel düşünce ile almaşıkları
arasındaki farkı yalın bir göreceliğe indirgerneye çalışmak yanılmaktır. Almaşık anlayış biçimlerine
karşıtlık içinde belirlediğimiz bilim, felsefi düşünceyle tek bir bütün
oluşturur; onunla
birlikte ortak temeller, örneğin çe- lişkisizlik ilkesi, varlığın sakımı
ilkesi ve
benzerleri üzerine kuruludur. Bu ortak temeller ve anlayış
bütünlüğü, konuları açısından bilim dallarıyla doğrudan bir örtüşme içinde olmayan ahlak ve estetik gibi felsefe alanlarını da sıkı sıkıya kapsar.
Buna biraz daha ayrıntıyla bakalım: Din açısından
Tanrı'nın evreni ve
insanı yoktan varettiği söylenir. Bilim ve felsefe yapmaya başianıldığındaysa yokluktan hiçbir şeyin
varolamayacağı varsayılarak yola çıkılıyor. Varlık ya önsöz sonsuz sayılıyor ya da başlangıcın
öncesine ilişkin sorular dışlanıyor. İç içe yaşıyor olmaya karşın derin bakış farkları
korumanın ilginç örneklerine özellikle Ortaçağ'da rastlanır. Anlamak için inanmak tutumu ile Tanrı'yı ve dinsel öğretileri ussal temellere dayandırma
çabası, yani Skolastik, yüzyıllarca birlikte yürümüştür.
Böylesi durumlar henüz dinsel bağnazlığın etkisini sürdürdüğü
aşamalardaki Yeniçağ bilim ve felsefe dizgelerinde de görülür. Gassendi ve Descartes gibi düşünürlerin (buna daha birçok büyük ad eklenebilir) doğa felsefeleri içinde yoktan varoluşa ve devinime izin verilmez. Oysa
bu düşü-
nürler Tanrı'yı gündeme getirdiklerinde, ona şu anki evrenin fiziğinden
özenle yalıtarak, hem varlığın hem de devinimin Tanrı'nın eseri olduğunu,
varlığın ve
devinimin başlangıçta O'nun tarafından yaratıldığını söylerler. Nitekim yaklaşık bir buçuk yüzyıl sonra Laplace, bilim dizgesini hiç etkilemeden, sonraki gibi bir
hipoteze gerek bulunmadığını söyleyecektir. Görüldüğü gibi, aynı zaman dilimlerinde iç içe varolmak, aynı bütünün
parçaları olmayı içermiyor.
Uygarlık ve özellikle
düşünce tarihini
inceleyenler, felsefe- bilim bütünselliğinin, bu genel bakış
biçiminin, ortak bir
kültür temeli üzerinde
yükseldiğini görürler. Bu evrensel temel, Batı Uygarlığı diye de adlandırdığımız
ve kökenini
özellikle Eski Yu-
nan'da bulan bir kültür tabanıdır. Helenizm ile önce doğuya, Roma imparatorluğu aracılığıyla
da batıya yayılan,
Rönesans'ta yeniden
tazelenerek Avrupa uygarlığına kaynak olan işte bu tabandır. Fara- bi, İbn Sina, İbn Rüşt gibi büyük İslam
düşünürlerinin paylaştıkları düşünce yapısı Helen kültürünü temel alır. Bu filozoflar için de ustalar Platon ve Aristoteles'ti; onların ele aldıkları sorunlar da, yaklaşım
biçimleri de büyük ölçüde Yunan felsefesininkiydiler. Bu düşünürlerin yerel kültür
kökenieri ne olursa
ve de ne denli farklı olmuş olursa olsun, felsefe ve bilim yapmaya soyunduklarında,
bu yerellikten
de soyunuyor, evrenselleşmiş olan Helen kültür yapısı uyarınca
düşünüyorlardı.
Anadolu'nun birçok bölgesi l920'lerin başında
gerçekleşen nüfus değişimine değin 26-27 yüzyıl boyunca sürekli olarak Helen yerleşimlerine mekan olmuştur. Bu halk son 4-5 yüzyılda
azınlığa düşmüş olmasına karşın, önce Selçuklu Türklerini, sonra da Os- manlılar'ı
önemli ölçüde "Helenize" etmiştir. Anadolu Selçukluları kendilerine coğrafi anlamın
çok ötesine taşan bir içerikte "Rumi" demiş, Bizans'ın varisi olmak iddiasını
taşımışlardı. Osmanlılar da aynı iddia ve isteği sürdürmüş, özellikle Fatih'ten sonra, din ve dil
dışında oldukça yüklü bir Helen mirasını benimseyip sindirmişlerdir. Türk anıtsal (özellikle cami) mimarisi, ev mimarisi,
klasik müziği, sanat müziği, süsleme sanatı, mutfak sanatı ve başka birçok
kültür varlığındaki Helen öğesini görmemek, kanımca körlük olurdu.
Sözkonusu bu temel, bir kültürün
yarattığı bilim ve
felsefe için zorunlu koşul olsa da, yeterli değildir. Bilindiği gibi, en azından Osmanlılar'da yeterli olmamıştır,
çünkü o dönemde düşünce
için zorunlu olan başka koşullar yerine gelmemiştir.
Bugün bu öbür zorunlu koşullar artık
sağlanmış bulunuyor.
Felsefe yapmanın karşısında ne bir yasak ne de bir baskı bulunuyor; bu işi yaparak yaşamını kazananlar bile var. Başta da vurguladığım gibi, örgütlü
eğitimi, araştırma kurumları olan bir felsefemiz ve birçok felsefecimiz var, peki ya uygun kültür temeli?
Bugün, Helen kökenli
vatandaşlarımız artık pek küçük bir azınlığa düşmüşlerdir. Sanırım felsefeye öyle özel bir tutkuları da yok. Benim bildiğim
kadarıyla birkaç bin kişiden yalnızca biri yaşamını bu işe adamış bulunuyor. Öte yandan Anadolu'da kendilerini dilsel ve dinsel açıdan Rum ya da Helen diye niteleyen kimse
kalmış olmasa da, o kültürün öğeleri hiç de azımsanmayacak
ölçüde kök salmış olup halen yaşamayı
sürdürüyor. Kimi yörelerdeki
halkımız Helen kültür
öğelerini yaşatan, örneğin Avrupa, halklarıyla birçok ortak değeri paylaşmaktadır. O yöre insanlarını
Kuzey Akdeniz'in
başka yerlerindeki
köylü veya taşralılardan pek kolay ayırt edemezsiniz. Ancak, sözünü
ettiğimiz bu yerler
büyük kentsel ortamlar değildir, dolayısıyla da felsefe doğuracak koşulları oluşturamazlar.
Öte yandan -ve asıl önemlisi- metropollere nicelik ve değerleriyle
artık sahip çıkmaya
başlamış olan kırsal göç, ona büyük bölümüyle
kaynaklık eden yörelerin
farklı oluşu dolayısıyla, Helen kültür öğelerini taşıyan bir nüfus değildir. Artık yönetim kadrosunda da çoğunluğa
geçmekte olan bu
kesim insanımızın em-
poze etmeye başladığı değerler, yemeğe koyduğu baharattan, musikisindeki kıvraklık biçimine, dünya görüşünden
çalışma anlayışına değin örneğin "Eski İstanbul" diye andığımız
şeyden oldukça farklıdır. Hatta bu şeye karşı örgütlenmiş bir tepki içindedir. Kendini aşırı dinsel akımlar
biçiminde gösteren şey de, birçok durumda, böylesi bir tepkidir. Şimdi soralım kendimize: Pek çok İstanbul kökenli de bugün artık o daha kıvrak ama acıklı müziği dinlemeye başlamadı mı?
Acılı kebaplar olmasaydı bugün
yaşamımızın önemli bir rengi yitirilmiş olmaz mıydı? Açık ve seçik olarak görmek gerek: Kültür öğeleri tek tek değil, bir bütünün
parçaları olarak gelip empoze edilen şeylerdir ve bir bir başlayan şey, paketin gerisini de getirir. Ne
var ki kentlerde çoğunluğa geçmeye başlayan bu kültür temelinde, burada felsefi düşünce diye belirlediğim
şeye yer olabileceği
bayağı kuşkuludur. Bu temel başka alanlarda oldukça yaratıcı olabilir, belki mistik düşüneeye de uygundur, iyi filmler yapar,
iyi edebiyat da üretebilir; ancak onun dünya görüşü felsefi düşüneeye ne kadar açıktır? Duayla yağmur çağıran,
dinsel bağnazlığı
hoşgörüye yeğleyen bir tutumu ne ölçüde dışlayabiliyor, böyle bir dünya görüşü? Kavgaya, kine ya da kişisel
polemiğe dönüşmeyen bir eleştirelliği, çok boyutla düşünselliği ve çeşitliliği ne ölçüde
barındırabiliyor, ne ölçüde istiyor? Bu kültür bağlamında doğup büyümüş bir insanın, felsefe yapmak, felsefeci olmak için, tıpkı eski İslam
düşünüderi gibi, bir
aşamada Batı değerlerinden oluşan bir paketi benimsemek, özümsemek gereği vardır. Geçmişte
olduğu gibi günümüzde de bu yollardan geçmiş yetenekli felsefecilerimiz vardır. Ancak bunun koşulu, felsefe için gereken kültür malzemesi sunusunun (arzının) canlı
kalması, yığınlar karşısında boğulup yok olmamasıdır. İşte bugün yaşam savaşı veren şeylerden biri de bu sunudur. Son olarak kısaca ele almak istediğim şey
olası bir eleştiri
çizgisi. Burada öne
sürdüklerime karşı şöyle denebilecektir: Senin çizdiğİn ayrıma göre, aslında su katıl-
mamış bir felsefe olan tasavvuf,
felsefenin dışında bırakılıyor. Oysa, tasavvuf türü
düşüncelerin, bırakalım Hıristiyanlık ve İslam dinleri içinde
yarattıkları akımları, bunlardan çok daha önce ortaya çıkan, örneğin Platon ve Pitagorasçılar üzerinde de derin izleri vardır. Ayrıca
tasavvuf
Anadolu'da IL yy'dan beri varolan bir gelenektir. Demek ki senin çizdiğin ayrım
baştan sakat olmalı. Korkarım,
bu usavurrnayı
onaylamayacağım. "Felsefe" ya da "feylesof' adını taşımak
belirlediğim anlamda felsefe ya da felsefeci olmayı güvenceye almadığı gibi, o anlamda bir felsefe
olmamak da herhangi bir düşünce dizgesi içinde değersizlik demek değildir. Bilim ile bütünleşip,
almaşık açıklama türlerinden temel noktalarda ayrılan üçüncü ve dar anlamdaki felsefi düşüncenin, ben bu ayrımı yapsam da yapmasam da, tasavvuf dediğimiz şeyi
içine almadığı kanısındayım. Böyle olmaktan dolayı tasavvufun derinlik ve değerinden bir şeyler
yitireceğineyse hiç inanamıyorum. Kanımca nasıl dinler, simya ya da başka kavrayış
biçimleri çeşitli aşamalarda bilim ve felsefeyle birlikte iç içe
yaşamışlarsa, tasavvufun da zaman içinde felsefeyle uzunca süren bir yol arkadaşlığı
olmuştur. Oysa yapıca felsefeden çok farklıdır ve Helen değil Uzakdoğu
kökenlidir. Orfik
dinler üzerinden Pitagorasçılığı oradan da Platon 'u etkilemiştir. Ne var ki, örneğin Platon 'un bu yönünü ortadan kaldırmak onun felsefesinin geri kalan bölümünün
göçmesine neden olmaz. Aynı zamanda derin bir mistik ve büyük yetenekli bir yazar olan
Platon'un beni ilgilendiren anlamdaki felsefeci yönüyle bu öbür yönleri eş
ölçüde değerli oldukları halde aynı yaratıcı kişinin farklı yetenek ve ürün
alanlarıdır. Örneğin, ruhun ölümsüzlüğü savını Platon felsefesinden ayırsak bile, bilginin bir anımsama olduğu
usçu öğretisini evrimsel-biyolojik bir temel üzerinde koruyabiliriz. Usçuluğu, diyelim ki genlerde depolanan
bilgi içeriği biçiminde kavrayabiliriz. Bütün bunlardan dolayı,
Türkiye'de felsefeyi
İslam felsefesi
temelinde yeniden yapılandırmayı amaçlayan akı-
mın karşısında kanımca şöyle bir dilemma var: Ya örneğin Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşt usulü bir yol tutacak ve dolayısıyla onlar gibi Helen kültürünün felsefesini yapacaklar ya da
Tasavvuf ve ona komşu gizemci yolları izleyecekler, öncekini yapmak varolanın temellerini değiştirmeyi ya da yeniden yapılanınayı gerektirmiyor. Tersine, Batı türü felsefeye sıkı sıkıya
sarılıp en kısa sürede o bağlamda gelişmeye çalışmayı zorunlu kılıyor. Sonrakini seçmekse, felsefeden başka bir şey yapmak, yani felsefe yapmamak
sonucunu içeriyor.
Bitirirken, burada vermeye çalıştığım ana mesajı
özetlemek istiyorum.
Türkiye'de felsefi düşünce yenidir, henüz emekleme dönemindedir ve gelenekleşmemiştir. Bunun bir düşünce
geleneği olarak yerleşmesinin
birçok zorunlu koşulu vardır.
Bunların ikisi
kentsel ortam ve uygun kültür temelidir. Başka koşulları
yerine getirmiş olsak bile bu ikisini de sağlamadan
amaçladığımız gelişimi elde edecek ycterliliği oluşturamayız. Büyük kentlerimizin aldığı kırsal
göç niceliği ve bu göçün kültür niteliği dolayısıyla bugün bu yerlerde oldukça
şiddetli bir değer çatışkısı
yaşanmaktadır. Bu aşamada bir yandan yozluğa dönüşüme, öte yandan da kentselliğin ve felsefeye uygun kültür
mirasının yenilgisine
işaret eden göstergeler vardır. Düşüncenin varlığı açısından zorunlu olan bu iki koşulu yitirmemek için elimizden geleni yapmak gereğindeyiz.
KÜLTÜR VE EVRENSELLİK
(/992)
Kültürle ilgili olarak gündeme gelen bir ayrım, yerellik ve evrenselliğe
ilişkindir. Bu kimi
kez kültür-uygarlık ya da hars-me- deniyet gibi terim çiftleriyle de dile getiriliyor. Yüzyılımızın
ortalarında etkili olan bütünseki ve göreceli felsefi bakışın esiniisinde- ki antropolojilere gönül veren kimileri bu ayrımı
onaylamıyor. Kültürün üzerine çıkartılan bir "uygarlık" düşüncesinin
çeşitli önyargılı değerlendirmelere gebe olacağını düşünüyorlar. Herhangi bir kültürün
uygarlık denilen şeyi üretip
üretemediğinin önyargıdan bağımsız olarak saptanamayacağını, bilim adamının bile, bir kültür çevresi
dışından konuşmak olanağına sahip olmadığını, dolayısıyla da her kültürü kendi içinden, kendi verileriyle değerlendirmek gerektiğini öne sürüyorlar.
Böyle bir bakış açısının
dayandığı olgusal gerekçelerden
şu ikisine hak
vermemek elde değil: Kültürlerin birçok etkinlik ve üretim alanları
vardır ve birinin hangi
alanda ne ölçüde yükseldiğinin bir başka külıürle karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi
güç ve karmaşıktır.
Kültürler organizmalara
benzeyen dizgelerdir ve böylesi dizgeler de kendi içlerinde
bütünseldir. Yani onlardaki her bir parça hemen tüm öbür
parçalarla tutarlıdır ve karşılıklı destek olma, dayanışma ilişkisi içindedir. Parçaların birindeki aksaklık öbür
birçok parçayı etkiler. İkinci olgu "etnosantrizm" denilen şey, yani her kültürün başka
kültürlerdeki farklı değerlere belli bir tepki ve yergi ile bakma eğilimidir. Bu, kültürlerin tutucu yönünü oluşturuyor. Kuşkusuz, kültürler zaman içinde çeşitli
dönüşümler geçirirler. Belli etkilerle değişir ve başkalarından
ödünç aldıkları birçok değeri benimserler. Ancak bu süreç
başlamadan, yani ilk karşı-
laşışta, farklı değerlere
gösterdikleri önyargı oldukça güçlüdür.
Bunları, bir kültürü bir başkası
açısından değerlendirmenin, ya da onun uygar olup olmadığı gibi bir yargıya
varrnanın yan tutmadan yapılmasının güç bir şey olduğunu
onayladığıını belirtmek için söylüyorum. Ancak yine de, bütün bunlar bir yana, evrensel kültür
değerlerinden söz edilebileceği kanısındayım. Belli bir kültürün belli bir alanında
yükselip, zenginleşip ineelen üstün üretimler, başka kültürlerin düzeyli bireylerince, kendilerininkinden çok farklı olsalar bile tanınıp
değerlendirilebilmektedir. Örneğin bir Avrupalı Güney Amerika kültür
ürünlerini, bir Japon
da Afrika sanatını üstün bir değer olarak tanıyabiliyor.
İşte bu evrensel değer taşıyan
yükselişleri "uygarlık" diye adlandıracağım.
Kültür-uygarlık veya yerellik-evrensellik ayrımını bundan öte bir gerekçe aramadan varsayıyorum.
Saptanması gereken
bir nokta, ayrımı varsaysak da, onu kesin ve katı bir şey olarak göremeyeceğimiz.
Ayrım var, ama çoğunlukla soyut bir anlamda; çünkü ayrımın
öğeleri hemen her
zaman içiçe örülü bulunuyorlar.
Uygarlığı oluşturan evrensel değerlerin
özellikle bilim, sanat
ve düşünce alanlarında belirdiğini söylüyoruz. Ne var ki örneğin bilimi, düşünceyi ve edebiyatı yerel araçlar olan dillerle yapıyoruz. Müziğin türü ve icra edildiği sazlar yerel kökenli oluyor. Yontu, resim ve süsleme de yerel biçem nitelikleri gösteriyor. Evrensellik hep yerel kültür
ortamları içinde yeşertilip yaratılıyor ve bu ortamların bir yapısal izini taşımayı
sürdürüyor. Bundan dolayı evrensel değerleri
bütünüyle soyut
olarak aktarıp benimsernek olanağı yok. Bu da demek ki o evrensel değerlerin
içinde filizlendiği yerel kültür yapısına belli bir uygunluğunuz yoksa o değerleri be- nimseyemiyorsunuz. Öte yandan benimsediğiniz
yabancı değerlerle birlikte onlara köken olan yerellikten de bir takım şeyler
alıyorsunuz. Bu konuya döneceğim.
Önce, evrensel kültür verilerini tanıyıp
değerlerini verebil-
rnek, bunları algılayıp onlardan bir şeyler kazanabilmek için gereken donamma değinmek istiyorum. Böylesi
değerleri algılayabilecek bireyin kavrayışça belli bir incelik düzeyine ulaşmış olması gereklidir. Uygarlık ürünlerini
gördüğü halde tanımamak, farkede- memek çok sık
karşılaşılan bir durumdur. İnsan bir şeyi algılayabildiği, izieyebildiği
ölçüde değerlendirebilir. Oysa görmek veya duymak algılamayı garanti etmez. Algılayabilmekse öğrenmeyi, donanımı gerekli kılar. Tek başına yeterli olmasa da, eğitimle bunu da elde etmeye çalışırız.
Örneğin bir
galeri veya müzedeki değerleri hiç algılayamamak, ya da Floransa gibi bir kente gidip oradan yalnızca dükkan
vitrinierini ve
insan kalabalığını anımsayarak dönmek mümkündür.
Bu tür donanım kendini beğeni
düzeyinde belli
eder. Örneğin soyut bir resmi "Ne demek oluyor şimdi bu?" diye saçma bulan, izlenimci bir yapıtı gerçeğe pek benzetemediği
için "sevmeyen", klasik müziği gürültü ya da iniltiye benzeten beğeni düzeyleri söz konusudur. İlginçtir, kimi durumlarda aynı tür
müzikte (diyelim pop müzikte) bile, türün çok daha yetkin örneklerine ilgisiz kalıp, daha yalın ve nitelikçe düşük
örneklerini yeğleyenler olur. Bunların sonucu olarak, bırakınız başka kültürlerdekileri, kendi toplumunun kültürü içinde
üretilmiş olsalar
bile, uygarlık ürünlerini algılamamak, tanımamak ve dolayısıyla değerini verememek söz konusu olabilir. Böylesi durumlarda başka
kültürlerin verilerine yönelik önyargı ve yergi eğilimi kendi kültürünün yüksek
uygarlık verilerine
de yönelebilir. Tarihte de, aniaşılamayan incelikler çoğu kez ilgisizlikle karşıianmış veya dışlanmıştır. Mahkum edilen düşünür, bilim adamı ve yokluk içinde ölen
sanatçılara birçok örnek gösterilebilir.
21. Yüzyıl'a yaklaştığımız şu aşamada, devletimizin resmi amaçlarından biri olan "çağdaş
uygarlık düzeyi" denilen o şeye ulaşmak yönünde hala alınacak oldukça uzun bir yol bulunuyor.
Büyük çoğunluğumuz Türkiye'nin çağdaş
dünya sanat, bilim ve düşünce
gelişimi içindeki yerinin büyümesini, önem kazanmasını istiyoruz. İstiyoruz ama, uluslararası sanat etkinliklerine, bilimsel yayın, buluş ve yeniliklere yaptığımız
özgün katkı, nüfusumuza oranla çok küçük, kimi alanlardaysa (örneğin düşüncede) henüz yok denecek kadar düşük kalıyor. Bu nedenle kültür
politikalarımızın en etkili ve verimli biçimlerde üretilmeleri gerekmektedir. Kültür ekonominin kendiliğinden bir uzantısı
değildir ve ayrıca ciddi yatırımlar gerektirir. Devletimizin bu
alana, eldeki olanaklar çerçevesinde bile, gereken önceliği
verdiğini söyleyebilir miyiz? Plastik sanatlar bugün artık kendi piyasalarını
oluşturmaya başlamıştır. Giderek daha çok sayıdaki sanatçımız, yaşamını yapıtlarını satarak kazanmaya olanak
bulabilmektedir. Burada devletin işe karışmasına gerek yoktur. Bu gelişimin
yaygınlaşmasını, örneğin edebiyatı da kapsamasını dileyelim. Ne var ki durum kimi başka sanat dalları, düşün
ve bilim alanlarında bundan çok farklıdır.
İşin doğası gereği, bu alanlarda üretilen değerin yukarıdakine benzer bir piyasası yoktur. Özellikle düşün
ve temel bilim alanlarında
çalışanlar için, bir iki kamu kurumu dışındaki tek olanak, araştırmayı bir "yan etkinlik" olarak yapmaktadır.
Üniversitelerin bir işlevi de eğitimin yanısıra işte bu araştırma ortamı ve olanağını
sağlamaktır. Dolayısıyla bu kurumların devletçe yapılacak büyük parasal desteğe gereksinimleri vardır.
Devlet politikalarını uygulayanlar, yapılması gerekli yatırımlar
bağlamında, çağdaş uygarlığa ulaştıracak kültür etkinliğini yöresel ve yerel olan kültürden açıklıkla
ayırt edip bunları uygun bir denge içinde tutabiiiyorlar mı? En büyük ağırlığı gerektiren bilim ve sanat yarışındaki
çabamıza devletin verdiği destek yeterli midir? Tarihte başardıklarımız
da, yerel kültür
özelliklerimiz de, tabii ki hem değerli hem de önemlidir. Oysa, çağdaş
uygarlığa yalnızca bunlarla katılamayız. Daha önemli olarak, çağdaş evrenselli-
ği özgün biçimde yeniden üretmek
gereğindeyiz. Devlet, Türklerin kültür başarılarını dünyaya tanıtma girişimi
içinde. Bu elbet olumlu bir şey; ancak bir Türkün bugün
örneğin bir Nobel
ödülü kazanmasının, Kanuni sergisinin yüz dünya kentini dolaşmasından da, Yunus ile Mevlana'yı
tanıtmaktan da çok daha etkili olacağı unutulmamalıdır.
Oysa Türkiye'de bilim araç ve gereçleri, laboratu- varlar, bilimsel yayınların
bulundurulduğu kütüphaneler çok yetersizdir. Üniversitelerde aşırı artırılmış olan öğrenci
sayıları öğretim üyelerinin araştırmaya ayırdıkiarı zamanı daha da kısıtlamıştır. Devletin yurt dışındaki bir konferansa bildiri sunmaya giden
bilim adamına yaptığı mali destek, bırakınız yol ve otel masraflarını,
sınır kapısında kesilen konut fonunun yarısını bile karşılayabilecek
durumda değildir. Öte yandan aynı devlet, güzellik
yarışmalarına veya Türk futbol takımlarının yurt dışındaki maçiarına gidenlerden konut fonu
almayabilmektedir. Bunlar yalnızca küçük birkaç örnek; ancak kanımca
kültürde evrenselliğin bizde hem bireyler düzeyinde hem de devlet düzeyinde yeterince iyi anlaşılamayıp
uygun bir beğeni düzeyine
ulaşılamadığını gösteren şeyler.
Çağdaş uygarlık düzeyini oluşturan evrensel değerler dizgesi dünyada şimdiye kadar yaratılmış tüm evrensel değerleri kapsamıyor.
Bir kez "çağdaş"
olması dolayısıyla bir anlamda tarihsel birikimi dışta bırakıyor. Daha önemlisi, bu evrensellik belli bir gelenekle sınırlı. Batı uygarlığının yarattığı evrensellik, bu. Rönesans'tan beri en parlak ve etkili uygarlığı
oluşturan Batı yüksek kültür ürünü, bugün çağdaş uygarlık ile özdeştir.
Üstelik tek yanlı olsa da, kendi tarih boyutunu
yeniden gündeme getirerek. "Çağdaş" uygarlığı Batı'nın yalnızca bugünkü ürünü
olarak değil, onun tüm tarihsel birikimiyle birlikte
anlamak gereğindeyiz. Bu açıdan örneğin Francis Bacon'un resmi ya da
Henry Moore'un yontusu ile birlikte, onların tarihsel arka planının bir bölümünü
oluşturan örneğin Giotto ve Bramente'nin yapıtları da sözkonusu aynı
bütü-
nün parçalarıdır. Amaçladığımız
çağdaş uygarlık işte bunların tümünü içeriyor.
Amaçlamak bir şey, gerçekten
özümseyip onu
yeniden üretebilmek, yani ona özgün katkıda bulunabilmek, başka bir şey. Örneğin
İnka 'ların yarattığı ve yerelliği aşan güzelliklerin evrensel değerini kavrayabilir, onları seyretmekten büyük haz duyabiliriz; hatta İstersek kopyalayabiliriz de. Onları özgün olarak yeniden üretmeye gelince, bu pek bizlerin harcı
olmayacaktır. Bu evrenselliği içinde yeşerten o kültüre çok
uzağız ve kökenieri de bize çok yabancı. Peki ya Batı kültürü? Biz onun ne ölçüde
parçasıyız? Bizim ırksal
kökenierimiz Orta Asya, kültür odağımız da din dolayısıyla bütünleştiğimiz İslam
değil mi? Yoksa "çağdaş
kültürü" hayranlıkla izlemek, üstüne üstlük onu kopyalamak ötesinde özümseyip yeniden üretmek bizim için bir düş mü? Jacques Delors Avrupa Topluluğu'nu belirleyen temel ilkelerin
"Roma hukuku, Hıristiyanlık ve Yunan kültürü" olduğunu ileri sürüyor. Biz belki bu hukuku bir anlamda benimsemişiz ve uyguluyoruz, ancak dinimiz farklı ve Yunanlılarla
sürtüşme içindeyiz. Çağdaş uygarlığı amaçlarken acaba kendimize yanlış ve izlenmesi neredeyse olanaksız yollar mı seçmişiz? Belki de İslamcılar
baştan beri haklıydılar ve Türkiye'nin yeri ile geleceğine
ilişkin doğru teşhisi onlar koymuş bulunuyorlardı.
Ben bu kanıda değilim; ancak gerekçelerimi vermeye başlamadan önce Delors'un Grek kültürüne
ilişkin söylediği şeylerin doğru olduğuna değinmek isterim. Dilegetirdiği,
Batı bilim-sanat- düşünce
bütünselliğinin ortak bir kültür mirası olup, tek bir temel üzerinde
yükseldiği; bu
temelin tarihsel kökenindeyse Eski Yu- nan'nın bulunduğu... Eski Yunan'ın bilim ve sanatta ortaya koyduğu büyük
başarılar ve bunların
üzerine dayandırdığı kendine özgü yaklaşım biçimi ve yöntemi olmasaydı, bugünün dünyası
şimdi olduğunun çok gerilerinde olurdu. Bunun için Avrupa uygarlığının
evrelerinin nasıl örüldüğüne bakmak yeter. Aydınlanma evresi olmadan bugünün dünyası düşünülemeyeceği gibi, 17. Yüzyıl'ın bilim ve felsefe atılımı olmadan da aydınlanma
düşünülemez. Ancak bunların tarihsel anlamdaki zorunlu koşulu da Rönesans'tır.
Rönesans ise doğrudan Eski Yunan'dan feyiz ve esin alır; kendi özgürlüğünü onun üzerinde
yaratır.
Burada sözünü ettiğim şey yalnızca "bu böyle
olmuştur" gibi bir sav değil; "Bugünün verileri böyleyken, geçmiş uygarlık birikimi başka türlü olamazdı" diyorum. Tarihsel olarak zorunlu koşullardan
sözediyorum. Eski Yunan uygarlığı, ya da ona yeterince benzer bir şey, gerçekte olmuş olduğu yerde değil de örneğin İbe- rik yarımadasında
filizlenmiş olsaydı, günümüz yine bugüne benzerdi. Ne var ki, böyle bir uygarlık
yaratılmamış olsa ve Antik Çağ'da Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları ertesinde Yunan uygarlığı
atlanıp örneğin doğrudan Roma'nın egemenlik dönemine geçilmiş olsaydı, bugün
bugüne hiç benzemez,
şimdikinden pek gerilerde olurdu. Söylediğimi tarihsel materyalizm, ya da geçmişin
geleceği belirlediği gibi bir savla kanştınnamalı. Mantıksal olarak, o savlar benimkinin tersi
yönündeki bir içenneye dayanıyorlar. Zo- runluktan söz ettiğimde öne sürdüğüm,
geçmişteki veriler öyleyken bugünün veya geleceğin başka
türlü olmayacağı değil. Söylediğim, bugünün verilerinin farklı bir geçmiş kaynakla temellenmiş
olamayacağı; günümüz Batı dünyası gibi bir dünyanın Eski Yunan kültürü ya da onun başarılarını
yaratmış olan
benzer bir kültür olmadan varolmuş olamayacağı... Geçmiş yine aynı geçmiş olarak bugün
günümüzdekinden farklı olabilirdi, ancak bugün böyleyken geçmişteki etkileyici aşamalar olmuş
olduklarından pek farklı olamazlardı.
Çağımızın Batı bilim, sanat ve düşüncesinin kurum ve biçimlerine
baktığımızda kökende hep aynı kurucu ilkeyi buluyoruz. Üniversitelerde eğitilen, yayın
yaşamında basılıp okunan, tiyatro-
larda oynanan, sergitere çıkarılan
şeyler, o Grek kültürü diye anılan kökenin bugünkü aşamada
ürettikleridir. Çağdaş uygarlığı benimsemek derken sözkonusu olan, Batı ve dolayısıyla Yunan kültürüdür;
kökendeki yapısal mantığı bırakıp, ondan soyutlanmış olarak bugünün dilimini alıp benimseyemezsiniz. Kültür ve uygarlık
yapıları birer bütünsel dizge: Onları kendine malederken, içindeki tek tek öğeler için paketin neredeyse tümünü almak gereği var. Öte yandansa farklı bir kültürü kendine mal etmek, elbise, giyermiş gibi gerçekleştirebilecek
kolay bir şey de değil. Eğer bu kültürü temelde zaten uyumlu değilseniz,
bırakınız onu aniayıp benimsemeyi, kendi kültür yapınız onu dışlayacak, ona karşı direnecektir. Biz Türkler olarak, Batıyla
bütünleşelim derken onu temellendiren Yunan kültürü karşısında, bize yabancı bir şeyi benimsemeye çabalamak gibi bir çıkmazia karşı
karşıya kalmıyor muyuz?
Kimileri bu noktada kendilerine göre büyük bir duyarlılık
göstererek, "milli
kültürümüzün" bir yana atılıp bize hasım konumuna gelmiş bir ülkenin kültürünü benimseme fikrine nefretle bakıyorlar.
Eğer koşul buysa, böyle bir onursuzluk yerine "muasır medeniyet" denilen o tek dişi kalmış
canavarın da,
Avrupa Toplu- luğu'nun da dışında kalırız, olur biter, diye düşünüyorlar. Ben bunun yanılgılar ve abartılar
üzerine kurulduğu inancındayım. Bana kalırsa böyle bir usavurma kimi kavramsal karışıklıklar ile bir tür şovenizmin
bileşkesinden kaynaklanıyor. Kültürlerin bağdaşahilir- lik ve benzerlik konularını
uluslararası siyasal tutumlar ve ülke kamuoylarının yönelimlerinden
ayırt etmek gerek.
Buna ilişkin olarak vurgulamak istediğim iki nokta var: önce, yukarıda da değindiğim gibi, "milli kültürümüzün"
şu aşamada büyük bölümüyle yerel olduğunu saptamak istiyorum ve vurgulayarak söylüyorum, kanımca, onun evrenselliğe
ulaştığı yönleri Grek kültürüyle çelişen değerler taşımıyor. Kaldı ki, evrensel düzeyde Grek kültürünü çağlar önce benimsemiş olan örneğin Cermen kökenli
halkların da ye-
re! düzeyde kendi milli kültürleri,
özgün folklorik farklılıkları
vardır ve bunlar
o aynı genel çerçeve içinde kendilerine özgü yönlerini sürdürebilmişlerdir. Bir başka deyişle
"çağdaş uygarlığı" benimsemek, yerel düzeyde milli kültürümüzü yitirmek pahasına gerçekleşecek
bir şey değildir.
Değişimler ve
etkilenimler olacaktır ama bunlar zaten kaçınılmazdır; kültürler durağan olgular değildirler.
İkinci olarak da kimi kez gözden
kaçırılan önemli bir noktayı gündeme getireceğim: Grek kültürünün
yapısı ve öğeleri bizim milli kültürümüz
içinde zaten oldukça belirgin bir biçimde yer almaktadır.
Yalnızca Cumhuriyet
dönemiyle birlikte kapısını araladığımız Batı bilim, sanat ve düşüncesinin bizde bugüne değin
oluşturduğu birikim dolayısıyla değil, Anadolu'da yüzyıllarca Helen- lerle birlikte yaşamış olmaktan, Osmanlı
İmparatorluğu olarak kendini Bizans'ın varisi saymaktan dolayı da bu böyle. 1920'1erin başında
gerçekleşen göç olayına değin Anadolu'nun birçok bölgesi 26-27 yüzyıl boyunca sürekli olarak Helen yerleşimlerine mekan olmuştur. Bu halk son 4-5 yüzyılda dilsel olarak azınlığa düşmüş
olmasına karşın 12. yüzyıldan beri Anadolu'da siyasal egemenlik kuran Türkleri önemli
ölçüde "Helenize"
etmiştir. Özellikle Fatih 'ten sonra, Türkler Yunanlılar'a kendi değerlerinden
aşıladıkları gibi, din ve dil dışında (ki buna ırksal karışma da giriyor) oldukça yüklü bir Helen mirasını da benliklerine maledip sindirmişlerdir.
Mimarlık, müzik, süsleme sanatları, yerel dans, yemek ve benzeri "folklorik"
alanlarda, tıpkı tersi yöndeki etkileşim gibi, Türk kültürü üzerindeki belirgin yunan etkisine kör kalmak da batıllık olur. Kısacası, adını
nasıl koyarsak koyalım, hem evrensel hem de yerel
anlamdaki Grek kültürüyle bugün içiçeyiz. Bu kültür bizim için ne aşılmaz derecede yabancıdır ne de korkulacak bir şeydir.
Peki ya Hıristiyanlık? Çağdaş uygarlık denilen şeyin kökeninde o da yatmıyor mu? Dininden soyutlanmış bir Batı kültürünü
nasıl anlar, nasıl benimseyebilir, nasıl yeniden üretiriz? Onaylamak
gerek ki, tam olarak anlayamayız. Evrenselin değerini vermek doğrultusunda ne ölçüde eğitimli
olursak olalım, örneğin
bir Chartres
katedralinde ya da Michelangelo'un Pieta'sındaki estetik değerin önemli bir parçasını
oluşturan içeriği, bu yapıtiara ivme veren ve onlara sinmiş olan duygu yönünü, o dinin dışından tam olarak kavrayamayız. Bu, Batı kültürünün
dinden soyutlanmış bölümünü
benimseyemeyeceğimiz ve yeniden üretemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Böyle bir şeyin
gerçekleşebilir olması, belli bir dinin kültürdeki özsel nitelikler arasında yer almadığını, birbirle- riyle içiçe örülseler
bile dinin kültür
bütününden kısmen soyutlanabilir bir şey olduğunu gösteriyor olabilir. Bunu tartışmak
istemiyorum. Yalnızca,
kültür paketinin farklı bir din temelinden olsa da benimsenebildiğini
ve yeniden üretilebildiğini
vurgulamayı amaçlıyorum. Batı uygarlığının Hıristiyanlığı kabul edişi,
yüzyıllar boyunca pagan bir din ortamında serpilip geliştikten sonra gerçekleşmiştir.
Yine de, kültür paketinin farklı bir din temelinden benimse- nişinin tarihteki en çarpıcı ve parlak kanıtı Ortaçağ
İslam bilim ve
felsefesidir.
İslam uygarlığı Helenistİk dönemde Orta Doğu bölgesine
bırakılan Grek kültür
damgasını büyük yoğunlukla kullanmış, yükseliş döneminde bu kültür yapısını
birçok açıdan kendine temel kılmıştır. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşt gibi büyük İslam
düşünürlerinin paylaştıkları kültür yapısı ve bunun temeli, yerel nitelikler ötesine geçen
bölümü söz konusu olduğunda, Grek uygarlığının ta kendisidir. Tıpkı Batı düşüncesinde olduğu gibi, bu filozoflar arasında da tartışılan ve başvurulan felsefi yetke (otorite) odakları Platon ve Aristoteles 'ti. İslam düşün ür ve bilim adamları hem sorunların seçiminde, hem de yöntemde, Eski Yunan geleneğini aynen sürdürmüş- Ierdir. Bence felsefe ve bilimin sınırları
dışında kalan,
ancak onlar gibi bir düşünsel etkinlik olan Tasavvuf da, İslam'da Platon ve Ye- ni-Platoncu etkiler
üzerinde benimsenmiş bir dünya görüşüdür.
Kültür ve evrensellik bağlamında ele alacağım son konu, dil ve bunun bilimsel varlığımızla
ilişkisi olacak.
Diller kültürlerin kimliği gibidir; onları ayırt eder ve kendi içinde
bütünleştirirler. Diller aynı zamanda kültürleri belirleyen düşünme ve kavram yapılarının aynaları, toplumların yaratıcı etkinliklerinin başlıca araç-
larındandır. Toplumsal yaşam ve dolayısıyla üretim için zorunlu olan iletişim de, edebiyat ve bilim de, dille yapılır. Bilim dille yapılmak
zorundadır, çünkü bilginin tek ifade yolu dildir. Öte yandan dil yerel bir olgu, bilimse
evrenseldir. Latince ya da İngilizce gibi, yerellikleri etki dolayısıyla
yayılmış doğal dillerin durumunu bilimin ve matematik gibi yapay dillerin
evrenselliğinden ayırt etmeliyiz. Bilim yaparken doğaca evrensel olanı yerel bir araçla üretiyoruz.
Yukarıda Türkiye'nin şu aşamada bilimsel araştırma
alanında oldukça geri olduğunu belirttim. Dünya bilimsel yayın birikimine yaptığmız katkı, bizden nüfusça küçük, hatta siyasal ve ekonomik açıdan daha az gelişmiş birçok
ülkenin bu
alandaki başarılarını arkadan izliyor. Bunun başlıca
göstergesi, yayma
kabul için bağımsız hakem kullanan uluslararası bilimsel dergi ve kitap yayınlarında
Türkiye kaynaklı yapıtların yer alış oranının düşüklüğüdür. Uluslararası araştırma
etkinliğine matematik
kullanan doğa bilimlerinde yaptığımız katkı, toplum ve beşeri bilimlerdekinden daha büyük. Sonraki dallarda da Türkiye'yi konu alan araştırmalarımı-
Zin oranı evrensel konuları
işleyen çalışmalarımızdan kat kat fazla.
Bilime dünya çapında katkı yapabilmenin bir zorunlu koşulu, ilgili alanlardaki klasik ve güncel
yayınları gereğince izlemektir. Katkıyı bunsuz gerçekleştirme olanağı yoktur. Bilimsel araştırmaya oldukça geç başlamış olan toplumumuz için bu açıdan önemli bir engel var: Bırakınız
güncel yayınları, bilimin klasik yapıtları bile henüz eksiksiz olarak Türkçeleştirilebilmiş
değil. Öyle görünüyor ki, biz bugünün Türkleri için bilime uluslararası düzey-
de katkı yapabilmek, yaygın bir batı dilini belli bir yetkinlikle kullanabilir olmaya bağlı. Gerekli yetkinlik düzeyiyse bilim dalına göre
değişebiliyor. Örneğin bir bilim dalı ne ölçüde matematik kullanıyorsa, doğal dile o ölçüde az yük bırakıyor ve o dalı yabancı dilde izlemek ve ifade etmek de o
ölçüde daha kolay oluyor. Buna karşılık bir bilim dalı ne ölçüde kuramsalsa, uygulamalı dallara göre daha gelişkin bir kavramsal dilegetiriş becerisi gerektiriyor. Demek ki uygulama yönü daha az olup matematiği daha sınırlı olarak kullanan bilim dallarında,
özellikle de
felsefi düşüncede uluslararası katkı yapmak, yabancı dili çok daha yetkin bir biçimde kullanmayı
gerektiriyor. Bu
düzeyi elde etmenin yolu nedir?
Doğal olarak ilk koşul,
üzerinden evrensel
bilime açılınacak yabancı dili, orta öğrenim içinde, ya da üniversite dil hazırlık sınıf-
Iarında, bu dille
bilimsel konuları hiç olmazsa giriş düzeyinde izleyebilecek biçimde öğrenmektir. Oysa genelde, bu koşul sözünü ettiğimiz
amaç için yeterli olamayacaktır.
Düzeyli bir yabancı dil eğitimiyle bilim eğitiminin bir arada sağlanmaları bile, özellikle sembolik dil kullanmayan
alanlarda, amaca ulaştıramaz. Ayrıcalıklar elbet vardır ve olacaktır; ancak bu, saptamanın geneldeki geçerliliğini
değiştirmiyor. Kanımca amaç yönünde yeterliliğe yaktaş- manın yolu, öğrenilen
yabancı dil ve
bilim dalını içiçe örmek, bilimi o yabancı dille öğrenmek, yani o kişi için bir bilim dili konumuna getirmektir. Bilimi akıcı olarak o dilde düşünüp yazabiirnek gerekir, çünkü onu akılda sürekli
çeviri yaparak
izlemekle etkili bir sonuç alınamaz. Kısacası, evrensel bilimin birçok
dalındaki araştırma ve ilerlemeye katılabilmek için, en azından kimi yüksek öğrenim kurumlarımızda, yabancı dilde eğitim yapmak gereğindeyiz.
Böylesi bir eğitim, derslerini yabancı dilde yeterli bir içerik zenginliğiyle
sunabilen,
nitelikli bir öğretim kadrosu ve her yıl bilimden o dilde en az birkaç bin sayfa okuyan, dönem ödevleri yazan, tartışan bir öğrenci kitlesi gerektirir. Bu yolla daha
çok araştırmacı
yetiştirip, uluslararası katkımızı
artırır, belli
dallarda Türk bilimi olarak yetkinlik ve giderek önderlik kazanıp gelenekler oluşturursak, o alanlarda bilim yapan yabancıları da Türkçe kullanmak gereğiyle
karşı karşıya bırakırız. Ne var ki o günler gelene değin, birçok dalda ana dilimizin ötesine aşmadan
özgünlük yaratmamız, aktarmacılığı, yalıtılmışlığı ve bilimsel geri kalmışlığı yenmemiz çok güçtür.
Ya Türkçemiz? Türkçeyi bilime araç olarak kullanmazsak, bilimi Türkçe yapmazsak, ana dilimiz nasıl
zenginleşir; bir bilim dili olmanın temelini ve kavramsal yapısını nasıl
kazanır? Ülkedeki bütün yüksek
öğrenim ve
bilimin yabancı dille yapılmasını öneriyorum. Ayrıca böyle bir eğitimin gerektirdiği yabancı dil bilgi düzeyi kolayca elde edilen bir şey değildir.
Unutmamalı ki, eğitim dilindeki yetersizlik eğitilen biliminde niteliğini
düşürür. Toplumlar iş bölümüyle
yaşarlar. Yabancı dilde öğrenime ilişkin doğru yol. kurumlar arasında bir iş bölümü
oluşturmaktır. Bilimi Türkçe öğreten üniversitelere, bilimi Türkçe yapan, yayan, Türkçeye aktaran ve geliştiren bilim adamlarına gereksinim olduğu gibi, bilimi yabancı dilde yapan, daha az sayıdaki kurumlara da gereksinim vardır.
Kısacası, şu an Türkiye'de zaten var olan durum iyileştirilerek korunmalıdır. Bunun haksız bir seçkincilik
içerdiğini öne süren bir halkçılığı bu noktada sınırlamak gerekir, çünkü ortalamayı amaçlamak çoğu kez ondan üstün olan niteliklerden vazgeçmeyi
gerektirmiştir. Ayrıca hiç kimse, eğitim ve bilimi Türkçe yapanların da yüksek değerli bilimsel çalışmalar
üretemeyeceklerini öne süremez. Şu aşamada dünyaya önderlik edemeyen bilimimiz, anlamsız gurur kaygılarını da bir yana bırakarak,
çıraklık dönemini gerektiği gibi yaşadıktan sonra zaman yitirmeden ustalığa adım atmak gereğindedir. Gerekiyorsa, bir bölümümüz bilimi belli bir dönem boyunca başkalarının dilinde yapmayı
sürdürmeli, onu bu ortamda geliştirmelidir: Çıraklığı kendine yediremeyen, bundan yan
çizmeye çalışan, günün birinde usta da olamaz.
Kimi zaman, eğitimin yabancı dilde yapmış kimselerin ana dillerini bozuk
bir biçimde kullandıkları öne sürülüyor. Bunu öne sürenin,
eğitimini Türkçe yapan herkesin düzgün bir Türkçe kullanıp kullanmadığı üzerine
de düşünmesi gerekir. Bilim eğitiminin hangi dilde yapıldığı konusu, dilini özenle kullanmak ve bu konuda duyarlı olmakla karıştırılmamalıdır.
Gerekli özeni
göstermeyen kişi, bilimi hangi dille yaparsa yapsın, Türkçe'yi bozuk kullanacak, duyarlı davranıp dikkat ederse doğru yazıp
konuşacaktır.
Yabancı dille çalışan bilim insanları
Türkçe yayınlar da yapmalı, ülke bilimine "içeriden de" katkıda
bulunmalıdırlar. Bu katkı çağdaş gelişmeleri Türkçe'ye kazandırmak açısından
büyük bir değer taşır. Ne var ki, özellikle bu insanların
Türkçe yayınlarını salt olarak dil açısından yermeyi alışkanlık edinmiş bir kesim vardır. Haklı
olduğu yerde bile, bu tür eleştirinin
dengeli ve yapıcı olması gerekir. Çünkü hedef aldığı şey edebiyat değil bir bilim etkinliğidir. Yerdiği yazının bilimsel içeriğini
gözardı eden salt
dilsel eleştiri uzun dönemde kendi yazarını güç durumda bırakınakla kalmaz, ülke bilimine ana dilinde de katkıda bulunabilecek kimseleri sindirip ürkütrnek gibi zararlar verir.
Bir başka eleştiri, yabancı dilde bilim yapıp
düşünmenin o dilin kültür
bağlamına, onun içerik kalıplarına
bağlanmayı, içerdiğini, dolayısıyla bu yapıyı Türkçe'ye sonradan aktarmanın yoz bir şey olduğunu
öne sürüyor. Türkçe'nin düşünsel ve kavramsal yapısına uygun bir bilim ve düşünceninse, ancak Türkçe içinde
özgün olarak üretilip
yapılandırılabileceğini savunuyor. Kanımca bu yaklaşım biçimi, doğruyu ve yaniışı doğal dile bağımlı kılarak
bilimin evrensel
niteliğine kör kalıyor. Bu tutum, bilimin önermekrini kurama bağlı gören bütünsekiliğin de oldukça
ötelerine aşan bir "kültür göreciliği". Bilimi ve düşünceyi
Batı'dan ithal ettiğimiz ve henüz bunun üzerine büyük
özgün yenilikler kurmayı
başaramadı-
ğımız doğrudur. Ancak, bu yazıda
göstermeye çalıştığım gibi, böyle bir "ithalatın" yoz olduğu savı dayanaksızdır. Batı
uygarlık ve
bilimini benimserneyi seçen Türkiye, evrenseli sindirmeye çalışarak kendi yerel kültürüne
aykırı düşen bir şey yapmış değildir. Sözkonusu eleştiri, Batı'da geliştirilen
bilim ve düşünceyi aktarmaya başlayışımızdan önceki beş altı
yüzyıllık dönemde bu tür etkinliğin nasıl dışında kaldığımızı gözardı ediyor; varlığı
tartışmalı olan bir
bilim ve düşünce temeli üzerine özgünlük yapılandırabile- ceğini düşlüyor.
"Dilimizden mi ödün vermeliyiz, yoksa bilimden
mi?" gibi bir seçim gerekmemeli. Bu alanda yapıcı
uzlaşımların her noktada bulunabileceğine inanıyorum. Yine de, önemli bir gerçeği gözardı
etmemeliyiz:
Uzun dönemde kültürler yaratmayı başardıkları özgün evrensellik ölçüsünde
kalıcı olabilmektedirler.
Önümüzdeki zamanlarda, bilirnde söz sahibi olmaksızın
kültürde bağımsızlığını korumak giderek olanaksızlaşacaktır. Çünkü iletişim olanaklarının
hızla yoğunlaştığı dünyamızda yerelliğin kendi özdeşliğini dış etkiler karşısında uzun süre korumak şansı artık daha azdır. Evrensel yaratıcılıklarıyla
parlayan kültürler
öbürlerini etkileyip
değiştirmektedirler. Ekonomi ya da askeri güce dayanan kültür etkisiyle gelip geçicidir.
Örneğin daha ilkçağda bile, Roma elindeki Eski Yunan, o
büyük imparatorluğun kültür yaşamına egemen olabilmiştir. Dilimizi de kapsamak üzere yerel değerlerimizden
özveride bulunmak gereğinde
değiliz; ancak onları en iyi biçimde
koruyabileceğimiz yolu da doğru saptamak zorundayız. Bu yol var gücüyle yerelliğe sarılmaktan değil, evrensellikte gösterilecek
başarıdan geçecektir.
YAYGIN FELSEFE EGiTiMİNİN ÖNEMİ
( 1982)
Toplumumuzda felsefe eğitiminin
önemini kavrayanların pek de geniş bir kitle oluşturdukları söylenemez. Bu eğitimi haket- tiği ciddiyetic değerlendirmeyenierin
tutumları, genellikle
onu ya önemsenıemek ya da erte/emek biçiminde belirir. Felsefe eğitimini
önemseyen birçoklarının kanısı, kalkınma çabasında olan bir ülkenin asıl gereksiniminin fen bilimleri dallarında
yetişen, uygulamaya dönük formasyonlu kişiler olduğu ve bu adeta yere basmayan
soyutluktaki disiplinin, örneğin mühendis olacak bir kişiye katkısının
"kuşkulu" oluşu bir yana, bir zaman kaybı oluşturacağı yönündedir. Bu tür kanıların
oluşmasının nedenlerini
toplumumuzun felsefeye olan geleneksel ilgisizliğinden, son zamanların
kültür boşluğuna, geri kalmışlıktan bilgisizliğe dek çeşitli etmenlerde arayabiliriz. Oysa kanımızca bütün
bunlar, yine
felsefe eğitiminin önemi ve gerekliliğini vurgulamaktadır.
Amacımız felsefe eğitimine neden gerekli ağırlığın
verilmediğini araştırmak değil, bu ağırlığın neden verilmesi gerektiğini
açıklamaya çalışmak olacaktır.
Felsefe eğitimini ertelernek tutumu da, kimi kez,
bu eğitimi önemsememek tutumunun kökenierinden kaynaklanır. Kimi kez felsefeyi, ona duyulan
bir saygı perdesi arkasında yine soyutluk ve güçlüğünü bahane ederek, kişilerin
'asıl' eğitimlerini tamamladıktan sonra, isterlerse ilgilenebilecekleri bir alan olarak
değerlendirir. Bu tutumun da ilki ölçüsünde yanılgılı ve ulusal kültüre zararlı
olduğu vurgulanmalıdır. Felsefe yapmanın bir zihin açıklığı, çok boyutlu kavrayış ve mantıksal sağlamlık olmak yerine, ussal dengenin bozulmasından bir önceki aşama olarak görülebildiği ve Ro- din'in Düşünen Adam yontusunun (asıl adı "le penseur" yani "dü-
şünür"dür) akıl hastanesinin kapısına
konduğu bir ülkede yaşıyoruz. Felsefenin gerçekte ne olduğunun
tanıtılmasının ve özünün (akıl karıştırmak bir yana) düşünceyi düzenlemek olduğu gerçeğinin öğretilmesinin başlıca yolu yine felsefe eğitimi
olduğuna göre, bu eğitimin daha yaygınlaştırılması ve iyi bir düzey kazanması, özellikle ülkemiz
için önemli bir
gereksinimdir. Bu açıdan bakıldığında, Türk Milli Eğitiminin lise programlarında felsefe dersinin bulunmasını çok
ileri ve uzak görüşlü bir uygulama olarak değerlendirmek gerekir. Ancak uygulamanın daha yaygın ve etkili bir biçime
dönüştürülmesinin belirgin yararları olacağı kanısındayız.
Öğrencisinin niteliği açısından iki tür felsefe eğitiminden söz
edebiliriz: Biri
yaygın ya da öğrencisinin ileride felsefede özelleştirmesi amaçlanmadan yapılan
eğitim, öbürü de felsefeci yetiştirmeyi amaçlayan eğitim. İlkinin kapsadığı
öğrenci sayısına oranla ikincinin çok küçük kaldığını biliyoruz. Burada özellikle
üzerinde durmak istediğimiz bu birinci tür, yani yaygın felsefe eğitiminin önemidir. İkinci tür bir eğitimin önemi,
en azından,
birincinin öneminin
gerektirdiği bir koşul, yani birinci tür eğitimi sağlamaya yönelik kadroları oluşturma gereği olarak zaten ortadadır.
Yaygın felsefe eğitiminin yolunu tıkayan
yukarıdaki iki sava
bir kez daha bakalım:
1-
Ülke olarak asıl gereksinimimiz olan fen ve buna bağlı
uygulamalı dallarda yetişen kişiler
için felsefe eğitimi gereksiz ve boşa giden zaman niteliğindedir.
2-
Felsefeyle meslekleri dışında ilgilenmek isteyenler, bunu kendi
istek ve girişimleriyle, asıl eğitimleri dışında ve sonrasında yapabilirler.
Bu savlara karşı vurgulamak istediğimiz nokta, bir fen bilimi eğitimi açısından felsefenin hiç de zaman yitirmek olmayıp, tersine ertelenmemesi gereken bir
birikim olduğudur. Çünkü yaygın felsefe eğitiminin gerçek yararı verdiği bilgi birikiminde değil,
öğrenciye sağladığı düşünüş
biçimindedir. Felsefe bilgi birikimi, bu konuda özelleşmeyecek kişilerce birçok başka
bilgi gibi, ana çizgileri
dışında, unutulup
yitirilecektir.
Yaygın felsefe eğitiminin
önemi, sağladığı düşünüş biçimindedir, dedik. Nedir bu düşünüş biçiminin temel nitelikleri ve bunların
içerdiği yararlar?
Burada başlıca üç nitelik sayacağız. Felsefe eğitiminin bunlardan ilk ikisini doğrudan sağladığını, üçüncüsü içinse
sağlam bir temel hazırladığını
öne sürüyoruz.
a)
Düşünce, açıklama ve inançların ussal eleştirisi
yeteneğini oluşturmak ve geliştirmek.
b)
Çok boyutlu düşünce
yeteneğini oluşturmak ve geliştir- rnek.
c)
Sonuca götüren düşünce yeteneğine temel oluşturmak.
Eleştiri yeteneğini hemen herkeste bulabiliyoruz. Bu,
okumuş olmaya bile gerek göstermeyen ve özellikle toplumumuzda (utangaç veya çok saygılı bir azınlık
dışında) geniş yaygınlığı olan bir eğilimdir. Ancak bu durumda, olumlu ve üretken olmaktan uzak bir etkinliktir.
Felsefe eğitiminin sağladığı, gerçekten eleştir- ıneye değecek
noktaların görülmesi ve yapılan eleştirinin ussallığıdır. Ussal eleştiri, karşı
çıkışı akılcı temellere dayandıran ve onu sağlam bir mantıksal çerçeve içinde yönlendiren eleştiridir. Ussal eleştiri
doğrudan veya dalaylı olarak, bir uslamlamaya dayanır. Ussal oluş niteliği,
eleştirilenin, varsa, yanlışını ortaya koyma açısından yapıcı, temelsiz veya duygusal karşı çıkışları
önleyişi açısından da olumsuzu sınırlayıcıdır. Bir görüşün yanlışlık ve zayıflıklarını
kavrayabilmek ve
daha olumluyu seçebilmek, herşeyden önce bu açıkladığımız ussal e"leştiri
yeteneğinden geçer. İkinci olarak ise, yine felsefe eğitiminin
sağladığı çok boyutlu düşünce yeteneğini gerektirir. Çok boyutlu düşünceden, sorunlara birden çok yaklaşım yolu bulup kullanabilmek yeteneğini anlayabiliriz. Çok boyutlu düşünmek,
mantıksallık çerçevesinde belirli bir amaca yö-
nelik olarak birden çok almaşık
tasarım geliştirebilmektir. Ancak bundan da önce, çözümü amaçlanan sorunu en
açık ve seçik biçimde belirlemek ve kavramaktır.
Felsefe eğitimi, mantısal çizgiyi
sağlam bir biçimde izlemek, almaşıkları kavramak ve düşüncenin yanılgılı
yanlarını ussal eleştiri yeteneğiyle ayıklamak olanağını sağladığından,
düşünceyi mantıksal sonucuna götürme yeteneğine de gereken temeli sağlar.
Bireşime (Senteze) ulaşabilmenin düşünsel çatısını kurar. Ancak bu, bireşime
ulaşmayı sağlar anlamında alınmamalıdır. Bireşime ulaşabilmenin gerekli
koşullarını sağlamak felsefe eğitiminin görevi iken gerisi kişinin doğal
yeteneklerine kalıyor. Varsa, bu doğal yetenekierin en iyi biçimde
kullanılmalarına olanak verecektir felsefe eğitimi...
Şimdi ana sorunumuza dönebiliriz:
Yaygın felsefe eğitiminin sağladığı ve yukarıda açıklanan düşünce biçimi neden
gerekli ve özellikle fen dallarında eğitim gören kişiler için neden önemlidir?
Bunun yanıtlarından birini, eğitimin bir genel amacı oluşturacaktır. Yetişmiş
ve okumuş insanımızı, düşüncesi programlanmış bir bilgisayar gibi çalışan,
sıradan bir teknisyen olarak değil, kültürlü bir kişi olarak eğitmek isteriz.
Bu kültür temelinin en önemli verilerinden biri, söze konu ettiğimiz düşünce
biçimidir. Yetişmiş kişilerimizin kültür temeline sahip olmaları kendi bireysel
düzeylerini yükseltmez, onların yaşatıp kurdukları ulusal kültürü de daha
yüksek ve özgün yaparak taklitçi kısırlığı aşma olanağı sağlar. Ulusal kültürün
özgünlüğe kavuşması ve kültürde hocalama dönemlerini atlatmak, herşeyden önce
yetişmiş kişilerin kültür açısından taleplerinin ve beklentilerinin yüksek
olmasından kaynaklanacaktır. Sanatçı, edebiyatçı ve düşünürün üst düzeyde
yapıt üretebilmesi bu beklentinin düzeyine sıkı sıkıya bağlanır.
İkinci bir nokta, felsefe eğitiminin
sağlayacağı düşünce biçiminin kişilere, kendi özelleşme alanları dahil, her
konuda derin-
leşme ve yüzeysellikten kurtulma eğilimini verebilmesidir. Uygulamalı dallarda olsun, öbürlerinde olsun, kurarn ve teknolojiyi gelişmiş
ülkelerden hazır alarak uygulamak bilgi ve kültür bağımlılığı yaratmaktadır.
Uygulamayı kuramından başlayarak teknolojisiyle birlikte temelden üretmek
yüzeysellikten kurtulmaktan geçer.
Yaygın felsefe eğitiminin önem
ve gereğini
gösteren belki en
somut nokta toplumumuzda ideolojik akımların geniş gençlik kitlelerinde ,e denli eleştiriden yoksun ve bağnaz bir biçimde yaygınlaştığıdır.
Okumuş veya okuyan birçok
insanımızdaki düşünce ve ussal eleştiri darlığı ve hazırlıksızlığı, elimize verileni sorgusuz onaylamamıza ve onun ancak yarı bilinçli, fakat fanatik bekçileri
olmamıza yol açıyor. Burada amaç şu ya da bu ideolojiyi eleştir- rnek
değil, insanlarımızın bunları onaylayış ve benimseyiş biçimidir. Çok
boyutlu bir özgür düşünce boşluğu yaratmakta ve ideolojik sloganların sorgusuz
özümsenişi de bu boşluğu doldurmaktadır. Eğer öğrencilerimiz gerektiği gibi bir
felsefi eğitimden geçmiş olsalardı, ideolojilerle olan karşılaşmaları başka
sonuçlar doğurur, en azından fanatikliğin yol açtığı vur kır ortamına
sürüklenmezlerdi.
Son olarak da belirginleştirmeye
çalıştığımız düşünüş biçiminin değerini, toplumumuzda bir süredir gözlemlenebilen
ahlak boşluğuna getirebileceği çare açısından vurgulayalım. Ahlaksal nitelik
taşıyan h^ türlü seçimde, kaba içgüdüler, ilkel toplum kuralları veya son
zamanların yaygınlaşan ölçütü, kısa dönem yararcılığı yerine hem ussal
değerlendirmelerin hem de daha soylu ilkelerin ağırlık kazanabilmesine, yaygın
felsefe eğitiminin katkısı büyük olabilir.
Eğer yaygın felsefe eğitiminin önemi
yeterince vurgulana- bildiyse, şimdi bir iki önerinin ana çizgileri
verilebilir. Kanımızca, önce gereken etkili bir lise felsefe eğitimidir.
Liselerde verilen felsefe dersi yaygınlaştırılmalı ve saat sayısı olarak
yeterli düzeye çıkarılmalıdır. Ancak dersin içeriği, sıkıcı bir "hangi
filozof ne de-
miş" sıralaması niteliğinden
kurtarılmalıdır. Felsefe sorunları en açık biçimde, öğrenciye mal edilerek, ortaya konmalı ve bunların çözümü
doğrultusunda, öğrenciyle birlikte, bir tartışma havasında yapılan düşünce ve ussal eleştiri
alıştırrnaları, derslerin ana amacı olarak yürütülmelidir. Aynı doğrultuda,
üniversitelerin ilk sınıflarında da felsefeyi servis dersi olarak yaygınlaştırrnanın
yararları, kanımızca, çok uzak olmayan bir gelecekte somut olarak gözlemlenebilir.
TÜRKİYE VE DÜNYADA
FELSEFE ARAŞTIRMALARI
(1997)
Bilim çevrelerinde arada bir soruluyor: Dünya felsefesinin gelişimine
katkılan açısından Türk felsefecileri neredeler? Türkiye'de yapılan felsefe araştırmalannın
dünya felsefesinin zenginleşmesindeki payı nedir? Bunu düşünürken
uluslararası yayımianmış felsefe araştırmalarından söz etmek durumundayız, çünkü değeri ne olursa olsun, yerel kalan bir araştırma, felsefenin dünya çapındaki gelişimine doğrudan bir katkı
yapamayacaktır. Araştırmalar dünyada o konuyla ilgilenen tüm felsefecilerin kullanımına ve eleştirisine
sunulmuş olacak biçimde, evrensel olarak izlenen bilimsel dergilerde yayımianmış
olmalılar. Böyleleriyse, çoğunlukla atıf endeksierince taranan dergiler oluyor.
Atıf endeksierince taranan dergilerde yapılan felsefe yayını olarak, Türkiye'nin
dünya düşüncesine katkısı (özellikle nüfusumuz düşünüldüğünde) çok sınırlıdır. TÜBA
bünyesinde yapılan bir araştır ada(l) dünya ülkeleri arasında Türkiye'nin fen bilimlerindeki yayın performansı açısından 34'üncü
sırada olduğu belirtilmişti. Öte yandan, sosyal ve beşeri bilimler alanında
Türkiye'den kaynaklanan
uluslararası yayınların sayıca fen bilimlerindekinin ancak yüzde 5'i kadar olduğu, fakat bu alanlardaki yayın üretiminin dünya genelinde zaten daha az oluşu
dolayısıyla, Türkiye'nin
1)
"SCI, SSCI ve A&H Citation Endeksi Verilerine
Göre Türkiye'de Sosyal Bilimlerin Yayın Performansı", A.Denkel, Ç.
Kağıtçıbaşı, N.K. Pak ve Ş. Pamuk. bu çalışma daha sonra "Sosyal bilimcilerimiz fencilerimizden geri değil"
başlığıyla Cumhuriyet
Bilim Teknik'te (20 Temmuz 1996) yayımlandı.
sosyal ve beşeri bilimlerde de dünya 34'üncüsü
olduğu ortaya çıkmıştı. 1980-1995 arasında
Türkiye kaynaklı toplam 16918 fen bilimi makalesi yayımlanmışken,
sosyal
bilimlerdense yalnızca 197 yayının gerçekleştiği anlaşılıyor: Türk sosyal bilimcileri beşeri bilimcilerin 4.5 katı, fen bilimcileriyse 85.8 katı
niceliğince özgün araştırma yayını yapmışlar. Yine de dünya
sıralamasında Türkiye 1995 yılında beşeri bilimler alanında 20 yayınıyla 37'nci olmuş.
Göreceli olan böyle bir sıralamada felsefe yayını
açısından da benzer
bir yerde bulunuyor olabiliriz. Ancak bu, başta sorulan soruya tatminkar bir yanıt değil,
çünkü dünya felsefe araştırma etkinliğine
yaptığımız katkının yine de pek zayıf olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Benim sayabildiğim
kadarıyla, aynı onbeş yıllık dönem içinde atıf endeksierince taranan felsefe dergilerinde yayımlanan Türkiye kaynaklı yazıların toplamı
yalnızca13. Yani, ülke olarak yılda bir makale bile yayımlayamamışız!
1980-95 arasında
Türkiye'nin ürettiği, atıf endeksierince taranan dergilerdeki toplam makale sayısı 17998 olduğuna göre, felsefenin bu pastadan almış olduğu pay 1384'te 1; yani yaklaşık yüzde 0.007. Bu veriler ışığında ülkemizde felsefe araştırma
performansının oldukça yetersiz olduğunu onaylamak zorundayız.
Bu durumun çeşitli nedenleri var. Öncelikle felsefeye kültürümüz
içinde özgür, dizgesel, eleştirel ve argümantatif bir düşünce biçimi olarak yer verilmeye başlanması
üzerinden bir yüzyıl bile geçmediği, toplumun kimi kesimlerinde
felsefeye bugün bile kuşkuyla bakıldığı, dolayısıyla onun henüz emekleme dönemini
yaşıyor olmasını doğal karşılamak gerektiği öne sürülebilir. Henüz ne felsefe eğitimimiz yeterli bir düzeye gelmiş durumda, ne de genel olarak aydınlarımız felsefecilerimizden amatörlüğü aşan
bir üretim bekliyorlar. Kulağa hoş gelen soyut ve karışık anlamlı
bazı şeylerin konuşulması, ya da retorikle süslenmiş birkaç felsefe klişesi, birçok durumda talebi bütünüyle
karşılayabiliyor. Felsefeciler
kolayca ünlenip kimi küçük çevreler
içinde "büyük düşünür" namını kazanıverince de daha iyisini yapma isteğini yitiriyorlar.
Önemli başka bir nokta, Türkiye'de "felsefe" yaptığına inanan kimilerinin felsefenin gerçek
içeriğinden hala kaçınıyar oluşudur. Bir kesim, felsefe dizgelerinin içeriğini,
filozofların düşüncelerinin mantıksal yapısını, felsefe kuram, sav ve argümanlarını
tartışmak veya eleştirrnek yerine, tüm bunları sanki bir kutu içine kapatıp,
onlar hakkında
"dışarıdan" söz ederek, felsefe tartıştığına inanıyor. Birçok felsefecimizi ilgilendiren
konular "Platon bugün yaşasa ne yapardı; Descartes fikirlerini ortaya attığında ne gibi bir ruh hali içindeydi, bu fikirler günümüzde hali güncel midir, kadın
haklarına, bilimsel,
teknolojik gelişmelere ters midir uygun mudur; felsefeci çevre ve kent sorunları
hakkında nasıl düşünür; kültür yaşamında, toplumsal sorunlar karşısında,
yozlaşma vb.
olgular önünde onun rolü ve görevi nedir; kavram mı insanı belirler yoksa insan mı
kavramı" gibi, daha ziyade "münazara" konuları. Kimi meslekdaşlanm bana gücenmesinler, bence bunların hiçbir
gerçek felsefe sorunu,
felsefe araştırma konusu değil; bunları tartışmak için pek bir felsefe bilgisine, yahut
felsefeci olmaya da gerek yok.(2) Kaldı ki, bunlann pek azı felsefe araştırmalarının
yayımlandığı dergilerin ilgileneceği türden konular. Biz felsefe araştırmalarında
dünya çapında bir varlık göstermek istiyorsak öncelikle bu alışkanlıktan
kurtulmalı, bu kısırlığı yenmeliyiz.
Dünya araştırma etkinliğine
katılmamızı güçleştiren bir başka önemli etmen de, bu etkinliğin yabancı bir bilim dilini oldukça
2)
Söylediklerimin kimi uygulamalı felsefe konularını (örne^in
uygulamalı ahlak tartışmalarını)
felsefeden dıştamak
anlamına gelmediği umarım açıktır. Öte yandan felsefe sorunu olduğu halde bir tUrlU aşıp ötesine
geçemediğimiz "Felsefe nedir?" gibi bir tartışma konusu var. Birçok
felsefecimiz dönüp dolaşıp buna takılıyor. Oysa bununla yetinmek, denize
girmek yerine kıyıdaki köpüklerle ayağını ıslatmaya benziyor.
iyi bir düzeyde kullanmayı gerektirişidir. Ancak unutmamalı; pek çok ülke bu açıdan bizimle benzer bir durumda.
Felsefe malzemesi gibi, anlaması ve yazması güç olan bir şeyi yeterli bir düzeyde izleyebilecek ve anlam inceliklerini
yitirmeden ifadeye dökebilecek ölçüde bilmek gerekiyor bir yabancı dili. Felsefecilerinkiyle karşılaştırıldığında,
örneğin fen
bilimcilerinin bu açıdan sorunları çok daha az; onlar konularını matematik diliyle işleyebiliyorlar.
Bilimcileri çeşitli amaçlarla değerlendiriyoruz. Bunu, yukarıdaki gibi genel bir biçimde
düşünmek yanı sıra, daha özel amaçlarla da yapıyoruz. Örneğin ödüllendirmeler,
üniversitelerdeki atama ve yükseltmeler, ya da kimi bilimsel kurumların
üyelik seçimleri için yapılan
değerlendirmelerde bu iş belli standart ve ölçütler uygulanarak y€:rine getiriliyor.
Bu ölçütterin saptanışında üstün bir bilimsellik düzeyinin
özenle korunması kuşkusuz esas olmalıdır. Ne var ki, düzeyi koroyalım derken, ölçütleri belli bir kesim bilinci için
karşılanması olanaksız hale getirmek de tüm bir bilim dalındaki araştırmacılara haksızlık olur. Kanımca felsefeye ilişkin olarak böyle bir haksızlık durumuna düşülme tehlikesi söz konusudur. Çünkü felsefecilerin araştırma
performansını doğa bilimcilerine ve hatta sosyal bilimcilere uygulanan ölçütlere göre
sınayarak hakça bir değerlendirme elde etmek mümkün değildir. Bu durum, Türkiye'deki felsefe araştırmacılığının
yeterli bir düzeye erişmiş
olmayışından bütünüyle bağımsız olarak geçerli. Çünkü felsefecilere bu sözü edilen ölçütler uygulanacak olursa, dünyada en önde g^len (kaldı ki, ana dilleri de İngilizce olan) felsefeciler bile sınıfta kalabilirler.
Anglosakson dünyasının yaşayan düşünürleri
arasında en önde gelenlerden dördünün etkin çağlarına rastlayan 20'şer yıllık zaman dilimterindeki yayın
performansıarına bir göz atalım.
1) W.V. Quine. ABD'li;
doğumu 1908; 1948-68 arasında yayın performansı: 3 özgün kitabı ve kendi makalelerinin yeniden
basımından oluşan 3 derlemesi; atıf endeksierince taranan dergilerde yayımianmış 22 makalesi ve bu dergiler dışındaki
yayınlarda çıkan 38 makalesi var. Yıl başına, l.l'i atıf endeksierince taranan dergilerde
olmak üzere, toplam 3 makale yayımlanmış.<J>
2) P.F. Strawson. İngiliz; doğumu
1919; 1959-79 arasında 2 özgün kitap ve kendi makalelerinin
yeniden basımından oluşan 3 derleme yayımlanmış. Atıf endeksierince taranan dergilerde yayımlanmış 9 makalesi ve bu dergiler dışındaki
yayınlarda çıkmış 28 makalesi var. Yıl başına 0.46'sı atıf endeksli olmak üzere, 1.8 toplam makale düşüyor.<4)
3) David Armstrong.
Avustralyalı; doğumu 1926; 1966-86 arasında 5 özgün kitabı, kendi makalelerinin yeniden basımından
oluşan 1 derleme, atıf endeksierince taranan dergilerde yayımianmış ll makalesi ve bunlar dışındaki dergilerde 48 makalesi çıkmış. Yıl
başına 0.5'i atıf endeksli olmak üzere toplam 2.4 makale düşüyor.<5)
4) David Lewis.
ABD'li; doğumu 1941; 1966-86 arasında 3 özgün kitabı, kendi makalelerinin yeniden basımından
oluşan 2 derlemesi, atıf endeksierince taranan dergilerde yayımianmış 43 makalesi ve bunlar dışındaki dergilerde 60 makalesi çıkmış. Yıl
başına 2.1'i atıf endeksli olmak üzere toplam 3 makale düşüyor.<6>
Bu dünyaca ünlü düşünürler, örneğin bizim birçok fen ve sosyal bilimcimizden daha
az yayın yapabilmişler; fen bilimlerinin ölçütleriyle değerlendirilselerdi,
özellikle 40'lı ya da 50'li yaşla-
3) Bkz. Works and
Ohjections: Essays on the Work ofW.V. Quine, derieyen- ler D. Davidson ve J. Hintikka,
Reidel, 1969, s. 353-66.
4) Philosophica/
Subjects: Essays Presented to P.F. Strawson, der Zak van Straaten, Ciarendon
Press, Oxford, 1980, s.297-300.
5) Ontology,
Causality and Mind: Essays in Honour ofD.M. Armstrong, der. J. Bacon, K.
Campbel ve L. Reinhardt, Cambridge University Press, 1993, s. 275-83.
6) Philosophica/
Papers Cilt II, David Lewis, Oxford University Press, I 996, s. 343-55.
rında iyi bir yerlere seçilip atanmakta bayağı zorlanabilirlerdi. Bu veriler ışığında ("eski-pozitivistlere"
uyarak) dünyada felsefelerin öbür bilimlerden "daha geri" kaldığını öne
sürecek değiliz, herhalde. Tersine, eğer önde gelen felsefecilerin ortaya koyduğu performans buysa, demek ki
felsefi üretimin öbür bilimlerinicine benzemeyen özellikleri var diyeceğiz; onu başka bilimlerin standartlarına göre değerlendirmek, çileklerle
şeftalileri aynı keseye koymak gibi bir şey. Peki bu farklılık niye?
Zor ve Uzun Bir Uğraş
Felsefe, uzun bir çalışma sonucunda göreceli olarak az miktarda üretilen, düşüncenin yoğunlaştırılmış
bir özüdür. Bir felsefe araştırması,
gözlemlenen olgunun
ve elde edilen sonuçların yorumlanıp betimlenmesiyle, art arda ve aşama aşama hasat edilebilen makaleler biçiminde
gelişmez. Çünkü felsefe yazmak betimsel bir işlev değildir. Felsefede yapılan, belli bir konuyu açıklamak
amacıyla deney
yerine mantıksal uslamlamaya (argümantasyona) dayanan bir kuram, bir düşünsel dizge geliştirmek ve onu giderek daha tutarlı,
açıklayıcı ve yoğun hale getirmektir. iyimser bir beklentiyle, 5-10 yıllık bir felsefe çalışmasından 3-4 makale, veya bir kitabın birkaç
bölümlük malzemesini
elde edebilirsiniz.
Felsefe "stratejik" ya da iktisadi açıdan önemli
sayılan bir araştırma konusu olmadığı için, ona destek verebilen fonlar, başka birçok bilim alanındaki
araştırmaya akıtılan servetiere göre, yok denecek kadar azdır. Bu nedenle, tıpkı felsefe araştırmalarını
destekleyen burslar
gibi, felsefe yayımiayan dergiler de hem sayıca azdır, hem de sayfa niceliği olarak küçüktür. Atıf endeksierinde taranan bir felsefe dergisinin bir yıllık cildinin ortalama sayfa sayısı lOO 'in altındadır.(?) buna karşılık
örneğin benzer
nitelikli bir fizik
7) Örneğin, Mind, Philosophical Review, Philosophical Quarterly, vb. dergiler.
dergisinin bir yıllık cildi, sayfa sayısı olarak bunun on katını bul- maktadır.(8) Felsefe dergilerinde yılda 15 ila 30 arasında makale basılabilirken,
bu biyolojide
100, matematikte 361, fizikte ise 625 gibi sayılara ulaşmaktadır.(9) Bütün bu farklılıklardan
başka, atıf endeksierine
giren felsefe dergisi sayısı ancak 106 iken, matematikte 19, biyolojide 481, fizikte ise
336 dergi vardır.
Kimi bilimlerde felsefeye göre
araştırmacı başına daha çok yayın yapılmasının bir başka nedeni de, TÜBA
araştırmasında belirtildiği gibi, çok yazarlı makalelerin çoğunlukta olmasıdır. Felsefede makale başına düşen ortalama yazar sayısı 1 .5' i bulmazken, bu sayı fizikte 4.5, biyolojide ise 7'ye ulaşmaktadır.OO)
Atıf sayısı konusundaysa
felsefenin deneysel bilimiere göre önemli bir farkı şudur: Deneye dayanan bir araştırma, kendi savlarını onunla uyumlu sonuçlar içeren
ne kadar çok sayıda
başka araştırmaya bağlayabilirse o ölçüde daha sağlam
olacaktır. Felsefe için eğilim ters yöndedir. Bir yazı (intihal durumuna düşmernek için
yapılması zorunlu
olan atıf dışında) başka çalışmalara ne kadar az dayandırı- byorsa özgünlüğü ve dolayısıyla
değeri, o ölçüde büyük
olacaktır. Bu
nedenle felsefede atıf oldukça cimrilikle yapılan bir şeydir.
TÜBA araştırmasında da değinilen bir başka önemli konuya geliyorum. Felsefede atıf endeksierince taranan dergilerin,
makaleleri yayına kabul oranları, başka
dallara göre kat ve kat daha düşüktür. Belli bir bilim dalında, atıf endeksinin taradığı dergilerin yayına kabul oranlarının birbirlerine benzer olacağını
varsayabiliriz. Bu oran aynı konudaki dergiler arasında büyük farklılıklar taşı-
8) Bkz. Nuclear
Physics. Biyoloji için örnek alabileceğimiz American Jour- nal of Human
Genetics'in sayfa büyüklüğü felsefe dergilerininkinin iki katı olup yılda 2500 sayfayı
bulmaktadır. Matematiğe örnek olarak dü§ü- nülebilecek Journa/ of Algebra ise yılda 700 sayfaya ula§makıadır.
9) Bkz. Bir önceki
dipnoııa sözü edilen dergilerin 1994 ve 1995 cilıleri.
10) Bkz. yukanda değinilen dergilerin 1994 ciltleri. Bu
dergilerde fizikte 27 yazarlı, biyolojideyse 48 yazarlı makalelere rastlamak olanaklı.
saydı, yayın yapmak bir akademik başarı
göstergesi sayıldığı için, kabul oranı yüksek olan dergilere daha çok yazı
gönderilir ve sonuçta
böylesi dergiler
ya sürekli olarak büyür ve aynı alandaki öbür dergileri yazarsız bırakırlardı, ya da belli bir noktada doyuma ulaşır, yazı kabul oranlarını
öbürlerininkinin düzeyine düşürürlerdi.
Şimdi çeşitli alanlar arasında bir karşılaştırma
yapalım. Fizik dergilerine örnek olarak aldığım Nuclear Physics'in kabul oranı yüzde 50'dir. Sosyal bilimler alanına
girdiğimizde bu oranın keskin bir biçimde düştüğünü görüyoruz. Birkaç örnek: Journal of Economic History % 17,
American Economic Review % 14, Cognitive Psychology % 15, Psychological
Bul/etin % 15, Journal of Personality and Social Psychology % 13, Psychological
Review % ll ve American Psychologist % 10. Felsefedeki oraniarsa daha da düşük: American Philosophical Quarterly
% 10, Philosoph and Phenomenological Research % ll, British Journal for the
Philo- sophy of Science % 8, Southern Journal of Philosophy % 7, The Journal of
Philosophy % 5, The Philosophical Review % 5 ve Mind % 4.3.
TÜBA araştırmasında kitaplarının sosyal ve beşeri bilimler içindeki birincil önemi de vurgulanmıştı. Ne var ki, felsefede uluslararası bir yayınevinde kitap bastırmak bir tür kısır
döngüye girmeye benziyor. Yayınevleri, adları meslek çevresinde ün kazanmış olmayan yazariara yatırım yapmaktan kaçınmakta ve bunların ya-· pıtlarını basmakta isteksiz davranmaktadır.
Hele Türkiye gibi henüz felsefi başarılarıyla
göz doldurmamış bir ülkeden gönderilmiş bir metin kendiliğindeki değeri bütünüyle bir yana, saygın yayınevleri açısından bir ticari risk olarak görülecektir.
Kitap bastırmanın güçlüğü ve kitap olarak yazılan metinlerin ancak pek küçük bir bölümünün
hasılabiliyor oluşu, yayımlanan kitapların genel niteliğini çok yüksek tutan bir etmendir. Bu
da, yarışta bir şansı olması
için, kitap niyetiyle yazılan bir metnin gerçekten yetkin olmasını gerektiriyor. Oysa yetkinlik,
zorunlu oluşuna karşılık yeterlilik sağlamaktan maalesef uzaktır.
