Eksen Kayması Tartışmasının
Anlamı ve Anlamsızlığı
Sorun, Batı’nın Türkiye
Çelişkisi mi?
İslamcılık, Batıcılık ve Ulus
Devlet
Teori ve Uygulamadaki
Ayrışmanın Getirdiği Çelişkiler
İki Artı İki Her Zaman Dört
Etmez
Keynes, Sistem ve Siyasal
Partilerimiz
Ankara’nın Kurtlarla Dansı;
ABD, Rusya ve Çin
Batı’nın Türkiye’de Değişen
Ortakları mı?
İktisat, Siyaset, Kültür ve
Bölgesel İşbirliği
Türkiye’nin Açılması ve
Kapanmasındaki Kavram Kargaşası
Cumhuriyet’le Osmanlı’yı
Çatıştırmak mı? Barıştırmak mı?
Dengeler, Çıkarlar ve
Katılımcı Demokrasi Arasındaki Bağlar
Gerçekten, Yeni Avrasya
Açılımı mı?
Kutuplaşma ve Kavga mı?
Uzlaşma ve Bütünleşme mi?
İnsanımızın Sağduyusuna
Rağmen mi?
Küresel Çatışmaların Odak
Noktasındaki Türkiye
“Atatürk’ün Yeniden
Yorumlanması” Meselesi...
Ankara – Moskova İlişkileri
Nereye Gidiyor?
Türkiye, İran, Brezilya ve
Güney Amerika
Kürdistan, Küresel Dengeler
ve Ortadoğu
Ortadoğu’daki Reel Politiğin
Nesnel Bir Özeti
2002’den 2010’a Tahran-Tel
Aviv Hattında Değişen Ankara Rüzgârları
ABD, İsrail, Ankara Üçgeni ve
Erdoğan’ın Ziyareti
Ankara’nın Ortadoğu
Politikasında Dün ve Bugün
Türkiye, İsrail ve Ortadoğu
Politikaları
Yeni Suriye Politikasının
Artıları, Eksileri ve GAP
Ortadoğu Politikasında
Örtüşenler ve Çelişenler
Bölge Üzerindeki Politikalar
ve Türkiye
Türkiye’nin Avrupa ve
Ortadoğu’daki Yeri
Araplar İçin Örnek Türkiye
mi? Yoksa...
Amerika’nın En Başarılı
Olduğu Yer Türkiye mi?
“Küçük Amerika” ile “Büyük
Ortadoğu” Arasında Sıkışan Türkiye
Türk Amerikan Çıkarları 20
Temmuz 1974’te Nasıl Örtüştü?
Soykırım Tasarısı ve 1 Mart
Tezkeresi
Eksen Kaymasına Karşı AB’nin
Yeni Türkiye Politikası
AB’nin Gözünde Ankara, Neden
“Ehveni Şer”?
Hükümetin Ortadoğu Açılımı AB
Süreciyle Çelişiyor mu?
Merkel’in Gelişi, Stratejik
Ortaklık ve Stratejik Pazar İlişkileri
İş Çevreleri Gümrük
Birliği’nden Şikâyette Haklılar
AB ile İlişkilerde,
Aydınlarımızın Sorgulaması Gerekenler...
Türkiye-AB İlişkilerine
Düzgün Bakmak
Avrupa’nın Yaptığını Yap Ama
Dediğini Yapma
İsviçre, Bartın ve Perdenin
İki Yüzü
AB’ye Göre Türkiye, “İçeri
Alınmış Durumda”
Avrupa Birliği Nereye
Gidiyor?
Almanya Seçimleri ve AB
Süreci
AB Himayesinde Özel Statü mü?
Ortadoğu’da Patronluk mu?
Türkiye Norveç Modelini
Uygulasın mı?
Türk Yunan İlişkileri ve AB
Süreci
Kıbrıs’ta Talat Gitti, Eroğlu
Geldi; Sonuçları Ne Olur?
EKSEN KAYMASI
EROL MANİSALI
İNCELEME
Erol Manisalı, mezun olduğu İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde 1976 yılında profesör oldu. İktisat
Fakültesi’nin “Avrupa ve Ortadoğu Araştırma Merkezi Başkanlığı” yanı sıra,
1990’da kurulan “Kıbrıs Araştırmaları Vakfı”nın da başkanlığını yaptı. Ayrıca
“Balkan ve Avrupa Ülkeleri Araştırma Vakfı” ile “Türkiye Çevre Sorunları Vakfı”
yönetim kurulu üyeliğinde bulundu.
İktisat ve uluslararası ilişkiler kitapları dışında, deneme ve anı
kitapları da bulunan Prof. Dr. Manisalı’nın, yayınlanmış 70 kitabından bazıları
şunlardır: Dinamik Entegrasyon Teorileri, Gelişme Ekonomisi,
İktisada Giriş, Avrupa Çıkmazı, Dünyada ve Türkiye’de Büyük Sermaye, Attila
İlhan’la Siyaset Güncesi, Dünden Bugüne Kıbrıs, Manastırda Bir Amerikalı,
Batı’nın Yeni Türkiye Politikası, Hayatım Avrupa(Beş cilt).
SUNUŞ
Bu kitapta yer alan kısa yazılarda
Türkiye’nin, bölgenin ve dünyanın 2010 yılındaki güncel sorunları ve
gelişmeleri işlenmiştir.
Her ne kadar olaylar güncel boyutları ile
işlenmiş ise de geriye ve ileriye doğru bağlar kurulmuş ve projeksiyonlar
yapılmıştır. Dolayısıyla kitapta yer alan yazılar uzun bir zaman dilimine ışık
tutacak niteliktedirler.
Olaylar iktisadi, siyasi, askeri ve
kültürel yönleri kapsayacak şekilde değerlendirildi. Bir bilim insanı olmam
dolayısıyla olaylara bütüncül (entegre) bakmak bende, vazgeçemeyeceğim bir
alışkanlık haline gelmiştir.
Hemen her konuda yazılarım yer aldı;
Ortadoğu’daki gelişmelerden, Türkiye-AB ilişkilerine; Kürt sorunundan Türk-Amerikan
ilişkilerine; Türkiye’nin demokratikleşmesi konusundan, kimi kendine özel
sorunlara kadar geniş bir alana yayılıyorlar.
Kolay okunacak bir kitap olduğunu
sanıyorum. Yazıların önemli bir bölümü “Bıçak Sırtı” köşemde geçtiğimiz
dönemlerde yer almış bulunuyor.
Dünyadaki eksen kayması ve bunun Türkiye’ye
yansımalarına, yazılarımda özellikle girdiğimi belirtmek isterim.
EROL MANİSALI
Mayıs 2011
Aydınlar hayattayken bir alıp bin verirler.
Öldüklerindeyse bin verip milyonları alırlar...
1.BÖLÜM
EKSEN KAYMASI
Eksen Kayması Tartışmasının Anlamı ve
Anlamsızlığı
Türkiye’nin özellikle 2007’den sonra dış
ilişkilerde, “eksen kaymasına yol açan uygulamalar içine girdiği”, içerdeki
değişik çevreler tarafından ifade edilmektedir.
2009’dan itibaren bu iddiaya, Batı’daki
çevreler de katılmaya başladılar. İç ve dış çevrelerin “iddia ve eleştiri
kapsamları” birbirlerinden oldukça farklı noktalarda yoğunlaşıyor.
İç çevrelerin odaklandığı konular
Bu çevreler eskiye oranla şu değişikliklerin
yapılmaya başlandığını söylüyor ve eleştiriyorlar:
- Hükümet yüzünü, Batı’dan Doğu’ya ve
özellikle de İslam dünyasına çevirmeye başladı. İktisadi, siyasi ve kültürel
ilişkiler Ortadoğu ve İslam ağırlıklı olarak Doğu’ya kayıyor...
- İslami referansa dayalı bir tercih,
Türkiye’nin iç yapısını da değiştiriyor. Demokrasiden kadın erkek eşitliğine ve
laikliğe kadar çağdaş değerler yavaş yavaş kayboluyor...
- Böyle bir değişim süreci Türkiye’nin
ekseninin kaymasına yol açıyor...
- Türkiye, Cumhuriyetin kuruluş
felsefesinin ve değerlerinin dışına çıkarılıyor...
Dış çevrelerin eleştirileri
Dış çevreleri; Davos’taki “one minute”
olayı tetikledi, Gazze seferi çıtayı yükseltti ve İran oylamasında hükümetin
“hayır” demesi, Batı’da alarm zillerinin çalmasına yol açtı.
Oysa ABD ve AB açısından her şey yolunda
gidiyordu. Erdoğan hükümeti Güneydoğu, Kuzey Irak, Patrikhane, Ermeni meselesi
ve Kıbrıs konularında elinden geleni yapmıştı. Ayrıca özelleştirmeler ve iç
piyasanın dışarıya tamamen açılması konularında, bugüne kadar hiçbir hükümetin
yapamadığını gerçekleştirmişti. İşler böylesine yolunda giderken bu “eksen
kayması” meselesi de nereden çıkmıştı? Eksen kayması zaten ABD ve AB’nin de bir
anlamda destekledikleri bir hadise değil miydi?
- Türkiye’nin Ortadoğu kimliğinin öne
çıkarılması...
- Cumhuriyet yerine Osmanlılaşmanın yeniden
canlandırılması ABD ve AB çevrelerinin 2002’den beri destekledikleri şeylerdi.
AB ile ilişkilerde, Türkiye’yi “öteki
olarak görmek istediklerini” açık açık söylüyorlardı. AB ile bağların normal
üyelik dışında yürütüldüğü, sadece fiilen ortaya çıkmamıştı; Aralık 1999 ve 3
Ekim 2005 belgelerine de konmuştu.
Eksen değiştiren kim?
Acaba eksen değiştiren hükümet mi? Ben bu
düşünceye katılmıyorum. Erdoğan hükümeti kendi ekseninde en baştan beri ilerlemektedir.
Ancak bu yolun, “kendilerine uymadığını yeni yeni anlamaya başlayan dış
çevreler”, hükümete karşı politikalarını değiştirmeye başladılar.
- İsrail ile çatışma...
- Gazze ve İran krizleri, Batı’nın istediği
İslamlaşmanın bir bumerang gibi Batı’ya karşı dönmesini başlatmıştır.
Araplaşma ve İran meselesi
Eksen kaymasını eleştiren iç çevrelerde
İran ve İsrail sorunlarından çok “Araplaşma faktörü” öne çıkıyor.
Bu çevreler şu noktalarda birleşiyorlar:
1) Hükümet, bölgedeki Arap ülkelerinin
yönetimleri ile çok yakın ilişkiler içine giriyor...
2) Bu durum, Türkiye’nin Batı’dan ve AB’den
uzaklaşmasına yol açacak. Hükümet, AB’nin yerine Ortadoğu’yu yerleştirmeye
başladı. Bu bir eksen kaymasıdır. Bu eleştiriler öne çıkıyor.
Eksen kayması ve denge politikası
Erdoğan hükümeti Arap ülkeleri ve İran
dışında da beklenmedik bazı girişimlerde bulundu:
- Rusya ile çok geniş kapsamlı ilişkiler
kuruldu...
- Hindistan ile yeni kapılar aralandı...
- Ve İran üzerinden Brezilya çıkarması
yapıldı.
Bence ABD ve AB açısından esas eksen
kaymalarının nedeni bunlar.
Araplaşma ve yoğun Ortadoğulaşma faktörleri
olmasa ve bütün bu değişiklikleri, İslami referansı bulunmayan bir hükümet
(veya parti) yapsa, aklı başında uzmanlar ve düşünürler bütün bu gelişmeleri
acaba nasıl karşılarlardı?
- “Bu eksen değişikliği, dış ilişkilerde
dengeyi sağlayan yararlı bir gelişmedir” diyeceklerdi...
- “Türkiye yavaş yavaş tek yanlı
bağımlılıktan kurtuluyor” görüşünde birleşeceklerdi.
Dolayısıyla bugün, ne yapıldığından çok,
“kimin yaptığı ve niçin yaptığı” meselesi öne çıkarılmış oluyor.
Türkiye’de Cumhuriyet döneminde gerçek
demokrasinin (yani katılımcı demokrasinin) yerli yerine oturtulamaması, eksen
kayması tartışmasındaki artıların ve eksilerin iyi anlaşılmasını
engellemektedir. Aşırı genellemeler sonucu büyük hatalara düşüyoruz.
Türkiye’deki sorun eksen kayması değildir, demokrasi kaymasıdır.
Sorun, Batı’nın Türkiye Çelişkisi mi?
Avrupa ve ABD’nin Türkiye ilişkilerinde ve
politikalarındaki çelişkileri son yüzyıl içinde aksamadan süregelmiştir.
Bir yandan yıkılan Osmanlı Devleti ve bölge
üzerindeki hesaplar ve çıkarlar aksamadan bugüne kadar geldi.
Öte yandan, özellikle Lozan ve
Cumhuriyet’le birlikte “ortak çıkarlar”, zorunlu olarak işlemeye başladı.
Uluslararası ilişkilerde “ortak çıkarlar ve
çatışan çıkarlar” sanıldığının aksine birlikte çalışırlar. Sadece “önceliklerin
sırası” zaman içinde değişime uğrar. Fransız-Alman sürtüşmesi AB çatısı altında
da devam eder. Ancak öncelik bugün, AB çatısı altında, ortak çıkarlara
kaymıştır. Ortak çıkarları geliştirerek elde edilecek yarar, ötekinden daha
fazladır.
ABD ve AB’nin Türkiye ilişkilerinde (ve
politikalarında) çatışan çıkarlarla ortak çıkarlar 1990’dan sonra eskiye oranla
daha keskin bir biçimde ayrışmaya başladı. Başlangıçta küreselleşme içindeki doğal
entegrasyonların ortak yararları öne çıkaracağı sanılmıştı. Ama beklenenin aksi
oldu, çatışan çıkarlar üstün gelmeye başladı. Buna karşılık, Avrupa ve Kuzey
Amerika’daki 1990 sonrası entegrasyonlar, ortak yararları öne çıkarmıştır.
AB 1993’te Maastrich ile; ABD, Kanada ve
Meksika Nafta ile bunu uygulamaya koydular. Ama Türkiye, Mısır, İran gibi
“dışarıdakiler” için durum farklı oldu. Oysa Türkiye Avrupa Konseyi ve NATO
şemsiyesi altında en baştan beri, “adeta Batı’nın bir parçasıymış gibi fotoğraf
veriyordu.”
Ancak bu fotoğraf ABD ve AB’nin Türkiye
politikalarına gerektiği gibi yansımadı:
AB Türkiye’yi, içine almadan tek yanlı
bağlamaya başladı.
ABD ise yeni Ortadoğu politikasının bir
aracı olarak değerlendirmeye yöneldi.
Bu her iki yaklaşım da, “karşılıklı ve
dengeli çıkarları sağlayamıyordu.” İktisadi ilişkilerde, Kıbrıs ve Güneydoğu
sorunlarında ve daha birçok konuda Türkiye, tek yanlı ödünleri bir salamın
dilimleri gibi yavaş yavaş veriyordu.
Türkiye bir yandan, “Batı’nın bir parçası
gibi görülüyor ve sanılıyor”, öte yandan sürekli ödünler vermek zorunda
kalıyordu.
Teokratik mi? Batılı mı?
ABD ve AB’nin en büyük çelişkisi, “Türkiye
için öngördüğü yeni yapılanmada saklıydı.” Teokratik bir Türkiye şimdilik ABD
ve AB’nin işine geliyordu. Bölgedeki yeni yapılanma için “daha iyi olanaklar
yaratıyordu.”
Ancak teokratik bir Türkiye’nin ileride
Batı açısından büyük riskleri bulunuyor. İran, Lübnan, Pakistan ve
Afganistan’da Batı büyük sorunlar yaşıyor. Mısır, pamuk ipliğine bağlı bir
durumda.
Ya dev Türkiye yarın İran’a dönerse korkusu
ABD ve AB’nin etkili çevrelerinde en fazla tartışılan konu.
Batı’nın “Batı’lı bir Türkiye yerine”
teokratik bir Türkiye’yi tercih eden politikaları Ortadoğu uzmanlarının en
önemli gündem maddesi.Ve aynı zamanda, “Batı’nın yeni Türkiye politikalarının
en önemli çelişkisi.”
“Eksen kayması” aslında Batı’da oldu
Batı’nın bu çelişkisinde, demokrasinin
işleyişindeki zaaflar en önemli nedeni oluşturuyor. Bu zaafların yarattığı iç
dinamiklerle yakın ilişki kuran küresel çevreler, sistemin demokrasiden
uzaklaşmasına yardımcı oluyorlar.
Batı, Türkiye konusunda ikiye ayrılmış
durumda; bir yanda teokratik yapılanmaya destek veren Batı’lı hükümetler, öte
yanda, Türkiye’nin bu yolla değişmesinin Batı’ya uzun vadede getireceği
faturanın hesabını yapanlar.
Ancak Türkiye-Batı ilişkilerinde şimdilik
birinci gurubun öne çıktığını görüyoruz. Hesaplarını “kısa vade” üzerinde
yoğunlaştıran çevreler, şimdilik galip gelenler.
Eksen kayması, Batı’nın 1990 sonrası
Türkiye politikasında yaşandı. Daha önce “bürokrasi, asker ve sermaye ağırlıklı
çevrelerle işbirliği yapan Batı”, bu eksenini değiştirdi ve siyasal İslamı öne
çıkardı. Batı’nın Türkiye politikasında bir eksen kayması yaşandı.
Teokratik yapılanmaya destek vermeye
başlayan Batı, Türkiye politikasında çelişkili bir konuma geldi. Şimdilik,
bölge ve Türkiye üzerindeki talepleri karşılanan bir konumda, bu anlamda
“işbirliği yaşanıyor.”
“Ya yarın” sorusu her iki tarafı da
düşündürüyor. Galiba şimdilik, “yarına Allah kerim, gelince düşünürüz”
yaklaşımı her iki tarafta da egemen.
Batı’nın Türkiye politikasında eksen
kayınca, Ankara’nın dış politikasında da eksenin kayması ve değişmesi çok
doğaldı. Ancak bölgenin ve Türkiye’nin sürprizlere çok açık olduğunu herkes iyi
biliyor ve bunu ensesinde hissediyor.
Şimdilik, çok bilinmeyenli bir denklemin
içindeyiz.
İslamcılık, Batıcılık ve Ulus Devlet
Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’te
İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük hareketleri ve fikirleri genellikle
alternatif ve karşıt görüşler olarak algılanmışlardır. Aynı eğilimler bugün de,
nitelik değiştirerek sürmektedir.
Avrupa’da gelişen ve zamanla kapitalizmle
özdeşleşen ulus devlet düşüncesi ve uygulaması günümüzde bütün canlılığı ile
devam ediyor.
Uluslararası ilişkiler, adı üzerinde
ulusların (ve devletlerin) ilişkilerinden oluşur. Gelişmişleri vardır;
azgelişmişleri vardır ve bunu hiç başaramayanlar da bulunur. En mükemmel
örneklerini Batı Avrupa’da görürüz: Fransa, Almanya, İngiltere, İsveç ve
diğerleri gibi.
Batı Avrupa’nın örnek ulus devletlerinde
iktisat, siyaset, güvenlik, kültür ve din “ulus devletin temel direklerini
oluştururlar.” Fransa, İtalya ve İspanya Katolik kimlikleri ile ulus devlet
niteliklerini pekiştirirler. Katolik olmak “Fransız olmaya” karşıt değil, onu
güçlendiren bir faktördür. Yunanistan’da Helenizm ve Ortodoksluk birbirlerini
pekiştiren öğelerdir. Kardak’ta Yunan bayrağını sallayan bir papazdı.
Kimileri “artık Avrupa Birliği var, ulus
devlet kalktı” diyorlar; aksine AB şemsiyesi içerdeki ulus devletleri
pekiştiren ikinci bir koruma kalkanı görevi görüyor. AB ülkeleri Çin, Hindistan
ya da ABD ile ikili ticaret anlaşmaları imzalarken “toplu halde oturarak ulusal
çıkarlarını daha iyi koruyabiliyorlar.” İsveç’in İKEA’sı Finlandiya’nın
NOKİA’sı, Almanya’nın Mercedes’i bu sayede kendilerini öne çıkarabiliyorlar.
AB şemsiyesi, üye ülkelerin ulusal kimlik
ve güçlerini, “küresel alanda geliştirmelerine” yardım ediyor. Dünyadaki
değişimin sonucu, ulus devletler bölgesel işbirliği hareketleri ile ulusal
gelişimlerini daha iyi sağlıyorlar. Güney Amerika’da Merceseur bu işleri
görüyor; Asya’da Ş.İ.Ö aracılığı ile Çin ve Rusya kendi durumlarını küresel
olarak güçlendiriyorlar. ABD ve Kanada Nafta ile aynı şeyi yapıyorlar.
Türkiye’de niye farklı?
Batı Avrupa’da oluşturulan çağdaş ortam
“din, ulus devlet kimliği ve bu kimlik çerçevesinde oluşturulan düzen “din,
ulus devlet ve çağdaş değerler arasında bütünleşmeyi sağlarken” Türkiye’de
neden karşıt (ve düşman) öğelermiş gibi ortaya çıkarılıyorlar?
- Müslümanlık, Hıristiyanlık ayrışması ve
karşıtlığının yüzyıllardır oluşturduğu küresel ve bölgesel ortam mı?
Batı’nın Türkiye’yi hep “öteki” olarak
görmesinin sonuçları mı?
Türkiye’nin Osmanlı’nın son safhasında ve
Cumhuriyet döneminde “Avrupa’nın eski dönemlerde geçirdiği süreçlerden
geçmemesinin yarattığı yetersizlik” mi?
- Ortadoğu coğrafyasında süregelen küresel
hesapların Türkiye üzerindeki yansımaları mı?
Bunların hepsinin belirli ölçülerde etkisi
var.
Cumhuriyet’in kuruluşu ile başlayan süreçte
temel felsefe çağdaş küresel değerler ile ulus devletin bütünleştirilmesine
dayanıyordu. Dinin (İslam’ın) toplumsal yapıdaki egemenliğini sınırlayan ve
Arabi kültürel egemenliği dengeleyen politikalar ve uygulamalar benimsendi.
Çatlaklar ve sürtüşmeler, burada potansiyel olarak varlıklarını korudular.
Oysa Cumhuriyet’in başından itibaren
iktisadi, siyasi ve kültürel faktörler arasındaki “tamamlaşmalar” konusunda çok
önemli adımlar atıldı.
Kadın-erkek eşitliğinden çağdaş eğitim
anlayışının benimsenmesine kadar bir çok alanda Avrupa ülkelerinin uzun
yıllarda aşabildiği mesafeler alındı. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında dış
ilişkilerde ortaya çıkan zaaflar, iç dinamiklerin de harekete geçmesine yol
açtı.
Aslında, bütünleşen öğeler bunlar...
İslam, ulus devlet ve çağdaş değerler
Türkiye’de de, aynen Batı Avrupa’da[1] olduğu gibi bütünleştirilebilirler.
-Dinin toplumdaki yeri konusunda “uzlaşma
sağlandığında” sorunları çözmek kolaylaşır.
-Akılcılık, inanç, çağdaş değerler ve
demokrasi arasında bütünleşmenin uygar ve gelişmiş ülkelerde sağlanabildiğini
görüyoruz.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra
Avrupa’ya bakalım; Katolikler, Protestanlar ve Ortodokslar arasında uzlaşma
sağlandı. Hem de siyaset ve iktisat öğeleri de işin içine sokularak Vatikan’la
Ortodokslar anlaştılar. Oysa dokuz asır önce İstanbul’da tarihin en büyük
katliamını Ortodoks’lara karşı gerçekleştirenler Katoliklerdi.
Fener ile Moskova da geçtiğimiz yıllarda
barış çubuklarını tüttürdüler. Şimdi gelelim Araplara, Farslara ve Türklere...
- Irak’ta Sünni-Şii çatışmaları yüz binlerin
hayatına neden oldu, ülke bu anlamda bölündü.
- Mısır’da, Afganistan’da, Pakistan’da,
Yemen’de Batı’ya karşı ve yandaş olan Müslümanlar birbirlerine savaş açtılar.
Sudan, Müslüman Kuzey ve Hıristiyan Güney olarak bölünme sürecine sokuldu.
-Türkiye’de Alevi-Sünni ayrışması yapay bir
biçimde yeniden sahneye konmaya başladı.
1990 sonrasında Avrupa’da Hıristiyan
mezhepleri, aralarında barış ilan edip işbirliğine giderken Ortadoğu ülkeleri
mezhep ve din çatışmalarının savaş alanları haline getirilmeye başlandı.
Avrupa’da bugün Hıristiyanlık, çağdaş
değerler ve ulus devlet arasında bir bütünleşme sağlanmıştır. Buna karşılık
Türkiye’de bu öğeler arasında karşıtlık ve düşmanlık varmışçasına insanlar
birbirlerine düşürülmektedir.
Türkiye katılımcı demokrasiyi, örgütlü
demokrasiyi gerçekleştirebildiği ölçüde İslam, ulus devlet ve çağdaş değerler
arasındaki bütünleşmeyi sağlayabilecektir.
Teori ve Uygulamadaki Ayrışmanın
Getirdiği Çelişkiler
Dünyada 1990 sonrasındaki fiili gelişmeler,
Batı kapitalizminin küresel egemenliğinin yaygınlaşmakta olduğunu gösteriyor.
Çin, Hindistan ve Rusya gibi, “Batı
kapitalizmi dışındaki” büyük güç odakları, “küresel sistemin ve onun
kurallarının” bir parçası haline gelerek, sistemle yavaş yavaş bütünleşiyorlar.
ABD ve AB’nin göreceli olarak, dünyadaki
iktisadi paylarının küçülmesine karşın, Batı kapitalizminin kuralları, “fiili
küresel sistemde egemenliğini arttırıyor.” Çin’i ziyaretimde dış ilişkilerden
sorumlu üst düzey bir yetkiliye sormuştum: “Kendinizi bugün, ne oranda bir
sosyalist ülke olarak kabul ediyorsunuz?.” Verdiği yanıt şaşırtıcıydı: “İçerde
sosyalist dışarıda ise serbest piyasa ekonomisinin kurallarını uyguluyoruz.”
Çin’in dış ticari ve ekonomik
ilişkilerinde, “küresel sistemin bir parçası olma zorunluluğunu”, bir anlamda
itiraf ediyordu. Üstelik, “içerde sosyalist, dış ilişkilerde serbest piyasacı
olmak” çifte standarda dayalı bir mekanizmanın (sistemin) ortaya konmasıydı.
Kurumsal olarak tutarsız olmasına karşın bana Keynes’in durumunu (ve
çelişkisini) anımsattı; İngiltere’nin içinde “müdahaleci politikayı önerirken,
uluslararası alanda kapitalizmi ve serbest ticareti savunuyordu.”
Bugün dünyada, bütün yanlışlarıyla
birlikte, küresel iktisadi sistem” fiilen yaygınlaşmakta ve yerleşmektedir.”
Birey, firma, siyasi parti, sivil toplum örgütü, sendika, bürokrasi bu küresel
fiili sisteme (düzene) giderek daha bağımlı hale geliyorlar.
Buna karşın “düşünce ortamında” ise sağ,
sol, sosyal devlet, sosyal demokrasi, demokrasi, sosyalizm, liberalizm gibi
fikirsel hareketler bütün sıcaklığı ile varlıklarını sürdürüyorlar.
Çelişki nerede?
Ancak ortada büyük bir ayrışma ve çelişki
de bunun paralelinde ortaya çıkıyor.
Düşünce ortamında sanki hiçbir şey olmamış
gibi akımlar, teoriler sürüp giderken, sistem fiilen, yaşayan dünyada daha da
yerleşik hale gelmektedir.
Sanki gerçek ve sanal iki dünya varmış gibi
bir durumla karşı karşıyayız.
Uluslararası iktisadi, sosyal, kültürel,
siyasi ve askeri güç dağılımındaki dengesizliklerin giderek büyüdüğünü
görüyoruz. Dünyanın büyük devletleri ve büyük şirketleri yeni bir “küresel
oligarşi düzeni” oluşturmaya başladılar.
20 yıl sonrasının projeksiyonlarına
baktığımızda, yerleşen ve herkesi bağlayan fiili oluşumların daha büyük
“dengesizlikleri ve bölüşüm bozukluklarını yaratacağını” araştırmalar ve
raporlar ciddi bir biçimle ortaya koyuyor.
Fiili sistem ile kuramlar ve düşünceler
arasındaki ayrışma ve birbirinden uzaklaşmalar artmaktadır. Gerçek ve yaşayan
dünya fiilen kendi küresel koşullarını bireye, sivil toplum örgütüne, diğer
kurumlara, şirketlere ve süper güçler dışındaki devletlere “dayatarak kabul
ettirmektedir.”
Düşünceler ve kuramlar, “sistem dışı ve
etkinliği olmayan öğeler haline dönüşmektedir.” Bu acı (ve karamsar) bir
tespittir.
Türkiye sistemin neresinde?
Türkiye’de bir yandan düşünce temelinde
akademik çalışmalardan uluslararası kuramlara kadar düşünürlerin (yazarların)
yayınları ortalığı doldururken, öte yandan, “sistem fiilen kendi kurallarını
dayatmaktadır.”
Reklam dilinde yeni sözcüklere, kullanılan
tüketim araçlarına bağımlılığın getirdiği dayatmalara, spor sunucusunun “devre”
yerine “period” ifadesini yerleştirmesine kadar ilginç bir dönüştürmeyi
farkında olmadan, adeta otomatiğe bağlanmış gibi yaşıyoruz. Bir yandan dil
uzmanları akılcı düşüncelerini ortaya koyuyorlar, öte yandan bozulma, fiilen
egemenliğini genişletmektedir.
Nazım Hikmet sağ, sol, İslamcı bütün
siyasilerin ve yazarların dillerine dolayıp kullandıkları bir malzeme olarak
çekiciliğini arttırırken, “sistem Türkiye’ye dayatmalarını bir bir
uygulamaktadır.”
Nazım Hikmet adeta, onun hayatı boyunca
savunduğu fikirlerin karşı tezlerinin, bir örtü ve dengeleme aracı olarak
kullanılmaktadır.
Giderek sistemle bütünleşmekte olan
Türkiye, karşı uçtaki Nazım’ı yücelterek fiili gidişini asimetrik yönde
sürdürüyor.
Söylevler ve uygulama arasında 180
derecelik bir makas söz konusudur. Karşı düşünceler bile asimetrik bir biçimde
kullanılıyor. Nazım örneğinde olduğu gibi “demokrasi kavramı (ve sözcüğü) de,
karşıt gelişmelerin bir kaldıracı haline getirilebilmektedir.”
Dünyadaki gelişmeler, fikirler ve
söylevlerin sistemdeki etkinliğinin giderek azalmasına yol açar niteliktedir.
Sistemin adeta otomatik bir mekanizma gibi, kendisini kurgulayarak fiilen
egemen hale gelmeye başlaması, düşünce dünyasının, sonuçlar bakımından marjinalleşmesine
yol açıyor.
Bu da insanlığın karşılaşmakta olduğu en
büyük tehlikedir. Yeni fiili küresel gelişmeler, karşıt fikri gelişmeleri bile
bir kaldıraç olarak kendi yararına kullanabilmektedir.
Büyük devletlerin kurmaya başladığı yeni
oligarşik küresel düzen, reel sistemdeki otonom gelişmelerin en önemli
nedenidir. Sistemi oluşturan reel politiğin gücü bundan kaynaklanıyor.
İki Artı İki Her Zaman Dört Etmez
Toplumsal gelişmeler matematik ve fizikteki
gibi her zaman determinizm (illiyet) göstermezler: İki ile ikinin toplamı her
zaman dört etmez, üç ya da beş ettiği de görülür. Çünkü toplumsal olayların
kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan “dışsallıklar” ortaya çıkar. Örnek mi
istiyorsunuz?
1919’daki koşullarda, Osmanlı’nın
küllerinden bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmaması gerekirdi.
KKTC’deki son başkanlık seçimlerinde,
ABD’nin ve Avrupa’nın destekledikleri Mehmet Ali Talat’ın kaybetmesi
beklenmezdi.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye genel başkan
olacağını 30 gün öncesinde kim tahmin edebilirdi?
ABD’ de, “bir siyahın başkan seçilmemesi
gerekirdi.”
Değişik yönlerde ve açılarda çalışan itici
ve belirleyici iç dinamikler ve küresel güçler umulmadık şekilde değişip
birleşebilir veya tamamen karşıt hale gelebilir.
Özellikle demokrasinin yarım yamalak
işlediği veya hiç bulunmadığı ülkelerde bu tür sürprizler, çok daha sık
görülür.
İkinci dünya savaşından beri Türkiye, İran,
Irak, Mısır, Pakistan ve Afganistan’da iktidarların nasıl değiştiğine ve
değiştirildiğine baktığımız zaman bu manzarayı açık bir biçimde görürüz.
Buna karşılık katılımcı demokrasinin
(örgütlü demokrasinin) yerleştiği Avrupa ülkelerinde bu tür sürprizler hemen
hemen hiç olmaz, değişim zamana yayılarak gerçekleşir.
Demokrasi ve asgari müşterekler
Katılımcı demokrasinin egemen olduğu gelişmiş
ülkelerde asgari müşterekler vardır. Bu “toplumsal mutabakat”, demokrasiden
çağdaş ortak değerlere kadar geniş bir alanı kapsar.
Asgari müşterekler demokrasinin ve çağdaş
değerlerin uygulanmasını, kimi zaman bazı zorlamalarla da olsa sağlar. Yakın
geçmişte Avusturya’da seçimleri aşırı sağcı faşist parti kazanınca Avrupa
Birliği ülkeleri baskı yaparak bu yönetimi iktidardan indirttiler. Çünkü AB
içinde böyle bir anormalliğe sessiz kalamazlardı.
Türkiye’nin sorunu
Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu derin iç
ve uluslararası sorunlar içerde “sosyal mutabakatın sağlanamamasından
kaynaklanıyor.”
Katılımcı demokrasinin (örgütlü
demokrasinin) gelişmesi için başlatılan adımlar askeri darbelerle
engellenmeseydi, asgari müştereklerin elde edilmesi daha kolay olacaktı.
- Dinci-laik çatışması
- Örgütlü ve örgütsüz (biçimsel) demokrasi
zikzakları
- Cumhuriyet-Osmanlı kavgası
- Vatandaşlık hakları yerine etnik ve dini
farklılaşmayı öne çıkaran öğelerin alternatif olarak sunulması
- Sosyal hukuk devleti yerine, her şeyi
piyasaya bırakan görüşlerin cepheleşmesi ve kavgası bu denli ortaya çıkmazdı.
Katılımcı (örgütlü) demokrasi, kavgayı
asgari müştereklere doğru iten bir işlev görür. Toplumsal çatışmaları ve
cepheleşmeleri azaltır. Çünkü “taraflar meseleye, işlevsel olarak bakmak
zorunda kalırlar.”
- İşçi, çiftçi, memur toplumsal refahta,
“kendi payını arttırmak için çaba gösterir.” Kim Kürt, kim hangi kökenden,
şunlar ne mezhebinden diye meseleye bakılmaz.
- İşveren, küresel rekabetle ekonominin
(ülkenin) gücünü arttırabilmek için hükümet, sendika ve diğer sivil toplum
örgütleri ile işbirliği çabası içindedir.
Etnik ya da dinsel ayrımcılık gibi
meseleler esas gündemi oluşturmazlar. Hele türban tartışmaları yapmak abesle
iştigaldir.
Katılımcı ve örgütlü demokrasi ile akılcılık
ve çağdaşlık, işlevsel olarak ortaya çıkar. Bu bir bakıma “iktisadi ve
demokratik hakların akılcı ve dengeli paylaşılması anlamına gelir.”
İnsanlar ve insanların kurduğu siyasal
partiler ve sivil toplum örgütleri pastanın ve özgürlüklerin paylaşımı üzerine
odaklanırlar.
Irkçılık ya da mezhepçilik konuları çok
geri planda kalır. Vatandaşlık haklarının kullanılması ve sosyal haklar
kendiliğinden öne çıkar. Kimse kimsenin etnik kimliği ya da inançlarıyla
uğraşmaz. Bu sayede asgari müştereklerin (sosyal mutabakatın) elde edilmesi
daha kolay hale gelir.
Gelişmişlik ve az gelişmişlik arasındaki
temel fark budur. Az gelişmiş ve anti demokratik topluluklarda sosyal haklar
yerine etnik ve dini kimlikler ve ayrılıklar özellikle ön plana çıkarılır. Bu
da demokrasinin önündeki en büyük engeldir.
Keynes, Sistem ve Siyasal
Partilerimiz
- Keynes’in ünlü, “hendeği önce aç, sonra
tekrar doldur” modelinde olduğu gibi, savaşlar önce büyük hendekler açar.
- Ayni zamanda, süper güçlerin amaçlarına
ulaşmaları için, kaldıraç görevi yaparlar.
Soğuk savaş bittikten sonra dünyamız, süper
güçlerin yeni ve eskisinden farklı bir paylaşım kavgasına girdi. Soğuk savaşın
yerini sıcak savaş ve işgaller aldı. 2008’de başlayan ve henüz atlatılamayan
yeni büyük krizle birlikte, yeni hendeklerin derinleştirilmesi gündeme geldi.
Türkiye ne yazık ki, açılmakta olan
hendeklerin içinde yer aldığı Ortadoğu’nun, tam da ortasında bulunuyor.
- Bölge bugün, paylaşım kavgasının
yapıldığı en gözde alan.
- Dün Yalta’da olduğu gibi, bugün Ortadoğu’da
yeni yapılandırmalar ve sınır değişikleri ile yüz yüze bulunuyoruz.
