TANITIM
Bana bakan siyah gözlerinin şüpheyle kısıldığını hissediyorum.
Yakışıklı siması zihninden geçenleri ortaya dökecek şekilde ciddileşiyor. Elini
koyu renk sakalların örttüğü keskin çenesine götürüp sıvazlıyor. Bana bakıp ilk
bakışta karar veren herkes gibi bu işin altından kalkamayacağımı düşünüyor.
Çünkü güzel giyinen ve parlak sarı saçlara sahip olan bir kız ne kadar zeki
olabilir ki, değil mi? Aptal bir sarışın bu işin altından nasıl kalkabilir?
İçimde aniden ona karşı büyük bir öfkenin kabardığını hissediyorum.
Bilgisayarın başına oturup bütün gün çalışarak kendimi ispatlama ardından da o
bilgisayarı Yiğit Kuzey Erarslan'ın güzel suratına geçirme arzusuyla adeta
yanıp tutuşuyorum. Ama tam bunu yapmaya niyetlenirken aklıma bambaşka bir şey
geliyor.
Ben niye bu adamın işini kolaylaştırıyorum ki? Niye ona dünyayı gerçek
manada zindan etmek varken tam tersini yapıyorum? Madem bir 'aptal sarışınla'
uğraştığına çoktan karar vermiş ona niye beklediği azabı tattırmıyorum?
Yüzüme yayılan sinsi gülümsemeyi anında cilveli bir renge boyuyorum ve
Şeker Kız Candy sesimi kullanarak "Affedersiniz Kuzey Bey," diyorum.
"Bu santral sistemi bana biraz karışık geldi. Numaralar falan...
Bilirsiniz sayılarla pek iyi değilimdir. Bir kere daha açıklayabilir
misiniz?"
Önce şaşkınca, gözlerini hızlı hızlı kırpıştırarak suratıma bakıyor.
Ardından sabırla iç çekip sözlerini tekrar etmeye başlıyor. Bu sırada gülmemek
için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kalıyorum. Ayrıca durduk yerde
saçlarımı savurup düzelterek ve arada tırnaklarımı kontrol ederek onu ekstra
kızdırmayı da ihmal etmiyorum.
İlk söylediğinde zaten anlamış olduğum -hah, çok ilginç ama öyle- bir
dizi talimatı sıraladıktan sonra üç yaşındaki bir çocukla konuşuyormuş gibi
"Şimdi anladın mı?" diye sorduğunda tereddütle dudaklarımı büzüyorum.
"Sanırım anladım," diyorum. Sarı saçlarımın bir tutamını
işaret parmağıma dolayıp başımı eğiyor ve ona en sevimli, en saf aptal sarışın
bakışımı atıyorum. "Yine de karıştırırsam sizi yardıma çağırırım."
Büyük, aptalca ve fazla hevesli bir sırıtışla yüzüne bakarken Kuzey'in diz
çöküp ağlamak istediğine yemin edebilirim. Neredeyse gözleri doluyor ve neden
diye bağırarak kendini yere atmasına ramak kalıyor sanki. Ama elbette bunu
yapamıyor. Sadece derince bir iç çekip "Tabi ki," diyor boğuk bir
sesle. "Ne zaman yardıma ihtiyacın olursa."
GİRİŞ
Okula gelmekten nefret ediyorum. Ama bu bitter çikolatadan nefret etmek
gibi bir şey değil. Çünkü bitter çikolatadan nefret etmen sadece onu yemediğini
gösterir. Benim okuldan nefret etmem bir Eskimo'nun kardan ve soğuktan nefret
etmesi gibi bir şey. İçinde bulunduğun ve kurtulmanın pek de söz konusu olmadı
bu tarz durumlar insanı tüketiyor, gerçekten. Kelimenin tam manasıyla nefret
ettiğim bu aptal okula gelip insanların ters bakışlarıyla karşılaşmaktan, sırf
sarışın ve güzel olduğum için benden daha zeki olduklarını düşünen sersem
kızların ukala tavırlarından ve yine sırf sarışın ve güzel olduğum için kolayca
tavlanacak bir 'av' olduğumu düşünen erkeklerden tiksiniyorum. Ama bundan daha
kötüsü de var. O da şu ki haftanın en az üç günü bu lanet yere gelip kalbimi
kırıp paramparça etmiş olan Doğu Saygın'ı görmek zorundayım. Ve bunun benim
için ne kadar zor olduğunu size anlatamam.
Pekâlâ, aslında biraz anlatabilirim.
Her şey geçen sene Doğu'yla aynı üniversiteyi tercih etmemiz ve aynı
kampüse düşmemizle başladı. Hani bazı çiftler vardır, eninde sonunda birlikte
olacaklarını bilirsiniz. Onları görür görmez bir çift olmaları gerektiğini
anlarsınız. İşte Doğu ve ben onlardandık. Onu ilk gördüğümde bir gün kapıma bir
demet çiçekle dayanacağını biliyordum. Ve haklı da çıktım. Önce kaçamak
bakışlarımız buluşmaya başladı. Sonrasında tanıştık ve çok tatlı bir flört
aşamasından geçtik derken iki aya kalmadan Doğu, bir demet çiçekle kapımdaydı.
Her şey çok iyi gidiyordu. Kumral, ela gözlü yakışıklı ve sarışın,
güzeller güzeli prenses -ki bu ben oluyorum- çok mutluydu. Sabahları buluşup
kahvaltı yapıyorduk. Derslerde yan yana oturuyor, sınavlara birlikte
çalışıyorduk. Akşamları beni evime bırakıyor ve yanağıma kondurduğu bir
öpücükle centilmenliğini kanıtlıyordu. Onunla olmaktan mutluydum. Doğu'nun
prensesi Nisan olarak anılmayı seviyordum. Sırama bırakılmış çikolataları,
defterlerimin arasına sıkıştırılmış küçük aşk mektuplarını seviyordum. Her şeyin
olması gerektiği gibi olduğunu düşünüyordum.
Ama sonra hiç beklemediğim bir şey oldu.
Terk edildim.
Bu o kadar beklenmedik ve aniydi ki ilk üç saat boyunca ne olduğunu
kavrayamadım. Sonraki üç saatte ise gerçekliğine inanamadım. Ve Doğu'ya
'gerçekten' beni terk etmiş olup olmadığını soran bir mesaj attım. Gelen cevap
neydi biliyor musunuz? Aynen söylüyorum;
"Kendini bu kadar büyütmemelisin."
Bu, kesinlikle benim sorduğum sorunun cevabı değildi. Açıkçası bunun ne
olduğunu, Doğu'nun ne demek istediğini anlamamıştım. Ayrılığı idrak edememiş
olmamın sebebinin kendimi büyük görmeme mi dayandığını kast ediyordu yoksa kilo
mu almıştım?
Tartıya çıkıp kilomda bir değişiklik olmadığını görünce ilk seçeneğin
daha olası olduğunu anladım fakat bu o kadar anlamsızdı ki...
Yani ben biraz şımarık bir kızım ve bazen ukalalık yapabiliyorum fakat
Doğu'ya asla böyle davranmadım. Onu sevdim ve ilişkimizin sağlığı için ne
gerekiyorsa yaptım. Bırakın ofsaytı, kornerin ne demek olduğunu bilmememe
rağmen onunla futbol maçına bile gittim. Onu bir kere bile peşimde alışverişe
sürüklemedim. Hatta bazı tartışmalarda alttan bile aldım ki normalde biriyle
tartışırken kendimi kaybeder ve karşı tarafa on kaplan gücünde saldırırım.
Yine de bütün bunlar ona yeterli gelmedi. Bir mesajla benden ayrıldı.
Beni karşısına alıp konuşmadı bile. Ya da telefon etmedi. Sadece 'artık
ayrılmamız gerektiğini' belirten, 'birbirimize uygun olmadığımızı' ifade eden
bir mesaj atıp beni hayatından çıkardı.
Ayrılıkların genelde yıkıcı bir etkisi olur. Uzun süre yanında olan
biri artık yoktur ve bu çoğu zaman zor atlatılan bir şeydir. Fakat Doğu için
durum böyle değildi. O hiç ama hiç zorluk çekmedi. Ayrıldıktan sonraki gün
sınıfa gülümseyerek girdi, başını eğip bana mahcup bir eski sevgili selamı
verdikten sonra zerre kadar azalmayan neşesiyle hayatına devam etti.
Ben mi?
Ben yıkıldım. Uzun bir süre oturup neden ayrıldığımız hakkında
düşündüm. Yani sorun neydi? Bende miydi onda mıydı? Nasıl böyle sinsice aramıza
sızıp Doğu'yu benden koparmıştı? Ve ben bunun geldiğini nasıl görmemiştim? Bu soruların
cevabını asla bulamadım. Hangi yanıtı verirsem vereyim bir şeyler hep eksik
kaldı ve eksik kalan kısımların asla tamamlanamayacaklarını, onları böyle kabul
etmem gerektiğini anlamam epey sürdü.
Biraz kendimi toparlayabildiğimde fark ettiğim ilk şey yalnız
olduğumdu. Doğu'nun, yani bir sevgilim olmayışının yalnızlığını kastetmiyorum.
Ben tamamen yalnızdım, koskoca okulda tek bir arkadaşım bile yoktu. Bunu ancak,
Doğu geniş çevresini de yanına alarak beni bırakıp gittiğinde fark edebildim.
Böylelikle ikinci bir terk ediliş yaşadım; aslında en yakın arkadaşımı da
kaybetmiştim.
"Hey, güzellik. Sence de eteğin biraz uzun değil mi? Üstelik
bacakların bu kadar güzelken?"
Ah, bir de canım sapığım Serdar var tabi. Kendisi 1.70 boyunda, esmer
ve talihsiz yüz hatlarına sahip bir çocuk. Yüzündeki estetik açığını havalı
tavırlarıyla kapatmaya çalışıyor ama ne yazık ki bir dallama olmaktan öteye
gidemiyor. Genel olarak kadın cinsine rahatsızlık verse de bana ayrı bir garezi
var. Ne zaman görse mutlaka iğrenç bir laf etmeden duramıyor.
Kapıya doğru ilerlettiğim adımlarımı bir anlığına durdurup Serdar'a
dönüyorum. "Bu söylediğin şey bizim oralarda namüsait bir yerlerine kurşun
yemene sebep olur, biliyor musun?" diye sorarken tek kaşımı yukarı doğru
kavislendirip ters bir bakış atıyorum.
Serdar'ın yüzündeki sırıtış genişlese bile erkekliğinin elden gitme
düşüncesi onu rahatsız ediyor ve duruşunu değiştirmek zorunda kalıyor.
"Sizin oralarda değiliz ama bebeğim. Farkında mısın?"
Hain bir gülüş dudaklarımı sararken Serdar'a göz kırpıyorum. "Bize
her yer Trabzon cicim.
Ardından saçlarımı savurup ilerlemeye devam ediyorum. Okulun çıkış
kapısına kadar korumak için kendimi zorladığım dik duruşum kapıdan çıktığım
anda kendini tam bir çöküşe bırakıyor. Omuzlarım düşüyor, saçlarım yüzüme
dökülüyor, kaşlarım çatılıyor ve suratım ağlamaklı bir hal alıyor. Gerçekten,
okuldan nefret ediyorum.
Nihayet bir dönemi daha atlatmış olmamın verdiği anlık avuntuya
tutunarak bir taksi çeviriyorum. Normalde otobüs kullanıyorum çünkü babam
milyoner falan değil. Ama eniştem bayağı zengin ve onun yanına giderken taksiye
binebiliyorum çünkü bana cömert harçlıklar veriyor. Bunun çıkarcılık olduğunu
falan düşünebilirsiniz ama lütfen; ben ona gül gibi ablamı verdim!
Pekâlâ, çok da gül gibi değildi ama onun gibisini başka yerde de
bulamazdı. Canım ablam. Hayatında yaptığı en doğru iş Arın Arıkan'la evlenmesi
oldu. Bunun için kendisini günde beş ila yedi kez tebrik ediyorum. Bunu izleyen
birkaç saniye boyunca da ikimiz sessizliğe gömülüp böyle mucizevi bir şeyin
nasıl gerçekleştiğini düşünüyoruz. Fakat hala aklımız almıyor. Yumurtaya can
veren yüce Rabbim, olmaz denilenleri de olduruyor işte.
Taksi yolculuğum kısa sürüyor ve eniştemle ablamın oturduğu sitenin
önünde iniyorum. Güvenliğe koca bir gülümsemeyle selam verdikten sonra asansöre
yöneliyorum. Bugün son sınavımı da nihayet verip üniversite üçüncü sınıfı
noktaladım. Yani umuyorum ki noktaladım. Yaz okuluna falan kalırsam hoş olmaz
çünkü. Aynı zamanda Doğu'yla ayrılığımızın on sekizinci ayını da noktalamış
oluyorum. Ablam okulun ve ayrılığın beni çok fazla yıprattığını bildiği için bu
akşam birlikte bir şeyler yapmayı teklif etmişti. Ama son anda kocasıyla
katılması gereken bir davet çıkıverdi. Beni tek başıma bırakmak istemediği için
peşinde sürüklemeye karar verdi. Ağlayarak dondurma yeme sınırımı çoktan
aştığım için kabul ettim ben de.
Kapının ziline basarken suratıma koca bir gülümseme yerleştiriyorum.
Ellerimi önümde birleştirip hanım hanımcık bir hale büründükten sonra nihayet
kapıyı açmış olan ablama "Selam!" diyorum neşeyle. Normalde onu bu
kadar güzel karşılamam ama bu akşam elbiselerden birini giymem gerektiği için
biraz yağ çekmekte sakınca görmüyorum.
"Hoş geldin," deyip kapının önünden çekiliyor Mayıs. Ben de
ayakkabılarımı çıkarıp içeri geçiyorum. Ve defalarca geldiğim bu evde hiçbir
yönlendirmeye gerek kalmadan ilerliyorum.
Ablamın üstünde siyah, uzun bir elbise var. Tek kolu uzun, diğeri ise
omuzunu da gösterecek şekilde açıkta. Saçlarını ise topuz yapmış, yalnızca ince
bir buklesi yüzüne düşüyor. Ve Mayıs Arıkan, bu haliyle gerçekten çok güzel
görünüyor.
Ablamın kıyafetini onaylamamın ardından bakışlarım salondaki aynanın
karşısında kravatını bağlamakta olan yakışıklı eniştemi buluyor. Arın Arıkan
çok başka bir adam. Fazla çekici. Fazla havalı. Fazla başarılı. Fazla...
Mükemmel. Üstündeki beyaz gömleği, siyah kumaş pantolonu ve İtalyan kesim siyah
ceketi ile muhteşem görünüyor. Tamam, ablamın güzel olduğunu biliyorum ama Arın
eniştemin ona nasıl âşık olduğunu anlamıyorum. Zira kendisi bu dünyadan
değilmiş gibi görünüyor.
"Hoş geldin Nisan!" diyor bana tatlı bir tebessümle.
"Nasılsın?"
"Bildiğin gibi," diye mırıldanıyorum. "Şimdi ablamla bir
elbise için savaşa gireceğim. Bana şans dile!"
Kaşları durumun vahametini anladığını belirtircesine yukarı kalkıyor.
"İyi şanslar! Küçük bir uyarı yapayım; sakın kilo aldığını söyleme.
Hamileliğin o yönünü hala kabullenemedi."
Kocaman sırıtırken "Uyarı için sağ ol," diyorum. Ve tıpış
tıpış ablamın odasına gidiyorum.
"Dünyanın en güzel anne adayı nasılmış bakalım?" Ultra bir
sevimlilik kattığım sesimin ablam üzerindeki etkisi gözlerinin dolmasından
ibaret oluyor.
"Kilo aldım," diyor. Sanki aldığı yüz gramdan değil de
beynindeki tümörden bahsediyormuş gibi dokunaklı çıkıyor sesi. Bu sırada siyah
elbisesinin üstünde ufacık bir çıkıntı yapan karnını göstermeyi de ihmal
etmiyor. "Şuna baksana, hiçbir elbiseme sığamıyorum."
"Saçmalama," derken boş boş bakışlarımı suratına sabitleyip
bir süre öylece bakıyorum. Ablam bu bakışımdan nefret eder, bense bayılırım.
"Çok güzel görünüyorsun ki beni bilirsin, sana asla boşuna iltifat etmem.
Kilo aldığında alnına şişko yazacağım. Ama şu an zayıfsın."
Bir an söylediklerimi kafasında tartıyor ve bana ciddiyetimi ölçen bir
bakış atıyor. Bense usul usul dolaba yaklaşıp onun elbiselerini karıştırmaya
başlıyorum ve gözüme pembe bir tanesini kestiriyorum.
"Bunu giyeceğim," diyorum sıradan bir sesle, elbiseyi işaret
ederek. "Sakıncası var mı?"
Soruyu sorar sormaz hamilelik bunalımındaki ablamdan cevap beklemeden
elbiseyi askıdan alıyor ve giyinmek için misafir odasına uçuyorum. Hazırlanmam
çok uzun sürmüyor, aslında ablamın beş dakikada bir oflayıp puflayarak acele
etmemi söylemesi olmasa daha kısa süreceğini biliyorum. Fakat ona bunu
anlatamıyorum. Ve nihayet hazırlığım bittiğinde pudra pembesi elbisem, beyaz
topuklu ayakkabılarım, açık bıraktığım dalgalı saçlarım ve hafif makyajımla
görüntümden gayet hoşnudum. Biraz çocuksu duruyorum gerçi ama bu mühim değil.
Araba yolculuğumuz ablamla eniştemin atışmaları sayesinde epey
eğlenceli geçiyor. Yani benim açımdan. Ablamın pek eğlendiğini sanmıyorum.
"Kilo aldım," diyor kim bilir kaç bininci defa.
Arın eniştem derin bir çekiyor. "Gördüğün her şeyi yersen alırsın
tabi."
Ben elimde olmadan kıkırdasam da ablam bu cevap hoşnut kalmıyor ve el çantasıyla
araba kullanan enişteme vuruyor. "Biraz daha konuşursan seni de
yiyeceğim."
"Ben de bundan korkuyordum."
Ablam bir kere daha taarruza geçiyor ve bu sefer çantayı eniştemin
kafasına geçiriyor. Bazen bu adam için çok üzülüyorum ama ne yapalım? Kendi
kaşındı. Kimse ona git de Mayıs Ekiz'e âşık ol demedi. Hatta âşık olmaması için
bütün şartlar yerindeydi.
"Nisan şu kaba ve sinir bozucu adama susmasını söyler misin?"
diyor kafasını çevirip bana bakarken.
Sırıtıyorum. "Kaba ve sinir bozucu bir adam görürsem
söylerim."
Bu lafım eniştemin keyifle kahkaha atmasına sebep olurken ablam
suratını buruşturuyor. "Sizden nefret ediyorum," diyor. "İkiniz
de çok uyuzsunuz."
Devam eden bir dünya laf dalaşının ardından davetin yapıldığı otele
geliyoruz. Otel, şu görünce dibimizin düştüğü yerlerden. Kaç yıldızı var
bilmiyorum ama havuzunun büyüklüğüne, dekorasyonuna ve diğer bütün
harikalıklarına bakılırsa ufak bir gökyüzünü hak ediyor bence. Bütün bu şaşa iç
çekmeme sebep oluyor. İnsanlar dış görünüşüme bakarak aksi sonuca varsalar da
zenginliğe ve gösterişe önem veren biri sayılmam. Yanlış anlamayın, paramın çok
olması beni tabi ki mutlu eder fakat bunun için gecemi gündüzüme katmak ya da
zengin koca peşinde koşmak gibi şeyler yapmam.
İçeri girdiğimiz an eniştemin etrafını insanlar sarıveriyor. Sürekli
birileriyle tokalaşıyor ya da selamlaşıyor, tekrar eden sohbetler yüzünden
dilinde tüy bitiyor zavallı adamın. Durmadan beni birilerine tanıtmak zorunda
kalıyor. Bir sene öncesine kadar ablamı da tanıtması gerekiyordu fakat artık
neredeyse herkes Mayıs Arıkan'ın kim olduğunu biliyor. Onun adına seviniyorum
çünkü bu tanıştırılma işi biraz can sıkıcı. Hayatımda ilk defa gördüğüm ve bir
daha görmeyeceğim adamlar hakkında fazla gereksiz bilgiler alıyorum. "Bak
Nisan, bu Falan Filan, kırk yedi kırk sekiz firmasında kırk dokuz elli olarak
çalışıyor," tarzı cümleleri asla aklımda tutamıyorum. Çünkü neden tutayım?
Ben o adamı bir daha nerede göreceğim Allah aşkına?
Yine de bu iyi kısmı. Kötü kısmı ablamla eniştemin yanından ayrılınca
başlıyor. Onlar tanıdıklarıyla sohbet ederken ben masalardan birine geçiyorum,
elime bir bardak elma suyu alıyorum ve etrafı incelemeye başlıyorum. Herkes
anlamsız bir sosyalleşme içinde. Ne gerek var diye düşünürken hepsine Nur
Yerlitaş dudak büzüşüyle bakıyorum. Sonra insanların giydikleri kıyafetleri
değerlendirmeye başlıyorum. On üzerinden notlar veriyorum ve çoğu beşi
geçemiyor. Hatta bir ara kendimi o kadar kaptırıyorum ki yanımdan geçen kadına
'aykıbı beendim, elbis beeendim, sac olmamış, at küruk yab' dememek için epey
bir efor sarf ediyorum.
Üçüncü elma suyumu içerken hayatın daha ne kadar sıkıcı olabileceği
üzerinde düşünmeye başlıyorum. Şu anki durumum şöyle; eski erkek arkadaşımı o
kadar özlüyorum ki kalbim bu hasretten göğüs kafesimin içinde çürümüş olabilir,
okuldan nefret ettiğim halde yaz tatilinin gelmesinden memnun değilim çünkü
Trabzon'a gitmek istemiyorum, davet öyle çok sıkıcı ki ortamı biraz
renklendirmek için koşarak havuza atlamayı düşünmüyor değilim ve son olarak
sürekli meyve suyu içip durmaktan acayip derecede çişim geldi ama tuvaletin e
tarafta olduğunu bilmiyorum.
Pekâlâ, şimdi daha sıkıcı halini hayal etmeye çalışayım.
Hmm... Belki ayakkabım ayağıma vuruyor olabilirdi? Tıpkı şu an olduğu
gibi.
Ya da elbisemin askısı omzumu acıtıyor olabilirdi. Ki zaten acıtıyor.
Veya başıma bir göktaşı düşüp varlığımı dünya üzerinden silebilirdi?
Evet, bu kesinlikle içinde bulunduğum durumdan daha beter bir şey olurdu.
Kendi düşüncelerime gözlerimi devirdikten sonra biraz hareket etmeye
karar verip masadan ayrılıyorum. Topuklu ayakkabılarımın sesi kalabalığın
gürültüsü içinde yumuşayıp kaybolurken bakışlarımı etrafta gezdiriyorum. Her
yerde süslü ablalar, şık abiler var. Her biri ya dünyanın en komik şeyini
duymuşçasına gülüyor ya da yaşamlarına buna bağlıymış gibi ciddiyetle bir
şeyler anlatıyorlar. Nasıl böyle olabildiklerini anlamak istiyorum. Nasıl
karşılarındakiyle dalga geçmeden, onların bütün saçmalıklarına göz yumarak
iletişimde kalabiliyorlar. Ben çoğunlukla tahammül edemiyorum. İnsanlar da bu
sebeple bana tahammül edemiyor. Bu durumda herkes kendi yoluna gidiyor ve ben
de tamamen alakasız olduğum bir davette aptal aptal şeyler düşünüyorum.
Aklımdakileri dağıtmak için kafamı iki yana sallarken mesanemin gözden
gelemeyeceğim kadar dolduğunu fark ediyorum. Derhal bir tuvalet bulmam
gerektiğini anlayınca adımlarımı hızlandırarak görkemli otelden içeri
giriyorum. Etrafa şöyle bir bakınmam bayanlar tuvaleti levhasının gözüme
çarpmasına yetiyor. Dayanma sınırımın sonuna geldiğim için adeta koşarak
tuvalete dalıyorum ama o da ne? İçerisi tıklım tıklım dolu! Bütün lavaboların
önünde ellerini yıkayan ya da makyajını tazeleyen -daha çok makyajını tazeleyen-
kadınlar var. Bu da yetmezmiş gibi bütün tuvalet kabinleri dolu ve sırada da
birkaç kişi var. Derince bir of çekerek tuvaletten çıkıyorum. Oteldeki tek
tuvaletin bu olmadığına eminim fakat bir üst kata çıkabileceğimi hiç
sanmıyorum. Muhtemelen mesanem beni yarı yolda bırakacaktır.
Bu yüzden çok saçma bir şey yapıyorum. Ve kapısından göz attığımda boş
olduğunu fark ettiğim erkekler tuvaletine dalıyorum. İçeride kimseyi
göremeyince koşarak kabinlerden birine giriyorum ve kapıyı kilitliyorum. Bu
yaptığım delilik evet, fakat başka şansım yok!
Basit bir boşaltım işleminin insanı bu kadar rahatlatması büyük bir
mucize gibi. Yalnızca birkaç saniye içinde dertlerin yarıya inmişçesine
hafifliyorsun. Mesanen artık karnını ağrıtmıyor, yani dünyayla baş edebilirsin!
İdrar torbam boşalınca öyle rahatlıyorum ki erkekler tuvaletinin kabininde
olduğum gerçeğini bile unutuyorum.
İşimi bitirdikten sonra elbisemi düzeltiyorum ve sanki burada olmamda
bir tuhaflık yokmuş gibi kapıyı açıp çıkıyorum. Ve aniden, hiç beklemediğim bir
şekilde aynada onunla göz göze geliyorum. Uzun boylu -cidden çok uzun boylu,
yapılı ve esmer adamla. Siyah, kirli sakalları yanaklarını sarıyor. Gür saçları
özenle yana doğru taranmış. Siyah takım elbisesi onu biraz büyük gösterse de 25
yaşından fazla olmadığına eminim. Oldukça yakışıklı bir adam. Ve kahverengi
şaşkın bakışları bana kilitlenmiş vaziyette.
Durumu kavramam ve nerede olduğumu hatırlamam bir saniyemi alıyor.
Otelin erkekler tuvaletindeyim ve muhtemelen buradaki varlığım yüzünden
lavaboda ellerini yıkamakta olan adam şoka girmiş vaziyette. Bir an durup ne
yapacağımı düşünüyorum. Telaşa kapılarak oradan hemen uzaklaşmalı mıyım? Adama
bir açıklama yapmalı mıyım? Mesela önceden erkek olduğumu falan söylesem bu
durum onun için kolaylaşır mı? Ya da kör taklidi yapıp onu görmemiş gibi
davranayım?
Bir saniye için tereddütte kalsam bile durumu daha fazla saçma bir hale
getirmemek için bunların hepsini kafamdan atıyorum. Ağır adımlarla, hiç
acelesiz lavaboya ilerliyorum. Ellerimi yıkıyorum. Sonra bir kâğıt havlu alıp
güzelce kuruluyorum. Dönüp son bir kez aynada görünüşümü kontrol ediyorum ve
şaşkın şaşkın bir pisuarlara bir bana bakan yakışıklıya küçük bir tebessüm
armağan ederek tuvaletten çıkıyorum. Zavallı adam, diye düşünüyorum istemeden.
Muhtemelen hala pembe elbiseli sarışın kızla pisuarlar arasında bir bağ kurmaya
çalışıyordur.
€dlted wlth Infix PDF €ditor
- free for non-commerclol use.
1.BÖLÜM
Davetten çok geç saatte döndüğümüz için o gece eve gitmiyor, ablamlarda
kalıyorum. Epey yorulduğum için gece deliksiz bir uyku çekip sabah oldukça dinç
bir şekilde uyanıyorum. Eniştem ve ablamın hala evde olduklarını mutfaktan
gelen seslerden anlayınca elimi yüzümü yıkayıp onların yanlarına gidiyorum. Yüz
çeşit kahvaltılıkla donatılmış masaya oturmuş didişiyorlar. Ne söylediklerini
duyacak mesafeye gelene kadar ablamın enişteme üç kere, enişteminse ablama iki
kere dil çıkardığını görüyorum. Hayır, ablamı anlıyorum da Arın enişteciğim
sana ne oluyor? Koskoca CEOsun sen, yakışıyor mu bunlar?
Yanlarına geldiğimde ikisine boş bakışlarımdan yolluyorum ama ikisi de
bunu umursamıyor. Çünkü neden umursasınlar? Birbirlerine âşıklar ve kimin ne
düşündüğü gerçekten umurlarında değil.
Oflayarak sandalyeme oturduktan sonra "Günaydın," diyorum.
"Sabah sabah yine en uyumlu çift yarışında bütün rakiplerinizi geride
bırakıyorsunuz bakıyorum. Hayır bu saatte aşık olacak enerjiyi nereden
bulduğunuzu da anlamıyorum." Kendime bir bardak çay doldurup çatık
kaşlarımı kaldırmadan yudumluyorum. "Hem abla, sen böyle kahvaltı
hazırlamayı nereden öğrendin? Beraber yaşarken ben sabahları mısır gevreği
yiyordum be, vicdansız kadın."
Ablam tarafından tamamen yapay bir gülümsemeyle cevaplandırılarak
geçiştirirlerken aile saadetlerine ait olmadığımı fark ederek huysuzluğumun iki
katına çıktığını hissediyorum. Bütün bu ponçiklik bünyeme fazla geliyor, aşk
acısından zedelenmiş yerlerimi ağrıtıyor ve işin doğrusu sabah sabah gerçekten
aynı enerji seviyesine sahip olamayacak kadar güçsüz olduğumu fark etmemi
sağlıyor.
Asılan suratımla tabağıma aldığım kahvaltılıklara işkence etmeye
başlayıp derin bir iç çekiyorum. Çok saçma bir duygu durumu içerisindeyim.
Okulun bana işkence ettiğini ve tatilin gelmesi için can attığımı biliyorum
fakat bugün Doğu'yu göremeyecek olmak biraz kalbimi kırıyor. İşin ilginci,
Doğu'yu görmek de kalbimi kırıyor. Açıkçası esen rüzgar, dalda öten kuşlar,
açan çiçekler falan da kalbimi kırıyor. Doğu Saygın'la tanıştığım güne lanet
ediyorum.
Reçel sürdüğüm ekmeğimi ısırarak yemek yerine amaçsızca parçalara
ayırırken ablam durgunluğumu fark ederek bana sesleniyor.
"Neyin var minik kuş?"
Kirpiklerimin ve çatık kaşlarımın altından ablama yavru kuş bakışı
atıyorum hemen. Her ne kadar kendisi beni en çok uyuz eden insan olsa da bir
tek ona nazlanabiliyorum şu dünyada. Ama Arın eniştem buradayken ona Doğu'yu ne
kadar özlediğimi anlatamayacağım için derhal canımı en çok sıkan ikinci şeyi
söylüyorum.
"Trabzon'a gitmek istemiyorum."
Bu, ne yazık ki sevgili okurlar, çok doğru. Yani Trabzon'u
sevmediğimden ya da ailemi özlemediğimden değil. Kesinlikle değil. Sadece bu
defa Mayıs benimle gelmeyecek ve ben bütün yaz köyde sıkıntıdan patlayacağım.
Sadece sıkıntıdan değil aşk acısından, Doğu'yu özlemekten ve kimseye
anlatmamaktan da ölüp gideceğim muhtemelen. Bu yüzden yazı İstanbul'da geçirmek
için sağ kolumu vermeye hazırım. Sağ kolumu kim ne yapar hiç bilmiyorum ama
gerçekten lazımsa verebilirim.
Ne yazık ki benim bu büyük fedakarlığım aileme isteğimi kabul ettirmeye
yettirmeyecek biliyorum. Bütün olarak bir kıyma makinesinden geçsem dahi buna
izin vermezler. Trabzon'a dönmek ve bütün yazımı ablamdan uzakta, İstanbul'dan
uzakta, Doğu'yu herhangi bir günde herhangi bir şekilde tesadüfen görme
ihtimalinden uzakta geçirmek zorundayım.
"Babam burada kalmana izin vermez, biliyorsun," diyor ablam
fakat bir yol bulmak için zihnini çalıştırdığını bakışlarından anlayabiliyorum.
Beyninde dönen çarkların sesi kulaklarımda yankılanıyor adeta. Ve bu, biraz
olsun ümitlenmeme sebep oluyor.
"Vermez, değil mi?" derken kaşlarımı masum bir ifadeyle
yukarı kaldırıp dudaklarımı büzüyorum.
"Vermez," diye onaylıyor ablam. "Tabi ki burada kalman
için aniden bir sebep peyda olmazsa."
Aniden suratıma geniş bir sırıtış yayılıyor. "Ne gibi
mesela?"
"Mesela," diyor son heceyi uzatarak ve bakışlarını benden
ayırıp enişteme çeviriyor. "Bir iş bulup çalışırsan burada kalmak zorunda
olursun." Ardından yüzüne en güzel gülümsemesini yerleştirip tatlı tatlı
gözlerini kırpıştırıyor. Arın eniştemse 'iste şirketi senin üstüne yapayım' der
gibi çapkınca sırıtıyor ve göz kırpıyor.
Bu aşk böceği hallerinin en azından işime yarayacak olması ihtimaliyle
daha katlanılabilir olduğunu itiraf etmeliyim. Bu yüzden az önceki huysuzluğumu
bir kenara bırakıp çaresiz ve acınası bakışlarımı enişteme çeviriyorum.
İsteseler burada bir lirik dans yaparak da buna ne kadar ihtiyacım olduğunu ve
eniştemin bana böyle bir iyilik yapması karşılığında sonsuza kadar duacısı
olduğumu anlatmaya çalışabilirim. Fakat eniştemin bütün bu duygu selini
bakışlarımdan çıkarabileceğini biliyorum. Zeki bir adamsın sen Arın Arıkan,
göster kendini!
Bir ablama bir bana bakıyor ve sonra gülümseyerek "Bir şeyler
ayarlayabilirim," diyor.
"Heyt be! Adamsın sen!" diyerek omuzuna vuruyorum. Bakmayın
öyle sevinçten beyin hücrelerimi yitirdim.
"Hadi gene iyisin," diyor ablam sırıtarak. "Dua et de
babam pürüzlük yapmasın."
"Yapmaz, yapmaz!" derken ellerimi çırpıyorum sevinçle. Bundan
o kadar emin değilim aslında ama olsun. "Eniştem bu kadar zahmete
girmişken hiç pürüzlük yapmaz." diye gazı vermeye devam ediyorum. Bir
müddet daha uğraşırsam eniştemin şirketi bana devretmesine bile sebep
olabilirim gibi geliyor o an. Ya da sevinçten uyuşan beyin hücrelerim mantıklı
düşünmemi engelliyor.
Eniştem sevinçli halimize neşeyle gülüp "Hadi, hadi," diyor.
"Hep birlikte çıkarız o zaman. Yapın kahvaltınızı da hazırlanın."
Evet, duyduk zilin sesini. Derhal hızlanıyorum ve ağzıma bir dilim
reçelli ekmeği tıkıştırıp bardağımda kalan çayı kafama dikledikten sonra
yerimden fırlıyorum ve ablamın dolabına koşuyorum. Herkesin favori bir mağazası
vardır ya? Heh işte benim favori mağazam da ablamın dolabı. Çok güzel
kıyafetleri vardı hep fakat işe girip çalışmaya başlayınca kendini aştı.
Bedenlerimizin aynı olması bu sebeple beni aşırı mutlu ediyor.
Açık renk bir kot pantolon, açık yeşil, kısa kollu bir gömlek giyip
ablamın beyaz babetlerini evden çıkarken giymek üzere dolaptan çıkarıyorum.
Saçlarımı hızlıca tarayıp at kuyruğu yapıyorum. Hızlıca yüzüme biraz kapatıcı,
biraz allık sürüyor, kirpiklerimi rimelle kıvırıp dudağıma parlatıcı sürüyorum
ve lenslerini takmaya üşendiğim için kemik çerçeveli gözlüklerimi burnumun
üstüne yerleştiriyorum. İşte hazırım!
En sevdiğim mağazadan giyinmişken ve müthiş bir jestle Trabzon
ihtimalini eleme düşüncesi kanımı kaynatırken epey neşeli bir şekilde biniyorum
arabaya. Çok uzun bir yolculuk olmuyor. Önce ablamı şirkete bırakıyoruz sonra
Arın eniştemle ikimiz, henüz neresi olduğunu bilmediğim bir yere doğru yola
koyuluyoruz.
"Nereye gidiyoruz?" diye soruyorum pür dikkat yolu izlerken.
"Bir arkadaşımın şirketine," diyor eniştem. İnsanlarının
arkadaşlarının şirketi var; benim arkadaşım bile yok.
"Sence beni işe alır mı?" derken bakışlarımı yoldan ayırıp
enişteme çeviriyorum.
"Alır," diye cevaplıyor. "Zaten bana büyük bir iyilik
borcu var."
"İyiymiş."
Cevabımdan sonra eniştem bana dönüyor ve imalı bir şekilde sırıtıyor.
Fakat imasına bir anlam veremiyorum. Bir süre sonra ise eniştemi boş verip yeni
işim hakkında düşünmeye başlıyorum. Bu da beni dönüp dolaştırıp tekrar meşhur
iyilik borcuna getiriyor. Merakıma engel olamıyorum, daha doğrusu olmak
istemiyorum. Belli ki daha gidecek yolumuz var, bunu iletişime geçerek ve benim
merakımı tatmin ederek değerlendirebiliriz. "Nasıl bir iyilik borcu?"
diyorum çok fazla meraklı gözükmemeye çalışarak. Bir insan bütünüyle olduğu bir
şeyden nasıl farklı görünür bilmiyorum ama bunu saçlarımın ucundaki kırıklar
çok ilginçmiş gibi yaparak gerçekleştirmeye çalışıyorum. Sesimi de normal
tonundan daha kısık bir şekilde kullanıyorum.
"Seni işe sokmamıza yarayacak bir iyilik borcu." diye cevap
veriyor pek zeki eniştem.
"Mesela? Ne yaptın, adam ölüm döşeğindeyken mi tedavi ettin?"
derken numara yapmayı bırakarak gözlerimi ona dikiyorum. "Yoksa öldürdüğü
insanları arka bahçesine gömmesine mi yardım ettin?"
Arın Arıkan gözlerini kısarak ciddi olup olmadığımı anlamak istermiş
gibi ve söylediğim saçma şeylerden biraz rahatsızlık duymamı sağlayarak bana
kısacık bir bakış atıyor. "Ablanla çok benzediğinizi söylemiş miydim daha
önce?"
Heyecanla gerginleşen bedenimi rahatlatarak hayal kırıklığı içinde
koltuğuma tekrar yayılıyorum. "Söylemiyorsun yani." derken sesimdeki
hayal kırıklığını vicdan azabı çekmesi umuduyla bir miktar abartmayı ihmal
etmiyorum tabii.
Ama pek etkilenmiş gibi görünmüyor. Aksine bir kere daha sırıtıp yola
bakmaya devam ediyor. Hal böyle olunca ben de yolun geri kalanında sessizce
oturup teoriler üretmeye devam ediyorum. Zaten çok geçmeden yüksek bir binanın
otoparkına arabayı park edip iniyoruz. Girişinde kocaman 'Erarslan' tabelası
gözüme çarpıyor. Beğeniyle binaya bakıyor bir yandan da eniştemin peşinde
yürüyorum.
Girişte güvenliği geçmemiz için Arın Arıkan'ın bir baş selamı yetiyor.
Sonra doğruca asansöre biniyoruz ve en üst kata çıkıyoruz. Nedir bu
yöneticilerin en üst kat merakı hiç anlamam. Fakat bina onların kat onların,
bana ne, değil mi? Asansör durduğunda yine hızlı adımlarla eniştemi takip
ediyorum. Giriş kata oranla fazlaca boş olan bu katta çok geçmeden siyah, sade
ama aynı zamanda garip bir şekilde gösterişli olabilen bir kapının önünde
duruyoruz. Bu kapıyı çok aramışlar mı merak ediyorum. Eniştem yaklaşıp iki defa
kapıyı tıklatıyor, ardından içeri giriyoruz.
Büyük bir oda. Siyah ve beyaz mobilyalarla döşenmiş. Yerler siyah taş
ve bu odanın çok soğuk görünmesine sebep oluyor. Duvarlara monte edilmiş beyaz
rafların ortamı biraz yumuşatmasını bekliyorsunuz ama hayır, üstlerine dizili
dosyalar ve kalın ciltli kitaplar buna izin vermiyor.
İçeri girene kadar bu iş mevzusu hakkındaki pozitif tutumumu nasıl
koruyabildiğimi sorgulamaya başlıyorum o an. Benim burada ne işim var? Arın
Arıkan'ın refakati eşliğinde herhangi bir yere gidiyor olmam bile hala absürt
gelirken, nihayetinde Arın Arıkan'dan bahsediyoruz burada, bir de bana iş
ayarlamasını istemek ne kadar mantıklı, bilemiyorum.
Hayır, biliyorum! Dünya üzerindeki, hatta evrendeki en mantıksız olay.
Beni niye işe alsınlar? Bu koca binada, bu soğuk odada... Trabzon artık o kadar
da ihtimal dışı gözükmüyor.
Özgüvenim çaya atılmış şeker gibi gözlerimin önünde erirken zorlukla
yutkunuyorum.
Arın eniştemse benim düşüncelerimden habersiz yüzünde geniş bir
gülümsemeyle ilerliyor ve masanın arkasındaki, muhtemelen onu görünce ayağa
kalkmış adamla tokalaşıyor. İşte ben de bu sırada yeni muhtemel patronuma
bakıyorum.
Tesadüflere inanmam. Bana göre başımıza gelen her şeyin bir sebebi
vardır. Biz bilsek de bilmesek de. Attığımız her adım, kendimize çizdiğim her
yol bizi bir yerlere götürür ve kimse hayatımıza tesadüfi olarak dâhil olmaz.
Bir saniye öncesine kadar bu şekilde düşünüyordum. Fakat şimdi, masanın
arkasındaki adamı görmemle ve yıldırım çarpmışa dönmemle birlikte bunu
sorguluyorum. Çünkü, hadi ama, bu karşımdaki dün gece erkekler tuvaletinde
karşılaştığım adam! Ve hayatıma dahil olmasının bana kazandıracağı tek şey ne
biliyor musunuz; rezillik!
Adamla karşılaştığım anda olduğum yerde çakılıp kalıyorum. Değil bir
adım atmaya nefes almaya bile güç bulamayacak kadar şaşkın ve dehşete düşmüş
bir haldeyim. Birkaç defa gözlerimi kırpıştırıp doğru görüp görmediğime emin
olmaya çalışıyorum fakat değişen bir şey olmuyor; karşımdaki hala erkekler
tuvaletindeki adamın suratı.
Ancak Arın eniştemin kolumu tutup beni hafifçe kendine çekmesiyle ve
bana doğru hafifçe eğilip "Nisan, bu Yiğit Kuzey Erarslan," diye
adamı tanıtmasıyla kendime geliyorum.
Gülümsemeye çalışıp saçma bir baş selamı veriyorum. Neredeyse biliyorum
ben bu adamı, diyecekken zar zor dilimi tutuyorum. Çünkü bunu söylersem
muhtemelen eniştemle aramızda şöyle bir diyalog geçecek;
"Nereden tanıyorsun?"
"Pisuarlardan."
O yüzden dilime sahip çıkarak bizi olası bir rezalet senaryosundan
kurtarmaya çalışıyorum. Hem belki adam beni hatırlamıyordur? Her gün erkekler
tuvaletinde bir kızla karşılaşmadığına eminim ama on saniye bile aynı ortamda
bulunmadık nihayetinde. Belki kötü bir hafızası vardır. Belki biz buraya
girmeden önce yere düşüp kafasını çarpmıştır ve kısa süreli hafızası
silinmiştir. Tanımadığım insanlar için kötü şeyler dilemem ama bu kötü bir
dilek değil, ikimizin de iyiliği için!
Fakat göz göze geldiğimiz anda bunların hiçbirinin gerçekleşmediğini,
adamın hala çok sağlıklı olduğunu ve dün geceyi çok net hatırladığını
anlayabiliyorum. Çünkü bana resmen uzaylı görmüş gibi bakıyor. Sanki tüylü
kulaklarım, sivri dişlerim varmış ve rengim yeşilmiş gibi. Eniştem burada
olmasaydı onu, bana bu şekilde baktığı için bir güzel azarlayıp kendini
yeterince kötü hissettirdikten sonra tuvalet bahsini kapatmayı sağlayabilirdim
ama eniştem burada ve benim tek yapabildiğim gülümsemeye çalışmak.
"Kuzey, bu güzel hanım da benim baldızım Nisan."
Eniştem beni kısaca takdim ettikten sonra adının Kuzey olduğunu
öğrendiğim adam kibarca gülümsüyor. Fakat hala temkinli. "Memnun
oldum," diyor ama ben bundan biraz şüpheliyim doğrusu. Oldun mu gerçekten
Kuzey? Şahsen ben hiç olmadım.
Ne yapacağımı bilemez halde öylece dikilirken nihayet eniştem masanın
ön tarafındaki tek kişilik koltuklardan birini işaret ediyor ve ben de
oturuyorum. Sakinleşmeye ve beynimdeki korkunç uğultuyu azaltmaya çalışırken
eniştemle Kuzey arasında gelişen sohbete odaklanamıyorum ve ne konuştuklarından
habersiz bir şekilde onlara bakıp gülümsüyorum. Şuan Ortadoğu'daki bir
felaketten bahsediyor olabilirler ve ben buna gülümseyerek tepki veriyor
olabilirim. Hatta şuan Kuzey, Arın enişteme tuvaletteki olayı anlatıyor
olabilir ve ben gülümsüyorum!
Durumun daha fazla kontrol çıkmasının bana bir şey kazandırmayacağını
kavradığımda hızlıca toparlanıyorum ve ne konuştuklarına odaklanmaya gayret
ediyorum.
"İşte böyle," diyor eniştem. "Senin asistan aradığını
biliyorum ve Nisan'ın da bir işe ihtiyacı var. İkiniz için de güzel bir
fırsat."
Ya. Ne demezsin. Canım eniştem benim.
Kuzey, eniştemin fark edemeyeceği imalı bakışlarını bana yöneltiyor.
Paranoyak olduğumu kabul etmiyorum, en azından şu an bu konumdayken değil. Bu
adam karşımda tam da tuvalette karşılaştığımız anı ve benim umursamazlığımı
düşünüp eniştemin teklifiyle aynı terazide tartıyor. Acaba söylesem mi, diye
kendi kendini yiyip bitiriyor. Ben neredeyse kendimi odanın ortasına atıp
dizlerimin üzerine çökeceğim ve bu adamla erkekler tuvaletinde karşılaştığımızı
bağırarak itiraf edeceğim. Böylece bu odadaki herkesi bu saçma durumdan
kurtarabilirim belki.
Ya da Kuzey bunlardan hiçbirini düşünmüyor, sadece sakince teklifi
değerlendiriyor da olabilir. Dediğim gibi paranoyak düşüncelere kapıldığımı
reddediyorum.
Gergince geçen birkaç saniyenin ardından Kuzey gülümsüyor. Ama öyle
içten bir gülümseme değil. Olaylara politik yaklaşan iş adamı gülümsemesi bu.
Ve enişteme dönüp "Harika düşünmüşsün," diyor. Arın Arıkan bu adama
nasıl bir iyilik yaptı bilmiyorum ama gerçekten büyük bir şey olmalı. Çünkü
içinde bulunduğumuz şu durumun harika bir yanı asla yok.
"Tamam o zaman," diyor eniştem neşeyle. İyi bir şey yaptığını
düşünüyor zavallım. Beni yerin yedi kat dibine gömdüğünden haberi yok.
"Yarın Nisan iş başı yapabilir. Bu akşam sen onu maille işine dair
bilgilendirirsin ve hemen yarın başlar!"
"Bu," deyip duraklıyor Kuzey ve bana kaçamak bir bakış
attıktan sonra o politikacı iş adamı gülümsemesiyle ekliyor. "Harika
olur."
Gerçekten Kuzey, bir ara sözlüğü açıp harika kelimesinin anlamına
bakmalısın.
"O zaman bize müsaade," diyerek ayaklanıyor Arın eniştem.
Tabi ben de. Kısa bir vedalaşma faslının ardından ofisten ayrılıyoruz. Benim
ağzımı hala bıçak açmıyor. Koridoru yürüyerek geçiyoruz. Asansöre bindiğimizde
bir an aynada Arın eniştemin suratıyla karşılaşıyorum. Ve onun otuz iki diş
sırıttığını gördüğümde yüzümüzü kapıya doğru dönerken bakışlarımı ona
çeviriyorum.
"Neden sırıtıyorsun?"
"Sendin, değil mi?"
Sorusuyla bir anlığına afallıyorum. "Kim bendim?" Dünyanın en
felsefik sorusunu yönelttim şu an enişteme.
"Davette," diyor sırıtışı genişlerken. "Erkekler
tuvaletindeki pembe elbiseli kız."
Bir an başımdan aşağı kaynar suların döküldüğünü hissediyorum.
Şaşkınlığım, telaşım ve öfkem gözümü bürüyor. Ve dişlerimi sıkarken
"Biliyor muydun?" diye tıslıyorum.
Sırıtması azıcık bile küçülmezken başını sallıyor. "Evet. Bir Ekiz
değilse, öbür Ekiz'dir."
"Çok kötüsün," diyorum. Sonra dudaklarımdan öfkeli bir inleme
dökülüyor. "Çok kötüsün Arın Arıkan. Beni nasıl burada çalışmak zorunda
bırakırsın?"
Bu sırada asansör giriş kata geliyor ve kapılar açılıyor. Eniştem
inmeden önce bana yan bir bakış atıyor. "Bu fırsatı kaçırmamı
beklemiyordun, değil mi?" Bunu söyledikten sonra elleri pantolonunun
cebinde, kataloglardan fırlamış bir model gibi görünmeyi başararak yürümeye
başlıyor. Ben de hemen arkasından ilerliyorum. Fakat sinirim birazcık bile
azalmış değil. Eğer ben de Nisan Ekiz'sem, sana bunu ödeteceğim Arın Arıkan.
2.BÖLÜM
Bugün yeni işimin ilk günü. Nasıl da hoş değil mi? Beni erkekler
tuvaletinde gören ve muhtemelen deli olduğumu düşünen bir adamla çalışacağım.
Bu size bir şeyleri çağrıştırıyor mu? Böyle eskilerden bir şeyleri hatırlatıyor
mu? Ya da birilerini? Evet, evet! Ablamla eniştem! Doğru bildiniz!
Ah! Zamanında ablamla o kadar dalga geçtim ki şimdi beynimin içinde bir
ses bu olanları hak ettiğimi söylüyor. Fakat o sese pabuç bırakacak mıyım?
Asla! Ablam bir erkekler tuvaletinin penceresinden düşerek -bununla nasıl alay
etmeyebilirim?- hayatının aşkını buldu, bense bile isteye erkekler tuvaletine
girerek şeyi... Yeni patronumu buldum? Hayat ablamla bana kesinlikle eşit
davranmıyor. Eğer davransaydı muhtemelen tuvalette Doğu'yla karşılardım, değil
mi? O da benim renkli kişiliğimi fark edip bana bir kere daha âşık olurdu.
Evlenip ölene dek mutlu yaşardık.
Ama hayır! Ben altıma kaçırmamak için daldığım tuvalette esmer, uzun
boylu, yakışıklı bir herifle karşılaştım!
Tamam, böyle söyleyince biraz nankörlük ediyormuşum gibi oluyor ama ben
esmer, uzun boylu, yakışıklı herifi istemiyorum. Ben Doğu'yu istiyorum. Bu
sebeple bu tuvalet meselesinin gerçekleşmiş olması benim için tek bir anlam
taşıyor; rezil olduğum bir adam için çalışacağım. Ve bunu nasıl yapacağıma dair
hiçbir fikrim yok. Daha önce hiçbir işte çalışmadım. Kimsenin asistanlığını
yapmadım. Benden ne isteneceğini bilmiyorum.
Ona şekersiz filtre kahve mi getireceğim?
Beraber dosyalara mı göz atacağız?
"Affedersiniz Kuzey Bey, bunları imzalamanız gerekiyor,"
diyerek odasına mı dalacağım? Telefonlarına mı bakacağım? "Kuzey Bey şu
anda meşgul. Bir notunuz varsa alayım?" Kendimi bu sahnelerden herhangi
birinde hayal etmeye çalışıyorum ama olmuyor. Aklımda canlanan görüntülerin
hiçbiri bana olası gelmiyor. Hepsine yüzümü buruşturarak memnuniyetsiz bir Nur
Yerlitaş bakışı fırlatıyorum. Bizimle değilsiniz Kuzey Bey.
Bir an işe gitmeyip evime geri dönmeyi düşünüyorum ama bunu yapamam
çünkü a) aksi takdirde Trabzon yolları taştan b) Arın enişteme -bütün
hainliğine rağmen- ayıp olur. Bu yüzden ses çıkarmadan otobüs koltuğunda
oturmalı, yanımdaki teyzenin bana yapışmış olduğu gerçeğini görmezden gelmeli
ve ineceğim durağı kaçırmamalıyım.
Derin bir nefes alıp bakışlarımı yola çevirirken Kuzey Erarslan'a nasıl
davranacağımı düşünüyorum. Acaba bu tuvalet meselesini konuşup halletmeli miyim
yoksa görmezden gelirsem unutulup gider mi? İşe profesyonelce yaklaşmalıyım
fakat bunu nasıl yapabilirim bilmiyorum. Başka birinin bildiğini de sanmıyorum.
Ah, aslında birinin bildiğine eminim. Mayıs Arıkan. Fakat o da benimle
o kadar çok dalga geçiyor ki ondan akıl almam imkânsız. Hatta bırakın akıl
almayı, eğer yeğenime hamile olmasaydı onu ve hain kocasını elektrikli
testereyle parçalara ayırabilirdim. Pis Arıkanlar! Hepsine uyuz oluyorum. Henüz
bir fetüs olan yeğenim hariç.
Otobüsten ineceğim durağa geldiğimde ayaklarım adeta geri geri gidiyor
ama bu bile ilerlememe engel olmuyor. İniyorum, kendimle çetin savaşlar vererek
ilerliyorum ve şirketin önünde duruyorum. Birkaç dakika manasız bakışlarım o
kocaman 'Erarslan' tabelasında oyalanırken ablamın da böyle hissedip
hissetmediğini düşünüyorum. Arın eniştemle çalışmak zorunda kaldığında o da
kendini sudan çıkmış balık gibi hissetmiş miydi? Hiçbir şey başaramayacağı için
korkmuş muydu? Koşarak hayatından uzaklaşmak istemiş miydi? Benimle dalga
geçmeye ara verdiği zaman bunları ona soracağım. Fakat şu an tek yapabileceğim
ilerlemeye devam etmek.
Eh, öyle de yapıyorum. Dizlerime kadar inen elbisemin dar eteğinin izin
verdiği ölçüde hızla ilerleyerek içeri giriyorum ve güvenliğe adımı söyleyip
geçtikten sonra asansöre yöneliyorum. En üst kata çıkarken paniğimi kontrol
altında tutmak için kendi kendime şarkılar mırıldanıyorum. Dedi naber? dedi ne
haber? dedim iyidir. dedi ee dedi, dedim nee, dedi iyidir. dedim 'ne dedin?',
dedi 'ne dedin?'. kim dedim dedi, kim ne dedi dedi...
O kadar gerginim ki bulabildiğim en mantıklı parça bu oluyor, evet. Ama
her şeye rağmen işe yarıyor, saçmalığım gerginliğimin seviyesini geçiyor ve
asansörden inerken kendimi biraz gevşemiş hissediyorum.
Boş koridorda hızlı adımlarla ilerleyip Kuzey Erarslan'ın odasının tam
önündeki masaya yerleşiyorum. Kuzey bana dün gece bir bilgilendirme maili atıp
masamı, bilgisayarımın şifresini ve gerekli olan diğer birkaç şeyi söylemişti.
O yüzden yerime yerleşirken tereddüt etmiyorum. Sandalyeme oturuyor, çantamı
masanın üstüne bırakıyor ve bu arada bilgisayarın düğmesine basıp açılmasını
bekliyorum. Bilgisayar açılınca şifreyi giriyorum ve karşıma çıkan masaüstü
ekranına gülümsüyorum. İşteki ilk dakikalarımı başarıyla atlatmış olmanın haklı
gururu var içimde!
Bir süre sırıtarak ekrana baktıktan sonra garip bir boşluk duygusuna
kapılıyorum. Eee şimdi ne yapacağım? Yani bir şey yapmam gerekiyor değil mi?
Böyle boş boş ekrana bakmak için işe alınmadım herhalde. Dudaklarımı büzüp
kaşlarımı çatarken yapacak başka bir şeyim olmadığı için arama motorunu
açıyorum. Asistanlar ne iş yapar enter.
Tüm Yönleriyle Yönetici Asistanı adlı bir başlıkla karşılaşınca
düşünmeden tıklıyorum. Karşımda aniden dört kolu olan, sarışın, gözlüklü bir
kadın beliriveriyor. Bir eliyle telefonu kulağına tutarken diğeriyle
bilgisayarını taşıyor, bir diğeri hesap makinesini kavramışken öbürünü saatine
bakmak için kullanıyor. Pekâlâ, biraz ürkütücü bir tablo. Ama telaşa kapılmadan
devam ediyorum ve imleci aşağı kaydırıyorum.
"Kariyer sitelerine şöyle bir baktığınızda, o kadar çok
"yönetici asistanı aranıyor" ilanına rastlarsınız ki; bütün şirketler
bu pozisyon üzerine kurulu sanırsınız. Ki bu çok da yanlış bir düşünce değil.
Zira bu pozisyon, öyle yabana atılmayacak derecede dikkat, kurnazlık ve beceri
gerektirir. Tek işi, toplantı randevularını ayarlayıp, sabahtan akşama kadar
telefonda birileriyle konuşmak sanılan asistan, yeterince iyiyse ilk altı ay
sonunda patronun iş ve sosyal hayatının vazgeçilmezi, bir sene sonra ise şirkette
herhangi birinin koltuğunun sinsi rakibi olacaktır. Peki akıllı bir asistan
kartlarını nasıl oynar, nasıl yükselir?"
Kaşlarımı yukarı kaldırarak ekranda yazanlara 'dostum sen ne dediğinin
farkında mısın?' bakışı atıyorum. Ben, Nisan Ekiz, henüz okulunu bitirmemiş,
diplomasını almamış bir üniversite öğrencisiyim. Ben üç milyar yedi yüz elli
milyon milyar ben birinin koltuğuna nasıl gözlerimi dikeyim? Gözlerim kör olur,
maazallah. Aklım şaşar, deliririm. Kaldı ki patronumun vazgeçilmezi falan olmak
da istemiyorum. Tek istediğim Doğu'nun vazgeçilmezi olmaktı ama onun için de ne
yazık ki artık çok geç...
Derin bir iç çekip göğüs kafesime yayılmaya başlayan üzüntü absorbe
etmeye çalışırken imleci biraz daha kaydırıyorum.
"İşe henüz yeni başladıysanız, müdürünüze kendinizi
sevdireceksiniz diye gereksiz sululuklar yapmayın. İşe telefonlara bakmakla
başlayın. Telefon konuşmaları sırasında izleme şansınız varsa, müdürü takip
edin. Diyelim ki Ahmet bey her aradığında konuşma en az 45 dakika sürüyor ve bu
konuşmalardan sonra şeker gibi olan müdürünüzün tansiyonu çıkıyor. Ahmet bey
her aradığında, telefonu bağlamadan önce müdüre "Ahmet bey arıyor ama
isterseniz yok diyebilirim" gibi duyarlı hallere girin. Ahmet bey
telefonundan sonra odasına bitki çayı götürün. Sevmiyor mu? Alışacak! Kahve
molalarından sonra boş elle dönmeyin. Yönetici adam evinde suyu bile ayağına
ister."
Ulan dünyaya yönetici olarak gelmek varmış be! Günün ikinci Nur
Yerlitaş bakışını dünyanın tüm yöneticilerine armağan ederken masamın
üzerindeki küçük not kâğıtlarından birine uzanıyorum ve 'işe telefonlara
bakmakla başla' diye not ediyorum. 'Sanırsın ki patronun paşa torunuymuş gibi
davran. Onu küçük, tatlı sürprizlerle şımart. Çünkü yöneticiler genelde biraz
dallama oluyormuş.'
Gerekli notları aldıktan sonra yazının geri kalanını okumaya dönüyorum.
"Müdürünüzün üzerinde çalıştığı proje hakkında araştırma yapın. Öyle benim
işim değil diye geçiştirip, işe odun gibi gidip gelmeyin. Toplantılarda çok
fazla söz alamıyorsanız da, herkesin sessiz kaldığı anları yakalayın ve
araştırmalarınızda küçük örnekler verin. "Sen nereden biliyorsun?"
gibi sorulara, "Üç gündür bütün Çin borsasını hatim ediyorum" diye
atlamayın. "Üniversitedeyken bu konu üzerinde bir projede
çalışmıştım" gibi daha havalı cevaplar verin."
Pekala. Havalı cevaplar. Bunu da kâğıda not ediyorum. Ve bu sırada
aklımdan verebileceğim havalı cevapları geçiriyorum. Mesela ne diyebilirim?
Gözlerimi kısıp yandan bir bakış atarken 'Ne sandın yakışıklı? Bizim de
kendimize göre maharetlerimiz var' desem biraz ağır mı kaçar? Sanırım. Her
neyse, bunun üstünde biraz çalışmam gerekecek.
"Unutmayın ki; siz onun yedek hafızasısınız. Evlenme yıldönümü,
çocuğunun okul taksitinin son günü, akşamki yemek rezervasyonunun saati, evdeki
bakıcının BAğ-KUR ödemeleri, kolesterol ilacının saati... Hep siz bilip, siz
hatırlatacak, hatta bir süre sonra direkt siz yapacaksınız. Bu durumun en büyük
handikabı; bir süre sonra müdürünüz ve eşi arasında köprü görevi üstlenmeniz
olacaktır. Müdür eşleri sevimsiz olmaları yetmiyormuş gibi; bu kadınların
mobilya dertleri hiç bitmez. Devamlı eşya değiştirir, seçtiği hiçbir mobilya
eve gelince hayal ettiği gibi durmaz, masa salona sığmadı diye salonun
duvarlarını yıktırır, ustalarla kavga eder, sürekli yanlış ölçü alır. Bu büyük
dertlerini artık kimse dinlemediği için, sizi kendine kurban seçecek ve size
geometriyi baştan öğretecektir. Hazırlıklı olun."
Yo dostum, yo. İşte bu biraz fazla. Çünkü benim hafızam zaten 2 GB.
Bana zor yetiyor. Yeni bilgiler ezberleyebilmek için tatil resimlerimi silmek
zorunda kaldım geçenlerde. Bir de Kuzey'in dıdısının dıdısıyla mı uğraşacağım?
Hem bana ne el alemin özel hayatından? Bana sordun mu hiç, sen köprü olmak
istiyor musun milletin aile yaşamında diye? Ayrıca bu yazıyı yazanın patronunun
eşiyle büyük bir derdi var galiba. Bütün yönetici eşlerini iki satırda harcadı
maşallah. Neyse, zaten henüz Kuzey'in evli olup olmadığını bile bilmiyorum ama
inşallah değildir. Evliyse de umarım boşanır. Çünkü ben gerçekten bunlarla
uğraşamam. Yazının devamına göz atmak üzereyken duyduğum ayak sesleriyle kafamı
kaldırıyorum. Bir an Kuzey mi geldi diye heyecanlanırken karşımda Kuzey'le hiç
mi hiç alakası olmayan orta boylu, gür siyah saçlı, kalın çerçeveli gözlükler
takan toy bir çocukla karşılaşıyorum. Ona bakarken ister istemez gözlerimi
şaşkınlıkla kırpıştırıyorum çünkü çocuk düz sarı bir tişörtün altına yeşil bir
pantolon giymiş. Ayakkabıları ise yıpranmış, beyazdan griye dönmüş spor
ayakkabılar. Kolunun altına bir dizüstü bilgisayar sıkıştırmış karşımda öylece
dikiliyor. Koyu renklerle döşenmiş bu yönetici katına o kadar ait değil ki
uzaylı görmüş gibi kalakalıyorum. "Merhaba," diyor, benim aksime
gülümseyerek.
'Aman Allah'ım konuştu!' diye bağırıp koşarak uzaklaşmak istesem de
içimdeki UFO gören masum köylüyü bastırarak "Merhaba," diye karşılık
veriyorum. "Nasıl yardımcı olabilirim?" Gülümsemesi genişlerken hızlı
adımlarla bana yaklaşıyor ve "Sen şu yeni kızsın galiba. Ben Alp. Bilgi
işlemden," derken elini uzatıyor.
Bir eline bir Alp'e bakıyorum ardından kibarca gülümseyerek
parmaklarının ucundan tutarak hafifçe elini sıkıp bırakıyorum. "Nisan ben
de. Şeyden. Şey... Asistanım işte." Sırıtıyor. Dudakları biraz daha
genişlerse kafasının üst kısmı koparak bedeninden ayrılacak diye korkuyorum
doğrusu. "Iıı şey... Memnun oldum Nisan. Şey buraları gezdirecek birine
ihtiyaç duyarsan yani, duymazsın da olur da şey olursa falan ben hep
buralardayım yani. Bilgi işlemdeyim. Alp diye sorsan herkes şey yapar, gösterir.
Beni."
"Pekala, Alp," dedikten sonra gülmemek için dudaklarımı
birbirine bastırıyorum. "Şey olursa sana şey yapacağım emin
olabilirsin."
Alp küçük, utangaç bir kahkaha atıyor. Sevimli bir hareketle elini
saçlarının arasından geçirirken "Çok fazla şey dedim, değil mi?" diye
soruyor.
Gözlerimi irileştirerek başımı sallıyorum. "Hayatımda duyduğum en
şey konuşmaydı." Tekrar gülüyor ve kafasını iyi yana sallıyor. "Kafa
kızsın, sevdim seni."
Kafa kız. Evet. Bugüne çok çeşitli iltifatlar aldım. Güzel, sevimli,
sempatik, eğlenceli vesaire... Fakat ilk kez biri bana 'kafa' diyor. Ve ben
buna nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum. Yani biri size 'kafa' olduğunuzu
söylerse ona karşılık olarak ne dersiniz ki? "Sağ ol," diyorum ben
çekingen bir tavırla. Sonra 'eyvallah' dercesine dudaklarımı büzüp hafifçe
burnumu çekiyorum, hani şu havalı adamların yaptığı gibi. "Kafayımdır,
genelde bana hep kafa kız falan derler."
"Şaşırmadım," derken sırıtıp elini ileri uzatarak işaret
parmağıyla beni gösteriyor ve kafasını hafifçe sağa eğiyor Alp. Hani rapçiler
gibi. Yov yov. "Neyse, Nisan. Sonra görüşürüz. Ben şimdi kaçıyorum. Birkaç
pcye format falan atacağım, alt kattaki iş bilmezler hard disklerin canına
okuyorlar. Bir el atmam lazım. Şey yaparız senle sonra, konuşuruz tekrar."
Havalı olması gerektiğini düşündüğüm ama garip bir biçimde saçma görünen el
selamının ardından Alp bütün garipliğini de beraberinde götürerek masamdan uzaklaşıyor.
O gidince ister istemez arkasından kıkırdıyorum. Biraz tuhaf bir çocuk olduğu
su götürmez bir gerçek, yine de ondan hoşlandığımı düşünüyorum. Bunun nedeni,
aylar sonra bana arkadaşça yaklaşan tek insan olması da olabilir tabi.
Tam tekrar bilgisayarımdaki yazıya dönmeye niyetleniyorum ki ikinci bir
ayak sesi araya giriyor. Fakat bu defa başımı kaldırdığımda Alp'i ya da başka
garip herhangi bir insanı görmüyorum. Bütün heybetiyle Yiğit Kuzey Erarslan'la
karşılaşıyorum. Biraz önce yanımdan ayrılan çocuğa karşın şu an bana
yaklaşmakta olan adam tam olarak bu yere aitmiş gibi görünüyor. Uzun boyu,
geniş omuzları, kaslı kollarıyla harika bir görünüme sahip olan bedenini
simsiyah bir kumaş pantolon, bembeyaz bir gömlek ve pantolonuyla aynı renkte
bir ceket örtmüş. Bordo kravatı muntazam bir biçimde boynunda sarkıyor. Gür,
koyu kahverengi saçlarını sağa doğru taramış ama dağınık kalsalar daha çok
yakışacağına dair hislerim var. Çatılmış kaşlarının ciddi bir görünüm verdiği
esmer yüzünde hiç de yumuşak bir ifade taşımayarak bana yaklaşıyor. Yaklaşıyor.
Yaklaşıyor.
Tam önümde durduğunda beni burada görmekten pek de hoşlanmıyormuş gibi
sıkıntılı bir sesle "Günaydın," diyor. Eminim şu an Arın Arıkan'la
tanıştığı güne lanet ediyordur. Eh, çok da haksız sayılmaz.
"Günaydın," diye cevap veriyorum aynı soğuk tavırla. Sonra
yapmacık bir şekilde gülümseyerek ekliyorum. "Kuzey Bey."
"İlk günün hayırlı olsun," derken bakışları 'umarım aynı
zamanda son günün olur' der gibi yüzümde dolaşıyor. "Sanırım attığım maili
okumuşsun."
"Teşekkür ederim," diye cevap verirken duruşu
dikleştiriyorum. "Evet, okudum."
"Pekala," diyor. "Daha önce tecrüben olmadığı için biraz
zorlanabilirsin, bu yüzden sana fazla yüklenmemeye çalışacağım. Temel şeyleri
kavrasan yeter. Şimdi sana kısaca santral sistemini anlatayım."
Cümlesini bitirdikten sonra masanın etrafından dolanıp yanıma geliyor
ve masanın üzerindeki telefonun ahizesini kaldırarak şirketin santral
sistemini, tane tane, hiç acele etmeden anlatıyor. Bitirdiğinde ise bakışlarını
yüzüme çevirip "Anlayabildin mi?" diye soruyor.
"Evet," deyip yapmacık bir şekilde gülümsüyorum yine.
"Emin misin?"
Bana bakan siyah gözlerinin şüpheyle kısıldığını hissediyorum.
Yakışıklı siması zihninden geçenleri ortaya dökecek şekilde ciddileşiyor. Elini
koyu renk sakalların örttüğü keskin çenesine götürüp sıvazlıyor. Bana bakıp ilk
bakışta karar veren herkes gibi bu işin altından kalkamayacağımı düşünüyor.
Çünkü güzel giyinen ve parlak sarı saçlara sahip olan bir kız ne kadar zeki
olabilir ki, değil mi? Aptal bir sarışın bu işin altından nasıl kalkabilir?
İçimde aniden ona karşı büyük bir öfkenin kabardığını hissediyorum.
Bilgisayarın başına oturup bütün gün çalışarak kendimi ispatlama ardından da o
bilgisayarı Yiğit Kuzey Erarslan'ın güzel suratına geçirme arzusuyla adeta
yanıp tutuşuyorum. Ama tam bunu yapmaya niyetlenirken aklıma bambaşka bir şey
geliyor.
Ben niye bu adamın işini kolaylaştırıyorum ki? Niye ona dünyayı gerçek
manada zindan etmek varken tam tersini yapıyorum? Madem bir 'aptal sarışınla'
uğraştığına çoktan karar vermiş ona niye beklediği azabı tattırmıyorum?
Yüzüme yayılan sinsi gülümsemeyi anında cilveli bir renge boyuyorum ve
Şeker Kız Candy sesimi kullanarak "Affedersiniz Kuzey Bey," diyorum.
"Aslında bu santral sistemi bana biraz karışık geldi. Numaralar falan...
Bilirsiniz sayılarla pek iyi değilimdir. Bir kere daha açıklayabilir
misiniz?"
Önce şaşkınca, gözlerini hızlı hızlı kırpıştırarak suratıma bakıyor.
Ardından sabırla iç çekip sözlerini tekrar etmeye başlıyor. Bu sırada gülmemek
için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kalıyorum. Ayrıca durduk yerde
saçlarımı savurup düzelterek ve arada tırnaklarımı kontrol ederek onu ekstra
kızdırmayı da ihmal etmiyorum.
İlk söylediğinde zaten anlamış olduğum -hah, çok ilginç ama öyle- bir
dizi talimatı sıraladıktan sonra üç yaşındaki bir çocukla konuşuyormuş gibi
"Şimdi anladın mı?" diye sorduğunda tereddütle dudaklarımı büzüyorum.
"Sanırım anladım," diyorum. Sarı saçlarımın bir tutamını
işaret parmağıma dolayıp başımı eğiyor ve ona en sevimli, en saf aptal sarışın
bakışımı atıyorum. "Yine de karıştırırsam sizi yardıma çağırırım."
Büyük, aptalca ve fazla hevesli bir sırıtışla yüzüne bakarken Kuzey'in diz
çöküp ağlamak istediğine yemin edebilirim. Neredeyse gözleri doluyor ve neden
diye bağırarak kendini yere atmasına ramak kalıyor sanki. Ama elbette bunu
yapamıyor. Sadece derince bir iç çekip "Tabi ki," diyor boğuk bir
sesle. "Ne zaman yardıma ihtiyacın olursa." Yüzüme yapıştırmış
olduğum fazla geniş sırıtışıma endişeli bir bakış attıktan sonra beni arkasında
bırakarak ofisine geçiyor. O gittiğinde içimde tuttuğum kahkahayı daha fazla
tutamadan koyuveriyorum. Hayatının en büyük hatalarından birini yaptın Kuzey
Erarslan. Nisan Ekiz'i hafife almayacaktın!
***
3.BÖLÜM
"..öyle olunca biraz canım sıkıldı anlarsın ya. Ben de oyuna girip
feedleyeyim dedim. Rengar alıp kilitledim. Ve dedim ki, ben adcyim. Fakat sonra
güzel şeyler olmadı. Takım bana biraz... Sert konuştu diyelim. Sinirlendim.
Nasıl sinirlenmem? Sonra bir de biri var işte, sen tanımazsın. Oyundan çıktı.
Daha çok sinirlendim. İkinci lobide first pickti, aynı şerefsizliği yapmıştı
ama bir sefer haber vermedi. Neyse oyuna girdim. Yavaş yavaş planı uygulamaya
başladım. Sihirdar vadisindeydim. Jungle itemleri ad rünü AP kabiliyetiyle adc
bota indim. Sonra rakip takımdan beş honor, kendi takımımdan 4 report ve derin
bir kulak çınlaması..."
Dirseğimi masaya, çenemi de avucumun içine yaslamış vaziyette tek
kaşımı yukarı kaldırmış bir şekilde tanımlanamaz bakışlarla Alp'i dinliyorum.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki konuşmaya ilk başladığında -ki bu yaklaşık yarım
saat öncesine tekabül ediyor- bir oyundan bahsettiğini bilmiyordum. Ve bir
adamı kestiğini söyleyince belki bir miktar dehşete düşmüş olabilirim. Fakat
çok geç olmadan bağımlısı olduğu bir online oyundan bahsettiğini kavradım ve bu
yeni, tuhaf arkadaş adayımın katil olmadığına epey sevindim. Çünkü her ne kadar
anlamadığım şeylerden bahsediyor olsa da, garip giyinse de, sürekli eliyle
gözlüğünü düzeltme ihtiyacı hissetse de Alp'i cidden hoşlandım. Öğle yemeğine
indiğimde beni yalnız bırakmayıp yanıma gelmiş olması -ki takılabileceği birkaç
inek arkadaşı olmasına rağmen- ve bana sarkmadan yalnızca arkadaşça
diyaloglarla halimi hatırımı sorması bunun en büyük etkeni. Samimi bir tavrı
var. Neden benle arkadaş olmak istediği konusunda hiçbir fikrim olmamasına
rağmen bundan asla şikâyetçi değilim. Gerçekten. Bütün gün oturup hiç anlamama
rağmen anlattığı oyunları dinleyebilirim.
"Bu... Kötü olmuş. Sanırım..." Kendimden emin görünerek
konuşmaya çalışsam da konuya dair hiçbir şey bilmediğim için kendinden emin
görünmeye çalışan bir şapşala benziyorum.
Fakat Alp anlayışla sırıtıyor. "Çabuk kapıyorsun. Baya zeki
kızsın," derken havalı olması gereken bir şekilde göz kırpıyor ama ne
yazık ki yalnızca garip oluyor. Ve inkar edilemez bir biçimde sevimli. Garip +
sevimli = Alp.
"Bunu bir de patronuma söyle," diyorum gözlerimi devirirken.
"Kendisi beni gerizekalı zannediyor."
Bakışları şaşkınlıkla irileşiyor. "Kuzey Bey mi?"
Hızla başımı sallıyorum. "Aynen öyle. Kuzey Bey. Yani ben de böyle
düşünmesi için biraz sebep vermiş olabilirim ama... Ama her şeyi o
başlattı."
"Nasıl yani?"
Bir süre ses çıkarmadan tabağımdaki köfteyi çatalımın kenarıyla -yani
Türk usulü, parçalara ayırıyorum. Dudaklarımı büzüp yaramazlık yapmış da azar
işitmekten yırtmaya çalışan çocuklar gibi sevimli bir ifade takınıyorum. Ve
derin bir nefes alıp tabağımdaki yemeğe işkence etmeye son vererek anlatmaya
başlıyorum.
"Bak şimdi, ben bu işi torpille aldım tamam mı?"
"Biliyorum," diyerek daha başlarken lafımı kesiyor Alp.
"Aslına bakarsan herkes biliyor. Alınma ama böyle bir iş için biraz genç
ve tecrübesizsin."
"Farkındayım fakat mesele bu değil. Torpilimle alakalı bir sorunum
yok. Sorun şu ki Kuzey Bey bana baktı ve... Ve benim aptal bir sarışın olduğuma
kanaat getirdi. Sonra da benimle bir moronla konuşur gibi konuşmaya
başladı." Pekâlâ, bunda tuvalet meselesinin de biraz etkisi olabilir ama
Alp'e bundan bahsedecek değilim. "Ben de madem böyle bir önyargısı oluştu,
onu yanıltamayayım dedim ve kendisini bir miktar çileden çıkarttım. Santral
sistemini üçüncü kez anlatmasını rica ettiğimde tam bir aptal olduğuma kesin
kanaat getirdi." Sözüm bittiğinde Alp'in dehşete düşmüş bakışlarıyla
karşılaşınca "Ama hak etti," diye ekliyorum. "Gerçekten. Kimse
bana aptal sarışın muamelesi yapamaz."
Alp gülmekle dehşete düşmüş olarak kalmak arasında kararsız gibi
görünüyor. Dudakları gülecekmiş gibi kıvrılmış olmasına rağmen bakışları hala o
şok ifadesini taşıyor. "Seni hala kovmadı mı?" diye sorduktan sonra
cevap vermemi beklemeden "Vay canına," diyor. "Torpilin bayağı
sağlam olmalı."
Usul usul kafamı sallıyorum. "Arın Arıkan'ı tanıyor musun?"
"Duymuştum."
"O benim eniştem."
"Vay canına," diyor bir kere daha. "Şanslı kızsın."
Gözlerimi deviriyorum. Evet, patronuyla erkekler tuvaletinde tanışacak
kadar şanslı bir kızım. Ama bu bizim ailede genetik bir durum. Ablamda da var.
Muhtemelen yeni doğacak yeğenimde de olacak. Doğuştan gelmese bile biz ona
öğreteceğiz; olmadık zamanlarda erkekler tuvaletine girip kendisine mutlaka
yakışıklı bir patron bulacak! Sonuçta bu bir gelenek oldu artık ve o da bir
yarı Ekiz.
Saate baktığımda öğle yemeği molasının sona ermek üzere olduğunu
görüyorum. Alp'e kısaca veda ettikten isteksiz adımlarla geri dönüyorum, yani
işimin başına. Asansöre bin, en üst kata çık, masanın başına geç ve aptal gibi
davrandığın için hiçbir işi yapma. Gerçekten çok sıkıcı. Oysa işimi yapıyor
olsam, yani gerçek bir yönetici asistanı olsam epey eğlenebilirdim. Telefonları
sevimli bir sesle cevaplar, arayanlarla kibar kibar konuşur, Kuzey'in
talimatlarını eksiksiz yerine getirirdim. Çok mutlu olabilirdik, anlıyor
musunuz? Birbirimizi tamamlardık ve her şeyin üstesinden gelirdik. Ama o,
bunların hepsini daha başlamadan bitirdi. O aptalca önyargılara kanıp beni bir
çöp gibi zihninde bir köşeye fırlattı. Kalbimi kırdı, gururumu zedeledi.
"Nisan biraz ofisime gelebilir misin?"
Şimdi de hiçbir şey olmamış gibi düşüncelerimin ortasına dalıp beni
ofisime çağırıyor. Peki ben gidecek miyim? Evet, gideceğim. Çünkü zihnimin
içinde bir drama kraliçesi olabilirim ama gerçek hayatta o işler öyle olmuyor.
Her ne kadar istesem de bir filmin esas kızı gibi manasız yere gurur yapıp
arkamı dönüp gidemem. Böyle bir şey yaparsam artık bardağı taşıran son damla
olur ve Kuzey, benim sadece aptal değil aynı zamanda deli olduğuma kanaat
getirip Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları ile acil bir telefon görüşmesi
yapmak zorunda kalabilir.
Bunu istemeyiz.
Kapıdan içeri girerken yüzüme geniş fakat yapmacık bir sırıtış
tutturuyorum. Dikkatli bakıldığında neredeyse korkunç olan bu sırıtışla pür
dikkat beni izleyen Kuzey'e doğru yaklaşıyorum. "Buyurun Kuzey Bey,"
diyorum sevimli bir sesle. "Ne istemiştiniz?"
Gün boyunca epey sinirli ve bıkkın gördüğüm Kuzey bu defa keyifle
sırıtıyor. Buna şaşırıyorum doğrusu. Ve biraz da bozuluyorum. Adamın hayatını
cehenneme çevirebilmek için kendimi telefonda kaç kişiye rezil ettim, biliyor
musunuz? Böyle mutlu olmaması gerekiyor. Hayattan bezmiş olması gerekiyor!
"Ah, bugün bana yeterince yardımcı oldun aslında. Neden şöyle
oturup da anlatacaklarımı dinlerken biraz dinlenmiyorsun. Yorulmuş
olmalısın."
Bir Kuzey'e, bir bana işaret ettiği koltuğa bakıyorum. Bunu birkaç defa
tekrarladıktan sonra arkasından ne geleceğini tahmin edemediğim için usul usul
ilerleyip koltuğa oturuyor ve "Teşekkürler," diyorum. "Ne
anlatacaktınız?"
Kuzey genişçe gülümserken koyu yeşil bakışları hain bir ışıkla
parlıyor. O an, onun ne kadar yakışıklı olduğunu tekrar fark ediyorum. Esmer,
koyu gür saçlı, uzaktan kahverengi sayılacak kadar koyu yeşil gözlü bu adam
siyah takım elbisesinin içinde Hollywood filmlerinden fırlayıp gelmiş gibi
büyülü duruyor. Yalnızca yakışıklı değil, aynı zamanda inkar edilemez bir
cazibesi var. Karşımda durup oyunbaz bir şekilde gülümserken beni de bu
cazibesiyle bir miktar etkiliyor. Ayağa kalkıp onu bu kadar yakışıklı ve çekici
olduğu için alkışlamak istiyorum. Bravo Yiğit Kuzey Erarslan, bravo!
"İlginç bir hikaye," diyor Kuzey arkasına yaslanırken. Bu
sırada gerilen beyaz gömleği gereğinden fazla gelişmiş kaslarını belli ediyor.
Hmm. Buna yorum yapmasam daha iyi olacak sanırım. "Her şey katıldığım
davette fazla bunalınca elimi yüzümü yıkamak için girdiğim erkekler tuvaletinde
başladım."
O-ov! Bu konuşmanın gittiği yönü hiç sevmedim. İçinde 'tuvalet'
kelimesi geçen kelimelere karşı alerjim var. Bak içim kabardı, görüyor musun?
"Tam kalabalıktan sıyrılmış olmanın rahatlığıyla lavabolara
yaklaştığım sırada arkamdaki tuvalet kabinlerinden birinin kapısı açıldı."
Hayır! Açılmadı! Hepsi bir rüyaydı. Yanlış hatırlıyorsun Kuzey. Beynin
sana saçma oyunlar oynuyor. Aldanma. Aldanırsan ölürsün Kuzey, yapma.
"Sonra, işte ilginç kısmı burası, tuvalet kabininden pembe
elbiseli sarışın bir kız çıktı İnanabiliyor musun?"
İnanamıyorum tabi ki, saçmalama. Hiç kız çıkar mı erkekler
tuvaletinden. Olur mu öyle şey akıl var mantık var. Bence sen delirmişsin
Kuzey.
"İlk başta ben yanlış yere mi girdim diye düşündüm, bu yüzden
dönüp pisuarları kontrol ettim. Ve erkekler tuvaletinde olduğuma kanaat
getirince derin bir nefes aldım. Fakat hala yanlış giden bir şeyler vardı.
Pembe elbiseli kızın orada olmaması gerekiyordu."
Yüzümde donup kalmış olan sırıtışımla Kuzey'e öylece bakıyorum. Aynı
zamanda gözlerim doluyor ve yerimden kalkıp uygun adım pencereye doğru
ilerleyip kendimi aşağı atmamak için sebepler arıyorum. Ve bulamıyorum.
Kuzey bir süre yüzündeki alaycı gülümseyişle bana bakmayı sürdürüyor
ama histerik bir halde sırıtıyor olmam onu korkutmaya başlayınca gülümsemesi
silinip yerini endişeli bir ifade alıyor. "Nisan, iyi misin?"
SENCE İYİ MİYİM KUZEY?
Başımı usul usul iki yana sallıyorum. Kuzey'den garip bir gülme sesi
yükseliyor. Sanki gülmemek için direniyormuş ama kendisine hâkim olamıyormuş
gibi.
"Erkekler tuvaletinde ne işin vardı?" diye soruyor bana
ilgili bir sesle.
"Çok sıkışmıştım," diyorum, nihayet yüz kaslarım gevşerken.
"Kadınlar tuvaleti çok doluydu ve üst kata çıkamazdım." Sesimde
acınası bir çaresizlik mevcut.
Suratındaki gülümseme gittikçe genişlerken bunu önleyebilmek adına
dudaklarını birbirine bastırıyor sıkıca. Fakat bir işe yaramıyor. Bastırmaya
çalıştığı gülümseyişi önce sırıtışa ardından koca bir kahkahaya dönüşünce ona
kızgın ve de kırgın bir bakış atıyorum. Komik mi? Kuzey sence bu durum komik
mi?
Bir süre gür kahkahalarla ofisi inlettikten sonra benim huysuz
bakışlarımın refakatinde yavaş yavaş sakinleşiyor. Küçük bir öksürükle gülüşünü
absorbe ederken "Her neyse," diyor.
"Hikayeye devam etmek istiyorum."
Somurtarak on a bakmayı sürdürüyorum. O da bunu olumlu bir işaret
varsayıp anlatmaya kaldığı yerden devam ediyor.
"Ertesi gün ofise geldiğimde, zamanında bana çok büyük bir iyiliği
dokunmuş olan arkadaşım Arın beni ziyaret etti. Hem de kimle birlikte biliyor
musun? Önceki gece erkekler tuvaletinde gördüğüm pembe elbiseli kızla. Ve
benden o kızı asistanım olarak işe almamı rica etti. Böyle bir ricayı geri
çevirmem imkânsızdı; fakat çok fazla ince eleyip sık dokuduğum için hala boş
olan asistan koltuğuma da deneyimsiz, tuvaletleri karıştıracak kadar aklı bir
karış havada birinin oturmasını da istemiyordum. Eh, yine de Arın'a hayır diyemedim.
Ve o kızı işe almayı kabul ettim. Hayatımda verdiğim en doğru karar mıydı emin
olamıyorum."
"Kesinlikle en doğrusu!" diye araya giriyorum kinayeli bir
sesle. Fakat Kuzey imalı bir şekilde tek kaşını kavislendirince tekrar sus pus
oluyorum.
"Bu pembe elbiseli kıza karşı biraz önyargılı yaklaştığımı kabul
ediyorum. Sonuçta kendisiyle erkekler tuvaletinde tanımıştık-"
"Ne yani? Sarışın olduğum için değil miydi?"
Bana dünyanın en aptalca cümlesini kurmuşum gibi bakıyor. "Tabi ki
de sarışın olduğun için değildi," diye itiraz ederken hoşnutsuz bir
şekilde yüzünü buruşturuyor. Yüzünü buruşturduğu halde yakışıklı olabilen ilk
erkeği de o zaman görmüş oluyorum. Analar neler doğuruyor harbiden.
Ben mental olarak konudan uzaklaşırken Kuzey tekrar konuşmaya başlıyor.
"Kıza önyargılı yaklaştığımı kabul ediyorum. Fakat bu önyargımın
doğruluğunu gördüğümde kendimi en yakın camdan atmak istedim. Kız o kadar
aptaldı ki!"
"Ay sensin be aptal!"