Felsefe Yayımlama Kılavuzu balıklı
kitaptaO D üstün nitelikli bir kitabın kendine nasıl olsa bir yayımcı
bulabiieceği kanısına karşı yapılan uyarıya bakalım: "Bizce bu
fazlasıyla iyimser bir beklenti olur, çünkü eldeki veriler bunun tam tersinin
geçerli olduğunu gösteriyor. Her şeyden önce, yirminci yüzyılda yayıncılık ticari
bir iş olmuştur. Kar amacı gütmeyen bir üniversite yayınevi açısından bile, bir
metnin yayımlanıp yayımlanmayacağı kararı verilirken, onun niteliği yanı sıra,
birçok başka etmen de göz önüne alınmaktadır. .. İkinci olaraksa, dergi
yayımcılığıyla karşılaştırıldığında, kitap yayımcılığı eşitliksiz olduğu gibi,
keyfidir de. Dergi hakem/eri, makaleleri yazar adlarını bilmeden okudukları
için, üniversitesinin de kendisinin de adı hiç duyulmamış yetenekli bir yazarın
eserini dergilere kabul ettirme şansı belli bir ölçüde söz konusudur. Oysa aynı
yazar, benzer nitelikler taşıyan bir kitap metni sunduğunda çok daha büyük bir
engelle karşılaşacaktır. "
Ülkemizde felsefenin fen bilim
dallarınca başarılan uluslararası performans düzeyine henüz ulaşamadığı
doğrudur. Ancak Türk felsefesinin dünya çapında Türk fen bilimlerininkine
benzer bir düzeyi tutturması beklentisini, onun fen bilimleriyle aynı kategorilerde
aynı nicelikte meyve vermesi beklentisiyle karıştırmak da yanlış olur. Yerine
getirilmesi belki de olanaksız bir şey olan bu sonuncu özlem, çilekleri
şeftalilere ezdirmek sonucuna yol açabilir.
1 1) Guidebook
to Publishing Philosophy, M. Yudkin ve J. Moulton, Ameri- can Philosopbical
Association, 1995, s.! 17.
TÜRKİYE'DE FELSEFE
(1997)
Felsefenin bugün ülkemizde durumunu ve gelişim
eğilimlerini, bir tarihçe sunarak özetleyecek ve sonuçta bu konuya ilişkin birkaç
kısa değerlendirme yapacağım. Önce, kimi çevrelerde "felsefe" adı altında sunulan bazı düşünsel etkinlikleri kapsam dışına çıkarmak
istiyorum.
Felsefeden, mantıksal uslamlamalarla (argümanlarla) gerekçetendirilmiş bağımsız ve dizgesel (sistemli) düşünceyi
anlıyorum. Bundan önemle ayırt edilmeleri gereken kimi edebi,
dinsel ya da bilgece düşünme biçimleri var. Soyut ve "derin" düşüncelerin dizgeli bir biçimde
sıralandığı kimi
edebi metinler nasıl felsefe değilse, soyut kimi sanat tartışmaları, gizemci dünya görüşleri, tasavvuf ve uzak doğu
düşünceleri de değil. Ne ölçüde ilginç olurlarsa olsunlar, uslamlamalara
dayanmayan açıklamalar felsefe olamazlar. Bu durum, şimdi
saydıklarımın daha "değer-
1) Profesör Önay Sözer'e önerdiği düzeltmeler için teşekkür ediyorum. Bu yazıyı
hazırlarken Arslan Kaynardağ'ın Felsefecilerle Söyleşiler (Elif Yayınları,
İstanbul, 1986) başlıklı
kitabından, "Aperçu historique sur la phi- losophie et ses traditions en Turquie"
(Philosophy in Balkan Countries To- day, derleyen Myrto Dragona-Monachou,
atina: lnstitoitio toi biblioi, 1994) adlı makalesinden ve aynı derlernede yer alan Betül
Çotuksöken'in "Etat actuel du discours philosophique en Turquie" başlıklı
yazısından yararlandım. Profesör Çotuksöken aynca metnin taslağını okuyarak kimi noktaları
belirginleştirmeme yardımcı oldu. Yaptığı değerli eleştiriler için Profesör Ahmet Arslan'a da
teşekkür ediyoram. Bunlum bir çoğunu te- nimseyerek metinde birtakım
değişiklikler yaptım. Öne sürdüğüm görüşlerden onunkilerine uymayanların
sorumluluğu doğal olarak yalnızca bana aittir.
siz" etkinlikler olduklarını
göstermiyor; ortaya koyduğu şey, bağımsız mantıksal gerekçelendirme ile temellenmiş olmayan düşüncenin, yalnızca derinlik, dizgesellik ya da
soyutluk nitelikleriyle felsefi bir kimlik kazanmadığı. Öne sürdüğüm belirleme, Eski Yunan' da ortaya çıkmış olup, bilim ile belli yakınlık ve tutarlılık ilişkileri olan, sorunlarının
seçimi, yöntemleri ve dile getiriliş biçemi belirgin bir bütünsellik gösteren bir geleneği
kapsıyor; buna sıklıkla "batı felsefesi" adıyla da değiniyoruz. Hemen belirtilmesi gereken ve ileride de gündeme gelecek bir nokta, Ortaçağ İslam
felsefesinin, tipik bir batı felsefesi olarak, burada belirlediğim kapsam içine
girdiğidir. İslam felsefesi, kaynağını Eski Yunan'dan alan, bu kaynaklarta ana sorun ve yöntem
seçimlerini paylaşan ve hatta aynı büyük filozofların gölgesi altında yeşeren, açık ve seçik olarak gerekçetendirilmiş
bir düşünce
biçimidir.
Etkinliğine ciddi olarak başlanması
altmış yılı ancak aşmış olan çağdaş Türk felsefesi, henüz emekleme çağı içindedir ve onun dünya
düşüncesine katkısı, ülkenin nüfusu gözönüne alınırsa, neredeyse yok denecek kadar azdır.{2)
Türkiye'de aynı tarihlerde başlayan kimi bilim dalları, çok daha büyük bir hızla gelişip
ilerlemişlerdir. Bunun bir nedeni, genel anlamdaki bilimsel düşünme ve yaklaşım
biçimiyle matematik
bilgisinin toplumumuza daha öncelerden girmiş owşudur. Türkiye'ye getirildiklerinde, bu bilim dallarının
üzerinde yükselecekleri bir temel, bir alt yapı, hazır bulunmaktaydı. Felsefi düşünce, hem sorunlarını
saptayışı, hem de gerekçelendirme
yöntemi olarak
bilimden farklıdır. Türk toplumu yüzyılımızın başlarında felsefeyle tanışırken kendisine tümüyle ya-
2) "Citation
index"lerce taranan dergilerde Türkiye kaynaklı felsefe yayınlan- nın
bugüne kadarki toplamı 25'i bulmuyor. Türk felsefecilerinin yazılanna
yapılan uluslararası atıflarsa 15'i geçmiyor. Atıf alan felsefecilerimizse (eğer bu konuda yanılmıyorsam)
yalnızca iki-üç kişiden ibaret.
bancı kalmış bir düşünme
biçimiyle karşılaşmaktaydı. Türk felsefecileri bir yandan alanlarında
gelişmeye çalışırken, öbür yandan da yaptıkları şeyi sindirme savaşımını vermek durumunda kalmışlardır.
İkinci bir nedense,
felsefi düşüncenin kendi doğasındaki güçlüğe ilişkindir. Birçok bilim dalında, olay ve nesnelerin sınıflandırılması
ve bunların yapıca
yalın olan genelierne
ve açık.lama- Iarıyla yetinilebilirken, felsefe için gereken düşünce biçimi
çok daha karmaşık,
çetrefil, uzun mantıksal çıkarım
ve ilişkilendirmelerle
kurulan, anlaması güç bir yapıya sahiptir. Felsefede ustalık kazanmak, temelde yerleşik bir gelenek gerektirirken, sıfırdan
başlamış olan
bizler bu geleneği daha henüz kurmak aşamasındayız.(3) Öte yandan, bugün nicelikte belli bir birikime ulaşmış bulunuyoruz. Felsefe eğitimimizin
şimdiki örgütlenimi, ileride başarılı gelişimlere temel oluşturabilecek bir düzeye
yaklaşmıştır.
Düşünce dünyamızın temel altyapısının
tamamlanması için önemle gereken şeylerden biri, belli başlı yapıtların tümünün hızla Türkçe'ye
kazandırılmasını sağlamak, bir ikincisi de üniversitelerimizde verilen felsefe eğitimini
nitelikçe yükseltmektir. Bu sayede yeni felsefeci nesillerinin çok uzak olmayan bir gelecekte özgün
düşünceler üretmeleri olanaklı kılınabilecektir. Bu amaçlar yönünde gerçekleşen bir oluşum şu anda yok değildir; ancak bunun daha büyük bir ivme kazanması gerekir. Kararlı bir çeviri
seferberliğine
3) “ ..Ben, felsefede yaratıcılık denince, daha çok felsefenin demirbaş
sorunla- n üzerinde uğraşan, bu sorunlara ışık tutan, onlann güçlüğünü çözmek
isteyen bir çalışmayı anlıyorum; işte bu ölçüyle bizde özgün bir felsefenin
olmadığını söylüyorum... Şimdiye kadar bizde özgün felsefe olmayışının başlıca
nedeni, büyük bir felsefe geleneğimizin olmamasıdır. Cumhuri- yet'in ilk
yılianna kadar bizde, Aristoteles'e dayalı İslam İskolastik'i sürmüştür. Ben
burada özgün felsefe derken çağdaş felsefe bakımından özgün olmayı anlıyorum.
İşte bu konuda geleneğimizin yeterince derinliği yok." Macit Gökberk'le
Konuşma", Felsefe Yazıları, 1. Kitap, Yazko, 1982, s.21-22.
girişerek çok daha hızlı bir birikim yapmak zorundayız.(4) Felsefe eğitiminde
görevli mevcut kadroların
niteliği gelecekteki
felsefeci- lerinkini belirlediğinden, kaliteyi kısa bir dönemde istenilen düzeye çıkarmaya belki olanak yoktur. Ancak genç felsefecilerin teşvik edilmeleri, onların yabancı
dildeki yayınları izlemelerinin kolaylaştırılması
ve yurt dışında doktora yapmalarının desteklenmesi, nitelikteki yükselişi
hızlandıracaktır. Gelecekte erişeceğimiz yetkinliğin güvencesi, şu aşamadaki
yetersizliğimizin bilincinde olmamız ve bunu bir gurur sorunu, ya da aşağılık kompleksi yapma- mamızdır. Bilirnde kestirme yollar olmadığına
göre, ustalaşana değin çıraklık yapmaktan gocunmamalıdır.<S>
Bizimki gibi alana henüz yeni girmiş bir ülkenin
felsefecilerinin alçakgönüllülüğü
elden bırakmamalan gerekir. Sınırlarımız
içinde sağlanılan ün, etki, hayranlık, yayın niceliği gibi şeylerin
çekimine kapılarak, yetkinliğe kısa yoldan erişildiği gibi bir izie- nim oluşmasına izin vermemeliyiz. Değeri ya da içeriği ne olursa olsun, retorikle zenginleştirilmiş
ya da bir tür gizemli havayla puslandırılmış
felsefenin düşünmeye
meraklı kitleleri
(özellikle de öğrencileri) kolayca etkileyebilen bir yönü vardır. Bu, aslında çok gerekli olan yoğun çaba harcama eğilimini baltalayarak, gelişim hızını
yavaşlatıcı etkiler
yapan bir şey olabilir. Kimi çevreler ya da ortamlar içinde yüceltildiklerinde, felsefeciler o ortamların
dışına
4) Birçok önemli klasik felsefe metninin Türkçesi hala bulunmuyor. Örneğin Leibniz'in Nouveaux essais sur
/'entendement humain'i, Hume'un A Tre- atise of Human Nature'ı henüz
çevrilmiş değiller. En az bunlar kadar önemle ele alınması gereken başka metinler de çağdaş klasiklerdir. Bu alandaki
eksiklik çok daha büyüktür.
5) "Eğer özgün felsefenin koşulları burada söz konusu ise, bir defa kaynaklar
gereklidir; batı felsefesi içinde erimek, onunla birleşmek, kaynaklanna inmek, yani kısaca onun okuluna gitmek, okulunda iyi
yetişrnek ve ondan sonra da böyle bir çalışmayı tutacak bir çevre, bir düşünce
özgürlüğü olan çevre
gereklide." Gökberk ( 1982), s.22.
oranla içinde bulundukları durumu yeterince iyi göremeyebiliyor,
kendi kendine
sannlar yaratabiliyorlar. Türkiye'deki en iyi yetişmiş felsefeciler arasında yer alan Hüseyin Batuhan 'ın yapmış olduğu
özeleştirileri tüm felsefe dünyamız adına değerlendirerek arada bir anımsamak ve hiçbir zaman da gözardı etmemek gerekir. Altmışlı
yılların sonlarında Münih, Salzburg ve Oxford üniversitelerini ziyaret eden Batuhan, buradaki
felsefe öğrencilerinin kendi aralarındaki tartışmalarına tanık olur. Yurda döndüğünde
gazetelerde de yazdığı gibi, "on yıllık asistan, altı yıllık
doçent olarak"
kendisini onlardan daha bilgisiz bulduğunu, tartışmaları izlemekte zorlandığını
söyler. "Türkiye'deki üniversite eğitimim boyunca ne öğrendim?"
sorusunu "Hiçbir
şey" diye yanıtlar.(6)
Bugün de bu değerlendirmenin
tüm üniversitelerimizde verilen felsefe eğitimi için hala geçerli olduğu kanısında değilim; ne var ki, dünya düzeyindeki bir yeterliliğe
doğru, önümüzde hala uzun bir yol bulunduğu görüşüne bütünüyle
katılıyorum.m Ülkemizde eğitilen ve üretilen felsefe için, birkaç
kişisel başarının çok ötesinde, tüm eğitim kurumlarına da yayılan, örgün bir nitelik yükselişine gerek vardır.
Felsefenin şu aşamada ülkemiz içinde nasıl
örgütlendiğini kısaca betimlemek istiyorum. Felsefi varlığımızın ana taşıyıcısı olan üniversiteler
Türkiye'de felsefe etkinliğinin
gerçekleştiği tek ortam değil. Felsefe kurumlarımız bulunduğu gibi, akademik ya-
6) Arslan Kaynardağ (1986), s.288-9.
7) "Türkiye'deki felsefe eğitiminin son kırk beş yılı için şunları
söyleyebilirim: Von Aster gibi, Reichenbach gibi, Lacombe gibi, Freyer, Pratt, Kranz gibi yabancı
profesörlerin zamanında felsefe eğitiminde sanki bir düzelme, yenilenme ya da düzelmeye, yenilenmeye yönelme varmış
gibiydi. Ama bu yüzeysel ve pek etkenliği
olmadığı sonradan görülen bir devinimdi. Felsefe eğitimi o zaman da kötü, yetersiz, verimsizdi; bugün. l979'da hala öyle." Nusret Hızır, Bilimin lşığında Felsefe, Adam Yayınları, 1985, s.l5- 16.
şam dışında oldukları halde konferansiara katkıları ve yaptıkları
yayınlarla tanınan düşünürlerimiz de var. Üniversitelerdeki felsefe etkinliğini belirgin bir ölçüde
ağırlaştıran bir etmen, öğretim üyeleri üzerindeki ders yükünün ağırlığıdır. Son on iki yıl içinde, yetişmiş eğitim
kadrolarındaki artış epey yavaş olarak gerçekleşirken, felsefe bölümlerine gelen öğrenci sayısı
büyük bır hızla yükselmiştir. Bu olgu, felsefe yayınlarını hem nicelikte hem de nitelikçe sınırlayan
bir etmen olmayı
sürdürmektedir. Şu aşamada felsefe derecesi veren üniversite bölümlerinin sayısı Ankara'da dört, İstan- buJ(8) ve Erzurum'da ikişer, İzmir, Adana, Bursa ve Mersin'deyse
birer tanedir. Üniversite yayınları felsefe kitapları basmakta, düzenli olmasa da kimi bölümler dergi çıkarmaktadırlar.<9J
Bu yayın- Iarın
dağıtımı yetersizdir.
Dağıtım, nitelik ve nicelik açısından özel yayıncıların aldığı
sonuç, hem kitaplara
hem de dergilere ilişkin olarak daha iyi görünüyor. Ülkemizde çeviriler
yanısıra telif felsefe yapıtları da yayımlanmakta, kitaplar genellikle 2-3 bin adet basılmaktadır.
Seyrek rastlanan
kimi ayrıcalıklar dışında, felsefe yayınları ikinci hamur kağıda
basılarak ince
kartonla ciltleniyor. Şu aşamada düzenli olarak yayımlanan iki felsefe dergisinden biri,
belli bir kuruma bağlı olmadan yayımlanan Felsefe Tartışmala-
rı'dır.
Felsefe kurumlarımızdan biri olan Türk Felsefe Derneği,
üyelerini yalnızca öğretim üyeleri arasından seçmekte. Yayım yaşamını düzenli olarak sürdüren ikinci felsefe dergisi olan
Felsefe Dünyası'nı çıkaran bu örgüt, halka açık sempozyum ve koliok- yumlar
yaparak felsefe ile ilgilenenleri bir araya getiriyor. Öbür kuruluş,
başlangıcı daha
eskilere dayanan Türkiye Felsefe Kuru-
8) İstanbul Üniversitesi'nde aynca Il. öğretim de yapılmaktadır.
9) İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü çok aralıklı olarak Felsefe Arşivi'ni yayımlamaktadır. Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü de Seminer-Felsefe adı altında bir dergi çıkarmaktadır.
mu'dur.OO) İlk olarak 1927'de oluşturulan kurum daha sonra kapanmış, 1974'te yeniden açıldığından beri de yurt ve dünya çapındaki
etkinliğini yoğun bir biçimde sürdürmüştür.<ı *) Türkiye Felsefe Kurumu
'nun üyeleri üniversite mensuplarıyla sınırlı değildir. Yurt içinde u.J.usal ve
uluslararası sempozyum ve seminerler düzenlemesi ve bunların bir bölümünü
yayımlaması yanısıra, Uluslararası Felsefe Kurumları Konfederasyonu'nun da
(FISP) bir üyesidir. Bu sıfatıyla dünya felsefe kongrelerinin ve diğer
uluslararası toplantıların düzenlenmesine katkıda bulunmakta, böylesi
toplantılara kendi üyeleriyle katılmaktadır. Kurumun başkanı Profesör İoanna
Kuçuradi, uzun bir süredir, sözü edilen uluslararası konfederasyonun genel sekreterliğini
de yürütmektedir.
Felsefede, konulara yaklaşım
biçimleri ve yöntemleriyle birbirlerinden ayrılan genel eğilimler, değişik
gelenekler vardır. Dünya düşüncesinde canlı bir yazışma ortamı oluşturan bu
farklılıklar, ülkemizde de-temsil edilmekte, benzer bir rekabet Türkiye'de de
yaşanmaktadır. Felsefe geleneklerinin yurt içindeki dağılımını Türk
felsefesinin tarihsel gelişiminden soyutlamak doğru olmaz. Eğilimlerin ortaya
çıkışlarını betimlerken, bunların ülkemizdeki tarihini de özetleyeceğim.
Üniversitelerden başlayarak yukarıda
anlattığım felsefe etkinlik ortamları içinde temsil edilen felsefe biçem ve
eğilimleri, ana çizgilerle Fransız, Alman, İngiliz-Amerikan gelenekleriyle,
Marksizm ve İslam düşüncesinden oluşuyor. Kendiliklerinde, bu gelenekler
birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılan şeyler değiller; hatta örtüştükleri
yerler de olabiliyor. Değişik merkeziere dağılmış bulunan gelenekler, kimi
zaman aynı yerde ikisi, üçü, bir arada
10) Kurum, 1994 Aralık ayından beri üç ayda bir kez olmak üzere bir Bülten
yayımlamaktadır.
1 1) Kurumun
"Fenomenoloji Birimi", "Hukuk Felsefesi Birimi",
"Bioetik Birimi", "Çocuklara Felsefe Birimi" adı altında
birimleri vardır.
temsil ediliyor, kimi yerlerdeyse bulundukları kuruma ağırlıklarını koymak amacıyla
aralarında bir başatlık
çekişmesine tutuşmuş oluyorlar. Böylesi eğilimler bir yana, üniversite bölümleri uzmanlık alanlan açısından da birbirlerinden farklı
biçimlerde özelleşebiliyorlar. Örneğin kimi bölümler daha çok felsefe tarihine ağırlık verirken, kimileri de önceliği bilim felsefesi, mantık, ahlak ve insan felsefesi gibi konulara tanıyorlar. Bu açıdan
baktığımızda, bir uzmanlık alanı olan İslam düşüncesi tarihini aynı zamanda başat bir gelenek konumuna getirme girişimleri
gözlemleyebiliyoruz. Bu yöndeki bir hareketliliğe, şu aşamada ülke içinde en hızla gelişmekte olan bir eğilim olması
dolayısıyla aşağıda yeniden eğileceğim. Önce, saydığım öbür akımlan ele alıyorum.
Türkiye'de etkisini sürdüren en eski felsefe geleneği, kendini değişik biçimleriyle ortaya koyan Fransız
düşüncesidir. Bu gelenek içindeki çeşitlilik, bir yandan 19. yy Fransız pozitivizminden varoluşçuluğa ve Fransız:
görüngübilimine yayılmışken, son yıllarda daha yeni akımlan da kapsamaya başlamıştır. Fransız düşüncesi, felsefenin Türkiye'deki
başlangıçlanndan 1930'lann ortalanna kadar başat olmuş, bunun adağını da o dönemlerin tek yüksek öğretim kurumu olan Darülfünun
oluşturmuştur. Osmanlı Devleti içinde, gizemcililc ya da tannbilimden ayn olarak kavranabilecek, özgür ve gerekçelendirilmiş
dizgesel düşünce
anlamındaki felsefe, hiçbir aşamada ciddi bir varlık
gösterrnemişti. İlk özgür düşünürlere, 19. yy'ın sanianna doğru
rastlıyoruz. Bu kişiler, o günlerin pozitivizminden ve çoğunlukla da Fransızca kaynaklardan okurluklan Alman özdekçiliğinden
(materyalizm) etkilenmişlerdi.
Onlar düzenli bir felsefe eğitimi almış
düşünürler değillerdi; ellerine geçen kimi kitaplan okuduktan sonra kendilerini felsefeye kaplıran amatörler
olarak da görülebilirler.
O aşamalarda batılı
devletlerce İstanbul ve Anadolu içinde kurulmuş
olan yabancı okullarda felsefe dersleri
veriliyor olmalıydı. Aynı şey Rum rahip okullan ve ma-
nastırları için de geçerli. Ancak felsefenin, müslüman halka da açık, bir üniversite dersi olarak verilmesi, 1912 yılında
başlıyor. Bu ilk
derslerin bir yandan felsefe tarihi içerikliyken, öbür yandan da konu olarak sosyoloji
ve psikoloji ağırlıklı olduklarını biliyo- ruz.02)
Felsefedeki ilk kıpırtılan ortaya koyan insanları
kısaca tanıyalım. 1813-1881 yılları ^ : ia yaşamış olan Hoca Tahsin, tann-
bilim ve İslam edebiyatı okumuştu. Türk diplomatlarının dinsel gereksinimlerini
karşılamak üzere Paris'e yollanınca Fransızca'yı öğrendi ve üniversitede doğa
bilimlerine ilişkin çeşitli dersleri izledi. Alman düşünürü Büchner'in yapıtını
okuyarale ondan etkilendi. Beşir Fuad (1852-1887) ise Suriye Cizvitleri 'nce
eğitilmiştir. Fransızca'dan çeviriler yapmış, Voltaire, Comte ve Durkheim
pozitivizmi ile doğalcılığa ilişkin yazılar yazmıştır. O da Fransız kaynakları
üzerinden Büchner'in etkisi altında kalmış biriydi. Ahmet Mithat Efendi
(1844-1912) Niş ve Bulgaristan'da okumuştu. Sürgünde bulunduğu Rodos'tan
dönünce dergi ve gazetelerde felsefi içerikli yazılar yazdı. Lamarck'ın
evrimci görüşlerini izleyen bir doğalcıydı.
Günümüzden bir yüzyıl önce
Osmanlıca'ya çevrilen ilk önemli modern felsefe yapıtı, Descartes'in Usul
Hakkında Nu- tuk'udur (Discours de la Methode).03) Büchner ve Haeckel'in ki-
taplarını04> Türkçeleştiren felsefeciyse Baba Tevfik'tir. 1881 ile 1914
yılları arasında yaşayan Baha Tevfik'in kişiliğinde daha dizgesel bir düşünür
buluyoruz. Kendisi birkaç arkadaşıyla İstanbul'da ilk türkçe felsefe dergisini
çıkarmış. OS) Onunla kimi benzer evrimci, doğalcı, pozitivist ve özdekçi
görüşleri paylaşan Subhi El-
12)
Kaynardağ (1994), s.210.
13)
Kaynardağ (1994), s.209'da çevirinin
1895 yılında gerçekleştirildiğini ve kitabın ikinci baskısının 1928'de
yapıldığını bildiriyor.
14)
Force et Matieres de l'Univers.
15)
Bkz. Kaynardağ (1994), s.209.
dem, Memduh Süleyman, Edhem Necdet ve Celal Nuri'yi (ı877- ı939) de saymak gerekir. Sonuncu düşünür, İslam
geleneğini açıkça eleştiren bir reformcuydu. Başka birçok alanda da yazıları olan Abdullah Cevdet, Büchner'in etkisi altında felsefe yapan Osmanlı
düşünüderi arasındadır. Darülfünunda felsefe dersleri veren Rıza Tevfik (1869-ı 949) bir Bacon ve Mill hayranı olarak İngiliz deneyciliğinin
Türkiye'deki ilk belli başlı temsilcilerinden biri sayılır. Bir felsefe sözlüğü
yayımlamaya girişmiş, ancak bunu tamamlamayı başaramamıştır. Sözünü ettiğimiz özdekçi, pozitivist ve eleştirel dalga belli bir süre sonra tutucu kesimlerin tepkisini
çekince, üniversitede verilmekte olan bağımsız felsefe dersleri kaldırılarak, bu konular sosyoloji ve psikoloji
dersleri içinde eritilmiş- tir.06) Aynı dönemlerde, sosyoloji derslerini Ziya Gökalp ve Mehmet İzzet veriyorlardı.
Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda, Fransız
düşüncesinin yanısıra Amerikan pragmacılığının da kimi etkileri söz konusudur. John Dewey'in, yeni Türk devletinin eğitim politikalarına
danışman olarak katkıda
bulunduğunu biliyoruz.
Oysa bu etki derin olamamış, felsefe eğitimi içineyse hemen hiç girememiştir. O yıllardaki
başat etki kaynağı, Henri Bergson'un düşünceleriydi.
Bu düşünceler,
üniversitede psikoloji okutan Mustafa Şekip Tunç aracılığıyla yayılmıştı.
Şekip Tunç, daha
sonra kurulacak olan felsefe bölümünün çekirdeğini oluşturacak olan birkaç kişiden
biridir. ı 930'lu yılların
başlarında etkinliklerini
sürdüren Ahmet Na- im, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Halil Nimetullah ve Orhan
Sadettin gibi Darülfünun hocalarının adlarını da anmak gerekir. Sayılan son isim, felsefe doktorası sahibi olan ilk Türktür. Ancak bu kişiler yeniden yapılanan
üniversitenin kadrosu içinde yer almamışlardır.
Felsefe eğitiminin kendi başına bir lisans programı olarak
1 6) Bkz. Kaynardağ (1994), s.210.
başlaması, 1 933 üniversite
reformuyla gerçekleşir. Bu, ülkemizde felsefenin bir öğretim dalı olarak
yeşermeye başrayışının tarihi olarak da görülebilir. İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, Türkiye'nin ilk ve o zamanki tek felsefe
bölümü olarak Fındıklı 'da etkinliğe başladığında, kadrosu içinde yer alan üç
kişi, sonraki yıllarda ülke içinde yetişen hemen tüm felsefe öğretim üyelerinin
hocaları olacaklardı. Bunlar Hilmi Ziya Ülken, Halil Vehbi Eralp ve Macit
Gökberk'tir. Hilmi Ziya, İslam felsefesi ve sosyoloji alanlarında dersler
veriyor, kendisinin lise öğretmenliği sırasında öğrencisi olmuş olan Vehbi
Eralp ise doçent statüsünde felsefe tarihi okutuyordu. Eralp, üniversite
eğitimini Bordeaux ve Sorbonne üniversitelerinde yapmış, Descartes metafiziği
üzerine doktora tezi yazmıştı. Macit Gökberk, aralarında en gençleri olarak
bölümün asistanıydı. Onlara 1 934'de, doktorasını Almanya'da yapan Mazhar
Şevket İpşiroğlu da katıldı.
Türk felsefe dünyasına Alman felsefe
geleneğinin girişi 1930'lu yılların ikinci yarısında olmuştur. Daha önce
özellikle Fransızca çevirilerden tanınan Alman özdekçiliğinin yerini şimdi çok
daha farklı tipteki Alman düşünceleri atmaktaydı. Bu değişimi hazırlayan
etmenleri iki başhk altında toplayabiliriz. Üniversite reformu dolayısıyla
ortaya çıkan öğretim üyesi gereksinimini karşılamak için Almanya'ya eğitime
yollanan genç akademisyenler bu etki kaynaklarından birini oluşturmuştur. Macit
Gökberk ve Taki- yettin Mengüşoğlu, ikinci dünya savaşı başlamadan kısa bir
süre önce doktoralarını kazanıp yurda dönmüş ve üniversitede göreve
başlamışlardır. Gökberk felsefe tarihinde, Mengüşoğlu ise daha çok felsefi
antropoloji, varlıkbilim ve görüngübilim (fenomenolo- ji) alanlarında
çalışmışlardı. Ancak ikisinde de ortak olan bir şey, Almanya'da kendisinden
dersler aldıkları Nicolai Hartınann 'ın et- kisiydi. Mengüşoğlu doktorasını
Hartmann'ın yönetiminde yazmış, büyük ölçüde onun felsefesini benimsemişti.
Aynı profesör,
Gökberk'in de doktora tez raportörlerinden
biriydi.07) İstanbul'da bu iki öğretim
üyesinin öğrencileri olan kuşaklar Hartınann düşüncesinde yoğruldular. Bugün artık gerilerde kalmaya başlamış olsa da, bu etki halen yaşamaktadır.
Hartınann etkisi,
onun arka planında yer alan Yeni-Kantçılık ve Alman idealizmi ile bir bütünlük
içindeydi.
Üniversite reformunun gerçekleştirildiği
yıllara rastlayan
bir başka önemli olay var. Almanya'da Nazi rejiminin Yahudi köken- Iilere uyguladığı
baskı sonucunda Türkiye'ye
sığınan çok sayıdaki Alman profesör arasında Hans Reichenbach da bulunuyordu. Reic- henbach daha o
zamanlardan dünya çapında tanınmış biriydi. Kendisi 1933 'ten başlayarak beş
yıl süreyle felsefe bölümünde ders verı:niş ve orayı yönetmiştir.
Felsefe tarihi
dersleri vermek üzere 1935'te Reichenbach'ın aracılığıyla bölüme
çağrılan profesör Emst von Aster'se, 1945'e değin İstanbul'da kalmıştır. Bu öğretim üyesi de, aynı zamanda bilgi kuramı ve ahlak konularında
yayımlanmış kitapları olan, değerli bir felsefeçiydi. Hartınann felsefesi dışındaki Alman kökenli etkiler bu iki profesörden
kaynaklanır. Türk felsefe yaşamına çok önemli yararları dokunmuş olan Alman stilindeki felsefe tarihçiliği bunlardan biridir. Ne var ki, az aşağıda
değinilecek olan öbür Alman hocalar da gittikten sonra,
klişeci bir anlayış, ilk kaynakları öne alan kapsamlı felsefe tarihçiliği ve yorumculuğunu giderek gölgelerneye
başlamıştır. Her şeye karşın, felsefe ve ideler tarihçiliği ülkemizin bugünkü düşünce
dünyasında sağlam yeri olan bir uzmanlık alanı olarak kalmayı başarmış bulunuyor. İstanbul, Ankara ve İzmir'deki felsefe bölümlerinde, hem lisans hem de onun üzerindeki
düzeylerde, felsefe
tarihi eğitim ve araştırmasına verilen önem bugün de sürmektedir.
Alman felsefesinin düşünce
dünyamız üzerindeki üçüncü etki ekseni, yukarıda sayılan ilk ikisinden oldukça farklı bir akımla
17)
Bkz. Kaynardağ (1986), s.26.
temellenir. Yeni-pozitivzm ve onunla felsefeye giren
bilimsel yaklaşım biçimi, sembolik mantığa verilen özel önem ile birlikte Türkiye'ye Reichenbach tarafından
tanıtılmıştır. Reichenbach, öğrencileri üzerinde büyük hayranlık bırakmış olan bir hocaydı. Buna karşın, kendisinin Califomia'ya gidişinden sonraki 25-30 yıl boyunca onun felsefi izini süren etkin Türk felsefecileri yalnızca üç
kişiyle sınırlı kalmıştır. Ayrıca, bunlardan ancak biri onun doğrudan öğrencisi olmuştur. Yeni-pozitivizmin Türkiye'deki
düşüneeye yaptığı asıl katkının, ortaya daha sonraları çıkacak olan İngiliz- Amerikan kökenli çözümleyici
(analitik)
felsefeye uygun bir ön- temel hazırlayışı olduğu söylenebilir. Reichenbach ilk geldiğinde onun derslerini Türkçe'ye Macit Gökberk
çeviriyordu. Bir süre sonra, Almanya'da uzun süre kalmış ve bu dönem içinde fizik ve felsefe okumuş bir başka genç, Nusret Hızır da, kendisine aynı işlevde yardımcı olmaya ve onunla sıkı bir düşünsel
yakınlık kurmaya başladı. Reichenbach gittikten sonra onun
felsefesini Türkiye'de temsil etmeyi sürdüren kişi, kendisinin bu öğrencisidir. Hızır, 1937'de Türk Tarih Kurumu'na atanmış, sonra 1942'de üniversite dışından doçentlik sınavına girerek, birkaç yıl önce
Profesör Olivier
Lacombe tarafından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bünyesinde kurulan, Türkiye'nin ikinci felsefe bölümüne
katılmıştır. 08)
Çözümleyici felsefenin ülkemizde
filizlenişi, 1960'lı yıllara rastlıyor. 40'lı yıllarda İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde okuyan Hüseyin Batuhan ve Nermi Uygur gibi öğrenciler, 50'li yılların
başlarında asistan
olarak bu bölüme katılmışlardı. Koyu bir Alman
18) Profesör Hızır, 1968'deki emekliliğine değin bu kurumda sürdürdüğü akademik kariyeri boyunca
Reichenbach çizgisindeki düşünceleriyle yalnızlığa itHdiğini
söylemiştir. "Etkim olmuştur bu memlekette olmasına. Ama büyük ölçüde
fakültenin dışında olmuştur. Yazılanmla, konferansla- nmla, emekliliğimden
sonra türlü gruplarla yaptığım özel derslerle." Hızır (1985), s.16.
geleneği içinde eğitilmiş oluşlarına
karşılık, Batuhan
1950'lerin ortalarında, Uygur ise 1960'larda, analitik felsefeye yaklaşmışlardır.
Profesör Uygur ünlü Mind dergisinde yazısı
yayımlanan ( 1964)
ilk Türk felsefecisidir. Çözümleyici felsefeye yönelişinde daha kararlı olan Hüseyin Batuhan, doktorasını 1963 'te bitirmiş olan Teo Grünberg ile birlikte, 1966'da Orta Doğu Teknik Üniversitesi Beşeri İlimler Bölümü'ne geçmiş,
çevresine bu
felsefe türünde çalışan başka düşünürler de toplamıştır. Türk çözümleyici felsefe geleneğinin çekirdeği, 1982 yılında felsefe bölümü olarak bağımsızlaşan bu kurum olmuştur.
1960'ların sonunda
yine OD- TÜ'nün Mimarlık Fakültesi 'nde dersler veren Profesör Hızır da, aynı gelişime
hız kazandıranlardandır. Profesör Grünberg, anlam felsefesi ve sembolik mantık alanında
yüksek nitelikli çalışmalar ve yayınlar
yapmıştır. Onun da uluslararası
mantık dergilerinde yayımlanmış iki makalesi vardır. _
1940'lar Türkiye'de felsefenin olumlu bir biçimde
geliştiği yıllardır. Felsefe klasiklerinin dilimize çevrilmesinde oldukça yoğun
çabaların harcandığı bu yıllarda, eğitimin niteliği de yüksek bir düzeyde tutulmaya çalışılmıştır. Bu çerçeve içinde
İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne başka Alman felsefecileri de davet edilmiştir. Bunlar arasında 1945'te gelip beş yıl
ülkemizde kalan ünlü İlkçağ felsefe tarihçisi Walther Kranz'ı ve daha sonra, 50'le- rin başında gelen, Kant uzmanı H. Heimsoeth ile Aristoteles ve
Hegel uzmanı J. Ritter'i sayabiliriz. Bu yıllarda yetişen başka bir öğretim üyesi de Bedia Akarsu'dur. Akarsu'nun
daha sonraki kuşaklar için tutarlı bir Türkçe felsefe terimleri dağarcığı
oluşturan önemli katkısı, bu başlık altında yayımladığı sözlük olmuştur. Felsefeyi kitlelere ulaştırmak
bağlamında sözü edilmesi gereken bir başka kitap da Macit Gökberk'in Felsefe Tarihi'dir. Bu iki yapıt,
ülkemizde en çok satan felsefe kitapları
arasında yer alıyor. Daha önce analitik felsefeye olan ilgisi dolayısıyla
Profesör Nermi Uy-
gur'a değindik. Bu felsefecimiz, İstanbul felsefe bölümünde yetişmiş,
bütünüyle Türk felsefe eğitiminin bir ürünü olmuştur. Kendisi uluslararası dergilerde yayın yapmak başarısını
gösteren ilk ve oldukça seyrek düşünürlerimizden
biridir.
Almanya'da dersler de vermiş olan Uygur'un ilgi alanları
görüngübilimden, dil felsefesi, fizik felsefesi, kültür felsefesi ve insani-varoluşa
kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor.
Yukarıda adını Türkiye Felsefe Kurumu' nun başkanı ve FISP'in genel sekreteri oluşu
dolayısıyla andığımız İoanna Kuçu- radi, öğrenci olarak İstanbul
Üniversitesi felsefe bölümüne 1950'lerin ortalarında girmiştir. Eğitimini tamamladıktan sonra, ilkin hocası Takiyettin Mengüşoğlu'nu izleyen bir çizgide, felsefi antropoloji alanında
çalışmış, daha
sonra değer felsefesi, özellikle de ahlak alanında yayınlar yapmıştır. 1968'de Hacettepe Üniversi- tesi'ne giren Kuçuradi, ertesi yıl bu üniversitenin felsefe bölümünü
kurmuştur. Halen aynı bölümün
başkanıdır. Bugünkü felsefe yaşamımızın önde gelen bir başka siması olan Önay Sözer ise, 1960'larda asistan olarak girdiği
İstanbul Üniversitesi felsefe bölümünde yaklaşık yirmi yıl görev yaptıktan sonra, bir süre için Almanya'ya gitmiş, orada felsefe dersleri vermiştir. İlgi
alanları arasında görüngübilim, Hegel'in düşüncesi, dil felsefesi ve yorumbil- gisi
(hermeneutics) sayılabilir. 90'lı yılların başlarında İstanbul
Üniversitesi'ne profesör olarak dönen Sözer'in de uluslararası yayınları vardır.
Bundan bir sonraki kuşağın felsefecilerine göz
attığımızda, gerçekleştirdiği yayın etkinliğiyle İzmir Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nün belirgin bir varlık
gösterdiğini farkediyoruz. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde Nusret Hızır' ın öğrencisi
olup onun asistanlığını yapan Ahmet Arslan, daha sonra
Ege Üniversitesi'ne geçerek oradaki felsefe bölümünü kurmuştur. Eski Yunan ve İslam felsefesi tarihçisi olan profesör Arslan 'ın bu konularda yayınları
vardır. Aynı bölümün profesörlerinden Doğan Özlem 'se İstanbul
Üniversitesi'nde okumuştur ve özellikle
kültür, tarih ve
toplum felsefesi alanındaki yayınlarıyla tanınmaktadır. İstanbul Üniversitesi
profesörlerinden Ortaçağ felsefesi uzmanı Betül Çotuksöken de yayınlarıyla önde gelen felsefecilerimiz arasına giriyor.
1982'de kurulan Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü, ODTÜ gibi,
eğitimi İngilizce yapan bir kurumdur. Bu durum, sözünü ettiğimiz bölümlerde
okuyan felsefe öğrencilerinin henüz Türkçeleştirilmemiş klasik literatürü
olduğu kadar çağdaş felsefe yayınlarını da izieyebilmelerine olanak
vermektedir. Boğaziçi Felsefe Bölümü, ülkemizin en çok sayıda uluslararası
felsefe yayınını gerçekleştiren kurumudur. Burada etkin olan öğretim üyeleri
arasında, uzmanlık alanı dil felsefesi ve varlık konularını kapsayan Arda
Denkel ile bilim felsefecisi doçent Gürol Irzık sayılabilir.
Özetle belirtilecek olursa,
Türkiye'de araştırma konusu olarak en büyük ilgiyi çeken felsefe alanları,
başta felsefe tarihi olmak üzere, ahlak, insan ve kültür felsefesi gibi
konulardır. Alman varoluşçuluğu ve görüngübilim de çekici olmayı sürdüren
alanlardan. Felsefe yayınlarını izleyenler arasında, yorumbilgisi, Frankfurt
okulu, yapıçözümcülüğü (dekonstrüksiyon) ve postmodemiz- me karşı, yükselmekte
olan bir ilgi görülebiliyor. Toplum ve devlet felsefesi, artan bir ilgiye konu
oluşuna karşın, yayın düzeyinde henüz önemli bir varlık göstermek noktasına
gelmemiştir. Bilgi ve varlık felsefesi gibi odak alanlar da daha çok
çözümleyici felsefe bağiarnı içinde yapılmaktadır. Bilgibilim alanında
yayınları olan bir düşünürümüz, felsefe çalışmalarını üniversite dışında yapan
Vehbi Hacıkadiroğlu'dur. Mantık ve bilim felsefesi konularında çalışanlar
çoğalmaktadır. Estetik ise bugünlerde eskisine göre daha az bir ilgi
çekrnektedir.<I9) Genel bir izienim vermek için Türk fel-
1 9) lstanbul
Üniversitesi Hartınann çizgisindeki estetik dersleri bir zamanlar (günün bölüm
başkanı Prof. İ. Tunalı'nın çabalanyla) ön plana çıkanlır- ken, şimdi artık
arkalarda kalıyor.
sefecilerinin en çok etkilendikleri iki büyük filozofu, Platon ve Kant olarak
belirleyebiliriz. Descartes ve Aristoteles 'e olan ilgi, önceki ikiliye göre daha az olsa da, yine de kayıda
değerdir. Hegel,
Heidegger ve Wittgenstein 'a büyük saygı duyan çevreler de bulunmaktadır.
Burada, Türk felsefesinin henüz kısa olan tarihi konusunda çalışmalar yaparak bunları
yayımiayan Arslan Kaynardağ'ı da anmak isterim. Doktora çalışmalarını halen Amerika Birleşik Devletleri'ndeki üniversitelerde
sürdüren bir grup Türk felsefe öğrencisi vardır. Bunların bir gün yurda döndüklerinde felsefe yaşamımızda 1930 ve 40'lı
yıllardakine benzer yenilik ve değişiklikler getirmeleri olasıdır.
Türkiye'de Marksist düşünce hemen her aşamada akademik felsefenin dışında
kalmıştır. Kendine
ya siyaset bilimi veya iktisat bölümlerinde yer bulmuş, ya da üniversite
dışındaki felsefecilerce
savunulmuş ve yayımlanmıştır. Marksist felsefenin en etkili olduğu dönem
60'lı ve 70'li yıllardı. Bu dönemde, varolan sol literatürün
önemli bir bölümü, nitelik açısından bir ayrım
güdülmeden Türkçeleştirilerek geniş kitlelere uygun fiyatlar karşılığında
sunuldu. Birçok felsefe klasiği
çevrilmeyi beklerken,
entelektüel çabanın sol literatüre böylesi bir yoğunlukla yönelmiş oluşu ilginçtir.
Tüm bu çabaya karşın,
Türk Marksist düşüncesi
bağlamında klişeleri aşan özgün çalışmaların üretHebildiğini öne sürmek de zordur. Dünyanın birçok
yerinde olduğu gibi, Marksist düşüneeye olan ilgi halen Türkiye'de de gerileme yolundadır. 1980 askeri darbesi sol eğilimli
düşünüderi sindirip,
etki ve etkinliklerini engellemiştir. 80'li yılların sonunda komünizmin
çökmesi ise bu tür düşünceyi
bütünüyle desteksiz
kılmıştır.
"İslamcı" diye adlandırıcağım bir hareketin Türk felsefesi üzerindeki etkilerine geliyoruz. 80'li yıllar boyunca İslam, din ve dinsel düşünce kimliği
yanısıra, bir
siyasal güç odağı ve hareketi olarak da, bütün dünyada belirgin ilerlemeler göstermiştir.
Türki-
ye'de küçülen solun ardında
bıraktığı siyasal
ve ideolojik boşluğun önemli bir bölümü, İslamcı hareketin doktrinlerince doldurulmuştur. İslamcı hareketin siyasal güç kazanışı,
içeriklerini aşağıda tartışacağım kimi "İslamcı" düşünme
eğilimlerinin 80'li yıllarda Türk felsefe dünyasındaki varlıklarını yaymaya başlamalarıyla bir koşulluk
göstermiştir. Felsefedeki bu gelişimin başka bilim dallarında aynı belirginlikle yaşanmıyor
oluşu saptanmaya değer bir noktadır.
Felsefedeki İslamcı hareket nedir ve bu hareket varlığını ne anlamda genişletiyor?
Önce kimi gözlemler: 80'li yıllardan beri üniversitelerde
ve liselerde
felsefe dersleri veren kişiler arasında dinsel eğitim görerek
yetişmiş olanlar sayıca
artmıştır.<20) Ağırlığı tanrıbilim olan bir eğitim sonucunda alınan felsefe dereceleri giderek çoğalmaktadır. Giderek daha çok sayıdaki ilahiyat fakültesi felsefe lisansınınkine
eşdeğer haklar sağlayan dereceler vermeye başlamıştır.<2I)
Ayrıca, tanrıbilim eğitimi kökenli olsun ya da olmasın, felsefeyi İslam
düşüncesini temel
alarak yapmayı, felsefe programlarını bu biçimde yeniden yapılandırmayı(22)
savunan öğ-
20) Kimi liselerde
felsefe derslerinin meslek^n felsefeciler yerine ilahiyat me- zunlanna verdirilişinin
nasıl bir amaç ve hangi karar mekanizmalan ın ürünü
olduğunun belirsiz kalışı da önemli bir huzursuzluğa neden olmaktadır.
21) Kimi ilahiyat fakültelerinde
"Felsefe
Tarihi Anabilimdalları" vardır. Bu örgütleniş
yapısı, kendi öğrencilerine ilahiyat eğitimi için gerekli felsefe servis derslerini
sağlamanın oldukça ötesine geçerek, tanrıbilim eğitimi temelli felsefe dereceleri veren
bir mekanizma konumundadır. Bugün birçok felsefeci bu oluşumlan "felsefe" adı altındaki
örgütlenişin felsefecilerin elinden kayıp ilahiyatçıların eline geçişi olarak algılıyor.
Aynı nedenle, bu durum konumuz olan meslek dünyası içinde belli bir tedirginlik kaynağı olmayı
sürdürüyor.
22) Burada sözü edilen şey felsefe bölümlerinde
öbür derslerle makul
bir orantı korunması koşuluyla okululması zaten doğal olan İslam
düşüncesi tarihine
yer verilip verilmemesi değil, kastettiğim bunun çok ötesindeki
bir şey: Tüm felsefe eğitiminin ve etkinliğnin
böyle bir temele dayandınlması,
felsefenin sonuçta
Ortaçağ İslam felsefesi içinde sınıriandıniması projesi.
retim üyelerinin sayılarında da bir artış vardır.
Böyle bir eğilimin
ülkenin hemen tüm felsefe bölümlerinde kimi taraftarlar bulmaya başladığı
görülmektedir.
Burada bir yanlış anlamadan ve ona bağlı olarak yapılabilecek hatalı bir değerlendirmeden
dikkatle kaçınmak gerekiyor. İslam düşünce tarihi, felsefe içinde saygın yeri olan bir daldır.<23) Bu dalda uzmanlaşmış olup değerli
çalışmalar yapan öğretim üyelerini, İslam düşüncesini Türk felsefesi için bir ideoloji haline getirmek isteyenlerle karıştırmamalıdır.
İslam düşüncesini günümüzün Türk felsefesinin temeline yerleştirmek,
düşünce tarihindeki
eski bir dönemin tanrıbilimsel ağırlıklı söylemini bugünkü felsefeye temel öğreti haline getirmek olur. "İslamcı"
diye andıklarımın
önerdiği budur.<24l
Kaldı ki, bunların
birçoğu kendilerine
"uzmanlık dalı" olarak İslam düşüncesi ya da tanrıbilimi
dışındaki alanları seçiyor: Örneğin özdekçilik, pozitivizm, ya da bilim tarihi
bunlar arasında.
Şimdi, kimi İslamcıların tutumianna gerekçe olarak göster-
23) Türk İslam Düşüncesi Tarihi Anabilimdalı, Sistematik Felsefe ve Mantık ve Felsefe Tarihi ile birlikte
felsefe çalışmalannın üniversitelerimizdeki örgütleniş şemasını
oluşturuyor. Burada bu dallara belli bir yakınlığı olan Bilim Tarihi Anabilimdalı
'nı da saymak
gerekir. Öte yandan, İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümündeki Bilim Tarihi Anabilim dalı, bölümden
ayrılarak bağımsız bir Bilim Tarihi Bölümü haline gelmiştir.
Bölümün öğrencilerine felsefe destekli bir program sunması, buradan mezun olacak öğrencilerin liselerde "felsefe grubu öğretmenliği"ni
yapmak üzere yönlendirildiği
izlenimini
vermektedir. Türk İslam düşünce tarihini başlı başına bir anabilimdalı olarak örgütleyerek ona felsefe bölümleri
içinde yer
vermenin yararına kuşkuyla bakıyorum. Bu dalda yürütülen
çalışmaların böyle bir anabilimdalı şemsiyesi ve ayrımı olmadan da en az şimdiki ölçüsünde
nitelikli
olacaklan inancındayım.
24) İslamcıları, yaptıkları işin felsefe olduğu iddiasında bulunmayan ilahiyatçılardan
da ayırt etmelidir. Felsefenin yerini alması söz konusu olmadıkça, burada benim tanrıbilimin
saygınlığını sorgulamak gibi bir niyetim yok.
dikleri bir savı ele alıp
yanıtlayacağım. Şöyle diyorlar: "Çağdaş Batı düşüncesi Türk felsefesine çıkış noktası olarak alınmamalıdır,
çünkü bu düşüncenin
sorunları, konuları ve birçok verisi, Türk kültürü ve geleneklerine yabancı, hatta aykırıdır. Aynı
nedenle, birçok Batı
kaynaklı düşünceyi kavramak bile bizim için güçlük yaratmaktadır.
Başlangıcı yeni olan
bir felsefe olarak onların zeminlerini benimsersek, bu taban üzerinde
önderlik edecek değerde özgün
düşünceler üretmek olanağını bulamayız. Onları hep geriden izlemek zorunda kalır, hiçbir zaman yakalayamayız.
Türk düşünürlerin bu doğrultudaki en iyimser beklentisi, geçmişte
Avrupalı- lar'ııı daha iyi bir biçimde dilegetirdiği düşünceleri yeniden keşfetmek, yeniden söylemek olabilir. Demek ki Türkler Batı'yı
taklit etmek yerine, çıkış noktası olarak kendi entelektüel geleneklerini almalılar. Bu gelenel(se İslam
düşüncesi, tanrıbilimi ve kimi yöresel düşünürlerin hikmetleridir. Eski Yunan ve Avrupa düşüncesine
başvurmak, ancak
betimlenen bu çıkış noktasına katkıda bulunduğu ölçüde onaylanabilecek bir şeydir. Türk felsefesinin kendine özgü bir biçem kazanarak özgünlük yaratabilmesi ve geri kalmış bir B:.;.tı
t:ıklidi olmaktan
korunabilmesi, işte ancak bu yolla olanak bulabilir."
Bu düşüncenin dayandınldığı varsayımlar,
kimi yanlış anlamalardan kaynaklanıyor. İlk olarak, felsefenin bir kültür ögesi olduğu
halde, yerel kültürle
sınırlı olmadığını saptamak gerek. Dolayısıyla felsefe, kimi zaman ulusal geleneklerle bezense de bu gelenekler içinde kalan, bunlara göreceli olan bir şey değil. Felsefe, tıpkı bilim gibi, evrensel bir düşün alanı. Uygun bir eğitimin kazanılmış
olması koşuluyla, felsefenin evrenselliği, onu herkesçe ulaşılabilir kılıyor. Bir felsefenin, içinde
üretildiği kültürün yerel renklerini taşıyabileceğini yadsımıyorum. Önemli
olan, söz konusu renklerin onu o kültürün
dışından anlamaya
bir engel oluşturmayı- şıdır. Örneğin nasıl ki Alman deneycileri varsa, İngiliz llegeleileri
de vardır. Ayrıca Ortaçağ'da Araplar nasıl Yunan felsefesini en ince noktalarına kadar kavrayabilmiş ve buna katkıda
bulunabilmiş- lerse, Avrupalı skolastikler de Araplar'ın yapıtlarını izleyebilmişler ve örneğin Albertus Magnus'da olduğu gibi, bunların bir bölümünü
özümsemişlerdir.
Batı felsefesinin aşırı güç,
yabancı ve erişilmez bir şey olduğu izieniminin nedeni, bizimle onlar
arasında varolan kültür farklılığı değildir; böyle düşünmek tanıyı yanlış koymak olur. Bu tür sıkıntıları
çekenleri etkileyen
gerçek neden, yeterli bir kavrayış için gereken felsefi eğitimin, birikimin eksikliğidir. Yeterli bir do- nanınun felsefede açamayacağı
kapı yoktur; ne var
ki hiçbir bilimsel başarı da kendiliğinden gelmez. Bilimsel yetkinlik uzun dönemde, sabırlı ve kararlı çabalar
sonucunda kazanılır. Son bir nokta daha: Yukarıda
özetiediğimiz görüşte Türk felsefesi için önerilen temel ya da başlangıç noktası, çağdaş felsefenin ulaştığı anlayış
ve incelik düzeyinin pek altlarındaki bir yere rastlıyor.
Dolayısıyla bu kadar gerilerden başlatılacak bir felsefenin ne ile yarışacağı,
özgünlüğü nasıl yaratabileceği, anlaşılınası güç noktalar. İslamcılar bir şeyin almaşığı (ya da dışında) olmak ilc onun gerilerinde olmak kavramlarını birbirleriyle karıştırıyorınuş
gibi duruyorlar.
Avrupa felsefesinin dışından dolaşacağız diye, 9. ve 10. yy'ın İslam felsefesi tabanından yola çıkma programı,
aynı felsefi gelişimin on yüzyıl
öncesinden başlamayı içerdiği için, kendi amacıyla çelişen bir şeydir. İslam felsefesinin kendi zamanı içindeki
özgünlüğü bir yana,
onun bugünkü düşüncesinin eriştiği noktanın on yüzyıl kadar gerisinde olması da kaçınılmaz bir durumdur. Benzer şeyler bir Platon, bir Kant için de geçerlidir. Tarihsel değer ve büyüklükleri ne olursa olsun, çağdaş bir felsefe salt bu düşüncelerk yetinemez. Çünkü bunlar, aradan geçen
yüzyıllarda derinine tartışılmış,
eleştirilmiş, geliştirilmiş ve kısacası aşılmış görüşlerdir. İslam ve Avrupa felsefeleri de aynı felsefe gelişiminin
farklı aşama-
ları olduklarına göre, İslamcı görüş arada geçen bin yıllık birikimi gözardı etmiş oluyor. Sonuç olarak özgünlük uğruna
bu görüşçe
önerilen şey kanımca açık ve derin bir yanılgıdır. Bu, bir tür sko- Iastiğe dönüş
çağrısı, ya da
felsefe yerine tanrıbilimini yerleştirmek girişimi olmaktan pek de farklı bir kapıya
çıkmıyor. İslamcı reçete, Türkiye'de henüz ernekleyen felsefeyi daha ayakları üzerinde doğrulamadan öldürebilir. Bu durumun açıklıkla
görülmesi ve gösterilmesi gerekir. Yapılabilecek en olumlu şeylerden biri, Türk felsefesine ilişkin İslamcı
savı olabildiğince netleştirmeye çalışarak kamuoyu önünde
tartışmaya açmaktır. Zaten felsefenin temel işlevlerinden biri de konuları
tartışmaktır.
iyimser bir saptamayla bitirmek istiyorum. Olumsuz gelişmelere karşın, olguyu ciddi olarak anlamak amacıyla
yapılan felsefe ve felsefi etkinlikteki yetkinlik beklentisi, bugün
Türkiye'de eskisine göre daha güçlüdür. Felsefemiz örneğin yirmi yıl öncesine
göre, hem nicelik hem
de nitelikçe daha ileride. O zamanlar uluslararası hakemli dergilerde yayımianmış
Türkiye kaynaklı yazılar üçü geçmezken bu sayı şimdi otuzu aşmış bulunuyor.
11.
BÖLÜM
FELSEFE TARİHİ
(1994)
İlkçağ felsefesi, felsefe tarihçiliğine
ilişkin sorunlann
ortaya daha yoğun olarak çıktığı bir alan. Böyle olması da doğal, çünkü bu, zamanca bizden çok uzaklarda kalan bir dönemin
düşüncesine ilişkin bir çalışma. Burada öyle düşünce yapılanndan söz ediyoruz ki, içinde
üretildikleri kültür ve dil bağlamlannın bugünkü devamları saydığımız ortamlar, aradaki zaman içinde,
tanınmayı bile güç kılacak
ölçekteki dönüşümlerden geçmişler. İlkçağ felsefesi derken, oldukça farklı bir kavramsal yapı
çerçevesinde gerçekleştirilen bir düşünce türünden, teknik terimler dağarcığı
binyıllar sürecek .tartışma ve kullanım serüvenlerini
henüz yaşamamış, gerek duyuldukça, adım adım ortaya atılan kavramlarla yapılan bir felsefeden söz ediyoruz. Buna karşılık aynı felsefe, tartışma,
eleştiri, açıklama, dizgesellik ve kapsam açısından son derece gelişkin, güçlü
ve canlı bir düşünce dönemi olmak niteliğini de taşıyor. Öyleyse böyle eski felsefeleri nasıl
okumalıyız?
Buna sağlıklı bir yanıt için
kanımca yapılması gereken ilk şey, filoloji, düşünce (yani ideler) tarihi ve felsefe
tarihi diye andığımız üç etkinliği birbirinden ayırt etmek olmalı. İlkçağ felsefe metinlerini anlamak amacıyla ortaya öncelikle bir filoloji çalışması koymak kuşkusuz zorunlu bir şey. Önerme ve sözcüklerin o dönemdeki anlamlarını en yakın bir biçimde
kavramayı amaçlayan ve gerektiği yerde etimoloji bilgileriyle bezenmiş güvenilir bir çeviri, doğal olarak "onsuz olunmaz"
bir koşul. Etimoloji bilgisinden, örneğin Aristoteles'in bugün "özdek" dediğimiz şeyi ilk kez
dile getirirken -yani "hyle" sözcüğünü ilk kez kullanırken-
"yapı malzemesi"
ya da "gemi yapımında kullanılan kalas" kavramlarından yararianmış oluşu gibi verileri anlıyorum.
Tartışmaya gerek bile
duymadan onaylayabileceğimiz bir başka şey daha var. Felsefe tarihçisinin
böyle bir çeviriyi yapabilmeyi olanaklı
kılacak bir filoloji donanımına sahip olması çok
önemli bir avantajdır.
Başkalarının yaptığı çevirilerden, örneğin çağdaş Batı dillerine yapılmış çevirilerden yararlanmak yerine eski
felsefeyi doğrudan okuyabilme- uin tabii ki büyük yararı var. Oysa avantaj olan bir şeyi felsefe tarihçiliğiyle
karıştırmamak gerek. Kimilerinin inancının tersine, çeviri işlemi felsefe tarihi yapmak değil; zorunlu olan bu koşul, felsefe tarihi için yeterli olmayacaktır.
Nasıl mantık felsefe yapmak için yeterli olmayacaktır. Nasıl mantık felsefe yapmak için zorunlu olduğu halde yalnızca mantık
yapılarak felsefe yapılmış
olmuyorsa, eski
filozofun önermelerini günümüz diline yalnızca çevirmekle, bu çeviri zengin bir anlamsal yorum eşliğinde sunuluyor olsa bile, felsefe
tarihi yapılmış olamaz. Peki eksik kalan nedir?
Kanımca burada bir yol ayrımı var. Çünkü çeviriye
dayanarak yapılabilecek iki ayrı etkinlik söz konusu. Aynı çeviri temeli üzerinde hem düşünce ya da ideler tarihi, hem de
felsefe tarihi yapılabiliyor. ideler tarihi, yapılması kadar okunup izlenmesi de oldukça zevkli bir etkinliktir: "Şu filozof şöyle der, bu filozof şunu
demiştir" türünden ve filozofların yapıtlarında!l alıntılar eşliğinde, oldukça dizgesel bir biçimde sunulan betimlemelerden oluşur. Genellikle çok büyük ayrıntıya inmeyen ideler tarihi, eski
filozoflara ilişkin kalıp önermelerin, klişeleşmiş bilgilerin düzenlenmesine
dayanır. Yine
genellikle, bir filozofun tanıtılmasına başlanırken önce onun yaşam öyküsü sunulur ve sonra buna, kendisini önceki hangi düşüncelerin
etkilediğinin öyküsü eklenir. Bitirirken de onun kimleri etkilediğinin bir kısa listesi sunulur. Ülkemizde felsefe tarihçiliğinden
çoğu kez anlaşılan şey, bir ideler tarihi olmuştur. Yani
"Aristoteles tümelin tikelde varolduğunu öne
sürer, Platon'sa tümelin bağımsız olarak ve görünürdekinden
daha gerçek olan bir dünyada
bulunduğunu savunmuştur" gibi bildirimlerle ve ayrıca
gerekçelendirmeler vermeden yapılan bir tarih...
Az önce de dediğim gibi, bu etkinlik zevkli ve hoş bir şey, ancak gerçek felsefe tarihçiliği
açısından oldukça da boş bir şey; yani sadece kalıplarla iş görüp, bunları içerikle doldurmayan bir söylem biçimi.
Çünkü felsefenin can damarı olan uslamsallığı doğasında
bulundurmuyor.
Felsefeyi, felsefe yapmadan seyrediyor... ideler tarihi, profesyonelce yapılan felsefe tarihinin kendisinden özenle kaçınmak
zorunda olduğu bir şey. Yanlış
aniaşılmayı istemem. İdeler tarihinin "kötü" ya da "zararlı" bir şey olduğunu
öne sürmüyorum: Onun felsefe tarihinin yerine geçirilmesinin yanlışlığına
değiniyorum. Birbirleriyle ille de Hintili kılınacaklarsa, ideler tarihi felsefe tarihine
belki bir ilk giriş olabilir. Profesyonelce yapılacak felsefe tarihçiliği
öncesinde, öğrenciye ilk aşamada sunulacak bir bilgi yerini tutabilir.
Felsefe tarihini filoloji çalışması veya ideler tarihiyle karıştırmanın
kökeninde, kimi
zaman, felsefeyi bir tür dizgesel ve derin edebiyat gibi görmek
yanılgısı yatıyor. Böyle bir bakış açısına göre felsefe metinleri, dizgesel ve derin düşünceler,
dünya görüşleri içeren, biraz da roman gibi bir şeyler. Romanlarında, insanın benliğine, varoluşunun anlamına ve yaşantısına
ilişkin sorunlara
derinlemesine giren, örneğin Tolstoy, Dostoyevski, Kafka, Camus ya da Sartre gibi yazarların da felsefe yaptıklarını
öne sürecek bu görüş. Derin olan her düşüneeye felsefe demek, felsefe olmayan birçok
etkinliğe, örneğin mistisizme, dine, Doğu düşüncelerine, kuramsal fiziğe felsefe gözüyle
bakmayı, dolayısıyla da felsefenin ne olduğunu açıklıkla kavramamış olmayı
içerir. Felsefeyi
felsefe yapan, ne yalnızca dizgeselliği, ne de derinliğidir. Bir kere bu nitelikleri felsefe dışında da bollukla bulabiliyoruz. Ayrıca, felsefede, örneğin
insan eylemini açıklamaya çalışırken "kolumuzu nasıl oynattığımız"
gibi, oldukça "derinliksiz" bir nesneye
yönelebiliyoruz. Tolstoy ve öbürlerinin vardıkları derinlikse, kanımca hiçbir felsefenin ulaşamadığı yerlere kadar iniyor. Ancak
felsefe dediğimiz şey bu "derine iniş" işi değil. Felsefe, konusu ne olursa olsun,
ne ölçüde soyut ya da somut bir olguya eğilirse eğilsin, bir mantıksal gerek- çelendirrne
etkinliği. Bir şeyleri
açıklıyor, bunu
dizgesel olarak yapıyor, ama her açıklamasını uslamsal, yani argümantatif,
gerekçelendirmeler vererek yapıyor. Bu uslamsal yönünü söküp çıkardığınızda da geride felsefe kalmıyor. Kalanlar, felsefemsİ
şeyler. İşte felsefeyi edebiyatla süreklilik içinde görenlerin
öncelikle gözönü- ne almaları gereken de bu.
Yineteyecek olursam, benim inancım, felsefenin ancak savlar uslamlamalarla desteklenmeye başladıktan sonra sahneye çıktığı
yönünde. Savların uslamlamalara dayandınlması felsefe için bir "raison d'etre",
yani bir varoluş temeli, gerekçesi; onu ayırt eden bir özsel nitelik. Söylediklerimi konumuz olan felsefe tarihine uygulayarak örneklendirrnek istiyorum. Bir ilkçağ filozofunun öne
sürdüklerini anlamaya çalıştığımızı varsayalım. Dilsel, edebi, kültürel, toplumsal ve başka tarihsel verileri tüm zenginlikleriyle değerlendirerek
bir çeviri yapıyor
olalım: Filozofun
kullanmış olduğu sözcüklerden o dönemde ne anlaşıldığının
sağlıklı bir biçimde
saptandığını da düşünebiliriz. Buna dayanarak örneğin "Herakle- itos her şeyin
durmaksızın değiştiğini öne sürer, Parmenides ise varlığın tek ve bir olup bölünmeden ve değişmeden,
önsüz ve sonsuz sürdüğü inancındadır" gibi bir öykü
anlatırsak, o dönemin fel-
V
sefesini yüksek sesle seyretmiş
olmanın ötesine geçemeyiz diyorum. Çünkü böyle bir öykü, felsefeyi asıl ilgilendirmesi gereken şeyleri vermiyor, açıklamıyor. Birbirlerinden çok farklı
düşünen kimi
kudema zevatın ne diye böylece her kafadan bir ses çıkartmak durumunda kaldıklarını bir gerekçeye
bağlamıyor. Felsefe
ta-
rihini bir kakofoni ortamı olarak göstermenin
ötesine geçemiyor. Oysa ona gözünüzü yumsanız da yummasanız da soru ortada: Neden var bu görüş
ayrılıkları? İşte bu nedenleri açıklayan bir çalış" ma yapılmadıkça,
henüz elimizde felsefe
tarihçiliği de yok demektir.
Kimi Marksistler, bu açıklamaları,
içinde bulunulan
tarihsel dönemin üretim ve toplumsal-ekonomik koşulları
dolayımıyla yaparlar, her yapıtın, her kültür ürününün o tarih aşamasındaki alt yapıca
belirlendiğini öne sürerlerdi. Eğer böylesi bir belirlenirncilik doğruluğu yakalamaya yeterli olsaydı, aynı
dönemde ve benzer
koşullarda yaşayan filozofların farklı görüşler savunamamış olmaları gerekirdi. Ben başka tür bir belirlemeye inanıyorum:
filozofların savlarını ve varsa dizgelerini, bu düşüncelerin arkasındaki felsefe sorunları ile onların çözümü
için öne sürülen açıklamaları ge- rekçelendiren uslamlamaların
saptadığı kanısındayım. Öyle ki, us- lamsal gerekçesi verilmedikçe ne etimolojinin, ne de daha kapsamlı bir filoloji çalışmasının, filozofun kavramını tam olarak yakalamayı
başaracağı inancındayım. Böyle bir kavram ancak felsefe sorununun bağiarnı içindeki işlevi ve çözüme yönelik
gerekçe/endir- me çabaları saptanmakla ortaya çıkarılabilen birşeydir. Burada başka yazılarımda da savunduğum bir noktayı kısaca
yİnelernek istiyorum. Özgün felsefe terimlerini bizim dilimizde karşılarken yönlendirİcİ ilke etimoloji değil, kavramın
açıklıkla saptanması olmalı. Buysa, sorunun çözümüne yönelik tartışma bütünü
içindeki us-
lamsal alış verişin saptanması, yani yeniden yapılandırılması dışında bulunabilecek bir şey değilmiş gibi görünüyor, bana.
Şimdi ana çizgileriyle, bir felsefe tarihi çalışmasından ne anladığımı betimlemeye çalışayım: Benim görüşüme göre filoloji çalışmasına ek olarak felsefe tarihçiliği, ele alınan eski filozofların
uslamlamalarının yeniden kurulması, bunu yaparken de kurarnların hangi sorunları hangi gerekçelerle
çözmeye çabaladıklarının ortaya
çıkarılması işidir. Felsefe tarihçisi, kendisini dizgesini kavramayı
amaçladığı filozofun
yerine koyarak, onu yönlendirmiş olan sorunları saptayıp, hangi başka
filozofların savlarını hangi gerekçelerle çürütürken, nasıl bir çözümü nasıl bir uslamlama üzerinde
yapılandırdığını, bir hipotezler bütünü biçiminde yeniden kurmak durumunda. Bir başka deyişle, kendisini o filozofun yerine
koyup, onun kuramma ilişkin bir kurarn üretmek durumundadır. Böyle bir çalışmanın
amacı, eski filozofun
dizgesini onun metninin yol göstericiliğinde ve eski çağın tartışma
ortamının koşul ve verileriyle sınırlıymış gibi, bir kez daha, tüm uslamsal yapısıyla yeni baştan
oluşturmaktır. Felsefe tarihinde "yorum" derken işte bu "yeniden kurma" çabasını, böyle
bir çabanın ürününü
anlamak gerek. Felsefe tarihçiliği, felsefe tarihini seyretmek değil, onu yeniden yaşamak, büyük felsefeleri yeni baştan
yapılandırmak olduğu ölçüde, en halis anlamıyla "sistematik" bir felsefi etkinliktir. Arada kalan boşlukların
doldurulması, karanlık kalan noktaların açıklama bulması ve hangi savların neden öne
sürüldüklerinin belirlenmesi ancak bu yolla olur.
Dile getirdiğim tarihçilik anlayışı
açısından bir eski felsefenin birden çok yorumunun olması, beklenilmesi doğal olan bir sonuçtur.
Kanımca bu yorum çokluğunu ideler tarihçiliği
bağlamında değil, ancak ve ancak felsefe tarihçiliği içinde geçerli sayabiliriz. Çünkü herhangi bir yorumun saygınlık
gerekçesi, onun bir yapı olarak kolonlarını ve kirişlerini
oluşturan uslamlamalandır. Tutarlı bir dizge içinde ve gereken bütün
gerekçelendirmeleriyle anlamlı kılınmış bir eski felsefenin, ya da felsefe döneminin yorumu, o geçmiş dönemde
yaşanmış olan gerçeğe belki de uymayabilir. Bunu önsel biçimde düşünebiliriz: Doğaldır
ki aynı filozofun yapıtma ilişkin
olarak ortaya atılan, her biri kendi içinde tutarlı,
fakat aralarında farklar taşıyan
yorumların hepsi
birden, özgün yapıtın kendisine ya da bu özgün yapıtı üreten filozofun bundan kastettiği dü-
şünceye uyamayacaktır. Uyum anlamındaki
doğruluk açısından farklı yorumlardan en çok biri doğru olabilir. Ne var ki felsefe tarihçiliğinde, doğruluk, açıklayıcı
kurarnlara saygınlık
kazandıran tek değer değildir ve olmamalıdır da. Yorum olarak üretilen felsefe yapısının iç
tutarlılığı ve açıklama gücü onun büyük önem
taşıyan başka yönleridir. Çünkü betimlediğimiz anlamdaki her bir yorum, aynı verilerden yola çıkarak aynı
sorunları çözmeyi amaçlayan özgün birer felsefe dizgesi gibidir. Dolayısıyla tarihsel açıdan değilse de felsefi açıdan şunu
söyleyebiliriz: Birlikte doğru olamayacak ölçüde farklı, ancak eşit anlamda tutarlı olan felsefe tarihi kuramlarından
hiçbiri, öbürlerinden daha üstün değildir. Kaldı ki, sonuçta bunlardan hangisinin gerçeğe daha yakın olduğu, yani hangisinin doğru olduğu bile, açıklıkla belirlenebilen bir şey olmayabilir. .
Gerçekle çakışmayan açıklama
şemaları, tutarlılık, uslamsallık ve dizgesel yetkinlik yönünden
gerçekle çakışandan aşağı kalmıyorlarsa, onun kadar öğreticidirler. Bunlar bize en azından aynı
filozofun, aynı verilerle, aynı düşünce
çerçevesi içinde, gerçekte yapmış olduğundan farklı olarak nasıl bir felsefe geliştirmiş
olabileceğini gösterirler.
Bu nokta bir başka felsefi anlayış ve yöntem
yanılgısına da ışık tutuyor. Kimileri, bir eski
filozofu anlamak için onun kendi yapıtının okunınası gerektiği ilkesinden yola çıkıyor, ancak ne var ki orada takılıp kalarak, çalışmalarını temellendirirken yalnızca özgün
yapıtı okumalda
yetiniyorlar. Onların bu tutumlarıyla klişeci bir ideler tarihçiliğinin ötesine geçtikleri
üzerinde kuşku yok. Çünkü temele aldıkları ilke tabii ki doğru olan bir ilke; ne var ki, aynı zamanda bu tek başına
bırakıldığında son derece eksik kalan, kısırlık getiren bir ilke. Felsefe
tarihine böyle bir yöntemle yaklaşmak oldukça sakıncalı, diye düşünüyorum;
çünkü belli bir eski
felsefe metnine veya dizgesine ilişkin olarak eleştirmenlerin
ve felsefe tarihçilerinin
çağlar boyunca
biriktirdikleri düşünce ürününden, an-
layış zenginlik ve derinliğinden yoksun bırakıyor
insanı. Özellikle metinleri güç olan filozoflar (örneğin Aristoteles veya daha yakın çağlarda Kant gibileri) karşısında pek de bir şey anlamadan, karmakarışık bir kafayla başbaşa
bırakabilİyor sizi; ya da böylesi metinleri anlamayı başarıyorsanız, yani doğru dürüst bir felsefe tarihi yorumu olarak,
uslamsal gerekçelendirmeler ağı içinde bir kuramsal yapı geliştirebiliyorsanız, büyük
olasılıkla Amerika'yı yeniden keşfetmek durumunda kalıyorsunuz. Daha önceden bir başkasınca ortaya atılmış ve literatürde epeyce de tartışılmış bir yorumu bir kez daha geliştiriyor,
harcadığınız onca gayrete karşın çağdaş anlayış düzeyinin yine de altında kalabiliyorsunuz. Bir eski
filozof hakkında yazılmış düzeyli felsefe tarihlerinin bu filozofun
özgün metnininkine
neredeyse eşit değer taşıdıklarını, onların anlayışımızı derinleştirmek
açısından vazgeçilip gözardı edilemeyecek kadar önemli olduklarını düşünüyorum.
Onlar hem özgün metni gereğince anlamanın temel araçları, hem de bu anlayışı
zenginleştirip derinleştirmenin başlıca yolları. Örneğin Aristoteles'in
felsefesine ilişkin bugünkü kavrayış düzeyimiz yüzyılın başlarına oranla çok
daha büyük bir gelişkinlik ve derinlik taşıyor. Çağının gerisinde kalmayacak
bir felsefe tarihi çalışmasının başka felsefe tarihçilerinin aynı konu
üzerindeki yorumlarından yararlanması, onları değerlendirip eleştİrmesi
zorunlu bir şey.
Bitirirken, zaman zaman gözlemlenen
bir bağnazlık türüne değinmeden edemeyeceğim. Felsefe tarihinde söz sahibi
oldukları kanısındaki kimi düşünce tarihçileri, bazen felsefe tarihi çalışmalarındaki
daha ayrıntılı tartışma, sav ve gerekçelendirmeleri, ilgili filozof hakkında
bildikleri genel klişelere dayanarak eleştirip, filozofun yorumunu bu
kalıplara uydurmaya çalışıyorlar. Filozofun özel bir konunun tartışması içinde
söylediklerini onun hakkında bildikleri genel ve kaba klişelere göre
değerlendiriyorlar. Bu kimi zaman yorumu "yanlış" bulmaya, kimi
zamansa filozofun kendi
kuramıyla çelişen şeyler söylediği gibi yargılara bile yol açabiliyor. Oysa eski filozofların
ayrıntıdaki açıklama ve gerekçelendirmeleri, böylesi klişelerdeki genellernelere getirilen ayrıcalıklarla doludur. Bir düşünürün o ayrıntılardaki sorunlarla hangi uslamlamalar üzerinden çebelleştiğini ortaya çıkarmadan,
kullandığı klişenin gerçek anlamını
da kavramış olamaz insan. Örneğin
Aristoteles'in özdeğİnden söz ederek, bir özdek
parçasında bulunan
nitelik ve aktüelliği o özdek parçasının formundaki nitelik ve aktüellikler- le karşılaştırdığım
bir yerde,
"Aristoteles için özdek yalnızca po- tansiyellik taşır; onda niyet yoktur. Aristoteles
her türlü aktüellik ve niteliğİn formda olduğunu
söyler" gibi karşı çıkışlara hedef olduğumu anımsıyorum. Tabii bu anlattığım, ideler tarihçiliğinin
felsefe tarihçiliğiyle
karıştırılmasının bir de cehaletle bir araya geldiği daha aşırı bir durum. Ancak söylemek
istediğimi de oldukça iyi örneklendiriyor.
Böylece yapılan, bir klasik müzik yapıtının ana ezgisini alıp popüler bir biçimde, hafif müzik parçası gibi çaldıktan sonra, dönüp özgün
yapıtı bu hafif kopyası
açısından yermek, sıkıcı bulmak, eleştirmek, hatta "düzeltmeye
çalışmaya" benzeyen bir şey.
Yazımı bir sloganla tamamlıyorum: Eski felsefeleri nasıl mı
okumalıyız? Profesyonelce
ve yaratıcılıkla...
PARMENİDES ÖNCESiNDE
DEGİŞİM SORUNU
(1987)
Parmenides'in büyüklüğü, devinim ve değişim olgusunu yadsımış
oluşunda değil, gününün doğa felsefesinin temelinde yatan paradoksu dolaysız olacak dilegetirebilmiş,
ortaya koyabii- miş
olmasındadır. Bundan dolayı onun ve kimi başka Güney İtal- yalı filozofların o güne değin safdil bir rahatlık içinde
bulunan Batı Anadolu kökenli felsefeye eksikliğini, yeni mantığın sesini duyurdukları
öne sürülmüştür. Burada Parmenides'in önemini tartışma konusu yapmayacağım.
Göstermeye çalışacağım şey, onun dilegetirdiği paradaksun açıkça söze dökülmüş olmasa bile kendisinden en az
50-60 yıl önceden beri Batı Anadolu filozoflarınca
da derinlemesine
kavranmış olduğu ve onların ortaya attıkları açıklamaların her şeyden önce bu paradoksu yanıtlamayı
amaçladığı olacak. Kanımca, bu bağlamda Batı Anadolu filozoflarının
Elealılar'a olan
belirgin bir üstünlüğü, paradoks nedeniyle algı verilerini (yani algıda
kavranılan değişim olgusunu) bütünüyle silip atmak, bunu gerçeği vermeyen bir görünüş olarak nitelendirmek yerine paradoksu algıya karşı
çıkmadan, algı verileri içinde kalan açıklamalarla gidermeye çalışışlarındadır. Aynı çaba, i.ö. 5 yy'ın Parmenides sonrası Çokçu felsefelerinde de gözlemlenir.
Nedir bu, değişim üzerine büyük tartışmalar
açan paradoks?
Paradoks, Eski Yunan düşüncesinin belitleri konumunda olan şu üç temel inancın bir arada olanaksızlığı
dolayısıyla doğar.
1-Nitelik ve nesne ayrımsızdır. [I]
2-
Değişim bir niteliğin/nesnenin
yokolması bir başkasının
varlığa gelmesidir.
[II]
3-
Yokluktan hiçbir şey varolamaz, varolan hiçbir şey bütünüyle
yokolamaz. (DK
28 BS)
5.
yy'ın ikinci yarısına kadar nesne ile nitelik arasında ulamsal (kategorik) bir ayrım
yapılmamıştır. Her iki ulam da ayrımsız olarak şey ya da varolan diye kavranmıştır. Kimi çokçu filozoflar da bu ayrımı gözlem
dolayısıyla değil, söze konu ettiğimiz paradoksu çözmek amacıyla yapmışlardır. 6. yy düşünürü için
nitelikler de
nesneler gibi varlıklardı. Bir anlamda nitelikler nesnelerin
parçalarıydı, bunlar bir araya gelerek
nesneleri oluşturuyorlardı. Dolayısıyla bir niteliği yitirmek ya da kazanmak, bir
nesneyi ya da bir nesne parçasını yitirip kazanmakmış gibi kavranmaktaydı.
Değişim olgusunu
kimi parçacıkların yer değiştirmesi, dağılması ya da bir araya gelmesi gibi
kavramak, yine Parmenides sonrası felsefelerin, paradoksu çözme
çabalarının sonucudur.
5. yy'da ortaya konan çokçu felsefelerden önce değişim
"algıda görüldüğü gibi" tanımlanmaktaydı. Örneğin, dalında gelişimini tamamlamış bir biberin birkaç saat içinde yeşilden
kırmızıya dönüştüğünü düşünürsek, burada bir niteliğİn yokolduğunu, bir başkasının da yoktan varolduğunu
gözlemliyoruz. Benzer biçimde, fırına giren hamuk yok oluyor, yerine daha önce varolmayan ekmek geliyor. Dikkat edilirse, bu
her iki ilkenin de (yani 1 ve 2) algı verisinin doğrudan betimlenmesi ile
ortaya çıktığı anlaşılacaktır. Algı olgusuna hiçbir arka plan açıklaması
karıştırmıyor, bu ilkeler.