Petrol, doğalgaz, su kaynakları ve enerji
hatlarının geçiş yollarına, Türkiye coğrafyası egemen. İşte bu nedenle
Türkiye’nin iç dinamikleri ile büyüklerin küresel hesapları çakışmış durumda.
Çakışmış ama ortak çıkarlar örtüşmüyor, arada büyük sapmalar var. Örtüştürmek
için iç dinamiklerde yapay öğelerin üretilmesi gerekiyor.
Artık AKP, CHP ya da MHP’nin sadece kendi
iç parti dinamikleri ve hesaplarını bağımsız olarak yapmaları zorlaştı, hatta
ortadan kalktı. Bunların küresel hesaplarla örtüşen ya da çatışan yönlerini
masaya yatırıp pazarlık etmek zorunda bırakılıyorlar.
- Partiler ulusal ekonomik, politik, askeri
ve kültürel konulardaki çıkarlarımıza ne oranda yer verebilecekler?
- Küresel hesaplara uyulması için istenen
ödünlerin sonuçları, kendileri açısından ne olabilir? İşçisini, çiftçisini,
memurunu, esnafını, sanayicisini, inşaatçısını gerektiği gibi koruyamaz ise
iktidarda kalabilir mi?
- Küresel hesaplar, içerde gerçek
demokrasiyi, katılımcı demokrasiyi engelliyorsa, pazarlık marjları ne olacak?
Demokrasi dışı öğelerle ne oranda haşir neşir olacaklar?
İslamcılar, sosyal demokratlar, sağcılar ve
hatta liberaller bile bu mengenenin içine sıkıştırılmış durumdalar. Büyük
Ortadoğu Projesi ve Türkiye-AB ilişkileri konusunda bu çevrelerin oldukça
karmaşık ve çelişkili bir tutum içinde olduklarını ve kaldıklarını görüyoruz.
Örneğin İslamcı gelişmelerden rahatsız olan geniş bir çevrenin AB konusunda,
tek yanlı bağlanmayı destekler konuma gelmeleri ilginç bir çelişki.
İşi, Ortadoğu bağımlılığı (mandası) ile
Batı bağımlılığı (mandası) arasında bir tercih konumuna getirmeleri, küresel
bağımlılığın örtülü bir sonucudur.
Avrupa ve ABD’de sağ güçlenirken...
Soğuk savaş sonrasında Avrupa Birliği üyelerinde
sağ ve aşırı sağ giderek güçleniyor. Fransa, Almanya, İngiltere, İsveç,
Avusturya, Belçika ve Hollanda’daki gelişmeler ilginç.
ABD’de son seçimlerde Cumhuriyetçiler
ilerlerken Demokratlar büyük kayba uğradı. Çay Partisi platformu da aşırı sağın
cazibe merkezi haline geldi.
Irak’ın işgalinden sonra İran, Afganistan,
Pakistan, Suriye ve Yemen üzerinde iç pazarlıklar yapılmaya başlandı. 11 Eylül
başarılı bir biçimde Irak’ın işgaline neden olmuştu. Sıcak savaşlarla
sürdürülen “hendek açma operasyonları” Türkiye’nin içine kadar uzatılmak
istenebilir.
Şu anda gündeme oturtulan sıcak konular
İran ve Yemen. İran konusu Türkiye’yi doğrudan doğruya ilgilendiriyor. Öte
yandan Güneydoğu’da ortaya çıkan yeni ve sıcak gelişmeler Türkiye, İran, Irak,
Suriye ve Azerbaycan hattında “yeni hendeklerin açılmasına yol açacak
nitelikte” bölgesel bir olay. Aynı şekilde, füze kalkanı meselesinde yaşanan
sorunlar da bunun sonucu.
Türkiye’nin iç dinamikleri ve siyasal
partileri, “oldukça edilgen ve bağımlı konuma getirilmiş durumdalar.” Soğuk
savaş sonrası kurulmak istenen ve büyük ölçüde de kurulan düzenin (sistemin)
bağlı değişkenleri durumuna düşürüldüler.
Örneğin, laiklik konusunda tamamen ayrı
kanatlarda yer alan siyasal partiler,öngörülen sistemle birlikte yaşamak ve hatta
onunla yakın işbirliği içinde olmak durumunda kalmışlardır. Karşıt görüşlerine
rağmen, sistem üzerinden dolaylı işbirliği içindeler.
Türkiye’nin içinde bulunduğu demokrasi
zaafları, bu bağımlılığı kaçınılmaz hale getirmektedir.
Avrupa ve ABD’de sağ ve aşırı sağ
güçlenirken, Türkiye ve bölge üzerindeki yeni politikalar, ülkenin iç
dinamiklerini daha da bağlı yapıyor. Örneğin Güneydoğu (ya da Kürt) açılımı,
tamamen küresel dinamikler tarafından yürütülür hale gelmiştir. Adeta,
Türkiye’nin bir iç sorunu değil, Türkiye coğrafyasındaki küresel bir sorun
olmuştur.
İç ve dış dinamikler arasındaki “etkileşim
ve bağlanma”, 1990 sonrasında hızla yükselmeye başladı. Örneğin 2012’de ABD’de
yapılacak başkanlık seçimleri, Türkiye’nin yalnız dış politikasında değil, iç politikasında
da etkili olacaktır. Siyasal partilerin konumundan Güneydoğu’daki gelişmelere
kadar her şeyi yönlendirecektir.
Ankara’nın Kurtlarla Dansı; ABD,
Rusya ve Çin
- Erdoğan hükümeti ABD ile her anlamda uyum
ve yakınlaşma içinde. Washington’un Ortadoğu planlarına olumlu yaklaşıyor ve
elinden gelen iktisadi, siyasi ve askeri desteği veriyor. “İsrail meselesinin”
büyük resim içindeki yeri marjinaldir ve daha çok, içe dönüktür.
Ankara işin özünde, ABD politikalarının bir
parçası ve yardımcısı konumundadır.
- Ankara öte yandan, son iki yıl içinde dev
komşu Rusya ile 37 adet anlaşma ve protokol imzalamış bulunuyor. Ortak enerji
hatlarından nükleer enerjiye, karşılıklı yatırımların geliştirilmesinden
ticaretin büyütülmesine kadar stratejik ortaklık boyutlarına ulaşıyor. Askeri
alanda ise ortak helikopter üretimine uzanan yönler var.
Türk ve Rus iş çevreleri halen, doğal bir
entegrasyon içinde ilerliyorlar.
- Ve 8 Ekim 2010’da Çin’le çok önemli yeni
anlaşmalar yapıldı. 8 anlaşma; ticaretten ortak Asya demiryolu ağına, üçüncü
ülkelerde işbirliğinden teknolojik bilgi alışverişine kadar geniş bir alana
yayılıyor.
İki ülke arasındaki ticaretin Türk lirası
ve Yuan ile yani ulusal paralarla yapılacak olması büyük önem taşıyor. Çin’le
anlaşmalar, Ankara’nın Rusya ve İran’la yaptığı anlaşmaların bir devamı
niteliğindedir.
Ankara’nın ABD ile sahip olduğu “olağanüstü
yakın ve içli dışlı stratejik beraberliğine”, Rusya ve Çin boyutları (ve
alternatifleri) da dâhil edilmeğe çalışılıyor.
Türkiye’nin Çin için önemi
Türkiye Ortadoğu’nun ortasındaki ve
Avrupa’nın kısmen içindeki bir ülke olarak Çin açısından olağanüstü öneme
sahip.
Çin bugün dünyanın ikinci devi; milli
geliri IMF’ye göre, 2011’de 6.7, 2015’te 10 trilyon dolar olacak. Bugün 14,6
trilyon dolar olan ABD’yi 2020’de yakalayacak ve sonra da önüne geçecek.
Yılda % 10 dolayında büyüyen dev Çin
Ortadoğu ve Avrupa’ya Türkiye üzerinden girmek istiyor.
Türkiye Ortadoğu ülkeleri ile iktisadi ve
ticari ilişkilerini hızla geliştiriyor. Yarın Türkiye’ye yerleşmiş bir Çin,
aynı zamanda Ortadoğu’da önemli bir köprübaşı tutmuş olur.
Aynı şekilde Türkiye’nin, AB’nin Gümrük
Birliği içinde bulunmasından yararlanarak, Türkiye’de yapacağı yatırımlarla AB
pazarına ihracat yapabilecek. İç pazarımızdan çok, Türkiye’nin Ortadoğu ve
Avrupa ile olan yakın ve özel ilişkilerinden yararlanmak isteyecek. Türkiye
ekonomisi açısından ise yararları şunlar olabilir:
- Çin yatırımlarının üretim için Türkiye’ye
gelmesi ihracat ve istihdamı olumlu etkiler.
- Türkiye bazı dallarda, Çin pazarına girebilir.
- Üçüncü ülkelerde ortak girişimler ve
yatırımlar gerçekleştirilebilir.
2009’daki 17 milyar dolarlık dış ticaret
hacminin 12 milyarını Çin’den ithalat oluşturuyor. Ancak Çin’den yapılan ithal
girdilerin % 80’i, DEİK’e göre Türkiye’nin ihracatında kullanılıyor.
Yeni küresel düzen ve Türkiye
Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde askeri ve
siyasi boyutlar öne çıkıyor. Buna karşılık Rusya ve Çin ile yapılan anlaşma ve
protokollerde iktisadi ağırlık çok daha fazla.
ABD ile uzun zamandan beri yürütülen stratejik
özellikteki ilişkilere, son yıllar içinde Rusya ve Çin iktisadi boyutları dâhil
edilmek isteniyor.
Dâhil edilmek yerine “dengelemek ifadesi”
de kullanılabilir.
ABD, Rusya ve Çin’in Ortadoğu’ya yönelik
hesaplarında örtüşen bazı öğelere karşın çatışanlar daha baskın çıkıyor.
ABD başta olmak üzere üç dünya devi ile
ilişkilerini geliştiren bir Türkiye bunu yürütebilir mi? Türkiye bu coğrafyada
bulunmasaydı karşılaşabileceği sorunlar çok daha az olabilirdi.
Örneğin Brezilya’nın konumunda bulunsaydı
durum farklı olurdu. Ancak Ankara’nın, “ABD ile sahip olduğu derin ve stratejik
ilişkiler paralelinde, Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmeye çalışması,
bir bakıma dengeleme politikası olarak da değerlendirebilir.”
Burada temel sorun, Erdoğan hükümetinin bu
dengelemeyi, gerçekten yürütmek isteyip istemeyeceğinde ve gerçekten istese
bile, “uygulama olanaklarının bulunup bulunmadığındadır.”
Ancak uluslararası ilişkilerdeki büyük güç
dengesizliklerine karşın, Türkiye gibi orta ölçekteki devletlerin, dengelemeler
yolu ile “yaratabileceği dışsallıklar vardır.”
Belki de esas mesele Erdoğan hükümetinin,
bu dışsallıkları yaratma politikasını ne oranda kullanacağı sorusunun yanıtında
yatmaktadır.
Dünyamız bugün soğuk savaş koşullarından
çok farklı özelliklere sahiptir. ABD, Çin, Rusya, AB ve Hindistan gibi büyükler
de küresel boyutta değişik bir oligarşik yapı oluşturmuşlardır. Büyükler
arasında bazen açık, kimi zaman da örtülü ortak çıkarlar geçerli olmaya
başladı.
Birleşmiş Milletler’deki soğuk savaş dönemi
oligarşisi yerine bugün, “ortak küresel üst havuzlarda oluşturulan yeni
çıkarlar görülmeğe başladı.”
Türkiye gibi ülkelerin işi zorlaştı.
Büyüklerle ilişkileri geliştirirken, ortak çıkarlar meselesi daha kaygan ve
belirsiz hale geldi.
Ankara ABD ile derin ilişkileri yanında
Rusya ve Çin’le de ilişkilerini geliştirmeğe çalışırken, kendisi için
yaratabileceği dışsallıkları öne çıkarmak zorunda.
Dünyada piyasalar bütünleşmiş, ilişkiler
yumuşamış ve kolaylaşmış gibi görünürken iktisadi ve siyasi ve kültürel krizler
daha da derinleşmeğe başladı. Örneğin Avrupa’da sağ ve tutucu iktidarlar güç
kazanmaya başladılar.
Devlerle dans etmenin riski, bugün soğuk
savaş dönemine oranla daha da arttı.
Batı’nın Türkiye’de Değişen Ortakları
mı?
Türkiye’de elit ve Batı’ya yakın siyasi ve iktisadi
geniş bir çevre AKP iktidarı öncesi dönemde statükoyu ve yeni küresel
entegrasyonu dolaylı ya da örtülü olarak destekliyorlardı.
Bu çoğunluk oldukça heterojen bir
kompozisyon içeriyor. Sosyal demokratlardan merkez sağa, büyük sermaye
çevrelerinden işçi sendikalarının birçoğuna geniş bir alanı kapsar. Aydınların,
üniversite çevrelerinin ve medyanın yine büyük bir bölümü örtülü veya aktif
olarak bu kompozisyonun içinde yer alırlar.
Yine Atatürkçü çevrelerin, Cumhuriyetin
değerlerine önem verenlerin büyük oranda bu grupta bulunduğunu söylersek yanlış
yapmış olmayız.
Bu geniş ve türel olmayan kompozisyonu
oluşturanlar çok farklı özelliklere sahip olsalar da, temel bir paydada
birleşiyorlardı. Sistemle kavga etmeden, onunla çatışmadan işi oluruna bırakmak
ve onunla bütünleşmeye girmek.
Batılı değerlere ve yaşam tarzına az ya da
çok yakın ve yatkındılar.
Genelde demokrasiyi desteklemelerine
karşın, “hangi demokrasi” konusunda görüşler farklılaşıyordu. Liberal
demokrasiden katılımcı ve sosyal demokrasinin sınırlarına kadar yaklaşan bir
kompozisyonla karşı karşıya geliyorduk. Batıya sıcak ve yakındırlar.
“Batı”cılardan gerçek “Batılı” değerlere sahip çevrelere kadar geniş bir
yelpaze bu heterojen hatta yer alıyor.
1990 sonrası yeni küresel düzenin
Türkiye’yi, “bölgeyle birlikte radikal bir biçimde değiştirebileceğini” ancak
geniş grubun içindeki küçük bir azınlık seslendirebiliyordu. Ağır aksak da olsa
demokrasinin yürüyeceği ve statükonun genelde korunacağı beklentisi çoğunluğa
egemendi.
Bu çevreler ikinci dünya savaşının
bitiminden itibaren Batı ile birlikte bu anlayışı ve uygulamayı sürdüre
geldiler.
Değişen hesaplar ve ortaklar
Oysa 1990’lı yıllardan itibaren ABD, AB,
Asya ve Ortadoğu’daki yeni gelişmeler, Türkiye’deki hâkim anlayışın artık
geçerli olmadığını ortaya çıkarmaya başlamıştı bile.
ABD ve AB Ortadoğu’da radikal bir yeniden
yapılanma istiyorlardı. Ortadoğu’daki bazı ülke haritalarının ve rejimlerinin
değişmesi söz konusuydu.
Türkiye’de ise ABD ve AB’nin eski ortakları
yerine yenileri belirlenmişti. Eskiden iş çevreleri, bürokrasi, elit ve
askerlerle işbirliği yapan ABD ve AB şimdi İslamcı tercihleri öne çıkan siyasi
ve iktisadi çevrelerle işbirliğine geçiyordu.
Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması yeni
ortaklarla sürdürülecekti. Batı’nın bu yeni tercihi Türkiye içinde önemli
değişiklikleri zorunlu kılıyordu.
Ilımlı İslam tercihi ve eski ortaklar
Eskiden Batı’da, yaşam tarzı olarak kendine
yakın (ve benzer) bir Türkiye tercih edilirken şimdi İslami değerlerin öne
çıkacağı bir yeniden yapılanmaya yeşil ışık yakılıyordu.
Batı’nın Ortadoğu’da yapmak istediği
yeniden yapılanma için gereken bir şeydi bu. İslami bir yapılanma, Batı’nın
istediği değişiklikler için daha uygundu.
Batı’nın Türkiye’deki ortağı değişince eski
ortaklar hem zor duruma düştüler hem de bir ikilem içinde kaldılar.
Aydınlar, elit, sermaye çevreleri, askerler
Batıyı kendine yakın görmüş Atatürkçü çevreler birden bire “Batı’yı
karşılarında buluverdiler.” Bu hiç beklemedikleri bir şeydi. Yetmiş yıldır bel
bağladıkları Batı ile karşı karşıya geliverdiler. Batı artık İslamcıların
arkasındaydı.
Ancak burada bir şeyi ayırmak gerekir:
- Batı yönetimlerinin Türkiye ve Ortadoğu
ile ilgili yeni politikaları ile,
- Batı’nın değerlerini, halklarını ve
demokrasilerini birbirlerinden ayırmak durumundayız.
İngiltere’de Irak işgalini hazırlayan İşçi
Partisi iktidardan düştükten sonra yeni iktidara gelen muhafazakâr ve
liberaller eski politikaları ve iktidarları yerden yere vurmaya başladılar mı?
Batı’nın Türkiye ikilemi
ABD ve AB yeni Ortadoğu politikaları uğruna
Türkiye’deki ortaklarını değiştirmelerine karşın yeni risk olasılıklarını da
tartışmaya başladılar. “Acaba İslamcı yapılanmanın desteklenmesi Batı için ne
gibi riskler doğuracaktır” sorusu son 2 yıldır Batı’da en fazla tartışılan konu.
Aynı şekilde, Türkiye içindeki “eski Batı
ortakları da” Batı’nın kendilerini yüzüstü bırakması sonucu, “ilk defa ABD ve
AB’ye daha eleştirel bakmaya başladılar.” Bugün Türkiye’de ABD ve AB
yönetimlerini oldukça ağır biçimde eleştirmeye başlayan kimi siyasi partilerin,
sendikaların, hatta sermaye çevrelerinin ve elitin AKP öncesinde Batı ile çok
yakın ilişki ve işbirliği içinde olduğunu biliyoruz.
Batı’nın Türkiye ve bölge üzerindeki
teoriden uygulamaya dönen yeni politikaları Türkiye içindeki tarafların konumlarını
da hızla değiştirmeye başladı. Büyük ölçüde edilgen politikalar ve uygulamalar
içinde yürüyen Türkiye bu bunalımları ancak katılımcı demokrasinin kuralları
içinde atlatabilecektir.
Türkiye’nin iç dinamiklerindeki büyük
olumsuzluklara karşın, yukarıda çizilen tablo, olumlu bazı gelişmelerin de
birlikte ortaya çıktığını gösteriyor.
İktisat, Siyaset, Kültür ve Bölgesel
İşbirliği
Türkiye içinde, Cumhuriyet’le Osmanlı
arasında barışma yerine çatışma anlayışı sürdükçe, bölge ülkeleri, “kendi iç
iktidar kavgalarını en öncelikli mesele olarak gördükçe”, bölge üzerinde
küresel hesapları olan büyük güçlerle işbirliği, her şeyden önemli olarak
değerlendirildikçe, ne Türkiye’de ne de bölgede sorunlar hafifleyebilir.
“Çözülebilir” sözcüğü yanlıştır, çünkü
sorun her zaman olacaktır. Önemli olan hafiflemeye doğru, çözmeye doğru iç ve
dış dinamiklerin kanalize edilebilmesi ve kullanılabilmesidir.
Dünyada her ülke sistemin şu ya da bu
derecede içindedir, onun bir parçasıdır. Çin de, Rusya da ABD kadar bu aksak
yürüyen sisteme dâhildir.
Sorun, sistemin içinde aşırı bir biçimde
edilgen olup olmamakta yatar. Diğer bir deyişle kimi ülkeler ve güçler sistemde
çok daha egemen bir biçimde yer alırlar.Ve dolayısıyla çıkarlarını
(refahlarını) diğerlerinden daha fazla koruyup geliştirirler.
Ya Türkiye?
İş Türkiye’ye gelince, ülkenin kendine özgü
sorun ve çatışmaları ile Ortadoğu bölgesininkiler iç içe geçmeye başlamıştır.
Kimi zaman örtüşen özelliklerle kimi zaman
da siyahla beyaz kadar zıtlık gösteren dinamiklerle yüz yüze geliyoruz. Örtüşme
ve çatışmalar iç içe geçmiştir. Örneklerle işi somutlaştırırsak:
Eğer Cumhuriyet’e, demokrasiye, çağdaş
uygarlık değerlerine bağlı bir vatandaş iseniz, Türkiye’nin İran’la ya da
Suriye ile ilişkilerinin siyasi ve iktisadi alanlarda geliştirilmesi size ters
gelebilir.
İran’da İslami bir düzen var; onunla
yakınlaşmak demek yavaş yavaş Türkiye’nin yaşam tarzının onlara benzemesi
demektir. Bu nedenle İran’la siyasi ve iktisadi ilişkilerin geliştirilmesinin
laikliğe, demokrasiye ve çağdaş değerlere ters düşeceği sonucuna
varabilirsiniz.
Buna karşılık madalyonun öbür yüzünde başka
gerçekler vardır. Türkiye büyük iç sorunlarla yüz yüzedir, ülkenin bölünme
tehlikesi vardır. Türkiye bu iç ve dış tehditlere karşı yakın komşuları ile
işbirliği yaparak kendini koruyabilir. “İran ve Suriye de benzer tehditlerle
karşı karşıyadır” dersek, bu da yanlış olmaz. Ekonomik açıdan da bu işbirliği
çok önemlidir.
“Herkes kendi rejimini koruyarak işbirliği
yapabilir” şeklinde soruna bakabiliriz. O zaman olayın artıları ve eksileri
daha iyi anlaşılmış ve ayrıştırılmış olur.
Dünyanın yaşayan gerçekleri ile ilkeler,
kuramlar ve yaşam felsefemiz arasında bir denge kurmak zorundayız.
“Ya bu ya öteki diye ayırıp” aşırı
genellemeler içine kendimizi hapsettiğimiz zaman akılcılıktan ve yaşayan
dünyadan uzaklaşmış oluruz.
Bunları yaparken yine de bazı asgari
müştereklerde birleşmek gerekir: Katılımcı (örgütlü) demokrasi, çağdaş değerler
ve çağdaş hukuk düzeni bu asgari müştereklerin başında gelir.
Reel politiğin gerekleri
Olayın reel politiğinde, “ülkelerin makro
maksimizasyon stratejileri ve planları olmak zorundadır.” Uygar ve demokratik
ülkeler bu çizgi doğrultusunda hareket ederler.
Kesin kalıplara bağlanmış bir şey değildir
bu. Ülkedeki asgari müşterekler ve örtülü toplumsal mutabakat çerçevesinde
uzanan geniş bir yelpazedir.
İktisadi ve siyasi çıkarlar, kültürel
birliktelikler ve güvenlik meseleleri bunların başında gelir. Din ve inanç
meselelerinde bir ülkenin Müslüman ya da Hıristiyan kimliğini kabullenmek,
demokrasi ve çağdaş değerler ile çatışmaz.
Bu değerler de yaşayan dünyanın ve reel
politiğin ayrılmaz parçalarıdır. Fransa’nın ya da İspanya’nın demokrasileri bu
ülkelerin Katolik kimliğini de esas almak zorundadırlar.
Ya da Hugo Chavez, “Ben hem Katolik hem de
sosyalistim” derken Venezüella için aynı gerçeği kabullendiğini gösterir. Fidel
Castro, Papa Havana’ya gittiğinde onun elini öptü. Bir sosyalist ve ateist
olmasına karşın ülkesinin Katolik kimliğini kabullenmesinin bir simgesiydi bu.
Bu nedenle, elmalarla armutları birbirlerinden
ayırmamız gerekir. Demokrasi, hukuk, çağdaş değerler ve kültür bir bütünün
ayrılmaz parçalarıdır. Birinin varlığı, diğerlerinin yok sayılmasını
gerektirmez. Önemli olan asgari müştereklerde birleşebilmektir. Çağdaş dünyada
bunun da kriterleri bellidir.
Türkiye’nin Açılması ve
Kapanmasındaki Kavram Kargaşası
Açılma ve kapanma kavramları Türkiye’de çok
sık olarak, yanlış kullanılmaktadır.
- Ekonomik olarak dışa açılmak ve kapanmak.
- Sosyal ve kültürel olarak dışa açılmak ve
kapanmak.
- Siyasal olarak açılmak ve kapanmak ve
daha birçokları.
Bunları tamamen soyut kavramlar olarak ele
alırsak ve genellemeler yaparsak büyük yanlışlarla karşı karşıya kalırız.
Birileri kalkıp bize, yaşadığımız çağ
açılımlar çağıdır; iktisatta, kültürde, siyasette sonuna kadar açılmalıyız
derse buna kim itiraz edebilir ki? Bu ileri iletişim çağında ve küresel
değerlerin yaygınlaştığı ortamda açılmaya zaten karşı konulamaz. Olayın
iktisadi boyutunu ele alalım:
- Çin bugün dünyanın en açılmış, en fazla
yabancı sermayeyi son 15 yılda iç pazarına çeken (kabul eden) bir ülke
konumunda. Hem de planlı ve sosyalist bir iç düzen içinde.
Bir taraftan yabancı yatırımları (ve
firmaları) iç piyasasına çekerken öte yandan “dış pazarlara en bağımlı” bir
ekonomi konumundadır: İçeride üretimi kendisi yaparak ya da yabancılara
ürettirerek dışarıya satar. Her yıl yüz milyarlarca dolar ihracat yapamazsa Çin
ekonomisi (ve devleti) çöker ve parçalanıp gider. İşte bu nedenle Çin açılmak
ve dış piyasalara bir anlamda bağlanmak zorundadır. Ancak tek bir koşulla;
planlı ve ulusal çıkarlarını koruyan bir biçimde, kontrolü kaybetmeden, küresel
rüzgarların esiri olmadan.
- Aynı şeyi Fransa, Almanya, İngiltere
Avrupa Birliği şemsiyesi altında daha değişik biçimde yaparlar. Dünya ekonomisi
içindeki sınai, ticari, mali ve teknolojik yerlerini kaybetmeden dışa daha da
açılmak isterler ve zorundadırlar da.
Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı içinde onu
parselleyerek Osmanlı topraklarına ve pazarlarına açılmışlardır. Açılım Avrupa
için, dünyadaki güçlü konumunu korumanın vazgeçilmez bir aracıdır.
- Bugün ABD ve Rusya da dışarıya en fazla
açılan ülkelerdir. Rusya geç başlasa da bu işin bir parçası oldu. Avrupa ile
Rusya arasında, kapsamlı bir “karşılıklı açılım söz konusudur.” Özellikle de
doğal gaz anlaşmaları dolayısıyla.
Ancak bütün bu açılımlar, “kontrollü ve
planlı açılımlardır.” ABD, AB, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ikili ticaret ve
yatırım anlaşmaları yaparak aralarındaki açılımı gerçekleştirirler. Bu
yolla,”küresel pazarlar içinde daha yoğun bir biçimde yer alırlar.”
Ayrıca Dünya Ticaret Örgütü (WTO), başta
Batı olmak üzere, büyüklerin dışa açılım stratejileri doğrultusunda iş görür.
Küresel rekabette Batı büyükleri, “kendi üstünlüklerinin (avantajlarının)
bulunduğu alanlarda” açılımları teşvik etmişlerdir. Buna karşılık tarım başta
olmak üzere, “koruma ve destek politikalarını” var güçleri ile bugün de
sürdürüyorlar. Türkiye bugün pirincini, pamuğunu, tütününü, mısırını ve daha
birçok ürünü, bu nedenle dışarıdan alıyor.
Açıklık güzel ama...
Tarımsal ürünlerin küresel ticaretini onlar
ellerine aldılar. Türkiye dünya fındığının %65’ini üretirken, fındığın küresel
ticaretinde kontrol, Hamburg gibi borsalardadır. Kakao, pirinç, mısır, pamuk,
çay gibi küresel ürünlerde de aynı durum geçerlidir.
Petrol, demir-çelik, kömür gibi alanlarda
küresel tekeller ve oligarşik yapıdaki piyasalar egemendir. Açıklık ve
açılımlar büyük şirketlerin ve devletlerin tekelindedir. Görünürde fiili bir
açıklık (ve açılım) vardır, bu doğrudur. Ancak bu dışa açıklık ve küresellik tek
yanlıdır. Aynen Türkiye üzerinden geçirilmesi planlanan Nabucco’da olduğu gibi.
Görünürde Türkiye doğal gaz konusunda dışa açılmıştır. Ancak üretim, dağıtım,
fiyatlama ve kararlar konusunda ipler tamamen başkalarının elinde bulunuyor.
Türkiye sadece “topraklarını tahsis eden”
bir konumdadır. Bakü-Ceyhan ya da Kerkük-İskenderun hatlarında olduğu gibi.
Başka somut bir örnek, 6 Mart 1995’te
Türkiye AB’nin dışında iken imzalanan Gümrük Birliği’dir. Bu bir açılımdır, çok
doğru; ancak AB’nin tek yanlı olarak Türkiye ekonomisini ve özellikle de
Türkiye’nin AB dışı dünya ile olan ekonomik ilişkilerini ipotek altına alan bir
açılımdır.
- Bu açılım sonucu Türkiye elindeki
fabrikalarını kapatmış; ampulü, deriyi, tekstili, inşaat malzemesini, sigarayı,
içkiyi hatta yediği elmayı, eriği dışarıdan almak zorunda kalmıştır.
- Bu bir “ithalat açılımı” olmuştur. İmalat
sanayisinde birim üretim içinde dış girdinin payı 15 yılda %50’den, %75-80’e
çıkmıştır.
- Ekonomi büyümüş görünürken istihdam
düşmüş, işsizlik artmıştır.
Bu tür tek yanlı açılımların, “gerçek
açılımlarla hiçbir ilgisi yoktur.” Türkiye iktisadi açılımlarını yapmak
zorundadır, çok doğru. Bu çağda ülkelerin içine kapanma lüksü olamaz. Ancak
açılım katma değeri arttıran, fabrikaları kapattırmayan, yerli tarımı çökertmeyen,
ekonomiyi tek yanlı olarak dışa bağlamayan, bizim büyük şirketlerimizi
yabancıların taşeronları haline getirmeyen” açılımlar olması gerekir.
Son yıllarda Mustafa Koç’tan Rıfat
Hisarcıklıoğlu’na, Odalar Birliği’nden TÜSİAD’a tek yanlı Gümrük Birliği’nden
yakınanların ortaya çıkması bundandır. Fabrikalarını kapatanlar, bankalarını
yabancılara satanlar, alış veriş merkezleri açarak ithalatçı konumuna gelmeye
başladılar. Türkiye bir ithalat cenneti haline dönüşmüştür.
Bu köşede hep yazdım; “Avrupa’nın dediğini
değil, yaptığını yapacaksın”, işte o zaman arka bahçe olmaktan kurtulabiliriz.
Avrupa’nın yaptığını yaparsak Avrupalı,
dediğini yaparsak onun, özel statülü arka bahçesi oluruz.
Cumhuriyet’le Osmanlı’yı Çatıştırmak
mı? Barıştırmak mı?
- Türkiye bugün Cumhuriyet’le Osmanlı’nın
örtüştürülme sancılarını yaşamaktadır.
- Cumhuriyet, Osmanlı’nın yıkıntıları
üzerinde bir kurtuluş ve yeniden doğuş olarak kurulmuştur. Hem de Osmanlı
topraklarını istila eden “müstevlilere” karşı.
- Ancak toplumsal yaşam bir bütünlük
gösterir. Osmanlı’nın olumsuzluklarına karşı kurulmuş olmasına rağmen,
toplumsal yaşam kültürüyle, inançlarıyla, kimi yaşam değerleriyle sürüp gider.
Sorun artıların ve eksilerin
ayrıştırılmasında yatıyor. Türkiye Cumhuriyeti tabii ki Osmanlı’nın bir anlamda
devamıdır.
Namık Kemal, Ziya Gökalp, Mehmet Akif,
Tevfik Fikret ve diğerleri, Osmanlı’nın değerleri olduğu kadar Cumhuriyet’in
öncüleridir de. Önemli olan dünyanın demokratik, çağdaş ve uygar özelliklerine
uyum sağlamakta yatıyor.
- İktisadi anlamda yeniden yapılanmaktan,
teknolojik gelişmelere uyuma,
- Katılımcı demokrasinin gelişmiş toplumsal
ve bireysel değerlerine,
- Çağdaş değerlerin günlük yaşam tarzına
yansıyan özelliklerine,
- Bireysel özgürlükler ve toplumsal
özgürlükler arasındaki uyuma,
- Demokratik ve uygar ülkelerin uluslar
arası ilişkilerinde, “karşılıklı çıkarlara dayalı dengeleri oluşturma”
kriterlerine kadar yayılan geniş bir yelpaze söz konusudur.
Bugünkü Cumhuriyet Türkiye’sinin bu
bağlamda, “geçmiş ile bağlarının güçlendirilmesi tabii ki gerekir.” Çağdaş ve
demokratik uluslararası koşulları göz ardı ederek eskiye, kesinlikle
dönülemeyeceği gibi, geçmişten tamamen koparılmış bir Cumhuriyet Türkiye’sinin
oluşturulması da söz konusu değildir.
Bugün bu gerçeği bozan esas sorun, iç ve
dış dengeler arasında meydana gelen çok güçlü etkileşimlerin, “olumlu
boyutlarıyla değil, büyük ölçüde olumsuz boyutlarıyla işlemekte oluşudur.”
Bu etkileşimler Türkiye’nin çağdaş ve
demokratik toplumsal dönüşümünün önündeki en büyük engelleri meydana getiriyor.
Cumhuriyet’le Osmanlı, gereksiz yere karşı
karşıya konup kavga ettiriliyor. Özellikle kültür ve düşünce boyutlarıyla,
aradaki bütünleşmeleri ortaya çıkaracak bir yaklaşımla sorunlara bakmak
gerekir.
Galiba bütün sorun bireysel ve toplumsal
yararların (çıkarların) örtüştürülmesinde ve bunun dış ilişkilerle
bütünleştirilmesinde yatıyor.
Bu sorunun üstesinden gelebilmek için en
başta, katılımcı demokrasinin nasıl inşa edileceğinin bilincinde olmamız
gerekiyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün kimliğinde bile
Osmanlı ile Cumhuriyet’in örtüştüğünü görüyoruz.
Cumhuriyet’in ve kurtuluşun mimarı Atatürk,
bir Osmanlı zabitidir.
Osmanlı’yı Cumhuriyet’in karşısına zorla
çıkarmak isteyenlerin niyetleri farklı olabilir. Onlar için Osmanlı sadece,
siyasi bir araç niteliğini taşıyabilir.
Özellikle de bu coğrafyanın stratejik
öncelikleri açısından...
Ancak Falih Rıfkı Atay’ı ve Nutuk’u
okuduğumuzda; “Osmanlı Cumhuriyeti”, “Veda” ve “Dersimiz Atatürk” adlı filmleri
izlediğimizde; Müjdat Gezen’in tiyatrosunda “Mustafam Kemalim”i
seyrettiğimizde, Osmanlı’dan nelerin çıkarılması ve Cumhuriyet’te nelerin
desteklenmesi gerektiğini çıplak gözle bile kolayca görürüz.
Yeter ki içinde yaşadığımız ve yurttaşı
olduğumuz bu topluma bütünleştirici, birleştirici, çağdaş ve uygar bir gözle
bakabilelim.
Bugün yaratılmak istenen Osmanlı-Cumhuriyet
çatışması yapaydır ve başka amaçlara yönelik bir araç olarak kullanılmaktadır.
Dengeler, Çıkarlar ve Katılımcı
Demokrasi Arasındaki Bağlar
Charles de Gaulle’ün “uluslararası
ilişkilerde duygular ve ideolojiler değil, çıkarlar söz konusudur” ifadesi,
1990 sonrasının yeni küresel düzeninde daha özlü bir anlam kazanıyor. Ancak
ulusların (toplumların) alt katmanlarına inildiğinde, duygular ve ideolojiler
otonom dinamikler olarak öne çıkabiliyor.
De Gaulle’ün sözünde göz ardı edilmiş
önemli bir şey var; bu ifade ancak, demokrasi ile idare edilen ülkeler
açısından söz konusu olabilir. Fransa demokratik bir ülke olan Kanada ile
ilişkilerinde veya krallık yönetiminin egemen olduğu Suudi Arabistan ile olan
ilişkilerinde Charles de Gaulle’ün ifadesine sadık kalabilir.
Diktatörlükle yönetilen bir ülkenin
uluslararası ilişkilerinde ise esas olan, “antidemokratik iktidarın
çıkarlarıdır”, halkın çıkarları ikinci planda kalır.
Uluslararası ilişkilerde “denge, çıkar ve
katılımcı demokrasi” üçgeni ayrılmaz bir bütünü oluştururlar. Katılımcı
demokrasi yoksa ne halkın yararı (çıkarı) ne de uluslararası dengeler göz
önünde tutulabilir. İç dinamiklerin otonom güdüleri ve küresel güçlerin
yönlendirmeleri, işlerin nasıl yapılacağını belirler.
Türkiye’nin yüzleştiği sorunlar
Kıbrıs, Ermeni tasarıları, Güneydoğu, Dicle
ve Fırat, Patrikhane, Afganistan, İran ve Kuzey Irak konularında “dış talepler”
Türkiye’yi zorluyor. Bütün talepleri karşıladığınız zaman “sıfır sorun” durumu
ortaya çıkıyor. Sıfır sorun politikası, yarınların “yeni sıfır sorunlarının”
altyapısını hazırlamaya başlar.
Oysa insanlık tarihi ve bugün birçok ülkede
ulaşılan demokratik yapılanmalar “paylaşım sorununu” sürekli yaşarlar.
Demokrasilerde katılım, denge ve çıkar mücadelesi birlikte yürür.
İktisadi refahın paylaşımı ve dengelenmesi,
bireysel ve toplumsal özgürlüklerin ve hakların karşılıklı çıkarlar
doğrultusunda paylaşılması, sürekli bir mücadeleyi (kavgayı) zorunlu kılar.