Kaşlarını çatıyor ama dudaklarındaki gülümseme de azalmıyor. "Kız
o kadar aptaldı ki," diye tekrar ediyor, beni umursamadığını göstermek
istercesine. "Bir insanın bu kadar aptal olamayacağını fark edip
davranışlarını daha yakından inceledim. Sonra kızın hakkında ufak bir araştırma
yaptım. Eniştesi bana onun zehir gibi bir kız olduğunu, bu işin üstesinden
gelemeyeceğini düşünse asla böyle bir şey istemeyeceğini söyledi. Ablası,
kardeşinin okulda harika bir öğrenci olduğunu, bırakın alttan ders almayı
üniversite hayatı boyunca bütünlemeye bile kalmadığını söyledi. Yani bu kızın
aptal olmadığı yadsınamaz bir gerçekti."
Yadsınamaz kelimesini konuşma dilinde kullandığı için içimden Kuzey'i
tehdit ederken kaşlarımı çatıp duruşumu dikleştiriyorum ve "Her şeyi siz
başlattınız," diyorum. "Eğer bana moronmuşum gibi muamele etmeseydiniz
görüp görebileceğini en iyi asistan olabilirdim."
Bir kere daha gülüyor. Asistanının aptal olmadığını fark edince
dünyalar onun oldu resmen. Ne güzel, küçük şeylerle mutlu olabilen bir adam.
"Haklısın, önyargılı davranmamalıydım. Fakat kabul etmelisin ki
sabah beni tam manasıyla delirttin. Bu kadarını hak etmiş miydim?"
Hiç tereddütsüz cevap veriyorum. "Ah kesinlikle etmiştiniz!"
"Sen diyebilirsin," derken bunu sorun etmediğini belirten bir
el hareketi yapıyor. "Resmiyete gerek yok. İlk karşılaşmamız düşünülünce,
bunun için fazla samimiyiz."
İçimde çığlık atarak ağlama isteği yükselirken gözlerimi deviriyorum.
"Bu tuvalet olayını fazla abartıyorsun," diyorum. "Daha kötüleri
de var. İnan bana. Mesela ablam. O bir erkekler tuvaletinin penceresinden
eniştemin kucağına düşmüştü."
Kuzey bir kahkaha daha atıyor fakat bu defa onu nasıl suçlayabilirim
ki? "Bizde genetik diyorsun yani?"
Aniden gelen -muhtemelen sinirlerim bozulduğu için, gülümseme isteğimi
bastırmaya çalışırken kafamı iki yana sallıyorum. "Olabilir böyle şeyler
diyorum."
Gülüşü azalıp bir gülümsemeye devam ederken "Pekala Nisan,"
diyor. "Aptal sarışın rolüne devam edecek misin? Çünkü eğer devam
edeceksen Arın sana Trabzon'a giden bir otobüs bileti alacakmış-"
Hain enişte!
"-fakat devam etmeyeceksen hala görüp görebileceğim en iyi asistan
olmak için bir şansın var. Ne diyorsun?"
Derin bir çekip dudaklarımı büzdükten sonra "O kadar harika bir
asistan olacağım ki beni çelik kasada saklamak zorunda kalacaksın,"
diyorum.
"Bunu duyduğuma çok sevindim!" Önünde duran bir tomar kâğıdı
bana uzatıyor. "Harika bir asistan olmaya şunlarla ilgilenerek
başlayabilirsin. Birkaç tanesi fakslanacak. Diğerlerini ne yapman gerektiğini
üstlerine post-itlerle not ettim. Kolay gelsin."
Gözlerimi devirme arzumu bastırırken Kuzey'in bana uzattığı kâğıtları
alıyorum. Küçük oyunumun bu kadar erken sonlanması beni biraz hayal kırıklığına
uğratsa da sonunda bu asistanlık işini hakkıyla yapacağım için sevinçliyim. Bu
yüzden odadan çıkmadan önce bana bakan Kuzey'e içten bir şekilde gülümseyip
"Teşekkür ederim," diyorum.
Küçük bir baş hareketiyle karşılık ve ben günün sonuna yaklaşırken bu
şirketteki ikinci arkadaşımı da kazandığımı fark ediyorum. Uzun zamandır öğle
yemeklerini bile tek başına yiyen biri için bir günde iki arkadaş, büyük başarı
ha?
4.BÖLÜM
"Gördün mü," dedim neşeyle ellerimi çırparken. "Sana
dünyanın en harika yönetici asistanı olacağımı söylemiştim!"
Kuzey başını ağır ağır iki yana sallayıp genişçe sırıttı. "Alt
tarafı görüşmek istemediğim birine toplantıda olduğumu söyledin Nisan."
Bu nankörlüğü karşısında hızla kaşlarımı çattım ve yüzümü buruşturdum.
Bu patron milletine yaranmak resmen imkânsız! "Ama burada olduğunu ve
onunla görüşmek istemediğin için yalan söylediğini de söyleyebilirdim."
Benimkilerin aksine onun kaşları hızla yukarı kalktı. Bu hareketiyle
koyu yeşil gözleri belirginleşti ve esmer teniyle gözleri arasındaki uyum beni
bir kere daha şaşırttı. "Ben de seni kovardım," derken rahat bir
tavırla arkasına yaslandı.
Bir saniye boyunca söyleyecek bir şey bulamayınca sessizce durup ona
ters bir bakış aattım. "Bu mantıklı olurdu," dedim. "Ve
acımasızca. Ayrıca hiç destekleyici tavırlar sergilemiyorsun. Çalışanlarına
böyle davranırsan tabi ki işi bırakırlar. Sen de asistansız kalırsın."
Bir kere daha sırıttı; bu kadar güzel sırıtırken sürekli sırıttığı için
onu suçlayamazdım. Üstelik böyle genişçe sırıttığında bembeyaz dişleri ve tatlı
gamzeleri ortaya çıkıyordu. Hem yakışıklıydı hem de gamzeleri vardı. Bence
gamzeler biraz abartı olmuş gibiydi ama yüce Rabbim en iyisini bilirdi. O,
Kuzey'i bu kadar güzel yaratmak istediyse bana laf düşmezdi.
"Aslına bakarsan bir önceki asistanım hamile kaldığı için işi
bıraktı. Yoksa benden gayet memnundu."
"Bence sırf senden kurtulmak için hamile kaldı," derken
ciddiyetle başımı salladım. "Kalbini kırmak istemedi ve hamile kalıp
bebeğini öne sürdü."
Cevap vermeden boş bakışlarla, rahatsız edici bir şekilde bana uzun
uzun baktı. Kahretsin, bu benim taktiğimdi! Beni benim silahımla vurmasına
içerleyip yüzümü buruşturdum. Beni ne kadar yaraladığının farkında mısın Kuzey?
Ben içimden ona trip atarken o, "Ayrıca," dedi alakasız bir
şekilde. "Sen neden burada oturuyorsun? Gidip masanda oturman ve ne
bileyim... Biraz asistanlık falan yapman gerekmiyor mu?"
Aslında haklıydı. Ama bunu bilmesine gerek var mıydı? Hayır.
"Canım sıkılıyor orada," derken en sevimli bakışlarımla baktım
Kuzey'in suratına. "Hem sen de burada boş boş oturuyorsun.
Çalışıyor olman gerekmiyor mu?"
"Aslına bakarsan yapacak bir işim yok şu an," derken
somurttu.
Yüzü asılınca merakla kaşlarımı yukarı kaldırarak "Bu güzel bir
şey değil mi?" diye sordum. "Yani ne güzel, boş boş oturacak vaktin
var. Arın eniştem ablamı çıldırtacak kadar çok çalışıyor. Bir defasında ablam
ağlayarak 'Galiba dosyalarını benden çok seviyor' demişti bana."
Sözlerim üstüne hafifçe gülümsese bile neşesinin yerine gelmediği
belliydi. "Arın o kadar çok çalışıyor çünkü koskoca bir şirketi
yönetiyor," dedi. "Ben sadece yönetici sandalyesinde oturuyorum ve
babam bütün işleri evden halledip bana güvenmemekte ısrar ederken onun gözüne
girmek için fırsat kolluyorum. Arada fark var."
Gözlerimi kocaman açarak Kuzey'e şaşkın bir bakış attım. "Ne
yani?" dedim neredeyse dehşete düşmüş bir sesle. "Şimdi sen yönetici
değilsen ben de yönetici asistanı olmuyorum. Kuzey ben yönetici asistanı değil
miyim? Bunu bana ne zaman söylemeyi planlıyordun acaba? Emekli olurken falan
mı?"
Yine boş bir bakışla suratıma bakarken "Nisan işe daha dün
başladın," dedi. Sesi öylesine tekdüzeydi ki kendimi rencide olmuş
hissettim. Fakat çaktırdım mı? Asla.
"Neden baban işleri sana devretmiyor ki?" diye sordum derhal.
Bu sırada öne doğru eğilip dirseğimi masaya yasladım ve çenemi avucumun içine
yerleştirdim. Kesinlikle güzel, acıklı bir hikâye dinlemeye hazırdım.
Fakat Kuzey umursamaz bir omuz silkişle umutlarımı yerle bir etti.
"Bana güvenmiyor," dedi sıradan bir sesle. "Bunun için ona bazı
sebepler vermiş olabilirim ama bence asıl sorun şirketine aşık olması ve ondan
kopamıyor oluşu."
"Bu kadar mı?" derken Kuzey'e hayal kırıklığına uğramış bir
bakış attım. "Yani sen evlatlık olduğun için ya da o çok acımasız bir adam
olduğu için falan değil mi?"
Bakışlarını birkaç saniye boyunca yüzüme sabitleyerek tereddütlü
bakışlarla beni süzdü. "Nisan sen kahvaltıda ne içtin? Marihuana falan
mı?" Sonra yerinde dikleşip tek kaşını kaldırdı ve neredeyse oyunbaz bir
bakış fırlattı. "Hem bu samimiyet ne? Ben senin patronunum!"
"Hah! Patronmuş," derken rahat bir tavırla arkama yaslandım.
"Sen önce yönetici ol. Ayrıca sen kendin demedin mi? Erkekler tuvaletinde
tanıştığımız göz önünde bulundurulursa samimiyetimiz çok da yadırganmaz."
Genişçe sırıtıp kafasını iki yana salladı; erkekler tuvaletindeki o anı
düşündüğüne yemin edebilirdim. "Ne diyebilirim ki!"
Ona gülümseyip bir şey söylemeye hazırlanırken cep telefonumun bildirim
ışığının yanıp söndüğünü gördüm. Ekran kilidini açınca bir instagram
bildirimiyle karşılaştım. Tek bir resmi bile olmayan, üç takipçili bir hesabın
takip isteği gönderdiğini görünce suratımı buruşturarak reddettim. Ardından
gayri ihtiyari bir hareketle ana sayfaya tıkladım ve o da ne?! İki gündür çok
seyrek aklıma gelen eski sevgilim Doğu Saygın yanında sarışın ve aşırı güzel
bir kızla fotoğraf koymuş!
Lanet olsun! Tam kendimi birazcık iyi hissetmeye başladığım anda dünya başıma
yıkılıyordu ve bu bir defaya mahsus değildi. Hep aynı şey oluyordu. Doğu
hayatına devam ediyor, bense elimde telefonla alakasız bir insanın karşısında
ağlamaklı bir şekilde kalıveriyordum.
Hem bu çocuk böyle güzel kızları nereden buluyordu? Tamam, hoş çocuktu
ama o kadar da yakışıklı sayılmazdı? Nasıl oluyordu da her defasında yanına en
güzellerini alabiliyordu? Ve ben niye hiç yakışıklı çocuklarla tanışıp fotoğraf
çektiremiyordum?
"Nisan, iyi misin?"
Duyduğum sesle başımı kaldırdım ve Kuzey'in yakışıklı suratıyla
karşılaşınca aklıma düşen fikirler genişçe sırıttım. Her zaman olduğu gibi
kendime düşünme payı bırakıp aptalca fikrimden caymadan telefonun ön kamerasını
açtım ve koşarak Kuzey'in yanına gidip sirk maymunu gibi omzunun üstünden
başımı uzattım. O ne olduğunu kavrayamadan kameraya gülümseyip iki tane
fotoğraf çektim.
Nisan ne yapıyorsun?
Geri çekilip şaşkın ve bir miktar dehşete düşmüş bakışlarıyla bana
bakan patronuma gülümsedim. Sonra sevimli bir sesle "Şey, lazımdı
da," diyerek dünyanın en saçma açıklamasını yaptım. Bazen aptal olmadığıma
ben bile zor inanıyorum doğrusu.
"Ne için lazımdı?" derken kaşlarını çatınca fotoğraf
çektirmekten pek hoşlanmadığını düşündüm. Ya da aninden suratının dibinde bitip
kendisiyle fotoğraf çektiren sarışınlardan da hoşlanmıyor olabilirdi, emin
değildim.
Yüzüme, babamı sinirliyken yumuşatmakta kullandığım sevimli ve masum
ifademi yerleştirip "Eski sevgilim instagrama güzel bir kızla fotoğrafını
koymuş," dedim. "Ben de misilleme yapmak istedim ve..."
"O fotoğrafı instagrama mı koyacaksın?" derken ayağa kalktı
ve ben onun ne kadar uzun bir adam olduğunu bir kere daha fark ettim. Önümde
dağ gibi yükselirken ancak göğsüne gelebiliyordum.
"Evet," dedim ağır adımlarla geri çekilirken. "Bir
sakıncası mı var?"
"Elbette bir sakıncası var!" diye beklenmedik bir şekilde
gürledi ve üstüme yürümeye başladı. Galiba onu biraz kızdırdım.
"Ne olacak Kuzey ya," derken geriye doğru daha hızlı adımlar
atmaya başladım. "Alt tarafı bir fotoğraf. Hem bak yemin ederim filtre
atacağım üstüne, çok güzel görüneceksin."
"Şu an ne kadar saçmaladığın farkında mısın Nisan? Ya da şöyle
sorayım, genel olarak ne kadar saçmaladığının farkında mısın?" Ben geri
çekildikçe Kuzey bana doğru geliyordu. Üstelik benim iki adımım onun o koca
boyuyla tek bir adımına denkti. Aramıza biraz önce oturduğum siyah, deri
koltuğu alıp elimi ona uzatırken en kısa yoldan kapıya ulaşmanın hesabını
yapıyordum.
"Ya bak, zorunda kalmasam ben yapar mıyım böyle şeyler? Ne
yapayım? Etrafımdaki tek yakışıklı adam sensin! Gidip Alp'le mi fotoğraf
çekineyim de Doğu'yu kıskandırayım?"
Sözlerimi duyunca yapmacık bir şekilde sırıttı. "İnan bana gururum
okşandı," dedi alaylı bir sesle. "Fakat asistanımın instagramında
benim resmimin ne işi var? Bunu gören insanlar ne düşünür?"
Hızlı bir hareketle yan tarafa doğru koşturup aramızdaki mesafeyi
açarken "Hesabımı kilitlerim," dedim. "Kimsecikler görmez.
Vallahi bak."
Dudakların boğuk bir inilti döküldü ve hızlanan adımlarla bana doğru
yaklaşmasından sabrının tükendiğini anladım. Dudaklarımdan ufak bir çığlık
koparken arkamı dönüp koşmaya başladım. Ben koşmaya başlayınca Kuzey de, sanki
yapılacak en mantıklı hareket buymuş gibi, peşime düştü. Uçarcasına ofisten
çıkarken kapıyı hızla örtmeyi denedim ama kapı Kuzey'e çarpıp geri döndü.
"Nisan!" diye gürledi patronum. "Hemen buraya gel!"
Normalde itaatkâr bir çalışanımdır fakat kırmızı görmüş boğa gibi
burnundan soluyan patronumun bu çağrısına kulak asmadım. Ve koşmaya devam
ettim. Kuzey de öyle yaptı. Benim masamın etrafında iki tur attık. Sonra aynı
anda durup birbirimize döndük. Bir müddet birbirimizin hareketlerini kollayıp
sağa sola ani ataklar yaparmış gibi birbirimizin tansiyonunu ölçtükten sonra
ben, Kuzey'in bir anlık dalgınlığından yararlanarak sağa doğru atıldım ve
tekrar koşmaya başladım.
Ben önde Kuzey arkada neredeyse bomboş olan yönetim katında
koşturuyorduk. O benim arkamdan durmam için bağırıyor, ben boş koridorda
eteğimin izin verdiği ölçüde hızlı hareket ederek ondan kaçıyordum. Bu işe
başlarken asla böyle şeyler hayal etmediğimi söylememe gerek var mı?
"Nisan dur artık!" diye bağırdı Kuzey. Bu sırada koşmayı
kesmiş fakat sert adımlarla bana yaklaşmaya devam ediyordu.
O koşmayı bırakınca ben de bıraktım ve ona doğru dönerek, tıpkı en
başında olduğu gibi, geri geri yürümeye başladım. "Ya Kuzey!" dedim,
yine en sevimli sesimle. "Alt tarafı bir fotoğrafçık! Doğu görsün hemen
kaldırırım, söz!"
"Şu an o kadar saçmalıyorsun ki Everest Dağı bir saçmalıkla
özdeşleşse bu durumla özdeşleşirdi, farkında mısın?"
Sözlerini yüzümü buruşturup "Bana böyle karmaşık ve uzun cümleler
kurma," dedim. "Biliyorsun ben aptal bir sarış-"
Cümlem, Kuzey'in kaba bir şekilde inleyip tekrar koşmaya başlamasıyla
yarım kaldı. Yine bir çığlık atıp ben de koşmaya, ondan kaçmaya başladım. Bir
kere daha boş koridorda ayak seslerimiz yankılanıyordu ve bir kere daha
saçmalığın nirvanasındaydık.
Fakat bu defa o kadar uzun sürmedi. Koridorun sonuna yaklaşırken
omzumun üstünden Kuzey'e baktım ve bana yaklaştığını görünce hızlanmayı
düşünerek önüme döndüm. Tam bu sırada karşımdaki asansör kapısı açıldı ve bizi
koştururken görünce şoka giren kumral, genç bir kadınla karşılaştım.
Koridordaki ayak sesleri bir anda kesildi. Kadın bir bana, bir de
muhtemelen birkaç adım arkamda tıpkı benim gibi duran Kuzey'e bakıyordu. Bu,
asansörün kapısı kapanmaya yeltenene kadar devam etti. Sonra kadın hızlıca
asansörden inerek yavaş adımlarla bize doğru yaklaştı. Bu sırada arkamda bir
hareketlilik hissettim. Omzumun üstünden bakınca Kuzey'in ciddiyetle bana, daha
doğrusu kumral kadına doğru yaklaştığını gördüm.
"Eda," dedi biraz şaşkın bir sesle. "Ne işin var burada?
Geleceğini söylememiştin."
Kadın, yani Eda, çekingen bir şekilde gülümsedi. "Babamın yanından
geliyorum. Sana bir dosya gönderecekmiş, benden rica etti. Ben de
getirdim."
"Anladım, anladım," derken elini gür saçlarının arasına atıp
gergince gülümsedi Kuzey. Sonra şaşkın bakışlarla olayı çözmeye çalışan bana
döndü ve parlak bir fikir bulmuş gibi aniden sırıtarak beni gösterdi.
"Eda, bu Nisan. Yeni asistanım. Bahsetmiştim."
Eda kibar bir tebessümle bana elini uzattı. "Memnun oldum
Nisan."
Ben onun elini sıkarken Kuzey, takdimin ikinci aşamasına geçti.
"Nisan, bu da Eda. Nişanlım."
Bir an dudaklarımdan istemsiz bir "Heeee," nidası koptu.
Yaşadığım aydınlanma öyle ani olmuştu ve taşlar öyle hızlı yerine oturmuştu ki
bunu engelleyemedim. Ama sonra hemen toparladım. "Yani şey, Kuzey Bey,
sizden bahsetmişti. Fakat gelişini beklemediğim için hemen tanıyamadım,
üzgünüm."
Hayır, Kuzey nişanlı olduğundan falan bahsetmemişti.
Ben yeni aldığım bu bilgiyi hazmetmeye çalışırken ve dilimin ucunda
biriken binlerce soruyu sormamak için kendimi zorlarken Kuzey, Eda'yı alıp
ofise geçti. Bir an kapıya kulağımı dayayıp onları dinlemek gibi aptalca bir
arzu duydum fakat yakalanırsam Kuzey'in tahammül sınırlarını aşacağımı tahmin
ettiğim için bundan vazgeçtim. Ve masama oturup beklemeye başladım. Beklerken
bir telefon geldi, ben de Kuzey'in toplantıda olduğunu söyleyerek arayanı not
aldım. Her telefon konuşmasının ardından kendimi gerçekten işe yarar hissediyor
ve gerçek bir işim olduğu için kendimle gurur duyuyordum.
Aslında gurur duymam gereken kişi Arın eniştemdi fakat ayrıntılara
takılmaya ne gerek vardı? Ayrıca, hala kovulmamış olmam da büyük bir başarı
değil miydi? Biraz önce patronumu peşimde koşturduğum -gerçek manada- göz
önünde bulundurulursa ciddi bir başarıydı doğrusu.
"Hey, n'aber Nisan?"
Kuzey ve Eda içeri gireli on dakika olmuştu ki duyduğum bu sesle başımı
kaldırdığımda Alp'in gülümseyen suratıyla karşılaştım. Ve otomatik olarak ben
de gülümsedim. Bu çocuğun insanlar üzerinde garip bir etkisi vardı.
"İyidir Alp. Senden?"
"Ben de iyi işte, n'olsun. Nasıl gidiyor iş?"
Ellerimi çırpıp "Harika!" dedim. "Kuzey'le- Yani Kuzey
Beyle aramızdaki sorunları hallettik."
Kaşları sevinçle yukarı kalktı. Bir insanın kaşları sevinçle nasıl
yukarı kalkar diye sormayın, Alp'i görseydiniz anlardınız. "Çok sevindim.
Açıkçası kovulacaksın diye üzülmüştüm."
Onun bu sevimli haline gülümsedim. "Merak etme, kovulmadım.
Buralardayım."
Her iki elinin işaret parmaklarını bana çevirdi, bu sırada baş
parmakları yukarıyı gösteriyordu ve dışardan bakıldığında hayali bir silahla
bana ateş ediyormuş gibi görünüyordu. Ateş ediyor, ateş ederken de ürkütücü bir
şekilde sırıtıyormuş gibi. Bu, havalı olması gerektiği halde tuhaf ve sevimli
olan hareketlerinden biriydi. "Bugün aldığım en güzle haber," dedi o
şekilde beni işaret edip sırıtırken. "Şimdi gidip birkaç bilgisayara
bakmam gerek, bilirsin."
Usul usul başımı salladım. "Evet, evet, bilirim.
"Sonra görüşürüz o zaman. Yemekte falan?"
Geriye doğru adımlar atarak ağır ağır benden uzaklaşırken ister istemez
ona güldüm.
"Görüşürüz," dedim. "Ayrıca kolay gelsin."
"Sana da."
Alp'in koridora girip uzaklaşmasının ardından Kuzey'in ofisinin kapısı
açıldı. Ve Eda, kısa ve küt kesilmiş kumral saçlarını tek eliyle kulağının
arkasına atarken kapıdan çıktı. Onlara bakmıyormuş gibi yaparak onları izlemeye
çalışıyordum ama bu biraz zordu. Neyse ki pek bir şey konuşmadan asansöre kadar
ilerlediler ve görüş alanıma girdiler.
Eda çekingen bir tebessümle, sanki nişanlısıyla değil de kibar bir
yabancıyla konuşuyormuş gibi duyamadığım bir şeyler söyledi. Kuzey onun
sözlerini kafasını salladı. Nazikçe gülümsedi. Ardından el sıkışıp ayrıldılar.
Vay canına.
Gerçekten 'ciddi' bir ilişkileri olmalıydı. Yoksa birbirlerine bir
penguenle bir kutup ayısı kadar soğuk davranmalarının başka açıklaması
olamazdı.
Eda asansöre binip gözden kaybolunca bir müddet sessizce durup Kuzey'i
izledim. Kapanan asansör kapısına sanki suratına çarpan bir duvarmış gibi
bakıyordu. Bu birkaç dakika sürdü. Sonra yavaşça arkasına döndü ve çatık
kaşlarının altındaki sert bakışları beni buldu. Hafifçe yutkunup gülümsedim.
Ama o gülümsemedi. Hızlı adımlarla ilerleyerek ofisine girdi ve kapısını
kapattı.
Ah, bunun beni engelleyeceğini sanıyorsa gerçekten çok yanılıyordu!
Heyecanla sırıttım ve sandalyemden kalkıp eteğimi çekiştirerek düzelttim. At
kuyruğumu çekiştirerek sıkılaştırdıktan sonra Kuzey'in ofisine dalmaya ve
gerçekleri öğrenmeye hazırdım! Derin bir nefes aldım ve ilk adımımı attım.
5.BÖLÜM
Kuzey'in ofisine ilk daldığımda bana ters bir bakış attı ve
"Deneme bile!" diyerek beni gerisin geriye postaladı. Açıkçası
kendime güvenim tavan yapmışken girdiğim ofisten tıpış tıpış geri çıkmak
gururumu biraz zedeledi. Lakin pes ettim mi? Asla! Bir Ekiz kadını katiyen pes
etmez. Bu sebeple masama geri döndüm ve yeni stratejiler üzerinde düşünmeye
başladım. Eğer Kuzey'in ağzından laf almak istiyorsam askeri dehamı ve
damarlarımda akan Laz uyanıklığını kolektif bir biçimde kullanıp güzel bir rota
belirleyip o yolda sağlam adımlarla yürümem gerekiyordu. Bunun için işe
Facebooktan Yiğit Kuzey Erarslan'ın profilini bularak başladım. Küçük fakat
akıllıca bir adımdı.
Zamane gençleri artık hayatlarının her bir anını belgeleyerek, asla
silinmeyecek veriler olarak internete yükleyerek yaşıyor. İnternet üzerinden
bir insanın kütüğünün kayıtlı olduğu ilçenin belediye başkanının kaynatasının
soyadını dahi öğrenebiliyorsunuz. Bu işleme gençler aralarında 'stalklamak'
diyorlar. Tabiri caizse bir insanın sanal ortamdaki hareketlerini takip edip
giydiği donun rengine kadar öğrenme işlemini ülkemizin yüksek potansiyelli
gençleri bu İngilizce sözcüğü Türkçeleştirerek 'stalklamak' olarak
tanımlıyorlar.
Ben de bunu yaptım işte. Kuzey'i, onun bütün sosyal ağlarını gezerek
stalklamaya başladım. Facebook'ta 1123 arkadaşı olduğunu öğrendim. En son durum
güncellemesini iki gün önce 'Asistanımla başım belada' yazarak paylaşmış.
Tahmin edersiniz ki bunu okuduğumda bir miktar yüzümü buruşturdum. Fakat biraz
haklılık payı olduğu için üstünde pek durmadım.
Facebook üzerinden paylaştığı resimleri inceledim. Nişanlısıyla tek
resmi, nişan törenlerinde çekilmiş kalabalık bir aile fotoğrafından ibaretti.
Parmaklarına geçirdikleri yüzüklerden sarkan kırmızı kurdele elinde makası
tutan ak saçlı ve pek neşeli bir adam tarafından daha yeni ikiye ayrılmıştı.
Kuzey'in yüzünde de nişanlısı Eda'nın yüzünde de küçük birer gülümseme vardı.
Diğer herkes ise kocaman kocaman sırıtmıştı. Hele arkada sarı saçlı bir teyze
vardı ki gören onu nişanlanmış sanırdı. Belki de o öyle sanıyordu, çünkü bu
kadar çok ve hevesli sırıtmasının tek nedeni atmışına merdiven dayamış bir
kadın olarak Kuzey gibi çıtır bir oğlanı tavlaması olabilirdi.
Sarışın teyzeyi şimdilik zihnimin derinliklerine iterken ki bu o koca
gülümsemesiyle biraz zor oluyor, yine de başarıyorum, esas merak konusu olan
Eda'nın profiline geçiş yaptım. Kuzey, çalışmak yerine beni özel hayatını böyle
kurcalarken görürse büyük ihtimalle öldürürdü. İşten kovmuş olmayacağı için
eniştemin iyiliğini de karşılıksız bırakmış olmazdı sanırım. Hatta ablama büyük
bir iyilik yapmış olacağı için bu sefer bizimkiler ona borçlanmış bile
sayılabilirdi.
Ablamı ve bana karşı beslediği negatif tavrı unutmam tam olarak Eda'nın
profil fotoğrafıyla karşılaşmamla aynı saniyeye denk geldi. Şaşırmıştım. Çünkü
Yiğit Kuzey Erarslan'ın nişanlısının bu kadar naif, bu kadar sade bir profili
olabileceğini tahmin etmemiştim. 152 arkadaşı vardı. Kuzey'in arkadaş sayısının
neredeyse onda biri. Profil fotoğrafında kucağında sevimli bir kediyle
kaldırımda oturuyordu ve yüzünde neredeyse hiç makyaj yoktu.
Paylaşımlarının çoğu okuluyla, kitap okumakla ve son zamanlarda ülke
gündemine düşen bazı üzücü olaylarla ilgiliydi. Fotoğraflarını kurcaladığımda
yakın arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim iki kız dışında başka biriyle çekildiği
bir kare göremedim. Neşeliydi, mutluydu, sevimliydi fakat Kuzey'in Facebook
hesabı bir karnaval coşkusuyla yanıp sönerken Eda'nın Facebook hesabı
sadeliğinden ödün vermeyen biraz sıkıcı bir kafe gibiydi.
Ne var ki bu şaşkınlık içimdeki stalk canavarına gem vurmayı
başaramamıştı. Daha fazla bilgi, fotoğraf ve durum güncellemesi açlığıyla
Eda'nın fotoğraflarının birinden Instagram linkine tıkladım. Korktuğum gibi
kilitli olmadığını görünce istemeden "Evet!" diye yükselerek küçük
bir sevinç gösterisinde bulunmuş oldum ama etrafa attığım korku dolu ve
temkinli bakışlarla Kuzey'in ya da herhangi birinin dikkatini çekmemiş olduğumu
görünce rahatlayıverdim.
Neşeli bir gülümseme dudaklarımı ele geçirirken Eda'nın Instagram
hesabını gezmeye başladım. Instagram'ı seviyordum. Çünkü burada asla hüzünlü
şeyler olmuyordu. Herkes güzel şeylerin, göze estetik gelen eşyaların, harika
renklerin olduğu, insanı gülümseten, dünyayı olduğundan daha güzel bir yermiş
gibi gösteren fotoğrafların peşindeydi. Bir şey göze hoş görünmüyorsa
Instagram'da yeri yoktu. Hal böyle olunca anasayfayı gezmek küçük bir şenliğe
dönüşüyordu.
Ama doğruyu söylemek Eda'nın Instagram hesabının şenlikle uzaktan
yakından alakası yoktu. Sadece yakın arkadaşlarıyla birkaç fotoğrafı vardı.
Geri kalan her şey kitaplarla ilgiliydi. Tek başına bir kitap fotoğrafı. Kahve
ve kitap fotoğrafı. Kitaplığının bir fotoğrafı. Kitabın yanına uzanmış bir kedi
fotoğrafı.
Her yer kitap, kitap, kitaptı. Bu kötü bir şey değildi. Aslında
paylaştığı fotoğrafların yüzde doksanını beğenmiştim, birkaç tanesinde yaptığı
kitap yorumlarını okuyarak tavsiyelerini daha sonra dikkate almak üzere
hafızama kazımıştım bile. Ama...
Ama zihnimde Eda ve Kuzey'in dünyasını bir türlü bağdaştıramıyordum.
Aradaki farkı daha net görebilmek için bir de Kuzey'in Instagram hesabına
girdim.
Ben Kuzey'in sadece asistanı olabilirim - tamam, işe zorla aldığı -
arkadaşına iyilik yapmak için katlandığı asistanı olabilirim - ama beyefendinin
fotoğraflarındaki kız yoğunluğu benim bile kaşlarımı çatmama sebep olmuştu.
Kabul etmek gerekirse hiçbir fotoğrafında yanlış anlaşılmalara mahal
verecek bir poz yoktu. Sadece bu kadar çok kızla iyi anlaştığını görmek
huysuzca söylenmeme sebep oluyordu. Fotoğraflarda aşağılara indikçe Kuzey'in
hayatının renkli köşeleri de gözlerimin önüne seriliyordu tabii. Tatillerden,
gezmelerden, lüks restoranlardan fotoğraflar bitmiyordu.
Eda'nın hesabı ne kadar sadeyse patronumunkisi öylesine renkli ve
canlıydı. Ve şaşılacak bir şekilde nişanlısıyla bir adet fotoğraf bile
barındırmıyordu!
Şahsen benim Kuzey gibi yakışıklı bir nişanlım olsa fotoğraflarımızı
billboardlara bile koyardım. Kaldırım taşlarını bizim resimlerimizle
donatırdım. Sokak sanatçıları kiralayıp gri duvarlara sprey boyayla portremizi
çizdirirdim, anlatabiliyor muyum?
Ama bu kız, Kuzey'le birlikte tek bir fotoğrafını paylaşmamıştı. Kuzey
de aynı şekilde, onunla beraber yer aldığı hiçbir kareyi sosyal ağlara
yüklememişti. Sizce bu normal miydi?
Bence değildi.
Sherlock Holmes iç güdülerim bunun pek de gönüllü bir nişanlılık
olmadığını söylüyordu. Ama arka plandaki hikaye neydi? Bu bir şirket evliliği
miydi? Yoksa Kuzey sarhoş olduğu bir gece Eda'yı koynuna mı almıştı? Ya da
Erarslanlar batıyordu da bu evlilik kurtulmaları için tek şans mıydı? Yoksa...
Yoksa...
"Nisan iki saattir çalan telefonu duymuyor musun?"
Bir anda içine çekildiğim entrika girdabından ayrılarak bakışlarımı
tepemde öfkeyle dikilmiş olan Kuzey'e çevirdim. "Hı? Ne?"
Büyük ihtimalle asistanlık tarihinde verilmiş en saçma ve uygunsuz
cevaplardan birini vererek büyük bir ödülü hak ediyordum. Eğer Kuzey bu
noktadan sonra aptal sarışın şakaları yapmaya başlarsa ona kızmak için hiçbir
hakkım olmayacaktı çünkü suratımdaki şaşkın ve odaklanamayan ifadeyle bir
morondan farkım kalmamıştı.
Telefon sesini algıladığımda kendini ışık hızıyla toparlayarak avizeye
doğru atıldım ve tek hareketle kaldırıp "Alo, buyurun," dedim. En iyi
giriş cümlem sayılmazdı fakat sonuçta toparlamıştım.
Karşı tarafı dinledikten sonra avizenin alt kısmını elimle kapatarak
bana öfkeli bakışlar atan patronuma döndüm. "Şeref Bey arıyor!"
Şeref Bey, ben henüz kim olduğunu çözemesem de Kuzey için önemli
biriydi. Bu yüzden onun adını duyar duymaz hızlı adımlarla ofise yöneldi ve
içeri girmeden önce "Hemen bağla," diye seslendi.
Aramayı Kuzey'in ofisine yönlendirdikten sonra yerime oturarak Şeref
Bey tam zamanında aradığı içi Allah'a şükrettim. Çünkü özel hayatını
didiklerken patronuma yakalanmak istemezdim.
Şeref beye içimden bir kere daha teşekkür ettikten sonra daha fazla
bilgiye ihtiyacım olduğunu düşünerek alt dudağımı dişlemeye başladım.
İnternetten hatırı sayılır bir bilgi elde etmiştim ama kafamdaki soruların
hiçbirini yanıtlayamıyordum. Eda ve Kuzey arasındaki bu garipliğin ve anlamsız
ilişkinin sebebini öğrenmem lazımdı. Yoksa bu zalim merak duygusu aniden
yaşlanmama sebep olacak şekilde beni tüketecekti. Birden saçlarımın
beyazladığını, tenimin kırıştığını ve belimin büküldüğünü gözlerimin önüne getirebiliyordum.
Kuzey aniden odasından çıkacak, korku ve şaşkınlıkla küçük dilini yutacaktı.
Gerçi bunu hak ediyordu, ne de olsa bana hiçbir şey anlatmayarak böyle
bilinmezlikte bırakan ta kendisiydi.
Yine de buruşmak için daha erkendi. O yüzden bu merakı dindirecek diğer
bir yola yöneldim. Bilirsiniz, eskiden sosyal medya yoktu. Birkaç tıkla bir
insanın tüm bilgilerine ulaşmak zordu. Peki insanlar nasıl bilgi topluyorlardı?
Tabii dedikoduyla!
Aslına bakılırsa dedikodu ağı tüm o internet sitelerinden daha eski,
daha köklüydü. Bu yüzden daha fazla bilgi edinmem, en azından kafamdaki
teorilerin şekillenmesini sağlamam dedikodu yardımıyla çok daha kolay olacaktı.
Saate baktım. Öğle yemeğine on beş dakikacık kalmıştı. Yerimden kalkıp
Kuzey'in ofisine yaklaştım ve nefesimi tutarak kulağımı kapıya dayadım. Hala
Şeref Bey'le konuşuyordu. Yani burada on beş dakika otursam bile ona telefon
bağlayamaz ya da dosya falan götüremezdim. Eh, o zaman on beş dakika erken
çıkıp sevgili dostum Alp'i ziyaret etmemin de bir sakıncası olmazdı.
Sanki çok hızlı yürürsem patronum odasından fırlayıp beni azarlamaya
başlayacakmış gibi hissettiğim için küçük ve sakin adımlarla asansöre yöneldim.
Bir miktar suçluluk duyuyor muydum? Tabii ki hayır. Patronumun azarlamasından
korkuyor muydum? Evet, bir miktar.
Asansördeyken kafamda Alp'e soracağım soruları şekillendirmeye
çalışıyordum. Mesela Eda ve Kuzey nasıl tanışmışlardı? Ne zaman
nişanlanmışlardı? Evlilikleri küresel ısınmayı mı durduracaktı? Ozon
delinmesini mi engelleyecekti? Neden evlenmek istiyorlardı? Gerçekten âşıklar
mıydı? Çocuklarının isimlerini düşünmüşler miydi?
Bunlar aklıma ilk gelen şeylerdi elbette. Uzayan bir listenin küçük bir
kısmı sadece.
Bilgi İşlem departmanına girdiğimde etrafımdakilerin bakışlarına
aldırmadan Alp'in odasına yöneldim. Bir sohbetimiz sırasında teknisyenlerin
departmanın en ücra yerindeki odada olduğundan şikayet ediyordu. Erkekler
tuvaletinin hemen yanı demişti. Bilirsiniz, erkekler tuvaleti uzmanlık
alanımdı. Bu yüzden bulmam zor olmadı.
Kapıyı yavaşça tıklayıp içeri girdiğimde Alp'i tek başına yakalayacak
kadar şanslı olduğumu görmek gözlerimin dolmasına sebep olmuştu. Hemen
babetlerimi taş zeminde tıkırdata tıkırdata koltuğa oturmuş PlayStation'ın oyun
konsoluna hunharca basan Alp'in yanına oturdum.
"Merhaba Alpiş," dedim tatlı bir sesle. Ona Alpiş demeyi
mesajlaştığımız sırada keşfetmiştim. Bence çok sevimliydi Alpiş demek. Ama o,
pek de böyle düşünmüyordu.
"Merhaba Nisan," derken gözlerini oyunundan ayıramadığı için
nasıl yüzümü buruşturduğumu da göremedi. Bu erkek cinsinde beş yaşından sonra
olgunlaşmaya devam eden var mıydı acaba? Vardıysa bile ben hiç rastlamamıştım.
"Sana sormam gereken çok önemli şeyler var. Kuzey hakkında çok
önemli bir şey fark ettim ve bu mevzu üzerine gelişmiş yeteneklerimi kullanarak
biraz araştırma yaptım ama yeterli gelmedi. Ben de bu şirketteki en yakın
arkadaşıma gelsem iyi olur diye düşündüm ki bu kişi de sen oluyorsun
Alpişciğim." Ben söylediklerimi pekiştirmek amaçlı hızlı hızlı kafamı
sallayarak geniş bir sırıtışla arkadaşıma bakarken onun hiç benden tarafa
olmadığını fark ederek donup kaldım.
Alp'in parmakları oyun konsolunda akrobatik hareketler yaparken zeka
pırıltısını kaybetmiş gözleri ekrana kilitlenmiş bir vaziyetteydi. Benim
duyamayacağım şekilde bir şeyler mırıldanıyordu ki bunu fark etmemin sebebi
dudaklarını garip garip hareket ettiriyor oluşuydu. Ayaklarını da birkaç saniye
de bir asabiyetle yere vuruyor olması da cabasıydı.
Sanırım Alp kuduz olmuştu. Bir çeşit teknolojik hastalığa yakalanmıştı,
viral olarak bulaşan bir virüsün etkisindeydi. Bu morona benzeyen halini
açıklamanın başka bir yolu yoktu çünkü.
Dikkatini çekmenin tek yolu onun ekranla ilişkisini kesmek olduğunu
fark edince gözlerimle hızlıca etrafı taradım ve prizi görünce genişçe
sırıttım. Yerimden kalkıp ağır adımlarla ilerledim ve sonra eğilip fişi hiç
düşünmeden çektim.
Biraz ötemdeki masaüstü bilgisayar tuhaf bir ses çıkararak kapandı.
Teknolojiden nefret ediyorum!
İyice öfkelenince adımları direkt olarak ekrana yönelttim. Bir an alıp
pencereden fırlatmayı düşünsem de bunun abartılı olacağına karar verip sadece
düğmesine basarak görüntünün kesilmesini sağladım. Ve Alp'e döndüğümde
kendisinin başından aşağı bir kova soğuk su dökülmüş gibi irkilerek kendine
geldiğini gördüm.
"Ne yaptın?" dedi şaşkınlık, öfke ve çaresizlikle.
"Rekora gidiyordum!"
Gülümseyerek ona yaklaşırken tatlı bir sesle "Başka zaman gidersin
Alpiş," dedim. "Şimdi daha mühim meseleler var."
Alp bir an elindeki konsolla beni öldürecekmiş gibi yüzüme baktı. Yine
de beni korkutmak için daha fazlasına ihtiyacı vardı. Bu yüzden öfkesini ve
ardından homurdanarak ifade ettiği sinir bozuculuğumu anlatan sözlerini yok
sayarak az önce oturduğum yere, yanına tekrar yerleştim. "Az önce
söylediklerimden herhangi birini duydun mu bari?"
"Eee, şey, önemli meseleler..."
Tehditkar bir ifadeyle tek kaşımı kaldırarak yüzüne bakmaya devam
edince Alp birkaç kere üst üst yutkundu ve ezilip büzülerek ekledi.
"Kuzey?"
Sabır isteyerek derin bir iç çektim ve arkadaşımı boğmamak için
kendimle savaştım. Önce bilgi almam gerekiyordu. Eğer işe yarar bir şey yoksa
onu öldürebilirdim. İşe yarar bir şey söylese bile öldürebilirdim, bunu
kesinlikle hak ediyordu.
Kuzey'in nişanlısı geldi bugün ofise," dedim sabırsızca bir
oflamayla.
Yani?" diye sorarken saf saf suratıma bakıyordu.
"Yanisi şu ki, araları biraz garipti."
"Nasıl garipti?"
"Mesafeliydiler."
Tek kaşı şüpheyle yukarı kalktı. Ama Kuzey ve Eda'nın mesafeli
olmasından değil benim aklımı kaçırmış olmamdan şüphe eder gibiydi. "Belki
tartışmışlardı?"
"Hayır," dedim omuzlarım bezginlikle çökerken. "Öyle bir
mesafe değil. Sanki iki yabancıymışlar gibi. İş ortağıymışlar gibi. Anladın
mı?"
Anlamadı.
"O Alp!" diye bağırırken daha açık konuşmam gerektiğini
düşündüm. Ve "Kuzey'in Eda'yla severek evlenmediğini düşünüyorum,"
dedim. "Birbirlerine hiç uymuyorlar çünkü. Biri ne kadar sakin, kendi
halinde, sadeyse diğeri o kadar... O kadar..." Kuzey'i tanımlayacak bir
cümle bulamayınca omuzlarımı düşürdüm. "Kuzey işte."
Alp bir iki saniye sessiz kaldıktan sonra "Kuzey ve Eda ilk
nişanlandıklarında herkes çok şaşırmıştı," dedi. İşte sonunda bir yerlere
varmaya başlıyoruz.
"Neden peki?" diye sordum.
"Kuzey'in biriyle nişanlanacağı söylentileri dolaşıyordu ortada.
Herkes tahminini söylüyordu ve Eda, bu tahminlerden birinde bile yer almıyordu.
Çünkü babası iş dünyasında ne kadar tanınan bir adamsa, kızı Eda sosyetede o
kadar tanınmayan bir sima."
Keyifle sırıtırken Alp'in yanağından makas alıp "Bak sen bizim
Alpiş'e!" dedim. "Sosyete dünyasını da bilirmiş."
Gözlerini devirdi ve kafasını ağır ağır iki yana salladı. "Her
neyse, ikisinin nişan haberi herkese büyük sürpriz olmuştu. Genel teori bunun
bir şirket evliliği olduğu üzerineydi ama Kuzey'in babası öyle olmadığına dair
açıklama yaptı. Yani şirketler birleşmeyecek. Eh, böyle olunca başka teoriler
türedi elbet ama zamanla hepsi unutuldu gitti."
Dudaklarımı büzüp kaşlarımı çattım. Bu işin içinde bir iş vardı ama
neydi? Madem şirket evliliği değil, madem zenginliklerine zenginlik
katmayacaklar birbirini sevmediği apaçık ortada olan iki insan neden evlenirdi?
"Hayırdır, sen neden taktın bu konuya?" diye sordu Alp.
"Merak ettim," derken omuz silktim. "Birbirlerine hiç
uymuyorlar."
Ağır ağır başını salladı. "Kim bilir," dedi dalgın bir sesle.
"Belki zıt kutuplar birbirini çekmiştir."
Buna hiç ihtimal vermesem de "Belki," dedim. Sonra bu
meseleyi daha sonra düşünmek için zihnimin derinliklerine iterken
"Hadi," diye Alp'in kolunu çekiştirdim. "Yemeğe gidelim Alpiş.
Çok acıktım."
6.Bölüm
Aradan hafta sonu da dahil olmak üzere beş gün geçmişti ve ben hala
Kuzey ve Eda İkilisinin ilişkisindeki sır perdelerini aralayamamıştım. İzinden
gittiğim bütün büyüklerim gerek Sherlock Holmes abim olsun gerekse Müge Anlı
ablam, eminim beni çok kınıyorlardı. Fakat sevgili patronum Kuzey, bu aralar
biraz asabiydi ve ne sorsam ya ters bakışlarla karşılıyor ya da beni odasından
kovuyordu. Dedikodu araştırmalarım ve stalk çalışmalarım son gaz devam ediyordu
ve bunlarla elde edebildiğim tek şey teoriler oluyordu.
Her bir teorim elbette ki çok mantıklıydı. Mesela Eda'nın Kuzey'e
gizliden gizliye aşık olduğunu ve çok az bir ömrü kaldığı için Kuzey'in onunla
evlenmeyi kabul ettiğini düşünüyordum. Ya da asıl aşık olan Kuzey'di ve Eda'yı
onunla anlaşmalı bir evlilik yapmaya ikna etmişti. Böylelikle evli oldukları
sırada onun kalbini çalabilecek ve mutlu aile saadetleri gerçeğe dönüşecekti.
Fakat ne yazık ki, bu mükemmel senaryoların hepsi sadece birer
teoriydi. Bunların hiç birini doğrulayamıyordum ya da bunlara dair sağlam
kanıtlar bulup herhangi birini geliştiremiyordum. Tek yaptığım düşünüp
durmaktı. Düşünüp durmak...
Telefonun çalmasıyla birlikte teorilerimi bir kenara bırakıp asistan
Nisan moduna büründüm. Ahize kaldırıp "İyi günler, nasıl yardımcı
olabilirim?"
"Yiğit Bey ile görüşecektim," dedi kalın bir erkek sesi.
Sanki beni görebilecekmiş gibi 'şansına küs' dercesine gülümsedim.
"Üzgünüm, kendisi şu an toplantıda. Bir notunuz varsa alabilirim."
Telefonun diğer ucundaki adam derince iç çekti ve "Ona de ki
Rüzgar gerdi döndü," diye mırıldandı. "Bu akşam sert esecek. Akşam
müsaitse beni arasın."
Ve cevap beklemeden telefonu kapattı. Aralanmış ağzımla, şaşkın
bakışlarımla ve kulağımda ahizeyle donakaldım. Bu neydi be?
Kafamı iki yana sallarken not kağıtlarından birine uzandım ve saati
yazdıktan sonra adamın söylediklerini not aldım. Rüzgar geri döndü. Bu akşam
sert esecek. Müsaitsen ara. Sonra kağıdı kendimden biraz uzaklaştırıp
yazdıklarımı tekrar okudum ve patronuma ayıpçıl şeyler mi ima ediyorum acaba
diye bir durup düşündüm. Çünkü bu mesafeden biraz öyle görünüyordu.
Ama muhtemelen Kuzey, bu Rüzgar denen adamı tanıyordu. O yüzden bu
kelimeleri okuduğunda aklına asistanının tam zamanlı bir sapık olması
ihtimalinden ziyade Rüzgar efendiyle olan tanışıklığı gelecekti. Yani telaşa
gerek yoktu.
Notu, Kuzey'in hazırlamamı istediği dosyaların üstüne koyarak arkama
yaslandım ve saate baktım. Tam Kuzey'in artık toplantıdan çıkıp ofise dönmesi
gerektiğini düşünüyordum ki Asansörün bu katta durduğunu belli eden blink sesi
gülümsememe sebep oldu. İşte gelmişti!
Buna seviniyordum çünkü bütün gün bir masanın başında yalnız bir halde
oturup durmak çok sıkıcıydı. Özellikle de düşünmemek için insanüstü efor
harcadığınız bir eski sevgiliniz varsa. Burada kös kös oturmaktansa bütün
huysuzluğuna rağmen Kuzey'e sataşmayı tercih ediyordum. Fırça yesem bile kafam
dağılıyordu ve evet, bu çok acınası bir durumdu.
Kuzey sert adımlarla bana yaklaşırken genişçe gülümsedim. Patronumu her
zaman güler yüzle karşılayan başarılı bir asistan mıydım? Hayır. Patronumdan
laf almaya çalışan uyanık ve çenebaz bir çalışan mıydım? Kesinlikle.
"Hoş geldin! Nasıl geçti toplantı?"
Kuzey gülümsemedi. Tek düze bir sesle "İyi," dedi yalnızca.
Fakat nedense benim içimden inanmak pek gelmedi.
O ofisten içeri girerken tıpış tıpış arkasından yürüdüm. Tabi ki elimde
dosyalarla ve onun için aldığım notlarla birlikte.
"Sen yokken istediğin dosyaları hazırladım," dedim.
"Ayrıca iki kişi aradı."
"Dosyaları masaya bırak," derken sandalyesine oturdu. Ben de
dosyaları onun kafasına fırlatmamak için derin bir nefes almak zorunda kaldım.
Patronunun kafasına dosya fırlatamazsın Nisan. Patronunun kafasına. Dosya.
Fırlatamazsın.
Dosyaları usulca masaya bıraktığım sırada "Kimler aradı?"
diye sordu Kuzey.
Notları yazdığım kağıtları aldım ve "Ahmet Bey aradı, yönetim
kurulundan. Seninle görüşmesi gereken özel bir mesele varmış. Onu arayabilir
imiymişsin," dedim.
Ceketini çıkartıp sandalyesinin arkasına asarken ki bu sırada
gömleğinin altından belli olan kasları bir miktar dikkatimi dağıtmış olabilir,
"Başka?" dedi.
Derin bir nefes aldım ve diğer notu okudum. "Rüzgâr geri döndü. Bu
akşam sert esecek. Müsaitsen ara."
Sustuğumda Kuzey'in bakışlarını kaldırıp bana baktı ve şaşkınca
"Ne?" diye sordu.
Omuz silktim. "Telefonu aldığımda ben de senin kadar şaşırdım. Ama
Rüzgâr denen bu laubali herifi tanıdığını düşünmüştüm."
Gözlerini devirerek başını iki yana salladı. "Tabi ki Rüzgâr denen
herifi tanıyorum," dedi. "Geri dönmesine şaşırdım sadece."
"Neden?" diye sordum hemen. "Sınır dışı falan mı
edilmişti? Yoksa... Yoksa sevdiği kadın başka bir adamla evlendiğinde bir daha
buralara dönmemek için yemin mi etmişti? Ya da dur! Yanlışlıkla birini
öldürdüğü için apar topar gitmişti de şimdi de beklenmedik mi bir dönüş mü
yapıyor?"
Kuzey bir şey söylemedi. Sadece ne kadar saçmaladığımı bir ayna gibi
bana gösteren koyu yeşil, düz bakışlarıyla suratıma baktı. Ve ben kaşlarımı
huysuzca çatana kadar bunu sürdürdü. En sonunda ise "Hayır, sadece
geleceğini haber vermemişti," dedi.
Kafamı iki yana sallarken "Hayatınızda hiç heyecan yok," diye
mırıldandım. "Her şey çok sıradan. Çok sıradan!"
Bu sözlerim üzerine Kuzey'in kaşları alayla yukarı kalktı. "Sen
öyle san!"
Duyduğum bu sözle birlikte geniş bir sırıtış dudaklarımı ele geçirdi.
"Tabi ya!" dedim. "Sen ve Eda, değil mi? Siz pek de sıradan bir
çift değilsiniz?" Evet, Kuzey'in ağzından laf almam için elime geçen bu
nadide fırsatı tepmeyecektim elbette. En güzel şekilde değerlendirip sağlam
deliller elde edecek ve bu ilişkinin gizemini açığa çıkaracaktım. İçimdeki
Sherlock mutluluktan ağlamak üzereydi.
"O nerden çıktı şimdi?" derken kaşlarını çattı Kuzey. Pekâlâ,
bu beni biraz ürküttü. Fakat ben Ekiz kızıydım ve geri çekilmek kanımda yoktu!
"Çok farklısınız," dedim temkinli bir tavırla. "Bunu
görebilmek ve anlayabilmek için dahi olmaya gerek yok. Eh, birbirinize
sırılsıklam âşık olmadığınız da ortada yoksa neden Instagram'da beraber tek bir
fotoğrafınız bile olmasın ki?"
Kuzey daha çok kaşlarını çattı. Bu hareketi yüzüne öyle sert bir ifade
olarak yansıdı ki kendimi yutkunmak zorunda hissettim. "Sen boş
zamanlarımda benim özel hayatımı mı didikliyorsun?" diye sordu öfkeli bir
sesle.
Bunu öyle kötü bir şekilde söylemişti ki kalbim kırıldı ve hemen
ardından hızla çarpmaya başladı. "Ben sadece-"
Konuşmama izin vermeden araya girdi. "Nasıl bir insansın
anlamıyorum," dedi neredeyse bağırarak. "Erkekler tuvaletine
giriyorsun ve bunda garip bir şey yokmuş gibi davranmayı başarabiliyorsun.
Sanki dünya senin etrafında dönüyormuş gibi bir havan var. Hiçbir şey umurunda
değil. Patronunla nasıl konuşulacağını bile bilmiyorsun. Bu da yetmezmiş gibi o
kadar boş bir insansın ki oturup seni alakadar etmeyen meseleleri, seni
alakadar etmeyen hayatları didikliyorsun. Düşünüyorum fakat yaptıklarına
mantıklı bir açıklama bulamıyorum. Ve nedense senin de mantıklı bir açıklama
bulabileceğini pek sanmıyorum. Saçmalamak hayat felsefenmiş gibi davranıyorsun
belli ki. Ama lütfen, özel hayatımdan uzak dur! Sen dâhil olmadan da yeterince
karmaşık zaten."
O an orada öylece donup kaldım. Bu öyle beklenmedik bir çıkıştı ve
Kuzey'in sözleri beni öyle yaralamıştı ki kıpırdayamadım bile. Yutkunmak dahi
çok zor bir iş gibi göründü. Tek yapabildiğim bir şeyler söylemek için
dudaklarımı aralamak sonra söyleyecek hiçbir şey bulamayıp öylece kalmak oldu.
Ne diyebilirdim ki?
Elimdeki not kağıtlarını masanın üstüne bırakıp Kuzey'in ofisinden
çıkmak istedim ama kağıtların elimden düştüğünü fark edince eğilip alabilecek
enerjiyi kendimde bulamadım. Gökten kafama bir meteor düşse ancak bu kadar
beter bir hale gelebilirdim sanırım. Ağır bir hareketle arkamı döndüm ve
öfkeden, üzüntüden, kalp kırıklığından titreyen bacaklarımın izin verdiği
ölçüde hızlı bir şekilde kendimi ofisten dışarı attım.
Masama gidip oturmak gözüme saçma göründü. Bu yüzden adımlarımı
kadınlar tuvaletine yönelttim. Katta benden başka kadın olmaması sebebiyle
burası bana tahsis edilmiş gibiydi, o yüzden rahatça sümüklerimi akıtarak
ağlayabilirdim. Nitekim öyle de yaptım. İçeri girip aynadaki yansımama baktığım
anda gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı.
Kuzey o kadar haklıydı ki! Açıkçası ne söylediğini bile
hatırlayamıyordum, adeta beynim uyuşmuştu fakat bana kızmakta haklıydı işte.
Tam bir zavallıydım ve bunu göstermemek için öyle abartılı, öyle uçuk
davranıyordum ki insanlar bir süre sonra benden bıkarak etrafımdan
kaçışıyorlardı. Aptal bir ayrılığın acısını bile aylardır atlatamamıştım. Hala
mucizevi bir şekilde Doğu'nun bana âşık olduğunu fark edip geri dönmesini
bekliyordum. Çünkü bir mutlu sonu hak ediyor olmalıydım. Ama yanılıyordum.
Kendimle yüzleşmem sürerken duyduğum ayak sesleriyle arkamı döndüm ve
kapıdaki Kuzey'le göz göze geldim. Söylediklerinden dolayı pişman olmuş gibi
görünüyordu, mahcup bir yüz ifadesi vardı. Onu görmüş olmama rağmen, sanırım
izin istemek için, kapıyı tıklattı ve içeri doğru bir adım attı.
Burnumu çekerek "Burası kadınlar tuvaleti," dedim. Onunla
konuşmak istemiyordum. İnsanlar beni ağlarken görsün istemezdim ve bu durum
için Kuzey'e de bir istisna yoktu.
"Sen erkekler tuvaletini kullanabiliyorsan, ben de kadınlar
tuvaletini kullanabilirim," derken hafifçe omuz silkti. Bu arada ağır
adımlarla bana doğru yaklaşıyordu.
Omuzlarımı düşürdüm ve ona bakmak moralimi bozduğu için tekrar aynaya
döndüm. "Ne yapıp ne yapamayacağını sana ben söyleyemem. Bilirsin, haddim
değil."
Uzunca bir nefes verdiğini işittim. Ama dönüp ona bakmadım. O da bir
şey söylemedi ve bir müddet sessizce öyle durduk. Ama bu, rahatlatan bir
sessizlik değildi. Gözyaşlarım göz pınarlarımı zorlarken bozmamak için
direndiğim bir sessizlikti ki zaten çok da direnemedim. Küçük bir hıçkırık
dudaklarımdan kopup gittiğinde ne söylediğimi düşünmeden konuşmaya başlamıştım.
"Aylar önce sevgilimden ayrıldım. Aslına bakarsan beni terk etti.
Asla bir ayrılığın beni bu kadar yıkacağını dü şünmemiştim çünkü hep peşinde
onlarca erkek olan o güzel, şirin, sarışın kızlardan biriydim. Ki hala da
öyleyim. Kendimi beğendirmekte falan sıkıntı yaşamıyorum. Benim sıkıntı
yaşadığım şey konuştuğu zaman üç dakikadan fazla tahammül edebileceğim bir
insan bulmak. Bunun kulağa ne kadar ukalaca geldiğinin farkındayım ama durum
bu. Çoğu insanın yapmacık tavırlarına katlanamıyorum ve onlar da bana katlanamıyorlar
çünkü ben de pek tahammül edilebilir bir insan değilim ve... Olmuyor işte.
Herhangi bir insanla herhangi bir ilişki kuramıyorum."
Durup sümüklerim akmasın ve bu dramatik anı mahvetmesin diye burnumu
çektim. Ama bu da ortamın havasını biraz zedeledi. Yine de umursamayacak kadar
çöktüğüm için devam ettim.
"Doğu, bütün bunları aşabildiğim nadir insanlar biri olarak
hayatıma dâhil oldu ve yalnızca sevgilim değil aynı zamanda en yakın arkadaşım
olarak da beni terk etti. Ve ben bu meseleyi o kadar aşamadım ki, Doğu'yu ve
mahvolan diğer her şeyi düşünmemek için saçma sapan şeyler yapıyorum. Ablamla
ait olmadığım davetlere katılıp kendimi rezil ediyorum. Bana biraz iyi
davrandığı için Alp'i kankam ilan edip sürekli başını ağrıtıyorum. Patronumun
aşk hayatına dair aptalca teoriler üretiyorum. Çünkü bunu yapmadığım zaman
içimdeki kapatamadığım boşluğu düşünürken buluyorum kendimi. Ve ben bu boşluğu
o kadar uzun süre düşündüm ki artık çoğunlukla bu boşluktan ibaretim."
Artık Kuzey'le değil tamamen kendimle konuştuğumu ve kafamın içinde
dönüp duran, beni kemiren şeyleri nihayet söyleyebilmiş olduğumu fark ederek
derin bir nefes alarak başımı iki yana salladım. "Yalnız, sıkıcı ve
tahammül edilemeyen bir boşluktan ibaretim."
"Seni ilk gördüğümde ne düşündüm, biliyor musun?"
Kuzey'in sesini duyduğumda ona doğru dönerek bir kere daha burnumu
çektim. "Bu kızın erkekler tuvaletinde ne işi var diye düşünüyordun
muhtemelen. Ve aptal bir sarışın olduğumu."
"Hayır," diye itiraz etti Kuzey. Ama 'hadi oradan' bakışımı
atınca "Tamam, ilk başta öyle düşündüm," diye kabul etti. "Ama
sonra, yani sen, sanki hiçbir tuhaflık yokmuş gibi ellerini yıkayıp oradan
ayrıldığında özgüvenine hayran kaldığımı itiraf etmek zorundayım. Öyle
kendinden emindin ki bir an, acaba ben mi kadınlar tuvaletindeyim diye
düşündüm."
Kaşlarımı yukarı kaldırarak ona ters bir bakış attım. "Şu an
öylesin."
Sanki biraz önce bana bir dünya hakaret yağdıran o değilmiş gibi
sevimli bir şekilde gülümsedi. "Özür dilerim Nisan," diye mırıldandı.
"Çok gergin ve sinirliydim. Sinirimi de senden çıkarttım. Öyle şeyler
söylememem gerekirdi."
Bakışlarımı öne eğip omuz silktim hafifçe. "Haklıydın sonuçta.
Patronum olduğunu unutup arkadaşımmışsın gibi davranmamalıydım."
"Ama arkadaş olabiliriz," diye itiraz etti. "Zaten ben
de patron değilim, biliyorsun."
Gözlerimi devirdim. Ama aynı zamanda hafifçe de gülümsemiştim.
"Arkadaş olduğum insanların beyinlerini yiyorum. Bu konuda seni
uyardım."
"Ben de pek tahammül edilebilir bir insan sayılmam," dedi
sırıtarak. "Henüz hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun." "Neden bunu
yapıyorsun?" diye sordum. "Yani sadece beni kovabilirsin. Bana
bağırdığın için kendini suçlu hissetmene bile gerek yok Kuzey. Benim
sorunlarımdan sorumlu da değilsin. Niye boş yere başını ağrıtıyorsun?"
Derin bir nefes alıp ellerini ceplerine attı ve arkasındaki duvara
yaslandı. "Öncelikle Arın'a gerçekten büyük bir iyilik borcum var,"
dedi. Bu borcun ne olduğuna dair teorilerimi sıralamamak için dilimi ısırdım.
Sırası değildi.
"Bunun yanı sıra," derken başını yana eğip tekrar gülümsedi.
Gamzeleri ortaya çıkınca elimde olmadan iç çektim. "İyi bir asistan bulmak
gerçekten ama gerçekten çok zor. Ve sen, bütün gevezeliğinin yanı sıra işinde
gerçekten iyisin. Bana yardımcı oluyorsun."
"Öyle mi?" diye mırıldanırken elimin tersiyle yanağımı
sildim.
"Öyle," diyerek onayladı beni. Sonra doğruldu ve yaslandığı
duvardan ayrılarak bana doğru bir adım attı. Elini uzattı. "Eee, arkadaş
mıyız?"
Uzattığı elini sıkarken "Muhtemelen bundan pişman olacaksın,"
dedim.
"Bırak da orasını ben düşüneyim. Şimdi sümüklerini sil de çıkalım
buradan. İnsanların beni kadınlar tuvaletinde görmesini istemem."
Ona ters bir bakış atarken musluğu açıp elimi yüzümü yıkadım hızlıca.
Sonra tuvaletten çıktık. Kuzey'le birlikte koridorda yürürken kendimi anlamsız
bir biçimde hafiflemiş hissediyordum. Üzgündüm, biraz incinmiştim ama bunun
yanında rahatlamıştım da. Beynimin içinde birikip bana baskı yapan sözcükleri
söylemek, kafamın boşalıp o dayanılmaz baskının azalmasına sebep olmuştu. Bunun
için minnettardım. Neredeyse beni ağlattığı için Kuzey'e teşekkür edecektim.
Ama tabi ki etmedim. Sadece ofise girerken gülümsedim ve beni üzdüğü
için ona karşı kafamda oluşturmaya başladığım komplo teorilerini bertaraf
ettim. Bu seferlik içimde intikam arzusuyla yanıp tutuşan canavara sahip
çıkabilirdim. Hem zaten intikam almam gereken başka biri vardı. Beni bütün bu
olayların içine sürükleyen, zavallı Kuzey'i de bana tahammül etmek zorunda
bırakan biri. Arın Arıkan.
"Bu yaptıklarını çok fena ödeyeceksin enişteceğim," diye
mırıldandım yerime otururken. "Çok çok fena."
7.bölüm
Sakin geçen bir Pazar gününün ardından artık alıştığım ve benimsediğim
masama kurulurken pazartesilerin asla güzel olamayacağını düşünüyordum. Çünkü
bu pazartesilerin doğasına aykırıydı. Pazartesi günleri, iğrenç olmak için
yaratılmıştı ve beni asla yanıltmıyorlardı.
Günün ilk iğrençliği uzun zamandır - yaklaşık on saattir falan- aklımı
ona yormadığım ex aşkım Doğu'dan geldi. Yine bir instagram paylaşımıydı.
Yanında sarışın ve güzel bir kız vardı ama ne yazık ki bu kız ben değildim.
Hayır, yani yanında sarışın ve güzel bir kız istiyorduysa bu pekâlâ ben
olabilirdim, değil mi? Şu şırfıntıdan neyim eksikti? Hiçbir şeyim! Ama Doğu
beni terk etmişti. Ve bunu gün içinde kendime birkaç defa hatırlatmak zorunda
olmam biraz zavallı bir durumdu.
Her neyse, Doğu tarafından ciğerlerimin deşilmesine ziyadesiyle alışkın
olduğum için bunu zihnimin derinliklerime yollamam uzun sürmedi ve dikkatimi
dağıtmak için derhal bilgisayarımı açarak yapmam gereken işlere yöneldim.
Kuzey'den yaklaşık yirmi dakika önce gelmiştim ve bir gün önce 'sabah masama
bırak' dediği dosyaları hazırlamam zor olmadı. Dosyaları tamamlayınca ofisini
açtım, havalanması için pencereleri araladım ve fazla sıcak olduğuna kanaat
getirdiğim için klimayı çalıştırıp Kuzey'in ofisindeki kahve makinesine
yöneldim.
Kuzey çalışırken bir ton kahveyi midesine indiren insanlardandı. Ve
sabah işe geldiğinde kahvesinin hazır olmasını istiyordu. Ve tabi ki bunu
benden istiyordu. Ben de iyi ve uslu bir asistan olduğum için o gelmeden iki
bardak kahveyi hazır ediyordum; biri ona, biri bana. Kahveyi de hazırlayıp
yapmam gereken her şeyi tamamlayınca kendime de bir bardak doldurup ofisten
çıktım ve tekrar masama oturdum. Telefonumun bildirim ışığının yandığını
görünce elime aldım. Alp'ten mesaj gelmişti. Hoşlandığı bir kızla konuşuyordu
ve iki de bir benden tavsiye istiyordu. Sonunda gerçek bir -aslında iki, Kuzey
de var çünkü- arkadaşım olduğu için öyle mutluydum ki her sorusuna şevkle yanıt
veriyor, kızla arasına yapabilmek için adeta bir ilişki uzmanı kesiliyordum.
Oysa gelin görün ki yalnızca bir ilişkim olmuştu ve o da terk edilmekle
sonuçlanmıştı. Fakat bunu Alp'e söyleyip onu korkutmaya gerek var mıydı?
Koridorda ayak sesleri duyunca yazdığım mesajı yollamak için gönder
tuşuna basıp telefonu masaya bıraktım bakışlarımı asansörün olduğu tarafa
çevirdim. Sesler yaklaştıkça gelenin yalnızca Kuzey olmadığı fark ettim; birden
fazla ayak sesi vardı ayrıca iki farklı kişinin aralarında konuştuğunu
duyabiliyordum.
Merakla kaşlarımı kaldırdığım ve gelenleri görmek için kafamı ileri
uzattığım sırada Kuzey köşeyi döndü ve bakışlarımız karşılaştı. Ona genişçe ve
mahcup bir biçimde sırıtırken yanındaki adamı fark ettim ve...
Hay bin Brad Pittler aşkına!
Bu nedir böyle? Karşımda hayatımda gördüğüm en yakışıklı adam duruyordu
ki dikkatinizi çekerim ben Arın Arıkan'ın baldızıydım. Ama bu adam... Arın
eniştemden bir tık daha yakışıklıydı. Kuzey kadar uzun -gerçi bir iki santim
kısa ama çok fark edilmiyordu- eniştemden daha kaslı ve Brad Pitt'den daha
karizmatikti.
Tamam, sonuncusu biraz abartılı olmuş olabilirdi.
Ama Brad Pitt kadar karizmatikti. Sarışındı. Gür sarı saçları dağınık
bir şekilde ensesine uzanırken gülümsediği için ortaya çıkan iki tatlı gamzesi
kalbimi sıkıştırıyordu. Ve ben şaşkın bir balık gibi aralanmış ağızımla öylece
adama bakıyordum.
"Nisan!"
Kuzey'in seslenişiyle kendime gelip bakışlarımı karşımdaki yaratıktan
-lütfen, ona insan muamelesi yapamam- ayırıp ona çevirdim.
"Günaydın, Kuzey Bey!" dedim gür bir sesle. "İstediğiniz
dosyalar, kahveniz falan hepsi hazır ofisinize geçebilirsiniz."
Kuzey, arkadaşına UFO görmüş masum köylü gibi bakmama biraz bozulmuş
olacak ki bir şey demedi, gözlerini devirerek ofise doğru bir adım attı. Fakat
yanındaki yakışıklı onu durdurdu. Heyecanla onun söyleyeceği şeyi beklerken
adamın dudaklarından şu sözcükler döküldü; "Beni bu yavruyla
tanıştırmayacak mısın Yiğit?"
Bir an dünyamın başıma yıkıldığını hissettim. Uslu bir çocuk olmuşum da
şirinleri görememişim gibi, dondurma kutusunu açmışım da içinden fasulye
turşusu çıkmış gibi, günlerden Cuma sanıyormuşum da aslında perşembeymiş gibi
derin bir hayal kırıklığı bütün vücudumu ele geçirdi. Karşımdaki o yakışıklı
adamın üstünde aniden beyaz, kaslarına yapışan iğrenç bir atlet, boynunda kalın
bir altın zincir, dişlerinin arasında bir kürdan, gözlerinde çirkin bir güneş
gözlüğü, ayağında kundura belirdi. Biraz önce utanmadan Arın enişteciğimle
karşılaştırdığım bu adam, kullandığı tek bir kelimeyle gözümde yurtdışından
şarkı yarışmasında rap söylemeye gelmiş kıro bir adama dönüştü.
Dizlerimin üstünde yere çöküp NEDEEEN diye bağırmak istedim. Neden
kendine bunu reva gördün yiğidim? Neden bütün potansiyelini bir sapık gibi
konuşarak hiç ettin?
Ben hayal kırıklığından ötürü kalp spazmı geçirirken "Of
Rüzgâr," dedi Kuzey. "Seni buraya getirdiğime pişman etme beni.
Asistanımdan da uzak dur." Sonra bana çapkın bir şekilde gülümseyen adamı
kolundan tutup ofise sürükledi ki bunun için ona epey minnettar oldum. Onlar
ofise girip beni yalnız bıraktıklarında uğradığım şoku atlatmak için kahvemden
koca bir yudum aldım. Demek Rüzgar denen herif buydu. Eh, Çin malı iPhone
gibiydi. Görüntü güzeldi ama uygulamaya gelince insan umduğunu bulamıyordu.
Üzücü bir durum.
Yalnız kaldıktan sonra işler biraz sıkıcı hale gelmeye başladı. Öğlene
kadar Kuzey'e gelen telefonları bağlamak ve Alp'e mesaj atmak dışında hiçbir
şey yapmadım. Kuzey ve Rüzgar da ofisten çıkmadılar, beni de çağırmadılar ki
bundan şikayetçi değildim.
Öğlen yemeğinden sonra ablam arıyor ve onunla laflıyoruz. Bana verdiği
birkaç bilgi Arın enişteme hazırlayacağım intikam planı için epey işime
yaramıştı. İşten çıkana kadar buna kafa yormaya karar verdiğim sırada Kuzey'in
ofisinin kapısı açıldı ve nihayet Rüzgar'la ikisi dışarı çıktılar. Kuzey
ifadesiz bir şekilde bakışlarını bana çevirirken Rüzgar göz kırptı.
Gerçekten, hareketsiz dursa ve hiç konuşmasa ona aşık olabilirdim. Ama
nasip değilmiş... "Nisan ben çıkıyorum," dedi Kuzey. "İstersen
sen de erken çıkabilirsin bugün." Erken çıkma ihtimalini duyunca genişçe
gülümseyerek "Teşekkürler Kuzey Bey," dedim. Başını eğip karizmatik
bir selam verdi ve iyi günler diledi. Tam arkasını dönüp yanımdan ayrılacaktı
ki Rüzgar konuşmaya başladı.
"Baksana güzellik, az kalsın söylemeyi unutuyorduk. Yarın akşam
Kuzey'in doğum günü partisi var. Sen de davetlisin."
Rüzgar'a hayal kırıklığımı özetleyen sahte bir gülümseme sunarken göz
ucuyla Kuzey'e baktım.
"Evet, evet," diye atıldı o da. "Yarın akşam sekizde.
Ben sana adresi mesaj atarım, tamam mı? Ayrıca yanında birini
getirebilirsin."
Tekrar gülümsedim ve onaylamak için başımı salladım. Kuzey ve Rüzgar
asansöre biner binmez ise tek arkadaşım olan Alpişe benimle gelmesi için mesaj
attım.
İçimden bir ses Kuzey'in nişanlısı Eda'nın da orada olacağını ve
ilişkilerine dair daha çok şey öğreneceğimi söylüyordu. Bu yüzden bu doğum günü
meselesine sevinmiştim. Ve şimdiden ne giyeceğimi düşünmeye başlamıştım.
Ama tabi önce eniştemden alacağım intikam vardı! Pazartesiler hep
iğrenç mi olur demiştim? Eh, bugünü bir istisna kabul edebilirdik o zaman.
***
Kapı hızla açıldı ve Arın eniştem telaşla içeri daldı. Yüzünde öyle bir
panik ifadesi vardı ki neredeyse planı daha başlamadan kahkahalar atarak
bertaraf edecektim. Ama beni rezil edişinin bedelini ödetmeden kahkahalarımı
serbest bırakmamaya kararlıydım. Bu yüzden yavaşça yutkundum ve yüzüme en ciddi
ifademi takındım. Kucağımdaki laptopa kısa bir bakış atıp "İşte
geldi!" dedim. "Benim biricik ablamı, benim hamile ablamı aldatan
terbiyesiz adam geldi babaanne!"
"Çevir şu kamarayı ona da yuzina tüküreceğum!"
Babaannemin öfkeli sesi kucağımdaki bilgisayarın hoparlöründen
yükselince Arın eniştemin şaşkınlığı iki katına çıktı. "Nisan?" dedi
temkinli bir sesle. "Mayıs nerede?"
Kaşlarımı çatabildiğim kadar çatarak "Bilmiyorum!" diye
bağırdım. "Sana o kadar kızmış ki hiçbir şey söylemeden çekip gitti.
Telefonlarıma da cevap vermiyor." Sonra bir an durup ağlamaklı bir hale
büründüm. "Kim bilir nerede, ne yapıyor zavallı ablam? Kim bilir ne
halde?"
Arın eniştemin çöküşünü naklen izlediğim o an, içimdeki küçük bir parça
onun için üzülüyordu fakat gün intikam günüydü. Böyle bir şansı bir daha elde
edemezdim. "Nisan ben..."
"Evet, sen!" diye haykırdım. "Sen utanmıyor musun hamile
karını aldatmaya?"
"Nisan ne aldatması, saçmalama! Ben... Ben yapar mıyım öyle şey!
Hepsi bir yanlış anlaşılma!"
"Sus!" dedim öfkeyle. "Sus, konuşma! Enişte dedik
bağrımıza bastık sen neler yaptın?" "Kiz feruk, sağa sesleniyrum
baksana bu yana!" Babaannemin ikazıyla bakışlarımı tekrar kucağımdaki
bilgisayara yönelttim ve planımın asıl vurucu parçasına geçmek için ekranı,
dolayısıyla kamerayı Arın enişteme doğru çevirdim.
"İşte babaanne," dedim. "Burada Arın eniştem!"
Arın eniştem ne yapacağını bilemez halde bir ekrana bir bana bakıyordu.
Sanırım ablamı aramakla bizimle uğraşmak arasında kararsız kalmıştı. Ablamı
aramayı tercih edeceğini biliyordum fakat babaanne Ekiz'in karşısından kaçıp
gitmek de öyle kolay bir iş değildi. O da bunu biliyordu.
"Babaanne..." dedi sessizce ve çaresizce. Köpek yavrusu gibi
baktığı için ona tekrar acıdığımı hissettim. "Sizinle sonra konuş-"
"Ula sen hiç utanmay misun? Evli barklı adamsun. Karin gebe. Hala
daha çapkinlik peşindesun. Ayip değil mi?" Evet, eniştem Mayıs'ın peşine
düşmek için izin isteyecekti fakat artık çok geçti... Çoktan babaannemin
radarına girmişti ve çıkması çok da kolay olmayacaktı. "Ama
babaanne-" diye itiraza yeltendi.
"Sus bakayim!" dedi babaannem öfkeyle. "Bana babaanne
demeyecesun! Konuşmayacasun sen! Benim gül gibi kizumu, benim nur parçasi
kizumu aldatırken bağa koniştin mu?
Konişmadun! Şimdi de susacasun!"
"Ama ben-"
"Bak hala konuşayi. Hala konuşayi! Biz bu kizi sağa üzesun diye mi
verdik damat? He de bakayım bana?"
"Hayır ama ben-"
"Yav ben sana konuşmacasun demedim mi? Laf da mı almayi senin o
kot kafan? Cibiliyetsiz fasile çıbığı. Utanmaz arlanmaz. Gebe kadin hiç üzülür
mi? Ya şimdi dış arlarda başina bir şey gelirse? Hadım ederum seni uşak hadım!
Anlay misun beni?"
Eniştem sesli bir şekilde yutkundu. Sanırım hadım edilme düşüncesi onu
pek rahatlatmamıştı. "Anlıyorum babaanne fakat-"
"Tamam bizum kizımuz biraz delidir. Ha bundan sebep ne yapsa
yeridir. Sen bunu bilmez miydun bu kizi alırken? Bilurdun. Şimdi neden... de
bakayim bana neden?"
Babaannemin öfke katsayısı astronomik rakamlara ulaştığı için
söyledikleri anlaşılmamaya başlamıştı. Muhteşem Karadeniz şivesi garip bir dile
evrilmiş Arın eniştemin algı sınırlarını zorlar hale gelmişti. Tek anlaşılan
öfkeli olduğuydu. Onun dışında şu an kutuplardaki buzul erimelerinden bile
bahsediyor olabilirdi. Hiçbir fikrimizi yoktu.
Eniştem sabrının son kırıntılarını da harcayınca "Kusura bakmayın
ama karımı bulmam lazım!" diyerek bir hışımla arkasını döndü. Tam bu
sırada duyulan anahtar sesi eve birinin girdiğinin habercisiydi. Çok geçmeden
sarı saçları, yavaş yavaş belirginleşmeye başlamış karnı ve elindeki alışveriş
poşetleriyle ablam kapıda belirdi.
"Mayıs?" dedi eniştem. Gökkuşağını ilk kez gören çocuklar
gibi şen ve sevinçliydi. "Mayıs buradasın!" Koşarak ileri atıldı ve
ablamı kucakladığı gibi kendine çekti. "Buradasın, iyisin!" Ablam ona
anlamsız gelen bu coşkuyu şaşkın bakışlarla karşılarken babaannemle biz çoktan
kahkahalara boğulmuştuk. Elindeki alışveriş poşetlerini yavaşça yere bırakıp
korkudan aklını kaçırmak üzere olan eniştemin sırtını okşarken "Neler
oluyor?" diye sordu ablam. "Bir şeyi mi kaçırdım?"
Eniştem nihayet sakinleşip geri çekildiğinde ablamın öfkeli olmadığını
ve benim kahkahalarla güldüğümü fark edip kaşlarını çattı. "Sen..."
dedi ablama bakarak. "Şey sanmıştın... Hani şirketin otoparkında kuzenimi
yolcu ediyordum. Amerika'dan yeni dönmüştü, eve geçmeden bir uğramak istemiş ve
sen öyle görüp birden taksiye binince... Ben kızdın sandım. Yanlış anladın
sandım. Sonra..." Duraklayıp bakışlarını bana çevirdi. Ben hala gülüyor ve
zavallı eniştemin çırpınışlarını izliyordu. "Sonra Nisan dedi ki, çok
kızmışsın. Senden haber alamıyormuşuz. Babaannen de kızımı nasıl üzersin dedi.
Nasıl aldatırsın diye kızdı bana..." "Aldatmak mı?" dedi ablam,
sanki bu kelimeyi ilk kez duyuyormuş gibi. "Senin beni aldattığını
düşündüğümü mü düşündün?"
"Evet," diye mırıldandı eniştem. "Düşünmedin mi?"
Ablam başını usul usul iki yana salladı. "Aşkım, eğer beni
aldattığını düşünseydim şu an muhtemelen nefes alıyor olmazdın. Gerçekten
iyimserliğine hayran kaldım."
Eniştem rahatlamakla birlikte kafa karışıklığından henüz kurtulamamış
olmanın verdiği şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. "Ama neden birden
taksiye binip gittin o zaman?" "Taksici yüzünden," dedi ablam.
"Yanınıza gelecektim ama adam binmiyorsan gideceğim dedi. Ben de sipariş
ettiğim kıyafetleri terziden almam gerektiği için taksiye binmek zorunda
kaldım."
Eniştem olayın bu kadar basit oluşunu hala kabul edemiyormuş gibi
başını iki yana salladı. "Ama Nisan dedi ki, seni aldattığımı düşündüğün
için hiçbir şey söylemeden çekip gitmişsin." Mayıs öfkeli bakışlarını ışık
hızıyla bana çevirdi ve neler döndüğünü eniştemden daha kısa sürede kavradı ki
bu genelde pek olmazdı. "Nisan!" diye cırladı, ben de dayanamayıp bir
kahkaha daha attım.
"Ama çok komikti abla! Bir görsen nasıl ödü koptu! Hele
babaannemin karşısında kıvranmaları cidden görülmeye değerdi." Bu sırada
hala bizi izlemekte olan babaannemi, yani bilgisayarın ekranını işaret ettim. O
da benimle birlikte eniştemin şapşallığına gülüyordu.
"Size inanmıyorum!" dedi ablam. "Zavallı kocama ne
yaptınız böyle!"
"Hepsi şaka mıydı?" diye araya girdi eniştem bu sırada.
"Yani hepsi... Hepsi şaka mıydı Nisan?"
"Evet," derken keyifli bir kahkaha daha attım. "Ve en az
beni şu tuvalet olayından sonra Kuzey'le çalışmak zorunda bırakman kadar
komikti!"
Nihayet rahatlamış olmanın verdiği sakinlikle bakışlarını ablama
çevirdi eniştem. "Aşkım, kardeşini öldürsem rahatsız olur musun?"
Yere bıraktığı poşetleri alırken umursamazca omuz silkti Mayıs.
"Hayır, olmam. Fakat mobilyalara kan sıçratmamaya dikkat et, olur
mu?"
Eniştem gülümseyip ablamın dudaklarına minik bir öpücük kondurdu. O
poşetleri bırakmak için yatak odasına yönelirken Arın da yüzünde kocaman,
korkunç bir sırıtışla bana döndü. Kucağımdaki bilgisayarı usulca koltuğun
üzerine bıraktım.
Eniştem gömleğinin kollarını sıvamaya başladı.
Yavaşça koltuktan kalktım.
Eniştem ağır adımlarla bana doğru yaklaşmaya başladı.
Yutkundum ve birkaç adım geri gittim.
Eniştem adımlarını hızlandırdı. Ve aniden bana doğru atıldı.
Dudaklarımdan kopan bir çığlıkla koşmaya, ondan kaçmaya başladım.
Galiba ablamın onu terk ettiğini düşündürmek sandığım kadar iyi bir fikir
değildi. Üstelik hala babaannemin kahkahalarını duyabiliyordum.
***
8.BÖLÜM
Eniştemle verdiğimiz savaştan sağ kurtulup gazi unvanını aldıktan sonra
hayatım aynı monoton seyrinde devam etmek için fazla beklemedi. Ertesi sabah
yine aynı saatte uyanıp işe gitmek için yola koyuldum. İş yerinde aşırı sıkıcı
bir gün geçirdim. Çünkü Kuzey yoktu ve benim de tek yaptığım ona iletilmesi
gereken şeyleri not alıp arayanlara o gün şirkette olmadığını söylemekten
ibaretti. Ah tabi bir de şirkete gönderilen doğum günü hediyelerini odasına
bırakmam gerekmişti.
Kutuları sallayarak içlerinde neler olduğunu tahmin etmeye çalışmak gün
içindeki tek eğlencemdi. Bu eğlencem sırasında da Kuzey'e gelmiş hediyelerden
birini kırmış olabilirdim. Ama bunu ona tabi ki söylemeyecektim. Ne gerek vardı
ki? Sadece birlikte çalıştığı kişilerden bir sürü hediye gelmişti; pahalı
çikolatalar, içinde şık kalemler, saatler ya da ona benzer şeylerin bulunduğunu
tahmin ettiğim süslü kutular... Akşam arkadaşlarından gelecek hediyeleri
düşünemiyordum bile! Yaklaşık bir milyon tane falan arkadaşı olmalıydı. Sadece
yarısı hediye alsa, o hediyeleri açmak günlerini alırdı.
Şanslı hergele!
Tabi ben de bu hergele için bir hediye hazırlamıştım. Pahalı bir şey
alamazdım, çünkü param yoktu. Saat, kravat, gömlek gibi şeylerden de yaklaşık
yüz bin tane geleceği için Kuzey'e küçük, esprili bir şey almak istedim. Bunun
üzerinde epey düşünmem gerekti ve en sonunda üzerinde bayanlar tuvaleti simgesi
olan bir CD'ye sevdiğim birkaç şarkıyı kaydettim ve bunu hediye etmeye karar
verdim. Biraz eski kafalı görünebilirim ama her şeyi olan bir adama ne
alabilirdim ki? Hiçbir şey. Ben de küçük bir gülümseme ve dinleyecek şarkılar
vermek istedim.
Sonuç olarak Yiğit Kuzey Erarslan'ın doğum günü için her şey hazırdı.
Kendisi aşırı yakışıklı görünen fakat içinde saf bir kıro ötesi kişilik
barındıran arkadaşı Rüzgar beylerle gününü gün edip akşamki muhteşem partisine
hazırlanırken ben bütün ayak işlerini halletmiş Alpiş'le partide buluşmak üzere
sözleşmiş ve mesai saatine kadar sıkıntıdan ölmemeyi başarabilmiştim.
Yüzyılın en iyi asistanıyım diyorum, inanmıyorsunuz.
Nihayet mesai bittiğinde partiye az bir zaman kalmıştı. Koştura koştura
şirketten çıkıp bir taksi çevirdim ve kendimi eve atar atmaz da duşa girdim. On
dakikalık kısa bir duşun ardından ne giyeceğimi planlamış olmanın verdiği
kolaylıkla hızlıca giyindim. Sonraki yarım saat içinde de makyajımı ve
saçlarımı istediğim şekilde yapmış olarak tamamen hazırdım. Aynada kendimi son
bir defa süzerken genişçe gülümsedim.
Tekrar taksiye bindiğimde bu defa partinin yapılacağı yerin adresini
verdim ve yola çıktığımı bildirmek için Alp'e mesaj attım. Orada tanıdığım tek
insan o ve Kuzey olacaktı, Kuzey de muhtemelen büyük bir insan kalabalığının
odak noktası olacaktı ve Alp olmazsa ben yalnız kalacaktım. O yüzden zamanında
gelmesi için onu darlıyor olabilirdim. Haksız sayılır mıydım? Tabi ki hayır!