Bu noktaya değin her şey yolunda gidiyor: Gözlemlediğimiz doğada, varlık ile yokluk arasında
sürekli bir gidiş-geliş varmış
gibi duruyor. En
azından algı doğayı böyle gösteriyor. Parme- nides'in işte bu safdil kavrayışa "dur" dediği, usun sarsılmaz ilkesi olan (3)'ü ortaya atarak paradoksu belirginleştirdiği
söylenir. Bu ilkeyi ilk dilegetiren gerçekten de odur. Ancak vurgulanması
gereken şey Anaksimandros ile Anaksimenes'in,
Parmenides'çe ilkeyi gözardı etmekle suçlanan Herakleitos'un da (3)'ün farkında olduk- landır. Orta Çağ'dan beri Latince "Ex nihilo
nihil fıt" deyimiyle anılan bu sakım ilkesi, bir ölçüde çelişkisizlik ilkesine dayanıyor. En azından Parmenides onu çelişkisizliğe
bağlıyor. Bir ölçüde biçim
değiştirmiş olsa da, sakım ilkesi, günümüzün düşünce
ve biliminin bile hala temelinde yer alıyor: Bir nesnenin bütünüyle yok olmasına ya da birden gaipten
belirivermesine pek kolay izin veremiyoruz. Onun enerjiye dönüşebileceğini,
ancak doğadaki toplam enerji niceliğinin
değişmediğini düşünüyoruz.
varlığın tümünUn bir olduğu ve bunun için değişimin
yani varlığa geliş veya yokoluşun
olanaksız olduğudur. Oysa Parmenides'in uslamlamasının daha henüz
başlangıç öncüllerinde varolandan söz ederken yalnızca ve yalnızca genel anlarndaki tüm varlığı kasdetmesi, varacağı sonucu burada varsayması anlamına
gelir, bu da onu
döngüsel kılardı.
Yİnelenecek olursa, burada savunduğum
şey, Parmenides'in uslamlamasını kurarken varlığa geliş ve yokoluşu tek değişim türü olarak gördüğü ve bu değişim
kavramını hem tikel
hem de tümel anlarndaki varlığa ilişkin olarak kullandığı. Kendisinden önceki filozoflarla giriştiği felsefi hesapiaşmayı daha keskin bir biçimde sunabilmek için burada paradoksu tikeller üzerinde kurarak sundum. Aynı paradoks genel anlamdaki tüm varlık
için de geçerli.
"Varolan"ın burada savunmaya çalıştığım bu yorumun literatürde epey saygın bir yeri var. Bkz. Burnet, Early
Greek Philosophy London: A and C.Black, 1908, s.208; P.Wheelwright, The
Presocratics, The Odyssey Press, 1966, s.93; G.S.Kirk and J.E.Raven, The
Presocratic Philosophers, Cambridge U.P., 1960, s.269-72. Bunlar dışında, savunmaya çalıştığım yoruma iyi bir desteğin,
özellikle kullanılan örneklerde, Aristoteles, Physics (184bJ5- 187a 1 0) da bulunabileceğini
ekieyebilirim.
Görüldüğü üzere, (1) ve (2)'yi birlikte doğru saymak 3'ün
yadsımasına yol açıyor. Oysa (3) yadsınabilecek gibi bir ilke olmadığına
göre, elde geriye şu olanaklar kalıyor: Ya değişimin
tanımını değiştirecek ve ona yeni açıklamalar getireceğiz, ya da nitelik ile nesneyi ayırt edip öncekinin
varlık biçimini nesneninkine bağımlı kılacağız. Her iki olanak da Parmenides-sonrası
felsefelerce değerlendirilmiştir.
Ancak İ.Ö. 5. yy ortalarına dek eğilim, ilkeler üzerinde kökten
değişikliklere gitmek yerine, onları koruyarak, güçlüğü açıklamalar içinde gidermeye çalışmak
olmuştur. İlkeleri koruduğu halde bir açıklama getirmeyen tek radikal çözüm Parme- nides'inkidir: O, ilkeleri
öncül olarak alır ve bunlardan değişimin
olanaksız olduğu sonucunu çıkarsar.
II
Varolan her şeyin ilk ilkesi ve temel doğası şudur diyen Thales, bir anlamda değişimin
varlığı karşısında ex nihilo'yu korumak çabasındaydı. Bu açıdan bakıldığında her evrendoğum (kozmogonia) kuramı böyle bir çabanın ürünü olarak görülebilir. Thales'ten bize kalan bilgilerin
yeterince aydınlatmadığı nokta, bu filozofun yalnızca her şeyin sudan geldiğini mi ileri sürdüğü, varolan her şeyin şimdiki durumunda temelde su olduğu savını da buna ekleyip eklemediğidir. Bu bakımdan
önerdiği kuramın, yapıca, ögeler arasında dönüşüme kapalı gibi duran Anaksimandros'unki- ne
mi yoksa dönüşüme açık görünen Anaksimenes'inkine mi yakın olduğuna karar veremiyoruz. Ancak her
durumda, Anaksiman- dros'un kendi kuramını, hocası Thales'in savını
eleştirerek geliştirdiğini söyleyebiliriz. Anaksimandros Arkhe'yi belirsiz
ya da sınırsız (Apeiron) olarak saptar. Varlığa gelen şeyler bundan gelir, yo- kolanlar da
buna dönerler. Kurama yine sakım ilkesi açısından yaklaşırsak, Thales 'ce önerilen
şemanın burada önemli bir incelik kazandığını görürüz.
Apeiron'un hem
nesne hem de nitelik anla-
mındaki varlığa kaynak olduğu ölçüde,
yokluğa geçişte de kendisine geri dönülen şey olması, onun belirsizlik ve sınırsızlığının
uzay- zamansal
bir anlamdan çok bir çeşitlilik niceliği anlamında olduğu düşüncesini
uyandırıyor.(3) Apeiron bu anlamda, bir varlık deposu, ex nihilo'yu sağlama
bağlayan bir nesne
ve nitelikler dağarcığıdır. Arkhe'yi, Apeiron değil de su, hava, toprak ya da ateş'ten biri olarak görmek kuramı böyle bir olanaktan yoksun bırakır. Çünkü
örneğin suyun
kendi varlığı ve nesneleştirdiği ıslaklık ile serinlik nitelikleri, onun kuru, sert ve sıcak nesnelerin doğasında da bulunduğu
görüşünü inandırıcılıktan uzak tutacaktır.
Anaksimandros'a göre Apeiron'dan, önce toprak, su, hava ve ateş ayrışmış. Varolan şeylerse bunlardan oluşmuş. Bu dört öge (ya da köken) Anaksimandros için birer karşıttır. Toprak kuruyu, su nemi, hava soğuğu, ateş ise sıcağı
nesneleştirir. Bunlar yalnızca karşıt olmakla kalmaz, aynı zamanda birbirleriyle sürekli bir savaşını
içinde bulunurlar.
Anaksimandros savaşıma ilişkin görüşünü doğanın gözlemine dayandırmış
olmalı. Ateşin ve sıcağın çok olduğu yerde suyun uçup gitmesi, öte yandan fazla suyun ateşi söndürmesi,
ateşin pek çok katı cisimi yakıp yok etmesi, kuru cisimlerin, toprağın, suyu emip yoketmeleri, kimi katı cisimlerin suda erimesi, dalgaların, yağmurun, akarsuların
taşı toprağı aşındırmaları gibi olguları karşıtların savaşımına örnek olarak düşünmüş olsa gerek. Ona göre bu savaşını,
ögelerin evrende
dengeli bir biçimde dağılmasına yolaçmıştır. Burada Thales'in nasıl
eleştirildiği açık olmalı. Eğer karşıt ögelerden biri Arkhe olsaydı,
savaşını dolasıyla
3) Bu konuda
felsefe tarihçilerinin yorumlan farklı olabiliyor. Örneğin Aristoteles Apeiron'u sonsuz
olarak değerlendiriyor (204b22,2Q3bl5). Ancak günümüzde, bunun uzaysal anlamda bir
sonsuzluk olmaması gerektiği konusunda bir görüş
birliğine yaklaşılmış bulunuyor. Bkz. Kirk and Raven, The Presocraric Philosophers, C.U.P., 1960,
s.I09. Benim bu yazıda öne sürdüğüm görüş Philip Wheelwright, The
Presocratics, The Odyssey Press, 1966, s.53 'te hemen aynen yer alıyor.
öbürleri varlığa gelemezlerdi: Gücü ağır basan öge öbürlerini yok eder, ortaya çıkmalarına izin vermezdi. Dolayısıyla Arkhe belirli bir öge olamaz; Arkhe belirsiz olmalıdır.(4)
Anaksimandros 'a göre ögelerden biri öbürlerine ağır
basarsa bunun
diyetini ödeyerek kazandığını geri vermek zorunda kalır, böylece de evrensel denge korunur.
Burada, karşıtlık ve sürekli savaşıma karşın, katı, sıvı ve gaz durumları
arasında gözlemlenen dönüşüm olgusu açıklanmaya çalışıyor. Anaksimandros her şeyin Apeiron'dan gelip ona döndüğünü ve dört ögenin
sürekli bir karşıtlık
içinde bulunduklannı öne sürdüğüne göre, bunlann birbirlerine gerçekten dönüştüklerini
onaylayamamalı. Ona göre dönüşüm gibi görünen şey, yani artan ve azalan ögeler, Apeiron'dan gelen ve ona dönen su, toprak, hava veya ateş nicelikleri olmalı. Anaksi- mandres doğrudan
dönüşüme izin
vermeyerek, bir yandan Empe- dokles'i hazırlamış oluyor, bir yandan da karşıt ögeler
arasındaki duyarlı dengeyi koruma işlevini yine Apeiron'a yüklemiş oluyor.
Apeiron sayesinde (1), (2) ve (3) bir arada olanaklı
olabiliyor. (1) ve
(2)'nin geçerli olduğu bir dünyada (3) ile çelişki, bu dünya yanı sıra
bir nitelik/nesne
deposu olarak Apeiron'u varsay- ınakla engelleniyor: Salarn ilkesi yalnızca
görünür dünyaya değil, görünür dünya-artı-Aperion 'a uygulanmış oluyor.
III
Değişim içindeki varlığın sakınımı Apeiron gibi bir ilkeyle sağlamak paradaksun doğmasını engeller, ancak bu yüksekçe bir bedel karşılığında
sağlanmış olur:
Somut ve algılanabilir olan dünyaya algılanmayan ve soyutluk yönünde epey yol alan bir ilke eklemek... Anaksimandros somut varlığı ve onun geçirdiği
değişimi
4) Aristoteles, Fizik,
III. Kitap, 5. bölümde (204b22) bu uslamlamayı Anaksi· mandros adına dilegetiriyor. Kirk ve Raven a.g.y.,
s.l l3'teki tartışma bu konuyu irdeliyor.
açıklarken, bu varlığın yok olunnuş gibi göründüğünde
gerçekte yokolmadığını, onun görülmez ve "soyutumsu" bir ortama kaydığını söylüyor. Batı Anadolu felsefesi gibi algı verileri üzerine kurulan ve somut tikelleri kendine başlıca konu yapan bir düşünce biçimi
için, temel açıklayıcı ilkenin "soyut" tutulması, belli bir gerilim, bir sıkıntı
yaratmış olmalı. Belki de bu sıkıntıyı gidermek için, üçüncü Miletos'lu filozof Anaksimenes'in
yaptığı şey Apeiron'u somutlaştırmak olmuştur. O da hocası gibi Arkhe'yi tek ve sınırsız olarak düşünüyor. Ancak bunu daha belirgin kılmak için hava ile özdeşleştiriyor.
Havayı her yere yayılıp giren, sınırsız bir canlılık
taşıyan, can
veren, tıpkı Apeiron gibi görülmeyen, fakat sesi, serinliği ve akışı duyumlanan, somut fakat pek de
belirli olmayan bir ilke olarak düşünüyor. Oysa hava birbirlerine karşıt olan dört öge- den biri değil midir? Anaksimandros ise
Arkhe'nin bunlardan biri olamayacağını güçlü bir biçimde ortaya koymuştu. Anaksimenes bu uslamlamayı
karşılayabiliyor mu?
Anaksimenes ögeleri karşıt saymamıştır. Hatta bunun da ötesinde, o onları birbirine döneşebilen
farklı şeyler olarak bile gönnüyor. Onun için her şey bütün
ögeler, hava ile
temelde özdeştirler. Hava yoğunlaşıp sıkıştıkça su, toprak ve taş olur, açılıp seyrekleşince
de ateş olur. Su, toprak ya da ateş yoğunluk
farkıyla havanın ta kendisidirler.(5) Anaksimenes'in kimi nitelik farklılıklarını,
örneğin sıcak ve soğuğu da, nesne ile bağdaştırmadan yoğunlaşma ve seyrelme ile açıkladığı öne
sürülmüştür.<6) Onun amacı, bu kuramıyla her iki güçlüğü de, hem Anaksimandros'un Thales'e karşı çıkışını, hem de devinimin salarn ilkesiyle
çelişir görünmesini gidennek olmuş olmalı. Evet diyebilecektir Anaksimenes, Ar- khe havaysa o başka bir ögenin ortaya çıkmasına izin vennez. Vermesine de gerek yoktur zaten; çünkü
"başka" ögeler diye bir şey
5) Bkz. Hippolitos,
Refutatio, 1,7,1; DK13A7. Kirk ve Raven a.g.y., s.l45.
6) Bkz. Plut^^os. De
prim.frig. 1, s.947 F; DK13B1.
yoktur. Başka ögeler gibi görünenler
gerçekte havadırlar. Öte yandan varolan bir şey yoktur. Hava hep aynı havadır ve yoğunluğuna
göre görünüm değiştirip durmaktadır. Anaksimenes, (2)'yi yeniden yorumlayan 5. yy çokçu felsefeleri yönünde ilk adımları
atıyor. Varlığın yoğunlukça sıkiaşıp seyrekleşmesi düşüncesi, bu varlığın
parçacıklarının birbirlerine yaklaşıp uzaklaşmaları düşüncesini gündeme getiriyor. Bu ise, sonuçta, her türlü değişimi
parçacıkların devinmekriyle açıklayış yöntemini hazırlamış oluyor.<7l
Yoğunlaşma ve seyrekleşme
kuramını bir kez
benimseyip, algıda görülen tüm çeşitliliği bir tek Arkhe'nin çeşitli durum ve görünümleri olarak kavrarlıktan sonra, Arkhe olarak hangi ögenin
seçildiği ancak
ikincil bir önem taşır. Çünkü Arkhe için örneğin x ya da y diyelim, sonuçta tüm
varlık onda özdeştir; aynı
şey hem x
7) Düşünce ve bilim tarihi boyunca aralında bir gerilimin yaşandığı ve Aris-
ıoteles ile Demokritos'un adlanyla özdeşleşıirilen temel almaşık açıklama
biçimlerinin kökenierini Anaksimandros-Anaksimenes karşıtlığında buluyoruz. Az
ileride öne sürüleceği üzere Herakleitos'a esin kaynağı olduğu gibi, Arisıoteles'e
de değişim açıklamasının temel ilkesini veren Anaksi- mandrosçu kurarn
çerçevesi, değişirnde ortaya çıkan yeniliğin ve ortadan kaybolan şeyin, bir
"gizli" ortama kaydı^ını ya da görünür dünyaya oradan geldiğini öne
sürüyor. Bu "gizil" ortam, "Apeiron", "şeylerin
kendisini gizleyen temel doğası" (bkz. DK22B I 23), (Anaksagoras'ta)
"tohum", ve sonunda da "potansiyel" olarak yeniden ve
yeniden yorumlanıp, Arisıo- ıeles'te klasik biçimini alıyor. Öte yandan,
Anaksimenes'in kurarn çerçevesiyle algılanan değişirnde yitirilir ve kazanılır
gibi duran şeylerin gerçekte temelde ve böyle olmayıp, bunun yalnızca bir
görünüş olgusu olduğunu öne sürüyor. Değişim, temel gerçeklikle değişmeyen
aynı şeyin, içsel mekaniği (örneğin, sıkiaşma ve seyrelmesi) nedeniyle farklı
görünümler alması gibi kavranıyor, bu çerçeveye göre. İ.Ö. 5.yy'ın çokçu
felsefeleri, özellikle Demokritos ve 17. yy Yeni Çağ bilimince geliştiriJip
klasikleştirilen bu açıklama türü, çağdaş bilime de hala (önemli ölçüde) bir paradigma oluşıunnayı
sürdürüyor.
hem y olarak görünebilecektir. Dolayısıyla Arkhe'nin seçimi kap- sayıcılığı simgelemek ötesinde bir değer
taşımıyor. Nitekim,
Anaksimenes'in yoğunlaşma ve seyrekleşme kuramını benimseyen Herakleitos<Bl temel öge olarak ateşi seçmiş,
öbür her şeyi de, ateşin
yoğunluğa göre değişen durumları -ya da belki dönüşümleri- olarak kavramıştır. Evrenin en temel ve kapsayıcı olgusu olarak değişimi vurgulamaya çalışan Herakleitos'un bu seçiminin gerekçesini
anlamak mümkün.
Yoğunlaşma ve seyrekleşme
kuramı, Anaksirnenes'in
bunu ortaya attığı biçimiyle, henüz 5. yy'ın ikinci yarısının
parçacıkçı kurarolannda
erişeceği açıklama yetisine sahip değildir. Nesnelerin göze görünen dönüşümünü
açıklayabilirken, onların niteliklerinin değişimini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Herakleitos kendi de benimsediği bu kuramın
sınırlılığı karşısında onun açıklayıcı gücünü geliştirmek yerine, ona ek olarak, yapıca
bütünüyle farklı olan ikinci bir kurarn ortaya atmıştır. Herakleitos'un bu özgün kuramı
büyük ölçüde Apeiron kuramından esinlenmiş, Apeiron'un "varlık (nesne/nitelik) deposu" işlevinin soyuttan somuta aktanlmasıyla
gerçekleşmiştir. Niteliklerin yokoluş ve varlığa gelişte sakım ilkesiyle çelişınemek için içine gidip geldikleri şey, somut evren dışındaki bir ortam değilse nedir? Somut evren içinde nereye gidip geliyor olabilirler? Herakleitos'un yanıtı hem çok yalın, hem de çok etkili: Bunlar yine nesnenin içindedirler; orada kalırlar, diyor. Bir başka deyişle
"varlık deposu" dışarıda bir yerleşme değil, her nesnenin kendi içindedir. Önce
yeşilken sonra kırmızı olan bibere kırmızı
dışarıdan gelmedi;
bu nitelik onun kendi içinde bulunuyordu. Yeşil de, göze yitirilmiş
gibi görünse de nesnenin içinde
kalmıştır.
8) Bkz. Digenes
Laertios, Filozofların Yaşamları, ix, 8-9; DK22Al; ayrıca bkz. J.M. Robinson, a.g.y., s.89.
Herakleitos'un DK22B31 ve B90 frag- ınanları bu savı
desteklermiş gibi duruyor. Bkz. J.Barnes, Early Greek Philosophy, Penguin Classics, 1
987, s. 107.
Varlık da yokluk da, niteliksel tüm
karşıtlıklar da aynı zamanda nesnedir. Kimi zaman karşıtlığın bir yüzü, kimi zamansa öbür yüzü
görünür olur. Örneğin, önce
yaşıyor olan bir varlık daha sonra ölür. Önce katı
olan bir şey sonra yumuşar. Önce tek bir bütün olan nesne sonra parçalanır. Bu karşıt nitelikler nereden gelip nereye gidiyor diye sorulunca, "hiçbir yere" diyor Herakleitos, "çünkü bu nitelikler nesnenin içinde birlikte ve bağdaşmış bir durumda bulunuyorlar." Önce biri, sonra öbürü öne
çıkıyor. İşte Herakleitos'un ünlü "karşıtlann birliği" (ya da "oyunu") kuramı.(9) Bu kuramın ileriki yüzyıllarda esin kaynağı olduğu
başka ünlü kurarnları anımsayabiliriz. Anaksagoras'taki "tohum" kavramı, Aristoteles'in "ek-
9) Bkz. Kirk and
Raven, a.g.y., s.l87, 189-192; Aristoteles, 396b7 ve 20. He-
rakleitos'u bu yönde yorumlayabilmek için, önce, onun ontolojisinin bir anlamda kalıcılık ve değişmezliğe izin verdiğini saptamak gerek. Çünkü böyle bir kalıcılık
sözkonusu değilse varlığın temel ögelerini olaylar olarak saplayan kimi sonraki dönemlerin filozoflan gibi Herakleitos da
ontik temele değişime konu olan şeyi değil de değişimi koyuyor olacak, dolayısıyla da burada önerilenki gibi bir yoruma kapalı olacak. Değişimi
böyle- sine bir güçle vurgulayan bir filozofun bir
olaylar ontolojisi yapuğını, ve arkhe olarak ateşin de bunu simgelediğini
öne sürmek akla yatkın değil mi? Herakleitos'un böyle
düşünmediği kanısındayım. (Literatürde buna Herakleitos'un Platoncu yorumu deniyor.) Gerekçelerim
şunlar:
a) Herakleitos'da "şeylerin
değişimi" kavramı ötesinde ya da bundan bağımsız olarak bir "olay" ya da
"süreç" kavramı bulunmuyor. Nerede değişimden
sözediyorsa, bunu bir "şeye" yüklüyor. "Şey" ise dipnot (l)'de belirtmeye çalıştığım gibi, o dönem Yunan düşüncesi için
aynmsız olarak
nesneyi ve/veya niteliği anlam olarak alıyor. Evet, her yerde sürekli bir değişim var; ama bu, "her yerde değişen şeyler
var" olarak
kavranıyor. Bu sonuncudan bağımsız olarak, kendi başına olay ya da süreç
kavramlannın Yunan düşüncesinin henüz ulaşmadığı bir soyutlamanın
ürünü olduklan kanısındayım.
Kaldı ki,
Herakleitos'un bir olaylar antolojisi yaptığını söylemek, ona "karşıtlann
birliği" kavramına bir yer ve anlam veremerneyi içerecektir.
b) Eğer değişim bir şeye yükleniyorsa, tıpkı Aristoteles'in dediği gibi, değişime
karşın ve ona göreli olarak değişmeyen bir ilke (yani "şey")
gerek-
sinlik" ve "potansiyellik" öğretileri ve çok daha sonraları ise He- gel'in
"diyalektik"i.
Parrnenides'in karşıtların birliği kurarnını çelişik
olmakla suçladığı ve pek çok filozofun kendisini bu suçlamada
desteklediği iyi bilinir. Parrnenides Doğruluk Tanrıçası 'nı şöyle
konuşturuyor: "Seni bir ..yola karşı.. uyarıyorum.
Çünkü ölürnlüler bu yolda.. bilgisiz, zihinlerinde bir birlik olmadan, dağınık düşüncelerle, kör ve sağırlara benzer bir şaşkınlık ve çaresizlikle
sürüklenip gidiyorlar.
Bunların bir çoğu, hiçbir ayrım yapmadan, varolanın ve varolmayanın
aynı zamanda özdeş olduğuna ve özdeş
olmadığına; ayrıca her şeyin izlediği yolun geriye döndüğüne inanrnışlar" (DK 28
tiriliyor demektir. Bu noktayı Kirk ve Raven da, Herakleitos için aynen vurguluyorlar: Herakleitos
'un değişimden derinlemesine etkilendiği y.adsı- nacak bir şey değil; ancak onun için asıl
yaşarnsal öneme sahip olan olgu, değişim içindeki kalıcılık ilkesi. (Bkz. s.186-187)
c) Bütün bu noktalara ek olarak fragınalardaki "şeyler"in Herakleitos için nitelikten çok nesne anlamına
geldiği, onun kullandığı
örneklerden de çı- karsanabilir. Yine bu anlamda, ateşi, olayı değil, sürekli değişen nesneyi simgeleyen bir ilke
olarak düşünmek daha tutarlı olacaktır. "Her şey akar ve hiçbir şey buna karşı duramaz; herşey bir yönde yol alır ve kalıcı olan hiçbir şey yoktur." "Varlık
(şeyler) dinginliği değişirnde bulur." (DK2284a) "Her şey karşıtlık yoluyla doğar, hepsi bir nehir gibi akış içindedir." (DK22Al: Laertios). "Soğuk
şeyler sıcak olur, sıcak olanlar soğur. Nemli olan kurur, kuru olan nemlenir." (DK22BI26) "Aynı nehirlere girenlerin üzerinden başka ve yine başka sular akar durur." (DK22B12)
"Her şey devinir, hiçbir şey yerinde durmaz. Varolan şeyler bir nehrin akışına benzerler. Aynı nehire iki kez girilemez."
(DK22A6: Platon).
d) Herakleitos şeylerin
değişimini, "birşeyin" yada "birşeydeki-birşeyin" bir başka şeye
dönüşmesi olarak görüyor. Tıpkı
sonradan Aristoteles'in
de yoksunluk (privation steresis) kuramında dilegetireceği gibi, bu "kendine dönüşülen
başka şey" bir "karşıt" olarak kavranıyor. Olasılıkla bu dönüşüm,
şeylerin görünür yönünden bir karşıtın gidip, oraya bir başkasının gelmesi biçiminde kavranıyor.
"Peki
nereye gidip nereden geliyorlar?" diye sorulacak olursa, bunu "şeyin
içi, yani görünmez olan doğası" diye yanıtlayacaktır,
Herakleitos. Ben
onun karşıtiann şeylerdeki birliği ve gerçeğin kendini sakladığı
savlannı böyle yorumluyorum. Bu yorum da Herak-
B6). İlginçtir, Aristoteles de ona aynen katılıyor:OO) "Herakle- itos 'un söylediği öne
sürülen ve aynı şeylerin hem var olup hem de var olmadığı
düşüncesi mantıksal bir olanaksızhktır." (I M5b 24) Herakleitos'u bu tür
suçlamalara karşı üç değerli mantık açısından savunma çabaları, onun iki
değerli mantık bağlamında gerçekten çelişkiye düşmüş olduğunu varsayan
çabalardır. Oysa Herakle- itos'un iki değerli mantık açısından çelişik şeyler
söylediğini onaylamak için zorlayıcı bir gerekçe yoktur. Tersine, karşıtların
birliğinin en doğal yorumu çelişkisiz bir kurarn içerir.
Bir nesne, içinde hem kırmızıyı hem
de yeşili barındırıyorsa, bu durum kendiliğinden bir çelişki yaratmaz. Örneğin,
kırmızı ve yeşil, nesne içinde ve üzerinde farklı yerlerde bulunuyorlarsa,
çelişmeden birlikte varolabilirler. Çelişki aynı yerin, örneğin aynı yüzey
parçasının aynı zamanda hem kırmızı hem de yeşil olduğunu söyle-
leitos'u ex nihilo'dan
koruyor. Bunu daha da iyi görebilmek için kendimizi Herakleitos'un yerine koymaya
çalışabiliriz. Bir an için nesne/nitelik deposu olarak kavranılan Apeiron'un bu
işlevini bir somut şeyin kendi içine "monte ettiğimizi" varsayalım.
Bu durumu iki kısa özdeyişle açıklamak gerekse ne derdik? "Karşıtlar
şeylerde birlik içindedir ve bu uyum şeyin ^oğasında saklıdır" demek bunu
en etkili bir biçimde dilegetirmez miydi? K31 ıtlann birliğini dilegetiren
fragmanlar: "Şeyler bir arada hem bütündür, hem değildir; hem uyumlu hem
de uyumsuz olarak, bir arada ve dağınıktır. Bütün her şeyden bir birlik ve
birlikten de her şey oluşur" (DK22B 10) "Tann gündüz gece, kış yaz,
savaş banş, doygunluk açlıktır) (Bunun anlamı: tüm karşıtlardır.) Ateşin
baharatla birleşip çıkan kokulara göre adiandınidığı gibi, o da değişim
geçirir." (DK22B67) "Denizin suyu hem çok saydam hem de çok
bulanıktır. Balıklar için içilebilir ve sağlık verirken, insan için içilmez ve
yokedicidir." (DK22B61) "Kalemin çizdiği çizgi hem doğru hem de
kıvrıktır." (DK22B59) "Çember üzerinde başlangıç ve son
birdir." (DK22B I03) "Yaşam ile ölüm, uyanıklık ile uyku, genç ile
yaşlı, içimizde birdirler; çünkü öncekiler değişir sonrakilere dönüşürler ve
sonrakiler de öncekilere dönüşürler." (DK22B88) (Beni bu dipnotu eklemeye
yöneiten Doç.Dr. Yalçın Koç'a teşekkür ediyorum.)
10) Bkz. Kirk and Raven, a.g.y., s.l87. Onlar da Aristoteles'in bu konuda
haksızca davrandığı görüşündeler.
rnekten doğar. Herakleitos aynı şeylerin
aynı zamanda hem doğru, hem eyri; hem uyanık, hem uyur; hem saydam hem bulanık; hem canlı hem de ölü olduklarını
söylerken bunu bu çelişik anlamda söylemek zorunda değil. Çünkü
karşıtlardan biri önde, yani görünür durumdayken, öbürü yüzeyin, görünürün arkasında bulunuyor. Tıpkı Aristoteles'te potansiyel olanın aktüel formun ardında
varolduğu, bu formun
karşıtının potansiyel olarak özdekte bulunduğu gibi. Her iki karşıtın da aynı yüzeyde,
aynı görünürlükle olduklarını öne sürmüyor, Herakleitos. Tam tersine, ondan
kalan fragınanlar içinde önemli bir yer tutan ve gerçeğin,
birliğin, görünen yüzeyin altında, ardında yattığı öğretisi, "karşıtların
birliği" kuramının çelişkisiz olduğu görüşünü destekliyor. "Şeylerin
gerçek doğası kendini saklamaya yatkındır." (DK22: B 123) "Görünüşte olmayan uyum, görünüşte olandan daha güçlüdür."
(DK22 B54)
Herakleitos'un kuramı, (1) ve 2'nin değişim
bağlamında ex nihilo'yu
(3'ü) zedelemediğini başarıyla gösteriyor. Yokluğa göçü- yermuş ya da yokluktan geliyormuş gibi görünen nitelikler, nesnede kalıyorlar. Nesnenin yüzeyi
altındaki "deposuna"
giriyorlar, ya da oradan yüzeye çıkıyorlar.
Parmenides'in Batı Anadolu filozoflarının,
sanki (3)'ün farkında
olmadan, safdil
bir biçimde (1) ve (2)'yi varsayarak devinim olgusunu da onayladıkları izlenimini uyandırmaya
çalışması, en yumuşak terimiyle bir haksızlıktır. Bu haksızlık,
onların 1 ve 2'yi
açıklama gücü yüksek kuramlarıyla birlikte onaylayışiarını gözardı eder. İşte bu aynı gözardı
ediştir ki,
Parmenides'in kendisini, bir değişim kuramı öne sürerek, yalın olarak ele alınan (1), (2) ve (3)'ün bir arada oluşturdukları paradoksu gidermeye çalışmak yerine kolay olan yolu seçmeye, yani devinimi yadsımaya
itmiştir. OIl
1 1) Felsefecinin felsefe
tarihine yaklaşımında kendisi için seçebileceği saygıdeğer bir amacın, belirli bir dönemin
kurarnlarını kendi çağının dilinde dizgesel bir bütünlükle açıklayarak o dönemi
"anlamlı kılmak" olduğu
inancındayım. Bu anlamlı kılış,
aynı dönemde etkin olan kimi filozofların bir "kakofoni" içinde değil de, belirli bir soruna ussal
kuramlarla çözüm arayanların birlikte oluşturduğu bir "harmoni" içinde
bulunduklarını göstermekle, bu dizgesel uyumu onlardan bize kalan verilere dayanarak yeniden kurmaya çalışmak.la olanak bulur. Eski Yunan düşüncesi gibi, kalıplan, kavramlan ve kültür
bağiarnı günümüzden epey uzakta bulunan bir felsefeyi oluşturan önermelerin, o bağlam içinde ne anlama geldiklerinin araştırması,
kavramların doğru saptanması, kuşkusuz temel çıkış noktası olmalıdır. Ancak bu her şeyden önce bir filoloji çalışmasıdır ve felsefe yalnız bununla yetinemez. Böyle
çalışmalara dayanan ve güvenilir çevirilerden yola çıkan dizgesel çalışmalar belirli bir tarihsel dönemin
felsefesinden, yine felsefi anlamda bir yarar edinmeyi amaçlayanlar
için zorunludur. Doğal olarak böylece
yapılan şey "felsefenin felsefesi" olacaktır. Üstelik tutarlı bir dizge içinde
"anlamlı kılınmış" bir dönemin görünümü, bunun geçmişteki
gerçekte almış olduğu biçimden farklı da olabilir. Örneğin aynı dönemin verileri birbirinden farklı olan tutarlı
şemalar içinde kurulabilir. Bunlar birlikte doğru olamayacak ölçüde farklı olabilirler. Dahası, hangisinin gerçekle
çakışan anlamda doğru olduğunu
saptamak olanağı da bulunmayabilir. Oysa, gerçekle
çakışmayan açıklama şemalan, tutarlılık ve dizgesel yetkinlik açısından,
gerçekle çakışandan aşağı kalmıyorsa, kanımca en az onun kadar öğreticidirler.
Bütün bunlar, felsefe tarihindeki bir dönem üzerine
yapılan sistematik
çalışmanın tek değilse de en temel eleştirisinin iç tutarlılığa yönelmesi gerektiğini vurgulamak için. Çünkü
böyle bir yaklaşım bir felsefe felsefesidir ve bir tarih çalışması olarak değerlendirildiği
ölçüde bir
felsefe çalışması olarak da değerlendirilmek durmundadır.
(1986)
Yirmidört yüzyıl önce ortaya çıkıp bir süre büyük ilgi gördükten sonra Solcrates ve öğrencilerinin tepkisiyle gözden düşürülen, ancak, düşünce tarihinin günümüze değin her aşamasında, uygun bir ortam bulur bulmaz yeşeriveren Sofistlik nedir; nasıl bir kökenden
kaynaklanmıştır?
Sofistlik, İ.Ö. 5. yy'ın ikinci yarısında, Eski Yunan toplu- munun geçirdiği bir siyasal dönüşümün
yarattığı gereksinimlerden
doğmuş, o sıralar ortaya yeni atılmış olan bir bilgibilimsel uslamlamadan yararlanarak özgün bir felsefi boyut da kazanmıştır.
Dolayısıyla, bu akımın birbirinden ayırt edilmesi gereken toplumsal ve felsefi kökenieri
vardır.
Bugün "Sofist" dendiğinde,
gösterişli sözler, dil oyunları, safsata ve mantık hileleriyle başkalarının düşüncelerini etkilemeyi, yönlendirrneyi
amaçlayan, insanlara
yüzeyde çekici, ancak derinliği olmayan; doğru görünümü verip, onları bu düşüncelere
inandırmaya çalışan bir kişi akla gelir. Sofist, demagogdur; amacı doğru
olanı bulmak veya onu
yaymak değil, kendi yararları doğrultusunda laf canbazlığı ile dikkati başka yönlere
kaydırarak, dinleyicileri
ve rakipleri şaşırtmaya, onları böylece susturmaya çalışmak, belagat gösterisiyle insanları kandırmaktır.
Safİstliğin bu yönünü açığa
çıkaran ve bu
tutumu eleştirerek onu felsefeden dışlayan, felsefeyi ondan arındıranlar, Sokrates'in çabaları
doğrultusunda, özellikle Platon ve Aristoteles olmuştur. Bu filozoflar, birçok örnekle,
Sofistleri betimlemiş,
onların "uslamlama"
diye kullandıkları formüllerin ne biçim
çarpıklıklara dayandığını göz önüne sermişlerdir. Örneğin, Euthyplıron adlı diyalogunda Platon, Dionysodoros adlı
bir Sofisti safdil bir kişi olan Klesippos'un aklını
karıştırma çabası içinde betimliyor: "Demek senin bir köpeğin var?" "Evet var"
dedi Klesippos, "hem de en kötüsünden." -"Peki onun enikleri de var mı?- "Evet var ve hepsi de onun
gibi." "Yani köpek onların babası değil mi?" "Evet," dedi
"Onu eniklerin anasıyla birlikte gördüm" "Peki köpek senin değil mi?" "Elbette ki
benim." "Öyle ise, o hem baba, hem de seninse, senin baban olur ve dolayısıyla eniideri de senin kardeşlerindir."
"Gerçek" filozoflarca böylece
aşağılanan ve düşünce tarihinde mantık çarpıklığına ibret diye geçirilen Sofistlik, ilk filizie- niş
aşamalarındaki durumuyla bu denli bir yergiye hiç de layık değildi.
Bu akım, ilk aşamalarında,
yüzyıllar boyunca
felsefenin gelişimini sürekli kamçılamış çok önemli bir eleştirel tutumun oluşturulmasında,
değeri hiç de küçümsenemeyecek
bir katkı
yapmıştır.
Sofistliğin Toplumsal Temelleri
İ.Ö. 5. yy'ın ikinci yarısında askeri ağırlığını
artırarak zenginleşen Atina, bu dönemlerde aristokrasiden demokrasiye geçiş sürecini yaşıyordu. Bu dönüşüm, toplumun değerlerinde de önemli kimi önemli
değişimler getirmekteydi.
Eski Yunanca'da insandaki yetkin lik, seçkin lik, üstünlük gibi nitelikleri dilegetiren
"arete", daha önceleri iyi ve saygın bir aileden gelmekle kendiliğinden
kazanılırken, artık bu dönemde eğitim ve yetişmeyle elde edilen bir şey olarak görülmeye
başlanmıştı. Bu nitelikleri kazanmak, başarı kazanmaktan geçiyordu.
Başarı kazanmaksa,
demokratik ortamda etkili olmaktı. Siyasal kurullar, agoralar,
mahkemeler, başkalarının düşüncesini etkileyerek, üstünlük ve seçkinlik
kanıtlama ortamları olmuştu. Başkalarını etkilemenin yoluysa, söz söyleme ve mantıksal beceriler elde etmekle olanak
buluyordu. Bu becerileri öğretecek, insanları bu yönde eğitecek hocalara gereksinim doğurmuştu toplumsal ortam. İşte bu istemi karşılayan kimi felsefeciler, "bilge-
lik öğretmenleri", "bilgelik satıcıları"
olarak ortaya çıkmışlardır. ("Sophistes" bilge kişi, bilgili kişi anlamına geliyor.) Sofistlerin, öğrettikleri bu beceriler karşılığında para olarak büyük birikimler yaptıkları
söylenir. Bu akımın
başlatıcısı sayılan Protagoras, Atina'nın en zengin adamı olmuş. Bu, herhalde tarihte felsefeyle
ya da onunla ilgili bir etkinlikle, servet kazanılabilen tek dönem olmuş
olmalı.
Protagoras ve Gorgias gibi ilk nesil Sofistler, öncelikle filozoftular ve kendi felsefelerini geliştirmenin
yanısıra, yaşamlarını da "bilgelik satmakla" kazanıyorlardı. Ancak daha sonraları, parasal yarar, çabuk ve kolay servet edinme olanakları ağır
basmış, ikinci
nesil sofistler, felsefe ve mantık öğretmekten çok, ne pahasına olursa olsun, eğri ya da doğru hangi yoldan olursa olsun, tartışmaları kazanma, karşısındakileri
şaşırtma yöntemleri öğretmeyi amaçlamışlardır. Sonuçta, Sokrates, Platon ve
Aristoteles'in yerip aşağıladıkları safsata tüccarlarına
dönüşmüştür sofistler.
Sofistler felsefeye yaptıkları olumlu katkı genellikle şu üç başlığa indirgenir:
a)
İ.Ö. 6. ve 5. yy'ların doğa felsefesini vardığı
sonuçların çeşitliliği ve birbiriyle tutarsızlığı açısından eleştirrnek,
b)
İnsanı ve öznelliği felsefe sahnesine sokarak, bilgi
ve ahlak değerlerinin bu yönünü vurgulamak,
c)
Doğruluk ve erdemin göreceli
olduğunu savunarak,
Sak- rates'in bunları saltık ve değişmez olduğu yönündeki tepkisini hazırlamak.
Bu üç olgu, Platon'un ve dolayısıyla da Aristoteles'in tutarlı,
kapsamlı, eski görüşleri
uzlaştırıcı, insanın doğadaki yeri ve bilgisini belirleyici, bireşimsel dizgeler geliştirmeleri
için gereken temel ve ortamı
hazırlamıştır. Biz burada, bu üç noktayı ayrı ayrı ay-
rıntıyla irdelemek yerine, her üçünü de birleştiren ve bunları sonuç olarak doğurmuş olan bir gelişim
çizgisini izlemeye çalışacağız.
Felsefe tarihinde epistemoloji, yani bilgi felsefesini
ayrı ve başlı başına bir konu niteliğinde ele alan ilk filozof olarak
Platon gösterilir. Bu bir anlamda doğrudur, ancak yine buna dayanarak
Platon'u bilgi felsefesinin babası ya da kurucusu diye göstermek, bir yanılgı olur. Çünkü epistemolojiyi kuran, böyle bir konuyu felsefe için sorun yapan olguyu ilk belirginleştiren
düşünür Demokri-
tos'tur. Demokritos da, 5. yy'ın öbür filozofları gibi, Parmeni- des'in görünüş ve gerçek arasında
çizdiği ayrımdan etkilenmiş, bunu benimsemiştir. Bu ayrım, epistemolojiye doğru atılan ilk önemli adım
sayılabilir: Bu, varlığın kendisini, insanın onu kavrayışından ayırt ederek, kavrayışa temel olduğu sanılan
duyguların güvenilirliğini yadsır. Oysa duyulann güvenilirliğinin neden, ne ölçüde ve ne anlamda sınırlı
olduğunu belirlemeye
çalışarak bu aynma geçerli bir içerik sağlayan, Demokritos olmuştur.
Atomcu kuramının getirdiği sonuçlardan
bağımsız olarak,
derin ve önemli bir felsefi gözleme dayanan bir aynm çiziyor De- mokritos: Bu bağlamda atomcu öğretiyi ancak daha sonra çizdiği ayrımı
açıklarken kullanıyor. Bu, 21 yüzyıl sonra Locke'un felsefesinde birincil ve ikincil nitelikler aynmı adını alan ayrımdır. De- mokritos, nesnenin
niteliklerini ele aldığında, örneğin biçim, katılık, büyüklük, devinim gibi niteliklerin bir
insandan öbürüne değişmediğini gözlemliyor. Eğer bir masanın üst
yüzeyi bir dörtgen
biçimindeyse, bu hiç kimseye yuvarlak görünmeyecektir. Oysa yine nesnelere nitelik olarak yüklediğimiz koku, tat, ses, dokunum ve renk
gibileri, nesnenin kendisinde belirgin bir değişiklik meydana gelmese de, bir insandan öbürüne, ya da aynı insan için bile, değişik
koşullarda, büyük farklar gösterebilir. Aynı bal hasta birine acı gelirken sağlıklı bir kimseye tatlı gelecektir. Kimi niteliklerin
insandan insana ya da değişik koşul ve zamanlardaki aynı kişi için
bile farklılıklar gösterebilmesi, Demokritos'un, epistemolojinin
ilk basamağı olan, nesnenin kendisi ve onun insandaki bilgisi arasındaki ayrımı kavramasına yol açıyor. O, bu aynmı daha da pekiştiriyor: Nesnelerin algılanışı
yalnız insanlar arasında değil,
değişik algı organları taşıyan değişik yaratıklar arasında da farklılık
gösterir, diyor.
Demokritos'un, nesnedeki kimi niteliklerin algıda, değişik
yaratıklar, değişik insanlar ve giderek aynı insan için bile koşullara göre
değiştiği gözlemini saptadık. Bu, onun uslamlamasındaki ilk önerme, ilk öncül. İkinci bir öncül olarak, aynı niteliğin bu değişik
algılarından hangisinin doğru algı olduğunu saptamanın bir yolu bulunmadığını
öne sürüyor. Hangi yaratığın, hangi insanın "daha doğru" algılandığının seçimi, bu bağlamda keyfi, gelişigüzel olmak zorunda. Çünkü bu seçimi yapacak bir ölçüt yok ortada. De- mokratios'un bu
iki öncüiden çıkarsadığı sonuç, bu "değişken"
niteliklerin öznel
oldukları. Ona göre, gerçekte nesne böyle nitelikler taşımıyor. Nesnenin yapısal
özellikleri, çevrelerine yaydıkları görüntülerle insanın duyularını etkileyince, böyle niteliklerin algılanmasına neden oluyor. Nesne gerçekte ne tatlı, ne acı; ancak insanın tat duyusunu böyle etkiliyor. Nesnenin kendiliğinde
nasıl olduğunun algıyla bilinmesi, böylece, bir sorun olarak belirlenmiş oluyor. Önceki
filozofların, "evren, onu gördüğümüz gibidir" yönündeki yalın
gerçekçi inançlarının ötesine aşıyor Demokritos. Onun bu durumu atomcu öğreti yoluyla nasıl
açıklandığına değinmeyeceğiz. Bunun yerine temelini saptadığı
uslamlamanın kendinden sonraki aşamalarda nasıl geliştirildiğine kısaca göz atacağız. Ancak bunu da başlamadan
önce, Demokritos'un bu
ayrım bağlamında Platon'dan da ileride olduğunu vurgulamak istiyoruz. Demokritos,
niteliklerin algısının insana ve koşullara göre değişebildiğini ve bu değişik algılar
arasında hangisinin
doğru olduğunun sapıanamaya- cağı önermelennden nesnellik-öznellik
ayrımını çıkarsıyor. Bilgi-
bilimi dizgeselleştirdiği Theaetetos diyalogunda, Platon da
(Protagoras üzerinden) aynı olguyu ele alıyor. Fakat Platon'un bundan öznelliği
ayırdetmek gibi bir
sonuca gidebildiğini söyleyemeyiz. Platon eski gele^eğe uyarak "naif' ya da yalın bir gerçekçiliği
sürdürüyor. Ona göre de algı değişken ve tutarsız, ona göre de hangi algının doğru
olduğunu saptamak olanaksız. Ancak Platon "evren onu gördüğümüz gibidir" inancını
kırmıyor. Algının bize verdiği, bize yansıttığı dünyanın kendisi değişkendir, bu dünyanın kendisi tutarsızlıklarla
doludur,
diyerek, Herakleitos'un modeline göre kavradığı ve bize duyularımızca
yansılılan bu dünyayı, yine nesnel, başka bir dünyadan, ona göre gerçek bilginin konusunu oluşturan "aşkın" bir dünyadan, ayırt
ediyor.
Soflstlerin Felsefeye Gerçek Katk1s1
Epikuros, bir mektubunda Protagoras'ın felsefeye nasıl başladığını
şöyle anlatıyor: Protagoras Atomculuğun beşiği olan Trakya'nın Abdera kentinde doğmuş.
Yaşamını hamallıkla kazanıyor- muş. Bir gün yüklediği odunları diziş ve bağlayışındaki
ustalığı izleyen Demokritos, bu hamalla ilgilenmiş, onu yanına alarak eğitmiş.
Sonuçta Protagoras
belki atomcu olmamıştır ama, felsefi düşüncesinin çıkış noktası, hocası Demokritos'un yukarıda sözünü
ettiğimiz uslamlamasıdır. Bu uslamlamayı kullanarak, onu tam bir genelliğe
yaymış ve böylece sofist tutumuna bir felsefi temel
kurmuştur.
Aynı esinti bir kişiye soğuk gelirken bir başkasına ılık
gelebilir. Bunların hangisinin doğru olduğunu saptayacak bir ölçüt bulunmadığına
göre, esintinin kendiliğinde
soğuk ya da ılık olduğu
söylenemez, diyor
Protagoras. Dolayısıyla aynı esintiye "ılık" diyen de, "soğuk"
diyen de,
kendine göre doğru bir şey söylüyor. Doğruluk yargıları bu yargıda bulunan kişilere
görecelidir. Birbi- riyle çelişen iki yargının bu anlamda, aynı zamanda doğru oldukla-
rı öne sürülebilir; çünkü "İnsan
her şeyin
ölçüsüdür". Nesnel anlamda bir doğruluktan söz edilmeyen yerde doğruluğun ölçüsü, algılayan insanın
kendisinden başka bir şey olamaz. Yargıların
birbirinden
"daha doğru" olmaları söz konusu edilebilir. Dolayısıyla bir kanının
doğruluğunun tanırlanması diye bir şey de yoktur. Geçerli olan, kanının başkalarına onaylauırılması, insanların bu konuya inandırılması, gerekirse kandırılması, "ikna edilmesidir". İşte sofistliği
gerekçelendiren felsefi sonuç!
Protagoras burada, aynı konu üzerinde birbirinden farklı algı,
kanı ya da yargılar varken bunlar arasında doğru olarak birini yeğlemeye olanak verebilecek bir ölçüt bulunmamasından,
nesnel anlamda böyle bir doğruluğun söz konusu olmadığı,
dolayısıyla doğruluğun kişilere göreli olduğu sonucunu çıkarıyor.
Ölçüt bulunmamasının, doğruluğun nesnel anlamda sözkonusu olmadığı vargısını
gerektinneyeceği açık olsa gerek. Protagoras burada böyle bir içerme
bulunduğunu varsaymış oluyor: Bu varsayım olmadan çı- karsadığı "görecelik" sonucu çıkarsanamaz.
İlginç olan, bu varsayımı yapmayan Gorgias'ın,
aynı öncüllerden bambaşka -ve daha geçerli görünen- bir sonuç çıkarsamış olmasıdır.
Protagoras'ın her inancı doğru kılan aşırı iyimser sonucuna karşılık Gorgias'ınki de bütünüyle
kötümser: Aynı konu üzerinde birbirinden farklı olan inançlar, aynı olgunun bir kişiden öbürüne
değişen algıları, aralarından doğru olanın seçimine olanak verecek bir ölçüt yoksa, doğru sayılamazlar, diyor. Bu inançların bu algıların hiç biri doğru değildir.
Gorgias'ın uslamlamayı bu olumsuz sonuçla tamamlayışı, Kuşkuculuk dediğimiz akımın ve bu akımın temelinde yer alan uslamlamanın
kuruluşudur. Kuşkuculuğun kurulmasındaki bu payları, Sofistler'in düşünce tarihine yaptıkları çok
önemli ve olumlu, bir gerçek
katkıdır. Çünkü ne denli olumsuz sonuçlara varırsa var- sm, Kuşkuculuk, bilgi kuramının
gelişimini, zenginleşmesini ve yetkinleşmesini sağlayan başlıca itici güç olmuştur.
Kuşkucu us-
lamlamanın olmadığı yerde ilgiye değer bir epistemolojiden de sö- zedilemez. Epistemoloji, kuşkucu
uslamlamayı karşılamak, onu sınırlamak için kurulur.
Gorgias, hiç bir şeyin
varolmadığını; eğer varsa bile, bilinemeyeceğini, böyle bir bilginin olanaksız
olduğunu öne sürüyor. Bu düşünceler, onun yukanki uslamlamadan çıkarsadığı sonucun mantıksal
önkabulleri: Değişik algı (ya da inançların) hiç birinin doğru olmaması, ya bu algılananın (ya da inanılanın) var olmamasına, ya da varsa bile bilinemez oluşuna
bağlıdır. Bu son
nokta Gorgias'taki Kuşkuculuğun, Protagoras'taki göreceliğe göre, nesnel bilgiyi savunan görüşe daha yakın olduğunu
gösteriyor. Protagoras
nesnel bir doğruluk, bir bilgi olmadığı için her insan kendi doğruluğunun ölçüsüdür derken, Gorgias ile belirginleşen
kuşkucu tutum,
bir nesnellik ve ona özgü nesnel doğruluklar söz
konusudur, ancak
insanın bilgisi ve kavrayışı buna erişemez, bunu yakalayamaz, demeye getiriyor. İnsan
kavrayışının bu nesnel doğruluğa nasıl erişebileceğinin açıklama çabaları ise, epistemolojinin ta kendisidir. Sokrates, Platon ve
Aristoteles'in eleştirileriyle tasfiye edilen sofistlikten arta kalan kuşkuculuk, etkili bir akım olarak varlığını
sürdürmüştür.
Kuşkuculuk, Gorgias'ın ölümünden
yaklaşık on yıl sonra doğan (İ.Ö.365)
Pyrrhon'ca, bir
felsefe okulu durumuna getirilmiştir. Daha sonraları, Platon'un Akademia'sı ile birleşen
kuşkucu okul, yetiştirdiği Timon, Arkesilaos, Karneades gibi
düşünürlerle uslamlamalarını zenginleştirmiştir. Bu uslamlamalar, İ.S. 1. yy'da Aenesidemos, 2. yy'da
ise Sextus Empeirikos'ca yazıya dökülmüştür. Kuşkucu
uslamlamaların Ortaçağ Avrupa'sında giderek hemen bütünüyle ortadan kalktıkları,
unutuldukları görülür. Sex- tus'un kitabının bir kopyasının bu yüzyıllar boyunca İstanbul'da
saklandığı ve 5.
yy'da Avrupa'ya buradan götürüldüğü biliniyor. 1562'de Latince'ye çevrilerek
basılan bu yapıt, Montaigne'in Kuş-
kuculuğu Yeniçağ'da etkili yapan ünlü denemesini (Apologie de Raimond
Sebond, 1580) yazmasına neden olmuştur. Descartes'ın bilgi·^urainını ve onu izleyen Modern Felsefe'yi bu kuşkucu uslamlamalarının
yokluğunda düşünmek olanaksızdır.
ARİSTOTELES'İN YAPlTLARI
(/992)
Bugünün olaylarının nedenlerinin geçmişte
olduğunu hemen herkes onaylayacaktır. Bu anlamda, dünyanın geçmiş aşamaları tabii ki bugünün nedenidir. Oysa belirlenime ilişkin savları
bundan ayırt etmek gerek. Kanımca, bir aşamadaki durum ve olaylar kendilerinden oldukça ileriki dönemlerdeki
aşamaları oluşturan durum ve olayları, onların nedenleri arasında bulunmalarına karşın, belirlemiyorlar: O nedenler
uzaklardaki etkilerinin neler olacağına ilişkin yeterli koşullar
oluşturmuyor. Yine kanımca, doğru olan şey bunun tam tersi: ilkeyi insanlık tarihine uygulayacak olursa, ilk çağ
uygarlığının gerçekleştirdiği belli başlı başarıların hemen tümü insanlığın bugün içinde
bulunduğu düzey için tarihsel anlamda zorunlu koşuldur. Deneysel olarak bildiğimiz yasalar gereği,
bugünün verileri böyleyken,
geçmiş uygarlık birikimi pek başka türlü olamazdı. Örneğin Eski Yunan uygarlığı
yaratılmamış olsa ve İlkçağ'da Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarını doğrudan Roma'nın egemenlik dönemi izleseydi, bugün bu güne benzemez, bundan pek gerilerde olurdu.
Şimdi öne sürdüğüm şey, geçmişin gelecekteki durumu belirlediği, ona yeterli koşul
oluşturduğu veya kimi
zaman "tarihsel materyalizm" diye anılan sav değil. Benim öne sürdüğüm,
böyle bir şeyin tam tersi yönündeki bir içerme
ilişkisine dayanıyor. Zo- runluktah kastettiğim, geçmişteki koşullar öyleyken günümüzün veya geleceğin başka
türlü olamayacağı değil. Ben bu günün veri- Ierinin farklı bir kaynakla temellenmiş olamayacağını öne sürüyorum. Günümüzün Batı odaklı uygarlığının
örneğin Eski
Yunan kül-
türü olmadan varolmuş
olamayacağını söylüyorum. "Geçmiş her nasıl gerçekleşmişse öyledir" gibi bir şey ötesinde,
bugün böyley- ken geçmişteki etkileyici aşamalar olmuş olduklarından pek farklı olamaz/ardı
diyorum. Bugün
böyleyken, aynı yere bundan çok farklı yollardan gelinemezdi. Tabii buna karşılık geçmiş
yine aynı geçmiş olarak bugün
günümüzdekinden farklı olabilirdi. Unutmamalı, farklı bir geçmişin farklı
bir bugün içeriyqr
oluşundan, geçmişin durumunun bugünün durumunu içerdiği, yani ona yeterli olduğu sonucu çıkarsanamaz. o
Yukanki ilkeler açısından, bugünün
bilim ve felsefesi böy- leyken, onun gelişimine ve akışına geçmişte yön vermiş
bir büyük filozofun katkısı da tarihsel anlamda zorunlu bir koşul değeri taşıyor.
Öyle bir filozofun yapıtı olmadan bugünün düşüncesi olamazdı. Ben,
Aristoteles'in gelmiş geçmiş en büyük düşünür olduğuna inanırım. Tabii,
yukarıda da vurguladığım gibi, Aristoteles öncesindeki aşamalar aynen
gerçekleşmiş olsa da, onunki gibi bir düşünce dizgesi üretilememiş olabilirdi.
Ancak kanımca onun yapıtının yokluğunda dünya bugün içinde bulunduğu gelişim
düzeyinin yüzlerce yıl gerilerinde olurdu. Bu yazının amacı da böyle bir durumun
hiç de uzak bir yapıntı olmadığını ortaya koymak. İnsanh- ğın kimi ince
rastlantılada bu sonuçtan nasıl kurtulmuş olduğunun . öyküsünü anlatacağım.
Felsefi olarak değil de tarihsel anlamda, Aristoteles'in yapıtı hangi
koşullarda yaratıldı ve bugünlere nasıl ulaştı? Bu gelişimi izlerken, onun
geride bıraktığı hemen tüm düşünsel ve bilimsel katkının bir aşamada dünya
üzerinden silinmesine ramak kalmış olduğunu ve bu olaylarda üzerinde
yaşadığımız Anadolu toprağının önemli bir rolü bulunduğunu göreceğiz.
Aristoteles'in, düşünce dünyasının
çehresini değiştiren ve günümüzü de kapsayacak biçimde binyıllar boyu süren
büyük ve
dinrnek bilmez bir etki kaynağı olmuş
yapıtları, İÖ. 322'deki ölümünden üç yüz yıl sonra, İÖ. 40 ile 20 arasında, Andronicus tarafından Roma'da derlenip yayımlanmıştır.
Aristoteles'in şimdi bildiğimiz
çaptaki büyük düşünsel etkiyi yapışı bundan sonra başlar. Doğrudur, o, yapıtları yayımianmadan önce de ün yapmış bir filozoftu, ancak bu oldukça büyük bir derece farkıyla
böyleydi: O dönemde Aristoteles'in etkisi sınırlı olduğu gibi, görüşlerine ilişkin
bilgiler de yayımlanışı ertesine göre çok daha azdı. Her şeyden önce, gençlik döneminde yazmış olduğu
popüler (yani
eksoterik) yapıtlarıyla tanınmaktaydı. Andronicus'un yayımladıkları bunlar değil, Peripatetik okulun içinde, uzmanlar arasında eğiti"m
için kullanılıp tartışılmaları amaçlanan (esoterik) yapıtlardır. Sözünü ettiğim popüler
yapıtlar Ortaçağları aşıp günümüze ulaşamamıştır. Bunlardan geride yalnızca birkaç
fragman kalmış bulunuyor.
Aristoteles, ölümü ertesinde yaşanan İsa'dan
önceki üç yüzyıl boyunca, kendi okulu dışında, parlak, fakat sıradan bir düşünür olarak bilinmiştir. Hele Peripatetik okulun kapandığı İÖ. 225'ten sonra, bu felsefe giderek
arka planda kalmış, İÖ. birinci yüzyılın başlarına gelindiğindeyse
bütünüyle yok olmak
tehlikesiyle karşılaşmıştı. Aristoteles'in o dönemlerde nasıl tanındığına iyi bir örnek, Cicero'nun onu, yeniden keşfedilip
yayımlanışı önesindeki betimleyiş biçimidir. Bu betimleme bizim bildiğimizden
çok farklı, çapı çok daha küçük olan, bir Aristoteles çiziyor. Cicero, onu Isoc- rates'in rakibi
bir retorik ustası, güçlü bir yazar, Akademi'nin büyüklerinden Xenocrates ve Speusippus ile
birlikte anılan bir Pla- toncu olarak tanıtıyor. Platon'un Akademisi ve
Aristoteles'in Peri- patos'u için iki başlı tek okul diyor. Oysa aynı Cicero, Androni- cus'un yayımiayacağı uzmanca (estorik) yapıtları okuduktan sonra büyük bir şaşkınlık ve hayranlık
duymuş, Aristoteles
felsefesinin Platon'unkinden ne denli farklı olduğunu görmüştür. Bu olaylar Aristotelesçiliğin
adağını Roma'ya taşımış, orada Andronicus'un
önderliğinde yeni bir Peripatetik okul kurulmuştur.
Gerçekten de o aşamada Atina'da ne Akedemi ne de Lyceum,
güç ve
etkilerini yitirmiş kurumlar olarak bile, artık yaşamıyorlardı. İÖ. 87 yılında Sulla önderliğindeki
Romalılar Atina'yı yağmalamışlardı ve Cicero kenti bu olaydan on yıl sonra gezdiğinde eski zamanın bu büyük
okullarının yerinde
tam anlamıyla "yeller esiyordu." O günlerin başlıca etki kaynağı Stoa felsefesiydi; devlet adamları,
edebiyatçı ve düşünürlerin
önemli bir bölümü bu felsefe bağlamında
eğitim görmüş insanlardı.
Kısaca değinmektc yarar olabilir, Stoa, Epikuros
okulu (ya da "bahçesi"), ve sonraki dönemlerde kuşkucu felsefeye kucak açmış olan Akademi, Aristoteles'in ölümünü izleyen yüzyıl içinde Atina'da Lyceum'la bir arada yaşamışlar ve aralarında derin ve etkili bir tartışma
ortamını canlı tutmuşlardır. Örneğin Stoacılar'ın Aristoteles felsefesinin çeşitli
yönlerine ve bu
filozofun Platon' a karşıt düşen kimi bağımsız kuramiarına ilişkin bilgileri bu dönemdendir. Chrysippus'un (İÖ. 280-206) yapıtlarında Aristoteles'e yöneltilen oldukça ayrıntılı eleştiriler
Stoacılar'ın İÖ. 3.yy'da Lyce- um'daki uzmanca kitapları ya doğrudan, ya da Peripatos öğrencilerinin notları aracılığıyla tanıyor
olduklarını kanıtlıyor. Diogenes Laertius'un (İS 3.yy) yazdıklarına
bakılırsa, Aristoteles'in
ölümünü izleyen 15 yıl içinde Theophrastus önderliğindeki Lyceum 2000 öğrencisiyle rakip okullardan çok daha pariaktı ve onun bu üstünlüğü,
başta Stoacılar olmak üzere tüm çağdaşlarınca onaylanıyordu. Ne var ki az sonra aniatacağım gibi, bu entelektüel etki 3. yy içinde giderek sönmüş, sonunda okul da ortadan kalkmıştır.
Aristoteles'in kendisi de, okulunun sonraki yöneticileri de, Atina yurttaşı olmayan kişilerdiler. Hep yabancı muamelesi ve ayrımcılığıyla
karşı karşıya yaşadılar; örneğin Aristoteles Lyceum 'u hiçbir zaman özel mülkü durumuna getiremedi. Daha önemlisi, Makedonya ile Atina arasında o dönemlerde
yaşanan siyasal
ve as-
keri fırtına Peripatos'un bir casusluk yuvası ve işgalci
düşmanların işbirlikçisi olarak görülmesine yolaçtı. Okul, entelektüellerin değilse de, sıradan
yurttaşların derin nefretini kazandı. Bilindiği gibi Aristoteles kuzey Ege'de
bulunan (Kalkidikya'daki) Stagira'lıdır ve Makedon krallarına hekimlik yapan bir aileden gelir.
Parlak bir zekaya sahip bu çocuğun 17 yaşına
geldiğinde Atina'nın en büyük düşünürünün, yani Platon'un yanına, eğitim için yollanışını Makedonya adına bir yatırım, bir kültürel misyonun başlangıcı olarak görenler
vardır. Üstelik, Aristoteles'in yaşamı ve mirasının bunu doğrulayan
yanlarını bulmak
pek de zor değildir. Güçlenmiş ve büyük bir dinamizm kazanmış olan Makedonya, kültürde de söz sahibi olmayı amaçladığından, bu alana yatırım yapmak gereğindeydi ve uygarlığın o günkü en önemli merkezine genç Aristoteles ile bir anlamda demir
atmış oldu. Bütün bunlar bir yana, Aristoteles'in
Atina krallığının koşulsuz güvenini kazanması da, kolayca gerçekleşmiş
şeyler değildir. Platon'un ölüm yılı olan İÖ. 348'de Aristoteles 20 yıldır Akademi'de bulunuyordu ve okulun,
biraz dik başlı ve züppe olarak tanınsa da, en güçlü ve büyük yeteneğe sahip üyesiydi. Kendisini kıskanıp
hakkında çıkardıkları dedikodularla onu karalamaya çalışan düşmanları vardı ama herkes onun sıradan bir Akademi öğrencisi
olmadığının farkındaydı. Uzun süredir ders veriyor, kitaplar yazıyordu ve Cicero'nun da değindiği gibi, İÖ. 4.yy'ın
büyük söylev ustası Isocrates'le aşık atan, artık yetke sahibi bir düşün adamıydı.
Denildiğine göre, homoseksüel olmayışı ve özellikle de yabancı kökeni nedeniyle Platon, ölürken okulun ön- dediğini ona bırakamadı. Tam o sırada Kalkidikya Makedon ordularınca
işgal edilmiş, Aristoteles ve Stagira'nın kuşatılması sırasında, gidip, bir Yunan kolonisi olan
kendi kentini savunmak bir yana, kılını bile kıpırdatmamıştı.
Atina'da o günlerde Makedonya sempatizanianna büyük bir öfke oluşunca Aristotele^ artık orada barınamaz oldu. Önce kuzey batı Anadolu'daki Assos'a, iki yıl
sonra da Midilli'ye göçeden
düşünür, buralarda
geçirdiği yıllar içinde bir yandan bilim ve felsefesini geliştirip
çevresinde bir filozoflar grubu oluşturuyor, bir yandan da Makedonya'nın kendisine olan güveninin
pekişınesini ve belki de yüksek görevlere atanınayı bekliyordu. Assos tiranı Hermias hem Makedonya'nın dostuydu, hem de felsefeye meraklı bir kişiydi.
Aristoteles'in ve mirasının kuzey batı Anadolu'yla derin tarihsel bağlantıları olmuştur. Bunlardan ilki filozofurouzun
Hermi- as'ın kızıyla evlenmesidir. İkincisi, yine orada, sonradan sağ kolu olacak Midillili
Theophrastus'u yanına alışıdır. Aristoteles'in bundan sonraki yıllarda, İÖ. 342'den başlayarak,
artık dünyanın en büyük askeri gücüne dönüşme yolunu tutan Makedonya'da yedi yıl süreyle
kaldığını biliyoruz.
Bu dönemde İskender'e ders veren Aristoteles, öğrencisi tahta geçip Atina'yı ele geçirdikten sonra, içeriden
fethedilemeyeceği artık anlaşılan Akedemi'ye rakip olacak yeni bir okul kurmak üzere bu kente gönderildi.
Büyük parasal
olanaklar desteğinde ve son on yılda topladığı kitaplar, bilim araçları ve çok sayıda
yardımcıyla birlikte,
İÖ. 335 yılında Atina'da okulunu kurdu. Akropol'ün kuzey batısında, Ilissus çayı ile Lyca- bettus tepesi arasına düşen
bölgedeki Apolion
Lyceus'a ithaf edilmiş koruluk alanda kurulduğu söylenen okul, adını da buradan almıştır. Lyceum'da sanat ve bilgi daliarına (yani bunları simgeleyen muse'lere) adanan bir tapınak (museum) yaptınlarak bunun içinde büyük bir kütüphaneyle, bilinen ilk müze
oluşturuldu. Bu müzeyi Apolion tapınağına bağlayan üstü kapalı direkli yolda yürüyerek ders verme geleneğini
benimseyişi nedeniyle
okula gezimciler, yani "peripatos" da denmiştir.
Burası, Akademi
'yi, modern çağlardaki üniversitelere benzerlik açısından çok gerilerde bırakan, tarihin ilk büyük bilim yuvası
olmuştur.
İÖ. 323 yılında
İskender ölünce bir süre iç karışıklıklar yaşayan Makedonya'nın siyasal ve askeri gücü
belirsizleşti. Atinalı-
lar kendilerini özgürlüklerine yeniden kavuşmuş
saydılar ve Makedonya sempatizanlarına şiddetli bir tepki başlattılar. Okulun başına Theophrastus'u bırakarak hala Makedonya elinde bulunan Eğriboz adasına
kaçan Aristoteles bir yıl sonra orada öldü. Aynı yıl,
Atina yine Makedonya'nın eline düştü ve Peripatos'un bu ülkeninkine
bağlanmış olan grafiği de yine yükselmeye koyuldu. Okulun "sko-
larki", yani başı, konumuna gelen Theophrastus'un yönetiminde İÖ.
287'ye değin süren
dönem, Lyceum 'un büyüme ve güç açısından zirveye ulaştığı
yıllardır. Bu aşamada da güçlük ve tehlikeler olmamış
değildir: Daha
hemen İÖ. 319'da başlayan iki yıllık bir . iktidar boşluğu az kalsın Theophrastus'u da Aristoteles'in akıbetine mahkum ediyordu. İÖ. 307'deyse yine bir yıl sürecek bir bağımsızlık kazanan Atina, tüm yabancı
filozofların kentten ayrılmasını gerektiren bir yasa çıkarttı.
Yasağın neye ve
kimlere karşı olduğu belliydi ve kısa bir süre için olsa bile, tüm peripatetikler tası tarağı toplamak zorunda kaldılar. Benzer olaylar İÖ. 294 ve 288 yıllarında da yaşandı. Sonuncusunda okul önemli yıkım
gördü. İçinde bulunan Aristoteles heykeli parçalandı, duvarlardaki kabartma haritalar ve dersaneler tahrip
oldu.
Stoa ve Epikuros okullarının açılışı İÖ. 304 ve 307 yıllarına
rastlıyor. Bunlar 40
yıldır etkin olan Lyceum'un yanında henüz oldukça sönüktüler.
Dolayısıyla o dönemde yeni inşa edilmekte olan İskenderiye kentinde kurulacak büyük bir kütüphane için Lyceum örnek alınmak
istenmiş ve ilk aşamada hem Aristoteles'in kendisinden, hem de sonraları Theophrastus'dan, yardım ve kitap kopyaları
istenmiştir. Lyceum'da bulunan yapıtların en az bir bölümünün
böylece kopyalanarak
oraya gittiği söyleniliyor. Ancak bunların popüler mi yoksa uzmanca yapıtlar mı
olduklarını bugün tam bir kesinlikle bilemiyoruz. Bu dönemde kütüphane kuran kentler arasında Rodos, Antakya ve Bergama da vardı;
özellikle bu sonuncusu başlangıçta İskenderiye'den daha hızlı büyüdü.
Bergamalılar
da Lyceum 'dan yardım istediler ve okuldan kendilerine büyük bir yakınlık
gösterildi. Bergama
hem duygusal bir bağlılığın sürdüğü Assos'un o günkü sahibiydi, hem de okul içinde kuzey batı Anadolu'da doğmuş olan etkili kişiler vardı.
Örneğin üçüncü skolark (İÖ. 287-267 arası) Strato Lapseki'li, dördüncü ve son skolark (İÖ. 266-225 arası) Lyco Scepsis'liydi (bugünkü Çan). Bu son dönemlerde artık bilimsel bir özgünlük yaratamayan Peripatos yalnızca bir dersane işlevi
görmüştür. Son
skolark zaten bir bilim adamı bile değildi. Lyco daha çok hatip ve yazar olarak tanınırmış. Bu kişinin ölümü zamanında gerçekleşen iki olay Peripatos'un fiziksel varlığını ortadan kaldırıyor. Lyco arkasından okula kimin önderlik
edeceğini belirlemeyip,
bu kişiyi okul üyelerinin kendi aralarında seçimle saptamalarını istemiş; ne var ki tam o günlerde de Atina Makedonya'dan bağımsızlığını
kazanınca okuldakiler
seçim falan
yapmadan dağılmak zorunda kalmışlar. Bu da yüzyıllar sonra Ro- ma'da yerıiden kurulana değin Peripatos'a son vermiş.
Az önce de belirttiğim gibi, Aristoteles'in popüler
yapıtları okul dışında zaten dolaşımdaydı. Peki Andronicus'un ileride yayımlayacağı
yapıtiara bu boşluk
döneminde ne oldu
ve bunlar varlıklarını nasıl koruyabildiler?
Birkaç ikincil yapıt dışında Aristoteles'in ürettiği felsefe ve bilim dizgesinden
yoksun kalıp, bundan haberi bile olmayan bir Avrupa düşüncesini akıl almıyor bile. Aristoteles olmasaydı deneysel bilim geleneği diye bir şey bile varolmayabilir, bütün düşünce
yapımız matematik
ile gizemciliğin karışımından oluşan ve uzakdoğu felsefelerini andırır bir dünya
görüşünden ibaret kalabilirdi. Aristoteles Skolastik öncesinde yeniden ortaya çıkarılmasay-
dı, birkaç yüzyıl içinde de Yeniçağ bilim ve felsefesi gerçekleşebilir miydi? Ortaçağ bilimi Aristoteles'in öğretileri
ışığında dizgeleş-
miş olmasaydı buna almaşık aramış olan Kopernik, Galileo, Gas-
sendi ve Descartes neyi temel alacaklardı? Modern dinarniğin kimi temellerini ilkçağ
sonlarında hazırlayan "irnpetus"çu Philoponus (İS 490-570) Aristoteles'in devinirne
ilişkin açıklarnaları elinde olmadan nasıl bir varlık gösterebilecekti?
Bilindiği gibi, Aristoteles'in bilimi değilse bile felsefesi Batı
Ortaçağında yüzyıllarca unutulmuş ve sonradan yeniden keşfe-
dilrniştir. İlkçağın bitiminde uygarlığı kurutan kavimler göçü olayı ve Hıristiyanlık
adına her türlü din dışı kütüphane ve okulu yasaklayan Justinianus gibi imparatorlar, insanlığın daha önce ürettiği
yüksek kültür değer birikimini ortadan kaldırmayı başarmış olabilirlerdi. Böyle bir şey kimi mantık risaleleri ve fizik kurarnları dışında,
Aristoteles'in
de Yeniçağiara ulaşmasını engellerdi. Çünkü Avrupa asıl Aristoteles'i 12. yy'da, önce Arapça'dan
sonra da özgün dilinden çevirerek
tanımaya başlamıştır. Bu da Ortaçağ karanlığında onun Yunanca metinlerinin kimi kütüphanelerde
korunmuş oluşu ve İslam felsefesi içinde bir düşünce olarak canlılığını yitir- rneyişi sayesinde olanak bulmuştur. Ne var ki bu filozofun yapıtı
açısından çok daha büyük bir badire Peripatos'un kapandığı aşamadan Aristoteles eserlerinin Roma'da
yeniden bulunmalarına değin geçen, yaklaşık bir buçuk yüzyıllık
dönem içinde atlatılrnıştır.
İlkçağ'da kitapların saklandığı yerler, yukarıda
adlarını saydığımız birkaç kütüphane ve okuila sınırlıydı. Eldeki verilere bakılırsa Aristoteles'in kitapları Lyceurn'dan başka, İskenderiye
ve Bergama'daki
kopyalardan oluşmaktaydı. Yine değindiğim gibi, bir olasılıkla bu kütüphanelerdeki
bütün Aristoteles yapıtları zaten eksoterik, yani popüler
olanlardı. İskenderiye kütüphanesinin kaderi şöyle gelişrniştir: İÖ. 1 .yy'da Sezar bu kentte kuşatılınca oradaki ilk büyük yangın
yaşanmış. Sonra kütüphane 390 yılında Hıristiyanlık
adına Rornalılar'ca yakılmış, eğer geriye birşeyler kaldıysa, bunlar da Halife Ömer'in
komutanları tarafından 641 'de bu
kez Müslümanlık adına bütünüyle yokedilmiş.
Roma'da Androni-
cus'un yayımladığı Aristoteles'in esoterik yapıtlarının da bulunduğunu
varsayalım. Eğer Aristoteles Andronicus yayımıyla ün ve önem kazanmış
olmasaydı. İskenderiye kopyaları çoğaltılmış olmayacak, sonuçta oradaki diğer kitaplada birlikte bunlar da yitirilmiş
olacaklardı. Görülüyor ki, bugün felsefe ve bilimimizin bulundukları düzeyde olmaları, Aristoteles'in yazılarını
oluşturan rulo
halindeki papirüslerin bir biçimde Roma'ya ulaşmış
olmalarına bağlıdır. Peki oraya nasıl ulaştılar?
Bunun iki ayrı ve birbirini tam olarak tutmayan öyküsü var. Her iki öykü de papirüslerin
varlıklarını kıl payı koruyabilmiş olduklarını gösteriyor. Makedonya'nın
çöküşüyle yakılmış olması anlamına gelebileceği gibi, kitapların
başka bir yere götürülmüş
olabileceği olanağını da açık bırakıyor. Başka bir önemli bilgiyi, yapıtların yeniden bulundukları
dönemde yaşayan Strabo'nun (İÖ. 63 - İS 16) anlattıklarında buluyoruz. Strabo'ya göre Theophrastus, ölümü ertesinde kütüphanesinin Peripatetiklerden Neleus'a verilmesini vasiyet etmiş. Neleus'da Aristoteles'in tüm esoterik yapıtlarını
içeren bu kütüphaneyi
doğum yeri olan kuzey batı Anadolu'ya taşımış. Bu taşınanlar belki de Lyceum 'un tüm
kitaplarıydı. Bu durumda okulun kapanışından sonra bulunamayan kitapları
akıbeti açıklanabiliyor. Oysa bizi asıl ilgilendiren daha sonra neler olduğu. Sözünü ettiğim öykülerin birbirlerinden ayrıldığı nokta Neleus'un kendisine kalan
kitaplara ne yaptığına ilişkin.
Öykülerden birisine göre, Neleus papirüsleri Bergama kütüphanesine
verilmiş. (Belki
Lyceum kapandığında -var idiyse- geri kalan kitapları da Bergama'ya kaçırmışlardı.)
Bergama'nın Peri-
patetik kitapları alışı kütüphaneyi açan I. Attalus zamanında (İÖ. 24 ı-ı 97) gerçekleşmiş
olmalı. III. Attalus'a
gelindiğindeyse kentin artık Roma'nın baskısına dayanamayacağı anlaşılmış, bu kral da, ülkesinin,
ölümü ertesinde Roma'nın malı
olmasını vasiyet
et-
mişti. İÖ. 133'te bu olay gerçekleşti ve Bergama'nın dillere destan olan tüm serveti ve başka değerli nesi varsa gemilerle İtalya'ya taşınıp
orada pazarlarda
satıldı. Olup bitenlere karşı Bergama'da çıkan isyan iki yıl sonra bastırılınca, Roma bu iş için yaptığı
masrafları karşılayabilmek amacıyla kenti baştan aşağı yağmalattı. Bu yağma, önceki servet aktanınında
olduğu gibi resmi
yollarla yapılmak yerine "özel teşebbüs" ile yardımiaşarak
gerçekleştirilmişti. Kimi girişimciler bu işten büyük kişisel kazançlar elde ettiler. Te- oslu Apellico (İÖ. 150-86) bunlardan biriydi. Bu zat
Atina'daki evinde Bergama kütüphanesinden kaldırdığı kitaplada geniş bir koleksiyon oluşturdu. Oysa Romalılar başka
ne buldularsa götürmüş olmalanna karşın, Bergama kütüphanesini ne yılmuşlar ne de kapatmışlardı. (Bu kurum onların denetiminde varlığını bir yüzyıl daha sürdürmüştür.)
Üstüne üstlük, Bergama'daki kitaplar artık Roma devleti ve halkının
malıydılar. İÖ. 86 yılında Sulla Atina'yı kuşattı. Uzun süren bu kuşatmada Apellico öldü. Sonunda kent düşünce,
yapılan yağmada kitaplar ortaya çıkarıldı ve Roma'daki bir kütüphaneciye yollandı. Bir süre geçtikten sonra Tyrannio adındaki bir felsefecinin kitapları incelemesine izin verildiği biliniyor. Tyrannio bunları bir yandan düzenlerken bir yandan da okuyordu. Okuduğu kimi kitaplardan oldukça etkilenince onları arkadaşı
olan Cicero'nun
da okumasına aracı olduğunu öğreniyoruz. İşte bu son olay Aristoteles 'in ardında
bıraktığı yapıtın kaderini değiştirmiştir. Cicero ile başlayan hayranlık hızla yayılmış, sonunda da kitaplar düzenlenip kopya edilmiş ve yayımlanmıştır.
İkinci öykü, Neleus'un kitapları Atina'dan götürüşüyle bunların
yine Atina'da,
Apellico'nun evinde ortaya çıkışı sırasındaki olayları başka
türlü betimliyor. Bu doğrudan belgeye dayandığı için,
inanılması daha güç olsa da, daha büyük bir ağırlık
taşıyor. Strabo'nun
anlattığına göre, Neleus kitapları Bergama'ya değil, doğum yeri olan Scepsis'teki (Çanakkale'nin
güneyindeki Çan) ai-
le evine götürmüş. Neleus'un ölümünden sonra Bergama kralı yeni kurulmakta olan kitaplık için
bunları onun
ailesinden isteyince, bu insanlar da papirüsleri bir yeraltı mahzenine saklamışlar. Ailenin sonraki nesilleri
felsefeyle pek ilgili kişiler olmadıklanndan kitapları uygun bir süre geçtikten sonra dışarı çıkarıp
gereğince korumayı ihmal etmişler; papirüsler de orada tam iki yüzyıl yatarak oldukça zarar görmüş. Günün birinde aile bunları pazarda satışa çıkarınca
Apellico kitapları satın
alıp koleksiyonuna katmış. Felsefe tarihçisi Grayeff, Strabo'nun aktardığı
öykünün, büyük olasılıkla, Roma yasalarına göre suçlu durumunda kalmaktan korkan Apelli- co tarafından
uydurulduğunu, gerçeğinse önceki öyküye uyduğunu öne sürüyor. Buna karşılık başka bir felsefe tarihçisi Guthrie de eldeki tek belgenin son anlatılanlan
desteklediğini vurguluyor.
Bugün sahip olduğumuz gibi bir bilim Aristoteles'siz
varo- lamazdı. Bilim ve düşüncemizin bu filozoftan alarak kendi parçalan konumuna getirdiği
şeyler, 17. yy. mekanisı ve atomcu yaklaşımıyla birlikte onun yadsınılan
yönlerinden kat kat fazladır. Kaldı
ki, Aristoteles'in
yadsınılan savlan daha geçerli olan karşıtlannın ortaya atıiabilmesi yolunda en büyük hizmeti yapan düşüncelerdir. Her şeyden önce, tikelin incelenip genellenmesine
dayanan deneysel bilim, Aristoteles'in icat ettiği bir yöntemdir. Eğer
onun kendisinden sonraki kuşaklara
armağan ettiği verimlilik ve kavrayış biçimi olmasaydı, ne mekanizm ne de atomculuk, 17.
yy.'dan itibaren gerçekleşen dev atılımı yalnız başlarına yapamazlar, kuru ve kısır birer spekülasyon olarak köşelerinde beklemeyi sürdürürlerdi.
Bütün bunlar, felsefenin bir düşünce
jimnastiği ya da
fantezi olmak ötesinde insanlığa "yararlı" olabileceğini kuşkuyla
karşılayan dar kafalılara, felsefeye "uygulamadan çok uzak, kendini dünyadan soyuılayan bir şey"
gözüyle bakanlara
da yanıt. Çünkü aynı gerekçelerle, kendinden önceki
düşünürlerin yokluğunda bir Aristoteles de varolamazdı. Kuşkusuz her özgün düşünür ve bilim ada-
mının bugünün oluşumuna burada sözü edilen anlamda zorunlu bir katkısı
olmuştur. Aristoteles'i
farklı kılan, onun katkısının çapıdır. Çünkü çap büyüdükçe, günümüzün koşulları zorunlu kıldıkları o katioya daha bağımlı, daha duyarlı
olmaktadır.