Bir cambazın ip üzerinde yürüyebilmesi için
sürekli mücadele etmesi (kavga vermesi) gerekir. Örgütlü toplumsal güçlerin
iktisadi ve siyasi haklar doğrultusunda mücadeleleri, demokrasinin vazgeçilmez
koşuludur.
- İçerde iktidar ve muhalefet mücadele
(kavga) eder; katılımcı demokrasilerde örgütlü toplumsal katmanlar hem iktidar
hem de muhalefeti oluştururlar. İçerde “sıfır sorun” demek krallık ya da
diktatörlükle eş anlama gelir. Diktatörlerin astığı astık kestiği kestiktir.
Onlar açısından hiç sorun yoktur.
-Uluslararası ilişkilerde (dış politikada)
de sürekli olarak karşılıklı çıkarları koruma ve denge arayışları vardır.
Birleşmiş Milletler’den Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO), Avrupa Birliği’nden
Şanghay İşbirliği Örgütü’ne kadar bütün kurumlarda mücadele (kavga) ve denge
arayışları sürekli yürür gider.
Sıfır sorun, dünyada ancak, yaşam tümüyle
bittiğinde son bulur. Sorunlar ve onları çözme girişimleri kesiksiz vardır.
Dünya (ve ülkeler) demokratikleştikçe sorunların nitelikleri de değişmeye
başlar. Ancak gerek demokrasilerde gerek uluslararası ilişkilerde “sıfır sorun”
diye bir şey olamaz.
Demokrasilerin yaşayabilmesi için katılım,
paylaşım ve denge konularında sürekli mücadele (kavga) gerekir. Dünyada en
büyük kavgalar ülkelerin bağımsızlıkları için verilmiştir. ABD’nin İngiltere’ye
karşı bağımsızlık savaşından Türkiye’nin işgalcilere karşı İstiklal Savaşı’na
kadar pek çok örnek görürüz.
Bağımsızlık mücadelesi “sürekli bir
savaşımdır.” Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, “Fransa ve Almanya başta
olmak üzere”, ABD’ye karşı örtülü bir mücadele yürütmüşlerdir. Çıkarların
korunması için bu dengeleme girişimleri vazgeçilmezdir. Önce dış mücadele (ve
bağımsızlık) sonra iç mücadele (çekişme) ağırlık kazanmaya başlar. İngiltere,
Almanya, İspanya savaş sonrasında demokrasi konusunda önemli iç kavgalar
yaşadılar ve halen de yaşıyorlar.
2008 ekonomik krizi ABD, AB, Çin ve
Rusya’nın uluslararası ilişkilerinde yeni mücadeleleri (kavgayı) doğurmuştur.
Demokrasi bir anlamda refahın ve
özgürlüklerin paylaşımı, dengelenmesi ve karşılıklı çıkarlara göre
gerçekleşmesi kavgasıdır. İnsanoğlunun bulunduğu her yerde bu devam edecektir.
Katılımcı demokrasi, denge arayışları ve
çıkarların korunması mücadelesi insanlar ve insanlık var olduğu sürece
aksamadan, kendi dinamikleri içinde yürüyecektir.
Türkiye’nin bugün dış ilişkilerinde
yaşamakta olduğu derin sorunların arkasında, katılımcı demokrasi eksikliği ve
buna bağlı olarak dengelerin ve çıkarların yeterince korunamaması zaafları
yatmaktadır.
Gerçekten, Yeni Avrasya Açılımı mı?
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “stratejik”
Rusya gezisinden sonra, Şubat 2010’da, Gül’ün Hindistan ziyareti acaba,
“hükümetin yeni Avrasya açılımı” olarak mı tanımlanmalı? Bir süre önce de,
Ankara’nın organizasyonu ile iş çevrelerinden geniş bir heyet Çin’e gitmiş ve
yeni bağlantılar yapmıştı.
Erdoğan’ın Moskova gezisinden doğalgaz
ithali, tekstil ve gıda ürünleri ihracatı konularında “daha uygun koşullar”
getirilirken, nükleer enerji konusunda da ön anlaşmalar yapıldı.
Bir Çin otomotiv devi, büyük bir yatırımla
Türkiye’ye geliyor. Türkiye üzerinden Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya ihracat yapmayı
planlıyorlar.
Çin, Rusya ve Hindistan Avrasya’nın (ve
dünyanın) üç büyük devidir. Üçünün toplam nüfusu 2,5 milyarı aşıyor. ABD ve
AB’nin her birinin altışar katı büyüklüğünde bir ölçeğe sahipler.
Erdoğan hükümeti bu “Avrasya açılımını
neden başlattı” diye sorduğumuz zaman ilk akla gelen yanıtlar şunlar olabilir:
1) Devam etmekte olan 2008 ekonomik krizi
Türkiye’yi de fena halde vurdu. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki daralmanın yerini
tutacak yeni ihracat pazarları gerekli.
Rusya başta olmak üzere Çin ve Hindistan
ile bu nedenlerle ilişkilerin geliştirmesi gerekiyor.
2) Türkiye’de işsizlik had safhada,
yakınmalar toplumsal bunalıma dönüşüyor. Çin, Rusya ve Hindistan’dan bazı
yatırımlar gelebilir, yeni iş olanakları açılabilir. İç piyasadaki kötü gidiş
bu yolla, biraz olsun düzeltilebilir.
3) ABD ve AB’nin Erdoğan hükümeti ile
ilişkileri bugün iyi, Ankara’dan memnunlar. Ama bu işin yarını da var. Onlara,
tek taraflı olarak bu kadar bağlanmak uzun vadede iktidara da zarar verebilir.
Şimdiden “bazı dengelemelere” gitmek ve
hükümetin eline bazı kozlar vermek yararlı olabilir. Bu da “Avrasya açılımını”
zorunlu hale getiriyor.
4) Ortadoğu (ve Arap-İran) açılımının iç
kamuoyunda yarattığı “kimi rahatsızlıklar”, Avrasya açılımı ile dengelenebilir.
Hele Çin, Rusya ve Hindistan sahneye çıkarıldığında...
Erdoğan hükümetinin “Avrasya açılımında”
ilk akla gelenler bunlar. Bu öğelerin dördü de birlikte değerlendirilmiş
olabilir.
Denge politikasına dönüş mü?
1970’li yılların başından beri, “Türkiye
için denge politikalarını savunmuş bir akademisyen ve yazar olarak” Avrasya
açılımı benim düşüncelerime uygun düşer.
Nedenleri şunlar:
- Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkilerini
“normalleştirebilmesi” için Asya büyükleri ile ilişkilerini, “olması gereken
düzeye” çıkarması gerekir. Bugün özellikle Hindistan ve Çin’le ilişkiler,
olması gerekenin çok altındadır.
- Türkiye’nin Asya’daki varlığı
Afganistan’a asker göndermekle değil, Asya pazarlarında tutunmakla
sağlanabilir. Asker, Türkiye’nin bölgedeki “ihraç ürünü” olmamalı, onun yerini
“sivil ürünler” almalıdır.
Ankara hükümetleri, eninde sonunda denge
politikalarına dönme ihtiyacını hep duymuşlardır. Çünkü “dengesiz ve tek yanlı
uluslararası ilişki modeli” yalnız Türkiye’ye değil ,yönetimdeki hükümetlere de
uzun vadede zarar vermeye başlar.
Denge politikası konusunda bazı örnekleri
sıralayalım:
- Menderes, Sovyetler Birliği’ni Temmuz
1960’ta ziyaret edip önemli iktisadi, mali ve sınai anlaşmalar yapma
gereksinimi duydu. Bu planlanan açılım, 27 Mayıs’la engellenmiş oldu.
- Demirel 1960’lı ve 70’li yıllarda
Batı’dan alamadığını, Sovyetler Birliği’nden sağladı. Aliağa Rafinerisi,
İskenderun Demir-Çelik ve Seydişehir Alüminyum başta olmak üzere önemli
gelişmelere, denge politikası ile imza attı. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri,
“denge politikalarının” kimi çevrelerde yarattığı “rahatsızlıklar” sonucu
ortaya çıktı.
- Özal, ABD ile o kadar yakın olmasına
rağmen Türk inşaat şirketlerinin ve ihracatçılarının Ortadoğu ülkelerinde
faaliyetlerini büyütmeleri için büyük çaba göstermek gereğini duydu. 1980’li
yıllarda ihracatımızın % 40-45’i Ortadoğu’ya yapılıyordu.
Türkiye’nin içine düştüğü (veya
düşürüldüğü) koşullar, daha önceki iktidar dönemlerinde olduğu gibi Erdoğan
hükümetini de Avrasya açılımına itmektedir.
1960’lı, 1970’li ve 1980’li yıllarda
Asya’da sadece Rusya göze batıyordu. Açılımlar oraya yapıldı. Bugün daha şanslı
bir ortam var; Dev Çin ve Hindistan Rusya’yı da geçerek Asya trenine
katıldılar.
Türkiye’nin “Avrasya açılımındaki”
kıpırdanmalar acaba;
- Türkiye-Batı ilişkilerini ne kadar
normalleştirebilecek?
- Türkiye ile Asya büyükleri arasındaki
ilişkileri, “olması gereken düzeye” ne oranda çıkarabilecek?
Ankara’nın elinde önemli kozlar var; sorun,
bu kozların ne kadarının kullanabileceğinde yatıyor.
Kutuplaşma ve Kavga mı? Uzlaşma ve
Bütünleşme mi?
Türkiye ve içinde bulunduğumuz bölge 1990
sonrasında dünyanın en karmaşık ve riskli coğrafyası haline hem geldi hem de
özellikle getirildi.
Küresel boyutta post modern kavgaya
başlayan “büyük aktörler” açısından Türkiye boy hedeflerinin başında geliyor.
- Yanına çekip kendi kavgasının bir parçası
haline getirmek isteyenler,
- Ayrıştırarak ya da bölüp küçülterek kendi
pasta paylaşımlarında bir araç olarak düşünenler,
- “Kontrollü bir istikrarsızlık” yaratarak
istediği yöne sürüklemek isteyenler, Türkiye ve bölge üzerindeki senaryolarını
uygulamak istiyorlar.
Uluslararası ilişkilerde bu hesaplar ve
kavgalar son yüzyıl boyunca kesintisiz süregeldi. Sadece yöntemleri ve
teknikleri değişti. Bunu normal karşılamak gerekir.
Ancak bizim kendi içimizde kutuplaşmalara
ve çatışmalara meydan vermeden bu küresel kavgada (ve uluslararası ilişkilerde)
yer almamız gerekiyor.
Eğer içimizde “etnik, dini ve sosyal
çatışmalara girerek”, bu küresel ve bölgesel paylaşım kavgasının bir parçası
haline gelirsek, Türkiye bunu kaldıramaz.
Popüler deyimi ile “kendi iç
dinamiklerimizi”, işbirliği ve bütünleşmemiz için kullanmak zorundayız.
Bunları, Türkiye ve bölge üzerinde hesaplar yapan küresel aktörlerin emrine
sunduğumuz zaman, “içeride kimsenin kazanması söz konusu değildir.”
Ne işçisi ve patronu ne de laiki ve dincisi
uzun vadede kazançlı çıkabilir. Herkes kaybetmeye mahkûm hale gelir.
Uzlaşma kültürü ve asgari müşterekler
Uzlaşma kültürünün gelişmesi için
Türkiye’de çok geniş bir kesimin, “asgari müştereklerde anlaşması gerekir.”
Asli bazı ortak noktalarda anlaşamazsak kutuplaşmalar ve iç kavgalar giderek
artar ve içerde taraf olduklarını sananlar, küresel güçlerin uydusu haline
gelirler.
Asgari müşterekler nelerden oluşuyor:
“Katılımcı demokrasi” en önemli omurga
parçası olmak zorundadır. Katılımcı demokrasi yoksa toplumun siyasi, iktisadi,
sosyal ve kültürel gereksinimleri karşılanamaz.
Siyasal partiler başta olmak üzere
toplumsal örgütlenmelerin ulusal çıkarları koruyacak şekilde
yasallaştırılmaları ve kurumsallaştırılmaları gerekir.
- Laik-İslamcı kutuplaşmasını (ve
kavgasını) ortadan kaldıracak bir zeminin oluşturulması zorunlu. Din
(Katoliklik) Fransa’da ülkeyi ayrıştıran değil bütünleştiren bir etkiye
sahiptir. Fransızlar Katolik oldukları için daha Fransızdırlar. Yunanlılar
Ortodoks oldukları için daha Yunandırlar.
Demokrasinin ve sosyal hukuk devletinin
işlerliği sayesinde Katolik Fransızdan ateistine kadar herkes vatandaşlık
haklarından siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel olarak yararlanır.
- İktisadi ve sosyal olarak “refahın
paylaşımında” bölüşümün adil olması gerekir. Katılımcı demokrasi varsa, sosyal
ve sınıfsal örgütlenmeler işliyorsa işçi, memur, esnaf, köylü, sanayici,
siyasal örgütlenmeleri sayesinde paylarını alabilirler.
Evet, bölüşümü son safhada hükümet
uygulamaları ve politikaları belirler ama öncesinde parlamentolarda sosyal hak
sahiplerinin ve sınıfların refahını paylaştıracak güç dengeleri siyasal
partiler ve sosyal örgütlenmeler yolu ile sağlanmıştır.
Yeni Clio modelinin Türkiye yerine
Fransa’da üretilmesi için Sarkozy elinden gelen çabayı göstererek Fransız
işçisinin cebine para girmesini ve istihdamın artmasını istiyor. Belki şirketin
patronları için Bursa’da üretmek, maliyetler açısından daha uygun ama sosyal
(ve siyasal) gerekçelerle sağcı Sarkozy bile Fransız işçisinin yanında yer
almaya mecbur kalıyor. Fransa’daki katılımcı demokrasi, bu sonucu doğuruyor.
Bir de Tekel işçilerinin bizdeki grev çabalarına bakalım.
Demokrasinin Fransa’daki bizden farklı
yapısı, Renault işçileri ile Tekel işçileri arasındaki algılanış farklarını
ortaya çıkarıyor.
Evet, Türkiye’de uzlaşma her alanda
gerekli; siyasette, iktisatta, kültürde ve dinde kutuplaşmalar ve kavgalar
yerine, “uzlaşma ve bütünleşmeyi sağlamak zorundayız.”
Unutmayalım, gelişmiş ülkeler siyaset,
iktisat, kültür ve güvenlik temelleri üzerinde, dört ayaklı bir masa gibi
maksimizasyonlarını sağlarlar. Fransa, Almanya, İngiltere ya da İsveç
siyasetinde, ekonomisinde, kültüründe ve güvenliğinde asgari müşterekleri
sağlayıp kendi iç ve ulusal bütünlüğünü ortaya koyar.
Siyaset, iktisat, kültür ve güvenlik
faktörleri arasında bir bütünleşme vardır. Kültür politikası, ülkenin
siyasetini olumlu etkileyecek şekilde yürütülür. Bu dört faktör birbirleri
üzerinde ayrıştırıcı değil bütünleştirici bir etki yaparlar.
Türkiye’de herkes bu gerçekleri görmek
zorundadır. Kutuplaşma ve ayrışmaların kimseye bir yararı olmayacaktır, en
azından ülke içinde çatışan ve kutuplaşan yerli taraflar açısından...
İnsanımızın Sağduyusuna Rağmen mi?
Sağduyu sahibi insanlar, halkımızın büyük
çoğunluğu nasıl bir Türkiye görmek istiyor?
- Türk-Kürt ayrışmasına ve çatışmasına
düşmemiş bir ülke istiyorlar. Demokratik ve sosyal hakların egemen olduğu bir
hukuk ortamı içinde eşit yurttaşlar olarak yaşamayı tercih ediyorlar.
- Laik-şeriatçı çatışmasını istemeyenler,
bu tuzağa düşmekten korkanlar büyük çoğunluğu oluşturuyor. Bu tür çatışmalar
yerine çağdaş ve uygar değerlerin ve yaşam tarzının geçerli olduğu bir hayat
istiyorlar.
Çocuklarının dünya nimetlerinden
yararlanmasının özlemi içindeler. Yemekten sanata, spordan eğlenceye, eğitimden
bilgisayara kadar her alanda ufkunun genişlemesi insanımızın rüyalarını
kapsıyor.
Televizyonlardaki yarışma programlarına
fiilen katılan ve salonda onları izleyenlere dikkatlice bakın; kapalısının da
açığının da nasıl bir özlem içinde olduğunu görürsünüz.
- İnsanların büyük çoğunluğu Sünni-Alevi
ayrımcılığı ve çatışması istemiyorlar. Kimsenin aklından böyle bir şey
geçmiyor.
- 1970’lerde olduğu gibi sağ sol çatışması
da istemiyorlar. Bu çatışmalarla, askeri darbe ortamının yaratılması sonucu
halkımız, A’dan Z’ye bunun büyük ızdırabını çekti ve çekiyor.
Halkımızın bireysel ve toplumsal hakları bu
askeri darbelerle geri gitti. İnsanlarımız bunu bir daha yaşamak istemiyor.
- Hükümet, bürokrasi, yargı ve ordunun
karşı karşıya gelmesini de halkın ezici çoğunluğu istemiyor.
Devlet kurumlarının karşı karşıya
gelmesinden en büyük zararı, yine bu kurumların kendisi görür, yalnız halk
değil.
İnsanlar bunu da üzülerek izliyor. Eğer
halkımızın büyük çoğunluğu bütün bunlara karşıysa bu çatışmaları isteyenler,
bizi birbirimize kırdıranlar kimler?
Sanki sihirli bir el düğmeye basıyor ve
bütün bunlar “domino taşları” gibi art arda yığılmaya başlıyor.
Yukarıda sıraladığım “ayrıştırma ve
çatışmalardan” halkın ezici çoğunluğu kaçınıyorsa, karşı çıkıyorsa bütün bu
olumsuzluklar nasıl oluşuyor?
Sorunun yanıtı, “bütün bu antidemokratik
oluşumlardan kimlerin yarar sağladığında yatıyor.
Bu “ayrıştırma ve çatışmalar kimlere nasıl
kar sağlıyor” sorusunu sorup yanıtlarını araştırdığımız zaman karşı karşıya
kaldığımız sorunların gerçek yüzünü görebiliriz.
Nedenler, nedenler...
- Yeni küresel dengelerin 1990 sonrası
seyri mi?
- Bastırılmış bazı iç dinamiklerin yeniden
ortaya çıkarılışı mı?
- Bu enerji coğrafyasının son yüzyıl
içindeki kaderinin vazgeçilmez sonuçları mı?
- Türkiye’nin Doğu ile Batı arasındaki
“sıkışmasının yarattığı” sürekli lav püskürtmeleri mi?
Galiba bunların hepsinin kendine göre bazı
etkileri söz konusu. Öte yanda insanımızın, halkımızın büyük çoğunluğunun, bu
olumsuzluklara karşı çıkan sağlam bir sağduyusu var. Yapılan kamuoyu
araştırmalarında bu sonuçlar çıkıyor.
Halkın bu sağduyusunu gerçek bir katılımcı
demokrasi zeminine oturttuğumuz zaman sorunlarımız bir bir çözülmeye başlayacaktır.
Yeni yıla girdiğimiz şu günlerde gerçekten
de, insanımızın çok büyük bir çoğunluğu kavgasız ve demokratik bir ülke görmek
ve onun, eşit haklardan yararlanan vatandaşları olarak yaşamak istiyor.
Kendilerini içerde, kavganın tarafları
olarak kabullenenler büyük bir yanılgı içinde olduklarını görmeliler. Çünkü
böyle bir iç kavganın, “içerde kazanan tarafı olmayacaktır.” Son yüzyılda
dünyada yaşananlar, bu tarihsel determinizmi hiçbir kuşkuya meydan bırakmayacak
bir biçimde kanıtlamaktadır.
Makyavel boşuna, “Türkleri dışarıdan
saldırarak yenemezsiniz, onları birbirine düşürmeniz gerekir” dememiş...
Küresel Çatışmaların Odak
Noktasındaki Türkiye
Türkiye’nin sahip olduğu “fiili ve
potansiyel olanaklar” küresel güç odakları açısından stratejik bir önem taşıyor.
Bu önem 1990 sonrasının “yeni küreselleşme” yapılanmaları sonrasında katlanarak
büyüdü. Sıralayalım:
- Kuşkusuz, “bölgenin enerji kaynakları ve
ulaşım yolları” bu büyümede başı çekiyorlar.
- Su kaynaklarının “kullanımı ve paylaşımı”
bakımından Türkiye, odak noktasında bulunuyor.
- Türkiye ayrıca, “Hıristiyan-Müslüman
cephelerinin (ya da çatışmasının) fay hattındaki bir ülke konumundadır. Yalnız
coğrafi olarak değil, sosyo-kültürel doku olarak da Hıristiyanlık ve
Müslümanlık arasındaki “bir bileşke” konumundadır.
Adeta, fay hattı üzerinde inşa edilmiş bir
köprü gibi. 1990 sonrasında bu köprü daha çok “tek yanlı çalıştırılmak
isteniyor.”
- Türkiye; ABD, AB ve Çin, Japonya, Rusya,
Hindistan gibi Asya büyüklerinin göz diktikleri ticaret, ulaşım yolları ve
pazar arayışlarında yine stratejik, olağanüstü bir konuma sahip.
- Ve belki de “enerji sorunu” kadar önemli
bir, “bölgesel demokrasi sorununun” odak noktasında bulunan bir Türkiye var.
Gerçek demokrasiye, katılımcı demokrasiye
en yakın sosyopolitik, kültürel ve tarihi koşullara ve potansiyele sahip bir
ülke durumundadır.
Cumhuriyeti ve devrimlerini kısmen de olsun
yaşamış ve yaşamakta olan ve demokrasiye, biçimsel ağırlıklı da olsa
geçebilmiş, 73 milyonluk Türkiye küresel güç odaklarının,
- kimi zaman korkulu rüyası,
- kimi zaman da bölgede bir amortisör ya da
fren olarak algıladıkları ortak durumundadır.
- Fransa, Almanya, İngiltere gibi AB
ülkeleri Türkiye’de, “aynen kendileri gibi bir demokratik ve toplumsal yapı”
olmasını istemiyorlar. Onların yaptıklarını yapmayan ama, “genellikle
dediklerini yapan, taleplerini yerine getiren” bir ülkeyi tercih ediyorlar.
- Türkiye’ye “AB ile kurdurdukları düzen”,
hep bu yönde işletiliyor. İktisadi, kültürel ve siyasi konularda onların
taleplerini karşılayan tek yanlı bir ilişki düzeninin olması yönünde politika
yürütüyorlar.
- ABD ile ilişkilerde, “ABD’nin Ortadoğu
politikalarına uyum sağlayan ve taleplerini yerine getiren” bir yapılanmayı
tercih ediliyor.
Katılımcı demokrasi yerine “biçimsel ve
liberal demokrasi” öne çıkarılıyor.
Diğerlerine gelince...
Asya büyüklerine gelince... Rusya, ABD’nin
bölgede egemen olmasına karşı. Ancak onunla da yakınlaşma içinde, yeni
politikalar üretiyor.
Gerektiğinde, süper güç ABD ile kimi
konularda, “ikili ortak küresel çıkarlara” yönelik uygulamalara gidebiliyor.
Japonya ve Hindistan diğer Asya büyükleri
olarak iktisadi ve ticari ağırlıklı öğeleri öne çıkarıyorlar. Onların bölgede
henüz, ABD ile siyasi bir çıkar çatışmasına girecek lüksü bulunmuyor.
Çin ise iktisadi ağırlıklı yaklaşmakla
birlikte, kısmen siyasi ve askeri kimi angajmanlara girebiliyor. İki numaralı
süper güç olarak yarının hesaplarını yapıyor.
Bu genel manzara içinde Türkiye’nin
bölgedeki konumuna baktığımız zaman, fiili iç gelişmeler ile potansiyel
olanaklar arasında önemli çatışmaların ve çelişkilerin yaşandığını görmekteyiz.
Sorunun temelinde katılımcı demokrasi
zaaflarımızın bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.
Çünkü iç dinamiklerle dış dinamikler
arasında ulusal çıkarlara yönelik politika ve uygulamaların bütünleştirilmesi
için katılımcı demokrasi yaşamsal bir önem taşır.
Uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin
karşılıklı çıkarlarının korunması için katılımcı demokrasi, olmazsa olmaz bir
öğe haline geliyor.
“Atatürk’ün Yeniden Yorumlanması”
Meselesi...
Batılı Türkiye ve bölge uzmanlarının 1990
sonrasında ilgilendikleri önemli konulardan birisi, “Atatürkçülüğün
(Kemalizmin) yeniden yorumlanması” meselesi oldu ve olmaya da devam ediyor. Son
20 yılda Amerikalı, İngiliz ve Alman araştırmacı ve akademisyenlerin konuya eğildiklerini
görüyoruz.
- Geleneksel (klasik) Atatürkçülükten,
Lozan’dan ve Cumhuriyet’ten “şikâyeti olanlar var.” 1990 sonrasının yeni
küresel yapılanmasına Türkiye’nin uydurulması için, onlara göre Atatürkçülüğün
yeniden yorumlanması gerekiyor.
- Türkiye’nin “yeniden yapılandırılması”
ile Atatürkçülüğün yeniden yorumlanması arasında bağlar kuruluyor. ABD
bürokrasisinde önemli görevler üslenmiş Graham Fuller, Yeni
Türkiye Cumhuriyeti kitabında bu yorumun ayrıntılarına giriyor.
German Oriental Institute’un yöneticisi ve
Türkiye uzmanı Dr. Udo Steinbach, “çok daha kapsamlı ve çarpıcı” yorumlar
getiriyor. Bu konudaki ilk görüşlerini Uluslararası Girne Konferansları’nda
ortaya koymaya başlamıştı.[2] 1998’de Antalya’da 13. Türk-Alman Gazeteciler
Sempozyumu’nda da, Atatürkçülüğü ve Cumhuriyetin kuruluşunu kendine göre
yorumluyordu.[3]
Çok uzun yıllardan beri tanıdığım dostum
Dr. Andrew Mango ise, son 10 yıldır verdiği konferanslarda, yeniden yorumlama
meselesini gündeme getirdi. Atatürk’le ilgili olarak yazdığı İngilizce ve
Türkçe kitaplara, yeni bölümler ekleyerek yeni görüşler ortaya koydu. Bunlar
sadece bazı örnekler.
Acaba neden...
Avrupalı ve Amerikalı Türkologlar ve
Oryantalistler acaba neden Atatürk’ün yeniden yorumlanmasına ve
“güncelleştirilmesine” çalışıyorlar?
1) Sovyetler Birliği’nin dağılmasından
sonra, “Türkiye’nin odak noktasında yer aldığı” Balkanlar, Doğu Akdeniz,
Kafkasya ve Körfez dörtgeninde “yeni düzenlemeler” yapılıyor. Sınır ve rejim
değişiklikleri öngörülüyor.
2) Türkiye bu yeni yapılanmada gerekli olan
potansiyeli Batı açısından, elinde bulunduran bölgenin tek ülkesi konumundadır.
- NATO’nun üyesi, AB ile özel bağları var,
“onun yavaş yavaş denetimi altına sokuluyor.”
- Sosyo-politik yapısı ve kültürel dokusu
ile ”Batı’ya en yakın bölge ülkesi” olarak görülüyor.
- Dışa tamamen açık iktisadi yapısı,
liberal demokrasisi ve ölçeği ABD ve AB’nin gözünde onu, “rakipsiz bir konuma
getiriyor.”
- Üstelik ılımlı bir İslam ülkesi
özelliğini taşıyor.
Nasıl bir Türkiye?
Bölge yeniden yapılandırılırken “nasıl bir
Türkiye” sorusunun ve sorununun yanıtı aranıyor.
- ABD ve AB, yeniden yapılanmada, İslami
ağırlıklı bir Türkiye’ye kuşku ile bakıyorlar; bunun kendileri açısından
kontrol edilemeyecek riskler taşıdığını düşünüyorlar. Türkiye’nin Batı yaşam
tarzından ve değerlerinden fazla uzaklaşmasını istemiyorlar.
- Öte yandan Batı Avrupa ülkelerinde olduğu
gibi, “katılımcı demokrasinin” gelişebileceği bir yeniden yapılanma da işlerine
hiç mi hiç gelmiyor.
- Liberal ekonomi ve liberal demokrasi
zemini üzerine oturtulmuş Batılı ve “Batıcı” bir Atatürkçülük tanımı, günün
koşullarına, onlar adına uygun düşüyor.
Eksik kalan kısmın ise “Ilımlı İslam” ile
telafi edilebileceğini düşünüyorlar.
3) Ancak bu arada, Kurtuluş Savaşı
sırasında Atatürk’ün Kürtlerle ilgili kimi açıklama ve yazışmaları
kullanılarak, “yeni açılımların yeni Atatürkçülük ile bütünleştirilmesine
çalışılıyor.”
Batılı Türkologlar “nasıl bir Türkiye”
sorununa yanıt ararken “hangi Atatürk” sorusunun da yanıtlarını, kendileri
verme çabası içindeler. Kısacası, öngörülen yeniden yapılanmalara uygun bir
Atatürk yaratmak istiyorlar. Soğuk Savaş sonrasında yoğunlaşan yeni
Atatürkçülük arayışlarının gerisinde bölgenin yeniden yapılandırılması var.
Ankara – Moskova İlişkileri Nereye
Gidiyor?
Geçen yıl Putin, Mayıs 2010’da
da Medvedev ile Ankara arasında imzalanan 37
anlaşma ve protokol, iki ülke ilişkilerinin geleceği açısından büyük önem
taşıyor.
Bu anlaşmalar iktisadi ağırlıklı olmakla
birlikte yarın siyasi sonuçlar doğuracak özelliklere sahiptir. Kuşkusuz, önce
anlaşma niteliğine dönüştürülebilmesi için onaylanmaları gerekiyor.
Ancak Erdoğan hükümetinin imzaladığı protokoller Meclis’ten kesinlikle
geçecektir.
Nükleer enerji, petrol, doğalgaz, ticari
ilişkiler, karşılıklı yatırımlar, finansal kurumlar, seyahat kolaylıkları ve
eğitim alanlarındaki bu protokol ve anlaşmalar 25 yıl önce yapılmış olsaydı
farklı yorumlanırdı.
- Türkiye blok mu değiştiriyor?
- Batı’dan kopuyor muyuz türünden soru ve
yargılar ortalığı kaplardı.
Bugün mesele çok daha farklı
algılanmaktadır. “Bir zorunluluk”, pratikte
yapılması gerekenler ve Türkiye’nin önünün açılması olarak
değerlendirilmektedir.
Ayrıca Türkiye ve Rusya’nın karşılıklı
çıkarlarının sağlam bir zemine oturtulması bakımından da önem taşıyor. Öte
yandan Rusya, artık sosyalist bir blok değildir. Sisteme entegre olmaya çalışan
büyük bir ülkedir.
Türkiye açısından durum
Türkiye son 60 yıldır ilişkilerini ABD ve
Avrupa boyutunda geliştirdi ve derinleştirdi. Yanı başındaki dev Rusya ile ilişkileri
güdük kaldı. Şimdi yeni girişimlerle ABD ve Avrupa boyutlarına Rusya
boyutu ekleniyor. Yarın bunlara büyük olasılıkla Çin ve Hindistan boyutları
eklenecek.
Bu gelişmelerin bir boyutunda “yeni denge
politikaları, diğer boyutunda ise küresel koşulların getirdiği vazgeçilmez
sonuçlar” görmek
gerekir.
İdeolojik değil
Türkiye’nin dış ilişkilerinde görülen bu
değişmeler, soğuk savaş döneminde yapılamayan açılımlardır. Ankara’da hangi
hükümet bulunursa bulunsun bu değişiklikleri gerçekleştirmek zorunda.
- Yoksa Türkiye, görece olarak küçülmeye
başlar.
- Ekonomik ve sosyal sorunlar daha büyük
boyutlara ulaşır.
Rusya ile hızlandırılan gelişmelerin “Türkiye-ABD ve
Türkiye-AB ilişkilerinde de normalleşmeleri zorunlukılacağını”düşünebiliriz. Ankara yavaş yavaş, “yumurtaların
tamamını aynı sepete koyamayacağını” anlamaya başladı.
Değişen bölge ve dünya koşulları bunu
zorunlu kılıyor. Bunlar, adı konmamış önemli açılımlardır. Uzun yıllardan
beri “dış ilişkilerde denge politikalarını
savunan” bir akademisyenim.
Türkiye’nin, bölgenin ve dünyanın yeni
koşullarının Ankara yönetimlerini yeni denge arayışlarına gitmek zorunda
bırakması olumlu bir gelişmedir. Yeter ki bu açılımlar, “karşılıklı
çıkarları koruyabilen” bir biçimde olsun.
Avrupa Birliği’nin Rusya, Çin ve Hindistan
gibi büyüklerle ikili ilişkilerinin geliştiği bir dönemde Türkiye’nin Asya
açılımlarını normal karşılamak gerekir.
Öyle sanıyorum ki Erdoğan hükümeti
de, “kendisi açısından denge politikalarına yönelmek zorunda
kalıyor.”Yumurtaların tek sepette toplanması onları da bizzat
ilgilendiriyor. Bunun taşıdığı riskler, herkes için söz konusudur.
Daha birkaç yıl öncesinde Türkiye’de kimi
çevreler tarafından şiddetle eleştirilen denge politikalarına, bizzat Erdoğan hükümeti
döneminden meyledilmeye başlanması çok ilginçtir.
Acaba “Batı
talepleri ile Türkiye’nin iç dinamikleri örtüştü” diyen
stratejistler yoksa yanılıyorlar mıydı? Yeni küresel ve bölgesel değişim
rüzgârları bu örtüştüğü sanılan dinamikleri ortadan kaldırıyor mu?
Bu sorunun yanıtları önümüzdeki yıllarda
ortaya çıkacak. Tayyip Erdoğan açık olarak vurgulamasa bile Putin ve Medvedev
son bir yıl içinde ısrarla ifade ettiler; “Türkiye bizim
fiili stratejik ortağımızdır!”
Bekleyip göreceğiz.
2. BÖLÜM
ORTADOĞU
Türkiye, İran, Brezilya ve Güney
Amerika
Türkiye, Brezilya ve İran arasında 17 Mayıs
2010’da imzalanan uranyum takası hakkındaki protokol, “uzlaşma girişimleri
yanında bazı sorunları ve belirsizlikleri de beraberinde getirdi.”
Ankara’nın hedefi şu üç başlık altında
toplanabilir:
1) ABD ve İran arasındaki gerginliğin daha
da tırmanmasını önlemek,
2) ABD ve İsrail’in İran üzerindeki yeni
ambargo girişimlerini engellemek,
3) Türkiye ile İran arasındaki ilişkileri
daha da ileriye götürmek.
Bu hedefler Türkiye’nin çıkarları açısından
önemlidir. Ayrıca Erdoğan hükümetinin yeni bölgesel (ve İslami) açılımlarının
zarar görmemesi bakımından da etkilidir.
Erdoğan hükümetinin “ne oranda bağımsız
hareket ettiği” ve ABD ile yürütülen eşgüdümün ne oranda geçerli olduğu konusunda,
Batı’da değişik görüşler ifade edilmektedir. Ancak ortak kanı şudur; İran,
Brezilya ve Türkiye arasında varılan 17 Mayıs mutabakatı, en azından şimdilik,
İran’ı rahatlatmış ve elini güçlendirmiştir.
İşin bu boyutu ABD, İsrail ve bazı Avrupa
ülkelerinde rahatsızlık yaratıyor.
- İran üzerinde ambargonun çıtasının
yükseltilmesi Türkiye ile iktisadi ilişkileri ve doğal gaz konusunda olumsuz
etki yaratacaktır. Erdoğan hükümeti, zaten darboğaz içinde bulunan ekonominin
bu nedenle daha da zorlanmasını istemiyor.
- Öte yandan hükümetin “yeni Ortadoğu
açılımı”, İran-Batı ilişkilerinin daha da gerginleşmesi sonucu olumsuz
etkilenecektir.
Bölgede İran gerginliğinin tırmanması,
Türkiye’de seçim atmosferine girilirken, Erdoğan hükümetini korkutmaktadır.
Ve Güney Amerika
Erdoğan’ın Brezilya, Arjantin ve Şili
ziyaretleri ve Brezilya ile imzalanan stratejik ortaklık anlaşması yeni ve
önemli bir açılım mı?
Kısa bir süre önce Meksika ve şimdi de
Güney Amerika; Güney Amerika yeniden uyanmaya başlayan apayrı bir dünya.
Merceseur yolu ile aralarındaki iktisadi ve siyasi işbirliğini yoğunlaştıran
dev bir dünya; 200 milyona dayanan Brezilya dünyadaki önemli yerini çoktan
almaya başlamış.
Türkiye’ye kimya sektöründen deriye kadar
yaygın bir şekilde girmiş; petrol ve doğal gaz konularında işbirliği yapılan
dünyanın yeni devlerinden biri. Ve şimdi ortak uçak üretimi bile gündemde.
Güney Amerika’dan Türkiye pazarına yönelik mal hareketleri son birkaç yıldır
yoğunluk kazanmaya başlamıştır.
Ve AB bağlarının Güney Amerika’ya etkisi
Bir de özel ilgililer dışında Türkiye
kamuoyunun pek bilmediği bir konu var. Avrupa Birliği Brezilya ve Meksika başta
olmak üzere kimi Latin Amerika ülkeleri ile ikili ticaret anlaşmaları
imzalamış. Ama Türkiye AB’nin Gümrük Birliği’ne, “dışarıdan ve tek yanlı
bağlandığı için” bu Güney Amerika ülkeleri haksız rekabet koşulları ile ve tek
yanlı gümrük vergisi avantajları sayesinde Türkiye pazarına yerleşiyorlar.