Parti mekanına geldiğimde karşılaştığım şey dudaklarımdan kaba bir
"Oha!" kelimesinin dökülmesine sebep oldu. Fakat ben böyle ihtişamlar
karşısında kibar kalabilecek kadar zengin biri değildim. Öncelikle her yer
insan kaynıyordu. İstanbul nüfusunun yarısı bu partiye katılmış olabilirdi.
İnsanlara hizmet etmek, içecek ve atıştırmalık bir şeyler dağıtmak için etrafta
dolanan garsonlar yürümekte zorlanıyor ya da daha iki adım atmışken boş bir
tepsiyle kalakalıyorlardı. Yüksek tavanlı mekâna yapılan renkli ışıklandırma
kendimi başka bir gezegendeymiş gibi hissetmeme sebep olmuştu. İnsanlar o kadar
enerjikti ve o kadar çok gülüyorlar, konuşuyorlardı ki aynı dünyada
yaşadığımıza inanmakta zorlanıyordum. Mesela sen siyah saçlı ablacığım, hayatı
gerçekten bademciğini göreceğimiz şekilde kahkaha atacak kadar çok mu
seviyorsun diye sormak istiyordum. Fakat etrafımızı saran yüksek sesli müzik
kelimelerimi yutup yok edeceği için bunu denemedim bile.
Sıkış tepiş bedenler, ağır kadın parfümleri ve atılan güçlü kahkahalar
arasında yok olmamak için dua ederek mekanın içine doğru ilerledim. Bu sırada
gözlerim hala dekorasyonu tarıyordu. Etrafa küçük küçük yıldızlar
serpiştirilmişti. Hepsi farklı renkte bir parlıyor, bir sönüyorlardı. Mekanın
ortasına kocaman bir... -İnanmıyorum, bu gerçek mi?- Kocaman bir çikolata
şelalesi duruyordu! Evet, evet yok artık dediğinizi duyabiliyorum.
Bu partiyi Rüzgar'ın düzenlediğini tahmin ediyordum. Çünkü içi bu kadar
boş bir şatafat ancak onun eseri olabilirdi. Allah aşkına bir doğum günü
partisinde çikolata şelalesine ne gerek vardı? Ya da bu kadar insana? Ya da bu
kadar müziğe? Ya da buradaki herhangi bir şeye?
Sinirle burnumu kırıştırdım. Ben küçükken doğum günü partilerimi kendi
evimde düzenlerdim ve sadece yakın arkadaşlarım gelirdi. Pastayı da annem
yapardı. Ve o partiler buradakinden çok daha güzeldi.
Çünkü mesela, şu ilerideki kızıl saçlı ve göbeğine kadar dekolteli
ablanın Kuzey'in doğum gününü kutlaması şart mıydı? Bence değildi. Eda nasıl
oluyor da böyle kadınların nişanlısının on metre yakınına yaklaşmasına izin
veriyordu? Hayret bir şey!
"Hey!"
Kulağımın dibinde yankılanan kalın erkek sesini duyunca düşüncelerimden
koparak yerimde sıçradım. Ve arkamı döndüğümde Alp'le yüz yüze geldim.
"Hey!" dedim sevinçle. "Hoş geldin. Sensiz buraya üç
saniye daha dayanamazdım!" Müzik sesi gereksiz yere yüksek olduğu için
bağırarak konuşmak zorunda kalıyordum.
"Çok bile dayanmışsın," diye bağırırken dehşetle açılmış
gözlerini etrafta dolaştırdı Alp. "Hayatımda gördüğüm en korkunç şey bu!
Bir insanın nasıl bu kadar arkadaşı olabilir?"
"Bilmiyorum," diye bağırarak omuz silktim. "Bunu Kuzey'e
sorman gerek!"
O nerede?
Alp'in sorduğu bu soruyla kaşlarımı çattım. Harbiden, Kuzey neredeydi?
Ve bu kadar insan neden onu merak etmiyordu? Gerçi buradaki insanların herhangi
bir şeyi merak edip etmediklerinden şüpheliydim. Parti boyunca Kuzey ortaya
çıkmasa ve partinin sonunda aslında bir doğum günü için değil de yalnızlaşan
fok balıkları için toplandıklarını öğrenseler yine de umursamazlardı bence.
Gözlerimi kısarak çılgın ve tasasız kalabalığı hızlıca taradım. Sol
çaprazıma bakarken hissettiğim göz kamaşması sayesinde dikkatimi çeken kişiye
baktım ve inanılmaz yakışıklılığıyla orada durup birilerine gülümseyen Rüzgar'ı
fark ettim. Kuzey de onun yanındaydı.
"İşte, orada!" dedim Alp'e, elimle onların olduğu yeri işaret
ederek. Normalde bu kaba bir hareket sayılabilirdi ama şu an bir insan
denizinde zararsız bir Nisan parçacığı olduğum için kimsenin dikkatini
çekeceğimi zannetmiyordum.
Alp tek elini omzuma koyup beni insanların arasında ezilmekten korurken
ağır adımlarla -zira hızlı olmak imkânsızdı- onlara doğru ilerledik. Rüzgâr
sanki dünyayı onun avuçlarına koymuşlar gibi mutlu ve havalıydı. Kuzey ise...
Garip bir şekilde durgundu. Sanırım partinin çığırından çıkması onu da pek
memnun etmemişti.
"Selam patron!" diye bağırdım yanına vardığımda. "Doğum
günün kutlu olsun!"
Beni fark ettiğinde genişçe gülümseyerek "Selam," dedi.
Bağırmıyordu ve bağırmadığı halde etkileyici bir şekilde sesini
duyurabiliyordu. Bu coolluğun da bir sınırı olmalı kardeşim.
"Büyük parti dedikleri bu olsa gerek," dedim. Bu sefer
bağırmamaya gayret ederek.
Kuzey sıkıntıyla gözlerini devirdi. "Rüzgar'ın işleri. Buradaki
insanların çoğunu tanımıyorum bile!"
"Bunu duyduğuma sevindim," diye araya girdi Alp. "Çünkü
anlarsın ya, bu kadar arkadaşın olması biraz ürkütücü patron."
Alp'in sözlerini hızlı hızlı başımı sallayarak onayladım. "Mesela
biraz ileride kızıl saçlı, tanımlanamayan bir cisim var. Onla arkadaş olsaydın
senin için çok endişelenirdim."
Gülerek başını iki yana salladı. Ve eliyle odanın uzak bir köşesini
işaret etti. "Siz şuraya geçin. Daha sakin ve daha sessiz. Ben burada
biraz daha dikilip sırıtarak başımı sallayacağım. Sonra yanınıza gelirim. Olur
mu?"
Alp de ben de bu teklifi hiç itirazsız kabul ettik ve derhal Kuzey'in
gösterdiği köşeye yollandık. Haklıydı; burası kesinlikle daha sakin ve daha
sessizdi. En azından ses tellerimi yırtmadan konuşabiliyordum.
Parti bütün çılgınlığıyla devam ederken Alp'le ikimiz çekildiğimiz
köşede gayet mutluyduk. Saçma muhabbetler yapıyor, Alp'in oynadığı bilgisayar
oyunlarından söz ediyor ya da bazen çalan şarkıya iğrenç seslerimizle eşlik
ediyorduk. Alp bir yandan da daha önce bahsettiğim kızla mesajlaşıyordu ki bu
çok heyecanlı bir olaydı. Bütün mesajlarını okuyup yorum yapıyor, ne yazması
gerektiğini falan söylüyordum. Ve inanıyordum ki biz bu kızı tavlayacaktık!
Evet, biz. Apl'le ikimiz. Takım çalışması!
Arada havalı fotoğraflar çekilip Instagram'a ve Facebook'a atmaktan da
geri durmadım tabi ki! Doğu Saygın benim hayatıma devam ettiğimi görmeli,
üzülmeli ve bana ne kadar âşık olduğunu fark edip geri dönmeliydi sonuçta!
Ama resimlerimi beğenmiyordu bile.
Hayaller ve hayatlar...
Yine de moralimi yüksek tutmaya çalışıyordum. Bu da partinin orta
yerine çöküp bağırarak ağlamama ya da çikolata şelalesine kafamı daldırarak
intihar etmeme engel oluyordu.
Bence gayet başarılı.
Bir ara Alp'le kendimizi müziğe kaptırmış delicisine şarkıya eşlik
ederken birden müzik sesi kesiliverdi ve aniden sessizleşen mekânda yalnızca
ikimizin sesi yankılandı. Bu da etraftaki herkesin bize dönüp bakmasına sebep
oldu tabi ki. Lanet!
Fakat yakışıklım Rüzgâr bir işe yarayarak araya girdi ve onun ışığı
gözleri kamaştırırken herkes bakışları bizim üzerimizden çekti. Bu çocuk dikkat
dağıtıcı bir araç olarak çok işe yarayabilirdi. Onun dikkat dağıtıcılığı
sayesinde banka bile soyabilirdik. Tabii konuşmaması şartıyla...
"Saygı değer beyefendiler ve birbirinden güzel hanım
efendiler," diye girdi söze önündeki kızlara çapkın bir bakış atmayı ihmal
etmedi. Kızlar da cilveli cilveli sırıttılar. Şaka gibi...
"Bugün burada en yakın dostum olan Yiğit'in-" Kuzey bir kere
o! "Doğum günü kutlaması için toplandık!"
Yalnız bu adamın doğum günü bu kadar şatafatlıysa düğününe Kraliçe
Elizabeth falan gelir sanırım. Hem düğün demişken, Eda nerede?
"Kendisi bir yaş daha yaşlandı fakat karizmasından ve
yakışıklılığından hiçbir şey kaybetmedi. Hala çok canlar yakabilece k derecede
formunda. Fakat biliyorsunuz ki kendisinin başı bağlı, bu yüzden teselliye
ihtiyacı olan hanımlar yanıma uğrayabilir."
Rüzgâr kıkırdayan kızlara göz kırparken kusmamak için derin bir nefes
almam gerekti. Ve dikkatimi ondan koparıp kıstığım delici bakışlarımla
kalabalığın arasında Eda'yı aramaya başladım. Her yer birbirinden süslü güzel
ya da çirkin kadınlarla doluydu fakat onların hiçbiri Eda değildi. Zaten o kızı
bu ortama bir türlü yakıştıramıyordum zihnimde. Ya da her an bir duvar
köşesinde uzun kazağıyla kitabına sarılmış, saçlarını tepesinde toplamış bir
halde görebilecekmişim gibi geliyordu. Ayrıca bu kızın nişanlısının yanında
durması gerekmez miydi? Nişanlın yahu o senin! Evleneceksin sen bu adamla!
Sevişip bebek yapacaksın! Bir zahmet yanında da dur yani, değil mi?
Ne yazık ki yaptığım gözlemler hiç sonuç vermedi ve Eda'yı bulamadım.
Ona benzeyen birini bile göremedim. Kuzey'in yanında da Rüzgâr duruyordu. Sanki
Rüzgâr'la evlenecek...
Nihayet Rüzgâr saçma sapan doğum günü konuşmasını bitirdiğinde kocaman
bir pasta geldi ve Kuzey kalabalık tarafından zorla dilek tutturulup mumları
üflemek zorunda bırakıldı. Ardından döner bıçağından hallice bir bıçakla koca
pastayı alkış eşliğinde ikiye böldü.
İyi ki doğdun Yiğit Kuzey Erarslan!
Pastanın kesilmesinin ardından yine bir hengâme oluştu ve müzik tekrar
başladı. Biz de Alp'le pastamızı alıp biraz önce oturduğumuz ve gönlümüzce
eğlendiğimiz köşeye topukladık.
Pasta inanılmaz nefisti. Rüzgâr'ın partide doğru yaptığı tek şey bu
pastayı seçmesiydi sanırım. Çikolata şelalesi de güzeldi aslında ama ortama
uygun değildi. Acaba giderken alıp götürmeme izin verirler miydi?
Sanmıyorum.
Parti ilerlerken Alp'le ikimiz epey eğleniyorduk. Sanki sadece ikimiz
varmışız gibi hissettiriyordu; insanları gözetleyip haklarında komik yorumlar
yapmak, hangimizin pastayı daha çabuk bitirebileceğini görmek için yarışmak ya
da çalan şarkıda saçma sapan dans figürleriyle birbirimizi güldürmek...
Bu benim ihtiyacım olan şeydi. Eğlenceli, içten bir arkadaşlık. Alp
böyle bir partiye kot pantolon ve tişörtle gelebilecek kadar tuhaf ve bir o
kadar da kendinden memnun bir insandı. Ondaki bu pozitif yön bana çok iyi
geliyordu. Bir insanın sizden bir şeyler talep etmeden yanınızda durması ve
eğlencesini sizinle paylaşması harika bir olaydı. Ben en son böyle bir anı
Doğu'yla yaşamıştım.
Doğu'yu. Düşünmek. Yasak.
Ne yazık ki saat on biri geçerken Alp artık ayrılması gerektiğini
söyledi. Kuzey yanımıza gelmemişti ama ona kızmıyorduk, bu kalabalıkta bizi
bulması bile şans olurdu. Hem zaten neredeyse kimse onu görememişti. Herkes
hediyesini küçük not kartlarıyla birlikte büyük bir masanın üzerine
bırakıyordu. Alp de öyle yaptı ama benim minicik hediyem onca kutunun içinde
kaybolma tehlikesi yaşayacağı için ben elden vermek istedim. Böylece Alp'i
yolcu ettikten sonra o insan ummanına dalarak Kuzey'i aramaya koyuldum.
Fakat bu o kadar zordu ki... Onca beden arasında Kuzey'i bulabilmek
için epey çalıştım hatta bir ara bir sandalyenin tepesine çıkıp diğer
insanlardan daha uzun görünen yakışıklı birini bile aradım ama yoktu. Kendi
doğum gününde Kuzey'i bulamıyordum.
Hediyeyi ertesi gün ofiste vermeye karar verip sandalyeden indim. Bir
taksi çağırıp gitmeden önce tuvalete gitmem gerekiyordu. Bu yüzden kalabalığın
içinde zar zor ilerleyip tuvaletlere açılmasını umduğum bir koridora daldım.
Işıl ışıl parlayan o geniş alana göre koridor fazlasıyla loştu. Bu da
gözlerimin önünde parlak benekler uçuşmasına sebep olmuştu. Kendimi içki
içmeden sarhoş olmuş gibi hissediyordum.
Koridorda birkaç kapı görünüyordu ama hiç biri tuvalet olduğuna dair
bir işaret taşımıyordu. Tekrar o kalabalığa dalmak bana korkunç geldiği için
kapalı kapıları aralamaya ve bir şansımı denemeye karar verdim.
İlk açtığım kapının ardında tutkuyla öpüşen bir çift görünce bu
kararımı sorgular gibi oldum ama öpüşenler iki kişiydi, o büyük alanda ise beni
neredeyse bin kişi bekliyordu. O yüzden bu riski göze alarak diğer kapıya
yöneldim.
Kapıyı usulca açarken tek elimi gözlerimin önüne siper etmiş tereddütle
parmaklarımın arasından bakıyordum. Biraz önceki çift sadece öpüşüyordu ama ya
buradakiler... Allah'ım sen esirge!
Neyse ki korktuğum gibi olmadı. Kapı en az koridor kadar loş bir odaya
açıldı ve odada yere çöküp sırtını duvara dayamış bir adamdan başkası yoktu.
Ve bu adam da Kuzey'den başkası değildi.
"Kuzey!" dedim şaşkınlıkla. "Senin ne işin var
burada?"
Sesimi duyunca dalgın bir şekilde gözlerini bana çevirdi. Fakat bir
saniye sonra tekrar önüne döndü. "Asıl senin ne işin var burada?"
"Tuvaleti arıyordum," diye mırıldanırken bunun hediyemi
vermek için güzel bir fırsat olduğunu düşünerek onun yanına gittim ve ben de
yere oturdum.
"Ve tabi ki beni buldun. Tuvaletleri ararken ayakların seni hep
bana yönlendiriyor."
Dalgın ve düşünceli sesiyle söylediği bu cümleler kıkırdamama sebep
oldu. "Gerçekten hep öyle oluyor."
O da güldü. Ama minik ve neredeyse neşesiz bir gülüştü bu. Hemen
ardından da tekrar sessizleşti. Ben de bir süre bir şey söylemedim fakat
dayanmam çok kısa sürdü.
"Burada ne yapıyorsun?" diye sordum temkinli bir sesle.
"İçeride yaklaşık beş bin kişi yeni yaşını kutluyor ama sen
buradasın!"
Gözlerini devirerek başını iki yana salladı. "Hayatımın en kötü
doğum günü partisi!" dedi.
"Neden? Aslında on bin kişiyi mi bekliyordun?"
Yüzüme söylediğim şeyin salaklığını vurgulayan bir bakış attı, ben de
gülümsedim. "Bakma öyle," dedim. "Hayatımda gördüğüm en büyük
organizasyon bu!"
"Bu kadar büyük bir şey olmasını istememiştim!" diyerek iç
geçirdi. "Rüzgâr her şeyi üstlenmek istedi ve olayı biraz abarttı."
"Biraz mı?" dedim kaşlarımı yukarı kaldırarak. "Dostum
içerde kocaman bir çikolata şelalesi var!"
Sözlerimin üzerine yine o neşesiz gülüşünü duydum. "Onun aslında
bir esprisi var. Sonra anlatırım."
Bunu bilmek içimi rahatlatmıştı doğrusu. Yoksa ömrüm boyunca 'bir kere
gittiğim doğum günü partisinde kocaman bir çikolata şelalesi vardı' diye
gereksiz bir hikâye anlatmak zorunda kalacaktım. Fakat şu an konumuz bu
değildi. Konumuz Kuzey'in neden somurttuğuydu.
"Canını sıkan ne?" diye sordum bir kere daha.
Aslında cevap vermesini beklemiyordum ama yanıldım. Derin bir nefes
alıp konuşmaya başladı.. "Yirmi altı yaşımı bitirdim," dedi, sanki
bundan nefret ediyormuş gibi. "Yirmi altı seneyi devirdim ve hiçbir şey
başaramadım. Yirmi altı yaşımı bitirdim ve babam bana çok değerli şirketini
bırakacak kadar güvenmiyor. Ve üstelik bunda haksız değil. Saçma bir şekilde
başkasının hayatını yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Sanki burada olmamam
gerekiyormuş gibi. Yaşadığım hayatı sevmediğimden değil, seviyorum. Sadece bu hayatı
hak etmiyorum."
Sözlerini bitirince şaşkınlıkla aralanan dudaklarımı kapatmam için
birkaç saniye geçmesi gerekti. Ardından başımı ağır ağır iki yana sallarken
"Dostum bu senden duyduğum en saçma şey," dedim. "Ben senin
asistanınım ve inan bana şirketi ne kadar iyi idare ettiğini yakından
görüyorum. Ayrıca hayatını hak etmezsin ki! O sana verilmiştir ve sen onu
yaşarsın. Olay bu kadar."
Bakışlarını bana çevirdi. Gözleri ışığın yokluğundan ötürü yeşilden
ziyade siyah gibi görünüyordu. Ve kaşları düşünceli bir şekilde çatılmıştı.
"Bağlamam gereken bir anlaşma vardı," diye mırıldandı koyu bir sesle.
"Eğer yapabilirsem babam şirketi bana bırakacaktı ve hayatımı da, tabii.
Birkaç saat önce haber geldi. Adam başkasıyla anlaşmaya karar vermiş."
Gözlerini kapattı ve başını hafifçe duvara vurdu. "Başaramadım
Nisan," dedi ondan duyduğum en üzgün ses tonuyla. "Her şeyi geri
almam için bir şansım vardı ve ben başaramadım."
İçimi anlamsız bir kırgınlık ve yenilgi duygusu kaplarken sessizce
yutkundum. "Eda neden partiye gelmedi Kuzey?"
Sorduğum sorunun konuyla alakasızlığı Kuzey'i içinde debelendiği
karamsarlıktan bir an için çıkardı. "Yurt dışında," diye cevap verdi.
"İtalya ya da Fransa gibi bir yerde."
"Nişanlının nerede olduğunu bilmiyor musun?"
Gözlerine huysuz ve asabi bir bakışın yerleşmesi bir saniyeyi bile
almadı. "Bunun ne önemi var Nisan?"
"Şu önemi var; onunla zorla evlendiriliyorsun! Ve tahminen bunu
baban yapıyor." Bir an duraklayıp öfkeyle soludum. "Böyle şeylerin
sadece aptal dizilerde olduğunu zannediyordum."
"Gerçek hayatta da var," dedi söylediklerimi kabul ederek.
"Neden peki?" diye sordum. Bir insan zorla biriyle
evlendiriliyorsa bunun bir sebebi olmalıydı, değil mi?
"Çünkü babam bana güvenmiyor." Bu cümleyi söyledikten sonra
başını bir kere daha duvara vurdu. Acaba kaç beyin hücresini öldürdüğünden
haberi var mıydı?
"Bana güvenmiyor ve ölmeden önce şirketi batırmayacağımdan emin
olmak istiyor. Eda'nın ailesinin şirketimizde büyük bir hissesi var. Yönetim
kurulunda da sözleri geçiyor. Eğer iki aile birleşirse şirketi garantiye almış
olacak. Bu yüzden onunla evlenmemi istiyor. Ben de şirketin geleceği hakkında
bir garanti veremediğim için itiraz edemiyorum. Ne kadar klişe, değil mi?"
Ben olsam klişeden ziyade korkunç derdim ama bunu ona söylemedim. İyi
bir teselli olmaz gibi geldi. Bu yüzden sadece sessizce yanında oturdum. Ve ona
iyi bir fikir gibi göründüğü için başımı omzuna yasladım. Ne diyebileceğimi
bilmiyordum. Bu başıma çok gelen bir şey değildi. Beynim yeni öğrendiği
bilgileri hazmetmeye çalışırken kalbim bu işin yanlışlığı yüzünden sızlıyordu.
Kuzey'in babasına gidip 'Nasıl kıydın ulan bu çocuğa?' diye bağırmak
istiyordum. Çünkü drama kraliçesi olmak bunu gerektiriyordu.
Tam anın umutsuzluğuna kaptırmış gidiyorken aklıma Kuzey için
hazırladığım hediye geldi. Derhal doğrulup elimi çantama attım ve sanki dünyayı
kurtaracakmışım gibi bir can havliyle paketi çıkardım.
"Senin için," dedim hevesle. "Çok büyük bir hediye değil
ama zaten her şeye sahiptin, herkesten de bir sürü aynı tip hediye geliyordu ve
alacak bir şey bulamamıştım..." Cümlemin mantıklı bir yere gitmediğini
görünce hafifçe omuz silkip "Öyle işte," diye mırıldanarak elimdeki
paketi Kuzey'e uzattım.
Kuzey, dudağının kenarında şaşkın bir gülücük birikirken merakla paketi
aldı ve yırtmadan açtı.
Babası bu çocuğa nasıl güvenmiyordu, anlamıyordum. Şahsen hediye
paketini tek seferde yırtmadan açan bir adama ben hayatımı emanet ederdim.
CD ile karşılaştığında dudaklarından küçük bir kahkaha döküldü. Bu
seferki neşeden uzak, soğuk bir tanesi de değildi üstelik. "Ne var bunun
içinde?" diye sordu.
"Sevdiğim birkaç şarkı," dedim. "Güzel müzikler dinlemek
durumu her zaman daha iyi yapmasa bile ruh haline iyi gelir."
"Teşekkür ederim," diye mırıldanırken dalgın gözlerle CDyi
inceliyordu. "Bugün aldığım en güzel hediye."
İnanmadığımı belirtircesine kaşlarımı yukarı kaldırdım. "İçeride
yaklaşık iki bin tane açılmamış hediye var, erken karar verme bence."
"En güzeli," diye tekrar etti. "Çok teşekkür ederim."
Küçük bir gülümsemeyle teşekkürünü kabul ettim. Sonra da artık gitmem
gerektiğini hatırlayarak oturduğum yerden kalktım. "İyi ki doğdun
Kuzey," dedim. "Yeni yaşında ne olacak biliyor musun? Hayatını geri
alacaksın ve sonra çok harika birine âşık olup onunla evleneceksin. Seneye
doğum gününü kutlarken de Nisan demişti diyeceksin."
Derin bir iç çekip "Umarım," dedi. Onun umutsuzluğuna inat
genişçe gülümsedim ve iyi geceler dileyerek onun yanından ayrıldım.
Koridorun sonuna geldiğimde Kuzey'in babasını alt edip onu özgür
bırakmak için planlar yapmaya başlamıştım bile...
9.bölüm
***
"Planımız üç aşamalı. İlk aşama olarak rakiplerimizi bertaraf
edeceğiz. Bunu nasıl yapacağımızı soracaksın. Bu konuda da birkaç plan yaptım.
Ve bu plan da iki aşamalı. İlki rakiplerimizin kim olduklarını belirlemek. Yani
sadece isimlerini değil elbette. Haklarında öğrenebildiğimiz her şeyi
öğrenmemiz gerekiyor. Onların bugını bulmamız için bu gerekli."
"Bug mı?" dedi Kuzey yüzünü hoşnutsuzlukla buruşturarak.
Zaten onu ve Alp'i karşıma zorla oturtup konuşmaya başladığım zamandan beri
yüzünde bir 'hoşnutluluk' ifadesi görememiştim. Ama bunun üzerinde fazla
durmamaya çalışıyordum. Aramızdan biri moralini yüksek tutmalı ve pozitif
olmalıydı. Kuzey yeryüzündeki en negatif insan olma müsabakalarına
hazırlanırken Alp durmadan sevgilisine mesaj yazdığına göre bu kutsal vazifeyi
de ben üstleniyordum doğal olarak.
"Evet, bug. Havalı bir kelime değil mi? Alp'ten öğrendim. Kelime
anlamı böcek demek ama Alp'inde bir üyesi olduğu inekler familyasında yazılım
hatası anlamına geliyormuş."
Alp dakikalardır uğraştığı cep telefonundan kafasını kaldırıp bana ters
bir bakış attı. "İnek değil, teknolojiye ve bilgiye ilgi duyan, zekâsını
geliştirmeye aç, çalışkan insan kişisi diyeceksin!"
Elimde olmadan sırıtırken "Her neyse," dedim. "Onların
bir hatalarını bulduktan sonra birinci planımızın ilk aşaması olan ikinci
planımızın ikinci aşamasına geçeceğiz. Yani bu hataları Şeref Bey'in
öğrenmesini sağladığımız aşamaya. Bunu nasıl yapacağız? Çok basit, ona bir mail
göndereceğiz. Bunu Alp yapacak ve nasıl yapacaksa mailin bizden geldiğini
anlamayacaklar. Sorusu olan?"
Kuzey kibarca elini kaldırdı. Başımı hafifçe sallayarak ona konuşması
için izin verdim. "Sabahın köründe bizi saçmalamak için mi buraya
oturttun? Daha önemli işlerim var Nisan."
İdeal dünya düzeninde -en azından benim için ideal olan dünya
düzeninde-yaşasaydık Kuzey'i o an kaşlarının arasına sapladığım bir mektup
açacağıyla veya bir tırnak törpüsüyle öldürebilirdim. Ama ne yazık ki içinde
bulunduğumuz düzen buna cinayet diyordu ve yasaktı. Bu yüzden sadece omuzlarımı
düşürüp ofladım. "Gerçekten şirketinin başına geçmekten daha önemli ne
olabilir?"
Kuzey dramatik performansımdan azıcık bile etkilenmediğini
gösterircesine tek kaşını kaldırdı. "Şirketimin başından tamamen
kovulmamak?"
"Bu mudur yani?" dedim biraz sesimi yükselterek. "Bu
kadarını kabullenip köşene mi çekileceksin? Babanın kazanmasına izin mi
vereceksin Kuzey?" Duraklayıp gözlerimi kıstım ve
en delici bakışlarımla Kuzey'in gözlerinin içine baktım. "Daha da
önemlisi; babanın haklı çıkmasına izin mi vereceksin?"
Bir iki saniye ciddi bir şekilde bakıştık. Gözlerine, damarlarımda
tufanlar yaratan, en sonunda kopup gözlerimde parlayan bir azimle ve göğsümde
kabaran inancı bakışlarıma yansıtarak bakıyordum. Yani inşallah öyle
bakıyordum. O da bana ikna olmaya gönlü varmış da bu işin sonunda başının derde
girmesinden korktuğu için hemen evet diyemiyormuş gibi bakıyordu. Yani,
inşallah öyle bakıyordu.
"Niye saçma bir şekilde bakışıyorsunuz? Bir şeyi mi
kaçırdım?"
Alp'in sesi aramıza girdiğinde bakışmamız talihsiz bir şekilde kesildi
ve ikimiz de ona döndük. "Oğlum bak sizi ayırırım," dedim ters bir
şekilde, onu ve yeni sevgilisini kast ederek. "Bırak şu kızı da biraz
burayla ilgilen. Mühim bir mesele dönüyor değil mi?"
Alp uslu bir çocuk olup cep telefonunu olması gereken yere, yani cebine
attı. Ben de derhal bakışlarımı Kuzey'e çevirdim. "Kuzey," dedim.
"İyi çocuksun, seni severim-"
"Nisan!" diye ikaz etti.
Fakat devam ettim. "Burada cidden senin iyiliğin için uğraşıyorum.
Lütfen sen de biraz yardımcı olabilir misin?"
"Benim iyiliğimle uğraşırken patronun olduğumu unutmasan olmuyor
mu?"
"Gerçekten Kuzey, babanın böyle yapmasına müsaade edemezsin. Evet,
ben haddim olmayan işlere burnumu sokuyorum ama bunu yapmasam sen öylece
duracaksın! Buna izin veremiyorum."
Tekrar bir sessizlik oldu. Kuzey'in düşündüğünü, yani bu meseleyi
gerçekten kafasında tarttığını görebiliyordum ve ikna olacak gibiydi. Bu yüzden
kalbim gümbür gümbür atıyordu. Alp'e bir bakış attığımda onun da epey düşünceli
olduğunu görüp gülümsedim. Akıllarını çelmek üzereydim. Bunu başarmak
üzereydim.
"Aslında..." dedi Alp temkinli bir sesle.
"Yapılabilir."
Kuzey bakışlarını ona çevirdi. Bense Alp'i alnının ortasından öpmek
istedim. Boşuna kankam yapmamıştım bu çocuğu.
"Öyle mi diyorsun?"
"Öyle diyor," diye atladım Kuzey'in sorusuna. "Vallahi
ben de duydum yani öyle dedi." "Evet," diyerek sözümü kesti Alp.
Ama mantıklı konuşmaya başladığı için ona kızmadım. "Yani biraz saçma
geliyor kulağa ama son şansının bu olduğunu düşünürsek... Denemekten ne zarar
gelebilir ki?"
Kuzey derin bir of çekerek arkasına yaslandı. Bütün olanların onu
üzdüğünü, yorduğunu görebiliyordum ve ona gerçekten yardım etmek istiyordum.
Bana izin verdiği andan itibaren kendimi tamamen bu plana adayacaktım ve o
Şeref denen adamın o anlaşmayı imzalaması için elimden gelen her şeyi
yapacaktım. Sadece izin vermesi gerekiyordu. Onu yardım etmeme izin vermesi
gerekiyordu.
"Pekala," dedi en sonunda, bezmiş bir vaziyette.
"Yapalım. Zaten daha ne kadar dibe batabilirim ki?"
Elimde olmadan bir zafer çığlığı attım. "Harika olacak," diye
cıvıldadım ellerimi çırparken. "Gerçekten! Her şeyi hazırladım. Bir saniye
bekleyin!"
Koşarak onların yanından ayrılıp masama gittim ve sabah oraya koyduğum
üç dosyadan ikisini kapıp geri döndüm. Ardından elimdeki dosyaların birini
Alp'e diğerini Kuzey'e uzattım. "İşte! Planladığım her şey burada yazılı.
Ayrıntılı şekilde her şeyi açıkladım. İzleyeceğimiz adımlar belli. Mavi
kısımlar Kuzey'in yapacaklarını gösteriyor. Yeşiller Alp'in yapacaklarını.
Pembeler de benim yapacaklarımı. Tüm plan iki haftalık, beklenmedik gecikmeler
olursa da bir aylık süreyi kapsıyor. Yani Kuzey'in düğününden önce bu iş
bitecek! Düğün yerine de parti yapacağız artık."
İkisi de bir şey söylemeden, sanki uzaylı görmüş gibi bana bakıyordu.
Tamam, biraz hevesli davranıyor olabilirdim ama her gün patronumun hayatını
kurtarmıyordum sonuçta. Bir asistan olarak daha ne yapabilirdim, gerçekten
bilmiyordum! Kalkıp bana teşekkür edeceğine saf saf suratıma bakması hiç hoş
değildi. Bir de kadınları memnun etmesi zor derler!
"E hadi!" dedim yerimde tepinerek. "Çok iş var
yapacak!"
İkisi de sessizliklerini bozmadan ellerindeki dosyaları incelemeye
başladılar. Bakışları çok komikti; okudukları her yeni şey onları daha da fazla
şaşırtıyor gibi duruyordu. Sürekli çatılan ya da şaşkınlıkla yukarı kalkan
kaşlar, hayretle aralanan dudaklar... Sanki yüzyılın en saçma şeyini okuyor
gibiydiler.
"Gerçekten Şeref Bey'i takip edecek miyiz?" diye sordu Kuzey.
"Evet," dedim. "Biz ailecek bu takip işlerinde doğuştan
yetenekliyiz. O yüzden hiç tereddüdün olmasın, başaracağız." Eh, ona
ablamın maceralarını anlatmak isterdim elbette ama bir erkekler tuvaletinin
penceresinden hayatının aşkının kucağına düşmeyi Kuzey bir başarı olarak
değerlendirmeyebilirdi. Bu yüzden kendime sakladım.
"Nisan?"
Bu sefer konuşan Alp'ti. "Efendim, canım?" "Benden
gerçekten emniyetin sitesini hackleyip rakiplerimizin sabıka kayıtlarını
kontrol etmemi beklemiyorsun değil mi?"
Dudaklarımı büzerek omuz silktim. "Yöntemlerine karışmıyorum,
nasıl istersen öyle yapabilirsin."
Alp sırıtarak başını iki yana salladı. "Sen çok fazla Amerikan
filmi izlemişsin. Ama neyse ki, hacklemeden de bu bilgileri bulabilirim."
Ona gözlerimden kalpler çıkarak baktıktan sonra Kuzey'e döndüm.
"Ee, sen ne diyorsun?"
"Buraya yazdığın şeylerin hepsi çok saçma..." Derin bir nefes
alıp dosyayı kapattı ve bakışlarını bana dikti. "Ama yapmaktan başka çarem
var mı?"
"Hayır," dedim haince sırıtarak. "Yok."
Omuz silkerek arkasına yaslandı ve "Tamam o zaman," dedi.
Eğer beyaz gömleğinin altında beliren kasları ve yakışıklı, esmer yüzündeki
tuhaf gülümseme dikkatimi dağıtmasaydı bir zafer narası atabilirdim. Fakat
sadece sırıtmakla yetindim.
Planımız hemen başlıyordu ve hepimizin yapacak işleri vardı. Ben
Kuzey'in programını düzenleyecek ve planımıza göre şekillendirecektim.
Böylelikle Şeref Bey'in peşinde koştururken işleri çok fazla aksatmamış
olacaktık.
Alp Şeref Bey'in anlaşmak üzere olduğu insanları araştıracaktı.
Haklarında toplayabildiği kadar bilgi toplayacak, bir açıklarını yakalamamız
için gereken her şeyi sağlayacak ve bir rapor hazırlayıp bize sunacaktı.
Kuzey ise elindeki bütün işleri bitirmeye çalışıyordu. Böylelikle Şeref
Bey'in peşinde koşturmak için zamanı olacaktı. Yani bir anlaşma bağlamaya
çalışırken şirketi batırmak istemezdik. O yüzden her şeyi en doğru şekilde
yapmamız gerekiyordu.
Bütün gün dur durak bilmeden çalıştık. Kuzey'in o haftaki bütün
randevularını harika bir şekilde düzenledim. Sadece sabahları birkaç saat
şirkette olması gerekiyordu. Onun dışında bütün günümüzü Şeref Meselesi'ne
ayırabilecektik. Evet, operasyonumuza bu ismi vermiştim; Şeref Meselesi. Ne
yazık ki Kerem Bürsin kadromuza dâhil değildi.
Fakat Kerem Bürsin olmasa da kadromuza son anda sürpriz bir isim
katılmıştı. Kuzey'in biricik kıro arkadaşı ve dünya yakışıklısı Rüzgâr! Kuzey
ona olan biteni anlatınca o kadar heveslenmişti ki plana dâhil olabilmek için
bana adeta yalvarmıştı. Eh, o kadar yakışıklı bir surat size köpek yavrusu gibi
bakınca hayır demekte zorlanıyordunuz. Hem Rüzgâr'ın gerçekten işe
yarayabileceği birkaç nokta vardı. O muhteşem cazibesini -konuşmadığı müddetçe-
kullanabilirdi ve güzel insanların çok fazla çabalamadan neler elde
edebildiklerini bilseniz gerçekten şaşardınız.
Günün sonunda planımıza birkaç değişiklik ekleyip her şeyi gözden
geçirmiş ve ertesi gün tam tekmil hazır olacağımıza söz vererek ayrılmıştık.
Şirketten aynı anda çıktığımızda Kuzey, beni eve bırakmayı teklif etti. Taksiye
para vermek istemediğim ve toplu taşımalarda sürünmekten usandığım için bu
teklife balıklama atladım.
Arabaya bindiğimizde kendimi gerçekten yorulmuş hissediyordum fakat
aynı zamanda uzun bir süredir olmadığım kadar iyiydim de. Bir işe yarıyor
olmak, bütün gün Doğu'yu düşünüp kahrolmak dışında bir şeylerle, gerçek bir
şeylerle meşgul olmak ve birilerine yardım etme düşüncesi harika
hissettirmişti. Üstelik bir seneyi aşkın bir zamandır ilk defa etrafımda
arkadaşım diyebileceğim insanlar vardı. Tüm gevezeliğime, çekilmezliğime ve bir
sürü kötü özelliğime rağmen bana birkaç haftadır iyi tahammül ediyorlardı. Bunlar
güzel şeylerdi.
"Yorulmuş görünüyorsun."
Kuzey'in sesini duyduğumda bakışlarımı ona çevirip gülümsedim. Pür
dikkat yola bakarken ve yüzünde hiçbir ifade yokken bile yakışıklıydı.
"Evet," dedim. "Bugün çok çalışmadığımı söyleyemezsin."
Bunu duyduğunda o da gülümsedi. Gülümsediği zaman dolgun ve şekilli
dudakları geriliyor, yanağında belli belirsiz bir gamze meydana çıkıyordu.
Gözlerini görebilseydim koyu yeşil irislerinin üzerinde tatlı parıltılar
dolaştığını da söyleyebilirdim. Esmer teniyle ve gür, siyah kaşlarıyla
gözlerinin uyumu tarif edilemez bir şekilde hoştu. Kuzey, Rüzgar gibi ya da
Arın eniştem gibi bakar bakmaz cazibesine kapılacağınız türde bir adam değildi.
Daha çok ona baktıkça muhteşem ayrıntılar fark edeceğiniz ve dikkatli
olmazsanız bu ayrıntıların esiri olabileceğiniz türde bir adamdı. Ve benim
gerçekten dikkatli olmam gerekiyordu. Doğu'nun bana yaşattığı o ayrılıktan
sonra bir de nişanlı bir adama kapılmak, zavallı kalbimi bir trenin raylarına
ezilmeye bırakmaktan daha beter olurdu.
"Çalıştın gerçekten," dedi Kuzey ve başını çevirip bana kısa
bir bakış attı. "Stratejik dehandan etkilenmediğimi söylesem yalan
olur."
Gülerek kafamı iki yana salladım. "Aslında askeri alanda kariyer
yapmam gerekiyordu."
"Kesinlikle!"
Aramıza kısa bir sessizlik girdi. Ama fazla uzun sürmedi. Kuzey hafifçe
öne eğilip bir tuşa dokundu ve arabanın için müzikle doldu. Çalan şarkıyı
biliyordum. Kuzey için hazırladığım CDdeki parçalardan biriydi. Bunu fark etmek
sevinçle gülümsememe sebep oldu.
"Dinledin mi?" diye sordum. Gülerek başını salladı.
"Bütün şarkıları."
"Sevdin mi peki?"
Tekrar başını salladı. "Çoğunu."
Tekrar sessizleştik ve aramıza şarkının tanıdık notaları doldu. Ara ara
Kuzey gözlerini yoldan ayırıp bana dönüyordu, ben de ona gülümsüyordum. Sakin
ve sessiz kalabildiğim nadir zamanlardandı. Normalde hareket etmeden ya da
konuşmadan bu kadar uzun süre durduğumda kendimi depresyonun dibinde buluyordum
fakat bu defa öyle değildi. Bu arabada, Kuzey'in yanında, bu şarkıyı dinlerken
sessizlik neredeyse huzurlu gelmişti. Uzun bir zaman sonra içimdeki boşluktan
gözlerimi çevirip başka bir yöne bakabildiğimi hissetmiştim.
Bunun ne kadar süreceğini bilmiyordum. Belki yarın sabah, belki de beş
dakika sonra tüm o kötü duygular geri dönebilir ve ben çılgınca davranmaya
başlayabilirdim. Fakat şu an, bu araba yolculuğu bitene kadar huzur
denilebilecek bu tuhaf duygunun tadını çıkarmaya kararlıydım.
10.bölüm
***
Yaklaşık on beş dakikadır arabanın içinde, gözlerimizi tam karşıya
dikmiş bir vaziyette, neredeyse nefes almadan bekliyorduk. Bugün planımızı
uygulamaya soktuğumuz ilk gündü. Ve sabah saat yedi buçukta Eren Erken'in, yani
en büyük rakibimizin kapısında bitivermiştik. Şimdi de onun evinden çıkıp
arabasına binmesini bekliyorduk. Tıpkı filmlerdeki gibi hemen peşine
düşecektik. Çok heyecanlıydım. Resmen hayatım boyunca bu anı beklemiştim ben.
"Bu yaptığımıza gerçekten inanamıyorum," dedi Kuzey,
kahvesinden bir yudum almadan önce. Ama bunu öyle bir kayıtsızlıkla söylemişti
ki gülümsemeden edemedim.
"Çok heyecanlı, değil mi?" diye sorduğum da iç çekerek başını
iki yana salladı. Benim aksime o çok durgundu ama olsun, ben zaten yaklaşık beş
kişilik heyecanlanıyordum.
"Neden hala çıkmadı bu adam?" derken nihayet bitirdiği kahve
bardağını elinden bırakıp parmaklarını sıkıca direksiyona doladı. Ve sabırsızca
yerinde kıpırdandı. Yaklaşık on beş dakikadır arabanın içindeydik ve şimdiden
sıkılmıştı. Bir ajan olarak kariyerinin pek parlak olacağını söyleyemezdim.
Yine de hevesini kırmamak için sesimi çıkarmadım. Zamanla öğrenecekti ne de
olsa...
"İşte çıkıyor!" diye hevesle el çırptığımda bile tek tepkisi
iç geçirmek oldu. Ne olmuştu da bu genç yaşında hayata karşı bütün iştahını
kaybetmişti bilmiyordum ama onun için üzülüyordum.
Fazla konuşmadan Eren Erken'in evden çıkıp arabaya binişini izledik ve
hemen ardından onu takip etmeye koyulduk. Yarım saate yakın bir araba
yolculuğunun sonunda Eren Bey ofisinin bulunduğu binanın önüne geldi ve kendisi
için ayrılmış park alanına arabasını bırakarak binaya girdi. Bir de müsait bir
yer bulup arabamızı park ettik.
"Eee," dedi Kuzey. "Adam ofisine girdi. Şimdi ne
yapacağız?"
"Ben de gireceğim," derken çantamdan küçük el aynamı çıkarıp
makyajımı kontrol ettim.
"Nasıl yapacaksın bunu?"
Kuzey'e dönüp gülümseyebildiğim en sevimli şekilde gülümsedim ve
kirpiklerimi hızlı hızlı kırpıştırdım. "Aptal bir sarışın gibi davranarak
neler başarabildiğimi görsen, gerçekten aptal bir sarışın olmak isterdin."
Gözlerini kısıp bana tekinsiz bir bakış attı. "Biliyor musun?
Bazen beni ürpertiyorsun.
Söylediği sözler üzerine neşeyle kıkırdadıktan sonra arabadan indim ve
Eren Bey'in içinde bulunduğu binaya doğru yürümeye başladım. Güvenliğe iş
görüşmesi için geldiğimi söyledim ve bir misafir kartı alarak içeri girdim.
Eren Bey'in ofisinin altıncı katta olduğunu biliyordum. Bu yüzden adımlarımı
direkt olarak asansöre yönelttim.
Asansörde benimle birlikte birkaç kişi daha vardı. Fakat hepsi altınca
kata gelmeden inip gittiler. Ben tek başıma asansörden inip kendime güvenen
adımlarla yürümeye başladığımda ortalıkta dolanan pek kimse yoktu. Fakat bu
yürüyüşüm ancak Eren Bey'in ofisi görüş alanıma girene kadar devam etti. Ondan
sonra yavaşlayarak ve gözlerimi kısıp etrafa şüpheli bakışlar atarak içimdeki
Sherlock'un ortaya çıkmasına izin verdim.
Eren Erken'in ofisine girmeden hemen önce geçilmesi gereken bir adet
yönetici asistanı vardı. O kadına selam verip öylece geçip gidemezdim. Randevum
falan olması gerekiyordu ama yoktu. O yüzden onun masasından uzaklaşmasını
sağlamalıydım. Ama bunu nasıl yapacağıma dair bir fikrim yoktu. Bunu
düşünmediğimden değil, sadece bir çıkar yol bulamamıştım ve en sonunda akışına
bırakmaya karar vermiştim. En kötü ihtimalle kadın tuvalete gidene kadar burada
beklerdim, değil mi?
Yaklaşık on beş dakika öylece bekledim. Ne aklıma herhangi bir şey
geldi, ne de kadın kalkıp bir yerlere gitti. Yanımdan geçip giden insanlar bana
tuhaf tuhaf bakmaya başlayınca pes ederek oradan ayrıldım. Eren Bey'in ofisine
mikrofon yerleştirmeden de bu meseleyi halledebilirdik sonuçta, değil mi? Belki
olayı biraz abartmış bile olabilirdim. Yalnızca biraz...
Arabaya geri döndüğümde Kuzey yüzüme eğlendiğini belli eden bir bakış
attı. "Eee, ne yaptın?"
"Hiçbir şey," dedim sıradan bir sesle.
"İçeri girebildin mi?"
Her an gülmeye hazır bir şekilde birbirine bastırdığı dudaklarıyla
sinirimi bozduğu için derin bir nefes alıp "Hayır," dedim.
Bu cevap dudaklarımdan fırlayıp gider gitmez Kuzey genişçe sırıttı.
"Hani aptal bir sarışın olarak her şeyi yapabilirdin?"
Gözlerimi devirirken aynı zamanda yüzümü buruşturdum. "Eh, herkes
senin kadar kolay kanmıyor."
Sözlerim onun neşesini bir gram bile azaltmamıştı. Başarısızlığımla
adeta gurur duyuyordu. Gören de onun için uğraşmıyorum sanacak...
"Peki şimdi ne yapıyoruz Bayan Ben Dünyanın En Yetenekli Ajanıyım?"
Sorusuyla birlikte kafasını alıp direksiyona çarpmak istedim ama bunu
yaparsam beni gerçekten işten kovardı. Hem de direksiyona yazıktı. O yüzden
sakince "Eren Bey öğle yemeğini Şeref Bey'le yiyecek," dedim.
"Onları izlememiz gerekiyor. Ama o zamana kadar başka bir şeyler
yapabiliriz."
"Bunu nasıl öğrendin?" diye sordu.
"Ben değil, Arın eniştem öğrendi." Eniştemle son zamanlarda
bazı sorunlar yaşamıştık ve soğuk savaş hala sürüyordu fakat yine de kendisi
tam bir centilmen olduğu için Şeref Bey'i arayıp ağzından laf almayı
başarmıştı. Tabi bunu benim bitmek tükenmek bilmeyen ısrarlarıma son vermek
için de yapmış olabilirdi, bilmiyorum.
Gülerek kafasını iki yana salladı. Sonra arabayı çalıştırırken
"Öğle yemeğine kadar ne yapacağız?"
Yavaşça omuz silktim. "Bilmiyorum. Ne yapmak istersin?"
"Kahvaltı," dedi net bir sesle. "Sabahın yedisinde beni
bir herifin kapısına diktiğin için hiçbir şey yiyemedim."
Laf sokmasını görmezden gelerek "Tamam," diye onayladım onu.
"Ben de açım zaten."
Sabah trafiği yavaş yavaş azalırken Kuzey ve ben, onun için
hazırladığım CD'deki şarkıları dinleyerek deniz kıyısında süslü bir kafeye
geldik. Kuzey masaya oturur oturmaz ikimiz içinde -elbette benim de onayımı
alarak- kahvaltı sipariş etti ve önden gelen çaylarımızı yudumlarken sessizce
beklemeye başladık.
Çok ilginç bir durum olarak, Kuzey'in yanında sessiz kalabiliyordum.
Sadece öylece duruyordum ve düşünceler zehirli böcekler misali zihnimi işgal
etmiyordu. Kendimi gereksiz yere konuşmak zorunda hissetmiyordum. Çünkü zaten
karşımdaki adama defalarca rezil olmuştum ve her türlü deliliğimi göstermiştim.
Yine de bir şekilde bana katlanmıştı. Beni hayatından çıkarması dünyanın en
basit şeyi olacakken bunu yapmamıştı. Bu yüzden hissettiğim minnet duygusu da
çenemi kapalı tutmamda bana epey yardımcı oluyordu.
Kahvaltımız geldiğinde kızarmış bir dilim ekmek alarak üzerine
tereyağıyla bal sürmeye başladım ve hazırladığım ilk dilimi Kuzey'e uzattım.
Şaşkın bir bakış atsa da sesini çıkarmadan ekmeği elimden alıp ısırdı.
Aynı ekmek diliminden kendime de hazırlarken "Annemin hazırladığı
kahvaltıları özlüyorum," dedim. "Trabzon'da uyandığım sabahları.
Yataktan kalktığımda mutfaktan patates kızartması kokusu gelirdi. Pijamalarımı
çıkartmadan sofraya kuruldum. Annem kızarttığı tüm ekmekleri soğumadan
yağlardı. Ekmeklerin ortaları yumuşacık, kenarları ise kıtır kıtır olurdu.
Bahçeden domates, salatalık gelmiş olurdu. Dünyanın en harika sofrası değildi
belki ama yenilen her şey çok lezzetliydi."
Sözlerim bittiğinde çok fazla konuştuğumu fark ederek ve daha fazla
konuşmayı istemeyerek ekmeğimden koca bir ısırık aldım. Günlerdir kurduğum en
aklı başında cümleler muhtemelen bunlardı fakat garip bir utanç hissediyordum.
Çok fazla şey söylemişim gibi geliyordu.
Kuzey'in ise yüzünde küçük bir tebessüm vardı. Çayından bir yudum
alırken "Biz ancak Pazar sabahları kahvaltı sofrasında
toplanabiliyorduk," dedi neşesiz bir mırıltıyla. "Hep hazır sofraya
uyandım. Ama hiçbiri anlattığın gibi değildi."
"Nasıldı?" diye sordum kendimi durmaya fırsat bulamadan.
Tek omzunu silkip "Sıradan," diye mırıldandı. "Herhangi
bir yerde yapılan herhangi bir kahvaltı gibi."
O böyle dediğinde yaptığım tüm güzel kahvaltılar için kendimi biraz
suçlu hissettim. Keşke onu da tüm kahvaltılarımıza dâhil edebilseydim.
Benim yüzümün düştüğünü görünce bir an sessizleşti. Ama çok geçmeden
hevesli bir nefesle, gülümseyerek "Bazen ablamla arka bahçemizdeki gül
ağaçlarının altında piknik yapardık," dedi. "Küçükken yani. Sandviç
ve limonata hazırlatıp oraya giderdik. Bahçede kaplumbağalarımız vardı. Onları
izlerken piknik yapıp oyunlar oynardık."
"Biz de!" dedim neşeyle. "Biz de ablamla piknik
yapardık. Bir keresinde piknik yapacağız diye babaannemin yeni ektiği bahçeyi
mahvetmiştik, o da bizi ısırganla dövmüştü. Bacaklarımdaki kızarıklık tam üç
gün geçmemişti."
Kuzey'den tatlı bir kahkaha yükseldi. "Yaramaz bir çocuk olduğunu
tahmin etmek hiç de zor değil."
"Aslında değildim," diye itiraz ettim. "Yaramaz olan
ablamdı. Ben kurunun yanında yanan zavallı yaş odundum."
İç çekerek "Evet, eminim öyledir," diye mırıldandığında
kopardığım bir parça ekmeği ağzıma attığım için ona yalnızca homurdanarak
itiraz edebildim.
Sonrasında koca bir yudum çayla ekmeğimi yutarken "Sen yaramaz
mıydın peki?" diye sordum. "Vukuatlı bir çocuk olduğuna eminim."
Kendine halim olamadan genişçe sırıttı. "Eh, pek uslu
sayılmazdım."
"Biliyordum," dedim. "İçinde bir yerlerde yaramaz bir
çocuk olduğunu biliyordum."
Başını ağır ağır iki yana sallarken "İçimde yaramaz bir çocuk yok
Nisan," dedi. "Ben büyüdüm. O da büyüdü."
Bunun ne kadar yanlış bir kanı olduğunu söylemek istedim. Büyümek diye
bir şey yoktu. En azından içimizdeki çocuk için. Onu bir kapının ardına elbette
kilitleyebilirdik ama hala orada olduğunu ve şartlar ne olursa olsun hala nefes
aldığı gerçeğini asla değiştiremezdik.
Yine de sesimi çıkarmadım. Kuzey'e bunları söylemek bir şeyi
değiştirmeyecekti. Ama belki ona gösterebilirdim. Atıldığımız bu saçma sapan
maceranın bir yerinde belki Kuzey içindeki yaramaz çocuğu bir yerde ortaya
çıkarıverirdi. O zaman sonuç ne olursa olsun kendimi bu maçın galibi ilan
edebileceğimi bilirdim.
Kahvaltının geri kalanında pek de konuşmadık. Ama orada uzun uzun
oturduk. Zihnime Kuzey'in yanında biraz dinlenmesi için fırsat tanıdım. Kendime
s akinleşmek için küçük bir kaçamak sundum. Ve birkaç saatliğine her şeyi boş
verdim; Doğu'yu, okulumu, işimi, her şeyi.
Birkaç saatin sonunda dinlenmiş ve zinde bir Nisan olarak tekrar
harekete geçtim ve Kuzey'i oturduğu yerden zorla kaldırarak arabaya sürükledim.
Şeref Bey'in Eren Erken'le buluşacağı restoranın adını eniştemden öğrenmiştim.
Adresin yazılı olduğu kâğıdı Kuzey'e uzatıp fazla mızmızlanmamasını
tembihledim. Ablamın bundan bir buçuk sene önce yaptığı hatayı yapmamak için
restoranda kendi adıma yer ayırtmıştım. Yani içeri girmek için herhangi bir
pencereyi kırmam falan gerekmeyecekti.
Restorandan içeri girdiğimizde Şeref Bey ve Eren Erken henüz teşrif
etmemişlerdi. Masamıza rahatça kurulduk. Kuzey, onların masasına sırtı dönük
bir şekilde oturuyordu çünkü onu tanımaları riskini göze alamazdık. Bense
onları rahatça görebileceğim bir mevkiye konuşlanmış bekliyordum.
Saat biri geçerken Şeref Bey yanında Eren ile restorandan içeri girdi.
Ellerimi çırpıp 'geldiler' diye bağırmayışımın tek sebebi fark edilme riskini
göze alamamaktı.
"Ne yapıyorlar?" diye sordu Kuzey, ben gözlerimi kısmış
onları izlerken.
"Şimdi masaya geçtiler. Konuşuyorlar. Keşke ne konuştuklarını
duyabilseydik."
"Burada oturup onları izlemek bize ne kazandıracak Nisan?"
Kuzey'in sorusuyla genişçe sırıttım. "Sadece oturup izleyeceğimizi
kim söyledi?"
Kaşları şaşkınlıkla yukarı kalktı. Hemen sonra "Aklından ne
geçiyor?" diye sordu.
"İzle ve gör," dedim. Bugün ikinci kez havalı bir çıkış
yapıyordum. İnşallah bu da ilki gibi elimde patlamazdı.
Şeref ve Eren Beyler muhabbetlerini koyulaştırırken ben yavaşça ayağa
kalktım ve Kuzey'in şaşkın, telaşlı bakışları eşliğinde onların masasına doğru
yürümeye başladım. Tam yanlarına varana kadar ikisi de beni fark etmemişlerdi.
Fakat en tiz sesimle "Eren Beeeeyy!" diye cırladığımda artık fark
etmemek gibi bir seçenekleri yoktu.
Eren Erken şaşkın kahverengi bakışlarını bana çevirdiğinde yere çöküp
kahkaha atmamak için kendimi zor zapt ettim. Zira adam dansöz kıyafeti giymiş
şarkı söyleyen bir zürafa görmüş kadar şaşkınca bakıyordu.
"Pardon?" dedi biraz kendine geldiğinde. "Siz
kimdiniz?"
Şeref Bey'i tamamen görmezden gelerek "Ay hatırlamadınız mı?"
dedim kelimeleri iyice uzatarak. "Eren Erken, siz değil misiniz?"
Bir an tereddütte kalsa bile "Benim," dedi. Zavallı adam.
"Sizinle açık arttırmada karşılaşmıştık," derken izin almadan
bir sandalye çekip masalarına oturdum. "Yüzde yüz gerçek bir kürk için
ikimiz de teklif vermiştik. Siz kürkü eşinize hediye için almıştınız."
Eren Bey hafifçe yutkunurken "Karıştırıyor olmayasınız,"
dedi.
"Ah, hayır. Eminim. O kürkü siz almıştınız." Sonra
bakışlarımı irice açtığı gözleriyle bizi izleyen Şeref Bey'e çevirdim. "Bu
adam sırf eşini mutlu etmek için bir kürke dünya kadar para verdi," dedim.
"Eminim eşiniz kürke aşık olmuştur."
"Kürk mü?" diye sordu Şeref Bey.
Eren'in konuşmasına izin vermeden hemen atladım "Evet. Hem de
yüzde yüz hakiki kürk. Ben sadece şöyle bir dokunabilmiştim. Yumuşacıktı. Pırıl
pırıl parlıyordu. Öyle güzeldi ki Eren Bey o kürkün yapımı için ölen hayvanlara
üzülemediğini söylerken ona hak vermemek imkansızdı."
Sözlerim bittiğinde ortama çöken sessizlik, istediğim etkiyi elde
ettiğimi gösterircesine derindi. Gülümseyerek yerimden kalktım.
"Affedersiniz," dedim. "Böyle rahatsız da ettim ama selam
vermeden geçmek kabalık olur gibi geldi. Size afiyet olsun."
Cevap beklemeden yanlarından ayrıldım ve derhal Kuzey'e dışarı çıkması
için mesaj attım. Hızlı adımlarla restorandan çıkıp Kuzey'in beni görebileceği
bir noktaya geçtim ve beklemeye başladım. Çok geçmeden o da çıktı ve hunharca
el sallayışım naçizane dikkatini çektiğinde birkaç aceleci adımla yanıma
ulaştı.
"Ne yaptın içerde?" diye sordu yanıma varır varmaz.
"Şeref Güntekin tam üç farklı hayvanları koruma derneğinin üyesi.
Hatta birinin as başkanı."
Kurduğum cümle elbetteki ona bir şey ifade etmedi. "Eee,"
dedi merakla.
"Şeref Bey'e geçenlerde Eren Erken'in bir açık arttırmadan aldığı
hakiki kürkten bahsettim."
Duyduğu şeyle birlikte gözlerinde neşeli bir bakış parladı ve dudakları
sevimli bir gülüşle iki yana kıvrıldı. "Sürekli bunu sormak garip
hissettiriyor ama Nisan, Eren'in hakiki bir kürk aldığını nereden
öğrendin?"
Çok önemli bir sır verir gibi ona yaklaştım ve "Dedikodu,"
diye fısıldadım. "Her şey Eren'in karısının instagram hesabında kürkü
görmemle başladı. Ablama gösterdim ve o da bir davette duyduğu bu muazzam
dedikoduyu benimle paylaştı. Eh, ben öğrenmişken Şeref Bey'in bilmemesi ayıp
olurdu, değil mi?"
Küçük bir kahkaha koptu dudaklarından. Koyu yeşil bakışlarında neşenin
açık tonunu seçebiliyordum. Güneşin altında parlayan kapkara saçları, sevimli
gülüşü ve nadir bulunan güzel bakışları ile kalp sızlatacak kadar yakışıklı
görünüyordu. Onu ne zaman böyle görsem içimde bir yer hep daha mutlu görünmesi
gerektiğini haykırıyordu. Sürekli gülümsemeliydi. Çünkü... Çünkü sadece öyle
olması gerektiğini hissediyordum.
Aklımdaki düşüncelerle hayran hayran ona bakarken Kuzey'in bakışları
hemen arkamdaki bir noktayı buldu ve donuklaştı. Bir saniye geçmeden gözleri
şaşkınlıkla irileşirken "Eyvah!" dedi. "Buraya doğru
geliyorlar."
Kimin geldiğini anlamam için elbette kafamı çevirmeme gerek yoktu.
Şeref ve Eren bu tarafa geliyordu! Ben ne yapacağımızı düşünmeye fırsat
bulamadan Kuzey beni kolumdan tutup kendine doğru çekti ve sımsıkı sarılarak
yüzünü boynuma gömdü. Ne olduğunu anlamam için birkaç derin nefes almam
gerekti. En sonunda Kuzey'in sıcacık göğsünde olduğumu kavrayınca tekleyen
kalbim bana bambaşka bir şaşkınlık yaşattı.
Dünyadan sıyrılıverdim. Sadece sanki oraya aitmişim gibi arasına
sıkışıverdiğim kollar, ciğerlerimi genişleten güzel, erkeksi koku ve Kuzey'in
boynuma değen nefesi kaldı soyutlanmış her şeyin ardında. Kalp atışlarım bile
beni bir süreliğine terk etti. Adeta Kuzey'in beni saran kolları arasında
zamandan ve hayattan kopup bambaşka bir boyuta geçiş yaptım.
Sonra her şey yerle bir oldu. Kuzey sarılışının acelesinin aksine
yavaşça ayrıldı benden. Çok uzaklaşmadı ama nefesini artık boynumda
hissetmiyordum. Gözlerimi görebilecek kadar geriledi ve "Gittiler
sanırım," diye mırıldandı.
Beynimin işlevini yeniden kazanabilmesi için derin bir nefes aldım. Ama
işe yaramadı. Ben de yapabildiğim tek şeyi yapıp usul usul kafamı salladım.
Sonra Kuzey tamamen geri çekildi. Nefesi, kolları, kokusu... Hepsi benden bir
bir ayrıldı. Kalbim bir kere daha tekledi fakat bu, bir öncekinden çok daha
farklıydı.
"Başarılı bir plandı."
Kuzey'in bana bakmadan kurduğu bu cümleyle biraz olsun kendime gelerek
"Öyle mi?" diye mırıldanabildim.
"Evet," dedi. "Şeref Bey öfkeli görünüyordu. Ve yemek
olması gerekenden çok daha kısa sürdü. Galiba amaçladığın şeyi başardın."
Gülümsedim. "Galiba."
Şirkete gitmemiz gerektiğiyle ilgili bir şeyler mırıldandıktan sonra
arabaya doğru yürümeye başladı. Ben de küçük adımlarla onu takip ettim. Fakat
aklımı Kuzey'in bana sarıldığı yerde bıraktığıma emindim.
ll.bölüm
Birinin size sarıldığını nasıl unutursunuz? Birinin size sarıldığında
kalbinizin yerinden çıkacak gibi olduğunu nasıl unutursunuz? Birinin size
sarıldığında içinde taşıdığınız koskocaman bir deliğe bir an için bile olsa iyi
geldiğini nasıl unutursunuz?
Peki, size sarılan kişinin patronunuz olduğunu ve hali hazırda bir
nişanlısı bulunduğunu nasıl unutursunuz?
Şahsen ben hiç birini unutamıyordum. Gerçi son söylediklerim biraz
zihnimin gerilerindeydi fakat varlıkları yeterince rahatsız edici bir biçimde
kendilerini belli etmeyi başarıyordu doğrusu.
Yaptığımız küçük operasyonun ardından Kuzey'in halletmesi gereken
birkaç işi olduğu için şirkete dönmüştük ve günün geri kalanını neredeyse hiç
karşılaşmadan noktalayıp evlerimize dağılmıştık. Şimdi de ben masamda oturuyor
ve kesinlikle gerginlikle alakalı olmayan sebeplerden dolayı tırnaklarımı
kemirerek Kuzey'in gelmesini bekliyordum. Bugün saat üçte katılmamız gereken
bir konferans vardı. Aslında Kuzey bu konferansa katılmayı aklının ucundan bile
geçirmiyordu fakat Şeref Bey katıldığı için bizim de katılmamız gerektiği
konusunda onu ikna etmiştim.
Fakat şu an acaba katılmasak mı diye düşünüyordum. Acaba eve gidip
yorganın altına girip hissettiğim tüm karmaşa geçene kadar uyusa mıydım?
Uyandığımda da herhalde Kuzey ikinci çocuğunu kucağına alıyor falan olurdu...
Derin bir of çekerek kafamı masama dayadığım sırada asansörün geldiğini
belli küçük 'dlink!' sesini duymam bir oldu ve başımı öyle hızlı bir şekilde
kaldırdım ki görme yeteneğim bir an için sekteye uğradı. Asansörün kapısı sinir
bozucu bir yavaşlıkla açılırken nefesimi tuttum ve bakışlarım Kuzey'i
bulduğunda yutkunmak için normalde harcadığımın üç katı çaba harcamak zorunda
kaldım.
Çok yakışıklıydı. Bu yeni bir bilgi değildi elbette. Onu erkekler
tuvaletinde ilk gördüğüm an fark etmiştim ne kadar yakışıklı olduğunu. Ama son
yirmi dört saattir bu yakışıklılığı acayip sinirimi bozuyordu. Ne gerek vardı
canım? Bu boya posa, koyu yeşil bakışlara, gür siyah saçlara, o kol kaslarına
falan... Ne gerek vardı yani? Niye insanın aklını karıştırıyordu? Kuzey'in
birkaç adım arkasından yürüyen Rüzgar'ı ancak masama, onları duyabileceğim
kadar yaklaştıklarında fark ettim. Rüzgar fark edilmeyecek bir adam değildi
elbette ama bugün sanki biraz Kuzey'in gölgesinde kalmış gibiydi. Kuzey siyah
bir takım elbise giymiş, mat siyah bir kravat takmış, saçlarını da geriye doğru
taramıştı ve Michelangelo onu görse Davut'u boş verip onun heykelini yapardı
bence.
Şansına küs Rüzgar'cığım.
"Hoş geldiniz," dedim neşeli tutmak için epey gayret
harcadığım bir sesle. Böyle yaptığım zamanlarda kendimi dağlarda keçileriyle
koşturan al yanaklı Heidi gibi hissediyordum. Ve ciddi manada aptalca bir histi
bu.
Kuzey neredeyse yüzüme bile bakmayarak -oysa al yanaklarım görülmeye
değmez miydi?-"Hoş bulduk," dedikten sonra yarısını anlamadığım bir
şeyler mırıldanıp ofisine girdi. Rüzgar ise onu takip etmek yerine gelip
karşımdaki sandalyeye oturdu.
"N'aber fıstık?" diye sordu göz kırparak.
Masamın üzerindeki dosyayı kafasına fırlatsam ne olur diye düşündüm bir
anlığına. Ama Şeref Meselesi adlı planımızda Rüzgar'a ve güzel suratına
ihtiyacımız olduğu için bundan vazgeçtim.
"Biliyor musun?" dedim iç çekerek. "Hiç konuşmasan her
genç kızın hayalindeki erkek olabilirsin. Ama bunun için gerçekten hiç
konuşmaman lazım."
"Tatlım ben zaten her genç kızın hayalindeki erkeğim," derken
önümde duran kahve bardağını alıp dudaklarına götürdü. "Bunun için
herhangi bir şey yapmama gerek yok." Dosyaya göz ucuyla tekrar baktım.
Acaba fırlatsa mıydım?
"Gerçekten, içinden iğrenç bir kazak çıkan tatlı bir hediye paketi
gibisin. Açılmadığın müddetçe insanı heyecanlandırıyorsun fakat içinden çıkan
şey hayal kırıklığına uğratıyor." Aniden genişçe sırıttı. Sanki ona
iltifat etmişim de bunu tevazuyla karşılıyormuş gibi başını iki yana salladı.
"Güzelim," dedi kahvemden bir yudum daha alırken. "Kimse
içimde ne olduğunu umursamıyor. Hiç kimse."
Eh, haklı sayılırdı. İnsanlar içinde ne olduğuyla pek fazla
ilgilenmeden parlak ve süslü ambalajlara kanma konusunda çok hevesliydi. Yine
de bu Rüzgar'ın öküzlüğüne bahane olamazdı. İnsanlar ambalaj seviyor diye boş
kalmak zorunda değildik en nihayetinde. Cevap vermek yerine omuz silktim ve
Kuzey'in ne yaptığını merak ederek, sanki onu görebilecekmişim gibi ofisinin
kapısına doğru baktım. Kuzey'in ne yaptığını çok merak ediyordum. Fakat dünden
sonra neler düşündüğünü daha da çok merak ediyordum. Onun da benim gibi kafası
çorbaya dönmüş müydü? Sarılma anımızı hatırladığında karnında filler tepişiyor
muydu? Ya da arada sırada boş duvara bakıp o anı tekrar tekrar hayal ettiği
oluyor muydu?
"Babasıyla kavga etti sabah."
Rüzgar'ın sesi aklımdaki soruların arasına balıklama dalarak beni ofis
kapısına boş boş bakmaktan kurtardı. "Kavga mı?" diye sordum ona
doğru dönerken. "Ne için?" Rüzgar kahvenin son yudumunu alıp kupayı
tekrar önüme koyarken "Düğünü ertelemek istedi," dedi. "Yani
birkaç ay falan. Biliyorsun, işleri yoluna koymaya çalışıyor." İşleri
yoluna koymaya çalışan bendim ama bunu özellikle belirtmeye gerek duymadım.
"Babası izin vermedi mi?"
"İzin vermek mi?" İki kaşını bir yukarı kaldırıp başını iki
yana salladı. "Erteleme lafını duyduğu an evi Kuzey'in başına yıkacak diye
korktum."
"Ne kadar saçma!" Öfkeyle ayağımı yere vurup sebepsizce
oturduğum yerden kalktım.
Aniden damarlarıma yayılan sinir yüzünden düşünmeden hareket ediyordum.
Eğer Kuzey'in babası olacak o adam şu an karşımda olsaydı ensesine bir şaplak
indirirdim. "Ne kadar... Ne kadar saçma!"
Rüzgar anlayışlı bir şekilde iç çekerek "Kesinlikle," dedi.
Bir dallama gibi davranıyor olabilirdi ama sanırım iyi bir arkadaştı.
"Yani çocuk daha çok genç. Evlilik onun ölümü gibi bir şey. Dışarıda
tavlaması gereken çok fazla hatun var." Ya da yalnızca gerçek bir
dallamaydı.
Kuzey ofisinden ayrılmadan Rüzgar'a on beş dakika daha tahammül etmek
zorunda kaldım. Hayatımın en güzel on beş dakikası sayılmazdı ama bir şekilde
başa çıkabilmiştim.
Ofisin kapısı açıldığında heyecandan masanın üstüne çıkacaktım az
kalsın. Neyse ki zihnimin bir köşesi mantıklı çalışmayı başarabiliyordu da
kendimi böyle şeylerle rezil etmiyordum. "Konferans kaçtaydı Nisan?"
diye sordu kapıdan çıkar çıkmaz. Gözleri, sanki zamanı kontrol edebilecekmiş
gibi kolundaki saate kilitlenmişti.
"Üçte," dedim. "İki buçukta orada olmamız lazım ki Şeref
Bey'le görüşebilelim." "Tamam, o zamana kadar projeyle ilgili bütün
dosyaların üstünden teker teker geçmemiz lazım. Yeni fikirler düşünmeliyiz.
Eğer bu adamı etkilemek istiyorsak sıra dışı bir şey ortaya koymak
zorundayız."
Duyduğum cümlelerle birlikte ağzım iki karış açık kaldı. Rüya mı
görüyordum yoksa Yiğit Kuzey Erarslan üzerindeki ölü toprağını nihayet silkip
bu proje için heveslenmeye mi başlıyordu? Allah'ım, bu gerçekten oluyor muydu?
Bugün babasıyla giriştiği kavga nihayet gözlerini mi açmıştı? Sonunda
zincirlerini kırmaya mı karar vermişti?
"Ta-tabi," dedim kekeleyerek. "Ben hemen getiriyorum
bütün dosyaları."
Kuzey küçük bir baş hareketiyle beni onayladıktan sonra tekrar ofise
girdi. Bense uçarak dosya dolabına gittim ve projeyle alakalı tüm dosyaları
kaptığım gibi masama döndüm. "Senin yapacak bir işin var mı?" diye
sordum boş bakışlarla beni izleyen Rüzgar'a.
Kafasını iki yana salladı. "Günümü seni sinir ederek geçirmeyi
planlıyordum."
"Plan iptal oldu," dedim. "Şimdi Alp'in yanına
gidiyorsun. Sonra ikiniz internetten bu tarz projeleri araştırıyorsunuz.
Bulduğunuz ilginç fikirleri bana mesaj atıyorsunuz. Tamam mı?"
"Tamam," diyerek ayağa kalktı. "Ama senin bende telefon numaran
yok tatlım." Gözlerimi devirdim. "Alp'te var. Mesajları o atsın.
Lütfen."
Sırıtarak oturduğu yerden kalktı, ben de bu sırada dosyaları kucağımda
toplayarak Kuzey'in ofisine girdim. Saat ikiye kadar epey hummalı bir çalışma
yürüttük. Onunla çalışmaya başladığımdan beri Kuzey'i ilk defa bu kadar çok
odaklanmış görüyordum. Her dosyayı, her sayfayı hatta her satırı muazzam bir
dikkatle okuyor, okunmayacak derecede karmaşık el yazısıyla sürekli notlar
alıyor, muntazam bir kararlılıkla çalışıyordu. Sanki dünyada onunla dosyaları
arasına girebilecek hiçbir şey yok gibiydi. Sadece onları görebiliyor, sadece
onlarla alakadar olabiliyordu.
Benimse, ona baktığım her saniye içinde oluşmaya başlayan hayranlık
duygusu büyüyor, büyüyor kocaman oluyordu. Her küçük ayrıntısını ayakta
alkışlamak istiyordum; çattığı kalın ve düzgün kaşlarını, giydiği gömleğin
kumaşını zorlayan kol kaslarını, odaklandığında iyice koyulaşan yeşil
bakışlarını. Kuzey önündeki dosyalardan gözlerini ayırmazken ben onun her
parçasına hayran oluyordum.
Ki bu başıma gelmesini isteyeceğim son şeydi. Nişanlı patronuma abayı
yakmak üzereydim. Ve buna engel olmam gerektiğini bilecek kadar aklı başında
birisiydim.
Hızla ayağa kalktığımda o da başını dosyalarından kaldırıp bana baktı.
Bir şey söylemese bile gözlerindeki soruyu okuyabiliyordum.
"Lavaboya," dedim kısık bir sesle.
Hafifçe başını sallayıp tekrar çalışmaya döndü. Bense hızlı adımlarla
kendimi kadınlar tuvaletine atıp soğuk suyla elimi yüzümü yıkadım. Biraz
kendime gelince saate baktım ve gitme vaktini yaklaştığını fark ettim. Dağılmış
olan makyajımı tazelemem birkaç dakikamı aldı. Hemen ardından üstüme başıma
çekidüzen verip Kuzey'in yanına geri döndüm.
"Gitmemiz gerek."
Sesimi duyar duymaz bakışlarını bana çevirdi. "Tamam," diye
mırıldanıp ayağa kalkarken pek de neşeli göründüğü söylenemezdi. Onu böyle
görünce bir şeyler yapmak istiyordum fakat ne yapabilirdim? Aklıma gelen tek
çözüm Şeref Bey'i kaçırıp evdeki kalorifere zincirlemek ve Kuzey'le çalışmaya
ikna olana dek kuru ekmek ve suyla beslemekti. Bunun da pek işe yarar bir plan
olduğunu sanmıyordum.
Yarım saat süren gergin bir araba yolculuğundan sonra konferansın
yapılacağı yere vardığımızda ikimizde bir müddet oturduğumuz yerden
kıpırdamadık. Sonra ben, biraz çekinerek "Şey," dedim.
"Biliyorsun benim Şeref Bey'in gözüne görünmemem lazım. Malum, restoranda
yaptığım küçük gösteriden sonra beni senin yan ında görmesi bütün planımızı
bozabilir."
Başını ağır ağır sallayarak "Haklısın," dedi.
"O yüzden sen tek başına idare etmek zorunda kalacaksın. Ben de
arkalardan sizi izleyeceğim."
Bir kere daha başını sallayarak beni onayladığında kendimi zorlayarak
genişçe gülümsedim.
"Bol şanslar patron. Sana güveniyorum."
Hafifçe tebessüm etti. Sonra derin bir nefes aldı ve ikimiz de
kapılarımızı açarak arabadan indik. Konferans salonuna kadar beraber yürüdük.
İçeri girdiğimizde ise Kuzey bana kısa bir bakış attıktan sonra Şeref Bey'in
olduğu tarafa dönüp yürümeye başladı. Bense geride kalıp gidişini izledim.
Böyle söyleyince biraz dramatik oldu, farkındayım. Fakat gerçekte epey gergin
bir sahneydi. Kendimi çocuğunun üstüne titreyip duran anneler gibi
hissediyordum. Birazdan koşarak Kuzey'in yanına gidip 'ay nasıl terlemişsin'
diye çekişerek bir havluyu sırtına sokuşturmam işten bile değildi. Ya da
Kuzey'i bu kadar gerdiği için Şeref Bey'i azarlamam. Yavrucuğum projeni niye
Kuzey'le paylaşmıyorsun, ayıp değil mi?
Fakat bu, benim deliliklerimle mahvedemeyeceğimiz kadar hassas bir
durum olduğu için derin bir nefes alıp Kuzey'i ve Şeref Bey'i görebileceğim boş
bir koltuğa oturdum. Ve onları izlemeye başladım. Kuzey, yüzünde nazik bir
tebessümle Şeref Bey'in anlattıklarını dinliyor, arada sırada başını sallayıp
onay veriyor, bazense bir şeyler söyleyip yaşlı adamı güldürüyordu. Gerildiği
zamanlar tek elini gür, kara saçlarının arasına daldırdığını, utandığında
gülümseyerek başını sağa yatırdığını fark ediyor ve onu kısacık zamanda bu
kadar tanıyabildiğim için kendime şaşırıyordum. Bazen onun bir sonraki
hareketini tahmin edebileceğimi bile düşünüyordum.
Ayrımına vardığım bu farkındalıkla hafifçe tebessüm ettiğim sırada,
sanki tam orada durduğumu biliyormuş gibi Kuzey bakışlarını bana çevirdi. Koyu
yeşil olduğunu bildiğim güzel gözleri bu mesafeden kapkara görünüyordu. Yüzünde
donup kalmış güzel gülümseyişi derin gamzesini ortaya sermişti. Bir mermere
özenle oyulmuş heykel gibi harika görünüyordu fakat kusursuzluğu kesinlikle
insan elinden çıkmış olamazdı.
Onu ilk gördüğümde de yakışıklı olduğunu düşünmüştüm. Fakat şimdi
olağanüstü olduğunu fark ediyordum. Her küçük ayrıntısı ona başka bir ışık
katıyor gibiydi. Ona âşık olabilirdim. Eğer patronum olmasaydı ya da işleri
düzeltemezsek birkaç ay sonra evlenecek olmasaydı... Ya da kalbim Doğu
tarafından küçük parçalara ayrılıp yakılmasaydı...
Bakışmamız yalnızca birkaç saniye sürdü. Hemen ardından sahneye çıkan
bir sunucu konuşmaya başlayınca Kuzey bakışlarını benden ayırıp önüne döndü.
Konferans boyunca da bir daha hiç göz göze gelemedik. Onun bütün ilgisi Şeref
Bey'deydi. Benim bütün ilgimse onda. İşte ona âşık olmamak için bir sebep daha!
Açıkça görülüyor ki kendisi Şeref Bey'e âşık...
Konferansın bitimine kadar sıkılmak dışında pek de bir şey yapmadım.
Arada sırada sahnedeki adamın anlattıklarını dinlemeye çalışsam da zamanımın
büyük bir kısmını Kuzey'i dikizleyerek geçirdim. Ve kendi kendime bir söz
verdim; asla Yiğit Kuzey Erarslan'a âşık olmayacaktım. Asla. Ne kadar mükemmel
olursa olsun. Ne kadar güzel gülerse gülsün.
Bunun ne kadar mantıklı bir karar olduğuna dair bütün sebepleri kafamda
sıraladım.
1- Adam nişanlıydı.
2- Patronumdu.
3- Benden hoşlanması bir kenara, elinde olsa hayatına bile
almazdı.
4- Kalbimin bir kere daha kırılmasını kaldıramazdım.
5- Cidden Şeref Bey'e âşık olma ihtimali vardı çünkü
konferans boyunca adamı resmen rahat bırakmamıştı.
Yaklaşık iki saat süren konferansın sonunda bu sebeplerin mantığı
çerçevesinde kendimi ikna etmiş ve Kuzey'in etkisinden neredeyse tamamen
çıkmıştım. Neredeyse.
Herkes yavaş yavaş ayaklanıp salondan ayrılmaya başladığında ben de
oturduğum yerden kalkıp çıkışa yöneldim. Kuzey'in arabasının yanına gidip
beklemeye başladım. Bu sırada bir gözüm de çıkış kapısındaydı. Ve tabi ki
upuzun boyu sayesinde Kuzey'i dışarı adımın atar atmaz fark etmiştim. Sadece
uzun boylu olduğu içindi tabi ki, kapıdan çıkar çıkmaz şampuan reklamlarındaki
yakışıklı adamlar gibi etrafa ışık saçmasından falan değildi. Gerçekten. Ben
arabanın yanında sabırsızca onu beklerken o, kapıda bir süre Şeref Bey'le
konuştu. Bu kadar gülecek ne anlatıyorlardı birbirlerine merak ediyordum
doğrusu. Resmen birbirlerinden zor ayrıldılar. Hatta Şeref Bey giderken Kuzey
orada durup arkasından el salladı. Acaba cidden elli yaş üstü, seyrek saçlı
adamlardan hoşlanıyor falan olabilir miydi? Nihayet bakışlarını Şeref'ciğinden
ayırabildiğinde benim, yani arabasının olduğu yöne döndü ve hızlı adımlarla
yürümeye başladı. Suratında üç kilometre öteden fark edilebilecek geniş bir
gülümseme vardı. Ortalarda pembe bir genç kız yatağı olmamasına sevindim, çünkü
yatağın üstüne çaprazlama atlayıp sırıtarak tavanı izleyebilecekmiş gibi
görünüyordu.
Derin bir nefes aldım ve yanıma vardığında kendimi ona mesafeli
davranmaya hazırladım. Yüzüme soğuk bir tebessüm yerleştirdim ve onun
suratındaki harika gülüşe, ortaya çıkardığı sevimli gamzelerine tamamen
kayıtsızmışım gibi bakmaya çalıştım.
Bunun için harcadığım olağanüstü çaba Kuzey'in yanıma varır varmaz
yüzümü ellerinin arasına alıp gözlerimin tam içine bakarak, çok içten bir sesle
"Sen bir meleksin!" demesiyle hava kaçıran bir balon gibi sönüverdi.
Neye uğradığı şaşırmıştım. Karanlık yolda araba farı görmüş tavşan gibi
kalakalmıştım. Aniden inme inen Ali Rıza Bey' dönmüştüm. Yanaklarımda Kuzey'in
dokunuşunu hissediyorken ve bu kadar yakından onun koyu yeşil gözlerine
bakıyorken ona neden âşık olmamam gerektiğine dair tek bir nedeni bile
hatırlayamıyordum. O karşımda konuşuyor, Şeref Bey'le görüşmelerinin harika
geçtiğinden, benim bir strateji uzmanı olduğumdan falan bahsediyordu. Bense
nasıl yutkunulduğunu hatırlamaya çalışarak öylece ona bakıyordum. Ona. Esmer
yüzünün kusursuz hatlarına. Gözbebeklerindeki yansımama. Yanaklarındaki sevimli
çukurlara. Ona.
Yiğit Kuzey Erarslan'a.
Mantığım tamamen devre dışı kalmıştı. Düşünemiyordum. Etrafımızdaki
insanların sesleri bile yoğun bir uğultu gibi geliyordu. Zaman ve mekan tamamen
yok olmuştu. Sanki dünya yalnızca ikimizin etrafında dönüyordu.
Hem sahi, bu adama niçin aşık olmamam gerekiyordu?
12.BÖLÜM
Kuzey cümlelerini sona erdirip ellerini yanaklarımdan ayırdığında dünya
ağır çekimle geri geldi. Kulaklarımdaki uğultu azalarak yok oldu, derin bir
girdabın içinden çekilir gibi hislerimden uzaklaştım ve nihayet yaşadığımız
boyuta geri dönebildim.
Merhaba! Beni özlediniz mi?
Biraz kafamı toparlamak nasip olduğunda Kuzey'in arabaya binmiş,
meraklı gözlerle bana bakıyor olduğunu fark ettim. Haliyle neden kazık gibi
dikildiğimi merak ediyordu. Onun yeşil bakışlarındaki sevimli ifadeyi yok etmek
uğruna da olsa hızlı adımlarla ilerledim ve arabanın ön yolcu kapısını açarak
yanına oturdum. Hemen sonra derin bir nefes alıp gülümsemeyi denedim.
"Yani nihayet bir adım atabildik, öyle mi?"
Arabayı çalıştırırken günlerdir görmediğim kadar neşeli bir şekilde
gülümsedi. "Evet, sayende!" Sonra duraklayıp başını hafifçe yana
eğdi. "Gerçi çok büyük bir şey değil ve... Bizi biraz uğraştıracak ama
olsun."
Bu defa tamamen içimden gelerek gülümsedim ben de. Gerginliğim yavaş
yavaş dağılıyordu. Kalp atışlarım hala bir düzene girmemişti ama ona da sıra
gelecekti, inanıyordum. "Olsun," diye tekrar ettim Kuzey'i.
"Uğraşırız yani, ne olacak ki?" Sen iste dünyayı bile fethederiz be
Yiğit Kuzey Erarslan.
"Yani," derken gülümsemesini genişletti Kuzey. Böyle anlarda
ona bakmamam gerekiyordu. Çünkü yanağında genişleyen ve derinleşen gamzesi
içimde bir şeylerin taklalar atmasına sebep oluyordu. Kelebekler mi, kuşlar mı
yoksa küçük tatlı hipopotamlar mı bilemiyorum ama içimde bir şeyler sürekli
kımıldıyor, midemin kasılmasına, kalp ritmimin bozulmasına sebep oluyordu. Hoş
değil.
Kuzey'in gamzelerinin üzerimdeki yan etkisini azaltmak amacıyla
"Neler oldu peki?" diye sordum. "Hadi en başından anlat."
Fakat lütfen gülümseyip durma. Bir fena oluyorum ben. Derin bir nefes aldı ve
gözlerini yoldan ayırmadan -ki bu iyi bir şeydi- konuşmaya başladı. "İlk
başta nasıl davranacağımı pek bilemedim. Ama tahmin ettiğimden daha sıcakkanlı
bir yaklaşımı vardı doğrusu. Konuyu hemen iş meselelerine çekmek istemedim.
Halini hatırını sordum, havadan sudan konuştuk. Derken onu gelecek hafta
vereceğimiz yemeğe davet ettim."
Bir an şaşkınlıkla kaşlarım çatıldı. "Gelecek hafta yemek mi
veriyoruz?"
Hafifçe omuz silkti. "Eh, artık veriyoruz."
Tamam, bu altından kalkabileceğimiz bir şeydi. Bir haftada harika bir
akşam yemeği ayarlayabilirdik. Her şeyin muhteşem olması için gereken zaman
mevcuttu. Panik yapmadan bu işin altından rahatlıkla kalkabilirdim, bu yüzden
rahat bir şekilde gülümsedim.
"Kimleri davet edeceğiz peki?"
Kararsız bir biçimde dudaklarını büzdü Kuzey. "Bilmiyorum.
Rüzgâr'ı?"
"Eğer önce dilini kesmeme izin verirsen..."
"Kesebilirsin."
"Tamam o zaman," dedim. "Başka?"
"Şeref Bey?"