Not:
Bu yazıyı temel alan tarihsel bilgiyi büyük ölçüde Felix Grayeff'in Aristat/e and
his School (London: Duckworth, 1974) ve W.K.C. Guthrie'nin Aristotle: An
Encounter (Cambridge U.P., 198 1) başlıklı kitaplanndan aldım. Aynca, Werner Jaeger'ın Aristotle: Fundamenta/s of the
History of his Develop- ment'ından (Trans. R. Robinson, Oxford:
Ciarendon Press, 1950), G.E.M. Anscombe ile P.T. Geach'in Three Philosophers'ından
(Oxford U.P., 1961)
ve Richard Sorabji'nin Marter Space and Motion'undan da (London: Duck- worth, 1988)
yararlandım.
(1993)
Felsefe tarihi geleneği Aristoteles'
in yapıtlarını "eksoterik" ve "esoterik" olarak iki öbeğe
ayırır. Önceki türe giren yapıtlar bugün birkaç fragrnan dışında kayıptır.
Konumuz, bu ayrımın nasıl anlaşılması gerektiğine ilişkin.
Geçenlerde Hilmi Yavuz bu iki terime
yeni ve farklı bir yorum getirdi. Ona göre yukanki terimler, Aristoteles'in
entellektüel gelişirnindeki bir "kapmaya" ilişkin olarak,
"felsefe dışı" ve "felsefi" diye anlaşılrnalı. Yavuz,
Gösteri'nin Ocak 1993 sayısındaki "Okuma Notları"nda benim Felsefe
Tartışmalarıl12'de çıkan "Ya- yırnlanışları Öncesinde Aristoteles'in
Yapıtları" adlı yazımda varsaydığım "eksoterik-esoterik"
ayrırnına karşı çıkıyor. Öncelikle vurgulamak gerek, o yazım bu karşıtlığın
anlamını ele alan bir çalışma değildi ve dolayısıyla terimler orada belli bir
"iddia" içerrnek- sizin, sözlükte ve felsefe tarihindeki
"standart" anlamlarıyla kullanılıyorlardı. Şimdi de bağlı kalmaya
niyetli olduğum bu standarta göre "eksoterik" popüler, halka sunmaya
uygun, değerli bir bilgiyi paylaşanların oluşturduğu öbeğin dışında kalan çevrelere
de rnale- dilrniş, dernek. "Esoterik" ise bunun karşıtı, yani
uzmanlar arasında eğitim veya araştırma için kullanılıp tartışılması amaçlanan,
dış çevrelere kapalı, ortak bir birikimi paylaşan küçük bir insan öbeğinin
malı, diye anlaşılıyor.O> Yavuz standartı ancak sınırlı bir ölçüde
onaylıyor. Ona göre "eksoterik sıfatı, Grekçede, ya i) 'felsefe dışı'...
(•) Bu yazıyı
okuysak görüşlerini belirten Necati Ilgıcıoğlu'na teşekkür ediyorum.
1) Açımlamaya çalıştığım bu karşıtlığın sözcüklere verilen tek Standard anlam
olduğunu ileri sürmüyorum. Aristoteles'e ilişkin olarak kullanıldığında en
uygun yorumun bu olduğuna inanıyorum.
ya da ii) dışanda kalanlara seslenen anlamına gelebilir." Bunlardan
hangisini benimsediğini bilmek gerek, çünkü yorumlardan ikincisi yukarıda belirlenen standart içerikle
örtüşürken birincisi
bambaşka bir anlama geliyor. Yavuz'un daha sonra ekiediği
görüşlerden (i), yani
"felsefe dışı" üzerinde Jcarar kıldığı anlaşılıyor.
Yavuz'un görüşlerinin benimkilerden nasıl
ayrıldığının ayrıntılarına geçmeden önce bir saptama yapmak istiyorum. Aristoteles'in kimi yapıtlarından
söz ederken
"eksoterik"i "felsefe dışı" diye belirlemek kanımca doğru olmaz ve büyük
olasılıkla filozofun
bu sözcükle keşfettiği şeyi de oldukça çarpıtır.(2) "Felsefe dışı", felsefe değil, ya da felsefe olmayan, anlamına
geleceğine göre, böylece Aristoteles'in yayımiayarak halka açtığı, halka yönelttiği
yapıtlarını felsefe
olarak görmediği ileri sürülmüş olacak. Buysa bana oldukça aşın bir savmış gbi geliyor. Kanımca, popüler
olsa bile
felsefe yine de felsefedir. Felsefi düşünceyi popüleştirirken onu temelsiz bir kurguya dönüştürmek tabii ki mümkündür ama bu
2) Yavuz
"eksoterik"in Grekçe'deki özgün anlamını D.J.AIIan'dan ödünç alıyor. (Bkz. The Philosophy of
Aristat/e. Oxford University Press, I 978, s.6) Peki Yavuz "outside
philosophy"yi "felsefe dışı" diye akıanrken
sözcüğü bu
felsefeci tarafından kastedilmiş olan anlamda Türkçeleştiriyor mu? Bağiarnı ve eleştirirnde dile getirdiğim noktalan gözönüne almazsak "out- side philosophy"
belki "felsefe dışı" diye de çevrilebilir ama Allan'ın işaret ettiği bağlamda bu sözcüklerin "felsefe dışı" felsefe (dünyası-çevresi)
dışında (da) bulunan
(yani halkın kullanımına da açılmış) anlamına gelmesi de olanakhdır. ("Felsefe dışı"nın
asıl karşılığı "unphilosophical" değil mi?) Aristoteles'in kullandığı "eksoterik yapıtlanmızda
söylendiği gibi"
(As has been said in our exoteric works) ifadesindeki eksoterik "outside
philosophy" anlamında düşünüldüğünde elde edilen dile geliriş "as has be- en said in your
works outside philosophy" olacaktır ki bunu "felsefe dışı
yapıtlarımııda söylendiği gibi" diye Türkçeleştirebilmek yanısıra "felsefe dünyası
dışındaki (dışında da bulunan) yapıtlanmızda söylendiği gibi" diye de karşılayabiliriz.
Peki
"felsefe dışı" ile Yavuz'un kendisi "felsefe dünyası
dışında da bulunan"ı
kastetmiş olabilir
mi? Bunu sanmıyorum, çünkü o zaman "kopuş" teorisini öne sürmesi
olanaksızlaşırdı.
kaçınılmaz olan bir şey değildir. Yukanda da öne sürdüğüm gibi, eğer bir "dışlama"
olarak düşünülecekse, "eksoterik"i okul dışı, uzmanlık
dışı, belli bir
alandaki profesyonellik dışı diye anlamak olanağı var.
Yavuz, Aristoteles'in yapıtlarının bu terimlerle iki öbeğe ayrılışını
benim gibi yorumlamadığını
belirtiyor. Kaygısı şu: "Den- kel'in yorumu,
felsefenin felsefeciler dışında (Copleston'un deyişiyle 'halk için') ve felsefeciler için iki ayrı biçernde
yapılabileceği konusunda son derece sakıncalı bir argümana yol açabilir."
Sonra, felsefe tarihçisi 1 aeger' a dayandığını belli belirsiz hissettirrnek ötesinde bir gerekçelendirrne,
kanıt ya da argüman verrneksizin, şu kesin yargıya
atlıyor: "
...' eksoterik' sıfatının, 'Aristoteles' in yakın öğrencilerinin dışında kalanlada ilgisi yoktur. Büyük
olasılıkla Aristoteles,
Platon'la hesaplaştığı (onu eleştirdiği ya da benimsediği
diyaloglarını, kendi entelektüel gelişmesindeki felsefi bir kop- ma'yı göstermek
için, abartılı ve ironik bir vurgulamayla 'felsefe dışı' ('Eksoterik' olarak nitelemiştir, hepsi bu! .. " Tabii bu, Ja-
eger'in savı değil, Hilmi Yavuz'un kendi görüşü, Çünkü Jaeger, içlerinde Aristoteles'in olgunluk döneminin felsefesiyle çelişen öğretiler barındırınaları dolayısıyla eksoterik yapıtlan
doğruyu aramaktan çok gösteriş yapmak amacındaki
şişirme metinler
olarak nitelendiren kimi İlkçağ düşünürlerini eleştimiştL (3) Yoksa
^sto- teles'in kendi eski çalışmalarına bütünüyle sırt çevirmiş olduğunu öne
sürmemişti.
Aristoteles'in "Eksoterik"
yapıtlarından söz ederken ne demek istemiş olduğu konusu kuşkusuz önemlidir.
Oysa terimin bu filozoftan sonraki yirmi üç yüzyıl içinde kazanmış olduğu bir
anlam da vardır ve Aristoteles'in sözcükten kastettiği şey sonradan yerleşen
anlamdan farklı olsa bile, onu "düzeltemez." Aristote-
3) Bkz., Aristot/e, Oxford University Press, 1950, s.34.
les'in "eksoterik"i hangi anlamda kullandığım kesin bir biçimde saptayabilsek bile, bu veriyle,
daha sonraları standartlaşan kullanı- rnın içeriğini yeniden belirlemiş, bunu yanlışlamış ya da değiştirmiş
olamayız. Olsa
olsa, felsefe tarihinde yerleşen bir anlamın filozofun kendi kastettiği
şeyden farklı olduğunu kavramış oluruz. Felsefe terimlerinin çağlar boyunca bu tür sernantİk
değişimler geçirmesi olağandır. Sözün kısası Aristoteles'in kastettiği şeyi
doğru olarak saptasak
bile bundan standart kullanırnın "temelsiz olduğu" gibi sonuçlar
çıkarsayamayız. Çünkü böylesi kullanımların temeli, kullanım
aşamasında geçerli olan uzlaşımdır. Yine de bunun üzerinde daha fazla durmayacağım.
Amacım, tartışmayı bu konu üzerinde yoğunlaştırmak değil.
Daha önce değindiğim bir nokta şimdi önem
kazanıyor. Dikkat
edilirse, Hilmi Yavuz yukanki yargısıyla söylemek isteyebileceğinden
daha fazlasını öne
sürmüş oluyor. Çünkü Aristoteles eğer Platon 'la hesaplaştığı
dönemin çalışmalarını "kopma" yüzünden "felsefe dışına"
atıyorsa, bu yapıtları için,
onları popüler saymanın ötesinde bir dışlama yapmış, onların değerini, hatta içeriklerinin felsefi olduğunu bile, yadsımış oluyor. Peki bu, Jaeger'in aynı yapıtiara
bağladığı önemle nasıl bağdaşacak? Yavuz'un yorumu izlenecek olursa, bir Aristoteles tarihçisi olarak, Jaeger Aristoteles'in kendi söylediklerini
yalanlamış mı sayılacak? Felsefe bile olmayan yazıların bu düşünürün felsefi gelişiminde
nasıl bir önem taşıdığını
açıklamak epey güç olsa gerek.
Önceki yazımda Jaeger'ın bu bağlamda
söylediklerini tartışmamıştım, çünkü böyle bir şey konumun kapsamı içine
girmiyordu. Abartılardan
sakınmak koşuluyla, birçok başka felsefeci gibi ben de Jaeger'ın Aristoteles'in gelişme
dönemine ilişkin düşüncelerinin büyük bir bölümüne katılıyorum. Ne var ki, bu değerlendirmelere katılmak aynı zamanda eksoter' .^-esoterik karşıtlığını halk için-uzmanlar
için anlamında kavramaya engel değil. Çünkü ayrı-
mı böylece saptamak Jaeger'ın
ayrıma ilişkin olarak savunduğu şu üç savla çelişik değil: (i) Aristoteles'in eksoterik
olarak nitelenen gençlik yapıtları onun olgun felsefesine aykırı düşen Platoncu bir bakış açısı
içermekteydi, (ii) bu gençlik yapıtları Aristoteles'in felsefi gelişimini anlamak açısından çok
önemlidir ve (iii)
bu yazıların olgun döneminkilerle olan ilişkisini, dayanaksız inancın doğruluğa
olan ilişkisine benzeterek kavramaya çalışmış olanlar yanıl-
mışlardır.<4> Şimdi biz, bir yandan bunların hepsini onaylarken, öte yandan da Aristoteles'in sonraki dönem yapıtlarını
yayımianmış (dışa açılmış) olan gençlik yazılarından farklı tuttuğunu, onları okulundaki uzman düşünürler
dışındakilere açmadığını tutarlılıkla öne sürebiliriz. Bunda bir sorun yok. Bu üç savı
yanısıra, Jaeger ayrıca esoterik denilen yapıtların bir "gizli öğreti"
oluşturdukları inancına da karşı çıkıyor. Daha aşağıda da değineceğim gibi, "gizli öğreti"
savının bir abartı olması epeyce olasıdır. Oysa bu savı de- ğillemek, aynı
yapıtların halka açılmamış
olduklarını da değille- rneyi gerektirmiyor. Çünkü halka açılınıyor ve dolayısıyla
uzmanlar ar^ında
kullanılıyor olmak başka, yasaklı ya da gizli olmak yine başka bir şey. Bütün bunlar bir yana, Aristoteles'in
felsefi kopuşunu vurgulamak amacıyla, eski çalışmalarını felsefe dışına atan bir terim seçtiğine inanmak da zor. Retorik dersi de
veren bu büyük filozof vurgu için daha uygun bir ifade bulamaz mıydı? Kanımca
Yavuz, burada
benimle tartışmak yanısıra kozunu Aristoteles'in kendisiyle de paylaşmak
gereğinde.
Tabii ben, ele aldığımız terim çiftinin
popüler-uzmanca anlamında düşünülmüş olduğunu öne sürmekle kalmıyor, Yavuz'un böyle bir ayrımı
sakıncalı boluşuna da karşı çıkıyorum. Bu savımı gerekçelendirmeden önce birkaç
küçük noktaya değineceğim. Yavuz, Lucerna' da yayımlanan bir yazıdaki "eksoterik" sözcüğünü
4) Bkz., aynı yapıt s.32-35.
"esoterik" olarak düzeltiyor.
Haklıdır; ancak görünüş bir yana, değinilen bu
yazıyı ben yamadım! S özkonusu metin banta kaydedilmiş bir konuşmamın yazıya
çevrilerek yayımianmış "versiyonudur" ve yayımı öncesinde bana ne
gösterilmiş ne de haber verilmiştir. Aslını oluşturan konuşmaya göre bu metinde
birçok eksiklik, kopukluk ve yanlışlık bulunuyor. İçindeki bu tür hatalardan
ben sorumlu olamam. (Yeri gelmişken söyleyeyim, Yavuz'un yazısında gönderme
yaptığı Lloyd'un kitabının başlığı da yanlış yazılmış.)
İkinci nokta: Aristoteles'in kendi
okulunu kurduktan sonraki felsefesini deneyeilik (Yavuz'un terimiyle
"empirisist" bir düşünce) diye nitelernek benim pek
onaylayamayacağım bir şey. "Deneysel" (emprik) bir yönü olmayı,
deneye büyük değer vermeyi, ya da Allan'ın dediği gibi, Platoncu idealizmden
deneyciliğe doğru bir kayışı sergilemeyi,<S> kendisi bir "deneyci
yaklaşım ol- mak"tan özenle ayırt etmek gerektiği inancındayım.
Üçüncü nokta: Yavuz,
"Aristoteles'in sık sık yinelediği kendi deyişiyle, esoterik yapıtlar
ürettiği biliniyor elbet" diyor. Ben bunu bilmiyordum. Aristoteles'in
gençlik yapıtlan için "eksoterik" sözcüğünü kullanmış olduğunu
biliyorum ama, olgun döneminin yapıtianna onun kendisinin de "esoterik"
dediğini hiç duymamıştım; bu ortaya yeni çıkartılan bir bilgi olmalı. Ben bu
terimi kulla- naniann hep sonraki Aristotelesçiler olduğunu sanıyordum. Bu bilgisizliğime
Jaeger de katılıyor. Sonraki Aristotelesçiler'den söz ederek, "Dışandaki
dünya için amaçlanmış bu eksoterik konuşma- lada karşıtlık içindeki (olgunluk
dönemine ait) metinleri gizli bir esoterik öğreti külliyatı olarak
kurguladılar; oysa Aristoteles 'te böyle bir kavramın ya da deyimin izi bile
yoktur" diyor.<6> Yavuz,
5) Allan, aynı yapıt, s.9 Allan'ın burada yaptığı şey,
Aristoteles'i iki uç tutum arasında belli bir (dereceli) konuma yerleştirmek; uçtardan
biri olan deneyeilik içine oturtmak değil.
6) Jeaeger, aynı yapıt, s.32.
verdiği bu yeni bilgi için bize bir kaynak gösterirse sevinirim.
Son olarak "eksoterik" yapıtların diyalog oldukları
görüşüne değiniyorum:
Bunların en önemlisi olarak değerlendirilen
Prot- repticus
bir çok tarihçiye göre bir söylev biçiminde kaleme alınmıştı ve diyalog değildi. Bunu Yavuz'un kaynak olarak gösterdiği Allan da Jaeger da onaylıyor.m
Dolayısıyla konumuz
olan ayırımı (parantez içlerinde olsa da) bir diyalog-metin ayrımı olarak saptamanın
doğru olmadığı kanısındayım.
Ben, felsefenin uzmanca ve bir meslek olarak (profesyonelce) yapılması gerektiğini savunanlardanım.
Tarihte ciddi ve
özgün düşüncenin büyük bir çoğunlukla bu biçimde gerçekleştirildiği, felsefenin niteliğinin ve sağlıklı
gelişiminin böyle korunduğu düşüncesindeyim. Sırf bir entelektüel zevk, bir doyum için de felsefe okuyabilir, tartışabiliriz.
Böyle bir şeyi profesyonelce yapmak zorunda değiliz. Ama eğer belli bir düzeyde özgün
düşünce üretmeyi amaçlıyor ve bir yerlere ulaşmak istiyorsak, işi çok daha sıkı tutmak, örgün bir biçimde
uzmanlık oluşturmak gereğindeyiz. Bunun yanı sıra ben felsefeyi kitlelere ulaştırmanın da çok önemli bir şey olduğuna
inanıyorum. "Yaygın felsefenin" bulunmadığı bir ülkede özgün
düşüncenin kolay
kolay tutunamayacağını düşünüyorum, ancak felsefeyi kitlelere ulaştırmayı, onu üretip
geliştirmekten ayrı tutuyorum.
Yapıtları esoterik ve eksoterik olarak
ikiye ayıran Aristote- lesçilerin gerekçeleri arasındaki en önemlisini uzmanca felsefeyi popülerleştirmekten
sakınışiarı olarak görüyorum.
Kanımca bu hiç de boş yere yapılmış bir şey değil.
Çünkü gerçekten de felsefe ön- celilde kitlelere yönelen bir entelektüel
çaba olmak yerine, çok daha az sayıdaki insanla yapılan bir doğruyu arama uğraşıdır. Bu, insanın
doğasındaki bilme isteğini
karşılamaya dönük etkinliklerden
7) Allan, aynı yapıt, s. lO; Jeaeger, aynı yapıt, s.55.
biridir ve örneğin edebiyattan çok farklıdır;
özgün felsefe kitle
okuru için yapılmaz. (Kitle okuru felsefeye zaten pek bir ilgi de göstermez. Felsefe kitaplarını kaç
nüsha sattığını, satılanlarınsa kaçta kaçının gerçekten okunduğunu bir düşünelim!)
Özgün felsefe kimi özel durumlar dışında, halka ulaşmak amacıyla yapılır. Yönetimi ve sorularını
soruş biçimi bir yana, doğruluğun arayışı olarak felsefe, bilime çok daha yakındır. Yine aynı nedenlerle bilim de daha dar çevreler içinde
uzmanca ve bir
meslek etkinliği olarak yapılır, zamanının bütününü araştırmaya vermeyi gerektirir. Başka işler
yanısıra, arada
bir, biraz da bilim (veya felsefe) yaparak özgünlükler üretilemez.
Tabii ki özgün araştırma yanısıra bilim de popülerleştirilebilir ve buna da önemle gerek vardır.
Popülerleştirildiklerinde bilim de felsefe de içeriklerinden yitirirler. Uzmanlık işi
oluşları onların amatörce de yapılabilmelerine engel değildir ama amatörce yapılan bilim de felsefe de çoğu kez "amatör
işi" olurlar.
Bundan kalkarak, öne sürdüğüm şeyin felsefenin kapılarını bir avuç seçkin kişinin
dışındakilere kapatmayı içerdiğini iddia etmek bir demagoji olurdu. Kapılar elbette ki herkese açıktır. Ama bu açık oluştan bu yönde gerekli eğitimi,
çalışmayı, uzmaniaşmayı gerçekleştirmiş olmasa bile, her önüne gelenin her düzeyde felsefe yapabileceği sonucunu çıkarsayamayız. Çünkü, bir yasak veya engel bulunmasa
da, bu iş her. önüne gelenin harcı değildir. "Yapabilmeyi" sağlayan fark, eğitim ve uzmanlığın
yarattığı farktır. Kimi ayrıcalıklar dışında, felsefede uzmanlık profesyonelliği, profesyonellik de uzmanlığı getirir. Keşke daha çok insan yaşamını bu işe adamaya karar ve- rebilse!
Profesyonelce felsefeye karşı çıkan kimileri, arkalarını zaman zaman Wittgenstein'in bunu yadsıyan
sözlerine dayıyorlar. Doğrudur, Wittgenstein böyle şeyler söylemiş ve felsefesini alışılmışın
oldukça dışında kalan bir biçemle yazmıştır. Oysa bu onu ne
amatör kılar, ne de onun uzmanlığa
verdiği (aşırıya varan) önemi gölgeler. Wittgenstein durmaksızın çalışan ve yaşamının kimi dönemlerinde verdiği aralar dışında
çalışmasını bütünüyle felsefe üzerinde yoğunlaştıran bir filozoftu. Tıpkı Aristoteles gibi, o da,
felsefesini kitlelere açmaktan özenle kaçınmış, hatta daha da ileri giderek,
seminerlerini felsefe öğrencilerinin bile ancak çok küçük bir bölümünün izlemesine izin vermiştir.
İkinci dönem felsefesini yaşamı süresince yayımlatmamış, dar bir çevre içinde
dolaşan ders notları dışında
Wittgenstein'ın çalışmaları "gizli" kalmıştır. Bu düşünür
basın-yayından da bucak bucak kaçmıştır. Kendisi hiç de popüler bir filozof değil, halka açık ise, hiç mi hiç değildir. Kimileri için
anlaşılmazlığını, ölümünden kırk yıl sonra, bugün bile korumaktadır. Wittgenstein ve felsefesi
"esoterik" dediğimiz şeyin tarihteki tipik
örneklerindendir. (8)
Aristoteles'e geri dönüyorum: Kimi
gençlik yapıtlarını ek- soterik diye nitelerken onun popülerliğe karşı ortaya
koyduğu temkinli ve sınırlayıcı tutumdan başka iki noktaya daha değinmek gerekiyor.
Felsefi içerikleri ne olursa olsun, Aristoteles 'in eksoterik yapıtları
yayımianmaları amaçlanmış, böylece hazırlanmış ve gerçekten de yayımianmış
metinlerdi. Esoterik denen kitaplarıysa ders notu olarak kaleme alınmış yazılardır.
Atina'ya dönüp okulunu kurduktan sonra Aristoteles'in yayımlamak amacıyla
yazdığı, örneğin Atina Anayasası gibi metinler oldukça azdır. Yavuz'un da
belirttiği gibi, eksoterik yapıtların çoğunluğu Akademia'sında bulunduğu
dönemlerdendir. Bu aşamada kendisi, bir ustaya bağlı ancak bağımsızlık arayan,
biraz da dik başlı, genç bir düşünür durumundaydı. Esoterik yapıtların
üretildiği dönemlerdeyse Aristoteles artık kendi okulunu, yani Peripatos'u,
kurmuş bulunuyordu. Bu tür okulların birleştirici niteliğine değinmekte
buradaki konumuz açı-
8) Hem esoterik hem de eksoterik yazılar yazan bir 20. yy filozofu olarak
Russell' ı gösterebiliriz.
sından bir yarar var, çünkü onlar örneğin şimdiki
üniversitelerde varolandan çok daha sıkı bir bağla bütünleşen kurumlardılar. Bunlar, öğrenim yanısıra birer "kardeşlik"
(fraternite) birliği, bir tür din-dışı
öğrenim tarikatı oluşturuyorlardı. Bu yönde iyice aşırı olduğunu
bildiğimiz, daha
erken dönemdeki Pitagoras'çı okul gibi, İ.Ö. 4 ve 3. yy'ların
okulları da, bir ölçüde içe
kapanık ve iç dayanışmayla
ayakta duran, dışarıya ve rakip okullara kendini kolayca
açmayan örgütlerdendir. Peripatos yanısıra Stoacılar, Epikurosçu- lar ve kuşkuculuğa kucak açmış olan sonraki Akademia da böyley- di. Üstelik Peripatos'takilerin çoğunluğu, Atina'da yaşadığı halde orada doğmadığı
için oy ve mülkiyet hakkına sahip olmayan me- tiklerdendi ve
onlar Atina halkının gözünde zaman zaman Makedonya casusu gibi
görülmekteydiler. Yapıtların dışa açılmamasının bir nedeni de bu olabilirdi.
Yavuz'un savını tarihsel verilere
dayanarak da çürüteceğim. Bu amaçla Aristoteles'in eksoterik'ten kastettiği
şeyin İlkçağ'da nasıl anlaşıldığına ışık tutan kimi belgeleri tanıtmak
istiyorum. Ek- soterik olanın okul dışı, popüler ve halka açık olmak anlamlarını
taşıdığını destekleyen bu tarihsel verilerden biri, bize Plutark- hos'un (İ.S.
l.yy) aktardığı bir anektot. Kimi felsefe tarihçileri bunun düzmece olduğunu
ve Andronikos'ça uydurulduğunu söylüyorlar. Anlatılan olayın gerçekleşmiş olup
olmaması bütünüyle bir yana, İlkçağ'da eksoterik'in Aristoteles'e ilişkin
olarak ne anlamda kavrandığını yansıtması bakımından, bu yine de çok önemli bir
belge. Kanımca, sürdürdüğümüz tartışmayı da, sonraki belgelerle birlikte, bir
sonuca ulaştınyor.<9> Plutarkhos İskender'in Aristoteles 'ten yalnızca
ahlak ve insan bilimleri dersleri almadığını, onun ayrıca "daha gizli, güç
ve önemli öğretileri de öğrendiğini, bunlara Aristoteles öğrencilerinin derin
düşünsel (spekülatif) anlamına ge-
9) Bkz., I. During, Aristotle in the Ancient Biographical Tradition, Acta Universitatis
Gothoburgensis, Cilt LXIII, no.2, Göteborg, 1957 s.284.
len akroamata ya da epoptika dediklerini, böyle konuların
sıradan kişilere kapalı olduğunu, çünkü anlaşılabilmeleri için onları ustanın kendisinden dinlemek gerektiğini, bu bilimlerin herkese öğre-
tilmediğini" söylüyor. İskender Asya'da seferdeyken Aristoteles'in böyle konuları
içeren kimi yazılarını
çoğalttınp dağıttırdığını duyuyor ve ona şöyle bir mektup döşeniyor:
"İskender'den Aristoteles'e selam. Akroamatik bilimleri ortaya çıkarmakla iyi etmedin. Eğer bizlere gizli olarak öğrettiklerin herkesin eline geçerse bizim onlardan üstün olan neyimiz kalır? Anlamanı
isterim ki başkalarını
gücümün değil bilgimin üstünlüğüyle yenmeyi yeğlerim." Aristoteles buna nükteli bir yanıt vermiş.
Kısaca, bu
kitaplar yayımlanarak "halka açıldılar ama halka indirilmediler" (İngilizce'de: "These books were published
but not published") demiş.
İ.S. 2. yy'da yaşayan Aulus Gelius'un aynı konular üzerine
aktardığı bilgiler
yine seçkinci bir Peripatos görünüm çiziyor.<IO) Aristoteles'in öğrencilerine
verdiği dersler
iki türdenmiş. "Bunların kimileri eksoterik, kimileri de akroatikmiş. Eksoterik adı, belagat sanatına. etkileyici tartışma
yeteneğini geliştirmeye ve yurttaşlık bilgisine uygulanırmış. Akroatik ise daha gizli ve kesin
olan felsefe türüne ilişkin olup doğanın diyalektik tartışmayla kavramlma- sına
yönelikmiş. Lyceum
'da sabah derslerini akroatik konulara ayırır, yeterli yeteneği,
eğitsel temeli
ile çalışma istek ve sevgisi bulunmayanları bu derslere almazmış. Eksoterik olan güzel konuşma derslerini akşam saatlerinde aynı yerde yapar, bunlara sınırlama getirmeden her isteyeni kabul edermiş. Hep yürüyerek konuştuğu
için, sonraki
derslerine akşam yürüyüşü, öncekilere de erken yürüyüş dermiş.
Aynı konulara ilişkin
kitaplarını da,
benzer olarak eksoterik ve akroatik diye ikiye ayınrmış."
Bu kaynaklar, çağımızda yapılan değerlendirme ve eleştiri-
10) Aynı yapıt, s.431.
lerle aynı düzeyde tutulamaz. Bunlar felsefe tarihçilerinin
deyimiyle
"testimonia" niteliğindeki belgeler. Ola ki bunlar kimi abartmalı
bilişiler de içersinler.
Örneğin belki de,
gerçekte Aristoteles yapıtlarını okul içinde "gizli" tutmayı burada anlatıldığı
ölçüde bir tutku haline
getirmemişti. Abartma olasılıkları ve dereceleri tartışılabilir. Ne var ki, bu tarihsel veriye karşın, konu edilen ayrımın
"farklı bir düşünceyi sergileyen kendi gençlik dönemi yapıtlarının felsefe dışı sayılmasına
ilişkin olduğunu" iddia etmek, eğer ortaya çıkanlmış başka kanıtlar da yoksa, kendini ilginç fakat temelsiz bir kurguya kaptırmak olurdu, diye düşünüyorum.
Kanımca Cicero'nun
Plutarkhos'tan yüzyıl kadar önce aynı konuya ilişkin olarak dile getirdiği şey hem abartısız, hem de felsefe tarihçilerinin
çoğunluğunca onaylanabilecek değerlendirmeler içeriyor: Cicero, Aristoteles ve
Theophrastos'un en yüksek iyiye ilişkin çalışmalarından söz ederken iki tür kitap bulunduğunu, "bunlardan birinin
kendilerince eksoterik diye adlandırıldığını ve popüler bir biçernde
yazıldığını, öbürününse daha teknik olup bir not defteri biçiminde bırakıldığını" belirtiyor. O 1)
Ülkemizdeki felsefenin gelişip
güçlenmesi, biraz da popüler-uzmanca
ayrımını gereğince sindirebilmemizle ilgili. Popüler felsefe yanısıra yaptığımız
uzmanca ve
profesyonelce felsefenin nicelik ve niteliğini ne ölçüde artırırsak felsefedeki varlığımıza da o ölçüde
güçlendirecekmişiz gibi geliyor. Evet, bize daha çok esoterik felsefe gerek! Bu,
Aristoteles veya Wittgens- tein'ın (belki) yaptıkları gibi ciddi felsefeyi kitlelerden
saklamak, ya da onu bir ayrıcalık unsuru olarak kullanmak biçiminde
değil, onların dahice başardıkları üstün nitelik, uzmanlık, ve bu işi profesyonel bir ciddiyetle ele alışları
anlamında. Kısacası yetkinliğe götürmek anlamında esoterik bir felsefe istiyorum. Yaptığımız
1 1) Aynı yapıt, s.426-427 Ayrıca yine o dönemde
yaşayan Strabon'nun
da buna benzer bir değerlendirmesi var. Bkz. aynı yapıt s.394.
felsefede amaç okuru beğendirmek, etkili yazı, ince nükte ve zeka kıvraklığı
gösterisinde bulunmak, eleştirdiği kişiyi "yenmek", gülünç kılmak
olmamalı. Bunun
yerine, mantıksal yetkinliğe, doğru olanı aramaya, anlayışı
derinleştirmeye ve bilgiye yönelmeliyiz, diyorum. Şimdi önerdiğim reçeteyi bu yazıda tam qlarak uygulayıp
uygulamamış olduğumu soracak olanlara yanıtım şu: Bu yazı da eksoterik!
RÖNESANS SONLARlNDA
DÜŞÜNCE VE BİLİM
(1986)
Rönesans, az sayıda insanın
gerçekleştirdiği ancak etkisi çok büyük bir düşünsel değişim hareketidir. Sanat boyutu dışta tutulursa, kendi döneminde halk kitlelerine yayılmamış, okur yazarlar arasında benimsenmesi de, devlet ve özellikle klise tarafından,
gerektiğinde şiddet kullanılarak, önlenmeye çalışılmıştır. Rönesans'ta filizlenmeye başlayan düşünceler, zaman içinde
olgunlaşarak, kitlelere ancak iki yüzyıl sonra ulaşmıştır. Çağımızın bakış açısını belirleyen bu düşünsel temelierin ortaya çıkışı,
Rönesans olayının öyküsüdür. Bu nedenle Rönesans, yeni bir gelişimin
başlangıç dönemidir. Bu niteliğiyle de, büyük bir devingenlik, arayış,
sabırsızlık, bir ölçüde de kanşıklık ve disiplinsizlik gösterir. Rönesans, bir raya oturma çabasıdır. Ancak 17. yüzyıla girerken tutulan belirgin bir
yolda tutarlı adımlar atılmaya ba^lanabilmiştir. Sanatta büyük dehalar yetiştiren Rönesans'ın ilk dönemleri,
düşünce ve
bilirnde aynı büyüklükte bir ürün verememiş, sanat alanındaki
başarıyla karşılaş- tınlabilecek değerdeki düşün yapıtlarının ortaya çıkması, Modem Düşünce'nin
başlangıcı olan 16. yüzyılın
sonlarında olanak bulmuştur. Oysa, büyük deha gerektirmeyen kimi temel düşünsel yeniliklerin Rönesans 'ta filizlenmesi, sonraki atılımların
gerçekleşebilmesi için zorunluydu.
İtalya'da başlayan Rönesans'ın ilk döneminde sanat ve edebiyat ağırlık taşır. Bu dönemde Leonardo da Vinci dışında, bilime ilgi gösteren
sanatçı ya da
yazariara pek rastlanmaz. Oysa, yetkeye karşı asıl başkaldın bilim alanında
yapılan önemli ilerlemelerle olanak bulmuş, başlangıçtaki düzensiz bocalama dönemi, ancak bu
yolla olgunlaşmış, gerçek bir düşünsel
bağımsızlık yaratılabilmiştir. Bilimsel alanda ilerlemeler, önce bu alanda yeni bir bakış açısı, yeni bir yaklaşım
biçiminin doğmasını beklemiş, bu ise bir ölçüde, eski Yunan kültürünün
Ortaçağ yorumlarından bağımsız olarak yeniden incelenmesiyle olanak bulmuştur. Bir arayış dönemi olan Rönesans'ın yeni bir başlangıç,
değişik bir bakış açısı
için, kültürün kökenieri diye benimsenen eski Yunan'a dönmesi doğaldır. Henüz kendi bağımsız
düşünce ölçütlerini kuramamış olan bu dönemde arayışlar, büyü, simya ve doğaüstücülükten
de geçmiş, 16. yüzyılın ikinci yarısındaki bilimsel başanlara değin
bu "karanlık"
alanda yoğun
çalışmalar yapılmıştır.
Hümanistlerin yanısıra eski Yunan metinlerinin
incelenmesi yönünde önemli bir çaba, 15. yüzyılda Cosimo de Medici'nin Bizans'tan gelen Rumiara kurduttuğu Floransa Akademisi'dir. Buradan Platoncu ve yeni Platoncu düşünceler
yayılmış, Rönesans'ın üç önemli dizgeci filozofu Cusanus (1401-1464) Bruno (1548-1600)
ve Campanella ( 1568-1639) yaklaşımlarını temellendirmiştir. Eski metinlerin incelenmesi yalnız Platon üzerinde
yoğunlaştırılmamış, Skolastik dönemde iyiden iyiye biçim değiştiren Aristoteles öğretisi, bu kez özgün
yapıtlardan, yeniden ele alınmıştır.
Cusanus
Cusanus'un felsefesi 15. yüzyılın
özgünlükle nitelendirilebilecek tek çabasıdır. Kendisi Almanya'da yetişmiş, sonra da İtalya'ya gelerek buradaki gelişmelere yerinde tanık olmuştur.
Düşüncesinde modern öğeler bulunmakla birlikte, Orta Çağ kökenli görüşlerden arınmış
değildir. Gizemci,
Yeni Platoncu ve Pitagorasçı temaların bir bileşimi olan felsefesi, bir tür
tümtanrıcılığa yönelir. Öte yandan, doğa ile Tanrı 'yı özdeş tutan bu görüşü, Hıristiyanlığın "doğanın
nedeni olarak Tanrı" -yani doğa ile Tanrı 'yı
ayıran- "te-
ist" öğretisiyle bağdaştırmaya çalışır. Cusanus, Tanrı'nın
düşüncede
kavranamayacağını, çünkü O'nun sonsuz varlığındaki her niteliğin
saltık olduğunu söyler. Bunun sonucu, Tanrı'nın, özünde tüm karşıt nitelikleri de saltık olarak içermesidir.
Böyle, saltık olarak hem teklik hem de çokluk olan, saltık bilgi, saltık iyilik gibi sonsuz sayıda ve karşıt nitelikler taşıyan bir varlık
düşüncede kavranamaz;
çünkü düşünce buna yetmez. Tanrı, ancak sezgi ile bilinir.
Bruno
Cusanus 'un ölümünden yaklaşık seksen yıl sonra dünyaya gelen Bruno da benzer düşünceler öne
sürer. Ancak bu kez
modem ögeler, Orta Çağ ögelerine ağır basar. Onun zamanında artık büyük atılırnlara
başlamış olan doğa bilimi, düşünüderi derinden etkilemektedir. Stoacılara benzer biçimde, evrenin büyüklüğü ve dengesi karşısında derin bir hayranlık
içindedir, Bruno. Tanrı'yı evrenin içinde, onun sonsuzluğu ile özdeş görür. Yeni Platoncu temayı o da yineler: Tanrı kendini yaşayan doğada dile getirmekte, doğa ondan bir zorunluk biçiminde
yansımaktadır. Ancak Tanrı doğadan ayrı değildir. O, doğanın hem etkin ilkesi hem de doğanın zorunlu ilkesi olarak, onunla özdeştir. Tıpkı
Cusanus gibi,
Bruno da, Tanrı 'yı karşıtların birliği, tekliğin ve çokluğun
özdeşliği olarak tasarımlar. İnsan anlığı bu varlığı kavramada yetersiz kalır. Bruno'nun kendinden sonraki yüzyıllarda
canlı kalacak bir düşüncesi, ortaya attığı "monad" kavramıdır. Bir tür atomculuk olan bu görüşe göre
varlık, hem
ruhsal hem de fiziksel olan ve yokedilemeyen parçacıkların bi- raraya gelmesidir. Bu parçacık ya monadlar, bir yandan tinleri meydana getirirken, öbür yandan da nesneleri oluştururlar.
Bruno, bilim ve bilimselliği öne alan görüşleriyle ve Koper- nik'i izleyerek dünyayı evrenin odağı olarak saptayan düşüneeye karşı
çıkışıyla, Engizisyon
tarafından tutuklanmış, mahkemesi süresince görüşlerinden vazgeçmeyi kabul etmediğinden
yakılarak öldürülmüştür. Kendisine idam kararının okunması üzerine "Beni
ölüme yollarken siz benden daha çok korkuyorsunuz" dediği bilinir.
Campanella
Campanella'nın, kimi modem düşünceleri
savunmuş olması yüzünden Engizisyon'dan çektikleri Bruno'nunkinden pek aşağı kalmaz: Yirmi yeqi yıl hapis yatmıştır. Kitaplara değil, duyuma önem vermenin önemini, bilginin ancak böylece
güvenilir olabileceğini öne sürer. Campanella'nın yaklaşımı da temelde Yeni-Pla- toncu'dur.
Platon'un Devlet'ini anımsatan bir kitapta, eşitliği ve bilge kişilerin başta
oldukları bir yöntemi savunur. İleri sürdüğü
düşüncelerden ikisi, sonradan Descartes'ın felsefesinde önemli bir yer tutmuş ve böylece kalıcı
olmuştur. Anlığımızda sonsuz bir varlık olarak Tanrı kavramı vardır, der. Ancak sonlu varlıklar olarak bunu bizim yaratmış
olmamıza olanak
yoktur. Şu halde, gerçekte sonsuz bir varlık olmalıdır ki, bu kavramı o yaratmış ve anlığımıza
yerleştirmiş olsun. İşte, der, bu varlık Tanrı'dır. Campanella'nın Descar- tes'ı etkileyen ikinci düşüncesi, bilincin kesinlik için bir çıkış sonrası
oluşturduğudur. Her şeyden kuşkulansak bile algılarımızın varlığından ve kendi varlığımızdan
kuşku duyamayacağımızı öne sürer. Bu düşünce gerçekte daha gerilerden, Augustinus'tan kaynaklanır.
İlk Çağ felsefesinin ilk dönemi Anadolu' da yeşeren doğa felsefesidir. Bu felsefenin doruğunu Leukippos ve Demokritos 'un geliştirdikleri
özdekçi ve
mekanist atomculuk oluşturur. Bu felsefe, Atina'nın bir kültür odağı konumunu alması ve Platon ile Aristoteles gibi büyük dizgeci filozoflar yetiştirmesi nedeniyle gölgede kalmış,
yirmi yüzyıl boyunca Epikurus ve Lucretius
gibi birkaç düşünür dışında, ilgi görmemiştir. Platon'un etkisiyle idealizm,
Aristote-
les'in etkisiyle de erekseki (teleolojik) yaklaşım, bu denli uzun bir süre için insan düşüncesini
biçimlendirmiş; aynı düşünsel yapı Hıristiyan öğretisince de özümsenmiştir. Kilise ile özdeşleşen yetkeye karşı çıkan
Rönesans insanının, düşüncenin İlk Çağ'daki kbkenleri- ni araştırdığında idealist-erekseki tutumun almaşığı olan mekanist ve atomcu özdekçiliği yeniden bulgulaması
kaçınılmazdı. İşte bu bulgu, yeni ve çok büyük başanlara gebe bir bilimin kurulmasında belki de en büyük etmeni oluşturmuştur.
Ereksekilik ve mekanizm arasındaki fark nedir?
Aristoteles'e göre değişim ya da devim, nesnelerdeki kimi eğilimlerin kendilerini ortaya çıkarması,
gerçeğe dönüşmesidir. Buna göre, bir tohum eğer bitkiye dönüşüyorsa, bu o tohumun içindeki bitki olduğunda
eğilim kendini gerçekleştirmiştir,
aktüele dönüşmüştür. Bitki, potansiyeli aktüele dönüşmüş tohumdur. Aristoteles, aynı açıklamayı
cansız doğaya da uygular. Elden bırakılan bir taş parçası neden yere düşer? Çünkü, der, katı nesnelerin eğilimi aşağı
doğru gitmektir. Düşen taş bu eğilimini
gerçeğe dönüştürmektedir. Bu eğilimi en belirgin olarak bir taşı elimize alıp da ağırlığını hissettiğimizde
anlarız. Aristoteles'e
göre, topraktan
meydana gelen katı nesneler aşağıya, ateş ise yukarıya doğru gitmek eğilimi gösterir. Daha yumuşak olarak, suda aşağıya, havada ise yukarıya gitmek eğilimi bulunur. Varlığın bu temel ögelerinin devim ve değişimi, bu eğilimlerin
gerçeğe çıkmasıdır. Aristoteles'in bu düşüncesi değişimi ileride meydana gelen bir duruma
göre açıkladığından, onun bir ereğe yönelik, ya da erekse!, bir açıklama
verdiği söylenir. Bu düşünceye göre, nesneler böylece kendi devimsellerini içlerinde bulundurur. Evrenin böylece sürekli
devim ve değişimi, bir evrimdir: Bu, daha iyiye,
daha yükseğe doğru bir gelişimdir.
Demokritos 'un mekanizmi nesnelerin değişim ve devinimi geleceğe
yönelik eğilimlerle değil, nedenlerle açıklar. Bu açıdan Aristoteles'in açıklamasının tam tersidir. Onun evreni yorumlayı-
şında, bir nesnenin devime geçmesi bir mekanik dış etkiye bağlanır. Yani duran bir nesnenin devime geçmesi, ya başka bir nesnenin ona çarpması ya da değmesi gibi nedenlerle olanaklıdır.
Değişim ise, aynı mekanik nedenlerle nesneleri
meydana getiren parçacıkların yer değiştirmesi, dağılması veya yenilenmesiyle açıklanır.
Atomculuk adı verilen bu görüşe göre, nesneler, kendileri yaratılmamış, yok edilmeleri olanaklı olmayan kimi parçacıkların biraraya gelmesinden oluşur. Değişim, bu biraradalığın niceliksel değişimidir.
Parçacıklar bölünümez, yani "atom"durlar. Özdekçilik ise, atomların
özdeksel ya da
fiziksel olduğunu ve tüm varlığın bu fiziksel atomlardan oluştuğunu ileri sürmektir. 16. yüzyılın yeni bilimi doğaya bakarken Demokritos ve Epikuros anlamında sıkı bir mekanİst yorum izlemiştir. Doğanın kendisi üzerine özdekçi
bir tutumu da, tıpkı bu filozofların
tutarlılığı içinde benimseyen Modem Çağ bilim adamları, atomculukta birbirinden farklı
düşünceler savunmuşlardır. Örneğin Gassendi (1592-1655) Epikurosçuluğu bu konuda da sürdürürken, Descartes, nesnelerin parçacıklardan
oluştuğunu, ancak bu parçacıkların bölünemeyeceğini öne sürmenin söz konusu olmadığını
düşünür. Descartes'a
göre, fiziksel
nesneler sonsuza dek bölünebileceği gibi, onların Demokritos ve Epikuros'un düşündükleri anlamda boşluk içinde devindikleri de öne sürülemez.
Eğer cisimlerin birbirlerine uzaktan da etki edebildİkleri mekanizm içinde
açıklanacaksa, uzayın ince bir özdekle dolu olduğu varsayılmalıdır. Ancak bu yolla bir yerdeki devinim etkisi onun doğrudan
değdiği gözlemlenmeyen başka bir yere taşınabilir.
Mekanizm dışında Rönesans sonlarında
düşüncenin gelişimine çok önemli ve olumlu etki yapmış başka bir İlk Çağ öğretisi, kendi tutarlılığı içinde,
bilgi üzerine son derece olumsuz sonuçlar getiren Pyrrhoncu kuşkuculuktur. Bu kendi içinde olumsuz sonuç-
lar içeren düşüncenin olumlu etkileri 17. yüzyıl felsefesinde görülür.
Kuşkuculuğun kökleri, felsefenin Atina'da kimi Anadolulu fi- lozoflann yardımıyla ilk kurulduğu
dönemlere dayanır. Bu dönemde "sofist" adı verilen kimi düşünürler,
aynı gerçeğin birçok değişik filozofça değişik biçimlerde açıklandığı, oysa gerek tek olduğuna göre bu açıklamalann hepsinin bu arada doğru
olamayacaklannı öne sürmüşlerdir. Sofistler, bu açıklamaların hepsi de doğru olmak iddiasını
taşıdıkianna göre, hangisinin gerçekten doğru olduğunun bilinemeyeceği sonucunu çıkarsamışlardır.
Platon da kimi kuşkucu
düşünceleri, algının bir bilgi kaynağı olduğunu yadsımak amacıyla kullanır. İ.Ö. 3. yüzyılın sonlannda yaşayan Pyrrhon, kuşkuculuğu felsefesinin ana görüşü yapar. Onun kurduğu kuşkucu
akademi, İ.S. 2. yüzyılın
sonlarına değin sürmüş ve bu çağda yaşayan Sextus Empiricus kendisine hocalarından kalan kuşkucu uslamlamalan bir kitapta toplamıştır.
Kuşkucu uslamlamalar, bilginin kaynağı olduğu
söylenen algının güvenilir bir bilgi sağlayamayacağını, güvenilir olmayan bilginin ise bilgi olmadığını ortaya koymaya çalışır. Bu uslamlamaların en ünlüsü algının
yanılgılannı işler. Algı sık sık yanılabildiğine göre ve bu yanılgılar
sırasında yanılgının farkına vanlmayabildiğine gö- ıe, şu anki, hatta her anki algımızın biz farkında olmadan yanılgılı
olması mümkündür. Öyle ise, diye sonuçlanır bu uslamlama, tam anlamıyla güvenilir algıdan söz etmek olanağı da yoktur. Bir başka kuşkucu uslamlama ise, algının,
yanılmasa da, değişen
koşullara göre sürekli olarak değiştiğinden yola çıkar. Eğer
aynı nesnenin algısı
algılayan kişinin kendisinde ve çevresinde değişen koşullara göre değişiyorsa; örneğin
değişik bakış açılanndan değişik görünümler, değişik ışık durumlarında değişik renkler alınıyorsa, söz
konusu nesne değişmediğine
göre, bu birbiriyle çelişik
algıların hepsi
bira- rada doğru olamaz. Hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu
gösterecek bir yöntem de bulunmadığına
göre, algı bilgi
veremez.
Yetkeye başkaldıran ve hemen arkasında
bıraktığı yüzyılların bağnazlığını yıkmaya çalışan Rönesans düşünürünün, İlk
Çağı incelerken kuşkuculuğu
görmezlikten gelmesi de olanaksızdı. Nitekim 16. yüzyılda Fransa'da yeniden canlanan kuşkucu gelenek Montaigne (l533-ı592) ve Charron (l54ı-ı603) gibi düşünürler
yetiştirmiştir. Bu düşünürler Pyrrhonculuk'un uslamlamalanna dayanarak bilginin olanaksız
olduğunu, din ve
Tann'ya yaklaşımın Orta Çağ Skolastiğindeki gibi mantık ve bilgiyle olamayacağını, bunun ancak sezgi, içedoğuş ya da salt imanla olanaklı
olduğunu vurgularlar.
ı7. yüzyılda kuşkucu düşünürler kimi mekanisı ve atomcu temalarla kaynaşmış,
böylece, yeni
kurulan bilimin temellerine önemli katkılar yapılmıştır. Örneğin, Gassendi, Descartes, sonra da
Bayle (1647-ı706) kuşkucu Fransız geleneğinin izlerini taşırken mekanizmden de etkilenmişlerdir.
Gassendi ve
Descartes kuşkuyu yumuşatmanın, bununla kesinliğe ulaşmanın yollarını ararken, Bayle, en az Montaigne ölçüsünde ödün vermez bir kuşkuculuğu,
ı7. yüzyılın düşünsel gelişim ürünlerinin hemen hepsine uygular. Gassendi ve Descartes,
Galileo'nun (1564-ı642) etkisiyle mekanizmi benimserken, Demokritos ve
Epikuros'un algı felsefesindeki bir önemli aynmı da özümserler. Bu aynm açısından, algı
bize nesneyi olduğu gibi vermez. Dolasıyıla
algı, nesnenin bilgisi
olmaktan çok nesnenin insanı etkileyişinin bilgisidir. Demek ki, nesnenin görünen nitelikleri, yani renk, ses, tad,
koku, dokunum gibi nitelikler ile nesnenin gerçek nitelikleri arasında önemli
bir ayrım vardır. Nesnedeki gerçek nitelikler, onun biçimi,
girilmezliği, devinimi gibidirler. Bu aynm 17. yüzyılda, değişik biçimlerde, kuşkucu uslamlamayı yumuşatmak için
kullanılmıştır. Aynı zamanda, doğa bilimleri de nesnelerin görünen niteliklerini bir yana bırakarak, gerçek niteliklerini öne almış,
bunları niceliksel
anlamda ölçmüş, nesneleri bu niteliklere göre belirlemiştir. Bayle, uzlaşmacı olmayan kuşkuculuğunun karşısına dikilen bu ayrımı şiddetle
eleşti-
rirken, Locke 'taki ( 1632-1704) aynı ayrımı
eleştirecek olan
Berke- ley'e (1685-1753) uslamlamalar hazırlıyordu.
Rönesans sonlarında meydana gelen en önemli olay, sonraki yüzyıllarda tüm
dünyanın çehresini değiştirecek olan yeni bir doğa biliminin kurulmasıydı. Modem düşünceyi, modem dünyayı yaratan bu olaydır. Leonarda da Vinci'nin bilimsel çalışmaları bir yana bırakılırsa yeni doğa bilimini kuranlar Kopernik
(1473-1543), Kepler (1571-1630) ve Galileo'dur. Bu yeni bilim daha sonra, 17. yüzyıl
sonlarında, Newton'da
( 1642-1727) olgunlaşarak dizgeselleşir.
Kopetnik
Kopernik Polonyalı bir din adamıydı.
Önceleri bir
Oornini- ken rahibiyken sonra Kilise'ye açıkça karşı çıkan Bruno'nun tersine, Kopemik, yaşamını
inançlı bir din adamı olarak sürdürdü. İtalya'yı
gezerek Rönesans'ı
tanımış, Roma'da
bir yıl ders vermiştir. Daha genç yaşta, Güneş' in dünya çevresinde değil, dünyanın
güneş çevresinde döndüğüne inandığı söylenir. Bu düşüncesini
açıkladığı kitabını yaşamı süresince yayımlamaya cesaret edememiş, bu yapıt, öldüğü
yıl içinde basılmıştır. Önceleri Kilise kitaba açıkça karşı çıkmamış, ancak bu düşüncelerin Galileo tarafından
kanıtlanarak yayılması üzerine, 1616'da mahkum edilmiştir. Nedir Kopemik'in ileri sürdüğü
düşüncenin önemi? O, dünyanın güneş çevresinde döndüğü savını ortaya atarken uzun yüzyıllar
geçerli olmuş bir bilimsel bakış açısını, bir yaklaşım biçimini yadsıyor ve yıkıyordu. Eski Astronomi'nin temelini oluşturan sava karşı çıkarken,
bu astronomiyi destekleyen Aristotelesçi bilim dizgesini de kökünden
sarsıyordu. Gerçekte, Kopemik'in ortaya attığı görüş, yeni değildi. Güneşi
odağa alan açıklamanın kökenieri
Pitagorasçı okula değin gider. Bunu, kendisi de açıkça kabul eder. İ.Ö. 5. yüzyılda
yaşayan ve bu
okula bağlı Philolaus, dünya dahil bütün gezegenlerin bir odak çevresinde daireler çizdiğini ileri sürmüştü.
Pitagorasçılara
göre bu odak güneş değil, "odak ateşi"
adını verdikleri varsayımsal bir cisimdi. Philolaus'tan iki yüzyıl sonra yaşayan Aristarchus'un savı ise, bu varsayımı
bırakarak odağa güneşi almıştı. Bu astronom, dünya ve öbür gezegenlerin güneş
çevresinde döndüklerini, yerkürenin de kendi ekseni çevresinde yirmi dört saatte bir tam dönüş yaptığını
söylemiştir. Ancak ondan sonraki iki yüzyıl içinde yaşayan Apollonius ve Hipparchus gibi
astronomlar, bu sistemi yadsımışlar ve İ.S. 2. yüzyılda Ptolemaius'un dünyayı odağa alan sistemini hazırlamışlardır.
Ptolemaius'un
sisteminin ı9 yüzyıl kadar uzun bir süre onay görmesi ise, Aristoteles'in fizik ve
astronomi kuramıyla tam bir uyum içinde olmasındandır. Aristoteles'in kuramının, kendi gününde
sağduyuya uygun ve büyük ölçüde deneysel temellere dayanan bir
dizge niteliği taşımasına karşın, ı9 yüzyıl sonra, hala tek geçerli görüş olarak benimsenmesi, artık bilimsel gelişmeyi engelleyici nitelikteydi.
Kopemik'in ileri sürdüğü düşüncenin, onu izleyen dönemlerdeki düşünür ve bilim adamlan üzerindeki etkilerinin öyküsü bir yana, bu aşamada
vurgulanması gereken, Modem Çağ'ın başlangıç dönemindeki entellektüel ortamın canlı bir alış-veriş
örüntüsü sergilc- diğidir.
Dönemin önde gelen düşünüderi birbirlerinin çalışmalarını tanımış, eleştirmiş; birbirlerine esin kaynağı
olmuşlardır. Örneğin Descartes Kepler ile yazışmış; Hobbes, Descartes ve Gassendi
bira- rada tartışmış ve Descartes'ın yapıtını basım öncesi gözden geçirmişlerdir. Yine Hobbes, Bacon'u tanımış, Galileo'yu görmek için ise, özellikle
İtalya 'ya gitmiştir. Benzer olarak Kepler ile Galileo
da, karşılıklı yazışmışlardır. Ancak, bu düşünürler kendi aralarında, belki de yaşından ötürü,
en büyük saygıyı Galileo'ya göstermişlerdir.
Galileo hepsi üzerinde
hayranlık uyandırmış, hepsinin düşüncesini etkilemiştir. İlk Çağ rnekanizmini ilk yayan o olduğu gibi, gizemciliği, yetkeyi yadsıyışıyla da örnek
oluşturmuştur. En büyük iki başarısı ise astronomide ve dinamiğin kurucusu olarak fiziktedir.
Galileo Galilei
Galileo, Demokritos' un atomculuğunu niteliksel değişimi niceliksel değişime
indirgeyişte kullanır. Doğa-bilimini nicelikler hesabına, yani matematiğe
dayandırır. Ona göre bilmek, böylece öl-
çebilmeye bağlanmakta, matematiksel yöntemlerle, karmaşık görünen olgular yalın bir açıklama ile dile getirilebilmekteydi. Herşey,
atomculuğun gerektirdiği gibi, cisimlerin parçaları ve bu parçaların devinimin niceliksel bir dile getirilişiyle
açıklanabilmeliydi. Gali- Jeo, Kopemik'in sistemini benimser ve onu hararetle savunur. Kep-
Jcr'in buluşlarını onayladığı, onunla olan yazışmalarında açıkça görülür. Kendine bir teleskop yaptıktan sonra Kopemik'in kuramı gereğince
tahmin ettiği, ancak gözlemlemek
olanağını bulamadığı kimi asıronomik olguları deneysel olarak saptamış, Kepler'in yasalarını deneyde doğrulamıştır.
Böylece Kopemik'in
kuramı astronom- larca yaygın olarak onaylanmaya başlanmıştır. Samanyolu'nun yıldızlardan
oluştuğunu bulgulayan
yine odur. Gök cisimlerinin çemberler çizerek devinmediklerini, üzerlerine etki eden bir güç olmadığı
sürece, her cisim
gibi, onların da düz çizgiler çizeceğini öne sürer. ivme, ya da cisimlerin hız
değiştirrnesini, dairesel devinimi açıklamada kullanır: Hız değiştirmeden
çember çizen bir cisimin, çemberin odağına doğru sürekli bir ivmesi vardır. Bir engelle karşılaşmadan
düşen bir nesnenin ivmes(değişmez.
Bu, ağırlık ve büyüklük
ayrımı olmadan, her
cisim için aynıdır. teonardo da Vin- ci'nin yerçekimi ile ilgili gözlemi "Her ağırlık
dünyanın odağına doğru en kısa yoldan düşme eğilimi gösterir" idi. Galileo, bunu me- kanist bir
yorumla tüm evrene yaymış, bir genel çekim yasası öne sürmemiş olmasına karşın, Jüpiter ve uyduları
arasındaki çekim ilişkisinin dünya ile ay arasındakiyle özdeş türden olduğunu
düşünmüştür. Genel Çekim yasasının formülünü verrnek başarısı elli yıl sonra Newton'un olmuştur.
Galileo'nun başarıları ve artan etkisi ile Kilise'nin onayladı-
ğı evren kuramını
çürütmesi, dinsel çevreler için
önemli bir tehdit
olarak görülmüştür. Bunun sonucunda 1616'da Kopernik'in kitabı mahkum edilerek Engizisyonca yasaklanmış, Galileo'ya da gizlice, araştırmaları ve düşüncelerinden
vazgeçmesi bildirilmiştir. Bunun pek etki yapmadığı anlaşılınca, Engizisyon onu bu kez 1633'te açıktan açığa mahkum etmiştir. Bruno'nun aynı suçtan
yakılması üzerinden henüz 33 yıl geçtiğinden durumun ne denli tehlikeli olduğunu kavrayan Galileo, kendi görüşlerini
yadsıyarak geri
almak zorunda kalmıştır.
MODERN DÜŞÜNCENİN ORTAYA ÇIKIŞI
(1986)
Modem düşünce, birçok açıdan bugün için de geçerliliğini
sürdüren bir düşünsel biçem,
konuları ele alış ve onlara yaklaşım
biçimidir. Bu düşünsel biçem,
16. yüzyılın sonlanndan başlayarak bilim ve felsefeye temel oluşturmuş, 19. yüzyılda
yaygınlığını bir ölçüde yitirmesine karşın 20. yüzyılda yeniden ön plana geçmiştir. Daha özel bir niteleme olarak kullanıldığında,
"modem düşünce" 17. ve 18. yüzyıllar felsefe ve bilimini belirler. Bu yaklaşım biçimini hazırlayan etmenler arasında en önemli olanı, 16. ve 17. yüzyıllarda doğa bilimleri alanında
yapılan büyük aşamalardır. Göz kamaştırıcı bir gelişim sergileyen bilimler, doğa üzerine
geçerli ve uygulamada başarılı açıklamalar getirmekteydi. Aynı doğal olgular Orta Çağ'ın dogmacı biliminde farklı
biçimlerde açıklandığından, yeni bilimin başarısı eski bilimin çürütülmesi anlamını taşıyordu. Oysa, Orta Çağ bilimi, kilise öğretilerinin bir uzantısı, bu öğretilerin doğa üzerinde de geçerli
olduğunun kanıtianma aracıydı. Hemen bütün Orça Çağ bilim ve felsefesi, din dogmalarının
hizmetinde olup, doğruluk ölçütü
olarak bu
dogmalarla tutarlılığı temel alır. Kilisenin resmi biliminin çürütülmesi, kilisenin düşünce
üzerindeki yelkesinin
sarsılmasına, genelde de bir doğruluk ölçütü olarak yetkenin güvenilirliğine gölge düşmesine neden oldu. Daha Rönesans'ta başlamış olan dogmacılık ve bağnazlığa
karşı başkaldırı, böylece daha sağlam temellere oturlularak ona yeni bir ivme kazandırıldı.
Hem Reform, hem Rönesans, hem de Modem Düşünce'nin ortaya çıkışlarındaki ortak yön, hepsinin de Orta Çağ
bağnazlığını sürdüren Kilise'ye karşı birer inanç ve düşünsel bağımsızlık arayışı
ve savaşımı oluşlarıdır. Ancak bu hareketler arasındaki
ayrılıkların da göıi lrnesi gerekir. Reform dinsel bir oluşumdur ve bilimsel ya da felsefi yenilik
arayışları içerrnez. Hatta Protestanlar da yeni ve özgür düşüncelere, bilime, Katolikler'i aratmayan ölçülerde karşı
çıkmış, baskılar uygularnışlardır. Bu açıdan bakıldığında, Rönesans ve Modem Düşünce'nin daha yakın amaçlar
taşıdıkları, aralarında bir süreklilik gösterdikleri gözlernlenir. Bu iki oluşum arasında
gö- zc çarpan en belirgin ayrılık, ürettikleri düşüncenin bağımsızlık düzeyindedir.
Rönesans düşünürü yetkeye ve bağnazlığa karşı çıkar, ancak düşüncesini bağımsız
olarak yürütecek yeni ölçütler ve biçimlerden henüz yoksundur: Yine Orta Çağ
mantığını kullanır, inançların kurarnların doğruluğunu yine eski Yunan'ın büyük
düşünürlerinin önerrnelerine uygunlukla saptar. Rönesans, inanç ve
önerrnelerin doğruluğunu saptayacak, bilgiye güvenilir temeller getirecek
ölçütlerin arayışına sahne olmuştur. Bu ölçütler geliştirile- rnediği sürece de
yetkeye ve dogrnacılığa başkaldırrnak, aranılan düşünsel özgürlüğü sağlamaya
yetişrnerniştir. Aynı nedenle, Rönesans bir geçiş dönemi niteliklerini taşır:
Orta Çağ Skolastiği'ne karşı çıkar, ancak sonunda Skolastiğin temeline aldığı
belitlere sarılır.
İşte Modem Düşünce'yi bağımsız yapan,
doğruluğu saptamada kendine özgü yeni bir ölçüt geliştirebilrniş olmasıdır. Bu
ölçüt ussallık, ya da usa uygunluktur. Ussallık Modem Düşünce'nin 20. yüzyıl
düşün yaşarnının temelini de belirleyen en önemli niteliği sayılabilir. Bu
ölçüt açısından, bilgi olduğu onaylanabilecek her inanç ya da açıklamanın usa
uygun olması gerekir. Buna göre doğa, doğruluğu dogrnacı bir biçimde varsayılan
yerleşik inançlara göre değil, insanın kendi bağımsız usu yardımıyla
açıklanrnalıdır. Bu ise, düşüncenin temeline bireyin mantıksal bakış açısını
koyrnaktır. Modem Felsefe'de sık görülen, nesnel gerçekliğe öznel bir yaklaşımla
ulaşma çabası, ussallığın doğruluğa ölçüt yapılmasının doğal bir sonucudur.
Modern Düşünce'nin ortaya çıkışı ile birlikte filozoflarda bilgiye
karşı büyük bir ilgi uyanmıştır. 16. yüzyılın sonlarından başlayarak, bilgi filozoflar için en önemli bir sorun konumunu alır.
Filozofların ilgilerindeki bu kayış az önce
değindiğimiz olaylardan kaynaklanmıştır. Gelişen yeni bilimler doğaya ilişkin eski açıklama dizgelerini kökünden yıkmış
ve bilgi yapısını yeni baştan kurmak gereğini
doğurmuştur. Yeniden kurulacak bilgi yapısının bu kez sağlam ve sarsılmaz temeller üzerinde
yükselmesi gerekiyordu.
Bu sağlam temelierin aranılınasında kuşkuculuktan büyük ölçüde yararlanılmıştır. Bilimdeki gelişmeler
yalnızca bilgi yapısının yeniden kurulması
gereğini ortaya
koymakla kalmamış, aynı zamanda, doğayı anlamanın, onda olup bitenleri kavramanın uygulamada sağladığı gücü
de su yüzüne
çıkarmıştı. Bilgiye
verilen önem bu nedenle de artmıştır: Bilgi kazanmak, bir anlamda güç kazanmaktı.
Bütün bunların felsefe ile ilgili olarak doğurduğu sonuç, herşeyden önce bilgi denilen kendisinin tatmin
edici bir biçimde anlaşılması gerekliliği idi. Bu amaç
doğrultusundaki iki sorunun o dönemdeki felsefe çalışmalarını yönlendirdiği
gözlemlenir. Bu sorunlar 20. yüzyılda da önemlerini korumaktadır: (a) Bilginin değeri; bir başka deyişle, herhangi bir inancın hangi ölçüte göre bilgi sayılabileceği,
ve (b) Bilginin kaynağı, yani bilginin nereden geldiği sorunu.
Bacon
"Bilgi güçlülüktür" özdeyişinin Francis Bacon'dan (15611626) kaynaklandığı
söylenir. Gerçekten de, Bacon'un felsefi amacı, insanı doğadaki güçleri denetleyecek duruma getirecek
yeni bir bilgi üretme yöntemi bulmaktır. Bunu özellikle uygulamaya yönelik bir biçimde arar. O, eski düşünceye, Aristoteles ve Yunan felsefesinin yetkesine karşı
çıkışıyla, modern yaklaşım için bir örnek
oluşturmuştur. Bacon bilginin kurarnlardan değil nesnelere bakarak
üretilebileceğini vurgular. Doğa bilimlerinde yöntemli ve sistemli deneyin ve gözlemin
önemine değinir.
Bilgi doğayı tanıyarak elde edilir. Ancak bilgi edinme sürecine girmeden önce insanın kimi önyargılardan
arınması gerekmektedir. Bunlardan arınroadıkça gerçeğin insanca çizilecek tablosu, gerçeğin kendisine uymayacaktır.
Örneğin tüm insan
soyuna özgü bir önyargı, doğa olaylarını, oradaki nesne ve durumları insan modeline uygun olarak yorumlamaktır. Erekselci düşünce bundan kaynaklanır.
İnsanın isteklerini
doğaya uygulayınca, bütün evrenin belirli bir amaca yönelik olarak devindiği
kanısına kapılırız. Başka bir tür önyargı ise, insanın bireysel niteliklerinden kaynaklanır. Ruhsal durumuna, eğitimine, ya da eğilimine göre,
her birey aynı olguyu bir ölçüde farklı
değerlendirir. Dilden kaynaklanan bir önyargı türü bize varolmayan nesneleri varmış gibi gösterir. Bunun nedeni, karşılığı olmayan adlar ve sözlerin bulunabilmesidir. Son olarak da, insanın yenmesi gereken bir önyargı, eski kuramların, yetkeli filozofların
görüşlerinin doğru olduğu inancıdır.
Bacon'a göre güçlü olmak doğayı bilmektir. Bu ise, doğa üzerinde etkili olmaktır. Ancak doğada istenilen etkileri yaratabilmek, bu etkilerin nedenlerini bilmeye
bağlıdır. Nedenleri, Orta Çağ'ın tasım mantığıyla bulamayız. Onları bulmanın
yöntemi tümevarımdır. Türnevarım ise tikel nesneler ya da olaylar arasında
görülen her benzerliği genelleyip yaymakla olmaz. Bu işlemin sınırlandırılması,
denetlenmesi
gerekir. Bacon geçerli bir türnevarım için şöyle bir yöntem önerir: Örneğin sıcaklık olgusunu kavramak için, önce
sıcak olduğu söylenebilecek nesnelerin listesi yapılır. Sonra soğuk nesnelerin listesi, son olarak da
çeşitli derecelerde sıcak olan nesnelerin listesi yapılır.
Tümevarım, bu
temelden yola çıkarak gerçekleştirilir. Aranmakta olan, kavranması amaçlanan olgunun, yani sıcaklığın,
bulunduğu söylenebilecek yerlerdeki ortak nitelikler, bu olgunun doğasını verecektir. Bacon 'un üzerinde durdu-
ğu bir nokta, sıcaklığın
bulunduğu her
durumda ortak olmayan nitelikleri dışlamaktır. Bu dışlama yöntemi
gerçek tümevarımın ayrılmaz bir özelliğidir. Bacon, Modem Çağ'da türnevarım yönteminin önemini vurgulayarak onu geliştirmeye
çalışan filozoflardan
ilkidir. Bunun yanısıra, onda deneye giderek daha büyük bir önem, daha büyük bir değer verilir. Bacon, doğa üzerine edinilebilecek bilginin bütününün
gözlemden geldiği savının artık yanı başındadır. Böyle- ce, daha sonra Locke'ta kesin biçimini bulacak deneyeiliğin
temelini atmıştır.
Gassendi ve Descartes'ta Bilginin Değeri
Bacon, bilgiyi öne alan yaklaşımıyla
döneminin filozoflarını yönlendirmiştir. O da Demokritos'a hayrandı. Ancak, İlk Çağ
atomculuğu ve bunun getirdiği rnekanizmin kendi felsefesi üzerindeki izleri, erek yerine nedenlere yönelmek
dışında, o denli
belirgin değildir. Bilginin değeri sorun ise, türnevarım yöntemine getirdiği sınırlamalar ve belirlediği olumsuz önyargılar
dışında Bacon için pek önem. taşımaz.
Kuşkucu uslamlamaların bilgiyi ve özellikle de deneysel bilgiyi ne ölçüde tehdit ettiği konusunda biraz fazla iyimser olduğu düşünülebilir. Montaigne'in öncülük ettiği
Fransız kuşkuculuğu Bacon'un yaşadığı yıllarda henüz İngiltere'de güç kazanmamış olsa gerek. Bacon'dan otuz yıl kadar sonra doğan iki Fransız
düşünürü, Gassendi
ve Descartes için kuşkuculuğun etkisi derin olmuş, bu nedenle de bu düşünürler bilginin değeri sorununu felsefelerine çıkış noktası yapmışlardır. Bu düşünürlerin
yetiştİkleri çağda, özellikle Fransa'da, kuşkucu uslamlamalar kırk yıldır
tanınıyar ve tartışılıyordu.
Gassendi ve
Descartes kuşkuculuğu, dogmaları yıkmakta etkili bir silah olarak kullanırken,
aynı silahın bilgiyi de bütünüyle olanak dışı bırakmasını önlemenin yollarını aramışlardır. Galileo'nun etkisi altında her ikisi de mekanizmi benimsemiş, ancak bunu, Tanrı kavramını
ve dini gereksiz
duruma düşürmeyecek
bir biçimde yumuşatmaya çalışmışlardır.
Gassendi önceleri bütünüyle uç bir kuşkucu tutumu benimsemiştir.
Bilgiye olanak bırakmayan bu tutumunu, bilimin gösterdiği
başarılar karşısında daha sonraları yumuşatmak, gereğini duymuştur. Bilimin uyguladığı mekanizm onu Epikuros'u
incelemeye yöneltmiş, sonunda Gassendi, doğayı ve onun bilgisini, yumuşatılmış
kuşkuculukla yoğurduğu mekanİst bir yaklaşım çerçevesinde açıklamıştır. Onun felsefesi Descartes'inkiyle
ortak temellerden kaynaklanıyor. Bu iki düşünürün ulaştıkları sonuçlar kuşku ve mekanizm uzlaşımının iki değişik yöndeki
gelişimidir. Gassendi'nin dizgesi, Descartes'ın yaşadığı dönemde, onun felsefesine, bilinen en önemli almaşık
konumundaydı.
Gassendi'ye göre insan anlığının yeteneklerini ne abartmakta ne de küçümsemekle anlam vardır. Oysa dogmacılar bu uçlardan birine, aşırı
kuşkucular da öbürüne
saplanmaktadırlar. Kuşku, güvenilir bilgiye götüren etkili bir ayıklama
yöntemidir. Ancak böyle bir amaç için
kuşkuyu "yapıcı ve yumuşatılmış" bir düzeyde tutmak gerekir. Algının
içeriğinin gerçeğin kendisi değil, yalnızca bir görüntüsü olduğu kuşkucu sonuç onaylanabilir. Oysa bunu onaylamak, evreni anlamamıza olanak veren ve kuşkuya gerek bırakmayan bilgilerimizin bulunabileceği
gerçeğini dışlamaz. Amaç, saltık anlamda bilgiyi aramak olmamalıdır.
"Sınırlandırılmış bilgi", bilimi üzerinde kurmaya olanak sağlayacak güvenilirliktedir. Sınırlandırılmış bilgi, deneyle başlar ve usu deney verilerine uygulamakla
elde edilir. Doğadaki çeşitli bağlılaşımları deneyle kavrarız. Bu genel bağlılaşımları yine deneyde karşımıza çıkan
tikel olaylara
us yoluyla uygularız. Böylece deneyin o an doğrudan kavramadığını da kavrayabilmek olanağına
kavuşuruz. Bu yolla,
örneğin bir gök gürültüsü duyduğumuzda şimşeği görmemiş olsak bile, yine de çakmış olduğunu
düşünebiliyoruz. Bu bilgi saltık değildir, gerçeğin bir "görüntüsüdür"
ancak kuşkulu
sayılmasına da gerek
yoktur. Du-
yulan böylece bilgi için bir çıkış noktası yapan Gassendi de, Bacon gibi
Locke deneyciliğine esin kaynağı olmuştur.
Descartes hem kuşkuyu hem de bilginin değerini
böylece sınırlayan bir görüşü benimseyemez. İnançlara bir kez kuşkuyu uygulamaya başladıktan sonra, bunu sağlam bir ölçüte
bağlamadan sınırlamanın, ya da saltık olan güvenilir bilgi yerine tam bilgi sayılamayacak inançları getirmenin mantıksal
gerekçesini veremez.
Bu, onun gözünde bir tutarsızlık olur. Bundan ötürü Descartes için, kuşku bir kez uygulanıyorsa, onun işlerneyeceği
inançlara ulaşılıncaya, yani, uygulanabildiği son noktaya dek uygulanmalıdır. Kuşku götürmeyen
inançlara ulaşıldığında zaten saltık anlamda bilgiye ulaşılmış olacaktır. Çünkü saltık bilgi kesindir ve kesinlik kuşkuyu dışlar.
Descartes, bu düşünceyle
kuşkuyu bilgi sayılmış olan tüm inançlara uygular. Yüzyıllardır
büyük bir güvenle
doğruluğu apaçık varsayılmış pek çok inancın kuşkucu uslamlamalar önünde bir bir yıkıldığını
görür. Ona göre, deneye güvenmek için
hiçbir neden yoktur. Çünkü algı her an yanılabildiği gibi, o an insanın
yanılgılı olan algılannın
yanılgılı olduğunu gösteren bir ipucu veya ölçüt de yoktur. Şu halde der, algının şimdi de yanılmadığını,
örneğin, gördüğüm her şeyin bir düşten başka birşey olmadığını bana kanıtiaya- cak bir güvence yoktur. Eğer bu güvence şu an için yoksa hiçbir an için yoktur. Bir başka deyişle,
algım her zaman yanılıyor olabilir. Tüm yaşamım bir düş olabilir. Descartes kuşkuyu algı
dışına, örneğin matematiğe de yayar. Sonunda kuşkunun yıkamadığı, güvenilirliğini
sarsınadığı hiçbir inanç, hiçbir düşünce bulunmadığını görür. Herşeyden
kuşkulanmak için neden vardır. Descartes şöyle bir uslamlama yürütür: Herşeyden kuşkulandığım doğruysa, düşünüyor olduğum da doğru
olmalıdır. Çünkü kuşkulanmak düşünmektir; düşünmeden kuşkulanmaya olanak yoktur. Oysa, düşündüğüm doğruysa, düşünen bir varlık olarak var olduğum da doğrudur. Demek ki kuşkunun
yıkamadığı, açık ve seçik, o ölçüde de kesin, güvenilir
bir inancım vardır, o da kendi varlığımdır:
"Düşünüyorum, öyle ise vanm." İşte yöntemsel kuşku diye anılan ve Descartes'ı felsefe tarihinde ünlü yapan başarılarından biri olan yaklaşım budur: Kuşkuyu
sınırlamadan sonuna dek giderek sarsılmaz bir kesinliğe,
gerçek anlamda saltık bilgiye ulaşmak... Bundan sonra gereken, geri
kalan inançlarımızı bu güvenilir inanç üzerine kurarak bilgi yapısını yeniden bina etmektir. Descartes bunu,
deneyi öne alarak değil, usa kimi yeti ve nitelikler bağlayarak yapar. Ona göre
kuşkuculuğun gösterdiği gibi, algı gerçeği değil, yetkin olmayan bir görüntüyü verir. Bundan dolayı da algıdan yola çıkarak bir dış gerçekliğin
varolduğu sonucuna varamayız. Ancak, algımızin bir dış dünyayı
yansıttığı ve bu dış dünyadan
kaynaklandığı; yani bu dış dünyanın bizim üzerimizdeki bir ölçüde kendine benzer etkileri olduğu doğal
inancımız çok güçlüdür. Bu güçlü inancı içimize Tanrı'dan başkası koymuş olamaz. O ise bizi hiçbir zaman aldatmayacağına
göre, inanç doğru olmalıdır, der Descartes. Bu nedensel ve tasanmcı algı kuramını, sonradan Locke da benimsemiştir. Ancak bu kuramın gerektirdiği
varlıkbilimsel varsayım, gerçekçi ve özdekçi niteliktedir: Bizi çevreleyen ve bizden bağımsız bir dış dünya
vardır. Descartes'ın bu varsayımı Tanrı'nın iyi niyetiyle doğrulama çabasının bir felsefi kanıt niteliği
taşıdığı öne sürülemez. Özdekçi gerçekçiliğin bu temel varsayımı, Descartes'ı izleyen yüzyıllarda da felsefi sorunlara gebe olmuştur.
Gassendi ve Descartes'ta Mekanizm
Algının insana yetkin olmayan görüntüsünü
yansıttığı öne sürülen bu dış dünyanın doğası nedir? Hem Gassendi hem de Des- cartes, bunu fiziksel
ya da özdeksellik olarak görmüşlerdir. Bu, benimsedikleri rnekanizmin getirdiği bir sonuçtur.
Doğanın yapısı konusunda Gassendi İlk Çağ atomculuğuna daha yakındır. Atomcu savları ancak dinsel öğretilerle
açıkça çeliştikleri yerde yumuşatır
ve değiştirir. Ona göre, doğa,
bölünmez parçacıklardan, yani atomlardan oluşur. Descartes da benzer bir parçacık kuramını benimser, ancak onun düşüncesinde
parçacıklar bölünmez değildir. Gassendi yine Atomcular'ı izleyerek özdek
parçacıklarının boş uzayda devindiklerini öne sürer. Descartes ise, boş uzay olmadığını, boş gibi görünen yerlerin de ince bir özdekle dolu olduğunu savunur. Her iki düşünür de devimin bir nesneden öbürüne, itme, çarpma veya basınçla
aktarıldığını ve bu mekanik nedenler etki etmedikçe, duran cisimlerin duracağım devinenlerin ise devinimlerini sürdüreceklerine inanırlar. Devinimin kaynağı konusunda Atomcular'ı
bırakır, dinsel öğretiye uygun düşen Aristoteles'i izlerler. Bu görüşe göre, evrene ilk devinimini Tanrı
vermiştir. Descartes,
doğayı devinim açısından kapalı bir dizge olarak yorumlar. Orada toplam devinim niceliği
değişmez. Hem
toplam devinim değişmiyor hem de cisimlerde devinim ancak mekanik nedenlerle başlıyorsa göksel cisimlerde gözlemlenen uzaktan etki nasıl olanak bulmaktadır?
İşte Des- cartes bu olayı
açıklayabilmek için boş uzayı yadsımış, devinimi uzağa taşıyan bir dolgu özdeği
varsaymıştır. İki düşünür de Atom- cular'ın nitelikler arasında gördükleri ayırımı benimserler. Desear- tes bu ayrımı algının bize vermediğine,
verdiği bilişinin değişir olduğuna kanıt olarak kullanır. Bir balmumu parçasının rengi, kokusu, tadı, değişir der; ancak değişmez olan uzamıdır. Bunu ise, deney değil us kavrar. Ayrımı daha ayrıntıyla ele alan Gassendi, renk, tat,
ses, koku ve dokunum niteliklerinin gerçekte nesneye özgü olmayıp
atomların deviniminin
algı organlarımız üzerinde yaptıkları etkiler olduklarını vurgular. Daha sonraları Locke, bu düşünceyi kuşkucu uslamlamaya karşı algının
güvenilirliğini savunmada kullanmıştır. Descartes birincil niteliklerden uzam ya da yayılımı ön plana alır. Bunun fiziksel nesnelerin özniteliği
olduğunu ileri sürer. Gas- sendi ise, nesnenin ve onun
en küçük bölünmez parçalarının zorunlu niteliğinin öncelikle katılık ya da girilmezlik olduğunu
düşünür.
Uzam, biçim ve ağırlık, ona göre, daha sonra gelir. Locke bu konuda da Gassendi 'yi izlemiştir.