Erdoğan’ın daha önce yaptığı Meksika
gezisinin bir amacı da bu sorunu çözmekti. Ama onlar “hayır diyerek” tek yanlı
ve haksız rekabete dayalı ticari pozisyonlarını devam ettirdiler.
Brezilya bu konuda bizim için önemli. Ama
AB üzerinden karşı karşıya kaldığımız tek yanlı vergi düzensizliğine çözüm
getiremiyoruz. Türkiye bu yüzden, “AB’nin ikili ticaret anlaşması yaptığı bütün
ülkelerle ilişkilerini geliştiremiyor ve karşılıklı çıkarlara dayalı bir düzen
kuramıyor.”
Görüldüğü gibi Brezilya ile İran konusunda
vardığımız mutabakat dışında daha başka “çözülmesi gereken çok önemli sorunlar
var.”
Kimse kral çıplak demiyor; sorunlar gündeme
getirilemiyor. Oysa normal olanı Türkiye ile dev Brezilya ve Meksika arasında,
“ikili ticaret anlaşmaları imzalanarak karşılıklı çıkarların işletilmesidir.”
Ancak Gümrük Birliği yüzünden AB dışı ülkelerle ticari ilişkilerimiz Brüksel
denetimi altına sokulduğundan Azerbaycan ve Hindistan’la yapamadığımız gibi
Meksika ve Brezilya ile de uygar bir ticari düzen kuramıyoruz. Örneğin, ikili
ticaret anlaşmaları imzalayamıyoruz.
Yarın Arjantin’den et ithal etmeye
başlandığında yine aynı tek yanlı uygulamalarla yüz yüze geleceğiz.
Kürdistan, Küresel Dengeler ve
Ortadoğu
Kürt kökenli vatandaşların ayrı devlet
isteyen bir bölümü, biraz da “mecbur oldukları için bunu yapmak istiyorlar.”
Çünkü “dış destek, bu koşulla veriliyor.”
Kuzey Irak’ta fiilen başlatılan,
Güneydoğu’da alt yapısı hazırlanmakta olan, yarın Suriye, İran ve Azerbaycan’a
uzatılmak istenen Kürdistan projesi, küresel ve bölgesel güçler açısından, iki
temel gereksinimden kaynaklanmaktadır:
- İsrail’in güvenliğinin sağlanması,
- Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ın yeniden
yapılandırılması.
Irak’ta yolun yarısı geçildi; Türkiye’de
altyapının hazırlanması konusunda önemli adımlar atıldı. İran ve Suriye
ayakları şimdilik yarına bırakılmış durumda.
İsrail’in güvenliği
İsrail ABD’nin bölgedeki tek stratejik
ortağıdır. ABD’nin ekonomik ve kültürel yapısı bunu doğrular. Yüzyıllık yakın
geçmişlerinde et ve tırnak gibi bu bütünleşmeyi sağlamışlardır.
1990 sonrasında bölgedeki yeni Batı
politikaları, İsrail’in daha aktif bir biçimde devreye girmesine yol açmıştır.
Çünkü BOP uygulanmaya başlandı.
İran’ın bölgedeki etkinliğinin artması ve
nükleer alanda yeni projeleri geliştirme girişimleri, İsrail’in, Kürdistan
kalkanına gereksinim duymasına neden oluyor. ABD, İngiltere ve İsrail’in kontrolündeki
bir Kürdistan yalnız İran’a karşı değil Araplara karşı da olağanüstü bir koruma
kalkanı konumunda olacaktır.
1990 öncesinde Türkiye ile İsrail arasında
yoğun bir işbirliği vardı. Hatta, ABD ve İsrail arasında olduğu gibi Türkiye
ile İsrail (ve Yahudiler) arasında, kökü 16. yüzyıla dayanan bir yakınlık ve
bütünleşme söz konusudur. Ayrıca Cumhuriyet döneminde özellikle 1950’li
yıllardan itibaren Türkiye’deki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudiler iş
hayatında önemli roller üslenmeye başladılar ve büyük başarılara imza attılar.
Ancak 1990 sonrasında Erbakan hükümetleri ile devam eden süreçte Türkiye’deki
İslami yapılanmalar, anti-semitist oluşumların güçlenmesine yol açtı.
AKP iktidarı bugün, bir yandan ABD (ve
Batı) ile yakın işbirliği yürütürken, öte yandan tabanın tepkileri arasında
kalmış durumdadır. Mavi Marmara olayı bunun dönüm noktalarından birisidir.
Türkiye’yi ilerde kaybetme olasılığına karşı İsrail, onun yerine Kürdistan’ı
koymak isteyebilir. Bölgedeki Amerika yandaşı Arap devletleri bile Yahudi
düşmanlığı çizgisindedirler. İsrail’in ayni olasılığı,uzun vadede Türkiye için
de düşünebilmesi söz konusudur.
Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması
gereksinimi
Ortadoğu’daki petrol ve doğalgaz
rezervlerinin en az 35 yıl daha stratejik önemini koruyacak olması, ABD ve
AB’yi bölgeyi denetim altında tutmaya zorluyor. Çin, Rusya ve Hindistan’ın
yükselen küresel etkilerinin hızının azaltılması için Ortadoğu’nun Batı’nın
denetiminde bulunması zorunluluğunu hissediyorlar. Burada, Kürdistan ön plana çıkıyor.
Arabi, Farsi ve Türki bölgesel göçlerin potansiyel risklerinin dengelenmesi
için ABD, AB ve İsrail’e bağımlı bir Kürdistan, hayati bir önem taşımaktadır.
Üstelik Türkiye, Suriye, Irak, İran ve
Azerbaycan hattında, Batı’ya bağımlı bir Kürdistan, küresel dengeleri
etkileyebilecek önemli bir kozdur.
Sorun, Türkiye başta olmak üzere bu
oluşumun nasıl kabul ettirilebileceğine dayanmaktadır.
Irak’ta sorun, güç kullanılarak halledildi
ve Kuzey Irak ayrıştırıldı.
Türkiye’de altyapı oldukça özgür bir ortam
içinde yumuşak geçişle halledilmeye çalışılıyor.
Kuzey Irak-Güneydoğu ekseni sağlandıktan
sonra oluşum, daha sonra Suriye, İran ve Azerbaycan’a uzatılabilecek.
Türkiye’de iktidarlar, siyasal partiler,
bürokrasi, üniversiteler, medya ve askerler bu gerçeği görüyorlar ama büyük
ölçüde gerçeklerle yüzleşmek istemiyorlar.
Hepsi de kendine göre, kendi çıkarlarına
göre “küresel talepler karşısında tutum belirlemeğe çalışıyorlar.”
- Taleplere uymak,
- Direnmeğe çalışmak,
- Görmemezlikten gelmek,
başlıca eğilimler olarak ortaya çıkıyor.
Katılımcı demokrasinin yerleşmiş
olmamasından dolayı asgari müştereklerde birleşme ortamı yaratılamıyor. Buna
bağlı olarak da bir devlet politikası belirleme olanağı bulunamıyor.
Halen iç ve dış dinamiklerle belirli bir
süreç başlatılmıştır. Bu sürecin nasıl sonuçlanacağı Türkiye’deki demokratik
gelişmelere bağlı olmakla birlikte, önümüzdeki yıllarda İran başta olmak üzere,
ilgili komşu ülkelerle Ankara arasında ortaya çıkacak ilişkilerin niteliği,
Kürdistan projesinin sonucunu belirleyecektir.
Ortadoğu’daki Reel Politiğin Nesnel
Bir Özeti
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra
uluslararası ilişkilerde en fazla Ortadoğu tartışılır oldu. Tartışmalardan da
öteye en kanlı savaşlar ve ölümler bu bölgede yaşandı ve halen de yaşanmakta.
Bölgedeki eski Doğu-Batı dengesi
(kimilerine göre dehşet dengesi) bozuldu. ABD ve AB ağırlıklı (Batı ağırlıklı)
bir yeniden yapılanma süreci başlatıldı.
Irak’ın işgali, Lübnan’daki ve
Afganistan’daki müdahaleler, Türkiye’nin Güneydoğusunda tırmandırılan terör, patlatılmaya
hazır bir İran volkanı, yaşanmakta olan sürecin felaket manzaralarıdır.
Petrol, doğalgaz ve su kaynaklarının önemi
sürdükçe ve bölgedeki rejim ve yeniden yapılanma süreci hızını kaybetmedikçe,
bu kargaşa bitmeyecektir.
ABD, İngiltere ve İsrail “Arabi, Farsi ve
Türki olmayan bir yandaş devlet” yaratmak istiyorlar. Kendilerinin bölgeye
yönelik iktisadi ve siyasi hedefleri açısından bunu gerekli görüyorlar.
Bu düzenlemenin gerçekleşmesi için Türkiye,
Irak, İran ve Suriye’nin biraz küçültülmeleri ve çözüştürülmeleri onlar
açısından zorunlu. Sadece onlar değil, Batı (ve Hıristiyan) dünyası da genelde,
bu politikanın destekçisi durumunda. AB kurumlarının Türkiye, İran, Irak,
Lübnan ve Afganistan’a yönelik siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel politika ve
uygulamaları göz önüne alındığında, durum çok net olarak görülür.
Türkiye’nin durumu
Türkiye ABD’nin bölgedeki, “İsrail’den
sonraki en önemli müttefiki.” ABD ve AB’nin bölgeye yönelik yeniden
yapılandırma projelerine her türlü siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel desteği
veriyor.
AB ile “göstermelik bir biçimde, üyelik
sürecini yaşıyoruz.” AB’nin kuması durumuna gelmiş ancak, medeni nikâh olmadan
düğün hazırlıklarını yapıyormuş gibi, evcilik oyunu oynuyoruz.” Brüksel de
Ankara da imam nikâhına çoktan razılar ancak bunu kamuoyuna açık açık
söyleyemiyorlar, işi oluruna bırakmışlar. Fiili durum bu yönde geliştikçe
kimsenin zaten itiraz etmeye ne hali ne de yüzü olacak. Ortadoğu’nun reel
politiği içinde durum kendiliğinden sonuçlanacak. İktidarın Arap dünyası ve
İran’la olan derin ve samimi bağları , “Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasına
yardımcı oluyor.” ABD ve AB Türkiye’nin Osmanlılaşmasına destek veriyorlar.
Kimi İslamcı düşünür ve stratejistlerin öne sürdükleri gibi, “Batı’nın ve
Anadolu’nun dinamikleri, 200 yıldır ilk defa örtüşmeye başlamış bulunuyor.” Bu
örtüşme, bölgenin yeniden yapılandırılmasına da büyük katkı sağlayacak.
Rusya ve Çin’in durumu
Asya’nın iki devi de Türkiye gibi çelişkili
bir konumdalar. Ancak onların çelişkileri Türkiye’ninkinden biraz farklı.
Asya’nın iki devi de küresel sistemin içine
dâhil olma sürecindeler: “Küresel düzenin hem edilgen hem de aktif
taraflarındalar.”
Ancak sistemle bütünleşmeleri, “manevra
alanlarını şimdilik daraltıyor.” Örneğin, Ortadoğu’da eskisi gibi at oynatamıyorlar.
ABD ve AB ile karşı karşıya gelme ve çıtayı yükseltme lüksleri yok. Küresel
düzen adına asgari müştereklerde birleşmek zorundalar. Bunun koşullarını da
büyük ölçüde bugün için, ABD ve AB belirliyorlar.
Bu nedenle Ortadoğu’daki yeniden
yapılandırma sürecinden hiç hoşlanmasalar bile, rest çekme olanakları şimdilik
bulunmuyor. Ancak Çin dev adımlarla ABD’yi geçme noktasına yaklaşıyor.
Ortadoğu’daki esas rekabet ve çatışma işte o zaman hız kazanacak. Yeni bir
dehşet dengesi” oluşmak üzere.
Türkiye’nin çelişkileri mi?
Türkiye en çelişkili konumda ABD ve AB’nin
“müttefiki” ancak ikili ilişkiler, her alanda tek yanlı çalışıyor.
Türkiye Batı’nın bölgedeki uzantısı olan
İsrail ile iyi ilişkiler içinde olmak zorunda. Ama Arap dünyası ve İran ile
gelişen derin bağlar iktidarı, İsrail ile kanlı bıçaklı duruma sokmaya
başlamış. Bu durum iktidarın ABD ve AB ile ilişkilerini de etkiliyor. Açıkçası
Türkiye, “Batı’nın Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma projesi içinde yer almak ya
da almamak arasında gidip geliyor.” AKP iktidarı da bunun derin çelişkilerini
yaşamakta. Batı politikalarının parçası olduğu zaman kendi özel yapısı ve
konumu ile çelişkiye düşmek zorunda. İsrail krizi bunun en somut kanıtıdır. Öte
yandan coğrafyanın ve küresel dengelerin getirdiği zorunluluk sonucu Rusya ile
Ankara arasında köklü ve derin iktisadi ve siyasi ilişkiler kuruluyor. Bu durum
Ankara ve iktidar ile Batı arasındaki ittifak ilişkilerini Batı açısından
rahatsız ediyor.
Sonuç olarak Türkiye, yeni küresel değişim
ve geçiş sürecinde yerini henüz belirleyebilmiş değil. Bu sorunun
yaratılmasındaki faktörlerin başında ise ülkedeki katılımcı demokrasi
yetersizliği etkili oluyor.
Refahın ve örgütlü demokrasinin
geliştirilmesi yerine çözüştürücü öğeler üzerinde yoğunlaşıyoruz. Ya da
yoğunlaşmak zorunda bırakılıyoruz.
Erdoğan’ın İran Tercihi
- Ankara, ABD’ye rağmen İran’ın yanında
durdu.
- Üstelik Çin, Rusya ve AB, Amerika’ya
destek verirken; Brezilya ile birlikte yalnız kalmayı neden tercih etti?
Değişik çevrelerin öne sürdüğü çeşitli
olasılıklar var. Ben de kendi olasılıklarımı sıralamak istedim.
1) Hükümetin “Ortadoğu’ya açılım
politikası”, İran’a ambargoya hayır demesini zorunlu kılıyor. Hükümet, ABD ile
karşı karşıya kalma pahasına bu yolu seçti. Çünkü Erdoğan hükümetinin yeni
Ortadoğu açılımı, AKP için çok özel bir anlam taşıyor; her şeyden önemli.
2) Erdoğan hükümeti Brezilya ile birlikte
yürüttüğü ve İran’a kabul ettirdiği takas mütabakatı sonrasında, Amerikan
önerisine evet derse, tükürdüğünü yalamış olacaktı.
ABD’nin istekleri doğrultusunda yürütülen
süreç sonucu ortaya çıkan anlaşma ile, “Ankara” kullanılmış duruma düşecekti.
Bu nedenle “hayır” demek zorundaydı.
3) Hükümet, Amerika’nın Irak, Afganistan ve
Pakistan operasyonlarından sonra, “bölgenin iyice kırılganlaştığını” görüyor,
Türkiye’nin içinde yaşadığı Güneydoğu, Kuzey Irak, Ermenistan ve Kıbrıs
sorunları ülkenin durumunu daha da kritik hale getiriyor.
Böyle bir ortamda, ABD’nin baskısı ile İran’a
karşı sert ambargoların uygulanması Türkiye’nin sorunlarını derinleştirecekti.
Bunun faturası da büyük ölçüde Ankara hükümetine yüklenecektir.
4) Erdoğan hükümeti bugün “hayır” dese de,
yarın “başka evetlerle” ortaya çıkabilir. Ancak bu arada, iç kamuoyunda ve
tabanda önemli bir destek sağlanmış olur.
5) Ki başka bir olasılık; artık bundan
sonra Hamas ve İran’la işbirliği büyük öncelik taşıyor. Bu nedenle, hükümetin
hayır demesi gerekiyor. Aklıma gelen olasılıklar bunlar. Ancak en önemli soru
galiba şu; Erdoğan’ın ABD ve İsrail ile Hamas ve İran uğruna yaktığı köprüler
sonucu, kendisini dönüşü olmayan bir yola mı angaje ettiği?
Fethullah Gülen yardım gemisi olayında
mesaj gönderirken, galiba bunu anlatmak istiyordu. Erdoğan’ı bu nedenle
eleştiriyordu.
Madalyonun öbür
yüzü
Madalyonun diğer tarafından bakalım;
Erdoğan’ın yardım gemisi ve İran’a ambargo konusunda yaptıklarını bir sol
hükümet uygulamış olsa acaba içerdeki ve dışardaki yansımaları nasıl olurdu?
Örneğin bütün bunlar Ecevit’in başbakanlığı
döneminde olsa Türkiye’deki ve dünyadaki yazarlar ve çizerler neler yazıp neler
çizerdi?
Bu arada Onur Öymen 9 Haziran akşamı Sky
TV’de ilginç bir yorum yaptı: “Hükümet Güneydoğu, Ermeni açılımı, Patrikhane ve
Kıbrıs konularında ABD’ye hayır diyemiyor; buna karşılık Hamas ve İran
konusunda direnip rest çekebiliyor.”
Bu önemli tespitin
altının çizilmesi gerekiyor. Bu tespit herhalde, Batı merkezlerinde de
yapılmaktadır.
Erdoğan hükümeti gerçekten de, Hamas ve
İran konusunda Atatürk sonrası döneminin en ağır restleşmesini yapmıştır. Bu
durum, soğuk savaş sonrasında, “küresel dinamiklerle iç dinamikler örtüşüyor”
diyen düşünürlerin yanıldıklarını gösteren bir sonuçtur.
Erdoğan, Hamas ve İran konularındaki son
girişimleri ile İslam dünyasında ve Türkiye içindeki zemininde büyük prestij
sağladı.
Buna karşılık ABD, AB ve Yahudi dünyasında
çok önemli kayıplarla yüz yüze geldi.
Erdoğan (ve AKP) kendine döndü demek yanlış
olmayacaktır. Yanıtı aranması gereken soru; nereye kadar? Erdoğan sonuna kadar
gidebilecek mi?
2002’den 2010’a Tahran-Tel Aviv
Hattında Değişen Ankara Rüzgârları
Erdoğan Hükümeti özellikle 2007 sonrasında
İran ve İsrail ile ilişkilerinde daha açık ve köşeli politikalar izlemeye
başladı.
- Tahran’la iktisadi ve siyasi yakınlaşma
girişimleri arttı.
-İsrail ile yalnızca Gazze meselesi değil;
onun da dışına taşan gerginlikler yaşanmaya başlandı.
İsrail ile yaşanmaya başlanan bu
gerginlikler Erdoğan hükümetinin “İran ile Suriye politikaları” ile örtüşmekle
birlikte, Irak (ve Kuzey Irak) politikalarıyla aynı çizgide değildi.
Barzani’nin son Ankara ziyaretini de buna dâhil etmek gerekir.
Çünkü ABD ve İngiltere’nin Irak
operasyonlarında İsrail’in de güçlü bir biçimde yer aldığı bilinen bir
gerçektir. ABD ve İngiltere ile ilişkileri derinleştiren hükümetin İsrail ile
çatışması, bu denkleme ters düşüyor.
- Öte yandan Türkiye-Rusya ilişkileri,
Atatürk dönemi sonrasında hiç bu kadar canlanmamıştı. Erdoğan hükümeti yalnızca
2009 yılında ve 2010’un ilk beş ayında Rusya ile 37 anlaşma ve protokol
imzaladı. Bunların bir kısmı uygulanmaya başlandı bile.
Oysa 7 Mart 2002’de Ecevit hükümeti henüz
iktidarda iken MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın, “Başta Rusya ve İran
olmak üzere Ankara, bölge ülkeleri ve Avrasya ile ilişkilerini geliştirmek
zorundadır” dediğinde, yer yerinden oynamıştı.[4]
Bu ifadeler, Ecevit hükümetinin sonunu
adeta hazırlamıştı. AKP hükümeti içerden ve dışarıdan aldığı büyük destekle
iktidara geldi.
Rusya ve İran’la ilişkilerin geliştirilmesi
düşüncesine 2002’de karşı çıkanlar, bugün Rusya ve İran’la ilişkilerin
geliştirilmesine içerde destek veriyorlar. Sadece hükümet çevreleri olarak
değil; hükümetin dışına taşan iç dinamikler olarak da böyle bir arka çıkma söz
konusu.
2002’den bugüne ne değişti de böyle oldu?
- İktidarın politikaları (ve felsefesi) mi
değişti?
- Ortadoğu’daki yeniden yapılanmalar ve
Irak’la birlikte Ankara için yeni rüzgârlar mı esmeye başladı?
- Yoksa ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge
politikalarında değişme mi oldu?
Galiba en büyük değişiklik (2002’den
2010’a) Türkiye üzerindeki dış baskıların iç dinamikleri hızla değiştirmeğe başlamasında
oldu.
Hızlı iç değişimi savunan ve uygulamaya
bağlayan Erdoğan hükümeti bile bu yükü taşıyamayacak duruma geldi.
7 Mart 2002’de şiddetle eleştirilen “bazı
dış açılım düşünceleri”, Erdoğan hükümetinin 2007- 2010 döneminde fiilen
uygulanmaya başlandı. Rusya ve İran açılımları bunların başında geliyor.
İsrail’le kriz
- İran İsrail’in bölgedeki bir numaralı
düşmanı,
- ABD İran üzerinde her türlü baskı ve
ambargoyu uygulatma çabası içinde,
Erdoğan hükümeti İran’la ilişkilerini hızla
geliştiriyor ve onu 17 Mayıs 2010 mutabakatı ile rahatlatıyor.
- Ve İsrail ile Gazze üzerinden krize giren
Erdoğan hükümeti Türkiye’de tekbir getirenlerin meydanları doldurduğu bir ortam
yaratıyor. Şu günlerde İsrail’in, ABD ve Batı’nın yeni Ortadoğu politikalarına
uymadığı, Türk kamuoyunda tartışılıyor. Acaba “Hamas odaklı olarak”, Erdoğan
hükümetinin İsrail ile sürtüşmeye girmesi ABD ve AB’nin politikaları ile ne
kadar örtüşüyor?
Erdoğan hükümetinin derinleşmeye başlayan
yeni Ortadoğu açılımı, yalnız Tel Aviv’de değil Washington, Londra ve
Brüksel’de de önemli rahatsızlıklar doğurmaya başladı.
“Ilımlı İslam’ın ılımlıdan öte bir noktaya
götürülmekte oluşu kuşkusu”, Batı merkezlerinde ve medyada işlenmeye başladı.
Ortadoğu’daki monarşik ve antidemokratik
Sünni İslam ülkelerinin yönetimleri, İsrail ile İran arasında bir denge
oluşturmuşlar. Hatta İsrail’den değil, bölgede İran’ın etkisinin (nüfuzunun)
artmasından, daha çok korkar hale gelmişler. Bu yönetimler, ABD ve AB’ye çok
yakın.
Bu yapı içinde Ankara’nın Tel Aviv ile karşı
karşıya gelmesi onları da rahatsız ediyor.
Türkiye’de insanlar Cihat çağrıları ve
Tekbir sesleri ile sokağa dökülünce Ortadoğu’daki monarşilerin gerçek
kimlikleri de halkın gözleri önüne seriliyor.
İsrail ve Hamas üzerinden tetiklenen İslami
iç dinamiklerin, Batı’nın bölgesel çıkarları üzerinde yaratacağı yeni
sorunların tartışıldığı günleri yaşıyoruz.
İktidarın kendi tabanını güçlendirme
girişimleri ile bu küresel çıkarlar arasındaki çatışma giderek keskinleşiyor.
İsrail meselesi ve Hamas, bunun sadece bir
aracı ve buzdağının su üzerindeki minnacık bir parçası.
ABD, İsrail, Ankara Üçgeni ve
Erdoğan’ın Ziyareti
İsrail, Amerika’nın bölgedeki tek stratejik
ortağı. Ancak son dönemde ABD çevrelerinden Tel Aviv’e karşı sert tepkiler
gelmeye başladı. Üstelik Obama yönetiminin Ortadoğu politikasını yürüten
kadronun yarıdan fazlası İsrail’e çok yakın kişilerden oluşuyor, Biden’dan
Holbrooke’a kadar.
O halde Obama yönetiminin Tel Aviv’e karşı
tavrı neden giderek sertleşmeye başladı? Konunun küresel uzmanları, “ABD-İsrail
stratejik ortaklığının” artık yavaş yavaş değişmesi gerektiğini ifade etmeye
başladılar.
Washington’un yeni tavrının nedenlerini
bulmaya çalışalım:
1) İsrail’deki aşırı sağcı yönetimin
Filistin ve yeni yerleşimler konusundaki radikal tutumunun, “ABD’nin
belirlediği kırmızı çizgileri aşmaya başlaması mı?” Tel Aviv yönetiminin bu
tutumu yüzünden ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarının zarar görmesi mi?
2) ABD’nin Soğuk Savaş sonrası W. Bush ile
başlayan ve halen sürmekte olan, “Ortadoğu’da ılımlı İslam yapılanması
modelinin”, İsrail yönetiminin Filistin’deki sert tutumu yüzünden aksaması mı?
Öyle ya; özellikle 2003’te Irak’ın
işgalinden sonra ABD’nin hızlandırdığı “Ilımlı İslam modeli” yapılanması Tel
Aviv’in radikal çıkışları sonucu zarar görmeye başladı. İsrail, ABD’nin Irak’a
ve Arap Ortadoğu’suna daha fazla nüfuz etmesinden yararlanıp, Filistin
konusundaki salam politikasını, küçük dilimlerden büyük parçalara dönüştürmeye
başlayınca bölgedeki faturayı ABD öder oldu.
ABD zaten Irak işgali sonucu Ortadoğu’da ve
dünyada, “Amerika karşıtı hareketlenmelere” daha fazla muhatap oluyor. Tam bu
sırada İsrail’in Filistin (ve İran) konusunda çıtayı yükselten tutumu, Tel Aviv
üzerinden Washington’a ödetilen faturayı kabarttı.
İşte bütün sıkıntı burada; Irak’ta ağır
bedel ödeyen ABD’ye bir de Tel Aviv’in faturası ekleniyor. Washington; Irak,
İran, Afganistan ve Pakistan konularında zaten sıkışmış durumda. Bütün bunların
üzerine yüklenen ek bedeli, Washington artık ödemek istemiyor.
Ayrıca ABD, ılımlı İslam yapılanmasına
dayalı olarak, yeni ortaklıklar kuruyor.
İsrail’in tutumu, bu ortaklıklara zarar
veriyor.
Yeni dostlar ve Türkiye
ABD ılımlı İslam üzerinden bölgede yeni
stratejik ortaklar edinmek isterken, bunların başında Türkiye geliyor. Yakın
ilişki kurduğu Ankara, Arap dünyası dışındaki tek Müslüman ülke. Afganistan ve
Pakistan’dan umut yok, büyük kaos yaşanıyor, İran’la zaten gergin durumda.
Ortadoğu’daki Sünni Araplar ve Türkiye,
Washington’ın bel bağladığı ülkeler. Türkiye’den S.Arabistan’a kadar bütün ülkelerde
“Ilımlı İslam modeli”nin zemini, İsrail ile örtüşemiyor. Buna bir de Tel
Aviv’in Filistin konusundaki radikal tutumu eklenince Washington çok zor
durumda kalıyor ve İsrail karşıtı görüşler Washington’da ve ABD medyasında
yükselmeye başlıyor.
Erdoğan hükümetinin Tel Aviv yönetimi ile
son bir buçuk yıldır yaşamakta olduğu sorunlar, “Ortadoğu’da ABD çıkarları ile
Tel Aviv yönetimlerinin çıkarlarının çatışmaya başlamasının sonucudur.”
“Aslında Tel Aviv yönetiminin Washington ile yaşamakta olduğu yeni sorunlar,
asimetrik olarak AKP yönetimi için de söz konusu.”
Ancak işin ilginç tarafı, Ankara ve Tel
Aviv yönetimlerinde bulunan ortak zemindedir; her ikisi de “dini referansa
ağırlık veren özellikler gösteriyor.” Tel Aviv, 3000 yıllık inanca (dine)
dayalı olarak “Vaat edilmiş topraklar” üzerinden siyaset yürütebiliyor.
- İsrail bütün sorunlara rağmen hâlâ,
ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli ve tek stratejik ortağı,
- Ankara hükümeti, ABD ile çok güçlü
ilişkiler içinde, “Washington’ın Ortadoğu politikasına her türlü desteği
vermeye çalışan” bir konumda.
Yarın Tel Aviv’de yeni yönetimler işbaşına
gelirse İsrail-ABD ilişkilerindeki sorunlar çözülür.
Aynı şey biraz farklı bir biçimde, Türkiye
için de söz konusudur. Ilımlı İslam üzerine oturtulmak istenen Ankara-Washington
ilişkileri, yarın bu zeminden tamamen çıkabilir.
Bu sadece Türkiye’nin iç dinamiklerine
değil, küresel ve bölgesel dengelere de bağlı olan bir hadisedir. Bu arada,
Başbakan Erdoğan’ın enerji konferansı dolayısıyla yapacağı Amerika ziyaretinde
yalnız Türkiye-ABD ilişkileri konuşulmayacaktır; Ankara-Tel Aviv ilişkileri de
en önemli gündem maddesi olmak durumunda.
Washington açısından Tel Aviv ve Ankara
bağları, birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Aralarında kavga eder görünseler
de işbirliği yapmak zorundalar.
Ancak sorun, Türkiye’deki tabanda (zeminde)
yatmaktadır. Taban, yönetimler üzerinde etkinliğini arttırdığı oranda,
“siyasiler mutlak bağımsızlıklarını kaybedeceklerdir.” Ilımlı İslam ve
demokrasi arasındaki çelişkiler, burada su yüzüne çıkmaktadır.
Türkiye’de gerçek demokratik açılımı,
“tabana (zemine) açılım” olarak görürsek, çok farklı bir manzara ile yüz yüze
geliriz.
Katılımcı demokrasinin erdemi de bundan
kaynaklanıyor; tabii, çağdaş toplumsal örgütlenmelere dayalı bir zemin üzerinde
kurulduğunda...
Ankara’nın Ortadoğu Politikasında Dün
ve Bugün
- 1970’li ve 1980’li yıllarda
Türkiye-Ortadoğu ilişkileri büyük gelişme göstermişti. O dönemdeki konjonktürel
ve küresel nedenler şöyle sıralanabilir:
1) 1960’lı yılların ikinci yarısında ivme
kazanan sanayileşme hamlesi ve “Kıbrıs yüzünden, Ankara’nın Johnson mektubu ile
yüz yüze kalması” Ankara’da, yeni iktisadi ve siyasi “denge arayışlarına” yol
açtı. Başbakan İsmet İnönü, “yeni bir dünya kurulur, Türkiye de onun içinde
yerini alır” demek noktasına gelebildi. Bu da küresel olduğu kadar yeni
bölgesel ve Türkiye’ye özgü ulusal politikalardan kaynaklanıyordu. Aynı
zamanda, 1961 Anayasası’nın da doğal bir sonucuydu.
2) 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası
1975’te Türkiye’ye uygulanmaya başlanan “silah ambargosu”, yalnız jetlerin
lastiklerinin Libya’dan tedarik edilmesine yol açmadı; İslam Konferansı’na
Türkiye’nin ev sahipliği yapmasının yanında Ortadoğu’da yeni arayışlara da
neden oldu. O dönemde Ecevit’in danışmanı Prof. Besim Üstünel bile, “Ortadoğu’nun
(Arapların) parası ve Batı’nın teknolojisi arasındaki katalizör, Türkiye
olabilir” görüşünü savunmak zorunda kalıyordu.[5]
Ecevit, “bölge merkezli dış politika
tezini” vurgulamaya başladı. Türkiye’deki İslam Konferansı’nın mimarı ise
Demirel’in dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’di. Bu yeni politikayı
Devlet Planlama Teşkilatı tam olarak, İstanbul sermaye çevreleri de kısmen
destekledi.
3) Turgut Özal 24 Ocak 1980 kararları
sonrasındaki ilk iktisadi açılımlarını Ortadoğu ülkelerine yaptı. Kendisi
1983’te tek başına iktidara geldikten sonra ise Ortadoğu, Türkiye’nin toplam
ihracatı içinde % 40-45 paya ulaştı. Türk inşaat ve ihracat şirketleri Arap
ülkelerine doluştular.
Yine Turgut Özal, iş çevrelerini,
Japonya’ya yönelten ilk adımı attı. Şarık Tara gibi önemli bir iş adamı,
Türk-Japon İş Konseyi’nin başına geldi. Yalnız Ortadoğu’da değil, Asya’da da
yeni hamleler yapılıyordu.
1970-1980 döneminde Türkiye-Ortadoğu
ilişkilerinin gelişmesinin gerisinde, Türk-Amerikan ilişkilerinde meydana gelen
sorunlar etkili oldu. Diğer bir deyişle Ortadoğu (ve Asya) ABD’ye rağmen, bir
denge unsuru olarak algılanmaya başlandı. İdeolojik olarak değilse bile
“faydacılık ve akılcılık” açısından, fiilen ortaya çıkan zorunlu sonuçlarla
karşı karşıyaydık.
Bugünkünün dünden farkı ne?
Bugün de Türkiye-Ortadoğu ilişkileri hızla
gelişmektedir. Ancak yaşadığımız yeni durum dünkünden farklı. Dün, Amerika’ya
rağmen meydana gelen gelişmeler, bugün ABD ile birlikte, onun taleplerini
karşılayacak şekilde gelişmektedir. Şöyle ki;
Sünni Arap dünyası ile çok yakın ilişkiler
kurulmaktadır.
ABD’nin Ortadoğu projeleri ile birlikte
yürütülmektedir.
Ankara’nın yeni Ortadoğu açılımları, ABD ve
AB tarafından hararetle desteklenmektedir.
- Türk firmalarının Ortadoğu’ya gidişlerinden
çok Arap şirketlerinin Türkiye’deki faaliyetleri artmaktadır. Ayrıca Arap
sermayesi Türkiye’ye “geniş kapsamlı girişler” yapmaya başlamış bulunuyor.
Dolayısıyla dünkü ve bugünkü Ortadoğu
açılımları arasında büyük farklar görülüyor. Dün, “Batı’ya alternatif açılımlar
varken”, bugün onun isteği doğrultusunda ve Batı ile tamamlaşma halinde bir
açılım söz konusudur.
Ancak bugünkü yeni Ortadoğu açılımı, “Batı
ile uyumlu görünmesine karşın”, önemli çelişkileri de beraberinde getirmeye
başlamış bulunuyor:
- İsrail ile su yüzüne çıkan sürtüşmeler
Batı’yı rahatsız edebilecek noktaya geliyor.
İsrail çevreleri ise “Batı’ya yakın sanılan
Ankara’nın yeni Ortadoğu açılımının”, Batı’yı (ve İsrail’i) karşısına almaya
başlamasının sıkıntılarını dile getiriyorlar. Tel Aviv işi, “Ankara bizi
Araplara sattı” noktasına kadar ulaştırıyor.
Ama “şimdilik, bugün dünkünden çok farklı
görülen Ortadoğu açılımının” yarın, 1970’lerdeki noktaya geleceğini savunan
çevreler, Batı’da oluşmaya başladı.
İsrail’in ABD içindeki önemli varlığı ve
etkisi, Ankara-Tel Aviv-Washington üçgeninde bu çelişkileri zorunlu olarak
yaratmaktadır. Erdoğan hükümeti ABD ile yakınlığını ve işbirliğini
sürdürebilmek için “İsrail ile barışık olmak zorunda.”
Ancak bu zorunluluk, Erdoğan hükümetinin
Ortadoğu (ve Arap) politikası ile çelişiyor. Ayrıca, AKP ile kendi öz tabanı
arasında da büyük sorunlar doğuruyor.
Son bir buçuk yıl içinde bu çelişkiler
iyice su yüzüne çıkmaya başladı. İşin içine “İran meselesini” de katarsak,
Ortadoğu politikasında sorunların, Ankara açısından daha da büyüyeceğini
söylemek yanlış olmayacaktır. Erdoğan’ın son Amerika ziyaretinde bu
sıkıntıların sinyalleri alınmaya başladı.
Türkiye, İsrail ve Ortadoğu
Politikaları
Erdoğan Hükümeti’nin Ortadoğu ve İsrail
politikalarındaki “örtüşme ve çelişmeler” üst üste çakışmaya başladı.
- Erdoğan Hükümeti ABD’nin Ortadoğu
politikasının en baştan itibaren destekçisi durumunda.
- Washington’un Ortadoğu politikası ile
İsrail’in tutumu arasında bazı küçük farklar bulunsa bile, “esasta ikisi de
aynı çizgidedirler.”
- İsrail, BOP içindeki asli unsurlardan
birisidir.
Eğer bunlar doğru ise Erdoğan Hükümeti bu
bölgede “hem ABD ile ortak hem de İsrail ile kavgalı olabilir mi”? En azından
kısa ve orta vadede, bu olanak bulunmuyor.
Erdoğan Hükümeti Ortadoğu’da ABD’nin
politikalarını kabulleniyorsa, İsrail ile çatışma içine giremez. O zaman Tayyip
Erdoğan’ın Davos 2009’da başlayan ve bugün içinde yaşamakta olduğumuz İsrail
krizi ile süren tutumu nedir? İsrail özür diledi, “büyükelçi sorunu” çözülmüş
görünüyor. Ancak derinden derine bir sürtüşmenin bulunduğunu da kimse inkar
edemez.
Tayip Erdoğan Hükümeti’nin İslamcı ve
Osmanlıcı Ortadoğu politikaları, “ABD’nin ılımlı İslam yaklaşımı” ile
örtüştüğüne göre İsrail krizinin arkasında yatan öğeler nelerdir?
1) Erdoğan Hükümeti’nin Ortadoğu’da İslamcı
ve Osmanlıcı politikalarının, “işin özünde, Tel Aviv ve Washington’un Ortadoğu
uygulamaları ile çelişmesi midir”?