Aldığım cevapla gözlerimi devirmem bir oldu. "Aşikâr olanın
dışında?" diye sordum. "Sadece Rüzgâr'la Şeref Bey mi olacak?"
"Bilmiyorum," derken gözlerini yoldan ayırıp bir anlığına
bana baktı. Yapma bunu, yapma bunu dostum. "O an uyduruverdim bu yemek
fikrini. Kimi çağıracağımı düşünecek zamanım olmadı."
Bakışlarımı ondan ayırıp sanki dünyanın en ilginç şeyiymiş gibi
dikkatimi akıp giden asfalta vermeye çalışırken "Her neyse," diye
mırıldandım. "Ben ayarlarım." "Tabii ki. Bu yüzden sana
asistanım diyorum."
Sözlerini duyduğumda asfalta bakma çabam bir anda yok oldu ve kafamı
ona çevirdim. "Bak sen!" dedim bariz bir alayla. "İşler yoluna
girmeye başlayınca patronumun çenesi açılmış." Hafifçe güldü. "Sadece
sana görevlerini hatırlatıyorum. Hayatımı kolaylaştırmak senin işin, biliyorsun
değil mi?"
"Bu konuşmanın sonu nereye varacak merak etmeye başladım."
Bakışları tekrar gözlerimi buldu. Bu defa yeşillerinde haylaz bir
parıltı dolaşıyordu. Merakla kaşlarımı yukarı kaldırıp "Ne?" dedim.
"Söyle hadi, kızmayacağım."
"Şeref Bey bu hafta içi Antalya'da olacakmış. Torunu da
yurtdışından İstanbul'a geliyormuş ve birinin onu gezdirmesi
gerekiyormuş."
Kuzey'i küçük bir çocuğa İstanbul'u gezdirirken hayal edince elimde
olmadan sırıttım. Onun kadar uzun boylu ve yapılı bir adamın yanında bir çocuk
hayal ettiğiniz her an gülümseyebilirdiniz çünkü. Tezatlarla dolu fakat bir o
kadar da sevimli bir manzara değil miydi? Hadi bir hayal edin!
"Yani sen küçük bir çocukla gezip tozarken benden şirketteki
işleri mi halletmemi istiyorsun?" Kuzey'in yüzüme kaçamak bir bakış atıp
hafifçe yüzünü buruşturması dudaklarımdaki şapşal gülümsemenin önce donmasına
sonra yavaş yavaş silinmesine sebep oldu.
"Ne?" diye sordum bir kere daha.
"Aslında tam tersi," dedi bana bakmadan. "Çocuğu sen
gezdirirken şirketle ben ilgilenirim diyordum."
Patronuma sesli olarak 'senin ağzını kırarım bak' diyemeyeceğim için
bunu bakışlarımla yapmaya karar vererek gözlerimi ona diktim. Gerçekten böyle
bir şey olacağını sanıyorsa büyük salaklık yapıyordu. Ben normal insanlarla
bile anlaşamıyordum, küçük bir çocuk muhtemelen kafamı duvara vurarak
parçalamak istememe sebep olurdu.
"Şu an gerçekten saçmalıyorsun," dedim bakışlarımla
asabileşmek yetmeyince. "Ciddi manada saçmalıyorsun. Saçmalamak
kelimesinin sözlükteki karşılığısın şu an." "Neden?" diye sordu.
"Eğlenceli olan kısmı sana veriyorum işte."
"Eğlenceli mi? Delirdin mi? Çocuklar benden nefret ederler. Ben de
onların çok büyük bir hayranı sayılmam. Bak mesela ablam âşıktır çocuklara. Çok
iyi anlaşır falan ama ben öyle değilim. Hem de o kadar öyle değilim ki
anlatamam."
Hafifçe güldü. Ben ortada gülünecek bir şey göremiyordum ama en azından
birimizin eğleniyor olması da güzeldi tabi. "Alt tarafı bir çocuk Nisan.
Size özel şoför ayarlayacağım ve tek yapacağın onu parklara, sinemaya falan
götürmek olacak. Gerçekten kolay olacak. Hatta o kadar kolay olacak ki iyi ki
şirkette oturup sıkıcı işlerle uğraşmayı seçmemişim diyeceksin."
"Hayır," diye inledim. "Yapamam Kuzey. Cidden. Ben hayatım
boyunca hep çocuklardan uzak durdum. Kendim bir çocukken bile diğerlerine
bulaşmadım. Geçerli sebeplerim vardı." Arabayı durdurup bana döndüğünde
şirkete geldiğimizi fark ettim ama bu farkındalığım Kuzey'in bana küçük bir
köpek yavrusu gibi bakmaya başlamasıyla buharlaşıp uçtu. "Lütfen
Nisan," dedi. "Lütfen. Bunu yapmana ihtiyacım var. Yalnızca iki
güncük. Ben de o sırada projeyle ilgilenmeliyim. Bu sefer başarmam gerektiğini
biliyorsun ve sen yardım etmezsen yapamam. Lütfen."
Pekala, buna hayır dememin ne kadar zor olduğunu muhtemelen tahmin
edebiliyorsunuzdur. Kuzey, o koyu yeşil, o iri, o muhteşem gözleriyle bana
yalvararak bakarken olmaz deme ihtimalim bir sonraki izleyişimde Titanik'in
batmaması ihtimali kadardı. O yüzden derince bir of çekerek "Tamam,"
dedim. "Tamam, ama bana teşekkür etmek için devasa bir şey
planlamalısın."
Çocuklar gibi şen bir kahkaha atarken "Harikasın!" dedi.
Onu başımla onayladım.
"Sen var ya, dünyanın en muhteşem asistanısın."
Eh, kesinlikle öyleyim.
"Bu işin altından kalkabilirsek ne istersen yapacağım!"
"Gerçekten mi?" diye sordum. Sesim önlenemez bir şekilde
hevesli çıkmıştı.
"Gerçekten," dedi.
"Pekala, bunu mutlaka hatırlatacağımı biliyorsun, değil mi?"
Esmer yüzü büyük bir gülüşle aydınlandı. "Bilmez miyim?"
Arabanın kapısının açıp aşağı atlamadan önce ona dönüp yüzümü
buruşturdum. Şirkete geri döndüğümüzde neredeyse mesai saati bitmek üzereydi.
Bu yüzden birkaç küçük işi halletmeye ancak vaktimiz yetebilmişti. Gerçi ben
ayrılırken Kuzey hala ofisindeydi.
Bir anda bu kadar değişmiş olması meraklanmama sebep olsa da bu azimli
ve umutlu halinden memnundum. İstemediği bir hayatı yaşamaya zorlanması bana
çok zalimce geliyordu. Elbette Eda ile evlenebilirdi, mutlu da olabilirlerdi
fakat bu, ikisi de bunu istediği için gerçekleşmeliydi. Birileri buna karar
verdiği için değil.
Ofisten çıkınca eve gitmek gözüme sıkıcı göründüğünden bir taksiye
atladım ve soluğu ablamın evinde aldım. Ve daha içeri girer girmez Arın
eniştemle kavga ettiklerini fark edince sırıttım. Onların kavgalarına
bayılıyordum. Adeta günümü renklendiriyorlardı.
"Sürekli bana ne kadar şişko olduğumu söylüyorsun!" diye
bağırıyordu bana kapıyı açan ablam. Karşısında beni bulması tartışmalarının bir
saniye bile duraksamasına sebep olmadı. "Öyle bir şey demedim!" diye
itiraz etti zavallı eniştem. "Karnının belirginleşmeye başladığını
söyledim ve bu güzel bir şey!"
Ablam benimle birlikte salona yürürken "Kocaman bir göbeğimin
olması mı güzel bir şey?" diye bağırdı bir kere daha.
"Göbek değil o," dedi eniştem. Sesinden sabrının son
kırıntıları taşıyordu adeta. "Bebek.
Bizim bebeğimiz."
Eniştemin sözleri üzerine ablam bir iki saniye durakladı. Dudaklarını
bir titreme aldı ve çok geçmeden içli bir hıçkırık kopararak ağlamaya başladı.
Ben ve eniştem de bu inanılmaz duygu değişimini hayret dolu bakışlarla izledik.
Kadın bir saniye önce ayağına kıymık batmış bir Godzilla kadar sinirliyken bir
saniye sonra elinden şekeri alınmış küçük çocuk gibi mahzundu. Gerçekten Allah
enişteme gani gani sabır versindi.
Bir an onunla göz göze geldiğimizde umursamazca omuz silkerek
"Senin karın," dedim. "Sen ilgilen." Ve o ablamı teselli
etmek için kollarına alırken ben mutfağın yolunu tuttu. Bir şeyler yemem ve
yediklerimle beraber bugünü sindirmem gerekiyordu. Şöyle bir düşündüğümde
duygusal açıdan epey karmaşık bir yirmi dört saat geçirmiştim. Kızarmış bir
dilim ekmeğin üstüne meşhur kavrulmuş Türk fındıklarıyla yapılmış olan
kahvaltılık çikolatadan sürüp yersem her şeyle daha iyi baş edebilirdim. Belki
bu sırada aptal küçük bir çocuğu iki gün boyunca nasıl eğlendireceğimi de
düşünürdüm.
13.BÖLÜM
***
Hayatımda yaptığım en büyük hata Doğu'ya âşık olmaktı. Hayatımda
yaptığım en büyük ikinci hata ise Şeref Bey'in torununa göz kulak olmayı kabul
etmekti. Kesinlikle. Benim boyum 1.65ti. Kalkıştığım bu iş ise en az 2.80.
Efkârım da nereden baksanız üç metre. Anlatabiliyor muyum?
Yine de geri vitese takamayacağımı bildiğim için paşa paşa masamda
oturuyor ve Kuzey'in, yanında küçük bir afacancıkla gelmesini bekliyordum.
Çocuğu daha görmeden kendimi bütün olası şımarıklıklara hazırlamıştım. Sonuçta
yurt dışında büyüyen bir zengin bebesiydi. Ailenin tek torunuydu ve daha on bir
yaşındaydı. Evet, dün akşam hakkında küçük bir araştırma yaparak bunları
öğrenmiştim. Bir de küçüklük resimlerinden birini görmüştüm fakat şu an nasıl
göründüğünü bilmiyordum. Kendi sosyal medya hesapları yoktu; henüz. Bu yüzden
sadece eski bir magazin dergisindeki bundan seneler önce verilmiş bir haberde
annesiyle yan yana olan bir resmini görebilmiştim. Ama zaten mühim değildi.
Görünüşünden ziyade tavırlarını merak ediyordum.
Allah'ım lütfen çok şımarık olmasın!
Asansörün bizim kata geldiğini haber veren çınlamasını duyduğumda
nefesimi tutarak beklemeye başladım. Kapı ağır ağır aralandı ve Kuzey yanında
bel hizasını ancak geçebilen bir erkek çocuğuyla asansörden inerek bana doğru
yürümeye başladı. Esmer bir çocuktu ve ciddi bir duruşu vardı. Ay acaba kasıntı
mıydı? Ya beni hizmetçisi gibi falan görürse, o zaman ne yapacaktım? Topuklu
ayakkabımı çıkarıp kafasına geçirecektim elbette ama bu olaya nasıl kaza süsü
verecektim? Her neyse, ben bir yolunu bulurdum nasılsa.
Yüzüme gergin bir tebessüm kondurdum ve elimden geldiğince sevimli
görünmeye çalıştım. Yine de Kuzey'in gözlerinde öyle bir bakış vardı ki bunu
başaramadığımı ve dehşete düşmüş gibi göründüğümü fark etmiştim. Her an gür
sesli bir kahkaha atacak gibi bakıyordu. Oysa bir patron çalışanları her alanda
desteklemelidir, değil mi?
"Günaydın," dediğim daha fazla yüzümde tutamadığım
gülümsemeyi serbest bırakıp gitmesine izin verirken.
Kuzey ise benim aksime neşeyle sırıttı. "Günaydın, Nisan.
Nasılsın? İyi görünüyorsun." Görünüyor muyum sahiden Kuzey?
"Ya, sormayın Kuzey Beyciğim," derken bir kahkaha attım.
Sahte ve içi boş bir kahkaha. "Siz nasılsınız? Benim kadar iyisiniz
inşallah?"
"İyiyim, teşekkür ederim," dedikten sonra yüzündeki sırıtışı
bozmadan yanındaki çocuğu işaret etti tek eliyle. "Bu beyefendi Can.
Bugünü seninle birlikte geçireceği için çok heyecanlı." Can gözlerini
devirdi. "Eminim sen de onun kadar heyecanlısındır." Ben de gözlerimi
devirdim.
Derin bir nefes alıp içten bir şekilde gülmeye çalışarak elimi Can'a
uzattım. "Memnun oldum Can."
Uzattığım elimi bir kere sıkıp çabucak bıraktı ve soğuk bir sesle
"Ben de," dedi.
Şımarık olduğunuz kadar kibirlisiniz de küçük bey.
"Şöyle otur lütfen," diyerek en yakın sandalyeyi işaret
ettim. Ardından Kuzey'e dönüp en sinir bozucu şekilde gülümsedim. "Ben
Kuzey Bey'e bugün ilgilenmesi gerekenlerden bahsettikten hemen sonra geleceğim.
Sonra çıkar, güzel bir İstanbul turu atarız."
Can omuz silkerek gösterdiğim yere oturdu. Ben de Kuzey'i kolundan
çekiştirerek ofise sürükledim. Ve kapıyı kapatır kapatmaz yavru köpek
bakışlarımı yüzüme yerleştirerek gözlerine baktım.
"Beni gerçekten bütün gün onunla yalnız mı bırakacaksın?"
"Çok tatlı bir çocuk Nisan, gerçekten. Tanıyınca çok
seveceksin."
Bir an ciddi olup olmadığını anlamak için gözlerine baktım. Gülmemek
için fazla efor sarf ettiği apaçık ortadaydı. Ayrıca haylaz haylaz parıldayan o
yeşil gözleriyle beni kandıramazdı. "Eminim öyledir Kuzey, o yüzden bence
onu sen gezdirmelisin."
Kafasını iki yana sallarken sırıtışını saklayamadı. "Benim
ilgilenmem gereken bir dünya dosya var, biliyorsun."
Ona yalvarmamın hiçbir yararı olmayacaktı, sadece sinirlerim daha çok
bozulacaktı ki bu ihtiyacım olan son şey bile değildi. Bütün günümü o çocukla
geçireceksem gerçekten çelik gibi sinirlerim olmalıydı, sabrımın en ufak
parçasını bile Kuzey'le heba edemezdim. Bu yüzden öfkeli bir şekilde ofladıktan
sonra topuklarımın üzerinde dönerek odadan çıktım.
Can sandalyede oturmuş beni bekliyordu. Bir kere daha gülümsemeyi
deneyerek yanına gittim.
"Eee," dedim sevecen olduğunu umduğum bir sesle.
"Heyecanlı mısın bakalım? Nereleri gezmek istersin?"
Suratıma boş bir bakış attı. Ardından elini giydiği ceketin -evet, bir
ceket giyiyordu- cebine sokarak katlanmış bir kağıt çıkardı.
"Saat onda Adam Mickiewicz Müzesi'nde olmak istiyorum," dedi
ciddi bir sesle. "Bir saat kadar orayı gezdikten sonra Deniz ve Su
Ürünleri Müzesi'ne geçmemiz gerekecek. Ne yazık ki orada fazla kalamayız, yine
de bir göz atmak istiyorum. Oradan çıktıktan sonra Divan Edebiyatı Müzesi'ne
uğrayacağız. Bir saate yakın orayı dolaştıktan sonra öğle yemeğine gideceğiz.
Yemek için Boğaz'daki bir restorandan yer ayırttırmıştım ama bu konuda
önerilere açığım. Eğer daha iyi bir tavsiyen olursa seni dinlerim. Öğle yemeğinden
sonra ise Ayasofya Müzesi'nin gezmek istiyorum. Ayasofya Müzesi'nden sonra ise
beni götürmen gereken bir konferans var. Ulusal Nanobilim ve Nanoteknoloji
Konferansı. Bu seneki konuşmacıları, çalışmalarını takip ettiğim kişiler. O
yüzden bir uğramak istiyorum."
Duyduklarım bir süre sonra uğultu halini almaya başladı. Şaşkınlığım
büyüdü, büyüdü, büyüdü ve kocaman, somut bir nesneye dönüşerek boğazıma bağdaş
kurdu. Yüzümde donakalan ifadeyle karşımdaki çocuğa bakıyor ve sadece tek bir
şey söylemek istiyordum; yok devenin bale pabucu!
Ama söylemezdim. Çünkü patronumun iş yapmaya çalıştığı adamın torunuydu
ve ona bir şehzade muamelesi göstermem gerekiyordu. Bu yüzden tüm bu
söyledikleri normalmiş, bütün on bir yaşındaki çocuklar günlerini böyle
şeylerle geçirirmiş gibi davranmalıydım. Yapabilirdim. Kendime güveniyordum.
"Harika," dedim kendimi gülümsemeye zorlayarak. Sesim biraz
çatlamıştı ama olur o kadar. "Ben de tam olarak böyle yaparız diye
düşünmüştüm. Hele o nanobilim teknoloji şeyi falan... Resmen lafı ağzımdan
aldın."
Kaşlarını bir anlığına yukarı kaldırdı, sonra hemen ifadesiz yüzüne
geri döndü. "Öyleyse gidelim," dedikten sonra beni ve her yeri
kaplamış olan şaşkınlığımı ardında bırakarak yürümeye koyuldu.
Bir iki saniye kendime gelmek için derin nefesler aldıktan sonra
çantamı kapıp Can'ın peşine düştüm. Kuzey bizim için gerçekten bir araba ve bir
de şoför ayarlamıştı. Benim ehliyetim vardı aslında ama trafiğe çıkmayı tercih
etmiyordum, çünkü her ne kadar buna inanmasalar da ben diğer insanların can
sağlığını önemseyen bir bireydim.
Arabaya bindiğimizde Can, bana yaptığına benzer bir konuşmayı şoföre de
yaptı. İşin bu kısmı bana kalmadığı için memnundum. Aptal bir sarışın
olmayabilirdim fakat o şaşkınlığı ve hayreti yaşarken Can'ın söylediklerini
hafızama kazıyacak kadar büyük bir dehaya da sahip değildim. Asfalt yolda meşum
bir sessizlikle ilerlemeye koyulmuşken çantamdan cep telefonumu çıkardım ve
Kuzey'e o anki hislerimi içeren, derin bir mesaj attım.
"SENDEN NEFRET EDİYORUM."
Kuzey'in cevabı çok gecikmedi.
"Daha beş dakika oldu Nisan."
Vallahi bana beş saat gibi gelmişti. O yüzden gözlerimi devirerek yeni
bir mesaj yazdım.
"Ve şimdiden hayat enerjim tükendi. SENDEN HALA NEFRET
EDİYORUM."
Mesajı okuduğunda keyifle sırıttığını hayal edebiliyordum. Eğer o kadar
güzel sırıtıyor olmasaydı bunun için ondan bir kat daha nefret edebilirdim.
"O kadar mı kötü?"
Derince iç geçirmemek için kendimi zor zapt ettim.
"Müzeye gidiyoruz. Bütün gün müze gezeceğiz. Sonra da nanobilim
bilmem ne konferansına katılacağız. KUZEY SENDEN GERÇEKTEN NEFRET
EDİYORUM."
İçinde bulunduğum ahval ve şerait onu derinden sarsmış olacak ki
mesajıma cevap vermedi. Zaten biz de çok geçmeden ilk müzeye gelmiştik. Adam
Bilmemkim Müzesi. Allah'ım sen bana sabır ver!
Can, sanki ismi bile zor söylenen bir şairin müzesine değil de
Disneyland'e gidiyormuşçasına heyecanla indi arabadan. Şoföre bir saat sonra
bizi almasını tembihleyip peşine düştüm ben de.
Küçük, üç katlı ve sevimli bir binaydı geldiğimiz müze. Ağır adımlarla
kapısından içeri girerken Can bana heyecanla bu güzel evin neden müze
olduğundan bahsediyordu. Çok da ilgi çekici bir konuşma olmadığı için ben size
şöyle kısaca özetleyeyim; Adam Mickiewicz diye bir adam varmış. Bu şahıs
Polonyalı bir şairmiş. Kırım Savaşı sırasında bir grup Polonyalı ile İstanbul'a
göçmüşler. Ki bu Polonyalılar arasında İstanbul'daki Polonezköy'ü kuran Adam
Czartoryski de varmış. Her neyse. Bu talihsiz şair bu evde yaşamış ve yine bu
evde ölmüş. Hem de kolera virüsü yüzünden.
Ben bu adamı tanımak şöyle dursun, İstanbul'daki Polonezköy'de vakti
zamanında gerçekten Polonyalıların yaşadığını ilk defa öğreniyordum. Yine de el
mahkum Can'a gülümseyerek başımı salladım ve hayatımın hiçbir döneminde işime
yaramayacak bu bilgiler için ona teşekkür ettim.
Işıklar içinde uyu Adam Mickiewicz.
Bir sonraki durağımız Deniz ve Su Ürünleri Müzesi oldu. Müze sadece
10.00 ve 12.00 saatleri arasında ziyarete açık olduğu için çok fazla zamanımız
yoktu. Bu da Can'ın her şeyi görme iştahıyla beni oradan oraya sürüklemesine ve
bu sırada hiç durmadan konuşup o küçücük kafasının neresine sığdırdığını
anlamadığım ilginç ilginç bilgilerle beni şaşırtmasına sebep oluyordu. Bir ara
başımı o kadar döndürdü ki geriye doğru iki adım attığım sırada sert bir şeye
çarptım ve dudaklarımdan küçük bir çığlık koptu.
Size yemin ediyorum bir şeyi devirdim ya da kırdım sanıp ufak çaplı bir
kalp krizi geçirdim bir saniye içinde. Ama sonra belimde bir dokunuş hissedince
çarptığım şeyin bir insan olduğunu anlayıp hem rahatladım hem şaşırdım. Ve
kafamı hafifçe yukarı kaldırdığımda bana gülümseyen bir çift koyu yeşil bakışla
karşılaştım.
"Kuzey?"
Şaşkınlık dolu ifademe aniden koca bir gülümseme eklendi.
"Geldin!"
Onun dudakları da yavaşça iki yana doğru kıvrıldı. "Seni yalnız
bırakmaya gönlüm el vermedi."
O an 'sen bir tanesin' diye bağırarak Kuzey'in boynuna nasıl atlamadım,
bilmiyorum. Ama içimden geçmedi değil. Eğer dibimde değil de biraz uzakta
olsaydı ağır çekimde ona doğru koşar ve kendimi fırlatmak suretiyle üzerine
bırakırdım. Ama neyse, baş sefere artık...
"Şu an beni ne kadar mutlu ettiğiniz bilemezsin."
Bir şey söylemedi ama yüzündeki gülümseme genişledi. Yüzü çok
yakınımdaydı, koyu yeşil gözlerindeki muazzam desenleri görebiliyordum. Ayrıca
tek eli de hala belimdeydi. Sanki bana sarılıyormuş gibi. Sanki bir gün önce
konferans çıkışında olduğu gibi...
Kalbim deli gibi çarpmaya başlarken sessizce yutkundum. Tam boğazım
kurumaya başlamıştı ki Can'ın çocuksu sesi, hiç de çocuksu olmayan kelimelerle
aramıza girdi ve Kuzey'le ben hızla ayrıldık.
"Kuzey Bey, hoş geldiniz! Demek bize katılmaya karar
verdiniz?"
Allah aşkına çocuk! Sen on bir yaşındasın. Ne biçim konuşuyorsun?
"Evet," dedi Kuzey, sanki Can'ın böyle konuşması hiç garip
değilmiş gibi duraksamadan.
"Nisan ne kadar eğlenceli bir planınız olduğundan bahsedince
işlerimi bitirir bitirmez yanınıza koştum."
Can gülümsedi. Ama bu, bir çocuk gülüşü değildi. Bir bürokrat
gülüşüydü. Bu çocuğun annesini bulup 'Kuzum siz bu bebeye ne yapıyorsunuz Allah
aşkına?' diye sormak istiyordum. Benim on bir yaşındaki kuzenim kendini
Transformers karakteri zannediyordu. Öyle ki aniden bir arabaya dönüşse çocuk
bunu yadırgamazdı.
Ulan acaba sorun bizim kuzende miydi?
"Biz de tam Divan Edebiyatı Müzesi'ne geçmek üzereydik."
"Gidelim öyleyse," dedi Kuzey. Ve bana doğru dönüp koluna
girmem için kolunu uzattı. Şaşırsam da hiç duraksamadım. Kolumu onun koluna
geçirdim. Günün başında ne kadar negatifsem o an o kadar pozitiftim. Ve
inanmayacaksınız ama Divan Edebiyatı Müzesi'ne gitmek için adeta can atıyordum.
***
Kuzey'in koluna girmiş ağır adımlarla ilerlerken kalbim kanat takıp
uçmaya heveslenmiş gibiydi. En son böyle yerinde kıpraşıp durduğunda sonu pek
de iyi olmamıştı. Fakat kendime ve kalbime engel olamıyordum. Sürekli sırıtmak,
hatta kahkaha atmak istiyor, seke seke ilerlememek için derin nefesler
alıyordum. Evet, evet, bu belirtilerin neye işaret ettiğinin farkındaydım. Ve
Kuzey'e âşık olmayacağıma dair kendime büyük sözler vermiştim fakat şu an
hiçbir sebep onun kolundan çıkıp ondan ayrı yürümeme mantıklı bir açıklama
getiremezmiş gibi geliyordu.
Adam nişanlı mı? Evet, ama gönüllü değil. Nasılsa ayrılacak.
Ben onun asistanı mıyım? Evet, fakat bu geçici bir iş.
Kalbim kırılabilir mi? Evet ama nasılsa artık alıştım.
Hem Kuzey de halinden memnun görünüyordu. Hatta gideceğimiz müze yürüme
mesafesinde olduğu için araba kullanmamayı önermişti. Can da kabul edince
Beyoğlu sokaklarında kol kola yürümekten başka şansımız kalmamıştı. Biz de
aslında kader mahkumuyduk bir noktada...
Divan Edebiyatı müzesi ise, her nasılsa, tahmin ettiğimden çok daha
güzel bir yerdi. İstanbul'un ilk mevlevihanesi olan bu müze aynı zamanda
Kulekapı Mevlevihanesi ya da Galata Mevlevihanesi isimleriyle de biliniyordu.
Barok mimarisinin görkemini taşıyan, sekizgen bir yapıydı ve her yanında
tarihten izler taşıyordu. Girişinde Sultan Abdülmecid'in bir kitabesi yer
alıyordu. İlk girdiğimiz kısımda Türk musiki aletleri ve Mevlevi kültürüne ait
öğeler yer alıyordu. Şairlerin divanları, yan yana dizilmiş derviş hücreleri,
müzede bulunan türbeler, kütüphane... Yapı bütünüyle harikaydı.
Pekâlâ, tamam, itiraf etmem gerekirse bu müzeyi Can'la baş başa
gezseydik bu kadar zevk almayacağımı biliyordum. Gezerken gördüğüm her şeyin ve
öğrendiğim her bilginin tadını çıkarmamda Kuzey'in yanımda olması, hatta ve
hatta hala benimle kol kola yürüyor olması acayip etkiliydi.
Cidden Kuzey'e âşık olmamak konusunda çok başarılısın Nisan.
Peki, bütün suç bende miydi? Tam yanında duran ve ara sıra -sanki
yeterince yakın değilmişiz gibi, beni kendine çekip bir şeyler gösteren, içimi
ısıtan gamzesini göstermekten hiç mi hiç çekinmeyen, uzun boylu, koyu yeşil
bakışlı, esmer güzeli adamın hiç mi suçu yoktu?
Vardı!
Hatta bütün suç onundu! Pis Kuzey!
Müze gezimiz bu defa, sizin de bildiğiniz etkenler sebebiyle, çabucak
geçmişti ve Boğaz'da bir restoran yerine kendimizi bir dürümcüye atıvermiştik.
Çünkü biz çok açtık ve dürümler çok güzel kokuyordu... Kimse yemek yemek için
yarım saatlik yol tepmek istememişti. Ve bu benim işime gelmişti doğrusu. Öyle
lüks restoranlar falan beni geriyordu. Dürümcüler ise canımdı, bir öğrenci
olarak yaşam kaynağımdı.
Dürümlerimizi sipariş edip beklemeye koyulduğumuz sırada bakışlarım tam
karşımda oturan Kuzey'in yüzünde dolaşıyordu. Masaya otururken kolundan çıkmak
zorunda kalışım hala beni üzse de yüzünü görebildiğim için keyfim yerindeydi.
Gerçekten, bir de âşık olsam ne halde olacaktım, Allah bilir...
Kuzey ise yüzünde kibar bir tebessümle Can'a bakıyordu. Aslında
aralarında bir muhabbet dönüyordu ama benim takip ettiğim pek söylenemezdi.
Fark ettiğiniz üzere ben daha çok Kuzey'e odaklanmış durumdaydım.
Bir ara konuşmalarına kulak kabarttığımda öğleden sonra katılacağımız o
nanoteknoloji konferansından bahsettiklerini duymuş ve kulak kabartmaya derhal
son vermiştim. Tamam, müzeler falan iyiydi, hoştu fakat benim de sınırlarım
vardı. Kuzey ne kadar yakışıklı olursa olsun beni nanoteknoloji konferansı için
heyecanlandıramazdı.
Fakat ne yazık ki aynı şey Can için geçerli değildi. Öyle ki konferansa
geç kalacağımıza inandığı için dürümlerimizi bitirmemizi bile bekleyemedi. Ben
daha lezzetli tavuk dürümümün yarısına gelmeden ayaklandı ve karnım doymadan
masadan kalkmak zorunda kaldım.
Lanet olsun bazı konferanslara ve on bir yaşındaki tuhaf çocuklara...
Yarım kalmış dürümüme acıklı bakışlar atarak oradan ayrıldım ve Kuzey'le
Can'ın peşine takıldım. Şoförümüz bizi almaya gelmişti. Can sorgusuz sualsiz
arabanın ön koltuğuna otururken Kuzey benim için arka kapıyı açtı. Yakışıklı
olması yetmiyormuş gibi bir de centilmendi. Adam her nefes alışında çıtayı
yükseltiyordu gerçekten.
Ona geniş bir gülümsemeyle teşekkür edip arabaya bindim. O da hemen
benim ardımdan gelip yanıma oturdu. Can çoktan şoföre adresi vermişti bile.
İleride çocuğum Can'a benzer diye kınamak istemiyordum ama cidden bu çocukta
bir sıkıntı vardı. Keşke bir doktora falan götürselerdi.
Doktor Bey çocuğumuz çok zeki... Müdahale etme şansımız var mı? Lütfen
her şey için çok geç olmadığını söyleyin...
Fakat her ebeveyn bu kadar sorumlu davranmıyordu ne yazık ki...
Konferansın olduğu yere varmamız yirmi dakika sürdü. Can, araba durur
durmaz aşağı atladı ve bizi beklemeden binaya doğru ilerlemeye başladı. Kuzey
şoföre bizi alacağı saati bildirdikten sonra biz de indik ve Can'ın aksine
gayet sakin adımlarla yürümeye başladık.
"Bu çocuğun normal olmadığının farkındasın, değil mi?" diye
sordum Kuzey'e. Gözlerim kalabalığın arasında hızla ilerleyen Can'ı takip
ediyordu.
"Elbette farkındayım Nisan. Ulusal Nanobilim ve Nanoteknoloji
konferansındayız. Hangi çocuk buraya gelir ki?"
Bakışlarımı Kuzey'e çevirip onun yüzünü buruşturduğunu görünce elimde
olmadan kıkırdadım. "İnşallah bizim çocuklarımız gelmez," dedim.
Ve aynı anda Kuzey bana dönüp kaşlarını şaşkınlıkla yukarı kaldırdı.
"Bizim çocuklarımız mı?" Gözlerim dehşetle büyürken söylediğim şeyin
manasını kavrayıp "Hayır, hayır," diye itiraz ettim. "Bizim
çocuklarımız derken. Senin çocukların ve benim çocuklarım. Ayrı ayrı. Aynı
çocuklar değil. Kesinlikle değil."
Kuzey neşeli bir kahkaha savurdu. "Anladım, Nisan. Şaka
yapıyorum."
Bakışlarımı kısıp ona tehditkâr bir biçimde baktım. "Çok
kötüsün." Sonra rahatlayarak ben de gülümsedim. "Beni, nişanlı
patronuyla evlilik hayalleri kuran aptal bir kız yerine koymanı istemem."
Yeşil bakışlarından saniyenin onda birinde bir sıkıntı gölgesi geçti.
Nişanlı olduğunu ne zaman belirtsem bu oluyordu ve ben nedense mideme yumruk
yemiş gibi kasılıp kalıyordum. "Seni bir defa aptal yerine koydum,"
diye mırıldandı iç geçirirken. "Ve sonuçları pek de iyi olmadı. O yüzden
bir daha böyle bir şeye kalkışacağımı zannetmiyorum."
Sırıtarak karşılık verdiğimde binadan içeri girmiş konferansın olduğu
salona yönelmiştik. Can çoktan içeri girmiş hatta ön sıralardan bir koltuğa
kurulmuştu. Onun yanına oturabilmek isterdik, gerçekten. Fakat önlerde hiç boş
yer görünmüyordu. Bu yüzden Can'a haber verip arka sıralardan birine yöneldik.
Katılımcıların daha seyrek olduğu bir konum seçip yerleştik. İtiraf etmem
gerekirse konferansın ilk yarım saati gerçekten iyi geçmişti. Konuşmacılar
tanıtılmış, sunucu bir şeyler anlatmış hatta espri yapıp insanları güldürmüştü.
Fakat sonrasında işler değişmeye başladı. Konuşmacılar sırayla söz alıp fazlaca
bilimsel konuşmalarına başladıklarında aklım koşarak uzaklaştı. Gözlerim yavaş
yavaş odağını kaybetmeye başladı. Zihnim bambaşka düşüncelere kayarken konuşmacının
sözlerini takip edemediğimi fark ettim. Ve de takip etmek istemediğimi...
Tamam, adam kesinlikle çok bilgiliydi ve muhtemelen harikulade şeylerden
bahsediyordu ama ne yazık ki benim ilgimi çekmiyordu.
Göz ucuyla Kuzey'e baktığımda onun da sıkılmış olduğunu fark ettim.
Dümdüz karşıya bakıyordu ama bakışları öyle dalgındı ki konuşmacıyı
dinlemediğine dair bahse girebilirdim. Derken çok utanç verici bir şey oldu.
Karnım guruldadı. Hem de epey sesli bir biçimde. Kötü şeyler neden hep iyi
insanların başına geliyor...
Ve Kuzey bakışlarını daldığı yerden ayırıp bana döndü. Eğer o an yer
yarılsaydı muhtemelen içine girmek için fazla düşünmezdim. Ama yarılmadı.
Kahretsin...
"Ne?" diye sordum agresif bir sesle. Bu arada yanaklarımın
fazla kızarmadığını umuyordum. Kuzey genişçe sırıttı. "Bir şey
söylemedim."
Gözlerimi devirdim. Sanki aklından geçenleri okuyamıyordum. Hani bu
adam beni artık aptal yerine koymuyordu? Erkek değil mi işte? Hepsi yalancı.
"Midem, dürümümü bitirmeden masamdan sürüklenerek ayırıldığım için
duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Bunda gülecek bir şey yok Kuzey. Kendisi şu an
acı içinde." Sırıtması bir santim bile azalmadan başını iki yana salladı.
"Aslına bakarsan ben de açım," diye mırıldandı. Sonra bakışları
karnıma kaydı. "Ama bunu senin kadar yüksek sesle dile getirmiyorum."
Kendimi tutamayıp zayıf bir yumrukla onun omuzuna vurdum. "Ya
dalga geçmesene!"
Küçük bir çocuk gibi kıkırdadı. Bir erkek kıkırdadığında onun sevimli
görüneceğini düşünürdünüz. Ya da tatlı... Ya da öyle bir şeyler. Fakat Kuzey
kıkırdadığında bile karizmatikti. Dudaklarından boyuna posuna hiç de uymayan
melodik bir gülüş dökülüyordu ama adam hala karizmatik kalabiliyordu. Bence
buna bir Nobel ödülü falan verilmeliydi.
And the Nobel Charisma Prises goes to Yiğit Kuzey Erarslan!
Ben onun karizması karşısında tavaya atılmış tereyağı misali erirken
Kuzey bakışlarını arka tarafa çevirip kapıya doğru göz attı.
"Buranın bir mutfağı olması lazım," diye mırıldandı kendi
kendine konuşur gibi. Fakat sonra hızla bana döndü. "Konferansı dinlemek
istiyor musun?"
Bir saniye hiçbir şey söylemeden boş bir bakışla yüzüne baktım.
"Bunu gerçekten soruyor musun?"
"Hayır," dedi hemen. "Formalite icabı sormuştum."
Hafifçe doğruldu. Sonra elini uzatıp bileğimi kavrayarak beni
çekiştirdi. "Hadi," dedi. "Gel benimle."
Ben de onun gibi yavaşça doğruldum ve bileğimden tutarak beni
yönlendirmesine izin verip peşine düştüm. "Nereye gidiyoruz?"
"Yemek bulmaya," dedi. O an ona bakış şeklimi görseniz
Kuzey'in dünya çapında bir kahraman olduğuna inanmanız zor olmazdı. Eh, dünya
çapında olmasa bile kendi çapında kahramandı doğrusu. Benim için yemek bulmaya
gidiyordu. Ben de ona hayran hayran bakıyordum. Size saçma gelebilirdi ama
benim için yemek bulma çabası beni derinden etkilemi şti. İnsanlar bana hayatın
boyunca prenses muamelesi yapmışlardı; bilirsiniz işte, sarışın ve güzel kız
olduğum için. Ama kendimi ilk defa prenses gibi hissediyordum.
Konferans salonundan çıktıktan ve tenha holde bir iki saniye
durakladıktan sonra Kuzey hangi yöne gideceğine karar verip beni tekrar
çekiştirmeye başladı. Bu arada eli bileğimden aşağı kayıp elimi kavramıştı.
Hayır, saçmalamayın, tabi ki heyecandan kalp spazmı geçirmemiştim. Bir kat
aşağı indik, uzun bir holden geçtik, ardımızda birkaç kapalı kapı bırakarak
ilerledik ve en sonunda büyük, gri bir kapının önünde durduk. Bu sırada etrafta
kimseyle karşılaşmamıştık. Muhtemelen insanlar şuan ilgiyle yukarıdaki
konferansı dinlediği içindi. O insanları içten içe çok takdir ediyordum fakat
onların yerinde olma konusunda heveslendiğim söylenemezdi.
Kuzey, elimi bırakmadan gri kapıyı hafifçe ittirdi. Kapı ses çıkarmadan
geriye doğru gidince gülümseyerek bana doğru döndü. "Mutfağı bulduk."
İçeri girerken "Sen burayı nereden biliyorsun?" diye sordum.
İçine doğmuş olamazdı sonuçta, değil mi?
"Daha önce burada yapılan bir konferansa katılmıştım. Konferans
çıkışı davetlilere yemek ikram edilmişti. Garsonların merdivenlerden inip
çıktığına dikkat etmiştim. Şimdi biraz göz atınca da buldum işte."
Ne kadar harika bir adam olduğunu, gözlem yeteneğinin nasıl da takdire
şayan olduğunu görüyordunuz değil mi? Sizin de onu hafızasından öpesiniz
gelmiyor muydu?
"Beni daha önce bu kadar etkilememiştin Yiğit Kuzey
Erarslan," diye mırıldandım. "İz sürme yeteneğine hayran
kaldım."
Gülümseyerek tezgâhlardan birine doğru ilerledi. Bir ocağın üzerine
büyük bir tencere duruyordu. O dolaplara yönelirken ben de eğilip tencerenin
içine baktım.
Sonra sevinçle şakıdım adeta. "Burada soslu makarna var!"
Arkamı dönüp Kuzey'e baktığımda dolaplardan birinden iki tabak çıkardığını
gördüm. Ben de çekmeceleri karıştırıp ikimiz için çatal buldum. O tabaklara
makarnayı doldurur doldurmaz mutfağın köşesine yerleştirilmiş küçük masaya
ilerledik ve çok konuşmadan yemeğe başladık. Makarna soğuktu ama adı güzeldi.
Hala yarım kalan dürümü için üzülen mideme güzel bir teselli olmuştu doğrusu.
Koca bir tabağı silip süpürmekte hiç sorun yaşamadım. Yalnız olsam muhtemelen
biraz daha yerdim fakat Kuzey varken böyle bir şey yapmayacaktım. Karnımın
gurultusu beni bugün yeterince rezil etmişti.
"Nasıl?" diye sordu ben son lokmamı ağzıma atarken.
"Midenin isyanını dindirebildik mi?" Hızlı hızlı başımı salladım.
"Harika oldu bu," dedim. "Aç karnımla o konferansa beş dakika
daha katlanamazdım."
"Ben de," diye mırıldandı. "Can'ın böyle bir çocuk
çıkacağını hiç tahmin etmemiştim." Elimde olmadan gözlerimi devirdim.
"Kim tahmin ederdi ki?" "Haklısın," diyerek güldü.
Birkaç dakika daha oyalandıktan sonra isteksiz de olsa yerimizden
kalktık. Kirlettiğimiz tabakları yığılmış bulaşıkların yanına koyduk ve kapıya
yöneldik. Kuzey kapıyı itti. Ama kapı açılmadı. Tekrar itti ve yine açılmadı.
Kapının kolunu daha sert bir şekilde bastırıp omuzuyla kapıya yüklenerek bir
kere daha denedi ama olmadı...
Kaşlarım yukarı doğru kalkmış, bakışlarım kocaman olmuş bir halde bir
kapıya bir Kuzey'e bakıyordum. O da benden farklı değildi.
"Ne şimdi bu?" diye sorduğumda tek elini saçlarının arasına
atıp bıkkın bir şekilde iç geçirdi.
"Yemek sırasında duyduğumuz küçük tıkırtıyı hatırlıyor
musun?"
Usul usul başımı salladım.
"Hani sana önemsiz bir şeydir demiştim."
Bir kere daha başımı salladım.
"Sanırım değilmiş," diye mırıldandı. "Sanırım kapıyı
üzerimize kilitlerken çıkardıkları sesmiş."
14.BÖLÜM
***
Dudaklarımdan gergin bir kahkaha koptu. "Demek kapıyı üzerimize
kilitlediler," dedim kendime ait olduğuna inanamadığım bir sesle. Cinnet
geçiren bir cadıya aitmiş gibi çıkıyordu çünkü. "Ne deme kapıyı üzerimize
kilitlediler Kuzey? Burada kilitli mi kaldık şimdi?" Kuzey derince bir of
çekerek başını kapıya yasladı. "Bilmiyorum," dedi yorgun bir sesle.
"Yani birileri illaki mutfağa uğrayacaktır, değil mi?"
"Mahvolduk," dedim Kuzey'in verdiği küçük umut ışığına tutunmayı
reddederek. "Mahvolduk! Can'ı tek başına bıraktık. Buradan çıkamazsak onu
bırakıp gittiğimizi düşünecek. Mahvolduk. Gerçekten mahv-"
"Evet, mahvolduk," diye bağırarak araya girdi Kuzey.
"Otuz kere söylemene gerek yok Nisan, ilk seferinde anlamıştım."
Normalde bana bağırmasına tepkisiz kalmazdım fakat durumun aciliyeti
sebebiyle bunu tamamen görmezden gelerek "Ne yapacağız?" diye sordum.
Ve aklıma gelen fikirle genişçe sırıttım. "Hemen birini ara. Şoförü,
itfaiyeyi, polisi, bölge savcılığını... Birini ara, bizi buradan
çıkarsınlar." Aslında bunu ben de yapabilirdim ama telefonum çantamdaydı
ve çantam yanımda değildi.
Kuzey, suratıma boş bir bakış atıp gözlerini devirdi. "Birleşmiş
Milletleri arayıp yardım çağrısında bulunmayı planlıyordum," diye
mırıldandı. "Ama telefonum ceketimin cebinde kaldı. O da arabada."
Omuzlarımı hayal kırıklığıyla düşürürken "Mahvolduk," dedim.
Yine.
Patronum sabırsızca ofladı. "Bir kere daha mahvolduk dersen ağzını
bantlarım Nisan." "Ama durum bu," diye itiraz ettim.
"Can'ın yanından ayrılmamamız gerekiyordu. Ne yapacağız şimdi?"
Hiçbir şey demeden birkaç saniye durdu. Ardından kapıya yaklaşıp
yumruklamaya, "Hey orada kimse var mı?" diye bağırmaya başladı. Çok
da dâhiyane bir çözüm değildi fakat elimizden başka bir şey gelmediği için ben
de ona katıldım. Ve yaklaşık beş dakika boyunca kapıya vurup avazımız
çıktığınca bağırarak yardım istedik. Ama hiçbir sonuç elde edemedik. Herkes bir
kat yukarıdaydı. Buraya inen son insan da kapıyı üzerimize kilitleyip gitmişti.
"İşe yaramıyor," diye mırıldanarak kafamı kapıya yasladım.
"Böyle salakça şeylerin sadece filmlerde olduğunu düşünürdüm."
"Bir filmde olsaydık bu, çok klişe bir sahne olurdu," dedi
Kuzey.
Gülümsemek istemememe rağmen gülümsedim. Kuzey'le beraber bir filmin
başrollerini paylaştığımız düşüncesi komik gelmişti. Aralarında aşk
yaşanamayacak olan esas kız ve esas oğlan... Kim izlemek isterdi ki?
"Gerçekten de öyle," diye mırıldandıktan sonra derin bir
nefes alarak Kuzey'e baktım. "Ne yapacağız şimdi?"
Omuz silkti. "Hiçbir fikrim yok."
Bu umutsuzluk dolu konuşmanın ardından aramıza koyu bir sessizlik çöktü
ve bir saat kadar devam etti. Kuzey mutfağın içinde volta atarken ben kapının
önüne oturdum ve konferans bitmeden birilerinin gelip bizi çıkarması için dua
ettim. Fakat olmadı. Kimse aşağı inmedi. Kimse gelip kapıyı açmadı. Aradan bir
saatten fazla zaman geçti ve biz bu aptal mutfaktan kurtulamadık.
Kuzey volta atıp durmaktan yorulunca gelip yanıma oturdu ama bir şey
söylemedi. Ben de sesimi çıkarmadım ve bir saate yakın da bu şekilde bekledik.
Konferans bitmiş olmalıydı. Can çoktan ortalarda olmadığımızı fark edip
dedesine telefon açmıştır diye düşündüm. Ve bu düşünce önce ağlamak istememe
sonrasındaysa saçma bir şekilde rahatlamama sebep oldu. Olan olmuş, biten
bitmişti artık. Buradan çıkmak için acele etmemizi gerektirecek hiçbir sebep
kalmamıştı. Can'a yetişememiştik ve sabaha kadar bu mutfakta böyle
oturabilirdik. Olay felaketle sonuçlansa da ortadaki problem yok olmuştu.
Derin bir of çekerken kafamı kapıya yaslayıp hafifçe Kuzey'e döndüm.
"Konferans bitti," diye mırıldandım. "Can muhtemelen Şeref Bey'i
aramıştır."
"Evet," derken sıkıntıyla iç geçirdi. Sonra dudaklarından
homurtuya benzer bir gülüş döküldü. "En azından artık acele etmemize gerek
kalmadı."
Onun da benimle aynı şekilde düşündüğünü görünce elimde olmadan
kıkırdadım. "Evet. Sabaha kadar burada kalabiliriz. Acıktığımızda
da," biraz ötemizdeki tezgâhın üzerinde duran tencereyi işaret ettim,
"Makarna yeriz."
Kuzey gülerek kafasını iki yana salladı. "Her şey başımıza o
makarna yüzünden geldi." Tekrar güldüm ama sonra içime çöken suçluluk
duygusuyla sessizleştim. Bakışlarımı Kuzey'den kaçırıp "Özür
dilerim," diye mırıldandım. "Her şey benim suçum. O kadar da aç
değildim. Yani konferans bitene ka-"
Elini uzatıp işaret parmağını hafifçe dudaklarıma bastırarak beni
susturdu. Ama ben sustuğumda kalbim konuşmaya başlamıştı ve konuşmaktan
anladığı delicesine göğüs kafesime çarpmaktı.
"Senin bir suçun yok Nisan," dedi Kuzey samimi bir sesle. Bu
sırada hafifçe bana doğru eğilmiş gözlerimin içine bakıyordu. "Sen
olmasaydın Can'ı kaybedecek kadar bile şansımız olmayacaktı."
İçime aniden çöken hüzünle gözlerimi kapadım. Bu sırada Kuzey yavaşça
elini dudaklarımdan çekmişti. O an kendimi öyle yorgun ve öyle yenilmiş
hissettim ki... Sanki bütün bir senenin yorgunluğu bir anda omuzlarıma
çöküvermişti. Okulda Doğu'yla karşılaştığım her anın kırgınlığı, hissettiğim
yalnızlık, kendime bu dünyada bir türlü bir yer bulamayışım, hissettiğim o
kaybolmuşluk... Hepsi bir sis bulutu gibi aniden indi üstüme.
Sessizce yutkunurken kendimi bundan kurtarmak istedim. Daha iyi
hissetmek istedim. Kalbimdeki ağırlık kalksın istedim. Ve bu yüzden ne kadar
yanlış olduğunu bile bile başımı yavaşça Kuzey'in omuzuna yasladım. Bunu
yaptığım için kendimi kötü hissetmem gerekiyordu ama... Hissetmedim. Aksine
göğsümdeki yoğun ve kötü hisler bu temasın etkisiyle yavaş yavaş dağılmaya
başladılar. İçim ısındı. Gözlerim kapanırken dudaklarıma tuhaf bir tebessüm
dolandı.
Fakat beni bu dünyadan alıp pespembe bulutların üzerine taşıyan asıl
şey Kuzey'in kolunu omzuma atıp beni sıkıca kendine çekmesi oldu. Sanki
yeryüzündeki en doğal şeymiş gibi, ben başımı onun omzuna yasladığımda kolunu
etrafıma sararak beni daha yakınına aldı. Başım omzuyla boynu arasındaki
boşluğu doldururken tek elimi göğsüne yasladım.
Rüyada gibiydim ama gerçek olduğunu biliyordum. Kuzey'in sıcaklığını ve
kokusunu bu kadar net hissederken bunun bir rüya olamayacağını biliyordum.
"Başka bir şeylerden bahsedelim," diye mırıldandı Kuzey.
"Buradan çıktığımızda yine o sıkıntılara, o çabalara geri döneriz. Ama
buradayken dünyayı birazcık durduralım. Normal bir şeylerden bahsedelim."
"Olur," dedim. "Neyden bahsedelim?"
Bir saniye kadar sessiz kaldı. Sonra "Bana en son canını sıkan
şeyden bahset," dedi. "Ama Şeref Bey ile ya da babamla falan ilgili
olmasın."
"Tamam," diye mırıldandıktan sonra alt dudağımı dişleyip
düşünmeye başladım. Hatırlamam biraz uzun sürse de en sonunda "Sanırım
telefon numaramı değiştirmem gerekiyor," dedim.
"Neden?"
"Okuldaki bir çocuk yüzünden," diye cevap verdim.
"Numaramı nereden bulduğunu bilmiyorum ama sürekli rahatsız ediyor. Beni
aramasını ve mesaj atmasını engelliyorum ama bu onu durdurmuyor. Başka bir
numaradan tekrar rahatsız etmeye başlıyor."
Kuzey'in rahatsızca kıpırdandığını hissettim. "Peki, neden
numaranı hala değiştirmedin?" diye sorarken sesi biraz öncekine oranla
daha soğuk geliyordu.
Bu soruya vereceğim cevapla utanarak Kuzey'in kollarının arasında biraz
küçüldüm. "Aptalca bir sebebi var."
Benim kısık çıkan sesimin aksine Kuzey'in sesi gür ve sertti.
"Neymiş o?"
"Eğer numaramı değiştirseydim..." Cümlenin son hecesini
gereğinden fazla uzattıktan sonra duraklayıp derin bir nefes aldım. "Doğu
beni arayabilir ve ulaşamayabilirdi. Bu yüzden numaramın değişmesini
istemedim."
Kuzey'in bir tepki vermesini bekledim. Ama hiçbir şey söylemedi.
Düzenli nefesler alarak fakat asla konuşmayarak garip bir sessizliğe
sürüklenmemize izin verdi.
Bir dakikadan fazla süren bu sessizliğe daha fazla dayanamayacağımı
hissettiğimde "Aptalca, değil mi?" diye mırıldandım. Ve peşinden
gülmeye çalıştım ama sesim daha çok bir kurbağa vıraklaması gibi çıktı.
Soruma cevap vermek yerine bana yeni bir soru yöneltmeyi tercih etti
Kuzey. "Hala aramasını bekliyor musun?"
Bunun cevabını düşünmeme gerek yoktu. "Artık beklemiyorum."
Sesinden ve sorusundan ne düşündüğüne dair hiçbir ipucu yakalayamayınca başımı
hafifçe yukarı kaldırarak onu görmeye çalıştım. Ne yapmaya çalıştığımı fark
edince hafifçe geri çekilip bana doğru döndü ve gözlerimiz buluştu.
İfadesiz yüzünü hiç bozmadan "Buna sevindim," diye
mırıldandı.
Kafam karışmıştı ve bunun sebebi Kuzey'in yeşil bakışlarının çok
yakınımda olması değildi tabi ki!
Tamam, belki birazcık öyleydi.
"Nasıl yani?" diye mırıldandım şaşkın bir sesle.
Kuzey'in dudakları belli belirsiz kıvrıldı. "Benim
kollarımdasın," diye fısıldadı. "Her ne kadar absürt olsa da durum
bu. Ve ben Doğu'yu düşünmeni istemiyorum."
Kalbim kulaklarımda atmaya başlamıştı. Bir an konuşmanın içinde
kayboluverdim. Kuzey'in ne dediğini, ne ima ettiğini anlıyor fakat
özümseyemiyordum. Cümlesi biter bitmez "Düşünmüyorum," diye itiraz
ettim. "Hiç düşünmüyorum hem de."
Bu defa gülümsemesi geniş ve baş döndürücüydü. "Buna
sevindim," dedi tekrar.
Ben de gülümsedim. Sonra başımı tekrar aşağı eğdim ve Kuzey'e daha
fazla sokuldum. O da bana daha sıkı sarıldı.
"Bundan yarın bahsedecek miyiz?" diye sordum fısıltıyla.
Sanki sesimin hissettiğim bu güzel duyguları dağıtmasından korkuyormuş gibi.
Neyse ki fazla açıklama yapmama gerek kalmadan sarılmamızdan bahsettiğimi
anlayacağını biliyordum.
"Bilmem." Onun sesi de benimki gibi fısıltı şeklindeydi.
"Bahsetmek ister misin?"
Bir süre sesimi çıkarmadan düşündüm. Ve sonunda "Hayır,"
dedim. "Belki her şey bittiğinde bahsederiz. Ben okula başladığımda ve
sen..." Cümlemi bitirmedim.
"Nişanı bozduğumda," diyerek o tamamladı benim yerime.
"Evet, belki o zaman bundan bahsedebiliriz."
Tekrar sessizleştik. Kuzey'in bir şeyler düşündüğünü tahmin ediyordum
ama ne düşündüğüne dair hiçbir fikrim yoktu. Belki de bundan asla bahsetmek
istemiyordu. Ne şimdi ne de sonra. Belki de adam nişanını bozmak bile
istemiyordu. Ama o zaman neden bana sarılıyordu? Kalbim düşüncelerimin
getirdiği anlamsız korkuyla sıkışırken Kuzey'in tatlı sesi araya girdi.
"Ama daha çok var. Okulun başlamasına yani."
Hissettiğim sıkıntı sigara dumanı gibi dağılıp gitti. "Ne olmuş
çok varsa?"
"Ya sana tekrar sarılmak istersem?"
Bir an beynim durdu. Durdu derken kastettiğim şey tamamen çalışmayı
bıraktı. Öylece boş bakışlarla, şoka girmiş suratla kalakaldım. Şimdi, beynim
de haklıydı. Bir gün durması gerekecekti. O da bunun için Kuzey'in bana
sarılmak istediğini, bundan sonraki hayatında da sarılmak isteyebileceğini
itiraf ettiği anda yapmak istedi. Kendi beynimi aşağılamayı elbette istemem ama
verdiği en doğru kararlardan biriydi bu. Fakat beni bu halde bırakamazdı. O
yüzden ne kadar sürdüğünden emin olamadığım bir sürenin ardından onu yeniden
çalışmaya zorladım.
"Te-tekrar mı sarılmak istersen?" diye sordum kekeleyerek.
Beynim hala tam performansına kavuşamamıştı çünkü.
"Hı hım," diye mırıldandı Kuzey.
Bu küçük onayını duyduğum an dudaklarımdan engel olamadığım bir gülüş
kaçıp gitti.
"Şansına küs," diye mırıldanırken derin bir iç çektim.
"Hem unuttun mu? Buradan çıkınca gerçek dünyaya döneceğiz. Diğer
sıkıntılara. Şeref Bey'e ve diğer her şeye."
Sıkıntıyla oflayıp "Biliyorum," dedi. "Buradan çıkmak
istemiyorum."
"Ben de," diye mırıldandım.
Sonra aramıza tatlı bir sessizlik çöktü. Sizi sıkıntıya sokan,
gerilmenize sebep olan sessizliklerden değil, huzur bulmanıza sebep olanlardan.
Biliyordum, buradan çıktıktan sonra her şey eski haline dönecekti. Buradan
çıktıktan sonra Kuzey'in bir daha bana sarılmak isteyip istemeyeceğini asla
öğrenemeyecektim. Şu an doğru gelen her şey bu kapıdan çıktıktan sonra ölesiye
yanlış gelecekti. Bunları biliyordum.
Bu yüzden bu anın, bu garip ve belki de bir daha asla yaşanmayacak olan
huzurlu anın keyfini çıkarıyordum. Geri kalan her şeyi kapı açıldığında
düşünecektim.
***
15.BÖLÜM
***
Kuzey'in kollarında uyandığımda sabah saat yediydi ve birisi kapıyı
itiyordu. İlk başta uyku sersemliğiyle ne olduğunu anlayamasam da gözlerimi
birkaç kez kırpıştırıp etrafa anlık bakışlar attığımda her şeyi hatırlamıştım.
Ve bunun etkisiyle hızlıca toparlanarak yerimden kalktım. Kuzey'in sıcaklığını
kaybetmek kalbimin saçma bir şekilde sıkışmasına neden olsa da içinde
bulunduğumuz anın heyecanıyla bunu göz ardı ettim.
"Kuzey," dedim neredeyse bağırarak. "Kalk hadi. Birileri
geldi."
Kuzey de tıpkı benim gibi uyku sersemliğiyle birkaç saniye boğuşmak
zorunda kaldı. Ama size yemin ederim, bir adam uyku sersemiyken ancak bu kadar
karizmatik olabilirdi. Kaşlarını çatışı, gözlerini mahmur bir şekilde aralayıp
etrafa bakışı ve en sonunda iç çekerek yerinden kalkışı... Yiğit Kuzey Erarslan
eksiksiz bir paketti ve her parçası karizmanın ham maddesinden yapılmıştı.
Ve bunu olmadık anlarda fark edip durmak migrenimi tetikliyordu.
Kapı açıldığında benim yüzümde şen bir gülümseme, Kuzey'in yüzünde hoş
bir rahatlama ifadesi ve kapıyı açanlarınkinde ise bolca şaşkınlık vardı.
Onlara durumu hızlıca açıkladık. Bizi sakince dinlediler ve sonra içlerinden
biri karşıdaki duvarı göstererek "Neden birilerini arayıp yardım
çağırmadınız?" diye sordu.
Merakla gösterdiği yere bakınca duvara sabitlenmiş bir telefon olduğunu
gördüm. Kendimi aptal gibi hissetmeme sebep olacak bir şaşkınlık vücuduma dalga
dalga yayılırken Kuzey'e dönüp "Bunu nasıl göremedik?" diye sordum.
Kırışmış gömleğini çekiştirerek düzeltirken omuz silkti. "Belki
görmek istememişizdir," diye mırıldandı varla yok arası bir sesle. Ve
sonra cevap vermemi beklemeden kapıyı açan insanlara dönüp teşekkür etti,
bileğimi kavrayıp beni de peşine katarak yürümeye başladı. İlk işimiz bir taksi
bulup şirkete gitmek oldu. Dün bizi gezdiren araba şirketin otoparkında
duruyordu. Kuzey taksiciden telefonunu ödünç alarak birilerini aramış ve biz
şirkete vardığımızda şoför, arabanın kapıları açık vaziyette bizi bekliyor olmasını
sağlamıştı.
Derhal telefonumu aldım ve ekran kilidini açtım. Karşılaştığım manzara
içler acısıydı. Şarjım neredeyse bitmek üzereydi ve ablamla eniştemden gelen 73
cevapsız çağrı vardı. Yetmiş üç. Ben olsam ilk yirmiden sonra pes ederdim...
Hiç düşünmeden ablamı aradım. Sonuçta zavallıcık hamileydi ve bebeğe
benim yüzümden bir zarar gelirse kendimi en yakın uçurumdan boşluğa bırakmam
işten bile değildi.
İlk çalışta açtı telefonu ve hiç vakit kaybetmeden bağırmaya başladı.
"Nisan sen nerelerdesin Allah aşkına! Dün akşamdan beri arayıp duruyoruz.
Evine gittik, yoktun. Kuzey'e de ulaşamadık. Bu nasıl bir sorumsuzluk! Nasıl
böyle haber vermeden ortadan kaybolursun? O cep telefonunu süs diye mi
taşıyorsun Allah aşkına? Aklımı kaçırmak üzereyim ben burada." Aslında
ablam aklını kaçıralı seneler oluyordu. Fakat o an bunu belirtmenin pek de
sırası değildi.
"Abla, sakin ol," dedim. "Planlı bir şey değildi. Bir
mutfakta kilitli kaldık ama iyiyiz. Gelince her şeyi anlatacağım. Tamam mı? Sen
sakin ol, lütfen."
"Hele bir gel," diye mırıldandı tehditkâr bir sesle.
"Bir gel, mahvedeceğim seni. Küçük şeytan."
Derin bir çekip onu daha sonra arayacağımı söyledikten sonra telefonu
kapatıp Kuzey'e ve onunla konuşan şoföre döndüm.
"Yani, hiçbir olay çıkmadı, öyle mi?" diye soruyordu Kuzey.
"Konferans çıkışında onu aldın ve evine bıraktın. Bu kadar mı?"
Can'dan bahsettiklerini anladığımda aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi
kapatıp Kuzey'e dönerek "Ne olmuş?" diye sordum. "Can'la mı
ilgili?"
Kuzey başını sallarken şoför "Evet, efendim," dedi.
"Konferansın bitiminde yanıma geldi. Kendisini eve bırakmamı rica etti.
Ben de öyle yaptım. Arabadan inerken sizin için endişelendiğini söylemişti. Ama
sebebini anlayamamıştım."
Omuzlarım muazzam bir rahatlamayla gevşerken "Ne muhteşem bir
çocuk," dedim Can için. "Ne kadar akıllı. Ne kadar zeki. Nasıl da ne
yapması gerektiğini bilen biri..."
Kuzey sözlerime küçük bir gülüşle onay verdi. Hemen sonra cep
telefonunu çıkararak "Can'ı arasam iyi olacak," diye mırıldandı.
Şoföre gitmesi için izin verirken telefonu kulağına götürmüş, karşı tarafın
cevap vermesini bekliyordu.
Çok sürmedi. Yüzüne yayılıp bembeyaz dişlerini ortaya seren bir
gülümsemeyle "Can," dedi. "Nasılsın?"
Çocuğun verdiği cevabı duyamadım ama Kuzey'in yüzündeki ferah ifadeye
bakarak güzel şeyler söylediğini tahmin ettim.
"Evet, ne yazık ki küçük bir aksilik yaşadık. Gerçekten çok ama
çok üzgünüz. Seni bir akşam yemeğine götürerek bunu telafi etmek
istiyoruz."
Buna hakkım olmadığını biliyordum ama bütün gecemi bir mutfakta kilitli
bir şekilde geçirdikten sonra Can'la yemeğe çıkma fikri bana çok ağır
geliyordu. Tek istediğim eve gidip sıcak yatağıma girmek ve güzel bir uyku
çekmekti.
"Tamam, o halde, yarın akşam görüşürüz," dedikten sonra
telefonu kapayıp bana döndü Kuzey. Yüzünde o kadar parlak bir gülümseme vardı
ki adeta gözlerim kamaştı.
"Hiçbir şey mahvolmamış," dedi neşeyle. "Yine de Can'dan
özür dilememiz gerekiyor. Yarın akşam üçümüz beraber yemek yiyeceğiz ve Nisan,
sıkıntıdan ölsek bile o çocuğun yanından ayrılmayacağız."
Elimi alnıma götürüp bir asker selamı çakarken "Emredersiniz
komutanım," dedim. "Gerekirse kendimi Can'a zincirleyeceğim. Fakat
şimdi evlerimize gidip biraz uyuyabilir miyiz?"
Yüzündeki neşeyi hiç bozmadan "Tamam," dedi Kuzey. "Sana
bir taksi çağırayım. Bugün izinlisin. İstediğin kadar uyuyabilirsin."
İçimde yükselen ona sarılma isteğini bastırmakta zorlanırken
"Dünyanın en mükemmel patronu," diye bağırıp kollarımı yukarı
kaldırdım. Bunu yapmamın tek sebebi uykusuzluktu. Ve bir de otoparkta ikimizden
başka kimsenin olmayışı. Yoksa ben çok mantıklı bir insandım... Gülümseyişi
genişledi. Ellerini cebine atıp omuzlarını yukarı kaldırdı ve bir şey
söylemedi. Onun da benim gibi nasıl davranması gerektiğini kestiremediğini
görüyordum. Etrafta insanlar varken mutfakta yaşananlar olmamış gibi davranmak
çocuk oyuncağıydı fakat böyle baş başayken birbirimize ne kadar rol yapacaktık,
hiç bilmiyordum.
Cep telefonunu eline alıp taksi durağını aradı. Taksi gelene kadar
benimle birlikte garip bir sessizlik içinde orada bekledi. Taksi geldiğinde ise
el sallayarak ve teşekkür ederek beni yolcu etti. Ve bu yaptıklarının hepsi
kalbimdeki duyguların beş katına çıkmasına sebep oldu. İçimden bir ses git gide
kendi sonumu hazırladığımı söylüyordu.
Kısa süren taksi yolculuğunun ardından ablamın evine vardım. Kendi evim
gözüme çok uzak ve ıssız görünüyordu. Hem ablama da bir açıklama borçluydum ve
bunu uyumadan evvel yapmam can sağlığım için yararlı olacaktı.
Asansörden inip zile bastıktan sonra kapının açılmasını beklerken bu
açıklama kısmının uzun sürmemesini umuyordum. Fakat kapı açılır açılmaz ablamın
beni yakamdan tutup içeri çekmesi umutlarımın tükenmesine sebep oldu.
"Ya sen nerelerdesin salak!"
Dünyanın en içten kardeş karşılamasının bu olduğuna eminimdim. Ablamın
bunları ne kadar içinden gelerek söylediğini görmek için gözlerine bir saniye
bakmanız yeterli olurdu. Oradaki öfke yangının tam ortasında içtenliği
görebilirdiniz.
"Abla bağırma ya! Zaten uykusuzum. Zaten başım çatlıyor."
"Açıklama bekliyorum!" dedi çok sevgili ablam, sesinin
ayarını birazcık bile kısmadan. Ağlamaklı sesler çıkararak salona kadar yürüdüm
ve kendimi üçlü koltuğa fırlatıp yüzümü koltuğun minderlerine gömdüm.
"Açıklayacağım ama lütfen bağırma."
Kafamı kaldırıp ona baktığımda gözlerini şüpheyle üstüme diktiğini
gördüm. "İçki mi içtin yoksa?" "Hayır!"
"Neredeydin o zaman Nisan? Bana kafayı mı yedirtmeye çalışıyorsun
Allah aşkına?" Doğruldum, derin bir nefes aldım ve başımdan geçenleri
ablama anlatmaya başladım. Hem de en başından; Kuzey'in babasını, Şeref
Meselesini, Eda'yı, Can'ı... her şeyi. O da beni sesini çıkarmadan, çok ilginç
bir şekilde, hiç bağırmadan dinledi. Bazı yerlerde gülmemek için dudaklarını
birbirine bastırdığını falan görüyordum ama bunların hikâyeyi bölmesine izin
vermeden tek solukta anlattım tüm olanları. Mutfak maceramızı anlatırken şu
sarılma olayını es geçtim tabi ki. Ablamdan bir şey saklamıyor olabilirdim ama
bunu ona anlatırsam olaya müdahale etmesini engelleyemezdim.
Konuşmamı bitirdiğinde "Eh," dedi dudaklarını eğerek.
"Benimle bu kadar dalga geçmenin elbette bir bedeli olacaktı..."
"Bu mudur yani?" dedim gözlerimi devirerek. "İnsan
kardeşine biraz destek olur." Suratını buruşturup omuz silkmekle yetindi.
Açıkçası bana bu kadarı yeterliydi. Çünkü hem her yanım ağrıyordu, hem deli
gibi uykum vardı ve hem de içimde anlamsız bir sızı taşıyordum. Bu yüzden lafı
uzatmamasına sevinerek yerimden kalktım ve ablama tek bir kelime etmeden
misafir odasının yolunu tuttum. En az dört saat uyumadan dünya ve geri
kalanıyla baş edecek gücüm kalmamıştı.
***
Başımı yastığa koyuşumdan yaklaşık beş saat sonra evdeki sesler
bilincimin açılmasına sebep oldu. Tanıdık tınılar duymama rağmen ilk başta
neler olduğunu anlayamamıştım. Sonra her şey ağır ağır berraklaşmaya başladı ve
ben ilk olarak ablamın gülüşünü tanıdım. Hemen ardından araya eniştemin sesi
karıştı ve o an uzun zaman sonra internet bağlantısı bulmuş telefon gibi
güncellemeler gelmeye başladı.
Geceyi Kuzey'le bir mutfakta kapalı olarak geçirmiştim. Ve aramızda şu
an düşünmek istemediğim diyaloglar geçmişti.
Sonra sabah oradan kurtulup ablamın evine gelmiştim.
Yaklaşık yarım saat ablama 'Previously on Nisan's Life' başlıklı bir
açıklama yapmış ve yatmaya çekilmiştim.
Şimdi de uyanıyordum.
Gerinerek doğruldum ve ilk iş olarak şarja taktığım telefonuma uzandım.
Yaşasın prizin yanına koyulan güzel yataklar! Alp'ten iki mesaj gelmişti.
Birkaç tane instagram bildirimi vardı. Birkaç arkadaşlık isteği... Sıradan
şeyler. Alp'e mesaj atmayı tamamen ayıldığım zamana erteleyerek yataktan indim.
Ablamla eniştem ilginç bir şeyle uğraşıyor olmalıydılar çünkü durmadan
gülüyor ya da yüksek sesli bir şeyler söylüyorlardı. Onların yanına geçmeden
önce banyoya uğradım ve elimi yüzümü yıkayarak iyice kendime geldim.
Salona girdiğimde karşılaştığım manzarayı anlamlandı rmam biraz zor
oldu. Çünkü tablonun elemanları aynen şöyleydi; bir adet ablam Mayıs, bir adet
dünya yakışıklısı eniştem Arın, bir adet oyuncak bebek, bir adet oyuncak
biberon ve bebek bezleri...
Hamileliğin kadın vücudunda değişikliklerine sebep olduğunu, kadınların
ruh halini etkilediğini, davranışlarını değiştirdiğini biliyordum. Bütün bunlar
olmasa bile ablamın nasıl bir manyak olduğunu biliyordum. O yüzden onun bu
manzaradaki rolünü anlayabilmem mümkündü. Fakat Arın eniştem? Oyuncak biberonu,
tek koluna yatırdığı oyuncak bebeğe verirken ne kadar saçmaladığını nasıl
göremiyordu? Ablam gözünü bu kadar kör etmiş olamazdı...
Olabilir miydi?
"Allah aşkına ne yapıyorsunuz siz?" diye sordum kapıda
dikilmekten ve manzarayı anlamlandırmaya çalışmaktan yorulduğumda.
Ablam kafasını kaldırıp bana baktı. Yüzünde odayı aydınlatacak kadar
parlak bir gülüş vardı. Arın eniştemin yanındayken genelde böyle oluyordu ve
onu böyle görmek her defasına iç geçirmek istemem sebep oluyordu.
"Alıştırma yapıyoruz," dedi neredeyse şakıyarak. "Bugün
bu bebeği aldım. Böylece doğduğunda bebeğimizi nasıl tutacağımızı ya da bezini
nasıl bağlayacağımızı deneyerek öğrenebiliriz."
Karşılarındaki koltuğa otururken onlara boş bir bakış attım.
"Hareket eden bir bebeğin altını bağlamakla bir oyuncağın altını bağlamak
kesinlikle birebir aynı olur, haklısınız." Arın eniştem elinde tuttuğu
bebeği ablama uzatırken "Mesele bez bağlamayı öğrenmek," diye cevap
verdi. "Ya da nasıl tutacağını. Bu arada ilginç bir bilgi; bu konularda
Mayıs'tan daha becerikliyim."
Elimde olmadan dudaklarımdan bir kıkırtı döküldü. "Tuvalet
pencerelerinden içeri düşmek haricindeki tüm konularda ablamdan daha
beceriklisin sen."
Ablam bebeği dizlerini yatırırken bana ters bir bakış attı. "Bana
diyene bak," dedi öfkeyle. "Erkekler tuvaletindeki pembe elbiseli
aptal sarışın."
Vur tabii ablacığım, hiç acımadan vur. Eline silahı ben tutuşturdum
nasıl olsa.
"En azından benimki bilinçli bir tercihti," diyerek gözlerimi
devirdim. "Ne yaptığımı biliyordum yani."
"Ve bu cidden çok geçerli bir savunma Nisan, gerçekten."
Aramızdaki tartışma anbean çocuklaşarak büyürken olaya eniştem de dâhil
oldu. Derken bir süre sonra kendimi ikisinin arasına oturmuş oyuncak bebeğe bez
bağlamaya çalışırken buldum. Bu evde olaylar çok hızlı cereyan ediyordu.
Mantıklı kalamıyorduk. Havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez kapıdan içeri
adımını atana -tövbe estağfurullah- bir haller oluyordu.
Bebekle oynayışımız yaklaşık iki saat sürdü. Bir ara eniştem bebeğe
yürüme öğretme çalışmaları bile yaptı. İnanın engel olmasam el kadar sabiye
tuvalet eğitimi vereceklerdi. Hızlandırılmış ebeveyn kursundan evrilerek saçma
bir oyuna dönen bu olay, ablamın acıkmasıyla son buldu.
Ablamla ikimiz mutfağa geçerek çabucak bir şeyler hazırladık; bir
şeyler hazırlamaktan kastım buzdolabındaki yemekleri ısıtmaktı elbette. Sofrayı
kurduk ve yemeğimizi yerken bebek isimleri konusunda koyu bir tartışmaya
giriştik. Ben yeğenimin havalı bir ismi olmasını istiyordum. Mesela Ada gibi.
Deniz gibi. Ama ablam bunları beğenmiyordu. Eylül falan diyerek beni deli
ediyordu. Ailemizde yeterince ay ismi almış insan vardı. Hem Eylül çok hüzünlü
bir isimdi. Ben yeğenime bunun yapılmasına izin veremezdim.
"Haziran olsun oldu olacak," dediğim sırada muhabbetimize
genel olarak tatlı gülüşleriyle eşlik etmiş eniştemin sesi duyuldu.
"Zeynep olsun," dedi duru bir sesle. "Kız olursa
yani."
Ablam sanki bir nehirmiş de enişteme akıyormuş gibi ona doğru dönüp
gülümsedi. Hep böyle oluyordu. Eniştemin en ufak bir hareketinde ablam hiç
zahmetsiz ona doğru akıveriyordu. Sanki aralarında gözle görülmeyen manyetik
bir çekim vardı ve o çekimle birbirlerine sıkıca bağlıydılar.
"Zeynep çok güzel," diye mırıldanırken eniştemin gözlerinde
boğuluyordu. Bunu gerçekten görebiliyordum.
"Iyy," dedim çatalıma makarnalarımı takarken. "Vıcık
vıcık romantizm oldu burası."
Fakat beni zerre kadar umursamadan aşk dolu bakışlarını ve gülüşlerini
sürdürmeye devam ettiler. Yemeğin sonuna kadar bu böyle sürüp gitti.
Bir çiftin yanındaki üçüncü kişi olmak kader midir arkadaşlar?
Yemekten sonra eniştem çalışmak için bir köşeye çekilirken ablamla biz
televizyonun başına kurulduk ve son dönemin popüler dizilerinden birini bütün
karakterler ve olaylar hakkında saçma sapan yorumlar yaparak izledik.
"O saçını neden öyle yapmış ki? Çocuk asla kendisine bakmasın diye
mi?"
"Kıyafeti de iğrenç. Bence kesinkes çocuğu kaçırtmaya
çalışıyor."
"Şimdi bu adam bu çocuğun amcası, değil mi?"
"Hayır, babası."
"E geçen bölüm amcasıydı?"
"O geçen bölümdü."
"Bir sonraki bölümde ne olacak? Eniştesi mi?"
"Vallahi senaristlerin kafası epey güzel. Bir sonraki bölüm
teyzesi bile olabilir."
Böyle saçma diyaloglar uzadı gitti. En sonunda izlemekten o kadar
sıkıldım ki ablamı orada tek başına bırakıp misafir odasına -aslında benden
başka yatılı misafirleri olmadığı için benim odam sayılırdı- geçtim. Cep
telefonumu alıp Alp'in mesajlarına cevap verdim. Beni merak etmişti, tatlı şey.
Ona da olanları kısaca özetledim. Bu arada o da benimle bulduğu yeni bilgileri
paylaştı. Ben de bunları planımıza eklemekte gecikmedim tabi ki.
Sıkıntımı dağıtmak için facebook, instagram gibi sosyal ağları
dolanırken ve sağa sola like'lar bırakırken hiç beklemediğim bir şey oldu.
Aniden telefonum çalmaya başladı ve ekranda kalbimin durmasına zemin hazırlayan
o yazı belirdi.
Yiğit Kuzey Arıyor...
İlk başta durumu idrak edemeyerek telefonla birkaç saniye bakıştım.
Sonra neden bu kadar heyecanlanıyorum ki, dedim kendi kendime. Alt tarafı her
gün görüp konuştuğum, dün gece sarılarak uyuduğum yakışıklı patronum arıyordu.
Bunda heyecanlanacak ne var!
Derin bir nefes aldım ve yeşil ahize ikonuna tıklayarak çağrıyı
yanıtladım. Telefonu kulağımı götürüp "Alo?" derken kalbim maraton
koşmaya karar vermişti ve vücudumun geri kalanının bu karara uymayışını pek de
umursamadan delicesine çarpıyordu.
"Alo? Nisan. Nasılsın?"
Kuzey'in sesi telefonun içinden kulaklarıma, oradan da kalbime sızdı ve
ben içime yayılan sıcak bir hisle gevşeyerek gülümsedim.
"İyiyim, patron. Sen nasılsın?"
"Ben de iyiyim," diye cevap verdi. Sesi iyi geliyordu. İyi ve
tatlı. İyi ve karizmatik. Karizmatik, evet. "Ne yapıyorsun? Dinlendin mi
biraz? Sabah ayrılırken kötü görünüyordun."
İçimdeki o sıcak duygu yayılmaya devam etti ve bütün vücudumu ele
geçirdi. "Birkaç saat uyuduktan sonra kendime geldim. Şimdi biraz insana
benziyorum."
Tatlı gülüşü, her neredeyse ta oradan koptu geldi ve beni buldu.
Teknolojinin gelişmesini nasip eden Rabbime şükürler olsun. "O manada
söylememiştim. Sadece yorgundun. Merak ettim seni." Merak ettim seni.
Merak.
Ettim.
Seni.
Biraz önce Yiğit Kuzey Erarslan bana hitaben bu cümleyi kurdu. Ve bütün
hücrelerim çalışmayı bırakıp aynı anda iç çekti. Evet, hücrelerim iç çekti.
Çünkü sadece benim iç çekmem yetmezdi.
"Öyle mi?" diye mırıldanırken o kadar sırıttım ki bir
anlığına dolap kapağındaki aynada kendime rastlayınca Joker'i gördüm sanıp
irkildim. "İyiyim ben. Merak etmene gerek yok." "Peki o
zaman," dedi Kuzey. "Yarın sabah görüşeceğiz."
"Evet, görüşeceğiz."
"Akşam da yemeye gidiyoruz."
"Evet, gidiyoruz."
"O zamana kadar kendine dikkat et." İç çektim. "Sen de
dikkat et." "Görüşürüz." "Görüşürüz."
Telefonu kapattığımda bir kere daha aynaya baktım ve Joker gülüşünün
hala yüzümde olduğunu gördüm. Dünyanın en romantik olmayan telefon
konuşmalarından biriydi. Ama aynı zamanda romantikti de. Ne demek istediğimi
anlıyor musunuz? Kuzey'le telefonda flört etmek için yanıp tutuşmuştum ama bunu
yapamayacağımı biliyordum. Kalbim beni merak etmesi sebebiyle mutluluktan
patlamak üzereydi ama sürekli kendime bunu önemsememem gerektiğini söyleyip
duruyordum. Durmadan mutfaktaki anları düşünmemek için kendimle savaşıyordum.
Öyle ki çoktan bana güzel bir rüyanın anısı gibi gelmeye başlamışlardı. Kendime
izin verdiğim an içimin Kuzey'e duyduğum sevgiyle dolacağına emindim. Ama buna
izin veremezdim. En azından bu Şeref Meselesi başarıyla sonlana kadar, bir
şeyler kesinleşene kadar yapamazdım. Sadece beklemem gerekiyordu. Yalnızca
birkaç hafta beklemeliydim. ***
16.BÖLÜM
Güne muhteşem bir şekilde başlamamın Kuzey'le yaptığımız telefon
görüşmesiyle alakası yoktu. Gerçekten. Kendimi buna ikna etmek için on beş
dakikada bir bu cümleyi içimden tekrarlamam gerekiyordu. Kuzey'le alakası yok.
Kuzey'le alakası yok. Kuzey'le alakası yok... Fakat ne kadar tekrarlarsam
tekrarlayayım üç dakikada bir saçımı düzeltmeme ya da on dakika bir elbisemin
nasıl gördüğünü kontrol etmeme engel olamıyordum. Bu işe başladığımda aptal bir
sarışın değildim fakat Kuzey yüzünden yakında öyle olacaktım. Çünkü adeta bir
kişilik bölünmesi yaşıyordum; bir kişiliğim çoktan aşk sarhoşu olmuştu
diğeriyse onu tokatlıyordu. Tam manasıyla allak bullaktım kısacası.
Kuzey iş yerine gelip ofisine geçeli yarım saat olmuştu. Birazdan ona
birkaç dosya götürecektim ve bu sırada dizlerimin üzerine çöküp ona evlenme
teklifi etmemeyi umuyordum. Bu düşünce size komik gelebilir fakat cidden böyle
bir şey yapma olasılığım epey yüksekti. Hem de epey.
Bunun sebebi tamamen dün geceydi ve sadece telefon görüşmesi de
değildi.
Kuzey'le yaptığım telefon görüşmesinden birkaç saat sonra güzel bir
uykuya yatmıştım. Ve bütün gece rüyamda... Evet, kimi gördüm? Hadi durmayın
tahmin edin lütfen?
Yiğit Kuzey Erarslan diyenler, tebrikler! Doğru bildiniz.
Onunla mutfakta kapalı kaldığımız anların anısının tekrar tekrar
kafamda dönüp durması yetmezmiş gibi bir de onunla ilgili saçma sapan rüyalar
görmüştüm.
Her geçen saniye patronuna abayı yakmış bir asistana dönüşüyordum. Ve
bu korkunçtu. Kalbimin kırılacağını öngörmem için müneccim olmama gerek yoktu.
Artık kalp kırıklıklarının ayak seslerini tanıyordum. Hep göğsümüzde tatlı
çarpıntılar olarak baş gösteriyorlardı; sevimli heyecanlar, dört nala coşkular,
minik kıpırtılar. Bunlara alışıyordunuz. Kendinizi hep mutlu olacak, hep mutlu
kalacak zannediyordunuz. Sanki üzüntü ve keder bir daha asla size
uğramayacağının teminatını vermiş gibi bir rahatlığa kapılıyordunuz.
Sonra bir an geliyordu ve kalbiniz içe doğru göçmeye başlıyordu. Minik
bir an. Bazen tek bir kelime. Bazen az karakterli bir SMS. Nasıl sancılı, nasıl
acılı. Hemen ardından büyük bir şangırtı bekleseniz de kalbinizin kırılışı
sessiz ve sakin oluyordu. Sizden başka duyan ya da umursayan olmuyordu. Hatta
siz bile parçalar avuçlarınızı kanata kadar fark etmiyordunuz. Bütün bunları
tekrar yaşamak istemiyordum. Hele de arada bunca engel varken... Bana korkak
diyebilirsiniz. Evet, öyleydim. Ve bunun için geçerli sebeplerim vardı.
Yine de Kuzey'in ofisine doğru yürürken dizlerimin titremesine engel
olamıyordum. Galiba tansiyonum çıkıyordu. Ya da şekerim düşüyordu. Kalp krizi
ya da anevrizma falan geçiriyor olabilirdim. Bir şeyler olduğu kesindi ama
teşhisi koyabilecek tıp bilgisinden yoksundum. Bu yüzden sadece öleceksem bile
yere kibar ve zarif bir şekilde yığılmayı diliyordum. En azından giderken
Kuzey'de iyi bir izlenim bırakabilmek adına...
Kapıyı açıp içeri girdiğimde Kuzey derhal başını kaldırıp bana baktı.
Bu mesafeden seçemesem bile gözlerinin rengini ve bana baktığında o koyu yeşil
harikaların nasıl ışıldadığını biliyordum ve bu durum mideme bir takım kramplar
salıyordu. Sonra o keskin yüz hatları, kirli sakalı, dudaklarındaki yarım
gülüşü... Adam biyosistemimi bozmak için yaratılmıştı resmen. Midemde başlayan
kramplar anbean bütün organlarıma yayılıyordu. Galiba felç geçiriyordum.
Kuzey bana bir şeyler oluyor Kuzey!
"Selam."
Sesi kulaklarımdan içeri dolduğunda kaskatı kalmış bedenimin ateşe
atılmış buz gibi aniden eriyerek çözüldüğünü ve pelte kıvamına geldiğini
hissettim. Lütfen kombinizin ayarlarıyla oynamayınız, bu yalnızca Yiğit Kuzey
Erarslan etkisi.
"Selam," derken kucağımda birkaç dosyayla içeri doğru
ilerlemeye başladım.
"İyi görünüyorsun," dedi ona yaklaşmamı izlerken.
"İyiyim," diye onayladım onu. "Sen nasılsın?"
Gülümsemesi yüzünde anbean küçülürken hafifçe omuz silkerek
"Bildiğin gibi," dedi. Ve aniden kafamda onlarca soru işareti
belirdi; canı mı sıkkın? Babasıyla mı bozuştu? Yoksa yine kavga mı ettiler?
Şeref Meselesi'nde bir pürüz mü çıktı? Bir yakını falan mı hastalandı? Ay yoksa
kendisi mi hastalandı?
Bir an boş bulunup elimi Kuzey'in ateşini ölçmek için alnına
uzatıyordum ki irkilerek kendime geldim. O kadar net bir şekilde irkildim ki
Bihter Ziyagil bile Firdevs Hanım'ın konuşmasından sonra böyle kendine
gelmemişti.
Eh bu irkilişimi Kuzey de fark etti tabi ki. Kaşlarını hafifçe çatarak
"Bir şey mi oldu?" diye sordu.
Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi Kuzey'ciğim, merak etme. Sen
devam et.
"Yok, öyle bir ürperti geldi birden."
"Ofis soğuk mu?" diye sorarken gözleri arkasındaki duvarda
asılı duran termometreye çevrildi. Tabi bütün bedeniyle beraber. Yoksa gözleri
vücudundan bağımsız falan hareket etmiyordu.
Yaptığı bu hareketin karşılığında içimdeki şapşal Nisan 'yaaa
Kuzeeeeyyy' diye ağzını yayarak sırıtmak istedi ve mantıklı olanı derhal onu
tokatladı.
"Hayır, hayır," diye atıldım hemen. "Üşümedim. Azrail
yokladı derler ya, onun gibi bir şey oldu..."
Ama kimse ölmedi demiştim Kuzey...
Yaptığım açıklamadan pek tatmin olmamış gibi görünse de üstelemedi ve
ona uzattığım dosyaları alarak gösterdiğim kısımları imzalamaya başladı. Ya
Rabbim, bir insan ancak bu kadar karizmatik imza atabilirdi.
Tamam, kendimi Mükremin'i gördüğünde kendinden geçen Feriştah yenge
gibi hissetmeye başladım artık.
Dosyaları tekrar bana uzatırken "Bugün erken çıkabilirsin,"
dedi. "Akşamki yemek için hazırlanmak istersen yani." Duraklayıp
yüzünü buruşturdu. "Restoranı Can'ın seçmesine izin verdim ve epey...
süslü bir yer seçti."