17. yüzyılda da pek çok filozof aynı zamanda bilim adamıydı. Bundan ötürü yeni doğa bilimini kuranlar da, modern
felsefeyi geliştirenler de çoğunlukla aynı kişilerdi. Bu, bilimin kazandığı başarıların
veya dinsel çevrelerde
uyandırdığı endişe ya da öfkenin felsefe üzerine de dönmesine neden olmuştur. Yeni bilimi temelien- diren mekanİst doğa görüşü yalnızca
başarılı açıklamalarıyla Kilisenin ve onun hizmetindeki eski bilimin yetkesini sarsmakla
kalmıyordu. Aynı zamanda hemen bütünüyle
özdekçi bir görüş getiriyordu. Yeni bilim evreni yalnızca fiziksel nesne, olay ya da ilişkilerle
açıklıyordu. Bu açıklamalarda tinsel ya da doğaüstü güçler ve varlıklara yer yoktu. Oysa dinsel öğreti doğaüstü
ve tinsellik düşünceleri üzerine kuruludur. Bu yalnızca evrenin kökeni ve onun düzeninin açıklanmasında değil, özellikle
insanı açıklamada da geçerlidir. Anlıkta olup bitenler, düşünce, duygu, istek, dinde hep tine bağla- mr; Ahlak yasaları da doğaüstü ya da Tanrısal bir temelden kaynaklandırılır.
Din ile Yeni
Bilimin bu karşıtlıkları, din açısından şu endişeyi doğuruyordu:
Özdekçi yaklaşım doğa bilimi alanındaki başarısını şimdi de insanın kendisi ve ahliikı
üzerinde geliştirebileceği öğretilerde yinelerse, dine artık yer bırakmayıp,
bütünüyle ortadan
silinmesine neden olabilirdi. Bilimin bütün yapacağı doğa mekanizmini insana da uygulamaktı. Bu nitelikte felsefe dizgeleri
ortaya konmaya başlamıştı bile. Hobbes'un (1588-1679) özdekçi kuramı bunun ilk ömeğidir.
Hobbes da Galileo'dan önemli ölçüde
etkilenmiştir. İlk Çağ mekanizminin ana ilkelerini Galileo aracılığıyla o da benimser. Doğaüstü etmeniere karşı çıkar,
Aristotelesçiliği yadsır. Bilginin, nedenleri kavramak, neden-sonuç ilişkilerini anlamak olduğunu düşü-
nür. Hobbes için doğanın en belirgin özelliği devinimdir. Her değişim bir devinimdir. Doğa, nesnel ve insan düşüncesinden
bağımsız ve
nevinen cisimlerin toplamıdır. Yaşam ve anlığın işlevleri de devinimdir. Örneğin duyum dediğimiz, bir cismin duyu organları üzerindeki etkisidir. Şimdiki duyum, az sonra başka duyumlar edinilince anı olur. Anlık beyindeki bir devimdir. Anlıktaki ideler, duyum, anı ya da imgelem niteliğindeki
içerikler de,
devinim etkileridir. Gassendi 'nin tini açıklayışı da İlk Çağ
özdekçiliğinden esinlenmiştir. Hayvanların canlılığını linlerine bağlar. Hayvanların da insan gibi linleri vardır. Ancak tin, ateşten daha ince bir özdekten başka bir şey değildir. Burada Gassendi dinsel görüşe bir açık kapı bırakır:
İnsan tini bütünüyle
özdeksel değildir, der. Çünkü o iki ögeden oluşur. Biri canlılığını veren öge, ki hayvanlardaki tinle benzer nitelikler taşır, öbürü de ussal ögedir. Tinin ussal ögesi özdeksel
değildir, o Tanrı'dan gelir. Din ile modem düşünce
arasında bu noktada yapılan bir uzlaşım, dine pek az yer ve işlev
bırakmaktadır. Bu, dinsel çevrelerce onaylanamazdı. Dinselliğe daha büyük bir pay ayıran bir uzlaşım
çı:ı^ası, Descartes'ın önerdiği çözümdür.
Dindeki Anhk-Özdek Ayrımı
Hıristiyanlığın felsefi temelleri büyük ölçüde Augustinus tarafından, kimi Yeni-Piatoncu etkiler altında
biçimlendirilmiştir. Plotinus'un Yeni-Piatonculuğu, İlk Çağ'ın büyük idealist düşünürü Platon'un damgasını
taşır. Platon'un
felsefesinde bir tin-gövde ayrımı vardır: Buna göre tin gövdede kafes içindeki kuş gibidir, bu dünyada mutlu değildir ve bu yaşamın son bulmasını
sabırla beklemektedir. Gövde ölünce tin ölmez; o, başka gövdelere
de girebilir. Çünkü
ölümsüzdür. Bu ayrımın
kökenieri Platon'dan
çok öncelere gider. Ayrım, ona Pitagorasçılık ve Orfizm üzerinden, eski Ortadoğu ve Hitit dinlerinden geçmiştir. Buna göre tini Tanrı yaratmış
fakat duyular dünyasına olan tutkusu nedeniyle onu özdeksel gövde-
lerde tutsak etmiştir. Tinin geldiği yere geri dönebilmesi
için tutkularını dizginlemesi gerekir. Aksi halde giderek daha aşağı
yaratıkia- nn gövdelerine gidecektir. Bu dünyada
geçirilen zaman
tinin kendini arındumasına hasredilmelidir. Platon'dan alarak Hıristiyanlığın
benimsediği bu
gizemci öğretinin yanısıra, onu tamamlayan ikinci bir öğreti, özdeğin
yani du) •. ,.ırla algılanan tikel nesneler dünyasının
gerçek değil, gerçeğin kötü bir kopyası olduğudur. Asıl gerçek kalıcı, evrensel ve saltık olan soyut, ancak nesnel
ideallerden oluşan dünyadır. Bu iki öğretiyi birleştirince, Platoncu Hıristiyan geleneğine
göre, tin ile özdek arasında bir aynm olduğu, ancak özdeğin tam anlamda gerçeklik
taşımadığı görüşü belirginleşmektedir. Platon tinler ile ideaları
özdeşleştinnez. Ancak ondan sonraki yüzyıllarda, idealar Tannsal tinin içine alınmış, insan tini de Tann'dan fışkınnış olarak düşünülmüştür. Bir başka deyişle Platon'un nesnel idealizmi ile gizemciliği bir tinselci gizemciliğe
dönüşmüştür.
Descartesçı ikicilik
İnsanlığın en eski dönemlerinden beri kimi dinlerin onayladığı
tin-gövde, tin-özdek aynmı, bu uzun süre içinde sağduyuca da benimsenmiştir. Anlık, bilinç ve bunların
içerikleri tinin ögeleri olarak düşünülmüş, bunların
özdeksel dünya içinde algılanıyor olmaları da ayrımı kalıcı yapan bir etmen olmuştur. İşte
Descartes'ın ortaya attığı çözüm, din ve sağduyunun benimsediği bir öğretiyi, bilimin alanına tam bir bağımsızlık
sağlayacak biçimde keskin bir ayrıma dönüştürür. Dinin, tüm varlığı tine indirgeyen yaklaşımı
karşısında yeni doğabiliminin
varlığı özdeğe indirgeme eğiliminden doğan gerilimi, her iki tutumun da doğru olduğunu
öne sürerek giderir. Bunun çelişkiye yol açmasını, savların örtüşmesini önleyerek engeller. Savların
örtüşmesini de din ve
sağduyuda bulduğu tin- gövde/özdek ayrımını kesin bir karşıtlık, bitişmeyen bir aynlık durumuna dönüştürerek önler.
"Descartes'çı İkicilik" adıyla anılan bu
çözüm, özetle, hem özdekçiliği hem de tinselciliği
aynı zamanda
onaylamak, ancak bunların uygulama alanlarını birbirinden kesin olarak ayırarak
çelişki doğurmalarını önlemektir. Descartes'a göre, varlık, fiziksel (özdeksel) ve anlıksal (tinsel) olmak üzere iki türdür. Bunlar birbirlerine indirgenemez.
Bu iki varlık türü birer tözdür. Töz kavramını Descartes, var olmak için başka
hiçbir şeye dayanması gerekmeyen; kendi başına, başka bir şeyden bağımsız
olarak varolan şey, diye tanımlamıştır. Evren birbiriyle içiçe, fakat birbirinden bütünüyle bağımsız iki alt-evreden oluşur. Bu ikilik insanda da aynen bulunur. İnsanın gövdesi
özdeksel ve
mekanik yasalara uyan bir yapıdır. Gövde olarak insan, tıpkı hayvanlar gibi, bir robot, bir karmaşık
aygıttır. Ancak
insan, hayvanlardan tini olmakla ayrılır: Hayvanlar düşünmezken insan düşünür.
Dolayısıyla Descartes
insanı, tin ve gövdeden oluşan bir bileşik varlık olarak görür.
ikiciliğin çözmesi gereken önemli bir sorun, birbirine indirgenmez karşıtlar olarak ayırdığı
tözlerin insanda yoğun bir ilişki içindeymiş
gibi durmalarıdır. Deney, bize hem anlığın gövdeyi
hem de gövdenin anlığı
sürekli olarak etkilediğini
gösterir. Sağduyu da bu etkileşimi tam bir doğallıkla benimser. Örneğin, gövdeye batan bir iğne acıya neden olur; kimi dış etkiler, ya da ilaçlar duygulanımlara,
kızgınlık ya da mutluluğa neden olur; duyu organlarıyla
dış dünyadan algı içerikleri ediniriz. Öte yandan isteklerimiz eylemlerimize neden olur. Çeşitli ruhsal durumlar, yüz kızarması, kalp atışının
hızlanması gibi gövdesel etkiler doğurur. Tözler
arasında çizilen kesin ayrımın bir ilişkiyi olanaksız kılması gerekirdi; oysa Descartes, kendi kuramıyla bir ölçüde
tutarsızlığa düşmeyi göze alarak, sağduyuyu izlemiş ve gövde ile anlık arasında
nedensel ilişkiler
bulunduğunu ileri sürmüştür.
Etkileşimeilik adı verilen bu görüşü kendisini izleyen filozoflarca eleştiriimiş ve aralarında töz konusunda büyük bir tartışma
doğmasına neden olmuştur.
MODERN DÜŞÜNCENİN
BAŞLANGlCI VE DESCARTES
(1985)
Descartes, yaptığı etki açısından
düşünce tarihinin
en büyük adlarından biridir. O, bir bakıma günümüzü de kapsayan bir düşünce dönemini başlatanların en önemlisidir. Bu döneme "modem felsefe" ya da "modern düşünce" diyoruz. Descartes, modem felsefe
dönemindeki tartışmaların temelindeki kavram ve sorunları
belirlemiş, öğretileri ise özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya atılan felsefe yaklaşımlarının çıkış noktasını
oluşturmuştur. Bu yüzyılların düşünüderi Descartes'ın kimi görüşlerini onaylamasalar bile, yine onun başka
görüşlerini benimsemişler, bu görüşlerden etkilenmişler ya da hiç olmazsa onları
tartışmışlardır. Bu ölçüde büyük bir etki, felsefe tarihinde Descartes'tan 20 yüzyıl önce
yaşamış olan
Platon ve Aristoteles gibi filozoflardan beri ilk kez sözkonusu oluyordu.
Modern Düşünce
Düşüncede "Modern Çağ"dan ne kastedilir? Modern Çağ, 17. yüzyılda
başlayıp, bir
anlamda günümüzde de süren, fakat özellikle 17. ve 18. yüzyılları niteleyen bir düşünsel biçim olarak ortaya çıkar. Modem düşüncenin en belirgin niteliği
ussallıktır. Düşüncede bağımsızlığın kazanılması, Eski Yunan felsefesinin
yetkesinin yenilmesi ve buna bağlı Ortaçağ dogmacılığının ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar modem felsefenin başka
özellikleridir. Bir karşı- laştınna yapacak olursak, 16. yüzyıl Rönesans
düşüncesi de tıpkı modem düşünce gibi Ortaçağ
dogmacılığına bir başkaldırıdır. Ancak, bir geçiş dönemi olan Rönesans,
başkaldırısını gerçek bir devrim yapabilecek düşünsel bağımsızlıktan yoksundur. Rönesans dü-
şünürü, Ortaçağ dogmasına karşı
çıktığı yerde,
yine Ortaçağ filozofunun mantık ve usavurma kalıplarını kullanıyor, görüşlerini temellendirmesi gerektiğinde, kanıt olarak yine Platon ve
Aristoteles' in yazdıklarını kullanıyordu. İşte modem düşünce,
Rönesans'daki bu düşünsel bağımlılığı, ortaya koyduğu yepyeni bir doğruluk
ölçütüyle yener.
Bu ölçüt, az önce değindiğimiz ussallıktır. Modem Çağ'da bir inancın
doğruluğu, artık bunun herhangi bir büyük ustanın görüşünden
türetilebiliyor olduğuna dayandınlmamaya başlanmıştır. Bunun yerine, bir inancın doğru olarak onaylanması, onun ussal yani akla yatkın olmasına
bağlanmıştır. Böylece de doğa, doğruluğu dogmacı bir biçimde kabul edilmiş ilkelere göre değil, bunlardan bağımsız olarak düşünen insanın
kendi ussallığı ve mantıksal bakış
açısına göre açıklanmaya başlanmıştır. Bu ise, onun belirgin olan başka bir niteliğini, nesnel olarak öznel bir bakış açısından
yaklaşma tutumunu
doğurmuştur.
Rene Descartes 1596'da Fransa'da soylu bir ailenin çocuğu olarak doğdu.
Öğrenimini bir
Cizvit okulu olan La Fleche kolejinde yaptı. Burada iyi bir matematik eğitimi alan Descartes, daha sonra bu
bilim dalını felsefeye örnek yapmış ve Analitik Geometri'nin temellerini kurarak matematiğe
önemli bir katkıda
bulunmuştur. Des- cartes, felsefesinin temellerini 1617'de girdiği Hollanda ordusunda subayken
kurdu. Özgün felsefesini burada ve başka Avrupa ordularında
aldığı görevler süresince geliştirdi. O çağda kış mevsimlerinin askeri etkinliği
yavaşlatması nedeniyle kendini derin düşüneeye verecek bol ve uzun süreler
bulmuştur. Sonraları yazdığına göre 1619-20 kışında hava o denli soğukmuş ki bir gün sabahtan, evini ısıtan büyük
sobanın içine girmiş ve bütün gün içinde kalarak derin düşüneeye dalmış. Sobadan çıktığında felsefesinin ana çizgilerini
artık kurmuş durumdaymış. Descartes ordudan ayrıldıktan sonra bir
süre Paris'te yaşadı. 1698'de Hollanda'ya göçtil ve orada 20 yıl oturdu. Zamanın en hoş görillil ve bağımsız
düşüneeye saygı gösteren özgür ülkesi Hollanda'da bile, Galileo'ya inanışı ve kendi dil- şiinceleri nedeniyle hakkında
soruşturma açıldığı oldu. 1649'da, felsefeye ilgi duyan bir kişi olan İsveç kraliçesi
Christina'nın çağn- sı üzerine, kendisine ders vermek için İsveç'e gitti. Kraliçenin gün-
lilk derslerini sabahın beşinde
almakta
diretmesine ve İsveç kışlarının soğuğuna, Descartes ancak birkaç ay dayanabildi: 1650'nin Şubat ayında 54 yaşında öldü.
Descartes felsefesinin odağını bilgi konusu oluşturur.
Bilgiye verilen önem, Modem düşüncenin ortaya çıkış döneminin
çok belirgin olan başka bir niteliğidir.
Ortaçağ'dan kalan dogmacı bilgi dizgesinin yadsınmasıyla bilginin yeni baştan
yapılanması sorunu doğmuş ve böylece de dikkatler bilginin doğası ile kaynağı üzerine
çevrilmiştir. Ayrıca, bilginin uygulamada sağladığı olanak ve yararların
büyüklüğü de anlaşılmıştı. Descartes'tan 35 yaş bilyük olan çağdaşı,
İngiliz filozofu
Francis Bacon "bilgi güçtür" ya da "bilgili olmak güçlü
olmaktır" deyişiyle bunu vurgular.
Descartes, geçmişten bize kalan ve sorgulanmadan doğru olarak benimsenmiş
hiçbir inancın, usumuzun süzgecinden geçmeden bilgi olarak kabul edilmemesi gerektiğini ileri sürüyordu. Çünkü
gelişen bilim,
Eski Yunan'dan kalan ve doğru olarak benimsenmiş
inançların yanlışlığını bir bir ortaya koymaktaydı. Öyle ise, diye düşünmüştür Descartes, doğruluğu kesin olan bir inanç bulursak, onu bilgiye temel
olarak alır, başka bilgileri de, tıpkı matematİkle belitlerden türetim
yaptığımız gibi, bu
bilgiden tilretebiliriz. Pekiyi, bu öbür bilgilerimizi kendisinden mantık yoluyla türeteceğmiz temel bilgi nasıl bulunabilecekti? Bu temel bilgi öyle olmalıydı ki, doğruluğu
apaçık olmalı ve anlığımızda açık ve seçik olarak kavra-
nabilmeliydi. İşte Descartes böyle bir apaçık doğru bulabilmek amacıyla
güvenilir sayılmış olan inançları dizgesel bir biçimde usun süzgecinden geçirir. Usun süzgeci olarak kullandığı ise, yine bugün "Descartes" adından ayrı olarak düşünemediğimiz
"yöntemsel kuşku", yani doğruyu bulma yöntemi olarak kuşkunun
kullanılmasıdır. Descartes bu yönteme göre, ele aldığı her bir inancın kuşku götürüp götürmediğini sınamış,
böylece kuşkulu inançları eleyerek, doğruluğu kuşku götürmeyen bir bilgi saptamaya çalışmıştır. Bu arayış içinde ise şu ortaya çıkmıştır: Hangi inancı alırsak
alalım ve bu inanca ne
denli bağlı olursak olalım, bunun, doğruluğundan kuşku duyabilecek bir yönü bulunabilmektedir. Yeterli bir
derinlik ve ayrıntıyla ele aldığımızda, inandığımız her şeyden kuşku duymak için bir neden bulabiliyoruz. Öyle ise, demiştir Descartes, madem ki her şeyden
kuşkulanıyorum, şu halde kesin olan bir şey, benim kuşku duyuyor olduğumdur.
Kuşku duyduğum kesin ve doğrudur, çünkü her şeyden kuşku duyduğum inancından bile kuşkulanacak olsam, yine de kuşku duyuyor olurum. Oysa, kuşku duyduğum ne ölçüde kesinse, düşünüyor
olduğum da o ölçüde kesindir. Çünkü kuşku duymak düşünmektir;
düşünüyor olmadan kuşku duymaya olanak yoktur. Descartes,
böylece ünlü çıkarsamasma varır: Eğer düşündüğüm böylece kesinse, düşünen bir varlık olarak varolduğum da kesindir. Düşünüyor
olduğum, varolduğumun kanıtır. "Düşünüyorum; öyle ise varım".
Kendisinin bir düşünen varlık olarak varolduğunun
kanıtı Descartes için öbür bilgilerin üzerine
kurulacağı bir apaçık doğruluktur. Bu gibi apaçık doğru
inançların anlığımızda doğuştan bulundukları ve sonradan öğrenilmediklerini
ileri süren Descartes, bu savıyla Modem Çağ Usçu
geleneğini kurmuştur. Kimi temel bilgilere doğuştan sahip olduğumuz savında kendisini Spinoza ve Leib- niz gibi ünlü 17. yüzyıl filozofları
izlemiştir. Başka konularda Des- cartes'ın birçok görüşünü benimseyen İngiliz filozof Locke ise, bil-
ginin, ancak görüp duyup, tutup, tattıklarımız, yani algıladıklarımız
üzerine kurolabileceğini öne sürecektir. Bilginin algıyla başladığını savunan bu filozof, doğuştan bilgiler olabileceği
görüşünü yadsır. Locke'a göre doğuşta anlık bir beyaz kağıt parçası gibidir. Üzerine gelen ilk lekeler algıyla gelir. Locke'un Descartes'a karşıt olan bu görüşü "Deneycilik" adıyla anılır. Kendisini bu görüşünde destekle- miş.olan iki 18. yy filozofu Berkeley ve
Hume'dur. Usçular ve Deneyciler arasındaki tartışma, 18. yy. sonunda büyük filozof Kanı'ın
eleştirisine değin ateşli bir biçimde, daha sonra ise yumuşayarak, süregitmiştir.
Varlık Felsefesi
Doğabilimi alanında Descartes önemli bir ölçüde Gali- leo'nun etkisi altında kalmış,
bunun sonucu
olarak da evreni gözka- maştırıcı bir denge içinde işleyen büyük bir makina gibi görmüştür. Öyle
bir makina ki,
onun içinde fiziksel nesneler ve aralarındaki itme, çarpma basınç gibi devimsel etkileşimlerden
başka bir şey bulunmamaktadır.
Yine öyle bir makina ki, içinde
özellikle doğa üstü güçlere, tinlere ve başka gizemli varlıklara da yer olamaz. 16. yy' ın ortalarından başlayarak
yaygınlaşan bu özdekçi, ya da materyalist bilim-dünya
görüşü açıklama alanını giderek genişletiyor ve giderek de başarı
kazanıyordu. Bu açıdan, evreni Tanrısal ve tinsel kavramlarla açıklayan Kilise öğretileri için önemli bir tehlike oluşturmak durumundaydı. Örneğin, Descartes'ın
çağdaşı İngiliz düşünür Hobbes bir materyalist felsefe dizgesi geliştirmişti bile. Açıklama gücü olarak bilimden daha zayıf kalsa da, siyasal olarak, Kilise
hala çok önemli bir güçtü ve yeni bilimi kuran düşünürler üzerinde kimi kez idama varan baskı yöntemleri
uygulattırmaktaydı. İşte dine de bağlı bir kişi olan Descartes, yaşadığı çağda, bilim ve Kilise arasındaki bu sertleşerek
büyüyen gerilimi
gidermeyi amaçlayan, uzlaştırıcı bir çözüm önermiştir.
Bir yanda, Tanrı, doğa üstü güçler ve ruhlarla yapılan açıklamalar, öbür yanda da bunların
hiçbirini kullanmadan,
yalnız fiziksel nesne ve ilişkilerle yapılan açıklamalar. Her iki açıklama da her- şeyi yalnızca kendinin doğru olarak açıkladığı
savında... Desear- tes'ın
uzlaştırıcı çözümü, her iki açıklamanın da doğru olduğunu, fakat bunların, birbiriyle hiç bir yerde örtüşmeyen,
bütünüyle ayrı alanlara ilişkin olduklannı ileri sürmek olmuştur. Buna göre doğa bilimlerinin açıklamaları fiziksel evrene ilişkin olarak doğru iken, tinsel açıklamalar da düşüncelerimiz,
duygularımız yani iç dünyamıza ilişkin olarak doğrudur. Fiziksel evren ve tinsel evren,
birbi- riyle hiç bir yerde örtüşmeyen iki varlık alanıdırlar. Örtüşmezler, çünkü biri uzaycia iken öbürü değildir.
Descartes, bu çözümüne temel olmak üzere varlığı iki ayn ve birbirine indirgenemez
türe ayırmıştır. Buna göre, var olduğu söylenen bir nesne, ya fiziksel (veya özdeksel) ya da tinsel varlık taşır. Herhangi bir şey bu iki tür dışında varolamadığı gibi, eğer, örneğin, fiziksel ise, tinsel olan hiçbir yönü de yoktur. Bu iki, birbirinden
kesin biçimde ayn varlık türünden oluşan evrenler o denli ayrıdırlar ki aralarında tam bir bağımsızlık
sözkonusudur. İşte bu çözüme, "Descartesçı İkicilik" denir ve aynı çözüm
bugün bile yaptığımız "tin ve özdek"
ayrımının Yeni Çağ'daki felsefi temelini oluşturur.
Bu ikinci anlayış açısından insan dediğimiz
varlık bir sorun yaratmıştır.
Çünkü insan hem
fiziksel (yani gövdesel) hem de dinsel (yani anlıksal) yönleri olan bir varlıktır. Descartes'çı ikicilik insana nasıl uygulanabilir? Descartes insanı tin ve gövde gibi iki apayrı varlığın
biraraya
gelmesinden oluşan bir bileşim olarak yorumlamıştır. Yani varlık türlerindeki ikicilik insanda da aynen bulunmaktadır,
Descartes'a göre. Ancak o, tinin gövdeyi ve gövdenin tini etkilediğini de onaylar. Örneğin bir şey yapmayı isteyip ona karar vermek ve sonra gövdenin bir yerinin yanması sonucu duyulan acı gibi. Descartes'a göre bu örnekteki istek, karar ve acı, tinsel
olaylar olarak, gövde ile etkileşim
içindedirler. Bir yandan, varlığı, birbiriyle ortak hiçbir noktası olmayan iki türe ayırması,
öte yandan da
insanda bu iki varlık türünün karşılıklı etkileşime girdiklerini onaylar görünmesi,
Descartes'ı izleyen Usçular'ca bir tutarsızlık olarak görülmüştür. Bu düşünürlerden kimi, insan tini ve gövdesi
arasında bir etkileşimin
sözkonusu olamayacağını, etkileşime benzer bir durum varsa, bunun, tıpkı iki ayrı duvar saatinin aynı anda gong çalmalan gibi, önceden
kurulmuş bir uyum olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bir tutarsızlığı içermiş olsun ya da olmasın,
Descartes'ın önerdiği çözüm, onu eleştirenierinkinin tersine, sağduyuyu yansıtmaktadır. Sağduyuyu
izlemiş ve bir ölçüde de onu biçimlendirmiş
olması da Descartes'ı
"büyük düşünür" yapan başka niteliktir.
İlk Felsefe Kitabı
Aklın İdaresi İçin Kurallar Descartes'ın kaleme aldığı ilk felsefe yazısı olarak bilinir. 1628'de yazıldığı
sanılan bu kitap,
felsefesinin genel ilkelerini kurduğu 1619 kışından 9 yıl sonra ve Paris'ten ayrılıp Hollanda'ya yerleşmesinden az önce
tamamlanmıştır. Descartes' ın yaşamı süresince basılmayan bu yapıt, ilk kez 1701'de Amsterdam'da yayımlanmıştır.
Descartes'ın kendi el yazısını bulunduran metin bugüri kayıptır. Yayımıanmış olan metin ise Hollanda'dan ayrılırken ardında bırakmış olduğu bir kopyadır.
Bütününün 36
kuraldan oluşması gereken kitap, eldeki durumuyla 2l.den sonra son bulmaktadır.
Kitabın bütünü -eğer Descartes 36 kuralın tümünü yazmış ise- üç bölüm olarak düşünülmüştür.
İlk 12 kural onun genel yöntemini, sonraki 12 bu yöntemin
matematiğe uygulanışını, elde bulunmayan en son 12 kural da felsefeye uygulanışını
açıklayacak biçimde
planlanmıştır. Kurallar, sonradan Yöntem Üzerine Konuşma' da daha kısa olarak verilecek ve kuşku ile yoğrulacak
yöntemin ilk dilegetirilişidir.
Descartes,
felsefesinin başlangıcını
oluşturan bu aşamada
kesinliğe varabilmenin
yolunu, yöntemini belirlemeye çalışır. Öğretisine göre kesinlik yalnızca kuşku götürmez olan düşünceler için
sözkonusudur. Bilgi ise ancak kesin olandır. Kesinliğe başkalarının yetkesine güvenerek, ya da herkesin apaçık doğru olarak kabul ettiği inançlan
benimseyerek
gidilemez. Yapılması gereken, bu inançların doğruluğunu saptamaktır. Bu sapıama ise adım adım,
kuşku götürmez ve açık seçik önermelere ulaşmakla olur. Açık ve seçik olmanın yolu, kaypak ve karmaşık olan her düşünceyi
ögelerine bölmektir. Bu ögelerin doğru olup olmadıkları daha kolayca anlaşılabilecektir.
Doğruluğu yalnızca us kavrar. Doğru oldukları böylece saptanan önermelerden kendileri tam olarak açık ve seçik bir biçimde
görülemeyen önermeler tümdengelimle çıkarsanabiliyorsa, bunların doğruluğu da güvenilirdir.
Aklın İdaresi İçin Kurallar Türkçe 'de ilk olarak Mehmet Karasan'ın
çevirisiyle 1945'te çıkmış (Devlet kitapları).. Kurarn Yayınları'nda Yöntem
Üzerine ile
birlikte basılan Aklı Yönlendirme Kuralları 'ndan başka Sosyal Yayınlar'da yeni çıkan Engin Özden çevirisi
üçüncü Türkçe çeviriyi oluşturuyor.
(/997)
"Renkler ve zevkler tartışılmaz"
diye, özellikle estetik değerleri
göreceleştiren bir söz vardır. Bu, herkesin iyiyi, güzeli ve doğrusunun kendine göre olduğu
anlayışını aşılayan, evrensel değerlere gözünü kapatıp, kötü zevki ve bayağılığı
tanımayı engelleyerek, örneğin Pavarotti'nin Tatlıses'ten, Verdi'nin de Aksu'dan daha üstün bir şeyler
ürettiklerini öne sürmeyi olanaksızlaştıran ve birçok durumda da göreceliği cehalete kalkan olarak kullanmaya
yetki veren bir ifadedir. Aynı zamanda da, tabii anlarnca kaypak
olan ve lastik gibi eğilip bükülebilen bir sözdür bu. Benim şimdi
gösterdiğim tepki özellikle zevk/erin göreceleştirilmesine
karşıydı. Peki ya renkler?
Renkler gerçekten de algının ko^ullarına göreceli değiller mi? Evet, böyle bir görecelik
oldukça kuvvetle sözkonusu.
Özellikle de bu nedenle,
"Renkler ve zevkler tartışılmaz" sözü, en azından renklere ilişkin olarak açıkça yanlış olan bir dilegetiriş. Bir başka deyişle, renkler felsefi açıdan
tartışılmaya oldukça uygun ve elverişli bir konu oluşturuyor. Çünkü örneğin önümdeki kağıdın beyaz olduğunu öne
sürmeme karşın, hava kararırken onun renginin de, koyulaşarak, dönüştüğünü
gözlemliyorum. Kağıt, her farklı ışık derecesinde farklı bir renk tonuna bürünüyor. Parlak bir ışık altında,
eğer yanında başka renkte bir nesne, diyelim kırmızı bir kitap duruyorsa, önümdeki
kağıtın da o
renge büründüğünü, yani kırmızıya benzer bir renk aldığını farkediyorum. Güneş batarken, belli açılardan pembemsi, sarı neon ışığındaysa
sarımsı görünüyor. Işığın kaynağı hangi renkteyse, kağıdıının rengi de ona benziyor. Üstelik eğer sarılık hastalağına
yakalanmışsam, gözüme öğlen saatinde güneş altında bile san görünüyor. Işığın kaynağı hangi renkteyse, kağıdının rengi de ona benziyor. Peki böylesine
değişik
renklere bürünen bu kağıdın
"gerçek" rengini bilebildiğimizi iddia edebilir miyiz? Aynı kağıt,
değişen algı koşullarına göreceli olarak, farklı renklere büründüğü için,
onun . erçek bir rengi olup olmadığı, ya da onun beyazlığının bir uzlaşım olmak ötesinde anlam taşıyıp
taşımadığı soruları da, felsefi tartışma konuları olarak ortaya çıkıyorlar.
Burada, renklerin ve doğaca onlara yakından benzeyen ses, tat, koku ve dokunınaya
ilişkin niteliklerin
görecelikleri ve nesnellikleri üzerinde durmak istiyorum. Ancak, amacım, bu konuda kendi düşüncelerimi
açıklamak değil. Size felsefe tarihinin daha eski dönemlerinde yaptıracağım kısa bir gezintiden sonra, sözü Galileo'ya ve renkler konusunda
ondan kuvvetle etkilenen Descar- tes'a getireceğim. Descartes'ın bu bağlamdaki
görüşlerini özetleyerek, çoğu kez bütünüyle Boyle ve Locke'a maledilen birincil ve ikincil nitelikler arasındaki
ayırımın, onlardan
daha önceki aşamalarda da, felsefeciler arasında oldukça belirgin olarak kavranan bir şey olduğunu
göstereceğim.
Anlaşılmış olacağı gibi, burada renklerden söz ederken aslında daha genel bir şeyi kastetmekteyim. Az önce de söyledim; kimi açılardan renklere benzeyen başka nitelikler de var. Duyularımızın
doğrudan kavradığı nitelikler bunlar. Görme duyusu, nasıl öncelikle
renkleri
duyumluyor, ya da buna araç oluyorsa, işitme duyusu sesleri, dokunma duyusu
sertlik, ısı, keskinlik, sivrilik ve benzeri yüzey niteliklerini, tat ve koku da
kendilerine özgü olan nitelikleri öncelikli olarak duyumluyorlar ya da buna araç oluyorlar. Dünyayı algılayışta duyurnladığımız nitelikler, bunlardan ibaret değildir, tabii. Ancak örneğin nesnelerin biçimleri, devinebilir- likleri,
girilmezlikleri gibi nitelikler, az önce saydıktarım kadar "doğrudan"
bir biçimde
duyumlanmıyorlar. Onları doğrudan du- yumladıklarımız üzerinden, sanki bunların
aracılığıyla duyumluyo- ruz. Örneğin, görsel olarak biçimleri, farklı renklerin ayrım çizgilerinde kavrıyoruz.
Renkler ve benzeri niteliklerin algı
koşullarına bağlı olan değişkenlikleri, ve dolayısıyla da kalıcı bilgiye temel olmaktaki güvenilmezlikleri, filozoflarca felsefe tarihinin
ilk başlangıç aşamalarından beri vurgulanagelmiş olan bir şeydir.
Doğrudan olmasa
da, Herakleitos bu konudaki ilk düşünceleri dile getirenlerden biridir. "Gözler ve kulaklar insan için kötü
tanıklardır; özellikle de, kişide bunların dilinden aniayabilecek bir ruh yoksa" diyor.(ll Parmenides
ise gerçeği görünüşten ayırt ederken "Günlük deneye dayanan alışkanlıkların
gözlerini dalgınlaştırmasına, kulaklarında ve dilinde yankılar (yani bozulmalar) oluşturmasına izin verme. Bu üzerinde çok
tartışılmış konuyu
usunla yargıla" diyor.(2) Şimdi okuduğumuz dilegetirişler
doğrudan duyumlanan
niteliklere ilişkin değildi; bu nitelikleri aracılıklarıyla algıladığımız duyu organlarının genel olarak pek güvenilir
şeyler olmadıklarını öne sürüyorlardı.
Demokritos'da bunlara benzer düşünceler daha net olarak tekrarlanır.
Ayrıca ondan günümüze kalan fragmanlar arasında,
doğrudan duyurnladığımız nitelikler üzerine belirgin bir kuşku düşüren, onlara görecelik yükleyenler de vardır. "Bilmenin iki biçimi olur" diyor; bunlardan biri gerçek, öbürü ise karanlıktır.
Şunların hepsi karanlık
türdendir: Görme duyma, koklama, tat, dokunma. Öbürüyse gerçek olup bundan çok
farklıdır."(3) Burada tabii De- mokritos'un, duyumsal niteliklerin hepsini birden,
Herakleitos ve Parmenides gibi, usun verileriyle mi karşılaştırıyor
olduğu, yoksa
duyumsal niteliklerin türleri arasında bulduğu bir ayırımı mı çizmeye çalıştığı gibi bir soru sorulabilir. Örneğin, Demokritos usu ve duyuları
karşılıklı olarak konuşturmuş: "Us: Tatlı, ac-. ve renk, bir uzlaşım olarak vardırlar;
gerçekte yalnız atomlar ve boşluk vardır. Duyular: Zavallı us. Hem verilerini bizden alırsın, hem de bizi yık-
1)
DK22 8107
2)
DK28 87
3)
DK68 Bil
maya çalışırsın. Oysa bizim yıkımımız senin de sonun olur."(4) Az
ileride ortaya daha da belirgin olarak çıkacağı gibi, Demokritos'un usun
verileriyle karşıtlık içinde sunduğu şeyler, özellikle renk ve onun gibi nitelikler; o, özellikle
böylesi niteliklerin
duyumlanışın- daki göreceliği ve değişkenliği kastediyor.
Aristoteles, Demokritos'un görüşlerini ne gibi uslamlamalara dayandırdığı konusunda çok değerli bilgiler aktarmıştır.
''Aynı nesne pek çok canlı
varlığa, bize göründüğüne
karşıt olarak biçimlerde görünür; hatta aynı nesne aynı kişiye bile her zaman aynı görünmez,
diyorlar. Bu görünüşlerden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğu da açık değildir,
çünkü bunlardan hiç biri öbüründen daha doğru değildir;
tersine, bu açıdan hepsi eşdeğerdedirler.
De- mokritos
buna dayanarak ya hiçbir şeyin doğru olmadığını, ya da doğruluğun bizim için belirgin olmadığını
söylüyor."(5) "Balın kimine acı, kimine de tatlı geldiği olgusuna dayanarak, Demokritos onun kendiliğinde ne acı ne de tatlı olduğu sonucu çıkarıyor."(6)
Aristoteles'in öğrencisi Theophrastos'un De sensu adlı, duyulara ilişkin yapıtı da, bize Demokritos'un bu
konudaki görüşlerine ilişkin çok önemli bilgiler verir. Theophrastos'a göre, Demokritos, "nesnel"
diye adlandırdığı nitelikleri atomların karşılıklı konumuy- ia açıkladıktan sonra, "Öbür duyusal niteliklere ilişkin olarak, bunların nesnel gerçeklik
taşımadıklarını, hepsinin değişim geçiren duyu organlarımızın etkilerinden ibaret olduğunu; imgeleri de değişim
geçiren gövdemizin oluşturduğunu savunuyor. Sıcak ve soğuğun da doğaca nesnel olmadıklarını
düşünüyor... Öznel açıdan, niteliksel değişim olarak duyurnladığımız
şeylerin bize dışarıdan gelen atomların
üzerimizdeki etkileri olduğunu söylüyor... Demok- ritos'un duyusal niteliklerin nesnel
anlamda gerçek olmayışiarına
4) DK68 Bl25
5) Metafizik, 1
009b7
6) DK68 A134
ilişkin kanıtı, bunların, herkesçe
aynı biçimde algılanrnayışlarıdır. Kirnileri için tatlı olan bir şey bir başkasına göre
acı, yine başkalarına
göre ekşi, yakıcı, ya da ağız buruşturucu olabilir; öbür duyu nitelikleri de buna benzer
olarak belirlenebilirler."(7)
Dernokritos'un aktardığırnız bu düşüncelerinin felsefe tarihi açısından
birçok önemli etkileri olmuştur. Bunlardan ikisini vurgulamak isterim. Dernokritos'un, daha
ilerilerde, önce Sofistler'ce, sonra da Pyrrhon'cu okuica geliştirilecek olan, algıya ilişkin
kuşkucu uslarnlarnaların
temelini atıyor olması, bunlardan biridir.<S> İkinciyse,
öznel ve nesnel arasındaki
ayırımı, niteliklerin
tipleri arasındaki ayrımla örtüştürerek, duyulara bağlı olan nitelikleri, yani renk, ses, koku gibilerini öznel; biçim,
ağırlık, girilrnezlik
gibilerini de nesnel olarak belirleyişidir. Bu her iki nokta da Yeniçağ modern düşünce ve biliminin yüzyıllar sonra (yaklaşık yirmi yüzyıl sonra) yeniden bulup benirnseyeceği kurarnsal temellerdir.
Rönesans'ın sonlarında yaşayan
düşünürler, Helenistİk dönemde oluşturulan İlkçağ bilimi ve düşüncesine ve özellikle de Atina felsefesinin yetkesine
dayanan Ortaçağ anlayışına, ondan daha güvenilir olan bir almaşık
ararnışlardır. Arna^sal ve insanmer- kezci açıklama biçiminin yerine koyabilecekleri bir başka model bulmak için çabalayan,
dönernin kimi
bilim ve düşün adamları, Lucretius'un De Rerum Nalura'sı üzerinden
Epikuros'u bulup
Latince'ye çevirrnişler,
öte yandan da Sextus
Ernpiricus'un kuşkucu uslarnlarnalarını ortaya çıkararak, o zamanlara değin yüzyıllar
boyunca kayıp kalmış
mekanİst atornculuğu ve kuşkuculuğu insanlığa yeniden kazandırrnışlardı. Modern bilirnin 16. yüzyılın sonia-
7) De sensu I. 6 I
8) İlkçağ'ın kuşkucu uslamlamalarını bir kitap halinde toplayan Sextus Empi- ricus'un
Pyrrhonic Hypotiposes'inin birinci uslamlaması (trope), örneğin I. 58-6l 'de de yoğun ve kısa bir biçimde ifade edildiği gibi, büyük ölçüde Demokritos'un fragınanlarından
alınmalıdır.
rından itibaren ortaya koymaya başladığı büyük
başarının arkasında, bu bulgularla birlikte yeni bir açıklama modelinin benimsenmiş
oluşu yatar. Galileo
Galilei Yeniçağ biliminin ilk kurucusudur. Burada onun Demokritos'ta bulduğu
rnekanizınİ ve atomculuğu ne ölçüde sadık bir biçimde
kullandığına ancak kısaca değinebiliyorum. Daha çok, kendisinin duyusal niteliklerin öznel doğasına
ilişkin olarak söyledikleri
üzerinde duracağım.
Şöyle diyor Galileo: "Sanki
nesnelerin içindeymiş gibi kavradığımız tatlar, kokular, renkler ve benzerleri, aslında bu nesnelere ilişkin olarak birer addan başka bir şey olamazlar; ben, bunların
yalnızca algılayan zihinde varolduklarına inanıyorum. Eğer algılayan canlı ortadan kaldırılırsa,
tüm bu tür niteliklerde bütünüyle silinip ortadan kalkacaktır. Ne var ki, bu nitelikleri bir kez
öbür gerçek ilineklerden ayrı ve özel olarak adlandırdığımızda,
onların da farklı ve gerçek olarak varolduklarına
inanıveriyoruz."(9) Gali- leo'nun gerekçesi şu: Bir fiziksel nesneyi düşündüğümüzde,
bunu belli bir biçim ve büyüklüğü olup, belli bir yer ve zamanda bulunan bir şey olarak kavrarız. Buna karşılık aynı
özdeksel cisimleri
ses çıkaran, rengi, tadı ve kokusu olan şeyler gibi düşünmek zorunda değiliz. Tabii böyle bir gerekçe, renklerin ve seslerin nesnel olamayacaklarmı
kanıtiayacak ölçüde güçlü değil; olsa olsa onla- ıın nesnel olmayabileceklerini saptayabilir.
Yani Galileo'nun belirlemesine göre, cisimlerin biçim taşımamaları mümkün değilken, onların renkli olmamaları,
tıpkı renkli olmaları gibi, olanaklı bir şey. Ne var ki, kanımca bu Galileo için bir zaaf değil, çünkü o, renklerin cisimlerdeki gerçek nitelikler arasında
olmadığını a priori
olarak kanıtlamak çabası içinde değil. Bunların gerçek nitelikler arasında görülmeleri gerekmiyorsa, göreceli
oluşları dolayısıyla
9) "The
Assayer" (1623), The Philosophy of the 16th and 17th Centuries, R. Popkin,
der., New York: The Free Press, 1966, s.65.
kuşkucunun ekmeğine yağ sürmelerine izin vermek zorunda değiliz, derneğe getiriyor. Bilimimizi, bunların
gerçekliğin bir parçası olarak düşünmek
gerekıneden kurarız. Gerçekte renk ve ses gibi nitelikler bulunmadığını, bu gibilerin bizde oluşan etkilerden başka bir şey olmadığını
öne süreriz. Ancak söz konusu etkilerin nasıl oluştuğunun açıklanması gerek; Galileo'nun bu yolda inandırıcı bir açıklama
yapması lazım.
Galileo, Demokritos'un rnekanizmine koşut olarak, algıyı nedensel bir düzenek içinde
düşünüyor: Cisimlerden
yansıyarak yayılan parçacıklar duyu organianınıza çarpınca bu olaydan duyum olarak etkileniyoruz, diyor. Karşımda duran bir şeyi görmek, ondan bana gelen parçacıklardan etkilenmemle oluyor. Oysa bende oluşan etkiyi karştındaki nesnede bulunan niteliklerle özdeşleştiremeyiz. Galileo kendisinden sonraki
felsefede sıklıkla kullanılacak olan bir örnek tipiyle kanıtlıyor
düşüncesini. Bir tüy düşünelim diyor. Bu tüy, canlı olmayışı dolayısıyla
duyguları da
olmayan bir nesnedir. Şimdi tüyü birinin ağzı ve bumuna hafifçe
sürterek dolaştırmaya başlayalım. Bu değme ve sürtünme olayı o kişide karşı durulmaz bir gıdıklanma duygusu oluşturacaktır.
"Bu gıdıklanma tüye
değil, bütünüyle bize ait olan bir duygudur. Eğer algılayan canlı-gövdeyi ortadan kaldırırsanız,
ardında gıdıklanmaya ilişkin boş bir addan başka bir şey kalmaz. Ben doğadaki cisimlere yükle- diğİrniz
tat, koku, renk
vb. birçok başka niteliğin de, bu anlatılandan öte bir biçimde
varolduğuna inanmıyorum."00) Tüyün derimize sürtünmesine koşut bir anlamda, cisimlerden gelen parçacıklar duyu organlarımıza
çarparale gövdemizde kimi etkilere neden oluyorlar. Ancak durum buysa, duyurnun
nesnede ya da parçacıklarda olduğunu iddia edemediğimiz gibi, niteliğin nesnede varolduğunu da öne süremememiz
gerekir.
"Tat, ses ya da koku duyumlarımıza neden olabilmeleri için, dış cisimlerin büyüklük, biçim
ve farklı
10) A .g .e., s.66.
hızlardaki devinim dışında bir şeye sahip olmalarının
gerektiğini sanmıyorum... Bu duyurolanan niteliklerin, tıpkı kol altındaki ya da burun içindeki hassas deri bölümünün ortadan kalkmasıyla yok olan gıdıklanma gibi, canlının
dışında, birer
addan başka bir şey olmadığına inanıyorum."(! [III]
Galileo Descartes'ı bilimsel ve
felsefi birçok temel sav konusunda derinden etkilemiştir. Bu bağlam da
onlardan biridir. Ancak, Descartes, örnek aldığı bu düşünürün savlarını hemen
her durumda kendi katkılarını ekleleyerek değiştirmiş ve geliştirmiştir.
Galileo'da ana çizgilerle ortaya konan düşünceler, Descartes'da, genel varlık
öğretisinin bir uygulaması olan algı kuramından çıkar- sanacak biçimde, tam bir
dizgeselliğe ulaştırılır. Descartes' ın algı üzerine görüşlerini kısaca
özetledikten sonra, bu bağlamda onun renkler, sesler ve benzeri niteliklere
ilişkin sav ve uslamlamalarını açıklayacağım.
Descartes, düşünen ve uzamlı varlık
ikiciliğini, yine tam bir genellikle benimsediği rnekanizrole bir araya
getirmiş, böylece de tin ile gövde arasındaki ilişkiyi bir karşılıklı nedensel
etkileşim biçiminde kavramıştır. Etkileşirncilik adı verilen bu öğretinin tam
odağında Descartes'ın algı kuramı yer alır. Burada etkileşirnciliğin ikicilik
ile bir çelişki yaratıp yaratmadığı gibi klasikleşmiş sorunl:ır üzerinde
durmayacağım. Birbirlerinden bütünüyle bağımsız iki tözün birinden kaynaklanan
nedensel etkinin öbüründe oluşturduğu sonuçtan söz ederken, karşılıklı
etkileşim olarak düşünülen şeyin yalnızca tek yönüyle ilgilenecek, fiziksel
cisimlerin nedensel zincirler sonucu tini (ruhu), ya da bir başka deyişle
anlığı (zihni) etki- leyişlerini betimleyeceğim.
Descartes'ın kuramı içinde algı,
sonsuz bölünebilirliği olan
parçacıkların bir araya gelmesiyle oluşan cisirnlerin,02l değrne, çarpma ya da basınç gibi devinirne dayanan mekanik
etkilerinin tin üzerinde oluşturduğu izlenirnlerle açıklanıyor. Bu nesnelerden duyu organlarırnıza gelen ışık dernetleri, titreşimler ve başka özdek- sel etmenlerin oralarda oluşturdukları mekanik etkiler, aynı mekanik ilkeler uyarınca sinirler üzerinden beyne taşınıyor. Beyinde biçimlenen irngeyi oluşturan devinirnlerse tinde duyurnların
meydana
gelmesine neden oluyorlar.<I3) Descartes örneğin görme
duyumunun gövdede ya da gözde
gerçekleşrnediğini öne sürüyor: "Gören, göz değil tindir; ancak tin, doğrudan değil,
beyin aracılığıyla
görür" diyor.04>
Bu düzeneği, kimi skolastik düşünürlerin varsaydıklarına benzer olarak, yani nesnelerin
duyu organlarında oluşturduğu imgelerin sinirlerce beyne aktarılıp
götürütmesi biçiminde kavrarnarnalıyız, diye uyarıyor, Descartes. Nesneden tine doğru aktarılıp
taşınan bir şey, bir "yönelirnsel
biçim" (intentional
form) yoktur, diyor. Örneğin hava içinde imgelerin uçuşması gibi bir düşüncenin
saçma olacağını,(l5) burada söz konusu olan şeyin bir yerden öbürüne giden bir imge değil, bir neden-etki zinciri içinde bir biri ardına oluşan imgeler, devinimler olduğunu belirtiyor.<I6)
ı2) Burada Galiıeo ile Descartes arasındaki kimi temel görüş
farklılıklannı kısaca özetleyelim: Galileo özde^in sonsuza kadar bölünebilir
olmadı^ını, yani atomlardan oluştu^unu düşünürken Descartes bölünebilirliğe
sınır tanımıyor (Corpuscularianism). Galileo, yine İlkçağ atomculan gibi. atomla- nn ve
genel olarak özde^in boş uzay içinde devindiğini (Void) öne sürerken, Descartes, Empadokles ve
Anaksagoras gibi, uzayın dolu olduğunu (Plenum), deviniminse yer de^iştirmeyle
gerçekleştiğini savunuyor. Evrendeki toplam devinimin de^işmedi^i konusunda ise iki düşünür
anlaşıyorlar.
1 3) Descartes,
(Optics) Descartes. Se/ected Philosophical Writings, Cotting- ham,
Stoothoff ve Murdoch, Cambridge University Press, 1 988, s.64.
ı4) A.g.e.. s.68.
15)
A.g.e., s.58-59.
16) Descartes, (Rules for the Directian of the Mind) The Philosophical
Work.s of De.scarte.s, l.Cilt, Elizabeth Haldane, çev., Dover
Publications, Ine., 1955, s.37-38.
Descartes'ın bu bağlamda
vurguladığı son önemli nokta, beyinde oluşan imgenin, ona neden olan şeye benzemesinin gerekınediği
gözlemidir. Algı deneyinin belli bir nesnenin algısı olmasında, beyinde oluşan imgenin o nesneye benzeyip
benzernemesinin nedensel bir rolü yoktur. Eğer böyle bir benzerlik algı zinciri içinde bir zorunlu koşul konumunda olsaydı,
"Benzerliği görebilmek için beynin içinde de gözler
bulunması gerekirdi"
diyor, Descartes.07[IV] Algının nesnesini, ona benzemesi gerekıneden
nasıl olup da tasa- rımiayabildiğini
kavramak için, algıyı nesnenin bir imi olarak düşünmek yeterlidir. Nasıl ki, insanlar arasında
kurulmuş olan
uzla- şımlar sayesinde, sözcükler, benzemedikleri şeylerin imieri olabili- yorlarsa, doğa da duyumları, nesnelerine nitelikçe benzerneleri gerekmeyen imler olarak meydana getirmiş olabilir.<IS)
Şimdi Descartes'ın renklere ilişkin
görüşlerine geliyoruz.
Descartes'ın, duyumların, tasarımı oldukları özdeksel nesnelerin niteliklerine
benzerneleri gerekmez, dediğini az önce belirttim. Bu söylenen,
duyumların, tasarımları oldukları niteliklere hiçbir zaman benzemeyecekleri anlamına gelmiyor tabii. Galileo'yu ve İlkçağ
atomcularını izleyen Descartes için de, biçim ve büyüklük gibi kimi niteliklerin duyumları,
bunların kendileriyle
bir benzerlik ilişkisi içindedir. Nesnede bulunan bir şeye benzedikleri öne sürüle- rneyecek olanlar, renk, ses,
koku, tat ve dokunun duyumlarıdır.09) Descartes nesneleri geometrik ve
niceliksel özellikleri olup devi-
1 7) Descarıes (1988), s.64.
1 8) Descartes, (The World of
Treatise on Light) Tlıe Plıilosoplıical Writings of Descartes, I. Cilt,
Cottingham, Stoothoff, Murdoch, çev., Cambridge University Press, 1985,
s.8 1 ve sonrası.
nebilen varlıklar olarak kavrar; ona göre de, gerçekte nesnelerin biçim,
büyüklük, devinim
ve bunlardan çıkarsanabilen nitelikleri dışında, algıladıklarımıza benzer bir özellikleri yoktur. Renk, ışık, ses, koku gibi duyumlar dış dünyadan edinilen etkilenimlerdir; ancak nesnelere ilişkin bu duyumlar, imierde de sözkonusu
olduğu gibi, nesnelerin
kendilerine benzemeyen şeylerdir.
Nitelik türleri arasındaki ayrımı üç
gerekçeye dayandırıyor, Descartes. Bunlardan ilkine göre, renk ve benzeri duyumların zihnimizdeki imgeleri karışıktır ve biz bu nedenle onların nasıl
şeyler olduklarını bile belirgin olarak kavrayamayız.(20) Oysa biçim, devinim ve büyüklük,
seçiklikle imgeleyebildiğimiz şeylerdir.(21) Descartes burada seçiklik derken, özellikle niceliksel anlamdaki bir ölçülebilirlikten
söz ediyor. Biçimlerin
ölçülebilir oluşlarına karşılık, renklerin netlikle belirlenip ölçülebilen
şeyler olmadıklarını öne sürüyor. Tabii, bunu yaparken ölçülebilir
olmanın nesnellik için yeterli bir koşul olduğu
savını da yalnızca varsaymış
oluyor. İkinci olarak, Descartes Galileo'nun aynı amaçla
verdiğine benzer
bir uslamlama ileri sürüyor.<22) "Bir kılıç gövdemize çarpınca onu kesiyor. Bunu izleyen acı, kılıcın ya da onun kestiği
olan atomlardan oluşuyor diye saptadı. Ekşi olan, kaba, yüzeyi,
tırtıllı, pek çok sivrisi olan eğrisiz atomlardan oluşuyor. Tadı
keskin olan şeyler, bu adın içerdiği gibi, kendileri de keskin, sivri kıvrık, ince ve eğrisiz atomlardan meydana geliyor. Yakıcı şeyler yuvarlak, ince, sivri ve kıvrık atomlardan yapılmış. Tuzlu şeyler, sivri büyükçe,
dönük, iki yanı eşit atomlardan; acı olan, yuvarlak ve yumuşak olup kırık ve ufak atomlardan; yağlı bir tat veren şeylerse ince, yuvarlak ve küçük atomlardan oluşuyor."
20) Herhangi bir
şey, örneğin kırmızıyı düşünmeye çalışalım. Bunun hangi
tonunu, hangi koyuluk derecesini düşüneceğiz; asıl
kırmızı bunlardan
hangisi; eğer bunların yalnızca biri kırmızıysa, öbürleri kırmızı değil mi; zihnimizde bir tek değil de sonsuz sayıda kırmızı
imgesi mi olmak zorunda? Dolayısıyla açık ve seçik olan bir kırmızı
kavramamız olduğu tutarlı olarak savunabileceğimiz bir şey mi?
21) Descartes (1988)
[The Principles of Philosophy ), s.206-7.
22) Tüy ile gıdıklanma
örneği için bkz. Descartes ( 1985), s.82, 84.
gövdenin devinimlerinden -tıpkı renk, ses, koku ya da tatda olduğu gibi- bütünüyle
farklı bir şeydir. Acı duyumunun gövdemizin kimi bölümlerinin
başka cisimleri değrnesi sonucunda, orada oluşan de- vinirnlerce meydana getirildiğini
açıkça görebiliyoruz."(23) Üçüncü bir uslarnlarnası ise şöyle: Biçim,
büyüklük ve
devinebilirlik gibi nitelikler, birden çok duyu organıyla kavranabilirken, renk gibileri için böyle bir şey söz konusu değildir, diyor.<24) Son iki uslarnlarna
daha sonraları Locke tarafından da kullanılacaktır.
Descartes'ın Galileo'yu izleyerek, cisirnlerde
nesnel anlamda renk, koku, ses ve tat gibi nitelikler bulunmadığını
öne sürdüğünü gördük (25) Ne var ki, Descartes cisirnlerin renkli olduğunu yadsırken,
bunu, böylesi niteliklere hiçbir nesnel boyut bırakmayacak
şekilde yapmıyor. Kendinden sonraki filozofları ve özellikle de Locke'u etkileyecek olan özgün bir düşüncesi şu
olmuştur: Des-
cartes, sözü edilen türdeki nitelikleri, cisirnlerin biçim, büyüklük, konum ve bölümlerindeki devinimterin sinirlerimiz üzerinde
çeşitli etkiler oluşturmaya olanak veren kimi eğilimleriyle (disposition) özdeşleştirir.<26)
Dolayısıyla, bu yeni anlayışa göre, örneğin bir elmanın kırmızılığından söz
ettiğirnde, bir
yandan yalnızca bu cis- rnin bende oluşturduğu ve kendisinde ona benzer bir karşılığı olmayan bir etki hakkında
konuşrnaktayırn. Bir başka açıdansa, elmanın kendinde gerçekte de varolan ve kırmızı duyurnuyla bir benzerliği
olmadığı halde, elmanın bende o duyurnu oluşturma eylemi olarak anlaşılacak, nesnel bir nitelikten söz etrnekteyirn. Yani renkler de bir
anlarnda nesnel olarak nitelikler; ancak nesnel nitelikler olarak, duyurnladığınız
renkler gibi değiller.
Burada niyetim Descartes'ın kısmen kendinden önceki fe!-
23)
Descartes (1988), s.205.
24)
Descartes (1988), s.207.
25)
Descartes (1988), s.53.
26)
Descartes ( 1 988). s.206.
sefenin kalıtımı olarak benimsediği ve kısmen de özgün düşünceleri olarak ortaya attığı bu görüşleri
değerlendirmek değil. Bunu başka bir yere saklıyorum. Yazımı, sonraki kimi Yeniçağ düşünürlerinin bu görüşleri nasıl
kullandıklarını özetleyerek bitireceğim.
Locke ile yakın bir arkadaşlığı olan büyük kimyacı Robert Boyle özdeksel nesnelerin temel yapısını
açıklarken, yine aynı De- mokritos'çu
çerçeve içinde kalmaya özen göstermiştir: Bu bilim adamı, özdek parçacıklarını
tanırolarken nedenli küçük olursa olsun, her cisimde biçim, büyüklük ve devinebilme olanağının bulunması gerektiğini vurgular. Böylesi nitelikler taşımayan bir özdek
parçasının varolmayacağını öne sürdükten sonra, tüm öbür nitelikleri parçacıkların bir araya geliş
biçimleriyle açıklamanın mümkün olduğunu belirtir. Bu görüşlerden de esinlenen Locke, nesnelerden hiçbir koşul
altında ayrılamayan nitelikleri "birinci! nitelikler" adı altında
tanımlamıştır.(27) ikincil niteliklerse, yine onun tanırnma göre, "gerçekte, cisimlerin kendilerinde bulunan
bir şeyler değil, cisimlerin birincil nitelikleriyle yani onların oylum, kılık, yapı ve devimleriyle bizde renkler, sesler, tadlar
vb. gibi duyumlar üreten güçler olan niteliklerdir"(28) Burada, Locke ile
kendisinden önceki filozoflar arasındaki kimi benzerlikleri saptayalım: Tıpkı Descartes gibi, o da, algılayan şeyin
organ ya da gövdenin bir bölümü değil,
anlığın kendisi olduğunu savunuyor.(29) Yine Descartes'ı izleyerek, yalnızca birincil niteliklerin birden çok duyu organıyla kavranabil- diğini ve yalnızca
onların bilimsel
anlamda ölçülebilir olduğunu vurguluyor. Locke'un, ayrımı temellendirmek için kullandığı
ör- nekler(30) arasında en azından biri, Galileo ve Descartes'ın da kul-
27) İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Vehbi Hacıkadiroğlu, çev., Ara Yayıncılık, 1992, s.l09.
28) A.g.e., s. 109.
29) A.g.e., s.86.
30)
Bkz. a.g.e., s. lll, 113 (II, viii, 16, 19, 20, 21).
!anmış oldukları türdendir: "...Aynı ateşin, belli uzaklıkta bizde sıcaklık duyumu uyandırırken, daha yakından,
büsbütün değişik bir acı duyumu uyandırdığını göz önünde tutan birisinin ateşin kendisinde uyandırdığı sıcaklık idesinin edimsel olarak ateşte bulunduğunu,
buna karşı aynı
ateşin aynı yoldan ürettiği acı idesinin ateşte
bulunmadığını söyleme hakkını nereden bulduğunu düşünmesi ge- rekir."(31)
Az önce aktardığım ikincil nitelik tanımında
gördüğümüz gibi
Locke, Descartes'ın özgün olarak ortaya attığı ve renklere nesnel bir varlıksal temel yükleyen "belli bir etkiler oluşturma eylemi" düşüncesini, nesnenin (nedense!) "güçleri"
olarak
belirliyor. Böylece Descartes'daki "eğilim" anlayışını, nesnelerin tüm nedensel etkinliklerini kapsayacak bir biçimde
genelleştirirken, ikincil niteliklerin, cisimdeki güçler olarak, bizde meydana
getirdikleri duyurnlara benzemediklerini vurguluyor.<32) Bu açıdan, Locke'un, kendisine düşünsel olarak çok daha yakın bulduğu
arkadaşı Boy- le'u
değil de Descartes'ı
izlemiş oluşu ilginçtir. Çünkü Boyle, nesnel anlamda yorumlandıklarında,
renklerin bir açıdan cismin kendisinde varolan eğilimler gibi görülebilirken,
öte yandan böyle bir eğilimsel
nitelikçe dönüştürülmüş olan, yansımtş tşığın kendisiyle de özdeşleştirilebileceğini, hatta böyle bir özdeşleştirmenin
daha doğru olacağını
öne sürmüştü.(33) Kanımca Locke'un nitelikler konusundaki en önemli katkısı,
birincilleri
nesne için zorunlu nitelikler olarak tanımlarken, renkleri ve öbür ikincilleri bunlardan nesne için zorunlu olmayışlarıyla
ayırt etmesidir. Locke
Boyle'un özdek parçacıklarını tanımlamakta kullandığı belirlenimleri ters yüz ederek, onları nitelikleri tanımlamakta
kullanmış oluyor.
Burada özetlemeye çalıştığım tartışmanın,
İlkçağ düşüncesinde saptanan bir felsefe sorunu olarak, kimi niteliklerin duyumu-
31) A.g.e., s. I I
I.
32)
A.g.e., s.I I 1-115.
33)
Robert Boyle, Works, 2. Cilt, Londra, I 744, s.6-7.
nun, algı koşullarındaki farklılıklara
göreceli bir biçimde
değiştiği gözleminden kaynaklandığını ve niteliklerin türce ikiye ayrılmaları sonucuna götürdüğünü hep birlikte izledik. Tartışmanın Modern düşünce
açısından noktalanışıysa, Berkeley'in felsefesi içinde olmuştur. Berkeley, Locke'un ortaya attığı
gerekçelere dayanarak,
ikincil niteliklerin öznel olduklarının öne sürülmesi durumunda, bunların birincillerden hem ayırt edilemeyen hem de ayrılamayan
şeyler olmaları dolayısıyla, aynı gerekçeler uyarınca birincillerin de öznel sayılması
zorunda kalınacağı
görüşünü savunmuştur.(34l Bir başka deyişle o, Demokritos 'tan kalıt olan ayrımı yıkmış,
tüm nitelikleri öznelleştirmiştir.
Burada, bu oldukça ilginç
uslamlamaların ayrıntılarına inecek yerim yok, ama şu kadarını söyleyebilirim: İlk bakışta çok güçlü oldukları izlenimini vermelerine karşın, Berkeley'in uslamlamaları
geçerli değildir. Yine de, söz konusu uslamlamalar, bu filozofun yaşadığı çağdan (yani 18. yy'ın
başlarından) yüzyılımızın ikinci yarısına değin, felsefe içinde renklerin doğmasına ve birineil-ikincil nitelik ayrımına
ilişkin tartışmaların ciddi bir biçimde gündeme getirilmelerini engelleyecek kadar kalıcı bir etki yapmayı
başarmıştır. Belki daha da ilginç olan şey, tüm bu tartışmanın tam ortasında
oluşlarına karşın, Berkeley sonrasındaki Yeniçağ bilim adamlarının, aynı ayrımı, bu filozofu yanıtlamadan ve sessizce (adeta dogmacı) bir biçimde
varsayınayı yeğleyişleridir. Descartes'ın kurucuları arasında olduğu modern doğa bilimi, dünyayı betimlerken cisimlerin ikincil
niteliklerine değinmez.(35)
34) Nitelik türlerinin
ayırt edilemezlikleri
ve birbirlerinden ayrılamayan şeyler oluşlarına ilişkin uslamlamalar için bkz. Hylas ile Philonous Arasmda Üç Konuşma, K. Sahir Sel, çev.,
İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1984, s.32-42.
35) Bu yazıyı yazarken, Peter Hacker'in Appearence
and Reality (Basil Blackwell, 1987) başlıklı kitabından da yararlandım. Yine bu yazı, 8 Kasım 1996'da Türkiye Felsefe Kurumu'nun düzenlediği "400. Doğum Yılında
Descarıes ve Türkiye'de Descartes" seminerinde
bildiri olarak sunulmuştur.
(1986)
Usçuluk, modern felsefenin bir genel niteliği olan ussallık ile karıştırılmamalıdır.
Ussallık belirli
bir dönem düşüncesinin yaygın bir özelliğiyken,
usçuluk -en azından Modern Çağ usçuluğu-
aynı dönem içinde filizlenen felsefe okullarından biridir. Bu açıdan
usçuluğun rakibi
olan deneyci okul da en az usçuluk ölçüsünde ussallığı temel alır.
Usçuluk modern düşüncede
deneyeiliğin karşıtı savları ortaya atan felsefe okulu olarak önem taşır. Bu iki okul arasındaki
ayrım ve tartışma 17. ve 18. yüzyıllarda yer alan düşünce evrimini biçimlendirmiştir.
Usçuluk ve
deneyeilik arasındaki karşıtlık bilginin kaynağı üzerinedir. Deneyeilik insan anlığındaki
bütün bilginin deneyden, ya da duyumdan kaynaklandığını öne sürer. Deney dışında başka bir bilgi kaynağı
bulunduğunu öne sürmek deneyciliği yadsımaktır. Örneğin Bacon, tüm bilginin deneyden geldiğini, ancak kimi dinsel bilginin ve özellikle Tanrı
bilgisinin içe- doğuştan
kaynaklandığını düşündüğü için, tam anlamıyla deneyci sayılmaz.
Usçuluk ise, en
az kimi bilgilerimizin ustan kaynaklan- dığmı savunur. Başlangıçta daha katı olan bu tutum iki yüz yıl içinde
yumuşamıştır. Örneğin modern usçuluğun kurucusu olan Descartes güvenilir bilgi niteliği
taşıyan hiçbir inancın deneyden gelemeyeceğini öne sürerken, Kant bilginin deneyle başladığını kabul eder; ancak kimi bilgilerin
doğruluğunu deneyden bağımsız olarak saptayabileceğimizi düşünür. Bir tek öneernenin bile doğruluğunun deneyden bağımsız olarak saptanabileceğini
söylemek deneyeilikle
bağdaşmadığına göre, Kant da, yumuşak anlamda bir usçudur.
Kimi bilgilerimizin -bunların bilgimizin bütününe oranı ne olursa olsun- ustan, anlıktan
kaynaklandığını öne sürmenin gerekçesi nedir? Usçuluk herşeyden önce Hıristiyan
Tanrıbilimi'nin benimsediği bir öğretidir... Dolayısıyla Skolastik felsefe yoluyla Modern Çağ'a iletilmiş bir felsefe savı olarak, usun deneyden bağımsız bir biçimde bilgi ürettiği
düşüncesi, 17. yüzyılda geniş onay gören bir apaçık doğru
konumundaydı. Hıristiyanlık, usçuluğu yine Platon'daki tinin ölmezliği
temasından almıştır. Platon'a göre, tin bilgiyi algıyla edinmez, ancak eski yaşamında edindiklerini anımsar.
Descartes'ın modern düşünce içinde felsefesini usçu bir temele oturtmasının ana nedeni, din çevreleriyle iyi geçinmek, ya da aklından bir türlü
çıkaramadığı bir skolastik önyargı değildi. Des- cartes, usçuluğu, kuşkucu uslamlamaları keyfi olmayan bir yöntemle sınırlamak çabası içinde benimsernek durumunda kalmıştır. Gassendi gibi, kuşkuyu herhangi bir aşamada,
ağırlıklı bir mantıksal gerekçe göstermeksizin, önemsiz sayarak, bilginin bir ölçüde kuşkulu
önermeler üzerine de kurulabileceğini söylemek, keyfi, ya da tutarsız bir tutum ise, kuşkuyu
gidebildiği yere dek götürmelidir. Oysa, kuşkucu uslamlamalar deneyin bilgi verdiği savını
çürütmektedir. Dolayısıyla kuşkucu uslamlamaların gücünü onaylayan Descartes için şöyle bir seçim söz konusudur: (a) Ya bilginin tek kaynağının deney olduğunu onayiayacak ve böylece
güvenilir bilgi
diye bir şey bulunmadığını kabul etmek durumunda kalacak, (b) ya da güvenilir bilginin olanaklı
olduğunu, dolayısıyla da gerçek bilginin deneyden kaynaklanmadığını ileri sürecektir.
Kuşkuculuğa, onu bir yöntem olarak kullanmak dışında değer vermeyen Descartes (a)'yı
seçemezdi. Çünkü (a), kuşkuculuğun sonuçlarını en karamsar bir uca değin
onaylamaktır. Bilginin olanaksızlığı Pyrrhon'un kendi vardığı sonuçtur. Montaigne de, bu onaylanırsa,
imana sarılmaktan başka çare kalmayacağını
vurgulamıştır. Deneysel bilginin olanaklılığını savunmak için ya Gassendi'nin yolunu seçmek ya da kuşkucu
uslamlamayı kısıtlayıcı yeni bir yöntem bulmak gerekiyordu. Descartes böyle bir yöntem aramak yerine, (b)'yi benimsemiştir. Bu yöntemi saptamaya çalışacak olan filozof Locke'dur.
Descartes'ın kuşkuyu ancak düşünen bir varlık olarak "ben"de durdurduğuna
değinilmişti. Bu anlamdaki "ben", anlık ve anlığın bir yetisi olarak ustur.
Descartes' ın seçimine göre deney güvenilir anlamda bilgi üretemiyorsa bu bilgiyi anlık ya da us nasıl
üretmektedir? 17. yüzyıl filozofları matematiğe derin bir hayranlık
beslemişlerdir. Doğa bilimlerindeki ilerlemelerde önemli bir payı olan matematiğin
örneklendirdiği tümdengelim, ya da çıkarımı, felsefeye uygulayarak bilirnde kazanılan başarıyı orada da yinelerneyi ummuşlardır. Bilim temele aldığı doğru
önermelerden başka bilgileri nasıl çıkarsıyorsa, felsefe de dizgesinin temeline koyacağı apaçık
doğrulardan bilgi üretmeli, yeni doğrular
çıkarsamalıydı. Usçu için böylece elde edilecek, güvenilir bir bilgi yapısı olur; çünkü doğruluğu
kesin önermelerden
tümdengelimle çıkarsanacak
önermelerin doğruluğu yine kesin olacaktır. Apaçık doğru önermeler yalnızca kendilerinden bilgi çıkarsamada kullanılmazlar. Algıdan gelen ve dış dünya
üzerine güvenilmez bir bilişi veren ideleri ve inançları güvenilir duruma sokmaya da yararlar. Usun
bilgi ürettiği, apaçık doğru önermelerden yeni bilgiler çıkarsadığı
anlamında alınırsa, bu apaçık doğruları usun nereden ürettiği, nereden bulduğu sorusu doğacaktır. Descartes bu soruyu, apaçık
doğruların doğuştan ideler, doğuştan düşünceler olduklarını öne sürerek yanıtlar. Bu önermeler Tan- rı'ca insan anlığına
doğuştan önce yerleştirilmiştir ve insan bunlar anlığında olarak doğar. Ben'in varlığının bilgisi de böyle bir doğuştan bilgidir.
Doğuştan Bilgiler Üzerine Tartışma
17.
yüzyıl usçularına bu konuda sorulan soruların
başında, nasıl olup da küçük çocukların, anlıklarında taşıdıkları bu temel doğruların
farkında olmadıkları, gelir. Örneğin bir küçük çocuk ateşi de dumanı da tanır; hatta karşısında
gördüğü dumanın ateşten "çıktığını" da söyleyebilir. Oysa küçük çocuklar
hiçbir zaman "Her olayın bir nedeni vardır" gibi filozofça genellemeler yapmazlar. Böyle bir önermenin farkında
bile değillerdir. "Dumana ateş neden olur" önermesinin "Her olayın bir nedeni vardır"
apaçık doğru önermesinden çıkarsandığını öne süren usçu bunu nasıl
açıklayacaktır? Usçunun yanıtı, doğuştan düşüncelerin başlangıçta bilinç
altında kaldıkları, bunların "uyur" ya da "örtük" durumda olduklarıdır.
Küçük çocukların bildikleri bu temel doğruların farkında olmamaları
bundandır. Doğuştan ideleri bilince çıkaran, onları uyaran, algıdır. Doğadaki nedensel ilişkileri
gözlemledikçe, her olayın bir nedeni olduğu düşüncesi anlığımızda giderek daha belirginleşir.
Gerçekte algının kendisinde, örneğin, ateş ile duman arasında bir ilişki
görünmez. Algıda görünen, bu ikisinin birarada- lığıdır. Ateş ile dumanın nedensel olarak ilişkili
olduğunu anlık kavrar. Her olayın bir nedeni olduğu temel doğruluğuna
dayanarak, birarada
algılanan bu olayların bir neden ve bir etki olduklarını saptar. Algının
eksinliği doğuştan bilgiler ve usça, işte bu yolla giderilir.
Doğuştan düşünceler savını ilk eleştİren filozoflardan biri Gassendi'dir.
Ancak, ilk kapsamlı ve etkili eleştirel uslamlamalar, Descartes'dan derinine etkitenmiş ve yine usçu
sayılabilecek bir filozof olan Malebranche'dan (1638-1715) gelmiştir. Bu düşünürün
doğuştan düşüncelere karşı çıkışının nedeni Gassendi gibi deneye önem vermesi değildi. Tersine, Malebranche Descartes'ın
felsefesini Platoncu
bir yorumla öznel usçuluktan nesnel bir usçuluğa dönüştürmüştür. Onun amacı, insanın
herşeyi Tanrı'da gördüğünü ka-
nıtlamaktır. Apaçık doğruların her insanda aynı olmasının nedeni, her insanın
Tanrı'daki aynı doğruyu görüyor olmasıdır. Çinliier'in Avrupalılar'la aynı
matematiği geliştirmiş olmaları bundandır. Ayrıca, Tanrı'nın her insanın
aniığına kimi
temel doğrular koyması yerine, öncelikle kendi anlığındaki bu doğruları insaniara gösteriyor olması daha ekonomiktir. Bütün ideier, düşünceler
Tanrısal anlıktadır. İdeler, Tanrı ve insan tİnleri dışında bir varlık bilinemez. Özellikle fiziksel bir dış dünya
gerçekte varsa
bile, bilinebilir değildir. Çünkü insan bu dünyayı hiçbir zaman aigıiamaz.
Algıladığı, Tanrı anlı^ındaki idelerden başka bir şey değildir.
Descartes'ınkine göre çok daha bağnaz ve Orta Çağ yaklaşımiarına yakın bulunabi- iecek bu feisefeyi kurarken, Maiebranche, büyük etki yapan pek çok yeni düşünce de ortaya atmış ve güçlü usiamiamaiar geliştirmiştir.
İdelerin gerçek variıklar olduklarını saptarlıktan sonra bunların dış
dünyadan geiemeyeceklerini
ve insan aniığında yaratıla- mayacakiarını kanıtlamaya çalışır. Sonra da ideierin insan anlığında doğuştan bulunamayacağını gösterıneyi
amaçlayan usiamlama-
lar kurar. Malebranche, uslamiamalarından birinde, eğer anlıkta
doğuştan düşünceler varsa bunların sonsuz sayıda olmaları gerekeceğini vurgular. Örneğin,
aniığın düşünebiieceği değişik geometri biçimleri sonsuzken, üçgen gibi bir tek biçimi de değişik boyut ve açılarla sonsuz ayrİ biçimlerde
düşünebiliyoruz. Sonsuzluk içinde sonsuz sayıda doğuştan düşünce onaylanamaz.
Locke ve Doğuştan Bilgi
Doğuştan düşünceler savının
onayianması deneyciliği olanaksız bırakacaktır. Bu nedenle deneyeiliğin kurucusu olan Locke, felsefesine
bu savı yadsımakia başlar. Onun karşı çıktıklarının başında, kimi ide ya da düşüncelerin insaniarda evrensel, yani genel
olarak benimsenmiş olmalarının bu düşüncelerin doğuştan olduk- iarını
gösterdiği görüşü gelir. Kimi düşüncelerin her insanda bu-
lunmasının bunların doğuştan
olmalarına kanıt sayılarnayacağını vurgular. Söz konusu evrensellik başka nedenlere de bağlanabilir.
Kaldı ki evrensel olduğu öne
sürülen pek çok düşünce gerçekte
böyle değildir. Örneğin evrensel sayılan "özdeşlik" ya da "Tanrı"
gibi ideler üzerinde genel bir görüş birliği bulunarnaz. Ahlak kuralları ise toplumuna ve zamanına göre
değişiklik gösterir. Çocuklar, eğitilmemiş kişiler ya da vahşiler apaçık doğrulardan bütünüyle habersizdir. Eğer bu düşüncelerin
anlıkta bilinç dışı olarak da bulunabilecekleri söylenecek olursa, bunların
doğuştan olup olmadıklarını saptamak olanaksızlaştırılrnış
olacaktır. Evet, doğrulu, ğundan kuşku duyrnadığırnız kimi önerrneler
vardır. Ancak bunların
doğuştan olduklarını ileri sürmek ve onları Tanrısal kaynağa bağlamak, dogrnacılığa yolaçrnaktır: Bunun sonucunda bu öner- ınelere bir dokunulrnazlık,
bir sorgulanrnazlık
verilmiş olur.
Oysa, kimse "Var olan vardır" ya da "Aynı nesne aynı zamanda değişik yerlerde bulunarnaz" gibi önennelerden yeni bilgiler çıkarsayarna-
rnıştır. Yeni
bilgi deneyden gelir ve bunun en iyi kanıtı Newton'un çalışrnalarıdır,
der.
Bu eleştiriyi yaparken Locke'un doğru
varsaydığı iki sav bulunmaktadır. Bu savları
görelim: Düşünceler ya da ideler için "kaynağı anlıkta olmak" dile getirişinden iki değişik anlam çıkarı- lablir: Ya kaynağın
doğuşta anlık içeriğinde bulunan bir önerrne olduğu, ya da eldeki düşüncenin doğru olduğunun deneye gerek olmadan, salt anlık yetileriyle bulunabilrnesi.
Locke'un varsaydığı ilk sav, Descartes ve Skolastiklerin kaynağı anlıkta olan bilgi ya da düşünceden,
önceki yorumu anladıkları, yani bilgilerin doğuşta anlıkta
bulunan kimi düşüncelerden
geldiği, ya da, çıkarsandığını
öne sürdükleridir. Locke'un yaptığı ikinci varsayım ise, anlığı içine ideler ve düşünceleri alan, onları orada tutan bir ortam, bir çeşit "kap" olarak değerlendirrnektir.
Ona göre Descartes ve Skolastikler, doğuşta, deney öncesi
düşüncelerin anlık içinde, tıpkı bir kap
içindeymiş gibi durduklarını ileri sürmektedirler.
Locke kendinden önceki bu filozoflarla ilgili olarak her
iki varsayımda da haklıdır. Ancak, ilginç olan, Locke'un da, bu varsayımiara almaşık yorumlar olabileceğini görmemesi, kendinin de anlığı ve doğuştanlığı aynen eskiler gibi kavramasıdır.
Dolayısıyla tıpkı Descartes gibi Loc- ke da, anlığı, işlevi ideleri taşımak ve içinde tutmak için, bu ideleri karşılaştırıp
birleştirmek ötesinde bir etkinliği olmayan bir ortam biçiminde görür. Anlık ideleri temelde ne yaratabilir ne
de değiştirebilir. Ancak onları yeniden örgütler.
Leibniz'in Önselliği Savonusu
Leibniz (1646-1716) Locke'a karşı usçuluğu savunurken, kimi idelerin kaynağının
anlıkta olması görüşünü, bu iki varsayımı değiştirerek onaylanabilir duruma getirmeye çalışmıştır.
Böylece, deneyci
ve usçuların birlikte beniınseyebilecekleri bir ortak nokta bulmayı amaçlar. Leibniz'e göre
"kaynağı anlıkta" olmak anlık içinde kimi doğuştan düşüncelerin bulundurulması
değil, bilgi değerindeki kimi önermelcrin
doğruluklarının deneye başvurmak gerekmeden, anlığın kendi yetilerince bulunabilir olmasıdır. Locke'a uyarak bilginin deneyle başladığı ve doğuşta anlığın
boş olduğu da onaylanabilir.
Ancak anlık içerikleri deney kökenli olsa da, anlığın kendisi bunun dışında
tutulmalıdır; çünkü o, deney öncesidir. Aniı- ğın doğasına gelince, bunu Locke'un varsayımından
farklı yorumlayarak yine deneyci savı onaylamak olanaklıdır. Doğuşta anlık deneycilerin öne sürdükleri gibi boştur; henüz ide olarak bir içeriğe sahip değildir. Ancak anlık edilgen bir ideler kabı değil kendi derinliği ve yetileri olan bir ortamdır, anlık
ideler üzerinde etkindir. Onun yetileri evrenin ussal düzeni
doğrultusunda işler ve deney girdilerini bu düzen doğrultusunda ussallaştırır. Aynı yetiler kimi önermelerin
doğru olduğunu deneye başvurmak gereği olmadan saptamaya olanak verir. Kant'ın kategorilerini ve sentetik a
priori kavramını hazırlayan bu düşünceler,
usçuluğun Descartes
'ta- ki daha katı yorumundan Kanı aşamasındaki yumuşak yorumuna doğru
geliştirilmesinde önemli bir katkı yapmıştır.
Töz Sorunu
18.
yüzyıl felsefesin..: Descartes'tan kalan
en önemli sorunlardan biri de onun töz üzerine açtığı tartışmadır.
Varlık konusunu kesin
bir ikincilikle yorumlayan De;;cartes'ın, böylece birbirinden tam olarak bağımsız
yaptığı varlık türlerinin karşılıklı nedensel etkileşimde bulunduklarını
söylemesi, kendisini
izleyen usçularca bir tutarsızlık olarak görülmüştür. İki varlık türü birbirinden tam olarak bağımsıısa birbirini nedensel olarak da
etkileyememelidir. Çünkü, demiştir 17. yüzyıl usçu fılozofu, neden ile etkisinin bir ortak yanı olmalıdır. Ona göre, hiçbir ortak yanı olmayan iki olay arasında nedensel ilişki de düşünülemez.
Ayrıca etkileşirncilik Descartes'ın kendi benimsediği fizik bilimiyle de tutarsızdır.