2) Bunun sonucu olarak, Erdoğan yönetimi
istemese de, “üslendiği yeniden yapılanma misyonunun”, İsrail ile karşı karşıya
gelmeyi kaçınılmaz hale getirmesi midir?
Dün, bugün Filistin ve Gazze
Geçmiş yıllarda Türkiye’de “Filistin
sorununu” solcular sahiplenmişlerdi. Sosyal demokrattan sosyaliste kadar geniş
bir kesimin Filistin’e desteği vardı.
Dünkü solcuların yerini Filistin’de (ve
Gazze’de) neden bugün yeni Osmanlıcılar ve İslamcılar almaya başladı? Dünkü
solcular Filistin’e arka çıkarken bunu bölgede ABD ve İsrail’e karşı bir duruş
olarak ortaya koyarlardı.
O zaman bugün, ABD’nin Ortadoğu
politikasına genelde destek veren yeni Osmanlıcı ve İslamcılar nasıl oluyor da
Batı’nın bölgedeki asli temsilcisi İsrail ile çatışma içine girebiliyorlar?
Genel değerlendirmede, “mantık hatası ya da
çelişki olarak tanımlanabilecek böyle bir durum” işin özelinde ve işlevselliğinde
çok daha derinlere gider ve uzun vadede farklı sonuçlara gebe gelişmelerin
zeminini hazırlar.
Müslüman Kardeşler, Filistin ve Hamas
hattındaki son çeyrek yüzyılın dönüşümleri göz önünde alındığında Ortadoğu’daki
dinamiklerin kimi zaman kendi işlevsellikleri içinde bağımsız bir biçimde
geliştikleri görülür.
Aynı şekilde 1950’lerin başında, demokrasi
ve özgürlük yanlısı Musaddık’ı devirerek Şah Rıza Pehlevi’yi darbe ile başa
oturtan odaklar, bugün Ahmedinejat ile yüz yüze gelmek zorunda kalabiliyorlar.
Bunun bölgedeki (ve dünyadaki) ilk örneğini
Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı ile ortaya koymuştur. Sevr ile işi çoktan
hallettiklerini sananlar Lozan ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti gerçeği ile
karşı karşıya geldiler.
Ortadoğu’da küresel ve bölgesel hesaplar
her zaman tutmaz. Dikte edilen ve yapay bir biçimde laboratuarlarda üretilen
“toplumsal formüller” kimi zaman tersine teper.
Türkiye son doksan, İran ise son altmış
yılda bu formüllerin tutmadığını ortaya koymuşlardır. Türkiye-İsrail ilişkileri
uzun vadede kendi doğal zeminine oturmak durumundadır.
Masa başı hesapları bazen 5-10 yıl idare
eder ama uzun dönemde bölgenin kendi iç dinamikleri yavaş yavaş filizlenmeye
başlar.
Toplumsal determinizm, uzun vadeli
gelişmelerde en önemli belirleyici güçtür.
Yeni Suriye Politikasının Artıları,
Eksileri ve GAP
23 Aralık 2009’da Başbakan Erdoğan 10
bakanı ve 250 işadamı ile Suriye’ye gitti, 51 ön anlaşma yapıldı. Bunlar
ulaştırma, ticaret ve su başta olmak üzere çeşitli alanları kapsıyor.
Erdoğan Hükümeti son 3-4 yıl içinde Suriye,
İran, Suudi Arabistan ve Ürdün ile ilişkilere büyük öncelik vermeye başladı.
İlişkilerde iktisadi ağırlık öne çıkıyor.
Bu köşede uzun yıllardan beri, bölgesel
iktisadi işbirliğinin önemini sürekli vurguladım. Örnek olarak da AB, Latin Amerika
(Merceseur), Şanghay İşbirliği Örgütü ve NAFTA gibi oluşumları gösterdim.
Türkiye’nin Suriye ile iktisadi
ilişkilerini geliştirilmesi önem taşıyor. 2008’de gerçekleşen 2 milyar dolarlık
yıllık ticaret hacmi komik bir rakamdır ve potansiyelin çok altındadır.
Türkiye 1970’li yıllarda Güneydoğu Anadolu
kalkınma projesini (GAP) planlayıp 1980’li yıllarda uygulamaya koyduğunda amaç
çok geniş kapsamlı idi. Bir yandan Güneydoğu Anadolu’ya barajlar, sulama
sistemleri, tarıma dayalı imalat sanayisi, yeni ulaştırma ağları ve bunları
tamamlayan eğitim, sağlık ve çağdaş yerleşim birimleri de beraberinde
getirilecekti.
Ve GAP’ın gelişmesi ile birlikte Türkiye
ile Suriye, Irak ve İran arasında bölgesel bir iktisadi bütünleşme
sağlanacaktı.[6] Ortak iktisadi çıkarlar ülkeleri birbirine
yakınlaştıracaktı.
Devlet tarihi fiyatlarla 16 milyar dolar,
bugünkü rayiçle 25 milyar dolar dolayında harcama gerçekleştirdi.
GAP’ın eksiği...
Ancak GAP’ın sosyo-ekonomik ve
sosyo-politik boyutları eksik kaldı. Hatta yapılan dev yatırımların potansiyel
getirilerinin ortadan silinmesine bile yol açtı.
Toprak reformundan eğitime, ağalık
düzeninin tasfiyesinden modern yerleşim birimlerinin kurulmasına kadar esas
tamamlayıcı öğeler çalıştırılamadı. Kimi iç ve dış odaklar bunu engellediler.
1990 sonrasında ortaya çıkan yeni küresel konjonktür en önemli sorundu.
GAP sosyal ve ekonomik boyutları ile
tamamlanabilseydi bölge Türkiye, Suriye, Irak ve İran arasında birleştirici bir
cazibe merkezi olacaktı. “Ortak çıkarlar”, GAP üzerinden ve bölge ülkelerinin
iktisadi yararları doğrultusunda işletilecekti.
Suriye ile başlatılan iktisadi ağırlıklı
yeni politikalar, GAP’ta yapılan hataların kısmen de olsa karşılanmasına yol
açabilir.
Esas yapılması gereken...
Vizeler kaldırıldı, bir çok ön anlaşma
yapıldı ama çok önemli bir eksiğimiz var. Normal olarak aralarındaki iktisadi
ilişkileri geliştirilmek isteyen ülkeler “ikili ticaret anlaşmaları” yaparak
işe koyulurlar. Ama Ankara Şam ile ikili ticaret anlaşması yapamıyor. AB’nin Gümrük
Birliği sistemine dışarıdan ve tek yanlı bağlandığımız için bu en önemli aracı
kullanamıyoruz.
Yıllardır yaza yaza usandığım gibi, bu tek
yanlı bağımlılık, Türkiye’nin üçüncü ülkelerle ticari ilişkilerine ipotek
koymuş oluyor ve bu yüzden ticari kayıplarımız dev boyutlara çıkıyor.
Türkiye bölgenin en önemli iktisadi ve
ticari gücü konumundadır. Suriye ile iktisadi ilişkilerin geliştirilmesi
Türkiye’ye büyük yararlar sağlayacaktır. Ancak işe, “karşılıklı olarak
gümrükleri indirerek başlamak gerekir.”
Son 60 yıldır bilimsel ve reel politik
açıdan modern dünyada uygulanan en önemli yöntem budur. AB ile yapılan
yanlışlıklar sonucu doğan bu zararların ortadan kaldırılması için, “hataların
düzeltilmesi gerekir.”
“Normalleşme” sağlandığında sadece Suriye
ile ticari ilişkilerimiz değil ABD, Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya ve dana
niceleri ile ticaretimiz de olması gereken uygar, akılcı ve kârlı bir düzeye
gelecektir.
Devekuşunun kafasını kuma gömmesi gibi bu
sorunu görmemezlikten gelemeyiz. Sanayide tekstilciler, dericiler,
mobilyacılar, gıda sanayicileri fabrikalarına son 10 yıl içinde bu yüzden kilit
vurmadılar mı?
Ortadoğu Politikasında Örtüşenler ve
Çelişenler
- Hükümet iktidara geldiğinden beri
Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerinin geliştirilmesine ve derinleştirilmesine
yönelik politikalara öncelik tanıyor. Suudi Arabistan, Irak ve Suriye bu konuda
başı çekiyorlar.
- İlişkilerde iktisadi faktörler lokomotif
görevi görmekle birlikte siyasi, kültürel hatta askeri öğeler de beraberinde
geliyor.
- Hükümetin bu politika ve uygulamaları
ABD’nin Türkiye ve Ortadoğu politikaları ile uyuşma halinde, arada önemli bir
çelişki bulunmuyor. Aynı şekilde, AB’nin politikaları ile de fazla ters
düşmüyor. “Türkiye ile özel ilişkiler içindeki bir Avrupa’nın Ankara aracılığı
ile Ortadoğu’da yerini sağlamlaştırması” onlara da uygun geliyor. Nabucco
projesi bunun son ayaklarından biri durumunda.
Ancak hükümet Ortadoğu’ya yönelik bu
politikaları izlerken, İsrail ile bazı sorunlar yaşamak zorunda. İsrail’le
yalnız Ankara değil ABD ve kimi Avrupa büyükleri de zaman zaman sürtüşmelerle
karşılaşıyorlar.
Hükümetin bu konudaki esas sorunu tabanı ve
içerde bağlandığı zeminle ilgilidir. Gazze olayları (ve meselesi) bunun sadece
bir turnusol kağıdı konumundadır. Temelde daha derin sorunlar ve çelişkiler
var.
Turgut Özal örneği...
Turgut Özal 24 Ocak 1980 kararları ve 12
Eylül sonrasında iktisadi işlerden sorumlu iken Ortadoğu’ya büyük önem
vermişti. 1983’te iktidara geldiğinde de politikasını yürüttü.
- Türkiye’nin toplam ihracatının %40-45’i
Ortadoğu’ya yapılmaya başlanmıştı.
- Türk inşaat şirketleri bütün Ortadoğu’da
büyük işler aldılar. Ancak Özal’ın politikası iktisadi ve ticari boyutuyla öne
çıktı. Henüz soğuk savaş bitmemişti.
Ankara-Tel Aviv işbirliği mi? Rekabeti mi?
Hükümet bugün, soğuk savaş sonrasının
koşulları ile Ortadoğu politikalarını belirlemektedir.
- ABD ve AB artık Türkiye’nin, “Ortadoğu
ağırlıklı” bir ülke olmasını tercih ediyorlar. Ayrıca Ankara’nın Ortadoğu’da,
“ABD ve AB taleplerini karşılayan” bir konumda bulunmasını istiyorlar.
Ermenistan, Kıbrıs, Patrikhane ve Kürdistan açılımlarına destek veriyorlar.
Ancak burada, Türkiye ile İsrail arasında
sorunlar çıkmaya başlıyor.
İsrail ABD’nin hala bölgedeki tek stratejik
ortağıdır. Yalnız, soğuk savaş sonrasının yeni koşullarında, Ankara’daki yeni
hükümetle birlikte, “Türkiye faktörü” ön plana çıkmaya başladı. Durumu
İsrail’den oldukça farklı bir Ankara var.”
1) Türkiye eskiden beri ABD’nin de teşviki
ile bölgede İsrail ile işbirliğine zorlanmış ise de, bugün artık Arap ülkeleri
ve İran ile “çok farklı, derin bir ilişki zeminine ve potansiyeline sahip.”
2) AKP iktidarı ile birlikte İslam dünyası
ve Ortadoğu’ya yaklaşımı hızla değişmeye başlayan bir iç süreç yaşanıyor.
3) Sadece “yukarıdan aşağıya” uygulamalar
olarak değil, aşağıdan yukarıya hareketlenmeler olarak da yeni iç dinamikler
gelişmeye başlamış. “Gazze meselesine” ilişkin iç tepkiler ve bunun tepeye
yansımaları kaçınılmaz bir determinizm olduğu kadar İsrail ile çelişkileri de
beraberinde getiriyor.
Türkiye’deki iktidarın kullanmaya başladığı
“iç dinamikler” ile ABD ve AB’nin Ortadoğu politikaları, örtüşmeler yanında
bazı çelişkileri de üretmeye başladı.
Ankara hükümetinin Arap ülkeleri ve İran
ile “doğal zemindeki uyumlu ilişkileri” ile küresel düzeydeki bazı çelişkileri,
“Ankara ile Tel Aviv arasında sorunlar yaratıyor.”
- Ankara hükümeti, “ABD ve AB’nin soğuk
savaş sonrasında tercih ettiği bölgesel politikalara” uyum gösteriyor.
- Buna karşılık İsrail yönetimi (ve
bürokrasisi) bu konuda hâlâ soğuk savaş koşullarının alışkanlıkları içinde
bulunuyor.
ABD ve AB temelde, Ankara-Tel Aviv
işbirliğini istiyorlar. Ancak Ankara hükümetinin yürütmekte olduğu yeni
Ortadoğu politikaları, bu örtüşmenin sağlanmasında bazı çelişkileri de ister
istemez beraberinde getiriyor.
Türkiye’nin iç dinamikleri ve Ortadoğu’nun
İslami kimliği, büyük fotoğraftaki temel çelişkilerdir. Gazze olayları ve
diğerleri, bunun sadece sonuçlarıdır.
Ankara hükümetleri 1970’li ve 1980’li
yıllarda Atina ile yarışarak Washington ve Brüksel’in gözüne girmeye çalışırlardı.
Rekabet bugün Balkanlar ve Akdeniz’den Ortadoğu’ya kaydı ve Atina’nın yerini de
Tel Aviv almaya başladı.
Bölge Üzerindeki Politikalar ve
Türkiye
- Ortadoğu daha 30-35 yıl petrol ve
doğalgazın odak noktası olacak. Rezervler ve geçiş yolları ABD, Rusya, Çin,
İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya’nın hem stratejik çıkarları hem de
küresel rolleri bakımından çok önemli.
Türkiye Balkanlar, Kafkasya, Körfez ve Doğu
Akdeniz dörtgeninin tam ortasındaki en önemli ülke. Bu önem yalnızca ölçeği ve
iç ekonomik potansiyelinden kaynaklanmıyor. Ülkenin iç dinamiklerindeki
“örtüşme ve çatışmaların” getirdiği olanaklar var. Küresel güçler için İran,
Mısır ve Suudi Arabistan’dan çok farklı bir Türkiye söz konusu.Türkiye,
Kurtuluş Savaşını (ve Cumhuriyeti) Batı’ya rağmen kazanmasına rağmen, “en
Batılı” bölge ülkesi konumundadır.
- İktisadi olarak AB, ABD ve Japonya gibi
ekonomilerin ve onların şirketlerinin en yoğun faaliyet gösterdiği bir
pazardır.
-AB üzerinden, Batı’ya en bağlı (ve
bağımlı) iktisadi kurumsal ilişkileri kurmuş ve çok özel anlaşmalar yapmıştır.
- İç piyasasını Batı şirketlerine en uygun
koşullarla açmıştır.
- Ordusunu, ABD’nin kontrolündeki NATO ile
işbirliğine hemen hemen tamamen sunmuş, NATO’nun yeni misyonunda Lübnan’dan
Afganistan’a, bölgede “Batı ile birlikte” çalışmaya başlamıştır.
Kısacası bölgede Batı’nın iktisadi, siyasi
ve askeri uzantısı konumuna gelmiş bir Türkiye bugün yalnız ABD ve AB açısından
değil, Asya’nın diğer büyük devletleri için de önemlidir. Çünkü küresel
dengeleri, “edilgen bile olsa”, etkileyecek bir durumda bulunuyor. “Bu
pencereden” baktığımız zaman Türkiye olağanüstü stratejik öneme sahip bir ülke
oluyor. Elinde, “kullanabileceği büyük olanakların bulunduğu” bir ülke
görüntüsü sergiliyor. Ancak bu “potansiyel olanakları” ülkenin iktisadi ve
siyasi çıkarları için kullanılabilmesinin “iç koşulları” yetersiz kalıyor.
Gereksiz iç sürtüşmeler ve çatışmalar bu yetersizliği doğuruyor.
Bölgenin siyasi haritası
Küresel güçlerin bölge hesapları ile
Türkiye içindeki sürtüşme ve örtüşmeler iç içe geçmiş durumdalar. Bu iç içe
geçmişlik, Türkiye’nin elindeki “potansiyel olanakların” toplumun refahı ve
demokratik gelişmelerin sağlanması için kullanılmasını büyük ölçüde sınırlıyor.
Şunu kabul etmek gerekir ki Ortadoğu’nun
siyasi ve iktisadi haritası önümüzdeki on yıllarda önemli değişikliklere
uğrayacaktır. Küresel ve bölgesel hesaplaşmalar bu süreci yığınlı bir biçimde
belirli noktalara doğru sürüklemektedir.
Küresel dinamikler ile bölgesel (ve yerel)
dinamiklerin bu oranda örtüştürüldüğü bir dönem daha önce yaşanmamıştı. Bu
tespit, “tamamen nesnel bir fotoğrafı içeriyor.”
- ABD’nin 1990 sonrası Ortadoğu
politikaları ve uygulamaları değerlendirildiğinde,
- AB büyüklerinin bölge politikalarını ne
yönde değiştirdikleri göz önüne alındığında,
- Çin, Rusya ve İran’ın 1990 sonrasında
yeni Ortadoğu yaklaşımları ele alındığında, kimilerince karşı çıkılsa bile,
bölgenin yeniden yapılandırılmasının nasıl kaçınılmaz bir sonuç olduğu ortaya
çıkar.
Bu sonuçların Türkiye üzerindeki etkileri
içerde çok farklı değerlendiriliyor. İç sürtüşmeler üzerine oturtulmuş
beklentilerden sıyrılabildiğimiz ölçüde zararlar azaltılabilir. Aksi halde bu
sonuçların kazançları, en azından içerde, pek görülemeyecektir.
Türkiye’nin iç dengelerinde, “ortak zemin
oluşturamamanın sorunlarını yaşıyoruz.” Bu iç çelişkileri ve sürtüşmeleri
azaltabildiğimiz oranda ayakta kalma ve gelişme olanağımız vardır.
Türkiye’nin Avrupa ve Ortadoğu’daki
Yeri
Prof. Geoffrey Lewis, Dr. Andrew Mango,
Prof. Philip Robins, Dr. Udo Steinbach, Dr. Elizabeth Picard, Prof. Werner
Gumpel konferansa katılanların sadece bazılarıydı.
Berlin duvarı yıkılırken, soğuk savaş
biterken bu dünyaca ünlü Türkolog ve oryantalistler, Türkiye’nin ve
Ortadoğu’nun geleceğini anlatıyorlardı.
- Türkiye’nin Avrupa ve Batı ile ilişkileri
nasıl şekillenecekti?
- Türkiye Ortadoğu’da ne gibi bir misyon
üstleniyordu?
Avrupa ve Batı’nın gözüyle nasıl bir
Türkiye’nin beklendiğinin bütün unsurları bir bir sıralanıyordu. Ben de dâhil,
5-6 Türk uzmanın görüşleri ile birlikte, 15 dolayında dünyaca ünlü yabancı
uzman, görüşlerini kaleme aldılar. 1988 ve 1989 yıllarındaki Uluslararası Girne
Konferansları’nın önemli bir ürünü ortaya çıktı.
Ne yazık ki bu yayınlar kitapçılara
yansımadı.. Sadece “protokole” dağıtılan bir konferans çalışması kısırlığı
içinde kaldı.Oysa yukarıda adlarını sıraladığım ünlü uluslararası uzmanlar,
Türkiye için soğuk savaş sonrasının planlarını ve hedeflerini sunmuşlardı.
- AB neden özel statü dışında bir ilişki
düzenini benimseyemezdi;
- Türkiye’nin içinden geçtiği tarihsel
süreç, Batı ile ilişkilerde ne gibi kısıtlamalar ve darboğazlar getiriyordu?
Bütün bunlar Türkiye’yi en iyi bilen
Avrupalı uzmanlar tarafından anlatıldı.
Şahap Kocatopçu’nun şaşkınlığı
Türkiye-Avrupa ilişkilerinin ele alındığı
Mayıs 1989 Uluslararası Girne Konferansları’nda Şahap Kocatopçu yabancı
Türkolog ve oryantalistler arasında bir anket yaptı. Sorduğu soru şuydu:
“Türkiye’nin AB’ye girişinde sizce, engel olabilecek en önemli sorun nedir?”
Şahap Bey “Nüfus büyüklüğü, demokrasinin
yetersizliği, Türkiye’nin kronik ekonomik sorunları” gibi, kendince haklı
olarak önemsediği faktörlerin sıralanacağını sanıyordu.
Oysa dünyaca ünlü bölge uzmanları bir tek
şey üzerinde birleşmişlerdi: “Türkiye’nin AB üyeliğinde en büyük engel, ülkenin
farklı bir kültürel kimliğe sahip olmasıydı.”
Şahap Kocatopçu şaşkındı, oysa ben hiç
şaşırmamıştım. 2010’lu yıllara gelirken Türkiye-AB ilişkilerine baktığımızda,
1989’daki anketin ne kadar doğru olduğunu görüyoruz.
1988 ve 1989 yıllarında Avrupalı
uzmanların, Türkiye-Avrupa ve Türkiye-Ortadoğu ilişkileri üzerindeki tebliğleri
yeniden basıldı ve piyasaya çıktı. Bu sevindirici bir gelişme.
OKAN Üniversitesi yayını olarak basılan
kitap, İngilizce orijinal metinleri içeriyor.[7]
Araplar İçin Örnek Türkiye mi?
Yoksa...
Tunus, Mısır, Lübnan, Yemen ve Ürdün’de
“rejime ve iktidara karşı” gösteriler ve ayaklanmalar,
- Arap (ve Müslüman) dünyasında büyük
toplumsal hareketlenmeler,
- Kökeninde “baskı rejimleri, diktatörler”
ve onların sürdürdüğü azgelişmişlik var.
- Gelir bölümü bozuk; insanların çoğunluğu
sağlık, eğitim, konut, besin konusunda ilkel bir yaşam sürdürüyor. Buna karşı
“varlıklı bir iktidar azınlığı” her şeye sahip. İşsizler ordusu ile zenginler
azınlığı toplumsal dokuyu oluşturuyor. Ama yan yana yaşamaları imkânsız.
- Bu iletişim çağında, “sürdürülmesi
olanaksız bir düzen”; baskı, fakirlik ve gerilik patlamalara yol açmak zorunda,
aynen bir volkanın patlaması gibi. Ancak doğada volkan patladıktan sonra “kendi
koşullarını da beraberinde hazırlıyor”; fiziki, kimyasal ve biyolojik yeniden
yapılanmayı sağlıyor.
- Ama toplumsal olaylar farklı; “doğa
mühendisliği gibi bir toplum mühendisliği yok.” Çünkü insanın aklı var; kendi
toplumsal koşullarını yeniden yaratıyor. Doğadaki girdi çıktı ilişkisinden (ve
determinizmden) çok farklı.
Arap dünyasında başlayan ve Müslüman
dünyası başta olmak üzere diğer azgelişmiş ülkelere de sıçraması olası bir
süreç ile karşı karşıyayız.
Ortadoğu’nun özelliği
Arap dünyası hep sömürge olarak kalmış ve
bağımlılıktan hiçbir zaman kurtulamamış. Fas’tan Mısır’a, Ürdün’den Körfez
ülkelerine kadar sahip olduğu özellikler şunlar:
- İngiltere’nin, Fransa’nın, Osmanlı’nın ve
diğerlerinin “himayesi altında yaşamışlar.” Sonra bunlara Amerika eklenmiş.
- Demokrasi hiçbir zaman gerçek anlamda
gelişmemiş. Çünkü bunu sağlayacak iç dinamikler ve kurumlaşmalar oluşamamış.
- Çoğunda feodal yapı değişmeden sürmüş;
din ve feodal yapı bütünleştirilmiş. Şeyhlikler, sultanlıklar, krallıklar ve
benzerleri, “günün şartlarına uydurularak devam etmiş.”
- Bölgede Türkiye ve İran dışında demokrasi
girişimleri ciddi şekilde uygulanamamış; Türkiye’de Atatürk devrimleri ile
birlikte elde edilen bağımsızlık sonucu Avrupa benzeri demokratik girişimler
başlatılabilmiş. İran’da ise çok kısa Musaddık döneminin adeta bir kerelik
denemesi görülmüş; petrol yüzünden, petrol şirketleri bunun gelişmesine izin
vermemiş. Önce “şahlık düzeni” getirilmiş; buna tepki olarak da mollalar
iktidara gelerek bir İslam Cumhuriyeti oluşturmuşlar.
Koskoca Müslüman dünyasında Batı tipi
demokrasiye ve çağdaş değerlere “tek yakın ülke” olarak Türkiye’nin
gösterilmesi zaten her şeyi anlatıyor.
İş nereye gider?
- Arap dünyasında galiba “cin şişeden
çıktı”, artık yığımlı olarak süreceğe benzer.
- Diktatörlere ve baskı rejimine karşı;
- Fakirliğe, sefalete, işsizliğe, “kısacası
azgelişmişliğe karşı çağdaş değerlere ve demokrasiye ulaşma talepleri ile yüz
yüzeyiz.” Ancak ortada ilginç bir çelişki var;
- Meydanlarda başkaldıranlar kimlerdir;
sendikalar mı, çiftçiler mi, asker mi? Hiçbirisi! Askerleri bir kenara
bırakırsak; zaten diğer kesimlerde böyle bir kurumsallaşma yok. Olsaydı, Arap
dünyasında gerçek demokrasi yeşermeye çoktan başlardı.
- İslami örgütlerin Mısır olaylarında boy
gösterdiği anlaşılıyor. “Müslüman Kardeşler” taraf olduğunu ifade etti.
- Onun dışında, ortada “anonim halkı”
görüyoruz. Hatta yağmacılar da halkın bir parçası olmuşlar. Bu gerçekler
“şişeden çıkan cinin” gideceği yön konusunda soru işaretlerini arttırmaktadır.
1) Acaba sonunda, 1991’de Cezayir’de olduğu
gibi radikal İslamcıların yolu mu açılacak? Örneğin Mısır, bir “Mısır İslam
Cumhuriyeti” haline mi dönüşecek?
2) Yoksa gerçekten, “diktatörlere ve soygun
rejimlerine karşı bir başkaldırı niteliğinde başlayan bu hareketler” Arap
ülkelerinde demokrasinin yeşermeye başlamasına mı neden olacak?
3) Bir de üçüncü olasılık var. Mısır başta
olmak üzere Arap ülkelerinin “açık hale getirilip Batı piyasalarına şimdikinden
daha esaslı bir biçimde entegre edilmeleri” söz konusu.
Kısacası, sivil toplum örgütlerinin
geliştirilmesi yolu ile bu ülkelerin denetim altına alınmaları olasılığı
bulunuyor.
ABD ve Avrupa’nın tercih edeceği yol budur.
Çünkü diğer iki olasılık büyük sorunlar yaratacaktır;
- İslami Cumhuriyet olursa, doğası gereği
ister istemez radikalleşecek ve yavaş yavaş Batı’ya kapanacaktır.
- Arap dünyasında, olmaz ama, “Avrupa
benzeri bir demokrasi gelişmeye başlarsa” ulusal çıkarlar ön planda tutulacağı
için bölgenin yeniden yapılandırılmasını, Batı açısından imkânsız hale
getirecektir.
Bu nedenle Batı için ideal olan, Arap
ülkelerinin “açık ülkeler haline getirilip kontrol edilebilmeleridir.” Mısır
başta olmak üzere, “reform taleplerini” bu yönde yapacaklardır.
Başkan Obama’nın 28 Ocak 2011’de Hüsnü
Mübarek ile yaptığı telefon görüşmesi, bu yöndeki ilk sinyali vermiştir.
Kuşkusuz Mısır, Tunus ve Lübnan’daki
hareketlenme ve başkaldırılar Türkiye’yi de etkileyecektir. Ankara’nın
“Ortadoğu öncelikli iktisadi, siyasi ve kültürel politikaları” yeni
gelişmelerden olumsuz olarak etkilenecektir. Batı’dan bu konuda ilk işaretler
gelmeye başladı bile.
3. BÖLÜM
ABD
Amerika’nın En Başarılı Olduğu Yer
Türkiye mi?
“ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
dünyada en başarılı olduğu ülke Türkiye’dir” dersek, yanlış olmaz.
Bu sonuçta, ABD’nin kullandığı araçlar
kadar, Türkiye’nin (ve Osmanlı’nın) yakın tarihteki iç dinamikleri de etkili
oldu.
ABD ve Avrupa Türkiye’yi (ve Osmanlıyı) hep
“öteki” olarak görmesine karşın Türkiye ve Osmanlı’daki elit ve diğer etkili
çevreler “aidiyet olarak, Batı’yı büyük ölçüde benimsemişlerdir.”
Burada Türkiye, “Japonya’nın
Batılılaşmasına benzer özellikler gösteriyor”; ancak Japonya’nın, Osmanlı
benzeri bir geçmişe sahip olmaması ve coğrafi olarak Avrupa’nın çok uzağında
kalması, son 200 yıl içindeki temas, iletişim ve etkileşimin sonuçlarını değiştirmiştir.
Ayrıca Japonya’nın kıta dışı bir adalar
ülkesi olması ve sosyal olarak Türkiye’den oldukça farklı özellikler
göstermesi, onu bizden ayıran sonuçlar doğurmuştur. Son yarım yüzyılda
Türkiye’nin ve Japonya’nın Batılılaşmaları konusunda yapılan karşılaştırmalı
araştırma ve yayınlar bize bu gerçeği gösterir.
Amerikan başarısının nedenleri
ABD’den (ve Batı’dan) kaynaklanan nedenler
ile Türkiye’den kaynaklanan nedenlerin ayrı ayrı incelenmelerinde yarar vardır.
Önce ABD’nin kullandığı araçlara bakalım:
ABD ikinci dünya savaşı sonrasında asker ve
bürokrasi ile “çok yakın ve iç içe hale gelmiştir.” 1946’dan itibaren Ankara
ile Washington arasında yapılan ikili anlaşmalar incelendiğinde bunlar açık
olarak görülür.
Türkiye’nin 1950’lerin başında NATO’ya
dâhil edilmesi önemli bir köşe taşı oldu. Güvenlik alanında Türkiye, “ABD’nin
bölgesel politikalarının bir parçası haline getirildi.” Soğuk savaş döneminde
Türkiye, siyahla beyaz gibi, karşıt bir konuma sokuldu. Kıbrıs’ta 1963, 1964
olayları ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile Ege’de Yunanistan’ın Ankara’ya
yüklenmeye başlaması Türkiye’de bazı tepkiler doğurmasına rağmen, “ülkenin
genel gidişini etkilemedi.”
Türkiye’nin 1950’li yıllardan itibaren,
“küresel kapitalist sürece tek yanlı bir biçimde sokulmaya başlanması” iş
çevrelerimiz ile Batı arasında, “hem ağlarım hem giderim” örneğinde olduğu
gibi, çelişkili ve ilginç bir ortaklık ve beraberlik yarattı.
Özal döneminde Türk filmcileri, Fransa’nın
yaptığını yapmak istediler; Hollywood tekeline karşı bir oran (sınırlama) koyma
önerisini getirdiler. Ama ABD, “ben de tekstile ambargo koyarım” dedi ve Turgut
Özal geri adım atmak zorunda bırakıldı. Bu örnek benzeri olaylar, pek çok
alanda geçerli oldu.
ABD dini ve İslami çevrelerde de çok yakın
ilişkiler içine girdi. İslamcı siyasi çevreler, tarikat ve cemaat ileri
gelenleri, “ordu, bürokrasi ve iş çevrelerinde” olduğu gibi, yakın dirsek
temasında oldular. Soğuk savaş sonrası, ABD’nin başarısında belki de, en etkili
faktör bu olmuştur.
ABD, elit çevreler ve eğitim çevreleri ile
de bütünleşmiş duruma geldi. Bugün ABD’de 45 bin Türk öğrencisi okumaktadır.
Türkiye’den kaynaklanan nedenler
ABD’nin Türkiye’deki başarısında
Türkiye’den kaynaklanan önemli nedenler vardır:
Türkiye’de katılımcı demokrasinin önünün 12
Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri ile kesilmesi ve biçimsel demokrasinin öne
çıkarılması, Türkiye’nin edilgen duruma getirilmesinde etkili oldu.
Örtülü (katılımcı) demokrasi olmayınca
siyasette, iktisatta, kültürde, eğitimde ve güvenlikte makro toplumsal ve
ulusal maksimizasyona yönelik politikalar üretilemez, uygulamalar yapılamaz
hale geldi.
Çiftçi, sanayici, işçi, profesör, esnaf,
gazeteci tek başına sistemle karşı karşıya bırakıldı. Ortak çıkarlar yönünde
örgütlenmeye gidilemedi.
Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında bulunması
da faktörlerden biridir. Küresel (ve dışsal) faktörlerin etkisi çok yüksekti.
Siyasette, iktisatta, kültürde, güvenlikte bu dışsal öğelerle uğraşmak, adeta
imkânsız hale sokuldu.
Siyasal partiler bu ortama uyum sağlayarak
yollarını çizmeğe başladılar.
Sivil toplum örgütleri,”tek yanlı
küreselleşmenin parçaları haline geldiler.”
Şirketler, üniversiteler bu düzene edilgen
bir biçimde ayak uydurdular.
En büyük sıkıntı ve çelişkiyi ise İslami ve
dini çevreler yaşamaya başladılar; şirketler ve sivil toplum örgütleri gibi
“küresel sistemin bağımlı unsurları” olmaya başladılar.
Ancak bu nesnel yapılanma, onların öznel
(ve özel) nitelikleri ile çelişti. Mikro, makro örtüşmesi dinde (ve inançta)
mutlaka sağlanmak zorundadır. Ama şirkette böyle olmayabilir; küresel sistemin
parçası haline gelerek de bir firma kârını arttırabilir. Ancak inanç dünyasında
gerçek Müslümanlar için bu imkânsızdır. Türkiye’nin iç dinamikleri ile ABD’nin
bölge politikası, bütünleştirildi.
Latin Amerika, Asya ve Afrika’da istediği
başarıyı elde edemeyen ABD Türkiye’de hedeflerine büyük ölçüde ulaşmış
bulunuyor. İslami kesim, sosyal demokratlar, sağ ve liberaller üzerindeki etki
ve denetim çok yükseltir. İstisnalar, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1996’da
Erbakan’ın başbakan olduğu kısa dönem sırasında ortaya çıktı.
NATO’dan eğitime, sivil toplum
örgütlerinden siyasal partilere kadar bunun somut örneklerini bugün
yaşamaktayız. Wikileaks malzemeleri de bu gerçeği kanıtlamıyor mu?
“Küçük Amerika” ile “Büyük Ortadoğu”
Arasında Sıkışan Türkiye
1950 sonrasında Celal Bayar, “Türkiye küçük
bir Amerika olacaktır” diyordu. O tarihlerde Türkiye’den bakıldığında, Amerika
olduğundan çok daha heybetli görünüyordu; küçük Amerika olmak bile büyük bir
ütopyaydı.
Amerikan sigarası, bezi, süttozu dahi özenilen
tüketim kalıbının simgeleriydi. Hollywood filmleri gençlerin hayatını süslerken
Rock’n Roll radyoda ve plakçılarda yankılanıyordu. Küçük Amerika olmak demek bu
tüketim özentisini ucundan da olsa yakalamak anlamına geliyordu. Basketbolda
Amerika ile dünya finalini oynamanın lafı edilemeyeceği gibi hayali de
kurulamazdı.
Ve Türkiye 2010’da finali oynayarak “Küçük
Amerika” olduğunu kanıtlıyordu sanki. Yoksa tersten tarif edersek, “küçük
Amerikalı yerine büyük Ortadoğulu olduğu için mi finali oynayabilmişti”? Ama
bölgenin ve Arapların basketbolla aralarının pek de iyi olmadığını
hatırladığımızda, kafalar yeniden karışıyor.
Karşı tezi savunanlar şu görüşü de öne
sürebilirler; “Biz güreşte o yıllarda, madalyaların çoğunu topluyor ve en önde
gidiyorduk. Bugün ise nal topluyoruz” diyebilirler. Bu tez de pek yanlış
sayılmaz.
Esas sorun “küçük Amerika” ile “büyük
Ortadoğu’nun” kapışmasında mı? Kesinlikle hayır; ikisi bütünleşiyor, örtüşüyor.
Galiba sorun Türkiye’de; Türkiye “küçük Amerika” olmakla “büyük Ortadoğulu”
olmak arasında sıkışmış durumda.
Hem Amerikalı hem Ortadoğulu olamıyor, ya o
ya öteki geçerli. Bu tespit doğru ise Amerika ile final oynamak ne anlama
geliyor?
Türkiye küçük Amerika (ya da Amerikalı)
olmuş olsa Ortadoğu’ya Amerikalı penceresinden bakmak durumunda. Yani?
”Batı’nın asli üyesi” olmak zorunda. Batılı değerlerden onun diğer ortak
niteliklerine kadar kumaşınızın benzer olması gerekiyor, din de dahil olmak
üzere.
Ama “Ortadoğulu” olduğunuz zaman değerler
sisteminiz bütünüyle değişiyor. İranlaşmak ile Mısırlaşmak arasında bir yere
oturmanız gerekiyor. Bu ise “küçük Amerikalılık” ile siyahla beyaz kadar karşıt
bir durum. Celal Bayar’ın ifadesinden bugünkü hükümetin, “Ortadoğululuk
konusundaki reel politiğine geldiğimiz zaman” basketbolda Amerika ile
oynadığımız finali nereye oturtacağız?
Büyük Ortadoğu içinde geliştiğimiz için mi?
Yoksa küçük Amerika olduğumuz için mi finali oynayabildik? Ortada “küçük
Amerika” olmakla “büyük Ortadoğulu” olmak arasında sıkışmış ve çelişkiler
içinde yaşayan bir Türkiye var.