Allah'ım! Resmen bir centilmendi. Kibar dille akşam sosyetik bir yere
gideceğimizi ve güzel bir elbise giymeyi tercih edebileceğimi söylüyordu.
Resmen ona karşı koymamı zorlaştırmak için elinden geleni ardına koymuyordu.
Maşallah Kuzey Beyciğim, maşallah.
"Ah, tamam," dedim gülümseyerek. "Bir saat erken çıkarım
o zaman."
Ve ben ofisten ayrılana dek Kuzey'le son konuşmamız bu oldu. Bütün gün
ofisinden ayrılmadı. Ben de biraz kendi sağlığımı düşünmek zorunda olduğum için
onun yanına gitmedim. Bir kere daha felç geçirmeyi kaldıramazdım. Akşam
önümüzde uzun bir yemek faslı vardı, hazırlıklı ve sağlam olmalıydım.
Yalnızca çıkarken kafamı ofisinden içeri uzattım ayrılacağımı haber
verdim, o kadar. Bu minnacık an bile kalbimi düşündüğümden fazla hırpaladı.
Ablamın evine gittim. Buna artık şaşırmadığınızı biliyorum elbette ama
bu defa da çok geçerli bir sebebim vardı. Ablamın muhteşem dolabında benim
dolabımdan çok daha fazla elbise bulunuyordu. Yeryüzünde bundan daha haklı bir
sebep olabilir miydi? Asla.
Ablam evde olmadığı için ayakkabılığın arkasına sakladığı anahtarı
-bunu benim için bırakıyordu, canım ablam- bulup kapıyı açtım. Bu arada ona
evinde olduğuma dair bir kısa mesaj attım. Ablam da olsa bir sınırımız vardı
sonuçta, eğer evindeysem bundan haberi olmalıydı.
Hemen ardından hiç vakit kaybetmeden ablamın gardırobuna yöneldim.
Kapağı açar açmaz karşımda bir elbise cenneti bulmak paha biçilemez bir histi.
Her renkte ve her modelde elbise vardı adeta. Kırmızılar ablamın favorisiydi.
Sanırım eniştemin de. Bu sebeple en başa asılmışlardı. Onlardan sonra iki tane
siyah elbise vardı. Ama ne kırmızı ne de siyah bu akşam tercih etmek istediğim
bir renk değildi.
Hızlıca araları karıştırdığında tatlı bir elbise buldum. Cam göbeği
renginde parlak bir şeydi. Ama abartılı değildi. Dökümlü omuzları tam bele
yerleşen bir kemerle kloş eteğine bağlanıyordu ve eteği de dizlerime geliyordu.
Sade, canlı ve hoştu.
Memnuniyetle sırıtıp hemen üstümdeki kıyafetlerden kurtuldum ve
elbiseyi üstüme geçirdim. Sarışın olmanın güzel yanı sarı saçların bu renklerle
harika bir uyum yakalamasıydı. Bu sebeple saçlarımı açık bırakmayı tercih
ettim. Sabah yaptığım maşa sönmüştü, geriye yalnızca hafif bir dalgalanma
kalmıştı ki bu çok hoş görünüyordu. Biraz tarayıp küçük tokalarla kenarlardan
tutturduğumda içime sinen bir saç modeli elde edebilmiştim. Makyajımı yapmadan
önce biraz Alp'le telefonda konuştum, annemi arayıp akşam patronumla bir iş
yemeğine çıkacağımı söyledim -ki dikkatinizi çekerim bu tamamen doğruydu ve
biraz da sosyal medyada dolanıp kafa dağıttım.
Kuzey'in beni almaya gelmesine on beş yirmi dakika kala makyaj
koltuğuna oturup hafif bir makyaj yaptım. Son bir defa saçlarımı düzelttim, boy
aynasında elbisemi kontrol ettim, giyeceğim ayakkabıları seçtim ve Kuzey zile
basmadan on dakika önce tamamen hazır durumdaydım.
Kapıyı neşeli bir gülümsemeyle açtım. Ve karşımda aniden siyah takım
elbiseli Kuzey'i görünce öylece kalakaldım. İçimdeki şapşal Nisan çoktan
bayılmıştı, mantıklı olansa bön bön Kuzey'e bakmakla meşguldü çünkü böyle bir
karizmanın açıklaması olabilir miydi? Siyah bir adama bu kadar yakışabilir
miydi? Resmen aklıma mantığıma sığmıyordu artık.
"Vay canına," dedim kendimi tutamayarak. "Çok... Şık...
Olmuşsun." Kelimelerin arasında beş dakikalık molalar vermemiş olsaydım
durumu toparlamış sayılırdım. Ama yapamadım.
"Sen de harika görünüyorsun," diye cevap verdi Kuzey. Benim
aksime tek seferde söylemişti cümlesini. Ve onun nefis bedeninden bakışlarımı
ayırıp gözlerine döndüğümde ciddi bir beğeniyle baktığını görebildim. Bu da
içimdeki şapşal Nisan'ın aniden kendine gelip şımarmasına sebep oldu. İyi haber
şu ki, mantıklı olan da kendisini toparlamayı başarabilmişti.
Kuzey "Hazırsan çıkalım mı?" diye sorduğunda hiç ikiletmeden
ayağıma ayakkabılarımı geçirdim. Gümüş rengi küçük el çantamı aldım ve onun
peşine takıldım.
Arabaya bindiğimizde yine benim Kuzey'e hediye ettiğim CD'deki
şarkılardan biri çalıyordu. Bu ayrıntı sanırım beni her defasında mutlu
edecekti.
Yolculuk boyunca nasıl hayatta kaldım bilmiyorum. Belki ileride bu
tecrübelerimi bir kitapta toplarım. 'Karizmanın Hammaddesiyle Yolculuk Ederken
Hayata Tutunmanın Püf Noktaları' Bu kadar uzun bir ismi olan kitap satar mı
bilmiyorum ama kapağına Kuzey'in resmini koyarsak ekmek gibi gideceğini
düşünüyorum.
Adam direksiyonu kavramış yola baka rken bile podyumda yürüyormuş hissi
veriyordu. Nasıl oluyor diye sormayın, bilsem söylemez miyim kuzum? Aslında
onu, yani Kuzey'i ilk gördüğümde kesinlikle çok beğensem bile bu kadar
etkilenmemiştim. Yani 'yakışıklı adam' demiştim ama şu anki gibi ona doğru
çekilmiyordum. Bunun ne zaman başladığını kestiremiyordum ama o mutfakta
olanlardan sonra tehlikeli raddeye geldiğini kabul etmek zorundaydım.
Restorana gelene dek arabada gergin bir şekilde oturdum ve çok az
konuştum. Çünkü hissettiğim şeyler beynimi işlevsiz bir jöleye çeviriyordu.
Doğu'nun yanında da heyecanlanıyordum, ona bakarken de kalbim pır pır ediyordu
fakat bu, bambaşka bir boyuttu. Tanımlayamıyordum. Kendi içimde bölünmüştüm ve
her parçam Kuzey'in etkisinde şekilleniyordu. Bununla nasıl baş edeceğimi bile
bilmiyordum.
Arabadan indiğimiz de derin bir nefes aldım. Yaz aylarında olmamıza
rağmen havada tatlı bir serinlik vardı. Ve yüzüme çarpan ılık esinti
gerginliğimin dağılmasına sebep olmuştu.
Restorana girip masaya oturduğumuzda Can henüz gelmemişti. Yanımıza
gelen garsondan su isteyip siparişi daha sonra vereceğimizi söyledik ve
beklemeye başladık. Bu bekleyiş esnasında Kuzey'in yüzüne ve gözlerine bakıp
ona hayran olmak içimden gelse de tehlikeli sulardan uzaklaşmayı tercih ederek
restoranı incelemeye başladım. Şık bir yerdi, tabi ki. Masalar geniş
aralıklarla yerleştirilmiş ve müşterilere maksimum mahremiyet sağlanmıştı. Her
şey beyaz, altın sarısı ya da siyahtı. Bu etrafınızda göz kamaştıran onlarca
şey olduğu anlamına geliyordu. Lükstü ama samimi değildi. Her masada küçük
şirketler kuruluyormuş, iş anlaşmaları yapılıyormuş gibi hissiyata kapılıyordum
etrafı süzerken. Hangi on bir yaşındaki çocuk yemek yemek için burayı seçerdi
ki? Burger King'in suyu mu çıkmıştı? Yoksa artık çocuk menülerinin yanında
oyuncak vermiyorlar mıydı?
"On bir yaşındaki çocuklar bugünlerde böyle yerlerde takılıyor
demek ki," diye mırıldandım bakışlarımı patronuma çevirirken. Ona her
'patronum' deyişimde sevimli bir fok balığı hayata gözlerini yumuyordu.
"Can'ın pek de standartları yansıttığını söylemeyiz," derken
genişçe gülümsedi. Sanki muhteşem bir karizması yokmuş gibi bir de
gülümsediğinde meydana iki derin gamzesi çıkıyordu. Ne gerek vardı kuzum böyle
can yakan ayrıntılara?
"Eh buna şükretmemiz lazım," dedim omuzlarımı düşürürken.
"Planımız hala devam ediyorsa o da Can'ın alışılmadık olgunluğu
sayesindedir." "Kesinlikle."
Diyalogumuz bahsi geçen olgun genç Can'ın restorana teşrif etmesiyle
kısa kesildi. İkimiz de onu bir öncekinden kat be kat sıcak bir şekilde
karşıladık. O da bize gülümsedi. Gülümseyişi bütün o büyük adam tavırlarına,
çok bilmiş konuşmalarına rağmen hala bir çocuğun sevimli ve sıcak
gülümseyişiydi. Geniş ve ferah.
Tekrar masaya oturduğumuzda Kuzey, Can'la yaptığımız kısa bir hal hatır
sorma konuşmasının ardından garsonu zarif bir el işaretiyle yanımıza çağırdı.
Hızlıca siparişlerimizi verdik ve garsonun uzaklaşmasıyla birkaç saniye garip
bir sessizlik oluştu. Gözlerim bir Kuzey'e bir Can'a kayırıyordu. Bir şeyler
söylemek istiyordum fakat ne diyebilirdim ki? "Birazdan canlı müzik
başlayacak," dedi Can, beni içinde bulunduğum sürüncemeden kurtararak.
"Çok kaliteli bir orkestraları var. Kulaklarımızın pası silinecek." Kaşlarım
şaşkınlıkla yukarı kalktı. Bu çocuğa şaşırmayı ne zaman bırakacaktım, hiç
bilmiyorum. "Bu harika," diye mırıldandım. "Canlı müziği
severim." Aynı müzik türünden bahsettiğimizden endişe duysam da...
"Restoranı beğendiniz mi peki?" diye sordu bakışları benimle
Kuzey arasında mekik dokurken. "Hoş bir ambiyansı var, değil mi? İlerleyen
saatlerde, müzik başladığında daha da büyüleyici bir hal alacak."
Kuzey başını sallayıp ona katıldığını belirtti ve sonra o muhteşem
karizmasını konuşturarak Can'ı sakin bir sohbete çekti. Gezdikleri şehirlerden,
karşılaştıkları güzel şeylerden falan bahsediyorlardı. Ben konuşmaya pek dahil
olamıyordum çünkü hayatımda yalnızca iki şehir görmüştüm; İstanbul ve Trabzon.
Yine de şikayetçi değildim. Kuzey'i dinlemek çok güzeldi. New York'un harika
bir şehir olduğundan bahsederken yüzüne yerleştirdiği o canlı gülümseyiş,
kalabalığından şikayet ederken yüzünü buruşturması, Can'ın söylediği ilginç bir
şeye kaşlarını yukarı kaldırarak şaşırması... Her mimik yüzünde muhteşem
duruyordu. Nasıl gülümserse gülümsesin siması aydınlanıyordu. Çekici esmer
teni, ansızın beliren gamzeleri, köşeli çenesi...
"Hanımefendi, affedersiniz?"
Duyduğum yabancı ses beni içine daldığım tatlı rüyadan hızla çekip
çıkarınca hafifçe yerimde sıçradım. Garson siparişlerimizi getirmişti. Buna
sevinmiştim çünkü bütün gece çenemi elime dayayıp Kuzey'i izleyemezdim. Yani
izleyebilirdim tabi, bende bunu yapabilecek potansiyel vardı fakat uygun
olmazdı. Bu yüzden yemeğin gelmesine, ilgilenecek yeni bir şeyimin olmasına
sevinmiştim.
Yiğidi öldür hakkını yeme demişler -Yiğit'i niye öldürüyorsak?- Can
restoran konusunda harika bir seçim yapmıştı. Buna yemeğimden ilk lokmamı
aldığım an karar vermiştim. Mükemmeldi. Öyle lezzetliydi ki pişiren aşçının
elini öpesim gelmişti.
Yemeğin lezzetinden midir, kan şekerim yükselince beynimin işlevini
geri kazanmasından mıdır bilinmez yemeğin ilerleyen dakikalarında ben de
muhabbete ortak olmaya başlamıştım. Can, Trabzon'u çok merak ediyordu ve ben de
tabi ki canım memleketimi ballandıra ballandıra anlatıyordum. Denizinin
mavisini, ormanın yeşilini, insanının sevimli tuhaflığı... "Bir
keresinde," dedim ağzımdaki lokmayı yutar yutmaz. "Babamın bir
akrabasını ziyarete gidecektik. İlk defa gittiğimiz için adresi bulmakta biraz
sıkıntı yaşadık. En sonunda babamı birilerine adres sormak konusunda ikna
edince ablam önümüzde yürüyen bir amcayı gösterip ona sorabileceğimizi söyledi.
Arabayla amcanın yanına yanaştık. Babam selam verip ona gideceğimiz adresi
söyledi ve oraya nasıl gideceğimizi bilip bilmediğini sordu. Amca bize ters bir
bakış atıp 'Biliyrum' dedi ve arkasına dönüp bizden uzaklaştı."
Kuzey'in tatlı kahkahası kulaklarıma dolduğunda istemeden ben de
gülümseyiverdim. Onun kahkaha attığına daha önce şahit olup olmadığımı
hatırlamıyordum ama o an, gülüşünün sesi öyle güzeldi ki hayatımı onu
güldürmeye adamak istedim.
"Siz ne yaptınız peki?" diye sordu kahkahası tatlı bir
tebessüme evrilirken.
Omuz silktim. "Şaşkın şaşkın birbirimize baktıktan başka birisine
adres sorduk." Gülüşlerimiz aniden duyulan hoş bir keman sesi ile
bölünüverdiğinde Can neşeyle yerinden sıçradı. "İşte başlıyor," dedi,
müziği kast ederek. Ve hemen ardından sessizleşerek huşu içinde dinlemeye
başladı.
Bir çocuk için tuhaf bir zevkti ama müzik gerçekten enfesti. Tatlı
notalar ortalığı doldurmaya başladığında birkaç çiftin hiç vakit kaybetmeden
piste çıkıp dans etmeye başladığını gördüm. Hemen ardından Can'ın sandalyesini
iterek ayağa kalktığını fark ettim.
"İzninizle," dedi. "Bütün akşam boyunca bunu
bekledim."
Sonra Kuzey'in benim şaşkın bakışlarımızı umursamayarak masadan ayrıldı
ve birkaç masa ötesine kadar ilerleyip pembe elbisesi, sarışın bir kızın önünde
durdu. Ona nazikçe elini uzattı. Kız gülümsedi ve annesine -öyle tahmin
ediyordum- bir bakış attıktan sonra Can'ın elini tutarak kendisini dans pistine
götürmesine izin verdi.
"Vay canına," dedi Kuzey şaşkın bir gülüşle birlikte.
"Can Bey Kazanova çıktı."
"Tam da artık beni şaşırtamaz diyordum," diye mırıldanırken
şaşkın bakışlarımı dans pistindeki çocukların üzerinden ayıramıyordum. Fakat
sonra Kuzey'in bakışlarının yüzümde dolandığını hissedince yavaşça önüme
döndüm. Kalbim yine deli gibi çarpmaya başlamıştı. Gözlerimi devirip 'yine mi?'
demek istiyordum. Gerçekten artık böyle çarpmaya bir son vermesi lazımdı. Yoksa
erken yaşta ölecektim.
"Yine de onu tebrik ediyorum," dedi Kuzey. Sesi biraz
öncekinin aksine kısık çıkmıştı. Sadece bana hitap ettiği çok aşikardı.
"Epey ilham verici bir hareketti."
Bunu söyledikten sonra yavaşça sandalyesinden kalktı. İki küçük adımla
önüme gelip durakladı ve bana elini uzattı. Ben şaşkın şaşkın gözlerimi
kırpıştırırken o büyüleyici gülümseyişiyle sordu. "Bana bu dansı lütfeder
misin?"
"Tam da artık beni şaşırtamaz diyordum," diye mırıldanırken
şaşkın bakışlarımı dans pistindeki çocukların üzerinden ayıramıyordum. Fakat
sonra Kuzey'in bakışlarının yüzümde dolandığını hissedince yavaşça önüme
döndüm. Kalbim yine deli gibi çarpmaya başlamıştı. Gözlerimi devirip 'yine mi?'
demek istiyordum. Gerçekten artık böyle çarpmaya bir son vermesi lazımdı. Yoksa
erken yaşta ölecektim.
"Yine de onu tebrik ediyorum," dedi Kuzey. Sesi biraz
öncekinin aksine kısık çıkmıştı. Sadece bana hitap ettiği çok aşikârdı.
"Epey ilham verici bir hareketti."
Bunu söyledikten sonra yavaşça sandalyesinden kalktı. İki küçük adımla
önüme gelip durakladı ve bana elini uzattı. Ben şaşkın şaşkın gözlerimi
kırpıştırırken o büyüleyici gülümseyişiyle sordu. "Bana bu dansı lütfeder
misin?"
Soruyu idrak etmem o kadar uzun sürdü ki kendimi epey şapşal hissettim.
Bella'nın, Edward'ın vampir olduğunu anlaması daha kısa sürmüştü doğrusu. Alt
tarafı bir dans teklifiydi Nisan'cım senin beyin hücrelerin neyle meşgul?
"Dans mı?" dedim şaşkınca. Sesimde öyle bir tını vardı ki gören
bizim köyde hiç dans olmadığını sanacaktı.
"Evet," diyerek gülümsedi Kuzey. "Herkes dans
ediyor."
Tereddüdüm çok aptalcaydı çünkü Kuzey'in o koyu yeşil, o istekle
ışıldayan, o güzel gözlerine bakarken 'hayır' kelimesinin varlığını dahi
unutmuştum. Hatırlamam da mümkün değildi. Bu yüzden ben de onun gibi yaptım;
gülümsedim ve elimi ona uzattım. Olması gerektiği gibi, diye düşündüm. Olmaması
gerektiğine inansam da.
O andan sonrası tam manasıyla büyülüydü. Kendimi ait olmadığı bir
masala düşen şapşal bir prenses gibi hissediyordum. Masalın asıl prensesinden
rol çalıyordum ama bir şekilde doğru geliyordu. Orada olmak, Kuzey'in
dokunuşunu belimde hissetmek, başımın ancak onun göğüs hizasına ulaşabilmesi ve
üzerime düşen gölgesinin altında başımı kaldırıp ona bakmak muhteşem
hissettiriyordu. O an başka bir prensesin varlığını değil kabul etmek,
düşünemiyordum bile. Buradaydık işte; Kuzey ve ben. Yalnız ikimiz vardık. Bana
bakış şekli, gülüşünün tatlı rengi, dokunuşunun etkisi, hepsi, hepsi, hepsi
anlamlıydı ikimiz arasında. Her şeyin bir anlamı vardı ve her şey tamamen
ikimizin arasındaydı.
"Yanakların kızardı," diye fısıldadı. Yüzüne yerleşmiş olan
gülümsemesi nasıl oluyordu bilmiyorum ama her saniye daha da etkileyici hale
geliyordu.
Elbette, yüzüm kızaracaktı. Aşık olmamak için direniyoruz burada. Hiç
yardımcı olmuyorsun Kuzey demek istedim ama bunun yerine "İnsanların
ortasında dans ediyorum," dedim. "İlgi çekmekten hoşlanmıyorum."
Sanki söylediklerime inanmıyormuş gibi kaşlarını yukarı kaldırdı. İyice
belirginleşen o koyu yeşil bakışlarına birkaç dilde 'cinayet silahı'
denildiğine neredeyse emindim. "Sen mi?" "Evet," diye cevap
verdim. "Neden?"
Dansımızın izin verdiği ölçüde hafifçe omuz silkti. "Sen şu
parlayan kızlardansın. Dikkat çekmeme gibi bir olasılığın yok. Bir yere
girdiğin anda fark ediliyorsun. Bunun için dans etmen gerekmiyor."
Hafifçe gülümsedim. Bunlar daha önce duymadığım sözler değildi fakat
Kuzey'den duymak kalbimin olduğu yerde parendeler atmasına sebep oluyordu.
"Öyle mi?" diye mırıldandım ne diyeceğimi bilemeyerek.
"Evet," dedi. "Seni ilk gördüğümde..." Durdu ve
muhtemelen o anı hatırlayarak hafifçe kıkırdadı. "Tamam, ikinci
gördüğümde, yani bir erkekler tuvaletinde değilken fark etmiştim bunu."
Onunla beraber ben de güldüm. "Beni aptal bir sarışın
sanıyordun."
"Çünkü aptal bir sarışın gibi davranıyordun."
"Sana bir ders vermek istemiştim."
Tekrar güldü. Gülüşü öyle güzel, öyle sıcaktı ki kollarında eriyip
gideceğim diye korktum. "Eh, verdin de," diye mırıldandı. "Aptal
sandığım güzel kız hayatımı kurtarıyor."
Altı kelimeden oluşan basit bir cümle kurmuştu. Fakat ben sadece tek
bir kelimeyi duyabilmiştim sanki. Zihnimin içindeki şapşal Nisan 'BANA GÜZEL
DEDİ' diye bağırarak oradan oraya koşturuyordu, akıllı olan yalnızca gözlerini
deviriyordu. Bense adeta donup kalmış bir vaziyette Kuzey'e bakıyordum.
Yüzümdeki şapşal sırıtışı Kuzey de fark etmişti elbette. Fark etmemesi
kör olması gerekirdi. "Herhalde daha önce sana kimsenin güzel olduğunu
söylemediğini iddia etmeyeceksin," derken sesi midemden bir fil ordusunun
geçmesine sebep olacak şekilde kısıktı.
"Söylediler tabii," derken rahat görünmeye çalıştım.
Başarabildim mi? Sanmıyorum. "Söylemişlerdir tabii," dediğinde birçok
anlam yükleyebileceğim şekilde iç geçirdi. Sonra beni daha yakına çekti. Daha
sıkı sarıldı. Başını eğip alnını alnıma yasladığında elimde olmadan nefesimi
tuttum. Ay ama bu kadarına da zulüm derler diye bağırmak istedim.
Bu yakınlığın tehlikeli olduğunu biliyordum ama neden olduğunu
hatırlayamıyordum. Müziğin eşliğinde orada ağır ağır salınırken, Kuzey bana bu
kadar yakınken ve gözleri böylesine derinken... Sebepler, nedenler, amalar,
çünküler hepsi silinmiş gitmiş gibi hissediyordum.
"Nisan..." diye fısıldadı. Ben önünde yenilmez bir kale gibi
dursam da sesi bir rüzgâr gibi duvarlarımın boşluklarından geçip bana ulaşırdı.
"Efendim?"
Bir an sözlerini tartıyor gibi duraksadı. Dudaklarını hafifçe aralanıp
kapandı. Sonra "Sence planımızın sonraki aşaması başarılı olacak mı?"
diye sordu. İçimden bir ses söylemeyi düşündüğü şeyin bu olmadığını iddia
ediyordu.
"Tabii ki," dedim. "Biz burada dans ederken Alp
ihtiyacımız olan her şeyi hazırlıyor." Planımızın bir sonraki aşaması
Kuzey'in kendini yavaş yavaş Şeref Bey'e kanıtlaması gerektiği kısımdı. Bunu
nasıl yapacağımız konusunda epey kafa yormuştuk. Bir insan sizi nasıl ya da ne
ile yargılar sorusunun cevabıysa aradığımız çözüm olmuştu. Tabii ki
duyduklarıyla!
Şeref Bey'in Kuzey hakkında harika şeyler duymasını sağlamamız
gerekiyordu. Dedikodunun ne kadar muhteşem bir silah olduğunu bir bilseniz...
Alp'ten Kuzey'in süslü çevresinin sıklıkla takip ettiği birkaç dedikodu bloğunu
hacklemesini istemiştik. Biraz uğraşmasının ardından bloglar elimizdeydi ve biz
onları şüphe uyandırmayacak miktarda olmak kaydıyla Kuzey'le ilgili haberlerle
doldurmuştuk. Ben de bu arada bir dedikodu bloguna sahip olmanın inanılmaz
keyifli bir şey olduğunu keşfetmiştim.
Bunun güzel bir etki yaratacağını düşünüyordum ama emin olamazdım.
Sonuçta Şeref Bey'in şahsi olarak bu blogları takip etme olasılığı çok düşüktü.
Elbette dedikoduları duyardı ama bize daha somut bir şeyler lazımdı. Şeref
Bey'in, Kuzey hakkındaki övgüleri güvenilir bir iş adamından duyması
gerekiyordu.
Ve benim tanıdığım tek bir güvenilir iş adamı vardı.
Arın Arıkan.
Eniştemi bu planı uygulamaya ikna edebileceğime yürekten inanıyordum.
Onu ikna edemezsem ablamı ikna ederdim ki bu da zaten aynı anlama gelirdi. O
yüzden tabii ki planın bir sonraki aşamasının başarılı olacağına inanıyordum!
"Yani," dedim sırıtarak. "Bir kere planda Arın Arıkan
var. Nasıl çuvallayabiliriz ki?" İkimiz de gülüştük. Onun gülüşünü
benimkine karışırken kalbimin ritmi bir kere daha bozuldu. Sonra müzik yavaşça
sona erdi. Ben daha buna hazır değilken notalar azalarak yok oldu ve Kuzey'le
ikimiz kısa bir duraklamanın ardından ağır çekimde birbirimizden ayrıldık. Ve
masamıza geri döndük. Fakat Can, sonraki şarkı için de dansı kapmıştı bu yüzden
pistten ayrılmadı. Kendisini içten içe tebrik etmeden yapamıyordum, tuhaf velet
güzel şeylere vesile oluyordu.
"Senin için bir şey aldım," dedi Kuzey, ben bakışlarımı
Can'da unutmuş, kendi düşüncelerimde kaybolmuşken.
"Benim için mi?" Şaşkınca kaşlarımı yukarı kaldırarak ona
döndüm.
Başını salladıktan sonra bana bir kart uzattı. Kartın üstünde tanınmış
bir telefon operatörünün logosunu görünce ne olduğunu anlamıştım. "Yeni
bir telefon hattı," dedi Kuzey. "Bir çocuğun seni rahatsız ettiğini
söylemiştin ve... Ve inanıyorum ki Doğu sana ulaşmak isterse mutlaka bir yolunu
bulacaktır. O yüzden belki telefon numaranı değiştirmek istersin. Tercih senin,
tabii ki."
Kartı göğsüme bastırıp dolan gözlerimle Kuzey'e sırıtmamak için derin
bir nefes aldım ve "Teşekkür ederim," diye mırıldandım. "Bu
hafta sonu yeni bir hat almayı planlıyordum. Benden önce davrandın."
Geniş bir gülümseme dudaklarını ele geçirince yakışıklı yüzü
aydınlandı, gamzeleri ortaya çıktı. Hızlanmaya başlayan kalp atışlarıma
gözlerimi devirip 'sıktın ama artık' demek istesem de tek yapabildiğim şapşal
şapşal sırıtmak oldu. Kuzey'i tavlamaya falan niyetim olsa bile bu salaklıkla
başarabileceğimi zannetmiyordum zaten.
Yemeğin geri kalanı olaysız geçti. İkinci dansının ardından Can, dans
ettiği kızın eline bir öpücük bıraktıktan sonra -Kuzey'in bu çocuktan öğrenecek
çok şeyi vardı- yanımıza döndü. Tatlılarımızı yedik -ki nefislerdi, ardından
restorandan ayrıldık.
Can, dedesinin ona ayarladığı bir şoförle evine dönerken Kuzey beni
kendi arabasıyla daireme bıraktı. Aslında ilk başta ablamın evine gitmeyi
düşünmüştüm ama sonra vazgeçtim. Eve gidip pijamalarımı giymek ve dondurma
yerken romantik bir film izleyip uyuyakalmak daha cazip geldi.
Kısa süren araba yolculuğunun ardından Kuzey'e teşekkür edip -zor da
olsa- onun yanından ayrıldım ve sessiz, ıssız, kimsesiz evime girdim. Ablamla
beraber yaşarken tek başıma kalmanın muhteşem olacağını düşünüyordum. Sonuçta
başımda bana çemkirip duran bir Mayıs Ekiz olmayacaktı. İstediğim kadar
dondurma yiyebilecek, pijamalarımı katlamadığımda ya da yatağımı toplamadığımda
azar işitmeyecektim. Televizyonda daima benim izlemek istediğim program açık
kalacaktı. Böyle düşününce gözlerimi kısarak cennet gibi diyordum, cennet gibi.
Fakat öyle değilmiş arkadaşlar, zor yoldan öğrendim. Dünyanın en sinir
bozucu ablası olan Mayıs Ekiz, nasıl olduğunu hala çözemediğimiz bir şekilde
Arın Arıkan'ı kendine aşık edip evlenerek bu evden gidince işler hiç de
düşündüğüm gibi gitmedi. Yalnız kaldım. Yapayalnız. Yani okulda, kafelerde, si
nemalarda tek başıma olduğum yetmiyormuş gibi artık bir de kendi evimde tek
başımdaydım. Okuldan geldikten sonra sıkıcı günümü anlatacak, canım
sıkıldığında sataşacak bir ablam bile yoktu. Televizyonda hangi programın açık
olduğu ya da ne kadar dondurma yediğim bu durumu değiştirmiyordu. Yalnızdım ve
bu örtülemeyen, çırılçıplak, çirkin bir gerçek olarak orada dikiliyordu.
Bu yüzden ilk birkaç ay yeni evlilere müsaade ettikten sonra sık sık
ablamın evine gidip gelmeye başladım. Evlerimiz arasında aktarma gerektirmeyen
bir otobüs hattı vardı ve ablamla eniştem akşam yemeklerinde onlara katılmam
konusunda hep çok ısrarcı oluyorlardı.
Yine de aynı evde yaşamak gibi değildi. Bunu ablamın yüzüne asla
söylemeyecektim, bir başkası söylerse de sonuna kadar inkar edecektim ama
onunla ev arkadaşı olmayı deli gibi özlüyordum.
Kıyafetlerimi çıkarıp banyoya girdim ve ılık, kısa bir duşun ardından
pijamalarımı giyerek salondaki çift kişilik koltuğa kuruldum. Orta sehpanın
üzerinden çantamı alıp içinden Kuzey'in bana verdiği kartı çıkardım. Bir süre
sessizce, sanki bir sim karttan farklı bir şeymişçesine inceledikten sonra
telefonumu elime alıp eski kartımı çıkardım ve üzerinde daha fazla düşünmeden
küçük bir baskıyla ortadan ikiye kırdım. Ardından yeni sim kartımı telefondaki
yuvasına yerleştirdim.
Kaybolup giden telefon numaralarım için endişelenmeme gerek yoktu.
Çünkü ihtiyacım olan insanların -ailem, Alp, Kuzey ve liseden bir iki
arkadaşım- numaraları telefon hafızasına kayıtlıydı. Kalanlar ise pek de mühim
değildi. Kuzey'in de söylediği gibi, biri bana ulaşmak isterse bunu bir şekilde
yapabilirdi, değil mi? Hangi çağda yaşıyoruz sonuçta?
Hemen bir mesaj şablonu oluşturup rehberimdeki sınırlı sayıdaki insana
yeni numaramın bu olduğuna dair bir bilgilendirme verdim. Sonra yeni mesaj
sayfası açıp Kuzey için bir şeyler yazdım.
"Sapığımın bana methiyeler düzdüğü bir günaydın mesajıyla
uyanmamak güzel olacak.
Teşekkürler, patron."
Mesajı sırıtarak gönderdikten sonra gözlerimi ekrandan bir an olsun
ayıramadım. Kalbim bir sinekkuşuydu sanki ve hiç durmadan kanat çırpıyordu.
Yaklaşık bir dakika sonra mesajıma cevap geldiğinden heyecandan bayılacaktım
neredeyse.
"Benim için de güzel bir sabah olacak o zaman. Rica ederim."
Okuduğum cevapla birlikte sırıtmam genişledi, genişledi ve neredeyse
yüzümün tamamını kaplayacak hale geldi. Bir an için 'Ya seni yaratana kurban
olurum salak!' diye cevap yazmak için parmaklarım kaşınsa da kendime dur dedim.
Dur Nisan, ne yapıyorsun? O senin patronun!
Yazacak mantıklı, beni patronuma aşık bir sapıkmışım gibi göstermeyecek
bir cevap bulamayınca böyle bırakmaya karar verdim. Televizyonda eski bir
dizinin tekrar bölümlerinden birini açtım. Kedi gibi çift kişilik koltuğa
kıvrıldım ve telefonu göğsüme bastırıp gözlerimi ekrana diktim. Esas oğlanla
esas kızın konuştuğu bir sahnenin ortalarına doğru ne izlediğimi fark edemez
hale geldim ve Kuzey'le dansımız zihnimin içinde dönüp dururken tüm koşullara
rağmen keyifli bir uykuya daldım.
17.BÖLÜM
Uyanır uyanmaz patronuma günaydın mesajı atmak gibi mülteci isteklerim
oldu benim. Fakat çok şükür ki çoğunlukla hayata mantıklı bir perspektifle
bakıp uygun davranışlarla uygunsuz olanları kolayca ayırt edebiliyordum.
Patronuma günaydın mesajı yazmam kesinlikle uygunsuzdu. Bütün gece rüyamda dans
ettiğimizi görmem de kesinlikle uygunsuzdu. Başka ne uygunsuzdu biliyor
musunuz? Karşısında durup 'YÜCE RABBİM NELER YARATIYORSUN' diye bağırma
arzusuyla dolup taşarken onu izliyor hatta tabiri caizse bakışlarımla içiyor
olmam. İşte bu yüzde bin beş yüz uygunsuzdu.
Ama orada durup kalmıştım. Tam oraya çakılmıştım ve gözlerimi Kuzey'den
alamıyordum.s Tek eli koyu kahve, gür ve düzgünce taranmış saçlarının arsında
geziniyordu. Kaşları ara sıra kararsızlıkla çatılıyor, sonra hemen gevşiyordu.
Sıcak yaz havasından olsa gerek arada bir dudaklarını yalayarak nemlendiriyor,
bazen de kaş çatışıyla beraber alt dudağını hafifçe dişliyordu. Bembeyaz
gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıyırmış, kravatını ise aşağı çekerek
gevşetmişti. Gömleğinin üstten bir düğmesi açıktı ve bunu fark etmek yutkunmama
sebep olmuştu. İnce ve uzun parmakları masasının üzerindeki kâğıtları kavrıyor,
kaleme dolanıyor ya da satırların üzerinde geziniyordu. Bense tam karşısında
durmuş bir yüzüne, bir ellerine bir de açık bıraktığı o üst düğmesine bakarak
kendimi sapık gibi hissediyordum. Zihnimde saçma sapan parametrelerle Doğu'yla
Kuzey'i karşılaştırmadan edemiyordum.
Doğu yakışıklı bir çocuktu. Gerçekten. Kumral güzeliydi. Size bir defa
gülümsedi mi içiniz kıpır kıpır olurdu. Farklı bir sevimliliği vardı.
Karşınızda konuşurken saniyeler içinde sizi etkisi altına alıverirdi. Fakat bu
kadar... Bu kadar karizmatik değildi. Ya da bu kadar uzun boylu. Ya da bu kadar
kaslı.
Kuzey bambaşkaydı. Bunu nasıl tarif edebilirdim ki? Yani elbette
yakışıklıydı. Ama bu yakışıklılık Doğu'nunkinden çok farklıydı. İlk başta
çarpılmıyordunuz ama dikkatli baktığınızda bütün o detaylar -elmacık kemikleri,
kalın kaşları, çenesinin sert hattı, gözlerinin alışılmadık rengi, dudaklarının
şekli, dişlerinin dizilişi, hepsi sizi yavaş yavaş büyülüyordu. İlk bakışta
yalnızca hoş veya yakışıklı bulduğunuz o adam giderek dünyanın en mükemmel
erkeğine evriliyordu. Ya da en azından bana olan buydu. Sizi bilmem.
Kendime hâkim olamayışım derin ve sesli bir iç geçirmeyle son bulunca
Kuzey ilgilendiği evraklardan başını kaldırıp bana baktı. Sonra hafifçe
kaşlarını çatıp "Neden ayakta duruyorsun?" diye sordu.
"Otursana."
Nasıl hareket edildiğini hatırlamak için derin bir nefes aldım. Sonra
masasının önündeki koltuklardan birine oturup hafifçe gülümsedim. "Çok
fazla birikmişler," dedim bir şeyler söyleme ihtiyacı hissederek.
"Şeref Meselesi bizi çok oyalıyor," derken evraklardan birini
imzalıyordu.
"Aynen öyle." İç çekip gülümsememi genişlettim. "Fakat
her şey istediğimiz gibi gelişiyor." İçeri girdiğimden beri elimde
tuttuğum davetiyeyi ona uzattım. Uygunsuz bir hareket daha; bu davetiyeyi sırf
bir kere daha ofisine girebilmek için bilerek sonradan getirmiştim.
Masanın üzerinden uzanıp alırken çoktan ne olduğunu anlamıştı ve
gözleri ışıldıyordu. "Davet edildin," dedim neşeli bir sesle. Davet
edildiği yer Şeref Bey'in kızının resim sergisinin açılışıydı. Bu sergi normal
şartlarda gitmeyi tercih edeceğimiz bir yer olmasa da söz konusu Şeref Bey
olunca davet edilmemiz mühim bir mesele haline gelmişti. Ve içimden bir ses bu
davetiyeyi almamızda Can'ın çok büyük rol oynadığını söylüyordu.
Teşekkürler nanobilim ve teknoloji yürekli çocuk. Teşekkürler genç müze
sevdalısı.
"Cumartesi gecesi," dedi kâğıtta yazanları okurken. Sonra
başını kaldırıp o ışıldayan, eşsiz gözleriyle bana kısa bir bakış attı. Bir
insanın bir insana anlık bir bakışında bin renk geçer miydi? Kuzey bana
baktığında aramızda gökkuşağı doğuyordu. Bırakın bin rengi, adeta bütün renk
kartelası önümüze seriliyordu. "Muhtemelen Eda ile katılmamı bekliyorlar
ama kendisi yurtdışında. Bana eşlik edecek birine ihtiyacım var."
Durakladı ve hafifçe duruşunu dikleştirip gözlerini gözlerime sabitledi.
"Eğer cumartesi akşamı bir işin yoksa benimle gelir misin?" Cumartesi
akşamı bir milyon işim olsa bile seninle gelirim demek dilimin ucuna kadar
gelse bile demedim. Çünkü uygunsuz olurdu. Bunun yerine usul usul başımı
sallayıp "Zevkle," diye mırıldandım. Onun derin bakışı, benim
sesimdeki manasız heves... Normal bir diyalog olması gerekiyordu ama flört
ediyormuşuz gibi hissediyordum. Bundan daha büyük bir ironi ise flört
konuşmamızda Kuzey'in nişanlısının adının geçiyor olmasıydı. Hayat sen bana
nasıl oyunlar oynuyorsun...
Sonra "Saat sekizde alırım öyleyse?" dedi. Ve gülümsedi.
Yiğit Kuzey Erarslan, yani benim biricik patronum, bu cümleyi kurarken
öyle bir gülümsedi ki kalbim direkt olarak süblimleşerek atmosfere dağıldı.
Midemdeki kelebekler aniden koskocaman Zümrüdü Ankalara dönüştüler. Kuzey'in
dudakları çarpık bir gülüşle yukarı doğru kıvrılırken alev alıp yok olurlarken,
onun belirginleşen gamzelerini gördüğümde küllerinden yeniden doğdular. Kısılan
gözlerinde ömrümün, hiç abartmıyorum, üç beş senesini bir saniyede
harcayıverdim. O ana kadar yaşadığımız her küçük, belki önemsiz an üstü üste
bindi ve bu gülüş bardağı taşıran son damla oldu. Kalbim aynı anda hem
parçalara ayrıldı hem de daha önce hiç olmadığı kadar canlı bir şekilde, şevkle
atmaya başladı.
Âşık oldum.
O an değil. Ya da bir önceki an değil. Ne zaman olduğunu ben de
bilmiyordum ama Kuzey'i ilk gördüğüm anla biraz önceki gülüşü arasında bir
yerlerde kalbimi ona kaptırmıştım. Hoşlantı ya da etkilenme değildi bu; bana
bir kere daha aynı şekilde gülmesi için oracıkta ölebilirdim. Saf ya da aptal
değildim, korkuyor olmama rağmen ödlek de değildim. Bunun ne anlama geldiğini
çok iyi biliyordum. Âşık olmuştum. Zihnimde bunun gerçekleşmemesi için yüzlerce
neden sıralarken, aramızdaki tüm engelleri tek tek ezberlemişken, bunun
mantıksızlığını hiç itirazsız kabullenmişken yapmamam gereken tek şeyi yapıp
ona âşık olmuştum.
Yemin ediyorum kuş kadar aklım yoktu. Patronumun ofisinde oturup onun
nişanlısıyla katılması gereken bir davete beni götürmesini kabul ederken
muazzam bir gülümsemenin eşliğinde ona, yani patronuma âşık olduğumu fark
ediyordum. Bakın bu tamamen uygunsuzdu. Biraz önce kurulan cümlenin uygun
görülebilecek tek harfi bile yoktu.
İçimdeki karmaşa boğazıma koca bir yumru olarak yansıyınca ve gözlerim
saçma bir şekilde dolmaya başlayınca bakışlarımı kaçırarak hızlıca başımı
salladım. Sonra Alp'in yanına gitmem gerektiğine dair bir sürü saçmalık
geveleyerek ofisten ayrıldım. Çıkmadan önce Kuzey'in ani ruh değişikliğime
verdiği şaşkın tepki sinirlenmeme sebep oldu. Beni çıldırtacak kadar güzel
gülmek zorunda mıydın be insafsız?!
Ofisten çıkıp Kuzey'i geride bıraktığımda bir an için ne yapacağımı
bilemedim. Sanki birilerinin gelip 'Yiğit Kuzey Erarslan'a âşık olman her şeyi
değiştirdi, bizimle gelmek zorundasın.
Bundan sonra farklı bir dünyada yaşayacaksın' falan demesini
bekliyordum. Ama ilginç bir şekilde her şey aynı gözüküyordu. Dünya ekseninden
falan kaymamıştı, bir yerde felaketler baş göstermemişti ya da aniden bir grup
öfkeli insan önümde belirip nişanlı patronuma âşık oldum diye beni
lanetlememişti. Bunun beni mutlu etmediğini söyleyemem doğrusu. Ayakta ne kadar
dikildiğimi bilmiyordum. Beynim resmen pelteye dönmüştü ve hiçbir düşüncenin
sonunu getiremiyordum. Sürekli bir elimle kalbimi yoklayasım ve yerinde olup
olmadığını kontrol edesim geliyordu. Yerinde falan değildi. Yani fiziken
göğsümün sol tarafında varlığını sürdürüyordu elbette ama mecazen kalbim artık
Kuzey'in ellerindeydi. Daha Doğu'nun sebep olduğu hasarı giderememişken hiç
olmayacak birine, nişanlı bir adama âşık olmuştum. Patronuma. Yiğit Kuzey
Erarslan'a. Evet, bunu muhtemelen bin kere falan daha tekrarlayacaktım çünkü
korkunçtu. Allah bir insanın belasını ancak bu kadar güzel verebilirdi.
Ne yapacağımı bilemeyerek sandalyeme çöktüm. Bunu kime anlatabilirdim?
Ablama? Belki. Muhtemelen bir daha Kuzey'i görmemem için beni bir kuleye falan
kapatırdı. Anneme anlatsam beni kuleye kapatması için ablama teslim ederdi.
Babam ya da babaannem bir seçenek değildi. Babaannemin aklıma bile gelmemesi
gerekiyordu hatta. Geriye tek arkadaşım olan Alp kalıyordu. Bana verecek aklı
olduğundan şüpheliydim ama içimi döküp rahatlamam için güvenilir biriydi.
Yerimden kalkıp kendimi derhal Alp'in yanına attım. Bunun için bir kat
aşağıya inmem yetmişti. Tek kişilik deri koltuklardan birinde sevgilisiyle
mesajlaşıyordu onu bulduğumda. Başına dikilip "Acilen benim ilgilenmen
lazım," dedim.
Önce boş bir bakış atsa bile hemen sonra yüzümde her ne gördüyse
ciddileşerek doğruldu. "Bir sorun mu var?"
Karşısındaki sandalyeye yıkılır gibi çökerken "Kocaman bir sorun
var," diye haykırdım. Sonra bu ses tonuyla konuşursam şirket içinde
muazzam bir dedikoduya sebep olacağımı fark ederek sessizleştim. "Dev bir
sorun var Alp."
Telefonunu bir kenara bırakıp tamamen bana döndü. "Neymiş?"
"Âşık oldum galiba ben," diye mırıldandım. Sesli söylemek bir
tuhaf hissettiriyordu. Alp birkaç saniye boyunca temkinli bir bakışla beni
süzdükten sonra sordu. "Kime?" "Kuzey'e," dedim. Ama o
kadar sessiz söyledim ki duyamadı.
"Kime?"
Derin bir nefes alıp daha sesli bir şekilde tekrarladım.
"Kuzey'e."
Sonra aramıza yaklaşık iki ton ağırlığında koca bir sessizlik çöktü.
Alp, sanki biri onu 'pause' moduna almış gibi donup kaldı. Yaklaşık bir dakika
kadar gözünü bile kırpmadı. Mavi ekrana verdi zavallı çocuk. Keşke alıştıra
alıştıra söyleseydim.
"Hangi Kuzey'e?"
Bir dakikanın ardından duyduğum bu saçma soruyla gözlerimi devirdim.
"Yiğit Kuzey. Patron olan."
"Ciddi misin?"
Tüm içtenliğimle gözlerinin içine baktım. "Sence Alp? Sence ciddi
miyim?"
Ve sonra beklediğim tepki geldi. Kahkahayla homurdanma arası bir ses
bariz bir şaşkınlık ifadesiyle dudaklarından sıyrılırken çok fazla gürültüye
sebep olduğunu fark edip ve bunun bir sır olduğunu hatırlayarak tek eliyle
ağzını kapattı. Gözle ri o kadar irice açılmıştı ki neredeyse korkunç
gözüküyordu. Ve anlamlandıramadığım bir şekilde tek ayağını bozuk bir ritimle
zemine vurup duruyordu. Galiba hiç bu kadar büyük bir dedikoduyla ilk elden
yüzleşmemişti. Söylemeden önce bu kısmı hesaba katmam gerekiyordu.
"Tamam, dostum," dedim ellerimi öne uzatarak. "Biraz
sakin ol, olur mu?" Konu Alp olunca Amerikan filmlerinden fırlamış gibi
konuşmak işe yarıyordu.
Alp elini ağzından çekip fazla gürültülü bir fısıldamayla "Nasıl
sakin olayım kızım adam nişanlı?" diye çıkıştı. Ve bu tamamen alaturka bir
tepkiydi. Oynadığı onca Amerikan oyunu bile onun içindeki saf Türklüğü söküp
alamamıştı.
"Farkındayım," derken geriye çekilip sandalyeme yaslandım.
"Sakinleşince haber ver lütfen." Şaşkınlığını atması birkaç
dakikasını aldı. Ben de bu süre içerisinde derin nefesler alarak sabırla onun
kendine gelmesini bekledim. Çocukta haklıydı tabi. Ben, yıllardır duymadığı
dedikodu kalmamış olan, deneyimli stalker Nisan Ekiz bile gerçeği ilk fark
ettiğimde şoka girmiştim. Masum bir sabi olan Alp'in felç geçirmesinden daha
doğal ne olabilirdi ki? "Tamam," dedi en sonunda. "Zaten böyle
bir şeyler olabileceğini tahmin etmiştim." Kaşlarım 'ufak at da civcivler
yesin' dercesine yukarı doğru kavislenirken "Alp," dedim sakin bir
sesle. "Onu bunu bırak da ben ne yapacağım şimdi onu söyle lütfen."
"Bana mı soruyorsun?" Bunu öyle bir ses tonuyla söylemişti ki
ben bile ikinci bir defa sorguladım yaptığım hareketi.
"Başka kime soracağım? Eda'ya mı?" Aslında komik olurdu. Eda,
kanki, sen bu Kuzey'i nasıl tavladın ya bana da birkaç tüyo versene.
Vazgeçtim, düşüncesi bile mide bulandırıcıydı.
"Ben anlamam ki," dedi Alp. Anlamayacağını elbette
biliyordum. Adamın sevgilisine bile mesajlarını ben yazıyordum çoğu zaman.
Peki, neden mi ona dert anlatıyordum? Başka arkadaşımın olmaması dışında en
geçerli sebep 'ben anlamam ki' derken yüzünde beliren içten üzüntüydü. Yardım
edemese bile etmek isteyeceğini biliyordum. Kalbime düşen yasak aşkı
yargılamayacağını biliyordum.
Yasak aşk falan... Aşk-ı Memnu'ya mı bağlıyoruz? Neler oluyor? Ednan
Bey?
"Anlaman gerekmiyor," dedim iç çekerek. "Bu zaten
birinin çözüm bulabileceği bir durum değil."
Usul usul başını salladı. Merak ettim de şimdi biz Aşk-ı Memnu'ya
evrilecek olsak Alp tam olarak kim oluyordu? Beşir mi?
"Ne yapacaksın peki?"
Sorusu, kafamda beliren sorudan daha gerçekçi bir problem olduğu için
Beşir'i boş vererek asıl meseleye odaklandım. "Bilmiyorum. Sanırım acıdan
ölene kadar yorganımın altında ağlayacağım."
Sözlerim bittiğinde gözlerini irileştirdi. "Ciddi misin?"
Bu kadar zeki bir insan nasıl bu kadar salak olabiliyordu bilmiyorum.
"Hayır, Alp," dedim. "Aşk insanı öldürmez." Ama ölmeyi
tercih ettirebilir. Hafifçe omuz silkip gülümsemeye çalıştım. "Görmezden
gelmeye çalışacağım. Yani, ne kadar zor olabilir ki? En fazla beş ya da altı
hafta daha burada çalışacağım. Sonra Kuzey kendine gerçek bir asistan bulur ve
ben de bir daha onu görmem. Aşk unutulur. Eninde sonunda."
Sözlerimi kafasında tarttığını görebiliyordum. Mantıklı konuşup
konuşmadığımı değerlendiriyor ve içinde bir yerlerde bu işin mantıkla hiç
alakası olmadığını biliyordu. Onun düşünce tarzını az çok öğrenmiştim. Sorunu
ele alır, çözülmesi gereken noktaları belirler, olası çözümleri araştırır,
sonra da bunları uygulayıp sonuçları değerlendirirdi.
Bizim durumumuzda sorun benim Kuzey'e âşık olmamdı. Çözülmesi gereken
noktalar ise; Kuzey'in nişanlı oluşu, benim patronum oluşu ve muhtemelen beni
sevmeyişiydi. Olası çözümler, Eda'yı öldürmek, şirketi batırmak ve Kuzey'i
kaçırıp bir kuleye hapsetmek olabilirdi. Bunları uygularsak da sonuçları dolu
bir mezar ile hafta sonları mahpushaneye gelip bana temiz iç çamaşırı getiren
zavallı annem olurdu. Mühendis mantığı da bir yere kadar azizim.
"Peki..." diye söze girdi. Kelimenin sonundaki i harfini gereğinden fazla
uzatarak.
Elimi kaldırıp onu derhal susturdum. "Hayır, Alp. Eda'yı öldürüp
şirketi batırıp Kuzey'i kaçıramayız."
Kaşları şaşkınca çatılırken sözlerime anlam veremeyerek birkaç saniye
suskunluğa gömüldü. Yüzünde bin yılın kafa karışıklığına dalalet eden bir ifade
mevcuttu. Sanırım ürettiğimiz çözümler biraz farklı ve Alp kimseyi öldürmeyi
planlamıyor.
"Peki ya Kuzey de seni seviyorsa diyecektim," dedi, sözlerime
anlam kazandırma çabasının boşa olduğunu fark edince.
Acı dolu bir tebessümle dudaklarım iki yana kıvrıldı. Ağır ağır başımı
sallarken "Hiç sanmıyorum," dedim. "Bu dram dolu bir hikâye,
görmüyor musun? Kuzey elbette bana âşık değil."
"Aslına bakarsan senden hoşlanıyormuş gibi davranıyor."
Derince bir iç çekerek başımı iki yana salladım. "Alp, sakın
darılma, çok zeki biri olduğunu biliyorum ama sen, sevgilin sana önce sen kapat
dediğinde telefonu kapatan, sana sonunda bir nokta ile peki yazdığında bir
sorununuz olmadığına inanan bir çocuksun. İlişkiler konusunda tavsiye
verebileceğini zannetmiyorum."
Sırıtarak gözlerini devirdi. "Evet, biliyorum, ilişkiler konusunda
çok kötüyüm ama..." Sözlerine gizem katmak için midir yoksa
kafasındakileri toparlamak için midir bilinmez birden cümlenin ortasında
duruverdi. Sabrımı tam olarak nerede bilmiyorum, tamamen tükettiğimden olsa
gerek bir iki saniye bile beklemeden "Ama?" diye tekrar ettim onu,
devam etmesi için.
"Aması şu ki ilişkiler konusunda çuvallasam bile iyi bir
gözlemciyim. Her ifadeye doğru duyguyu ve anlamı yükleyemiyor olabilirim ama
Kuzey'in sana bakarken ışıldayan gözlerini görüyorum ve bunu senden
hoşlanmasına bağlıyorum. Mantıksal olarak baktığımızda da hoş ve çekici
birisin. Senden hoşlanması ya da senden etkilenmesi çok doğal. Ayrıca ona
yardım ediyorsun ve bu gibi durumlar insanların duygularını derinleştirir. Eğer
biri bana bir kat yukarıda Kuzey'in de sana âşık olduğu gerçeğiyle yüzleştiğini
söylese buna hiç şaşırmazdım." İki elimi birden kalbimin üstüne koyup
dolan, duygu yüklü gözlerimle Alp'e baktım. "Ya Alp," dedim ismini
biraz cıvık bir şekilde uzatarak. "Bunlar hayatımda duyduğum en güzel
sözler. Sen harika bir arkadaşsın. Az kalsın beni yukarı çıkıp Kuzey'e evlenme
teklifi etmeye ikna edecektin."
Gözleri bir kere dehşetle irileşti. "Hayır," diye atıldı.
"Sakın öyle bir şey yapma. En azından Kuzey'in duygularından emin
olmadan."
Dediğim gibi, bu kadar zeki bir insanın nasıl bu kadar salak
olabildiğini hiç anlamıyordum. "Şaka yapıyordum," diye açıkladım.
"Evlilik teklifi konusunda yani. Onun dışında söylediklerimde ciddiydim.
Harika bir arkadaşsın ve bu konuşma için çok teşekkür ederim. Gerçekten çok
ihtiyacım vardı."
Yerimden kalkıp bir adımda aramızdaki mesafeyi kapattım ve Alp'in
dağınık saçlarının arasına belli belirsiz, arkadaşça bir öpücük kondurduktan
sonra onun yanında ayrıldım. Üst kata, masama dönmem ve patronuma âşık
değilmişim gibi davranmam gerekiyordu. Şans benimle olsundu.
***
18.BÖLÜM
Yirmi bir yaşında ve aşıksanız hayat gerçekten çok zor.
Şimdi size aniden sekiz yaşındaki ve asla büyümeyen bir çizgi film
karakterine nasıl büründüğümü anlatacağım.
Alp'le olan konuşmanın ardından epey rahatlayarak masama, işimin başına
geri döndüm. Çalışmam gerekiyordu çünkü hatırlarsanız Kuzey, Şeref Bey'e
olmayan bir yemek daveti düzenlediğimizden bahsetmişti. Ve bu yemek pazar
akşamı gerçekleşecekti. Bilin bakalın her şeyi kim hazırlayacaktı?
Organizasyon konusunda kendime güvendiğim ve bana Kuzey dışında başka
bir şey düşünme fırsatı veren her şeye sıkı sıkıya tutunduğum için bütün işin
bana kalması konusunda fazla şikayetçi olmadım açıkçası. Önce mekanı ayarladım.
Kuzey'in evi söz konusu değildi çünkü kendisi babasıyla mümkün olduğunca az
diyaloğa girmek istiyordu ve Şeref Bey'in bunlardan herhangi birine dahil
olmasını hiç istemiyordu. Ben de Can'la beraber gittiğimiz restorandan yer
ayırtmaya karar vermiştim. Güzel bir mekandı ve açıkçası ben o tarzda başka yer
bilmiyordum.
İkinci hamlem Şeref Bey ile beraber çağıracağım birkaç iş adamı
bulmaktı. Arın eniştem tabi ki listenin başındaki isimdi. Onun dışında Kuzey'in
babasının eskilerden beri çalıştığı ve hiç sorun yaşamadığı birkaç kişiyi de
listeye ekledim.
Sonra bu yemeğe bir amaç bulmam gerekiyordu. Yani adamları yemeğe davet
ediyoruz, iyi hoş ama neden davet ediyoruz. Çok özlediğimizden mi? Canımız
sıkıldığından mı? Manyak mıyız biz?
Yemeğin amacı konusunda Alp'e danıştım çünkü, biliyorsunuz, epey zeki
bir çocuk ve böyle şeylerde yardımcı olabiliyor. Oldu da. Kuzey'in yeni
şekillendirdiği projesini tartışmak için toplanmayı önerdi. İş yaptığı kişiler
bu projeye ilk elden dahil olacaklardı -tedarikçiler falan filan. Arın eniştem
Kuzey'in akıl hocası gibi bir şey sayılırdı. Şeref Bey ise bu projenin bel
kemiğiydi. Onun ortaklığı olmadan Kuzey bunu yapamazdı.
Projeden size bahsetmek isterdim ama karışık ve sıkıcı mevzular bunlar.
Eğer ileride bilmeniz gereken bir şey olursa söyleyeceğim, söz.
Amacımızı da bulduktan sonra geriye tek bir şey kalıyordu, o da
misafirlerimize davetiye göndermek. Kuzey'e hepsini tek tek arayıp çağıralım
işte diyerek serzenişte bulundum fakat bunun hoş olmayacağını söyledi. Basit
bir davetiye hazırlamamız gerekiyormuş. Biz derken beni kastediyorum tabi ki.
Elime bir kalem kağıt alıp davetiye için basit bir metin oluşturmaya
çalıştım. En mühim konuğumuz Şeref Bey olduğu için onunkiyle başlamaya karar
verdim.
"Sevgili Şeref Bey,"
Sevgili mi? Yok artık. Aşk mektubu mu bu?
"Değerli Şeref Bey,"
Bu da cep telefonuna gelen operatör mesajı gibi oldu.
"Şeref Bey,"
Yok, yok. Bunu yazarsam, sana iki çift lafım var diye devam etme
dürtüsüne karşı koyamam. E ne yazacaktım ben bu adama? SMS falan mı atsaydım?
Şrfcm pzr akşmı ymeğe bklyrm mtlkaa. Öpyrm cnm annenlre slm :*
İşin içinden kendim çıkamayınca her bilgiye vakıf Google efendiye
sormaya karar verdim ve biraz uğraştıktan sonra ortaya şöyle bir şey çıktı;
Sayın Şeref Güntekin,
Pazar akşamı dostlarımızla yiyeceğimiz yemekte sizi ve eşinizi aramızda
görmekten mutluluk duyarız.
Hemen altında adres bilgileri, saat ve tarih yazıyordu. Bence olmuştu.
Tüm bu davetiye olayını saçma bulsam da bilgisayarda temize çektim, davetiye
kartlarına bastırıp postalamaları için alt kattakilere bıraktım.
Yemek işi tamamdı. Şimdi sırada cumartesi günkü davete hazırlanmak
vardı. Güzel bir elbise almaya karar vermiştim. Ablamın elbiselerini giymekte
bir yere kadardı sonuçta. Kuzey'le birlikte katılacağım ilk resim sergisiydi bu
ve ben çok güzel olmak, muhteşem görünmek istiyordum. O kadar güzel olmalıydım
ki bundan sonra gittiği tüm resim sergilerinde beni hatırlamalıydı.
İş çıkışı birkaç alışveriş merkezi gezdim bu sebeple. Mükemmel elbiseyi
aradım ve yüzlerce buldum ama ya ödeyemeyeceğim kadar pahalılardı, ya üstüme
tam oturmuyorlardı ya da askıda muhteşem görünse de giydiğimde bana
yakışmıyorlardı. Birkaç elbise deneyip çok sayıda vitrine baktıktan sonra küçük
bir butikte aradığım şeyi bulabildim. Siyah bir elbise. Siyah oluşu sizi
kandırmasın, elbise adeta ışıldıyordu. Dar kesimle dizimin altına kadar
geliyordu. Göğüs kısmı oyuntuluydu. İki parmak kalınlığında iki askı elbisenin
omuzlarını tutuyordu. Ve tam üstüme göre olmuştu. Eh fiyatı da uygun olunca
düşünmeden satın aldım. Altına uygun bir ayakkabım olduğuna inanıyordum fakat
evde giyip denemem lazımdı. Alışverişi bitirdiğimde hava kararmaya başlamıştı.
Bir taksi çevirerek eve gittim. Kendime dünden kalma yemekleri ısıtırken annemi
arayıp bugün de kimsenin beni öldürmediğini, kaçırmadığını, ne bileyim benzin
döküp yakmadığını falan söyledim. Çünkü sebepsizce böyle korkular geliştiriyor
ve onu bir saat geç arasam polise haber vermeye falan kalkıyordu. Yemeğimi
yerken kendime Friends'ten bir bölüm açıp biraz keyif yaptım. Yaklaşık bir saat
sonra nihayet yeterince dinlendiğime karar verip kalktım ve aldığım elbiseyi
deneyip altına hangi ayakkabının uyduğuna bakmaya karar verdim. Ayna karşısında
geçirdiğim bir saat sonunda ise siyah stilettolarım ve boynuma, ucunda küçük
parlak bir taş bulunan gümüş kolyemle kombinimi tamamladım. Saçlarımı at
kuyruğu yapmak en iyi seçenek gibi duruyordu ama muhtemelen cumartesi akşamına kadar
on defa fikir değiştirecektim.
Saat on bire gelirken yapacak hiçbir şeyim kalmamıştı. Tuhaf bir
şekilde kendimi yorgun da hissetmiyordum. Galiba damarlarımda dolanan aşk bana
fazladan enerji veriyordu ve bünyemde bir gram yorgunluk veya uyku
barınmıyordu. Aksine evin içinde dolanıp duruyor, yapacak bir şeyler arıyordum.
Elim ara ara telefona gidiyor, Kuzey'e mesaj atma ya da onun sosyal medya
hesaplarında dolaşma arzusuyla adeta karıncalanıyordu. Ama hepten deli bir
aşığa, çılgın bir platoniğe dönüşmekten korktuğum için kendime hakim olmaya
çalışıyordum. Çünkü her şeyin sonunda sevdiğim adamın bir başkasıyla evlenmesi
gibi üzücü bir ihtimal vardı.
Tam kendimi koltuğa fırlatmış ve tavanla bakışarak aramızda tuhaf bir
samimiyet geliştirmeye başlamıştım ki telefonumun melodisi odayı doldurdu.
Tembel bir hareketle elime alıp ekrana baktım ve gözlerim az kalsın
yuvalarından fırlayacaktı. Ablamın aradığını falan düşünmüştüm fakat ekranda
kocaman Yiğit Kuzey Arıyor... yazıyordu.
Şaşkınlığın beyin hücrelerimi felç etmesine müsaade etmeden açtım
telefonu ve sesimi sakin tutmaya çalışarak "Alo," dedim.
"Alo, Nisan. İyi geceler. Nasılsın?"
Sesi hattın öbür ucundan sıcak karamel gibi kalbime akıp içimi eritti.
Sanki o an ihtiyacım olan tek şey onun sesini duymammış gibi bütün vücuduma hoş
bir huzur yayıldı.
"İyi geceler," diye cevap verdiğimde yüzüme koca bir
gülümseme yayılmıştı. "İyiyim, sen nasılsın?"
"Ben de iyiyim," dedi. "Yoldayım, eve geçiyorum.
Rüzgar'dan ancak kurtulabildim." Bunu söylerken gülümsediğini hayal
ediyordum. O muhteşem gamzesinin ortaya çıktığını.
Gözlerinin sevimlice kısıldığını. Tamam, biraz kalbim sıkıştı, yeter bu
kadar hayal. "Pazar günü vereceğimiz yemek için her şey tamam mı?"
Demek bunu sormak için aramıştı. Tabi ki bunu sormak için aramıştı.
Bana evlenme teklifi etmek için arayacak hali yoktu. "Her şey tamam
patron," dedim hevesli olmaya gayret ederek. "Mekan ayarlandı.
Projenin sunumu Alp tarafından hazırlanmakta. Davetiyeler de postalandı. Yapman
gereken tek şey yemeğe katılmak ve herkesi kendine hayran bırakmak."
Güldüğünü işittim. Ve bütün hücrelerim ayağa kalkıp alkışlamaya başladı. Ya
Rabbim, yeryüzünde bundan daha güzel bir ses var mıydı? "Ellerine sağlık
Nisan." "Ne demek patron, vazifem."
Araya bir iki saniyelik sessizlik sızdı. Sonra Kuzey'in hafifçe
ofladığını işittim. Kalbime bir sıkıntı tohumu düştü ve inanılmaz bir hızda
büyümeye başladı.
"Bir şey mi oldu?" diye sordum ve cevabı beklerken farkında
olmadan nefesimi tuttum. Kuzey konuşmaya başlamadan önce derin bir nefes aldı.
"Pazar akşamı yemeğe seninle katılmak istiyordum ama Pazar sabahı Eda
dönüyormuş ve babam onu benim yerime yemeğe davet etmeye karar vermiş."
"Ah." Dudaklarımdan dökülen tek şey bu oldu. Hayal kırıklığı
dolu bir ah. Yani mantıklı düşündüğümüzde yemeğe gitmem zaten biraz riskliydi,
Eren Erken'i saf dışı bırakma operasyonunda Şeref Bey'in gözünde pek de güzel
bir imaj çizmemiştim. Fakat yine de orada olacağımı umuyordum. Kuzey'in yanında
olabileceğimi. Yine masalın gerçek prensesinden rol çalmaya çalışıyordum işte.
Gönüllü olarak veya değil, Kuzey'in nişanlısı Eda'ydı. Ve ayrıldıkları ana
kadar da Kuzey'in yanında yer alması beklenen kişi oydu.
Ne kadar sürdüğünü bilmediğim bir sessizliğin ardından yutkunarak
"Sorun değil," dedim. Gülümsemeye çalışarak "Sen bensiz de
halledebilirsin, eminim," diye ekledim.
"Seninle daha güzel olurdu."
Kurduğu küçük cümleyle kalbimin kırığına yara bandı yapıştırdı adeta.
Seninle daha güzel olurdu. Bunu düşünmesi bile benim için dünyalara bedeldi.
"Eh, zaten Şeref Bey'le ilk karşılaşmamız pek de güzel geçmemişti.
Sergide ondan kaçabilirim. Fakat yemekte aynı masada olmak çok riskli
olurdu."
Bir kere daha gülüşünü duydum. "Verdiğin kötü izlenimleri telafi
etmekte çok başarılısın. Bence bir sorun olmazdı."
O gülünce ben de güldüm. Şimdi Arın eniştemle ablam arasındaki o şeyi
daha iyi anlıyordum. Neden aynı anda gülümsediklerini. Neden birbirlerinin
ayndaki yansımalarıymış gibi davrandıklarını. Şimdi hepsi çok mantıklı
geliyordu. "Evet ama yine de böyle bir risk almak gereksiz."
"Ama çok sıkıcı bir akşam olacak," dedi huysuz bir sesle.
"Bir sürü işkolik adam ve ağzını bıçak açmayan sevgili nişanlım. Kafayı
yemeden oradan kurtulmam zor."
Sevgili nişanlım sözcük öbeğini her ne kadar alayla telaffuz etse de
kalbime yine bir dünya hüzün dolmuştu. Bazı gerçeklere hangi renge boyarsanız
boyayın acıtıyordu. "Dualarım seninle," diye mırıldandığım sırada
kulaklarıma bir gürültü doldu. Telefonun diğer ucundaki Kuzey'e bir saniye
beklemesini söyleyip dikkatimi sese verdiğimde birinin dış kapıyı
yumrukladığını fark ettim. Zile basmıyor ya da kibarca tıklatmıyordu. Var
gücüyle yumrukluyordu.
Tedirgin adımlarla kapıya yaklaşıp delikten baktım ve gördüğüm
manzarayla omuzlarımı düşürdüm. "Bu gerçek ola maz," diye
mırıldanırken telefonu kulağıma tuttuğum aklımdan çıkmıştı.
"Ne oldu?" diye soran Kuzey'in endişeli sesini işitince
sıkıntıyla ofladım.
"Hani sana telefon sapığımdan bahsetmiştim, hatırlıyor
musun?"
"Evet," dedi gergin bir sesle. "Hattını değiştirme
sebebin oydu."
"Aynen öyle," dedim. "Ve o sebep, şu anda kapımı
yumrukluyor."
"Telefon sapığın mı?" Kuzey'in sesi bu defa biraz fazla
yüksek çıkmıştı.
Sanki beni görebiliyormuş başımı salladım. "Maalesef. Ve sanırım
alkollü. Polisi falan mı aramam gerekiyor? Of, bütün apartmanı ayağa
kaldıracak!"
Kuzey buz gibi bir sesle "Sakın kapıya yaklaşma," dedi.
"Ben şimdi oraya geliyorum. Telefonu kapatma."
Buraya mı geliyordu? Ağzım şaşkınlıkla açılırken "Gerek yok, gerek
yok," diye itiraz ettim. Sesim biraz yüksek çıkmıştı ama sapığımın beni
duyacağını zannetmiyordum, kendi sesi dışında bir şey duyuyorsa mucize
sayılırdı. Ayrıca şu hayatta en son isteyeceğim şey uykudan uyandığında bile
karizma kelimesinin tam karşılığını veren sevgili patronumu telefon sapığımla
uğraşmak zorunda bırakmak ve bu sırada pijamalarımla olmaktı. "Ben
hallederim. Polisi arayacağımı söylersem çeker gider zaten."
"Sakın!" diye atıldı Kuzey. "Sakın evde olduğunu
belirtecek bir şey yapma. Sadece mutfağa geç ve beni bekle."
Kaşlarımı tereddütle çattım. "Mutfağa mı?"
"Evet, içeri falan girerse elinin altında bıçakların olur."
Bunu nasıl başardığımı hiç bilmiyorum ama gül gibi adamı haftalar
içinde kendime benzetmiş ve komplo teorileri üreten bir manyağa çevirmiştim
sanırım. "İçeri falan giremez Kuzey," dedim sakin bir sesle.
"Biraz çekip gider. Biliyorum, öyle görünüyor ama belalı bir tip falan
değil. Gerizekalı sadece."
Sapığım hakkında söylediğim masumane sözler Kuzey'i hiç de
sakinleştirmedi. "Sana dediğimi yap Nisan," diye kükrediğinde
oflayarak mutfağa gittim ve ekmek bıçağını elime aldım. Yemin ediyorum
hayatımda yaptığım en saçma şeylerden biriydi. Elimde ekmek bıçağıyla tezgaha
yaslanmış telefonda konuştuğum patronuma göz deviriyordum. Kim kendini ekmek
bıçağıyla korur ki?
Yaklaşık on dakika boyunca kapımın yumruklanmasını ve Kuzey'in öfkeli
homurtularını dinleyip durdum. En sonunda Kuzey apartmanın önünde olduğunu
söyleyerek telefonu kapattı. Ben de elimde ekmek bıçağıyla kapıya koşturdum.
Kapının deliğinden görebildiğim kadarı şuydu; bir an kapıyı yumruklayan
sarhoş sapığım oradaydı, bir an sonra ise sarhoş sapığımı yumruklayan Kuzey.
İşte yine kendimi masalın kahramanı gibi hissediyordum. Beyaz atlı prensim beni
kötü kalpli canavardan kurtarmaya gelmişti. Prenses bendim. Kim ne dersin,
masalı kim yazmış olursa olsun aksine şu an asla ikna olamazdım. Kuzey orada
öfkeyle telefon sapığımı kovarken bu çok zordu.
Gülmekle ağlamak arasında bir ruh haline sıkışıp kalmışken kapıyı
açtım. İşte hayallerimin sahnesi yaşanıyordu; üstümde pijamalar, elimde ekmek
bıçağıyla burnundan soluyan yakışıklı patronumu kapıda karşılıyordum.
"Bu gerçekten gereksizdi," dedim. "Polisi aramakla
tehdit etsem bile giderdi."
Kuzey bana ters bir bakış atıp başını iki yana salladı. "Kapına
bir sarhoş dayanıyor ve sen bu kadar sakin kalabiliyorsun. Nasıl oluyor
bu?"
Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. "Eh, sen ikimizin
yerine de çıldırdın." "Bu," dedi kendisini işaret ederek.
"Verilmesi gereken tepkiydi. Sana zarar verebilirdi Nisan."
"Gerizekalının tekiydi ve yapacağı tek şey gürültü patırtıdan
ibaretti." Derin bir nefes alırken biraz olsun sakinleşerek bunu
tartışmanın gereksiz olduğuna karar verdim. Kuzey aşırı tepki göstermiş
olabilirdi ama sonuçta benim iyiliğim için kalkıp buraya kadar gelmişti. O
yüzden tartışmayı uzatmak saçmalık olacaktı. "Yine de teşekkür
ederim," dedim. "Gerçekten. Bu gece içim rahat uyuyacağım."
Teşekkürümle beraber yüzünün sert hatları biraz yumuşadı. Ama hala
öfkeli görünüyordu. "Eh, evet. Tabi ki için rahat uyuyacaksın. Çünkü bu
evde kalmayacaksın." Kaşlarım şaşkınlıkla yukarı kalkarken
"Efendim?" dedim.
Ellerini beline yerleştirip ciddi bir yüz ifadesiyle "Seni
ablanlara götürüyorum," diye cevap verdi.
Elimde tuttuğum ekmek bıçağıyla boğazımı kesmek istedim. Ablam bu olayı
öğrenirse beni her yere polis eşliğinde gönderir, etrafıma boy boy korumalar
falan dizerdi. Bu evde tek kalmak için bütün aileyi zar zor ikna edebilmiştim
ve bu olayın duyulması bütün çabamı bertaraf edecekti. "Hayır," diye
itiraz ettim. "Kadın hamile. Bu saatte kalbine mi indireceksin?"
İleri doğru bir adım attı. "O zaman ben seninle burada
kalıyorum."
Direkt olarak ileri atılarak karşısına dikildim. "Çıldırdın mı?
Muhtemelen karşı komşum kapı deliğinden bizi izliyor ve sen eve adımını atsan
beni yarın bu apartmandan toplum baskıyla postalarlar."
Sabırsızca oflayarak geri çekildi ama gözlerindeki bakıştan pes
etmediğini anlayabiliyordum. "Pekala. O zaman şöyle yapıyoruz. Benimle
geliyorsun ve bu gece benim evimde kalıyorsun. İstersen ben kendime kalacak
başka yer bulurum ama sen bu evde tek başına kalamazsın. Yarın da ablana uygun
bir dille her şeyi anlatacaksın ve aile arasında bu duruma bir çözüm
bulacaksınız."
İtiraz etmek için ağzımı açtığım sırada elini ağzıma kapatarak beni
susturdu. "Lütfen Nisan. Aksi takdirde bütün gece kapının önünde
yatacağım."
Bir yanım böyle mantıksız davranıp gerizekalı bir sapığın olayını bu
kadar büyüttüğü için onu boğazlamak isterken diğer yanım aşkla boynuna sarılmak
ve tüm bu kahramanlığı için onu öpücüklere boğmak istiyordu. Öpücüklere boğmak
isteyen yanım biraz daha ağır basıyordu doğrusu. Hele ona şöyle bir göz
attığımda, gömleğinin üstten açık iki düğmesini ve dirseklerine kadar kıvırdığı
manşetlerini fark ettiğimde epey bir ağır basıyordu.
Oflayarak "Tamam," dedim. "Bekle de yarın için
kıyafetlerimi falan alayım."
Sonunda isteklerini bana kabul ettirmiş olmanın rahatlığıyla gülerek
kapının pervazına yaslandı ve bekleyeceğini belirtti. Onu içeri almak isterdim
ama bu saatte bunu yapmam gerçekten durdurulamaz bir dedikodu çılgınlığına
neden olurdu. Eh, beni mahalleden falan kovamazlardı tabi, Kuzey'in ısrarını
kırabilmek için biraz abartmıştım, fakat yine de büyük sıkıntıya sebep
olurlardı. O yüzden sevgili patronum kapının pervazıyla idare etmek zorundaydı.
Elimdeki ekmek bıçağını mutfağa bıraktım. Sonra odama geçip
pijamalarımdan kurtuldum ve havalı eşofman takımlarımdan birini giydim. Ertesi
gün işte giyeceğim kıyafetleri, çantamı, şarj aletimi ve telefonumu yanıma alıp
Kuzey'in yanına geri döndüm.
"Hazırım," dedim somurtarak. Ama içimde kelebekler küçük bir
festival düzenliyordu. Elimdeki çantayı alarak önden yürümeye başladı. Derinbir
nefes alarak ben de peşine takıldım ve onunla beraber geçireceğim bu
gecedenkalbimin sağlam çıkmasını diledim.
19.bölüm
Kuzey'in dairesinden içeri adımımı attığım an kendimi kelimenin tam
manasıyla sudan çıkmış balık gibi hissettim. Yani bu çok garipti. Daha bu sabah
bu adama olan inkar edilemez sevdamı kabullenmiştim ve akşamında onun
evindeydim. Hem de beni buraya adeta zorla getirmişti. Bundan nasıl bir anlam
çıkarmam gerekiyordu? Evlenecek miydik? Beş çocuğumuz mu olacaktı? Yoksa Eda
evi basacak ben de bir namus cinayetine mi kurban gidecektim? Genç yaşımda
mezara mı girecektim?
Tamam, tamam. Abarttığımın farkındayım, heyecanıma verin.
Elbette bundan bir anlam çıkarmam saçma olurdu. Sadece Kuzey çok iyi
bir insandı ve arkadaşını sarhoş bir sapıktan korumak istemişti, o kadar.
Birazcık da paranoyası vardı sanırım. Gizliden gizliye bana yasak bir aşk
beslediğinden falan değildi yani. Bu hikayede Bihter vardı da Behlül yoktu
arkadaşlar. Bunu kabul etmemiz gerekiyordu.
Kuzey'in adımlarını takip ederek evin içinde ilerledim ve en sonunda az
eşyalı bir salona girdim. Kuzey'in evi öyle muhteşem, kocaman, saray yavrusu
gibi bir yer değildi. Bir site içerisinde bulunan iki odalı bir daireydi.
Güzeldi fakat aşırıya kaçan bir lüks yoktu etrafta. Salonda koyu yeşil bir
koltuk takımı vardı. Yerler açık renk parkeydi ve yere atılmış kahverengi bir
halının üzerinde halıyla aynı tonları taşıyan bir orta sehpa duruyordu. Etraf
temiz ama biraz dağınıktı. Sehpanın üzerinde dergiler, bir bardak ve bir de
açık bırakılmış bir kitap vardı. Koltukların minderleri olması gereken yerlerde
değildi. Odanın köşesindeki kitaplık ise göze fazla karışık görünüyordu.
Bu dairede bekar bir erkeğin yaşadığı fazlasıyla aşikardı. Kuzey eliyle
bana oturmamı işaret ettiğinde üçlü koltuğa kurulurken bunu düşünüyordum.
Oturduğum koltuğun tam karşısında kocaman bir televizyon ekranı vardı ki
sanırım bu evdeki en lüks eşya oydu. Eğer kumandaya uzanıp son izlenen kanalı
açsam bir futbol veya basketbol maçıyla karşılaşacağıma dair bahse
girebilirdim.
"Etraf biraz dağınık, kusura bakma," dedi Kuzey ben
bakışlarımı ona çevirmeden hemen önce. Hızlı adımlarla salonun içinde
dolanıyor, koltuk minderlerini ait oldukları yerlere koyuyor, hemen sonra orta
sehpanın üzerindeki dağınıklığı kaldırıyordu.
"Önemli değil," diye mırıldandım. "Asistanını bin bir
tehditle evine getireceğini nereden bilecektin sonuçta?"
Bir an duraklayıp başını kaldırdı ve bana ters bir bakış attı.
"Benim evimde olmak seni bu kadar rahatsız ediyor mu gerçekten?"
Tamam, bu soruyu sormaya hakkı vardı çünkü arabada, yol boyunca
huysuzlanıp durmuştum ve kibar bir hanımefendi gibi davranmadığım ortadaydı.
Oysa neden gerildiğimi anlamasını beklememeliydim. O yalnızca bana iyilik
yaptığını, güvenliğimi sağladığını düşünüyordu. Bense onun beni, aşırı sevmenin
neden olacağı kalp kriziyle öldürmeyi planladığını düşünüyordum ki bu gerçek
bir saçmalıktı.
"Ondan değil," dedim aldığım nefesi sesli bir şekilde
verirken. "Ama bunu kendi başıma halledebilirdim Kuzey. Terbiyesizin biri
kapıma dayandı diye evimden ayrılmam haksızlık." Elindekileri tekrar
sehpanın üzerine bıraktı ve gelip yanıma oturdu. "Elbette haksızlık,"
diye konuşmaya başladı, içimi titreten bir anlayışla gözlerimin içine bakarken.
"Elbette olması gereken o adamın bir yere kapatılması, cezalandırılması ve
senin asla bu şekilde rahatsız edilmemen. Elbette bir evde dilediğin gibi tek
başına kalabilmelisin, sokakta günün her saatinde dilediğin gibi
yürüyebilmelisin, hayatının hiçbir anında hiçbir insan seni rahatsız etme
hakkını kendinde bulmamalı. Fakat olması gerekenin olduğu bir dünyada
yaşamıyoruz, ne yazık ki. Sana o adamın olması gerektiği gibi senden uzak
duracağına dair söz veremiyorum. Gerçekten zarar görene dek zarar görme
ihtimalini ciddiye almayacaklarını, seni seven insanların dışında bunu kimsenin
yapmayacağını sen de biliyorsun. Önlem almak zorunda kaldığın için, dikkat
ederek yaşamak zorunda olduğun için üzgünüm ama sana zarar verilse daha üzgün
olurum. Eğer seni rahatsız eden benimle aynı evde kalmaksa ki bu olabilir, bunu
garipsemem ya da buna alınmam, başka bir yerde kalabilirim. Ya da istediğin an
seni ablanın evine götürebilirim. Ama seni evinde tek başına bırakamazdım.
İnsanın hayatta göze alamayacağı ihtimaller vardır. Senin incinme ihtimalini
göze alamam, anlıyor musun? Bu binde bir bile olsa güvende olduğundan emin
olmayı tercih ederim."
Nefesimi tutmuş söylediklerini dinlerken gözlerimin dolduğunu
anlamaması umuduyla hızla göz kapaklarımı kırpıştırırdım. Boynuna sıkıca
sarılmamak ve onun kollarında hıçkırarak ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
Bunlar bir insanın bana söylediği en güzel sözlerdi. Senin incinme ihtimalini
göze alamam. Ona bu cümlenin kalbimdeki tüm eski incinmişlikleri bile
iyileştirdiğini söylemek istiyordum. Beni ailem dışında kimsenin böyle
önemsemediğini, onlardan da çoğu zaman uzakta olduğumu ve bu duyduklarıma ne kadar
ihtiyacım olduğunu bilsin istiyordum. Belki bana aşık değildi, belki bunu çok
değer verdiği bir arkadaşı olduğum için yapıyordu, belki sadece yaptıklarıma
minnet duyduğundan böyle söylüyordu, bilmiyorum ama sebebi ne olursa olsun
cümleleri içimi aşkla dolduruyordu. Haberi bile yoktu ama bana sonsuza dek
kalbimin içinde pamuklara sarıp saklayacağım bir anı hediye etmişti.
"Teşekkür ederim Kuzey," dedim boğuk bir sesle.
"Gerçekten. Sen harika bir insansın." Gülümseyerek başını iki yana
salladı. "Değilim," diye mırıldandıktan sonra geri çekilip arkasına
yaslandı ve ikimizin arasında duran televizyon kumandasını alıp televizyonu
açtı. "Film izleyelim mi? Ne dersin? Pizza da söyleriz."
Ortamdaki duygusal havanın aniden dağılması ve konunun pizzaya gelmesi
biraz şaşırmama sebep olsa da bu teklife hayır demek istemiyordum.
"Harika olur," diye cevapladım. "Benim pizzamda mantar
olmasın."
Cep telefonunu çıkarıp sipariş vermesi birkaç dakikasını adlı. Ardından
orta sehpanın üzerindekileri alıp salondan çıkmadan önce bana eliyle kitaplığı
işaret etti. "Kitaplığın soldaki rafında filmler var. Ben şunları ortadan
kaldırana kadar bizim için bir film seçer misin?" Olumlu anlamda başımı
salladıktan sonra koltuktan kalkıp kitaplığa yöneldim. Gözlerim bir müddet
raflardaki kitaplarda oyalandı, ardından filmlerin olduğu kısma döndüm. Çok
fazla seçenek vardı ve Kuzey hepsini türlerine göre ayırmıştı; fantastik, macera,
komedi, dram, romantik, aksiyon, animasyon. Az ya da çok, her türde film vardı.
Kararsızlığımın sonsuza dek uzayacağını fark ettiğimde animasyonların
arasından Ölü Gelin'i alıp koltuğa geri döndüm. Kuzey elinde iki temiz bardakla
içerip girip seçtiğim filmi görünce sırıttı.
"Tim Burton seviyorsun," dedi harika bir şey keşfetmiş gibi.
"Evet," diye onayladım. "İçimdeki depresyonu
besliyor."
Küçük bir kahkaha atarken DVDyi elimden alıp televizyonun yanına gitti.
Ve bir dakika sonra tekrar yanıma gelip oturduğunda filmi başlatmak için
kumandayı alıp bana döndü.
"Başlayalım mı yoksa pizzaları mı bekleyelim?"
Omuz silkerek "Başlayalım," diye mırıldandım. Kuzey dışında
odaklanacak bir şeylere ihtiyaç duyuyordum. Ona daha fazla âşık olursam kalp
krizi geçirip ölebilirdim.
Bakışlarını ekrana çevirip filmi başlattı. Tim Burton'ın tanıdık gotik
havası odayı kaplarken kendime Kuzey'e bakmayı yasakladım. Gözlerimi bir saniye
bile yüzüne değdirmem yasaktı. Sadece filmi izleyecektim. Tam yanımda oturması
hiç umurumda değildi. Başımı omzuna yaslayamazdım. Koala gibi onun koluna
sarılıp filmi öyle izleyemezdim. Tek yapabildiğim kendime sarılmak olduğu için
aynen öyle yaptım. Bacaklarımı karnıma çekip kollarımı bacaklarımın etrafına
dolayıp çenemi dizlerime yerleştirdim.
Ölü Gelin filmini mutlaka duymuşsunuzdur; kahramanımız Victor Van Dort,
Victoria isimli güzel bir kızla evlenmek üzeredir. Lakin kendini evliliğe hazır
hissetmez. Bir gece kendi kendine yüzük takma provası yaparken kaza eseri
yüzüğü Ölü Gelin'in parmağına takar ve aniden kendini ölüler dünyasında bulur.
Ölü Gelin'le evlenmek zorundadır, bundan kurtulması gerektiğini biliyordur
çünkü kalbi Victoria'ya aittir.
Evet, gündeme daha uygun bir film seçebilir miymişim bilmiyorum
doğrusu. Bilinçaltımız böyle çalışıyor işte.
İzlerken Eda'nın Ölü Gelin olduğuna inanmak istiyordum. Ben de
Victoria'ydım ve Kuzey -yani Victor- bir şekilde ölüler dünyasından kurtulup
bana gelecekti. Kendi gotik dünyamızda kendi mutlu sonumuzu yaşayacaktık.
Tabi bu anca filmlerde ya da bu örnekteki gibi animasyonlarda oluyordu.
Kuzey, Eda ile olan nişanını bozsa bile derhal kendini kollarıma atacak
değildi. Ben buna itiraz etmezdim tabi ama o neden böyle bir şey yapsındı?