Çünkü bu bilime göre fiziksel evrendeki devim niceliği
değişmezdir. Aynı devim niceliği dizge içinde mekanik etkileşimlerle nesneden nesneye aktanlmaktadır. Oysa, anlık ile gövde arasında bir nedensel etkileşimi onaylamak, mekanik etkiler yerine
anlıksal etkilerle başlayan gövde devimlerini de gündeme getireceğinden, fiziksel evrendeki devinim niceliğini
artıracaktır. Bu her iki karşı çıkış da, Hum e 'un nedenselliği çözümlemesinden sonra geçerliğini
yitirmiştir. Oysa 17. yüzyılda bu eleştiriler Descartes'ın etkileşirnci ikiciliğini tutarsız
gösteriyordu. Usçular arasında, töz sorununda Des- cartes'a karşı en köktenci tutumu savunan filozof Spinoza olmuştur.
Spinoza
Spinoza (1632-1677) ikiciliği
yadsımıştır. Bu amaçla şöyle bir uslamlama kullanır: Eğer Descartes kendi verdiği töz
tanımını
tutarlı olarak irdeleseydi tözün birden çok
olamayacağını görürdü. Töz, Descartes'in tanımında, kendi başına ve başka herşeyden
bağımsız olarak varolandır. Spinoza'ya göre de bu bir apaçık doğrudur ve kabul edilmesi zorunlu olan
bir tanımdır. Ancak bu tanım Descartes'ın düşündüklerinden farklı sonuçlar
içermektedir. Çünkü töz saltık anlamda bağımsızca sonsuz olmalıdır. Sonlu olan hiçbir şeyin
saltık anlamda bağımsız
olmasına olanak
yoktur. Sonlu olmak, sınırlı olmak olduğuna göre, sınırlı olan her şey nasıl sınırın ötesinde kalana bağımlıysa, sonlu olan da kendi dışında kalana bağımlıdır. Bu bağımlılık, en azından,
dışında kalanın kendi yerini almaması veya sonsuz olmaması anlamındadır. Demek ki tözün tanımladığı
gibi olması için,
sınırsız ve sonsuz
olması gerekir. Ancak eğer töz sonsuzsa bir tek töz var olabilir. Eğer birden çok töz olsaydı
bunlar
birbirlerini sınırlarıardı ve hiçbiri de ne sonsuz ne de bağımsız
olamazdı. Töz, tek ve sonsuzsa varlığının nedeni de kendi kendinden başka bir şey olamaz. Çünkü bir nedeni olsaydı,
varlığı için ona bağımlı olmuş olurdu. Spinoza şu sonuca varıyor: Eğer
töz bağımsız, sonsuz ve kendi kendine varolan ise, töz aynı zamanda hem doğa hem de Tanrı'dır; bunlarla özdeştir. Bu da demektir ki Tanrı ile Doğa da özdeştir.
Görülen, bilinen herşey bu bir tek tözün değişik
yansıları, kiplikleridir.
Descartes hem fiziksel evreni tinsel olandan ayırırken, hem de bunların
Tanrı'dan geldiklerini söylerken, yanılmıştır. Ne tin ne de doğa Tanrı'dan gelmez; bunlar Tanrı ile özdeştir.
Böylece Descartes'ın yaradancılığı, Spinoza için Bruno'nunkine benzer bir tümtanrıcılık olarak değişir. Desear- tes fiziksel tözün
özniteliğini uzam, tinsel tözünkini ise düşünce olarak belirlerken, Spinoza'nın
görüşüne göre, bu özellikler tek tözün sonsuz özniteliklerinden bizce anlaşılır olan yalnızca ikisidir. Nerede uzam varsa,
orada aynı tözün başka bir niteliği olan düşünce de vardır. Nesneler ve tinler olarak
bildiklerimiz tözün kipliklerinden başka bir şey değildir.
Bu kurarn bağlamında insanı açıklamak Spinoza için sorun değildir. İnsan
Descartes'ın sandığı gibi bileşik bir yaratık değildir. O, tözün bir kipliği olarak, öbür
öznitelikleri yanısıra, uzam ve düşünceye de sahiptir. Dolayısıyla, iki ayrı tözün bileşimi sözkonusu
olmadığına göre, etkileşim de sözkonusu değildir. Anlık da, gövde de, aynı şeyin
değişik görünümleridir. Spinoza'nın bu tümtanrıcılı- ğı büyük bir tepki görmüş, kendisi tanrıtanımazlıkla
suçlanarak Yahudilik'ten
çıkarılmıştır. Aynı yıllarda (1663) Katolik kilisesi de Descartes'ın
yapıtlarını yasak
kitaplar listesine almıştı. Bu yine de daha henüz yeni rahip olmuş
Malebranche'ın 1664'te Descartes'ın yapıtiarına rastlayıp birkaç yıl kendini bunları incelemeye vermesini önleyememiştir. Sonunda, Modern Çağ usçuluğunu
Hıristiyanlık ile bağdaştırmak çabasındaki Malebranche'ın yapıtları da Kili- se'nin çıkardığı yasak listesine girmiştir.
Malebranche, Descartes' ın etkisi altında,
özdeksel bir dış dünyanın
varlığını yadsımaz. Descartes'a göre özdeksel cisimler devimi yoktan başlatamaz. Mekanik yasalarla kendilerine geçen devimi yine aynı yasalara göre başka cisimlere aktarırlar.
Başka bir deyişle cisimler, başka cisimlerin devinmesine, onlara çarparak neden olabilirken, saltık anlamda etkin varlıklar
sayılamazlar. Maleb- ranche bu düşünceyi tutarlılığını bozmadan, daha uç bir noktaya götürür. Ona göre özdeksel cisimler saltık anlamda edilgindir. Devimi, çarparak, başka cisimlere aktarmaları da sözkonusu olamaz. Üstelik
yalnızca özdeksel/fiziksel töz değil, aynı zamanda tinler de edilgindir. Evrendeki tek etkin varlık Tanrı'dır.
Bundan ötürü de nesneleri devindiren, yalnızca
Tanrısal istençtir. Tanrı evrendeki tüm değişimi tek başına yönlendirirken belirli bir ekonomi amacıyla kimi yasalar koymuştur. Evreni devindirişini
düzenlemek için koyduğu bu yasalara bağlı kalması için bir zorunluk bulunmaması-
na karşın, bunlara kendi de uyar ve onları tek başına uygular. Nedense! ilişki içindeymiş gibi görünen iki nesne sözkonusu olduğunda,
gerçekte bunlardan
biri öbürünün devimine neden olmaz, yalnızca, Tanrı'nın kendi koyduğu yasalar uyarınca onun bu ikinci nesneyi
devindirmesine "vesile" olur; buna ortam hazırlar.
İkincinin devimine
neden olmuş gibi görünen nesne, gerçekte yalnızca bir "araneden"dir. Devimin gerçek nedeni Tanrı'dır.
Bu durum anlık ile gövde arasında
gözlemlendiği öne sürülen nedensel ilişki için de geçerlidir. Gerçekte ne anlık gövdede ne de gövde anlıkta bir etki oluşturamaz. Hem gövde hem anlık, etki yapıyormuş gibi göründükleri yerlerde birer
"araneden"den başka bir şey
değildirler. Eğer anlık, gövdesinde oluşan devimin gerçek nedeni olsaydı, bu devimi nasıl
oluşturduğunu bitirdi. Oysa, insanlar, yaptıkları eylemleri nasıl gerçekleştirdiklerini bilmek bir yana, bu eylemleri, çoğu kez kendiliğinden, otomatik bir biçimde yaparlar. Demek ki, belirli bir eylemde bulunmayı istemek, o eylemin ortaya çıkmasına "vesile" olmaktan öte bir etkinlik taşımaz. Eylemin gerçek nedeni, etkinliğini kendi yasalarına göre
düzenleyen Tanrı'dır. Buna benzer olarak nesneler de Tanrı'nın anlığı etkilemesine "araneden" olurlar.
Geulinex
Malebranche'ın bu açıklamasına "aranedencilik" denmiştir. Aranedenci açıklama, onun genel felsefe dizgesinin bir
parçası, doğal sonucudur. Ancak Malebranche gövde-anlık ilişkisine uygulanışı
açısından aranedenciliği kurarken Geulinex'ten (1624-1669) önemli ölçüde etkilenmiştir. "Bir şeyi yapabilmek için önce onun nasıl
yapılabildiğini bilmek gerekir" ilkesini Geulinex ortaya atmış ve gövde ile antığın
gerçekte birbirlerini
etkilemediklerini, etkinin Tanrı'dan geldiğini, bu ilkeden ilk olarak çıkarsamıştır.
İki saat düşünelim, der. Bunlardan biri zamanı
gösterirken, öbürü de akrep ve
yelkovanı sökülmüş olarak, yalnızca saat başlarında gong çalsın. Bu iki saate bakarak birinin gong
çalmasına öbürünün neden olduğu düşünülebilir. Çünkü bu durumda da, nedensel ilişkilerde bulunduğu
öne sürülen bütün düzenlilik vardır. Oysa gerçekte, bu iki saat birbiri üzerinde etkili olmak yerine, önden,
eleştirilerek kurulmuştur. Geulinex'e göre anlık ve gövde, tıpkı bu saatler gibi Tan- rı'nın baştan
koyduğu ve sonra
kendisinin de uyduğu yasalara göre değişim geçirirler. Anlıksal olaylar ancak başka anlıksal olaylara neden olabilir. Tanrı istencimizi özgür
bırakmıştır. Fakat O, istencimizin nasıl yöneleceğini önden bilir. Tanrı, bu bilgiyle olayiann meydana geliş sırasını belirli yasalara bağlamıştır.
İşte bu yasalara
uyarak gelişen olaylar, saat örneğinde olduğu gibi gövde ile anlık arasında bir nedensel etkileşim
varmış izlenimini bırakırlar. Ancak Geulinex, bu "olayların
yasalar uyarınca
gelişiminden" Tann'nın anlıksal ve özdeksel evrenleri önden kurup, yasalara göre işlemelerini kendilerine bıraktığını kastetmez. Ona göre, Tanrı etkin olarak olayları bu yasalara göre
geliştirir. Olayları yasalara göre o sıralar; yani gerçek neden yine O'dur. Geulinex'teki Tanrısal yasalar, daha çok anlıksal ve fiziksel dünyalardaki
olayların koşut biçimde zaman içinde sıralanışiarını düzenler. Malebranche'dakiler ise, bu bağlamda,
Tanrı'nın aranedenlerin
ortaya çıkışıyla etkin bir biçimde neden oluşunu düzenler. Yani Geulinex'taki yasalar, tözlerin
alanları içinde ve birbirleriyle koşut olayları düzenlerken Maleb- ranche'ınkiler
tözler arası etkileşimleri düzenler. Her iki düşünüre göre de, Tanrı yasaları koymak yanısıra
olayları etkin biçimde onlara uydurur. Etkin neden O'dur.
Aranedeneilik bir tür koşutçuluktur. Koşutçuluk, tözler
arasında etkileşim olmadığını ve olayların her töz alanında,
öbürüne koşut olarak geliştiğini öne süren kuramdır. Leibriiz, Geulinex 'ın saat örneğinden esinlenerek aranedenci olmayan
bir koşutçuluk geliştirir; Tanrı 'yı anlık-Gövde eşleşmelerine
doğrudan karı ştır-
maz. Ona göre, anlık ve gövde, doğaları
gereği varlık ve devimieri koşut bir biçimde sürdürürler. Tanrı
başlangıçtan, onların doğalarını uyumlu olarak yaratmıştır. Anlık ile gövde
arasındaki koşutluk bu önden kurulmuş uyum nedeniyledir, iki töz bu uyumu sürdürerek Tanrı'nın istencini yerine
getirmektedirler.
Öznel idealist Eğilimler
Foucher (1644-1696) koşutçuluğun her biçimine karşı
çıkmıştır. Tanrı'yı bir felsefe ilkesi, bir açıklama aracı olarak kullanmayı
yanlış bulur. Descartes'ın
kurduğu ikicilik
ve gözlemlenen anlık-gövde etkileşimi birarada tutarsız ilkelerdir. Ancak, çağdaşlarının iki töz arasındaki
etkileşimi "varmış gibi görünüyor" olarak açıklamalarını, derin bir yanılgı olarak yorumlar. Sorunu yaratan tutarsızlığı gidermek için yapılması gereken, ikici görüşten vazgeçilmesi,
bunun içinse
fiziksel/özdeksel tözün yadsınmasıdır. Töz iki değil, tektir ve bu da anlıktır. Uzam nesnelerin özniteliği
değildir. Leibniz
bunu öne sürerken haklıdır; ancak fiziksel nesne kavramını
düşünce dizgesinden
bütünüyle çıkarınamakla önemli bir yanılgıya düşmektedir. Foucher Descartes dizgesini
temele alarak bu dizgedeki fiziksel/özdeksel tözü yadsımakla geriye varlık olarak yalnızca anlık ve onun içeriklerini
bırakmaktadır. Bu 18. yüzyılda Berkeley'in dizgeleştireceği öznel idealizm yönünde modern düşüncede
atılan ilk önemli adımdır.
Berkeley'in idealizmine esin kaynağı olan bir başka 17. yüzyıl ayrımı etkinlik-edilginlik arasındakidir. Descartes'ta tözlerin karşılıklı bağımsızlığını temeliendiren uzam-düşünce
nitelikleri, giderek yerlerini etkinlik açısından değerlendirmelere bırakmıştır.
Cudworth (1617-1688) fiziksel nesneleri, devimi kendiliklerinden başlatmamalarından ötürü "edilgin", tin ya da anlığı ise "etkin" olarak niteler. Ona göre tek etkinlik odağı tindir. Malebranche
etkinliği sıradan tİnlerden de alarak Tanrısal tinde toplar. Uzarnın özdeğe bir öznitelik
olduğu öğretisi de Foucher ve Leibniz gibi başka düşünürlerce de eleştirilmiştir.
Ancak,
Berkeley'deki öznel idealizmi hazırlayanlar arasında bulunan Henry More (16ı 4-ı 687) uzamı bütün
tözlerin, yani töz olmanın bir özniteliği yapar. tini ya da anlığı özdekten
ayıran, ona göre de, tinin etkin oluşudur. Özde-
ğin devinime başlaması, onu bir tinin devindirmesine bağlıdır. Ancak tinin bir nesneyi
devindirebilmesi, onun nesnenin bulunduğu yerde bulunabilmesine bağlıdır. Bu ise, tinin de uzayda yeralması, yani uzamı olmasını gerektirir. Tinler nesnelerin içine girerek onları hem devindirir, hem de onları
oluşturan parçacıkları (monadları) birarada tutarlar. Bu görüşlerin
mantıksal sonucu
olarak, More, rnekanizınİ yadsımıştır. Mekanİst açıklama, kimi nesnelerde devinimin kendiliğinden başlamasanı ve yerçekimi
olayını açıklaya- maz. Bu konuları yine de rnekanizrole açıklamaya çalışmak, tinin ve dolayısıyla
Tanrı'nın yetisini
elinden almak olup, More'a göre, tanrıtanımazlığa yol açar. Bu düşünür, mekanizme karşı çıkışı ve devinimi tinsel odaklara bağlayışıyla Leibniz'i de hazırlayanlar
arasındadır.
Leibniz
Leibniz (1646-1 7ı6) felsefesi içinde
rnekanizınİ yıkmıştır. Ancak, onunki Ortaçağ açıklamalarına bir geri dönüş de değildir.
Yaptığı, mekanizm
ile erekseki açıklama arasında bir tür uzlaşım, bir kurgusal bireşim denemesidir. Bu kurgusal dizgeyi
kurarken, pek çok yeni ve özgün düşünceler üretmiş, kendinden sonraki felsefe üzerinde etkili olmuştur. Leibniz, mekanizme karşı, bu yaklaşımın
açıklayamadığı olgunun gözleminden yola çıkar. ikici töz kuramı için
de temel sorunu oluşturan bu gözlem, eylem ile ilgilidir. Eylem fiziksel gövdenin devime geçmesi
olduğuna göre, bunun nedeninin ne olduğu, etkileşirncilik ve koşutçu
görüşler ara-
sındaki tartışmayı başlatmıştı. Ancak eylemin nedeni ister tinsel
etkinlik, ister Tanrı ya da ister önden kurulu bir işleyiş uyumu olsun, kesin olan. mekanik bir açıklamayı kabul etmediğidir. Birinin kolu kendiliğinden
kalktığı ölçüde eylem sayılabilir. Kol ona bir şey çarptığı için devime geçtiğinde ise, bunu zaten eylem saymayız. Leibniz şöyle der: Descartes'taki rnekanizmin gerektirdiği ve fiziksel evren içindeki toplam devinim niceliğinin
korunması ilkesi açıkça
yanlıştır. Çünkü, pek çok cisim devinimi başka cisimlere aktarmadan duraganlığa
geçtiği gibi, başka bir cismin çarpması gerekmeden devime geçen pek çok cisim de gözlemlenebilir.
Mekanizmin açıklayamadığı ve açıklanması gereken de bu olgudur. Le- ibniz,
bu amaçla devime temel olacak bir ilke varsayar. Bu öyle bir temel olarak düşünülmektedir
ki, cisimler
devimi yitirdiklerinde bunu yitirmeyecekler, yeniden devime başlarken ise bu temelden ötürü
başlayacaklardır. Leibniz, bu temeli, cisimlerin devime geçme ve -eğer devim içindelerse- devimi sürdürme
eğilimi olarak tanımlar. Bu eğilime verdiği
ad ise "güç"tür.
Güç, her varlıkta, her tözde bulunur. Dolayısıyla, der Leibniz, tözün
özniteliği Desear- tes'ın öne
sürdüğü gibi uzam
değil güçtür. Güç yalnızca bir töze özgü değil, her töze özgüdür;
töz olmanın özniteliğidir. Cisimlerin varlığı uzama dayanmaz; tam tersine uzarnın varlığı cisimlerin var olmasına
bağlıdır. Bir cisim
olmadan uzam sözkonusu olamaz; oysa cisimler olmadan da güç vardır. Demek ki uzam, bağımsız olmak bir yana, başkalarına indirgenebilir bir niteliktir.
Güç, evrenin mekanik bir işleyişe benzer bir biçimde devinmesinin temeli ve nedenidir. Eğer güç diye bir şey olmasaydı,
cisimler ya da tözler olmazdı.
Leibniz, bu fiziğiyle devingen bir evren öngörmüş olur: Benimsediği
görüş "enerjetizm"
adıyla tanınır. Buna göre, Descartes'taki toplam devinimin evrende aynı kalması ilkesi, yerini evrendeki toplam gücün ya da enerjinin değişmemesi ilkesine bırakmaktadır. Bu açıdan, fizik biliminde sonraki gelişme-
terin Descartes'ı değil, Leibniz'ı
doğruladığı da
belirtilmelidir. Ancak Leibniz, fiziğini bu gözlemler ve açıklamalar
çerçevesinde bırakmamakta, onu kurgusal bir metafizik dizge üzerine oturtmaktadır. Şimdi bu dizgeye bir göz atalım.
Leibniz, parçalara ayrılabilen, ya da çözümlenip
başka bir- şeye indirgenebilen şeylerin felsefede ilke olamayacağını
öne sürer. Uzam, işte bu anlamda bir bileşik
kavramdır; giderek küçülen
parçalara ayrılabilir. Dolayısıyla da temel bir felsefe ilkesi durumunda değildir. Temele konacak gerçek bir felsefe ilkesinin tam bir yalınlık
taşıması, hiçbir anlamda bileşiklik içermemesi gerekir. Öte yandan, her varlığın temel niteliği
"güç" olmak gerektiğine göre, Leibniz açıklayıcı ilkeyi "yalın güç
odağı" kavramında bulur. Evrendeki her varlığın böyle bölünmez güç
odaklarından oluştuğunu ortaya atarak bu odaklara Bruno'nun felsefesinde bulduğu "mo- nad" adını verir. Ona göre, evrendeki her nesne gerçekte bir güçler
bileşimi, biraradalığıdır. Güç odakları ya da monadlar sayıca sonsuz olup, her biri bir töz olarak, görünen
varlıkları meydana getirmek için biraraya gelirler.
Leibniz'in bu töz çokçuluğu bir tinselci atomculuk biçimini alır. Monadlar nesneleri oluşturan birer atom, birer birim niteliğindedir; ancak bilinen nedenlerle, onlamı uzama sahip olması düşünülemez.
Monadlar
fiziksel değil, metafizik noktalar olarak kav- ranmalıdır; Onların boyutu yoktur ve dolayısıyla da özdek dışıdırlar. Monadlar hiç değişmez yokedilemezler: Onlar tinsel güç odaklarıdır.
Manadların başlıca iki yetileri vardır. Bunlardan ilki etkinliktir. Etkinlik, monadlardaki, devimi başlatabitme
gücüdür. İkinci yeti ise, tasarımlamadır. Monadlar birbirlerini etkileyemez; ancak her biri tüm evreni, yani bütün öbür
monadları tasarımlar. Bu aynı zamanda manadları biraraya getiren, onların bağlantasını kuran ilkedir. Her monad evreni aynı açıklıkta
tasarımlayamaz, aynı ölçüde etkinliğe de sahip değildir. Dolayısıyla bu tözler, yeLilerinin
güçlülük derecesine göre bir hiyerarşi
sıralanması içindedir. Bu anlamda en yüksek monad Tanrı'dır. Onun altında, başka insan mo- nadları olmak üzere, sonsuz sayıda monad saralanır. En aşağı mo- nadlar, örneğin taşlar bile yaşayan
tözlerdir; ancak bu aşağı tözlerin tasarımları bulanık, etkinlikleri de çok düşüktür. Onlar koma durumundaymış gibi yaşarlar. Bu hiyerarşi
çerçevesinde hiçbir monad bir başkasına bütünüyle benzer değildir, olamaz. Çünkü tam anlamda eş olan iki varlık, bir, yani özdeştir. Bu nedenle bir ormandaki bütün
yaprakları karşılaştırsak, her birinin bir öbüründen ayrılan nitelikleri olduğunu görürüz. Monadların sıralanışı tam bir süreklilik
gösterir. Yüksekten aşağı doğru, monadlar, en ince ayrımiara dayanan bir biçimde
sıralanmıştır. Leibniz'in bu süreklilik ilkesine göre doğada hiçbir atlama sözkonusu
değildir. Monad-
lar, hiçbir zaman özdeş olmamaları yanısıra, birbirlerinden çok küçük farklarla ayrılırlar.
Ayrılıklar, bir
derece ayrılığıdır. Dolayısıyla evren, bir çokluk içinde birlik evrenidir.
Leibniz monadların tasarımlama yetisini bir dış algı olarak değil, kendi içinde kapalı bir düşüncede bulundurma olarak anlar. Dolayısıyla evrenin bütün bilgisi anlıktadır;
tasarımlama açık ve seçikleştikçe, örtük ya da uyur durumda olan bilgiler bilinçli duruma geçer. Ona göre
"monadların pencereleri yoktur". Birbirleriyle etkileşime giremezler. Bundan ötürü de tin ile gövde
arasındaki "etkileşim", tıpkı Geulinex'in saat örneğinde olduğu gibi, yalnızca bir görünüştür.
Gerçekte durum, önden kurulmuş bir uyumdan başka bir şey değidir.
Daha Leibniz'de bile ön plana geçmeye
başlayan kurgusal düşünce, ondan bir yüzyıl sonra, Alman felsefesinin en
belirgin niteliği olacaktır.
( 1986)
Tasararncı Gerçekçilik ve Eleştirisi
John Locke, algı kuramını ve onun ardındaki
varlıkbilimi, hemen hemen olduğu gibi Descartes'tan almıştır.
Algılayan kişiden bağımsız bir fiziksel dış dünyanın
varolduğunu ve algının, bu dış dünyaca insan anlığında
oluşturulan tasarımlar olduğunu öne sürer. Dış dünyanın neden olduğu bu tasarımlar dış
dünyayı en az bir
ölçüde, olduğu gibi yansıtırlar. Yani algı içeriği, fiziksel nesnelere benzer. Kısacası Locke'un kuramı tıpkı
Descartes'ınki gibi, bir tasanıncı gerçekçiliktir. Usçuluğun kaynaklarına değinirken,
Descartes'ın aynı kuramla kuşkuculuk arasında ne gibi bir seçime zorlandığı görülmüştü.
Kuşkuculuğun güçlü uslamlamaları, "eğer bir dış dünya varsa, bunun deneysel bilgisi olanaksızdır"
sonucuna götürür. Bundan ötürü Descartes bilgiyi usla temellendirmiştir.
Locke ise, deneyciliği, bir genel felsefe yaklaşımı olarak ortaya atan ve felsefeyi
bu doğrultuda kurmayı amaçlayan bir düşünürdür. Bu nedenle Locke'un çözmesi gereken bir güçlük,
deneyeiliğin temel ilkesi olan "bütün bilgi deneyden kaynaklanır" düşüncesi ile yukanki kuşkucu sonucun karşıtlığı
olmuştur. Çünkü bu iki önerme birarada doğru iseler, bilgi diye bir şeyden söz edilemez; yani bilgi olanaksızdır.
Üç büyük deneyci fizolof, bu karşıtlığı, birbirinden önemli ölçüde
değişik yöntemlerle gidermeye çalışmışlardır. "Bütün bilgi deneyden kaynaklanır"
ilkesinden hiçbiri
vazgeçemeyeceğine göre, onların yöntemleri kuşkucu vargıyı değişik biçimlerde yadsımak ya da sınırlamak
olmuştur. Locke,
bunu, özellikle Gassen- di 'de vurguianmış olarak bulduğu birincil ve ikincil nitelikler
ara-
sındaki ayrımdan yararlanarak yapmaya çalışır: Birincil nitelikler nesnelerin gerçek nitelikleridir. İkinci! nitelikler ise "görünüştedir". Dolayısıyla kuşkucu uslamlama sonunculara uygulanabilirken, öncekileri etkilememelidir. Locke, böyle bir savunmaya olanak sağlamak için birincil ve ikincil nitelikleri
deneysel bir ölçüte göre ayırt etmeye çalışır. Algının yanılgıları ve algı içeriğinin
değişen durumlara
göre sürekli değişimi yalnızca renk, ses, koku, tat ve dokunum için
geçerlidir, der. Biçim, girilmezlik, devim gibi nitelikler ise bilimsel yöntemlerle nesnel olarak ölçülebilir. Bunlar, aynı değişim ve yanılgılara
açık değildir. Gerçeklikte ikincil nitelikler diye bir şey yoktur. Renkli ve sesli algılar dünyası bizim dış dünyadan
etkileniş biçimimizden başka bir şey değildir. Dolayısıyla da bütünüyle öznel,
yani insan anlığına
özgüdür.
Bu ayrıma göre, kuşkuculuğun vargısını ikincil niteliklerin algısına
uygulanmış olarak bütünüyle onaylarken, bütün bilginin deneyden kaynaklandığını
birincil
niteliklere dayanarak öne sürmek olanağı doğmaktadır. Kuşkuyu, bilgiye zaten temel yapılmayan ikincil niteliklerle ilgili
olarak haklı çıkarmak ve bunun yanısı- ra deneysel bilgiyi güvenilir ve nesnel olan birincil
niteliklerin algısıyla temellendirmek. İşte Locke'un tutmuş olduğu yol budur. Bu yol her ne kadar
Bayle ve Newton gibi, o günün bilim adamlarınca
benimsenmişse de kimi filozoflarca ağır bir biçimde
eleştirilmiştir. Birincil ve ikincil nitelikler arasında geçerli bir ayrım bulunduğu
savını eleştirenler önce Bayle ve Leibniz, sonra da Berke- ley olmuştur.
Bayle (1647-1706) 17. yüzyılda yeniden güçlenen
kuşkucu akımın en önde gelen ve ilerici temsilcisidir. Montaigne kuşkuculuğunu benimseyerek bununla insan anlığının ussal bilgiye ulaşamayacağını
saptadıktan sonra gerçek bilginin ancak Tanrı'ya inanmak ve ona sığınınakla elde edilebileceğini
öne süren Avranches
piskoposu Huet (1630-1721) Pyrrhonculuk'u din hizmetinde kulla-
nıyordu. Ne deneyin ne de usun güvenilir bilgi veremeyeceğini
ortaya koyan uslamlamaları
ustalıkla uygulamaktaydı. Çağdaşı İngiliz Joseph Glanvill (1636-1680) ise kuşkuculuğu nedensellik düşüncesine uygulayarak Malebranche'ınkine
benzer sonuçlara varmıştı.
Görünüşte Heut'nin
yolunu izleyen Bayle ise, küçük vurgu farklarıyla,
kuşkucu programı dinsel inançların ve Tanrı düşüncesinin ussallıktan uzak olduğunu göstermek için kullanır. Bu düşüncelerini yaydığı ünlü Sözlük'ü çok etkili olmuş, Fransız ve Alman aydınlanmasını
hazırlayan etmenler arasında önemli
bir yer tutmuştur. Bayle bu yapıtında,
çağının bütün büyük felsefe ve bilim dizgelerini kuşkuculuk açısından eleştirir.
Eleştirilerini yönelttikleri çağdaşları arasında Malebranche, Leibniz, Newton ve Locke da vardır. Descartes ve Locke'a karşı, Malebranche ile birlikte, bir fiziksel dış dünyanın varlığının kanıtlanamayacağını
öne sürer. Des-
cartes bu kanıtı Tanrı'nın iyi niyetiyle, Locke ise "tersinin ussal olmayacağı"
gerekçesiyle vermişlerdir. Bunların gerçek ya da güvenilir tanıdamalar olmadığını vurgulayan Malebranche ve Bayle,
Foucher ile de birlikte, Berkeley ve Hume'un bilgiyi kuşkuya karşı savunma yöntemlerini
hazırlamış olurlar. Öte yandan, metafiziğinde nesnel bir tinselciliğin
yanıbaşında olan
Leibniz, epistemolojide bir fiziksel dış dünyanın varlığıdan hiç
vazgeçmemiştir.
Bayle Sözlük'ünde Leibniz dizgesinin ilk kapsamlı
eleştirisini yapan düşünürdür. Bu eleştiri, Leibniz'in onu yanıtlamasıyla giderek genişlemiştir.
Aralarındaki anlaşmazlık noktaları bir yana, hem Bayle hem de Leibniz, Locke'un birincil
ve ikincil nitelikler arasındaki ayrımı ussal temellere dayandıramadığını,
birbirine tamamlayan gerekçelerle ileri sürerler. Bayle, ikincil nitelik denilen-
lerin kuşkucu uslamlamalara açık olduğu ölçüde birincil niteliklerin de açık olduğunu vurgular. Değişen ışığa
göre renkler de nasıl değişiyorsa,
değişik uzaklık ve açılardan biçim ve uzam da değişiyor olarak gözlemlenir.
Öyle ise, ikincil
niteliklerin öznel oldukları
ölçüde birinciller de öznel
olmalıdır. Dış dünyanın varlığı konusunda kuşku beslemeyen Leibniz, aynı ayrımı tam tersi bir doğrultuda eleştirir. Ayrımın temeli ikincil niteliklerin algılayan
öznenin durumlarına bağımlı oluşları ise, bu doğru olmadığından geçerli bir ayrım da yoktur, der. Çünkü aynı bal sağlıklı bir adama tatlı, hastaya da acı geliyorsa, bu, balı birinden birinin yanlış
algıladığını söylememizi engellemez. Renkleri, ses, koku, tat ve dokunurola- rı düzgülü ve normal durumlara göre "nesnel" olarak sınıflandıra- biliriz. Yapıtlarını l 8. yüzyılın
başlarında yayıniayan Berkeley, bu her iki eleştiriyi birleştirip kullanmaktan başka, ayrıma
karşı bir üçüncü eleştiri
daha geliştirir. Bir nesnenin gerçekte
örneğin biçimi (birinci! nitelik) olup da rengi (ikincil nitelik) olmaması olanaksızdır,
der: Çünkü bunlar birbirlerinden mantıksal olarak ayrılamaz. Herhangi bir renk yayılımını
biçimi de olmadan düşünemeyiz bile... Birincil ve ikincil
nitelikler diye bir ayrımın bulunmadığı konusunda öne sürülen bu gerekçeler tam anlamıyla can alıcı olmasalar bile, Locke'tan sonra hiç kimse kuşkuculuğu bu ayrımla
sınırlamayı rlenememiştir. Bundan ötürü temellendirilemeyen tasa- nıncı gerçeklik de 20. yüzyıla değin etkili bir biçimde savunula- mamıştır.
Tasanıncı gerçekçiliğin böyle uzun bir süre temelleri sağlam bir görüş
sayılamamış olmasının bir nedeni de, Berkeley'in bu görüş ile deneyeiliğin
tutarsız olduğunu göstermesidir. Çünkü, ne algı içeriğinin (Locke'a göre birincil niteliklerin algısının) dış
dünyanın kendisine
benzediği, ne de dış dünyadaki nesne ve birincil niteliklerin anlıktaki idelere, yani algı
içeriklerine neden olduğu deneysel olarak doğrulanabilir veya temellendirilebilir savlar değildir. Berkeley bunu güçlü bir biçimde ortaya serer. Eğer bir önerme bir ilişkinin
varlığını öne sürüyorsa, deneysel olarak temelien- dirilmesi için, ilişkinin aralarında bulunduğu öne
sürülen ögelerin karşılaştırılabilir olmaları gerekir. Oysa ne benzerlik ne de
neden-
sellik ilişkilerinin bu bağlarndaki
ögeleri karşılaştırılabilir değildir. Bir nesnenin idesini o nesnenin kendisiyle karşılaştırmaya,
insan anlığı için, olanak yoktur. Çünkü insan anlığı nesneye onun algısı ya da idesinden bağımsız olarak ulaşamaz.
İnsan, çevresine ilişkin bilişi edinrnede algısının olanaklarıyla sınırlıdır.
Dolayısıyla, bir ideyi nedeni ya da benzeri olduğu söylenen nesneyle karşılaştırmaya kalkıştığırnız her durumda, onu yine başka bir ide ile karşılaştırmaktan başka bir şey yaparnayız.
Nesnenin bir algısını bir başka algıyla
karşılaştırmanın ötesine geçerneyiz. Öyle ise, algı ile dış dünya
arasında, hem bir
nedensellik hem de bir benzerlik bulunduğu savları, deneyeilik açısından temelsizdir ve tutarlı olarak ileri sürülernezler.
Öyle ise, Berkeley'in
göstermiş olduğu gibi, sağduyuya bütün yakınlığına karşın, Descartes ve Locke'un tasarırncı
gerçekçiliğini geçersiz kılan gerek^ler bulunmaktadır.
Bilginin Ögeleri: ideler
Locke'un insandaki kavrayış gücünü
betirnlerken kullandığı en önemli kavram, Descartes'tan aldığı "ide" kavrarnıdır. Bu her iki düşünüre göre, de, anlığın tüm
içeriği idelerden
oluşur. İde, böylece, anlığın yetileri dışında, orada bulunan her içeriği
kapsaclı- ğına göre, yalnız doğrudan salt algı yoluyla edinilen içeriklerle sınırlı
değildir. İde hem salt algı içeriğidir, hem de bugün "kavram" adıyla
andığırnız ve anlığın bellek veya irngelern yetisiyle işlern- den geçirdiği içeriklerdir.
Her türlü inanç, düşünce ve duygutanım da ide kapsamındadır.
Descartes kimi
idelerin anlığa Tanrı'ca konduğunu öne sürerken Locke bunların,
kökence, tümünün deneyden geldiğini savunur. Doğrudan algıladığımız içerikler, aniıkça bellekte saklanır ve sonradan çeşitli
işlemlere konu
olur: Anlığın irngelern gücünün ideleri parçalara ayırmaya ve sonra istediği biçimde (yeni bileşimler olarak) bu parçaları yeniden birleştirme
olanağı vardır. Anlığın
bütün içerikleri ideler olduğuna göre ve bu bilginin de bütünüyle
anlıkla yeralan
bir şey olması dolayısıyla, tüm bilgi idelerden oluşur.
"Deney" dediğimiz, idelerin ve dolayısıyla da bilginin kaynağı,
gerçekte iki ayrı kaynaktan oluşur. Bunlardan biri, yani duyum beş duyu organı yoluyla anlığa dış
dünyada bilişi verir; dış dünyayı konu eden ideleri üretir. İkinci kaynak olan içduyum aniı-
ğın kendi üzerine
dönmesi, kendi
etkinliklerini algılamasıdır. Dolayısıyla bu, anlığın kendi işlemleri, kendi içeriklerini konu eden ideleri üretir. Yalın ide, daha yalın parçalara
bölünemeyen bir idedir. Anlığın deney dışında, yalın ideleri oluşturmak
olanağı yoktur; yalnız, edinmiş
olduğu yalın ideleri istediği gibi yinelemek, karşılaştırmak ve birleştirmek yeteneğine sahiptir. Böylece
üretilen ideler ise bileşik idelerdir. Demek ki, anlığın bütün içerikleri ve bu arada bilgi, yalın idelerden kurulan bileşiklerden
oluşur. Bilginin ögeleri,
yapıtaşları, bütünüyle deneyden kaynaklanır; çünkü anlık yeni yalın ideler uydurmak, imgelemek ya da
bir biçimde üretmek olanağından yoksundur. Anlık yalın idelerin oluşumunda
edilgendir. Çünkü bu idelere dış dünyadaki nesneler ve nitelikleri neden
olurlar. Anlığın etkinliği, yalın ideleri karşılaştırıp birleştirme aşamasında
sözkonusudur.
Kimi yalın ideler düzenli olarak birarada algılandıklarından
bunlarla oluşturulan
bileşik ideler bu
biraradalığı korur. Anlıktaki ideler içinde nesne ideleri dediklerimiz, bu düzenli olarak hep bira- rada, yani bileşik olarak algılanan,
yalın idelerden kurulu
bileşiklerdir. Locke bilgiyi, idelerin uyum ya da bağlantısının veya uyumsuzluk ya da karşıtlığının
aniıkça kavranması, algılanması olarak tanımlanır. Bu tanıma göre
örneğin sarı ve mavinin özdeş olmadıklarını biliriz: Bu iki ide uyumsuzdur. Öte yandan iki sarı nesnenin özdeş bir renk taşımaktan
dolayı uyumlu olduğunu da söyleriz. İşte bilgi bu uyum ya da uyumsuzlukların
kavranmasıdır. Bilgi için
başka örneklere de göz atalım:
Altın, her zaman sarıdır ve yumuşak bir metaldir. Dolayısıyla, bu ideler birlikte varolmak açısından uyum içindedir. Öte yandan, yine altın ve siyah renk, aynı açıdan uyumsuzdur. Duman ve ateş, yapı ve damı,
aralarında belirli
bir ilişki türünü sürekli korurluklarından uyum içindedirler:
Önceki neden-etki,
sonraki de alt-üst ilişkisidir. Böylece, algıların uyumu ya da uyumsuzluğunun
kavranmasıyla, böyle ilişkilerin bulunup bulunmadığını biliriz.
Bilginin sağlamlık ve güvenirlik
açısından üç derecesi vardır: Sezgisel bilgi bunların en pekinidir ve anlığın iki idenin uyumunu doğrudan ve başka ideler aracılığı olmadan kavramasıdır.
Altının sarı olduğu, beyazın kara olmadığı bu anlamda kavranır. Öte yandan gösterimsel bilgi ise, iki ide arasındaki uyum ya da uyumsuzluğu, araya konan başka idelerin yardımıyla
saptamaktır. Bu bir dolaylı bilgidir. Bu yolla da kesin kanıtlar sağlanabiliyor olmasına
karşın, tam bir açıklık ve seçiklik, tam bir kolay anlaşılırlık
söz konusu değildir.
Gösterimsel bilgide
araya konan idelerin birinden öbürüne geçiş sezgisel anlamda bilgi olmalıdır.
Örneğin, birbiriyle
karşılaştırılamayan a ve c'den hangisinin daha büyük olduğu, b'nin bunlarla karşılaştırılıp
ilişkinin saptanmasıyla gösterilebilir. Eger a > b ve b > c doğrudan ya da
sezgisel olarak kavrana- biliyorsa a > c de aynı kesinlikle, ancak
gösterimsel olarak, kavra- nıyordur. Kesinlik taşımayan ve dolayısıyla tam bir
bilgi niteliği taşımayan duyusal bilgi, bir gerçek dış dünya bulunduğu ve
algının bunu yansıttığı inancı gibi inançları konu eder.
Berkeley ve Hume, Locke'un anlığın
işlevi ve bilginin yapısı üzerine getirdiği bu açıklamayı, büyük ölçüde
benimsemişlerdir. Bu açıklama içinde ikisinin de yadsıdıkları bir nokta, dış
dünyanın varlığı üzerine, kanı değerinde de olsa, bir bilgimiz olduğudur. Onlara
göre bu kanının bilgi sayılması için hiçbir gerekçe yoktur. Görüldüğü gibi,
biri bu kanının yanlış olduğunu öne sürerken, öbürü
bilinemez olduğunu savunmuştur. Locke'un yukanki açıklamalarına Hume 'un getirdiği bu yenilik, ide!eri,
izienimlerden ayırmaktır. Bu yaklaşık olarak kavram-duyum ayrımıdır. Locke'un "ide" adı altında
topladıklarını böylece ikiye ayrılmış olan Hume, izlenimleri deneyin temel verileri olarak düşünür. Ona göre her türlü anlık
içeriği ve bilgi,
izlenimlerle başlar. ideler ise izlenimlerin daha soluk kopyalan olarak onların anlıktaki
etkileridir. Hem
izienimler hem de ideler, yalın, ya da birleşik olabilirler. Yalın izienimler her zaman yalın idelerden önce gelirler. Öte yandan bileşik idelerin her zaman bileşik izlenimlerin kopyalan olmaları zorunlu değildir. Zorunluluk, bir bileşik ideyi oluşturan yalın
idelerin yalın izlenimlerinden gelmesine ilişkindir.
Yaptığı değişikliği böylece Locke dizgesine uyarladıktan sonra, Hume Locke'un açıklamalarını izler. Locke soyutlamayı imgelernden ayrı bir genelleme yetisi olarak görür. Berkeley ise böyle bir genelierne yetisinin olanaksızlığını
vurgulamıştır. Hem Berkeley hem de Hume anlakta lider ideler üzerinde işlem yapma yetileri olarak yalnız imgelem ve bellek'e yer verirler.
Locke'un dış dünyanın yapısı üzerine
açıklamaları Desear- tes'tan esinlenmiştir. İnsanı çevreleyen ve algıya neden olan dış dünya bir gerçek
varlıktır. Fiziksel
ya da özdeksel olan bu varlık cisimlerden oluşur. Cisimler özdeksel tözlerdir. Özdeksel töz tek varlık çeşidi
değildir. Bunun yanısıra tinsel töz de ikinci bir varlık türünü
oluşturur. Cisimlerin
öznitelikleri uzam, girilmezlik, devinim gibilerdir; bunlar Locke'un
"birinci! nitelikler" dedikleriyle çakışır. Tinlerin nitelikleri ise düşünmek ya da kavrayış ve devimi başlatan
istençtir. Locke için düşünmek, Descartes 'tan farklı olarak, tinin bir özniteliği
değil etkinliğidir. Özdeksel tözler, yani cisimler edilgindir. Onlar çeşitli niteliklerin biraradalığıdır.
Locke' un
açıklamaları, tözler konusunda belirgin bir sıkıntıyı
yansılar. Ona göre iki tür varlık
olduğu kuşku götürmez. Bu iki varlık türü deneysel olarak kavranır ve ayrıca da etkileşim
içindedir. Locke
Des- cartes'ın ikici etkileşim kurarnını bütünüyle benimser. Ancak bu açıklanan anlarnda iki tür varlık olarak, fiziksel dünyada nitelikler, tinsel dünyada da ideler ve bunlar üzerindeki etkinlikler ötesinde, herhangi bir şeyin deneyle kavranrnası
sözkonusu değildir. Oysa "töz" derken yalnızca niteliklerin ya da idelerin biraradalığını kas- tetrniyor, algılayarnadığırnız,
ancak nitelikleri
ve de ideleri birara- da tuttuklarına inandığımız kimi gerçekliklerden
sözediyoruz. Algılanır olmadığı halde tözün varolduğunu onaylarnak, deneyeilik içinde tutarlı
değildir. Bunun farkında olan Locke, tözleri adeta isteksizcesine kabul eder. Bu kavram, der, hem
felsefe için eskilere giden bir gelenektir, hem de sağduyunun nitelikler ve idelerin nasıl olup da sürekli birarada bulunabildiklerini açıklayabilrnesi
için, bunları birlikte tutan bir dayanak düşüncesine gereksinimi vardır. Locke sağduyu uğruna deneycilikteki tutarlılığından
sık sık ödün vermiş bir filozoftur. Ona göre dış dünyanın cisimleri parçacıklardan oluşur. Biraraya gelen parçacıklar,
boş uzay içinde mekanik yasalara göre devinir. Boş uzay düşüncesini benirnserken, Desear- tes yerine
Gassendi 'nin görüşünü yeğlernektedir Locke.
Berkeley Locke'unkiyle taban tabana karşıt bir varlıkbilim
geliştirmiş, Hurne ise hem Locke'un hem de Berkeley'in görüşlerinin deneyeilikle tutarsıztıklarını
gideren, ancak kuşku yönünde epey yol alan bir tutum saptamıştır.
Önce, Berkeley ve
Hurne'de töz düşüncesinin ne gibi bir değişim geçirdiğini izleyelirn. Berke- ley, az
ileride daha ayrıntıyla değinilecek olan özdeksizciliği gereği, özdeksel tözü
yadsır, tinsel tözü olduğu gibi korur. Özdeksel tözün
deneysel yönden hiçbir belirgin ya da olumlu yönü bulunmadığını
ve bütünüyle olumsuz yönlerle betirnlenen bir kavram olduğunu vurgular. Dolayısıyla, ona göre üzerine
hiçbir güvenilir bilgirni-
zin bulunmadığı böyle bir kavramın
gerçekliği dile getirdiğini söylemek deneyeilik açısından
geçersiz ve tutarsızdır:
Özdeksel töz yadsınmalıdır. Deneyeilik açısından Berkeley'e burada hak vermemek elde değildir. Ancak aynı
gerekçelerle tinsel tözü niye yadsımadığını anlamak da kolay değildir. Burada Berkeley Locke'unki- ne
benzer bir şey yapmakta, bu kez kuramsal tutarlılık uğruna deneyciliğinin
tutarlılığından ödün vermektedir. Hume'un deneycilikteki tutarlılığı su götürmez. Onun bu yaklaşımı en tutarlı sonucuna, hatta bir çıkmaz noktaya ulaştırdığı
söylenir. Herhangi
bir kavramın deneyeilik açısından onaylanabilirliğini ya da anlam taşıyıp
taşımadığını saptamayı şu sorunun yanıtlanabilir olup olmadığına bağlar: "Bu ide (kavram) hangi
izienimden kaynaklanmaktadır?" Töz kavramı gibi bu soruyu yanıtlayamayan kavramlar deneycilik açısından yadsınmalıdır. Nitekim tözü, her iki varlık bağlamında
da yadsıyan Hume için nesneler, birer ide tutamından, tİnler de belirli bir zaman kesiti içindeki izienim ve idelerin toplamından başka bir şey değildir.
Öznel idealizm
Berkeley neden özdeksel tözü yadsımış, ancak buna karşılık tinsel tözü
korumuştur? Az yukarıda, bunun yanıtı kuramsal tutarlılık ile açıklanmıştı.
Şimdi Berkeley
bilgibiliminin temelindeki bu varlıkbilim kuramını ve bunun nasıl
kaynaklandığını ele alalım. Berkeley öznel idealizmin kurucusudur. Locke ile aynı deneyci noktalardan yola çıkan, Locke'un anlığın yapısı
üzerine verdiği açıklamanın hemen tümünü onaylayan, ancak bu filozofun algı kuramını bütünüyle yanılgılı bulan Berkeley, varlıkbilirnde Locke'un tam karşıtı bir kurama gitmiştir. Nedir "durup dururken" böyle köktenci bir tutuma kaymasının nedeni? Bu nedenler felsefi gereksinimler olarak gösterilebilir mi? Berkeley'in öznel idealizmi kurup benimsernesinin nedeni eleştirel ve bilgibilimseldir: Locke 'un
deneyciliğini benimseyip, onun algı kuramını
yanılgılı bulmasının sonucudur. Locke'taki algı kuramı deneyeilik açısından yetkisiz olan büyük bir aşama yaparak dış dünyanın
bilinebileceğini öne sürüyor ve algının kendi içeriğinde yaptığı bir ayrımla dış nesnelerin görünürdeki ve gerçek niteliklerini belirliyordu.
Berkeley kuşkucu uslamlamaları da kullanarak Locke'un bu savlarının
geçersizliğini saptamaya çalışmıştır. Ne var ki, birincil ve ikincil nitelikler ayrımının ortadan kaldırılması, bu ayrımın Locke felsefesi içinde görüldüğü işlevi de sahipsiz bırakacak,
kuşkuculuğun ortaya attığı deneysel bilginin olanaksızlığı savının
sınırlanabilmesi ümidini yıkacaktı. Bir başka deyişle Berkeley, deneysel bilginin olanak- lılığının
kuşkuculuğa karşı Locke yöntemiyle sağlanamayacağına inandığından, Gassendi ve Descartes'ın
karşıianna çıkan bilgi sorununu derıeycilik içinde başka bir yöntemle çözmek gereğini duymuştur.
"Eğer bir dış dünya varsa bunun bilgisi olanaksızdır"
savının artbileşeninin zorunlu bir doğruluk olmadığını saptamak, yani deneysel bilginin olanaklı
olduğunu saptamanın bir yolu, bir dış dünyanın var olduğunu yadsımaktır. Berkeley, kendi çağında gelişen
bir eğilimin de etkisi altında,
kuşkuculuğun karamsarlığından deneyciliği işte bu yolla kurlarmayı
denemiştir. Etkilendiği eğilim ise, Foucher ve Malebranche'da filizlenmeye başlayan
özdeksizci tutumdur.
Malebranche, dış dünyayı yadsımaz, ancak bilinemeyeceğini öne sürer ve bir anlamda da algıyı
açıklamak için gerekli olmadığını gösterir. Foucher ise daha açık bir biçimde
özdeksel tözü yadsımak noktasına gelir.
Berkeley, Locke 'un algı kuramını
eleştirirken bilinebilecek, kavranabilecek herşeyin algı içeriği ile sınırlı
olduğunu çok iyi anlamıştı. Ne düşünebiliyor, ne bilebiliyorsak, bunu, algı içeriğinde
bulduğumuz malzeme
ile anlığımızda kuruyoruz. Bu anlıkta kurduğumuzun bir dış dünyadan
kaynaklandığı, ya da böyle bir dünyaya benzediği, deneyeilik içinde kanıtlanması olanaksız savlardır.
Bu savlar bilgimize ne bir yenilik katar ne de ondan
bir şey götürür. Öyle ise, eğer bir dış dünya
varsayımı yadsınmakla bilgiden bir şey yitirilmiyorsa, bildiğimizin dışında böyle ikinci bir dünya varsaymak da hiçbir şey
kazandırmıyordur. Bu gereksiz ikilik, bu gereksiz yineleme, bilgi kuramını gereksiz yere karmaşıklaştır-
maktadır. Nesne
dediklerimizi nasıl biliriz? Onları renkler, biçimler, tatlar ve kokulardan oluşan varlıklar olarak biliriz. Bir başka deyişle,
onları bilişimiz açısından nesneler, kimi idelerin sürekli biraradalığından başka bir şey değildir. Bilinenin ötesinde bir şeyler öne sürmek deneyeilik açısından
onaylanamayacağına göre. nesnelerin ide demetlerinden başka bir varlık
taşıdıkları da onaylanamaz. ideler için varolmak algılanmak ya da düşüncede kavram- yar olmaktır. Bunun ötesinde
algılanmayan, düşünülmeyen bir varlıktan sözetmek de çelişiktir. Çünkü, algılanmayan bir varlığı im- geleyemeyiz. Böyle bir şeyi imgelerneye çalıştığımız her durumda onu zaten algılıyor,
düşünüyor olacağız.
Berkeley, Descartes 'tan kalan ikiciliği tam olarak yıkar. Ancak onun felsefesinde de bu
ikicilikten kaynaklanan ve onu yansılayan bir ayrım
sürdürülür. Descartes
için özdeksel varlık devimi başlatamaz, yalnızca iletir. Tinsel varlık ise istenç ile özdektc devim başlatabilir. İşte bu düşünce, Cambridge Platoncuları olarak anılan Cudworth ve Henry More'da
etkinlik-edilginlik nitelikleri ile varlığı ikiye ayırmaya yol açmıştır. Onlar, Descartes'ın iki tözünü bu niteliklcrle belirlerler.
Berkeley ise, artık özdeksel töz diye bir şey bırakmadığına göre, bu ayrımı tinsel tözü iki ulama ayırmada kullanır. Ona göre, ideler ve idelerden oluşan nesneler edilgin- dir. Bunlar hiçbir etkiye neden olamazlar. Etkin varlık tindir. Tin ise ide olmadığı için
algılanmaz. Tinlerin varlığını etkileriyle anlarız. Tin, ideleri algılayan,
düşünen, eyleme
neden olan varlıktır. "Ben"den başka tinlerin varlığı da bu etkiler gözlemlenerek
kavranır. Tanrı yetkin tindir. Onun kanıtı ise, deneyde kavradığımız ve
büyük bir denge, tutarlılık ve güzellik içinde
işleyen evrendir.
Evren
idelerden başka bir şey olmadığına göre, bu idelerin nedeni Tanrı' dır. Malebranche "herşeyi
Tanrı' da algılarız"
derken bunu Tanrı
anlığındaki nesnel
ideleri biz algılarız, anlamında söylüyordu. Berkeley'e göre ise
algıladığımız bizim öznel idelerimizdir, ancak bunlara neden olan
Tanrı'dır. Algı ve deney, Tanrı'nın neden olduğu ideleri duyumlamaktır.
Görüldüğü gibi, Locke'un dış dünyası yerine ''Tanrı"yı koymakla Berkeley
de deneyciliği en az onun ölçüsünde aşan, deneyeilikle tutarsız bir açıklama
veriyor. Peki, Berkeley neden deneycilikte tutarsızlık pahasına
"Tanrı" kavramından bu ölçüde temel bir işievde yararlanmak
gereksinimini duymuştur? Bunu öncelikle onun bir din adamı oluşuna mı bağla-
malıdır? Hayır, Berkeley, bunu tekbenciliği (solipsism) önlemek, algının
tutarlıliğını açıklamak ve nesneleri, varlıkları kalıcı olarak açıklayabilmek
gibi felsefi nedenlerle yapmıştır. Eğer nesneler benim öznel algılarımdan
başka bir şey değilseler, benim şu an algılamadığım nesneler yok olup, ben
onları yeniden algıladığımda yeniden var mı oluyorlar? Nesnelerin algıları
neden hep düzenli öbekler halinde gelir? Algıladığımız bu evren neden bütünüyle
tutarlı ve düzenlidir? Bütün her şey benim öznel idelerimden oluşuyorsa bu
ideleri kendi kendime mi yaratıyorum? Var olan tek şey ben ve idelerim midir?
Berkeley bu sorulara felsefesini sağduyudan uzaklaştıracak yanıtlar vermeyi,
Tanrı kavramını kullanarak önlemiştir.
Tanrı 'nın deneyci bir bilgilim açısından
tutarlı olarak onay- lanamayacak bir kavram olduğu açıktır. Hume da bunu böyle
görmüştür. Evet, deneyeilik açısından dış dünyanın varolduğunu bilmek
olanaksızdır. Ne var ki, Tanrı'nın varlığını bilmek ve onun algıya neden
olduğunu öne sürmek de en az bu ölçüde olanak dışıdır. Deneyeilik açısından
söylemeye yetkili olduğumuz, bu her iki ilkenin de bilinemez olduklarıdır.
Bunlar varsalar bile bilinemezler.
Bu açıdan yine deneycilik, bize örneğin dış
dünyanın var olmadığını öne
sürmeye de olanak
vermiyor. Tutarlı deneyeilik "Bir dış dünya varsa da bilinemez" sonucuna
götürüyorsa, aynı sonuç açısından insan bilgisinin bir dış dünyanın bilgisi olduğu da yadsınmış olur. Oysa, eğer bilginin bir dış dünyanın bilgisi olduğu tutarlı
deneyeiliğin artık kuşkucu uslamlamalardan etkilenmesi için de bir neden kalmamıştır.
Çünkü kuşkucunun deneysel bilgiyi yıkan savı, "dış dünyanın deneysel bilgisi" üzerinedir.
Dolayısıyla, Hume'un, deneysel bilgi üzerindeki kuşkuyu ortadan kaldırdığı, ancak bunu, kuşkuyu dış dünyanın
varlığı üzerine çevirmekle elde ettiği söylenebilir. Dış dünyanın varlığının bilinemezliği, Malebranche'da ortaya çıkan bir düşüncedir; Bayle'de de vardır. Az önce gördüğümüz
gibi Hume bunu
etkili bir biçimde kullanmış, aynı düşünceyi Hume üzerinden Kant da benimsemiştir.
Hume'un bilim ve felsefeye en önemli
katkılarından biri, "neden" kavramını deneyci açıdan ve bir dış dünya
varsayımı yapmadan çözümlemiş
olmasıdır. Ancak, bu
çözümleme içinde yeralan düşüncelerden pek çoğu yeni değildir. Etkili bir dizgesellikle dile getirilişleri ve deneyeilik hizmetinde kullanılışiarı Hume'da olanak bulmuştur. 14. yüzyılda
yaşayan Autrecourt'lu
Nicholas, neden ile etki arasında zorunlu bir ilişkinin söz konusu olamayacağını
vurgulamış, nedenin ortaya çıkmasından sonra etkinin ortaya çıkmasının
yalnızca olası olduğunu, eğer etkinin ortaya çıkmasını bekliyorsak, bunun aynı olayları
geçmişte hep
birlikte gözlemlemiş oluşumuzdan kaynaklandığını ileri sürmüştü. Bu düşüncelerin
Tanrı kanıtlarını geçersiz kıldığını anlayan Kilise, Nicholas' ın kitaplarını
yaktır- mıştı. Bu filozoftan kalan yazılar ancak 19. yüzyılda ortaya çıkarılmış
olduğuna göre, Hume'un kendisinden esinfenmiş olması olası değildir. Hume'a esin kaynağı olan Malebranche'dır.
Ancak Joseph
Glanvilll (1636-1680), 1661'de yayınıladığı bir kitabında deneyin bize neden ile etkisi arasında bir ilişki
gösterrnediğini, neden-etki ilişkisi üzerine bilgimizin, bütünüyle, olayların birarada gözlemlenmesinden ileri geldiğini öne
sürmüştür. Glanvill'e
göre de,
zorunlu anlamda nedensel ilişkiler bilinernez. Malebranche'ın benzer düşüncelere
ulaşmasının deneyeilikle
ilgisi yoktur. O, nesnelerin edilgin oldukları Descartes'çı görüşünü
tutarlı olarak geliştirir ve hiçbir nesnenin, mekanik evrende bile, gerçek anlamda neden olamayacağını ileri sürer. Tek etkin varlık
Tanrı'dır ve
nesnelerin oluşturduğu aranedenleri, gerçek neden olarak O, etkilerine bağlar.
Dolayısıyla Malebranche,
nesneler içinde etkin güçlerin bulunmadığını göster- rnek amacıyla,
gözlernin, nedensel
olarak ilişkili oldukları söylenen iki olay arasında
biraradalık ve sürekli
bağlıtaşırndan başka bir şey vermediğini vurgular. Böyle nesne veya olaylar arasında zorunlu bir ilişkinin
algılanrnadığını belirtir.
Hume bu düşüncelere, kavramları deneyci sınamadan geçiren o ünlü "Bu ide hangi izlenirnden kaynaklanmaktadır?"
sorusu yoluyla gitmiştir. Hurne'un başlıca amacı, neden ile sonuç arasında kimi 17. yüzyıl
rnatefizikçilerinin ileri sürdüklerinin tersine, bir zorunlu ilişki bulunmadığını göstermektedir. Ona göre bilgi, "idelerin ilişkisi" ve "olguya ilişkin" olmak üzere iki türlüdür. Bunlardan önceki, geometri, cebir ve aritmetik doğruluklarının
bilgisidir ve
zo- runluk düzeyinde, tam bir kesinlik taşır. Ancak olgutarla ilgisi yoktur. Olguya ilişkin bilgiyse, tam bir kesinlik taşımaz, zorunlu değildir. Hurne'un bu ayrımı, Kant'ın
sonradan
"analitik" önerrnelerin zorunlu ve dolayısıyla a priori olabileceklerini
savunur. Ona göre olguya ilişkin önerrneler olumsal ve deneyseldir. Bu tür önemıeler ve bu tür bilgi için en tipik örnek, nedenlerin bilgisidir. Hume 'un neden-sonuç
ilişkisinin zorunlu
ve önsel olmadığını göstermesi, deneyciliğin onaylanabilmesi için gerekliydi. Çünkü olgu üzerine önsel bilgiler bulunduğunu onaylarnak, usçuluğu benirnsemektir.
Hume'un deneyci sınaması, neden ile etki arasında zorunlu bir ilişkinin
gözlemlenmediğini ortaya çıkarır: Eğer böyle bir bağlantı olsaydı bunun bir izlenimi olması gerekirdi; oysa bütün gözlemlenen, neden ve etki dediğimiz iki olayın art arda gelmesinden başka bir şey değildir. Bu bir yana, neden ile etkisi arasında zorunlu bir ilişki olamaz: Çünkü üçgen
kavramından, iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğunun çıkarsanabildiği
anlamda, örneğin baruta yaklaşan
ateşin, patlama getireceği bulunamaz. Bu nedense! ilişkiyi hiç algılamamış biri, getireceği
korkunç sonucu
kavrayamadan ateşle baruta yaklaşabilir. Ayrıca, çelişkiye düşmeden, ateşe atılan bir barut torbasının
patlarnarlığını imgeleyebiliriz. Oysa aynı anlamda iç açılarının
toplamı iki dik açıya eşit olmayan bir üçgen imgelemek olanaksızdır,
çünkü burada bir çelişki içeril-
mektedir.
Nedensel ilişki bir bağlantı olarak ne gözlemlenebiliyor
ne de bir
zorunluk ya da önsellik taşımıyorsa, art arda gelen iki olay arasında bir neden-sonuç
bağlantısı bulunduğu yolundaki bilgimiz nereden kaynaklanmaktadır? Hume' a göre bu kaynak yine gözlem, yani deneydir. Deneyde sürekli ve tutarlı olarak art arda, birarada gözlemlediğimiz
olaylaroan
birini gördüğümüzde öbürünün de ortaya çıkmasını bekleriz. Bu beklenti ise,
birarada algılayışın neden olduğu bir alışkanlıktan
dolayıdır. Kaynağı böyle olan bir bilginin mantıksal anlamda kanıtlanması da söz konusu olamayacağına
göre, tam bir
kesinlik taşıdığı da söylenemez. Nedensel bilgi, Hume 'a göre, yalnızca
olasıdır.
Hume'un deneyciliği, bu doğrultuda tam tutarlılıkta
gidilebilecek son nokta, söylenebilecek son söz gibidir. O, kuşkuyu bilgi üzerinden
kaldırarak bilginin
nedeni üzerine yerleştirmiştir. Etkileri büyük olan bu felsefe, bir anlamda 18. yüzyılın deneye dayalı ussal, ancak usçuluk karşıtı
yaklaşımının sınırını çeker. 19. yüzyılın romantik ussallık karşıtı akımları, yapabileceğinin tümünü yap-
mış gibi görünen bu felsefeye karşı bir tepkidir. Oysa Hume'un öğretilerinden kaynaklanan felsefe yaklaşımları bu düşünürün ölümü
üzerinden geçen iki yüzyıl boyunca, varlıklannı, bilimle bağlarını hiç koparınadan ve felsefe tartışmalarının
en ön sıralarında
sürdürmüşlerdir. Öte yandan Hume'un çağdaşı deneyci arayışlar Fransa'da yoğunlaşır. Bu arayışlar, Locke felsefesinden yola çıkıp bunun belirli bir öğretisini vurgulayarak gelişir ve çoğu kez de öz- dekçi ya da özdekçiliğe
yaklaşan sonuçlara varır.
LOCKE VE
BERKELEY'DE DIŞ DÜNYA<•)
(1982)
Locke ve Berkeley'in kuramları, deneyci yaklaşımın iki karşıt uç
noktasını oluşturur. Aralarındaki karşıtlık, çıkış noktalarının ortak olması nedeniyle, felsefi gerçekçilik (realizm) ve idealizmin aynı sorun ve konular üzerindeki
değişik tutumlarını en saydam bir biçimde gösterir. Kaba bir anlatımla, Locke ve Berke- ley'in görüşlerinin
birieşebildiği alanlar bilgi kuramı, yani epistemoloji kapsamında kalırken, epistemolojinin arka planında gördükleri
metafizik yapılar taban tabana karşıttır, diyebiliriz. Bir başka deyişle, bu iki filozof, bilginin bize erişme yolu üzerinde anlaşırlarken,
bu bilginin kaynağını çok
farklı biçimde yorumlamaktadırlar. Locke ve Berkeley, algıyı, bilgi edinmenin tek yolu olarak görmüşlerdir. Bilginin içeriğini algı yoluyla edinilen idelerin oluşturduğu konusunda da düşünce birliği
içindedirler. Ancak bu idele- rio nereden geldiği konusunda apayrı ve çelişik
açıklamalar vermişlerdir. Locke, deneyci epistemolojisine temel olarak deneyciliği fersah fersah aşan gerçekçi ve hatta "fiziksel" anlamında
materyalist bir
ontoloji önerirken, Berkeley deneycilikte tutarlı olmak adına bu gerçekçiliği
yadsımıştır: Eğer bilginin kökeni algı ise, bilgi olarak önerebileceklerimiz yalnız algı
içerikleri olmalıdır. Gerçekçi ontoloji bu içerikterin arkasına, ötesine
ilişkindir. Oysa algı içeriğinden
bağımsız olarak
bunun arkasındakini kavrayamadığımıza göre, bu içeriğin
kökeninin hangi
niteliklere sahip olduğunu da bilemeyiz. Bilgimiz algıyla sınırlı
ise, algıya neden olanı hiçbir za-
(•) Bu yazıyı okuyarak düzeltmeler
öneren Zeynep
Davran ve Engin Akarlı'ya teşekkür borç!uyum.
man bilemeyiz. Az sonra bu tutarlı deneycilikten ontolojiye kaymasının, Berkeley'i nerelere götürdüğünü
izleyeceğiz. Deneycilikte tutarlı olmak açısından Berkeley'den hiç de aşağı kalmayan Hu- me'un bu varılan sonuçlardan aldığı ders, ontoloji alanında susmayı
öğrenmek olmuştur.
Önce Locke'taki dış dünya
kavramına göz atalım. Bu konuda ilk sorulabilecek soru, Locke epistemolojisi açısından dış
dünyanın varlığına ne gibi bir gerek bulunduğudur. Bu gereğin birkaç nedeni vardır:
a)
Birinci nedenin, Locke'un deneyciliğinin
sağduyuya bağımlılığında bulunduğu gösterilebilir. Locke sağduyuya öyle
bağlıdır ki, pek çok yerde, kuramı sıradan
kişinin sezgisine
ters düştüğü an, kuramsal tutarlılığından bile ödün vermeye hazırdır.
Sağduyunun doğal eğilimi,
algıyı bizden bağımsız somut nesnelere açılan bir pencere olarak görmek ve hatta algı içeriği ile algının nesnesi arasında ayrım bile yapmamaktır. Locke bu eğilimi
kuramında önemli ölçüde korumuş ve algı içeriğinde hep aynı kalan ide tutamlarının
bileşimlerinin dış dünyanın somut nesnelerinin simgeleri, görüntüleri olduklarını ileri sürmüştür. Tabii, bu ileri sürüş, kendisine Descartes 'tan miras kalan görüntü ve gerçek
ayrımını, yani algı içeriği ve bu içeriğin kendilerine ilişkin olduğu nesneler arasındaki
ayrımı da içermekte ve bu noktada sağduyunun
ötesine geçmektedir. Ancak bu ayrım, algının yanılabilirliği doğrultusundaki güçlü kuşkucu uslamlamalar karşısında
gerçekçilik açısından zorunlu olmuştur.
b)
Locke'u bir dış dünyanın var olduğu savına
götüren ikinci
neden, algı içeriğinin seyrek durumlar dışında şaşmaz bir tutarlılığa sahip oluşudur. Algı
içeriğini oluşturan ideler yalnızca tutarlı öbekler (yani nesnelerin görüntüleri) oluşturmakla kalmı-
yor, aynı zamanda bu öbekler tam bir kalıcılık
gösteriyor; yani
ideler aynı tutarlılığı sürdürüyor. Belirli bir nesnenin görüntüsünü,
koşullar değişmedikçe, ancak o nesneyi daha önce gördüğüm açıdan görebildiğim gibi, bunu, istediğim yerde istediğim zaman, keyfi olarak görebilmeme de olanak yok. Bu görüntünün
algımda bulunabilmesi
ve başka görüntülerle ilişkisi tam bir düzenlilik
içinde. Öyle ki, bazı koşullar yerine geldiğinde hangi görüntülerin
belireceği de
kolayca kestirilebiliyor. Bu tutarlılığı Locke en doğal biçimde,
bizden bağımsız ve bizi etkileyen bir ilke ile açıklayabilirdi ve bu ilkeyi de sağduyunun
varsaydığı, "bizden
bağımsız somut nesneler" kavramında bulmuştur. Buna göre Locke, algımız
tutarlıdır, çünkü o, varlığını bizim dışımızda belirli yasalara bağlı ve tutarlı olarak sürdüren somut nesnelerin algısıdır, diyebilecek durumdadır.
c)
Bir üçüncü neden olarak, Locke'un, yaşam döneminde
biçimlenmekte olan klasik bilime kendi epistemolojisini temel yapma eğilimi
gösterilebilir. Deneysel bilginin bir bilim oluşturması, onun, üzerinde etkin olunabilecek ve özellikleri
betimlenebilip açıklanabilecek
somut
nesnelerden oluşan ve bizden bağımsız bir dünyaya ait olmasına bağlıdır. Öyle ise Locke açısından, bu somut nesneler, özelliklerini o güne dek fizik biliminin belirlediği cisimlerle çakışmalı ve algının konusu olan dış dünya fizik bilimince betimlenen
cisimler dünyası olmalıydı.
Deneysel bilginin doğa bilimlerine temel yapılması
amacına gölge düşüren, algının yanılabilirliği yönündeki kuşkucu uslamlamaya karşı Locke'un savunma yöntemi, nesnelerin niteliklerini birinci! ve ikinci nitelikler olmak üzere iki türe ayırmak
olmuştur. Böylece Locke algıdaki yanılabilirliği öznel olarak ikincil niteliklere bağlayarak, fiziksel cisimlerin bilirnce
belirlenen nesnel nitelikleri olan birincil niteliklerin dış dünya
hakkındaki bilgimizin
gerçek nesnesi ve güvenilir kaynağı olduğunu ileri sürmüştür.
Şimdi Locke 'un dış dünyayı
nasıl kavradığına bakalım. Locke, her şeyden önce, algı içeriğimizin, en azından belirli bir ölçüde, dış
dünyayı bize olduğu gibi yansıttığını
düşünmüştür. Algı içeriğimizde tutarlı olarak bir arada bulunan ideler, dış dünyadaki nesnelerin niteliklerinin görüntüleridir.
Dış dünya tam göründüğü gibi değildir tabii. Örneğin, renkler, sesler, kokular, tadlar
v.b. türden ikincil niteliklerin bizde oluşan ideleri, nesnelerin gerçekte taşıdıkları
özellikleri göstermezler. Fakat kitle, devinim, biçim, sayı vb. türden birincil niteliklerin ideleri dış dünya cisimlerinin gerçekten sahip oldukları
özellikleri verirler.
Şu halde, algı içeriğimizdeki idelerin (en azından)
bazıları, gerçeklikteki nesnelerin kendilerine benzerler. İşte bu düşünce, yani algı içeriğinin
dış dünyaya benzerliği, Locke'un gerçekçiliğinin önemli bir ilkesidir. Bu gerçekçiliğin bir başka önemli ilkesi ise, algı içeriği ile bunun kaynağı olan dış dünyanın fiziksel nesneleri arasındaki ikinci bir ilişkidir:
Algı, dış dünya hakkındaki bilgi edinme yolumuz ise, doğal olarak çıkarsanacak bir sonuç nesneler ve niteliklerinin algı içeriğimiz
olan ideleri oluşturdukları,
yani onlara
neden olduklarıdır. Öyleyse, Locke'a göre nesneler ve ideleri, yani gerçeklik ve görüntüsü
arasındaki iki ilişki, benzerlik ve neden olmadır. Dış
dünya etkin ve kendini
büyük ölçüde olduğu gibi gösteren bir ilkedir. Ancak bu kadarı gerçekçilik için yeterli olamayacaktır.
Gerçekçiliği asıl belirleyen, dış dünyaya atfettiği bağımsız varlıktır. Algımızın meydana gelmesine neden olan fiziksel
cisimler, bu algı olmadığı zaman da varlıklarını sürdürürler ve var olmaları algıda
görüntü olarak
belirmelerine bağlı değildir. İşte bu algıdan bağımsız varlığa sahip olma özelliği, Locke için algı
içeriğinin tutarlılığını büyük bir güçle açıklayan bir kuramsal ilke olmuştur. Orada gördüğüm ideler tutamı, bir nesnenin neden olduğu ve ona benzeyen görüntüsüdür.
Başka yönlere baktıktan bir süre sonra yeniden ona baktığımda, onu yeniden görmemdeki
tutarlılık, nesnenin,
ben onu algılamadı-
ğırnda da varlığını
sürdürüyor olduğu önermesiyle tatmin edici bir biçimde açıklanmaktadır.
Berkeley'in neden idealizmi seçtiği
düşünüldüğünde, kimi zaman bu fizolofa karşı, felsefi açıdan olumsuz bir tavır
takınılır; aslında bir din adamı olduğu için, Tanrı 'yı kanıtlamak ve önemini vurgulamak uğruna, bir fiziksel dış dünyanın
varlığından vazgeçtiği suçlaması yöneitilir ona. Vardığı
sonuçlarda böyle bir görüşü benimsemesine karşın, Berkeley'in amaç ve çıkış
noktasının, biraz
kaba diye niteleyebileceğimiz bu değerlendirilmesi yanlıştır. Bir filozof olarak, Tanrı 'yı
kanıtlamak uğruna doğru olduğuna inandığı şeyde tahrife yeltenmeyecek bir çapa sahip olan Berkeley, aslında bu soııııca, bir misyoner tavrının gereği
olarak değil, tutarlı bir deneycinin. tutarlı deneysel bilginin olanaklı
olduğunu gösterme çabaları içinde ve tam bir içtenlikle sürüklenmiştir.
Her şeyden önce, tutarlı deneyeiliğin
gerçekçiliği önereme- rnesi gerekir. Bilgi deneysel ise, algıyı aşarak algının kökeni hakkında
konuşma olanağına sahip olamamamız gerekir. Algının ar- dındakini deneysel olarak her ne zaman kavramaya çalışsak yine onun algısına
çarparız. Çünkü nesneler ile olan deneysel ilişkimizde, yapımız gereği, algıyla sınırlıyız.
Öyle ise algının arka planı hakkında
söylenen her şey deneyeilikle tutarsızdır.
Şimdi, bu geçerli
düşüncenin içerdiği, algının kaynağının bilinemez olduğudur; yoksa, dış dünyanın var olmadığı değil.
Demek ki,
Berkeley'i idealizme götüren yol tutarlı deneycilikten geçse bile, bu tutum, yolun ancak yarısını
oluşturmaktadır. Yolun geri kalanını oluşturan felsefi zorunluklar hangileridir?
Algının güvenilirliğine karşı
kuşkucunun geliştirdiği uslamlamaya kısaca değinmiştik. Felsefe tarihinde çok eskilere giden bu uslamlama,
deneysel bilgiye karşı güçlü bir tehdit oluşturmuştur.
Algımız birçok durumda yanılır. Bazen var olmayan şeyleri de gördüğümüz olur. Üstelik algı
içeriğini inceleyerek
bunun yanılgılı ya da serap veya rüya olduğunu anlamamıza .olanak da olmayabilir. Öyle ise, hiçbir algı
içeriğinin tam
olarak güvenilir olduğu söylenemeyecektir. Bu da deneyden elde edilen inançların, felsefi açıdan bilgi sayılamayacağını,
yani, deneyden
bilgi üretilemeyeceğini içermektedir. Kuşkucunun vardığı sonuç, bir dış dünya varsa, bunun güvenilir deneysel bilgisinin olanaksız
olduğudur. Locke'un
bunu nasıl karşılarlığını gördük: Locke, kuşkucu
uslamlamanın ikincil nitelikler için geçerli iken, birincil niteliklerin,
nesnel olmaları sayesinde, bundan etkilenmediklerini ve onların bilgisinin tam güvenilirliğe sahip olduğunu ileri sürmüştür.
Böylece Locke, dış dünyanın
doğru betimlemesinin
birincil niteliklerin idelerince sağlandığını savunmaktadır. İşte Berkeley, birincil ve ikincil
nitelikler arasındaki bu ayrımın sakat olduğunu ve sağlam bir temele dayan- marlığını iddia etmiştir. Bu yönde
geliştirdiği uslarr.lamalara değin- roeyecek ve ne ölçüde haklı olduğunu burada araştırmayacağım.
Bunu yapmak
yerine, iddiasında haklı olduğu kabulünün kendisini nereye itmiş olduğunu
göstermeye çalışacağım.
Eğer birincil ve ikincil nitelikler tutarlı olarak ayırt edilemi- yorlarsa, kuşkucu uslamlama, birincil niteliklerin
bilgisini de, tıpkı ikincilerinki gibi, kapsamına alacak ve dolayısıyla dış
dünyanın deneysel
bilgisinin güvenilirliği bütünüyle kuşku götürecektir. Varılan nokta, kuşkuculuğun
savının kabulü müdür? Eğer bir dış dünya varsa, bunun deneysel bilgisi olanaksız mı görülecektir. Gerçekte Berkeley ne kuşkucu idi, ne de deneycilikten ödün vermeye razı olabilirdi. Öyle ise deneysel bilgiyi olanaklı duruma getirecek hangi işlem gerekiyorsa ona başvurmak Berkeley için zorunluydu. Kuşkucu
uslamlamanın kanıtlama amacında olduğu nokta şudur:
Eğer bir dış dünya varsa deneysel bilgi olanaksızdır.
Berkeley'e göre bu kabul edilmesi gerekecek bir sonuç ola-
cağına göre deneysel bilginin olanaksızlığını
içeren bu öneernenin her zaman doğru olmasını
önlemenin tek yolu
"Bir dış dünya vardır" öneernesini yadsımaktır. Tabii bu yolla, "Deneysel
bilgi olanaklıdır" önermesinin her zaman doğru olduğu
kanıtlanmış olmayacaktır. Ama yine de böylece, bu öneernenin doğru olabilme olanağı (yani olumsallığı)
açık bırakılabilmektedir. Demek ki Berke- ley dış dünyayı, kendi çıkış
noktasının zorlaması sonucu ve deneysel bilgiye açık kapı bırakmak uğruna yadsımaktadır. ^^^bir
deyişle, Berkeley deneyciliğinde, idealizm bir başla!J^Ç:;ı;ıok^ı Yı%'a bir
önkabul değil, tutarlı olarak varılan bir
III
Şimdi, az önce gördüğümüz ve bu
zorunlfe&im^-^^^t ma çerçevesinde, Berkeley'in idealizme taban sağlo
^^OOiJi G
Locke gerçekçiliğindeki dış dünya
kavramını nasıl g^^^^ göz atacağız. Berkeley'in Locke gerçekçeliğine karşı ür^şiımı
güçlü uslamlama, algı içeriği, yani idelerin nesnelere (daha do.ğ.r.uı, su,
onların birincil niteliklerine) benzedikleri savına karşı olanıdır. Deneyeilik
açısından iki şeyin birbirine benzediklerini önerebii- rnek için bunları, en
azından ilkece, karşılaştırabilmek olanaklı olmalıdır. Birbirlerine
benzedikleri önerilen A ve B'den yalnızca A görülebilir ve B görülemez bir
şeyse, A'nın B 'ye benziyor olduğu önermesinin deneysel açıdan doğruluğu
saptanamaz: Yani, böyle bir önerme deneysel açıdan anlamsızdır. Locke'un
verdiği açıklamada ise yapılan aynen budur: Bir idenin belirli bir nesneye
benzediğini önerebiirnek için bu ide ile nesneyi karşılaştırabilmeliyiz.
Halbuki, ideye doğrudan erişebildiğimiz halde nesneye doğrudan, yani ideden
bağımsız olarak, erişemiyoruz. Ne zaman erişmeye çalışsak yapımız ve doğamız
gereği, yine o idede kalıyoruz. Berke- ley bu eleştiriyi canlı bir anlatırola
şöyle dile getiriyor: "İdeler ancak yine idelere benzerler".
Locke'un bu uslamlamaya karşı her-
halde diyecek bir şeyi olamazdı. Gerçekten de kendi içinde tutarlı bir deneycilik, Locke'un önerdiği ve ide-nesne arasındaki
benzerlikten geçen kuramsal açıklamaya izin vermeyecektir.
Berkeley ikinci olarak, nesnelerin idelere neden oldukları
savını eleştirmiştir. Berkeley bunu, aynı tutarlı deneyeilik doğrultusunda, yine güçlü bir biçimde
gerçekleştirebilirdi. Örneğin, benzerliği eleştirdiği biçimde, Berkeley, A ve B gibi iki şey arasında nedensel ilişki
bulunduğunu deneysel
olarak önerebiirnek için bunların her ikisini de birbirinden bağımsız olarak gözlemleyebilmek
gerekeceğini ve bu yerine gelmediğince, A'nın B 'ye neden olduğu
önermesinin doğruluğunun saptanamayacağını aynı etkinlikle bildirebilirdi. Tutarlı d^neycilik, deney (ya da algı)
içeriğinin nedeni
olarak bu içerik dışında bir ilke gösterebilmeye izin veremez. Böyle bir önerinin
doğruluk ya da yanlışlığı
gösterilemez, yani deneysel açıdan anlamsız olurdu. Böyle güçlü bir yol bulunmasına karşın
Berkeley, başka ve felsefi açıdan doyum sağlamaktan uzak bir eleştiriyi
kullanmayı yeğlemiştir. Berkeley'in kendi kuramının içerdiği bir sonuç olarak, nesneler (gerçekte ide tutarnlarından
başka bir şey
olmadıklarından) edilgin ve atıldır. Bundan dolayı da herhangi bir şeye neden olamazlar. Neden olabilecek ilke etkin ve etkili
olan ruhtur. İşte Berkeley bu gerekçeyi kullanarak Locke'un önerisinin kabul edilerneyeceği sonucunu çıkarsıyor. Bu eleştirinin, Locke'u kendi görüşü içinde
çürütmediği ve ancak
Berke- ley'in görüşleri kabul edildikten sonra ilginç olabileceği bellidir. Fakat Berkeley'in kuramını kabul etmek için ise önce Locke'un görüşünün tatmin edici bir biçimde
yadsınabilmesi gerekeceğinden, kullanılan bu uslamlamanın pek ciddiye alınamayacağı söylenebilir. Öyleyse, Berkeley elinde tutarlı
deneyeiliğin gerektirdiği hazır ve güçlü bir yadsıma yolu varken ne diye bu keyfi eleştiriye
başvurmuştur? Yoksa Berkeley'i buna zorlayan etmenler mi bulunmaktaydı?