“Ponpon kızların” gösterilerine uygulanan
kısıtlamalar bile bu çelişkinin apaçık göstergesidir. “Küçük Amerika” ile
“büyük Ortadoğu” arasında sıkışan Türkiye, ponpon kızlar üzerinden yerini belli
etmiştir.
Bir anlamda Akdeniz, Ege kıyı bölgesi ve
Trakya küçük Amerika’yı; iç kesimler ve Doğu ise Ortadoğu’yu temsil ediyormuş
gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır.
Bu ikilemi yalnız sporda değil yaşamımızın
her safhasında hissetmeye başladık. Türkiye’de bir kasabadan diğerine
gittiğimiz zaman adeta birkaç yüzyıllık farkların birdenbire karşımıza
çıktığını görüyoruz.
Bir yanda ABD ile finali oynayarak
uluslararası alanda boy gösteriyoruz; öte yanda İran’la Mısır arasındaki bir
hatta Ortadoğu’da zemin kazanıyoruz.
Türkiye Atatürk’ün ölümünden sonra, “küçük Amerikalılık”
ile “büyük Ortadoğululuk” arasında zikzaklar çizmektedir. Ancak zikzaklar
çizilen bu zemin tam bir bataklıktır. Bölgedeki petrolü ve doğal gazı ellerinde
tutmak isteyen küresel güçler, gerçek demokrasilerin kurulmasını şimdilik
istemiyorlar.
Şahlık, şeyhlik, krallık, askeri dikta
dâhil her şey desteklenebiliyor, yeter ki demokrasi olmasın. 2002-2010
döneminde İngiliz hükümetlerinin ve parlamentosunun faaliyetlerini ve
tartışmalarını izleyip meclis zabıtlarını okuduğumuz zaman, yukarıdaki değerlendirmenin
kanıtlarıyla açık şekilde karşılaşıyoruz.
İkinci dünya savaşından bugüne kadar İran,
Irak, Mısır, Pakistan ve Afganistan’ın başına gelenler, “bataklık zeminin doğal
sonuçlarıdır.”
Bölgede kendini kısmen koruyabilmiş tek
ülke Türkiye oldu. Buna rağmen bizim bile başımıza dört darbe geldi.
“Küçük Amerika” - “Büyük Ortadoğu”
ekseninde sıkışan Türkiye’de, demokratik kesimler çözüm yolları arayışları
içindedirler.
Çözüm bellidir; demokrasinin gerçekten
işletildiği bir Türkiye. “Hangi demokrasi” sorusunun yanıtını ise Batı Avrupa
ülkeleri veriyor. Fransız, Alman, İngiliz demokrasilerinin temel kurumlarını ve
kurallarını yerleştirdiğimiz zaman bunu gerçekleştirmiş oluruz.
Kısacası, katılımcı (yani örgütlü)
demokrasi olmadan hiç bir şey olmaz; basketbolda ABD ile finali oynasak bile...
Türk Amerikan Çıkarları 20 Temmuz
1974’te Nasıl Örtüştü?
1970’lerin başı... Batı ve Doğu Blokları
yanında Üçüncü Dünya hâlâ gündemde ve etkili. Hindistan’dan Yugoslavya’ya,
Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar, geniş bir coğrafyada destekçileri var.
Üçüncü Dünya’nın Doğu Akdeniz’deki
temsilcisi ise Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makaryos;
Ortodoks dünyasının en etkili ismi konumunda.
Bu durum ABD (ve Batı) açısından büyük bir
rahatsızlık yaratıyor. Makaryos silahlarını bile Sovyetler Birliği’nden alıyor.
Bu çıbanbaşının halledilmesi gerekiyor.
O sıralar Atina’da 1967’den beri iktidarda
olan Albaylar Cuntası var. Onlar, Yunanistan’daki solcu iktidarlara karşı dış
destekle yönetime getirilmişler. Makaryos’u Atina’daki darbeci askerler de
sevmiyor.
Makaryos’la Ankara’nın arası açık. Bizim
nedenimiz farklı. Makaryos 1960 anlaşmasını tanımıyor, üstelik Aralık 1963’ten
beri, kanlı Noel’le başlattığı baskı ve şiddet ile Türkleri sindirmeye
çalışıyor. Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki, “eşit kurucu ortak” statüsünü
fiilen ortadan kaldırmış. “Akdeniz’in kızgın güneşinde Türkleri tereyağı gibi
eriteceğiz” sözü tarihe geçmiştir. Makaryos’un politikası, “Kıbrıs’ı bir Helen
ve Ortodoks adası yapmak” yönünde gelişiyordu. Kara cüppesi ile
Cumhurbaşkanlığını birleştirmiş, üstelik Üçüncü Dünya’nın şemsiyesi altına
girmiş; Ankara’nın,Washington’un ve Atina’daki Albaylar Cuntası’nın istemediği
adam olmuştu.
Atina’daki Albaylar Cuntası ABD’nin de
onayı ile Nikos Samson adındaki dengesiz ve “Eokacı” bir adam ile anlaşıyor ve
Makaryos’u devirmeyi planlayarak 15 Temmuz 1974’te operasyonu fiilen
başlatıyor.
Makaryos’un devrilmesi konusunda Ankara,
Washington ve Atina arasında zımni bir görüş birliği var, ama herkesin
gerekçesi farklı.
ABD, Makaryos gibi bir Üçüncü Dünyacı’dan
kurtulmak istiyor. Burası en stratejik bölge.
Atina’daki Albaylar Cuntası, düşen
prestijini, Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak ederek kurtarmak ve iktidarda kalmak
istiyor.
Ankara ise 1960 anlaşmasına uymayan ve
Kıbrıs Türkleri üzerinde baskı ve şiddeti iyice arttıran Makaryos’dan kurtulmak
amacında.
Tek yanlış, Washington’un desteği ile Atina
Cuntası’nın seçtiği adamdan kaynaklanıyor.
Sürpriz B Planı geçerli!
15 Temmuz’da Nikos Samson adada darbeyi
başlatıyor ancak sonuç alamıyor ve ada iç savaş ortamına giriyor.
- Atina Cuntası şaşkın durumda, iktidarının
gitmekte olduğunu görüyor.
- Washington ise Atina’ya güvendiği için
sıkıntılı ve çaresiz.
- Ve Ankara’da Ecevit-Erbakan ikilisi
iktidarda; ellerine çok güzel bir fırsat geçmiş. Kıbrıs’ta darbeyi yaptıran
berbat bir Cunta, Türkiye hem garantör ülke, hem de Makaryos 1963’ten beri
Kıbrıs Türklerine kan kusturuyor.
Üstelik Ecevit Londra’ya, “birlikte
müdahale edelim demiş ancak İngiltere öneriyi reddetmiş.”
Amerika için kalan tek yol!
Washington açısından, “planlanmamış B
planı” sürpriz olarak doğuyor; Atina ve Samson’a hallettiremediği Makaryos’u
Türkiye’ye hallettirmek.
- Böylece Doğu Akdeniz gibi stratejik bir
bölgede Üçüncü Dünyacı bir baş belasından kurtulacak.
- Türkiye adaya girerse hem Rumlar hem
Türkler ABD’ye muhtaç olacaklar ve adadaki potansiyel riskler elimine edilmiş
olacak.
Bu sonucu ne Ecevit, ne Erbakan ve ne de
Kissinger planladı.
Beklenmeyen gelişmeler sonucu Makaryos
artık Amerika’ya muhtaç hale getirildi; Türkiye ve ada Türkleri şimdilik bir
dertten kurtulmuş oldular.
Ama en kazançlı çıkan Yunan halkı oldu. Baş
belası bir Albaylar Cuntası’ndan Türkiye sayesinde kurtuldular ve yeniden
demokrasiye kavuştular.
Ama olayın en dramatik yönü 20 Temmuz 1974,
Türkiye ve ABD’nin çıkarlarının fiilen örtüşmesiydi. Bu durum,1975’teki silah
ambargosuna kadar sürdü.
Soykırım Tasarısı ve 1 Mart Tezkeresi
Ermeni soykırımı tasarısı Temsilciler
Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu’ndan ‘22’ye karşı ‘23’ oyla kabul edildi. Bu, Türkiye
ve bölge politikası olarak, bir “Amerikan gerçeğidir.”
1 Mart 2003’te de ünlü “tezkere” TBMM’de
yeterli çoğunluğu alamadığı için reddedilmişti. Bunu da “Türkiye gerçeği”
olarak görmek gerekir.
Oysa 1 Mart tezkeresinin geçmesini yalnız
Erdoğan hükümeti değil MGK de istemişti. Oylama öncesinde, net bir tutum
almayarak topu Meclis’e atmış ve dolaylı yoldan destek vermişti. Ama olmadı
işte; hükümetin tüm çabasına ve ABD’nin bastırmasına rağmen “Türkiye gerçeği”
baskın çıktı.
- ABD’nin, Irak’ın işgalindeki para ve
insan maliyeti arttı.
- Hükümetin verdiği sözler yerine
getirilememiş oldu.
- Türkiye-Amerika ilişkilerinde, bazı
çevrelerin hiç de istemediği bir soğukluk meydana geldi.
Türk kamuoyunun ABD’ye bakış açısındaki
olumsuzluk, tezkerenin reddinde bir sonuç değil, daha çok bir sebeptir.
1 Mart 2003 öncesinde ABD müdahalesini
savunan ve tezkerenin Meclis’ten geçmesini isteyen birçok kesim ve kişi zaman
geçtikçe, “ne iyi oldu da reddedildi, iyi ki geçmemiş” demeye başladılar.
Bunlara, şahsen tanıdığım o zamanki bazı AKP milletvekilleri de dahildir.
Unutmayalım ki 2010’un başında, eski
Başbakan Tony Blair bile, 2003 Irak müdahalesini ABD ile birlikte
gerçekleştirdiği için, İngiltere Parlamentosu’nda hesap vermek zorunda
bırakıldı. Blair’in İşçi Partisi, bu işgal yüzünden oy kaybetti. Kendisi de
“Partimin değilse bile İngiltere’nin yüksek çıkarları için, bu işgali
gerçekleştirmem gerekti” demek zorunda kaldı. Hatta, kamuoyunu yanılttığını
bile kabul etti.
Ve Türkiye’nin gerçeği...
1 Mart 2003 tezkeresinin Meclis’teki reddi,
bir Türkiye gerçeği idi. 4 Mart 2010’da Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler
Komisyonu’nda soykırım tasarısının kabulü ise ABD’nin kendi iç dinamiklerinin
sonucudur.
Başkan Obama’nın çabalarına rağmen kabul
edildi. Washington yönetimi Türkiye’de, yeni bir Amerika karşıtı havanın
oluşmasını istemiyor. Çünkü İran ve diğer açılımlar konusunda Erdoğan
hükümetinden talepleri var. Kamuoyunda yeni bir ABD karşıtı hava oluşursa,
hükümetin işi daha da zorlaşır, konjonktür hiç uygun değil.
Tel Aviv şu günlerde, ellerini ovuşturuyor
olmalı: Şimdi “one minute demek sırası bizde” diye düşündüklerine bahse
girerim...
1 Mart 2003 tezkeresinde olduğu gibi 4 Mart
2010 oylamasında da bir Amerikan gerçeği var. Tabii Washington’un eli daha
rahat; “Amerikan gerçeğini” arkasına alarak Erdoğan hükümetini daha da
sıkıştırabilirler. Buna karşılık Ankara’nın böyle bir “oyun oynama lüksü”
bulunmuyor.
Başka bir gerçek daha söz konusu; eğer
Erdoğan hükümetinin de ısrarla istediği gibi 1 Mart 2003 tezkeresi yeterli
çoğunluğu alarak Meclis’ten geçseydi, “acaba iktidar, yeni Ortadoğu açılımını
gerçekleştirebilir miydi?” Ankara, İran ve Suriye ile, “bugünkü yakınlaşma
ortamına girebilir miydi?”
Türkiye “keskin bir taraf” haline dönüşür,
Suriye ve İran başta olmak üzere komşu Müslüman ülkelerle büyük sorunlar
yaşamaya başlardı. 1 Mart 2003 tezkeresindeki “Türkiye gerçeği” bir anlamda,
bütün bu olumsuzlukları asgariye indirmiştir.
Ankara’daki hükümetler “Amerikan gerçeği”,
Washington’ daki yönetimler de “Türkiye gerçeği” ile yaşamak zorundadırlar. Ne
Ankara’nın kiraladığı Amerika’daki lobi şirketleri ne de ABD’nin Türkiye’de
kontrol altına aldığı medya ve sivil toplum örgütleri bu oluşumları tamamen
değiştirebilirler.
İki ülkenin de yönetimleri, kendi iç
dinamiklerini göz ardı edemezler. Ankara için değil ama Washington için önemli
olan şudur: ABD yönetimleri Türkiye politikalarında, “Türkiye gerçeğini” hesaba
katmak zorundadırlar.
Bunu eğer, “yokmuş gibi düşünürlerse”;
meseleye, “biz Ankara yönetimleri ile istediğimizi yapabiliriz” biçiminde
bakarlarsa büyük sorunlarla karşılaşırlar. Aynen Güney Amerika’da,
Afganistan’da ve Pakistan’da karşılaştıkları sorunlarda olduğu gibi.
Ermeni soykırım tasarıları ve kabul edilen
kimi kararlar, Amerikan iç dinamiklerinin sonucu olduğu kadar, yönetimlerin
Türkiye politikalarındaki çelişkilerinin bir göstergesidir de.
Bu araçla “gereğinden fazla oynandığı
zaman”, beklenen sonuçların tamamen tersi bir durum da ortaya çıkabilir. Yakın
tarih, bunun yüzlerce örneği ile doludur...
4. BÖLÜM
AB
Eksen Kaymasına Karşı AB’nin Yeni
Türkiye Politikası
Erdoğan hükümeti ile gündeme gelmeye
başlayan, “Türkiye’nin İslam dünyasına kayma uygulamaları karşısında”, AB’nin
yeni arayışlar içinde olduğu tartışılıyor.
- AB bugüne kadar, Türkiye’yi öteki olarak
gördü ve sürekli oyaladı.
- Türkiye’yi üye yapmadan, “sadece denetimi
altında tutarak işi idare etti.”
- AKP’den önceki hükümetler de aynen
Brüksel’in yaptığı gibi “işi idare ederek, AB’nin oyununa katıldılar.”
- Gel gör ki Ankara’ya İslam ve Ortadoğu
referansına özünde bağlı bir hükümet gelince işin rengi değişti. Brüksel ve
Ankara arasındaki “evcilik oyunu” oynanamaz hale geldi.
- Erdoğan hükümeti İslam ülkeleri ile özlü
ve köklü iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkiler kurmaya başladı.
- Brüksel de bu durum karşısında “yeni bir
Türkiye politikası arayışı içine girdi.” Aksi halde, eski oyun Ankara
tarafından sürdürülmediği için Türkiye uzun vadede elden kayıp gidiverecekti.
Hem de tam AB içinde sorunlar giderek derinleşirken.
AB’nin Ankara ile yürüttüğü evcilik
oyununu, beş ciltlik Hayatım Avrupa dizisinde
ayrıntıları ile yazdım. 1999- 2010 döneminde Brüksel’in küreselleşen
politikalarını ise “Batı’nın Yeni Türkiye Politikası”
kitabımda bir bir anlattım. Bu dönemde Cumhuriyet’teki
yazılarımı izleyenler de neleri ortaya koyduğumu çok iyi hatırlayacaklardır.
Ama şimdi Ankara’da oyunun kuralları
değişmeye başladı. Ilımlı ve uyumlu İslam modelini ABD’nin arkasından giderek
Türkiye’de desteklemeye başlayan Brüksel, “uyum ve ılımlılık konusunda” korkuya
kapıldı. Torbadaki keklik sanılan Ankara artık dişlerini gösteriyordu. Hem de
İran ve Hamas üzerinden İsrail ile kavgaya başlayarak.
Şimdi eskisinden farklı bir Türkiye
politikası gerekiyor. Türkiye elden kaçırılmamalı. Avrupa’nın Balkanlar,
Kafkasya ve Ortadoğu’daki bütün hesapları ve planları altüst olabilir.
AB’nin eski planı neydi?
İşler aslında bir dantela gibi işlenmeye
başlamıştı, her şey yolundaydı.
-6 Mart 1995’te, AB’ye hiçbir zaman üye
yapılmayacak olan Türkiye’nin AB dışı ülkelerle ilişkilerini ipotek altına alan
ve Ankara’yı Brüksel’e tek yanlı bağlayan Gümrük Birliği anlaşması
imzalattırılmıştı. Türkiye AB dışında olduğu halde “iktisadi egemenlik
haklarını tek yanlı olarak Brüksel’e devretmişti.” 1994’teki Devlet Planlama
Teşkilatı raporu bile bu tespiti yapıyordu.
- Sonra Aralık 1999’da Türkiye, “diğer
adaylardan farklı olduğu ifade edilerek, ayrı bir statüye sokuluyordu.”
- 2004 ve 2005 anlaşmaları, Türkiye’nin
nasıl AB’ye üye olacağını değil, “üyeliğinin nasıl engelleneceğini” sıralayan
maddelerle özenerek donatılmıştı.
İşler A’dan Z’ye Brüksel için yolunda
giderken Erdoğan hükümetinin İslam ülkeleri ile yoğun ve derin ilişkiler
öngören uygulamaları geldi. Bu da yetmiyormuş gibi Ankara Rusya ile tarihinin
en kapsamlı ilişkilerinin altyapısını geliştirmeye başladı. Ayrıca Hindistan’a
da yeni yollar açan girişimler yapıldı. Çin ise zaten pazarın içindeydi.
Bu süreç aksamadan yürürse orta ve uzun
vadede şu sonuçlar ortaya çıkacaktı;
1) Türkiye’nin dış ticaretinde ve Avrupa
dışı yatırımlarda AB’nin payı azalacaktı.
2) AB’nin Türkiye ekonomisinde etki ve
denetimi gerileyecekti.
3) Siyasi ve kültürel bağlar Avrupa’dan
Ortadoğu ve Asya’ya kayacaktı.
4) Türkiye yavaş yavaş kimlik
değiştirecekti. Avrupalı değerler ve yaşam tarzı yerine İslami ve Asyalı
değerler zamanla etkili olacaktı. Türkiye ile bölgedeki ülkeler arasında doğal
bir entegrasyon meydana gelecekti. AB’nin tek yanlı anlaşmalarla ve Türkiye
pazarına yerleşerek elde ettiği avantajlar giderek küçülecekti. Rusya, Çin,
Hindistan, Arap ülkeleri ve İran arasında “yeni bir etkileşim ve bütünleşme
ortamı” yaratacaklardı.
Oysa Türkiye, Avrupa ülkelerinin bölgedeki
çıkarları açısından çok önemli bir konumda bulunuyor. AB, Türkiye’nin
denetimini kaybettiği zaman Balkanları, Karadeniz’i, Kafkasya’yı, Ortadoğu’yu
da kısmen kaybeder. Avrupa’nın büyük devletleri (ve ekonomileri) bu gerçeği çok
iyi bildikleri için “alternatif Türkiye politikaları arayışları içine
giriyorlar.” Bunu da kendi çıkarları açısından çok doğal karşılamak gerekir.
Avrupa ne yapabilir?
- Ankara’ya, “medyada hoş görünecek bazı
ödünler verme” yolunu seçecektir. Biraz mavi boncuk dağıtılacaktır.
- Türkiye’deki büyük siyasal partiler
üzerindeki markajını arttıracaktır. Avrupa’ya, özde de sıcak bakan partilere
desteğini genişletecektir.
- Avrupa’daki Türkler üzerinde uyguladığı
“olumsuz ve dışlayıcı öğeleri” hafifleterek Türk kamuoyundan destek sağlamaya
çalışacaktır.
Bunlar AB açısından belli ölçüde etkili
olabilecek araçlardır. Ama hiç kimse, “Türkiye’nin üyeliği konusunda AB’nin
tutum değiştireceğini sanmasın.” Bu hariç diğer konularda tutumunu kısmen
değiştirebilir. PKK’den Kıbrıs sorununa kadar pek çok konuda Türkiye’yi fazlaca
rahatsız eden noktalarda yumuşatmalar söz konusu olabilir.
Bütün bunlar aslında, Türkiye ile AB
arasındaki ilişkilerin kısmen de olsa “normalleşmesine” yol açabilecek sonuçlar
doğurabilir.
Ankara hükümetleri, bürokrasimiz,
üniversitelerimiz, iş çevrelerimiz ve sivil toplum örgütlerimiz, AB’nin
hazırlamayı düşündüğü yeni Türkiye politikası konusunda, “Türkiye’nin ödün
alabilmesi için”, birlikte hareket etmek zorundadırlar.
AB’nin Gözünde Ankara, Neden “Ehveni
Şer”?
Öğrencilik yıllarımdan, Londra’da tanıdığım
ve 45 yıl boyunca ilişkilerimizin devam ettiği Dr. Andrew Mango ile 2010
yılının ilk aylarında İstanbul’da yeniden bir araya geldik. Başıma gelenleri o
da izlemişti ve geçmiş olsun dileklerini ifade etti.
Bana göre Andrew son 50 yılda İngiltere’nin
yetiştirdiği en iyi Türkolog ve Orientalist’tir. Philip Robins, Geoffrey Lewis,
William Halle ve diğer bazı bölge uzmanlarını da birinci elden tanıma fırsatım
olduğu için Andrew’yu yerli yerine oturtabilecek durumda olduğumu sanıyorum.
Zarif Türkçesi ve engin deneyimleri bana
her karşılaştığımızda yeni bir şeyler düşünme fırsatı yaratmıştır.
2010 yılındaki son karşılaşmamızda Türkiye-Avrupa
ilişkilerini konuştuk, fikir alış verişinde bulunduk. Konuşmanın sonunda
konuyu, Ankara hükümetine getirdim ve bir soru sordum: “Avrupa’nın gözünde
bugün Ankara hükümeti nasıl algılanıyor”?
Kendi değerlendirmelerimle Andrew’nunkileri
karşılaştırmak istiyordum. “Genel desteği ve nedenlerini” biliyordum, bunları
defalarca da yazmıştım. Ama Andrew gibi istisnai bir Avrupalı (ve İngiliz)
uzmanının o pencereden yapacağı değerlendirme ayrı bir önem taşır.
Zarif Türkçesine biraz da Osmanlıca
katarak, “Erol, sizin hükümet Avrupa’nın gözünde ehven-i şer!” deyiverdi. Bunu,
“kötüler içinde en iyisi” olarak Türkçeleştirirsem herhalde büyük bir hata
yapmış sayılmam.
Sonra Andrew’nun “ehven-i şer” ifadesi
üzerinde düşündüm. Andrew söylediği çok kısa bir cümle ile olağanüstü bir
tespit yapmış ve Avrupa’nın Türkiye projeksiyonunu bir karelik fotoğrafta bütün
çıplaklığı ile ortaya koymuştu.
Bir iltifat mı?
Andrew’nun tanımlaması AKP çevrelerinde bir
iltifat olarak değerlendirilirse, bunun haklılık payı düşük olmaz. Avrupa’nın
gözünde, kötüler arasında en iyisi olmak yine de bir başarı olmalı.
Ama Andrew’yu 45 yıldır yakından tanıdığım
için onun sözcükleri arasına gizlenmiş değerlendirmelerini de cımbızla çekip
çıkarabilecek bir durumdayım. Sohbetimizin diğer bölümleri ile birleştirdiğim
zaman bana göre Andrew ehven-i şer ile şunları ifade ediyordu:
Hükümet Avrupa’nın gözünde, “Alternatifler
arasında en iyisi olarak algılanıyor.” Çünkü iktisadi, siyasi ve kültürel
konularda hükümet Avrupa’ya çok cömert ve hoşgörülü davranıyor. Bugünkü hükümet
döneminde Avrupa’nın ve AB’nin talepleri çok daha iyi karşılanıyor. “Ehven”
sözcüğünün arkasındaki esas neden bu.
Ancak Avrupa için potansiyel riskler de
var. Öyle ya Avrupa (ve AB), Amerika gibi Okyanus ötesinde değil. Türkiye ile
iç içe, kucak kucağa. İktisadi, siyasi ve kültürel olarak bütün kurumlar, hatta
insanlar iç içe geçmiş. Tırların geçişinden futbola, turizmden gümrük birliği
bağımlılığına kadar her şey bütünleşmiş; çoğu tek taraflı olsa bile...
Avrupa’da neredeys , bir Danimarka kadar
Türk nüfus yaşıyor. Ayrıca coğrafi olarak iç içeyiz. Yani? Yani Türkiye’de
İslami ağırlıklı bir yeniden yapılanma iyice derinleşirse Avrupa bundan
doğrudan doğruya etkilenecektir. Türkiye’deki değişim, Avrupa’nın içinde olmuş
gibi sosyal, politik ve ekonomik sonuçlar doğuracaktır.
Adeta birleşik kaplar örneği bu sonuçlar,
eş zamanlı olarak yaşlı Avrupa’nın sırtına binecektir. Bu da “ehven-i şer”
ifadesinin Avrupa açısından olumsuz boyutu.
Ankara hükümeti ile “işbirliği ve ona
katlanma arasında sıkışmış bir durum, Avrupa penceresinden net olarak
görülüyor.” Ve Avrupa ciddi ciddi fayda-maliyet analizi yapmak durumundadır.
“Ehven-i şer” bunu da kapsıyor.
Andrew’nun tespiti çok gerçekçi ve
işlemekte olan sürecin niteliğini de gösteriyor. O pencereden Türkiye ile
ilişkiler “ucu açık” bir süreç değil, Türkiye-AB ilişkilerine hiç benzemiyor.
Orada fayda maliyet hesapları Avrupa’ya çalışıyor, ama burada durum farklı.
Avrupa’nın hesabında, “bugün alınmakta
olanlar yanında, yarın verilecek olası faturanın tahminleri yapılıyor.”
Tabii Ankara’daki iktidar da Avrupa
ilişkileri ve desteğinde kendi hesabını yapıyor. Bugün verdikleri karşısında
aldıkları var, en başta da onun desteği.
Bu alış veriş şimdilik yürüyor. Nereye
kadar sorusunun yanıtı bugün Ankara’dan çok Avrupa’yı telaşlandırıyor.
Türkiye’deki “değişim sorunlarının” yarın Avrupa’ya ne oranda yansıyacağı
değerlendiriliyor.
Dr. Andrew Mango’nun “Ehven-i şer” ifadesi
bütün bunları tek bir kare içine sığdıran çok önemli bir tespit.
Hükümetin Ortadoğu Açılımı AB
Süreciyle Çelişiyor mu?
Erdoğan hükümetinin yeni Ortadoğu
politikasını eleştiren değişik çevreler şu noktalarda yoğunlaşıyorlar:
1) Hükümet, AB’nin yerine Ortadoğu’yu
koyuyor, Arap dünyası ve İran ile yakınlaşırken AB’den ve Batı’dan yavaş yavaş
uzaklaşıyor.
2) Erdoğan’ın başlangıçta AB’ci görülen
politikası zaten samimi değildi. 2007 seçimlerinden sonra gerçek politikalarını
(ve niyetlerini) göstermeye başladılar.
Ben biraz farklı düşünüyorum. Erdoğan
hükümetinin çizgisinin değiştiğine ve 2007’den sonra yeni bir zemin kaymasının
yaşandığına inanmıyorum. Erdoğan hükümetinin AB ile ilişkileri, en baştaki
gibi, aynı eksende seyretmektedir. 2003’te neyse 2010’da da odur.
2004 ve 2005’te Erdoğan hükümetinin,
muhalefetin itirazlarına karşın, Brüksel ile imzaladığı anlaşmaları düşünürsek
bugün de bir şeyin değişmediğini anlarız.
Erdoğan hükümeti, Ankara’nın 1995 ve
1999’daki çizgisini sürdürmektedir. AB ile imzalanan 1995, 1999, 2004 ve 2005
anlaşmaları yan yana konduğunda, dört belgenin de birbirlerini tamamladığı
görülür. Türkiye 1995’ten beri, AB üyeliğine değil, özel statüye gitmektedir ve
yolun yarısı alınmıştır.
Erdoğan hükümetinin öncekilerden farkı, “ek
olarak bölgedeki Arap ülkeleri ve İran’la yakınlaşmasıdır.” Yoksa, AB ile
ilişkilerde “diğerleri Türkiye’nin üyeliğini sağlayacaktı, AKP geldi artık AB
bizi almaz” demek yanlış olur.
Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz, Erbakan ve
Ecevit hükümetleri döneminde de “AB ile ilişkilerin anormal seyrini” en ufak
detayına kadar incelemiş, değerlendirmiş ve eleştirmiş bir bilim insanı olarak
bunu rahatlıkla ifade edebilirim.
Erdoğan hükümetinin öncekilerden farkı,
yalnız Ortadoğu’ yu da devreye sokması değildir; ayrıca, ABD ile ilişkilerde
önceki hükümetlerden çok daha ileriye gitmesidir. Şu söylenebilir:
- Erdoğan hükümeti AB ile ilişkilerin 1990
sonrası olağan seyrini, diğerleri gibi, kendini küresel konjonktüre bırakmış
olarak sürdürmektedir.
- Ancak “bu rutin ve üyeliği götürmeyen AB
sürecinin” yanına Ortadoğu ve ABD ile çok kapsamlı ilişkiler, ağırlıklı ve özlü
bir biçimde ortaya konmuştur.
ABD eğer “Batı’yı temsil ediyorsa”, ABD ile
özde yakınlaşma, “biçimsel olarak Batı’ya yaklaşma” olarak da tanımlanabilir.
- Eğer Ortadoğu’ya yakınlaşma bağlamında
esas sorunu Suudi Arabistan kralının, Kuveyt şeyhinin ya da Ahmedinejat’ın
“Batı yaşam tarzı ile ters düşen görüntüleri” oluşturuyorsa, bunda da kabahatli
olan Amerika’dır! “Türkiye’nin yeri Ortadoğu’dadır. Ilımlı İslam, Cumhuriyet
devrimlerinden ve sosyal hukuk devletinden çok daha iyidir” diye “tavsiyelerde bulunan”
kendisidir.
Ayrıca ABD’nin bu Türkiye politikasına
Fransa, Almanya ve İngiltere gibi AB’nin büyükleri de son yıllarda katılmaya
başladılar. AKP, ABD ve AB’nin değerlendirmeleri doğrultusunda Ortadoğu ile
ilişkilerini öne çıkarmaya başlamıştır. Kısacası, “Washington’a ve Brüksel’e
yakınlaşma”, yeni Ortadoğu açılımını doğurdu. Bu durum, Erdoğan hükümetinin öz
politikası ile de örtüşmektedir.
Buna karşılık AB süreci, eski hükümetler
döneminde olduğu gibi, özde değil ama sözde devam ediyor. Ancak şimdi kalkıp,
“AKP geldi AB ile işler değişti, bunlar bizi AB’den uzaklaştırıyorlar” demek
biraz haksızlık olur!
Ecevit’e yapılan haksızlık gibi
AB konusunda benzer bir haksızlık, uzun
yıllar önce Bülent Ecevit’e yapılmıştı. 1976’da Ecevit Başbakan iken AET (yani
AB) Genel Sekreteri Emile Noel kendisini ziyaret için Ankara’ya geldi. Birkaç
gün sonra muhalefet saldırgan yayınlara başladı; “AET (AB) bizi almak istiyor,
Emile Noel’i gönderdiler, başvuru yapın dediler. Ancak Ecevit bizi AET’ye
(AB’ye) sokmak istemiyor, başvuru yapmadı, üyeliği kaçırdık.”[8]
Bu kuyruklu bir yalandı Brüksel’in
Türkiye’yi almak istediği falan yoktu; bazı AB üyeleri “Türkiye başvuru yapsın,
biz bunu yeni adaylara karşı koz olarak kullanırız” düşüncesindeydiler. Yani
Ankara bir maşa olarak kullanılacaktı. Ecevit onurlu bir Başbakan olarak bu
oyunu kabul etmedi. Ama kendisi yıllar boyu, “Türkiye’nin AB üyeliğini
engelleyen adam olarak yok yere eleştirildi.” AB’nin Türkiye’yi alacağı falan
yok. Erdoğan da Ecevit de bahane...
Merkel’in Gelişi, Stratejik Ortaklık
ve Stratejik Pazar İlişkileri
- Almanya, son 40 yıldır Türkiye’nin en
büyük ticari ortağı.
- Kafkasya, Karadeniz, Rusya ve İran
ilişkilerinde adı konmamış fiili ve stratejik bir beraberliğe sahip.
Son yüzyıl içinde ABD ve İngiltere
ikilisinin Arap Ortadoğu’sundaki beraberliğine karşılık Türkiye ile Almanya
arasında ilginç dengeler kendiliğinden oluşmuş. Arap Ortadoğu’sunu ABD ve
İngiltere’ye terk etmek zorunda kalan Berlin Türkiye ve İran’la olan
ilişkilerini, “ikili anlaşmalar dışında da” içten içe geliştirmiş. 1990 sonrası
bunlara Rusya da eklendi.
- 1960’lı yıllarda Almanya’ya başlayan Türk
işçi göçü bu ülkede milyonları bulan bir derinlik oluşturdu. Almanya’daki Türk
şirketleri çoktan 60-70 bini aşmış bulunuyor. Almanya içinde üçüncü nesli
doldurmaya başlayan, Danimarka kadar bir Türkiye oluşmuş.
Kısacası Türkiye Almanya ile kurumsal ve
siyasal olmasa bile sosyal ve iktisadi bir entegrasyon geliştirmiş.
- İkinci dünya savaşı sonrasında ABD’nin
Batı Avrupa üzerindeki “denetim ve nüfuzuna karşılık” Almanya ve Fransa
tepkilerini her alanda ortaya koymaya başlamışlar. Ticari, siyasi, kültürel,
sportif hatta askeri “Avrupalılık fikri”, Avrupa Birliği üzerinden yavaş yavaş
yürütülmeye başlandı.
Özellikle 1990 sonrasının yeni küresel ve
bölgesel koşulları Almanya ve Fransa’nın Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi
ülkeler (ve bölgeler) ile ikili iktisadi ve ticari anlaşmalar yapmalarına yol
açtı. Bütün bu girişimlerde Almanya başı çekti, özellikle de Doğu ve Batı Almanya’nın
birleşmesinden sonra. AB çatısı altında yapılan bu anlaşmalar Avrupa’yı daha
bağımsız hale getirdi.
Ekonomide ilk beşin içine iyice yerleşen
Almanya bu ağırlığını siyaset, kültür ve güvenlik konularına da yaymak istiyor.
Birleşmiş Milletler’de beşli daimi üyeler arasına alınmayan Berlin, AB
üzerinden bu ağırlığını küresel zemine oturtmaya çalışıyor.
Merkel’in Türkiye ziyareti bu anlamda
stratejik bir öneme sahip. Türkiye ve Arap Ortadoğu’sundaki ABD tekelini
kırmaya çalışıyor. Rusya ve İran ile sürdürdüğü “dengeleme politikasına”,
Türkiye’yi de dâhil etme çabasında.
Almanya’nın Türkiye ile ilişkilerinde
ABD’ye oranla en büyük avantajı, bugüne kadar gerçekleşmiş olan doğal
entegrasyondur. Almanya’daki büyük Türk nüfusu ve iş hayatındaki ortaklıklar ticaretten
turizme, Fazıl Say’ın konserlerinden ortak filmlere kadar her alana yayılmış ve
derinlik kazanmıştır.
Daha birkaç yıl öncesine kadar bizim lig ve
kupa şampiyonlarının süper finali bile Alman kentlerinde yapılıyordu. Son 30
yıl içinde Almanya’da 40-50 kadar konferans verdim ve akademik seminerlere
katıldım. Almanya’daki Türk şirketleri konusunda saha araştırmalarım oldu. Bu
doğal entegrasyonu gözlerimle gördüm ve yaşadım.
Merkel ve AB konusu
Türkiye’ye özel statü istiyor diye kimse
Merkel’e kızmasın. Merkel, “AB’nin gerçek Türkiye politikasını korkmadan
söyleyen tek Avrupalı siyasetçi.” Diğerlerinin yaptığı gibi Türk kamuoyunu
kandırmıyor. Zaten fiilen yürütülmekte olan “AB sürecinin”, Türkiye’yi üyeliğe
değil, özel statüye götürmekte olduğunu görüyor.
Merkel’e dürüstlüğü ve açık sözlülüğü için
teşekkür edeceğimize ona kızıyoruz; “niye diğerlerinin yaptığı gibi sırtımızı
sıvazlamıyorsun, bize yalan söylemiyorsun” diyoruz.
Merkel’e kimler kızıyor?
- Ya temennilerle reel politiği karıştırıp,
yeteri kadar bilgi sahibi olmayanlar.
- Veya, “AB bizi alacak yalanının ortaya
çıkmasını istemeyenler.”
Almanya Türkiye’nin AB ile olan
ilişkilerinde resmi politikasını 1985 yılından beri açık açık ortaya
koymaktadır.[9]
Merkel’in, Türkiye’nin AB ile üyeliği
konusundaki değerlendirmelerini ciddiye alıp, “ilişkilerin normalleştirilmesi
için birlikte çaba gösterilmesi” gerekir.
Onun Türkiye ziyareti, “Almanya’nın Doğu ve
Ortadoğu politikaları kadar Türkiye’nin bölgesel dengeleri ve çıkarları bakımından
da önem taşıyor.” Bu ziyareti, Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunların çözümü
açısından iyi değerlendirmek gerekir.
Türkiye kartı Almanya için bölgesel
dengelerde önemli bir kozdur. Ancak aynı şekilde, Türkiye’nin elini de
güçlendiren bir kart niteliğindedir. Bakalım Ankara bu kartı kullanabilecek mi?
İş Çevreleri Gümrük Birliği’nden
Şikâyette Haklılar
Eurochambers ortak üyeler komitesi
toplantısında Türk tarafı Gümrük Birliği’ne yönelik ilginç değerlendirmeler
yaptı.
- TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu: “Gümrük
Birliği içinde malların dolaşımı serbest ama bizim ihracatçılara vize
uygulanıyor, malları taşıyan kamyonlara kota koyuyorlar. Bu şekilde, bir
birlikten nasıl bahsedebiliriz”? Hisarcıklıoğlu çok haklı; davul bizim, tokmak
onların elinde.
- İKV Başkanı Prof.Haluk Kabaalioğlu ise
şöyle dedi: “Biz Gümrük Birliği’ne, AB’ye birkaç yıl içinde tam üye olarak
alınacağız diye katıldık. Bizi San Marino ve Andora gibi kasabalarla aynı yere
koyamazsınız. 72 milyon nüfusa sahip dünyanın 16. büyük ekonomisi olan bir
devlet, bu gümrük birliği ile devam edemez.” Kabaalioğlu da yerden göğe kadar
haklı.
- Merkez Bankası eski başkanı Süreyya
Serdengeçti ise bazı AB üyelerinin, “Türkiye’nin alınmasını referanduma
bağlamalarına” karşı çıkıyor. Yani “bizi almayacaklar, bunu nasıl yaparlar”
demeye getiriyor.
Bu değerlendirmelerin hepsi de doğru ve
haklı. Ancak, “kızı sahte noter senediyle adama, nikâh sözü bile almadan
sattıktan sonra” nasıl şikayet edebiliriz ki?
- “Adam medeni nikâh yapmıyor, biz de
medeni haklardan yararlanamıyoruz” diye yakınıyoruz şimdi.
Bana 1994’ten başlayarak sürdürdüğüm
çabaları anımsattılar. Gümrük Birliği imzalanmadan önce bu işin yanlış
olduğunu, ileride iş çevreleri başta olmak üzere bizim büyük zararlarla karşı
karşıya kalacağımızı en az bin defa yazdım, söyledim. 60 akademisyen ortak
bildiri yayınladık. Devlet Planlama Teşkilatı bile hazırladığı bir raporda,
“AB’ye tam üye olmadan Gümrük Birliği imzalanamaz, AB hukukunda da buna yer
yok; egemenliği tek yanlı devretmiş oluruz” görüşünü savundu ve siyasileri
uyardı.
- Gümrük Birliği’nin imzalanmaması için en
anlamlı ve stratejik konuşmayı 8 Mart 1995’te Sayın Abdullah Gül TBMM’de bir
milletvekili olarak yaptı. Bugün Hisarcıklıoğlu’nun yakınmalarının başımıza
geleceğini, o da tek tek ortaya koydu.[10]
İlişkilerin normalleşmesi
Hisarcıklıoğlu, Kabaalioğlu ve Serdengeçti
şikayetlerinde haklılar ama, “mevcut AB süreci ve imzalanmış tek yanlı
anlaşmalar varken bu şikayetlerin giderilmesine olanak yok.” Bunu Sayın
Kabaalioğlu benim kadar bilir, kendisi de bir AB uzmanıdır.
AB ile ilişkilerin normalleştirilmesi yani
Türkiye’nin San Marino ve Andora kasabalarının parazit konumundan çıkarılması
gerekiyor.
6 Mart 1995 tarihli Gümrük Birliği belgesi
ile Türkiye AB’ye özellikle tek yanlı bağlanmıştır.
İleride AB’ye alınmayacak olan 72 milyonluk
ülkemiz Andora ve San Marino gibi, Brüksel’in yedeğine bir mavna olarak
çekilmiştir. Avrupa Parlamentosu, AB hukukunda yeri olmayan bu çizgi dışı
ilişkiyi, 9 Kasım 1995’te onayladı. Yani noter senedi ile kumalık anlaşması
yapıldı.
Buna karşılık TBMM’de bir onaylama
yapılmadı. Kimileri Gümrük Birliği 1963 Anlaşması’nın doğal sonucudur diyerek
kamuoyunu kandırdılar. Oysa hiçbir aday ülke ile böyle bir anlaşma, üyelik
öncesi yapılmamıştır.
Aday önce tam üye olur, AB masalarında
yerini alır, yetkilerle donanır; ondan sonra da Gümrük Birliği’ne zamanla dahil
olur. Yani medeni nikâh (tam üyelik) olmadan, haklar ve yükümlülükler oluşmaz.
Türkiye için bütün mekanizmalar özellikle
değiştirildi. Hiçbir yetkisi olmayan ama dünya kadar tek yanlı yükümlülüğü
bulunan bir ülke durumuna sokulduk.
Bugün Hisarcıklıoğlu, Kabaalioğlu ve
Serdengeçti’nin haklı yakınmaları, bu anormalliklerin sonucudur. Ve göz göre
göre Türkiye bu hale getirilmiştir. Kesinlikle bilgisizlikten değil. Sorunun
çözümü için,uygar ülkelerin yaptığı gibi, ilişkilerin, artık
“normalleştirilmesi” gerekiyor.
AB ile İlişkilerde, Aydınlarımızın
Sorgulaması Gerekenler...
Türkiye’de hukuktan, Cumhuriyet’ten,
uygarlıktan, demokrasiden, haktan yana olan yazarlarımız ve düşünürlerimizin
büyük bir bölümü AB’den ve Avrupa’dan tarafa bir tutum sergilerler. Haklı
olarak, düşündükleri şeyler şunlardır:
- Bizde de demokrasi Avrupa ülkelerinde
olduğu gibi işlemeli, bireysel ve toplumsal haklar geliştirilmeli.
- Ortak çağdaş değerlere Türkiye de
katılmalı. Kadın-erkek eşitliğinden sanata, gıda standartlarından çevrenin
korunmasına kadar her alanda Avrupa’ya yakınlaşırsak daha iyi olur.
- Çiftçimiz, işçimiz, memurumuz ve
sanayicimiz Avrupa’daki gibi korunmalı, çalışanlar için sosyal güvence esas
alınmalı.
Bu niyetler ve kriterlerle büyük çoğunluk
Türkiye-AB ilişkilerine olumlu yaklaşır ve haklı olarak “Ben de Türkiye’nin AB
üyeliğinden yanayım” der ve ekler: “AB sürecinden geri dönmemeliyiz yoksa
demokrasiden ve uygarlık ölçütlerinden uzaklaşmış oluruz.”
Haklı sanılan (ve görülen) bu ifadenin
arkasında bir çelişkiler yumağı vardır: Sanki Türkiye’nin önünde “AB’ye girmek
ya da onu dışlayarak başka yerlere gitmek” gibi iki seçenek varmış da, “ben AB’den
yanayım” diyerek diğer alternatife arkalarını dönüyorlarmış gibi gerçek dışı
durum ortaya çıkar. Bu seçenekler AB üyesi olmayan Norveç veya İsviçre için
doğrudur ama Türkiye için kesinlikle doğru değildir.
Çelişkilerin nedenleri
Neden doğru olmadığını görelim:
1) Önce AB’nin Türkiye politikalarını ve
uygulamalarını iyi bilmek gerekir. AB Türkiye’yi Yunanistan, Polonya ya da
İspanya’ya yaptığı gibi normal bir üye gibi içine almak istiyor mu? Berlin
duvarı yıkıldıktan sonra AB’nin Türkiye politikasını biraz bilenler bunun
yanıtını verirler. AB Türkiye’yi normal bir üye gibi içine almak değil, “özel
bir statüde” denetimi altına sokmak istiyor ve bu yolda ilerliyor.
Brüksel açısından, bunun haklı nedenleri
vardır. Bu haklı nedenleri sadece, “AKP iktidarı varken zaten bizi almazlar”
diyerek basit ve sığ bir zemine sokmak, AB’nin Türkiye politikalarını
bilmemekle eş anlamlıdır. İktidarda CHP de MHP de olsa hiç fark etmez, yine
almayacaklar.
2) İkinci olarak AB ile Ankara arasında
imzalanan dört belge ile oluşan “AB sürecinin” hukuki, iktisadi, siyasi ve
kültürel olarak ne anlamlara geldiğini ve mekanizmaların fiilen nasıl
işlediğini bilmek gerekir.
- 6 Mart 1995 Gümrük Birliği belgesi niçin
diğer adaylarla yapılmamıştır? Türkiye’nin egemenlik hakları, tek taraflı
olarak nasıl, “içinde olmadığımız kurumlara devredilmiştir”? AB dışı dünya ile
ilişkilerimiz nasıl AB’nin ipoteği altına alınmıştır?
- 1999 Helsinki adaylık belgesi, nasıl
Türkiye’yi diğer adaylardan farklı kılan bir durum yaratmıştır? Türkiye bekleme
odasına nasıl zincirlenmiştir?
- 2004 ve 2005 çerçeve ve müzakere süreci
anlaşmaları, nasıl Türkiye’yi “üyeliğe değil de özel statüye götürmektedir”?
2004-2010 döneminde Türkiye, diğer aday ülkelerden tamamen ayrı değerlendirilip
tek yanlı yükümlülükler altına nasıl sokulmaktadır?
Bütün bunların düşünür ve yazarlarımız
tarafından iyi bilinip değerlendirilmeleri gerekir. Bunlar yapılmadan “Ben
AB’den yanayım” ya da “Ben AB’ye karşıyım” benzeri ifadeler hiçbir anlam
taşımaz.
Örneğin şunlar söylenebilir:
1) Ben Türkiye’nin AB üyeliğinden yanayım,
ancak içinde yaşadığımız AB süreci bizi üyeliğe değil özel statüye, Türkçesi
“arka bahçe” olmaya doğru götürüyor. Bu nedenle, bugünkü sürece karşıyım, bu
durum kesinlikle değişmelidir.
2) Ben AB’nin değerlerini (ve ölçütlerini)
benimsiyorum; AB Türkiye’yi içine almak istemiyorsa, biz yine de onların
hukuki, siyasi ve iktisadi çağdaş kriterlerine benzemeye çalışmalıyız.
Demokraside, sosyal hukuk düzeninde, günlük yaşam tarzında ulaşım ve konut
standartlarında, kısacası demokrasi ölçütlerinde benzemeye çalışmalıyız.
AB Türkiye’yi içine almayacaksa “Ben AB
üyeliğinden yanayım” demek fazla safça bir yaklaşım olmaz mı? Verheugen’i yine
haklı çıkarmak için söylemiyorum ama, adam Alman medyasına ne demişti? ”Biz
Türkleri AB’ye almayacağımızı akıllı insanların anlayacağı bir biçimde zaten
söylüyoruz”!
AB değerlerini savunan iyi niyetli yazar ve
düşünürleri çok iyi anlıyorum. Ama lütfen “AB’den yana” ya da “AB karşıtı” gibi
kavramlara itibar etmeyelim.
Çağdaş olan Avrupa değerlerini savunmak
başka şey, ben AB üyeliğinden yanayım demek bambaşka bir şey. Çünkü bunu
yaptığımız zaman, bugünkü “tek yanlı AB sürecini” desteklemiş oluyoruz. Bu da
bizi “AB değerlerine değil,arka bahçe değerlerine götürür.”
Yoksa hiçbir zaman yapılmayacak medeni
nikâh yerine, bize dayatılmakta olan imam nikâhını, farkında olmadan biz de
destekler duruma düşeriz.
Türkiye-AB İlişkilerine Düzgün Bakmak
Genelde AB’nin Türkiye politikasını
Almanya, Fransa ve İngiltere yönetir ve yönlendirir. İngiltere bu yönetimde,
ABD’nin tutumunu (ve mesajlarını) büyük ölçüde yansıtır. Türkiye konusunda
Washington-Londra dayanışması, Berlin-Paris dayanışmasından daha baskındır.
Bu da çok doğaldır; ABD ve İngiltere
özellikle Avrupa bölgesinde, yeni küresel yapılanmanın stratejik ortakları
konumundadırlar.
Almanya, Fransa ve İngiltere AB’nin Türkiye
politikasını yönlendirirken “aralarında, özde bir fark yoktur.” Farklar sadece
biçimsel, diplomatik ve halkla ilişkiler alanlarında görülür. “İngiltere AB
üyeliğimize tam destek verirken, Almanya ve Fransa özel statüde ısrar ediyor”
türünden sansasyonel manşetler 2-3 ayda bir medyamızda boy gösterir.
Kamuoyunda, “AB’nin bir kısmı bizi almak
istiyor ama ne yapalım, şimdilik aralarında görüş ayrılıkları var, bu sorunu
ileride hallederiz” havası yayılmaya çalışılır. Bu aldatmacalar, içerde olduğu
kadar Avrupa’da da kabul gören bir oyundur.
Bu aldatmacaya 1990 sonrasında Ecevit,
Demirel ve Gül gibi kimi siyasiler ara sıra karşı çıkmışlardır. Ancak bir zaman
sonra olaylar, “sistemin güdüleri doğrultusunda”, yeniden eski rayına
oturtulmuştur.
“Brown üyeliğimizi çok istiyor ama şu
Merkel ve Sarkozy yok mu, işleri onlar bozuyor” türünden trajikomik manşetler
kamuoyuna pazarlanır durur.
İngiliz Dışişleri Bakanı Rum lidere 3 Ekim
2005’te, “Sakın görüşme sürecine itiraz etme, yoksa Türkleri Kıbrıs’tan
çıkaramazsın” demedi mi? Danimarka Dışişleri Bakanı 2002’de Avrupa basınının
önünde Alman meslektaşına, “Türkleri önce uyutup sonra da unutacağız”
açıklamasını yapmıyor muydu? Mikrofonu açık unuttukları için bütün Avrupa
medyası, bu bilinen ama saklanan gerçeği kendi kulaklarıyla duymuş oldu.
Aldatmacaya masum bakanlar
Türkiye’de kimileri, AB’nin bu
aldatmacasına masum bir kılıf uydurarak biraz farklı bakarlar. “Yüzümüzü
Batı’ya ve uygarlığa çevirmek için bu aldatmacayı kabul etmemiz iyi olur”
türünden örtülü bir kılıf bularak çelişkiye düşerler.
1991-1992 yıl önce İngiliz ve Amerikan
mandasını savunanlar da aslında benzer öğelerden etkileniyorlardı. Ama o
günlerin olağanüstü olumsuz koşulları içinde, çaresizlikten de kaynaklanan
nedenlerle bunlar söyleniyordu.
2010 yılında AB’nin gerçek Türkiye
politikasını görmemezlikten gelmek ise apayrı bir mesele.
- Kimilerine göre, “yeni küresel sistemin
gereklerine uymanın vazgeçilmez bir sonucu”,
- Bazılarına göre ise iç siyasetin özel
hesapları sonucu ortaya çıkan bir durum.
Ancak, “Türkiye Batı değerlerine ve gerçek
demokrasiye ulaşmak için bu oyunu oynamalıdır” sonucunu doğuran bir
değerlendirme kesinlikle geçerli değildir. Türkiye-AB ilişkilerinde kendi
kendimizi aldatmaktan vazgeçmemiz ve Brüksel ile ilişkilerimizi
“normalleştirmemiz” gerekiyor. AB ile Ankara arasında 6 Mart 1995’ten bugüne
kadar imzalanan dört anlaşma, Türkiye’yi üyeliğe değil özel statüye
götürmektedir.
AB ile tek yanlı ilişkilerde bugüne kadar,
“özel statünün oluşumunun” yarı yolu tamamlanmış bulunuyor. Bugün artık
tartışmamız gereken konu şudur; ikinci bölümü de tamamlayacak mıyız? Yoksa AB
ile olan ilişkilerimizi normal, demokratik ve uygar bir ülke gibi, karşılıklı
çıkarlara dayalı bir zemine oturtmak için çaba mı harcayacağız?
İlişkileri normalleşme yönünde bir
politikaya geçemezsek, yarın tüm AB ile karşı karşıya gelecek sorunları
yaşamaya başlarız. Kimse böyle gelmiş böyle gider demesin; çünkü tam bir
karanlık tünelin içine girmek üzereyiz. Yunanistan’dan Bulgaristan’a,
Fransa’dan Rumlara kadar herkesle karşı karşıya gelmek zorunda kalırız.
Bu gerçeği artık görelim ve kendi kendimizi
aldatmaktan vazgeçelim.
Avrupa’nın Yaptığını Yap Ama Dediğini
Yapma
Türkiye’den Avrupa’ya nasıl bakıyoruz?
Türkiye’den Avrupa’ya bakarken değişik
çevreler olarak kafalarımızda apayrı fotoğraflar görürüz.
- Kimimizin gözünde Avrupa’da çağdaş
uygarlık düzeni vardır. Hukuk devletinden sosyal haklara ve bireysel
özgürlüklere; katılımcı demokrasiden işçinin, memurun, çiftçinin, sanayicinin
çıkarlarının korunduğu “akılcı bir düzene kadar” geniş bir ufuk görürüz.
Bütün bunlar özellikle, geleneksel Batı
Avrupa ülkeleri için büyük ölçüde doğrudur. Fransa, Belçika, Hollanda,
İskandinav ülkeleri, Almanya, İngiltere bu genel resimde başı çekerler.
Türkiye-Avrupa ilişkileri sorulduğunda,
“tabii ki uygarlık, tabii ki Avrupa” derler ve bunda da haklıdırlar.
- Kimilerimiz için Avrupa, “bireysel
özgürlükler ve hukukun üstünlüğü” başta olmak üzere, her şeyin serbestçe
yapıldığı bir düzen ve anlayışı temsil eder.
İnanç özgürlüğünden, liberal ekonomik
anlayışa kadar her şey Avrupa’nın içinde yaşamaktadır, öyle düşünürler.
Papa’nın Türkiye’de yaptığı “inanç özgürlüğüne yönelik açıklamalar” kimilerine
göre Avrupalılığı temsil eder.
- İş çevreleri için Avrupa, “beraber ve iç
içe yaşanması gereken dev bir pazardır. Öyle ya, aynı coğrafyada (ve bölgede)
bulunduğumuza göre, bunda da yadırganacak bir şey olmaması gerekir.
Ancak iş çevreleri, son 10-12 yıl içinde
ikiye ayrılmaya başladılar. Bu iç içe (ve tek yanlı) ilişkilerden fazlaca kazık
yiyen ve fabrikalarını kapatarak “ithalatçı” olmaya başlayanlar oldu.
- AB üzerinden Çin, Hindistan ve Brezilya
gibi ülkelerde “haksız rekabet koşullarına giren” bu çevreler için AB ile
mevcut ilişkiler bir kabusa dönmeye başlamıştır.
- Siyasal partilerimiz için Avrupa’ya bakış
“türlü çeşitli” özellikler gösterir; kimi siyasal partiler için Avrupa (ve AB)
vazgeçilemeyecek bir destek unsurudur. Arkaya alınması gerekir.
Kimileri için ise en hafif deyimi ile “karşı
çıkılmaması gereken bir fenomendir.” Karşı çıkılması, “yanlış anlamalara neden
olabilir korkusu vardır.”
- Sokaktaki insan için Avrupa (ve AB) bir
hayaldir. İşsizin gidip çalışmayı umduğu, memurun sendikal haklarda benzemeye
uğraştığı ve hiçbir zaman başaramadığı, üniversite öğrencisinin “yaşam tarzına
özendiği” bir ütopyadır.
Ya Avrupa penceresinden?
Bir de Avrupa penceresinden görünen Türkiye
var.
- Camilerin minareleri yasaklandığı zaman
ya da Danimarka’da kışkırtıcı karikatürler çıktığı zaman duygusal tepki
gösterdiğimiz Avrupa.
Ya da Kıbrıs’ta Türklere ve Rumlara farklı
gözle bakıldığı, çifte standart uygulandığı zaman gözümüze kısa bir süre
takılan Avrupa.
Prof. Fritz Neumark Köln’de yıllar önce yan
yana oturduğumuz bir akademik panelde bana şunları söylemişti: “Avrupalılar bin
yıla yakın bir süre Asya’nın ve Türklerin tehdidi altında kalmış ve
savaşmışlar. Türkleri (ve Müslümanları) hep ‘öteki’ olarak görmüşler. Bu
stratejik derinliğin ve toplumsal dokuya işlemiş tarihsel birikimin birkaç
nesil içinde değişeceğini sanmak hiç de gerçekçi olmaz.”
Fritz Neumark da Türkiye’nin AB’ye “normal
bir üye yapılmayacağını” düşünenler arasındaydı.
Gerçekçi olmak
Türkiye’nin Avrupa konusunda gerçekçi
olması gerekir.
- Avrupa’da sosyal hukuk düzeni mi egemen,
akılcılık mı üstün tutuluyor, gelin biz de bunu uygulayalım...
- Bireysel ve toplumsal haklar ve
özgürlükler birlikte mi gelişmiş? Biz de aynını yapalım. İşçinin, memurun,
çiftçinin örgütlenmesi ve sendikal hakları bizde de Avrupa’daki gibi olsun.
Zaten gerçek demokrasi, katılımcı demokrasi bunlar üzerine oturmuyor mu?
- Avrupa, sanayisini, enerji sektörünü,
tarımını nasıl koruyorsa biz de koruyalım.
- Kamusal yararı öne çıkaran uygulamaları
eğitimden teknolojiye, sağlıktan işsizlik sigortasına kadar biz de geliştirelim.
Kısacası, Avrupa’nın “bizden yapmamızı
istediğini değil onun yaptığını yapalım.” Akılcı, uygar, hukukun üstünlüğüne
dayalı bir yapının egemen olduğu bir düzen kuralım.
Avrupa’nın istediğini değil uyguladığını
biz de yaptığımız zaman, AB’ye alınmasak da onun standardına zaten ulaşmış
oluruz. Norveç ve İsviçre AB’nin üyesi değiller. Ama en az AB üyeleri kadar
Avrupalı değiller mi?
İsviçre, Bartın ve Perdenin İki Yüzü
Eski bir öğrencim olan Ayşe ilk
anlattığında önce çok şaşırmıştım. Belçika’da görevli bir İngiliz ile evlenmiş
ve oraya yerleşmişler. Yaşadıkları kentte evlerine perde alacakları zaman,
perdenin “dışarıdan görünen renklerinin” kent belediyesi tarafından
belirlendiğini görmüşler. Dolayısıyla “uygun görülen renklerden birini
seçmişler.”
Herkes aklına estiği gibi sarı, mavi,
kırmızı, allı güllü şeyler koyup “kent estetiğini” bozmasın diye getirilmiş bir
kural bu. Ben yadırgamadım, hatta takdir ettim diyebilirim.
Bu anlayış Avrupa geleneğine (ve
uygarlığına) uyar. Avrupa’nın tarihi ve kültürel derinliğine ve geçmişine
baktığımızda mimariden müziğine, çeşmesinden üniversitelerinin yerleşke
felsefesine kadar “belirli bir kimliğin” bulunduğu görülür.
Hıristiyanlık bu kültürel ve sanatsal doku
ve kimlikle bütünleşmiştir. Avrupa’nın ateisti bile bir yönü ile bu kimlikten
kendisini “bütünüyle soyutlayamaz.” Kant’ta Hıristiyanlık ve akılcılık
konusunda çelişkili görünen bu “uyum ve bütünleşmeyi” algılamıyor muyuz?
Bartın’dan sevgilerle...
Şimdi sen kalk, Bartın’da kendi zevkine
göre yaptırdığın minareyi parça parça kamyonlara yükle, Bartın’dan Zonguldak’a
taşır gibi götür ve Avrupa’nın göbeğinde yolun kenarına yerleştir.
Adam seni Cengiz Han’ın Asya’dan gelen
atlıları gibi görmez mi? O zaman atlarla, şimdi Bartın’dan gelen kamyonlarla...
İsviçreli (ve Avrupalı) bunu kendi yaşam
tarzına, beş yüz yıllık kent geleneğine, 2000 yıllık (Miladi) felsefesine ve
inancına aykırı buluyor.
- Siz Bartın’da, “yahu buradaki manastıra
güzel bir kilise yapsak ne de güzel olur; yurt dışından papazlar buraya ayin yapmaya
gelirler; turizm canlanır, Avrupa Birliği’nden kilise için para yardımı bile
alabiliriz” diye düşünebilirsiniz.
- “Madem biz böyle düşünüyoruz”, dinler
arası, kültürlerarası diyalog da günün geçer akçesi. “İsviçreliler de neden
bizim gibi düşünmesinler” mantığı ile Avrupa’ya bakıp, minareleri oraya
gönderdiğinizde işin hiç de öyle olmadığını anlarsınız.
Bartınlılar ya da Alanyalılar için
“Avrupalılar öteki değildir.” Ama İsviçre’de minareyi dikmeye çalıştığınız
kentin yerel halkı için Bartın (ve Türkiye) ötekidir.
- Dışarıdan, Türkiye’den Avro ve Dolar
gelsin, hoş geldi sefa geldi diye kucak açarlar. Ama minaresi asla gelmesin
diye diretirler.
Siz, “minare yoksa para da yok” diye birkaç
medyatik söz edersiniz. Onlar bunu da, bir “ara formül” bularak geçiştirirler,
sonra yollarına devam ederler.
Haklı değiller mi?
Kendinizi onların yerine koyun. 500-1000
yılda oturttukları bir kültür, sanat, uygarlık ve yaşam tarzı var. Kendilerinin
takacakları perdenin bile dış görüntüsünü “estetik anlayışının sınırları içine
alan” bir mantığa sahipler.
Evinizi o kentin mimari özelliklerine (ve
kısıtlamalarına) uygun olarak yapmak zorundasınız, hem de milimi milimine.
Bizdeki gibi gecekondularla dolduramazsınız.
Şimdi sen kalk Bartın’da kendi zevkine göre
yaptığın ve renklendirdiğin minareyi kamyona yükle ve İsviçre’ye gönder.
İsviçre’de inanç özgürlüğü vardır ama
mimari (ve yapı) özgürlüğü ve anarşisi yoktur. Düşünce özgürlüğü mü? O da kendi
tarihsel ve kültürel değerlerinin ve çıkarlarının öngörüleri ile sınırlanmıştır.
Aynen evin penceresinin, dışarıdan görünen yüzünde olduğu gibi.
AB’ye Göre Türkiye, “İçeri Alınmış
Durumda”
Avrupa Birliği penceresinden bakıldığında
“Türkiye AB’nin içindedir.” Nedenlerini sıralayalım:
1) Türkiye AB’nin üyesi olmadığı halde 6
Mart 1995’te imzalanan Gümrük Birliği belgesi ile “ticari olarak birliğin tek
yanlı denetimi altına sokulmuştur.” Nasıl mı? Türkiye’nin AB dışındaki tüm
dünya ile ticari ilişkileri AB tarafından belirlenir hale gelmiştir. Bu durum,
AB tarihinde hiçbir ülke için söz konusu olmadı.
2) Aralık 1999’da Türkiye “aday ülke”
konumuna getirilirken belgelerde, “Türkiye’nin diğer aday ülkelerden farklı bir
konumda olacağı” açık olarak ortaya konmuştur.
3) 2004 ve 2005 yıllarında imzalanan
anlaşmalarla, Türkiye-AB müzakere sürecinin koşulları belirlendi. Bu süreç
normalde Türkiye’nin AB’ye üye yapılması ile ilgili görüşmeler için olması
gerekirken tamamen aksi yönde maddeler kondu ve AB kurumları bu yönde tutum
belirlemeye başladılar.
- Türkiye’ye ilerisi için bir üyelik tarihi
verilmedi, AB’nin ilgili kurumları Türkiye için, “ileriye dönük bir üyelik
kararı da almadılar.”
- Ucu açık, sadece görüşüyoruz, görüşmeler
sırasında Türkiye “müktesebata ve onunla ilgili sonuçlara uyacak” dendi.
-Müzakere sürecinin yöntemi, diğer aday ülkelerden
farklı bir konuma getirildi. AB üyeleri tarafından her zaman sabote edilip
durdurulabilecek bir yapıya sokuldu.
- Ayrıca, ileride görüşmeler “devam etmemek
üzere kesilirse, Türkiye gelinen noktadan geri dönemez” sonucunu doğuracak
maddeler kondu. Kısaca Ankara, verdikleriyle kalacaktı.
- “AB kurumlarının Türkiye için ileride
alacağı kararların”, müktesebatın bir parçası haline geleceği ve Ankara’nın
bunlara uymakla yükümlü olacağı ifadeleri serpiştirildi.
- Türkiye’nin, “işgücünün AB içinde serbest
dolaşımdan yararlanamayacağı, tarım sektörüne desteğin dışında tutulacağı
belirtildi.”
- 2007 ve 2008 yılı Türkiye raporlarında
AB, “Ankara ile sadece müzakere yapıyoruz, üyeliği konuşmuyoruz” ibarelerini
koydu. Bunun anlamı şudur: “Biz Türkiye ile AB taleplerine ve müktesebatına
uyumu konuşuyoruz; Türkiye içeri alınmayacak, sadece bunlar yapılacak.”
- 26 Kasım 2009’da Avrupa Parlamentosu,
“Türkiye’ye üyelik perspektifinin verilmesini reddeden” bir karar aldı. Avrupa
Parlamentosu bir anlamda dürüst davranmıştır. Türkiye’nin üyelik
perspektifinin, sözüne bile tahammül edemiyorlar.
Kısacası, “Türkiye Avrupa Birliği’nde,
yetkisiz ama yükümlülükler altına sokulmuş olarak bulunacak.” Sonuçta AB’nin
siyasi, iktisadi ve hukuki olarak himayesi altına alınmış olacak ve “çok özel
bir statü” gerçekleşecek.
AB amacına ulaştı
AB açısından Türkiye bugün, “hiçbir yetkisi
olmayan ama yükümlülükler altına sokulmuş” bir ülke konumundadır.
AB’nin dışında ve hiçbir karar
mekanizmasında yok ancak,”AB üyelerinin, AB kurumlarında aldığı kararlara uyma
yükümlülüğü altına sokulmuş bir ülke durumunda.” Bu nedenle Yunanistan ve
Kıbrıs Rum Kesimi AB üyeleri olarak Türkiye ile kedi fare oyununu rahatça
sürdürüyorlar.
AB Maastricht sonrası yürüttüğü Türkiye
politikalarında yüzde yüz başarıya ulaşmıştır. Türkiye’yi içine almadan, fiilen
güdümü altına almıştır. Türkiye’nin AB dışı dünya ile ticari ilişkileri tamamen
AB ipoteği altındadır. Kıbrıs konusunda gelen baskılar bunun sonucudur. Ankara
Ada’ya, AB’nin gözlüğü ile bakmak zorundadır.
Dericiler, mobilyacılar, ampul üreticileri,
makine imalat sanayicileri ve diğerleri fabrikalarına kilit vurup Çin’den,
Hindistan’dan, Brezilya’dan, Polonya’dan gümrüksüz ithalat yapmaktadırlar.
Türkiye’deki alış-veriş merkezleri furyası bu yüzdendir.
AB ile ilişkiler iş çevrelerimizin ve
sanayicilerimizin “haksız rekabetle yüz yüze gelmelerine yol açtı. Haksız
rekabet, AB dışı ülkelerle ilişkilerimizde “ithalatta ve ihracatta farklı
gümrük uygulamaları sonucu” ortaya çıkmaktadır.
Sonuç olarak AB penceresinden Türkiye ile
ilişkiler ve “müzakere süreci”, olağanüstü iyi gitmektedir. Türkiye AB dışında
tutularak Brüksel’in güdümü altına sokulmaktadır. Hem de sıfır maliyetle.
Brüksel açısından Türkiye, çoktan AB’ye
alınmıştır. Yunanistan ve Kıbrıs Rumları Türkiye ile olan sorunlarını artık AB
üzerinden çözmeye başlamışlardır. AB sürecinin devamını, bu nedenle herkesten
fazla istemektedirler...
Avrupa Birliği Nereye Gidiyor?
AB ilk başbakanını, 1 Aralık 2009’da
yürürlüğe giren Lizbon Anlaşması’na göre seçti: Belçika Başbakanı Herman van
Rompuy 2,5 yıl görev yapacak.
AB kendi çizdiği yolda yavaş da olsa
ilerliyor.1991’deki Maastricht’ten beri hiç geri gitmedi, sürekli olarak
bütünleşmesini derinleştirdi.
Arada büyük sorunlar yaşandı ve
duraklamalar oldu ama bunlar çözüldü. AB neden geri gidemezdi? Soğuk savaş sona
erdikten sonra “yeni küresel yapılanmalar” bunu gerektiriyordu. Sıralayalım:
1) Çin, Rusya, Hindistan gibi Asya devleri
yeni küresel düzenle bütünleşirken aralarında iktisadi ve siyasi işbirliğini
arttırdılar. Avrupa’nın da “kendi içinde bütünleşerek” güçlü kalması
gerekiyordu. Fransa, Almanya, İspanya ya da İtalya tek başlarına ne
yapabilirlerdi ki? Küçülüp giderlerdi.
2) ABD’nin küresel egemenliğinde Avrupa,
“himaye altındaki yardımcı aktör” olarak daha fazla rol almak istemiyordu. Batı
kapitalizmi içindeki iki esas ayaktan birisi olabilmek için “birleşmeli,
bütünleşmeli ve bu yolla güçlenmeliydi.”
3) Yeni küresel yapılanmanın özellikle
iktisadi, mali ve ticari koşulları, “bölgesel birleşmeleri kaçınılmaz hale
getiriyordu. Enerjide, teknolojide, imalat sanayisinde, iletişimde, finansta,
tarıma dayalı yüksek teknolojide “küresel rekabet” için Avrupa ülkeleri
güçlerini birleştirilmeliydiler.
Airbus’tan ortak Avrupa uydusu üretimine
kadar “büyük ölçek” gerektiren “küresel oligopol piyasasına”, başka nasıl
girebilirlerdi.
AB olmasa İsveç’in İKEA’sı Türkiye pazarına
yerleşebilir miydi? Minnacık Finlandiya’nın Nokia’sı küresel bir marka olabilir
miydi? Çin’de ucuza yaptırdıkları ürünleri AB üzerinden Türkiye piyasasına
doldurabilir miydiler?
4) 1990 sonrasının yeni küresel dengeleri
iktisat yanında, siyasetin de “büyük ölçekli gereksinimlerini” zorunlu
kılıyordu. Özellikle de, Avrupa açısından ortaya çıktı. Avrupa’nın yaşadığı
İkinci Dünya Savaşı’nın sıkıntılarının giderilmesi açısından değil, Asya’daki
ve Amerika’daki yeni oluşumlar açısından, Avrupa’nın siyasi bütünleşme
zorunluluğu kaçınılmaz hale geldi.
Kuzey Amerika’da NAFTA, bölgesel bir
bütünleşme hareketi olarak 1990 ertesinde doğdu. Asya’da yalnız Japonya’nın
değil, Çin ve Hindistan’ın da dev adımlarla sahneye çıkışları söz konusu oldu.
Bunlar karşısında birleşememiş bir Avrupa, küresel siyaset anlamında da,
küçülmeye ve ezilmeye mahkûmdu.
- Uluslararası iktisadi ilişkilerde ortak
politika,
- Dış politikada ortak tutum, AB bütünleşme
sürecinin doğal sonuçlarıdır.
Bugün ABD, Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya
ve birçok diğer ülke ile “ikili anlaşmalar yapan bir AB ile yüz yüzeyiz.”
AB Lizbon Anlaşması’na göre hem Başkanını,
hem de Dışişleri Bakanını seçti.
Yeni küresel resim
Yeni küresel oluşumlarda bölgesel işbirliği
hareketleri rekabetin, akılcılığın ve küresel paylaşım kavgasının vazgeçilmez
bir sonucudur.
- Avrupa’da Avrupa Birliği,
- Kuzey Amerika’da Nafta (Kuzey Amerika
Serbest Ticaret Bölgesi),
- Asya’da Şangay İşbirliği Örgütü,
- Güney Amerika’da Merceseur, dünyamızda
devam eden başlıca bölgesel işbirliği hareketleridir.
AB’nin bunlar arasında çok ayrı bir
özelliği vardır. Batı uygarlığının doğuşu, aydınlanmanın başlangıç noktası
olarak çağdaş değerlerin toplandığı bir zemin üzerindedir.
AB kendisinin, eski Roma ve Yunan’ın
mirasçısı Hıristiyan bir birlik olduğunu, kuruluş belgelerinde ve izlemekte
olduğu politikalarda ortaya koymaktadır.
AB yavaş da olsa, geleceğin Avrupa Birleşik
Devletleri olma yolunda ilerlemektedir. Yeni küresel dengeler ve dev adımlarla
sahneye çıkmakta olan yeni Asya büyükleri, AB’nin bütünleşme çabalarının
vazgeçilmez olarak, sürmesine yol açıyor.
Kimse, “Portekiz İsveç’ten çok farklıdır”
diye düşünmesin. AB dağılırsa ortada ne Portekiz ne de İsveç kalır. Yeni
küresel düzende hiçbiri tek başına rekabet edemez. Avrupa bu gerçeği
özümseyerek akılcılığa çoktan ulaştığı için 1957 Roma Anlaşması’ndan bugüne
kadar, bütünleşme yolunda hep ileri gitti.
Kimi zaman içerde büyük sorunlar yaşamasına,
ilerlemesinin kimi zaman duraksamasına karşın yoluna devam etti.
Çünkü başka bir seçeneği bulunmuyor.
Almanya Seçimleri ve AB Süreci
Almanya’daki seçimler koalisyonun yapısını
değiştiriyor. Merkel artık Sosyal Demokratlar yerine Hür Demokratlarla beraber
olacak.
Konu, Türkiye-AB ilişkileri açısından bizim
kamuoyunda ve medyada başlıca şu görüşler çerçevesinde ele alındı;
1) Türkiye’nin işi daha da zorlaştı; Sosyal
Demokratlar Türkiye’ye “daha sıcak” baktıkları için önümüzdeki yıllar zor
geçecek.
2) Almanya’da hangi hükümet iş başına
gelirse gelsin Türkiye’nin önemini göz ardı edemez.
3) Irak ve Kafkasya’daki “Ortadoğu
projeleri ve açılımlar” Türkiye’ye “yeni bir önem kazandırmıştır.” Almanya’da
iktidara gelecek koalisyon, artık Türkiye’ye bu yeni durum çerçevesinde bakmak
zorundadır.