İçime çöken umutsuzlukla tekrar ekrana odaklandığımda bu defa kendimi
Ölü Gelin'in yerine koydum. Belki de ben her şeyi bozmaya çalışarak gerçek
Victoria ile Victor'ı ayırıyordum. Yani tamam, Kuzey'in Eda'ya âşık olmadığı
çok açıktı ama yine de benim yaptığım doğru bir şey miydi? Tüm bunlara
başlarken aklımda Eda'yla Kuzey'i ayırma fikri yoktu, tek istediğim Kuzey'in
bir şeye zorlanmaması ve şirket yönetimini hakkıyla devralmasıydı. Ama şimdi
her şey değişmişti. Şimdi Kuzey, Eda ile evlenirse ben mahvolacaktım ve içimde
çığlıklar atarak sağa sola koşturan nevrotik bir Nisan bunun olmaması için her
şeyi yapabileceğimi söylüyordu.
Aman Allah'ım, cidden her geçen saniye Bihter Ziyagil'e evriliyorum.
İçimde yükselen histerik kahkahayı bastırmak için kendimi zorlarken
dayanamayıp bakışlarımı Kuzey'e çevirdim ve muhtemelen çok büyük bir hata
yaptım. Çünkü beklenmedik bir şekilde o da bana bakıyordu. Koyu yeşil
gözlerinde yumuşak bir bakışla, anlamlandıramadığım bir duyguyla beni
izliyordu. Bunu fark ettiğimde kalbim göğüs kafesimin içinde maraton koşmaya
başladı. Kan hücrelerim damarlarımı öyle hızlı arşınlıyordu ki nabzım
muhtemelen iki yüz falan olmuştu. Suratımın alev alev yandığını, nefeslerimin hızlandığını
hissediyordum. Yutkunma ihtiyacım hat safhadaydı. Bayılacak gibiydim
anlayacağınız. Ve fena fikir gibi de görünmüyordu doğrusu. Şöyle Kuzey'in
kollarına doğru bir bayılıversem... Düşmeyeyim diye beni tutsa... Göğsüne doğru
çekse...
Hayallerimi yıkan şey bu defa bir kapı ziliydi.
Tiz, rahatsız edici, lanet olası bir kapı zili Kuzey'in bakışlarını
benden kopardı. O filmi durdurup kapıyı açmak için dışarı çıktığında ise ben
zavallı bedenimi koltuğa bıraktım. Hayaller Kuzey'in kollarına bayılmak,
hayatlar...
Pizzayı getiren adamla konuştuğunu duyabiliyordum. Çok geçmeden kapının
kapandığını da işittim ve yığıldım yerden yavaşça doğruldum. Kuzey elinde pizza
kutularıyla içeri girdiğinde gülümsemeyi denedim.
"Al bakalım, mantarsız pizzan." Kutulardan birini bana
verdikten sonra tekrar yanıma oturdu ama bu defa daha yakındı. Neredeyse omzu
omzuma değiyordu. Ve ben artık ciddi ciddi canıma kastettiğinden
şüpheleniyordum.
Filmi tekrar başlattığında aklımı sakıncalı düşüncelerden uzak
tutabilmek için lezzetli pizza dilimlerinde kendimi kaybetmeyi denedim.
Başarılı da oldum doğrusu. Güzel bir pizzanın iyi gelemeyeceği çok az şey vardı
sonuçta. İlgimi Kuzey'den uzaklaştırmamı da kolaylaştırıyordu işte.
Ama aradan geçen kırk beş dakikada pizza da film de bitti. Keşke daha
uzun bir film seçseydim diye düşündüğüm sırada bakışlarımı Kuzey'e çevirdim.
İlgisizce ekranda akan yazıları izliyordu. Allah'ım o kadar yakışıklıydı ki.
Elimi uzatıp yanağını okşamak, çenesinin keskin hattına minik öpücükler
kondurmak istiyordum. Ellerim saçlarının arasına çok yakışırdı bence. Koltukta
yanımda otururken bile ne kadar uzun boylu olduğu belli oluyordu, kolunun
altına sığışsam başımı omzuna yaslasam yanında küçücük kalırdım. Başımı göğsüne
yaslasam en mutlu ben olurdum.
Ama bunun bir yolu yoktu. Bu yüzden yalnızca iç çekebildim.
Kuzey iç çektiğimi fark edip bana döndüğünde hafifçe gülümsedim.
"Güzel filmdi."
Usul usul başını salladı. "Tim Burton'ı seviyorum."
Gülümseyişim biraz canlandı. "Öyle mi?"
"Evet. İçimdeki depresyonu besliyor." Tıpkı benim gibi
gülümseyerek benim cümlemi tekrarladığında kalbimin pır pır ettiğini hissettim.
Benimle flört ediyor gibiydi. Ya da ben aklımı o kadar yitirmiştim ki hayal
kuruyordum.
Kısa bir sessizlik anında bakışlarımız buluştu. Kalbim yine temposunu
değiştirip göğüs kafesimi dövmeye başladığında derin bir nefes aldım. Neyse ki
tekrar bayılacak kıvama gelmeden Kuzey'in sesi aramıza sızıp beni kendimde
tutmaya yardımcı oldu.
"Bu gece olanları ablana anlatacağına dair söz vermeni
istiyorum," dedi kısık ama ciddi bir sesle.
Kaşlarımı oyunbaz bir edayla yukarı kaldırıp "Seninle birlikte
film izlediğimizi mi?" diye sorduğumda kısa bir an gülümsedi.
"Kapına bir sarhoş dayandığını. Ciddiyim Nisan. Söz vermeni
istiyorum."
Öyle yoğun öyle derin bakıyordu ki karşı çıkamayarak başımı salladım.
Zaten olanları ablam saklamak gibi bir niyetim de yoktu. "Tamam,"
dedim. "Söz veriyorum anlatacağım. En kısa zamanda. Hatta onu gördüğüm ilk
yerde. Oldu mu?"
Güldü. Gamzeleri aniden ortaya çıktığında nefesim ciğerlerime
sıkışıverdi. "Oldu," dedi keyifli sesiyle. Onu böyle
neşelendirebildiğim için kalbimin gururla kabardığını hissettim. Aşk böyle bir
şeydi işte; onda sebep olduğum her gülüş için hayali bir altın madalya
kazanıyordum sanki. Öyle bir sevinç, öyle bir gurur.
"Geç oldu," diye mırıldanarak saate baktığında kafamı
salladım. Gerçekten yorgun hissediyordum. Hem bedenen hem de ruhen. O yüzden
uyuma fikri kulağa harika geliyordu. Kuzey'in bir misafir odası vardı. Oradaki
yatağı benim için hazırladı. Sadece çarşaf, yorgan ve yastık bırakmasının
yeterli olacağını, geri kalanı kendim halledebileceğimi söylesem de bana bir
şey yaptırmadı. Ve itiraf etmekten hoşlanmasam da yatak açmak konusunda benden
becerikli görünüyordu. Üzülerek belirtiyorum ki ben çarşafı o kadar da muntazam
seremiyordum.
Bana iyi geceler dileyip odadan çıktığında yorgunlukla yatağa çöktüm.
Yorganı burnuma kadar çekip yatağın içinde tostop oldum ve hemen yan odamdaki
adamı düşünerek ağır bir uykuya daldım.
Kesintisiz ve dinlendirici bir uykudan alarmımın sesiyle uyandığımda
saat yediydi. Alarmı kapatıp birkaç dakika tavanı izlerken beynimin çalışmaya
başlamasını ve uyumadan önce olanları bana anımsatmasını bekledim. Kuzey'in
evindeydim. Onun misafir odasında uymuştum. Ve uykuya dalmadan önce son
düşündüğüm sabah erkenden kalkıp onun için kahvaltı hazırlamak olmuştu.
Güncellemelerim gelince kendimi yataktan attım. Kuzey'in büyük
maharetle serdiği yatağımı beceriksizce topladım. Sonra sessiz olmaya çalışarak
banyoya gittim. Aynada kendimle karşılaştığımda Kuzey'den önce uyandığıma
şükrettim. Elimi yüzümü yıkayıp kendime çekidüzen vermem yaklaşık beş ila on
dakikamı aldıktan sonra banyodan çıktım. Aynı sessiz adımlarımı bu defa mutfağa
yönelttim.
Çok kalabalık olmayan mutfakta çaydanlığı bulmam kolay oldu. Hemen çay
suyunu koydum ve buzdolabından çıkardıklarımı -ki çoğunun ambalajı açılmamıştı
bile- kahvaltılık tabaklara az az koyarak mutfaktaki küçük masaya dizmeye
başladım. Sonra iki yumurta kırıp güzelce çırptım ve biraz peynir ekleyerek
pişirdim. Biraz domates ve salatalık doğradım. İki patatesi dilimleyip çabucak
kızarttım. Ve çayın altını kapattıktan sonra hazırladığım sofraya gülümseyerek
baktım. Dünyanın en iyi aşçısı falan değildim ama keyifli bir kahvaltı
hazırlamak kabiliyetlerim arasındaydı.
"Vay canına!"
Ben kendimden memnun bir şekilde hazırladığım sofrayı izlerken mutfak
kapısından gelen ses dikkatimi o yöne çekti. Ve bakışlarım oraya döndüğünde
kalbim yine, yine, yine tekledi. Kuzey'in altında bol, siyah bir eşofman,
üstündeyse yeşil, eski bir tişört vardı. Yüzünde uyku mahmurluğu vardı.
Yanakları hafiften kızarmıştı ve gür, kara saçları darmadağınıktı.
Koşarak ona sımsıkı sarılmak istedim ama tüm yapabildiğim derin bir
nefes alıp "Günaydın," demek oldu.
Uykulu bakışları hazırladığım sofrada dolaşırken küçük bir çocuk gibi
sırıtarak "Aydı gerçekten," diye mırıldandı. Sonra bana döndü ve
"Biraz ayılıp hemen geliyorum," dedikten sonra banyoya yöneldi.
İçimdeki aşk kelebekleri yine her tarafa uçuşup duruyordu. Olduğum
yerde tepinerek ÇOK SEVİYORUM ULAN diye bağırmak istesem de bünyemde hala
varlığını koruyan bir tutam mantık, çok şükür ki, buna izin vermiyordu.
Geri döndüğünde gerçekten ayılmış olan Kuzey neredeyse yüzüme bile
bakmadan kahvaltı masasına oturdu. O kadar iştahlı bir hali vardı ki şakacıktan
bile kızamadım. Yüzüme adeta zamkla yapıştırılmış gibi hiç gitmeyen sırıtışımla
çayını doldurdum. Ve karşısına oturdum. Ekmek dilimine yağ sürerken "Uzun
zamandır böyle bir kahvaltı sofrasına oturmamıştım," dedi.
"Ben de," diye ona katıldım. "Evde tek başıma olunca
kahvaltı hazırlamak aklıma bile gelmiyor. Tost ve sallama çay ile sabahlara
tutunuyorum."
Ağzındaki lokmayı yutarken derdime ortak olduğunu belirtircesine başını
salladı. "Ben de hep dışardan bir şeyler alıyorum. Simit, poğaça
falan..."
Güzelce hazırlanmış bir kahvaltı masasında karşılıklı çaylarımızı
yudumlarken dünyanın en tasasız ve boş muhabbetlerinden birini yapıyorduk ve
ben öyle mutluydum ki. Kahvaltımız hiç bitmesin, o masadan hiç kalkmayalım, hiç
durmadan birbirimize çocukluğumuzda yaptığımız pazar kahvaltılarından
bahsedelim istiyordum. Kuzey hep o eski yeşil tişörtü giysin, alelade taradığı
saçları ve yanaklarında gamzeleriyle karşımda oturup benimle konuşsun
istiyordum. Tüm ömrüm böyle geçse inanın çok mutlu bir hayat yaşamış olurdum.
Ama istediğim her şey gibi bu da imkânsızdı. Kahvaltımız, Kuzey'in
evinde geçirdiğim saatlerle beraber sonlandı. Sofrayı hızlıca toplayıp evden
çıkmak için hazırlanırken kendimi hem mutlu hem de kalbi kırık hissediyordum.
Çok güzel bir akşam ve muhteşem bir sabah geçirmiştim. Neredeyse telefon
sapığımı bulup alnından öpecek kıvamdaydım. Lakin şimdi her şeyi geride bırakıp
gerçek dünyaya dönecek olmak kalbimi bin parçaya bölüyordu. Kuzey'in hala bir
başkasıyla nişanlı olduğu bu dünyayı kaldıramıyordum.
Fakat elimden gelen bir şey yoktu. O yüzden derin bir nefes aldım,
yüzüme zoraki bir tebessüm yerleştirdim ve Kuzey'le beraber evden ayrıldım. Bir
Bihter Ziyagil değildim belki ama Nisan Ekiz olarak da hayatla baş etme
konusunda epey iyiydim.
***
20.BÖLÜM
***
"Güzel."
Yaklaşık iki dakikadır ekranımdaki bu tek kelimelik mesaja kaş
çatıyordum. Keşke ekrana kafa attığımızda bunu karşıdakinin alnının ortasına
indiren bir uygulama icat edilseydi. Sanırım teknolojiden çok fazla şey
bekliyordum ama bu tek kelimelik mesaja atılan sağlam bir kafanın haklı gururu
böyle bir çabayı hak ederdi.
Bir saat sonra Kuzey beni almaya gelecekti. Beraber Şeref Bey'in
kızının resim sergisinin açılışına gidecektik. Ve büyük oranda hazırdım.
Elbisemi giymiş, saçımı ve makyajımı yapmış, son rötuşlarımı tamamlamadan önce
ablama yaklaşık elli tane fotoğrafımı gönderip 'Nasıl olmuş?' diye sormuştum.
O da "Güzel," diye karşılık vermişti. Güzel. Yalnızca bu.
Elbette güzeldi. On saattir süsleniyordum. Fakat ne kadar güzeldi?
Oranlar neydi? Kuzey'in bu gece bana âşık olacağına dair bire on bahse
girebilir miydim? Yoksa son kulvarda tökezleyip bütün parayı hiç mi ederdim?
Hem mesela rujum olmuş muydu? Koyu kırmızı çok mu cüretkardı? Ten rengi
falan mı sürseydim? Saçlarım böyle güzel miydi? Yoksa düzleştirip açık mı
bıraksaydım? Tek bir güzel kelimesinden bütün bunların cevabını nasıl çekip
alabilirdim? Kaldı ki konuştuğum kişi ablamdı. Ben bu kritiği onunla
yapmayacaksam kiminle yapacaktım? Alp'le mi? Gerçi eminim onunla bile daha
verimli bir diyalog elde edebilirdim.
Aslında size bir şey itiraf edeyim mi? Bunların hepsi bastırmaya
çalıştığım ama bu konuda pek de başarılı bir sonuç elde edemediğim doludizgin
heyecanım yüzünden oluyordu. Bu sergiye ne maksatla gideceğimizi bilmek
Kuzey'le gideceğimiz olduğu gerçeğini değiştirmiyordu sonuçta. Hem benim
sorunum neydi de adamın gelmesine bir saat kala hazır ve nazır oluyordum ki?
Birilerinden detaylı ve tüm bu hazırlığıma değecek bir yorum duymadan
huzura erecek gibi değildim. Seçeneklerim arasındaki ilk isimde şansımı
denediğime göre ikincisini de deneyebilirdim. Hem az önce de söylediğim gibi
Alp'in bile ablamdan daha işe yarar bir yorumda bulanacağını düşünüyordum. En
azından şansımı denemek istiyordum. Ablama yolladığım fotoğraflardan birkaçını
art arda yolladım Alp'e. Bana acilen dönüş yapması için de büyük harflerle not
düştüm altına.
NASIL GÖRÜNÜYORUM? BANA EN AZ HAKAN AKKAYA KADAR İŞE YARAR VE AĞDALI
BİR YORUM YAP. ACİL.
Aynadaki görüntüme sabırsız bakışlar atarken ayağımı sallayıp
duruyordum. Ben tüm mantıklı düşünebilen ne kadar hücrem varsa hepsini kapı
dışarı etmişken Alp'ten cevap geldi. Henüz oyun oynanmamış ve harfleri yerli
yerinde duran bir klavye kadar göz alıcı.
Hakan Akkaya demiştim öyle değil mi? Omuzlarımı yenilgiyle düşürürken
bu kadarına şükretmem gerektiğini kendime hatırlattım. Alp'in standartları
belliydi ve bana kendine göre yapabileceği en iyi yorumu yapmıştı. Ona öpücüklü
ifadeyi gönderdikten sonra son rötuşlarımı yapmaya başladım. Ellerim hareket
halindeyken beynimle kalbim ortak bir yolculuğa çıkmışlardı. Gittikleri yerde
nereye baksalar Yiğit Kuzey'i görüyorlar, el ele tutuşup deli gibi zıplamaya
başlıyorlardı. İkisi de hiç durmadan aynı şeyi fısıldaşıyorlardı kendi
aralarında. Kuzey bizi gördüğünde ne yapacaktı? O da beğenecek miydi? Yoksa
dostça bir tebessümle geçiştirerek Şeref Bey meselesiyle ilgili mi konuşacaktı?
Beynim kalbimin elini bırakıp onun ensesine bir tane patlattı. Acısını
kendi ense kökümde hissettim arkadaşlar. Ağzını yayarak 'manyak manyak konuşma,
sana ne kadar güzel olduğunu söyleyen amcan mıydı' diye azarladı pamuk şekeri
kalbimi.
Ayağıma ayakkabılarımı giymeden önce heyecandan kazınan midemi
yatıştırmak için buzdolabıyla bakışmaya başladım. Makyajımı bozmadan
yiyebileceğim bir şey bulamayınca vazgeçip geri kapattım. Sergiye gitmiyor
muyduk? Orada kanepe gibi bir şey verirler diye düşündüm. Karnım guruldamaya
başlayıp ulusa seslenişe kalkışmadan icabına bakardım herhalde. Yani en azından
öyle umut ediyordum.
Telefona mesaj geldiğimde ayakkabı ayağıma geçiriyordum. Halledince
Kuzey'den gelen iki kelimelik mesajı okudum. Adam sadece beş dakika sonra
aşağıda olacağını söylüyordu ve benim kalbim çalgılı çengili bir ortam
kuruyordu kendi içinde. Âşık olmak da ne meşakkatli işmiş arkadaşım.
Ben kendimi sakinleştirme yolunu daha yarılamadan kapı zili kalbime
balyoz gibi indi. Sağa sola koşturup, son kez aynaya bakıp, ellerimle yüzümü
yelpazelememin kapıyı açmak kadar işlevsel ve mantıklı hareketler olmadığını
kavramam yaklaşık bir dakikamı aldı. Zil bir kere daha çalınca saçmalamayı
bırakıp kapıya koşturdum ve hiç bekletmeden açtım. Ve işte hikâyenin beyaz atlı
prensi karşımdaydı.
Her zamanki gibi akıllara zarar, kalplere ziyan, feleklere isyan bir
görüntüsü vardı. Siyah bir ceket, siyah pantolon ve siyah gömlek giyip de mafya
babasına benzemek yerine podyumdaki bir modeli andıran bir adam kesinlikle
ayakta alkışlanmaya layıktı. Fakat kapıyı açar açmaz onu alkışlayamazdım, bu
yüzden sadece böyle yaptığımı hayal ettim. Hunharca ellerimi birbirine vuruyor
ve başımı ağır ağır iki yana sallarken sesimin çıktığı kadar BRAVO YİĞİT KUZEY
ERARSLAN BRAVO diye bağırıyordum. En azından hayalimde.
Gerçekte ise sadece "Selam," diyebilmiştim. Görüntüm ne kadar
farklı olursa olsun iç geçirişim Çılgın Bediş'teki Banu'yu anımsatıyordu.
Kuzey kaşlarını yukarı kaldırarak bana şöyle bir baktı ve
"Selam," dedi. Bu kadar. Ne bir iltifat ne bir kibar söz. Sadece
selam. Ablamdan duyduğum ve kıymetini bilemediğim o 'güzel' kelimesini
özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Hem de bu kadar kısa bir zamanda.
"Hazırsan çıkalım mı?" diye sorduğunda çantamı alıp çıktım. Hayal
kırıklığım Casper'daki kötü hayaletler gibi etrafımda uçuşup kahkaha atıyordu.
Bakın bunların hepsi benimle elbisemin, saçımın veya makyajımın kritiğini yapacak
bir arkadaşım olmaması yüzündendi.
Arabaya bindiğimizde moralimi yüksek tutmak için çabalıyordum. Belki de
evin holündeki sarı ampul sebebiyle böyle olmuştu. O ışığın altında herkes
çirkin görünürdü. E şimdi de neredeyse karanlıktı. Davete gittiğimizde Kuzey
kesin beni fark edecekti. Orada aydınlatmanın güzel yapılmış olması için dua
ediyordum.
Ben bütün hayatım boyunca olduğu gibi kendi kendimi teselli ederken ve
zihnim tamamen kendi avutuşumla meşgulken "Eee," dedi Kuzey.
"Ablanla konuştun mu?"
Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutarken "Evet," dedim.
"Konuştum ve çılgına döndü. Onların evinde kalmamı istiyor."
Hafifçe gülümserken "Sevindim," diye mırıldandı.
Bak adam zaten bozuğum sana, şimdi çantayı kafana geçireceğim.
"Ben hiç sevinmedim," derken ona kötü bir bakış attım. Ve
Huysuz Virjin'in bile benim yanımda sevimli görünebileceği bir sesle devam
ettim. "Ablamla eniştemin evinde yaşayamam. Başka evi karşılayacak kadar
param da yok. Bu evin bir senelik kirası ödenmişti. Ablam evlenirken o zamana
kadar biriktirdiği paranın yarısını ben kira derdi çekmeyeyim diye ev sahibine
peşin ödemişti. Bu yüzden o daireden çıkamam. Kendime ev arkadaşı falan bulmaya
çalışacağım."
Benden bu kadar uzun ve atarlı bir açıklama beklemeyen Kuzey bir süre
sessizce söylediklerimi tartıp ardından "Ev arkadaşı bulman çok uzun
sürer," diye mırıldandı. "Birkaç kişiyle görüşme ayarladım
bile," diyerek yalan söyledim. Sadece bu meseleyi daha fazla tartışmamak
için.
Onun tepkilerini seyretmeyi isteyen bir çift gözüme sahip çıkmakta
elbette zorlanıyordum. Bakışlarımı cama sabitleyip yolu izlemenin azılı bir
mücadele gerektirdiğini tahmin etmişsinizdir. Üzgünüm ama bunu yapmam
gerekiyordu. Kuzey tüm karizmasıyla arabayı kullanıyorken ve benimle şu kafayı
taktığı ev muhabbetini konuşmaktan öteye geçmiyorken başka bir şey yapamazdım.
Gönül istiyordu ki ona dönüp güzel gülüşler göndereyim. Hatta gönül işi abartıp
istiyordu ki Kuzey'in esmer yüzünde parmaklarımı dolaştırıp derin derin iç
çekeyim. Fakat olmuyordu. İçinde bulunduğum şartlar buna izin vermediği gibi
aklımdan geçirdiğimde dahi vicdanımı sızlatıyordu.
Söylediğim şeyden sonra bana cevap vermedi Kuzey. Konuyu kapatmak
isteyişimi anladığını tahmin ediyordum. Veyahut öyle düşünmek istiyor
olabilirdim. Kendimi toparlamam lazımdı. Sergiye gidiş amacımızı üç saniyede
bir içimden tekrarlamalı, enerjimi yapabildiğim kadarıyla yükseltmeliydim. Eğer
bu karşılıksız aşk gibi ciğer düşüren bir duygunun tesiri altındaysam eve
dönmeyi beklemeliydim. Çünkü Nisan Ekiz olmak böyle bir şeydi. Duygusal
meselelerdeki şansım göbek bağımla beraber kesilip atılmış olmalıydı.
"Nisan," Galiba ne kadar güzel göründüğümü fark etmişti ve
dayanamayıp burada söyleyecekti. Hemen başımı çevirip tatlı bir tebessümle
baktım Kuzey'in kara gözlerine. "İyi misin sen?"
"Çok iyiyim," derken sırıtıyordum. Keşke o saniyede birisi
kulağımı çekerek 'bir daha böyle şeyler yapma çocuğum' deseydi.
"Sevindim," Dudağı yavaşça sol yanına kıvrılırken kaşlarıyla
kapıyı işaret etti. "O zaman inmeye ne dersin?"
Ancak o zaman arabayı durdurduğunu ve şu meşhur serginin yapılacağı
mekâna geldiğimizi anladım. Bugün nasıl da her şeyi şıp diye anlıyordum. Helal
olsundu bana! "Tabii inelim," diye mırıldanarak -hatta sırıtmayı
bırakamayarak- kapımı açtım ve kendimi dışarıya attım.
Çok büyük bir mekan değildi. Kırmızı halılar falan da yoktu. Ama birkaç
kişi mekanın kapısında durmuş içeri girenleri fotoğraflıyordu. Sosyete
adetleri. Hiç de sevmem. Kuzey'le aramıza 'sadece iş arkadaşıyız' mesafesi
koyarak içeri girdik. Şükürler olsun ki içerisinin aydınlatması çok güzeldi.
Kendimi birkaç adım öne atıp Kuzey'in bakışları üzerimdeyken kendi etrafımda
dönme isteğimi zor bastırdım. Keşke buna gerek kalmadan başımın üzerinde ilahi
bir neon lamba belirip beni işaret etseydi. Tam oracıkta aklını başından
alsaydım, bana aşık olsaydı. Kuzey bana bakıp 'Aman Allah'ım bu ne güzellik'
deseydi.
Demedi. Ve her yere dağılmış hiçbirini tanımadığım insanlara gülümseyip
onlarla bir şeyler konuşmayı terci h etti. Saçlarını kestiren Behlül'ü görmüş
Bihter kadar kalbim kırılmıştı. Suratımı asmamam gerektiği için dikkatimi
tekrar başka şeylere çevirmeye çalıştım. Resim sergisinde olduğumuza göre en
mantıklı şey resimlere bakmaktı. Pek mantık insanı olmayı başaramasam da bir
denemeye karar verdim ve gözüme çarpan bir tablonun önüne gittim. Sanatı her
daim takdir ediyordum. Resim, müzik, heykel, edebiyat... Hepsine karşı büyük
bir saygı besliyordum elbette. Ama çok da sanatla iç içe bir insan sayılmazdım.
Yani en azından buradaki sanatla pek iç içe değildim. Tuvalde birbirine girmiş
o renkler illaki soyut bir şeyleri ifade ediyordu, eminim renklerin tezatlığı
adını bilmediğim bir akımı falan yansıtıyordu, elbette sanat sarrafı gözler
tuvale baktığında acı çeken bir ruhun iç titreten yansımasını falan
görebilirdi. Fakat ben göremiyordum. Benim için tuvalde sadece biraz pembe,
biraz kırmızı, biraz mor ve biraz da siyah vardı. Buna bakacağıma Kuzey'e
bakmayı tercih ederdim. Ama hayat...
Tam yanıma tıpkı benim gibi sarışın, kendisine kıskanç bakışlar atmama
sebep olacak kadar ince ve güzel bir kız gelip benimle aynı tabloya bakmaya
başladı. Ona kaçamak bir bakış attıktan sonra ben de tekrar o renk karmaşasına
döndüm. Sanki resmin söylediği şarkıyı duyabilen entel biriymişim gibi
yapmacıktan keyifli bakışlar atarak başımı sallıyor, takdir eden bakışlarımı
tuvalin her bir köşesinde gezdiriyordum. Sonuçta bu sarışın kız, her ne kadar
çok genç dursa bile, Şeref Bey'in kızı falan olabilirdi. Temkinli olmak
zorundaydım.
Bu zorunluluk kızın bana dönmesi ve 'hadi oradan' dercesine tek kaşını
kaldırmasıyla sonlandığında gülme isteğimi bastırarak omuz silktim ve
"Güzel çerçeve," dedim.
Sarışın kız haylazca sırıttı. "Evet, oymalı falan."
Böyle bir ortamda bulunmasaydık muhtemelen kocaman bir kahkaha atardım.
Ama hemen yanımdaki kız ve ben dışında herkes gayet entelektüel bir havayla
tabloları inceliyordu. Bu yüzden dudağımı ısırarak kendimi kontrol etmeye
çalıştım. "Birileri bizi buraya bırakıp kaçmış olabilir mi?" derken
gözlerimi renk cümbüşüne çevirmiştim.
O da beni taklit eder gibi dudaklarını büzerek tabloya bakarak
konuşuyordu. "Ya da kafamıza bir silah dayayarak içeriye girmemizi
sağlamışlardır," diye abartılı bir tahminde bulundu. "Tüm akşam bu
gıygıy şey çalacak mı acaba?" Bu lafımın üzerine homurdansaydım tam
olacaktı.
Sarışın kız en sonunda gözlerini ressamın anlatmak istediği ama bizim
anlayamadığımız karmaşadan çekmişti. Bakışlarını şöyle bir etrafta gezdirdikten
sonra benimkilerle buluşturdu. "Peki entelektüel görüneceğim derken
modanın canına okuyan bu insanlar," Duraklayıp küçük burnunu kırıştırarak
devam etti. "Başımı ağrıtmaya devam edecekler mi?" "Değil
mi?" diye aniden çıkış yaptığımda sesimi fazla yükselttiğimi fark ettim.
Bir iki insanın bana bakmasına karşılık dilimi çıkarmadan durmayı başardım.
Hemen sonra da normal bir tona düşürdüm sesimi. "Saat üç yönündeki boynuna
mavi şal bağlayan kadını gördün mü? Ben aynı noktaya gözlerimi değdirmemek için
savaş veriyorum."
Daha önce hiç görmediğim ve ismini bile bilmediğim bir kızla dedikodu
yapıyordum. Bunlar hep o kadar heyecanla hazırlandığım halde beni tatmin edecek
bir geri dönüş almadığım için oluyordu. Ablamın tek kelimelik cevabı, Alp'in
kendine has yorumu ve Kuzey'in ağzını bu mevzuyla ilgili asla açmaması... Hepsi
bir araya gelmişti ve en çok acıtanın hangisini olduğunu tahmin etmek zor
değildi.
Kızla mekândaki herkes hakkında konuşarak akşamın sonunu getirmenin
planlarını yaparken bir adamın bize doğru yaklaştığını fark ettim. Çok geçmeden
adımları yavaşlayarak sarışın kızın yanında durakladı ve onun kendisine dönüp
bakmasını bile beklemeden kolunu zarif bir hareketle beline sardı. İşte tam
olarak o anda çantamda neden bir hançer taşımadığımı sorguladım. Böyle anlar
için onu orada tutmalı ve layık olduğu yere -yüreğimin ortasına-saplamalıydım.
Çünkü ben platonik bir âşıktan fazlası değildim, anlıyor musunuz? Karşımdaki
ufak tefek kızla ortak olan yönümüz yalnızca burada bulunmaktan haz alamıyor
oluşumuzdu. Onun dışında kızın yanında gözlerinin içi parlayarak bakan bir adam
vardı. Muhtemelen ikisi de birbirine âşıktı. Bakın ikisi de dedim. Burada altı
çizili kelime kesinlikle buydu.
"Nereye kayboldun?" Kızın yanakları adamın sesini işittiğinde
gözle görülür bir şekilde renk değiştirdi. "Seni arıyordum."
"Görüşmelerini rahatça yap istedim," Az önceki haylaz
halinden eser kalmamıştı resmen kızın.
Allah'ım al canımı, al da kurtulayım. Adam tıpkı Kuzey gibi esmerdi.
Yakışıklıydı ama bence Kuzey daha yakışıklıydı. Gerçi bu konuda karşımdaki
kızla çok farklı fikirlere sahip olduğumuza dair bahse girebilirdim. Her neyse.
Adam ayrıca uzun boyluydu da. Kızın yanında durduklarında paralel evrendeki
Kuzey ve bana bakıyormuşum gibi hissettim. Mutlu olduğumuz bir evrendeki.
İhtimali bile öyle güzeldi ki zamanı yırtarak evrenler arası geçiş yapmak için
sol kolumu feda edebilirdim. Fakat bu bile bir işe yaramazdı çünkü karşımdaki
çift Kuzey'le ben değildik. Başka bir evrende bile.
Bir süre birbirlerine bakıp tatlı tatlı gülüştükten sonra gözlerini
devirmemek için sabrının sınırlarını zorlayan bana döndüler. Gülümsemeye
çalıştım ama muhtemelen suratım 'Allah belanızı vermesin iki dakikalık keyfime
limon sıktınız' falan diyordu.
"Arkadaşın mı?" diye sordu hiçbir evrende Kuzey olmayan esmer
adam.
Hiçbir evrende Nisan olmayan sarışın kız da "Arkadaşımmış gibi
hissediyorum ama daha tanışmadık," dedi.
Gülümsemem biraz canlanırken "Nisan ben," diyerek elimi
uzattım ona. "Kuzey Erarslan'la beraber geldim, onun asistanıyım." Bu
açıklama daha çok esmer adam içindi.
Kız elimi kavrayıp beklediğimden daha büyük şevkle sıktı. "Ben de
Şirin." Tam yanında duran adamı işaret etti. "Melih Cevdet Karaca ile
beraber geldim. Onun stajyeriyim." Oldu o zaman, şu bıçağı da şöyle alıp
ciğerime saplayın. Rica ediyorum, çekinmeyin.
"Öyle mi? Ne hoş!" Hayatımda kurduğum en yapmacık cümle buydu
sanırım. Bu cümleye yapmacıklık ödülü falan verilmeliydi. Çünkü içsel dünyamda
durumun hoşlukla alakası bile yoktu. İçsel dünyamda herhangi bir hoşluk yoktu
doğrusu.
"Kuzey'in ilk adı Yiğit mi acaba?" diye sordu Melih Bey, ben
kendi dünyamda kaybolmaya çok da hazırken.
"Evet," dedim. "Tanıyor musunuz?"
"Tanıyor tabii. Tanımaz mı?" Bu cümle içsel dünyama nihayet
biraz hoşluk getiren bir adamın dudaklarından, tanıdık ve neşeli bir sesle
dökülmüştü. Hafifçe arkama döndüğümde Kuzey'in gülümseyerek yaklaştığını
gördüm. Bir iki adım sonra tam yanımda durarak elini hafif bir temasla sırtıma
koydu. Belimden sarılmamıştı ama ne yapalım... Bizdeki de ancak bu kadardı.
"Nerelerdesin oğlum sen? Hiç görünmüyorsun!" Melih Cevdet samimi bir
şekilde gülümseyerek Kuzey'in boştaki elini sıktı. Sonra Şirin'e dönüp
"Tanıştırayım, Yiğit Kuzey. Aynı üniversitede okuduk, farklı bölümlerde
olsak da sık sık görüşürdük. Üniversiteden sonra bizi unuttu." Cümlesini
bitirip Kuzey'e çevirdi bakışlarını ve Şirin'i takdim. "Kız arkadaşım
Şirin." Şirin utangaç bir tebessümle Kuzey'e hafifçe başını eğerken ben
hâlâ yere çöküp ağıt yakmadığıma inanamıyordum. Ne olurdu Kuzey de beni kız
arkadaşım diye tanıştırsaydı bu güzel çifte... Aman tamam! Gözlerimi
doldurmanın hiç sırası değildi. Onun için gözlerimi kısılacak derecede
dudaklarımı iki yana kıvırmam en iyisiydi. Ben de öyle yaptım. Kuzey gördüğü
manzara karşısında ve üzerine bir de duyduklarından sonra şaşırmış görünüyordu.
Neyse ki bunu çabuk atlatmıştı ki Melih Cevdet'le aralarında ayaküstü bir
sohbet başlamıştı. Sanıyorum onların burada hangi sebeple bulunduklarını
sormuştu en son. Sırtımdaki elini çekmemekte ısrarcı olduğu için pek de
odaklanamıyordum.
"Babaannemin işleri işte," Melih Cevdet omzunu silkerek
geçiştirdi. "Bilirsin, bayılır bu ortamlarda bulunmama."
"Kesinlikle," diye daha çok kendi kendine mırıldanan kişi
Şirin oldu. Bakışlarımız tekrar buluşunca abartıyla gözlerini devirdiğini
gördüm. Ona imayla göz kırptım. Neredeyse buradan kol kola çıkacak kadar sıkı
fıkı olacaktık.
O da bana yaramaz bir ifadeyle göz kırpıp sessizce dudaklarını
kımıldattı. "Dizlerin titriyor," Evet, adım kadar eminim ki böyle
söylemişti.
Derhal gözlerimi kaçırdım. Kuzey tam yanımda duruyordu ve Şirin'in ne
dediğini çözerse aklına kim bilir neler düşebilirdi. Muhtemelen düşenlerin
hepsi doğru olurdu ama konumuz bu değil.
Bu sebeple Şirin'den kaçırdığım bakışlarımı Kuzey'e çevirip dikkatini
dağıtmak amacıyla "Eee," dedim. "Şeref Beyle görüşebildin
mi?"
"Görüştüm," derken dolgun dudaklarını içimdeki her hücreyi
sevinçten titreten çocuksu bir gülüş kaplamıştı. "Resimlerden bir tanesini
almamda bana yardımcı oldu. Epey çarpıcı bir eserdi doğrusu."
Söylediği şeyi kast etmediğini bilerek sırıttım. İçim hala buruk olsa
bile biraz öncekiler gibi yapay bir gülüş değildi bu. Ruhumun Kuzey'e doğru
akıp gittiği bir gülüştü. "Çok güzel düşünmüşsün."
Kuzey gülümseyerek bana bakmayı sürdürürken -kim bilir tam o sırada ne
kadar güzel göründüğümü fark ediyordu- Şirin pat diye araya girdi ve kolumu
kavrayarak beni kendine çekti. Ben daha ne olduğunu anlamadan Melih'e dönüp
"Hadi siz biraz hasret giderin, biz sergiyi gezeceğiz," dedi.
Sabır çekerek onunla beraber yürümeye başlarken Şirin'e ters bir bakış
attım. Yavrum herkes sizin gibi mutlu bir çift olamıyor farkındaysan, güzel
küçük anları böyle bölmen doğru bir şey mi? Bu soruyu tamamen zihnimin kapalı
sınırları içinde tutsam da dizlerimin titrediğini fark eden Şirin elbette bunu
fark etmişti.
"Hiç öyle en sevdiğin yemeğini önünden çekip almışım gibi
bakma," diye hızlı bir giriş yaptı. Görünüşünün aksine oldukça dişliydi şu
anda. Mavi gözleri yakaladığı şey yüzünden sinsice parlamaya başlamıştı. Biraz
sonra ellerini haince birbirine sürteceğini düşünüyordum. "Sen zaten
tabağı ellerinin arasından düşürecek gibi duruyordun."
İnsanların önünde yığılmadığı bir tablonun önünde durakladığında kolumu
bırakmadı. Ona kaçıp gitmeyeceğimi ve beni küçük çocuğunu zapt etmeye çalışan
anneler gibi tutmamasını söyleyecektim. Fakat buna fırsat tanımadı. Sesini
yalnızca benim duya bileceğim bir tonda tutarak bir çırpıda döküldü. "O
bakışma neydi öyle? Aranızda girdiğimde kendimi trafoya giren kedi gibi
hissettim. Siz birbirinize resmen âşıksınız! Beden diliniz sizi o kadar ele
veriyor ki farkında bile değilsiniz. Ama bir engel var değil mi? Ne o? Çabuk
söyle."
Bir an için görüntü kaybolup Kuzey'in karşısına geçip her şeyi çözdüğüm
o ana ışınlanmıştım sanki. Karşımda benim gibi birini görmek afallatmıştı beni.
Gözlerimi birkaç saniye kadar kırpıştırmama izin vermişti Allah'tan. Bu süre
zarfında onun yerine de nefes aldım. Şirin'i kaç dakikadır tanıdığımı, beni
çözmüş olmasını ve fazlaca abartmasını umursamadım. İçimde tutmaktan divaneye
döneceğimi düşündüğüm ne varsa tıpkı onun az önce yaptığı gibi bir çırpıda
söylemek istedim.
"Söylediğin şeylerin arasından emin olduğum yalnızca iki şey var.
Birincisi Kuzey'e kavuşamazsam ölecekmişim gibi hissettiren bir yoğunlukta âşık
oldum. İkincisi de bunu doya doya söylemem imkânsız, çünkü düşündüğün gibi
arada bir engel var. Kulağa nasıl geliyor bilmiyorum ama o nişanlı ve
nişanlısına da âşık değil. Yine de bu aramızda bir şeyler olabileceği anlamına
gelmiyor. Çünkü Yiğit Kuzey Erarslan'ın iyilik meleğinden başka bir şey
değilim. Belki o bunu öyle bile tanımlamazdı, bilemiyorum." Yarım bir tebessümle
omzumu silktim. "Anlayacağın mutlu sonla bitecek bir hikâyeye sahip
değilim."
İçtenlikle kolumun üzerindeki elini oynatıp omzuma kadar okşadı. Başını
iki yana sallarken söylediklerimden etkilendiği ortadaydı. "Bunlar üzücü
detaylar sahiden," derken sesi de duyguluydu. Ana kendimi kaptırarak
etrafa Yeşilçam yıldızına benzer hüzün dolu bakışlar atacakken etimin
çimdirildiğini hissettim. Acıyla inledim aniden. Şirin beni umursamadan küçük
parmağını burnumun dibinde sallıyordu. "Yine de onun sana âşık olduğu
gerçeğini fark edemeyecek kadar salak olamazsın. En azından hoşlandığını görmen
gerekiyor! Adam sana üç saniye içerisinde gözleriyle bir dörtlük yazdı."
"Kuzey mi?" dedim gözlerimi abartıyla kısarak. "O
anlamaz şiirden."
Burnunu yeniden kırıştırırken küçümseyen bir bakış fırlattı bana.
"Oraya döndüğümüzde de böyle devam edersen elbisene bile isteye vişne suyu
dökerim." Durakladığında bizden tarafa bakan birisine tatlı bir gülücük
gönderdi. Başımı hafifçe çevirdiğimde Melih Cevdet'i Şirin'i izlerken gördüm.
Bütün organlarıma saplayın kesici aletlerinizi, hiç durmayın.
"Ne diyordum?" diye kısacık bir düşündükten sonra ekledi
Şirin. "Şimdi onların yanına gideceğiz ve sen adama kur yapacaksın."
Buradaki en ağır tablo hangisiydi acaba? Birisi zahmet olmazsa kafama
geçirseydi de bayılıp kalsaydım bir müddet şu köşede.
"Bak," dedim. "Şu desteğin benim için çok mühim ama bu
gece kur falan olmaz. Bu geceyi harika geçirmemiz gerekiyor çünkü Kuzey'in
nişanını sonlandırabilmesi falan hep bunlara bağlı. O yüzden şimdi onların
yanına gideceğiz, sen muhtemelen sevgiline bakıp kafandan kalpçikler falan
çıkaracaksın, ben de Kuzey'in yanında durup ona destek olacağım. Çünkü asıl
yapmam gereken bu."
Bir iki saniye söylediklerimden hoşnut olmadığını apaçık belli ederek
beni süzdü. Bir an itiraz edeceğini sansam da isteksizce başını salladığında
içim rahatladı. "Bu gecelik affediyorum," dedi. Sonra suratındaki ifadeyi
ışık hızıyla değiştirip "Yine de bu gece bir aşk itirafı falan sakın
şaşırma." İki eliyle beni gösterip elbiseme bakarken iç çekti.
"Muhteşem görünüyorsun ve bunu görmeyen erkek kördür. Ya da Melih'tir. O
da göremez çünkü aksi takdirde gerçekten kör olabilir."
Kuzey'den duyamadığım iltifatı Şirin'den duymak az da olsa keyfimi
yerine getirdi. Dünyanın en iyi tanışma/kaynaşma olayını yaşamasak da bir bağ
kurmuştuk, bunu hissedebiliyordum. E boşuna dememişler hoca hocayı tekkede,
hacı hacıyı Mekke'de, deli deliyi dakkada tanırmış diye.
Tekrar Kuzey ve Melih'in yanına döndüğümüzde Şirin elbiseme vişne suyu
dökmese de pek boş durmamıştı açıkçası. Bir kere beni Kuzey'e doğru itmiş, bir
kere Kuzey'in gözlerinin içine misafirlikte çocuklarını ev sahibine teşekkür
etmeye zorlanan anneler gibi bakarak 'Nisan ne kadar güzel bir kız, değil mi?'
demiş, bir kere de güya Melih'in kulağına ne kadar yakıştığımızı fısıldamıştı
ama bunu Kuzey de ben de duymuştuk.
Kendim gibi birini bulmam güzeldi. Ama bir o kadar da sinir bozucuydu.
Bunca zamandır neden bir arkadaşım olmadığını baya net bir şekilde anlıyordum o
an.
Neyse ki sergi düşündüğümüzden de iyi gitti. Şeref Bey Kuzey'i
gerçekten sevmiş gibiydi ve ben de adamın gözüne batmadan geceyi bitirmeyi
başarmıştım. Ayrıca oradan ayrılmadan evvel Şirin numaramı almıştı ve bir ay
içinde Kuzey'i tavlayamazsam işe kendisinin el atacağını söylemişti. Gerek
kalmamasını umuyordum ama kader kısmet tabi...
Sergiden çıktığımızda Kuzey bana dönüp "Biraz yürüyelim mi?"
diye sordu. Hava ılıktı. Yıldızlı bir yaz akşamıydı ve sevdiğim adam yürüyelim
mi diye soruyordu. Hayır demek o an bir seçenek değildi.
"Olur," dedim ben de ve yürümeye başladık.
Kuzey'le yalnızca yan yana yürüyor olmak bile öyle nefes kesiciydi ki
diğer tüm ayrıntılar anlamını yitiriyordu. Hayli vakittir topukluların üzerinde
durmam, makyajın saat ilerledikçe rahatsız etmesi, hayatımızdaki birçok pürüz
önemsizdi. En azından o an için öyle düşünüyordum. Benim için önemi olan şeyler
hep Kuzey'le doğrudan alakası olan ayrıntılardı. Mesela yürürken ara sıra
kolunun koluma temas etmesi, hafif ve ılık esen rüzgârın kokusunu burnuma kadar
getirmesi, yandan baktığımda mükemmelliğinden bir şey kaybetmeyen yüzü...
Bunlar bana rahat bir pijama giyip ayaklarımı uzatmışım gibi hissettiriyordu.
Öylesine huzura ermişim adeta.
Yeşil renginin gittikçe kendini ön plana attığı bir alanda yürümeye
devam ettik. Ben saatler boyunca -yani topuklular yüzünden yığılıp kalana
kadar- onunla böyle yan yana yürüyebileceğimi düşünürken koluma hafifçe temas
ettiğini hissettim. Parmak uçları değdi ve çabucak oradan kayboldu.
"Oturalım mı?"
"Oturalım." diye onayladım onu. Benden önce hareket edip
çimlere doğru hareket ettiğinde Kuzey'i seyrettiğim. Üzerindeki ceketten
kurtulup bir kenara bıraktı ve hiç beklemeden bakmalara doyulmayacak cüssesiyle
çimlerin üzerine oturdu. Hâlâ ona bakmayı sürdürdüğümü fark ettiğinde aklımı
başımdan alan yan gülüşüyle elini uzattı.
Elini bana uzatıp yanına çağırarak çalgılı çengili mevzuların döndüğü
kalbime ne vadettiğini farkında mıydı acaba? Sanmıyordum.
"Gelecek misin Nisan?" dedi oyunbaz bir sesle. Kendine gel
yakışıklı, tehlikeli sular bunlar. "Tabii ki," derken abartılı bir
cıvıldamayla karşılık vermiştim. Daha fazla kendimi ağzı açık ayran delisi
konumuna düşürmeden elini tutarak yanına oturdum. Sanki elimi ateşe değdirmişim
gibi saniyeler içerisinde çektim tekrar.
Kuzey'in yüzüne bakıp hayranlığımı belli edecek hareketlerde bulunmamak
için bakışlarımı etrafımda dolaştırdım. İleride yan yana iki salıncak
duruyordu. İçimdeki uslanmaz çocuk buna bayıldığını haykırıyordu. Onu bir
köşeye sindirirken Kuzey "Temiz hava daha iyi hissettirdi mi?" diye
sordu.
Başımı ona çevirip kaşlarımı kaldırarak baktım. "Niçin?"
"Bugün her zamankinin aksine biraz gergin gibiydin. Ben de
burasının sana daha iyi hissettireceğini düşündüm." Başını omzuna
düşürerek bana dikkatli gözlerle bakarsan pek de iyi hissedemem Kuzey.
"Sergiler," diye zayıf bir mazerete tutundum. "Benim pek
de kendimi rahat hissettiğim yerler değil. Yani değilmiş." Son cümlemden
sonra gülümseyerek omuzlarımı silktim.
O da gülüşüme katılırken temiz havayı bahane ederek derin bir nefes
almıştım. "Güzel," Güzel senin gamzendir. "Şu sapık mevzusuna bu
kadar karıştığım için böyle değilsin o zaman?"
"Hayır," diye itiraf ederken başımı iki yana sallamayı ihmal
etmedim.
Dişlerini alt dudağına bastırıp sabırsızca kıpırdandı. Bu halini görmek
içimde bir yerleri de kıpırdatıyordu. "Bak ben sadece buna engel
olamıyorum. Söz konusu senken kayıtsız kalmak dünyanın en zor şeyi haline
geliyor."
Bana bunu neden yapıyordu? Yan yana getirdiği kelimelerin üzerimdeki
etkisini sahiden farkında değil miydi? Bu kadar güzel, bu kadar yeşil, bu kadar
can alıcı bakmasını ona kim söylüyordu? Benimki de candı en nihayetinde.
İnsanın âşık olduğu adam burnunun dibinde böyle yürek hoplatan şeyler söylerken
eli kolu bağlı durması kolay mıydı? Hayır, Şirin'in söylediklerini aklıma
getirmemem gerekirdi. Kuzey'in bakışlarından mısralar dökülmezdi. Belki bir gün
birisine öyle âşık olurdu ki şairane bir adama dönüşürdü. Tamam, düşününce
komik geliyordu. Aslında trajikomik geliyor desem daha doğruydu. Sonuçta Kuzey
aynı anda birilerinin yüzünü güldürürken beni derin bir yasa gömebilirdi bu
davranışıyla.
Dudaklarımı aralayıp muzipliğimin arkasına saklanarak bir şeyler
söylemek istiyordum. Tam bunun için harekete geçecektim ki Kuzey'in dokunuşunu
hemen elmacık kemiğimin üzerinde hissettim. İçimde bir at koşturmaya başladı
aynı anda. İç kulvarda kendini gösteren beyaz yeleli at sel gibi geliyor!
"Kirpiğin," dedi karizmatik sesiyle. "Düşmüş."
Elini çekti ama gözlerini çekmedi. Bakışları beni içine alan, içinde
kaybeden, yok eden bir orman gibiydi. Kayboluşumu sevdiriyordu bana. Yok
oluşumu. İçimi alıp evrene saçıyordu, beni bende bırakmıyordu ve aynı anda hem
her yanımı koyu bir yas bağlarken hem yüreğime bahar geliyordu.
Daha önce hissettiğim herhangi bir şey gibi değildi bu. Evet, Doğu'yu
da sevmiştim ama böyle değil. Böyle kendimi onda kaybedercesine, gülümsediğinde
binlerce defa dağılıp toparlanırcasına değil. Karşılaştırmak bile saçma
geliyordu. Kimse bana Kuzey'in baktığı kadar güzel bakmamıştı. Bakamazdı.
Bakışlarımızın birbirini sıkıca kavrayan iki el gibi kenetlendiği o an...
O an birden yağmur başladı. Aslında ben ilk başta yağmur başladı
sandım. Ama sular gökten değil saçma sapan bir sürü açıdan geliyordu ve bir
bakışmayı şak diye bölen bu şeyin ne olduğunu anlamam birkaç saniye sürdü.
"Fıskiyeler," diye mırıldanırken, sular üstümüze saçılırken
farkında olmadan Kuzey'in göğsüne sığındığımı fark ettim. Kokusunu en son bir
mutfakta kilitli kaldığımızda bu kadar yakından solumuştum ve kalbim o an
yerinden çıkacak gibiydi.
Islanmamızı çok da umursuyorm uş gibi değildi. Başım göğsüne düştüğünde
o da koluyla beni belimden kavradı. Gecenin başından beri çılgınca istediğim
şey gerçekleşmişti. Şu bahsi geçen at iyice coşup içimde acayip sesler
çıkarmaya başladı. Burnumu onun boynuna yaklaştırmak ve bu tarif edemediğim
kokuyu biraz daha solumak istiyordum. Tam olarak kaynağından... "Orman
kokuyorsun," dedim mırıltı gibi. Bunu nasıl sesli söylemiştim bilmiyorum.
Duymamasını temenni ediyordum.
Belimi daha sıkı kavradığında boğazım kupkuru oldu. "Çiçek
kokuyorsun." diye tamamladı aradaki boşluğu. Biri bana nasıl nefes
alındığını hatırlatsın. Fenalaştım. Kuzey içimdeki hengameden bihaber çenemden
tutup sular içinde kalmamıza aldırmadan bakışlarımızı buluşturdu. Sanki
nefessiz kalmış gibi, sanki onun içinde de benimkine benzer bir karmaşa varmış
bakarken usulca "Çok güzelsin," diye fısıldadı.
Gecenin başından beri duymayı beklediğim söz.
Kalbim durdu. Ağlıyor muydum yoksa yanaklarımdaki ıslaklık tamamen
fıskiyelerin eseri miydi bilmiyordum. Tek bildiğim söylenen tek bir cümlenin
beni bin parçaya böldüğüydü. Şimdi bin parça Nisan vardı hepsi Kuzey'e çok
âşıktı. "Kuzey..." diye mırıldandım belli belirsiz. Ben konuşamasam
bile eminim ki yüzümün her bir santimi çaresizlikle ona olan aşkımı itiraf
ediyordu. Orada, kollarının arasında sırılsıklamken, kalbim o güne dek duyduğum
en güzel şeyin etkisiyle sinekkuşu gibi kanat çırparken aksi mümkün değildi
bunun.
"Çok güzelsin," diye tekrarladı Kuzey. Darmaduman olduğumdan
emin olmak istiyordu herhalde. "O kadar güzelsin ki gözlerimi senden
ayıramıyorum. Sen orada durduğunda, benimle konuştuğunda, bana baktığında, bana
sarıldığında, elimi tuttuğunda bir yokuştan sana doğru yuvarlanıyorum."
Bu cümleleri duyduktan sonra yanaklarımdaki ıslaklığın kendi
gözyaşlarım olduğuna emindim. Artık etrafımızdaki evren silinmişti. Yalnızca
Kuzey ve ben vardık. Fıskiyeler bile yoktu. Üstümüze yağan su değil de sanki
yıldız tozuydu.
"Biliyorum, kilitli kaldığımızda olanları konuşmayacağız dedik.
Belki... Belki sen hiç de benim gibi hissetmiyorsun ve belki hissediyorsan bile
bu çok yanlış ama ben daha fazla gözlerimi kaçıramıyorum. Daha fazla seni
görmüyormuş gibi yapamıyorum. Pembe elbisenle erkekler tuvaletindeki o kabinden
çıktığın andan beri tek istediğim şey sana bir kere daha bakabilmek."
Sözleri bir şehri aniden basan sel gibi durdurulması imkânsız bir
şekilde tüm kalelerimi yıkarak ilerliyordu. Şehrim bir enkaza dönse bile onu
durdurmak istemiyordum zaten. Sadece ikimizin kaldığı şu yerde, üzerimize yağan
yıldız tozunun altında sonsuza kadar konuşsun istiyordum. Öyle güzel şeyler
söylüyordu ki kalbimde yıllardır mesken tutmuş tüm yaralar birer birer yok
oluyordu.
"İlk bakışta aşk değil bu. Seni gördüm ve âşık oldum diyemem. Ama
seni gördüm ve seni tekrar tekrar görmek istedim diyebilirim. Seni gördükçe
sana tutuldum. Sen konuştukça, gözlerini kırptıkça. Sadece orada öylece
durdukça. Her şey zamanla oldu ve şu an dünyanın en perişan adamıyım. Artık
seni görmüyormuşum gibi yapamam. Denedim. Bütün gece. Ama yemin ederim
gözlerimi nereye çevirsem sen vardın. Ya da gözlerim senin olmadığın bir yere
bakmayı reddediyorlardı. Bilmiyorum."
Tek eliyle yüzümü kavradı. Gözlerimiz birbirinden ayrılmazken şimdi
aramızda tek nefeslik mesafe vardı. "Seni seviyorum," diye fısıldadı.
"Ama seni seviyorum diye beni bırakmandan korkuyorum."
Düşündüğü şeyi anladığımda kalbim öyle çok acıdı ki. Onu bırakıp
gidebilirim sanıyordu. Bir koala gibi ona sarılıp gittiği her yerde hayaleti
olmak istediğimden hiç haberi yoktu.
Bir anda içim delicesine bir coşkuyla doldu. Ona anlatmak istedim. Her
şeyi. Onu nasıl yavaş yavaş fark ettiğimi, büyüsüne nasıl yavaş yavaş kapılıp
zamanla esiri olduğumu, kalbimin her an onun adıyla çarptığını, artık meselenin
Şeref Meselesi değil Sevda Meselesi olduğunu, onu yüreğime sonsuza dek
süreceğini bildiğim bir aşkla dokuduğumu... Hepsini tek tek söylemek istedim.
Ama bütün kelimeleri kaybetmiştim. Ruhum ona doğru akıp giderken
kelimeler teker teker boşluğa dökülüp yok olmuşlardı.
Yine de anlatmak zorunda olduğumu biliyordum. Nereden geldiğini hiç
anlamadığım bir cesaretle aramızdaki tek nefeslik mesafeyi içime çektim.
Dudaklarım Kuzey'in dudaklarına kondu. Tek bir öpücük. Ben de seni seviyorum.
Geri çekilmeye yeltendiğimde bu sefer arada açılan mesafeyi yok eden
Kuzey oldu. İlkinden daha tatlı bir öpücükle karşılık verdi bana. Sonra
dudakları burnumun ucuna dokundu hafifçe. Oradan alnıma. Saçlarımın arasında
bir öpücüğün şefkatini hissettikten sonra kendimi tekrar Kuzey'in göğsüne
yaslanmış halde buldum.
Beynimin içi hala uğulduyordu ama nihayet bir fısıltıdan ibaret olsa da
"Ben de seni seviyorum," diyebildim.
Kuzey'in kahkahası göğsünü titrettiğinde bunu hissettim. "Evet,
anladım. Öpücük güzel bir ipucuydu."
Orada bir saat daha öyle durduk. Fıskiyeler bir saat daha üstümüze
yıldız tozu yağdırdı. Konuşmadık. Anın büyüsünü bozacak hiçbir şey yapmadık.
Yalnızca orada durup sırılsıklam âşık olduk.
21.bölüm
Delicesine beklediğiniz bir aşk itirafının hayatınızı güzelleştirip
kolaylaştıracağını düşünürsünüz. Her şeyi çözeceğini. Artık tamamen mutlu
olacağınızı. Hayatın bayram olacağını. İnsanların el ele tutuşacağını. Değil
mi?
Eh, evet diyenler çok yanılıyor.
Çünkü benim hayatımın tam olarak kördüğüm oluşu ile aşk itirafını
alışım aynı saniyeye denk geldi. İstediğime kavuşmamla içinden çıkılmaz
sıkıntılara balıklama dalmam bir oldu.
Mutlu olmadığımı söylemiyorum asla. Yanlış olmasın. Kuzey'in
dudaklarından o güzel sözcüklerin döküldüğü andan itibaren dünyanın en mutlu ve
en şanslı kızı bendim. Kalbim hissettiğim güzel şeylerle adeta patlayacak
gibiydi o zamandan beri. İçim içime sığmıyordu. İçim benden çok Kuzey'le ve
onun sevgisiyle doluydu. Aldığım nefesten bile daha çok tat alıyordum. Suyu
bile zevkle, tadına vararak içiyordum. Yani tam manasıyla mutluluk sarhoşuydum.
Fakat...
Evet, buraya kocaman bir fakat geliyordu işte.
Fakat her şey pamuk ipliğine bağlı gibiydi. En azından ben öyle
hissediyordum.
Fıskiyelerin yağdırdığı yıldız tozuyla bir saat ıslandıktan sonra Kuzey
beni ablamlara bırakmıştı. Eh, ablam beni kapısında sırılsıklam ve otuz iki diş
sırıtırken bulunca olayı çözmesi pek zamanını almadı tabii. Ve ben mutluluktan
bütün beyin hücrelerimi "stand-by" moduna aldığım için olan biten her
şeyi ablama birer birer anlattım.
"Nisan sen çıldırdın mı?" Bu onun verdiği ilk tepkiydi.
Sonrasında şu şekilde devam ederek bir kilo limonu keyfimin üstüne afiyetle
sıkmıştı. "Adam hem patronun, hem nişanlı bu da yetmezmiş gibi babası
tarafından büyük baskı altında. Sana gelirsek sen hem büyük bir kalp
kırıklığını yeni atlattın, hem bu adamın çalışanısın hem de kocaman bir
gerizekalısın. Nasıl böyle bir şey yaparsın?"
Bastırmak istediğim bütün düşünceler ablamın sözleriyle zihnime hücum
ederken "Nasıl mı âşık olurum?" diye sordum. "Bilmiyorum. Sen
nasıl âşık olduğunu biliyor musun? Hem Arın eniştem de senin patronun."
"Ama Arın nişanlı değildi," diyerek itiraz etti.
Kaşlarımı çatarak yutkundum. "Evet, fakat sizin de kendi
zorluklarınız vardı. Sen de Akın'la onun arkasından işler çeviriyordun!"
"Ve bunun sonucunda olanlar beni mahvetmişti! Ne kadar üzüldüğümü
hatırlamıyor musun Nisan? Öyle bir acı çekmendense seni Trabzon'a geri
yollamayı tercih ederim."
Ablamın beni zerre kadar anlamadığını düşünerek bir hışımla odama
gitmiş ve mutluluğumu bu şekilde gölgelediği için kendisinden bir süre nefret
etmiştim. Ertesi sabaha kadar yani. Gece uyumadan önce Kuzey'in söylediklerini
yaklaşık beş bin defa hatırlayarak -her kelimesini, her mimiğini, her bakışını-
kafamdaki bütün olumsuzlukları bir sandığa kilitlemeyi başarmıştım. Ve sabah
uyandığımda ablam benden özür dileyerek anlayışsız davrandığını kabul etmişti.
Ama içimden bir ses bunu yapmaya Arın eniştem tarafından zorlandığını
söylüyordu. Çünkü kurduğu cümle aynen şu şekildeydi;
"Dün gece söylediklerim anlık öfkeyle ağzımdan çıkanlardı. Daha
ılımlı yaklaşmalıydım. Ve sen de saçma sapan insanlara âşık olmayı acilen
bırakmalısın."
Bir özrü kamu spotuna çevirmeyi de ancak Mayıs Ekiz, pardon Mayıs
Arıkan becerebilirdi zaten.
En azından bir adım attı diyerek tartışmayı uzatmamış ve konuyu
değiştirmiştim. Ama o tuhaf renkli gözlerindeki tehlikeli bakış onu bu
meseleden çok da uzak tutamayacağımı söylüyordu.
Telefonumu elime alıp Kuzey'den mesaj geldiğini görünce ablamı unutmam
yaklaşık bir saniye sürmüştü. Yastığına sarılmış uyku sersemi bir fotoğrafını
göndererek "Günaydın," yazmıştı bana. Ben cevap vermediğim için de
-ablamla uğraşmaktan ancak görebiliyordum-on dakika sonra "Dün gece rüya
değildi, değil mi?" eklemişti.
Bana yolladığı fotoğrafı piksel piksel inceleyip her pikseline âşık
olmadan önce cevap yazmayı ihmal etmedim.
"Günaydın patron. Ne dün gecesi?"
Hemen ardından adamın kalbine inmemesi için dil çıkarttığım sevimli bir
fotoğrafımı gönderdim. Tabi ki cevap gecikmedi.
"Beni unutsan bile sırılsıklam oluşunu unutamazsın. Sızlayan
kemiklerim bana unutturmuyor mesela."
Ya ben seni nasıl unutabilirim salak mısın diye yazmak istesem de
kendimi sakin olmaya zorlayarak ikinci cümleye odaklandım. Evet, dün gece fena
üşümüştük ikimiz de. Fıskiyelerin altında oturmak romantikti ama eve dönerken
yediğimiz rüzgâr ki Kuzey ceketini bana vermişti, tir tir titrememize sebep
olmuştu. O yüzden Kuzey'in kemiklerinin sızlaması normaldi. Peki, benim
yüreğime ne oluyordu? O neden sızlıyordu? Âşık olurken bana kimse böyle
şeylerden bahsetmemişti...
"Sakın hasta olayım deme!"
Mesajım o kadar saçmaydı ki cevap gelene kadar düz duvara bakıp
Kuzey'in beni terk edip etmeyeceğini sorguladım. Neyse ki etmedi.
"Bir çorba yapanım olsa olmam belki."
Dolabıma -daha doğrusu ablamın dolabına- koşmam için bu kadarı
yeterliydi işte. Hatta bir an pijamalarımla gitmeyi düşündüm ama daha ilk
günden adamı kendimden soğutmam gereksiz bir hareket olurdu. Bu yüzden ablamın
kot pantolonlarından ve tişörtlerinden basit bir kombin yapıp dağınık saçlarımı
taradıktan sonra kendimi evden dışarı attım. Makyaj niyetine sadece rimel ve
parlatıcı sürmüştüm çünkü Kuzey'i bir an önce görmezsem ölebilirdim.
Geçen akşam onda kaldığım için adresini çat pat hatırlıyordum. Bulmakta
biraz zorlansam da sonunda başardığımda aradan yalnızca kırk beş dakika
geçmişti ve elimde alışveriş poşetleriyle Kuzey'in kapısındaydım.
Zile bastığımda nefesimi tuttum. Ne zaman sırıtmaya başladığımı bile
hatırlamıyordum. Hani küçükken izlediğimiz çizgi filmlerde gözlerinden kalpler
fışkıran karakter gözlerini kapatıp arkasını dönünce kalp atışı poposunda belli
olurdu ya, heh, işte kendimi tam olarak öyle hissediyordum.
Kuzey'in adım sesleri yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı ve kalpı hiç
duraksamadan açıldı. Ona geleceğimi söylemediğim için beni karşısında
gördüğünde gözlerinde beliren şaşkınlık muhteşemdi. Sırıtışım iki katına
çıkmıştı ve yanak kaslarım felç olmuş olabilirdi.
"Nisan!" dedi neşeyle.
"Çorba yapmaya geldim," derken onun şaşkınlığını atıp beni
içeri davet etmesini beklemeden ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdim.
"Patronumun hasta olmasına izin verirsem nasıl bir asistan olurum?"
Elimdeki poşetleri yere bıraktığımda beni kendine çekip sıkıca sarıldı.
O kadar uzundu ki bana sarılması için epey eğilmesi gerekiyordu. Ve bu ekstra
çabası için onun takdir etmeliydim. Bu yüzden yanağına küçük bir öpücük
kondurmuş olabilirim.
Uyanalı bir saatten fazla olmasına rağmen hala o dağınık, uykulu
görüntüye sahipti. Saçları karmakarışık, yüzünde o tatlı kızarıklık,
gözlerindeki mahmurluk... Bir de şaşkınlığı eklenince bu görüntüye iç çekerek
ona bakmaktan fazlası gelmiyordu elimden. O kadar başkaydı ki... Ona bakarken
kendimi unutuyordum.
"Hoş geldin," derken uzaklaşmama izin vermeden beni bir kere
daha kendisine çekti. "Mesajımın bu kadar etkili olacağını
düşünmemiştim."
Parmak uçlarımda yükselip kollarımı onun boynuna dolarken sırıttım.
"Ne o? Pişman mısın?"
"Deli misin? Az kaldı mutluluktan havalara uçacağım,"
demesiyle birlikte beni yukarı doğru çekmesi ve hızla döndürmesi bir oldu.
"İşte böyle!"
Dudaklarımdan küçük bir çığlık koparken can havliyle onun boynuna daha
sıkı sarıldım. Ayaklarım yere değmiyordu ve dünya etrafımda dönerken Kuzey'in
gülen gözlerine bakıyordum. İşin ilginç yanı bu yapması için beni kaldırıp
döndürmesine bile gerek yoktu, yalnızca bana gülümsediğinde ben bu hale
geliyordum zaten.
Ayaklarım tekrar yere basarken sahte bir öfkeyle Kuzey'in koluna
vurdum. "Hani sen hastaydın?"
"Hastaydım," diye inledi. "Hala hastayım."
Gerçeklikten çok uzak bir biçimde abartılı bir şekilde öksürdü. Sonra sanki
kendi bedenini daha fazla taşıyamıyormuş gibi kendisini yarıya üstüme bıraktı.
Burnunun boynuma değdiğini hissettiğimde istemeden nefesi tuttum.
"Çok hastayım hem de. Benimle ilgilenmek zorundasın," derken
kelimeleri tenime çarpıyordu. Kollarımın arasında -ki aslında şu an fark
ediyordum, kollarımın arasına sığmayacak kadar kocamandı- öylece sığışmaya
çalışırken içimden onu sımsıkı sarmak ve kendimden hiç ayırmamak geliyordu. Ama
içimden gelen neyi yapabilmiştim ki bugüne kadar...
"Tamam, tamam ağlama," derken yanağımı başına yaslayıp
sırtını sıvazladım. "Şimdi sana çorba yapacağım ve ya iyileşeceksin ya da
zehirleneceksin. Her türlü acına son vereceğim."
Kıkırtısı kulaklarıma dolarken dudaklarının hafifçe boynuma değdiğini
hissettim. Ardından kollarımın arasından sıyrılıp doğruldu. "Senin elinden
zehir olsa içerim."
"Yapma öyle saçma işler," dedim. Sonra elini tutup
çekiştirerek odasına götürdüm. Odası dağınıktı. Ama insanı yoran, göze çirkin
görünen bir dağınıklıktan ziyade orada birilerinin yaşadığını gösteren samimi
bir şeydi bu. Zorla yatağına yatırıp yorganı çenesine kadar örttüm. Ardından
yanağına bir öpücük kondurup mutfağa geçtim.
Ben ki prensesler gibiydim baba evinde, ben ki ablamla yaşarken soframı
bile toplamazdım, ben ki annem terlik fırlatmadan iki kap yemek yapmazdım...
Şimdi zevkle mutfağa giriyor, aldıklarımı zevkle yerlerine yerleştiriyor,
kullanacağım malzemeleri şarkı söyleyerek hazırlıyordum. Kadın anam görse
gözleri yaşarırdı. Hatta tutamazdı kendini ağlardı.
Ama birini sevdiğinizde böyle oluyordu işte. Sevmediğiniz şeyleri bile
hevesle yaparken buluyordunuz kendinizi. Hayatta aklınıza gelmeyecek şeyler
için heyecanlanıp kendinizden geçiyordunuz. Ben şimdi Kuzey'in mutfağındaydım.
Bunun düşüncesi bile beni öyle mutlu ediyordu ki ocakla buzdolabı arasında
gidip gelirken dans etmeden duramıyordum. Kuzey'in mutfağında ona çorba
yapıyordum. Bundan daha güzel ne olabilirdi?
Hastalandığımızda annemin bize yaptığı sebze çorbasını yapmaya
koyuldum. Sebzeler güzelce yıkandı, doğrandı. Tencereye biraz sıvı yağ döküp
ince ince doğradığım soğanları kavurdum. Ardından sırayla doğradığım sebzeleri
ekledim ve birkaç dakika daha kavrulmalarına izin verdim. Yeterince
kavrulduktan sonra biraz un ekl eyerek karıştırdım. En sonunda ısıttığım suyu
döküp tuzunu ekledim ve ocağın altını biraz kısarak çorbayı pişmeye bıraktım.
Sebzeler iyice yumuşayana kadar boş boş oturmayayım diye mutfağı
topladım ve Kuzey'in mutfak çekmecelerinde blender arayışına girdim. Açıkçası
pek umudum yoktu bu konuda ama çekmecelerden birinde epey arkalarda bulunca
epey sevindim.
Nihayet çorba pişti, sebzeleri tane tane görmeyi sevmediğim için
blenderdan geçirdim ve bir kâseye doldurup üzerine biraz maydanoz kıydım. İşte
aşkla yapılmış bir kase sebze çorbası hazırdı.
Elimde tepsiyle tekrar Kuzey'in odasına girdiğimde onu uyuklarken
buldum. Gerçekten hastaydı ya da hasta olma yolundaydı sanırım. İçimin bir kere
daha sızladığını hissettim. Elimde olsa onun bütün ağrısını sızısını ben
çekerdim. Ve gittikçe dramatik bir aşığa dönüşmek beni cidden çok korkutuyordu.
"Çorba hazır!" diye neşeli bir sesle şakırken yanına
yaklaştım. Benim geldiğimi görünce doğrularak oturur pozisyona geldi ve
arkasına yaslandı.
"Ne çorbası bu?" diye sordu başını ileri uzatıp kâsenin
içindekini görmeye çalışırken.
Gururlu bir ifadeyle "Sebze çorbası," dediğimde ise güzel
yüzünü buruşturarak kafasını diğer tarafa çevirdi.
"Sebze çorbası mı?" dedi memnuniyetsiz bir sesle.
Kâseyi kafasına geçirmemiş oluşumdan bir kere daha anladım ki ona
gerçekten âşıktım. Aksi takdirde çorbada boğulabilirdi. Tarafımdan. Evet,
tarafımdan.
"Hani elimden zehir olsa içerdin?"
Kafasını tekrar bana çevirip yavru köpek bakışlarıyla gözlerini
gözlerime sabitledi. "Zehir içirsen daha insaflı olurdun."
Yüzümü hayal kırıklığı dolu bir ifade bir saniye içinde kuşatıverdi.
"Benden çorba istemiştin," derken sesim titredi. Gözlerimi birkaç
defa kırpıştırıp kırgınca iç çektiğimde Kuzey gerçekten kırıldığımı düşünerek
ileri atıldı ve elimdeki tepsiyi kucağına çekip hiç duraklamadan çorbayı
kaşıklamaya başladı. Ben ne olduğunu anlamadan beş kaşık çorbayı içmişti bile.
Gülmeye başladığımda dahi duraklamadan hızlı hızlı içmeye, ara vermediği
kaşıklamalarından fırsat bulduğu minik anlarda ise "Harika olmuş. Tek kelimeyle
muhteşem. Yediğim en güzel şey," falan demeye devam ediyordu.
Kahkahalarımın arasında durdurmak için ona uzandığımda kâseyi tek
avucuyla kavrayarak benden uzaklaştırdı ve bütün çorbayı bitirene kadar
durmadı. Bir iki defa uzanıp onu durdurmaya çalışsam da en sonunda pes etmiş ve
küçük kahkahalar eşliğinde onun bu tatlılığının keyfini sürmeye koyulmuştum.
Öyle tatlı, öyle sevimliydi ki içimdeki sevgi resmen köpürerek
kalbimden taşıyordu. Bardağa hızla dolan kolanın köpükleri gibi engel olunamaz
bir şekilde kabarıyordu. Kaseyi kavrayan uzun parmaklarından, kendisine bol
gelen beyaz tişörtüne, o tişörtün düşen yakasından görünen köprücük kemiğine,
çorbasını adeta ağzına tıkıştırırken bana muhteşem bir sevimlilikle bakan koyu
yeşil gözlerine, darmadağınık ve adeta parmaklarım için yaratılmış o gür
saçlarına her baktığımda ona en az bir milyon kez daha âşık oluyordum. Hele
elmacık kemikleri. Aklımı başımdan alıyordu. Dudakları, gülüşü... Gamzesinden
bahsetmiyorum bile, zira zayıf kalbim kaldırmaz.
"Tamam, tamam. Yeter artık boğulacaksın," diyerek son kez
uzandığımda boş kâseyi almama izin verdi.
"Muhteşemdi. Hayatımda içtiğim en güzel çorbaydı. Çorbaya âşık
oldum. O kadar âşık oldum ki sindirim sistemimi terk ettiğinde onun için yas
tutacağım."
Mutluluktan mı, aşktan mı, anın komikliğinden mi yoksa hepsinin bir
olup aynı saniyeye doluşmasından mı bilmiyorum şiddetli bir kahkahayla Kuzey'in
göğsüne yığılı verdim. Ben yüzümü onun göğsüne gömüp gülmeye devam ederken o
tepsiyi aramızdan çekip bana sarıldı ve saçlarımın arasına bir öpücük kondurdu.
"Ciddi diyorum. Gülme lütfen."
Kahkahalarım kıkırtılara dönüşüp azalırken başımı kaldırıp Kuzey'in
gözlerine baktım. Ona bu kadar yakın durduğuma inanamıyordum hala. Sanki
rüyaymış gibi geliyordu ama hiçbir rüya onun gözleri kadar güzel olamazdı.
Fena ılıklaştım farkındayım ama aşk insanı bu hale getiriyor
arkadaşlar. Gerçekten.
Ona dair bilmediğim onlarca şey olduğunu düşündüğümde bile deli gibi
heyecanlanıyordum. Her şeyini öğrenmek istiyordum; hayatındaki her minik
detayı. Neye güler, neye ağlar, ne zaman kızar, üzülünce ne yapar bilmek
istiyordum. Her an onu bir hayalet gibi takip edip bütün hareketlerini izlemek,
onu baştan sona öğrenmek ve öğrendiğim her bilgiyle ona bir kere daha âşık
olmak istiyordum. Kalbim bu istekle o kadar çok sızlıyordu ki kendime sürekli
bunlar için zamanımızın olduğunu söyleyip telkin vermem gerekiyordu.
Eh ama yine de bir yerden başlamalıydım tabi.
"En sevdiğin renk ne?" diye sordum aniden. Öğrenmek istediğim
ilk şey bu olmuştu. Herkes sevdiğinin en sevdiği rengi bilmeliydi sonuçta.
Bunu beklemediğinden olsa gerek bir an durakladı. Sonra hiç de
inandırıcı olmayan bir şekilde, neredeyse yarım ağızla "Siyah," dedi.
Neden yalan söylediğini veya böyle basit bir soruyu geçiştirmek
istediğini anlamamıştım. Tek kaşım ona inanmadığımı belli edercesine yukarı
doğru kavislenirken "Cidden mi?" diye sordum.
Yine bir an durakladıktan sonra yüzünü buruşturarak "Hayır,"
diye mırıldandı.
"Neymiş o zaman?"
"Gülmeyeceğine söz verirsen söylerim," derken yine gözlerinde
o yavru köpek bakışı vardı.
Yüzüme yayılan sırıtışı engelleyemeden "Kırmızı mı?" diye
sordum. Başını iki yana salladı.
Bakışlarım neşeyle ve sahte bir dehşet ifadesiyle irileşirken
"Yoksa pembe mi?" dedim. Aslında cırladım. Nedense pembeyi sevmesi
fikri beni çok eğlendirmişti.
Kuzey omuzlarını düşürerek tek solukta "Mor," dedi.
İlk başta şaşkınlıkla duraksadım. Ardından küçük bir kahkahayı daha
onun göğsüne yaslanmak için bahane olarak kullandığımda "Hani
gülmeyecektin?" diye çıkıştı bana.
Kıkırdamaya devam ederken göğsünden başımı hafifçe kaldırıp omuz
silktim. "Ben öyle bir şey söylemedim."
Gözlerini kısarak dargın bir bakış attı. "Ne var bunda bu kadar
gülecek? Bunu söylediğim herkes neden bu kadar garipsiyor? Bir adam moru
sevemez mi?"
"Elbette sevebilir," dedim hemen. "Sadece pek sık
duyulan bir cevap değil. Ama sevimli bulduğum için güldüm."
Kaşlarını öyle bir yukarı kaldırdı ki sözlerime kanmadığını üç
kilometre öteden anlayabilirdim. "Gerçekten," diye ısrar ettim.
"Moru sevmene bayılıyorum. Moru sevmen her nasılsa beni sana daha da
divane etti."
"Sakın bana bir şey alırken mor renk alma," diye uyardı beni.
Sonra yatağın yanındaki komodinin ilk çekmecesini açıp içinden bir avuç eşya
çıkardı. Mor bir telefon kabı, mor bir diş fırçası, mor bir tarak, mor bir uyku
bandı... Bunları bana gösterirken ekledi. "Rüzgâr bunu yeterince yapıyor
çünkü."
Tekrar dudaklarımdan bir kahkaha döküldü. Hayatımda en son ne zaman bu
kadar çok ve bu kadar içten güldüğümü hatırlamıyordum. "Bunlar
muhteşem!" derken Kuzey'in elinden kaptığım uyku bandını kafamdan geçirip
saç bandı olarak işlevselleştirdim.
"Ne demezsin," diyerek suratını düşüren sevgilimi neşelendirmek
için dudaklarımı büzüp "Yakıştı mı?" diye sorduğum sırada aramıza
giren telefon sesi dikkatimizi dağıttı. Çalan Kuzey'in telefonuydu.
Biraz önce uzandığı gibi komodine uzandı ve cep telefonunu aldı. Geri
çekilip kendini tekrar yatağa bırakana dek yakınlığının verdiği heyecanın
keyfini sürdüm. Fakat o ekrandaki isme bakıp kaşlarını hoşnutsuz bir biçimde
çattığında keyif kayboldu.
"Kim arıyor?" diye sordum merakıma yenik düşerek.
Derin ama sıkıntılı bir nefes alırken "Eda," diye mırıldandı.
Telefonu açıp açmamak konusunda kararsız gibi görünüyordu. "Akşam yemek
var ya."
Hüzün kalbime kara bir kış gibi soğuk, yıldırım gibi ani düşerken
sessizce kafamı salladım. Ardından yataktan inip Kuzey'in bir kenara koyduğu
tepsiyi aldım. Kâse hala elimdeydi. İkisini işaret edip "Ben bunları
mutfağa bırakayım," diye mırıldandıktan sonra odadan çıktım.
Kuzey'in yanındayken her şeyi unutmak öyle kolaydı ki. İki dakika önce
Eda'nın varlığını bile hatırlamıyordum. Ama gerçeklerin bizi olmadık yerlerde
çarpmak gibi bir huyu vardır. Bütün neşem, eğlencem, sevincim buz tutup donarak
soluk boruma sıkışmış gibi hissediyordum şimdi. Yutkunamıyor, nefes alamıyor ya
da hiçbir şey olmamış gibi devam edemiyordum.
Çorba kâsesini akıtıp bulaşık makinesine yerleştirirken Kuzey'in adım
seslerini duydum. Ben tepsiyi suyun altına tutmuş yıkıyorken içeri girdi. Hiç
duraklamadan bana yaklaşıp belime sarıldığında donan duygularımın tekrar ve
hızla çözüldüğünü hissettim. İşte böyle oluyordu; tek bir dokunuş, tek bir
bakış, tek bir gülüş her şey değiştirebiliyordu. Akacağı yönü bilemeyen bir
ırmak gibi kalakalıyordum.
"Yemeği iptal edebiliriz," diye fısıldadı kulağıma doğru.
"Hastayım. Mazeretimiz var. Haftaya ayarlayabiliriz. Böylelikle beraber
katılabiliriz."
İçimden ona binlerce kez evet demek geçse bile bu Şeref Meselesi
operasyonunu tehlikeye atamayacağımızı biliyordum. Küçük bir anı kurtarmak için
her şeyi mahvetmeyi göze alamazdım. O yüzden "Hayır," diye itiraz
ettim. "Her şeyin en kısa sürede sona ermesini istiyorsak planımızdan
şaşmamamız lazım." Bunu söylerken bile kafamda onlarca soru at
koşturuyordu. Fakat ben en çok bir tanesinin cevabını merak ediyordum. Kuzey'in
bu konu hakkındaki duygularını biliyordum. Peki ya Eda?
"Ama..." diyerek söze başladığın kolları arasında dönerek
onunla göz göze geldim ve hiç duraksamadan aklımdaki soruyu, beni mide
sancılarına gark eden o melun soruyu sordum.
"Bu Eda sana âşık mı? Ya da senden hoşlanıyor mu? Var mı yani öyle
bir şey? Bir elektrik falan? Bakışmalar? Gülüşmeler? Flört falan etmiyorsunuz
değil mi?" Irmağın yönü yine aniden değişmişti işte. Fedakâr bir âşıktan
kıskanç bir cadaloza dönüşmem için geçmesi gereken süre bir saniyeydi.
Ne diyeyim? Irmağımın akışına ölürüm Türkiye'm.
Kuzey hiç beklemeden "Hayır," dedi. "Öyle bir şey yok.
Kesinlikle yok."
Tek kaşımı yukarı kaldırırken yüzümde en huysuz ifadelerimden biri
vardı. "Nasıl bu kadar emin oluyorsun?"
"Bunu ona sormuştum çünkü."
Şimdi iki kaşım bir yukardaydı. Hem de şaşkınlıkla. "Gidip kıza
bana âşık mısın diye mi sordun Kuzey?"
"Bu şekilde değil tabi," diye açıkladı. "Ama bunu
konuştuk. Ben ona âşık değilim. O da bana âşık değil. Benimle evlenmeyi neden
kabul ettiğini sorduğumda aşka inanmadığını ve benim evlenilebilecek, uygun bir
adam olduğumu söyledi." Söyler tabi. Salak değil ya kız? "Hatta
evlenene kadar hayatlarımızı tamamen birbirimizden ayrı tutmak istediğini
söyledi. Eh, ben de kabul ettim."
Duyduklarımla hem kafam karıştı hem de sakinleştim. Eda kulağa
tehlikesiz gibi geliyordu ama çok da güvenemezdim. Gerçi adamın nişanlısı olan
oydu ama... Ne yapalım? Zamanında âşık olsaymış o da! Hem aşka bile
inanmıyormuş. Ben burada yanıp tutuşuyorum. Hiç kusura bakmasın artık.
"Neyse," diye mırıldandım derince bir nefes verirken.
Kollarımı Kuzey'in boynuna dolayıp onu kendime çektim. "Yemekte ablamla
eniştem de olacak zaten. Ayağını denk alır umarım."
Küçük bir gülüşle dudakları kıvrılırken "Gerçekten, endişelenecek
hiçbir şey yok Nisan," dedi ırmağımın sularını durduran tatlı bir sesle.
"Eda'nın bana karşı en ufak bir şey hissettiğini düşünsem sana tekrar
sarılmak için nişanı bozana kadar beklerdim."
Aşkla iç geçirirken "Mükemmel bir adamsın," diye fısıldadım.
Ama ne yazık ki ben mükemmel birisi değildim. Hikâyenin Bihter Ziyagil'iydim.
Eda da tek nefeste soluverecek bir çiçekti. Kuzey ya benim olacaktı. Ya da
benim olacaktı. Kendi isteğiyle Eda'ya gitmediği sürece elimden alınmasına izin
veremezdim.
22.BÖLÜM
Pazar gecesi benim için tam olarak bir azap gecesiydi. Ablam, eniştem
ve önemlisi de Kuzey o lanet yemektelerdi. Hem de Eda'yla beraber. Bunu bilmek
içimi kızgın tavadaki tereyağı gibi yakıyor kavuruyordu adeta. Yani Kuzey'e
güvenmediğimden değil ya da bir şey olacağından da değil ama gönül istiyordu ki
yanındaki ben olayım. Beni götürsün yemeklere, davetlere. Bana nişanlım desin.
Benimle evlensin. Bir kızımız bir oğlumuz olsun. İkisi de gözlerini babasından
alsın. Ben onları pamuklara sararak büyüteyim.
Gönlümün kafası güzeldi anlayacağınız. Beynim ise bambaşka bir âlemdi.
Sürekli bana 'sevgilin başkasıyla nişanlı' deyip kötücül kahkahalar atıyordu.
Kuzey ve Eda'nın başrol olduğu bir sürü saçma sapan sahne kurgulayarak beni
adeta delirtiyor, zıvanadan çıkarıyordu.
Ne kalbim ne de beynim katlanılacak gibi değillerdi yani. Midem de
bulanıyordu. Ciğer desen düştü düşecek. Dalaktan da bir hayır görmüyoruz. Bana
dost olan tek bir iç organım bile yoktu. Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
yeryüzünde sizin kadar yalnızım...
Nasıl yaptım bilmiyorum ama ablamlar eve dönene dek Alp dışında hiç
kimseye mesaj atmamayı, Kuzey'i arayıp 'Eda'dan uzak duracaksın. Eda'yı MSNden
sileceksin!' tarzı cümleler kurmamayı başardım. Bu arada Alp'e son iki günde
olan her şeyi anlatıp içsel çelişkilerimi bir bir sayarak birkaç beyin
hücresini kızartmaya çevirmiş olabilirim ama olacak o kadar.
Ablamlar eve geldiğinde üstünü değiştirmesine bile fırsat vermeden
karşıma alıp yemekte olan her şeyi anlatmasını söyledim. Artık kadına nasıl bir
bakış attıysam kurtulmayı denemedi bile. Oturdu ve her şeyi tek tek anlattı.
"Güzel bir yemekti. Fakat Arın ve Kuzey bu kadar iyi anlaşmasa,
bir de kocam diye demiyorum ama Arın bu kadar yakışıklı olmasa sıkıcı bir yemek
olurdu doğrusu. Şeref Bey iyi birine benziyor. Kuzey'i de sevmiş gibi
görünüyor. Proje herkesin ilgisini çekti. Arın yemekten sonra Kuzey'le baş başa
kaldıklarında bile projeyle gerçekten ilgilendiğini söyledi. Şeref Bey de epey
dikkatle dinledi. Yemeğin sonunda Kuzey bayağı mutlu görünüyordu."