Bu soruları yanıtlamadan önce Berkeley'in eleştirisini
nasıl sonuçlandırdığını görelim. Çünkü bu noktaya kadarki eleştiriler, her ikisi de kabul edilebilir
olsalar bile, dış dünyayı Locke'un betimlediği biçimiyle yadsımıyor,
yalnızca böyle bir dış dünyanın, gerçekte var olsa bile varlık ve niteliklerinin deneyeilik açısından
bildirilemeyeceğini gösteriyor. Oysa Berkeley' in bilginin olanaklı-
lığını kurtarmak için, algının
ötesinde, ondan bağımsız bir dış dünyanın var olamayacağını
göstermesi gerek.
Onun bu amaçla kullandığı ve dış dünyanın algıdan bağımsız
varlığını yadsıyan uslamlamasını, idealizmi pozitif olarak kanıtlamayı
amaçlayan, daha ünlü 'esse est percipi' uslamlamasıyla
karıştırmamak gerekir. Sonraki uslamlama idealizm açısından yapıcı iken, önceki
gerçekçiliği yıkıcıdır. Yapıcı uslamlama şimdiki amaçlarımız açısından kapsamımız
dışına taşmaktadır; oysa burada ele almıyoruz. Peki dış dünyanın varlığını yadsıyan
yıkıcı uslamlama nedir?
Berkeley "algılanmayan varlık"
kavramı düşünülemez, diyor. Bu bakımdan algılanmayan varlık bir mantıksal
olanaksızlıktır ve dolayısıyla böyle bir şey olamaz, diyor. Bunu nasıl temellendirdiğine
bakalım:
Algılanmayan bir nesne imgelerneye çalışalım, diyor Berke- ley; bunu ne zaman
yapmaya çalışsak ancak kendimizi onu algılıyor olarak imgeleyebiliriz. Demek
ki, algılanmayan bir şeyi imge- lernek olanaksızdır.
Öte yandan, imgelenmesi,
yani düşünülmesi olanaksız hiçbir şeyin var olamayacağı
önermesi de doğrudur. Ama öyle ise, yukarıki iki önermeden,
algılanmayan bir nesnenin var olamayacağı sonucu da doğru olarak çıkarsanacaktır.
Bu ilk bakışta karşı durulmaz gibi gelen uslamlamanın sonucu, neyse ki, zorunlu olarak doğru değildir.
Bunun nedeni çıkarsamanın
geçersizliği değil, algılanmayan bir şeyi imgelemenin olanaksız
olduğu öncülünün yanlışlığındadır. Doğru; herhangi bir şeyi imgeleyebilmek için onu veya onu oluşturan
parçaları önceden al-
gılamış olmak gereklidir; ama bu, önceden
algılanmış bir
nesnenin imgelenmesinin zorunlu olarak kendimizi onu algılıyor olarak imgelememizi gerektirmeyecektir. Çünkü bir nesneyi, eğer onu algılıyor olsak, bize görüneceği
biçimde imgelemek
olanağına sahibiz. Bunu yapmak da kendimizi onu algılıyor olarak imgelem içeriği- ınize
katmamızı gerektirmeyecektir.
Dolayısıyla, o anda algılanmayan bir nesne imgelenebildiğine göre, bunda mantıksal bir olanaksızlık
gösterilebilmiş değildir. Yani sonuç olarak Berkeley, Locke gerçekçiliğindeki dış dünya kavramını
başarıyla yadsıyabilmiş değildir. Ancak Berkeley'in kendisi bu başarısızlığın
farkında değildi; eğer farkında olsaydı, yaptığına devam etmesine gerek kalmamış olurdu.
IV
Şimdi Berkeley açısından dış
dünya tasfiye edilmiş olduğuna göre vereceği idealist açıklamanın ana çizgileri ne olacaktır?
Gerçekçi dış dünya kavramını tasfiye etmek, nesnelerin varlığını ortadan kaldırmak ve algımızın konusu olan dünyayı gerçek
dışına indirgemek değildir, diyor Berkeley. Aslında biz zaten nesneleri ve dünyayı
görmeyiz; gördüğümüz algı içeriğimiz olan idelerdir ve bu idelerin tutarlı
bileşimlerini bazı nesne adları altında topluyoruz. Bu anlamdaki nesnelerin tümünü de dünya olarak yorumluyo- ruz.
"Nesneler vardır", "Dünya vardır" gibi önermeler de anlamsız
değildir. Yalnızca, bunların anlamını doğru saptamalıyız. Herhangi bir nesnenin varolduğunu bildirirken, söylediğimizin
anlamı, bunu
herhangi birinin algılıyor olduğundan öteye geçemez.
Bu haliyle kalsa, deneyci idealizmin epistemoloji önemli bir ekonomi sağlayacağı ve birbirini tekrar eden iki dünya yerine basit, bir tek dünya ile bütün olguyu açıklayabileceği
düşünülebilir. Ancak, Berkeley'in karşısında iki önemli soru daha bulunmaktadır. Bu sorular bir bilgi kuramınca
yanıtlanması zorunlu olan sorular
değildir. Yanıtlar her durumda bilgi sınırlarını
aşarak onun arka planı hakkında olacak, yani metafizik yanıtlar
olacaktır. Ama aynı yanıtlar,
eğer verilebilirse,
bilgi kuramma metafizik açıdan önemli açıklama boyutları getireceklerdir. Söz konusu ettiğimiz
soruların ilki, algının, seyrek durumlar dışında niçin
şaşmaz bir tutarlık gösterdiğidir.
Anıınsanacağı gibi Locke'un dış dünya kavramını öne sürüşünün temel nedenlerinden biri bu
soruya yanıt sağlayabilmek olmuştur. Ama eğer bu soruyu Berkeley'in kuramı da yanıtlayacaksa, dış dünyayı tasfiye ettiğinden,
aynı açıklama gücüne sahip başka bir ilke öne sürmesi gerekecektir.
İkinci soru ise Berkeley'in kendi açıklamasından
doğmaktadır: Berkeley, dış dünyayı tasfiye ederken, nesnelerin varlığını zorunlu olarak algılanıyor
olmalarına bağlamıştı. Bu böyle ise, soru- labilecek en doğal soru bir nesnenin hiç kimse tarafından
algılanmadığında varlığının son bulup bulmayacağı ve yeniden algılanmaya başlandığında yeniden varlığa dönüyor
olarak görülüp görülemeyeceğidir.
Örneğin, önümdeki siyah kutucuğun içindeki pırlanta yüzük, kutuyu kapayınca, kimse tarafından
algılanmadığı ve bunun yanısıra Berkeley'in kuramı gereğince algıdan bağımsız var olamayacağına
göre, yok olup, kutuyu
sonraki her açışımda yeniden varlığa mı dönüyor? Berkeley bu sağduyuya çok aykırı sonucu kabul etmemiştir. Bu nedenle de nesnelerin varlıklarının
sürekliliğini sağlayacak bir ilkeye gereksinim duymuş oluşunu doğal karşılamak gerekir.
Berkeley, her iki sorunun yanıtında da açıklayıcı ilke olarak Tanrı 'yı
kullanmıştır. Nesnelerin varlıkları süreklidir, çünkü Tanrı onları hiçkimse
algılamadığı zamanlarda da sürekli olarak algılamaktadır. Algının içeriği hemen şaşmaz bir tutarlılık
gösterir, çünkü algı kendi kendine meydana gelen bir olgu değil, Tanrı'nın neden olduğu bir olaydır.
Görüldüğü gibi, Berkeley, deneyciliği her ne kadar tutarlı
olarak yürütmüşse de adımını ontolojiye attığı anda deneycilikten en az Locke
kadar uzaklaşmakta ve dış dünya varsayımı yerine, ondan daha keyfi olan Tanrı
varsayımını koymaktadır. Yine görüldüğü gibi, Tanrı'yı, ilke olarak tıpkı dış dünya gibi algımızdan bağımsız bir varlığa sahip ve onun nedeni olarak yorumlamaktadır.
Öyle ki, sonuçta bu iki ilke arasında
bırakılan tek fark,
biri algıya benziyor iken öbürünün böyle bir benzerliği olmamasıdır. Artık Berkeley'in algıların nedeni konusunda Locke'u yadsırken
tutarlı bir
deneyeinin kullanacağı uslamlamayı görmezlikten gelişini açıklayabiliriz:
Böylece yapmaya çalıştığı,
algının nedeni
olarak Tanrı kavramına açık kapı bırakmaktı.
Son olarak şunu soralım: Berkeley, Tann kavramını
kullanmadan
deneycilikte gerçekçiliği yadsıyan tutarlı bir görüş geliştirebilir miydi? Bunu, kendisini, vardığı sonuca sürüklemiş olan ilk adımı atmamış
olması koşuluyla gerçekleştirebilirdi.
1)
Berkeley yalnızca gerçekçiliği geçersiz ilan edip bırakabilirdi. Oysa o, dış dünyanın bilinemez olduğunu
söylemekle yetinmemiş, onun varlığını yadsıma yolunu tutmuştur. Bu yadsıma,
varlığı algıya bağımlı kılmış ve buna bağlı olarak sürekliliği
sağlamak için de Tanrı kavramını
gerektirrniştir. Ama diye sorulabilir, dış dünyayı yadsımak, Berkeley açısından her şeyden önce
kuşkucuya karşı bilgiyi korumak için gerekli olmamış mıdır? Buna karşılık biz de şunu soralım:
"Eğer bir dış dünya varsa, bilgi olanaksızdır"
önermesi hangi
yorumunda güçlüdür? Yanıt açık olsa gerek: "Eğer bir dış dünya varsa onun bilgisi olanaksızdır"
anlamında. Üstelik ikinci önerme birinciyi içermemektedir bile. Kuşkucunun uslamlamasının mantıksal olarak içerdiği sonuç
gerçekte birinci değil ikinci önermedir. Ama durum böyle ise, "Eğer bir dış dünya varsa bunun bilgisi olanaksızdır"
önermesinin doğruluğunu kabul edip, bilgiyi dış dünyanın bilgisi olarak yorumlamadan, onu
kendi içinde tutarlı bir zihin içeriği dizgesi olarak gösterebilmek
olanağı da bulunmaktadır.
Dolayısıyla, Berkeley'in izlemiş olduğu yolun kendi açısından bilginin olanaklılığını koruyabilmenin tek yolu olmadığı belirtilmelidir.
2)
Berkeley bilgiye temel olarak bir ontolojik açıklama getirmeyi reddederek idelerin nedenlerinin
bilinemez olduğunu önerebilirdi.
Görüldüğü gibi, yukanki her iki noktadaki
tutumu da Ber- keley'in adımlarını ontoloji alanına kaydırmaktadır.
Oysa bunlar, ilginç konular olmaları bir yana, bir bilgi kuramının
açıklamak zorunda olmadığı
noktalardır. Dahası, bunlar Berkeley'in Locke'u eleştirirken benimsediği tutarlı
deneyeiliğin açıklamayı zaten reddetmesi gereken konulardır. İşte Berkeley'in deneyeilik adına başlattığı
eleştirilerin onu nerelere götürdüğünü iyi değerlendiren Hume, bilginin (yani algının)
kaynağı konusunda
kuşkuculuk ardına sığınarak çok daha tutarlı bir deneyeilik sunabilmiştir. Ama bunu belirtmek, Hume 'un tutarlı
deneyciliğinin en geçerli ya da doğru açıklamayı sağlayabildiğini iddia etmek olmadığı gibi, tutarlı
deneyeiliğin zorunlu olarak Hume'un görüşünü içereceğini savunmak da değildir.
HUME, NEDENSELLİK,
TiKELLİK VE TEKİLCİLİK
(1992)
Nedensellik, zaman içinde varlığı birbirine bağlayan
şeydir. Evrenin
neresinde olursa olsun, düşünülebilecek her zaman diliminde bir fiziksel zorunluluk olarak,
belli bir değişim süreci yer alır. Değişim, bir niteliğin ortadan kalkıp yerine bir başkasının gelmesi, yani bir nitelik-oluşumudur.
Buysa
nedenlerden kaynaklanır; her olayın, her nitelik-oluşumunun,
bir nedeni vardır.(!) Bu söyleneni kuvvetli bir anlamda yorumlamak
gerek. Meydana gelen her değişimin, her olayın herhangi bir nedeni bulunduğunu öne
sürerek, evrenin durumunu
yeterince doğru bir biçimde açıklamış olamayız. Çünkü olup bitenlerin çok büyük bir bölümünün, onlarla bağlılaşım
içinde olan, belli türden nedenleri var. Evrenin düzenli bir yer olmasının
başlıca gerekçelerinden biri olan bu son ilke, Hu- me'un da saptadığı gibi, benzer nedenlerin evrenin
her yerinde benzer etkiler oluşturmalarıdır.
Hume'un felsefeye yaptığı belki de en ünlü katkı, ortaya attığı,
nedenselliğe ilişkin açıklamalarıdır. Bu filozofun amacının özellikle neden kavramımlZI
açıklamak olduğunu ve de onun bu
1) Burada dile getirdiğim şey, '"nedensellik ilkesi" adıyla
andığımız temel yasadan başkası değil. İlkeye göre hiç yoktan, ya da nedensiz
olarak, hiçbir olay meydana gelemez; böyle bir değişimin ortaya çıkmasından
"sorumlu" olan bir başka değişim gerçekleşmiş olmalıdır. Nedensellik
ilkesinin varlığın sakınımı ilkesiyle yakın bir ilişkisi olduğunu anımsayalım.
Hiçbir şey tümüyle yoktan varolmaz ve varolan hiçbir şey de tümüyle yokluğa
dönü- şemezse, yeni bir niteliğin ortaya çıkıp, önceden varolan bir başkasının
ortadan kalkması olana değişimin de, her zaman ve her yerde bir nedeni ve de
bir etkisi olması gerekecektir.
açıklamayı nedensel ilişkilerin deneysel bilincine dayandırmaya
çalıştığını biliyoruz.
Kuşkusuz, Hume'un neden kavramımızın deneysel terndierine ilişkin olarak öne sürdükleri,
nedensel bağlantıların
varlıkbilimsel koşullarını da ilgilendiiiyor. Bunun ölçüsünü, yani Hume'un neyi neye ilişkin olarak öne sürdüğünü,
açıklıkla kavramaya
çalışmalıyız. Burada onun nedensellik kuramının kimi belli başlı yönlerini
kısaca özetleyip tartışmak istiyorum. Ancak bu amaçla önce, Hume bilgibiliminin payandasını
oluşturan algı ve anlık felsefesinin temel ilkelerini gözden geçirmek gerekiyor.
Hume modern felsefede duyu-deneyi ve kavram arasındaki
ayrımı açıklıkla saptamış olan ilk düşünürdür. Bu ikisini "izlenimler" ve "ideler" söz.:ükleriyle
karşılıyor. Burada
Hume'un düşüncelerini aktarırken, duyu-deneylerini ben de "izlenim" sözcüğüyle dile getireceğim.
Öte yandan,
filozofun "ide" diye andığı şeylere ben "kavram" diyeceğim. Hume tüm bilginin izienimlerden kaynaklandığını
öne sürmüştür. Ona göre, izienimler deneyimizin içeriğini oluşturuyor. Edindiğimiz her izienim için zihnimiz bir de kavram üretir. Kavramlar, daha canlı olan izlenimlerin soluk kopyalarıdır. Hem izienimler hem de kavramlar yalın ya da bileşik olabilirler. Bileşik olanlar ögelerine
ayrılabilirken, yalın olanların ayrılabilecekleri ögeleri yoktur. Bunlar epistemik
temelleri oluşturuyor. Hume'a göre her yalın kavram yalın bir izlenirnden kaynaklanır; bir şeyin yalın izlenimi, her durumda, onun kavramından önce gelir. Bileşik kavramlar yalın olan ögelerden
oluşurlar. Bu yalın ögelerse,
daha önce
duyurnladığımız yalın izlenimlerin kopyalarıdır. Genellikle, bileşik kavramlar bileşik izienimlerden türetilir. Ancak bu her zaman böyle olmak gereğinde
değildir.
Hume izlenimleri iki türe
ayırmıştır. Locke'u
izleyerek bunları duyu izlenimleri (dışsal deney) ve düşün izlenimleri (içsel deney) olarak saptar.(2) Duyu
izlenimlerinin anlığımızda, bilinme-
2) İngilizce'deki "impressions of sensation" ve "impressions of reflecıion".
yen nedenlerin etkileri olarak varlığa geldiklerini söyler. Düşün
izlenimleri ise, Hume'un görüşüne göre, büyük ölçüde kavramlardan
kaynaklanırlar. Önce, duyu organlarımızın etkilenimleriyle oluşan kimi
izienimler edinir, örneğin sıcağı, soğuğu, susuzluğu ya da açlığı, bir hazzı ya
da bir tür acıyı tadarız. Anlığımız böyle bir izlenimin, o izienim kesildikten
sonra da sürecek olan ve kavram diye adlandırdığımız, bir kopyasını yapar.
Böylesi bir haz ya da acı kavramı, anlığımızı etkileyince, istek, tiksinti,
umut ya da korku gibi, kimi yeni izlenimlerin oluşmasına neden olacaktır. İşte
bu son türden olanlar, duyu organlarından değil de, anlığın kendi içeriklerini
gözlemleyişinden kaynaklanan şeylerdir; dolayısıyla bunlar duyu izlenimi değil,
düşün izlenimleridir. Tabii düşün izlenimleri de, anlıkta, yine bellek ve
imgelem tarafından kopyalanacak ve onlardan da kavramlar türetilecektir. Daha
sonra, belki bunlar da yeni izlenimlere ve dolayısıyla yeni idekre gebe olacaktır.
Hume'a göre, oluşturduğumuz kavramlar üzerinde etkin olan iki anlıksal yetimiz
var: bellek ve imgelem. Sonrakinin ürettiği kavramlar öncekininkilerden daha
soluktur. Bellek, kavramları anlığın onları oluşturduğu zamanki düzenlerini
bozmadan saklı- yar. İmgelemse bu düzeni istediğimiz gibi değiştirebilmemize
olanak veren yeteneğimiz. Ancak, diye ekliyor Hume, imgelemimiz bütünüyle
rastlantısal olarak çalışmaz; o da kurgusu içinde kimi ilkelere uyar. Kurgu
yaparken kavramları hep düzenli çiftler biçiminde sıralı olarak çağrıştırırız.
Betimlediğimiz bu şema, Hume için çok
tutarlı bir deneyci bilgibilim olanağı sağlıyor. Bu filozof, hemen her
kavramımıza ilişkin olarak, onun hangi izienimlerden kaynaklandığını sorar.
Kuramı açısından, izienimlerden kaynaklanmayan kavramlar deneysel temelden
yoksun bulunacak, yani meşru olmayacaktır. İmgelem ürünleri olarak, böylesi
düşüncelerin nesnel karşılıktan yoksun oldukları öne sürülebilecektir. Hume
'un nedensellik kavramı-
na ilişkin olarak yaptığı şey de, bu anlamdaki bir deneysel meşruiyet hesabı vermektedir.(3)
Artık nedenselliğin tartışmasına dönebiliriz.<4>
Hume, nedense! yargılarımııda anlığımızın duyu-deneylerimizin ötesine aştığını
gözlemliyor. Şu anlamda: Nedensel yargılarımız deneylerimiz hakkında değil; bizim dışımızdaki
olguları ilgilendiriyor.
Anlığımız belli bir şeyin varlığını, oluşumunu, ya da etkinliğini gözlemler gözlemlemez, zaman içinde onu izleyen, ya da ondan önce gelen başka bir şeyin
düşüncesine atlıyor. Bunu yaparken de, neden ve etki olarak belirlediği kimi olayları çok
sıkı bir bağlantı
içindeymişler gibi varsayıyor. Anlığımız, sanki dünyadaki tüm olayları, tüm
nitelik-oluşumlarını böylece bağlantılı olarak kavramaya belirlenmiş gibi. Bu "güdünün"
kökenini anlaşılır kılmaya çalışan Hume, bağlantılıymış gibi kavranan şeylerin deneysel açıdan nasıl ayırt edilebileceklerini saptamayı
amaçlıyor. Nedensel
olarak ilişki içindeki olayların iki belirgin deneysel özelliği var. Bunlar, neden ve etkinin
uzayda birbirine değiyor olmaları (conti- guity) ve etkinin zaman içinde nedeni izlemesi (succession). Nerede bir nedensel ilişki varsa, orada Hume'un belirlediği bu iki özellik de gözlemleniyor.<S>
Buraraya kadar anlatılanları bir örnekle
açıklayalım. Bir istekanın bilardo topuna vurarak onu devindirdiğini düşünelim: Böyle durumlarda istekanın
vuruşunun devinime neden olduğunu söylüyoruz. Burada, istekanın ucu topa değmiş ve topun devinimi istekanınkinden
sonra gerçekleşmiştir.
Bu iki özelliğin nedensellik için zorunlu koşul oluşturup
oluşturmadığını bu-
3) Buraya kadarki özet,
özellikle Hume
(1969), s.49-57'ye dayanıyor.
4) Hume'un nedenselliğe
ilişkin görüşlerinin özeti, Hume (1969)'un I. kitap, bölüm 3'teki 2, 14 ve 15'inci kesimlere
dayanıyor.
5) Gözlemlediğimiz dünyada durum büyük bir çoğunlukla
böyle. Ancak söz konusu bu özelliklerin nedensellik için zorunlu beliniler olduklarını
öne sürmek, hemen aşağıda da değineceğim gibi, burada açmak istemediğim oldukça tartışmalı bir konuyu gündeme getiriyor.
rada ele almayacağım. Vurgulanması gereken nokta, bu iki koşulun, zorunlu olsalar bile, yeterli olamayacakları.
Bir başka deyişle, belli bir olay çiftinin birbirlerine nedenseilikle bağlı
olduklarııu, salt olarak bu iki özelliği saptayarak belirleyemiyoruz.
Hume'un da dediği gibi, herhangi bir şey, örneğin bir nitelik-oluşumu,
nedense! olarak bağlı olmadığı bir başkasına
değebilir, üstelik ayrıca onunla ardışık (birbiri ardından gelecek biçimde sıralanmış) da olabilir.<6) İstekanın topa vurmasının hemen ardından
aksıran bir
bilardocu, bu iki özelliği de yerine getirdiği halde vuruşu ile aksırması
arasında nedensel
bir ilişki oluşmamıştır. Burada yetersizliği göz önünde bulunduran Hume, bu konudaki
genel inançlarımıza da uyarak, nedensel ilişkilerde az önce saptananlardan da önemli, başka bir özellik daha bulunduğu onaylar: Nedensel ilişkiye damgasını
vuran bu özellik, neden ile etki diye belirlenen
olaylar arasında yer aldığı düşünülen bir "zorunlu bağlantı"dır. Ne zaman nerede nedeni görsek, orada onun etkisinin de ortaya çıkmasını bekleriz; böyle düşünürüz, çünkü bu iki olayın zorunlu bir bağlantı içinde
olduklarına inanırız. Buna göre, bu zorunlu bağlantı denile- nin nasıl bir şey olduğunu anlayabildiğimizde,
nedenselliğin özünü de kavramış olacağız.
Hume söz konusu zorunlu bağlantının bir ussal zorunluluk olamayacağını
gösteriyor. Nedensellikte
bulunan bağlantı, örneğin "üçgen olmak" ile "üç açılı olmak" arasındaki kadar sıkı bir zorunluluk değil. Nedenin varlığını etkisi varolmadan, etkinin varlığını da nedeni varolmadan düşündüğümüzde herhangi bir çelişkiye
düşmüyoruz. Oysa üç açısı olmayan bir üçgeni tutarlı olarak düşünmemize
hiçbir anlamda olanak
yok. Hume'un belirttiğine göre zorunlu bağlantı, olayları birbirine zincirleyen bir güç de olamaz,
6) Hume (1969), s.
125. Hume neden ve etki olarak düşünülen olay ve durumların
tümüne birden "nesne"
diyor. Ancak bunu dar olarak "cisim" anlamında
kavramamalıyız.
çünkü nedensel ilişki
içiııdeki olay çiftlerini
izlediğimizde, bunlar arasında yer alan herhangi bir gücün izlenimine hiçbir durumda tanık olmuyoruz. Görüldüğü gibi, Hume hep izlenimlere başvuruyor. Onun g1hi bir deneycinin, zorunlu
bağlantı düşüncesinin kaynağını araştırırken, bu düşüncenin temelindeki duyusal izlenimleri saptamaya çalışması doğal ve tutarlı. Çünkü onun benimsediği
öğretiye göre, olgulara ilişkin olduğu öne sürülen bir düşüneeye
geçerlilik ve meşruluk veren tek şey, bunun temelindeki duyu deneyleri,
yani izlenimlerdir. Tek tek nedensel ilişkileri incelediğimizdeyse, neden ile etkisi araı,ında değme
ve birbirini
izleme dışında, ayırt edici hiçbir den^ystl özelliğe rastlamıyoruz.
Demek ki, diyor
Hume, zorunlu bağlantı 1\avramımızın köken ve temeli, tekil olarak ele alınan nedensel ilışkilerin
gözleminde yatmıyor.
Bu aşamada Hume tikel nedensel ilişkilerin deneyini tekil olarak değil, büyük
sayılar oluşturan çoğulluklar halinde ele almaya başlıyor. Bu fihJZof nedenselliğin deneydeki temelinin işte burada keşfedilebileceğini öne sürüyor. Kendisini felsefe tarihindeki saygın konumuna yükselten
önemli saptaması şu: Zorunlu bağlantı ve dolayısıyla da nedensellik kavramlarımızın kaynağı, diyor, birbirine benzer olan nedensel ilişki
örneklerinin karşımızda büyük sayılarda, tekrar tekrar çıkışlarıdır. Benzer nedenler, her zaman ve her
yerde benzer olan etkilerle, değişmez olarak birlikte varoluyorlar. Örneğin bir nesnenin bir başkasına
çarpmasına benzer
olan olayları, her yerde, kendisine çarpılan nesnenin devinimine geçişine benzeyen olaylar izliyor. Dolayısıyla nedensel olarak bağlantılı
olduğunu düşündüğümüz arasında nesnel olarak varolan şey, ben- zerierin kendilerini çok büyük
sayılarda tekrarlayışlarından başkası değil. Yani, böylece
gözlemlenen değişmez birlikteliğin (Constant conjunction) bir sıkı bağlılaşım
ötesinde, "gerçek" bir bağ, gözle-
7) ( 1969), s.2 I
4.
me açık bir zincirienim gibi bir varlığı ya da temeli bulunmuyor.C7l Dolayısıyla, nesnel anlamda dilegetirilecek
olursa, bir nedensel ilişki, birbirine değen, ardışık ve benzer olan olay çiftlerinin uzay ve zamana dağılmış olan büyük
sayılardaki varlığı, ya da başka türlü söylenecek olursa, birbirine değen ve ardışık kimi olay tiplerinin değişmez birlikteliklerinden başka bir şey değil. Hume nesnel olarak düşünülen nedensel ilişkilerin, bir değişmez birliktelik olarak ortaya çıkmalarının
zorunluluğunu öne sürmüyor. Onun söylediği şey, gözlemlediğimiz nedensel ilişkilerin temellerinin düzenli birlikteliklerde bulunduğu ve böylesi izlenimlerin bizim nedensellik kavramımızın kökenini oluşturduğu. Hume'a göre düzenlilik
açısından geleceğin de geçmiş gibi olacağına olan inancımız, ne bir nesnel kesinliktir ne de bir ussal, yani mantıksal zorunluluktur; buna güvenişimiz
yalnızca ve yalnızca
nedenselliğe olan inancımızdan kaynaklanmaktadır. Nedensel bir ilişkinin gelecekte de sürmesi ancak bir olasılıktır.
Olaylar arasında yer aldığı
varsayılan bir
zorunlu bağlantıya ilişkin kavramımızın değişmez nesnel birlikteliklerden kaynaklandığı ortaya çıkarıldı; ne var ki bu kavramın
gözardı edilmemesi
gereken öznel bir temeli de var. Daha önce
belirtildiği gibi, değişmez birliktelikler, birbirleriyle tümel anlamda özdeş olan olay çiftlerine
değil, benzer olan
tikel çiftiere ilişkin olarak geçerli. Hume, bu her yerde ve her zaman
birlikte gözlemlenen benzerlerin, anlığımızda "yeni bir izienim oluşturduklarını"
söylüyor.<Bl Anlığımızın benzerlerini hep birlikte gözlemlediği olay çiftlerinden birini gördüğünde, ondan öbürünün
düşüncesine atiarnası da, işte yine bu izie- nim dolayısıyla. Peki nasıl bir izienim bu? Hume zorunlu bağlantı
kavramının oluşmasına temel sağlayabilen, duyusal bir izienim (yani bir duyu-deneyi) bulunmadığını tekrar tekrar vurguluyor. Bağlantının duyu organlarıyla
algılanan bir
izlenimi yok; örneğin
8) (1969), s.215.
istekanın ucunu topa bağlayan bir ilinliye ait, edinebiirliğimiz
bir deney yok. Dolayısıyla, diyor Hume, bu kavram bir düşün izleniminden (impression of reflection) kaynaklanıyor
olmalıdır.<9) Demek ki, zorunlu bağlantı "nesnelerde değil, anlığımızda varolan bir şeydir."00)
Kısaca yİnelencek olursa, bu açıklamaya göre, geçmiş deneylerde belli iki duyunun izieniminin benzerlerinin
değişmez birlikteliğini gözlemlemiş olan anlığımız, bunların birbirlerine bağlı oldukları
yönünde bir alışkanlık, bir düşün izlenimi oluşturuyor. Herhangi bir yerde bunlardan
birini duyumlayınca da, bu izlenime dayanarak öbürünün
düşüncesine çıkarsıyor. Zihnimiz her ne kadar neden ve etki ile bunların benzerleri olan olay çiftleri arasında bir bağ bulunduğunu
varsaysa da, bu yalnızca
öznelerarası bir varsayım. Nesnel anlamda neden, etki ve bunların benzerleri arasında varolan tek ortak şeyse, onların
değişmez birliktelikleri.
Olaylar arasında bundan başka bir bağlantı yok.
Nedensel olmayan ardışıklıklarla nedensel ilişkileri
birbirinden ayırt etmeye çalışan Hume'un duyusal deneyde bunlar arasında bulabiirliği tek farkın,
değişmez birlikteliğin yalnızca nedensel ilişki içindeki ardışıklarda
gözlemlenişi olduğunu saptadık. Tabii, Hume'un amacı "nedensellik" ve onun dayanağı olarak düşünülen "zorunlu bağlantı"
kavramlarımızı, deneysel olarak temellendir- mekti. Hume nedensellik için "bir olayın tüm benzerlerinin bir başkasının tüm benzerlerince izlenmesi"
gibi bir tanım yaptığın- da0 1) sözünü ettiği olaylar, yani nitelik-oluşumları,
fiziksel değil deneysel şeyler. Burada Hume'un dış dünyadaki
şeylere ve düzen- Iiiikiere hiçbir durumda değinmediğini, bir kural olarak yalnızca
9} (1969}, s.216.
10)
(1969}, s.216.
1 1) Hume (1979), s.87. Aynca
bkz. Hume (1969), s.222. Daha önce de belirt- ıi^im gibi, Hume nitelik ya da olaylar için "object" yani nesne sözcüğünü
kullanıyor. Ancak bundan kastettiği bir cisim de^il. bir cisimdeki nitel de- ^işiklik.
deney içerikleri hakkında konuştuğunu ileri sürmek istemiyorum. Tam tersine; kanımca deneyin arkasındaki
dünya hakkında ayrıca söz etmekle, nedensellik üzerine söylediklerinin çift anlamlı olarak yorumlanamayacağını
göstermiş oluyor. Çünkü Hume, nesnel düzenlilikler ve cisimlerden söz ettiği yerde, nedenselliği bunlar üzerinden tanımlamamaya ve de deneysel bir tanımın dünya
üzerindeki düzenliliklere
ilişkin bir içerimi
olduğunu öne sürmemeye büyük özen gösteriyor.02) JS^şku götürmeyen bir nokta, Hume'un görüşü
açısından bizim doğayı düzenli olarak algılayışımızı
temellendiren şeyin nesnel evrendeki değişmez birliktelikler olduğudur. Bu filozofun belli başlı iddialarından
biri, nedeni gördüğümüz yerde onun etkisini de aramak eğilimimizin, yani düzenliliği
açıklama güdümüzün, yine bu birlikteliğin gözlemine dayandığıdır. Nedensellik kavramımızın kökeninde bu psikolojik sürecin
bulunduğunu ve aynı şeyin zorunlu bağlantı
kavramımız için de, hem gerekli hem de yeterli koşul oluşturduğunu düşünüyor. Bundan dolayı, bu filozofun gözünde nedensellik kavramımızla,
duyutarımızla gözlemlediğimiz düzenlilikler arasında, mantıksal bir ilişki bulunduğu,
kanımca yadsınabilecek bir şey değil. Ne var ki, tüm bunlara dayanarak Hume 'un kuramının, ayrıca nesnel anlamdaki nedensel ilişkilerle,
böylesi çiftierin benzerlerinin uzay ve zamana yayılmaları arasında, mantıksal bir ilişkinin
varlığını da içerdiğini öne
sürmek geçersiz olur. Böyle bir içerim
bulunduğunu öne sürmek, geçersiz olduğu kadar yanlıştır da. Hume'un nesnel anlamdaki böyle bir mantıksal
ilişkinin varlığını hiçbir zaman savunmadığı kanısındayım. Eğer durum böyleyse, nesnel anlamdaki nedensel ilişkilerin
değişmez birlikteliklerden
bağımsız olarak da varolabileceklerini, bir mantıksal olanak olarak saptamak, Hume'un
kuramma karşı bir eleştiri değeri taşımaz.03)
12) Nesnel anlamdaki
cisimler ve dUzenliliklere ilişkin olarak bkz. s.214-215.
13) Böyle eleştiriler için bkz. Anscombe (1975), s.65; Cartwright (19R9),
s.21; Tooley (1987), s.29.
Hume'un nedensellik açıklamasını nesnel anlamdaki nedenlere ilişkin olarak ortaya atmadığını öne
sürdüm. Bunu
biraz daha açıklaştırmaya çalışayım. (A) Belirtmiş
olduğum gibi Hume
açıklamasını neden kavramımızın deneysel temellerini saptamak amacıyla
geliştiriyor. Açıklaması bu bağlamda son derece özgün, güçlü ve etkili. (B) Hume, tartışmaları
içinde, deneydeki
düzenlilikleri, deney ötesi varlıklar olarak nesnelerin ve olayların birliktelik koşullarından
ayrı olarak düşünüyor. Ona göre deneydeki birliktelikler gibi nesnel birliktelikler de
var, ve de ayrıca bu sonrakilerin varlığı neden kavramımız için bir zorunlu koşul. Ne var ki, Hume hiçbir yerde neden kavramımızın deneydeki değişmez
birlikteliklere dayandığı
savını, nesnel
anlamdaki nedenselliğin de nesnel birlikteliklere dayandığı biçimde, dış dünyaya
yaymıyor. Hume bunu
yapmadı, çünkü yapsaydı açıkça yanlış olan bir şey öne sürmüş olurdu. Kimi felsefeciler,
Hume'un, tartışmalarının soncunda sunduğu nedensellik tanımlarında "nesne" sözcüğünü
kullanmasını, onun nedensellik ile değişmez birliktelik arasında
oluşturduğu bağı nesnel anlamda kastettiği yönünde yorumluyorlar. Benim buna vermek istediğim yanıt
şu: Eğer böyle bir yorum doğruysa, Hume mantıksal açıdan apaçık yanlış olan bir sav öne sürmüş olacak. Onun bu yaniışı
görernemiş olmasına olanak yok. Çünkü bu (A) ve (B) noktaları ışığında kendini kolayca belli ediveren
bir yanlış. Nesnel anlamdaki nedenselliği yine nesnel olarak kavranılan değişmez
birlikteliklerle
tanımlarsanız, bu iki şey arasında nesnel anlamda bir mantıksal
ilişki, yani bir
zorunluluk ilişkisi öngörmüş olursunuz. Oysa Hume bu konuda çok duyarlı bir düşünür.
"Zorunlu bağlantı"nın
nesnel olamayacağını saptarken orada söz konusu olan zorunluluğun bir mantıksal
ilişki olamayacağını, çünkü neden ve etkisinin birbirlerinden ayrı olarak düşünülebildiklerini
vurgulayan<14l
Hume'un, bir nedensel ilişkinin de benzerlerinden
14) Hume (1969), s.
l27.
ayrı olarak düşünülebileceğini
görememesi, onun çapına uymayacak bir acemilik olurdu. Üstelik, nesnel anlamdaki nedenselliği düzenliliklerden ayrı ve bağımsız olarak düşünmek, Hume'un döneminin onun kendi savına karşıt olan tüm nedensellik kuramlarının zaten yapmakta olduğu bir şey. Hume'u "nesnel"
nedenleri açıklı- yormuş gibi yorumlamak, ona fazlasıyla acemi ve safdil bir hata yüklediği için
yanlış olmak zorundadır, diyorum.
Hume'un nedensellik kavramımızı
açıklamak amacıyla geliştirdiği tanımı nesnel anlamdaki nedenselliğe uygulamak, bu düşünüre
geçerli olarak yüklenebilecek bir görüş
olmadığından, kendisini nesnel anlamda yorumlanan böyle bir tanım
dolayısıyla eleş- tirrnek de en azından haksız bir girişim olur. Kaldı ki, şimdi belirtildiği
gibi, nedenselliği
düzenliliklere zorunlu olarak bağlayan bir sav açıkça yanlıştır da: Tüm evrende tek başına, benzersiz olarak varolacak tekil
bir nedensellik ilişki düşüncesi, mantıkça bir çelişki doğurmuyor. Tek başına, ya da çok seyrek benzerliklerle varolmak; varlığı büyük sayıdaki benzeriikiere askıntı olmamak, tutarsız
düşünceler değiller. Tabii rastlantısal ardışıklıkların, yine bütünüyle
rastlantısal olarak, geniş benzerlik öbekleri oluşturmalarını ve dolayısıyla bir yasal düzenlilik görünümü
vermelerini de, mantık
açısından engelleyen
bir şey yok. Kimi felsefeciler, Hume'un kuramma fiziksel dünyada nedensel olmayan düzenlilikler de bulunduğu
gerekçesiyle karşı çıkıyor. Örneğin gece ile gündüz, yeşil ve kırmızı trafik ışıkları gibi ve bunlara benzer kimi başka durumların,
genellenebilen değişmez birlikteliklerin nedensellik için zorunlu olduğu savını çürüttükleri öne
sürülerek, bu durum
Hume 'un açıklamalarına karşıt bir örnekmiş gibi sunuluyorJI5) Bu yapılan belki kimi Hume yorumlarınrn
eleştirisi olabilir,
ama bunu Hume 'un kendi görüşlerinin eleştirisi saymak, kanımca bu filozofu yanlış
anlamaktır. Bir kez
daha yineleyelim: değişmez birliktelik,
15) Düzenlilik karşıtı uslamlamalar için bkz. Armstrong (1983), Bölüm 2, 3, 4.
nesnel anlamdaki nedenselliğin mantıksal bir yönünü
oluşturmuyor. Konuya deneysel açıdan bakıldığındaysa, karşıt örnek yerine kullanılan
düzenlilik türlerinin uzay ve zamandaki belli bölgeler içinde sınırlı kaldığını
görüyoruz. Ne var
ki, önemli olan nokta bu değil. Onaylamak gerek; nedensel olan düzenliliklerle,
nedensel olmayanların
ayrımını deney ile
saptamak güç ve hatta bazı durumlarda da olanaksız olabilir. Fakat, bu anlamda düşünülen saptama ve kanıtlama gibi bazı etkinlikler, bilgi-bilimsel düzeydeki çabalar. Kimi gözlem durumlannda nedensel düzenlilikleri
tesadüfi olaylardan
ayırt ederneyişimiz bu iki türün kendilerinde de ayrımsız olduklarını göstermez. Hepsinin ötesinde, bu noktaların
hiçbiri Hume'un açıklamalarını etkileyemez. O, nedensel düzenliliğin bulunduğu
durumlarda, böyle bir şeyin
gözleminin nedensellik
kavramımızı nasıl temellendirdiğinin hesabını veriyor. Bu anlattıkları,
nedenselliğin gözlemin ardındaki antik yapısını belirlemeyi amaçlayan şeyler değil.
Dikkat edilirse, Hume'un yaptığı
açıklamalar hiçbir durumda, ne bilgisel ne de varlıksal düzeyde, tümel olgu ya da kavramların
varsayılınasını gerektirmedi. Genellik, yasallık ve düzenlilik gibi olgulardaki, aynı olayların kendilerini tümellik
oluşturacak biçimde yinelemeleriymiş gibi duran görünüşler, her zaman tikellerin büyük sayıdaki benzerlikleriyle birlikte varolmaları
biçiminde yorumlandı: A ve B olayları arasındaki nedensel bağlantı, onların değişmez birliktelikleriyle açıklandığında,
bu aynı A ve B'nin farklı yerlerde birlikte bulundukları
değil, onların benzerlerinin eşleştiği kastedildi. Hume bir adeı; dolayısıyla
onun varlıkbilimi yalnızca tikel şeylerden oluşuyor. Onun felsefi
düşüncesi, tutarlı bir rikelciliğe örnek oluşturuyor. Hume'un öne
sürdüklerini öznelera- rası nedensellik kavramımıza ilişkin olarak değil de
nesnel dünyadaki nedenseilikler kastedilecek şekilde yorumlayan birisi, bu
filozofa göre, nedenselliği nedensel olmayan ardışıklıktan ayıran şeyin
"genellenebilirlik" olduğunu
düşünmek durumundadır. Tabii burada "genellenebilirlik"ten bir olay çiftinin benzerlerinin büyük sayılara ulaşması anlaşılacak. Bu nokta bize tikel bir varlıkbilimini
benimsemenin tekil ya da çok seyrek gerçekleşen nedenselliği, bir fiziksel olanaklılık biçiminde kavramayı
gerektirmediğini gösteriyor. Çünkü fiziksel olarak olanaklı olduğu ölçüde yaygın da olan şey, "tekil nedensellik" değil, belirlenimsiz nedenselliktir.
Tekilciliği tikelcilikten özenle ayırt etmeli. Tikelcilik, genellikle veya tümelliklerin tikellerce çözümlenen ilkeler olarak kavranılması. Tekilcilikse, tikel nedensel ilişkilerin onlara eşlik eden genellikler gerektirdiğini yadsıyan görüştür.
Tekilciliğin nedensellik bağlamında ortaya atılış amaçlarından birisi, kimi felsefecilerini
Hume'un öğretisine bir almaşık sağlama çabaları olmuştur. Ne var ki yukarıda
tartıştığım gibi, bu
yolla bir almaşık oluşturma beklentisi bir yanılgıya
dayanıyor. Hume'un
kendi öğretisini, daha yakın zamanlarda ortaya çıkan Hume-umsu kimi tezlerden dikkatle
ayırt etmemekten
kaynaklanıyor. Aslına bakılırsa, Hume'un öğretisi te- kilcilik ile köktenci bir biçimde farklı olan bir düşünce de değil. Çünkü her iki kurarn da, bir yandan
nedensel bir ilişkinin varlığını, ona uyan bir doğa yasasının varlığından mantıksal anlamda bağımsız sayarken, öbür yandan böyle
yasallıkların gözlernde nedensel ilişkileri rastlantısai ardışıklıklardan ayırt ettiklerini onaylayabilir: Bir
nedensel ilişki, kendisine uyan bir yasaya mantıksal olarak bağlı değidir. Daha önce
belirttiğim gibi, bu
her iki kurarn da tek başlarına var olacak nedensel ilişkileri
mantıksal olanaklılık içinde değerlendirmek durumunda. Ancak üzerinde ayrıldıkları öne
sürülebilecek nokta da işte burada geliyor: Hume'un öğretisi, mantıksal olarak olanaksız
saymadığı bu şeyi, fiziksel olarak olanakstz sayıyor. Peki ya tekilciliğin bu fiziksel olanaklılık konusuna ilişkin tutumu ne?
Yeti, güç, ya da eğilim gibi kavramların, tikel nedensel iliş-
kilere değgin, varlıkbilimsel bir açıklayıcı
değerleri yok; örneğin "aspirin olmak özelliği,
içinde baş ağrılarını giderme yetisini ta- şır"(l6) gibi dilegetirişler,
sorunu çözmek yerine topu başka bir sahaya atıyorlar. Çünkü yeti, güç ya da eğilim gibi şeyler, kendileri açıklanmak
gereğinde olan şeyler. Önce şunu
saptayalım: Ne tikel-
cilik kimi nedensel yetiler ya da güçler varsayınayı gerektiriyor, ne de güçlere
dayandırılan bir açıklama tekilciliği içeriyor.<l7) Tekilci- liğe göre tüm nedensel ilişkiler, onlara uyan sıkı yasal düzenlilikler bulunuyor olsa bile, doğaca tekildirler; varlıkları,
çoğulluk ya da
genellik anlamındaki böylesi yasallıkları içermez.< 18) Dolayısıyla olguya tekilcilik açısından
bakıldığında düzenliliklerin nedensel ilişkileri rastlantısal ardışıklardan ontik olarak ayırt ettiği
öne sürü- lemez.(l9)
Şöyle bir eleştiri
yapacağım: Tekilciliğin Hume'un görüşünden bağımsız bir yaklaşım olmadığını, ya da özgün bir yanı olabilmesi için, onun tek başına varolan nedenleri fiziksel açıdan da olanaklı
sayması gerekeceğini öne sürmek istiyorum. Yani te- kilcilik ya Hume'un görüşü içinde eriyip gidecek, yahut da, ondan bağımsız olabilmek için "tek başına nedenlerin" fiziksel anlamda
olanaklı olduklarını savunacak. Yazıının kalan bölümünde, böyle bir fiziksel olanaklılık iddiasını çürüteceğim.
"Tek başına nedenler" savı, bir nedensel ilişkinin
yalnızca bir kez,
ya da yasallıkla kavranamayacak ölçüde seyrek bir biçimde gerçekleştiğini savunan görüş. Şimdi bu görüşü doğru
kılan bir olanaklı dünya
varsayalım. Bu dünyada, tek başına,
yalnızca bir kez varolmuş bir nedensel ilişki, bundaki neden ögesinin yalnız
başına varolan
benzerleri ve seyrek olarak da, bu ögelerin nedensel olmayan rastlantısal birliktelikleri bulunacaktır.
Eğer bu olanaklı
I 6) Cartwright (1 989), s.
I4I.
ı 7) Örneğin bkz. Shoemaker (I984),
s.2ı3-232.
ı 8) Bkz. Anscombe (I 975), s.63.
I 9. Bkz. Ducasse (I 975), s. I 1
8-I I9; Cartwrigth
(1989), s.2.
dünya aktüel olsaydı, böyle bir tek başına nedenin ya da mucizeden ayırt edilemeyeceğini, ya da bir mucizeyi içereceğini öne
sürüyorum.
Tek başına nedenleri savunmak isteyen biri, böyle bir şeyin mucizelerden kolayca ayırt
edilebildiğini öne sürecektir. Çünkü diyecektir, kaynaklarının tanrısal olması bir yana, mucizeler doğa yasalarına
karşıttır ve onları ihlal ederler. Oysa, tek başına nedenler böyle yasaları ihlal etmeden, yalnızca
onların kapsamı dışında kalırlar. Bir mucize, iki olayın belli bir (ya da birkaç) yasaya karşı düşerek bir araya gelmesidir. Varolan
yasalar belli bir olayı belli bir başkasıyla birleştirirler; mucize dediğimiz şeyse
bu olaylardan
birinin, yasanın birleştirdiğinin dışındaki, bambaşka bir olaya ne- den-etki ilişkisine girmesidir.<20) Tek başına nedenler böyle değiller; onlar yasaların
dışında kalır, ancak yasaları ihlal etmezler. Yani onlar, yasaların kapsamadığı olayları
birleştirirler.
Tek başına nedenlerin yasaları ihlal edip etmedikleri konusunu bir an için bir yana bırakalım. Bunun dışında,
onların doğası, mucizelerinkiyle hemen bütünüyle aynı. Her ikisi de benzerleri olmayan olayları bağlıyor. Şimdi bir kez şunu
saptayalım: Yasallığın dışında kalarak gerçekleşen bir nedensel ilişkinin,
yasaları doğrudan ihlal etmese bile, onlara karşıt düşen etkileri olabilecektir. Dolayısıyla
"dışında kalmak" ile "karşıt düşmek" arasındaki
çizgi, ilk bakışta
göründüğü ölçüde kolay ve seçik bir ayrım olmayabilir. Ayrımın sağlıklı olabilmesi için, öncelikle etki zincirlerinin bu tür karşıt
sonuçlar içermediğini saptamak gerekir. Örneğin, dikkatini yoğunlaştırarak,
anlıksal güçleriyle kaşık ve çatalları eğip yamult- mayı başardığı iddiasındaki birini düşünelim. Bu kişinin
başardığını söylediği şey, doğadaki yasalara ilk bakışta karşıt düşmüyor. Isı-
20) Mucize kavramının
kökeninde lanndan
kaynaklanma zorunluluğu olmasa bile, bir doğal düzene aykırı düşme
zorunluğu var. Bkz. Hume ( 1 979), s.l22-123.
tılan bir metal parçasının hacim olarak genleşrnek yerine, tersine büzülmesi durumunda olacağı gibi, bir yasanın
birleştiediği olayların benzerlerine bir ayrıcalık oluşmuş olmuyor. Çünkü, metal parçalarının,
yanızca ve yalnızca kendilerine değer durumdaki özdek
parçalarından aktarılan güçle eğilebilecekleri gibi bir yasa yok. Yine de bütün bunlara karşın, ele aldığımız
örnekteki durum doğa yasalarını
dolaylı olarak
ihlal ediyor. Kaşığın yamulmasına neden olan, buna yetecek miktardaki fiziksel enerjinin
kaynağı, fiziksel dizge içinde, yasalara uygun bir biçimde
saptanamıyor.
Bundan daha da önemli olan ikici bir noktaysa şu: Tekiki eğer tek başına nedenlerin doğa yasaları
dışında kaldıkları halde onlarla çelişmediğini öne sürüyorsa, kendisine böyle bir şeyin nasıl, ne türdeki bir fiziksel olanaklılık
olduğunu sormak
gerekir. Örneğin bu, alışılmış anlamındaki bir deneysel olanaklılık mıdır? İyi bilindiği gibi, ortaya çıkıp da algılanan, yani deney içeriğine konu olan her şeyi deneysel olanaklılık yerine koymuyoruz. Çünkü "deneysel olarak olanaklı" demek "gözlemlenebilir"
demek değil. Deneysel olanaklılık, ne denli az olursa olsun, doğa
yasalarıyla uyum içinde ortaya çıkıp onların
dışına kaymayan durum
ve olayları kapsar. Bir oluşumun doğa yasalarıyla uyumlu ve tutarlı olması,
bu yasalarca açıklanabilir
olması anlamındadır. Örneğin gökyüzüne doğru iki kilometre yükseğe
zıplamak, bir batında
yirmidört enik doğurmak, ya da ölümcül bir hastayı onun alnına dokunarak iyileştirmek, ancak ve ancak yasalarla açıklanabiliyorsa,
ve de ancak böyle
açıklanabildikleri ölçüde, deneysel olanaklılık içinde sayılabilecek şeylerdir. Benzer olarak, bin metre küplük som altın yığınından
oluşan bir dağ da, ancak varolan doğa yasaları bunca altının
oluşmasına ve uzayın belli bir bölgesinde üst
üste birikmesine el
veriyorsa olanaklıdır. Kavranabilir olduğu halde, alışılmadık koşullarda
varlığa gelerek, doğa yasalarına
karşı gelmediği halde, onlara uyduğu da öne sürülemeyen bir şey, bir deneysel olanaklılık
değildir. Her nasıl
anlaşılacaksa anlaşılsın, tek başına nedenselliğin içine sakulacağı "fiziksel" olanaklılık durumu, sınırları
mantıksal olanaklılık ölçüsünde geniş olmasa da, bildiğimiz deneysel olanağın
ötelerine aşmak gereğinde. Bir başka deyişle, tek başına nedenler, deneysel olanaklılık ile mantıksal
olanaklılık arasında kalan bir bölgeye yerleşecekler.
Doğa yasalarını tek başına nedenlerin değil de yalnızca mucizelerin ihlal ettiği ve bu oluşum türleri
arasında başkaca önemli bir ayrım bulunmadığı öne sürüldüğünde, bu türlerden
öncekini "fiziksel
anlamda olanaklı" saymak, sonrakini de öyle saymayı gerektiriyor. Eğer doğa yasalarına karşıtlık
oluşturmayan tek başına nedenler olanaklıysalar, aynı anlamda, doğa yasalarına karşıtlık oluşturan tek başına nedensel ilişkiler de olanaklı
olmalılar. Çünkü belli bir olanaklılık ortamında, benzerleri başka hiçbir yerde birlikte olmayan olaylar, beraberce
nedensel olarak bağlantılı bir çift oluşturabiliyorsa, bunun herhangi bir olay çifti olmasını
tutarlı olarak engellemek mümkün değil. Dolayısıyla, olanaklılıklarına böy- lece izin verilen olay çiftleri, varolan yasaların
bütünüyle dışında kalabilecekleri gibi, onlarla kısmen veya bütünüyle de örtüşebile- cektir. Bir yasayla tam olarak örtüşmek, bu yasanın
kapsamına girmek, yani ona uymaktır. Böyle bir birliktelik, varolan bir düzenliliğin
parçası olacağından, tek başına nedensel ilişki dediğimiz şeyi örneklendirmeyecektir. Kısmi bir örtüşmeyse, bir defaya mahsus olarak nedensel
ilişkiye giren iki olaydan birinin, bir üçüncüsüyle, belli bir yasa kapsamında, benzerlik öbekleri
oluşturduğu anlamındadır ki, bu da varolan bir doğal düzenliliğin ihlali olur. Böylece mucizelere de açılmış olan fiziksel olanaklılık
alanını, onlara
yine de kapalı tutmak için, apriori anlamında, üst-düzey bir yasa varsayarak bu alana yalnızca doğa
yasalarını ihlal
etmeyen olay çiftlerinin kabul edilmesini sağlamaya çalışmak tutarlı bir girişim olur mu? Böyle bir şeyi varsaymak yalnızca ad hoc değil, kanımca te-
kilci tutumun çıkış noktasıyla da çelişiyor.
Nedenselliği yasallıktan özgür kılmaya çalışırken, onu daha genel ve a priori yasaların boyunduruğuna
sokmak olur mu? Olayların yasalar dışında kalacak şekilde benzersiz nedensel çiftler
oluşturmalarına izin verip, bunu sonra tekrar yasaya bağlamak, açılan yeni olanaklılık
alanını tutarsız kılar. Tutarsızlık mantıksal olanaksızlığı içerdiğine göre,
böyle yapmak açılan
olanaklılık alanını tekrardan kapamak sonucunu verecektir. Sonuç olarak tekilcinin dayandığı nedensel ilişkileri olanaklı
kılmanın, mucizeleri
fiziksel anlamda olanaklı sayınayı gerektirdiğini görüyoruz. Mucizelerin fiziksel olanaklılığını
içeren bir yaklaşımı savunulabilir bulmuyorum. Dolayısıyla "tek başına nedenler" savına dayanmak tekilcilik için geçerli bir yol değil. Bu bana bilime yatkın olan her tİkelci
yaklaşımın benzeriikiere
dayanan doğal
düzenlilikleri hesaba katması gerektiğini gösteriyor. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi, tek başına nedenlere dayandırılan bir tekilcilik, kendini, yadsımayı
amaçladığı Hume'un
tikelci- liğine indirgenmekten kurtaramıyor.
Geçerli olarak yorumlanan Hume öğretisinin dimdik ayakta durduğunu
görüyoruz. Yapmayı amaçladığı şeyi, yani nedensellik kavramımızın temellendirilmesini, önemli bir güçlükle
karşılaşma- 'dan başarıyor. Buna karşılık Hume öğretisinin
açıklamasız bıraktığı bir konu da var. Bu, nedensellik kavramımızı temeliendiren deney olgusunun ardındaki nedensellik varlıkbilimi. Hume'un kuramındaki
eksikliği, kanımca böyle bir boyutun yokluğunda aramalı.
Kaynaklar:
Anscombe, Elizabeth "Causality and
Determination", Causation and Conditionals. derleyen E. Sosa, Oxford: The
University Press, 1975.
Armstrong, David Universals: An Opinionated
lntroduction, San Francisco: Westview Press, 1989.
Cartwright, Nancy Natural Capacities and their
Measurement, Ox- ford: the Ciarendon Press, 1989.
Ducasse, C.J., "On the Nature and Observability
of the Causal Relati-
on", Causation and Conditiorıals,
derleyen Emest
Sosa, Oxford: The Univer- sity Press, I 975.
Hume, David A Treatise of Human Nature, (ilk yayımlanışı: I 739) derleyen E.C. Mossner,
Penguin, 1969.
Hume, David An lnquiry Concerning Human Understanding,
(ilk ya- yımlanışı: I 748) derleyen C. Hendel, lndianapolis:
Bobbs-Merrill, I 979.
Shoemaker, Sydney ldentity, Cause and Mind, Cambridge:
The Uni- versity Press, I 984.
Tooley, Michael Causation, Oxford: The Ciarendon
Press, 1987.
DENEYCİLİGİN ETKİLERİ VE KANT
(1 986)
Avrupa'da Deneyeilik
18. yüzyıl, deneyeiliğin büyük yaygınlık kazandığı bir çağdır.
Aydınlanma ulaştığı her yere onu da götürmüş, düşünceleri deneyci öğretilerin etkisi altına
almıştır. Aydınlanma'nın zaman içindeki ilerleyiş yönünü kabaca çizmeye
çalışırsak, ellişer yıl ara ile İngiltere, Fransa ve Almanya doğrultusunda bir sıralanış elde ederiz. Dolayısıyla
İngiliz düşüncesi, bu hareketi başlatmanın sağladığı olanaklan değerlendirerek
deneyeiliğin en özgün öğreti ve tartışmalarını dilegetirebilmişken, Alman düşüncesi de İngiltere'deki bir yüzyıllık
gelişimini tamamlayan
ve bir anlamda kendini Hume'un olgunluğunda sonuçlandıran bu akımı,
olanaklarının sınırlarını görerek değerlendirebilmek avantajını taşımıştır. Hu- me'un klasik anlamdaki deneyciliği
mantıksal sonucuna götürdüğü ve böylece
sonuçlandırdığı düşünülürse, Aydınlanma'nın verdiği taze kanla yapılan
düşünsel atılımın Hume'dan önce mi, sonra mı gerçekleştirildiğinin önemi ortaya çıkar. Bu açıdan Alman düşüncesinin
taşıdığı avantajdan
Fransız düşüncesi yoksun kalmıŞtır. Fransız aydınlanması Hume ile çağdaştır ve bu dönem Fransız
düşünürlerinin Hume ile kişisel ilişkileri bulunmasına karşın, bu büyük filozofun öğretilerini,
getirdiği sonuçlarla birlikte değerlendirecek zamanı bulamamışlardır. Bu nedenle de Fransız
düşüncesi bilgi ve varlık
konularını kapsayan
temel felsefe alanlarında Kant çapında bir filozof yetiştirememiştir.
18. yüzyıl Fransası'nın
gerçek özgünlük taşıyan düşüncelerini Rousseau üretmiştir. Ancak Rousseau, düşünce yapısı ve eğilim olarak de-
neyci Aydınlanma'nın, bir parçası olmaktan çok, ona tepkidir. Ro- usseau, düşünce
biçimlerini değiştirerek 19. yüzyıl romantizmini hazırlıyordu.
Fransız aydınlanması, düşünürlerin birbirleriyle yakın ilişkiler kurdukları ve yemekli toplantılarda
sık ve düzenli olarak bira- raya gelerek tartıştıkları bir ortamda gelişmiştir. Bu toplantılar ya- nısıra
birleştirici bir başka olgu, Diderot yönetimindeki Ansiklope- di'nin yayımlanması olmuştur. Baron d'Holbach'ın "Salon"undan geçenler
yalnızca haftada
iki kez toplanan o dönemin hemen bütün Fransız düşünüderi değil, aynı zamanda Hume, Gibbon, Walpole,
Priestley, Adam Smith, Benjamin Franklin gibi Anglo-Saksonlar- dır. Fransız
düşünürlerinin etkisi altında kaldıkları deneyeilik alanında yaptıkları, Locke'un dizgesindeki öğretilerin kimini geliştirerek, temel ilkeleri açısından daha yalın ve daha tutarlı
açıklamalar elde
etmeye çalışmaktır. Bu çabaların Locke'ca giderilememiş
sorunları ne ölçüde
giderdiği kuşkuludur. Kesin olan, bu doğrultudaki hiçbir çalışmanın, Hume'unkindeki özgünlük, tutarlılık ve kapsama erişememiş
olmasıdır.
Deneyciliği Fransa'ya taşıyan,
İngiltere'yi gezip oradaki ku- rumlara hayran kalmış olan Voltaire 'dir (1694-l 778).
Ancak, Ay- dınlanma'nın temel düşüncelerini veren Locke'un Deneme'si 1700'de Fransızca'ya
çevrilmiş, Newton'un
başyapıtı Principia ise zaten Latince yazılmıştı. Bu yapıtlardaki
düşüncelerin yayılışına ivme kazandıran, Voltaire'in l728'de çıkan
İngilizler Üzerine Mektuplar adlı yapıtı ile l734'te yayımladığı Felsefe Mektupla- rı'dır. Son büyük usçular olan Malebranche ve Leibniz'in
l720'den önce öldükleri anımsanırsa, Fransa'da böyle bir tepki hareketine ortamın ne denli uygun olduğu da görülebilir. Bu arada sürüp giden kuşkuculuk ve özellikle Bayle'in, l696'da yayımiadı- ğı
Söz/ük'ünün Aydınlanma'yı hazırlayan ortama katkısı vurgulanmadan geçilemez.
Condillac (1715-1780) bu etkiler altında yetişmiştir
ve Ro-
usseau'dan sonra belki en özgün 18. yüzyıl Fransız filozofudur. Hem genelde Locke'un
yöntemini benimsemiştir, hem de Desear- tes ve Malebranche'ın
çözümlemeden kullandıkları "us", "yargı" ve "usavurma" gibi anlıksal yeti kavramlarının açıklanması
gerektiğini hissetmiştir. Condillac Locke'a, bütün bilginin deneyden geldiği
savında katılır, ancak deneyin hangi kaynakları kapsadığı konusunda ona karşı çıkar. Ona göre, içduyum deneyden sayılarak,
usçuluğa kayılmakta, bu yaklaşıma ödün verilmektedir. Locke'da, Descartes gibi kimi anlak
yetilerini varsayar. Oysa bellek, imgelem, usavurma gibi işievlerin "yetiler" olarak görülmesi de deney- eilikle tutarlı
sayılamaz. Dolayısıyla, Condillac deneyin kaynağını dış duyum ya da algıyla
sınırlamak yolunu
tutar. Ona göre, deney sayılabilecek her şey bir duyu organından gelmelidir. Ancak öbür yandan Condillac'ın,
bütün bilginin
deneyden geldiğine inanışından dolayı, "içduyum" ve "anlak yetileri"
denilenleri dış duyum verileriyle açıklayabilmesi gerekmektedir. İşte bu, Condillac'ın
başlıca felsefi amacı ve programı
olmuştur. Bütün bilgiyi ve anlık- sal yetileri dışduyuma çözümleme programı ve bunun olanaklı olduğu
savı "duyumculuk"
(sensualism) adıyla anılır.
Programını gerçekleştirmek için Condillac duyumları bütü-
müyle denetlenebilen
insana benzer (o, bir mermer yontu örneğini kullanır) varsayımsal bir varlık düşünür.
Bu varlığa değişik
duyu organlarından tek tek deneyler edindirerek,
anlak yetileri ve iç duyum içeriklerinin dış duyum verileriyle nasıl kurulabileceğini araştırır.
Condillac'ın yakın arkadaşı olan Diderot (1713-1784) yine deneyci bir temelden yola çıkarak özdekçi
sonuçlara varır. Diderot 1749'da yazdığı Körler Üzerine Mektup'ta Condillac'ın duyumcu çözümlemesinin,
Berkeley'deki
gibi bir öznel idealizme çok yaklaştığını ileri sürmüştür. Condillac'ın hiçbir
aşamada özdekçiliği
benimsememiş olduğu kesindir. Ancak o, deneyeilikle
idealizme gitmeyi de amaçlamamış, kendi görüşünü bu tutumun açıkça dışında saymıştır. Bir başka deyişle, Condillac tıpkı Locke gibi ikicidir ve ne anlığı özdeğe, ne de özdeği anlığa indirgemez. Diderot'nun eleştirisi
karşısında, kendi
felsefi konumunu temellendirmek için, aynı duyumcu temelden kalkıp duyusal verilerle özneden
bağımsız bir dış dünya
olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Aynı sorunun öbür ikici ve tasarımcı
gerçekçiler olan
Descartes ve Locke' a ne büyük güçlükler çıkardığı iyi bilinir. Condillac da,
kendinden önceki bu iki büyük filozofun ancak varsayımlarla yanıtladıkları güçlüğü yeni bir varsayımla
çözmeye çalışır: Duyumlarla tanıdığımız nesnelerin bizim dışımızda bulundukları duyumlarımıza neden oldukları
düşüncelerinin kökenini duyum içinde bulabilirsek, bu yolla bu düşüncenin kendisinin tanıtlanmış
olacağını, yani böyle bir dış dünya bulunup duyumlarımıza neden olduğunun ortaya çıkarılmış
olacağını düşünmüştür. Duyumlarla ilgili bir olguyu tanıtlamanın, duyurnun dışındaki bir gerçekliği
tanıtlamak olacağı varsayımıyla Condillac kuşkuculuğu hiç gözönüne almamış gibidir. Bu bir yana, kitabını
yazdığı zamanlar
Berkeley'in içinde bu tür yanılgılı beklentileri çürüten zengin uslamlamalı
yapıtları kırk yıldan uzun bir süredir basılı bulunmaktaydı. Peki Condillac dışımızda bizden bağımsız
varlıklar bulunduğu inancımızın kökeninin duyumda olduğunu nasıl gösterir? O, bunu dokunum duyusundan yola çıkarak
başarmaya çalışmıştır. Yalnızca dokunum duyusuna sahip olan bir varlığın elini göğsüne
değdirdiği düşünülsün: Biri parmak ucunda, öbürü de göğsünde olmak üzere aynı anda iki direnç ya da katılık duyusuyla karşılaşmış
olacaktır. Bu aynı anda duyulan iki ayrı "dışarıda
bırakma" duyumu, varlığın kendi gövdesinden başka bir nesneye değişinde edindiği tek "dışarıda
bırakma" duyumuyla karşılaştırıldığında, "dışlık" dediğimiz kavram oluşturulabilmektedir,
Condillac'a göre.
Locke deneyciliğini Condillac'ın tam tersi yönde geliştirmeye
çalışan düşünür Maine de Biran'dır (1766-1 824). Condillac
öldüğünde henüz on dört yaşında olan bu düşünür başlangıçta hem deneyeiliğin
kurucusuna hem de duyumculuğun kurucusuna hayrandı. Sonraları Locke'ta da
Condillac'ta da yetersizlikler bulan Maine de Biran, dış quyuma verilen öneme
karşı çıkmıştır. Ona göre bilginin en önemli kaynağı iç deneydir. Dış deneyin
edilgen, iç deneyin etkin olduğunu savunmuş, yinelenen dış deneyin yeknesaklık
yaratarak etkisini yitirdiğini, oysa yinelenen içdeneyin becerileri
güçlendirdiğini öne sürmüştür. Maine de Biran örnek olarak süregiden sesler ya
da kokuları, belirli düşünsel işlemlerin içten yinelenmesi olgusuyla karşılaştırır.
Öncekiler bir süre sonra duyulmaz olurken, yinelenen düşüncelerin
pekinleştiğini gözlemler. Buna dayanarak, öğrenmenin temelini iç duyumda
saptar.
Helvetius ve İnsan Yetenekleri
Helvetius (I 7 I 5-1 771) Condillac 'ın çağdaşı
ve hem o dönemin öbür düşünüderi gibi Locke'un izleyicisi, hem de Condillac'ın
geliştirdiği duyumculuğu savunanlardandır. Ona göre de, hem anlıkla hem de
ahiakla ilgili herşey temelde dış duyuma dayanır. Ancak Helvetius duyumculuğu
Condillac gibi bilgi kuramını temel- lendirrnek amacıyla kullanmaz. Onun için
duyumculuk anlık ve ahlak kuramının çıkış noktasıdır. Helvetius'un görüşleri
açısından, bütün bilgi içeriği nasıl duyumdan geliyorsa, tüm duygulanımların ve
tutkulann kaynağı da yine duyumsal ögeler olan haz ve acıdır. Tutkular insan
eyleminin kaynağıdır.
Locke,
deneyeiliğin gereği olarak, doğuştan düşünceler sa- yıidsımıştı. Ona göre
anlık, doğuşta bir beyaz kağıda benzer.
',ilgi ve
anlıktaki tüm birikim, sonradan deneyle olur. Loc- "doğuştan birikim
eşitliği" ilkesini Helvetius yetenekler '1lar ve geliştirir. Ona göre
doğuşta, insanlar yete-
nekleri açısından tam bir eşitlik
içindedir. Her insan
doğuşta eş yetenekli bir anlık taşır. Bunu değiştirecek hiçbir kalıtsal etmen yoktur. İnsanlar arasında gözlemlenen yetenek ayniıkiarı
bütünüyle dış çevre ve eğitimden kaynaklanır. Değişik birikimleri olan kişilerin yetenekleri de, buna bağlı olarak, değişik
yönlerde gelişir. Be- ceriler^ yatkmlıklar, erdenıler, hep duyumsal birikim, yani eğitim sonucodur. Tutku, eğitim ve birHdmde, do!ay:^:y!:! dı! y^^eneklerin geliştirilmesinde
önemli bir yer tutar. Yapılması gereken, yetenekli kişiler eidc
fîmek için, insanl^a tutku aşılamak, bu güdücü gücü kazandırmaktır. HelveiÜ!li^
bu düşüncelerden türettiği ahlak kuramıyla Bentham ve Mill'deki yararCi!:ğı
hazırlamıştır. İnsanın davranışını yönlendiren haz ve acıdm Üstelik bu
eğillmier incidir de. Ancak bu bencil duyumsallık, toplum bağiarnı içinde
başkalannın haz ve çıkan için çabalamayı da gerektirebilir. Erdem, bencilikten
türer; onun toplumsallaştınlmış biçimidir. Eğitim, erdemleri saptayarak
bireyin benciliğini genel yarar ve çıkariara göre düzenler. Ahlak, benciliğin
toplum bağlamında genel yarara yönelik olarak dönüşmesidir. Toplum erdemli
kişiyi ödüllendirip ona saygılı davrandıkça, genel yarar için çalışmak, kendi
öznel hazzı için çalışmaktan başka bir şey olmaz.
Deneycilik, Fransız düşüncesi
bağlamında yalnızca bu yönlerde geliştirilmemiştir. Bu yaklaşımdan kaynaklanan
I 8. yüzyılın önemli bir düşünce hareketi, özdekçiliktir. Ancak özdekçiliğin
tartışmasına başlamadan önce İngiliz deneyciliğinin 18. yüzyılda kendi bünyesi
içinde ürettiği bir psikoloji kuramma değineceğiz. "Çağrışımcılık" ya
da "Bağlılaşımcı Çağrışımcılık" adıyla anılan bu kuram, deneyciliğin,
anlığın yetileri ve işlevlerini usçuluğa düşmeden açıklamak gereksinimini
karşıladığı bir psikolojidir. Kökenleri Locke'de olan çağnşımcılık, bir
anlamda Condillac'ın an-
lık felsefesinde de geliştirilmektedir.
Ancak bu kuramın gerçek
kurucuları Hume ve
Hartley'dir (1705-1757). 19. yüzyılın büyük deneycisi J.S. Mill ise onlardan aldığı bu öğretiyle bütün
kuramını temellendirir. Hartley, önceleri Tanrıbilim okuyan ve sonra rahiplik için gerekli dereceleri almaktan vazgeçerek
tıbba merak saran bir düşünürdür. Beyin ve sinir anatomisi alanında
özelleşmiş, bir akademik derece almamasına
karşın hekim olarak çalışmıştır. Hu- me'un özellikle nedensellik kavramını
çözümlerken ortaya attığı
çağrışımcı temaları içeren ünlü yapıtı İnsan Doğasının Bir incelemesi l 739'da yayımlanmıştı. Hartley'in çok benzer görüşleri geliştirip bir çağrışımcı psikoloji kuramı durumuna getirdiği
yapıtı ise on yıl sonra çıkmıştır. Bu nedenle, Hume'u anınamasına
karşın, ondan etkilenmediği
söylenemez. Hartley'in
gerçek katkısı, Loc- ke'ta ilk filizlerini, Hume'de ise açık bir dile getirişini bulan çağrışımcılığı
geliştirmek ve
Hume'cu kuşkuculuktan arındırmak yönünde olmuştur.
Hartley, çağının bilgi düzeyine dayanan bir mekanİst sinir fizyolojisi kuramı ortaya atar. Bu kurama göre algı şöyle
gerçekleşmektedir: Dış dünyadaki nesneler duyu organları üzerinde etki yaparlar. Bu, duyu organlarını beyne bağlayan sinirleri uyarır. Uyarı, organlardan beyne, mekanik
yasalara göre taşınır. Hartley, bu mekanik ilişkiyi somut bir örneğe
dökebitmek için sinirlerde ışığı andıran çok ince bir sıvı bulunduğunu varsaymıştır.
Uyarıyı organlardan
beyne taşıyan, bu sıvının titreşimidir. Titreşimler beyne ulaşınca, oradaki belirli bir bölgede yaptığı
etkiyle duyum ya
da deney denilen olayı oluşturur. Benzer duyumların, benzer titreşimlerle beyin üzerinde sık
sık etkili olması, beyinde bu duyumların "tipleri" ya da
"imgeleri" gibi kalıntılar bırakır. Bu kalıntılar
yalın idelerdir. Yalın idelerin ve dolayısıyla her türlü anlıksal
içeriğin kökenini duyuma bağlamakla Hartley deneyciliği temeliendiren bir fizyoloji öne sürmüş olur. Yine aynı fizyolojiye dayandırdığı
çağrı-
şımcı psikoloji ise şöyle bir yapı taşır: Kimi duyumları
tutarlı olarak birarada algılarız. Dolayısıyla kimi yalın ideler de sürekli olarak beraberce oluşurlar. Bunun sonucunda bu ideler öyle bir bağlantı içine
girerler ki,
birlikte algılanan idelerden yalnızca birini al- gılasak bile, anlıkta öbür duyumların ideleri de uyanır ve bilince getirilirler. Duyumların, idelerin bu ilişkisine
"çağrıştırma" denir. Bu, aynı zamanda oluşan veya birbirini izleyen iki ide arasındaki bağlılaşımdır.
Çağrıştırma, bileşik ideterin oluşumunun temel ilkesidir. Hume nedensel ilişkiyi açıklarken, birlikte izlenen iki olaydan birinin algılanması
üzerine, alışkanlık yüzünden öbürkü olayın ortaya çıkmasının da beklendiğini
öne sürdüğünde, Hartley'in bu düşüncelerinin ana çizgilerini veriyordu. Hartley çağrışımı bütün
anlık olayiarına yayar. Bunu anlığın işlev ve yetilerinin temelindeki ilişki olarak saptar. Ona göre bütün
anlıksal olayların ortaya çıkışı ve birbirini izleyişi çağrışımla temellenir. Bilgi idelerin sıkı bir bağlantısından
başka bir şey değildir. Locke, bilgiyi ideterin uyum ya
da uyumsuzluğunun kavranması olarak tanımlamıştı. Hartley bu ilkeyi çağrışımcılık
içinde daha da keskinleştirir.
Bilmek, idelerin
art arda gelişlerini araştırmak, bu sıralanıştaki geçici ilişkileri atarak kalıcı ilişkileri saptamaktır.
Çağrışımcılık, Mill'in bilgibilimi üzerinde derin bir etki yapması
yanısıra, 18. ve
19. yüzyılın çeşitli anlık ve ahlak kuramiarına da çıkış noktası
olll'luştur.
İkicilik, anlıksal ve özdeksel olmak üzere, iki tür varlık bulunduğunu
öne sürer. Bu kuramın başlıca
sorununun, ayırdığı varlık
türleri arasındaki ilişkiyi. onaylanabilir ölçütlerle saptamak 61- duğuna daha
önce değinmiştik. Öte yandan, idealizm, varlığın yalnızca anlıksal olduğunu
savunan tekçi bir tutımı olarak, fiziksel nitelikleriyle duyurnladığımız
doğayı anlığ;a indirgemek sorunu ile kar^ı karşıyadır. Özdekçiliğin sorıınu
ise, idealizminkinin tam tersi
yönde, aynısıdır: Bütün varlığın
özdeksel olduğunu öne sürüşünden ötürü, anlıksal denilen tüm olgunun özdeğe nasıl
indirgeneceğini gösterebilmek zorundadır. İlk Çağ özdekçiliğinde tin ya da anlık, çok ince atomlardan oluşan bir varlık olarak düşünülmekteydi.
.LW.&VU""Ill
"J"..b ___ :...)'.a.a.a^•••--
•
.. .., &&VUU\ı
ı3 lG U.l ' '
meydana gelen bir devinim olarak yorumlanmaya oii^!a^ı. John Toland
(1670-1721) bu özdekçiliği ödün vermez bir biçimde savunur. Devinimin özdeğe
dışarıdan gelmediğini, özdeği zorunlu bir niteliği olarak özdekle birlikte varolduğunu temellendirmeye çalışır.
Özdekçilik 18. yüzyılda Fransa'da, 19. yüzyılda ise Almanya'da yayılmış ve etkili olmuştur. Ancak pek çok düşünürde
özdekçilik tam bir tutarlılıkla savunulmaz. Çoğu kez özdeğin en yaygın varlık
biçimi olduğu savı yanısıra etkinlik taşımayan ve sınırlı bir alanı kapsayan özdekten bağımsız bir anlıksal varlık da onaylanır. Bu son tutum, artık
özdekçilik değil, özdeğe belirli bir önem bağlayan gölgeolguculuk, yani bir tür ikiciliktir. Gölgeolguculuğa
göre anlık ya da
tin, beynin işlevi sonucunda doğan bir yankılanma, bir gölgeolgudur. Anlıkta olup biten her şeyin nedeni, beyindeki fiziksel nitelikli olaylardır. Öte
yandan, anlık edilgindir ve hiçbir beyinsel ya da gövdesel olaya neden olamaz. Özdekçilikle
gölgeolguc;uluk arasında gidip gelen bu bir ölçüde belirsiz tutum Hobbes'da da gözlemlenir. Hobbes anlıktan söz ederken bunu be- y·i:: ^Çi!!deki bir devim olarak düşünür. Ancak anlıksal
olayları, yani bilinç
durumlarını, deney iç.:rik!eri ve anlıksal işlemleri, devinim ilinekleri, bırakl!ğı kimi görüntüler, etkiler olarak yorumlar. Bunlar,
ne beyinle ne de onda oluşan devinimle özdeştir. Bunlar "devim gibi
olmayan" ve beyinden ayrı bir varlık türüdür.
Hob- bes'daki bu
ıuıat§_ızlık, bir ölçüde 18. yüzyıl özde.kçiliğine yansıdığı gibi, daha çok 19. yüzyıl Alman özdekçiliğinde
görü![ir. 18. yüzyılda Hartley özdekçiligi.rı tam sınırında duran bir gölgeolgucu- dur. Kendisine büyük hayranlık
bt:'5lemiş olan
Priestley özdekçilik-
te çok daha tutarlı
olmuştur. Diderot
(1713-1784) ve Cabanis ( 1757-1808) anlığı beynin işlevi olarak yorumlarlar. La Mettrie
(1709-1751) ve Baran d'Holbach (1723-1789) yine ödün vermeyen özdekçiler arasındadır. Bu Fransız filozoflan, yaşam!an süresince, görüşleri dolayısıyla büyük tepki görmüş, baskı
altında bırakılmış ve kimi zaman ülkelerinden kaçmak gereğiyle karşılaşmışlardır.
La Mettrie askeri doktor olarak parlak bir karlyer sürdürmekteyken 1745'te Tinin Doğal Tarihi ve 1747'de Bir Makine
Olarak İnsan başlıklı kitaplarında özdekçiliği savununca, önce Hollanda'ya, oradan da Berlin'e kaçmak zorunda kaldı. Orada Büyük Frederick'in himayesi altına girdi. La Mettrie hazlan öne alan yaşam felsefesine uygun bir yaşantı
sürdürdü. 1751 'de henüz 41 yaşında birden ölünce,
düşmanlan onun
fazla yemekten çatladığı sÖylentisini çıkararak bu olayı
sömürdüler; böylece özdekçiliği kötülemeye çalıştılar.
Descartes, hayvanlarda tin ya da anlık
bulunmadığını ileri sümüştür. uûâ 5CrC hayvanlar kamaşık makinalardan başka bir
şey değildir. La Mettrie ise bunu onayîad^ÜP sonra, aynı değerlendirmenin
insan için de geçerli olduğunu, insan ile hayviilı ^ra- sında
niteliksel değil ancak niceliksel bir aynm sözkonusu olabileceğini öne sürer.
Ona göre, insanda Mr de tfn olduğunu öne sürmek için geçerli bir neden
bulunamaz. Onda beyin daha büyük olduğundan yetenekler daha güçlü, içgüdüler
ise daha zayıftır. insanda duygu olduğu gibi, hayvanda da duygu vardır; ancak
daha zayıftır. Tıpkı Diderot ve Holbach gibi La Mettrie de deneycidir: Deneysel
bir temelden, güvenilir gözlemden yola çıkılırsa geçerli sonuçların özdekçi
olması gerektiğini vurgular. Tinsel olduğu öne sürülen bütün olayların,
gövdenin durumlarından etkilenip ondan kaynaklandıkları gösterilebilir.
Sonuçta La Mettrie, arada bir tinsel olayların gövdesel olayların sonucu
olduğunu öne sürerse de, bilimsel bir hi-
potez olarak belirgin bir biçimde tinsel olayları merkezi sinir sisteminde meydana gelen fiziksel olaylarla
özdeşleştirir. O Modern Çağ'da tanrıtanımazlığı açıkça savunan ilk düşünürlerden biri olmuştur.
Diderot da, Tanrı'ya bağlanan pekçok insan yetisinin gerçekte böyle
bir varsayım gerektirmediğini
göstermeye çalışır. Örneğin ona göre doğru ve yanlış düşüncesi, anlak değerleri, duyumlardan kaynaklanır. Canlıları Tanrı 'nın
yarattığı savına karşı çıkarken, yaşamını sürdürmekten aciz kalan hantal yaratıkları Tanrı' nın neden yarattığının
açıklamasının verilemeyeceğini vurgular. İleri sürdüğü evrimci düşüncesiyle Lamarck'a ve Darwin'e esin kaynağı
olmuştur. Bir Tanrı ya da yaratan kavramıyla
hiÇbir yeni bilgi ya da
açıklama sağlanamadığını düşünür. Diderot'nun deneyciliği yalnızca bilginin kaynağı konusunda kuramsal bir felsefi
tutum olarak kalmaz. O, ileri sürdüğü pekçok savı deneyim ve gözlemle temellendirmeye çalışmış,
deneyciliği eyleme uygulamıştır.
Duyularla tanınan evrenin Descartes'ın
açıkladığı gibi
mekanik yasalara göre işleyen büyük bir özdeksel rlizge olduğunıı düqüncıı
Diderot, istenciıı özgürlüğü
savını anlamsız bulur. Tıpkı Hartley gibi o da, mekanizmi benimseyerek sıkı bir belirlenimciliğe
yönelir: Her olayın bir nedeni olduğu gibi her eylem de bir fiziksel nedene
bağlıdır, der.