“Türkiye-AB ilişkileri” için, yukarıdaki
görüşleri ifade etmektedirler.
Müzakerelerin kesilmeden ağır aksak devam
etmesini mi kastediyorlar? Eğer kastedilen bu ise “Almanya’da kim iktidara
gelirse gelsin, sürecin kesilmeden devamını zaten arzu ediyorlar.”
Çünkü mevcut ilişki düzeni AB açısından,
sıfır maliyetle tek yanlı olarak Türkiye’yi bağlamış; AB şirketlerinin ve
kurumlarının Türkiye’de imtiyazlı bir biçimde faaliyet göstermelerinin yolunu
açmıştır. Daha da önemlisi, Türkiye’nin AB dışı üçüncü ülkelerle, yani tüm
dünya ile ticari ilişkileri, AB’nin güdümü altına sokulmuştur. Kıbrıs Rum
kesiminden (Kıbrıs Cumhuriyeti) Çin’e, KKTC’den ABD’ye kadar Türkiye’nin ticari
ilişkileri ipotek altındadır.
AB’ye göre Türkiye, aynen Almanya ile
yaptığı gibi Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum kesimi) ile serbest ticaret yapmak
zorundadır.
Buna karşılık Türkiye’nin KKTC ile serbest
ticaret yapması, Türkiye’nin AB sürecine aykırıdır.
Gümrük Birliği yüzünden Çin ya da ABD
malları Türkiye’ye çok düşük gümrükle girer. Buna karşılık aynı malları bizim
şirketlerimiz ihraç ettiği zaman Çin ve ABD çok yüksek oranda vergi uygular. Bu
bozuk ve tek yanlı düzenin devamından AB de, üçüncü ülkeler de çok
memnundurlar.
İşte bu nedenle ucu açık ve ağır aksak yürüyen
AB sürecinin bu hali ile devamı ne Hıristiyan Demokratları, ne de Sosyal
Demokratları rahatsız eder.
Türkiye’de tekstil, deri, mobilya,
elektronik ve gıda sanayileri bugün bu yüzden hızla kötüye gidiyor.
Süreçte neyi konuşmalıyız?
Türkiye-AB ilişkilerinde “sürecin ağır
aksak devamını” konuşmak, televole tartışmalarındaki ofsayt kavgalarına benzer
ve kendini aldatmaktan öte bir işe yaramaz.
Türkiye-AB ilişkilerinde şunların
konuşulması gerekir:
1) AB kurumlarının siyasi olarak, önce
“Türkiye’yi tam üye yapma kararı almaları”,
2) Kesin ve yakın bir üyelik tarihi
vermeleri,
3) Tek yanlı kurulan ve fiilen hem iktisadi
hem de siyasi olarak Türkiye’yi olumsuz etkileyen hukuk dışı ve tek yanlı
unsurların ortadan kaldırılması.
Kısacası, Türkiye-AB ilişkilerinin topyekun
yeniden gözden geçirilmesinin, masaya yatırılması zorunludur.
- Yoksa falanca yeni gelen iktidar
Türkiye’yi “ne kadar seviyor”!
- “Türkiye’yi nasıl önemsiyor” gibi
televole türünden malzemeleri gündemde tutmak, “mevcut fiili özel statünün”, giderek
kemikleşmesinden başka hiçbir amaca hizmet etmeyecektir.
Asistanlık yıllarından beri hayatım
Türkiye-AB ilişkilerini çalışmak, öğrenmek, yaşamak, yazmak ve anlatmakla
geçti. Demirel, Özal, Erdal İnönü, Karayalçın, Çiller, Yılmaz, Ecevit, Erbakan
ve Gül ile Türkiye-AB ilişkileri konusunda görüşmeler yaptım ve fikir alış
verişinde bulundum.
Amerikalı ve Avrupalı siyasiler,
diplomatlar ve akademisyenlerle bu konuyu defalarca konuştum. İşin kuramsal ve
uygulamalı boyutlarıyla ilgili olarak 25 dolayında kitap yayınladım. Otomotiv,
demir-çelik, ilaç, tekstil, gıda, elektronik sektörlerinde AB çerçevesinde saha
araştırmalarım (sektör çalışmalarım) oldu.
Bugün kamuoyunda konuşulan Türkiye-AB
“sürecine” ve ilişkilerine bakıyorum; Yunanistan, İspanya, Polonya ya da
Romanya AB üyesi olurken böyle şeyler konuşulmamış, yazılmamış, böyle tek yanlı
ucu açık anlaşmalar yapılmamış.
O zaman biz neyi konuşuyoruz? Aslında bu
oyunda herkesin kendine göre farklı bir rolü ve farklı bir amacı var. Bunu
itiraf edemediğimiz için AB süreci oyununu hep birlikte sürdürmek zorunda
kalıyoruz.
Kimse merak etmesin. Almanya’daki yeni
koalisyon hiçbir şeyi değiştirmeyecek, AB süreci ağır aksak ve ucu sonuna kadar
açık bir biçimde sürüp gidecektir.
AB Himayesinde Özel Statü mü?
Ortadoğu’da Patronluk mu?
Batı’da, Erdoğan hükümetinin “Doğu açılımı”
sorgulanmaya başlandı.
- Hükümetin başta S. Arabistan, Suriye ve
Irak olmak üzere Arap ülkeleri ile yakınlaşmaları 2006- 2009’da ilerledi.
- Erdoğan’ın son İran ziyaretinin, yalnız
iktisadi konuları değil siyasi ve kültürel konuları da içermesi; bunların, ABD
ve AB’nin İran’a karşı uyguladığı izolasyon politikalarına karşı sonuçlar
doğurabilecek olması, Erdoğan’ın Pakistan temaslarında dini ve kültürel
öğelerin de yine öne çıkması, Batı’nın özellikle Amerikan çevrelerinde, kimi
eleştirileri de beraberinde getirdi.
Batı’da sorulan ve sorgulanan başlıklar
şunlar:
1) Erdoğan hükümeti gerçekten de Batı’dan
uzaklaşıyor mu?
2) Bu uzaklaşma, İslami bir zeminde
ilerliyorsa, bunun ABD ve Avrupa için taşıdığı riskler nelerdir?
Ancak Batı’da bir kesim, “bu değişimlerin
Ankara- Washington mutabakatı dışında yürüyemeyeceğini düşünüyor.” O zaman
yanıtı verilmesi gereken soru şu oluyor: Erdoğan hükümeti yeni Doğu
açılımlarında, ne oranda bağımsız hareket etmektedir? Ya da, ne oranda bağımsız
hareket etme olanağı bulunmaktadır?
Ancak Erdoğan hükümeti, “Türkiye’de
dayandığı taban ile dış politika arasındaki örtüşmeleri arttırmaktadır.” ABD ve
AB çevrelerinde kuşku ve eleştirileri de arttıran budur. Komşularla ilişkilerin
parti tabanının isteklerine yakın bir biçimde işlemeye başlaması, ne gibi
sonuçlar doğurur?
- Ankara – Tel Aviv ilişkileri bozulmaz mı?
- İran’la ilişkiler yavaş yavaş Tahran’ın
elini güçlendirmez mi?
- Suriye ile hızla gelişen ilişkiler ve
özellikle vizelerin kaldırılması, doğal bir bütünleşmeye yol açmaz mı?
Ancak bu fotoğrafta, hükümetin dış
politikası ile ters düşebilecek bazı uygulamalar da gözlenebiliyor;
1) Barzani ve Kuzey Irak açılımının durumu.
2) Ermenistan’la imzalanan protokolün
Ankara- Bakû ilişkileri üzerindeki ters etkisi.
Bunu da, “bir al ver politikasının ya da
pazarlığının sonucu” gibi görmek mümkündür; her iki açılımla ABD ve AB tatmin
edilmiştir. Ermenistan sınırının açılması ABD, Fransa’yı (ve AB’yi) tatmin
etti.
Kuzey Irak açılımı, ABD’nin zaten Irak’tan
çekilirken boşluğun doldurulması için istediği en önemli şeydir. Amerika, Özal
hükümeti döneminde yapamadığını Erdoğan döneminde elde ettirmiştir dersek büyük
bir yanlış yapmış olmayız.
Erdoğan hükümetinin Ortadoğu (ve Doğu)
açılımını bu geniş fotoğraf içinde ele alıp değerlendirmek gerekir.
ABD ve AB farklı düşünürler mi?
Kuzey Irak ve bölgesel uzantıları meselesi
ABD ve İsrail için hayati önem taşımaktadır. Ermenistan açılımı ise yalnız
ABD’ye değil, Fransa üzerinden AB’ye sağlanan önemli bir olanaktır.
Bu iki açılımın gerçekleşmesi için Erdoğan
hükümetinin tabii ki doğuya ve güneye doğru yol alması gerekirdi. Suriye, S.
Arabistan, Irak ve İran açılımlarının tam ortasında Kuzey Irak ve Barzani
yönetimi yer alıyor.
AB’nin Kafkasya’ya doğrudan adımını
atabilmesi için Ermenistan sınırının açılması gerekir.
Duruma bu açıdan baktığımız zaman Erdoğan
hükümetinin Doğu ve Ortadoğu açılımı ile kendi özgün politikası arasındaki
çelişkilerin sanıldığı kadar büyük olmadığı görülür.
Kristof Kolomb Doğu’ya gideceğini sanarak
yanlışlıkla Amerika’ya yol almıştır. Erdoğan Kolomb’un hatasına düşmemiş ve
Batı üzerinden Doğu’da yol almaya başlamıştır.
Keşke, “AB’ye uşaklığı mı yoksa Ortadoğu’ya
patronluğu mu istersiniz?” sorusunu, hiçbir kuşku duymadan sorabilsem.
Ancak olayın bu bağlamda başka bir boyutu
daha var; “Ortadoğu’da çok etkili bir Türkiye, Ankara’nın ABD ve AB ile
pazarlık gücünü arttırır.”
İspanya ve Portekiz, Latin Amerika kartları
sayesinde AB içinde güçlerini arttırdılar ve bunu bir koz olarak
kullanabildiler. Peki Türkiye bu kozu Ortadoğu üzerinden oynayabilir mi?
Potansiyel olarak bu olanağa sahiptir.
Ancak realpolitik olarak bunu gerçekleştirebilmesi için ABD ve AB ile
ilişkilerini “normalleştirmesi” gerekir.
1979’dan 2007’ye kadar İstanbul
Üniversitesi’nde Avrupa ve Ortadoğu Araştırma Merkezi Başkanlığı’nı üstlendim.
1984 – 1994 yıllarında Middle East Business and Banking adlı, akademik
ağırlıklı aylık bir derginin başyazarlığını yaptım.
Türkiye’nin Avrupa ve Ortadoğu ile ilişkileri
konusunda 30 – 40 ülkenin üniversiteleri ve değişik kesimlerinde; Türkiye’de
istisnasız her kurumda, toplamının kaç olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğim ama
binin çok üzerinde olduğunu sandığım konferanslar verdim.
Gerek Avrupa (AB), gerek Ortadoğu konusunda
elimizdeki fırsatları 1960’lı yıllardan beri kimi zaman nasıl kazanıp, kimi
zaman nasıl kaybettiğimizi bir akademisyen olarak izledim.
Bugün geldiğimiz noktada yine belli bir
zemine oturmamış; olanaklar arasında gezinen bir Türkiye’deyiz.
İktisadi, siyasi, kültürel ve demokratik
hesapların iyi yapılıp uygulanması sağlandığında dengeler yerli yerine
oturacaktır. O tarihe kadar otonom iç ve dış dinamikler arasında bu
gidişgelişler yaşanacaktır.
Türkiye Norveç Modelini Uygulasın mı?
“...Norveç’in yaptığı rasyonel, şimdi
Norveç’in EFTA çerçevesinde (AB ile) yaptığı serbest ticaret bölgesi var.
Türkiye de bunu imzaladı. Yani EFTA aracılığı ile serbest ticaret bölgesinde
olabilir. Seçenek olmayan bir hadise (tek yanlı Gümrük Birliği) tek seçenekmiş
gibi gösteriliyor....”[11]
Bu açıklamayı, 9 Nisan 1995 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde, tek yanlı Gümrük Birliği anlaşmasına
karşı, Norveç modelini savunurken yapmıştım. Türkiye için Norveç modelini
1993-1995 döneminde değişik gazete ve dergilerde, televizyonlarda defalarca
savundum.
Bugünlerde Türkiye’de, “AB ile ilişkilerde
Norveç modeline dönmemiz gerektiği”, başta iş dünyamız olmak üzere, değişik
çevreler tarafından dile getiriliyor.
Norveç modeli nedir?
Avrupa Birliği 1992’de Maastrich ile yeni
bir döneme girdi ve tek paradan ortak parlamentoya kadar bütünleşme süreci
başlattı. Ama o tarihte Norveç gibi bazı İskandinav ülkeleri ile Avusturya ve
İsviçre, EFTA (Avrupa Serbest Ticaret Birliği) anlaşması kapsamında bir yapı
içindeydiler. EFTA 1960’ta AB’nin (AET), hemen ardından kurulmuştu.
Maastrich’in ertesinde EFTA içindeki Avrupa
ülkeleri ile Avrupa Birliği aralarında bir anlaşma yaparak Avrupa Ekonomik
Bölgesi’ni (European Economic Area) kurdular. Anlaşma,1 Ocak 1994’te uygulamaya
girdi.
İşin ilginç yanı, bugün pek hatırlayan
kalmamıştır; Türkiye de, “EFTA’nın ve AB’nin içinde olmamasına rağmen AB ile
özel bir statüsünün bulunmasından dolayı”, Avrupa Ekonomik Bölgesi anlaşmasına
imza atarak kâğıt üzerinde ona dâhil oldu. Ama onaylanması ve uygulanması için
hiç bir şey yapılmadı.
Buna karşılık, 1992’de “Türkiye’yi Gümrük
Birliği’ne özel statüde sokmak amacı ile başlatılan görüşmeler Ankara
tarafından öne çıkarıldı.”
Bazı Türk ve Avrupa gazetelerinde başlıklar
çıktığını iyi hatırlıyorum; “AB’ye alınmayan Türkiye, Avrupa Ekonomik
Bölgesi’ne imza atarak arka kapıdan AB’ye giriyor....”
1994’ten itibaren yazdığım yazılarda
Türkiye’nin “tek yanlı bağlayan ve bizi özel statüye hapseden Gümrük Birliği
yerine”, Norveç modelini uygulaması gerektiğini defalarca savundum. Diğer EFTA
üyeleri AB’ye dahil oldukları için Avrupa Ekonomik Bölgesi anlaşması kapsamında
Norveç ve İsviçre kalmıştı.
Neden Norveç modeli?
6 Mart 1995’te imzalanan Gümrük Birliği,
AB’ye alınmayacak olan Türkiye’nin tek yanlı bağlanabilmesi için yapılmıştı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 8 Mart 1995’te TBMM’de, milletvekili olarak yaptığı
konuşmada, Gümrük Birliği’nin niteliğini ve getireceği iktisadi ve siyasi
bedeli en iyi şekilde ortaya koymuştur.
Gümrük Birliği’nin 1 Ocak 1996’da uygulamaya
girmesinden bugüne kadar Türkiye açısından çıkan iktisadi bazı sonuçlar şunlar
oldu:
Tekstil, deri, mobilya, gıda gibi temel
sektörlerimiz, haksız rekabetle karşı karşıya kaldı ve yüzlerce büyük, binlerce
küçük üretim tesisi kapandı.
Tarım sektörümüz haksız rekabet yüzünden
küçüldü ve tamamen dışa bağımlı hale geldi. Tarım ürünlerini, et ve sütü ithal
ediyoruz.
Bankalarımız, sigorta sektörümüz “Avrupa’da
rastlanmayan biçimde” yabancı şirketlerin denetimine girdi.
Türkiye’nin AB dışı ülkelerle ticari
ilişkileri, “AB ipoteği altına sokuldu.”
Bugün Ankara hükümeti Suriye, Ürdün, Lübnan
ve Kuveyt ile yakın iktisadi işbirliği içine girmek istiyor, çaba harcıyor. Ama
bu ülkelerde “ticaret anlaşması yapamıyor”, yasak, Gümrük Birliği’ne aykırı.
AB Suriye ile yapmış ise bu söz konusu
olabilir. Ancak AB’nin ikili ticaret anlaşması yaptığı ülkelerin pek çoğu
Ankara, “biz de seninle aynı anlaşmayı yapalım” dediğinde “hayır” diyor haklı
olarak. “Ben anlaşmayı AB ile yaptım, Türkiye AB üyesi değil” diye geri çeviriyor.
Çünkü bu sayede “Türkiye pazarında sağladığı haksız rekabetle pazar payını
arttırabiliyor.”
Türkiye piyasasını bugün Çin ve Hint
mallarının doldurması, Gümrük Birliği yüzündendir. AB bu ülkelerle ikili
ticaret anlaşması yapmış, gümrüklerini indirmiştir. Türkiye AB üyesi olmadığı
halde buna uymak zorundadır.
8 Ekim 2010’da Çin ile çok önemli
anlaşmalar yaptık. Ama ikili ticaret anlaşması imzalayamadık, tek yanlı gümrük
birliği buna engel.
Ne getirecek?
Gümrük Birliği yerine Norveç modeli
uygulanırsa ne sağlanacak?
AB ile Türkiye arasında imalat sanayi
ürünleri bugünkü gibi düşük gümrükle dolaşacak; iki pazar bütünleşmesini, bu
anlamda sürdürecek.
Ancak Türkiye’nin AB dışı ülkelerle olan
ticari ilişkileri, AB ipoteğinden çıkacak. Türkiye kendi başına Suriye, ABD ya
da Çin’le ikili ticaret anlaşması yapabilecek. Ayrıca Türkiye farklı vergi
uygulaması yüzünden uğradığı zarardan kurtulacak. Norveç modeli ile ilgili
olarak 1993-1996 arasında yazdıklarımı, söylediklerimi anımsıyorum.
Siyasilerimiz anlamak ve görmek istemediler; 1997’de davet edildiğim TBMM’nin
kurdurduğu AB Araştırma Komisyonu’nda işin vahametini milletvekillerine
anlatmaya çalıştım.
Bugün gazetelerde, televizyonlarda “Norveç
modeline dönelim” haberleri çıkıyor. Yanlışlar göz göre göre oluyor, kimse
görmek istemiyor.
5. BÖLÜM
KIBRIS
Türk Yunan İlişkileri ve AB Süreci
Almanya Başbakanı Merkel’in Kıbrıs’ta,
Papandreu’nun Türkiye’de söyledikleri kamu oyunda ve hükümette büyük tepkilere
neden oldu. Ancak iki başbakanın söyledikleri, AB’nin uyguladığı Türkiye
politikasının sadece küçük bir özetiydi.
Yunanistan 1999 yılına kadar Türkiye’ye
karşı “kriz politikası izledi.” Avrupa Birliği’nde, BM’de ve bütün diğer
uluslararası çevrelerde Ankara’ya karşı diplomatik bir savaş açtı.
1999 Aralık ayında Türkiye’nin AB’ye “özel
statüde bir aday” olmasından sonra, AB’nin arkasına saklanarak işini Brüksel’e
gördürmeye başladı.
Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye’nin AB ile
görüşme süreci içinde Ankara’yı Kıbrıs’ta işgalci ilan eden kararları art arda
çıkarttı. Oysa Türkiye, uluslararası anlaşmalardan doğan garantörlük hakkına
dayanarak adanın Yunan albaylar cuntası tarafından işgalini engellemek ve Türk
toplumunu bir kıyımdan kurtarmak için müdahale etmişti.
Yunanistan AB’yi arkasına alarak Ege
Denizi’ni ve hava sahasını, AB’nin denetimine sokarak Türkiye’yi dışladı.
Trakya’daki kara sınırını bile AB’nin
Türkiye sınırı haline getirme işlemini fiilen başlattı.
Fener Patrikhanesi konusundaki taleplerini
bastıra bastıra elde etmeye koyuldu.
2004 ve 2005’te görüşme sürecini belirleyen
tek yanlı koşullarla, Atina ve Rumların Ankara ile kedi fare oyunu
oynamalarının yolunu açtı. Atina kendi yapmak istediklerini bazen Rumlara
yaptırarak istediklerini adım adım elde ediyor.
Kıbrıs, Ege ve Patrikhane konusundaki
Yunanistan talepleri, AB’nin resmi Türkiye politikası haline sokuldu. Atina bu
konuda büyük bir başarı elde etmiştir, kutlamak gerekir.
“Türkiye’nin AB süreci”, Yunanistan’ın ve
AB’nin Türkiye üzerindeki taleplerinin bir kaldıracı haline dönüşmüştür. Rumlar
ve Atina Türkiye-AB sürecini istedikleri anda durdurabilirler.
Türkiye’de ilgili çevreler bu konuyu çok
iyi bildikleri ve gördükleri halde,”görmezlikten gelmektedirler.”Türkiye’nin
içinden geçmekte olduğu süreç kimileri açısından bunu zorunlu kılıyor.
Bugün Yunanistan, Türkiye-AB sürecinin
kesilmesinden en fazla korkan ülkedir. Çünkü bu süreç sayesinde, AB’yi
kullanarak istediklerini bir bir almaktadır.
1997’deki Lüksemburg doruğunda Ankara,
AB’nin tek yanlı dayatmasına restini çekince Yunanistan’ın (ve Brüksel’in) ödü
patladı. Hemen,1999’da Ankara’yı, “özel statülü aday” konumuna soktular.
Arkasından 2004 ve 2005 anlaşmaları ile
AB’ye alınmayacak olan Türkiye’nin görüşmeler sürecini başlattılar ve Ankara’yı
bekleme odasında hapsettiler.
AB’nin politikası
AB şunları hem açık açık söylüyor hem de
organları yıllardır “kararlar” çıkartıyor. Çoğu da anlaşmalara zaten kondu:
Türkiye’nin ileride Avrupa Birliği’ne
alınması ile ilgili olarak, AB kurumlarının (Parlamento, Konsey, Komisyon)
hiçbir kararı yoktur. (Ucu açık) bir görüşme süreci yürütülmektedir.
Türkiye-AB görüşmelerinde “Türkiye’nin
AB’ye alınması değil, AB’ye uyumu konuşulmaktadır.”
Özetle, esas konuşulanlar, AB taleplerinin
karşılanmasına yöneliktir.
Görüşmeler ileride kesilir ise “Türkiye
açısından geri dönüş söz konusu değildir.” Yani Türkiye Kıbrıs’ta, Ege’de ve
diğer konularda verdikleriyle kalacaktır.
Türkiye’nin konumunun, diğer aday
ülkelerden farklı olarak ele alınacağı açık olarak belgelere geçmiştir.
Türk işgücünün serbest dolaşımı söz konusu
değildir.
AB içindeki “zenginlerden fakirlere
yardımdan Türkiye yararlanamayacaktır.”
Türkiye, ortak tarım politikasının dışında
tutulacaktır. Sübvansiyonlardan yararlanamayacaktır. Bütün bunlar daha şimdiden
AB’nin Ankara hükümetlerine kabul ettirip imzalattığı şeylerdir.
Temmuz 2005’te Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
tanındığı da imza ettirildi.
Fransa daha bugünden Türkiye’nin üyeliğini
referanduma sokacağını ilan etti.
İleride tek başına, Rumların ve
Yunanistan’ın Türkiye’yi engelleme olanakları hukuki ve siyasi olarak bulunmaktadır.
Almanya ve Fransa Türkiye’nin ancak özel
statü ile AB’ye “bağlanabileceğini” resmen savunmaktadırlar. Merkel son Kıbrıs
ziyaretinde bunu açık olarak ortaya koydu.
Atina ve Lefkoşe ise fiilen, AB üyeleri
olarak, “kedi-fare oyununu istedikleri yönde sürdürmektedirler.”
Herkes şimdi geçtiğimiz günlerde Kıbrıs ve
Ege konusunda açıklamalarda bulunan başbakan Papandreu ve Merkel’e haksız yere
kızıyor.
Onlar yalnızca, AB’nin Kıbrıs ve Ege
konusunda aldığı kararların özetinin özetini söyledi. AB’nin Güneydoğu
konusunda aldığı kararlara, kibarlık edip değinmedi bile.
KKTC Yaşayacak mı?
Bir 20 Temmuz’a daha geldik, KKTC’nin
kuruluşuna yol açacak müdahale ve sonrasında 15 Kasım 1983’te onun kuruluşu;
- 1963 ile 1974 arasında Kıbrıs Türkleri,
1960’ta elde ettikleri hakları kullanamıyorlar, baskı altındalar. Oysa
İngiltere, Yunanistan ve Türkiye imzaladıkları uluslararası anlaşma ile
garantör ülke statüsündeler ve üçü de Kıbrıs’ta asker bulunduruyor.
- 1967’de Atina’da askeri darbe olmuş ve
demokratik seçimlerle işbaşına gelen sol iktidardan memnun olmayan kimi küresel
odaklar Albaylar Cuntası’nı işbaşına getirmişler. Bizim daha sonra yaşadığımız
12 Eylül 1980 generaller darbesine benzer bir durum.
- Kıbrıs’daki Makaryos yönetimi (ve rejimi)
adayı yavaş yavaş bir Helen adası yapmak istiyor. Ama kendisi Üçüncü Dünya’ya
çok yakın. Bu stratejik bölgede (ve adada) üçüncü dünyacı bir yönetim
istemeyenler Makaryos’u devirmeye karar veriyorlar.
- 1990’lı yıllarda açıklanan Amerikan ve
Yunan belgelerine göre Washington ve Atina Nikos Samson adında terörist, katil
ve Türk düşmanı biri üzerinde anlaşıyorlar. Nikos Samson’a, üçüncü dünyacı
Makaryos’u devirip iktidara darbe yoluyla geçtiğinde, “devlet başkanı olarak
tanınacağı güvencesi”, Atina’daki Albaylar Cuntası tarafından veriliyor.
- 15 Temmuz 1974’te Samson darbeyi
başlatıyor ancak sonuç alamıyor ve adada bir iç savaş bütün şiddeti ile
yürüyor.
- Türkiye garantör ülke, tek başına da
müdahale edebilir. Ama Başbakan Ecevit Londra’ya, “birlikte müdahaleyi
öneriyor.” Atina ile konuşamaz çünkü hem faşist bir askeri cunta var, hem zaten
Samson’u tezgâhlayıp adaya gönderenler onlar.
Ama Londra Ecevit’in önerisini geri
çeviriyor. Türklerle Rumlar kapışırsa, her zaman olduğu gibi işlerine geliyor,
ikisi de Londra’ya, “gel benim tarafımda ol” diye talepte bulunacaklardır.
Zaten İngiltere’nin adanın her tarafına yayılmış askeri üsleri var; 1960
anlaşmasına göre bu üsler onun tapulu malı. Ankara ve Atina 1960’ta bunu kabul
etmişler.
- Ecevit’in başında bulunduğu koalisyon
hükümeti, 1960 Anlaşmasında Türkiye’nin sahip olduğu garantörlük hakkına
dayanarak 20 Temmuz’da Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunuyor.
Birkaç yıl sonra Kıbrıs Türk Federe
Devleti, 15 Kasım 1983’te de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulur. Türkiye’nin
müdahalesi başlangıçta Batı’da ve diğer ülkelerde oldukça destek görür.
Desteğin nedenleri?
Önce Atina’daki Albaylar Cuntası’nın faşist
ve işgalci girişimi ile ada işgal edilmek istenmiş, Türklere saldırılar
başlamış ve Ankara uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını kullanarak
müdahale etmiştir.
Siyasi, hukuki ve reel gelişmeler açısından
Türkiye’nin konumu sağlam.
Üçüncü dünyacı Makaryos devre dışı kaldığı
ve ABD ve Avrupa’ya el açmak durumuna düştüğü için Washington ve Londra
çevreleri de mutludurlar. Artık Moskova, Yeni Delhi, Belgrad üçgeninde at
oynatan Papaz, Washington ve Londra’dan yardım bekler hale gelmiştir.
Ezilmiş İslam alemi de, adadaki Müslüman
(ve Türk) oluşumuna sempati ile bakmaktadır.
20 Temmuz müdahalesinden sonra Atina’daki
faşist Albaylar Cuntası devrilmiş ve demokrasi Yunanistan’a gelmeye
başlamıştır.
Bu konjonktür dalgalanarak, yavaş yavaş
Türkiye aleyhine değişmeye başladı. 1990 sonrasında ise ABD ve AB’nin Türkiye
ve bölge için yeni öngörüleri Türkiye’yi Kıbrıs’ta sıkıştırma yönünde gelişti.
Başlangıçta KKTC’ye oldukça ılımlı bakan
çevreler 1994’te ülkeye ambargo uygulamaya başladılar. AB bu ambargonun öncüsü
oldu.
- Türkiye ile AB arasında tek yanlı bağlar
kurulurken KKTC, Türkiye-AB ilişkilerine endekslendi. 6 Mart 1995’teki Gümrük
Birliği’nin imzasından birkaç gün önce 24 Şubat’ta AB’nin başkanlık bildirgesi
açıklandı ve Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB’ye alınacakları” ilan
edildi.[12]
Yani AB, 1960’taki Londra ve Zürih
anlaşmalarını tek yanlı olarak rafa kaldırmaya başlamıştı.
1990 sonrasının Türkiye ve Ortadoğu
politikaları yeniden çizilirken, Kıbrıs gibi stratejik bir adada Türkiye’nin ve
Türklerin varlığı kabul edilemezdi.
- AB, gırtlağına kadar KKTC’deki iç
politikanın içine daldı.
- Kimin iktidara geleceği artık dışarıdan
belirleniyordu. Günter Verheugen ve Karen Fogg, “seçimlerde şöyle şöyle bir
sonuç alınmaz ise sonuçları geçerli saymayacaklarını” kamuoyu önünde
açıklıyorlardı.
Mayıs 2004’te Kıbrıs Rumları, Kıbrıs
Cumhuriyeti olarak, “uluslararası anlaşmalara aykırı bir biçimde AB üyesi
yapıldılar.”
Artık Türkiye üzerindeki kedi-fare oyununa,
Yunanlılardan sonra Rumlar da dahil edildiler. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde
KKTC, sürece endekslenen bir parça oldu.
“Türkiye’nin AB üyeliğindeki en önemli engel
Kıbrıs sorunudur” diyecek kadar akıldan, hukuktan ve ahlaktan yoksun görüşler
bile yazılıp söylenmeye başlandı.
2010 yılındaki 20 Temmuz kutlamalarını bu
acı tarihi süreç içinde görmemiz gerekiyor. Bugün geldiğimiz noktadaki sorun
şudur; Türkiye KKTC’nin varlığını sürdürmesi için gerekli olan siyasi,
iktisadi, askeri ve kültürel iradeye sahip midir, değil midir?
Kıbrıs’ta Talat Gitti, Eroğlu Geldi;
Sonuçları Ne Olur?
KKTC’de Mehmet Ali Talat’ın yerine,
demokratik bir biçimde Derviş Eroğlu seçildi. Bu gelişme yalnız KKTC ve Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni değil Türkiye’yi, Ankara’yı ve küresel güçlerin bölge
politikalarını da zamanla etkileyebilecektir.
Talat, yeni küresel düzenin bölge için
öngördüğü bir biçimde iktidara getirilmişti. Talat’ı ABD, AB çevreleri ve
Ankara desteklemişti.
- Talat, yeni küresel düzenin bir öğesi
olarak uygulama yürüttü.
- Washington, Brüksel ve Ankara tarafından
desteklendi.
- 1990 sonrasında ABD ve AB’nin yeni
Türkiye ve Kıbrıs politikaları için elinden geleni yaptı.
- ABD ve AB’nin Kıbrıs’ta öngördüğü
koşullara tam destek verdi. KKTC’nin bağımsızlığına o da karşıydı. Uzun vadede
ada Türklerini, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti içinde bir azınlık durumuna sokacak olan
formüllere yeşil ışık yaktı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yerine,
Kıbrıs Türk Cemaati adı altında oluşturulacak bir özel statüye destek
veriyordu. Kıbrıs Türk halkı tarafından Talat’ın gönderilmesi ve Eroğlu’nun
getirilmesi sadece Talat ve Eroğlu’nun kişilikleri ile ilgili bir mesele
değildir.
Daha da önemlisi, “temsil ettikleri zihniyetle
ilgili bir konudur.” Reddedilen yalnız Talat değildir, KKTC ve Kıbrıs Türkleri
için öngörülen küresel hesaplar şimdilik rafa kaldırıldı.
İşin daha da ilginç yanı Derviş Eroğlu’nun
merkez ve merkez sağı, Talat’ın ise solu temsil etmesidir. Bu bağlamda
KKTC’deki son iki seçim, küresel hesaplarla sağın çatıştığı istisnai bir
olaydır.
Benzer asimetrik dönüşümlerin KKTC’den önce
Türkiye’de başladığını kabul etmek gerekir. Mehmet Ali Talat’ın temsil ettiği
eski sol zihniyet, 1990 sonrasında Türkiye’de de büyük ölçüde erozyona uğradı
ve küresel hesapların girdapları içinde yuvarlanmaya başladı.
Buna karşılık eski sağın uzantısı Demokrat
Parti ve milliyetçi MHP, uluslararası ilişkiler (ve Kıbrıs) konusunda CHP ile
yakın bir noktaya geldiler. Bu zorunluluk, yeni küresel dengeler
(dengesizlikler) sonucu ortaya çıkan bir durumdur.
Ankara’daki çelişkiler...
Erdoğan hükümeti “yeni küresel düzenle uyum
ve karşıtlık” arasında bir çelişki yaşamaktadır. İran ve Suriye ile
geliştirdiği ilişkiler uzun vadede, “yeni küresel düzenin bölge politikaları
ile denk düşmüyor.”
- Hem küresel düzenin icaplarını yerine
getirmek,
- Hem de “içerideki yeniden yapılanmalar da
dahil olmak üzere”, Ortadoğu açılımlarında bulunmak, çelişkileri beraberinde
getiriyor.
Erdoğan hükümeti ile Tel Aviv arasında
meydana gelen sorunlar, buzdağının su yüzündeki küçük parçalarıdır. Erdoğan
hükümetinin Tel Aviv yönetimi ile olan sürtüşmeleri, sanılanın aksine, Kıbrıs
adasında da etkisini gösterecektir.
Talat gitti Eroğlu geldi. Bu durum
Davos’daki “one minute” krizinin KKTC’ye yansıyan demokratik ve “simetrik”
uzantısıdır. Kıbrıs Türk halkı, “bir dakika Talat Bey, bu iş böyle yürümeyecek,
biz artık, küresel hesapların bir parçası olmak istemeyen Derviş Eroğlu’nu
istiyoruz” demişlerdir.
Batı Trakya’daki Türklerin durumuna
düşeceklerini, geç de olsa anlamışlardır; hem de dışarıdan çok şiddetli olarak
estirilen ters rüzgarlara rağmen...
Ve bir anekdot...
2008’de bir konferans için gittiğimde Doğu
Akdeniz Üniversitesi’ndeki bir Kıbrıslı profesör bana, “Kıbrıs’ta yeni bir cami
yapmak KKTC’nin tapusunu sağlama almakla eş anlamlıdır” demişti. Önce biraz
şaşırmıştım. Sonra düşündüm. KKTC’de cami bu anlama geliyorsa Türkiye’de de
aynı şey geçerli olmaz mı? Rum kesiminde Ortodoks kiliselerinde Yunan
bayrağının asıldığını bilirim.1990’lı yıllarda da, Kardak adasına çıkan Yunan
papazının elinde istavroz değil, mavi beyaz bayrağı sallandırdığını herkes iyi
hatırlar. KKTC’deki Türkler de bu bağlamda bayrak ile camiyi birleştiriyorlar.
İleride acaba, kimler kimlere “one minute”
diyecekler? Tabii uluslararası boyutta, içerde değil...
Bu arada, birkaç yıl önce Filistin’de
yapılan seçimlerle KKTC’de yapılan son seçimlerden mutlu olmayan küresel
çevreler, aynı taraftalar.
[1] Özellikle Batı Avrupa deyimini kullanıyorum.
Çünkü AB içindeki Doğu Avrupa ülkeleri, söz konusu kriterlerin çok
gerisindeler.
[2] Dr. Udo Steinbach’ın açıklamaları; Erol
Manisalı, Hayatım Avrupa, II. cilt, Cumhuriyet Yay,
2009, s. 59.
[3] Müyesser Yıldız, 100 Yılın
Hesabı, Bilge Oğuz Yay, 2009, s. 407.
[4] Konu ile ilgili bakınız: Erol Manisalı, Avrupa’nın Askerle Kavgası, Cumhuriyet Kitapları, 2009
[5] Erol Manisalı, Gümrük Birliği’nden Avrupa
Birliğine, Hayatım Avrupa, Cumhuriyet Kitapları, 2009, s. 236.
[6] Erol Manisalı, The
Southeast Anatolia Project, MEBB Centre,1989
[7]Turkey’s Place in Europe and
in the Middle East, OKAN University Publications,
2009
[8] Erol Manisalı, Ortak
Pazardan Avrupa Birliğine, Cumhuriyet Kitapları, 2009, s. 151.
[9] Erol Manisalı, Hayatım
Avrupa, II. Cilt, Askeri Darbeden Sivil Darbeye,
Cumhuriyet Kitapları, 2009, s. 59.
[10] Erol Manisalı, Türkiye’nin
Askersiz İşgali, Gümrük Birliği, Cumhuriyet
Kitapları, 2009, s. 199 - 206.
[11] Erol Manisalı, Türkiye’nin
Askersiz İşgali, Gümrük Birliği, Cumhuriyet
yayınları, 2009, s. 79.
[12] Erol Manisalı, Türkiye’nin
Askersiz İşgali, Cumhuriyet Kitapları, 2009.