"Allah'ım çok şükür," diye haykırırken gözlerimden mutluluk
yaşları akmak üzereydi. Kuzey'in mutlu göründüğü bırakın görmeyi sadece duymak
bile kalbimin üstünden koca bir ağırlığı kaldırıp atmıştı. Ama asıl duymak
istediğim kısım başka olduğu için ağlamayı veya sevinmeyi erteleyerek
"Eee?" dedim.
"Ne eesi?"
Gözlerimi devirirken "Eda da oradaydı, değil mi?" diye
sordum. "Onu anlatsana bana. Niye uyuzluk yapıyorsun? Nasıl biri? Kuzey'e
nasıl davranıyor? Delirtmesene beni ya!"
"Güzel bir kız," dedi ablam benim aksime sakince. Eğer hamile
olmasaydı muhtemelen onu oracıkta boğazlamıştım. Ne demek güzel? Sen benim
ablamsın, kendine gel! "Ama Kuzey'le nişanlıdan ziyade... Birbirlerini
tanımayan iki insan gibiler. Yemekte çok konuşmadı zaten.
Sorulan sorulara cevap verdi sadece. Yemek bitince de kendi arabasıyla
ayrıldı."
İçime yayılan rahatlama duygusu tarifsizdi. Çünkü adım gibi biliyordum
ki ablam en ufak bir yakınlık sezse bunu bir çığ gibi büyüterek anlatır ve beni
Kuzey'den uzaklaştırmaya çalışırdı. O yüzden sakinleşerek arkama yaslandım ve
ablamı azat ettim.
Yine de gönül rahatlığıyla uykuya dalabilmem için Kuzey'le yarım
saatlik bir telefon görüşmesi yapmam gerekmişti. Her şeyi bir kere de ondan
dinledim. Yemeğe katılan herkes projeyi desteklemişti. Arın eniştemin orada
olması gerçekten Şeref Bey'in yaklaşımını çok etkilemişti. Ve plan gerçekten
harika ilerliyordu.
Yarım saatlik konuşmamızın hiçbir kısmında Eda'dan bahsetmedik ve en
sonunda birbirimize iyi geceler dileyip telefonu kapattığımızda mutlulukla
yatağa çöktüm. Uykuya dalmam kendimi bir boşluktan bırakmam kadar kolay oldu.
Uyandığımda ise ilk işim ablamın evinde kalışıma lanet etmek oldu.
Ablamın dolabı bir harikaydı ve onun dolabından giyinmeye bayılıyordum fakat
kendi eşyalarımı da özlemiyor değildim. Hele ayakkabılarımı. Veya takılarımı. O
kocaman hasır şapkalardan takmaya niyetim yoksa ablamın aksesuarlarını
kullanmayı tercih etmezdim. Moda zevkimiz de bir yere kadar uyuşuyordu sonuçta.
Aklımdaki kombini yapamasam da elimdeki malzemelerle ona yakın bir
şeyler giyerek hazırlandım. Tatlı bir makyaj yaptım. Neredeyse bir haftadır
ayağımdan çıkarmadığım topuklu ayakkabılarımı giydim. Ve ablama seslenerek
evden çıktım.
Ofise vardığımda Kuzey daha gelmemişti. Artık sevgilisi olmam işleri
aksatacağım manasına gelmiyordu. Bu yüzden her zamanki rutinimle ofise girdim.
Klimayı çalıştırdım. Kahveyi hazırladım. O gün yapmamız gerekenlere şöyle bir
göz atıp ne var ne yoksa toparladıktan sonra sıcak kahveden kendime bir fincan
aldığım sırada Kuzey içeri girdi.
Kalbim yine kanatlarını takmış uçmaya hazırlanırken hevesle ona döndüm.
Bakışlarım metali çeken mıknatıs gibi onun yakışıklı yüzünü buldu. Nefesimi
tutarak beklemeye başladım. Bütün sabah onun için hazırlanmıştım ve bunu fark
etmezse bir miktar yıkılacağım için kalbim deli gibi çarpıyordu.
Göz göze geldiğimiz ilk an genişçe gülümsedi. Sonra yüzündeki o
görkemli gülümseyiş donup kalırken gözleri yüzümü terk edip beni şöyle bir
süzdü. Açık bıraktığım sarı saçlarımdan sırf onun için giydiğim mor elbiseye,
oradan siyah ayakkabılarıma, sonra tekrar elbiseye, en son yine gözlerime döndü
bakışları. Gülümseyişi şimdi şaşkın ama sevimli bir renkteydi. Gözlerindeki
beğeni ışıltısı buradan görebiliyordum.
Bana doğru yavaş adımlarla yaklaşırken "Bu yüzdenmiş," diye
mırıldandığını duydum. "Mor sana bu dünyada en çok yakışan renkmiş! Bu
yüzden onu bu kadar seviyormuşum. Kader bu, anlıyor musun?" Duraklayıp
gözlerini kısarak başını iki yana salladı. "Şimdi taşlar yerine
oturdu."
Dudaklarımdan dökülen aşk ve neşe dolu kıkırtıya mani olamazken
"Sadece sen moru seviyorsun diye giydim bunu," dedim.
Yanıma ulaştığından tıpkı dün olduğu gibi eğilerek sıkıca sarıldı bana.
"Boş versene. Benim en sevdiğim renk de sensin artık."
Kollarımla onu sarabildiğim kadar sıkıca sarmaya çalışırken
"Lütfen sus!" diye inledim. "Zavallı kalbim hepten virane oldu
artık." Haklı bir isyandı. Haklı bir yakarıştı bu, biliyorsunuz.
Hafifçe geri çekilip yüzümü avuçlarının arasına aldığında yüzündeki
gülümseme ile kesinlikle yaratılmışların en güzeliydi. "Sen bir de benim
kalbimin halini gör."
Çenesine minik bir öpücük bırakıp kollarından sıyrıldım, zira zavallı
kalbimi bu kadar zorlamaya gerek yoktu. Ona kahvesini verme bahanesiyle araya
biraz mesafe koyduğumda "Yemeğin güzel geçmesine çok sevindim,"
dedim.
"Ben de," diye karşılık verdi. Sesinde çocuk neşesi vardı.
Cıvıl cıvıldı resmen. Onu ilk tanıdığımdaki mutsuz adam olmaktan çok ama çok
uzaktı. Bana bir defasında içimizde bir çocuk olmadığını söylediğini
hatırlıyordum. Fakat yanılmıştı işte. Kuzey'in içindeki çocuk bana onun güzel
yeşil gözlerinden el sallıyordu o an. "Keşke sen de olsaydın."
"Bir dahaki sefere," derken doldurduğum fincanı ona uzattım.
"Bugün çok fazla işimiz yok. Projenin ayrıntılarıyla uğraşman gerekiyor
biraz. Ay sonu raporları gelecek. Onlara bir göz atarsın. Haftaya yapılacak
yönetim kurulu toplantısının başlıklarına bakman gerek ama o acil değil. Yarın
da halledebilirsin."
Abartılı bir şekilde iç çekerek başını iki yana salladı. "Hem
muhteşem bir sevgili, hem harika kahve yapıyor hem de dünyanın en harika
asistanı..." Çapkın bir bakışla başını yana eğerken "Bu kadarını hak
ettim mi?" diye sordu.
Şımarıkça sırıtmama engel olamadım. Nasıl olayım, engel olunacak bir
Kuzey mi? "Etmişsin demek ki!"
"Bugün sana bir sürprizim var," diye mırıldandı ben daha
şımarıklığımın yarısını üstümden atamadan.
"Sürpriz mi?"
"Evet." Duraklayıp temkinli bir ifadeyle başını hafifçe yana
yatırdı. "Ama içimden bir ses bu sürpriz yüzünden beni öldürebilme
ihtimalin olduğunu söylüyor."
Kafam karışmış bir şekilde kaşlarımı çatarken zihnimde sıralanan
ihtimalleri görmezden gelip "Nasıl bir sürprizmiş o?" diye sordum.
Cevap vermeden evvel kahvesinden büyük bir yudum alıp yavaşça yuttu.
"Çok gerekli bir sürpriz."
Öyle masum bakıyordu ki sürprizin beni kızdıracak bir şey olduğuna emin
oldum. Aksi takdirde o bakışlarla aklımı çelmeye çalışmazdı çünkü. Aksi
takdirde adam normal, dümdüz baksa da benim aklım çeliniyordu zaten. Ekstra bir
çabaya gerek yoktu pek. Sübhanallah bu nasıl irade...
"Ne zaman öğreniyorum bu sürprizi?"
"Akşama," derken karşımda dikilmenin sonu gelmeyecek sorulara
sebep olacağını fark etmiş olacak ki adımlarını canlandırıp masasına geçti.
"Ama şimdi çalışmam lazım bebeğim. Sen de söyledin, çok iş var bugün.
Çıkışta konuşalım olur mu?"
Normalde beni elbette böyle acemi girişimlerle başından savamazdı fakat
onun çok bir işi yoksa bile benim vardı. Alp'i bulup şu büyük projenin sunumunu
hazırlamakla ilgilenmem gerekiyordu. O yüzden üstelemedim ama ofisten çıkarken
ona 'sen tilkiysen ben de kuyruğuyum' bakışımı atmayı da ihmal etmedim.
Alp yeryüzündeki en iyi arkadaştı, size bu kadarını söylüyorum. Adam
Kuzey ve benim imkansız aşkımız için bir şövalye misali savaşıyordu adeta.
Projenin görsel elemanları şirketteki başka bir ekip tarafından hazırlansa da
Alp hepsini tek tek kontrol ediyor, her şeyin yedeklendiğinden ve asla
silinmeyeceğinden emin oluyor, tüm parçaları bir araya getirmeyi
kolaylaştırıyordu. Ayrıca cidden acayip zeki bir çocuktu. Sunum için muhteşem
fikirler ortaya atıyordu.
Sunumun açılışını Rüzgar'ın yapmasını o önermişti. Yani elbette sunumu
yapacak asıl kişi Kuzey'di ama birinin ondan önce sahneye çıkıp o işini
bitirdikten sonra sunumu kapatması falan gerekecekti. Alp, bu kişinin Rüzgar
olması gerektiğini söylüyordu. Çünkü;
A) Karizmatikti.
B) Bu karizmayı kullanarak insanları etkileyebiliyordu.
C) Eğer söylemesi gerekenleri ona iyice tembihlersek bütün misafirleri
büyüleme potansiyeline sahipti.
Üç şık da aynı kapıya çıkıyordu hemen hemen, zaten siz de olayı
kavradınız. Adam bildiğimiz görsel silahtı işte. Dinleyicilerin zihinlerini
etki altına almak için kullanacaktık. Alp'in söylediklerini mantıklı bularak
Rüzgar meselesini hemen kafamın bir köşesine not ettim.
Kuzey öğle yemeğinde yapması gerekenler olduğunu söylediği için
yemeğimi Alp'le yedim. Sevgilisiyle mesajlaşmalarını okudum. Yer yer sırıttığım
yer yer şapşal şapşal gülümsediğim mesajlardı bunlar. Alp tuhaf bir çocuktu ve
aşırı derece normal bir kızla çıkıyordu. Konuşmaları eğlenceliydi. Alp arada
sırada odunluklar yapıyordu ama en azından artık trip yediğinde fark edebildiği
için benim yardımlarımla aşıyordu bunu. Kızla tanışmak istiyordum ama Alp
istemiyordu.
"Çok güzelsin. Melek de çok kıskanç. Tanışmamanız daha hayırlı. En
azından seni resmi olarak baş göz edene kadar," diyordu.
Alp'l arkadaşlığımızın bozulma ihtimali ödümü kopardığı için sesimi
çıkarmıyordum bence. Bütün hayatımı Kuzey'in nişanını bozduğu andan sonrasına
ertelemeye devam ediyordum.
Nihayet akşam olduğunda artık sürpriz konusunda sabrım kalmamıştı.
Arabaya biner binmez "Söylemeyecek misin artık sürprizi?" diye
sordum.
"Hayır," dedi. "Göstereceğim. Eğer biraz
sabredersen..."
Sanki bütün gündür sabretmiyormuşum gibi... Yine de sesimi çıkarmadım.
Araba çok tanıdık yollardan ilerlerken merakım boğazımı kurutsa bile ağzımı
açıp tek bir soru sormadım. Ta ki Kuzey arabayı ablamların oturduğu sitenin
garajına park edene kadar.
"Sürpriz ablamlarda mı?"
Yüzüne o masum ve akılçelen gülüşlerinden birini kondurup arabadan
inmeden önce "Tam olarak değil," dedi.
Oflayarak ben de indim. Artık iyice huysuz bir hale gelmiştim. Oysa
sürprizler insanı mutlu etmeliydi, değil mi? Midesine sancı salmamalıydı.
Asansöre bindiğimizde Kuzey altıncı katın düğmesine bastı. "Yanlış
bastın," dedim ileri atılarak. "Ablamlar beşinci katta."
Ben beşinci katın düğmesine basamadan belime sarılarak beni kendine
çekti. "Doğru bastım güzelim."
İkidir bu aşk sözcüklerini benim kafam karışıkken kullanıyordu. Zaten
karman çorman olan zihnim Kuzey'in dudaklarından dökülen 'güzelim' kelimesiyle
iyice çorbaya dönerken tamamen pes ettim. Gerçekten. Asansör durana kadar tek
yaptığım Kuzey'in belimdeki dokunuşunun keyfini çıkarmak oldu.
Asansörden indiğimizde Kuzey elimi sıkıca kavrayarak adımlarımı
yönlendirdi ve beni bir daire kapısının önüne getirdi. Orada durduğumuzda bana
dönüp kalbime parendeler attıran bir gülüşle cebinden çıkardığı bir anahtarı
uzattı.
Avucuma bırakılan metal anahtarın soğukluğu, olayın gerçekliğini
kavramama yardımcı olurken fısıltıyla "Kuzey bu ne?" diye sordum.
"Yeni evin," dedi duru bir sesle. "Bana kapıyı rengarenk
pijamalarınla ve dağınık saçlarınla açıp geceleri güvenle uyuyabileceğin
evin."
Elimi tutup yönlendirerek anahtarla kapıyı açmamı sağladı. İçeri
girerken bütün duygularım birbirleriyle muhabere halindeydi. Sevinç bir köşede
arkasına minneti ve sevdayı almış, karşı taraftaki şaşkınlık ve anlamsız
öfkeyle çarpışıyordu.
Ayakkabılarımızı çıkarmadan içeri girdik. Parke zemine değen
adımlarımızın sesi uzun süredir ses çıkmadığını düşündüğüm dairede
yankılanırken ben etrafa bakıyordum. Kuzey ise hevesli gözlerle bana.
"Beğendin mi?"
Daire tanıdıktı. Alt katta oturan ablamların dairesiyle aynıydı. İki
yatak odası ve geniş bir salonu, ferah bir mutfağı, ayrıca küvetli bir banyosu
olduğunu biliyordum. Çok güzeldi. Çok güzeldi ama...
"Kuzey ben buranın kirasını karşılayamam ki!"
"Sen beğenip beğenmediğini söyle Nisan."
Yanımda sabırsızlanan hevesli adama dönüp "Beğendim," dedim.
"Ama-"
Dudaklarıma konan tüy gibi bir öpücük sesimi kesti. İçimdeki ırmak ine
tam tersi yönde akmaya başladığı sırada Kuzey yavaşça geri çekildi.
"Ev senin. Kira ödemen gerekmiyor."
"NE?" Sesimin bu kadar yüksek ve dehşet dolu çıkacağını
inanın ben de tahmin etmezdim. Ama ne diyordu bu adam kuzum? Ne demek ev
senindi? Ne demek kira ödemen gerekmiyordu?
"Kuzey sen ne saçmalıyorsun?"
Devirdiği gözlerinden anladığım kadarıyla tepkimi tahmin ediyordu ve
ayrıca Arın eniştemle fazla zaman geçirmiş olmalıydı. Bu göz devirmesi ondan
bulaşmıştı, eminim.
"Saçmalamıyorum," diye itiraz etti. "En mantıklı şeyi
yapıyorum."
"Senin en mantıklı şey dediğin iki günlük sevgiline ev almak
mı?" Yemin ediyorum saftı bu çocuk. Başkasına aşık olsa donuna kadar
alırlardı.
"İki günlük sevgilime değil," dedi soğuk bir sesle.
"Aşık olduğum kadına."
"Saçmalıyorsun," diye tekrar ettim.
Huysuzca kaşlarını çatıp kollarını birbirine doladı. "Ben senin
sebze çorbanı içmiştim ama."
"Ya iki gözümün çiçeği, sebze çorbasıyla bu bir mi?"
Kollarımı iki yana açarak içinde bulunduğumuz odayı gösterdim. "Ev
almışsın ev!"
Çılgınlığım cüssemi aşmıştı artık. Öyle ki Kuzey'in yüzünde engel
olamadığı bir sırıtış belirdi. "İki gözümün çiçeği mi?" diye sordu
bastırdığı gülüşü yüzünden boğuklaşan sesiyle.
"Akıl mı bıraktın bende? Ne dediğimi biliyor muyum ben?"
Yüzüne tutunmaya çalışan gülümseme kayboldu. Kollarını tekrar birbirine
dolayıp arkasındaki duvara yaslandı. "Evi sana almadım ki ben," dedi
en az benimki kadar huysuz bir sesle. "Kendime aldım. Harika bir patron,
yufka yürekli bir insan olduğum için burada oturmana izin veriyorum
sadece."
Yorgunlukla, azalan öfkemle ve bu defa bana sıçrayan gülümseme
isteğiyle omuzlarımı düşürdüm. "Kuzey..."
"Kiranı da maaşından kesecektim zaten."
Kendi çorbaya dönmüş duygularımı biraz iteleyip Kuzey'in yüzüne
baktığımda ciddi anlamda bir hüzün gördüm ve kalbim bir saniye içinde yerle
yeksan oldu. Evet, yaptığı şey çok saçmaydı. Kabul de edemezdim. Ama o da
kendince en mantıklı olanı yapmıştı. Ablamların evinde kalmayacaktım, kendi
dairem olacaktı, kira sorunum olmayacaktı ve bir problem olduğunda Arın eniştem
elinde beyzbol sopasıyla kapımda beliriverecekti. Muazzam bir çözümdü. Ama ben
de haklıydım. Nasıl kabul edebilirdim?
"Tamam, kiramı maaşımdan kesersen anlaşırız," dedim en
sonunda.
Çocuk gibi omuz silkti. "Bilemiyorum. Bir düşünmem lazım."
Kalbimdeki sevda yine beni YA BAK SENİ YERİM diye bağırarak tepindirme
noktasına getirmişti. O kadar sevimli, karizmatik, yakışıklı ve güzel olan her
şeydi ki kalbimin sıhhati için yakında kafasına kese kağıdı geçirip öyle
dolaşmasını sağlayacaktım.
İçimedolan duygular yine beynimin kimyasını hopaninanay kıvamına
getirmişti işte. Kollarımı açıp gülümserken "Düşünürken bana sarılmak
ister misin?" diye sorduğumda tekrar omuz silkti.
Neden delikanlı? Merağın yok mu böyle şeylere?
"Nasıl oldu da bir dakikada rolleri değiştik?"
Kolları bağlı bir şekilde duvara yaslanmaya devam ederken çaresiz bir
sesle "Seni mutlu edecek bir şeyler yapmak istiyorum," dedi.
Kalbim aşktan erirken "Bunun için gülümsemen yeterli," diye
cevap verdim. "Bir de kollarımı açtığımda sarılman."
Kendisini duvardan iterek doğruldu ve yanıma gelip bana sıkıca sarıldı.
"Kabul et, lütfen." Sesi öylesine sıcaktı ki içime mum
damlatıyorlarmış gibi hissettim. O an göremesem de yeşil bakışlarına yine bir
çocuğun kurulduğunu hissedebiliyordum. O çocuğu incitmekten o kadar korkuyordum
ki hayır diyemedim.
"Anlaşabileceğimizi düşünüyorum," diye mırıldandım. Ve bu
kadarı onun için yeterliydi. Beni kolları arasına alıp kaldırarak delicesine
döndürmesi için ve bunu yaparken neşeyle gülümsemesi için tek söylemem gereken
buydu.
23.bölüm
Koskoca hafta sunumla uğraşmakla, Şeref Bey'i etkileyebilmek için
fikirler üretmekle, Alp ve Kuzey'le beraber yediğimiz öğle yemekleriyle geçip
gitti. Ev meselesini bir iki defa konuşmuştuk fakat Kuzey bu konuda öyle
heyecanlıydı ki bir türlü işleri istediğim kıvama getirip onun aldığı bir evde
oturmamın saçmalığını ona anlatamıyordum. En sonunda aldığım bütün maaşı
gizlice onun hesabına yatırıp birkaç aylık kiramı ödemeye karar vermiştim. İki
ayda aldığım maaşın toplamı ise dört aylık kiramdan biraz fazlasını ödemeye
yetiyordu. Sonra okulum başlıyordu ve Kuzey'in yanında çalışmaya devam edip
etmeyeceğimi bilmiyordum. Umuyordum ki dört ay içinde kalan ayların kirasını
çıkarmanın da bir yolunu bulacaktım. Tabi ki Kuzey'den habersiz bir şekilde.
Mümkün olduğunca.
Hafta sonu yeni evime yerleşecektim. Ama daire uzun zamandır boş olduğu
için önce temizlik ve badana yapılması gerekiyordu. Kuzey bunlar için de birkaç
kişi tutup halletmemizi önerdi fakat ben kendim yapabileceğim konusunda ısrarcı
olunca pes etti ve bana yardım edeceğini söyledi. Hafta sonumu Kuzey'le beraber
geçirmeyi reddedecek değildim. Manyak mıyım kuzum ben?
Cumartesi sabahı ben, Kuzey, ablam, eniştem, iki kova boya, bir şişe
tiner ve dört tane badana fırçası ile yeni dairemdeydik. Çabucak bir iş bölümü
yaptık. Ablamla eniştem salonu ve mutfağı boyayacaktı. Kuzey ve bense kalan iki
odayı.
Elimdeki tülbentlerden birini Kuzey'e uzatırken yüzümde geniş bir
sırıtış vardı. "Bunu saçlarına sar da boya falan damlamasın."
Uzattığım mor renkli tülbende ters bir bakış atıp yüzünü buruşturdu.
"Çok komik gerçekten," derken diğer elimdekine, siyah olana uzandı.
"Saçlarımı çok sevmesem bunu bana asla taktıramazdın."
Elimde kalan mor tülbendi köyde hep yaptığımız gibi başıma bağlarken
sırıttım. "Eh, ben de saçlarını çok seviyorum. O yüzden bağla dedim
zaten."
"Eminim o yüzden demişsindir." Tülbendi ikiye katlayıp üçgen
haline getirdi ve sanki bir korsanmış gibi başının etrafına dolayarak sıkıca
bağladı. Ve ben de hayatımda oyalı tülbentle bile karizmatik olmayı becerebilen
bir adam görmüş oldum. Ben tülbendi örtünce sevimli bir köylü kızı oluyordum, o
ise egzotik adalardan gelmiş esmer tenli, gizemli bir adam.
Ne diyebilirim ki Müge Hanım...
Kuzey kalbimi talan etmeye kararlı olduğu için karizmasından ödün
vermeyerek boyayı başka bir kovaya aktarıyor, boya kovasının üstünde yazdığı
şekilde inceltmek için karıştırıyordu. Kol kasları bu meselede çok önemli
roller oynuyor ara sıra iç çekmeme sebep oluyordu. Bir de yüzündeki o ciddi
'iş' ifadesi vardı ki başındaki tülbentle, artık nasıl oluyorsa, daha da
büyüleyici hale gelmişti.
Boyanın inceltme işi bittiğinde hayatında ilk defa badana yapacak bir
insan olarak hevesle fırçamı kovaya daldırmaya hazırdım ki Kuzey beni durdurup
nasıl yapmam gerektiğini gösterdi. Bu adam daha önce nerede boya badana
yapmıştı hiç bilmiyorum ama yüzündeki işini bilen ifade sorgulamaya imkân
tanımadığı için onun yönlendirmelerine uyarak duvarı boyamaya başladım.
Kuzey uzun boyuyla yanımda durup benim yetişemediğim yerleri boyuyor,
arada sırada ayaklarına damlattığım boyalardan şikâyet ediyorken ben ona
sorular sorup duruyordum. "En sevdiğin şarkı ne?"
"Guns and Roses'dan This i love."
"Yurt dışına çıktın mı hiç? Kesin çıkmışsındır. Nerelere
gittin?"
"Amerika'ya ablamın yanına. Bir de Prag'a gezmeye."
"Çocukken en sevdiğin oyun neydi?"
"Saklambaç."
"Peki, en sevdiğin yemek ne?"
"İçinde güzel pişmiş et olan herhangi bir şey."
"Ayakkabı numaran ne?"
"Bunu neden sorduğunu sormayacağım. Kırk üç."
"Sen neden bana hiç soru sormuyorsun? Beni merak etmiyor
musun?"
Boya fırçasını duvara sürerken aniden duraksayarak bana döndü ve
gülümsedi. "Ben seni yaşayarak öğrenmeyi seviyorum," dedi. Bakışları
tekrar duvara dönerken o konuşmaya devam etti. "En sevdiğin renk mavi
mesela. Çünkü ne giyersen giy bir köşesine mavi bir şey iliştiriyorsun. Mavi
tokalar, mavi bileklikler, mavi taşlı yüzükler... En sevdiğin şarkının Cheap
Thrills olduğunu düşünüyorum çünkü bana hazırladığın müzik CDsindeki ilk şarkı
o. Yurt dışına hiç çıkmadın çünkü bir konuşmamızda Trabzon ve İstanbul dışında
bir şehir görmediğinden bahsetmiştin. Çocukken en sevdiğin sanıyorum ki
evciliktir. Bu sadece tahmin tabii. En sevdiğin yemek mi bilmiyorum çoğunlukla
mantı sipariş edip büyük iştahla yiyorsun. Ama sadece çok sevdiğin bir yemek.
En sevdiğin yemek kesin yöresel bir şeydir. Hamsi ya da ot falan." En son
gözlerini ayaklarıma çevirip şöyle bir baktı. "Ayak numaran da otuz yedi
sanırım."
Yüzümdeki küçük tebessüm Kuzey konuştukça büyüye büyüye kocaman, aptal
bir sırıtışa evrildi. Söylediklerinin hepsi doğru sayılırdı. Dudaklarımdan
kopup giden bir "Yaa!" nidasıyla duvarı boyamakta olan Kuzey'in
koluna sarıldım. Niyetim sarılıp geri çekilmekti fakat bir defa sarılınca
bırakması öyle kolay mı sanıyorsunuz? Koala gibi dolandım adamın koluna.
Adaleli koluna... İçimdeki Feriştah yenge yine aktif olarak faaliyette.
Çenemi koluna dayayıp başımı kaldırarak sevdiğim adamın yüzüne baktım.
Bu açıdan kirli sakalının kapladığı yanağıyla çenesini görebiliyordum. Elmacık
kemiklerinin üstüne gölgesini düşüren gür kirpikleri bir de. Bu açıdan da çok
yakışıklıydı. Kahretsin her açıdan yakışıklıydı işte. Başındaki çemberin
oyaları saçlarına düşerken bile.
Aklıma gelen fikirle aniden gülümsedim. Bir an tereddütle alt dudağımı
dişlesem de dayanamayıp derin bir nefes aldım ve dilimin ucunda biriken türküyü
söylemeye başladım. "Başundaki çemberun yıka çıkar kirini, Başundaki
çemberun yıka çıkar kirini..." Derince bir iç çekiş.
"Hala aklum almadi senun gibi birini, senun gibi birini oy, Hala
aklum almadi senun gibi birini, senun gibi birini oy..." Boya yapmayı
bırakıp bana döndü. Koyu yeşil bakışlarında parlayarak beni benden alan tatlı
bir ışık vardı. Dayanamayıp elimi yanağına koydum. Yüzündeki hevesli ifadeden
anladığım kadarıyla söylemeye devam etmemi bekliyordu. O kıracağıma kafatasımı
kırmayı tercih ettiğim için duraklamadan devam ettim.
"Başundaki çemberun kıyılari boyali,
Başundaki çemberun kıyılari boyali,
Gene geldi akluma yaylalarin yollari, yaylaların yollari, oy,
Gene geldi akluma Kadırga'nun yollari, Kadırga'nun yollari, oy...
Gene geldi akluma yaylalarin yollari, yaylalarin yollari, oy..."
Türkü bittiğinde sesini çıkarmadan beni izlemeye devam etti. Kalbim
Harry Potter'daki altın snitch gibi kanat çırpıyordu adeta. Nasıl mümkün
olabiliyordu? Bir adam, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey söylemeden nasıl
kalbime 9.6 şiddetinde zelzeleler salabiliyordu?
Karşımda öylece dururken var oluşundaki her şey hoşuma gidiyordu. Bir
şekilde, benim için yaratılmış gibi hissediyordum. Ve dizlerim beni taşımakta
zorlanıyorlardı.
"Bu arada," diye mırıldandım heyecandan bayılmamak için.
"En sevdiğim şarkı Demet Akalın'dan Türkan. Ama seni gerdan kırarken hayal
edemediğim için hazırladığım CDye o şarkıyı koyamadım."
Kuzey'in dudaklarından küçük bir kahkaha dökülürken beni bir kere daha
kollarının arasına aldı. Hiç itiraz etmeden başımı göğsüne yasladığım sırada
boş koridorda yankılanan bir ses aramıza minik bir mesafe koymamıza sebep oldu.
"Bana bak laz böreği, yemin ediyorum seni şu sandalyeye
bağlarım!" diyen Arın eniştemdi. "Ama bıktım bana kötürümmüşüm gibi
davranmandan Arın. Hamileyim ben, engelli değil." Gittikçe yaklaşan ayak
sesleri ablamın odaya dalmasıyla, hemen peşinden de Arın eniştemin içeri
girmesiyle sonlandı. Arın eniştem de tıpkı Kuzey gibi başına bir örtü dolamıştı
ama onunkinde kırmızı oyalar yoktu tabi.
"Nisan!" dedi ablam sinirden kıpkırmızı olmuş bir halde.
"Şu mantıksız adama bir şey söyle!" Bakışlarımı ondan alıp Arın
enişteme çevirdiğimde onun da öfkeli olduğunu fark etmemem olanaksızdı. Ben
ağzımı açmaya fırsat bulamadan o konuşmaya başladı. "Ben mi mantıksızım?
Yoksa hamile haliyle sandalye tepelerinde duvar boyamaya çalışan ablan
mı?"
"Sen mantıksızsın tabii!" Bunu söyleyen kişi elbette
Mayıs'tı. Arın enişteme dönüp cılız bir yumruğu zavallı adamın omzuna geçirdi.
"Elinden gelse hiç kalkmama fırsat vermeden yatıracaksın beni bütün
gün!"
Kendisine doğru gelen başka bir yumruğu ablamın bileğini tutarak
engelledi eniştem. "Sağlıklı kalmanı istiyorum. Ve bunu tek başına
başaramayacağını hepimiz biliyoruz!" "Sen bana salak mı demek
istiyorsun Arın?" "Hayır, ama dikkatsizsin!"
"Ben mi dikkatsizim? Nerede görülmüş benim dikkatsiz
olduğum?"
"Ya kadın, sen değil miydin bir pencereden kucağıma düşen!"
"Ay ömrümün sonuna kadar başıma mı kakacaksın bunu? Düştüm de kötü
mü ettim? Evlendik işte!"
İkisinin arasındaki tartışma en ufak bir yavaşlama olmadan uzayıp
giderken yapılması gereken en zekice şeyin oradan tüymek olduğunun bildiğim
için Kuzey'i de peşime katarak ve boya kovasını da alarak sessizce odadan
çıktım. Benim yatak odası olarak kullanacağım odaya girerken "Onları ilk
kez bir arada gördüğümde de böyle kavga ediyorlardı," dedim.
"Evlilik, çocuk falan hiçbir şeyi değiştirmedi. Ne güzel."
Gülerken kaşlarını yukarı kaldırdı. "Onların aşkının kimyası böyle
demek ki."
Tüküreceğim onların aşkına da kimyasına da demek geçse de içimden,
Kuzey'e semt serserisi gibi görünmek istemediğim için kibarca tebessüm ederek
"Demek ki," diye mırıldandım.
Yatak odam olarak seçtiğim bu oda tıpkı biraz önce boyadığımız oda gibi
görünse de çok ilginç bir ayrıntı taşıyordu. Odanın duvarlarından birinde
kocaman bir kara tahta vardı. Bildiğimiz okullardaki kara tahta. Aynı o
boyutlarda, evet.
Buna dair herkesin bir teorisi vardı. En mantıklı teori Arın eniştem
gelmişti. Burada daha önce kim yaşadıysa çocukları evden eğitim görüyordu, bu
yüzden böyle bir düzenlemeye gidilmişti. Bizim ülkemizde evden eğitim oluyor
muydu ya? Her neyse. Kuzey evde bir öğretmenin yaşamış olabileceğini, özel ders
verirken bu tahtayı kullandığı fikrini öne sürmüştü. Bu da mantıklıydı. Ablam
çılgın bir bilim adamı yaşıyordu burada, demişti. Bu tahtayı da çalışmalarında
kullanıyordu. Filmlerdeki gibi. Eh, bu diğerlerinin yanında o kadar da olası
değildi.
Benim ise tahm in edebileceğiniz gibi onlarca teorim vardı.
"Bence adam mimar falandı. Çizim yapıyordu tahtada."
Kuzey kafasını eğip "Ressam olduğunu düşünmüyor muydun?" diye
sordu.
"Biliyor musun yazar da olabilir! Hikâye planlarını falan
yapıyordur burada. Ya da şeymiş, bestekâr. Nota yazıyormuş. Şu köşede de piyano
varmış hatta."
"Sonsuza kadar bu konuda teori üretebilirsin değil mi?"
Sırıtarak "Evet," dedim. Bu sırada Kuzey boyama işine
başlamıştı bile. Bu kadar çalışkan, bu kadar sorumluluk sahibi, bu kadar
yakışıklı bir çocuğa babası neden güvenmiyordu anlamıyorum. Tamam, yakışıklı
oluşunun mevzuyla alakası yoktu ama o da inkâr edilemez bir gerçekti sonuçta.
Kara tahtanın olduğu duvardan başladık boyamaya. Ama Kuzey tam yanımda,
başındaki çemberiyle aklımı alacak kadar mükemmel bir şekilde dururken duvar
boyamaya odaklanmak çok zordu. Bu yüzden iki de bir ona sataşmadan
duramıyordum. Ya omzumla itekliyordum ya tülbendinin sallanan oyalarıyla
oynuyordum. Hatta bir ara burnuna bir parça boya bile sürmüş olabilirim.
"Sataşıp durmasana!"
"Kendime engel olamıyorum," dedim sırıtarak.
Gözlerini boyadığı duvardan ayırmadan genişçe, aklımı başımdan alacak
şekilde gülümsedi.
"Bana âşıksın çünkü."
Hıhlayarak omuz silktim. "Hiç de bile."
"Yalancı," dedi Kuzey ve elindeki boya fırçasını yere
bırakarak kara tahtanın önüne geçti. Oradaki kırık tebeşirlerden birini alıp
tahtaya büyük harflerle NİSAN KUZEY'İ SEVİYOR yazdığında içimde yükselen gülme
isteğini bastıramadım.
"Hadi oradan! Asıl Kuzey Nisan'ı seviyor!"
Ben de fırçamı bırakıp -zaten boya yaptığım söylenemezdi- tahtanın
karşısına geçtim ve bir tebeşir alıp tıpkı onun yaptığı gibi büyük harflerle
YARAMAZLIK YAPANLAR yazıp altına kocaman bir şekilde Yiğit Kuzey diye ekledim.
Kuzey bana bakıp yüzünü buruşturduktan sonra bana karşılık vermekte
gecikmedi tabi ki.
ÇOK KONUŞANLAR
NİSAN EKİZ
Sonra ben şunu yazdım;
NİSAN'A DELİ GİBİ AŞIK OLANLAR
YİĞİT KUZEY
O bunu ekledi;
KUZEY'İ DÜŞÜNMEKTEN UYKU UYUYAMAYANLAR
NİSAN EKİZ
Derken en sonunda tahtanın her tarafı saçma sapan nitelemeler ve
isimlerimizle dolmuştu. Ve her nasılsa ben yine Kuzey'in kollarının
arasındaydım. Bakın bu istemesiz olan bir şeydi. O kocaman bir mıknatıs ben de
bir metal parçası olmalıydım. Aksi takdirde birbirimize karşı hissettiğimiz bu
çekimi başka ne açıklayabilirdi, bilemiyorum.
En sonunda tahtanın ortasına bir çöp adam bir de çöp kadın çizerek
onları el ele tutuşturdum, ikisinin arasına bir de kalp kondurdum ve
başlarından ok çıkararak isimlerimizi yazdım.
"Harika oldu," dedi Kuzey, saçlarımın arasına bir öpücük
kondururken. "Gerçek bir şaheser." Günün geri kalanı hormonlarının
etkisiyle duygudan duyguya sürüklenen çok sevgili ablam Mayıs'ın bize bağırıp
çağırarak iş yaptırmasıyla geçti. İçinde yeğenimi taşıyor olmasa kendisini
balkondan sallandırmam işten bile değildi zira kendisi hiçbir acıma belirtisi
göstermeden bizim pestilimizi çıkardı. Öyle ki en sonunda evin bütün işi
bittiğinde herkes bir yere yığılıp kalmıştı.
Arın eniştem günün kahramanı olarak yemeği dışardan söyleyeceğini
duyurdu. Biz de Kuzey'le beraber yemek gelene kadar eski evimden birkaç eşyamı
alıp gelmeye karar verdik. Duvarları boyarken bu konuda o kadar mızmızlanmıştım
ki bezmişti çocuk.
İkimiz de ölesiye yorgun olduğumuzdan arabada neredeyse hiç konuşmadık.
Hatta bence Kuzey bu ev işini çıkardığı için baya pişmandı. Nereden bulaştım
ben bu Ekizlere diyordu. Lanet olsun içimdeki Nisan sevgisine diyordu belki de.
"Niye öyle bakıyorsun?" Arabadan inmeden önce başını bir an
bana çevirdiğinde şaşkınlıkla kaşlarını çatarak sordu bu soruyu.
"Nasıl bakıyorum?"
"Sanki sana kötü bir şey söylemişim gibi?"
Arabadan aşağı atlayıp yanına yürüdüm. "Söyledin mi?"
Şaşkınca gülümsedi. "Kendi kulaklarım duymadan konuşma yeteneğini
kazanamadıysam hayır, söylemedim." "İçinden söyledin belki?"
Kolunu omzuma atarak beni kendine çekti. Başını eğip şakağıma bir
öpücük kondururken tatlı tatlı fısıldadı. "İçim dışım sensin diyorum,
anlamıyor musun?"
Bütün saçma teorilerim onun iç titreten fısıltısıyla dağılırken kendimi
yine bulutların tepesinde buluverdim. Aklım başımdan o kadar uçtu ki dairenin
kapısını açmak için anahtar deliğini bulmayı başarmam ancak üçüncü denememde
gerçekleşti.
Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdiğimizde "Etraf epey
dağınık," diye mırıldandım.
"Toplanmaya çok fırsatım olmadı malum."
"Mühim değil."
Evde fazla durmak istemediğim ve delicesine aç olduğum için oyalanmadan
adımlarımı odama yönelttim. Kuzey de peşimden geldi. Neyse ki yatağım falan
topluydu. Sadece sandalyemin üstünde birkaç parça giysi, bir de yerde
çoraplarım vardı.
Odada oturacak başka yer olmadığı için Kuzey'e yatağımı gösterdim.
"Otursana. Ben de eşyalarımı hazırlayayım."
Hiç ikiletmeden pembe nevresimli prenses yatağımın üzerine otururken
bir yandan da gözlerini etrafta dolaştırıyor, odamı inceliyordu. Ona küçük bir
gülüş attıktan sonra dolabımdan küçük valizimi çıkartıp doldurmaya başladım.
Bütün eşyalarımı götürmek istiyordum ama bunu ancak yarın yapabilirdim. Bugün
sadece acil olanları alacaktım. Birkaç iç çamaşırı, pijamalar, makyaj
malzemeleri, günlük bir iki kıyafet, en sık kullandığım takılar ve okuyacak iki
kitap. Bunları hızla valizime sıkıştırırken Kuzey'den ses soluk çıkmadığını
fark edip bir ara başımı kaldırdım. Ve gördüğüm manzara sesli bir şekilde
yutkunmama sebep oldu.
Yatağımın başucunda bir mantar pano vardı. Varlığını tamamen unuttuğum
bir mantar pano. Ve panonun tamamı Doğu'yla alakalı şeylerle doluydu. Birlikte
çekildiğimiz resimler, sinema biletleri, bana yazdığı küçük notlar hatta doğu
yönünü gösteren aptal bir pusula çizimi... Ve Kuzey kaşları çatık bir şekilde,
gözlerini hiç kırpmadan bu panoya bakıyordu.
Birinin üzüntüsünü çok farklı noktalardan anlayabilirdiniz. Gözler en
belirgin olandı, tabi ki. Ama o an Kuzey'in gözlerinin içini göremiyordum.
Fakat kasılan çenesinden sıktığı dişlerini, âdemelmasının hareketinden sertçe
yutkunduğunu ve en kötüsü, omuzlarını sanki kendisini taşıyamıyormuş gibi
düşürdüğünü görebiliyordum. Gördüklerim de tam yüreğimin ortasına koca bir
taşın gelip oturmasına neden oluyordu.
Bunu nasıl düşünemedim?
Tam bir şeyler söylemek için derin bir nefes aldığım sırada bakışlarımı
hissettiğinden olsa gerek bana döndü. Hafifçe gülümseyip ayağa kalktı ama
gülümsemesi öyle solgundu ki kalp kırıklığından oracıkta vefat edecektim.
"Hazırsan çıkalım mı?" diye sorup cevabımı beklemeden kapıya doğru
yürümeye başladı.
Valizimi alelacele kapatıp peşimden sürükleyerek ben de kapıya
koşturdum. Kuzey duraklamadı bile. Aynı adımlarla evden çıktı ve arabaya
yürüdü. Ben de peşinden tabi. Evin kapısını zar zor kilitledim. Koştura koştura
arabaya gidip beni bekleyen Kuzey'e valizimi verdim. Tek kelime etmeden alıp
bagaja yerleştirdi ve suskunluğunu bozmadan şoför koltuğuna geçti.
İçine düştüğümüz bu gergin sessizlikle ilerlemeye başladık. Birkaç
dakika acaba bir şey söylemesem mi diye düşünsem de suskun kalamayacağımızı
hepimiz biliyorduk. O yüzden derin bir nefes alıp bir defa yutkunmamın ardından
"Varlığını bile unutmuşum ben o panonun," diye söze başladım.
"Gerçekten bak. Yoksa ben salak mıyım hala duvarımda asılı dursun? Hiç
aklıma gelmedi onun orada oldu-"
Bana dönüp hafifçe gülümsedi ve "Önemi yok, Nisan," diyerek
lafımı böldü. "Gerçekten.
Açıklama yapmak zorunda değilsin."
Kaşlarımı temkinli bir ifadeyle yukarı kaldırdım. "Değil
miyim?"
"Tabi ki değilsin." Gözleri yeniden yola çevrilmişti. Sesi
sakin ve inandırıcı gelse de hiç mutlu gözükmüyordu. Ve bu durum acımasız bir
kıymık gibi kalbime batıyordu.
"Ama birden suskunlaştın. Ben açıklamazsam ve sen hep böyle
kalırsan ne olacak?" Benim kalbim buna nasıl dayanacak Kuzey? Ben buna
nasıl dayanacağım?
"Yeni evine taşındığında o panoyu yanında götürmeyi planlıyor
musun?"
Duyduğum soruyla gözlerim kocaman açılırken dudaklarımdan bir hayret
nidası fırladı. "Ne?! Tabi ki düşünmüyorum!"
Bir kere daha gülümsedi. Bu seferki daha geniş ve daha canlıydı.
"O halde gerçekten bir sorunumuz yok. Sonuçta Doğu'yu ilk defa bugün
öğrenmedim. Eh, bu kadar canlı bir şekilde varlığıyla yüzleşmeyi tercih
etmezdim tabi ama bana hiçbir şey açıklamak zorunda değilsin. Çünkü sana
inanıyorum."
Yeryüzünde yaşayan en güzel adamsın sen diye bağırmak dilimin ucuna
kadar gelse de kendimi frenleyip "Bir şey söylemeden mi?" diye
sordum.
Gözlerini yoldan ayırıp bir saniyeliğine bana çevirdi. "Şeref
Meselesi dediğin planı yapman bir gece sürdü. Hayatımda duyduğum en saçma
plandı ama uygulamaya başladığımızdan beri seni yanıltmadan tıkır tıkır
işledi." Ben, bunun konuyla ne alakası olduğunu anlamayarak kaşlarımı
çatarken o gözlerini benden çekip tekrar yola döndü.
"Eren Erken'i olaydan diskalifiye etmen yarım saatini almadı. Can
gibi ilginç bir çocukla muhteşem bir şekilde başa çıktın. Rüzgar'ın bile
-kendisini çok severim ama tam bir dallama olduğunu hepimiz biliyoruz- sana
karşı saygı duyup sınırlarını geçmemesini sağladın. Aklına ne koysan yapıyorsun
yani. Eğer Doğu'yla birlikte olmayı gerçekten isteseydin, eminim bununla ilgili
bir planın olurdu." Duraklayıp sahte bir tereddütle kaşlarını çattı. "Var
mı?" "Yok," dedim derhal. Sesimin acelesi onu bir kere daha
gülümsetti.
"O zaman onunla birlikte olmak istemiyorsun demektir. İstesen
olurdun çünkü. Bunu biliyorum. O zavallı çocuğun senin karşında bir şansı
yok."
Sözleri dudaklarından derin bir saygıyla dökülüyordu. Sadece Doğu'dan
zavallı çocuk diye bahsederken biraz alaylı çıkmıştı ama o kısmı üstüme
alınmıyordum zaten. Bunun nasıl olabildiğine hayret ediyordum. Kuzey gibi bir
adamın gerçekliğini algılamayı beynim reddediyordu adeta. Dizilerde, romanlarda
çok âşık olarak resmedilen adamlar gibi kıskançlıklarıyla kalbimi kırmak, bana
bağırıp çağırmak, beni üzmek yerine 'isteseydin
Doğu'yla olurdun' diyor, bana duyduğu güveni altın tepside önüme
seriyordu adeta. Mümkün müydü? Bu kadar harika bir adam gerçekten mümkün müydü?
Beynim 'bilemiyorum, sana oyunlar oynuyor olabilirim' derken kalbim 'evet,
evet, evet' diye haykırıyordu.
Hala aklum almadi senun gibi birini...
"O panoyu görmek beni biraz incitti," diye itiraf etti ben
ona biraz daha âşık olurken. "Yani sol tarafıma bir yangın salmadı
diyemem. Ama baş edebilirim." Bakışları üçüncü defa beni buldu. Yine
gülümsedi. Bu sefer yüzünde aşk vardı. "Benim yanımdaysan, baş
edebilirim." Dolan gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırırken "Olmak
isteyeceğim başka bir yeri hayal bile edemiyorum," diye mırıldandım. Sonra
hissettiğim bütün aşkı sesime yükleyerek ekledim. "Ayrıca seni ömür boyu
benim yapmak gibi bir planım var."
Ve yüzündeki hüzün tamamen kayboldu. Gülümsemesi genişleyip yeryüzünü
kapladı.
Gamzesine ömrümü gömdüm. "İşte bunu duyduğuma çok sevindim."
24.BÖLÜM
Evime tamamen yerleştiğimde ilk işim ablamı, eniştemi ve tabi ki
sevgilim Kuzey'i akşam yemeğine davet etmek oldu. Sonuçta benim için uğraşırken
canları çıkmıştı hepsinin. Ablamın pek çıkmamıştı gerçi ama ablaydı işte, atsan
atılmaz, satsan satılmaz. Mecbur onu da çağırdım. Hem içinde biricik yeğenim
vardı.
İşten erken çıkıp koca bir market alışverişi yaparak eve geldiğimde ilk
işim ojelerimi silip tırnaklarımı kesmek oldu. Annemin bize öğrettiği şey 'uzun
tırnakla yemek yapılmaz'dı çünkü. Evdeyken bu uyarıyı pek takmazdım ama
annenizden ayrı kalmanın böyle bir yönü vardı işte; onun her söylediği sizin
için çok daha fazla anlam ifade etmeye başlıyordu ve kendinizi git gide ona
benzerken buluyordunuz.
Menümde çok süslü yemekler yoktu. Klasik misafir menüsü; fırında
patates köfte, pirinç pilavı, terbiyeli şehriye çorbası, tatlı olarak da
muhallebili kadayıf. Tatlıyı ve çorbayı akşamdan yaptığım için işim epeyce
kolaydı. Her şeyi hazırlamam iki saatten kısa sürdü. En sonunda üstümü
değiştirip masayı kurup gelecek onları beklemeye başladığımda elimde fazladan
bir yarım saat kalmıştı.
Koltuklardan birine bağdaş kurup oturdum ve kapının çalmasını beklerken
düşünmeye başladım. Şimdi, bizim hikayemizde Bihter bendim. Behlül Kuzey'di.
Nihal Eda'ydı. Peki Ednan Bey kimdi? Resmen kadroda bir açık bulmuştum. Ednan
Bey olmadan Aşk-ı Memnu mu olurdu?
Gerçi olayın Aşk-ı Memnu'dan sıyrılmasına çok az kalmıştı. Bu hafta
Cuma günü nihayet sunumu yapacaktık. Şeref Bey'in etkilenmesi ve işi Kuzey'e
vermesi kaçınılmazdı. Kuzey'i işi aldığında babasının onun hakkında en ufak bir
şüphesi bile kalmayacaktı. Çünkü kendisinin bile Şeref Bey'le anlaşma bağlaması
söz konusu değilken Kuzey bunu başarmış olacaktı. Eh, hal böyle olunca Kuzey
epey rahatlayacak ve nişanı atacaktı. Aslında Kuzye'e kalsa nişanı bugün atardı
ama ben plana bağlı kalmak konusunda ısrarcıydım. Zira en ufak bir aksiliği
kalbim kaldırmazdı. Kuzey'den azıcık mahrum kalsam üzüntüden ölebilirdim.
Beklemek en doğrusuydu.
Zil çaldığında adeta uçarak gittim kapıya. Kuzey'in herkesten daha
erken geleceğini bildiğim için kim o diye sorma zahmetine girmeden açıverdim.
Ve karşımda kocaman bir çiçek buketi bulunca dudaklarımdan fırlayıp giden
"Yaa!" nidasına engel olamadım.
Rengarenk çiçeklerden oluşan kocaman bir buket sevdiğim adamın yüzünü
kapatıyordu. Benim sevinçli sesimi duyunca buketi hafifçe aşağı indirip bana
gülümsedi.
"Hoş geldin," dedim kapının önünden çekilip içeri girmesine
müsaade ederken.
Ayakkabılarını çıkarırken buketi bana uzattı, ben de alıp bağrıma
bastırdım. "Hoş buldum güzelim."
İçeri girdiğinde parmak uçlarımda yükselip çenesine bir öpücük
kondurdum. "Bunlar çok güzel," diye şakıdım çiçekleri kast ederek.
"Çiçekleri çok sevdiğimi biliyor musun?" "Bilmiyordum,"
dedi eğilip başıma bir öpücük kondurmadan önce. "Ama tahmin
etmiştim."
İçeri girdiğimizde çabucak çiçeklerimi bir vazoya koyup vazoyu salonun
en güzel köşesine yerleştirdim. Ardından gidip Kuzey'in yanına oturdum.
"Nasıl olmuş ev? Beğendin mi? Son halini görmemiştin."
Hevesli sesimle gülümseyerek başını salladı. "Senin olduğun bir
yeri beğenmemem mümkün mü?"
Sözleri her defasına kalbimi başka yerinden tutuşturuyordu. Nasıl
anlatabilirdim? Adam konuştukça ben çiçek açıyordum. Size kendinizi sevdiren
birini düşünün. Tüm eksik yanlarınızı sarıp sizi kendi mükemmelliğine bulayan
biri. Benim için o kişi Kuzey'di. Kalbimde öyle başka bir yer edinmişti ki
göğsüm artık gökyüzünü içine alacak kadar genişti onun sevgisiyle.
"Hep çok güzel şeyler söylüyorsun," diye mırıldanırken başımı
omzuna yasladım. "Sen konuştukça hayatım daha güzel bir yer oluyor."
"Sadece içimden geçenler." Başını başımın üstüne yerleştirdi.
Koluyla beni sarıp kendine iyice yaklaştırınca içime dolan huzurdan çıldırmak
istedim. Evet, huzurla çıldırmak istedim. En nihayetinde benim şu minik bedenim
böylesine huzuru taşıyabilecek kadar güçlü değildi. Yine de ayağa fırlayıp deli
gibi ortalarda koşturmak yerine kendime hâkim olarak Kuzey'e iyice sokuldum ve
varlığının tadını çıkarmaya karar verdim. Böyle yakın oturduğumuzda kalp
atışlarını bile hissedebiliyordum. Zaman tam şu anda dursa ve bir kere daha
kımıldamayacak olsak en ufak bir itirazda bile bulunmazdım.
Fakat tabi ki zaman falan durmadı. Aksine zil çaldı. Ablamla eniştemi
yemeğe çağırdığım için kendime küfrederek, tabii ki içimden, Kuzey'den ayrıldım
ve sürüdüğüm adımlarımla kapıyı açmaya gittim.
Ablam sinirimi bozan bir neşeyle sırıtarak içeri dalarken eniştem her
zamanki karizmasını da beraberinde getirerek onu takip etti. Eniştemin
kucağında da bir buket çiçek vardı ama beni Kuzey'in getirdikleri kadar
heyecanlandırmamışlardı. Yine de minnet duyarak gülümsedim ve çiçekleri bir
vazoya yerleştirdim.
İçeri girdiğimde ablamla eniştem yan yana koltuğa kurulmuşlardı ve
eniştem güler yüzle Kuzey'le sohbet ederken ablam diktiği bakışlarıyla
sevgilimi darlamaktaydı. Yanına kadar gidip kafasına bir tane patlatmamak için
kendimi zor tuttum. Canım sevgilimin psikolojik baskı görmesine seyirci
kalamayacağım için ablama seslendim.
"Gelsene sen, biz masayı kuralım beraber."
Ablam suratını buruşturup mırın kırın etse de eniştemin yanından kalkıp
beni takip ederek mutfağa geldi. Ve içeri girer girmez benim çatık kaşlarımla
karşılaştı.
"Ne oldu be? Niye öyle bakıyorsun?"
"Asıl sen niye öyle bakıyorsun Kuzey'e?" derken koluna bir
çimdik attım.
Küçük bir çığlıkla geri çekilirken kaşlarını çatıp yüzünü buruşturdu.
"Seni sahipsiz sanmasın diye."
"Köpek miyim ben abla ne sahibi?"
Önce koluna, çimdik attığım yere, sonra da bana bakıp imalı bir bakışa
omuz silkti. "Bilemiyorum artık köpek misin değil misin... Nankör olduğun
kesin ama!"
Ona söylene söylene zaten kurmuş olduğum masanın birkaç eksiğini
götürmeye başladım. Ablam da peşimden geldi tabi ki. Birbirimize ters bakışlar
ata ata her şeyi tamamladık, en sonunda sofraya oturduğumuzda onu, en son onun
çorba kâsesini doldurarak cezalandırdım. O da ilk kaşığını alır almaz
"Tuzu az olmuş bunun," diyerek karşılık verdi.
Tuzluğu alıp sertçe önüne bıraktığım sırada Arın eniştemin bıyık
altından gülümsediğini gördüm. Ablamla kavgalarımızdan tuhaf bir zevk alıyordu
bu adam. Zavallım, bu Mayıs çatlağının elinden ne çekiyorsa artık, ben ablama
haddini bildirince çok keyifleniyordu.
Bakışlarımı sakinleşmek için Kuzey'e çevirdiğimde onun da bana
baktığını gördüm ve yüz kaslarım inanılmaz bir hızla gevşeyip rahatlayıverdi.
Kendimi ansızın gülümserken buldum. Ona baktığımda, hele o da bana bakıyorsa,
aksi mümkün müydü bilemiyorum.
"Eee, Kuzey?"
Ablamın sesi gülümsememin aynı hızla yok olmasına ve bakışlarımı
Kuzey'in muhteşem suretinden ayırıp ona çevirmeme sebep oldu. Ses tonu
söyleyeceği şeyden hoşlanmayacağım konusunda beni uyarırcasına rahatsız
ediciydi. Nitekim öyle de oldu.
"Ne zaman bozuyorsun nişanı?"
Ablamın bu soruyu sormasıyla masanın altından bacağına sert bir tekme
geçirmem bir oldu. Yüzünü acıyla buruşturarak bacağını geri çekse de
bakışlarını, o lanet ve rahatsız edici bakışlarını, benim zavallı sevgilimin
yüzünden ayırmıyordu.
Omuzlarımı düşürürken öfkeyle oflayıp enişteme döndüm. "Sahip
çıkar mısın şuna!"
Ablam tam tekrar konuşmaya hazırlanıyordu ki Arın eniştem tek eliyle
yüzünü kavrayıp onu kendine çevirdi ve iki yanağını sıkıştırarak bir balığa
benzemesini sağladı. Ardından en çekici gülümsemesiyle, sanki ablam bu haliyle
çok güzel görünüyormuş gibi ona bakarak "Senin bu sivri dilini ne
yapacağız Laz böreği?" dedi.
Mayıs'ın sert bakışları güneşe bırakılan bir buz kütlesi gibi hızlıca
eridi ve homurtuları dindiğinde eniştem başını ileri uzatıp burnunu onun
burnuna dokundurduktan sonra gülümseyerek geri çekildi. Gözlerimi devirmemek
için kendimi zor tuttum.
Allah'ım, Kuzey ve ben de bu kadar ılık mı görünüyoruz?
Eniştem geri çekildiğinde stratejik davranıp ablamın tekrar konuşmaya
başlamasına izin vermeden "Proje nasıl gidiyor?" diye sordu Kuzey'e.
Benim masum sevgilim, nihayet çalıştığı yerden soru gelmesiyle
rahatlayarak eniştemi detaylar hakkında bilgilendirmeye başladı. Şirkette öyle
hummalı bir çalışma yapılıyordu ki ve Kuzey projenin her aşamasını öyle ustaca
kontrolü altında tutuyordu ki enişteme açıklamalarını yaparken bir an bile
duraklamıyor ya da tereddüde düşmüyordu. Muhteşem bir profesyonellikle her şeyi
en ince detayına kadar anlatıyor ve asla bunu yaparken içimi titretecek kadar
yakışıklı görünüyordu.
Onların konuşmaları arasında çorbalar bitti, ana yemeklerin servisi
yapıldı derken ablam yavaş yavaş Kuzey'e karşı yumuşamaya başladı. Hatta bir
ara şakalaştıklarını bile gördüm. Açıkçası yemeğin başında Kuzey'i ablamdan
nasıl korurum diye düşünüyordum ama onun, kendi cazibesiyle ablamın da
dostluğunu kazanacağını hesap edememiştim. Kim Kuzey'e karşı koyabilirdi ki
sonuçta? Koyulsaydı ben koyardım zamanında... Değil mi ama?
Tatlı faslına geçtiğimizde buzlar iyice erimişti. Ablam artık neredeyse
hiç laf sokmuyordu. Ve eniştemle Kuzey daha önceden tanıştıkları için konuşacak
birkaç anıları vardı. Onlar bu anılardan bahsederken ben de dilimin ucundaki
soruyu sormak için doğru zamanı kolluyordum. Bunca zamandır aklımı kurcalayan
bu meselenin bu akşam ortaya çıkmasını sağlayacağımı biliyordum.
"Nerede tanışmıştınız siz?" diye sordu ablam.
"Aynı lisedeydik ama o zaman sadece ismen biliyorduk birbirimizi.
Ben son sınıftayken Kuzey yeni başlamıştı okula, değil mi?"
"Evet," diyerek eniştemi onayladı Kuzey. "Amerika'dayken
tanıştık, gerçek anlamda. Ben ablamın yanında kalıyordum o yaz."
"Ben de tatil için gitmiştim. Ailecek yediğimiz bir akşam
yemeğinde tanışmıştık. İyi anlaşınca arkadaşlığımız da devam etti."
Konuşmanın istediğim kıvama gelmiş olması kocaman sırıtmama sebep
olduğu sırada en masum ses tonumu ve en tatlı gülüşü kullanarak "Peki,
Kuzey'in beni işe almasını sağlayan şu gizemli olay da o yaz mı oldu?"
diye sordum.
Çayından bir yudum almakta olan Kuzey duyduğu soruyla küçük çaplı bir
öksürük krizine girse de çabucak toparladı. "Sen onu unutmadın mı
ya?"
"Niye unutayım Kuz ey?" Hafızamız 2 GB dediysek yedek hard
diskimiz yok demedik ya?
Hayal kırıklığıyla omuz silkti. "Ne bileyim belki şans yüzüme
güler falan..." Ben gülmüşüm senin yüzüne güleceğim kadar...
Kuzey'in olayı geçiştirmeye çalışmasıyla kaşlarımı çatarken bakışlarımı
ondan ayırıp enişteme çevirdim. Yüzünde olaydan iyice kuşku duymama neden
olacak bir sırıtış vardı. Bu adam böyle güldüğünde hep bir şeyler oluyordu.
Size diyorum, evimize ilk kez gelip ablamı şoka soktuğu günde yüzüne buna
benzer bir gülüş görmüştüm...
"Anlatır mısınız artık?" derken başımı tekrar Kuzey'e
çevirdim. Bana bakmamak için üstün bir çaba harcıyordu ama ona öyle ısrarcı
bakışlar attım ki en sonunda dönüp benimle göz göze gelmek zorunda kaldı.
Tek kaşımı kaldırıp kollarımı birbirine doladığımda kaçmayacağını
anlayıp ofladı ve omuzlarını düşürerek anlatmaya koyuldu.
"Arkadaşlarımla iddiaya girmiştim," dedi sıkkın bir sesle.
"Sahilde oturuyorduk ve suyun üstünde bir şey vardı. Ne olduğunu
göremedik. Beni gidip onu almam için cesaretlendirdiler. Ben de iğrenç bir
şeyse, ne bileyim ölü bir balık falan, elime alamayacağımı ama fotoğrafını
çekebileceğimi söyledim. Ve soyunup elimde telefonla suya girdim. Merak
ettiğimiz şeyin yanına kadar gidip yüzümü sahile döndüğümde arkadaşlarımın
kıyafetlerimle birlikte koşarak ve kahkahalar atarak uzaklaştığını gördüm.
Arın'ı aramak on dakika sonra aklıma geldi. Kendisi elinde bir çift kıyafetle
sahilde belirene kadar suyun içinde yaklaşık yarım saat bekledim. Beni böyle
zor bir durumdan kurtardığı için de ona bir borcum olduğunu söyledim."
Tek solukta anlattığı hikâyesi o hariç hepimizin gülüşmesine neden
olurken yüzündeki mahzun ifadeye dayanamayıp koluna sarıldım. Gerçekten çok
çabuk kandırılabilecek bir adamdı Kuzey. Bu yüzden sürekli yanında olup onun
korumam, kötü niyetli insanları ondan uzak tutmam gerekiyordu. Hayatımı buna
adamalıydım.
"Neymiş peki?" diye sordum başımı kaldırıp yüzüne bakarken.
"Ne neymiş?"
"Suyun üstündeki şey neymiş?"
Gözlerini sıkıca yumup başını iki yana salladı ve istemsizce
gülümserken "Pet şişe," dedi. "Yamulmuş bir pet şişeymiş."
Gecenin geri kalanı sıradan ama eğlenceli muhabbetlerle sürüp gitti.
Ablam yaptığım tatlı on çeşit laf etse de iki tabak yedi. Kuzey her şeyin
harika olduğunu söyleyip bana iltifatlar yağdırdı. Eniştem ise kendi tatlısı
karısı tarafından gasp edilmeden ucundan tadabildiği kadarıyla çok lezzetli
olduğunu söyleyip ellerine sağlık dedi.
Arın eniştemle Mayıs evlerine, yani bir alt kata gittikten sonra Kuzey
benimle kalıp bulaşıkları makineye yerleştirmeme ve etrafı toparlamama yardım
etti. Her ne kadar buna gerek olmadığını söylesem de "Seninle biraz daha
vakit geçirmeme izin ver," diyerek beni anında ikna etti. Böyle söyleyen
bir adama nasıl karşı koyabilirim ki?
İşimiz bittiğinde artık gitmek zorundaydı ama onu bir bardak kahve
içmeye ikna etmem çok zor olmadı. Fakat kahve de bittiğinde artık bahanemiz
kalmamıştı. Onu saatler sonra tekrar göreceğimi biliyordum yine de gitmesini
izlemek ölüm gibi geliyordu.
Kapıdan çıkarken eğilip saçlarımın arasına bir öpücük kondurdu.
"İyi geceler. Kapını kilitlemeden uyuma, olur mu?"
Gülümseyip başımı salladım. "Sen de eve gidince mesaj at, tamam
mı?"
Asansöre binene dek arkasından baktım. Sonra kapıyı yüzümde kocaman ve
aşık bir sırıtışla kapatıp içeri girdim. Yatağıma girip tatlı bir uykuya
dalmadan önce son düşündüğüm yine Kuzey'di. Ve her şeyin yakında sona ereceği.
Sonsuza dek mutlu olacağımız...
***
25.BÖLÜM
Sunum günü hayatım boyunca hissetmediğim heyecanı ve telaşı bir arada
hissettim. Kalbim her an ağzımdan çıkacakmış gibi atıyordu ve en ufak bir
aksiliğin ihtimaliyle bile sinir krizi geçirebiliyordum. Yine de dışarıdan
bakıldığında oldukça soğukkanlı ve çalışkandım.
Alp'e "Her şey hazır, değil mi?" diye sorarken kuruyan
boğazım için bir şişe su arıyordum etrafta.
"Hazır," dedi Alp. Ve günün kahramanı olarak bana soğuk bir
şişe su uzattı. "İster misin?" İstemez miyim diye çığlık atmamak için
dudağımı ısırırken hızlı hızlı başımı salladım. Bana uzatılan şişeye adeta bir
hazine bulmuş gibi can havliyle sarıldım ve teşekkür etmeyi bile unutarak
kafama diktim.
"İyi geldi," dedim boğazımdaki isyan dinince. "Teşekkür
ederim Alp. Sen olmasan ne yapardım bilmiyorum."
Gülümsedi ve "Eminim bir şekilde hallederdin," diyerek omzuma
zararsız bir yumruk attı. Ben de ona gülümsedim ama söylediğine katılmıyordum.
Alp'in desteği olmasa muhtemelen daha ilk aksilikte, yani sunumdan önce
dağıtılacak el broşürlerinde yapılan hatada yere yığılıp kalır ve asla
kalkamazdım. Ama Alp beni silkeleyip kendime getirmenin yanında seri ve pratik
çözümleriyle de hayat kurtarıyordu. Bu yüzden ona ömrümün sonuna dek minnettar
kalacaktım.
Misafirler teker teker gelmeye başlamadan önce Rüzgar'ı bulup karşısına
dikildim. Ve planımızın üstünden bir kere daha geçtik; misafirleri o
karşılayacaktı, sunumun girişini o yapacaktı ve bütün bunları harika bir
şekilde yerine getirmezse ben günün sonunda başını boynundan ayıracaktım.
"Bak Rüzgar, şu günü atlatalım, ondan sonra istediğin kadar sinir
bozucu olabilirsin. Ama bugün çok efendi, çok düzgün olman lazım. Gözünü
seveyim bir çıkıntılık yapma, emi çocuğum. Boğazlatma bana kendini misafirlerin
yanında, tamam mı?"
Sözlerime sırıtıp kafasını salladı. "Merak etme fıstık. Her şey
harika olacak."
Bana 'fıstık' diye hitap etmeseydi eminim içim daha rahat ederdi fakat
buna da şükrettim. Kuzey'in kız arkadaşı olduktan sonra 'fıstık' mertebesine
inebilmiştim en azından. Önceden 'sarışın bomba' falan diyordu ve midemdekileri
önüne kusmamak için kendime zor sahip çıkıyordum.
"Sen git Kuzey'le ilgilen."
Rüzgar'ın nadiren mantıklı bir cümle kurması karşısındaki şaşkınlığımla
gözlerimi kırpıştırdıktan sonra hak vererek oradan ayrıldım ve sunum için ayna
karşısında prova yapmakta olan Kuzey'imi buldum.
Gerginliği öyle barizdi ki onu sakinleştirecek bir şeyler yapabilme
umuduyla yüzüme kocaman bir sırıtış yerleştirip mor gömleğimin yakalarını
düzelttim. Ve dünyanın en sakin, en pozitif insanı olmaya çalışarak yanına
gittim.
"Hey, patron! Nasıl gidiyor?"
Sesimi duyduğunda gülümseyerek bana döndü ve "Korkunç," dedi.
"Her şeyi batırırsam benimle deniz aşırı bir ülkeye kaçar mısın?"
Kıkırdamama mani olamadan, fazla hevesli bir sesle "Seve seve,"
dedim. "Hatta istersen hiç uğraşmayalım. Şimdi bırakıp kaçalım."
Yalnız ben de dünden hazırmışım farkındaysak?
"Bana uyar," diyerek omuz silkti.
Çocuk gibiydi gülümsemesi. Ona sıkıca sarılıp hiç bırakmak istemememe
sebep oluyordu. Küçük adımlarla yanına giderken 'Allah'ım sen onun bu hevesini
boşa çıkarma' diye dua ettim. Sunumun harika geçmesini öyle çok istiyordum ki.
Her şeyi bir kenara bırakırsak bunu en çok Kuzey'in kendine güvenebilmesi,
babasının yıktığı inançlarının tekrar ayağa kalkabilmesi için istiyordum. Ne
kadar harika bir adam olduğunu görebilmesi için.
"Muhteşem olacak," diye fısıldadım tam yanında durup aynadaki
yansımamıza bakarken. "Ben inanıyorum."
Bakışları aynadaki yansımamı buldu ve bir kere daha gülümsedi.
"İyi ki varsın."
Başımı hafifçe koluna yasladım. "Sen de öyle."
Alp'in içeri girip misafirlerin geldiğini söylemesiyle küçük ve huzurlu
anımız dağılıverdi. İkimiz de tekrar heyecanlanarak harekete geçtik. Kuzey
konuşma kartlarını düzenleyip benden önce odadan ayrılırken son kez bana dönüp
gülümsedi. Bütün gün boyunca aldığım en güzel motivasyon buydu.
Misafirleri karşılamak için Rüzgar'ın yanına gittim. Herkese bolca
gülücük dağıtıp 'Hoş geldiniz' derken elimden geldiğince içten ve sevimli
olmaya çalışıyordum. Bir yandan da isimlerini ve yüzlerini hafızama kazıyordum
ki Kuzey'i üzerlerse hepsini tek tek tenhada sıkıştırıp façasını alayım.
Sunum Rüzgar'ın muhteşem cazibesiyle ve her nasılsa bel altına vurmadan
yapmayı başarabildiği, komik sayılabilecek bir espriyle başladı. İlk başlarda o
konuşma başlayınca beynimin içindeki uyarıcılar 'HER ŞEYİ MAHVEDECEK. ENGEL
OLAMAYACAKSINIZ,' şeklinde söylemlerle beni telaşa verse de Rüzgar beni
şaşırtarak muhteşem bir performans sergiledi ve bütün misafirleri sunuma
kilitledi.
Sonra sıra Kuzey'e geldi. O sahneye adımını attığı an ben nefesimi
tuttum. Gerginlik somut bir olgu haline gelip bir canavar gibi vücudumu ele
geçirdi. İçimden dua ede ede Kuzey'in konuşmaya başlamasını bekledim. Sahnede
kendinden emin adımlarla ilerledi, misafirleri selamladı ve gülümseyerek
konuşmaya başladı.
O anda bütün vücudum rahatlayarak gevşedi ve Kuzey'in bu işin altından
muhteşem bir şekilde kalkacağına emin oldum. Nitekim öyle de oldu. Sunum
boyunca bir an bile duraksamadan, bir saniye bile tereddüde düşmeden bütün
çalışmamızı misafirlere anlattı ve dik duruşu hiç bozulmadı. Yüzündeki o çekici
gülüş hiç silinmedi. Beni ve diğer herkesi adeta büyüleyerek sundu bütün
projeyi.
Her şey kusursuz ilerledi. Misafirlerin memnuniyeti yüzlerinden
okunuyordu. Şeref Bey'in gözündeki parıltıya bakılırsa bu projede bizimle
çalışmak için delice heveslendiğini söyleyebilirdim. Ya da ben öyle görmek
istiyordum, bilemiyorum. Kesin olan tek şey işimizi harika yaptığımızdı. Rüzgâr
bile bir saniye dahi fire vermeden elinden gelenin en iyisini yapmıştı ve sizi
şunu söylemek istiyorum; aklı başında konuştuğu sürece akıllara zarar bir
adamdı. Yine de içimden bir ses sunumdan sonra eski haline döneceğini, çok da
şey yapmamam gerektiğini söylüyordu.
Sunum sona erdiğinde kendimi derhal Kuzey'in yanına attım. Misafirleri
uğurlamadan önce birkaç dakikamız vardı ve bunu değerlendirmek istiyordum.
Rüzgar'la ikisini yan yana gördüğümde sırıtarak onlara doğru yürüdüm ve
coşkuyla "Muhteşemdi!" dedim.
Kuzey gözlerinden adeta ışıklar saçarak "Öyleydi, değil mi?"
diye sordu. "Bu kadarını beklemiyordum." Yüzündeki çocuk gülüşünde
aklımı kaybedecektim az daha.
"Ben biliyordum," derken iç çekişime hâkim olamadım.
"Başaracağından emindim." Elini uzatıp yanağıma dokundu. "Sen
olmasan, olmazdı."
Engel olamadığım bir gülüş dudaklarımdan fırlayıp giderken "İyi ki
varım o zaman," dedim şımarıkça.
Uzanıp alnıma bir öpücük kondurdu. "İyi ki varsın o zaman."
Tam mutluluktan patlayıp bütün evrene bir toz bulutu olarak dağılmak
üzereydim ki "Iyy.
Vıcık vıcık romantizm. Hiç hoşlanmam," diyen Rüzgâr nedeniyle göz
devirerek birbirimizden uzaklaştık.
Sonra kısa bir süreliğine tekrar ayrılmamız gerekti çünkü misafirleri
uğurlamamız gerekiyordu. Rüzgar'ın on beş dakika daha özüne dönmemesi için dua
ederek yanlarından ayrıldım. Onlar diğerleriyle ilgilenirken ben Arın eniştemi
buldum ve sunum hakkındaki fikirlerini sordum. Ondan 'Çok başarılı buldum,'
'Kuzey harika bir iş çıkarmış,' gibi cümleler duyunca az kalsın kanatlanıp
uçacaktım.
Sonunda herkesi uğurlayıp biz bize kaldığımızda Rüzgar "Benden bu
kadar. Şimdi gidip biraz partileyeceğim. Rüzgar uçar," gibi cümleler
kurarak yanımızdan ayrıldı. Alp, ben ve Kuzey kaldık. Kuzey hafifçe boğazını
temizledi ve duruşunu dikleştirdi. Ardından sevinç çığlıkları atmamızı sağlayan
o muhteşem cümleyi kurdu.
"Şeref Bey bu akşam bir yemek yiyip iş hakkında konuşmamız için
beni evine davet etti." O an bana evlenme teklifi ancak bu kadar
sevinebilirdim, inanın. Aklımı kaybettim adeta. Çünkü yanımda Kuzey dururken
çığlık atarak Alp'e sarılmamın tek açıklaması bu olabilirdi. Zafer
sarhoşluğuyla oradan ayrılıp yemeğe giderken yeryüzündeki en mutlu insan
olabilirdim. Başarmıştık. İşte sonunda zafer bizimdi. Şimdi önümüzde hep mutlu
olmak vardı.
Araba asfalt yolda ilerlerken endişeyle alt dudağını dişlemeye engel
olamıyor ve kafasında durmadan söyleyeceği cümleleri tasarlıyordu. Sunum için
günlerce hazırlanmıştı fakat Şeref Bey'in karşısına hiçbir hazırlık yapmadan
çıkacaktı. Ve bir hata yapma düşüncesi dahi onu ölesiye korkutuyordu.
Önceden böyle değildi. Önceden Eda ya da başka birisiyle evlenmek,
herhangi bir hayatı yaşamak ve şirkette herhangi bir konumda olmak umurunda
değildi. Ne zaman pes ettiğini tam olarak hatırlamıyordu fakat babasının baskın
karakteri onu bir yerlerde ezip geçmişti. Kendine güvenini kaybettiğinde ise
tek yaptığı ona söylenene uymak olmuştu. Şu okulda şu bölümü oku Kuzey. Önemli
işleri bana bırak Kuzey. Hiç tanımadığın bu kızla evlen Kuzey. İnsan kendi
benliğini ikinci plana ittiğinde, bir başkasının onun için iyi olduğunu
düşündüğünü söylediği bir şeye, yalan bile olsa kolayca kanabiliyordu. Ve
Kuzey'in bunlara kanmamak için tek bir sebebi bile yoktu.
Ta ki bir erkekler tuvaletinde pembe elbiseli bir sarışın görene kadar.
Açıkçası ilk başta hayal gördüğünü düşünmüştü. Kendi dünyasına o kadar
çok çekilmişti ki işte oluyordu; deliyordu ve zihni ona olmadık yerlerde
olmadık güzellikte kızlar gösteriyordu. Alice gibi bir tavşanın peşine takılıp
gitmesi işten bile değildi artık.
Kızın adım sesleri yankılandığında bunun bir hayal olmadığını fark
etti. Gerçekten umumi bir tuvalette bir sarışın görüyordu. Aklına düşen soru
nefesinin kesilmesine neden oldu. Acaba dalgınlıkla kadınlar tuvaletine falan
mı girmişti? Nefesini tutup başını hafifçe sağa çevirdiğinde pisuarları görüp
rahat bir nefes aldı fakat hala sarışın kıza bir açıklama bulamamıştı.
Kızın orada bulunmasından daha garip olan ise gayet serinkanlı bir
şekilde lavaboya yaklaşıp ellerini yıkaması ve olayda hiçbir tuhaflık
yokmuşçasına çıkıp gitmesiydi. Ardında ne kadar şaşkın bir adam bıraktığını
tahmin bile edemezdi.
Kuzey kendini bunun yaşadığı en garip olduğuna ikna ettiğinde ise o
sarışın kız Arın Arıkan'la beraber ofisinde belirivermişti. Ve Arın, Kuzey'den
bu kızı asistanı olarak çalıştırmasını rica ediyordu. Bir insan sizi çıplak ve
ı slak bir şekilde halk arasında metrelerce yürümekten kurtardıysa bu tarz
istekleri geri çeviremiyordunuz. Kuzey kızı işe alırken neyle karşılaşacağını
hiç bilmiyordu.
Nisan Ekiz. Hayatının ortasına düşüveren güneşin adı buydu. Şımarık.
Geveze. Cin gibi bir sarışın. Her ne kadar ilk başlarda aptal taklidi yapsa da
Kuzey'in gerçeğe ulaşması kısa sürmüştü. O, hayatında tanıştığı en zeki
kadınlardan biriydi.
Herkes ilk görüşte âşık olmuyordu. Aşk çoğu insanın kalbine yavaşça,
belli etmeden, sökülüp atılamayacak kadar kök salana dek sesini çıkarmadan,
sinsice yayılıyordu. İşte Kuzey'e de böyle olmuştu.
Hayatındaki her şeyi bir sis perdesinin arkasında görürken Nisan'ı akıl
almaz bir berraklıkla izliyordu. Kendisi dâhil her şeyi örten sis bu kızın
ışığı karşısında aciz kalıyordu. Adam ona baktığında bir kalemi nasıl
tuttuğunu, onu kızdıracak bir şey söylemeden önce omuzlarını nasıl
kaldırdığını, sıkıldığında ayağını hangi ritimle oynattığını bile fark ediyordu
ve bu çok korkunçtu.
Birini bu şekilde bilmek, birinin bu şekilde farkında olmak yepyeni bir
şeydi ve Kuzey bunu hissettikçe kaçıp masasının altına saklanmaktan başka bir
şey istemiyordu.
Nişanlıydı. Evlenecekti. Babasını hayal kırıklığına uğratamazdı. Yine
de Nisan bambaşka, capcanlı bir dünya vaat ediyordu. Kuzey'in yaşamak istediği
bir dünya.
Adam elinden geldiğince direndiğine yemin edebilirdi. Bunu gönül
rahatlığıyla yapabilirdi. Ama içten içe biliyordu ki bir başkasını böyle
önemserken, onun için bu şekilde endişelenirken ve bir süre sonra işe
gitmesinin ardındaki tek sebep onu görmek olmuşken kalbindekini daha fazla
görmezden gelemezdi.
Üstelik her şey bir kenara, bunca zaman sonra Nisan, onun için bir şey
yapmaya çalışan ilk kişiydi. Onun iyiliği için değil veya onun geleceği için
değil. Onun mutluluğu için. Kuzey buna nasıl dayanabilirdi? Nisan bazen
dünyanın en çekilmez insanı olabiliyordu ama öyle zamanlarda bile adamın tek
istediği biraz daha onun yanında kalmakken bütün bunlara nasıl göz yumabilirdi?
Aşkını itiraf ettiğinde içinden çıkan adama kendisi de şaşırmıştı ama
işte o böyle biriydi. Bunca zamandır bir yerlere kilitleyip susturmaya
çalıştığı adamı yeni tanımaya başlıyordu. Sanki hayatı boyunca tek bir
kıvılcıma ihtiyaç duymuşken ona bir yangın bahşedilmişti ve genç adam bundan
aldığı güçle bunca zamandır parçalara ayırıp insanlara dağıttığı hayatını
yenden inşa etmeye başladı. En baştan. Önce hislerini görmezden gelmeye bir son
vererek. Düşüncelerini sesli söyleyerek. İçinden geleni yapıp kendi hesaplarıyla
yaşamaya başlayarak. Adım adım, Nisan'ın ona verdiği güçle hayatını tekrar
avuçlarının arasına almıştı.
Bu yüzden artık daha azına razı olamazdı. Kaybetmeyi ve hata yapmayı
göze alamazdı. Nisan'ı kaybetmenin düşüncesi bile kalbinin kırılıp paramparça
olmasına yetiyordu. O yüzden her şeyi muhteşem yapmak zorundaydı.
Derin bir nefes alıp arabasını park etti. Arabadan inmeden önce
telefonunu eline alıp "Bizim için dua et," yazarak Nisan'a mesaj attı
ve tüm cesaretini toplayarak ilk adımını attı.
Şeref Bey'in karşılaması sıcak ve içten olunca biraz olsun rahatlayarak
gevşedi. Yüzüne yerleştirdiği tebessüm yemeğin büyük bir kısmında varlığını
korudu. Şeref Bey muhabbet etmesi kolay bir insandı. Bilgili ve kültürlüydü ve
insanlarla nasıl iletişim kuracağını çok iyi biliyordu. Bu nedenle yemeğin
ortalarına doğru Kuzey neredeyse tüm gerginliğinden sıyrılmış ve tıpkı
sunumdaki gibi özgüvenli bir şekilde proje hakkında konuşmaya başlamıştı.
"Seni tebrik etmek istiyorum," dedi Şeref Bey.
"Gerçekten parlak bir gençsin. İlk başlarda senden biraz şüphe ettiğim
doğru. Biraz çekingen duruyordun. Fakat yanılmışım. Çalışmak isteyeceğim türde
bir adamsın Kuzey. Bugün herkesin takdirini kazandın."
Duydukları genç adamın genişçe gülümsemesine sebep oldu. "Teşekkür
ederim. Siz de benim çalışmayı çok arzu ettiğim bir insansınız." Tüm bu
çaba bunun içindi dememek için kendisini zor tuttu.
"Çalışmamamız için hiçbir engel yok," diyerek güldü Şeref
Bey. "Projen çok şey vaat ediyor. Tabii evliliğin de öyle."
Evlilik lafı havayı delip geçen bir ok gibi vızıldadı ve yine tıpkı bir
ok gibi Kuzey'in kalbine saplandı. "Evliliğim?" derken sesi kopmak
üzere olan bir tel kadar gergindi.
"Eda Mertcan ile olan evliliğinden bahsediyorum. Nişanlısınız diye
biliyorum. Gelecek hafta evlenmeyecek misiniz?"
Kuzey hafifçe boğazını temizleyip kendini sakin olmaya zorlarken
"Aslına bakarsanız," dedi. "Hayır, evlenmeyeceğiz. Bu bir şeyi
değiştirir mi?"
Şeref Bey önündeki sudan bir yudum alırken ciddileşen yüz ifadesiyle
Kuzey'in gözlerinin içine baktı. "Elbette değiştirir. Bu arkandaki
koskocaman Mertcan isminin desteğini yok eder."
"O desteğe ihtiyacım yok." Genç adamın sözleri kılıç kadar
kesin bir şekilde çıkmıştı dudaklarından. "Bu projeyi Mertcan isminin
hiçbir desteğini görmeden hazırladım." Çok şey görmüş geçirmiş gözleri
babacan bir gülüşle kısılırken "Bir projeyi hazırlamak, her zaman onu
hayata geçirmekten daha kolaydır," diye yanıt verdi Şeref Bey.
Kuzey bu gerilime ve kelime oyunlarına daha fazla dayanamayacağını
hissederek "Yani?" diye sordu. "Evlilik olmazsa benimle
çalışmayacağınızı mı söylüyorsunuz?"
"Hayır, öyle bir şey demiyorum. Evlilik olmazsa seninle çalışmayı
bir kere daha gözden geçireceğimi söylüyorum."
Yemeğin geri kalanı Kuzey'in boğazında düğümlenen hayal kırıklığını
görmezden gelmeye çalışması ve birkaç basit diyalog ile devam etti. Çok
geçmeden sonlandığında Kuzey, Şeref Bey'den iyice düşünmesini rica edip bu işin
altından kalkabileceğinin garantisini vererek oradan ayrıldı.
Kendini evden dışarı attığında arabaya binmeden önce birkaç dakika
soluklanıp ne yapacağını düşündü. Eh, ne yapacağını pek bilmiyordu ama pes
etmeyeceği kesindi. İşi alacaktı. Bu sadece yoldaki bir engebeydi. Ve buna
takılıp düşemezdi. İşi kesinlikle alacaktı.
Cebinde bir titreşim hissettiğinde cep telefonunu alıp baktı. Nisan
arıyordu. İlk başta cevap vermemeyi düşünse bile bunun yalnızca daha umutsuz
hissetmesine yol açacağını fark edip telefonu açtı. Hem Nisan'ın sesini duymaya
çok ihtiyacı vardı.
"Alo? Kuzey? Bitti mi yemek? Nasıldı? Anlaştınız mı? Neler
oldu?"
Nisan'ın ardı arkası kesilmeyen soruları eşliğinde kulağına dolan sesi
Kuzey'in nefes almasını kolaylaştırdı. Hatta onu gülümsetti. Adeta damarlarına
yayılıp içini ısıttı ve bütün kötü duyguları bir anlığına bile olsa yok etti.
Mucize gibi bir şeydi.
Genç kızın hevesli sesine kıyamayıp "Güzel geçti," dedi
Kuzey. "Her şey yolunda." "Oh, çok şükür! Başaracağını
biliyordum. Sen dünyanın en harika adamısın çünkü!" Sözcükler kim bilir
kaç kilometre öteden söylenip genç adamın kalbine ulaştı. Nisan'ın sesindeki
tüm o neşe, tüm o güven söylendikleri yerden kopup geldi ve Kuzey'in içindeki
her şeyi alt üst etti. Hayal kırıklığı yerini sevgi, korkunun yerini cesaret
aldı. Ve Kuzey o anda bu gece bu nişan meselesini bitirmeye karar verdi. Şeref
Bey ile anlaşacaktı. Onunla anlaşamasa da pes etmeyip daha iyi bir adım
atacaktı. Hayatını geri alması için bir şey ispatlamasına gerek yoktu. Hayatını
geri alması şarttı. Çünkü dünyanın en güzel kızına âşıktı ve bir şeylerin
onları ayırmasına asla izin veremezdi.
Hissettiği güçle ve özgüvenle gülümsedi. Derin bir nefes aldı ve
Nisan'ı kelimenin tam manasıyla dünyanın en mutlu kızı yapacak olan o cümleleri
söyledi.
"Şimdi babamla konuşmaya gidiyorum. Nişan meselesini bu gece
bitireceğim. Bir süre meşgul olabilirim ama en geç yarın seni arayacağım.
Kapını kilitlemeden uyuma olur mu? Seni seviyorum."
26.BÖLÜM
"Şimdi babamla konuşmaya gidiyorum. Nişan meselesini bu gece
bitireceğim. Bir süre meşgul olabilirim ama en geç yarın seni arayacağım.
Kapını kilitlemeden uyuma olur mu? Seni seviyorum."
Kuzey'den duyduğum son cümle buydu. Tam üç gün önce. Evet, yanlış
duymadınız. ÜÇ KOCA GÜN ÖNCE.
Neler olduğunu merak ediyorsunuzdur eminim. Ben de deli gibi merak
ediyordum doğrusu. Tamam, neyse. Sakin olup olayları şöyle bir baştan alayım.