Diderot yeni ve ilerici görüşleri yaymak için durmak bilmeden çalışmış olan, Fransız
aydınlanmasının odağındaki kişidir. Di- derot'nun uzun süre çektiği
yoksulluğa karşılık, bu konularda daha şanslı olan arkadaşı Holbach, Ansiklopedi çevresinin
bütün düşünürlerine yıllar boyunca haftada iki kez ziyafet vermiş, bôylece onların
aralarında düzenli olarak tartışmaianna ve düşünce alış verişlerini canlı tutmalarına olanak sağlamıştır.
İlk başlarda dine ve din ile işbirliği yaptığı yerlerde devlete karşı yazdığı kitaplarını başka adlar altında Amsterdam 'da bastırıp Fransa' ya sokturmuştur.
1770'li yıllarda ise özdekçi ve tanntanımaz felsef^sini dizgeleşti- rerek yaymaya başlamıştır.
Ünlü yapıtı Doğanın Dizgesi, deneycilik, belirlenirncilik ve özdekçiliğin bir kesişme
noktasıdır. Deneyle tanıdığımız
doğada özdek ve devimden başka bir şey yoktur. Devim ise doğanın
bütününde, durmak
bilmeyen neden-sonuç ilişkileri sergiler. Doğanın bir parçası olarak insan da özdekseldir. Tin denilenin kendi başına varlığı yoktur. Doğa'da ne rastlantı ne de düzensizlik
sözkonusudur. Her olay şaşmaz bir biçimde neden-so- nuç zincirleri üzerindeki yerini alır. Bu gelişimi değiştirmek ve önlemek olanaksızdır. Her olayın bir nedeni olması ötesinde
bu nedenin belirli bir neden olması zorunludur. İnsan da bu yasalara uyduğundan
özgür istenç ya da eylemin özgürlüğü gibi kavramlar anlamsızdır. İnsanın her eylemi kalıtsal,
çevresel ve eğitsel
koşullar- ca belirlenmiştir.
Holbach'ınki sıradan bir belirlenirncilik değil yazgıcılığın sınırlarını zorlayan bir zorunlukçuluktur,
Ancak, yazgıcılığa
dönüşse de doğa üstü ya da Tanrısal boyutu olmayan bir zorunlukçuluktur,
Holbach'ınki. O, insandaki pek çok kötülüğün kaynağını Tanrı
inancına bağlar: Ona göre, ilkellik, bağnazlık, zayıflık ve gerikafalılık ile içiçedir.Doğayı
anlamayan Tanrı kavramına
başvurmuş ve bu
kavram adına yapılmadık ahlaksızlık ve ikiyüzlülük
bırakılmamıştır.
Holbach da, öbür özdekçiler gibi tepki ile karşılanmış, düşünceleri
dinsel ve
siyasal çevrelerde büyük öfke ve hatta korku yaratmıştır. Voltaire gibi çağdaşı kimi düşünürler de onu aşırı bularak eleştirmişlerdir.
İskoç Okulu
Deneyeiliğin 18. yüzyıldaki etkileri, yalnızca bu yaklaşımı benimseyerek onu belirli yönlerde
geliştirmek biçimini almaz. Örneğin, İskoç Sağduyu Okulu gibi tutumlar, Hume'a, kendi vatanı içinden
çıkan bir tepki akımı
oluşturmuştur. Sağduyu Okulu, de-
neyeiliğin olumsuz sonuçlarına tepkidir. Çünkü Hume ile ulaşılan
sonuçlara göre insanın varlığı ve bilginin güvenilirliklerini yitirmiş,
doğrulukları bir kuşku perdesiyle örtülmüştü. Dış dünyanın varlığı, bilginin olanaklılığı,
töz, nedensellik,
tin, Tanrı'nın varlığı gibi temel ilkelerin tanıtlanamayacağını
öne sürmek bir
anlamda felsefenin işlevine son vermekti. Thomas Reid (1710-1 796), Du- gald
Stewart (1753-1828) ve Thomas Brown (l778-1820)'un başlıca önemli
düşünürlerini oluşturduğu sağduyu okulu, Reid'in önderliğinde, Hume'un kökünden
sarstığı bu
ilkeleri, yeni bir doğruluk ölçütü kullanarak yeniden temellendirmeye çalışır. Reid'e göre insanda duyurnun gerçekleşmesiyle
birlikte, bu
duyurnun bir gerçek nesnenin duyumu olduğu kesin inancı da oluşur. Her türlü tanıtlama,
kendileri tanıtlanmaz olan bu temel ilkelerden türetilir.
Gözlerole kavranan
temel ilkeler, olumsal doğruların ve zorunlu doğruların temel ilkeleri olmak üzere ikiye ayrılır. Mantık
ve matematiğin belirtileri zorunlu temel
ilkelerken, bilincinde olduğumuz her şeyin var olduğu ilkesi ise, olumsal bilginin
temel ilkesidir. Tüm bu tanıtlanmaz ilkelerin doğruluk ölçütü sağduyudur. Doğruluk ölçütünün kendi geçerliği de sağduyuya uygunlukla saptanır. Eğer olumsal doğruların temel ilkesine göre bilincinde olduğum herşey
gerçekse, dış dünya, ben, anlık, töz ve nedensellik, hepsi bağımsız bir varlık taşıyor demektir.
Ussalhk Çağmm Sonuçları
Bir ussallık çağı olarak Modern Düşünce'nin kendi kendine son vermesinin bir
nedeni de insan anlığı konusunda söylenebilecek herşeyi söyleyebilmiş olduğu izlenimini yaratışındandır.
Gerçekten de, 1500'lü
yılların sonunda yeşermeye
başlayan ussal ve öznel yaklaşım
biçiminin beliılerinden çıkınca, tutulabilecek her iki almaşık yolda da tutarlılığı tam olarak sağlayan, olgun ve kapsamlı
düşünce dizgelerine
ulaşılmıştı. Düşünce serüveni için şimdi
gereken, belitleri değiştirmek, Rousseau'nun müjdelediği gibi, ussallıktan bir ölçüde
vazgeçmekti. Hume nasıl ussal düşüncenin deneyci yolunda ilerlendiğinde ulaşılacak son nokta gibi duruyorsa, aynı anlamda Kant da (ı724-ı 804) ussal düşüncenin usçu
yolundan ilerlendiğinde gelinebilecek son noktadır. Bugün
bile her bilgi kuramının bu düşünürlerden ya birini ya da öbürünü en az bir ölçüde temel alması
bundandır. İşin daha da ilginç yönü, kimi köktenci görüş ayrılıkları bir yana bırakılırsa, Hume ve Kant kuramlarının
büyük benzerlikler taşımalarıdır.
Aydınlanma'nın Almanya'ya ulaşıp orada yayılması
İngiltere'de başladığı
çağdan yaklaşık bir yüzyıl sonra gerçekleşmiştir. ı 8. yüzyılın başında bu ülkedeki felsefi etkinlik, bütün
yapıtlarını Fransızca ve Latince yazmış olan Leibniz'in düşüncesini Alman- ca'da yaymak yönündedir. Wolf (1679-ı754) hem Leibniz'in felsefesini dizgesel bir biçimde Almanca'da dile getirmiş, hem de bu felsefeyi İskoçya 'dakine benzer bir tür sağduyu
yaklaşırnma uyarlamaya çaba göstermiştir. Bunun sonucu, o dönem Almanyası'nda kurgucu usçu görüşlerle
birarada, hatta seçmeci
biçimde, deneyci görüşlerin de benimsenmesi olmuştur.
Gerçekte, tıpkı Fransa'da olduğu gibi, burada da, Locke, Newton ve Hume'un yapıtları tanınmaya
ve yayılmaya
başlamıştı; bunlar
kurgucu ve usçu geleneği sarsıyordu.
Kant'ın yaşamı bu değişimierin
ortasında yeralmıştır. O, yaşamı boyunca doğup büyüdüğü kentten ayrılmamış ve dış düşünsel etkileri yerlerinde edinmek
yerine, onların gelip kendisini bulmasını beklemiştir. Modern Çağ
düşünürlerinin pek çoğu için alışılmışın dışında edilgin olan bu tutum, Kant'ın yaratı ve dizgeleştirme
gücünde öyle bir sonuç doğurmuştur ki, bunu da alışılagelmiş diye nitelemeye olanak yoktur. Kant'ın
yapıtını olağandışı yapan onun olağandışı etkisidir. Yoksa, pek çok büyük düşünürde de olduğu gibi, onun dizgeleştirdiği
düşüncelerin çoğunluğu, daha önce baş-
kalarınca ortaya atılmıştı. Kant, 35 yaşına gelene değin, Leibniz- Wolff felsefesini izlemiştir. Bu dönemde okuduğu
Hume'un kendisini "dogmacı uykulardan uyandırdığını"
yazar. On yıllık bir süre İngiliz
deneyciliğini incelemiş, bu yaklaşımdan derin bir biçimde etkilenmiştir. Kant kendi özgün felsefesini 45 yaşından sonra geliştirmeye
başlamıştır. Geliştikçe gelişen ve yeni ufuklar, ayrıntılar yaratan bu düşüncelerin
basılması sürekli ertelenrnek gereğinde kalıyordu. Sonunda kimi eksik yanları göze alarak, ı 78 ı'de Salı Usun Eleştirisi adlı
başyapıtını yayımladı. Buradaki düşünceler, tıpkı Descartes'ınkilerin kendi çağında yaptığı
etki gibi, Kant'ı izleyen
1 00-150 yıl boyunca
felsefe dizgelerinin büyük çoğunluğu için çıkış nok^ası olmuştur.
Dış dünyanın bilinemeyeceği görüşünü
Hume'dan alıp benimseyen Kant'a göre, de kendinde nesne bilinemez. İnsan
anlığının bilebildiği, "duyumladığı-gibi-nesne"dir. Bir başka
deyişle bilgi duyumlada sınırlıdır. Kant, duyumların dünyasını görüngüler
(phaenomena) olarak adlandırmış, dış dünya için de numenler (no- umena)
terimini kullanmıştır. Görüngü-numen ayrımı, ana çizgilerde Descartes'tan
miras kalan anlık-fiziksel dünya ayrımıdır. Önemli bir değişiklik, numenlere ne
fiziksel ne de başka bir niteliğİn yüklenmemesidir. Çünkü bunlar bilinemez.
Kant'ın deneycileri izlediği ikinci bir sav daha vardır: Ona göre de bilgi
deneyle başlar. Deneyciliği temeliendiren bu savı benimsemekle, Kanı'ın da bu
görüşe katıldığı ya da deneyciliği özüroleyen bir bireşime ulaştığını ileri
sürmek biraz güçtür. Özellikle Leibniz'in doğuştan bilgiler üzerine ortaya
attığı düşüncelerden sonra, bilginin önselliği (a prim·i oluşu), zaman
açısından deney öncesi olmaktan çok, doğ- rulanabilir/ik açısından deneyi
gerektirrnek ya da gerektirmemeye bağlanmıştır. Buna göre, doğuş aşamasına geri
dönülüp, o zaman anlığın gerçekten bir tabula rasa olup olmadığı
saptanamayacağın- dan, bir savın deneyselliği de, onun doğruluğunun
saplanmasının
deneye bağımlı olup olmadığı ile anlaşılacaktır.
Bu ölçüt açısından
Kant'ın deneyci
olmakla pek bir ilgisi yoktur. Çünkü, bilginin deneyle başladığını öne sünnekle birlikte, tümüyle deneysel temellere oturan hiçbir bilgi olamayacağını da ekler: Hiçbir bilgi bütünüyle deneysel verilerle
temellendirilemez, doğrulanamaz. Kant'a göre bilginin ancak içeriği deneyseldir. Bilginin sözkonusu
olabilmesi için, anlığın ya da usun, bu içeriğe bilimsel bir katkı yapması
zorunludur. Bu katkı
yapılmadan algı sözkonusu olamaz, duyumlarda kalınır.
Duyum ve Algı Ayrımı
Bu son ayrım, Kant'ın bilgi felsefesi alanında
yaptığı etkilerin en önemlilerinden biri sayılabilir. Bu, Leibniz'in anlığı algıda etkin bir ilke olarak değerlendirişinin,
kuramsal bir açıklamasıdır. Deneyci felsefe, tıpkı Descartes gibi, anlığı algıda edilgin olarak ybrumlar. Bu düşünüdere göre
algı, dış etkilerin
anlıkta belirli içerik ve biçimlerde izler bırakmasıdır. Kant, sonuçta edinilen bu belirli içerik ve biçimlerdeki
algılann oluşturulmasında anlığın etkin bir görev üsttendiğini düşünmüştür. Ona göre, algının
içeriği deneyden gelirken, biçimi aniıkça verilir. Duyum ve algı ayrımı da işte bu savı temellendirir. Kant'a göre duyum, algının ve bilginin ilk girdisini, içeriğini ve dolayısıyla da zorunlu koşulunu
oluşturur: Duyum
olmadan ne algı, ne de bilgi sözkonusudur. Ancak salt duyum bilgi değildir. Çünkü
bilgi algılardan
oluşur ve bilgi olabilmek için duyurnun algıya
dönüştürülmesi gereklidir. Gereken, duyum üzerinde birtakım yapısal, biçimsel
düzenlemelerdir. Algılar, nesne görüngüleridir. Duyumlarda ise nesnelere karşılık olan bir şey yoktur: Bunlar karmaşık bir nitelik izlenimleri akışıdır.
Anlığın etkin işlevi, Kant'a göre, işte bu karmakarışık duyum akışından nesne görüngüleri elde etmek yönünde bir düzen
kunnaktır. Bir başka deyişle,
anlık ve us, algının içeriğini
biçimlendiren bir görev
yapar. Duyum ve algı ayrımının, Hume'un izienim ve ide (kavram) ayrımını
karşılamak yanısıra, bundan çok daha etkili ve kapsamlı olduğu açık olsa gerek.
Anlık, kendisine dışından gelen karınaşık duyum akışına ne gibi bir düzen uygular ve bu düzenin kendi kökeni nedir? Anlık, duyum girdilerine, herşeyden önce
Kant'ın "görü biçimleri" dediği uzay ve zaman kalıplarını uygular. Duyumlar uzay ve zaman içinde olmayabilir, ancak bir nesnenin düşüncesini bu iki görü biçiminden hiçbir koşulda soyutlamak olanağı yoktur. Buna benzer olarak, her
nesne algısının belirli bir nicelik, ilişki, töz olmak vb. temel ve ondan ayrılmaz
özellikleri olacaktır. Kant'a göre, bunlar da, anlığın duyuma uyguladığı kavramsal kalıplardır. Bu türden on iki ulam ayrıştırır. Onun algı kuramının temel savı, anlığın tuyuma görü biçimleri ve ulam kalıplarını
uyguladığı ve
duyurnun bu uygulamayla algıya dönüştüğüdür. Kant, Leibnizci eğilimlerin güdüsünde, bu kalıpların
doğuştan, usun özünde
bulunduğunu öne sürer. Ona göre, algıya kazandırılan biçimin kökeni dış dünya değildir. Us, duyumu "kalıba sokarken" dış dünyada bulunan kavranabilir kimi yapıları uygulamak yerine, bütünüyle kendi doğasında bulunan verileri kullanmaktır. Bu da dış dünyanın bilinemez olduğu savıyla
bütünüyle tutarlıdır. Sonuçta Kant, algının içeriğini deneysel olarak değerlendirirken
biçimini "doğuştanlık savı" çerçevesine oturtmuş olur. Uzay, zaman ve on iki ulam
da nesnel değil, genel anlamda insan anlığına özgüdür.
Görü biçimleri ve ulamların algı
niteliği taşıyan her anlık · içeriğinin ayrılmaz nitelikleri olduğu belirtilmişti. Bunu örneklendirerek açıklamaya çalışalım: Göz ve beyin yapımız öyle
olmuş olsun ki, bütün insanlar bir yandan renk körü, öte yandan da "sivrilik kkörü" olsun. Algı düzeneği
bütün kırık çizgi ve açıları yumt,ışat;ıp
eğrilere dönüştürürken, renkleri de siyah-beyaza
indirgiyor olsun. İnsanlığın böyle bir anlıksal yapı taşıdığı dünyada, ne renk bilgisi ne de kırık çizgi bilgisi sözkonusu
olacaktır. Anlık, ona dıştan gelen duyuma uyguladığı kalıplarla rengi ve sivriliği yok etmektedir. Bu nitelikleri
bir süzgeç gibi dışta bırakırken, örneğin eğrilik ve si- yah-beyazı da içeri
almaktadır. Kant'a göre insan anlığının
gerçek yapısı buna koşuttur. Girdinin kimi niteliğini dışta bırakır, kabul ettiklerini de belirli kalıplara göre
biçimlendirir. Örneğe dönecek olursak, böyle bir dünyada her şeyin siyah-beyaz olduğu ve bütün
biçimlerin yumuşak kenarlı olduğu, bilgi açısından zorunlu anlamda doğru olacaktır. Çünkü bu dünya insanları
için bilinebilirlik açısından, siyah-beyaz veya yumuşak kenarlı
olmayan
nesneler, olanak dışıdır. Ancak, buradaki önemli bir nokta, zorunlu olan böyle bilgilerin, Hume'da "olguya ilişkin" diye adlandırılan
türden, yani
sentetik olmalarıdır. Bu doğruluklar, deneyin verdiği
doğruluklar olmayıp, anlığın deneyi düzenleyişi üzerine doğruluklar olsalar bile, "olguya ilişkin", ya da sentetiktirler. Gerçek dünyada da hem zorunlu hem de sentetik
olan bilgiler, aynı koşutlukla, anlığın algıyı düzenleyişine ilişkin
olanlardır. "Her
olayın bir nedeni vardır", "zaman geri çevrilemez", "İki ayrı nesne aynı zamanda aynı yerde bulunamaz" gibi
bilgiler böyledir. Bunlar, olduklarından başka türlü olamazlar: Bir başka deyişle, bir kez doğruysalar hep doğru, yani zorunludurlar. Zorunlu olmalarından
ötürü de doğruluklarını
deneye başvurmadan bilmek, saptamak olanağı vardır.
Yani bu önermeler önsel (apriori) önermelerdir.
Öte yandan, Hume'un öne sürdüğünün
tersine, bu önermeler a priori olmalarına
karşın sentetik gibi durmaktadırlar.
Kant,
"analitik"i, kendi kendini yineleyen yani yüklemi
öznesinde bulunan bilişiyi yineleyen önerme diye tanımlar. "Sentetik" bunun karşıtı, yani yükleminin
öznedeki bilişi ötesinde, onu aşan bir bilişi verdiği önermedir. Yukarıdaki önernıeler, Kant'a göre, analitik değildir ve aynı zamanda deneyden bağımsız
olarak doğrulanabilirler: Bu sentetik a priori önerme ya da bilgiler, Kant felsefesinde
usçuluğun doğrulanmasıdır. Yukanki türden önermelerin gerçekten sentetik ve a priori nitelikleri
biraraya getirip getirmedikleri tartışma konusu olmuştur. Deneyciliği sürdüren
düşünürler bu önermelerin
eğer sentetik iseler
apriori olmadıklarını, ya da a priori iseler sentetik olmadıklarını
göstermeye, yani
Hume'u doğrulamaya çalışmışlardır.
Modern düşünce içindeki bilgi felsefelerinin ortaya atılmasındaki en önemli etmenin kuşkucu uslamlamalar olduğu belirtilmişti.
Felsefe önemli bir dönüm noktası olan Kant'ın
kuramının kuşkucu uslamlamaları nasıl karşılarlığına bakalım: Kant için artık klasik anlamdaki kuşkuculuk sorun değildir. Çünkü
kuşkucunun uslamlamasındaki bir dış dünya olduğu ve bunun algı ile aynı biçimde
değişınediği varsayımı atılmıştır. Kant, Hume'u izleyerek dış gerçekliğin
bilinemez olduğunu öne
sürer. Dolayısıyla algının bir dış nesneye göre doğruluk ya da yanlışlığı artık sözkonusu değildir.
Doğruluk ve yanlışlık şimdi
daha çok ularolara uygun olup olmamak
sorunudur. Ancak bu kez de çözülmesi gereken, bir yandan dış gerçekliğin bilinemezliği savı ile, öte yandan algının hayranlık
verici tutarlılığının
aralarında yarattıkları gerilimdir. Bir başka deyişle Hume'un formülü, Kant'ı klasik kuşkuculuktan korurken, onu başına bu kez de Hume'un tutarlı
adımlarla gittiği dış dünya kuşkuculuğunu sorun-olarak sarmaktadır: Kant'ın sınırlaması gereken klasik kuşkuculuk
değil, Hume'cu kuşkuculuktur.
Algının tutarlılığını bir dış dünyanın
varlığını varsaymadan
açıklamaya çalışanlardan Berkeley, bütün yükü Tanrı kavramıyla
kaldırmayı denemiş, Hume ise algının şu ana değin tutarlı olmasının nedenini açıklayabilmek bir yana, bundan bir saniye sonra
algının bütünüyle düzensizleşmesinin olanaksız olmadığını vurgulamıştı.
İşte Kant'ta sentetik
a priori önermelerle dilegelen anlığın salt kalıpları,
algının düzenini ve tutarlılığını bir dış dünyayı var-
saymadan açıklama çabasının ürünleridir.
Kanı'ın bilgi kuramı özdekçiliğe
bütünüyle kapalıdır. Bu kurarn nesnel bile değildir. Ancak Kanı'ın öznel idealizme kaydığı da söylenemez.
Anlığın kalıpları tek tek kişilerde öznel değil, bütün bir insanlığın
doğasına özgüdür. Bir başka deyişle, anlık kalıpları Kanı'ta özneler arasıdır.
KANT VE BİLGİ SORUNU
(1985)
İki yüzyıl önce bu yıllarda, büyük
Alman filozofu
lmmanu- el Kant, 1781'de yayımladığı başyapıtı Salt Usun Eleştirisi
üzerinde kimi değişiklikler
yapmaktaydı. On yıllık bir çalışmanın ürünü olan bu kitabı, kendisinin de önden
sezinlediği gibi, eleştirmenlerce yanlış yorumlanmış, onun bir tür öznel idealizmi savunduğu ileri sürülmüştü. Kant, bu eleştirilere
yanıt olarak 1783'te
Prolego- mena 'yı yayımlamış, Salt Usun Eleştirisi'nin 1787 'deki ikinci baskısında da kimi bölümleri
değiştirerek, kitaba yeni bir önsöz eklemiştir.
Kant'ın bu yapıtı
öncelikle bilgi ve
onun kökeni üzerinedir. Etkisi ise derin ve kalıcı
olmuştur. 19. yy'da
Kant felsefesini en az bir ölçüde temel almayan bir düşünce dizgesi göstermek
güçtür. Bu etki,
20. yy düşüncesi üzerinde de, daha yumuşamış olmasına karşın,
sürmektedir. Günümüzde, Kant'ın bilgi kuramındaki öğretiler, psikoloji ve biolojinin kimi
dallannda geliştirilen bilimsel kuramları da yönlendirmektedir.
Nedir Kant'ın bilgi kuramının ana çizgileri? Burada bunu, hem dizgesinin ayrıntı ve iç işleyişine
giremeden, hem de getirdiği
öğretilerden yalnızca birkaçını özetleyerek yanıtlamak zorundayız. Bu kuramda getirilen belki de en önemli yenilik, algıda anlığın
rolü ile ilgilidir.
17. ve 18. yy'lar felsefesi, Descartes'ın etkisi altında, algıda anlığa edilgin bir görev yükler. Buna göre anlık duyumu, nedeni dışarıda olan bir etkile- nim olarak elde
eder. Böylece edinilen duyum, bir algı oluşturacak ölçüde,
kendiliğinden düzenlidir: Nedeni olan dış gerçekliğin düzenini yansıtır. Anlığın etkinliği, algının
tamamlanmasından sonra, algılananı tanımak, onu yeniden düzenlemek veya anımsamak gibi
işlemlerle sözkonusu olur. Leibniz Locke'u eleştirirken
anlığın algı süreci içinde de daha etkin olarak yorulanması gertiğini vurgulamıştı. Bundan da esinlenen Kant, algının ilk girdileri olan duyumlarla sonuçta elde edilen içerikler
arasında önemli bir ayrım çizer. Algının sonucu olan bu içerikler nesne görüngüleridir (phaenomena). Oysa ilk
girdilerde nesnelere karşılık olan bir içerik yoktur; bunlar karmakarışık bir duyum akışıdır.
Anlığın etkin işlevi, ona. göre, bu karmakarışık duyumlardan nesne görüngülerine
doğru bir düzen
kurmaktır. Bunu düzen -ki Kant buna algının biçimi (form) der- ilk girdi içeriklerine uzay ve zamanı, ve anlığın kimi temel kavramlannı (ulamlan) uygulamakla elde
edilir. Duyumlar uzay ve zaman içinde olmayabilir; oysa nesnelerin düşüncesi bu iki görü biçiminden
hiç bir koşulda soyutlanamaz. Benzer düşünceler örneğin
nicelik, ilişki gibi ulamlar ile ilgili olarak da
geçerlidir. Bir başka deyişle, duyum, kavramsal kalıplar içinde yorumlanır. Bu yorUmlama olmadan anlığın elde ettiği algı
değil, ancak karışık
duyumlardır. Dolayısıyla, bilgi için zorunlu bir koşul, duyurnun aniıkça algıya dönüştürülmesidir.
Kant, bilginin ancak deneyle başlayabileceği
konusunda Locke,
Berkeley ve Hume geleneğinin temel savını onaylar; ancak anlığın
açıklanan zorunlu katkısı olmadan bilginin sözkonusu olamayacağını
da vurgular.
Kant anlığın duyurnlara uyguladığı ulam- lann önsel (a priori), yani onun doğasına özgü olup deneyden gelmediğini
öne sürmüştür. Bu savı, kendisini usçu filozoflar arasına katar. Öte yandan o, Hume'u izleyerek, duyumların kökü ve nedeni olan bir "kendinde
nesneler" dünyasının (noumena) bilinemeyeceğini, bilgi içinde kavranamayacağını da onaylar. Bilinebilenlerin sınırı, algıya neden olan dünyayı içine almaz, bilgi, "algıda
kurulduğu gibi dünya"nın,
yani görüngülerin bilgisidir. Kant'ın öğretileri, onu ilk eleştirenierin
düşünmüş oldukları gibi bir öznel idealizmi içerir mi? Nedensellik, özdeşlik, töz, uzay ve zaman gibi,
bilgi için temel kavramlar, Kant'ın felsefesinde görüngüler
dünyasının dışına özgü olgulardan değil, insan anlığının uyguladığı kalıplar arasındadır. Bu, onun kuramma bir öznellik boyutu vermektedir. Ancak, bu bir idealizm değildir. idealizm, var olan her şeyin anlığa ve anlık
içeriklerine indirgenmesini içerir; oysa Kant, anlık dışında bir kendinde nesneler evrenini onaylamaktadır.
Onaylamadığı, bunun doğrudan bilinemeyeceğidir. Bilginin ancak insan aniı- ğında var olabileceği
savı ise, hemen hemen
tanımsal denebilecek güçte bir doğruluktur. Öte yandan öznellik, Kant'ta, nesneliği yak- laştırılabilecek
hemen en uç
noktasındadır. Çünkü onun öğretisinin öngördüğü anlık kalıpları tek tek öznelere göreli
bırakılmamış, insan anlığının genel yetileri, genel nitelikleri
olerek düşünülmüştür. Kant'ın hesabını verdiği tek bir "ben"in bilgisi
değil, genel olarak insanın bilgi edinme yeteneğidir. Bu açıdan onun öngördüğü anlamdaki öznellik bir "intersübjektiflik"
düzeyinde, yani özneler-
arasıdır. Bunu öne sürmek ise, bilginin doğası ve sınırının en belirgin bir niteliğini ortaya çıkartmaktır.
19.
YÜZYIL VE İNGİLİZ
GERÇEKÇiLiGİNİN DOGUŞU
(1985)
19. yy. Ortalarmda Batı Felsefesi
ı9.yy düşüncesini belirleyen niteliklerden belki de
en ağır- Iıkiısı çeşitliliktir. Felsefe tarihi, bu yüzyılda, o çağa değin hiç
görmediği ölçüde zengin, renkli bir düşünce ve görüşler
çeşitliliğine tanık olmuştur.
Bu çeşitlilik belirli bir sorun ya da konunun
ele alınıp birbirini izleyen filozoflarca giderek derinleşen bir anlayışla incelenmesi geleneğinden, bir ölçüde
ayrılındığını gösterir. Ortak noktalardan çıkan filozoflar bile, ı9.yy'da, kendi yollarında
giderler. Bir
benzetme yapılacak olursa, felsefi düşünce, geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi, bir direğe sarılıp hep onun üzerinde dal budak salan bir sarmaşığa benzemek yerine, artık bir ulu ağaç gibi her yöne gelişen,
geliştikçe de
ineelen dalları andırır. Yine bu benzetme açısından, pek çok dalın
ucu çıkmaz sokak gibidir: İS. yy'ın felsefelerinin birçoğu, kendi
doğrultularında son sözü söylerler.
İ 9.yy felsefesinin ortak çıkış çıkış
noktalanna, ortak niteliklerine ve gövdeden ayrılan ilk ana daliarına kısaca
bakalım: Felsefe tarihi içinde en büyükler arasında sayılan İmmanuel Kant'ın
düşüncesi kimi kez İ 7. ve İ 8. yüzyıl felsefesinin bir bireşimi niteliğinde
görülür. Aynı bireşim, İ 9. yüzyıl felsefesinin hemen tümü için çıkış noktası
olmuştur. Dolayısıyla, modern düşüncenin evrimi içinde Kant'ın konumu kimi
geçmiş akımların kendisinde birleştiği ve bu birleşmeden büyük bir
çeşitliliğin doğduğu bir odak noktası görünümündedir.
Önceki yüzyıllarda görülen akımlar
ölçüsünde türdeş olmamak üzerine, Kant'ın düşünce temelinden geliştirilen iki
felsefi
doğrultudan söz edilebilir. Kant bir anlamda
evreni ikiye ayırm Bunlara görüngeler ya da fenomenler dünyası ile nurneoler dünyası der. Ana çizgileriyle verilecek olursa, görüngüler
dünyası algıt mızın dünyasıdır: Görüp, dokunup, işittiklerimiz bu dünyayı oluşturur. Nurneoler dünyası ise, algıyla kavrayabildiklerimizin ötesinde kalan, algıdan
bağımsız, kendindeki
nesnelerin ortamıdır. İşte Kant'tan sonra gelen kimi Alman filozoflan, düşüncelerine
çıkış noktası olarak bu nurneoler dünyasını almışlardır. Bu dünyanın bilgisi algıyla olmaz, çünkü o, tanımsal olarak algının
ötesindedir. Burada bilginin yolu daha çok sezgi ve inançtır. Bilirnce bilginin tek yolu olarak
kabul edilen algının bu akımda arka plana itilişi, bir önceki yüzyılda doğan ve Rousseau ile Schiller'de gelişen Romantizmin etkisini de yansıtır. Romantizmin duyguları öne
alıp usallığa karşı çıkışını yansılar. Kant felsefesinde yer alan nurneoler dünyasından kaynaklanan bu akıma "Alman İdealizmi"
diyoruz. Bu, düşünce tarihinde Alman dilinde yapılan felsefenin kendini ilk ortaya koyuşu ve en büyük etkiyi yaptığı
dönemdir. Kant'ı, belirlemeye çalıştığımız açıdan izleyen Fichte, Schelling ve Schleiermac- her bu akımın ünlü
adlarındandır. Bu filozoflar Almanca'nın tüm olanaklarından yararlanarak felsefi yaklaşımlarının
da götürdüğü kurgusal düşünceyi yepyeni boyutlara ulaştırırlar. Alman İdealiz- mi'nin doruk noktası ise başyapıtlarını Kant' ınkilerden
yaklaşık 25 yıl sonra yayımlamaya
başlayan Hegel'dir.
Etki olarak Hegel'in Kant'tan pek aşağı kaldığı söylenemez.
Hegel idealizm ve kurgusallık yönünde alabildiğine
ilerlerken,
felsefesini son derece ussal bir dizge olarak geliştirmiştir."Ger-
çek olan ussal,
ussal olan da gerçektir" der. Böylece Hegel'de us- saltık yeniden ön plana çıkmaktadır, ama onun anladığı algı ya da görüngüler
dünyasında bulunabilecek
bir ussallık değildir. Ona göre gerçek, bir bütün olarak ve tarihsel boyutu içinde ele alınmalıdır. İşte bu anlamdaki bütün
"Saltık"tır ve Saltık da tinseldir. Bütün tarih,
bu tinin kendisini bir mantığa göre
açması, yani onun
evrimidir.
Evrim kavramının 19. yy düşüncesinde
önemli bir yeri vardır. Bu kavramı yerine daha iyi oturtabilmek için, önce, Kant'tan türeyen ikinci bir felsefi doğruhuyu belirlemeye çalışmalıyız.
Bunu yapmak, Alman İdealizmi'ni belirlemekten daha güçtür, çünkü burada ortak nitelikler daha da azalmaktadır. Yine de kapsayıcı bir terim olarak "Bilimin
etkisi altındaki felsefe"yi öne sürebiliriz. Bu, terimin kapsamı altındaki filozoflara baktığımızda, hemen hepsinin, evren kavramı olarak Kant'taki görüntüler
dünyasını aldıklan- nı görüyoruz. Onlara göre düya, algıladığımız ve bilimsel yolla kavradığımız
dünyadır. Bu açıdan bir çoğu, 18. yüzyıl
deneyciliğiyle süreklilik gösterir. Aynı nedenle, felsefi yaklaşımları kurgusal, yani spekülatif,
değildir.
Bu başlık altında ele aldığımız bütün
düşünürler bilime
tam birgüven duymuşlar, bilimsel gelişmenin artan bir hızla
süreceğine inanmışlardır. Gerçekten de 17. ve 18. yy 'larda bilirnce alınan yol çok büyük
olmuş, Descartes ve
Locke gibi filozofların da katkılarıyla, bilimin kendi dünya görüşü, felsefesi biçimlendirilmişti.
Ko- pernik,
Kepler, Galileo, Boyle, Newton ve Lavoisier gibi bilim adamlarının
katkılarıyla Doğa bilimleri büyük başanlar göstermiş, sürekli bir gelişime sahne olmuştur. Bu gelişim ve başarı, 19. yy'ın bilim etkisi altındaki felsefesine kimi beklenti ve amaçlar veriyordu. Önce, gelişmesini ileri bir noktaya ulaştıran doğa bilimlerinin yöntemleri
örnek alınarak toplum bilimlerinin kurulabileceği ve aynı başarının burada da sağlanabileceğine
inanıyordu. Fransız Devrimi'nden sonraki siyasal açıdan çalkantılı dönem Avrupa'sında ortaya çıkan toplumsal sorunları,
böyle bir bilimle çözmeyi amaçlıyorrlu
bu filozoflar.
Bundan dolayı, bu başlık altındaki sayılabilecek düşünürlerin hemen hepsi toplum felsefesine kaymış ve bu alanda kurarnlar ortaya almışlardır.
Bunların hemen tümü, yine bilimin etkisi altında, doğayı
ve toplumu
dinamik gerçekler olarak
görüyorlardı. Ortaya attıkları toplumsal kurarnlar soyut
dizgeler değil, tersine, uygulamaya dönük, toplumsal reform önerileriydi. Bentham, Comte, Mill ve Marx gibi
önemli düşünürler, toplum felsefesini, daha iyi bir toplum yaratmak amacıyla
geliştirmişlerdir. Bu reformcu amaç, sözkonusu kuramlara, çoğu kez ideolojik bir nitelik vermiş, ortaya atılan
görüşlerin kitleler üzerindeki etkisi doğruluk ya da yanlışlıklarından
daha önemli
tutulmuştur.
Bilimin etkisi altındaki felsefede yalnızca toplum sorunları ele alınmamıştır. Bilgi konusunda 18. yy deneyciliği "Pozitivizm" adı altında
sürmüş, ahlakta Yararcılık ortaya atılmıştır. Alman İdealizmi, karşısında yine Almanya'da köksalan
Özdekçilik'i bulmuştur.
Evrim kavramı hem bilimin etkisi altındaki felsefede, hem de Hegel ve sonrası Alman idealist felsefesinde, önem taşır. Dikkatler bilimlerin ve toplumların
gelişmesine dönünce, zaman içinde bir yetkinliğe gidiş, bir ilerleme gözlemlenmiş ve bunun bir açıklaması verilmeye çalışılmıştır. Örneğin
Comte, düşünce biçimlerindeki gelişmeyle toplum biçimleri
arasında koşutluklar saptamış, Marx ise Hegel'in diyalektik evrim mantığını topluma uygulamıştır. Evrimi felsefesine başlıca konu yapan düşünür ise Spen- cer'dır.
Spencer'ın düşüncesi bir bilim adamı olan Darwin'e esin kaynağı olmuş ve böylece canlı
türlerinin evrim
yoluyla ortak bir kökenden geldikleri kuramı ortaya atılmıştır. Bu kurarn dinsel çevrelerin tepkisiyle karşılaşınca, 19. yy'ın ikinci yarısı, dinle elele veren idealizm ile
Darwincilik'i savunan özdekçilik arasındaki savaşa tanık
olmuştur.
Yüzyıl Bölümünde İngiliz Düşüncesi
19.
yy'ın sonlarına gelindiğinde, İngiliz
düşüncesi çeşitli etkiler altına girer. Yüzyıl boyunca Mill ve onu izleyenierin etkisiyle sürdürülen geleneksel deneyci yaklaşım, bu düşünürün ölümü
ile
bir anlamda sahipsiz kalmıştı. Evrimci düşünce, yalnız
başına, genel bir felsefe olarak etkisiz kalıyor, ya bir bilimsel kurama, ya da bir
felsefe yaklaşımına, boyut kazandırmaktan ileri gidemiyordu. Özdekçiliği Hobbes ve Toland ile 17. yy' da yaşamış olan İngiliz
düşüncesi, Almanya'da
yeni yayılan bu düşünceyi benimseyişte pek de hızlı yol almış değildi. Feuerbach, Buchner, Haeckel ve
Vogt gibi düşünürlerin özdekçiliği iki yüzyıl önceki Robbes'daki kimi tutarsızlıkları
yinelemekteydi.
Diyalektik Özdekçilik ise siyasal yaşamda belirli bir etki yaparken, felsefe yaklaşımı olarak, belki de Hegel'in ağırlığı nedeniyle, doyurucu bulunmuyordu.
Hux- ley, özdekçiliğin İngiltere'deki uzantısı olarak, büyük bir felsefi önem
taşımamıştır.
Bu akımlar dışında, ABD'de filizlenmekte olan yeni
bir yaklaşım, deneyciliğe sahip çıkmakta, kendini "köktenci
deneycilik" adıyla Hume ve Mill'den ayırt etmekteydi. Pragmacılık, Peir- ce, James ve Dewey'nin katkılarıyla
geliştirilmiştir. Ancak Peir- ce'in daha sonraki bir aşamasındaki İngiliz felsefesiyle önemli yakınlıklar
göstermesine karşın, Pragmacılık, ABD'de yaptığı derin etkiyi ne kıta
Avrupa'sında ne de İngiltere'de tadamamıştır.
Yüzyıl dönümüne yaklaşıldığında
İngiltere'deki en ağırlıklı etki idealizm ve özellikle de Hegel'in felsefesiydi.
Mill'den sonra deneyeiliğin a^tığı boşluk, Berkeley'inki gibi değil, nesnel türden bir idealizm ile doldurulmuş oluyordu. Fransa gibi İngiltere'de de, yüzyıl sonundaki hemen bütün felsefe profesörleri Hegelci idiler. Bunlar arasında, hiç biri Hegel düzeyinde filozoflar olmamalarına
karşın önem taşıyanlar, Green, Bradley, Bosanquet ve Mc Tag- gart'tır. Bu dörtlü arasında
düşüncesi belki de
en incelikli olan Bradley, Appearance and Reality (Görüntü ve Gerçek) adlı
kitabında ahlak ve
onun kavradığı tüm görüngüler evrenine, yani uzay-zaman içindeki nesneler dünyasına karşı
yıkıcı bir eleştiri yapar. Büyük incelik taşıyan bu eleştiri, Elsa okulunu andıran bir bi-
.çimde, sağduyuya epeyce aykırı
sonuçlara ulaşır: Bradley uslamla- ·malarıyla deneysel açıdan "gerçeklik" adı
altında anılan hemen -herşeyin çelişik olduğunu tanıtlamıştır. Ona göre bu çelişik görüntü
ardında gerçek bir gerçeklik vardır; bu ise duygu, düşünce ve istençten
oluşan Saltık'tır. Tek varlık odur.
O çağda İngiliz düşüncesi üzerinde
dolaylı, ancak önemli bir etki yapan başka bir akım, Avusturya'da filizlenmekte olan
ve Husserl'in Görüngübilim'ini hazırlayan bir idealist Gerçekçilik'tir.
Bunun kökenierinde Descartes, Kant ve Hegel 'in kimi
düşüncelerini bulmak olanaklıdır. Ancak bu akım gerçek felsefi temelini Pla- ton'dan alır. Brentano'nun 1870'li yıllardan
başlayarak Örtaya attığı niyetsel anlık eylemleri öğretisi, öğrencileri Meinong ve Hus- serl'in düşüncelerini
temellendirmiştir. Meinong, üzerinde düşünce yürütükbilen herşeyi "nesne" olarak değerlendirip, varolan, kalıcı olan ve olanaksız nesneler arasında
ayrımlar çizer. Örneğin, "deniz kızları", "uçan atlar" gibi deneysel açıdan
olanaksız, "yuvarlak
kare" gibi mantık açısından olanaksız şeyler üzerine de düşünebildiğimize
göre, bunlar da
nesnedir, der. Nesne konusundaki önyargımızın bizi onu olanaklı olarak görmeye
koşullandırdığını, oysa bunun bir zorunluluk olmadığını vurgular.
İngiliz Gerçekçiliği'nin Doğuşu
Deneyci felsefenin yeniden kazanılması ve bunun 1. Dünya Savaşı'na
değin belirli bir mantıkçı tutumla yoğrularak
geliştirile- bitmiş olması, hem çağdaş Angiasakson düşüncesinin bugünkü dü- rümüne ulaşması, hem de iki savaş arası
döneminin Pozitivist
Viyana Okulu'nun ortaya çıkabilmesi için zorunlu bir koşul olmuştur. Bu denli önemli
sonuçları olan mantıkçı-deneyci
İngiliz felsefesi ise varlığını 20. yy'ın başlangıcında doğan yeni İngiliz gerçekçiliğine
borçludur. Mantıkçı-deneyciler ve gerçekçiliği yeniden doğuranlar,
aynı düşünürlerdir. Bu doğuş ise, G.E. Moore'un daha
önce kendi de benimsemiş
olduğu idealizm 'i 1903
yılında yazdığı bir yazı ile yadsımasıyla gerçekleşmiştir.
Moore, 1873'te doğmuş, 1892'de ise klasik filoloji öğrenimi için Cambridge Üniversitesi Trinity College'a girmiştir. Orada tanıştığı ve kendisinden daha genç bir öğrenci olan Russell'ın etkisi ile eğitimini felsefe alanına
kaydırmıştır. Moore ile Russell arasında burada başlayan dostluk kalıcı olmuş,
önemli etkileri olan
bir felsefi alış-verişe olanak sağlamıştır. 1898'de Trinity College'a öğretim üyesi
yapılan Moore, öğrenciliğinde
hocaları Bradley
ve McTaggart'ın etkisi altında, tıpkı arkadaşı Russell gibi, Hegelci bir idealistti.
Sonraları yumuşatılmış bir Platonculuk'a kayan Moore, bunu Russell'a da aşılamış ve onun matematiğin temellerine ilişkin
çalışmaları üzerine bu açıdan etki yapmıştır. Bu dönemde her ikisi de genç hocaları Stout aracılığıyla Meinong'un yazılarını izlemişler ve ondan etkilenmişlerdir.
1903 yılında Moore' daki Platoncu idealist gerçekçilik, bir fiziksel dış dünya
gerçekçiliğine dönüşmüştür. Mind adlı felsefe dergisinde yayımladığı "idealizmin Çürütülmesi"
(The Refutation
of ldealism) başlıklı yazısı, gerçek bir dönüm noktasıdır. Bu yazıda Meinong'dan aldığı bir ayrımı
kullanır: Bilginin
konusu olan nesne ile kavrayışı oluşturan bilinç edimi, önemle ayırt edilmelidir, Moore'a göre. Berkeley'in "var olmak algılamaktır"
sonucuna götüren ünlü
uslamlaması, bu ayrım ışığında geçersiz kalır. idealist sonucu benimsernek için gerekçe
kalmamış olur.
Moore, gerçeği anlıksal varlığa indirgeyen idealizm 'i böyle- ce yadsırken, somut özdeksel nesnelerin varlığını
onaylayışı yanı- sıra, tümel kavramlar olan nitelik, ilişki ve türlere de bir anlamda gerçeklik
yükler. Bu yeni görüşleri artık
Russell de benimsemiş, her iki düşünür de Platonculuk'u belli belirsiz sürdüren bu fiziksel , gerçekçiliği
hızla yayan bir odak oluşturmuşlardır.
Daha sonraki yıllar, Platoncu ögeler giderek azalmıştır. Ör-
neğin 1910'lu yıllarda mantık
ve çözümleme, Russell'a kimi soyut kavramları, onlara varlık ya da gerçeklik
yüklemek gerelaneden
yalın ögelerine ayırmak olanağını tanımıştır. Mantıksal Atomculuk adını verdiği bu düşüncelerinin
gelişme aşamında yanına doktora çalışması yapmak için gelmiş olan Wittgenstein da, kendisi üzerinde etki bırakmıştır. Russell, öğrencisini izleyerek, önceleri Platon- cu gözlüklerle
yorumladığı matematİğİn bütünüyle totolojilerden oluştuğuna inanmıştır.
Moore'un bu çağlardaki gelişimi ise onun algı sorunu üzerine zaman içinde
yumuşayan bir görüş
geliştirişi ile
belirlenir: Kuşkucu uslamlamaların gücünü, giderek büyüyen bir ölçüde onayla- yışıyla birlikte, yalın bir gerçekçilikten
Görüngüci.ilük'e doğru kaymıştır. "idealizmin Çürütülmesi"nde, özdeksel nesnelerin doğrudan ve oldukları gibi algılandığını
öne sürer. ileriki dönemlerde ise, algılanan
özdeksel nesne değişınediği halde, onun insana görünüşü
koşullarla birlikte sürekli değişim
içindeyse, insanın gördüğünün nesnenin kendisi olamayacağı sonucuna varır. Demek ki, der, insanın algı
sırasında gördüğü, yalnızca o sıra var olan ve nesnenin yüzeyinden ayrı bir şeydir. Moore bunu
"duyu-verileri" (sense-data) adını vermiştir. Duyu-verileri kuramı bir anlamda Locke'u çağrıştıran bir görüştür. Bu tür bir görüş, aynı
yıllarda Russell'ca
da benimsenmiştir. Duyu-verileri kuramma katkı yapan başka iki Cambridge filozofu ise Stout
ile Broad'dır.
Gerçekçiliğin Cambridge'deki bu gelişim ve yayılışını anlatırken
Oxford'a değinmernek
haksızlık olur. Çünkü benzer bir olayı bu üniversite de, ancak daha sessizce yaşamıştır. idealizm'in göz
açtınnadığı, Yüzyıl'ın son yirmi yılında bile, bir gerçekçi direniş Oxford'da varlığını sürdünnekteydi; 1888'de Fiziksel Gerçekçilik (Physical Realism) başlıklı bir kitap yayırolayan Case ve onun genç çağdaşı Cook Wilson, Yüzyıl
dönümünden başlayarak buradaki düşünüderi giderek idealizm' den soğutmayı başarmışlar-
dır. Cook Wilson'u izleyen düşünürler
arasında Joseph ve
Prichard da sayılabilir. Cambridge'dekine göre daha önce başlayan, ancak sesini o ölçüde duyuramayan bu gerçekçi "devrim", duyu-verisi kavramını
yadsıyışıyla belirlenir. Oxford gerçekçileri, algıda görünenin nesnenin kendisi olduğunu
savunmuşlar. Stout'a ve Moore'a eleştiriler yöneltmişlerdir. Onların
yalın gerçekçiliğine göre, algılanan nesne ile anlık arasında bir duyu-verisi perdesi
bulunamaz. Price, duyu-verisi kavramını onaylanır bir biçime dönüştürmeye
çalışarak, bu iki karşıt gerçekçi
tutum arasında bir uzlaştınna aramıştır.
Yalın gerçekçilik ve görüngücülüğe kayan duyu-verisi gerçekçiliği arasındaki tartışma Il. Dünya
Savaşı'ndan sonra
Oxford'a taşınmış ve Austin ile Ayer arasında sürdürülmüştür.
ViYANA ÇEVRESİ DİL, DOGRULUK VE
MANTlK
(1985)
Mantıksal pozitivizm 20. yy'ın önemli felsefe akımlarından biri olmuştur. Bu akımı Viyana Çevresi adından
ayrı düşünmek olanağı yoktur. Çevre, 1922'de Viyana Üniversitesi Felsefe Profe- sörlüğü'ne atanan Moritz Schlick'in, yanına kendisi gibi öncelikle bilim adamı olarak yetişmiş
düşünüderi toplayarak,
tartışmalar yoluyla bilime ve ödünvermez bir deneyciliğe ağırlık veren bir yaklaşım kurma çabaları sonucunda doğmuştur. Schlick'ten başka önem
taşıyan çevre üyeleri, Neurath, Viyana'da uzun süre kalmamış olan Carnap ve felsefeciden çok mantıkçı ve matematikçi olan Gö- del'dir.
Viyana Çevresi'nin öğretileri o denli özgün değildi. Ancak, tutkulu tartışma ve aşırı deneyci görüşleri savunma biçimleri, onların
önemli bir felsefi görevi yerine getirmeleri yol açmıştır.
Yaptıkları, Alman geleneğinin kurgucu, romantik metafı.:ikçiliğine yönelen bir temizlik eylemidir. Bu
temizlik, Angio-Sakson düşünce dünyasında, orada bulunan ortak kökenli başka deneyci akımlarla
tutarlılığı dolayısıyla, içtenlikle benimsenmiştir. Ancak Kıta Avrupa'sında,
özellikle Hitler faşizminin
tırpanını yedikten
sonra, önemli bir iz bırakıp bırakmadığı kuşkuludur.
Mantıksal Pozitivizm 'in önde gelen kökeni Hume'un deneyciliğidir.
Bu deneyciliği
doğa bilimine temel
yapan fizikçi filozof Mach da bir Viyanalı idi. Felsefe tarihini pek de yakından tanımadıkları
öne sürülen çevre düşünürleri, bilimi doğrudan duyu-de- neylerine indirgeyen aşırı
deneyciliği ondan almışlardı.
Başka bir düşünsel etki kaynağı olan A.B.D.'li filozof C.S.
Peirce, 1870'li
yıllarda Pragmacılık'a temel olan yazısında
Mantıksal Pozitivist-
ler'in baş öğreti olarak benimserlikleri "doğrulama ilkesini" büyük ölçüde
hazırlar. Pierce'e göre bir kavramın
anlamını saptamak için, bu kavramın doğru
olması durumunda,
uygulamada.hangi sonuçların doğacağını düşünmelidir. Viyana Çevresini etkileyen üçüncü felsefe ise, l.Dünya Savaşı
sırasında en olgun aşamasına
erişen ve Russell ile öğrencisi Wittgenstein' ın kurdukları,
Mantıksal Atom-
culuk'tur. Çevre düşünüderi Russell'dan özellikle sembolik mantık ve bunu deneyeilikle yoğuruş
biçimini alırken, Wittgenstein'ın, matematik önennelerini içerikçe boş, yani totoloji (eşsöz) oldukları
öğretisini benimserler.
Hem Russell'ın, hem de Alman mantıkçısı Frege'nin l.Dünya
Savaşı'ndan çok öncelerden beri, önennele- rin anlamlılığını belirleyişleri, "bir önennenin
anlamını bilmek,
onu doğru ve yanlış yapan koşullan bilmektir" dile getirilişleri ol- mu§tur.
İşte bu kaynaklan temel alan Mantıksal Pozitivist'ler bir anlamda, felsefeyi bilime indirgerneye çalışmışlardır.
Metafiziğin dile getirdiği
önenneleri anlamsız sayabilecek formülü, anlam kuramı olarak benimserlikleri doğrulama ilkesinde bulmuşlardır. Bu ilkeye göre "bir önermenin
anlamı, onun doğrulama
yöntemidir". Aynı ilkeden türetilen anlamlılık ölçütüne göre ise, "bir önennenin
anlamlı olması, onun doğrulanabilir olmasıdır". Doğrulama ya da doğrulanabilirlik,
doğruluk ya da yanlışlığın deneysel gözlernde
saptanması ya da kanıtlanması
olduğuna göre, örneğin "Töz, nitelikleri bir arada tutan ilkedir" ya
da "Tin kendini tarihsel süreç içinde gerçekleştirir" gibi önenneler
düpedüz anlamsızdır. Bunları konu eden söylem, yazılar, kitaplar, saçmalığı aşamazlar.
Doğal olarak, doğrulama ilkesi anlamlılık
ağacından yalnız metafizik söylemi değil, ahlak, estetik ve din söylemini de budu- yordu. Çünkü ahlak ve güzellik
yargılarının güzellik ya da yanlışlığını deneyde saptamak olanağı yoktur. Bunlar bir yana, doğrulana-
bilir ilkesi, geri tepen bir silah gibi, bilimin tümel
önermelerini, yani yasaları da tehdit etmiştir. Bir yasayı doğrulamak, onun özel uygulamalarını deneyde saptamak olacağından, onun doğru ya da yanlış olduğunu
kanıtlamaya olanak
yoktur. Geçmiş olayları dile getiren önermeler de deneyde doğrulanması
olanaksız önermelerdir. Bütün bu etmenler nedeniyle doğrulama nedeniyle doğrulama ilkesi yumuşatılmaya
çalışılmış ancak böyle yapmanın
Mantıksal Pozitivizm'in
bütün çekiciliğini alıp götürdüğü de gözden kaçmamıştır.
Alfred Ayer'ın Dil, Doğruluk ve Mantık adlı
kitabı Mantıksal Pozitivizm'i İngiltere ve A.B.D.'de tanıtan ve etkili kılan yapıttır.
Kesin, keskin,
tutkulu ve kıvrak anlatırruxla yüzyılımızın en çok okunan felsefe kitapları
arasındadır. Ayer, Oxford'da felsefe okuduktan sonra, 1932'de 22 yaşında mezun oldu. Hocası Gilbert Ryle'ın
önerisine uyarak
Viyana'ya gitti. Çevre'ye girdi. Altı ay gibi bir süre orada kalarak onları ve tartışmalarını izledi, bu düşüncelerle dolu olarak İngiltere'ye
döndü. Bir süre sonra Dil, Doğruluk ve Mantık'ı yazmaya koyuldu. Kitabı bitirip bastırttığında 25 yaşındaydı.
Yayımcısı başlangıçta kitabı 500'den çok basınayı riskli bulmuş, Il. Dünya savaşı
başına değin 4 baskı yaparak 200 kopya satmıştı. Savaş ertesinde ise bu yapıt bilinen başarısına erişmiştir.
Ayer Dil, Doğruluk ve Mantık'ta Hume'u izleyerek anlamlı
önermelerin iki öbeğe
aynlabileceğini öne sürer. Bunlar olgulara ilişkin önermeler ve matematik ile mantığı oluşturan formel önermelerdir. İlk öbektekilerin deneyde sınabilir
olması zorunludur. İkinci
öbektekiler ise
totolojidir; yani dünyaya ilişkin bir şey anlatmazlar. Bunlar sembollerin yeniden düzenlenmesinden
oluşurlar. Bu iki öbek dışında kalanlar sahte önermelerdir ve gerçek bir biçimde anlam taşımazlar. Tannbilim önermelen bunlar arasındadır. Ayer ahlak önermelerine
özel bir tür anlamlılık
tanıyabilmek için,
onların duygulanımları dile getirdiğini ve olgulara ilişkin olmadıklarını
öne sürmüştür.
Dil, Doğruluk ve Mantık,
doğrulama ilkesinin
karşılaştığı güçlükleri gidermek çabası içinde, bu ilkenin "sıkı"
ve "yumuşak"
yorumları arasında bir ayrım çizer. Sıkı yoruma göre, bir önermenin doğruluğunun kesin bir deneysel kanıtla
saptanması gerekir. Yumuşak yorum ise, bir önermenin
doğruluk ya da yanlışlığının belirlenmesi doğrultusunda
geçerli sayılabilecek bir gözlemin bulunuyor olmasını anlamlılık için yeterli sayar. Ayer ilkeyi ancak bu yumuşak yorumunda benimser.
Savaş sonunda kitabını gözden
geçiren Ayer, bir
önsöz ile kimi yumuşatma ve inceitmeler getirmiştir.
İlk baskıdaki savlarından dönmez, ancak bunları bir ölçüde keskinleştirerek güçlüklerden arındırmaya çalışır. 1950'li yıllarla birlikte Ayer'ın Poziti- vizm'den ayrılarak,
kuşkuculuğa karşı algının güvenirliği ve dış dünya düşüncesinin hangi-:tnlamda savunulabileceği
gibi, daha çok geleneksel epistemoloji konulıtrına
kaydığı görülür. Dolayısıyla Dil, Doğruluk ve Mantık, Ayer'in olgun döneminin görüşlerinden epey uzakta kalan bir yapıtıdır. Bu yapıtta anlatıma
dökülen öğretileri artık bugün savunan pek kimse de kalmamıştır. Ancak bu, kitabın tarihsel önemini ve felsefe konularına
giriş için okuruna sağlayacağı keskin ve aydınlık
düşünce şölenini gölgeleyemez.
Vehbi Hacıkadiroğlu'nun çevirisiyle böyle
önemli bir yapıtın
Türkçeye kazandırılmış oluşu sevinç vericidir.
(1995)
1985 yılı, 20. yy'ın büyük
düşünürü Wittgenstein'ın Türkiye'de daha yaygın olarak tanıtilması
yönünde önemli somut adım- lann atıldığı bir dönem oluybr. Geçen yıl, bütün ülke içinde bu adı duymuş olaniann sayısı lOO 'i bulur muydu, bilemeyiz. Düşüncesinin ana çizgilerine
ilişkin genel bir
bilgisi olaniann sayısı ise 2'yi ne kadar aşardı, bunu da söylemek güç. Örneğin,
Erkut Sezgin
gibi bu düşünürü ciddi olarak incelemiş bir felsefecimiz de yok değildi, ancak böyle örnekleri
pek çoğaltamayabiliriz
gibi geliyor. Bugün, sanırız "Wittgenstein" adı ve bunun, dili felsefesinin odağına alıp
anlamiıyı anlamsızdan ayırmaya, dilin doğasını kavramaya çalışmış bir filozof olduğu, çok daha geniş bir kitlece biliniyor. Ne var ki,
Wittgenstein'ın önemli yapıtlanndan birinin ve onun felsefesini tanıtan bi, kitabın
Türkçe'ye çevrilmiş olmasına karşınOl, bu felsefenin başlıca temalarından bir ikisini az daha derinliğine
kavrayanların sayısı yine de pek artmış olmayabilir. Bunun nedeni, Wittgens- tein'ın felsefesinin güçlüğü,
anlatım biçiminin yoğunluğu ve onun düşüncesini tanıtan pek çok çalışmanınki gibi David Pears' in kitabının da, neredeyse Wittgenstein'ın
kendi biçimini aratacak ölçüde,
anlaması güç bölümler içermesi ile ilgili... Felsefe geleneğinin çok
daha köklü olduğu
Batı ülkelerinde bile Wittgenstein'ı gereği gibi anlamak onyılları almıştır. Ölümünden otuz yılı aşkın süre
geçip, üzerine büyük bir araştırma kaynakçasının biriktiği bugün bile, Ba-
1) Tractatus, Çev. Oruç Aruoba, BFS Yayınlan; Wittgenstein, David Pears, AFA Yayınlan.
tı 'da, bu adı hemen her aydın tanıyor ve felsefe dışı alanlarda yapıtlarındaki
"giz
dolu" dilegetirişlerden bol bol alıntılar yapılıyor olmasına karşın, onun düşüncesini daha derinlikli olarak kavrayanlar, akademik felsefe çevreleri
dışına pek taşmıyor.
Bu ve bunu izleven ikinci bir yazıya filozofun ilk dönem
düşüncesine bir giriş Oar2k, uar la olsa tutarlı bir açıdan yardımcı
olmak, Wittgenstein'ın
dizgesmin odakta
olan temalanndan birini tanıtmak istiyoruz. Bunu yaparken, David
Pears'in yaklaşımından değişik bir yol tutacağız. Belirli bir anlam kuramını ele alacak, bunun içerdiği Platonculuk'un giderilmesine yönelik bir yöntem olarak Russell ve öğrencisi
Wittgenstein'ın atomcu dizgelerini karşılaştıracağız.
Yönletimsel Anlam Kuramı
Bir özel ad düşünelim:
"Maviş", yani komşunun kedisi... maviş sözcüğünün dil içindeki görevinin neolduğunu soracak olursak, bunun doğal bir yanıtı,
komşunun kedisini
dilegetirmeye, yani bu kediye ilişkin bir şey söylemeye olanak sağladığıdır. Bir başka deyişle
"Maviş" o kedi yerine durur, o kediyi gösterir. Daha teknik bir deyimle ise, kedi
"Maviş"in yönletimidir. Aynı soruyu anlam açısından yeniden soralım:
"Maviş", özel adının anlamı nedir? Yine doğal olan yanıt, bu anlamın
komşunun kedisi olduğudur. Bir ölçüde
tartışmalı olsa da,
bir özel adın anlamının, o adın gösterdiği, yerine durduğu nesne olduğu
söylenebilir. Özel adlar için anlam, yönlelimle özdeştir.
Özel adlar, dilde yeralan sözcüklerin
yalnızca bir türüdür. Özel
adların işleyiş ve anlamtaşıyış biçimini, bütün sözcüklere genellediğimizi
düşünelim. Bu
genellerneye göre, yalnızca bir özel adın değil, herhangi bir sözcüğün anlamı
da, dilegetirdiği ya da yönlettiği nesnedir. Her sözcük için,
anlamı olarak gösterilebilecek
bir nesne sözkonusudur. Bu genellerneye dayanan anlam
kuramma
göre, sözcükler nesneleri adlandırırlar ve adlandırdıkları
nesne de onların
anlamını oluşturur. Salt nesnel anlam kurarnı ya da yönle- timsel anlam kuramı diye nitelendirebileceğirniz
bu açıklama, bilinen en eski anlam kurarnıdır.
Örneğin Platon böyle bir kurarnı sa- vunrnuştur. Tevrat'da bile bu türden bir anlam anlayışı
yeralır.
Dillerin, evren ya da dış dünyanın niteliklerini, durumunu yansıttıkları
doğrudur. Dilin en
temel iletişimsel görevini dış dünyanın betirnlenrnesi olarak değerlendirrnek
yanlış bir şey söylernek olmasa gerek. Bundan dolayı kimi sözcüklerin dış
dünya ile doğrudan ilişki içinde olmalarını da doğal
karşılayabiliriz. İşte böyle bir yaklaşımı genelleştiren kimi filozoflar, dil ile gerçeklik
arasında bile bir karşılıklılık
bulunduğunu düşünrnüşlerdir. Buna göre, dildeki her sözcük, dış dünyadaki bir nesnel gerçekliği dilegetirir. Yönletirnsel ya da nesnel anlam kurarnının bu sağduyuya uygun yönleri bir yana, karşılaştığı
önemli metafizik ve mantıksal güçlükleri
vardır. I. Dünya Savaşı
öncesindeki Wittgenstein'ın felsefe çabalarını, böyle bir anlam kurarnını benimsedikten sonra ortaya çıkabilecek
güçlükleri önleyen bir dil kurarnma yönelik çabalar olarak değerlendireceğiz.
Önce, yönletirnsel kurarnı salt olarak be- nirnsernenin ortaya çıkaracağı güçlüklere göz atalım.
Kuramın Getirdiği Sorunlar
Yönletirnsel kurarnın tekil adiandırma yapan sözcukler bağlamında
pek bir sorunu
yoktur. Kurarn zaten bu tür sözcüklerin an- larnlılığını
genelleştirmekle elde edilmiştir. Oysa sözcüklerin tekil adiandırma
yapmadıkları açıktır: Öyle olsaydı özel adlar dışında sözcük bulunrnazdı. Örneğin kimi sözcükler
hiçbir nesneye ilişkin
değildir:"ve", "ile", "oysa", "değin" gibi sözcüklerin dilegetirdik- leri
"nesnelerden" söz edebilir miyiz? Denebilecektir ki
eğer bu sözcükler anlam taşıyariarsa ve böyle bir anlam olarak gösterebilecek bir nesne yoksa, yönletirnsel kurarn yanlış
olmalıdır.
İkinci bir güçlük, tam ters yönde, birden çok sayıda nesneye uygulanma durumunda olan sözcükler
bağlamında doğuyor. "İnsan", "kedi", "kırmızı",
"uzun",
gibi genel terimler, bir başka değişle, tür adları ve sıfatlar, birden çok nesneyi bir arada dile
getirirler. Burada doğan sorun, sözcüğün anlamını oluşturduğu öne
sürülebilecek belli bir nesnenin bulunmayışı ve bu anlamın birden çok nesnece oluşturulmasıdır. Oysa örneğin "kedi" sözcüğü, birden çok nesneyi dile getirmekle çokanlamlı
olmuş sayılamaz. Çünkü her bir tikel kedinin bu sözcüğün değişik anlamını oluşturduğu
söylenemez.
"Kedi" bütün kedileri bir arada dile getirir. Bir başka değişle bu sözcük tüm kedileri kapsayan bir kümeyi dile getirmektedir. Buna dayanarak, yönletimsel kurama göre, "kedi"nin anlamı olan bu kümenin bir nesne, gerçekliği olan bir varlık olduğunu
öne sürmek sonucu doğmaktadır. Bu yolu sonuna dek izlemekse,
Platoncu çıkmaza götürmekte, "soyut nesneler"in, çevremizi dolduran somut tikeller gibi varlık
taşıdıkları vargısına ulaşmaktadır. Çünkü yönle- timsel anlam kuramını salt anlamda benimsemek, ya bu varlıkbi- limsel sonucu, ya da kuramın
yadsınmasını gerektirecektir. Varlık- bilimsel açıdan, pek çok Ortaçağ
düşünürü yanısıra 19. yy sonlarında parlayan Avusturyalı filozof Meinong da anlam kuramından
kaynaklandığı öne sürülebilecek bu aşırı idealist sonuçlara
kaymıştır. Oysa, mantıksal
açıdan bakıldığında, genel terimierin anlamlan- nın nesne öbekleri olan varlıklardan
oluştuğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü kediler kümesine ilişkin bir şey söylemek, kedilere ilişkin bir şey söylemek
değildir: "Kediler
kümesi çok büyüktür", "Kedi çok büyüktür" anlamını taşımaz.
Yönletimsel kuramın başka mantıksal güçlükleri de var: Eğer bu kurarn doğru olsaydı, kedi nesiinin ortadan kalktığı
varsayımına göre "Artık kedi diye bir yaratık kalmamıştır" önermesi doğru olmak yerine anlamsız olurdu. Benzer bir anlamda
"Amazon diye bir şey yoktur" önermesi de doğru olamaz, anlamsızlığa mahkum edilmiş olurdu.
Russell ve Çözümleme Yöntemi
19.
yy'ın sonlannda Meinong'un etkisinde
olan Russel, içtenlikle benimsediği yönletimsel anlam kuramını 20. yy'ın ilk yıl- lanndan başlayarak
harcamıştır. Onun bu amaçla ortaya koyduğu yöntemler, Angio-Sakson felsefe dünyasındaki hemen her düşünür için, felsefenin nasıl
yapılacağı konusunda
başlıca örneği oluşturmuştur. 1913'ten başlayarak Russell'in öğrencisi olan Wittgens- tein, doğup büyüdüğü Viyana'da edindiği
yönelimler bağlamında hocasının 1 O yıl daha önce saptadığı kimi temel sorunlarla ilgilenmiş, bunlan çözmede yine hocasının temel öğretisini
benimseyerek onu. izlemiş, sonuçta ise Russell'ı kendi öğretileri doğrultusunda aşan bir dizge geliştirmiştir.
Neydi Russell 'ın yönletimsel anlam kuramını Platoncu sonuçlardan
uzaklaştırmayı amaçlayan ve yüzyılın ilk yarısında, Wittgenstein dahil İngiliz ve Amerikan düşünürlerini bu denli derinden etkileyen yöntemleri? Bu yöntemler, Russell'in karşısına çıkan başlıca üç sorunu gidenneyi amaçlıyordu. Yukanda da değindiğimiz gibi, anlamlan olarak
belirlenebilecek hiçbir nesne göste- rilemeyen sözcüklere
ilişkin sorun
bunlardan biriydi. Russell, bu tür sözcüklerin "tamamlanmamış terimler" olduğunu öne sürer: "Ve" ya da
"veya" gibi ^özcükleri ele alırsak, der, bunların ancak bir türnce
bağlamında anlam kazandıklannı
görürüz. Yalıtılmış olarak anlam taşımadıklarından, anlamları olarak belirlenebilecek bir nesne
gösterilerneyişi de doğaldır. Bir türnce içinde kazandıkları anlamlılık ise, bu sözcüklerin
türncenin anlamına yaptıkları katkıdır. Bu görünüşün kanıtı, "ve", "veya"
gibi terimleri bir kullanım bağiarnı dışında tanımlayabilmenin
olanaksızlığıdır. Örneğin "ve" yi tanımlayabilmek, ancak (p ve q) bileşimini
tanımlamakla olanaklıdır. Bu ise- (-p V-a)'ye eşdeğerdir.
Genel terimiere ilişkin ikinci sorunun çözümü ise yine benzer bir düşünceden yola çıkar, ancak daha aşamalı bir yoldan ge-
çer. Russell, özel ad ya da tür adı olsun, bütün adların
gerçekte bileşik terimler olduğunu öne sürer. Ortaya çıkan her türlü güçlük bu yalın görünüş
arkasında yatan bileşikten,
karmaşıklıktan doğmaktadır, ona göre.. Yapılması gereken, mantıksal açıdan eşdeğerliği yitirmeden, bileşik olanı
yalın parçalara ayırmak ve böylece de, bi- leşiklikten dolayı karşılaşılan güçlükleri ortadan kaldırmaktır.
Amaçlanan yalınlık sağlandığında, terimierin bir tek nesneyi adlandırdığı ortaya çıkacaktır.
Mantıksal eşdeğerliği bozmadan yalın parçalara ayırmak, karmaşık bir tümceyi "ve" ile bağlanmış
birkaç yalın türnce ile karşılamak, bir başka değişle de mantıksal çözümleme yapmaktır. Doğal diller, Russell'a göre, yeterince saydam ve yalın
tümeelerden oluşmadıklarından çeşitli anlam karmaşalarına neden olurlar. Mantıksal
çözümleme, bu karmaşıklığı,
anlamı bozmadan, saydam ve tekanlamlı mantık dili ortamına çevirmeye, böylece de güçlükleri gidermeye olanak verir.
Russell'in önerdiği çözümleme şu aşamaları
içerir: Russell, olduklarını öne
sürdüğü adların gerçekte birer gizli betimleme olduklarını düşünür. Örneğin "Aristoteles" adı gerçekte "Organon'un yazarı" gibi bir betimlemedir.
Betimlemeler ise, tıpkı bağlaçlar gibi, tamamlanmamış terimlerdendir. Yalnız
başlarına anlam taşımaz, ancak bir türnce
bağlamında anlam kazanırlar.
Dolayısıyla betimlemelerin
anlamını vermek, içinde yer aldıkları tümeeleri çözümlemekle olur. Russell'un 1905 yılında ortaya attığı ünlü
Betimlemeler Kuramma göre, içinde bir betimleme bulunduran tümceler,
aralarında varlık bildiren yalın tümeelerin de bulunduğu yalınlara indirgenebilir. Dolayısıyla
örneğin "Organon'un
yazarı bir filozoftur" gibi, günlük dildeki (gizli olarak karmaşık) bir tümce, mantıksal çözümleme sonucunda şu üç önermenin
bileşimine indirgenir:
"Organon'u en az bir kişi
yazmıştır" ve "Organon'u en çok bir kişi
yazmıştır" ve "Organon'u her kim yazdıysa bir filozoftur." Görüleceyi gibi, çözümleme sonucunda "Aristoteles"
ya da onun
karşılığı olan "Organon'un yazarı" gibi karmaşık bir terim kalmamış,
karmaşık türnce yalın terimlerden oluşan yalın tümeelere indirgenmiştir. Çözümleme, eldeki bütün karmaşık terimler gideri- lineeye dek sürdürülerek tam bir yalınlığa
erişildiğinde, artık genel adların sorun çıkarmadıkları, çünkü bütünüyle ortadan kaldırıldıkları
görülecektir. Bu mantıksal yalınlar düzeyinde ise, dil ile dış dünya
arasında tam bir karşılıklılık
vardır:bu düzeyde her terimin anlamı bir nesnedir. İşte çözümleme, Platoncu vargılara
sapmamayı böylece olanaklı kılmaktadır, Russell'a göre. Çözümleme yöntemi ve Betimlemeler Kuramı, Wittgenstein 'ın gözünde
hocasının felsefeye
yaptığı en büyük katkı idi. O da bunları bütünüyle benimsemiş ve Russell'ı
izlemiştir. Wittgenstein'ın hacasından bir ölçüde aynidığı konu, yalınlar
düzeyinde, dil ile dış dünyanın
nasıl çakıştığının kuramma ilişkindir. "Mantıksal Atomculuk" adı verilen bu kuramı, Russell ve Wittgenstein, özellikle savaş
nedeniyle
birbirlerinden ayrı kalmalanndan ötürü değişik biçimlerde işlemişlerdir.
Makalelerin İlk Yayımlan
I. BÖLÜM
1) Felsefeye Başlarken "Felsefe Nedir" Sorusu.
Günümüzde Kitaplar, S.I4 (1985), s.38-39, 63.
2) Felsefe, Bilim
ve Diğerleri. Cumhuriyet Bilim Teknik, S.521 (15.3.1997) s.8-9.
3)
Felsefede Edebiyat. Günümüzde Kitaplar, S.26 (1982), s.24-26.
4) Türkçe'de Soyut Kavramlan. Günümüzde Kitaplar, S.I3 (1985), s.J0-12.
5) Düşünme Geleneği ve Günümüz. Çağdaş Kültürümüz, Olgular-Sorunlar, (İstanbul: Cem Yayınevi, 1991) içinde ss.39-49.
6) Kültür ve Evrensellik. insancıl, S.2 (1992), s.6-I O.
7) Yaygın Felsefe Eğitiminin Önemi. Günümüzde Kitaplar, S.26 (1982), s.32-34.
8) Türkiye ve Dünyada Felsefe Araştırmalan. Cumhuriyet Bilim ve Teknik, S.514 (25.1.1997) s.8-9.
9) Türkiye'de Felsefe. Cumhuriyet Döneminde Türkiye'de Bilim, (Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi: 1997) içinde ss.35-49.
II. BÖLÜM
1) Felsefe Tarihi. Varlık, S.I040 (1994), s.54-56.
2) Parmenides Öncesinde
Değişim Sorunu. ll.
Türkiye Felsefe, Mantık ve Bilim Tarihi Sempozyumu ( 11-13 Kasım 1987) (İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan;
1987) içinde ss.l09-122.
3) Sofistler. Günümüzde Kitaplar, S.27 (1986), s.29-32.
4) Yayımlanışlan öncesinde Aristoteles'in Yapıtları. Felsefe Tartışmaları
12.
Kitap (1992), s.7-14.
5) Eksoterik. insancıl S.3 (1993), s.ll-15.
6) Rönesans Sonlannda Düşünce ve Bilim. Çağdaş Kültürün Oluşumu (İstanbul; Metis Yayınlan, 1986) içinde ss.50-58.
7) Modern Düşüncenin Ortaya Çıkışı. Çağdaş
Kültürün Oluşumu (İstanbul; Metis Yayınlan, 1986) içinde ss.59-68.
!1) Modern Düşüncenin
Başlangıcı ve
Descartes. Günümüzde Kitaplar, S.l9 (1985), ss.38-41
9)
Descartes ve Renkler. Felsefe Tartışmalan 21. Kitap (1997), s.30-39.
10) Usçuluk Çağdaş
Kültürün Oluşumu (İstanbul: Metis Yayınları, 1986) içinde 190-202.
11) Deneyeilik Çağdaş Kültürün Oluşumu, (İstanbul: Metis Yayınları, 1986) içinde s5.203-214.
12) Loeke ve
Berkeley'de Dış Dünya. Yazko Felsefe Yazıları
4. Kitap-
(1982), 5.67-76.
1 3) Hume,
Nedenseliik, Tikelcililc ve Tekilcilik. Felsefe Tartışmaları
17.
Kitap (1994), 5.63-74.
14) Deneyeiliğin Etkileri ve Kant. Çağdaş Kültürün Oluşumu (İstanbul: Metis Yayınları, 1986) içinde 55.215-226. '
15) Kant ve Bilgi
Sorunu. Günümüzde
Kitaplar S.l8 (1985), 5.44-45.
16) 19. Yüzyıl ve İngiliz
Gerçekçiliği'nin Doğuşu. Günümüzde Kitaplar, S.l7 (1985), s.41-44.
17) Viyana Çevresi, Dil, Doğruluk ve Mantık. Günümüzde Kitaplar, S.l6 (1985), s.33-34.
18) Wittgenstein:
Traetatus'un Arka Planı. Günümüzdej(itaplar S.22 (1995), 5.39-42.
“Bir şeyleri açıklıyormuş gibi
görünen dizgesel, derin ve ilginç bir düşünce yapısı, mantıksal uslamlamalarla
temellenmedikçe bir felsefe olmayacaktır.Çünkü derin, dizgisel, ilginç, soyut
ya da karmaşık oluşları düşünceleri felsefe kılmaz. Edebiyat ya da tasavvuf
yapıtları felsefeden daha derin,vs.oldukları zaman bile felsefe değildirler.
Vecizelerde öyle. Onların değerleri felsefi oluşları ya da olmayışları
nedeniyle kazanılan bir şey değildir. Buna karşılık, felsefe olmaları amacıyla
ortaya atılmış derin, vs. kimi kurgu ürünleri de, uslamsal bir temel
taşımadıkları sürece, felsefe adını haketmeyeceklerdir.Felsefeyi
“felsefemsi”den ayırt etmek gerektiği gibi, önüne gelen her görüşü ve “kuramı”
ciddiye almak gerekmez. Önce bunların nasıl temellendirildiğini sormak esas
olmalıdır.”
GÖÇEBE
YAYINLARI
[I] Do^a filozoflarında şey (Şey için kullanılan sözcük çoğunlukla "tauto". Bu "to auto(n)"nun kısaltılmış biçimi ve "aynı şey" anlamına geliyor. kimi
yerde ise "khremata" kullanılıyor. Bunun anlamıysa
"cansız şey, mal" olarak verilebilir), algılanan
dünyaya ilişkin söylemin başlıca öznesi oluyor. Bundan, ayrımsız
olarak hem nesne hem de nitelik kastedilebiliyor. Şey, algılanan
varlığı, tikeller olarak, nesne ve nitelik ayrımı yapmadan dile getiriyor. Bu filozofların
çoğu, (temel) niteliklerin bir araya gelerek nesneleri (şeyleri)
oluşturduğuna öne sürmüşlerdir. Dört temel karşıt (hava, su, toprak ve ateş) onlara göre temel nitelikleri nesneleştiren
ilkelerdir. Bu ayrımsızlığı 5.yy'ın ikinci yarısında
bile sürdüren Anaksagoras'ta "parça"
(mo- ira) aynı zamanda hem nitelik hem de
parçacıktır. Parmenides'teki "varo· lan" (esti), şey
deki çift anlamlılığa ek olarak tikellik ve
"genel-anlamdaki· bütün-varlık" kaplamları arasında da çokanlamlıdır. Aristoteles, Fizik I. kitap, 3. bölümde (186328) Pannenides'i, nesne-nitelik ayrımını çizernedi- ği için
eleştiriyor. Bu ayrımsızlık için aynca bkz. Masterpieces
of World Philosophy, (der. Frank Magill) Alien
and Unwin, 1 63, s. 38; J.M. Robin- son, An Introduction to Early Greek Philosophy, Houghton Mifflin Co; 1968, s.25.
[II] Pannenides'in "varolan"dan genel anlamda tüm varlığı
kestettiği ve dolayısıyla "varlı^a geliş"ten
(2) önennesindeki gibi bir şeyi
değil, tüm varlı- ^ın varlığa gelişini anladığı ve bu
"topyekun" varlığa gelişi çelişik bulduğu, dolayısıyla da kendisi için buradaki gibi bir paradoks
doğmadı^ı öne sürülebilir mi? (Doç.Dr. Pınar Canevi'ye bu soruyla aşağıdaki açıklamaya olanak verdiği
için teşekkür ediyorum.)
Parmenides'in yalnızca genel anlamdaki tüm varlığın varlığa gelişi
hakkında konuştuğuna karşı çıkmak için epey neden var. Parmenides, varlığa
geliş ve yokoluşu her türlü değişim biçimine yayarak kavrıyor. Nasıl olursa
olsun her değişim onun için bir varlığa geliş veya yokoluş. Bundan dolayı genel
olarak varlığın tümü ve bir tikel nesne/nitelik arasında bizim bugün çizdiğimiz
ayrım, Parmenides'in uslamlamasıyla ortaya koyduğu paradoksu buradaki sunuş
biçimini yanlış kılabilecek bir şey değil. Çünkü kanımca Parmenides, ne olursa
olsun, herhangi bir şeyin değişimini çelişik buluyor. Ayrıca bununla tutarlı
olarak, onun kimi dilegetirişlerinin kaplamının tikeller olduğunu da ileri sürüyorum.
Parmenides'in genel uslamlamasına öncü! yaptığı kimi önermelennin tek tek
şeylere ilişkin oldukları, kuşkuya yer bırakan bir sav değildir. Özellikle,
ana metinde verdiğim DK2886 ve B7'de ("Varolmayan şeylerin varolması
hiçbir zaman kanıtlanamayacaktır") bunun belirginleştiği kanısındayım.
Tıpkı tikellerden söz eden Batı anadolu filozofları gibi, Parmenides de bu iki
frag- ınanda "tauto" sözcüğünü kullanıyor.
Ancak bu değerlendirmeden daha önemli olarak, Parmenides'in genel
ustam- lamasının bir petitio principii değil de geçerli bir uslamlama
olması benim yorumumun doğru olmasına bağlı. Çünkü herkesin de itirazsız
onaylayacağı gibi Parmenides'in genel uslamlamasının başlıca felsefi
sonuçlarından biri,
[III] I) A.g.e., s.67.
[IV] 9) Demokriıos'un duyum ile ona neden olan şeyin
başkalık/arına
ilişkin gö- rü^lerini örneklendirrnek ve dolayısıyla
modern düşünürlerle bir karşılaştırma yapabilmek amacıyla, yine Theophrastos'un
onunla ilgili olarak aktardığı şu savlara
bakabiliriz (De Caus.
Plullf. VI. 1.6; DK68 Al29): "Her bir lada bir biçim
verirken, Demokritos, tatlı olanı büyükçe ve yuvarlak