Sunum günümüz harika geçmişti. Kelimenin tam manasıyla mükemmeldi. Her
şey o kadar yolunda gitmişti ki sonradan bir şeyler çıkacağını tahmin
etmeliydim. Ama o an aklımın ucundan dahi geçirmemiştim. Zafer sarhoşuydum
çünkü. Bütün sorunlarımız çözüldü sanmıştım. Artık Kuzey'le aramızdaki tüm
engelleri aştık sanmıştım. Buradan el ele bulutlara yürürüz, yıldızlara kadar
yolumuz var demiştim.
Evet, ben böyle dedim ve adam ortadan yok oldu.
Ne demek nasıl yok oldu? Bildiğiniz yok oldu işte.
Şeref Bey'le yemeğe gittiğinde yanında olamadığım için epey
hayıflanmıştım fakat yemeğin bitiminde telefonla konuştuğumuzda bana her şeyin
yolunda olduğunu söylediği için bu duygunun yerini rahatlamaya bırakması uzun
sürmemişti.
Kapını kilitlemeden uyuma olur mu? Seni seviyorum.
Bu kadar muhteşem cümlelerle terk edilen ilk kızımdır herhalde!
Bu düşüncenin aklımdan geçmesiyle içimdeki mantıklı Nisan'ın, sürekli
ağlayıp zırlayan Nisan'a sert bir tokat patlatması bir oldu. 'Terk falan
edilmedin sen,' dedi bana kendim. Diğer kendim de ağlamaya ara vermeden 'Ay
inşallah ya,' dedi.
"Aferin, güzelce delirttin beni Kuzey," diye mırıldanırken
arama tuşuna bir kere daha bastım. Üç gündür, hiç abartmıyorum bin kere
aramışımdır Kuzey'i. Öyle ki artık bu bir refleks haline geldi bende. Komutu
beynim değil, direkt omuriliğim veriyordu uzun bir süredir. Üç dakikada bir
arama ikonuna dokunmazsam çarpıntı geliyordu.
Telefonu kulağıma tutarken bir yandan da zile basıyordum. Kuzey'in
dairesine de üçüncü gelişimdi bu arada. Şirkete de yirmi defa falan gitmiştim.
Rüzgar'ı bile yaklaşık yüz kere aramışımdır, ne kadar perişan halde olduğumu
siz hesap edin artık.
"Aradığınız kişiye şu anda-"
Ses kaydının tamamını dinlemeden telefonu kapatıp çantama attım. Zili
ısrarla birkaç kez daha çaldım fakat kimsenin gelip kapıyı açmayacağını
biliyordum. Sadece yapacak başka bir şeyim kalmamıştı ve hiçbir şey yapamaz
hale gelirsem üç gündür zar zor tuttuğum gözyaşlarını salmak zorunda
kalacaktım. Ve muhtemelen dünyayı sel basacaktı. Sırf sizin iyiliğiniz için
kendimi tutuyordum yani.
Yine de zile beş dakika daha bastıktan sonra pes etmek zorunda kaldım.
Bacaklarımda derman tükendiği için en yakın merdivene çöktüm ve başımı
ellerimin arasına aldım. Belki de bir kere daha şirkete uğramalıydım. Ya da
belki Rüzgar bir haber almıştı. Gerçi kendisi yurt dışına çıkmak üzereydi.
Gittiyse ulaşabilir miydim bilmiyordum. Aklımdan Şeref Bey'i bile aramak
geçiyordu ama içimden bir ses aradığım hiçbir yerde Kuzey'i bulamayacağımı
söylüyordu. Ulaşabileceğim bir yerde olsa zaten kendisi bana gelirdi. Beni
böyle, bu halde bırakmazdı.
Bırakmazdı, değil mi?
Daha fazla sahip çıkamadığım bir gözyaşı damlası yanağıma doğru
süzülürken apartmanın içi cep telefonumdan yükselen melodiyle dolunca az daha
kalbim duracaktı. Adeta çantamı yırtmak suretiyle açıp telefonumu elime aldım
ve ekranda yazan isim Alp olmasına rağmen bir umutla açtım.
"Ne oldu? Bulabildin mi? Bir haber var mı? Lütfen var de Alp.
Lütfen."
Alp'in derince iç geçirdiğini duyduğumda açan tüm umutlarım yanlarından
bir Ruh Emici geçmiş gibi solup gitti. "Ne yazık ki," dedi Alp
kederli bir sesle.
"Acaba..." diye girdim söze. Sesimden adeta tereddüt
taşıyordu. "Acaba ailesinin evine mi gitsem? Belki başına kötü bir... Kötü
bir şey olmuştur belki. Çok korkuyorum."
"Geç oldu," dedi Alp teskin edici bir sesle. "Sen şimdi
evine git. Ben biraz daha araştıracağım. Olmadı yarın ailesinin evine gideriz
beraber. Olur mu?"
Sanki beni görebiliyormuş gibi başımı salladım. "Tamam. Çok
teşekkürler Alp."
Telefonu kapattıktan sonra oturduğum soğuk merdivenden kalkıp
apartmandan çıktım. Bir taksi çevirip evimin adresini verdim ve yol boyunca
Kuzey'i aramaya devam ettim. Ama sonuç hiç değişmedi. Ona ulaşamadım.
"Allah'ım ne olur başına kötü bir şey gelmiş olmasın," diye
mırıldandım. "Lütfen Allah'ım. Sen onu koru. Bana bağışla. Lütfen."
Eve girdiğimde aynı anda ablamdan mesaj geldi. Gelip orada bir şeyler
yememi söylüyordu ama kimseyi görmek istemiyordum. O yüzden uyuyacağımı
söyleyerek onu geçiştirdim ve kendime çay yapmak için ocağa su koydum.
Üstümdeki kıyafetlerden kurtulup pijamalarımı giydiğim sırada zil
çaldı. Ablam, diye düşündüm. Aşağı inmem için ısrar edecekti muhtemelen.
Ayaklarımı sürüyerek kapıya gittim ve derin bir iç çektiğim sırada
kapıyı açtım. Karşılaştığım yüz içime çektiğim nefesin boğazımda düğümlenip bir
öksürüğe dönüşmesine sebep oldu. Hayır, ne yazık ki kapıdaki Kuzey değildi.
Kapıdaki bir yabancıydı. Tahminen ellili yaşlarının sonunda bir adamdı.
Dinç duruyordu. Ve hiç daha önce karşılaşmadığımıza emin olduğum halde bir
şekilde tanıdık geliyordu.
"Buyurun?" dedim merakla. "Kime bakmıştınız?"
Beni şöyle bir süzüp kaşlarını çatarak "Nisan Ekiz, siz
misiniz?" diye sordu.
Nefesim ciğerlerimle soluk borum arasında bir yerlerde sıkışırken usul
usul başımı salladım. "Evet, benim. Siz kimsiniz?"
Bu defa bakışları dairemin yarı aralık kapısını süzdü uzun uzun.
Ardından "Ben Batur Erarlsan," dedi. "Bu evin sahibinin,
Yiğit'in babasıyım."
Bir an dünyanın ayağımın altından kayıp gittiğini hissettim ama düşüp
bayılmadım. Nasıl başardığımı hiç bilmeden ayakta kaldım. Kapının koluna sıkıca
tutundum, sertçe yutkundum ve "Kuzey iyi mi?" diye sormayı
başarabildim. Aklıma yüz bin tane ihtimal doluyordu. Kalbim o kadar çok acımaya
başlamıştı ki ağlamamamın tek sebebi, gözyaşlarımın bu gerginliği azaltmayacak,
aksine arttıracak oluşuydu.
Batur Bey benim aksime rahat bir sesle "Evet, çok iyi," diye
cevap verdi. "Çok meşgul yalnızca. Ama güzel bir meşguliyet bu."
Kalbimi sıkan demir parmaklar bu cevapla birazcık gevşese bile içime
yayılan ihanet hissiyle yanmaya devam ediyordum. Kuzey iyiydi. İyiydi. Çok
şükür. Ama yanımda değildi. Nerede olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu.
"Öyle mi?" diye mırıldandım belli belirsiz. Ve bir saniye
içinde kendime bir milyon defa o an ağlayamayacağımı söyledim. "Niçin
gelmiştiniz?"
"Dediğim gibi, oğlum fazlasıyla meşgul. Malum düğün telaşı. Bir
süredir de ilgilenemiyordu bu işlerle. Oradan oraya koşturuyor." Yüzünde
sanki bana, duymayı çok istediğim şeyleri söylüyormuş gibi hevesli bir gülüş
vardı. Konuştukça Kuzey'le aralarındaki benzerliği daha net görebiliyordum ve
bu beni öldürüyordu. Konuşmaya devam etmesi midemi bulandırsa da, konuştukça
içimden bir şeylerin sökülüp gittiğini hissetsem de sözünü kesemeyeceğimi
biliyordum.
"Geçen gün bana şu küçük planınızdan bahsetti. Nişanı atmaktan
falan. Tabii onu karşıma alıp bunun geçici bir heves olduğunu, benim sözümü
dinlemesi gerektiğini, geleceği için en hayırlısının bu olduğunu söylediğimde
bu saçma fikri kafasından atması pek de zor olmadı." Kurduğu cümleler
adeta kemiklerimi kırıp geçiyordu. Kalbimi değil, çünkü o çoktan paramparçaydı.
Kemiklerimi kırıyordu. Daha doğrusu içimde kırılabilecek ne varsa hepsini bin
parçaya bölüyordu. Zihnimin mantıklı yanı Kuzey'in asla böyle bir şey
yapmayacağını haykırsa da ağzımı açıp karşımdaki adama bir şey söyleyecek gücü
bulamıyordum ve ben sustukça o konuşmaya devam ediyordu.
"Neden böyle fikirlere kapıldığını anlıyorum elbette. Erkekler
güzelliğini nasıl kullanması gerektiğini bilen kadınlara karşı hep böyle
zayıftırlar," derken midemi alt üst ettiren bir bakış attı. Bakışıyla ima
ettiği şeyi anlamamam imkânsızdı. Bu evin sahibinin babasıyım. Bunun gelip
geçici bir heves olduğunu söyledim. Güzelliğini nasıl kullanması gerektiğini
bilen kadınlar. Bunlar bu adamın sözleriydi ve beni bir metres, yapışkan bir
kadın olarak gördüğünü anlatması için daha fazlasına gerek yoktu. Gerçekten
aptal bir sarışın olsaydım bile bunu anlardım.
"Aslında gelip kendisi seninle konuşmaya ama damatlığında küçük
bir pürüz çıktı ve hala onun provasında. Yarın da Eda'nın akrabaları gelecek ve
çok fazla misafirimiz olacak. O yüzden bu işi ben aradan çıkarmak
istedim."
Bu işi aradan çıkarmak istedim. Bu işi. Aradan. Çıkarmak. İstedim.
"Evde dilediğin kadar oturabilirsin. Sonuçta seni mağdur etmek
istemeyiz. Şirketten iş çıkışın yapıldı. Tazminatını da banka hesabına
yatırdılar ve Yiğit bu konuda da oldukça cömert davrandı. Umuyorum ki bir
zorluk çıkarmazsın. Sevimli bir kıza benziyorsun ve Yiğit zeki biri olduğunu
söyledi. O yüzden bu konuşmanın bütün sorunlarımızı çözeceğini düşünüyorum.
Söylemek istediğin bir şey var mı?"
Yüzünde her geçen saniye genişleyen bir sırıtışla bir müddet bana
baktı. Söylemek istediğim yüzlerce şey olmasına rağmen ağzımı açıp bir şey
diyebileceğimi zannetmiyordum. Bu yüzden hiç kımıldamadan ona bakmayı
sürdürdüm. Bu küçücük eylem bile bedenimdeki tüm gücü alıp benden
uzaklaştırmaya yetiyordu. Yine de dişlerimi sıkarak orada durdum. Bu adamın
yıkıldığımı görmesine izin veremeyeceğimi biliyordum.
Sesim çıkmayınca tatmin olmuş bir gülümsemeyle "Ben de öyle
düşünmüştüm," dedi. Ardından sanki bu mümkünmüş gibi "İyi
akşamlar," diyerek arkasını döndü ve beni nasıl bir enkaza çevirdiğini bir
an olsun umursamayarak gitti.
O gittiğinde gözyaşlarımı tutmak veya ayakta durmak için herhangi bir
sebebim kalmadığını fark ettim. Hayatımda bundan daha kötü bir an yaşamış
mıydım bilmiyordum. Ama burada duyduklarımdan daha ağır sözler, daha kötü
hakaretler duymadığımı biliyordum. Beni bir yandan söylenen sözlerin çirkinliği
çarparken diğer yandan Kuzey'in yokluğu vuruyordu. Hareket eden, asla durmayan
ve beni aralarına almış iki duvar tarafından sıkıştırılarak ezildiğimi
hissediyordum.
Ağlıyordum. Gözyaşlarım görüşümü engelleyecek kadar çoktu ve her geçen
saniye çoğalıyordu. Kapımın önüne çöküp kalmıştım. Kımıldayacak kadar bile güç
bulamıyordum kendimde. Kalbim amansız bir hastalığa yakalanmış gibi hız la
içimde ölüyordu, durduramıyordum.
Kuzey ulaşamayacağım kadar uzaktaydı ve kendimde ona seslenecek gücü
bile bulamıyordum.
Hiç kalbinizin orta yerinde bir yangın çıktı mı? Benim çıktı.
Evet, dünyanın en dramatik girişini yaptım ama Batur Erarslan'dan
işittiğim yenilir yutulur tarafı olmayan o hakaretlerden sonra bu hakkımdı.
Oturmuş ağlamaktan kör olmuş gözlerimle gökyüzüne bakıyordum. Ablamın evinin
balkonundaydım. Tabi ki duyduğum onca hakaretten sonra Kuzey'in evinde kalacak
değildim. Bir de ağlamaktan doğrulamadığım gerçeği vardı tabi. O yüzden etrafta
beni kontrol edip ölüp gitmediğimden emin olacak birilerinin olması iyi
oluyordu.
Her şey nasıl birden böyle büyük bir felakete dönüşebilmişti
anlamıyordum. Kuzey'in bana 'seni seviyorum' diye sesi hala kulaklarımda
çınlıyordu ve içten içe sözlerinde dürüst olduğunu da biliyordum. Ama neden
çıkıp gelmiyordu, neden aptal damatlık provalarına gidiyordu, neden beni
kurtarmıyordu? Hikâyenin prensi o değil miydi? Beyaz atıyla çıkagelip beni
düştüğüm bu yerden kaldırması gerekmiyor muydu?
Pekâlâ, masalların neden masal olduğunu böyle anlarda anlıyoruz işte.
Batur Bey'in ziyaretinden sonra Kuzey'e telefonundan ulaşamayacağımı,
onu evinde bulamayacağımı hatta şirkete gitsem büyük ihtimalle içeri
alınmayacağımı kabullenmiştim. Ama kabullenmiş olmak kahrolmamak anlamına
gelmiyordu. Hala parmaklarım bir ümitle telefona uzanıyor, Kuzey'e bana dönmesi
için yalvaran mesajlar yazmak için kaşınıyordu. Kalbimi tutuşturan özlemle
dağları bile aşabilecekmiş gibi hissediyordum ama Kuzey'e giden yolu
bilmiyordum. İnsan gideceği yönü bilmeyince sonsuza kadar yürüse ne fayda ederdi
ki? Keşke bir kutup yıldızım olsaydı ve bana Kuzey'i gösterseydi. Ama Kuzey her
nereye kaybolduysa bütün gökyüzümü de peşinde götürmüş gibiydi. İşin kötü yanı
ondan ilk defa ayrılıyordum ve bu ayrılık sonsuza dek sürecek gibi görünüyordu.
Derin bir nefes aldım. İçimde acının yanında bir de kesif öfke vardı.
Çünkü o melun akşamın sabahına uyandığımda benim dışımdaki her şeyin normal
olduğunu fark etmiştim. Ben bir harabeye dönmüşken tüm dünya o akşamdan önce
nasılsa sonra da öyleydi. Ve bu beni şok ediyordu. Çünkü benim içim o kadar
acıyordu ki dünyanın buna tepkisiz kalabildiğine inanamıyordum. Ne bileyim
güneş belki bana acır da bir sonraki sabah doğmaz falan diyordum ama olmuyordu.
Aniden sokağa fırlayıp 'ULAN BEN YANIYORUM GÖRMÜYOR MUSUNUZ' bağırasım
geliyordu ama olmuyordu. İnsanların nasıl delirdiklerini şimdi daha iyi
anlıyordum. Herkes acınıza tepkisiz kaldığınızda aklınızı yitirmeniz işten bile
değildi.
Gökyüzü açık, mavi ve sonsuzdu. Kuşlar öterek parlayan güneş ışığının
altında uçuşuyorlardı. Etraf huzurlu seslerle dolup taşıyordu ve bu benim
azabımı ikiye katlıyordu. Mutluluğu, huzuru ve iyi olan her şeyi reddetmek
istiyordum. O yüzden gözlerimi kapatıp aklımda dolanıp duran türküyü söylemeye
başladım. Bir zamanlar birilerinin benim gibi bir acı çektiğini gösteren, bir
yerlerde benim acımı anlayacak birilerinin olduğunu bana fısıldayan türküyü.
"Taş başsun yerume dedi gönlune, gönlune,
Taş başsun yerume dedi gönlune, gönlüne,
Emri olur başım gözüm üstüne, üstüne, üstüne
Aman aman üstüne, aman aman...
Emri olur başım gözüm üstüne, üstüne, üstüne
Aman aman üstüne, aman aman..."
Son kısmı söylerken hıçkırığım sesimi kaplayınca kelimeler de yok olup
gitti. Başımı dizime yaslayıp kollarımla bacaklarımı sararken başımı okşayan
bir el hissettim. Ablam olduğunu anlamam için başımı kaldırıp bakmam
gerekmiyordu. O ve eniştem günlerdir beni teselli etmek için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Hatta Arın eniştem bana söyledikleri yüzünden Batur Erarslan'ı
dövmekte fazla kararlıydı. Neyse ki ablam fevri bir hareket yapmasına engel
olmuştu. Yani o adamın bir dayak yemesini isterdim elbette ama şu da bir
gerçekti ki olayın içini bilmeyen bir insan için davranışlarımı o şekilde
yorumlamak işten bile değildi. Hatayı ben yapmıştım. Niyetim kötü değildi fakat
işin varacağı noktayı düşünememiştim. Gençtim, cahildim bir de âşıktım. Hal
böyle olunca attığım adımın nereye gittiğini görememiştim tabi. Tabi ki hiçbir
insan, hiçbir insana öyle sözler söylememeliydi ama Batur Bey'in kapıma kalbimi
kırmak için geldiğini zaten biliyorduk. O beni vurmak istemişti. Ben karşısında
kalkansız çıkmıştım. Suçlu oydu. Fakat kendimi korumam gerekirdi. Yapamamıştım.
Ve mahvolmuştum işte. Kuzey evlenmek üzereydi ve ben gerçekten
mahvolmuştum. Günlerdir kendime tekrarlayıp durmama rağmen her düşündüğümde
beni farklı yerden bıçaklayan bu düşünceyle hıçkırıklarım şiddetlendi. Ablamın
şefkatli kucağına sığınırken "Evlenecek," dedim boğuk bir sesle.
"Abla nasıl dayanacağım?" Evet, tam manasıyla Bihter Ziyagil olmuştum
işte. Ne mutlu bize!
Ablam "Geçecek," diye fısıldadı ama ona inanmadım. İnsan bu
kadar üzgünken iyi şeylere inanamıyormuş. Sevdiğiniz insan sizden alınınca iyi
şeyler kulağa o kadar iyi şeylermiş gibi gelmiyormuş.
Ben Kuzey'in geçmesini istemiyorum ki, diyemediğim için daha fazla
hıçkırdım. Ben Kuzey'in geri dönmesini istiyorum, demek istediğim biraz daha
fazla.
Hıçkırıklarım arasında kapının çaldığını işittim. Ablam hemen
geleceğini söyleyerek beni balkonda bıraktı ve kapıyı açmaya gitti. Ben başımı
bir kere daha balkon duvarına dayadım, tekrar gözlerimi kapadım ve biraz önce
söylediğim türkünün son kısmını mırıldandım.
"Vay ben ölem atın toprak üstüme, üstüme, üstüme Aman aman, üstüme
aman aman."
***
27.BÖLÜM
Sevgilisinin nikâhına çağrılmayı talep edenler sıralı tam liste;
1- Ümit Besen
2- Ben
Size de gergin bir gülüş geliyor mu bilmiyorum ama ben histerik
kahkahalarla iki büklüm yere kıvrılmak istiyordum. Çünkü Kuzey'in, Kuzey'imin
düğününe gitmek için yoldaydım. Evet, yanlış duymadınız. Düğüne giden yolda Alp
ve sevgilisi Melek'le birlikte bir arabanın içinde ilerlemekteydik Olaylar tam
olarak şöyle gelişmişti;
Ben ablamın evinde biraz o koltukta, biraz şu köşede, biraz mutfakta,
biraz balkonda ağlayarak kendimden geçerken kapı çaldı. Ne ablam evdeydi ne de
eniştem. O yüzden mecbur kapıyı ben açtım. Gelenin Alp olduğunu görünce ise ona
sarılarak ağlamaya devam ettim. Gerçi gelen kapıcı olsa da aynı şeyi yapardım
muhtemelen. Çünkü insanlarla iletişimde işlevsel kalan tek özelliğim buydu;
sarılıp ağlamak.
Alp içeri girip beni sakinleştirmek için su falan verirken -ki çok işe
yaramaz hareketlerdi bunlar, bir denizi içsem yine de ağlardım bence- ona
"Neden geldin?" diye sordum. Sesim karga gibi çıkıyordu. Ama Alp bunu
yüzüme vurmadı çünkü o gerçek bir dosttu.
"Çok mantıksız," dedi sadece.
Ben de "Aynen öyle," diye mırıldandım. "Zaten otuz beş
saat telefonda konuştuk. Buraya gelmen resmen intihar göreviydi, gözyaşlarımda
boğulacaksın. Çok geç olmadan kaçıp kendini kurtar bence."
Alp yüzüme boş bir bakış atıp yüzünü buruşturdu. "Ondan
bahsetmiyorum kızım. Kuzey'in evlenmesi çok mantıksız."
Kuzey ve evlilik sözlerini duyunca bir kere daha ağlamaya başlamadan
önce "Niye ki?" diye sordum. "Nişandan sonra düğün gelir. Neresi
mantıksız?"
Alp gözlerini devirdi. Hem de öyle bir devirdi ki gözleri yuvalarından
çıkacak sandım. "Gözyaşların beynini eritmiş," dedi bana. "Kuzey
sana aşıktı. Eda'yla evlenmesi çok mantıksız.
Ondan bahsediyorum."
"Değilmiş demek ki," derken elimdeki buruşmuş peçeteyle
burnumu sildim.
"Gerçekten beynin erimiş senin."
Alp bir bardak suyu daha önüme bıraktıktan sonra geçip karşımdaki
sandalyeye oturdu. "Bak," dedi ciddi bir sesle. "Bence Kuzey
sana gelebilse gelirdi. Bu kadar uğraştıktan sonra babasının iki lafıyla
yolundan dönecek bir adam değil. Bence şu an onu engelleyen bir şey var."
Tamam, itiraf etmem gerekirse Kuzey'in böyle bir şey yapacak olmasına
ben de inanamıyordum. Çünkü Alp'in de dediği gibi aşırı mantıksızdı. Babasının
iki sözüyle ikna olacak adam bir plan için neden o kadar uğraşsındı ki? Ayrıca
beni seviyordu. Beni sevdiğini biliyordum. Beni buna inandırmıştı ve aksini
düşünmeye çalışsam bile kalbim duruma itiraz ediyordu.
"Öyle mi diyorsun?" diye mırıldanırken gözyaşlarım biraz mola
vermişlerdi. İkna olmaya dünden hevesli gönlüm sağ olsun.
Alp "Öyle tabii," dedi ciddiyetle. "Hem adam resmen
ortalıktan yok oldu. Telefonu günlerdir kapalı. Kredi kartları kullanılmadı. Ne
gören var ne bilen. Sence bu normal mi?" "Değil mi?"
Dudaklarımdan dökülen bu soruyla ben bile kendime bir tokat atmak istedim.
Harbiden beynim erimişti galiba. Kalp kırılınca onun da kimyası bozuluyorsa
demek...
"E yani. Bir gariplik var tabi."
Alp'in sözleri düşüncelerime hızla yayılan bir virüs gibi bulaştı ve
beynimi ele geçirdi. Erimiş beynim bu virüsün etkisiyle biraz toparlandı ve
tekrar çalışmaya başladı. Emin olduğum şeyler tek tek zihnime üşüşürken
kaşlarımı çattım; Kuzey beni seviyordu -kim ne derse desin, Eda'yla evlenmek
istemiyordu ve bu zamana kadar babası tarafından inanılmaz bir baskı görmüştü.
Ayrıca şuna da emindim; eğer gerçekten benden ayrılmaya ve evlenmeye karar
verseydi bile bunu bana gelip kendisi söylerdi. Benimle konuşması için babasını
göndermezdi. Çünkü o böyle bir insan değildi.
"Kuzey'in imkanı olsa bana gelirdi. Mutlaka gelirdi."
Sayıklama gibi söylediğim bu cümlelerle birlikte Alp derin bir nefes
aldı. "Evet, otuz defa falan söylediğim gibi."
"Gelemiyorsa başına bir şey gelmiştir kesin..."
"E günaydın Nisan'cığım. Nihayet beynin işlevini geri
kazanabildi."
Bu defa gözlerini deviren ben oldum. Gerçi buna pek hakkım yoktu çünkü
Alp çok haklıydı. Haklı olması yetmezmiş gibi bir de resmen kahramandı. Karşıma
geçip beni silkelemese ben sümüğümde boğulmaya devam ederdim muhtemelen. Erimiş
beynim yüzünden Kuzey'in zor durumda olabileceğini asla akıl edemezdim. O
yüzden göz falan devirmeyecektim. Evet, sonsuza kadar Alp'e minnettar
olacaktım.
"Eğer başına bir şey gelmişse onu kurtarmamız lazım," dedim
neredeyse inleyerek. "Ama başına ne gelmiş olabilir ki?"
"Bunu öğrenmemizin tek yolu var," diye mırıldandı Alp. Ve
pantolonunun arka cebinden bir zarf çıkarıp bana uzattı.
Zarfı alıp açtığımda neredeyse kusacaktım. "Bana sevgilimin düğün
davetiyesini mi getirdin Alp? Nasıl bir zalimliktir bu?"
Alp genişçe sırıttı. "Davetiye değil bu. Bu bizim haritamız."
"Haritamız mı?"
"Evet, Kuzey'i bununla bulacağız." Uzanıp zarfı elimden aldı
ve tekrar arka cebine koydu. "Gerçekten, aşk acısı yüzünden IQ seviyen bu
kadar düşmeden önce seninle daha iyi anlaşıyorduk."
Tamam, Alp'e göz devirmeme kararım beni biraz zorluyordu. Çünkü zekâma
hakaret edilmesinden hoşlanmıyordum. Zekâm bunu hak etmiş olsa bile...
"Düğünü mü basacağız?" diye sordum öfkeyle. Çünkü bu duyduğum
en saçma plandı.
"Hayır, tabi ki," dedi Alp. "Kuzey'i kaçıracağız."
Duyduğum en saçma planı güncelliyorum; bu.
"Bunu yapabileceğimize inanıyor musun gerçekten? Kuzey'in
kaçırılmak istediğinden bile emin değiliz."
Alp çok yorulup da pes etmiş gibi omuzlarını düşürüp yüz ifadesini
ciddi bir renge boyadı.
Sonra dirseklerini dizlerine dayayarak öne eğilip gözlerimin içine
baktı. "Nisan," dedi düz bir sesle. "Hiçbir şeyden emin değiliz.
Ve planımız çok boktan. Ama hiçbir şey yapmazsan Kuzey'in Eda'yla evlenmesi
kuvvetle muhtemel. İstersen pijamalarınla burada oturup ağlayarak beynini
eritmeye devam edebilirsin. Ama eğer benim tanıdığım kızsan içeri girer, renkli
elbiselerinden birini giyer, parlak saçlarını tarar ve kafana koyduğun şeyi
yapmak için yola çıkarsın. Karar senin. Ben her durumda yanında olacağım; ya
sümüklerini silmek ya da arabayı sürmek için."
Göz devirmeme kararımı güncelliyorum; Alp sonuna kadar haklı.
İçimden gelen tek şey ciğerlerim sökülene kadar ağlamak ve Kuzey'in
bana gelmesi için bağırıp çağırmak olsa da mantıklı yanım bunun hiçbir işe
yaramayacağını söylüyordu. Kuzey gelebilse gelirdi. Gelirdi, buna emindim. O
zaman burada oturup durmak yaptığım en saçma şey değil de neydi? Alp haklıydı
-evet, bu cümleyi duymaktan sıkıldınız. Ve kalkıp hazırlanmalı, prensimi
kurtarmak için harekete geçmeliydim. Umarım kurtarılmayı istiyordur, aksi
takdirde onu kaçırıp bir şatoya kapatmam gerekecek.
Hızla sandalyemden fırladım ve odama doğru koşturmaya başladım. Sonra
Alp'e bir şey söylemediğimi hatırlayarak çabucak geri döndüm ve "Giyinip
geliyorum, burada bekle," deyip tekrar odama uçtum. Dolabımdan bir
elbiseyi kaptığım gibi üstüme geçirdim. Dağınık saçlarımı hızla tarayıp
topladım. Ağlamaktan küçülmüş gözlerimi hızlıca ve beceriksizce yapılmış bir
makyajla kamufle etmeye çalıştım ve beyaz babetlerimi alarak Alp'in yanına
döndüm.
"Hazırım. Gidebiliriz."
Alp komutumla birlikte oturduğu yerden fırladı ve derhal evden çıktık.
Alp'in arabasına varana dek bir an olsun bile yavaşlamadık. Arabaya
vardığımızda orada bir kızın beklediğini gördüm. Esmer, orta boylu, gösterişsiz
ama güzel bir kız. Bu kızla daha önce hiç karşılaşmamıştık ama onu tanıyordum.
"Melek?" dedim şaşkınca.
Kız bana genişçe gülümsedi. "Merhaba Nisan. Bu şekilde tanışmayı
istemezdim ama Alp olayın aciliyetinden bahsedince..."
Ben de hafifçe gülümsedim. "Şartlar ne olursa olsun
tanışabildiğimiz için mutluyum. Fakat şimdi düğünden kaçırmam gereken bir
sevgilim var. Sohbete yolda devam etsek olur mu?" "Hay hay."
Hemen arabaya doluştuk. Ben arkaya geçerken Melek öndeki yolcu
koltuğuna oturdu ve Alp gaza bastı. Sonra uçuşa geçtik. Gerçek anlamda. Deli
gibi bir hızla ilerliyorduk çünkü düğün bizim konumumuza çok uzak bir yerde
yapılıyordu. Neredeyse şehrin dışındaydı. Sanırım Batur Beyler sevgili oğlu
için kır düğünü falan hayal etmişlerdi. Kır düğünü kadar başınıza taş düşsün
Sayın Batur Erarslan.
İçimde anbean kabaran öfke ile yolda hareket ederken Alp bana bir şişe
uzattı. Elime aldığımda onun bir saç spreyi olduğunu fark edip şaşkınca
"Bu ne?" diye sordum.
"Saçlarını boyaman için. Ayrıca torpidoda güneş gözlüğü ve şapka
var. Batur Bey'in seni tanıması işimizi yokuşa sürebilir de..."
Saç spreyini şöyle bir inceleyince "Alp bu boyanın rengi
mor!" dedim dehşetle.
"Mor mu?" Bir saniyeliğine gözlerini yoldan ayırıp dikiz
aynasından bana baktı. "Ama ben görevliden siyahını istemiştim. Hatta
özellikle onun saçındaki gibi yapay durmayanından ve rahatsız edici şekilde
dikkat çekmeyeninden olmasını söylemiştim."
Dudaklarımdan ağlamakla gülmek arası bir ses döküldü. "Eh. Bu
durumda neon yeşili ya da cırtlak kırmızı vermediği için şükretmeliyiz. En
azından Kuzey moru seviyor."
Saçlarımı çözüp elbisemi boyamamaya çalışarak spreyi uygulamaya
başladım ama inanın düşündüğünüzden çok daha zordu. Bir de boya kötü koktuğu
için arabanın camlarını açmak zorunda kalmıştık ve bu işimi daha da
zorlaştırıyordu. Ama yine de dakikalar süren uğraşımın ardından saçlarımı, çok
profesyonelce olmasa da, mora boyamayı başarabilmiştim. Elbiseme de biraz boya
bulaşmıştı ama haftanın rüküşü seçilmekten daha önemli dertlerim olduğu için
pek umursamadım.
Düğün yapılacak olan yere vardığımızda gözlerime inanamadım. Yani
zengin bir adamın oğlunu bir otelin havuzlu bahçesinde falan evlendireceğini
düşünürdüm ama burası çiftlik gibi bir yerdi. En yakın yerleşim yeri
kilometrelerce uzakta kalmıştı. Düğün için ilginç bir mekân seçimiydi doğrusu.
"Adresin doğru olduğuna emin misin?" diye sordum Alp'e.
"Hem sen davetiyeyi nereden buldun?" Bunlar öyle etrafa saçılan
davetiyeler değildi sonuçta.
Alp gülümseyerek "Rüzgâr sağ olsun," dedi. "Ondan
aldım."
"O yurt dışına çıkacaktı hani?"
Bilmiyorum dercesine omuz silkti. Sonra arabamızı bir ağacın altına
park etti. Neden böyle yaptığını sorduğumda buranın stratejik bir önemi
olduğunu söyledi. Kaçış yolumuzun üzerindeymiş, öyle dedi. Böyle bir cümleye
nasıl cevap verilir bilemediğim için sessizce kabullendim ben de.
Arabadan inmeden önce şapkamı takıp güneş gözlüklerimi gözüme geçirdim.
Amaç dikkat çekmemekti fakat kendimi parıldayan bir işaret lambası gibi
hissediyordum. Dağın taşın, otun toprağın arasında uzaylı gibiydim resmen.
Çektiğim bunca çileden sonra Kuzey benimle kaçmak istemese bile sürükleyerek
götürürdüm arkadaşlar. Bizim de bir sınırımız var yani. Çiftliğe girişimiz
düşündüğümden kolay oldu. Davetiyeyi gösterdik ve kapıdaki adamın tuhaf
bakışları arasında içeri girdik. Bu kadar. Arada bir bazı şeylerin kolayca
halloluvermesi beni gerçekten çok duygulandırıyordu doğrusu.
Düğünü Fizan'da yapmalarına rağmen Erarslanların çiftliği epey
kalabalıktı. Sevenleri çoktu demekti. Kuzey'i sevmelerini anlıyordum da Batur
için gelen varsa... Her neyse.
Başka zaman olsa etraftaki herkesi tek tek inceleyip kıyafetleri
hakkında ayrıntılı yorumlar yapmak isterdim ama vaktimiz yoktu. Bu yüzden hızlı
adımlarla insanların arasında ilerlerken parlak mücevherlerin ve renkli
elbiselerin aklımı çelmesine izin vermedim.
Rotayı Alp belirliyordu. Bunu neye göre yaptığını bilmiyordum ama
nereye gittiğini biliyormuş gibi gözüktüğünden itiraz da etmiyordum. Daha iyi
bir fikrim yoktu sonuçta. Geniş çiftlik bahçesinde ilerlerken attığım her
adımda kalp atışlarım hızlanıyor ve bir yerlerden Batur Erarslan çıkacak
korkusuyla dizlerim titriyordu. O adamı hayatım boyunca bir daha asla görmek
istemiyordum ama Kuzey'le birlikte olma şansım olursa bunun gerçekleşmeyeceğini
bildiğim için bu konuda dua etmiyordum. Sonuçta ben Kuzey için o Batur denen
adama da katlanırdım yani, ne olacak. O yeter ki başkasıyla evlenmesin.
Adımlarımız yavaşladığında çiftlik evinden içeri girmiştik. Alp,
Melek'i önden gönderip bizim için etrafın güvenli olup olmadığını kontrol
etmesini istedi. Sonuçta biri onu yakalarsa tuvaletin yerini aradığını söyleyip
sıyrılabilirdi ama Alp'in ve benim tanınma riskimiz vardı. Melek hızlıca gidip
hızlıca geri döndü. Koridorun başında eliyle gelmemizi işaret edince derhal
harekete geçtik. Uzun bir koridoru geçip merdivenlerle ikinci kata çıktık. Tam
oradaki hole dalmak üzereydik ki duyduğumuz ayak sesleriyle kirişlerden birinin
arkasına saklanıp -üçümüzün sığması çok zor olmuştu- nefesimizi tuttuk.
"Kapının önünden ayrılmayın sakın," diyen sesi çok iyi
tanıyordum. Asla kulaklarımdan silinmeyecek hakaretleri o sesten duymuştum
sonuçta. "İçeri de kimse girmesin. Kuzey o nikâh masasına oturmazsa
ikinizi de mahvederim. Ben haber verince ona aşağı kadar refakat edersiniz.
Anlaşıldı mı?"
Yok artık! Resmen koskoca adamı odaya kilitlemiş! Manyak!
İki yabancı ses onaylama cümlelerini söyledikten sonra Batur'un adım
sesleri tekrar canlandı. Kirişin önünden bizi görmeden geçip alt kata indiğinde
derin bir nefes aldım. Bunun ilk ve apaçık sebebi Batur'un uzaklaşması,
ikincisi ise Kuzey'in kendi isteğiyle burada olmadığını öğrenmiş olmamdı.
Günler sonra ilk defa kalbimdeki acının biraz olsun azaldığını hissettim. Nefes
ciğerlerime süzüldü ve göğsümü genişletti. Çok şükür ya Rabbim!
Rahatlamanın etkisiyle Alp'e döndüm ve dudaklarımı oynatarak
"Şimdi ne yapacağız?" demeye çalıştım. Alp iki parmağıyla önce
kendini, sonra Melek'i işaret etti. Sonra parmaklarını merdivenlere çevirdi.
Sonra bana dönüp bir baş hareketiyle sanıyorum ki adamların kapısında dikildiği
odayı gösterdi. Pek bir şey anlamamıştım ama gayri ihtiyari başımı sallama
gafletinde bulundum ve bununla beraber Alp, Melek'i de alarak yerinden fırladı.
Merdivenlerden aşağı indiler. Ben de orada mal gibi kaldım. Harika plan gerçekten
Alp. Tebrik ederim.
Kirişin arkasında öylece kalakalmıştım ki çok geçmeden alt kattan bir
şangırtı koptu. Sonra bir çığlık duyuldu. Avazı çıktığı kadar
"İmdat!" diye bağıran kişi tahminimce Melek'ten başkası değildi.
Ortalık karışmaya başlayınca kapıdaki adamlar telaşla merdivenin başına
geldiler. Biri ne olup bittiğine bakmak için aşağı inerken diğeri oradan
olanları görmeye çalışıyordu. Tamam, planın biraz gideri varmış. Erken
konuşmuşum.
Adamlardan biri gidince baş etmem gereken sadece bir kişi kalmıştı. O
da merdivenin tırabzanından sarkmaktaydı. Hızla arkasından geçtim. O benim
orada olduğumu fark edene kadar ben köşeden bir vazoyu kavramıştım bile.
Kafasına indirmek konusunda da çok düşünmedim. Çünkü düşünseydim muhtemelen
asla yapamazdım. Vazo korkunç bir ses çıkararak adamın kafasında parçalandı.
İnşallah bu sana bir servete mal olmuştur Batur Erarslan!
Adam kafasına inen vazoya sersemleyip yere çöktüğünde filmlerdeki gibi
bayılmamıştı ne yazık ki. Ama bu beni durdurmadı. Hızla ileri atılıp elimi
ceketinin cebine soktum ve tam isabet! Avuçlarımın arasına gelen soğuk metali
sırıtarak aldım ve adamın kendisine gelmesinden korkarak aceleyle odanın önüne
gittim. O kadar heyecanlıydım ki anahtarı ancak ikinci denemede deliğine
oturtabildim. Ve hemen ardından kapıyı açtım.
İçeri girmemle geniş bir yatağın üstüne çökmüş, dirseklerini dizlerine
yaslayıp başını ellerinin arasına almış Kuzey'i görmem bir oldu. O anda
ellerimin ve ayaklarımın muazzam bir rahatlamayla uyuştuğunu, gözlerimin
dolduğunu hissettim. Oradaydı işte. Üstünde olmasından nefret ettiğim
damatlığıyla orada oturuyordu.
Kapının açıldığını ve benim içeri daldığımı duyunca başını kaldırdı.
Koyu yeşil bakışları hızlıca yüzümü buldu. Yüzünde öyle yorgun, öyle umutsuz
bir ifade vardı ki içim acıdı. Fakat beni gördüğünde bu ifadenin kaybolması bir
saniye bile sürmedi. Yerini, gözlerindeki ışıltıyı geri getiren bir şaşkınlık
aldı.
"Nisan?" dedi hayretle.
Muhtemelen beni burada gördüğüne inanamıyordu ama bunun için vaktimiz
yoktu. Bu yüzden cevap vermeden yanına koştum ve kendisini kolundan tutup
çekiştirerek peşimde sürüklemeye başladım. Tamam tamam, kocaman adamı
sürüklemem imkansızdı. Kendi istek ve iradesiyle geldi peşimden ama adımları,
şaşkınlıktan olsa gerek, istediğim kadar hızlı değildi.
"Birileri gelmeden önce gitmemiz lazım Kuzey!" diye çemkirdim
öfkeyle. "Benimle gelmek istiyor musun, istemiyor musun?"
Sözlerim onu hızlandırmaya yetti. Aceleyle kapıdan çıktığımızda kendine
gelmekte olan, başında vazo kırdığım o adamla karşılaştık. Ama durumu ekip
çalışmasıyla hallettik; Kuzey adamı kapıdan içeri odaya itti ve ben de üstüne
kapıyı kilitledim. Kim bizim mükemmel çift olmadığımızı iddia edebilir?
Merdivenlerin başına geldiğimizde ani bir farkındalıkla "Buradan
inemeyiz!" dedim. "Aşağısı çok karışık şu an. Neden diye sorma."
Kuzey bir an kaşlarını çatıp duraksadı. Sonra "Benimle gel,"
diyerek elimi tuttu ve merdivenlerin tam ters istikametine yönlendirdi. Koşarak
ilerledik ve holün en sonundaki odaya girdik. Arkamızdan kapıyı kapatınca Kuzey
ani bir hareketle beni kendisine çekti ve sımsıkı sarıldı. "Trabzon'a
gittin sanıyordum. Nisan günlerdir bir odada kapalıydım ve beni bırakıp
gittiğini düşünerek kafayı yiyordum."
Acele etmemiz gerektiğini biliyordum ama Kuzey'in sarılışına karşı
koymam mümkün değildi. Öyle çok özlemiştim ki kokusunu içime çekerken sevinçten
aklımı kaybedecektim. "Ben de beni terk edip evlenmeye karar verdiğini
düşünerek kafayı yiyordum," derken boğuklaşan sesim adeta çektiğim acının
bir yankısıydı. Ve Kuzey'in buna verdiği tepki bana daha sıkı sarılmak oldu.
"Biliyorum," diye fısıldadı. "Babam yaptıklarıyla biraz
övündü de."
Babasından bahsettiğinde içimdeki öfke tekrar alevlendi. Kendimi geri
çekerek "Gitmemiz lazım," dedim. "Babanla karşılaşmak
istemiyorum. Gerçekten."
Üzgün fakat anlayışlı bir ifadeyle başını salladı ve "Ağaca
tırmanabilir misin?" diye sordu.
Tamam, kapalı kapılar arkasında biraz oksijensiz kalmış olabilir benim
sevgilim. Ne var? Yoksa böyle saçma anlarda saçma sorular soracak adam değil
yani...
"Ne ağacı Kuzey?"
Elimden tutup beni açık olan bir pencerenin kenarına götürdü ve evin
tam yanında yükselen ağacı işaret etti. "Burada aşağı inebiliriz."
"Hee," dedim sondaki e harfini fazlaca uzatarak. "İneriz
ineriz." Laz kızıydım sonuçta. Dağdan tepeden geçilmiyordu bizim orası.
Biraz paslanmışsam bile becerirdim aşağıya varmayı; ama inerek, ama düşerek...
"Önden sen in," dedim. "Düşersem beni tutarsın."
Hafifçe gülümsedi. "Tutarım." Eğilip alnıma bir öpücük
bıraktıktan sonra pencereye yöneldi. Tam tek bacağını dışarı sarkıtmıştı ki
odanın kapısının gürültüyle açılması ikimizi de olduğumuz yere çiviledi. Ulan
çok az kalmıştı be! Batur Bey'le göz göze gelmekten korkarak başımı kapıya
çevirdiğimde gördüğüm kişi kesinlikle o değildi.
Karşımda iç çekmeme neden olacak kadar güzel beyaz gelinliği, topuz
yapılıp incilerle süslenmiş saçları ve telaşlı suratıyla Eda Mertcan duruyordu.
"Eda!" Kuzey'in bu şaşkın nidasını ben de içimden
tekrarladım. Eda?!
"Yiğit!" dedi karşımdaki gelin telaşla. Sonra öfkeyle ekledi;
"Ne yapıyorsun sen? Hiçbir yere gidemezsin!"
28.BÖLÜM
Midem bulanıyor ve başım dönüyordu. Hamile misin esprisi yapacak
olanları dışarı alalım lütfen. Eda karşımda gelinliğinin eteklerini tutmuş
duruyor, Kuzey'se tek bacağını pencereden sarkıtmış şekilde şaşkınca ona
bakıyordu. Bense bakışlarımı ikisinin arasında dolaştırırken sabit kalmakla
Kuzey'i pencereden itmek arasında seçim yapmaya çalışıyordum. Ne kadar
yüksekteydik acaba? Düşseydi ölür müydü?
"Eda ben..." Cümlesinin ortasında ne diyeceğini bilemeyerek
duraksayan Kuzey bana bir bakış attı. Sanırım onu aşağı itecektim. Tek parça
kalması için dua ederek tabi...
"Üzgünüm ama seninle evlenemem."
Kuzey'in bunu söylemesiyle içimdeki iki Nisan arasında şu konuşma
gerçekleşti;
-Ne demek üzgünüm ya?
+Sence şu an böyle bir tribin sırası mı Nisan?
Mantıklı tarafım Kuzey'i aşağı itme kararımı bana bir kere daha
sorgulatırken Eda tekrar konuştu.
"Ben de seninle evlenemem!"
Kaşlarımı önce şaşkınlıkla yukarı kaldırdım, ardından aynı şaşkınlıkla
tekrar çattım. Kuzey'e bir 'ne diyor ya bu' bakışı attığımda onun da benim
durumumda olduğunu gördüm. Yüzünde kafasının karıştığını apaçık belli eden bir
gülümsemeyle "Ee... Güzel. Sonra görüşürüz o zaman? Bizim şimdi gitmemiz
lazım," diyerek ağaca doğru hamle yapmaya hareketlendiği sırada Eda
eteklerini tutarak yanımıza koşturdu.
"Durun! Ben de sizinle geliyorum."
Yok artık diye haykırmamak için kendimi nasıl tuttum inanın bilmiyorum.
Oldu olacak kaynanayla kayın babayı da alalım? Gelin başı için kuaföre mi
gidiyoruz arkadaşım? Ben buraya damadı kaçırmaya gelmiştim dostlarım. Yanında
promosyon olarak bir gelin istemiyordum.
"Gelinlikle bu ağaçtan aşağı inebileceğini zannetmiyorum,"
dedim öfkeyle. "Seni beklerken yakalanacağız. Ve bu çocuk o nikâh masasına
oturursa ben bu çiftliği yakmak zorunda kalacağım."
Eda huysuzca yerinde tepindi. Sosyal medyada çizdiği profilden biraz
daha çocuksu biriydi anladığım kadarıyla. Çok daha çocuksu. "Kalamam ben
burada! Ben de geleceğim." Sabır isteyerek Kuzey'e baktım. Onun bakışları
da Eda ile benim aramda dolanıp duruyordu. Ve ben artık ciddi manada bayılmak
üzereydim. Alp ile Melek'in de aşağıdakileri ne kadar oyalayacağını
bilemiyordum. Gitmemiz lazımdı. O yüzden öfkeyle soluyarak "Sen arka
kapıdan çık. Çiftliğin biraz ilerisinde bir ağacın altına park edilmiş bir
araba göreceksin. Onun yanına git," dedim Eda'ya. "Nasılsa senin
kapında gardiyanlar beklemiyor."
Eda genişçe gülümseyip başını salladı. Hayatımda düğünlerinden kaçmaya
bu kadar hevesli gelin ve damadı bir arada görmemiştim. "Tamam o zaman.
Ben arka kapıdan gidiyorum." Tekrar eteklerini toplayıp koşmaya başladığı
sırada koridorda başka ayak sesleri de duyulmaya başladı. Kuzey'i hafifçe
itekleyip "Çabuk ol," dedim. Sözümü ikiletmeden ağacın en yakın
dalına atladı. Ben de hemen peşinden onu takip ettim.
Üstünüzde bir elbise, ayağınızda babetler varken size tavsiyem ağaca
tırmanmaya kalkışmamanız. Çünkü ayağınızı burkabilirsiniz, elbisenizi
yırtabilirsiniz ya da bu ikisini aynı anda becerebilirsiniz. Tıpkı benim
yaptığım gibi. Ağaçtan indiğimde her yanım acıyordu fakat duraklamak için
vaktimiz yoktu çünkü biraz önce indiğimiz penceren iki adam bize sesleniyor,
geri dönmemizi falan söylüyordu.
Dönerdik biz de zaten. Canımız çıkmıştı kaçana kadar ama siz çağırdınız
diye kesin dönerdik. Kuzey elimden tuttu ve koşmaya başladık. Şimdi size
üzerinde bir elbise ve ayağınızda babetler varken yapmamanız gereken bir diğer
şeyi söyleyeceğim; delicesine koşmayın. Gerçekten. Birbiri ardına attığım
adımlar ayaklarımı öyle çok acıtıyordu ki başka zaman olsa beni orada taht-ı
revan ile taşımasalar kıyameti koparırdım. Ama aşk sizin şımarık yanlarınızı da
törpüleyen bir duyguydu. Sevdiğiniz adam elinizden tutunca adımlarınız canınızı
acıtsa bile koşuyordunuz işte.
Arabaya vardığımızda kendimi tutmasam yere kapanıp şükredecektim.
Herkes bizden önce oraya ulaşmayı başarmıştı. Alp sırılsıklam bir şekilde
-bunun neden olduğunu bilmiyorum-Melek'in yanında duruyor, Eda ise gelinliğiyle
arabaya binmeye çalışıyordu. Bizi gördüklerinde "Nihayet!" dedi
Melek. Alp de ona katıldığını belli eden bir ses çıkardı.
Ama biz onlara cevap vermek için bile yavaşlamadık. Nihayet arabaya
binebilmiş olan Eda'nın ardından Melek'i ittim, sonra kendim bindim. Kuzey de
öndeki yolcu koltuğuna geçti ve Alp arabayı çalıştırdı.
KURTULDUK!
İlk birkaç dakika kimse konuşmadı. Durumun garipliği ağır ağır
üzerimize çökerken herkes yaşananların gerçek olup olmadığını sorguluyordu
zannımca. Eh, gerçekti. Üç kişi bir çiftliğe sızıp damadı ve ne yazık ki gelini
kaçırmıştık. Şimdi de arabayla oradan uzaklaşıyorduk. Falan filan. Açıkçası
bunların çoğu umurumda değildi. Benim kalbimde davullar çaldıran esas olay
Kuzey'in evlenmekten kurtulmuş olmasıydı. Düğün falan yoktu. Nişan bile yoktu
artık. Her şey berbat olsa bile Kuzey benimleydi. Ve bu mutlu olmama yetiyordu.
İnşallah onun mutlu olmasına da yeterdi.
İlk beş dakika dolunca dayanamayıp derin bir nefes aldım ve "İyi
işti," dedim.
Alp sanki bunu bekliyormuş gibi yüksek sesli bir kahkaha attı.
"Muhteşemdi be!"
Eda ile ikimizin arasında oturan Melek'in gözlerini devirdiğini fakat
gülüşünü gizleyemediğini gördüm. "Baştan ayağı sırılsıklamsın ama muhteşem
olduğunu söylüyorsun, öyle mi?" Genişçe sırıtırken "Bugün burada
gerçek aşkı kurtardık sevgilim," dedi. "Ayrıca patronumu. Zam falan
alabilirim yani."
Kuzey'in tatlı bir şekilde güldüğünü işittim ve içimde kötü olan ne
varsa eriyip kayboldu. "Artık patron olduğumu zannetmiyorum Alp,"
dedi ılımlı bir sesle. "Üzgünüm." Alp abartılı bir hayal kırıklığı
ile "Hadi be!" diye inledi. "O zaman sanırım arabayı çiftliğe
geri süreceğim çünkü her şeyi zam için yapmıştım."
Herkes, hatta Eda bile, gülüşünce arabadaki gergin ortamın neredeyse
tamamen dağıldığını hissettim. Kuzey gülümsüyor ve neşeli sesle konuşabiliyorsa
düğünden kaçtığı için pişman falan değildir diye düşünüyordum. Yine de üzgün
olmasına hazırlamıştım kendimi. Bir insanın, ne olursa olsun, ailesiyle ters
düşmesi güzel bir şey olamazdı. Ama bunu aşabileceğimize inanıyordum. Açıkçası
ben şu an dünyayı fethedebileceğimize bile inanıyordum çünkü Kuzey yanımdaydı.
Yanımdaydı.
Sanki düşündüklerimi duymuş gibi başını hafifçe arkaya çevirip bana
baktı. Ve gülümsedi. Bir gün önce bu gülümseyişi bir daha asla göremeyeceğimi
düşünüp kendime acılardan acı beğeniyordum. Ama şimdi buradaydı işte. Bakışları
yüzümün her köşesini dolaşırken sevimli bir sesle "Şey," dedi.
"Moru o kadar da sevmiyorum aslında."
Bir an ne dediğini anlayamasam da aklıma saçlarımın hali gelince
genişçe sırıttım. "Hepsi Alp'in suçu. Satış elemanının saçlarına hakaret
etmeseydi şu an siyah saçlı olacaktım." Yüzümü son kez süzüp gülümsedikten
sonra tekrar önüne döndü. Ben de bakışlarımı ondan ayırıp Melek'e çevirdim.
"Aşağıda bağıran sendin, değil mi?"
Melek sırıtarak başını salladı. "Dikkatleri dağıtmak için birkaç
vazo kırmış olabiliriz. Bir de anın heyecanına kapılıp Alp'in üzerine bir
sürahi soğuk su boşaltmış olabilirim. Ama sonuçta işe yaradı."
Neşeli bir kahkaha attım. "Kesinlikle işe yaradı!"
Yolun geri kalanında fazla bir muhabbet dönmedi. Geldiğimiz kadar hızlı
bir şekilde uzaklaştık oradan. Tanıdık yollara geldiğimizde Alp nereye
gideceğimizi sordu. Eh, gidebileceğimiz tek bir yer vardı; Arıkan Malikanesi.
Alp'ten arabayı doğruca oraya sürmesini rica ettim.
Saçlarımdaki mor boyalar çıkana kadar başka kimseye görünmek
istemiyordum. Tamam, Kuzey'i kaçırmıştık, bitmişti. Artık maymun olmanın âlemi
yoktu, değil mi?
Hep birlikte ablamın evine vardığımızda Alp ve Melek bizden ayrıldı.
İkisine de yaklaşık elli beş kere teşekkür edip sarıldıktan sonra gitmelerine
izin verdim. Eda ise gelinlikle sokaklarda başıboş dolaşamayacağı için bizimle
birlikte yukarı çıktı. Bu durumdan hoşnut olduğumu söyleyemezdim. Sonuçta şu
kız bir gitse de Kuzey'ime doya doya sarılsam diye bakıyordum ama bir insanın
düğününü mahvedince kendinizi ister istemez ona karşı suçlu hissediyordunuz. O
yüzden sesimi çıkarmadım.
Eve girince onları salona yönlendirdim ve hepimiz salgıladığımız
adrenalinden yorgun düşmüş olacağız ki bir koltuğa yığılıverdik. Damat kaçırmak
yorucu bir operasyondu. Ayrıca tehlikeli ve riskliydi de. Kısacası çok zaruri
değilse tavsiye etmiyordum arkadaşlar damat kaçırmayı. Biraz soluklandıktan
sonra doğrulup önce Kuzey'e sonra Eda'ya baktım. İkisinin ortasında oturuyordum
ve tam "Eee... Şimdi ne olacak?" diye sormuştum ki kapının anahtarla
açıldığını duydum. Ablam ve eniştem konuşarak içeri girdiler. Ablam tahminimce
mutfağa saparken eniştem doğruca salona, bize doğru yürüdü ve başını kaldırıp
üçümüzü gördüğünde şaşkınlıkla donakaldı.
E adam salonunun ortasında her gün bir gelin ve damat görmüyordu tabi.
Şaşkın bakışları üçümüzün üzerinde ağır ağır dolaşırken olaylara anlam
vermeye çalıştığını görebiliyordum ama bir açıklama yapmak için fazla
yorgundum. Keşke soru sormasa dediğim sırada ablam da salona girdi ve eniştemin
yüzündeki ifadenin ve bakışların bir benzerini onun yüzünde de seyrettik.
Kendimi soru yağmuruna hazırladığım sırada ablam bakışlarını enişteme çevirdi.
"Hayatım, neden salonumda bir gelin ve bir damat var?" diye
sordu sakin bir sesle. Eniştem hafifçe omuz silkti. "Hiçbir fikrim yok.
Ama mantıklı bir açıklaması olduğuna eminim."
Bakışları tekrar bize döndüğünde derin bir nefes aldım ve olanları
anlatmaya koyuldum. Ablamın geçmişini düşündüğümüzde yaptığım çılgınlıklara
ılımlı yaklaşacağına inanırsınız ama öyle yapmadı. Çoğu kısmı gözlerini
devirerek ya da korkunç bir şekilde pörtleterek, çoğu zaman da Kuzey'e öldürücü
bakışlar atarak dinledi. Anlatmayı bitirdiğimde ise neredeyse bana 'cezalısın
küçük hanım' falan diyeceğini sandım. Ama eniştem ondan önce davranıp
"Keşke haber verseydiniz," deyince ben hedef tahtası olmaktan çıktım.
Canım eniştem.
Ablam öfkeyle enişteme çıkışırken aniden çalan kapı zili ve hemen
ardından kapının yumruklanması soluğumun kesilmesine sebep oldu. Batur Bey sağ
olsun, çalan kapılara karşı fobi geliştirmiştim. Hepimiz donup kaldığımızda
herkesin benimle aynı ihtimali düşündüğü nü anladım ve bakışlarımı derhal
Kuzey'e çevirdim.
"Kuzey, benim Rüzgar! Açın kapıyı."
Rüzgar'ın tanıdık sesi hepimizin aynı anda rahatlamasına sebep olunca
hızlı adımlarla kapıya koştum, ne olur olmaz diye bir kere kapı deliğinden
baktım ve Rüzgar'dan başkasını göremeyince açtım.
Rüzgar, o güne kadar hiç görmediğim biçimde telaşlı bir şekilde içeri
daldı. Yüzünde ciddi bir ifade vardı ki bu benim saçlarımın mor olmasından daha
da ilginçti. Bana şöyle bir bakıp önümden geçti, salona yöneldi. Kapıdan girer
girmezse koşarak Eda'ya sarıldı.
Hayır, yanlış duymadınız. Koştu ve sanki çöldeki tek su
damlasıymışçasına Eda'ya sarıldı. Gelin olan Eda'ya, evet.
"Oha!" derken çenem şaşkınlıktan neredeyse yere yapışmak
üzereydi fakat Eda ile birbirlerine sımsıkı sarılan Rüzgar'a baktığımda verecek
başka bir tepki bulamıyordum. Yani bu 'oha' değilse neydi?
Şaşkınlıktan neredeyse yuvalarından fırlayacak bakışlarımı Kuzey'e
çevirip "Adnan Bey senmişsin aşkım," dedim. Bakmayın öyle, ben ne
dediğimi biliyor muydum?
Neyse ki şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmadan önce Eda ile Rüzgâr
ayrıldı ve mahcup bir yüzle bize döndüler. Bakın hiç abartmıyorum, şu dünyada
göreceğim son şeyin bile Rüzgâr'ın mahcup ifadesi olacağını düşünmemiştim.
Böyle bir ifade olabileceği bile aklıma gelmemişti. Kuzey nutku tutulmuş bir
şekilde dudaklarını araladı ve yüzünde yalpalayan şaşkın gülüşle "Bu neydi
lan?" diye sordu. Şu an bunu okuyan herkesin yüreğindeki soruyu
dillendirecek kadar cesur bir adamdı.
Sonra Rüzgâr anlatmaya başladı. Eda ile yurtdışında tanışmışlar. O
zamanlar Rüzgâr, Eda'nın Kuzey'le nişanlı olduğunu bile bilmiyormuş. Hatta
nişanlı olduğunu dahi bilmiyormuş. Klasik hikâyelerde olduğu gibi kendisine hiç
yüz vermeyen bu kızı kafasına takmış ve peşinden koşmaya başlamış. Türlü türlü
oyunlar ve kovalamacalar derken kendisini kıza âşık olmuş halde bulmuş. Sonra
Türkiye'ye dönmüşler ve onun nişanlı olduğunu, daha doğrusu Kuzey'le nişanlı
olduğunu öğrenmiş. Dünyası başına yıkılmış tabi. Ama her ne kadar pislik bir
adam olsa bile arkadaşının nişanlısına yanlışı olmazmış. Bu yüzden uzaklaşmayı
denemiş ama başaramamış. En sonunda bari onu arada sırada görebileceğim bir
yerde çekeyim acımı diye tekrar buraya gelmiş. Ama ne yaparsa yapsın düğüne katılacak
cesareti bulamamış. Kuzey ve Eda'nın düğünden kaçtığını ise Batur Bey onu
arayıp bilgi almaya çalıştığında öğrenmiş. Önce beni aramış fakat ben
telefonumun nerede olduğunu bile bilmediğim için ulaşamamış. Sonra Alp'i arayıp
burada olduğumuzu öğrenmiş ve adeta uçarak soluğu burada almış. Bütün olanlar
için çok üzgün ve mahcupmuş ama daha fazla Eda'dan uzak durabileceğini
zannetmiyormuş.
Kuzey'le ikimiz hikâyeyi ağzımız beş karış açık vaziyette dinledik. Her
şeyden önce Rüzgâr'ın âşık olabilecek donanıma sahip oluşuna inanamıyordum ben.
Ama Eda isimli koskoca bir sorunumuzu ortadan kaldırdığı için de fazla
sorgulamıyordum. Kuzey benim olduğu sürece herkes herkese âşık olabilirdi.
Kuzey kendisi açısından hiçbir sorun olmadığını, hatta ikisi adına çok
sevindiğini ve en başında gelip onunla konuşsa çok daha iyi olabileceğini
söyledi. Ardından sarılıp vedalaştılar ve biz bu mutlu çiftimizi evimizden
uğurladık.
Nihayet herkes gidince ve ablamla eniştem anlayış gösterip bizi baş
başa bırakınca kendimi Kuzey'in kollarında bulmam bir saniye bile sürmedi.
İçimdeki bütün özlemle ve aşkla sıkıca boynuna sarıldım. "Seni çok
özledim," diye fısıldadım kulağına. "Bir daha asla göremeyeceğimi
zannettim. Çok korkunçtu." Sonunda ona kavuşmuş olmanın verdiği rahatlıkla
bütün üzüntülerimi ve korkularımı ortaya dökmek, sonra da saatlerce Kuzey
tarafından teselli edilmek istiyordum.
"Ben de seni çok özledim," derken saçlarımın arasına bir
öpücük kondurdu. "Ama bir daha asla görüşemeyeceğimizi hiç düşünmedim.
Çünkü ne olursa olsun sana gelecektim. Babam ne yaparsa yapsın o nikâh masasına
otursam bile evet dememin imkânı yoktu."
Hafifçe geri çekilip bakışlarımı onun esmer ve yakışıklı yüzünde
dolaştırdım. İçimdeki aşk kaynayıp fokurdamaya başlarken ellerini ellerimin
arasına aldım. Tam eğilip üzerlerine minik buseler bırakacaktım ki eklem
yerlerinde kırmızı ve taze yaralar olduğunu gördüm. İçimden canım çekilirken
hafifçe yutkunarak gözlerimi gözlerine çevirdim. "Ellerine ne oldu?"
diye sordum.
"Babamla konuşmaya gittiğimde çok fena kavga ettik. Biz
birbirimize girince annem fenalaştı ve onu hastaneye götürdük. Sonra babam
sakince konuşabilmemiz için beni çiftliğe çağırdı. Baba oğul güzelce konuşup
halledelim meselemizi. Evde anneni üzmeyelim dedi. Sonunda onunla bir şekilde
anlaşabileceğimi düşünerek çiftliğe gittim ve o beni bir odaya kilitledi,"
derken acımasız bir şakaya gülüyormuş gibi hem gülümsedi hem gözlerini devirdi.
"Yirmi yedi yaşındayım ve babam beni bir odaya kilitledi. Öylece duracağımı
düşünmedin herhalde.
Biraz... Kapıyı falan yumruklamış olabilirim."
Öfkeyle, üzüntüyle ve hırsla dolan gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırırken
"Burada bekle," diyerek banyoya koşturdum. Sargı bezi, pamuk ve
tentürdiyot alıp Kuzey'in yanına geri döndüm. Sonra onun güzel ellerini
kucağıma alıp yaralarını tek tek temizlemeye ve sarmaya başladım. Ben onun
sadece ellerindeki değil yüreğindeki yaraları da tek tek saracaktım. Babasının
onda açtığı her yarayı beraber kapatacaktık. Şimdilik ellerindekilerle
başlamıştım.
"Seni çok seviyorum," dedi bana, ben sağ elini sararken.
Başımı kaldırıp hafifçe gülümsedim. "Ben de seni çok
seviyorum."
"Mor saç bile yakışmış. Öyle güzelsin."
Elimde olmadan kıkırdayıp başımı eğdim. "Böyle güzel şeyleri art
arda söylersen kalbim dayanmaz."
Uzanıp alnımdan öptü. Keşke içimde oluşan duyguyu tasvir edebilseydim
size. "Günlerdir görüşmüyoruz," dedi. "Arayı kapatmam lazım.
Sana söyleyecek binlerce güzel şeyim var." İç çekerek gözlerinin tam içine
baktım ve yüzümü mesken tutmuş aşık gülümseyişimle "Acele etmemize gerek
yok," diye mırıldandım. "Sonunda kavuştuk işte. Artık benimsin.
Bundan böyle hep benimlesin." ***
29.BÖLÜM-FİNAL
Şimdi şu konuda bir anlaşalım, hayatta hiçbir zaman her şey yoluna
gitmez. Dünya'nın mantığı budur. Her gün farklı bir şeyle sınanırız, ama büyük
ama küçük. Fakat bu mutlu olamayacağımız anlamına da gelmez. Bize verilen
şeyleri benimseyip sevdiğimizde, elimizdekilerin kıymetini bildiğimizde
mutluluk ve huzur kolay açılan birer kapıdır.
Ben bu kapıyı Kuzey ile beraber açtım. Her şey kolay oldu diyerek sizi
kandırmayacağım. Epey zorlandık çünkü. Ama her şeyin güzel olduğunu
söyleyebilirim.
Düğünden kaçtıktan sonra Kuzey elinde beş parası olmadan ortada
kalmıştı. Babası yaptıkları ilk konuşmada ona zırnık koklatmayacağını öfkeyle
belirtmiş, bir daha asla şirketin önünden bile geçmemesini tembihlemişti. Kuzey
de 'Eh, öyle bir niyetim yoktu zaten,' diye cevap vererek onun yanından
ayrılmıştı fakat ne yapacağını bilmiyordu.
Önce kalacak bir yer bulmasına ihtiyacı vardı ve bu sorunun cevabı
oldukça basitti. Hemen üst katımızdaki daire ona aitti. Orada yaşayabilirdi.
Ben de -her ne kadar bunu istemesem de kimse aksine izin vermiyordu- ablamlarla
beraber yaşayabilirdim. Hem birbirimize yakın olurduk hem de koca bir sorunumuz
ortadan kalkardı.
İkinci mesele iş meselesiydi. Kuzey'in kendini geçindirebilmesi için
çalışması gerekiyordu. Bu sebeple birçok iş görüşmesine gitti, bir sürü yere
özgeçmişini bıraktı. Ama kimse Batur Erarslan'ı karşısına almak istemediği için
sürekli kibar bir dille geri çevriliyordu. Bu yüzden alternatifler düşünmeye
başladı. Yabancı dil konusunda iyi olduğu için birkaç küçük çeviri işi aldı ve
bir süre bunlarla idare etti derken benim kahraman eniştem imdadımıza yetişti.
Kuzey'e bir iş teklifi götürdü. Yönetim departmanında ona yardımcı olabilecek,
güvenilir ve tecrübeli birine ihtiyacı vardı. Çok yüksek bir mevkii önermiyordu
ama zaten Kuzey'in istediği de buydu. Bir başlangıç noktası istiyordu. Kendi
çabasıyla ilerleyebileceği bir nokta. O yüzden seve seve kabul etti. Arıkanlar
ile çalışmaya başladı ve her nasılsa kısa bir süre içinde Akın Arıkan'ın yani
eniştemin erkek kardeşinin en yakın arkadaşlarından biri haline geldi.
Yenilenen ve değişen Kuzey beni her geçen gün kendine biraz daha âşık ediyordu.
Babasının prangalarından kurtulunca artık tamamen kendisi olmuştu ve mükemmel
birisiydi. Bana göre mükemmeldi en azından. Zeki, çalışkan, düşünceli, kibar,
esprili... Bir insandan bekleyebileceğiniz tüm güzel şeyler onda mevcuttu.
Bu arada bende okuldaki son senemdeydim. Kuzey'in her şeyi
güzelleştiren varlığı okul hayatıma da etki etmişti. Yani tabi ki bir anda
etrafım güzel arkadaşlarla çevrilmemişti fakat bazen ders çıkışlarında beni
almaya gelmesi, çok sıkıldığımda onu arayıp konuşabilecek olmam, hatta ben ders
çalışırken yanımda oturup kitap okuması bile işleri inanılmaz ölçüde
kolaylaştırıyordu. Varlığı hem güç, hem teselli, hem mutluluk veriyordu.
Özellikle okulun ilk günlerinde ya sabah bırakıyordu ya da akşam
alıyordu beni ve bunun sebebini anlamamam mümkün değildi; Doğu. Kıskandığını
apaçık bir şekilde söylemiyordu ya da hırçın hareketlerle ifade etmiyordu ama
anlıyordum. Oysaki bu konuda en ufak bir endişe taşımasına dahi gerek yoktu.
Benim yönüm belliydi. Yine de ekstra ilgiden rahatsız olmam gibi durum yoktu
tabi.
Alp hala Erarslanlar ile çalışmaya devam ediyordu ve Melek ile ikisiyle
sık sık görüşüyorduk. Beraber sinemaya, pikniklere, yürüyüşlere falan
gidiyorduk. Böyle çiftler olarak takılmak epey güzel oluyordu. Onun dışında Alp
ve benim bireysel arkadaşlığımız da aynı şekilde ilerliyordu. Kendisini sürekli
mesajlarımla ve aramalarımla darlıyor, hemen her konuda fikrini alıyor ve bir
arkadaşa sahip olmanın bütün güzelliklerini kullanıyordum.
Eda ve Rüzgar ile de birkaç defa görüşmüştük. Ve çok garipti.
Gerçekten. Garip olan Rüzgar'ın Eda ile olması da değildi üstelik. Garip olan
Rüzgar'ın ta kendisiydi. Her lafıyla beni mide bulantılarına sürükleyen o adam
gitmiş, yerine tatlı, beyefendi birisi gelmişti. Tamam, hala ara sıra göz
devirmemize sebep olan şeyler söylüyordu ama bizi çileden çıkarmıyordu. Ve buna
alışmak da inanmak da benim için çok zordu. Yine de aşkın böyle mucizelere
vesile olduğunu görmek hoştu tabi. Arada sırada Eda'nın elini sıkıp 'ya sen az
zamanda çok büyük işler başardın' diyesim gelmiyor değildi.
Ablamın hamileliği eniştemin iflahını kurutacak şekilde ilerliyordu.
Gerçekten bu kadar yakışıklı bir adam ablam gibi birini hak edecek ne yapmış
olabilirdi bilmiyorum ama odamın kapısına uykusuzluktan bayılan gözlerle
dayanıp "Allah aşkına kaldirik* kavurması ne? Ablan onu aşeriyormuş,"
diye sorduğu geceden beri onun için üzülüyordum. Neyse ki dolapta annemin
yolladığı kaldirikler duruyordu da hemen soğanla kavurarak eniştemin birkaç
saat de olsa uyku çekmesini sağlayabilmiştik.
Ablam hamileliğinin son günlerine yaklaşırken Arın eniştem işten epey
uzaklaşmış ve yapılacak işleri de bir süreliğine kısa zamanda kendini
kanıtlamayı başarmış olan Kuzey ile kardeşi Akın'a bırakmıştı. Kuzey için bu
terfi gibi bir şeydi ve Arın ona bu kadar güvendiği için mutluluktan kafayı
yiyecekti.
Bu arada nihayet küçük yeğenim Zeynep'in dünyaya geldiğini ve hepimizin
onu çılgınlar gibi sevdiğini siz okuyuculara büyük bir mutlulukla bildirmek
isterim.
İşler yavaş yavaş yoluna giriyordu. Sıkıntı çekiyorduk ama
hissettiğimiz neşe ve mutluluk buna baskın geldiği için ağlayıp sızlandığımız
olmuyordu. Böyle dediğimde rüya gibi bir yaşam sürüyormuşuz gibi gelmesin. Bazı
günler Kuzey'i boş bir duvarı öylece izlerken görüyordum ve sevdiğiniz insanda
iyi gelemediğiniz yaraların olduğunu bilmek öldürücü bir şeydi. Ailesini
özlediğini biliyordum. Arada sırada annesiyle telefonda konuşuyorlardı ya da
bir yerlerde buluşup yemek yiyorlardı ve kadın Kuzey'e dönmesi için yalvarıyordu
ama Kuzey inatçıydı. Dönmek istemediğini, bu şekilde mutlu olduğunu söylüyordu.
Fakat ne söylerse söylesin ailesiyle bu şekilde ters düşmüş olması onu üzüyordu
ve bunu görebilmek için dahi olmaya falan gerek yoktu.
Bu konuda onunla birkaç defa konuşmaya çalışsam da ya konuyu
geçiştirmiş ya da beni susturmuştu. Ne yapacağımı bilemiyordum ama işin peşini
bırakmak niyetinde de değildim. İşte Kuzey'i düğünden kaçırmamla yirmi
sekizinci yaş günü pastasını kesmemiz arasında geçen sürede yaşananlar böyle
özetlenebilirdi. Şimdi ise onun dairesinde, balkona kurduğumuz romantik yer
sofrasında baş başa oturuyor ve mor doğum günü pastasını yiyorduk.
Kollarımı onun boynuna dolayıp yanağına tatlı bir buse kondururken
"İyi ki doğdun Yiğit Kuzey Erarslan!" diye mırıldandım.
Öpücüğümü genişçe gülümseyerek kabul etti ve "Teşekkür
ederim," dedi.
"Sana bir sene önce ne söylemiştim, hatırlıyor musun?" diye
sorduğumda usul usul başını salladı. "Haklı çıktım değil mi?"
"Aslına bakarsan tam olarak değil," derken benden biraz
uzaklaştı ve derin bir nefes alıp gözlerimin içine baktı. Ben her zamanki gibi
onun bakışının büyüsünde kendimi kaybederken "Bir süredir para
biriktiriyorum," dedi.
Konunun aniden başka bir yöne kaymasına şaşırarak "Niçin?"
diye sordum.
Duruşunu dikleştirip hafifçe tebessüm etti. Yüzümü o koyu yeşil
bakışlarıyla süzerken hissettiğim merakın onun hoşuna gittiğini, bu sebeple
konuşmasını geciktirdiğini biliyordum. "Güzel bir evim var," diye
başladı söze. "Askerliğimi yaptım ve iyi bir işte çalışıyorum. Sonra seni
çok seviyorum. Seni hayatımın geri kalanında da böyle seveceğime, ayrıca saygı
duyacağıma söz veriyorum. Seni her zaman koruyup kollayacağıma ve senin beni
koruyup kollamana minnet duyacağıma söz veriyorum. Her sabah seninle uyanmaktan
sıkılmayacağım. İkimiz ve zaman ilerledikçe belki daha fazlamız için
çalışmaktan yorulmayacağım. Aylardır sana bu cümleleri söyleyebilmek için para
biriktiriyorum," Ben hipnotize olmuş gibi onun hareketlerini izlerken
cebinden kırmızı bir kutu çıkartıp açtı. Ben içindeki muhteşem yüzükle
bakışırken "Nisan, benimle evlenir misin?" diye sordu. Sorusunu
sorduktan sonra sanki benim kalbim yeterince sıkışmıyormuş gibi sevimli bir
şekilde gülümsedi. "Bir sene önce söylediğin sözler arasında sevdiğim
kadınla evleneceğim de vardı, hatırlarsan. Hiç değilse haklı çıkmak için evet
diyeceğini düşünüyorum."
Mutluluk ve heyecan parmak uçlarıma hatta saç diplerime kadar
yayılmışken dolan gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırdım. İçimden deli gibi
haykırmak geldiği halde dudaklarımı titremekten alıp bir cevap veremiyordum.
Bakışlarım bir kutudaki yüzüğe, bir Kuzey'in güzel suratına çevriliyordu ve ben
bayılıp gitmemek için kendime nefes almam gerektiğini hatırlatmak zorunda
kalıyordum.
"Evet," diye mırıldandım en sonunda. "Tabi ki seninle
evlenirim!"
Kuzey'in omuzlarının bir rahatlık duygusu ile çöktüğünü ve yüzüne geniş
bir zafer tebessümü yayıldığını gördüm. Kutudan yüzüğü çıkarıp elimi elinin
içine aldı. Önce avucumun içine bir öpücük kondurdu, ardından yüzüğü parmağıma
geçirdi.
"Bu cevap, aldığım en güzel doğum günü hediyesi oldu. Teşekkür
ederim." Ya asıl ben teşekkür ederim, manyak mısın demek ortamı bozmayacak
olsa kendimi hiç tutmazdım. Bunun yerine onun gibi gülümseyip gözlerinin içine
bakmakla yetindim. Aldığım evlilik teklifinin ertesi akşamı ben Kuzey'in evinde
ders çalışırken, o da işle ilgili bir şeylerle ilgilenirken kapımız çaldı.
İkimiz de bir an bunu garipsedik çünkü kısıtlı sayıdaki arkadaşlarımız gelmeden
önce mutlaka haber verirler ya da ablamlar bizi yemeğe falan çağıracak olsalar
telefon ederlerdi.
"Akın'dır," dedi Kuzey ben ondan önce davranıp yerimden
kalkarken. "Mine adında bir kız onu delirttiği için çıldırarak soluğu
kapımda almak gibi bir alışkanlık edindi son günlerde." Akın Arıkan'ın
delirişini görecek olma düşüncesiyle sırıtarak kapıya gittim ve asrın
aptallığını yaparak kapı deliğinden bakmadan kapıyı açtım.
Kötü bir dejavu hissi beni çarpıp midemin bulanmasına neden olurken
karşımdaki adamın suratına kapıyı çarpıp doğruca salona, Kuzey'in kollarının
arasına koşmamak için kendimle amansız bir mücadele verdim. Aylar önce, yine
böyle bir anda, böyle bir günde bu evin kapısını bu adama açıp hayatımın en
kötü anlarını yaşamıştım. Aynı şeyin tekrarlanmasından korkara k nefesimi
tuttuğum sırada Batur Erarslan'ın çekingen sesini duydum.
"İyi akşamlar. Rahatsız ediyorum ama Yiğit ile görüşebilir
miyim?"
Ne diyeceğimi bilemeden yutkundum. Duygusal yanım 'HAYIR' diye
bağırarak kapıyı adamın suratına çarpmamı haykırsa bile akıllı ve mantıklı
yanım beklediğim fırsatın ayağıma geldiğini fısıldıyordu. Ve her nasılsa bu
fısıltı diğer haykırıştan daha büyük bir etki yapıyordu.
Kuzey sonsuza dek ailesiyle küs kalamazdı. Barışmaları gerekiyordu. Bu
benim Batur Bey'e katlanmamı gerektirse bile. Çünkü aile mühim bir şeydi ve
onları hayatınızdan çıkarmanız için bundan çok daha fazlası gerekliydi.
Tek bir kelime etmeden kapıyı geriye doğru açarak yana çekildim ve
Batur Bey'in yanımdan geçmesini derince aldığım nefesimi içimde tutarak
bekledim. Ayakkabılarını çıkarıp içeri geçti ve elimle gösterdiğim yöne, salona
doğru yürüdü. Ben de peşinden gittim.
Kuzey başını kaldırıp babasını gördüğünde o güne kadar onun yüzünde hiç
rastlamadığım kesif bir öfkeyle çattı kaşlarını. Sonra o alev saçan bakışları
bana çevirdi. Bana böyle bakmasına alışık olmadığım için bakışlarımı kaçırdım
ve ne yapacağımı bilemediğim babasına dönüp "Bir şey içer misiniz?"
diye sordum.
Kuzey ayağa kalkıp "İçmez," dedi. "Hatta burada da
durmaz." Babasının karşısına dikilip eliyle kapıyı gösterdi. "Lütfen
gider misin?"
"Yiğit, lütfen. Sadece konuşmak istiyorum oğlum. Bu küslük nereye
kadar gidecek?" "Ben istemiyorum," diye çıkıştı Kuzey.
Yüzündeki ifade beni korkutsa bile usulca ona yaklaştım ve elimi koluna
yerleştirip "Buraya kadar gelmiş Kuzey," diye fısıldadım.
"Konuşmakla bir şey kaybetmezsin."
Başını çevirip yüzüme bakmadı ama söylediklerimi değerlendirdiğini
gözlerindeki bakıştan anlayabiliyordum. Bir süre kararsız bir şekilde babasının
yüzüne baktı. Sonra da, artık benim sözlerimden mi yoksa adamın gerçekten
mahcup görünen yüzünden mi etkilendi ya da yalnızca tartışmaya mı üşendi
bilmiyorum ama çatık kaşlarınızı azıcık bile kaldırmadan başını salladı ve
koltuklardan birine oturup karşısındaki koltuğa oturması için babasına işaret
etti. Ben de gidip Kuzey'in yanına iliştim hemen.
Batur Bey derin bir nefes alıp "Bana kızgın olduğunu
biliyorum," diyerek konuşmaya başladı. "Haklısın da. Hayatına o
şekilde müdahale ederek yanlış yaptım. Seni koruduğumu düşünüyordum ama tek
yaptığım seni kendimden uzaklaştırmak oldu. Bunu bu kadar geç görebildiğim için
çok üzgünüm."
Araya dolan sessizlikte Kuzey huzursuzca yerinde kıpırdandı.
Gerginliğini hissedebiliyordum. "Beni bir odaya kilitledin."
Batur Bey mahcup bir şekilde gözlerini kaçırdı. "Aptalcaydı. Özür
dilerim."
"Sevdiğim kadına hakaret ettin." Sevdiğim kadın derken uzanıp
elimi tutması heyecandan deli gibi çarpan yüreğimin yatışmasına sebep oldu. Bu
sayede Batur Bey ile göz göze geldiğimde bayılmadan durmaya devam edebildim.
Adam samimi bakışlarla gözlerimin içine bakarak "Çok özür
dilerim," dedi. "Gerçekten. O sözleri asla söylememeliydim."
Kendimi gülümsemeye zorlayarak "Önemi yok efendim," diye
cevap verdim. Aslında önemi vardı ama bir baba ile oğulun arasına giren kişi
olmak istemiyordum. O yüzden çok güzel önemi yokmuş taklidi yapabilirdim.
Batur Erarslan bana tıpkı benim gibi küçük bir gülümseyiş verdikten
sonra tekrar oğluna döndü. "Geri dönmeni istiyorum," dedi.
"İstersen eve geri dönme. Şirkete geri dönme. Bunlar mühim değil.
Gerçekten karışmıyorum hiç birine. Ama oğlum olmaya geri dönmen lazım. Bir baba
hata yaparsa bunu telafi edecek fırsatı olmalıdır. Evine de şirketine de
istediğin zaman dönebilirsin fakat bize, annene ve bana derhal dönmelisin.
Lütfen."
Kuzey düşünceli bir tavırla gözlerini babasından kaçırdı ve bana kısa
bir bakış attı. Onun da ailesini özlediğini biliyordum, bu yüzden evet
demesini, çektiği sıkıntıya bir son vermesini çok istiyordum. Nitekim
tereddütlü bir sesle "Ben... Bilmiyorum," dediğini duyunca içime ılık
bir duygunun yayıldığını hissettim.
Batur Bey kendisine aralanan kapıyı görmekte gecikmedi ve genişçe
gülümsedi. "Bak, ben bir adım attım. Sen de bir adım at. Cuma akşamı Nisan
kızımız ile beraber yemeğe gel. Olur mu? O zamana kadar da biraz düşünür,
kafanı toparlarsın."
Sıkıntıyla iç çeken sevgilimin ne diyeceğini bilemeyerek bocaladığını
hissettiğimde hafifçe elini sıkarak yanında olduğumu gösterdim. Cevabı ne
olursa olsun. O neredeyse ben de orada olacaktım.
Ne demek istediğimi anlamış olacak ki bana dönüp hafifçe tebessüm etti.
Ardından babasına "Düşüneceğim," dedi.
Batur Bey evden küçük bir tebessümle ayrıldığında artık bu meselenin
çözülmüş olduğunu hissediyordum. Kalbimden koca bir ağırlık kalkmış gibiydi.
İçime dolan umutla Kuzey'in yanına gidip ona sıkıca sarıldım.
"Her şey yoluna giriyor," diye mırıldandım kedi gibi.
Saçlarımı okşayıp başıma bir öpücük kondurdu. "Sayende."
"Seni çok seviyorum Yiğit Kuzey Erarslan," dedim
gülümseyerek.
"Ben de seni seviyorum müstakbel Nisan Erarslan," diye cevap
verdi. Adımın yanında onun soy ismini duyunca kalbimden bir kelebek sürüsü
havalandı ve güzel havaya karıştı.
"Şirkete dönecek misin?" diye sordum başımı kaldırıp
gözlerinin içine bakarken.
Usul usul başını salladı. "Arın'ın bana ihtiyacı kalmadığında
döneceğim." Bir an duraklayıp aklına bir şey gelmiş gibi kaşlarını yukarı
kaldırdı. "Sana geçen hafta Şeref Bey'le karşılaştığımdan bahsetmiş
miydim?"
"Hayır," dedi gözlerim kocaman açılırken.
"Bahsetmedin."
"Akın'la öğle yemeğine çıktığımızda gördüm onu. Yanımıza geldi. Ve
inanamayacaksın ama hazırladığımız projeyi elinden kaçırdığı için epey pişman
olduğunu söyledi." Engelleyemediğim gür bir kahkaha dudaklarımdan sıyrılıp
etrafa yayıldı. "Aklı başına yeni mi gelmiş?"
Tıpkı benim gibi keyifle sırıtırken "Bana iş bile teklif
etti," dedi Kuzey. "Ben de büyük bir zevkle reddettim."
Ona tekrar sarılırken "İşte benim sevgilim!" diye bağırınca
beni belimden kavrayarak bir kez havada döndürdü. Tekrar yere bırakırken de
hafifçe geri çekilerek gözlerimin içine baktı. "Gerçekten her şey yoluna
giriyor," dedi ılık bir sesle.
Ellerini sıkıca tutup ona gülümsedim. "Ve sen benim yanımda
olduğun sürece her şey yolunda kalmaya devam edecek," diye söz verdim.
Bizim masalımız farklı bir masaldı. Prensin kurtarılması gerekiyordu ve
gümüş zırhı giyip kılıcı kuşanan prenses olmuştu. Ama kahramanlığın çeşitleri
vardı. Kuzey'in yaptığı da beni içine düştüğüm görünmez bir çukurdan çıkarıp
sevgisi ve ilgisiyle iyileştirmek, aşırılıklarımı törpüleyip daha güçlü bir
insan olmamı sağlamak olmuştu. Güzelliğime aldığım övgülerle terk edilişim
arasında kaybettiğim özgüvenimi altın bir tepside bana sunmuştu. Bana saygı
duymuş, güvenmiş ve hayatını ellerime teslim etmekte en ufak bir sakınca
görmemişti.
Evet, bizim masalımız biraz farklıydı. İkimiz de birbirimizi farklı
şekillerde, başka canavarlardan kurtarmıştık ve işte buradaydık! Yan yanaydık.
Maceramız elbette bitmemişti ama anlatılacak olan kısmı buraya kadardı. Bundan
sonrası biz birlikte, el ele ve diz dize yaşayacaktık. Ve yaşadığımız hayatı
kendimize uydurup birbirimiz için güzelleştirmenin, eminim ki, onlarca yolunu
bulacaktık.
***